Osmanlı Teknolojisine Genel Bir Bakış

Transkript

Osmanlı Teknolojisine Genel Bir Bakış
Osmanlı Teknolojisine Genel
Bir Bakış1
Dr. Yavuz Unat2
Osmanlılarda teknolojik gelişim 15. yüzyıl başından 16. yüzyıl sonuna kadar önemli bir
gelişme göstermiş, ancak daha sonraları durmuş ve gerilemiştir. Ortaçağ Đslâm Uygarlığının
zengin mirasına sahip olan Osmanlılar, kuruluşlarının ilk yüzyıllarında Avrupa’dan geride
değillerdi. Ekonomik durumları iyi idi, güçlü bir orduya sahiptiler ve savaşlardan galip
çıkıyorlardı. Bu dönemde Osmanlıların Avrupa bilimine ve teknolojisine ihtiyacı
olmadığından ona ilgi göstermediler. Ancak bu tavır, Rönesans’ın öneminin anlaşılamamasına
ve 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da bilim, teknoloji ve sanayi alanlarında kaydedilen büyük
gelişmelerin değerlendirilememesine sebep oldu. Batı Dünyası’nda uygarlık ve kültür büyük
atılımlar yaparken, Osmanlı toplumu geri ve az gelişmiş bir toplum durumuna düştü.
18. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa sanayide ve teknolojide ilerlemeye başlamış ve
Avrupa’ya ayak uydurmaya çalışmak artık çok zor hale gelmiştir. 19. yüzyılda ise Avrupa
sanayi devrimi Osmanlı Đmparatorluğu’nu olumsuz yönde etkilemiştir.3
III. Selim zamanında 1805’de Beykoz’da Avrupa örnekli bir kumaş fabrikası kurulmuş
ancak 1836’da bu fabrika kullanılamaz hale gelmiştir. 1815’lerden sonra, Avrupa imalatı
mallar giderek çoğalmış ve Osmanlı maliyesini de etkilemiştir. 1840’larda da Osmanlıların
kapsamlı ve masraflı sanayi hamleleri de başarısız kalmıştır.4
1841-1853 yılları arasında bir çok sınai tesis kurulmuştur. Bunlar içerisinde iplik ve
kumaş fabrikaları, buharlı gemi tersanesi, demir izabe (ergitme) ve döküm fırını ve atölye
birimleri, çeşitli ihtiyaç maddeleri imalathaneleri ve gerekli personeli yetiştirmek üzere teknik
okullar gibi birimler bulunmaktadır. Ancak, bütün bunların kuruluşu ve bakımı Avrupa
elemanlarının desteği ile mümkün olabilmekteydi. Ne var ki, bu teşebbüs büyük ölçüde
başarısız kaldı.5
1
Osmanlı, Cilt 8, Yeni Türkiye Yayınları, Editör: Güler Eren, Ankara 1999, s. 627–654. (Yeni Türkiye, 701
Osmanlı Özel Sayısı III, Yıl 6, Sayı 33, Mayıs-Haziran 2000, s. 724–742).
2
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coðrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Araþtýrma Görevlisi.
3
Aydýn Sayýlý, “Batýlýlaþma Hareketimizde Bilimin Yeri ve Atatürk,” Erdem, Cilt 1, Sayý 1, Ankara 1984, s.
12-13.
4
Sayýlý, 1984, s. 13; Edward C. Clark, “Osmanlýlarda Sanayi Devrimi,” Osmanlýlar ve Batý Teknolojisi, Yeni
Araþtýrmalar Yeni Görüþler, Ed. Ekmeleddin Ýhsanoðlu, Ýstanbul 1992, s. 37-38.
5
Sayýlý, 1984, s. 13.
1
Daha somut bir biçimde kültürel açıdan Avrupa’dan etkilenmemiz 1773’de başlar.
1773’de deniz kuvvetlerini güçlendirmek amacıyla Đstanbul’da deniz mühendisliği
(Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayûn) okulu açılı. 1793’de de Avrupa tipi bir askeri
mühendislik okulu faaliyete geçti (Mühendishâne-i Berrî-i Hümayûn).6
Savaş Teknolojisi
Ateşli Silahlar, Top, Tüfek ve Barut
Osmanlıların ateşli silahları ilk kullandıkları tarih tam olarak bilinmemektedir. Ancak
bu teknolojiyi Avrupa’dan erken tarihlerde almışlar ve kullanmışlardır. 14. yüzyılda ateşli
silahlarla ilgili yenilikleri Avrupa devletlerinden öğrenen Sırpların bu silahların Osmanlılara
girişinde önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Yine bu dönemlerde, Osmanlıların Batı’dan
silah satın almaya başladıklarını gösteren vesikalar da bulunmaktadır.7
Osmanlılarda 15. ve 16. yüzyıllarda, silah ve özellikle top teknolojisi oldukça gelişmiş
düzeydeydi. Osmanlılar, 14. yüzyıl sonlarına doğru ordularında top kullanmışlar8 ve 14501550 yılları arasında da, gerek teknolojik yeterlilik gerekse kullanım yeteneği açısından
dünyadaki en iyi topçuluk sistemine sahip olmuşlardır.
Osmanlı ordusunda top ilk kez, 1386’da Karamanoğulları ile yapılan savaşta, daha sonra
da 1389’da Birinci Kosova Savaşı’nda kullanıldı. Tahrip güçleri zayıf olan bu toplar daha
sonra teknik olarak oldukça geliştirilebilmiş ve 1439’larda kale dövebilecek ve yıkabilecek,
1444’lerde ise gemi batırabilecek düzeye erişmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmed, Đstanbul’un fethi için topa büyük önem vermiş ve yerli ve yabancı
uzmanlardan yararlanmış, hatta bizzat kendisi balistikçi gibi çalışarak topçuluğun gelişmesine
katkılarda bulunmuştur. Fatih, Đstanbul’u fethetmek için güçlü topların gerektiğini anlamış ve
bu amaçla Edirne’de dökümhâneler kurdurtmuştur. Bu dökümhânelerde Saruca Usta,
Müslihiddin Usta, Macar asıllı Urban ve Cenevizli Donar gibi topçuluk alanında uzman
kişiler çalışmışlardır.9
Fatih döneminde topların hem çapı hem de tahrip gücü arttırılmış ve barut üretme
metodları geliştirilmiştir. Zira iri güllelerin uzak mesafelere atılması, gülle ve namlu
problemlerinin yanısıra sıkıştırılmış barutun çok kısa sürede alev almasıyla mümkündü.10
6
Sayýlý, 1984, s. 14-15.
Ekmeleddin Ýhsanoðlu, Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluðuna, Ýstanbul 1996, s. 205.
8
Ýsmail Hakký Uzunçarþýlý, Osmanlý Tarihi, Cilt II, Ankara 1998, s. 652.
9
Osman Bahadýr, “Osmanlýlarda Topçuluk,” Bilim Tarihi, Sayý 9, Ýstanbul 1992, s. 25.
10
Osman Bahadýr, Osmanlýlarda Bilim, Ýstanbul 1996, s. 47.
7
2
Topun tahrip gücü 15. yüzyılın ikinci yarısı boyunca geliştirilmiş, bu sayede top 16.
yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin askeri genişlemesinin en önemli unsurlarından biri
haline gelmiş ve 1522’de Rodos’un alınmasında, 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde
Osmanlı topçu ateşi galibiyeti belirleyen temel etken olmuştur.
16. yüzyılın ilk yarılarında Avrupa topçuluğundan daha etkin olan Osmanlı topçuluğu
17. yüzyıl boyunca gerilemiş ve 18. yüzyılın ikinci yarısında açık bir düşüş yaşamıştır. 18.
yüzyılın sonlarında ise yeni düzenlemelere gidilmiştir.11
Osmanlının en büyük top dökümhânesi Galata suru dışında Kılıç Ali Paşa Camii
yakınında, şimdi Tophane denilen yerdeydi. Bu dökümhâne Fatih tarafından yaptırılmış ve II.
Bayezid tarafından tamamlanmıştır. Kanuni zamanında ise Tophane binası yıktırılmış ve daha
büyük ölçüde yeniden inşa edilmiştir.12
Osmanlı Devleti’nin en büyük top döküm yeri Tophane olmakla beraber ülkenin değişik
yörelerinde, Belgrad, Semendire Sancağı’nda Baç, Budin, Đskodra, Pravişte, Gülamber,
Tımışvar gibi merkezlerde de top döküm imalathâneleri bulunmaktaydı. Topa lazım olan
demir, Rumeli Anadolu’daki madenlerden tedarik edilirdi. Gülleler ise çeşitli büyüklükte ve
topların çeşitine göre maden çıkan yerlerde dökülürdü. Taş gülle atan toplar da vardı.13
15. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı ordusunda ateşli silahlar içinde topun yanısıra
tüfekte kullanılmıştır. Fatih devrinde orduda bir tüfekçi fırkası mevcuttu. 16. yüzyılda tüfek
imalatı devlet tarafından yapılmaya başlanmış ve Osmanlı ordusu top ve tüfeği belirli bir
strateji içerisinde kullanarak başarıya ulaşmıştır.
Osmanlılar Balkanlar’daki savaşlarda büyük ölçüde tüfek ele geçirmişler ve oralarda
bulunan imalalathanelerdeki üretimi devam ettirmişlerdir. 1480 yılında Semendire’de,
üzerinde “Kayı” işareti bulunan çeşitli tipte el tüfekleri imal edilmiştir.14
1680 yılında Avusturya savaşlarında Türklerin kullandıkları tüfekler Avusturya
ordusundakilerle aynı kalitede hatta bazı yönlerden daha üstündür.15
Osmanlının ilk dönemlerde ateşli silah imalathanelerinde çalışan teknik elemanların
çoğu Hristiyan Sırplardı. Ancak 16. yüzyılda ateşli silah üretiminde Osmanlılar, yabancı
teknik elemanın yanında kendi elemanlarının yetişmesine de önem vermişler, yabancılardan
ziyade kendi tüfekçilerini kullanmaya gayret etmişlerdir. Bu durum 18. yüzyıldan itibaren
11
Bahadýr, 1996, s. 48-49.
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt II, 562-563.
13
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt II, 562; Cilt IV, 579.
14
Ýhsanoðlu, 1996, s. 206.
15
Ýhsanoðlu, 1996, s. 207.
12
3
yavaş yavaş değişmiş, Osmanlılar, Batı’dan askeri malzeme yanında yeni sistemleri de ithal
etmeye başlamış ve bu yüzyılın başında da artık Đngiliz usulü barut kullanmaya
yönelmişlerdir.16
Osmanlılarda top ve diğer ateşli silahlar için gerekli olan barut önceleri bu işi geçim
aracı olarak benimsemiş ve barutu el tezgahlarında yapan ustalardan satın alınmıştır. Daha
sonraları ise çeşitli barut imal eden ve devrin barut yapılan fabrikaları olarak nitelenebilecek
baruthâneler kurulmuştur.
Birçok bölümden oluşan baruthâler ham maddelerin dibek, havan veya çarhlarla (çark)
ezilerek toz haline getirildiği çarhâne, güherçilenin yıkanıp eritildiği havuzlar, kurutma
işleminin yapıldığı sergi, ham maddelerin kaynatıldığı soba, eritilerek kalıplara döküldüğü
kalhâne, silindirden geçirildiği silindirhâne, elendiği kalburhâne gibi kısımlara sahiptir.
Anadolu’da, Đzmir’de, Rumeli tarafında Gelibolu, Selânik, Belgrad, Budin ve Tımışvar’da,
Afrika kıtasında Kahire’de Ortadoğu’da Bağdat’da çeşitli baruthâneler kurulmuştur. Bunların
da arasında en önemlisi Baruthâne-i Âmire adıyla bilinen müessesedir.17
Gemi Yapımı
Teknoloji tarihi açısından top dökümü yanında gemi yapımı da oldukça önemlidir. Fatih
Sultan Mehmed zamanından beri orduya hizmet veren bir Tophane ve bir de Tersâne vardı.
Bunlar sonraki asırlarda büyük sanayi işletmeleri haline gelmişlerdir. 16. yüzyılın başlarından
itibaren Osmanlı Devleti’nin merkez deniz üssü Đstanbul’daki Tersâne-i Âmire idi. Bu
müessese, Venedik denizciliğinden ve onun tersâne tecrübelerinden büyük ölçüde
faydalanmıştır. Tersânede II. Bayezid devrinde yapılan bir kaç ilave dışında Yavuz Sultan
Selim zamanına kadar büyük bir değişiklik yapılmamıştır. Yavuz Sultan Selim donanmayı
geliştirmek için karar almış ve 1513/14 kışında Kadırga limanındaki tesislerin yerine geçecek
yeni bir tersâne inşasını başlatmış ve bu sayede Galata - Kasımpaşa arasıdaki sahada iki sene
içerisinde çok sayıda tersâne gözü inşa edilmiştir. 1547 senelerinde de tersâne sahası yüksek
bir duvarla çevrilmiştir.
16. yüzyılın sonlarında Osmanlılar gemi yapım teknolojisinde Batı’dan geri kalmaya
başladılar. Bunun temel nedeni, Osmanlıların kürekle hareket eden gemilerde (çekdiri) ısrar
etmeleridir. 16. yüzyılda Portekizliler, Đspanyollar ve bazı Avrupa ülkeleri yelkenli gemiciliğe
16
Ýhsanoðlu, 1996, s. 209.
Ayrýntýlý bilgi için bkz. Mahmut H. Þakiroðlu, “Barut,” TDV ÝA, Ýstanbul 1992, s. 92-94; Mübahat S.
Kütükoðlu, “Baruthâne-i Âmire,” TDV ÝA, Ýstanbul 1992, s. 96-98; Semavi Eyice, “Baruthâne,” TDV ÝA,
Ýstanbul 1992, s. 94-96.
17
4
(kalyon) geçmişler, Osmanlılar ise ancak 17. yüzyıl sonlarında kalyonculuğa geçebilmişlerdir.
Bundan bir süre önce, 1651 yılında Sadrazam Melek Ahmed Paşa tarafından Bahçekapı
yakınlarında büyük bir kalyon inşa ettirilmiş, ancak kalyon suya indirilirken yana devrilmiş ve
batmıştır.18
Askeri Okullar
Osmanlılar erken dönemlerde, Batı’dan özellikle savaş teknolojisini ve madencilik
konularındaki teknikleri transfer etmişler, özellikle de ilk yüzyıllarda, mutlak hakimiyete
dayanan sistemi ve sahip oldukları üstünlük duygusu nedeniyle bu ilgi seçici bir şekilde
gelişmiştir. Ancak askeri, siyasi ve iktisadi dengeler Osmanlıların aleyhlerine döndüğü zaman
Avrupa bilimi, ihtiyaçlarına göre fonksiyonel bir şekilde aktarılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren
de Avrupa devletleri karşısında uğranılan askeri yenilgilerin getirdiği yıkımdan kurtulmak için
askeri alanda Batılılaşma’ya gidilmiştir.19
Osmanlılar herşeyden önce ordunun yeni bir düzene sokulması, askeri ıslahât yapılması
ve yeni tekniklerle donanmış zabit yetiştirmek ve daha çok pratik ihtiyaca cevap verebilmek
için bir takım modern eğitim müesseseleri kurma ihtiyacını hissetmişlerdir. Osmanlıların
askeri güçlerini arttırmak için bilim ve teknolojiyi derhal elde etmeleri gerekiyordu. Bu
nedenle, 18. yüzyılın sonunda mühendishâneler ve 19. yüzyılın başında da Mekteb-i
Tıbbiye’yi kurdular.20
III. Ahmed devrinde başlayan askeri ıslahat ile 1733’de Humbarahâne, 1773’de de
Baron de Tott’un tavsiyesi ve önayak olmasıyla Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun (Deniz
Mühendishanesi) kuruldu. Bunları, 1795’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun (Kara
Mühendishanesi) takip etti.21
Humbaracı Ocağı
Humbaracılar kale ve mevki muharebesinde, görülemeyen hedefler üzerine “havan” adı
verilen silahlar ile “humbara” atan teknik bilgi sahibi askerlerdir. Humbaracı Ocağı Osmanlı
askeri teşkilatında erken zamanlardan beri mevcuttu ve Kapıkulu piyade ocaklarına bağlıydı.
Ancak 17. yüzyılın sonlarında humracalık gözden düşmüş ve önemini kaybetmişti. 1733’de
18
Ýdris Bostan, Osmanlý Bahriye Teþkilâtý: XVII. Yüzyýlda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992, s. 1-14, 253-255.
Ýhsanoðlu, 1996, s. 36-37; Sevim Tekeli, E. Kâhya, M. Dosay, R. Demir, H. Gazi Topdemir, Y. Unat, A. Koç
Aydýn, Bilim Tarihine Giriþ, Ankara 1999, s. 332.
20
Ýhsanoðlu, 1996, s. 37, 230-231.
21
Ýhsanoðlu, 1996, s. 231.
19
5
ise Comte de Bonneval’in önderliğinde Humbaracı Ocağı açıldı ve 1735 tarihli ferman ile
ocağın esaslarını belirten nizamnamesi çıktı.22
Bazı kaynaklara göre Üsküdar’da kurulan Humbaracı Ocağı’nda bir de Hendesehâne’nin
kurulmuştur. Humbaracı Kışlası adı verilen ve matematik ve geometri okutulan bu okulun
ömrü uzun sürmemiş ve humbaracıların isyan çıkaracakları korkusuyla bu heyet
dağıtılmıştır.23
Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun
1773 yılında kurulan bu okulun amacı, donanmaya geometri ve coğrafya bilen subaylar
yetiştirmekti. Burada dersler vermek üzere Fransa’dan da bazı subaylar getirtilmişti. Burada
başhocalık yapanlar arasında meşhur matematik ve mantık âlimi Gelenbevî Đsmail Efendi de
vardı. Okulda Türkçe, Arapça, Fransızca’nın yanısıra aritmetik, geometri, coğrafya,
trigonometri, cebir, topoğrafya, harp tarihi, integral ve diferansiyel hesap, mekanik, astronomi,
istihkâm ve balistik okutulmuştur. I. Abdülhamit (1774-1789) devrinde bu okul yeniden
düzenlenmiştir (1784).24
1784’de Fransa’dan getirilen iki mühendis (Binbaşı J. Lafitte-Clavé ve Monnier) burada
istihkâm dersleri vermişlerdir. Bu iki mühendis ayrıca uygulamalı dersler de vermişler, ancak
bu hocalar ülkelerine döndükten sonra uygulamalı dersler kesilmiş ve teorik derslere devam
edilmiştir. 1795’de ise burada gemi inşaat şubesi açılmış ve başına da Fransa’dan konunun
uzmanı olan M. Brune getirilmiştir. Brune, teorik dersler yanında, öğrencilerini gemi inşa
tezgahlarına da götürmüş ve uygulamalı dersler vermiştir.25
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun
1793’de kurulan bu okulun amacı ise, orduya topçu ve istihkâm mühendisi yetiştirmekti.
Buranın en meşhur başhocası Hoca Đshak Efendi’dir. Mühendishâne 4 sınıftı. Burada okutulan
dersler de Fransızca, Arapça, geometri, aritmetik, coğrafya, cebir, trigonometri, diferansiyel ve
integral hesap, astronomi ve istihkâm idi. Bu dersleri okutacak hocaların çoğu Avrupa’dan
22
Mustafa Kaçar, “Osmanlý Ýmparatorluðunda Askerî Sahada Yenileþme Döneminin Baþlangýcý,” Osmanlý
Bilim Araþtýrmalarý, Yayýna Hazýrlayan Feza Günergun, Ýstanbul 1995, s. 209-210, 214.
23
Adnan Adývar, Osmanlý Türklerinde Ýlim, Ýstanbul 1982, s. 182-183.
24
Tekeli, 1999, s. 333.
25
Ýhsanoðlu, 1996, s. 232.
6
getirtilmekle beraber, Avrupa dillerinden pek çok kitap da Türkçeye çevrilerek basılmıştır. Bu
tercüme işinde Hoca Đshak Efendi’nin büyük bir gayret ve hizmeti olmuştur.26
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un kurulduğu ilk yıllarda ders programları hakkında
ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak biliyoruz ki, fen dersleri ağırlıktaydı ve eğitim teorik ve
uygulamalı olarak yapılmaktaydı. Burada okutulan matematik ve astronomi bilimleri Đslâm
kaynaklarına, coğrafya, harp tekniği ve askeri bilimler ise daha çok Batı kaynaklarına dayalı
Osmanlıca kitaplardan okutulmaktaydı.27
Yapı Teknolojisi
Mimari
Osmanlı
mimarisi
Anadolu
Selçukluları,
Karaman,
Eşref
ve
Aydınoğulları
mimarisinden farklı bir üslupta gelişmiştir. Bu mimaride süs ve gösterişten ziyade metanet ve
sadelik hakimdir. Osmanlı mimarisi Bursa’da kendini göstermiş, tedrici olarak gelişerek
Đstanbul’da en yüksek seviyesine ulaşmış ve Macaristan, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve
Hindistan’a kadar gitmiştir.
Osmanlı mimarisinin Bursa ile başlayan ilk devrinden sonra 16. yüzyılda başlayan
klâsik devir Sultan Ahmed Camii’nin yapıldığı 17. yüzyılın başlarına kadar devam eder.
Bursa’da Yeşil Camii’nin yapılışından (822/1419) itibaren Osmanlı mimarisi özel bir karakter
taşır. Bu tarz, Bayezid Camii’nin yapılışına kadar Đstanbul camilerinde esas teşkil etmiştir.
Osmanlı mimarisi Đstanbul’da yükselmeye başlamış ve gelişme göstermiştir. Fatih
Sultan Mehmed’in Havariyun Kilisesi’nin yerine yaptırdığı camii (1462-1470), 1463’de
yapılan Mahmud Paşa Camii bu örneklerdendir.
Osmanlı mimarisinde klâsik devri açan Bayezid Camii’ni (1509) yapmış olan
Muradoğlu Mimar Hayreddin’dir. Bu cami Bursa mektebi ile Mimar Sinan mektebi arasında
bir köprü oluşturur. Mimar Hayreddin mektebini en yüksek mertebesine çıkaran Mimar
Sinan’dır (1490-1588). Yavuz Sultan Selim zamanında Kayseri köylerinden devşirme olarak
acemi ocağına alınmış olan Mimar Sinan Osmanlı bilim ve mühendislik tarihinin en seçkin
kişisidir.28
Mimar Sinan, cami, mescit, medrese, türbe, imaret, köprü, suyolu kemeri, kervansaray,
saray ve hamam gibi yapılardan oluşan toplam 364 eser bırakmıştır ve bu eserlerden bazıları
26
Tekeli, 1999, s. 333.
Ýhsanoðlu, 1996, s. 236-237.
28
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt II, s. 644-646.
27
7
gerek kendi döneminde, gerekse bütün zamanlar için şaheser olarak nitelendirilebilecek
yapılardır. Süleymaniye ve Selimiye camileri ile Mağlova suyolu kemeri bunlara örnek olarak
verilebilir.29
Süleymaniye Camii’nin temelleri 1957 yılında incelenmiş ve açılan çukurların ve
temellerin sağlam kaya zeminine kadar indiği gözlenmiştir. Temellerin en altında da 20 cm
kalınlığında, içi ahşap ızgara düzeniyle pekiştirilen bir harç tabakası bulunmaktadır. Mihrap
duvarı altındaki temeller ise 590 cm derinliğe inmektedir.30
Osmanlı mimarisi 17. yüzyıldan itibaren klâsik Mimar Sinan mektebinden ayrılmaya
başlamış ve Sultan Ahmed Camii ile yeni bir şekil almıştır. 18. yüzyılda ise Osmanlı fikir
hayatı Batı’ya meylettiği sırada mimari sanatı da Batı’ya yönelmiş, fakat Türk sanatkârları
millî bünyeden de buna ilaveler yapmışlar ve tam taklidden kurtulmuşlardır.31
Su Tesisleri
Roma Đmparatorluğu zamanında Đstanbul çok muntazam bir su şebekesine sahipti.
Ayrıca Đstanbul’un fethinden önce, surların dışında Türkler tarafından, bugüne kadar kalan
bazı çeşmelerin yapıldığı da bilinmektedir. Fetihten sonra ise, Fatih Sultan Mehmed, şehre su
getiren suyollarının acele tamirini emretmiş, ayrıca yeni sular çıkarttırmıştır. Đstanbul’da Fatih
Sultan Mehmed’e ait 9 vakıf çeşme ile cami, imaret ve diğer vakıf tesislerine sular tahsis
edildiği görülmektedir. II. Bayezit zamanında (1481-1512) Bayezit Suyolları adıyla anılan
suyolları yapımıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında da (1512-1520) bazı su tesisleri yapılmış
ancak, şehrin hızla büyümesi nedeniyle bir süre sonra Đstanbul’da su sıkıntısı başgöstermiştir.
Su probleminin çözülmesi ise Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrine rastlar.32
Kanunî devrinde yapılmış olan büyük su tesisleri tam bir mükemmellik göstermektedir.
Su, genelde menba veya derelerden tedarik edilmiştir. Derelerden alınan suların seviyeleri,
küçük bir bent yapılarak kabartılmıştır. Ayrıca sualma ağızları yapılmış buraya ızgaralar
konulmuştur. Yine bugünkü anlayışa tamamen uygun bir biçimde her ızgaradan sonra
genellikle dairesel olarak inşa edilmiş olan çökeltme havuzu, çökeltme havuzlarında tabana
biriken kumu boşaltmak için yıkama kanalları yapılmıştır. Şehre getirilen suların çeşitli
bölgelere ayrılacakları yerlerde su dağıtma tesisleri inşa edilmiştir. 33
29
Bahadýr, 1996, s. 19.
Bahadýr, 1996, s. 20.
31
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt IV, s. 566-567.
32
Kâzým Çeçen, Ýstanbul’da Osmanlý Devrindeki Su Tesisleri, Ýstanbul 1984, s. 4-6.
33
Çeçen, 1984, s. 7-12.
30
8
Çeşitli kaynaklara göre, Osmanlılar ayrı bir su nezareti kurmuşlardır. Kurulmuş olan bu
su nezareti tarafından yapılmış çeşitli suyolu haritaları günümüze ulaşmıştır.
Bayındırlık
Tanzimata gelinceye kadar devletin bir bayındırlık politikası yoktu. Devletin bir
bayındırlık politikasına sahip olması gerektiği Gülhane Hattı Hümâyunu’ndan itibaren
kavranmış, 1856 tarihli Islâhat fermanı ile bu prensibe daha açık bir mana verilmiştir.
Fermanda iç ticaretin geliştirilmesi için kara ve deniz yollarının ıslahına hükümetçe para
tahsis edileceği ve Avrupa bilgi ve sermayesinden faydalanacağı belirtilmiştir.34
Karayolları
Devletin yol konusu ile meşgul olması ilk defa 1856 Islâhat fermanı ile prensip olarak
kabul edilmiş ve 1869’da bir nizamname oluşturulmuştur. Bu nizamname çerçevesinde yol
inşaatında çalışmak mecburiyeti konmuş ve 16-60 yaş arasındaki erkek nüfusun yol inşaatında
çalışması öngörülmüştür. Ancak yürülüğe geçirilmeden 1875’de bu mecburiyet kaldırılmış,
bir süre sonra da, 1879’da bu mecburiyet yeniden getirilmiş ve bir kaç senede Anadolu ve
Rumeli’de 5000 kilometreye yakın yol inşaa edilmiştir.35
Demiryolları
Osmanlı Đmparatorluğu’nda demiryolları Kırım Muharebesi’nden sonra inşa edilmeye
başlanmış, ancak bu teşebbüs yabancı şirketlere bırakılmıştır. Đlk demiryolları, Đmparatorluğun
nüfus yoğunluğu fazla, toprakları bereketli ve Avrupa ile teması kolay bölgelerde inşa
edilmeye başlanmıştır. Demiryollarının önemini kavrayan Đngilizler, Hindistan’a gitmek için
en kısa yolun Osmanlı topraklarından geçtiğini farketmişler ve Osmanlı Hükümeti’ne
topraklarında demiryolları yapmayı teklif etmişlerdir. Osmanlılar bu teklifi memnuniyetle
kabul etmişlerdir. Böylece, 1856’da demiryolları döşemeciliği bir Đngiliz şirketine verilmiş ve
yaklaşık 450 kilometrelik bir yol hizmete açılmıştır. Bunların içerisinde Đzmir-Aydın ve
Varna-Rusçuk hatları sayılabilir. II. Abdülmecit devrinde bu uzunluk 515 kilometreye
çıkmıştır.
Lokomotifler de, demiryolları hattının yapımını üstlenmiş olan şirketler tarafından
getirtilmiş, ancak bunların ücreti Osmanlılar tarafından ödenmiştir. Đlk kullanılan lokomotifler
34
35
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt VII, s. 264-267; Cilt VIII, s. 459-461.
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt VIII, s. 461-462.
9
Đngiliz yapımı lokomotiflerdir. Bunlar Stephenson tipi lokomotifler olup, New Castle yapımı,
iki dingilli tek silindirli lokomotiflerdir.36
Osmanlıların kendileri bir demiryolu programı oluşturamamışlardır. Birkaç hattın
inşasına girişmişlerse de bunları işletememişler (Hicaz hattı hariç) ve yabancı şirketlere
devretmişlerdir. Osmanlı demiryolları Padişah tarafından imtiyazlar verilmek suretiyle
yabancı sermayenin, bilgi ve tekniğinin bir eseri olmuştur.37
Denizyolları
Abdülaziz devrinde demiryollarına verilen önem denizyollarına verilmemiştir. Padişah
büyük bir donanma oluşturma hevesine kapılmış, bir deniz ticaret filosuna sahip olma ihtiyacı
duymamıştır. Osmanlı limanları ile Avrupa ve diğer memleketler arasındaki taşımacılık
yabancı vapur işletmeleriyle mümkün olmuştur.
1896’da bir Alman firmasınca Derince Limanı inşa edilmiş, 1899’da da Haydarpaşa
Limanı inşa edilmek üzere Şimendiferler şirketine verilmiş ve 1904’de ikmal edilmiştir.
Osmanlı devletinde limanlar yabancı şirketler tarafından inşa edilmiş ve işletilmiştir. 1901’de
II. Abdülhamit Galata ve Đstanbul limanlarını devletçe satın almak istemiş ancak Şeyhülislâm
Cemaleddin Efendi ve Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa’nın muhalefetiyle karşılaşmıştır.38
Üretim Teknolojisi
Tarım
Osmanlılarda tarım teknolojisi, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar hiç bir değişikliğe
uğramamıştır. Temel üretim araçları tırmık, karabasan, döven gibi araçlardan ve öküz gibi
hayvan gücünden oluşmaktadır. Birim topraktan alınan ürün miktarının yüzyıllar boyunca
teknolojik gelişmeden kaynaklanan hiç bir artış olmamıştır.39
Dokumacılık
Osmanlılarda tarımsal üretimden sonra gelen en büyük üretim kumaş dokumacılığıdır.
Kumaş dokumacılığı 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da büyük gelişim göstermiş ancak 16.
36
Esin Kâhya, “Türkiye’de Ýlk Demiryollarý,” Belleten, Cilt LII, Sayý 202, Ankara 1988, s. 211, 217.
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt VII, s. 268-270; Cilt VIII, s. 465-471.
38
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt VII, s. 271-273; Cilt VIII, s. 462-465.
39
Bahadýr, 1996, s. 51.
37
10
yüzyılın sonlarında bir gerileme olmuştur. Özellikle Osmanlı pazarına giren Hint
pamuklularının bunda önemli bir rolü olmuştur.40
Dokuma sanayi 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çökmeye başlamış ve II. Mahmud
ve Abdülmecit zamanlarında bu çöküş hızlanmıştır. Abdülaziz devrinde ise Đmparatorluğun
her yerinde el tezgahları silinmeye başlamıştır.41
19. yüzyılın başlarında Osmanlı tekstil sanayi eski gücünü kaybetmiş olmasına rağmen
önemini koruyabilmiştir. 1830’lu yıllarda Halep’de pamuklu dokuyan 300, ipekli dokuyan 200
işyeri ve Bursa’da da 14 ipek fabrikası vardı. 1838’de ise Đstanbul’da pamuklu, yünlü ve ipekli
kumaş dokuyan 3000 tezgah bulunuyordu. Ne var ki, Avrupa’da Sanayi Devrimi’nden sonra
Osmanlı Devleti teknolojik ilerlemeye uyum sağlayamadı ve Osmanlı tekstil sanayi çökmeye
başladı. Bunun sonucu olarak da, 19. yüzyılın sonlarında Đstanbul’daki tezgah sayısı 25’e
Bursa’daki ipekli tezgah sayısı da 75’e düştü.42
Madencilik
Osmanlılar Agricola’nın De Re Metallica adlı eserinde anlatılan maden teknolojisinden
haberdardırlar. 1580 tarihine doğru, seyyah ve coğrafyacı Mehmed Aşık Trakya’da
Sidrekapısı’ndaki madenlerden birinin gezmiş ve burası hakkında bilgi vermiştir. Bu bilgiye
göre Osmanlılar madencilikte Batı ile aynı teknolojiyi uygulamaktaydılar. Buradaki maden
kuyusu 115-155 metre derinliğe kadar inmekteydi. Bu da Orta Avrupa’daki maden ocaklarının
ortalama derinliğinin yarısı kadardır. Su boşaltma işlemi çarkla dönen kovalarla ve ilave el
pompalarıyla yapılıyordu. Drenaj için ise, toprak sathında yeraltı sularına paralel olarak açılan
hava deliklerine bağlı mekanik olarak çalışan çarklar ile havalandırma sistemi vardı. Bu
madende maden cevherini eritilmesinde ise, genellikle galen ve diğer kurşun sülfür
çeşitlerinin tasfiyesi için maden ocaklarında kullanılan fırınların körüklerini çalıştıran su
çarkları kullanılmaktaydı.43
Osmanlı madenleri, tanzimata gelinceye kadar hanedana ait ve darphaneye bağlı olarak
idare edilmişlerdir. 1839’da ise tamamen devlet hazinesine devredilmişlerdir.44
40
Emre Dölen, Tekstil Tarihi, Ýstanbul 1996, s. 375-379.
Uzunçarþýlý, 1998, Cilt VII, s. 257.
42
Bahadýr, 1996, 50.
43
Rhoads Murphey, “Osmanlýlarýn Batý Teknolojisini Benimsemedeki Tutumlarý: Efrenci Teknisyenlerin Sivil
ve Askerî Uygulamalardaki Rolü,” Osmanlýlar ve Batý Teknolojisi, Yeni Araþtýrmalar Yeni Görüþler, Ed.
Ekmeleddin Ýhsanoðlu, Ýstanbul 1992, s. 14.
44
Uzunçarþýlý, 1989, Cilt VIII, s. 455-456.
41
11
Bilim Teknolojisi
Astronomi
Takîyüddîn ve Đstanbul Gözlemevi’nde Kullanılan Astronomik Aletler
Osmanlı Devleti’nde, 16. yüzyılın ortalarına değin Đmparatorluk içerisinde bir
gözlemevi kurulamadı. Ancak, 16. yüzyılın ikinci yarısında, III. Murat döneminde Đstanbul’da
Tophane sırtlarında Takîyüddîn tarafından bir gözlemevi kurulması çok önemli bir olaydır.
Đstanbul Gözlemevi, burada yapılmış olan gözlemler kadar kullanılan aletleri açısından da
önemlidir. Yapılan araştırmalar bu gözlemevinde inşa edilen gözlem araçları ile Tycho
Brahe’nin (1546-1601) Danimarka kralı Frederic II’nin himayesinde Hven’de 1576 yılında
inşasına başlanan gözlemevindeki gözlem araçları arasında tam bir paralelizm olduğunu
göstermektedir.45 Takîyüddîn bu gözlemevinde dokuz önemli gözlem aleti yapmış ve
kullanmıştır:
Zât-ül-halâk (halkalı araç, armillary sphere): Gök cisimlerinin enlem ve boylamlarının
bulunmasında kullanılan bu alet yüzyıllarca gözlemevlerinin en belli başlı aleti olmuştur; ilk
tasviri, “üstürlab” adı ile Batlamyus’un (M.S. 150 yılları) Almagest adlı kitabında verilir.
Takîyüddîn’in aleti, çapı 9 1/6 zira’ olan 6 halkadan yapılmıştır. Halkaların çapları 4 metreden
fazladır ve ufuk adı verilen bir kaide üzerine yerleştirilmişlerdir. Halkalı araç ve ufuk altı
sütun üzerine konulmuştur ve bu sütunların uçları da başka bir kaide üzerindedir. Buna benzer
bir kaide, 16. yüzyıl Avrupa’sında kullanılmaktaydı.46
Zât-üs-şu’beteyn (cetvelli araç, turquetum): 12. yüzyılın başlarında yaşamış olan Câbir
ibn Eflah Islah el-Mecistî adlı eserinde, Batlamyus’un “Zât-üs-şu’beteyn”ini tasvir ettikten
sonra, kendisinin icadettiği bir aletin tasvirini verir. Daha sonra Câbir’in bu kitabının
Latinceye tercümesi, Avrupa’da yeni bir aletin doğmasına neden olmuştur; “turquetum”.
Genellikle Ay’ın paralaksını ölçmeye yarayan bu alete 16. yüzyıla kadar inşa edilmiş çoğu
gözlemevinde rastlanmaktadır. Aletin ilk tasvirini ise Batlamyus yapmaktadır. Takîyüddîn’in
bu aleti Batlamyus’unkinin aynıdır. Yalnız meridyen düzlemine tesbit edilmiş olup, her yönde
yükseklik ölçebilecek tarzdadır. Üç cetvelden oluşur. Biri ufka dikey olup diğeri ise bunun
tepesine bir eksenle bitiştirilmiştir. Üçüncüsü kirişlere bölünmüştür ve birincinin alt kısmına
bir eksenle bağlanmıştır.47
45
Sevim Tekeli, “Ýstanbul Rasathanesinin Araçlarý,” Araþtýrma, Cilt XI, Ankara 1979, 30.
Tekeli, 1979, s. 32; Sevim Tekeli, Nasirüddin, Takîyüddîn ve Tycho Brahe’nin Rasat Aletlerinin Mukayesesi,
Ankara 1958, s. 342-360.
47
Tekeli, 1979, s. 35; Tekeli, 1958, s. 336-342, 367-369.
46
12
Zât-üs-Sakbeteyn (iki delikli araç, dioptra): Güneş’in ve Ay’ın çaplarını, Güneş ve Ay
tutulmalarının miktarlarını hesabetmekte kullanılır. Takîyüddîn bu aleti, dakika bölümlerini
gösterebilecek kadar büyük çapta inşa etmiştir.48
Duvar kadranı (libne, mural quadrant): Meridyen üzerine inşa edilmiş bir duvarın
yüzeyine tesbit edilmiş bir kadrandır ve yıldızların meridyen geçişlerini gözlemekte kullanılır.
Đstanbul Gözlemevi’nde bu araç 6 metre çapında olarak inşa edilmiştir. 16. yüzyıla kadar
Avrupa’da
bu
tip
bir
duvar
kadranına
rastlanmamaktadır.
Kullanılan
kadranlar
Batlamyus’unkine benzeyenler veya taşınabilenlerdir. Böyle bir araç Batı’da ilk defa Tycho
Brahe tarafından kullanılmıştır. Takîyüddîn tarafından kullanılan duvar kadranı 6 metre
çapında pirinç iki kadrandan oluşmuş ve meridyen düzlemi üzerindeki bir duvarın yüzeyine
yerleştirilmiştir. Kaynaklara göre Takîyüddîn bu aracı, Süds-i Fahri ve Đki Halka yerine
yapmıştır.49
Zât-üs-Semt ve’l-irtifâ (azimut yarım halkası, azimuthal semicircle): Gök cisimlerinin
yükseklik ve azimutlarını bulmaya yarayan ve teodolitin öncüsü olan bu araç Đslâm
Dünyası’nda Đbn Sinâ’dan (980-1037) beri kullanılıyordu. Nasirüddin-i Tûsî (1201-?) ile en
mükemmel düzeye ulaşan bu araç Batı dünyasında ilk defa Tycho Brahe tarafından
kullanılmıştır. Takîyüddîn’in bu aleti, ufuk halkası üzerine yerleştirilmiş bir yarım halkadan
ibarettir. Yarım halka merkezine bir idade tesbit edilmiştir. Bu, 180 dereceye taksim edilmiş
çevre üzerinde hareket ederek yıldızların yüksekliklerini tayin eder.50
Rub-u Mıstara (tahta kadran, rub-u deffe): Yıldızların yükseklik ve zenit
yüksekliklerini ölçmeye yarayan tahta cetvelden yapılmış çeyrek dairedir. Mevcut verilere
göre, ilk defa Tycho Brahe ve Takîyüddîn tarafından kullanılmıştır.51
Müşebbehe bi’l monâtık: Yapılış itibariyle sextanta benzer. Herhangi bir düzlemde iki
yıldız arasındaki açıyı ölçmeye yarayan bu araç 16. yüzyıl pratik astronomisinin en önemli
icatlarındandır.52 Takîyüddîn bu alet hakkında şunları söyler: “Müşebbehe bi’l monâtık bizim
icatlarımızdandır. Bu, iki yıldız arasında mutlak ve mukayyet mesafeyi ve bunlar arasında,
ister doğru hat üzerinde olsun, ister olmasın, üçüncü bir yıldızın mesafesini bulmakta çok
elverişlidir.”53
48
Tekeli, 1979, s. 36.
Tekeli, 1979, s. 33; Tekeli, 1958, s. 315-325.
50
Tekeli, 1979, s. 34; Tekeli, 1958, s. 326-336.
51
Tekeli, 1979, s. 35.
52
Tekeli, 1979, s. 37; Tekeli, 1958, s. 366-367.
53
Tekeli, 1958, s. 366.
49
13
Zât-ül-evtar (kirişli araç): Ekinoksların saptanmasına yarar. Takîyüddîn aletin tasvirini
verirken bunun kendi icadı olduğunu, eskilerin ekinoks noktalarının tayininde kullandıkları
itidal halkasının yerine geçtiği bildirir. Kenarlarından biri çapa, diğeri enlemin sinüsüne eşit
olan dikdörtgen ile bunun üzerine yerleştirilmiş iki dikmeden oluşur. Çeşitli noktalardan
geçirilen ipin oluşturduğu üçgen ise ekvatora paralel olur.54
Saatler: Yıldızların sağ açıklıkları Güneş’le yıldızlar arasında geçen süreyle ölçülür.
Bunun için de dakik saatlere ihtiyaç vardır. Saatler ancak 16. yüzyılın ikinci yarısında bir
gözlem aracı olarak kullanılabilecek dakikliği ulaşabilmişlerdir. Tycho Brahe gözlem
amacıyla üç saat yaptırtmıştır. Takîyüddîn de gözlemevinde saati bir gözlem aracı olarak
kullanmıştır. Takîyüddîn Âlât-ı Rasadiye li Zîc-i Şehinşâhiye adlı eserinde bu konuda şöyle
söylemektedir: “Padişah hazretlerinin buyruğu ile, şimdi Mevlanâ Takîyüddîn Efendi mekanik
saati düzenlemekle Batlamyus’un elde edemediğini elde etmeyi başardı.”55
Takîyüddîn’in kullanmış olduğu diğer bir astronomik alet ise, uzaktaki nesneleri
yakınlaştıran optik bir alettir. Takîyüddîn Kitâbu Nûr-i Hadakati’l-Ebsâr ve Nûr-i Hadîkati’lEnzâr (Göz ve Bakış Bahçelerinin Işığı Üzerine Kitap) adlı eserinde şöyle söyler: “Ben uzakta
bulunmaları nedeniyle görülemez (gözden gizlenmiş olan) eşyayı en ince ayrıntılarıyla
gösterebilen ve ortalama uzaklıkta bulunan gemilerin yelkenlerini bir ucundan tek bir gözle
baktığımızda görebileceğimiz ve (daha önce) Yunanlı bilginlerin yapıp, Đskenderiye Kulesi’ne
yerleştirmiş olduklarına benzer bir billur (mercek) yaptım.”56
Takîyüddîn’in yaptığı bu aleti teleskop olarak tanımlamamız mümkündür. Zira
yukarıdaki tasvirden anlaşıldığı üzere bu alet çok uzaktaki nesneleri çok yakından ve
ayrıntılarıyla gösterebilmektedir. Bilinen kaynaklara göre teleskobun en erken tarihi 1600
yıllarına denk düşmektedir. Telekobun astronomik amaçlı kullanımı ise 1609 yılında Galileo
(1564-1642) ile mümkün olmuştur. Takîyüddîn ise bu kitabını 1574 başlarında yazmıştır.
Ancak Takîyüddîn bu aletin Eski Yunanlılar tarafından yapıldığını ve Đskenderiye Kulesi’ne
yerleştirildiğini söylemektedir. Ne var ki, bilinen kaynaklara göre Đskenderiye Kulesi’nde
böyle bir alet yoktur. Bu durum göz önüne alınırsa, bu aletin teleskop olmadığı, bir gözlem
borusu (sighting tube) olduğu daha akla yakın görünmektedir. Zira bu alet, çok daha
eskilerden beri, örneğin Çin’de M.Ö. 1100’lerde bilinmekte ve kullanılmaktadır.57
54
Tekeli, 1979, s. 36; Tekeli, 1958, s. 347-348.
Tekeli, 1979, s. 44.
56
Hüseyin Gazi Topdemir, Takîyüddîn’in Optik Kitabý, Iþýðýn Niteliði ve Görmenin Oluþumu, Ankara 1999, s.
340.
57
Topdemir, 1999, 141-142.
55
14
Osmanlılarda Güneş Saatleri
Đnsanlar, mekanik saatlerin bulunmadığı devirlerde zamanı tayin etmek için kum, su ve
güneş saatlerinden yararlanmaktaydılar. Güneş saatleri “özel olarak hazırlanmış bir milin
gölgesinin, Güneş’in görünen hareketine uygun olarak yine özel olarak hazırlanmış mermer,
taş veya madenî bir zemin (kadran) üzerindeki hareketine göre vaktin tayinine yarayan
cihazlardır”.58
Eski Yunanlıların ve Romalıların güneş saati yaptıkları ve kullandıkları bilinmektedir.
Eski Yunanlılar bu saatleri Babillilerden öğrenmişlerdir. Anadolu’da bilinen en eski güneş
saati ise Konya’da Hacı Hasan (Kadı Mürsel) Camîî’nin kıble duvarında bulunmaktadır ve
1409 tarihlidir. Osmanlılar tarafından yapılmış olan ilk güneş saatlerinden birisi ise Fatih’in
emriyle yapılmış olan ve Topkapı Sarayı’nın III. avlusundaki teferruatlı tipten yatay saattir.59
En parlak devri 18. yüzyılda başlayan ve genellikle camilerin güneş alan avlularında,
kıble veya batı duvarlarında bulunan güneş saatlerinin en çok mevcut olduğu şehir
Đstanbul’dur. Elde edilen bilgilere göre Đstanbul’da 53 güneş saati mevcuttur. Diğer illerle
beraber bu sayı 80’e ulaşmaktadır. Osmanlılar zamanında yapılmış ancak şimdi sınırlarımız
dışında olan yerlerde de güneş saatleri mevcuttur. Bunları da eklersek Osmanlılar devrine ait
güneş saatlerinin sayısı 95’i bulmaktadır.60
Osmanlı devrinde yapılmış güneş saatlerini, şekillerine, işleyişlerine ve teferruatlılık
durumlarına göre bir kaç gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup saatler Yatay Güneş
Saatleri’dir. Bunlar, mermer, taş veya madeni yatay bir kadrana yerleştirilen demir bir milin
gölgesi sayesinde zamanı ölçerler. Dikey Güneş Saatleri sınıfına giren ikinci tip güneş
saatlerinde ise zaman, doğrudan duvar taşlarına veya duvardaki mermer bir levhaya dik olarak
yerleştirilen bir milin yere dik olarak gelen güneşin gölgesine göre tayin edilir. Üçüncü tip
güneş saatleri ise Silindirik Güneş Saatleri’dir. Đstanbul Kandilli Gözlemevi’nde muhafaza
edilen bir saat bu tipin tek örneğidir. Tahtadan yapılmıştır ve 30 cm yüksekliktedir. Metal bir
kapağın altında, tepede kendi ekseni etrafında 360 derece dönebilen metal yatay bir çubuk
vardır. Bu çubuğun silindir gövdesinin üzerindeki hareketine göre zaman tayin edilir.61
Osmanlılarda Mekanik Saat Yapımı
58
Nusret Çam, Osmanlý Güneþ Saatleri, Ankara 1990, s. 1.
Çam, 1990, s. 4, 9.
60
Çam, 1990, s. 11.
61
Çam, 1990, s. 12-18.
59
15
Fatih Sultan Mehmed’in 1477’de Venedik’ten istediği ve getirttiği mekanik saatlerin 16.
yüzyıldan itibaren Đstanbul’da yerli saat ustaları tarafından imal edildiği bilinmektedir.
Osmanlılarda ilk mekanik saat yapımının tarihi 1556’dan öncelere dayanır. Đlk mekanik saat
yapan kişi ise Takîyüddîn’dir. Onun yazmış olduğu teorik saat yapım kitabı El-Kevâkib elDürriye fî Vadi el-Bengamât el-Devriyye (Mekanik Saat Konstrüksüyonuna Dair En Parlak
Yıldızlar) adlı kitaptır. Kitabın Giriş’inde Bengâmât biliminin tanımını ve kapsamını veren
Takîyüddîn bunları üçe ayırır. 1) Kum Saatleri, 2) Su Saatleri ve 3) Mekanik Saatler.62 Kitabın
Birinci Makalesi, ağırlık sistemine göre çalışan saatlere ilişkindir. Đkinci Makale ise,
zemberekli saatlerin yapımı üzerinedir. Makale’nin başında da bir zembereğin yapılışı tarif
edilir. Sonuç bölümünde ise, Bengâmât biliminin püf noktaları verilir. Takîyüddîn yine bu
kitabında, H. 971 (1561) senesinde, namaz vakitlerini bildiren bir saat yaptığından söz
etmektedir.63
Takîyüddîn’in yapıtı, Đslâm Dünyası’nda mekanik saatlere ve saat yapımına ilişkin
bilinen ilk eserdir. Kanunî Süleyman devrinde Đmparator Ferdinand’ın sefiri olarak Osmanlı
Đmparatorluğu’na gönderilen Baron Busbecq’in seyahatnamesinde, Türklerin mekanik saatlere
ilgi duymadıklarını belirtmesinden üç yüzyıl sonra kaleme alınmıştır. Takîyüddîn’in cep,
duvar, masa saatlerinin yanında astronomik saatlerle gözlem saatlerini anlattığı bu kitabı, Batı
Dünyası da dahil olmak üzere, bu yüzyılda bu konuda kaleme alınmış en kapsamlı kitaptır. Bu
kitapta şu saatlere ilişkin bilgiler yer almaktadır:
Cep saatleri: Cep saatleri zembereğin saatlere uygulanmasıyla tarih sahnesine çıkmış ve
ilk defa Almanya’da 1524 tarihinde Peter Henlein tarafından yapılmıştır. Đngiltere’de ise
1580’den sonra ortaya çıkmıştır. Đlk yapıldıkları sıralarda bu saatler ceplerde taşınmıyordu. Bu
küçük saatlerin cepte taşınması 1675 yılından sonraya rastlar. Takîyüddîn ise 1556 yılında
yazdığı Mekanik Saat Konstrüksüyonuna Dair En Parlak Yıldızlar adlı kitabında cep saati
deyimini kullanmış, konstrüksüyonunu ayrıntılarıyla açıklamıştır. Eserin bir bölümünde
Takîyüddîn şunları söyler: “Paletler iç kısma doğru incelir, öyle ki onlardan her birinin yüzeyi
silindirin yüzeyinin yarıçapına eşit olur. Bazıları onları bir daire parçası şeklinde yaparlar.
Bazıları, özellikler cep saatlerindeki tarzda olduğu gibi bırakırlar.”64 Yine aynı kitabında
Takîyüddîn, her derecede dolanımını tamamlayan bir çark yapılabileceğini ve bununla dakika
ve diğer hususların gösterilebileceğini yazar. 1575-1576 yılları arasında yazmış olduğu
62
Sevim Tekeli, 16’ýncý Asýrda Osmanlýlarda Saat ve Takîyüddîn’in “Mekanik Saat Konstrüksüyonuna Dair En
Parlak Yýldýzlar” Adlý Eseri, Ankara 1966, 43-46.
63
Tekeli, 1966, 47-120.
64
Tekeli, 1966, 53.
16
eserlerde ise Takîyüddîn, Đstanbul Gözlemevi’nde kullanılmak üzere saniye, dakika ve saatleri
gösteren bir saat inşa etmiş olduğunu bildirir.65
Duvar ve masa saatleri: Ev saatlerinin genel olarak Avrupa’da kullanılmaya başlanması
1550 yıllarına rastlar. Yaygın olarak kullanılması ise bir yüzyıl sonradır. Osmanlılarda ev
saatleri 16. yüzyılda kullanılmıştır. Takîyüddîn Mekanik Saat Konstrüksüyonuna Dair En
Parlak Yıldızlar adlı kitabında duvar ve masa saatlerinin yapımından da söz eder; masa
saatlerinin 16. yüzyılda Avrupa’da kullanılan bütün tarzlarını bilmekte, çift bölmeli, tek
bölmeli, çarklarının hareketi ufkî olandan söz etmektedir. Özellikle çalar kısımları hakkında
verdiği bilgiler çok ayrıntılıdır.66
Astronomik saatler: Bu saatler gökyüzü hareketlerini aksettiren saatlerdir. Bu tip
saatlere ilk örnek 1348-1362 seneleri arasında yapılan Đtalyan De’Dondi’nin mekanik saatidir.
Bu saat beş gezegenin, Güneş ve Ay’ın hareketlerini de gösterebilmekteydi. Takîyüddîn bu tip
saatlerin konstrüksüyonlarını vermiş, yedi tarzdan söz etmiştir. Altıncısı da kendi icadıdır.
Bunlarla ayın, haftanın günleri, Ay’ın safhaları, Güneş’in ekliptikteki yeri, Ay ve Güneş’in
birbirlerine göre konumları, bazı sabit yıldızların azimutları, sağ açıklıkları ve yükseklikleri,
namaz vakitleri, şafak, fecir ve gece yarısı namaz vakitleri bilinebilmekteydi.67
Gözlem saatleri: Yıldızların saat açılarının, gök cisimlerinin meridyen geçiş
zamanlarının tesbit edilmesi suretiyle ölçülebileceği eskiden beri biliniyordu. Ancak bunun
için dakik saatlere ihtiyaç vardı. Đlk saatlerin astronomik amaçla kullanılmaları mümkün
değildi. Đlk kez 16. yüzyılda saatler bu amaca hizmet edebilecek bir dakikliğe ulaştı ve 1586
yılında da Langraf William tarafından astronomiye uygulandı. William, bu tarihte, saat
kullanarak sabit yıldızların boylamlarını bir dakikalık hata ile ölçmeyi başardı. Takîyüddîn
Âlât-ı Rasadiye li Zîc-i Şehinşâhiye ve Sidret’ül-Müntehâ adlı eserlerinde saatten bir
astronomik alet olarak söz eder. Bu saatlerin en önemli özelliği dakik olmaları ve dakika ve
saniyeyi verebilmeleridir. Avrupa’da ilk dakika ve saniye bölümlenmesi 1550 yıllarında
yapılmıştır. Takîyüddîn de 1556 yılında kaleme aldığı eserinde dakika taksimatından söz
etmiştir.68
Osmanlılarda mekanik saat imalatı Batı’ya göre 200 yıl geç başlamış olmasına karşın,
teori ve pratiği ile sağlam temellere oturtulmuştur. Sultan III. Murad’ın saatlere ilgisi
Osmanlılarda saatçiliğin yerleşip gelişmesinde büyük rol oynamış, onun saltanatlığı sırasında
65
Tekeli, 1966, s. 12-15.
Tekeli, 1966, 12.
67
Tekeli, 1966, 5-8.
68
Tekeli, 1966, 8-12.
66
17
saatçıbaşı makamı oluşturulmuştur. Bu dönemin bilinen saat ustaları, Saatçıbaşı ve Mirahor
görevlerinde bulunan Hasan Usta, Saatçi Pervane, Saatçi Hüseyin ve Saatçi Rüstem Ağa’dır.
Osmanlı mekanik saatçiliği 16. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar varlığını sürdürmüş
ve çok değişik tip ve modeller oluşturulmuştur.
Takîyüddîn’in el-Âlât el-Rûhâniyyet Adlı Kitabı
Takîyüddîn, göllerden, ırmaklardan ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli
araçlar tasarlamış ve bunları El-Turuk el-Seniyyet fî el-Âlât el-Rûhâniyyet (Ruhânî Aletler
Üzerine Yüce Yöntemler, H. 993/M. 1585) adlı eserinde ayrıntılarıyla tasvir etmiştir.
Takîyüddîn’in bu kitabında tasvirlerini vermiş olduğu mekanik aletler, hava, boşluk ve
denge prensipleri üzerine yapılan çalışmalara dayanmaktadır. Daha önce, Yunan Dünyası’nda
bu prensipler üzerine Ctesibios (M.Ö. III. yüzyıl), Philon (M.Ö. II. yüzyıl) ve Heron (M.Ö. I.
yüzyıl) tarafından çalışmalar yapılmış ve bu çalışmalar sonucunda da çeşitli araçlar
geliştirilmiştir.69 Bu kişilerin yaptıkları çalışmalar daha sonra çevirilerle Đslâm Dünyası’na
aktarılmış ve bu çalışmaları, Benû Mûsâ Kardeşler (9. yüzyıl) ve Cezerî’nin (13. yüzyıl)
çalışmaları izlemiştir. Mûsâ Kardeşler’den Ahmed’in yazmış olduğu Kitâb el-Hiyel (Makine
Yapımı) adlı eser bu konudaki özgün eserlerden birisidir. Ahmed bu kitabında hava, boşluk ve
denge prensiplerini temele alan yüz aracın tasvirini vermiştir. Bu araçlar, sihirli ibrikler,
fıskiyeler, lambalar, su seviyesini sabit tutan araçlar, kaldıraç ve körüktür.70
Yine Fârâbî (874-950) de hava ve boşluk üzerine çalışmış ve konu hakkındaki
görüşlerini Risâle lî Ebî Nasr el-Fârâbî fî’l-Halâ (Boşluk Üzerine) adlı bir risâlede
bildirmiştir.71
Bu konudaki en önemli isim Cezerî’dir. Cezerî, El-Câmi‘ Beyne’l-Đlm ve’l-’Amel el-Nâfi
fî Sınaât el-Hiyel (Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar) adlı eserinde Đslâm
Dünyası’ndaki teorik ve pratik bilgileri doruk noktasına ulaştırmıştır.72
Takîyüddîn de konuyla ilgili El-Turuk el-Seniyyet fî el-Âlât el-Rûhâniyyet adlı kitabı
kaleme almış ve Benû Mûsâ ve Cezerî’nin aletlerine benzer aletleri kitabında tasvir etmiştir.
Kitap bir giriş ve altı kısımdan oluşmaktadır. Takîyüddîn kitabın giriş kısmında mekanik bir
saatin yapımına ilişkin bilgiler verir. Bu saat, Takîyüddîn’in Mekanik Saat Konstrüksüyonuna
Dair En Parlak Yıldızlar adlı kitabında verdiği mekanik saate benzer bir saattir. Kitabın
69
Tekeli, 1999, s. 100-103.
Tekeli, 1999, s. 196.
71
Tekeli, 1999, 177-178.
72
Tekeli, 1999, 242.
70
18
birinci kısmı, saatler üzerinedir ve bu kısımda su saatleri, kum saatleri ve mekanik saatler
hakkında bilgi verilir. Bu kısımda, ayrıca bir fil saatinin yapımının tasviri de yer almaktadır.
Eserin ikinci kısmı, dişli çarklar, makaralar ve iplerle ağırlıkların kaldırılmasına ilişkindir.
Üçüncü kısım, göllerden, ırmaklardan ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için kullanılan
araçlar üzerinedir. Eserin dördüncü kısmı, sürekli ses çıkartan aletlerin ve suyu çeşitli
şekillerde fışkırtan fıskiyelerin yapımına ilişkindir. Bu kısımda ilkin temel öğeleri ele alan
Takîyüddîn, kefe, şamandıra ve su kanallarının yapımını da verir. Beşinci kısım, Benû Mûsâ
ve Cezerî’dekine benzeyen çeşitli araçların yapımına ilişkindir. Bunlar, şeyhe içecek sunan
sakiler, çeşitli kadehler, el yıkamak için kullanılan çeşitli araçlardır. Altıncı kısım ise, kendi
kendine dönen bir et kızartma aletinin (döner aleti) yapımına ilişkindir.73
Đbrahim Müteferrika ve Đlk Osmanlı Matbaası
Aslen Macar olan Müteferrika’nın (1674-1745) Macaristan’daki yaşamı, ailesi ve gerçek
adının ne olduğu konusunda herhangi bir bilgi bulunmamakta, şimdi Romanya topraklarında
yer alan ve o dönemde matbaacılığın yaygın olduğu Kolojvar (Kolozsvar) şehrinde 1674 ya da
biraz daha önceki bir tarihte doğduğu bilinmektedir.74
1692’de Osmanlılara katılan Đbrahim Müteferrika, Türkçe öğrenip Đslâm dinini
benimsedikten kısa bir süre sonra Babıâli’de yükselmeye başlamış, Müteferrikalık, yani
padişahın özel hizmetine bakan kimse durumuna gelmiş, çeşitli siyasi görevlerde bulunmuş ve
1745’te ölmüştür. Araştırmacı bir yazar ve çevirmen olan Đbrahim Müteferrika kendi yazdığı
kitaplar yanında bazı önemli eserleri de Türkçe’ye çevirmiştir. Müteferrika’nın asıl önemi, ilk
Türk matbaasını kurması ve burada kitaplar basmasıdır. Gerçekte Türkiye’ye matbaa çok daha
önce azınlıklar aracılığıyla sokulmuş ve bu konuda Yahudiler öncülük yapmışlardır. Yahudiler
ilk kitabı 1493’te Đstanbul’da basmışlardı ve kimin tarafında basıldığı bilinmeyen bu kitab
Tevrat ve Yorumu’ydu.
Đlk Ermeni matbaacısı ise Apgar’dır; Apgar, bu sanatı Venedik’te öğrenmiş ve patrik
Sebasti Mikâel’in yardımlarıyla Đstanbul’da 1567’de bir matbaa kurmuştu. Bu tarihten sonra
Ermeniler de matbaa aracılığıyla gazete ve dergiler basmaya başlamışlardır. Chteémaran
Bidani Kideliatz adlı dergi ve Archalouis Araradian adlı günlük gazete bunlar arasındadır. Bu
matbaada basılan kitaplar dinî ağırlıklıdır ve içlerinde tarih, coğrafya ve astroloji konularında
73
Bkz. Takîyüddîn, El-Turuk el-Seniyyet fî el-Âlât el-Rûhâniyyet, University of Aleppo, 1976; Ahmad Y. AlHassan, Taqi-al-din and Arabic Mechanical Engineering with The Sublime Methods of Sprititual Machines,
University of Aleppo, 1976, s. 33-34.
74
T. Halasý Kun, “Ýbrahim Müteferrika,” ÝA, Cilt 5/II, Ýstanbul 1988, s. 896.
19
yazılmış olanları da bulunmaktadır. Daha sonra Ermeni matbaalarının çoğu siyasi etkinliklere
karıştırıldıkları için kapatılmış, geriye kalanları da 1728’de çıkan yangında ortadan
kalkmıştır.75
Bir diğer azınlık olan Rumlar 19. yüzyılda matbaa çalışmalarını yeniden
canlandırmışlar, ancak sık sık siyasi etkinliklere baş vurmaları nedeniyle bu matbaalar da
devlet tarafından kapatılmıştır.
Matbaanın, Türkiye’de Türk kültür yaşamına katkı yapacak bir araç olarak kullanılması
Müteferrika’nın çalışmalarıyla başlamıştır. Bununla birlikte bu aracın getirilmesinde
Müteferrika kadar değerli katkıları olan bazı devlet adamları da bulunmaktadır. Bu konuda III.
Ahmed, Sadrazam Đbrahim Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmed ve oğlu Said Mehmed
Efendi’nin sağladıkları katkılar da büyüktür. Özellikle Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in 1720’de
Fransa’ya gönderilmesi ve birçok yenilik yanında matbaayı görmüş olması da matbaanın
kurulması açısından bir şans olmuştur. Đstanbul’a döndükten sonra Çelebi Mehmed ve oğlu
Said Efendi matbaa kurma hazırlıklarına başlamışlar ve Said Efendi ile Đbrahim
Müteferrika’nın tanışmaları da matbanın kurulması sürecini hızlandırmıştır. Böylece yaklaşık
250 yıl gecikmeyle de olsa, matbaa resmen kurulabilmiştir. Bunun üzerine bu yararlı aracın
sağlayacağı olanakları anlatmak ve destek toplamak amacıyla Đbrahim Müteferrika bir kitapçık
hazırlayıp, başta Sadrazam Damat Đbrahim Paşa olmak üzere, bir çok devlet ileri gelenine
sunmuştur.
Đbrahim Müteferrika bu kitapçığında, basımın önemini belirtmiş ve matbaanın kurulması
ile en kıymetli kitapların sonsuza kadar korunabileceğini, Müslümanların Avrupalılara kıyasla
geri kalmalarının nedenlerinden birinin basma sanatının Đslâm ülkelerinde kullanılmayışının
olduğunu, oysa, matbaayla çok sayıda kitabın kolay ve ucuz yoldan çoğaltılabileceğini,
ülkenin her yanında kütüphaneler açılabileceğini ve bu sayede cahilleşmenin de
önlenebileceğini belirterek matbaanın yararlarını maddeler halinde sıralamıştır.76
Sunulan bu gerekçeli dilekçeden sonra, yapılan çeşitli görüşmeler sonucu Sadrazam
Damat Đbrahim Paşa, Müteferrika’nın isteğini olumlu karşılamış, ancak konuyla ilgili olarak
Şeyhülislam Abdullah Efendi’den bir fetva alınmasını emretmiştir.
Bunun üzerine Müteferrika da, Şeyhülislam Abdullah Efendi’ye yapmak istediği işin
niteliğini belirleyen bir dilekçeyle başvuruda bulunmuştur. Bu başvuruyu değerlendiren
Abdullah Efendi, gayet yararlı bir iş yapılmış olacağını belirterek olumlu bir fetvayla
75
76
Adývar, 1982, s. 166-167.
Adývar, 1982, s. 167-169.
20
matbaanın kurulmasına izin vermiştir. Fetva istenirken, yalnızca lügat, mantık, hikmet ve
hey’et kitapların basılacağı belirtilerek baş vurulduğundan, dini kitaplar basılacak kitapların
dışında tutulmuş böylece yalnızca bilimsel eserlerin yayınlaması koşula bağlanmıştır.77
Fetvadan sonra Sadrazam’ın matbaanın imtiyazını belirten Hatt-ı Hümâyûn’u devrin
Padişahı III. Ahmed’e imzalatmasıyla 1726 yılında matbaa resmen kurulmuştur. Gerek
duyulan ustaları Almanya’dan getirmiş olan Müteferrika, derhal işe koyulmuş ve basımda
kullanılacak harflerin tamamını Đstanbul’da döktürmüştür. Böylece Dârü’t-Tıbaa (Basımevi)
adı verilen matbaa Sultan Selim’de Đbrahim Müteferrika’nın kendi evinde işletilmeye
başlanmıştır. Müteferrika burada ilk kitabı olan Kitab-ı Lügat-ı Vankulu’nu (Arapça Türkçe
Vankulu Sözlüğü) 31 Ocak 1729’da yayınlamıştır (H. 1141). Matbaada basılan diğer kitaplar
ise şunlardır: Tuhfetü el-Kibar fi Esfari el-Bihar (Deniz Seferleri Hakkında Büyük Kitap, H.
1141); Krozinski’nin Tarihi Seyyah’ı (H. 1142); Tarih-i Hind-i Garbi (Amerika veya Batı
Hindistan Tarihi, H. 1142); Hüseyin Murteza Nazmizade’nin Tarihi Timur-i Gürgani’si
(Timurlenk Tarihi, H. 1142); Süheyli Efendi’nin Tarih-i Mısr el-Cedid ve’l-Kadim’i (Mısır’ın
Eski ve Yeni Tarihi, H. 1142); Gülşen-i Hulefâ (Halifeler Tarihi, H. 1143); Holderman’ın
Gramaire Turque’si (Türkçe-Fransızca Gramer Kitabı, H. 1143); Usûl el-Hikem fî Nizâm elUmam (H. 1144); Đbrahim Müteferrika’nın Fuyûzat-ı Mıknâtîsîye’si (Pusulanın Faydaları, H.
1144); Katip Çelebi’nin Cihannüma’sı (H. 1145); Takvim el-Tevarih (Kronoloji Cetvelleri,
H.1146); Naima’nın Kitabu Tarih-i Naima’sı (Naima Tarihi, H. 1147); Raşit Efendi’nin
Tarih-i Râşit’i (Raşit Tarihi, H. 1153); Çelebizade Asım Efendi’nin Tarih-i Çelebî-zâde
(Çelebizade Tarihi, H. 1153); Bosna’lı Ömer Efendi’nin Ahval-i Gazavat-ı der Diyâr-ı
Bosna’sı (Bosna Savaşlar, H. 1154); ve Şuuri Hasan Efendi’nin Kitabu Lisan el-Acem elMüsemma bi Ferhengi Şuûri’dir (Acemce-Türkçe Sözlük, H. 1155).78
Bu kitapların dışında Müteferrika çeşitli haritalar da basmıştır. Bunlar, Marmara,
Karadeniz, Đran ve Mısır haritalarıdır.
Haritalar bir kenara bırakıldığında, matbaada 1729’dan kapandığı tarih olan 1746’ya
kadar basılan kitapların, bir ikisi hariç tamamının tarih ve coğrafya konusunda yazılmış
kitaplar olduğu görülmekte ve matbaanın daha çok siyasi amaçlarla kurulmuş olduğu
anlaşılmaktadır. Bundan dolayı matbaanın neden Türk kültür yaşamının gelişmesine çok
önemli katkılar yapamadığını anlamak kolaylaşmaktadır. Matbaa bir devlet sorunu olarak
77
Edvard Carleson, Ýbrahim Müteferrika Basýmevi ve Bastýðý Ýlk Eserler, Hazýrlayan: Mustafa Akbulut,
Ankara 1979, s. 9.
78
Kun, 1988, s. 899.
21
görülmüş ve bilim, felsefe, edebiyat vb. üst entellektüel alana ait olan ve toplumun kültürel
açıdan gelişmesine katkı yapacak kitapların basılmasına önem verilmemiştir. Bundan dolayı
da matbaanın Osmanlı kültür, sanat ve bilim yaşamına gerekli katkıyı yaptığını söylemek
olanaklı görünmemektedir. Zaten basılan kitaplar da Đstanbul dışındaki diğer kentlere
yayılamamış ve dolayısıyla ülkenin pek çok yerinde kütüphaneler açmak ve hızla yaygınlaşan
cahilliği önlemek hedefi de asla gerçekleştirilememiştir.
Geç de olsa alınan matbaanın kurulduktan sonra da gelişmesinin çok ağır gitmesinin
nedenlerinden birinin matbaada basılan kitapların geniş halk kitleleriyle kucaklaşamamasının
olduğu da anlaşılmaktadır. Buna yol açan nedenler ise kısmen teknik, kısmen ekonomik ve
kısmen de siyasidir. Her şeyden önce matbaanın çok önemli derecede sürekli bir kağıt sorunu
vardı. Bunu aşmak için Müteferrika bir çok girişimde bulunmuşsa da sorun asla tam olarak
çözülememiştir. Diğer bir neden de kitap fiyatlarının yüksek rütbeli devlet görevlilerinin bile
almakta zorlanacağı kadar yüksek olmasıdır. Bu koşullar sonucu doğal olarak kitaplar geniş
halk kitlelerine ulaşamamıştır. Bu hem matbaanın ciddi bir kaynak sıkıntısına düşmesine, hem
de cahilliğin daha da artmasına neden olmuştur. Nitekim Lale Devri’nde başlamış olan geniş
bir edebiyat ve bilim yazarlığının, batı bilim eserlerinin çevrilmesinin güçlü bir fikir hayatı
yaratmakta etkisiz kalışının da bu teknik ve ekonomik yetersizliklerden kaynaklandığı bir
gerçektir. Sonunda 1746 yılında, ne saray tarafından ne de özel kimselerden gerekli desteği
bulamayan matbaa tamamen devre dışı kalmıştır.79
Kimya, Kimya Aletleri ve Laboratuarlar
Kimyasal işlemler ve kimyanın geçmişi çok eskilere dayanmakla beraber bir bilim
olarak modern kimya 18. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Elementin modern anlamda tanımı Robert
Boyle (1627-1691) tarafından yapılmış ve bu tanım Lavoisier (1743-1794) tarafından kimya
hayatına geçirilebilmiştir. Böylece 18. yüzyılın sonlarından itibaren kimya hızla gelişmiş,
temel yasalar ortaya koyulmuş ve 1808’de John Dalton (1766-1844) tarafından atom teorisi
ortaya atılmıştır. Bunların ardından kimya bilimi ve buna bağlı kimyasal teknoloji hızla
gelişmiştir.
18. yüzyılda kimyasal teknolojinin Osmanlılara aktarılması pratik ve askeri amaçlar
doğrultusunda olmuş ve bu aktarımda da, teknolojinin bir bilim ürünü olduğu ve bilimsel
gelişim
izlenmeden
yeni
teknolojilerin
üretilebilmesinin
mümkün
olamayacağı
anlaşılamamıştır. Bunun sonucunda da, bu dönemde yayımlanan kimya kitaplarında,
22
genellikle pratik kimya bilgilerin aktarıldıkları ve genel kimyaya ilişkin bilgilerin verilmediği
ya da özet olarak verildiği görülmektedir. Bu düşünce biçimi, kimya ve öteki temel bilimlerin
gelişimini engellemiştir. 80
Osmanlılarda kimya öğretiminin gelişim tarihi üzerine çok az kaynaklar bulunmaktadır.
Bunlar arasında Kırımlı Aziz Bey’in (1840-1878) Kimya-ı Tıbbi adlı eseri önem taşımaktadır.
Kırımlı Aziz Bey bu yapıtının ilk sayfalarında kimya tarihinden de söz etmektedir. Bu eserden
anlaşıldığı üzere, Osmanlılarda en eski kimya kitabı, 1702/1703 yılında Bursalı Derviş Ömer
Şifaî ( ? - 1742) tarafından yazılmıştır. El-Cevher el-Ferid fî Tıbb el-Cedid (Yeni Tıpta Eşsiz
Bir Cevher) adlı bu kitapta o zamanlar kullanılan kimya aygıtlarının ve özellikle damıtma
işlemlerinde kullanılan kimya aletlerinin pek çoğunun resimleri de bulunmaktadır.81
1793’de kurulan Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un ikinci Başhocası Hoca Đshak
Efendi Mecmua-i Ulum-i Riyazî adlı yapıtının son cildinde “ilm-i hallü terkib-i ecsam
(cisimleri çözümleme ve bireştirme)” adını verdiği kimyadan söz eder. Đshak Efendi 18.
yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başı arasındaki dönemde Batı kimyasının gelişimini izlemiştir.82
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun ve Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’unun programlarında
kimyaya ilişkin bir derse ratlanmamaıştır. Ancak Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’da
1830’dan önceki dönemde, metalurjiye ilişkin bazı derslerin okutulmuş olmalıdır.83
1795 tarihinde III. Selim’in Mühendishâneleri düzenleyen fermanı ile savaş sanayinin
teknik denetimi Mühendishâne-i Berrî-i Hümayûn’a verilmiş ve top dökümü yapılan Hasköy
Dökümhânesi ile Tophâne-i Âmire dökümbaşılıkları bu kuruluşa bağlanmıştır. Böylece 17951834 döneminde kimyaya dayanan metalurji alanında pratik bazı bilgiler sınırlı da olsa
verilebilmiştir.84
1806’da Paris’e Büyükelçi olarak gönderilen Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi, burada
fizik ve kimya laboratuvarlarını gezmiş ve bu gözlemlerini seyahatnamesinde anlatmıştır.
Kimya formülleri ve denklemleri konusundaki yeni bilgileri ilk aktaran Đshak Efendi’nin
öğrencisi kimyager Derviş Paşa (1817-1879) olmuştur. Onun Usûl-i Kimya adını taşıyan
anorganik kimya kitabı oldukça önemlidir. Kitap iki cilt olarak tasarlanmış ancak kitabın
birinci cildi basılabilmiş, diğer cildi ise basılamamıştır. Kitabın birinci cildinin ilk bölümünde
ametaller ve bileşikler, ikinci bölümünde ise metaller incelenmiştir. Burada metallerin genel
79
Tekeli, 1999, s. 327-332.
Emre Dölen, Osmanlýlarda Kimyasal Semboller ve Formüller (1834-1928), Ýstanbul 1996, s. 1.
81
Zeki Tez, Kimya Tarihi, Ankara 1986, s. 169.
82
Tez, 1986, s. 169; Dölen, 1996, s. 5-9.
83
Dölen, 1996, s. 4.
80
23
ve tek tek özellikleri verilmiş, bunların elde ediliş yöntemlerine ilişkin şekiller ve laboratuvar
aletlerinin çizimleri eklenmiştir. Kitabın arkasında dört levha vardır. Bu levhalarda kitapta
bahsedilen çeşitli maddelerin elde edilişlerine ilişkin düzeneklerin şekilleri yer alır. Bu
şekillere göre şu laboratuvar aletleri kullanılmıştır; odun kümür ile yakılan kubbeli fırın ve
ocak (maltız), ispirto ocağı, kısa boyunlu ve yuvarlak dipli balonlar, su ve cıva havuzları, çıkış
ve bağlantı boruları, çeşitli emniyet boruları, welter borusu, karni, iki boyunlu, yuvarlak dipli
balonlar, wolff şişeleri, huni, U borusu, düz borular, kristalizuyarlar, fanus, bir ucu genişçe
boru, kadeh biçimli kaplar, tüpler ve çeşitli statif ve tutucular.85
1844’de Büyük Reşit Paşa’nın bir darülfünun kurulması düşüncesini ortaya atmasından
sonra hazırlıklar uzun süre sonuçsuz kalınca Derviş Paşa bir ara Paris’e gitmiş ve dönüşünde
yine derslere devam etmiştir. Bu arada pek çok laboratuar aygıtı satın alınmış ve bir
laboratuvar kurulmuş, ancak kurulan laboratuvar Ayasofya yangınında yanmıştır. 1899’da
Đstanbul’da Darülfünun-u Şahane adıyla yeniden bir üniversite kurulmuş ve burada kimya
dersleri Vasil Naum Efendi tarafından okutulmuştur. 86
1850’de basılan ve Đshak Efendi’nin öğrencisi olan Bostanîzâde Hacı Bey’in eseri olan
Alât-ı Kimyeviyye Risâlesi ise ayrı bir önem taşımaktadır. Kimya laboratuvarlarında kullanılan
yirmibir alet ve cihazın resimlerini, tarif ve isimlerini veren ve Fransızcadan çevrilmiş olan bu
risâle, bir laboratuvar el kitabı olması açısından ilginçtir. Kitap, öğrencilerin bu aletleri
tanımaları
ve
deneylerde
kullanmaları
amacıyla
yazılmıştır.
Böylece
1850’lerde
Mühendishâne’de bir kimya laboratuvarının mevcut olduğu öğrenilmektedir. Bu risalede 22
laboratuvar aleti tanıtılmış ve bunlardan 19’unun resmi taşbaskı bir levhada verilmiştir.
Burada verilen aletler şunlardır; bağlantı boruları, su ve kum banyoları, balonlar, kapsül, ağız
hamlacı, fanuslar, karniler, potalar, su ve cıva havuzları, maltız ocağı, kubbeli fırın, demirci
ocağı, ispirto ocağı, körüklü hamlaç, pipet, cam boru, çıkış boruları, düz emniyet borusu, S
biçimli ve hazneli emniyet borusu ve welter borusu.87
Derviş Paşa’nın Usûl-i Kimya’sından 20 yıl sonra yayımlanan Kırımlı Aziz Bey’in
Kimya-ı Tıbbi kitabı ikinci Türkçe kimya kitabıdır. Kitapta kimyasal işlemlerde kullanılan
laboratuvar aletleri “Tecârüb-i kimyeviyede istimâl olunacak alât ve edevatın ta’rifi
84
Dölen, 1996, s. 5.
Emre Dölen, “Kýrýmlý Aziz Bey’in “Kimya-yý Týbbî” Adlý Kitabýndaki Laboratuvar Aletleri,” V. Türk Týp
Tarihi Kongresi, Ankara 1998, s. 140.
86
Dölen, 1996, s. 31-46.
87
Dölen, 1998, s. 140-141.
85
24
beyanındadır” başlığı altında resimleriyle birlikte ayrıntılı olarak anlatmıştır.88 Bu bölümde 16
başlık altında temel laboratuvar aletlerinin resimleri ve tasvirleri yer almaktadır. Bu aletler
şunlardır; odun kömürü yakılan küçük kubbeli bir fırın olan ateşdân-ı devvarü’l-lehib; inbik;
küresel bir kap olan balon; boru; pota; cisimlerin yavaş yavaş ısıtılmasını yarayan hamam; su
ve cıva dolu olan kaplar (havz); su ve cıva havuzu içerisine yerleştirilen ve üzerine içinde
gazın toplanacağı kabın başaşağı yerleştirildiği kilden yapılan res-i gaz; “kimyahânelerde
gazat ve buharat istihrac için adeta inbik makamında istimâl” olunan bir kap (karni); çeşitli
maddeleri toplamaya yarayan çeşitli biçimlerdeki kaplar (me’haz); gazları toplamaya yarayan
camdan silindirik bir kap (muhbir); uzun boyunlu düz dipli bir balon olan matara; buharların
elde edildiği kabı toplama kabına bağlamaya yarayan boru (mutavvil); kimyasal analiz için
kullanılan mi’yar şişesi; camdan silindir biçiminde bir kap olan nakûs; iki ya da üç ağızı olan
silindir biçimindeki şişeler (wolff şişesi).89
Kitabın ikinci cildinde ise, optik bir alet olan spektroskop ve spektral analizi ile ilgili
bilgiler yer almaktadır. Spektroskop 1859’da Robert Wilhelm Bunsen (1811-1899) ve Gustav
Kirchhoff (1824-1887) tarafından geliştirilmiş ve kimyaya uygulanmıştır. Kırımlı Aziz Bey
kitabında lityum ve bileşiklerini anlattıktan sonra spektral analize geniş yer ayırmış,
spektroskubun yapımı ve kullanılmasını ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.90
Tıp
Osmanlı tıbbı Selçuklu tıbbının bir devamıdır. 19. yüzyıla kadar Doğu karakterini
muhafaza etmiş, ancak 19. yüzyıldan sonra Batı’ya dönmüştür.
Osmanlılar Anadolu’da bulundukları şehirlerin sıhhî ihtiyaçlarını karşılamışlar, sağlık
kuruluşlarına önem vermişlerdir.91 Osmanlıların Anadolu’da yaptırdıkları ilk hastahane Bursa
Yıldırım Darüşşifası’dır (1399). Bu hastahanenin 1 baştabibi, 1 başhekimi yardımcısı, 1
tabibi, 1 cerrahı, 1 göz hekimi ve çeşitli personeli bulunuyordu. Hastahanenin ilk başhekimi
Tabib Hüsnü’dür. Yusuf Sinaneddin (14. yüzyıl), Ömer Şifaî Dede (17. yüzyıl) burada
çalışmış önemli hekimlerdendir.92 Bu darüşşifadan sonra çok sayıda darüşşifa kurulmuştur;
88
Dölen, 1996, s. 49-59; Dölen, 1998, s. 144.
Dölen, 1998, s. 144-147.
90
Dölen, 1998, s. 144, 148-149.
91
Süheyl Ünver, Týb Tarihi, Ýstanbul 1943, s. 11.
92
Bedi N. Sehsuvaroðlu, A. Erdemir Demirhan, G. Cantay Güressever, Türk Týp Tarihi, Bursa 1984, s. 25; Esin
Kâhya, A. Demirhan Erdemir, Medicine in the Ottoman Empire (and Other Scientific Developments), Ýstanbul
1997, s. 22-23.
89
25
15. yüzyılda Fatih Darüşşifası, Edirne Cüzzamhanesi, 16. yüzyılda Süleymaniye Hastahanesi
gibi.
Osmanlılarda da Batı’da olduğu gibi hekim ve cerrahlar ayrı ayrı yetişmişler ve cerrahlar
çoğu kere hekimin emrinde bir teknisyen olarak çalışmışlardır. Osmanlılarda hekim ve cerrah
olan Sabuncuoğlu ayrı bir önem taşımaktadır.93
Şerefeddin Sabuncuoğlu (1386?-1470) Fatih döneminin meşhur hekimlerindendir.
Amasya’da doğmuş ve eğitimini 1308’de inşa edilmiş olan Amasya Darüşşifası’nda
tamamlamıştır. 15. yüzyılın başında Amasya Darüşşifası’nda hekimlik yapmış olan
Sabuncuoğlu bilinen bütün eserlerini burada yazmıştır. Sabuncuoğlu bir çok hekimin aksine
özellikle cerrahi ile ilgilenmiştir. Çok iyi bir klinisyendir. Eserlerinde tedavi metodlarını en
ince ayrıntısına kadar vermiş, cerrahi teknikleri çok açık bir dille anlatmış ve resimlerle
takviye etmiştir. Sabuncuoğlu’nun konumuzu ilgilendiren eseri Kitâbü’l-Cerrâhiyyetü’lHâniyye’dir (1465). Eser bilindiği kadarıyla Osmanlılarda kaleme alınmış yegâne resimli
cerrahi eseridir. Eserin 11. yüzyılda Endülüs’te yaşamış olan Ebû’l-Kâsım Zehrâvi’nin ( ? 1013) Kitâbü’l-Tasrîf adlı eserinin cerrahi kısmının tercümesi olduğu ileri sürülmüşse de eser
tam bir tercüme değildir. Sabuncuoğlu Zehrâvi’den yararlanmış, ancak bir cerrah olarak kendi
çalışmalarıyla mevcut bilgiyi kaynaştırmıştır. Eser de yer yer kendi gözlem ve deney sonuçları
da yer almaktadır. Sabuncuoğlu, burada, Đslâm aleminde meşhur olan tıbbi ve cerrahi aletleri
vermiştir. Elle işleyen aletlerin, bakır demir, gümüş ve altından imaline ilişkin esaslar tarif
edilmiştir.94 Sabuncuoğlu’nun eserinde cerrahi aletlerin yanısıra ameliyatın nasıl yapılması
gerektiğini gösteren resimler de mevcuttur. Bu resimlerde hasta ve doktorun pozisyonu ile
aletlerin nasıl kullanılması gerektiği de gösterilmiştir.95 Kitabın ikinci bölümü dağlama
üzerinedir. Bu bölümde Sabuncuoğlu dağlama, dağlama teknikleri ve dağlamada kullanılan
çeşitli araçların tasvirlerini vermiştir. Kitabın en ilginç kısımlarından biri de, dağlama
sırasında hasta ve hekimin operasyon boyunca konumlarının çizilmiş olmasıdır.
Yine 15. yüzyılın başlarında yaşamış tabib Mü’min bin Mukbil Sinobî, 1437’de yazdığı
Miftâh el-Nûr ve Hazâ’în el-Sürûr adlı eserinde göz ameliyatlarında kullanılacak aletleri tasvir
etmiş ve resimlerini vermiştir. Aynı tabibin Zahîre-i Marâdiye adlı eserinde de tıbbi aletlere
93
Sehsuvaroðlu, 1984, s. 53.
Süheyl Ünver, “Þarkta Týbbi Âletler Tarihi Üzerine,” Türk Týb Tarihi Arkivi, Cilt 5, No: 19-20, 1942, (Ayrý
Basým), s. 2.
95
Þerefeddin Sabuncuoðlu, Cerrâhiyyetü’l-Hâniyye, Hazýrlayan: Ýlter Uzel, Cilt I, Ankara 1992, s. 33; Tekeli,
1999, s. 324-325.
94
26
ilişkin bilgiler vardır. Fatih zamanının meşhur hekimlerinden Altuncuzade’nin de sidik
tutukluğuna karşı bir sonda yaptığı bilinmektedir.96
19. yüzyılda tıp tamamen Batı’ya dönmüştür. Batı’nın kullandığı metod ve tedrisat
kullanılmış ve II. Mahmud 1826’da askeri reformdan sonra bir çok hastahane yaptırmıştır.97
Tıphâne-i Âmire
Batı’da bilimin son derece ilerlediğini ve Osmanlıların çok geri kaldığını düşünen II.
Mahmut, tercüme ile vakit kaybedilemeyeceğini söyleyerek hekimliğin Fransızca okunmasını
emreder. Bu, gerçekte, vakit kaybetmeksizin bilim seviyesinin yükseltilmesi için düşünülmüş
bir çare idi. Bu çalışmalar için de belirli bir düzeyde seçkinler sınıfı oluşturmak gerekiyordu.
Bunun için de yukarıda bahsedilen okulların yanısıra bir de tıbbiye mektebi açıldı.98
1827’de ordunun tabib ve cerrah ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile Hekimbaşı Mustafa
Behçet Efendi’nin önderliğinde Tıphâne-i Âmire adında bir tıp mektebi açılması yolundaki
teşebbüslere başlandı. Mustafa Behçet Efendi bu mektebin ilk nizamını hazırlamış ve
Türkiye’de modern tıp mektebinin kurucusu olmuştur. Gülhane bahçesinde bulunan binalarda
faaliyetine başlayan Tıphâne-i Âmire’yi aynı yıl Şehzadebaşı’nda açılan Cerrahhane takip
etmiştir. 1831-1832 tarihlerinde Cerrahhane, Topkapı Sarayı bitişiğindeki bir binaya
nakledilmiştir. 1836’da iki mektep birleştirilmiş, 1839’da da Gülhane’den Galatasaray’a
taşınmıştır. Aynı yıl mektebin başına Avustruyalı doktor C. Ambroise Bernard getirilmiş ve
mektebin adı Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahâne olarak değiştirilmiştir.99
Tophane müşiri Fethi Paşa da, bir aralık Paris’te Mekteb-i Osmaniye adı altında bir nevi
üniversite açmak ve talebe göndermek için teşebbüslerde bulunmuş ancak destek
görememişti. Buraya gönderilen talebeler arasında Şakir Paşa da bulunmaktadır. Şakir Paşa
1871-1875 yılları arasında Claude Bernard ile çalışmış ve Đstanbul’a döndüğünde Tıp
Fakültesi’ne fizyoloji hocası olarak atanmıştır. Burada dersler notlardan okutuluyordu. Ancak
talebeler daha çok pratik çalışmayı tercih ediyorlardı. Şakir Paşa, kendi parasıyla temin ettiği
iki burgu, bir makas, lastik boru, iki kanül ve bir pensle araştırmalarını yürütmüş ve
öğrencilerine fizyoloji tatbikatları yaptırmaya çalışmıştır.
96
Ünver, TTT Arkivi, 1942, s. 3.
Ünver, 1943, s. 176.
98
Esin Kâhya, Mustafa Behçet Efendi’nin “Fizyoloji Tercümesi” Adlý Kitabý, Çaðýnda Avrupada ve Bizde
Fizyoloji Çalýþmalarý ve Aralarýndaki Baðlar, Cilt I (Ýnceleme), Ankara 1976, (Basýlmamýþ Doçentlik Tezi),
s. 277.
99
Ýhsanoðlu, 1996, s. 240-241.
97
27
Şakir Paşa’nın Vekâye-i Tıbbiye adlı mecmuada neşredilmiş bazı makaleleri vardır.
Bunlardan “Ameliyathane-i Fizyoloji” adlı makalesinde, genel olarak bir ameliyathanenin ne
gibi işlerde kullanılacağını, ne gibi kısımlar ve aletlerin bulunması gerektiğini belirtir. Diğer
bir makalesi de “Mecelle-i Hurdebîn”dir. Burada ise, mikroskop kullanırken dikkat edilmesi
gereken hususlar hakkında bilgiler verir. Şakir Paşa’nın vefatından sonra onun asistanı olan
Kemal Cenap (1876-1948) Askeri Tıbbiye’ye fizyoloji hocası olarak tayin edilmiştir. Kemal
Cenap, kalp fizyolojisi ile ilgilenmiş ve ven içi ile kendi buluşu olan kalp içi enjeksiyon
metodları üzerinde çalışmıştır.100
1827’de Tıbhâne-i Âmire’nin açılışından itibaren gerek askeri gerek sivil bütün tıp
okullarında botanik dersi de okutulmuştur. Mehmed Ali Paşa (1834-1916) Avrupa’dan ve
başka yerlerden getirttiği bitkilerle yardımcısı Esad Şerefeddin (1864-1943) ile birlikte Askeri
Tıbbiye’nin Demirkapı’daki bahçesine bir botanik bahçesi kurdurmuştur. Eczacı ve dişçi
mektepler botanik muallimi Şerefeddin Tevfik (1879-1957) de Kadırga’daki Eczacı
Mektebi’nin arkasında bir tıbbî bitkiler bahçesi ve bir botanik laboratuvarı kurmuş ve
Avrupa’dan getirilen ders malzemesi ve on kadar mikroskop buraya yerleştirilmiştir.101
1915’de Đstanbul’da basılan Mehmed Niyazi’nin Fenn-i Hurdebîn. Usûl-i Ameliye ve
Tatbikatı (Mikroskop Tekniği. Kullanma Yöntemi ve Uygulaması) adlı kitabı bilim tarihi
açısından oldukça önem taşımaktadır. Kitapta ayrıntılı biçimde mikroskop ve mikroskop
tekniği konusunda bilgi verilmektedir.102
Esad Feyzi Efendi ve Đlk Röntgen Işını Tatbiki
Bizde ilk röntgen ışını tatbikini Dr. Esad Feyzi (1874-1901) uygulamıştır. Đstanbullu
olan Esad Feyzi, 1874’de doğmuştur. Davud Paşa Askeri Rüştiyesi’nde okumuş, daha sonra
Mekteb-i Tıbbiye’ye girmiş ve 1897’de de Yüzbaşı olmuştur. Tıbbiye muallimi Đsmail Ali Bey
yanında asistanlık yapan Esad Feyzi, tedarik ettiği bir ampul ile röntgen ışını tecrübeleriyle
meşgul olmaya başlamıştır. 1897’de, Yunan muharebesinde, Đstanbul’a Yıldız Hastahanesi’ne
getirilen yaralıların vücutlarındaki kurşunların yerlerini sınıf arkadaşı Dr. Rıfat Osman ile
birlikte tesbit etmiş ve operatör Cemil Paşa’nın yaptığı ameliyatları kolaylaştırmıştır. Böylece
Esad Feyzi, Rıfat Osman ile birlikte, röntgen ışının savaşlarda ilk defa yaralılara tatbiki
100
Kâhya, 1976, 277-284.
Dölen, Emre, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim,” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi,
Ýstanbul, s. 175-177.
102
Dölen, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim,” s. 176.
101
28
şerefinin Türkiye’ye nasib olmasını sağlamıştır. Esad Feyzi’nin, röntgen ışını, tatbiki tıb ve
cerrahiye ilişkin çok sayıda yazıları da mevcuttur.103
Fizik
15. yüzyılda Fatih medreselerinde ulûm-i tabiiye (doğal bilimler) adıyla bir ders
okultulduğu bilinmektedir. Doğal olarak burada fizikte okutulan dersler Aristoteles fiziğidir.
Mercekle ateş yakma, sürtülmüş kehribarın kağıt parçalarını çekmesi gibi konular ise şeytani
işler sayılmıştır.
1726’da matbaanın kurulmasından sonra ilk basılan kitaplar arasında Đbrahim
Müteferrika tarafından özetlenerek çevrilen bir kitaba rastlanmaktadır. 24 sayfa olan ve rüzgar
gülü ile inklinasyon pusulasının anlatıldığı bu kitap Fuyûzat-ı Mıknâtîsîye’dır (Pusulanın
Faydaları, 1144). Kitaba iki tür pusula ibresini gösteren resimler de eklenmiştir.
18. yüzyılın ortalarında açılan askeri ve teknik okullarında fizik dersleri okutulmaktadır.
Bu okullarda genel fizik yerine mekanik derslerinin okutulmuş olması muhtemeldir. 1834’de
Mekteb-i Fünun-ı Harbiye kurulduğunda fizik ve kimya aletlerinin alınması kararlaştırılmış,
1841’de de Harbiye Mektebi Nâzırlığı’na getirilen Emin Paşa bu aletleri getirtmiştir. 1827’de
kurulan Tıbhâne-i Âmire’nin 1838’de yeniden düzenlenmesi sırasında Hekimbaşı Ahmed
Necip Efendi fizik ve kimya alet ve takımlarının korunması için bir hazine yapılmasını gerekli
görmüştür. 1863’de öğretime açılan Darülfünun’un ilk dersi Derviş Paşa tarafından
verilmiştir. Derviş Paşa bu derslerini 1864-1865 yıllarında Usûl-i Hikmet-i Tabiiye adıyla iki
cilt olarak basmıştır. 1866-1913 yılları arasında yaşamış Đsmail Ali Bey de Hikmet-i Tabiiye
dersleri okutmuş ve ilk kez röntgen denemeleri yapmış hocalarımızdandır. Onun öğrencisi
olan Esad Feyzi, ilk röntgen ışınını tatbik eden kişidir. Đsmail Ali Bey fizik derslerinde
elektrik makinasıyla çeşitli deneyler de yapmıştır.104
103
Süheyl Ünver, “Ýlk Röntgencilerimizden Dr. Esad Feyzi Hakkýnda, 1874-1901,” Klinik Radyoloji, Cilt 3,
Sayý 3-4, Mayýs-Temmuz 1942, (Ayrý Basým), s. 1-4.
104
Dölen, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim,” s. 178-179.
29
Bibliyografya
Adıvar, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde Đlim, Đstanbul 1982.
Al-Hassan, Ahmad Y., Taqi-al-din and Arabic Mechanical Engineering with The
Sublime Methods of Sprititual Machines, University of Aleppo, 1976.
Al-Hassan, Ahmad Y., “A Compendium on the Theory and Practice of the Mechanical
Arts by al-Jazarî,” Journal for the History of Arabic Science, Vol. 1, No. 1, May 1977,
Aleppo-Syria, s. 47-64.
Bahadır, Osman, “Osmanlılarda Topçuluk,” Bilim Tarihi, Sayı 9, Đstanbul 1992.
Bahadır, Osman, Osmanlılarda Bilim, Đstanbul 1996.
Bir, Atilla, The Book “Kitâb al-Hiyal” of Banû Mûsâ Bin Shâkir, Interprated in Sense
of Modern System and Control Engineering, Đstanbul 1990.
Bostan, Đdris, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII. Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992.
Carleson, Edvard, Đbrahim Müteferrika Basımevi ve Bastığı Đlk Eserler, Hazırlayan:
Mustafa Akbulut, Ankara 1979.
Çam, Nusret, Osmanlı Güneş Saatleri, Ankara 1990.
Çeçen, Kâzım, Đstanbul’da Osmanlı Devrindeki Su Tesisleri, Đstanbul 1984.
Dizer, Muammer, “Osmanlıda Rasathaneler,” Fatih’ten Günümüze Astronomi, Prof. Dr.
Nüzhet Gökdoğan Sempozyumu, 7 Ekim 1993, Đstanbul 1994, s. 27-68.
Dölen, Emre, Osmanlılarda Kimyasal Semboller ve Formüller (1834-1928), Đstanbul
1996.
Dölen, Emre, “Kırımlı Aziz Bey’in “Kimya-yı Tıbbî” Adlı Kitabındaki Laboratuvar
Aletleri,” V. Türk Tıp Tarihi Kongresi, Ankara 1998, s. 139-162.
Dölen, Emre, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Bilim,” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi, Đstanbul, s. 154-196.
Erendil, Muzaffer, Topçuluk Tarihi, Ankara 1988.
Eyice, Semavi, “Baruthâne,” TDV ĐA, Đstanbul 1992, s. 94-96.
Ibn al-Razzâz al-Jazarî, The Book of Knowledge of Đngenious Mechanical Devices,
Translated and Annotated by Donald R. Hill, Boston 1974.
30
Đhsanoğlu,
Ekmeleddin,
Açıklamalı
Türk
Kimya
Eserleri
Bibliyografyası
(Basmalar/1830-1923) ve Modern Kımya Biliminin Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşuna
Kadar Olan Durumu ve Gelişmesi, Đstanbul 1985.
Đhsanoğlu, Ekmeleddin, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, Yeni Araştırmalar Yeni
Görüşler, Đstanbul 1992.
Đhsanoğlu, Ekmeleddin, Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna, Đstanbul 1996.
Kaçar, Mustafa, “Osmanlı Đmparatorluğunda Askerî Sahada Yenileşme Döneminin
Başlangıcı,” Osmanlı Bilim Araştırmaları, Yayına Hazırlayan: Feza Günergun, Đstanbul 1995,
s. 209-225.
Kâhya, Esin, Mustafa Behçet Efendi’nin “Fizyoloji Tercümesi” Adlı Kitabı, Çağında
Avrupada ve Bizde Fizyoloji Çalışmaları ve Aralarındaki Bağlar, Cilt I (Đnceleme),
(Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara 1976.
Kâhya, Esin, “Türkiye’de Đlk Demiryolları,” Belleten, Cilt LII, Sayı 202, Ankara 1988,
s. 209-218.
Kâhya, Esin, A. Demirhan Erdemir, Medicine in the Ottoman Empire (and Other
Scientific Developments), Đstanbul 1997.
Kazancıgil, Aykut, “Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji,” Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt 7,
Đstanbul 1995, s. 7-231.
Kun, T. Halası, “Đbrahim Müteferrika,” ĐA, Cilt 5/II, Đstanbul 1988, s. 896-900.
Kütükoğlu, Mübahat S., “Baruthâne-i Âmire,” TDV ĐA, Đstanbul 1992, s. 96-98.
Özdemir, Kemal, Osmanlı’dan Günümüze Saatler, Đstanbul 1993.
Sayılı, Aydın, Necati Lugal, Ebû Nasri’l-Fârâbî’nin Halâ Üzerine Makalesi, Ankara
1951.
Sayılı, Aydın, “Batılılaşma Hareketimizde Bilimin Yeri ve Atatürk,” Erdem, Cilt 1, Sayı
1, Ankara 1984, s. 11-24.
Sehsuvaroğlu, Bedi N., A. Erdemir Demirhan, G. Cantay Güressever, Türk Tıp Tarihi,
Bursa 1984.
Şakiroğlu, Mahmut H., “Barut,” TDV ĐA, Đstanbul 1992, s. 92-94.
Şerefeddin Sabuncuoğlu, Cerrâhiyyetü’l-Hâniyye, Hazırlayan: Đlter Uzel, Cilt I ve II,
Ankara 1992.
Şevki, Osman, Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi, Sadeleştiren: Đlter Uzel, Ankara
1991.
Takîyüddîn, El-Turuk el-Seniyyet fî el-Âlât el-Rûhâniyyet, University of Aleppo, 1976.
31
Tekeli, Sevim, Nasirüddin, Takîyüddîn ve Tycho Brahe’nin Rasat Aletlerinin
Mukayesesi, Ankara 1958.
Tekeli, Sevim, 16’ıncı Asırda Osmanlılarda Saat ve Takîyüddîn’in “Mekanik Saat
Konstrüksüyonuna Dair En Parlak Yıldızlar” Adlı Eseri, Ankara 1966.
Tekeli, Sevim, “Đstanbul Rasathanesinin Araçları,” Araştırma, Cilt XI, Ankara 1979, s.
29-44.
Tekeli, Sevim, “Osmanlıların Astronomi Tarihindeki En Önemli Yüzyılı,” Fatih’ten
Günümüze Astronomi, Prof. Dr. Nüzhet Gökdoğan Sempozyumu, 7 Ekim 1993, Đstanbul
1994, s. 69-85.
Tekeli, Sevim, E. Kâhya, M. Dosay, R. Demir, H. Gazi Topdemir, Y. Unat, Bilim
Tarihi, Ankara 1997.
Tekeli, Sevim, E. Kâhya, M. Dosay, R. Demir, H. Gazi Topdemir, Y. Unat, A. Koç
Aydın, Bilim Tarihine Giriş, Ankara 1999.
Tez, Zeki, Kimya Tarihi, Ankara 1986.
Topdemir, Hüseyin Gazi, Takîyüddîn’in Optik Kitabı, Işığın Niteliği ve Görmenin
Oluşumu, Ankara 1999.
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, Ankara
1989.
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Cilt II, Ankara 1998.
Ünver, Süheyl, “Şarkta Tıbbi Âletler Tarihi Üzerine,” Türk Tıb Tarihi Arkivi, Cilt 5, No:
19-20, (Ayrı Basım), 1942.
Ünver, Süheyl, “Đlk Röntgencilerimizden Dr. Esad Feyzi Hakkında, 1874-1901,” Klinik
Radyoloji, Cilt 3, Sayı 3-4, (Ayrı Basım), Mayıs-Temmuz 1942.
Ünver, Süheyl, Tıb Tarihi, Đstanbul 1943.
32

Benzer belgeler

Tâkiyüddîn ve İstanbul Gözlemevi (Rasathanesi)

Tâkiyüddîn ve İstanbul Gözlemevi (Rasathanesi) kapsamlı ve masraflı sanayi hamleleri de başarısız kalmıştır.4 1841-1853 yılları arasında bir çok sınai tesis kurulmuştur. Bunlar içerisinde iplik ve kumaş fabrikaları, buharlı gemi tersanesi, demi...

Detaylı