PDF seçeneği için tıklayın

Transkript

PDF seçeneği için tıklayın
DİREKTOREN FOR DET HELE (EMRET PATRONUM, THE BOSS OF IT ALL)
Yön. Ve Sen.LARS VON TRİER, 2006.
Emret Patronum değil de, sanki Patronum Her Şeyim daha uygun düşerdi Türkçede.
İnternette Türkçe ve İngilizce film hakkında dişe dokunur pek kaynak yok. Danimarka(ca)‟da
olduğunu sanıyorum. Bunu anlamak zor değil. Çünkü Lars von Trier‟in hınzırlığıyla baş
edebilmek yalnızca ülkemizde değil, batı kültürlerinde de kolay olmasa gerek. Üstelik, Batı
Kültürü‟nün Trier gibilerle bir sindirim (hazım) sorunu yaşadığı kanısındayım. Onda görmek
istemedikleri görmek istediklerinden çoktur bana kalırsa. Bu yüzden aptal bir özet IMDB‟den
tüm dünyaya yayılır ve bununla da yetinilir. Başlık: Trier‟den bir komedi filmi. Ne kadar ilgi
çekici!
Bense hiç kavrayabildiğim kanısında değilim. Trier kendi toplumunun birikimine yaslanıyor
ve kullandığı göstergeler (kodlar) kendi kültürüne ait. Öyle bile olsa ortalama bir Batılı, eğer
öncü (avangard) dramaturg Gambini‟yi, İsveçli yazar Strindberg‟i, Norveçli Ibsen‟i, Trier‟in
tam da kendisini (Dogma) az buçuk tanımıyorsa gerek anlatıcının (Lars von Trier‟in sesi),
gerek oyuncu-sahte patronun, gerekse gerçek patronun söylemlerini, konuşmalarını bir yere
oturtmakta güçlük çekecektir. Bu düzey gerçi yönetmenin ikinci, belki de üçüncü derin
katmanı, ama ona en yakın (kara yergisinin en çok işlediği) katmanı olabilir.
Sonuç olarak, film bir donanım gerektiriyor. Yönetmen, zekasını tüm ökelerde olduğu gibi bir
kez daha kumara sürüyor ve izler kitlesini kendisiyle yarışmaya çağırıyor. Trier‟le karşı
karşıya gelip de tetiklenmemek, onunla kendini bir yarış içerisinde bulmamak olanaksız. Bu
„kavrayışta inilebilecek derinlik‟le ilgili bir yarışma kuşkusuz. Peki, donanımsız, hazırlıksız;
bu film bir şey söylemez mi? Trier‟in belki de tüm filimleri gibi dışarıda kalınabilir. Bu ne
kadar Trier biriktirdiğinle değil, genel olarak ne biriktirdiğinle ilgili.
Eğer diyorum arkanda Cervantes, Rabelais, Sterne, Swift, Dostoyevski, Kafka, hatta diyorum
Atay varsa, tümünü toplayalım, karnaval (şenlik duygusu) varsa filimden her durumda
alınabilecek bir şey de vardır!
Filmin öyküsü üzerinde değil, öyküsünün akışsızlığı üzerinde durmak daha doğru olabilir.
Görüntünün sesin sürekliliğine karşın kesintili, hoplaya zıplaya akışı Trier‟in seyircisine rahat
huzur vermeme konusundaki kararlılığının, hınzırlığının da bir kanıtı. Ama daha çok dile
(anlatı diline) ilişkin bir seçim onunkisi.
Trier çok açık, yanlış anlamalara tümden kapalı bir kesinlikle, izleyiciyi koltuğundan etmeye,
diken üzerinde oturtmaya kararlı yine. Koşullanmış algı yapılarımızdan kuşku duymamız için
işte, gerçeklik sonsuz kez kırılıyor, hatta biçiliyor diyeceğim film boyu. Bu hasattan geriye
kalan anlatılanın ne yanda kaldığına ilişkin (perdede bir imge olarak mı, burada benim
duygulanışım, etkilenişim olarak mı?) derin sayılabilecek bir kuşku. Jean-Luc Godard‟dan
tanıdık geliyor, hatta Yeni Dalga‟dan diyeceğim (Hanna Schgylla‟nın oynadığı bir filmi
anımsar gibiyim). Buna sinemada Brecht‟ten (epik) fazlası denebilir, yoksa Dogma bu mu?
Gerçeği kırarak, onun kırılgan hakikatine ulaşmak ve Trier‟le birlikte bundan bile
kuşkulanmak? İroninin (karnaval: Bakhtin) keskin ve alaycı dili, Trier‟in eşlikçi sesiyle bunu
yapıyor, diğerinin yerine geçmiş imge, gerçeklik sanrıları, sanal göstergelerle kurgusal bir
yapının bir tür yapısökümünü, yapıtaşlarını yerlerinden oynatmakla yetinmeyen, bütünsel bir
eleştiriye varabiliyor. Öykü öykünün yerine, gerçeklik gerçekliğin yerine, rol rolün yerine
oynuyor, bir şey diğerinin yerine oynuyor, patronlar patronunun patronunun patronunun…
Elbette bunun sonu yok.
Bacadan yaşama giren oyuncu imgesi, ise bulanmış oyuncu, bacasız kentte, issiz kalabilir.
Bundan mizahtan fazla bir şey çıkar (karnaval çıkar). Herkesin bulunduğu yer boştur, büyük
harflerle yürüyen Büyük Yaşam‟ın Büyük Anlatı‟sı (Söylem) incecik bir toz katmanı denli
1
uçucu, duyarsızlık kertesinde duyarlı (kırılabilirlik, kendinden hemen vazgeçebilirlik
anlamında), etiketin arkasındaki boşluk (bundan hoşluk çıkaran Trier‟in filmi de kolaylıkla
komedi diye adlandırılır), sözleşmelerin allayıp pulladığı amorfluk (biçimsizlik), tanımların,
terminolojilerin işaret ettiği kaypak, ele avuca gelmez, organik taşkınlık, aslında
edinilememiş, sahibi olunamayan hiç, belki de, büyük olasılıkla hiç‟tir. Ama Trier bunun
peşine düşmez, onun ironisinin kıskaçları arasında can cekişen şey tam da yabancılaşmanın
(sahteleşmenin) bu inanılmaz inandırılmışlık, benimsenmişlik düzeyidir ve yaptığı da budur:
yabancılaşmanın yabancılaşması. Patron patron değildir, çalışan da çalışan, oyuncu oyuncu
değildir, Danimarkalı bir Danimarkalı ve insan insan değildir. Peki neyiz o zaman?
Trier acı alayını sürdürür: biz mi neyiz? Bu tümcedeki (soru tümcesindeki) sözdiziminden,
sözcelemden başlamalı işe. Bir anlatının parçasıyız. Bir üstün anlatının, bir Tanrı anlatısının
değil de, öyle gösterilmiş, sunulmuş bir anlatının…
İşte tam burada Trier‟in bıçağının keskin ucu batıyor bir yerlerimize. Sen, sen olamazsın, bu
filmin seyircisi olamazsın, öyle sanıyorsan yanılıyorsun!
Kandırılmaya açıksın, yatkınsın, başka bir şey olarak gösterilmeye, aldatılmaya, istenildiği
gibi yapmaya, yaptırılmaya uygunsun, ağlayacağın, öfkeleneceğin, kusacağın, küfür edeceğin,
bedenini seks için kullanacağın, vb. zaman ve yer geometrik olarak belirlenmiş, tüm bu
edimlerin yerlemlerine ilişkin ne kadar kuşku varsa silinmiştir zihninden. Geldiğin bu yerde o
denli temiz, duru, o denli masum, suçsuzsun ki… Trier‟in sesi ne diyor: asla iflah olmazsın!
Sen BT‟lerin, büyük teknolojilerin, sunumların, sanal imparatorlukların egemeniyken, bir tuşa
basarak para, mal, bilgi, vb. bir çok şeyi harekete geçirme gücünü taşıyor görünürken
patronunun boş koltuğunda bir oyuncak ayıyla oyalanabilir, patronunun seni işinden etme
girişimleri arkada süre giderken söylediği tatlı bir söz, gözünden akıtacağı sahte gözyaşı, seni
kucaklaması her şeyi unutmanı, bağışlamanı sağlayabilir.
Şirketin üst düzey çalışanları neden birer özürlü gibi, sakatlar. Çünkü Trier‟in hakikatı gerçeği
deşiyor ve gösteriyor ki, bu sunum, gösterim değil diye de avaz avaza bağıra çağıra, bu bir
duyarlığa işaret değildir. Bu salaklaşmadır. Bu Dr. Faust‟un ruhunu şeytana teslim ettiği en
son andır.
Görünenle yetinme aymazlığıdır. Arkada bir şey yok. Her şey geçirgen, saydam ve saf,
masum. Karanlık yok, kötülük olanaksız, tansık olsa olsa budur. Ama Lars von Trier diğer
filimlerinde yaptığını yaparak, bu tansığı belki de gerçek tansıkla, olmayan bir bakışın,
olmayan hafifliğiyle (gerçekte ağırlığıyla) sarsıveriyor. Bu bir deprem olabilir, ama ölenin
artık bir şey öğrenemeyeceği, dersler çıkaramayacağı bir deprem. Trier ders peşinde de değil.
Sanki hınzırlık doğasında, genetik bir dürtü. Ama bu bizi onun hakkında kör etmemeli,
önümüzde Dogville‟i, Manderley‟i yapan biri var. Unutmamalıyız.
O zaman bu filmi eleyemeyiz, geride yine tüm film kalır, eleştirinin yeni bir aracı, bakışı
olarak. Ama büyük harfle başlayan her şey gibi sanat da, Lars von Trier‟in sineması da, bu
film de Dogma‟dan ağzının payını alır. Sanat kendisiyle dalga geçer, film kendisini ti‟ye alır.
„Trier‟den komedi filmi‟ denmesine rıza gösterir. Midede ne kaynatacağıdır önemli olan,
bırakalım ne derlerse desinler. Yuttuğumuzun bir el bombası olduğunu anlarsak ne ala,
sonumuzu kestirebiliriz, tezce gelecek sonumuzu, anlamazsak zaten sorun yok, son
gecikmeyecek. Bu durumda bir değil, on, yüz Trier para etmez.
Dramı, sahneyi, dili, ruhu, şirketi, teknolojiyi, oyunculuğu, işi, işsizliği, evliliği, hukuğu,
ekonomik göstergeyi, cinselliği, retoriği bilcümle dünyayı kentleri, topluluklarıyla birlikte
yergi oklarının odağına yerleştiren bu hınzır adam, kar‟a, pencerenin dışında oldukça da
aykırı duran kar‟a ve onun yağışına bir şey söylemiyor. O var, yağıyor. Atlıkarıncanın, atların
üzerinde döne duran sahtekarların, bu saf, masum sahtekarların, yaptıklarından sorumlu
tutulamayacak olanların, çünkü kendileri olmayanların üzerine. Bir kar var, kendi gibi olan.
2
Gerisi, Hitler. Heil Hitler! Sanırım Fellini de yaklaşmıştı ya da yaklaşabilirdi (Amarcord)
buralara. Şişik anlatı, yalancı gebe öykü, duygusallık mezarında ölü uzanmış hakikat:
duygusuzluk.
Her şeyin olmadığı şey gibi durduğu, olmadığı şey gibi yaşandığı bu dünyasal bağlam içinde,
hem onun içinde olup hem dışarıda durabilmek, hem gülüp gülerken ağlamak, acıdan
haykırırken bir an durup olmayan (duyulmayan) acının haykırışına kulak kabartmak
ayracalığı ve ayrıcalığı az şey sayılmaz.
Sonuçta öykü öykünün kişileri tarafından, kahraman şu sünepece, iktidar oyunca, kavram
dilsizlik, özürlü konuşmayla, aşk yanılsamayla (hatta yanlış anlamayla), yaşam yitirilmiş
olanla, boşlukça yadsınmıştır. Koca bir dünya döngüsünü tamamlamış ama başlangıçtaki
yerini bulamamıştır (differentia). Boşlukta dönenen dünya boşlukta kalmıştır. Bundan daha
iyisi Lars von Trier!
Domuzuna hınzırlık. Anlamanın bize kalan çok az yollarından biri.
Ağrıya bile, acıya bile alıştık, alışabiliriz. Hem de kolayca.
Trier Kumpanyası sunar:
Eğlencelik komedi! Hiç bu kadar gülmediniz, gülemeyeceksiniz! Koşun, kaçırmayın!
Ama yarısında da pes etmeyin, benden demesi.
Zikrullah
26.12.2006
EK 1.
Trier bir biçimci, ama biçimi içeriğin aracına dönüştürme konusunda çok duyarlı.
Duygusallığı usun zoruna, yalazına tutma konusunda bilinci tetikte, ayakta sürekli.
Dolayısıyla deneysel sinemaya ve stilizasyonlara yatkın. Baktığımız şeyle değil nasıl
bakığımızla ilgisi onu soğukkanlı olmaya, duygusal etkilerden (effect) uzaklaşmaya zorluyor.
Dolayısıyla çağdaş naiflikle de (bu delice etkili olabilecek ve herkesi kolayca etki alanı içine
alıp uyuşturabilecek, razı edecek) bir alıp veremediği var, yürekten katılıyorum ona,
masumiyetle de hesaplaşıyor ki, son çözümde dediği, “ben ağrınızı dindiremem, dindirmek de
istemem!”.
Trier kendisine katılınmasını, anlaşılmayı isteyecek biri değil. Bundan huzursuz da olur bana
kalırsa. Ama yine de bu filmi yapıyorsa, yine de filim yapıyorsa… Ne diyeyim?
27.12.2006
3
Usta yönetmen Lars von Trier’in son filmi Emret Patronum, bir şirket sahibinin işsiz bir oyuncuyla
anlaşıp, onu patron olarak tanıtmasıyla yaşanan komik olayları anlatan bir kara komedi… Ülkemizde
daha önce 12’nci Avrupa Filmleri Festivali kapsamında Gezici Festival’in programında yer alan film,
ilk olarak Kopenhag Film Festivali’nde gösterilmişti…
Filmin konusu:
Bilişim teknolojileri şirketi olan bir adam, bir gün sahip olduğu şirketi satmaya karar verir. Ancak
ortada ufak bir sorun vardır, patron uzun zamandır ofisin içinde sıradan bir çalışan gibi
çalışamamaktadır ve kimse kendisinin şirketin sahibi olduğunu bilmemektedir.
Şirketi almaya talip olan yatırımcılar yeni patronla yüz yüze görüşmek konusunda ısrar edince
patron çareyi profesyonel bir oyuncu ile anlaşmakta bulur. Başlangıçta her şey yolunda giderse de
sahte patron zamanla kendini iyice rolüne kaptırır…
Emret Patronum / The Boss Of It All
Yönetmen: Lars von Trier Oyuncular: Jens Albinus, Jean-Marc Barr, Casper Christensen, Benedikt
Erlingsson, Friðrik Þór Friðriksson, Peter Gantzler, Sofie Gråbøl, Iben Hjejle, Anders Hove Senaryo:
Lars von Trier Türü: Kara komedi Yapım: 2006 Danimarka, İsveç yapımı Gösterim Tarihi: 22
Aralık 2006 (Bir Film)
Emret Patronum
4
Lars Von Trier, yaptığı iki 'vaaz' filminden sonra (Manderlay ve Dogville) daha 'şen şakrak' bir filmle beyaz
perdede. Bir bilgi teknolojisi firmasının patronu Ravn, çalışanlarını kendilerini kontrol eden, büyük bir patron
olduğuna ikna etmiş ve böylelikle sevimsiz bütün kararları bu 'büyük patron'a yıkmayı başarmıştır. Şirketini
satmak istediğinde ise almaya niyetli kişiler, bu hayali patronla masaya oturmak ister. Çıkış yolu bulamayan
Ravn, patron rolü oynayacak bir aktör tutar. Film tam Trier'e yakışan bir komedi. Tür: Komedi Yönetmen:
Lars Von Trier Oyuncular: Jens Albinus, Jean Marc Barr, Casper Christensen, Fridrik Thor Fridriksson
EMRET PATRONUM
5
Orjinal Adı: The Boss Of It All / Direktoren for det hele
Yönetmen: Lars Von Trier
Oyuncular: Jens Albinus, Jean-Marc Barr, Casper Christensen,
Benedikt Erlingsson
Senaryo: Lars von Trier
Kurgu: Molly Marlene Stensgård
Tür: Komedi
Süre: 84 Dk.
Yapım: 2006 - Danimarka
Dağıtımcı: Bir Film www.birfilm.com
Gösterim tarihi: 22 Aralık 2006
IMDB.com bu filmin sayfası
6,1 (99 oy)
Büyütmek için resme tıklayın.
Editörün Notu: Usta yönetmen Lars von Trier'in son filmi "Emret Patronum" hınzır bir kara komedi
örneği.
Konu: Bilişim teknolojileri şirketi olan bir adam, bir gün sahip olduğu şirketi satmaya karar verir. Ancak
ortada ufak bir sorun vardır, patron uzun zamandır ofisin içinde sıradan bir çalışan gibi çalışmaktadır ve
kimse kendisinin şirketin sahibi olduğunu bilmemektedir. Şirketi almaya talip olan yatırımcılar yeni
patronla yüzyüze görüşmek konusunda ısrar edince patron çareyi profesyonel bir oyuncu ile anlaşmakta
bulur. Başlangıçta her şey yolunda giderse de sahte patron zamanla kendini iyice rolüne kaptırır.
FİLMDEN KARELER / MOVIE PICTURES
6
7
The New Scandinavian Cinema of the
Absurd
The Boss of It All (Direktøren for det hele) Lars von Trier
The Bothersome Man (Den brysomme mannen) Jens Lien
Reprise Joachim Trier
Container Lukas Moodysson
Ion Martea
posted 25 October 2006
'No. You are in no man's land. Which never moves, which never changes, which
never grows older, but which remains forever, icy and silent.'
(Harold Pinter, No Man's Land)
The Theatre of the Absurd, through its most obvious precursor Dada Theatre, was
originally developed by two Romanians working in Paris, and brought to utter perfection
by Beckett and Pinter. Cinema, despite its avant-gardistic period in the 1960s America,
has never truly got to grips with the creation of artistic empathy through the Absurd. A
Dane, two Norwegians and a Swede show at the 50th Times BFI London Film Festival
that Cinema of the Absurd is not only possible, but has proved capable of producing
some of the strongest, most thought-provoking works at the festival.
Kierkegaard's definition of the term is that, 'to act by virtue of the absurd, is to act upon
faith' (Søren Kierkegaard, Journals, 1849). In creating a narrative, the Absurdist artist
then is not only constructing characters that do not act rationally (though they do not
have to be irrational), but has to impose an overarching vision of the piece driven by
instinct, rather than rationality.
Lars von Trier's The Boss of It All is a work that heralds the movement in its seemingly
rational construction. Ravn (Peter Gantzler) is the owner of an IT company, but not
wanting to be held fully responsible, pretends to his employees that he is merely a coowner of the business, not the sole proprietor of the company's assets. Consequently,
when Ravn decides to make an important transaction affecting the company's future, an
Icelandic businessman who is interested in the deal (Friðrik Þór Friðriksson), insists on
talking to the company's president, and not merely the executive. At this point enters
Kristoffer (Jens Albinus), an actor who assumes the role with such seriousness that he
calls into question the sheer morality of his character's action.
A situation comedy opens up, guaranteeing laughs for even the iciest of spectators. Yet,
by the final frame, von Trier has played the cards so well that the twist, though it is void
of rationality or human empathy, turns out to be the only available action for all involved.
Kristoffer's Gambini-esque final performance is astonishing to us and the characters in
the film - who are caught up in a well-structured existentialist comedy without ever
realising it.
One might fault The Boss of It All for failing to achieve the spontaneity impregnated with
meaning that comes from the visibly disjointed narrative that is so dear to Absurd Art.
Arguably, the Danish director relies too much on Automavision shooting (which
8
effectively makes the cinematographer redundant) to make visible any unexpected
moments that come about during the performance. Yet this criticism misses the point.
Absurd narrative is a painstaking technique because it is trying to establish a lack of
rationality through an instinctual, rigidly structured text, out of a desire to extinguish the
possibility of logical consciousness.
The Norwegian film The Bothersome Man is clearer about the thought process at work in
the construction of an Absurd film. Jens Lien introduces Andreas (a tour de force from
Trond Fausa Aurvaag) as a man with no past, present or future. The disjointed narrative,
moving senselessly through time, shows Andreas meeting a person he does not know,
who gives him a job he doesn't know how perform (though he seems to be dealing well
with what looks like accountancy), easily meeting a woman he moves in and out with,
and a lover who loves everyone. If it sounds like Kafka, that's not far off, though one
needs to add an abundance of Grieg's lyricism. Nevertheless, Lien is not so much
interested in the absurdity of the social organism, so much as questioning the need for
emotional sensations in a world that is perfect in its very outset.
The concern for the metaphysical emerges as an unexpected tragedy in the rigidity of a
world with all the perfect lines one could wants to hear. Therefore in the mere recreation
of a rational world, Lien's instinctual search for humanity remains as a poignant
afterthought, highlighting the tragedy of not being able to cry at laughter, or laugh at
sobs.
A similar comedy with a bitter after-taste is Joachim Trier's debut feature Reprise, though
this one is less obviously an Absurdist work. The story of two writers in their early
twenties aiming for literary recognition (played outstandingly by Anders Danielsen Lie
and Espen Klouman-Høiner) looks by the end like a coming of age parable, richly
portraying youth, but also the passions of artists. The central dichotomy is between Philip
(Lie) - who becomes successful from the word go only to end up suffering from
psychosis, yet happy with a loving girlfriend by his side - and Erik (Klouman-Høiner) who slowly secures his position as one of Norway's leading writers through remaining
friendless and alienated. Trier seems to suggest that through rationality, each writer
achieves less than they wanted, yet the passionate drive for artistic endeavour brings in
itself the only available outcome - even in contradiction to the agent's conscious vision.
In all three of these features, the echo of Pinter's No Man's Land rings with a deafening
intensity. In all of them, the agent remains with the chimera of rational thought, yet one
is always deciding for the Absurd. The auteurist vision thus captures the true disjunction
between form and meaning: the former is shaped by the illusion of logic and the latter is
defined through instinctual action. The mere pinpointing of the decisional act of faith
means all three films burst into a heavily structured web of absurdity.
Lukas Moodysson, in an exclusive interview for Culture Wars, claims that a work like
Container, despite its extreme disjunction of thought, image and sound, has a strict
mathematical algorithm dictating the structure. This may seem an odd comment after
listening for 74 minutes to an uninterrupted whispering monologue by Jena Malone, that
sounds like a mixture of monotonic Dada poetry and an extended version of Beckett's
Not I, superimposed on a juxtaposition of black-and-white images centred around an
autistic woman trapped in a man's body (Peter Lorentzon) and his carer/friend/stranger
man trapped in a woman's body (Mariha Åberg). Or are they trapped in each other? Or
maybe their perception is at fault? Or maybe our perception is at fault? Moodysson's
ideal spectator would leave the cinema perplexed after a first viewing. The director
admits that in subsequent viewings even he is utterly mesmerised by the density of
thought, and the congestion of ideas in it.
9
Certain critics have labelled Container pretentious. This says less about Moodysson than
the critics themselves, who are clearly not confident that they understand the work. Such
labelling shows an intellectual and emotional laziness (not understanding or not liking the
film are a different matter). And no, Mr Moodysson, these were not Americans, but rather
British journalists, who 'damage their intelligence by being so very happy with how
intelligent they are' (Lukas Moodysson, Sacramento - Czernowitz, 17 January 2006).
It is true, Container is a painstaking chore to go through, yet the abundance of ideas on
sexuality, gender politics, body politics, war, religion, poetry, text, celebrity culture, and
much more, plays like a ballet of afterthoughts, beautiful, pure, and rewarding. In the
disjunction of form, Moodysson is technically celebrating cinema as the most
accomplished medium for the birth of the Absurd in its chaste form. The search for truth
never ceases to be the driving force of the narrative, such as it is. The disavowal of
continuity, verbal and visual, despite doing away with our received perception of
language and vision, is ultimately the background for a metaphysical search for the
essence of things.
'When something really works, it works on many different levels,' considers Moodysson.
Lukas, Lars, Jens, Joachim - all have achieved individually a multi-layered canvas that is
provocative in its refusal to accept the rational consciousness. It may not be quite the
same as the Theatre of the Absurd, but these Scandinavians are building the foundations
for a novel cinematic movement. As with any movement, they do not need to sit around
tables and debate with each other whether they are creating something that might be
recognised academically at a later stage. The aim is to make the best films they can, and
to pursue their faith in their own potential. Maybe not all is icy and silent in 'no man's
land'.
10

Benzer belgeler

hususi çalışmalarımız

hususi çalışmalarımız Bolvadin'lilerden hasan AKAR'a can-dan-han-man-tam-test.(Özel) CEVHER 1 CEVHER 2 CEVHER-Ruh cevherî CUMA HUTBESİ Cumhuriyet Halk Partine Risale i nur ne diyor Cüz-Cüzi,Küll-Külli --- Harama Bakmak ...

Detaylı

Sen Tanrısın You Are God Kedilerin Rahibe Teresa

Sen Tanrısın You Are God Kedilerin Rahibe Teresa Pera Film’s Young at Heart: From Poland with Love program presents a selection of films representing works by the new, young and talented Polish film directors. Produced between the years 2008 and ...

Detaylı