Almanak 2013-2015`e erişmek için tıklayınız.
Transkript
Almanak 2013-2015`e erişmek için tıklayınız.
ALMANAK 2013-2015 İSTANBUL FİKİR ENSTİTÜSÜ İSTANBUL FİKİR VE EĞİTİM DERNEĞİ YAYINLARI NİSAN-2016 EKONOMİ 1 GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE BÜYÜME KALKINMA YANILSAMASI: TÜRKİYE ÖRNEĞİ 3 FAİZ SAVAŞLARI 4 HATALARDAN DERS ÇIKARMAYANLAR 6 PETROL ÜZERİNDEKİ FİYAT OYUNU 8 YABANCI SERMAYE 11 FİNANSÇI GÖZÜNDEN SEÇİMLER HUKUK BU ALMANAKTA YER ALAN ÇALIŞMALAR KAYNAK VE YAZAR ADI BELİRTİLEREK KULLANILABİLİR İLETİŞİM CUMHURİYET CAD. NO.29 TAKSİM BEYOĞLU/İSTANBUL www.ife.org.tr [email protected] İSTANBUL FİKİR VE EĞİTİM DERNEĞİ YAYINLARI NİSAN 2016 İÇİNDEKİLER İSTANBUL FİKİR VE EĞİTİM DERNEĞİ HER HAKKI SAKLIDIR © 2016 14 “ÖZÜR” KANUNU 15 AVUKATLIK, SAYGINLIK VE MOLIERE 17 6100 SAYILI HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU’NDA PASİF HUSUMET YOKLUĞU VE TEMSİLDE HATA 20 ELEKTRONİK TEBLİGAT YÖNETMELİĞİ 22 KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜRECİNİN UNSURLARI 28 KREDİ KULLANAN TÜKETİCİLERİN DİKKATİNE 30 6098 SAYILI TÜRK BORÇLAR KANUNU’NDA KEFALET SÖZLEŞMESİ BAKIMINDAN YENİLİKLER 34 6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA EMİSYON PRİMİ (AGİO-PRİMLİ PAY) 35 İSTANBUL BAROSU YÖNETİMİ DÜŞTÜ MÜ? 37 TURKEY PROVIDES CORPORATE INCOME TAX EXEMPTION ON CERTAIN SERVICES 38 6502 SAYILI TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN’A PRATİK BİR BAKIŞ 40 6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA HOLDİNG ŞİRKETLER 42 SAĞLIK HİZMETLERİ TEMEL KANUNU VE ZORUNLU HİZMET YÜKÜMLÜLÜĞÜ 43 DEVRE TATİL SÖZLEŞMELERİNDE KAPIDAN SATIŞ HÜKÜMLERİNİN KIYASEN UYGULANMASI 45 ÇOCUK GELİNLERİN FERYADI: “EVCİLİK Mİ, EVLİLİK Mİ?” 47 İŞ SÖZLEŞMESİNİN İKALE (BOZMA SÖZLEŞMESİ) YOLUYLA SONA ERDİRİLMESİ 49 ÇALIŞAN İŞÇİYE KIDEM TAZMİNATI ADIYLA YAPILAN ÖDEMELER 50 YENİ TÜKETİCİ KANUNU KAPSAMINDA AYIPLI MAL VE TÜKETİCİNİN HAKLARI 52 6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA ANONİM ŞİRKET YÖNETİM KURULU 66 SUÇLARIN İÇTİMAI 147 LÜBNAN’IN TARİHSEL DÖNÜŞÜMÜNE BAĞLI DIŞ POLİTİKASI VE DIŞ POLİTİ- İLETİŞİM BİLİMLERİ KASINI ETKİLEYEN UNSURLAR 153 HER ŞEYE RAĞMEN NÜKLEER: ANTİK YUNAN-PERS SAVAŞINDA SON PERDE 80 SİYASAL İLETİŞİM VE KİTLE MANİPÜLASYONU 158 CEZAYİR TARİHİ VE DIŞ POLİTİKA 82 KÖLELER VE EFENDİLER 162 FRANCO – OTTOMAN RELATIONS IN TERMS OF FRANCE’S MIDDLE EASTERN 84 V FOR VENDETTA VE SİMÜLASYIN POLICIES DURING THE REIGN OG KING LOUIS XIV 87 TÜRKİYE’DE SİYASAL REKLAMCILIK 166 SOVYET SONRASI ORTA ASYA EKONOMİLERİ: ŞOK TERAPİ VE AŞAMAŞO GEÇİŞ MODELLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI PERSPEKTİF 92 YAPISALCILIK VE DİL 94 TOPLUM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 96 DAR BİR KESİTTEN GENİŞ BİR TAHAYYÜL 104 TÜRKİSTAN LEJYONU 108 BİR DENEYCİNİN FELSEFESİNDE BİLGİ SORUNU 111 G8 ZİRVESİNDEN ÇIKAN VERGİSEL ÖNLEMLER, TİCARET VE ŞEFFAFLIK 113 GECİKMİŞ BİR BAYRAM TEBRİĞİ 114 DENEYSEL BİR HİKAYE 115 KAPALI BİR TOPLUM: YEZİDİLER 116 BASMACI HAREKETİ VE ENVER PAŞA 118 KATİL KİM? 119 KİTAP, TEKNOLOJİ VE FELSEFE 121 YAHUDİ TÜRKLER: HAZAR TÜRKLERİ’NE GENEL BİR BAKIŞ 126 MUSADDIK VE AJAX OPERASYONU STRATEJİ 130 HAZAR HAVZASINDA BBÜYÜK ENERJİ OYUNU - I 132 NATO VE TRANSATLANTİK İLİŞKİLER - I 133 ENERJİ JEO-POLİTİĞİ: HAZAR HAVZASI KAYNAKLARI ÜZERİNE TEMEL STRATEJİLER 137 LAUDERDALE PARADOX 138 OECD MEETS WITH BUSINESS ON BASE EROSION AND PROFIT SHIFTING ACTION PLAN 140 HAZAR HAVZASINDA BBÜYÜK ENERJİ OYUNU - II 142 NATO VE TRANSATLANTİK İLİŞKİLER - II 144 EGEMEN FİLİSTİN’İN BABASI ARAFAT VE FİLİSTİN’DEKİ ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN YAPI TAŞI EL FETİH İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER 98 BİLGE KAĞAN İ BİZ KİMİZ? nsan, topluma katabildiği değer ölçüsünde, o topluma olan aidiyetlik duygusunu kazanır. Toplum ise insanları bütünleştirebilme ve bireysel özgürlüğün tesisine bağlı olarak kendi devamlılığını sağlar. Hem fikren hem de eylemsel ölçüde dayanışmaya sırt çevirmiş toplumlarda ise bireylere sağlanan güven ve aidiyet ortamı sınırlı kalmaktadır. İnsanı; hem bireysel anlamda özgür hem de toplumsal anlamda bir arada tutabilecek olan şeyler ise düşünce ve bu düşünceyi ifade edebilme becerileridir. İşte bu doğrultuda İstanbul Fikir Enstitüsü olarak bizler fikrin gücüne inanan gençler olarak 29 Mayıs 2013 tarihinde bir hedef etrafında bir araya geldik. Dünya’daki çağdaşları ile kıyaslandığı zaman Türkiye’deki düşünce kuruluşları, fikir kulüpleri ya da istişare platformları toplumsal konulara ya tek bir disiplin üzerinden bakmakta ya da dar bir bakış açısıyla yanlı bir değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Öte yandan bu fikir birliği kurumsallaşması ele alındığında Türkiye’de çok başarılı örnekler ortaya çıkmıştır. Araştırma alanlarında ise nitelikli rapor ve analizler mevcuttur. Ne var ki bunlar da akademik yükselmeyle bağlı olarak yılların birikimi sonucu kıymetli büyüklerimiz tarafından ortaya konulabilmektedir. İşte tespit ettiğimiz sorun da tam bu noktadan itibaren başlamaktadır. 2014 yılındaki Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) verilerinin de kesin bir şekilde kanıtladığı rakamlara göre Türkiye nüfusunun %41,1’ini çocuklar ve genç nüfus oluşturmaktadır. Türkiye’nin fen ve sağlık bilimlerinde genç nüfustan yararlanma olanağı ve onları uzmanlaştırma kapasitesi daha etkin bir yapıdayken sosyal bilimler alanında Türkiye’deki bir gencin ortaya bir tespit ya da eser koyması giderek daha da zorlaşan bir durum halini almaktadır. Bunun sebeplerini başta lisans eğitimlerinin fikir üretiminden ziyade meslek odaklı hale gelmesi ve fikir üretecek genç beyinlerin üniversitelerde lisansüstü eğitimlerine devam etmemeleri olarak gösterebiliriz. Bunun sonucunda ise akademik camiada çekirdekten “fikir üretme” odaklı akademisyenlerin yetişmesi zorlaşmaktadır. Sorunun bir diğer boyutu ise dünyadaki örnekleri ile karşılaştırdığımızda Türkiye’deki gençlik STK’larının ve genç düşünürlerin akademik camia, medya, siyaset ve hayatın içindeki reel yaşamda geride kaldıklarını görmekteyiz. Yukarıda bahsettiğimiz tablo sadece daha ileriye ve daha güzele ulaşmak için eksikliklerimizi belirtse de her gün uyandığımızda ufka bakarken Türkiye’nin geleceğinin bizler olduğu bilincinden bir saniye olsun ayrılmıyoruz. Biz gördüğümüz umudu, çabayı, çalışmayı ve gayreti kendi aramızda daha çok paylaştıkça çoğalacağını biliyoruz. Hatalarda ısrarcı olmamanın, hoşgörüyü destur edinen çalışmanın ve merkezine “insan ve toplumu” ayrım gözetmeksizin koyduğumuz her halis niyetin başarıya ulaşacağının bilinciyle yola çıkıyoruz. Medeniyet ancak onu besleyen kökleri ve özünü aktaracağı dalları olduğu sürece canlı durabilir. Fikriyatın ve çağlar arası aktarımının olgunlaşması için toplumdaki yegâne unsur genç nesildir. İşte bu yola çıkarken de en büyük dayanağımız bu unsurlardır. İstanbul’un Antik Yunan’dan günümüze taşıdığı evrensel bir değerinin olduğunu kabul ederek bu yola çıktık. İnsanlığın başkenti olmaya aday bu güzel şehrin bin bir farkıyla asırlara rağmen ayakta kalması misali bizler de bir medeniyet inşası için ortaya çıkan her farklı fikrin bir bütün oluşturabileceğini ve İstanbul gibi asırlara meydan okuyabileceğini düşünüyoruz. Yine İstanbul gibi daha önce yapılmış hiçbir eseri ötelemeden hatta ve hatta çoğu zaman da temelini o koskoca maziden alan Sinan misali fikirler bina etmeyi hedefliyoruz. Ustalığı ustalara, kalfalığı kalfalara bıraktık. Bizler bize güvenen bir Türkiye’nin geleceği olarak çıraklıktan başlayarak hem bir medeniyet inşası için fikrin temellerini atacağız hem de en kısa zamanda İstanbul Fikir Enstitüsü çatısı altında toplandığımız çok-disiplinli yapıda ustalaşacağız. Bahsetmiş olduğumuz üzere Türkiye’nin gençlik potansiyelinin farkındayız. Bizler vakit kaybetmeden 1071’in, 1389’un, 1453’ün, 1517’nin ve 1923’ün ve tarihimizde yer alan pek çok dönüm noktasının değerlerini özümseyerek 2023’lere, 2053’lere ve 2071’lere ulaştıracak olan kalemlerin sahipleri olma yolundaki talipleriz. Saygılarımızla. İstanbul Fikir ve Eğitim Derneği EKONOMİ EKONOMİ EKONOMİ Gini 1 ise 100 liranın tamamını 1 kişi alır ve diğer 99 kişi hiç bir şey elde etmez. Gini 0 olduğunda ise 100 lira 100 kişi arasında eşit şekilde paylaştırılır. Herkes payına düşen 1 lirayı alır. Türkiye’nin Gini Katsayısı 2012 yılı itibari ile 0,412’dir. Gelir dağılımı adaleti noktasında en adil ülkeler kuzey ülkeleri olarak adlandırılan Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya gibi ülkeler akla gelmektedir. Karşılaştırma yapabilmeniz açısından aşağıda OECD’den alınmış, bir kaç ülkenin daha katsayılarını verilmiştir [1]. Polonya: 0,304 • Hollanda: 0,278 • Avustralya: 0,324 • Finlandiya: 0,261 • GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE BÜYÜME KALKINMA YANILSAMASI: TÜRKİYE ÖRNEĞİ 6 Ocak 2015 Bilal GÖDE S osyal bilimler fen bilimlerine nazaran daha elastik, daha yuvarlak bilimler kümesidir. Sosyal bilimlerin içerisinde birbirine çok yakın, birbirinin yerine kullanılan bir çok kavram vardır. Özellikle ekonomi alanında bu duruma sıkça rastlanmaktadır. Benim dikkatimi çeken ve son zamanların gözde kavramları olan ”iktisadi büyüme” ve “kalkınma” bu yazının konusunu oluşturacak. tılabilir. Seçimler ile dolu bir dönemden geçtik ve önümüzde bir genel seçim mevcut. Seçimlerin ana malzemelerini ise mitingler, tartışma programları, parti vaatleri vs. gibi etmenler oluşturmaktadır. Büyüme kavramını ise bu sayılanlar içerisinde bolca duyduk ve daha da duyacağız. Asıl soru iktisadi büyüme nedir? Bu büyüme neyi ifade eder? İktisadi kalkınmayla alakası nedir? Büyüme ile kalkınma aynı şeyler midir? Ekonomik büyüme, üretilen mal ve hizmet kapasitesinde meydana gelen artıştır. Yani bir ülkenin ekonomik büyümesi, ülke fert başına gayri safi yurtiçi hâsılasının sürekli olarak artması anlamına gelmektedir. Bir ülkede ekonomik büyümenin ne oranda meydana geldiğini belirleyebilmek için ortalama büyüme hızı ile yıllık büyüme hızı hesaplanmaktadır. Ortalama büyüme hızı, belli bir zaman dilimi içinde reel GSYH’ Sosyal meselelerin açıklanması noktasında net sonuç- de meydana gelen artışı ölçmektedir. lara ulaşmak büyük zorluklar arz etmektedir. Sosyal bilimlerin konusunu insan davranışları oluşturur ve Ekonomik kalkınma tabir caizse derya denecek bülaboratuarı ise toplumun ta kendisidir. Toplumun ken- yüklükte ve önemdedir. Kalkınmanın bir tanımını disi süreçler çerçevesinde sosyal bilimleri şekillendi- yapmaya çalışacaksak eğer: Toplumun okuma yazma rir, yok eder veya yeni alanlar ortaya çıkarır. Örneğin oranı, ortalama yaşam süresi, kişi başına düşen enerdemokrasi kavramını ele alacak olursak; 1215 Magna ji miktarı, ortalama eğitim süresi, toplumdaki intihar Carta’ya kadar gideriz. Fakat dikkat etmemiz gereken sayısı, toplumsal mutluluk, kişi başına düşen milli genokta, 1215 yılına kadar bu kavramdan bahsetme- lir, haciz sayıları gibi araçları kapsayan çok geniş bir mizin mümkün olmamasıdır. Toplumlar o tarihten değişkenler kümesi kullanmak zorunda kalırız. Eğer başlayarak demokrasi kavramını gerek müspet gerek- bir kalkınmadan bahsedilecekse bu sayılan değişkense menfi tecrübelerle geliştirmiş ve günümüze kadar lerde iyileşme gerçekleşmelidir. Bu kadar fazla değişulaştırmıştır. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta ise ken içerisinde yalnızca ekonomik büyüme sonucunda demokrasi kavramının gelişim sürecinde yalnızca ortaya çıkan kişi başına düşen gelir artışı kalkınma şu etkenler öne çıkmıştır diyebileceğimiz kavramlar için yeterli değildir. Büyüme sonucunda ortaya çıkan yoktur. Tam da bu noktada sosyal bilimlerin ne kadar gelirin paylaşımı ayrıca kalkınma için çok önemli bir geniş bir perspektifi kapsadığına dikkat çekilmelidir. noktadır. Eğer ki ortaya çıkan gelir toplumun geneline yayılmayıp yalnızca kaymak tabaka olarak tabir edilen İktisat beşeri yani insani bir sosyal bilimdir. Ekono- toplumun üst kesimi arasında paylaşılıyorsa büyüme milerin işleyişini, üretim, tüketim, bölüşüm süreçle- mefhumu toplumun geniş kesimleri için önemsiz bir rini ele alarak bunları açıklamaya çalışır. Toplumların olgu haline gelecektir. ekonomik durumlarının iyileştirilmesi, mevcut durumun analizi gibi amaçlar doğrultusunda iktisat bili- Ekonomi literatüründe gelirin paylaşımının sistemami bir araç olarak kullanılmaktadır. Sosyal bilimlerin tiği Lorenz Eğrisi yardımıyla elde edilen Gini Katsabir cilvesi diye tabir edebileceğimiz bir nokta iktisat yısı yardımıyla açıklanmaktadır. Bu katsayı 1’e yaklaşbilimi açısından da geçerlidir. Mevcut durum analiz tıkça gelir dağılımı daha adaletsiz 0’a yaklaştıkça daha edilirken veri seçiciliği yapılarak, gerçek fakat eksik adaletli bir hal alır. Daha açık bir dille ifade etmek geverilerle yorumlar yapılarak dinleyiciler kolayca alda- rekirse 100 lira ve 100 kişinin olduğu bir ekonomide 1 Dünya bankasının yayınladığı verilere göre Türkiye gelir dağılımı adaleti sıralamasında 57. sıradadır [2]. Bu kadar bozuk bir gelir dağılımı sistemi içerisinde sizinde takdir edeceğiniz üzere atılım düzeyinde bir kalkınma hamlesinin gerçekleştirilmesi pek mümkün değildir. Kalkınmanın bir diğer değişkeni olan ortalama yaşam süresine göz atalım. Ortalama yaşam süresinin uzunluğu bireylerin aldığı sağlık hizmetinin kalitesiyle çok yakından alakalıdır. Sağlık hizmetleri tedavi edici sağlık hizmetleri ve önleyici sağlık hizmetleri olmak üzere ikiye ayrılır. Tedavi edici hizmetler hastalığa yakalandıktan sonra yapılan işlemleri kapsamaktadır. Bu tür hizmetler genel olarak az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yoğunluk göstermektedir. Diğer sağlık hizmetleri ise önleyici sağlık hizmetleridir. Bu tür hizmetler gelişmiş ülkelerde uygulanmaktadır. Daha bireyler hastalanmadan önlemler alınarak hastalık tabiri caizse daha ortaya çıkmadan tedavi edilir, bu sayede bireyler hem kendileri hastalanmadığı için üretim sürecinden geri kalmayacaklar hem de çevresine bu hastalığı yaymayacaklardır. Türkiye örneğinde görebildiğimiz ise şu an için hala tedavi amaçlı sağlık hizmetlerinin yoğunluğudur. tadır. Dünya bankasının yayınlamış olduğu bir diğer rapora göre Türkiye satın alma gücü paritesine göre dünyada 59. sırada [3]. 18975 dolar ile 59. sırada yer alan ülkemiz bu rakam ile Estonya, Polonya, Uruguay gibi kendimize rakip olarak bile görmediğimiz ülkelerin gerisinde kalmıştır. Kalkınmanın dünya üzerinde kabul edilen en önemli göstergelerinden bir tanesi insani gelişmişlik endeksidir. Birleşmiş Milletler tarafından her yıl yayımlanan, ortalama yaşam süresi, okuryazarlık oranı, eğitim durumu, yaşam standartları ve yaşam kalitesi açısından ülkeleri ölçen İnsani Gelişmişlik Endeksinde Türkiye 187 ülke arasında 69’uncu sırada yer almaktadır [4]. OECD tarafından yapılan; gelir, barınma, iş imkânları, toplumsal yaşam, eğitim, çevre, sağlık, hayattan memnuniyet, güvenlik gibi ölçütlere sahip “İyi Yaşam Endeksi”nde Türkiye maalesef sonuncu sırada yer almaktadır [5]. Çalışmada örneklerle ortaya konulan olumsuzluklar her ne kadar içimizi yaralasa da mevcut durum bundan ibarettir. Türkiye bakıldığında büyüyen bir ülke olarak görülebilir fakat Türkiye maalesef ki büyüdüğü kadar kalkınan bir ülke konumunda değildir. Kalkınmanın gerçekleştirilememesi ise üretilen zenginliğin halkla paylaşılmaması, gelişmişliğin nimetlerinden toplumun geniş kitlelerinin faydalanmadığı anlamına gelir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda toplumun alt gelir grubuna mensup vatandaşların büyüme ile övünmesi biraz absürt kaçmaktadır; çünkü büyümenin nimetlerinden onlar değil “godamanlar” faydalanmaktadır ve bu gidişat ile de faydalanmaya devam edecektir. KAYNAKLAR 1- http://stats.oecd.org/Index.aspx?DataSetCode=IDD Ortalama yaşam süresinin uzunluğunu etkileyen diğer önemli etkenler arasında beslenme kalitesi ve 2- http://wdi.worldbank.org/table/2.9 barınmadır. Bireylerin beslenme kaliteleri ne kadar 3- http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP. yüksek, yaşanan evlerin kalitesi ne kadar yüksek olurP C A P. P P. C D ? o r d e r = w b a p i _ d a t a _ v a l u sa sağlıkları o derece düzgün olacaktır. Sağlıklı bireye_2013+wbapi_data_value+wbapi_data_valerin ise yaşam süreleri uzun olacaktır. Dünya Sağlık lue-last&sort=desc Örgütünün (WHO) 2014 yılında yaptığı bir araştır- 4- http://onedio.com/haber/14-gostergeyle-dunyamaya göre Türkiye’nin ortalama yaşam süresi 74,4 da-turkiye-371808 yıldır. Bu ortalama ile Türkiye Dünyada 96. sırada yer almaktadır. Listenin başında 88,2 yıl yaşayan Mo- 5- h t t p : / / w w w . o e c d b e t t e r l i f e i n d e x . org/#11111111111 nakolular, 84,6 yıl yaşayan Japonlar, 84,2 yıl yaşayan Andoralılar yer almaktadır. Yunanlılar ortalama 79,5 yıl yaşamaktadır. Türkler Yunanlılara göre 5 yıl daha erken ölmektedir. Hepimizin malumu olduğuna göre hiç bir insan genetik olarak bir diğerinden daha üstün değildir. Ortaya çıkan bu süre farkları da bahsedildiği gibi kişilerin yaşam şartları tarafından ortaya çıkmak- 2 EKONOMİ FAİZ SAVAŞLARI Türk Lirası’nın yabancı para birimleri karşısında değer kaybetmesine neden olacaktır. Yani özetle faiz oranındaki kontrolsüz düşüş paramızın değerini kontrolsüzce düşürecektir böylece döviz kurları da kontrolsüzce 25 Ocak 2015 Osman ÖZEN yükselecektir. Peki, Sayın Erdem Başçı neden Dolar gibi yabancı para birimlerinin ciddi yükselişinden ugünlerde ekonomiye ilgisi olmayanların bu kadar çekinmektedir? Bunun önemli iki nedeni bile fark ettiği bir gerilim var faiz oranı üze- vardır. Birincisi, Türkiye döviz ile ciddi miktarda itrinde. Hükümet ve Sayın Cumhurbaşkanı halat yapan bir ülkedir. Eğer döviz kurları kontrolsüzfaiz oranında ciddi miktarda düşüş istiyor- ce yükselirse Türkiye yurt dışından mal alamaz olur. ken Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İkinci neden ise 2009-2013 arasındaki düşük kurlara Başkanı Sayın Erdem Başçı faiz oranında büyük mik- güvenen Türk özel sektörü çok büyük döviz borcu yütarda bir azaltma yapmak istemiyor. kümlülüğüne girmiştir. Kurlardaki kontrolsüzce bir artış çoğu şirketimizi iflasa sürekler ve ülkede büyük Sayın Cumhurbaşkanı ve hükümet bir tarafta, Sayın bir kriz çıkar. Erdem Başçı diğer tarafta. Yani tartışmayı özetleyecek olursak hükümet seçim Öncelikle olaya Sayın Cumhurbaşkanımız ve hükü- öncesi ekonomik bolluk yaşatarak oylarını arttırmak metin isteği üzerinden yaklaşacağım. Bu iki saygın isterken, Sayın Erdem Başçı bu işin riskini düşünerek odağımız niçin faiz oranlarının düşürülmesini isti- Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmasını istemiyor ülkenin. yorlar? B HATALARDAN DERS ÇIKARMAYANLAR 1 Şubat 2015 Osman ÖZEN Ü yeti ile silahlanma yarışına giren Yunanistan’ın zaten sağlıklı gösterdiği bilançolarının yalan olduğunun anlaşılması gerekirdi. Niyeyse AB ve ABD yıllarca bu yalanı görmek istemediler. Siyasetçi olmadığım için bu konuda daha fazla yorum yapmayacağım. Netice olarak Yunanistan çok kötü bir batağa düşmüşnlü fizikçi, bilim adamı Albert Einstein’ın tü. Aslında yıllarca borçla borç ödüyordu ve artık gloçok sevdiğim bir sözü vardır. “Aptallığın bal krizden dolayı yeni kredi de bulamayacaktı. Yunaen büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp nistan yolun sonuna gelmişti. farklı bir sonuç almayı ummaktır.” Bildiğiniz gibi Yunanistan’da seçimlerini radikal sol ittifak Syriza kazandı. Hatta tek başına iktidarı 2 sandalye ile kaçırdı sadece. Ben siyasetten pek anlamam. Ekonomiden anlarım. Ancak Yunanistan halkının bu radikal sol tercihi ekonomik bir nedene dayandığı için bu konuyu bu yazımda detaylıca ele alacağım. 2.SYRİZA’NIN İKTİDARA GELİŞİ Bu kadar ağır bir kriz yaşanırken zengin kitle dışında halkın kalanı açlık sınırıyla yüz yüze gelmişti. Yunanistan’ın zenginleri de elbette servetlerinin çoğunu kaybetmişti ama birikimlerinden dolayı karınları toktu ancak orta ve küçük sınıf gerçekten açlıkta yüz yüzeydi. Böyle bir ortamda da sosyalist söylemler yani işçi sınıfını yücelten söylemler ne yazık ki bir çözüm zannedildi ve Syriza iktidarı kazandı. Faiz oranlarını düşürdüğünüz zaman kredi çekip yatırım yapmak isteyen şirketler daha düşük maliyetle borç çekebilirler ve bu sayede kredi çekme konusunda cesaretli davranırlar ve daha çok yatırım yaparlar. Benzer şekilde halk da daha düşük maliyetle konut kredisi, taşıt kredisi, ihtiyaç kredisi çekebileceği için kredi çekme konusunda daha cesur davranırlar ve çok kredi kullanıp çok tüketim yaparlar. Yani faiz oranı düştüğü zaman hem üretim hem de tüketim artar ekonomi canlanır. 1.YUNANİSTAN NASIL EKONOMİK KRİZE GİRDİ? Yunanistan ürettiğinden fazlasını tüketen bir ülke. Yani yıllarca bütçesini borç ile döndüren bir ülkeydi. Avrupa Birliği ve ABD Yunanistan’a çok ciddi miktarlarda borç veriyordu. Yunanistan ilginç bir ülkeydi. Aldığı borcu kusursuz kullanıyordu. Bilanço rakamları muhteşemdi. Takvim 2008 yılını gösterdiğinde ABD büyük bir krize girdi ve dünyanın açık ara en büyük ekonomisi olduğu için bu kriz global bir krize dönüştü. Artık Avrupa Birliği ve ABD Yunanistan gibi ülkelere borç verecek durumda değildi. Hemen 3 yıl içinde takvimler 2011 yılını gösterdiğinde Yunanistan hükümeti borçları geri ödeyemeyeceğini açıkladı, hatta Yunanistan’ın neredeyse maaş ödeyecek hali bile kalmamıştı. Tarihinin en korkunç ekonomik krizine girmişti. Merkez Bankası görevi gereği fiyat istikrarını sağlamalıdır. Özellikle enflasyondaki ani yükselişleri para politikasıyla engellemelidir. Faiz oranı düşürüldüğü zaman yukarıda bahsettiğim gibi tüketim artar. Tüketimin artışı beraberinde enflasyonun artışını da getirir. Tam burada enflasyonun tanımını yapmam gerekir. Enflasyon: Piyasada dolaşan para miktarının artması sonucu paranın değerinin düşmesidir. Bu tanımdan yola çıkacak olursak enflasyondaki yükseliş Peki, bilançosuna bakılırsa aldığı borcu neredeyse kusursuz yatırımlarda kullanan Yunanistan nasıl batmıştı? Bilanço incelendiği zaman Yunanistan’ın büyük dolandırıcılığı ortaya çıkmıştı. Yıllarca yayınladığı bilançolar tamamen yalandı. Yunanistan borç alabilmeye devam etmek için bütün ekonomik raporlarla oynamıştı. Zaten hiçbir şey üretmeyen, günde ortalama Bu tarz yönetimlerin ikinci hatası kamulaştırmadır. sadece 6 saat çalışan, aşırı maaş dağıtan, 11 milyonluk Bütün önemli işletmeleri devlet bünyesine katmak yanüfusuyla koskoca 75 milyonluk Türkiye Cumhuri- Peki, sana göre bu iş nasıl çözülmeli diye soracak olursanız, hangi tarafın teorisinin daha haklı olduğu tartışmasına girmeyeceğim. Yukarıda iki tarafın da haklı gerekçelerini yazdım. Siz de eminim ki iki taraftan birine daha çok hak vermişsinizdir. İlle de benim cevabımı duymak istiyorsanız bana göre bu tartışmada fikrinin kabul edilmesi gereken taraf Sayın Cumhurbaşkanı ve hükümettir. Bunu ekonomik gerekçelerle yazmıyorum. Ülke yönetimi sorumluluğunu elinde bulunduran hükümet nasıl istiyorsa para politikası da ona göre uygulanmalıdır. Sonuçta ekonomik bolluğun ödülü de veya bu risk sonucu yaşanabilecek sıkıntıOlaya şimdi de Sayın Erdem Başçı’nın tarafından ba- ların cezası da sandıkta oy olarak hükümete yansıyacaktır. Sayın Erdem Başçı’ya değil. Sorumluluğu fazla kalım. olan tarafın söz hakkı da fazla olmalıdır. 3 EKONOMİ 3.AYNI HATALARI TEKRAR YAPMAK Syriza’nın seçim zaferi her ne kadar etki-tepki sonucu da olsa Syriza’nın seçilmesine aslında çok şaşırıyorum. Ekonomik bataktan çıkmak için dünyadaki en kötü ekonomik sisteme sahip yönetim biçimlerinden biri olan sosyalizme yakın olan bir partiyi ekonomik kurtuluş olarak görmek çok büyük bir hatadır bana göre. Peki sosyalizm, komünizm gibi yönetim tarzları ekonomik açıdan neden bir felakettir? Bu yönetim tarzlarında devlet piyasaya müdahale eder ve kapalı bir ekonomik sistem uygulamaya çalışır. Demirin fiyatını, pamuğun fiyatını, buğdayın fiyatını, vb… devlet belirlemeye kalkar. Devletteki memurlar nasıl bilsin bütün piyasayı? Ya fiyatı olması gerekenden pahalı koyar, üreticinin elinde mal kalır ve tüketici mal alamaz ya da fiyatı olması gerekenden ucuz belirler talep çok olur ama ortada satacak mal kalmamıştır. (bkz. Türkiye’de 70’lerde yaşanan yağ ve tüp kuyruğu). 4 EKONOMİ pılacak en büyük hatadır ama bu sistemler bunu savunur. Bir özel işletmenin en büyük amacı kar etmektir. Hele bir de rakipleri varsa halka en kaliteli hizmeti en ucuzdan vermeye çalışır ki müşteri bulabilsinler. Bu tamamen halkın yararınadır çünkü halk cebinden az para çıkararak en kaliteli hizmete ulaşır. Oysa ki devlet kamulaştırması yani devlet tekeli tam bir felakettir. Devlet şirketi kar etmeyi önemsemez, verimli olmayı önemsemez. O işletmedeki yönetiminden çaycısına kadar herkes sadece koltuğunu kaptırmamayı düşünür ve işletmeyi geliştirmeyi düşünmez çünkü iyi de çalışsalar kötü de çalışsalar aynı memur maaşını alacaklardır kıdemleri oranında. Yani bir devlet işletmesi tekel olunca halk daha çok paraya daha kalitesiz hizmet, ürün satın almak zorunda kalır. Aynı zamanda devletle rekabet etmek kanuni düzenlemeler devletin elinde olduğu için çok zordur bu yüzden özel sektör yatırım yapmayı bırakır. Böylece kısa bir süre içerisinde işsizlik de korkunç boyutlara gelir. caktır dünyada ve Almanya daha az para kazanacaktır. Bu yüzden Almanya Euro’yu düşüren bu gerilimi desteklemektedir. Bu nedenden ötürü Syriza’nın şımarık talepleri kabul edilecektir Almanya tarafından. Kısa sürede Almanya’nın destekleri işe yarayacak olsa da uzun vadede sonuç SSCB, Kuzey Kore gibi hüsran olacaktır. 5. BU DA BİZE DERS OLSUN Yunanistan’ı batıran olay 2008 krizi sonrası kredi bulamamasıydı. O krediyi bulamama sebebi ABD’de kredi aldığı kurumun bir başka yatırım bankasını kurtarmaya çalışırken batmaya yaklaşmasıydı(Bank Of America). Biz Türkiye Cumhuriyeti ise o krizden Bank of America kadar etkilenmeyen bir kurumdan (Citi Bank) kredi çektiğimiz için batmadık. Yani kriz bizim yapısal reformlarımız sayesinde teğet falan geçmedi. ABD’deki kredi kaynağımız batmadı. Oysa ki Yunanistan’ın Sizleri iktisatla ilgili daha çok sıkmak istemiyorum. kredi kaynağı diğer kurumları kurtarmaya çalışırken Aslında bu konu üniversitelerde bir aylık ders zama- batmaya yaklaştı ve Yunanistan’a bir daha kredi vernı alır ama ben size kısaltmaya çalıştım. Olayı fazla medi. Eğer biz de o kriz esnasında batan ya da batmaya uzatmamak adına size güzel bir kapalı ekonomi ve yaklaşan bir kurumla çalışıyor olsaydık 2008’den songlobal dünyaya açık, liberal ekonomi karşılaştırması ra para bulamayacağımız için şu anda aynı bataklıkta yapacağım. Bu ülkeleri karşılaştırmanın adil olacağını biz de boğuluyor olacaktık. düşünüyorum çünkü abi kardeş kadar yakın genlere sahipler, Kuzey Kore ve Güney Kore. Kuzey Kore otarşi(kapalı ekonomi) uygulayan bir ülkedir. İnsanların yıllık geliri 700 TL iken Güney Kore’de(liberal, serbest piyasa) 82,000 TL’dir. Syriza belki de tam anlamıyla bir kapalı ekonomi uygulamayacak olsa da ne yazık ki planları arasında piyasaya devletin yapacağı birçok müdahale ve kamulaştırma var. Albert Einstein’ın sözünü iktisadi açıdan çökmüş (SSCB, Kuzey Kore, Küba) kapalı, devlet tarafından müdahale edilen sistemlerden medet uman Yunanistan için tekrar hatırlatmak isterim bu noktada: “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” 4.SYRİZA BAŞARILI OLACAK MI? Şu ana kadar yazdıklarım Syriza’nın başarılı olamayacağı hakkında ancak kısa vadede bir bolluk yaşatacaktır çünkü Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz gibi 2008 krizinin etkilerini hala yaşayan ülkeler Avrupa Birliği’nden çıktıkları zaman Avrupa Birliği’nin Ekonomik Sorunları bitecektir ve Euro değer kazanacaktır. Almanya gibi bir ihracatçı Euro’nun değer kazanmasını istemez çünkü Euro yüksek olursa satmaya çalıştığı malı da pahalı olur ve az kişi alır. Şöyle düşünün, bir BMW alacaksınız ve arabanın fiyatı 30.000 Euro. Arabanın Türkiye fiyatı 83.000 TL. Euro değer kazandığında aynı araba Almanya tarafından üretildiği için gene 30.000 Euro. Ancak bu sefer AB tüm dertlerden (Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz) kurtulmuş. Euro/TL=3,5 olmuş kabul edelim. Bu sefer 30.000 Euro’luk bir araba 105.000 TL olacaktır. Yani fiyatları yükseleceği için daha az Alman malı satıla- 5 EKONOMİ PETROL ÜZERİNDEKİ FİYAT OYUNU 8 Şubat 2015 Osman ÖZEN İ FE’nin değerli okuyucuları, öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu hafta üzerinde durmak istediğim konu petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş. ril başına 50 Dolar seviyelerinde. Suudi Arabistan da ABD’li kaya petrolü üreticilerini iflasa zorlamak için fiyatları çekebildiği kadar aşağıya çekmeye çalışıyor. Bu sayede ABD’deki üretimi düşürüp tekrardan pazardaki söz hakkını arttırmak istiyor. 3. ABD gibi bir süper güç kendi şirketlerini sıkıntıya sokan bu hamleye neden cevap vermiyor? ABD’nin bu tepkisizliğini iki farklı konu üzerinden ele alabiliriz. Petrolün varil fiyatı bir yıldan kısa sürede 114 Do- Petroldeki fiyat düşüşüne ABD’nin tepkisizliğinin ilk lar’dan 45 Dolar’a kadar geriledi. Ben yazıyı kaleme nedeni Rusya’dır. Rusya’nın petrol ve doğalgaz gelirleri ülke gelirlerinin yaklaşık %50’sidir. Bildiğiniz üzere aldığım esnada ise 55 Dolar civarında seyrediyor. Mart 2014’te Rusya AB ve ABD’nin tüm uyarılarına rağmen Kırım’ı ilhak etti. ABD’ye göre hareketinin 1.Petrol fiyatları neden bu hızlı düşüşü yaşadı? cevapsız kalması durumunda Rusya ileride yeni sıDünyanın en büyük sanayi güçlerinden biri olan, do- kıntılar çıkaracak potansiyelde bir ülke. Petrol fiyatğal olarak da dünyanın en büyük petrol tüketicilerin- larındaki bu denli büyük bir düşüş Rusya’yı kısa bir den biri olan Çin ekonomisi çok büyük bir durgunlu- sürede çok büyük bir ekonomik krize sürükleyeceği ğa girdi ve petrol talebi ciddi miktarda azaldı. Benzer için ABD de kendi petrol şirketleri zarar görmesine şekilde Avrupa’nın da yaşadığı durgunluk hatta bazı rağmen Rusya’ya Kırım konusunda ceza vermek için ülkelerindeki kriz de petrol talebini oldukça düşürdü. şimdilik fiyatları tekrar yukarıya çekecek bir hamle Eski yıllarda OPEC (Petrol İhraç eden Ülkeler Örgü- yapmayı düşünmüyor. Rus ekonomisi çok büyük sıtü) talebin azalmasından kaynaklanan fiyat düşüşleri- kıntıya düşmüş durumda. Rus Rublesi ABD Doları ni engellemek için üretimi kısardı. Bu şekilde arz-ta- karşısında 1 yıldan kısa sürede neredeyse %100 değer lep dengesi bozulmaz ve petrol fiyatlarının düşmesi kaybetti ve daha bu başlangıç. Rusya’yı çok sıkıntılı engellenirdi. Ancak bu sefer Suudi Arabistan üretimi günler bekliyor. kısma olayını bozdu. Üretimi kısmayacağını aynı şekilde devam edeceğini açıkladı. Suudi Arabistan’ın bu tavrı arzın talepten fazla olmasına neden oldu ve pet- ABD’nin petrol fiyatının düşüşüne ciddi bir müdahale yapmamasının ikinci nedeni ise Suudi Arabistan’ın bu roldeki fiyat düşüşünü çok hızlandırdı. hamlesini uzun vadede büyük bir tehlike olarak görmemesidir. ABD’nin gözünde Suudi Arabistan, Irak, 2. Suudi Arabistan üretici olmasına rağmen fiyatın Libya, Kuveyt gibi en önemli petrol üreticileri devlet bile değil. ABD bu ülkeleri petrolün çıkarılma süredüşmesine neden destek veriyor? Suudi Arabistan eskiden dünya petrol üretimi paza- cinin güvenlik şirketleri olarak görüyor. Ne yazık ki rında şimdikine göre çok daha büyük bir pazara sa- bu duruma üzülsem de ABD haksız değil. Bir devlehipti. Teknolojideki ilerlemeler sonrası ABD’deki üre- tin çok değerli yer altı kaynakları varsa bu kaynakları ticiler kaya petrolü üretimine başladılar ve bu sayede kullanarak ya da satarak büyük bir güce sahip olması ABD Suudi Arabistan ile eşit miktarda üretim imkanı gerekir günümüz dünyasında. Bu bahsettiğim Suudi yakaladı. Kaya petrolü teknolojisi geliştikçe dünyanın Arabistan, Irak, Libya, Kuveyt gibi ülkelerin petrolü en büyük üreticisi konumuna ABD’nin açık farkla kullanacakları sanayileri yok. O zaman bu petrolü sayerleşeceği anlaşılınca Suudi Arabistan pazarını kap- tarak elde ettikleri parayla dünyanın önemli güçleri tırmamak için fiyatların düşüşünü destekledi. ABD haline gelmeleri gerekirdi çünkü bu paralar çok bükaya petrolü üretim maliyeti oldukça yüksektir, va- yük miktarlar. Geçtiğimiz yıl Suudi Arabistan’ın petrol geliri 300 milyar Dolar seviyelerine yakındır. 300 6 EKONOMİ milyar dolar gökdelenler dikerek, altın kaplı musluklar, tuvaletler yaparak, kral ve ailesine lüks hayat yaşatarak bitmez. İsterseniz doğmamış çocuğa bile maaş bağlayın bu para gene bitmez. Peki sevgili okurlar bu ülkeler büyük petrol gelirlerine rağmen neden dünyanın önemli güçleri haline gelemiyorlar? Bunun nedeni çok basit. Oradaki 300 milyar dolar rakamı petrolden kazanılıp batı ülkelerinin bankalarında tutulan miktar. Suudi Arabistan, Irak, Libya, Kuveyt gibi ülkeler yıllık petrol gelirlerinin en iyi ihtimalle %25’ini ülkelerine getiriyorlar. Böyle bir düzende ABD niye endişelensin ki? Ortadoğu’dan çıkan petrolü satın alıp sanayisinde kullanan da kendisi, Ortadoğu ülkelerinin petrol parasını ülkesinin bankalarında tutup bu paralarla yatırımlar yapan da kendisi. “Ne olursa olsun, sonuçta o paralar batı bankalarında da olsa paranın sahibi Ortadoğu ülkeleridir. Parayı istedikleri zaman çekip ülkelerine götürebilirler.” diyebilirsiniz. Petrol gelirlerinin kendi ülkelerinden ziyade batının finans sistemi tarafından kullanıldığını ve bu haksız düzenin değiştirilmesi gerektiğini iddia eden iki lider ortaya çıktı sadece. Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi. EKONOMİ YABANCI SERMAYE Yabancı işletmelerin sayısı arttıkça istihdam artar. Bildiğiniz gibi ülkemizin hızlı bir şekilde artan bir nüfu22 Şubat 2015 Osman ÖZEN su vardır. Ne yazık ki ekonomimiz her zaman nüfus artışımızı karşılayacak kadar büyüyemiyor ve ülkeFE’nin değerli okuyucuları, öncelikle hepinizi en mizde ciddi bir işsizlik söz konusu. Yabancı işletmeleiçten saygılarımla selamlıyorum. Bu hafta üze- rin sayısı arttıkça işsizlik sorunu azalmaktadır. rinde durmak istediğim konu yabancı sermaye. Bir diğer yararı ise ekonomiye nakit katkısıdır. YaSağlığı üfürükçü hocadan, duasının kabulünü bancı yatırımcı piyasasına girdiği ülkenin kültürü, türbeden, tarih bilgisini saçma sapan dizilerden elde bürokratik yapısı, iş ahlakı, tedarikçi ve müşteri yaetmeye çalışan milletimiz doğal olarak ekonomiyi de pısı hakkında yeterli bilgi birikimine sahip olmadığı kahvehane muhabbetlerinden öğrenip bazı ekonomik için sağlıklı bir iş yapısı için genellikle yanına yerli orkavramları çok yanlış bir şekilde yorumluyor. Bu yüz- tak alır. Örnek olarak Ford Otosan’ı ele alalım. Ford dendir ki milletimiz yabancı sermaye kavramına da Otosan’ın %41’i ABD menşeili Ford Motor Company ülkemize zarar veren bir canavar muamelesi yapıyor. şirketine, %41’i Koç Holding’e aittir, %18’i de Borsa İstanbul’a kotedir. Ford Otosan fabrikalarında Ford Motor Company şirketinin bütün dünyaya sattığı bazı hafif, orta ve ağır ticari araçların üretimi yapılır. Sene 1.Yabancı Sermaye Nedir? Yabancı sermaye bir ülkedeki sermaye stokuna başka sonu dağıtılan karın %41’i doğal olarak Ford Motor bir ülke kişi veya kurumları tarafından yapılan ser- Company’ye yani ABD’ye gider ama aynı zamanda maye katkısıdır. Doğrudan yabancı sermaye ve do- karın %41’i de Koç Holding’e ödenir ve Koç Holding laylı yabancı sermaye olarak ikiye ayrılır. Doğrudan bu parayla ülkemizde yeni yatırımlar yapar. Ayrıca yabancı sermaye, bir ülkeden başka bir ülkeye veri- Ford Otosan’a ürün ve hizmet satan tedarikçiler de bu len sermayenin, o ülkede yatırıma dönüşmesidir. Bir işten gelir elde ederler. Bir doğrudan yabancı sermaABD şirketinin Türkiye’de fabrika açması bu duruma ye örneği olan bu şirket ülkemiz yerine Yunanistan’ı bir örnektir. Dolaylı yabancı sermaye ise portföy ya- tercih etseydi ne holdingimiz bu işin karına ortak olatırımlarıdır. Bu duruma ise yabancı kişi veya kurum- bilecekti, ne çalışanlarımız buradan maaş alabilecekti ların paralarını Türkiye’ye getirip getiri elde etmek ne de bu işletmeye mal ve ürün sağlayan diğer işletadına faize yatırmaları, hisse senedi almaları, tahvil ve melerimiz bu işten para kazanabilecekti. Gördüğünüz gibi doğrudan yabancı sermeye faaliyette bulunduğu bono almaları örnek verilebilir. ülkenin ekonomisine bir çok yoldan katkıda bulunur. İ 2.Yabancı Sermayenin Yararları Nelerdir? Doğrudan yabancı sermayenin yararlarından bir diBu konuyu doğrudan yabancı sermaye ve dolaylı ya- ğeri de bilgi birikiminin transferidir. Sanayi geçmibancı sermaye olarak iki şekilde ele alalım. şi 300 yıla dayanan, teknolojik bilgi birikimi yüksek olan batı ülkelerinin ülkemizde faaliyetlerde bulunup, halkımızı istihdam etmesi bu işletmelerde çalışan halA)Doğrudan yabancı sermayenin yararları kımıza bilgi birikimi kazandırarak zamanı geldiğinde Doğrudan yabancı sermaye yazımın girişinde de be- ülkemizde yüksek teknolojiye sahip milli üretimler lirttiğim gibi yabancı kişi veya kurumların bir başka yapmamızı sağlar. Bu duruma da en güzel örnek benülkede sermayeleri ile doğrudan yatırım yapmasıdır. ce milli gurur kaynağımız Altay Tankı’dır. Koç HolYani ülkemizdeki doğrudan yabancı sermaye, yaban- ding’e ait olan Otokar firması tarafından üretilen Altay cı kişi ve kurumlara ait işletmelerdir. Yabancı kişi ve Tankı henüz seri üretime geçmemiş olmasına rağmen kurumlara ait işletmelerin sayılarının yüksek olması dünyanın en başarılı 5 tankı arasında gösteriliyor bir ve bu sayının artmaya devam etmesi ülkemiz için ol- çok uluslararası kurum tarafından. 100 yıl önce toplu dukça yararlıdır. 7 8 EKONOMİ iğne bile üretemeyen ülkemizde bugün böyle başarılı bir tankın yıllarca Fiat, New Holland ve Ford ile ortaklık yapmış olan Koç Holding bünyesinden çıkmış olması tesadüf olmasa gerek. Doğrudan yabancı sermayenin şu ana kadarki yararları kadar somut olmayan ancak bana göre en önemli yararı dış ülke tehditlerini azaltmasıdır. Batı devletleri ile çıkarları ters düşen Irak ve Libya’ya yapılan çok sert askeri operasyonlar eminim ki hala hafızalarınızdadır. Benzer şekilde batı devletleri ile ters düşen Rusya ve İran’a askeri operasyon yapmak imkansız olduğu için çok ağır ekonomik ambargolar uygulanmış ve ekonomileri çok ağır şekilde yıpratılmıştır. Hatta İran ekonomik açıdan yıkılmamak için bildiğiniz gibi ülkemiz üzerinden altın ticareti yaparak ambargoyu delmeye çalışmıştır. Irak, Libya, Rusya ve İran’ın ortak noktası önemli batı şirketlerinin yatırımlarına sahip olmamaları veya bu şirketleri ülkelerinden kaçırmalarıdır(Rusya). Böyle bir ortamda batı devletlerinin siyasetçileri bu ülkelere yaptırım kararı aldıkları zaman ülkelerinde kişi veya kurumlardan tepki görmezler çünkü batılı kişi ve kurumların bu ülkelerde kaybedecekleri yatırımları yoktur. Bir de olaya ülkemiz açısından bakalım. Olası bir durumda Türkiye batı devletleri ile çıkar çatışması yaşadığı zaman batılı siyasetçiler Rusya, İran, Irak, Libya’ya olan sert tutumlarını ülkemize karşı sergilemeye kalktıkları anda ülkemizde yatırımları olan batılı otomotiv, banka, enerji, ilaç şirketleri büyük zarar görecekleri için güçlü lobileri sayesinde böyle bir olaya izin vermeyeceklerdir. Ciddi terör olayları ile sıkıntı yaşayan bölgemiz Güneydoğu’ya eğer yabancı büyük yatırımcıları zamanında çekebilseydik emin olun o bölgemizde yatırım yapmış büyük şirketler tek bir silahın ateşlenmesine bile izin vermezlerdi. Güneydoğu’ya dünyanın en büyük Toyota fabrikası kurulmasını planlayan Özdemir Sabancı’nın Toyotasa Genel Müdürü Haluk Görgün ile birlikte öldürülmesi basit bir tesadüf değildir. lar yani halka arz yaparlar. Halka arz sayesinde büyük bir getiri elde ederler ve bu parayla yeni yatırımlar yaparak büyürler. Ne yazık ki halkımız hisse senedi piyasasına ilgili değildir ve hisse senedi piyasamızın %65’i yabancılara aittir. Halkımızın ilgi duymadığı hisse senedi piyasasında eğer yabancı yatırımcılar da olmasaydı şirketlerimizin halka arzları gerekli ilgiyi toplayamayacak ve şirketlerimiz büyümek için sermaye bulamayacaklardı. Halka arz şirketlerimizin için çok önemlidir. Örnek olarak Pegasus Hava Taşımacılık A.Ş’yi ele alalım. Ülkemizin başarılı şirketlerinden olan Pegasus’un 58 uçaklık bir filosu vardır. Büyüyerek bir dünya markası olmak isteyen Pegasus, Nisan 2013’te çok başarılı bir halka arz gerçekleştirdi ve buradan elde ettiği gelirle 100 adet yani neredeyse şu anki filosunun iki katı kadar uçak siparişi verdi. Bu teslimatlar tamamlandığında eminim ki Pegasus tüm dünyanın konuştuğu bir hava taşımacılık şirketi olacaktır. Eğer ki borsamıza yatırım yapan yabancı yatırımcılar olmasaydı Pegasus satışa çıkardığı senetlerin çoğunu satamaz ve büyümek için gerekli sermayeyi bulamazdı. EKONOMİ devleti protesto eden madenci yakınlarına Cumhurbaşkanımız “İsrail d.lü” gibi skandal bir küfürle saldırmamalı. İsrailli bir yatırımcı olduğunuzu düşünün. Paranızı böyle tutum sergileyen bir cumhurbaşkanının ülkesine getirir misiniz? Dünyanın en huzurlu ve refah içerisinde yaşayan ülkeleri yabancı sermayeye güven veren ortamı sağlayan ülkelerdir. Ekonomimizin daha da güçlenmesi ve ülkemizin büyük güç odaklarının karşısında bir nevi sigortalanması adına yabancı sermayeye karşı daha pozitif bir ortam oluşturmasını diliyorum. Umarım yanlış tutumlarımızı en kısa sürede düzeltiriz. Yabancı sermaye sahipleri faiz getirisi elde etmek için de ülkemize paralarını getirirler ve bankalarımızda amiyane tabirle paralarını faize yatırırlar. Bu sayede ülkemizdeki bankaların elinde ciddi miktar para olur ve bankalarımız bu parayla ülkemizdeki şirketlere veya insanlara kredi verirler. Bu sayede şirketlerimiz faaliyetlerine devam etmek için, halkımız da ihtiyaçlarını finanse edebilmek için gerekli nakite sahip olmuş olurlar. Şunu vurgulamak isterim ki 3. Havalimanı, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Marmaray, Avrasya Tüp Geçişi gibi büyük projeleri bankalarımız, yabancı sermayenin parası olmadan finanse etme gücüne sahip değildir. Ülke olarak böyle büyük projelerle büyümek istiyorsak yabancı sermayeye ihtiyacımız vardır. Burada vurgulamak istediğim önemli bir nokta var. Bankalarımız yabancı sermaye sayesinde topladığı mevduatlar ile müteahhitlerimize çok büyük krediler verdi ve çok büyük bir konut sektörü oluştu. Bana göre B)Dolaylı yabancı sermayenin yararları yabancının yıllık %8 faizini de alarak geri götüreceği Dolaylı sermaye daha önce bahsettiğim gibi portföy bu parayı konut sektörüne kredi için kullanacağımıza yatırımlarıdır. Yabancı sermaye sahipleri ülkemizdeki ihracat yapabileceğimiz yani ülkeye döviz kazandıraşirketlerin ya da devletimizin tahvillerini alarak, para- bileceğimiz, %8’den daha yüksek kar marjı ile çalışan larını bankalarımızda faize yatırarak veya hisse senedi sanayi sektörlerine yönlendirseydik çok daha sağlıklı piyasasına yatırarak getiri elde etmeye çalışırlar. bir ekonomiye sahip olurduk. Tahviller devletlerin ve şirketlerin borçlanma kağıtlarıdır. Devlet ve şirketler büyük finansman ihtiyaçlarında her zaman banka kredisi bulamadıkları için ayrıca banka kredilerinin maliyetleri yüksek olduğu için tahvil satarlar. Yabancı yatırımcı tahvil alarak tahvilin üzerinde yazan miktar kadar faiz getirisi elde eder. Şirketlerimiz ve devletimiz ise yapacakları yatırımlar için bu sayede maliyeti düşük finansman sağlamış olur. Şirketler büyümek için ciddi adımlar atmak istiyorlarsa ciddi miktarda sermayeye ihtiyaç duyarlar. Böyle durumlarda hisselerinin bir miktarını satışa çıkarır- 9 3.Ülkemize Yabancı Sermaye Çekmek İçin Neler Yapmalıyız? Hukuk kurallarını düzgün uygulayarak haksız rekabetlere izin vermemeliyiz. umhurbaşkanımız ile TCMB başkanı arasında kavga olmamalı ki yatırımcılar ülkemizin para politikasının her an çok değişik bir yöne gidebileceğini düşünmesin yani istikrarsız bir imaj sergilemeyelim. Siyasi güç çatışmalarından dolayı devletimiz bir bankayı batırmaya çalışmamalı veya batıramadığında el koymamalı ki yabancı yatırımcının kafasında “bir gün kanunsuz bir şekilde benim işletmeme de el koyabilirler” algısı oluşturmayalım. İsrail ile hiçbir alakası olmayan bir maden kazasında 10 EKONOMİ EKONOMİ çek ile aynı oyu aldı. Mansur Yavaş’ın elindeki kısıtlı imkanlara ve dezavantajlara rağmen bu çok büyük bir başarıydı. 2)Türkiye’de Yaşanan Ekonomik Krizler ve Seçimler Türk halkının genel seçim tercihlerinde ekonomik gidişatın etkisini göstermek adına ülkede yaşanan ekonomik krizler sonrası yapılan seçimlerde yaşanan oy değişimlerini incelemek adına kısa bir araştırma yaptım. FİNANSÇI GÖZÜNDEN SEÇİMLER 9 Mart 2015 Osman ÖZEN İ stanbul Fikir Enstitüsü’nün değerli okuyucuları hepinizi en içten saygılarımla selamlıyorum. Malumunuz seçimler yaklaşmakta bu yüzden seçimler ile ekonomi arasındaki ilişki hakkında yazıyorum bu hafta. Yazımı okurken emin olunuz ki hiçbir siyasi partinin ya da siyasi kişiliğin taraftarlığı ile yazmıyorum. Bu yazıyı tarafsız bir şekilde, finansçı gözüyle yazdım. Ak Parti’ye de, CHP’ye de, HDP’ye de, MHP’ye de hak verdiğim konular olmuştur. (Partiler alfabetik sıraya göre yazılmıştır.) Türkiye’de seçimler öncesi bütün partiler tarafından sağ-sol, mezhepler, laiklik, din, ahlak, terör, ırk gibi konular uzun uzun anlatılır geriye olur da vakit kalırsa kısa bir süre de ekonomi ve kalkınma konuşulur. Peki, ekonomi ve kalkınma halkımızın gözünde önemsiz bir olgu mudur ya da seçimlerde oy getirmeyecek kadar gereksiz bir kampanya mıdır ki parti söylemlerinde az yer bulur? 1)Ankara’da Kalkınmacı Bir Belediye Başkan Adayı Mansur Yavaş Mansur Yavaş ismini sanırım aramızda duymayan kalmamıştır. Ben Ankara’da ikamet eden bir vatandaş olarak geride bıraktığımız son yerel seçimlerde Ankara Büyükşehir Belediye başkan adayı olduğu için kendisini ve seçim kampanyasını yakından takip etme fırsatı buldum. Mansur Yavaş bildiğiniz gibi MHP bünyesinde Beypazarı Belediye Başkanlığı yapmış ve gene MHP bünyesinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olmuştu. Sonradan MHP içerisinde yaşadığı tartışmalardan dolayı partisinden ayrılmak zorunda kaldı ve geride bıraktığımız son yerel seçimlerde CHP Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı oldu. 20 yıldır Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan ve iktidar partisinin gücünü arkasında bulunduran Melih Gökçek ile neredeyse aynı oyu alma başarısını gösterdi. Üstelik bu başarıyı sergilerken MHP’den ayrıldığı için 11 kendisine tepkili bakan MHP seçmeni ve Ülkücü geçmişe sahip olduğu için kendisine tepkili bakan CHP seçmeni gibi dezavantajları da vardı. Hatta Ankara’da oy sayımında ilginç olaylar yaşandığında çoğu CHP milletvekili yardım eli uzatmadı kendisine. Peki, elindeki bunca dezavantajlara rağmen Mansur Yavaş’ın bu başarısının sırrı neydi? Mansur Yavaş’ın seçim kampanyalarını izlemeden önce “MHP’den ayrıldım çünkü… CHP muhteşem bir parti çünkü… Gezi Eylemleri’nde şöyle oldu böyle oldu çünkü… Melih Gökçek Ankara’yı mahvetti çünkü…” tarzında, çoğu siyasetçiden dinlediğimiz boş konuşmalar bekliyordum. Mansur Yavaş seçim kampanyasına başladığı anda böyle gereksiz konulara girmektense direkt projelerini anlatmaya başladı. Babamın işleri dolayısıyla 2002 yılından beri sürekli Ankara’ya gelen ve 2008 yılından beri Ankara’da ikamet eden biri olarak baktığımda Mansur Yavaş’ın projeleri gerçekten Ankara’nın sorunlarını çözecek projelerdi. Hatta bir belediye başkanın sorumluluğunda olmamasına rağmen maddi imkansızlıklar yaşayan bir öğrenci grubuna gelir imkanı diğer öğrenci grubuna ise ücretsiz özel ders alma imkanı yaratan projesini anlatayım: Ankara’ya okumaya gelmiş maddi durumu kötü olan üniversite öğrencilerini gene maddi durumu kötü olan orta okul ve lise öğrencileriyle belediye bünyesinde özel ders için buluşturarak, şehir dışından gelmiş üniversite öğrencilerine bir gelir kapısı yaratacak ve parasızlıktan özel derse gidemeyen orta okul ve lise öğrencilerine ücretsiz özel ders sağlayacak bir proje. Gördüğünüz gibi öyle karmaşık, anlatması da anlaşılması da zor projeler değildi Yavaş’ın projeleri. Halkın ekonomik sıkıntılar yaşamasından dolayı içinden çıkamadığı problemleri görmüş bunları en ideal şekilde çözecek fikirlerini basit ve anlaşılır şekilde anlattı daima. Belediye başkanının sorumluluğunda olan çoğu projesi de Ankara’nın refahını arttıracak, sorunlarını çözecek, doğru tespit edilmiş projelerdi. Ancak tüm okuyucular Ankara’yı bilmediği için bunları anlatarak sizi sıkmak istemiyorum. Hiçbir mezhep, millet, din, parti, ırk kavgasına girmeden, Ankara halkının refahını arttıracak gerçekçi projelerini anlaşabilir şekilde anlattı ve iktidar partisinin desteğini arkasında bulunduran ayrıca 20 yıldır başkan olan Melih Gök- 1991 ilkbaharında ülkemiz ekonomisinde yaşanan Körfez Krizi öncesi iktidar partisi ANAP iken 20 Ekim 1991’de yapılan seçimlerden birinci çıkan parti DYP oldu. 20 Ekim 1991’de kazandığı seçimler ile birinci parti konumunda olan DYP, hükümetin başındayken yaşanan ağır 1994 ekonomik krizi sonrası yapılan Aralık 1995 seçimlerinde birinci sırayı RP’ye kaptırdı. Nisan 1999 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan DSP hükümetin başındayken terörün bitirilmesi, bebek katili Abdullah Öcalan’ın yakalanması gibi başarılara imza atmasına rağmen yaşanan Şubat 2001 Krizi (Kara Çarşamba) sonrası yapılacak seçimlerde barajı bile aşamayacaktı. Ülkemizin çok partili siyasi hayatında en uzun süre tek başına iktidarda olan, girdikleri ilk yerel ve genel seçimler hariç her yerel ve genel seçimde %45 ve üzerinde üzerinde oy alan, istediği refarandumlarda 2007 yılında %68, 2010 yılında %58 ile halk desteği alan ve aday gösterdiği cumhurbaşkanını %51 ile seçtiren Ak Parti’nin 2009 yılında yaşadığı çok ilginç bir seçim vardı. 2008 yılında ABD’de başlayan büyük ekonomik kriz bütün dünyayı etkilemeye başladı. Türkiye krize girmedi ancak ekonomimiz küçüldü ve yapılan her seçimde halkın yaklaşık olarak %50’sinin desteklediği Ak Parti yaşanan ekonomik sıkıntılardan dolayı 2009 yerel seçimlerinde %38’e düşmüştü. Kendi doğruları ile ülkeye büyük menfaatler kazandıracağını düşünen ve bu yüzden iktidara gelmek isteyen parti liderlerinin gereksiz kavgalardan ve eleştirilerden vazgeçip, ekonominin ve projeci olmanın önemini anlamaları dile 12 hukuk HUKUK “ÖZÜR” KANUNU 26 Mayıs 2013 Rasim Can ÇAKIR 3 Mayıs 2013 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6462 sayılı Kanun’la muhtelif kanun ve kanun hükmünde kararnamedeki “engelli bireylere yönelik ibarelerde” düzenlemeye gidildi. Askerlik Kanunu’ndaki “çürük”, Köy Kanunu’ndaki “sakat”, Devlet Memurları Kanunu’ndaki “özürlü” ve türevleri, kanun diliyle bağdaşmayan, çağ dışı pek çok ifade yerini “engelli” ve “engel” kavramlarına bıraktı. Çok klişe bir söylemle devam etmek gerekirse: Kanun yapmak bir sanattır. Kanun lafzının açık, herkesçe -belli bir düzeyde- anlaşılabilir olması, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan haklarını öğrenme özgürlüğü ve ödeviyle doğrudan alakalıdır. Ancak bu noktada kanun lafzının açıklığı ve anlaşılabilirliğiyle “ciddiyeti” arasındaki denge, çokça göz ardı edilmektedir. Hukuk metinlerimizde ciddiyetin ağdalı, karmaşık yahut başı sonu arasında fersah fersah mesafe olan uzun cümlelerle; anlaşılabilirliğin ise “avamlığa kaçan” bir üslupla sağlanacağı zannı halen devam etmektedir. Kanun siyasi iradenin bir ürünüdür; siyasi iradenin toplumu şekillendirme yöntemlerinden biridir. Ancak Türkiye’deki kanunlaşma süreçlerinin teknik boyutunun dahi siyasi olması, onu bilimsellikten uzaklaştırmaktadır. Hatta gelmiş geçmiş hemen her siyasi iktidarın aynı yönde davranışları sonucunda Türkiye “çarpık kanunlaşmaya” maruz kalmıştır. Aslında sistematik olmaktan uzak, bilim insanlarına ve toplumun ihtiyaçlarına kulak verilmeksizin “idari otorite” için yapılan her kanun, hatta mevzuata ilişkin her düzenleme, kanunu uygulayanlar ile “kanuna maruz kalanların” arasını açmaktan başka işe yaramamıştır. açıklayamazken, ifade dağarcıklarımızın en sıradan bir terimi olmuştur bu “özürlü olmak”. İnsanların fiziksel engellere sahip olmalarını bir özür, bir “kusur” olarak gören garip zihniyetin ne zaman gelip bu denli büyük çapta bir toplumsal normallik kazandığını anlamak gerçekten çok zor. Kanunlara nasıl girdiği belli olmayan bu garabet, kanunlar vasıtasıyla derneklerin, sivil toplum kuruluşlarının adlarına bile sıçramış durumdaydı. Engelli insanlarımızın toplumla arasındaki “engelleri” kaldırmayı amaç edindiğini söyleyen bu kuruluşlar, daha ilk adımda yanlışa düşüyorlardı. Temennimiz, mevzubahis mevzuat değişikliğinin toplumsal dönüştürücü etkilerini de görmek olacaktır yakın zamanda. Son söz olarak; kanunu bilmemek nasıl bir mazeret değilse -tersten okuyacak olursak kanunu bilmek nasıl herkes için bir ödevse- kanunun da içeriğiyle olduğu kadar şekliyle de, üslubuyla da herkesi kapsaması, kanun koyucunun ödevidir. Yani kanun, ifade biçimiyle kimseyi dışlamamalı, ötekileştirmemelidir; hatta biraz daha ileri gidelim: Kırmamalıdır, incitmemelidir! Kanunlaşma süreçlerinde yapılan hatalar enine boyuna incelenmesi gereken bir konudur. Ancak sadece üslup kısmına dönecek olursak, bu bile ülkemiz adına fazlasıyla göze batan bir durum yaratmaktadır. En güncel örnek ise mevzubahis Kanun’la -nihayet!ortadan kaldırılmaya çalışılan “özürlülük” ifadesidir. Kimin, neden, kime karşı, ne özrü olduğunu kimse 14 HUKUK AVUKATLIK, SAYGINLIK VE MOLİERE kişilik haklarını ciddi biçimde zedeleyici bir takım cümlelerden ibaret olacaktır. Hukuk fakültesi okuyan veya buradan yeni mezun olmuş bir kişiden meslek hakkında fikir alacak olursanız büyük ihtimalle size “öncelikli olarak memuriyet düşünüyorum; olmazsa avukatlığa 7 Haziran 2013 Mehmet Emin ELİBOL yöneleceğim” şeklinde kısa bir söylemde bulunacaktır. Avukatlık mesleğinin geçen zamanla ters orantılı oladvocatos… Bu kelime sizde bir çağrışım rak eski saygınlığını aramasının altında yatan etken uyandırdı mı? Sorunun cevabını keli- nedir? Elbette bunun birçok sebebi vardır. Kanaatimce menin anlamını irdeleyerek bulabiliriz. bir insan veya daha geniş olarak bir topluluk veyahut Advocatos, Latince’de üstün, ayrıcalıklı, bir devlet geçmişini özlemle arıyorsa, içinde bulunduğu güzel konuşan anlamlarına gelmektedir. durumun sebebi, olağanüstü bir durum yoksa kendi hal Kelime, bu nitelemeleri ifade ettiği gibi aynı zaman- ve hareketlerinden veya politikasından kaynaklanır. da Türkiye Barolar Birliği’nin 2012 yılı verilerine göre ülkemizde 78.000’den fazla kişinin icra ettiği meslek Avukatlık Kanunu md.1/1, yedi kelimeden oluşan olan avukatlığın kelime kökünü oluşturmaktadır kısa bir cümleden ibarettir; fakat çok şey ifade etmektedir. Hükümde yer alan avukatlığın serbest bir mesAvukatların meslek kuruluşu olan baro ise tarihte ilk lek olduğu kuralını, Fransız oyun yazarı ve oyuncu olarak Atina’da karşımıza çıkmaktadır. Eski Yunan Moliere şu sözlerle ifade etmiştir: “Görevimizi yapardöneminde Atina Barosu, avukatlık mesleğine sahip ken kimseye, ne müvekkile, ne hakime, hele ne iktidaolmayı öncelikle özgür olma şartına bağlamıştı. Ba- ra tabiyiz…”. Yasanın aynı maddesi avukatlığın aynı ro’nun gerekçesi ise şuydu: Böylesine asil bir mesleğin zamanda bir kamu hizmeti olduğunu söylemektedir. Gözlemlediğim kadarıyla avukatlığın kamu hizmeesirlerce ifa edilmesinin olanaksız olması. tinden ziyade serbest meslek olma özelliği daha çok ön plana çıkmakta, bu nitelik de “herhangi bir makam Roma’da “şeref mesleği” olarak dillendirilen avukatlık veya merciin emri altında bulunmama” olarak değil ücrete tabi değildi. Ovide bu meslek kuralını şu söz- de sadece “istenildiği zaman çalışmak” şeklinde algılerle açıklıyordu: “Güzel kadınların güzelliklerini sat- lanmaktadır. Mesela avukatlığın kamu hizmeti olmaması ne kadar utanç verici ise, bir tanığın şahadetini, sı, yine kamu hizmeti sunanlarca, en önemlisi yargıçbir hakimin hükmünü, bir avukatın yardımını satması tan mübaşire kadar adliyede görev yapan memurlarca o kadar utanç vericidir”. bilinmekte midir? Kamu hizmeti sunan avukat, devlet nazarında ne kadar değer görmektedir? Kolluk güçAvukatlık sadece savunma sanatı değildir; aynı za- lerinin yargılamanın kurucu unsuru olan, bağımsız manda toplumsal hareketlere yön veren bir fikir gücü- savunmayı temsil eden ve kamu hizmetinde bulunan dür. Nitekim Rönesansta “yumuşak, sakin, Tanrı’dan bir avukata, karar mekanizmasını temsil eden hakime korkan, hakikati ve adaleti seven insanlar” olarak tarif veya iddia makamı olan savcıya baktığı gibi bakabiledilen avukatlar Fransız İhtilali sürecinde çok etkin mekte midir? En önemlisi, işini takip etmek için adlihizmet vermiş ve devrimden sonra mesleklerini en yeye giden, tabiri caizse “bugün git, yarın gel” edasıyla cevap alan bir avukat bu cevaba karşılık olarak kamu yüksek derecesine ulaştırmışlardır. hizmetinde bulunduğunun altını kalın kalın çizip cevap verebilmekte midir? Yoksa “yarın da işim düşecek, Bu girişten sonra avukatlık mesleğinin toplumumuzda- arayı iyi tutayım, en iyisi köprüyü geçene kadar ayıya ki yeri hakkında kelam etmeyi faydalı buluyorum. Çev- dayı diyeyim” diye iç geçirerek oradan ayrılmakta mırenizdekilere “avukatlık mesleği hakkında ne düşünü- dır? Uygulamada maalesef bazı avukatların, müvekyorsunuz” diye soru yöneltecek olursanız çoğu kişiden killerine “ne koparırsam kar” anlayışıyla yaklaştığı alacağınız cevap “yakınından, uzağından geçme” deyi- haberleri kulağa gelmektedir. Meslek onuruyla bağmini akla getirecek, buraya yazmakta beis gördüğüm, daşmayan bu tip davranışlar avukatlığın kamu hizme- A 15 HUKUK ti olması ilkesinin daha da vurgulanması gerektiğini Adalet Bakanı olarak kabinede görev yapan kişilerin göstermektedir. özgeçmişlerini okursak “serbest avukat” sıfatına sıkça rastlarız. Mesleki sorunlarda ortaya çıkan artış, yasama faaliyetine aktif olarak katılan üstatlarımızın, Moliere sözlerine şöyle devam ediyor: “Bizim aşağı- meslektaşlarının sorunlarını yasal düzeyde çözüme mızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir kavuşturma konusunda yeterli faaliyette bulunmadıkhiyerarşik üst de tanımıyoruz.” Bu cümleyi avukatın, ları sonucunu çıkarmaktadır. Özellikle genç avukatlar Mevlana’nın dediği gibi tevazuda adeta bir akarsu gibi bu konuda meclisteki üstatlarından birkaç romantik olması ilkesi adı altında vicdan anayasası hükmü ola- cümleden öteye gitmeyen düzenlemeler değil, ayaklarak görmekte fayda var. Bu hükmü en basit biçimde rı yere basan normlar beklemektedir. örnekleyecek olursak avukat müvekkilinin hukuki bilgiye ihtiyacı olduğunu aklından çıkarmamalı, müvekkil tarafından sorulan, belki de kendisine anormal Savunma cübbesinin hak ettiği saygınlığına erişmesigelen sorulara olgunlukla cevap vermelidir; ancak bu ne vesile olacak baş aktör, bu cübbeyi giyenlerdir. Staj şekilde davranırken kendisini müvekkiline tabi olarak aşamasındaki bizlerin ve üstatlarımızın sabırla yügörmemelidir. rüteceği mesleki mücadelenin günün birinde somut adımları beraberinde getireceğini umuyorum. Kendisini avukatla temsil ettirenler bir gün “avukat tuttum” Ünlü yazar devamla, “en kıdemsizin en kıdemliden demek yerine “avukata vekalet verdim” demeyi tercih veya isim yapmış olandan farkı yoktur.” demektedir. edecektir. Ve hatta bir gün, Moliere’in asırlar önce Günümüzde avukatlık mesleği koşar adımlarla şirket- kurduğu cümleler, özellikle avukata bakış açısı adeta leşmeye gitmektedir. Bu şirketleşme hareketi uygu- düşmanca olanların zihninde de yer bulacaktır. lamada “patron avukat”, “ortak avukat”, “işçi avukat” kavramlarını beraberinde getirmektedir. Bazı hukuk bürolarında patron ve/veya ortak avukatlara bağlı olarak maaş ve sigorta karşılığı çalışan işçi avukatların kendi dava ve işlerini takip etmelerine icazet verilmediği gibi yüksek lisans vb. akademik eğitimlerinin gerektirdiği derslere katılmalarına da izin verilmediği; ya da bu faaliyetlere katılmak ek olarak mesai yapmak gibi şartlara bağlandığı genç avukatlarca sitem konusu edilmektedir. Ne yazık ki bu ve buna benzer başka durumlar şirketleşen hukuk dünyasında avukatların sadece isim olarak aynı özelliğe sahip olmasına sebep olmaktadır. Sonuç olarak genç avukatlar hayal kırıklığına uğramaktadır. Yazar, avukatlık hakkındaki demeçlerini şu şekilde tamamlıyor: “Avukatlar tarih boyunca köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı.” Cümlenin ilk bölümü içinde bulunduğumuz dönemde stajyer ve/veya cübbelerini yeni giymiş avukatların üniversite öncesi ve fakülte dönemindeki emeklerini sorgulamalarına neden olmaktadır. Ağırlıklı olarak patron veya ortak avukatların sözünün dikkate alındığı bürolardaki uzun mesai saatleri, adliye ve devlet dairelerinde görülen muameleler bu sorgulamayı haklı kılmakta; mesleği cazip olmaktan uzaklaştırmaktadır. Bazı avukatların her ne amaçla olursa olsun hakim ve savcılara “efendim”; icra ve yazı işleri müdürlerine “müdürüm” şeklinde hitap etmelerini cümlenin ikinci kısmındaki “efendileri de olmadı” sözü ve mesleğin serbest olması kuralı bakımından doğru bulmamaktayım. Dava dilekçelerinin sonuç bölümünü “talep ederim” kelimeleriyle değil de “dilerim” kelimesiyle sonlandırmak bu bağlamda dikkat edilmesi gereken diğer bir durumdur. Ufak bir araştırma yapacak olursak geçmişten günümüze yasama organını oluşturan milletvekillerinin önemli bir kısmının aynı zamanda “taraf vekili” yani avukat olduğu sonucuna varmış olacağız. Yine 16 HUKUK HUKUK hata, davanın her aşamasında ileri sürülebilmektedir. Temsilde hatanın düzeltilmesinde davacı ıslaha gerek olmadan bu yanılmayı düzeltebilir. Örneğin Temsilde hata veya temsilcide hata da ise; yanlışlık- Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2008/6353 E. numaralı la dava açılan ve asıl dava açılması gerek kurum/kişi kararında “…Yerleşik Yargıtay uygulamasına göre de arasında; “Alt ünite-Üst ünite, Merkez-şube, Şirket-a- temsilde hata halinde dava husumetten hemen ret edilcente” ilişkisi benzeri, temsil teriminin bünyesinde mez, doğru hasma yöneltilmek üzere davacı tarafa süre barındırdığı “temsil veya temsil olabilecek “ nitelikte verilir ve sonucuna göre hüküm kurulur…” hususunu sıkı bir ilişki aranmaktadır. Yargıtay’ın bu bağlamda vazederek, temsilde hatanın sonuçlarını izaha gerek neredeyse müteaddit derecede kararları mevcuttur. bırakmadan açıklanmıştır. Örneğin Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 2003/8795 E. numaralı kararı, temsilde hatanın kabul edilmesi için dilekçede yanlışlıkla gösterilen davalı ile asıl gösteril- Pasif husumet yokluğunda Yargıtay’ın yerleşik içtimesi gereken taraf arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çek- hadı ise, davalının ıslah edilerek değiştirilemeyeceği miştir. (Davacılar, kendilerine zarar veren kuruluşun il yönündedir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2009/12922 temsilciliğini davalı göstererek tarafta değil temsilcide E. numaralı kararında bu hususa (“… Ayrıca mecbuhata yapmışlardır. Bu gibi durumlarda HUMK. 39/1-2 ri dava arkadaşlığının bulunmadığı hallerde, bir dava maddesi gereği davacıya davayı gerçek hasıma yöneltip, açıldıktan sonra davalı tarafı değiştirmek ya da mevcut dava dilekçesinin tebliği için mehil verilmesi gerekir. Bu davalı taraf yanına bir başka davalı taraf ilave etmek, yapılmaksızın davanın husumet yokluğu nedeniyle red- ıslahla dahi mümkün değildir. Usul yasamızda davanın dine karar verilmiş olması doğru değildir…) nasıl açılacağı gösterilmiştir. Sorumlu olanlardan biri hakkında dava açıldıktan sonra diğer bir sorumlunun dışarıdan davaya ithal edilmesi ve hakkında hüküm Yargıtay’ın temsilde hata konusundaki içtihatları ge- tesis edilmesi olanağı bulunmamaktadır…”) şekliyle nel olarak bu doğrultudadır. (HGK. Kararı - 21.3.1984 değinerek, doğru davalıya husumetin yöneltilmemetarih ve 1981/4-1103 E., 1984/300 K. “… Davacılar, si durumunda ıslahla dahi telafi edilme imkânının kendilerine zarar veren kuruluşun il temsilciliğini da- bulunmadığını vurgulamıştır. Dolayısıyla tek çare, valı göstererek tarafta değil temsilcide hata yapmışlar- husumetin yeni bir dava yoluyla yöneltilmesidir. Çündır. Bu gibi durumlarda HUMK. 3911-2 maddesi gereği kü Yargıtay’a göre bu husus kamu düzenine dayandıdavacıya davayı gerçek hasıma yöneltip, dava dilekçesi- ğından bir nev’i zımni dava şartı olarak görülmelidir. nin tebliği için mehil verilmesi gerekir. Bu yapılmaksı- Doktrinde Baki Kuru’ya göre ıslah, davanın tarafları zın davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar lehine getirilmiş ve hataların telafisine olanak tanıyan verilmiş olması doğru değildir… - Yargıtay 11. Hukuk bir müessese olduğuna göre, yeni bir davalıya husuDairesi 2008/6353 E. “… Davacı, dava dilekçesinde metin yönlendirilmesi açısından da ıslahı mümkün THY Müşteri Hizmetleri Yetkilileri’ni davalı olarak görmektedir. göstererek dava dilekçesini vermiş ve 11.12.2006 tarihli dilekçesiyle de dava açma iradesinin THY’ye karşı olduğunu açıklamıştır. Davanın, Türk Hava Yolları Ano- 3- Bu kadar derin farkları bünyesinde bulunduran nim Ortaklığı aleyhine açılması gerektiği sabit olmakla iki medeni usul terimi, elbette sonuçları bakımınbirlikte, somut olayın özelliği gereği davacının temsilde dan da ciddi farklar içermektedir. Pasif husumet hataya düştüğü sonucuna varılmak gerekir.) yokluğu halinde dava, usuli bir hükümle husumetin yanlış yöneltildiği taraf açısından reddedilir. (Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 2007/775 E. “Dava, iş bedelinin Yargıtay, davalının yanlış gösterildiği durumlarda tahsili istemiyle açılmış, mahkemece davanın kabulüne pasif husumet yokluğu ve temsilde hata kavramını karar verilmiştir. Davalı C. bazı işlerin yapımını davabirbirinden ayırırken, “sıkı ilişki” ölçütünü bir nevi cılara vermiştir. Davacılar taşeron konumundadır. Daturnusol olarak kullanmaktadır. Bu bilgiler ışığında vacıların akdi ilişkileri C. iledir. Davacılarla iş sahibi uyuşmazlık konusu olayı incelersek davacı, cevaba M. arasında akdi ilişki olduğu ispatlanamadığından, cevap dilekçesinde davalı Y Ltd. Şti.’nin “taşıma işleri davalı M. hakkında açılan davanın pasif husumet yokkomisyoncusu” olarak ikrar etmiş ve “Donatan’a izafe- luğu nedeniyle reddi gerekirken, davalı M. yönünden de ten” ibaresini düzeltilmişti. Davalı Y Ltd. Şti. “taşıma davanın kabulüne karar verilmesi doğru değildir…”) işleri komisyoncusu” olarak tamamen ayrı bir tüzel kişi ve organizasyon yapısına sahip kabul edildiğinden ve Donatanla ilişkisi sadece “taşıma işinin vekili Temsilde hatada ise dava reddedilmez ancak; doğru adına organizasyonu” olduğundan, davalı Y Ltd. Şti’ye hasma yöneltilmek üzere davacıya süre verilerek bu“Donatan’a izafeten” dava açılması, temsilde hata değil nun sonucuna göre hüküm kurulur. (HGK. Kararı bariz bir pasif husumet yokluğudur. Yargıtay 11. Hu- - 21.3.1984 tarih ve 1981/4-1103 E. 1984/300 K. “… kuk Dairesi’nin 2009/12922 E. numaralı kararı bu du- Davacılar, kendilerine zarar veren kuruluşun il temsilrumu ispatlar mahiyettedir. (…Davalı ve dâhili davalı ciliğini davalı göstererek tarafta değil temsilcide hata bağımsız birer tüzel kişiliğe sahip olduğundan, olayda yapmışlardır. Bu gibi durumlarda HUMK. 3911-2 temsilde hata söz konusu değildir…) maddesi gereği davacıya davayı gerçek hasıma yöneltip, dava dilekçesinin tebliği için mehil verilmesi gerekir. Bu yapılmaksızın davanın husumet yokluğu nedeniyle red2- Gerek pasif husumet yokluğu gerek de temsilde dine karar verilmiş olması doğru değildir…”) verilmesi gerekir…) 6100 SAYILI HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU’NDA PASİF HUSUMET YOKLUĞU VE TEMSİLDE HATA 12 Haziran 2013 Ömer Faruk ALİMOĞLU 6 100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanun’un yürürlüğe girmesi 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun tartışmalı birçok maddesine çözüm getirdi. Ancak uygulamada nadiren de olsa gün yüzüne çıkan sorunlar, kanunsal bazda çözümden hala uzak. Kronikleşen tartışmalar, kanun koyma aşamasında teorik olarak tedavi edilmek yerine, uygulamada çözümlenmek üzere Yüksek Mahkeme’nin neşterle müdahalesine açık hale getiriliyor. Bu durum ise Yargıtay’ı bir “İçtihat Mahkemesi” olmaktan çok, teorik tartışmaların içine itilen bir yüksek yargı organı haline getiriyor. Bu yazımızla; kanun koyucu tarafından “üvey evlat” muamelesine tabi tutularak net bir çözüme kavuşturulamamış konulardan sadece biri olan, “Pasif Husumet Yokluğu ve Temsilde Hata” kavramları irdelenecektir. Uygulamada birbirine karışmış bu iki terim, gerçek bir uyuşmazlıktan yola çıkılarak ayrıştırılmaya ve açıklanmaya çalışılacaktır. Tüm hukuk emekçilerinin istifadesine arz ederiz. Uyuşmazlık konusu davada; Z A.Ş.’nin, Çin’den satın aldığı emtianın taşınması sırasında hasar görmesi sebebiyle Davacı X Sigorta A.Ş.’yi, sigortalısı Z A.Ş.’ye ödediği sigorta tazminat bedelinin rücuen tahsili için Y Ltd. Şti.’ye dava açmıştır. Davacı, Taşıma işleri komisyoncusu olan davalı Y Ltd. Şti.’yi dava dilekçesinde “Donatan’a izafeten davalı” olarak göstermiştir. Bunun üzerine davalı Y Ltd. Şti. cevap dilekçesinde; kendisinin taşıma işleri komisyoncusu olması ve donatanın acentesi veya taşıyanı durumunda olmamasından dolayı husumetin kendisine yöneltilemeyeceğini ileri sürerek, pasif husumet yokluğundan dolayı davanın reddini talep edilmiştir. Davacı ise cevaba karşı cevap dilekçesinde; davalı Y’nin uyuşmazlık konusu olayda taşıma işleri komisyoncusu olduğunu kabul ederek dilekçesindeki “Donatan’a izafeten” ibaresini kaldır- 17 mış ve burada pasif husumet yokluğu değil “temsilde hata” bulunduğunu, temsilde hatanın ise “davanın her aşamasında ıslaha gerek olmadan düzeltilebilecek bir maddi hukuk hatası” olduğunu ileri sürmüştür. Davalı Y’nin en kısa ve kolay yoldan açılan davayı lehine neticelendirebileceği husus bu olduğu için, “pasif husumet yokluğu” ve “temsilde hata” kavramlarının, Yargıtay içtihatları ile doktrin görüşleri bağlamında irdelenmeli ve ayrıştırılmalıdır. “Pasif husumet yokluğu” ve “Temsilde hata” kavramları, her ne kadar homojen olarak birbirine karışmış gibi görünse de, davada ileri sürülmesi ve davanın akıbeti bakımından farklı sonuçlar doğurmaktadır. Bu sebeple iki terimin farkları ve sonuçları hem doktrin hem de içtihatlar bağlamında kategorize edilerek madde madde incelenecektir. Şöyle ki; 1-Öncelikle pasif husumet yokluğu, “davalı olma sıfatı” anlamına gelmektedir. (Baki Kuru-Hukuk Muhakemeleri Usulü) Örneğin; bir alacak davasında davalı olma sıfatı, o alacağın gerçek borçlusuna aittir. Nitekim Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2005/8103 E. numaralı kararında; “…Eğer davalı, davacının yönelttiği hakkın istenebileceği kişi değilse davada taraf sıfatı olmadığından mahkemece bu durumda davaya konu edilen hakkın esası hakkında bir inceleme yapılmayıp, davanın pasif husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmesi gerekmektedir…” diyerek, bu ölçütü aynen vurgulanmıştır. Uyuşmazlık konusu olaya dönecek olursak davacı, donatanın yabancı şirket olması hasebiyle hızlı tahsilat yapabilmek adına, X Sigorta A.Ş.’yi yönelttiği hakkın istenebileceği kişi olarak baz alarak, davayı Y Ltd. Şti.’ye izafeten dava açmıştır. Ancak davacının cevap dilekçesinde belirtildiği gibi, davalı ne acente ne de akdi/fiili taşıyandır. Bu sebeple, davacının atfettiği taraf sıfatına sahip ol(a)mayan Y Ltd. Şti.’ye husumet tevcih edilememelidir. Nitekim Yargıtay’ın da pasif husumet yokluğundaki bu duruşu istikrarlı bir seyir içerisindedir. (Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 20010/301 E. … Sigortacının, tazminatın kaldırılmasını sağlayabileceği oranda sigorta ettirene rücu edebileceğini hükme bağlanmıştır. O halde, davacı sigortacı, bu davayı ancak kendi akidine karşı açabilecektir. Oysa davalı, sigorta ettiren olmayıp, sözleşmenin de tarafı değildir. Davalının sigortalı aracın sürücüsü konumunda olduğu iddia edilmektedir. Açılan davanın pasif sıfat (husumet) yokluğu nedeniyle reddine karar 18 HUKUK SONUÇ Yukarda izah etmeye çalıştığım içtihat ve doktrin verileri penceresinden Davacı X Sigorta A.Ş.’nin, Y Ltd. Şti.’yi “Donatan’a izafaten” davalı olarak göstermesi açık bir pasif husumet yokluğudur. Çünkü Y Ltd. Şti, ve Donatan arasında Yargıtay kararlarında mevcut olduğu gibi, temsilde hata edilebilecek derecede “sıkı bir ilişki” de bulunmamaktadır. Zaten bu husus davacının cevaba karşı beyan dilekçesinde, Y Ltd. Şti.’nin taşıma komisyoncusu olarak kabul edilmesiyle ikrar edilmiştir. Kaldı ki davacının aynı dilekçesinde, uyuşmazlık hususunu temsilde hata olarak nitelerken dayandığı Yargıtay kararı da “…’ya izafeten acenteye açılan davanın temsilde hata kabul edilmesi” ile ilgilidir. Malumdur ki Donatan-Acente kavramı, Yargıtay’ın yukarıda belirtilen sıkı ilişki ölçütünü bire bir karşılamaktadır. Davacının böyle bir ölçüt barındıran Yargıtay kararına dayanıp, aynı dava dilekçesinde Y Ltd. Şti.’ni taşıma işleri komisyoncusu olarak ikrar etmesi çelişkidir. Zira taşıma işleri komisyoncusu acente gibi bağımlı bir yapıya sahip değil, bağımsız ve ayrı bir tüzel kişilik olarak örgütlenmektedir. Naçizane kanaatimiz; davanın usuli bir kararla Davalı Y Ltd. Şti. açısından reddedilerek asıl dava açılması gereken dava dışı Donatan’a yeni bir dava yoluyla ileri sürülmesi yönündedir. HUKUK ELEKTRONİK TEBLİGAT YÖNETMELİĞİ maya yetkili merciler nezdinde yapacakları işlemlerde elektronik tebligat adreslerini bu mercilere bildirmeleri zorunludur. Tebligatın Yapılmış Sayılacağı Tarih 17 Haziran 2013 Rasim Can ÇAKIR Elektronik tebligat, muhatabın adresine ulaştığı tarihte değil; bu tarihi izleyen beşinci günün sonunda yalkemizde tebligat sisteminin aksak işleyi- pılmış sayılacaktır. Bu düzenlemeyle tebligatın hangi şi, vatandaşların adil yargılanma hakları- tarihte yapılmış sayılacağına dair belirsizlik oluşmanı pek çok yönden zedelemektedir. 1959 sı engellenmiştir. Ayrıca fiziki tebligatta olduğu gibi yılından bu yana yürürlükte olan 7201 elektronik tebligatta başka bir kişiye tebligatın yapılsayılı Tebligat Kanunu, mevcut sorunla- ması imkânı yoktur ve şüphesiz ki muhatabın her an elektronik tebligatın yapıldığı adresi kontrol etmesi rın çözümünde çoğu yerde etkisiz kalmaktadır. ondan beklenemez. Ü Bu aksaklıkların giderilmesi için Tebligat Kanunu’nda 11.1.2011 tarihinde 6099 sayılı Tebligat Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile yapılan değişiklikle çağımızın gereklerine uygun bir düzenlemeye gidildi: Hukukumuzda elektronik yolla tebligat yapılması ilk kez düzenleme altına alındı. Ancak gerekli teknik altyapının oluşturulması sağlanması beklendiği için Elektronik Tebligat Yönetmeliği 19 Ocak 2013 gibi Kanun’un ardından geç bir tarihte yayımlanarak yürürlüğe girdi. Elektronik Tebligat Adresi Edinme Tebligat çıkaran merciler, elektronik tebligat adresi almak için İdareye başvuracaklardır. Bu başvuruda adresin merci içinde hangi birim tarafından kullanılacağı da belirtilecektir. Merci yeterli altyapıya sahip olduğu takdirde tüm birimler tekbir tebligat adresini kullanabileceklerdir. Bu imkândan yararlanmak isteyen muhatap ise elektronik tebligata elverişli bir kayıtlı elektronik posta adresi edinecektir. Gerçek kişi muhataplar e-imza vaElektronik Tebligattan Yararlanabilecek Kişiler Tebligata elverişli bir adrese sahip olan ve bu adrese sıtasıyla adres almak için hizmet sağlayıcılara başvutebligat yapılmasını isteyen herkes elektronik tebligat- racaklardır. tan yararlanabilecektir. Zorunlu olarak bu sistemde yer alması gereken muÖte yandan anonim, limited ve sermayesi paylara bö- hataplara ait elektronik tebligat adresleri, bunlara ilişlünmüş komandit şirketlere elektronik yolla tebligat kin değişiklikler, TC kimlik numaraları veya MERSİS numaraları; hizmet sağlayıcılar ile elektronik tebligat yapılması Kanun uyarınca zorunlu tutulmuştur. çıkarmaya yetkili merciler arasındaki uyum sayesinde yetkili mercilerin ve tim hizmet sağlayıcıların erişimiTicaret şirketleri bakımından getirilen zorunluluk, ne açık şekilde elektronik tebligat hizmeti alanlar lis6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu hükümleriyle de aynı tesinde yer alacaktır. İsteğe bağlı olarak bu hizmetten doğrultudadır. Zira Yeni TTK, sermaye şirketlerine yararlanan muhatapların bu listede yer almaları ise internet sitesi kurma, genel kurul çağrılarının elekt- muvafakat göstermelerine bağlıdır. ronik yolla yapılması gibi teknolojinin belirli ölçüde kullanımını gerektirecek düzenlemeler getirmiştir ve Zorunlu bir sebeple tebligatın yapılamaması Tebligat Kanunu da bu durumu tamamlamaktadır. Elektronik tebligat, sermaye şirketleri bakımından zorunlu olsa da, uygulamada elektronik postaların Kanun uyarınca elektronik tebligat sistemine dahil ol- engellenmesi, teknik altyapıda oluşması muhtemel maları zorunlu olan bu muhatapların, tebligat çıkar- aksaklıkların oluşması gibi durumlar buna imkân 19 20 HUKUK HUKUK vermeyebilir. Elektronik tebligatın haklı bir sebeple yapılamaması hallerinde Tebligat Kanunu’nda bahsedilen diğer usullerle tebligat yapılacağı öngörülmüştür. Böylece tebligatın usulünden ziyade tebligatın yapılabilmesinin asıl maksat olduğu açıkça gösterilmiş ve önemli bir belirsizliğin önüne geçilmiştir. Öte yandan tebligatın zorunlu bir sebeple yapılamamasında zorunlu sebeplerin neler olduğu hususunda açık bir düzenleme Yönetmelik tarafından da getirilmemiştir. Bu belirsizliğin ilerleye dönemlerde pek çok ihtilaf doğuracağı açıktır. Elektronik Tebligat Hizmetinin Kullanıma Kapatılması İsteğe bağlı olarak bu hizmetten faydalanan muhataplar bakımından sistemden çıkma imkânı da tanınmıştır. Kullanıma kapatılan elektronik tebligat adresine tebligat gönderimi durur; ancak adres üç ay süresince muhatabın erişimine açık kalır. E-imza ile yapılan kullanıma kapatma başvurusu halinde derhal; fiziki başvuru halinde ise beş iş günü içinde muhatabın elektronik tebligat adresine elektronik tebligat mesajı gönderilmesini hizmet sağlayıcı engeller. Elektronik tebligat yapılması zorunlu muhataplar hizmet sağlayıcılarını değiştirebilir; ancak elektronik tebligat hizmetinin durdurulması başvurusunda bulunamazlar. KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜRECİNİN UNSURLARI 28 Haziran 2013 Rasim Can ÇAKIR D GİRİŞ ünyanın, özellikle Batı Avrupa ve Amerika’nın son yüz yıldır aşina olduğu “kentsel dönüşüm” kavramı ülkemiz bakımından çok yeni ve bir o kadar da tartışmalıdır. Bu çalışmada kentsel dönüşüm ihtiyacını doğuran unsurlar ve kentsel dönüşümün konularını oluşturan olgular üzerinde durulacaktır. Ancak konular ve unsurlara dair net bir ayrım yapılamayacağı için çalışmanın bütünlüğünü bozmamak amacıyla bunlar bir arada verilecektir. Amerika’da ise 1920’li yıllardan itibaren sanayileşme ve nüfus artışının beraberinde getirdiği çarpık kentleşme büyük bir sorundu. 1950’li yıllardan itibaren bilimsel planlamalarla sağlıklı yaşam alanlarının oluşturulması amaçlandı. Düşük gelirli mahalleler, sağlanan kamu hizmetleriyle halk için cazip hale getirildi. 1980 sonrası yine de fakirlik ciddi bir boyuttaydı ve bu nedenle “yatırım bölgeleri” programları uygulanmaya başlandı. Ülkenin büyük bir kesiminde uygulanan bu programlar ile halkın refah seviyesi arttırılmıştır [3]. I.KENTSEL DÖNÜŞÜM KAVRAMININ TANIMI VE TARİHÇESİ Kentsel dönüşüm, gelişmiş şehirlerde yaşamı olumsuz etkileyen sorunların çözümü için getirilen hükümet politikalarını ifade eder. İmar Terimleri Sözlüğü’nde ise “Kamu girişimi ya da yardımıyla, yoksul komşulukların temizlenmesi, yapıların iyileştirilmesi, korunması, daha iyi barınma, çalışma ve dinlenme koşulları, kamu yapıları sağlanması amacıyla, yerel tasar ve izlenceler uyarınca, kentleri ve kent özeklerinin tümünü ya da bir bölümünü, günün değişen koşullarına daha iyi çevre verebilecek duruma getirme” olarak tanımlanmıştır[1]. Buradan hareketle kentsel dönüşüm için şu şekilde bir tanım yapılabilir: Kentsel dönüşüm kentin teknik, sosyal veya ekonomik açıdan yıpranmış alanlarının, günün şartları çerçevesinde yeniden kente kazandırılmasıdır. Ülkemiz bakımından ise kentsel dönüşüm çok yeni bir olgudur. 1999 Marmara Depremi ile Marmara bölgesi ve İstanbul özelinde olmak üzere ülke genelinde yerleşim alanlarının depreme dayanıklılığı, yapılaşma planlamalarının sağlığı tartışılır hale geldi. Aslında kentsel dönüşüm olgusunu tam olarak kapsamasa da şehircilik faaliyetleri açısından birtakım adımlar 1960’ların sonlarından itibaren atılmıştır. Türkiye’nin Avrupa ile yakınlaşması süreci ülke içinde yeni bir ekonomik hayatın gelişmesini ve köyden kente göç macerasını başlatmıştır. Bu duruma en güzel iki örnek olarak, dönemlere göre şehir nüfus oranlarını ve şehircilik alanındaki yasaları verebiliriz: “1927 yılında %24 olan şehirleşme düzeyi, 1960’da %33, 2000 yılına gelindiğinde %71 değerini göstermektedir” [4]. Öte yandan 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nun kabul tarihi ise 1966’dır. Bunu 1983 tarihli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ve 1985 tarihli İmar Kanunu izlemiştir. Ancak hiçbiri kentsel dönüşüm anlamında kapsayıcı hükümler içermemektedir. Yukarıda da belirtildiği üzere, Marmara Depremi’nin getirdiği kaygılar geç de olsa yasama faaliyetlerine de yansımış ve 2012 yılında Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir. Kanunun içeriği ve başlığı pek bağdaşmasa da Türkiye’de kentsel dönüşüm hakkında en kapsamlı düzenlemeleri barındırmaktadır. Hatta bu sayede ülkemizde kentsel dönüşüm olgusu amaç, konu, unsur ve sıkıntıları Dünyada kentsel dönüşüm uygulamaları Avrupa açısından II. Dünya Savaşı sonrasında başlamıştır. Savaş sonrası harap olan kentlerin yeniden inşası ve savaşla birlikte iyiden iyiye fakirleşen Avrupa halklarının artık kentlerde barınabilmesi büyük bir sorundu. Özellikle İngiltere’de bu dönemde başlatılan kentsel dönüşüm hareketleri olumlu neticeler vermedi; çünkü kentsel dönüşümün imar boyutunun yanında “ekonomi” boyutuna ağırlık verilmemişti. Kentleri yeniden yapılan- 21 dırmanın işsizliği de gidereceği düşünülmüştü. Savaş sonrası artan ekonomik sıkıntılar nedeniyle kentsel dönüşümlerden yeterli verim alınamadı ve hükümet kentsel dönüşümün yanında vatandaşlarını girişimde bulunmaya teşvik etti. Ancak bu teşviklerle de savaş sonrası Avrupa’nın içinde bulunduğu çöküntü nedeniyle başarıya ulaşılamamıştır [2]. 22 HUKUK bakımından tartışmaya açılmıştır. Çalışmanın ilerleyen kısımlarında da görüleceği üzere kentsel dönüşüm basit bir yapılaşma meselesi değildir; çünkü sadece hukuki yahut sadece teknik boyutuyla ele alınıp hayata geçirilebilecek kadar dar bir çerçevesi yoktur. Kentsel dönüşüme dair sorunlar ve bunların çözümleri, hukuk bakımından öneme sahip olduğu kadar, diğer pek çok bilim ve disiplin bakımından da önemlidir. II.KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN UNSURLARI/ KONULARI A.GENEL OLARAK Yukarıda da değinildiği üzere kentsel dönüşüm birbirinden farklı alanların bir bütün dâhilinde incelenmesiyle sağlıklı hale getirilebilecek olan bir olgudur. Ayrıca her zaman dilimine ve her topluma göre unsurları değişkenlik gösteren kentsel dönüşümü bu noktada keskin kalıplarla sunmak, hataya düşmeye neden olur. Ancak bir çerçeve çizilmesi gerekirse kentsel dönüşümün unsurları şöyle ayrılabilir: hukuki açıdan, sosyal-kültürel açıdan, ekonomik-siyasi açıdan kentsel dönüşümün unsurları. ri arasında yer almaktadır. Bu noktadan itibaren artık bir hukuk ilkesi olmanın yanında idarenin anayasal bir yükümlülüğü halini almıştır. Sosyal devlet ilkesinin gerçekleştirilmesinde kullanılan hukuki yöntemleri incelendiğinde, bunların kentsel dönüşüm olgusuyla birebir uyuştuğu görülmektedir. Bu yöntemler şunlardır: vergi adaleti, kamulaştırma-devletleştirme, planlama, sosyal haklar. a.Vergi Adaleti Sosyal devlet ilkesi gereğince vergi adaleti, gelir adaletinin sağlanması suretiyle gerçekleşebilir [6]. Her gelir grubunun asgari insani seviyede yaşayabilmesi için kamu hizmetlerinin sürekliliği, bunun için ise idarenin mali kaynağı olan vergilerin kesintisiz elde edilmesi gerekir. Vergi kaynağının sürekli işlemesi için ise adil bir gelir dağılımı ve vergilendirme sistemi şarttır. Kentsel dönüşüm bakımından şu anda en kapsamlı mevzuat olan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun md.6’da gelir düzeyi yetersiz vatandaşlara idarece yapılabilecek mali yardımlara ilişkin düzenlemeler mevcuttur. Ayrıca md. 7/9’da vergiden muaf olunan haller düzenlenerek vatandaşların kentsel dönüşüm sırasında yaşayacaklaYine de kentsel dönüşümün ülkemizdeki yeni mevcu- rı ekonomik sıkıntıların hafifletilmesi amacı da vergi diyeti ile bilimsel bir disiplin olmaktan çok toplumsal adaleti kapsamında değerlendirilebilir. ve zamana dayalı ihtiyaçları barındıran bir olgu, hatta daha ziyade bir “politika” olduğu için her türlü tasnif, onun sadece bir yönünü gösterecektir. b.Kamulaştırma-Devletleştirme “Kamulaştırma devlet ve diğer kamu tüzel kişilerinin kamu yararının gerektirdiği hallerde, karşılıklarını peB.HUKUKİ AÇIDAN şin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz 1.Genel Olarak malların tamamını veya bir kısmını sahiplerinin isteKentsel dönüşüm her şeyden önce idare eliyle, kamu ğine bakmaksızın, kamu mülkiyetine geçirmesidir” gücü kullanılarak görülmesi gereken kamusal bir fa- [7]. Anayasa md.47’ye göre, “kamu hizmeti niteliği taaliyettir. Zaten karşılaşılan hukuki ve ekonomik kül- şıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı fetler düşünüldüğünde bunun aksi olarak kentsel dö- hallerde devletleştirilebilir. Devletleştirme gerçek karnüşümün özel gerçek/tüzel kişiler tarafından yerine şılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma getirileceği düşünülemez. Kaldı ki Anayasa tarafın- tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir”. Devletleştirme dan idareye yüklenen görevlerin kapsamına kentsel işleminin konusu, özel teşebbüslerdir. Devletleştirme dönüşümün amaçları da girmektedir. Bu hususlara ancak, özel teşebbüsün kamu hizmeti niteliği taşıması aşağıda değinilecektir. ve kamu yararının devletleştirmeyi zorunlu kılması hallerinde mümkündür[8]. Aslında ne kamulaştırma ne de devletleştirme sosyal devlet ilkesiyle doğrudan 2.Sosyal Devlet İlkesi ilgilidir. Bunlar ancak sosyal devlet ilkesinin gerçek“Devletin sosyal barışı ve sosyal adaleti sağlamak leştirilmesine yardım sağlamaktadırlar. Nitekim kentamacıyla sosyal ve ekonomik hayata aktif müdaha- sel dönüşüm bakımından konuya yaklaşıldığında da lesini gerekli ve meşru gören bir anlayış” [5] olarak kentsel dönüşüm uygulamalarının hukuki ayağını tanımlanabilen sosyal devlet ilkesi, genel bir ifadeyle oluşturan hemen her yasal düzenlemede kamulaştırinsan onuruna yaraşır asgari hayat şartlarının devlet ma işlemine yer verildiği görülmektedir. Zira kentsel tarafından sağlanması gereğidir. Bu bakımdan sosyal dönüşüm uygulamalarının fiziki boyutlarını düşünüldevlet ilkesi, kentsel dönüşümün en temel hukuki un- düğünde kamulaştırma işlemlerinin çoğu zaman zosurunu oluşturur. Şöyle ki; kentsel dönüşümün amacı, runlu hale geldiği anlaşılmaktadır [9]. kent yaşamında ortaya çıkan ve toplumsal huzuru, gelişimi engelleyen durumların ortadan kaldırılması, en c.Planlama azından asgari seviyeye indirilmesidir. Anayasa md. 166’ya göre, toplumun ekonomik kaynaklarını, kalkınmayı sağlayacak şekilde bilimsel ve Sosyal devlet ilkesi Anayasa md. 5’te devletin görevle- akılcı planlamak devletin görevidir. Kentsel dönüşü- 23 HUKUK mün bir unsuru olarak planlama ise vazgeçilmezdir. Buradaki planlama kavramına aşağıda da değinilecek olan imari planlamalar ancak özel boyutuyla girer. Bahsedilen planlama kavramı daha geniş ve daha geneldir. Kentsel dönüşümde planlama, dönüşüm süreci boyunca izlenecek hukuki yolun yanı sıra, uygulanacak mimari, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi adımları ve bunların bütünlüklerini de kapsar. Planlama esasen kentsel dönüşüm politikalarının içinde barındırması gereken bütünlüğü ifade eder. Bu bütünlükten uzak, plansız bir kentsel dönüşüm, ortalama bir konut projesi olmaktan öteye gitmemekle birlikte, kentin kültürel ve ekonomik hayatında iyileştirilmesi güç olan sorunlar meydana getirir. d.Sosyal Haklar Sosyal haklar sosyal devletin en önemli unsurlarından birini oluşturur. Sosyal haklar sosyal adaleti sağlamaya, sosyal eşitsizlikleri gidermeye, toplum içinde ekonomik bakımdan zayıf olan sınıf ve grupları korumaya yönelik haklardır. Kentsel dönüşüm bu noktalarda sosyal hakların amaçlarıyla örtüşmektedir. Öte yandan kentsel dönüşüm sadece bir altyapı/üstyapı projesi olmayıp doğrudan insanca yaşama hakkının korunmasında da etkilidir. Bu etkisi doğal olarak pek çok sosyal hakka erişimi kolaylaştırmasında kendini göstermektedir. Örneğin Anayasa md. 56, sağlıklı yaşama hakkını düzenler. Kent yaşamında sağlık koşulu kent şartları da dikkate alındığında bireyi olduğu kadar toplumu da ilgilendirmektedir. Bir diğer örnek ise Anayasa md. 42’de bulunan eğitim-öğretim hakkıdır. Kentsel dönüşümün sosyal ve kültürel yapıyı koruyup bu yapının gelişimine zemin hazırlayacak biçimde düzenlenmesi noktasında, eğitim hakkına ilişkin projeleri de barındırması doğrudan bir gerekliliktir. 3.Kamu Hizmeti ve Kamu Yararı İdare Hukuku’nun sınırlarını çevreleyen kamu hizmeti kavramının günümüzde dahi net bir tanımını yapmak zordur. Ancak “idarenin toplumun ortak bazı gereksinimlerini karşılamak amacıyla doğrudan veya yakın gözetimi ve sorumluluğu altında, kamusal yetki ve usuller kullanılarak yürüttüğü faaliyet” [10] olarak genel bir tanım yapılması açıklayıcı niteliktedir. metinin temel ilkeleri ele alındığında, bunların kentsel dönüşümün öğeleri arasında olduğu görülmektedir. a.Süreklilik İlkesi Anayasa mahkemesi kamu hizmetini, topluma sunulan “sürekli ve düzenli etkinlikler” olarak tanımlamaktadır [11]. Yani bir idarenin herhangi bir faaliyetinin kamu hizmeti kapsamına girebilmesi için o faaliyetin sürekliliği esastır. Kentsel dönüşüm bakımından bu durum düşünüldüğünde bir çelişki görülmektedir. Sonuçta kentsel dönüşüm günün ihtiyaçlarının getirdiği bir politikadır ve tamamlanmasıyla sona erer. O halde bu şartı sağlamamakta mıdır? Aksine kentsel dönüşüm geçici bir olgu değildir. İçinde bir süreklilik arz etmektedir. Kentsel dönüşümün temel noktası olan teknik ve sosyal refahın sağlanmasıyla amaca ulaşılmış olunmaz. Esas olan bu çizginin devam ettirilmesi ve dönüşüm olgusunun ilk seferden sonra bütün olarak tekrarlarından ziyade; kentte zaman içinde sürüp gitmesidir. Kısacası kentsel dönüşüme uğramış bir yerleşim alanının artık kendi kaderine terk edilmesi diye bir durum olmamalıdır. Dönüşüm alanı, en başta tasarlanan politikalar sayesinde -mümkün olduğunca- tekrar kentsel dönüşüme ihtiyaç duymayacak şekilde kendini yenilemeye devam etmelidir. b.Değişkenlik İlkesi Süreklilik ilkesinin bir uzantısı olarak görülebilecek olan bu ilke, kamu hizmetlerinin değişen koşullara uyarlanabilmesi demektir [12]. Kentsel dönüşümün bir unsuru olarak değişkenlik ilkesi, kentsel dönüşüm uygulamalarının gerek zaman gerekse mekan bakımından karşılaşılan ve sürekli farklılaşan sorunlara uygun biçimde tasarlanıp hayata geçirilmesi demektir. Öte yandan değişkenlik ilkesi, genel olarak kamu hizmetlerinin yürütülmesi bakımından getirdiği bir sorunu kentsel dönüşüm bakımından da getirmektedir. Şöyle ki; idarenin kamu hizmetlerini yürütebilmek için günün koşullarına uygun olarak düzenleyici işlemlerde gereken değişiklikleri her zaman yapabileceği [13] ve bunların karşısında ilgililerin kazanılmış hak iddiasında bulunamayacakları [14] kabul edilmektedir. Bu iki durum da kentsel dönüşüme uğrayan bölgelerdeki hak sahiplerini, idarenin keyfi davranışlarına maruz bırakabilecek tehlikededir. Ancak kentsel dönüşüm olgusu içerisinde süreklilik ilkesi, kazanılmış haklara karşı bir düşman olarak görülmemelidir; sonuçta bu ilkenin bir getirisi olarak kamu hizmetinden yararlananlar, idareden yeni koşullara ayak uydurmasını isteme hakkına da sahiptir [15]. Kamu hizmeti, toplumun ortak ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğu için “kamu yararını” da içinde barındırır. Her ne kadar bu iki kavram kentsel dönüşüm bakımından amaç olarak değerlendirilse de şüphesiz ki; kamu hizmeti ve dolayısıyla kamu yararı ayakları kentsel dönüşümün aynı zamanda hukuki parçalarını/unsurlarını da oluşturmaktadır. c.Eşitlik İlkesi Kamu hizmetlerinden yararlanılması karşısında eşitKentsel dönüşüm, kenti gerek fiziki gerekse sosyal an- lik ilkesi “matematiksel” bir eşitlik olmayıp, kişilelamda “yaşanabilir” halde tutmayı hedefler. Bu neden- rin özel durumları dikkate alan bir eşitlik anlayışıdır le de toplumun ihtiyaçlarına cevap veren politikaları [16]. Kentsel dönüşüm bakımından eşitlik unsurunu bünyesinde barındırmalıdır. Hizmetlerin külfetinin ikiye ayırabiliriz: iç ve dış eşitlik. İç eşitlikten kastedibüyüklüğünün yanında, idarenin görevleri arasına len, aynı kentsel dönüşüm uygulaması kapsamındaki doğrudan girmesinden dolayı kentsel dönüşüm ancak alanların eşit bir uygulamaya, eşit bir hizmete tabii tukamu hizmeti olarak sunulabilir. Kaldı ki kamu hiz- tulmasıdır. Mesela aynı dönüşüm alanı içinde teknik 24 HUKUK ya da sosyal bakımdan özel durumlar olmadıkça farklı politikalar izlenemez. Dış eşitlik ise birbirinden farklı dönüşüm alanlarında, bu alanların ancak kendilerine has özellikleri göz önüne alınarak farklı politikalara ve uygulamalara gidilebileceğidir. Mesela ekonomik düzeyi orta seviyede vatandaşlardan oluşan bir kent alanında dönüşümle birlikte eğitim ve sağlık hizmetlerine yeterli önem verilmediği ancak; ekonomik bakımdan iyi düzeyde olan vatandaşların yaşadığı kent alanında buna özen gösterildiği takdirde, eşitlik ilkesi zedelenmiş olmaktadır. Bu bakımdan eşitlik ilkesinin zedelenmesi, durumun giderilmesi için oluşan külfetin idareye yüklenmesinin yanında; idareyi ciddi bir tazminat yükü altında da bırakabilir. d.Tarafsızlık İlkesi Eşitlik ilkesinin bir uzantısı olarak değerlendirilen tarafsızlık ilkesine, “ayrımcılık yapmama” ve “çoğulculuğa saygı duyma” olarak iki anlam yüklenebilir [17]. Kentsel dönüşümün bir unsuru olarak ise tarafsızlık ilkesi hukuki boyutunun yanında hem sosyal-kültürel açıdan hem de ekonomik-siyasi açıdan kendini belli etmektedir. Mesela belli bir topluluğun yaşadığı alanın kentsel dönüşüme tabii tutulmayarak “ölü” hale getirilmesi yahut kentsel dönüşüm alanında bulunan bu yer sakinlerinin, dönüşüm ve yenilenme bahanesiyle yaşam tarzlarına müdahale edilmesi kentsel dönüşümde gözetilmesi gereken eşitlik unsurunu zedeler [18]. Siyasi bir örnek olarak, hükümete yahut mevcut yerel yönetime oy vermeyen bir yerleşim alanının kentsel dönüşüm adı altında dağıtılması, ne kentsel dönüşümün tarafsızlık unsuruna uyar ne de kamu hizmetinin amaç ve kapsamları arasında değerlendirilebilir. İşte bu noktalarda tarafsızlık ilkesi kentsel dönüşüm bakımından hassas bir terazi işlevi görmekte, idarenin keyfiyetinin karşısında önemli bir silah olmaktadır. Tarafsızlık ve eşitlik ilkelerini doğrudan ilgilendiren en önemli düzenlemeye son olarak değinmek gerekir. 6306 sayılı Kanun’un kentsel dönüşüm kapsamına ruhsatlı yani hukuk düzenince korunan yapıların yanında; kaçak olarak tabir edilen, hukuka aykırı yapılarda girmektedir. Ruhsatsız yapılar, kentsel dönüşüm kapsamı içinde bulundurularak uygulamanın bütünlüğü korunmuş olmakta; öte yandan kamu hizmeti ilkelerine uygun hareket edilmektedir. 4.İmar-Islah Kentsel dönüşüm bakımından imar-ıslah unsurunun hukuki boyutu kadar siyasi boyutu da dikkate alınmalıdır. İmar faaliyetleri her ne kadar kamu düzeninden sayılıp kamu hizmeti olarak görülse de bir o kadar da siyasidir; hatta kimi zaman da ekonomik ayakları bu iki durumdan daha ağır basar. Hatta bu ağırlık mevzuata dahi yansımıştır. 3194 sayılı İmar Kanunu md. 9 bu bakımdan tartışmalı olmakla birlikte çok önemli bir örnektir. Madde sayesinde Bakanlık, dolayısıyla da siyasi irade hemen hemen bütün yerleşim alanlarında istediği değişikliği yapabilmektedir. Kentsel dönüşü- 25 mün siyasi boyutunun yanında ekonomik rant alanlarının belirlenmesi ve düzenlenmesi bakımından bu maddenin yanında, “meşhur” md.18 de önem arz eder. 18. madde ile imar sınırları içerisindeki alanlara idare istediği şekil ve düzeni verme imkânına kavuşmuştur. Üstelik gerek mülkiyet hakkı gerekse kazanılmış haklar bakımından uğrayacağı güçlüklerden de bu maddenin ilk fıkrası sayesinde büyük ölçüde kurtulmaktadır. İmar-ıslah faaliyetleri kentsel dönüşüm bakımından daha dar kapsamlı, daha özel nitelikli olarak düşünülmelidir. Zira bu faaliyetlerle toplu bir dönüşüm işlemi gerçekleştirilmesi çoğu zaman amaçlanmaz. Kentsel dönüşüm uygulamaları bütün yönleriyle daha kapsamlı bir biçimde gerçekleştirilmelidir. Kaldı ki imar-ıslah faaliyetleriyle gerçekleştirilen büyük çapta işlemler bir kentsel dönüşüm kaygısı taşımaz. Bunun yerine idarenin hukuk kanalıyla siyasi ve ekonomik ranta şekil vermesi durumu söz konusu olur. Kısacası imar-ıslah unsuru, kentsel dönüşümün hukuki ve ekonomik-siyasi ayakları arasında bir köprüdür denebilir. C.EKONOMİK VE SİYASİ AÇIDAN 1.Kentsel Yenileme Kentsel yenileme kavramı çoğu zaman kentsel dönüşüm anlamında kullanılsa da ondan daha dar bir kapsama sahiptir. Kentsel yenileme daha çok bir bölgenin, özellikle rantı çok düşmüş bir bölgenin “yıkılıp” yeniden yapılması demektir [19]. Burada esas olan bir dönüşüm değil, toplu bir yıkımın ardından yeniden şekillendirmedir. Hatta 1981 yılında Avrupa Konseyi’nin başlattığı “Urban Renewal” kampanyasının adı, bu yıkım vurgusunu gidermek maksadıyla “Urban Rennaissance” olarak değiştirilmiştir [20]. Buradaki yıkım vurgusunun nedeni, siyasi iradenin söz konusu alana “istediği biçimde” şekil verme çabasıdır. 2.Yeniden Canlanma-Canlandırma Kentsel dönüşümün bu unsuru da çöküntü süreci içinde olan alanların, buna neden olan etkenler ortadan kaldırıldıktan sonra yeniden kent yaşamına kazandırılmasını ifade eder [21]. Bu çöküntünün nedenleri kimi zaman ekonomik kimi zaman sosyal veya kültürel olabilir. Ancak yeniden canlandırmada temel amaç, o alanın mevcut haliyle oluşturduğu ekonomik külfetleri eritmek, bunun yanında yine ekonomik anlamda o alanı kente kazandırmaktır. D.SOSYAL VE KÜLTÜREL AÇIDAN 1.Sağlıklaştırma Eskimiş, düşük performanslı, altyapıları yetersiz bir çevrenin sınırlı yatırımlarla belirli bir düzeye getirilmesi, kentsel dönüşümün sağlıklaştırma unsurunu oluşturmaktadır. Sağlıklılaştırma, insanların yaşam alanlarının sağlıklı bir düzeye çekilmesi anlamına geldiği gibi o alanın ekonomik ve sosyal hayatı bakımından da “sağlıklı” hale getirilmesi demektir. HUKUK 2863 sayılı Kanun’un yürürlüğe giriş tarihinin 1983 Sağlıklaştırma unsuru doğrudan doğruya Anayasa ile yılı olduğu görüldüğünde durum daha iyi fark edibağlantılıdır. Zira md. 56’da sağlıklı bir çevrede yaşa- lecektir. Koruma bilincinin artması ise doğal olarak ma hakkı tüm vatandaşlara tanınmıştır. Hakkın kul- kentleşme olgusunun ortaya çıkmasıyla olmuştur. lanımının sağlanmasında görev ise idareye düşmekte- Daha önce yukarıda verilen bir istatistikte Türkiye’de dir. Kentsel dönüşüm uygulamalarının kamu hizmeti kent nüfus oranının 1960 yılından itibaren hızlı bir unsuru noktasında sağlıklaştırma gerçekleştirilmesi artışa geçtiği açık bir şekilde görülmektedir. Çalışma boyunca değinildiği üzere kentleşme ve kentsel dögereken bir husustur. nüşüm hakkındaki tüm yasal düzenlemeler de bu dönemle birlikte hayata geçirilmiştir. 2.Eski Haline Getirme Deformasyonu başlamasına rağmen özgün niteliğini 5.Soylulaştırma kaybetmemiş kent parçalarının eski haline kavuşturulması anlamını taşımaktadır [22]. Eski haline ge- Kentsel dönüşümün unsurları içinden en tartışmalı tirme unsuru, tanımdan da anlaşılacağı üzere kentsel olanı şüphesiz soylulaştırmadır. Terim anlamı, sosdönüşümün kültürel boyutuyla alakalıdır. Eski haline yal-kültürel bakımdan çöküntüye uğrayan, dolayısıyla getirmeye en güzel örnek, İstanbul Süleymaniye’de uy- fiziksel çevresi de bozulan alanlarda sosyal yapının gulanan dönüşüm projesidir: Bu projeyle bir dönem ıslah edilmesidir [25]. Terime ilk bakıldığında sosyal kentin en canlı yaşam alanlarından olan Süleymani- ıslah vurgusu dikkati çekmektedir. Soylulaştırma ile ye’nin, bugünkü izbe ve düşük bir sosyal-ekonomik kent yaşamının dönüşümü hedeflenmemekte, daha seviyeyi barındıran yapısından kurtarılması amaçlan- çok kentte yaşayanların kente “uyumsallaştırılması” mıştı. Hatta Süleymaniye semtindeki pek çok tarihi için çalışılacağı düşüncesi vermektedir. Zaten kentahşap bina restore edilerek satışa çıkarıldı. Temelde sel dönüşüm bakımından en çok sorunun mevcut yatan düşünce, bu binaların toplumun “kanaat önder- olduğu nokta burasıdır. Kentsel dönüşümle idarenin, lerine” yani; bilim adamı, sanatçı, yazar, düşünür gibi vatandaşların yaşama haklarına müdahalesinin olup insanlara satılması ve Süleymaniye’de sosyal-kültürel olamayacağı; siyasi otoritenin idare eliyle belirli bir hayatın eski haline getirilmesiydi. Ancak proje son yaşam alanında kültürel değişiklik yapmaya hakkıaşama bakımından başarısız olmuştur. Öte yandan nın olup olamayacağı; bütün bu ve benzeri soruların teknik ve konut açısından Süleymaniye tarihi dokusu- cevaplarında kamu yararı ölçütünün birey ve hakları karşısında ne denli baskın olabileceği “en zorlayıcı” nu yeniden kazanmıştır. sorulardır. 3.Yeniden Oluşum Çöküntü bölgesi haline gelen alanlarda yeni bir dokunun yaratılması veya mevcudun iyileştirilmesi çalışmaları kentsel dönüşümün yeniden oluşum unsurudur [23]. Eski hale getirme unsuruyla ayrılan noktası şudur: Yeniden oluşum unsurunda tarihi bir sosyal-kültürel yapıdan bahsedilmemektedir. Dönüşüme uğrayan alanlara “yeni” bir kimlik kazandırılmak istenmektedir. Eski hale getirme unsurunda öne çıkan husus ise dönüşüme uğrayan alanın mevcut tarihi bir kimliği bulunmakta ve hasar gören bu kimlik onarılmaya çalışılmaktadır. Yeniden oluşum unsuru bakımından en güncel örnek ise İstanbul Tarlabaşı semtinde yürütülen dönüşüm projesidir. Bu semt mevcut bir tarihi-kültürel kimliğe sahiptir; ancak kanaatimizce idare tarafından bu kimliğin kurtarılamaz olduğu düşünülerek yeni bir kültürel kimlik oluşturulmaya çalışılmaktadır. Soylulaştırma unsuru doğrudan bireyi şekillendirmeyi amaçlayan ve siyasi otoritenin elinde tuttuğu bir silah olarak görülmemelidir. Ülkemizde soylulaştırma uygulanan bölgelere bakıldığında, ekonomik çöküntünün beraberinde kültürel ve fiziki çöküntüyü de getirdiği görülmektedir. Bu bakımdan soylulaştırma unsurunda temel hareket noktası, çöküntüye uğramış yerleşim alanının eğitim, sağlık, iş gibi ekonomik ve sosyal bir yenileme sürecinden geçirilmesi olmalıdır. Aksi uygulamalar halinde soylulaştırmaya “uğratılan” vatandaşlar, idare ve halk tarafından “benimsenmeyen” hatta “dışlanan” bir kültürel yapının parçaları halini almaktadırlar ki, bu da ne toplumu sosyal ve kültürel açıdan birleştirici uygulamaları bünyesinde barındıran kentsel dönüşümle ne de idarenin yerine getirmekle yükümlü olduğu kamu hizmeti görevinin temel ilkeleriyle bağdaşır. SONUÇ Ülkemizde ciddiyeti yeni yeni fark edilmekte olan kentsel dönüşüm, çalışma boyunca da gösterildiği gibi çok boyutlu ve disiplinler arası işbirliğini gerektiren bir olgudur. Kentsel dönüşüm sadece basit bir arazi meselesi yahut idarenin imar politikalarının şekillendirdiği yapılaşma hali değildir. Kentsel dönüşüm bütün bunların aksine sosyal ve ekonomik tabanlı bir Ülkemiz bakımından kültür ve doğa varlıklarımızın politikadır ve bir süreçtir. korunmasının ciddiyeti uzak olmayan bir geçmişte anlaşılmıştır. Bu alanda en kapsamlı mevzuat olan Kentsel dönüşümün yanında getirdiği çok kapsamlılık 4.Kentsel Koruma Kentsel koruma genel olarak, kültürel ve doğal taşınmaz varlıkların özelliklerinin yasal düzenlemeler çerçevesinde muhafaza edilmesini, tarihi çevreyi koruyarak, tarih ve günümüz yaşamının bütünleştirilmesini ifade etmektedir [24]. 26 HUKUK hali nedeniyle onun amaç, konu ve unsurlarını birbirinden net olarak ayırt etmek güçtür. Mesela kimi hallerde kamu yararı kentsel dönüşümün bir amacı olarak görülebilecekken kimi hallerde ise kamu hizmeti çerçevesinde bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle çalışma boyunca genel nitelikte ayrımlara gidilerek kentsel dönüşümün içinde barındırdığı bütünlük yakalanılmaya çalışılmıştır. Kentsel dönüşümün unsurları, içinde kendi sorunlarını da barındırmaktadır. Hukuki unsurlar bakımından kazanılmış haklara saygı ve mülkiyet hakkına dokunmanın sınırları ciddi sıkıntılar olarak göze çarpmaktadırlar. Gerek ekonomik- siyasi gerekse sosyal-kültürel unsurlar bakımından en ciddi sorun, siyasi otoritenin kent yaşamını iyileştirme bahanesiyle vatandaşlarının hayatına doğrudan şekil vermeye çalışmasının nasıl engellenebileceğidir. Özellikle bu bağlamda soylulaştırma unsuru çok tartışmalıdır. Zira soylulaştırma ne demektir? Sosyal çöküntü içindeki toplulukları dönüşümü bahane ederek dağıtmak, kent içinde onları eritip yok etmekle kent yahut kentsel dönüşüme uğrayan alan “soylu” bir hale mi gelecektir? Bu sorunun cevabı elbette “hayır” olacaktır; çünkü soylulaştırmanın özelinden bakıldığında dahi kentsel dönüşümün her unsurunun içinde kent refahının sağlanması açısından insan bir “değer” olarak hep en ön plandadır. Kentsel dönüşümün amacı, toplumsal bütünlüğü -geçmiş değerleri de olabildiğince muhafaza ederek- sağlayıp; kent yaşamını teknik, sosyal, kültürel, ekonomik olarak yeni ve sürdürülebilir bir kimliğe kavuşturmaktır. Son olarak, kentsel dönüşüm hakkında bu denli geniş hatta “ütopik” bir amaç ve unsurlar silsilesi bir araya getirildiğinde kentsel dönüşüm olgusunun hayat bulmayı nasıl başaracağını sormak gerekir. Çalışma boyunca işlenen unsurlardan anlaşılacağı üzere ve ayrıca pek çok kez yapılan vurguları da tekrarlamak gerekirse; kentsel dönüşüm hayatın her alanına nüfuz eden ve asgari insani şartları sağlamayı hedefleyen politikalar bütünüdür. İçinde fen bilimlerini, sosyal bilimleri hatta teknik bilimleri dahi ilgilendiren unsurlar bulundurmaktadır. Bu nedenle kentsel dönüşümün amacına ulaşabilmesi, bir imar hareketi olarak kalmaması için olgulara sadece siyasi yahut hukuki açıdan yaklaşılmamalı; olgular her boyutuyla ele alınmalıdır. Aksi halde kentsel dönüşümün bir altyapı/üstyapı uygulaması olarak kalmasının yanında sosyal ve kültürel hayatta yaşatacağı çöküntülerin telafisi çok güç olur. DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR 1-Erol Ünal-Feridun Duyguluer-Ersin Bolat, İmar Terimleri, TODAİE Yayınları, Ankara, 1998, s. 103. 2-Kara Lam, Revitalisation From The Inside Out: The Attempts To Move Towards An Urban Renaıssance In The Cities Of The United States And The United Kingdom, Connecticut Journal of International Law, Fall 2003, s.163-166 (Aktaran: Melikşah Yasin, Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Hukuki Boyutu, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S:60, 2005, s.105-106). 3-Lam, a.g.e., s. 167-168 (Aktaran: Yasin, a.g.e., s.108). 27 4-M. Murat Yüceşahin- Rüya Bayar-E. Murat Özgür, Türkiye’de Şehirleşmenin Mekansal Dağılışı ve Değişimi, Coğrafi Bilimler Dergisi, 2004-2, s.1. 5-Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayıncılık, Ankara, 2008, s. 99, 6-Özbudun, a.g.e., s. 106. 7-Özbudun, a.g.e., s. 107. 8-Özbudun, a.g.e., s. 108. 9-Tarlabaşı yenileme projesine dahil alan: 20.000m2, www.tarlabasiyenileniyor.com, Erişim Tarihi: 08.12.2012. 10-A. Şeref Gözübüyük-Turgut Tan, İdare Hukuku Cilt:1 (Genel Esaslar), Turhan Kitabevi, Ankara 2010, s.673. 11-Anayasa Mahkemesi, E.994/43, K.994/42-2, T.09.12.1994, Resmi Gazete: 24.01.1995, S.22181, s.22. 12-Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.687. 13-Danıştay, 10. Dairesi, E.987/87, K.990/372, T.26.10.1990. 14-Danıştay, 12. Dairesi, E.965/3828, K.967/1556, T.13.10.1967. 15-Jacques Chevallier, Service Public, 1987, s.43 (Aktaran: Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.687). 16-Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.688. 17-Pierre Esplugas, Conseil Constitutionnel et Service Public, LGDJ, Paris, 1994, s.176 vd. (Aktaran: Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.689). 18-Bkz. Tarlabaşı kentsel dönüşüm uygulamalarına dair güncel tartışmalar. 19-Pelin Pınar Özden, Kentsel Yenileme Uygulamalarında Yerel Yönetimlerin Rolü Üzerine Düşünceler ve İstanbul Örneği, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, İstanbul, Ekim 2000-Mart 2001, s.257. 20-Metin Çubuk, Sunuşlar-Sonuçlar ve Bir Değerlendirme, Çağdaş Kentsel Kültür Mirası Kentsel Koruma-Yenileme ve Uygulamalar Sempozyumu, İstanbul 1998, s.32. 21-Özden, a.g.e., s.257. 22-Özden, a.g.e., s.258. 23-Özden, a.g.e., s.258. 24-Ülkü Çavdar-M. Selçuk Sayan, Tarihi Kent Dokularında Dönüşüm ve Süreklilik: Antalya Kaleiçi Örneği, Uluslararası 14. Kentsel Tasarım ve Uygulamalar Sempozyumu, Kentsel Yenileşme ve Kentsel Tasarım, (Urban Regeneration And Urban Design), MSU-Fındıklı- İstanbul, 28-29-30 Mayıs 2003, s.463. 25-Özden, a.g.e., s.258. HUKUK KREDİ KULLANAN TÜKETİCİLERİN DİKKATİNE Yargıtay içtihatlarında bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgilerin yer aldığı hususuna ayrıca dikkat çekmek gerekir. 3 Temmuz 2013 Mehmet Emin ELİBOL Tüketici kredilerinde tüketici ile banka arasında sözleşmesel ilişki söz konusudur. Banka bu sözleşmesel ilişkiye dayanarak tüketiciden dosya masrafı veya yapılandırma bedeli tahsil etmektedir. Bu nedenle banka ve tüketici arasındaki uyuşmazlıkta Türk Borçlar Kanunu’nun 146.maddesinde öngörülen on yıllık genel zamanaşımı süresi geçerli olacaktır. Bankalar uyuşmazlıkta sebepsiz zenginleşmedeki zamanaşımı süresinin geçerli olması gerektiğini savunmakta; ancak Yargıtay sözleşme ilişkisinde uygulanması gereken on yıllık genel zamanaşımı süresinin tatbik edilmesi gerektiğini içtihat etmektedir. G ünümüzde tüketiciler çeşitli amaçlarla, bankalarla akdettikleri kredi sözleşmeleri aracılığıyla kredi kullanmaktadır. Tüketiciler, kredi sözleşmesinden doğan borcunu, hepimizin bildiği gibi, uygulanan faiz nedeniyle kredi bedelinden daha fazla bir tutar ödeyerek ifa etmektedir. Tüketici kredilerinde bankalar sadece uygulanan faiz sebebiyle kazanç elde etmemekte, tüketicilerden kredi kullanımı sırasında dosya masrafı, kredi kullandırma (tahsis) ücreti, istihbarat ücreti, referanslı kredi kullanım tutarı vb. adlar altında tahsilat yapmaktadır. Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK) md. 22’ye göre: “Değeri 1.191,52 TL (2013 yılı için) Öte yandan bankalar, faizlerde meydana gelen düşüş bulunan uyuşmazlıklarda tüketici sorunları hakem sebebiyle kalan kredi borcunu yeniden yapılandırma heyetlerine başvuru zorunludur. Bu uyuşmazlıklarda talebinde bulunan tüketicilere, zorunlu olmamakla heyetin vereceği kararlar tarafları bağlar. Bu kararlar birlikte serbest piyasa koşulları ve bankalar arası re- İcra ve İflas Kanununun ilamların yerine getirilmesi kabet sebebiyle olumlu cevap vermektedir. Yapılan- hakkındaki hükümlerine göre yerine getirilir. Taraflar dırma işleminin gereği olarak, kalan kredi borcuna bu kararlara karşı onbeş gün içinde tüketici mahkemedüşük oranda faiz uygulayan bankalar, bunun karşı- sine itiraz edebilirler. İtiraz, tüketici sorunları hakem lığında tüketicileri, “yapılandırma bedeli”, “masraf ve heyeti kararının icrasını durdurmaz. Ancak, talep edilkomisyon”, “yapılandırma komisyonu”, “ödeme planı mesi şartıyla hakim, tüketici sorunları hakem heyeti değişiklik ücreti”, “referanslı ödeme planı değişiklik kararının icrasını tedbir yoluyla durdurabilir. Tüketici ücreti”, “refinansman ücreti” adları altında ücret öde- sorunları hakem heyeti kararlarına karşı yapılan itiraz meye mecbur tutarak faiz oranını dolaylı biçimde ko- üzerine tüketici mahkemesinin vereceği karar kesindir. rumaktadır. Değeri 1.191,52 TL ve üstündeki uyuşmazlıklarda tüYargıtay, dosya masrafı ve yapılandırma bedeli ile ketici sorunları hakem heyetlerinin verecekleri kararlar, ilgili olarak tüketicilerin yüzüne güldüren kararlara tüketici mahkemelerinde delil olarak ileri sürülebilir. imza atmakta, tüketiciler ödemiş oldukları bu nitelik- Kararların bağlayıcı veya delil olacağına ilişkin parateki bedelleri geri alabilmektedir. Yargıtay özet olarak, sal sınırlar her yılın Ekim ayı sonunda Devlet İstatistik bankaların kredinin verilmesi ve yapılandırılması için Enstitüsünün Toptan Eşya Fiyatları Endeksinde meyzorunlu olan masrafları tüketiciden isteyebileceğini, dana gelen yıllık ortalama fiyat artışı oranında artar. zorunlu masrafların neler olduğu konusunda ispat Bu durum, Bakanlıkça her yıl Aralık ayı içinde Resmi yükünün bankalara ait olduğunu, aksi halde kredi Gazetede ilân edilir.” sözleşmelerinde diğer ücret ve masraflar başlığı altında maktu olarak belirlenen bir miktarın tüketiciden Kanunun açık hükmü karşısında izlenecek yolları ikialınacağına dair hükümlerin Tüketicinin Korunma- ye ayırarak açıklayabiliriz: sı Hakkında Kanun (TKHK) gereği haksız şart olduğunu ve batıl nitelik taşıdığını içtihat etmektedir. 28 HUKUK 1-Banka tarafından haksız olarak tahsil edilen tutar 1.191,52 TL’nin altındaysa tüketici hakem heyetine başvuru zorunludur. Hakem heyetinden alınacak karar ilam dengi belge olup tıpkı bir mahkeme kararı gibi tarafları bağlayacak ve tüketici, kararı İcra ve İflas Kanunu’nda düzenlenen ilamlı takip kurallarına uygun olarak icraya koyabilecektir. Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri Yönetmeliği’ne göre il hakem heyetleri il merkezi sınırları içinde, ilçe hakem heyetleri ise ilçe sınırları içinde görevli ve yetkilidir. Başvurular, tüketicinin mal veya hizmeti satın aldığı veya tüketicinin ikametgahının bulunduğu yerdeki hakem heyetine yapılır. Büyükşehir statüsünde bulunan illerde kurulan il hakem heyetleri, mal ve hizmet bedeli Bakanlıkça her yıl Aralık ayı içinde tespit ve ilan edilecek tutarın üzerindeki uyuşmazlıklara bakmakla görevli ve yetkilidir. Bu bedelin altındaki uyuşmazlıklara büyükşehir belediyesi sınırları dahilinde kurulu ilçelerdeki hakem heyetlerince bakılır.2013 yılı için bu sınır 3.110,58 TL’dir. 2-Bankanın haksız olarak tahsil ettiği tutar 1.191,52 TL’nin üzerinde ise tüketici mahkemesinde, tüketici mahkemesi bulunmayan yerlerde ise asliye hukuk mahkemesinde dava açma yolu ile haksız tahsil edilen ücretin iadesini talep edebilecektir. TKHK, mahkemelerin yetkisiyle ilgili özel bir hüküm getirmiştir. Tüketicinin yerleşim yeri mahkemesi de yetkili mahkemedir. Buna göre tüketici, bankaya karşı kendi yerleşim yeri mahkemesinde dava açabilecektir. Tüketici bu ihtimalde öncelikle tüketici hakem heyetine başvurup, hakem heyetinin verdiği lehe kararı, açmış olduğu davada delil olarak ileri sürebilecektir, bu ihtimalde hakem heyetine başvurma takdiri tüketiciye aittir. Dava sonucu alınan ilam ile bankaya karşı İcra ve İflas Kanunu’ndaki ilamların icrası prosedürüne uygun olarak ilamlı icra takibi başlatılabilecektir. İlamların icrası ile ilgili olarak İcra ve İflas Kanunu’nun 34.maddesine göre ilamların icrası her icra dairesinden talep olunabilir. Buna göre bankalara karşı girişilecek ilamlı icra takiplerinde Türkiye’deki her icra dairesi yetki sahibidir. HUKUK 6098 SAYILI BORÇLAR KANUNU’NDA KEFALET SÖZLEŞMESİ BAKIMINDAN YENİLİKLER Kefilin Sahip Olduğu Def ’ilerden Önceden Feragati Kefilin, kefalet sözleşmesi nedeniyle sahip olduğu Kefalet Sözleşmesinin Tanımı def ’ilerden önceden vazgeçebilmesine ilişkin bir dü18 Sayılı Borçlar Kanunu (eBK) md. 487’de zenleme eBK’da bulunmamaktaydı ve durum hem kefalet sözleşmesinin tanımı şu şekildedir: doktrin hem de yargı kararları açısından tartışmalıydı. “Kefalet bir akittir ki onunla bir kimse, borçlunun akdettiği borcun edasını temin etmeyi, TBK md. 582/3, bu konudaki tartışmaları bitiren açık bir düzenleme içermektedir: “Kanundan aksi anlaşılalacaklıya karşı tekeffül eder.” madıkça kefil, bu bölümde kendisine tanınan haklardan önceden feragat edemez.”Buna göre; kefil KaTanımdaki “borçlunun akdettiği borç” ifadesi sade- nun’un kendisine tanıdığı def ’i haklarından sözleşme ce sözleşmeden doğan borçlar için kefil olunabilece- yapılırken –Kanun’daki istisnalar saklı kalmak kaydıyği gibi yanlış bir anlaşılmaya sebebiyet vermektedir. la- vazgeçemeyecek, bunlardan feragat etse dahi bu Oysaki haksız fiilden, sebepsiz zenginleşmeden ya da feragat geçersiz olacaktır. kanundan doğan borçlar için de kefalet verilebilmesi pekala mümkündür. Eski düzenlemede yer alan kefalet sözleşmesinin tanımına ilişkin diğer bir tartışmalı Kefalet Sözleşmesinin Şekil Şartları nokta da kefalet sözleşmesindeki kefilin esas ediminin Kefalet sözleşmesinin şekil şartları TBK md. 583’te “borcun edasını temin etmek” olarak belirtilmesidir. düzenlenmiştir. Buna göre, kefalet sözleşmesinin geBu ifade, kefilin sorumluluğunun sadece borçlunun çerlilik şartları şunlardır: borcunu ifa etmesi için gerekli gayreti göstermesinden ibaret olduğu, buna rağmen borç ödenmez ise ar• Sözleşmenin yazılı olarak yapılması; tık sorumluluktan kurtulmuş olacağı gibi bir yoruma • Kefilin sorumlu olacağı azami miktarın, sebebiyet vermektedir. Ancak kefalet sözleşmesinde kefilin esas borcu, borcun ifa edilmemesi veya kötü • Kefalet tarihinin, ifa edilmesinden “şahsen” sorumlu olmasıdır. • Müteselsil kefalet durumunda bu anlama gelen bir ifadenin Eski düzenlemede yer alan bu tartışmalı ifadeler 6098 • Kefilin el yazısıyla yer alması. sayılı Borçlar Kanunu (TBK) md. 581 ile ortadan kaldırılmıştır. Yeni düzenleme şu şekildedir: “Kefalet sözleşmesi, kefilin alacaklıya karşı, borçlunun borcu- Bu şekil şartları kefalet için verilen vekâletnamelernu ifa etmemesinin sonuçlarından kişisel olarak so- de, kefil olma vaadi taşıyan sözleşmelerde ve kefalet sözleşmesinde sonradan kefil aleyhine yapılacak olan rumlu olmayı üstlendiği sözleşmedir.” değişiklerde de geçerli olacaktır. 17 Temmuz 2013 Rasim Can ÇAKIR 8 Geçerli Olmayan Bir Borç İçin Kefalet Verilmesi eBK md. 485’te hata veya ehliyetsizlik sebebiyle asıl borçlu yönünden sorumluluk doğurmayan bir borca, durumu bilerek kefil olunması halinde bu kefaletin geçerli olacağı düzenlenmişti. 29 TBK md. 582/2 düzenlemesiyle bu kapsam genişletilmiş ve zamanaşımına uğramış olan borçlar için de durumu bilerek kişisel güvence verenlerin de kefaletle ilgili hükümlere göre sorumlu olacağı belirtilmiştir. TBK’nın şekil şartlarına ilişkin eBK’dan ayrılan en önemli düzenlemesi, yukarıda belirtilen hususların kefilin el yazısıyla sözleşmede düzenlenmesi zorunluluğudur. Bunun amacı; kefilin gerçek iradesi hususu- 30 HUKUK Açığa Kefalet md. 585’te bulunan bir düzenleme olan açığa kefalet, eBK’da bulunmayan bir kurumdur. Bu kefalet türünEşin Rızası (md. 584) de kefilin kefaleti borcun tamamına ilişkin değildir; TBK md. 584, evli olan kişilerin kişisel sorumluluk sadece alacaklının asıl borçluyu takip sonunda elde altına girdikleri kefalet sözleşmelerinin geçerli ola- edemediği kısmına ilişkindir. Açığa kefalette doğrubilmesi için -en geç sözleşmenin kurulması anına ka- dan kefile başvurulabilmesi için şu şartların varlığı dar- kural olarak diğer eşin yazılı rızasının alınmasını gereklidir: şart koşmuştur. Emredici nitelikteki bu hükümden ne feragat ne de taraflar arasında hükme aykırı bir düzenleme yapmak mümkündür. Ancak 11 Nisan 2013 • Borçlu aleyhine yapılan takip neticesinde ketarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6455 sayılı Kanun, sin aciz belgesi alınması. kefalette eşin rızasına ayrıksı bir durum getirmiştir. • Borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkânsız Buna göre şu hallerde eşin rızası aranmayacaktır: hâle gelmesi. • Konkordatonun kesinleşmesi. • Ticaret siciline kayıtlı ticari işletmenin sahibi veya ticaret şirketinin ortak ya da yöneticisi tarafından işletme veya şirketle Son olarak; taraflar sözleşmede Kanun’da sayılan istisnai durumlarda alacaklının önce asıl borçluya başvurilgili olarak verilecek kefaletler. mak zorunda olduğu kararlaştırılabilir. • Mesleki faaliyetleri ile ilgili olarak esnaf ve sanatkârlar siciline kayıtlı esnaf veya sanatkârlar tarafından verilecek kefaletler. Müteselsil Kefalet • 27/12/2006 tarihli ve 5570 sayılı Kamu Müteselsil kefalet eBK düzenlemeleri içinde yer alSermayeli Bankalar Tarafından Yürütü- maktaydı. Ancak eski düzenlemede asıl borçluya başlen Faiz Destekli Kredi Kullandırılmasına vurmadan ve mevcut rehinleri paraya çevirmeden Dair Kanun kapsamında kullanılacak kre- müteselsil kefile başvurabilme imkânının varlığı “kedilerde verilecek kefaletler. falet sözleşmesinin taliliği” ilkesi bakımından çokça • Tarım kredi, tarım satış ve esnaf ve sanat- tartışmalıydı. TBK md. 586 düzenlemesiyle müteselsil kârlar kredi ve kefalet kooperatifleri ile kefile doğrudan başvurulabilmesi için birtakım şartkamu kurum ve kuruluşlarınca kooperatif lar getirilmiştir. İlk şart, esas borçlunun ifada gecikortaklarına kullandırılacak kredilerde ve- miş olmasıdır. Fakat bu şartın varlığı tek başına yeterli değildir. Bu şartla birlikte esas borçlunun açıkça rilecek kefaletler. ödeme güçlüğü içerisinde olması ya da esas borçluya gönderilen ihtarın sonuçsuz kalması hallerinden en Yine md. 584 düzenlemesine göre; kefalet sözleşme- az birisinin de varlığı gerekmektedir. sinde sonradan yapılan ve kefilin sorumluluğunu artıran değişiklikler, kefalet için öngörülen şekle uyulmaAsıl borçlunun ifada gecikmiş olması ve açıkça ödedıkça hüküm doğurmayacaktır. me güçlüğü içerisinde bulunması halinde, ihtar gerekmeksizin müteselsil kefile doğrudan başvurulabilmesi Adi Kefalet mümkündür. Ancak maddede hangi durumların bir TBK md. 585’te yer alan adi kefalet, esasen eBK dü- ödeme güçlüğü halini oluşturduğu belirtilmemesine zenlemesine göre farklılıklar içermemektedir. Kural, rağmen şu haller ödeme güçlüğü olarak değerlendirasıl borçluya başvurulup onun aciz hali tespit etti- mek mümkün olacaktır: rilmeden adi kefile başvurulamayacağı yönündedir. Bununla birlikte; doğrudan adi kefile başvurma im• Borçlunun iflasına karar verilmiş olması. kanı bulunan istisnalar TBK düzenlemesinde de yer • Borçlu aleyhine yapılan herhangi bir takip nealmaktadır. eBK’daki istisnalar dışında yeni düzenleticesinde kesin aciz belgesi alınmış olması. meyle borçluya “konkordato mehli verilmesi” durumu getirilmiştir. İstisnalar şunlardır: • Borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkânsız hâle gelmesi veya önemli ölçüde güçleşmesi. • Borçluya konkordato mehli verilmesi. • Borçlu aleyhine yapılan takibin sonucunda kesin aciz belgesi alınması. • Borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkânsız Birlikte Kefalet hâle gelmesi veya önemli ölçüde güçleşmesi. Aynı borç için birden fazla kişinin alacaklıya karşı or• Borçlunun iflasına karar verilmesi. taklaşa kefil olması, birlikte kefalettir. Birden fazla kişi aynı borç için birbirinden habersiz bir şekilde kefil ol• Borçluya konkordato mehli verilmiş olması. muşsa bu durumda birlikte kefaletten değil bağımsız toplu kefaletten söz edilir. na netlik kazandırmaktır. 31 HUKUK TBK, eBK’dan farklı olarak birlikte kefalet konusunda birtakım yeni düzenlemeler getirmiştir. eBK md 488 uyarınca, birlikte müteselsil kefiller her halükarda alacaklıya karşı borcun tamamından sorumlu bulunmaktaydı. TBK md. 587 bu kurala bir istisna getirmiştir. Düzenleme şu şekildedir: “Bir kefil, kendisiyle birlikte daha önce veya aynı zamanda müteselsilen yükümlü bulunan ve Türkiye’de takip edilebilen bütün kefillere karşı takibe girişilmiş olmadıkça, kendi payından fazlasını ödemekten kaçınabilir. Bir kefil, bu hakkı diğer kefillerin kendi paylarını ödemiş veya ayni güvence sağlamış olmaları durumunda da kullanabilir.” Kefilin Sorumluluğunun Kapsamı Kefilin sorumluluğu konusunda TBK md. 589/3 düzenlemesi şu şekildedir: “Sözleşmede açıkça kararlaştırılmamışsa kefil, borçlunun sadece kefalet sözleşmesinin kurulmasından sonraki borçlarından sorumludur.” Buna göre kural olarak kefil, kefalet sözleşmesinin imzaladığı tarihte mevcut bulunan borçlardan dolayı sorumlu değildir. Kefilin bu borçlardan dolayı da sorumlu tutulması isteniliyorsa, bu hususa sözleşmede yer verilmesi gerekmektedir. itiraz edebilir.” Kefilin İleri Sürebileceği Defiler TBK md. 591 uyarınca, asıl borçlu kendisine ait olan bir def ’iden vazgeçmiş olsa bile kefil, bu def ’iyi alacaklıya karşı ileri sürebilecektir. Ancak bu düzenleme için tam bir yenilik denilemez; çünkü asıl borçlunun kefilin durumunu ağırlaştıracak fiillerinin kefile karşı etki doğurmayacağı eBK kapsamında da kabul edilmekteydi. Kumar veya bahisten doğan bir borca kefalette ise kefil, borcun niteliğinden haberdar olsa bile asıl borçlunun sahip olduğu def ’ileri ileri sürebilecektir. Kefilin Zararına Teminatın Azaltılması eBK’da alacaklının elinde bulunan teminatı kefilin zararına olacak şekilde azaltacak olması halinde kefile karşı sorumlu olacağı belirtilmekteydi. TBK md. 592 uyarınca ise elden çıkartılan teminat kadar kefil borcundan kurtulmuş kabul edilmekte, alacaklı ortaya çıkan zararın elden çıkartılan teminat kadar olmadığını kendisi ispat etmek durumundadır. eBK hükümlerine göre sözleşmenin hükümsüz hale gelmesi halinde oluşacak menfi zarardan ve asıl borcun zamanında ve gereği gibi ifa edilmemesi halinde oluşacak cezai şarttan kefalet sözleşmesinde açıkça belirtilmek koşulu ile kefili sorumlu tutabilmek mümkün iken TBK md. 589 son paragraf hükmüyle bu konularda kefil olmak mümkün değildir. Madde hükmü şu şekildedir: “Kefilin, asıl borç ilişkisinin hükümsüz hâle gelmesinin sebep olduğu zarardan ve ceza koşulundan sorumlu olacağına ilişkin anlaşmalar kesin olarak hükümsüzdür.” Alacaklının Kefile Karşı Yükümlülükleri eBK’da asıl borçlunun iflas etmesi durumunda, alacaklının alacağını iflas masasına kaydettirmek ve durumdan derhal kefili haberdar etmekle yükümlü olduğu; bu yükümlülüğünü yerine getirmeyecek olursa kefilin bundan dolayı uğradığı zarar miktarınca ona müracaat hakkını kaybedeceği belirtilmiştir. TBK md. 594 ise alacaklının konuya ilişkin yükümlülükleri arasına konkordato durumu da eklenmiştir. Buna göre, iflasının yanı sıra asıl borçlunun konkordato durumundan haberdar olan alacaklı da, alacağını kaydettirme ve konkordato mehli verildiğini borçluya bildirme yüKefilin sorumluluğunun kapsamı konusunda getiri- kümlülüğü altında bulunmaktadır. len bir diğer değişiklik de, ödemede bulunan kefile yasal zorunluluk gereği yapılacak olan rehin devirleri sırasında oluşabilecek masrafların sözleşmede aksi Kefilin Rücu Hakkı belirtilmediği sürece kefile ait olacağı yönündedir. TBK md. 596/2’ye göre alacaklıya kısmen ifada bulunan kefil, rehin hakkının sadece bunu karşılayan kısmına halef olmaktadır. Kefilin Takibi TBK md. 590’da eBK’da bulunmayan bir hükme yer verilmiştir: Bütün kefalet türlerinde kefil, ayni gü- Ayrıca alacaklının rehin konusu üzerinde geriye kavence karşılığında hâkimden, mevcut rehinler paraya lan alacak hakkının, kefilin rehin hakkından ön sırada çevrilinceye ve borçlu aleyhine yapılan takip sonu- geleceği yönündeki düzenlemeyle de kısmi ödeme hacunda kesin aciz belgesi alınıncaya veya konkordato linde kefilin yaptığı ödeme oranında alacaklının rehin kararına kadar kendisine karşı yöneltilen takibin dur- hakkına halef olacağı kabul edilmiş; ancak alacaklının durulmasına karar verilmesini isteyebilir. Kefilin bu rehin konusu üzerinde kalan alacak hakkının, kefilin hakkı kullanabilmesi için öncelikle kendisi hakkında rehin hakkı üzerinde halefiyet nedeniyle sahip olduğu haktan daha üstün olacağı benimsenmiştir. başlatılmış bulunan bir icra takibi olmalıdır. Maddeyle getirilen başka bir yenilik de şudur: “Yerleşim yeri yabancı bir ülkede olan borçlunun borcunu ödemesi, döviz işlemleri veya havale ile ilgili yasaklar gibi sebeplerle, o yabancı ülkenin yasal düzenlemeleri gereği imkânsız hâle gelmiş veya sınırlandırılmışsa, yerleşim yeri Türkiye’de olan kefil, takibe bu sebeple Kefaletin Sona Ermesi TBK’da borçlu sıfatıyla kefil sıfatının birleşmesinin kefalet sözleşmesini sona erdiren bir sebep olup olmadığı konusunda açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak TBK md. 598/2’nin gerekçesinde borçlu ile kefil sıfatlarının birleşmesinin kefalet sözleşmesini sona 32 HUKUK HUKUK erdirdiği açık olarak belirtilmiştir. Böyle bir durumun varlığı halinde, alacaklı bakımından kefaletten doğan özel yararlar saklı kalacaktır. Gerekçede bu durum, kefile kefalet örneği ile açıklanmıştır. Buna göre, asıl borçlu vefat etmiş ve geriye de tek mirasçı olarak kefili kalmışsa asıl borçlu ile kefil sıfatları birleşmiş olacağından kefalet ilişkisi sona ermiş olacaktır. Ancak, kefile kefil olan ya da bir başka kişi de var ise onun açısından kefil olduğu kişinin kefalet borcu sona ermemiş gibi sorumluluğu devam edecektir. Aynı durum, kefil lehine rehin verenler için de geçerlidir. TBK md. 598/3 gerçek kişi kefillerin kurduğu kefalet sözleşmesinin on yılın sonunda sona ereceğini düzenlemiştir TBK md. 598/5’e göre ise alacaklı ile borçlu her zaman için bir araya gelip yeni kefalet sözleşmeleri yapmak suretiyle kefalet durumunu azami on yıllık devreler halinde istedikleri kadar uzatmalarına bir engel bulunmamaktadır. Kefaleten Dönme TBK md. 599, kefaletten dönmeyle ilgili olup eBK’da bulunmayan düzenlemelerdendir. Buna göre; asıl borçlunun mali durumu, kefalet sözleşmesinin yapılmasından sonra önemli ölçüde bozulmuşsa veya malî durumunun, kefalet sırasında kefilin iyi niyetle varsaydığından çok daha kötü olduğu ortaya çıkmışsa, kefil alacaklıya yazılı bir bildirimde bulunarak, “borç doğmadığı sürece” her zaman için kefalet sözleşmesinden dönebilecektir. Ancak, dönme hakkını kullanan kefil, alacaklının kefalete güvenmesi sebebiyle uğradığı zararlar var ise bunları da gidermekle yükümlü olacaktır. Süreli Kefalet Süreli kefaletten kasıt, borcun süreli olması değil; kefaletin süreli olmasıdır. eBK’da sözleşmeyle belirlenen sürenin sona ermesi durumunda alacaklının takip eden bir ay içerisinde icraya ya da mahkemeye başvurması gerektiği; bu gerekliliği yerine getirmez ya da yerine getirir de takibata uzun bir süre ara verirse kefilin artık sorumluluktan kurtulacağı belirtilmekteydi. TBK md. 600 ise net olarak süreli kefalette kefilin, sürenin sonunda borcundan kurtulacağını düzenlemiştir. Süresiz Kefalet TBK md. 601’de kefalet türlerine göre bir ayrım mevcuttur. Buna göre; adi kefalette kefil, her zaman için, borcun muaccel halde bulunması koşuluyla, alacaklıdan asıl borçluyu bir ay içinde takip etmesini, rehinleri paraya çevirmesini, takiplere ara vermeksizin devam etmesini isteme hakkına sahiptir. Alacaklı bu isteme rağmen gereğini yerine getirmez ise kefil artık borcundan kurtulacaktır. Müteselsil kefalette ise kefilin bu hakkı kullanabilmesi ancak kanunun uygun gördüğü hallerde mümkündür. 33 6102 SAYILI YENİ TÜRK TİCARET KANUNU’NDA EMİSYON PRİMİ (AGİO-PRİMLİ PAY) Yine, her ne kadar son yıllarda enflasyon kontrol altına alınmış olsa da, şirketin taşınmaz varlıkları değer kazanmaktadır. Şirketin gayrimaddi değerlerinin yani şirketin itibarı, piyasadaki iyi tanınması da şirket paylarının değerini artıran unsurlardandır. 31 Ekim 2013 Mikail ÇİMEN 6 Şirket, sermaye artırımına kalkıştığı zaman, şirketi yönetenler, şirkette birikmiş yedek akçeler ile maddi 102 sayılı Yeni Ticaret Kanunu (“TTK”) ile il- ve gayrimaddi değerlerin belirli bir oranda paraya dögili ek düzenlemeler ve tüzük, tebliğ ve yönet- nüştürülmesi amacını güdebilirler ve aynı zamanda da melikler tamamlandığında, şirketlerin payla- eski pay sahipleri ile yeni pay sahipleri arasında eşitlik rını ilgilendiren ekonomik hükümler devreye sağlamak gerekeceği açıktır. İşte bu gaye ile primli pay girmiş olacaktır. Yani, şirketlerin değer kazan- çıkarılma gereği ve Agio veya emisyon primi doğar. ması, payların değer kazanması ve borsaya yeni açılmalar olacaktır. İşte o zaman karşımıza, primli paylar, Şirket, primli pay senedi çıkarmaya karar vermek isagio veya emisyon primi olayı çıkacaktır. terse önce esas sözleşmede hüküm var mı ona bakılacaktır. Esas sözleşmede hüküm yoksa genel kurul kaAnonim şirketlerde kuruluş veya sermaye artırımı es- rarı alınmalıdır, aksi takdirde, primli pay çıkarılamaz. nasında, pay senedinin üzerinde yazılı değerden yani itibari değerden daha yüksek değerle çıkarılması halinde, bu itibari değer ile satış bedeli arasındaki fark: Agio (emisyon primi) esas sermayenin bir parçası deAgio veya emisyon primi olarak adlandırılır ve bu ğildir, ancak esas sermaye borcunun ödenmesi gibi ödenir. Prim ödemesi, şirketin mal varlığını artırır paya da primli pay denir. fakat esas sermaye olarak kaydedilmeyecektir. Elde edilen Agio veya emisyon priminin nasıl kullanılacaEski Ticaret Kanununda primli pay, Agio veya emis- ğı TTK’nın 519. maddesinin ikinci fıkrasında hüküm yon primi, 286. maddede düzenlenmiştir. 6102 sayılı altına alınmıştır. TTK’da primli paylar adı altında 347. maddede hemen hemen aynı ifadelerin biraz değiştirilmesiyle bir düzenleme yapılmıştır. Maddeyi aynen alalım ve in- Emisyon Primlerinin Kullanılması celeyelim: TTK’nın 519/3. maddesine göre eğer, genel kanuni yedek akçe sermayenin yarısını aşmadığı takdirde zararların kapatılmasına, işlerin iyi gitmediği zamanlarda VIII-Primli Paylar işletmeyi devam ettirmeye, işsizliğin önüne geçmeye Madde 347- İtibari değerinden aşağı bedelle pay çıka- ve sonuçlarını hafifletmeye elverişli önlemler için kulrılamaz. Payların itibari değerinden yüksek bir bedelle lanılabilir. Bu madde hükümlerinden de anlıyoruz ki çıkarılabilmeleri için esas sözleşmede hüküm veya genel emisyon primi veya Agio başka hiçbir şekilde kullakurul kararı bulunmalıdır. nılamaz. Sermayeye eklenip eklenemeyeceği, ilerideki yapılacak düzenlemelerle ortaya çıkacaktır. Primli paylar, yukarıda da belirttiğimiz gibi daha çok sermaye artırımı esnasında çıkarılabilir. Peki neden Emisyon Priminin Vergisel Boyutu primli pay? Bilindiği gibi, şirketler çalıştıklarında kar elde ederler ve bu karlardan yedek akçe ayrılır. Bu ye- Ülkemiz uygulamasında, emisyon primleri kurumlar dek akçeler şirketin değerini artıran unsurlardandır. vergisi, katma değer vergisi ve banka ve sigorta muameleleri vergisinden istisna tutulmuştur. Yasal olarak ayrılma zorunluluğu bulunmaktadır. 34 HUKUK İSTANBUL BAROSU YÖNETİMİ DÜŞTÜ MÜ? 6 Kasım 2013 Şerif Emir EKŞİ İ celendiğinde; 90. maddenin 2. fıkra hükmü [1], “Haklarında avukatlığa engel bir suçtan dolayı son soruşturma açılmasına karar verilmiş” avukatların, baro organları seçimlerinde aday olamayacağını, yine aynı maddenin son fıkra hükmü [2] ise seçim yeterliğini kaybeden Yönetim Kurulu üyesinin görevinin sona ereceğini düzenlemiştir. Avukatlığa engel suçlar ise “Avukatlığa Kabulde Engeller” başlığı ile Kanun’un 5. maddesinde mesleğe engelde kabul edilecek diğer hâller ile birlikte sayılmıştır. stanbul Barosu içinde bulunduğumuz yılın başından beri, İstanbul Barosu Yönetimi ile Adalet Bakanlığı arasında yaşanan kriz sebebiyle stajını İstanbul Barosu’nda tamamlamış bulunan yüzlerce avukat adayı mağdur olmaktadır. Mesleğe adım atma hevesi kursağında kalmış meslektaşlarımızın, gayri-ihtiyari şekilde dâhil oldukları kriz süreci, 2013’ün sonuna yaklaştığımız bu günlerde dahi bir Baro yöneticilerine isnat edilen suçun avukatlığa ençözüme kavuşmaktan uzaktır. gel suçlar kapsamına girip girmediğini tartışmadan evvel, birçok kişinin gözünden kaçan, bilerek göz ardı Krizi bayraklaştırarak menfaatleri uğruna istikrarlı edilmediğini umduğumuz, Kanun’un diğer iki madbir çözümsüzlük içine sokan taraflar arasında, siyasi desini incelenmek gerektiği kanaatindeyiz. söylemlerinden hukuku tamamen soyutlayan meslektaşlarımızın sayısı maalesef hiç de az değildir. Kasten Avukatların, avukatlık yahut baro organlarındaki göoluşturulan bilgi kirliliği, krizin gerçek mağdurlar revleri esnasında işledikleri veya bu görevlerinden tarafından anlaşılabilmesini iyice zorlaştırmaktadır. doğan suçların soruşturulması Kanun’un 58. maddesi Bu sebeple objektif bir hukuki değerlendirme yaparak [3] uyarınca Adalet Bakanlığı’nın vereceği izne bağlımağduriyetlerin sebebinin anlaşılabilmesine yardımcı dır. Adalet Bakanlığı’nın verdiği izin üzerine başlatıolmayı hedeflemekteyiz. lan soruşturma neticesinde hazırlanan iddianame ise Kanun’un 59. maddesine göre yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulur ve iddianamenin kabul görmesi Baro Yönetimi Düştü mü? halinde avukat Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanır. Bilindiği üzere 14.09.2012 tarihinde yapılan İstanbul Yani çok kısaca özetlemek gerekirse, avukatların mesBarosu olağan genel kurulunda, grupların çarşaf lis- lekleri ve baro organlarındaki görevleri ile bağlantılı teler ile katıldıkları seçim neticesinde, Av. Ümit Ko- olarak işledikleri suçların soruşturulması genel usulcasakal ikinci kez İstanbul Barosu Başkanlığı’na seçil- den tamamen farklı bir prosedür iledir. miştir. Ancak Av. Ümit Kocasakal ve seçimde Yönetim Kurulu listesinde bulunan sekiz avukat, Baro seçimlerinden yaklaşık beş ay önce, medyada “Balyoz Dava- İsnat edilen suçun işlendiği tarihte Baro Başkanı olan sı” olarak bilinen davanın 06.04.2012 tarihli duruşma- Av. Ümit Kocasakal ile suçun işlendiği tarihte yine sında sanık avukatlarının bulunduğu tarafa geçerek İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi bulunan dimahkemeyi protesto içerikli açıklamalarda bulun- ğer sekiz meslektaşımızın, ilgili duruşmada İstanbul muşlardı. Bu sebeple Baro Başkanı ve Yönetim Kurulu Barosu’nu temsilen bulundukları şüphesizdir. Baro Üyeleri’nden sekizi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun Yönetimi’nin her ne kadar siyasi saik ile hareket ettiği 277. madde hükmü uyarınca başlatılan soruşturma iddia edilse de, hatta bu iddia doğru olsa bile, ancak ve kapsamında hazırlanan iddianame, 08.02.2013 tari- ancak görev başında işlenmiş bir suçun varlığı tartışıhinde Silivri 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından ka- labilir. Yoksa kendilerine suç isnat edilen şahısların ne Baro’yu temsilen ne de avukat olmaları itibariyle değil bul edilmiş ve kovuşturma aşamasına geçilmiştir. de bunlardan tamamen bağımsız bir sıfat ile duruşma salonuna giriş sağlayabilmeleri mümkün bile de1136 Sayılı Avukatlık Kanunu’nun ilgili maddeleri in- 35 HUKUK ğildir. Nitekim iddianamede şüpheli olarak gösterilen avukatların hem duruşma salonundaki sıfatları, hem de yaptıkları açıklamalar İstanbul Barosu’nun temsili kapsamındadır. be edildiği üzere tüm bu gelgitler, kurulların toplanması ve karar alması ile birlikte bekleme müddetleri de bunlara eklendiğinde stajyer avukatların ruhsatlarına kavuşmaları çok uzun sürmektedir. Kanun’un 90. maddesinin 2. fıkra hükmünü tekrar hatırlayacak olursak, 58. maddede de bahsi geçen “son soruşturma” ibaresi dikkatleri çekecektir. Bu ibare göstermektedir ki, açılan soruşturmanın Baro organlarında görev almaya engel teşkil edebilmesi için 58. madde kapsamında, kişinin avukatlık mesleğini yahut Baro organlarındaki görevini ifa ederken gerçekleştirdiği bir eyleme ilişkin olması gerekmektedir. Buna göre açılacak özel nitelikli soruşturma yine aynı madde dâhilinde tarif edilen özel usule tabi olacaktır. Yani başka bir deyişle, şayet 90. madde “son soruşturma” ibaresini kullanmak yerine sadece “soruşturma” ifadesini tercih etmiş olsaydı, Kanun’un 5. maddesinde sayılan suçlardan herhangi birinden bahisle soruşturma açılması, bu soruşturmanın 58. maddede tanımlanan özel usule tabi olmasına bakılmaksızın Baro organlarına seçim engeli teşkil edecekti. Ancak böyle bir durum detaylarıyla izah ettiğimiz gibi söz konusu dahi değildir. DİPNOTLAR 1-“Haklarında avukatlığa engel bir suçtan dolayı son soruşturma açılmasına karar verilmiş veya geçmiş beş yıl içinde Disiplin Kurulunca verilecek kesinleşmiş bir kararla kınama, para veya işten çıkarılma cezalarıyla tecziye edilmiş olanlar Yönetim Kurulu üyesi seçilemezler. (Ek: 2/5/2001-4667/53 m.) 77. madde hükmüne dayanılarak görevine son verilenler, yapılacak ilk genel kurulda baro organlarına aday olamazlar.” 2-“Seçim yeterliğini kaybeden Yönetim Kurulu üyelerinin görevi kendiliğinden sona erer.” 3-Soruşturmaya Yetkili Cumhuriyet Savcısı Madde 58. (Değişik: 23/1/2008-5728/331 m.)Avukatların avukatlık veya Türkiye Barolar Birliği ya da baroların organlarındaki görevlerinden doğan veya görev sırasında işledikleri suçlardan dolayı haklarında soruşturma, Adalet Bakanlığının vereceği izin üzerine, suçun işlendiği yer Cumhuriyet Savcısı tarafından yapılır. Avukat yazıhaneleri ve konutları ancak mahkeme kararı ile ve kararda belirtilen olayla ilgili olarak Cumhuriyet Savcısı denetiminde ve baro temsilcisinin katılımı ile aranabilir. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali dışında avukatın üzeri aranamaz. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanununun duruşmanın inzibatına ilişkin hükümleri saklıdır. Şu kadar ki, bu hükümlere göre avukatlar tutuklanamayacağı gibi, haklarında disiplin hapsi veya para cezası da verilemez. 4-“(Değişik: 2/5/2001-4667/7 m.) Baro yönetim kurullarının adayın levhaya yazılması hakkındaki kararları, karar tarihinden itibaren on beş gün içinde Türkiye Barolar Birliğine gönderilir. Türkiye Barolar Birliği kararın kendisine ulaştığı tarihten itibaren bir ay içinde uygun bulma veya bulmama kararını ve itirazın kabul veya reddi hakkındaki kararlarını onaylamak üzere karar tarihinden itibaren bir ay içinde Adalet Bakanlığına gönderir. Bu kararlar Adalet Bakanlığına ulaştığı tarihten itibaren iki ay içinde Bakanlıkça karar verilmediği veya karar onaylandığı takdirde kesinleşir. Ancak Adalet Bakanlığı uygun bulmadığı kararları bir daha görüşülmek üzere, gösterdiği gerekçesiyle birlikte Türkiye Barolar Birliğine geri gönderir. Geri gönderilen bu kararlar, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca üçte iki çoğunlukla aynen kabul edildiği takdirde onaylanmış, aksi halde onaylanmamış sayılır; sonuç Türkiye Barolar Birliği tarafından Adalet Bakanlığına bildirilir.” Netice olarak görevi devam eden İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyelerinin katılımıyla alınan kararlar, Adalet Bakanlığı tarafından yeterli bir hukuki temele dayanılmaksızın yok hükmünde kabul edilmektedir. Stajyer Avukatlar Bu Krizin Neresinde? Bir yıllık staj süresini başarı ile tamamlayan stajyer avukatlar gerekli belgeleri de tamamlayarak baro levhasına yazılma isteminde bulunurlar. Stajyer avukatların bu istemi başvuru tarihinden itibaren bir ay içerisinde Baro Yönetim Kurulu tarafından gerekçeli olarak karara bağlanır. Baro’nun olumlu yöndeki kararları Türkiye Barolar Birliği’ne, Türkiye Barolar Birliği’nin uygun bulma kararları ise incelenmek üzere Adalet Bakanlığı’na gönderilir. Krizin geldiği noktada Adalet Bakanlığı, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu tarafından alınan kararların yok hükmünde olduğunu, bu sebeple stajyer avukatların baroya yazılma isteminin kabulüne ilişkin mevcut bir karar bulunmadığını iddia ederek Barolar Birliği’nin uygun bulma kararlarını reddederek geri göndermektedir. Adalet Bakanlığı tarafından reddolunarak Barolar Birliği’ne geri gönderilen kararlar hakkında Avukatlık Kanunu’nun 8. maddesi [4] 4. fıkrası uyarınca Barolar Birliği Yönetim Kurulu nitelikli çoğunlukla ısrar kararı verdiği takdirde artık Baro’nun kararı da onaylanmış sayılır. Adalet Bakanlığı ile İstanbul Barosu arasındaki kriz devam ederken, Türkiye Barolar Birliği işte bu fıkra hükmünü uygulamaya koyarak ruhsat başvurularının onaylanması sağlamaktadır. Tahmin edilebileceği ve stajyer avukatlar tarafından da tecrü- 36 TURKEY PROVIDES CORPORATE INCOME TAX EXEMPTION ON CERTAIN SERVICES 9 Aralık 2013 Mikail ÇİMEN A HUKUK HUKUK and the invoices should be issued in the name of those nonresident entities or individuals; • And the services should be actually provided (activities such as assistance or consulting in these fields would not be regarded as the actual provision of services); 6502 SAYILI TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN’A PRATİK BİR BAKIŞ The law provides for the exemption of the net profits only, i.e., the profit that may be exempted should be ccording to a circular that supplemented determined as the difference between the gross revethe Turkish Commercial Income Code on nue (excluding VAT) and all costs associated with the 1 January 2013, the Code provides for the procurement of these services. possibility of exempting 50% of the profit obtained by Turkish taxpayers from certain types of services provided to nonresidents for In case the company incurs a loss as a result of rendecorporate income tax purposes. Companies who may ring the services listed above, it is not possible to use benefit from the 50% exemption should review now such losses to offset profits from other (non-exempwhether they qualify as the exemption may be clai- ted) activities. In addition, it is not possible to carry med for the entire fiscal year and the respective annu- forward the exempted amount of loss to following years. al tax liability should be calculated accordingly. The exemption applies to both Turkish companies and to Turkish branches of nonresident entities. This provision – which basically decreases the Turkish corporate income tax rate from 20% to 10% on certain activities – has generated substantial interest and multiple requests have been filed with the Turkish Tax Authorities to obtain interpretative clarifications. The areas eligible for the 50% exemption under the Code are as follows: • • • • • • • Architectural, engineering and design services Software Accounting and bookkeeping services Call center services Data storage and software services Health services Education/training services For the exemption to apply, the services should be: • Provided to nonresident entities or individuals 37 11 Aralık 2013 Rasim Can ÇAKIR 1 sözleşmenin eki olarak kâğıt üzerinde yazılı şekilde tüketiciye verilmelidir. Sözleşmenin bilgisayar, telefon, faks gibi uzaktan iletişim araçlarıyla kurulması halinde; söz konusu bilgiler kullanılan uzaktan iletişim aracına uygun şekilde verilmelidir. Bu halde de söz konusu bilgilerin tüketiciye verildiğinin ispatı ise sözleşmeyi düzenleyene aittir. 995 yılında yürürlüğe giren 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, 2003 yılında kapsamlı şekilde değişikliğe uğramıştı. Ancak özellikle son on yılda ortaya çıkan gelişmeler ve yeni Borçlar Kanunu ile yeni Ticaret Kanunu’na Tüketici Hukuku bakımından uyum için yeni bir kanuna ihtiyaç vardı. Aidat, Kart Ücreti ve Faize İlişkin Düzenlemeler Bankalar, tüketici kredisi veren finansal kuruluşlar ve kart çıkaran kuruluşlar tarafından tüketiciye sunulan ürün veya hizmetlerde ise tüketiciden “faiz dışında” alınacak her türlü ücret, komisyon ve masraf türleri Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu tarafından belirlenecektir. Bu durumda bankaların kredi kartı, hesap işletim ücreti gibi tüketiciye karşı haksız Kanun’un temel amaçları genel olarak şu şekilde sı- taleplerinin önüne geçilecektir. Ayrıca tüketici borcuralandıktan sonra 6502 sayılı Tüketicinin Korunması nu ödemekte temerrüde düşmüş olsa bile hiçbir tükeHakkında Kanun düzenlemelerini belirli başlıklar al- tici işleminde bileşik faiz uygulanmayacaktır. tında incelemek faydalı olacaktır: • Tüketicinin haklarını ön plana çıkarmak suretiyle piyasadaki rekabet ortamının gelişmesine katkı sağlanması • Tüketiciye sunulan mal ve hizmetlerde kalite standardının yükseltilmesi • Tüketicilerin mahkeme dışı çözüm organları sayesinde haklarını etkin, hızlı ve masrafsız arayabilmelerinin önünün açılması • Bürokratik işlemlerin azaltılması Tüketici Sözleşmesine İlişkin Şartlar Tüketici Kanunu’na tabi tüm sözleşmeler en az on iki punto büyüklüğünde, “anlaşılabilir” bir dilde, açık, sade ve okunabilir şekilde düzenlenmelidir. Sözleşmede yer alan bir hükmün açık ve anlaşılır olmaması veya birden çok anlama gelmesi hâlinde; bu hüküm, tüketicinin lehine yorumlanacaktır. Sözleşmede öngörülen koşullar, sözleşme süresi içinde tüketici aleyhine değiştirilemeyecektir. Sözleşmenin ve eklerinin bir nüshasının tüketiciye verilmesi de zorunludur. Ayrıca; tüketiciden talep edilecek her türlü ücret ve masrafa ilişkin bilgiler, Haksız Şart ve Sonuçları Bir sözleşme şartı önceden hazırlanmış ve standart sözleşmede yer alması nedeniyle tüketici içeriğine etki edememişse, Kanun o sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediğini kabul etmektedir. Haksız şart ise; tüketiciyle müzakere edilmeden sözleşmeye dahil edilen ve tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde dürüstlük kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme şartlarıdır. Tüketiciyle akdedilen sözleşmelerde yer alan haksız şartlar Kanun uyarınca kesin hükümsüzdür. Sözleşmeyi düzenleyen taraf, haksız şartların geçersiz sayılması nedeniyle, diğer hükümlerle sözleşmeyi yapmayacak olduğunu ileri süremeyecek; sözleşmenin haksız şartlar dışındaki hükümleri ise geçerliliğini korumaya devam edecektir. Sipariş Edilmeyen Malın Tüketiciye Sunulması Sipariş edilmeyen bir malın tüketiciye gönderilmesi ya da hizmetin sunulması halinde tüketiciye karşı herhangi bir hak ileri sürülemeyecektir. Tüketicinin sessiz kalması ya da mal veya hizmeti kullanmış olması, 38 HUKUK HUKUK sözleşmenin kurulmuş olması anlamına gelmeyeceği zamanaşımına tabidir. Konut veya tatil amaçlı taşıngibi tüketicinin malı geri göndermek veya muhafaza maz mallarda ise taşınmazın teslim tarihinden itibaetmek gibi bir yükümlülüğü de yoktur. ren beş yıldır. Ayıplı Mal Ayıplı mal, tüketiciye teslimi anında, taraflarca kararlaştırılmış olan örnek ya da modele uygun olmaması ya da objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan maldır. Ürünün tanıtımında bahsedilen özelliklerinden bir veya birden fazlasını taşımayan; tüketicinin makul olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren mallar da Kanun hükümlerince ayıplı olarak kabul edilmektedir. Ayıplı Hizmet Ayıplı hizmet, sözleşmede belirlenen süre içinde başlamaması veya taraflarca kararlaştırılmış olan ve objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan hizmettir. Hizmet tanıtımında bildirilen özellikleri taşımayan ya da yararlanma amacı bakımından değerini veya tüketicinin ondan makul olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren hizmetler ayıplıdır. Hizmetin ayıplı ifa edilmesi durumunda tüketicinin Teslim tarihinden itibaren altı ay içinde malda orta- hakları aşağıdaki gibi olup hizmet sağlayıcısı, tüketiya çıkan ayıpların teslim tarihinde var olduğu kabul cinin tercih ettiği bu talebi yerine getirmekle yükümedilecektir. Ancak tüketicinin, sözleşmenin kuruldu- lüdür: ğu tarihte ayıptan haberdar olduğu veya haberdar olmasının kendisinden beklendiği hallerde, sözleşmeye • Hizmetin yeniden görülmesi aykırılık söz konusu olmayacaktır. • Hizmet sonucu ortaya çıkan eserin ücretsiz onarımı Satışa sunulacak ayıplı malda üretici, ithalatçı veya • Ayıp oranında bedelden indirim satıcı tarafından tüketicinin kolaylıkla okuyabileceği şekilde malın ayıbına ilişkin açıklayıcı bilgi bulunma• Sözleşmeden dönme lıdır. Ayıba ilişkin açıklayıcı bilginin tüketiciye verilen fatura, fiş veya satış belgesi üzerinde açıkça gösterilTüketici, bu haklarından biriyle birlikte Borçlar Kanumesi zorunludur. nu hükümleri uyarınca tazminat da talep edebilecektir. Ücretsiz onarım veya hizmetin yeniden görülmeMalın ayıplı olduğunun anlaşılması durumunda tü- sinin sağlayıcı için orantısız güçlükleri beraberinde keticinin hakları aşağıdaki gibi olup satıcı, tüketicinin getirecek olması halinde tüketici bu hakları kullanatercih ettiği bu talebi yerine getirmekle yükümlüdür: mayacaktır. Ayıbın giderilmesinde süre, talebin sağlayıcıya yöneltilmesinden itibaren otuz iş gününü geçemez. Aksi halde tüketici diğer seçimlik haklarını • Satılanı geri vermeye hazır olduğunu bildire- kullanabilecektir. rek sözleşmeden dönme • Satılanı alıkoyup ayıp oranında satış bedelinAyıplı hizmetten sorumluluk -Kanunlarda veya tarafden indirim isteme lar arasındaki sözleşmede daha uzun bir süre belirlen• Aşırı bir masraf gerektirmediği takdirde, bü- mediği takdirde- ayıp daha sonra ortaya çıkmış olsa tün masrafları satıcıya ait olmak üzere satıla- bile, hizmetin ifası tarihinden itibaren iki yıllık zamanın ücretsiz onarılmasını isteme naşımına tabidir. Ayıp, ağır kusur ya da hile ile gizlen• İmkan varsa, satılanın ayıpsız bir misli ile de- mişse zamanaşımı hükümleri uygulanmayacaktır. ğiştirilmesini isteme Bu haklardan ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli ile değiştirilmesi üretici veya ithalatçıya karşı da kullanılabilir. Ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli ile değiştirilmesi haklarından birinin seçilmesi durumunda bu talebin satıcıya, üreticiye veya ithalatçıya yöneltilmesinden itibaren azami otuz iş günü, konut ve tatil amaçlı taşınmazlarda ise altmış iş günü içinde yerine getirilmesi zorunludur. Ayıplı maldan sorumluluk -kanunlarda veya taraflar arasındaki sözleşmede daha uzun bir süre belirlenmediği takdirde- ayıp daha sonra ortaya çıkmış olsa bile, malın tüketiciye teslim tarihinden itibaren iki yıllık 39 6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA HOLDİNG ŞİRKETLER reketle ülkemizde sadece “saf holding” kurulabileceği sonucuna varılmaktadır ki; Bakanlık uygulaması da bu yöndedir. Hakim Şirket – Şirketler Topluluğu – Holding Şirket Ayrımı Bir şirketin yönetimini pay sahipliği, oyda imtiyaz, ünya ticaretinin giderek büyümesine ve pay sahipleri veya oy sözleşmesi gibi yollarla elinde daha sarmal hale gelmesine, ulusal sınır- bulunduran şirket, hakim şirkettir. Bağlı şirket ise haları aşan sermaye toplulukları ve gerek kim şirketin yönetiminde olan şirkettir. Hakim şirket yönetimsel gerekse finansal açıdan deva- ve bağlı şirketlerden oluşan şirket grubunun adı ise sa yapılara sahip şirket grupları önayak şirketler topluluğudur. olmuştur. Piramit yapıyı andıran bu toplulukların en tepesinde ise grup içindeki tüm şirketleri aldığı karar- Uygulamada, şirketler topluluğu yapılanmalarının en larla yöneten holding şirketler bulunmaktadır. tepesinde hakimiyeti elinde bulunduran şirketler holding şirketlerdir ve bu nedenle holding ile hakimiyet kavramı çoğu zaman karıştırılmaktadır. Oysaki holGenel Olarak Holdingin Tanımı ding şirket kurmak için herhangi bir şirket üzerinde Holding şirketlerini üretim ve satış gibi faaliyetlerde hakimiyet tesis etmek veya herhangi bir şirkete iştirak bulunmayan, şirketlere iştirak eden ve çoğunlukla etmek gerekmemektedir. Sadece anonim şirketler için böyle şirketlerin büyük ortağı durumunda olan veya öngörülen asgari sermaye miktarı sağlanarak ve Babaşka yollarla hakimiyetini elinde bulunduran şirket- kanlık izni alınarak bir holding kurmak veya mevcut ler olarak tanımlamak mümkündür. Bu tür holdingle- bir anonim şirketi holdinge dönüştürmek mümkünre “saf holding” denirken; doğrudan doğruya ticarette dür. de bulunan holdinglere “karma holding” denmektedir. Anonim Şirketlerle Paralellikleri Kuruluş TTK Düzenlemesinde Holding Kavramı 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda (“TTK”) anonim, Holdingler anonim şirket şeklinde kurulmalıdır. Bulimited, kolektif, komandit ve paylı komandit şirketle- nun yanı sıra, 15 Kasım 2012 tarih ve 28468 sayılı ri ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş olmasına rağmen; Resmi Gazete’de yayımlanan Anonim ve Limited Şirholding şirketlere sadece md. 519’da yer bulmuştur. ketlerin Sermayelerini Yeni Asgari Tutarlara YükseltSöz konusu hüküm “…başlıca amacı başka işletmelere melerine ve Kuruluşu ve Esas Sözleşme Değişikliği katılmaktan ibaret olan holding şirketler…” ifadesini İzne Tabi Anonim Şirketlerin Belirlenmesine İlişkin içermektedir. Görüldüğü üzere TTK, holdinglerin sa- Tebliğ’le holdinglerin kurulması Bakanlık iznine tabi tutulmuştur. dece “amaç” unsuruna yer vermekle yetinmiştir. 27 Ocak 2014 Rasim Can ÇAKIR D Holding şirketlerin hangi şirket türünde kurulacağına dair bir hüküm Kanun’da bulunmamakla birlikte; konu hakkındaki bu boşluk Gümrük ve Ticaret Bakanlığı uygulamasıyla doldurulduğu söylenebilir. Şöyle ki; holding şirketlerin kuruluşu Bakanlık iznine tabi olup Bakanlık sadece anonim şirket şeklinde yapılan başvurulara izin vermektedir. Öte yandan; TTK’da holding şirketleri tanımlayan md. 519’dan ha- Holdinglerde Esas Sözleşme Değişikliği Holdinglerin esas sözleşme değişikliği işlemleri yine söz konusu Tebliğ tarafından Bakanlık iznine tabi kılınmıştır. Holdinglerde Genel Kurul 28 Kasım 2012 tarih ve 28481 sayılı Resmi Gazete’de 40 HUKUK yayınlanan Anonim Şirketlerin Genel Kurul Toplantılarının Usul ve Esasları İle Bu Toplantılarda Bulunacak Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Temsilcileri Hakkında Yönetmelik’le holding şirketlerin genel kurullarında Bakanlık temsilcisinin bulunması şarttır. Holdinglerde Tasfiye İşlemleri Holdinglerin tasfiye işlemleri TTK’daki anonim şirket tasfiye hükümlerine tabidir. Anonim Şirketlerden Ayrılan Düzenlemeler Holdingler TTK bakımından anonim şirket hükümleri haricinde özel bir düzenlemeye tabi tutulmamıştır. Yine de holding şirketler “amaç ve konu” bakımından ve “kanuni yedek akçe” düzenlemeleri bakımından anonim şirketlerden ayrılmaktadır. Esasen, fıkra hakkındaki tartışmalar çok da yeni olmayıp 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu (Eski TTK) dönemine kadar uzanmaktadır. TTK md. 519’un gerekçesine göz atıldığında maddenin Eski TTK md. 466’nın sadeleştirilmiş hali olduğu anlaşılmaktadır. Konuya açıklık getirebilmek için eski madde hükmünün de gerekçesine bakıldığında bir sonuca varılamamaktadır; çünkü hüküm mehaz kanundan aynen aktarılmış olup mehaz hukukta da hükme ilişkin tartışmalar hukukumuzla paralel şekildedir. Sonuç olarak; lafzi yorum yoluyla TTK md. 519/4’ün holding şirketlere yedek akçelerin kullanımı konusunda tam bir serbestlik tanıdığı sonucuna ulaşılabilecektir. Ancak unutulmamalıdır ki; amaca uygun yorum yolu ve Şirketler Hukuku’na hakim olan sermayenin korunması ilkesi gözetildiğinde, holding şirketlere böylesine bir serbesti tanınması mümkün olmayacakAmaç ve Konu Bakımından Yapılacak Düzenleme tır. Bu bakımdan; holding şirketlerde kanuni yedekEsas sözleşmede yer alan “amaç ve konu” bakımından lerin tam bir serbestiyle kullanılması yerine anonim holdingler, TTK’daki “…başlıca amacı başka işletme- şirket hükümlerine uygun olarak kullanılması, kanuni lere katılmaktan ibaret olan holding şirketler…” tanı- yedeklerin yanlış kullanıldığı ve şirketin zarara uğramına uygun bir düzenleme yapmalıdır. tıldığından bahisle yönetim kuruluna yöneltilecek muhtemel sorumluluk iddialarının önüne geçilmesini sağlayacaktır [1]. Yedek Akçeler Bakımından Tabi Tutulan İstisna TTK md. 519’a göre anonim şirketlerde yıllık karın %5’i, ödenmiş sermayenin %20’sine ulaşıncaya kadar DİPNOTLAR kanuni yedek akçeye ayrılmalıdır. Söz konusu %20’lik 1-Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi edinmek için bkz. Ünal sınıra ulaşıldıktan sonra şirketin kar payı dağıtması Tekinalp, Anonim Ortaklığın Bilançosu ve Yedek Akhalinde; md. 519/2-c uyarınca kârdan pay alacak ki- çeleri, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1979, s. 390-396. şilere dağıtılacak toplam tutarın %10’u genel kanuni Erdoğan Moroğlu, Anonim Ortaklıklarda Esas Seryedek akçeye eklenmelidir. maye Artırımı, İstanbul, Vedat Kitapçılık, 2003, s. 214. Gönen Eriş, Ticari İşletme ve Şirketler, Seçkin Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 3391. TTK md. 519/3; genel kanuni yedek akçenin, sermayenin veya çıkarılmış sermayenin yarısını aşmadığı takdirde sadece zararların kapatılmasına, işlerin iyi gitmediği zamanlarda işletmeyi devam ettirmeye veya işsizliğin önüne geçmeye, sonuçlarını hafifletmeye elverişli önlemler alınması için kullanılabileceğini düzenlemiştir. TTK md. 519/4 ile holding şirketler, yedek akçelerin ayrılması ve kullanımı hakkındaki bu iki zorunlulukla bağlı kılınmamıştır. Ancak kanuni yedeklerin kullanılmasına ilişkin holding şirketlere TTK’da tanınan bu ayrıcalık, tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Fıkranın lafzına bakarak yorumlanması halinde holding şirketlere kanuni yedekleri harcamada tam bir serbestlik tanındığı sonucuna ulaşılır. Bu da kanuni yedek akçelerin “iradi yedek akçe” haline getirilmesi anlamına gelmektedir ki; bunun kabulüne imkan yoktur. Öte yandan, holdinglere Kanun’la bu yönde bir serbestlik sağlandığının kabulü halinde; zarar etmekte olan bir holdingin söz konusu yedeklerle zararlarını kapatmak yerine, sermaye artırımına veya bu yedekleri ortaklara dağıtımına gidebileceği sonucu çıkaktadır ki; bu durum da Şirketler Hukuku’nun en temel ilkelerinden olan sermayenin korunması ilkesine kesin bir aykırılık teşkil etmektedir. 41 HUKUK SAĞLIK HİZMETLERİ TEMEL KANUNU VE ZORUNLU HİZMET YÜKÜMLÜLÜĞÜ hâlihazırda çalışmaya devam eden ve bir sonraki atama dönemine uzun müddetler bulunan sağlık personellerini eşitlik ilkesine aykırı olacak bir şekilde kapsamamaktadır. 28 Ocak 2014 Ömer Faruk ALİMOĞLU Anayasa’nın 10. maddesi, devlet organlarının ve idari makamların bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesini gözetmeleri gerektiği hükmünü amirdir. 514 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşla- Yani idare, hukuki bir işlem tesis ederken aynı statü rının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ve konumda olanların aynı koşullara tabi tutulması ve Hükmünde Kararname ile Bazı Kanunlarda hukuk devleti ilkesi çerçevesinde eşit bir şekilde muaDeğişiklik Yapılmasına Dair Kanun (“Ka- mele görmesini sağlamakla yükümlüdür. nun”), 18 Ocak 2014 tarih ve 28886 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanun’da sağlık personelinin atanma usulüne ilişkin Bu bağlamda; değişiklik yapılan Sağlık Hizmetleri Ka43. maddede yer alan düzenlemeye ilişkin görüş ve nunu uyarınca, zaten 5. ve 6. Bölgeler’de devlet hizmet yükümlüsü olarak memuriyet görevini ifa edentespitlerimiz aşağıdaki gibidir. lerin bir sonraki atama dönemine kadar çalıştırılması ile “kanuni yükümlülük kaldırılmasına rağmen” yine Kanun’un 43. maddesi ile 7/5/1987 tarihli ve 3359 sa- halihazırda 5 ve 6. Bölgeler’de sağlık personelinin çayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 4. mad- lıştırılmasının eşitlik ilkesine ve hukuk devleti ilkesidesinin ikinci fıkrasına birinci cümlesinden sonra ne aykırı olduğu gibi, idareye “kanunlar çerçevesinde gelmek üzere: “Ancak beşinci ve altıncı grup ilçe işlem ve eylemde bulunmayı” emreden “yasal idare merkezlerine bağlı yerleşim yerleri ile Bakanlar Ku- ilkesi” ne de aykırı olduğu kanaatindeyiz. rulunca tespit edilecek il merkezi ve il merkezlerine bağlı yerleşim yerlerinde Devlet hizmeti yükümlülüğünü yerine getirenler, tekrar Devlet hizmeti yükümlüsü olduklarında istekleri dışında bu yerlere atanamazlar.” cümlesi eklenmiştir. 6 Eklenen bu cümleyle birlikte ilgili Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu uyarınca, 5. ve 6. Bölgeler’de, devlet hizmet yükümlülüğünü yerine getiren sağlık personellerinin atamaları açısından idarenin takdir yetkisi, bu personelin “istek ve iradeleri” bulunması kaydıyla kullanılabilmektedir. Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun uygulama çerçevesi, “kanunların yürürlüğe girdiği tarihten itibaren meydana gelen olay ve olgulara uygulanacağı” kaidesi uyarınca; sadece 18 Ocak 2014 tarihi itibariyle, 5. ve 6. Bölgeler’deki devlet hizmet yükümlülüğünü yerine getirmiş ve bu bölgeler dışında halihazırda çalışan, bu sene içerisinde yeniden ataması yapılacak devlet memurlarını kapsamaktadır. Ancak devlet hizmet yükümlülüğünü yerine getirmesine rağmen gene bu bölgelere kendi istek ve iradesi dışında atanarak 42 HUKUK HUKUK lin iadesine karar verilmesi gerekir.” (Yargıtay 13. HD, E.2012/9561, K.2012/12959) DEVRE TATİL SÖZLEŞMELERİNDE KAPIDAN SATIŞ HÜKÜMLERİNİN KIYASEN UYGULANMASI Sözleşmeleri Uygulama Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’in 6. maddesi, “tüketici, sözleşmenin her iki tarafça imzalanmasından itibaren on gün içinde hiçbir sebep göstermeksizin ve hiçbir hukuki ve cezai sorumluluk üstlenmeksizin cayma hakkını kullanarak sözleşmeden dönebilir. Sağlayıcı, bu süre dolmadan devre tatil sözleşmesine konu mal ve/veya hizmet karşılığında tüketiciden herhangi bir isim altında ödeme yapması28 Ocak 2014 Mehmet Emin ELİBOL nı veya borç altına sokan herhangi bir belge vermesini isteyemez. Sözleşmenin, devre tatil sözleşmesine konu oğuk bir kış mevsimi… İş temposunun had tesiste akdedilmesi halinde, bu hüküm uygulanmaz. Bu safhaya ulaştığı yoğun bir haftayı atlatarak, durumda, sözleşmenin devre tatile konu tesiste yapıldıdeliksiz bir uykunun ardından, karlı bir cu- ğını ispat külfeti sağlayıcıya aittir.” hükmünü ihtiva etmartesi sabahına merhaba dediniz. Keyifli mektedir. Mahkeme yargılama sonunda davalı firmabir kahvaltıdan sonra hayatınızın aşkıyla, ro- yı haklı görüp, yönetmeliğin bu maddesine dayanarak mantik bir ortamda kahvelerinizi yudumluyorsunuz. davanızı reddediyor. Fonda “Beklenen Şarkı” çalıyor. Küçük çocuğunuz bir yandan elindeki çikolatayı veya bisküviyi yerken, diğer yandan çizgi film izliyor. Bu keyifli dakikalarda Olayı okuduğunuzda ve mahkemenin verdiği karara aniden telefon sesi yükseliyor. Hattın diğer ucunda- baktığınızda adalet duygunuzun tatmin olmadığını ki nazik ses tonuyla konuşan bay veya bayan, A adlı hissetmişsinizdir. Fakülte yaşamımızın ilk günlerinde devre tatil firmasından aradığını ve ailece ücretsiz Prof. Dr. Yasemin Işıktaç hocamızın akıllarımıza kabir hafta sonu tatiline hak kazandığınızı, dilediğiniz zıdığı bir hukuk tanımı vardı. Hocamız “hukuk, adabir hafta sonunda sizleri ağırlamaktan onur duya- lete yönelmiş toplumsal yaşama düzenidir.” diyordu. caklarını söylüyor. Haberi eşinizle ve çocuğunuzla Belki de bu tanımdan yola çıkan Yargıtay, muhtelif paylaşıyorsunuz. Ve gelecek haftayı sabırla bekleme- kararlarında tüketiciyi koruyan bir tutum sergilemiş ye başlıyorsunuz. Yorucu bir haftayı daha atlattıktan ve kapıdan satış hükümlerini kıyasen uygulayarak, sonra promosyon amaçlı ücretsiz tatilinizi geçirmek anlatılan olayla uyumlu aşağıdaki içtihatları oluşturiçin A firmasının tesislerine adım atıyorsunuz. Kısa muştur: tatilin sonunda, sözleşme imzalamaya niyetiniz yokken, firmanın size ve ailenize gösterdiği ilgi, sunduğu ödeme kolaylıkları, eşinizin gözlerindeki mutluluk “4077 sayılı TKHK’un 8/1 maddesinde, “kapıdan satış, ışığı ve çocuğunuzun televizyondaki reklamlara atıf- işyeri, fuar, panayır gibi satış mekanları dışında önceta bulunarak “bizim de tatilimizi geçireceğimiz bir den mutabakat olmaksızın yapılan tecrübe ve muayne yerimiz olsun, bizde niye yok” diyen haykırışına da- koşullu satışlardır.” şeklinde tanımlanmış olup, davacıyanamayarak, kullanım tarihinin ileri bir tarih olarak nın, hediye tatil kazandığı belirtilerek davet üzerinde belirlendiği sözleşmeyi imzalıyorsunuz ve evinize dö- gitmiş olduğu davalıya ait tesiste, daha önceden düşünnüyorsunuz. Kullanım tarihi geldiğinde tesisin yolunu mediği ve devre tatil satın almak için de gitmediği haltutuyorsunuz; ancak firma yetkilileri türlü bahanelerle de, yapılan tanıtımlar üzerine hazırlıksız bulunduğu bir konaklayacağınız yeri kullanıma hazır biçimde teslim sırada imzalamış olduğu 05.08.2006 tarihli sözleşmeetmekten kaçınıyorlar. Bu olaydan sonra üzerinizde nin, kapıdan satış şeklinde yapıldığının kabulü gerekir. oynanan kirli oyunların ve kurulan kumpasın farkına Bu tip satışlar, tecrübe ve muayne koşullu satışlardan vararak hukukun size tanıdığı cayma hakkını kullanı- olduğundan, cayma hakkı ancak hizmetin ifasından yorsunuz. Sözleşmeyi sonlandırıp ödediğiniz bedelin sonra işlemeye başlayacak olup, bu süre içinde sözleşme iadesini sağlamak için açtığınız davada, firma cayma askıdadır. Davacının devre tatil hakkını kullanmadığı, davalının da kabulünde olup, bu durumda cayma hakhakkını kullanma süresinin geçtiğini iddia ediyor. kını kullanma süresi henüz başlamamış olduğundan, davacının cayma hakkını kullanması mümkündür. O Devre tatil sözleşmesinin düzenlendiği Devre Tatil halde, mahkemece sözleşmenin feshi ile ödenen bede- S 43 “4822 sayılı Yasa ile değişik 4077 sayılı TKHK’nın 8/1 maddesinde, “kapıdan satış, işyeri, fuar, panayır gibi satış mekanları dışında önceden mutabakat olmaksızın yapılan tecrübe ve muayene koşullu satışlardır.” şeklinde tanımlanmış olup, davalının sözleşmede belirtilen işyeri adresi olduğundan davacının, hediye tatil kazandığı belirtilerek davet üzerine gitmiş olduğu davalıya ait tesiste, daha önceden düşünmediği ve devre tatil satın almak için de gitmediği halde, yapılan tanıtımlar üzerine hazırlıksız bulunduğu bir sırada imzalamış olduğu 21.06.2007 tarihli sözleşmenin, kapıdan satış şeklinde yapıldığının kabulü gerekir. Bu tip satışlar, tecrübe ve muayene koşullu satışlardan olduğundan, cayma hakkı ancak hizmetin ifasından sonra, başka bir ifade ile tatil hakkı kullanıldıktan sonra işlemeye başlayacak olup, bu süre içinde sözleşme askıdadır. Davacının sözleşmeye uygun kullanımı bulunmadığına göre, bu durumda cayma hakkını kullanma süresi henüz başlamamış olup, davacının cayma hakkını kullanması mümkündür. O halde, mahkemece sözleşmenin feshi ile ödenen bedelin iadesine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.” ( Yargıtay 13. HD, E.2011/716, K.2011/14368) Yargıtay 13. Hukuk Dairesi konuyla ilgili diğer kararlarında da aynı görüşü benimseyerek sözleşmenin zayıf tarafı olan tüketiciyi koruma eğilimini sürdürerek taraflar arasındaki dengeyi sağlayıcı kararlara imza atmıştır. Son olarak belirtmek gerekir ki devre tatil sözleşmesi, 28 Kasım 2013’te Resmi Gazete’de yayımlanan ve yayım tarihinden itibaren altı ay sonra yürürlüğe girecek olan 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 50. maddesinde yer bulmuştur. Maddenin altıncı fıkrasına göre “... tüketici, on dört gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin sözleşmeden cayma hakkına sahiptir…”. Söz konusu fıkrada, sözleşmenin, sözleşmeye konu tesiste akdedilmesi halinde hükmün uygulanmasını engelleyen bir düzenleme bulunmamaktadır. Maddenin son fıkrası ise cayma hakkıyla ilgili diğer uygulama usul ve esasların yönetmelikle belirleneceğini ifade etmektedir. 44 HUKUK ÇOCUK GELİNLERİN FERYADI: “EVCİLİK Mİ, EVLİLİK Mİ?” 05 Şubat 2014 Mehmet Emin ELİBOL A kşam mesai biter. Yorgun argın eve gelirsiniz. Yemek yersiniz. Yemekten sonra elinizdeki sıcak çayla veya kahveyle televizyon karşısına geçip, gün içinde neler olup bittiğini öğrenmek için haberleri seyredersiniz. Yaşadığımız coğrafyada, çalışan insanların monoton hafta içi akşamlarının özetidir bu tablo. Bülteninin sonlarına doğru sunucu “çocuk yaşta gelinlik giyen masumun dramı” şeklinde bir haber anons eder. Devamında hüzünlü gözlerle çevresine bakan telli duvaklı bir çocuk belirir ekranda. Görüntüler izleyiciyi şaşırtır mı? Hayır şaşırtmaz. Neden mi? Çünkü bu görüntüler tıpkı hafta içlerinin yorgun akşamları gibi monoton bir hal almıştır. la ilgili başlıca kararları şu şekildedir: “… Sanığın, aşamalarda mağdurenin kendisine 1992 doğumlu olduğunu söylediğini savunması ve Adli Tıp Kurumunun uygulamalarına göre de bazen kişinin kemik yaşının hormonal gelişimi, beslenme gibi sebeplerle gerçek yaşa göre farklılık gösterebileceğinin bilinmesi karşısında, mağdurenin suç tarihi itibarıyla 15 yaşından büyük gösterip göstermediği, sanığın mağdurenin yaşı konusunda hataya düşmesinin mümkün olup olmadığı mahkemenin dosyadaki tüm verilerle birlikte kendi gözlemini de tespit ederek ve gerekirse bu konuda bilirkişi incelemesi de yaptırılmak suretiyle belirlendikten sonra T.C.K.nın 30. maddesi gözetilerek sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekirken eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması kanuna aykırı, sanık müdafiin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün 5320 Sayılı Kanunun 8/1. maddesi gözetilerek C.M.U.K.nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, temyiz harcının istenmesi halinde iadesine, 03.06.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” (Yargıtay 14. CD, E.2012/8845, K.2013/6982) HUKUK Monoton bir hafta içi akşamı haberleri izlerken Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun çocuk gelinlerle ilgili önemli bir karar verdiğini işittim. Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin çeşitli illerde evlenen çocuk gelinlerle ilgili, yukarıdakilerle örtüşen kararlarına karşı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “… aynı durumda olup resmi evlilik gerçekleştirmeyen sanıklar yönünden haksızlık oluşturabilecek bu uygulama, cinsel saldırı veya çocukların cinsel istismarı suçunu cebir veya tehdit ile gerçekleştiren sanıklar açısından da uygulanabilirliği düşünüldüğünde, bu nitelikteki suçları işleyenlerin daha az ceza almaları veya eylemlerinin şikayete bağlı suça dönüşme ihtimali karşısında, adaletsiz ve kamu vicdanını zedeleyen kararların verilmesine yol açabileceği düşünülmektedir.” gerekçelerini içeren itirazı Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş. YCGK’nın yakın tarihli kararının metnine henüz erişemedim. Bu nedenle bu yazıda paylaşma olanağı doğmadı. Affola… Anlaşılan o ki çocuk gelinlerin dağlarda yankılanan feryatlarına hukuk tarafından ses verilmiş. Seyrettiğimiz filmler, dinlediğimiz eski türküler çocuk gelinlerin dramının geçmişini ortaya koyar adeta. Şanlıurfa Yöresi’nin bir türküsü vardır. Türkünün bir “… Sanıkla mağdurenin birden fazla ilişkiye girerek mağdurenin hamile kaldığı, hükümden önce de resmi dizesinde çocuk gelin sessizce şöyle feryat eder: olarak mağdure ile evlenen sanığın aşamalarda, mağdurenin fizik olarak 17-18 yaş görünümünde olduğunu ve gerçek yaşının 15’ten küçük olduğunu bilmediğini İki dağın arasında kalmışam, savunması karşısında; TCK.nın 30. maddesi hükümleBülbül gibi daldan dala konmuşam oy, rine göre hata halinin mevcut olup olmadığının tespiti Ne gün görmüş, ne de murad almışam, için mağdurenin suç tarihi itibarıyla görünüm olarak 15 yaşından küçük olduğunun anlaşılıp anlaşılamayaAna beni bir kötüye verdiler oy, cağı, içinde bulundukları sosyal ve kültürel durumları Verdilerde günahıma girdiler oy… da dikkate alınarak sanığın mağdurenin yaşı konusunda hataya düşmesinin mümkün olup olmadığı araştıÇocuk gelin sessizdir, ürkektir, diyeceğini diyemez. rılarak, mahkemenin dosyadaki tüm verilerle birlikte Bu sessiz feryat öyle derindir ki yankısı Gavurdağ- kendi gözlemini de tespit edip, gerekirse bu konuda biları’ndan, Zigana’dan, Ağrı’dan, Demirkazık’tan, Spil lirkişi incelemesi de yaptırılmak suretiyle tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre sanığın hukuki Dağı’ndan duyulur. durumunun tayin ve takdiri gerekirken eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması,kanuna aykırı, Olayla ilgili içtihatlara bakacak olursak, Yargıtay 14. sanık müdafiin temyiz itirazları bu itibarla yerinde göCeza Dairesi, sanıkların savunmalarında eşlerinin rülmüş olduğundan, hükmün bu sebepten dolayı 5320 gerçek yaşlarının on beşten küçük olduğunu bilme- sayılı Kanunun 8/1. maddesi gözetilerek CMUK.nın diklerini iddia etmeleri üzerine, TCK’da düzenlenen 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 28.01.2013 hata halinin mevcut olup olmadığının tespit edilmesi tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” (Yargıtay 14. CD, gerektiğine hükmetmekteydi. İlgili dairenin bu husus- E.2011/8414, K.2013/638) 45 46 HUKUK HUKUK diğine göre, açılan işe iade davasının reddi şamasına sebebiyet verecektir. gerekir.” İŞ SÖZLEŞMELERİNİN İKALE (BOZMA SÖZLEŞMESİ) YOLUYLA SONA ERDİRİLMESİ 26 Mayıs 2014 Ömer Faruk ALİMOĞLU İ kale (bozma sözleşmesi), sözleşme özgürlüğünün bir sonucu olarak daha önce kabul edilen bir hukuki ilişkinin tarafların ortak iradeleriyle sona erdirilmesidir. İkale yoluyla sona eren bir sözleşme açısından münferit olarak taraflardan hiçbirinin sözleşmenin feshine yönelmiş herhangi bir iradesi bulunmamaktadır. Burada sözleşmeyi hukuk âleminden kaldıran irade, tarafların sona erdirme eğilimlerinin bir araya gelmesinden müteşekkil başkalaşmış bir iradedir. Kısaca ikale de taraflar açısından istisnalar haricinde uyuşmazlık konusu olabilecek bir sona erdirme bulunmamaktadır. dan “maksadın aksi” sonuçlar doğurabilmektedir. Burada bozma sözleşmeleri açısından İşveren Vekili olan “Avukatlar”a büyük sorumluluk düşmekte ve bu sözleşmelerin avukat gözetim ve kontrolünden geçmeden imza edilmemesi gerekmektedir. Peki, gerek işveren gerek de meslektaşlarımızın ikale anlamında göz önünde bulundurulması gereken hukuki kıstaslar nelerdir? İlk ve en önemli kıstas işçinin iş sözleşmesinin ikale vasıtasıyla sona erdirilmesinde “menfaat” temin etmesi gereğidir. Buradaki menfaatten kasıt; iş sözleşmesinin sona ermesi dolayısıyla işçinin “hak ettiği tüm işçilik alacaklarının” dışında hizmet süresi nazara alınarak işçiye “ikale bedeli” olarak adlandırılan ekstra bir ödemenin yapılmış olmasıdır. Burada hiç “ilave menfaat” temin edilmeyen ya da “işçinin hizmet süresi nazara alındığında yeter ölçüde yapılmayan ikale bedelleri olması durumunda, Yargıtay; “İşçinin iradesinin fesada uğratılarak sözleşme imzalatıldığını” kabul etmekte ve açılan işe iade ve tazminat davalarının Özel Hukuk sözleşmelerinin neredeyse tamamına “kabulüne” karar verilmesi gerektiğine hükmetmekteuygulanabilen ikale sözleşmesinin İş Hukuku zemi- dir. ninde uygulama alanı, diğer özel hukuk disiplinlerine nazaran farklı durumları doğurmaktadır. Zira iş • Yargıtay 22. Hukuk Dairesi E.2012/18 ve sözleşmeleri; emir ve talimat verebilen bir işveren ile K.2012/14859 “Taraflar arasındaki iş sözleştek aparkatı “emeği” olan işçi arasındaki tabiri caizse mesinin anlaşmayla sona erdirildiği anlaşıl“deve-cüce” ilişkilerini düzenlemektedir. Bu sebeple maktadır. Davacı işçinin iradesinin sakatlan“zayıf olanı koruma ve eşit avantajlar sunma” amacını dığı geçerli ve inandırıcı delillerle kanıtlanmış güden 4857 Sayılı İş Kanunu (“İş Kanunu”) açısından; değildir. Davacıya kıdem ve ihbar tazminatı her ne kadar sözleşmenin “ortak bir irade” ile sona erdışında dört aylık ücret tutarında ek ödeme yadirildiği ilk anda düşünülse de, hukuki geçerlilik kıspılmıştır. Davacının hizmet süresi nazara alıntasları ister istemez farkı olacaktır. dığında davacıya sağlanan yarar yeterli ölçüdedir. Hal böyle olunca iş sözleşmesinin ikale suretiyle sonlandırıldığı dikkate alınmadan Aslında %95 gibi yüksek bir oranla işverenin aleyyazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar vehine sonuçlanan iş davaları düzleminde değerlenrilmesi hatalıdır.” dirildiğinde “iş sözleşmesinin ikale vasıtasıyla sona • Yargıtay 9. Hukuk Dairesi E.2007/15135 ve erdirilmesi”, yargılama gideri ve yüksek faiz oranları K.2007/28823 “Davacı, iş sözleşmesinin geçerli tazyikiyle karşılaşmaktansa işverenler için en makul neden olmadan feshedildiğini belirterek feshin yol kabul edilebilir. Çünkü ikale ile sona erdirilen iş geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini sözleşmeleri sonunda işçi tarafından açılan işe iade istemiştir. Davacı işçi ile davalı işveren arave tazminat talepli iş davalarının büyük oranı, henüz sında imzalanan sözleşmeye göre, kıdem ve ön inceleme duruşmasında reddedilmektedir. Ancak ihbar tazminatının yanında yüksek bir ek ikalenin yasalarca düzenlenmemiş olması sebebiyle ödemede de bulunulduğuna ve davacı işçinin özellikle yerleşik Yargıtay uygulamaları göz önünde iradesinin fesada uğratıldığı ispat edilemebulundurulmadan yapılan ikale, işverenler açısın- 47 İşçinin “pozisyonu ve eğitim düzeyi” göz önünde bulundurularak ikale sözleşmesinin anlam ve sonuçları açısından ikale Sözleşmesi zenginleştirilmeli ve “tamamlayıcı delil” mahiyetinde “ibraname ve feragatname” işçiye imzalatılmalıdır. Yargıtay, özellikle işçinin iş durumu ve eğitim düzeyini de ikale bağlamında kıstas olarak almakta ve sonuçları konusunda yeterince aydınlatılmama durumunda bozma sözleşmesinin hukuki geçerlilik kazanmadığını vazetmektedir. Çünkü iş sözleşmesinin ikale yoluyla sona ermesinde yukarıda da bahsettiğimiz üzere, teknik olarak “fesih” iradesinden söz edilmeyeceği için işe iade davası açılamaz! (İş Kanunu md. 20: İş sözleşmesi feshedilen işçi, fesih bildiriminde sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli bir sebep olmadığı iddiası ile fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde iş mahkemesinde dava açabilir.) Bu sebeple işçinin “ikale sözleşmesinin imza edilmesiyle birlikte ortada teknik olarak bir fesihten söz edilmediği için artık işe iade davası açamayacağı, bundan dolayı da kendisine hak ettiği tüm işçilik alacaklarının yanında ilave menfaat temin edildiği” hususuna ikale sözleşmesinde mutlaka yer verilmelidir. Nitekim Yargıtay’ın yerleşik içtihatları da bu bağlamdadır. Tüm bu Yargıtay kıstaslarına riayet edildiği takdirde ikale; işverenler ve vekilleri olan meslektaşlarımız açısından fayda sağlayacaktır. Üstatlar her ne kadar “En kötü sulh en iyi uyuşmazlıktan iyidir.” deseler de özellikle İş Hukuku çerçevesinde, bunun “Hakkaniyetli bir sulh, adil bir duruşmadan yeğdir.” olarak yorumlamanın daha doğru olacağı kanaatindeyiz. • Yargıtay 22. Hukuk Dairesi E.2011/875 ve K.2011/1286 “Davalı şirket tarafından ikale amacıyla yapılan yazılı icap üzerine taraflar arasında aynı tarihli ikale protokolü düzenlenmiştir. Davacı satış kadrosunda bölge şefi olarak çalışmış eğitimli bir kişidir ve imzaladığı belgenin anlamını kavrayabilecek vasıflara sahiptir. Ayrıca iradesinin sakatlandığını da ispatlayamamıştır. Mahkemenin kabulünde olduğu üzere davacıya ikramiyeyle kıdem ve ihbar tazminatlarına ilaveten iki maaş tutarında ek bir ödeme yapılmıştır. Bütün bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde iş sözleşmesinin tarafların anlaşmasıyla ikale yoluyla sona erdiği anlaşılmaktadır. Bu durumda davanın reddi gerekirken kabulü hatalıdır.” • Yargıtay 22. Hukuk Dairesi E.2012/282 ve K.2012/13883 “Davacının eğitim durumu, şirket içindeki pozisyon ve görevi, ayrıca davacıya sağlanan ekstra dört maaş miktarındaki ödeme dikkate alındığında, davacının baskıyla ikale sözleşmesini imzalamak zorunda kaldığı iddiasına itibar edilmemiştir. Dairemizin emsal olaylardaki içtihatları da aynı doğrultudadır. Taraflar arasındaki iş sözleşmesi ikale suretiyle sona erdirildiğinden davanın reddi yerine kabulüne karar verilmesi hatalıdır.” İşçiye İkale vasıtasıyla yapılan ödemeler, işçinin gerçek maaşı üzerinden yapılmalı ve işçi tarafından hak kazanılan tüm alacaklar kendisine ödenmelidir. Aksi takdirde ikalenin pratik faydası işveren açısından kaybolacak ve işverenin gereksiz zaman ve para kaybı ya- 48 HUKUK ÇALIŞAN İŞÇİYE KIDEM TAZMİNATI ADIYLA YAPILAN ÖDEMELER koşulları “sınırlı sayıda” saymış olup bunlar; hizmet sözleşmesinin 14. maddede açıkça belirlenen sebeplerle işveren ya da işçi tarafından feshedilmesi veya işçinin ölümü sebebiyle son bulmasıdır. Görüldüğü üzere; hizmet ilişkisini doğuran hizmet sözleşmesi feshedilmeden ya da işçinin ölümü ile son bulmadan 29 Mayıs 2014 Rasim Can ÇAKIR kıdem tazminatı hakkının doğması mümkün değildir. Bu nedenle hizmet ilişkisi devam ederken kıdem tazş sözleşmesi devam ederken işçiye kıdem taz- minatı adıyla yapılan ödeme, esasen hukuki anlamda minatı ödenmesi, iş hayatında çokça görülen bir bir kıdem tazminatı değildir. durum olup ilerleyen zamanlarda işçi ile işveren arasında ciddi anlaşmazlıklara sebep olabilmek- Konuya ilişkin Yüksek Mahkeme kararları ise aşağıtedir. Özellikle emeklilik için yaş dışında diğer daki gibidir: tüm şartları sağlayan veya emekliliği gelmiş işçilere iş sözleşmeleri devam ederken kıdem tazminatı adı • İşveren tarafından avans olarak ödenen mebaltında yapılan bu ödemelere ilişkin incelemelerimiz lağın ödeme tarihinden itibaren faiziyle birlikaşağıdaki gibidir: te gerçekleşen kıdem tazminatından mahsubu gerekir. Bu açıdan, sadece ana paranın mahsu1475 sayılı mülga İş Kanunu’nun (“eski İş Kanunu”) bu ile yetinilmemelidir. (Yargıtay 9. Hukuk Da14. maddesi kıdem tazminatına ilişkin olup halen yüiresi E.2002/1349, K.2002/9501, T.05.06.2002) rürlüktedir. Madde hükmü uyarınca; 4857 sayılı İş • Davacının tazminat ve alacaklarının tüm süre Kanunu (“yeni İş Kanunu”) çerçevesinde çalışanlar üzerinden hesaplanarak avans niteliğinde aşağıdaki hallerde işverenlerinden kıdem tazminatı ödenen kıdem tazminatının faizi ile birlikte alabilirler: son hesaplanan kıdem tazminatından düşülerek hüküm kurulması gerekir. (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi E.2005/30391, K.2006/9506, • İşverenin haklı bir sebep olmadan işten çıkartT.11.04.2006) ması • İşverenin işçisine ilerde daha az kıdem tazmi• İşçinin haklı bir sebeple işi bırakması natı ödemek için, çıktı, girdi göstererek ödedi• Erkek çalışanların askerlik için işi bırakması ği kıdem tazminatları avans olarak kabul edi• Emekli olmak amacıyla işçinin işi bırakması lir. (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi E.2000/18320, K.2001/3492, T.27.02.2001) • Emeklilikle ilgili diğer şartları tamamlayıp, emeklilik yaşını evinde beklemek amacıyla işçinin işi bırakması Yargıtay’ın istikrar kazanmış uygulamasına göre bu • Kadın işçinin evlendikten sonraki bir yıl için- tür ödemenin avans olarak kabulü ve tüm hizmet süde işi bırakması resi üzerinden hesaplanan kıdem tazminatının yasal faizi ile birlikte mahsubu gerekmektedir. Öte yandan • İşçinin ölmesi işçinin iş sözleşmesi kesintisiz olarak devam ettiği için yıllık izin kıdemi de devam edecektir. Unutulmamaİşçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet sözleş- lıdır ki iş sözleşmesi devam ederken işçiye yıllık izin mesinin devamı süresince geçen her tam yıl için işve- ücretine ilişkin bir ödeme yapılamaz. Dolayısıyla işrence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazmi- çilere kıdem tazminatı adıyla yapılan ödemenin yanatı ödenir. Ayrıca 14. madde, işçiye aynı kıdem süresi nında yıllık ücreti adıyla ödemenin yapılmış olması, için bir defadan fazla kıdem tazminatı veya ikramiye işçinin yıllık izin kıdemini düşürmeyecektir. ödenmeyeceğini belirmiştir.Kanun, kıdem tazminatına hak kazanabilmek için gerçekleşmesi gereken İ 49 HUKUK YENİ TÜKETİCİ KANUNU KAPSAMINDA AYIPLI MAL VE TÜKETİCİNİN HAKLARI 5 Haziran 2014 Bahadırhan TABAK A yıplı mal, malın tüketiciye teslimi esnasında varlığı tüketici tarafından bilinmeyen ancak tüketicinin maldan beklediği faydayı azaltan veya ortadan kaldıran bir takım kusurlardır. Özellikle aşağıdaki durumlarda kanun malın ayıplı olduğunu kabul etmektedir. • Malın taraflarca kararlaştırılan örnek veya modele uygun olmaması • Objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması • Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda, internet portalında ya da reklam ve ilanlarında yer alan özelliklerinden bir veya birden fazlasını taşımaması • Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda, internet portalında ya da reklam ve ilanlarında yer alan özelliklerinden bir veya birden fazlasını taşımaması • Muadili olan malların kullanım amacını karşılamaması • Tüketicinin makul olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içermesi Bunlara ek olarak malın süresi içerisinde teslim edilmemiş olması, montajın hatalı olarak gerçekleştirilmiş olması veya montaja ilişkin talimatnamedeki hata nedeniyle malın tüketici tarafından montajının yanlış gerçekleştirilmiş olması gibi durumlar da sözleşmeye aykırı ifa olarak tanımlanmış ve ayıp hükümleri kapmasına alınmıştır. mevcut olması gerekmektedir diğer bir deyişle malın tüketiciye ayıplı iken teslim edilmiş olması gerekmektedir. Sonradan ortaya çıkan bir sebeple malda meydana gelen kusurlar için ayıp hükümlerinden faydalanmak mümkün olmayacaktır. (Bu durumda -eğer mevcutsa- garanti sözleşmesinin hükümleri devreye girebilir.) Bu noktada kanun koyucu tarafından tüketici lehine bir düzenleme getirilerek malın teslimini takip eden 6 ay içerisinde ayıbın belirtisinin ortaya çıkması halinde karine olarak ayıbın malın teslimi esnasında mevcut olduğu kabul edilmekte ve aksini ispat yükü satıcıya yüklenmektedir. Tüketicinin ayıbın varlığını malın teslimi anında biliyor olması veya biliyor olmasının kendisinden beklenebilecek bir ayıbın söz konusu olması halinde tüketici ayıplı mal konusundaki haklarını kullanamayacaktır. Zira bu durumda tüketicinin maldaki ayıbı kabullenerek alışverişi gerçekleştirdiği kabul edilmektedir. Defolu olarak da tabir edilen ayıplı olarak satılan malların ayıba ilişkin açıklaması malın tüketici tarafından kolayca görülecek bir yerine konulacak etiketinde, satış belgesinde, fiş veya faturasında belirtilmesi gerekmektedir. Yeni kanunla getirilen önemli bir yenilik de tüketicini ayıbı ihbarı ve ayıptan kaynaklı olarak kullanacağı seçimlik hakkını bildirmesi açısında önceki kanunda öngörülen sürelerin kaldırılmış olmasıdır. Hakkın kötüye kullanılması teşkil etmemek üzere ve zamanaşımı sürelerini aşmamak kaydıyla tüketici artık herhangi bir bildirim süresi kısıtlaması olmaksızın ayıba ilişkin ihbarını ve seçimlik hakkına ilişkin bildirimini tüketiciye yöneltebilecektir. Satıcının ayıptan kaynaklanan sorumluluğunun zamanaşımı süresi malın teslimi tarihinden itibaren 2 yıl, konut veya tatil amaçlı taşınmaz mallarda ise 5 yıl olarak kararlaştırışmış olmakla birlikte satıcının ağır kusuru veya hilesi sonucu gizlenen ayıplarda 2 ve 5 yıllık zamanaşımı süreleri uygulanmamaktadır. Bu durumda tüketicinin ayıplı maldan doğan haklarını kullanabilmesi için malın teslimi anında ayıbın Peki Malın Ayıplı Olması Halinde Tüketicinin Sa- 50 HUKUK HUKUK hip Olduğu Seçimlik Haklar Nelerdir? Tüketici satın aldığı malın ayıplı olması halinde aşağıda yer alan dört seçimlik hakkından birini kullanabilir: 1. Tüketici malı iadeye hazır olduğunu bildirmek suretiyle sözleşmeden dönerek ödediği bedelin iadesini talep edebilir 2. Ayıp oranında indirim yapılmasını talep edebilir, 3. Malın ayıpsız bir misliyle değiştirilmesini talep edebilir 4. Malın onarılmasını talep edebilir. Bunlardan ilk ikisi sadece satıcıya karşı kullanılabilecek seçimlik haklar iken diğer ikisi yani malın misliyle değişimi ve onarılması hakları açısından üretici ve ithalatçının da müteselsil sorumluluğu söz konusudur. Diğer bir deyişli bu haklar satıcının dışında üretici ve ithalatçıya karşı da ileri sürülebilmektedir. Malın misliyle değişimi veya onarılması taleplerinin satıcıya, üreticiye veya ithalatçıya yöneltilmesinden itibaren 30 iş günü içerisinde, konut ve tatil amaçlı taşınmazlarda ise 60 iş günü içerisinde yerine getirilmesi gerekmektedir. Aksi halde tüketici başka bir seçimlik hakkını kullanabilecek; örneğin sözleşmeden dönerek malın iade etmek suretiyle ödediği bedeli talep edebilecektir. Sözleşmeden dönmek suretiyle ödenen bedelin iadesinin istenmesi veya indirim talep edilmesi halinde ise bu taleplerin satıcı tarafından derhal yerine getirilmesi gerektiği kanun tarafından hüküm altına alınmıştır. Yukarıda belirtilen hususlara ilişkin uyuşmazlıkların çözüm mercii değeri 3.000 TL altında olan mallar için Tüketici Hakem Heyetleri (İlçe Tüketici Hakem Heyetlerine yapılan başvurularda üst sınır 2.000 TL’dir.) Bu bedelim üzerindeki mallar açısından ise Tüketici Mahkemeleridir. Son olarak belirtelim ki; malın ayıplı olması halinde tüketici yukarıda yer alan seçimlik haklarıyla birlikte Borçlar Kanunu genel hükümleri kapsamında -şartları mevcut ise- tazminat talebinde de bulunabilir. 51 6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA ANONİM ŞİRKET YÖNETİM KURULU ni genel kurul yerine yönetim kuruluna bırakmasının başlıca nedeni şüphesiz ki genel kurulun yönetim kurulu ile karşılaştırıldığında “hantal” kalan yapısından ileri gelmektedir. Şöyle ki; olağan olarak yılda bir kere toplanan ve bu nedenle “geçici” nitelikte addedilebilecek genel kurulun devamlı faaliyetler hakkında za1 Kasım 2014 Rasim Can ÇAKIR manında ve sağlıklı kararlar alabilmesi mümkün olmayacaktır. Öte yandan ortak sayısı çoğaldıkça gerek şirketin yönetimi gerekse şirketin dışarıya karşı temÖZ sili imkansız hale gelecektir. Üstelik ticaret hayatında ızla gelişen ve küreselleşen dünya tica- çoğu zaman ciddi sermayelerle kurulan, dinamik ve ret hayatı, yanında farklı sorunları ve profesyonel bir yönetim yapılanmasına ihtiyaç duyan ihtiyaçları da beraberinde getirmekte- anonim şirketlerin bu ihtiyaçlarının da sadece genel dir. Son elli yılda gerek ulusal gerekse kurulca karşılanabileceği söylenemez. uluslararası sermayelerin anonim şirket şeklinde “örgütlenmeleri”, Anonim Şirketler Hukuku’nu da ister istemez Ticaret Hukuku içinde başka Değinmek istediğimiz bir diğer önemli nokta ise yönebir noktaya taşımıştır. 1956 yılında yürürlüğe giren ve timden kaynaklanan sorumluluk halleridir. Anonim günümüz ticaret yaşamına uygulanmakta artık zorluk şirket ortakları kural olarak sadece taahhüt ettikleri çekilen eTK bakımından köklü değişiklikler kaçınıl- sermaye ile sorumludurlar ve şirket işlerinden ötürü ortaklara sorumluluk yüklenmesi, anonim şirketlerin maz olmuştur. felsefesine aykırıdır. Bu nedenle yönetim ve temsil görevinden kaynaklanan sorumluluğun yüklenebileceği Uzun bir hazırlık ve yasalaşma süreci geçiren TK, bu bir organa kesinlikle ihtiyaç vardır. bakımdan Türk Ticaret Hukuku’nun ve bilhassa Anonim Şirketler Hukuku’nun çağa ayak uydurması hususunda öncü düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir. 1.2.Niteliği ve Diğer Organlarla İlişkileri Anonim şirketin zorunlu iki organından biri olan, şir- Yönetim kurulu esas itibariyle bir kurul organdır. Yöketi temsil ve yönetim yetkisiyle tabiri caizse şirketin netim kurulunun bir veya birden fazla üyeden oluşyüzü konumundaki yönetim kurulu da bu alandaki ması onun kurul organ niteliğine halel getirmez. Zira köklü değişimlerle yeniden şekillenmiştir. Bu bağlam- yönetim kurulu tek üyeli olsun olmasın, kurul olarak da çalışma boyunca yönetim kurulunun yapısı, teşkili, çalışır: Gereken hallerde karar alır, kararı yazıp imzayetki ve sorumlulukları ile yönetim kurulu üyelerinin lar ve deftere işler [1]. hak ve sorumlulukları eTK düzenlemeleriyle karşılaştırılarak incelenecektir. Anonim şirketler bakımından gözetilmesi gereken bir diğer nokta ise organlar arası ilişkilerdir. Yönetim kurulu ile genel kurul arasında bir astlık-üstlük ilişki1.YÖNETİM KURULUNUN NİTELİĞİ sinin bulunup bulunmadığı eTK döneminde öğreti1.1.Genel Olarak de tartışmalıydı. Eski düzenlemede konuya ilişkin bir Bütün tüzel kişilik yapılanmalarında olduğu gibi ano- hüküm olmamasına rağmen bazı yazarlar [2] genel nim şirketlerde de tüzel kişiliğin iş ve işlemlerini yü- kurulu şirketin en üst organı olarak kabul etmekte; rütecek, onu üçüncü kişilere karşı temsil edecek ve bu bazı yazarlar [3] ise bu yönde bir hükmün bulunmasırada “süreklilik” arz edecek bir organ mevcut olma- masından ötürü bu ayrımı reddetmekteydi. TK md. lıdır. Bu görev ve yetkileri haiz olan yönetim kurulu, 374 ve md. 375’in gerekçeleriyle konuya açıklık geanonim şirketin kanuni ve zorunlu organıdır. tirilmiş [4] ve organlar arasındaki eşitlik vurgulanmıştır. Zira Kanun’un geniş yetkiler tanıdığı yönetim Kanun koyucunun şirketi yönetim ve temsil yetkisi- kurulunun genel kurula nazaran bir alt organ olduğu veya genel kuruldan talimat alması kabul edilebilir bir H 52 HUKUK görüş değildir [5]. isabetli olmayacaktır. 2.YÖNETİM KURULUNUN TEŞKİLİ 2.1.Yönetim Kurulu Üye Sayısı TK ile gelen en önemli değişikliklerden biri, yönetim kurulu üye sayısına ilişkindir. eTK’da yönetim kurulunun en az üç kişiden meydana gelmesi öngörülürken, TK md. 359’da düzenlendiği üzere yönetim kurulu bir veya daha fazla kişiden oluşabilecektir. Bu düzenlemenin temel amacı -madde gerekçesinde de ifade edildiği üzere- hem AB müktesebatıyla uyum sağlayabilmek hem de küçük şirketlerin ve şirketler topluluğunda topluluğu yöneten ana şirketlerin daha kolay ve esnek yönetilmesine imkan vermektir. Kanaatimizce üye sayısının alt sınırının belirlenip bu sınırın üstünde üye seçiminin genel kurulca yapılmasında Kanun’a aykırılık bulunmayacaktır. Bu yolla şirket gelişim sürecinde, o süre zarfında ihtiyaç duyduğu kadar yönetim kurulu üyesi seçebilecektir. Kaldı ki; genel kurul kararlarının tescil ve ilana tabi olmasından ötürü üye sayısının belirlenebilirliğinde de bir sıkıntı yaşanmayacaktır. Özel mevzuata tabi anonim şirketler bir kenara bırakıldığında, yönetim kurulu üye sayısına TK ile başkaca bir sınırlama getirilmemiştir. Bu bakımdan esas sözleşmede yönetim kurulu üye sayısı için herhangi bir sayı öngörülebileceği gibi; alt sınır, üst sınır veya alt-üst sınır [6] da öngörülebilecektir. Örneğin yönetim kurulunun “en az üç en fazla beş kişiden” oluşacağına veya “en az yedi kişiden”, “en fazla beş kişiden” oluşacağına dair hükümler esas sözleşmede bulunabilecektir. Öğretide Akdağ Güney, TK md. 339/2-g hükmünün yönetim kurulu üye sayısının esas sözleşmede gösterilmesi zorunluluğu getirmesinden hareketle; esas sözleşmede yönetim kurulu üye sayısına ilişkin alt, üst veya alt-üst sınır öngörülerek belirli bir sayı verilmeksizin yapılan düzenlemelerin TK md. 340’taki emredici hükümlerden sapma anlamına geleceği ve geçerli olmadığı görüşündedir [7]. Tekinalp ve Aydın ise yönetim kurulu üye sayısının sadece alt sınırının gösterilip üst sınırın belirsiz bırakılmasının Kanun’a aykırı olacağı fikrindedir [8]. TK md 339/2-g, yönetim kurulu üyelerinin “sayılarının” esas sözleşmede gösterilmesi zorunluluğunu getirmiştir. Kanun koyucu eğer madde hükmünde “sayılarının” yerine “sayısının” ifadesini kullanmış olsaydı, gerçekten de esas sözleşmede üye sayısının net ve sabit bir şekilde ifade edilmesi gerektiği, bir takım sınırlar öngörülemeyeceği söylenebilecekti. Ancak Kanun’un lafzından da anlaşılacağı üzere TK, bu noktada esnek bir düzenleme yapılmasını engellememektedir. Ayrıca esas sözleşmede yer alan ve yönetim kurulunun “iki ila beş kişiden” oluşacağı veya “iki, üç, dört, beş kişiden” oluşacağı ifadeleri arasında herhangi bir fark yoktur. Sonuç olarak iki halde de “belirli” bir sayı söz konusudur. Öte yandan; esas sözleşmede sadece yönetim kurulu üye sayısının alt sınırının belirlenmesinin Kanun’a aykırılık teşkil edeceği yönündeki görüşe de katılmamaktayız. Sonuçta bu noktada da “belirlenebilir” bir “sayı” söz konusudur. Üstelik TK yönetim kurulu üye sayısına bir üst sınır çizmemişken böyle bir üst sınırın esas sözleşmede belirtilmesi gerektiği yönünde bir görüş gerek TK md. 339/2-g’nin lafzı bakımından gerekse hükmün alındığı mehaz hukuk kuralı bakımından 53 2.2.Yönetim Kurulu Üyelerinin Seçimi Anonim şirket yönetim kurulu üyeleri kuruluşta kurucular tarafından esas sözleşme ile ve daha sonra genel kurul tarafından seçilir. Anonim şirket kuruluşta tescil ile tüzel kişilik kazandığından, o anda şirketi yönetip temsil edecek bir organın bulunması zorunludur ve daha sonrasında bu organı seçim yetkisi TK tarafından sadece Kanun’ca genel kurula tanınmıştır [9]. Bu bakımdan genel kurulun bu yetkisini kısıtlayan veya kaldıran her türlü karar ve esas sözleşme değişikliği geçersizdir. Kuralın istisnaları ise TK’da belirtilmiştir. Bunların ilki yönetim kurulu üyesi olan kamu tüzel kişilerinin atadıkları temsilcilere ilişkindir. TK md. 334 uyarınca devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu tüzel kişilerinden birine, esas sözleşmede öngörülecek bir hükümle -pay sahibi olmasalar da- işletme konusu kamu hizmeti olan anonim şirketlerin yönetim kurullarında temsilci bulundurma hakkı verilebilmektedir. Kamu tüzel kişilerinin bu şirketlerde pay sahibi olmaları halinde ise TK md. 334/2 hükmüne göre temsilcilerini sadece kendileri görevden alabilecektir. O halde genel kurulun hem üye seçimi hem de üye azline ilişkin münhasır yetkisine istisna getirilmiştir. Kamu tüzel kişilerinin yönetim kurulu üyesi olduğu şirketlerde kaç gerçek kişi temsilcisi olacağına ilişkin tartışmaları TK 359’a eklenen (5) numaralı fıkra sonlandırmıştır. Buna göre; yönetim kurulu üye sayısı ikiden fazla olan şirketlerde, üyelerin tamamının aynı kamu tüzel kişisinin temsilcisi olmaması şartıyla kamu tüzel kişisini temsilen birden fazla gerçek kişi yönetim kuruluna seçilebilecektir. Yönetim kurulu üyelerinin genel kurul tarafından seçilmesinin ikinci istisnası ise TK md. 363/1’de düzenlenen geçici yönetim kurulu üyesidir. Yönetim kurulu üyeliğinin herhangi bir sebeple boşalması halinde yönetim kurulu toplantı ve karar yeter sayılarını sağlayabildiği takdirde bir sonraki genel kurula kadar görev yapmak üzere, boşalan üyeliğe geçici üye seçebilecektir. Ancak toplantı yeter sayısının sağlanamaması halinde yönetim kurulunun geçici üye seçmesi mümkün olmayacaktır. Şöyle ki; beş kişilik bir yönetim kurulunun üç üyesinin üyeliklerinin sona ermesi halinde geriye kalan iki üye, geçici üye seçemeyecektir. Bu halde yönetim kurulu toplantı yeter sayısını sağlayamayaca- HUKUK ğı ve toplanamayacağı için TK md. 410/2’ye göre tek lerini düzenleyen TK md. 375 de dikkate alındığında bir pay sahibi mahkemenin izniyle genel kurulu top- bu “sorumluluk organının” üyelerinin tam ehliyetli lantıya çağırabilecek ve boşalan üyeliklere yeni üyeler, olmaları gerektiği daha net anlaşılmaktadır. genel kurul tarafından seçilecektir. Yönetim kurulu tarafından boşalan üyelik için seçilen yeni üyenin bir sonraki genel kurulda onaylanmaması halinde üyeliği son bulacaktır. Ancak görevde kaldığı sürede yaptığı işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Başka bir deyişle genel kurulun verdiği ret kararı geçmişe etkili olmayacaktır [10]. Öte yandan geçici üyenin genel kurulda onaylanması halinde, yerine seçildiği üyenin görev süresi kadar görevde kalacaktır. 2.3.Yönetim Kurulu Üyelerinin Görev Süresi TK md. 362 hükmü uyarınca yönetim kurulu üyeleri en çok üç yıl için seçilebilirler. Esas sözleşmede aksine bir hüküm olmadıkça üyelerin tekrar seçilmesi mümkündür. Kanun’daki üç yıllık görev süresi esas sözleşmeyle kısaltılabilir. Ancak esas sözleşmede görev süresine ilişkin bir hüküm bulunmadığı ve genel kurulda yapılan seçimde de bir süre öngörülmediği takdirde yönetim kurulunun TK’daki azami süre olan üç yıl için seçildiğini kabul etmek yerinde olacaktır [11]. 3.3.Seçilme Engelinin Bulunmaması Yönetim kurulu üyesi sıfatını kazanabilmek için gereken diğer bir nitelik ise gerek kanundan gerekse esas sözleşmeden kaynaklanan seçilme engellerinin kişide bulunmamasıdır. TK md. 363/2 ile eTK md. 315/2 düzenlemeleri aynıdır. Buna göre; üyelerden birinin iflası, kısıtlanması, kanundan veya esas sözleşmeden doğan üyelik niteliklerini kaybeden kişinin üyeliği herhangi bir işleme gerek olmaksızın kendiliğinden sona ermektedir. 3.4.Pay Sahibi Olma eTK md. 312’de şirketin yönetim kurulu üyelerinin pay sahibi olan kimselerden oluşabileceği hüküm altına alınmıştı. Üye seçilebilmek için pay sahibi olmak gerekmezken göreve başlayabilmek için pay sahibi olmak şarttı. Hükmün temeli ise pay sahibi olan yönetim kurulu üyelerinin şirket idaresinde daha titiz davranacakları düşüncesiydi. Ancak büyük şirketlerin idaresinde tek bir paya sahip yönetim kurulu üyelerinin ortaya çıkması suretiyle hükmün kolayca dolanılması ve anonim şirketlerin ekonomik hayatta Görev süresi sona eren yönetim kurulunun ve üyesi- üstlendikleri rol dolayısıyla profesyonelce yönetilmenin görev ve yetkileri de kendiliğinden sona erer. Bu leri gereği karşısında bu kural anlamını yitirdiği için durumun tek istisnası TK md. 410/1’dir. Buna göre çokça eleştiri konusu olmuştu. görev süresi dolmuş olan yönetim kurulunun tek yetkisi genel kurulu toplantıya çağırabilmesidir. Böylece TK ile birlikte yönetim kurulu üyelerinin pay sahipöğretide ve Yüksek Mahkeme kararlarında [12] görev lerinden oluşması zorunluluğu terk edilmiş ve şirketsüresi dolmuş olan yönetim kurulunun yetkisine iliş- lerin profesyonel yönetimi -ve bir üst basamak olarak kin tartışma sona ermiştir. kurumsal yönetimi- açısından önemli bir adım atılmıştır. Yine de esas sözleşmeyle yönetim kurulunun 3.ÜYE SEÇİLECEK KİŞİLERDE ARANACAK Nİ- pay sahiplerinden oluşacağı yönünde bir düzenlemenin yapılması mümkündür. TELİKLER 3.1.Genel Olarak Yönetim kuruluna seçilen kişilerin üye sıfatını kaza- 3.5.Vatandaşlık ve İkametgah nabilmeleri için birtakım niteliklere sahip olmaları TK md. 359/2 hükmünün 6335 sayılı Kanun’la değigerekmektedir. Bunlar TK’da ve ilgili mevzuatta dü- şiklik yapılmadan önceki hali yönetim kurulu üyelezenlenen şartlar olabileceği gibi esas sözleşmeyle de rinden en az birinin Türk vatandaşı olmasını ve Türöngörülmüş olabilir. kiye’de ikametgahı olmasını şart koşmuştu. Ancak bu hüküm, TK’nın ana amaçlarından biri olan AB müktesebatıyla uyum sağlanmasına aykırı bir durum Esas sözleşmeyle getirilen şartlar ise (vatandaşlık, yaş, olduğundan bahisle 6335 sayılı Kanun md. 43 ile kalmeslek grubu, eğitim düzeyi vb.) TK md. 340’ta öngö- dırılmıştır. rülen emredici hükümler ilkesinden sapacak nitelikte ve TMK md. 2’deki dürüstlük kuralına aykırı nitelikte olamaz. 3.6.Eğitim TK’nın meclise sunulan ilk tasarısında yönetim kurulu üyelerinin bir kısmında belirli bir eğitim seviyesi 3.2.Ehliyet aranması zorunluluğu mevcuttu. Bu oran yapılan çaeTK yönetim kurulu üyelerinin ehliyetlerine ilişkin bir lışmalarla daha düşürülmüş ve en sonunda da kaldıdüzenleme barındırmamaktaydı; ancak gerek öğreti rılmıştır. Bu bakımdan -özel mevzuata tabi anonim gerekse yargı kararlarında [13] üyelerin tam ehliyetli şirketler hariç olmak üzere- şirket yönetim kurulu olmaları gerektiği hususunda görüş birliği mevcuttu. üyesi olabilmek için aranan herhangi bir eğitim veya TK md. 359/3 ise yönetim kurulu üyelerinin tam eh- mesleki tecrübe şartı aranmamaktadır. liyetli olmaları gerektiğini açıkça düzenlemiştir. Kaldı ki; yönetim kurulunun devredilemez görev ve yetki- 54 HUKUK 4.BELİRLİ GRUPLARIN YÖNETİM KURULUNDA TEMSİLİ Belirli grupların yönetim kurulunda temsil edilmesini düzenleyen TK md. 360 hükmü eTK’da yer almamaktadır. Madde, uygulamada benimsenmiş olan şirket organlarında temsil edilme hakkını belirli pay gruplarının yanı sıra pay sahipleri gruplarına hatta azlığa da tanımakta, esas sözleşmede öngörülmesi kaydıyla bu üç gruba da yönetim kurulunda temsil edilme imkanı vermektedir [14]. Maddenin ilk fıkrasındaki “belirli bir grup oluşturan pay sahipleri” ifadesinin önüne getirilen “özellik ve nitelikleriyle” vurgusu, bir tanımlama unsurudur. Gerekçede de bahsedildiği üzere “belirli bir grup oluşturan pay sahipleri” ile paylara değil pay sahiplerine vurgu yapılmakta; “özellik ve nitelikleriyle” ifadesiyle de aynı gruba giren pay sahipleri kastedilmektedir [15]. Yönetim kurulunda temsil yetkisi tanınan grubun şirket esas sözleşmesinde kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde tanımlanması gerekir [16]. Peki, bu tanımlama kişiselleştirilebilir mi? Yani söz konusu hak ismen belirlenen bir veya birkaç pay sahibine tanınabilir mi? Madde metni ve gerekçeye bakıldığında, kanun koyucunun ısrarla “grup” ifadesi kullandığı; bu hakkın pay sahipleri grubuna tanınması halinde söz konusu pay sahiplerinin “özellik ve nitelikleriyle” belirli bir “grup” oluşturmaları gerektiğine vurgu yapıldığı görülmektedir. Bu bakımdan kanaatimizce yönetim kuruluna aday önerme ve temsil hakkının ismen bir veya birkaç kişiye tanınması mümkün olamayacaktır [17]. Zira bu durumda söz konusu pay sahiplerinin özellik ve niteliğiyle diğer pay sahiplerinden ayrıştırılmış olduğundan söz edilemez. seçilen üyelerle bu gruplar arasındaki ilişkiye değinmekte fayda vardır. Yönetim kuruluna seçilen bu kimsenin görevi kabul etmesiyle birlikte grupla arasında vekalet veya benzeri bir ilişki ortaya çıkmaktadır ve kişi hem yönetim kurulu üyeliğinin getirdiği sorumlulukları gözetmek hem de ilgili grubun çıkarlarını korumak durumundadır [21]. 5.YÖNETİM KURULU ÜYELİĞİNİN SONA ERMESİ 5.1.Genel Olarak Yönetim kurulu üyeliği kanun veya esas sözleşmede gösterilen üyelik niteliklerinden birinin kaybedilmesiyle sona erebileceği gibi görev süresinin dolması, ölüm, istifa ve azil sebepleriyle de kendiliğinden sona erebilecektir. 5.2.Görev Süresinin Dolması Yönetim kurulu üyelerinin görev sürelerinin dolmasıyla birlikte görev ve yetkileri sona erer. Ancak eTK döneminde Yargıtay kararlarında farklı yönde hükümlerin de tesis edildiği görülmektedir. Kararların gerekçelerinde ise Kanun’da görev süresinin dolmasıyla yönetim kurulu üyeliğinin kendiliğinden düşeceğine ilişkin bir hükmün bulunmaması [22] sebep gösterilmiş ve kimi kararlarda ise görev süresi dolan yönetim kurulu üyesinin yeni yönetim kurulu seçilene kadar görevde kalacağı [23] dahi kabul edilmiştir. TK md. 410/1 görev süresi dolmuş olan yönetim kurulunun genel kurulu toplantıya çağırabileceğini düzenlemiştir. Bu, görev süresi dolmuş olan yönetim kurulunun tek yetkisidir. Bunun dışında, -genel kurul toplantısına kadar geçen sürede- iş ve işlemlerin yürüHakkın kullanılabilmesi için pay sahipleri grupları- tülebilmesi için şirkete kayyım tayin edilmesi mümnın ve pay gruplarının belirlenebilir olmasının yanı kündür [24]. sıra azlığın da belirlenebilir olması, diğer pay sahiplerinden ayrılabilir olmaları gerekmektedir. Fıkranın son cümlesinde ise bu şekilde verilecek temsil edilme 5.3.İstifa hakkının SPK’ya tabi şirketlerde geçerli olan bağımsız Tek taraflı bir irade beyanı olan istifa ile de yönetim yönetim kurulu üyesi uygulamasında sıkıntı yaşatma- kurulu üyeliğinin son bulması mümkündür. İstifa beması için halka açık anonim şirketlerde yönetim kuru- yanı, şirkete ulaşmasıyla birlikte hüküm ifade eder. lu üye sayısının yarısını aşamayacağı öngörülmüştür. Ancak istifanın sicile tescili TK md. 31/1 uyarınca TK md. 360/2’de ise bu maddeye göre yönetim kuru- zorunlu olsa da burada tescil kurucu değil açıklayıcı lunda temsil edilme hakkı tanınan paylar ise açıkça niteliktedir. Tescil ve ilan yapılmadığı sürece yönetim imtiyazlı pay olarak tanımlanmıştır. Ancak somut bir kurulu üyeliği sıfatı ve bu sıfata bağlı yetkilerin kaybı pay grubu ayrımı yapılmaksızın mevcut düzenleme- iyi niyetli üçüncü kişilere karşı ileri sürülemeyecektir nin uygulama alanı bulamayacağı yönünde öğretide [25]. eleştiriler mevcuttur [18]. Söz konusu payların imtiyazlı pay olarak tanınması, imtiyazlı pay sahipleri özel kurulunu da gündeme getirecek ve bu payların 5.4.Azil TK md. 360 dahilinde imtiyazlarının ihlali halinde Yönetim kurulu üyesinin genel kurul tarafından TK özel kurulun toplanmasının önünü açacaktır [19]. md. 364’e dayanılarak görevden alınması her zaman Öte yandan söz konusu hak tanınmış olan belirli bir mümkündür. Genel kurulun azli gerekçelendirme pay sahipleri grubundan bir kısım payın, ortak pay- zorunluluğu yoktur ve yönetim kurulu üyesi aynı daya uymayan kimselere devri halinde bu imtiyazın zamanda pay sahibiyse bu oylamaya katılabilecektir. işlemez hale geleceği; ancak daha sonra yine ortak Kanun’da bunu engelleyebilecek bir hüküm bulunmapaydaya dahil kimselere devri halinde imtiyazın kul- maktadır. lanılabileceği söylenebilir [20]. Son olarak, belirli grupları temsilen yönetim kuruluna 55 Azlık, belirli pay grupları ile belirli pay sahiplerini temsil eden yönetim kurulu üyelerin azli yetkisi de HUKUK münhasıran genel kurula aittir. Ancak bu halde genel kurulun haklı bir sebep göstermesi gerektiği söylenebilir. Aksi halde belirli gruplara tanınan bu hak etkisiz hale gelecektir. Tüzel kişi yönetim kurulu üyeleri de genel kurulca azledilebilir; ama tüzel kişi yönetim kurulu üyelerinin gerçek kişi temsilcilerinin azli tüzel kişi tarafından yapılabilecektir. Genel kurul tüzel kişiden sadece temsilcisini azletmesini talep edebilecektir. TK md. 364/2 uyarınca azledilen yönetim kurulu üyesinin tazminat hakkı saklıdır. eTK md. 316’da engellenen ve yönetim kurulu üyelerinin tazminat hakkını engelleyen hakkaniyetten uzak düzenlemeden artık vazgeçilmiştir. Bahsi geçen tazminat, yalnızca yöneticilik görevine son verilmesi nedeniyle bir zararın tazmini olarak anlaşılmalı; örneğin hizmet sözleşmesine bağlı olarak ödenmesi gereken kıdem ve ihbar tazminatı bu kapsamda değerlendirilmemelidir [26]. Ancak madde hükmünde yer alan ve yönetimin hazırlanacak bir iç yönergeyle devredilecek olması, yeni bir düzenlemedir. Yönetimin devrinin gerçekleşebilmesi için üç şartın varlığı aranmaktadır: Esas sözleşmede yönetimin devrine olanak tanıyan bir hükmün bulunması; esas sözleşmedeki bu hükme uygun bir yönetim kurulu kararının alınması ve devri; devrin sonucunda yönetimin alacağı durumu, işleyişi düzenleyen, görev alanlarını ve tanımlarını gösteren bir iç yönergenin hazırlanması. Yönetim yetkisinin devrinde dikkat edilmesi gereken nokta ise yetkinin devredildiği ölçüde yönetim kurulunun görevsizleşmesi/sorumsuzlaşması durumudur [28]. Yani yönetim yetkisini devralan, o yetkiyle beraber yetkinin getirdiği görev ve sorumlulukları da devralırken; yetkiyi devreden yönetim kuruluysa devrettiği yetkiler bakımından görevsizleşecek ve sorumsuzlaşacaktır. Ancak TK md. 375/1-e kapsamında yönetim kurulunun üst gözetim yetkisi ve buna bağlı sorumluluğu devam edecektir. 6.YÖNETİM KURULUNUN GÖREV VE YETKİLERİ 6.1.Genel Olarak 6.3.Devredilemez Görev ve Yetkiler Şirket işlerinin yürütülmesi yetkisi yönetim kuruluna aittir. Bu işlerin yürütülmesi sırasında yönetim kuru- Yönetim kurulunun devredemeyeceği görev ve yetkiluna yüklenen birtakım görevler ve yönetim kurulu- ler TK md. 375’te sayılmıştır: nun kullanabileceği yetkiler bulunmaktadır. Yönetim kurulu, kendine tanınan yetkileri kullanarak yüklen• Şirketin üst düzeyde yönetimi ve bunlarla ilgidiği görevleri yerine getirebilecektir. li talimatların verilmesi. • Şirket yönetim teşkilatının belirlenmesi. TK md. 365 “Anonim şirket yönetim kurulu tarafın• Muhasebe, finans denetimi ve şirketin yönedan yönetilir ve temsil olunur.” hükmü, yönetim kutiminin gerektirdiği ölçüde, finansal planlama rulunun en temel görev ve yetkisini ifade etmektedir. için gerekli düzenin kurulması. Yönetim yetkisi şirketin iç ilişkilerinin düzenlenmesi • Müdürlerin ve aynı işleve sahip kişiler ile imza olarak, temsil yetkisi ise dış ilişkilerin düzenlenmesi yetkisini haiz bulunanların atanmaları ve göolarak tanımlanabilir. revden alınmaları. • Yönetimle görevli kişilerin, özellikle kanunla6.2.Yönetim Yetkisi ve Devri ra, esas sözleşmeye, iç yönergelere ve yönetim Yönetim yetkisi, yukarıda da bahsedildiği üzere şirkekurulunun yazılı talimatlarına uygun hareket tin iç iş ve ilişkilerinin düzenlenmesini sağlamaktır. edip etmediklerinin üst gözetimi. TK md. 374’te kanun veya esas sözleşmeyle genel ku• Pay, yönetim kurulu karar ve genel kurul toprula bırakılmayan görev ve yetkilerin de yönetim kulantı ve müzakere defterlerinin tutulması, yılruluna ait olduğunun düzenlenmesi bu tanımlamayı lık faaliyet raporunun ve kurumsal yönetim destekler niteliktedir. açıklamasının düzenlenmesi ve genel kurula sunulması, genel kurul toplantılarının hazırlanması ve genel kurul kararlarının yürütülYönetim yetkisi, TK md. 367 uyarınca yönetim kurumesi. lu üyelerinin bir veya birkaçına -devredilemez görev • Borca batıklık durumunun varlığında mahkeve yetkiler hariç olmak üzere- tamamen veya kısmen meye bildirimde bulunulması. devredilebileceği gibi yönetim kurulunun dışından üçüncü bir kişiye de bırakılabilmektedir. Burada bahsedilen yönetim yetkisinin devri, yönetim kurulunun aldığı kararların yürütülmesinin başkalarına bırakıl- TK md. 375 dışında Kanun’da başka maddelerde de ması demek değil; doğrudan doğruya yönetim işlevi- yönetim kurulunun devredilemez görev ve yetkiler nin, karar alma yetkisinin başkasına bırakılması de- mevcuttur: TK md. 199’da öngörülen bağlılık raporunun ve TK md. 516’da düzenlenen yıllık faaliyet mektir [27]. raporunun hazırlanması, şirketin borca batıklığından şüphelenildiği hallerde TK md. 376’nın yönetim TK md. 367’de düzenlenen yönetimin devri, yeni bir kuruluna getirdiği yükümlülükler, TK md. 377’de yer düzenleme olmayıp eTK döneminde de mevcuttu. alan yönetim kurulunun şirketin iflasının ertelenme- 56 HUKUK 7.YÖNETİM KURULUNUN ÇALIŞMASI 7.1.Genel Olarak 6.4.Temsil Yetkisi ve Devri Yönetim kurulu “kurul” halinde çalışan bir organdır. Şirket kural olarak yönetim kurulu tarafından temsil Kurul halinde çalışmak, çağrı ile ve bir gündem dahiedilir. Yani üçüncü kişilerle yapılacak her türlü huku- linde toplantı ve karar yeter sayılarına uyularak topki işlem temsil yetkisi kapsamındadır. Şirket unvanı lanmak, konuları ve önerileri müzakere ederek karar altına imza atacak, imza yetkisini haiz olacak kişileri almak, kararları yazılı hale getirmek, imzalamak ve belirlemeye yönetim kurulu münhasıran yetkilidir. karar defterine geçirmek demektir [30]. İmza yetkisinin kullanılmasında kural ise çift imzadır. Diğer bir ifadeyle şirketin imzasının atılabilmesi için 7.2.Görev Dağılımı şirket unvanı altında imza yetkisini haiz iki kişinin imzasının bulunması gerekmektedir. TK md. 370/1 Yönetim kurulu, her yıl üyeleri arasından bir başkan uyarınca esas sözleşmede bu durumun aksi öngörüle- ve başkanın bulunmadığı hallerde ona vekalet edecek olan “en az bir başkan vekili” seçer. eTK’da bir başkan bilir ve tek kişi de temsil yetkisini kullanabilir. vekilinin seçileceği öngörülmüşken TK md. 366 “en az bir” ifadesini kullanmış ve geçmiş yıllarda uygulaYönetim yetkisinde olduğu gibi temsil yetkisinin de mada ortaya çıkan sorunların tekrarlanmasını engelyönetim kurulun üyelerinin bir veya birkaçına yahut lemiştir. üçüncü kişilere kısmen veya tamamen devri mümkündür. Ancak temsil yetkisinin üçüncü kişilere devri halinde en az bir yönetim kurulu üyesinin temsil yet- Görev dağılımı sadece başkan ve başkan vekillerinin kisini haiz olması TK md. 370/2 uyarınca zorunludur. seçimini ifade etmekte olup yukarıda açıklanmış olan yönetimin devri kurumundan farklıdır. Yönetimin Temsil yetkisinin kapsam ve sınırlarını düzenleyen devri için yönetim kurulunun bir iç yönerge hazırlaTK md. 371 hükmü, eTK md. 321 hükmünün ben- ma zorunluluğu bulunduğunu tekrar hatırlatmak iszeri olmasına rağmen; TK ile ultra vires yasağının teriz. Öte yandan TK md. 366, yönetim kurulu başkakaldırılmasından dolayı bu iki hükmün ihtiva ettiği nının, başkan vekilinin veya bunlardan birinin -esas yetkinin sınırları arasında fark vardır. Ultra vires ya- sözleşmede hüküm bulunması kaydıyla- genel kurul sağının kaldırılmasının ardından, şirketin yapabilece- tarafından seçilebileceğini öngörmüştür. ği iş ve işlemler artık sadece faaliyet konusuyla sınırlı değildir ve yönetim kurulunun şirketi temsil yetkisi de bu minvalde genişlemiştir. Bu kuralın istisnası ise 7.3.Toplantıya Davet Yetkisi ve Usulü TK md. 371/2’de mevcuttur. Buna göre şirketle işlem Yönetim kurulu toplantılarına davet, yönetim kurulu yapan üçüncü kişi işlemin işletme konusunun dışın- başkanı tarafından yapılır. Başkanın olmadığı hallerde da kaldığını biliyor veya bilebilecek durumda bulu- ise başkan vekili çağrıyı yapar. TK md. 392/7 uyarınca nuyorsa yapılan işlem şirketi bağlamayacaktır. Ancak kural olarak diğer üyelerin toplantıya çağrı yapmaları bu hususun ispatında şirket esas sözleşmesinin tescil mümkün değildir; ancak başkan veya başkan vekiline ve ilan edilmiş olması tek başına yeterli olmayacak- bu yönde bir talep iletebilirler. Ancak üyelerin, yönetır. Aksi hallerde temsil yetkisinin kapsamına girecek tim kurulu başkanlığı ve başkan vekilliğinin boşalmış olan işlemler iyi niyetli üçüncü kişilere karşı geçerlili- olması durumunda, esas sözleşme veya iç yönergeyle ğini koruyacak; böylesine bir işlemde şirketin temsil yetkilendirilmeleri halinde yönetim kurulunu toplanyetkisini kullanan kişilerin sorumluluğuna gidilebile- tıya davet edebileceklerinin kabulü gerekir [31]. cektir. sini istemesi. Yönetim yetkisinin iç ilişkide geçerli olması sebebiyle paylaştırılması mümkünken temsil yetkisinin üçüncü kişilerle olan ilişkileri ilgilendirmesi ve üçüncü kişilerin korunması gereği nedeniyle kural olarak bölünmesi mümkün değildir [29]. İstisna ise temsil yetkisinin sadece yer olarak bölünebilmesi; yani temsil yetkisinin merkez ya da şubelerden birine hasredilebilmesidir. Temsil yetkisi TK md. 371/3 düzenlemesi nedeniyle konu ve miktar olarak bölünemeyecektir. Öte yandan yer itibarıyla yapılan sınırlamanın üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilmesi için yine aynı düzenleme uyarınca sicile tescil ve ilanının yapılması gereklidir. Yönetim kurulunun toplantıya davet edilmesinde ise Kanun’da özel bir usul öngörülmemiştir. Önemli olan tüm yönetim kurulu üyelerine toplantıya katılmalarına fırsat verecek şekilde davet yapılmasıdır. TK md. 392/7 her yönetim kurulu üyesine, başkandan yönetim kurulunu toplantıya çağırmasını talep etme hakkı vermiştir. Bu talep madde uyarınca yazılı olarak yapılmalıdır. Toplantı talebinin gerekçeli olmasına ilişkin maddede bir düzenleme bulunmamakla birlikte, MK md. 2’deki dürüstlük kuralı uyarınca çağrı talebinin dikkate alınabilmesi ve bu hakkın kötüye kullanımlarının engellenebilmesi için gerekçelendirilmiş olması gerekmektedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki; Kanun toplantıya çağrı talebinin reddine karşı Son olarak, temsil yetkisini haiz kişilerin sicile tescil başvurulabilecek herhangi bir yol öngörmemiştir. ve ilanı TK md. 373’e göre zorunludur. Ancak buradaki tescil ve ilan kurucu değil açıklayıcı niteliktedir. Kanun’daki bu boşluğun bilinçli bir suskunluk oldu- 57 HUKUK ğunun kabulü güçtür. Zira yönetim kurulu üyesinin haiz olduğu sıfattan ötürü kazandığı hakları en etkin kullanabileceği yer yönetim kurulu toplantılarıdır. Kaldı ki; yönetim kurulu toplantılarına katılma hakkı, yönetim kurulu üyesinin kaldırılamaz ve sınırlandırılamaz nitelikteki bir hakkıdır. Bu bakımdan, toplantıya çağrı talebi haksız olarak reddedilen üyenin ret kararına karşı dava hakkı olduğu kabul edilmelidir [32]. Yukarıda bahsedilen bütün kurallar elektronik ortamda yapılacak yönetim kurulu toplantıları bakımından da aynen geçerli olacaktır. Yönetim kurulu toplantılarında her üyenin bir oyu vardır. Herhangi bir üyenin veya başkanın birden çok oyu olacağı ya da oyunun eşitlik halinde üstün sayılacağına dair esas sözleşme hükmü TK md. 390/3 dolayısıyla geçersiz olacaktır. Ayrıca yönetim kurulu üyeleri TK md. 390/2 doğrultusunda toplantılara bizzat katılmak zorundadırlar. Yani temsilen oy kullanmaları veya toplantıya vekil yollamaları mümkün değildir. 8.2.Yokluk Sözleşmenin kurucu unsurlarını teşkil eden karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarının bulunmaması hali, yokluktur [39]. Dolayısıyla hukuki işlem doğmamış durumdadır. Yönetim kurulu toplantısı yapılmaksızın karar alınabilmesinin tek istisnası TK md. 390/4 hükmüdür. Bu suretle karar alınması için yapılan öneriye üye tam sayısının en az çoğunluğunun yazılı şekilde katılması, bu önerinin tüm yönetim kurulu üyelerine yapılması 7.4.Yönetim Kurulu Toplantısı ile Toplantı ve Karar şarttır. Öte yandan onaylar aynı kağıtta bulunmasa Yeter Sayıları dahi imzaların tümünün karar defterine yapıştırılmaYönetim kurulu toplantılarında genel kurul toplantı- sı gerekmektedir. larının aksine gündeme bağlılık ilkesi yoktur [33]. Bu durum yönetim kurulunun daimi organ olmasından 7.5.Toplantıya Katılma Yasağı kaynaklanmaktadır. Yönetim kurulu toplantılarında gündemde olmayan bir konu hakkında karar alınabi- eTK’da da mevcut olan ve yönetim kurulu üyelerinin hangi hallerde toplantıya katılamayacağına ilişkin lir ya da gündeme sonradan madde eklenebilir. hüküm TK’da da mevcuttur. TK md. 393 hükmüne göre yönetim kurulu üyesi, kendisinin şirket dışı kiYönetim kurulunun toplanabilmesi için öncelikle top- şisel menfaatiyle veya alt ve üst soyundan birinin ya lantı yeter sayısını oluşturabilmesi gerekir. Toplantı da eşinin yahut üçüncü derece dahil üçüncü dereceye yeter sayısı TK’nın -veya özel kanunların- öngördüğü kadar kan ve kayın hısımlarından birinin, kişisel ve sınırda kalabileceği gibi bu yeter sayının ağırlaştırıl- şirket dışı menfaatiyle şirketin menfaatinin çatıştığı ması da mümkündür. Anonim Şirketler Hukuku ba- konulara ilişkin müzakerelere katılamayacaktır. kımından kural olarak temel ilke çoğunluk kararıyla hareket etmektir. Ancak gayet yalın görünen bu konu, eTK döneminde pek çok tartışmaya sebep olmuştur. Yeni düzenlemede kişisel menfaat kavramı daraltılŞöyle ki; eTK md. 330’da yönetim kurulu toplantı ye- mış ve üyenin -kendisine özel bir görev verilmesi, bu ter sayısının sağlanması için “azaların yarısından bir görev karşılığında ücret belirlenmesi gibi- şirket içi fazlasının hazır bulunması” şartı aranıyordu. Madde menfaatlerinin görüşüldüğü toplantılara katılabilmelafzında yer alan “yarıdan bir fazla” ifadesinin yorumu si sağlanmıştır [37]. Şirket dışı menfaat ölçütleri aynı hususunda gerek öğretide farklı görüşler doğmuştu. zamanda üyenin yakınları için de geçerli kılınmıştır. Öğretide kimi yazarlar [34] toplantı yeter sayısını dü- Son olarak ise üye ve şirketin menfaatlerinin çatışması zenleyen hükmü “nitelikli çoğunluk”, yani yarıdan bir gerekir. Aksi halde müzakere yasağı da kalkacaktır. fazla olarak ele almış; kanun koyucunun burada toplantı yeter sayısını bilinçli olarak ağırlaştırdığını ileri Yasağa aykırı hareket eden üyeler ile menfaat çatışmasürmüşken; kimi yazarlar [35] ise “yarıdan bir fazla” sı nesnel olarak varken ve biliniyorken ilgili üyenin ifadesinin özel bir anlamı olmadığını, esasen burada toplantıya katılmasına itiraz etmeyen üyeler ve söz çoğunluk ilkesinin vurgulandığını, aksi bir görüşün konusu üyenin toplantıya katılması yönünde karar yönetim kurulunun karar alma imkanının gereksizce alan yönetim kurulu üyeleri, bu sebeple şirketin uğrazorlaştıracağını iddia etmişlerdir. Yargıtay ise mad- dığı zararın tazmininden sorumlu olacaklardır. deyi nitelikli çoğunluk olarak yorumlamıştır [36]. Bu nedenle; eTK döneminde özellikle az sayıda üyeden oluşan yönetim kurullarında -üç üyeden oluşan yöne- 8.YÖNETİM KURULU KARARLARININ HÜtim kurulunun üç üyeyle toplanması zorunluluğunda KÜMSÜZLÜĞÜ olduğu gibi- toplantı yeter sayısı ağırlaşmaktaydı. TK 8.1.Genel Olarak ile toplantı yeter sayısı hakkında tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açıkça “çoğunluk” görüşü benimsen- Hükümsüzlük, bir hukuki işlemin baştan itibaren yok miştir. TK md. 390/1 uyarınca; yönetim kurulu -esas veya geçersiz olması veya mahkeme kararıyla iptal sözleşmede daha ağır bir yeter sayı öngörülmediği edilerek hüküm taşımamasıdır [38]. Hukukumuzda takdirde- üye tam sayısının çoğunluğuyla toplanacak- hükümsüzlük halleri tek bir çatı altında düzenlemeye tır. Karar yeter sayısı ise toplantıya katılan üyelerin alınmamış; çeşitli kanunların muhtelif maddelerinde kendilerine yer bulmuştur. çoğunluğu olacaktır. Yokluk durumunda işlemin hiç var olmadığı kabul 58 HUKUK 8.4.İptal Yönetim kurulu kararlarının iptal edilebilirliği eTK döneminde çokça tartışılan bir konuydu. Kanun’da konuya ilişkin bir hükmün bulunmamaktaydı ve öğretide kimi yazarlar yönetim kurulu kararlarının iptalinin mümkün olmadığını ileri sürerken [43] bir kısım yazar ise aksi görüşteydi [44]. Yüksek mahkeme TK’da yönetim kurulu kararlarının yokluğuna ilişkin ise yönetim kurulu kararlarının iptalini kabul etmehüküm bulunmamaktadır. Ancak yönetim kurulu ka- mekle birlikte pay sahiplerinin kişisel menfaatlerini rarlarının kurucu unsurlarından birinin dahi bulun- ihlal eden kararlar aleyhine iptal davası açılabileceği maması yahut yönetim kurulunun görev ve sorum- görüşündeydi [45]. luluğu altında olmayan bir konuda karar alınması, kanaatimizce yokluk iddiası için yeterli olacaktır. Ör- TK md. 391’in gerekçesinde yönetim kurulu kararneğin toplantı yeter sayısı sağlanmadan alınan karar larının iptal edilemeyeceği belirtilmiştir. Ancak TK, alınması ya da üyelerin imzalarının yönetim kurulu konuya ilişkin iki istisna tanımaktadır. Bunlardan ilki toplantı tutanağında bulunmaması yokluk hallerine TK md. 192/2’de yer alan yönetim kurulunun birleşörnek olabilecektir. me, bölünme ve tür değiştirme hakkında aldığı karara karşı iptal yolunun açık olmasıdır. İkinci istisna ise TK md. 460/5’tir. SPK md. 18’de yer alan iptal davası 8.3.Kesin Hükümsüzlük hakkına paralel bir hak, halka kapalı olup kayıtlı serBK md. 27/1 kesin hükümsüzlüğü şu şekilde tanım- maye sistemini benimseyen anonim şirketler için önlamıştır: “Kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, görülmüştür. kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı veya konusu imkansız olan sözleşmeler kesin olarak hükümsüzdür.” TK md. 460/4 uyarınca yönetim kurulu esas sözleşmeyle yetkilendirilmek kaydıyla, imtiyazlı veya itibari eTK’da yönetim kurulu kararlarının kesin hükümsüz değerinin üzerinde pay çıkarabilir ve pay sahiplerinin olduğu hallere ilişkin bir düzenleme mevcut olmadı- yeni pay alma haklarını sınırlandırabilir. TK md. 460/5 ğından genel hükümler uygulama alanı bulmaktaydı. ise bu yönetim kurulu kararları aleyhine iptal davası TK md. 391’de ise örnekseme yoluyla yönetim kuru- yolunu açmaktadır. Maddenin TK md. 445’e yaptığı lu kararlarının batıl olduğu haller sayılmış olup kesin atıf dikkate alındığında; kanun veya esas sözleşme hühükümsüzlük halleri bu durumlarla sınırlı değildir: kümlerine ve özellikle dürüstlük kuralına aykırı olan -ve imtiyazlı veya itibari değerin üzerinde pay çıkarılması ile pay sahiplerinin yeni pay alma haklarının • Eşit işlem ilkesine aykırı olan kararlar. sınırlandırılmasına ilişkin olan- yönetim kurulu ka• Şirketin temel yapısına uymayan veya serma- rarları aleyhine pay sahipleri ve yönetim kurulu üyeyenin korunması ilkesini gözetmeyen kararlar. leri, iptal davası açabilecektir. Ancak söz konusu iptal • Pay sahiplerinin, özellikle vazgeçilmez nitelik- davasının süresi TK md. 445’in aksine üç ay değil, TK teki haklarını ihlal eden veya bunların kulla- md. 460/5 düzenlemesi nedeniyle bir aydır. Yönetim nılmalarını kısıtlayan veya güçleştiren karar- kurulu kararları aleyhine iptal davası açılabilmesini lar. sağlayan işbu düzenlemenin temel mantığında ise TK • Diğer organların devredilmez yetkilerine gi- md. 460’ta sayılan ve esasen genel kurula ait olan bu yetkilerin yönetim kuruluna devredilmesi suretiyle ren ve bu yetkilerin devrine ilişkin kararlar. iptal davası yolunun kapanmasının engellenmesi ve şirket içi dengelerin korunması yatmaktadır [46]. Kesin hükümsüz yönetim kurulu kararları baştan itibaren hüküm doğurmazlar ve bu kararlara daha sonradan geçerlilik kazandırılması mümkün değildir. 9.ÜYELERİN HAKLARI VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ Yokluk halinde olduğu gibi yönetim kurulu kararla- 9.1.Genel Olarak rının kesin hükümsüzlüğü her zaman ileri sürülebi- Anonim şirket ve yönetim kurulu arasında sözleşlir. Yokluk ve kesin hükümsüzlük arasında sonuçları mesel bir ilişki bulunmaktadır. Bu bakımdan yönebakımından birtakım benzerlikler ve farklılıklar mev- tim kurulu üyelerinin şirkete karşı yerine getirmeleri cuttur. Bu bakımdan iki durum arasında net bir ayrım gereken yükümlülükleri olduğu gibi; bunun karşılıyapmakta fayda olacaktır. Kesin hükümsüz bir hukuki ğında şirketten talep edebilecekleri birtakım hakları işlem kimseye karşı sonuç doğurmazken yokluk ha- bulunmaktadır. Yönetim kurulu üyelerinin sahip ollinde işlem kurucu unsurlarının yokluğu nedeniyle duğu haklar mali ve idari nitelikli olmak üzere iki ana varlık kazanamamıştır. Öte yandan iki durum arasın- başlıkta incelenecekken yönetim kurulu üyelerinin daki en büyük fark; yokluğun her zaman herkes tara- yükümlülükleri altı başlık üzerinden değerlendirilefından ileri sürülebilmesi mümkünken, kesin hüküm- cektir. süzlüğün MK md. 2’deki dürüstlük kuralına aykırılık teşkil edecek hallerde ileri sürülmesinin mümkün olmamasıdır [42]. edilmekle birlikte; durumun davayla tespit edilmesinin gerekip gerekmediği tartışmalıdır. Öğretide kimi yazarlar [40] yok hükmünde bir işlem için davaya gerek olmadığını; kimi yazarlar ise [41] durumun tespit davasıyla hükmü bağlanması gerektiğini ileri sürmektedir. 59 HUKUK 9.2.Yönetim Kurulu Üyelerinin Hakları 9.2.1.İdari Nitelikli Haklar Yönetim kurulu üyelerinin idari nitelikteki hakları, haiz oldukları yönetim ve temsil yetkisinden kaynaklanmaktadır. Bu hakların başında yönetim kurulu toplantılarına katılma hakkı gelmektedir. Ayrıca her üye toplantı için çağrı yapılmasını ve istediği konuların gündemde yer almasını yönetim kurulu başkanından talep edebilir. hakkı da genel kurul kararlarının iptali için dava açabilme hakkıdır. TK md. 446 uyarınca alınan genel kurul kararının uygulanması üyenin şahsi sorumluluğunu da yanında getirecekse üye, genel kurul kararının iptalini mahkemeden isteyebilecektir. Yönetim kurulu üyesinin genel kurul kararını dava etmesi, ilgili kararın uygulanmayacağı anlamına gelmez. Hatta dava edilmiş olsa dahi genel kurul kararının yönetim kurulunca yerine getirilmemesi, TK md. 553 kapsamında üyelerin sorumluluğunu doğurabilecektir [50]. Ancak iptali talep edilen bir kararın uygulanması ve ardından mahkemenin kararın iptaline hükmetmesi gerek şirket gerekse genel kurul kararının muhatapları bakımından çoğu zaman ağır sonuçlar doğurabilir. Bu bakımdan eTK’da da mevcut olan bir düzenleme TK’da kendine yer bulmuştur: Genel kurul kararı aleyhine iptal veya butlan davası açıldığı takdirde mahkeme, dava konusu kararın yürütülmesinin geri bırakılmasına karar verebilecektir. Yönetim kurulu üyelerine yüklenen görev ve sorumluluklar karşısında şirketin iş ve işleyişi hakkında bilgi almaları en doğal haklarıdır. Bu hak TK md. 392’de düzenlenmiş olup kaldırılamaz, kısıtlanamaz; ancak genişletilebilir bir haktır [47]. Bu hükme göre yönetim kurulu üyesi şirketin tüm iş ve işlemleri hakkında bilgi isteyebilir; gerekli hallerde şirket defter ve dosyalarını inceleyebilir. Bu hak yönetim kurulu toplantılarında yahut yönetim kurulu başkanından alınacak izinle toplantılar dışında kullanılabilecektir. Bilgi 9.2.2.Mali Nitelikli Haklar edinme talebinin karşılanmaması durumunda üye, Yönetim kurulu üyesiyle şirket arasındaki ilişkinin madde uyarınca mahkemeye başvurabilecektir. sözleşmesel bir temele dayandığı aşikardır. Bu nedenle üyeye şirketten birtakım maddi menfaatler talep Her ne kadar kaldırılamaz ve kısıtlanamaz bir hak olsa edebilme hakkı da tanınmış olmaktadır. Üyelerin mali da, yönetim kurulu üyesinin bilgi alma ve inceleme hakları TK md. 394’te düzenleme alanı bulmuştur. hakkında bir sınır var mıdır? Yahut TK md. 437/3’te Buna göre; yönetim kurulu üyelerine esas sözleşme şirket sırrı veya şirket menfaatinin korunması gerekçe ya da genel kurul kararıyla belirlenmek şartıyla ücret, gösterilerek pay sahiplerinin bilgi alma ve inceleme huzur hakkı, prim, ikramiye gibi adlarla şirketin ödehakkının kısıtlanmasında olduğu gibi bir kısıtlama me yapması mümkündür. yönetim kurulu üyeleri için de söz konusu olacak mıdır? TK yönetim kurulu üyelerinin bilgi alma ve inceleme haklarının, pay sahipleri bakımından belirlediği Yönetim kurulu toplantılarına katılan her üyeye esas sebeplerle sınırlandırılabileceğine ilişkin bir düzenle- sözleşmede aksine bir hüküm olmadıkça toplantı bame içermemektedir; ancak yönetim kurulu üyesinin şına esas sözleşme ya da genel kurul kararıyla kararbilgi alma ve inceleme hakkının yönetim kurulunca laştırılan bir huzur hakkı ödenecektir. Huzur hakkıyla reddedilmesi halinde bu durumun mahkemeye ta- beraber yahut onun yerine, her üyeye belirli dönemşınabilir olması ve hakimin bu talep hakkında karar lerde ücret ödenmesi de aynı şartlar dahilinde kararverecek olması, yönetim kurulu üyesinin söz konusu laştırılabilir. Bu iki ödeme şeklinin dışında üyelerin hakkının da birtakım sınırlarının olduğunun göster- şirkete sağladığı menfaatler çerçevesinde yine esas gesidir. Peki bu durumda yönetim kurulu üyesinin sözleşme hükmü veya genel kurul kararının varlığı bilgi alma ve inceleme hakkının sınırlarında ne dik- halinde kar payı üyelere ödenebilecektir. Şirkete bir menfaat sağlama şartı olmaksızın üyelere prim ve ikkate alınmalıdır? ramiye ödemesinde bulunmak da mümkündür. Pay sahiplerinin bilgi alma ve inceleme hakkı da kısıtlanamaz ve kaldırılamaz bir haktır; fakat TK pay sahiplerinin bu hakkına bir sınırlama, bir istisna getirmiştir. İstisnalar “kural olarak” dar yorumlanır [48]. Yani kanunda yer alan bir istisnanın dar yorumlanması her zaman isabetli ve adil sonuçlar ortaya koymayabilir; bu nedenle istisna hükmü kendi amaç ve kapsamı çerçevesinde geniş yorumlanabilmelidir. Bu bakımdan; TK md. 437/3’teki gerekçelerin yönetim kurulu üyelerinin bilgi alma haklarının kısıtlanması esnasında da dikkate alınması düşünülebilir. Ancak şu da unutulmamalıdır: Yönetim kurulu, iş sahibi olarak ticari sırların da sahibidir ve bu nedenle bir bilginin ticari sır niteliği öne sürülerek yönetim kurulu üyesinden esirgenmesi mümkün olmayacaktır [49]. 9.3.Yönetim Kurulu Üyelerinin Yükümlülükleri 9.3.1.Yönetim ve Gözetim Yükümlülüğü Yönetim kurulu üyeleri bakımından şirketin yönetimi bir yetki olduğu kadar aynı zamanda bir yükümlülüktür. Şirketin üst yönetim ve gözetim yükümü TK md. 375’te yer alan devredilemez görev ve yetkilerden biridir. Bu yükümlülüğün devredilememesinden ötürü, yönetim kurulu üyelerinin söz konusu görev ve yükümlülükten doğan sorumlulukları da baki kalacaktır. Yani, yönetim kurulu her ne kadar yetkilerini devrederek devrettiği yetkiler nispetinde görevsizleşse ve sorumsuzlaşsa da TK md. 375/1-e kapsamında üst yönetim ve gözetim yükümüne buna bağlı sorumluluğu devam edecektir. Yönetim kurulu üyesinin önemli nitelikteki bir diğer 60 HUKUK 9.3.2.Özen Borcu Şirketi yöneten üyelerin görevleri sırasında işlerine özen göstermeleri gerekmektedir. Özen borcunu düzenleyen TK md. 369 özen borcunun derecesinden bahsetmektedir. Maddeyle eTK’daki “basiretli tacir” tanımı terk edilmiş ve “tedbirli yönetici” ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. İki kavram arasındaki fark madde gerekçesinde “Tedbirli yönetici ölçüsü basiretli işadamı kavramından farklı olup … şirketin lehine olanı muhakkak yapmak ve zararına olandan muhakkak kaçınmak, özen borcunun ölçüsü olarak kabul edilemez. Çünkü ekonomideki bütün krizlerden, pazar şartlarındaki değişikliklerden ve belirsizliklerden doğan riskleri yönetim kurulu üyesinin önceden teşhis etmesi ve gerekli önlemleri alması, aksi halde sorumlu tutulması gerekir. Hükme esin veren yeni öğreti daha gerçekçidir.” şeklinde tanımlanmış; eTK’nın daha ağır bir sorumluluğu kapsayan hükmü yeni düzenlemeyle hafifletilmiştir. 9.3.3.Sadakat Borcu Şirketi yönetecek ve temsil edecek olan yönetim kurulu üyelerinin şirketin onlara duyduğu güveni korumaları gerekmektedir. Bu güven de sadakat borcuna özen gösterilerek korunabilecektir. Şirket ile yönetim kurulu üyesi arasında kurulan sözleşmenin vekalet sözleşmesi hükümleri çerçevesinde ele alınması halinde, yönetim kurulu üyesinin sadakat borcu daha iyi anlaşılacaktır. Vekalet sözleşmesinde sadakat borcu, vekilin vekalet verene karşı temel borçlarından biridir. Sadakat borcu uyarınca vekil, gerek sözleşmeden kaynaklı borçlarını ifa ederken gerekse sözleşmenin sona ermesinden sonra kendisine karşı duyulan güvene uygun olarak vekalet verenin menfaatlerini gözetmeli ve kendi menfaatlerini vekalet verenin menfaatlerine tabi kılmalıdır [51]. 9.3.5.Şirketle İşlem Yapma ve Şirkete Borçlanma Yasağı TK md. 395’e göre yönetim kurulu üyeleri genel kuruldan izin almadan, şirketle kendisi veya başkası adına herhangi bir işlem yapamazlar. Pay sahibi olmayan yönetim kurulu üyeleri ile yönetim kurulu üyelerinin pay sahibi olmayan TK md. 393’te sayılan yakınları da şirkete nakit borçlanamazlar. Ayrıca şirket bu kişiler için şirket kefalet, garanti, teminat veremeyecek; sorumluluk yüklenemeyecek ve bu kişilerin borçlarını devralamayacaktır. eTK düzenlemesinde bulunan “şirket konusuna giren ticari bir muamele” ibaresi kaldırılmıştır. Artık şirketin faaliyet konusu dışında yapılan işlemlerde de bu yasağa riayet edilmesi gerekmektedir [54]. Aksi halde işlemin geçersizliği iddialarının yanında ilgili yönetim kurulu üyelerinin tazminat sorumluluğu da gündeme gelebilir. 9.3.6.Rekabet Yasağı Yönetim kurulu üyelerinin tabi olduğu rekabet yasağı, şirketin konusuna giren ticari işlemleri kendisi veya başkasının hesabına yapamaması olarak tanımlanabilir [55]. Ayrıca rekabet yasağını düzenleyen TK md. 396 uyarınca yönetim kurulu üyeleri, aynı tür ticari işlerle uğraşan bir şirkete sorumluluğu sınırsız ortak sıfatıyla da giremezler. Rekabet yasağını da sadakat borcunun altında değerlendirmek mümkündür; çünkü rekabet yasağının temelinde de şirket sırlarına vakıf kişilerin, menfaatleri dolayısıyla şirketi tehlikeye sokup zarara uğratmamaları yatmaktadır [56]. Hükme aykırı davranan yönetim kurulu üyesinden madde uyarınca şirket tazminat talep edebilir, yapılan işlemin şirket adına yapılmış sayılmasını isteyebilir veya ortada üçüncü kişi hesabına yapılan bir sözleşme varsa bunun şirkete aidiyetini dava edebilir. Ancak bu seçeneklerin uygulanabilmesi için önce aralarından bir seçim yapılmalı ve yönetim kurulu kararı alınmalıdır ki; bu kararın alınacağı toplantıya TK md. 393/2 uyarınca yasağı ihlal eden yönetici katılamayacaktır. Bu hakların zamanaşımı ise söz konusu ticari işlemlerin yapıldığının veya yönetim kurulu üyesinin diğer bir şirkete girdiğinin, diğer üyelerin öğrendikleri ta9.3.4.Müzakereye Katılma Yasağı rihten itibaren üç ay ve her halde bunların gerçekleşÇalışmada daha önce de bahsedildiği üzere yönetim mesinden itibaren bir yıldır. kurulu üyeleri kendilerinin şirket dışı kişisel menfaatiyle veya alt ve üst soyundan birinin, eşinin, üçüncü 10.YÖNETİM KURULU ÜYELERİNİN HUKUKİ dereceye kadar kan ve kayın hısımlarının, kişisel ve SORUMLULUĞU şirket dışı menfaatiyle şirketin menfaatinin çatıştığı konulara ilişkin müzakerelere katılması TK md. 393 10.1.Genel Olarak kapsamında yasaklanmıştır. Esasen bu yasağı sadakat TK yönetim kurulu üyelerinin sorumluluk hallerini borcunun altında, kişisel menfaatlerin şirket menfa- eTK’ya göre farklı şekilde düzenlemiştir. eTK’da kuruatlerinin önüne geçmemesi kavramı altında da değer- cuların ve ilk yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu lendirmek mümkündür. ile kuruluştan sonra yönetim kurulunun sorumluluğunu ayrı ayrı düzenlenmişken TK’da böyle bir ayrıŞirketin ticari sırlarının dışarıya aktarılmaması, kişisel çıkarların şirket çıkarları önüne geçmemesi gibi durumlar, sadakat borcuna başlıca örnekler olarak gösterilebilir [52]. Öte yandan sadakat borcu içindeki sır saklama yükümlülüğü sadece görev süresiyle sınırlı değerlendirilmemelidir. Şirketin ticari sırları hiçbir zaman üçüncü kişilere açıklanmamalıdır [53]. Sadakat borcuna bu noktadan bakıldığında, yönetim kurulu üyesinin şirkete karşı tüm yükümlülüklerinin kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. 61 HUKUK ma gidilmemiştir. Şirketi temsile ve yönetime yetkili kişilerin bu görevlerini yerine getirirken işledikleri haksız fiillerden ise TK md. 371/5 uyarınca şirket sorumlu olacaktır. Ancak şirketin bu kişilere rücu hakkı saklıdır. Kuruluş öncesi sorumluluk halleri TK md.549 ila md. 552 arasında düzenlenmiştir. Bunlar belgelerin ve beyanların kanuna aykırı olması, sermaye hakkında yanlış beyanlar ve ödeme yetersizliğinin bilinmesi, değer 10.2.Yönetim Kurulu Üyelerinin Sorumluluğunun biçilmesinde yolsuzluk ve halktan para toplamaktır. Şartları 10.2.1.Zarar TK md. 549 uyarınca şirketin kuruluşu, sermayesinin Yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğundan bahseartırılması ve azaltılması ile birleşme, bölünme, tür dilebilmesinin ilk şartı şüphesiz ki ortada bir zararın değiştirme ve menkul kıymet çıkarma gibi işlemlerle mevcut olmasıdır. Zarar borçlar hukuku ilkelerine ilgili belgelerin, izahnamelerin, taahhütlerin, beyan- göre belirlenir. Doğması muhakkak bile olsa bekleların ve garantilerin yanlış, hileli, sahte, gerçeğe ay- nebilen, varsayılan zararlar ile sonuç zararları hesaba kırı olmasından; gerçeğin saklanmış bulunmasından katılamaz [59]. Zarar, malvarlığında meydana gelen ve diğer kanuna aykırılıklardan doğan zararlardan, azalma olarak tanımlanabilir [60]. Zarar, fiilen malbelgeleri düzenleyenler veya beyanları yapanlar ile varlığında bir azalma şeklinde meydana gelebileceği kusurlarının varlığı halinde bunlara katılanlar sorum- gibi, normal hayat akışında elde edilecek bir kardan ludurlar. mahrum kalınması şeklinde de olabilir. Yönetim kurulu üyesine yöneltilecek sorumluluk iddiasının içine sadece malvarlığında meydana gelen fiili azalma deTK md. 550’ye göre ise sermaye tamamıyla taahhüt ğil, aynı zamanda mahrum kalınan kar da dahil edileolunmamış veya karşılığı kanun veya esas sözleşme bilecektir [61]. hükümleri gereğince ödenmemişken, taahhüt edilmiş veya ödenmiş gibi gösterenler ile kusurlu olmaları şartıyla, şirket yetkilileri, bu payları üstlenmiş kabul 10.2.2.Kanuna ve Esas Sözleşmeye Aykırılık edilirler ve payların karşılıkları ile zararı faiziyle bir- TK md. 553 hükmü, yönetim kurulu üyelerinin solikte müteselsilen öderler. Ayrıca sermaye taahhüdün- rumluluğunu düzenlemektedir. Madde uyarınca; kade bulunanların ödeme yeterliliğinin bulunmadığını nun veya esas sözleşmeden doğan yükümlülüklerini bilen ve buna onay verenler; borcun ödenmemesin- ihlal eden yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğuna den doğan zarardan sorumludurlar. gidilebilecektir. Kanun veya esas sözleşmeden doğan yükümlülüklerin ihlali, bir yapma eylemi olabileceği TK md. 551, ayın veya devralınacak işletmelerin de- gibi; yapmama da olabilir. Yani yönetim kurulu üyeğerlemesinde yapılacak olan yolsuzluk halinden do- lerinin sorumluluğu; kanun veya esas sözleşmede tağan sorumluluğa ilişkindir. Madde uyarınca ayni nımlanmış olan görevlerini hiç veya gereği gibi yapsermayenin veya devralınacak işletme ile ayınların mamaları halinde doğmaktadır. değerlemesinde emsaline oranla yüksek fiyat biçen- 10.2.3.İlliyet Bağı ler, işletme ve aynın niteliğini veya durumunu farklı Sorumluluk hukuku bakımından illiyet bağı daima gösterenler ya da başka bir şekilde yolsuzluk yapan- aranan bir olgudur. Sorumluluktan bahsedebilmek lar, bundan doğan zarardan sorumludurlar. Maddede için zarar ile hukuka aykırı fiil arasında mutlaka bir hem şirketle işlem yapacak kişilerin şirket sermayesi illiyet bağı bulunmalıdır. Kısacası zarar, hukuka aykırı ile ilgili yanılmalarının hem de fazla değer biçilen ayın davranışın sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Ancak veya işletme sahibinin şirkette haksız olarak fazla paya şu da unutulmamalıdır ki; mantık kurallarının oluşsahip olmasının önüne geçilmek istenmiştir [57]. turduğu silsile içinde hemen her olay arasında illiyet bağı bulunmaktadır. Bu bakımdan illiyet bağı kuruTK md. 552, kuruluş öncesi son sorumluluk halidir. lurken failin “olayların normal seyri dahilinde zararın Buna göre SPK hükümleri saklı kalmak kaydıyla, şir- meydana gelebileceğini” öngörüp öngöremeyeceği ket kurmak veya sermaye artırmak amacıyla halka dikkate alınmalı; yani uygun illiyet bağı aranmalıdır. Aksi halde sebep sonuç ilişkisi içinde neticelendirileçağrıda bulunarak para toplanması yasaktır. meyen büyük bir nedensellik zinciriyle karşılaşılacaktır. TK md. 553 hem kuruluş öncesi hem de kuruluş sonrası kurucuların, yönetim kurulu üyelerinin ve tasfiye memurlarının sorumluluğunu düzenlemektedir. 10.2.4.Kusur Madde uyarınca bu kişiler şirkete, pay sahiplerine TK md. 553 incelendiğinde, yönetim kurulu üyelerive şirket alacaklılarına karşı verdikleri zarardan so- nin sorumluluğunun kusur sorumluluğu olduğu açıkrumludurlar. Ancak bu zararın söz konusu kişilerin ça görülmektedir. Madde hükmü kusurun derecesi kanundan veya esas sözleşmeden doğan yükümlülük- bakımından ise bir ayrıma gitmemiştir. Bu bakımdan lerini ihlal etmelerinden doğması gerekmektedir. Bu- hafif ihmal dahi yönetim kurulu üyesinin sorumlulunun yanı sıra eTK’daki “müdür” terimi yerine madde- ğu iddiası bakımından yeterli olacaktır [62]. de “yönetici” terimi kullanılarak maddeye daha geniş bir anlam katılmıştır [58]. 62 HUKUK Yönetim kurulu üyelerinin kusuru belirlenirken kıstas alınması gereken en önemli husus, tedbirli bir yöneticinin göstermesi gereken özendir. TK md. 369’un gerekçesinde ayrıntılı bir biçimde açıklanmıştır: Tedbirli yönetici ölçüsü, yönetim kurulu üyesinin kurumsal yönetim ilkelerine uygun olarak “işadamı kararı” (business judgement rule) verilebileceğini kabul eder ve riskin bundan doğduğu hallerde üyenin sorumlu tutulmaması esasına dayanır. Genel kabul gören kural uyarınca, duruma uygun araştırmalar yapılıp, ilgililerden bilgiler alınıp yönetim kurulunda karar verilmişse, gelişmeler tamamen aksi yönde olup şirket zarar etmiş olsa bile özensizlikten söz edilemez. Bu kurallar 553 üncü maddenin üçüncü fıkrasında yer alan hukuk kuralı ile somuta bağlanmıştır. Özen borcunun sözleşme ile ağırlaştırılabileceği şüphesizdir. Görüldüğü üzere yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu bakımından TK ile bir ölçüt getirilmiş; sorumluluk ölçütü objektifleştirilmiştir. Yani özenli hareket için örnek bir kişi tarif edilmiş ve sonuca varılırken onun varsayımsal davranışları ölçü alınmıştır [63]. malıdır. Madde uyarınca sorumluluk doğuran olay kişinin kontrolünde değilse kişi gözetim ve özen yükümü gerekçe gösterilerek dahi sorumlu tutulamayacaktır. Zira gerekçede de yönetim kurulu üyelerinin soyut bir gözetim görevine dayanılarak sorumlu tutulmalarına engel olunmak istendiği belirtilmektedir. TK md. 553/2’e göre ise yönetim kurulunun kanundan ya da esas sözleşmeden kaynaklanan devir yetkisini kullanarak görev ve yetkilerini devretmesi halinde sorumluluk devralan kişilerdedir; yönetim kurulu sorumluluğu sadece seçimde makul derecede özen göstermektir. Kanun gerekçesinde yönetim kurulu üyeleri sorumluluğuna somut bir sınırlama ilkesi getirildiği ifade edilmektedir. TK md. 555 uyarınca şirketin uğradığı zararın tazmini için dava açılması takdirde davacı şirket ya da pay sahibi olacaktır. Ancak pay sahibi davacı olduğu takdirde hükmedilecek tazminatın şirkete ödenmesini talep edebilecektir. Bu hak TM md. 556 gereğince iflas halinde alacaklılara ve iflas idaresine de tanınmıştır. İflas alacaklılarının dava açması halinde tazminat ön10.3.Müteselsil Sorumluluk ve Farklılaştırılmış Te- celikle davayı açan davalılara tahsis olunacaktır. Eğer selsül davada pay sahipleri de davacı olarak yer almışsa elde Alacaklının alacağını birden fazla borçludan isteyebil- edilen tazminat iflas alacaklısından sonra pay sahiplemesi halinde, ortada müteselsil borçluluk kurumu bu- rine ödeme yapılacaktır. Kalan tutar ise iflas idaresine lunmaktadır [64]. Müteselsil borçluluk BK md. 162 ila ait olacaktır. 168 arasında düzenlenmiştir. Borçluların her biri, alacaklıya karşı borcun tamamından sorumlu oldukları- Zararın birden çok kişinin fiilinden kaynaklanması nı beyan etmişlerse müteselsil borçluluk mevcuttur; halinde TK md. 557 hükmüne göre dava her bir faiancak borçluların bu yönde bir beyanlarının bulun- lin kusuruna ve durumun gereklerine göre ödemesi maması halinde sadece kanunda öngörülen hallerde gerekli tazminat miktarı esas alarak açılabilecek yahut borçluların müteselsil sorumluluğundan bahsedile- tüm sorumlulara zararın tamamı için dava açılıp her bilecektir. eTK sisteminde yönetim kurulu üyelerinin bir davalının tazminat borcunun ne olduğunun takdisorumluluğu, müteselsil sorumluluk olarak düzenlen- ri hakimin hükmüne bırakılabilecektir. mişti. Sorumluluk iddialarında ispat yükü ise yönetim kurulu üyelerinin üzerine bırakılmıştı [65]. eTK’nın müteselsil sorumluluk kurumu üzerinde TK düzenle- 10.4.İspat Yükü mesiyle hafifletilmeye gidilmiş; müteselsil sorumluluk TK md. 553’ün ilk hali kusur sorumluluğundan bahyerini farklılaştırılmış teselsül sitemine bırakmıştır. setmekte ve kusursuzluğun ispatını kuruculara, yönetim kurulu üyelerine, yöneticilere ve tasfiye memurFarklılaştırılmış teselsül, aynı zarardan sorumlu olan larına yüklemekteydi. 6335 sayılı Kanun’la yapılan yönetim kurulu üyelerinin her birinin dış ilişkide bi- değişiklik sonrası ispat yükü bu kişilerden alınarak reysel indirim sebeplerini ileri sürerek zararın kendi- davacıya yüklenmiştir. lerine isnat edilebilecek miktarıyla sorumlu tutulmalarıdır. Böylece borçlu, başkalarıyla birlikte bir zarar Yapılan değişiklikle bu kişilerin sürekli bir sorumluverdiği takdirde zararın tamamından müteselsilen luk davası tehdidiyle karşı karşıya kalmalarının ensorumlu tutulmayacak; sorumluluk tutarı tek başına gellenmeye çalışıldığı düşünülmekle birlikte; pek çok zarar verseydi sorumlu olacağı miktarla sınırlandı- işlem gerçekleştiren yöneticinin ne yaptığını, nerede rılacaktır [66]. Farklılaştırılmış teselsül ile mütesel- hata yaptığını kanıtlama yükünün şirketten alacaklı sil sorumluluk şu şekilde ayırt edilebilir: Müteselsil durumunda olan davacıya yüklenmesi halinde, davasorumlulukta temel amaç alacaklının en iyi şekilde cının bunu ispat olanağı söz olamayacağı eleştirilerini tatmin edilmesini sağlamaktır. Borçlunun sorumlu- de beraberinde getirmiştir [67]. luk derecesi dış ilişkide değil iç ilişkide dikkate alınır. Farklılaştırılmış teselsülde ise bireysel indirim sebepleri dış ilişkide alacaklıya karşı ileri sürülebilir halde- 10.5.İbra ve Sulhun Sorumluluğa Etkisi dir ve sorumlu olunacak tutar iç ilişkide değil dış iliş- İbra; alacaklı ve borçlunun anlaşmak suretiyle borçkide sınırlandırılmıştır. luyu borcunu ifa etmeden borcundan kurtarmasıdır [68]. İbra kararı menfi borç ikrarı içerdiğinden, ibra TK md. 553 kapsamında sorumluluk iddiası için so- edilen yönetim kurulu üyelerine karşı ibra edildikleri rumluluğu oluşturan eylem, kişinin kontrolünde ol- dönem ve işlemlerden dolayı şirket sorumluluk id- 63 HUKUK diasında bulunamayacaktır [69]. Yani genel kurulun kurul olması dolayısıyla genel kurula ait bulunduğu ve aldığı ibra kararı, şirketin yönetim kurulu üyelerine hatta ondan doğduğu, genel kurulun istediği görev ve sorumluluk davası açmasının önünü kapatacaktır. yetkileri istediği anda yönetim kurulundan geri alabileceği yolundaki eskimiş anlayışa kapıları kapamıştır. Tasarı, organlar arasında işlevlerin ayrılığı ilkesini kaTK md. 558 gereğince yönetim kurulu üyeleri ibranın bul etmiştir.” TK md. 375 gerekçe: “… genel kurulun kapsadığı maddi olay sınırında sorumluluktan kurtu- herşeye kadir olduğuna ve bütün kararları alabilme lacaktır. Her ne kadar genel kurul kararları tüm pay yetkisi ile donatıldığına ilişkin salt yetki teorisi reddesahiplerini bağlayıcı nitelikte olsa da, madde uyarınca dilmiştir. Genel kurulun bir üst organ olduğu anlayışı ibraya olumlu oy veren ve ibra kararını bilerek payı Ticaret Kanununa yabancıdır.” iktisap etmiş olan pay sahipleri dışında kalan ortaklar, ibra tarihinden itibaren altı aylık hak düşürücü süre 5-Sibel Hacımahmutoğlu AT ve Türk Hukukunda içinde yönetim kurulu üyelerine karşı sorumluluk da- Anonim Ortaklığın Karar Alma Sürecinde Yönetim vası açabilecektir. Hak düşürücü olan altı aylık süre, Kurulunun Yapısı ve Çalışanların Katılımı, Ankara, gerekçede açıklandığı üzere genel kurul kararının tes- 2008, Yetkin Yayınevi, s.165. cil ve ilanı tarihinden itibaren değil; kararın alındığı 6-Levent Yaralı, “Anonim Şirket Yönetim Kurulu Üye tarihten itibaren başlayacaktır. İbra kararının şirket Sayısı”, Yaklaşım Dergisi, İstanbul, Y.20, S.138, Ekim alacaklıları üzerinde herhangi bir etkisinin olduğu ise 2012, s.234-237. söylenemez. Zira şirket ile yönetim kurulu arasındaki 7-Necla Akdağ Güney, Anonim Şirket Yönetim Kuruarasında alınan ibra kararına şirket alacaklıları üçün- lu, İstanbul, 2012, Vedat Kitapçılık, s.12-14. cü kişi konumundadır. Bu bakımdan alacaklılar ibra kararına rağmen uğradıkları zararlardan ötürü yöne- 8-Tekinalp, a.g.e., s.194; Alihan Aydın, “Anonim Ortim kurulu üyelerinin sorumluluğuna gidebilecektir. taklık Ana Sözleşmesinde Yönetim Kurulu Üye Sayısının Belirlenmesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası “Prof. Dr. Ersin Çamoğlu’na Armağan, Kuruluşta ibra konusu ise TK md. 559’da kendine yer C.71, S.2, 2013, s.25. bulmuştur. Buna göre kurucuların, yönetim kuru- 9-Akdağ Güney, a.g.e., s.8. lu üyelerinin, denetçilerin, şirketin kuruluşundan ve sermaye artırımından doğan sorumlulukları, şirketin 10-Domaniç, a.g.e., s.470. tescili tarihinden itibaren dört yıl geçmedikçe sulh ve 11-Tekinalp, a.g.e., s.199; Akdağ Güney, a.g.e., s.18. ibra yoluyla kaldırılamayacaktır. Dört yılın sonunda Aksi görüş için bkz: Hasan Pulaşlı, Şirketler Hukuku sulh ve ibra ancak genel kurulun onayıyla geçerlilik Şerhi-I, Ankara, 2011, Adalet Yayınevi, s.914. kazanacaktır. Ayrıca azlık pay sahipleri sulh ve ibra- 12-Yargıtay 11. HD, E.1981/4741, K.1981/5019, nın onaylanmasına karşı oldukları takdirde sulh ve T.24.11.1981 sayılı kararı görev süresi biten yönetim ibra genel kurulca onaylanamayacaktır. kurulu üyelerinin yerine yenilerinin seçilememesi durumunda eski yönetim kurulu üyelerinin görevlerine devam edemeyeceğine ve şirketin organsız kaldığının 10.6.Zamanaşımı ve Yetkili Mahkeme kabulü yönündeyken; Yargıtay 11. HD, E.1984/2678, Yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğunun zama- K.1984/2831, T.15.05.1984 sayılı kararı şirket yönetim naşımı TK md. 560’te düzenlenmiştir. Buna göre taz- kurulu üyelerinin görev sürelerinin dolmuş olmasının minat isteme hakkı, davacının zararı ve sorumluyu şirketi organsız bırakması sonucunu doğuramayacağı, öğrendiği tarihten itibaren iki ve her halde zararı do- yenilerinin seçilmesine kadar eskilerinin mevcut işler ğuran fiilin meydana geldiği günden itibaren beş yıl- bakımından görevlerine devam edebileceği yönündedır. Ancak fiilin cezayı gerektirmesi ve TCK’da daha dir. uzun dava zamanaşımına tabi bulunması halinde tazminat davasına da bu zamanaşımı uygulanacaktır. 13-Yargıtay 11. HD, E. 1986/6726, K. 1986/6565, T. Yetkili mahkeme ise hüküm uyarınca şirketin bulun- 05.12.1986: “Yasa`nın 315 inci maddesinin 2 nci fıkrasında yönetim kuruluna seçilen bir kişinin sonduğu yer asliye ticaret mahkemesidir. radan ehliyetinin kısıtlanması hali, onun görevinin kendiliğinden sona erdirilme sebebi kabul edildiğine göre, yönetim kuruluna seçilecek kişinin başlangıçta DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-Ünal Tekinalp, Sermaye Ortaklıklarının Yeni Huku- da kısıtlı olmaması diğer bir deyişle, bu göreve seçilebilmesi için tam ehliyetli olması gerektiği sonucuna ku, İstanbul, 2013, Vedat Kitapçılık, s.194. varılmaktadır.” 2-Halil Arslanlı, Anonim Şirketler II-III Anonim Şirketin Organizasyonu ve Tahviller, İstanbul, 1960, s.2; 14-Abuzer Kendigelen, Türk Ticaret Kanunu-DeğiHayri Domaniç, Anonim Şirketler Hukuku ve Uygu- şiklikler, Yenilikler ve İlk Tespitler, 2. Baskı, İstanbul, laması, TTK Şerhi II, İstanbul, 1988, s.777;, Oğuz İm- 2012, XII Levha Yayınları, s.251. 15-Gönen ERİŞ, Ticari İşletme ve Şirketler-II, İstanregün, Anonim Ortaklıklar, 4. Baskı, 1989, s.99. 3-Reha Poroy - Ünal Tekinalp - Ersin Çamoğlu, Or- bul, 2013, Seçkin Kitabevi, s.2484. taklıklar ve Kooperatif Hukuku, 12. Baskı, İstanbul, 16-Ersin ÇAMOĞLU, “6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda Anonim Ortaklık Yönetim Kurulunda Belirli 2010, Vedat Kitapçılık, s.260. 4-TK md. 374 gerekçe: “… Böylece, bu hüküm, bir Grupların Temsili”, Arslanlı Bilim Arşivi, 10.02.2012, anonim şirkette bütün yönetim yetkilerinin, bir üst s.4. (Çevrimiçi: http://arslanlibilimarsivi.com/sites/ 64 HUKUK default/files/makale/Ersin%20Camoglu-AnonimOrtaklikYonetimKurulundaBelirli%20Gruplarin%20 Temsili .pdf, Erişim Tarihi: 22.02.2014, 19:00) 17-Aksi görüş için bkz. Çamoğlu, a.g.e., s.3. 18-Kendigelen, a.g.e., s.252. 19-Tekinalp, a.g.e., s.198. 20-Tekinalp, a.g.e., s.198. 21-Akdağ Güney, a.g.e., s.35. 22-Yargıtay 11. HD, E.2009/5463, K.2009/6666, T.01.06.2009 kararında yönetim kurulu üyelerinin görev sürelerinin dolması halinde, yönetim kurulu üyeliği sıfatının kendiliğinden düşmeyeceği yönünde karar almıştır. 23-Yargıtay 11. HD, E.1984/2678, K.1984/2831, T.15.05.1984 sayılı kararında şirket yönetim kurulu üyelerinin sürelerinin dolmuş olması şirketi organsız bırakması sonucu doğuramayacağını, yenilerinin seçilmesine kadar eskilerinin mevcut işler bakımından görevlerine devam edebileceklerine hükmetmiştir. 24-Akdağ Güney, a.g.e., s.36. 25-Yargıtay 19. HD, E.1992/9788, K.1993/8243, T.02.12.1993. 26-Akdağ Güney, a.g.e., s.42. 27-Tekinalp, a.g.e., s.213. 28-Arslanlı, a.g.e., s.123. 29-İbrahim Arslan, “Yönetim Kurulu”, Şirketler Hukuku, Editör: Sami KARAHAN, Konya, 2012, Mimoza Yayınları, s.405. 30-Tekinalp, a.g.e., s.228. 31-Hülya Coştan, “Yönetim Kurulunun Karar Alma Usulleri, Oy Hakkı, Yeter Sayılar ve Toplantı Talep Hakkı”, Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, Eylül 2012, s.160. 32-Coştan, a.g.e., 168 vd. 33-Pulaşlı, a.g.e., s.976. 34-Oğuz İmregün, “Anonim Ortaklıklarda Yönetim Kurulu Toplantı ve Karar Yetersayıları ve Yönetim Kurulu Kararlarına Karşı Başvuru Yolları”, Prof. Dr. Hayri Domaniç’e 80. Yaş Günü Armağanı, C.1, Beta Yayınları, İstanbul, 2001, s.283; Yaşar Karayalçın, Ticaret Hukuku II, Şirketler Hukuku, Ankara, Sevinç Matbaası, s.120. 35-Poroy - Tekinalp - Çamoğlu, a.g.e., s.268-269; Şükrü Yıldız, Anonim Ortaklıkta Yönetim Kurulunun Toplantı Yetersayısı ve Yargıtay Kararları”, Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararları Sempozyumu Bildiriler Tartışmalar XVIII, Ankara, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü Yayınları, 2001, s.97. 36-Yargıtay 11. HD, E.1986/3027, K.1986/4651, T.23.09.1986; Yargıtay 11. HD, E.2001/2366, K.2001/3127, T.05.04.2001. 37-Tekinalp, a.g.e., s.232. 38-Ayrıntılı bilgi için bkz. Kemal Oğuzman - Turgut Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul, Vedat Kitapçılık, 2012, c.1, s.176. 65 39-Oğuzman - Öz, a.g.e., C.1, s.177. 40-Oğuzman - Öz, a.g.e.,C.1, s.177. 41-Gökhan Antalya, Borçlar Hukuku Genel Hükümler-I, Beta Yayınları, İstanbul, 2012, s.94. 42-Erdoğan Moroğlu, Anonim Ortaklıkta Genel Kurul Kararlarının Hükümsüzlüğü, 6. Baskı, İstanbul, 2012, Vedat Kitapçılık, s. 31. 43-Arslanlı, a.g.e.,s.120; Domaniç, a.g.e.,606. 44-Tuğrul Ansay, “Anonim Şirket İdare Meclisi Kararlarının İptali Meselesi”, Batider, 1964/3, s.370 vd; Ersin Çamoğlu, Anonim Ortaklık Yönetim Kurulu Üyelerinin Hukuki Sorumluluğu, Ankara 1972, s.79 vd. 45-Yargıtay 11. HD, E.1988/3414, K.1989/260, T.26.01.1989. 46-Akdağ Güney, a.g.e.,s.162. 47-Tekinalp, a.g.e.,s.233. 48-Aynur Yongalık, “Adi Şirkete Yeni Giren Ortağın Eski Borçlardan Dolayı Sorumluluğu Hakkında Alman Federal Mahkemesi’nin 7.4.2003 Tarihli Kararı -Bir Metodoloji Sorunu”, Prof. Dr. Tuğrul Ansay’a Armağan, Ankara, 2006, s.530. 49-Akdağ Güney, a.g.e.,s.123. 50-Moroğlu, a.g.e.,s.276. 51-Haluk Tandoğan, Borçlar Hukuku - Özel Borç İlişkileri, c.2, 1. Bası, Ankara, 1977, s.450. 52-Pulaşlı, a.g.e.,s.1071. 53-Arslan, a.g.e.,s.419. 54-Kendigelen, a.g.e.,s.283. 55-Fatih Bilgili - Ertan Demirkapı, Şirketler Hukuku, Dora Yayınları, Bursa, 2013, s.399. 56-Domaniç, a.g.e.,s.627. 57-Tamer Bozkurt, Ticaret Hukuku-II Şirketler ve Kooperatifler Hukuku, 6. Bası, Ankara, 2012, s.341. 58-Kendigelen, a.g.e.,s.458. 59-Ünal Tekinalp, Banka Hukukunun Esasları (Banka), İstanbul, 2009, Vedat Kitapçılık, s.294. 60-Oğuzman - Öz, a.g.e.,s.38. 61-Akdağ Güney, a.g.e.,s.186. 62-Akdağ Güney, a.g.e.,s.202. 63-Tekinalp, a.g.e.,s.387. 64-Oğuzman - Öz, a.g.e., c.2., s. 436. 65-Akdağ Güney, a.g.e.,s.253. 66-Akdağ Güney, a.g.e.,s.254. 67-Dedeağaç - Sapan, Anonim Şirketlerde Yönetim Kurulu ve Sorumluluğu (Çevrimiçi: http://www.ankarabarosu.org.tr/Siteler/2012yayin/2011sonrasikitap/anonim-sirketlerdeyo netim-kurulu.pdf, Erişim Tarihi: 20.09.2013, 12:50), s.84. 68-Oğuzman - Öz, a.g.e., s.544 69-Akdağ Güney, a.g.e., s.309. HUKUK SUÇLARIN İÇTİMAI Suçların içtimaı kapsamına giren bir durum bulunmadığında devreye giren ve gerçek içtima olarak da adlandırılan cezaların içtimaı TCK’da düzenlenmemiştir. Zira bu durumda teknik anlamda suçların içti28 Ocak 2015 Bahadırhan TABAK maından çok suç sonucu hüküm altına alınan cezalar içtima edilmekte; fail işlediği her suçtan ayrı ayrı cezaGİRİŞ landırılmaktadır. Türk Ceza Kanunu’nda düzenleme eza hukukunun temel ilkelerinden biri alanı bulmayan cezaların içtimaı kavramının kısıtlı olan “Kaç tane fiil varsa o kadar suç; kaç bir uygulaması Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı tane suç varsa o kadar ceza vardır / Quot Hakkında Kanun’un 99’uncu maddesinde bulunmakcrimina tot poenae” [1] ilkesine istisna teş- ta olup bu husus çalışmamızın konusu dışında kalkil etmek üzere suç ve ceza politikamızın maktadır. bir gereği olarak bir fiil ile birden fazla suç normunun ihlali halinde suçların içtimaı hükümleri devreye sokulup ihlal edilen normlardan yalnız birinin cezası Çalışmamızın ilk bölümünde genel olarak suçların esas alınmak suretiyle aynen veya artırım yapılmak içtimaı ile ilgili olarak çeşitli bilgiler aktarıldıktan sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümde sırasıyla suretiyle ceza tatbiki gerçekleştirilebilmektedir. bileşik suç, zincirleme suç ve fikri içtima kavramları incelenecektir. Çalışmamızın sonunda yer alan sonuç Fail tarafından gerçekleştirilen fiil bazen birden fazla bölümünde genel bir özet ve değerlendirme yapılarak suç teşkil etmekle birlikte bu suçlardan biri diğerinin çalışmamız noktalanacaktır. unsuru veya ağırlaştırıcı sebebi olabilmekte (bileşik suç); bu fiil bazen aynı anda kanunda tipik olarak düzenlenmiş farklı iki suç normunu ihlal edebilmekte I.GENEL OLARAK SUÇLARIN İÇTİMAI (farklı neviden fikri içtima); bazen fail aynı suçu be- A.SUÇLARIN İÇTİMAININ CEZA HUKUKU lirli aralıklarla birden fazla kez gerçekleştirmekte (zin- İÇERİSİNDEKİ KONUMU cirleme suç); bazen de failin bir fiili ile aynı suç birden Suçların İçtimaının ceza hukukundaki konumu bafazla kişiye yönelik olarak ihlal edilebilmektedir (aynı kımından suçların içtimaını suç teorisi kapsamında neviden fikri içtima). inceleyen görüş, yaptırım teorisi içerisinde inceleyen görüş ve karma görüş olmak üzere üç farklı sistem buGenel kural “quot crimina tot poenae” ilkesi gereği lunmaktadır. gerçek içtima yani cezaların içtimaı uygulanmak suretiyle işlenen her bir norm ihlali için ayrı ayrı cezalan- Suçların içtimaını suç teorisi kapsamında incelenmesi dırma yapılması ise de yukarıda sayılan hallerde 5237 arkasında yatan sebep suçların içtimaının fiil teklisayılı Türk Ceza Kanunu (“TCK”) 42, 43 ve 44’üncü ği-fiil çokluğu ayrımı üzerine temellenmesi ve suç tipmaddelerinde düzenlenen içtima hükümleri uygulan- leri ile suç tipleri arasındaki yapısal ilişkinin suçların mak suretiyle failin kusuru oranında cezalandırılması içtimaı açısından özen arz etmesidir. ilkesine uygun [2] bir cezalandırma amaçlanmakta; ceza sorumluluğunun sınırları suçların içtimaı ile daSuçların içtimaını yaptırım teorisi altında ele alan raltılmaktadır [3]. Fail görünüşte birden fazla hukuki normu ihlal etmiş görüşe göre ise suçların içtimaı cezanın belirlenmesi olsa da ihlale sebep olan hareketler arasında amaçsal gerekliliğinden ortaya çıkmaktadır, cezaların belirlenbirlik bulunması ve hareketlerin arasında önemli bir mesi suçların içtimaının ortaya çıkış nedenidir; dolazamansal kesit bulunmaksızın birbirini takip etmesi yısıyla suçların içtimaı hükümleri de yaptırım teorile[4] gibi sebeplerle suçların içtimaı yoluna gidilmek- ri bağlamında ele alınmaktadır. tedir. Alman doktrininde karşılık bulan karma görüşe göre C 66 HUKUK ise suçların içtimaı hem suç teorisi hem de yaptırım esasını hareketin oluşturduğu belirtilmektedir. Dolateorisi altında ele alınması gereken çifte konuma sahip yısıyla bu görüşe göre fiilin tekliği veya çokluğu harebir kurumdur. Bu görüşe göre suçların içtimaı hem ketin tekliği ve çokluğuna göre belirlenmektedir [7]. suç teorisini hem de yaptırım teorisini ilgilendirmektedir. Ancak Türk doktrinindeki klasik suç teorisine göre fiil hareketten ibaret olmayıp netice ve fiil ile netice GÖKTÜRK’e göre suçların içtimaı, kavram, hukuki arasındaki nedensellik bağı da fiilin bir unsuru olup nitelik ve koşulları bakımından suç teorisi; ortaya çı- suça haksızlık muhtevasını netice kazandırmaktadır. kış nedeni ve sonuçları bakımından yaptırım teorisi Bu bakımdan klasik suç teorisine göre fiilin çokluğu ile ilgili bulunmakta olup karma teori bu bakımdan neticenin çokluğuna göre belirlenmektedir. daha isabetlidir [5]. B.ÇEŞİTLİ İÇTİMA SİSTEMLERİ İçtima sistemleri toplama sistemi, hukuki içtima sistemi, erime sistemi, kombinasyon sistemi, tek ceza sistemi olmak üzere beşe ayrılmaktadır. Toplama sistemi “quot crimina, tot poenae” ilkesi gereği kaç tane suç varsa o kadar ceza verilmesi ve cezaların toplanmasını öngörmektedir. Bu durum cezanın kusurla orantılı olması ilkesine aykırı düşmektedir. Zira cezaların toplanması her bir cezanın fail üzerindeki bağımsız etkisinden daha yoğun bir etki bırakmaktadır. Örneğin iki yıllık bir hapis cezası üzerinde eklenecek bir yılın fail üzerindeki etkisi; bağımsız bir yıllık hapis cezasının etkisinden daha yoğundur. Bu da eklenen her cezanın etkisini katlanarak göstermesi anlamına geleceğinden cezanın kusur ile orantılı olması ilkesine aykırı düşmektedir. Bu noktada neticeli suçlarla neticesiz suçlar arasında ayrıma giden yazarlar da mevcuttur. Örneğin HAFIZOĞULLARI neticeli suçlarda neticenin sayısının fiilin sayısını, fiilin sayısının da suçun sayısını belirleyeceği, buna karşılık neticesiz suçlarda salt hareketin sayısının fiilin sayısını, fiilin sayısının suçun sayısını belirleyeceğini ifade etmektedir [8]. TCK’nın 44’üncü maddesinin gerekçesinden ve TCK’nın 8’inci maddesinin lafzından yeni TCK’nın fiil kavramı ile sadece hareketi ifade ettiği anlaşılmaktadır [9]. Yeni TCK sistemine göre fiil tekliği / fiil çokluğu ayrımını hareket tekliği / hareket çokluğu olarak anlamak da mümkündür. Yargıtay’ın uygulaması da fiilin hareketten ibaret olduğu kabulü yönündedir [10]. Hareket tekliği kavramını da kendi içerisinde doğal anlamda hareket tekliği ve hukuki anlamda hareHukuki içtima sisteminde fail işlediği suçların ceza- ket tekliği olarak ikiye ayırmak mümkündür: doğal larının toplamından değil en ağır cezanın belirli bir anlamda hareket tekliğinde failin iradi her bedensel oranda artırılması suretiyle elde edilecek cezadan so- hareketi doğal anlamda bir hareket kabul edilirken rumlu tutulur. Erime sisteminde ise fail işlediği suçlar- hukuki anlamda hareket tekliğinde ise doğal anlamda dan sadece en ağır cezayı gerektiren suçun cezasından bir hareket kabul edilen birden fazla hareketin hukuki sorumlu tutulur. TCK’da düzenlenen farklı neviden bir bütün olarak kabul edilebildiği durumlarda tek bir hukuki hareketin var olduğu öngörülmektedir [11]. fikri içtimada erime sistemi esas alınmıştır. Kombinasyon sistemi failin işlediği suçlardan en ağır cezayı gerektiren suçun cezasından sorumlu tutulması ancak daha az ceza gerektiren suçların da nihai cezanın belirlenmesinde dikkate alınmasını öngörürken tek ceza sistemi ise fail aynı anda kaç hukuki normu ihlal ederse etsin hakkında tek bir cezaya hükmedilmesini öngörmekte, dolayısıyla fiil tekliği, fiil çokluğu ayrımının ve esasen bütün içtima kurallarının göz ardı edilmesi sonucunu doğurmaktadır [6]. Örnek vermek gerekirse failin mağduru önce yumruklayıp sonra cebinden çıkardığı bıçakla bacağından bıçaklaması halinde doğal anlamda hareket teorisine göre birden fazla hareket bulunmasına rağmen hukuki anlamda hareket teorisine göre tek bir hukuki fiil vardır ve örnekte bu fiil kasten yaralama suçunu meydana getirmektedir. II.BİLEŞİK SUÇ A.KAVRAM C.FİİL TEKLİĞİ / FİİL ÇOKLUĞU AYRIMI TCK’nın 42’inci maddesinde düzenlenen bileşik suçla Fiil tekliği, fiil çokluğu ayrımı ve bu konudaki tartış- ilgili olarak “Biri diğerinin unsurunu veya ağırlaştırıcı malar esasen içtima konusunun temelini teşkil etmek- nedenini oluşturması dolayısıyla tek bir fiil sayılan suça tedir zira gerçekleştirilen bir fiil sonucunda kaç farklı bileşik suç denir. Bu tür suçlarda içtima hükümleri uyhukuki normun ihlal edildiği yani ortada kaç farklı gulanmaz.” hükmüne yer verilmiştir. suçun bulunduğu hususunda bu ayrım son derece önem arz etmektedir. Esasen burada içtima hükümleri uygulanmaz denmek suretiyle içtima yapılmasına gerek olmadığı ifade Alman doktrininde fiilin failin hareketinden ibaret ol- edilmek istenmektedir zira bileşik suçun bulunduğu duğu kabul edilmekte ve suç teorisindeki haksızlığın hallerde içtima zaten bizzat kanun koyucu tarafından 67 HUKUK yapılmaktadır. TCK’da tipik olarak düzenlenen iki landırılacaktır. farklı suç tipi suç politikası gereği kanun koyucu tarafından biri diğerinin unsuru veya ağırlaştırıcı nedeni olacak şekilde bir araya getirilmekte ve bağımsız bir Bu istisnanın gerçekleşmesi için de kanunun bir suçu açıkça bileşik suç olarak düzenlemesi gerekmektedir. suç tipi oluşturulmaktadır. Kanun koyucu suçu tarif ederken suç tanımında bileşik suçun unsurlarını açık bir şekilde ortaya koymakta Aslında bileşik suçu düzenleyen TCK 42’inci madde ve artık bu suç tanımı içerisinde yer alan suç tipleri olmasaydı da bir eksiklik olmayacak yine aynı sonuca bağımsız bir şekilde yargılama konusu yapılmamakulaşılabilecekti zira bileşik suç kanunda tipik olarak tadır. düzenlenmekte ve unsurlarıyla birlikte kanuni düzenleme içerisinde yer almaktadır. Bileşik suçu meydana getiren tipik hareketlerin artık bağımsız bir suç ol- Bileşik suça benzemekle birlikte bileşik suç kapsamı maktan çıkarak bileşik suçun unsuru haline geleceği dışında kalan bir takım durumlar vardır. Bunlar bir suçu işlemek için başka bir suç işlemek, işlenmiş bir hakim tarafından takdir edilebilecektir [12]. suçu gizlemek için başka bir suç işlemek, bir suç vesilesiyle bir başka suç işlemek durumlarıdır ki bu duKanun metninde de ifade edildiği gibi bileşik suç iki rumlarda bileşik suç bulunmaz gerçek içtima hükümfarklı şekilde oluşmaktadır [13]. Bunlardan ilki iki leri uygulanır [18]. farklı suç tipinin bir araya getirilmesi sonucu bağımsız bir suç tipinin ihdası şeklinde olmaktadır. Bu durumda bir araya getirilen suçlar bileşik suçun unsuru- Bir suçu işlemek için başka bir suç işleme durumunda nu teşkil etmekte [14] ve meydana gelen yeni suç tipi fail TCK’da bağımsız bir şekilde düzenlenen bir suçu unsur niteliğindeki suç tiplerinden bağımsız bir suça işlemek isterken bu amacı gerçekleştirmek için bir başka suç daha işlemektedir. Kanun açıkça bu suçları dönüşmektedir. birbirinin unsuru veya ağırlaştırıcı nedeni olarak suç tanımında göstermediği sürece bileşik suç söz konuBu tarz bileşik suçlara TCK 148’de düzenlenen yağma su olmaz ve gerçek içtima hükümleri uygulanır [19]. suçu örnek gösterilebilir. Yağma suçu farklı tipik suç- Cinsel saldırı suçunu işlemek için aynı zamanda kolar olarak düzenlenen TCK’nın 141’inci maddesinde- nut dokunulmazlığının da ihlal edilmesi buna örnek ki hırsızlık suçu ile TCK’nın 108’inci maddesinde dü- gösterilebilir. zenlenen cebir veya 106’ıncı maddesinde düzenlenen tehdit suçlarının bir araya gelmesi ile oluşmaktadır. Ancak tipik olarak TCK’da düzenlenmiş bulunan bu İşlenmiş bir suçu gizlemek için başka bir suç işleme dufarklı suç tipleri yağma halinde sadece yağmanın un- rumunda da fail TCK’da tipik olarak düzenlenen bir surları olarak kalmakta hüküm TCK 148 yağma suçu suçu işledikten sonra bu suçu gizlemek ve ortaya çıkmasını önlemek için bir başka suç daha işlemektedir. üzerinden kurulmaktadır [15]. Bu durumda da kanunda açıkça bileşik suç düzenlemesi bulunmaması halinde gerçek içtima hükümleri Bileşik suçun diğer bir meydana geliş şekli ise TCK’da uygulanacaktır. Örneğin cinsel saldırı suçunun işlentipik olarak düzenlenmiş bir suçun başka bir suçun mesi akabinde suçun ortaya çıkmasını önlemek için ağırlaştırıcı nedenini teşkil edecek şekilde kanunda cinsel saldırı mağdurunun öldürülmesinde bileşik suç düzenlenmesi ile meydana gelmesidir. Burada suçlar- değil gerçek içtima hükümleri uygulanacaktır. Buradan biri ana suç olarak yer almakta diğer suç tipi ana da her ne kadar başka bir suçun ortaya çıkmasının suçun ağırlaştırıcı nedeni kabul edilmektedir. önlenmesi amacı kasten öldürme bakımından TCK 82/1-h’de nitelikli hal olarak düzenlense de nitelikli halde suçun tipi belirtilmediğinden cinsel saldırı suçu Bu tür bileşik suça örnek olarak da TCK’nın 116’ıncı bağımsızlık niteliğinin kaybetmez [20]; hem TCK maddesinde düzenlenen konut dokunulmazlığının 82/1-h hem de TCK 102’de yer alan cinsel saldırı suihlali suçunun TCK 149/1-d’de yer alan yağma su- çundan ayrı ayrı cezalandırma yoluna gidilir. çunun nitelikli halini teşkil etmesi gösterilebilir [16]. Görüldüğü üzere konut içerisinde yağma suçunun işlenmesi halinde TCK’da bağımsız bir suç olarak dü- Bir suç vesilesiyle bir başka suç işleme halinde de bilezenlenen konut dokunulmazlığının ihlali suçu ana suç şik suç değil gerçek içtima hükümleri uygulanacaktır. olarak kabul edebileceğimiz yağmanın ağırlaştırıcı Örneğin fail bir kişiyi öldürdükten sonra mağdurun nedenini teşkil etmekte ve konut dokunulmazlığının üzerinde yer alan değerli eşyaları da alması veya koihlali bağımsızlığını yitirerek hüküm sadece nitelikli nutta hırsızlık yaparken polisin sesini duyması halinyağma suçundan kurulmaktadır [17]. de kaçarken pencerenin camını da kırması halinde işlediği her suçtan ayrı ayrı cezalandırılacaktır [21]. B.BİLEŞİK SUÇ KAPSAMI DIŞINDAKİ HALLER Bileşik suç düzenlemesi diğer tüm içtima hükümlerinde olduğu gibi gerçek içtimaının bir istisnası şeklindedir. Bileşik suçun söz konusu olmadığı hallerde her bir suç bağımsızlığını koruyacak ve ayrı ayrı ceza- C.BİLEŞİK SUÇUN BAZI ÖZEL SONUÇLARI TCK’da bir suçun bileşik suç şeklinde düzenlenmesine bağlı bir takım özel sonuçlar söz konusudur. Bunlardan birincisi bileşik suçun kendisini oluşturan suçlara 68 HUKUK bölünememesidir. Bileşik suçu oluşturan tipik suçlar edilmektedir [25]. bağımsızlığını yitirerek bileşik suç potası içerisinde erirler ve bağımsızlıklarını yitirirler [22]. Zincirleme suç 765 sayılı eski TCK’nın 80’inci maddesinde “Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden Bileşik suçun işlendiği yer ve zamanın tespiti bakımın- olarak, kanunun aynı hükmünün bir kaç defa ihlal dan bileşik suçta belirtilen netice dikkate alınmakta- edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile, bir suç dır; zamanaşımı da bileşik suçta belirtilen neticenin sayılır.” şeklinde düzenleme alanı bulmuş; müteselsil gerçekleştiği andan itibaren işlemeye başlar. suçların aynı kişiye karşı işlenme şartı aranmamıştır. Bu bakımdan yeni TCK’nın zincirleme suç kapsamını daralttığı söylenebilir [26]. Bileşik suçta unsur veya ağırlaştırıcı neden konumunda bulunan suçun tamamlanması ancak asıl suçun teşebbüs aşamasında kalması halinde bileşik suç Örnek vermek gerekirse bir mağazada kasiyer olarak bakımından teşebbüs hükümleri uygulanır. Örneğin çalışan failin iki ay içerisinde her gün gizlice kasadan konut dokunulmazlığının ihlali suretiyle yağma su- bir miktar para almış olması halinde altmış farklı güçunda konuta girildikten sonra failin çeşitli sebeplerle veni kötüye kullanma suçu oluşacaktır ve zincirleme yağmayı gerçekleştirememesi halinde bileşik suça te- suç hükmü uygulanmazsa fail güveni kötüye kullanşebbüs söz konusu olacaktır [23]. ma suçundan altmış defa cezalandırılacaktır. Ancak zincirleme suç hükmü gereği bu durumda fail hakkında tek bir güveni kötüye kullanma suçundan dörtBileşik suçu oluşturan suçlardan unsur veya ağırlaştı- te birden dörtte üçe kadar artırım yapılmak suretiyle rıcı neden konumunda bulunan suçun ortadan kalk- cezalandırma yoluna gidilmektedir [27]. ması her zaman bileşik suçun da ortadan kalkması sonucunu doğurmaz. Ayrıca bileşik suçu oluşturan suçlardan birinin şikâyete bağlı olması da doğrudan Maddenin ikinci fıkrasında yer alan hüküm aynı nebileşik suçun da şikâyete bağlı olacağı sonucunu do- viden fikri içtimaya ait olduğundan söz konusu fıkra ğurmamaktadır [24]. çalışmamızın devamında Fikri İçtima başlığı altında ele alınacaktır. III.ZİNCİRLEME SUÇ A.KAVRAM 765 sayılı Eski Türk Ceza Kanunu’nda müteselsil suç olarak isimlendirilen zincirleme suç Türk Ceza Kanunu’nun 43’üncü maddesinde “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır. Bir suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç sayılır. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü uygulanır.” şeklinde hüküm altına alınmış bulunan özel bir içtima türüdür. B.ZİNCİRLEME SUÇUN BENZER KAVRAMLARDAN FARKI Zincirleme suçu kesintisiz suçtan ayıran nokta zincirleme suçta her bir suç arasında kesintisiz suçtan farklı olarak kesintinin söz konusu olmasıdır. Kesintisiz suçlarda zincirleme suçu oluşturabilir [28]; uyuşturucu bulunmaktan tutuksuz yargılanan failin yeniden uyuşturucu bulundurmaya başlaması buna örnek verilebilir [29]. Zincirleme suçu tekerrürden ayıran nokta zincirleme suçlar arasında herhangi bir mahkûmiyet hükmü bulunmazken tekerrürde birinci suç ile ikinci suç arasınKanun koyucunun izlediği suç ve ceza siyaseti gere- da mahkûmiyet tesisi söz konusudur [30]. ği diğer içtima hükümlerinde olduğu gibi zincirleme suçlarda da sanık lehine olarak cezanın kusurla İtiyadı suç ile zincirleme suç kavramlarının farkı oladoğru orantılı olması, gerçekleştirilen fiillerin belirli rak da itiyadi suçta fillerin ancak belirli bir yoğunluğa bir amaç doğrultusunda bir bütünlük arz etmesi gibi ulaştığında cezalandırıldığı hâlbuki ki zincirleme suçgerekçelerle şartları oluşması halinde failin mütesel- ta her suçun birbirinden bağımsız olduğu ve ilk fiil sil şekilde gerçekleştirdiği birden fazla hukuki norm işlendiğinde suçun cezalandırılabilir olduğu gösterilihlalinin tamamından değil sadece bir tanesinin kar- mektedir [31]. şılığı olan cezada artırım yapılmak suretiyle cezalandırma yoluna gidilmesi söz konusudur. C.ZİNCİRLEME SUÇUN HUKUKİ NİTELİĞİ Zincirleme suç müessesinin ilk olarak ortaya çıkışının Zincirleme suçun hukuki niteliğini açıklayan iki gömüsebbibi olarak üç defa hırsızlığın ölümle cezalan- rüş bulunmaktadır. Bunlardan birincisi zincirleme dırdığı ortaçağda Glossatörler ve Postglossatörlerin suçu tek suç olarak açıklarken diğeri zincirleme suçun aynı tip suçu birden çok işleyen failleri aşırı şiddetteki çok suçtan oluştuğunu belirtmektedir. cezalardan korumak için aldıkları ortak karar gösterilmektedir. Başta hırsızlık için öngörülen bu mües- Tek suç görüşündeki yazarlar zincirleme suçta failin sesenin daha sonra tüm suçlara teşmil edildiği ifade tek bir suç işleme kararının bulunduğu ve aynı yasa 69 HUKUK hükmünü ihlal ettiği gerekçeleriyle esasen ortada tek bir suçun olduğunu savunmakta diğer bir grup yazar ise ortada birbirinden bağımsız birden çok suç olduğu ancak bunların ceza yönünden tek suç sayıldığı görüşünü savunmaktadırlar [32]. D.ZİNCİRLEME SUÇUN ŞARTLARI Zincirleme suçun meydana gelebilmesi için dört koşulun mevcut bulunması gerekmektedir. Bunlar, aynı suçun temel şeklinin veya daha az veyahut da daha çok ceza gerektiren nitelikli şekillerinin birden çok kez gerçekleştirilmiş olması, bu suçların değişik zamanlarda işlenmesi, tek bir suç işleme kararının tüm suçları kapsayacak şekilde mevcut bulunması ve suçun belli bir kişiye karşı işlenmesi veya işlenen suçların mağduru belli bir kişi olmayan suçlardan olmasıdır. İşlenen suçların aynı suçun temel şekli veya daha az veyahut daha çok ceza gerektiren nitelikli şekilleri olması gerekmektedir. Bu bakımdan örneğin failin bir gün hırsızlık ertesi gün dolandırıcılık ve daha sonra resmi belgede sahtecilik suçlarını işlemesi halinde zincirleme suç hükmü uygulanamayacak her bir suç bağımsız bir şekilde cezalandırma konusu olacaktır. Madde metninde bir suçun daha az veya daha çok ceza gerektiren nitelikli hallerinin de aynı suç kabul edileceği belirtildiğinden örneğin basit yaralama ile nitelikli yaralama; basit tehdit ile nitelikli tehdit gibi suçların işlenmesi halinde de zincirleme suç hükümleri uygulanacaktır. Ancak dikkat edilmelidir ki suçun temel şeklinin yanında teselsül içerisinde nitelikli hali de işlenmiş ise zincirleme suç hükmü kapsamında yapılacak arttırmada suçun nitelikli hali için öngörülen ceza esas alınmalıdır [37]. Kabahatler ile suçlar arasında da zincirleme suç hükmü uygulanamamaktadır. Kabahatler de kendi içerisinde müteselsil şekilde işlense de Kabahatler Kanunu 15/2’de yer alan “Aynı kabahatin birden fazla işlenmesi halinde her bir kabahatle ilgili olarak ayrı ayrı idari para cezası verilir.” hükmü gereği zincirleme suç hükümleri uygulanamamaktadır [38]. 1.AYNI SUÇUN TEMEL ŞEKLİNİN VEYA NİTELİKLİ ŞEKİLLERİNİN BİRDEN FAZLA KEZ İŞLENMESİ Zincirleme suçu meydana getiren her bir suçun bağımsız olarak suç teşkil etmesi gerekmektedir. Zincirleme suç kapsamındaki her bir suçun tipiklik ve hukuka aykırılık unsurları mevcut bulunmalıdır; şayet teselsül eden suçlardan biri için hukuka uygunluk sebebi varsa veya kanun koyucu tarafından suç olmaktan çıkartılmışsa artık bu suçun zincirleme suç kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayacaktır [33]. 2.AYNI SUÇUN DEĞİŞİK ZAMANLARDA İŞLENMESİ Bir suç kapsamında gerçekleşen birden fazla fiil ba- 765 sayılı eski TCK’da müteselsil suçlar arasındaki ğımsız suç teşkil etmeyeceğinden ve aslında ortada zaman kavramı “muhtelif zamanlarda vaki olsa bile” hukuki anlamda bir fiil bulunduğundan bu durumda şeklinde ifade edilmekteydi ve bir kişiye karşı bir suda zincirleme suçtan bahsedilemez [34]. Örneğin fai- çun aynı zaman dilimi içerisinde birden fazla kez işlin girdiği evde mağdura ait birden fazla eşya çalması lenmesi halinde de zincirleme suçun varlığı kabul edihalinde aslında hukuki anlamda tek bir fiil vardır ve liyordu. failin gerçekleştirdiği fiiller tek bir hırsızlık suçunu oluşturacağından zincirleme suç söz konusu olmaz. Ancak 5237 sayılı TCK’da zaman kavramı “değişik zamanlarda” şeklinde ifade edilmiş ve takibeden suçAyrıca kesintisiz suçlarda da kesinti gerçekleşmediği ların mutlaka değişik zamanlarda işlenmiş olması sürece tek bir suç söz konusu olduğundan zincirleme öngörülmüştür. Bu bakımdan yeni TCK’ya göre bir suç söz konusu olmaz, ancak kesinti gerçekleştikten suçun aynı zaman içerisinde birden fazla işlenmesi belli bir süre sonra suç tekrar işlenirse kesintisiz suçlar zincirleme suç kapsamında değerlendirilemeyecektir açısından da zincirleme suç gündeme gelir. [39]; ancak bu husus TCK 61’inci madde kapsamında hakim tarafından dikkate alınabilecektir [40]. İhmali suçlar da tıpkı icrai suçlar gibi zincirleme suçun konusunu oluşturabilirler. Acil servisteki doktorun acil müdahale gerektiren bir hastaya bir hafta boyunca, müdahale etmesi gereken durumlarda müdahale etmemesi ve bu süreç içerisinde hastanın ölmesi halinde doktorun fiilleri ihmali suçların zincirleme suç teşkil etmesine örnek oluşturur [35]. Ayrıca ihmali suçlarla icrai suçlar da aynı suç tipini oluşturmaları kaydıyla zincirleme suç kapsamında yer alabilirler; örneğin dolandırıcılık suçunun icrai ve ihmali şekilde işlenmesi halinde diğer şartların da mevcut olması takdiriyle zincirleme suç hükümleri tatbik edilebilir [36]. Zaman aralığının ne kadar olması gerektiği ise madde metninden anlaşılmamakla birlikte bunun değerlendirmesi her somut olayda hakim tarafından yapılmalıdır [41]. Müteselsil fiiller arasındaki zaman aralığı az olabileceği gibi çok da olabilir [42]. Bu noktada mühim olan fiiller arasındaki zaman aralığının aynı suç işleme kararı kapsamında işlenme bütünlüğünü bozmuyor olmasıdır [43]. 3.SUÇ İŞLEME KARARINDA BİRLİK BULUNMASI Failin zincirleme suçu oluşturan fiillerin icrasına baş- 70 HUKUK larken “bu fiilleri belli bir suç işleme kararı kapsamında gerçekleştirme saikiyle hareket ettiği varsayımı zincirleme suç kurumunun temelini oluşturmaktadır. Bu koşul doktrinde zincirleme suçun subjektif koşulu olarak da adlandırılmaktadır [44]. gerekir. Ancak, bu son durumla ilgili olarak hukuk uygulayıcılarında oluşan tereddüdü gidermek amacıyla, 43’üncü maddenin birinci fıkrasına “Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü uygulanır.” şeklinde bir cümle eklenmiştir.” şeklinde açıklanmıştır. Teselsül eden suçların manevi unsuru olarak failin kastı zincirleme suçu meydana getiren tüm bu suçları tam da gerçekleştirildiği şekilde belirli bir teselsül halinde işlemeye yöneliktir. Örneğin failin bir hafta boyunca mahallesindeki bir inşaattan her gün belli bir miktar tuğla çalması halinde zincirleme hırsızlık suçu söz konusudur ve failin inşaatta bulunan tuğlaları çalma noktasında önceden bir planı ve tüm tuğlaları kapsayan genel bir hırsızlık niyeti söz konusudur [45]. Yargıtay Ceza Genel Kurulu içtihadında [46] suç işleme kararında birliği aşağıdaki unsurların varlığına bağlamıştır: Örneğin TCK 235’te düzenlenen ihaleye fesat karıştırma suçu topluma karşı suçlardan biridir. Failin değişik zamanlarda değişik kamu kurumlarına açılan ihalelerde ihaleye fesat karıştırma suçunu işlemesi halinde esasen teselsül eden suçların hepsinde mağdur toplum olduğundan kanun bu tür suçlarda da mağdur belli bir kişi olmasa da zincirleme suçun uygulanabileceğini öngörmüştür [49]. • Benzer fırsatları değerlendirme • Suçun yöneldiği maddi konunun (kişi ya da şeyin) nitelik ve başkalıkları • Olaysal olarak suçun işlenmesindeki özellikler • Suçun işleniş biçimi, fiillerin işlendikleri yer ve işlenme zamanı • Fiiller arasında geçen süre • İhlal edilen değer ve yarar ile korunan değer ve yarar • Olayların oluşum ve gelişimi • Diğer tüm özellikler [47] C.ZİNCİRLEME SUÇ KAPSAMI DIŞINDA BIRAKILAN SUÇLAR Zincirleme suçu düzenleyen TCK’nın 43’üncü maddesinin üçüncü fıkrasında zincirleme suç hükümlerinin uygulanmayacağı dört adet istisnai suç tipi öngörülmüştür. Bu suçlar kasten öldürme, kasten yaralama, işkence ve yağmadır [50]. Maddenin ilk halinde cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçları da bu istisnalar arasında iken 29.06.2005 tarih ve 5377 sayılı kanun ile yapılan değişiklikle bu suçlar istisna kapsamından çıkartılmıştır [51]. Cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarının istisna kapsamından çıkartılması ile ilgili olarak madde gerekçesinde başta Yargıtay olmak üzere hakim ve savcılarda ispat sorunu ve ölçüsüz ceza miktarlarının 4.SUÇUN BİR KİŞİYE KARŞI İŞLENMESİ VEYA ortaya çıkması bakımından ciddi endişelere neden olMAĞDURU BELLİ BİR KİŞİ OLMAYAN BİR SU- duğu, bu endişeleri gidermek maksadıyla ilgili suçlaÇUN İŞLENMESİ rın istisna kapsamından çıkartıldığı belirtilmiştir [52]. Zincirleme suç kural olarak belli bir kişiye karşı işlenebilir. Zincirleme suç kapsamında gerçekleştirilen fiillerin hedefinde aynı kişi olmalıdır. 765 sayılı eski D.ZİNCİRLEME SUÇUN BAZI ÖZEL SONUÇLATCK’dan faklı olarak [48] 5237 sayılı TCK farklı kişi- RI lere karşı işlenen suçları zincirleme suç kapsamında Zincirleme suçu oluşturan suçlardan bir kısmının tedeğerlendirmemektedir. TCK 43’üncü maddenin ge- şebbüs aşamasında kalması halinde de zincirleme surekçesinde de bu husus “… Zincirleme suç halinde, çun varlığı kabul edilir [53]. Bu durumda zincirleme ortada bir suç değil, birden fazla suç mevcuttur. Zin- suç kapsamında işlenen suçlardan tamamlanmış olan cirleme suçtan söz edebilmek için, aynı suçun müte- suç üzerinden artırım yapılarak cezalandırma yoluna addit defa aynı kişiye karşı işlenmesi gerekir. İşlenen gidilir. suçların mağdurunun aynı kişi olması gerekir. Suçun mağdurunun farklı kişiler olması halinde, zincirleme suç hükümleri uygulanamaz.” şeklinde vurgulanmak- Zincirleme suç son fiilin gerçekleştiği tarihte işlenmiş sayılır, zamanaşımı son fiilin gerçekleştiği andan baştadır. lar. Yer itibariyle yetki ise son fiilin gerçekleştirildiği yer mahkemesidir. Zincirleme suçu oluşturan suçlarZincirleme suçun belirli bir kişiye karşı işlenmiş ol- dan biri şikâyete bağlı ise bu suç bakımından şikâyette ması aranmakla birlikte mağduru belli bir kişi olma- bulunulmaması halinde söz konusu fiil zincirleme suç yan suçlar açısından da zincirleme suç hükümlerinin kapsamında değerlendirilemez; şikâyet bakımından uygulanacağı madde metninde belirtilmiş; madde hak düşürücü süre zincirleme suç kapsamında son figerekçesinde ise bu durum “Rüşvet ve çevrenin kir- ilin işlendiği tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır letilmesi gibi, toplumu oluşturan herkesin mağdur ol- [54]. duğu suçlarda muayyen bir kişi mağdur olmadığına göre, zincirleme suç hükümlerini öncelikle uygulamak 71 HUKUK E.ZİNCİRLEME SUÇ SONUCU VERİLECEK CEZA Zincirleme suç şartlarının oluşması halinde faile işlediği suçlardan sadece bir tanesinin cezasında olayın mahiyetine göre hakimin takdiriyle dörtte birden dörtte üçe kadar artırım yapılmak suretiyle cezalandırma yoluna gidilecektir. Zincirleme suçu oluşturan suçlardan biri teşebbüs aşamasında kalmış diğeri tamamlanmış ise artırım tamamlanmış suçun cezası üzerinden veya biri suçun basit hali diğeri cezanın arttırılmasını gerektiren bir nitelikli hali şeklinde işlenmişse nitelikli hal üzerinden yapılacaktır. Zincirleme suç bakımından gerçekleştirilecek bu artırım TCK 61 kapsamında belirlenecek somut ceza üzerinden yapılacaktır. TCK 61’inci maddesinde zincirleme suç artırımı dahil cezanın arttırılması veya azaltılmasını gerektiren unsurların tatbik sırası belirtilmiştir. TCK 61’de belirtilen sıra gereği öncelikle temel ceza belirlenecek, ardından cezayı arttıran ve azaltan nitelikli haller uygulanacak, daha sonra sırasıyla teşebbüs, iştirak ve zincirleme suç hükümleri tatbik edilecektir [55]. IV.FİKRİ İÇTİMA A.KAVRAM Fikri içtima, farklı neviden fikri içtima ve aynı neviden fikri içtima olmak üzere iki farklı türü bulunan ve TCK’nın 43/2 ve 44’üncü maddelerinde düzenlenen bir suçların içtimaı türüdür. iki ayrı normdan dolayı iki ayrı cezalandırılma yerine gerçekleşen norm ihlallerinden sadece birinin cezası ile cezalandırılmasını öngörmüştür. 765 sayılı TCK’nın 79’uncu maddesinde de fikri içtima 5237 sayılı TCK’ya benzer olarak “İşlediği bir fiil ile kanunun muhtelif ahkamını ihlal eden kimse o ahkamdan en şedit cezayı tazammun eden maddeye göre cezalandırılır.” şeklinde düzenlenmiştir. Fikri içtimaının hukuki niteliğini açıklamaya çalışan “birlik” ve “müteaddit suçların birleşmesi” olarak adlandırılan iki ayrı teori bulunmaktadır. Birlik teorisine göre fikri içtima halinde aslında tek bir suç söz konusudur, bu da failin kastının tekliğine dayandırılmaktadır. Müteaddit suçların birleşmesi görüşüne göre ise fikri içtimaının birden fazla suçun bir araya gelmesi ile oluştuğu kabul edilmektedir [57]. B.FİKRİ İÇTİMANIN ŞARTLARI Fikri içtimaının şartları tek bir fiilin bulunması ve bu tek fiil ile birden fazla hukuk normunun ihlal edilmesidir. İhlal edilen birden fazla hukuk normunun farklı suçlar teşkil etmesi halinde farklı neviden fikri içtima, aynı suçu teşkil etmesi halinde aynı neviden fikri içtima hükümleri uygulama alanı bulacaktır. 1.TEK BİR FİİLİN BULUNMASI Fikri içtimaının uygulanabilmesi için tek bir fiille kanunun düzenlediği farklı normların ihlali veya bir normun birden fazla ihlali söz konusu olmalıdır. Fiilden ne anlaşılması gerektiği doktrinde tartışma konusudur [58]. Fiilin hareketten mi ibaret olduğu yoksa Bir fikri içtima türü olan aynı neviden fikri içtimaının hareketle birlikte neticenin de fiilin bir unsuru olarak zincirleme suçu düzenleyen 43’üncü maddenin içe- kabul edilip edilemeyeceği suç teorisi bağlamında risinde ele alınması kanun sistematiğindeki bir hata doktrinde tartışma konusudur. olarak görülebilir. Zira aynı neviden fikri içtima çok fiilli bir içtima türü olan zincirleme suçun türü değil Bazı yazarlar fiilin hareketten ibaret olduğu ve tek haaksine TCK 44’de düzenlenen fikri içtimaının bir çe- reketin bulunduğu durumlarda birden çok netice gerşididir [56]. çekleşse bile tek bir fiilin bulunduğu görüşünü savunmaktadır. Diğer bir grup yazara göre ise fiilin sayısı TCK’nın 44’üncü maddesinde farklı neviden fikri iç- gerçekleşen neticeye göre belirlenmelidir. Bu yazarlatima “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, deği- ra göre tek bir hareket sonucu birden fazla netice gerşik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla çekleşmişse artık fiilin tekliğinden bahsedilemeyecek işlenmesi durumunda bir cezaya hükmedilir.” şeklinde, ve birden fazla fiil bulunduğu sonucuna ulaşılacaktır. aynı neviden fikri içtima ise TCK 43/2’de “Aynı suçun birden fazla kişiye karşı işlenmesi durumunda da birin- Doktrindeki bu görüş ayrılığı fikri içtimaının kapsaci fıkra hükmü uygulanır.” -yani tek bir norm ihlalinin mını da savunulan görüş doğrultusunda genişletmekcezası üzerinden artırım yapılmak suretiyle cezalan- te veya daraltmaktadır. İlk görüşü savunan yazarlara dırma yoluna gidilir- şeklinde tanımlanmıştır. göre doğal veya hukuki anlamda tek bir hareket bulunduğunda netice birden fazla da olsa artık tek bir fiFailin tek bir suç işleme kararının icrası kapsamında ilden bahsedilecek ve ortaya çıkacak birden fazla netigerçekleştirdiği tek bir fiil neticesinde birden fazla ce bakımından fikri içtima hükümleri uygulanacaktır. hukuk normunun ihlal edilmesi halinde kanun koyucu failin tek bir suç işleme kastının bulunması, fiilin Örneğin failin silahla ateş etmesi halinde hem pencehaksızlık muhtevasının karşılığı olan cezalandırma- re camının kırılmasına; hem de pencerenin arkasınnın kusur ilkesi bakımından orantılı olması gereklili- da bulunan kişinin ölümüne sebep olunması halinği gibi sebeplerle bir suç politikası olarak ihlal edilen de fiilin hareketten ibaret olduğu görüşünü savunan 72 HUKUK yazarlara göre silahla ateş etme tek bir hareket olduğundan tek bir fiil bulunduğu kabul edilecek, tek fiil sonucu iki farklı suçun meydana gelmesi fikri içtima hükümleri uygulanması sonucunu doğuracaktır [59]. Dolayısıyla fail sadece daha fazla ceza öngören kasten adam öldürme suçundan cezalandırılacaktır. Esasen kanun gerekçesi de bu görüşü desteklemektedir [60]. Diğer görüşü savunan yazarlara göre ise hareketin sonucunda birden fazla netice meydana gelmişse artık fiilin tekliğinden bahsedilemeyecek [61]; dolayısıyla meydana gelen neticeler bakımından çok fiil bulunması meydana gelen suçlar bakımından gerçek içtima hükümlerinin uygulanmasını gerektirecektir. Örneğin failin silahla ateş etmesi halinde hem pencere camının kırılmasına; hem de pencerenin arkasında bulunan kişinin ölümüne sebep olunması örneğinde iki farklı netice bulunduğundan iki fiil söz konusu olacak ve iki fiil sonucu meydana gelen iki ayrı suçtan gerçek içtima kapsamında ayrı ayrı cezalandırma yoluna gidilecektir. Dolayısıyla fail hem mala zarar verme hem de kasten öldürme suçlarından dolayı cezalandırılacaktır. İkinci görüşteki yazarlara göre ancak tek hareket sonucu tek netice ile birden fazla suçun meydana gelmesi durumunda fikri içtima hükümleri uygulanabilecektir. Buna örnek olarak failin tek bir tokat ile hem mağduru aşağılamak suretiyle hakaret fiilini işlemesi hem de kasten yaralama suçunu oluşturması gösterilebilir. Hareket tek olduğu gibi netice de mağdura tokat atılmasından ibarettir. Çok neticenin varlığında dahi hareket tek ise fiilin tek olduğunu kabul ederek fikri içtima hükümlerinin uygulanmasını savunan yazarların yukarıdaki örnekte olduğu gibi neticenin de tek olduğu hallerde fikri içtima hükümlerinin uygulanmasını kabul edecekleri evleviyetle ortadadır [62]. Fiilin tekliği sonucunu doğuran hareketin tekliğinden bahis daha önce de açıklandığı üzere doğal anlamda hareketten ziyade hukuki anlamda hareket tekliğidir. Aynı suçun icrası kapsamında belli bir bütünlük içerisinde işlenen birden fazla hareketin hukuki anlamda tek bir hareket oluşturduğu kabul edilmektedir. gerçek içtima yapılmak suretiyle her bir suçtan ayrı ayrı cezalandırma yoluna gidilir[65]. Bir önceki örnekte failin kastının tek bir kurşunla hem camı kırmak suretiyle mala zarar vermeye hem de pencere ardındaki kişiyi öldürmeye yönelik olması halinde artık fikri içtima hükümlerine gidilemeyecek ve fail kastı doğrultusunda işlediği iki ayrı suçtan ayrı ayrı cezalandırılacaktır [66]. 2.BİRDEN FAZLA NORM İHLALİNİN MEYDANA GELMESİ Tek bir fiille gerçekleştiren birden fazla norm ihlali farklı farklı suçlardan teşekkül edebileceği gibi; aynı suçun birden fazla ihlali şeklinde de meydana gelebilir. İlk durumda TCK’nın 44’üncü maddesinde düzenlenen farklı neviden fikri içtima; ikinci durumda 43/2’de düzenlenen aynı neviden fikri içtima hükümleri uygulanacaktır. a.Aynı Neviden Fikri İçtima (TCK 43/2) Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi halinde TCK 43/2’de düzenlenen aynı neviden fikri içtima meydana gelmektedir. Bu durumda fail tek bir fiiliyle aynı ceza normunu birden fazla kez ihlal etmekte ancak bu ihlallerden yalnız bir tanesinin cezası dörtte birden dörtte üçe kadar artırım yapılmak suretiyle uygulanmaktadır. Failin birden fazla kişiye hakaret etmesi, birden fazla kişinin aynı anda tehdit edilmesi, tek fiille birden fazla kişinin hürriyetinden yoksun bırakılması halinde aynı neviden fikri içtima hükmü uygulama alanı bulur [67]. Zincirleme suç bahsinde belirtilen istisnai suçlar aynı neviden fikri içtima için de caridir. TCK 43/3’te belirtilen kasten öldürme, kasten yaralama, işkence ve yağma halinde aynı neviden fikri içtima uygulanmaz ve gerçek içtima yapılarak fail her bir suçtan ayrı ayrı cezalandırılır. Aynı neviden fikri içtimaının zincirleme suç maddesi altında düzenlenmesi de “doktrinde, zincirleme suç bakımından birden fazla suça birden fazla fiil ve tek fiille sebebiyet verilmesi şeklinde ikili bir ayırım yapılması; bir başka ifadeyle aynı nev’iden fikri içtimaın zincirleme suçun bir türü olarak algılanması, birbirinden farklı Örneğin failin mağdura önce tokat atıp, sonra tekme- olan iki kurumun yapısal olarak birbirine karıştırılmalemesi halinde; esasen tek bir kasten yaralama suçu sı sonucunu doğurması” gerekçeleriyle eleştiri konusu kapsamında değerlendirilecek hukuki anlamda tek bir olmakta [68], aynı neviden fikri içtimaının farklı nefiil mevcuttur. Yargıtay’ın bu noktada hatalı kararları viden içtima ile beraber TCK 44’üncü maddede dübulunsa da [63] böyle bir örnekte tek bir fiille iki farklı zenlenmesi gerektiği belirtilmektedir. kasten yaralama suçu oluştuğundan fikri içtima hükümlerinin uygulanacağı yorumu hatalıdır ve ortada b.Farklı Neviden Fikri İçtima (TCK 44) tek bir kasten yaralama suçu mevcuttur. Tek fiille birden fazla farklı suçun meydana gelmesi halinde TCK 44’te düzenlenen farklı neviden fikri içFikri içtima hükümlerinin uygulanabilmesi için failin tima hükmü uygulama alanı bulur. Farklı neviden fikkastının tek bir suç işlemeye yönelik olması gerekir ri içtima halinde failin gerçekleştirdiği fiil aynı anda [64]; aksi halde fikri içtima hükümleri uygulanmaz; iki ayrı ceza normunu ihlal etmektedir. 73 HUKUK Bu norm TCK dışındaki kanunlarda düzenlenmiş suçlara ilişkin de olabilir; ancak kabahat niteliğindeki düzenlemeler ile suç teşkil eden normlar arasında fikri içtima hükümleri uygulanamaz. Kabahatler Kanunu 15’inci maddede bu konuda getirilen özel düzenlemeye göre bir fiilin hem suç hem de kabahat teşkil etmesi halinde sadece suçtan dolayı yaptırım uygulanabilecektir [69]. lemeyecektir. Aynı neviden fikri içtimada cezada artırım öngörülmesi ve çeşitli istisnai suçların düzenlenmiş olmasına karşı farklı neviden fikri içtimada artırım ve istisna hükümlerine yer verilmemesi “farklı nev’iden fikri içtimada failin sadece en ağır cezayı gerektiren suçtan sorumlu tutulması, fakat cezanın belirlenmesinde ihlallerin çokluğunun dikkate alınmaması, haksızlık muhtevasının tüketilmesi ilkesinin ihlali niteliğini taşıdığı” [71] gerekçesiyle doktrinde eleştirilmektedir. Fiilin, kanunda suç olarak düzenlenen normun içerdiği haksızlık muhtevasının karşılığı olması, faile verilecek cezanın kusuruyla orantılı olması, non bis in idem ilkesi gereği bir fiilin birden fazla kez cezalandırılamaması, failin tek bir suç işleme doğrultusundaki kastı, hareketlerindeki birlik ve bütünlüğün mevcudiyeti gibi çeşitli sebep ve gerekçelerle esasen şekli manada ve görünüşte birden fazla suç işleyen failin işlediği bu suçlar çalışmamızda da incelediğimiz üzere içtima hükümleri ile daha hafif şekilde cezalandırılmaktadır. Fikri içtimaı oluşturan suçların farklı yerde işlenmesi halinde en ağır cezayı gerektiren suçun işlendiği yer mahkemesi yetkili kabul edilir; görevli mahkeme de en ağır cezaya göre belirlenecektir [74]. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Farklı neviden fikri içtimada fail sadece en ağır ceza- “Kaç tane fiil varsa o kadar suç; kaç tane suç varsa o kayı gerektiren suçtan dolayı sorumlu tutulmakta mey- dar ceza vardır / Quot crimina tot poenae” ilkesine fail dana gelen diğer suç bakımından herhangi bir ceza- lehine bir takım istisnalar getiren suçların içtimaı hülandırma yapılmamaktadır. Hangi normun daha çok kümleri 765 sayılı TCK’da olduğu gibi bir takım ufak ceza gerektirdiği her bir hukuk normunun somut ola- değişikliklere uğramak suretiyle 5237 sayılı TCK’da da ya uygulanması ile tespit edilmelidir [70]. yerini almıştır. Örnek olarak tek bir fiil ile aynı anda hem bir kişinin öldürülmesi hem de bir kişinin yaralanması halinde sadece kasten öldürmeden sorumlu tutulan fail yaralama olmaksızın sadece kasten öldürme durumunda da bir tek kasten öldürmeden sorumlu tutulmaktadır. Sonuçta iki durumda da aynı cezalandırmanın gerçekleştirilmesi çelişki arz etmekte ve adilane bir cezalandırma olarak gözükmemektedir. Çalışmamızda ele aldığımız TCK’nın 42, 43 ve 44’üncü maddelerinde düzenlenen sırasıyla Bileşik Suç, Zincirleme Suç ve Fikri İçtima kavramlarının kapsamı, uygulama alanları doktrinsel bir takım tartışmaların da konusunu teşkil etmektedir. Fiil tekliği, fiil çokluğu ve fiilin muhteviyatındaki hareket ve netice bağlamındaki doktrinsel tartışmaEsasen ceza hukukunun genel hükümlerinde kıyas lar hala devam etmekte; Yargıtay’ın da bu bağlamda mümkün olsa da TCK 43’de yer alan artırım ve istis- muhtelif kararlarının bulunması içtima teorisinin tam nalar TCK 44’e kıyas yoluyla uygulanamayacaktır zira olarak rayına oturmasını güçleştirmektedir. Esasen ceza hukuku genel hükümlerinde yapılacak kıyas ceza suç teorisinin temelinde gerçekleşen bu tartışmalar sorumluluğunun genişlemesine sebep olmamalıdır. suçların içtimaının kapsamını da doğrudan etkilemeSöz konusu kıyas açıktır ki farklı neviden fikri içtima si bakımından son derce mühimdir. bakımından ceza sorumluluğunu genişletecektir. C. FARKLI NEVİDEN FİKRİ İÇTİMANIN ÖZEL SONUÇLARI Fikri içtimaı meydana getiren suçlardan bir tanesinin dava zamanaşımının dolması halinde artık bu suç fikri içtima kapsamında değerlendirilemeyecek; ancak zamanaşımına uğramamış suç bakımından yargılama ve cezalandırma yoluna gidilebilecektir [72]. Fikri içtima kapsamındaki suçlardan en ağır olanının şikâyete bağlı olması halinde ise bu suça ilişkin şikâyet bakımından hak düşürücü sürenin dolması beklenir; sürenin dolması halinde yargılama ve cezalandırma daha hafif suç bakımından gerçekleştirilir [73]. Fikri içtimaı oluşturan suçlardan bir tanesinin teşebbüs aşamasında kalması fikri içtima uygulanmasını etki- Suç teorisindeki bu tartışmaların varlığı ve fiilin muhteviyatındaki muğlak durum devam ettiği sürece ceza hukukunun pek çok noktasında kendisini gösteren bu doktrinsel ihtilaf suçların içtimaında da varlığını sürdürmeye devam edecek gibi gözükmektedir. DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-Mehmet Emin ARTUK/Ahmet GÖKÇEN/A. Caner YENİDÜNYA; Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 6. Baskı, 2012, Ankara, s.669; Hakan HAKERİ; Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 16. Baskı, 2013, Ankara, s.555; Neslihan GÖKTÜRK; Fikri İçtima, Adalet Yayınevi, 1. Baskı, 2013, Ankara, s.6. 2-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı”, Ceza Hukuku ve Kriminoloji Dergisi, C 2, S 74 HUKUK 1-2, 2014, İstanbul, s.32. 3-Zeki HAFIZOĞULLARI/Muharrem ÖZEN; Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, U-S-A Yayıncılık, 5. Baskı, 2012, Ankara, s.374. 4-Doğan SOYASLAN; Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayıncılık, Güncelleştirilmiş 4. Baskı, 2012, Ankara, s.256 . 5-Neslihan GÖKTÜRK; Fikri İçtima, s.8 v.d. 6-Neslihan GÖKTÜRK; Fikri İçtima, s.12 v.d. 7-Mahmut KOCA/ İlhan ÜZÜLMEZTürk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayıncılık, Güncellenmiş 5. Baskı, 2012, Ankara, s.431. 8-HAFIZOĞULLARI/ÖZEN; a.g.e., s.377. 9-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.431. 10-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı”, s.40; Yargıtay CGK, 6.7.2010, E. 2010/8 51, K. 2010/162 “Ayrıca, sanık Seyithan’ın hukuki anlamda tek sayılan “birden fazla ateş etme” eylemi sonucunda, birden çok kişinin “olası kastla” yaralanmış olması nedeniyle, 5237 sayılı TCY.nın 43/2. Maddesindeki “aynı nev’iden fikri içtima” hükümlerinin uygulanması gerektiği de ileri sürülebilirse de, 43. maddenin 3. fıkrası uyarınca “kasten yaralama” suçları açısından “aynı nev’iden fikri içtima” hükümlerinin uygulanma olanağı bulunmadığından, bu açık yasal düzenleme uyarınca gerçek içtima kuralları uyarınca olası kastla yaralanan her bir mağdur yönünden ayrıca hüküm verilmesi gerekmektedir.” Anılan kararda Yargıtay’ın fiilin tespitinde neticeyi esas alması halinde birden fazla neticenin meydana gelmesinden bahisle doğrudan gerçek içtima değerlendirmesi yapması gerekirken; fiil açısından hareketi esas alarak hukuki anlamda tek bir hareket dolayısıyla tek bir fiil bulunduğu tespiti ile aynı neviden fikri içtima ve TCK 43/3’te yer alan istisna hükmü gereği de gerçek içtima değerlendirmesi yapmıştır. 11-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.432. 12-Fatih BİRTEK; Ceza Hukuk Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 3. Baskı, 2014, Ankara, s.320; İzzet ÖZGENÇ; Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayıncılık, 7. Baskı, 2012, Ankara, s.515; Veli Özer ÖZBEK/ M. Nihat KANBUR/ Pınar BACAKSIZ/Koray DOĞAN/İlker TEPE; Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 1. Baskı, 2010, Ankara, s.514. 13-Timur DEMİRBAŞ; Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 8. Baskı, 2012, Ankara, s. 504. 14-Pervin AKSOY İPEKÇİOĞLU; ”Türk Ceza Kanunu’nda Bileşik Suç”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 61 (1), 2012, Ankara, s. 43. 15-Bahri ÖZTÜRK/Mustafa Ruhan ERDEM; Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku, Seçkin Yayınevi, 12. Baskı, 2012, Ankara, s.624. 16-Nur CENTEL/Hamide ZAGER/Özlem ÇAKMUT; Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Basım Yayın, 7. Baskı, 2011, İstanbul, s.520. 17-Remzi GÜNDÜZ/ Veysel GÜLTAŞ; 2006-20072008 İçtihatları İle 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu 75 Genel Hükümler Cilt 1, Bilge Yayınevi, 1.Baskı, 2009, Ankara, s.307, Yargıtay 6. Ceza Dairesi, 10.12.2007 T. E:97 – K:13859 “Sanıkların bileşik suçlardan olan nitelikli yağma suçunu, 5237 sayılı TCY’nın 149/1-a, c, d, h maddesine uyan biçimde silahla, birden fazla kişiyle, konutta ve geceleyin işlediklerinin anlaşılması karşısında, anılan maddede yazılı nitelikli yağma suçunun ağırlaştırıcı nedeni olan konut dokunulmazlığını bozma suçundan ayrıca hüküm kurulması olanağı bulunmadığı gözetilmeden yazılı biçimde uygulama yapılarak, aynı Yasanın 42/1. Maddesine aykırı davranılması...” Yargıtay 6. Ceza Dairesi 28.11.2006 T. E: 12231 “5237 sayılı Türk Ceza Yasasında yağma suçunun konutta işlenmesi aynı Yasanın 149. Maddesinin 1. Fıkrası “d” bendine göre suçun nitelikli halini oluşturan öğelerinden bulunduğundan; sanıkların ayrıca bu suçtan da cezalandırılamayacağının gözetilmemesi …” 18-CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; a.g.e., s.521. 19-ÖZBEK/KANBUR/BACAKSIZ/DOĞAN/TEPE; a.g.e., s.513. 20-Timur DEMİRBAŞ; a.g.e., s. 505. 21-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.515,516. 22-Yargıtay CGK, E. 2010/9-254, K. 2011/31 ”..sanıkların amaçlarının baştan beri yağma suçunu işlemek olduğu, katılanın görüntü ve fotoğraflarını kaydetmelerinin yağma suçunun devamı şeklinde olup, olayda tehdit suçunun özel bir görünüm şekli olan şantaj suçunun ayrıca oluşmadığı, şantaj içerikli ifadelerin yağma suçunun tehdit unsuru içinde kaldığı ve sanıkların eylemlerinin bir bütün halinde yağma suçunu oluşturduğunun kabulünde zorunluluk bulunmaktadır. 23-Hakan HAKERİ; a.g.e., s.561. 24-Timur DEMİRBAŞ; a.g.e., s.506. 25-Timur DEMİRBAŞ; a.g.e., s.506; Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.259. 26-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.519; Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.261. 27-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.677 28-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.260. 29-ÖZTÜRK/ERDEM; a.g.e., s.333; CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; a.g.e., s.509-510. 30-ÖZTÜRK/ERDEM; a.g.e., s.333. 31-CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; a.g.e., s.510. 32-CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; age,s.510; Timur DEMİRBAŞ; a.g.e., s.507. 33-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.439. 34-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.678; Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 02.10.2007, 6-195/197 “Somut olayda sanığın bir apartmanın üçüncü katında oturan yakınının evine penceresinden girerek para ve bir kısım eşya ile birlikte aldığı otomobil anahtarıyla evden çıkıp hemen evin önünde otoparkta bulunan aracı çalması eyleminde, araya zaman aralığı girmediği ve fiilin kesintiye uğramadan devam ettirildiği gözetildiğinde zincirleme suç hükümlerinin uygulama HUKUK yerinin bulunmadığı, sanığın eyleminin bütün halinde tek bir hırsızlık suçunu oluşturduğu, suça vasıf verilirken eylem bütünlüğü içindeki en ağır niteliğe dayanılması icap ettiği, Yerel Mahkemece bozma üzerine yeni hüküm kurulurken oluşum bütünlüğünün gözetilerek Yasanın 61 inci maddesince temel cezanın tespitinin uygun olacağı, görüş ve kanaati benimsendiğinden, Özel Dairenin sanığın eyleminin tek hırsızlık suçunu oluşturduğuna ilişkin kararı isabetli olup, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmelidir...” KOCA/ÜZÜLMEZ; age, s.440; Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 08.04.2009, 2540/4415 “Aynı zamanda ve mekanda birbirlerini takibeden nitelikli cinsel saldırı eylemlerini gerçekleştirirlerken mağdurenin kollarından tutmak suretiyle direncini kırıp, birbirlerine yardımcı olan sanıklardan her birinin, bizzat gerçekleştirdiği eylemle birlikte, diğer sanığın eylemine TCK’nın 37. Maddesi kapsamında fail olarak katılmış olmasından dolayı haklarında bu suçun nitelikli hali olan 102/3-d maddesi ile birlikte aynı Yasa’nın 43/1. Maddesinin de uygulanması gerektiğinin gözetilmemesi …” 35-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.262; KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.441; Yargıtay 4. Ceza Dairesi 03.05.1994, 942/3887 “Sanığın Yargıtay’dan gelen dosyaların esasını kapatmama, bir kısım belgeleri dosyalarına yerleştirmeme ve temyiz dilekçeleriyle ilgili işlem yapmama şeklinde aynı nitelikte 1991-1992 yılları içinde süre gelen ve bir suç işleme kararının icrası cümlesinden olarak yasanın aynı hükmünün ihlali niteliğinde bulunduğu kabul edilen eylemleri için TCY’nin 230 ve 80. maddelerinin uygulanması.” 36-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.441; Hakan HAKERİ; a.g.e., s.569. 37-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.526. 38-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.439. 39-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.258. 40-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.530, Yargıtay Ceza genel Kurulu, 4.10.2011, E: 2011/8-115 K: 2011/197 “ Zincirleme suç, 765 s. TCK 80. Maddesinde, “ Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün bir kaç defa ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır” şeklinde düzenlenmişken, 5237 sayılı Yasanın 43/1. Maddesinin konumuza ilişkin ilk cümlesinde; “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir” biçiminde düzenlenmiştir. 763 s. TCK’da yer alan “ muhtelif zamanlarda vaki olsa bile” ifadesinden hareketle aynı suç işleme kararı altında birden fazla suçun aynı zamanda işlenmesi durumunda diğer koşulların da varlığı halinde zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi olanaklıdır. 5237 sayılı TCY’nın 43/1. Maddesinde bulunan “değişik zamanlarda” ifadesi nedeniyle zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için, suçların mutlaka değişik zamanlarda işlenmesi gereklidir ki bunun sonucu olarak, aynı mağdura, aynı zamanda, aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda tek suçun oluşacağı kabul edilmiştir. Bu halde zincirleme suç hükümleri uygulanarak artırım yapılmayacak, ancak bu husus 5237 sayılı TCY’nın 61. Maddesi uyarınca temel cezanın belirlenmesinde göz önüne alınabilecektir.” 41-Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 13.12.2007 t. 6273/10854 “Futbolcu olan sanığın resmi karşılaşmada kendisine kırmızı kart gösteren hakeme tükürmek, maç bittikten sonra da televizyon kameraları karşısında “Bu Hakem Hırsız” demekten ibaret eylemlerinin, sürenin kısalığı da göz önünde tutulup” ... bir suç işleme kararının icrası kapsamında aynı kişiye aynı suçun birden fazla işlenmesi anlamına geldiği...” zincirleme suç hükümlerinin uygulanması gerektiği gözetilmeden, iki ayrı sövme suçundan hüküm kurulması...” 42-Doğan SOYASLAN; s.260. 43-Hakan HAKERİ; a.g.e., s.571. 44-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.525. 45-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.519, Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 1.6.1999, 6-122/145 “Aynı suç işleme kararından yasanın aynı hükmünü bir çok kez ihlal etme hususunda önceden kurulan bir plan, genel bir niyetin anlaşılması gerekir. Bu bağlamda failin suçu işlemeden önce bir plan yapmasının veya bu suça niyet etmesinin, fakat, eylemi bir defada yapmak yerine kısımlara bölmeyi ve o surette gerçekleştirmeyi daha uygun görmesinin, hareketinin önceki hareketinin devamı olmasının ve tüm bu hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunmasının anlaşılması gerekmektedir. Aynı suç işleme kararının varlığı, her olayda suçun işlenmesindeki özellikler, suçun işleniş biçimi, eylemlerin işlendikleri yer ve işlenme zamanı, eylemler arasında geçen süre, mağdurların farklı olup olmadıkları, ihlal edilen değer ve yarar ile korunan değer ve yarar, olayların oluşum ve gelişimi ile tüm özellikleri olaysal olarak değerlendirilerek belirlenecektir. 46-YCGK, 13.10.1998, 304. 47-Hakan HAKERİ; a.g.e., s. 572. 48-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı”, s.42; Yargıtay CGK, 15.2.2005, E. 2005/1112, K. 2005/12, “Bu hususta Ceza Genel Kurulunun 18.11.1985 gün ve 220-585 sayılı kararı da önemli bir emsal oluşturmaktadır. Anılan kararda, suç işleme kararında birlik bulunması halinde suçtan zarar görenin birden fazla olmasının, eylemlerdeki bağlantıyı ve teselsülü etkilemeyeceği, müteselsil suçu ancak kararın yenilenmiş olmasının ortadan kaldıracağı belirtilmiş, böylece dolandırıcılık suçunda mağdur sayısının fazlalığının teselsüle mutlak engel bir hal olmadığı kabul edilmiştir. Açıklanan bilimsel görüşler ve yargısal kararlar ışığında somut olayı değerlendirecek olursak; Özel bir öğrenci yurdunda aşçı olan sanık yurtta kalan öğrencilerden birkaçına ucuz cep telefonu ve bilgisayar malzemesi satıp güvenlerini kazanmış, olayın duyulup yayılmasından sonra bu kez yurttaki diğer öğrencilere, yurtdışında cep telefonu ve bilgisayar malzemesi vurgunu yaptıklarından, bunları satmak istediklerinden söz ederek birkaç numune gösterip, marka ve model siparişlerini not ettiği mağdurlara malı daha sonra teslim edeceği vaadinde bulunarak, bir kısmından kaparo bazılarından da sipariş bedelini aldıktan sonra topladığı paralarla ortadan kaybolmuştur. Sanığın somut olayda, önceden yaptığı 76 HUKUK plan ve genel niyet doğrultusunda hareket ettiği anlaşılmaktadır. Tümü aynı ortamda yaşayan mağdurlarla ayrı yer ve zamanlarda görüşerek hile ve desiseye başvurduğu kanıtlanamadığı gibi, yaklaşık bir haftalık bir süreç içinde gerçekleştiği saptanan olayın gelişim seyri itibarıyla, sanığın suç işleme kararının yenilendiğini gösteren bir durum da söz konusu değildir. O halde, yurdun aşçısı olan sanığın bir suç işleme kararı çerçevesinde, aynı yurtta kalan mağdurları ucuz cep telefonu ve bilgisayar malzemesi getireceğinden bahisle toplu biçimde kandırarak haksız çıkar sağlamak şeklindeki eyleminin, müteselsilen dolandırıcılık suçunu oluşturduğu kabul edilmeli, mağdur sayısının çokluğu ise TCY ‘nın 29. maddesi uyarınca temel ceza belirlenirken aşağı hadden uzaklaşmayı gerektiren bir neden olarak dikkate alınmalıdır. Bu itibarla, sanığın her bir mağdura yönelik eyleminin gerçek içtima kurallarının uygulanmasını gerektiren ayrı dolandırıcılık suçlarını oluşturduğuna ilişkin Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.” Yargıtay CGK, 2.3.1987, 6-341/84, “Öğretmenler odasında ayrı kişilere ait iki çantadan para çalan sanığın eylemi müteselsil şeklinde hırsızlık suçunu oluşturur.” 49-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.444. 50-GÜNDÜZ/GÜLTAŞ; a.g.e., s.311, Yargıtay 2. Ceza Dairesi 15.01.2008 t. 15307/143 “Sanığın eşini evin içinde dövmesinin ardından, katılan eşin üst kattaki ev sahibine çıkıp olayı telefonla emniyete haber vermesinden sonra sanığın da eşinin peşinden gitmesi ve evine dönüşleri sırasında olayın devamı mahiyetinde eşini ev kapısı önünde tekrar dövmesinin tek suç oluşturduğu 5237 sayılı TCK’nın 43/3. Maddesi uyarınca kasten yaralama suçlarında zincirleme suç ile ilgili hükmün uygulanmayacağı gözetilmeden sanığın eyleminin zincirleme suç olarak kabulü ile hakkında ceza tayini...” 51-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.527. 52-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.446. 53-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.441. 54-SOYASLAN/DOĞAN; a.g.e., s.262. 55-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.445. 56-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı, s.45; Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 6.7.2010, 2010/8-51 E., 2010/162 K. “765 sayılı TCY.nda, aynı nev’iden fikri içtima ile farklı nev’iden fikri içtima tek madde halinde ve Yasa’nın 79. maddesinde düzenlenmiş iken, 5237 sayılı TCY.nda bu iki hal birbirinden ayrılarak, aynı nev’iden fikri içtima, zincirleme suçun düzenlendiği 43. maddenin 2. fıkrasında, farklı nev’iden fikri içtima ise Yasa’nın 44. maddesinde düzenlenmiştir.” 57-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.688; KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.447. 58-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.689 vd. 59-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., ,s.690; Yargıtay 1. Ceza Dairesi, 19.10.1982 “...mağduru öldürmek için bulunduğu yere birden çok ateş ederken mermilerden birisinin vitrin camını kırdığı, diğerinin saklanmak isteyen mağdura isabetle yaraladığı, diğer 77 bir merminin de olayla ilgili bulunmayan üçüncü bir kişiye isabet ederek onu yaralamış olduğuna göre sanıklar hakkında TCY’nin 79. Maddesi uygulanmalıdır”; TBMM, Dönem: 22, Yasama Yılı: 2, Sıra Sayısı: 664, s. 452. 60-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı”, s.46; TBMM, Dönem: 22, Yasama Yılı: 2, Sıra Sayısı: 664, s. 452 “Gerek doktrinde gerek uygulamamızda, hedefte sapma durumunda da fikri içtima hükmünün uygulanması gerektiği konusundaki görüş hâkimdir. Bu nedenle, kanuni düzenlemede hedefte sapmanın şahısta yanılma ile birlikte değerlendirilmesinden vazgeçilmiştir. Örneğin bir kişiyi yaralamak için fırlatılan sopa, mağduru yaraladıktan sonra veya mağdura isabet etmeden vitrin camına çarparak kırılmasına neden olabilir. Bu durumda, sopa fırlatma fiiliyle hem tamamlanmış veya teşebbüs aşamasında kalmış kasten yaralama suçu hem de başkasının malına zarar verme suçu işlenmiş olmaktadır. Aynı şekilde, bir kişiyi öldürmek için ateşlenen silahtan çıkan kurşun, mağdura isabet etmeden duvara çarpması nedeniyle sekerek bir başkasının ölümüne veya yaralanmasına neden olabilir. Bu durumda, hedeflenen kişi açısından kasten öldürme suçu teşebbüs aşamasında kalmıştır; ancak, sekme sonucunda ölümüne veya yaralanmasına neden olunan kişi açısından ise, taksirle öldürme veya taksirle yaralama suçu işlenmiş olmaktadır. Bu gibi durumlarda kişi işlediği bir fiille birden fazla farklı suçun oluşumuna neden olmaktadır ve bu suçlardan en ağır cezayı gerektireni ile cezalandırılmasıyla yetinilmelidir.” 61-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.267-268. 62-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.690. 63-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.691; Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 21.01.1958, 5620/10934 “... maznunun aynı kavgada ve aynı zamanda mağdurun eline ve ayaklarına vurmakla ika ettiği yaradan dolayı TCK.nun 79 uncu maddesi nazara alınmadan ayrı ayrı ceza tayini yolsuzdur.” 64-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.267. 65-Yargıtay 6. CD, 4.11.2008, E. 2007/8659, K. 2008/18853, “Sanığın, çadır içindeki cüzdan ve telefonların farklı kişilere ait olduğunu bildiğini açıkça kabul etmesi karşısında; her yakınana yönelik eylemi nedeniyle ayrı ayrı uygulama yapılması yerine zincirleme suç olarak kabulüyle yazılı biçimde hüküm kurulması” Yargıtay 6. CD, 22.2.2010, E. 2009/297, K. 2010/1637, “Sanığın kollukta savunmanı yanında verdiği 13.09.2005 tarihli ifadesinde, ‘konutun içerisine girdiğinde, yakınanların uyuduklarını gördüğünü, yattıkları yerlerin baş taraflarında bulunan gömlek, pantolon ve cep telefonlarını çalarak evden çıktığını ve dışarıda gömlek ve pantolon ceplerinden paralarını aldığını’ belirtmiş olması karşısında yakınanların ve suça konu eşyalarının eylem sırasındaki konumları itibariyle, sanığın çaldığı eşya ve paranın ayrı ayrı yakınanlara ait olduklarını bilerek suçu işlediği gözetilmeden, iki ayrı hırsızlık suçundan mahkumiyeti yerine, eylemin tek zincirleme suç olduğu kabul edilerek yazılı biçimde uygulama yapılması” Yargıtay 6. CD, 6.9.2008, E. 2006/12217, K. 2008/13109, “... katılan- HUKUK ların halı sahanın içindeki soyunma odasına astıkları giysilerinin içinden cep telefonlarını, paralarını ve bir adet kol saatini çalan sanığın, katılanların sayısı kadar hırsızlık suçunu işlediği gözetilmeden, zincirleme suç oluşturduğu kabul edilerek, tek eylemden hüküm kurulması …” 66-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.691. 67-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı”, s.52. 68-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı”, s.53. 69-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.451. 70-GÜNDÜZ/GÜLTAŞ; a.g.e., s.322, Yargıtay 10. Ceza dairesi, 27.11.2007, 2007/16652 E, 2007/13837 K., “Sanığın suça konu uyuşturucu ile Atatürk havalimanı yolcu kontrol noktasında yakalanmış olması ve tüm dosya kapsamında göre, eyleminin uyuşturucu madde ihracına teşebbüs aşamasında kalmış olduğu değerlendirildiğinde, biri ihraca teşebbüs, diğeri tamamlanmış nakletme olmak üzere iki ayrı suçu işlemiş olacağından; TCK’nın 44. Maddesi gereğinde, tamamlanmış nakletme suçundan uygulama yapılıp belirlenecek sonuç ile ihraca teşebbüs suçundan yapılan uygulama ile belirlenen sonucun karşılaştırılması ve daha ağır sonuç doğuran suç esas alınarak hüküm kurulması gerekirken belirtilen nitelikle somutlaştırma ve karşılaştırma yapılmadan yazılı şekilde hüküm kurulması...” 71-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı, s.50. 72-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.268. 73-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.268. 74-Hakan HAKERİ; a.g.e., s.590-592. 78 İLETİŞİM BİLİMLERİ İLETİŞİM BİLİMLERİ SİYASAL İLETİŞİM VE KİTLE MANİPÜLASYONU İLİŞKİSİ ması ve hızlı gelişimidir. Propaganda savaş sırasında ülkede morali yüksek tutmak amacıyla ve düşmana karşı psikolojik bir silah olarak kullanıldı. Savaş propagandasını geliştirip sistemleştiren İngilizlerdir. Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru Haberalma servisi, 27 Mayıs 2013 Emirhan UYSAL hükümetin propaganda çabalarını oluşturup biçimlendirdi; bu konu üzerine yapılan araştırmaları derleyen iyasal iletişim, bireylerin veya toplulukların incelemeler, ülke dışındaki tüm birimlere dağıtıldı. İngirdiği iktidar mücadelesinin bir aracıdır. Pro- gilizlerin propaganda faaliyetleri o kadar gizliydi ki bu pagandadan baskı gruplarına, halkla ilişkiler- sözcüğün Encyclopedia Britannica’ya ilk kez girişi anden medya manipülasyonuna, beyin yıkama- cak 1922’de, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra dan siyasal reklamcılığa, çok geniş bir yelpaze olmuştur [3]. içindeki siyasal amaçlı tüm iletişim etkinlikleri bu kapsamda yer alır. Siyasal reklamcılık ise 1950’lerden itibaren kitle toplumlarında siyasal iletişimin bir Başkan Wilson propagandayı hükümeti desteklemek uygulaması olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal iletişim, amacıyla kullanan ilk dünya lideriydi. ABD 1917’de siyasal reklamcılık ve propaganda birbirinden farklı Almanya’ya savaş ilan ettiği zaman, CPI (Committe on Public İnformation) adlı kurumu oluşturdu; böyözellikler göstermektedir. lece propaganda ilk kez modern bir hükümet tarafından da dünya çapında yaygınlaştırılmış oluyordu [4]. Siyasal iletişim ve propaganda, politikanın tüm alanlarını ve geniş bir zaman dilimini kapsayan bir özelliğe sahipken, siyasal reklamcılık seçim dönemleriyle Birinci Dünya Savaşı’na modern propagandanın başlangıcı diyebiliriz ancak en önemli propaganda sınırlı bir etkinlik durumundadır [1]. çalışmasını Nazi Almanya’sı gerçekleştirmiştir. Propaganda ilkelerini uygulayarak iktidar olan Hitler, Günümüzde siyasal iletişim ve siyasal reklamcılık gibi propagandayı o kadar önemsemiştir ki 1933’te Halkı kavramlardan söz ediyoruz fakat en başlarda sadece Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı oluşturarak bapropaganda vardı. Reklam ve reklamcılığın gelişimi- şına, kendisine seçimi kazandıran Gobbels’i atamıştır. ne bakıldığında, başlangıçta propaganda ilkeleri kul- Bu gelişim süreci de elbette kitle iletişim araçlarının lanılarak adeta tezgahtarlık yapıldığı görülmektedir. gelişimiyle paraleldir. Özellikle televizyonun gelişiPropaganda en basit tanımıyla kamuoyunu ve top- miyle propaganda şekil değiştirmiş ve kendisini bulumu belirli bir yönde etkileme, onlara bir düşünceyi günkü siyasal iletişim ve ticari reklamcılık içerisinde benimsetme ve bu faaliyetler doğrultusunda eyleme kaybettirmiştir. Hepsinin temelinde ikna sanatının geçirtmek için kullanılan bir iletişim faaliyetidir. Pro- yattığını düşünürsek 1950’lerden bu yana geleneksel pagandanın başlangıcı, topluluk haline gelen insanın propagandanın yerini reklamcılığın alması şaşırtıcı egemen bir güç arayışı kadar eskidir. Bu egemen güç(- değildir. Aradaki fark ise zaman kullanımıdır. Propayönetici-iktidar) arayışı ise politikayı ve propagandayı ganda uzun vadeli bir hedef ve süreç içerirken, reklam başlatan unsurdur. Bu durum ikna ve hatiplik olgu- kısa vadede sonuç arar. sunu da beraberinde getirmiştir. Kendi üstünlüğünü kurmaya çalışırken kalabalığın hoşuna gitmeyi amaçlayan hatip, iktidar arzusunun kölesidir ve tamamen Toplum propagandayı, propaganda ise siyasal iletişim ve siyasal reklamcılığı doğurmuştur. Hepsinin temesahte değerler düzeni içinde iş görür [2]. linde yer alan hitabet ve ikna ise konumuzun mihenk taşıdır. Propaganda ve siyasal iletişimin 1950’den bu Propaganda bu kadar eski olmasına rağmen, ilk pro- yana gösterdiği inanılmaz gelişim kitle manipülasyofesyonel örneğini birinci dünya savaşı ve özellikle nunu öyle bir hale getirmiştir ki seçilmiş yalan sürekli ikinci dünya savaşı esnasında göstermiştir. Bunun en kayıtlara geçerek sonunda bir gerçek olacaktır [5]. İkna büyük nedeni ise kitle iletişim araçlarının ortaya çık- ve kitle manipülasyonu, günümüzde dünyanın her S 80 İLETİŞİM BİLİMLERİ İLETİŞİM BİLİMLERİ ülkesinde iktidarları ve kamuoyunun tutumlarını belirlemekte rol oynamaktadır. Toplum var olduğundan beri var olan ikna, kitle manipülasyonu ve propaganda unsurları öyle gözüküyor ki dünyanın sonuna kadar da var olmaya devam edecektir. DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-Erol Çankaya, Gösteri Demokrasisinde Siyasal Reklamcılık, Boyut Yayıncılık, 2008 2-Aristotales, Retorik, Yapı Kredi Yayınları, 1998 3-Anthony Pratkanis-Elliot Aronson, Propaganda Çağı, Paradigma Yayınları, 2008 4-Gilles d’Aymery, Gösteri Demokrasisinde Siyasal Reklamcılık, Çeviren: Erol Çankaya Boyut Yayıncılık, 2008 5-George Orwell, 1984, Can Yayınları, 1999 KÖLELER VE EFENDİLER 13 Ağustos 2013 Emirhan UYSAL “B ir hükumetin bozulması için genel olarak iki yol vardır: Biri hükumetin daralması, öbürü de devletin dağılması. Bir hükumetin sıkışıp daralması, büyük sayıdan küçüğe, yani demokrasiden aristokrasiye, aristokrasiden krallığa geçmesiyle olur. Hükumetin doğal eğilimi budur… … Kamu görevi yurttaşların en başta gelen işi olmaktan çıktığı ve yurttaşlar kendileri çalışacak yerde, paralarıyla hizmet görme yolunu seçtikleri zaman, devlet yok olmaya yüz tutar. Savaşa mı katılmak gerekiyor? Yurttaşlar paralarıyla asker tutar, kendileri evde otururlar; toplantıya mı gitmek gerekiyor, o zamanda milletvekilleri seçer, yine evlerinde otururlar. Tembellikleri ve paraları onlara sağlasa sağlasa yurdu köleliğe sürükleyecek askerlerle, onu satacak temsilciler sağlar.” Fransız İhtilalinin etkenlerinden olan ünlü yazar, Jean Jacques Rousseau söylemiş bu sözleri ve yine aynı adam demiş ki ; “Bugüne kadar hiç gerçek demokrasi görmedim.” Fransız ihtilalini de göremeden ölmüştür zaten. Peki Rousseau iki asır daha yaşamış olsaydı “gerçek” bir demokrasi görebilir miydi sizce? Hiç sanmıyorum. İnsanoğlu doğduğunda çırılçıplaktır, özgürdür. Büyüdükçe birilerinin üstüne çıkar ve kendisini kimi insanların üstünde “efendi” gibi görebilir. Hep bir üstü, “efendisi” olduğunu farkedene kadar da yükselmek isteyecektir. Bir gün (şayet o gün gelirse) insan en üste kadar gelemeyeceğini anlar. Çünkü elindeki makam ve mevki hep birilerine, hep bir veya birkaç etkene bağımlı olacaktır. Bu aydınlanmış hale gelen insan özgür kalabilir mi? Bilemiyorum, ancak hiç olmazsa bilmeden “efendi” olabilmek için kölelik yapmaz. Hep kendisinden daha büyüğü olan birisi ömrü boyunca daha kıdemli bir köle olabilmek için yırtınacaktır. 81 Bunlar bizim için niye önemli dersiniz? Rousseau ve diğer birçok filozofun demokrasi dediği zaman söylediklerinin bugünkü demokrasiler olmadığını anlamak güç değildir. İşte bu sözde özgürlükçü düzen, doksan senelik demokraside beş defa zorla hükumeti ele geçirme eyleminin oluşmasını engelleyememiştir, on veya on iki senedir dokunulmazlıkların kalkmasıyla ilgili tartışmalara devam edilmesine ve darbe anayasasının günümüz şartlarına uygun bir “ileri demokrasi” ürünü haline getirilmesine bir katkı sağlamamıştır.. Üstelik yürütme erkini tek başına elinde bulunduran bir anlayış senelerdir meclisin büyük çoğunluğunu elinde bulundurmasına rağmen, daha önemsiz meseleler yerine devletin temel yapısıyla alakalı konuları tartışmaya koyup, tam anlamıyla çözüme ulaştıramamıştır. Ergün adalet sisteminin ve devlet temelinin tartışıldığı bir ülkede radikal ama gerçekten radikal değişiklikler yapmak istediğini söyleyen büyük güç; “yürütme” bile bu tür köklü değişiklikleri ya yapamıyor ya da geç, yarım yamalak yapıyor. Sorarım size sivri tartışmaların yapıldığı, siyasi içerikli açık oturum programları her zaman farklı kişi ve konularla yayınlarını nasıl sıklaştırıyor? Sorun çözülen yerde tartışma olur, sorun yaratılan ortamda tartışma olur, sırf daha güçlü olabilmek için ortalık karışsın isteniyorsa da tartışma olur. O yüzden bir şeyler tartışılıyor diye çözülüyor zannetmemek gerek. Bir gün bakıyorsunuz bir futbol takımı her televizyon kanalında, diğer gün ise bir televizyon dizisi gündeme oturmuş, bir gün Suriye, başka bir gün başka bir şey, ama nedense konular ya küçük ya da önemli olmasına rağmen yüzeysel tartışmalara neden olan meseleler. İşte bunun nedeni siyasal düzen ve her hükümetin iktidarda kalma isteğinin bir sonucudur. Demokrasi gelsin diye sokağa dökülen Mısır halkı şimdi de yeni düzeni beğenmedi. Acaba gelen sistemler sadece adı demokrasi olan ve size seçme yanılgısını sağlayan sistemler mi dersiniz? Irak’ta demokrasi ülkeyi çok daha önceleri üçe bölmüştü, Mısır’da demokrasi halkı birbirine kırdırma noktasına getirdi, Libya’da sokaklar demokrasi adına cehenneme döndü. “Ben seçiyorum önümde bütün seçenekler var ve istediğimi temsilcim yapıyorum.” diye düşünmek büyük 82 İLETİŞİM BİLİMLERİ İLETİŞİM BİLİMLERİ yanılgıdır. Ne de olsa Hitler de seçimle başa gelmiştir. Seçim demokrasi değildir ve temsilciyle gerçekten demokrasi olmaz. Günümüz nüfusu ve şartlarında gerçek demokrasi bir hayal ve günün şartlarında başka bir seçenek yok diyelim, peki herkesin demokrat olduğu güzel ülkemde neden her siyasi parti, milletvekillerinin sırasını dahi bir iki kişiyle belirliyor ve siz niye sadece belirlenmiş listelere oy atıyorsunuz? Neden kimse çıkıp “Ben kendi temsilcimi seçemiyorum seçme hakkım elimden alınıyor.” demiyor? Neden tek adamların kararlarıyla hareket eden siyasi görüşlerimiz var? Demek ki anlayışlarımız da demokratik değil. İşte bütün soruların ve sorunların cevabını Eflatun bir cümlede açıklamış. Tabi burada sözü geçen eğitimden anlaşılması geren şey günümüzdeki sadece mesleki gereklilikleri öğreten kurumların devlet idaresine göre verdiği eğitim değildir. Yani tahsil oranınızı dikkate almayın. “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.” V FOR VENDETTA VE SİMÜLASYON nebze de geçmiş faşist iktidarların propaganda yöntemleri ve iktidarı elinde tutmak için kullandığı yöntemleri barındırıyor. Tıpkı Nazi Almanya’sında olduğu gibi azınlık unsurların yok sayılması ve yok edilmesi üzerine birçok unsur bu filmde mevcut. Müslüman9 Aralık 2013 Emirhan UYSAL lar, homoseksüeller ve hatta göçmenler ile ilgili -özellikle eşcinsellik ile ilgili vurgu filmin başından sonuna lasik anlatı sinemasının temel amacı ik- kadar göze batacak niteliktedir, Filmin yapımcılarıntidarın söylemini kitlelere icbar etmektir. dan Lana Wachowski’nin cinsiyet değiştirmiş olması Hollywood, yani Los Angeles şehrinin bu durumu açıklayabilir- Lewis Prothero’nun prograkuruluşu bu amaç üzerinedir. Hollywood mında söyledikleri ve Muhafazakar Parti iktidarının sinemasının kuralları katıdır ve kendi an- eylemlerinden görebilmekteyiz. layışı dışına çıkmaya izin vermez. V for Vendetta filmi klasik anlatı sinemasının bir örneğidir yani öyküleyici bir anlatımı tercih eder. Bu da giriş, gelişme, sonuç Baudrillard Teorisi şeklinde ilerler. Bu anlamıyla klasik anlatı sineması, Baudrillard’ın kuramında üç temel unsur vardır. Bunsinemanın ideolojiyle iç içe geçişinin bir ürünüdür. lar; Simülakr, Simüle Etme ve Simülasyondur. Burda Baudrillard’ı seçim sebebim de budur. Boudrillard’ın Simüle etmek, gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi temel olarak yaptığı simülasyon kuramı üzerinden ik- gösterme çabasıdır yani –mış gibi yapmaktır. Simülastidarı ve ideolojiyi çözümlemektir. Ben de bu sebep- yon ise belli araçlar vasıtasıyla yeni bir gerçeklik üreten dolayı V for vendetta’yı ve Boudrillard teorisini timidir. Simulakr ise bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünümdür. Örneğin, Hollywood, simülasseçtim. yonun kendisiyken, V for Vendetta filmi simülakrdır. K V for Vendetta filmi birçok açıdan tartışılması gereken öğeler barındırıyor. Bu film politik düzeyi yüksek bir film olarak algılanmaktadır. Ancak filmin politik düzeyi ana karakterin intikam duygusuyla engellenmiştir. İlk olarak Amerikan süper kahramanlarının hikayelerini anlatan çizgi roman şirketi Detective Comics (DC) tarafından ortaya çıkan “V” karakteri, sinema filmi ile izleyici ile buluşmuştur. Çizgi romanlarda daha anarşist bir yapıda bulunan “V”, Hollywood’un dokunuşlarıyla baskıcı rejime tek başına kafa tutan, intikamcı ve özgürlükçü bir karakter haline gelmiştir. Bu filmi Analiz ederken Jean Boudrillard’ın ortaya attığı kuramdan faydalanacağım. Bahsettiklerimin hepsini gerçekleştirebilmek için filmle ilgili bilgi sahibi olmak şarttır. V For Vendetta Filminin Analizi Wachowski Brothers’ın yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiği film, Matrix üçlemesinde çalışan ekiple birlikte hareket etmiştir. Sinema teknikleri açısından Matrix filmleriyle benzer yönleri bulunan film A. B.D-Almanya ortak yapımıdır. Film Guy Fawkes isimli tarihi karakterin hikayesini anlatarak başlar. Guy Fawkes İngiliz tarihinin en büyük haini olarak bilinir. 17.yy başında, Westminister Sarayı’ndaki İngiliz Parlamento Binasını, o yılki aristokrasi zirvesinde havaya uçurmayı planlayan 12 barut komplocusundan birisidir. Guy Fawkes’un tarihteki önemi saray mahzenlerinde barut dolu fıçılarla yakalanmış olmasından gelmektedir. Guy Fawkes, Filmle ilgili analizde Boudrillard’ın “Holocaust” isimli filmin ana karakteri olan “V” ye ilham olmuş ve butelevizyon dizisi ile ilgili çıkarımlarına ve simülasyon nun sonucu olarak “V” bütün eylemlerini Guy Fawkes teorisine yer veriyor olmamın en önemli sebebi, V for kostümüyle gerçekleştirmiştir. Fakat filmin senaryoVendetta filminin geleceği anlatan ama aslında geç- sunda anlaşıldığı gibi Guy Fawkes, anarşist-devrimci mişe vurgu yapan yönü oldu. Hikayede 2020 yılındaki değildir ve filmde bahsedildiği anlamıyla “özgürlük” baskıcı faşist iktidar 1940’lı yılların Avrupasını anlatır için saraya saldırı düzenleyen birisi değildir. Fawkes, niteliktedir. Gelecekte geçiyor olmasına rağmen hika- Protestan İngiliz kraliyetinin başta olduğu aristokraye, bir nebze günümüz demokratik iktidarlarının bir 83 84 İLETİŞİM BİLİMLERİ tik monarşi yönetiminin yerine Katolik bir rejim isteyenlerdendir. Hatta Hollanda’da mezhep savaşlarında Katolik İspanya ordusu saflarında savaşmıştır. İngiliz tarihciler, Fawkes’un başarısızlığının İngiltere demokrasisinde önemli bir zincir olduğunu eğer bu olay başarıyla sonuçlansa idi demokrasinin gecikeceğini öne sürmüşlerdir. Bu sebeptendir ki her 5 Kasım’da Fawkes maskeli oyuncak bebekler ateşe atılır ve bu gün havai fişeklerle kutlanır. Filmin başında okunan “remember remember the fifth of november” mısralarıyla başlayan şiir de Kral 1.James’in Fawkes’un eylemini gerçekleştirememesi üzerine yazdırdığı bir şiirdir. Şiir’in sonunda Katolik papaya da hakaret dolu sözler bulunmaktadır. Ancak Filmin senaryosunda Fawkes fikirleri uğruna ölen bir özgürlükçü, şiir ise o fikirlerin bir simgesidir. Fawkes’dan ilham alan “V” karakteri, film boyunca kendisine yapılanların intikamını alır ve en sonunda Guy Fawkes’un gerçekleştiremediğini gerçekleştirerek parlamento binasını havaya uçurur. yıkım işlemi olduğu bir terörist eylem olmadığı halka anlatılmaya çalışılır. Bunun üzerine kanal binasını basan “V” televizyon kanalı vasıtasıyla halka seslenir ve halkı gelecek 5 Kasımda parlamento binası önünde toplanmaya çağırır. Burdaki olayda Nazi SS subaylarını andıran kolcular, her şeye muktedir konumdadır. Adalet sarayını insanlara bir şeyler anlatmak için patlatan “V” nin bu eylemini boşa çıkarma görevi ise televizyonundur. Yine bu tutum da 2.Dünya savaşındaki Nazi Almanya’sında görülen propaganda bakanlığının uygulamalarına benzemektedir. Filmin bunu yeniden üretmesinin sebebini Boudrillard’ın holocaust ile ilgili yaptığı şu yorumla anlayabiliriz. Baudrillard’ın televizyon üzerinden yaptığı yorumu sinema üzerinden yapmamız gerekmektedir: “Bu olay trajik, ancak geçen zaman nedeniyle sıcaklığını yitirmiş, soğuk bir olaydır. Bu daha sonra başka biçimlerin içine yerleşen (buna soğuk savaş, vs. de dahildir) soğuk, soğutucu özelliğe sahip, caydırıcı ve yok edici sistemlere ait ve soğuk kitleleri de kapsayan (bu katliam sırasında öldükleri için bu olayla daha da yakından ilgilenen, muhtemelen onu yönlendiren en kızgın kitle, bu işe ölümüne inanmış ve kendi ölümlerinden de emin olan Yahudiler’dir) ilk önemli olaydır. Bu soğumuş olay televizyon adlı soğuk iletişim aracıyla yeniden ısıtılarak, bu görüntüler karşısında caydırıcı özelliğe sahip gerçek bir ürperti hissedecek ve heyecan duymadan izleyecek, kendileri de soğuk olan kitlelere sunulacaktır. Sonuç olarak gerçek katliam bir tür iyi niyetli bir felaket estetiğiyle unutulmaya mahkum edilecektir.” [2] Filmin geçtiği dönem ve şartları şöyledir. 2020 senesinde İngiltere, yaşadığı olumsuzluklar sonucu baskıcı bir faşizan yönetime tabii tutulmaktadır. Bu iktidar halkı maniple ederek kontrol altında tutmaktadır. Filmin başlarında “Londra’nın Sesi” programı gösterilir burada programının sunucusu Lewis Prothero isimli karakter 2020 senesinde ekonomik olarak kötü durumda olan A.B.D üzerinden yaptığı yorumla birlikte İngiltere’nin bu duruma Muhafazakar Parti iktidarı sayesinde düşmediğini inceden inceye anlatmaktadır ve eşcinsellere Müslümanlara ve bunun gibi azınlıkta kalan “ötekileştirilen” gruplara adeta kin kusmaktadır. Televizyon aracılığıyla konuşturulan Prothero, aslında faşist iktidarın işleyişini bize anlatır. Bu durumla ilgi Hikayede Muhafazakar partinin iktidarını koruma Baudrillard’ın “Holocauste” eleştirisindeki şu cümlesi yöntemleri ise çok ilginçtir. Biyolojik silahlar üreten iktidar, kendi halkını düzmece biyolojik-terörist bize yol gösterir: saldırılarla baskı altında tutar. Bu saldırılar sonucu 100.000’e yakın insan öldürülmüştür. Sahte suçlular “Televizyon her türlü tarihsel olaya son verebilen gerçek ise idam edilmiştir. Bu biyolojik silahların deneyleri çözümdür. Televizyonda Yahudiler gaz odaları ya da fı- daha önce yine halk üzerinde yapılmış ve “V” takma rınlardan geçirilerek değil ses ve imge şeritlerinden ge- isimli karakterimiz bu çalışmaların sonucu olarak orçirilerek yok edilmektedir. Böylelikle unutma, yani yok taya çıkmıştır. “V” bu deneyler sırasında kendisiyle etme sonunda estetik bir boyuta da sahip olabilmekte ilgili her şeyi unutmuş ve 5 Kasım günü laboratuarda ve sonunda kitlesel bir düzeye ulaşarak geçmişe ait gö- çıkan büyük patlamadan yanmasına rağmen sağ olarüntüler içinde eriyip yok olmaktadır.” [1] rak kurtulmuştur. “V” yanına almak zorunda kaldığı Eve Hammond’ı kendi geçtiği yoldan geçirerek ve fikirlerini aşılayarak “devrime” hazırlar. Hikayenin özü Bu filmde 1940’lı yılların faşist yönetimlerine bir vur- de buradadır. “V” esasında kendisine ve kendisi gibi gu olduğundan yine aynı şekilde bir tekrar üretim olanlara yapılanların intikamını almanın peşindedir. vardır. Baudrillard’ın bahsettiği unutma ve yok etme bu şekilde gerçekleşmektedir. 5 Kasım yaklaştıkça panikleyen parti üyelerini birbirine düşüren “V”, eyleminin ve intikamının bir parçası 2020 İngiltere’sinde geceleri sokağa çıkma yasağı var- olarak 5 Kasım günü Başbakan Adam Sutler ve en yadır ve hükümetin belirlediği “kolcular” sokağın tek kınındaki Creedy isimli karakteri öldürür. Ancak bu hakimidir. “V”, Eve Hammond isimli karakterin soka- esnada aldığı yaralar sonucu kendisi de ölür. Ölürken ğa çıkma yasağı olduğu bir saatte kolcular tarafından Eve ile diyalogunda eylemin son aşamasını gerçekleştacize uğraması sebebiyle olaya müdahale eder ve bu tirme kararını halkı temsilen Eve’nin vermesini ister. sebeple tanışmış olurlar. 4 Kasımı 5 Kasıma bağla- Eve isimli karakter Parlamento binasını hava uçuracak yan gece Eve’yi kurtaran “V” Eve’yi yanında götüre- eylemin son aşamasını gerçekleştirir. Bu patlamayı rek adalet sarayını havaya uçurur. Ancak BTN isimli milyonlarca kişi izlemiştir. Filmin sonunda maskeletelevizyon kanalında olay çarpıtılır ve bunun eskiyen rini çıkaran halkın içinde hikaye esnasında ölenler de adalet sarayının devlet tarafından gerçekleştirilen bir bulunmaktadır. Film bu Faşist yönetim yapısı ve “dev- 85 İLETİŞİM BİLİMLERİ rim” kavramıyla geldiği noktada Baudrillard’ın tarih ve sinema ile ilgili yorumu önem kazanmaktadır: “Faşizmi anlatan filmlerden yola çıkarak bunların faşizmin yeniden canlanmasına neden olacağına inanmak safça bir düşüncedir. Artık faşist bir dönemde yaşadığımız için, vahşeti retro süzgecinden geçirilerek, estetize edilen faşizm yeniden çekici bir görünüme sahip olabilmektedir.” [3] Bu filmde anarşizmin özlemi, baskıcı ve baskıyı direkt olarak gösteren yönetime duyulan özlemdir. Çünkü baskı olmazsa isyan edilecek bir şey kalmayacaktır. Ancak Baudrillard’ın da dediği gibi aslında bu tür yapıtlarla gizlenen şey faşizmden daha da beter olan sistemi gizlemektir. SONUÇ Son söz olarak bir şeyler söyleyecek olursak; V for Vendetta filmini Baudrillard üzerinden çözümlememin sebebi klasik anlatı sinemasının ideoloji ile olan ilişkisini göstermektir. Bu amaçla V for Vendetta filmini içeriği ve sahneler üzerinden Baudrillard’ın simülasyon teorisini kullanarak analiz ettim. Sinemanın bir sanat olmasının yanında algıyı iktidarın söylemi üzerinden şekillendiren bir yönü de vardır. Bu açıdan sinema özellikle klasik anlatı sineması iktidar ve ideoloji ile iç içe geçmiştir. Baudrillard’ın esasında temel olarak yaptığı şey, iletişim teorisi üzerinden iktidarı çözümlemektir. Bu amaçla Baudrillard teorisi klasik anlatı sinemasının çözümlenmesi için çok önemli bir yerde durmaktadır. DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-Jean Boudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğubatı, Ankara, 2011, s.79. 2-jean Boudrillard, a.g.e., s.80. 3-Jean Boudrillard, a.g.e., s.73. 86 İLETİŞİM BİLİMLERİ TÜRKİYE’DE SİYASAL REKLAMCILIK 9 Haziran 2014 Emirhan UYSAL T “Siyasal reklamcılık, bir siyasal partinin veya adayın kitle iletişim kanallarında zaman ve yer satın alarak, seçmenlerin siyasi inançlarını, tutumlarını ve davranışlarını etkilemek bakımından, siyasal mesajlar verme için kullanılması sürecidir.” [2] David Ogilvy’nin aktardığı şu tarihi örnek konumuz için de çok çarpıcı: “Eski Yunan’da Aeschines kürsüye oplumsal içerikli siyasal olaylar; aslında çıktığı zaman dinleyenler kendinden geçip ‘ne güzel olay olma niteliğinden çok bir olgu niteli- konuşuyor’ derlermiş, oysa aynı dinleyiciler Domestğindedir. Bu bakımdan siyasal iletişim ve henes konuştuğu zaman ‘Haydi yürüyün gidip Filip’i siyasal iletişimde önemli yer tutan kitle ile- devirelim’ diye haykırırlarmış [3]. Bu hikaye propatişim araçlarının bünyesinde taşıdığı Ha- gandanın farklılıklarını ve farklı etkilerini çok iyi bir bercilik, Kamuoyu oluşturma, Siyasal sürece katılma şekilde anlatmaktadır. gibi görevleri doğrultusunda siyasal reklamcılığın siyasal halkla ilişkileri açısından vazgeçilmez bir unsuPropaganda, Kelime olarak Lâtince, “propagare” köru olduğu anlaşılacaktır. künden, yeni fidanlar elde etmek üzere toprağı ekme mânâsına gelir. İlk olarak Roma Katolik Kilisesi taraSiyasal reklamcılık, siyasal iletişimin önemli bir unsu- fından sosyolojik mânâda kullanılmış ve “fikirlerin ru olmuştur. Bunun yanında kitle iletişim araçlarının yayılması” deyiminde ifadesini bulmuştur [4]. Propabünyesinde taşıdığı unsurlar çerçevesinde daha ob- gandanın birçok tanımı mevcuttur. Bunlardan birkaçı jektif bir çalışma olması gereken siyasal reklamcılık, şunlardır: içerisinde propagandanın unsurlarını da barındırmaktadır. “Propaganda, bir öğreti, düşünce ve inancı başkalarına tanıtma, benimsetme maksadı güden, söz ve yazı Çalışmamda öncelikle siyasal reklamcılık ve propa- gibi vasıtalarla gerçekleştirilen faaliyettir.”[5] ganda konuları tartışılacak bu bağlamda Türkiye’de siyasal reklamcılığın gelişimine değinilip örneklem olarak aldığımız 1991 genel seçimleri ve yapılan çalış- “Fikir, kanaat ve değer yargılarını değiştirmek ve davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek için telkin malar yorumlanacaktır. gibi metotlara başvurarak önceden plânlanmış sembollerin sistematik bir şekilde kullanılmasıdır.” [6] 2.SİYASAL REKLAMCILIK VE PROPAGANDA Günümüzde siyasal iletişim kavramı siyasi partilerin ve oluşumların çalışmalarını tanımlamak adına kul- Propagandada söz konusu olan şey, açıkça saptırmalanılmaktadır. Oysa geçmişte “propaganda” vardı. İşin larda bulunmak ve belli bilgileri seçerek yansıtmaktır. özünde reklamcılık ilkeleri propaganda ilkelerinden Propagandacının gâyesi, varılan sonuçları ve alınan beslenmektedir. Reklamcı da satışını artırmak için kararları kabul ettirmektir. Yoksa kişileri hadisenin değeri üzerinde mantıkî bir analize yöneltmek değilpropaganda ilkelerine başvurmaktadır [1]. dir. Bu bakımdan propagandanın kişiliğe saygısı yoktur. Gâyesi, kişileri yetiştirmek ve olgunlaştırmak deSiyasal reklam için siyasal iletişim yönünden kesin ğildir; kişileri hemen harekete geçirmektir [7]. tanım yapılamamakta beraber, genelde “içeriği siyasal olan reklamcılık” şeklinde tanımlanmakta ve bu şekilde siyasal reklamı tanımla çalışmaları göze çarp- 19. Yüzyıla gelindiğinde propaganda artık, kitleleri maktadır. Ancak Lyanda Lee Kaid’in şu tanımı siya- siyasal amaçlar doğrultusunda etkileme amacıyla hüsal reklamı tanımlamada çok daha faydalı olacaktır; kümetler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. 20. 1.GİRİŞ 87 İLETİŞİM BİLİMLERİ Yüzyılda radyo ve televizyonun icadından sonra çok daha fazla sayıda, milyonlarca insana ulaşmak mümkün olmuş, modern medyanın gelişimi, dünya çapındaki savaşlar ve aşırı uçtaki siyasal partilerin yükselişi propagandanın kullanımını artırmıştır [8]. ABD başkanı Woodrow Wilson, propagandayı hükümeti desteklemek amacıyla kullanan ilk dünya lideriydi. ABD 1917’de Almanya’ya savaş ilan ettiği zaman, Wilson CPI (Committee on Public Information) adlı kurumu oluşturdu; böylece propaganda ilk kez modern bir hükümet tarafından da dünya çapında yaygınlaştırılmış oluyordu. CPI doğrudan zorlayıcı bir güç uygulamak yerine bağlantılı sansür kurumlarına ve haber medyasına gönüllü rehberlik yapıyordu [9]. leri, genel olarak iletişimin ilkeleriyle olduğu kadar, günümüz dünyasındaki reklamcılığın ilkeleriyle de büyük benzerlik göstermektedir [14]. Adolf Hitler, propagandanın önemini biliyordu: “Propaganda sayesinde iktidara geldik, propaganda sayesinde dünyayı fethedeceğiz” diyordu. Führer, “radyolarınızın düğmelerini sonuna kadar çevirin, pencerelerinizi ardına kadar açın” çağrısıyla dönemin bu en etkili ‘medium’unun başına topladığı kitlelerin meydanlarda tek bir ruh olduğunu, “ kaynaşıp kabardıkça daha çok kadınsılaştığını” fark etmişti. “Halkın çoğunluğu kadın gibidir” diyordu Hitler, “öylesine zaafları vardır ki, düşüncelerini yönelten, muhakemeden ziyade, duyguları üzerine yapılan etkidir.” [10] 3.TÜRKİYE’DE SİYASAL REKLAMCILIK Türkiye, televizyon kullanımı ile siyasal reklamcılık deneyimini 1977 seçimlerinde yaşamış bir konumdadır. Ancak tartışmalı 1946 seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin siyasal yaşama girişi, 1950 senesinde radyonun seçim kampanyalarında kullanılmasını getirmiştir. 1977 senesinde televizyonun seçim çalışmalarında kullanılabilmesiyle, AP(Adalet Partisi) Cenajans isimli bir reklam ajansı ile çalışmasıyla günümüzdeki halini az da olsa almaya başlar [16]. Gobbels’in bir propagandist olarak çalışmaları Hitler’in iktidara yükselişine önemli katkılarda bulundu. Hitler 1933’te iktidarı ele geçirdiği zaman bu konuya özel bir bakanlık kurarak Gobbels’i Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı, “reichminister” ilan etti [11]. 1977 seçimleri siyasal reklamcılık anlamında önemli bir yer tutar. Ancak 1980 yılında ordunun yönetime darbesi ile sonuçlanan süreçte sadece demokrasi değil siyasal reklamcılıkta kesintiye uğramıştır. Bu alanda yeni örneklerin çıkması için 1983 genel seçimlerini beklemek gerekir [17]. Örneğin Goebbels’in propaganda anlayışına göre, propagandacı olaylar ve kamuoyu hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Propaganda sadece bir tek makam tarafından planlanmalı ve uygulanmalıdır. Bir eylemin propaganda sonuçları bu eylemin planlanmasında hesaba katılmış olmalıdır. Propaganda için operational enformasyonun da el altında bulundurulması gerekmektedir. Propaganda düşmanın eylemini ve politikasını etkilemelidir. Çünkü Goebbels için “propaganda, bir savaş aracı, bir savaş silahıdır.” [15] Joseph Gobbels, propagandanın temel hedefine ilişkin olarak –aristotalesçi bir retorikten kaynaklandığı belli olan – şu temel kıstası koyuyordu: “Biz bir şey söylemek için değil, belli bir etki sağlamak için konuşuruz.” [12] Darbenin ardından gelişen süreçte 1983 ve 1987 seçimleri ile yavaş yavaş demokratik bir ortama doğru gidildiği görülmektedir. Fakat siyasi anlamda yasaklı liderlerin bulunduğu bir ortamda, ancak darbe yönetiminin anlayışına ters düşmeyen partilerin kurulmasına izin verilmiştir. Bu durumun değişmesi için Adolf Hitler’in “Propaganda gayet sınırlı konulara te- 1991 senesini beklemek gerekecektir. Her ne kadar mas etmeli ve bunları devamlı bir şekilde tekrarlama- siyasi yasaklar 6 eylül 1987 tarihinde referandum ile lıdır. Dünyadaki diğer işlerde de olduğu gibi bunda da kalkmış olsa da referandumdan 2 ay sonra 29 Kasım sebat ve ısrar başarının en önde gelen şartıdır. Pro- 1987’de genel seçim yapılmıştır. Bu anlamıyla 1991 sepaganda her şeyi kanıksamış kimselerin peşine düş- çimleri çalışmamızda önemli bir yer tutacaktır. memeli ve eseflere kapılmamalıdır. Aksi halde propagandanın muhteviyatı, şekli ve ifadesi halkın üzerinde faaliyet gösterecek yerde, yalnız edebi salonlara de- 4.1991 SEÇİMLERİ SİYASAL REKLAMCILIK vam eden kimselere tesir eder. İşte bunlardan vebadan AÇISINDAN İNCELENMESİ kaçar gibi kaçmak gerekir” görüşü kitleleri aşağılar 4.1.1991 Seçimleri Öncesi Siyasal Ortam niteliktedir ancak dönemin şartlarıyla uyuşmuş etkili 1987 seçimlerinden oy kaybederek de olsa iktidar bir propaganda tasviridir. Propaganda, halkın anlaya- olarak çıkan ANAP, (Anavatan Partisi) enflasyon, işbileceği bir seviyede ve entelektüel düzey konuşmayı sizlik, terör ve özellikle 1980 darbesinin kalıntısı olan dinleyen en sınırlı zekadaki kişinin zekasıyla uyumlu siyasi yasakların kaldırılmasına karşı çıkan tavrı sebeolmalı. Şonuç olarak, en geniş kitleye ulaşmak isteni- biyle geleneksel sağ tabanda prestij kaybı yaşamıştır. yorsa, entelektüel düzey tamamen en alt seviyede ol- Bunun üzerine partinin lideri Turgut Özal 1989 yımalıdır [13]. lında Cumhurbaşkanlığına aday olmuş ve ülkemizin 8.Cumhurbaşkanı olmuştur [18]. 1945 yılında ortaya çıkan belgeler incelendiğinde hemen fark edilecektir ki, Goebbels’in propaganda ilke- 1990 yılında özel televizyonculuğun önünün açılma- 88 İLETİŞİM BİLİMLERİ sıyla siyasal reklamcılık, günümüzdeki halini alma konusunda ivme kazanmıştır. Bu durum Türkiye’yi artık partilerin yanında ajanslarında ön plana çıktığı ve ithal kampanyacılarında kullanıldığı bir ortama götürecektir. partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi ile bir koalisyon bloğu olarak girmiştir. Ancak seçim çalışmaları Refah Partisi tarafından daha önceden hazırlanmıştır. Adil düzen platformunda yükselen seçim kampanyasıyla RP, 1991 seçimlerinde en bütünlüklü ve en tutarlı kampanyayı oluşturmuştur. “Başkalarının hayatının kadınıyım ya kendi hayatım?” ve “Doğulu olmak suç 4.2.1991 Seçimleri, Negatif Siyasal Reklamcılığın mu?” sloganlarıyla yayınladığı ilanlarla kendi tabaYükselişi nını bile şaşırtan RP, “Beni Faiz batırdı” ve “Babamı Negatif siyasal reklamcılık, ilk kez 1948 yılında ABD işten attılar” gibi ilanlarla da tabanını yönelik bir çabaşkanlık seçimleri sırasında Truman tarafından lışma ortaya koymuştur. RP kampanyanın hedef kitleDewey’e karşı kullanılmıştır. Bu yaklaşımda amaç sini geniş tutma eğilimi içerisindedir. Bunun nedeni karşı tarafı karalayarak kendi prestijini arttırmaktır. de Parti içi fikir partisi kalmak ya da kitle partisi olma Genel olarak başarıya ulaştırma konusunda yetersiz tartışmalarına bağlayabiliriz. Elbette bu yeni strateji olduğu savunulmaktadır [19]. tabanın bir kesiminde tepkilere yol açmıştır. Çünkü RP seçim çalışmalarında ilk defa çarşafsız ve başı açık kadınlara, kravatlı ve modern görünümlü erkeklere ANAP “Çünkü Daha Yapacak Çok İş Var” sloganıyla, yer vermiştir [24]. SHP “Sandıkta Güller Açacak” sloganıyla, DYP “21 Ekim Sabahı Yeni Bir Türkiye” sloganıyla, RP “Yeni Bir Dünya” sloganıyla ve DSP “Ak Güvercin Geliyor” DSP ise Ajans ile koordineli çalışamamış, geçmiş çasloganıyla seçim çalışmalarını yürütmüştür. Siyasi lışmalarına benzer kampanya stratejisini devam ettirpartilerin ana sloganlarının yanı sıra birçok siyasal me yönünde eğilim göstermiştir [25]. reklamcılık örneğiyle oy aradıklarını söyleyebiliriz [20]. 5.SONUÇ YERİNE: 1991 GENEL SEÇİMİNDE UYGULANAN KAMPANYALARIN SONUÇLARA ANAP, ünlü Fransız reklamcı Jacques Segula ile çalış- ETKİSİ mış ve kampanyanın temelinde “negatif reklamcılık” Seçim kampanyasının başarısını tayin etmede temel ilkelerine uygun bir yol izlenmiştir. Genel olarak di- kıstas sağlanan oylardır. Burada da partilerin kamğer liderlerin yaşlılığı ve geçmişte kaldıkları fikri üze- panya öncesi anketler aracılığı ile ölçülen oyları ve rine temellendirilmiş bir strateji izlendi. Ayrıca Mesut seçim sonu aldıkları oylar baz alınmaktadır. 1991 Yılmaz’ın genç dinamik ve çağdaş bir lider olduğuna seçimlerinin kampanya döneminin yeni başladığı atıfta bulunan görsellerde gazetelerde kendisine yer günlerde 10 Eylül 1991’de Sabah’da yayınlanan ankete bulmuştur [21]. göre DYP %24 ile birinci partidir. ANAP %19, SHP %18,5, DSP %16,6, RP-MHP ittifakı toplamı %10.1 ve SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) ise ana sloganı kararsızlar %16.6 olarak gözükmektedir. DYP 1 Ekim dışında seçimin sonlarına doğru çıkarttığı “Ne Fark- tarihinde Bedrettin Dalan’ın partisiyle birleşme duruları Var” afiş ve televizyon spotları ile yine negatif munun konuşulmasından dolayı %27 sınırlarına ulaşbir tutum sergilemiştir. Bu çalışmada diğer siyasiler tı. Bu oy seçim sonunda aldığı oy kadar. Kararsızlar matruşka şeklinde gösterilmiştir. Burada esas olarak ise hala %10.4 gibi bir düzeydedir. Bu durumda DYP üzerinde durulması gereken konu ise seçim kampan- seçim kampanyasının kararsız seçmen üzerinde etkiyasının tutarsızlığıdır. Başlangıçta sandıkta güller aça- li olmamıştır diyebiliriz. DYP oylarının bir düzeyde cak sloganıyla girdiği seçim kampanyasına daha sonra takılıp kalmasının bir sebebi olarak da kampanyasını negatif siyasal reklamcılık örneği sergileyerek devam pozitiften negatife doğru evirmesi olarak da göstereeden SHP, bütünlüklü bir yapı kuramamıştır. Ayrıca biliriz [26]. sandıkta güller açacak sloganının da altı doldurulamamıştır [22]. ANAP oyları ise negatif süreçteki ilk dönemlerden sonra “hadi bakalım kolay gelsin” şarkısının kullaDYP ise sol popülist bir programla, neredeyse bir sos- nıldığı ulusal içerikli televizyon reklamlarından sonyal demokrat parti kimliğiyle ortaya çıkmıştır. Yazı- ra kararsızların oylarının düşüşü ve ANAP oylarılı basında başarılı olarak kabul edebileceğimiz DYP nın yükselişi şeklinde karşımıza çıkar. ANAP oyları televizyon medyasında belirgin bir zafiyet gösterdi. %19’dan %24’e yükselmiştir [27]. Kampanyayı tam anlamıyla Süleyman Demirel üzerinden götüren DYP, sosyal demokrat seslenişleriy- SHP-DSP yarışında ise “solu bölme, boşa oy verme” le kentli kararsızın oyuna talip olmuş gözüküyordu. içerikli mesajıyla SHP galip ayrılmıştır [28]. Ancak televizyon stratejisini bağırıp çağırma üzerine kurmasında ve televizyon medyasında olanaklarının yetersiz olmasından dolayı kentlerde daha başarılı DYP’den sonra seçimin ikinci galibi ise RP’dir. %10.6 olma imkanını kaçırmıştır [23]. gibi bir oydan, 13 Ekim’de kararsızların oylarının düşüşü ile paralel olarak %13.6 seviyesine gelir. Bu dönemde oldukça bütünsel ve tutarlı bir kampanya RP (Refah Partisi) seçimlere Islahatçı Demokrasi 89 İLETİŞİM BİLİMLERİ yürüten RP, seçim sonunda ise %16.8’lik bir oya ulaşmıştır [29]. Bütün bunların yanında RP’nin yeni yeni başladığı ve 1994 yerel seçimlerinde en üst düzeyde uygulanan, sokakta yüz yüze iletişim yöntemleriyle başarılı olduğu da bilinen bir gerçektir. Elbette seçim kampanyalarının etkisi sınırlıdır hiçbir siyasal reklam seçimlerin sonucunu çok büyük etkilerle etkilemez. Ancak batıda yapılan araştırmalar seçim kampanyalarının seçmenin tümü üzerinde mutlak bir etkisinin olmadığını, daha çok kararsız bir kitle üzerinde sınırlı bir etkisi olduğu söylenebilir. Ayrıca seçim kampanyası ile paralel yükselen oy grafiği kampanyanın başarısı olduğunu tam anlamıyla göstermez. Çünkü oy verme aşamasında seçmenin tek kıstası seçim kampanyaları değildir. 19-Çankaya, a.g.e, s.51. 20-Çankaya, a.g.e, s.206-235. 21-Çankaya, a.g.e, s.210-213. 22-Çankaya, a.g.e, s.214-216. 23-Çankaya, a.g.e, s.217-220. 24-Çankaya, a.g.e, s.221-224. 25-Çankaya, a.g.e, s.225. 26-Çankaya, a.g.e, s.233. 27-Çankaya, a.g.e, s.234. 28-Çankaya, a.g.e, s.234-235. 29-Çankaya, a.g.e, s.235. 30-Osman Özsoy, Seçmen Siyasi ilişkileri Ekseninde Başarılı Siyasetçinin El Kitabı, 1.Basım, İstanbul, Hayat Yayıncılık, 2004, s. 33-34. Ancak 3784 denek üzerinde yapılan bir ankette, ankete katılanların 336’sı seçim dönemlerinde uygulanan propagandadan etkilendiğini söylemiştir 165’i ise kısmen etkilendiğini belirtmiştir. Bu da yaklaşık yüzde 12’lik bir oran demek ve bu da kısmı etkinin bile önemli olduğunu göstermektedir [30]. DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-Erol Çankaya, İktidar Bu Kapağın Altındadır: Gösteri Demokrasisinde Siyasal Reklamcılık, 1.Basım, İstanbul, Boyut Kitapları, 2008, s.18. 2-Lynda Lee Kaid, “Political Advertising”, Dan Nimmo, Keith R. Sanders, (der.) Handbook of Political Communication, London, Sage, 1981, s.260 (Aktaran: Oya Tokgöz, “Türkiye’de 1983 ve 1987 Genel Seçimlerinde Kullanılan Siyasi Reklamlar”, Amme İdare Dergisi, Cilt: 24, Sayı: 1, 1991, s.13). 3-Çankaya, a.g.e, s.18. 4-J.A.C. Brown, Beyin Yıkama ve İkna Metodları, 6.Basım, İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 2008. 5-Meydan Lorousse, C.10, s.340. 6-Brown, a.g.e, s.18. 7-Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 9.Baskı, Ankara, Savaş Yayınları, 1984, s.397-398. 8-Çankaya, a.g.e, s.24. 9-Çankaya, a.g.e, s.25-26. 10-Çankaya, a.g.e, s.28. 11-Çankaya, a.g.e, s.28. 12-Çankaya, a.g.e, s.29. 13-Çankaya, a.g.e, s.29. 14-Çankaya, a.g.e, s.31. 15-Leonard Doob, Gobbels’in Propaganda Teknikleri, (Çeviren: Ünsal Oskay) A.Ü. SBF Dergisi Cilt 23, 1968, s337-366 Aktaran: Çankaya, a.g.e, s.31. 16-Çankaya, a.g.e, s.147-156. 17-Çankaya, a.g.e, s.161. 18-Çankaya, a.g.e, s.206. 90 PERSPEKTİF PERSPEKTİF YAPISALCILIK VE DİL 27 Mayıs 2013 Gökhan ŞENER İ nsanın varlığının manasına erişebilmesi, kendi varoluşunu ve diğer varolanların Varlığını keşfetmesiyle mümkündür. Dünyanın içinde olması bakımından insan tek başına bir Varlık elde edemez. Diğer varolanlarla da irtibatlı olması ve onların manasını keşfetmesi gerekir. İnsan, kendi varlığının ve diğer varolanların farkında olan tek canlıdır. İşbu noktada varlığın farkına varmak “mana” ile mümkündür. Mananın keşfine giden yol da dil üzerinedir. Dil, yol üzerinde karşılaşılan bir şey değil; yolu açan şeydir. Bu noktada dil, varlığın manasını gizleyen bir gösterge konumundadır. Ancak gösterge olarak dil, imgeyi ve nesneyi temsil eden bir aracı düzeyinde değildir. Nesnenin manasını içinde barındıran bir konumdadır. Dil, varlığını manada bulur ve bu manaların açığa çıkarılmasıyla önemli bir hale gelir. Burada manayı açığa çıkartma söz ile mümkün olur. Bu noktayı şimdi değil Saussure’nin dil- söz ayrımını açıkladıktan sonra yapacağım. Ferdinand de Saussure, dilbilimsel yapısalcılığın temellerini dil-söz ayrımı ile yapar. Saussure göre dili sözden ayırmak demek; toplumsal olguyu bireysel olgudan ayırmak ve temel olguyu ikincil, az çok da rastlantısal nitelikli olgudan ayırmak demektir [1]. Anlaşılacağı üzere bireysel olan, ikincil olan ve rastlantısal olan sözdür. Saussure’nin dil ile söz ayrımına gitmesinin nedeni: rastlantısal ve bireysel olarak tanımladığı sözü bir dizge* haline getirmenin imkan dışılığından dolayı yapar. Aynı zamanda dili yapısal bir hale getirmesi, onun artsüremi ve eşsüremli dilbilim ayrımının da bir sonucudur. Kelimelerin tarihsel gelişimini dışlayarak kelimenin tarihin belli bir dönemindeki manayı kabul eder [2]. Sözün dilden dışlanması ve eşsüremli dilbilim anlayışıyla Saussure, dili yapısal bir konuma yerleştirir. Böylece dil, belli yapılar etrafında incelenir ve bu yapılar içerisinde sözcükler manasını bulur. Yapısalcı anlayışa göre, insanlar kendi yükledikleri mana dünyası içerisine yaşar ve mananın insanın yüklemesinden ibaret olduğunu kabul eder[3].Yapısalcılığın amacını, Fransız bir yapısalcı olan Barthes şöyle açıklar: yapısalcılık, bir nesneyi, onun işleyişini, onun hangi kurallara göre işlediğini ortaya çıkaracak bir şekilde yeniden inşa etmektir. Bu faaliyetteki yapı terimi nesnenin bir temsilidir. Ancak bu temsil amaca matuftur [4]. Yapısalcı anlayışın dil teorisine göre karşımıza iki sorunsal çıkmaktadır: mana inşa edilen bir şeydir ve söz dil dışı bir şeydir. Dil, insan konuşmasıyla varlığına kavuşur. Söylem, dili açığa çıkartan, görünür hale getiren ve düzen veren bir yetidir. Söylemde konuşma ile mümkündür. Ancak söylem ile konuşma aynı şey değildir. Bir insan çok konuşabilir ancak hiçbir şey söylemeyebilir. Dolayısıyla manalarla varlığa gelen dil, söylem ile görünür hale gelir. Dilin gelişimini ve değişimini sağlayan söylemdir. Saussure bunu kabul eder. Ancak yine de sözü dilin dışında tutar. Düşüncelerin sonsuzluğunu yinelemeli bir şekilde sağlayan dili sürekli canlı tutan söylemdir. Hatta dil, yaşamını sözde bulur. Manalarla varlığa gelen dil bu manaların açığa çıkarılması işlemini söylem sayesinde gerçekleştir. Saussure söylemin -haliyle konuşmanın- irade ile kazanıldığını söyler. Ancak konuşma insan iradesiyle ortaya çıkan bir şey değil, insanın doğası gereğidir. Öyle ki nasıl dil irade ile kurulmuş bir yapı değilse-dilyetisi(dil edimi) insanın doğuştan gelen bir özelliğiyse- konuşma da irade dışı bir edimdir. Mana, bir şeyin hakikatine işaret eder. Varolanların varlığının keşfi mananın keşfi ile mümkündür. Ancak yapısalcılık, nesnelerin fonksiyonlarını belirlediği amaca göre yeniden inşa etme işlemidir. Böylece insanlar nesnenin hakikatine ulaşmayı ona yükledikleri manayı yeniden ortaya çıkartmak olarak varsayarlar. Yapısal düşünce, kurgulanmış olanı, verilmiş olanı alır, parçalar ve tekrar birleştirir. Varolanların ne olduğunu bulma süreci bir şekilde yapıları çözümleme sürecine döner. Kurgulanmış olan yapıların keşfinin imkansız olduğu düşünüldüğünde insan yeni bir yapı kurar ve sonunda karışık bir durum vuku bulur. Örnek olarak, bir metni okuyan insan, metnin yapısını çözümlenebilmesi için öznenin nesne ile kurduğu irtibatı birebir bilmesi gerekir. Bu da üreticinin kendisi olması demektir ki imkan dışındadır. Yapının çözümlenmesi sürecinde insan dahili olamadığı bir şeyi farklı bir formda kendisi üretir. Yapının çözümlenmesinin bir başka yönü de yapının parçalanmasıdır. Konunun dışında olduğu için değinmeyeceğim bu durum niha- 92 PERSPEKTİF PERSPEKTİF yetinde yapının parçalanması yapılırken mananın da yok edilmesi gibi vahim bir durum ortaya çıkar. Yapısalcılığın ortaya çıkardığı başka bir sorunsal olarak dilin işlevsel boyuta itilmesi de konu içine alınmalıdır. Yapılar etrafına hapsedilen dil sonunda düşüncenin dolayısıyla varlığın Varlığına kavuşmasının aracısı olmaktan çıkarılır ve dili iletme, taşıyıcı konumuna iter. Toplumsal bir uzlaşı, anlaşma aracı olarak görülen dil, manaya açılan bir kapı olması bakımından temel özelliğini kaybeder. Dilin işlevsel olarak ele alınması uyarlanabilir çözümler ile kısıtlanması demektir. Test edilen olgular üzerinden açıklanan dil mekanik felsefenin sığ alanına atılır. Bu sebeple dilin biyolojik yönü belki ama zihinsel, düşünceye ilişkin yönü açıklanamaz. Böylece insan varlığının farkındalığına kavuşması engellenir. İnsanın kendisini bulması ona verilenler etrafında şekillenir. Verilmiş olanla yetinen insan sonunda öz/gürlüğü elinden alınmış olur. Bugün görsellerle hapsedilen insana enformasyonun bombalanması işlevsel dil aracılığıyla yapılır. Bilginin ortadan kaldırılmasıyla birlikte insan enformasyona mahkum edilerek, görsel alan içerisinde kontrol edilir. İnsanın hapislikten kurtulamamasının nedeni onun varlığına kavuşmasının biricik yolu olan dilin varlığının ortadan kaldırılması dolayısıyladır. Sadece dil ortadan kaldırılmaz. Yukarıda değindiğim gibi manada ortadan kaldırılır. Bundan dolayı dilin düşünceye olan kaynaklığı yok edilir. Yapısalcılığın zaferi en sonunda bilimselliğin zaferidir [5]. Bilim, olgusal olanın gözlemlenmesi ve deneye tabi tutulmasıdır. Bilim olgunun niteliğine ilişkin bir yargıdan uzak durur. Yani niçin sorusunu sormaz; neden ve nasıl sorusu ile yolunu tayin eder. Bu noktada Aristotales’in dört sebebi söylenmeye değer: a) maddi neden b) hareket ettirici neden c) ereksel neden ve d) formel neden [6]. Bilim bu noktada maddi neden ve formel neden ile ilgilenir; hareket ettirici nedeni ve ereksel nedeni konusu dışında tutar. Böylece nesnenin manasını keşif imkansız hale gelir. İnsanın niçin yaratıldığını ve kim tarafından yaratıldığını bilmediği için kendi varoluşunun farkına varamaz. Varoluşunun Varlığına erişebilmesi için insan, bilimsel dil veya mekanik dil anlayışının dışına çıkması gerekir. İnsan, dili bildirişimden öte kendisinin hakikatinin gizli olduğu bir gösterge olarak nazarına almalıdır. “Varlığın manasına yönelik soru, nihai olarak dilin özüne yönelik soru ile örtüşür.”[7] DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA * Saussure yapı kelimesi yerine dizge-sistem- kelimesini kullanır. Ancak daha sonra dizge yapı haline gelir. Yapı ve dizge arasındaki fark bu yazının mevzu olmadığından bu konuya girmiyorum. 1-Saussure, de Ferdinand, Genel Dilbilim Dersleri, Ankara, Birey Toplum Yayınları, 1985. 2-Saussure, de Ferdinand, a.g.e. 93 3-Görgün, Tahsin, Anlam ve Yorum, İstanbul, Gelenek Yayınları, 2003. (ayrıca bkz. Jean Piaget, Yapısalcılık) 4-Barthes,Roland, Göstergebilimsel Serüven, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2012. 5-Ricoeur, Paul, Yorumların Çatışması, İstanbul, Paradigma Yayınları, 2009. 6-Aristoteles, Metafizik, İstanbul, Sosyal Yayınları, 2009. 7-Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2011 (Aktaran: Altuğ, Taylan, Dile Gelen Felsefe, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008) TOPLUM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER girmesi, insanların zihnine düzen olarak kazınmıştır. Yani insanlar zanneder ki; hakim önündeki kanunda öyle yazıyor diye öyle hüküm vermektedir. Yöneticiler, devletin âli menfaatleri öyle gerektirdiği için öyle bir yönetim sergilerler. Veznedeki memur, sırf sistem 30 Mayıs 2013 Rasim Can ÇAKIR çalışmadığı için hiçbir şey yapamayacak vaziyettedir. İşte insanlar bu denli komik yanılgıları bütün bir ir toplumu iktidarlar, yasalar, yargıçlar, as- hayatları boyuncu toplar, üst üste koyar. Sonra diğer kerler yönetmez. Esasında toplum kendi insanlarla yan yana gelirler ve böylesine toplumlar orkendini yönetir, yargılar, düzene sokar. En taya çıkar. başta bahsedilenler, sadece bu sürecin sonuçlarıdır. Bakunin’e atfedilen bir söz vardır: hukuk iktidarların fahişesidir. Hukukun tanımını yukarıda yaptık. “inŞöyle izah etmek gerek: insanlar daima idarecilerden, san” aklı da vicdanı da kimseye fahişelik etmez. Kabürokrasiden yahut kanunlardan, hukuk sisteminden, nunlar dersek, kağıt ve mürekkebin de böylesine bir mahkemelerden yakınır. Kendisini koruması gereken özelliği olabileceğini düşünmüyorum. Bu tatsız yakışkolluktan kendini korumaya çalışır. Peki neden? Gü- tırmayı olsa olsa yukarıda bahsedilen insanların hayanümüzde her iş yasalara göre yapılıyorken, neden bu tı idrak biçimleri hak eder. Yoksa bir “ide” ve bir kağıt tomarı değil. hengame? B Düzen kavramı ne değildir’i açıkladıktan sonra ne olduğunu da açıklamak gerek. Düzen basit bir şekilde kişilerin dünyayı, hayatı kavrayışlarından ibarettir. Yani hakim hüküm verirken elbette yasalar ona yol gösterecektir; elbette bu düzenin getirisidir. Ancak o yasalar düzen değildir. Toplumun genel ihtiyaçları Şimdi bu soyut anlatımı yaşama indirmeli: Kanun ne- ve sorunları hakkında bir çerçevedir. Yoksa ona her dir? Yahut hukuk? Hatta düzen nedir? durum için farklı farklı olarak akıl ve vicdanıyla şekil verecek olan hakimdir. Yani düzenin temeli dediğim Hukuk, kanun değildir. Kanun denilen, yazıdan iba- gibi insan zihnidir; onun o son şekillenmiş halidir. Bu rettir. Hukuk ise doğrudan doğruya muhakeme ve nedenle de bürokrasi, insanlığın zavallılığının gösvicdandır. Bu kadar, sadece bu kadar… Yani insani iki tergesidir. Toplum yaşamında elbette yapılan işlerde usuller olacaktır; ancak sırf bu usullerle bir sistem meziyetin birleşmesidir. kurmak, memurun saat tam beş olunca onca sıraya rağmen vezneyi kapatıp gitmesi kadar komik ve sinir Gelelim düzene… Tüm sorunun kalbi, bu kelimenin bozucudur. zihinlerde kazınmış olan “idrak” şeklidir. Düzen yoldaki kırmızı ışık değildir. Düzen karakoldaki tutanak yahut kelepçe de değildir. Düzen ne koskoca adalet Kendini yeryüzündeki en üst varlık olarak gören saraylarıdır ne de yüce meclislerdir. Bunlar sadece bi- insanoğlunun bu deli saçması hayat şekline katlanmasının, boyun eğmesinin hatta üstünlük sahibi bir nadır, kağıttır, demirdir. konuma geldiği anda bu garipliklerin en sadık ve en cevval bir uygulayıcısı olmasının sebebi nedir peki? Düzen bunlarla sağlanmaz. Yalnız kalamayacak ka- Basit: insanlara nasıl “insan” olunacağı öğretilmeden dar aciz olan insanoğlunun, toplum halinde yaşar- neyi nasıl en iyi şekilde yapacağı öğretildiği takdirde ken birbirine tahammül edebilmek namına, kendi ortaya işini iyi yapan hayvanlar çıkmaktadır. Aynen elleriyle yaptığı, kurduğu şeylerin tahakkümü altına bugün olduğu gibi… Aslında bir diğer sorun da budur: toplumu yönetenlerin, toplumdan basiret ve feraset namına ne bir adım ileride ne bir adım geride olmasıdır. Bu da yine en baştaki bahsin sonucudur. 94 PERSPEKTİF PERSPEKTİF İşte bu nedenle toplumları ne çalıştıkları fabrikaların patronları ne de itaat ettikleri yasalar yönetir. Toplumu da insanda olduğu gibi “idraki” yönetir. Yani insan gözünü açınca ne görüyor, gördüğünden ne anlıyor, anladığına karşı nasıl bir tepki aklında ve vicdanında ortaya çıkıyor ve son olarak bu tepkiyi dışa nasıl aktarıyor; bütün bunlar idrak yeteneğinden doğar. Toplum için de bu durum böyledir. Toplumun da bir kavrayış biçimi vardır, buna göre ürettiği hareketleri vardır. Hareketlerinin meydana getirdiği sonuçlara karşı bir duruşu vardır. Yine örneklemek gerekirse; toplumdaki yöneticiler, hakimler komutanlar, patronlar toplumun mahsulleridir. Toplum yapısının neticesinde, bir süreç içinde gelişmiş ve ortaya çıkmışlardır. Eğer o hakime kanunu nasıl uygulayacağı ve hangi hallerde hangi şekilde hüküm vermesi gerektiği değil de; ta en baştan, daha çocukken hakkı gözetmenin ne denli kutsal bir iş olduğu, kişinin doğru bir iş yaptığında tattığı o hazzın en yüce haz olduğu ve diğer cismani hazlardan ne denli üst ve haklı olarak kalıcı olduğu küçük hakime verilseydi; önce nasıl “insan” olabileceğini öğrenmiş olurdu. Yahut küçük fabrika patronuna, küçük iş adamına çalışan kişiye hakkını zamanında teslim etmediği takdirde o kişinin çocuğuna küçük bir hediye dahi alamayacağı zaman yavrusunun yaşayacağı his tattırılsa veya tefekkür ettirilebilse; o küçük patron büyüdüğü zaman insanları meta, sermaye; metayı ise yaşamın kaynağı olarak görmezdi. Bu çarpıklığın düzelmesinin tek yolu, toplum genelinde bunun görülmesidir. Eğer bütün bunlar toplumda “yanlış” olarak algılanmazsa, toplumun ürettiği her nesil yine aynı basamaklar üzerinden gider ve yine aynı neticelere ulaşır. Bu kısır döngüye girmemek için toplumun, toplumda da her insanın önce kendini daha sonra ise evladını nasıl ve hangi değerler üzerinden yetiştirmesi gerektiği kesinlikle kavranmalıdır. Yoksa ortaya çıkan her yaşam, birbirinin aynı olan bir milyon konserveden farksız olur. 95 DAR BİR KESİTTEN GENİŞ BİR TAHAYYÜL zira kapitalist bir dünyada vicdan AIDS’ten ölen bebeğe aşı yerine kar oranı fazla diye fabrikalarda köpek maması üretmekten ibarettir; yani kelimelerden ibaret yokluk senfonisi… Bu anlayışı yıkmak bir yana (zira bu anlayışı yıkmak solcu aydınların ya da yeni 15 Haziran 2013 Hamza ÖZCAN dönem İslamcı düşünürlerin zannettiği gibi basit bir sorun değil; geniş bir tefekkür ve aksiyoner bir dünya apitalizm, günlük hayatımızda herkesin nizamına muhtaçlık kudretine muktedir olabilmektir) sıkça duyduğu bir kelime daha doğrusu en azından sistem hakkında bazı şüphelere ve yeni bir sanrı… Peki bize bu sanrıyı yaşatan sorulara sebep aramak için yazı dizimizin altı temel özellikle son üç yüz yıldır Batı toplumu- fraksiyonu olacak. Bunlar: nun -ki bir Doğu toplumu olarak ABD’yi de bu sınıflandırmaya sokabiliriz- yaşam şekli ve gera-)Genel Bir Bakış çeği olan kapitalizm, gerek kendi bakış açısı gerekse b-)Kapitalizmin Doğuş Öyküsü kendisinden gayrı etkilediği, yansıttığı ve sömürdüğü diğer ülke, toplum ve bireyler tarafından kendi yac-)Neo Liberal Anlayışla Kapitalizmin Yeniden Dişam gerçeklikleri içinde nereye konuluyor; nasıl tarilişi nımlanıyor ve neye göre yargılanıyor? Kapitalizm bir ç-)Neo Liberal Görüşler ya da Yeni Kapitalist Anruh olarak neoliberal anlayışla zırhlanıp; küresel-köy layışlar olgusuyla yeni bir strafor yaratırken; bunu bütün d-)Sisteme Dair Eleştiriler ve Çıkış Yolları dünyaya kabul ettirip daha doğrusu bizim düşünce anlayışımıza uygun söylersek bunun böyle olmadığı e-)Kapitalizmin İnsanı yahut İnsanın Kapitalizmi bilindiği halde fizik kuralları kadar hakikat payı noksan baskısını insan zihninde nasıl kurabiliyor; o hegemonyayı bütün dünyaya nasıl kabul ettirip mecbur İnsanlık tarihi açısından her büyük atılım arkasında ediyor? Tröstleşen büyük şirketlerin siyasi haritalarda büyük bir birikim ve bu birikimle oluşturulan hamle görülen devletlerden ziyade artık kendi vatandaşlık neticesinde devasa bir sistem meydana getirir. Bugün kimliklerini oluşturdukları bu süreç; internetin yaşam insanlık bu büyük atılımı tarih boyunca iki defa gersahasına dahil olmasıyla sosyal medyanın faal bir şe- çekleştirebilmiştir. İlki M.Ö. 8000 yılında göçebe topkilde 21. yüzyıla vurduğu damga nasıl iki büyük buh- lumdan tarım toplumuna geçiş sürecidir. Şimdilerde ran yaşayan kapitalizmi (1929 ve 2008) yeniden diril- bizim için hiçbir anlam ifade etmeyen sabanın bulutip insanlığın vazgeçilmezi haline getiriyor. İnsanları nuşu, toprağın işlenmesine imkân sağlamış ve insansilahla değil; kelimelerle vuran yazarlar, sömürgecilik lığın medeniyetler oluşturmasına imkân sağlayacak anlayışını savaştan ziyade sinema kültürüyle yapan düzenin temel dinamiği olmuştur. Tarım toplumuna şirketler; iktidar değişikliklerini, isyanları bir kurşun- geçiş yerleşik hayatı doğurmuş; neticesinde köyler, la değil; sosyal medyada kurşunlaşan bir sözle başla- kasabalar, şehirler, ülkeler ve imparatorluklar kurultanlar acaba yeniden dirilen kapitalist anlayışın ne- masına; sanatın, edebiyatın ve siyasetin artık gerçek resindeler yahut hangi neokapitalist anlayışa hizmet manada oluşmasına; özel mülkiyet, sınıfsal farklılık ediyorlar? Sadece bu ideolojiye sahip olmayanlardan gibi kavramların hayatın gerçeğine dönüşmesine imziyade bu sistemle kurgulananları dahi gerektiğinde kân sağlamıştır. Yaşadığımız ikinci büyük atılımsa şu sömürmekten geri durmayan bu anlayış nasıl dünya an yaşadığımız kapitalist süreçtir. üzerindeki bütün toplumların gerçeği ve gereği olarak karşımıza çıkabiliyor. İşte yazacağımız yazı dizisinde bu soruların cevabına arayacak; aradığımız cevaplar Kapitalizmin doğması her ne kadar 18.yüzyılın başlasonunda bulduğumuz yanıtlara uygun sorular sorarak rına denk düşse de biz bunu daha geniş bir perspektifbu sisteme karşı akla ve vicdana uygun yanıtlar ara- ten ele almak mecburiyetindeyiz. Kapitalizm dendiği yacağız. Dikkat buyurursanız sadece akla dair sorular zaman ortaya üç önemli nokta düşmektedir. Bunlar demedim, vicdanı da hesap kitap meseli içine kattım; sırasıyla iletişimde devrimsel nitelikte hızlanma (bu- K 96 PERSPEKTİF PERSPEKTİF harlı trenden bugün internette sosyal medya ağına kadar olan geniş alan), makineleşme (buharlı makineyle başlangıç) ve demokrasi. Sorulması gereken ilk soru şuradan gelmekte: Bahsedilen bu üç nokta tarih boyunca ilk defa mı görüldü; yoksa önceden insanlık bu süreçleri yaşadı mı? Bazı kuramcıların dediği gibi kapitalizmin doğuşu İngiltere’nin küresel sömürge ağına sahip olmasından kaynaklanan ulaşım ağı mı; o zaman bundan üç bin yıl önce Doğu Akdeniz’de kolonicilik faaliyeti yürüten ve geniş bir ulaşım ağına sahip olan Fenikeliler’i nereye koyacağız? Varsayalım özgür ortamda hür iradesiyle hayat hakkı bulan insan her şeye muktedir olabilir yani demokrasi kurgulamıştır, diyelim kapitalizmi. O zaman Sokrat’tan bu yana hakikati söyleyeni darağacında sallandıran demokrasi tabii ki konuşma ve savunma hakkınızı vermek kaydıyla neden Antik Yunanda değil de 18. yüzyıl İngilteresi’nde ortaya çıktı. Fransız İhtilali’nin başkahramanlarından Danton’u dahi devrimin hemen ertesinde asan ve giyotine giderken celladına ”Kesilen başımı halka göster; çünkü bu gösterilecek bir baştır.” diye serzenişte bulunan Fransa’da değil de neden İngiltere de? Tabii İngiltere’de de az kişinin başına mal olmamıştır demokrasi; bunun sayısız örnekleri var. En başta bir Kral; lakin kapitalizm ilk neden İngiltere’de? Desek ki okuryazar oranı; iyi de matbaa Almanya ‘da Gutenberg’le hayat buldu; Aydınlanma Çağı’nın kalbi de Fransa’ydı; bu da yanıtsız… Zihin dağarcığımızı biraz daha geniş tutalım ve şunu söyleyelim; İngiltere’deki çitleme yasasıyla halka özel mülkiyetin yolu açıldı; bu da kapitalizme önayak oldu. O zaman Afrika’da, Nil Havzası’nda kapitalizm doğmadı da; neden şu an onlar kapitalizmin elinde can çekişiyor? Geriye tahmin edilebileceğiniz gibi tek bir yanıt kalıyor: buharlı makinenin icadı yani ısı enerjisinin mekanik enerjiye dönüşmesi. 1770’lerde James Watt tarafından icat edilen buhar makinesi arzın ortasına İngiltere’nin mızrağı sokması demekti kimilerine göre. Buharlı trenin yapımı ve bugün internetin yaşam sahamıza dâhil olması şüphesiz bu buluşun ürünüydü. Üstünde ”Güneş Batmayan İmparatorluk” diye siyasi literatüre giren tarihi gerçek ve devasa imparatorluk… Acaba? Kapitalizm burada doğmuştu; ama şu anlama gelmiyordu; ebediyen burada kalacak. Daha hızlı koşmazsanız hep daha hızlı koşan birileri bulunur, bu hayatın gerçeği; o da bulundu, yani zaman… Eğer ki yenilik ve ilerleme gelmezse; nasıl devrim ilk çocuklarını yer; kapitalizm de ilk çocuğunu yedi… Bundan sadece yüzyıl sonra daha yeni siyasi birliğini kuran ve hiçbir deniz kolonisine sahip olmayan Almanya ekonomik yönden dünyanın en büyük deniz kolonisine sahip İngiltere’yi yakalamış ve bundan elli yıl sonra ise ABD her iki devleti de kapitalist arenada geride bırakmıştı… İşin garip tarafı sistemin kurucusu,fedaisi olan İngiltere’de sisteme sistemli bir eleştiride bulunan Alman filozof Karl Marx’ın Ploretar (İşçi) Devrimi birer kapitalist toplum olan İngiltere, Fransa, Almanya ya da ABD’de değil; tamamıyla tarım toplumu olan Rusya’da hayat bulmuştu; sisteme sistemli bir eleştiri dahi şimdiye kadar yapılmadı, yapılamadı; en azından tutmadı. Ve Güneş Batmayan İmparatorluk’tan Greenwich’e çekilen İngiltere, bugün kapitalist arenada başaktör ABD’nin maşası… 97 Kapitalist sistem başta zannedildiği gibi daha çok üretim; daha çok zaman, daha kaliteli ürün, daha iyi yaşam standardı, daha iyi olanak, daha iyi insanlık… Bize ezberletilen daha daha daha iyi artık bahsedilen her neyse o değil miydi? Yoksa açlık, savaş, terör, yoksulluk, gecekondulaşma, insanın kendine yabancılaşması, yalnızlık, makineleşme, tröstleşme ya da en tepedeki “Big Brother’ın” [1] da söylediği gibi “Bir damla petrol; bir damla kandan değerlidir” [2] sözünün ezberlettirilip insanlık vicdanında bayraklaştırılması mıydı? “Liberalizmin hürriyeti hür bir kümeste bir tilki hürriyeti” [3] diyen akli zeka yanılmış mıydı? Ya bütün insanlık yolunu şaşırdı; yahut çağımızda birkaç Erasmus hala var ve delirmek üzereler. Muamma, muamma… Soruları dahi doğru sormayı bilmiyoruz; zira sistemin bize ezberlettiği ya da sınırları sadece onun çizdiği kadar sorular sorabiliyoruz. Şairin dediği gibi: “Fareleri küheylan, balkabağını fayton yapacaklar; ama saat gece yarısını vurur vurmaz bütün büyü bozulacak”[4] Saat 12:01 geçiyor, masal bitti; şimdi kabusu yaşıyoruz. Hem de sorularla… DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-“Big Brother”: George Orwell’in 1984 adlı romanında her şeyi, herkesi izleyen ve kontrol etmeye çalışan hayali karakter. 2-İngiliz devlet adamı Winston Churchill’in İngiliz siyasetini anlatan tarihi sözü. 3-Cemil Meriç’in Mağaradakiler eserinde Liberalizme getirdiği şahsi tespit. 4-İsmet Özel, Cuma Mektupları-8. BİLGE KAĞAN 24 Haziran 2013 Merve Rabia MERAL önemini anlatmaya, Kül Tegin ve Tonyukuk ile beraber yürüttükleri yönetim stratejilerini açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Üçüncü bölümde, Bilge Kağan’ın şahsiyeti üzerine araştırmalar yapacağız. Bilge Kağan nasıl bir devlet ilge Kağan’ın biyografisini yazmaktaki se- adamıydı? Halkına davranışları nasıldı? Budizm’i din bebim, Türk adını taşıyan Gök-Türk Devle- olarak kabul etti mi? Budizm fikrinin temelinde ne ti’nin en yüce kağanlarından biri olması ve vardı? Bilge Kağan eceliyle mi öldü yoksa öldürüldü Türk Tarihi çalışan kişilerin, ilk Türk Dev- mü? Bu sorulara cevap bulmaya çalışacağız. letleri ve kağanlarını tanımaları gerektiğine olan inancımdır. Çalışmamda kaynak dili olan Çince I.BÖLÜM ve Göktürkçe’yi bilmemem sebebiyle araştırma eserlerden faydalandım. Öncelikle Gök-Türk Devleti tarihi 1.Bilge Kağan’ın Ailesi ve Çocukluğu kitaplarını inceledim. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl tara- Bilge Kağan, II. Gök-Türk Devletinin kurucusu İlteriş fından kaleme alınan, ‘Göktürkler’ ve ‘Bilge Kağan’ın Kutluk Kağan’ın büyük oğludur. Annesi İl Bilge haVasiyeti’ isimli eserlerde yer alan, Bilge Kağan dönemi tundur. Doğu Gök-Türk devleti yıkılınca, fetret döneolaylarına değinmeye çalıştım. Türk Tarihinin en eski mi yaşadı. Bu dönemde yüz binden fazla kişi Çin’e göç yazılı kaynakları olan Orhun Abidelerinin Türkçe çevi- etti. Bir kısım halk Sir Tarduşlar etrafında toplandı, rilerinden faydalanarak, yaşanan siyasi, sosyal ve kül- bir kısmı ise batı istikametine göç etti [1]. Bilge Katürel olaylar ile alakalı bilgiler vermeye çalıştım. Bilge ğan’ın babası İlteriş Kutluk Kağan işte bu dönemde bir Kağan üzerine yaptığım bu çalışmayı yapmama vesile hareket başlattı. Gobi çölünün kuzeyinde, Ötüken’e olan danışman hocam Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’na yakın bir bölgede, Kutluk İlteriş Kağan Türk boylarını etrafında toplayarak güçlenmeye başladı [2]. Uzun teşekkürlerimi sunarım. yıllar Çin’de yaşamış olan Tonyukuk, Çin’den kaçıp İlteriş Kutluk Kağan’ın yanına gitti. Tonyukuk’un askeri GİRİŞ dehası GökTürk devleti için çok fayda sağladı. Bilge Kağan dönemi üzerine yapacağımız çalışmamız üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Bilge Kağan kimdir? Çocukluk ve gençlik yıllarında ne İlteriş Kutluk Kağan II. Gök-Türk Devletinin güvenligibi faaliyetleri olmuştur? Babası İlteriş’in ölümünden ğini sağlayabilmek için, düşman ülkelere ordular gönsonra niçin kağan olamamıştır? Kapgan Kağan dö- derdi ve savaştı. İlteriş Kutluk Kağan öncelikle Oğuzneminde, kağana sadık kalmış mıdır? Tarduş halkına ların üzerine seferlere çıktı. Orhun abidelerine göre şad ilan edildikten sonra ne gibi faaliyetleri olmuştur? düzenlediği sefer sayısı 47’dir. Göktürk Devletinin sınırlarını 18 km²’ye kadar genişletti. Bu başarı devletin Sorularına cevap bulmaya çalışacağız. 50 yıl önceki halinin devamı gibidir [3]. İlteriş Kutluk Kağan dönemi hakkında Çin kaynaklarında ise şu İkinci bölümde, Bilge Kağan’ın kardeşi Kül Tegin ni- açıklama yer alıyor: “Türk kuvvetleri çoğalınca He-şaçin ihtilal düzenlemiştir? Tonyukuk, ihtilal sonrasın- çing şehrini zapt ettiler, buradan pin-çeu sancağına girda dönemin devlet adamları öldürülürken niçin sağ diler. (688) Ertesi sene daha geniş kapsamlı olarak Çin’e bırakılmıştır? Bilge, Kağanlığının ilk yıllarında, iç akınlar yaptılar. İmdada giden bir takım Çin Kuvvetleri karışıklıklara karşı ne gibi önlemler almıştır? Bilge Türklerle başa çıkamadı. Artık her sene Türk kuvvetleri Kağan, Çin-Gök-Türk savaşlarında nasıl politikalar etrafa akınlar yapıyor.” [4] Bu açıklamadan da anlayauygulamıştır? Çin ile ilişkilerde hangi hususlara dik- cağımız üzere, İlteriş Kutluk Kağan hızlı bir gelişme kat edilmiştir? Tonyukuk ve Kül Tegin’in ölümünden gösterdi ve Çin’i zor durumda bırakmayı başardı. sonra, Bilge Kağan’ın faaliyetleri nelerdir? Sorularına cevap vereceğiz. Bilge Kağan’ın Gök-Türk Devleti için Bilge’nin doğum yılında yani 684 yılının sonbaha- B ÖNSÖZ 98 PERSPEKTİF rında Türkler chan-si’nin kuzeyine kadar gitti. Bir yıl sonra Kül Tegin doğduğunda ise Türk kuvvetleri T’aiYu-An’in kuzeyine kadar ilerlemişti [5]. İlteriş Kutluk Kağan’ın kısa dönemde hızlı bir gelişme gösterişini bu örnekle de açıklayabiliriz. İlteriş Kutluk Kağan öldüğünde Gök-Türk Devleti teşkilatlanmasını tamamlamıştır. Bilge 8, Kül Tegin 7 yaşlarında olduğu için tahta İlteriş Kutluk’un kardeşi Kapgan Kağan geçti [6]. Kapgan Kağan tahta geçtiğinde 27 yaşındaydı. Kapgan Türkçe’de “fatih” anlamına gelmektedir. Çince de ise ‘mo-ço’, ‘beg: çor’ gibi unvanlara sahiptir [7]. Kapgan Kağan, İlteriş Kutluk’tan devraldığı hızla büyüyen devleti, aynı istikamette geliştirmeye çalıştı. Öncelikle Çin’i baskı altında tutmaya çalıştı. Bu baskı politikasının sebebi, Çin’deki Türkleri anavatana geri getirmek isteğidir. Asıl amacı ise Asya kıtasında yaşayan her Türk’ü tek bayrak altında toplamaya çalışmaktır. 200 yıllık Gök-Türk tarihinde 24 yıl kadar bir süre kağanlık yapan Kapgan Kağan, Orhun Abidelerinde en çok zafer kazanan ve Çin’i en çok korkutan kağan olarak tasvir edilmiştir [8]. Bilge Kağan, Gök-Türklerde Hsiao-sha yani küçük şad olarak adlandırılmıştı. Çin kaynaklarında ise mochih-lien olarak bilinmektedir [9]. Bilge Kağan ve kardeşi Kül Tegin, İlteriş Kutluk Kağan’ın oğulları olmaları sebebiyle, askeri kamplarda büyümüşlerdir. Genç yaşta askeri rütbeler almışlar ve değerli savaşçılar olmuşlardır. İki kardeş; Bilge Kağan ve Kül Tegin, Türk Tarihinin örnek devlet adamları olarak anılmaktadır [10]. 3.Bilge’nin Kapgan Kağan Dönemi Faaliyetleri Bilge, Kül Tegin, Tonyukuk ve diğer devlet adamlarının orduları ve askeri başarıları Çin’in, Gök-Türkler için tehlike oluşturma ihtimalini tamamen bitirmiştir. Kapgan Kağan tüm bu başarılara rağmen halkına zalimce davranmıştır. Sürekli boyların isyanı vuku bulmuştur [14]. Kapgan Kağan dönemi iç karışıklıkları, Kapgan Kağan’ın ölümüne giden sürecin başlangıcıdır. Basmil, Türkeş ve Bayırku boylarının isyanları Gök-Türk devletini zor durumda bırakmıştır. Bilge ve Kül Tegin, amcaları Kapgan Kağan’a ellerinden gelen desteği vermişler ve isyanlara karşı onun yanında olmuşlardır. Abidelerde “Amcam Kağan’ın imparatorluğunda karışıklıklar çıktığında, halk ile hükümdar arasında ikilik olduğu zaman” diye bu dönem tasvir edilmeye çalışılmıştır [15] İsyanı tetikleyen bir diğer unsur Çin’dir. Gök-Türkler karşısında başarılı olamayınca kendilerince bir strateji belirleyerek içten çökertme işlemine girme kararı almışlardır. Böylece devlet güçsüzleşince yıkması daha kolay olacaktır. Gök-Türklerin egemenliğinde ki ülkeleri bağımsızlık için kışkırtmışlardır. Kapgan Kağan ilerlemiş yaşına ve gücünün yetersizliğine rağmen mücadele etmiştir. Ordu bu isyanlar sebebiyle zayıflamıştır. Halk arasında yoksulluk ve salgın hastalıklar baş göstermiştir. Bu sırada Çin İmparatoru Hsüan-Tsung’da Türk boy beylerine hediyeler göndererek kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. Bayırkuların isyanı üzerine Kapgan Kağan sefere çıkmıştır. Bayırkular yenilmiştir. Fakat az askerle geri dönmeye çalışan Kapgan Kağan yakalanarak öldürülmüştür. Çinli elçi Ho Ling-chü’an Kapgan’ın başını keserek Çin’e götürmüştür[16]. Çin İmparatoru güçlü düşmanı Kapgan Kağan’ın ölümü üzerine ülkesinde şölenler düzenlerken, GökTürk halkı yas tutuyordu. Kapgan Kağan’ın ölümü, ülkedeki yoksulluk ve salgın hastalıklar haklın göç etmesine sebep oldu[17]. Abidelerde Kapgan Kağan’ın ölümü ile alakalı ‘Ey Türk halkı, bilmiyorsun ki, sen kötü olduğun için amcam kağan uçtu ve gitti’ denilmektedir. İsyanlar ile ilgili olarak ise ‘Dokuz oğuzlar benim halkımdı. Gök ile toprak uyuşmadıklarından, ihtiras zehri kanlarına girdiğinden düşman oldular’ denilmektedir [18]. 2.Bilge’nin Tarduş Halkına Şad İlan Edilişi ve Batı Kanadı Şadlığı Dönemleri 696-697 yıllarında Kapgan Kağan eski müttefikleri olan Hitaylara karşı bir harekat düzenleyerek Çin lehine olan bir ittifakı bozdu. Bu dönemde Kırgızlar üzerine sefere çıkıldı. Bu seferin sonucunda 697’de Bilge, Tarduşların Şad’ı olmuş ve bütün batı bölgesinin başkomutanı unvanını almıştır [11]. Hükmettiği bölge Altay Dağlarının güney eteklerinin batısında, İrtiş nehrinin civarıydı. Bu görevi abidelerde “On dördüncü yaşımda Tarduş halkına Şad olarak hükmettim.” II.BÖLÜM şeklinde bildirmiştir. 1.Bilge’nin Kağanlık Dönemi Kapgan Kağan’ın ölümünden sonra, yerine oğlu İnel Bilge, askeri başarıları neticesinde batı kanadını yö- geçmiştir [19]. Babası öldüğünde Bilge küçük yaşta netti. Bu dönemde Kırgızların müttefiki olan tachik olduğu için tahta geçememişti bu yüzden tahtın onun halkı üzerine de seferler yaptı. 707 ve 711 yıllarında hakkı olduğu düşünüldü. Halk ve Gök-Türk ordulaAraplara karşı savaştı [12] Az halkının topraklarını rının başında bulunan Apa-Tarkanlar Bilge’yi destekişgal eden Bilge, Kırgızlara karşı ikinci bir sefer yapa- ledi. Çünkü Bilge Kağan, Kapgan Kağan döneminde rak, Kırgızları yendi ve kağanlarını öldürdü. Bilge’nin Batı kanadını başarıyla yönetmiş ve askeri başarılarıyŞadlık döneminde Kırgızlar üzerine 25 sefer yaptığı la kendini kanıtlamıştı. Kül Tegin bir ihtilal yaparak, sanılmaktadır [13] Daha sonra Türgeşler’e karşı sefer İnel Kağan’ı, ailesini ve danışmanlarını ortadan kaldüzenleyip, Türgeşler’i bozguna uğratıp kağanlarını dırmıştır. Sadece Tonyukuk hayatta kalmıştır. Daha öldürmüştür. önce devlete çok katkı sağlamış olması, halk arasında itibar gören biri olması ve Bilge’nin kayınpederi olma- 99 PERSPEKTİF sı dolayısıyla ona dokunulmamıştır [20]. Tonyukuk’a tecrübesi dolayısıyla devlette görev verilmiştir. Çin kaynaklarında Bilge Kağan, Kül Tegin ve Tonyukuk ile alakalı şu açıklamalara yer verilmiştir: “Gök-Türklerin ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Kağan Bilge iyidir. Milletini sever, Türkler de ondan memnundur. Kül Tegin harp sanatının ustasıdır. Ona karşı koyacak kuvvet bulunmaz. Tonyukuk ise otoriter ve bilgedir. Niyetleri ve kurnazlığı çoktur.” denilmiştir [21]. Kapgan Kağan’ın ölümü sonrasında bu üç devlet adamı bir araya gelmiş ve Gök-Türk devletini ayakta tutmaya çalışmıştır. Bilge, kağan olunca kardeşi Kül Tegin Sol Bilge Elig’liğine [22] getirilmiş, Tonyukuk ise devlet içerisinde yönetim makamında tekrar göreve başlamıştır. Devlet yönetiminde meydana gelen değişimler, halk arasındaki iç mücadeleyi bitirememiştir. Boy isyanları devam etmiştir. Yıllar süren isyanlar nedeniyle devlet adamlarında ve millette yorgunluk oluşmuştur. Bu durum karşısında Bilge, kardeşi Kül Tegin ile mücadeleye girişmiştir. 716 yılında Selenga boylarındaki Uygurlar Kargan savaşı neticesinde mağlubiyete uğratılmıştır. Türk boylarından bazıları, Göktürk topraklarını terk etmeye başlamıştır. Kıtan ve Tatabılar, Çin’e T’ang Hanedanına sığınmışlardır. Türgişler ise bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir [23]. 717 yılında tekrar isyan eden Karluklar üzerine sefere çıkılmıştır. Bu sırada Bilge Kağan, Çin ile iyi geçinme politikasını benimsemiştir. Boyların çoğu on yıldan fazladır devlete isyan halindeydiler. Bu isyanların uzun sürmesi devlete bağlı kalanların, bağlılıklarını yitirmelerine sebep olmaya başlamıştır. Bu karışık durumda Bilge, Tonyukuk’u göreve çağırdı ve yeni bir strateji belirleme kararı aldılar [24]. 2.T’ang Hanedanı İmparatoru Hsüan-Tsung ile Mücadele Bilge Kağan’ın Çin ile iyi ilişkiler kurma çalışmalarının sebebi, Tonyukuk’un stratejisi gereğiydi. GökTürk halkının yorgun ve bezgin, Çin Halkının ise dinamik olması, iki devlet iyi geçinmezse kötü sonuçlar doğurabilir diye düşünülmüştür. Fakat bu sırada Çin boş durmuyordu. Boylara hediyeler göndererek onları kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. Boylardaki Türkler ise, Çin’e iyi davranmamanın kendileri için kötü sonuçlar doğuracağı düşüncesindeydi [25]. Bu şekilde düşündükleri için Ötüken’den, Çin topraklarına göç etmeye başlamışlardı. Kapgan Kağan’ın ölümünden sonra, Dokuz Oğuzlar Çin topraklarına göç etmiştir. İsyanlarla mücadele edilirken, bu kargaşa ortamında Türk halkları Çin topraklarına geçmiştir. Çin topraklarına giden Türklerin durumu da iyi değildi. Çin devletinden umdukları yaklaşımı görmemişlerdi. Türk hakları değer görmüyordu. Bilge Kağan, devleti bu ortamda yönetmeye başlamıştır. Kül Tegin ve Tonyukuk ile beraber, abidelerde denildiği gibi ‘Gece uyumadan, gündüz durmadan’ çalışıp, bu durumu düzeltmeye çalıştılar [26]. Çin imparatoru Hsüan-Tsung, Kıtan, Tatabı ve Beşbalık’ta bulunan Basmıllarla gizli ittifak kurarak, Gök tük devletini zayıflatmayı amaçlamıştır. Kıtan, Tatabı ve Basmıllar farklı yerlerden saldıracak ve böylece hangi tarafa müdahale edileceği belirlenemeyecekti. T’ang Hanedanı İmparatoru Hsüan-Tsung böylece Gök-Türk devletini tamamen ortadan kaldıracağını düşünmüştür. Tonyukuk bu gizli ittifakı önceden fark ederek, bir strateji geliştirip bu sorunun atlatılmasını sağlamıştır. Bilge Kağan ise bu durum karşısında öncelikle endişelenmiştir. Basmıllar, 721 yılında tek başlarına Gök-Türk merkezine saldırmaya kalkışmıştır. Bu yüzden önce Basmıllar mağlup edilmiştir. Shahtan isimli Kansu’daki bölgede Çin ile savaşa tutuşan Gök Türk ordusu, Çin’i büyük bir bozguna uğratmıştır. Basmılların bögesi de tamamen ele geçirilmiştir. Bu sırada Çin’e seferler düzenlenmiş ve bazı şehirler alınmıştır. Böylece devlete karşı gizli ittifak kurulan iki cephe yenilmiş oluyordu. Geriye Moğol boyları olan, Kıtanlar ve Tatabılar kalmıştı. 722-723 yılında onların üzerine sefer düzenlenmiş ve mağlubiyete uğratılmışlardır. Bilge Kağan daha önceden Çin üzerine sefer yapmaya niyetlenmiş fakat Tonyukuk tarafından durdurulmuştur. Öncelikle kuvvetlenmek gerektiğini düşünen Tonyukuk’un stratejisi işe yaramıştır. Karluklar üzerine yapılan seferde, Karluk idarecisi memleketten kaçmıştır. Bilge, Karluk topraklarına girdiğinde halk tarafından saygıyla karşılanmıştır. Bilge, 717 yılından beri bağımsız olduğunu düşünen Türgişleri de kendine bağlı olarak görüyordu [27]. Bilge’nin tüm bu faaliyetleri Çin ülkesi tarafından yakından takip ediliyordu. Yaşanılan yenilgilerin akabinde, Gök-Türk Devletinin güçsüz olmadığını anlamışlardı. 3.Çin ile Kültürel İlişkiler Bilge Kağan Çin’i mağlup ettikten sonra, Çin ülkesine fazla ilerlememiştir. Çin ülkesine girmenin faydasız olduğunu, Tonyukuk’un da nasihatleri neticesinde iyice kavramıştır. Bilge’nin esas amacı kendi ülkesinde iç huzuru sağlamaktır [28]. Çin’deki T’ang Hanedanı İmparatoru Hsüan-Tsung, Bilge Kağan ve Gök-Türk devletiyle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır. Bu sırada sınırlarını kuvvetlendirmek için bazı çalışmalarda da bulunmuştur. 725 yılından sonra Bilge Kağan, Çin’e karşı daha iyimser bir siyaset takip etmeye başlamıştır. Bu tarihte gelen Çin elçisini, iyi bir şekilde karşılamıştır [29]. Ziyarete gelen Çin elçisine, T’ang İmparatorunun Tibetlilere ve Kıtanlara prenses verdiğini ancak kendisine bir prenses vermediğini ve söz verildiği halde evliliğin gerçekleşmediğini söylemiştir. Çin elçisi böylesine zor bir durumda kaldıktan sonra, prensesin gönderileceğini söylemiştir. Fakat Bilge Kağan, Çinli bir prensesle evlenmemiştir. Bilge Kağan prensesle evlilik gerçekleşmese dahi, dostluk ilişkilerinin devam ettirmeyi amaçlamıştır. Bu amaçla Veziri Buyruk Çor’u Çin sarayına göndermiştir. Meşhur at- 100 PERSPEKTİF lardan hediye olarak göndermiştir. Tibetlilerin, T’ang hanedanına ortak savaş açma isteğini, devletlerarası bağ yüzünden reddetmiştir. Çin sınırındaki askeri faaliyetlerini durdurmuştur. Çinliler ile ticari anlaşmalar da vardır. Ortak Pazar yerlerinde ticaret yapılıyordu. Ayrıca Çin Hanedanı, her yıl Gök-Türklere yüz binlerce top kumaş göndermekle yükümlüydü. Tonyukuk hakkındaki son bilgi bu döneme aittir. Çin elçisi geldikten sonra yakın bir tarihte ölmüş olma ihtimali kuvvetlidir. Devlete üstün hizmetlerde bulunmuş bilge vezir böylece tarih sahnesinden silinmiştir. Tonyukuk hatırasına Bain-coto adlı bir bölgede 725 yılı civarlarından bir abide dikilmiştir [30]. Tonyukuk Çin’de doğup büyümüş olsa da, Gök-Türk Devleti’nin en ileri gelen Türk Devlet adamlarından biri olmuştur. Çin ile alakalı yürütmüş olduğu stratejiler devletin sağlam yapısının korunmasını sağlamıştır. İlteriş, Kapgan ve Bilge Kağan dönemlerinde hizmet etmiştir. Toplamda 40 yılı aşkın hizmet süresince devlet için verimli siyasi faaliyetlerde bulunmuştur. için diktirdiği anıtın her bir köşesine tüm düşünce ve dileklerini ve Gök-Türkler ile alakalı tarihi olayları yazdırmıştır. Törene gelenler Türk töresine uygun olarak altın ve gümüş armağanlar getirmişlerdir [37]. III.BÖLÜM 1.Bilge Kağan’ın Şahsiyeti Bilge Kağan, Gök-Türklere kağan olduğu sırada, ülke topraklarında isyanlar hüküm sürmekteydi. Kardeşi Kül Tegin ve Tonyukuk ile beraber büyük bir mücadeleye girişti ve Gök-Türk topraklarından giden herkesi geri getirmeye çalıştı. Bilge Kağan, devletin bekasını her şeyden önde tutan iyi bir devlet adamıydı. Askeri başarıları da bunun kanıtıdır. 17 yaşında iken Tarduş halkına şad ilan edilmişti. Bu dönemde amcası Kapgan kağan safından savaştı. Onun ölümüne kadar kesinlikle tahtta hak iddia etmedi. Çin kaynaklarında Bilge Kağan’ın halkını sevdiğini ve halkında Bilge Kağan’a sadık olduğundan bahsedilmişti. Bilge Kağan, isyanlardan sonra güvenilir devlet adamı kişiliğiyle Türkleri bir araya toplamıştı [38]. Tonyukuk adına dikilen kitabenin yazarı kendisi kabul edilmektedir. Sadece Türk tarihinden faydalanmamış, Bilge Kağan, amcası Kapgan Kağan ve kardeşi Kül TeÇin yıllıklarında yer alan bilgilere de değinmiştir [31]. gin kadar haşin ve savaşçı bir karatere sahip değildi. Bununla birlikte Milli menfaatleri ise her daim gözetmişti. Bilge Kağan’ın en önemli özelliği milletini 4.Kül Tegin’in Ölümü çok sevmesi ve güvenmesidir. Kitabelerde “Ey Türk! Kül Tegin Koyun Yılı’nın on yedinci gününde ölmüş- Üstte gök yıkılmaz, altta yer delinmezse senin devletini tür. Bu tarih 27 Şubat 731 tarihine denk gelmektedir ve töreni kim bozabilir!” demekte ve milletinin ebedi[32]. Kül Tegin öldüğünde 47 yaşındaydı. Uzun yıllar liğine olan inancını gözler önüne sermektedir. Bilge Gök-Türk Devleti için mücadele etmiştir. Kül Tegin Kağan’ın kitabelerde halkına verdiği nasihat, sevgisimücadele ettiği dokuz oğuzlar tarafından şehit edil- nin, hoşgörüsünün ve iyi niyetinin göstergesidir. Milmiştir [33]. Cenaze törenine başta Çin olmak üzere, letine, onlar için çok çalıştığını söylemiş ve ebediyete bütün komşu devletlerden heyetler katılmıştır [34]. milletinin başarılarının götüreceğini söylemiştir. Bu komşu devletlerin arasında; Tıtan, Tatabı, Tibet, İran, Soğd, Buhara, Türgiş ve Kırgızlar da vardır [35]. 2.Bilge Kağan ve Budizm Kül Tegin’in ölümü en çok Bilge Kağan’ı üzmüştür. Gök-Türk halkı da yastaydı. Küçük kardeşi, Bilge’nin Bilge Kağan surlarla çevrili bir şehir inşa etme planını, Tonyukuk ile paylaşmıştır. Bu şehirleşme ile beraber en önemli destekçisi ve yardımcısıydı. Buda ve Lao-Tse’ye mabet yapmak istemiştir. Tonyukuk bu durum karşısında, eğer surlarla çevrili bir Bilge Kağan, Kül Tegin Abidesine, kardeşinin ölümü şehir inşa edilecekse, ilk mağlubiyette esir düşülebileile alakalı: “Küçük kardeşim Kül Tegin vefat etti. Ken- ceğini öne sürmüş ve Buda ile Lao-Tse’ye mabet yapıldim düşünceye daldım. Gören gözüm görmez gibi, bi- masının, Gök-Türk halkını miskinliğe sürükleyeceğilir aklım bilmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım. ni söylemiştir. Tonyukuk’a göre sayıca Çinlilerden az Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölmek için türemiş. olan Gök-Türklerin, onlara üstün gelmesinin tek bir Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gel- sebebi vardı; Bozkır hayatı ve avcılık kabiliyetleri [39]. se geri çevirerek düşünceye daldım. İki şadın ve küçük Bu hayat tarzı Türklerin sürekli savaş talimi yapmakardeş yeğenlerimin, oğlumun, beylerimin, milletimin sına sebep oluyordu. Budizm’in insandaki hükmetme gözü kaşı kötü olacak diye düşünceye daldım.” Demek- isteğini azalttığına inanan Tonyukuk, kuvvet ve savaşte ve yaşadığı acıyı anlatmaktadır [36]. çılık yolunda bunun GökTürklerin zararına olacağını belirtiyordu. Tonyukuk’a göre bu din ve tapınakları, Gök-Türk ülkesine sokulmamalıydı. Bilge Kağan’a Kül Tegin anısına, Türk töresine uygun bir cenaze tö- bu konudaki düşüncelerini söyleyen Tonyukuk, Bilge reni düzenlenmiştir. Bilge Kağan Çin İmparatoruna Kağan’ı Budizm fikrinden vazgeçirmiştir [40]. mektup göndermiş ve kardeşi için bir bark inşa ettireceğini söylemiştir. Çin sarayından bir heykeltraş isteyerek Kül Tegin’in heykeli yaptırma talebinde bulun- Bazı araştırmacılar ise Bilge Kağan’ın Budizmi benimmuştur. Heykeltraş Gök-Türk ülkesine gönderilmiştir. semek gibi bir düşüncesi olmadığını, Çin ile kültürel Çin İmparatoru Kül Tegin için yazılacak anıtın bir ke- bir bağ kurmak için böyle bir düşüncesi olduğunu benarına Çince övgü eklemiştir. Bilge Kağan, Kül Tegin lirtmiştir [41]. 101 PERSPEKTİF 3.Bilge Kağan’ın Ölümü Bilge Kağan küçük kardeşi Kül Tegin ve bilge devlet adamı Tonyukuk’u kaybettikten sonraki süreçte yalnız kalmış ve eski dönemdeki kadar dikkate değer başarılar elde edememiştir. Kıtan ve Tatabılara karşı 734 yılında aldığı zaferden başka kayıtlara geçmiş, fakat başka bir faaliyeti kayıtlarda yer almamıştır [42]. Bilge Kağan, daha önce Çin ile kültürel ilişki kurmak amaçlı, Çin sarayına gönderdiği Buyruk Çor tarafından zehirlenmiştir. Hasta yatağında kendisi zehirleyenin kimliğini tespit etmiş ve Buyruk Çor ve ailesini ortadan kaldırtmıştır. Bilge Kağan’ın kendisini korumakla yükümlü bir devlet adamı tarafından öldürülmesi, Gök-Türk devletinde ve halkında büyük üzüntüye sebep olmuştur [43]. Bilge Kağan 25 Kasım 734 yılında vefat etmiştir. Vefat ettiği sırada 50 yaşındadır [44]. Cenaze törenine komşu ülkelerden ve Çin’den geniş katılım olmuştur. Cenaze töreninde Türk töresine uygun olarak gümüş ve altın gibi değerli madenler armağan edilmiştir. SONUÇ Bilge Kağan, II. Gök-Türk Devletinin kurucusu Kutluk İlteriş Kağan’ın büyük oğludur. Kül Tegin Bilge Kağan’ın kendisinden bir yaş küçük kardeşidir. Bilge ve Kül Tegin Çocukluk yılları itibariyle birçok başarıyı beraber elde etmişlerdir. Kutluk İlteriş Kağan’ın vefatı sonrasında Bilge 8, Kül Tegin 7 yaşında olduğu için tahta Kapgan Kağan geçmiştir. Kapgan Kağan tahta geçtikten sonra, Bilge’yi genç yaşında Tarduş Halkına şad ilan etmiştir. Bilge ve Kül Tegin beraberce, Gök-Türk ülkesinin batı kanadı için çalışmıştır. Kardeşi Kül Tegin ile beraber, birçok savaşa katılmış ve başarılar elde etmiştir. Kapgan Kağan döneminde kağana sadık kalınmış ve kağan için savaşılmıştır. Bilge ve Kül Tegin, Kapgan Kağan döneminin sonlarına doğru çıkan iç savaşlarda önemli başarılar elde etmiştir. Kapgan Kağan’ın vefatından sonra, Kül Tegin bir ihtilal yaparak kağanlığı ağabeyine, Bilge’ye devretmiştir. Kül Tegin Sol bilge eligliği görevine getirilmiş, Tonyukuk ise devlet adamlığı görevine dönmüştür. Bu dönemde Gök-Türk ülkesinde iç karışıklıklar hâkimdir. Öncelikle Çin’e giden Türkler geri getirilmeye çalışılmıştır. İsyan eden boylar ıslah edilmiştir. Uygur Boyları bu dönemde mağlup edilmiştir. Çin ile beraber Gök-Türk Devletine karşı savaşan; Kıtan, Tatabı ve Basmıllar mağlup edilmiştir. Çin ile savaşa girilmiş ve Çin yenilgiye uğratılmıştır. Tonyukuk’un politikalarına uygun olarak, Çin ile dostluk ilişkileri geliştirilmiştir. Bu dönemde Tonyukuk vefat etmiştir. Bilge Kağan’ı asıl etkileyen ise yol arkadaşı olan küçük kardeşi Kül Tegin’in vefatıdır. Kül Tegin anısına Orhun Abidelerinden biri olan Kül Tegin anıtını diktirmiştir. Bilge Kağan iki önemli yardımcısını kaybettikten sonra bir süre duraklama dönemine girmiş ve bu dönemde kayda değer başarılar elde edememiştir. Bilge Kağan, halkını seven bir devlet adamıdır. Halkı tarafından da çok sevilmiştir. Savaşçı yönünün dışında, halkına değer veren ve isteklerini yerine getiren bir kağandır. Budizm’i Gök-türk ülkesine, Çin ile kültürel ilişki kurabilmek amacıyla getirmek istemiş fakat Tonyukuk bu fikri desteklememiştir. Budizm’in Türkler üzerinde yapacağı olumsuz etkilerden bahsetmiş, bu fikirleri Bilge Kağan tarafından desteklenmiştir. Bilge Kağan, Çin ile dostluk ilişkileri kurmak maksadıyla, Çin sarayına Gök-Türkleri temsilen gönderdiği devlet adamı Buyruk Çor tarafından zehirlenmiştir. Hasta yatağında kendisini zehirleyeni belirleyen Bilge Kağan, Buyruk Çor’u ve ailesini öldürtmüş ve kendisi de vefat etmiştir. DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR 1.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan’ın Vasiyeti (Bilge Kağan), Turan Kültür Vakfı, İstanbul, 1996, s.16. 2.Ahmet Taşağıl Bilge Kağan, s.17. 3.Ali Kemal Meram, Göktürk İmparatorluğu, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1974, s.62. 4.Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi I-II, Akba Kitabevi, Ankara, 1946, s.111. 5.Rene Giraud, Göktürk İmparatorluğu (İlteriş, Kapgan ve Bilge’nin Hükümdarlıkları), Çev: İsmail Mangaltepe, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1999, s.62. 6.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.18. 7.Türk Tarihi ve Kültürü, Makaleler, Editör: Cemil Öztürk, Pegem A Yayıncılık, Ankara, 2007, s.22. 8.Ahmet Taşağıl, Göktürk Kağanlığı Göktürkler (Göktürkler), Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002 2.cilt s.36. 9.Osman Fikri Sertkaya, Göktürk Tarihinin Meseleleri, Türk kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 131, seri: IV, sayı: A-40, Ankara, 1995, s.2. 10.Nuri Yazıcı, Türk Tarihinin Eski Çağları, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s.316. 11.Rene Giraud, a.g.e., s.63. 12.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.65. 13.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2004, 3.cilt, s.189. 14.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.19. 15.Rene Giraud, a.g.e., s.67. 16.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.39. 17.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.71. 18.Rene Giraud, a.g.e. s.67. 19.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.39. 20.Akdes Nimet Kurat, Göktürkler, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002 2.cilt s.118. 21.İbrahim Kafesoğlu, Asya Türk Devletleri, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara, 1976, s.723. 22.Elig, prenslik demektir. Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.20. 23.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.40. 102 PERSPEKTİF PERSPEKTİF 24.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.20. 25.Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s.106. 26.Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s.107. 27.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.21. 28.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.42. 29.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.21. 30.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.23. 31.İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1986, s.125. 32.Rene Giraud, a.g.e., s.87. 33.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.89. 34.Türk Tarihi ve Kültürü, s.22 35.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, 1996, s.23. 36.Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara, 1970, s.29-30. 37.Ali Kemal Meram, a.g.e, İstanbul, s.92. 38.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.93. 39.Laszlo Rasonyı, Tarihte Türklük, Türk Kültürü ve Araştırma Enstitüsü Yayınları:126, Seri: III, Sayı:A.34, Ankara, 1993, s.98. 40.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.22. 41.Rene Giraud, a.g.e., s.152. 42.Ahmet Taşağıl , Bilge Kağan, s.24. 43.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.94. 44.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.24. TÜRKİSTAN LEJYONU 05 Temmuz 2013 Merve Rabia MERAL II GİRİŞ . Dünya Savaşı; Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başlamıştı. Polonya, Almanya ile Rusya arasında paylaşılmıştı. 22 Haziran 1941 de ise Alman orduları, Rusya’ya ilerlemiş ve savaş başlamıştı. 1940 senesinden itibaren Sovyet basınında da Almanlar ile dostluk ve işbirliği gibi yayınlar durdurulmuştu. Bu durum savaş öncesinde aslında bu savaşın mutlaka gerçekleşeceğinin ispatıdır [1]. Bu savaş Sovyet- Nazi savaşı olarak da adlandırılmaktadır. Rusya, Almanya’ya karşı yürüttüğü bu savaşta sadece Rus askerleri değil, Türk askerleri de cepheye göndermişti. Çarlık döneminde Türkler askere alınmamıştır. Sovyetler döneminde de bu uygulama belli değişimlerde olsa devam ettirilmiştir. Türklerin ateşli silah kullanmalarını istememişlerdi. Bu yüzden Türkleri geri hizmet kıtaları olarak cepheye göndermişlerdir [2]. Türkler cepheye kendi istekleri ile gitmiyordu. Sovyetler Türkleri cepheye zorla götürüyordu. Yirmi sene kadar askere alınmayan Türklerin de cepheye gönderilmesi ve ellerine gerektiğinde silah verilmesi de durumun vahametini ortaya koymaktadır. Savaş talimlerinin, günlük hayatın bir parçası olması hatta sokaklarda dahi savaş talimlerinin yapılması Almanya savaşının ciddiyetini göstermektedir [3]. Halk ise kime karşı savaşacağını bilmiyordu. Türklerin o dönemdeki kaygıları, Türkiye’ye karşı savaş açılmasıydı. 22 Haziran 1941’ de radyolardan yapılan Almanya saldırısı haberiyle kime karşı savaşacaklarını öğrendiler [4]. Nazi ordularının, Rusya’ya ilerleyişi çok hızlı bir şekilde olmuştur. Sovyet Lideri Stalin, tüm halkları birlik ve beraberlik içinde düşmana karşı savaşmaya çağırmıştır. O döneme kadar Türklere baskı politikası uygulayan Sovyetlerin, bu politikası halka inandırıcı gelmemiştir. Almanlar Ukrayna’yı, Baltık Ülkelerini, Beyaz Rusya’yı işgal etmiş, Stalingrad kapılarına kadar dayanmışlardı. Bu dönemde Kızılordu 3 milyon esir 103 vermiştir. Türkler de bu esirlere dahildir. Almanya esareti ve Türkistan Lejyonuna giden süreç bu şekilde başlamıştır. ALMAN ESİR KAMPLARINDA TÜRKLER Savaş başlayalı çok uzun bir süre olmamışken, 3 milyon esir alan Alman ordusunun bu başarısı sadece savaş tecrübeleriyle alakalı değildir. Sovyetler döneminde, yönetimden memnun olmayan halklar ve hatta Ruslar bile Almanları kurtuluş olarak görmüşlerdir. Bazı yüksek rütbeli subaylar, emirlerindeki erleriyle beraber Almanlara teslim olmuştur. Fakat Almanlar bu olayı kendi ideolojileri gereği önemli bulmamış ve kamplarda herkese eşit muamelede bulunmuştur. Almanların Nasyonel-Sosyalist görüşü ırk temelli düşünmelerine sebep olmuştur. Bu yüzden Türklere, Slav ırkından daha aşağı (Asya ırkından) oldukları gerekçesiyle daha kötü davranmışlardır. Almanlar, kendi ülkelerinden çok uzakta oldukları için, savaş ortamı içerisinde kendi askerini bile zar zor besleyebiliyordu. Bu yüzden kamplara Almanya’dan buralara hem ordu birliklerini, hem de esirleri doyuracak kadar malzeme getirmek imkan dahilinde değildir. Sizleri memleketinizde bulduğumuz malzemelerle doyurmak mecburiyetindeyiz.’ İçerikli yazılar asılıyordu. Savaş ortamında her yer yakılıp yıkıldığından açlık had safhadaydı. Esirler öncelikle baraka ve ahır gibi mekanlarda tutulmuşlardır. Daha sonra esir kamplarına nakilleri yapılmıştır. Bu geçiş süresince birçok kişi yollarda ya da açlıktan ölüyordu. Kamplardaki askerlerin dışarısıyla bağlantıları yoktu. Sadece Alman ordularının hızla ilerlediği, Sovyetlerin yenilmek üzere olduğu tarzı haberler duyuluyordu. Bu haber özellikle Türkleri heyecanlandırıyordu. Bu haberler neticesinde Sovyet zulmünün biteceğine kanaat getirmişlerdir. Kamplarda disiplin ve güvenlik had safhadaydı. Esirlerin uymaları gereken kurallar vardır. Özellikle kamp çevresindeki tellere ya da kapılara yaklaşanlar uyarılmaksızın öldürülüyordu. Kamplarda açlık ve hastalık kol geziyordu. Ölen birinin cesedi günlerce yerde kalırdı. Öldüğü anlaşılınca ise kamp dışında, kapı önle- 104 PERSPEKTİF TÜRKİSTAN LEJYONUNUN OLUŞUMU Türkistan lejyonunun kurulma teklifi ilk kez 20 Ağustos 1941 tarihinde, Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop’la görüşen, Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi Hüsrev Gerede’den gelmiştir. Gerede, esir askerlerin keşif ve kılavuzluk gibi görevlerde kullanılabileceğini, KafKamplardaki açlığı boyutu dehşet vericidir. İnsanlar kas halklarının bir tampon devlet olarak kullanılabiartık açlıktan yamyamlaşmaya başlamıştır. Ölenlerin leceğini ve Hazar Denizi’nin doğusunda bağımsız bir yenilmesi durumu yaygınlaşmıştır. Alman yetkiler devlet kurulabileceğini söylemiştir [8]. bunu fark edince elliye yakın kişiyi kurşuna dizmiş ve insan etini yemeyi yasaklamıştır. İnsan eti yiyen esir- 1941 Almanya-Rusya savaşı başladığı sırada, Almanlerin çoğunun Ermeni asıllı oldukları ileri sürülmek- ya’da yaşayan tek Türkistanlı olan Milli Türkistan Birtedir [6]. lik Komitesi başkanı Veli Kayyum Han, Paris’te yaşayan Mustafa Çokay’ın evine ziyarete gitmiş ve Alman Kamplarda özellikle Yahudilere karşı daha fazla şid- görevlilerinin onunla görüşmek istediğini bildirmişti. det uygulanıyordu. Kırımçak diye tabir edilen Kırım Paris’te Alman subaylar tarafından tutuklanan Çokay, Yahudileri de bu işkenceye maruz kalmıştır. Bu işken- bir kampa götürülmüş ve Türkistan ile alakalı bir konceye sadece Yahudiler maruz kalmamıştır. Bir askerin ferans sunmuştu. Yahudi olup olmadığının teşhisi sünnetli olup olmadığı ile alakalıydı. Bu yüzden Müslüman Türklerde, Çokay’ın özellikle Sovyet karşıtı bu konuşmaları, RusYahudi sanılarak kurşuna dizilmiştir. larla savaş halinde olan Almanların ilgisini çekmişti. Veli Kayyum Han ile Mustafa Çokay izin alarak, esir Haftalarca yemek dağıtılmadığı zamanlar oluyormuş. kamplarındaki Türkistanlılar ile görüştüler. KampBu yüzden güçsüz düşen ve hastalananların giysilerini lardaki yaşam koşullarını düzeltmeye çalıştılar. Müsalan onları itip kakan bir zümre oluşmuştur. Kamp- lümanların, sünnetli oldukları için Yahudi sanılarak lar da hasta ve sağlıklılara yönelik olarak ayrılmıştır. kurşuna geçirilmesine engel oldular [9]. SS ordusu Güçlü olan askerler, Alman subaylar tarafından çalış- Türkistanlıları sadece Yahudi olmakla suçlamamıştır, komünist olmakla da suçlamıştır [10]. Mustafa Çotırılıyor ve karşılığında bir miktar ekmek alıyormuş. kay ve Veli Kayyum han kamplarda ki açlık, yoksulluk, hastalık ve ölümlere bizzat şahit olmuşlardı. Bu Kamp talimatnamesinde 4 madde dikkat çekmekte- geziler sırasında Çokay, tifo hastalığına yakalanmıştır. dir: Çokay bu hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiştir. Daha sonra Türkistan lejyonu faaliyetleri, Veli Kayyum Han tarafından yürütülmüştür. Çokay’ın vefatı 1.Her esir günde 50 g ekmek, yarım litre su, yarım üzerine Veli Kayyum Han: ‘Merhum Mustafa Çokay litre çorba tüketecektir. bey’e ölümünden bir gün önce, kendi isteğiyle Kur’an 2.Kampı çevreleyen tellere 5 metreden fazla yakla- okudum. Tek başına bir evde kalıyordu. Yanına girilşanlar, kulelerdeki askerler tarafından kurşuna di- mesi yasaktı. Hastalığın mesuliyetini üzerime alıp yazilecektir. nına gidiyordum. Bütün dostların katılımıyla, Musta3.Saat 19:00’dan sonra barakalarda konuşmak ya- fa Bey’i Berlin’de Türk mezarlığına defnettik’ demiştir [11]. saktır. 4.Karanlıkta ateş yakmak ve barakalarda sigara içmek yasaktır. Resmi olarak, Ocak 1942’de kurulan Türkistan Lejyonu; Özbek, Kazak, Kırgız, Karakalpak ve Taciklerden oluşuyordu. Lejyona, Alman General Oscar Van Kamp talimatnamesindeki bu kurallara uymayanlar, Niedermayer komutanlık ediyordu. 162. tümene bağlı affedilmeksizin kurşuna dizilmekteydi. Ekmek geldi- olan lejyonda, esir kamplarında kötü şartlarda yaşam ği zaman, erkenden ekmeğini alıp, ekmeğin bitmesi mücadelesi vermiş ve hayatta kalabilmek için gönüllü halinde aç kalmamak için sabahın erken saatlerinde olarak lejyona giren askerler bulunuyordu. Askerlerin kapılara yakın kuyruk olanlar, ekmek alabilmek için üzerindeki Rus üniformaları çıkarılmış, yerine Alman öne doğru hamle yaptıklarında kurşuna dizilmektey- Üniformaları giydirilmişti. Askerlerin sağ kollarına diler [7]. “Allah Biz Bilan” arması takılmaktaydı [12]. Türkistan lejyonu 5 bölümden oluşmaktaydı [13]. Türklerin Yahudi sanıklarak öldürülmesine, açlık ve hastalıktan ölmelerine engel olan iki kişi vardı: Mus- Askerlerin lejyona katılmaları kolay olmamıştır. Butafa Çokay ve Veli Kayyum Han. Onlar kampları gez- nun sebebi Alman esareti döneminde yaşadıkları miş, Türklerin halini görmüş ve düzeltebilmek için elim olaylardır. İlk haftalarda Almanlara korkarak ellerinden geleni yapmışlardır. bakmışlardır. Bu korku Alman subaylarının, Türkistan Lejyonuna yönelik yorumlamalarıyla yavaş yavaş ortadan kalkmıştır [14]. Savaşa zorla getirilen Türkisrinde diğer ölüler ile üst üste istiflenirdi. Türk esirlerin bazıları, esirliğin bir yönünden hoşnuttu, o da Rusların yüzüne bakarak onları eleştirme özgürlüğüydü. Kamp yatakları her esire yetecek miktarda olmadığından yerlerde ve duvar diplerinde uyuyorlardı [5]. 105 PERSPEKTİF tanlıları lejyondan haberdar etmek için, Alman savaş uçaklarından Kasım 1941 de bildiriler atılmıştır. Bu bildirilerde ‘Bizler Türkistan Milli Askerleri, Almanların desteğiyle vatanımızdaki Rus emperyalistlerine karşı, özgürlük için mücadele etmekteyiz. Milyonlarca Türkistanlı Bolşeviklerin kurbanı olmuştur. Bolşevikler kendi menfaatleri için sizleri savaştırmaktalar. Yeter bu kadar zulüm! Silahlarınızı bırakıp Türkistan Milli ordusuna geliniz.’ Yazmaktaydı. Rus komutanlar bunun kandırmaca olduğunu söylemiştir. Fakat buna rağmen askerler hızla lejyona katılmıştır [15]. kistan’ı işgali ve Türkistan’ı tarihten silmek için giriştikleri faaliyetler ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Türkistan’ın önemli kaynaklarından; altın, pamuk, deri, yün ve ipek gibi gelir kaynaklarının Moskova’ya götürüldüğü ve Türkistan’ı koloniye çevirmeyi amaçladıklarından bahsedilmiştir. Rusların Türkistan için kullandığı ‘Rus Türkistan’ tanımına değinilmiş ve bu tanımın yanlışlığı üzerine yorumlamalar yapılmıştır. Bu durum karşısında Milli mücadelede bulunan Alaş Orda gibi faaliyetlerin yok edilişi anlatılmıştır. Milli Türkistan Birlik Komitesinin varlığının ne denTürkistan lejyonu, Milli Türkistan Birlik Komitesi ta- li önemli olduğu bu şekilde anlatılmaya çalışılmıştır rafından oluşturulmuştu. Esir ve muhaceretteki Tür- [20]. kistanlılar, mavi renkli, ortasında ok ve hilal bulunan Milli Türkistan Birlik Komitesi bayrağı altında toplandılar. Lejyonun askeri idaresi Almanya’da idi. Siyasi ve Milli Türkistan dergisinde lejyonda meydana gelen Milli işler ise Veli Kayyum Han tarafından yapılmak- haberlerden biri olarak, 700 sayılı tabura Timur’un istaydı. Savaş meydanlarına Türkistan Lejyonu asker- minin verilmiş olduğundan, ve askerlerin bu isim için leriye karşılaşan Ruslar, onları Hitler yanlısı ve faşist kutlama yaptıklarından da bahsedilmiştir [21]. olmakla suçladılar [16]. Türkistan Lejyonu askerleri Almanya’da rahatça dolaşabiliyordu. Almanya hükü- TÜRKİSTAN LEJYONU ASKERLERİNİN CEPHE meti bu konuda hiçbir baskı ve kısıtlama yapmamıştır. GÖREVLERİ Milli Türkistan Birlik Komitesi çıkardığı ‘Milli Türkistan’ dergisi ve ‘Yangı Türkistan’ gazetesini, cephedeki Gönüllü birliklerin sayısı 900 bine kadar ulaşmıştır. askerlere ulaştırarak onları Ruslar hakkında bilgilen- Almanlar, Türk askerinin sayısını fazla göstermek isdirip, Milli ve Dini hassasiyetlerini kuvvetli tutmaya temiyorlardı. Türk gönüllülerini kıtalar halinde teşkilatlandırmışlardı. Her kıtada 10 kişi olması gerekirken çalışıyordu [17]. gönüllü birliklerde bu sayı 10’ dan fazlaydı. Türk birlikleri Kırım’da, Kuzey Kafkasya’da, Stalingrad, Smolensk Milli Türkistan Dergisinde, Stalin tarafından, Tür- ve Leningrad muhasaralarının yapıldığı cephelerde kistan’dan getirilen genç, yaşlı birçok kişinin cephe- görevlendirilmiştir [22]. Moskova’da Alman Ateşeliği de zorla savaştırıldığı anlatılmıştır. Türkistan lejyonu yapan ve Rus askeri nizamını yakinen bilen General bu açıdan çok önemlidir. Çünkü askerler, Almanlarla Heingendorf Türk askerleri için “Slav asıllı olan Rusbirlikte gönüllü olarak savaşmaktadır. Savaşta üstün larda askerlik vasfı yoktu. 200 yıldır askeri eğitim alabaşarı gösteren Türkistan askerleri, Alman Hükümeti mamış Türklerin basit bir eğitimle cephede bu kadar tarafından madalya ile mükafatlandırılmıştır [18]. başarılı olmalarını ummamıştım. Ruslar sizleri askeri birliklerine almamakla aptallık etmişler. Sizleri harbe alsalardı daha başarılı olurlardı.” demiştir. Askerler lejyonda sadece askeri eğitimden geçmiyordu. Eğitimhane görevi de gören lejyonda milli ve dini eğitimde veriliyordu. Eğitim alan 2500 kadar asker Polonya’da Almanların başka cephelerde savaş halinvardı. Küçük ve orta dereceli subayların eğitim aldı- de olmasını fırsat bilenler, Varşova isyanını başlattılar. ğı lejyonda öğrenci ve öğretmenlerin tamamı Türkis- Almanların oraya yetişmelerine imkan yoktu. Bu yüztanlıydı. Türkistan’ın milli tarihi ve mücadele tarihi den Ukrayna’dan geri çekilerek Varşova yakınlarına konulu eğitimler alınıyor, siyasi bilgiler veriliyordu. gelen iki Türk taburundan bu konuda yardım istediler. Subay okullarının haricinde molla ve milli propagan- Türklerin Polonyalılara karşı bir kini yoktu fakat bu dacı yetiştiren okullarda mevcuttu. Burada hazırlanan isyanı başlatanların arasında Ruslar da vardı. 30 bin kişiler cepheye gönderiliyordu. Her cuma Baş İmamın kişilik Türk Taburları, Varşova’yı Ruslara teslim etmeöncülüğünde Cuma namazı kılınıyor ve Kur’an dinle- mek için bu isyanı bastırmıştır. Bu vazifeyi bu denli niyordu. Askerlerin tamamına küçültülmüş Kur’an-ı iyi yerine getiren Türk taburu, Almanya Genel KurKerim verilmiştir. Lejyonda Kur’an okumayı bilme- mayı’nın büyük takdirini kazanmıştır. İsyanı bastıryenlere eğitim de veriliyordu. Bunun dışında modern makla kalmayıp, Rusları bölgeden uzaklaştırmayı da bilimler de öğretiliyordu. Tiyatro gibi sosyal etkinik- başarmışlardır. Ruslar karşılarında Türkleri görünce lerden mevcuttu [19]. şaşırmışlardır. Esir aldıkları Türklere kendilerine karşı neden savaştıklarını sormuş ve Almanların Türklerin milli varlığını tanımaları ve Sovyet zulmünden Alman subaylarının, Türkistan Lejyonunda verilen kurtardıkları cevabını almışlardır. Esir alınan Türkler, eğitimde önemli katkıları vardır. Bunun sebebi ortak Ruslar tarafından tereddütsüz katledilmiştir. düşman için bir arada olmalarıdır. Milli Türkistan Dergisinde lejyonda yaşanan gelişmeler halka duyurulmuştur. Lejyon askerlerinin milli ruhunu diri Almanlar Türklere, ırkları dolayısıyla sempati besletutmaya yönelik yazılan makalelerde, Rusya’nın Tür- meseler ve hatta alaycı yaklaşımlarda bulunsalar dahi, 106 PERSPEKTİF PERSPEKTİF Türkler onları kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Varşovaki isyanı bastıran Türkler, Polonyalılara zarar verme- DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR miştir. Bu yüzden Polonyalıların da sevgisini kazan1-Cabbar Ertürk, Kızılordu’dan Kafkas Milli Lejyonumışlardır. na Bir Türk’ün II. Dünya Harbi Hatıraları, Hazırlayan: Erol Cihangir, Turan Kültür Vakfı, İstanbul, 2005, s.99. Almanya savaşın Batı’ya kaymasını ve Türkistan Lej- 2-Abdulvahap Kara, Türkistan Ateşi: Mustafa Çoyonu askerlerinin Batı’da İngiltere ve Amerika’ya karşı kay’ın Hayatı ve Mücadelesi, Da Yayıncılık, İstanbul, savaşmasını istiyordu. Milli Türkistan Birlik Komitesi 2002, s.167. Başkanı Veli Kayyum Han bu duruma karşı çıkmıştır. Amerika’nın ve İngiltere’nin onların düşmanı olmadı- 3-Cabbar Ertük, a.g.e, s.99. ğını savunmuştur. Fakat daha sonra, Türkler Almanla- 4-Cabbar Ertük, a.g.e, s.100. ra bu hususta yardım etmemenin kendilerince zararlı 5-Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar, Ötüken Neşriyat, İsolacağı kanaaite vararak, Batı’ya nakillerini istediler. tanbul, 2000, s.101- 155. 6-Cabbar Ertürk, a.g.e., s.129. Fransa ve İtalya’ya yerleştirilen Türkler Batı cephesin- 7-Cengiz Dağcı, a.g.e, s.155-185. de savaşmaya başladılar. Alay ve tümenler haline getirilen lejyonda artık tamamen Türkler vardı. İtalyanlar 8-Ahat Andican, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye ve Orta Asya, İstanbul, 2009, s.477-478. Türkleri, Moğol askerleri sanmışlardır. 9-Abdulvahap Kara, a.g.e., s.270. Almanlar savaş sonucunda teslim olmuşlardı. Türk- 10-Cengiz Dağcı, a.g.e., s. 213. lerin kaderi Amerikalıların ve Avrupa’nın iki dudağı 11-Veli Kayyum Han, Mustafa Çokayni Eslaş, Milli arasında kaldı. Ruslar savaş suçluları olarak adlan- Türkistan, 6/70-71, Mart 1951, s.22-27. dıkları askerlerin iadesini istedi. İngiliz askerler ta- 12-“Allah Bizimledir” demektir. rafından esir alınan Türkler, Rus yetkileri tarafından sorgulandı. Lejyonda savaşan Türkler savaş suçlusu 13-Ahat Andican, Cedidizmden Bağımsızlığa Hariçte olarak Ruslara teslim edildi. Ruslar, onlara hiç acıma- Türkistan Mücadelesi, Emre Yayınları, İstanbul, 2003, s.534-536 . dılar ve hepsini kurşuna dizdiler [23]. 14-Abdulvahap Kara, a.g.e., s.55. 15-Hüseyin İkram, “Allah Biz Bilan”, Milli Türkistan, SONUÇ 4/83, Şubat-Mart 1953, s.13. Savaş sonrası Avrupa’da kalan esirlere yardım kurumları oluşturulmuştu. Ukraynalı ve Polonyalılar gibi 16-Kemal Özcan, Baymirza Hayit’in Türkistan AraşHıristiyan topluluklar, kilisenin koruması altındaydı. tırmaları ve Milli Mücadelesindeki Rolü, Turan KülAynı durum Müslümanlar için geçerli değildi. Müs- tür Vakfı, İstanbul, 1997, s.16-17. lümanların yardım çağrısına cevap veren yoktu. Müs- 17-Mehmet Saray, Doğumunun 65. Yılında Dr.Baylüman ülkelerin büyükelçiliklerine gidenler kapıdan mirza Hayit, Kazancı Matbaacılık, İstanbul, 1987, s.17. çevriliyordu. 18-Asan-Bek, “Barlıq Hereketler Azadlıq Üçün”, Mill Türkistan, 2/13-14, 1 Febral 1943, s.14-22. Müslüman asıllı mültecilerin büyük bir kısmı Türk’tü. 19-Hüseyin İkram, “Allah Biz Bilan (II)”, Turkistan Arnavutlar ve Boşnaklar da mülteciler arasındaydı. Milli Ordusinin Askari Milli Türkistan, 6/84, NiMüslüman ülkelerin sırt dönmesi tek çare olarak Tür- san-Mayıs 1953, s.9-13. kiye yollarına düşülmesini sağladı. Türkler haricinde- 20-Jalgız, “Biz Ne Üçün Küreşemiz”, Milli Türkistan, ki Müslümanlar da Türkiye’yi kurtuluş olarak görü- 2/13-14, 1 Febral 1943, s.7-11. yorlardı. Fakat Türkiye’den de davet gelmemekteydi. Başkonsolosluk Ankara’dan emir gelmeden hiçbir 21-Hüseyin İkram, “Allah Biz Bilan IV: Timur Batalşey yapamayacağını söylemiştir. Bu sırada Türkiye’de yonu”, Milli Türkistan, 7/88, Yanvar-Febral 1954, s.7Türkçülük-Turancılık davası vardı. 1944 yılında İsmet 14. İnönü zamanında, Rusya ile iyi ilişkiler kurma çaba- 22-Cabbar Ertürk, a.g.e., s.173. ları göze çarpmaktadır. Yakup Kadri Bey’in çabaları, 23-Cabbar Ertürk, a.g.e., s.274. mültecileri Türkiye gündemine sokmuştur. Türkiye’ye kabul edildikleri açıklandığında Yakup Kadri çok se- 24-Cabbar Ertürk, a.g.e, s.311-346. vinmişti. Türkiye’de Türk Milliyetçisi aydınlar tara- fından savunulan mülteciler, Türkiye’de büyük yankı uyandırmıştır [24]. Lejyona dahil olan ve Türk Dünyasına önemli katkıları olan iki isim önemlidir: Cengiz Dağcı ve Baymirza Hayit. Sovyetlere teslim edilmeyen Türkler, uzun müddet aidiyet sorunu yaşamıştır. Türkistan Lejyonu, kahramanlar ordusu olarak zihinlerde yerini almıştır. 107 BİR DENEYİCİNİN FELSEFESİNDE BİLGİ SORUNU san düşünmeyi nereden biliyor? Descartes bu soruya cevap olarak, “Böylece yetkinlik fikrinin gerçekten benim olmadığım kadar yetkin olan ve bende herhangi bir fikri bulunabilen tüm yetkinlikleri kendinde taşıyan bir doğa tarafından yani bir sözcükle açıklamam 17 Temmuz 2013 Gökhan ŞENER gerekirse Tanrı tarafından bana konulmuş olması gerekir.” Görüldüğü gibi Descartes, doğuştan fikirlerin odern felsefeyle birlikte “bilgi” hem duyu ve imgelerle elde edilen fikirlerden daha kesin bir sorun hem de felsefenin temeli olduğunu söylüyor. haline geldi. Descartes’ın ortaya koyduğu kuşkuyla varlığı kesin bir bilen öznesiyle birlikte epistemoloji felse- Bir üçgenin iç açılarının toplamının 1800 olduğu fenin temel uğraş alanlarından bir tanesi oldu. Ben çok aşikârken dünyada herhangi bir üçgen bulunbu yazımda epistemolojisini deney üzerine kuran 17. maz. Descartes bu örnekle geometrinin yöntemiyle yüzyıl filozofu John Locke’yi anlatmaya çalışacağım. Tanrı’nın varlığını temellendirir. Tanrı’nın bu şekilde Locke’yi anlatmadan önce kısa bir bölüm Descartes’e kanıtlanışı insanın tüm bilgilerinin duyulardan elde ayırdım. Çünkü Descartes doğuştan bilginin varlığına edildiği görüşünü de çürütür. Bu noktada Descartes, inanmaktadır. Locke’nin yapmak istediği ise, bu dü- Tanrı’nın ve ruhun fikirlerinin duyularda olamayacağını söyler. Duyuların elde ettikleri bilgiler akıl taraşünceyi yıkmaktır. fından güvenli kılınır. M Bilen Öznenin Ortaya Çıkışı Descartes, ilk önce insan varlığının kesinliğini ortaya koyarak işe başlar. Her şeyin yanlış olduğunu düşünen veya hiç düşünmeyen bir “ben” zorunlu olarak vardır. Bundan dolayı Descartes, “düşünüyorum öyleyse varım” önermesiyle kuşkuya yer bırakmayacak bir doğru edinir. Burada kuşkuya yer bırakmayacak derken, Descartes’in kuşkulanmayı bıraktığını söylemiyorum. Tam tersi Descartes, kuşkulanarak bir varlığı kesin olan özne ortaya çıkarır. Doğuştan Bilgi Yoktur Locke’nin amacı; insan bilgisinin kaynağını, kesinliğini ve genişliğini araştırmaktır. Bu amaçla Locke insanın anlama yetisi veya düşünce yetisini incelemiştir. Locke göre düşünce, zihnin dolaysız nesneleri olan ideleri incelemeyle anlaşılır. İde, anlama yetisinin herhangi bir ediminde doğrudan doğruya bilinen veya bilincine varılan tikel zihinsel nesneyi belirtir. Yani anlam yetisinin nesnesi olan şeydir. İde, zihinsel bir nesne olmasına rağmen salt psikolojik bir varlığa da sahip değildir. İde gösterge olması bakımından yani Descartes buradaki ben’i, tüm özü ya da doğası dü- bir nesneyi imlemesinden dolayı gerçekle arasında şünmekten başka bir şey olmayan ve var olmak için bağlantı kurulur. herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi bir maddesel bir şeye bağımlı olmayan töz olarak tanımLocke, epistemolojisini deney üzerine kurar. Ona göre lar. Bu töz ruhtur ve bedenden tamamıyla ayrıdır. bilgi, iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmamanın algılanmasıdır. Bilginin açık-seçik oluşu, idelerin Bu noktadan sonra Descartes, insanın düşünmeyi ne- kendilerinin açık olup olmadığına değil, ideleri algıreden öğrendiği sorununu çözer. İnsan ve diğer var layan zihnin açık olup olmadığına bağlıdır. Bu noktaolanlar bir varlık olmaları nedeniyle bir yetkinliğe da Locke, sezgisel ve çıkarımsal olmak üzere insanın sahiptirler. Ancak bu yetkinlik, tam yetkinlikten alın- iki şekilde nesneyi kavradığını söyler. Sezgisel bilgide mış bir paydır. İnsanın tam yetkin olamaması bedeni tasarımlar arasındaki uygunluğu ya da uygunsuzluğu ile ruhu arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanır. İnsan doğrudan doğruya, başka tasarımların aracılığı olyalnız ve başkasından tümüyle bağımsız olmuş olsay- madan görürüz. Bu, bilginin en yüksek derecesidir. dı, sonsuz, ölümsüz, tam bilen, tam güçlü gibi Tanrı’da (“Ak”ın “kara”, “üçgen”in “kare” olmadığını bilişimiz var olan tüm yetkinliklerin sahibi olurdu. O halde in- gibi). Bu tür bilgi, tıpkı Descartes’da olduğu gibi, en 108 PERSPEKTİF açık ve en seçik bilgidir. Çünkü Descartes için şüphe edilmez en kesin bilgi şüphe eden bir öznenin varlığıdır. İşte, kendi varlığımızı bilişimiz de böyle sezgisel bir bilgidir. “Ancak kendi öz varlığımıza ait sezgiye dayanan dolaysız, kesin bir bilgimiz vardır” diyerek Locke Descartes’ten etkisini açığa çıkartır. Çıkarımsal bilgide ise, ideler arasındaki uygunluk ile uygunsuzluğu bu ideleri doğrudan doğruya kendilerinden değil, başka idelerin yardımıyla kavrarız. Bu bilgi, sezgisel bilgi kadar da açık ve seçik değildir. Locke’nin burada amacı bilginin sınırlarını göstermektir. Bilginin sınırları da idelerdir. Locke’ye göre deneyden başka bilgi kaynağı yoktur. Bu görüşünü de doğuştan bilginin olduğu iddiasını çürüterek ortaya koyar. Doğuştan bilginin varlığını savunanların söylediği “zihne doğal olarak kazınmış bir şey” ve “bir şey neyse odur ile bir şeyin hem olması hem de olmaması imkânsızdır.” önermeleri Locke için anlamsızdır. Bunu örnek üzerinden açıklamaya çalışır; “çocuklar ve budalalar zihne doğuştan kazınılmış şeyleri bilemez. Eğer böyle bir şey olsaydı çocukların ve budalaların doğuştan kazınılmış şeyleri zorunlu olarak algılamaları, bilmeleri gerekir. Bunu yapamadıklarına göre böyle bir şey yoktur.” Bu noktada Locke zihne kazıyı eğer böyle bir şey varsa, belli doğruları algılanabilir kılmaktan başka bir şey değildir diye açıklar. Çünkü bir şeyi zihne, zihnin onu algılamadığı biçimde kazımak anlaşılmazdır. Locke’nin savunduğu bilgi anlayışına göre de algıladığımız nesneler zihin tarafından algılanabilir olduğu için algılanır. Locke’ye göre, doğuştan kazanılmış şeyler, aklın kullanımını öğrendikten sonra fark edilir görüşü de yanlıştır. Çünkü doğuştan kazanıldığı zannedilen şeyler insan zihninde hemen oluşmuş değildir. Yaşantıyla öğrenilen ve fark edilen bir şeydir. Bir şey neyse odur ve bir şeyin hem olması hem de olmaması imkânsızdır önermeleri çocuklar ve aptallar için anlamsızdır. Eğer böyle olmasaydı çocuklar, budalalar ve hatta ilkel insanlar bu bilgileri zorunlu olarak bileceklerdi. Ancak böyle bir durum söz konusu değil. Locke göre, ahlaki ilkeler de sonradan kazanılır. Adalet ve doğruluk toplumun ortak bağlarıdır. Yasayı ihmal edenler de birlikte yaşayabilmek için aralarında adaleti ve güveni sağlamak zorundadırlar. Ahlak kuralları bir kanıt gerektirir. Dolayısıyla doğuştan değillerdir. Doğuştan olsaydı, herkes ahlak kuralları üzerine ittifak ederdi ve kuralın sebebi aranmazdı. Ayrıca farklı coğrafyalarda farklı ahlak kuralları uygulanamazdı. Bu açıdan bakıldığında ahlak kuralları doğuştan değil, toplumun yararına yapılmış kurallardır. Ahlaki kurallar doğuştan olsaydı toplum içinde hırsız, katil gibi ahlaka ters düşen şeyler yapan insanlar görünmezdi. Çünkü ahlak bilgileri onlarda zorunlu olarak var olacağından bunun dışına yönelmezlerdi. İdeler Locke’a göre, bütün ideler duyumdan ya da düşünümden gelir. Bütün bilgimizin temelinde deney vardır. Bilgilerimizin kaynağı ya dışsal duyulur şeyler üze- 109 rine ya da zihnimizin algıladığı veya düşündüğümüz şeylerle ilgili olarak içsel işlemlerdir. Dış deneyin konusu, dışımızdaki algılanabilen nesnelerdir. İç deney ile kendi ruhumuzdaki durumları ve etkinlikleri, dış deney ile de ruhumuzun dışındaki nesnelerin etkilerini kavrarız. Tekrar etmekte fayda var; Locke’a göre, kendi öz varlığımıza ait, sezgiye dayanan dolaysız bir bilgimiz vardır. Bu istidlalle Locke, iç ve dış deneyin bize verdiğinden başka bir şeyi bilmenin imkânsızlığını açıklar. Zihnimizin bilgiye kaynaklığı yine duyuların dış dünyadan algıladıkları çerçevesinde oluşur. Locke’ye göre düşünce tamamen duyuma bağlıdır. Ayrıca nesnelerden elde edemeyeceğimiz ideleri de zihin türetir. Ruh kendi üzerine düşünür ve bu işlem sonucunda algılama, düşünme, bilme, isteme, kuşkulanma, inanma gibi ideler üretir. Bu idelerin varlığı yine duyularla elde edilen ideler üzerine düşünme sonrasında elde edilir. Locke bunlara düşünsel ideler der. Bu ideler sayesinde insan yeni bir şeyler üretir. Zihnin ürettiği bir başka ideler de tümellerdir. Tümeller mevzu Locke’nin dil anlayışı içinde açıklanacaktır. Locke genel İdelerin üç türü olduğunu söyler. Bunlar;a) basit idelerin b) birleşik ideler c) nesnelerin adlarıdır a) basit ideler; bu tür idelerin edinilmesi sırasında insan zihninin edilgin olduğunu; şeylerin varoluşu duyularımızı nasıl etkiliyorsa, bunların da zihnimizde o biçimde belirdiğini; zihnin bunları var edip yok sayamayacağını söyler. Dolayısıyla bu ideler, üretilen değil, yalnızca “edinilen” idelerdir. Bu basit ideler, zihne, duyum ve düşünce yoluyla gelirler. Bunlar birleştirilmemiş görünümlerdir. Bir insanın bir buz parçasında duyumladığı soğukluk ve sertlik, zihinde bir leylağın kokusu ve eflatun rengi, ya da şekerin tadı, biberin acılığı birer basit fikir olup açık ve seçik algılardır. b) birleşik ideler; Locke, yalın idelerin “soyutlama” yoluyla nasıl oluşturulduğuna, yani zihnin yalın idelerin oluşturulması sırasında ne tür bir “etkinlik” gösterdiğine dair örnekler de verir. Örneğin, bizler yalnızca gözümüzü kullanmak yoluyla nesnelerin bir çok niteliğini aynı anda, dolayısıyla da ayrışmış olarak değil, birleşik olarak duyumlarız: Gözümüz bize bir nesnenin “rengini” bildirirken, aynı anda “şeklini”, “hareket edip etmediğini”, “katı mı sıvı mı olduğunu” da bildirir; duyum sırasında bunlar bir aradadır ve biri olmadan diğerlerini duyumlayabilmek olanaklı değildir. Buna karşılık, biz yine de, hepsini tek bir duyum yoluyla aynı anda edinmiş olsak da, örneğin, elmanın “kırmızılığı”ndan, “yuvarlaklığı”ndan, “sertliği”nden ayrı ayrı söz edebiliriz. Buna olanak sağlayan, Locke’a göre, aynı duyu organının ilettiği farklı nitelikleri birbirinden ayırt etmemizi olanaklı kılan “soyutlama” yeteneğimizdir. Yalın idelerin, Locke tarafından, “soyut” ideler diye nitelenebilmesine olanak sağlayan, bu özellikleridir. “Genel” diye ifade edilmelerinin sebe- PERSPEKTİF bi, birden fazla nesnede bulunan aynı niteliği temsil ediyor olmalarından kaynaklanır. İşte genel idelerin ikinci türü olan birleşik ideler bu kapsama girer. Kısacası bileşik ideler, istençli birleşimler olup, taklittir ama gerçek değildir. Ayrıca bu idelerin hepsi kusurlu ve eksiktir. c) nesnelerin adları; bunların soyutlama etkinliğiyle ilgileri açıktır ve soyutlamanın ikinci türüyle oluşturulurlar. Soyut genel idelere karşılık gelen bu adların üç çeşidi de, hakkında oldukları ide grubunun türler içinde sınıflanabilmesine olanak sağlar. Dolayısıyla hepsi, “tür ideleri”ne karşılık gelir. Bize, aynı ad altında ayrılan bir grup varlığın ortaklıklarını açıklar. İlk ad grubu, nesnelerden edinilen ayrıştırılmış ideleri; ikinci ad grubu, nesneler arasındaki duyumlanamaz ilişkileri; son ad grubu da, nesnelerin kendisini belirli türler içinde sınıflar. Locke, duyumları, nesnelerin kendisini yansıtmak bakımından birincil ve ikincil nitelikler olmak üzere ikiye ayırır. Büyüklük, şekil, sayı, durum, hareket, nüfuz edilemezlik gibi matematiksel ve zaman-mekânla ilgili olduğu için fiziksel addedilen birincil nitelikler dediği duyumlar nesneye ait olup gerçeğin yansılarıdır; zira bunları ortadan kaldırdığımızda nesnenin kendisi de ortadan kalkar*. Nesnelerin bu birincil niteliği basit ideleri oluşturur. Renk, ses, koku, tat, sıcaklık-soğukluk, sertlik-yumuşaklık gibi nesneye değil, özneye ait olan (duyu organlarımızın yapısıyla ilgili olan) ikincil nitelikler dediği duyumlar ise, gerçeğin yansıları değildir; rastlantısaldır*. Nesnenin ikincil niteliği ise, birleşik idelerin alanıdır. Renkler, sesler, kokular ve tatlar dış dünyada gerçekliği olan özellikler olmayıp, duyu organlarımızın nesneyi agılamasında ona yüklediği anlamlardır. Suyun umurunda değildir temizleyici özelliği oluşu. Onun temizlik özelliğinin olması bizim için anlamlıdır. Bu yüzden Locke, deneysel bilginin güvenilir temelini birincil niteliklerde bulur. Sözcükler Üzerine Locke’nin dil anlayışı ise, toplumsal bir yaratık olacak şekilde insanı toplumun en büyük aracı ve ortak bağı olan “dil” ile donatmıştır. Bu açıklamaya göre, bireyin birlik oluşu dil ile mümkün olan bir şeydir. Locke bu noktada dilin hem düşünceyi ileten yönünü hem de insanlar arasındaki bağı kurması bakımından konuşmayı sağladığını vurgular. Bir nevi dil onun için işlevsel bir boyuttadır. Dil ile ideler arasında doğal bir bağlantı yoktur. Öyle olsaydı dünyada tek bir dil olurdu. Dil belli bir ideyi temsil ediyorsa bu Locke’ye göre bilinçli bir düzenlemedir. Bu noktada dil ideleri temsil ederken konuşan kişinin idelerini temsil eder. Locke için dilin bir başka işlevi de genel terimler oluşturmasıdır. Algıladığımız her şey tikelken niçin genel terimlere ihtiyacımız var sorusunu Locke iki şekilde açıklar; ilk olarak her tikel şeyin ad olması imkânsızdır. Bu insanın potansiyelini aşan bir şeydir. Ayrıca her tikel nesneye tikel ad verilmiş olsaydı anlaşma çok zor olurdu. İkinci olarak bu yararsız bir şeydir. Dilin asıl amacı düşüncelerin iletişi olduğundan bu iletim sürecinde konuşan kişinin ideleri belirleyici olduğundan genel ideler ile anlaşma sağlanır. Bir sözcük genel bir ideyi imlediğinde genel olur. Peki, genel idenin oluşumu nasıl olur? Locke bunu şöyle açıklar; kendi başına alındığında tikel olan ide, aynı türdün diğer bütün tikel ideleri temsil ediyorsa genel özelliğine sahip olur. Böylece her genel ideye farklı bir ad vermeyi ve sonsuz adlar meydana getirmeyi engeller genel ideler. Locke’ye göre duyular önce tikel ideleri içine alır, henüz boş olan odaya döşemeye başlar ve zihin adım adım onların bir kısmını tanıdıkça belleğe yerleştirir ve adlandırır. Bir çocuk yediye kadar saymaya başlayınca, eşitliğin ve idesini öğreninceye dek üçün dörde toplamının yedi olduğunu bilemez. Çocuk buradaki doğruluğa, zihnin bu adların yerlerini tuttukları açık seçik idelerin yerleşmesiyle birlikte görünür. KAYNAKÇA John Locke, İnsan anlığı Üzerine Bir Deneme Rene Descartes, Metot Üzerine Konuşmalar * Ülker Öktem, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 43,2 (2003) 133-149 Locke dilin işlevselliğini şöyle açıklar, iki çeşit gösterge vardır: dil ve ide. Ancak sözcük bir nesneyi göstermez. Dilin gösterdiği bir idedir. Dil ideyi imlediği müddetçe konuşma ve anlaşma mümkündür. Locke’nin dil ile ide arasında böyle bir bağlantı kurmasının sebebi, dilin hakikati, çevrelediği, gizlediği anlayışına karşı çıkmak amacıyladır. Locke’ye göre dil Tanrısal veya doğal değil, insan ürünü ve uzlaşımsaldır. Bu açıdan Locke’ye göre dil bir nesneyi imlemez ideyi imler. 110 PERSPEKTİF G8 ZİRVESİNDEN ÇIKAN VERGİSEL ÖNLEMLER, TİCARET VE ŞEFFAFLIK H sorunun offshore*‘un yaygın olduğu yerlerden başka bölgeye taşınmasını engelleyeceği vurgulanmıştır. I-Offshore’lar için ülkelerin almaları gereken dört önlem Raporda offshore ülkelerde yatırımla “vergiden kaçınmanın” küresel çözüm gerektiren küresel bir sorun olduğuna değinilerek OECD raporunda dünyada vergi kaçağının ortadan kaldırılması için atılması gereken adımlar şu şekilde özetlenmiştir: 1.Ülke yargı ağının, işbirliğinde bulunan ülkeler yargı ağlarına erişebilmesini kolaylaştıran kapsamlı çerçeve mevzuatın yasalaştırılması 2.Vergide bilgi değişimi için yasal temelin belirlenmesi 3.Raporlama, değerleme çalışması ve koordinasyon rehberliği içeriklerinin adaptasyonu 4.Ortak ve uyumlu IT standartlarının geliştirilmesi 29 Temmuz 2013 Mikail ÇİMEN er yıl olduğu gibi bu yıl da Dünya’nın en zengin 8 ülkesinin liderleri (Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, Kanada, Rusya ve İtalya) G8 zirvesi için Kuzey İrlanda’da bir araya geldi. 17 ve 18 Haziran tarihlerinde düzenlenen zirvenin ardından açıklanan sonuç bildirisinde ülkelerin, çok uluslu şirketlerin kendi ülkelerine vergi ödemekten kaçınmalarına imkan veren açıklarının ortadan kaldırılması için birlikte çalışılmasının zorunlu olduğu vurgulandı. Liderler, ülkelerinin, “vergi kaçakçılığı belasıyla savaşmak için” yönetimlerin otomatik olarak bilgi paylaşımına gitmeleri ve şirketlerin, ” vergi ödemekten kaçınmak amacıyla karlarını çeşitli ülkelerin sınırları arasında kaydırmalarını” zorlaştırG8 zirvesi, OECD’nin matrah aşınması ve örtülü kamaları gerektiğini belirtti. zanç aktarımının üzerine gitmek için başlattığı çalışmaya da destek verdi. Bildiride, G8 planlarının bu yıl içinde yapılacak G20 zirvesinde olgunlaştırılacak bir bölümünün çok uluslu şirketlere, faaliyet gösterdikleri her ülkeye ne kadar II-Kararlaştırılmış önlemler vergi ödediklerine ilişkin bildirimde bulunma yü- Zirve kapsamında para aklama, yasa dışı vergi kaçırkümlülüğü getirilmesini içerdiği kaydedildi. ma ve kurumlar vergisinden kaçınmayı engelleyebilmek adına, 10 önlem kararlaştırılmıştır. Bu önlemler; 1.Dünya çapında vergi makamların vergi kaçakçıZirvenin alınan vergisel kararlar ise Ekonomik İşbirlilığına karşı mücadelede otomatik olarak bilgi payği ve Kalkınma Örgütü (OECD) G8 zirvesine sunmak laşılması, üzere daha adil ve saydam bir küresel vergi sistemi oluşturulması için yapılması gerekenlerin belirlendiği 2.Şirketlerin vergi ödememek için sınırların öterapora dayandırılmıştır. Rapora göre Avrupa ve dışınsinde kârlarını kaymasına izin veren kanunların dan giderek artan sayıda ülke, uluslararası geniş bilgi değiştirilmesi ve uluslararası faaliyetlerde bulunan paylaşımı standardının uygulanması için pilot çalışşirketlerin hangi ülkede ve ne kadar vergi ödediklemaya katılmayı kabul etmiştir. rine dair yetkililerin bilgilendirilmesi, 3.Şirketlerin gerçek sahiplerinin isimleri açıklanması ve vergi idarelerinin kolayca bu bilgileri elde “Vergi Saydamlığında Adım Değişimi” başlıklı rapoedebilmesi, ru, “vergi kaçakçılığı” ve “vergi ödemeden kaçınmayı” önlemede küresel, güvenli ve verimli bir otomatik bil4.Gelişmekte olan ülkelerde vergilerin toplanabilgi değişimi modeli için atılması gereken adımları ormesi için bilgi ve kapasiteye sahip olunması – ve ditaya koymaktadır. Vergi kaçırmanın küresel bir sorun ğer ülkelerin bu yönde yardımcı olmaları, olduğuna değinilen raporda yeni vergi işbirliği mo5.Hükumetlerin maden şirketlerden elde edilen gedeline bütün ülkelerin erişebilmesi gerektiği, bunun 111 PERSPEKTİF lirleri kamuya ifşa etmesi, 6.Minerallerin, meşru kaynaklardan elde edilmesi, çatışma bölgelerinden talan olmaması, 7.Arsa işlemlerinin yerel toplulukların mülkiyet haklarına saygılı olması ve şeffaf bir şekilde gerçekleşmesi, 8.Hükumetlerin iç piyasa koruma teşviklerinden sakınmaları, iş ve büyüme kriterlerinin destekleyici yeni ticari anlaşmaları kabul edilmesi, 9.Hükumetlerin sınırlardaki savurgan bürokrasinin önünü kesmesi ve gelişmekte olan ülkelerle daha hızlı ve kolay mal transferlerini etkinleştirmesi, 10.Hükumetlerin yasaları, bütçeleri, harcamaları, ulusal istatistikleri, seçim sonuçlarını ve hükumet sözleşmelerini yayınlayarak kamunun bilgisine sunması olarak öngörülmüştür. *Offshore: Kayıtlı olduğu ülke, faaliyette bulunduğu ülkenin dışında (genel olarak bir vergi cenneti olarak tanımlanmış) bir başka ülkede olan şirketlere verilen addır. 112 PERSPEKTİF GECİKMİŞ BİR BAYRAM TEBRİĞİ 22 Ekim 2013 Rasim Can ÇAKIR K Amerika’nın yaramaz çocuğu Saddam, 2006’nın kurban arifesinde idam sehpasındaydı. Ardında emperyalizme gümüş tepside sunduğu yüz binlerce kurban bırakan Saddam Hüseyin’den -öncesi de tartışılır amasonra Irak bir daha hiç bayram yüzü göremedi. Irak’tan evvel Afganistan… Afganistan ne zaman bay30 Ekim 1914’ün ilk saatleri ram yüzü gördü ki? Önce Sovyetler, sonra kökü-başı urban bayramına saatler kala Goben ve nereye bağlı olduğu belli olmayan dini-etnik örgütler, Breslau, namı diğer Yavuz ve Midilli, Os- en sonunda ise demokrasi nam ve hesabına ABD… manlı’nın ipini çekecekti Sivastopol önle- Libya iki yıldır alev alev. Peki ya Mısır? Mısır’a kurrinde. Bir imparatorluğun ardından kalan ban, bayramıyla mı geldi bu sene? Ya Suriye? gölgesi, girdiği savaşta artık peşinden milyonlarca canı sürükleyerek toprağa gömülecekti. Doğu Türkistan’da yetmiş yıldır her gün kurban; ama bir tek bayramı yok… 27 Eylül 1982 16 Eylül sabahı, sonraları İsrail başbakanı olacak olan dönemin savunma bakanı Şaron’un tankları “Ulus- Velhasılıkelam, kurban anlayan için sadece bir baylararası koruma altına alınmış bölge” olan Beyrut’a ram değil; bir matemdir de. Bu matemin ise coğrafyanamlularını çevirmiş yürüyordu. Birkaç gün içinde sı olmaz; dini, dili, ırkı, zamanı hiç olmaz. Filistinli sığınmacıların ve Lübnanlı fakirlerin bulunduğu Sabra ve Şatila kampları Lübnanlı Hristiyan Bundan sonraki kurban bayramlarında kimi/neyi – milislerce basılmış, üç binden fazla sığınmacı katledil- kime/neye kurban ettiğimizi idrak etmemiz dileğiyle, mişti. Şaron’un askerleri katliamı engellemek bir yana, geçmiş kurban bayramınız mübarek olsun(!)… kampın kapılarını tutmuştu. Kampa giren ilk gazetecilerden biri olan Kyuichi Hirokava şöyle demişti: “Kampın içinde asılmış temiz çamaşırlar vardı. Gökyüzü maviydi ve güçlü bir rüzgar esiyordu. birkaç adım yürüdüm, sokaklara yayılmış cesetlerden sonra başka cesetler de gördüm. Ağlamaya başladım.” Anlayacağınız, Beyrut’a Kurban erken gelmişti o sene… 11 Haziran 1992 Yugoslavya’nın Hristiyan ve Müslüman evlatları Avrupa’nın gözleri önünde üç yıl boyunca birbirlerini kurban edecek, kurban diyetlerini kendi kanlarıyla ödeyeceklerdi. 30 Aralık 2006 113 PERSPEKTİF DENEYSEL BİR HİKAYE 16 Aralık 2013 Ömer Faruk ALİMOĞLU “G üne iyi başladım” diye düşünmeme ramak kalmıştı. Kadrolu çalışanlarımızdan Şakir Abi 2000 yıl önce sırattan geçemeyeceğini anlayıp köprünün eklem yerine monte edilmiş çivilerden birini sökmemiş ve yine aynı çivi ile 2000 yıl sonra cennete tünel kazarken yakalanmamış olsaydı. Üzücü olan ise cennete ulaşmasına 2 cm’lik bir lav tabakası kalmışken yakalanması. Lav sıvama bölümünde çalışan arkadaşların rivayetlerine göre bozuk para büyüklüğünde bir delik açacak kadar ileri gitmiş, hatta 2-3 huri gördüğünü iddia edenler bile olmuş. Sonuç olarak Şakir Abi, cennetin “Altından ırmaklar akan” bir yer olduğunu hesaplamayarak kazdığı tünelden cehenneme oluk oluk su akmaya başlaması ile yakayı ele verdi. Oysa düne kadar her şey ne kadar sıradan ve sakindi. Her zaman ki gibi işten-hücreye rutin, huzurlu bir hayatım vardı. İş dedimse bilindik anlamda bir iş değil bu. Cezamın ağırlığı hafifletilip süresi uzatıldıktan sonra “İbret Tur”da rehber olarak çalışmaya başladım. Cennetten gönderilen turistlere cehennemi gezdiriyor, “Burası sevişgenler bölümü, dünya aleminde sorgusuz, sualsiz ve tabi ki izinsiz şekilde sevişenlerin günde 2 saat olmak üzere 4000 Fahrenhayt ısıyla diyetlerini ödedikleri bölüm” gibi cehennemin birimleri hakkında bilgi vererek turistlerin bunlardan ibret almasını sağlıyordum. Tur şirketimizin sloganında belirtildiği üzere “Hayat tümüyle ibretten ibaretti” benim için. Cezamın bitmesine sadece 3 milyon yıl kalmıştı. Şimdi durup dururken 2-3 huri görecem ayağına bu kaosun oluşması şart mıydı be Şakir Abi? Kısacası olaylar dünyada olduğu gibi bu alemde de değişmedi. İnsanoğlu uçkur davası uğruna kendini harcamaya devam ediyor. (Fark ettiyseniz hala “ibret” temalı mesajlar veriyorum) Böyleyken böyle işte… Aday zebaniler kendi aralarında konuşurken duydum, Tanrı da çok sinirlenmiş bu olaya. Aslında hak vermiyor değilim hani, sen o kadar uğraş didin altından ırmaklar akan cennetler kur; durmadan körükleyerek, tonlarca yakıt tüketerek dekore ettiğin cehennemi biri delsin, cennetten cehenneme doğru akmaya başlayan ırmaklar cehennemi söndürsün. Bir de yetmezmiş gibi 2000 yıl önce çalınan çivi sonucu direnci azalmış sırat köprüsü aynı gün yıkılıversin. Olacak iş mi, kim sinirlenmez böyle bir duruma. Anlayacağınız buralar çok karıştı. Bu durumu fırsat bilen zebaniler rüşvet karşılığı akın akın cennete firarlar olmasını sağlamakta. Yukarıda ise durum içler acısı. Yeni kaydı yapılan merhumlar sırat köprüsü yıkıldığı için yerlerine gidemiyor, köprünün yamacına birikiyorlar. Tahminlerime göre 2 güne kalmaz birikme ve yığılmadan dolayı aşağıya (buraya) düşecekler kısım kısım. Köprünün inşasında görev alması beklenen müteahhitlerin cennette mevcut olmaması nedeniyle onarım işine de başlanılamıyor ne yazık ki. 114 PERSPEKTİF PERSPEKTİF KAPALI BİR TOPLUM: YEZİDİLER BASMACI HAREKETİ VE ENVER PAŞA Y 22 Şubat 2015 Merve Rabia MERAL dırıldığı cehennem diye bir yer yoktur. Şeytan’a tapmaktan ziyade korkarlar, bu yüzden ona saygı gösterirler. İnançlarına göre kötülük ve iyiliğin kaynağı Melek Tavus’tur. Güneş doğarken ve batarken yüzlerini güneşe dönerek secde ederler. Mushaf-ı Reş 04 Eylül 2014 Merve Rabia MERAL (Kara Kitap) ve Kitab el Celve adında kâinatın yaratılışı ile Yezidilik’in esaslarından bahseden iki kutsal ezidilik, Ortadoğu merkezli ve Kürt Aşi- kitapları vardır. retleri tarafından benimsenen bir din olarak bilinmekte. Yezidiliğin kökleri her ne kadar Ortadoğu’ya dayanıyor olsa da, Ye- Yezidilik hiyerarşik bir özellik taşır. Adani, Şemsani zidiler bir çok tarihi kaynakta sırları çözü- ve Katani olmak üzere üç tane önemli aileleri vardır. lememiş bir topluluk olarak geçer. Yezidi ismi, Farsça Yezidilerin önderi olan ‘Mir’ Katani ailesindendir. Hi‘Yezdan’ kelimesinden gelmiş olup ‘Tanrı’ anlamını ta- yerarşik düzenin en tepesinde bulunan şeyhleri bu aişımaktadır. Kürtçe ismi ise ْناییزیveya Êzidît’dir. lelerden seçilir. Yezidiler, yaşadıkları bölgelerde özelKürtçe’deki ‘Ê’ harfi uzun okunduğu için Ezidi denilir. likle Müslüman Türkler tarafından toplum hayatına Yezidiler ‘Ateşperest’ veya ‘Şeytana Tapanlar’ olarak alınmamıştır. Ortadoğu’nun dışında, özellikle Sovbilinmektedir. İslami usûlleri olan bu dinin Haricilik- yetler Birliği Dönemi’nde Orta Asya ve Kafkasya’da da Yezidiler kaynaklarda dışlanan topluluk olarak yer ten kaynaklandığı belirtilmektedir. alır. Shirin Akiner’in Orta Asya gözlemlerini aktardığı eserinde; “Sovyetler Birliği’nde birçok müslüman taraŞeyh Adi bin Musafir tarafından şekillendirilen Ye- fından İslam dininde görülmeyen iki grup daha vardır. zidilik’e inanların çoğu Kürt kökenlidir. Yezidilerin Bunlar Bahailer ve Yezidilerdir. Bahailer, Hristiyanlık büyük bir kısmı Musul’da yaşamaktadır. Irak, Türkiye, ve İslami usulleri birleştiren İranlı Bahaullah’ın tarafSuriye, İran ve Ermenistan gibi birbirine yakın bölge- tarları olan birkaç bin kişilik gruptur. Yezidiler ise, Nesler de yerleşim alanlarından bazılarıdır. Bulundukları turilik, Hristiyanlık, Yahudilik, Maniheizm, Zerdüştlük coğrafyaya göre Türkçe, Arapça ve Kürtçe konuşan ve İslam unsurlarını birleştiren sentetik bir dindir. Satopluluğun 1912’lerde yapılan sayımlara göre Doğu dece Kürt Aşiretleri, Yezidi’dir.” bilgisi mevcuttur. Orta Anadolu’daki 6 vilayette 37 bin nüfusa sahip olduğu Asya ve Kafkasya’daki Milliyetçilik akımlarının ağırgörülmüştür.1970’lere kadar bu sayı 80 bini bulmuş lıklı olarak din ve ırk eksenli olması da bu dışlanmaancak 1980 sonrası, Yezidilerin Avrupa’ya göç etmesi nın sebebidir. sonucu sayıları 3 binlere kadar düşmüştür. Özellikle Almanya’da sayıları bir hayli fazladır. Özellikle son dönemlerde ismini çok duyduğumuz ‘Yezidiler’, İslami unsurlar taşıması sebebiyle, İslamiYezidilik anlayışına göre Tanrı, dünyanın sadece yara- yet’in bir parçası gibi gösterilse de müslümanlar taratıcısıdır ancak onun sürdürücüsü değildir. Bu görev, fından kabul görmemişlerdir. Yezidilik ile alakalı kaybüyük melek olan Melek Tavus’a verilmiştir. Melek naklarda tam olarak hangi dinlerden etkilendiği dahi Tavus, semavi dinlerde anlatılan ‘Şeytan’dır. Yezidilere çözülememiştir. Halen kapalı ve sırları çözülememiş göre Şeytan ve Tanrı eşit güçtedir. Tanrı’nın insanın bir din olma özelliğini gösterir. önünde diz çökmesi isteğine uymaması, Şeytan’ın asaleti olarak görülür ve Melek Tavus’un Tanrı tarafından sınandığı belirtilir. Yezidilere göre, Melek Tavus KAYNAKÇA bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya iş- Shirin Akiner, Sovyet Müslümanları lerinin başına geçme hakkını kazanmıştır. İnançlarına göre Melek Tavus’un cehennemde 7 bin yıl tövbe Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tariedip gözyaşıyla 7 testi doldurduğuna ve gözyaşlarıyla katler cehennem ateşini söndürdüğüne inanılır. Dolayısıyla, İhsan Süreyya Sırma, “Yezidiler”, İA, XIII/417, 1967 onlara göre insanların günahlarından dolayı cezalan- 115 B asmacı; baskın yapan, hücum eden demektir. Çarlık Rusya yönetimi, Türkmenistan, Başkurdistan ve Kırım’da etkin olan, halka dokunmayıp sadece Rus memurlarını soyup, yağmalayan ve ganimetleri fakir halka dağıtan çetecilere Basmacı demiştir. Bolşevik İhtilalinden sonra başlayan halk ayaklanmasına “Basmacı Hareketi” ismi, Sovyet ideologları tarafından, milli mücadele tabirinin kullanılmasını önlemek amacıyla kullanıldı. Basmacı Ayaklanması, Sovyet Rusya ve Ermeni Taşnak-Hınçak Cemiyeti tarafından sert bir şekilde bastırılmaya çalışıldı. Sovyet Rusya yöneticilerinden Turar Rızkulov, Basmacı Hareketi’nin gelişimi ve Basmacılara yönelik müdahaleyi bu sözlerle açıklamıştır: “Hokand’daki baskının daha izleri ortadan kalkmadan ilk dokuz gün içnde muhtelif yağmalama olayları gerçekleşti. Menfaatperest Daşnaklar hemen paraya kavuşmak için şehri temizlemeye karar verdiler. Çağımızda mucizeler olmaz, ancak bu fikre inancım devrim ile birlikte her gün yaşayarak değişti. Bu bağlamda Hokand’a Daşnaklar’ın girmesiyle birlikte, bütün Ermeni mağaza sahipleri, şarap tüccarları, berberleri, kasapları ve diğer meslek gruplarından insanlar, gerçek “devrimci” oluverdiler ve Daşnaklar’ın askeri birliklerinin de şehre gelmesi ile birlikte, şehri yerle bir etmeye başladılar. Bütün iş yeri, mağazalar yağmalandı, vitrinlerde ve depolarda kıymetli eşyalar alındı ve geriye kalanlar ateşe verildi. Toplu halde öldürmeler ve kurşuna dizmeler gerçekleştirildi. Bu olayların ardından halk, gerçekten özerkçilerin haklı olduklarını, Bolşevikler’in ve Sovyetlerin Allah tanımaz, İslam düşmanları olduğu kanaatine vardı. Diğer taraftan Basmacılar mağlup olduklarını kabullenmediler ve Andican’a bir saldırı düzenleyerek 70 silah ve binlerce fişek elde ettiler. Garnizonda bulunan Daşnaklar ise olaydan eskişehir kısmında yaşayan halkı sorumlu tuttular. Garnizon’da kalanlar toplanarak Eskişehir kısmında arama yapmayı kararlaştırdılar. Yağmalama, öldürme ve tecavüz olaylarının yaşandığı bu ara- ma tam 1 hafta sürdü. Bunun neticesinde Andican’ın Eskişehir kısmından binlerce insan basmacı saflarına katıldı. Olayların misillemesini, Basmacılar yerli halktan da aldıkları destek ile 170 askerden oluşan Daşnak birliğini çember içine alarak tek bir kişi bırakmaksızın hepsini öldürerek gerçekleştirdiler. Bu olayın ardından da yerli halk suçlandı ve 170 kişilik Daşnak birliğinin intikamını almak üzere 250 kişilik Kızıl Muhafız askeri birliği teşkil edildi. Söz konusu birlik, Sovyetler’in bölge komitesi başkanı Salaev’in komutası altında Hokand Kışlak köyüne saldırırak köyü yerle bir etti. Kaçan halk 20 verst (1600 metre) kadar takip edildi ve tamamı öldürüldü. Bir başka askeri birlik Basmacılarla Suzak köyü civarında karşılaştı. Köy halkı Basmacıları nehrin liman kısmına sakladı bundan dolayı köy halkı tek kişi bırakılmaksızın kurşuna dizildi ve cesetleri bir ay boyunca köpeklere bırakıldı. Konovalov’un komutası altındaki Kızıl Ordu’nun üçüncü askeri birliği Bazarkorgan’a Basmacılar’ı takip etmek üzere gitti. Bu birlik ilerlerken mümkün mertebe dikkatleri üzerine çekmeden, gizlice ilerlemeyi tercih ediyordu. Bazarkorgan’a vardıklarında Basmacılarla karşılaştılar, 24 saat süren savaşın neticesinde Basmacılar savaş meydanından gizlice geri çekildi. Konovalov, Bazarkorgan’ı terk edişinde, bölgede bulunan Rus müstemlekeci Nikolskoe’yi bölgeyi temizlemekle görevlendirdi. Kulaklar (toprak ağaları) Bazarkorgan’ı 22 gün boyunca “temizlerledi”. Önce yağmalama, ardından öldürme ve en sonunda hiçbir şey bırakmaksızın herşeyi imha etmek şeklinde eylemlerini tamamlıyorlardı. Erkekler Basmacılara yardım ettikleri gerekçesi ile idam edilirken, çocuklar bir gün büyüyünce onların da Basmacı olma ihtimali var düşüncesi ile kurşuna dizildi.” Doğu Cephesi kumandanı olan M.W. Frunze, doğu cephesi kıtalarının güney bölüklerine Türkistan Cephesi denilmeye başlandıktan sonra, cephenin komutasını ele alan kişi oldu. Frunze komutasındakilerle birlikte 22 Şubat 1920’de Taşkent’e geldiğinde, Basmacılara karşı ilk kez sistemli bir karşı duruş başladı. Türkistan’daki direniş Enver Paşa’nın Buhara’ya gelmesinden sonra 1921’de tekrar hareketlendi. 9 Kasım 1921’de Enver Paşa Türkistan halkına seslenişinde: “Arkadaşlar! Türkistan’ın mukaddes davası uğrunda yapılan mücadeleye bende karışmaya karar verdim. İçinizde bizimle beraber çalışmak isteyen varsa, teklif edeceğim yemini kabul etsin! Fakat, içinizde çoluk çocuğunun Ruslar’ın 116 PERSPEKTİF PERSPEKTİF eli altında olduğunu düşünerek endişe ve tereddüt gösteren varsa açıkça söylesin. Emrediyorum!” dedi. Enver Paşa’nın isyanı tekrar canlandırması üzerine, Ruslar halk arasında onun itibarını zedelemek için İngiliz casusu olduğu şeklinde propaganda faaliyetleri yürüttüler fakat halk tarafından bu propagandaya ilgi gösterilmedi. Enver Paşa Buhara’da, Genç Buhara Hareketi’ne katılarak Basmacılarla birleşti ve doğu bölgesi halkını Taşkent’e doğru ayaklandırdı. Enver Paşa yaklaşık olarak 1 yıl süren direnişi sırasında Duşanbe’yi Ruslardan almayı başardı. Lenin’e ultimatom gönderdi ve Taşkent’in boşaltılmasını istedi. Enver Paşa Sovyetler’in en büyük korkusu haline geldi. Ruslar’ın, 4 Ağustos 1922’de Belcuvan’daki karargaha yapılan saldırısı sonucunda, şehit edildi. Enver Paşa, 30.000 Türkistanlı’nın katıldığı cenaze namazıyla 5 Eylül 1922’de toprağa verildi. Naaşı 30 Temmuz 1996’da Türkiye’ye getirildi. Enver Paşa’nın ölümü Türkistan halkını derinden üzdü. Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca Enver Paşa’nın ardından kaleme aldığı mersiyesinde: “Türk Bala’sı Uruslardan çok sıkıldı, Er kırıldı, kız ezildi, yurt yıkıldı. Hamiyetli Enver Paşa onu kurtarmak, Gelip azad etmek için şehit oldu, İntikam!.. Al intikam!..” Sözleriyle Türkistan halkına seslendi. Özbekistan Türk’ü Nabican Bakiyev’in “Enver Paşa’nın Vasiyeti” kitabında, Enver Paşa’nın son sözleri yer almaktadır. “Kardeşlerim, bildiğiniz gibi ben, Allah’ın en kutsal rütbesi olan şehadet şerbetini içmek niyetiyle Türkiye ve Arabistan’da kafirlere karşı savaştım. Nasip değilmiş, oralarda şehit olamadım. Azgın Kızılların ormanında ıstırap çekmekte olan siz kardeşlerime yardım etmek için, pek çok meşakkatlere katlanarak Buhara’ya geldim. Hürriyet ve istiklal yolunda on binden fazla kandaşım saflarımıza katıldı. Ey soy ve din kardeşlerim, bugün Doğu Buhara’nın Belcivan’ında inşallah en şerefli rütbe olan şahadete nail olacağım. Hayatımın son anlarında siz soy kardeşlerime vasiyet ederim ki, vatan ve din uğrunda mücadele etmekte olan mücahitler safına katılın, onları yalnız bırakmayın. Böyle yaparsanız Peygamberimizin ruhunu şad edersiniz. Halkınızı ve vatanınızı kurtarırsanız benim de ruhumu şad etmiş olursunuz. Ölümden korkmayın. Her canlı ölümü tadacaktır.” KAYNAKÇA Abdülkadir Donuk, DİA, Basmacı Hareketi, Cilt 5 Ali Bademci, Türkistan’da Enver Paşa’nın Umumî Muhaberat Müdürü Molla Nâfiz’in Hâtıraları: Sarıklı 117 Basmacı Aydın İdil, Enver Paşa’nın son savaşı: Basmacı Hareketinin Önderi Seyyid Enver Emir-i Leşker-i İslam Baymirza Hayit, Basmacılar: Türkistan Milli Mücadele Tarihi (1917-1934) Baymirza Hayit, Sovyetler Birliği’ndeki Türklüğün ve İslamın Bazı Meseleleri İlyas Kara, Enver Paşa: Basmacılar İsyanı Marie Broxup, Basmacılar Nabican Bakiyev, Enver Paşa’nın Vasiyeti KATİL KİM zincirlerin birbirine eklenmesini sağlayan, bu odakların güçlenmesine “çeşitli sebeplerle” göz yuman, hatta kimi zaman onları besleyen bu hastalıklı zihniyetler 04 Nisan 2015 Rasim Can ÇAKIR cinayetin neresindedir? Sadece Savcı Bey’in katli noktasında değil, bir hukuk öğrencisinden bir terörist yaratan, maktulün de katilin de aynı tornadan geçmesiatil kim efendiler? Katil kim? Tetiği çeken ne rağmen birini tetiğin, diğerini namlunun ucunda parmak mı? Namludan çıkan kurşun mu konumlandıran bu cinayette vicdan yükü kimin üzekatil? Görünen o ki; 1978’den bu yana, rindedir? Doğan Öz’den bu yana otuz yedi yıldır bu ülkede hiçbir şey değişmemiş. Perdenin ardındaki karanlık el, “şartlar olgunlaştığı zaman” Unutmamak gerekir ki; toplumlar hak ettikleri biçimkuklalarını oynatmaya devam ediyor hala… de ve idrak çerçeveleri sınırlarınca yönetilirler. Nizamü’l-mülk’ün Siyasetname’sinde dediği gibi; küfür ile belki amma zulüm ile payidar kalmaz memleket. Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz’ın “faili meşhur” bir cinayetle şehit edilmesinin üzerinden çok bir zaman geçmedi. Bu nedenle olaya ilişkin yazılan çizi- Söyleyin efendiler, kendi kendinin zalimi olmuş toplen, üretilen teoriler hep havada kalmakta. Ama şu da lumumuzda gerçek katil kim? bir gerçek ki; bu meşum cinayetin üzerinden ne kadar süre geçse de tam olarak aydınlatılabileceğini ummak, ülkemizin geçmişi göz önüne alındığında hayalperestlikten öteye geçmeyecek gibi görünmektedir. K Esasen bu cinayet bir bakıma sonuçtur. Bölük bölük ayrılmış, düşünme yetisini kaybetmiş, en önemlisi vicdanını çıkarlara ve tabulara değişmiş bir topluluğun meyvesidir bu cinayet: Bir yanda adaletin devlet erki dışında birtakım kişi yahut topluluklarca aranmasını “gayrimeşru” görmeyen ve bunun yanında kendini aydın olarak tanımlayan, günümüz iktidar kavramından ve iktidarın kaynağını izah eden teorilerden bihaber bir güruh; diğer yanda şehidimizin kanını söylemleriyle kirleten siyasi çevreler ve destekçisi organizasyonlar… Hatta ülke tabanına kadar yayılan, işbu terör eylemi ve şehidimiz üzerinden vatandaşlarımızın birbirlerine karşı takındıkları nefret söylemi… Peki katil kim? Evet, elbette bu cinayetin failleri, savcımızı rehin alan iki teröristten başlayarak en nihayetinde cinayet emrini veren erklere kadar uzanan bir zincir halindedir. Zincirdeki tüm halkaların tek tek izini sürmek, en az şehit savcımız kadar şeref sahibi olan tüm hakim, savcı, polis ve avukatların boynunun borcudur. Ancak bu 118 PERSPEKTİF PERSPEKTİF bırakılmış sevda sözlerini bulursanız, şanslısınız demektir. Çıktığınız yolculuğa koylar da dahilse burada karşılaştığınız sevdalar sizin için umarsız ama daha sonraki dalgalanmalarda anlatmaya değer olacaktır. Tutunacak dal bahşetmemiş olan denizde sizi hayale tutacak olan tahdidi beyanlarınızdır. Yolculuğunuzun sonunda üzgün, mutlu, hüzünlü ya da sevinçli olmanız şaşkınlığa sebebiyetvermeyecektir. Zira deniz yolculuğunu çekici kılan Titanikleşmesidir. Merak etmeyin, “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz.” demiyorum. KİTAP, TEKNOLOJİ VE FELSEFE 11 Aralık 2015 Muhammet ALİMOĞLU H ayat, kısa ancak rasyonel bir yolculuk… Bu yolculukta ise kitapların önemi su götürmez bir gerçek. Gelin kitapları yolculuğumuza davet edelim; edebi sınıflandırmalarıyla bize ne demek istediklerini günümüz teknolojisine de uyarlayarak örneklerle anlamaya çalışalım. Roman: Yolculuğunuzu tren yolculuğu gibi daha samimi hale getirmek istiyorsanız bu türü kaçırmayın derim. Şimdi Haydarpaşa’dan kalkan trenin sesini duydunuz ama sizinki bir sonraki. Girizgahınıza Kadıköy sahil betimlemesini ekleyip yola çıkıyorsunuz. Sizin için yavaş başlayıp yer yer hızlanacak bu yolculuğun en keyifli dakikaları manzaranın sürekli değişecek olması. Ormanlardan dar geçitlere, tünellere ve özellikle sizi en fazla yoracağını düşündüğüm her durulan garda sürekli değişen yan koltuk arkadaşlarıyla tanışmak zorunda kalışınız… Yolculuk sizin için bu açıdan zevkli geçse de yorucu olmaya başladı, bir an önce sayfaları çevirme gayesindesiniz. Bitiminde ise sizde uyandırdığı en güvenilir taşıt olma hissinin çekiciliğiyle bir sonraki yolculuklara daha tecrübeli olarak hazırlaması da yolculuğunuzun pozitif hanesine eklenmiş bir durumdur. Esasında “Yol bir yere gitmez, o bir durma biçimidir.” diyen bir şair ve “Önemli olan sonuca ulaşmak değil yolda çekilen çiledir.” diyen bir feylesofun bize anlatmak istedikleri geniş anlamda yorumlanırsa örnekler daha yoruma açık, eleştirilebilir hale gelecektir. Bu Öykü: Yolculuklarınızda çekirdek kadro olmasını arzuluyor ve durakları kendiniz belirlemek istiyorsanız nedenle bunları şimdilik burada bırakıyorum. doğru yerdesiniz. Evinizin önündeki son ya da ilk model hızlı arabanıza bir anda oturursunuz. Hususi Yolculuğumuza hızlı bir giriş yapalım. arabaların dahi uzun yolculuklara çıkarken bir hazırlık dönemi olur ancak bu diğer yolculuklar gibi kompBestseller: Edebi açıdan bir değeri olmasa da mese- like değildir. Sıradan bir yağ değişimi ve tekerlerin le yol olduğundan yolculuğunuz yorucu geçmesin ve hava kontrolu ile derhal yola revan olunur. Arabayı mümkünse hava yolculukları gibi hemen bitsin diyor- siz kullanmıyorsanız yolun verdiği samimiyeti yakalasanız bu tür kitaplar tam sizlik! Havalimana girişten yıp etrafınıza dalabilir, arada bir çekirdek kadronuzla itibaren sizi karşılayan konforun göz alacılığından ve tekrara düşecek hoş sohbetinizi yapabilirsiniz. Trafik aprona geçene kadar yapılan kontrollerden kafanızı kuralları gereği kısa bir süre sonra durmak ve dinlenkaldırıp etrafınıza bakmaya zaman bile bulamıyorsu- mek zorunda kalışınız, dilediğiniz yerde mola verme nuz. Duty free’de geçen kısa bir gözetleme merakın- özgürlüğü sizi hep en başa götürecektir. Yolun sonundan sonra artık uçaktasınız. Son kontroller sizinle pek da ise sizden istenilen örneğin İstanbul’dan Antalya’ya alakadar değil. Yolculuğunuz da kaptanınızın ve ku- gelene kadar neler yaşadıklarınız olsa da anlatıcı olalenin koordinasyonu eşliğinde başladı bile. Çok kısa rak yaptığınız yolculuğu molalara bölmek zorunda bir sürede rüya aleminin üstündesiniz ve şanslıysanız kalacaksınız. bulutlar etrafınızda dans etmekte. Pek tabi iniş esnasında bir burukluk olsa da sizin için önemli olan sa- Şiir: İşte en karamsar, en çarpıcı ve “metal yorgunludece bir yerden başka bir yere gitmekten ibaretti. Yol- ğuna” sebebiyet verecek deniz yolculuğuna çıkmak culuğunuzu pek de birşey öğrenemeden sonlandırıp üzeresiniz! Bu kadar dalgalı bir ortamı dörtlük/dize/ kitabınızı rafınızda ona ayrılan yere bırakabilirsiniz. mısra gibi araçlar ile taşımak zorundasınız. Zira nesYorulmadan başka yolculuklara hazırsınız artık. Baş- re düştüğünüzde denizin tutması an meselesi olmakla ka yolculuklar için NY Times’ın “Gerçekten inanıl- beraber uyaklamak sizin için artık marifet halini alamaz, muhteşem bir başyapıt!” gibi abartılı cümlelerini caktır. Olmayan sevgili, olmayan çiçekler, olmayan takip etmeye devam edebilirsiniz. bir orman ve sayısız balık ile yolda daha önce şişesine 119 ve teknolojik yaklaşımları ile yaptığımız tür seçimleri bizlerin yolculukta arzulanılan konfor, zamansal ve mekansal beklentiler, arkadaşlık çeşitlemeleri, varılmak istenilen nokta veya noktalar, konumsuzluk vb. etkenlerin bizler üzerinde yarattığı algının bir sonucu olarak satın alınmak üzere raflarda sizleri sabırla beklemektedirler. En başta söyledigimiz gibi, hayat kısa ama rasyonel bir yolculuk. Gelin bu kısa yolculukta siz siz olun, yolsuz kalmayın. Bilimsel kitaplar: Şu ana kadar yaptığımız örneklerde neredeyse bütün teknolojik yolculuk türlerini kullandık. Geriye bizim için pek birşey kalmadı denilebilir. Bizim için diyorum ve buradaki kastımın orta zekalılar olduğunu belirtmek istiyorum. Zira hiçbir orta zekalı, şayet ibadethanede ayakkabısı çalınmadıysa, bir yolculuğa yalın ayak çıkıp sonrasında kendisini afilli bir kapsülün içinde Mars’a koloni kurmak üzere yolculuğa çıkmak üzere olduğunu hayal edemez. Zira taştan teker yapmak marifet gerektirmese de teker yapmayı hayal etmeden uzay aracının tasarlanamaz. Ancak yolculuk bu şartlar oluştuğu takdirde başlayabilir, diğer hallerde yalın ayağa batan keskin taşlar canını acıtmaya devam edecektir. Bir ayrıcalık! Felsefi/sosyoloji/psikoloji temalı ve tür ayırt etmeyen kitaplar: Bundan önceki edebi yolculuk türlerinin tamamında yolculuklarınız bir şekilde noktalanmak zorundaydı. Esasında birçok fizikçinin de kabul ettiği üzere, hareket halindeki cisimler üzerinde yolculuk yapabilmeniz için behemehal ondan daha hızlı olmanız gerekmektedir. En başta şairin de söylediği durma biçimi halini alan yol, sizler için sadece göreceli bir yolculuk halini alabilir. Tüm bu yolculuklarda yaşanılan ifsadi yaklaşımlar, müstekreh, istikrahi, süfli veya mutluluk verici durumlar olayı muzaaflaştırır. Felsefik, sosyolojik ya da psikolojik türlerde ise yolun var olup olmadığı tartışmalıdır. Neredeyse bütün feylefoslar sonucunu göremediği yolculuklara çıkmamış, cümlesini tamamlamamış ve hatta ona başlamamıştır. Yapılan bütün subjektif yorumları objektifmiş gibi kullanmak onların değil bizim yorumumuzdur. Zaten onların yol bile demediği yerde yolculuk yapmaktır cüce gezegeni fotoğraflamak. Cücelerin de bir kalbi olduğunu hangimiz hayal edebilirdik mesela? Bu tür kitaplar ile yolculuk yapmayı keyifli kılan da sanırım bu özellikleri. Çünkü durulan bir yolda karşılaşılan durumları zaman zaman hayret, zaman zaman hasetle karşılamak ve onları eleştirmek kolay bir iş değildir. Daha açıklayıcı olmak gerekirse, hiç kesişmeyecek yollar ve hiç yapılmayacak yolculuklarda, hiç tanımadığınız insanların meteforik yolculukları hakkındaki tahayyül ve kanıtlama çabası, bizleri onlara her zaman diğer yolculuklardan başka ayrıcalıklar tanımak zorunda bırakmıştır. Hülasa! Alınmak üzere olunan kitap, kitabın değeri 120 PERSPEKTİF YAHUDİ TÜRKLER: HAZAR TÜRKLERİ’NE GENEL BİR BAKIŞ 31 Aralık 2015 Nergis TAN 7 ÖZET . ve 11. yüzyıllarda Doğu Avrupa’da yaşamış bir Türk halkı olan Hazarlar’ın soyunun hangi Türk boyuna dayandığı hakkında muhtelif görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlerden bazılarına göre Hazarlar; Göktürkler, Sakalar, Uygurlar vb. gibi Türk boylarına dayanmaktadır. Hazarlar göçebe bir toplum oldukları için etnik ve köken bakımından birçok Türk boyu ile beraber aynı coğrafyada yaşamışlardır. Bu sebeple tek bir kökene mensup olduklarıyla ilgili net bir bilgi yoktur. Dilleri Kıpçak Türkçesi’ne yakındır. Hazarlar’dan günümüze dek gelebilen tek kaynak İbrani alfabesiyle yazılan Kinez mektuplarıdır. Bu mektuplar Hazar Hakanı Yusuf ’un, Endülüslü Yahudi Hasdai b. Şarput ile yazışmalarını içermektedir. Hazarlar, 7. yüzyılın ortalarına doğru devletleşmişlerdir. Dönemin iki büyük gücü Bizans ve Emevî (daha sonra Abbasî) İmparatorlukları ile çalkantılı ilişkiler sürdürmüşler ve aralarında evlilikler yapmışlardır. Hazar Devleti siyasi varlıkları süresince Müslüman, Musevi, Hristiyan inançlarını benimsemişlerdir. Peçenek akınları ve devlet içerisindeki parçalanmalarla sarsılan Hazar Devleti, nihayetinde Kiev Knezliği tarafından yıkılmıştır. Bu çalışmada Hazar Türkleri’nin ad ve siyasi varlıklarının kökenlerinden ve coğrafi özelliklerine bağlı geçim kaynaklarından bahsedilmiş, nasıl devlet kurdukları, hangi inançları benimsedikleri ve tarih sahnesinden nasıl silindikleri sorularının yanıtı aranmıştır. Bu sorular aralığında devletin komşu devletlerle yaptığı savaşlardan bahsedilmiştir. 1.HAZAR TÜRKLERİ KİMDİR? Hazarlar, 7. ila 11. yüzyıllar arasında İdil kıyıları ve Kırım yarımadası arasında, Hazar denizi kuzeyinde, 121 Batı Göktürk toprakları üzerine imparatorluk kuran bir Türk halkıdır [1]. “Hazar” kelimesinin kökeni hakkındaki muhtelif fikirler bulunmaktadır. Araplar, Türkler’le tanıştıktan sonra Türkçe konuşan bütün kabilelere Türk adını vermişlerdir. Fakat daha sonra Hazar civarındaki Türkler’le karşılaşınca çekik ve dar gözlü oluşları sebebiyle onlara “Hazar” demişlerdir. Gerçekten de Arapçada “ ”رازهkelimesi çekik ve dar gözlü anlamındadır [2]. Musevî, Bizans ve Arap kaynaklarına göre Hazar ülkesinde yaşayan halkın büyük çoğunluğunun Uygur, Hazar, Ön Bulgar, Sabir ve Peçenek gibi Türk boyları olduğu bilinmektedir [3]. Dilleri; Çuvaşça, Göktürkçe, Bulgarca, Karaylar’ın konuştuğu Kıpçakça dillerine benzerlik göstermektedir. Hazarlar, etkileşimde bulundukları devletlerin alfabelerinden de etkilenmişlerdir [4]. Hazarlar hakkında Hazarlar’ın kendilerinden kalma Hazar Türkçesi ile yazılmış bir eser yoktur. Hazarlar hakkında Hazarlar’ın yazmış olduğu iki mektup vardır. Ancak bunlar Hazarca değil İbrani alfabesi ile İbranice olarak yazılmışlardır. Bunlar, Hazar Hakanı Yusuf ’un Endülüslü Yahudi Hasdai b. Şarput’a yazmış olduğu mektup ile meçhul bir Hazar Yahudisi’nin yazmış olduğu mektuptur. Her iki mektup da İbrani alfabesi ile ve İbranice olarak kaleme alınmıştır. Hakan Yusuf ’un mektubu 950-960 yılları arasında yazılmıştır. İspanya’da kurulmuş olan Endülüs Emevî devletinin halifesi III. Abdurrahman, başlangıçta sarayında hekim olarak görevlendirmiş olduğu Hasdai b. Şarput isimli Yahudi’yi zamanla kendine vezir yapar. III. Abdurrahman, bir süre sonra bu kişiyi sadrazamlığa dahi tayin eder. Bu Yahudi sadrazam zamanla dış ülkelerden Endülüs sarayına gelen heyetlerden, ülkelerindeki Yahudiler hakkında bilgi toplamaya başlar. İran’dan gelen bir heyet Hasdai’ye, Karadeniz’in kuzeyinde bir Yahudi krallığının varlığını haber vermiş, fakat Hasdai buna inanmak istememiştir. Daha sonra Bizans’tan gelen heyetlerden konuyu iyice soruşturan Hasdai, böyle bir krallığın varlığına inandıktan sonra o günün Hazar Hakanı Yusuf ’a bir mektup yazmış, bu mektupta Yusuf ’a on iki kabileden hangisine mensup olduğunu, devleti nasıl yönettiğini; orduların PERSPEKTİF durumunu vb. hususları sormuştur. Hakan Yusuf da Hasdai’ye, İbrani alfabesi ve dili ile cevabî bir mektup yazmış ve sorduğu sorulara cevap vermeye çalışmıştır. Yusuf ’un göndermiş olduğu bu mektup, Hasdai tarafından muhafaza edilmiş olup, günümüze kadar gelmiştir. Hakan Yusuf ’un bu mektubu, gerek Hasdai’ye ve gerekse diğer Yahudilere moral yönünden fevkelâde tesir etmiştir. Mektupta verilen bilgilerden yüzyıllardan sonra bir Yahudi devletinin kurulduğunu öğrenen İspanyol Yahudileri çok sevinmişler, yazmış oldukları eserlerde bu mektuptan bahsetmişlerdir [5]. dır. Çünkü İtil deltasında ve Terek vadisinin ormanlık bölgelerinde yaşayan Hazarlar, Bozkırlı Kara Bulgarlar ve Dağıstan (Serir) Dağlıları tarafından kuzeyden ve güneyden kıskaca alınmışlardır. • Bir kaynakta Hazar’ın bir etnik birimin adı olduğu ve Göktürkler’den ayrı başka bir Türk topluluğu olduğu söylenmektedir [6]. • Togan’a göre ise; Horasan’daki Saka kollarının bir kısmı Hindistan’a göç ederken bir kısmı Hazar Denizi / İtil nehrine göç etmiştir. Bir kısmı da Partların bel kemiği olmuştur [7]. • Hazarlar, Barsil’den göç eden Suvarlar’ın bir boyu ya da Suvarlar Hazarlar’ın bir boyu olabileceği üzerine kesin olmamakla birlikte fikirler bulunmaktadır. Bir de her ikisinin birer ayrı boy oldukları ve sonra birleştikleri görüşü de bulunmaktadır. Suvarlar, Bizans-İran savaşlarında paralı askerlik yapmışlar ve askeri silah yapımında ün kazanmışlardır. İki devlet arasındaki savaştan çıkarları sadece para kazanmaları olmuştur. Bunun haricinde yapılan savaşlardan sonra her iki devlet arasındaki ilişkinin seyrine göre kayıp verdikleriyle de kaldıkları olmuştur. Sonrasında Azerbeycan’a göç ettikleri söylenmektedir [8]. • Hazarların Göktürk tebaası altında yaşamlarını sürdükleri vakitlerde, Göktürk-Avar savaşlarının ardından onlara tâbi olarak Selenga havzasına yerleşmişlerdir. Dokuz boyluk bu topluluğa Çin kaynakları “Dokuz Boy” derken, İslam kaynakları “Dokuz Oğuzlar” adını verir ve öncü boy kendisi 10 uruktan oluşan Sibirya kökenli Uygurlar’dır. İşte Uygurlar’ın bu on uruğundan birinin adı K’e-sa yani Hazar olarak bilinmektedir [9]. Türkler’in Hazarya’ya gelişleri, Göktürk Hakanlığı’nın ikiye ayrılmasından hemen sonra Batı Türk Hakanlığı’nın yayılma dönemine tekabül etmektedir. Daha önce İstemi Han zamanında Kafkasya’ya sefer düzenlenmiş olsa da Türkler’in ağırlıklı olarak Kafkaslar’a yönelmeleri 7. yüzyılın başlarındadır. Aslında belli bir süre Sabirlerin hâkimiyeti altında kalan Hazarlar, onların Avarlar tarafından ezilmesinden sonra, Avarlar’ın pençesine düşeceklerdir. Ama Avarlar arkalarından kovalayan Göktürkler’in kılıçlarından kurtulmak için hızlı bir şekilde Avrupa yönünde ilerlemelerini sürdürmüşlerdir. Sabirler’den ve Avarlar’dan boşalan yeri Kara Bulgarlar ve Dağıstan DağHazar Türkleri’nin soyu hakkında da muhtelif bilgi- lıları alacaklar iken Türkler çıkagelmişler ve böylece lere ulaşmaktayız. Bu bilgilerden bazıları aşağıdaki Hazarlar, “Sabirlerden kurtulduk” derken Türkler’in gibidir: hâkimiyeti altına girmişlerdir. 571 yılında Bizans-Sâsânî savaşlarının başladığı günlerde, Göktürkler’in batıya ilerlemeleri sürmektedir. Bu tarihlerde Kuban Irmağı Türkler’in eline geçmiş olsa da Bizans’ın anlaşmaya uymaması yüzünden ilerleme durmuştur. Nitekim Türkler’e gönderilen Bizans elçisi Valentin, Bizans’ın anlaşmadan cayması sebebiyle Türk Şad tarafından bir güzel haşlanmıştır [11]. Göktürkler’in Kafkaslar’da ilerlemesinin durması geçici olmuştur. Türk Hakanlığı içindeki çalkantılar durunca batıya akınlar yeniden başlamıştır. 7. yüzyılda Kafkaslar’da iki göçebe halk yaşamaktadır: Bulgarlar (On ogur, Uturgur) ve Hazarlar. 589 ve 626630 yılları arasındaki savaşlarda Hazarlar hiç kafa yormadan, kökenleri aynı olduğundan kaderlerini Türk’e bağlamışlardır [12]. Batı Göktürk İmparatorluğu gerileyip 8. yüzyılın ortasında çökerken, Hazarlar ve onların Karadeniz-Hazar bozkırlarına hâkimiyetteki rakipleri Bulgar birliği, tam olarak ortaya çıkmışlardır. Aralıklarla süren Hazar-Bulgar savaşlarının on oklar içinde Nu-shi-pi ve Tu-lu’ların mücadelesinin bir uzantısı da olabilir. 2.HAZAR KAĞANLIĞI’NIN KURULUŞ AŞAMASI Artamonov, Nu–shi–pi’lerin mağlup kağanının 651 Hazarlar güçlü bir hakanlık haline gelinceye kadar civarında Hazar topraklarına gelerek bu birliğin yöbirkaç yüzyıl boyunca komşularına balık ve balık tut- netici hanedanını kurduğu ileri sürmüştür. Bizans ve kalı satarak, kendi karınlarını ise ağırlıklı olarak balık Sasanî İran’ın, ve daha önemlisi bu ikincisinin dinamik takipçisi Arap halifeliğinin sınırlarında bulunan ve pirinçle doyurarak geçirmişlerdir [10]. Hazar, Akdeniz dünyasının en büyük iki yerleşik gücü ile yakın temas halindeydi [13]. Hazarlar, Batı Türkleri’nin veya diğer deyişle On Oklar’ın batı taraflarına doğru sarkıp, Hazarya’yı soluklanma noktası olarak kullanmaya başlamalarıyla 3.HAZAR KAĞANLIĞI / DEVLETİ KURULUŞU birlikte, onlarla çarçabuk kaynaşmış ve hatta komşu- Hazar Kağanlığı, kuzeyde İdil Bulgar Devleti de dalarına karşı kendilerine güçlü bir müdafi bulmuşlar- hil olmak üzere, Orta İdil bölgesini içine almaktadır. 122 PERSPEKTİF Batıda kentsel merkezi Kiev’i de kapsayacak şekilde, Doğu Slav topraklarının bir kısmını içine almaktadır. Güneyde Kırım’daki Bizans arazisi ve Kuzey Kafkaslarda Derbend’de Halifelik toprakları ile komşudur. Doğuda Hazar hâkimiyeti, kimi Batı Oğuz unsurlarının Hazar hâkimiyetini tanıdığı görülen Harezm bozkırlarına doğru gelişmektedir. İbn Fadlan’a göre; Hazar Kağanlığı, her biri kağana bir gelin gönderen 25 tâbi halktan oluşmaktadır [14]. di. Hazarlar o dönemde en önemli doğu-batı ticaret yollarında köprübaşını tutuyorlardı. Hazar ve Bulgar ülkelerinden başlayarak Ural-Güney Sibirya-Altaylar-Sayan dağları üzerinden Çin’e ve Amur nehrine ulaşan ve daima Türkler’in elinde bulunan yolda da canlı bir ticaret faaliyeti vardı. İpek yoluna kuzeyden paralel uzanan bu yola “Kürk yolu” denilmektedir. Silah, at, deri sattıkları malların başında geliyordu[18]. Yerleşik dünya ile bu yakın siyasi ve iktisadi ilişki modeli, Hazar devletinin palazlanmasının arkasındaki itici gücü oluşturmaktaydı. Güney Kafkasya, Hazar Hazarlar, Göktürkler’in devamı olarak ortaya çıkma- saldırılarının darbesini çekiyordu. Arap-Hazar savaşlarına rağmen bilhassa devlet idaresini tüm haneden ları sonucunda Hazarların elindeki Kuzey Kafkasya üyelerine hak olarak dağıtan eski Türk geleneğini terk bölgeleri ciddi kayıplara uğradı. edip düzenli bir ardıllık sistemi getirerek taht kavgalarını önlemek suretiyle istikrarlı bir siyasi yapı oluşturmuşlar, devletin ömrünü 336 yıla kadar uzatmayı Hazarlar ara sıra Bizans’ın da tedirgin müttefikleri idibaşarmışlardır [15]. ler. Kırım ve Batı Gürcistan/ Abhazya’da bu ikisinin arasında ihtilaflı yerler vardı. Fakat İstanbul ve Atıl-Etil, Göktürk çağından ve daha önemlisi jeopolitik deİcra erki ikili bir kağanlıkta toplanmıştır. Arap kay- ğerlendirmelerden kaynaklanan işbirliği ile birleşiyornaklarında tanımladığı şekliyle “büyük kral” kağan du. İkisinin de etkin şekilde baskı altında tutan ortak sanını taşıyordu. O hanedandan seçilen, hükmeden düşmanları olan Halife vardı. Bu dönemde Bizans ile fakat yönetmeyen bir kutsal yönetici, varlığı ülke için Hazar İmparatorlukları arasında gerçekleşen evlilik kutun, semavî talihin teminatı olan yaşayan bir tılsım bu ittifakın gücünü pekiştirmiştir [19]. olarak görülmektedir. Onun şahsiyeti mukaddes idi ve kanı yere dökülmezdi. Semavî gücünü kaybettiği görülürse, öldürülebilirdi. Onun da buna karşılık ken- 8. ve 9. yüzyıllarda Hazar Devleti genişleyerek Doğu di çalışanlarını öldürtme hakkı vardı. Avrupa’nın en kuvvetli devleti olmuştur. Hazar Kağanlığı’nın döneminin kudretli devleti olmasından dolayı önünde daima eğilen Bizans da Hazarlar’ın dostluğuHazar Kağanlığı’nın ekonomik yapısı ise şöyledir: Ha- na önem vermiştir. Hatta Bizans İmparatorluğu’nun zar Devleti’nin tebaasından vergiler alan ve değişik Hazar Devleti’ne gönderdiği mektuplarda dostluklarıtüketim kalemlerinden gümrükler toplayan bir vergi na ithafen üç altın mühür vurdurduğu görülmektedir. toplama sistemine sahip olduğunu göstermektedir. Askeri bakımdan da Bizans’la aralarında ittifak buluAyrıca, Hazar topraklarından geçen her mal için bir nan Hazar Kağanlığı, 935’de Bizans’ın Lombardiya’ya onda bir vergisi vardı. Göçerler içinse durum gerçek- gönderdiği orduya kuvvetlerinden takviye yapmıştır. ten mükemmeldi, yerleşik toplumun mallarına erişebiliyorlardı [16]. Bizans’ın, Hazarlar arasında Hristiyanlık’ı yaymak için din adamları gönderme teşebbüsü de olmuştur. Fakat Hazar Devleti içerisindeki yerleşme düzeniyle ilgi- 800 yıllarında Bizans’tan kovulan Yahudiler, Hazar ülli net bilgiler olmamakla beraber yerleşik ve göçebe kesine giderek Hakan Bulan’a Musevilik’i kabul ettirbir toplum düzenine mensup olduğu görülmektedir. meyi başarmışlardır. Bu suretle Hazar ileri gelenleri Göçebe olmayan halkın büyük çoğunluğunun Hazar Yahudi bilgini İshak Sangarî vasıtasıyla Museviliğin öncesi yerleşik halktan geldiği düşünülmektedir. Ha- Karait mezhebini kabul etmişlerdir [20]. zar’daki iktisadi meşgalelerin çeşitliliği devlet içindeki etnik çeşitliliğe denk geliyordu. Hazarların etnik çeşitliliği dinlerine de yansımıştır. Karait’ten ziyade Rabbi çeşidiyle Musevilik’in, Haİslam kaynakları, Hazar başkentinde sadece hüküm- run Reşit devrinde (786-809) bir zamanda, Kağan, dar ailesinin briket veya taştan evleri olduğunu bil- yönetici, seçkinler ve boyların üst tabakası tarafından diriyor. Gerisi göçerlerin keçe çadırlarında yaşıyordu benimsediği anlaşılmaktadır. İslam kaynakları kendi [17]. Bir diğer kaynağa göre; 7. yüzyıl ortasındaki Ha- dindaşlarının Hazar’daki en geniş topluluğu oluşturzarlara dair en erken kaynakların onları Kuzey Kaf- duğunu belirtirken, Hıristiyanlar’ı ikinci ve Yahudikasya’daki yerleri belirsiz kalan, muhtemelen boy kö- ler’le Yahudileşmiş Hazarlar’ı en küçük dini topluluk kenli iki kentsel merkez olan Balanjar ve Samandar ile olarak sunmaktadırlar. Bizans kaynakları Hazar’daki özdeşleştirdikleri görülmektedir. 642-737 döneminde dini meseleler hakkında garip bir şekilde sessizdir. bu bölge, ara sıra ateşkeslerle duran hemen hemen Hazar-İbrani kaynakları cemaatlerin nispi büyüklüksürekli Arap-Hazar savaşlarına sahne olmuştur. Bu leri hakkında bir ipucu vermemektedir [21]. mücadelenin amacı Kafkaslar’ın, özellikle de göçebelerin Güney Kafkasya’ya geçmek için kullandıkları ve oradan da Kuzey Mezopotamya ve Anadolu’ya yıkıcı Hazar-Arap münasebetleri ise Kafkaslar’ın güneyinakınlarını gerçekleştirdikleri önemi büyük geçitle- de, Hazar Denizi’nin batısında cereyan etmiştir. Bu rin denetimini ele geçirmekten başka bir şey değil- savaşlardan son Emevî halifesi olacak olan Mervan’ın 123 PERSPEKTİF 737 senesinde iki koldan sefere çıkmasıyla görkemli Hazar Kağanlığı’na verdiği darbe büyük önem taşır. Varoluşlarından bu yana Araplar’la savaşan Hazar Kağanlığı bu seferlerde diğer savaşlara nazaran gücünü kaybetmiş ve esir düşmüştür. Kağan’ın Müslümanlığı kabul etmekten başka çaresi kalmamıştır. Mervan, o dönemde biraz da Emevî Hanedanlığı’nın iç karışıklıklarından mütevellit Kağan Müslüman olmayı kabul edince Hazar’ı fethetmeden birliklerini geri çekmiştir. lerindeki İslam topraklarına, bu önemli ticaret ortaklarına karşı bir dizi saldırıda açıkça görülebilir. O ana kadar müttefik olan Bizans, artık Bozkır’daki birinci ortak olarak Peçenekler’e dönmüştü. Peçenek taraftarı bir yönelim ister istemez Hazar karşıtı bir duruşun işaretlerini veriyordu. Hazar devleti Bizans’ı yüzyıllar boyunca kuzeyden gelen açgözlü barbarların, Bulgarlar’ın, Macarlar’ın, Peçenekler’in daha sonra da Vikingler’in ve Ruslar’ın saldırılarından koruyan bir tampon durumundaydı. Bunun yanında gerek Bizans diplomasisi gerek Avrupa Tarihi açısından daha önemli bir başka nokta ise Hazar ordularının Arapların Avrupa’ya doğru çığ gibi ilerlemesini en bezdirici dönemi olan başlangıç aşamasında durdurması ve Doğu Avrupa’nın Müslümanlar tarafından alınmasını engellemiş olmalarıdır[24]. Doğudan Peçenek akınları, kuzeyden Ruslar’ın ilerleyişi, Hazar şehirlerinin elden çıkması ve devletin zayıflamasıyla sonuçlanır. Hakan ailesiyle boylar arasındaki din ayrılığı da çöküşü hızlandırmıştır. Hazarlar, Peçenek akınlarını savuşturduysalar da batıdaki önemli merkezleri Sarkel’in ellerinden çıkmasıyla yıkılışları çabuklaşmıştır. Kiev’den sonra Tama-Tarhan gibi önemli bir ticaret merkezi de Rusların eline geçmiştir (968). Yüzyılın ortasına doğru Ruslar, Hazarlar’ı çok ilgilendiriyorlardı. Hazar hükümdarı Yusuf, Endülüs Emevî sarayındaki Yahudi görevlilerden Hasdai b. Şaprut’a Hazar Kağanı’nın 737’de İslam’a kısa süreli geçişinden 960 yılı civarındaki mektubunda, Ruslar’la sürekli sasonra, din meselesinin Hazar siyasi seçkinlerinin gün- vaşta olduğunu yazar. 965 yılında Ruslar, Oğuz unsurdemine geldiği görülüyor. Şüphesiz rakip hizipler var- larla ittifak halinde Atıl/Etil’i ve belki de çok önemli dı. Musevilik, Halife’ye veya Bizans imparatoruna (en Sarkel kalesini işgal ettiler. İslam kaynakları Hazar azından ismen) bağlanma gibi bir husus gerektirme- hükümdarının bunun üzerine İslam’a geçtiğini ve diği için, onun seçilmesinde bazı siyasi çıkar ögeleri Harezmliler’in koruması altına girdiğini yazar. Hazar bulunmuş olabilir. Devleti yıkılışından sonra barındırdığı boyların çevredeki siyasi otoritelerin altına girdikleri varsayılmaktadır [25]. Hazar hukuk sistemi de bu dini çeşitliliği yansıtmaktadır. İslam kaynaklarına göre; Hazar’da ikisi Musevîlere, ikisi Müslümanlara, ikisi Hıristiyanlara ve biri de SONUÇ putperestlere olmak üzere yedi hâkim bulunuyordu Hazarların kuvvetli devirlerinde Macarlar ve Slavlar [22]. onların yönetimi altında idi. Hazarların kuzeydeki hâkimiyetleri Kiev şehrine kadar uzanıyordu. HaBatı Avrasya tarihinde çok önemli olan Arap-Ha- zarlar’ın temellerinin sarsıldığı tarihlerde buralarda zar ilişkileri şimdi pek çok değişikliklere uğramıştır. Rus devletinin temelleri ortaya çıkacaktır. Burası aynı 760’da bir Arap valisinin Hazar prensesiyle evlenme- zamanda İskandinav ticaret yolunun da önemli bir siyle ilişkiler yumuşasa da ani gelişen bir ölüm sebe- merkezidir. Bu bölgede 8. Yy da İskandinavya’dan gebiyle 762-764 yıllarındaki Hazar akınları için bahane len “Vareg” yahut Finliler tarafından “Rus” (kürek çeteşkil etti. Hazarlar 780 yılında Araplara karşı destek kenler) diye adlandırılan kavimler ortaya çıktı. Bunlar isteyen Gürcü prensine yardımda isteksiz davrandı- Slav boylarını yönetimleri altına alarak şehirler kurlar. Altı yıl sonra ise Kağan’ın torunu olan Abhazyalı maya başladılar. İlk prensleri Rurik, 822’de Rus KnezLeon’u başarılı geçen Bizans egemenliğinden sıyrılma liği’ni (Prenslik) kurar ve Rus devletinin temellerini teşebbüsünde etkin şekilde desteklediler. 798/9 yılın- atarlar. Bundan sonra Ruslar 900’e doğru Kiev’i de alada Müslümanların elindeki Güney Kafkasya’ya son rak hızla gelişirler. Bunda Hazarlar’ın bıraktığı nizam ve etkiler de önemli roller oynamıştır [26]. büyük Hazar akını gerçekleştirmiştir [23]. Kuman (Kıpçak) akınları ise Hazar Devleti’nin Türkistan ve Harezm ile irtibatını kesmiştir. Böylece 11. 4.HAZAR KAĞANLIĞI’NIN YIKILIŞI Yy başlarında Hazar Devleti siyasi ve askeri buhranın Hudûd’da “Hazarlar’ın kralının zenginlik ve refahı yanında muhtemelen iç karışıklıklar sebebiyle de son çoğunlukla deniz gümrüklerindendir.” denmektedir. bulmuştur [27]. Gittikçe bu gelir kaynağına dayanır hale gelen Hazarlar, gelirin azalmasıyla da daha çok etkilenir oldular. Zayıflamanın kanıtları Kabar isyanında (muhtemelen DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 9. yy’ın ikinci yarısı), bağlı İdil Bulgar’ın 10. yüzyıl 1-YAZICI, Nuri; Tarihte Türkler ve Türk Devletleri, başlarında İslam yörüngesine geçmesinde, Peçenek- İlgi kültür sanat Yay., İstanbul 2011, s. 173 – 178. ler’le yıllık savaşlarda ve 9. yüzyılın sonu ila 10. yüzyıl başlarında Ruslar’ın, açıkça Hazarlar’ın rızası ile kal- 2-BATUR, D. Ahsen; 1200 Yıllık Sürgün, Selenge kışabildikleri, İdil nehri üzerinden Hazar denizi sahil- Yay., İstanbul 2013, s.73. 124 PERSPEKTİF PERSPEKTİF 3-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.70. 4-KARATAY, Osman; Hazarlar, Kripto yay., Ankara 2015, s.43 – 45. 5-KUZGUN, Şaban; a.g.e, s. 26 – 27. 6-KARATAY, Osman; a.g.e, s.25. 7-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.70. 8-KARATAY, Osman; a.g.e, s. 25 – 45. 9-KARATAY, Osman; a.g.e, s.29. 10-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, , s.71. 11-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.74. 12-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.75. 13-GOLDEN, Peter B.; Türk Halkları Tarihine Giriş, KaraM yay., Ankara 2002, s. 195. 14-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.197. 15-KARATAY, Osman; Hazarlar, Kripto yay., Ankara 2015, s.9. 16-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.198. 17-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.199. 18-MEREY, Zihni; Türk Tarihi ve Kültürü, Birleşik yay., Ankara 2009, s.25. 19-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.196. 20-YAZICI, Nuri; a.g.e, say. 173. 21-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s. 199. 22-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.200. 23-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.197 24-KOESTLER Arthur, On Üçüncü Kabile, Alfa yay., İstanbul 2015, s.11 – 12. 25-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.200. 26-YAZICI, Nuri; a.g.e, s. 173. 27-YAZICI, Nuri; a.g.e, s. 173 MUSADDIK VE AJAX OPERASYONU 31 Aralık 2015 Oral TOĞA Dr. Muhammed Musaddık’ın Hayatı ve Başbakanlığı Öncesi İran’da Siyasi Durum M uhammed Musaddık 16 Haziran 1882’de Tahran’da doğmuş ve 5 Mart 1967’de yine Tahran’da hayatını kaybetmiştir. 1951 ila 1953 arası iki sene süren Başbakanlık yapmış, 1953’te ABD ve İngiltere’nin ortak düzenlediği bir darbeyle iktidardan indirilmiştir. Özellikle İngiliz petrol tesislerini millileştirmesi ve dönemin şahı Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yle yaşadığı iktidar çekişmesiyle modern İran tarihine damgasını vurmuştur. Musaddık aristokrat bir aileden gelmektedir. Babası da kendisi gibi devletin çeşitli kademelerinde görevlerde bulunmuştur. Meşhur Tütün İsyanı patlak verdiğinde Musaddık sekiz yaşındaydı. İlk meclis için yapılan 1906 seçimlerinde İsfahan’dan adaylığını koymuş ve seçilmiştir. Ancak yaş sınırına takıldığından meclise girememiştir. Bu onun ilk siyasi adımıdır. Eğitimi için Paris’te Siyasal Bilimler Fakültesine gittiyse de teşhis konulamayan hastalıkları sebebiyle İran’a geri dönmek zorunda kaldı. Daha sonra o da oğul Şah Pehlevi gibi İsviçre’de eğitim almış, Lozan Üniversitesinde hukuk doktorası yapmıştır. Ailesinden gelen Es-Sultani unvanını kullanmaktan kaçınmış onun yerine aldığı doktora eğitimine isnaden “doktor” unvanını kullanmıştır. Ayrıca kendisi her ne kadar İran’ın orta sınıfının desteğiyle iktidara gelmiş olsa da aristokrat sınıfıyla kan veya evlilik yoluyla akrabalıkları bulunmaktadır. Kendisi Feth Ali Şah’ın Baş Veziri ünlü Muhsin Aştiyani’nin birinci göbekten torunudur. karşı çıkmış ve bütün görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Baba Şah Pehlevi’nin tahttan 1941 yılında indirilişinden sonra siyasi yaşama tekrar dönmüş ve 1944 yılında meclise seçilmiştir. 1940’lı yıllar İran’da siyasetin oldukça karmaşık olduğu ve milliyetçi dalganın yükseldiği yıllardır. Dış politikada hükümet üstünde Sovyetler ve İngiliz baskısı vardır, içeride ise karışıklıklar söz konusudur. Ülkenin bir yanında daha sonraları Musaddık’ın da büyük destekçilerinden Ayetullah Seyid Kaşani önderliğinde İslamcılar bulunmaktadır. Bunlar Batı dünyasından İran’a girecek hiçbir şeye razı değillerdir ve en ufak modernleşme atılımında başkaldırmaktadırlar. Ülkenin öbür kesiminde ise komünist ve Moskova’ya bağlı iyi organize edilmiş sol parti Tudeh bulunuyordu. Tüm bunların arasında da tüm sistemi reforme etmek isteyen milliyetçiler, reformcular ve cumhuriyetçiler bulunmaktaydı. Ayrıca ilk fırsatta iktidarı ele geçirmek için sabırsızlanan subaylar da bu grubun içindeydiler. Özetle ülkede siyasi bir birliktelikten söz etmek o yıllar için zordur. Ülkedeki siyasi grupların tek birleştirici noktası olarak İngiltere üzerinden gelişen batı düşmanlığıdır diyebiliriz. Zira Anglo-Iranian Oil Company üzerinden gelişen nefreti anlamak için şirketin ve İran’ın paylarına düşen karlara bakmak yeterli olacaktır. Şirket 1945 – 1950 arasında 250 Milyon Pound kar yaptığını açıklamıştır. İran’a ise 90 Milyon Pound düşmüştür. Bu rakam İngiltere hükümetinin şirketten aldığı vergiden daha düşük bir rakamdır. Üstelik İngilizlerin donanmalarına ucuz benzin sağladığı söylentileri halkın tepkisini daha da alevlendirmiştir. Bir süre sonra yapılan siyasetler genelde bu şirkete karşı söylemlerle desteklenir olacaktır. Zira şirket Batı’nın “şeytanlığının” sembolü gibi görünmekteydi. Bütün bunların dışında Fedaiyan-e İslam örgütü de o yıllar içinde “kafir” ilan ettiği kişilere suikastlar düzenlemişlerdir. Bu suikastlardan birisi Şah’a yönelik Baba Şah Pehlevi’nin 1921’de düzenlediği darbeyle olsa da Şah suikasttan hafif yaralarla kurtulmuştur. birlikte önce maliye bakanlığı sonra da dışişleri bakanlığı görevlerinde bulunmuştur. 1923 yılında Ulusal Danışma Meclisine seçilmiştir. Rıza Pehlevi’nin İşte Musaddık’ın yükselişe geçtiği dönemde İran’daki kendini 1925’te şah ilan etmesiyle birlikte bu duruma siyasi hava böyledir. Bir İngiliz Maslahatgüzarı Tah- 125 126 PERSPEKTİF ran Parlamentosunda yaptığı bir konuşmada “Milletvekilleri rüşvet bekler” diyerek dönemin bozulmuşluğunu özetler. Musaddık 1940’lı yılların ikinci yarısında Sovyetler’e İran’ın kuzeyinde petrol çıkarma ve arama imtiyazına karşı ciddi bir muhalefet yürütmüş ve bunda da başarılı olmuştur. Ardından yukarıda da bahsettiğimiz Anglo-Iranian Oil Company’ye karşı bir kampanya başlatmış ve millileştirilmesi gerektiği yönünde söylemlerde bulunarak kitlelerin desteğini ve saygısını kazanmıştır. Bununla ilgili 1951 yılında bir yasa tasarısı vermiştir ve meclisten geçmiştir. Bunun üzerine Şah, meclisin bu kararıyla gücüne güç katan Musaddık’ı başbakan yapmak zorunda kalmıştır. Bu kararla birlikte İran’da siyasi ve ekonomik bunalım baş göstermeye başlamıştır. Zira Kaçar Hanedanlığından beri ülkedeki birçok sektör yabancıların elindedir ve İran ekonomisi üzerinde bir hakimiyet söz konusudur. Çok geçmeden İngiltere İran’ın petrol pazarından çekilmiştir ve İran’ı BM’e şikâyet etmiştir. Musaddık buna cevaben İngiltere Büyükelçiliğini kapatmış ve İran petrolü için yeni pazar arayışına girmiştir. Ne var ki aradığı pazarı bulamamasıyla birlikte ekonomik sıkıntılar daha da büyümeye başlamıştır. Bu sırada Musaddık’ın yükselen gücüne karşı koymaya çalışan Şah, bir fermanla 1953 Ağustos’unda Musaddık’ı görevden almak istediyse de gelişen kitle olayları sonucunda korkup kaçmak zorunda kalmıştır. Olaydan biraz sonra Musaddık muhalifleri ile daha sonra ABD’nin üst düzey yetkililerinin de itiraf ettiği üzere İngiltere – ABD ortak yapımı Ajax adıyla tanınan operasyonla Musaddık’ı devirmişler ve Şah’ın geri dönmesini sağlamışlardır. İndirilişinden sonra Musaddık vatana ihanetle suçlanmıştır. 3 yıl hapse mahkum edilmiş ve çıktıktan sonra da hayatının geri kalanını ev hapsinde gözetim altında geçirmiştir. Musaddık 1967 yılında ev hapsindeyken yaşama veda etmiştir. TP-AJAX Operasyonu Operasyonu hazırlayan siyasi şartlara yukarıda değindik. Bununla beraber İngiltere, İran Meclisinin millileştirme kararı sonrası ilk etapta ekonomik olarak zorlayacak tedbirlerle İran’ı yola getirmeye çalışmıştır. Ardından Kıbrıs’a asker yığarak gözdağı vermek istemiştir. Bu hareketliliğe SSCB sessiz kalmayarak İran sınırına asker yığmaya başlamıştır. İngilizlerin teknisyenlerini çekmesiyle kalifiye eleman sıkıntısı yaşayan İran oldukça zor duruma düşmüştür. İngiltere uluslararası arenadaki ağırlığını koyarak İran’a ambargo uygulatmayı başarmıştır. Petrol tröstleri uyarılmış, ABD’li birkaç şirket anlaşama yapmak istemişse de sonradan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. İran parasını imtiyazlı bir kurdan Sterlin’e çeviren anlaşma iptal edilmiş ve böylece İran büyük bir döviz kriziyle yüz yüze kalmıştır. Bütün bunlara halkın tepkisi oldukça sert olmuştur. Anglo-Iranian Oil Company’nin genel müdürünün evi yakılmış, Abadan’daki petrol tesislerine büyük çap- 127 ta gösteriler düzenlenmiştir. Musaddık İngiltere’nin bütün bu aleyhte hareketlerine tepkisiz kalmamış ve İngiliz Büyükelçiliğini kapatarak bütün İngilizleri sınırdaşı etmiştir. İngiltere, Büyükelçiliği kapatıldıktan sonra hareket alanını genişletmek için ABD’ne başvurmuş ve yardım talep etmiştir. Ancak İran’ı kaybetmek istemeyen ve olası bir savaştan çekinen Truman yönetimi İngiltere’nin taleplerine cevap vermemiştir. Olayların seyrinin değiştiği an 1952 Kasım’ındaki ABD’nin Başkanlık seçimleridir. Zira Truman’ın yerine gelen Eisenhower, İngiltere’nin yanında yer alır ve TP-Ajax için düğmeye basılır. Bu operasyonu yönetmesi için ABD eski başkanı Theodore Roosevelt’in torunu ve CIA’nin Yakın Doğu ve Asya Şefi olan Kermit Roosevelt getirilir. Başlangıç olarak Mussadık’a karşı psikolojik harp uygulanır. İngiltere’nin on yıllar içerisinde kurduğu sağlam bir istihbarat ağının olması kişilerin manipüle edilmesi veya satın alınması konusunda ABD istihbaratının işini kolaylaştırmış ve işleri daha kolay halletmesini sağlamıştır. Operasyon için gazeteciler, yerel çeteler ve din adamları satın alınır ve kullanılır. Musaddık’ın kendisine ve evine saldırılar düzenlenmiş, bu saldırılardan yaralanmadan kurtulan Musaddık için basında sanki bunları kendi kendine düzenliyormuş gibi bir hava yaratılmıştır. Bu kara propagandaların sonucunda da Musaddık en büyük destekçilerini birer birer kaybetmeye başlamıştır. Ardından darbeyi meşru kılmak adına Şah’tan Musaddık’ı azlettiğine dair iki adet ferman imzalanması istenmiş ve fermanlar alınmıştır. Bu fermanlar Musaddık’a tebliğ edilirken eş zamanlı olarak dönemin ordu komutanı General Riyahi’nin tutuklanması için karar alınır. 15 Ağustos gecesi İmparatorluk Muhafızı olan ve monarşiye sıkı bir sadakatle bağlı olan Albay Nasıri elinde fermanlarla General Riyahi’yi tutuklamaya General’in evine gitmiştir. Ancak darbenin yapılacağı söylentileri önceden General’in kulağına gittiği için önlem olarak evinden ayrılmıştır. Daha sonra Musaddık canlı yayına çıkmış, Şah’ı ve onun “yabancı iş birlikçilerinin” tezgahladığı bir darbe girişiminin bastırıldığını halka ilan etmiştir. Bunun üzerine halkın galeyanından korkan Şah, kendi kullandığı uçakla ülkeyi terk etmiştir. Darbe bastırılmış gibi gözükse de Kermit Roosevelt çalışmalara devam edeceğini rapor etmiş ve İran’da kalmaya devam etmiştir. Musaddık’tan sonra yerine geçmesi planlanan General Zahidi ile Kermit Roosevelt bir görüşme yaparak yeni bir plan ortaya atmışlardır. Önce Şah’ın imzaladığı fermanları çoğaltıp el altından özellikle çetelerin yoğun olduğu Tahran’ın güney semtlerinde dağıtılmaya başlanmıştır. Medyayı da kontrol altında tuttuklarından fermanların ertesi gün gazetelerin birinci sayfasında yer almasını sağlamışlardır. Bununla birlikte sokakta olaylar büyümeye başlamış ve sokaklar karışmıştır. Musaddık ise hiçbir karşı müdahalede bulunmamıştır. Nihayetinde 19 Ağustos 1953’te Musaddık görevinden uzaklaştırılmıştır. Görevden indikten hemen sonra vatana ihanetle suçlanmış üç yıl kadar hapis yatmış ardından ölünceye PERSPEKTİF kadar ev hapsinde tutulmuştur. Başbakanını mat eden Şah ise iktidarını pekiştirmiş olarak ülkesine dönmüş ve İslam Devrimine kadar geçen süre içerisinde İran’ı yönetmiştir. Bu Operasyonu ABD ve İngiltere’nin ortak yürüttüğünü ilk olarak 2000 yılında ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, ardından 2009 yılında Başkan Obama kabul etmiştir. Son olarak darbeden tam 60 yıl sonra CIA darbeyle resmi olarak ilişkisi olduğunu kabul etmiştir. SONUÇ İran halkı Musaddık’ın devrilişini hiç unutmamıştır. İran halkının verilen imtiyazlara karşı gelişen milli duruşlarının siyaset sahnesinde nihayet var olabileceğine dair son umutları da bu olayla birlikte sökülüp atılmıştır. Kısa ve orta vadede Batılı güçler başarılı olmuş gibi gözükse de İran İslam Devrimi ve sonrasında gelişen İran politikaları bize bunun uzun vadeli hesaplarda farklı sonuçlara sebep olduğunu göstermiştir. Zaman geçtikçe Şah’ın giderek artan harcamaları ve bununla doğru orantılı keskinleşen yoksulluk, köyden kente göçün artması ve diğer sosyo-ekonomik sorunlar Musaddık’ın karakterinde birleşen ve onun temsil ettiği değerlere olan bağlılığı daha da arttırmıştır. Bu olay, İran’ın bugüne kadar olan Batı karşıtı söylemlerinin ve politikalarının da kesin bir kırılma noktasıdır. 1979’daki rehine krizini anlamak adına ve sonrasında olanları da anlamak adına Ajax Operasyonu’nun İran halkı üzerindeki etkisi iyi anlaşılmalıdır. KAYNAKÇA ABRAHAMIAN, Ervand; Modern İran Tarihi (çev. Dilek Şendil), İş Bankası Kültür Yay. , İstanbul, 2011. ATABAKİ, Touraj (der.); Türkiye ve İran’da Otoriter Modernleşme, Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2012. Bailey, Sir Harold (ed) vd.; The Cambridge History of Iran Volume 7, From Nadir Shah To The Islamic Republic, Cambridge University Press, Cambridge, 2003. CHOUEIRI, Youssef (ed.); Ortadoğu Tarihi, İnkılap Yay., İstanbul, 2011. CLEVELAND, William; Modern Ortadoğu Tarihi (çev. Mehmet Harmancı), Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008. FEKRİ, Amir Ahmad; Tarihsel Gelişim Sürecinde İran Devrimi, Mızrak yay., İstanbul, 2011. GARTWAITE, Gene; İran Tarihi Pers İmparatorluğu’ndan Günümüze, İnkılap Yay., İstanbul, 2011. KINZER, Stephen; Şah’ın Bütün Adamları, İletişim yay., İstanbul, 2004. PAPPE, Ilan; Ortadoğu’yu Anlamak, NTV yay., İstanbul, 2011. YERGIN, Daniel; Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü (çev. Kamuran Tuncay) İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2013. 128 STRATEJİ STRATEJİ HAZAR HAVZASINDA BÜYÜK ENERJİ OYUNU-I 27 Mayıs 2013 Yunus AKBEY E nerji tüm yaşayan canlılar için olduğu gibi devletler için de hayati önem taşır. Ülkelerin ekonomik kalkınmasında önemli bir paya sahip olan enerji ülkelerin dış politikasında da belirleyici bir faktör olmuştur. Tarih boyunca büyük güçler enerjinin bulunduğu coğrafya üzerinde rekabete girişmişlerdir. Günümüzde oynanan büyük oyun artık Hazar petrolü ve doğal gazın çıkartılması ve petrol nakil boru hatlarının kurulması üzerine oynanmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması nedeni ile bölgede çıkan güç boşluğu zengin enerji kaynaklarının ortaya çıkmasıyla birleşince Orta Asya Coğrafyası devletlerarasındaki güç mücadelesinin mekanlarından biri haline gelmiştir. Yeni büyük oyunun en önemli aktörleri ise ABD, Rusya, Türkiye, Avrupa Birliği ve Çin olmuştur. Rusya hala arka bahçesi olarak gördüğü Hazar Havzası’nın enerji kaynaklarını kontrol etmeye ve yalnızca kendi toprakları üzerinden uluslararası piyasaya yaymayı hedeflemektedir. Öte yandan ABD Rusya’yı saf dışı bırakacak petrol ve doğalgaz boru hatları projeleriyle bölgede etkin olmaya çalışmaktadır. Türkiye ise birçok boru hattını kendi toprakları üzerinde kesiştirerek 21. Yüzyılın enerji köprüsü olmayı amaçlamaktadır. Enerjide büyük oranda Rusya’ya bağımlı olan AB, Rusya ile Ukrayna arasında meydana gelen doğal gaz krizinden sonra enerji tedarikçilerini çeşitlendirmesi gerektiğini kavramış ve Rusya’ya alternatif enerji kaynağı ve transit güzergâhı aramaktadır. Son olarak da Çin Halk Cumhuriyeti hızlı ekonomik büyümesini sağlayacak enerji ihtiyacını Hazar Havzası enerji kaynakları ile güvence altına almaya çalışmaktadır. la problem yaratan Ortadoğu’ya alternatif olarak beliren Hazar Havzası enerji kaynakları ortaya çıkmaktadır. 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar bölgede etkin rolü bulunmayan ABD, terör saldırılarından sonra bölgeye yönelik enerji politikalarını uygulama fırsatını yakalamıştır. ABD terörle mücadele kapsamında Kırgızistan’da Özbekistan’da ve Afganistan’da asker bulundurma fırsatı yakalamış ve milli menfaatleriyle çatışan politikaları engellemede avantajlı bir pozisyon yakalamıştır. ABD askerlerinin terör saldırıları bittikten sonra da yerlerinde kalması asıl mücadelenin Rusya ve Çin ile yapıldığının açık göstergesi olmuştur. Her iki ülke de ekonomik kalkınmayı tehlikeye sokacağından dolayı yakın bir tarihte ABD ile çatışmayı göze alamamaktadır. Rusya’nın Hazar ülkelerinin zengin enerji kaynaklarını uluslararası pazara ulaştırması ABD’yi rahatsız etmektedir. Bu nedenle, bölge petrol ve doğal gazının dünya pazarına ulaştırılmasında Rus tekelinin kırılması için “Çoklu Boru Hatları” stratejisini geliştirmiştir. ABD “Çoklu Boru Hatları” stratejisinde bölge enerji kaynaklarının dünya pazarına ulaştırılmasında en kısa yol olan İran güzargahını tercih etmek yerine İran ve Rusya yı bypass eden doğu batı koridorunu desteklemektedir. Amerika Azerbaycan’dan başlayarak Gürcistan ve Türkiye üzerinden Batı pazarına ulaşacak olan boru hattı projelerini desteklemektedir. Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine Rus Dış Politikası Rusya için Orta Asya ve Hazar bölgesi, arka bahçe veya yakın çevre olarak adlandırılan stratejik öneme sahip bir bölgedir. Enerji kaynaklarını bir politika aracı olarak kullanarak, tüm dünyaya karşı, Orta Asya ve Hazar bölgesinde etkisini yeniden kurmak istemektedir. Rusya’nın Hazar bölgesindeki dış politika amaçları şu şekilde özetlenebilir: Rusya’nın güvenliğini ve jeopolitik menfaatlerini teminat altına alabilecek şekilde dost bir tampon bölge sağlamak; Rusya içlerine yayılabilecek veya sınır uyuşmazlıklarına yol açabilecek etnik gerginliklerden kaçınmak için bölHazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine ABD Dış gede istikrarı temin etmek; Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan petrol ve doğalgaz kaynaklarından Politikası azami istifade etmek; yabancı güçlerin bölgeye girişini Enerji üretimi tüketimini karşılayamayan ABD’nin engellemek ve bölgedeki Amerikan varlığını zayıflatenerji alanında dışa bağımlılığı açıktır. ABD artan mak.[1] Rusya bölge üzerinde etkisi artırmak ve eski enerji ihtiyacının karşılanmasında istikrarsız yapısıy- SSCB devletleriyle ilişkilerini güçlendirmek amacıyla 130 STRATEJİ STRATEJİ CSTO (Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü) ve CIS (Bağımsız Devletler Topluluğu) örgütlerini kurmuştur. Rus gaz tekeli Gazprom Hazar enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Hazar enerji kaynaklarının dış pazara ulaşımında dominant bir role sahip olan Rusya, Avrupa’nın gaz ihtiyacının 4 de 1 ini karşılamaktadır. Rusya kendisinden başka herhangi bir devletin Avrupa pazarına ulaşımını engellemeye çalışmaktadır. Tam bu noktada Hazar havzası enerji kaynaklarını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımayı planlayan ya da taşıyan AB ve ABD destekli projelere şiddetle karşı çıkmaktadır. Ekonomik kalkınmada çok büyük paya sahip olan enerjinin Rusya tarafından kolaylıkla bir dış politika silahı olarak kullanıldığı açıkça görülmüştür. Rusya’nın yaşanan siyasi krizler karşısında Gürcistan’a ve Ukrayna’ya gaz akışını kesmesi çok ciddi eleştirilere neden olmaktadır. Tüm bunlar Rusya’nın güvenilir bir enerji partneri olmadığını ortaya koymaktadır. NATO VE TRANSATLANTİK İLİŞKİLER-I 27 Mayıs 2013 Mehmet MEMİŞ N ATO’nun temel olarak ilk amacı siyasi ve askeri alanlarda iş birliği yaparak ortak güvenliği sağlamak olmuştur. Son 20 yıl boyunca NATO bunu ilke edinmiş ve Avrupa düzenini sağlamaya çalışmıştır. Bundan dolayı NATO’nun genişlemeye çalışması iyi bir fikir olarak görülebilir, ancak ölü bir düşünceden öteye geçememektedir. Bu genişleme çalışmasını bitiren olay Rusya’nın Gürcistan’a saldırması olmuştur. Eğer Gürcistan NATO’ya üye olsaydı, NATO Rusya ile savaşmak zorunda kalacaktı. 2008 yılından günümüze Rusya’ya baktığımızda Hazar denizinde çıkarlarını korumak için nükleer silah kullanabileceği apaçık ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı bu bölgeden gelebilecek tehditler için önlemler alınmaya başlanmıştır. Türkiye her yönde ağır bir rol üstlenecek ise daha çok askeri alanda yenilik yapması gerekecektir. Şu son 10 yılda Türk hükümeti ile askeri ilişkiler sıfırdan değişmiştir. Geçmiş Türkiye’ye baktığımızda halen de devam eden bir terör sorunu vardır. PKK terörünü bitirmek için NATO’yu devreye sokmaya çalışsa da Türkiye, Amerikan engeline takılmış ve terörizmin NATO’nun 5. maddesine girmediğini savunulmuştur. Ancak nasıl oluyorsa bir kez oldu, o da 11 Eylül saldırıları sonucu NATO devreye sokulmuştur ve bu bir çelişkidir. Son zamanlarda da NATO Füze Kalkanının Türkiye de koşullandırılması ve somutlaştırılması olayı tavan yapmıştır. Şöyle ki oğul Bush zamanına baktığımızda Çek Cumhuriyeti ve Polonya, ve Obama zamanında ise Bulgaristan ve Türkiye’ye füze savunma sistemleri kurulmuştur. Türkiye bu füze kalkanlarının kurulması sırasında İran’ın tehdit listesinden çıkarılması gerektiğini belirtmişti ve bu sebeple erken uyarı sistemi kurmak istedi. Çünkü İran’ın füzeleri Türkiye’den başka bir NATO ülkesini vuracak menzilde değildi. Aslında bu istek Amerika tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Çünkü onlar için asıl tehdit İran’dı ve bu durum Amerika’nın Türkiye yönetimi üzerine düşündürdü. Ancak zaman gösterdi ki Türkiye-İran ilişki- 131 leri bir çıkar noktası olabilirdi. Bu füzeleri Rusya’da istememişti. Çünkü hala eski Sovyetleri kendi toprakları sayıyor ve bu nedenle Avrupa’nın savunmasız kalmasını istiyordu. Aslında Rusya füze kalkanını kendi oyununu sıfıra indirecek olmasından dolayı istemiyordu. ABD füze kalkanında itici bir güçtür ve bu gibi askeri harcamaları kendi ülkesinde savunma harcamaları adı altında milli gelirin % 4’ünü kullanmaktadır. 10 yıllık bir süreç göz önüne alındığı vakit Amerika’nın 2008 krizi başlayan dönem ile 2010’a varan dönem arasında büyüme hızı sıfırın altındadır. Amerika’da gayrisafi milli hasılanın borca oranı 2000 ve 2008 yılları arasında % 56 ile % 64 arasında gidip gelmişken, 2008 ve 2012 dönemi arasına baktığımızda bu borç milli hasılanın % 65 ile % 94 arasında olduğunu göstermekte ki, bu durum büyüme ve dış politikalar açısından bir engeldir. Mesela başka bir örnek vermek gerekirse tsunami felaketinden sonra Japonya’nın milli hasılaya göre borçlanması % 220’yi bulmuştur. Amerika git gide yaşlanan bir ülkedir. Bununla beraber sağlık harcamaları artmakta ve kaçınılmaz sonuç olarak da borçları artmaktadır. Bu durum böyle giderse borcun milli hasılaya oranı % 200’leri bulacaktır. Bundan dolayıdır ki, Amerika bu borcunu kapatmak için diğer harcamalarını kısmak zorunda kalacak ve bunların en başında savunma harcamaları olacaktır. İşte burada devreye NATO girmekte ve Amerika’nın yardımına koşmaktadır. Bu sayede NATO güvenlik alanında iş birliğine giden ulusların ortaklıklarının odak noktası haline geldi. Amerika kendi üstünlüğünü kullanarak muhtemel tehdit unsuru gördüğü ülkeleri NATO aracılığıyla bir takım önlemler almaktadır. İşte bunun en önemli örneklerinden biri Malatya Kürecikte kurulan NATO füze kalkanıdır ve tehdit ise bilindiği gibi İran’dır. Gerçek sorun aslında kapanan bir Batı dünyası ve tehdit olarak algılanan Doğu Dünyasıdır. Batı kimseyi içeri sokmamakta ve kendi içerisinde komplo teorileri üretmektedir. Doğu ise hem kendi içerisinde ki huzursuzlukla hem de doğal kaynaklarının verdiği saldırı önceliğiyle yaşaya durmaktadır. 132 STRATEJİ STRATEJİ dır. Hazar Denizi, Asya Kıtasının, Avrupa Kıtası ile birleştiği jeopolitik açıdan önemli bir mevkide, normal deniz seviyesinden 27 m daha alçakta oluşmuş, okyanuslarla ve denizlerle bağlantısı olmayan en büyük su kütlesidir [2]. Hazar’ın en geniş yeri 554 km ve en dar yeri ise 200 km’dir. Hazar sahillerinin toplam uzunluğu 7.010 km’dir. Kazakistan’ın 2.340 km, Rusya Federasyonu’nun 1.930 km, Türkmenistan’ın 1.200 km, Azerbaycan’ın 800 km ve İran’ın 740 km uzunluğunda Hazar’a kıyısı bulunmaktadır. ENERJİ JEO-POLİTİĞİ: HAZAR HAVZASI KAYNAKLARI ÜZERİNE TEMEL STRATEJİLER 10 Haziran 2013 Selim Han YENİACUN E Enerji Gereksinimi ve Genel Değerlendirme nerji ihtiyacı ve enerji ihtiyacına bağlı olarak uygulanan uluslararası politikaların önemi, 19.yy’dan itibaren günümüze kadar her geçen gün artmaktadır. Temel insani ihtiyaçlar için vazgeçilmez bir kaynak olması “enerji arayışı” aynı zamanda endüstrileşmesini tamamlayan ya da bu ilerleme içerisinde hareket eden ülkeler için bir ekonomik güç kapasitesi niteliği taşımaktadır. Enerjinin günümüz siyasetindeki önemi enerji güvenliği ve enerjiyi elde etme stratejilerinin ön plana çıkmasına yol açmaktadır. Yenilenebilir enerji kaynakları ekonomik açıdan fazla maliyet içermelerinin yanında önümüzdeki senelerde daha fazla kamusal ya da özel sektördeki yatırımcının gözdesi olacağı düşünülmektedir. Hali hazırda faydalanılan ve Dünya’nın muhtelif bölgelerinden elde edilen doğal gaz ve petrol gibi günümüz Dünya’sında büyük önem arz eden kaynakları incelersek Jeo-stratejik çözümlemeler Dünya Enerji Politikası’nı algılamamızda daha yararlı olacaktır. Jeo-Stratejik enerji denkleminde coğrafya hayati bir önem arz etmektedir. Enerji kaynaklarının maliyeti ve elde edilen ürünlerin erişilebilirliği bu politikaların yürütülmesinde ana değerler olarak ele alınabilir. Sürekli değişim içeren ve ülkelerin uluslar arası arenada güç dengelerinden mütevellit iktisadı bir standarda bazı dönemler hariç oturtulamamış bir alandır. 2000’li yılların başlangıcında karşımızdaki Dünya tablosunda, basitçe; • ABD’nin enerji alanlarına artan ilgisi, • 90’ların ekonomik ve siyasi travmasından kurtulan bir Rusya, • Büyüme hızını ikiye katlayan ve sürekli enerjiye ihtiyaç duyan bir Çin, • Ekonomisini üretimden ziyade ticarete endeksli bir ekonomiye dönüştüren ve enerji koridorlarından gelen kaynaklara muhtaç bir 133 Avrupa Birliği, • Siyasal istikrar içermeyen ama kaynakça zengin bir Ortadoğu, • Hem endüstriyel anlamda gelişen hem de sahip olduğu enerji kaynaklarını değerlendiren bir Hazar Havzası ülkeleri söz konusudur. Afrika ve Latin Amerika ülkeleri ise “Bağımlılık Teorisi” [1] kapsamından kurtulamayarak Soğuk Savaş dönemindeki ekonomik geri kalmışlıkları bölgesel ve korunmacı politikalarla kapatmaya çalışmaktadır. Halen bilgi ve teknoloji yetersizliği bu bölgeleri mevcut egemen güçlerin ve özel sektörün yüksek sermayeli şirketlerinin çalışma sahası haline getirmiştir. Günümüzde farklı enerji havzalarının jeo-stretejik önemleri tartışılmaktadır. Hiç şüphesiz bunlardan başat konumda olan ise Hazar Havzasındaki enerji rezervleri ve bunların çıkarılma konusundur. Batı’nın enerjiyi kolay elde edebilme ve siyasi üstünlük çerçevesinde değerlendirebileceğimiz batılı ülkelerdeki refah seviyesinin artması; enerjinin her zaman kolay elde edilebilecek bir kaynak olarak görülmesini sağlamıştır. Öte yandan Batılı devletlerin bu rüyadan uyanmasını sağlayan 1973 OPEC petrol krizi tüm dünyayı ekonomik bir krize sürüklemiştir. 98’ de 500 ABD’li askerin Güney Kazakistan’daki petrol sahalarının güvenliği için hava indirme operasyonu yapması Hazar Havzasına doğru bir kaynak arayışının ilk kıvılcımları olmuştur. Körfez Savaşı ise Ortadoğu’da halen bitmemiş olan enerji savaşlarının tetikleyicisi olmuştur. 2004’te Belarus üzerinden 2009’da da Ukrayna üzerinden Avrupa’ya giden doğal gaz akımının Rusya tarafından kesilmesi; yukarıda bahsetmiş olduğumuz enerji kaynaklarına ulaşımın ve maliyetinin önemini tüm Dünya’ya bir kez daha hatırlatmıştır. Belirtilen örneklerin ve paralel olayların sonuçları ise ele alacağımız Hazar Havzası enerji politikalarında kesişmektedir. Hazar Havzası’ndaki Güç Denklemi Statüsü tam olarak ortak bir mutabakat ile kesinleşmese de ikili antlaşmalar ile adı hakkında belirli bir aşamaya gelinmiş olan Hazar Denizi, ismini aynı coğrafyada kurulmuş olan Hazar Devleti’nden almakta- Hazar bölgesinin son dönemlerde tüm dünyanın ilgi alanına girmesinin en önemli sebebi ise güç çeşitlenmesidir. 1991 yılına kadar etkisiz ve bir o kadar da kendisine ayrılmış alan içerisinde yetersiz enerji kaynakları barındıran İran ve Hazar Denizi’nde seyrüsefer serbestliğine, donanma bulundurma hakkına ve zengin enerji kaynaklarına sahip bir Rusya egemenlik hakkını paylaşmaktaydı. Bu statü ise öncelikli olarak kesin bir St.Petersburg üstünlüğü içeren 16 Şubat 1828 Türkmençay Anlaşması ile tescillenmiştir. Ardından Sovyet Rusya 1921 ve 1940 antlaşmaları ile Tahran Yönetimine Hazar Denizi’nde ayrıcalıklar tanımıştır. SSCB’nin dağılmasının ardından, bölgede bir otorite boşluğu ortaya çıkmıştır. Buna bağlı olarak, Avrupa ve Amerika bölgede aktif olmaya çalışmaktadır [3]. Bunun yanı sıra bölge ülkeleri özellikle de Azerbaycan, Rusya etkisinden kurtulmayı büyük ölçüde başararak ekonomik anlamda değerli kazanımlar elde etmiştir. Bölgedeki “güç çeşitlenmesi” ise pek çok farklı senaryoyu ortaya koymuş aynı zamanda da “Hazar Bölgesi yeni Ortadoğu olur mu?” sorunsalını gündeme getirmiştir. Kuzey-Güney ve Doğu-Batı enerji koridorlarının kaynak noktasında bulunan Hazar Denizi bulunduğu coğrafyadan ötürü ilk ve önemli ticaret rotalarının merkezindedir. Gerek coğrafi keşifler gerekse yeni kaynakların bulunmasıyla önemi bir nebze göz ardı edilmiştir. Trans-Kafkasya ve Trans-Hazar coğrafyası Doğu’da Çin’in kalkınma hızı, kuzeyde Rusya’nın büyüyen ticari hacmi ve Avrupa’nın artan enerji ihtiyacı ile birlikte tekrar Dünya’nın kalbi konumuna gelmiştir. Nitekim MacKinder’in “Heartland Teorisi”ni tekrar gündeme taşımakla birlikte Brezezinski’nin “Yeni Satranç Tahtası” görüşlerinin ilham kaynağı olmuştur. 1991 yılından sonra bağımsızlığını kazanan devletler (Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan) kendi kaderlerini tayin etme haklarının yanında hem Çin hem de Avrupa Birliği’ne yönelik olarak ticaret yapabilecekleri kaynaklara sahip olmuşlardır. Hazar Denizi etrafındaki ülkelerin denize kıyısı bulunmaması ülkeleri enerji nakil hatlarına yönlendirmektedir. Enerji nakil hatlarının Rusya kontorlü altında bulunması ise bölgede ekonomik açmazları tetiklemektedir. Rusya’nın oluşturduğu enerji havuzu hem enerji ithalatını hem de enerji ihracatını içermektedir. Kendisi i.çerisinde barındırdığı rezervler de dâhil olmakla birlikte Hazar Havzası ülkelerinden düşük maliyetle ithal ettiği kaynakları Avrupa’ya ve Akdeniz’e taşımaktadır. Hazar Denizi’ndeki statü sorunu ihtilaflı bir kaynak paylaşımı ve “güç çeşitlenmesinin” yanı sıra bölgenin dışın- daki devletleri ve ticari kuruluşları bölgenin kaderini tayin etmede etkili kılmıştır. Her ülkenin birbirlerinden farklı enerji politikaları olması ve toplu bir mutabakat yerine sınırlı ikili görüşmelerin tercih edilmesi Hazar Denizi açmazını daha da genişletmektedir. Hazar Havzası’ndaki temel statü sorununu derinlemesine inceleyecek olursak, temelde üç tanımlama karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Hazar Havza’sının dünyada eşi olmayan bir hukuksal teamül ve kurallar çerçevesinde değerlendirmesini öngörür. Bu görüşe göre Hazar Havzası bazen açık deniz bazen ise sınır gölü statüsündedir. Karşılıklı tavizlerle belirlenen prensipler çerçevesinde 1982 BM Deniz hukuku sözleşmesinden yararlanılmakta ve özellikle Münhasır ekonomik bölge kullanımı için sınırdaş devletler kendi tezlerini baskın unsur olarak göstermektedir. İkinci olarak ilk yaklaşıma benzer nitelikte 82 BM deniz Hukuku Antlaşmasının benimsenmesini isteyen Türkmenistan bilhassa deniz altı kaynakları için de eşit bir bölünme (12’şer km) istemektedir. Sürekli karar değiştiren Türkmenistan İran’ın görüşüne yakın olsa da Trans-Hazar boru hatları (NABUCCO ve TANAP süreçleri) ile birlikte Azerbaycan ile görüş birliğine varmaya yakındır. Üçüncü tez ise sadece İran tarafından savunulmakta ve Hazar’ın bir sınır gölü olduğunu söylemektedir. Her kıyıdaş devletin 20 km’lik paylaşımıyla Sovyetler birliği döneminde sahip olduğu %13’lük kıyı şeridini %15 ‘e çıkaran bu tez kaynak kullanımından çok siyasi sebeplere dayanmaktadır. Hazar Havzasındaki Yeni Bağımsız Devletler ve Enerji Perspektifleri Azerbaycan enerji politikaları başta olmak üzere dış politikada 20 yıllık dönem içerisinde çeşitli yollar izlemiştir. Demokratik bir seçimle görev başına gelmiş Ebulfeyz Elçibey döneminde Rusya’nın etkisi azaltılmış ve Türkiye dış politikada en büyük ortak kabul edilmiştir. Bu siyasetin etkisi ile başta Chevron olmak üzere Amerikan Petrol şirketlerini ve pek çok uluslar arası yatırımcıyı bölgede konumlanmıştır. Aliyev’ler iktidarında ise 2000’li yılların başına kadar tekrar bir Rusya etkisi söz konusudur. Özellikle dış politikayı etkisi altına alan yegâne unsur olan Dağlık-Karabağ bölgesi sorunu enerji taşımacılığında özellikle de petrol ve doğal gaz boru hatlarında pek çok sıkıntıyı ortaya çıkartmıştır. Aynı zamanda talihsiz bir devlet geleneği halini almış olan; dış politikayı iç politika unsuru olarak kullanmak Azerbaycan hükümetlerinin meşruluğuna kaynak görevi görmüştür. Ermenilerle ilişkiler ve siyasal rejimin otoriter bir hal alması da Azerbaycan’ın gelişimini etkilemektedir [4]. Karabağ meselesinde Rusya’dan aradığı desteği bulamayan Azerbaycan, Rus-Ermenistan ittifakına karşı batı bloğu ile yeniden ekonomik işbirliği yoluna gitmeye çalışmıştır. Türkiye ile ilişkiler enerji nakil hatları üzerinden ekonomik olarak geliştirilmiş ve son on yıl içerisinde yapılan yatırımlarla enerji yollarının çeşitliliği noktasında büyük önem kazanmıştır. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) son yıllarda tüm dünya ile aynı anda Türkiye’deki enerji piyasasına hızlı 134 STRATEJİ bir giriş yapmıştır. Sadece iki yılda yapılan yatırımlar gerek sektörsel gerekse farklı iş alanları olsun Lukoil dâhil pek çok Rus petrol firmasını geride bırakmıştır. Azerbaycan’ın Hazar Denizi üzerindeki hakları ise 12 Kasım 1995’de yürülüğe giren Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası’nın 11. maddesi yani; “Azerbaycan Cumhuriyeti’nin arazisi tek, dokunulmaz ve bölünmez bir bütündür. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin iç suları, Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait bölümü ve Azerbaycan Cumhuriyeti’nin hava sahası Azerbaycan Cumhuriyeti’nin arazisi sayılır” [5] ile resmi devlet güvencesi altına alınmıştır. 135 bilmek için Rusya haricindeki jeo-stratejik noktalardan gaz ithalatı yapması gerekmektedir. Trans-Hazar projeleri ise Türkmenistan için büyük bir çıkış yolu olacak ve kendisini ilerleyen yıllarda bölgede en etkili doğal gaz üreticisi konumuna getirecektir. Kazakistan bağımsızlığının ilk yıllarında, Sovyetlerin mirası olan sanayileşme ve ticarileşme arasında bir denge oturtamamıştır. Kazakistan, bölgenin diğer Türk Devletlerine göre, sanayileşme ve ham maddeleri işleme açısından daha ileri bir düzeye sahiptir. Yalnız yeterli doğalgaz rezervi olmasına rağmen bu rezervin değerlendirilmesinde Rusya’ya bağımlı bir politika izlemektedir. Tüm alanlarda olduğu gibi enerji politikalarında da kendi başına ticaret yürütemeyen Kazakistan özelleştirme politikalarına ağırlık vermiştir. Öte yandan bu politikalar, dünyada örnekleri de olan çarpık bir özelleştirmeye dönüşmesin diye Devlet Başkanı Nazarbayev kontrolünde ağır “düzenleyici politikalar” uygulanmaktadır. Kazakistan, Sovyetler sonrasında da dışa bağımlı olmuştur [6]. Hazar’ın statü konusunda ise en geniş sınıra sahip olan Kazakistan, Rusya ile “ortay hat” prensibine dayalı 1982 BM Deniz Hukuku Antlaşmasını kabul eden bir antlaşma sağlamıştır. 29 Kasım 2001’de Azerbaycan ile imzalanan bir diğer antlaşma ile Kazakistan, Azerbaycan ve Rusya arasında Hazar Denizi’nin kuzeyi üzerine bir mutabakata varılmış olmaktadır. Hazar Havzası’nda Uluslararası Aktörler ve Etkileri 1991 yılında yeni bağımsızlığını kazanan üç Türk Devleti ile birlikte beş kıyıdaş devlet Hazar Bölgesindeki sorunlara tek başlarına ne sebep olmaktadır ne de çare bulmaktadırlar. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere talep eğrisindeki etkinliği ile Avrupa Birliği ve Çin son olarak ta enerji nakil çeşitliliğindeki üstlendiği rol sebebiyle Türkiye Hazar Havzası enerji stratejilerinde etkin rol oynamaktadır. Temel siyaset olarak Rusya’nın bölgeyi halen arka bahçesi olarak görmesi ve ABD’nin enerji pastasından payına düşecek olanı alma isteği doğu-batı ekseninde enerji politikaları oluşturmaktadır. Yukarıda da bahsetmiş olduğumuz yeni aktörlerin ortaya çıkması ise bölgenin temel politikasının her geçen gün değişmekte olduğu tam anlamıyla bir “güç dengesi” sistemine oturduğunu göstermektedir. Şunu da belirtmek gerekirse Hazar Havzası’nda etkin rol kapma yarışı içindeki egemen güçlerin asıl amacı bölgedeki sorunların çözümü değildir. Asıl amaç petrol ve doğal gaz rezervleri sebebiyle sağlanabilecek politik üstünlüğe sahip olmaktır. SSCB döneminde Rusya, Hazar Denizinin tek hâkimi konumundaydı. İran sadece küçük bir bölgede etkindi. SSCB’nin dağılmasından sonra oluşan genç devletler ister istemez büyük güçlerin hedefi konumuna geldi. İran da bölgede gerek siyasi gerekse askeri başarılar elde etmek için elinden geleni yapmaya başladı [8]. Türkmenistan, bağımsızlık sonrasında, Sovyet dönemindeki ekonomik sistemini değiştirmemiştir. Özellikle pamuk ve doğal gaza dayalı ekonomisini devam ettirmiştir. Türkmenistan nüfusunun %55’i kırsal kesimde yaşamaktadır. Tarım sektörü pamuk üzerine şekillenmiştir. Sanayisini doğal gaza göre şekillendiren Türkmenistan, nüfusunun %45iyle sanayileşmektedir. Bu ekonomik tablo bağımsızlığın ilk 10 yılında, pamuk ve doğal gaz haricindeki neredeyse ihtiyaçların tamamının, dışarıdan temin edilmesi demektir. Tarım sektöründe, sulama yetersizliği ve toprağın kirlenmesi gibi sebeplerden dolayı, üretim düşmektedir. Tarımın modernleşmesi hususunda sıkıntı yaşanmaktadır. Doğal gaz üretiminde, tarımda pamuk dolayısıyla oluşan tekstil sektörüne benzer bir yapılanma mevcut değildir. Bunun sebepleri; Sovyetler döneminde doğal gaz çıkarma hususunda yetki sahibi olmamaları ve Rusya üzerinden geçen doğal gaz boru hattı yoluyla dağıtımın yapılması. SSBC döneminde üretim ve dağıtım tamam Sovyetlerin tekelindedir. Türkmenistan’da ekonominin temel gücü doğal gaz üzerine kuruludur [7]. Türkmenistan özellikle Güney Akım Projesi’ nin NABUCCO’ya oranla daha çok kabul görülmesine ilişkin olarak gerek Azerbaycan gerekse Türkiye ile enerji ilişkilerini gözden geçirmiştir. Türkmenistan Hazar Havzası’nda etkin konumda ola- Hazar Bölgesi devletleri, Hazar sorununu milli güvenlik sorunu olarak görmektedir. Nitekim 2001 yılında İran’ın Azerbaycan’a ait sahalardaki iki adet petrol arama gemisine karşı düzenlemiş olduğu askeri müdahalesi bunu kanıtlar niteliktedir [9]. Hazar bölgesinin en önemli özelliklerinden biri de siyasi nedenlerden ötürü aralarında çatışma bulunan devletlerin ekonomik sebepler dolayısı ile birbirlerine muhtaç olduklarının farkına varmalarıdır. Özellikle dış denizlere kıyısı olmayan kara devletleri sahip oldukları kaynakları pazarlamak için etkin ve çeşitli enerji nakil yollarına ihtiyaç duymaktadır. Buna rağmen Hazar Havzası’ndaki devletlerinin arasında işbirliğine rağmen çözülemeyen sorunlar vardır. Özellikle Azerbaycan-Türkmenistan arasındaki ihtilaflı Kepez-Serdar yatağı halen çözülememiş bir sorundur. Türkmenistan ihtilaflı bölgeyi Serdar olarak adlandırmakta ve sınırlarına dahil olduğunu iddia etmektedir. Azerbaycan ise tam aksi yönde görüş belirtip bölgeyi Kepez olarak adlandırmaktadır. Üstelik bölgeden ilk olarak kendilerinin petrol çıkardığını savunmaktadır. Rusya’nın argümanı ise tamamen Azerbaycan’ın üstünlüğünü kırmak ve denge politikasında Türkmenistan tezlerini tutma yönündedir. Azerbaycan uluslararası sermaye ve yatırımcıyı bölgeye aktaran ülke konumundadır. Bunun sebeplerine gelecek olursak Elçibey dönemin- STRATEJİ de başlatılan batıya açılma ve Azerbaycan’ın kaynaklarını etkili değerlendirme politikalarını öne sürebiliriz. Ayrıca SSCB döneminde Azerbaycan’a tanınan siyasi ayrıcalıklar da Hazar Coğrafyası’nın etkinliğini dünya kamuoyunda arttırmıştır. Kazakistan ve Türkmenistan ise bu konuda ilerleme kaydedememiştir. Türkiye özellikle Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan ile milli, dini, kültüler ve dil üzerine bir yakınlık kurmaya çalışmaktadır [10]. ekonomik sektörlerin geliştirilmesinde Türk Devletlerine destek olması gerekmektedir. Öte yandan Türkiye petrol ve doğal gaz açısından kendisine dahi yetmeyecek kaynaklara sahiptir. Bu yüzden enerji ithalatçısı konumundadır. Toplam enerji ihtiyacının yaklaşık %60’ını ithalat yoluyla ikame eden Türkiye doğal gaz ithalatının yaklaşık %65’ini Rusya’dan sağlamaktadır. Avrupa Birliği ile aynı açmazda olan Türkiye, enerji kaynaklarını çeşitlendirme yoluna gitmelidir: Türkiye’nin enerji ithalatına bağımlılığı sanayileşme çabası ile paralel olarak gelecekte artarak devam edecektir. Daha önce de bahsettiğim üzere bölgede Doğu-Batı Hazar Kaynakları ise bu alternatif politikanın yürüeksenli çatışmalar söz konusudur. ABD ve batı ser- tülebileceği hem iktisadi hem de siyasi en uygun alt mayesinin Sino-Hazar alanına kayması eski kıtanın yapıya sahiptir. daimi bekçisi Rusya’yı rahatsız etmiştir. Rusya tarafından daha çok kullanılan Avrasyacılık kavramı ve ideolojisi, bölgeyi siyasi açıdan şekillendiren bir diğer Son yıllarda ortaya konan çok uluslu çalışmalara desunsurdur. Coğrafi bir tanımlamadan ziyade siyasi bir tek veren Türkiye Doğu-Batı Enerji koridoru üzetanımlama niteliği de taşımaktadır. Çin’in bölgedeki rinde enerji nakil çeşitliliğinin sağlanmasına destek konumu ve siyaseti ise öncelikli olarak kendi üretim vermektedir. Bakü-Tiflis-Ceyhan (Ham Petrol Boru güvenliğini tesisi etmek ardından ise Avrasyacılığa Hattı), Bakü-Tiflis-Erzurum (Doğal gaz Boru Hattı) paralel olarak bölgesel güvenliğini tesisi edilmesidir. ile Hazar Geçişli (Türkmenistan- Türkiye-Avrupa DoAyrıca enerji çeşitliliği açısından İran’ın dış politi- ğal gaz Boru Hattı) ve NABUCCO projeleri bir kısmı ka’daki en büyük destekçisi konumundadır. ABD ise faaliyette bir kısmı da faaliyete geçmek üzere olarak bölge devletlerinden biri olmamasına rağmen petrol enerji nakil ve ikame çeşitliliğine hayati ölçüde yarve doğal gaz rezervlerinin dünyaya ulaştırılmasında dım etmektedir. söz sahibi olmak istemektedir. Bu konudaki avantajı ise teknolojik olarak ileri seviyede olmasıdır. Bölge Devletleri petrol ve doğal gaz çıkarımı ve işletimi DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA konusunda tecrübesizdir ve bu konuda ABD devreye 1-Bağımlılık Teorisi: 1960’larda özellikle Latin Amegirmeye çalışmaktadır [11]. rika’da ortaya çıkmış ve modernleşme teorisine birçok yönden eleştiriler getirmiştir. Samir Amin, İmmanuel Wallerstein, Fernando Cardoso, Andre Gunder Frank SONUÇ gibi birçok akademisyen bu teorinin önemli isimleri Hazar bölgesinin yüz yüze geldiği sorunların başında olmuşlardır. istikrarsız ve otoriter yönetimler gelmektedir. Kurum- 2-Meftun Metin, Politik ve Bölgesel Güç Hazar, IQ sallaşmanın eksikliğinin görüldüğü ve millet otorite- Kültür-Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.15. sinden uzak yönetim birimlerinin her alandaki faaliyetlerin düzenleyicisi olması kişi temelli hükümetleri 3-Deniz Kutluk, Hazar-Kafkas Petrolleri Türk Boğazortaya çıkarmaktadır. Demokratikleşme ise belirgin ları Çevresel Tehdit, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, değildir. Bölge ülkeleri, ulusal güvenliği ön planda Yayın No: 16, İstanbul, 2003, s.21. tuttuğu için yönetimde aksaklıklar meydana gelmek- 4-Mert Bilgin, Hazar’da Son Darbe, IQ Kültür Sanat tedir. Ekonomik çıkar ve büyük sermaye sahiplerinin Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 125. yatırımları Hazar Havzası’nda “Sermaye istikrarı se- 5-http://www.anayasa.gen.tr/azerbaycan.htm ver” tezini çürütmektedir. Yabancı yatırıcımlar için Kazakistan ve Azerbaycan hariç diğer devletler daha 6-Mert Bilgin, a.g.e., s.188-221. zor koşullar öne sürmektedirler. Yönetimin merkezi- 7-Mert Bilgin, a.g.e, s.242-268. leşmesi ve hükümetlerin getirdiği sıkı düzenlemeler 8-Sinan Ogan, Yeni Küresel Oyun ve Hazar’ın Statüsü, liberalleşmenin önünü tıkamaktadır. Rusya, İran, Çin, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, AnkaTürkiye hatta Pakistan ve Hindistan’ın bölge üzerin- ra, 2002, 18.cilt, s.1590-1595. de ekonomik ve stratejik hedefleri vardır. Özellikle ABD’nin bölgeye ekonomik yatırımlar ile girmesi ve 9-Faruk Arslan, Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmpaaskeri üsler kurmaları Rusya’yı rahatsız etmektedir. ratorluğundaki Güç Savaşları, Karakutu Yayınlar, İsABD’de bölgede Rusya ve Çin’in etkili olmasını iste- tanbul, 2005, s.278. memektedir. Bölgede etkin olmak demek, büyük bir 10-Yasin Aslan, Hazar Petrolleri Kafkas Kördüğümü petrol ve doğal gaz rezervini elde tutmak demektir. Bu ve Türkiye, Berikan Yayınları, Ankara, 2005, s.125. yüzden başta ABD olmak üzere, Avrupa ve bölgenin 11-Meftun Metin, a.g.e, s. 175-197. güçlü devletleri Rusya ve Çin ‘Büyük Oyun’ olarak adlandırılan politikalar takip etmektedir [13]. Bölge devletlerinin bir diğer sorunu ekonomilerini petrol ve doğal gaz ile sınırlamalıdır. Özellikle Türkiye’nin hem enerji nakil işlemlerinde hem de farklı 136 STRATEJİ STRATEJİ LAUDERDALE PARADOX 22 Ağustos 2013 Selim Han YENİACUN A ctually Lauderdale is a city where include in South America. “Lauderdale Paradox” was alleged by the Conte of the Lauderdale; James Maitland. This theory deliberates the conflict between capitalist economic structure and ecological balance. He defines the ecological as a one fact of “public wealth”. Also “private property” is a necessity of capitalist economic system. “Private property” needs other demands to following from itself. That processing is feeds main hunger of capitalism. However If we evaluate ecological system like Maitland, Basic materials in nature like air, water etc. that people and also other species could be useful and convertible to “capital” for system. This convert could be materialized by making predicaments above ecological products (capitalist arguments defined these products as non-paying and joint user). For this paradox while enhancing the private property with using ecological products for gaining door to cycling capitalist system, Public wealth sets down with non accessibility to common basic researches. Let’s think about capitalist environment politics. Gas and oil are harmful to environment. Big companies like Shell, Total and BP use additive ingredients for reducing negative effects of these materials against earth. However oil prices with additive ingredients much more expensive that other oil/liter. Against to ostensive purpose of increasing environmental sensibility, new solutions of capitalist economic view just achieve gaining new “capital” and new “demands”. These new demands are putted on for the normalizing the balance of nature. Also Marxists theoretic and supporters claim that this normalization never comes because of capitalist hunger with restrictions or putting on new needs. Maybe Maitlend influenced from Thomas Jefferson. Jefferson put a “search a happiness” opposite the “private property” on United States Declaration of Independence. How can we apply this paradox on Turkish Economy? In early era of Republic, Turkey has taken an old and poor economic heritage from Ottoman Legacy. Economy was based on agricultural also not enough de- 137 veloped. There are also poor industrial facilities on restricted areas. New government of Turkey was tended to transform economic system. Actually reforms that willing to made were coming from “Tanzimat” reforms. In 1929 economic crises stroked whole world. However USSR’s “State based economic system” did not influenced. One point holding economy could not allow the shortage. So Turkey influenced this policy and applied their economic system. Especially after WW2 world economic system was hit again. US was big supplier for most of countries. With Truman plan and Monroe Doctrine Europe and Turkey get foundations. Turkey’s economic plan turned from agricultural dominance to semi-industrial product based economy. With democrats supported “private property” and personal investments. Except a little governmental changes, we can see “3rd way-right wing” effects on economy till today. That capitalist view needs new demands and not gives a surplus welfare to public. “If you work hard you’d get richness”, principle gains a profit from every product (positive or negative pre and post effects). This fact symbolizes little bit ethical value of capitalist system. One main purpose is to get the personal wealth. Furthermore communal and free products of nature are tried to convert a product in market and we are forced to buy them. “Spring water”, “organic fruits and vegetables” are most popular examples of our economic markets in that case. Factories and workshops are main locomotives to development. However our economic system use protective (!) and environmental (!) senses to gain new capital. This paradox is suitable today’s economic situation of Turkey. For the breakthrough environmental accessibility like a natural right, Social justice in economic dispersion must be build by state politics. If agricultural production set up domination in economy, negative effects of productivity on natural sources can be reduced. Demand and supply curve must not be control by companies. State and government must manage this balance by their competence that comes from public for public wealth. OECD MEETS WİTH BUSİNESS ON BASE EROSİON AND PROFİT SHİFTİNG ACTİON PLAN The OECD acknowledges that in many circumstances existing domestic law and treaties yield the correct result, but states in the Action Plan that without coordinated action in the areas that give rise to policy concerns, countries that wish to protect their tax base may resort to unilateral action that could result 21 Ekim 2013 Mikail ÇİMEN in a resurgence of double taxation as well as global tax uncertainty. The Action Plan thus concludes that fundamental, consensus-based changes are needed to Executive summary address double non-taxation and cases of no or low n 1 October 2013, the Organization for taxation where taxable income is artificially separated Economic Cooperation and Develop- from the activities that generate it. ment (OECD) held a meeting with the Business and Industry Advisory Committee (BIAC) to the OECD on the Ac- The 15 focus areas – or Actions – set forth in the Action Plan on Base Erosion and Profit Shifting (BEPS). tion Plan, each of which is linked to specific outputs that are to be completed in 2014 or 2015, are as follows: The Action Plan, which identifies 15 focus areas for OECD work on BEPS over the next two and a half • Address the challenges of the digital economy years, was issued by the OECD on 19 July 2013 in connection with a meeting of the G20 Finance Ministers • Neutralize the effects of hybrid mismatch arand Central Bank Governors. rangements • Strengthen CFC rules The OECD-BIAC meeting was the first formal oppor• Limit base erosion via interest deductions and tunity for business representatives to engage with the other financial payments OECD on the Action Plan and the 15 focus areas. In • Counter harmful tax practices more effectithe Action Plan, the OECD expressed a commitment vely, taking into account transparency and to consult with the business community as it works to substance develop recommendations in each of the focus areas. • Prevent treaty abuse • Prevent the artificial avoidance of permanent Detailed discussion establishment status Business representatives from around the world and • Assure that transfer pricing outcomes are in from a range of industries participated in the 1st Ocline with value creation – intangibles tober meeting of BIAC and OECD on the BEPS Acti• Assure that transfer pricing outcomes are in on Plan. The OECD was represented at the meeting by line with value creation – risks and capital officials from 16 of the member countries, including Australia, Canada, France, Italy, Mexico, the Nether• Assure that transfer pricing outcomes are in lands, Spain, and the United Kingdom. The Action line with value creation – other high-risk tranPlan reflects the OECD’s view that gaps in the intesactions raction of domestic tax rules of various countries, the • Establish methodologies to collect and analyapplication of bilateral tax treaties to multijurisdictioze data on BEPS and actions to address it nal arrangements, and the rise of the digital economy • Require taxpayers to disclose aggressive tax with the resulting relocation of core business functiplanning arrangements ons, have led to weaknesses in the international tax system. O 138 STRATEJİ STRATEJİ • Re-examine transfer pricing documentation • Make dispute resolution mechanisms more effective • Develop a multilateral instrument for amending bilateral treaties Finally, companies should begin evaluating the impacts for their business models and structures of potential changes in the areas under consideration by the OECD in connection with the Action Plan. It was further noted that the BEPS project is about developing new tax policy tools that can be used to address deficiencies in the current system that may allow what the OECD refers to as “double non-taxation” while maintaining the historic focus on addressing double taxation. The OECD issued a short document listing a series of key points on which business input is requested to be provided at the November consultation, including: • What types of information regarding income should be required; • What of information regarding taxes should be required; • What other categories of location information, such as data on revenue by customer, tangible and intangible assets, employees and management, and research and marketing expenditures, should be required; and • What mechanisms should be used for reporting and sharing this information. At the close of the meeting, OECD representatives expressed appreciation for the productive dialogue, underscored the short timetable for the OECD to complete its work, and reiterated the need for input from the business community on many of the Actions. They indicated that they look forward to written submissions and other input into the drafts that are produced by the OECD as the project goes forward. Implications The discussion at the OECD-BIAC meeting highlighted the breadth and complexity of the work to be done by the OECD in connection with the Action Plan. While the project is extremely ambitious, the political level interest in this work and the commitments of all OECD and G20 countries mean that the work will advance consistent with the timetable set by the OECD. With the due dates for the first outputs from the OECD just one year away, it is important for companies to be focused now. Companies must keep informed about developments in the OECD and, importantly, about the perspectives of the countries in which they have operations or plan to invest. Companies also should consider how to participate in the broader global debate regarding the full range of potential international tax changes by engaging with OECD and country tax policy makers. 139 HAZAR HAVZASINDA BÜYÜK ENERJİ OYUNU-II 12 Aralık 2013 Yunus AKBEY Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine Çin Dış Politikası ölgenin en hızlı büyüyen ülkesi olan Çin kalkınmasını sürdürebilmek amacıyla enerjiye büyük oranda bağımlıdır. 90’lara kadar petrolde kendi kendine yeten bir ülkeyken günümüzde enerji ithalatı yapan ülke konumuna gelmiştir. Enerji, Çin’in 2020 yılında dünyanın en büyük güç olmasının temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle petrol ve doğal gaz Çin’in hayati çıkarları ile bağlantılıdır. Çin Petrol ve Doğal gaz Planlama Enstitüsü Başkanı Wang Gong-li’nin 25 Mayıs 2005 tarihinde verdiği bilgilere göre, Çin’in en kudretli dönemi olan 2020 yılında petrol ve doğal gaz bağımlılığı %50 civarında olacaktır. Bu durum Çin’i Rusya ile yakın ilişkiler kurmaya zorlayacaktır [1]. Enerji ihtiyacının büyük bir kısmını Basra Körfezinden sağlayan Çin enerji tedarikçilerini çeşitlendirmek ve istikrarsızlaşan Basra körfezinden kurtulmak amacıyla Hazar Havzasına yönelmektedir. Bu nedenle Kazakistan ve Türkmenistan enerji kaynaklarını kendi ülkesine taşımak amacıyla boru hatları inşa etmiştir. B Çin için hayati önem taşıyan enerji kaynaklarının güvenli bir şekilde ulaşımını sağlayan bu boru hatları aynı zamanda Kazakistan ve Türkmenistan’ın Rusya’ya ve diğer batılı devletlere olan bağımlılığını azaltmıştır. Çin’in izlediği stratejilerin temelinde yatan neden artan enerji ihtiyacının Hazar Havzası’na komşu olan devletler aracılığıyla karşılanmasının yanında Türk Cumhuriyetleri’nin Çin’in Sincan eyaletindeki Uygur ve Kazak azınlıkları milliyetçi ve islami duygularla harekete geçirebileceği olarak özetlenebilir. Çin için Sincan kaçınılmaz bir öneme sahiptir. Çin’in topraklarının altıda birini kapsamasının yanında enerji kaynaklarının 4 de 3 ü bu bölgede bulunmaktadır. Ayrıca Kazakistan-Çin boru hattının ulaştığı bölge de burasıdır. Bu nedenle, Şangay İşbirliği örgütünün kurulmasını sağlayan Çin kendi toprakları içindeki azınlıkları destekleme potansiyeline sahip olan Türk Cumhuriyetlerini de kontrolü altına almış bulunuyordu. Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine AB Dış Politikası Büyüyen ekonomisi ile AB enerji tüketimine ihtiyaç duymaktadır. AB’nin toplam petrol tüketiminin %82’si ve toplam doğal gaz tüketiminin %57’si AB sınırları dışından karşılanmaktadır [2]. AB’nin dış enerji kaynaklarına bağımlılığının artması sonucu, Orta Doğu, Hazar bölgesi ve Rusya ile yakın ilişkiler kurulmaktadır. Rusya AB’nin doğal gaz ihtiyacının ¼ ünü ve petrol ihtiyacının yarısını karşılayarak AB enerji piyasasında dominant bir role sahiptir. Bu yüzden, AB enerji tedarikçilerini Hazar Havzası’nın zengin enerji kaynaklarına yönelerek çeşitlendirmeye çalışmaktadır. AB’nin gaz tedarikçilerinin çeşitlendirilmesinde en önemli proje olan Nabucco, Hazar Havzası’nın, İran’ın ve Ortadoğu’nun doğal gazını Türkiye üzerinden Avusturya’ya kadar taşımayı hedeflemektedir. Ancak son zamanlarda Iran ile artan siyasi krizler bu ülkenin projeye katılma ihtimalini düşürmüştür. Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine Türk Dış Politikası Cumhuriyet tarihi boyunca sınırlı enerji üretimiyle Türkiye enerji ithalatçısı bir ülke konumuna gelmiştir. Toplam enerji ihtiyacının %60’ ını dışarıdan karşılayan Türkiye doğal gaz ithalatının %65’ini Rusya’dan sağlamaktadır. Doğal gaz ithalatının büyük bir bölümünü tek kaynaktan karşılayan Türkiye enerji tedarikçilerini çeşitlendirme gereksinimi duymaktadır. Türkiye’nin enerji ithalatına bağımlılığı sanayileşme çabası ile paralel olarak gelecekte artarak devam edecektir. Türkiye’nin enerji çeşitliliği sağlamasında Hazar Kaynakları Rusya’ya alternatif olarak ortaya çıkmaktadır. Kendi enerji ihtiyacının karşılanmasının yanında açık denizi olmadığından uluslararası pazara açılma olanağı Rusya ve İran ile sınırlı olan Orta Asya ülkelerine alternatif bir güzergah sunarak bölgedeki rolünü artırmaya çalışmaktadır. Bununla bağlantılı olarak Türkiye Doğu-Batı enerji koridoru projesine destek vermektedir. Doğu-Batı Enerji Koridoru özünde Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinin enerji kaynaklarının Batı pazarlarına güvenli ve çeşitli güzergahlardan ulaştırılmasını öngörmektedir. Bu koridor, Bakü-Ti- 130 STRATEJİ STRATEJİ flis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal gaz Boru Hattı ile Hazar Geçişli (Türkmenistan- Türkiye-Avrupa) Doğal gaz Boru Hattı ve Nabucco projelerini kapsamaktadır. Bu projeler aynı zamanda Türkiye’nin petrol ve gaz ithalatında kaynak çeşitliliği, arz güvenliği ve arz sürekliliğinin sağlanabilmesi için çok önemlidir. Bunun yanında Türk Cumhuriyetleri’nin Rusya’ya olan bağımlılığını büyük oranda azaltacak olan bu proje Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında organik bağın kuvvetlenmesini sağlayacaktır. Hazar Havzası, Türkiye-Amerika ilişkileri için bir işbirliği sahası olurken, genel niteliği “ekonomik işbirliği ve siyasi rekabet” olan Türkiye-Rusya ilişkilerinde, özellikle enerji nakil hatları konusunda, rekabetin en yoğun yaşandığı bölge olmuştur [3]. Türkiye ile Rusya’nın siyasi açıdan rakip olarak görülmesinde birçok etken rol oynamaktadır. Bunların başında Rusya’nın “yakın çevre” olarak kabul ettiği bölgenin Türkiye içinde yakın çevre olduğunu reddetmesi gelmektedir. Bunun yanında, Rusya’nın PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmemesi, Rusya açısından ise Türkiye’nin Çeçenler’e destek verdiği iddiası ilişkilerin sorunlu boyutunu oluşturmaktadır. Tüm bunların altında yatan sebep Hazar Havzası enerji kaynakları üzerindeki Rus-Türk rekabetidir. Öte yandan Türkiye’nin İran’ı bypass eden ABD destekli projelerde yer alması İran tarafından da tepkiyle karşılanmaktadır. Ancak, Türkiye’nin toplam doğal gaz ithalatının %80 ‘inin Rusya ve İran tarafından karşılandığı düşünüldüğünde Türkiye’nin Rusya ve İran’ı dışlamayacak denge politikalarını üretmek zorunda olduğu gözlemlenmektedir. DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-Türkiye Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi, Rusya-Ukrayna Doğal gaz Krizi ve Çin, http:// www.turksam.org/tr/yazilar.asp?yazi=723&kat=29 12.01.2006 2-European Commission, An Energy Policy For Europe, COM (2007) 1 final, Brussels, 10.1.2007. 3-Aslıhan P. Turan, Hazar Havzasında Enerji Diplomasisi, s.61, Erişim Tarihi:13.08.2012, http://www. bilgesam.org/tr/images/stories/makaleler/Hazar%20 Havzasinda%20Enerji%20Diplomasisi.pdf 141 NATO VE TRANSATLANTİK İLİŞKİLER-II belirtmiştir. Bu rakamlar küçük gözükebilir ancak kongre üyesi seçimlerinde muazzam bir para desteği sağlamaktadır. Mesela, hiçbir Türk ABD’de yönetime gelemedi veya kongre üyesi olamadı. Bu sorun kurulacak bir takım kuruluşlarla giderilebilecek bir du14 Aralık 2013 Mehmet MEMİŞ rumdur. Mesela Turkish Coalition of America isimli kuruluş Türk Amerikalı gençlerin aynı eyalette hem Başkanlık Seçimleri Üzerinden Türkiye-ABD İl- Cumhuriyetçiler hem de Demokratlar tarafından temsil edilmesini sağlamaya çalışıyorlar. işkisi ir önceki yazımda da belirttiğim gibi Amerika’nın dünya yönetiminde bir(inci) old- ABD’de yaklaşan Başkanlık seçimleri ile izlenecek uğu çıplak gözle görülebilir bir durumdur. politikalar üzerine birçok çekişmeler süregelmekteBu sebeple olaylara bakıldığında Ameri- dir. ABD’de dış ticaret konusunda değişiklikler lazım kan siyasetinde aktif rol oynamak büyük ancak Başkan Obama daha çok seçimlerle ilgileniyor. bir sorumluluk getirmektedir. Şöyle ki, hedeflerim- Şuanda ilk kez Demokrat aday Obama’nın dış siyaseti izden biri Türk ve Amerikan halklarını kaynaştır- büyük kabul görmektedir. Seçimler daha çok ekonomi mak ve yönetim başta olmak üzere diğer dallarda üzerine gidecektir. Başkanın programı popüler konualışveriş yapmak olmalıdır. Lakin bakıldığında siya- lar üzerine duruyor. Yani, dış savaşı azaltmak ve iç si alanda bir boşluk vardır ve maalesef Türk Amer- siyaseti arttırmak gibi konulardır. Bu değildir ki dış ikalılar diğer grupların Türk-Amerikan ilişkilerinde siyasetin sil baştan değişip baştan yaratılacak olması rol almasına ve oynamasına izin vermemektedirler. manasına gelmemektedir. Obama 2. kez seçilirse ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya gibi kısaca bu coğrafya ABD-Türkiye ilişkisi tekrar gözden geçirilecektir. hakkında cehaleti bulunmaktadır. Bu durum Türk Çünkü, Obama-Erdoğan arasındaki kişisel ilişki iyi Amerikalıların siyasete katılmasıyla giderilebilecek düzeyde olabilir ancak kurumsal olarak bir yol kat bir durumdur. Nihayetinde Amerikan Başkanının edilmiş değildir. Mesela, Davos olayı ve Mavi Markim olduğu önemli değildir. Çünkü, o koltuğa otur- mara olayları Türkiye-İsrail ilişkilerini germiştir. Bu an Türkiye’nin ne kadar önemli olduğunu görür. Kaf- tür farklılıklar ABD’nin Türkiye çeşitliliğini sevdiği amızda bir resim çizersek kongre üyeleri eyaletleri için ilişkisini her zaman yakın olmuştur. ABD artık temsil eder ve buda hangi topluluğun desteğini alır- bir karar verme aşamasına gelmiştir. Bu karar büyük larsa o yönde kongre üyelerini desteklerler ki Türk güç olup olmama durumudur. ABD askeri bütçesini Amerikalılar bunu yapmadılar. İleri ki yıllarda Balkan yarım milyon dolar azaltmıştı ancak bir süre sonra savaşlarının 100. yılını yaşayacağız ve bu bölgede ki tekrar yarım milyon dolar azaltmak zorunda kalacakçekilen trajediyi kimse ele almayı gerek görmemiştir. tır. Tabiî ki bunları isteyen veya istemeyen kesimler Sadece Birinci Dünya Savaşının Anadolu tarafından olacaktır çıkarları doğrultusunda. ele almak eksiklik yaratacaktır. Birde Türkiye’de dini özgürlük olmadığına dair bir yol izlendi ki bunun doğru olmadığı çeşitli şekillerle kanıtlandı. Örneğin; Bazen ülkeler kayalıklar için bile kavga ederler. Çünkü Heybeliada Ruhban Okulu tekrar açılırken Atina’daki buralarda doğal kaynak olduğu düşüncesi aşılanmıştır. Camiinin hala aktif olmaması gündeme gelmedi. Bu ABD Asya’ya bakarken bir bütün olarak göremiyor. durum düşündürücüdür ve burada Türklerin daha Bakarsanız Türkiye NATO üyesi olarak birçok ülkeyaktif olması gerekmektedir. Türk-Amerikan akti- le ilişkilidir. Ancak Asya ülkeleri ile böyle bir durum fleşmesinden bahsedersek, kamu politik eylem gru- yoktur. Bir bisiklet gibi düşünüce bir çark dönmezse pları kurulup başkan adaylarına destek toplayarak hareket olmaz. Geçmişte ABD-USSR arasında askyardımcı olunabiliyor. Bu yönde ABD’de Türkiye’yi eri teknoloji savaşı vardı lakin ekonomi anlaşmaları temsilen var olan “Turkish Coalition of America” isi- yoktu. Günümüzde ise ABD-Çin arasında hem askmli kuruluş 2008-2009 yılları arasında 146.000 dolar, eri hem de ekonomi anlaşmaları vardır. ABD Çini her 2009-2010 yılları arasında 300.000 dolar toplandığını şeye angaje etmeye çalışmıştır. Mesela, G8’nin G20’ye B 142 STRATEJİ STRATEJİ çıkması Çin durumu içindir. ABD’nin Transpasifik politikası var lakin Asya için tam bir ekonomi politikası değildir. Buna göre ABD’nin Asya’da egemen bir güç olacağını sanmıyorum. Çünkü, ABD askeri harcamaları kısarak dünya lideri devlet olamayacaktır. ABD’de ileride mükemmelliğini kaybedecektir. İlk olarak, ABD’de askeri olarak geri çekilme politikası vardır. Örneğin; Irak ve Afganistan. Usame Bin Ladin’in öldürülmesi Obama yönetiminin başarısıdır. Siyasi ortam değişikliği içerisinde bir yol izlenmektedir. Suriye bağlamında baktığımızda, Washington daha arkadan müdahale etme politikası uygulamaktadır. Birleşmiş Milletler bu dönüşümü oluşturacak uluslararası bir organizasyon değildir. Bunu bu bölgede yaşayan insanların tutumundan anlayabiliriz. Bundan dolayı başka bir yol izlenmelidir. İran konusunda ise, diplomatik yol denenmeye çalışıldı lakin hem Bağdat hem de Moskova’da yapılan görüşmeler başarısız oldu. ABD sağlık reformu yaparken yeni bir fon bulması gerekmektedir ki bunu da ancak savunmaya harcanan fonlar azaltılarak yapılabilirdi. Buda bütün dünyayı değiştirir. Bakarsanız ABD dünyanın her yerinde askeri yatırımı bulunmaktadır. Özellikle Ortadoğu’daki askeri savunma planlamaları geri çekmek bütün fonksiyonları değiştirebilir. İran ve Türkiye bu bölgede bir rejim olarak yarışmaktadırlar. Türkiye’nin Kuzey Afrika ziyareti İran ziyaretinden daha çok ses getirmiştir. Bu durum gösteriyor ki Türkiye modeli İran modeline göre halka daha mümkün ve positif görünüm elde etmiştir. Bu durum ABD’nin ileride bu bölgede daha üstün duruma gelecek olması Türkiye’nin yardımıyla olacağının göstergesidir. ABD’de savunma harcamaları aynı düzeyde giderken; eğitim ve sağlık harcamaları artarak devam edecektir. Bu durum yaşlı bir nüfusa dönüştüğünden kaynaklanmaktadır. Obama bütçenin %2,5’nu askeri bütçe olarak düşünmekte iken Cumhuriyetçi Başkan adayı Romney askeri bütçenin %4 olarak kalacağını söylemektedir. Son dönemde ABD’nin ekonomi büyümesi çok düşük seviyelerde kalmıştır. Örneğin; tarihsel sıralamayla gidersek 1950-60 yılları arasında gelişme yukarı seviyelerde iken, 1970’lerde Vietnam savaşı ve Başkan Carter’ın Tahran’daki rehine krizindeki başarısızlığı ekonomik gelişmeleri aşağı çekmiştir. 1980’lere geldiğimizde Reagon devrimi ile tekrardan ekonomik büyüme yukarı doğru hareket etmiştir ve 2000’lerde ise savaş ve terör olayları ile büyüme durmuştur; ancak gelecekte nasıl bir yön izleyeceği meçhuldur. Bence ABD’de Başkanlık seçimleri yaklaşırken baş başa giden Obama-Romney çekişmesini Obama’nın zaferi ile sonuçlanacağını tahmin etmekteyim. Çünkü ABD Başkanı olarak seçimlere giren Obama’nın bu tecrübesini çok iyi kullanacağından eminim. 143 EGEMEN FİLİSTİN’İN BABASI ARAFAT VE FİLİSTİN’DEKİ ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN YAPI TAŞI EL FETİH 23 Aralık 2013 Selim Han YENİACUN O Giriş rtadoğu gündeminin neredeyse 1900’lülerin başından beri değişmez konularından olan Filistin sorunu her dönemde kendine özgün gelişmeler ile yeni bir boyut kazanmaktadır. Filistin yönetiminin ve bölgede bulunan güçlerin, İsrail Devleti ve uluslararası kamuoyu ile olan ilişkileri inişli çıkışlı bir grafik sergilemektedir. Filistin bölgesindeki içsel dinamikleri ele aldığımız zaman; ortak amacın özgür ve egemen bir Filistin devleti olduğu baskın bir şekilde göze çarpmaktadır. Buna rağmen Filistin topraklarının ve Filistinlilerin yönetimi için metodolojisi ve siyaset algısı farklı temel yönetim güçleri ortaya çıkmaktadır. İşte bu ayrışmalardan önce Filistin kimliğinin ortaya çıkmasındaki en büyük siyasal portreyi incelemek nereden başlanması gerektiği konusunda büyük fayda sağlayacaktır. Yaser Arafat ve Filistinli Araplara verdiği kimlik algısı direniş ve devletleşme yolundaki ilk adım olmuştur. Arafat’ın Filistin Davası’nı Benimsemesi Yaser Arafat, 1927 yılında Kahire’de doğdu. Babası Gazzeli’ydi, Annesi ise Arafat dört yaşındayken böbrek rahatsızlığından öldü [1]. Zorluklar daha küçük yaşlarda Yaser Arafat’ın peşini bırakmamıştı. Annesinin ölümünden sonra kardeşlerine ve Yaser Arafat’a bakamayan babası onları Kudüs’teki akrabalarının yanına göndermiştir. İşte onun çocukluk yıllarından bir hatıra olan bu zorlu Kudüs günleri, Filistin kurtuluşu için çok büyük ilham kaynağı olmuştur. Arafat üniversite yıllarında Yahudi kaynaklarını iyice incelemekten geri durmadı ve bu kaynaklarda yazılan tezlere karşı milli bir argüman geliştirmek için çaba gösterdi. Bunun yanı sıra Filistinli Araplara kimlik kazandırmak onun öncelikli hayali olmuştur. 1948’te Ben Gurion nasıl İsrail toplumuna özgün bir kimlik vermiş bir var oluş bir de düşman tanımlaması yerleştirmiş ise Yaser Arafat’ta bir nevi bu metodolojiyi devşirerek bir Filistinlilik algısı oluşturma gayretine girmiştir. 1948’de Birinci Arap-İsrail savaşı sırasında ise Arap Birliklerine ve Filistinli milis güçlere lojistik destek sağlamak için çalıştı. Mısır’da Kral Fuat’ın devrilmesi ile birlikte ismi Kahire Üniversitesi olan üniversitede İnşaat mühendisliği eğitimi aldı ve akademiyi kullanarak Filistin davasını uluslar arası platforma taşımak için genç yaşında çok uğraştı. El Fetih ve Bütünleşik Bir Lider Portresi El Fetih’in kuruluşunun tam bir tarihi yoktur ancak 1958-1960 tarihleri arasında grup örgütün kurucuları tarafından kaleme alınan milliyetçi Filistin dergisi toplandı. Grubun ismi olan El Fetih yani Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin baş harflerinin tersten yazılışıdır [2]. Bağımsız e egemen bir Filistin esasına Arafat özgür hareket edebilmek için diğer Arap hükümetlerinin El Fetih’i etkilemesine çok müsaade etmedi. Ancak bu devletlerden uzaklaşmak istemediği ve hepsinin tam desteğini almak istediği için de diğer ideolojilere bağlı olan gruplarla ittifaka da girmedi ve Körfez ülkelerinde bulunan zengin Filistinlilerin yardımını alarak el Fetih’in gelecekteki finansal kaynaklarını oluşturmak için çok çaba sarf etti. Kuruluşundan itibaren 80’li yılların ortalarına kadar işgal edilmiş bölgelerde halkın büyük çoğunluğu Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yasal temsilci ve Yaser Arafat’ı yetenekli bir direniş lideri olarak görüyordu. FKÖ içinde El Fetih’in popülaritesi yüksek olmakla birlikte İslamcı, Pan-Arabizm yanlıları ve Marksist örgütlenmeler de çok etkin rol oynamaktaydı. Ana eksen ve direnişin kaidesinin oturduğu temel ilke ise El Fetih’in üstlenmiş olduğu Arap Sosyalizmi ve Pan-Arabizm’di. Bu ilkeler çerçevesinde asla Baasçılık ve Nasırizm gibi akımlara benzememeyi tercih ettiler zaten ana gaye de özgün bir Filistin mücadelesiydi. Bu mücadele kapsamında tarihsel bir meşruiyet zemini aranmıştır. 1936-1939 Filistin ayaklanmalarını kendilerine referans kaynağı olarak benimsemişlerdir. Bu kapsamda ise BM’nin 242 no’lu kararı tanınmamaktaydı zira Filistin toplumu devlete ihtiyaç duyan bir yapıdaydı ve İsrail 144 STRATEJİ toprakların tamamında işgalci konumundaydı. Bu durumun 1970’lerin ortalarında değişmeye başlaması ve FKÖ’nün taviz vermek zorunda kalması iki devletli bir çözüm politikası belirlenmesinin yolunu açacak bir gelişme olmuştur. 70’lerdeki bu değişim ise Filistin halkının FKÖ’ye güvenini sarsmaya başlamış ve İslami direniş örgütleri meşruiyet zeminlerini daha da arttırmaya başlamıştır. El Fetih ile Filistin milliyetçiliği yeniden canlandı ve diğer Arap ülkelerinden bağımsız olarak bir Filistin olgusu oluşturulmaya başlandı. El Fetih’in bütün kurucu üyeleri Filistin burjuvazisinin içinden çıkmıştı. Hemen hemen hepsi Mısır askeri idaresi altındaki Gazze bölgesinde büyümüştür. İsrail, 13 Kasım 1966’da Fetih’in bombalı saldırısına karşılık Ürdün tarafından idare edilen Batı Şeria’nın El Samu şehrine büyük bir saldırı başlattı. Çatışmanın sonunda birçok Ürdün askeri öldü ve 125 ev yerle bir edildi. Israil’in 5 Haziran 1967’de Mısır Hava Kuvvetleri’ne karşı yaptığı hava saldırısı Altı Gün Savaşı’nın başlangıcı oldu. Savaş Arapların yenilgisi ve İsrail’in aralarında Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nin de bulunduğu birçok Arap bölgesini işgaliyle sonuçlandı. Her ne kadar Nasır ve Arap müttefikleri yenilmişse de Arafat ve El Fetih bir anlamda muzaffer olmuşlardı çünkü artık o güne kadar Arap hükumetlerinin yanında yer alan Filistinlilerin çoğu sorunlarının çözümünün Filistinliler’den geçtiğini anlamaya başlamıştı [3]. FKÖ ile El Fetih bütünleşmesi ise tam da bu Altı Gün Savaşları ardına denk gelir. Mısr’ın bu kadar büyük bir yenilgiden sonra enerjisini Filistin’e harcayamayacağından mıdır? Yoksa kapalı kapılar ardında Filistin’in kendi başına bırakılması dayatıldığından mıdır bilinmez; Arap dünyasının lideri konumundaki Cemal Abdül Nasır Arafat ile temas kurdu ve Arafat Nasır tarafından “Filistinlilerin lideri” ilan edildi [4]. Aralık 1967’de El Fetih yükselen prestiji dolayısı ile FKÖ meclisine davet edilir ve 105 sandalyesinin 33’ü El Fetih’e verilir [5]. El Fetih’in kontrolü altında ve Yaser Arafat’ın karizmatik liderliğinde birleşen FKÖ direniş ve operasyonlarını arttırmak için yeni fırsatlar ve kaynaklar bulmak için çalışmaktaydı. Örgütün kırılma noktalarından biri ise şüphesiz Lübnan İç Savaşı olmuştur. Kara Eylül diye tabir edilen FKÖ-Ürdün çatışmaları ve İsrail Devleti’nin FKÖ’ye yaptığı müdahaleler örgütün üssünü Güney Lübnan’a taşımasına neden olmuştur. Güney Lübnan’da hali hazırda 1948 yılından itibaren mülteci kamplarında barınmakta olan Filistinlilerden destek alma ümidindeki FKÖ 1969 yılına kadar Lübnan’ı operasyon üssü olarak kullanmaya devam etmiştir. Bunun karşılığında ise 1968 yılında Beyrut Havaalanı’nın İsrail tarafından bombalanması ve 1971 yılında Lübnan içerisindeki Filistinli liderlere düzenlenen suikast FKÖ’yü Lübnan hükümeti ile antlaşmaya oturtmak zorunda kalmıştır. Bu çerçevede FKÖ yapacağı eylemlerde Lübnan hükümetine bilgi verme zorunluluğun kabul etmiştir. FKÖ’nün Lüb- 145 nan topraklarından gönderilememesi ve Lübnan’ın Filistin’in kurtuluşu ile ilişiği kesememesinin sebebi ise ülkenin kendi iç politik dengesizliğinde milliyetçi ve aşırı dinci Müslüman Arapların hükümete ve cumhurbaşkanına yaptıkları baskıdan dolayı kaynaklanmaktadır. İç savaşa götüren diğer etmenler ise köyden kente göçün artması, Süleyman Faranciye’nin dönemin cumhurbaşkanı olarak yaptığı yolsuzluk ve adaletsiz uygulamalar ve artan Şii nüfus ve siyasal hak talepleri olarak gösterilebilir. Lübnan İç Savaşı ve Güç Bölünmesi İç savaşın başlaması ise iki önemli siyasal bloğun silahlanması sonucunda gerçekleşmiştir. Kemal Canpolat’ın önderliğinde din temelli bir siyaset anlayışına sahip olan, Müslümanları siyasal olarak birleştirebilen ve Filistinli komandolara eylem özgürlüğünde kararlı Lübnan Milli Hareketi ona karşı olarak ta Maruni Hıristiyanların, Filistinlilere karşı umdukları ambargonun gösterilmemesine karşı silahlanan Falanj örgütü iç savaşın iki ana kutbunu temsil etmektedir. Nisan 1975’te Falanjlar 27 Filistinliyi öldürmesi ise FKÖ ile çatışmaya başlamış birkaç ay sonra FKÖ’nün çatışmalardan çekilmesine rağmen Lübnan Milli Hareketi ve Falanj arasındaki çatışmalar devam etmiştir. 1976 yılına gelindiğinde ise Falanj ve diğer Marunî milis güçler birleşerek Filistin mülteci kamplarını kuşatmaya ve burada katliamlar yapmaya başladılar. İsrail’in desteğini de arkasına alan bu gruplar FKÖ’nün tekrar iç savaşa ciddi şekilde müdahil olmasına yol açtı. EL Fetih’in ve FKÖ’nün Arap Milliyetçiliği özelliği Lübnan’daki pek çok vatan kavramı üzerinde hassasiyeti bulunan unsur ile kolayca işbirliğine gitmesinde kolaylaştırıcı olmuştur. FKÖ ve Lübnan Milli Hareketi çatışmalarda üstünlüğü ele almaya başlamalarının ardından Mayıs 1976’da Suriye askerleri Lübnan’a girdi ve Marunîlerin yanında yer alarak FKÖ ve LMH’ye karşı savaştılar. Suriye’nin bu tutumu ise Ürdün Kralı Hüseyin’in tutumu kadar Arap dünyasından şaşırtıcı tepki ile karşılandı. Lübnan’da merkezi hükümet ise bu iç savaş sırasında hiç olmadığı kadar yıprandı Lübnan milli ordusu ise Müslüman subayların ve askerlerin iç savaşta Marunî güçler tarafında olmamak için kaçmalarının ardından bir daha eski gücüne kavuşamayacak hale geldi. 18 Ekim 1976 yılında Suriye, FKÖ ve diğer Arap devletleri toplanıp bir ateşkes antlaşması imzaladılar. Bu antlaşmanın sonucunda Lübnan’da bir Arap koalisyon gücü bulunacak ve ülke yeniden yapılandırılmaya çalışılacaktı. FKÖ ise iç savaş öncesi konumuna geri dönecek tekrardan İsrail karşıtı eylem yapabilme kabiliyetine sahip olacaktı. Bu geçici ortam ise 1982 yılına kadar devam etti. Falanj’ın kurucusu Marunî lider Pierre Cemayel’in oğlu Beşir Cemayel tüm Marunî milislerini tek bir çatı altında birleştirmiş ve İsrail ile işbirliği yaparak Celile’de bulunan FKÖ üstlerine saldırı düzenledi bunun üzerine de FKÖ karşılık verince İsrail güçleri Haziran 1982’de Lübnan’a ve FKÖ güçlerine saldırı kararı aldı. Savunma Bakanı Ariel Şaron’un komutasındaki İsrail güçleri Batı Beyrut’a kadar gelerek Beyrut’u kuşattılar. Aylarca süren ve binlerce sivilin öldürüldüğü bu çatışmalarda İsrail, FKÖ’nün askeri yapılandırmasını yok etmek, Suriye STRATEJİ işgal güçlerini tehlikesiz hale getirmek ve Cemayel’i Lübnan Cumhurbaşkanı yapmayı hedeflemişlerdir [6]. Ağustos 1982’de dünya kamuoyunun baskısıyla başlayan ateşkes süreci FKÖ’nün bölgeyi tahliye etmesi ve Cemayel’in başkan seçilmesi ile sona ermiş gözükse de İki hafta geçmeden Cumhurbaşkanının suikasta kurban gitmesi İsrail’in çekilmesini durdurmasına ve Falanj birliklerini Sebra ve Şattila mülteci kamplarına göndermesine neden oldu. Tarihte eşine az rastlanır bir vahşet ile korunmasız bin küsur mültecinin Falanj milisleri tarafından katledilmesi Lübnan’da ve bütün İslam dünyasında çok sert tepkiler oluşturdu [7]. Bu tepkilerin yanı sıra İsrail belki de ilk defa kamuoyu olarak bu katliamın sorumluluğunu üstlenerek bir araştırma başlattı ve bu araştırma sonucunda Savunma Bakanı Ariel Şaron ve Başbakan Manhaem Begin görevlerinden istifa etmek zorunda kalmışlardır. 1983-1985 yılları arasında İsrail’in Lübnan’dan geri çekildiği görülse de 2000 yılına kadar Lübnan topraklarının yüzde 10’unu işgal etmiştir. Bugün bile iki devlet arasında ticari ve diplomatik ilişki yoktur [8]. FKÖ ise merkez üssünü Tunus’a kaydırmak zorunda kalmıştır. Filistin Davası’na Odaklanma ve Tartışmasız Liderlik Tunus’taki varlığı çok uzun süreli olmayan örgüt yön değişikliğine giderek 15 Kasım 1988’de FKÖ, bağımsız Filistin Devleti’ni ilan etti. Arafat, 14 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını kabul etti [9]. Bu konuşmada terörizmin her türlüsünü reddetme vurgusu yapmıştır. ABD ile FKÖ arasında kritik öneme sahip bu kabul ediş barış görüşmelerinin başlaması için bir temel basamak olarak görülmüş ve aşılmıştır. Filistin topraklarında iki devletli bir çözüm için görüşmelerin başlamasında hiçbir engel kalmamıştır. FKÖ tarafından belirlenen bu yeni strateji 1949 ateşkes sınırlarına sahip İsrail Devleti ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Arap devleti olarak iki ayrı oluşumun kurulmasıydı. 2 Nisan 1989’da Arafat FKÖ merkez konseyi tarafından Filistin Devleti’nin başkanı seçildi [10]. 1993 yılında yapılan Oslo Görüşmelerinden sonra Filistin yönetimi ve İsrail hükümeti karşılıklı işbirliği ve tanımaya giden hukuksal düzenlemelerin hayata geçirilmesi için bir dizi antlaşma imzaladılar. 1994 FKÖ lideri Yaser Arafat Gazze’ye yerleşti. Arafat Filistin için pek çok anlam ifade etmekteydi buna paralel olarak da Filistin Ulusal Yönetimi’nin başkanı, başbakanı, Filistin Kurtuluş Ordusu’nun başkomutanı ve Filistin Yasama Konseyi’nin başkanı oldu. Temmuz 1994’te FUY, Filistinlilerin resmî hükümeti olarak ilan edildi [11]. 20 Ocak 1996’da yapılan Filistin Yasama Konseyi seçimlerine Semiha Halil den başka rakibi olmadan katılan Arafat %88,2’lik çoğunlukla Filistin Ulusal Yönetimi’nin başkanlığına seçildi. Hamas ve diğer muhalif hareketler başkanlık seçimlerine katılmadılar. Arafat’ın bu seçim zaferi ile Filistin Yasama Kon- seyi’ndeki 88 sandalyenin 51’ini kazandı [12]. Arafat başkanlığı süresince Filistin yönetimi pek çok yolsuzluk, görevi kötüye kullanma ve insan hakları ihlali iddiaları ile karşı karşıya kaldı ne var ki Yasser Arafat’ın otoritesi bu iddialara karşı kendisi hariç pek çok yöneticisinin istifa etmesiyle sonuçlandı. 2000 yılında ise İsrail ile olan ilişkiler tekrar gerilerek ikinci intifada başladı ve Yasser Arafat İsrail hükümeti tarafından keyfi uygulamalara maruz bırakılarak 2004 yılındaki şaibeli ölümüne kadar Batı Şeria ve ardından Gazze’den çıkartmak için çaba gösterdi. SONUÇ Yaser Arafat hem Filistinliler hem de dünya tarihi için çok büyük önem arz eden bir liderdi. Gerek asimetrik savaş tekniklerini iyi kavraması gerekse siyaseten kıvrak manevra kabiliyetine sahip politikalar geliştirmesi bakımından yıllarca Filistinlilerin umudu olmuştur. Yönetimsel özellikleri ve hükümetlerinin icraatları haricinde sosyolojik olarak çok daha önemli bir simge haline gelmiştir. Filistinli Arap kimliğinin bu coğrafyaya oturtulmasındaki en büyük pay ona aittir. Milli bilinç ve Filistin topraklarındaki vatan kavramını vurgulaması baskın bir İsrail karşısında karmaşaya düşmüş Filistin halkı için bir kurtarıcı formül teşkil etmiştir. DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA 1-Hockstader, Lee, A Dreamer Who Forced His Cause Onto World Stage, Washington Post Foreign Service (The Washington Post Company), 2007. 2-Aburish, Said K., From Defender to Dictator. New York: Bloomsbury Publishing, 1998, s.33–67. 3-Aburish, Said K., From Defender to Dictator, New York: Bloomsbury Publishing, 1998, s.69–98. 4-Aburish, Said K., a.g.e., s.130. 5-Morris, Benny, Righteous Victims: A History of the Zionist-Arab Conflict, Vintage Books, 2001, s.383. 6-Frellich, Chuck, Israel in Lebanon-Getting It Wrong: The 1982 Invasion, 2000 Withdrawal, and 2006 War, Journal Article, Israel Journal of Foreign Affairs, volume VI, p.41-50, http://belfercenter.ksg.harvard.edu/ files/getting-it-wrong-in-lebanon-freilich.pdf. 7-Frellich, Chuck, a.g.e, s.55. 8-Harris, William, Levant: Bir Kültürler Mozaiği, Çeviren: Ercan Ertürk, Literatür Yayınları, İstanbul 2005, s.212. 9-Yaser Arafat Speech at UN General Assembly, http:// mondediplo.com/focus/mi deast/arafat88-en (Erişim Tarihi: 20.12.2013) 10-Aburish, Said K., a.g.e., s.247-250. 11-Filistin Anayasası, http://en.wikisource.org/wiki/ Constitution_of_Palestine_%281994%29 (Erişim Tarihi: 20.12.2013) 12-Yasser Arafat 1927-2004, http://www.passia.org/ Arafat/Arafat.pdf (Erişim Tarihi: 20.12.2013 146 STRATEJİ LÜBNAN’IN TARİHSEL DÖNÜŞÜMÜNE BAĞLI DIŞ POLİTİKASI VE DIŞ POLİTİKASINI ETKİLEYEN UNSURLAR Fransa’nın Maruni, İngiltere’nin ise Dürzileri desteklemesi bölgede çok şiddetli çatışmalara sebep olmuştur [1]. Bu durumun faturası Osmanlı’ya kesilmiş ve Beyrut vilayeti bu şekilde ortaya çıkmıştır. Beyrut vilayeti şimdiki Lübnan’ı ve İsrail’in Bir kısmını içerisine almaktadır. Beyrut Merkez sancak olmak üzere Laskiye, Akka ve Nablus bu vilayetin diğer sancaklarını teşkil etmektedir. Bu ayrımın bölgede 16. yy’dan beri bulunan Dürzî Emirlerin etkisini kırmak ve Cebel-i 05 Haziran 2014 Selim Han YENİACUN Lübnan ve kıyılarının adeta mozaiği andıran yapısına Tanzimat’ın etkisiyle şekillendirmek için olduğu açıktır. Ne yazık ki bu ayrım sorunu çözmemiş ayrılıkları Giriş übnan 2000’lere kadar sadece siyasi hari- ve bölgeye dış müdahaleyi de arttırmıştır. Zira Lübtalarda farklı bir yönetim olarak belirtilen, nan’da o dönemlerde de tek bir homojen unsurdan iç ve dış etkileri etle tırnak kadar birbirin- bahsetmek mümkün değildir. Cizvitlerden, Hıristiyan den ayrılmayacak şekilde bağlı bir devlettir. Marunîlere; Dürzîlerden Sünni Araplara ve 19.yy’ın Ülkenin coğrafi ve tarihi olarak Suriye hin- sonlarında bölgeye gelen Ermenilere kadar pek çok terlandının bir parçası olması, içinde barındırdığı farklı unsur bu küçük coğrafyanın içinde yer almaketnik unsurların çatışmaları ve bu çatışmalara dış tadır. güçlerin doğrudan müdahaleleri, İsrail gibi bir komşu devletin güvenlik siyasetini öne sürerek sınır aşan 20.yy’ da Lübnan ve Dış Dinamiklerin Etkisi müdahaleleri ve Dünya ile entegrasyonun sadece belirli etnik ya da dini gruplar tarafından kurulması Lüb- Bölge 400 yıllık Osmanlı’nın istikrarlı yönetiminden nan’ı ve Lübnan dış politikasını daha da karmaşık hale sonra 1. Dünya Savaşı sırasında hem sosyolojik olarak getirmektedir. Bu karmaşanın analizi için Osmanlı hem de madden çok büyük zenginliklerini kaybetİmparatorluğu yönetimindeki Lübnan ve 20. yy’daki miştir. Nüfus olarak ise 1915’den 1918’e kadar Büyük sömürge yönetiminden başlayarak iç çatışmaların ve Suriye coğrafyasındaki nüfusun %18’i, yani 600.000 dış müdahalelerin oluşturduğu bir tarihsel kronoloji kişi ölmüştür [2]. Bu büyük travma sonucunda ise zattakip ederek Lübnan’ın ve içindeki aktörlerin dış poli- en pek çok farklı unsuru dar bir coğrafyada barındıran bölge, patlamaya hazır bir barut fıçısı haline gelmiştir. tikada takındıkları tutumu inceleyeceğim. 1921 yılında Ankara hükümeti ve Fransa ile yapılan antlaşma sonucunda Güney Anadolu işgali sona eren Fransa Milletler Cemiyeti’nin de onayı ile Büyük SuOsmanlı İdaresi Altında Lübnan Sancağı Lübnan’ın tarihine baktığımız zaman idari olarak çok riye’yi manda devlet olarak yönetmeye başlamıştır. eskilere dayanan bir otonom ya da bağımsız bir yöne- İlk iş olarak ise kendisine karşı isyan ve ayaklanmatimi olmadığını görürüz. Lübnan ve Suriye coğrafyası ları önleyebilmek için Suriye’yi yönetimsel birimlere bir bütün olarak incelendiğinde ise Mısır valisi Meh- ayırmıştır. Karmaşık bir bürokratik sistem ise sözde met Ali Paşa ve Osmanlı idaresi arasında bir çatışma temsil hakkı getirmiş en basit kararlar bile Fransız sahası olarak görülebilir. 1833 Kütahya Antlaşması idaresi tarafından alınır hale gelmiştir. ile bölge üzerinde Osmanlı otoritesi tekrar tesis edildi. Büyük Suriye diye tabir edilen coğrafyada bulu- 1920’lerdeki Lübnan tasviri çok sorunl nan Lübnan’ın ilk olarak ayrı bir idari birim haline gelmesi 1861 yılında yürürlüğe giren “Cebel-i Lübnan u bir yapı içermekteydi. Hal böyleyken bugünki soVilayet Nizamnamesi” ile Şam vilayetinden ayrılarak runların temellerinin de o yıllarda atılmış olduğunu kurulmuş Beyrut vilayetinin ortaya çıkmasıyla dile getirmek mümkündür. Ortadoğu’nun merkezgerçekleşmiştir. 1861 yılına gelinceye dek 1842 ve 1845 inde ya da Mağrip’te bulunan pek çok ülkenin tarihsel yılındaki düzenlemelerle Biri Dürzî diğeri Marunî süreci ile günümüz dış politikası yahut iç-dış politiiki kaymakam tarafından yönetilmekteydi. Ne var ki ka dengesi farklı olabilmektedir. Lübnan ise mevcut L 147 STRATEJİ barındırdığı iç dengelere bir dış politika seyri izlemek zorundadır. İşte bu yüzdendir ki 1920’lerin Lübnan’ından günümüze kadar gelen siyasi tarihin seyri dış politikanın da ana ekseni hakkında bizlere fikir vermektedir. Büyük Lübnan’ın tasarlanmasında daha önce Çanakkale Savaşları’nda bir kolunu kaybeden General Henri Joseph E. Gouraud etkisi büyüktür. Generalin düşünceleri Büyük Suriye deki Müslüman çoğunluğun arasından Hıristiyan Marunîler’in kurtarılması ve Lübnan’ın ayrıcalıklı bir unsuru haline gelmesiydi. Öte yandan Fransa’nın Lübnan haritasına Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu yerleri eklemesi ise Marunî elitini Fransa’ya bağımlı hale getirmişti. Fransa bölgedeki Marunîlerin en büyük destekçisi olmakla birlikte Fransız kültürü ve ticari ayrıcalıklar Marunîlerin hizmetine sunulmaktaydı. O dönemki Lübnan Müslümanları ise Suriye ile birleşmek için irade beyanında bulunmaktaydılar. Lübnan İç Siyasetindeki Temel Farklılıklar ve Dış Politikaya Yansıması Lübnan’daki dini farklılıklar göz önüne alındığında ortak bir bilinç ve bu bilinç doğrultusunda yek bir siyasal sistemin oluşmasını beklemek imkânsızdır. Lübnan dağındaki Marunîler ve Şu’l dağındaki Dürzîlerin yanı sıra Sünni eşrafın çatışma göstermeksizin uyum içerisinde çalışması mümkün gözükmemekteydi. Bunlara rağmen Marunîlerin ilk baştaki baskın etkileri sayesinde Lübnan mandası 1926 yılında kurulmuştu. Mutasarrıflık zamanındaki dini temsil esaslarına göre seçilen bir Cumhurbaşkanı; başbakanı ve meclis başkanını atama yetkisine sahipti. Lübnan anayasası asıl şeklini 1943’te Milli Pakt adı altında alınmıştır. Bu döneme kadar resmi bir bağımsızlıktan söz edilemez. 1943 e kadar Fransız Manda Komiserlerinin Lübnan üzerinde anayasayı askıya almak ve meclisi durdurmak gibi geniş yetkileri vardı. 1932 ve 1939 yıllarında bu yetki kullanılmıştır [3]. Pek çok kaynakta görüleceği üzere Marunîlerin iki temel siyasal figürü olan Emile Edde ve Bişara el-Huri’nin Lübnan siyasetinde Fransızlar’ın etkisiyle baskın rol oynamaları ve Lübnan’ın devlet kültürünün inşasından çok Fransız mandacılığının destekçileri olmaları bölgedeki Müslümanlar üzerinde olumsuz etkiler yaratmış ve 1930’larda siyasal çatışmalar patlak vermeye başlamıştır. Bu çatışmaların önüne geçmek ve uzlaşmacı bir Lübnan hükümeti kurulmasının ilk fırsatı Emile Edde’ye verilmiştir [4]. Bağımsızlık için Müslüman-Hıristiyan ittifakının oluşması gerektiğini savunan Lübnan Temsilciler Meclisi, Emile Edde’yi 1937 yılında cumhurbaşkanı seçmiştir. O da başbakan olarak Müslüman Hayreddin Al-Ahdab’ı göreve getirmiştir. Bu birliktelik bir nebze olsa da siyasal sistemin dışında kalmış Müslüman kesim ile Hıristiyanlar’ın ortak hareket etmesini sağlasa da farklılıklar yok olmamıştır. Fransa’nın söz verdiği bağımsızlık Fransız senatosu tarafından reddedilmiş ve 2. Dünya Savaşı başında Lübnan Anayasası askıya alınmıştır. 1940’ların başları Lübnan için tam bir çekişme sahası olmasına yol açmıştır. Özgür Fransa Ordusu ve De Gaulle hükümetine karşı Nazi destekçisi Vichy yönetiminin bir dönem Kuzey Afrika ve Lübnan’da güçlenmesi Fransa’nın Lübnan coğrafyasına bağımsızlık sözü vererek destek almasına yol açmıştır. Fransa’nın bağımsızlık sözünü tutması uluslararası kamuoyu baskılarının artacağı 1943 yılını bulmuştur. 1943 yılında Milli Pakt adı verilen sözlü anayasal bir antlaşmaya varılır. Milli Pakt’ın dışında 1932 yılında yapılan nüfus sayımının da siyasal olarak önemi büyüktür. 1932 sayımı esas alınarak siyasal temsil oranı belirlenmiştir. Şii’ler için herhangi bir ayrı tanımlama yapılmasa da mecliste her 6 Hristiyan milletvekiline karşı 5 Müslüman vekil yer alması esasına dayanmaktadır. Bu nüfusa göre dağılımın ortaya koyduğu adil temsil hakkına karşı “Zaim” sistemi Lübnan halklarının özgürce parlamenter temsilini kısıtlamaktaydı. Zaimler her seçim bölgesinde dini gruplar tarafından ön plana çıkartılmış seçimleri ayarlayan ve parlamentoya kimin gireceğine dair kamuoyu oluşturan elitlerdir. Bu durum ideolojik partileşmenin önünü tıkamış olsa da Zaimler’in baskılarıyla parlamenterler sadece kendi geldikleri sınıfın, tarikatın ya da bölgenin çıkarları için mecliste yer alıyorlardı [5]. Pan-Arabizm ve Batılılaşma Çatışması 1975’lerin durdurulamaz çalkantılı günlerine ve meşhur Lübnan iç savaşına gelmeden önce Lübnan bağımsızlığından sonra dönem dönem karışmış, dönem dönem ise siyasal istikrara bir nebze de olsa kavuşmuştur. Özellikle Arap Milliyetçiliği’nin yükseldiği dönemlerde, yani 1950’lerde Lübnan kendi kimlik bunalımı içerisinde debelenmekteydi. Pan-Arabizm çağında Lübnan; mutsuz Sünni Müslüman nüfusu olan, batıya dönük, Hristiyan hâkimiyetinde kapitalist bir devletti [6]. Zaim sisteminin ideolojik partileşmenin önündeki bir önceleyici olduğundan söz etsek de Lübnan’ın asıl sahibi ve yöneten kısmı olduklarını savunan Marunîler’in Pierre Cemayel önderliğinde kurmuş olduğu Falanj örgütü “Her şeyden önce Lübnan” sloganıyla; Lübnan’ın Arap dünyasından bağımsız hareket etmesi yönünde ve batıyı müttefik kabul eden bir çerçeve çizmesi doğrultusunda politikaları savunmuştur. Para-militer bir yapıda olan bu örgütlenme Avrupa’daki dönemin otoriter rejimlerinden ilham almıştır. Ne var ki Lübnan hiçbir zaman tek kutuplu değildi. 1946 yılında Dürzî lider Kemal Canpolat’ın kurmuş olduğu İlerici Sosyalist Parti Marunî elitine karşı duran bir siyasal örgütlenme konuma kısa zamanda ulaşmıştır. Canpolat’a göre ülkedeki refahın ve siyasal temsilin daha adil dağıtılması gerekmekteydi. Bu görüşleriyle nispeten Pan-Arabizim etkisindeki Sünni Müslümanları da etkilemiş ve bir sol blok oluşturmuştur. Bu dönemlerde Mısır’daki Cemal Abdül Nasır yönetimi ve Mısır-Suriye’nin oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin Lübnanlı Müslümanlar üzerinde Müslüman-Arap mensubiyetini arttırdığı su götürmez bir gerçektir. Milli Pakt’ın ilanından 1960’lara kadar geçen dö- 148 STRATEJİ nem içerisinde yaşanan siyasal krizler; 6 yılla sınırlandırılmış cumhurbaşkanlığı görevinin görevde bulunan cumhurbaşkanı tarafından uzatılmak istemesinden patlak vermiştir. El Huri ve onun selefi Kamil Şamun’un iki se görevlerini 6 yıldan fazla yapmak için formüller araması özellikle Müslüman nüfus üzerinde büyük hoşnutsuzluk yaratmıştır. El Huri’nin görev süresini uzatma teşebbüsünde genel grev (1952) Şamun’un teşebbüsünde ise aralarında Marunî grupların da bulunduğu Trablus ve Sur şehirlerini hemen etkisi altına alan bir isyan baş göstermiştir (1958). ŞamUn’a karşı sergilenen tutumun bu kadar fazla olmasının bir nedeni ise 1956 yılındaki Süveyş Kanalı krizinde İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini kesmemesi olarak gösterilebilir. İsyan’a karşı ABD’den de yardım isteyen Şamun, 15 bin Amerikan deniz piyadesinin (6.filo) Beyrut’a ayak basmasına neden olmuştur (15 Temmuz 1958). NATO güçlerinin 4.000’e yakın Lübnanlı’nın öldüğü bu olaylara nasıl müdahil oldukları siyasal yönden halen karanlık olsa da bazı vesikalar Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin destek istemesi ile birlikte Lübnanlı Marunîler’e yardım ettiği ortaya çıkmıştır [7]. Bunlar belgelerle kanıtlanmış olmamasına rağmen, bu olayın yıllar sonra algılanması Batı bloğunun yönetimin Müslümanlar’a geçmesi halinde İsrail’in güvenliğinin tehlikeye düşeceği ve Birleşik Arap Devleti’nin kara sınırları olarak birbirine çok yaklaşacağı korkusu olması muhtemeldir. Şamun’un görev süresinin dolması ile birlikte Lübnan bir müddet nefes alacak iç savaş sırasında itiyatlı davranan ve Hristiyan olsun Müslüman olsun pek çok kesimin üzerinde ittifak edeceği biri olan General Fuat Şihab cumhurbaşkanlığı görevine getirildi. Şihab, 1964’e kadar ülkenin refah seviyesini yükseltmek ve Lübnan kimliğini ortaya çıkartmak için bir dizi reformlarda bulunmuştur. “Şihabcılık” olarak da adlandırılan bu sosyal ve idari reformlar o güne kadar devleti benimseme sorunu yaşayan Müslüman kesimin sorunları gidermek üzerine ağırlık verilerek uygulanmıştır. Lübnan İç Savaşı ve Dış Müdahaleler Ne var ki 1967 Haziran savaşı sonrası tablo her yıl daha da kötüye giderek iç savaşın seslerini adım adım hissettirmiş. Bir ülkenin “iç savaş” gibi bir facia içine sürüklenmesi elbette ki sadece iç huzursuzluk ve anlaşmazlıklardan ibaret düşünülemez. Konu Lübnan olunca ise Ortadoğu’nun merkezinde diğer devletlerin ve devlet dışı aktörlerin etkisinin herhangi bir ülkeden daha ağır bastığını söylemek hiç de zor değildir. İsrail-Filistin çatışmasının hemen dibinde yer alan ve Suriye devletinin tarihsel bağlardan dolayı her daim baskı kurmaya çalıştığı Lübnan dış etmenlerin iç siyasete yön verdiği bir ülke olma özelliğini Lübnan İç Savaşı’nda her zamankinden daha fazla gözler önüne sermiştir. Kara Eylül diye tabir edilen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)-Ürdün çatışmaları ve İsrail Devleti’nin FKÖ’ye yaptığı müdahaleler, örgütün üssünü Güney Lübnan’a taşımasına neden olmuştur. Güney Lübnan’da hali hazırda 1948 yılından itibar- 149 en mülteci kamplarında barınmakta olan Filistinliler’den destek alma ümidindeki FKÖ 1969 yılına kadar Lübnan’ı operasyon üssü olarak kullanmaya devam etmiştir. Bunun karşılığında ise 1968 yılında Beyrut Havaalanı’nın İsrail tarafından bombalanması ve 1971 yılında Lübnan içerisindeki Filistinli liderlere düzenlenen suikast FKÖ’yü Lübnan hükümeti ile antlaşmaya oturtmak zorunda kalmıştır. Bu çerçevede FKÖ yapacağı eylemlerde Lübnan hükümetine bilgi verme zorunluluğun kabul etmiştir. FKÖ’nün Lübnan topraklarından gönderilememesi ve Lübnan’ın Filistin’in kurtuluşu ile ilişiği kesememesinin sebebi ise ülkenin kendi iç politik dengesizliğinde milliyetçi ve aşırı dinci Müslüman Arapların hükümete ve cumhurbaşkanına yaptıkları baskıdan dolayı kaynaklanmaktadır. İç savaşa götüren diğer etmenler ise köyden kente göçün artması, Süleyman Faranciye’nin dönemin cumhurbaşkanı olarak yaptığı yolsuzluk ve adaletsiz uygulamalar ve artan Şii nüfus ve siyasal hak talepleri olarak gösterilebilir. İç savaşın başlaması ise iki önemli siyasal bloğun silahlanması sonucunda gerçekleşmiştir. Kemal Canpolat’ın önderliğinde din temelli bir siyaset anlayışına sahip olan, Müslümanları siyasal olarak birleştirebilen ve Filistinli komandolara eylem özgürlüğünde kararlı Lübnan Milli Hareketi ona karşı olarak ta Maruni Hristiyanlar’ın, Filistinliler’e karşı umdukları ambargonun gösterilmemesine karşı silahlanan Falanj örgütü iç savaşın iki ana kutbunu temsil etmektedir. Nisan 1975’te Falanjlar 27 Filistinliyi öldürmesi ise FKÖ ile çatışmaya başlamış birkaç ay sonra FKÖ’nün çatışmalardan çekilmesine rağmen Lübnan Milli Hareketi ve Falanj arasındaki çatışmalar devam etmiştir. 1976 yılına gelindiğinde ise Falanj ve diğer Maruni milis güçler birleşerek Filistin mülteci kamplarını kuşatmaya ve burada katliamlar yapmaya başladılar. İsrail’in desteğini de arkasına alan bu gruplar FKÖ’nün tekrar iç savaşa ciddi şekilde müdahil olmasına yol açtı. FKÖ ve Lübnan Milli Hareketi çatışmalarda üstünlüğü ele almaya başlamalarının ardından Mayıs 1976’da Suriye askerleri Lübnan’a girdi ve Marunîlerin yanında yer alarak FKÖ ve LMH’ ye karşı savaştılar. Suriye’nin bu tutumu ise Ürdün Kralı Hüseyin’in tutumu kadar Arap dünyasından şaşırtıcı tepki ile karşılandı. Lübnan’da merkezi hükümet ise bu iç savaş sırasında hiç olmadığı kadar yıprandı Lübnan milli ordusu ise Müslüman subayların ve askerlerin iç savaşta Marunî güçler tarafında olmamak için kaçmalarının ardından bir daha eski gücüne kavuşamayacak hale geldi. 18 Ekim 1976 yılında Suriye, FKÖ ve diğer Arap devletleri toplanıp bir ateşkes antlaşması imzaladılar. Bu antlaşmanın sonucunda Lübnan’da bir Arap koalisyon gücü bulunacak ve ülke yeniden yapılandırılmaya çalışılacaktı. FKÖ ise iç savaş öncesi konumuna geri dönecek tekrardan İsrail karşıtı eylem yapabilme kabiliyetine sahip olacaktı. Bu geçici ortam ise 1982 yılına kadar devam etti. Falanj’ın kurucusu Marunî lider Pierre Cemayel’in oğlu Beşir Cemayel tüm Marunî STRATEJİ milislerini tek bir çatı altında birleştirmiş ve İsrail ile işbirliği yaparak Celile’de bulunan FKÖ üstlerine saldırı düzenledi bunun üzerine de FKÖ karşılık verince İsrail güçleri Haziran 1982’de Lübnan’a ve FKÖ güçlerine saldırı kararı aldı. Savunma Bakanı Ariel Şaron’un komutasındaki İsrail güçleri Batı Beyrut’a kadar gelerek Beyrut’u kuşattılar. Aylarca süren ve binlerce sivilin öldürüldüğü bu çatışmalarda İsrail, FKÖ’nün askeri yapılandırmasını yok etmek, Suriye işgal güçlerini tehlikesiz hale getirmek ve Cemayel’i Lübnan Cumhurbaşkanı yapmayı hedeflemişlerdir. 8 Ağustos 1982’de dünya kamuoyunun baskısıyla başlayan ateşkes süreci FKÖ’nün bölgeyi tahliye etmesi ve Cemayel’in başkan seçilmesi ile sona ermiş gözükse de iki hafta geçmeden Cumhurbaşkanının suikasta kurban gitmesi İsrail’in çekilmesini durdurmasına ve Falanj birliklerini Sebra ve Şattila mülteci kamplarına göndermesine neden oldu. Tarihte eşine az rastlanır bir vahşet ile korunmasız bin küsur mültecinin Falanj milisleri tarafından katledilmesi Lübnan’da ve bütün İslam dünyasında çok sert tepkiler oluşturdu [9]. Bu tepkilerin yanı sıra İsrail belki de ilk defa kamuoyu olarak bu katliamın sorumluluğunu üstlenerek bir araştırma başlattı ve bu araştırma sonucunda Savunma Bakanı Ariel Şaron ve Başbakan Manhaem Begin görevlerinden istifa etmek zorunda kalmışlardır. 1983-1985 yılları arasında İsrail’in Lübnan’dan geri çekildiği görülse de 2000 yılına kadar Lübnan topraklarının %10’unu işgal etmiştir. Bugün bile iki devlet arasında ticari ve diplomatik ilişki yoktur [10]. FKÖ ise merkez üssünü Tunus’a kaydırmak zorunda kalmıştır. Yeni Oyuncular Lübnan Siyasetinin Geleceği Bu sırada Lübnan’ın iç dinamiklerini tekrar incelersek yeni ortaya çıkan aktörlerin hem iç hem de dış politikadaki etkinliğini daha rahat kavrayabiliriz. 1974 yılında Lübnan Şiilerini bir çatı altında toplamayı hedefleyen Emel hareketi özellikle hem siyasal hem de kültürel olarak Şiilerin haklarını korumayı amaçlayan bir örgüttür. İran İslam Devrimi ile güçlenen örgüt Şii nüfus içerisinde kısa zamanda büyük taraftar kitlelerine ulaşmıştır. Sunni Müslümanlar, Dürziler ve Maruniler görece Şii nüfusa göre daha zengin bir kesimi teşkil ederken Emel hareketi Beyrut varoşlarından başlayarak bütün Lübnan Şiilerini etkilemiş ve onları medreseden yetişme Ayetullah Musa Sadr’ın etrafında toplanmıştır. 1978 yılında İsrail’in Lübnan’ı güvenlik gerekçeleri ile kısmen işgalinden sonra Emel örgütünün içerisinde ayrılıklar başlamıştır. Bu ayrılıkların ana temasını ise Filistinli militanlara destek verip vermemek oluşturuyordu. Filistin’in kurtuluşuna yönelik daha etkin çaba sarf edilmesini ve İran İslam Devrimi’nin yayılması gerektiğini savunan Hüseyin Musevi, İslami Emel Hareketi’ni kurmuştur. İslami Emel Hareketi ise 1982 deki İsrail’in Lübnan işgali sonrası evrilerek Hizbullah örgütüne dönüşmüştür. Özellikle Hasan Faddallah ve Şeyh Ragıp gibi Şii dini liderlerin İran’dan bu dönemde askeri yardım istemeleri ve Ayetullah Humeyni’nin Pasdaran birliklerini bu bölgedeki Şiilere silahlı eğitim için göndermesi Hizbullah’ın oluşmasında etkili olmuştur [11]. 3-4 kişilik hücresel oluşumlarla başlayan örgütlenmelerin ortak adının Hizbullah olarak belirlenmesiyle ve programının oluşturulmasıyla 1985 yılında ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD ve koalisyon güçlerinin üstlerine yaptığı eylemler ile Reagan yönetimini zor duruma düşürmüş ve ABD’nin bölgeden ayrılmasına yol açmıştır. İç savaşın ardından Emel Örgütü ve Hizbullah özellikle 90’ların başından itibaren paralel ilişkiler içerisinde bulunmuşlardır. Emel Örgütü Lideri Nebih Berri 1992 yılından beri Lübnan meclis başkanlığı yapmaktadır. Hizbullah ise sosyal politikalarla siyasallaşma sürecini hızlandırmıştır. 2006 yılındaki İsrail savaşından sonra ise Lübnan üzerinde büyük bir meşrutiyet kazanmıştır. Günümüzde Hizbullah ABD ve İsrail karşıtlığını bölge kurulan Şii hilalinin uç beyliğini yaparak perçinlemekte öte yandan ise Avrupa Birliği ve bölge ülkeleri ile iyi ilişkilerin geliştirilmesine çabalamaktadır. İç savaştan sonraki Lübnan, İsrail’in açtığı yaraları kapatamamakla birlikte 90’lara kadar olan Lübnan portresi siyasal grupların birbirleri arasındaki silahlı ve politik mücadelesiyle çizilmiştir. Özellikle İslami örgütlerin etkinliklerini arttırması Dürzîler’in ve diğer Şii grupların güçlerinin yükselmesi toplum içerisindeki ayrışmayı daha da körüklemiştir. 1989 yılına gelindiğinde Lübnan’ın içinde bulunduğu bu çatışma ortamına son vermek için Arap Birliği öncülüğünde en son seçilmiş Lübnan parlamentosu Suudi Arabistan’ın Taif kentinde toplandı. Toplantıda değişen demografik yapı göz önüne alınarak 6’ya 5 olan Hıristiyan-Müslüman vekil oranı eşitlendi ve Marunî cumhurbaşkanının yetkileri başbakan ve parlamento arasında paylaştırıldı [12]. Antlaşmanın sonucunda Suriye askeri gücünün Lübnan’da kalması kararlaştırıldığı için bu antlaşma hem Suriye’nin otoritesi ve söz geçerliliği açısından hem de Suriye’nin meşru bir Lübnan olgusunu kabul etmesi açısından büyük bir önem sahiptir. İç Savaşın Ardından Dış Politika ve Dış Müdahaleler Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkisi ve fiili işgali Taif antlaşmasından sonra sona ermediği gibi 2005 yılındaki Refik Hariri suikastının de en büyük şüphelisi olarak Lübnan-Suriye arasındaki ipleri iyice germiştir. 2011 yılında yayınlanan BM raporuna göre ise Hizbullah her ne kadar reddetse de bu suikastı hazırlayan taraf olmuştur [13]. Her ne kadar Hizbullah bu saldırıların kendisi tarafından yapıldığını reddetse de hükümet içi karışıklıkların yaşandığı o dönemde Suriye lehine tutum gösteren tek oluşum olmuştur. Hariri suikastının ardından Hizbullah Şiileri örgütlemiş ve Suriye yanlısı bir tutum izlemiştir buna karşılık Sünniler, Maruniler ve hatta Dürziler bağımsız bir Lübnan ideali altında birlemişlerdir. 14 Mart hareketi olarak 150 STRATEJİ adlandırılan bu grubun ve uluslararası kamuoyunun Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan itibaren Büyük Subaskıları sonucunda Suriye Nisan 2005’te Lübnan’dan riye topraklarına Lübnan’ın da dahil olduğu fikrini çekilmek zorunda kaldı [14]. paylaşmışlardır. Suriye ise bunu 2005 yılına kadar özellikle de Hafız Esad döneminde bariz bir şekilde göstermiştir. BM’nin 1559 no’lu kararnamesi ile 20 Haziran 2005’te yapılan Lübnan seçimlerinden Re- baskıların Suriye üzerinde artması ve Lübnan’ı terk fik Hariri’nin oğlu Saad Hariri galip çıkmıştır. Ağus- etmesi ile başlayan yeni politika İsrail’in hanesine bir tosta ise Fuad Sinyora hükümeti 12 Müslüman 12 artı olarak yazılmış ve Suriye’den işgal ettiği Golan teMaruni bakanla birlikte iş başı yaptı [15]. 2005 yılın- pelerindeki hâkimiyetini güçlendirmiştir. İsrail ise dış daki kabine belirlenmesinin en büyük yankılarından politikası gereği bölgedeki Arap olmayan unsurlar ya biri de Hizbullah üzerinden olmuştur. İki bakanlığı da Müslüman olmayan Araplar ile ittifak politikası alan Hizbullah bu tarihten itibaren giderek siyasa- çerçevesinde Maruni Hristiyanları iç savaş yıllarında llaşsa da başta ABD olmak üzere Batı’nın tepkisini müttefik olarak görmüş ne var ki 2006 savaşının arçekmiştir. 2009 seçimlerinde ise Hizbullah ve Emel dından Hıristiyan Araplar’ın da İsrail karşıtı söylemlePartisi her ne kadar muhalefette kalsalar da oy oran- rde bulunması ve hatta yer yer Hizbullah’ı desteklemlarını ve sandalye sayılarını yükseltmişleridir. Lübnan eleriyle İsrail Lübnan üzerinde en önemli müttefikini meclisinde yer alan bir Hizbullah hem Suriye hem de kaybetmiştir. İran varlığının bir delili olarak kabul görebilir Sonuç Mezheplerin ve örgütlerin önemi son yirmi yılda hiç olmadığı kadar artmıştır. Esnek siyasal bloklar bulunsa da Lübnan’da Maruniler Suriye destekli bir politika gütmektedirler. Zira hem Lübnan’ı kontrol etme arzusu içerisinde yatan Suriye devletine hem de İran destekli Lübnan’daki Şii hareketine aynı anda karşı koyacak kapasiteye sahip değillerdir. Bunun için ılımlı bir Suriye politikası izlemektedirler. Sünniler ise bu siyasal karşıtlıkta dengeleyici noktada bulunmaktadırlar. Dürziler, Rum Ortadokslar, Ermeniler ise ülke siyasetinde daha yerel bir temsil işlevi görmekte ve dış politika dengeleri yerine kendi cemaat ve ailevi çıkarları üzerlerinde yoğunlaşmaktadırlar. Bağımsızlığından bu güne gelince denk Lübnan kendine özgü bir devletsel dış politika geliştirememektedir. Bölge devletlerinin adeta bir oyun sahası haline gelen Lübnan birçok uluslararası silahlı organizasyona da yıllarca kucak açan bir coğrafya olmuştur. FKÖ ve Hizbullah gibi bölgesel örgütlerin yanı sıra ASALA ve PKK gibi terör örgütlerinin uzun yıllar Beka Vadisi’nde örgütlenmesi özellikle Türkiye-Lübnan ilişkilerini çok gerilimli boyutlara tırmandırmıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Lübnan’ın barındırdığı Rum popülasyonun baskıları ile Rum kesimi tarafında yer alması Türkiye’nin soğuk savaş döneminde uyguladığı genel orta doğu politikasını Lübnan için de uygulamasına yol açmıştır. 2005 yılından sonra ise Saad Hariri’nin ilişkilerin yumuşatılması için başlatmış olduğu çabalar ve Ahmet Davutoğlu’nun stratejik derinlik konsepti çerçevesinde dostluk ve ekonomik işbirliği antlaşmaları imzalanmıştır. 2011 öncesi Türkiye tüm Arap ülkeleri ile olduğu hatta bir kademe daha fazla samimiyeti Suriye’ye karşı beslemekteydi. Bu durum ise Lübnan politikasında gözle görülür bir temkinlilik gerektiriyordu. Lakin Suriye ile bozulan ilişkiler, Lübnan’daki Sünni Müslümanlar’ın ve Suriye’den bağımsız bir Lübnan düşünen merkezi hükümetin desteği ile daha da gelişmektedir. 2004 ve 2006’da BM tarafından alınan kararlar çerçevesinde Lübnan’da konuşlanacak barış gücüne (UNIFIL) Türkiye de dahil olmuştur. Suriye ve Mısır Birleşik Arap 151 STRATEJİ nan-hizla-ic-savasa-kayarken_237667.html, (Son Erişim: 16.11.2013). 15-Oytun Orhan, Lübnan Seçim Sonuçları Ne İfade Ediyor?, http://www.ors am.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2009730_oytunorpp99.pdf, s.4. DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR 1-Haluk Ülman, 1860-1861 Suriye Buhranı, Ankara, 1966, s.260. 2-Elizabeth Thomson, Colonial Citizens: Republican Rights, Paternal Privillage and Gender in French Syria and Lebanon, 2005, s.23. 3-Williem L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi (Çeviren: Mehmet Harmancı), Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008 s.251-252. 4-Kamal S. Salihi, The Modern History of Lebanon, Londra, 1965, s182. 5-Zuama Clientelism, http://countrystudies.us/lebanon/78.htm. 6-Cleveland, a.g.e, s.272. 7-Ali Bulaç, 1958’de Türkiye Lübnan’da Ne Yaptı?, Zaman Gazetesi, http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/1958de-turkiye-lubnan-da-ne-yapti_345676.html (Son Erişim: 04.11.2013). 8-Chuck Frellich, Israel in Lebanon—Getting It Wrong: The 1982 Invasion, 2000 Withdrawal, and 2006 War, Journal Article, Israel Journal of Foreign Affairs, volume VI, p. 41-50, http://belfercenter.ksg. harvard.edu/files/getting-it-wrong-in-lebanon-freilich.pdf. 9-Frellich, a.g.e, s.55. 10-William Harris, Levant: Bir Kültürler Mozaiği, (Çeviren: Ercan Ertürk), Literatür Yayınları, İstanbul, 2005, s.212. 11-Agustus R. Norton, Amal and the Shia: Struglee for the Soul of Lebanon, Austin and London, University of Texas Press, 1987, s.55-90. 12-Hassan Krayem, The Lebanese Cıvıl War And The Taif Agreement, http://ddc.aub.edu.lb/projects/pspa/ conflict-resolution.html, (Son Erişim:13.11.2013). 13-Hariri Suikastı Raporu Açıklandı, http://tr.euronews.com/2011/08/17/hariri-suikasti-raporu-aciklandi/, (Son Erişim: 16.11.2013). 14-Muhammed Nureddin, Lübnan Hızla İç Savaşa Kayarken, Zaman Gazetesi, 14.12.2005, http://www. zaman.com.tr/yorum_cibran-tuveyni-suikasti-lub- 152 STRATEJİ HER ŞEYE RAĞMEN NÜKLEER: ANTİK YUNAN-PERS SAVAŞINDA SON PERDE 15 Ocak 2015 Selim Han YENİACUN Giriş İ ran 1950’li yıllarda ABD tarafında başlatılan Barış için Atom projesiyle birlikte nükleer enerjiyle tanışmıştır. O yıllarda ABD’nin bölgedeki önemli müttefiklerinden biri olmasından ötürü bu konuda herhangi bir sorun yaşamayan İran, 1979 İslam Devrimi ile birlikte ABD ile olan köprüleri atmış ve 2000’lı yılların başında nükleer kriz olarak patlak verecek olan bir sürece girmiştir. Bunun yanı sıra ilk başlarda Şah dönemindeki her türlü gelişmeyi reddeden İslam Devleti, İran-Irak savaşı esnasındaki yalnızlığından ders çıkarmış ve çareyi nükleer enerjiye yönelmekte bu sayede devrimin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Bu çalışmada İran nükleer krizinin temel dönüm noktaları ele alınacak ve dünya kamuoyunun bu krizdeki tutumlarına değinerek İran’ın “her şeye rağmen nükleer” politikası değerlendirilecektir. İran’ın nükleer krizi ve bunun etkileri 2002 yılında İranlı muhalif Halkın Mücahitleri Örgütü üyesi Alireza Jafarzadeh isimli bir kişi tarafından Washington’da yapılan bir basın toplantısı sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu açıklamalardan sonra zaten 90’lı yıllar boyunca Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin nükleer programının belirsizliği ile suçladığı İran çok ciddi bir uluslararası baskı ile karşı karşıya kalmıştır [1]. Böylelikle Natanz’da uranyum zenginleştirme ve Arak’taki ağır su santralleri dünya kamuoyunun odak noktası haline gelmiştir. İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun denetimi haricinde yürüttüğü nükleer programı özellikle ABD’nin bölgeye bir müdahalede bulunup bulunmayacağı konusunda büyük soru işaretlerine yol açmıştır. UAEA ise bu gelişmeler üzerine İran parlamentosundan nükleer programın anında denetlenmesini sağlayacak kanunların çıkarılmasını istemiştir. ABD’nin bölgeye olası 153 bir nükleer kriz sonrasındaki müdahaleden çekinen İngiltere, Fransa ve Almanya, İran ile nükleer müzakerelere başlamayı kabul etmişlerdir [2]. Uluslararası Bir Krize Dönüşen Görüşmeler Eylül 2002 tarihinde UAEA’nın İran ile temasa geçmesi ve İran’ın açığa çıkmamış nükleer programının denetlenmesini istemesiyle nükleer görüşmeler resmi olarak başlamış bulunmaktadır. İran’ın Natanz’daki uranyum zenginleştirme santraline ilk tespit ziyareti 22-23 Şubat 2003 tarihinde gerçekleşmiştir. UAEA’nın Muhammet El Baradey başkanlığındaki heyet uranyum zenginleştirme konusunda İran hükümeti tarafından bilgilendirilse de Araz’daki ağır su santrali daha yapım aşamasından bulunmasından ve santralin yapım aşaması bitmeden bilgi verme zorunluluğunun olmamasından dolayı bu santral hakkında UAEA konu ile ilgili yeterli bir bilgi elde edememiştir. İran’ın gizli nükleer santrallerinin ortaya çıkmasından sonra kendisine yöneltilen NPT antlaşmasının ihlal edildiği eleştirilerine tesislerin sadece simülasyon için olduğunu söylemesi ve UAEA ve Avrupa Troykası ile yapılan görüşmelerin başlarından itibaren bilgi akışının yavaş bir şekilde ilerlemesi şüphelerin yoğunlaşmasına sebep olmuştur [3]. UAEA bu gelişmeler üzerine diğer ülkelerle yürütülen nükleer ortaklık prensiplerinden farklı olarak İran’ın daha faaliyet aşamasına geçmemiş bazı nükleer çalışma atölyelerine girmek istemiştir. Bunun üzerine İran, 2003 yılı ortalarında yazılı raporlarla Arak’taki ağır su santralinin yanı sıra Isfahan’da inşa edilmesi planlanan yeni bir santralin işleyişi hakkında UAEA’yı bilgilendirmiştir. Bunun üzerine süreçte bir aksaklık yaşanmamış ve UAEA verilen bilgileri teyit etmiştir. Ne var ki İran her ne kadar NPT ’yi ihlal etmemiş olsa da nükleer programı hakkında şeffaf davranmaması UAEA tarafından konuya şüpheyle yaklaşılmasına sebep olmuştur. Böylelikle daha sonraki süreçlerde ortaya çıkacak olan yeni bilgiler ışığında İran’ın şeffaf olmayan nükleer programı dünya çapında bir krize dönüşmüştür [4]. 2003 Haziran ayından itibaren Natanz’daki numuneleri inceleyen UAEA zenginleştirilmiş uranyum kalıntılarına rastlamış ve konu hakkında daha detaylı bilgi için İran’dan talepte bulunmuştur. İran ise 1990 yılında uranyum zenginleştirme deneylerinde bulunduğunu ve 1979’dan itibaren de lazer zenginleştirme STRATEJİ çalışmaları yaptığını itiraf etmiş lakin UAEA’nın elinde olan numunelerdeki zenginleştirilmiş uranyum kalıntılarının tesisin yapımı ve simülasyon deneyleri için bir başka ülkeden ithal edildiğini söylemiştir. Konunun gittikçe daha da derinleştiğini ve 19902002 yılları arasında İran nükleer programının pek çok bilinmezlikle dolu olduğunu fark eden UAEA 10 Kasım 2003’te İran’ı ciddi bir şekilde uyararak hakkındaki tüm sürecin detaylarını açıklamasını ve santralleri tamamen denetime açacak protokollerin meclisten geçirilmesini istemiştir [5]. Böylelikle İran resmi olarak uranyum zenginleştirme çabası içinde olduğunu kendi tarafından teyit etmiştir. İlk bulguların ortaya çıktığı zamandan beri ABD müdahalesinden çekinen ve İran ile UAEA’nın işbirliğinde önemli faktörlerden olan Avrupa Troykası 21 Ekim 2003’te Tahran deklarasyonu ile krizin tırmandığı bir dönemde İran’ın nükleer programının denetim altına alınmasını sağlamıştır. Krizin bu yumuşama dönemi sayesinde 2003’ün Aralık ayanında İran meclisinden geçen kararlar ile nükleer santrallerin etkin bir şekilde UAEA tarafından denetlenmesinin de önü açılmıştır [6]. 2004 yılında gelindiğinde ise 24 Şubat, 13 Mart ve 1 Haziran tarihlerinde çeşitli incelemelerden sonra UAEA 3 tane rapor yayınlamıştır. UAEA başkanı Muhammet Baradey, genel itibariyle İran’ın uzlaşmacı tavrından memnun olduklarını, uranyum kalıntılarının ülkeye dışarıdan getirilmiş olduğunu tespit ettiklerini söylese de İran ile olan işbirliğinin yavaş ilerliyor olması, dış kaynak ülkenin neresi olduğunun açıklanmaması ve nükleer enerji konusunda hala ARGE faaliyetlerinin sürdürülmesinin şüphe uyandırıcı olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine ise İran UAEA yazdığı bir mektupla süreçten duyulan memnuniyetsizliği anlamadıklarını ve bunun üzerinde de ağustos ayında uranyum dönüştürme çalışmalarına başlayacaklarını bildirerek krizi yeniden tırmandırmaya başlamıştır. 18 Eylül 2004’te İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerine başlamasını eleştiren UAEA, sert ve kesin bir uyarı vermiştir [7]. Uluslararası yaptırımlar çok ciddi bir şekilde gündeme gelmiş ve Avrupa Birliği Troykası ile devam eden müzakerelerin akıbeti belirsiz bir hal almaya başlamıştır. 2004 yılının sonuna kadar olan süreçte İran’ın 20 yıllık bağımsız bir nükleer programa sahip olduğu ve uranyum zenginleştirmek için pek çok süreci deneysel olarak tamamladığı ve bunu 2003 yılına kadar ustalıkla gizlediği ortaya çıkmıştır. 2003 yılından sonraki işbirliği ise her ne kadar olumlu karşılansa da ortaya çıkmayan pek çok nokta o dönemde bile kafalarda soru işaretleri taşımaktadır. İran’ın Uranyum Zenginleştirme Israrı ve Krizin Düğümlenmesi İran ise bu tarihten itibaren özellikle 15 Kasım 2004 tarihli Paris antlaşması ile nükleer çalışmalarını geçici olarak askıya almış ve Avrupa Birliği Troykası ile müzakerelerde bulunmuşsa da 5 Ağustos 2005’te kendisinin uranyum zenginleştirme, dönüştürme ve tedarik etme hakkından vazgeçilmesinin istenmesiyle süreç daha da karmaşık bir hal almıştır. Ağustos ayındaki seçimlerde reformist bir yönetim sergileyen Ha- temi’nin yerine Mahmut Ahmedinejat, Ulusal Güvenlik Konseyi ve nükleer müzakerelerin başına ise Ruhani yerine Ali Laricani geçmiştir. Bu gelişmelerle birlikte 11 Ağustos 2005’te UAEA ’nın otuz beş üyesi UAEA’nın başkanı Muhammet El Baradey’e yetki vererek İran’ın yeni süreçteki uranyum zenginleştirme tutumunu ve İran’ın nükleer sürecinin değerlendirilmesi üzerine geniş kapsamlı bir rapor hazırlanması isteğinde bulunmuştur [8]. Hazırlanan raporda İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin durdurulması ve meclisten geçecek yeni protokollerce denetimlerin tam anlamıyla UAEA’ya bırakılması belirtilmiştir. Bunun üzerine ise İran uranyum zenginleştirme konusundaki tutumunu daha da sertleştirerek, Natanz, Farayand, Teknik ve Pars Trash’daki nükleer santrallerini tekrar faaliyete geçireceğini UAEA’ya bildirmiştir. Bununla birlikte İran yönetimi bir süredir gönüllü olarak askıya aldığı ARGE faaliyetlerine yeniden başlamıştır. İran2ın nükleer yakıt üretmek ile nükleer yakıt üretmek için ARGE faaliyetlerinde bulunmanın iki farklı unsur olduğunu belirtmesi ve kendi uygulamalarına meşruluk kazandırma isteği başta ABD olmak üzere pek çok ülkeden tepki toplamıştır. İran’ın uranyum zenginleştirme hakkından vazgeçmemesi ve hala 1995-2002 yılları arasında yapılan nükleer çalışmaların açıklığa kavuşamaması Avrupa Birliği Troykası ile olan ilişkilerini de çıkmaza sokmuştur.[9] Avrupa ülkeleriyle olan diplomatik görüşmelerin de çıkmaza girmesi zaten konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne götürmeye niyetli ve gerekli durumlarda askeri müdahaleyi de gündeme taşımaya çalışan ABD’nin elini kuvvetlendirmiştir. İran ile hem AB’nin hem de ABD’nin müzakerelerde bir sonuç alamaması üzerine devreye Rusya girmiş ve orta yolcu bir mutabakata varılması için bir dizi önerilerde bulunmuştur [10]. Bunlar sırasıyla: • Rus-İran ortak teşebbüsü ile uranyumun Rusya’da zenginleştirilip ardından İran’a taşınması • Rusya’nın İran’ın güvenliği için S-300 hava savunma sistemlerini İran2a satması • Rusya Busehir’de yaptığı gibi bir başka nükleer santral yapı için gönüllü olacağını belirtmesi • Rusya’nın İran gazının çıkarılması için teknik yardımda bulunması • İran’ın Şanghay beşlisine gözlemci üye olması ve Orta Asya Kolektif Savunma Birliği’ne tam üyeliğinin görüşülmesi, • Kuzey-Güney ulaşım koridoru kurulması ve ulaşım ağlarının genişletilmesi, • UAEA’nın nükleer denetimlerini ani ve şartsız yapabilmesini sağlayacak protokollerin İran meclisinden geçirilmesi • Çözüm konusunda anlaşmaya varana kadar bir moratoryum ilan edilmesi ve İran’ın süreç kesinlik kazanana kadar tüm nükleer faaliyetlerini durdurması 154 STRATEJİ Şeklinde Rusya tarafından hem İran’a hem de dünya kamuoyuna belirtilmiştir. Ne var ki İran’ın bu konuları görüşme isteği yetersiz olmuş ve her ne kadar bazı maddelerde ilerleme kaydedilse de bir sonuca varılmamıştır. 31 Ocak 2006 tarihinde Londra’da bir araya gelen ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve güvenlik konseyi üyesi olmayan Almanya ile yapılan görüşmelerde İran nükleer krizinin BMGK ’ya taşınması kararına varılmıştır [11]. Bunun üzerine nükleer görüşmelerdeki baş müzakereci Ali Laricani AB ülkelerindeki pek çok yayın organına verdiği demeçlerde sorunun büyümemesi gerektiğini ve İran’ın önceden beri işbirliğine açık olduğu söylemlerini dile getirmiştir. Bu açıklamaların ardından ise UAEA ‘nın başkanı Baradey; İran’ın şartları kabul etmesi isteniyorsa İran’a düşük ölçekte bir uranyum zenginleştirme hakkı tanınmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmesi sürecin BMGK ’ya gitmesini engellemese de İran’a bir müddet zaman kazandırmıştır. Rusya planının görüşülmesi ise tam da 5+1 ülkeleriyle yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine bir kurtarıcı plan mahiyeti taşımıştır. Öte yandan İran dış işleri bakanı Mottaki’nin İsrail’e yönelik geçmişten gelen söylemlerin yumuşatıldığını gösteren görüşleri de AB, İsrail ve ABD’nin İran’a karşı olan tutumlarını değiştirmemiştir [12]. BMGK Yaptırımları ve Sonuçsuz Diplomasi Krizin iki cephesi de bu durumu sıfır toplamlı oyun olarak görmeyi sürdürdükleri bu dönem karşılıklı yaptırım ve tehditlerle geçmiştir. UAEA başkanı Baradey’in yapmış olduğu tüm ılımlı açıklamalara rağmen ne İran ne de batılı ülkeler bur krizin normalleşmesi için geri adım atmamışlardır. Böylelikle 29 Mart 2006 tarihinde BMGK’da Rusya ve Çin’in de ikna edilmesiyle birlikte İran’ın 30 gün içerisinde nükleer faaliyetlerini durdurması ve tüm faaliyetlerine ilişkin kapsamlı bir raporu UAEA’ya sunması kararı çıkmıştır. Bunun üzerine İran’ın üst mercilerinden tepki gelse de BM nezdindeki elçisi Ali Soltaniyeh, İran’ın NPT’den taviz vermeyeceğini, ARGE çalışmalarından vazgeçilmesinin mümkün olunmayacağını ve nükleer işbirliği için hala kapıların açık olduğunu belirtmiştir. Ayrıca 8 Mayıs 2006 tarihinde Mahmut Ahmedinejat ABD başkanı G.W Bush’a konu ile ilgili tavırlarını bildiren bir mektup göndermiştir. Her ne kadar uzlaşma zemininden uzak olsa da İran İslam Devrimi’nden sonra iki ülke arasındaki en yüksek notadan teması simgelemiştir [13]. Bunun üzerine 1 Haziran 2006 yılında yeniden toplanan BMGK İran’a yeni bir öneri sunulması yönünde karar almış ve bu müzakerelerin AB vasıtasıyla yapılmasını kararlaştırmıştır. Lakin hem BMGK’nın, hem AB troykasının hem de 5+1 ülkelerinin sunduğu tekliflerin İran’ın nükleer programını durdurmaya yönelik olması iç siyasette de farklı seslerin yükselmesine neden olmuştur. İran kamuoyu NPT’den ayrılmayı ve uluslararası işbirliğine son vermeyi tartışırken ABD ise diplomatik yolların tükenmesini ve BM’den çıkacak bir müdahale kararını beklemiştir. İran kendisine verilen 30 günlük süreci doldurması ve diplomatik yollardan bir çözüme ulaşılamaması neticesinde BMGK 31 Temmuz 2006 tarihinde 14 e karşı 1 oyla 31 Ağustos’a ka- 155 dar gerekli önlemlerin alınmaması durumunda BM sözleşmesinin 41.maddesinin 7. Bölümü kapsamında gerekli önlemlerin alınacağını kararlaştırmıştır. 1696 numaralı Güvenlik Konseyi kararı bağlayıcılık özelliği taşımasının yanı sıra üç senedir devam eden UAEA denetimleri sonucunda bir mutabakata varılmayan nükleer programın sonlandırılmasını içeriyordu [14]. İran kendisine verilen süre dolmadan diplomasi yollarını daha etkin kullanmak için 5+1 ülkelerine müzakerelerin devam etmesi için bir öneride bulunmuştur. Fakat bu önerinin hemen ardından Arak’taki ağır su üretim santralinin açılışı yapılmış ve İran nükleer savaş başlığı üretimi için gerekli olan plütonyum üretimi teknolojisini elde etmiştir. Ayrıca UAEA tarafından mühürlenmiş nükleer santraller de tekrar faaliyete geçirilmiştir. Kendisine verilen süreni dolmasına yakın böyle bir gövde gösterisini yapılması ve 31 Ağustos’u izleyen günlerde nükleer programın askıya alınması konusunda hiçbir çaba harcanmaması neticesinde BMGK 29 Aralık 2006 tarihinde 1737 sayılı kararnameyle İran’a sert yaptırım kararları almıştır [15]. Bu yaptırımların içeriğinde ise Nükleer programa katılan kişi ve kuruluşların, balistik füze programına katılan kişi kuruluşların malvarlıklarının dünya bankaları aracılığıyla dondurulmasıdır. BMGK, kararı BM antlaşmasının 7 kısmının 40. Maddesi kapsamında ele alsa da güç kullanımına ilişkin yaptırımlar bu kararda yer almamıştır. Kararın oybirliği ile kabul edilmesi ise bir başka önemli özelliğidir. Aradan bir yıl geçmesinin ve bu süreç içerisinde İran’ın BMGK’da belirtilen yükümlülüklerinin yerine getirmemesinden dolayı 24 Mart 2007 tarihinde 1747 sayılı ikinci yaptırım kararı da Güvenlik Konseyi’nde oy birliği ile kabul edilmiştir. İlk karardan farklı olarak daha caydırıcı yaptırımlar içerdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Karar kapsamında 15 şahıs ve 13 kurumun mal varlıklarının dondurulmasının yanı sıra İran merkez bankasının da bu ambargoda olması ülkede büyük bir krize neden olmuştur. Ayrıca İran menşeili silahların ithalatı yasaklanmış ve enerji ambargosu da bu karara dâhil edilmiştir. Fakat ilk kararda olduğu üzere BMGK’nın kararını tanımamış nükleer faaliyetlerini durdurmak yerine arttırarak 9 Nisan 2007’de endüstriyel bazda uranyum zenginleştirme teknolojisini elde ettiklerini dünya kamuoyuna açıklamışlardır [16]. Bu ciddi derece tehditkâr gelişme sonrasında dünya kamuoyu İran’a sergilenecek tutum konusunda yeni bir yol izleme konusunda çabalamıştır. Zira İran endüstriyel bazda uranyum zenginleştirerek ciddi bir nükleer güç olma yolundaki kritik eşiği aşmıştır. Ya İran’a istediği tavizler verilerek ABD’nin başını çektiği batı bloğu uzlaşma için diretme ya da acil bir müdahale için bir karar vermek zorunda kalmıştır [17]. İki Tarafın da Geri Adım Atma Çabaları Bu tarihten itibaren hem batılı ülkelerin hem de İran’ın çıkmazda olduğu bir kriz tanımlaması ortaya koymak doğru olacaktır. Özellikle son gelişmelerden sonra İran’ın nükleer faaliyetlerini kayıtsız şartsız durdurması gerektiğini savunan batı bloğu ve kendisine karşı çıkan yaptırım kararlarını illegal olarak nitelendiren bir İran çözüm için bir çözüm noktası bu- STRATEJİ lamamış gözükmektedir. İran’ın üzerindeki mali baskı her geçen gün artarken önce Türkiye’nin arabulucu olması ile AB Ortak Güvenlik Komisyonu Başkanı Solana ve İran Nükleer Görüşmeler Baş Müzakerecisi Ali Laricani görüşmüş ardından İran, 2007’nin yaz aylarında UAEA ile çözüme kavuşmamış sorunların çözümü için bir yol izlenmesi üzerine mutabakat gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte 2007 yılında yayınlanan NIE istihbarat raporu İran’ın nükleer silah geliştirme politikalarını durdurduğunu belirtmiştir. Bu da üçüncü bir yaptırım kararı almaya hazırlanan BMGK ve dünya kamuoyu için sürecin seyrini etkileyen bir gelişme olmuştur.[18] Buna rağmen yukarıdaki bahsetmiş olduğum açmaz krizin yumuşamasına rağmen çözülmemiş ve bir yıl sonra 3 Mart 2008 tarihinde BMGK, 1803 sayılı üçüncü yaptırım kararını dört ülkenin çekimser oyu ile birlikte onaylamıştır. İkinci yaptırım kararındaki kısıtlamaların kapsamı tüzel ve gerçek kişilerin sayısı arttırılmış, İran’ın tüm bankalarına uluslararası baskı artmıştır. Her iki BMGK kararı arasındaki dönemde olduğu gibi bu dönemde de taraflar birbirleriyle pek çok temas gerçekleştirmiş hatta ABD diplomasi yönünden ciddi adımlar atmış olsa da 27 Eylül 2008 tarihinde İran üzerindeki baskıyı arttırmak için BMGK’dan önceki kararlar paralelinde yeni bir karar çıkmasını sağlamıştır [19]. eli görülmeleri halinde uluslararası sularda aranma kararları da İran’ın elini kolunu git gide bağlamıştır [20]. Sonuç İran hem kendisine uygulanan akaryakıt baskısı hem de finansal krizler yüzünden zor durumda kalmış İran petrol bakanlığından yapılan açıklamalar neticesinde İran’ın petrol gelirlerinin son yedi yıla göre %45 azaldığı gözlemlenmiştir [21]. Bunun üzerine 5+1 ülkeleriyle müzakereleri yeniden gözden geçiren İran 15 Nisan 2012’de önce İstanbul’da ardından Bağdat, Moskova ve yeniden İstanbul’da 541 üyesi ülkelerle müzakere masasına oturmuştur. Bu yakın süreçteki müzakerelerde bir karar alınması özellikle ABD tarafından istenmektedir. Bununla birlikte nükleer müzakerelerde bir diğer etmen de İran’daki cumhurbaşkanlığı değişikliğidir [22]. Hem Ruhani’nin “kahramanca yumuşama” [23] stratejisi hem de Hamaney’in Ahmedinejat dönemindeki sarsılan otoritesini Ruhani politikaları ile düzeltme çabası süreci olumlu yönde etkilemektedir. Nükleer müzakere sürecinin Ulusal Güvenlik Konseyi yerine İran Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülmeye başlanması ve 23 Kasım 2013 tarihinde 5+1 üyesi ülkelerle geçici bir anlaşmaya varılması ise İran Nükleer Krizi’nin aşılması konusunda en büyük gelişme olarak değerlendirilebilir. Te2000’li yılların sonuna doğru nükleer kriz karşılıklı melde yüzde yirmilik uranyum zenginleştirme stoku kontrollü bir biçimde devam etmiştir. ABD’deki karşısında her türlü denetimi öngören geçici anlaşma yönetim değişikliği ve G.W. Bush’un ardından ge- 6 aylık bir süreç içerisinde kesin bir çözüme varılması len Obama’nın İran ile olan ilişkileri askeri müda- için görüşmelerin devam etmesini öngörmektedir. hale seçeneğinin uzağında diplomasi ile çözme isteği Bugüne kadar dördüncü kısmı da yapılan görüşmelhem İran’ın tehdit algısını bir nebze düşürerek daha erin Temmuz 2014’te nihai bir antlaşmayla sonuçlanuzlaşmacı bir yol çizmesine neden olmuş hem de di- ması umut edilmektedir. plomasi aracılığı ile yapılacak daha fazla yaptırım karşısında elini zayıflatmıştır. 2009 yılında 5+1 üyeleriyle başlayan aktif diyalog ise İran’ın yeni bir nükleer Görüşmeleri ve müzakereleri bir kenara bırakacak tesisinin(Fordo) ortaya çıkmasıyla tekrar krizin tır- olursak İran diğer egemen devletler gibi kendisi hakkı manmasına yol açmıştır. ABD, Fransa, İran ve Rusya olan yüzde 20’lik uranyum zenginleştirme çalışmatemsilcileri 21 Ekim’de Viyana’da bir araya gelmişler ve larını uluslararası hukuk nezdinde ısrarlı muhalif İran’ın yüzde 20’lere varan uranyum zenginleştirme statüsüyle batılı devletlere karşı korumuştur. Başta hedeflerini tartışmışlardır. Batı’nın önerisi İran’ın ABD olmak üzere pek çok batılı devlet ve bilhassa İsyüzde 3,5 uranyum zenginleştirmesine izin verilerek rail tarafından NPT’ye taraf olmasına rağmen nükleer uranyumun öncelikle Rusya’ya gönderilmesi orada silah üretmeyi amaçladığı söylenen İran, hem söylemyüzde 20’lere kadar zenginleştirilen uranyumun Fran- lerinde hem de UAEA raporlarında nükleer silahlansa’da nükleer yakıta dönüşmesi ve ardından Tahran ma faaliyetlerine erişebilecek konumda olmadığını reaktörü için İran’a geri verilmesi üzerineydi. Böylece ispatlamıştır. Buna rağmen İsrail, Hindistan, Kuzey İran’ın yüzde 20’lere varan uranyum zenginleştirme- Kore ve Pakistan gibi ülkeler NPT’ye taraf olmamasinin önüne geçilecek ve belli bir kontrol noktasında larına ayrıca nükleer silaha sahip olmalarına rağmen tutulacaktı. Bu gelişmeyi başta Ahmedinejat olmak son on yılda dünya kamuoyunun gündemine İran üzere iktidar bir başarı olarak yorumlasa da İran’daki oturmuştur. İran 2003’ten bu yana yapılan müzakerelsert muhalefet İran’ın nükleer özgürlüğünü devrimin erde pek çok yaptırıma maruz kalsa da çok güçlü bir teminatı olarak görmekteydi ve bu baskıları İran’ın bu şekilde ayakta kalmıştır. Ayrıca kendisine yapılan petöneriyi de reddetmesine yol açtı. İran her ne kadar rol ve doğal gaz ambargosuna karşı jeostratejik konuBrezilya ve Türkiye ile Mayıs 2010’da uranyum takası munu kullanarak dünya petrol akışının kilit noktası antlaşması imzalamış olsa da atılan adımları yeterli Hürmüz boğazını tehdit eden İran batılı ülkelere karşı görmeyen BMGK Haziran 2010 tarihinde 1929 sayılı bir kozu daha elinde bulundurmaktadır. Yeni dış poliyaptırım kararı almıştır. En ağır yaptırımları içeren tika algısı ve Ruhani’nin liderliği ile nükleer müzakbu kararnamede en kritik konu ise İran’dan petrol ve erelerden karlı çıkacak tarafın İran olduğunu düşündoğal gaz alımına getirilen ambargo olmuştur. Ayrıca mekteyim. tüm banka sistemi kontrol altına alınmış İran’a giden ya da İran’dan başka ülkelere giden gemilere şüph- 156 STRATEJİ STRATEJİ DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR 1-Afrasiabi, Kaveh, After Khomeini: New Direction in Iran Foreign Policy, Westview Press, 1994, s.33-68. 2-Iran: Nuclear resolution unacceptable, CNN, 27.11.2004, http://www.cnn.com/2004/ WORLD/ meast/11/27/iran.nuclear. 3-Katrin Bennhold, Iran rejects nuclear incentives from Europe, International Herald Tribune, 06.08.2005, http://www.iht.com/articles/2005/08/05/ news/iran.php. 4-Güner Özkan, ABD-İran Arasında Nükleer Güç ve Güvenlik Sorunu, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, Cilt 44, No 509, 2007, s.22. 5-Scott, Ritter, Hedef İran, İstanbul, Yakamoz Yayınları, 2007, s.28-53. 6-Arzu, Celalifer, Ekinci, İran Nükleer Krizi, USAK, Ankara, 2009, s.44. 7-Celalifer , a.g.e, s.56. 8-Celalifer, a.g.e, s.63. 9-Defne Atasoy, İran’da Şah Sonrası Nükleer Enerji Politikası, Kadir Has Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.141-160. 10-Oğuzhan, Dilek, İran’ın Nükleer Programları Kriz ve Türkiye, s.29, https://www.acade mia.edu/5625753/ Iran_Nukleer_Programlari_Nukleer_Kriz_ve_Turkiye. 11-Ekinci, a.g.e., s.72. 12-Ali Bülent Uşaklı, Nükleer Güç Olarak İran’ın Uluslararası Sistemdeki Yeni Konumu ve Konunun Türkiye Açısından Değerlendirilmesi, s. 107-111. 13-SETA Raporu, İran Nükleer Programı ve Ortadoğu Siyaseti, s.26,http://arsiv.se tav.org/ups/dosya/24693. pdf, 01.08.2008. 14-Ekinci, a.g.e., s.77. 15-Ekinci, a.g.e, s.97. 16-Ekinci, a.g.e, s.123. 17-Sinkaya, Bayram, İran’ın Nükleer Programı: Müzakere Sürecinde Umutların Yükselişi ve Düşüşü, Aralık2009,http://www.orsam.org.tr/tr/truploads/ yazilar/dosyalar/2009129bayra m.tr.pdf. 18-SETA Raporu, s.27. 19-Ekinci, a.g.e., s.152. 20-Rıza Türmen, Güvenlik Konseyinin İran Kararı, http://siyaset.milliyet.com.tr/guvenlik-konseyi-nin-iran-karari/riza-turmen/siyaset/siyasetyazardetay/14.06.2010/1250567/defaul t.htm, 14.06.2010. 21-BBC News, İran’ın Petrol Geliri % 45 Düştü, http:// www.bbc.co.uk/tur kce/ekonomi/2013/01/130108_ iran_oil.shtml. 22-Yüksel, Musa Umutcan, İran’da Yeni Eğilim: Nükleer Müzakereler ve Batı ile Gelişen İlişkiler,http:// www.impr.org.tr/iranda-yeni-egilim-nukleer-muzakereler-bolge-ulkelerine -yansimalari-ve-bati-ile-gelisen-iliskiler/. 157 23-Hamanei, Kahramanca Yumuşamayı; ilkelerden vazgeçmemek, rejimin çıkarlarını korumak, kazanmaya odaklanmak ve düşmanın bütün hilekârlığını unutmamak şeklinde tanımlamıştır. Hamenei yumuşama diplomasisinin teslimiyet olarak algılanmasını istememektedir. Ona göre Kahramanca Yumuşama teslimiyet değil, belki elde edilmiş kazanımları müzakere ve barış diliyle taçlandırmaktır. http://file.setav.org/F iles/Pdf/20130610163244_iran-siyaseti_web.pdf. CEZAYİR TARİHİ VE DIŞ POLİTİKA 20 Ocak 2015 Cihan TAŞGIN 1.CEZAYİR TARİHİ 1.1.19. Yüzyıla Kadar Genel Görünüm ugün nüfusunun %99’unu Araplar ve Berberilerin oluşturduğu Cezayir, 7.yüzyıla kadar Berberilerin yaşadığı bir coğrafyaydı. İslamiyet’in Arap yarımadasından yayılmaya başladığı 6.yüzyıl sonlarından itibaren Kuzey Afrika ve Mağrip coğrafyası Müslümanların Avrupa’ya ulaşma hedefleri üzerindeki bir güzergâh olmuş ve bölge fethedilmeye başlanmıştır. Böylece Libya, Fas, Tunus ve Cezayir yavaş yavaş Arap egemenliğine girerek bölgedeki Arap nüfusta giderek artmıştır. Berberi diyarı olarak kabul gören coğrafya artık Emevi İmparatorluğunun yönetimi altına girmiştir. Emeviler’in etkinliğini kaybetmesi ile Abbasi Hanedanlığı İslam dünyasının halifeliğini almış ve dolayısı ile Mağrip coğrafyasına hükmetmeye başlamıştır. Böylece Abbasi halifesi ile Berberi Hanedanlıklarının coğrafya üzerindeki mücadelesi başlamıştır. 13.yüzyıla kadar istila, işgal ve iç siyasal mücadelelerle geçilmiştir. Bu istikrarsız ve kaotik ortam 15.yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. İspanya ve Osmanlı mücadelesi başlamıştır. Özellikle Coğrafi keşiflerin başlaması ile İspanya ve Portekiz’in deniz aşırı ülkelere gitmeye başlamış olması ve Osmanlı’nın da Akdeniz’de nüfuz sahibi olma arzusu bu iki gücü karşı karşıya getirmiştir. 16.yüzyılın başında ise İspanyollar Mağrip ve Kuzey Afrika’daki Müslüman egemenliğini sona erdirmek için Haçlı Seferleri başlatmıştır. Ferdinand’ın ölümünden sonra Korsan Oruç Reis birçok Cezayir kasabasını ele geçirerek kendini sultan ilan etmiştir. Kendinden sonra da bölge yönetimini kardeşi Hayreddin’de “Barbaros” bırakmıştır. Barbaros’un Cezayir’i Osmanlı Sultanı’nın himayesine sunması ve Osmanlı İmparatorluğunda Kaptan-ı Derya “Donanma Komutanı” olması ile Cezayir siyasal anlamda etkin bir adım atmış oluyordu. 19.yüzyıla kadar Osmanlı himayesinde kalan Cezayir ve Kuzey Afrika, Osmanlı’nın zayıflamaya başlaması ve Avrupalıların Akdeniz’de önemli bir güç haline B gelmeye başlaması ile bölgedeki etkinliğini kaybetmeye başlamıştır. Özellikle başarısızlığa uğrayan Napolyon savaşları Fransa’nın kolonyal dış politika gütmesine yol açmış ve daha kolay siyasal ve ekonomik çıkar elde edebileceği bölgelere yönelmiştir. Bunların başında ise; Kuzey Afrika gelmektedir. 5 Temmuz 1830’da Cezayir’i işgal etmiş ancak ülkeye tamamen hakim olması en beş yılı aşkın bir zaman almıştır. Cezayir 1830’dan bağımsızlığını kazandığı 1962’ye kadar siyasal, sosyal ve ekonomik olarak Fransız yönetimlerinin himayesi altında kalmıştır. Fransızlar özellikle 1. ve 2. Dünya savaşlarında bölgeyi Ortadoğu’ya ulaşmak ve asker istihdamı açısından kullanmıştır. Bağımsızlık savaşının başlangıç tarihi olan 1954’e kadar tam anlamı ile modern bir kolonizasyon uygulanmıştır Cezayir üzerinde, öyle ki daha öncede bahsettiğimiz üzere tamamını Arapların ve Berberilerin oluşturduğu Cezayir toplumunda günümüzde en yaygın dil Fransızcadır. 1.2.Cezayir Bağımsızlık Savaşı ve Sonrası Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi 1950 sonrasında ufak çaplı halk hareketleri ile başlamış ardından Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FLN) [1] daha aktif rol oynamaya başlaması ile bağımsızlık savaşı da başlamış oldu. Fransız yönetiminin şiddet yolu ile çözüm arama gayesi savaşın çok vahim sonuçlara neden olmasında önemli bir etken oldu. Fransa’nın kendi mandası yönetiminde iken Cezayir’e getirdiği insanların ki zamanla Cezayirli oldular, Fransa ile birleşme arzusu da bu savaşın çok daha vahim bir hal almasına neden oldu. 1958 yılında Charles de Gaulle Fransa’da iktidara geldi ve Cezayir konusunda iç siyasetteki baskılara rağmen siyasi bir çözüm yoluna gitmeyi tercih etti. Böylece Cezayir ile barışçıl yollardan çözüm arayışında girildi. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu 956 [2] toplantısında Cezayir halkının kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olduğu kararı çıkmıştır. Böylece barışçıl yollardan çözüm yoluna girilmiş olsa da Cezayir’in bağımsızlık savaşı resmen 1962 yılında sona ermiştir. Yaklaşık sekiz yıl süren savaş neticesinde bir milyondan fazla Cezayirlinin öldüğü söylenmektedir. 5 Temmuz 1962’de resmen bağımsızlığın ilanından sonra 12 Eylül 1962’de BM Güvenlik Konseyi kararı ile BM üyeliğinin onanması kararı alınmıştır [3]. 158 STRATEJİ Bağımsız Cezayir’in ilk devlet başkanı Ahmet Ben Bella’dır. 1962 yılından 1991 yılında yapılan ilk demokratik seçimlere kadar Ulusal Kurtuluş Cephesi ülkede tek parti iktidarı ile devleti yönetmiştir. 1991 yılındaki seçimler Cezayir siyasi tarihindeki ikinci kırılma noktasıdır. Şöyle ki; 1989 yılında kurulan İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) [4] İran tarzı bir İslami yönetim için siyasal propagandalara başladı. 90’lı yılların başından itibaren de bu propagandaları sokaklara döktü. Bu propagandalar 1990 yılında yapılan yerel seçim sonuçlarına da yansımış ve 48 bölgenin 32’sinde FIS yönetime geldi. Ancak bu seçim sonuçları başta FLN olmak üzere diğer siyasal gruplar tarafından kabullenilmedi ve 1995 yılına kadar sürecek olan siyasal çatışma da böylelikle başlamış oldu. 1991 yılında yapılan genel seçimlerinde FIS’ın galibiyeti ile sonuçlanması bu çatışma ortamının ve ordunun yönetime el koymasına kadar giden sürecinde fitilini ateşlemiş oldu. 1992-95 yılları arası Cezayir için tam anlamı ile siyasi suikastlar ve siyasi istikrarsızlıkla geçilmesine neden olmuştur. Bugün ise bölgedeki en önemli sorunlardan biri El-Kaide yapılanması ve 2010 yılından itibaren yaşanmaya başlayan Arap Baharı ile değişen bölgesel dengelerdir. 2.DIŞ POLİTİKA 2.1.Genel Olarak Cezayir Devleti’nin dış politikadaki en temel sorunu Mağrip coğrafyasındaki siyasal iktidar alanıdır. Ayrıca uzun yıllardır FAS ile süregelen Batı Sahra sorunu ayrıca bölgesel güç olma konusu ve tabii ki Fransa etkisinden bağımsız bir dış politika gütme gayesi devletin başlıca konuları olmuştur. Zira günümüzde küresel güç olma iddiası olan ülkeler dahil siyasal etkinliği az ama ekonomik anlamda güçlü devletler dış politikada bu kartı çok iyi bir şekilde kullanmaktadır. Bunun en önemli iki örneği 1999 sonrası Putin iktidarı ile GazProm’u dış politika unsuru olarak kullanmaya başlayan Rusya ve Kaddafi yönetimindeki Libya’dır. Cezayir içinde 1999 yılında iktidara gelen Abdülaziz Buteflika dış politika ve ekonomik dönüşüm açısından tarihsel bir dönüm noktası olmuştur. Genel olarak Cezayir dış politikasına baktığımızda liderlerin kişisel yapılarına göre değişen bir dış politika anlayışı göze çarpmakta. Bağımsızlık sonrası daha Arap milliyetçisi bir dış politika izlenirken, Çadli döneminde çıkara dayalı bir dış politika belirlenmiştir. Bu dönemde uluslar arası siyasette ön plana çıkılmaya çalışılmış ve kimi krizlerde arabulucu rol üstlenilmiştir. Çadli Arap halkları ve devletleri içerisinde de etkili bir politika uygulamıştır. Özellikle Filistin konusunda ve Arap birliğini kurma yolunda önemli rol oynamıştır. Çadli’nin ölümünden sonra aynı yerine uzun süre dış işleri başkanlığı yapmış ancak hakkındaki yolsuzluk suçlamalarından dolayı da bir süre sürgün yaşamak zorunda kalmış olan Buteflika geçmiştir. Buteflika döneminde de dışa dönük ve işbirliği içerisinde olan bir uluslararası politika anlayışı olmuştur Cezayir’in. Bugün Petrol İhraç Eden Ülkeler “OPEC” üyesi olan Cezayir aynı zamanda gaz 169 rezervleri açısından 2010 verilerine göre Afrika’da ikinci, Ortadoğu’da dördüncü dünya da ise, onuncu sıradadır. Enerji konusunda böyle bir kaynak stoku olan bir ülkenin dış politika konusunda enerjiyi bir araç olarak kullanması da çok doğal bir sonuçtur. Her ne kadar Cezayir bir Rusya kadar bu durumdan yarar sağlayabilen bir politika sürdüremese de ilerleyen dönemler için bunun böyle süreceği anlamına gelme bu durumdur. 2.2.Batı Sahra ve Mağrip Politikası Mağrip siyasetinde göze çarpan en önemli konu Fas ile Cezayir arasındaki Batı Sahra meselesidir. Öyle ki her iki devletinde dış politikadaki ilk ana başlığı bu konu olmuştur. 1990ların sonunda Cezayir’de Buteflika’nın iktidara gelmesi Batı Sahra konusunda da yeni bir yaklaşımın başlangıcı olmuştur. Aynı De Gaulle Fransa’sının Cezayir üzerinde siyasal çözüm yoluna gitmesi gibi Buteflika’da Batı Sahra konusunda bölgesel ve tarihsel rakip olan Fas ile iyi ilişkilerde bulunma yoluna gitmiştir. Bu girişim Fas Kralı İkinci Hasan tarafından da olumlu karşılanmış ancak Kralın ölmesi neticesinde ilk aşamada sonuçsuz kalmıştır. Öte yandan İslami Silahlı Örgüt’ün (GIA) [5] Fas sınırından geri çekilirken gerçekleştirdiği katliamda iki ülke arasında yumuşama sürecine girmiş olan ilişkilerin durmasına neden oldu. Mağrip devletleri arasındaki ilişkilerde bir diğer iyileşme sürecide Clinton döneminde Amerikalı yatırımcıları çekmek için başlamıştır. Bouteflika, Moritanya ve Tunus ile ortak bir gümrük birliği oluşturmak için girişimlere başlamış ve karşılıklı ziyaretlerle aktif dış siyaset yapılmaya çalışılmıştır. Ancak Batı Sahra konusu halen önemini sürdürmekteydi. 2000 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından Batı Sahra’nın kendi kaderini tayin etme ve dolayısı ile referandum yapması için destek açıklamasına rağmen başta Fas olmak üzere bölgede hak iddia eden ülkeler buna pek yanaşmamıştır. Tabi Fas’ın bu konuda elini güçlendiren en önemli unsur Amerika ve Fransa desteği idi. Tüm bu ilişkileri normalleştirme girişimleri Fas ile Cezayir’in Batı Sahra konusundaki saldırgan politikaları neticesinde tıkanmıştır. Karşılıklı isteksizlik ve çatışma hali tüm girişimleri sonuçsuz bıraktığı gibi bölgesel siyasal istikrarsızlığa ve çatışma ortamına da neden olmaktaydı. Barışçıl çözümün aksine hem Fas hem de Cezayir karşılıklı caydırıcılık açısından sürekli silahlanma yoluna gitmiştir. 2003 yılında Batı Sahra konusunda çözüm için BM bölgeye bir temsilci atamıştır. BM temsilcisi James A. Baker iki kez bir çözüm planı ortaya koymasına rağmen karşılıklı anlaşmazlık sorunun çözümsüzlükle sonuçlanmasına neden olmuştur. 2.3.Afrika Politikası Bugün Cezayir her ne kadar Ortadoğu coğrafyasının bir parçası olarak görülse de asıl etki alanı Afrika kıtasıdır. Bouteflika döneminde Afrika coğrafyası üzerine çok yoğun bir şekilde eğilmişlerdir. Kimi STRATEJİ çözümsüzlüklerde rol üstlenerek kıtanın lider ülkesi olma yolunda önemli adımlar atmışlardır. Bu politikalarda etkinlik sahibi olmasındaki önemli faktör ekonomik olarak diğer devletlere göre daha iyi durumda olmasıdır. Ayrıca, Afrika kıtasında Libya ve Nijerya ile beraber Avrupa’ya enerji satan ülke konumunda oluşu da Cezayir’i öne çıkaran faktörlerden biridir. Her ne kadar Mısır’da bir Afrika ülkesi olmasına rağmen daha çok Ortadoğu üzerine yoğunlaşması Afrika kıtasındaki Arap nüfusu barındıran Libya ve Cezayir’in bölge politikasında daha etkin rol almalarında önemli bir noktadır. Cezayir’in Afrika politikasındaki en büyük başarılarından biri Etiyopya ve Eritre arasındaki çatışmalar konusunda gösterdiği başarıdır. Cezayir Haziran 2000’De ortaya koyduğu planı ile Etiyopya ve Eritre arasında barışı sağlamayı hedeflemiş ve çatışmanın her iki tarafı da bu planı kabul etmiştir [6]. Ayrıca bölgede terörü yok etmek, Afrika’nın kalkınmasını sağlamak ve bölgenin uluslararası sisteme entegrasyonu açısından G8, BM ve Afrika Birliği gibi birçok ortamda çalışmalar yürütmüştür. 2.4.Ortadoğu Coğrafyası ile İlişkiler Cezayir aslında bir Afrika ülkesi olmakla beraber Arap nüfusu ve Müslüman bir ülke oluşu, ayrıca tarihi geçmişi dolayısı ile de bir Ortadoğu ülkesi olarak kabul görmektedir. Belki doğrudan bölge politikalarına etki edemese de siyasal ve sosyal anlamda yoğun bir etkileşim içindedir. Bugünkü durumu göz önünde bulundurduğumuzda hem ülke içerisindeki El-Kaide yapılanması hem de Arap Baharının oluşturduğu rüzgâr Cezayir siyasetinde de nedenli etkin bir hal aldığının göstergesidir. Tüm bu unsurları ve tarihsel duruma rağmen Cezayir ne tam anlamı ile bir Ortadoğu ülkesidir diyemeyiz. Bölge ile ilişkilerine bakacak olursak, Cezayir’de tıpkı diğer Arap devletleri gibi Cemal Abdül Nasır’ın etki alanına girmiş ülkelerden biridir. Özellikle Fransız hegemonyasındaki dönemde başlayan bağımsızlık mücadelesi ve milliyetçilik yöneliminde Nasır etkisi yadsınamaz. Sosyal ve siyasal anlamda etki alanı bulan bu etki hem dönemin siyasal konjonktüründen kaynaklanan sebeplerden dolayı “bu sebeplerin başında Nasır’ın dış politikada İsrail eksenli bir tavır alması var.” Hem de bölgesel uzaklık Nasır’ın Cezayir konusunda fiziksel anlamda etkinlik alanı oluşturmasını sağlayamamıştır. Öte yandan bağımsızlık sonrası iktidara gelen Huari Bumedyan dönemin bölgesel anlamdaki en önemli dış siyaset konusu olan Filistin meselesinde aktif ve sert bir politika izlemiştir. BM’nin 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşından sonra Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu 1967/242 no’lu kararnameyi ve de ateşkesi tanımadığını ilan etmiştir. Ardından 1973 savaşında da Cezayir diplomatik yolu teşvik edici aktif rol oynamıştır. Diğer petrol üreten Arap ülkeleri gibi petrol boykotuna destek vermiştir. Arap Baharı sonrası ise bölge ilişkileri daha çok yönetim değişikliklerinden kaynaklanan boşluklardan faydalanmaya çalışan El-Kaide ve El-Kaide yanlısı örgütlerin etkilerinden uzak durmaya çalışmak üzerine politikalar güdülmekte. Ve yine Arap Baharı’nın Cezayir’e de domino etkisine devam etmemesi için yeterli olmasa da reform hareketlenmeleri görülmekte. 2.5.Fransa ve Avrupa ile İlişkiler Fransa, Cezayir’in en karmaşık ilişki içerisinde olduğu devlettir. Fransız mandası altındaki dönem, bir milyondan fazla insanın ölmesi ile sonuçlanan bağımsızlık mücadelesi süreci gibi çok travmatik bir tarihe sahip olan Fransız-Cezayir ilişkileri dönemsel olarak pragmatizm üzerinden etkin bir şekilde yürütülmüştür. Kültürel anlamda Fransa ile sömürge döneminden kalan dil bağlılığının yanı sıra ithalat ve ihracatta da işbirlikleri vardır. Cezayir’de Bumedyan’ın ölümünden sonra iktidara gelen Çadli yönetimi dış politikada çok pragmatist bir tavır sergilemiştir. Bundan elbette en büyük etkiyi Fransa ile olan ticari ilişkiler görecektir. Cezayir-Fransa ilişkileri gerçekten çok köklü ve belki de mecburi ilişkiler ekseninde gelişmekteydi. Şöyle ki; 1965 yılında iki devlet arasında imzalanan anlaşmaya göre Cezayir Petrol ve Gaz üretiminin 3/2si Fransız Şirketleri olan Compagnie Française des Petroles ve Enterprise de Recherches et d’Activities Petrolieres’e verildi. 1971 yılında Bumedyan hükümeti kamulaştırma çalışmaları ekseninde hisselerin %51inin geri alınacağını açıklaması ile hükümetler arasında gerilim arttı. Fransa 1965 anlaşmasına aykırı olarak nitelendirdiği bu durumun kabul edilemez olduğunu açıklasa da adil bir tazminat karşılığı kabul edileceğini duyurdu. Ancak Cezayir yönetiminin teklifini kabul edilemez görüp müzakereleri durdurma kararı aldılar. Böylece karşılıklı boykot başladı. Hem Fransa hem de Cezayir ülkelerindeki diğer devlet vatandaşları üzerine boykot uygulamaya başladı. Ayrıca Fransa, Cezayir gaz ve petrolü ile diğer sanayi ürünlerine de ambargo kararını kamuoyuna duyurdu. Bu durum Cezayir ekonomisi için önemli bir buhran anlamı taşımaktaydı zira en büyük dış ticaret hacmi Fransa ile gerçekleşmekteydi. Bu nedenle Cezayir Fransa’nın tazminat ve karşılıklı uygulanan vergiler konusundaki talebini kabul etmek zorunda kaldı. Buteflika dönemine kadar ilişkiler bu minvalde devam etti. Bir dönem Cezayir’in Amerika ile olan ticaret hacmini genişletmesi ve dış ticarette en çok ticaret hacmi olan ülke konumuna Amerika’yı getirmesi ile Fransa ile olan ilişkiler yine gergin bir hal aldı. 1999’da Buteflika’nın yönetime gelmesi ile daha öncede bahsettiğimiz üzere dış politikada yapıcı bir üslup kullanılmaya başlandı. Buteflika’nın diplomasi çabaları karşılık bulmuş ve Jacques Chirac 2001 yılında uzun bir aradan sonra Cezayir’e gelen ilk Fransız devlet adamı olmuştur. Diğer Avrupa ülkeleri ile olan ilişkilere bakacak olursak, Avrupa ülkeleri bu coğrafyalara genellikle kendi siyasal geçmişleri üzerinden politikalar gütmektedirler. Örneğin geçmişlerinde etkin oldukları devletlerle 160 STRATEJİ STRATEJİ ilişki kurmayı tercih ederler. Fransa’nın tarihsel olarak bu denli yakın ilişkide olduğu Cezayir diğer Avrupalı “rakip” ülkelerin Cezayir ile karşılıklı ilişkilerinde de etkili olmuştur. Fransız Cezayir ilişkilerinin düzeldiği dönemlerde Avrupalı devletlerde yakın ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Özellikle Almanya terörle mücadele konusunda Cezayir ile ortaklık anlaşmaları için müzakereler yapmıştır. Cezayir 2005 yılında Avrupa Birliği ile bir ortaklık anlaşması yapmıştır [7]. Anlaşmaya göre ana başlıklar şöyledir: • Cezayir’e gümrüksüz mal ihracatı • Diğer ürün grupları için vergiler adım adım azaltılması • Akdeniz’de serbest bölge oluşturulması Bu anlaşmanın yanı sıra Almanya ile yapılan karşılıklı anlaşmalarda vardır. Bunlar: Alman-Cezayir araştırmaların korunmasına yönelik anlaşma ile Alman-Cezayir Çifte vergilendirme sözleşmesidir. 2.5.Amerika ile İlişkiler Cezayir’in özellikle Fransa ile ilişkilerinin duraksamaya başladığı dönemde Amerika ile ilişkilerinde gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Aslında ilginç olan konulardan biri de hem İsrail-Filistin konusunda hem de Vietnam savaşı meselesinde Amerika ile ters düşen Cezayir 1980lerin sonunda yaptığı ikili ticari girişimler ile dış ticarette en büyük pazarı oluşturmaya başladı. Bu aslında Cezayir’in bağımsızlık sonrası tamda konjonktürel ya da başka bir deyişle pragmatist bir dış politika güttüğü göze çarpıyor. Cezayir-Amerikan ilişkilerinde en önemli gelişmeler 2000li yıllardan sonra yaşanmaya başlanmıştır. İki binli yılların başında, Fransa ile olan ilişkilerin gerilemesiyle beraber ABD-Cezayir ilişkileri ivme kazanmıştır. Bu ivme devlet başkanı Bouteflika’nın 2001 yılındaki iki günlük ABD ziyareti ile şekillenmiştir. Bu ziyaretin en önemli özelliği ise Chadli Bendjedid’in 1985 yılındaki ziyaretinden bu yana yapılan ilk ziyaret olması idi. Bu ziyaretin öncelikli amaçları, yerel siyasete destek yanında uluslararası alanda imzalanacak anlaşmalar sayesinde Fransa’dan kazanılan bağımsızlığın sağlamlaştırılmasıdır [8]. Bu yakınlaşmalar Amerika’nın Batı Sahra konusundaki yaklaşımında Cezayir yanlısı bir tutum sergilemesini sağlamıştır. Öyle ki; ABD, Mağrip politikasının önemli engeli olan Batı Sahra sorununun çözümü olduğunun ve bu sorununu çözümünün de Cezayir olmadan olmayacağının ve Cezayir’in Orta Doğu’da azımsanmayacak bir etkisinin de olduğunu göz önünde tutarak Cezayir’i İsrail ile yakınlaşmaya davet etti. Bununla beraber ABD’nin Cezayir politikasında diğer bir belirleyici unsur da uluslararası terörle mücadele olmuştur. Buna karşın ülkedeki insan hakları ihlalleri AB’nin ve diğer batı ülkelerinin dillendirdiği gibi ABD tarafından da basın özgürlüğü alanının genişletilmiş olması haricinde, siyasi katılımın sınırlı olmasından duyulan endişelerle dile getirilmiştir. 12 Eylül saldırıları ise Cezayir hükümetinin uluslararası alanda savunduğu on yılı 161 bulan terörle mücadele stratejini doğrular nitelikteydi [9]. DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR 1-FLN Ulusal Kurtuluş Cephesinin Fransızca isminin kısaltılmış halidir. Fransızca orijinal isim; Front de Libération Nationale. Daha detaylı bilgi için Bkz. http://www.brita nnica.com/EBchecked/topic/405030/National-Liberation-Front (17.11.2013) 2-BM Genel Kurulunda Cezayir ile ilgili alınan karar için Bkz. http://daccess-dds-ny.un.org /doc/RESOLUTION/GEN/NR0/153/47/IMG/NR015347.pdf?OpenElement (18.11.2013) 3-Cezayir ile ilgili 176 no’lu kararname için Bkz. http://daccess-dds-ny.un.org/d oc/RESOLUTION/ GEN/NR0/182/07/IMG/NR018207.pdf ?OpenElement (18.11.2013) 4-http://www.britannica.com/EBchecked/topic/295755/Islamic-Salvation-Front (18.11.2013) 5 - http : / / w w w. c f r. or g / a l g e r i a / a r m e d - i s l a m ic-group-algeria-islamists/p9154 (18.11.2013) 6-Yahia H.Zoubir, The Resurgence of Algeria’s Foreign Policy in the Twenty-First Century, The Journal of North African Studies, Routledge, 2006, syf.171. 7-http://eeas.europa.eu/algeria/agreement/index_ en.htm (19.11.2013) 8-Yahia H.Zoubir, a.g.e., syf.177. 9-Yahia H.Zoubir, a.g.e., syf.178-79. FRANCO – OTTOMAN RELATIONS IN TERMS OF FRANCE’S MIDDLE EASTERN POLICIES DURING THE REIGN OF KING LOUIS XIV stopping sort of imprisoning them in Versailles. The French Academy and the Royal Academy, which contributed to French civilization and language, were established when he was yet a child, although they developed during his reign. In Voltaire’s famous book entitled “The Century of Louis XIV”, Voltaire praises the levels attained in science and the arts during his reign, and indicates that they all reached a peak in this century. Furthermore, Ernest Robert Curtius states in 23 Ocak 2015 Oral TOĞA his work “French Civilization” that “During the reign of Louis XIV, no other nation has reached such a mahe 17th century saw much change in the turity in the establishment of an administrative, intelworld, with the balance of power between lectual and moral France”. Europe and Ottoman Empire shifting slowly in favor of Europe. Europe was exhausted following the Thirty Years’ War, In Louis’ childhood, the country was governed by his and entered a new era following the Westphalia Peace mother, Austrian Princess Queen Anna, and Italian descent prime minister Cardinal Mazarin. Mazarin treaties. took his policies from Cardinal Richelieu, and with no doubt that following Mazarin, his man Colbert took While the Ottoman Empire was equally as exhaust- France much further. Furthermore, the French diped as a result of domestic conflicts, by the end of the lomats of this period possessed significant skills, and century it has not made the same gains as Europe, and many that served in the Ottoman Empire spoke Turkhad in fact incurred many losses. This century saw no ish very well, and carried out Colbert’s commands fewer than 10 sultans at the head of the Ottoman Em- with great success. pire, six of whom had been dethroned. It is certain that this complicated the standing of the Ottoman Empire, and did not go unnoticed by Europe, compel- An analysis of the Middle East policies of France reling the Europeans to strike a braver attitude toward veals that France, following Henri IV, pursued a double-headed policy against the Ottoman Empire: On Ottomans than in the previous centuries. one side was an official explicit policy, while on the other were half or fully implicit policies that includAnother characteristic of this century, particularly in ed diplomats, soldiers or reverends, the authority of its second half, were the reigns of several monarchs which were unknown. who would have a significant impact on today’s world, such as Petro the Great, Karl XII of Sweden and Louis XIV. While Europe was being shaped under the rule In the Ottoman Empire, politics were in the hands of of these monarchs, the Ottoman Empire was facing the harem in this period, and were in a state of chaos. Some sultans came to a sad end, as in the case of many predicaments and domestic conflicts. Young Osman, while others, such as Murat IV, protected their thrones with quiet authority. In this cenI’d like to provide you with some background infor- tury, aside from in the Köprülü’s era, the Ottoman mation about the subject of my presentation, which Empire was unable to subdue its rebels and conflicts. is the reign of Louis XIV.As most will know, he was five years old when he ascended to the throne. Until his death at the age of 72 he commanded absolute au- Today, I will try to tell you the policies pursued against thority in France, after coming to power in a Europe the Ottoman Empire in particular, and the Middle that had been shaped by the Westphalia Agreement. East in general, during the reign of “Le Roi Du Soleil”, He demolished the authority of noble class, only just the Sun King of France, Louis XIV, and reactions of T 162 STRATEJİ the Ottoman Empire to these policies. Moreover, from 1700s onwards, the ambassadors and missioners of France to the Ottoman Empire published and distributed under the counter works relatThe cold era of relations between the Ottoman Em- ing Armenian history, language and literature, while pire and France started in the reign of Louis XIII, and the Ottoman administration attempted to prevent the tensions reached an advanced stage in the era of Louis practice. XIV, attributable to a great extent to the Catholic propaganda being disseminated by France in the Ottoman geography. It is beyond doubt that one of the reasons behind the success of this Catholic propaganda in the Ottoman Empire was the good relations between France and I’d like to talk about these acts of propaganda, because the Empire. In the reign of Louis XIV in particular, I believe that they were a crucial part of the Middle these Catholic missioners had substantial support, East policies of Louis XIV. both morally and politically, and the hand of France behind these missioners delayed the Ottoman Empire The spread of propaganda was carried out by Jesuits from taking rigid measures, providing further enand Franciscans, although according to the Francis- couragement to the missioners. cans, the Jesuits were more active. Ahmet Refik, quoting the letter of an Aleppo ArmeThis cult started opening branches in the Ottoman nian Priest to Louis XIV in his article “Catholic ProEmpire in 1563, and continued to do so far 190 years paganda in Turkey”, said that “Armenia will be estabuntil 1773 under the protection of French ambassa- lished by one of the strongest kings of France”. Antioch Greek Patriarch said “We expect our salvation one day dors. from God and your highness,” while an Armenian Patriarch, as quoted in the same article, spoke of Louis About the activities of this cult, Hammer says in Ham- XIV as the “New Constantine”. mer History, “Encouraging the opening of schools to turn Jewish children and dissenting Christians into Catholics, and the uniting the Greek Patriarch and According to the resources, in 1691, 31.000 (Thirty Latin sects. French ambassador De Breves adminis- one thousand) Armenians converted to Catholicism. tered them to St Benoit church in Beyoğlu, and tried It is almost certain that Bab-ı Ali knew all about this, to get St George church. The Jesuits were looked upon and the appropriate measures were taken. An Armewith suspicion by the Ottoman Empire, and started nian printing house in Istanbul was closed, and the to be seen as spies of Spain or Rome. It is said that Armenian Patriarch was discharged and imprisoned, the Grand Vizier stated in an interview with French to be replaced by dissenter Avendik in 1701. Avendambassador that in Beyoğlu he’d rather see 10 mean ik was kidnapped by the French Consul in Chios and ecumenicals than a single Jesuit. Members of the cult imprisoned in the Bastille, and following this incident, were accused of being enemies of the Ottoman Empire the Ottoman Empire began restricting the movements and of making mischief everywhere and were called of Jesuits. In reaction, priests tried to obstruct the imto the Divan-ı Humayun for trial, but were released plementation of the decision by bribing governors, following the intervention of the French ambassador. always with the protection of the French ambassador. These developments all occurred before the reign of Louis XIV, although the cult was able to continue its The most intense area for Catholic propaganda outactivities into his reign. side of Istanbul was Syria, especially the cities of Damascus, Aleppo and Sayda, where strong relationships I’d like to mention Savary de Breves, whose name ap- were established with the Maronites. The origin of the pears here. As Mr. Faruk Bilici explained elaborately relationship between the Maronites and French goes in one chapter of his book “Louis XIV and His Project back to the Crusades. In the second half of the 17th of Conquering Istanbul”, de Breves’ book against the century, students were sent to Rome and Paris, and Ottoman Empire spoke of its demolition and his de- reciprocal visits were realized. sire to revive the crusades. The following periods saw similar booklets written and presented to the King; however I will pass this subject, and shall mention In the reign of Louis XIV, along with all this Cathoonly the existence of these plans, as Mr. Bilici has al- lic propaganda, an attempt was made to amass a huge amount of information against the Ottoman Empire, ready discussed the subject in depth. such that in addition to diplomats, many travelers were sent by Louis XIV to the Ottoman geography. In the reign of Louis XIV, the dissemination of Cath- During this time, various works were written about a olic propaganda continued unabated. Strong relations broad range of subjects, including the people living in with various communities such as the Maronites and the Ottoman Empire and the different types of plants. the Armenians. Furthermore, several maps were drawn and sketches were made of cities and castles on which even the gun- 163 STRATEJİ shots and their directions were engraved. This is one ter three days in prison, the ambassador was released of the factors that makes this period so interesting. and the incident slurred over with sentences like “past is past, all should be forgotten, we can be good friends from now on”. The reign of Louis XIV brought a strong France that had a say in Europe; and so France no longer needed the Ottoman Empire’s help, as it had before. This Grand Vizier Fazıl Ahmet laid siege to Heraklion accelerated the spread of Catholic propaganda and (Kandiye) Castle in Crete in 1669 to knock down Venincreased activities against the Ottoman Empire. Di- ice, compelling Venice to seek help in Europe. Louis van-ı Humayun spy Vertoamont in the French Embas- XIV sent 7,000 soldiers to Crete in support of Venice sy spoke about this to Bab-ı Âli, compelling Sadrazam with the newly built Galleons in Toulon, although the Köprülü Mehmet Paşa to call French Ambassador La operation only postponed the fall of Crete, and the Haye to Edirne in 1658, where he was interrogated, French were forced to retreat with huge losses. arrested and imprisoned until his return from the Erdel Campaign. Louis XIV was angered by this, and dispatched Blandel, his ambassador in Berlin, to Is- Relations saw some recovery after 1669. After the cantanbul to ask for an apology. This was unprecedented cellation of the capitulations, Holland and England in proud Ottoman diplomacy, and the Grand Vizier had the trade advantage in the Mediterranean, and scolded the ambassador and turned him away, and de- this left the French merchants in a difficult position. spite Blandel’s insistence, he was unable to obtain an At the same time, France, having lost control of the Atlantic and turned its attention again to the Mediaudience with the Sultan. terranean. Cardinal Mazarin, who had been especially effective in the early years of the reign of Louis XIV, engaged in policies against which Bâb-ı Âli took a sharp stand. As a result, the Ottoman Empire set the Levents in Algeria against France, who increased their attacks, forcing France to attack Algeria in 1664 under the command of Admiral Duc de Beaufort. The attack was subsequently thwarted by Janissary Master Şaban Ağa. When Bab-ı Ali learned of the situation, relations, which were already on a knife-edge due to the dissemination of Catholic propaganda, broke off. Ambassador La Haye was called in front of Grand Vizier Köprülü Fazıl Paşa and insulted, bringing about a cancellation of the capitulations. They first asked the Turks to send an ambassador to Paris to agree terms, although the Ottomans saw this as an opportunity to insult France, and sent a miscellaneous master called Süleyman Ağa rather than a high-ranking sergeant from Divan. Süleyman Ağa arrived in Toulon on August 4, 1669, where he was welcomed with a great ceremony. Reports from the time give an idea of the excitement at the Turks’ sending of an ambassador to France, however the insulting attitude of Süleyman Ağa in the presence of Louis XIV earned him immediate disfavor with the king. The French aristocracy, on the other hand, considered being a guest of Süleyman Ağa to be an honor, and he served them Turkish coffee he had brought with him. Even though his diplomacy was unsuccessful, SüleyTensions between the two countries brought France man Ağa’s coffee and the stories he told were deficloser to its European neighbors. Under the incentive nitely successful, fueling the Turquerie movement in of Pope Alexander VIII, Louis XIV sent soldiers to France. Moliere’s work “The Middle Class Gentleman” take part in the holy alliance established to counter was penned in order to make fun of the attitude of the the Austrian campaign of the Ottoman Empire. In French aristocrats towards this ambassador. August 1664, the French Legion, under the command of Duc de la Feuilland, gave its support to the Austrian army in the Battle of St. Gotthard between the Ot- Meanwhile, La Haye, who had drawn a reaction from toman Empire and Austria. Hammer tells that Grand Bab-ı Ali, was recalled to Paris, to be replaced by Vizier Köprülü Fazıl Ahmet asked “who are these Mointel, who came to Istanbul with Süleyman Ağa. young girls” when seeing the powdered and made-up hair of the enemy. Mointel went to Edirne on January 15, 1671 and gave his letter of credence to the Grand Vizier. While in Obviously, France’s support of Austria was not wel- conversation with the Grand Vizier, talking about the comed by the Ottoman Empire. On December 7, 1665, magnificence and power of King Louis XIV, Köprülü La Haye returned to the Ottoman Empire from France interrupted Mointel, saying “The King of France is a without the traditional welcome. The Grand Vizier ac- great sovereign, but his sword is new”. When the Amcepted the ambassador without even standing up, and bassador spoke about the antiquity of the friendship scolded him for France’s association with the enemy. between the Ottoman Empire and France, he was reAs Hammer quoted, the Grand Vizier shouted at the proached by the Grand Vizier, who said “the French ambassador “Jew!”, A Kapıcıbaşı removed him from are maybe old friends, but we always find them with the chair and beat him up with the chair. When the our enemies”. ambassador went to take out his sword, one of the guards slapped him, and he was duly imprisoned. Af- As a result of this, the Ottoman Empire, that had not 164 STRATEJİ wanted to extend the cold state with France, renewed the capitulations and signed a new agreement. The most vital points of this agreement were that churches would no longer be taxed, and that France would protect all Catholics in all regions of the Empire, gaining more than the privileges it gave for Jerusalem and Kamame churches. Mointel also sought action from Murat IV related to the protection of the rights of the holy lands that had been cancelled, and integrating these lands with France, however the Greeks objected, and the empire decided in favor of the Greeks. This is a clear indication that the conflicts that occurred around the possession of holy places in the 1850s dated back to the 17th century. After a decade of such incidents, France tired of the pirate raids on Algeria and Tunisia, and organized a raid in Chios as an act of revenge in 1681. The Ottoman Empire asked for an immediate apology and for compensation, which France provided, stating “We had no idea or no relevance about this incident. Those involved will be punished”. Considering the incidents related so far in my presentation, it would be fair to say that France had always followed a balanced but double-headed policy towards the Ottoman Empire. However, France lost the confidence of the Empire through the policies it pursued in this period, and this had negative consequences on France, as I will explain at the end of my speech. lowitz signed, and thus comfort their ally Austria. All of these factors combined to ensure the Treaty of Karlowitz were signed, and the Ottoman Empire thus managed to stay clear of the tense environment in Europe. Not wanting to see a powerful France, Europe tied France’s hands as a result of the Spanish Succession Wars, and succeeded in stopping its growth of power. It is not possible to answer such questions as “Would we be living in another world today if the Ottoman Empire had kept going into war with Austria, as France wanted?” or “Would it have affected the result of the Spanish Succession Wars?”.It would be fair to say, however, that the exhaustion of the ongoing Turkish-French alliance since the reign of François I as a result of the policies pursued in the 17th century against the Ottoman Empire doubtlessly laid a heavy burden on both countries. The Bourbon royalty lost its reign 74 years after the death of Louis XIV, and the Ottoman Empire entered the next century with even bigger problems that would set the stage for its collapse. To summarize all that I have explained so far before I end my speech, The policies against the Ottoman Empire pursued by France in the 17th century, which rose in the reign of Richelieu and continued under the rule of Louis XIV, were double-headed. On the one hand, the continuity of the alliance and the capitulations aimed to strengthen commercial interests; while on the other hand, policies against the Ottoman Empire were adAs everybody knows, the 2nd Siege of Vienna was a opted at every opportunity by associating with Christurning point in world history. The Ottoman armies tian Europe. The Catholic propaganda being dissemhave been heavily defeated, retreated from Vienna, inated at the time harmed the relations, and all these and a holy alliance was established that saw the Ot- combined to make France an unreliable ally for the toman Empire lose large territories, particularly with Ottoman Empire. the signing of the Treaty of Karlowitz. After the Vienna, France turned against Ottoman Empire explicitly; however this act, and the country’s double-headed policies against the Empire, would have negative consequences for France. France felt lonely in a tense environment, just before the Spanish Succession Wars, and it attempted to use the Ottoman Empire to distract the Habsburgs. French Ambassador Ferriol demanded the Grand Vizier Hüseyin Paşa postpone the signing of the Treaty of Karlowitz on the eve of its ratification, claiming that France would be going into war against the Habsburgs, after which the Ottoman Empire would get back the territories it had lost. The Ottoman Empire declined the offer, desiring instead to take a breath and pull itself together after the exhaustion it had suffered in going into war. Furthermore, considering France’s policies related to the Empire in the past, the Ottoman Empire no longer had any confidence in France. A third reason was related to the demands Holland and England made against the Ottoman Empire in order to get the Treaty of Kar- 165 STRATEJİ France turned its back policies that had been ongoing since François I, and with the power it had gained, it turned against the Ottoman Empire with Europe. However, when Europe turned against France in an attempt to restrict the strength of Louis XIV and to share the vast lands of Spain, France was left alone, and paid the price of breaking its traditional policy in the Spanish Succession Wars. Thank you for listening and for your patience. SOVYET SONRASI ORTA ASYA EKONOMİLERİ: ŞOK TERAPİ VE AŞAMALI GEÇİŞ MODELLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI 15 Ocak 2015 Haluk Olcay TUNÇAY Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından gelen ilk birkaç yıl, Orta Asya devletlerindeki insanların özellikle yaşam kalitesinde büyük düşüşlere sahne olmuştur. Sovyetler Birliği’nin son döneminde halihazırda yetersiz olan sağlık ve eğitim gibi sosyal hizmetler daha da kötüye gitmiştir [1]. Bu dönemde merkezî ekonomiden liberal ekonomiye geçiş yapan ülkeler yaptıkları reformlarda istenilen uluslararası ekonomik ve politik standartlara erişebilmek için çeşitli şekillerde adlandırılan iki temel model benimsemişlerdir: Şok terapi (radikal/eş zamanlı değişim, büyük patlama) ve aşamalı (kademeli, tedrici) geçiş stratejileri. Okumakta olduğunuz çalışma Orta Asya örneğine değinerek bu iki modelin karşılaştırmasını yapmayı hedeflemektedir. odaklanmaktadır. Kademeli geçiş işe, eş zamanlı şok terapi reform stratejilerinin alternatifi olarak, radikal reformların aşamalı bir biçimde daha uzun vadeye yayılması ve sırayla gerçekleştirilmesidir. Bu sebeple bu model, step-by-step yani ‘adım adım’ şeklinde de adlandırılmaktadır. Şok terapi ve kademeli model üzerine odaklanarak yapılan ayrımda, şok terapi yaklaşımının eleştirmenleri, hız vurgusunun dönüşüm sürecinde kısmen değerli olan varlıkları zarara uğrattığını ve bunun neticesinde ortaya çıkan ‘düzensizliğin’ fiyat liberizasyonu ve hükümet harcamalarındaki kesintiler ile birleştiğinde ciddi bir yoksulluk sorununa ve gelir eşitsizliğine sebep olduğunu savunmaktadır. Rusya örneğinde, geçiş sürecinin belirsizliği de göz önünde bulundurularak iyi organize edilmemiş bir geçiş sürecinin, sıralı izlenen adımların zaman zaman birbirlerini tıkayarak, yapılması gereken reformları bloke ettiği görülmektedir [4]. Bununla birlikte, Orta Asya devletlerinde komünist düzende güç sahibi parti erkanı ve fabrika yöneticilerinin Sovyet çöküşünden sonra değişmeyerek, bu sefer de cumhuriyetlerin önemli konumlarında kalmaları, bir anlamda geçiş sürecinde kamu mallarının eşit dağıtımını veya sosyal refahın sağlanmasını olumsuz etkilemiştir*. Tedrici bir geçişi benimseyerek yerli üretimini bir Şok terapi yaklaşımında yapısal reformlar, müm- ölçüde korumayı başaran Özbekistan ile petrol yatakkün olan en hızlı biçimde serbest piyasa güçlerinin larının dışarıya satılması sonucunda kalkınabilen Kaekonomide doğal rollerini oynayabilecekleri şekilde zakistan örnekleri bir kenara alındığında, kapitalizme yapılanır [2]. Bu geçiş politikaları birçok farklı kat- geçişin sosyal açıdan dev bir çöküş bilançosuna sebep manda özelleştirmeye gidilmesi veya merkezi ku- olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu sav, Dünmanda ekonomisinin yetkisizleştirilmesi ve güçsü- ya Bankası’nın 2001 senesinde yayınladığı raporla** zleştirilmesi olarak da yorumlanabilir. Washington şu şekilde desteklenebilir: Consensus (Washington Uzlaşması) olarak bilinen ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar- Ülke Yoksulluk Oranı la paralel ilerleyen bu politikaların özelliklerini N. A. Graham tanımlamaktadır [3]. Grahama göre bu Kazakistan %21 politikalar temelde, piyasa disiplininin arz ve tale- Kırgızistan %70 bi dengeleyecek bir fiyatlandırma dahilinde, kamu Tacikistan %74 sektörünün özelleştirilerek küçültülmesi, ülkeye dış sermayenin girişinin sağlanması, serbest ticaretin Özbekistan %47 teşvik edilmesi, yerel paranın değer olarak dünya piyasa değerlerine yaklaştırılması ve sübvansiyon, Sonuç olarak, geçiş dönemine sürdürülebilir bir resosyal refah, sağlık ve eğitim harcamalarında kesin- fah anlamında bakıldığında Kazakistan da dahil oltilere gidilerek bütçe açıklarının azaltılması üzerine 166 STRATEJİ mak üzere Orta Asya devletlerinin sosyal açıdan tatmin edici bir noktaya gelmesi zor görünmektedir. Bu açıdan şok terapinin de tedrici yaklaşımın da kapitalizmin görünmez eline bakıyor olması, devletlerin uyguladığı politikanın irrasyonelliğine işaret etmekte, fakat birey merkezci bir yaklaşım yerine azami kâr hedefleyen bir sisteme geçişin “egemen olanlar egemenliklerini korudukları sürece problem olarak görülmediği” sonucuna varılmaktadır [5]. DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR 1-Peter L. Roudik, Post-Soviet Transformation, The History of the Central Asian Republics, Greenwood Press, 2007, s. 147. 2-Savaş Çevik-Erol Turan, Devletin Kurumsal Dönüşümü: Orta Asya Cumhuriyetleri Perspektifinden, Bilig, Sayı 41, 205-224, 2007, s. 211. 3-Graham, 2001 (alıntılanan eser: Esra Güler, “Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş Sürecinde Rusya: Nasıl Bir Kapitalizm?, Business and Economics Research Journal, Cilt III, Sayı 3, 2012, s. 37-38). 4-IMF, Transition: Experience and Policy Issues, World Economic Outlook, International Money Fund, Bölüm 3, 2000, s. 93. * Bilindiği üzere, yolsuzluğun önemli bir sorun olduğu, temel gıda maddelerinin bile sürekliliğinin sorgulandığı ve garantisinin olmadığı bir dönemde, kamu mallarının özelleştirilmesinin ve halka pay edilmesinin sağlıklı bir yolla gerçekleşmesi pek gerçekçi değildir. Kupon ismi verilen hisse senetlerinin, fabrika müdürleri veya güç sahibi insanlarca halktan çok düşük fiyatlarla toplanması bu şartlar altında zor olmamıştır. Bu, başka bir çalışmada derinlemesine ele alınması gereken farklı bir çalışma konusudur. ** Bu rapor yoksulluğu günde 2.15 Amerikan Dolarının altında gelir ile yaşama olarak tanımlamaktadır. 5-Hakan Güneş, Sovyet Sonrası Orta Asya’da Kalkınma Modelleri: Yapısal Dönüşümün Karşılaştırmalı Analizi, Kalkınma ve Küreselleşme, Editör: Saniye Dedeoğlu-Turan Subaşat, 2004, s. 315. 167 168