Almanak 2013-2015`e erişmek için tıklayınız.

Transkript

Almanak 2013-2015`e erişmek için tıklayınız.
ALMANAK 2013-2015
İSTANBUL FİKİR ENSTİTÜSÜ
İSTANBUL FİKİR VE EĞİTİM DERNEĞİ YAYINLARI
NİSAN-2016
EKONOMİ
1
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE BÜYÜME KALKINMA YANILSAMASI: TÜRKİYE
ÖRNEĞİ
3
FAİZ SAVAŞLARI
4
HATALARDAN DERS ÇIKARMAYANLAR
6
PETROL ÜZERİNDEKİ FİYAT OYUNU
8
YABANCI SERMAYE
11
FİNANSÇI GÖZÜNDEN SEÇİMLER
HUKUK
BU ALMANAKTA YER ALAN ÇALIŞMALAR
KAYNAK VE YAZAR ADI BELİRTİLEREK
KULLANILABİLİR
İLETİŞİM
CUMHURİYET CAD. NO.29 TAKSİM
BEYOĞLU/İSTANBUL
www.ife.org.tr
[email protected]
İSTANBUL FİKİR VE EĞİTİM DERNEĞİ YAYINLARI
NİSAN 2016
İÇİNDEKİLER
İSTANBUL FİKİR VE EĞİTİM DERNEĞİ
HER HAKKI SAKLIDIR © 2016
14
“ÖZÜR” KANUNU
15
AVUKATLIK, SAYGINLIK VE MOLIERE
17
6100 SAYILI HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU’NDA PASİF HUSUMET YOKLUĞU
VE TEMSİLDE HATA
20
ELEKTRONİK TEBLİGAT YÖNETMELİĞİ
22
KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜRECİNİN UNSURLARI
28
KREDİ KULLANAN TÜKETİCİLERİN DİKKATİNE
30
6098 SAYILI TÜRK BORÇLAR KANUNU’NDA KEFALET SÖZLEŞMESİ BAKIMINDAN YENİLİKLER
34
6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA EMİSYON PRİMİ (AGİO-PRİMLİ PAY)
35
İSTANBUL BAROSU YÖNETİMİ DÜŞTÜ MÜ?
37
TURKEY PROVIDES CORPORATE INCOME TAX EXEMPTION ON CERTAIN SERVICES
38
6502 SAYILI TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN’A PRATİK BİR
BAKIŞ
40
6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA HOLDİNG ŞİRKETLER
42
SAĞLIK HİZMETLERİ TEMEL KANUNU VE ZORUNLU HİZMET YÜKÜMLÜLÜĞÜ
43
DEVRE TATİL SÖZLEŞMELERİNDE KAPIDAN SATIŞ HÜKÜMLERİNİN KIYASEN
UYGULANMASI
45
ÇOCUK GELİNLERİN FERYADI: “EVCİLİK Mİ, EVLİLİK Mİ?”
47
İŞ SÖZLEŞMESİNİN İKALE (BOZMA SÖZLEŞMESİ) YOLUYLA SONA ERDİRİLMESİ
49
ÇALIŞAN İŞÇİYE KIDEM TAZMİNATI ADIYLA YAPILAN ÖDEMELER
50
YENİ TÜKETİCİ KANUNU KAPSAMINDA AYIPLI MAL VE TÜKETİCİNİN HAKLARI
52
6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU’NDA ANONİM ŞİRKET YÖNETİM KURULU
66
SUÇLARIN İÇTİMAI
147 LÜBNAN’IN TARİHSEL DÖNÜŞÜMÜNE BAĞLI DIŞ POLİTİKASI VE DIŞ POLİTİ-
İLETİŞİM BİLİMLERİ
KASINI ETKİLEYEN UNSURLAR
153 HER ŞEYE RAĞMEN NÜKLEER: ANTİK YUNAN-PERS SAVAŞINDA SON PERDE
80 SİYASAL İLETİŞİM VE KİTLE MANİPÜLASYONU
158 CEZAYİR TARİHİ VE DIŞ POLİTİKA
82 KÖLELER VE EFENDİLER
162 FRANCO – OTTOMAN RELATIONS IN TERMS OF FRANCE’S MIDDLE EASTERN
84 V FOR VENDETTA VE SİMÜLASYIN
POLICIES DURING THE REIGN OG KING LOUIS XIV
87 TÜRKİYE’DE SİYASAL REKLAMCILIK
166 SOVYET SONRASI ORTA ASYA EKONOMİLERİ: ŞOK TERAPİ VE AŞAMAŞO GEÇİŞ
MODELLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
PERSPEKTİF
92 YAPISALCILIK VE DİL
94 TOPLUM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
96 DAR BİR KESİTTEN GENİŞ BİR TAHAYYÜL
104 TÜRKİSTAN LEJYONU
108 BİR DENEYCİNİN FELSEFESİNDE BİLGİ SORUNU
111 G8 ZİRVESİNDEN ÇIKAN VERGİSEL ÖNLEMLER, TİCARET VE ŞEFFAFLIK
113 GECİKMİŞ BİR BAYRAM TEBRİĞİ
114 DENEYSEL BİR HİKAYE
115 KAPALI BİR TOPLUM: YEZİDİLER
116 BASMACI HAREKETİ VE ENVER PAŞA
118 KATİL KİM?
119 KİTAP, TEKNOLOJİ VE FELSEFE
121 YAHUDİ TÜRKLER: HAZAR TÜRKLERİ’NE GENEL BİR BAKIŞ
126 MUSADDIK VE AJAX OPERASYONU
STRATEJİ
130 HAZAR HAVZASINDA BBÜYÜK ENERJİ OYUNU - I
132 NATO VE TRANSATLANTİK İLİŞKİLER - I
133 ENERJİ JEO-POLİTİĞİ: HAZAR HAVZASI KAYNAKLARI ÜZERİNE TEMEL STRATEJİLER
137 LAUDERDALE PARADOX
138 OECD MEETS WITH BUSINESS ON BASE EROSION AND PROFIT SHIFTING ACTION PLAN
140 HAZAR HAVZASINDA BBÜYÜK ENERJİ OYUNU - II
142 NATO VE TRANSATLANTİK İLİŞKİLER - II
144 EGEMEN FİLİSTİN’İN BABASI ARAFAT VE FİLİSTİN’DEKİ ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN YAPI TAŞI EL FETİH
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
98 BİLGE KAĞAN
İ
BİZ KİMİZ?
nsan, topluma katabildiği değer ölçüsünde, o topluma olan aidiyetlik
duygusunu kazanır. Toplum ise insanları bütünleştirebilme ve bireysel özgürlüğün tesisine bağlı olarak
kendi devamlılığını sağlar. Hem
fikren hem de eylemsel ölçüde dayanışmaya sırt çevirmiş toplumlarda ise bireylere sağlanan güven ve
aidiyet ortamı sınırlı kalmaktadır.
İnsanı; hem bireysel anlamda özgür hem de
toplumsal anlamda bir arada tutabilecek olan
şeyler ise düşünce ve bu düşünceyi ifade edebilme becerileridir. İşte bu doğrultuda İstanbul Fikir Enstitüsü olarak bizler fikrin gücüne
inanan gençler olarak 29 Mayıs 2013 tarihinde
bir hedef etrafında bir araya geldik.
Dünya’daki çağdaşları ile kıyaslandığı zaman
Türkiye’deki düşünce kuruluşları, fikir kulüpleri ya da istişare platformları toplumsal konulara ya tek bir disiplin üzerinden bakmakta
ya da dar bir bakış açısıyla yanlı bir değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Öte yandan bu fikir
birliği kurumsallaşması ele alındığında Türkiye’de çok başarılı örnekler ortaya çıkmıştır.
Araştırma alanlarında ise nitelikli rapor ve
analizler mevcuttur. Ne var ki bunlar da akademik yükselmeyle bağlı olarak yılların birikimi sonucu kıymetli büyüklerimiz tarafından
ortaya konulabilmektedir. İşte tespit ettiğimiz sorun da tam bu noktadan itibaren başlamaktadır. 2014 yılındaki Birleşmiş Milletler
Nüfus Fonu (UNFPA) verilerinin de kesin bir
şekilde kanıtladığı rakamlara göre Türkiye
nüfusunun %41,1’ini çocuklar ve genç nüfus
oluşturmaktadır. Türkiye’nin fen ve sağlık bilimlerinde genç nüfustan yararlanma olanağı
ve onları uzmanlaştırma kapasitesi daha etkin
bir yapıdayken sosyal bilimler alanında Türkiye’deki bir gencin ortaya bir tespit ya da eser
koyması giderek daha da zorlaşan bir durum
halini almaktadır. Bunun sebeplerini başta lisans eğitimlerinin fikir üretiminden ziyade
meslek odaklı hale gelmesi ve fikir üretecek
genç beyinlerin üniversitelerde lisansüstü eğitimlerine devam etmemeleri olarak gösterebiliriz. Bunun sonucunda ise akademik camiada
çekirdekten “fikir üretme” odaklı akademisyenlerin yetişmesi zorlaşmaktadır. Sorunun
bir diğer boyutu ise dünyadaki örnekleri
ile karşılaştırdığımızda Türkiye’deki gençlik
STK’larının ve genç düşünürlerin akademik
camia, medya, siyaset ve hayatın içindeki reel
yaşamda geride kaldıklarını görmekteyiz. Yukarıda bahsettiğimiz tablo sadece daha ileriye
ve daha güzele ulaşmak için eksikliklerimizi
belirtse de her gün uyandığımızda ufka bakarken Türkiye’nin geleceğinin bizler olduğu
bilincinden bir saniye olsun ayrılmıyoruz.
Biz gördüğümüz umudu, çabayı, çalışmayı ve
gayreti kendi aramızda daha çok paylaştıkça
çoğalacağını biliyoruz. Hatalarda ısrarcı olmamanın, hoşgörüyü destur edinen çalışmanın ve merkezine “insan ve toplumu” ayrım
gözetmeksizin koyduğumuz her halis niyetin
başarıya ulaşacağının bilinciyle yola çıkıyoruz. Medeniyet ancak onu besleyen kökleri ve
özünü aktaracağı dalları olduğu sürece canlı
durabilir. Fikriyatın ve çağlar arası aktarımının olgunlaşması için toplumdaki yegâne unsur genç nesildir. İşte bu yola çıkarken de en
büyük dayanağımız bu unsurlardır.
İstanbul’un Antik Yunan’dan günümüze taşıdığı evrensel bir değerinin olduğunu kabul
ederek bu yola çıktık. İnsanlığın başkenti olmaya aday bu güzel şehrin bin bir farkıyla asırlara rağmen ayakta kalması misali bizler de bir
medeniyet inşası için ortaya çıkan her farklı
fikrin bir bütün oluşturabileceğini ve İstanbul
gibi asırlara meydan okuyabileceğini düşünüyoruz. Yine İstanbul gibi daha önce yapılmış
hiçbir eseri ötelemeden hatta ve hatta çoğu
zaman da temelini o koskoca maziden alan
Sinan misali fikirler bina etmeyi hedefliyoruz.
Ustalığı ustalara, kalfalığı kalfalara bıraktık.
Bizler bize güvenen bir Türkiye’nin geleceği
olarak çıraklıktan başlayarak hem bir medeniyet inşası için fikrin temellerini atacağız hem
de en kısa zamanda İstanbul Fikir Enstitüsü çatısı altında toplandığımız çok-disiplinli
yapıda ustalaşacağız. Bahsetmiş olduğumuz
üzere Türkiye’nin gençlik potansiyelinin farkındayız. Bizler vakit kaybetmeden 1071’in,
1389’un, 1453’ün, 1517’nin ve 1923’ün ve tarihimizde yer alan pek çok dönüm noktasının
değerlerini özümseyerek 2023’lere, 2053’lere
ve 2071’lere ulaştıracak olan kalemlerin sahipleri olma yolundaki talipleriz.
Saygılarımızla.
İstanbul Fikir ve Eğitim Derneği
EKONOMİ
EKONOMİ
EKONOMİ
Gini 1 ise 100 liranın tamamını 1 kişi alır ve diğer 99
kişi hiç bir şey elde etmez. Gini 0 olduğunda ise 100
lira 100 kişi arasında eşit şekilde paylaştırılır. Herkes
payına düşen 1 lirayı alır. Türkiye’nin Gini Katsayısı 2012 yılı itibari ile 0,412’dir. Gelir dağılımı adaleti
noktasında en adil ülkeler kuzey ülkeleri olarak adlandırılan Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya gibi
ülkeler akla gelmektedir. Karşılaştırma yapabilmeniz
açısından aşağıda OECD’den alınmış, bir kaç ülkenin
daha katsayılarını verilmiştir [1].
Polonya: 0,304
• Hollanda: 0,278
• Avustralya: 0,324
• Finlandiya: 0,261
•
GELİŞMEKTE OLAN
ÜLKELERDE BÜYÜME
KALKINMA YANILSAMASI:
TÜRKİYE ÖRNEĞİ
6 Ocak 2015 Bilal GÖDE
S
osyal bilimler fen bilimlerine nazaran daha
elastik, daha yuvarlak bilimler kümesidir. Sosyal bilimlerin içerisinde birbirine çok yakın,
birbirinin yerine kullanılan bir çok kavram
vardır. Özellikle ekonomi alanında bu duruma sıkça rastlanmaktadır. Benim dikkatimi çeken ve
son zamanların gözde kavramları olan ”iktisadi büyüme” ve “kalkınma” bu yazının konusunu oluşturacak.
tılabilir.
Seçimler ile dolu bir dönemden geçtik ve önümüzde
bir genel seçim mevcut. Seçimlerin ana malzemelerini
ise mitingler, tartışma programları, parti vaatleri vs.
gibi etmenler oluşturmaktadır. Büyüme kavramını ise
bu sayılanlar içerisinde bolca duyduk ve daha da duyacağız. Asıl soru iktisadi büyüme nedir? Bu büyüme
neyi ifade eder? İktisadi kalkınmayla alakası nedir?
Büyüme ile kalkınma aynı şeyler midir?
Ekonomik büyüme, üretilen mal ve hizmet kapasitesinde meydana gelen artıştır. Yani bir ülkenin ekonomik büyümesi, ülke fert başına gayri safi yurtiçi hâsılasının sürekli olarak artması anlamına gelmektedir.
Bir ülkede ekonomik büyümenin ne oranda meydana
geldiğini belirleyebilmek için ortalama büyüme hızı
ile yıllık büyüme hızı hesaplanmaktadır. Ortalama
büyüme hızı, belli bir zaman dilimi içinde reel GSYH’
Sosyal meselelerin açıklanması noktasında net sonuç- de meydana gelen artışı ölçmektedir.
lara ulaşmak büyük zorluklar arz etmektedir. Sosyal
bilimlerin konusunu insan davranışları oluşturur ve Ekonomik kalkınma tabir caizse derya denecek bülaboratuarı ise toplumun ta kendisidir. Toplumun ken- yüklükte ve önemdedir. Kalkınmanın bir tanımını
disi süreçler çerçevesinde sosyal bilimleri şekillendi- yapmaya çalışacaksak eğer: Toplumun okuma yazma
rir, yok eder veya yeni alanlar ortaya çıkarır. Örneğin oranı, ortalama yaşam süresi, kişi başına düşen enerdemokrasi kavramını ele alacak olursak; 1215 Magna ji miktarı, ortalama eğitim süresi, toplumdaki intihar
Carta’ya kadar gideriz. Fakat dikkat etmemiz gereken sayısı, toplumsal mutluluk, kişi başına düşen milli genokta, 1215 yılına kadar bu kavramdan bahsetme- lir, haciz sayıları gibi araçları kapsayan çok geniş bir
mizin mümkün olmamasıdır. Toplumlar o tarihten değişkenler kümesi kullanmak zorunda kalırız. Eğer
başlayarak demokrasi kavramını gerek müspet gerek- bir kalkınmadan bahsedilecekse bu sayılan değişkense menfi tecrübelerle geliştirmiş ve günümüze kadar lerde iyileşme gerçekleşmelidir. Bu kadar fazla değişulaştırmıştır. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta ise ken içerisinde yalnızca ekonomik büyüme sonucunda
demokrasi kavramının gelişim sürecinde yalnızca ortaya çıkan kişi başına düşen gelir artışı kalkınma
şu etkenler öne çıkmıştır diyebileceğimiz kavramlar için yeterli değildir. Büyüme sonucunda ortaya çıkan
yoktur. Tam da bu noktada sosyal bilimlerin ne kadar gelirin paylaşımı ayrıca kalkınma için çok önemli bir
geniş bir perspektifi kapsadığına dikkat çekilmelidir. noktadır. Eğer ki ortaya çıkan gelir toplumun geneline
yayılmayıp yalnızca kaymak tabaka olarak tabir edilen
İktisat beşeri yani insani bir sosyal bilimdir. Ekono- toplumun üst kesimi arasında paylaşılıyorsa büyüme
milerin işleyişini, üretim, tüketim, bölüşüm süreçle- mefhumu toplumun geniş kesimleri için önemsiz bir
rini ele alarak bunları açıklamaya çalışır. Toplumların olgu haline gelecektir.
ekonomik durumlarının iyileştirilmesi, mevcut durumun analizi gibi amaçlar doğrultusunda iktisat bili- Ekonomi literatüründe gelirin paylaşımının sistemami bir araç olarak kullanılmaktadır. Sosyal bilimlerin tiği Lorenz Eğrisi yardımıyla elde edilen Gini Katsabir cilvesi diye tabir edebileceğimiz bir nokta iktisat yısı yardımıyla açıklanmaktadır. Bu katsayı 1’e yaklaşbilimi açısından da geçerlidir. Mevcut durum analiz tıkça gelir dağılımı daha adaletsiz 0’a yaklaştıkça daha
edilirken veri seçiciliği yapılarak, gerçek fakat eksik adaletli bir hal alır. Daha açık bir dille ifade etmek geverilerle yorumlar yapılarak dinleyiciler kolayca alda- rekirse 100 lira ve 100 kişinin olduğu bir ekonomide
1
Dünya bankasının yayınladığı verilere göre Türkiye
gelir dağılımı adaleti sıralamasında 57. sıradadır [2]. Bu kadar bozuk bir gelir dağılımı sistemi içerisinde
sizinde takdir edeceğiniz üzere atılım düzeyinde bir
kalkınma hamlesinin gerçekleştirilmesi pek mümkün
değildir.
Kalkınmanın bir diğer değişkeni olan ortalama yaşam
süresine göz atalım. Ortalama yaşam süresinin uzunluğu bireylerin aldığı sağlık hizmetinin kalitesiyle çok
yakından alakalıdır. Sağlık hizmetleri tedavi edici sağlık hizmetleri ve önleyici sağlık hizmetleri olmak üzere ikiye ayrılır. Tedavi edici hizmetler hastalığa yakalandıktan sonra yapılan işlemleri kapsamaktadır. Bu
tür hizmetler genel olarak az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerde yoğunluk göstermektedir. Diğer sağlık hizmetleri ise önleyici sağlık hizmetleridir. Bu tür
hizmetler gelişmiş ülkelerde uygulanmaktadır. Daha
bireyler hastalanmadan önlemler alınarak hastalık
tabiri caizse daha ortaya çıkmadan tedavi edilir, bu
sayede bireyler hem kendileri hastalanmadığı için
üretim sürecinden geri kalmayacaklar hem de çevresine bu hastalığı yaymayacaklardır. Türkiye örneğinde
görebildiğimiz ise şu an için hala tedavi amaçlı sağlık
hizmetlerinin yoğunluğudur.
tadır.
Dünya bankasının yayınlamış olduğu bir diğer rapora
göre Türkiye satın alma gücü paritesine göre dünyada 59. sırada [3]. 18975 dolar ile 59. sırada yer alan
ülkemiz bu rakam ile Estonya, Polonya, Uruguay gibi
kendimize rakip olarak bile görmediğimiz ülkelerin
gerisinde kalmıştır.
Kalkınmanın dünya üzerinde kabul edilen en önemli
göstergelerinden bir tanesi insani gelişmişlik endeksidir. Birleşmiş Milletler tarafından her yıl yayımlanan,
ortalama yaşam süresi, okuryazarlık oranı, eğitim durumu, yaşam standartları ve yaşam kalitesi açısından
ülkeleri ölçen İnsani Gelişmişlik Endeksinde Türkiye
187 ülke arasında 69’uncu sırada yer almaktadır [4].
OECD tarafından yapılan; gelir, barınma, iş imkânları, toplumsal yaşam, eğitim, çevre, sağlık, hayattan
memnuniyet, güvenlik gibi ölçütlere sahip “İyi Yaşam
Endeksi”nde Türkiye maalesef sonuncu sırada yer almaktadır [5].
Çalışmada örneklerle ortaya konulan olumsuzluklar
her ne kadar içimizi yaralasa da mevcut durum bundan ibarettir. Türkiye bakıldığında büyüyen bir ülke
olarak görülebilir fakat Türkiye maalesef ki büyüdüğü
kadar kalkınan bir ülke konumunda değildir. Kalkınmanın gerçekleştirilememesi ise üretilen zenginliğin
halkla paylaşılmaması, gelişmişliğin nimetlerinden
toplumun geniş kitlelerinin faydalanmadığı anlamına
gelir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda toplumun
alt gelir grubuna mensup vatandaşların büyüme ile
övünmesi biraz absürt kaçmaktadır; çünkü büyümenin nimetlerinden onlar değil “godamanlar” faydalanmaktadır ve bu gidişat ile de faydalanmaya devam
edecektir.
KAYNAKLAR
1- http://stats.oecd.org/Index.aspx?DataSetCode=IDD
Ortalama yaşam süresinin uzunluğunu etkileyen diğer önemli etkenler arasında beslenme kalitesi ve 2- http://wdi.worldbank.org/table/2.9
barınmadır. Bireylerin beslenme kaliteleri ne kadar 3- http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.
yüksek, yaşanan evlerin kalitesi ne kadar yüksek olurP C A P. P P. C D ? o r d e r = w b a p i _ d a t a _ v a l u sa sağlıkları o derece düzgün olacaktır. Sağlıklı bireye_2013+wbapi_data_value+wbapi_data_valerin ise yaşam süreleri uzun olacaktır. Dünya Sağlık
lue-last&sort=desc
Örgütünün (WHO) 2014 yılında yaptığı bir araştır- 4- http://onedio.com/haber/14-gostergeyle-dunyamaya göre Türkiye’nin ortalama yaşam süresi 74,4
da-turkiye-371808
yıldır. Bu ortalama ile Türkiye Dünyada 96. sırada
yer almaktadır. Listenin başında 88,2 yıl yaşayan Mo- 5- h t t p : / / w w w . o e c d b e t t e r l i f e i n d e x .
org/#11111111111
nakolular, 84,6 yıl yaşayan Japonlar, 84,2 yıl yaşayan
Andoralılar yer almaktadır. Yunanlılar ortalama 79,5
yıl yaşamaktadır. Türkler Yunanlılara göre 5 yıl daha
erken ölmektedir. Hepimizin malumu olduğuna göre
hiç bir insan genetik olarak bir diğerinden daha üstün
değildir. Ortaya çıkan bu süre farkları da bahsedildiği
gibi kişilerin yaşam şartları tarafından ortaya çıkmak-
2
EKONOMİ
FAİZ SAVAŞLARI
Türk Lirası’nın yabancı para birimleri karşısında değer
kaybetmesine neden olacaktır. Yani özetle faiz oranındaki kontrolsüz düşüş paramızın değerini kontrolsüzce düşürecektir böylece döviz kurları da kontrolsüzce
25 Ocak 2015 Osman ÖZEN
yükselecektir. Peki, Sayın Erdem Başçı neden Dolar
gibi yabancı para birimlerinin ciddi yükselişinden
ugünlerde ekonomiye ilgisi olmayanların bu kadar çekinmektedir? Bunun önemli iki nedeni
bile fark ettiği bir gerilim var faiz oranı üze- vardır. Birincisi, Türkiye döviz ile ciddi miktarda itrinde. Hükümet ve Sayın Cumhurbaşkanı halat yapan bir ülkedir. Eğer döviz kurları kontrolsüzfaiz oranında ciddi miktarda düşüş istiyor- ce yükselirse Türkiye yurt dışından mal alamaz olur.
ken Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İkinci neden ise 2009-2013 arasındaki düşük kurlara
Başkanı Sayın Erdem Başçı faiz oranında büyük mik- güvenen Türk özel sektörü çok büyük döviz borcu yütarda bir azaltma yapmak istemiyor.
kümlülüğüne girmiştir. Kurlardaki kontrolsüzce bir
artış çoğu şirketimizi iflasa sürekler ve ülkede büyük
Sayın Cumhurbaşkanı ve hükümet bir tarafta, Sayın bir kriz çıkar.
Erdem Başçı diğer tarafta.
Yani tartışmayı özetleyecek olursak hükümet seçim
Öncelikle olaya Sayın Cumhurbaşkanımız ve hükü- öncesi ekonomik bolluk yaşatarak oylarını arttırmak
metin isteği üzerinden yaklaşacağım. Bu iki saygın isterken, Sayın Erdem Başçı bu işin riskini düşünerek
odağımız niçin faiz oranlarının düşürülmesini isti- Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmasını
istemiyor ülkenin.
yorlar?
B
HATALARDAN
DERS ÇIKARMAYANLAR
1 Şubat 2015 Osman ÖZEN
Ü
yeti ile silahlanma yarışına giren Yunanistan’ın zaten
sağlıklı gösterdiği bilançolarının yalan olduğunun anlaşılması gerekirdi. Niyeyse AB ve ABD yıllarca bu yalanı görmek istemediler. Siyasetçi olmadığım için bu
konuda daha fazla yorum yapmayacağım.
Netice olarak Yunanistan çok kötü bir batağa düşmüşnlü fizikçi, bilim adamı Albert Einstein’ın tü. Aslında yıllarca borçla borç ödüyordu ve artık gloçok sevdiğim bir sözü vardır. “Aptallığın bal krizden dolayı yeni kredi de bulamayacaktı. Yunaen büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp nistan yolun sonuna gelmişti.
farklı bir sonuç almayı ummaktır.”
Bildiğiniz gibi Yunanistan’da seçimlerini radikal sol
ittifak Syriza kazandı. Hatta tek başına iktidarı 2 sandalye ile kaçırdı sadece. Ben siyasetten pek anlamam.
Ekonomiden anlarım. Ancak Yunanistan halkının bu
radikal sol tercihi ekonomik bir nedene dayandığı için
bu konuyu bu yazımda detaylıca ele alacağım.
2.SYRİZA’NIN İKTİDARA GELİŞİ
Bu kadar ağır bir kriz yaşanırken zengin kitle dışında
halkın kalanı açlık sınırıyla yüz yüze gelmişti. Yunanistan’ın zenginleri de elbette servetlerinin çoğunu
kaybetmişti ama birikimlerinden dolayı karınları toktu ancak orta ve küçük sınıf gerçekten açlıkta yüz yüzeydi. Böyle bir ortamda da sosyalist söylemler yani
işçi sınıfını yücelten söylemler ne yazık ki bir çözüm
zannedildi ve Syriza iktidarı kazandı.
Faiz oranlarını düşürdüğünüz zaman kredi çekip yatırım yapmak isteyen şirketler daha düşük maliyetle
borç çekebilirler ve bu sayede kredi çekme konusunda cesaretli davranırlar ve daha çok yatırım yaparlar.
Benzer şekilde halk da daha düşük maliyetle konut
kredisi, taşıt kredisi, ihtiyaç kredisi çekebileceği için
kredi çekme konusunda daha cesur davranırlar ve
çok kredi kullanıp çok tüketim yaparlar. Yani faiz oranı düştüğü zaman hem üretim hem de tüketim artar
ekonomi canlanır.
1.YUNANİSTAN NASIL EKONOMİK KRİZE GİRDİ?
Yunanistan ürettiğinden fazlasını tüketen bir ülke.
Yani yıllarca bütçesini borç ile döndüren bir ülkeydi.
Avrupa Birliği ve ABD Yunanistan’a çok ciddi miktarlarda borç veriyordu. Yunanistan ilginç bir ülkeydi.
Aldığı borcu kusursuz kullanıyordu. Bilanço rakamları muhteşemdi. Takvim 2008 yılını gösterdiğinde
ABD büyük bir krize girdi ve dünyanın açık ara en
büyük ekonomisi olduğu için bu kriz global bir krize
dönüştü. Artık Avrupa Birliği ve ABD Yunanistan gibi
ülkelere borç verecek durumda değildi. Hemen 3 yıl
içinde takvimler 2011 yılını gösterdiğinde Yunanistan hükümeti borçları geri ödeyemeyeceğini açıkladı,
hatta Yunanistan’ın neredeyse maaş ödeyecek hali bile
kalmamıştı. Tarihinin en korkunç ekonomik krizine
girmişti.
Merkez Bankası görevi gereği fiyat istikrarını sağlamalıdır. Özellikle enflasyondaki ani yükselişleri para
politikasıyla engellemelidir. Faiz oranı düşürüldüğü
zaman yukarıda bahsettiğim gibi tüketim artar. Tüketimin artışı beraberinde enflasyonun artışını da
getirir. Tam burada enflasyonun tanımını yapmam
gerekir. Enflasyon: Piyasada dolaşan para miktarının
artması sonucu paranın değerinin düşmesidir. Bu tanımdan yola çıkacak olursak enflasyondaki yükseliş
Peki, bilançosuna bakılırsa aldığı borcu neredeyse
kusursuz yatırımlarda kullanan Yunanistan nasıl batmıştı? Bilanço incelendiği zaman Yunanistan’ın büyük
dolandırıcılığı ortaya çıkmıştı. Yıllarca yayınladığı bilançolar tamamen yalandı. Yunanistan borç alabilmeye devam etmek için bütün ekonomik raporlarla oynamıştı. Zaten hiçbir şey üretmeyen, günde ortalama Bu tarz yönetimlerin ikinci hatası kamulaştırmadır.
sadece 6 saat çalışan, aşırı maaş dağıtan, 11 milyonluk Bütün önemli işletmeleri devlet bünyesine katmak yanüfusuyla koskoca 75 milyonluk Türkiye Cumhuri-
Peki, sana göre bu iş nasıl çözülmeli diye soracak olursanız, hangi tarafın teorisinin daha haklı olduğu tartışmasına girmeyeceğim. Yukarıda iki tarafın da haklı
gerekçelerini yazdım. Siz de eminim ki iki taraftan
birine daha çok hak vermişsinizdir. İlle de benim cevabımı duymak istiyorsanız bana göre bu tartışmada
fikrinin kabul edilmesi gereken taraf Sayın Cumhurbaşkanı ve hükümettir. Bunu ekonomik gerekçelerle
yazmıyorum. Ülke yönetimi sorumluluğunu elinde
bulunduran hükümet nasıl istiyorsa para politikası da
ona göre uygulanmalıdır. Sonuçta ekonomik bolluğun
ödülü de veya bu risk sonucu yaşanabilecek sıkıntıOlaya şimdi de Sayın Erdem Başçı’nın tarafından ba- ların cezası da sandıkta oy olarak hükümete yansıyacaktır. Sayın Erdem Başçı’ya değil. Sorumluluğu fazla
kalım.
olan tarafın söz hakkı da fazla olmalıdır.
3
EKONOMİ
3.AYNI HATALARI TEKRAR YAPMAK
Syriza’nın seçim zaferi her ne kadar etki-tepki sonucu da olsa Syriza’nın seçilmesine aslında çok şaşırıyorum. Ekonomik bataktan çıkmak için dünyadaki en
kötü ekonomik sisteme sahip yönetim biçimlerinden
biri olan sosyalizme yakın olan bir partiyi ekonomik
kurtuluş olarak görmek çok büyük bir hatadır bana
göre.
Peki sosyalizm, komünizm gibi yönetim tarzları ekonomik açıdan neden bir felakettir? Bu yönetim tarzlarında devlet piyasaya müdahale eder ve kapalı bir
ekonomik sistem uygulamaya çalışır. Demirin fiyatını, pamuğun fiyatını, buğdayın fiyatını, vb… devlet
belirlemeye kalkar. Devletteki memurlar nasıl bilsin
bütün piyasayı? Ya fiyatı olması gerekenden pahalı koyar, üreticinin elinde mal kalır ve tüketici mal alamaz
ya da fiyatı olması gerekenden ucuz belirler talep çok
olur ama ortada satacak mal kalmamıştır. (bkz. Türkiye’de 70’lerde yaşanan yağ ve tüp kuyruğu).
4
EKONOMİ
pılacak en büyük hatadır ama bu sistemler bunu savunur. Bir özel işletmenin en büyük amacı kar etmektir.
Hele bir de rakipleri varsa halka en kaliteli hizmeti en
ucuzdan vermeye çalışır ki müşteri bulabilsinler. Bu
tamamen halkın yararınadır çünkü halk cebinden az
para çıkararak en kaliteli hizmete ulaşır. Oysa ki devlet kamulaştırması yani devlet tekeli tam bir felakettir.
Devlet şirketi kar etmeyi önemsemez, verimli olmayı
önemsemez. O işletmedeki yönetiminden çaycısına
kadar herkes sadece koltuğunu kaptırmamayı düşünür ve işletmeyi geliştirmeyi düşünmez çünkü iyi de
çalışsalar kötü de çalışsalar aynı memur maaşını alacaklardır kıdemleri oranında. Yani bir devlet işletmesi
tekel olunca halk daha çok paraya daha kalitesiz hizmet, ürün satın almak zorunda kalır. Aynı zamanda
devletle rekabet etmek kanuni düzenlemeler devletin
elinde olduğu için çok zordur bu yüzden özel sektör
yatırım yapmayı bırakır. Böylece kısa bir süre içerisinde işsizlik de korkunç boyutlara gelir.
caktır dünyada ve Almanya daha az para kazanacaktır. Bu yüzden Almanya Euro’yu düşüren bu gerilimi
desteklemektedir. Bu nedenden ötürü Syriza’nın şımarık talepleri kabul edilecektir Almanya tarafından.
Kısa sürede Almanya’nın destekleri işe yarayacak olsa
da uzun vadede sonuç SSCB, Kuzey Kore gibi hüsran
olacaktır.
5. BU DA BİZE DERS OLSUN
Yunanistan’ı batıran olay 2008 krizi sonrası kredi bulamamasıydı. O krediyi bulamama sebebi ABD’de kredi
aldığı kurumun bir başka yatırım bankasını kurtarmaya
çalışırken batmaya yaklaşmasıydı(Bank Of America).
Biz Türkiye Cumhuriyeti ise o krizden Bank of America kadar etkilenmeyen bir kurumdan (Citi Bank) kredi çektiğimiz için batmadık. Yani kriz bizim yapısal
reformlarımız sayesinde teğet falan geçmedi. ABD’deki kredi kaynağımız batmadı. Oysa ki Yunanistan’ın
Sizleri iktisatla ilgili daha çok sıkmak istemiyorum. kredi kaynağı diğer kurumları kurtarmaya çalışırken
Aslında bu konu üniversitelerde bir aylık ders zama- batmaya yaklaştı ve Yunanistan’a bir daha kredi vernı alır ama ben size kısaltmaya çalıştım. Olayı fazla medi. Eğer biz de o kriz esnasında batan ya da batmaya
uzatmamak adına size güzel bir kapalı ekonomi ve yaklaşan bir kurumla çalışıyor olsaydık 2008’den songlobal dünyaya açık, liberal ekonomi karşılaştırması ra para bulamayacağımız için şu anda aynı bataklıkta
yapacağım. Bu ülkeleri karşılaştırmanın adil olacağını biz de boğuluyor olacaktık.
düşünüyorum çünkü abi kardeş kadar yakın genlere
sahipler, Kuzey Kore ve Güney Kore. Kuzey Kore otarşi(kapalı ekonomi) uygulayan bir ülkedir. İnsanların
yıllık geliri 700 TL iken Güney Kore’de(liberal, serbest
piyasa) 82,000 TL’dir.
Syriza belki de tam anlamıyla bir kapalı ekonomi uygulamayacak olsa da ne yazık ki planları arasında piyasaya devletin yapacağı birçok müdahale ve kamulaştırma var.
Albert Einstein’ın sözünü iktisadi açıdan çökmüş
(SSCB, Kuzey Kore, Küba) kapalı, devlet tarafından
müdahale edilen sistemlerden medet uman Yunanistan için tekrar hatırlatmak isterim bu noktada: “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı
bir sonuç almayı ummaktır.”
4.SYRİZA BAŞARILI OLACAK MI?
Şu ana kadar yazdıklarım Syriza’nın başarılı olamayacağı hakkında ancak kısa vadede bir bolluk yaşatacaktır çünkü Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz
gibi 2008 krizinin etkilerini hala yaşayan ülkeler Avrupa Birliği’nden çıktıkları zaman Avrupa Birliği’nin
Ekonomik Sorunları bitecektir ve Euro değer kazanacaktır. Almanya gibi bir ihracatçı Euro’nun değer
kazanmasını istemez çünkü Euro yüksek olursa satmaya çalıştığı malı da pahalı olur ve az kişi alır. Şöyle düşünün, bir BMW alacaksınız ve arabanın fiyatı
30.000 Euro. Arabanın Türkiye fiyatı 83.000 TL. Euro
değer kazandığında aynı araba Almanya tarafından
üretildiği için gene 30.000 Euro. Ancak bu sefer AB
tüm dertlerden (Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz)
kurtulmuş. Euro/TL=3,5 olmuş kabul edelim. Bu sefer
30.000 Euro’luk bir araba 105.000 TL olacaktır. Yani
fiyatları yükseleceği için daha az Alman malı satıla-
5
EKONOMİ
PETROL ÜZERİNDEKİ
FİYAT OYUNU
8 Şubat 2015 Osman ÖZEN
İ
FE’nin değerli okuyucuları, öncelikle hepinizi
saygıyla selamlıyorum. Bu hafta üzerinde durmak istediğim konu petrol fiyatlarındaki hızlı
düşüş.
ril başına 50 Dolar seviyelerinde. Suudi Arabistan da
ABD’li kaya petrolü üreticilerini iflasa zorlamak için
fiyatları çekebildiği kadar aşağıya çekmeye çalışıyor.
Bu sayede ABD’deki üretimi düşürüp tekrardan pazardaki söz hakkını arttırmak istiyor.
3. ABD gibi bir süper güç kendi şirketlerini sıkıntıya sokan bu hamleye neden cevap vermiyor?
ABD’nin bu tepkisizliğini iki farklı konu üzerinden
ele alabiliriz.
Petrolün varil fiyatı bir yıldan kısa sürede 114 Do- Petroldeki fiyat düşüşüne ABD’nin tepkisizliğinin ilk
lar’dan 45 Dolar’a kadar geriledi. Ben yazıyı kaleme nedeni Rusya’dır. Rusya’nın petrol ve doğalgaz gelirleri ülke gelirlerinin yaklaşık %50’sidir. Bildiğiniz üzere
aldığım esnada ise 55 Dolar civarında seyrediyor.
Mart 2014’te Rusya AB ve ABD’nin tüm uyarılarına
rağmen Kırım’ı ilhak etti. ABD’ye göre hareketinin
1.Petrol fiyatları neden bu hızlı düşüşü yaşadı?
cevapsız kalması durumunda Rusya ileride yeni sıDünyanın en büyük sanayi güçlerinden biri olan, do- kıntılar çıkaracak potansiyelde bir ülke. Petrol fiyatğal olarak da dünyanın en büyük petrol tüketicilerin- larındaki bu denli büyük bir düşüş Rusya’yı kısa bir
den biri olan Çin ekonomisi çok büyük bir durgunlu- sürede çok büyük bir ekonomik krize sürükleyeceği
ğa girdi ve petrol talebi ciddi miktarda azaldı. Benzer için ABD de kendi petrol şirketleri zarar görmesine
şekilde Avrupa’nın da yaşadığı durgunluk hatta bazı rağmen Rusya’ya Kırım konusunda ceza vermek için
ülkelerindeki kriz de petrol talebini oldukça düşürdü. şimdilik fiyatları tekrar yukarıya çekecek bir hamle
Eski yıllarda OPEC (Petrol İhraç eden Ülkeler Örgü- yapmayı düşünmüyor. Rus ekonomisi çok büyük sıtü) talebin azalmasından kaynaklanan fiyat düşüşleri- kıntıya düşmüş durumda. Rus Rublesi ABD Doları
ni engellemek için üretimi kısardı. Bu şekilde arz-ta- karşısında 1 yıldan kısa sürede neredeyse %100 değer
lep dengesi bozulmaz ve petrol fiyatlarının düşmesi kaybetti ve daha bu başlangıç. Rusya’yı çok sıkıntılı
engellenirdi. Ancak bu sefer Suudi Arabistan üretimi günler bekliyor.
kısma olayını bozdu. Üretimi kısmayacağını aynı şekilde devam edeceğini açıkladı. Suudi Arabistan’ın bu
tavrı arzın talepten fazla olmasına neden oldu ve pet- ABD’nin petrol fiyatının düşüşüne ciddi bir müdahale
yapmamasının ikinci nedeni ise Suudi Arabistan’ın bu
roldeki fiyat düşüşünü çok hızlandırdı.
hamlesini uzun vadede büyük bir tehlike olarak görmemesidir. ABD’nin gözünde Suudi Arabistan, Irak,
2. Suudi Arabistan üretici olmasına rağmen fiyatın Libya, Kuveyt gibi en önemli petrol üreticileri devlet
bile değil. ABD bu ülkeleri petrolün çıkarılma süredüşmesine neden destek veriyor?
Suudi Arabistan eskiden dünya petrol üretimi paza- cinin güvenlik şirketleri olarak görüyor. Ne yazık ki
rında şimdikine göre çok daha büyük bir pazara sa- bu duruma üzülsem de ABD haksız değil. Bir devlehipti. Teknolojideki ilerlemeler sonrası ABD’deki üre- tin çok değerli yer altı kaynakları varsa bu kaynakları
ticiler kaya petrolü üretimine başladılar ve bu sayede kullanarak ya da satarak büyük bir güce sahip olması
ABD Suudi Arabistan ile eşit miktarda üretim imkanı gerekir günümüz dünyasında. Bu bahsettiğim Suudi
yakaladı. Kaya petrolü teknolojisi geliştikçe dünyanın Arabistan, Irak, Libya, Kuveyt gibi ülkelerin petrolü
en büyük üreticisi konumuna ABD’nin açık farkla kullanacakları sanayileri yok. O zaman bu petrolü sayerleşeceği anlaşılınca Suudi Arabistan pazarını kap- tarak elde ettikleri parayla dünyanın önemli güçleri
tırmamak için fiyatların düşüşünü destekledi. ABD haline gelmeleri gerekirdi çünkü bu paralar çok bükaya petrolü üretim maliyeti oldukça yüksektir, va- yük miktarlar. Geçtiğimiz yıl Suudi Arabistan’ın petrol geliri 300 milyar Dolar seviyelerine yakındır. 300
6
EKONOMİ
milyar dolar gökdelenler dikerek, altın kaplı musluklar, tuvaletler yaparak, kral ve ailesine lüks hayat yaşatarak bitmez. İsterseniz doğmamış çocuğa bile maaş
bağlayın bu para gene bitmez. Peki sevgili okurlar bu
ülkeler büyük petrol gelirlerine rağmen neden dünyanın önemli güçleri haline gelemiyorlar? Bunun nedeni
çok basit. Oradaki 300 milyar dolar rakamı petrolden
kazanılıp batı ülkelerinin bankalarında tutulan miktar. Suudi Arabistan, Irak, Libya, Kuveyt gibi ülkeler
yıllık petrol gelirlerinin en iyi ihtimalle %25’ini ülkelerine getiriyorlar. Böyle bir düzende ABD niye endişelensin ki? Ortadoğu’dan çıkan petrolü satın alıp sanayisinde kullanan da kendisi, Ortadoğu ülkelerinin
petrol parasını ülkesinin bankalarında tutup bu paralarla yatırımlar yapan da kendisi. “Ne olursa olsun,
sonuçta o paralar batı bankalarında da olsa paranın
sahibi Ortadoğu ülkeleridir. Parayı istedikleri zaman
çekip ülkelerine götürebilirler.” diyebilirsiniz. Petrol
gelirlerinin kendi ülkelerinden ziyade batının finans
sistemi tarafından kullanıldığını ve bu haksız düzenin
değiştirilmesi gerektiğini iddia eden iki lider ortaya
çıktı sadece. Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi.
EKONOMİ
YABANCI SERMAYE
Yabancı işletmelerin sayısı arttıkça istihdam artar. Bildiğiniz gibi ülkemizin hızlı bir şekilde artan bir nüfu22 Şubat 2015 Osman ÖZEN
su vardır. Ne yazık ki ekonomimiz her zaman nüfus
artışımızı karşılayacak kadar büyüyemiyor ve ülkeFE’nin değerli okuyucuları, öncelikle hepinizi en mizde ciddi bir işsizlik söz konusu. Yabancı işletmeleiçten saygılarımla selamlıyorum. Bu hafta üze- rin sayısı arttıkça işsizlik sorunu azalmaktadır.
rinde durmak istediğim konu yabancı sermaye.
Bir diğer yararı ise ekonomiye nakit katkısıdır. YaSağlığı üfürükçü hocadan, duasının kabulünü bancı yatırımcı piyasasına girdiği ülkenin kültürü,
türbeden, tarih bilgisini saçma sapan dizilerden elde bürokratik yapısı, iş ahlakı, tedarikçi ve müşteri yaetmeye çalışan milletimiz doğal olarak ekonomiyi de pısı hakkında yeterli bilgi birikimine sahip olmadığı
kahvehane muhabbetlerinden öğrenip bazı ekonomik için sağlıklı bir iş yapısı için genellikle yanına yerli orkavramları çok yanlış bir şekilde yorumluyor. Bu yüz- tak alır. Örnek olarak Ford Otosan’ı ele alalım. Ford
dendir ki milletimiz yabancı sermaye kavramına da Otosan’ın %41’i ABD menşeili Ford Motor Company
ülkemize zarar veren bir canavar muamelesi yapıyor. şirketine, %41’i Koç Holding’e aittir, %18’i de Borsa
İstanbul’a kotedir. Ford Otosan fabrikalarında Ford
Motor Company şirketinin bütün dünyaya sattığı bazı
hafif, orta ve ağır ticari araçların üretimi yapılır. Sene
1.Yabancı Sermaye Nedir?
Yabancı sermaye bir ülkedeki sermaye stokuna başka sonu dağıtılan karın %41’i doğal olarak Ford Motor
bir ülke kişi veya kurumları tarafından yapılan ser- Company’ye yani ABD’ye gider ama aynı zamanda
maye katkısıdır. Doğrudan yabancı sermaye ve do- karın %41’i de Koç Holding’e ödenir ve Koç Holding
laylı yabancı sermaye olarak ikiye ayrılır. Doğrudan bu parayla ülkemizde yeni yatırımlar yapar. Ayrıca
yabancı sermaye, bir ülkeden başka bir ülkeye veri- Ford Otosan’a ürün ve hizmet satan tedarikçiler de bu
len sermayenin, o ülkede yatırıma dönüşmesidir. Bir işten gelir elde ederler. Bir doğrudan yabancı sermaABD şirketinin Türkiye’de fabrika açması bu duruma ye örneği olan bu şirket ülkemiz yerine Yunanistan’ı
bir örnektir. Dolaylı yabancı sermaye ise portföy ya- tercih etseydi ne holdingimiz bu işin karına ortak olatırımlarıdır. Bu duruma ise yabancı kişi veya kurum- bilecekti, ne çalışanlarımız buradan maaş alabilecekti
ların paralarını Türkiye’ye getirip getiri elde etmek ne de bu işletmeye mal ve ürün sağlayan diğer işletadına faize yatırmaları, hisse senedi almaları, tahvil ve melerimiz bu işten para kazanabilecekti. Gördüğünüz
gibi doğrudan yabancı sermeye faaliyette bulunduğu
bono almaları örnek verilebilir.
ülkenin ekonomisine bir çok yoldan katkıda bulunur.
İ
2.Yabancı Sermayenin Yararları Nelerdir?
Doğrudan yabancı sermayenin yararlarından bir diBu konuyu doğrudan yabancı sermaye ve dolaylı ya- ğeri de bilgi birikiminin transferidir. Sanayi geçmibancı sermaye olarak iki şekilde ele alalım.
şi 300 yıla dayanan, teknolojik bilgi birikimi yüksek
olan batı ülkelerinin ülkemizde faaliyetlerde bulunup,
halkımızı istihdam etmesi bu işletmelerde çalışan halA)Doğrudan yabancı sermayenin yararları
kımıza bilgi birikimi kazandırarak zamanı geldiğinde
Doğrudan yabancı sermaye yazımın girişinde de be- ülkemizde yüksek teknolojiye sahip milli üretimler
lirttiğim gibi yabancı kişi veya kurumların bir başka yapmamızı sağlar. Bu duruma da en güzel örnek benülkede sermayeleri ile doğrudan yatırım yapmasıdır. ce milli gurur kaynağımız Altay Tankı’dır. Koç HolYani ülkemizdeki doğrudan yabancı sermaye, yaban- ding’e ait olan Otokar firması tarafından üretilen Altay
cı kişi ve kurumlara ait işletmelerdir. Yabancı kişi ve Tankı henüz seri üretime geçmemiş olmasına rağmen
kurumlara ait işletmelerin sayılarının yüksek olması dünyanın en başarılı 5 tankı arasında gösteriliyor bir
ve bu sayının artmaya devam etmesi ülkemiz için ol- çok uluslararası kurum tarafından. 100 yıl önce toplu
dukça yararlıdır.
7
8
EKONOMİ
iğne bile üretemeyen ülkemizde bugün böyle başarılı
bir tankın yıllarca Fiat, New Holland ve Ford ile ortaklık yapmış olan Koç Holding bünyesinden çıkmış
olması tesadüf olmasa gerek.
Doğrudan yabancı sermayenin şu ana kadarki yararları kadar somut olmayan ancak bana göre en önemli
yararı dış ülke tehditlerini azaltmasıdır. Batı devletleri ile çıkarları ters düşen Irak ve Libya’ya yapılan çok
sert askeri operasyonlar eminim ki hala hafızalarınızdadır. Benzer şekilde batı devletleri ile ters düşen
Rusya ve İran’a askeri operasyon yapmak imkansız olduğu için çok ağır ekonomik ambargolar uygulanmış
ve ekonomileri çok ağır şekilde yıpratılmıştır. Hatta
İran ekonomik açıdan yıkılmamak için bildiğiniz gibi
ülkemiz üzerinden altın ticareti yaparak ambargoyu
delmeye çalışmıştır. Irak, Libya, Rusya ve İran’ın ortak
noktası önemli batı şirketlerinin yatırımlarına sahip
olmamaları veya bu şirketleri ülkelerinden kaçırmalarıdır(Rusya). Böyle bir ortamda batı devletlerinin siyasetçileri bu ülkelere yaptırım kararı aldıkları zaman
ülkelerinde kişi veya kurumlardan tepki görmezler
çünkü batılı kişi ve kurumların bu ülkelerde kaybedecekleri yatırımları yoktur. Bir de olaya ülkemiz açısından bakalım. Olası bir durumda Türkiye batı devletleri ile çıkar çatışması yaşadığı zaman batılı siyasetçiler
Rusya, İran, Irak, Libya’ya olan sert tutumlarını ülkemize karşı sergilemeye kalktıkları anda ülkemizde
yatırımları olan batılı otomotiv, banka, enerji, ilaç
şirketleri büyük zarar görecekleri için güçlü lobileri
sayesinde böyle bir olaya izin vermeyeceklerdir. Ciddi terör olayları ile sıkıntı yaşayan bölgemiz Güneydoğu’ya eğer yabancı büyük yatırımcıları zamanında
çekebilseydik emin olun o bölgemizde yatırım yapmış büyük şirketler tek bir silahın ateşlenmesine bile
izin vermezlerdi. Güneydoğu’ya dünyanın en büyük
Toyota fabrikası kurulmasını planlayan Özdemir Sabancı’nın Toyotasa Genel Müdürü Haluk Görgün ile
birlikte öldürülmesi basit bir tesadüf değildir.
lar yani halka arz yaparlar. Halka arz sayesinde büyük
bir getiri elde ederler ve bu parayla yeni yatırımlar
yaparak büyürler. Ne yazık ki halkımız hisse senedi
piyasasına ilgili değildir ve hisse senedi piyasamızın
%65’i yabancılara aittir. Halkımızın ilgi duymadığı hisse senedi piyasasında eğer yabancı yatırımcılar
da olmasaydı şirketlerimizin halka arzları gerekli ilgiyi toplayamayacak ve şirketlerimiz büyümek için
sermaye bulamayacaklardı. Halka arz şirketlerimizin
için çok önemlidir. Örnek olarak Pegasus Hava Taşımacılık A.Ş’yi ele alalım. Ülkemizin başarılı şirketlerinden olan Pegasus’un 58 uçaklık bir filosu vardır.
Büyüyerek bir dünya markası olmak isteyen Pegasus,
Nisan 2013’te çok başarılı bir halka arz gerçekleştirdi
ve buradan elde ettiği gelirle 100 adet yani neredeyse
şu anki filosunun iki katı kadar uçak siparişi verdi. Bu
teslimatlar tamamlandığında eminim ki Pegasus tüm
dünyanın konuştuğu bir hava taşımacılık şirketi olacaktır. Eğer ki borsamıza yatırım yapan yabancı yatırımcılar olmasaydı Pegasus satışa çıkardığı senetlerin
çoğunu satamaz ve büyümek için gerekli sermayeyi
bulamazdı.
EKONOMİ
devleti protesto eden madenci yakınlarına Cumhurbaşkanımız “İsrail d.lü” gibi skandal bir küfürle saldırmamalı. İsrailli bir yatırımcı olduğunuzu düşünün.
Paranızı böyle tutum sergileyen bir cumhurbaşkanının ülkesine getirir misiniz?
Dünyanın en huzurlu ve refah içerisinde yaşayan ülkeleri yabancı sermayeye güven veren ortamı sağlayan ülkelerdir. Ekonomimizin daha da güçlenmesi ve
ülkemizin büyük güç odaklarının karşısında bir nevi
sigortalanması adına yabancı sermayeye karşı daha
pozitif bir ortam oluşturmasını diliyorum. Umarım
yanlış tutumlarımızı en kısa sürede düzeltiriz.
Yabancı sermaye sahipleri faiz getirisi elde etmek için
de ülkemize paralarını getirirler ve bankalarımızda
amiyane tabirle paralarını faize yatırırlar. Bu sayede
ülkemizdeki bankaların elinde ciddi miktar para olur
ve bankalarımız bu parayla ülkemizdeki şirketlere
veya insanlara kredi verirler. Bu sayede şirketlerimiz
faaliyetlerine devam etmek için, halkımız da ihtiyaçlarını finanse edebilmek için gerekli nakite sahip olmuş olurlar. Şunu vurgulamak isterim ki 3. Havalimanı, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Marmaray, Avrasya
Tüp Geçişi gibi büyük projeleri bankalarımız, yabancı
sermayenin parası olmadan finanse etme gücüne sahip değildir. Ülke olarak böyle büyük projelerle büyümek istiyorsak yabancı sermayeye ihtiyacımız vardır.
Burada vurgulamak istediğim önemli bir nokta var.
Bankalarımız yabancı sermaye sayesinde topladığı
mevduatlar ile müteahhitlerimize çok büyük krediler
verdi ve çok büyük bir konut sektörü oluştu. Bana göre
B)Dolaylı yabancı sermayenin yararları
yabancının yıllık %8 faizini de alarak geri götüreceği
Dolaylı sermaye daha önce bahsettiğim gibi portföy bu parayı konut sektörüne kredi için kullanacağımıza
yatırımlarıdır. Yabancı sermaye sahipleri ülkemizdeki ihracat yapabileceğimiz yani ülkeye döviz kazandıraşirketlerin ya da devletimizin tahvillerini alarak, para- bileceğimiz, %8’den daha yüksek kar marjı ile çalışan
larını bankalarımızda faize yatırarak veya hisse senedi sanayi sektörlerine yönlendirseydik çok daha sağlıklı
piyasasına yatırarak getiri elde etmeye çalışırlar.
bir ekonomiye sahip olurduk.
Tahviller devletlerin ve şirketlerin borçlanma kağıtlarıdır. Devlet ve şirketler büyük finansman ihtiyaçlarında her zaman banka kredisi bulamadıkları için ayrıca banka kredilerinin maliyetleri yüksek olduğu için
tahvil satarlar. Yabancı yatırımcı tahvil alarak tahvilin
üzerinde yazan miktar kadar faiz getirisi elde eder.
Şirketlerimiz ve devletimiz ise yapacakları yatırımlar için bu sayede maliyeti düşük finansman sağlamış
olur.
Şirketler büyümek için ciddi adımlar atmak istiyorlarsa ciddi miktarda sermayeye ihtiyaç duyarlar. Böyle
durumlarda hisselerinin bir miktarını satışa çıkarır-
9
3.Ülkemize Yabancı Sermaye Çekmek İçin Neler
Yapmalıyız?
Hukuk kurallarını düzgün uygulayarak haksız rekabetlere izin vermemeliyiz. umhurbaşkanımız ile
TCMB başkanı arasında kavga olmamalı ki yatırımcılar ülkemizin para politikasının her an çok değişik bir
yöne gidebileceğini düşünmesin yani istikrarsız bir
imaj sergilemeyelim. Siyasi güç çatışmalarından dolayı devletimiz bir bankayı batırmaya çalışmamalı veya
batıramadığında el koymamalı ki yabancı yatırımcının kafasında “bir gün kanunsuz bir şekilde benim
işletmeme de el koyabilirler” algısı oluşturmayalım.
İsrail ile hiçbir alakası olmayan bir maden kazasında
10
EKONOMİ
EKONOMİ
çek ile aynı oyu aldı. Mansur Yavaş’ın elindeki kısıtlı
imkanlara ve dezavantajlara rağmen bu çok büyük bir
başarıydı.
2)Türkiye’de Yaşanan Ekonomik Krizler ve Seçimler
Türk halkının genel seçim tercihlerinde ekonomik gidişatın etkisini göstermek adına ülkede yaşanan ekonomik krizler sonrası yapılan seçimlerde yaşanan oy
değişimlerini incelemek adına kısa bir araştırma yaptım.
FİNANSÇI GÖZÜNDEN
SEÇİMLER
9 Mart 2015 Osman ÖZEN
İ
stanbul Fikir Enstitüsü’nün değerli okuyucuları hepinizi en içten saygılarımla selamlıyorum.
Malumunuz seçimler yaklaşmakta bu yüzden
seçimler ile ekonomi arasındaki ilişki hakkında
yazıyorum bu hafta. Yazımı okurken emin olunuz ki hiçbir siyasi partinin ya da siyasi kişiliğin taraftarlığı ile yazmıyorum. Bu yazıyı tarafsız bir şekilde,
finansçı gözüyle yazdım. Ak Parti’ye de, CHP’ye de,
HDP’ye de, MHP’ye de hak verdiğim konular olmuştur. (Partiler alfabetik sıraya göre yazılmıştır.)
Türkiye’de seçimler öncesi bütün partiler tarafından
sağ-sol, mezhepler, laiklik, din, ahlak, terör, ırk gibi
konular uzun uzun anlatılır geriye olur da vakit kalırsa kısa bir süre de ekonomi ve kalkınma konuşulur. Peki, ekonomi ve kalkınma halkımızın gözünde
önemsiz bir olgu mudur ya da seçimlerde oy getirmeyecek kadar gereksiz bir kampanya mıdır ki parti söylemlerinde az yer bulur?
1)Ankara’da Kalkınmacı Bir Belediye Başkan Adayı
Mansur Yavaş
Mansur Yavaş ismini sanırım aramızda duymayan
kalmamıştır. Ben Ankara’da ikamet eden bir vatandaş
olarak geride bıraktığımız son yerel seçimlerde Ankara Büyükşehir Belediye başkan adayı olduğu için
kendisini ve seçim kampanyasını yakından takip etme
fırsatı buldum.
Mansur Yavaş bildiğiniz gibi MHP bünyesinde Beypazarı Belediye Başkanlığı yapmış ve gene MHP bünyesinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı
olmuştu. Sonradan MHP içerisinde yaşadığı tartışmalardan dolayı partisinden ayrılmak zorunda kaldı
ve geride bıraktığımız son yerel seçimlerde CHP Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı oldu. 20 yıldır
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan ve iktidar
partisinin gücünü arkasında bulunduran Melih Gökçek ile neredeyse aynı oyu alma başarısını gösterdi.
Üstelik bu başarıyı sergilerken MHP’den ayrıldığı için
11
kendisine tepkili bakan MHP seçmeni ve Ülkücü geçmişe sahip olduğu için kendisine tepkili bakan CHP
seçmeni gibi dezavantajları da vardı. Hatta Ankara’da
oy sayımında ilginç olaylar yaşandığında çoğu CHP
milletvekili yardım eli uzatmadı kendisine. Peki, elindeki bunca dezavantajlara rağmen Mansur Yavaş’ın bu
başarısının sırrı neydi?
Mansur Yavaş’ın seçim kampanyalarını izlemeden
önce “MHP’den ayrıldım çünkü… CHP muhteşem
bir parti çünkü… Gezi Eylemleri’nde şöyle oldu böyle oldu çünkü… Melih Gökçek Ankara’yı mahvetti
çünkü…” tarzında, çoğu siyasetçiden dinlediğimiz
boş konuşmalar bekliyordum. Mansur Yavaş seçim
kampanyasına başladığı anda böyle gereksiz konulara
girmektense direkt projelerini anlatmaya başladı. Babamın işleri dolayısıyla 2002 yılından beri sürekli Ankara’ya gelen ve 2008 yılından beri Ankara’da ikamet
eden biri olarak baktığımda Mansur Yavaş’ın projeleri
gerçekten Ankara’nın sorunlarını çözecek projelerdi. Hatta bir belediye başkanın sorumluluğunda olmamasına rağmen maddi imkansızlıklar yaşayan bir
öğrenci grubuna gelir imkanı diğer öğrenci grubuna
ise ücretsiz özel ders alma imkanı yaratan projesini
anlatayım: Ankara’ya okumaya gelmiş maddi durumu
kötü olan üniversite öğrencilerini gene maddi durumu kötü olan orta okul ve lise öğrencileriyle belediye
bünyesinde özel ders için buluşturarak, şehir dışından
gelmiş üniversite öğrencilerine bir gelir kapısı yaratacak ve parasızlıktan özel derse gidemeyen orta okul
ve lise öğrencilerine ücretsiz özel ders sağlayacak bir
proje.
Gördüğünüz gibi öyle karmaşık, anlatması da anlaşılması da zor projeler değildi Yavaş’ın projeleri. Halkın
ekonomik sıkıntılar yaşamasından dolayı içinden çıkamadığı problemleri görmüş bunları en ideal şekilde
çözecek fikirlerini basit ve anlaşılır şekilde anlattı daima. Belediye başkanının sorumluluğunda olan çoğu
projesi de Ankara’nın refahını arttıracak, sorunlarını
çözecek, doğru tespit edilmiş projelerdi. Ancak tüm
okuyucular Ankara’yı bilmediği için bunları anlatarak sizi sıkmak istemiyorum. Hiçbir mezhep, millet,
din, parti, ırk kavgasına girmeden, Ankara halkının
refahını arttıracak gerçekçi projelerini anlaşabilir şekilde anlattı ve iktidar partisinin desteğini arkasında
bulunduran ayrıca 20 yıldır başkan olan Melih Gök-
1991 ilkbaharında ülkemiz ekonomisinde yaşanan
Körfez Krizi öncesi iktidar partisi ANAP iken 20
Ekim 1991’de yapılan seçimlerden birinci çıkan parti
DYP oldu.
20 Ekim 1991’de kazandığı seçimler ile birinci parti
konumunda olan DYP, hükümetin başındayken yaşanan ağır 1994 ekonomik krizi sonrası yapılan Aralık
1995 seçimlerinde birinci sırayı RP’ye kaptırdı.
Nisan 1999 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan
DSP hükümetin başındayken terörün bitirilmesi, bebek katili Abdullah Öcalan’ın yakalanması gibi başarılara imza atmasına rağmen yaşanan Şubat 2001 Krizi
(Kara Çarşamba) sonrası yapılacak seçimlerde barajı
bile aşamayacaktı.
Ülkemizin çok partili siyasi hayatında en uzun süre
tek başına iktidarda olan, girdikleri ilk yerel ve genel
seçimler hariç her yerel ve genel seçimde %45 ve üzerinde üzerinde oy alan, istediği refarandumlarda 2007
yılında %68, 2010 yılında %58 ile halk desteği alan ve
aday gösterdiği cumhurbaşkanını %51 ile seçtiren Ak
Parti’nin 2009 yılında yaşadığı çok ilginç bir seçim
vardı. 2008 yılında ABD’de başlayan büyük ekonomik
kriz bütün dünyayı etkilemeye başladı. Türkiye krize
girmedi ancak ekonomimiz küçüldü ve yapılan her
seçimde halkın yaklaşık olarak %50’sinin desteklediği
Ak Parti yaşanan ekonomik sıkıntılardan dolayı 2009
yerel seçimlerinde %38’e düşmüştü.
Kendi doğruları ile ülkeye büyük menfaatler kazandıracağını düşünen ve bu yüzden iktidara gelmek isteyen parti liderlerinin gereksiz kavgalardan ve eleştirilerden vazgeçip, ekonominin ve projeci olmanın
önemini anlamaları dile
12
hukuk
HUKUK
“ÖZÜR” KANUNU
26 Mayıs 2013 Rasim Can ÇAKIR
3
Mayıs 2013 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6462 sayılı Kanun’la muhtelif kanun ve
kanun hükmünde kararnamedeki “engelli
bireylere yönelik ibarelerde” düzenlemeye gidildi. Askerlik Kanunu’ndaki “çürük”, Köy Kanunu’ndaki “sakat”, Devlet Memurları Kanunu’ndaki
“özürlü” ve türevleri, kanun diliyle bağdaşmayan, çağ
dışı pek çok ifade yerini “engelli” ve “engel” kavramlarına bıraktı.
Çok klişe bir söylemle devam etmek gerekirse: Kanun
yapmak bir sanattır. Kanun lafzının açık, herkesçe
-belli bir düzeyde- anlaşılabilir olması, hukuk devleti
ilkesinin bir gereği olan haklarını öğrenme özgürlüğü
ve ödeviyle doğrudan alakalıdır. Ancak bu noktada
kanun lafzının açıklığı ve anlaşılabilirliğiyle “ciddiyeti” arasındaki denge, çokça göz ardı edilmektedir. Hukuk metinlerimizde ciddiyetin ağdalı, karmaşık yahut
başı sonu arasında fersah fersah mesafe olan uzun
cümlelerle; anlaşılabilirliğin ise “avamlığa kaçan” bir
üslupla sağlanacağı zannı halen devam etmektedir.
Kanun siyasi iradenin bir ürünüdür; siyasi iradenin
toplumu şekillendirme yöntemlerinden biridir. Ancak Türkiye’deki kanunlaşma süreçlerinin teknik boyutunun dahi siyasi olması, onu bilimsellikten uzaklaştırmaktadır. Hatta gelmiş geçmiş hemen her siyasi
iktidarın aynı yönde davranışları sonucunda Türkiye
“çarpık kanunlaşmaya” maruz kalmıştır. Aslında sistematik olmaktan uzak, bilim insanlarına ve toplumun
ihtiyaçlarına kulak verilmeksizin “idari otorite” için
yapılan her kanun, hatta mevzuata ilişkin her düzenleme, kanunu uygulayanlar ile “kanuna maruz kalanların” arasını açmaktan başka işe yaramamıştır.
açıklayamazken, ifade dağarcıklarımızın en sıradan
bir terimi olmuştur bu “özürlü olmak”. İnsanların fiziksel engellere sahip olmalarını bir özür, bir “kusur”
olarak gören garip zihniyetin ne zaman gelip bu denli
büyük çapta bir toplumsal normallik kazandığını anlamak gerçekten çok zor. Kanunlara nasıl girdiği belli
olmayan bu garabet, kanunlar vasıtasıyla derneklerin,
sivil toplum kuruluşlarının adlarına bile sıçramış durumdaydı. Engelli insanlarımızın toplumla arasındaki
“engelleri” kaldırmayı amaç edindiğini söyleyen bu
kuruluşlar, daha ilk adımda yanlışa düşüyorlardı. Temennimiz, mevzubahis mevzuat değişikliğinin toplumsal dönüştürücü etkilerini de görmek olacaktır
yakın zamanda.
Son söz olarak; kanunu bilmemek nasıl bir mazeret
değilse -tersten okuyacak olursak kanunu bilmek nasıl
herkes için bir ödevse- kanunun da içeriğiyle olduğu
kadar şekliyle de, üslubuyla da herkesi kapsaması, kanun koyucunun ödevidir. Yani kanun, ifade biçimiyle
kimseyi dışlamamalı, ötekileştirmemelidir; hatta biraz daha ileri gidelim: Kırmamalıdır, incitmemelidir!
Kanunlaşma süreçlerinde yapılan hatalar enine boyuna incelenmesi gereken bir konudur. Ancak sadece üslup kısmına dönecek olursak, bu bile ülkemiz
adına fazlasıyla göze batan bir durum yaratmaktadır.
En güncel örnek ise mevzubahis Kanun’la -nihayet!ortadan kaldırılmaya çalışılan “özürlülük” ifadesidir.
Kimin, neden, kime karşı, ne özrü olduğunu kimse
14
HUKUK
AVUKATLIK, SAYGINLIK VE
MOLİERE
kişilik haklarını ciddi biçimde zedeleyici bir takım cümlelerden ibaret olacaktır. Hukuk fakültesi okuyan veya
buradan yeni mezun olmuş bir kişiden meslek hakkında fikir alacak olursanız büyük ihtimalle size “öncelikli
olarak memuriyet düşünüyorum; olmazsa avukatlığa
7 Haziran 2013 Mehmet Emin ELİBOL
yöneleceğim” şeklinde kısa bir söylemde bulunacaktır.
Avukatlık mesleğinin geçen zamanla ters orantılı oladvocatos… Bu kelime sizde bir çağrışım rak eski saygınlığını aramasının altında yatan etken
uyandırdı mı? Sorunun cevabını keli- nedir? Elbette bunun birçok sebebi vardır. Kanaatimce
menin anlamını irdeleyerek bulabiliriz. bir insan veya daha geniş olarak bir topluluk veyahut
Advocatos, Latince’de üstün, ayrıcalıklı, bir devlet geçmişini özlemle arıyorsa, içinde bulunduğu
güzel konuşan anlamlarına gelmektedir. durumun sebebi, olağanüstü bir durum yoksa kendi hal
Kelime, bu nitelemeleri ifade ettiği gibi aynı zaman- ve hareketlerinden veya politikasından kaynaklanır.
da Türkiye Barolar Birliği’nin 2012 yılı verilerine göre
ülkemizde 78.000’den fazla kişinin icra ettiği meslek
Avukatlık Kanunu md.1/1, yedi kelimeden oluşan
olan avukatlığın kelime kökünü oluşturmaktadır
kısa bir cümleden ibarettir; fakat çok şey ifade etmektedir. Hükümde yer alan avukatlığın serbest bir mesAvukatların meslek kuruluşu olan baro ise tarihte ilk lek olduğu kuralını, Fransız oyun yazarı ve oyuncu
olarak Atina’da karşımıza çıkmaktadır. Eski Yunan Moliere şu sözlerle ifade etmiştir: “Görevimizi yapardöneminde Atina Barosu, avukatlık mesleğine sahip ken kimseye, ne müvekkile, ne hakime, hele ne iktidaolmayı öncelikle özgür olma şartına bağlamıştı. Ba- ra tabiyiz…”. Yasanın aynı maddesi avukatlığın aynı
ro’nun gerekçesi ise şuydu: Böylesine asil bir mesleğin zamanda bir kamu hizmeti olduğunu söylemektedir.
Gözlemlediğim kadarıyla avukatlığın kamu hizmeesirlerce ifa edilmesinin olanaksız olması.
tinden ziyade serbest meslek olma özelliği daha çok
ön plana çıkmakta, bu nitelik de “herhangi bir makam
Roma’da “şeref mesleği” olarak dillendirilen avukatlık veya merciin emri altında bulunmama” olarak değil
ücrete tabi değildi. Ovide bu meslek kuralını şu söz- de sadece “istenildiği zaman çalışmak” şeklinde algılerle açıklıyordu: “Güzel kadınların güzelliklerini sat- lanmaktadır. Mesela avukatlığın kamu hizmeti olmaması ne kadar utanç verici ise, bir tanığın şahadetini, sı, yine kamu hizmeti sunanlarca, en önemlisi yargıçbir hakimin hükmünü, bir avukatın yardımını satması tan mübaşire kadar adliyede görev yapan memurlarca
o kadar utanç vericidir”.
bilinmekte midir? Kamu hizmeti sunan avukat, devlet
nazarında ne kadar değer görmektedir? Kolluk güçAvukatlık sadece savunma sanatı değildir; aynı za- lerinin yargılamanın kurucu unsuru olan, bağımsız
manda toplumsal hareketlere yön veren bir fikir gücü- savunmayı temsil eden ve kamu hizmetinde bulunan
dür. Nitekim Rönesansta “yumuşak, sakin, Tanrı’dan bir avukata, karar mekanizmasını temsil eden hakime
korkan, hakikati ve adaleti seven insanlar” olarak tarif veya iddia makamı olan savcıya baktığı gibi bakabiledilen avukatlar Fransız İhtilali sürecinde çok etkin mekte midir? En önemlisi, işini takip etmek için adlihizmet vermiş ve devrimden sonra mesleklerini en yeye giden, tabiri caizse “bugün git, yarın gel” edasıyla
cevap alan bir avukat bu cevaba karşılık olarak kamu
yüksek derecesine ulaştırmışlardır.
hizmetinde bulunduğunun altını kalın kalın çizip cevap verebilmekte midir? Yoksa “yarın da işim düşecek,
Bu girişten sonra avukatlık mesleğinin toplumumuzda- arayı iyi tutayım, en iyisi köprüyü geçene kadar ayıya
ki yeri hakkında kelam etmeyi faydalı buluyorum. Çev- dayı diyeyim” diye iç geçirerek oradan ayrılmakta mırenizdekilere “avukatlık mesleği hakkında ne düşünü- dır? Uygulamada maalesef bazı avukatların, müvekyorsunuz” diye soru yöneltecek olursanız çoğu kişiden killerine “ne koparırsam kar” anlayışıyla yaklaştığı
alacağınız cevap “yakınından, uzağından geçme” deyi- haberleri kulağa gelmektedir. Meslek onuruyla bağmini akla getirecek, buraya yazmakta beis gördüğüm, daşmayan bu tip davranışlar avukatlığın kamu hizme-
A
15
HUKUK
ti olması ilkesinin daha da vurgulanması gerektiğini Adalet Bakanı olarak kabinede görev yapan kişilerin
göstermektedir.
özgeçmişlerini okursak “serbest avukat” sıfatına sıkça rastlarız. Mesleki sorunlarda ortaya çıkan artış,
yasama faaliyetine aktif olarak katılan üstatlarımızın,
Moliere sözlerine şöyle devam ediyor: “Bizim aşağı- meslektaşlarının sorunlarını yasal düzeyde çözüme
mızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir kavuşturma konusunda yeterli faaliyette bulunmadıkhiyerarşik üst de tanımıyoruz.” Bu cümleyi avukatın, ları sonucunu çıkarmaktadır. Özellikle genç avukatlar
Mevlana’nın dediği gibi tevazuda adeta bir akarsu gibi bu konuda meclisteki üstatlarından birkaç romantik
olması ilkesi adı altında vicdan anayasası hükmü ola- cümleden öteye gitmeyen düzenlemeler değil, ayaklarak görmekte fayda var. Bu hükmü en basit biçimde rı yere basan normlar beklemektedir.
örnekleyecek olursak avukat müvekkilinin hukuki
bilgiye ihtiyacı olduğunu aklından çıkarmamalı, müvekkil tarafından sorulan, belki de kendisine anormal Savunma cübbesinin hak ettiği saygınlığına erişmesigelen sorulara olgunlukla cevap vermelidir; ancak bu ne vesile olacak baş aktör, bu cübbeyi giyenlerdir. Staj
şekilde davranırken kendisini müvekkiline tabi olarak aşamasındaki bizlerin ve üstatlarımızın sabırla yügörmemelidir.
rüteceği mesleki mücadelenin günün birinde somut
adımları beraberinde getireceğini umuyorum. Kendisini avukatla temsil ettirenler bir gün “avukat tuttum”
Ünlü yazar devamla, “en kıdemsizin en kıdemliden demek yerine “avukata vekalet verdim” demeyi tercih
veya isim yapmış olandan farkı yoktur.” demektedir. edecektir. Ve hatta bir gün, Moliere’in asırlar önce
Günümüzde avukatlık mesleği koşar adımlarla şirket- kurduğu cümleler, özellikle avukata bakış açısı adeta
leşmeye gitmektedir. Bu şirketleşme hareketi uygu- düşmanca olanların zihninde de yer bulacaktır.
lamada “patron avukat”, “ortak avukat”, “işçi avukat”
kavramlarını beraberinde getirmektedir. Bazı hukuk
bürolarında patron ve/veya ortak avukatlara bağlı
olarak maaş ve sigorta karşılığı çalışan işçi avukatların kendi dava ve işlerini takip etmelerine icazet verilmediği gibi yüksek lisans vb. akademik eğitimlerinin
gerektirdiği derslere katılmalarına da izin verilmediği;
ya da bu faaliyetlere katılmak ek olarak mesai yapmak
gibi şartlara bağlandığı genç avukatlarca sitem konusu edilmektedir. Ne yazık ki bu ve buna benzer başka
durumlar şirketleşen hukuk dünyasında avukatların
sadece isim olarak aynı özelliğe sahip olmasına sebep
olmaktadır. Sonuç olarak genç avukatlar hayal kırıklığına uğramaktadır.
Yazar, avukatlık hakkındaki demeçlerini şu şekilde tamamlıyor: “Avukatlar tarih boyunca köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı.” Cümlenin
ilk bölümü içinde bulunduğumuz dönemde stajyer
ve/veya cübbelerini yeni giymiş avukatların üniversite
öncesi ve fakülte dönemindeki emeklerini sorgulamalarına neden olmaktadır. Ağırlıklı olarak patron veya
ortak avukatların sözünün dikkate alındığı bürolardaki uzun mesai saatleri, adliye ve devlet dairelerinde
görülen muameleler bu sorgulamayı haklı kılmakta;
mesleği cazip olmaktan uzaklaştırmaktadır. Bazı avukatların her ne amaçla olursa olsun hakim ve savcılara
“efendim”; icra ve yazı işleri müdürlerine “müdürüm”
şeklinde hitap etmelerini cümlenin ikinci kısmındaki
“efendileri de olmadı” sözü ve mesleğin serbest olması
kuralı bakımından doğru bulmamaktayım. Dava dilekçelerinin sonuç bölümünü “talep ederim” kelimeleriyle değil de “dilerim” kelimesiyle sonlandırmak bu
bağlamda dikkat edilmesi gereken diğer bir durumdur.
Ufak bir araştırma yapacak olursak geçmişten günümüze yasama organını oluşturan milletvekillerinin önemli bir kısmının aynı zamanda “taraf vekili”
yani avukat olduğu sonucuna varmış olacağız. Yine
16
HUKUK
HUKUK
hata, davanın her aşamasında ileri sürülebilmektedir. Temsilde hatanın düzeltilmesinde davacı ıslaha gerek olmadan bu yanılmayı düzeltebilir. Örneğin
Temsilde hata veya temsilcide hata da ise; yanlışlık- Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2008/6353 E. numaralı
la dava açılan ve asıl dava açılması gerek kurum/kişi kararında “…Yerleşik Yargıtay uygulamasına göre de
arasında; “Alt ünite-Üst ünite, Merkez-şube, Şirket-a- temsilde hata halinde dava husumetten hemen ret edilcente” ilişkisi benzeri, temsil teriminin bünyesinde mez, doğru hasma yöneltilmek üzere davacı tarafa süre
barındırdığı “temsil veya temsil olabilecek “ nitelikte verilir ve sonucuna göre hüküm kurulur…” hususunu
sıkı bir ilişki aranmaktadır. Yargıtay’ın bu bağlamda vazederek, temsilde hatanın sonuçlarını izaha gerek
neredeyse müteaddit derecede kararları mevcuttur. bırakmadan açıklanmıştır.
Örneğin Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 2003/8795 E.
numaralı kararı, temsilde hatanın kabul edilmesi için
dilekçede yanlışlıkla gösterilen davalı ile asıl gösteril- Pasif husumet yokluğunda Yargıtay’ın yerleşik içtimesi gereken taraf arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çek- hadı ise, davalının ıslah edilerek değiştirilemeyeceği
miştir. (Davacılar, kendilerine zarar veren kuruluşun il yönündedir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2009/12922
temsilciliğini davalı göstererek tarafta değil temsilcide E. numaralı kararında bu hususa (“… Ayrıca mecbuhata yapmışlardır. Bu gibi durumlarda HUMK. 39/1-2 ri dava arkadaşlığının bulunmadığı hallerde, bir dava
maddesi gereği davacıya davayı gerçek hasıma yöneltip, açıldıktan sonra davalı tarafı değiştirmek ya da mevcut
dava dilekçesinin tebliği için mehil verilmesi gerekir. Bu davalı taraf yanına bir başka davalı taraf ilave etmek,
yapılmaksızın davanın husumet yokluğu nedeniyle red- ıslahla dahi mümkün değildir. Usul yasamızda davanın
dine karar verilmiş olması doğru değildir…)
nasıl açılacağı gösterilmiştir. Sorumlu olanlardan biri
hakkında dava açıldıktan sonra diğer bir sorumlunun
dışarıdan davaya ithal edilmesi ve hakkında hüküm
Yargıtay’ın temsilde hata konusundaki içtihatları ge- tesis edilmesi olanağı bulunmamaktadır…”) şekliyle
nel olarak bu doğrultudadır. (HGK. Kararı - 21.3.1984 değinerek, doğru davalıya husumetin yöneltilmemetarih ve 1981/4-1103 E., 1984/300 K. “… Davacılar, si durumunda ıslahla dahi telafi edilme imkânının
kendilerine zarar veren kuruluşun il temsilciliğini da- bulunmadığını vurgulamıştır. Dolayısıyla tek çare,
valı göstererek tarafta değil temsilcide hata yapmışlar- husumetin yeni bir dava yoluyla yöneltilmesidir. Çündır. Bu gibi durumlarda HUMK. 3911-2 maddesi gereği kü Yargıtay’a göre bu husus kamu düzenine dayandıdavacıya davayı gerçek hasıma yöneltip, dava dilekçesi- ğından bir nev’i zımni dava şartı olarak görülmelidir.
nin tebliği için mehil verilmesi gerekir. Bu yapılmaksı- Doktrinde Baki Kuru’ya göre ıslah, davanın tarafları
zın davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar lehine getirilmiş ve hataların telafisine olanak tanıyan
verilmiş olması doğru değildir… - Yargıtay 11. Hukuk bir müessese olduğuna göre, yeni bir davalıya husuDairesi 2008/6353 E. “… Davacı, dava dilekçesinde metin yönlendirilmesi açısından da ıslahı mümkün
THY Müşteri Hizmetleri Yetkilileri’ni davalı olarak görmektedir.
göstererek dava dilekçesini vermiş ve 11.12.2006 tarihli
dilekçesiyle de dava açma iradesinin THY’ye karşı olduğunu açıklamıştır. Davanın, Türk Hava Yolları Ano- 3- Bu kadar derin farkları bünyesinde bulunduran
nim Ortaklığı aleyhine açılması gerektiği sabit olmakla iki medeni usul terimi, elbette sonuçları bakımınbirlikte, somut olayın özelliği gereği davacının temsilde dan da ciddi farklar içermektedir. Pasif husumet
hataya düştüğü sonucuna varılmak gerekir.)
yokluğu halinde dava, usuli bir hükümle husumetin
yanlış yöneltildiği taraf açısından reddedilir. (Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 2007/775 E. “Dava, iş bedelinin
Yargıtay, davalının yanlış gösterildiği durumlarda tahsili istemiyle açılmış, mahkemece davanın kabulüne
pasif husumet yokluğu ve temsilde hata kavramını karar verilmiştir. Davalı C. bazı işlerin yapımını davabirbirinden ayırırken, “sıkı ilişki” ölçütünü bir nevi cılara vermiştir. Davacılar taşeron konumundadır. Daturnusol olarak kullanmaktadır. Bu bilgiler ışığında vacıların akdi ilişkileri C. iledir. Davacılarla iş sahibi
uyuşmazlık konusu olayı incelersek davacı, cevaba M. arasında akdi ilişki olduğu ispatlanamadığından,
cevap dilekçesinde davalı Y Ltd. Şti.’nin “taşıma işleri davalı M. hakkında açılan davanın pasif husumet yokkomisyoncusu” olarak ikrar etmiş ve “Donatan’a izafe- luğu nedeniyle reddi gerekirken, davalı M. yönünden de
ten” ibaresini düzeltilmişti. Davalı Y Ltd. Şti. “taşıma davanın kabulüne karar verilmesi doğru değildir…”)
işleri komisyoncusu” olarak tamamen ayrı bir tüzel
kişi ve organizasyon yapısına sahip kabul edildiğinden ve Donatanla ilişkisi sadece “taşıma işinin vekili Temsilde hatada ise dava reddedilmez ancak; doğru
adına organizasyonu” olduğundan, davalı Y Ltd. Şti’ye hasma yöneltilmek üzere davacıya süre verilerek bu“Donatan’a izafeten” dava açılması, temsilde hata değil nun sonucuna göre hüküm kurulur. (HGK. Kararı
bariz bir pasif husumet yokluğudur. Yargıtay 11. Hu- - 21.3.1984 tarih ve 1981/4-1103 E. 1984/300 K. “…
kuk Dairesi’nin 2009/12922 E. numaralı kararı bu du- Davacılar, kendilerine zarar veren kuruluşun il temsilrumu ispatlar mahiyettedir. (…Davalı ve dâhili davalı ciliğini davalı göstererek tarafta değil temsilcide hata
bağımsız birer tüzel kişiliğe sahip olduğundan, olayda yapmışlardır. Bu gibi durumlarda HUMK. 3911-2
temsilde hata söz konusu değildir…)
maddesi gereği davacıya davayı gerçek hasıma yöneltip,
dava dilekçesinin tebliği için mehil verilmesi gerekir. Bu
yapılmaksızın davanın husumet yokluğu nedeniyle red2- Gerek pasif husumet yokluğu gerek de temsilde dine karar verilmiş olması doğru değildir…”)
verilmesi gerekir…)
6100 SAYILI HUKUK
MUHAKEMELERİ
KANUNU’NDA PASİF
HUSUMET YOKLUĞU VE
TEMSİLDE HATA
12 Haziran 2013 Ömer Faruk ALİMOĞLU
6
100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanun’un
yürürlüğe girmesi 1086 sayılı Hukuk Usulü
Muhakemeleri Kanunu’nun tartışmalı birçok
maddesine çözüm getirdi. Ancak uygulamada
nadiren de olsa gün yüzüne çıkan sorunlar, kanunsal bazda çözümden hala uzak. Kronikleşen tartışmalar, kanun koyma aşamasında teorik olarak tedavi
edilmek yerine, uygulamada çözümlenmek üzere Yüksek Mahkeme’nin neşterle müdahalesine açık hale getiriliyor. Bu durum ise Yargıtay’ı bir “İçtihat Mahkemesi”
olmaktan çok, teorik tartışmaların içine itilen bir yüksek yargı organı haline getiriyor. Bu yazımızla; kanun
koyucu tarafından “üvey evlat” muamelesine tabi tutularak net bir çözüme kavuşturulamamış konulardan
sadece biri olan, “Pasif Husumet Yokluğu ve Temsilde
Hata” kavramları irdelenecektir. Uygulamada birbirine karışmış bu iki terim, gerçek bir uyuşmazlıktan yola
çıkılarak ayrıştırılmaya ve açıklanmaya çalışılacaktır.
Tüm hukuk emekçilerinin istifadesine arz ederiz.
Uyuşmazlık konusu davada; Z A.Ş.’nin, Çin’den satın
aldığı emtianın taşınması sırasında hasar görmesi sebebiyle Davacı X Sigorta A.Ş.’yi, sigortalısı Z A.Ş.’ye
ödediği sigorta tazminat bedelinin rücuen tahsili için
Y Ltd. Şti.’ye dava açmıştır. Davacı, Taşıma işleri komisyoncusu olan davalı Y Ltd. Şti.’yi dava dilekçesinde
“Donatan’a izafeten davalı” olarak göstermiştir. Bunun
üzerine davalı Y Ltd. Şti. cevap dilekçesinde; kendisinin taşıma işleri komisyoncusu olması ve donatanın
acentesi veya taşıyanı durumunda olmamasından
dolayı husumetin kendisine yöneltilemeyeceğini ileri
sürerek, pasif husumet yokluğundan dolayı davanın
reddini talep edilmiştir. Davacı ise cevaba karşı cevap
dilekçesinde; davalı Y’nin uyuşmazlık konusu olayda
taşıma işleri komisyoncusu olduğunu kabul ederek
dilekçesindeki “Donatan’a izafeten” ibaresini kaldır-
17
mış ve burada pasif husumet yokluğu değil “temsilde
hata” bulunduğunu, temsilde hatanın ise “davanın her
aşamasında ıslaha gerek olmadan düzeltilebilecek bir
maddi hukuk hatası” olduğunu ileri sürmüştür. Davalı Y’nin en kısa ve kolay yoldan açılan davayı lehine neticelendirebileceği husus bu olduğu için, “pasif
husumet yokluğu” ve “temsilde hata” kavramlarının,
Yargıtay içtihatları ile doktrin görüşleri bağlamında
irdelenmeli ve ayrıştırılmalıdır. “Pasif husumet yokluğu” ve “Temsilde hata” kavramları, her ne kadar
homojen olarak birbirine karışmış gibi görünse de,
davada ileri sürülmesi ve davanın akıbeti bakımından
farklı sonuçlar doğurmaktadır. Bu sebeple iki terimin
farkları ve sonuçları hem doktrin hem de içtihatlar
bağlamında kategorize edilerek madde madde incelenecektir. Şöyle ki;
1-Öncelikle pasif husumet yokluğu, “davalı olma
sıfatı” anlamına gelmektedir. (Baki Kuru-Hukuk
Muhakemeleri Usulü) Örneğin; bir alacak davasında
davalı olma sıfatı, o alacağın gerçek borçlusuna aittir.
Nitekim Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2005/8103 E. numaralı kararında; “…Eğer davalı, davacının yönelttiği hakkın istenebileceği kişi değilse davada taraf sıfatı
olmadığından mahkemece bu durumda davaya konu
edilen hakkın esası hakkında bir inceleme yapılmayıp,
davanın pasif husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmesi gerekmektedir…” diyerek, bu ölçütü aynen vurgulanmıştır. Uyuşmazlık konusu olaya dönecek olursak davacı, donatanın yabancı şirket olması
hasebiyle hızlı tahsilat yapabilmek adına, X Sigorta
A.Ş.’yi yönelttiği hakkın istenebileceği kişi olarak
baz alarak, davayı Y Ltd. Şti.’ye izafeten dava açmıştır.
Ancak davacının cevap dilekçesinde belirtildiği gibi,
davalı ne acente ne de akdi/fiili taşıyandır. Bu sebeple, davacının atfettiği taraf sıfatına sahip ol(a)mayan
Y Ltd. Şti.’ye husumet tevcih edilememelidir. Nitekim
Yargıtay’ın da pasif husumet yokluğundaki bu duruşu istikrarlı bir seyir içerisindedir. (Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 20010/301 E. … Sigortacının, tazminatın
kaldırılmasını sağlayabileceği oranda sigorta ettirene
rücu edebileceğini hükme bağlanmıştır. O halde, davacı
sigortacı, bu davayı ancak kendi akidine karşı açabilecektir. Oysa davalı, sigorta ettiren olmayıp, sözleşmenin
de tarafı değildir. Davalının sigortalı aracın sürücüsü
konumunda olduğu iddia edilmektedir. Açılan davanın
pasif sıfat (husumet) yokluğu nedeniyle reddine karar
18
HUKUK
SONUÇ
Yukarda izah etmeye çalıştığım içtihat ve doktrin verileri penceresinden Davacı X Sigorta A.Ş.’nin, Y Ltd.
Şti.’yi “Donatan’a izafaten” davalı olarak göstermesi
açık bir pasif husumet yokluğudur. Çünkü Y Ltd. Şti,
ve Donatan arasında Yargıtay kararlarında mevcut olduğu gibi, temsilde hata edilebilecek derecede “sıkı
bir ilişki” de bulunmamaktadır. Zaten bu husus davacının cevaba karşı beyan dilekçesinde, Y Ltd. Şti.’nin
taşıma komisyoncusu olarak kabul edilmesiyle ikrar
edilmiştir. Kaldı ki davacının aynı dilekçesinde, uyuşmazlık hususunu temsilde hata olarak nitelerken dayandığı Yargıtay kararı da “…’ya izafeten acenteye açılan davanın temsilde hata kabul edilmesi” ile ilgilidir.
Malumdur ki Donatan-Acente kavramı, Yargıtay’ın
yukarıda belirtilen sıkı ilişki ölçütünü bire bir karşılamaktadır. Davacının böyle bir ölçüt barındıran Yargıtay kararına dayanıp, aynı dava dilekçesinde Y Ltd.
Şti.’ni taşıma işleri komisyoncusu olarak ikrar etmesi çelişkidir. Zira taşıma işleri komisyoncusu acente
gibi bağımlı bir yapıya sahip değil, bağımsız ve ayrı
bir tüzel kişilik olarak örgütlenmektedir. Naçizane
kanaatimiz; davanın usuli bir kararla Davalı Y Ltd.
Şti. açısından reddedilerek asıl dava açılması gereken
dava dışı Donatan’a yeni bir dava yoluyla ileri sürülmesi yönündedir.
HUKUK
ELEKTRONİK TEBLİGAT
YÖNETMELİĞİ
maya yetkili merciler nezdinde yapacakları işlemlerde
elektronik tebligat adreslerini bu mercilere bildirmeleri zorunludur.
Tebligatın Yapılmış Sayılacağı Tarih
17 Haziran 2013 Rasim Can ÇAKIR
Elektronik tebligat, muhatabın adresine ulaştığı tarihte değil; bu tarihi izleyen beşinci günün sonunda yalkemizde tebligat sisteminin aksak işleyi- pılmış sayılacaktır. Bu düzenlemeyle tebligatın hangi
şi, vatandaşların adil yargılanma hakları- tarihte yapılmış sayılacağına dair belirsizlik oluşmanı pek çok yönden zedelemektedir. 1959 sı engellenmiştir. Ayrıca fiziki tebligatta olduğu gibi
yılından bu yana yürürlükte olan 7201 elektronik tebligatta başka bir kişiye tebligatın yapılsayılı Tebligat Kanunu, mevcut sorunla- ması imkânı yoktur ve şüphesiz ki muhatabın her an
elektronik tebligatın yapıldığı adresi kontrol etmesi
rın çözümünde çoğu yerde etkisiz kalmaktadır.
ondan beklenemez.
Ü
Bu aksaklıkların giderilmesi için Tebligat Kanunu’nda 11.1.2011 tarihinde 6099 sayılı Tebligat Kanunu
ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile yapılan değişiklikle çağımızın gereklerine uygun bir düzenlemeye gidildi: Hukukumuzda elektronik yolla tebligat yapılması ilk kez düzenleme altına
alındı. Ancak gerekli teknik altyapının oluşturulması
sağlanması beklendiği için Elektronik Tebligat Yönetmeliği 19 Ocak 2013 gibi Kanun’un ardından geç bir
tarihte yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Elektronik Tebligat Adresi Edinme
Tebligat çıkaran merciler, elektronik tebligat adresi
almak için İdareye başvuracaklardır. Bu başvuruda
adresin merci içinde hangi birim tarafından kullanılacağı da belirtilecektir. Merci yeterli altyapıya sahip
olduğu takdirde tüm birimler tekbir tebligat adresini
kullanabileceklerdir.
Bu imkândan yararlanmak isteyen muhatap ise elektronik tebligata elverişli bir kayıtlı elektronik posta
adresi edinecektir. Gerçek kişi muhataplar e-imza vaElektronik Tebligattan Yararlanabilecek Kişiler
Tebligata elverişli bir adrese sahip olan ve bu adrese sıtasıyla adres almak için hizmet sağlayıcılara başvutebligat yapılmasını isteyen herkes elektronik tebligat- racaklardır.
tan yararlanabilecektir.
Zorunlu olarak bu sistemde yer alması gereken muÖte yandan anonim, limited ve sermayesi paylara bö- hataplara ait elektronik tebligat adresleri, bunlara ilişlünmüş komandit şirketlere elektronik yolla tebligat kin değişiklikler, TC kimlik numaraları veya MERSİS
numaraları; hizmet sağlayıcılar ile elektronik tebligat
yapılması Kanun uyarınca zorunlu tutulmuştur.
çıkarmaya yetkili merciler arasındaki uyum sayesinde
yetkili mercilerin ve tim hizmet sağlayıcıların erişimiTicaret şirketleri bakımından getirilen zorunluluk, ne açık şekilde elektronik tebligat hizmeti alanlar lis6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu hükümleriyle de aynı tesinde yer alacaktır. İsteğe bağlı olarak bu hizmetten
doğrultudadır. Zira Yeni TTK, sermaye şirketlerine yararlanan muhatapların bu listede yer almaları ise
internet sitesi kurma, genel kurul çağrılarının elekt- muvafakat göstermelerine bağlıdır.
ronik yolla yapılması gibi teknolojinin belirli ölçüde
kullanımını gerektirecek düzenlemeler getirmiştir ve
Zorunlu bir sebeple tebligatın yapılamaması
Tebligat Kanunu da bu durumu tamamlamaktadır.
Elektronik tebligat, sermaye şirketleri bakımından
zorunlu olsa da, uygulamada elektronik postaların
Kanun uyarınca elektronik tebligat sistemine dahil ol- engellenmesi, teknik altyapıda oluşması muhtemel
maları zorunlu olan bu muhatapların, tebligat çıkar- aksaklıkların oluşması gibi durumlar buna imkân
19
20
HUKUK
HUKUK
vermeyebilir. Elektronik tebligatın haklı bir sebeple
yapılamaması hallerinde Tebligat Kanunu’nda bahsedilen diğer usullerle tebligat yapılacağı öngörülmüştür. Böylece tebligatın usulünden ziyade tebligatın yapılabilmesinin asıl maksat olduğu açıkça gösterilmiş
ve önemli bir belirsizliğin önüne geçilmiştir. Öte yandan tebligatın zorunlu bir sebeple yapılamamasında
zorunlu sebeplerin neler olduğu hususunda açık bir
düzenleme Yönetmelik tarafından da getirilmemiştir.
Bu belirsizliğin ilerleye dönemlerde pek çok ihtilaf
doğuracağı açıktır.
Elektronik Tebligat Hizmetinin Kullanıma Kapatılması
İsteğe bağlı olarak bu hizmetten faydalanan muhataplar bakımından sistemden çıkma imkânı da tanınmıştır.
Kullanıma kapatılan elektronik tebligat adresine tebligat gönderimi durur; ancak adres üç ay süresince muhatabın erişimine açık kalır.
E-imza ile yapılan kullanıma kapatma başvurusu halinde derhal; fiziki başvuru halinde ise beş iş günü
içinde muhatabın elektronik tebligat adresine elektronik tebligat mesajı gönderilmesini hizmet sağlayıcı
engeller.
Elektronik tebligat yapılması zorunlu muhataplar
hizmet sağlayıcılarını değiştirebilir; ancak elektronik
tebligat hizmetinin durdurulması başvurusunda bulunamazlar.
KENTSEL DÖNÜŞÜM
SÜRECİNİN UNSURLARI
28 Haziran 2013 Rasim Can ÇAKIR
D
GİRİŞ
ünyanın, özellikle Batı Avrupa ve Amerika’nın son yüz yıldır aşina olduğu “kentsel
dönüşüm” kavramı ülkemiz bakımından
çok yeni ve bir o kadar da tartışmalıdır.
Bu çalışmada kentsel dönüşüm ihtiyacını
doğuran unsurlar ve kentsel dönüşümün konularını
oluşturan olgular üzerinde durulacaktır. Ancak konular ve unsurlara dair net bir ayrım yapılamayacağı için
çalışmanın bütünlüğünü bozmamak amacıyla bunlar
bir arada verilecektir.
Amerika’da ise 1920’li yıllardan itibaren sanayileşme
ve nüfus artışının beraberinde getirdiği çarpık kentleşme büyük bir sorundu. 1950’li yıllardan itibaren
bilimsel planlamalarla sağlıklı yaşam alanlarının oluşturulması amaçlandı. Düşük gelirli mahalleler, sağlanan kamu hizmetleriyle halk için cazip hale getirildi.
1980 sonrası yine de fakirlik ciddi bir boyuttaydı ve bu
nedenle “yatırım bölgeleri” programları uygulanmaya
başlandı. Ülkenin büyük bir kesiminde uygulanan bu
programlar ile halkın refah seviyesi arttırılmıştır [3].
I.KENTSEL DÖNÜŞÜM KAVRAMININ TANIMI
VE TARİHÇESİ
Kentsel dönüşüm, gelişmiş şehirlerde yaşamı olumsuz
etkileyen sorunların çözümü için getirilen hükümet
politikalarını ifade eder. İmar Terimleri Sözlüğü’nde
ise “Kamu girişimi ya da yardımıyla, yoksul komşulukların temizlenmesi, yapıların iyileştirilmesi, korunması, daha iyi barınma, çalışma ve dinlenme koşulları, kamu yapıları sağlanması amacıyla, yerel tasar
ve izlenceler uyarınca, kentleri ve kent özeklerinin tümünü ya da bir bölümünü, günün değişen koşullarına
daha iyi çevre verebilecek duruma getirme” olarak tanımlanmıştır[1]. Buradan hareketle kentsel dönüşüm
için şu şekilde bir tanım yapılabilir: Kentsel dönüşüm
kentin teknik, sosyal veya ekonomik açıdan yıpranmış alanlarının, günün şartları çerçevesinde yeniden
kente kazandırılmasıdır.
Ülkemiz bakımından ise kentsel dönüşüm çok yeni
bir olgudur. 1999 Marmara Depremi ile Marmara bölgesi ve İstanbul özelinde olmak üzere ülke genelinde
yerleşim alanlarının depreme dayanıklılığı, yapılaşma
planlamalarının sağlığı tartışılır hale geldi. Aslında
kentsel dönüşüm olgusunu tam olarak kapsamasa
da şehircilik faaliyetleri açısından birtakım adımlar
1960’ların sonlarından itibaren atılmıştır. Türkiye’nin
Avrupa ile yakınlaşması süreci ülke içinde yeni bir
ekonomik hayatın gelişmesini ve köyden kente göç
macerasını başlatmıştır. Bu duruma en güzel iki örnek olarak, dönemlere göre şehir nüfus oranlarını ve
şehircilik alanındaki yasaları verebiliriz: “1927 yılında
%24 olan şehirleşme düzeyi, 1960’da %33, 2000 yılına gelindiğinde %71 değerini göstermektedir” [4].
Öte yandan 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nun kabul
tarihi ise 1966’dır. Bunu 1983 tarihli Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanunu ve 1985 tarihli İmar Kanunu izlemiştir. Ancak hiçbiri kentsel dönüşüm anlamında kapsayıcı hükümler içermemektedir. Yukarıda
da belirtildiği üzere, Marmara Depremi’nin getirdiği
kaygılar geç de olsa yasama faaliyetlerine de yansımış
ve 2012 yılında Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir. Kanunun içeriği ve başlığı pek bağdaşmasa da Türkiye’de
kentsel dönüşüm hakkında en kapsamlı düzenlemeleri barındırmaktadır. Hatta bu sayede ülkemizde kentsel dönüşüm olgusu amaç, konu, unsur ve sıkıntıları
Dünyada kentsel dönüşüm uygulamaları Avrupa açısından II. Dünya Savaşı sonrasında başlamıştır. Savaş
sonrası harap olan kentlerin yeniden inşası ve savaşla
birlikte iyiden iyiye fakirleşen Avrupa halklarının artık
kentlerde barınabilmesi büyük bir sorundu. Özellikle
İngiltere’de bu dönemde başlatılan kentsel dönüşüm
hareketleri olumlu neticeler vermedi; çünkü kentsel
dönüşümün imar boyutunun yanında “ekonomi” boyutuna ağırlık verilmemişti. Kentleri yeniden yapılan-
21
dırmanın işsizliği de gidereceği düşünülmüştü. Savaş
sonrası artan ekonomik sıkıntılar nedeniyle kentsel
dönüşümlerden yeterli verim alınamadı ve hükümet
kentsel dönüşümün yanında vatandaşlarını girişimde
bulunmaya teşvik etti. Ancak bu teşviklerle de savaş
sonrası Avrupa’nın içinde bulunduğu çöküntü nedeniyle başarıya ulaşılamamıştır [2].
22
HUKUK
bakımından tartışmaya açılmıştır.
Çalışmanın ilerleyen kısımlarında da görüleceği üzere
kentsel dönüşüm basit bir yapılaşma meselesi değildir;
çünkü sadece hukuki yahut sadece teknik boyutuyla
ele alınıp hayata geçirilebilecek kadar dar bir çerçevesi
yoktur. Kentsel dönüşüme dair sorunlar ve bunların
çözümleri, hukuk bakımından öneme sahip olduğu
kadar, diğer pek çok bilim ve disiplin bakımından da
önemlidir.
II.KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN UNSURLARI/
KONULARI
A.GENEL OLARAK
Yukarıda da değinildiği üzere kentsel dönüşüm birbirinden farklı alanların bir bütün dâhilinde incelenmesiyle sağlıklı hale getirilebilecek olan bir olgudur. Ayrıca her zaman dilimine ve her topluma göre unsurları
değişkenlik gösteren kentsel dönüşümü bu noktada
keskin kalıplarla sunmak, hataya düşmeye neden olur.
Ancak bir çerçeve çizilmesi gerekirse kentsel dönüşümün unsurları şöyle ayrılabilir: hukuki açıdan, sosyal-kültürel açıdan, ekonomik-siyasi açıdan kentsel
dönüşümün unsurları.
ri arasında yer almaktadır. Bu noktadan itibaren artık
bir hukuk ilkesi olmanın yanında idarenin anayasal
bir yükümlülüğü halini almıştır.
Sosyal devlet ilkesinin gerçekleştirilmesinde kullanılan hukuki yöntemleri incelendiğinde, bunların
kentsel dönüşüm olgusuyla birebir uyuştuğu görülmektedir. Bu yöntemler şunlardır: vergi adaleti, kamulaştırma-devletleştirme, planlama, sosyal haklar.
a.Vergi Adaleti
Sosyal devlet ilkesi gereğince vergi adaleti, gelir adaletinin sağlanması suretiyle gerçekleşebilir [6]. Her gelir grubunun asgari insani seviyede yaşayabilmesi için
kamu hizmetlerinin sürekliliği, bunun için ise idarenin mali kaynağı olan vergilerin kesintisiz elde edilmesi gerekir. Vergi kaynağının sürekli işlemesi için ise
adil bir gelir dağılımı ve vergilendirme sistemi şarttır.
Kentsel dönüşüm bakımından şu anda en kapsamlı
mevzuat olan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun md.6’da gelir
düzeyi yetersiz vatandaşlara idarece yapılabilecek mali
yardımlara ilişkin düzenlemeler mevcuttur. Ayrıca
md. 7/9’da vergiden muaf olunan haller düzenlenerek
vatandaşların kentsel dönüşüm sırasında yaşayacaklaYine de kentsel dönüşümün ülkemizdeki yeni mevcu- rı ekonomik sıkıntıların hafifletilmesi amacı da vergi
diyeti ile bilimsel bir disiplin olmaktan çok toplumsal adaleti kapsamında değerlendirilebilir.
ve zamana dayalı ihtiyaçları barındıran bir olgu, hatta
daha ziyade bir “politika” olduğu için her türlü tasnif,
onun sadece bir yönünü gösterecektir.
b.Kamulaştırma-Devletleştirme
“Kamulaştırma devlet ve diğer kamu tüzel kişilerinin
kamu yararının gerektirdiği hallerde, karşılıklarını peB.HUKUKİ AÇIDAN
şin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz
1.Genel Olarak
malların tamamını veya bir kısmını sahiplerinin isteKentsel dönüşüm her şeyden önce idare eliyle, kamu ğine bakmaksızın, kamu mülkiyetine geçirmesidir”
gücü kullanılarak görülmesi gereken kamusal bir fa- [7]. Anayasa md.47’ye göre, “kamu hizmeti niteliği taaliyettir. Zaten karşılaşılan hukuki ve ekonomik kül- şıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı
fetler düşünüldüğünde bunun aksi olarak kentsel dö- hallerde devletleştirilebilir. Devletleştirme gerçek karnüşümün özel gerçek/tüzel kişiler tarafından yerine şılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma
getirileceği düşünülemez. Kaldı ki Anayasa tarafın- tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir”. Devletleştirme
dan idareye yüklenen görevlerin kapsamına kentsel işleminin konusu, özel teşebbüslerdir. Devletleştirme
dönüşümün amaçları da girmektedir. Bu hususlara ancak, özel teşebbüsün kamu hizmeti niteliği taşıması
aşağıda değinilecektir.
ve kamu yararının devletleştirmeyi zorunlu kılması
hallerinde mümkündür[8]. Aslında ne kamulaştırma
ne de devletleştirme sosyal devlet ilkesiyle doğrudan
2.Sosyal Devlet İlkesi
ilgilidir. Bunlar ancak sosyal devlet ilkesinin gerçek“Devletin sosyal barışı ve sosyal adaleti sağlamak leştirilmesine yardım sağlamaktadırlar. Nitekim kentamacıyla sosyal ve ekonomik hayata aktif müdaha- sel dönüşüm bakımından konuya yaklaşıldığında da
lesini gerekli ve meşru gören bir anlayış” [5] olarak kentsel dönüşüm uygulamalarının hukuki ayağını
tanımlanabilen sosyal devlet ilkesi, genel bir ifadeyle oluşturan hemen her yasal düzenlemede kamulaştırinsan onuruna yaraşır asgari hayat şartlarının devlet ma işlemine yer verildiği görülmektedir. Zira kentsel
tarafından sağlanması gereğidir. Bu bakımdan sosyal dönüşüm uygulamalarının fiziki boyutlarını düşünüldevlet ilkesi, kentsel dönüşümün en temel hukuki un- düğünde kamulaştırma işlemlerinin çoğu zaman zosurunu oluşturur. Şöyle ki; kentsel dönüşümün amacı, runlu hale geldiği anlaşılmaktadır [9].
kent yaşamında ortaya çıkan ve toplumsal huzuru, gelişimi engelleyen durumların ortadan kaldırılması, en
c.Planlama
azından asgari seviyeye indirilmesidir.
Anayasa md. 166’ya göre, toplumun ekonomik kaynaklarını, kalkınmayı sağlayacak şekilde bilimsel ve
Sosyal devlet ilkesi Anayasa md. 5’te devletin görevle- akılcı planlamak devletin görevidir. Kentsel dönüşü-
23
HUKUK
mün bir unsuru olarak planlama ise vazgeçilmezdir.
Buradaki planlama kavramına aşağıda da değinilecek
olan imari planlamalar ancak özel boyutuyla girer.
Bahsedilen planlama kavramı daha geniş ve daha geneldir. Kentsel dönüşümde planlama, dönüşüm süreci
boyunca izlenecek hukuki yolun yanı sıra, uygulanacak mimari, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi adımları
ve bunların bütünlüklerini de kapsar. Planlama esasen
kentsel dönüşüm politikalarının içinde barındırması
gereken bütünlüğü ifade eder. Bu bütünlükten uzak,
plansız bir kentsel dönüşüm, ortalama bir konut projesi olmaktan öteye gitmemekle birlikte, kentin kültürel ve ekonomik hayatında iyileştirilmesi güç olan
sorunlar meydana getirir.
d.Sosyal Haklar
Sosyal haklar sosyal devletin en önemli unsurlarından birini oluşturur. Sosyal haklar sosyal adaleti sağlamaya, sosyal eşitsizlikleri gidermeye, toplum içinde
ekonomik bakımdan zayıf olan sınıf ve grupları korumaya yönelik haklardır. Kentsel dönüşüm bu noktalarda sosyal hakların amaçlarıyla örtüşmektedir. Öte
yandan kentsel dönüşüm sadece bir altyapı/üstyapı
projesi olmayıp doğrudan insanca yaşama hakkının
korunmasında da etkilidir. Bu etkisi doğal olarak pek
çok sosyal hakka erişimi kolaylaştırmasında kendini
göstermektedir. Örneğin Anayasa md. 56, sağlıklı yaşama hakkını düzenler. Kent yaşamında sağlık koşulu
kent şartları da dikkate alındığında bireyi olduğu kadar toplumu da ilgilendirmektedir. Bir diğer örnek ise
Anayasa md. 42’de bulunan eğitim-öğretim hakkıdır.
Kentsel dönüşümün sosyal ve kültürel yapıyı koruyup
bu yapının gelişimine zemin hazırlayacak biçimde düzenlenmesi noktasında, eğitim hakkına ilişkin projeleri de barındırması doğrudan bir gerekliliktir.
3.Kamu Hizmeti ve Kamu Yararı
İdare Hukuku’nun sınırlarını çevreleyen kamu hizmeti kavramının günümüzde dahi net bir tanımını
yapmak zordur. Ancak “idarenin toplumun ortak bazı
gereksinimlerini karşılamak amacıyla doğrudan veya
yakın gözetimi ve sorumluluğu altında, kamusal yetki
ve usuller kullanılarak yürüttüğü faaliyet” [10] olarak
genel bir tanım yapılması açıklayıcı niteliktedir.
metinin temel ilkeleri ele alındığında, bunların kentsel
dönüşümün öğeleri arasında olduğu görülmektedir.
a.Süreklilik İlkesi
Anayasa mahkemesi kamu hizmetini, topluma sunulan “sürekli ve düzenli etkinlikler” olarak tanımlamaktadır [11]. Yani bir idarenin herhangi bir faaliyetinin
kamu hizmeti kapsamına girebilmesi için o faaliyetin
sürekliliği esastır. Kentsel dönüşüm bakımından bu
durum düşünüldüğünde bir çelişki görülmektedir.
Sonuçta kentsel dönüşüm günün ihtiyaçlarının getirdiği bir politikadır ve tamamlanmasıyla sona erer.
O halde bu şartı sağlamamakta mıdır? Aksine kentsel
dönüşüm geçici bir olgu değildir. İçinde bir süreklilik arz etmektedir. Kentsel dönüşümün temel noktası olan teknik ve sosyal refahın sağlanmasıyla amaca
ulaşılmış olunmaz. Esas olan bu çizginin devam ettirilmesi ve dönüşüm olgusunun ilk seferden sonra bütün olarak tekrarlarından ziyade; kentte zaman içinde
sürüp gitmesidir. Kısacası kentsel dönüşüme uğramış
bir yerleşim alanının artık kendi kaderine terk edilmesi diye bir durum olmamalıdır. Dönüşüm alanı, en
başta tasarlanan politikalar sayesinde -mümkün olduğunca- tekrar kentsel dönüşüme ihtiyaç duymayacak şekilde kendini yenilemeye devam etmelidir.
b.Değişkenlik İlkesi
Süreklilik ilkesinin bir uzantısı olarak görülebilecek
olan bu ilke, kamu hizmetlerinin değişen koşullara
uyarlanabilmesi demektir [12]. Kentsel dönüşümün
bir unsuru olarak değişkenlik ilkesi, kentsel dönüşüm
uygulamalarının gerek zaman gerekse mekan bakımından karşılaşılan ve sürekli farklılaşan sorunlara
uygun biçimde tasarlanıp hayata geçirilmesi demektir.
Öte yandan değişkenlik ilkesi, genel olarak kamu hizmetlerinin yürütülmesi bakımından getirdiği bir sorunu kentsel dönüşüm bakımından da getirmektedir.
Şöyle ki; idarenin kamu hizmetlerini yürütebilmek
için günün koşullarına uygun olarak düzenleyici işlemlerde gereken değişiklikleri her zaman yapabileceği [13] ve bunların karşısında ilgililerin kazanılmış
hak iddiasında bulunamayacakları [14] kabul edilmektedir. Bu iki durum da kentsel dönüşüme uğrayan bölgelerdeki hak sahiplerini, idarenin keyfi davranışlarına maruz bırakabilecek tehlikededir. Ancak
kentsel dönüşüm olgusu içerisinde süreklilik ilkesi,
kazanılmış haklara karşı bir düşman olarak görülmemelidir; sonuçta bu ilkenin bir getirisi olarak kamu
hizmetinden yararlananlar, idareden yeni koşullara
ayak uydurmasını isteme hakkına da sahiptir [15].
Kamu hizmeti, toplumun ortak ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğu için “kamu yararını” da içinde
barındırır. Her ne kadar bu iki kavram kentsel dönüşüm bakımından amaç olarak değerlendirilse de
şüphesiz ki; kamu hizmeti ve dolayısıyla kamu yararı ayakları kentsel dönüşümün aynı zamanda hukuki
parçalarını/unsurlarını da oluşturmaktadır.
c.Eşitlik İlkesi
Kamu hizmetlerinden yararlanılması karşısında eşitKentsel dönüşüm, kenti gerek fiziki gerekse sosyal an- lik ilkesi “matematiksel” bir eşitlik olmayıp, kişilelamda “yaşanabilir” halde tutmayı hedefler. Bu neden- rin özel durumları dikkate alan bir eşitlik anlayışıdır
le de toplumun ihtiyaçlarına cevap veren politikaları [16]. Kentsel dönüşüm bakımından eşitlik unsurunu
bünyesinde barındırmalıdır. Hizmetlerin külfetinin ikiye ayırabiliriz: iç ve dış eşitlik. İç eşitlikten kastedibüyüklüğünün yanında, idarenin görevleri arasına len, aynı kentsel dönüşüm uygulaması kapsamındaki
doğrudan girmesinden dolayı kentsel dönüşüm ancak alanların eşit bir uygulamaya, eşit bir hizmete tabii tukamu hizmeti olarak sunulabilir. Kaldı ki kamu hiz- tulmasıdır. Mesela aynı dönüşüm alanı içinde teknik
24
HUKUK
ya da sosyal bakımdan özel durumlar olmadıkça farklı
politikalar izlenemez. Dış eşitlik ise birbirinden farklı
dönüşüm alanlarında, bu alanların ancak kendilerine
has özellikleri göz önüne alınarak farklı politikalara
ve uygulamalara gidilebileceğidir. Mesela ekonomik
düzeyi orta seviyede vatandaşlardan oluşan bir kent
alanında dönüşümle birlikte eğitim ve sağlık hizmetlerine yeterli önem verilmediği ancak; ekonomik bakımdan iyi düzeyde olan vatandaşların yaşadığı kent
alanında buna özen gösterildiği takdirde, eşitlik ilkesi
zedelenmiş olmaktadır. Bu bakımdan eşitlik ilkesinin
zedelenmesi, durumun giderilmesi için oluşan külfetin idareye yüklenmesinin yanında; idareyi ciddi bir
tazminat yükü altında da bırakabilir.
d.Tarafsızlık İlkesi
Eşitlik ilkesinin bir uzantısı olarak değerlendirilen tarafsızlık ilkesine, “ayrımcılık yapmama” ve “çoğulculuğa saygı duyma” olarak iki anlam yüklenebilir [17].
Kentsel dönüşümün bir unsuru olarak ise tarafsızlık
ilkesi hukuki boyutunun yanında hem sosyal-kültürel
açıdan hem de ekonomik-siyasi açıdan kendini belli
etmektedir. Mesela belli bir topluluğun yaşadığı alanın kentsel dönüşüme tabii tutulmayarak “ölü” hale
getirilmesi yahut kentsel dönüşüm alanında bulunan
bu yer sakinlerinin, dönüşüm ve yenilenme bahanesiyle yaşam tarzlarına müdahale edilmesi kentsel
dönüşümde gözetilmesi gereken eşitlik unsurunu
zedeler [18]. Siyasi bir örnek olarak, hükümete yahut mevcut yerel yönetime oy vermeyen bir yerleşim
alanının kentsel dönüşüm adı altında dağıtılması, ne
kentsel dönüşümün tarafsızlık unsuruna uyar ne de
kamu hizmetinin amaç ve kapsamları arasında değerlendirilebilir. İşte bu noktalarda tarafsızlık ilkesi
kentsel dönüşüm bakımından hassas bir terazi işlevi
görmekte, idarenin keyfiyetinin karşısında önemli bir
silah olmaktadır.
Tarafsızlık ve eşitlik ilkelerini doğrudan ilgilendiren
en önemli düzenlemeye son olarak değinmek gerekir. 6306 sayılı Kanun’un kentsel dönüşüm kapsamına
ruhsatlı yani hukuk düzenince korunan yapıların yanında; kaçak olarak tabir edilen, hukuka aykırı yapılarda girmektedir. Ruhsatsız yapılar, kentsel dönüşüm
kapsamı içinde bulundurularak uygulamanın bütünlüğü korunmuş olmakta; öte yandan kamu hizmeti
ilkelerine uygun hareket edilmektedir.
4.İmar-Islah
Kentsel dönüşüm bakımından imar-ıslah unsurunun
hukuki boyutu kadar siyasi boyutu da dikkate alınmalıdır. İmar faaliyetleri her ne kadar kamu düzeninden
sayılıp kamu hizmeti olarak görülse de bir o kadar da
siyasidir; hatta kimi zaman da ekonomik ayakları bu
iki durumdan daha ağır basar. Hatta bu ağırlık mevzuata dahi yansımıştır. 3194 sayılı İmar Kanunu md.
9 bu bakımdan tartışmalı olmakla birlikte çok önemli
bir örnektir. Madde sayesinde Bakanlık, dolayısıyla da
siyasi irade hemen hemen bütün yerleşim alanlarında
istediği değişikliği yapabilmektedir. Kentsel dönüşü-
25
mün siyasi boyutunun yanında ekonomik rant alanlarının belirlenmesi ve düzenlenmesi bakımından
bu maddenin yanında, “meşhur” md.18 de önem arz
eder. 18. madde ile imar sınırları içerisindeki alanlara
idare istediği şekil ve düzeni verme imkânına kavuşmuştur. Üstelik gerek mülkiyet hakkı gerekse kazanılmış haklar bakımından uğrayacağı güçlüklerden de
bu maddenin ilk fıkrası sayesinde büyük ölçüde kurtulmaktadır.
İmar-ıslah faaliyetleri kentsel dönüşüm bakımından
daha dar kapsamlı, daha özel nitelikli olarak düşünülmelidir. Zira bu faaliyetlerle toplu bir dönüşüm
işlemi gerçekleştirilmesi çoğu zaman amaçlanmaz.
Kentsel dönüşüm uygulamaları bütün yönleriyle daha
kapsamlı bir biçimde gerçekleştirilmelidir. Kaldı ki
imar-ıslah faaliyetleriyle gerçekleştirilen büyük çapta
işlemler bir kentsel dönüşüm kaygısı taşımaz. Bunun
yerine idarenin hukuk kanalıyla siyasi ve ekonomik
ranta şekil vermesi durumu söz konusu olur. Kısacası imar-ıslah unsuru, kentsel dönüşümün hukuki ve
ekonomik-siyasi ayakları arasında bir köprüdür denebilir.
C.EKONOMİK VE SİYASİ AÇIDAN
1.Kentsel Yenileme
Kentsel yenileme kavramı çoğu zaman kentsel dönüşüm anlamında kullanılsa da ondan daha dar bir kapsama sahiptir. Kentsel yenileme daha çok bir bölgenin, özellikle rantı çok düşmüş bir bölgenin “yıkılıp”
yeniden yapılması demektir [19]. Burada esas olan bir
dönüşüm değil, toplu bir yıkımın ardından yeniden
şekillendirmedir. Hatta 1981 yılında Avrupa Konseyi’nin başlattığı “Urban Renewal” kampanyasının adı,
bu yıkım vurgusunu gidermek maksadıyla “Urban
Rennaissance” olarak değiştirilmiştir [20]. Buradaki
yıkım vurgusunun nedeni, siyasi iradenin söz konusu
alana “istediği biçimde” şekil verme çabasıdır.
2.Yeniden Canlanma-Canlandırma
Kentsel dönüşümün bu unsuru da çöküntü süreci
içinde olan alanların, buna neden olan etkenler ortadan kaldırıldıktan sonra yeniden kent yaşamına
kazandırılmasını ifade eder [21]. Bu çöküntünün nedenleri kimi zaman ekonomik kimi zaman sosyal veya
kültürel olabilir. Ancak yeniden canlandırmada temel
amaç, o alanın mevcut haliyle oluşturduğu ekonomik
külfetleri eritmek, bunun yanında yine ekonomik anlamda o alanı kente kazandırmaktır.
D.SOSYAL VE KÜLTÜREL AÇIDAN
1.Sağlıklaştırma
Eskimiş, düşük performanslı, altyapıları yetersiz bir
çevrenin sınırlı yatırımlarla belirli bir düzeye getirilmesi, kentsel dönüşümün sağlıklaştırma unsurunu
oluşturmaktadır. Sağlıklılaştırma, insanların yaşam
alanlarının sağlıklı bir düzeye çekilmesi anlamına geldiği gibi o alanın ekonomik ve sosyal hayatı bakımından da “sağlıklı” hale getirilmesi demektir.
HUKUK
2863 sayılı Kanun’un yürürlüğe giriş tarihinin 1983
Sağlıklaştırma unsuru doğrudan doğruya Anayasa ile yılı olduğu görüldüğünde durum daha iyi fark edibağlantılıdır. Zira md. 56’da sağlıklı bir çevrede yaşa- lecektir. Koruma bilincinin artması ise doğal olarak
ma hakkı tüm vatandaşlara tanınmıştır. Hakkın kul- kentleşme olgusunun ortaya çıkmasıyla olmuştur.
lanımının sağlanmasında görev ise idareye düşmekte- Daha önce yukarıda verilen bir istatistikte Türkiye’de
dir. Kentsel dönüşüm uygulamalarının kamu hizmeti kent nüfus oranının 1960 yılından itibaren hızlı bir
unsuru noktasında sağlıklaştırma gerçekleştirilmesi artışa geçtiği açık bir şekilde görülmektedir. Çalışma
boyunca değinildiği üzere kentleşme ve kentsel dögereken bir husustur.
nüşüm hakkındaki tüm yasal düzenlemeler de bu dönemle birlikte hayata geçirilmiştir.
2.Eski Haline Getirme
Deformasyonu başlamasına rağmen özgün niteliğini 5.Soylulaştırma
kaybetmemiş kent parçalarının eski haline kavuşturulması anlamını taşımaktadır [22]. Eski haline ge- Kentsel dönüşümün unsurları içinden en tartışmalı
tirme unsuru, tanımdan da anlaşılacağı üzere kentsel olanı şüphesiz soylulaştırmadır. Terim anlamı, sosdönüşümün kültürel boyutuyla alakalıdır. Eski haline yal-kültürel bakımdan çöküntüye uğrayan, dolayısıyla
getirmeye en güzel örnek, İstanbul Süleymaniye’de uy- fiziksel çevresi de bozulan alanlarda sosyal yapının
gulanan dönüşüm projesidir: Bu projeyle bir dönem ıslah edilmesidir [25]. Terime ilk bakıldığında sosyal
kentin en canlı yaşam alanlarından olan Süleymani- ıslah vurgusu dikkati çekmektedir. Soylulaştırma ile
ye’nin, bugünkü izbe ve düşük bir sosyal-ekonomik kent yaşamının dönüşümü hedeflenmemekte, daha
seviyeyi barındıran yapısından kurtarılması amaçlan- çok kentte yaşayanların kente “uyumsallaştırılması”
mıştı. Hatta Süleymaniye semtindeki pek çok tarihi için çalışılacağı düşüncesi vermektedir. Zaten kentahşap bina restore edilerek satışa çıkarıldı. Temelde sel dönüşüm bakımından en çok sorunun mevcut
yatan düşünce, bu binaların toplumun “kanaat önder- olduğu nokta burasıdır. Kentsel dönüşümle idarenin,
lerine” yani; bilim adamı, sanatçı, yazar, düşünür gibi vatandaşların yaşama haklarına müdahalesinin olup
insanlara satılması ve Süleymaniye’de sosyal-kültürel olamayacağı; siyasi otoritenin idare eliyle belirli bir
hayatın eski haline getirilmesiydi. Ancak proje son yaşam alanında kültürel değişiklik yapmaya hakkıaşama bakımından başarısız olmuştur. Öte yandan nın olup olamayacağı; bütün bu ve benzeri soruların
teknik ve konut açısından Süleymaniye tarihi dokusu- cevaplarında kamu yararı ölçütünün birey ve hakları
karşısında ne denli baskın olabileceği “en zorlayıcı”
nu yeniden kazanmıştır.
sorulardır.
3.Yeniden Oluşum
Çöküntü bölgesi haline gelen alanlarda yeni bir dokunun yaratılması veya mevcudun iyileştirilmesi
çalışmaları kentsel dönüşümün yeniden oluşum unsurudur [23]. Eski hale getirme unsuruyla ayrılan
noktası şudur: Yeniden oluşum unsurunda tarihi bir
sosyal-kültürel yapıdan bahsedilmemektedir. Dönüşüme uğrayan alanlara “yeni” bir kimlik kazandırılmak istenmektedir. Eski hale getirme unsurunda öne
çıkan husus ise dönüşüme uğrayan alanın mevcut tarihi bir kimliği bulunmakta ve hasar gören bu kimlik
onarılmaya çalışılmaktadır. Yeniden oluşum unsuru
bakımından en güncel örnek ise İstanbul Tarlabaşı semtinde yürütülen dönüşüm projesidir. Bu semt
mevcut bir tarihi-kültürel kimliğe sahiptir; ancak kanaatimizce idare tarafından bu kimliğin kurtarılamaz
olduğu düşünülerek yeni bir kültürel kimlik oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Soylulaştırma unsuru doğrudan bireyi şekillendirmeyi amaçlayan ve siyasi otoritenin elinde tuttuğu bir
silah olarak görülmemelidir. Ülkemizde soylulaştırma uygulanan bölgelere bakıldığında, ekonomik çöküntünün beraberinde kültürel ve fiziki çöküntüyü de
getirdiği görülmektedir. Bu bakımdan soylulaştırma
unsurunda temel hareket noktası, çöküntüye uğramış
yerleşim alanının eğitim, sağlık, iş gibi ekonomik ve
sosyal bir yenileme sürecinden geçirilmesi olmalıdır.
Aksi uygulamalar halinde soylulaştırmaya “uğratılan”
vatandaşlar, idare ve halk tarafından “benimsenmeyen” hatta “dışlanan” bir kültürel yapının parçaları
halini almaktadırlar ki, bu da ne toplumu sosyal ve
kültürel açıdan birleştirici uygulamaları bünyesinde
barındıran kentsel dönüşümle ne de idarenin yerine
getirmekle yükümlü olduğu kamu hizmeti görevinin
temel ilkeleriyle bağdaşır.
SONUÇ
Ülkemizde ciddiyeti yeni yeni fark edilmekte olan
kentsel dönüşüm, çalışma boyunca da gösterildiği gibi
çok boyutlu ve disiplinler arası işbirliğini gerektiren
bir olgudur. Kentsel dönüşüm sadece basit bir arazi
meselesi yahut idarenin imar politikalarının şekillendirdiği yapılaşma hali değildir. Kentsel dönüşüm
bütün bunların aksine sosyal ve ekonomik tabanlı bir
Ülkemiz bakımından kültür ve doğa varlıklarımızın politikadır ve bir süreçtir.
korunmasının ciddiyeti uzak olmayan bir geçmişte
anlaşılmıştır. Bu alanda en kapsamlı mevzuat olan Kentsel dönüşümün yanında getirdiği çok kapsamlılık
4.Kentsel Koruma
Kentsel koruma genel olarak, kültürel ve doğal taşınmaz varlıkların özelliklerinin yasal düzenlemeler çerçevesinde muhafaza edilmesini, tarihi çevreyi koruyarak, tarih ve günümüz yaşamının bütünleştirilmesini
ifade etmektedir [24].
26
HUKUK
hali nedeniyle onun amaç, konu ve unsurlarını birbirinden net olarak ayırt etmek güçtür. Mesela kimi hallerde kamu yararı kentsel dönüşümün bir amacı olarak görülebilecekken kimi hallerde ise kamu hizmeti
çerçevesinde bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
nedenle çalışma boyunca genel nitelikte ayrımlara
gidilerek kentsel dönüşümün içinde barındırdığı bütünlük yakalanılmaya çalışılmıştır.
Kentsel dönüşümün unsurları, içinde kendi sorunlarını da barındırmaktadır. Hukuki unsurlar bakımından
kazanılmış haklara saygı ve mülkiyet hakkına dokunmanın sınırları ciddi sıkıntılar olarak göze çarpmaktadırlar. Gerek ekonomik- siyasi gerekse sosyal-kültürel
unsurlar bakımından en ciddi sorun, siyasi otoritenin
kent yaşamını iyileştirme bahanesiyle vatandaşlarının
hayatına doğrudan şekil vermeye çalışmasının nasıl
engellenebileceğidir. Özellikle bu bağlamda soylulaştırma unsuru çok tartışmalıdır. Zira soylulaştırma ne
demektir? Sosyal çöküntü içindeki toplulukları dönüşümü bahane ederek dağıtmak, kent içinde onları eritip yok etmekle kent yahut kentsel dönüşüme uğrayan
alan “soylu” bir hale mi gelecektir? Bu sorunun cevabı
elbette “hayır” olacaktır; çünkü soylulaştırmanın özelinden bakıldığında dahi kentsel dönüşümün her unsurunun içinde kent refahının sağlanması açısından
insan bir “değer” olarak hep en ön plandadır. Kentsel dönüşümün amacı, toplumsal bütünlüğü -geçmiş
değerleri de olabildiğince muhafaza ederek- sağlayıp;
kent yaşamını teknik, sosyal, kültürel, ekonomik olarak yeni ve sürdürülebilir bir kimliğe kavuşturmaktır.
Son olarak, kentsel dönüşüm hakkında bu denli geniş
hatta “ütopik” bir amaç ve unsurlar silsilesi bir araya
getirildiğinde kentsel dönüşüm olgusunun hayat bulmayı nasıl başaracağını sormak gerekir. Çalışma boyunca işlenen unsurlardan anlaşılacağı üzere ve ayrıca
pek çok kez yapılan vurguları da tekrarlamak gerekirse; kentsel dönüşüm hayatın her alanına nüfuz eden
ve asgari insani şartları sağlamayı hedefleyen politikalar bütünüdür. İçinde fen bilimlerini, sosyal bilimleri hatta teknik bilimleri dahi ilgilendiren unsurlar
bulundurmaktadır. Bu nedenle kentsel dönüşümün
amacına ulaşabilmesi, bir imar hareketi olarak kalmaması için olgulara sadece siyasi yahut hukuki açıdan
yaklaşılmamalı; olgular her boyutuyla ele alınmalıdır.
Aksi halde kentsel dönüşümün bir altyapı/üstyapı uygulaması olarak kalmasının yanında sosyal ve kültürel
hayatta yaşatacağı çöküntülerin telafisi çok güç olur.
DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
1-Erol Ünal-Feridun Duyguluer-Ersin Bolat, İmar Terimleri, TODAİE Yayınları, Ankara, 1998, s. 103.
2-Kara Lam, Revitalisation From The Inside Out: The
Attempts To Move Towards An Urban Renaıssance In
The Cities Of The United States And The United Kingdom, Connecticut Journal of International Law, Fall
2003, s.163-166 (Aktaran: Melikşah Yasin, Kentsel
Dönüşüm Uygulamalarının Hukuki Boyutu, Türkiye
Barolar Birliği Dergisi, S:60, 2005, s.105-106).
3-Lam, a.g.e., s. 167-168 (Aktaran: Yasin, a.g.e., s.108).
27
4-M. Murat Yüceşahin- Rüya Bayar-E. Murat Özgür,
Türkiye’de Şehirleşmenin Mekansal Dağılışı ve Değişimi, Coğrafi Bilimler Dergisi, 2004-2, s.1.
5-Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayıncılık, Ankara, 2008, s. 99,
6-Özbudun, a.g.e., s. 106.
7-Özbudun, a.g.e., s. 107.
8-Özbudun, a.g.e., s. 108.
9-Tarlabaşı yenileme projesine dahil alan: 20.000m2,
www.tarlabasiyenileniyor.com,
Erişim
Tarihi:
08.12.2012.
10-A. Şeref Gözübüyük-Turgut Tan, İdare Hukuku
Cilt:1 (Genel Esaslar), Turhan Kitabevi, Ankara 2010,
s.673.
11-Anayasa Mahkemesi, E.994/43, K.994/42-2,
T.09.12.1994, Resmi Gazete: 24.01.1995, S.22181, s.22.
12-Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.687.
13-Danıştay, 10. Dairesi, E.987/87, K.990/372,
T.26.10.1990.
14-Danıştay, 12. Dairesi, E.965/3828, K.967/1556,
T.13.10.1967.
15-Jacques Chevallier, Service Public, 1987, s.43 (Aktaran: Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.687).
16-Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.688.
17-Pierre Esplugas, Conseil Constitutionnel et Service Public, LGDJ, Paris, 1994, s.176 vd. (Aktaran: Gözübüyük-Tan, a.g.e., s.689).
18-Bkz. Tarlabaşı kentsel dönüşüm uygulamalarına
dair güncel tartışmalar.
19-Pelin Pınar Özden, Kentsel Yenileme Uygulamalarında Yerel Yönetimlerin Rolü Üzerine Düşünceler
ve İstanbul Örneği, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, İstanbul, Ekim 2000-Mart 2001,
s.257.
20-Metin Çubuk, Sunuşlar-Sonuçlar ve Bir Değerlendirme, Çağdaş Kentsel Kültür Mirası Kentsel Koruma-Yenileme ve Uygulamalar Sempozyumu, İstanbul
1998, s.32.
21-Özden, a.g.e., s.257.
22-Özden, a.g.e., s.258.
23-Özden, a.g.e., s.258.
24-Ülkü Çavdar-M. Selçuk Sayan, Tarihi Kent Dokularında Dönüşüm ve Süreklilik: Antalya Kaleiçi Örneği, Uluslararası 14. Kentsel Tasarım ve Uygulamalar
Sempozyumu, Kentsel Yenileşme ve Kentsel Tasarım,
(Urban Regeneration And Urban Design), MSU-Fındıklı- İstanbul, 28-29-30 Mayıs 2003, s.463.
25-Özden, a.g.e., s.258.
HUKUK
KREDİ KULLANAN
TÜKETİCİLERİN DİKKATİNE
Yargıtay içtihatlarında bu konuyla ilgili daha ayrıntılı
bilgilerin yer aldığı hususuna ayrıca dikkat çekmek
gerekir.
3 Temmuz 2013 Mehmet Emin ELİBOL
Tüketici kredilerinde tüketici ile banka arasında sözleşmesel ilişki söz konusudur. Banka bu sözleşmesel
ilişkiye dayanarak tüketiciden dosya masrafı veya yapılandırma bedeli tahsil etmektedir. Bu nedenle banka
ve tüketici arasındaki uyuşmazlıkta Türk Borçlar Kanunu’nun 146.maddesinde öngörülen on yıllık genel
zamanaşımı süresi geçerli olacaktır. Bankalar uyuşmazlıkta sebepsiz zenginleşmedeki zamanaşımı süresinin geçerli olması gerektiğini savunmakta; ancak
Yargıtay sözleşme ilişkisinde uygulanması gereken on
yıllık genel zamanaşımı süresinin tatbik edilmesi gerektiğini içtihat etmektedir.
G
ünümüzde tüketiciler çeşitli amaçlarla,
bankalarla akdettikleri kredi sözleşmeleri
aracılığıyla kredi kullanmaktadır. Tüketiciler, kredi sözleşmesinden doğan borcunu, hepimizin bildiği gibi, uygulanan
faiz nedeniyle kredi bedelinden daha fazla bir tutar
ödeyerek ifa etmektedir. Tüketici kredilerinde bankalar sadece uygulanan faiz sebebiyle kazanç elde etmemekte, tüketicilerden kredi kullanımı sırasında dosya
masrafı, kredi kullandırma (tahsis) ücreti, istihbarat
ücreti, referanslı kredi kullanım tutarı vb. adlar altında tahsilat yapmaktadır.
Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK)
md. 22’ye göre: “Değeri 1.191,52 TL (2013 yılı için)
Öte yandan bankalar, faizlerde meydana gelen düşüş bulunan uyuşmazlıklarda tüketici sorunları hakem
sebebiyle kalan kredi borcunu yeniden yapılandırma heyetlerine başvuru zorunludur. Bu uyuşmazlıklarda
talebinde bulunan tüketicilere, zorunlu olmamakla heyetin vereceği kararlar tarafları bağlar. Bu kararlar
birlikte serbest piyasa koşulları ve bankalar arası re- İcra ve İflas Kanununun ilamların yerine getirilmesi
kabet sebebiyle olumlu cevap vermektedir. Yapılan- hakkındaki hükümlerine göre yerine getirilir. Taraflar
dırma işleminin gereği olarak, kalan kredi borcuna bu kararlara karşı onbeş gün içinde tüketici mahkemedüşük oranda faiz uygulayan bankalar, bunun karşı- sine itiraz edebilirler. İtiraz, tüketici sorunları hakem
lığında tüketicileri, “yapılandırma bedeli”, “masraf ve heyeti kararının icrasını durdurmaz. Ancak, talep edilkomisyon”, “yapılandırma komisyonu”, “ödeme planı mesi şartıyla hakim, tüketici sorunları hakem heyeti
değişiklik ücreti”, “referanslı ödeme planı değişiklik kararının icrasını tedbir yoluyla durdurabilir. Tüketici
ücreti”, “refinansman ücreti” adları altında ücret öde- sorunları hakem heyeti kararlarına karşı yapılan itiraz
meye mecbur tutarak faiz oranını dolaylı biçimde ko- üzerine tüketici mahkemesinin vereceği karar kesindir.
rumaktadır.
Değeri 1.191,52 TL ve üstündeki uyuşmazlıklarda tüYargıtay, dosya masrafı ve yapılandırma bedeli ile ketici sorunları hakem heyetlerinin verecekleri kararlar,
ilgili olarak tüketicilerin yüzüne güldüren kararlara tüketici mahkemelerinde delil olarak ileri sürülebilir.
imza atmakta, tüketiciler ödemiş oldukları bu nitelik- Kararların bağlayıcı veya delil olacağına ilişkin parateki bedelleri geri alabilmektedir. Yargıtay özet olarak, sal sınırlar her yılın Ekim ayı sonunda Devlet İstatistik
bankaların kredinin verilmesi ve yapılandırılması için Enstitüsünün Toptan Eşya Fiyatları Endeksinde meyzorunlu olan masrafları tüketiciden isteyebileceğini, dana gelen yıllık ortalama fiyat artışı oranında artar.
zorunlu masrafların neler olduğu konusunda ispat Bu durum, Bakanlıkça her yıl Aralık ayı içinde Resmi
yükünün bankalara ait olduğunu, aksi halde kredi Gazetede ilân edilir.”
sözleşmelerinde diğer ücret ve masraflar başlığı altında maktu olarak belirlenen bir miktarın tüketiciden Kanunun açık hükmü karşısında izlenecek yolları ikialınacağına dair hükümlerin Tüketicinin Korunma- ye ayırarak açıklayabiliriz:
sı Hakkında Kanun (TKHK) gereği haksız şart olduğunu ve batıl nitelik taşıdığını içtihat etmektedir.
28
HUKUK
1-Banka tarafından haksız olarak tahsil edilen tutar
1.191,52 TL’nin altındaysa tüketici hakem heyetine başvuru zorunludur. Hakem heyetinden alınacak
karar ilam dengi belge olup tıpkı bir mahkeme kararı gibi tarafları bağlayacak ve tüketici, kararı İcra ve
İflas Kanunu’nda düzenlenen ilamlı takip kurallarına
uygun olarak icraya koyabilecektir. Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri Yönetmeliği’ne göre il hakem
heyetleri il merkezi sınırları içinde, ilçe hakem heyetleri ise ilçe sınırları içinde görevli ve yetkilidir. Başvurular, tüketicinin mal veya hizmeti satın aldığı veya
tüketicinin ikametgahının bulunduğu yerdeki hakem
heyetine yapılır. Büyükşehir statüsünde bulunan illerde kurulan il hakem heyetleri, mal ve hizmet bedeli Bakanlıkça her yıl Aralık ayı içinde tespit ve ilan
edilecek tutarın üzerindeki uyuşmazlıklara bakmakla
görevli ve yetkilidir. Bu bedelin altındaki uyuşmazlıklara büyükşehir belediyesi sınırları dahilinde kurulu
ilçelerdeki hakem heyetlerince bakılır.2013 yılı için bu
sınır 3.110,58 TL’dir.
2-Bankanın haksız olarak tahsil ettiği tutar 1.191,52
TL’nin üzerinde ise tüketici mahkemesinde, tüketici mahkemesi bulunmayan yerlerde ise asliye hukuk
mahkemesinde dava açma yolu ile haksız tahsil
edilen ücretin iadesini talep edebilecektir. TKHK,
mahkemelerin yetkisiyle ilgili özel bir hüküm getirmiştir. Tüketicinin yerleşim yeri mahkemesi de yetkili
mahkemedir. Buna göre tüketici, bankaya karşı kendi
yerleşim yeri mahkemesinde dava açabilecektir. Tüketici bu ihtimalde öncelikle tüketici hakem heyetine
başvurup, hakem heyetinin verdiği lehe kararı, açmış
olduğu davada delil olarak ileri sürebilecektir, bu ihtimalde hakem heyetine başvurma takdiri tüketiciye
aittir. Dava sonucu alınan ilam ile bankaya karşı İcra
ve İflas Kanunu’ndaki ilamların icrası prosedürüne
uygun olarak ilamlı icra takibi başlatılabilecektir.
İlamların icrası ile ilgili olarak İcra ve İflas Kanunu’nun 34.maddesine göre ilamların icrası her icra
dairesinden talep olunabilir. Buna göre bankalara karşı girişilecek ilamlı icra takiplerinde Türkiye’deki her
icra dairesi yetki sahibidir.
HUKUK
6098 SAYILI BORÇLAR
KANUNU’NDA KEFALET
SÖZLEŞMESİ BAKIMINDAN
YENİLİKLER
Kefilin Sahip Olduğu Def ’ilerden Önceden Feragati
Kefilin, kefalet sözleşmesi nedeniyle sahip olduğu
Kefalet Sözleşmesinin Tanımı
def ’ilerden önceden vazgeçebilmesine ilişkin bir dü18 Sayılı Borçlar Kanunu (eBK) md. 487’de zenleme eBK’da bulunmamaktaydı ve durum hem
kefalet sözleşmesinin tanımı şu şekildedir: doktrin hem de yargı kararları açısından tartışmalıydı.
“Kefalet bir akittir ki onunla bir kimse, borçlunun akdettiği borcun edasını temin etmeyi, TBK md. 582/3, bu konudaki tartışmaları bitiren açık
bir düzenleme içermektedir: “Kanundan aksi anlaşılalacaklıya karşı tekeffül eder.”
madıkça kefil, bu bölümde kendisine tanınan haklardan önceden feragat edemez.”Buna göre; kefil KaTanımdaki “borçlunun akdettiği borç” ifadesi sade- nun’un kendisine tanıdığı def ’i haklarından sözleşme
ce sözleşmeden doğan borçlar için kefil olunabilece- yapılırken –Kanun’daki istisnalar saklı kalmak kaydıyği gibi yanlış bir anlaşılmaya sebebiyet vermektedir. la- vazgeçemeyecek, bunlardan feragat etse dahi bu
Oysaki haksız fiilden, sebepsiz zenginleşmeden ya da feragat geçersiz olacaktır.
kanundan doğan borçlar için de kefalet verilebilmesi
pekala mümkündür. Eski düzenlemede yer alan kefalet sözleşmesinin tanımına ilişkin diğer bir tartışmalı Kefalet Sözleşmesinin Şekil Şartları
nokta da kefalet sözleşmesindeki kefilin esas ediminin Kefalet sözleşmesinin şekil şartları TBK md. 583’te
“borcun edasını temin etmek” olarak belirtilmesidir. düzenlenmiştir. Buna göre, kefalet sözleşmesinin geBu ifade, kefilin sorumluluğunun sadece borçlunun çerlilik şartları şunlardır:
borcunu ifa etmesi için gerekli gayreti göstermesinden ibaret olduğu, buna rağmen borç ödenmez ise ar• Sözleşmenin yazılı olarak yapılması;
tık sorumluluktan kurtulmuş olacağı gibi bir yoruma
• Kefilin sorumlu olacağı azami miktarın,
sebebiyet vermektedir. Ancak kefalet sözleşmesinde
kefilin esas borcu, borcun ifa edilmemesi veya kötü
• Kefalet tarihinin,
ifa edilmesinden “şahsen” sorumlu olmasıdır.
• Müteselsil kefalet durumunda bu anlama gelen bir ifadenin
Eski düzenlemede yer alan bu tartışmalı ifadeler 6098
• Kefilin el yazısıyla yer alması.
sayılı Borçlar Kanunu (TBK) md. 581 ile ortadan kaldırılmıştır. Yeni düzenleme şu şekildedir: “Kefalet
sözleşmesi, kefilin alacaklıya karşı, borçlunun borcu- Bu şekil şartları kefalet için verilen vekâletnamelernu ifa etmemesinin sonuçlarından kişisel olarak so- de, kefil olma vaadi taşıyan sözleşmelerde ve kefalet
sözleşmesinde sonradan kefil aleyhine yapılacak olan
rumlu olmayı üstlendiği sözleşmedir.”
değişiklerde de geçerli olacaktır.
17 Temmuz 2013 Rasim Can ÇAKIR
8
Geçerli Olmayan Bir Borç İçin Kefalet Verilmesi
eBK md. 485’te hata veya ehliyetsizlik sebebiyle asıl
borçlu yönünden sorumluluk doğurmayan bir borca,
durumu bilerek kefil olunması halinde bu kefaletin
geçerli olacağı düzenlenmişti.
29
TBK md. 582/2 düzenlemesiyle bu kapsam genişletilmiş ve zamanaşımına uğramış olan borçlar için de
durumu bilerek kişisel güvence verenlerin de kefaletle
ilgili hükümlere göre sorumlu olacağı belirtilmiştir.
TBK’nın şekil şartlarına ilişkin eBK’dan ayrılan en
önemli düzenlemesi, yukarıda belirtilen hususların
kefilin el yazısıyla sözleşmede düzenlenmesi zorunluluğudur. Bunun amacı; kefilin gerçek iradesi hususu-
30
HUKUK
Açığa Kefalet
md. 585’te bulunan bir düzenleme olan açığa kefalet,
eBK’da bulunmayan bir kurumdur. Bu kefalet türünEşin Rızası (md. 584)
de kefilin kefaleti borcun tamamına ilişkin değildir;
TBK md. 584, evli olan kişilerin kişisel sorumluluk sadece alacaklının asıl borçluyu takip sonunda elde
altına girdikleri kefalet sözleşmelerinin geçerli ola- edemediği kısmına ilişkindir. Açığa kefalette doğrubilmesi için -en geç sözleşmenin kurulması anına ka- dan kefile başvurulabilmesi için şu şartların varlığı
dar- kural olarak diğer eşin yazılı rızasının alınmasını gereklidir:
şart koşmuştur. Emredici nitelikteki bu hükümden ne
feragat ne de taraflar arasında hükme aykırı bir düzenleme yapmak mümkündür. Ancak 11 Nisan 2013
• Borçlu aleyhine yapılan takip neticesinde ketarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6455 sayılı Kanun,
sin aciz belgesi alınması.
kefalette eşin rızasına ayrıksı bir durum getirmiştir.
• Borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkânsız
Buna göre şu hallerde eşin rızası aranmayacaktır:
hâle gelmesi.
• Konkordatonun kesinleşmesi.
• Ticaret siciline kayıtlı ticari işletmenin
sahibi veya ticaret şirketinin ortak ya da
yöneticisi tarafından işletme veya şirketle Son olarak; taraflar sözleşmede Kanun’da sayılan istisnai durumlarda alacaklının önce asıl borçluya başvurilgili olarak verilecek kefaletler.
mak zorunda olduğu kararlaştırılabilir.
• Mesleki faaliyetleri ile ilgili olarak esnaf
ve sanatkârlar siciline kayıtlı esnaf veya
sanatkârlar tarafından verilecek kefaletler. Müteselsil Kefalet
• 27/12/2006 tarihli ve 5570 sayılı Kamu Müteselsil kefalet eBK düzenlemeleri içinde yer alSermayeli Bankalar Tarafından Yürütü- maktaydı. Ancak eski düzenlemede asıl borçluya başlen Faiz Destekli Kredi Kullandırılmasına vurmadan ve mevcut rehinleri paraya çevirmeden
Dair Kanun kapsamında kullanılacak kre- müteselsil kefile başvurabilme imkânının varlığı “kedilerde verilecek kefaletler.
falet sözleşmesinin taliliği” ilkesi bakımından çokça
• Tarım kredi, tarım satış ve esnaf ve sanat- tartışmalıydı. TBK md. 586 düzenlemesiyle müteselsil
kârlar kredi ve kefalet kooperatifleri ile kefile doğrudan başvurulabilmesi için birtakım şartkamu kurum ve kuruluşlarınca kooperatif lar getirilmiştir. İlk şart, esas borçlunun ifada gecikortaklarına kullandırılacak kredilerde ve- miş olmasıdır. Fakat bu şartın varlığı tek başına yeterli değildir. Bu şartla birlikte esas borçlunun açıkça
rilecek kefaletler.
ödeme güçlüğü içerisinde olması ya da esas borçluya
gönderilen ihtarın sonuçsuz kalması hallerinden en
Yine md. 584 düzenlemesine göre; kefalet sözleşme- az birisinin de varlığı gerekmektedir.
sinde sonradan yapılan ve kefilin sorumluluğunu artıran değişiklikler, kefalet için öngörülen şekle uyulmaAsıl borçlunun ifada gecikmiş olması ve açıkça ödedıkça hüküm doğurmayacaktır.
me güçlüğü içerisinde bulunması halinde, ihtar gerekmeksizin müteselsil kefile doğrudan başvurulabilmesi
Adi Kefalet
mümkündür. Ancak maddede hangi durumların bir
TBK md. 585’te yer alan adi kefalet, esasen eBK dü- ödeme güçlüğü halini oluşturduğu belirtilmemesine
zenlemesine göre farklılıklar içermemektedir. Kural, rağmen şu haller ödeme güçlüğü olarak değerlendirasıl borçluya başvurulup onun aciz hali tespit etti- mek mümkün olacaktır:
rilmeden adi kefile başvurulamayacağı yönündedir.
Bununla birlikte; doğrudan adi kefile başvurma im• Borçlunun iflasına karar verilmiş olması.
kanı bulunan istisnalar TBK düzenlemesinde de yer
• Borçlu aleyhine yapılan herhangi bir takip nealmaktadır. eBK’daki istisnalar dışında yeni düzenleticesinde kesin aciz belgesi alınmış olması.
meyle borçluya “konkordato mehli verilmesi” durumu getirilmiştir. İstisnalar şunlardır:
• Borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkânsız
hâle gelmesi veya önemli ölçüde güçleşmesi.
• Borçluya konkordato mehli verilmesi.
• Borçlu aleyhine yapılan takibin sonucunda
kesin aciz belgesi alınması.
• Borçlu aleyhine Türkiye’de takibatın imkânsız Birlikte Kefalet
hâle gelmesi veya önemli ölçüde güçleşmesi.
Aynı borç için birden fazla kişinin alacaklıya karşı or• Borçlunun iflasına karar verilmesi.
taklaşa kefil olması, birlikte kefalettir. Birden fazla kişi
aynı borç için birbirinden habersiz bir şekilde kefil ol• Borçluya konkordato mehli verilmiş olması.
muşsa bu durumda birlikte kefaletten değil bağımsız
toplu kefaletten söz edilir.
na netlik kazandırmaktır.
31
HUKUK
TBK, eBK’dan farklı olarak birlikte kefalet konusunda
birtakım yeni düzenlemeler getirmiştir. eBK md 488
uyarınca, birlikte müteselsil kefiller her halükarda alacaklıya karşı borcun tamamından sorumlu bulunmaktaydı. TBK md. 587 bu kurala bir istisna getirmiştir.
Düzenleme şu şekildedir: “Bir kefil, kendisiyle birlikte
daha önce veya aynı zamanda müteselsilen yükümlü
bulunan ve Türkiye’de takip edilebilen bütün kefillere
karşı takibe girişilmiş olmadıkça, kendi payından fazlasını ödemekten kaçınabilir. Bir kefil, bu hakkı diğer
kefillerin kendi paylarını ödemiş veya ayni güvence
sağlamış olmaları durumunda da kullanabilir.”
Kefilin Sorumluluğunun Kapsamı
Kefilin sorumluluğu konusunda TBK md. 589/3
düzenlemesi şu şekildedir: “Sözleşmede açıkça kararlaştırılmamışsa kefil, borçlunun sadece kefalet
sözleşmesinin kurulmasından sonraki borçlarından
sorumludur.” Buna göre kural olarak kefil, kefalet sözleşmesinin imzaladığı tarihte mevcut bulunan borçlardan dolayı sorumlu değildir. Kefilin bu borçlardan
dolayı da sorumlu tutulması isteniliyorsa, bu hususa
sözleşmede yer verilmesi gerekmektedir.
itiraz edebilir.”
Kefilin İleri Sürebileceği Defiler
TBK md. 591 uyarınca, asıl borçlu kendisine ait olan
bir def ’iden vazgeçmiş olsa bile kefil, bu def ’iyi alacaklıya karşı ileri sürebilecektir. Ancak bu düzenleme
için tam bir yenilik denilemez; çünkü asıl borçlunun
kefilin durumunu ağırlaştıracak fiillerinin kefile karşı
etki doğurmayacağı eBK kapsamında da kabul edilmekteydi.
Kumar veya bahisten doğan bir borca kefalette ise kefil, borcun niteliğinden haberdar olsa bile asıl borçlunun sahip olduğu def ’ileri ileri sürebilecektir.
Kefilin Zararına Teminatın Azaltılması
eBK’da alacaklının elinde bulunan teminatı kefilin zararına olacak şekilde azaltacak olması halinde kefile
karşı sorumlu olacağı belirtilmekteydi. TBK md. 592
uyarınca ise elden çıkartılan teminat kadar kefil borcundan kurtulmuş kabul edilmekte, alacaklı ortaya çıkan zararın elden çıkartılan teminat kadar olmadığını
kendisi ispat etmek durumundadır.
eBK hükümlerine göre sözleşmenin hükümsüz hale
gelmesi halinde oluşacak menfi zarardan ve asıl borcun zamanında ve gereği gibi ifa edilmemesi halinde
oluşacak cezai şarttan kefalet sözleşmesinde açıkça belirtilmek koşulu ile kefili sorumlu tutabilmek
mümkün iken TBK md. 589 son paragraf hükmüyle
bu konularda kefil olmak mümkün değildir. Madde
hükmü şu şekildedir: “Kefilin, asıl borç ilişkisinin
hükümsüz hâle gelmesinin sebep olduğu zarardan ve
ceza koşulundan sorumlu olacağına ilişkin anlaşmalar kesin olarak hükümsüzdür.”
Alacaklının Kefile Karşı Yükümlülükleri
eBK’da asıl borçlunun iflas etmesi durumunda, alacaklının alacağını iflas masasına kaydettirmek ve durumdan derhal kefili haberdar etmekle yükümlü olduğu;
bu yükümlülüğünü yerine getirmeyecek olursa kefilin
bundan dolayı uğradığı zarar miktarınca ona müracaat hakkını kaybedeceği belirtilmiştir. TBK md. 594
ise alacaklının konuya ilişkin yükümlülükleri arasına
konkordato durumu da eklenmiştir. Buna göre, iflasının yanı sıra asıl borçlunun konkordato durumundan
haberdar olan alacaklı da, alacağını kaydettirme ve
konkordato mehli verildiğini borçluya bildirme yüKefilin sorumluluğunun kapsamı konusunda getiri- kümlülüğü altında bulunmaktadır.
len bir diğer değişiklik de, ödemede bulunan kefile
yasal zorunluluk gereği yapılacak olan rehin devirleri sırasında oluşabilecek masrafların sözleşmede aksi Kefilin Rücu Hakkı
belirtilmediği sürece kefile ait olacağı yönündedir.
TBK md. 596/2’ye göre alacaklıya kısmen ifada bulunan kefil, rehin hakkının sadece bunu karşılayan kısmına halef olmaktadır.
Kefilin Takibi
TBK md. 590’da eBK’da bulunmayan bir hükme yer
verilmiştir: Bütün kefalet türlerinde kefil, ayni gü- Ayrıca alacaklının rehin konusu üzerinde geriye kavence karşılığında hâkimden, mevcut rehinler paraya lan alacak hakkının, kefilin rehin hakkından ön sırada
çevrilinceye ve borçlu aleyhine yapılan takip sonu- geleceği yönündeki düzenlemeyle de kısmi ödeme hacunda kesin aciz belgesi alınıncaya veya konkordato linde kefilin yaptığı ödeme oranında alacaklının rehin
kararına kadar kendisine karşı yöneltilen takibin dur- hakkına halef olacağı kabul edilmiş; ancak alacaklının
durulmasına karar verilmesini isteyebilir. Kefilin bu rehin konusu üzerinde kalan alacak hakkının, kefilin
hakkı kullanabilmesi için öncelikle kendisi hakkında rehin hakkı üzerinde halefiyet nedeniyle sahip olduğu
haktan daha üstün olacağı benimsenmiştir.
başlatılmış bulunan bir icra takibi olmalıdır.
Maddeyle getirilen başka bir yenilik de şudur: “Yerleşim yeri yabancı bir ülkede olan borçlunun borcunu
ödemesi, döviz işlemleri veya havale ile ilgili yasaklar
gibi sebeplerle, o yabancı ülkenin yasal düzenlemeleri gereği imkânsız hâle gelmiş veya sınırlandırılmışsa,
yerleşim yeri Türkiye’de olan kefil, takibe bu sebeple
Kefaletin Sona Ermesi
TBK’da borçlu sıfatıyla kefil sıfatının birleşmesinin
kefalet sözleşmesini sona erdiren bir sebep olup olmadığı konusunda açık bir hüküm bulunmamaktadır.
Ancak TBK md. 598/2’nin gerekçesinde borçlu ile kefil sıfatlarının birleşmesinin kefalet sözleşmesini sona
32
HUKUK
HUKUK
erdirdiği açık olarak belirtilmiştir.
Böyle bir durumun varlığı halinde, alacaklı bakımından kefaletten doğan özel yararlar saklı kalacaktır.
Gerekçede bu durum, kefile kefalet örneği ile açıklanmıştır. Buna göre, asıl borçlu vefat etmiş ve geriye de
tek mirasçı olarak kefili kalmışsa asıl borçlu ile kefil
sıfatları birleşmiş olacağından kefalet ilişkisi sona ermiş olacaktır. Ancak, kefile kefil olan ya da bir başka kişi de var ise onun açısından kefil olduğu kişinin
kefalet borcu sona ermemiş gibi sorumluluğu devam
edecektir. Aynı durum, kefil lehine rehin verenler için
de geçerlidir.
TBK md. 598/3 gerçek kişi kefillerin kurduğu kefalet
sözleşmesinin on yılın sonunda sona ereceğini düzenlemiştir TBK md. 598/5’e göre ise alacaklı ile borçlu
her zaman için bir araya gelip yeni kefalet sözleşmeleri yapmak suretiyle kefalet durumunu azami on yıllık
devreler halinde istedikleri kadar uzatmalarına bir engel bulunmamaktadır.
Kefaleten Dönme
TBK md. 599, kefaletten dönmeyle ilgili olup eBK’da
bulunmayan düzenlemelerdendir. Buna göre; asıl
borçlunun mali durumu, kefalet sözleşmesinin yapılmasından sonra önemli ölçüde bozulmuşsa veya malî
durumunun, kefalet sırasında kefilin iyi niyetle varsaydığından çok daha kötü olduğu ortaya çıkmışsa,
kefil alacaklıya yazılı bir bildirimde bulunarak, “borç
doğmadığı sürece” her zaman için kefalet sözleşmesinden dönebilecektir. Ancak, dönme hakkını kullanan kefil, alacaklının kefalete güvenmesi sebebiyle
uğradığı zararlar var ise bunları da gidermekle yükümlü olacaktır.
Süreli Kefalet
Süreli kefaletten kasıt, borcun süreli olması değil; kefaletin süreli olmasıdır. eBK’da sözleşmeyle belirlenen
sürenin sona ermesi durumunda alacaklının takip
eden bir ay içerisinde icraya ya da mahkemeye başvurması gerektiği; bu gerekliliği yerine getirmez ya da
yerine getirir de takibata uzun bir süre ara verirse kefilin artık sorumluluktan kurtulacağı belirtilmekteydi. TBK md. 600 ise net olarak süreli kefalette kefilin,
sürenin sonunda borcundan kurtulacağını düzenlemiştir.
Süresiz Kefalet
TBK md. 601’de kefalet türlerine göre bir ayrım mevcuttur. Buna göre; adi kefalette kefil, her zaman için,
borcun muaccel halde bulunması koşuluyla, alacaklıdan asıl borçluyu bir ay içinde takip etmesini, rehinleri paraya çevirmesini, takiplere ara vermeksizin
devam etmesini isteme hakkına sahiptir. Alacaklı bu
isteme rağmen gereğini yerine getirmez ise kefil artık
borcundan kurtulacaktır. Müteselsil kefalette ise kefilin bu hakkı kullanabilmesi ancak kanunun uygun
gördüğü hallerde mümkündür.
33
6102 SAYILI YENİ TÜRK
TİCARET KANUNU’NDA
EMİSYON PRİMİ
(AGİO-PRİMLİ PAY)
Yine, her ne kadar son yıllarda enflasyon kontrol altına alınmış olsa da, şirketin taşınmaz varlıkları değer
kazanmaktadır. Şirketin gayrimaddi değerlerinin yani
şirketin itibarı, piyasadaki iyi tanınması da şirket paylarının değerini artıran unsurlardandır.
31 Ekim 2013 Mikail ÇİMEN
6
Şirket, sermaye artırımına kalkıştığı zaman, şirketi
yönetenler, şirkette birikmiş yedek akçeler ile maddi
102 sayılı Yeni Ticaret Kanunu (“TTK”) ile il- ve gayrimaddi değerlerin belirli bir oranda paraya dögili ek düzenlemeler ve tüzük, tebliğ ve yönet- nüştürülmesi amacını güdebilirler ve aynı zamanda da
melikler tamamlandığında, şirketlerin payla- eski pay sahipleri ile yeni pay sahipleri arasında eşitlik
rını ilgilendiren ekonomik hükümler devreye sağlamak gerekeceği açıktır. İşte bu gaye ile primli pay
girmiş olacaktır. Yani, şirketlerin değer kazan- çıkarılma gereği ve Agio veya emisyon primi doğar.
ması, payların değer kazanması ve borsaya yeni açılmalar olacaktır. İşte o zaman karşımıza, primli paylar,
Şirket, primli pay senedi çıkarmaya karar vermek isagio veya emisyon primi olayı çıkacaktır.
terse önce esas sözleşmede hüküm var mı ona bakılacaktır. Esas sözleşmede hüküm yoksa genel kurul kaAnonim şirketlerde kuruluş veya sermaye artırımı es- rarı alınmalıdır, aksi takdirde, primli pay çıkarılamaz.
nasında, pay senedinin üzerinde yazılı değerden yani
itibari değerden daha yüksek değerle çıkarılması halinde, bu itibari değer ile satış bedeli arasındaki fark: Agio (emisyon primi) esas sermayenin bir parçası deAgio veya emisyon primi olarak adlandırılır ve bu ğildir, ancak esas sermaye borcunun ödenmesi gibi
ödenir. Prim ödemesi, şirketin mal varlığını artırır
paya da primli pay denir.
fakat esas sermaye olarak kaydedilmeyecektir. Elde
edilen Agio veya emisyon priminin nasıl kullanılacaEski Ticaret Kanununda primli pay, Agio veya emis- ğı TTK’nın 519. maddesinin ikinci fıkrasında hüküm
yon primi, 286. maddede düzenlenmiştir. 6102 sayılı altına alınmıştır.
TTK’da primli paylar adı altında 347. maddede hemen hemen aynı ifadelerin biraz değiştirilmesiyle bir
düzenleme yapılmıştır. Maddeyi aynen alalım ve in- Emisyon Primlerinin Kullanılması
celeyelim:
TTK’nın 519/3. maddesine göre eğer, genel kanuni yedek akçe sermayenin yarısını aşmadığı takdirde zararların kapatılmasına, işlerin iyi gitmediği zamanlarda
VIII-Primli Paylar
işletmeyi devam ettirmeye, işsizliğin önüne geçmeye
Madde 347- İtibari değerinden aşağı bedelle pay çıka- ve sonuçlarını hafifletmeye elverişli önlemler için kulrılamaz. Payların itibari değerinden yüksek bir bedelle lanılabilir. Bu madde hükümlerinden de anlıyoruz ki
çıkarılabilmeleri için esas sözleşmede hüküm veya genel emisyon primi veya Agio başka hiçbir şekilde kullakurul kararı bulunmalıdır.
nılamaz. Sermayeye eklenip eklenemeyeceği, ilerideki
yapılacak düzenlemelerle ortaya çıkacaktır.
Primli paylar, yukarıda da belirttiğimiz gibi daha çok
sermaye artırımı esnasında çıkarılabilir. Peki neden Emisyon Priminin Vergisel Boyutu
primli pay? Bilindiği gibi, şirketler çalıştıklarında kar
elde ederler ve bu karlardan yedek akçe ayrılır. Bu ye- Ülkemiz uygulamasında, emisyon primleri kurumlar
dek akçeler şirketin değerini artıran unsurlardandır. vergisi, katma değer vergisi ve banka ve sigorta muameleleri vergisinden istisna tutulmuştur.
Yasal olarak ayrılma zorunluluğu bulunmaktadır.
34
HUKUK
İSTANBUL BAROSU YÖNETİMİ
DÜŞTÜ MÜ?
6 Kasım 2013 Şerif Emir EKŞİ
İ
celendiğinde;
90. maddenin 2. fıkra hükmü [1], “Haklarında avukatlığa engel bir suçtan dolayı son soruşturma açılmasına karar verilmiş” avukatların, baro organları seçimlerinde aday olamayacağını, yine aynı maddenin
son fıkra hükmü [2] ise seçim yeterliğini kaybeden
Yönetim Kurulu üyesinin görevinin sona ereceğini
düzenlemiştir. Avukatlığa engel suçlar ise “Avukatlığa
Kabulde Engeller” başlığı ile Kanun’un 5. maddesinde
mesleğe engelde kabul edilecek diğer hâller ile birlikte
sayılmıştır.
stanbul Barosu içinde bulunduğumuz yılın başından beri, İstanbul Barosu Yönetimi ile Adalet
Bakanlığı arasında yaşanan kriz sebebiyle stajını
İstanbul Barosu’nda tamamlamış bulunan yüzlerce avukat adayı mağdur olmaktadır. Mesleğe
adım atma hevesi kursağında kalmış meslektaşlarımızın, gayri-ihtiyari şekilde dâhil oldukları kriz süreci,
2013’ün sonuna yaklaştığımız bu günlerde dahi bir Baro yöneticilerine isnat edilen suçun avukatlığa ençözüme kavuşmaktan uzaktır.
gel suçlar kapsamına girip girmediğini tartışmadan
evvel, birçok kişinin gözünden kaçan, bilerek göz ardı
Krizi bayraklaştırarak menfaatleri uğruna istikrarlı edilmediğini umduğumuz, Kanun’un diğer iki madbir çözümsüzlük içine sokan taraflar arasında, siyasi desini incelenmek gerektiği kanaatindeyiz.
söylemlerinden hukuku tamamen soyutlayan meslektaşlarımızın sayısı maalesef hiç de az değildir. Kasten Avukatların, avukatlık yahut baro organlarındaki göoluşturulan bilgi kirliliği, krizin gerçek mağdurlar revleri esnasında işledikleri veya bu görevlerinden
tarafından anlaşılabilmesini iyice zorlaştırmaktadır. doğan suçların soruşturulması Kanun’un 58. maddesi
Bu sebeple objektif bir hukuki değerlendirme yaparak [3] uyarınca Adalet Bakanlığı’nın vereceği izne bağlımağduriyetlerin sebebinin anlaşılabilmesine yardımcı dır. Adalet Bakanlığı’nın verdiği izin üzerine başlatıolmayı hedeflemekteyiz.
lan soruşturma neticesinde hazırlanan iddianame ise
Kanun’un 59. maddesine göre yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulur ve iddianamenin kabul görmesi
Baro Yönetimi Düştü mü?
halinde avukat Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanır.
Bilindiği üzere 14.09.2012 tarihinde yapılan İstanbul Yani çok kısaca özetlemek gerekirse, avukatların mesBarosu olağan genel kurulunda, grupların çarşaf lis- lekleri ve baro organlarındaki görevleri ile bağlantılı
teler ile katıldıkları seçim neticesinde, Av. Ümit Ko- olarak işledikleri suçların soruşturulması genel usulcasakal ikinci kez İstanbul Barosu Başkanlığı’na seçil- den tamamen farklı bir prosedür iledir.
miştir. Ancak Av. Ümit Kocasakal ve seçimde Yönetim
Kurulu listesinde bulunan sekiz avukat, Baro seçimlerinden yaklaşık beş ay önce, medyada “Balyoz Dava- İsnat edilen suçun işlendiği tarihte Baro Başkanı olan
sı” olarak bilinen davanın 06.04.2012 tarihli duruşma- Av. Ümit Kocasakal ile suçun işlendiği tarihte yine
sında sanık avukatlarının bulunduğu tarafa geçerek İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi bulunan dimahkemeyi protesto içerikli açıklamalarda bulun- ğer sekiz meslektaşımızın, ilgili duruşmada İstanbul
muşlardı. Bu sebeple Baro Başkanı ve Yönetim Kurulu Barosu’nu temsilen bulundukları şüphesizdir. Baro
Üyeleri’nden sekizi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun Yönetimi’nin her ne kadar siyasi saik ile hareket ettiği
277. madde hükmü uyarınca başlatılan soruşturma iddia edilse de, hatta bu iddia doğru olsa bile, ancak ve
kapsamında hazırlanan iddianame, 08.02.2013 tari- ancak görev başında işlenmiş bir suçun varlığı tartışıhinde Silivri 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından ka- labilir. Yoksa kendilerine suç isnat edilen şahısların ne
Baro’yu temsilen ne de avukat olmaları itibariyle değil
bul edilmiş ve kovuşturma aşamasına geçilmiştir.
de bunlardan tamamen bağımsız bir sıfat ile duruşma salonuna giriş sağlayabilmeleri mümkün bile de1136 Sayılı Avukatlık Kanunu’nun ilgili maddeleri in-
35
HUKUK
ğildir. Nitekim iddianamede şüpheli olarak gösterilen
avukatların hem duruşma salonundaki sıfatları, hem
de yaptıkları açıklamalar İstanbul Barosu’nun temsili
kapsamındadır.
be edildiği üzere tüm bu gelgitler, kurulların toplanması ve karar alması ile birlikte bekleme müddetleri
de bunlara eklendiğinde stajyer avukatların ruhsatlarına kavuşmaları çok uzun sürmektedir.
Kanun’un 90. maddesinin 2. fıkra hükmünü tekrar
hatırlayacak olursak, 58. maddede de bahsi geçen “son
soruşturma” ibaresi dikkatleri çekecektir. Bu ibare
göstermektedir ki, açılan soruşturmanın Baro organlarında görev almaya engel teşkil edebilmesi için 58.
madde kapsamında, kişinin avukatlık mesleğini yahut
Baro organlarındaki görevini ifa ederken gerçekleştirdiği bir eyleme ilişkin olması gerekmektedir. Buna
göre açılacak özel nitelikli soruşturma yine aynı madde dâhilinde tarif edilen özel usule tabi olacaktır. Yani
başka bir deyişle, şayet 90. madde “son soruşturma”
ibaresini kullanmak yerine sadece “soruşturma” ifadesini tercih etmiş olsaydı, Kanun’un 5. maddesinde sayılan suçlardan herhangi birinden bahisle soruşturma
açılması, bu soruşturmanın 58. maddede tanımlanan
özel usule tabi olmasına bakılmaksızın Baro organlarına seçim engeli teşkil edecekti. Ancak böyle bir durum detaylarıyla izah ettiğimiz gibi söz konusu dahi
değildir.
DİPNOTLAR
1-“Haklarında avukatlığa engel bir suçtan dolayı son
soruşturma açılmasına karar verilmiş veya geçmiş beş
yıl içinde Disiplin Kurulunca verilecek kesinleşmiş bir
kararla kınama, para veya işten çıkarılma cezalarıyla
tecziye edilmiş olanlar Yönetim Kurulu üyesi seçilemezler. (Ek: 2/5/2001-4667/53 m.) 77. madde hükmüne dayanılarak görevine son verilenler, yapılacak ilk
genel kurulda baro organlarına aday olamazlar.”
2-“Seçim yeterliğini kaybeden Yönetim Kurulu üyelerinin görevi kendiliğinden sona erer.”
3-Soruşturmaya Yetkili Cumhuriyet Savcısı Madde
58. (Değişik: 23/1/2008-5728/331 m.)Avukatların
avukatlık veya Türkiye Barolar Birliği ya da baroların organlarındaki görevlerinden doğan veya görev
sırasında işledikleri suçlardan dolayı haklarında soruşturma, Adalet Bakanlığının vereceği izin üzerine,
suçun işlendiği yer Cumhuriyet Savcısı tarafından yapılır. Avukat yazıhaneleri ve konutları ancak mahkeme kararı ile ve kararda belirtilen olayla ilgili olarak
Cumhuriyet Savcısı denetiminde ve baro temsilcisinin katılımı ile aranabilir. Ağır ceza mahkemesinin
görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali dışında avukatın üzeri aranamaz. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanununun
duruşmanın inzibatına ilişkin hükümleri saklıdır. Şu
kadar ki, bu hükümlere göre avukatlar tutuklanamayacağı gibi, haklarında disiplin hapsi veya para cezası
da verilemez.
4-“(Değişik: 2/5/2001-4667/7 m.) Baro yönetim kurullarının adayın levhaya yazılması hakkındaki kararları, karar tarihinden itibaren on beş gün içinde Türkiye Barolar Birliğine gönderilir. Türkiye Barolar Birliği
kararın kendisine ulaştığı tarihten itibaren bir ay içinde uygun bulma veya bulmama kararını ve itirazın
kabul veya reddi hakkındaki kararlarını onaylamak
üzere karar tarihinden itibaren bir ay içinde Adalet
Bakanlığına gönderir. Bu kararlar Adalet Bakanlığına ulaştığı tarihten itibaren iki ay içinde Bakanlıkça
karar verilmediği veya karar onaylandığı takdirde
kesinleşir. Ancak Adalet Bakanlığı uygun bulmadığı
kararları bir daha görüşülmek üzere, gösterdiği gerekçesiyle birlikte Türkiye Barolar Birliğine geri gönderir.
Geri gönderilen bu kararlar, Türkiye Barolar Birliği
Yönetim Kurulunca üçte iki çoğunlukla aynen kabul
edildiği takdirde onaylanmış, aksi halde onaylanmamış sayılır; sonuç Türkiye Barolar Birliği tarafından
Adalet Bakanlığına bildirilir.”
Netice olarak görevi devam eden İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyelerinin katılımıyla alınan kararlar,
Adalet Bakanlığı tarafından yeterli bir hukuki temele
dayanılmaksızın yok hükmünde kabul edilmektedir.
Stajyer Avukatlar Bu Krizin Neresinde?
Bir yıllık staj süresini başarı ile tamamlayan stajyer
avukatlar gerekli belgeleri de tamamlayarak baro
levhasına yazılma isteminde bulunurlar. Stajyer avukatların bu istemi başvuru tarihinden itibaren bir ay
içerisinde Baro Yönetim Kurulu tarafından gerekçeli
olarak karara bağlanır. Baro’nun olumlu yöndeki kararları Türkiye Barolar Birliği’ne, Türkiye Barolar Birliği’nin uygun bulma kararları ise incelenmek üzere
Adalet Bakanlığı’na gönderilir.
Krizin geldiği noktada Adalet Bakanlığı, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu tarafından alınan kararların yok
hükmünde olduğunu, bu sebeple stajyer avukatların
baroya yazılma isteminin kabulüne ilişkin mevcut bir
karar bulunmadığını iddia ederek Barolar Birliği’nin
uygun bulma kararlarını reddederek geri göndermektedir.
Adalet Bakanlığı tarafından reddolunarak Barolar
Birliği’ne geri gönderilen kararlar hakkında Avukatlık
Kanunu’nun 8. maddesi [4] 4. fıkrası uyarınca Barolar Birliği Yönetim Kurulu nitelikli çoğunlukla ısrar
kararı verdiği takdirde artık Baro’nun kararı da onaylanmış sayılır. Adalet Bakanlığı ile İstanbul Barosu
arasındaki kriz devam ederken, Türkiye Barolar Birliği işte bu fıkra hükmünü uygulamaya koyarak ruhsat
başvurularının onaylanması sağlamaktadır. Tahmin
edilebileceği ve stajyer avukatlar tarafından da tecrü-
36
TURKEY PROVIDES
CORPORATE INCOME TAX
EXEMPTION ON CERTAIN
SERVICES
9 Aralık 2013 Mikail ÇİMEN
A
HUKUK
HUKUK
and the invoices should be issued in the name
of those nonresident entities or individuals;
• And the services should be actually provided
(activities such as assistance or consulting in
these fields would not be regarded as the actual provision of services);
6502 SAYILI TÜKETİCİNİN
KORUNMASI HAKKINDA
KANUN’A PRATİK BİR BAKIŞ
The law provides for the exemption of the net profits
only, i.e., the profit that may be exempted should be
ccording to a circular that supplemented determined as the difference between the gross revethe Turkish Commercial Income Code on nue (excluding VAT) and all costs associated with the
1 January 2013, the Code provides for the procurement of these services.
possibility of exempting 50% of the profit obtained by Turkish taxpayers from
certain types of services provided to nonresidents for In case the company incurs a loss as a result of rendecorporate income tax purposes. Companies who may ring the services listed above, it is not possible to use
benefit from the 50% exemption should review now such losses to offset profits from other (non-exempwhether they qualify as the exemption may be clai- ted) activities. In addition, it is not possible to carry
med for the entire fiscal year and the respective annu- forward the exempted amount of loss to following years.
al tax liability should be calculated accordingly.
The exemption applies to both Turkish companies
and to Turkish branches of nonresident entities. This
provision – which basically decreases the Turkish
corporate income tax rate from 20% to 10% on certain activities – has generated substantial interest and
multiple requests have been filed with the Turkish Tax
Authorities to obtain interpretative clarifications.
The areas eligible for the 50% exemption under the
Code are as follows:
•
•
•
•
•
•
•
Architectural, engineering and design services
Software
Accounting and bookkeeping services
Call center services
Data storage and software services
Health services
Education/training services
For the exemption to apply, the services should be:
• Provided to nonresident entities or individuals
37
11 Aralık 2013 Rasim Can ÇAKIR
1
sözleşmenin eki olarak kâğıt üzerinde yazılı şekilde
tüketiciye verilmelidir. Sözleşmenin bilgisayar, telefon, faks gibi uzaktan iletişim araçlarıyla kurulması
halinde; söz konusu bilgiler kullanılan uzaktan iletişim aracına uygun şekilde verilmelidir. Bu halde de
söz konusu bilgilerin tüketiciye verildiğinin ispatı ise
sözleşmeyi düzenleyene aittir.
995 yılında yürürlüğe giren 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, 2003 yılında kapsamlı şekilde değişikliğe uğramıştı.
Ancak özellikle son on yılda ortaya çıkan gelişmeler ve yeni Borçlar Kanunu ile yeni Ticaret
Kanunu’na Tüketici Hukuku bakımından uyum için
yeni bir kanuna ihtiyaç vardı.
Aidat, Kart Ücreti ve Faize İlişkin Düzenlemeler
Bankalar, tüketici kredisi veren finansal kuruluşlar ve
kart çıkaran kuruluşlar tarafından tüketiciye sunulan
ürün veya hizmetlerde ise tüketiciden “faiz dışında”
alınacak her türlü ücret, komisyon ve masraf türleri
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu tarafından belirlenecektir. Bu durumda bankaların kredi
kartı, hesap işletim ücreti gibi tüketiciye karşı haksız
Kanun’un temel amaçları genel olarak şu şekilde sı- taleplerinin önüne geçilecektir. Ayrıca tüketici borcuralandıktan sonra 6502 sayılı Tüketicinin Korunması nu ödemekte temerrüde düşmüş olsa bile hiçbir tükeHakkında Kanun düzenlemelerini belirli başlıklar al- tici işleminde bileşik faiz uygulanmayacaktır.
tında incelemek faydalı olacaktır:
• Tüketicinin haklarını ön plana çıkarmak suretiyle piyasadaki rekabet ortamının gelişmesine
katkı sağlanması
• Tüketiciye sunulan mal ve hizmetlerde kalite
standardının yükseltilmesi
• Tüketicilerin mahkeme dışı çözüm organları
sayesinde haklarını etkin, hızlı ve masrafsız
arayabilmelerinin önünün açılması
• Bürokratik işlemlerin azaltılması
Tüketici Sözleşmesine İlişkin Şartlar
Tüketici Kanunu’na tabi tüm sözleşmeler en az on iki
punto büyüklüğünde, “anlaşılabilir” bir dilde, açık,
sade ve okunabilir şekilde düzenlenmelidir. Sözleşmede yer alan bir hükmün açık ve anlaşılır olmaması
veya birden çok anlama gelmesi hâlinde; bu hüküm,
tüketicinin lehine yorumlanacaktır. Sözleşmede öngörülen koşullar, sözleşme süresi içinde tüketici aleyhine değiştirilemeyecektir.
Sözleşmenin ve eklerinin bir nüshasının tüketiciye
verilmesi de zorunludur. Ayrıca; tüketiciden talep
edilecek her türlü ücret ve masrafa ilişkin bilgiler,
Haksız Şart ve Sonuçları
Bir sözleşme şartı önceden hazırlanmış ve standart
sözleşmede yer alması nedeniyle tüketici içeriğine
etki edememişse, Kanun o sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediğini kabul etmektedir. Haksız
şart ise; tüketiciyle müzakere edilmeden sözleşmeye
dahil edilen ve tarafların sözleşmeden doğan hak ve
yükümlülüklerinde dürüstlük kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan
sözleşme şartlarıdır. Tüketiciyle akdedilen sözleşmelerde yer alan haksız şartlar Kanun uyarınca kesin hükümsüzdür.
Sözleşmeyi düzenleyen taraf, haksız şartların geçersiz sayılması nedeniyle, diğer hükümlerle sözleşmeyi
yapmayacak olduğunu ileri süremeyecek; sözleşmenin haksız şartlar dışındaki hükümleri ise geçerliliğini
korumaya devam edecektir.
Sipariş Edilmeyen Malın Tüketiciye Sunulması
Sipariş edilmeyen bir malın tüketiciye gönderilmesi
ya da hizmetin sunulması halinde tüketiciye karşı herhangi bir hak ileri sürülemeyecektir. Tüketicinin sessiz kalması ya da mal veya hizmeti kullanmış olması,
38
HUKUK
HUKUK
sözleşmenin kurulmuş olması anlamına gelmeyeceği zamanaşımına tabidir. Konut veya tatil amaçlı taşıngibi tüketicinin malı geri göndermek veya muhafaza maz mallarda ise taşınmazın teslim tarihinden itibaetmek gibi bir yükümlülüğü de yoktur.
ren beş yıldır.
Ayıplı Mal
Ayıplı mal, tüketiciye teslimi anında, taraflarca kararlaştırılmış olan örnek ya da modele uygun olmaması
ya da objektif olarak sahip olması gereken özellikleri
taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan maldır.
Ürünün tanıtımında bahsedilen özelliklerinden bir
veya birden fazlasını taşımayan; tüketicinin makul
olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren
mallar da Kanun hükümlerince ayıplı olarak kabul
edilmektedir.
Ayıplı Hizmet
Ayıplı hizmet, sözleşmede belirlenen süre içinde
başlamaması veya taraflarca kararlaştırılmış olan ve
objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan hizmettir.
Hizmet tanıtımında bildirilen özellikleri taşımayan ya
da yararlanma amacı bakımından değerini veya tüketicinin ondan makul olarak beklediği faydaları azaltan
veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik
eksiklikler içeren hizmetler ayıplıdır.
Hizmetin ayıplı ifa edilmesi durumunda tüketicinin
Teslim tarihinden itibaren altı ay içinde malda orta- hakları aşağıdaki gibi olup hizmet sağlayıcısı, tüketiya çıkan ayıpların teslim tarihinde var olduğu kabul cinin tercih ettiği bu talebi yerine getirmekle yükümedilecektir. Ancak tüketicinin, sözleşmenin kuruldu- lüdür:
ğu tarihte ayıptan haberdar olduğu veya haberdar olmasının kendisinden beklendiği hallerde, sözleşmeye
• Hizmetin yeniden görülmesi
aykırılık söz konusu olmayacaktır.
• Hizmet sonucu ortaya çıkan eserin ücretsiz
onarımı
Satışa sunulacak ayıplı malda üretici, ithalatçı veya
• Ayıp oranında bedelden indirim
satıcı tarafından tüketicinin kolaylıkla okuyabileceği
şekilde malın ayıbına ilişkin açıklayıcı bilgi bulunma• Sözleşmeden dönme
lıdır. Ayıba ilişkin açıklayıcı bilginin tüketiciye verilen
fatura, fiş veya satış belgesi üzerinde açıkça gösterilTüketici, bu haklarından biriyle birlikte Borçlar Kanumesi zorunludur.
nu hükümleri uyarınca tazminat da talep edebilecektir. Ücretsiz onarım veya hizmetin yeniden görülmeMalın ayıplı olduğunun anlaşılması durumunda tü- sinin sağlayıcı için orantısız güçlükleri beraberinde
keticinin hakları aşağıdaki gibi olup satıcı, tüketicinin getirecek olması halinde tüketici bu hakları kullanatercih ettiği bu talebi yerine getirmekle yükümlüdür: mayacaktır. Ayıbın giderilmesinde süre, talebin sağlayıcıya yöneltilmesinden itibaren otuz iş gününü
geçemez. Aksi halde tüketici diğer seçimlik haklarını
• Satılanı geri vermeye hazır olduğunu bildire- kullanabilecektir.
rek sözleşmeden dönme
• Satılanı alıkoyup ayıp oranında satış bedelinAyıplı hizmetten sorumluluk -Kanunlarda veya tarafden indirim isteme
lar arasındaki sözleşmede daha uzun bir süre belirlen• Aşırı bir masraf gerektirmediği takdirde, bü- mediği takdirde- ayıp daha sonra ortaya çıkmış olsa
tün masrafları satıcıya ait olmak üzere satıla- bile, hizmetin ifası tarihinden itibaren iki yıllık zamanın ücretsiz onarılmasını isteme
naşımına tabidir. Ayıp, ağır kusur ya da hile ile gizlen• İmkan varsa, satılanın ayıpsız bir misli ile de- mişse zamanaşımı hükümleri uygulanmayacaktır.
ğiştirilmesini isteme
Bu haklardan ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli
ile değiştirilmesi üretici veya ithalatçıya karşı da kullanılabilir. Ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli
ile değiştirilmesi haklarından birinin seçilmesi durumunda bu talebin satıcıya, üreticiye veya ithalatçıya
yöneltilmesinden itibaren azami otuz iş günü, konut
ve tatil amaçlı taşınmazlarda ise altmış iş günü içinde
yerine getirilmesi zorunludur.
Ayıplı maldan sorumluluk -kanunlarda veya taraflar
arasındaki sözleşmede daha uzun bir süre belirlenmediği takdirde- ayıp daha sonra ortaya çıkmış olsa bile,
malın tüketiciye teslim tarihinden itibaren iki yıllık
39
6102 SAYILI TÜRK
TİCARET KANUNU’NDA
HOLDİNG ŞİRKETLER
reketle ülkemizde sadece “saf holding” kurulabileceği
sonucuna varılmaktadır ki; Bakanlık uygulaması da
bu yöndedir.
Hakim Şirket – Şirketler Topluluğu – Holding Şirket Ayrımı
Bir şirketin yönetimini pay sahipliği, oyda imtiyaz,
ünya ticaretinin giderek büyümesine ve pay sahipleri veya oy sözleşmesi gibi yollarla elinde
daha sarmal hale gelmesine, ulusal sınır- bulunduran şirket, hakim şirkettir. Bağlı şirket ise haları aşan sermaye toplulukları ve gerek kim şirketin yönetiminde olan şirkettir. Hakim şirket
yönetimsel gerekse finansal açıdan deva- ve bağlı şirketlerden oluşan şirket grubunun adı ise
sa yapılara sahip şirket grupları önayak şirketler topluluğudur.
olmuştur. Piramit yapıyı andıran bu toplulukların en
tepesinde ise grup içindeki tüm şirketleri aldığı karar- Uygulamada, şirketler topluluğu yapılanmalarının en
larla yöneten holding şirketler bulunmaktadır.
tepesinde hakimiyeti elinde bulunduran şirketler holding şirketlerdir ve bu nedenle holding ile hakimiyet
kavramı çoğu zaman karıştırılmaktadır. Oysaki holGenel Olarak Holdingin Tanımı
ding şirket kurmak için herhangi bir şirket üzerinde
Holding şirketlerini üretim ve satış gibi faaliyetlerde hakimiyet tesis etmek veya herhangi bir şirkete iştirak
bulunmayan, şirketlere iştirak eden ve çoğunlukla etmek gerekmemektedir. Sadece anonim şirketler için
böyle şirketlerin büyük ortağı durumunda olan veya öngörülen asgari sermaye miktarı sağlanarak ve Babaşka yollarla hakimiyetini elinde bulunduran şirket- kanlık izni alınarak bir holding kurmak veya mevcut
ler olarak tanımlamak mümkündür. Bu tür holdingle- bir anonim şirketi holdinge dönüştürmek mümkünre “saf holding” denirken; doğrudan doğruya ticarette dür.
de bulunan holdinglere “karma holding” denmektedir.
Anonim Şirketlerle Paralellikleri
Kuruluş
TTK Düzenlemesinde Holding Kavramı
6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda (“TTK”) anonim, Holdingler anonim şirket şeklinde kurulmalıdır. Bulimited, kolektif, komandit ve paylı komandit şirketle- nun yanı sıra, 15 Kasım 2012 tarih ve 28468 sayılı
ri ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş olmasına rağmen; Resmi Gazete’de yayımlanan Anonim ve Limited Şirholding şirketlere sadece md. 519’da yer bulmuştur. ketlerin Sermayelerini Yeni Asgari Tutarlara YükseltSöz konusu hüküm “…başlıca amacı başka işletmelere melerine ve Kuruluşu ve Esas Sözleşme Değişikliği
katılmaktan ibaret olan holding şirketler…” ifadesini İzne Tabi Anonim Şirketlerin Belirlenmesine İlişkin
içermektedir. Görüldüğü üzere TTK, holdinglerin sa- Tebliğ’le holdinglerin kurulması Bakanlık iznine tabi
tutulmuştur.
dece “amaç” unsuruna yer vermekle yetinmiştir.
27 Ocak 2014 Rasim Can ÇAKIR
D
Holding şirketlerin hangi şirket türünde kurulacağına dair bir hüküm Kanun’da bulunmamakla birlikte;
konu hakkındaki bu boşluk Gümrük ve Ticaret Bakanlığı uygulamasıyla doldurulduğu söylenebilir.
Şöyle ki; holding şirketlerin kuruluşu Bakanlık iznine tabi olup Bakanlık sadece anonim şirket şeklinde
yapılan başvurulara izin vermektedir. Öte yandan;
TTK’da holding şirketleri tanımlayan md. 519’dan ha-
Holdinglerde Esas Sözleşme Değişikliği
Holdinglerin esas sözleşme değişikliği işlemleri yine
söz konusu Tebliğ tarafından Bakanlık iznine tabi kılınmıştır.
Holdinglerde Genel Kurul
28 Kasım 2012 tarih ve 28481 sayılı Resmi Gazete’de
40
HUKUK
yayınlanan Anonim Şirketlerin Genel Kurul Toplantılarının Usul ve Esasları İle Bu Toplantılarda Bulunacak
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Temsilcileri Hakkında
Yönetmelik’le holding şirketlerin genel kurullarında
Bakanlık temsilcisinin bulunması şarttır.
Holdinglerde Tasfiye İşlemleri
Holdinglerin tasfiye işlemleri TTK’daki anonim şirket
tasfiye hükümlerine tabidir.
Anonim Şirketlerden Ayrılan Düzenlemeler
Holdingler TTK bakımından anonim şirket hükümleri haricinde özel bir düzenlemeye tabi tutulmamıştır.
Yine de holding şirketler “amaç ve konu” bakımından
ve “kanuni yedek akçe” düzenlemeleri bakımından
anonim şirketlerden ayrılmaktadır.
Esasen, fıkra hakkındaki tartışmalar çok da yeni olmayıp 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu (Eski TTK)
dönemine kadar uzanmaktadır. TTK md. 519’un gerekçesine göz atıldığında maddenin Eski TTK md.
466’nın sadeleştirilmiş hali olduğu anlaşılmaktadır.
Konuya açıklık getirebilmek için eski madde hükmünün de gerekçesine bakıldığında bir sonuca varılamamaktadır; çünkü hüküm mehaz kanundan aynen
aktarılmış olup mehaz hukukta da hükme ilişkin tartışmalar hukukumuzla paralel şekildedir.
Sonuç olarak; lafzi yorum yoluyla TTK md. 519/4’ün
holding şirketlere yedek akçelerin kullanımı konusunda tam bir serbestlik tanıdığı sonucuna ulaşılabilecektir. Ancak unutulmamalıdır ki; amaca uygun yorum
yolu ve Şirketler Hukuku’na hakim olan sermayenin
korunması ilkesi gözetildiğinde, holding şirketlere
böylesine bir serbesti tanınması mümkün olmayacakAmaç ve Konu Bakımından Yapılacak Düzenleme
tır. Bu bakımdan; holding şirketlerde kanuni yedekEsas sözleşmede yer alan “amaç ve konu” bakımından lerin tam bir serbestiyle kullanılması yerine anonim
holdingler, TTK’daki “…başlıca amacı başka işletme- şirket hükümlerine uygun olarak kullanılması, kanuni
lere katılmaktan ibaret olan holding şirketler…” tanı- yedeklerin yanlış kullanıldığı ve şirketin zarara uğramına uygun bir düzenleme yapmalıdır.
tıldığından bahisle yönetim kuruluna yöneltilecek
muhtemel sorumluluk iddialarının önüne geçilmesini
sağlayacaktır [1].
Yedek Akçeler Bakımından Tabi Tutulan İstisna
TTK md. 519’a göre anonim şirketlerde yıllık karın
%5’i, ödenmiş sermayenin %20’sine ulaşıncaya kadar DİPNOTLAR
kanuni yedek akçeye ayrılmalıdır. Söz konusu %20’lik 1-Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi edinmek için bkz. Ünal
sınıra ulaşıldıktan sonra şirketin kar payı dağıtması Tekinalp, Anonim Ortaklığın Bilançosu ve Yedek Akhalinde; md. 519/2-c uyarınca kârdan pay alacak ki- çeleri, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1979, s. 390-396.
şilere dağıtılacak toplam tutarın %10’u genel kanuni Erdoğan Moroğlu, Anonim Ortaklıklarda Esas Seryedek akçeye eklenmelidir.
maye Artırımı, İstanbul, Vedat Kitapçılık, 2003, s. 214.
Gönen Eriş, Ticari İşletme ve Şirketler, Seçkin Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 3391.
TTK md. 519/3; genel kanuni yedek akçenin, sermayenin veya çıkarılmış sermayenin yarısını aşmadığı
takdirde sadece zararların kapatılmasına, işlerin iyi
gitmediği zamanlarda işletmeyi devam ettirmeye veya
işsizliğin önüne geçmeye, sonuçlarını hafifletmeye elverişli önlemler alınması için kullanılabileceğini düzenlemiştir.
TTK md. 519/4 ile holding şirketler, yedek akçelerin
ayrılması ve kullanımı hakkındaki bu iki zorunlulukla
bağlı kılınmamıştır. Ancak kanuni yedeklerin kullanılmasına ilişkin holding şirketlere TTK’da tanınan
bu ayrıcalık, tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Fıkranın lafzına bakarak yorumlanması halinde holding şirketlere kanuni yedekleri harcamada tam bir
serbestlik tanındığı sonucuna ulaşılır. Bu da kanuni
yedek akçelerin “iradi yedek akçe” haline getirilmesi
anlamına gelmektedir ki; bunun kabulüne imkan yoktur. Öte yandan, holdinglere Kanun’la bu yönde bir
serbestlik sağlandığının kabulü halinde; zarar etmekte
olan bir holdingin söz konusu yedeklerle zararlarını
kapatmak yerine, sermaye artırımına veya bu yedekleri ortaklara dağıtımına gidebileceği sonucu çıkaktadır ki; bu durum da Şirketler Hukuku’nun en temel ilkelerinden olan sermayenin korunması ilkesine kesin
bir aykırılık teşkil etmektedir.
41
HUKUK
SAĞLIK HİZMETLERİ TEMEL
KANUNU VE ZORUNLU
HİZMET YÜKÜMLÜLÜĞÜ
hâlihazırda çalışmaya devam eden ve bir sonraki
atama dönemine uzun müddetler bulunan sağlık
personellerini eşitlik ilkesine aykırı olacak bir şekilde
kapsamamaktadır.
28 Ocak 2014 Ömer Faruk ALİMOĞLU
Anayasa’nın 10. maddesi, devlet organlarının ve idari
makamların bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesini gözetmeleri gerektiği hükmünü amirdir.
514 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşla- Yani idare, hukuki bir işlem tesis ederken aynı statü
rının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ve konumda olanların aynı koşullara tabi tutulması ve
Hükmünde Kararname ile Bazı Kanunlarda hukuk devleti ilkesi çerçevesinde eşit bir şekilde muaDeğişiklik Yapılmasına Dair Kanun (“Ka- mele görmesini sağlamakla yükümlüdür.
nun”), 18 Ocak 2014 tarih ve 28886 sayılı
Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Kanun’da sağlık personelinin atanma usulüne ilişkin Bu bağlamda; değişiklik yapılan Sağlık Hizmetleri Ka43. maddede yer alan düzenlemeye ilişkin görüş ve nunu uyarınca, zaten 5. ve 6. Bölgeler’de devlet hizmet yükümlüsü olarak memuriyet görevini ifa edentespitlerimiz aşağıdaki gibidir.
lerin bir sonraki atama dönemine kadar çalıştırılması
ile “kanuni yükümlülük kaldırılmasına rağmen” yine
Kanun’un 43. maddesi ile 7/5/1987 tarihli ve 3359 sa- halihazırda 5 ve 6. Bölgeler’de sağlık personelinin çayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 4. mad- lıştırılmasının eşitlik ilkesine ve hukuk devleti ilkesidesinin ikinci fıkrasına birinci cümlesinden sonra ne aykırı olduğu gibi, idareye “kanunlar çerçevesinde
gelmek üzere: “Ancak beşinci ve altıncı grup ilçe işlem ve eylemde bulunmayı” emreden “yasal idare
merkezlerine bağlı yerleşim yerleri ile Bakanlar Ku- ilkesi” ne de aykırı olduğu kanaatindeyiz.
rulunca tespit edilecek il merkezi ve il merkezlerine bağlı yerleşim yerlerinde Devlet hizmeti yükümlülüğünü
yerine getirenler, tekrar Devlet hizmeti yükümlüsü
olduklarında istekleri dışında bu yerlere atanamazlar.”
cümlesi eklenmiştir.
6
Eklenen bu cümleyle birlikte ilgili Sağlık Hizmetleri
Temel Kanunu uyarınca, 5. ve 6. Bölgeler’de, devlet
hizmet yükümlülüğünü yerine getiren sağlık personellerinin atamaları açısından idarenin takdir yetkisi,
bu personelin “istek ve iradeleri” bulunması kaydıyla
kullanılabilmektedir.
Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun uygulama çerçevesi, “kanunların yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
meydana gelen olay ve olgulara uygulanacağı” kaidesi
uyarınca; sadece 18 Ocak 2014 tarihi itibariyle, 5. ve
6. Bölgeler’deki devlet hizmet yükümlülüğünü yerine
getirmiş ve bu bölgeler dışında halihazırda çalışan,
bu sene içerisinde yeniden ataması yapılacak devlet
memurlarını kapsamaktadır. Ancak devlet hizmet
yükümlülüğünü yerine getirmesine rağmen gene
bu bölgelere kendi istek ve iradesi dışında atanarak
42
HUKUK
HUKUK
lin iadesine karar verilmesi gerekir.” (Yargıtay 13. HD,
E.2012/9561, K.2012/12959)
DEVRE TATİL
SÖZLEŞMELERİNDE KAPIDAN
SATIŞ HÜKÜMLERİNİN
KIYASEN UYGULANMASI
Sözleşmeleri Uygulama Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’in 6. maddesi, “tüketici, sözleşmenin her iki
tarafça imzalanmasından itibaren on gün içinde hiçbir
sebep göstermeksizin ve hiçbir hukuki ve cezai sorumluluk üstlenmeksizin cayma hakkını kullanarak sözleşmeden dönebilir. Sağlayıcı, bu süre dolmadan devre
tatil sözleşmesine konu mal ve/veya hizmet karşılığında
tüketiciden herhangi bir isim altında ödeme yapması28 Ocak 2014 Mehmet Emin ELİBOL
nı veya borç altına sokan herhangi bir belge vermesini
isteyemez. Sözleşmenin, devre tatil sözleşmesine konu
oğuk bir kış mevsimi… İş temposunun had tesiste akdedilmesi halinde, bu hüküm uygulanmaz. Bu
safhaya ulaştığı yoğun bir haftayı atlatarak, durumda, sözleşmenin devre tatile konu tesiste yapıldıdeliksiz bir uykunun ardından, karlı bir cu- ğını ispat külfeti sağlayıcıya aittir.” hükmünü ihtiva etmartesi sabahına merhaba dediniz. Keyifli mektedir. Mahkeme yargılama sonunda davalı firmabir kahvaltıdan sonra hayatınızın aşkıyla, ro- yı haklı görüp, yönetmeliğin bu maddesine dayanarak
mantik bir ortamda kahvelerinizi yudumluyorsunuz. davanızı reddediyor.
Fonda “Beklenen Şarkı” çalıyor. Küçük çocuğunuz bir
yandan elindeki çikolatayı veya bisküviyi yerken, diğer yandan çizgi film izliyor. Bu keyifli dakikalarda Olayı okuduğunuzda ve mahkemenin verdiği karara
aniden telefon sesi yükseliyor. Hattın diğer ucunda- baktığınızda adalet duygunuzun tatmin olmadığını
ki nazik ses tonuyla konuşan bay veya bayan, A adlı hissetmişsinizdir. Fakülte yaşamımızın ilk günlerinde
devre tatil firmasından aradığını ve ailece ücretsiz Prof. Dr. Yasemin Işıktaç hocamızın akıllarımıza kabir hafta sonu tatiline hak kazandığınızı, dilediğiniz zıdığı bir hukuk tanımı vardı. Hocamız “hukuk, adabir hafta sonunda sizleri ağırlamaktan onur duya- lete yönelmiş toplumsal yaşama düzenidir.” diyordu.
caklarını söylüyor. Haberi eşinizle ve çocuğunuzla Belki de bu tanımdan yola çıkan Yargıtay, muhtelif
paylaşıyorsunuz. Ve gelecek haftayı sabırla bekleme- kararlarında tüketiciyi koruyan bir tutum sergilemiş
ye başlıyorsunuz. Yorucu bir haftayı daha atlattıktan ve kapıdan satış hükümlerini kıyasen uygulayarak,
sonra promosyon amaçlı ücretsiz tatilinizi geçirmek anlatılan olayla uyumlu aşağıdaki içtihatları oluşturiçin A firmasının tesislerine adım atıyorsunuz. Kısa muştur:
tatilin sonunda, sözleşme imzalamaya niyetiniz yokken, firmanın size ve ailenize gösterdiği ilgi, sunduğu
ödeme kolaylıkları, eşinizin gözlerindeki mutluluk “4077 sayılı TKHK’un 8/1 maddesinde, “kapıdan satış,
ışığı ve çocuğunuzun televizyondaki reklamlara atıf- işyeri, fuar, panayır gibi satış mekanları dışında önceta bulunarak “bizim de tatilimizi geçireceğimiz bir den mutabakat olmaksızın yapılan tecrübe ve muayne
yerimiz olsun, bizde niye yok” diyen haykırışına da- koşullu satışlardır.” şeklinde tanımlanmış olup, davacıyanamayarak, kullanım tarihinin ileri bir tarih olarak nın, hediye tatil kazandığı belirtilerek davet üzerinde
belirlendiği sözleşmeyi imzalıyorsunuz ve evinize dö- gitmiş olduğu davalıya ait tesiste, daha önceden düşünnüyorsunuz. Kullanım tarihi geldiğinde tesisin yolunu mediği ve devre tatil satın almak için de gitmediği haltutuyorsunuz; ancak firma yetkilileri türlü bahanelerle de, yapılan tanıtımlar üzerine hazırlıksız bulunduğu bir
konaklayacağınız yeri kullanıma hazır biçimde teslim sırada imzalamış olduğu 05.08.2006 tarihli sözleşmeetmekten kaçınıyorlar. Bu olaydan sonra üzerinizde nin, kapıdan satış şeklinde yapıldığının kabulü gerekir.
oynanan kirli oyunların ve kurulan kumpasın farkına Bu tip satışlar, tecrübe ve muayne koşullu satışlardan
vararak hukukun size tanıdığı cayma hakkını kullanı- olduğundan, cayma hakkı ancak hizmetin ifasından
yorsunuz. Sözleşmeyi sonlandırıp ödediğiniz bedelin sonra işlemeye başlayacak olup, bu süre içinde sözleşme
iadesini sağlamak için açtığınız davada, firma cayma askıdadır. Davacının devre tatil hakkını kullanmadığı,
davalının da kabulünde olup, bu durumda cayma hakhakkını kullanma süresinin geçtiğini iddia ediyor.
kını kullanma süresi henüz başlamamış olduğundan,
davacının cayma hakkını kullanması mümkündür. O
Devre tatil sözleşmesinin düzenlendiği Devre Tatil halde, mahkemece sözleşmenin feshi ile ödenen bede-
S
43
“4822 sayılı Yasa ile değişik 4077 sayılı TKHK’nın 8/1
maddesinde, “kapıdan satış, işyeri, fuar, panayır gibi
satış mekanları dışında önceden mutabakat olmaksızın
yapılan tecrübe ve muayene koşullu satışlardır.” şeklinde tanımlanmış olup, davalının sözleşmede belirtilen işyeri adresi olduğundan davacının, hediye tatil kazandığı belirtilerek davet üzerine gitmiş olduğu davalıya ait
tesiste, daha önceden düşünmediği ve devre tatil satın
almak için de gitmediği halde, yapılan tanıtımlar üzerine hazırlıksız bulunduğu bir sırada imzalamış olduğu
21.06.2007 tarihli sözleşmenin, kapıdan satış şeklinde
yapıldığının kabulü gerekir. Bu tip satışlar, tecrübe ve
muayene koşullu satışlardan olduğundan, cayma hakkı
ancak hizmetin ifasından sonra, başka bir ifade ile tatil
hakkı kullanıldıktan sonra işlemeye başlayacak olup,
bu süre içinde sözleşme askıdadır. Davacının sözleşmeye uygun kullanımı bulunmadığına göre, bu durumda cayma hakkını kullanma süresi henüz başlamamış
olup, davacının cayma hakkını kullanması mümkündür. O halde, mahkemece sözleşmenin feshi ile ödenen
bedelin iadesine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.” ( Yargıtay 13. HD,
E.2011/716, K.2011/14368)
Yargıtay 13. Hukuk Dairesi konuyla ilgili diğer kararlarında da aynı görüşü benimseyerek sözleşmenin zayıf tarafı olan tüketiciyi koruma eğilimini sürdürerek
taraflar arasındaki dengeyi sağlayıcı kararlara imza
atmıştır.
Son olarak belirtmek gerekir ki devre tatil sözleşmesi,
28 Kasım 2013’te Resmi Gazete’de yayımlanan ve yayım tarihinden itibaren altı ay sonra yürürlüğe girecek olan 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında
Kanun’un 50. maddesinde yer bulmuştur. Maddenin
altıncı fıkrasına göre “... tüketici, on dört gün içinde
herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin sözleşmeden cayma hakkına sahiptir…”. Söz
konusu fıkrada, sözleşmenin, sözleşmeye konu tesiste
akdedilmesi halinde hükmün uygulanmasını engelleyen bir düzenleme bulunmamaktadır. Maddenin son
fıkrası ise cayma hakkıyla ilgili diğer uygulama usul
ve esasların yönetmelikle belirleneceğini ifade etmektedir.
44
HUKUK
ÇOCUK GELİNLERİN FERYADI:
“EVCİLİK Mİ, EVLİLİK Mİ?”
05 Şubat 2014 Mehmet Emin ELİBOL
A
kşam mesai biter. Yorgun argın eve gelirsiniz. Yemek yersiniz. Yemekten sonra elinizdeki sıcak çayla veya kahveyle televizyon karşısına geçip, gün içinde neler olup
bittiğini öğrenmek için haberleri seyredersiniz. Yaşadığımız coğrafyada, çalışan insanların
monoton hafta içi akşamlarının özetidir bu tablo. Bülteninin sonlarına doğru sunucu “çocuk yaşta gelinlik
giyen masumun dramı” şeklinde bir haber anons eder.
Devamında hüzünlü gözlerle çevresine bakan telli duvaklı bir çocuk belirir ekranda. Görüntüler izleyiciyi
şaşırtır mı? Hayır şaşırtmaz. Neden mi? Çünkü bu
görüntüler tıpkı hafta içlerinin yorgun akşamları gibi
monoton bir hal almıştır.
la ilgili başlıca kararları şu şekildedir:
“… Sanığın, aşamalarda mağdurenin kendisine 1992
doğumlu olduğunu söylediğini savunması ve Adli Tıp
Kurumunun uygulamalarına göre de bazen kişinin kemik yaşının hormonal gelişimi, beslenme gibi sebeplerle
gerçek yaşa göre farklılık gösterebileceğinin bilinmesi
karşısında, mağdurenin suç tarihi itibarıyla 15 yaşından büyük gösterip göstermediği, sanığın mağdurenin
yaşı konusunda hataya düşmesinin mümkün olup olmadığı mahkemenin dosyadaki tüm verilerle birlikte
kendi gözlemini de tespit ederek ve gerekirse bu konuda
bilirkişi incelemesi de yaptırılmak suretiyle belirlendikten sonra T.C.K.nın 30. maddesi gözetilerek sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekirken eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması kanuna aykırı,
sanık müdafiin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün 5320 Sayılı Kanunun 8/1.
maddesi gözetilerek C.M.U.K.nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, temyiz harcının istenmesi halinde
iadesine, 03.06.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” (Yargıtay 14. CD, E.2012/8845, K.2013/6982)
HUKUK
Monoton bir hafta içi akşamı haberleri izlerken Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun çocuk gelinlerle ilgili
önemli bir karar verdiğini işittim. Yargıtay 14. Ceza
Dairesi’nin çeşitli illerde evlenen çocuk gelinlerle ilgili, yukarıdakilerle örtüşen kararlarına karşı, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “… aynı durumda olup
resmi evlilik gerçekleştirmeyen sanıklar yönünden
haksızlık oluşturabilecek bu uygulama, cinsel saldırı veya çocukların cinsel istismarı suçunu cebir veya
tehdit ile gerçekleştiren sanıklar açısından da uygulanabilirliği düşünüldüğünde, bu nitelikteki suçları
işleyenlerin daha az ceza almaları veya eylemlerinin şikayete bağlı suça dönüşme ihtimali karşısında,
adaletsiz ve kamu vicdanını zedeleyen kararların
verilmesine yol açabileceği düşünülmektedir.” gerekçelerini içeren itirazı Yargıtay Ceza Genel Kurulu
tarafından kabul edilmiş.
YCGK’nın yakın tarihli kararının metnine henüz
erişemedim. Bu nedenle bu yazıda paylaşma olanağı doğmadı. Affola… Anlaşılan o ki çocuk gelinlerin
dağlarda yankılanan feryatlarına hukuk tarafından ses
verilmiş.
Seyrettiğimiz filmler, dinlediğimiz eski türküler çocuk gelinlerin dramının geçmişini ortaya koyar adeta.
Şanlıurfa Yöresi’nin bir türküsü vardır. Türkünün bir “… Sanıkla mağdurenin birden fazla ilişkiye girerek
mağdurenin hamile kaldığı, hükümden önce de resmi
dizesinde çocuk gelin sessizce şöyle feryat eder:
olarak mağdure ile evlenen sanığın aşamalarda, mağdurenin fizik olarak 17-18 yaş görünümünde olduğunu
ve gerçek yaşının 15’ten küçük olduğunu bilmediğini
İki dağın arasında kalmışam,
savunması karşısında; TCK.nın 30. maddesi hükümleBülbül gibi daldan dala konmuşam oy,
rine göre hata halinin mevcut olup olmadığının tespiti
Ne gün görmüş, ne de murad almışam,
için mağdurenin suç tarihi itibarıyla görünüm olarak
15 yaşından küçük olduğunun anlaşılıp anlaşılamayaAna beni bir kötüye verdiler oy,
cağı, içinde bulundukları sosyal ve kültürel durumları
Verdilerde günahıma girdiler oy…
da dikkate alınarak sanığın mağdurenin yaşı konusunda hataya düşmesinin mümkün olup olmadığı araştıÇocuk gelin sessizdir, ürkektir, diyeceğini diyemez. rılarak, mahkemenin dosyadaki tüm verilerle birlikte
Bu sessiz feryat öyle derindir ki yankısı Gavurdağ- kendi gözlemini de tespit edip, gerekirse bu konuda biları’ndan, Zigana’dan, Ağrı’dan, Demirkazık’tan, Spil lirkişi incelemesi de yaptırılmak suretiyle tüm deliller
birlikte değerlendirilerek sonucuna göre sanığın hukuki
Dağı’ndan duyulur.
durumunun tayin ve takdiri gerekirken eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması,kanuna aykırı,
Olayla ilgili içtihatlara bakacak olursak, Yargıtay 14. sanık müdafiin temyiz itirazları bu itibarla yerinde göCeza Dairesi, sanıkların savunmalarında eşlerinin rülmüş olduğundan, hükmün bu sebepten dolayı 5320
gerçek yaşlarının on beşten küçük olduğunu bilme- sayılı Kanunun 8/1. maddesi gözetilerek CMUK.nın
diklerini iddia etmeleri üzerine, TCK’da düzenlenen 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 28.01.2013
hata halinin mevcut olup olmadığının tespit edilmesi tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” (Yargıtay 14. CD,
gerektiğine hükmetmekteydi. İlgili dairenin bu husus- E.2011/8414, K.2013/638)
45
46
HUKUK
HUKUK
diğine göre, açılan işe iade davasının reddi şamasına sebebiyet verecektir.
gerekir.”
İŞ SÖZLEŞMELERİNİN İKALE
(BOZMA SÖZLEŞMESİ)
YOLUYLA SONA ERDİRİLMESİ
26 Mayıs 2014 Ömer Faruk ALİMOĞLU
İ
kale (bozma sözleşmesi), sözleşme özgürlüğünün bir sonucu olarak daha önce kabul edilen
bir hukuki ilişkinin tarafların ortak iradeleriyle
sona erdirilmesidir. İkale yoluyla sona eren bir
sözleşme açısından münferit olarak taraflardan
hiçbirinin sözleşmenin feshine yönelmiş herhangi bir
iradesi bulunmamaktadır. Burada sözleşmeyi hukuk
âleminden kaldıran irade, tarafların sona erdirme eğilimlerinin bir araya gelmesinden müteşekkil başkalaşmış bir iradedir. Kısaca ikale de taraflar açısından
istisnalar haricinde uyuşmazlık konusu olabilecek bir
sona erdirme bulunmamaktadır.
dan “maksadın aksi” sonuçlar doğurabilmektedir.
Burada bozma sözleşmeleri açısından İşveren Vekili
olan “Avukatlar”a büyük sorumluluk düşmekte ve bu
sözleşmelerin avukat gözetim ve kontrolünden geçmeden imza edilmemesi gerekmektedir. Peki, gerek
işveren gerek de meslektaşlarımızın ikale anlamında
göz önünde bulundurulması gereken hukuki kıstaslar
nelerdir?
İlk ve en önemli kıstas işçinin iş sözleşmesinin ikale vasıtasıyla sona erdirilmesinde “menfaat” temin
etmesi gereğidir. Buradaki menfaatten kasıt; iş sözleşmesinin sona ermesi dolayısıyla işçinin “hak ettiği
tüm işçilik alacaklarının” dışında hizmet süresi nazara
alınarak işçiye “ikale bedeli” olarak adlandırılan ekstra bir ödemenin yapılmış olmasıdır. Burada hiç “ilave
menfaat” temin edilmeyen ya da “işçinin hizmet süresi nazara alındığında yeter ölçüde yapılmayan ikale
bedelleri olması durumunda, Yargıtay; “İşçinin iradesinin fesada uğratılarak sözleşme imzalatıldığını” kabul etmekte ve açılan işe iade ve tazminat davalarının
Özel Hukuk sözleşmelerinin neredeyse tamamına “kabulüne” karar verilmesi gerektiğine hükmetmekteuygulanabilen ikale sözleşmesinin İş Hukuku zemi- dir.
ninde uygulama alanı, diğer özel hukuk disiplinlerine nazaran farklı durumları doğurmaktadır. Zira iş
• Yargıtay 22. Hukuk Dairesi E.2012/18 ve
sözleşmeleri; emir ve talimat verebilen bir işveren ile
K.2012/14859 “Taraflar arasındaki iş sözleştek aparkatı “emeği” olan işçi arasındaki tabiri caizse
mesinin anlaşmayla sona erdirildiği anlaşıl“deve-cüce” ilişkilerini düzenlemektedir. Bu sebeple
maktadır. Davacı işçinin iradesinin sakatlan“zayıf olanı koruma ve eşit avantajlar sunma” amacını
dığı geçerli ve inandırıcı delillerle kanıtlanmış
güden 4857 Sayılı İş Kanunu (“İş Kanunu”) açısından;
değildir. Davacıya kıdem ve ihbar tazminatı
her ne kadar sözleşmenin “ortak bir irade” ile sona erdışında dört aylık ücret tutarında ek ödeme yadirildiği ilk anda düşünülse de, hukuki geçerlilik kıspılmıştır. Davacının hizmet süresi nazara alıntasları ister istemez farkı olacaktır.
dığında davacıya sağlanan yarar yeterli ölçüdedir. Hal böyle olunca iş sözleşmesinin ikale
suretiyle sonlandırıldığı dikkate alınmadan
Aslında %95 gibi yüksek bir oranla işverenin aleyyazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar vehine sonuçlanan iş davaları düzleminde değerlenrilmesi hatalıdır.”
dirildiğinde “iş sözleşmesinin ikale vasıtasıyla sona
• Yargıtay 9. Hukuk Dairesi E.2007/15135 ve
erdirilmesi”, yargılama gideri ve yüksek faiz oranları
K.2007/28823 “Davacı, iş sözleşmesinin geçerli
tazyikiyle karşılaşmaktansa işverenler için en makul
neden olmadan feshedildiğini belirterek feshin
yol kabul edilebilir. Çünkü ikale ile sona erdirilen iş
geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini
sözleşmeleri sonunda işçi tarafından açılan işe iade
istemiştir. Davacı işçi ile davalı işveren arave tazminat talepli iş davalarının büyük oranı, henüz
sında imzalanan sözleşmeye göre, kıdem ve
ön inceleme duruşmasında reddedilmektedir. Ancak
ihbar tazminatının yanında yüksek bir ek
ikalenin yasalarca düzenlenmemiş olması sebebiyle
ödemede de bulunulduğuna ve davacı işçinin
özellikle yerleşik Yargıtay uygulamaları göz önünde
iradesinin fesada uğratıldığı ispat edilemebulundurulmadan yapılan ikale, işverenler açısın-
47
İşçinin “pozisyonu ve eğitim düzeyi” göz önünde bulundurularak ikale sözleşmesinin anlam ve sonuçları
açısından ikale Sözleşmesi zenginleştirilmeli ve “tamamlayıcı delil” mahiyetinde “ibraname ve feragatname” işçiye imzalatılmalıdır. Yargıtay, özellikle işçinin iş durumu ve eğitim düzeyini de ikale bağlamında
kıstas olarak almakta ve sonuçları konusunda yeterince aydınlatılmama durumunda bozma sözleşmesinin hukuki geçerlilik kazanmadığını vazetmektedir.
Çünkü iş sözleşmesinin ikale yoluyla sona ermesinde
yukarıda da bahsettiğimiz üzere, teknik olarak “fesih” iradesinden söz edilmeyeceği için işe iade davası
açılamaz! (İş Kanunu md. 20: İş sözleşmesi feshedilen işçi, fesih bildiriminde sebep gösterilmediği veya
gösterilen sebebin geçerli bir sebep olmadığı iddiası
ile fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren bir ay
içinde iş mahkemesinde dava açabilir.) Bu sebeple işçinin “ikale sözleşmesinin imza edilmesiyle birlikte
ortada teknik olarak bir fesihten söz edilmediği için
artık işe iade davası açamayacağı, bundan dolayı da
kendisine hak ettiği tüm işçilik alacaklarının yanında ilave menfaat temin edildiği” hususuna ikale
sözleşmesinde mutlaka yer verilmelidir. Nitekim Yargıtay’ın yerleşik içtihatları da bu bağlamdadır.
Tüm bu Yargıtay kıstaslarına riayet edildiği takdirde
ikale; işverenler ve vekilleri olan meslektaşlarımız açısından fayda sağlayacaktır. Üstatlar her ne kadar “En
kötü sulh en iyi uyuşmazlıktan iyidir.” deseler de özellikle İş Hukuku çerçevesinde, bunun “Hakkaniyetli
bir sulh, adil bir duruşmadan yeğdir.” olarak yorumlamanın daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
• Yargıtay 22. Hukuk Dairesi E.2011/875 ve
K.2011/1286 “Davalı şirket tarafından ikale
amacıyla yapılan yazılı icap üzerine taraflar
arasında aynı tarihli ikale protokolü düzenlenmiştir. Davacı satış kadrosunda bölge şefi olarak
çalışmış eğitimli bir kişidir ve imzaladığı belgenin anlamını kavrayabilecek vasıflara sahiptir.
Ayrıca iradesinin sakatlandığını da ispatlayamamıştır. Mahkemenin kabulünde olduğu
üzere davacıya ikramiyeyle kıdem ve ihbar
tazminatlarına ilaveten iki maaş tutarında
ek bir ödeme yapılmıştır. Bütün bu hususlar
birlikte değerlendirildiğinde iş sözleşmesinin
tarafların anlaşmasıyla ikale yoluyla sona
erdiği anlaşılmaktadır. Bu durumda davanın
reddi gerekirken kabulü hatalıdır.”
• Yargıtay 22. Hukuk Dairesi E.2012/282 ve
K.2012/13883 “Davacının eğitim durumu, şirket içindeki pozisyon ve görevi, ayrıca davacıya
sağlanan ekstra dört maaş miktarındaki ödeme
dikkate alındığında, davacının baskıyla ikale sözleşmesini imzalamak zorunda kaldığı
iddiasına itibar edilmemiştir. Dairemizin
emsal olaylardaki içtihatları da aynı doğrultudadır. Taraflar arasındaki iş sözleşmesi ikale
suretiyle sona erdirildiğinden davanın reddi yerine kabulüne karar verilmesi hatalıdır.”
İşçiye İkale vasıtasıyla yapılan ödemeler, işçinin gerçek maaşı üzerinden yapılmalı ve işçi tarafından hak
kazanılan tüm alacaklar kendisine ödenmelidir. Aksi
takdirde ikalenin pratik faydası işveren açısından kaybolacak ve işverenin gereksiz zaman ve para kaybı ya-
48
HUKUK
ÇALIŞAN İŞÇİYE KIDEM
TAZMİNATI ADIYLA YAPILAN
ÖDEMELER
koşulları “sınırlı sayıda” saymış olup bunlar; hizmet
sözleşmesinin 14. maddede açıkça belirlenen sebeplerle işveren ya da işçi tarafından feshedilmesi veya
işçinin ölümü sebebiyle son bulmasıdır. Görüldüğü
üzere; hizmet ilişkisini doğuran hizmet sözleşmesi
feshedilmeden ya da işçinin ölümü ile son bulmadan
29 Mayıs 2014 Rasim Can ÇAKIR
kıdem tazminatı hakkının doğması mümkün değildir.
Bu nedenle hizmet ilişkisi devam ederken kıdem tazş sözleşmesi devam ederken işçiye kıdem taz- minatı adıyla yapılan ödeme, esasen hukuki anlamda
minatı ödenmesi, iş hayatında çokça görülen bir bir kıdem tazminatı değildir.
durum olup ilerleyen zamanlarda işçi ile işveren
arasında ciddi anlaşmazlıklara sebep olabilmek- Konuya ilişkin Yüksek Mahkeme kararları ise aşağıtedir. Özellikle emeklilik için yaş dışında diğer daki gibidir:
tüm şartları sağlayan veya emekliliği gelmiş işçilere
iş sözleşmeleri devam ederken kıdem tazminatı adı
• İşveren tarafından avans olarak ödenen mebaltında yapılan bu ödemelere ilişkin incelemelerimiz
lağın ödeme tarihinden itibaren faiziyle birlikaşağıdaki gibidir:
te gerçekleşen kıdem tazminatından mahsubu
gerekir. Bu açıdan, sadece ana paranın mahsu1475 sayılı mülga İş Kanunu’nun (“eski İş Kanunu”)
bu ile yetinilmemelidir. (Yargıtay 9. Hukuk Da14. maddesi kıdem tazminatına ilişkin olup halen yüiresi E.2002/1349, K.2002/9501, T.05.06.2002)
rürlüktedir. Madde hükmü uyarınca; 4857 sayılı İş
• Davacının tazminat ve alacaklarının tüm süre
Kanunu (“yeni İş Kanunu”) çerçevesinde çalışanlar
üzerinden hesaplanarak avans niteliğinde
aşağıdaki hallerde işverenlerinden kıdem tazminatı
ödenen kıdem tazminatının faizi ile birlikte
alabilirler:
son hesaplanan kıdem tazminatından düşülerek hüküm kurulması gerekir. (Yargıtay 9.
Hukuk Dairesi E.2005/30391, K.2006/9506,
• İşverenin haklı bir sebep olmadan işten çıkartT.11.04.2006)
ması
• İşverenin işçisine ilerde daha az kıdem tazmi• İşçinin haklı bir sebeple işi bırakması
natı ödemek için, çıktı, girdi göstererek ödedi• Erkek çalışanların askerlik için işi bırakması
ği kıdem tazminatları avans olarak kabul edi• Emekli olmak amacıyla işçinin işi bırakması
lir. (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi E.2000/18320,
K.2001/3492, T.27.02.2001)
• Emeklilikle ilgili diğer şartları tamamlayıp,
emeklilik yaşını evinde beklemek amacıyla işçinin işi bırakması
Yargıtay’ın istikrar kazanmış uygulamasına göre bu
• Kadın işçinin evlendikten sonraki bir yıl için- tür ödemenin avans olarak kabulü ve tüm hizmet süde işi bırakması
resi üzerinden hesaplanan kıdem tazminatının yasal
faizi ile birlikte mahsubu gerekmektedir. Öte yandan
• İşçinin ölmesi
işçinin iş sözleşmesi kesintisiz olarak devam ettiği için
yıllık izin kıdemi de devam edecektir. Unutulmamaİşçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet sözleş- lıdır ki iş sözleşmesi devam ederken işçiye yıllık izin
mesinin devamı süresince geçen her tam yıl için işve- ücretine ilişkin bir ödeme yapılamaz. Dolayısıyla işrence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazmi- çilere kıdem tazminatı adıyla yapılan ödemenin yanatı ödenir. Ayrıca 14. madde, işçiye aynı kıdem süresi nında yıllık ücreti adıyla ödemenin yapılmış olması,
için bir defadan fazla kıdem tazminatı veya ikramiye işçinin yıllık izin kıdemini düşürmeyecektir.
ödenmeyeceğini belirmiştir.Kanun, kıdem tazminatına hak kazanabilmek için gerçekleşmesi gereken
İ
49
HUKUK
YENİ TÜKETİCİ KANUNU
KAPSAMINDA AYIPLI MAL VE
TÜKETİCİNİN HAKLARI
5 Haziran 2014 Bahadırhan TABAK
A
yıplı mal, malın tüketiciye teslimi esnasında varlığı tüketici tarafından bilinmeyen ancak tüketicinin maldan beklediği
faydayı azaltan veya ortadan kaldıran bir
takım kusurlardır. Özellikle aşağıdaki durumlarda kanun malın ayıplı olduğunu kabul etmektedir.
• Malın taraflarca kararlaştırılan örnek veya
modele uygun olmaması
• Objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması
• Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma
kılavuzunda, internet portalında ya da reklam
ve ilanlarında yer alan özelliklerinden bir veya
birden fazlasını taşımaması
• Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma
kılavuzunda, internet portalında ya da reklam
ve ilanlarında yer alan özelliklerinden bir veya
birden fazlasını taşımaması
• Muadili olan malların kullanım amacını karşılamaması
• Tüketicinin makul olarak beklediği faydaları
azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki
veya ekonomik eksiklikler içermesi
Bunlara ek olarak malın süresi içerisinde teslim edilmemiş olması, montajın hatalı olarak gerçekleştirilmiş olması veya montaja ilişkin talimatnamedeki hata
nedeniyle malın tüketici tarafından montajının yanlış
gerçekleştirilmiş olması gibi durumlar da sözleşmeye
aykırı ifa olarak tanımlanmış ve ayıp hükümleri kapmasına alınmıştır.
mevcut olması gerekmektedir diğer bir deyişle malın
tüketiciye ayıplı iken teslim edilmiş olması gerekmektedir. Sonradan ortaya çıkan bir sebeple malda meydana gelen kusurlar için ayıp hükümlerinden faydalanmak mümkün olmayacaktır. (Bu durumda -eğer
mevcutsa- garanti sözleşmesinin hükümleri devreye
girebilir.)
Bu noktada kanun koyucu tarafından tüketici lehine bir düzenleme getirilerek malın teslimini takip eden 6 ay içerisinde ayıbın belirtisinin ortaya
çıkması halinde karine olarak ayıbın malın teslimi
esnasında mevcut olduğu kabul edilmekte ve aksini
ispat yükü satıcıya yüklenmektedir.
Tüketicinin ayıbın varlığını malın teslimi anında
biliyor olması veya biliyor olmasının kendisinden
beklenebilecek bir ayıbın söz konusu olması halinde
tüketici ayıplı mal konusundaki haklarını kullanamayacaktır. Zira bu durumda tüketicinin maldaki ayıbı
kabullenerek alışverişi gerçekleştirdiği kabul edilmektedir. Defolu olarak da tabir edilen ayıplı olarak satılan malların ayıba ilişkin açıklaması malın tüketici
tarafından kolayca görülecek bir yerine konulacak
etiketinde, satış belgesinde, fiş veya faturasında belirtilmesi gerekmektedir.
Yeni kanunla getirilen önemli bir yenilik de tüketicini ayıbı ihbarı ve ayıptan kaynaklı olarak kullanacağı seçimlik hakkını bildirmesi açısında önceki
kanunda öngörülen sürelerin kaldırılmış olmasıdır.
Hakkın kötüye kullanılması teşkil etmemek üzere
ve zamanaşımı sürelerini aşmamak kaydıyla tüketici artık herhangi bir bildirim süresi kısıtlaması olmaksızın ayıba ilişkin ihbarını ve seçimlik hakkına
ilişkin bildirimini tüketiciye yöneltebilecektir.
Satıcının ayıptan kaynaklanan sorumluluğunun zamanaşımı süresi malın teslimi tarihinden itibaren 2
yıl, konut veya tatil amaçlı taşınmaz mallarda ise 5 yıl
olarak kararlaştırışmış olmakla birlikte satıcının ağır
kusuru veya hilesi sonucu gizlenen ayıplarda 2 ve 5
yıllık zamanaşımı süreleri uygulanmamaktadır.
Bu durumda tüketicinin ayıplı maldan doğan haklarını kullanabilmesi için malın teslimi anında ayıbın Peki Malın Ayıplı Olması Halinde Tüketicinin Sa-
50
HUKUK
HUKUK
hip Olduğu Seçimlik Haklar Nelerdir?
Tüketici satın aldığı malın ayıplı olması halinde aşağıda yer alan dört seçimlik hakkından birini kullanabilir:
1. Tüketici malı iadeye hazır olduğunu bildirmek
suretiyle sözleşmeden dönerek ödediği bedelin
iadesini talep edebilir
2. Ayıp oranında indirim yapılmasını talep edebilir,
3. Malın ayıpsız bir misliyle değiştirilmesini talep
edebilir
4. Malın onarılmasını talep edebilir.
Bunlardan ilk ikisi sadece satıcıya karşı kullanılabilecek seçimlik haklar iken diğer ikisi yani malın misliyle
değişimi ve onarılması hakları açısından üretici ve ithalatçının da müteselsil sorumluluğu söz konusudur.
Diğer bir deyişli bu haklar satıcının dışında üretici ve
ithalatçıya karşı da ileri sürülebilmektedir.
Malın misliyle değişimi veya onarılması taleplerinin satıcıya, üreticiye veya ithalatçıya yöneltilmesinden itibaren 30 iş günü içerisinde, konut ve tatil
amaçlı taşınmazlarda ise 60 iş günü içerisinde yerine getirilmesi gerekmektedir. Aksi halde tüketici
başka bir seçimlik hakkını kullanabilecek; örneğin
sözleşmeden dönerek malın iade etmek suretiyle ödediği bedeli talep edebilecektir. Sözleşmeden
dönmek suretiyle ödenen bedelin iadesinin istenmesi veya indirim talep edilmesi halinde ise bu taleplerin satıcı tarafından derhal yerine getirilmesi
gerektiği kanun tarafından hüküm altına alınmıştır.
Yukarıda belirtilen hususlara ilişkin uyuşmazlıkların
çözüm mercii değeri 3.000 TL altında olan mallar için
Tüketici Hakem Heyetleri (İlçe Tüketici Hakem Heyetlerine yapılan başvurularda üst sınır 2.000 TL’dir.)
Bu bedelim üzerindeki mallar açısından ise Tüketici
Mahkemeleridir.
Son olarak belirtelim ki; malın ayıplı olması halinde
tüketici yukarıda yer alan seçimlik haklarıyla birlikte
Borçlar Kanunu genel hükümleri kapsamında -şartları mevcut ise- tazminat talebinde de bulunabilir.
51
6102 SAYILI TÜRK TİCARET
KANUNU’NDA ANONİM
ŞİRKET YÖNETİM KURULU
ni genel kurul yerine yönetim kuruluna bırakmasının
başlıca nedeni şüphesiz ki genel kurulun yönetim kurulu ile karşılaştırıldığında “hantal” kalan yapısından
ileri gelmektedir. Şöyle ki; olağan olarak yılda bir kere
toplanan ve bu nedenle “geçici” nitelikte addedilebilecek genel kurulun devamlı faaliyetler hakkında za1 Kasım 2014 Rasim Can ÇAKIR
manında ve sağlıklı kararlar alabilmesi mümkün olmayacaktır. Öte yandan ortak sayısı çoğaldıkça gerek
şirketin yönetimi gerekse şirketin dışarıya karşı temÖZ
sili imkansız hale gelecektir. Üstelik ticaret hayatında
ızla gelişen ve küreselleşen dünya tica- çoğu zaman ciddi sermayelerle kurulan, dinamik ve
ret hayatı, yanında farklı sorunları ve profesyonel bir yönetim yapılanmasına ihtiyaç duyan
ihtiyaçları da beraberinde getirmekte- anonim şirketlerin bu ihtiyaçlarının da sadece genel
dir. Son elli yılda gerek ulusal gerekse kurulca karşılanabileceği söylenemez.
uluslararası sermayelerin anonim şirket
şeklinde “örgütlenmeleri”, Anonim Şirketler Hukuku’nu da ister istemez Ticaret Hukuku içinde başka Değinmek istediğimiz bir diğer önemli nokta ise yönebir noktaya taşımıştır. 1956 yılında yürürlüğe giren ve timden kaynaklanan sorumluluk halleridir. Anonim
günümüz ticaret yaşamına uygulanmakta artık zorluk şirket ortakları kural olarak sadece taahhüt ettikleri
çekilen eTK bakımından köklü değişiklikler kaçınıl- sermaye ile sorumludurlar ve şirket işlerinden ötürü
ortaklara sorumluluk yüklenmesi, anonim şirketlerin
maz olmuştur.
felsefesine aykırıdır. Bu nedenle yönetim ve temsil görevinden kaynaklanan sorumluluğun yüklenebileceği
Uzun bir hazırlık ve yasalaşma süreci geçiren TK, bu bir organa kesinlikle ihtiyaç vardır.
bakımdan Türk Ticaret Hukuku’nun ve bilhassa Anonim Şirketler Hukuku’nun çağa ayak uydurması hususunda öncü düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir. 1.2.Niteliği ve Diğer Organlarla İlişkileri
Anonim şirketin zorunlu iki organından biri olan, şir- Yönetim kurulu esas itibariyle bir kurul organdır. Yöketi temsil ve yönetim yetkisiyle tabiri caizse şirketin netim kurulunun bir veya birden fazla üyeden oluşyüzü konumundaki yönetim kurulu da bu alandaki ması onun kurul organ niteliğine halel getirmez. Zira
köklü değişimlerle yeniden şekillenmiştir. Bu bağlam- yönetim kurulu tek üyeli olsun olmasın, kurul olarak
da çalışma boyunca yönetim kurulunun yapısı, teşkili, çalışır: Gereken hallerde karar alır, kararı yazıp imzayetki ve sorumlulukları ile yönetim kurulu üyelerinin lar ve deftere işler [1].
hak ve sorumlulukları eTK düzenlemeleriyle karşılaştırılarak incelenecektir.
Anonim şirketler bakımından gözetilmesi gereken
bir diğer nokta ise organlar arası ilişkilerdir. Yönetim
kurulu ile genel kurul arasında bir astlık-üstlük ilişki1.YÖNETİM KURULUNUN NİTELİĞİ
sinin bulunup bulunmadığı eTK döneminde öğreti1.1.Genel Olarak
de tartışmalıydı. Eski düzenlemede konuya ilişkin bir
Bütün tüzel kişilik yapılanmalarında olduğu gibi ano- hüküm olmamasına rağmen bazı yazarlar [2] genel
nim şirketlerde de tüzel kişiliğin iş ve işlemlerini yü- kurulu şirketin en üst organı olarak kabul etmekte;
rütecek, onu üçüncü kişilere karşı temsil edecek ve bu bazı yazarlar [3] ise bu yönde bir hükmün bulunmasırada “süreklilik” arz edecek bir organ mevcut olma- masından ötürü bu ayrımı reddetmekteydi. TK md.
lıdır. Bu görev ve yetkileri haiz olan yönetim kurulu, 374 ve md. 375’in gerekçeleriyle konuya açıklık geanonim şirketin kanuni ve zorunlu organıdır.
tirilmiş [4] ve organlar arasındaki eşitlik vurgulanmıştır. Zira Kanun’un geniş yetkiler tanıdığı yönetim
Kanun koyucunun şirketi yönetim ve temsil yetkisi- kurulunun genel kurula nazaran bir alt organ olduğu
veya genel kuruldan talimat alması kabul edilebilir bir
H
52
HUKUK
görüş değildir [5].
isabetli olmayacaktır.
2.YÖNETİM KURULUNUN TEŞKİLİ
2.1.Yönetim Kurulu Üye Sayısı
TK ile gelen en önemli değişikliklerden biri, yönetim
kurulu üye sayısına ilişkindir. eTK’da yönetim kurulunun en az üç kişiden meydana gelmesi öngörülürken,
TK md. 359’da düzenlendiği üzere yönetim kurulu
bir veya daha fazla kişiden oluşabilecektir. Bu düzenlemenin temel amacı -madde gerekçesinde de ifade
edildiği üzere- hem AB müktesebatıyla uyum sağlayabilmek hem de küçük şirketlerin ve şirketler topluluğunda topluluğu yöneten ana şirketlerin daha kolay
ve esnek yönetilmesine imkan vermektir.
Kanaatimizce üye sayısının alt sınırının belirlenip bu
sınırın üstünde üye seçiminin genel kurulca yapılmasında Kanun’a aykırılık bulunmayacaktır. Bu yolla şirket gelişim sürecinde, o süre zarfında ihtiyaç duyduğu
kadar yönetim kurulu üyesi seçebilecektir. Kaldı ki;
genel kurul kararlarının tescil ve ilana tabi olmasından ötürü üye sayısının belirlenebilirliğinde de bir sıkıntı yaşanmayacaktır.
Özel mevzuata tabi anonim şirketler bir kenara bırakıldığında, yönetim kurulu üye sayısına TK ile başkaca bir sınırlama getirilmemiştir. Bu bakımdan esas
sözleşmede yönetim kurulu üye sayısı için herhangi
bir sayı öngörülebileceği gibi; alt sınır, üst sınır veya
alt-üst sınır [6] da öngörülebilecektir. Örneğin yönetim kurulunun “en az üç en fazla beş kişiden” oluşacağına veya “en az yedi kişiden”, “en fazla beş kişiden”
oluşacağına dair hükümler esas sözleşmede bulunabilecektir. Öğretide Akdağ Güney, TK md. 339/2-g hükmünün yönetim kurulu üye sayısının esas sözleşmede
gösterilmesi zorunluluğu getirmesinden hareketle;
esas sözleşmede yönetim kurulu üye sayısına ilişkin
alt, üst veya alt-üst sınır öngörülerek belirli bir sayı verilmeksizin yapılan düzenlemelerin TK md. 340’taki
emredici hükümlerden sapma anlamına geleceği ve
geçerli olmadığı görüşündedir [7]. Tekinalp ve Aydın
ise yönetim kurulu üye sayısının sadece alt sınırının
gösterilip üst sınırın belirsiz bırakılmasının Kanun’a
aykırı olacağı fikrindedir [8].
TK md 339/2-g, yönetim kurulu üyelerinin “sayılarının” esas sözleşmede gösterilmesi zorunluluğunu getirmiştir. Kanun koyucu eğer madde hükmünde “sayılarının” yerine “sayısının” ifadesini kullanmış olsaydı,
gerçekten de esas sözleşmede üye sayısının net ve sabit
bir şekilde ifade edilmesi gerektiği, bir takım sınırlar
öngörülemeyeceği söylenebilecekti. Ancak Kanun’un
lafzından da anlaşılacağı üzere TK, bu noktada esnek
bir düzenleme yapılmasını engellememektedir. Ayrıca
esas sözleşmede yer alan ve yönetim kurulunun “iki
ila beş kişiden” oluşacağı veya “iki, üç, dört, beş kişiden” oluşacağı ifadeleri arasında herhangi bir fark
yoktur. Sonuç olarak iki halde de “belirli” bir sayı söz
konusudur.
Öte yandan; esas sözleşmede sadece yönetim kurulu
üye sayısının alt sınırının belirlenmesinin Kanun’a
aykırılık teşkil edeceği yönündeki görüşe de katılmamaktayız. Sonuçta bu noktada da “belirlenebilir” bir
“sayı” söz konusudur. Üstelik TK yönetim kurulu üye
sayısına bir üst sınır çizmemişken böyle bir üst sınırın
esas sözleşmede belirtilmesi gerektiği yönünde bir görüş gerek TK md. 339/2-g’nin lafzı bakımından gerekse hükmün alındığı mehaz hukuk kuralı bakımından
53
2.2.Yönetim Kurulu Üyelerinin Seçimi
Anonim şirket yönetim kurulu üyeleri kuruluşta kurucular tarafından esas sözleşme ile ve daha sonra genel kurul tarafından seçilir. Anonim şirket kuruluşta
tescil ile tüzel kişilik kazandığından, o anda şirketi
yönetip temsil edecek bir organın bulunması zorunludur ve daha sonrasında bu organı seçim yetkisi TK
tarafından sadece Kanun’ca genel kurula tanınmıştır
[9]. Bu bakımdan genel kurulun bu yetkisini kısıtlayan veya kaldıran her türlü karar ve esas sözleşme değişikliği geçersizdir.
Kuralın istisnaları ise TK’da belirtilmiştir. Bunların
ilki yönetim kurulu üyesi olan kamu tüzel kişilerinin
atadıkları temsilcilere ilişkindir. TK md. 334 uyarınca
devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu
tüzel kişilerinden birine, esas sözleşmede öngörülecek
bir hükümle -pay sahibi olmasalar da- işletme konusu
kamu hizmeti olan anonim şirketlerin yönetim kurullarında temsilci bulundurma hakkı verilebilmektedir.
Kamu tüzel kişilerinin bu şirketlerde pay sahibi olmaları halinde ise TK md. 334/2 hükmüne göre temsilcilerini sadece kendileri görevden alabilecektir. O halde
genel kurulun hem üye seçimi hem de üye azline ilişkin münhasır yetkisine istisna getirilmiştir.
Kamu tüzel kişilerinin yönetim kurulu üyesi olduğu
şirketlerde kaç gerçek kişi temsilcisi olacağına ilişkin tartışmaları TK 359’a eklenen (5) numaralı fıkra
sonlandırmıştır. Buna göre; yönetim kurulu üye sayısı ikiden fazla olan şirketlerde, üyelerin tamamının
aynı kamu tüzel kişisinin temsilcisi olmaması şartıyla
kamu tüzel kişisini temsilen birden fazla gerçek kişi
yönetim kuruluna seçilebilecektir.
Yönetim kurulu üyelerinin genel kurul tarafından seçilmesinin ikinci istisnası ise TK md. 363/1’de düzenlenen geçici yönetim kurulu üyesidir. Yönetim kurulu
üyeliğinin herhangi bir sebeple boşalması halinde yönetim kurulu toplantı ve karar yeter sayılarını sağlayabildiği takdirde bir sonraki genel kurula kadar görev
yapmak üzere, boşalan üyeliğe geçici üye seçebilecektir. Ancak toplantı yeter sayısının sağlanamaması halinde yönetim kurulunun geçici üye seçmesi mümkün
olmayacaktır. Şöyle ki; beş kişilik bir yönetim kurulunun üç üyesinin üyeliklerinin sona ermesi halinde geriye kalan iki üye, geçici üye seçemeyecektir. Bu halde
yönetim kurulu toplantı yeter sayısını sağlayamayaca-
HUKUK
ğı ve toplanamayacağı için TK md. 410/2’ye göre tek lerini düzenleyen TK md. 375 de dikkate alındığında
bir pay sahibi mahkemenin izniyle genel kurulu top- bu “sorumluluk organının” üyelerinin tam ehliyetli
lantıya çağırabilecek ve boşalan üyeliklere yeni üyeler, olmaları gerektiği daha net anlaşılmaktadır.
genel kurul tarafından seçilecektir.
Yönetim kurulu tarafından boşalan üyelik için seçilen
yeni üyenin bir sonraki genel kurulda onaylanmaması
halinde üyeliği son bulacaktır. Ancak görevde kaldığı
sürede yaptığı işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Başka bir deyişle genel kurulun verdiği ret kararı geçmişe etkili olmayacaktır [10]. Öte yandan geçici üyenin
genel kurulda onaylanması halinde, yerine seçildiği
üyenin görev süresi kadar görevde kalacaktır.
2.3.Yönetim Kurulu Üyelerinin Görev Süresi
TK md. 362 hükmü uyarınca yönetim kurulu üyeleri
en çok üç yıl için seçilebilirler. Esas sözleşmede aksine bir hüküm olmadıkça üyelerin tekrar seçilmesi
mümkündür. Kanun’daki üç yıllık görev süresi esas
sözleşmeyle kısaltılabilir. Ancak esas sözleşmede görev süresine ilişkin bir hüküm bulunmadığı ve genel
kurulda yapılan seçimde de bir süre öngörülmediği
takdirde yönetim kurulunun TK’daki azami süre olan
üç yıl için seçildiğini kabul etmek yerinde olacaktır
[11].
3.3.Seçilme Engelinin Bulunmaması
Yönetim kurulu üyesi sıfatını kazanabilmek için gereken diğer bir nitelik ise gerek kanundan gerekse esas
sözleşmeden kaynaklanan seçilme engellerinin kişide
bulunmamasıdır. TK md. 363/2 ile eTK md. 315/2
düzenlemeleri aynıdır. Buna göre; üyelerden birinin
iflası, kısıtlanması, kanundan veya esas sözleşmeden
doğan üyelik niteliklerini kaybeden kişinin üyeliği
herhangi bir işleme gerek olmaksızın kendiliğinden
sona ermektedir.
3.4.Pay Sahibi Olma
eTK md. 312’de şirketin yönetim kurulu üyelerinin
pay sahibi olan kimselerden oluşabileceği hüküm altına alınmıştı. Üye seçilebilmek için pay sahibi olmak
gerekmezken göreve başlayabilmek için pay sahibi
olmak şarttı. Hükmün temeli ise pay sahibi olan yönetim kurulu üyelerinin şirket idaresinde daha titiz
davranacakları düşüncesiydi. Ancak büyük şirketlerin idaresinde tek bir paya sahip yönetim kurulu
üyelerinin ortaya çıkması suretiyle hükmün kolayca
dolanılması ve anonim şirketlerin ekonomik hayatta
Görev süresi sona eren yönetim kurulunun ve üyesi- üstlendikleri rol dolayısıyla profesyonelce yönetilmenin görev ve yetkileri de kendiliğinden sona erer. Bu leri gereği karşısında bu kural anlamını yitirdiği için
durumun tek istisnası TK md. 410/1’dir. Buna göre çokça eleştiri konusu olmuştu.
görev süresi dolmuş olan yönetim kurulunun tek yetkisi genel kurulu toplantıya çağırabilmesidir. Böylece TK ile birlikte yönetim kurulu üyelerinin pay sahipöğretide ve Yüksek Mahkeme kararlarında [12] görev lerinden oluşması zorunluluğu terk edilmiş ve şirketsüresi dolmuş olan yönetim kurulunun yetkisine iliş- lerin profesyonel yönetimi -ve bir üst basamak olarak
kin tartışma sona ermiştir.
kurumsal yönetimi- açısından önemli bir adım atılmıştır. Yine de esas sözleşmeyle yönetim kurulunun
3.ÜYE SEÇİLECEK KİŞİLERDE ARANACAK Nİ- pay sahiplerinden oluşacağı yönünde bir düzenlemenin yapılması mümkündür.
TELİKLER
3.1.Genel Olarak
Yönetim kuruluna seçilen kişilerin üye sıfatını kaza- 3.5.Vatandaşlık ve İkametgah
nabilmeleri için birtakım niteliklere sahip olmaları TK md. 359/2 hükmünün 6335 sayılı Kanun’la değigerekmektedir. Bunlar TK’da ve ilgili mevzuatta dü- şiklik yapılmadan önceki hali yönetim kurulu üyelezenlenen şartlar olabileceği gibi esas sözleşmeyle de rinden en az birinin Türk vatandaşı olmasını ve Türöngörülmüş olabilir.
kiye’de ikametgahı olmasını şart koşmuştu. Ancak
bu hüküm, TK’nın ana amaçlarından biri olan AB
müktesebatıyla uyum sağlanmasına aykırı bir durum
Esas sözleşmeyle getirilen şartlar ise (vatandaşlık, yaş, olduğundan bahisle 6335 sayılı Kanun md. 43 ile kalmeslek grubu, eğitim düzeyi vb.) TK md. 340’ta öngö- dırılmıştır.
rülen emredici hükümler ilkesinden sapacak nitelikte
ve TMK md. 2’deki dürüstlük kuralına aykırı nitelikte
olamaz.
3.6.Eğitim
TK’nın meclise sunulan ilk tasarısında yönetim kurulu üyelerinin bir kısmında belirli bir eğitim seviyesi
3.2.Ehliyet
aranması zorunluluğu mevcuttu. Bu oran yapılan çaeTK yönetim kurulu üyelerinin ehliyetlerine ilişkin bir lışmalarla daha düşürülmüş ve en sonunda da kaldıdüzenleme barındırmamaktaydı; ancak gerek öğreti rılmıştır. Bu bakımdan -özel mevzuata tabi anonim
gerekse yargı kararlarında [13] üyelerin tam ehliyetli şirketler hariç olmak üzere- şirket yönetim kurulu
olmaları gerektiği hususunda görüş birliği mevcuttu. üyesi olabilmek için aranan herhangi bir eğitim veya
TK md. 359/3 ise yönetim kurulu üyelerinin tam eh- mesleki tecrübe şartı aranmamaktadır.
liyetli olmaları gerektiğini açıkça düzenlemiştir. Kaldı
ki; yönetim kurulunun devredilemez görev ve yetki-
54
HUKUK
4.BELİRLİ GRUPLARIN YÖNETİM KURULUNDA TEMSİLİ
Belirli grupların yönetim kurulunda temsil edilmesini
düzenleyen TK md. 360 hükmü eTK’da yer almamaktadır. Madde, uygulamada benimsenmiş olan şirket
organlarında temsil edilme hakkını belirli pay gruplarının yanı sıra pay sahipleri gruplarına hatta azlığa da
tanımakta, esas sözleşmede öngörülmesi kaydıyla bu
üç gruba da yönetim kurulunda temsil edilme imkanı
vermektedir [14].
Maddenin ilk fıkrasındaki “belirli bir grup oluşturan
pay sahipleri” ifadesinin önüne getirilen “özellik ve
nitelikleriyle” vurgusu, bir tanımlama unsurudur. Gerekçede de bahsedildiği üzere “belirli bir grup oluşturan pay sahipleri” ile paylara değil pay sahiplerine vurgu yapılmakta; “özellik ve nitelikleriyle” ifadesiyle de
aynı gruba giren pay sahipleri kastedilmektedir [15].
Yönetim kurulunda temsil yetkisi tanınan grubun şirket esas sözleşmesinde kuşkuya yer bırakmayacak bir
şekilde tanımlanması gerekir [16]. Peki, bu tanımlama kişiselleştirilebilir mi? Yani söz konusu hak ismen
belirlenen bir veya birkaç pay sahibine tanınabilir mi?
Madde metni ve gerekçeye bakıldığında, kanun koyucunun ısrarla “grup” ifadesi kullandığı; bu hakkın pay
sahipleri grubuna tanınması halinde söz konusu pay
sahiplerinin “özellik ve nitelikleriyle” belirli bir “grup”
oluşturmaları gerektiğine vurgu yapıldığı görülmektedir. Bu bakımdan kanaatimizce yönetim kuruluna
aday önerme ve temsil hakkının ismen bir veya birkaç
kişiye tanınması mümkün olamayacaktır [17]. Zira bu
durumda söz konusu pay sahiplerinin özellik ve niteliğiyle diğer pay sahiplerinden ayrıştırılmış olduğundan söz edilemez.
seçilen üyelerle bu gruplar arasındaki ilişkiye değinmekte fayda vardır. Yönetim kuruluna seçilen bu kimsenin görevi kabul etmesiyle birlikte grupla arasında
vekalet veya benzeri bir ilişki ortaya çıkmaktadır ve
kişi hem yönetim kurulu üyeliğinin getirdiği sorumlulukları gözetmek hem de ilgili grubun çıkarlarını
korumak durumundadır [21].
5.YÖNETİM KURULU ÜYELİĞİNİN SONA ERMESİ
5.1.Genel Olarak
Yönetim kurulu üyeliği kanun veya esas sözleşmede
gösterilen üyelik niteliklerinden birinin kaybedilmesiyle sona erebileceği gibi görev süresinin dolması,
ölüm, istifa ve azil sebepleriyle de kendiliğinden sona
erebilecektir.
5.2.Görev Süresinin Dolması
Yönetim kurulu üyelerinin görev sürelerinin dolmasıyla birlikte görev ve yetkileri sona erer. Ancak eTK
döneminde Yargıtay kararlarında farklı yönde hükümlerin de tesis edildiği görülmektedir. Kararların
gerekçelerinde ise Kanun’da görev süresinin dolmasıyla yönetim kurulu üyeliğinin kendiliğinden düşeceğine ilişkin bir hükmün bulunmaması [22] sebep
gösterilmiş ve kimi kararlarda ise görev süresi dolan
yönetim kurulu üyesinin yeni yönetim kurulu seçilene kadar görevde kalacağı [23] dahi kabul edilmiştir.
TK md. 410/1 görev süresi dolmuş olan yönetim kurulunun genel kurulu toplantıya çağırabileceğini düzenlemiştir. Bu, görev süresi dolmuş olan yönetim
kurulunun tek yetkisidir. Bunun dışında, -genel kurul
toplantısına kadar geçen sürede- iş ve işlemlerin yürüHakkın kullanılabilmesi için pay sahipleri grupları- tülebilmesi için şirkete kayyım tayin edilmesi mümnın ve pay gruplarının belirlenebilir olmasının yanı kündür [24].
sıra azlığın da belirlenebilir olması, diğer pay sahiplerinden ayrılabilir olmaları gerekmektedir. Fıkranın
son cümlesinde ise bu şekilde verilecek temsil edilme 5.3.İstifa
hakkının SPK’ya tabi şirketlerde geçerli olan bağımsız Tek taraflı bir irade beyanı olan istifa ile de yönetim
yönetim kurulu üyesi uygulamasında sıkıntı yaşatma- kurulu üyeliğinin son bulması mümkündür. İstifa beması için halka açık anonim şirketlerde yönetim kuru- yanı, şirkete ulaşmasıyla birlikte hüküm ifade eder.
lu üye sayısının yarısını aşamayacağı öngörülmüştür. Ancak istifanın sicile tescili TK md. 31/1 uyarınca
TK md. 360/2’de ise bu maddeye göre yönetim kuru- zorunlu olsa da burada tescil kurucu değil açıklayıcı
lunda temsil edilme hakkı tanınan paylar ise açıkça niteliktedir. Tescil ve ilan yapılmadığı sürece yönetim
imtiyazlı pay olarak tanımlanmıştır. Ancak somut bir kurulu üyeliği sıfatı ve bu sıfata bağlı yetkilerin kaybı
pay grubu ayrımı yapılmaksızın mevcut düzenleme- iyi niyetli üçüncü kişilere karşı ileri sürülemeyecektir
nin uygulama alanı bulamayacağı yönünde öğretide [25].
eleştiriler mevcuttur [18]. Söz konusu payların imtiyazlı pay olarak tanınması, imtiyazlı pay sahipleri
özel kurulunu da gündeme getirecek ve bu payların 5.4.Azil
TK md. 360 dahilinde imtiyazlarının ihlali halinde Yönetim kurulu üyesinin genel kurul tarafından TK
özel kurulun toplanmasının önünü açacaktır [19]. md. 364’e dayanılarak görevden alınması her zaman
Öte yandan söz konusu hak tanınmış olan belirli bir mümkündür. Genel kurulun azli gerekçelendirme
pay sahipleri grubundan bir kısım payın, ortak pay- zorunluluğu yoktur ve yönetim kurulu üyesi aynı
daya uymayan kimselere devri halinde bu imtiyazın zamanda pay sahibiyse bu oylamaya katılabilecektir.
işlemez hale geleceği; ancak daha sonra yine ortak Kanun’da bunu engelleyebilecek bir hüküm bulunmapaydaya dahil kimselere devri halinde imtiyazın kul- maktadır.
lanılabileceği söylenebilir [20].
Son olarak, belirli grupları temsilen yönetim kuruluna
55
Azlık, belirli pay grupları ile belirli pay sahiplerini
temsil eden yönetim kurulu üyelerin azli yetkisi de
HUKUK
münhasıran genel kurula aittir. Ancak bu halde genel
kurulun haklı bir sebep göstermesi gerektiği söylenebilir. Aksi halde belirli gruplara tanınan bu hak etkisiz
hale gelecektir.
Tüzel kişi yönetim kurulu üyeleri de genel kurulca azledilebilir; ama tüzel kişi yönetim kurulu üyelerinin
gerçek kişi temsilcilerinin azli tüzel kişi tarafından yapılabilecektir. Genel kurul tüzel kişiden sadece temsilcisini azletmesini talep edebilecektir.
TK md. 364/2 uyarınca azledilen yönetim kurulu üyesinin tazminat hakkı saklıdır. eTK md. 316’da engellenen ve yönetim kurulu üyelerinin tazminat hakkını
engelleyen hakkaniyetten uzak düzenlemeden artık
vazgeçilmiştir. Bahsi geçen tazminat, yalnızca yöneticilik görevine son verilmesi nedeniyle bir zararın tazmini olarak anlaşılmalı; örneğin hizmet sözleşmesine
bağlı olarak ödenmesi gereken kıdem ve ihbar tazminatı bu kapsamda değerlendirilmemelidir [26].
Ancak madde hükmünde yer alan ve yönetimin hazırlanacak bir iç yönergeyle devredilecek olması, yeni
bir düzenlemedir.
Yönetimin devrinin gerçekleşebilmesi için üç şartın varlığı aranmaktadır: Esas sözleşmede yönetimin
devrine olanak tanıyan bir hükmün bulunması; esas
sözleşmedeki bu hükme uygun bir yönetim kurulu
kararının alınması ve devri; devrin sonucunda yönetimin alacağı durumu, işleyişi düzenleyen, görev
alanlarını ve tanımlarını gösteren bir iç yönergenin
hazırlanması.
Yönetim yetkisinin devrinde dikkat edilmesi gereken
nokta ise yetkinin devredildiği ölçüde yönetim kurulunun görevsizleşmesi/sorumsuzlaşması durumudur [28]. Yani yönetim yetkisini devralan, o yetkiyle
beraber yetkinin getirdiği görev ve sorumlulukları
da devralırken; yetkiyi devreden yönetim kuruluysa
devrettiği yetkiler bakımından görevsizleşecek ve sorumsuzlaşacaktır. Ancak TK md. 375/1-e kapsamında
yönetim kurulunun üst gözetim yetkisi ve buna bağlı
sorumluluğu devam edecektir.
6.YÖNETİM KURULUNUN GÖREV VE YETKİLERİ
6.1.Genel Olarak
6.3.Devredilemez Görev ve Yetkiler
Şirket işlerinin yürütülmesi yetkisi yönetim kuruluna
aittir. Bu işlerin yürütülmesi sırasında yönetim kuru- Yönetim kurulunun devredemeyeceği görev ve yetkiluna yüklenen birtakım görevler ve yönetim kurulu- ler TK md. 375’te sayılmıştır:
nun kullanabileceği yetkiler bulunmaktadır. Yönetim
kurulu, kendine tanınan yetkileri kullanarak yüklen• Şirketin üst düzeyde yönetimi ve bunlarla ilgidiği görevleri yerine getirebilecektir.
li talimatların verilmesi.
• Şirket yönetim teşkilatının belirlenmesi.
TK md. 365 “Anonim şirket yönetim kurulu tarafın• Muhasebe, finans denetimi ve şirketin yönedan yönetilir ve temsil olunur.” hükmü, yönetim kutiminin gerektirdiği ölçüde, finansal planlama
rulunun en temel görev ve yetkisini ifade etmektedir.
için gerekli düzenin kurulması.
Yönetim yetkisi şirketin iç ilişkilerinin düzenlenmesi
• Müdürlerin ve aynı işleve sahip kişiler ile imza
olarak, temsil yetkisi ise dış ilişkilerin düzenlenmesi
yetkisini haiz bulunanların atanmaları ve göolarak tanımlanabilir.
revden alınmaları.
• Yönetimle görevli kişilerin, özellikle kanunla6.2.Yönetim Yetkisi ve Devri
ra, esas sözleşmeye, iç yönergelere ve yönetim
Yönetim yetkisi, yukarıda da bahsedildiği üzere şirkekurulunun yazılı talimatlarına uygun hareket
tin iç iş ve ilişkilerinin düzenlenmesini sağlamaktır.
edip etmediklerinin üst gözetimi.
TK md. 374’te kanun veya esas sözleşmeyle genel ku• Pay, yönetim kurulu karar ve genel kurul toprula bırakılmayan görev ve yetkilerin de yönetim kulantı ve müzakere defterlerinin tutulması, yılruluna ait olduğunun düzenlenmesi bu tanımlamayı
lık faaliyet raporunun ve kurumsal yönetim
destekler niteliktedir.
açıklamasının düzenlenmesi ve genel kurula
sunulması, genel kurul toplantılarının hazırlanması ve genel kurul kararlarının yürütülYönetim yetkisi, TK md. 367 uyarınca yönetim kurumesi.
lu üyelerinin bir veya birkaçına -devredilemez görev
• Borca batıklık durumunun varlığında mahkeve yetkiler hariç olmak üzere- tamamen veya kısmen
meye bildirimde bulunulması.
devredilebileceği gibi yönetim kurulunun dışından
üçüncü bir kişiye de bırakılabilmektedir. Burada bahsedilen yönetim yetkisinin devri, yönetim kurulunun
aldığı kararların yürütülmesinin başkalarına bırakıl- TK md. 375 dışında Kanun’da başka maddelerde de
ması demek değil; doğrudan doğruya yönetim işlevi- yönetim kurulunun devredilemez görev ve yetkiler
nin, karar alma yetkisinin başkasına bırakılması de- mevcuttur: TK md. 199’da öngörülen bağlılık raporunun ve TK md. 516’da düzenlenen yıllık faaliyet
mektir [27].
raporunun hazırlanması, şirketin borca batıklığından şüphelenildiği hallerde TK md. 376’nın yönetim
TK md. 367’de düzenlenen yönetimin devri, yeni bir kuruluna getirdiği yükümlülükler, TK md. 377’de yer
düzenleme olmayıp eTK döneminde de mevcuttu. alan yönetim kurulunun şirketin iflasının ertelenme-
56
HUKUK
7.YÖNETİM KURULUNUN ÇALIŞMASI
7.1.Genel Olarak
6.4.Temsil Yetkisi ve Devri
Yönetim kurulu “kurul” halinde çalışan bir organdır.
Şirket kural olarak yönetim kurulu tarafından temsil Kurul halinde çalışmak, çağrı ile ve bir gündem dahiedilir. Yani üçüncü kişilerle yapılacak her türlü huku- linde toplantı ve karar yeter sayılarına uyularak topki işlem temsil yetkisi kapsamındadır. Şirket unvanı lanmak, konuları ve önerileri müzakere ederek karar
altına imza atacak, imza yetkisini haiz olacak kişileri almak, kararları yazılı hale getirmek, imzalamak ve
belirlemeye yönetim kurulu münhasıran yetkilidir. karar defterine geçirmek demektir [30].
İmza yetkisinin kullanılmasında kural ise çift imzadır.
Diğer bir ifadeyle şirketin imzasının atılabilmesi için 7.2.Görev Dağılımı
şirket unvanı altında imza yetkisini haiz iki kişinin
imzasının bulunması gerekmektedir. TK md. 370/1 Yönetim kurulu, her yıl üyeleri arasından bir başkan
uyarınca esas sözleşmede bu durumun aksi öngörüle- ve başkanın bulunmadığı hallerde ona vekalet edecek
olan “en az bir başkan vekili” seçer. eTK’da bir başkan
bilir ve tek kişi de temsil yetkisini kullanabilir.
vekilinin seçileceği öngörülmüşken TK md. 366 “en
az bir” ifadesini kullanmış ve geçmiş yıllarda uygulaYönetim yetkisinde olduğu gibi temsil yetkisinin de mada ortaya çıkan sorunların tekrarlanmasını engelyönetim kurulun üyelerinin bir veya birkaçına yahut lemiştir.
üçüncü kişilere kısmen veya tamamen devri mümkündür. Ancak temsil yetkisinin üçüncü kişilere devri
halinde en az bir yönetim kurulu üyesinin temsil yet- Görev dağılımı sadece başkan ve başkan vekillerinin
kisini haiz olması TK md. 370/2 uyarınca zorunludur. seçimini ifade etmekte olup yukarıda açıklanmış olan
yönetimin devri kurumundan farklıdır. Yönetimin
Temsil yetkisinin kapsam ve sınırlarını düzenleyen devri için yönetim kurulunun bir iç yönerge hazırlaTK md. 371 hükmü, eTK md. 321 hükmünün ben- ma zorunluluğu bulunduğunu tekrar hatırlatmak iszeri olmasına rağmen; TK ile ultra vires yasağının teriz. Öte yandan TK md. 366, yönetim kurulu başkakaldırılmasından dolayı bu iki hükmün ihtiva ettiği nının, başkan vekilinin veya bunlardan birinin -esas
yetkinin sınırları arasında fark vardır. Ultra vires ya- sözleşmede hüküm bulunması kaydıyla- genel kurul
sağının kaldırılmasının ardından, şirketin yapabilece- tarafından seçilebileceğini öngörmüştür.
ği iş ve işlemler artık sadece faaliyet konusuyla sınırlı
değildir ve yönetim kurulunun şirketi temsil yetkisi
de bu minvalde genişlemiştir. Bu kuralın istisnası ise 7.3.Toplantıya Davet Yetkisi ve Usulü
TK md. 371/2’de mevcuttur. Buna göre şirketle işlem Yönetim kurulu toplantılarına davet, yönetim kurulu
yapan üçüncü kişi işlemin işletme konusunun dışın- başkanı tarafından yapılır. Başkanın olmadığı hallerde
da kaldığını biliyor veya bilebilecek durumda bulu- ise başkan vekili çağrıyı yapar. TK md. 392/7 uyarınca
nuyorsa yapılan işlem şirketi bağlamayacaktır. Ancak kural olarak diğer üyelerin toplantıya çağrı yapmaları
bu hususun ispatında şirket esas sözleşmesinin tescil mümkün değildir; ancak başkan veya başkan vekiline
ve ilan edilmiş olması tek başına yeterli olmayacak- bu yönde bir talep iletebilirler. Ancak üyelerin, yönetır. Aksi hallerde temsil yetkisinin kapsamına girecek tim kurulu başkanlığı ve başkan vekilliğinin boşalmış
olan işlemler iyi niyetli üçüncü kişilere karşı geçerlili- olması durumunda, esas sözleşme veya iç yönergeyle
ğini koruyacak; böylesine bir işlemde şirketin temsil yetkilendirilmeleri halinde yönetim kurulunu toplanyetkisini kullanan kişilerin sorumluluğuna gidilebile- tıya davet edebileceklerinin kabulü gerekir [31].
cektir.
sini istemesi.
Yönetim yetkisinin iç ilişkide geçerli olması sebebiyle
paylaştırılması mümkünken temsil yetkisinin üçüncü
kişilerle olan ilişkileri ilgilendirmesi ve üçüncü kişilerin korunması gereği nedeniyle kural olarak bölünmesi mümkün değildir [29]. İstisna ise temsil yetkisinin sadece yer olarak bölünebilmesi; yani temsil
yetkisinin merkez ya da şubelerden birine hasredilebilmesidir. Temsil yetkisi TK md. 371/3 düzenlemesi
nedeniyle konu ve miktar olarak bölünemeyecektir.
Öte yandan yer itibarıyla yapılan sınırlamanın üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilmesi için yine aynı düzenleme uyarınca sicile tescil ve ilanının yapılması
gereklidir.
Yönetim kurulunun toplantıya davet edilmesinde ise
Kanun’da özel bir usul öngörülmemiştir. Önemli olan
tüm yönetim kurulu üyelerine toplantıya katılmalarına fırsat verecek şekilde davet yapılmasıdır.
TK md. 392/7 her yönetim kurulu üyesine, başkandan
yönetim kurulunu toplantıya çağırmasını talep etme
hakkı vermiştir. Bu talep madde uyarınca yazılı olarak yapılmalıdır. Toplantı talebinin gerekçeli olmasına
ilişkin maddede bir düzenleme bulunmamakla birlikte, MK md. 2’deki dürüstlük kuralı uyarınca çağrı talebinin dikkate alınabilmesi ve bu hakkın kötüye kullanımlarının engellenebilmesi için gerekçelendirilmiş
olması gerekmektedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki; Kanun toplantıya çağrı talebinin reddine karşı
Son olarak, temsil yetkisini haiz kişilerin sicile tescil başvurulabilecek herhangi bir yol öngörmemiştir.
ve ilanı TK md. 373’e göre zorunludur. Ancak buradaki tescil ve ilan kurucu değil açıklayıcı niteliktedir.
Kanun’daki bu boşluğun bilinçli bir suskunluk oldu-
57
HUKUK
ğunun kabulü güçtür. Zira yönetim kurulu üyesinin
haiz olduğu sıfattan ötürü kazandığı hakları en etkin
kullanabileceği yer yönetim kurulu toplantılarıdır.
Kaldı ki; yönetim kurulu toplantılarına katılma hakkı,
yönetim kurulu üyesinin kaldırılamaz ve sınırlandırılamaz nitelikteki bir hakkıdır. Bu bakımdan, toplantıya çağrı talebi haksız olarak reddedilen üyenin ret kararına karşı dava hakkı olduğu kabul edilmelidir [32].
Yukarıda bahsedilen bütün kurallar elektronik ortamda yapılacak yönetim kurulu toplantıları bakımından
da aynen geçerli olacaktır.
Yönetim kurulu toplantılarında her üyenin bir oyu
vardır. Herhangi bir üyenin veya başkanın birden çok
oyu olacağı ya da oyunun eşitlik halinde üstün sayılacağına dair esas sözleşme hükmü TK md. 390/3 dolayısıyla geçersiz olacaktır. Ayrıca yönetim kurulu üyeleri TK md. 390/2 doğrultusunda toplantılara bizzat
katılmak zorundadırlar. Yani temsilen oy kullanmaları veya toplantıya vekil yollamaları mümkün değildir.
8.2.Yokluk
Sözleşmenin kurucu unsurlarını teşkil eden karşılıklı
ve birbirine uygun irade beyanlarının bulunmaması
hali, yokluktur [39]. Dolayısıyla hukuki işlem doğmamış durumdadır.
Yönetim kurulu toplantısı yapılmaksızın karar alınabilmesinin tek istisnası TK md. 390/4 hükmüdür. Bu
suretle karar alınması için yapılan öneriye üye tam sayısının en az çoğunluğunun yazılı şekilde katılması,
bu önerinin tüm yönetim kurulu üyelerine yapılması
7.4.Yönetim Kurulu Toplantısı ile Toplantı ve Karar şarttır. Öte yandan onaylar aynı kağıtta bulunmasa
Yeter Sayıları
dahi imzaların tümünün karar defterine yapıştırılmaYönetim kurulu toplantılarında genel kurul toplantı- sı gerekmektedir.
larının aksine gündeme bağlılık ilkesi yoktur [33]. Bu
durum yönetim kurulunun daimi organ olmasından 7.5.Toplantıya Katılma Yasağı
kaynaklanmaktadır. Yönetim kurulu toplantılarında
gündemde olmayan bir konu hakkında karar alınabi- eTK’da da mevcut olan ve yönetim kurulu üyelerinin
hangi hallerde toplantıya katılamayacağına ilişkin
lir ya da gündeme sonradan madde eklenebilir.
hüküm TK’da da mevcuttur. TK md. 393 hükmüne
göre yönetim kurulu üyesi, kendisinin şirket dışı kiYönetim kurulunun toplanabilmesi için öncelikle top- şisel menfaatiyle veya alt ve üst soyundan birinin ya
lantı yeter sayısını oluşturabilmesi gerekir. Toplantı da eşinin yahut üçüncü derece dahil üçüncü dereceye
yeter sayısı TK’nın -veya özel kanunların- öngördüğü kadar kan ve kayın hısımlarından birinin, kişisel ve
sınırda kalabileceği gibi bu yeter sayının ağırlaştırıl- şirket dışı menfaatiyle şirketin menfaatinin çatıştığı
ması da mümkündür. Anonim Şirketler Hukuku ba- konulara ilişkin müzakerelere katılamayacaktır.
kımından kural olarak temel ilke çoğunluk kararıyla
hareket etmektir. Ancak gayet yalın görünen bu konu,
eTK döneminde pek çok tartışmaya sebep olmuştur. Yeni düzenlemede kişisel menfaat kavramı daraltılŞöyle ki; eTK md. 330’da yönetim kurulu toplantı ye- mış ve üyenin -kendisine özel bir görev verilmesi, bu
ter sayısının sağlanması için “azaların yarısından bir görev karşılığında ücret belirlenmesi gibi- şirket içi
fazlasının hazır bulunması” şartı aranıyordu. Madde menfaatlerinin görüşüldüğü toplantılara katılabilmelafzında yer alan “yarıdan bir fazla” ifadesinin yorumu si sağlanmıştır [37]. Şirket dışı menfaat ölçütleri aynı
hususunda gerek öğretide farklı görüşler doğmuştu. zamanda üyenin yakınları için de geçerli kılınmıştır.
Öğretide kimi yazarlar [34] toplantı yeter sayısını dü- Son olarak ise üye ve şirketin menfaatlerinin çatışması
zenleyen hükmü “nitelikli çoğunluk”, yani yarıdan bir gerekir. Aksi halde müzakere yasağı da kalkacaktır.
fazla olarak ele almış; kanun koyucunun burada toplantı yeter sayısını bilinçli olarak ağırlaştırdığını ileri Yasağa aykırı hareket eden üyeler ile menfaat çatışmasürmüşken; kimi yazarlar [35] ise “yarıdan bir fazla” sı nesnel olarak varken ve biliniyorken ilgili üyenin
ifadesinin özel bir anlamı olmadığını, esasen burada toplantıya katılmasına itiraz etmeyen üyeler ve söz
çoğunluk ilkesinin vurgulandığını, aksi bir görüşün konusu üyenin toplantıya katılması yönünde karar
yönetim kurulunun karar alma imkanının gereksizce alan yönetim kurulu üyeleri, bu sebeple şirketin uğrazorlaştıracağını iddia etmişlerdir. Yargıtay ise mad- dığı zararın tazmininden sorumlu olacaklardır.
deyi nitelikli çoğunluk olarak yorumlamıştır [36]. Bu
nedenle; eTK döneminde özellikle az sayıda üyeden
oluşan yönetim kurullarında -üç üyeden oluşan yöne- 8.YÖNETİM KURULU KARARLARININ HÜtim kurulunun üç üyeyle toplanması zorunluluğunda KÜMSÜZLÜĞÜ
olduğu gibi- toplantı yeter sayısı ağırlaşmaktaydı. TK 8.1.Genel Olarak
ile toplantı yeter sayısı hakkında tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açıkça “çoğunluk” görüşü benimsen- Hükümsüzlük, bir hukuki işlemin baştan itibaren yok
miştir. TK md. 390/1 uyarınca; yönetim kurulu -esas veya geçersiz olması veya mahkeme kararıyla iptal
sözleşmede daha ağır bir yeter sayı öngörülmediği edilerek hüküm taşımamasıdır [38]. Hukukumuzda
takdirde- üye tam sayısının çoğunluğuyla toplanacak- hükümsüzlük halleri tek bir çatı altında düzenlemeye
tır. Karar yeter sayısı ise toplantıya katılan üyelerin alınmamış; çeşitli kanunların muhtelif maddelerinde
kendilerine yer bulmuştur.
çoğunluğu olacaktır.
Yokluk durumunda işlemin hiç var olmadığı kabul
58
HUKUK
8.4.İptal
Yönetim kurulu kararlarının iptal edilebilirliği eTK
döneminde çokça tartışılan bir konuydu. Kanun’da
konuya ilişkin bir hükmün bulunmamaktaydı ve öğretide kimi yazarlar yönetim kurulu kararlarının iptalinin mümkün olmadığını ileri sürerken [43] bir
kısım yazar ise aksi görüşteydi [44]. Yüksek mahkeme
TK’da yönetim kurulu kararlarının yokluğuna ilişkin ise yönetim kurulu kararlarının iptalini kabul etmehüküm bulunmamaktadır. Ancak yönetim kurulu ka- mekle birlikte pay sahiplerinin kişisel menfaatlerini
rarlarının kurucu unsurlarından birinin dahi bulun- ihlal eden kararlar aleyhine iptal davası açılabileceği
maması yahut yönetim kurulunun görev ve sorum- görüşündeydi [45].
luluğu altında olmayan bir konuda karar alınması,
kanaatimizce yokluk iddiası için yeterli olacaktır. Ör- TK md. 391’in gerekçesinde yönetim kurulu kararneğin toplantı yeter sayısı sağlanmadan alınan karar larının iptal edilemeyeceği belirtilmiştir. Ancak TK,
alınması ya da üyelerin imzalarının yönetim kurulu konuya ilişkin iki istisna tanımaktadır. Bunlardan ilki
toplantı tutanağında bulunmaması yokluk hallerine TK md. 192/2’de yer alan yönetim kurulunun birleşörnek olabilecektir.
me, bölünme ve tür değiştirme hakkında aldığı karara karşı iptal yolunun açık olmasıdır. İkinci istisna ise
TK md. 460/5’tir. SPK md. 18’de yer alan iptal davası
8.3.Kesin Hükümsüzlük
hakkına paralel bir hak, halka kapalı olup kayıtlı serBK md. 27/1 kesin hükümsüzlüğü şu şekilde tanım- maye sistemini benimseyen anonim şirketler için önlamıştır: “Kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, görülmüştür.
kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı veya konusu
imkansız olan sözleşmeler kesin olarak hükümsüzdür.”
TK md. 460/4 uyarınca yönetim kurulu esas sözleşmeyle yetkilendirilmek kaydıyla, imtiyazlı veya itibari
eTK’da yönetim kurulu kararlarının kesin hükümsüz değerinin üzerinde pay çıkarabilir ve pay sahiplerinin
olduğu hallere ilişkin bir düzenleme mevcut olmadı- yeni pay alma haklarını sınırlandırabilir. TK md. 460/5
ğından genel hükümler uygulama alanı bulmaktaydı. ise bu yönetim kurulu kararları aleyhine iptal davası
TK md. 391’de ise örnekseme yoluyla yönetim kuru- yolunu açmaktadır. Maddenin TK md. 445’e yaptığı
lu kararlarının batıl olduğu haller sayılmış olup kesin atıf dikkate alındığında; kanun veya esas sözleşme hühükümsüzlük halleri bu durumlarla sınırlı değildir:
kümlerine ve özellikle dürüstlük kuralına aykırı olan
-ve imtiyazlı veya itibari değerin üzerinde pay çıkarılması ile pay sahiplerinin yeni pay alma haklarının
• Eşit işlem ilkesine aykırı olan kararlar.
sınırlandırılmasına ilişkin olan- yönetim kurulu ka• Şirketin temel yapısına uymayan veya serma- rarları aleyhine pay sahipleri ve yönetim kurulu üyeyenin korunması ilkesini gözetmeyen kararlar. leri, iptal davası açabilecektir. Ancak söz konusu iptal
• Pay sahiplerinin, özellikle vazgeçilmez nitelik- davasının süresi TK md. 445’in aksine üç ay değil, TK
teki haklarını ihlal eden veya bunların kulla- md. 460/5 düzenlemesi nedeniyle bir aydır. Yönetim
nılmalarını kısıtlayan veya güçleştiren karar- kurulu kararları aleyhine iptal davası açılabilmesini
lar.
sağlayan işbu düzenlemenin temel mantığında ise TK
• Diğer organların devredilmez yetkilerine gi- md. 460’ta sayılan ve esasen genel kurula ait olan bu
yetkilerin yönetim kuruluna devredilmesi suretiyle
ren ve bu yetkilerin devrine ilişkin kararlar.
iptal davası yolunun kapanmasının engellenmesi ve
şirket içi dengelerin korunması yatmaktadır [46].
Kesin hükümsüz yönetim kurulu kararları baştan
itibaren hüküm doğurmazlar ve bu kararlara daha
sonradan geçerlilik kazandırılması mümkün değildir. 9.ÜYELERİN HAKLARI VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Yokluk halinde olduğu gibi yönetim kurulu kararla- 9.1.Genel Olarak
rının kesin hükümsüzlüğü her zaman ileri sürülebi- Anonim şirket ve yönetim kurulu arasında sözleşlir. Yokluk ve kesin hükümsüzlük arasında sonuçları mesel bir ilişki bulunmaktadır. Bu bakımdan yönebakımından birtakım benzerlikler ve farklılıklar mev- tim kurulu üyelerinin şirkete karşı yerine getirmeleri
cuttur. Bu bakımdan iki durum arasında net bir ayrım gereken yükümlülükleri olduğu gibi; bunun karşılıyapmakta fayda olacaktır. Kesin hükümsüz bir hukuki ğında şirketten talep edebilecekleri birtakım hakları
işlem kimseye karşı sonuç doğurmazken yokluk ha- bulunmaktadır. Yönetim kurulu üyelerinin sahip ollinde işlem kurucu unsurlarının yokluğu nedeniyle duğu haklar mali ve idari nitelikli olmak üzere iki ana
varlık kazanamamıştır. Öte yandan iki durum arasın- başlıkta incelenecekken yönetim kurulu üyelerinin
daki en büyük fark; yokluğun her zaman herkes tara- yükümlülükleri altı başlık üzerinden değerlendirilefından ileri sürülebilmesi mümkünken, kesin hüküm- cektir.
süzlüğün MK md. 2’deki dürüstlük kuralına aykırılık
teşkil edecek hallerde ileri sürülmesinin mümkün olmamasıdır [42].
edilmekle birlikte; durumun davayla tespit edilmesinin gerekip gerekmediği tartışmalıdır. Öğretide kimi
yazarlar [40] yok hükmünde bir işlem için davaya gerek olmadığını; kimi yazarlar ise [41] durumun tespit
davasıyla hükmü bağlanması gerektiğini ileri sürmektedir.
59
HUKUK
9.2.Yönetim Kurulu Üyelerinin Hakları
9.2.1.İdari Nitelikli Haklar
Yönetim kurulu üyelerinin idari nitelikteki hakları,
haiz oldukları yönetim ve temsil yetkisinden kaynaklanmaktadır. Bu hakların başında yönetim kurulu
toplantılarına katılma hakkı gelmektedir. Ayrıca her
üye toplantı için çağrı yapılmasını ve istediği konuların gündemde yer almasını yönetim kurulu başkanından talep edebilir.
hakkı da genel kurul kararlarının iptali için dava açabilme hakkıdır. TK md. 446 uyarınca alınan genel kurul kararının uygulanması üyenin şahsi sorumluluğunu da yanında getirecekse üye, genel kurul kararının
iptalini mahkemeden isteyebilecektir. Yönetim kurulu
üyesinin genel kurul kararını dava etmesi, ilgili kararın uygulanmayacağı anlamına gelmez. Hatta dava
edilmiş olsa dahi genel kurul kararının yönetim kurulunca yerine getirilmemesi, TK md. 553 kapsamında
üyelerin sorumluluğunu doğurabilecektir [50]. Ancak
iptali talep edilen bir kararın uygulanması ve ardından mahkemenin kararın iptaline hükmetmesi gerek
şirket gerekse genel kurul kararının muhatapları bakımından çoğu zaman ağır sonuçlar doğurabilir. Bu bakımdan eTK’da da mevcut olan bir düzenleme TK’da
kendine yer bulmuştur: Genel kurul kararı aleyhine
iptal veya butlan davası açıldığı takdirde mahkeme,
dava konusu kararın yürütülmesinin geri bırakılmasına karar verebilecektir.
Yönetim kurulu üyelerine yüklenen görev ve sorumluluklar karşısında şirketin iş ve işleyişi hakkında bilgi
almaları en doğal haklarıdır. Bu hak TK md. 392’de
düzenlenmiş olup kaldırılamaz, kısıtlanamaz; ancak
genişletilebilir bir haktır [47]. Bu hükme göre yönetim kurulu üyesi şirketin tüm iş ve işlemleri hakkında
bilgi isteyebilir; gerekli hallerde şirket defter ve dosyalarını inceleyebilir. Bu hak yönetim kurulu toplantılarında yahut yönetim kurulu başkanından alınacak izinle toplantılar dışında kullanılabilecektir. Bilgi 9.2.2.Mali Nitelikli Haklar
edinme talebinin karşılanmaması durumunda üye,
Yönetim kurulu üyesiyle şirket arasındaki ilişkinin
madde uyarınca mahkemeye başvurabilecektir.
sözleşmesel bir temele dayandığı aşikardır. Bu nedenle üyeye şirketten birtakım maddi menfaatler talep
Her ne kadar kaldırılamaz ve kısıtlanamaz bir hak olsa edebilme hakkı da tanınmış olmaktadır. Üyelerin mali
da, yönetim kurulu üyesinin bilgi alma ve inceleme hakları TK md. 394’te düzenleme alanı bulmuştur.
hakkında bir sınır var mıdır? Yahut TK md. 437/3’te Buna göre; yönetim kurulu üyelerine esas sözleşme
şirket sırrı veya şirket menfaatinin korunması gerekçe ya da genel kurul kararıyla belirlenmek şartıyla ücret,
gösterilerek pay sahiplerinin bilgi alma ve inceleme huzur hakkı, prim, ikramiye gibi adlarla şirketin ödehakkının kısıtlanmasında olduğu gibi bir kısıtlama me yapması mümkündür.
yönetim kurulu üyeleri için de söz konusu olacak mıdır? TK yönetim kurulu üyelerinin bilgi alma ve inceleme haklarının, pay sahipleri bakımından belirlediği Yönetim kurulu toplantılarına katılan her üyeye esas
sebeplerle sınırlandırılabileceğine ilişkin bir düzenle- sözleşmede aksine bir hüküm olmadıkça toplantı bame içermemektedir; ancak yönetim kurulu üyesinin şına esas sözleşme ya da genel kurul kararıyla kararbilgi alma ve inceleme hakkının yönetim kurulunca laştırılan bir huzur hakkı ödenecektir. Huzur hakkıyla
reddedilmesi halinde bu durumun mahkemeye ta- beraber yahut onun yerine, her üyeye belirli dönemşınabilir olması ve hakimin bu talep hakkında karar lerde ücret ödenmesi de aynı şartlar dahilinde kararverecek olması, yönetim kurulu üyesinin söz konusu laştırılabilir. Bu iki ödeme şeklinin dışında üyelerin
hakkının da birtakım sınırlarının olduğunun göster- şirkete sağladığı menfaatler çerçevesinde yine esas
gesidir. Peki bu durumda yönetim kurulu üyesinin sözleşme hükmü veya genel kurul kararının varlığı
bilgi alma ve inceleme hakkının sınırlarında ne dik- halinde kar payı üyelere ödenebilecektir. Şirkete bir
menfaat sağlama şartı olmaksızın üyelere prim ve ikkate alınmalıdır?
ramiye ödemesinde bulunmak da mümkündür.
Pay sahiplerinin bilgi alma ve inceleme hakkı da kısıtlanamaz ve kaldırılamaz bir haktır; fakat TK pay sahiplerinin bu hakkına bir sınırlama, bir istisna getirmiştir. İstisnalar “kural olarak” dar yorumlanır [48].
Yani kanunda yer alan bir istisnanın dar yorumlanması her zaman isabetli ve adil sonuçlar ortaya koymayabilir; bu nedenle istisna hükmü kendi amaç ve
kapsamı çerçevesinde geniş yorumlanabilmelidir. Bu
bakımdan; TK md. 437/3’teki gerekçelerin yönetim
kurulu üyelerinin bilgi alma haklarının kısıtlanması
esnasında da dikkate alınması düşünülebilir. Ancak
şu da unutulmamalıdır: Yönetim kurulu, iş sahibi olarak ticari sırların da sahibidir ve bu nedenle bir bilginin ticari sır niteliği öne sürülerek yönetim kurulu
üyesinden esirgenmesi mümkün olmayacaktır [49].
9.3.Yönetim Kurulu Üyelerinin Yükümlülükleri
9.3.1.Yönetim ve Gözetim Yükümlülüğü
Yönetim kurulu üyeleri bakımından şirketin yönetimi
bir yetki olduğu kadar aynı zamanda bir yükümlülüktür. Şirketin üst yönetim ve gözetim yükümü TK md.
375’te yer alan devredilemez görev ve yetkilerden biridir. Bu yükümlülüğün devredilememesinden ötürü,
yönetim kurulu üyelerinin söz konusu görev ve yükümlülükten doğan sorumlulukları da baki kalacaktır. Yani, yönetim kurulu her ne kadar yetkilerini devrederek devrettiği yetkiler nispetinde görevsizleşse ve
sorumsuzlaşsa da TK md. 375/1-e kapsamında üst yönetim ve gözetim yükümüne buna bağlı sorumluluğu
devam edecektir.
Yönetim kurulu üyesinin önemli nitelikteki bir diğer
60
HUKUK
9.3.2.Özen Borcu
Şirketi yöneten üyelerin görevleri sırasında işlerine
özen göstermeleri gerekmektedir. Özen borcunu düzenleyen TK md. 369 özen borcunun derecesinden
bahsetmektedir. Maddeyle eTK’daki “basiretli tacir”
tanımı terk edilmiş ve “tedbirli yönetici” ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. İki kavram arasındaki fark
madde gerekçesinde “Tedbirli yönetici ölçüsü basiretli işadamı kavramından farklı olup … şirketin lehine
olanı muhakkak yapmak ve zararına olandan muhakkak kaçınmak, özen borcunun ölçüsü olarak kabul
edilemez. Çünkü ekonomideki bütün krizlerden, pazar
şartlarındaki değişikliklerden ve belirsizliklerden doğan riskleri yönetim kurulu üyesinin önceden teşhis
etmesi ve gerekli önlemleri alması, aksi halde sorumlu
tutulması gerekir. Hükme esin veren yeni öğreti daha
gerçekçidir.” şeklinde tanımlanmış; eTK’nın daha ağır
bir sorumluluğu kapsayan hükmü yeni düzenlemeyle
hafifletilmiştir.
9.3.3.Sadakat Borcu
Şirketi yönetecek ve temsil edecek olan yönetim kurulu üyelerinin şirketin onlara duyduğu güveni korumaları gerekmektedir. Bu güven de sadakat borcuna
özen gösterilerek korunabilecektir. Şirket ile yönetim
kurulu üyesi arasında kurulan sözleşmenin vekalet
sözleşmesi hükümleri çerçevesinde ele alınması halinde, yönetim kurulu üyesinin sadakat borcu daha iyi
anlaşılacaktır. Vekalet sözleşmesinde sadakat borcu,
vekilin vekalet verene karşı temel borçlarından biridir.
Sadakat borcu uyarınca vekil, gerek sözleşmeden kaynaklı borçlarını ifa ederken gerekse sözleşmenin sona
ermesinden sonra kendisine karşı duyulan güvene
uygun olarak vekalet verenin menfaatlerini gözetmeli
ve kendi menfaatlerini vekalet verenin menfaatlerine
tabi kılmalıdır [51].
9.3.5.Şirketle İşlem Yapma ve Şirkete Borçlanma
Yasağı
TK md. 395’e göre yönetim kurulu üyeleri genel kuruldan izin almadan, şirketle kendisi veya başkası adına herhangi bir işlem yapamazlar. Pay sahibi olmayan
yönetim kurulu üyeleri ile yönetim kurulu üyelerinin
pay sahibi olmayan TK md. 393’te sayılan yakınları da
şirkete nakit borçlanamazlar. Ayrıca şirket bu kişiler
için şirket kefalet, garanti, teminat veremeyecek; sorumluluk yüklenemeyecek ve bu kişilerin borçlarını
devralamayacaktır.
eTK düzenlemesinde bulunan “şirket konusuna giren
ticari bir muamele” ibaresi kaldırılmıştır. Artık şirketin faaliyet konusu dışında yapılan işlemlerde de bu
yasağa riayet edilmesi gerekmektedir [54]. Aksi halde
işlemin geçersizliği iddialarının yanında ilgili yönetim kurulu üyelerinin tazminat sorumluluğu da gündeme gelebilir.
9.3.6.Rekabet Yasağı
Yönetim kurulu üyelerinin tabi olduğu rekabet yasağı,
şirketin konusuna giren ticari işlemleri kendisi veya
başkasının hesabına yapamaması olarak tanımlanabilir [55]. Ayrıca rekabet yasağını düzenleyen TK md.
396 uyarınca yönetim kurulu üyeleri, aynı tür ticari
işlerle uğraşan bir şirkete sorumluluğu sınırsız ortak
sıfatıyla da giremezler.
Rekabet yasağını da sadakat borcunun altında değerlendirmek mümkündür; çünkü rekabet yasağının temelinde de şirket sırlarına vakıf kişilerin, menfaatleri
dolayısıyla şirketi tehlikeye sokup zarara uğratmamaları yatmaktadır [56].
Hükme aykırı davranan yönetim kurulu üyesinden
madde uyarınca şirket tazminat talep edebilir, yapılan
işlemin şirket adına yapılmış sayılmasını isteyebilir
veya ortada üçüncü kişi hesabına yapılan bir sözleşme
varsa bunun şirkete aidiyetini dava edebilir. Ancak bu
seçeneklerin uygulanabilmesi için önce aralarından
bir seçim yapılmalı ve yönetim kurulu kararı alınmalıdır ki; bu kararın alınacağı toplantıya TK md. 393/2
uyarınca yasağı ihlal eden yönetici katılamayacaktır.
Bu hakların zamanaşımı ise söz konusu ticari işlemlerin yapıldığının veya yönetim kurulu üyesinin diğer
bir şirkete girdiğinin, diğer üyelerin öğrendikleri ta9.3.4.Müzakereye Katılma Yasağı
rihten itibaren üç ay ve her halde bunların gerçekleşÇalışmada daha önce de bahsedildiği üzere yönetim mesinden itibaren bir yıldır.
kurulu üyeleri kendilerinin şirket dışı kişisel menfaatiyle veya alt ve üst soyundan birinin, eşinin, üçüncü 10.YÖNETİM KURULU ÜYELERİNİN HUKUKİ
dereceye kadar kan ve kayın hısımlarının, kişisel ve SORUMLULUĞU
şirket dışı menfaatiyle şirketin menfaatinin çatıştığı
konulara ilişkin müzakerelere katılması TK md. 393 10.1.Genel Olarak
kapsamında yasaklanmıştır. Esasen bu yasağı sadakat TK yönetim kurulu üyelerinin sorumluluk hallerini
borcunun altında, kişisel menfaatlerin şirket menfa- eTK’ya göre farklı şekilde düzenlemiştir. eTK’da kuruatlerinin önüne geçmemesi kavramı altında da değer- cuların ve ilk yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu
lendirmek mümkündür.
ile kuruluştan sonra yönetim kurulunun sorumluluğunu ayrı ayrı düzenlenmişken TK’da böyle bir ayrıŞirketin ticari sırlarının dışarıya aktarılmaması, kişisel çıkarların şirket çıkarları önüne geçmemesi gibi
durumlar, sadakat borcuna başlıca örnekler olarak
gösterilebilir [52]. Öte yandan sadakat borcu içindeki sır saklama yükümlülüğü sadece görev süresiyle
sınırlı değerlendirilmemelidir. Şirketin ticari sırları
hiçbir zaman üçüncü kişilere açıklanmamalıdır [53].
Sadakat borcuna bu noktadan bakıldığında, yönetim
kurulu üyesinin şirkete karşı tüm yükümlülüklerinin
kaynağı olduğu anlaşılmaktadır.
61
HUKUK
ma gidilmemiştir.
Şirketi temsile ve yönetime yetkili kişilerin bu görevlerini yerine getirirken işledikleri haksız fiillerden ise
TK md. 371/5 uyarınca şirket sorumlu olacaktır. Ancak şirketin bu kişilere rücu hakkı saklıdır.
Kuruluş öncesi sorumluluk halleri TK md.549 ila md.
552 arasında düzenlenmiştir. Bunlar belgelerin ve beyanların kanuna aykırı olması, sermaye hakkında yanlış beyanlar ve ödeme yetersizliğinin bilinmesi, değer 10.2.Yönetim Kurulu Üyelerinin Sorumluluğunun
biçilmesinde yolsuzluk ve halktan para toplamaktır.
Şartları
10.2.1.Zarar
TK md. 549 uyarınca şirketin kuruluşu, sermayesinin Yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğundan bahseartırılması ve azaltılması ile birleşme, bölünme, tür dilebilmesinin ilk şartı şüphesiz ki ortada bir zararın
değiştirme ve menkul kıymet çıkarma gibi işlemlerle mevcut olmasıdır. Zarar borçlar hukuku ilkelerine
ilgili belgelerin, izahnamelerin, taahhütlerin, beyan- göre belirlenir. Doğması muhakkak bile olsa bekleların ve garantilerin yanlış, hileli, sahte, gerçeğe ay- nebilen, varsayılan zararlar ile sonuç zararları hesaba
kırı olmasından; gerçeğin saklanmış bulunmasından katılamaz [59]. Zarar, malvarlığında meydana gelen
ve diğer kanuna aykırılıklardan doğan zararlardan, azalma olarak tanımlanabilir [60]. Zarar, fiilen malbelgeleri düzenleyenler veya beyanları yapanlar ile varlığında bir azalma şeklinde meydana gelebileceği
kusurlarının varlığı halinde bunlara katılanlar sorum- gibi, normal hayat akışında elde edilecek bir kardan
ludurlar.
mahrum kalınması şeklinde de olabilir. Yönetim kurulu üyesine yöneltilecek sorumluluk iddiasının içine
sadece malvarlığında meydana gelen fiili azalma deTK md. 550’ye göre ise sermaye tamamıyla taahhüt ğil, aynı zamanda mahrum kalınan kar da dahil edileolunmamış veya karşılığı kanun veya esas sözleşme bilecektir [61].
hükümleri gereğince ödenmemişken, taahhüt edilmiş
veya ödenmiş gibi gösterenler ile kusurlu olmaları
şartıyla, şirket yetkilileri, bu payları üstlenmiş kabul 10.2.2.Kanuna ve Esas Sözleşmeye Aykırılık
edilirler ve payların karşılıkları ile zararı faiziyle bir- TK md. 553 hükmü, yönetim kurulu üyelerinin solikte müteselsilen öderler. Ayrıca sermaye taahhüdün- rumluluğunu düzenlemektedir. Madde uyarınca; kade bulunanların ödeme yeterliliğinin bulunmadığını nun veya esas sözleşmeden doğan yükümlülüklerini
bilen ve buna onay verenler; borcun ödenmemesin- ihlal eden yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğuna
den doğan zarardan sorumludurlar.
gidilebilecektir. Kanun veya esas sözleşmeden doğan
yükümlülüklerin ihlali, bir yapma eylemi olabileceği
TK md. 551, ayın veya devralınacak işletmelerin de- gibi; yapmama da olabilir. Yani yönetim kurulu üyeğerlemesinde yapılacak olan yolsuzluk halinden do- lerinin sorumluluğu; kanun veya esas sözleşmede tağan sorumluluğa ilişkindir. Madde uyarınca ayni nımlanmış olan görevlerini hiç veya gereği gibi yapsermayenin veya devralınacak işletme ile ayınların mamaları halinde doğmaktadır.
değerlemesinde emsaline oranla yüksek fiyat biçen- 10.2.3.İlliyet Bağı
ler, işletme ve aynın niteliğini veya durumunu farklı Sorumluluk hukuku bakımından illiyet bağı daima
gösterenler ya da başka bir şekilde yolsuzluk yapan- aranan bir olgudur. Sorumluluktan bahsedebilmek
lar, bundan doğan zarardan sorumludurlar. Maddede için zarar ile hukuka aykırı fiil arasında mutlaka bir
hem şirketle işlem yapacak kişilerin şirket sermayesi illiyet bağı bulunmalıdır. Kısacası zarar, hukuka aykırı
ile ilgili yanılmalarının hem de fazla değer biçilen ayın davranışın sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Ancak
veya işletme sahibinin şirkette haksız olarak fazla paya şu da unutulmamalıdır ki; mantık kurallarının oluşsahip olmasının önüne geçilmek istenmiştir [57].
turduğu silsile içinde hemen her olay arasında illiyet
bağı bulunmaktadır. Bu bakımdan illiyet bağı kuruTK md. 552, kuruluş öncesi son sorumluluk halidir. lurken failin “olayların normal seyri dahilinde zararın
Buna göre SPK hükümleri saklı kalmak kaydıyla, şir- meydana gelebileceğini” öngörüp öngöremeyeceği
ket kurmak veya sermaye artırmak amacıyla halka dikkate alınmalı; yani uygun illiyet bağı aranmalıdır.
Aksi halde sebep sonuç ilişkisi içinde neticelendirileçağrıda bulunarak para toplanması yasaktır.
meyen büyük bir nedensellik zinciriyle karşılaşılacaktır.
TK md. 553 hem kuruluş öncesi hem de kuruluş sonrası kurucuların, yönetim kurulu üyelerinin ve tasfiye memurlarının sorumluluğunu düzenlemektedir. 10.2.4.Kusur
Madde uyarınca bu kişiler şirkete, pay sahiplerine TK md. 553 incelendiğinde, yönetim kurulu üyelerive şirket alacaklılarına karşı verdikleri zarardan so- nin sorumluluğunun kusur sorumluluğu olduğu açıkrumludurlar. Ancak bu zararın söz konusu kişilerin ça görülmektedir. Madde hükmü kusurun derecesi
kanundan veya esas sözleşmeden doğan yükümlülük- bakımından ise bir ayrıma gitmemiştir. Bu bakımdan
lerini ihlal etmelerinden doğması gerekmektedir. Bu- hafif ihmal dahi yönetim kurulu üyesinin sorumlulunun yanı sıra eTK’daki “müdür” terimi yerine madde- ğu iddiası bakımından yeterli olacaktır [62].
de “yönetici” terimi kullanılarak maddeye daha geniş
bir anlam katılmıştır [58].
62
HUKUK
Yönetim kurulu üyelerinin kusuru belirlenirken kıstas
alınması gereken en önemli husus, tedbirli bir yöneticinin göstermesi gereken özendir. TK md. 369’un
gerekçesinde ayrıntılı bir biçimde açıklanmıştır: Tedbirli yönetici ölçüsü, yönetim kurulu üyesinin kurumsal yönetim ilkelerine uygun olarak “işadamı kararı”
(business judgement rule) verilebileceğini kabul eder
ve riskin bundan doğduğu hallerde üyenin sorumlu
tutulmaması esasına dayanır. Genel kabul gören kural
uyarınca, duruma uygun araştırmalar yapılıp, ilgililerden bilgiler alınıp yönetim kurulunda karar verilmişse,
gelişmeler tamamen aksi yönde olup şirket zarar etmiş
olsa bile özensizlikten söz edilemez. Bu kurallar 553
üncü maddenin üçüncü fıkrasında yer alan hukuk kuralı ile somuta bağlanmıştır. Özen borcunun sözleşme
ile ağırlaştırılabileceği şüphesizdir. Görüldüğü üzere
yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu bakımından
TK ile bir ölçüt getirilmiş; sorumluluk ölçütü objektifleştirilmiştir. Yani özenli hareket için örnek bir kişi
tarif edilmiş ve sonuca varılırken onun varsayımsal
davranışları ölçü alınmıştır [63].
malıdır. Madde uyarınca sorumluluk doğuran olay
kişinin kontrolünde değilse kişi gözetim ve özen yükümü gerekçe gösterilerek dahi sorumlu tutulamayacaktır. Zira gerekçede de yönetim kurulu üyelerinin
soyut bir gözetim görevine dayanılarak sorumlu tutulmalarına engel olunmak istendiği belirtilmektedir.
TK md. 553/2’e göre ise yönetim kurulunun kanundan ya da esas sözleşmeden kaynaklanan devir yetkisini kullanarak görev ve yetkilerini devretmesi halinde sorumluluk devralan kişilerdedir; yönetim kurulu
sorumluluğu sadece seçimde makul derecede özen
göstermektir. Kanun gerekçesinde yönetim kurulu
üyeleri sorumluluğuna somut bir sınırlama ilkesi getirildiği ifade edilmektedir.
TK md. 555 uyarınca şirketin uğradığı zararın tazmini için dava açılması takdirde davacı şirket ya da pay
sahibi olacaktır. Ancak pay sahibi davacı olduğu takdirde hükmedilecek tazminatın şirkete ödenmesini
talep edebilecektir. Bu hak TM md. 556 gereğince iflas
halinde alacaklılara ve iflas idaresine de tanınmıştır.
İflas alacaklılarının dava açması halinde tazminat ön10.3.Müteselsil Sorumluluk ve Farklılaştırılmış Te- celikle davayı açan davalılara tahsis olunacaktır. Eğer
selsül
davada pay sahipleri de davacı olarak yer almışsa elde
Alacaklının alacağını birden fazla borçludan isteyebil- edilen tazminat iflas alacaklısından sonra pay sahiplemesi halinde, ortada müteselsil borçluluk kurumu bu- rine ödeme yapılacaktır. Kalan tutar ise iflas idaresine
lunmaktadır [64]. Müteselsil borçluluk BK md. 162 ila ait olacaktır.
168 arasında düzenlenmiştir. Borçluların her biri, alacaklıya karşı borcun tamamından sorumlu oldukları- Zararın birden çok kişinin fiilinden kaynaklanması
nı beyan etmişlerse müteselsil borçluluk mevcuttur; halinde TK md. 557 hükmüne göre dava her bir faiancak borçluların bu yönde bir beyanlarının bulun- lin kusuruna ve durumun gereklerine göre ödemesi
maması halinde sadece kanunda öngörülen hallerde gerekli tazminat miktarı esas alarak açılabilecek yahut
borçluların müteselsil sorumluluğundan bahsedile- tüm sorumlulara zararın tamamı için dava açılıp her
bilecektir. eTK sisteminde yönetim kurulu üyelerinin bir davalının tazminat borcunun ne olduğunun takdisorumluluğu, müteselsil sorumluluk olarak düzenlen- ri hakimin hükmüne bırakılabilecektir.
mişti. Sorumluluk iddialarında ispat yükü ise yönetim
kurulu üyelerinin üzerine bırakılmıştı [65]. eTK’nın
müteselsil sorumluluk kurumu üzerinde TK düzenle- 10.4.İspat Yükü
mesiyle hafifletilmeye gidilmiş; müteselsil sorumluluk TK md. 553’ün ilk hali kusur sorumluluğundan bahyerini farklılaştırılmış teselsül sitemine bırakmıştır.
setmekte ve kusursuzluğun ispatını kuruculara, yönetim kurulu üyelerine, yöneticilere ve tasfiye memurFarklılaştırılmış teselsül, aynı zarardan sorumlu olan larına yüklemekteydi. 6335 sayılı Kanun’la yapılan
yönetim kurulu üyelerinin her birinin dış ilişkide bi- değişiklik sonrası ispat yükü bu kişilerden alınarak
reysel indirim sebeplerini ileri sürerek zararın kendi- davacıya yüklenmiştir.
lerine isnat edilebilecek miktarıyla sorumlu tutulmalarıdır. Böylece borçlu, başkalarıyla birlikte bir zarar Yapılan değişiklikle bu kişilerin sürekli bir sorumluverdiği takdirde zararın tamamından müteselsilen luk davası tehdidiyle karşı karşıya kalmalarının ensorumlu tutulmayacak; sorumluluk tutarı tek başına gellenmeye çalışıldığı düşünülmekle birlikte; pek çok
zarar verseydi sorumlu olacağı miktarla sınırlandı- işlem gerçekleştiren yöneticinin ne yaptığını, nerede
rılacaktır [66]. Farklılaştırılmış teselsül ile mütesel- hata yaptığını kanıtlama yükünün şirketten alacaklı
sil sorumluluk şu şekilde ayırt edilebilir: Müteselsil durumunda olan davacıya yüklenmesi halinde, davasorumlulukta temel amaç alacaklının en iyi şekilde cının bunu ispat olanağı söz olamayacağı eleştirilerini
tatmin edilmesini sağlamaktır. Borçlunun sorumlu- de beraberinde getirmiştir [67].
luk derecesi dış ilişkide değil iç ilişkide dikkate alınır.
Farklılaştırılmış teselsülde ise bireysel indirim sebepleri dış ilişkide alacaklıya karşı ileri sürülebilir halde- 10.5.İbra ve Sulhun Sorumluluğa Etkisi
dir ve sorumlu olunacak tutar iç ilişkide değil dış iliş- İbra; alacaklı ve borçlunun anlaşmak suretiyle borçkide sınırlandırılmıştır.
luyu borcunu ifa etmeden borcundan kurtarmasıdır
[68]. İbra kararı menfi borç ikrarı içerdiğinden, ibra
TK md. 553 kapsamında sorumluluk iddiası için so- edilen yönetim kurulu üyelerine karşı ibra edildikleri
rumluluğu oluşturan eylem, kişinin kontrolünde ol- dönem ve işlemlerden dolayı şirket sorumluluk id-
63
HUKUK
diasında bulunamayacaktır [69]. Yani genel kurulun kurul olması dolayısıyla genel kurula ait bulunduğu ve
aldığı ibra kararı, şirketin yönetim kurulu üyelerine hatta ondan doğduğu, genel kurulun istediği görev ve
sorumluluk davası açmasının önünü kapatacaktır.
yetkileri istediği anda yönetim kurulundan geri alabileceği yolundaki eskimiş anlayışa kapıları kapamıştır.
Tasarı, organlar arasında işlevlerin ayrılığı ilkesini kaTK md. 558 gereğince yönetim kurulu üyeleri ibranın bul etmiştir.” TK md. 375 gerekçe: “… genel kurulun
kapsadığı maddi olay sınırında sorumluluktan kurtu- herşeye kadir olduğuna ve bütün kararları alabilme
lacaktır. Her ne kadar genel kurul kararları tüm pay yetkisi ile donatıldığına ilişkin salt yetki teorisi reddesahiplerini bağlayıcı nitelikte olsa da, madde uyarınca dilmiştir. Genel kurulun bir üst organ olduğu anlayışı
ibraya olumlu oy veren ve ibra kararını bilerek payı Ticaret Kanununa yabancıdır.”
iktisap etmiş olan pay sahipleri dışında kalan ortaklar,
ibra tarihinden itibaren altı aylık hak düşürücü süre 5-Sibel Hacımahmutoğlu AT ve Türk Hukukunda
içinde yönetim kurulu üyelerine karşı sorumluluk da- Anonim Ortaklığın Karar Alma Sürecinde Yönetim
vası açabilecektir. Hak düşürücü olan altı aylık süre, Kurulunun Yapısı ve Çalışanların Katılımı, Ankara,
gerekçede açıklandığı üzere genel kurul kararının tes- 2008, Yetkin Yayınevi, s.165.
cil ve ilanı tarihinden itibaren değil; kararın alındığı 6-Levent Yaralı, “Anonim Şirket Yönetim Kurulu Üye
tarihten itibaren başlayacaktır. İbra kararının şirket Sayısı”, Yaklaşım Dergisi, İstanbul, Y.20, S.138, Ekim
alacaklıları üzerinde herhangi bir etkisinin olduğu ise 2012, s.234-237.
söylenemez. Zira şirket ile yönetim kurulu arasındaki 7-Necla Akdağ Güney, Anonim Şirket Yönetim Kuruarasında alınan ibra kararına şirket alacaklıları üçün- lu, İstanbul, 2012, Vedat Kitapçılık, s.12-14.
cü kişi konumundadır. Bu bakımdan alacaklılar ibra
kararına rağmen uğradıkları zararlardan ötürü yöne- 8-Tekinalp, a.g.e., s.194; Alihan Aydın, “Anonim Ortim kurulu üyelerinin sorumluluğuna gidebilecektir. taklık Ana Sözleşmesinde Yönetim Kurulu Üye Sayısının Belirlenmesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası “Prof. Dr. Ersin Çamoğlu’na Armağan,
Kuruluşta ibra konusu ise TK md. 559’da kendine yer C.71, S.2, 2013, s.25.
bulmuştur. Buna göre kurucuların, yönetim kuru- 9-Akdağ Güney, a.g.e., s.8.
lu üyelerinin, denetçilerin, şirketin kuruluşundan ve
sermaye artırımından doğan sorumlulukları, şirketin 10-Domaniç, a.g.e., s.470.
tescili tarihinden itibaren dört yıl geçmedikçe sulh ve 11-Tekinalp, a.g.e., s.199; Akdağ Güney, a.g.e., s.18.
ibra yoluyla kaldırılamayacaktır. Dört yılın sonunda Aksi görüş için bkz: Hasan Pulaşlı, Şirketler Hukuku
sulh ve ibra ancak genel kurulun onayıyla geçerlilik Şerhi-I, Ankara, 2011, Adalet Yayınevi, s.914.
kazanacaktır. Ayrıca azlık pay sahipleri sulh ve ibra- 12-Yargıtay 11. HD, E.1981/4741, K.1981/5019,
nın onaylanmasına karşı oldukları takdirde sulh ve T.24.11.1981 sayılı kararı görev süresi biten yönetim
ibra genel kurulca onaylanamayacaktır.
kurulu üyelerinin yerine yenilerinin seçilememesi durumunda eski yönetim kurulu üyelerinin görevlerine
devam edemeyeceğine ve şirketin organsız kaldığının
10.6.Zamanaşımı ve Yetkili Mahkeme
kabulü yönündeyken; Yargıtay 11. HD, E.1984/2678,
Yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğunun zama- K.1984/2831, T.15.05.1984 sayılı kararı şirket yönetim
naşımı TK md. 560’te düzenlenmiştir. Buna göre taz- kurulu üyelerinin görev sürelerinin dolmuş olmasının
minat isteme hakkı, davacının zararı ve sorumluyu şirketi organsız bırakması sonucunu doğuramayacağı,
öğrendiği tarihten itibaren iki ve her halde zararı do- yenilerinin seçilmesine kadar eskilerinin mevcut işler
ğuran fiilin meydana geldiği günden itibaren beş yıl- bakımından görevlerine devam edebileceği yönündedır. Ancak fiilin cezayı gerektirmesi ve TCK’da daha dir.
uzun dava zamanaşımına tabi bulunması halinde
tazminat davasına da bu zamanaşımı uygulanacaktır. 13-Yargıtay 11. HD, E. 1986/6726, K. 1986/6565, T.
Yetkili mahkeme ise hüküm uyarınca şirketin bulun- 05.12.1986: “Yasa`nın 315 inci maddesinin 2 nci fıkrasında yönetim kuruluna seçilen bir kişinin sonduğu yer asliye ticaret mahkemesidir.
radan ehliyetinin kısıtlanması hali, onun görevinin
kendiliğinden sona erdirilme sebebi kabul edildiğine
göre, yönetim kuruluna seçilecek kişinin başlangıçta
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-Ünal Tekinalp, Sermaye Ortaklıklarının Yeni Huku- da kısıtlı olmaması diğer bir deyişle, bu göreve seçilebilmesi için tam ehliyetli olması gerektiği sonucuna
ku, İstanbul, 2013, Vedat Kitapçılık, s.194.
varılmaktadır.”
2-Halil Arslanlı, Anonim Şirketler II-III Anonim Şirketin Organizasyonu ve Tahviller, İstanbul, 1960, s.2; 14-Abuzer Kendigelen, Türk Ticaret Kanunu-DeğiHayri Domaniç, Anonim Şirketler Hukuku ve Uygu- şiklikler, Yenilikler ve İlk Tespitler, 2. Baskı, İstanbul,
laması, TTK Şerhi II, İstanbul, 1988, s.777;, Oğuz İm- 2012, XII Levha Yayınları, s.251.
15-Gönen ERİŞ, Ticari İşletme ve Şirketler-II, İstanregün, Anonim Ortaklıklar, 4. Baskı, 1989, s.99.
3-Reha Poroy - Ünal Tekinalp - Ersin Çamoğlu, Or- bul, 2013, Seçkin Kitabevi, s.2484.
taklıklar ve Kooperatif Hukuku, 12. Baskı, İstanbul, 16-Ersin ÇAMOĞLU, “6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda Anonim Ortaklık Yönetim Kurulunda Belirli
2010, Vedat Kitapçılık, s.260.
4-TK md. 374 gerekçe: “… Böylece, bu hüküm, bir Grupların Temsili”, Arslanlı Bilim Arşivi, 10.02.2012,
anonim şirkette bütün yönetim yetkilerinin, bir üst s.4. (Çevrimiçi: http://arslanlibilimarsivi.com/sites/
64
HUKUK
default/files/makale/Ersin%20Camoglu-AnonimOrtaklikYonetimKurulundaBelirli%20Gruplarin%20
Temsili .pdf, Erişim Tarihi: 22.02.2014, 19:00)
17-Aksi görüş için bkz. Çamoğlu, a.g.e., s.3.
18-Kendigelen, a.g.e., s.252.
19-Tekinalp, a.g.e., s.198.
20-Tekinalp, a.g.e., s.198.
21-Akdağ Güney, a.g.e., s.35.
22-Yargıtay 11. HD, E.2009/5463, K.2009/6666,
T.01.06.2009 kararında yönetim kurulu üyelerinin
görev sürelerinin dolması halinde, yönetim kurulu
üyeliği sıfatının kendiliğinden düşmeyeceği yönünde
karar almıştır.
23-Yargıtay 11. HD, E.1984/2678, K.1984/2831,
T.15.05.1984 sayılı kararında şirket yönetim kurulu
üyelerinin sürelerinin dolmuş olması şirketi organsız
bırakması sonucu doğuramayacağını, yenilerinin seçilmesine kadar eskilerinin mevcut işler bakımından
görevlerine devam edebileceklerine hükmetmiştir.
24-Akdağ Güney, a.g.e., s.36.
25-Yargıtay 19. HD, E.1992/9788, K.1993/8243,
T.02.12.1993.
26-Akdağ Güney, a.g.e., s.42.
27-Tekinalp, a.g.e., s.213.
28-Arslanlı, a.g.e., s.123.
29-İbrahim Arslan, “Yönetim Kurulu”, Şirketler Hukuku, Editör: Sami KARAHAN, Konya, 2012, Mimoza Yayınları, s.405.
30-Tekinalp, a.g.e., s.228.
31-Hülya Coştan, “Yönetim Kurulunun Karar Alma
Usulleri, Oy Hakkı, Yeter Sayılar ve Toplantı Talep
Hakkı”, Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, Eylül 2012,
s.160.
32-Coştan, a.g.e., 168 vd.
33-Pulaşlı, a.g.e., s.976.
34-Oğuz İmregün, “Anonim Ortaklıklarda Yönetim
Kurulu Toplantı ve Karar Yetersayıları ve Yönetim
Kurulu Kararlarına Karşı Başvuru Yolları”, Prof. Dr.
Hayri Domaniç’e 80. Yaş Günü Armağanı, C.1, Beta
Yayınları, İstanbul, 2001, s.283; Yaşar Karayalçın, Ticaret Hukuku II, Şirketler Hukuku, Ankara, Sevinç
Matbaası, s.120.
35-Poroy - Tekinalp - Çamoğlu, a.g.e., s.268-269; Şükrü Yıldız, Anonim Ortaklıkta Yönetim Kurulunun
Toplantı Yetersayısı ve Yargıtay Kararları”, Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararları Sempozyumu Bildiriler Tartışmalar XVIII, Ankara, Banka ve Ticaret Hukuku
Araştırma Enstitüsü Yayınları, 2001, s.97.
36-Yargıtay 11. HD, E.1986/3027, K.1986/4651,
T.23.09.1986; Yargıtay 11. HD, E.2001/2366,
K.2001/3127, T.05.04.2001.
37-Tekinalp, a.g.e., s.232.
38-Ayrıntılı bilgi için bkz. Kemal Oğuzman - Turgut
Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul, Vedat
Kitapçılık, 2012, c.1, s.176.
65
39-Oğuzman - Öz, a.g.e., C.1, s.177.
40-Oğuzman - Öz, a.g.e.,C.1, s.177.
41-Gökhan Antalya, Borçlar Hukuku Genel Hükümler-I, Beta Yayınları, İstanbul, 2012, s.94.
42-Erdoğan Moroğlu, Anonim Ortaklıkta Genel Kurul Kararlarının Hükümsüzlüğü, 6. Baskı, İstanbul,
2012, Vedat Kitapçılık, s. 31.
43-Arslanlı, a.g.e.,s.120; Domaniç, a.g.e.,606.
44-Tuğrul Ansay, “Anonim Şirket İdare Meclisi Kararlarının İptali Meselesi”, Batider, 1964/3, s.370 vd; Ersin
Çamoğlu, Anonim Ortaklık Yönetim Kurulu Üyelerinin Hukuki Sorumluluğu, Ankara 1972, s.79 vd.
45-Yargıtay 11. HD, E.1988/3414, K.1989/260,
T.26.01.1989.
46-Akdağ Güney, a.g.e.,s.162.
47-Tekinalp, a.g.e.,s.233.
48-Aynur Yongalık, “Adi Şirkete Yeni Giren Ortağın
Eski Borçlardan Dolayı Sorumluluğu Hakkında Alman Federal Mahkemesi’nin 7.4.2003 Tarihli Kararı
-Bir Metodoloji Sorunu”, Prof. Dr. Tuğrul Ansay’a Armağan, Ankara, 2006, s.530.
49-Akdağ Güney, a.g.e.,s.123.
50-Moroğlu, a.g.e.,s.276.
51-Haluk Tandoğan, Borçlar Hukuku - Özel Borç İlişkileri, c.2, 1. Bası, Ankara, 1977, s.450.
52-Pulaşlı, a.g.e.,s.1071.
53-Arslan, a.g.e.,s.419.
54-Kendigelen, a.g.e.,s.283.
55-Fatih Bilgili - Ertan Demirkapı, Şirketler Hukuku,
Dora Yayınları, Bursa, 2013, s.399.
56-Domaniç, a.g.e.,s.627.
57-Tamer Bozkurt, Ticaret Hukuku-II Şirketler ve
Kooperatifler Hukuku, 6. Bası, Ankara, 2012, s.341.
58-Kendigelen, a.g.e.,s.458.
59-Ünal Tekinalp, Banka Hukukunun Esasları (Banka), İstanbul, 2009, Vedat Kitapçılık, s.294.
60-Oğuzman - Öz, a.g.e.,s.38.
61-Akdağ Güney, a.g.e.,s.186.
62-Akdağ Güney, a.g.e.,s.202.
63-Tekinalp, a.g.e.,s.387.
64-Oğuzman - Öz, a.g.e., c.2., s. 436.
65-Akdağ Güney, a.g.e.,s.253.
66-Akdağ Güney, a.g.e.,s.254.
67-Dedeağaç - Sapan, Anonim Şirketlerde Yönetim
Kurulu ve Sorumluluğu (Çevrimiçi: http://www.ankarabarosu.org.tr/Siteler/2012yayin/2011sonrasikitap/anonim-sirketlerdeyo netim-kurulu.pdf, Erişim
Tarihi: 20.09.2013, 12:50), s.84.
68-Oğuzman - Öz, a.g.e., s.544
69-Akdağ Güney, a.g.e., s.309.
HUKUK
SUÇLARIN İÇTİMAI
Suçların içtimaı kapsamına giren bir durum bulunmadığında devreye giren ve gerçek içtima olarak da
adlandırılan cezaların içtimaı TCK’da düzenlenmemiştir. Zira bu durumda teknik anlamda suçların içti28 Ocak 2015 Bahadırhan TABAK
maından çok suç sonucu hüküm altına alınan cezalar
içtima edilmekte; fail işlediği her suçtan ayrı ayrı cezaGİRİŞ
landırılmaktadır. Türk Ceza Kanunu’nda düzenleme
eza hukukunun temel ilkelerinden biri alanı bulmayan cezaların içtimaı kavramının kısıtlı
olan “Kaç tane fiil varsa o kadar suç; kaç bir uygulaması Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı
tane suç varsa o kadar ceza vardır / Quot Hakkında Kanun’un 99’uncu maddesinde bulunmakcrimina tot poenae” [1] ilkesine istisna teş- ta olup bu husus çalışmamızın konusu dışında kalkil etmek üzere suç ve ceza politikamızın maktadır.
bir gereği olarak bir fiil ile birden fazla suç normunun ihlali halinde suçların içtimaı hükümleri devreye
sokulup ihlal edilen normlardan yalnız birinin cezası Çalışmamızın ilk bölümünde genel olarak suçların
esas alınmak suretiyle aynen veya artırım yapılmak içtimaı ile ilgili olarak çeşitli bilgiler aktarıldıktan
sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümde sırasıyla
suretiyle ceza tatbiki gerçekleştirilebilmektedir.
bileşik suç, zincirleme suç ve fikri içtima kavramları
incelenecektir. Çalışmamızın sonunda yer alan sonuç
Fail tarafından gerçekleştirilen fiil bazen birden fazla bölümünde genel bir özet ve değerlendirme yapılarak
suç teşkil etmekle birlikte bu suçlardan biri diğerinin çalışmamız noktalanacaktır.
unsuru veya ağırlaştırıcı sebebi olabilmekte (bileşik
suç); bu fiil bazen aynı anda kanunda tipik olarak düzenlenmiş farklı iki suç normunu ihlal edebilmekte I.GENEL OLARAK SUÇLARIN İÇTİMAI
(farklı neviden fikri içtima); bazen fail aynı suçu be- A.SUÇLARIN İÇTİMAININ CEZA HUKUKU
lirli aralıklarla birden fazla kez gerçekleştirmekte (zin- İÇERİSİNDEKİ KONUMU
cirleme suç); bazen de failin bir fiili ile aynı suç birden Suçların İçtimaının ceza hukukundaki konumu bafazla kişiye yönelik olarak ihlal edilebilmektedir (aynı kımından suçların içtimaını suç teorisi kapsamında
neviden fikri içtima).
inceleyen görüş, yaptırım teorisi içerisinde inceleyen
görüş ve karma görüş olmak üzere üç farklı sistem buGenel kural “quot crimina tot poenae” ilkesi gereği lunmaktadır.
gerçek içtima yani cezaların içtimaı uygulanmak suretiyle işlenen her bir norm ihlali için ayrı ayrı cezalan- Suçların içtimaını suç teorisi kapsamında incelenmesi
dırma yapılması ise de yukarıda sayılan hallerde 5237 arkasında yatan sebep suçların içtimaının fiil teklisayılı Türk Ceza Kanunu (“TCK”) 42, 43 ve 44’üncü ği-fiil çokluğu ayrımı üzerine temellenmesi ve suç tipmaddelerinde düzenlenen içtima hükümleri uygulan- leri ile suç tipleri arasındaki yapısal ilişkinin suçların
mak suretiyle failin kusuru oranında cezalandırılması içtimaı açısından özen arz etmesidir.
ilkesine uygun [2] bir cezalandırma amaçlanmakta;
ceza sorumluluğunun sınırları suçların içtimaı ile daSuçların içtimaını yaptırım teorisi altında ele alan
raltılmaktadır [3].
Fail görünüşte birden fazla hukuki normu ihlal etmiş görüşe göre ise suçların içtimaı cezanın belirlenmesi
olsa da ihlale sebep olan hareketler arasında amaçsal gerekliliğinden ortaya çıkmaktadır, cezaların belirlenbirlik bulunması ve hareketlerin arasında önemli bir mesi suçların içtimaının ortaya çıkış nedenidir; dolazamansal kesit bulunmaksızın birbirini takip etmesi yısıyla suçların içtimaı hükümleri de yaptırım teorile[4] gibi sebeplerle suçların içtimaı yoluna gidilmek- ri bağlamında ele alınmaktadır.
tedir.
Alman doktrininde karşılık bulan karma görüşe göre
C
66
HUKUK
ise suçların içtimaı hem suç teorisi hem de yaptırım esasını hareketin oluşturduğu belirtilmektedir. Dolateorisi altında ele alınması gereken çifte konuma sahip yısıyla bu görüşe göre fiilin tekliği veya çokluğu harebir kurumdur. Bu görüşe göre suçların içtimaı hem ketin tekliği ve çokluğuna göre belirlenmektedir [7].
suç teorisini hem de yaptırım teorisini ilgilendirmektedir.
Ancak Türk doktrinindeki klasik suç teorisine göre
fiil hareketten ibaret olmayıp netice ve fiil ile netice
GÖKTÜRK’e göre suçların içtimaı, kavram, hukuki arasındaki nedensellik bağı da fiilin bir unsuru olup
nitelik ve koşulları bakımından suç teorisi; ortaya çı- suça haksızlık muhtevasını netice kazandırmaktadır.
kış nedeni ve sonuçları bakımından yaptırım teorisi Bu bakımdan klasik suç teorisine göre fiilin çokluğu
ile ilgili bulunmakta olup karma teori bu bakımdan neticenin çokluğuna göre belirlenmektedir.
daha isabetlidir [5].
B.ÇEŞİTLİ İÇTİMA SİSTEMLERİ
İçtima sistemleri toplama sistemi, hukuki içtima sistemi, erime sistemi, kombinasyon sistemi, tek ceza sistemi olmak üzere beşe ayrılmaktadır.
Toplama sistemi “quot crimina, tot poenae” ilkesi gereği kaç tane suç varsa o kadar ceza verilmesi ve cezaların toplanmasını öngörmektedir. Bu durum cezanın
kusurla orantılı olması ilkesine aykırı düşmektedir.
Zira cezaların toplanması her bir cezanın fail üzerindeki bağımsız etkisinden daha yoğun bir etki bırakmaktadır. Örneğin iki yıllık bir hapis cezası üzerinde
eklenecek bir yılın fail üzerindeki etkisi; bağımsız bir
yıllık hapis cezasının etkisinden daha yoğundur. Bu
da eklenen her cezanın etkisini katlanarak göstermesi
anlamına geleceğinden cezanın kusur ile orantılı olması ilkesine aykırı düşmektedir.
Bu noktada neticeli suçlarla neticesiz suçlar arasında
ayrıma giden yazarlar da mevcuttur. Örneğin HAFIZOĞULLARI neticeli suçlarda neticenin sayısının
fiilin sayısını, fiilin sayısının da suçun sayısını belirleyeceği, buna karşılık neticesiz suçlarda salt hareketin
sayısının fiilin sayısını, fiilin sayısının suçun sayısını
belirleyeceğini ifade etmektedir [8].
TCK’nın 44’üncü maddesinin gerekçesinden ve
TCK’nın 8’inci maddesinin lafzından yeni TCK’nın
fiil kavramı ile sadece hareketi ifade ettiği anlaşılmaktadır [9]. Yeni TCK sistemine göre fiil tekliği / fiil çokluğu ayrımını hareket tekliği / hareket çokluğu olarak
anlamak da mümkündür. Yargıtay’ın uygulaması da
fiilin hareketten ibaret olduğu kabulü yönündedir
[10].
Hareket tekliği kavramını da kendi içerisinde doğal
anlamda hareket tekliği ve hukuki anlamda hareHukuki içtima sisteminde fail işlediği suçların ceza- ket tekliği olarak ikiye ayırmak mümkündür: doğal
larının toplamından değil en ağır cezanın belirli bir anlamda hareket tekliğinde failin iradi her bedensel
oranda artırılması suretiyle elde edilecek cezadan so- hareketi doğal anlamda bir hareket kabul edilirken
rumlu tutulur. Erime sisteminde ise fail işlediği suçlar- hukuki anlamda hareket tekliğinde ise doğal anlamda
dan sadece en ağır cezayı gerektiren suçun cezasından bir hareket kabul edilen birden fazla hareketin hukuki
sorumlu tutulur. TCK’da düzenlenen farklı neviden bir bütün olarak kabul edilebildiği durumlarda tek bir
hukuki hareketin var olduğu öngörülmektedir [11].
fikri içtimada erime sistemi esas alınmıştır.
Kombinasyon sistemi failin işlediği suçlardan en ağır
cezayı gerektiren suçun cezasından sorumlu tutulması ancak daha az ceza gerektiren suçların da nihai cezanın belirlenmesinde dikkate alınmasını öngörürken
tek ceza sistemi ise fail aynı anda kaç hukuki normu
ihlal ederse etsin hakkında tek bir cezaya hükmedilmesini öngörmekte, dolayısıyla fiil tekliği, fiil çokluğu ayrımının ve esasen bütün içtima kurallarının göz
ardı edilmesi sonucunu doğurmaktadır [6].
Örnek vermek gerekirse failin mağduru önce yumruklayıp sonra cebinden çıkardığı bıçakla bacağından
bıçaklaması halinde doğal anlamda hareket teorisine
göre birden fazla hareket bulunmasına rağmen hukuki anlamda hareket teorisine göre tek bir hukuki fiil
vardır ve örnekte bu fiil kasten yaralama suçunu meydana getirmektedir.
II.BİLEŞİK SUÇ
A.KAVRAM
C.FİİL TEKLİĞİ / FİİL ÇOKLUĞU AYRIMI
TCK’nın 42’inci maddesinde düzenlenen bileşik suçla
Fiil tekliği, fiil çokluğu ayrımı ve bu konudaki tartış- ilgili olarak “Biri diğerinin unsurunu veya ağırlaştırıcı
malar esasen içtima konusunun temelini teşkil etmek- nedenini oluşturması dolayısıyla tek bir fiil sayılan suça
tedir zira gerçekleştirilen bir fiil sonucunda kaç farklı bileşik suç denir. Bu tür suçlarda içtima hükümleri uyhukuki normun ihlal edildiği yani ortada kaç farklı gulanmaz.” hükmüne yer verilmiştir.
suçun bulunduğu hususunda bu ayrım son derece
önem arz etmektedir.
Esasen burada içtima hükümleri uygulanmaz denmek suretiyle içtima yapılmasına gerek olmadığı ifade
Alman doktrininde fiilin failin hareketinden ibaret ol- edilmek istenmektedir zira bileşik suçun bulunduğu
duğu kabul edilmekte ve suç teorisindeki haksızlığın hallerde içtima zaten bizzat kanun koyucu tarafından
67
HUKUK
yapılmaktadır. TCK’da tipik olarak düzenlenen iki landırılacaktır.
farklı suç tipi suç politikası gereği kanun koyucu tarafından biri diğerinin unsuru veya ağırlaştırıcı nedeni
olacak şekilde bir araya getirilmekte ve bağımsız bir Bu istisnanın gerçekleşmesi için de kanunun bir suçu
açıkça bileşik suç olarak düzenlemesi gerekmektedir.
suç tipi oluşturulmaktadır.
Kanun koyucu suçu tarif ederken suç tanımında bileşik suçun unsurlarını açık bir şekilde ortaya koymakta
Aslında bileşik suçu düzenleyen TCK 42’inci madde ve artık bu suç tanımı içerisinde yer alan suç tipleri
olmasaydı da bir eksiklik olmayacak yine aynı sonuca bağımsız bir şekilde yargılama konusu yapılmamakulaşılabilecekti zira bileşik suç kanunda tipik olarak tadır.
düzenlenmekte ve unsurlarıyla birlikte kanuni düzenleme içerisinde yer almaktadır. Bileşik suçu meydana
getiren tipik hareketlerin artık bağımsız bir suç ol- Bileşik suça benzemekle birlikte bileşik suç kapsamı
maktan çıkarak bileşik suçun unsuru haline geleceği dışında kalan bir takım durumlar vardır. Bunlar bir
suçu işlemek için başka bir suç işlemek, işlenmiş bir
hakim tarafından takdir edilebilecektir [12].
suçu gizlemek için başka bir suç işlemek, bir suç vesilesiyle bir başka suç işlemek durumlarıdır ki bu duKanun metninde de ifade edildiği gibi bileşik suç iki rumlarda bileşik suç bulunmaz gerçek içtima hükümfarklı şekilde oluşmaktadır [13]. Bunlardan ilki iki leri uygulanır [18].
farklı suç tipinin bir araya getirilmesi sonucu bağımsız bir suç tipinin ihdası şeklinde olmaktadır. Bu durumda bir araya getirilen suçlar bileşik suçun unsuru- Bir suçu işlemek için başka bir suç işleme durumunda
nu teşkil etmekte [14] ve meydana gelen yeni suç tipi fail TCK’da bağımsız bir şekilde düzenlenen bir suçu
unsur niteliğindeki suç tiplerinden bağımsız bir suça işlemek isterken bu amacı gerçekleştirmek için bir
başka suç daha işlemektedir. Kanun açıkça bu suçları
dönüşmektedir.
birbirinin unsuru veya ağırlaştırıcı nedeni olarak suç
tanımında göstermediği sürece bileşik suç söz konuBu tarz bileşik suçlara TCK 148’de düzenlenen yağma su olmaz ve gerçek içtima hükümleri uygulanır [19].
suçu örnek gösterilebilir. Yağma suçu farklı tipik suç- Cinsel saldırı suçunu işlemek için aynı zamanda kolar olarak düzenlenen TCK’nın 141’inci maddesinde- nut dokunulmazlığının da ihlal edilmesi buna örnek
ki hırsızlık suçu ile TCK’nın 108’inci maddesinde dü- gösterilebilir.
zenlenen cebir veya 106’ıncı maddesinde düzenlenen
tehdit suçlarının bir araya gelmesi ile oluşmaktadır.
Ancak tipik olarak TCK’da düzenlenmiş bulunan bu İşlenmiş bir suçu gizlemek için başka bir suç işleme dufarklı suç tipleri yağma halinde sadece yağmanın un- rumunda da fail TCK’da tipik olarak düzenlenen bir
surları olarak kalmakta hüküm TCK 148 yağma suçu suçu işledikten sonra bu suçu gizlemek ve ortaya çıkmasını önlemek için bir başka suç daha işlemektedir.
üzerinden kurulmaktadır [15].
Bu durumda da kanunda açıkça bileşik suç düzenlemesi bulunmaması halinde gerçek içtima hükümleri
Bileşik suçun diğer bir meydana geliş şekli ise TCK’da uygulanacaktır. Örneğin cinsel saldırı suçunun işlentipik olarak düzenlenmiş bir suçun başka bir suçun mesi akabinde suçun ortaya çıkmasını önlemek için
ağırlaştırıcı nedenini teşkil edecek şekilde kanunda cinsel saldırı mağdurunun öldürülmesinde bileşik suç
düzenlenmesi ile meydana gelmesidir. Burada suçlar- değil gerçek içtima hükümleri uygulanacaktır. Buradan biri ana suç olarak yer almakta diğer suç tipi ana da her ne kadar başka bir suçun ortaya çıkmasının
suçun ağırlaştırıcı nedeni kabul edilmektedir.
önlenmesi amacı kasten öldürme bakımından TCK
82/1-h’de nitelikli hal olarak düzenlense de nitelikli
halde suçun tipi belirtilmediğinden cinsel saldırı suçu
Bu tür bileşik suça örnek olarak da TCK’nın 116’ıncı bağımsızlık niteliğinin kaybetmez [20]; hem TCK
maddesinde düzenlenen konut dokunulmazlığının 82/1-h hem de TCK 102’de yer alan cinsel saldırı suihlali suçunun TCK 149/1-d’de yer alan yağma su- çundan ayrı ayrı cezalandırma yoluna gidilir.
çunun nitelikli halini teşkil etmesi gösterilebilir [16].
Görüldüğü üzere konut içerisinde yağma suçunun işlenmesi halinde TCK’da bağımsız bir suç olarak dü- Bir suç vesilesiyle bir başka suç işleme halinde de bilezenlenen konut dokunulmazlığının ihlali suçu ana suç şik suç değil gerçek içtima hükümleri uygulanacaktır.
olarak kabul edebileceğimiz yağmanın ağırlaştırıcı Örneğin fail bir kişiyi öldürdükten sonra mağdurun
nedenini teşkil etmekte ve konut dokunulmazlığının üzerinde yer alan değerli eşyaları da alması veya koihlali bağımsızlığını yitirerek hüküm sadece nitelikli nutta hırsızlık yaparken polisin sesini duyması halinyağma suçundan kurulmaktadır [17].
de kaçarken pencerenin camını da kırması halinde
işlediği her suçtan ayrı ayrı cezalandırılacaktır [21].
B.BİLEŞİK SUÇ KAPSAMI DIŞINDAKİ HALLER
Bileşik suç düzenlemesi diğer tüm içtima hükümlerinde olduğu gibi gerçek içtimaının bir istisnası şeklindedir. Bileşik suçun söz konusu olmadığı hallerde
her bir suç bağımsızlığını koruyacak ve ayrı ayrı ceza-
C.BİLEŞİK SUÇUN BAZI ÖZEL SONUÇLARI
TCK’da bir suçun bileşik suç şeklinde düzenlenmesine
bağlı bir takım özel sonuçlar söz konusudur. Bunlardan birincisi bileşik suçun kendisini oluşturan suçlara
68
HUKUK
bölünememesidir. Bileşik suçu oluşturan tipik suçlar edilmektedir [25].
bağımsızlığını yitirerek bileşik suç potası içerisinde
erirler ve bağımsızlıklarını yitirirler [22].
Zincirleme suç 765 sayılı eski TCK’nın 80’inci maddesinde “Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden
Bileşik suçun işlendiği yer ve zamanın tespiti bakımın- olarak, kanunun aynı hükmünün bir kaç defa ihlal
dan bileşik suçta belirtilen netice dikkate alınmakta- edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile, bir suç
dır; zamanaşımı da bileşik suçta belirtilen neticenin sayılır.” şeklinde düzenleme alanı bulmuş; müteselsil
gerçekleştiği andan itibaren işlemeye başlar.
suçların aynı kişiye karşı işlenme şartı aranmamıştır.
Bu bakımdan yeni TCK’nın zincirleme suç kapsamını
daralttığı söylenebilir [26].
Bileşik suçta unsur veya ağırlaştırıcı neden konumunda bulunan suçun tamamlanması ancak asıl suçun teşebbüs aşamasında kalması halinde bileşik suç Örnek vermek gerekirse bir mağazada kasiyer olarak
bakımından teşebbüs hükümleri uygulanır. Örneğin çalışan failin iki ay içerisinde her gün gizlice kasadan
konut dokunulmazlığının ihlali suretiyle yağma su- bir miktar para almış olması halinde altmış farklı güçunda konuta girildikten sonra failin çeşitli sebeplerle veni kötüye kullanma suçu oluşacaktır ve zincirleme
yağmayı gerçekleştirememesi halinde bileşik suça te- suç hükmü uygulanmazsa fail güveni kötüye kullanşebbüs söz konusu olacaktır [23].
ma suçundan altmış defa cezalandırılacaktır. Ancak
zincirleme suç hükmü gereği bu durumda fail hakkında tek bir güveni kötüye kullanma suçundan dörtBileşik suçu oluşturan suçlardan unsur veya ağırlaştı- te birden dörtte üçe kadar artırım yapılmak suretiyle
rıcı neden konumunda bulunan suçun ortadan kalk- cezalandırma yoluna gidilmektedir [27].
ması her zaman bileşik suçun da ortadan kalkması
sonucunu doğurmaz. Ayrıca bileşik suçu oluşturan
suçlardan birinin şikâyete bağlı olması da doğrudan Maddenin ikinci fıkrasında yer alan hüküm aynı nebileşik suçun da şikâyete bağlı olacağı sonucunu do- viden fikri içtimaya ait olduğundan söz konusu fıkra
ğurmamaktadır [24].
çalışmamızın devamında Fikri İçtima başlığı altında
ele alınacaktır.
III.ZİNCİRLEME SUÇ
A.KAVRAM
765 sayılı Eski Türk Ceza Kanunu’nda müteselsil suç
olarak isimlendirilen zincirleme suç Türk Ceza Kanunu’nun 43’üncü maddesinde “Bir suç işleme kararının
icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı
aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte
üçüne kadar artırılır. Bir suçun temel şekli ile daha ağır
veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı
suç sayılır. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda
da bu fıkra hükmü uygulanır.” şeklinde hüküm altına
alınmış bulunan özel bir içtima türüdür.
B.ZİNCİRLEME SUÇUN BENZER KAVRAMLARDAN FARKI
Zincirleme suçu kesintisiz suçtan ayıran nokta zincirleme suçta her bir suç arasında kesintisiz suçtan farklı olarak kesintinin söz konusu olmasıdır. Kesintisiz
suçlarda zincirleme suçu oluşturabilir [28]; uyuşturucu bulunmaktan tutuksuz yargılanan failin yeniden
uyuşturucu bulundurmaya başlaması buna örnek verilebilir [29].
Zincirleme suçu tekerrürden ayıran nokta zincirleme
suçlar arasında herhangi bir mahkûmiyet hükmü bulunmazken tekerrürde birinci suç ile ikinci suç arasınKanun koyucunun izlediği suç ve ceza siyaseti gere- da mahkûmiyet tesisi söz konusudur [30].
ği diğer içtima hükümlerinde olduğu gibi zincirleme suçlarda da sanık lehine olarak cezanın kusurla İtiyadı suç ile zincirleme suç kavramlarının farkı oladoğru orantılı olması, gerçekleştirilen fiillerin belirli rak da itiyadi suçta fillerin ancak belirli bir yoğunluğa
bir amaç doğrultusunda bir bütünlük arz etmesi gibi ulaştığında cezalandırıldığı hâlbuki ki zincirleme suçgerekçelerle şartları oluşması halinde failin mütesel- ta her suçun birbirinden bağımsız olduğu ve ilk fiil
sil şekilde gerçekleştirdiği birden fazla hukuki norm işlendiğinde suçun cezalandırılabilir olduğu gösterilihlalinin tamamından değil sadece bir tanesinin kar- mektedir [31].
şılığı olan cezada artırım yapılmak suretiyle cezalandırma yoluna gidilmesi söz konusudur.
C.ZİNCİRLEME SUÇUN HUKUKİ NİTELİĞİ
Zincirleme suç müessesinin ilk olarak ortaya çıkışının Zincirleme suçun hukuki niteliğini açıklayan iki gömüsebbibi olarak üç defa hırsızlığın ölümle cezalan- rüş bulunmaktadır. Bunlardan birincisi zincirleme
dırdığı ortaçağda Glossatörler ve Postglossatörlerin suçu tek suç olarak açıklarken diğeri zincirleme suçun
aynı tip suçu birden çok işleyen failleri aşırı şiddetteki çok suçtan oluştuğunu belirtmektedir.
cezalardan korumak için aldıkları ortak karar gösterilmektedir. Başta hırsızlık için öngörülen bu mües- Tek suç görüşündeki yazarlar zincirleme suçta failin
sesenin daha sonra tüm suçlara teşmil edildiği ifade tek bir suç işleme kararının bulunduğu ve aynı yasa
69
HUKUK
hükmünü ihlal ettiği gerekçeleriyle esasen ortada tek
bir suçun olduğunu savunmakta diğer bir grup yazar
ise ortada birbirinden bağımsız birden çok suç olduğu
ancak bunların ceza yönünden tek suç sayıldığı görüşünü savunmaktadırlar [32].
D.ZİNCİRLEME SUÇUN ŞARTLARI
Zincirleme suçun meydana gelebilmesi için dört koşulun mevcut bulunması gerekmektedir. Bunlar, aynı
suçun temel şeklinin veya daha az veyahut da daha
çok ceza gerektiren nitelikli şekillerinin birden çok
kez gerçekleştirilmiş olması, bu suçların değişik zamanlarda işlenmesi, tek bir suç işleme kararının tüm
suçları kapsayacak şekilde mevcut bulunması ve suçun belli bir kişiye karşı işlenmesi veya işlenen suçların mağduru belli bir kişi olmayan suçlardan olmasıdır.
İşlenen suçların aynı suçun temel şekli veya daha az
veyahut daha çok ceza gerektiren nitelikli şekilleri olması gerekmektedir. Bu bakımdan örneğin failin bir
gün hırsızlık ertesi gün dolandırıcılık ve daha sonra
resmi belgede sahtecilik suçlarını işlemesi halinde
zincirleme suç hükmü uygulanamayacak her bir suç
bağımsız bir şekilde cezalandırma konusu olacaktır.
Madde metninde bir suçun daha az veya daha çok
ceza gerektiren nitelikli hallerinin de aynı suç kabul
edileceği belirtildiğinden örneğin basit yaralama ile
nitelikli yaralama; basit tehdit ile nitelikli tehdit gibi
suçların işlenmesi halinde de zincirleme suç hükümleri uygulanacaktır.
Ancak dikkat edilmelidir ki suçun temel şeklinin yanında teselsül içerisinde nitelikli hali de işlenmiş ise
zincirleme suç hükmü kapsamında yapılacak arttırmada suçun nitelikli hali için öngörülen ceza esas
alınmalıdır [37].
Kabahatler ile suçlar arasında da zincirleme suç hükmü uygulanamamaktadır. Kabahatler de kendi içerisinde müteselsil şekilde işlense de Kabahatler Kanunu
15/2’de yer alan “Aynı kabahatin birden fazla işlenmesi halinde her bir kabahatle ilgili olarak ayrı ayrı idari
para cezası verilir.” hükmü gereği zincirleme suç hükümleri uygulanamamaktadır [38].
1.AYNI SUÇUN TEMEL ŞEKLİNİN VEYA NİTELİKLİ ŞEKİLLERİNİN BİRDEN FAZLA KEZ İŞLENMESİ
Zincirleme suçu meydana getiren her bir suçun bağımsız olarak suç teşkil etmesi gerekmektedir. Zincirleme suç kapsamındaki her bir suçun tipiklik ve hukuka aykırılık unsurları mevcut bulunmalıdır; şayet
teselsül eden suçlardan biri için hukuka uygunluk sebebi varsa veya kanun koyucu tarafından suç olmaktan çıkartılmışsa artık bu suçun zincirleme suç kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayacaktır [33]. 2.AYNI SUÇUN DEĞİŞİK ZAMANLARDA İŞLENMESİ
Bir suç kapsamında gerçekleşen birden fazla fiil ba- 765 sayılı eski TCK’da müteselsil suçlar arasındaki
ğımsız suç teşkil etmeyeceğinden ve aslında ortada zaman kavramı “muhtelif zamanlarda vaki olsa bile”
hukuki anlamda bir fiil bulunduğundan bu durumda şeklinde ifade edilmekteydi ve bir kişiye karşı bir suda zincirleme suçtan bahsedilemez [34]. Örneğin fai- çun aynı zaman dilimi içerisinde birden fazla kez işlin girdiği evde mağdura ait birden fazla eşya çalması lenmesi halinde de zincirleme suçun varlığı kabul edihalinde aslında hukuki anlamda tek bir fiil vardır ve liyordu.
failin gerçekleştirdiği fiiller tek bir hırsızlık suçunu
oluşturacağından zincirleme suç söz konusu olmaz.
Ancak 5237 sayılı TCK’da zaman kavramı “değişik
zamanlarda” şeklinde ifade edilmiş ve takibeden suçAyrıca kesintisiz suçlarda da kesinti gerçekleşmediği ların mutlaka değişik zamanlarda işlenmiş olması
sürece tek bir suç söz konusu olduğundan zincirleme öngörülmüştür. Bu bakımdan yeni TCK’ya göre bir
suç söz konusu olmaz, ancak kesinti gerçekleştikten suçun aynı zaman içerisinde birden fazla işlenmesi
belli bir süre sonra suç tekrar işlenirse kesintisiz suçlar zincirleme suç kapsamında değerlendirilemeyecektir
açısından da zincirleme suç gündeme gelir.
[39]; ancak bu husus TCK 61’inci madde kapsamında
hakim tarafından dikkate alınabilecektir [40].
İhmali suçlar da tıpkı icrai suçlar gibi zincirleme suçun konusunu oluşturabilirler. Acil servisteki doktorun acil müdahale gerektiren bir hastaya bir hafta
boyunca, müdahale etmesi gereken durumlarda müdahale etmemesi ve bu süreç içerisinde hastanın ölmesi halinde doktorun fiilleri ihmali suçların zincirleme suç teşkil etmesine örnek oluşturur [35]. Ayrıca
ihmali suçlarla icrai suçlar da aynı suç tipini oluşturmaları kaydıyla zincirleme suç kapsamında yer alabilirler; örneğin dolandırıcılık suçunun icrai ve ihmali
şekilde işlenmesi halinde diğer şartların da mevcut
olması takdiriyle zincirleme suç hükümleri tatbik edilebilir [36].
Zaman aralığının ne kadar olması gerektiği ise madde
metninden anlaşılmamakla birlikte bunun değerlendirmesi her somut olayda hakim tarafından yapılmalıdır [41]. Müteselsil fiiller arasındaki zaman aralığı
az olabileceği gibi çok da olabilir [42]. Bu noktada
mühim olan fiiller arasındaki zaman aralığının aynı
suç işleme kararı kapsamında işlenme bütünlüğünü
bozmuyor olmasıdır [43].
3.SUÇ İŞLEME KARARINDA BİRLİK BULUNMASI
Failin zincirleme suçu oluşturan fiillerin icrasına baş-
70
HUKUK
larken “bu fiilleri belli bir suç işleme kararı kapsamında gerçekleştirme saikiyle hareket ettiği varsayımı
zincirleme suç kurumunun temelini oluşturmaktadır.
Bu koşul doktrinde zincirleme suçun subjektif koşulu
olarak da adlandırılmaktadır [44].
gerekir. Ancak, bu son durumla ilgili olarak hukuk uygulayıcılarında oluşan tereddüdü gidermek amacıyla,
43’üncü maddenin birinci fıkrasına “Mağduru belli bir
kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü uygulanır.”
şeklinde bir cümle eklenmiştir.” şeklinde açıklanmıştır.
Teselsül eden suçların manevi unsuru olarak failin
kastı zincirleme suçu meydana getiren tüm bu suçları tam da gerçekleştirildiği şekilde belirli bir teselsül
halinde işlemeye yöneliktir. Örneğin failin bir hafta
boyunca mahallesindeki bir inşaattan her gün belli
bir miktar tuğla çalması halinde zincirleme hırsızlık
suçu söz konusudur ve failin inşaatta bulunan tuğlaları çalma noktasında önceden bir planı ve tüm tuğlaları
kapsayan genel bir hırsızlık niyeti söz konusudur [45].
Yargıtay Ceza Genel Kurulu içtihadında [46] suç işleme kararında birliği aşağıdaki unsurların varlığına
bağlamıştır:
Örneğin TCK 235’te düzenlenen ihaleye fesat karıştırma suçu topluma karşı suçlardan biridir. Failin değişik zamanlarda değişik kamu kurumlarına açılan
ihalelerde ihaleye fesat karıştırma suçunu işlemesi halinde esasen teselsül eden suçların hepsinde mağdur
toplum olduğundan kanun bu tür suçlarda da mağdur
belli bir kişi olmasa da zincirleme suçun uygulanabileceğini öngörmüştür [49].
• Benzer fırsatları değerlendirme
• Suçun yöneldiği maddi konunun (kişi ya da şeyin) nitelik ve başkalıkları
• Olaysal olarak suçun işlenmesindeki özellikler
• Suçun işleniş biçimi, fiillerin işlendikleri yer ve
işlenme zamanı
• Fiiller arasında geçen süre
• İhlal edilen değer ve yarar ile korunan değer ve
yarar
• Olayların oluşum ve gelişimi
• Diğer tüm özellikler [47]
C.ZİNCİRLEME SUÇ KAPSAMI DIŞINDA BIRAKILAN SUÇLAR
Zincirleme suçu düzenleyen TCK’nın 43’üncü maddesinin üçüncü fıkrasında zincirleme suç hükümlerinin uygulanmayacağı dört adet istisnai suç tipi
öngörülmüştür. Bu suçlar kasten öldürme, kasten yaralama, işkence ve yağmadır [50].
Maddenin ilk halinde cinsel saldırı ve çocukların
cinsel istismarı suçları da bu istisnalar arasında iken
29.06.2005 tarih ve 5377 sayılı kanun ile yapılan değişiklikle bu suçlar istisna kapsamından çıkartılmıştır
[51].
Cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarının istisna kapsamından çıkartılması ile ilgili olarak madde
gerekçesinde başta Yargıtay olmak üzere hakim ve
savcılarda ispat sorunu ve ölçüsüz ceza miktarlarının
4.SUÇUN BİR KİŞİYE KARŞI İŞLENMESİ VEYA ortaya çıkması bakımından ciddi endişelere neden olMAĞDURU BELLİ BİR KİŞİ OLMAYAN BİR SU- duğu, bu endişeleri gidermek maksadıyla ilgili suçlaÇUN İŞLENMESİ
rın istisna kapsamından çıkartıldığı belirtilmiştir [52].
Zincirleme suç kural olarak belli bir kişiye karşı işlenebilir. Zincirleme suç kapsamında gerçekleştirilen
fiillerin hedefinde aynı kişi olmalıdır. 765 sayılı eski D.ZİNCİRLEME SUÇUN BAZI ÖZEL SONUÇLATCK’dan faklı olarak [48] 5237 sayılı TCK farklı kişi- RI
lere karşı işlenen suçları zincirleme suç kapsamında Zincirleme suçu oluşturan suçlardan bir kısmının tedeğerlendirmemektedir. TCK 43’üncü maddenin ge- şebbüs aşamasında kalması halinde de zincirleme surekçesinde de bu husus “… Zincirleme suç halinde, çun varlığı kabul edilir [53]. Bu durumda zincirleme
ortada bir suç değil, birden fazla suç mevcuttur. Zin- suç kapsamında işlenen suçlardan tamamlanmış olan
cirleme suçtan söz edebilmek için, aynı suçun müte- suç üzerinden artırım yapılarak cezalandırma yoluna
addit defa aynı kişiye karşı işlenmesi gerekir. İşlenen gidilir.
suçların mağdurunun aynı kişi olması gerekir. Suçun
mağdurunun farklı kişiler olması halinde, zincirleme
suç hükümleri uygulanamaz.” şeklinde vurgulanmak- Zincirleme suç son fiilin gerçekleştiği tarihte işlenmiş
sayılır, zamanaşımı son fiilin gerçekleştiği andan baştadır.
lar. Yer itibariyle yetki ise son fiilin gerçekleştirildiği
yer mahkemesidir. Zincirleme suçu oluşturan suçlarZincirleme suçun belirli bir kişiye karşı işlenmiş ol- dan biri şikâyete bağlı ise bu suç bakımından şikâyette
ması aranmakla birlikte mağduru belli bir kişi olma- bulunulmaması halinde söz konusu fiil zincirleme suç
yan suçlar açısından da zincirleme suç hükümlerinin kapsamında değerlendirilemez; şikâyet bakımından
uygulanacağı madde metninde belirtilmiş; madde hak düşürücü süre zincirleme suç kapsamında son figerekçesinde ise bu durum “Rüşvet ve çevrenin kir- ilin işlendiği tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır
letilmesi gibi, toplumu oluşturan herkesin mağdur ol- [54].
duğu suçlarda muayyen bir kişi mağdur olmadığına
göre, zincirleme suç hükümlerini öncelikle uygulamak
71
HUKUK
E.ZİNCİRLEME SUÇ SONUCU VERİLECEK
CEZA
Zincirleme suç şartlarının oluşması halinde faile işlediği suçlardan sadece bir tanesinin cezasında olayın
mahiyetine göre hakimin takdiriyle dörtte birden
dörtte üçe kadar artırım yapılmak suretiyle cezalandırma yoluna gidilecektir.
Zincirleme suçu oluşturan suçlardan biri teşebbüs
aşamasında kalmış diğeri tamamlanmış ise artırım
tamamlanmış suçun cezası üzerinden veya biri suçun
basit hali diğeri cezanın arttırılmasını gerektiren bir
nitelikli hali şeklinde işlenmişse nitelikli hal üzerinden yapılacaktır.
Zincirleme suç bakımından gerçekleştirilecek bu artırım TCK 61 kapsamında belirlenecek somut ceza
üzerinden yapılacaktır. TCK 61’inci maddesinde zincirleme suç artırımı dahil cezanın arttırılması veya
azaltılmasını gerektiren unsurların tatbik sırası belirtilmiştir. TCK 61’de belirtilen sıra gereği öncelikle
temel ceza belirlenecek, ardından cezayı arttıran ve
azaltan nitelikli haller uygulanacak, daha sonra sırasıyla teşebbüs, iştirak ve zincirleme suç hükümleri tatbik edilecektir [55].
IV.FİKRİ İÇTİMA
A.KAVRAM
Fikri içtima, farklı neviden fikri içtima ve aynı neviden fikri içtima olmak üzere iki farklı türü bulunan ve
TCK’nın 43/2 ve 44’üncü maddelerinde düzenlenen
bir suçların içtimaı türüdür.
iki ayrı normdan dolayı iki ayrı cezalandırılma yerine
gerçekleşen norm ihlallerinden sadece birinin cezası
ile cezalandırılmasını öngörmüştür.
765 sayılı TCK’nın 79’uncu maddesinde de fikri içtima 5237 sayılı TCK’ya benzer olarak “İşlediği bir fiil
ile kanunun muhtelif ahkamını ihlal eden kimse o ahkamdan en şedit cezayı tazammun eden maddeye göre
cezalandırılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Fikri içtimaının hukuki niteliğini açıklamaya çalışan
“birlik” ve “müteaddit suçların birleşmesi” olarak adlandırılan iki ayrı teori bulunmaktadır. Birlik teorisine göre fikri içtima halinde aslında tek bir suç söz
konusudur, bu da failin kastının tekliğine dayandırılmaktadır. Müteaddit suçların birleşmesi görüşüne
göre ise fikri içtimaının birden fazla suçun bir araya
gelmesi ile oluştuğu kabul edilmektedir [57].
B.FİKRİ İÇTİMANIN ŞARTLARI
Fikri içtimaının şartları tek bir fiilin bulunması ve bu
tek fiil ile birden fazla hukuk normunun ihlal edilmesidir. İhlal edilen birden fazla hukuk normunun farklı
suçlar teşkil etmesi halinde farklı neviden fikri içtima,
aynı suçu teşkil etmesi halinde aynı neviden fikri içtima hükümleri uygulama alanı bulacaktır.
1.TEK BİR FİİLİN BULUNMASI
Fikri içtimaının uygulanabilmesi için tek bir fiille
kanunun düzenlediği farklı normların ihlali veya bir
normun birden fazla ihlali söz konusu olmalıdır. Fiilden ne anlaşılması gerektiği doktrinde tartışma konusudur [58]. Fiilin hareketten mi ibaret olduğu yoksa
Bir fikri içtima türü olan aynı neviden fikri içtimaının hareketle birlikte neticenin de fiilin bir unsuru olarak
zincirleme suçu düzenleyen 43’üncü maddenin içe- kabul edilip edilemeyeceği suç teorisi bağlamında
risinde ele alınması kanun sistematiğindeki bir hata doktrinde tartışma konusudur.
olarak görülebilir. Zira aynı neviden fikri içtima çok
fiilli bir içtima türü olan zincirleme suçun türü değil Bazı yazarlar fiilin hareketten ibaret olduğu ve tek haaksine TCK 44’de düzenlenen fikri içtimaının bir çe- reketin bulunduğu durumlarda birden çok netice gerşididir [56].
çekleşse bile tek bir fiilin bulunduğu görüşünü savunmaktadır. Diğer bir grup yazara göre ise fiilin sayısı
TCK’nın 44’üncü maddesinde farklı neviden fikri iç- gerçekleşen neticeye göre belirlenmelidir. Bu yazarlatima “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, deği- ra göre tek bir hareket sonucu birden fazla netice gerşik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla çekleşmişse artık fiilin tekliğinden bahsedilemeyecek
işlenmesi durumunda bir cezaya hükmedilir.” şeklinde, ve birden fazla fiil bulunduğu sonucuna ulaşılacaktır.
aynı neviden fikri içtima ise TCK 43/2’de “Aynı suçun
birden fazla kişiye karşı işlenmesi durumunda da birin- Doktrindeki bu görüş ayrılığı fikri içtimaının kapsaci fıkra hükmü uygulanır.” -yani tek bir norm ihlalinin mını da savunulan görüş doğrultusunda genişletmekcezası üzerinden artırım yapılmak suretiyle cezalan- te veya daraltmaktadır. İlk görüşü savunan yazarlara
dırma yoluna gidilir- şeklinde tanımlanmıştır.
göre doğal veya hukuki anlamda tek bir hareket bulunduğunda netice birden fazla da olsa artık tek bir fiFailin tek bir suç işleme kararının icrası kapsamında ilden bahsedilecek ve ortaya çıkacak birden fazla netigerçekleştirdiği tek bir fiil neticesinde birden fazla ce bakımından fikri içtima hükümleri uygulanacaktır.
hukuk normunun ihlal edilmesi halinde kanun koyucu failin tek bir suç işleme kastının bulunması, fiilin Örneğin failin silahla ateş etmesi halinde hem pencehaksızlık muhtevasının karşılığı olan cezalandırma- re camının kırılmasına; hem de pencerenin arkasınnın kusur ilkesi bakımından orantılı olması gereklili- da bulunan kişinin ölümüne sebep olunması halinği gibi sebeplerle bir suç politikası olarak ihlal edilen de fiilin hareketten ibaret olduğu görüşünü savunan
72
HUKUK
yazarlara göre silahla ateş etme tek bir hareket olduğundan tek bir fiil bulunduğu kabul edilecek, tek fiil
sonucu iki farklı suçun meydana gelmesi fikri içtima
hükümleri uygulanması sonucunu doğuracaktır [59].
Dolayısıyla fail sadece daha fazla ceza öngören kasten
adam öldürme suçundan cezalandırılacaktır. Esasen
kanun gerekçesi de bu görüşü desteklemektedir [60].
Diğer görüşü savunan yazarlara göre ise hareketin sonucunda birden fazla netice meydana gelmişse artık
fiilin tekliğinden bahsedilemeyecek [61]; dolayısıyla
meydana gelen neticeler bakımından çok fiil bulunması meydana gelen suçlar bakımından gerçek içtima
hükümlerinin uygulanmasını gerektirecektir. Örneğin failin silahla ateş etmesi halinde hem pencere camının kırılmasına; hem de pencerenin arkasında bulunan kişinin ölümüne sebep olunması örneğinde iki
farklı netice bulunduğundan iki fiil söz konusu olacak
ve iki fiil sonucu meydana gelen iki ayrı suçtan gerçek
içtima kapsamında ayrı ayrı cezalandırma yoluna gidilecektir. Dolayısıyla fail hem mala zarar verme hem
de kasten öldürme suçlarından dolayı cezalandırılacaktır.
İkinci görüşteki yazarlara göre ancak tek hareket sonucu tek netice ile birden fazla suçun meydana gelmesi durumunda fikri içtima hükümleri uygulanabilecektir. Buna örnek olarak failin tek bir tokat ile hem
mağduru aşağılamak suretiyle hakaret fiilini işlemesi
hem de kasten yaralama suçunu oluşturması gösterilebilir. Hareket tek olduğu gibi netice de mağdura tokat atılmasından ibarettir.
Çok neticenin varlığında dahi hareket tek ise fiilin
tek olduğunu kabul ederek fikri içtima hükümlerinin
uygulanmasını savunan yazarların yukarıdaki örnekte olduğu gibi neticenin de tek olduğu hallerde fikri
içtima hükümlerinin uygulanmasını kabul edecekleri
evleviyetle ortadadır [62].
Fiilin tekliği sonucunu doğuran hareketin tekliğinden
bahis daha önce de açıklandığı üzere doğal anlamda
hareketten ziyade hukuki anlamda hareket tekliğidir.
Aynı suçun icrası kapsamında belli bir bütünlük içerisinde işlenen birden fazla hareketin hukuki anlamda
tek bir hareket oluşturduğu kabul edilmektedir.
gerçek içtima yapılmak suretiyle her bir suçtan ayrı
ayrı cezalandırma yoluna gidilir[65].
Bir önceki örnekte failin kastının tek bir kurşunla
hem camı kırmak suretiyle mala zarar vermeye hem
de pencere ardındaki kişiyi öldürmeye yönelik olması
halinde artık fikri içtima hükümlerine gidilemeyecek
ve fail kastı doğrultusunda işlediği iki ayrı suçtan ayrı
ayrı cezalandırılacaktır [66].
2.BİRDEN FAZLA NORM İHLALİNİN MEYDANA GELMESİ
Tek bir fiille gerçekleştiren birden fazla norm ihlali
farklı farklı suçlardan teşekkül edebileceği gibi; aynı
suçun birden fazla ihlali şeklinde de meydana gelebilir. İlk durumda TCK’nın 44’üncü maddesinde düzenlenen farklı neviden fikri içtima; ikinci durumda
43/2’de düzenlenen aynı neviden fikri içtima hükümleri uygulanacaktır.
a.Aynı Neviden Fikri İçtima (TCK 43/2)
Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi halinde TCK 43/2’de düzenlenen aynı neviden fikri içtima meydana gelmektedir. Bu durumda
fail tek bir fiiliyle aynı ceza normunu birden fazla kez
ihlal etmekte ancak bu ihlallerden yalnız bir tanesinin
cezası dörtte birden dörtte üçe kadar artırım yapılmak
suretiyle uygulanmaktadır. Failin birden fazla kişiye
hakaret etmesi, birden fazla kişinin aynı anda tehdit
edilmesi, tek fiille birden fazla kişinin hürriyetinden
yoksun bırakılması halinde aynı neviden fikri içtima
hükmü uygulama alanı bulur [67].
Zincirleme suç bahsinde belirtilen istisnai suçlar aynı
neviden fikri içtima için de caridir. TCK 43/3’te belirtilen kasten öldürme, kasten yaralama, işkence ve
yağma halinde aynı neviden fikri içtima uygulanmaz
ve gerçek içtima yapılarak fail her bir suçtan ayrı ayrı
cezalandırılır.
Aynı neviden fikri içtimaının zincirleme suç maddesi
altında düzenlenmesi de “doktrinde, zincirleme suç bakımından birden fazla suça birden fazla fiil ve tek fiille
sebebiyet verilmesi şeklinde ikili bir ayırım yapılması;
bir başka ifadeyle aynı nev’iden fikri içtimaın zincirleme suçun bir türü olarak algılanması, birbirinden farklı
Örneğin failin mağdura önce tokat atıp, sonra tekme- olan iki kurumun yapısal olarak birbirine karıştırılmalemesi halinde; esasen tek bir kasten yaralama suçu sı sonucunu doğurması” gerekçeleriyle eleştiri konusu
kapsamında değerlendirilecek hukuki anlamda tek bir olmakta [68], aynı neviden fikri içtimaının farklı nefiil mevcuttur. Yargıtay’ın bu noktada hatalı kararları viden içtima ile beraber TCK 44’üncü maddede dübulunsa da [63] böyle bir örnekte tek bir fiille iki farklı zenlenmesi gerektiği belirtilmektedir.
kasten yaralama suçu oluştuğundan fikri içtima hükümlerinin uygulanacağı yorumu hatalıdır ve ortada b.Farklı Neviden Fikri İçtima (TCK 44)
tek bir kasten yaralama suçu mevcuttur.
Tek fiille birden fazla farklı suçun meydana gelmesi
halinde TCK 44’te düzenlenen farklı neviden fikri içFikri içtima hükümlerinin uygulanabilmesi için failin tima hükmü uygulama alanı bulur. Farklı neviden fikkastının tek bir suç işlemeye yönelik olması gerekir ri içtima halinde failin gerçekleştirdiği fiil aynı anda
[64]; aksi halde fikri içtima hükümleri uygulanmaz; iki ayrı ceza normunu ihlal etmektedir.
73
HUKUK
Bu norm TCK dışındaki kanunlarda düzenlenmiş
suçlara ilişkin de olabilir; ancak kabahat niteliğindeki
düzenlemeler ile suç teşkil eden normlar arasında fikri içtima hükümleri uygulanamaz. Kabahatler Kanunu 15’inci maddede bu konuda getirilen özel düzenlemeye göre bir fiilin hem suç hem de kabahat teşkil
etmesi halinde sadece suçtan dolayı yaptırım uygulanabilecektir [69].
lemeyecektir.
Aynı neviden fikri içtimada cezada artırım öngörülmesi ve çeşitli istisnai suçların düzenlenmiş olmasına
karşı farklı neviden fikri içtimada artırım ve istisna
hükümlerine yer verilmemesi “farklı nev’iden fikri
içtimada failin sadece en ağır cezayı gerektiren suçtan
sorumlu tutulması, fakat cezanın belirlenmesinde ihlallerin çokluğunun dikkate alınmaması, haksızlık muhtevasının tüketilmesi ilkesinin ihlali niteliğini taşıdığı”
[71] gerekçesiyle doktrinde eleştirilmektedir.
Fiilin, kanunda suç olarak düzenlenen normun içerdiği haksızlık muhtevasının karşılığı olması, faile verilecek cezanın kusuruyla orantılı olması, non bis in idem
ilkesi gereği bir fiilin birden fazla kez cezalandırılamaması, failin tek bir suç işleme doğrultusundaki kastı,
hareketlerindeki birlik ve bütünlüğün mevcudiyeti
gibi çeşitli sebep ve gerekçelerle esasen şekli manada
ve görünüşte birden fazla suç işleyen failin işlediği bu
suçlar çalışmamızda da incelediğimiz üzere içtima
hükümleri ile daha hafif şekilde cezalandırılmaktadır.
Fikri içtimaı oluşturan suçların farklı yerde işlenmesi
halinde en ağır cezayı gerektiren suçun işlendiği yer
mahkemesi yetkili kabul edilir; görevli mahkeme de
en ağır cezaya göre belirlenecektir [74].
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Farklı neviden fikri içtimada fail sadece en ağır ceza- “Kaç tane fiil varsa o kadar suç; kaç tane suç varsa o kayı gerektiren suçtan dolayı sorumlu tutulmakta mey- dar ceza vardır / Quot crimina tot poenae” ilkesine fail
dana gelen diğer suç bakımından herhangi bir ceza- lehine bir takım istisnalar getiren suçların içtimaı hülandırma yapılmamaktadır. Hangi normun daha çok kümleri 765 sayılı TCK’da olduğu gibi bir takım ufak
ceza gerektirdiği her bir hukuk normunun somut ola- değişikliklere uğramak suretiyle 5237 sayılı TCK’da da
ya uygulanması ile tespit edilmelidir [70].
yerini almıştır.
Örnek olarak tek bir fiil ile aynı anda hem bir kişinin
öldürülmesi hem de bir kişinin yaralanması halinde
sadece kasten öldürmeden sorumlu tutulan fail yaralama olmaksızın sadece kasten öldürme durumunda
da bir tek kasten öldürmeden sorumlu tutulmaktadır.
Sonuçta iki durumda da aynı cezalandırmanın gerçekleştirilmesi çelişki arz etmekte ve adilane bir cezalandırma olarak gözükmemektedir.
Çalışmamızda ele aldığımız TCK’nın 42, 43 ve 44’üncü
maddelerinde düzenlenen sırasıyla Bileşik Suç, Zincirleme Suç ve Fikri İçtima kavramlarının kapsamı,
uygulama alanları doktrinsel bir takım tartışmaların
da konusunu teşkil etmektedir.
Fiil tekliği, fiil çokluğu ve fiilin muhteviyatındaki
hareket ve netice bağlamındaki doktrinsel tartışmaEsasen ceza hukukunun genel hükümlerinde kıyas lar hala devam etmekte; Yargıtay’ın da bu bağlamda
mümkün olsa da TCK 43’de yer alan artırım ve istis- muhtelif kararlarının bulunması içtima teorisinin tam
nalar TCK 44’e kıyas yoluyla uygulanamayacaktır zira olarak rayına oturmasını güçleştirmektedir. Esasen
ceza hukuku genel hükümlerinde yapılacak kıyas ceza suç teorisinin temelinde gerçekleşen bu tartışmalar
sorumluluğunun genişlemesine sebep olmamalıdır. suçların içtimaının kapsamını da doğrudan etkilemeSöz konusu kıyas açıktır ki farklı neviden fikri içtima si bakımından son derce mühimdir.
bakımından ceza sorumluluğunu genişletecektir.
C. FARKLI NEVİDEN FİKRİ İÇTİMANIN ÖZEL
SONUÇLARI
Fikri içtimaı meydana getiren suçlardan bir tanesinin
dava zamanaşımının dolması halinde artık bu suç fikri içtima kapsamında değerlendirilemeyecek; ancak
zamanaşımına uğramamış suç bakımından yargılama
ve cezalandırma yoluna gidilebilecektir [72].
Fikri içtima kapsamındaki suçlardan en ağır olanının
şikâyete bağlı olması halinde ise bu suça ilişkin şikâyet
bakımından hak düşürücü sürenin dolması beklenir;
sürenin dolması halinde yargılama ve cezalandırma
daha hafif suç bakımından gerçekleştirilir [73]. Fikri içtimaı oluşturan suçlardan bir tanesinin teşebbüs
aşamasında kalması fikri içtima uygulanmasını etki-
Suç teorisindeki bu tartışmaların varlığı ve fiilin muhteviyatındaki muğlak durum devam ettiği sürece ceza
hukukunun pek çok noktasında kendisini gösteren bu
doktrinsel ihtilaf suçların içtimaında da varlığını sürdürmeye devam edecek gibi gözükmektedir.
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-Mehmet Emin ARTUK/Ahmet GÖKÇEN/A. Caner YENİDÜNYA; Ceza Hukuku Genel Hükümler,
Adalet Yayınevi, 6. Baskı, 2012, Ankara, s.669; Hakan
HAKERİ; Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 16. Baskı, 2013, Ankara, s.555; Neslihan GÖKTÜRK; Fikri İçtima, Adalet Yayınevi, 1. Baskı, 2013,
Ankara, s.6.
2-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların
İçtimaı”, Ceza Hukuku ve Kriminoloji Dergisi, C 2, S
74
HUKUK
1-2, 2014, İstanbul, s.32.
3-Zeki HAFIZOĞULLARI/Muharrem ÖZEN; Türk
Ceza Hukuku Genel Hükümler, U-S-A Yayıncılık, 5.
Baskı, 2012, Ankara, s.374.
4-Doğan SOYASLAN; Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayıncılık, Güncelleştirilmiş 4. Baskı, 2012,
Ankara, s.256 .
5-Neslihan GÖKTÜRK; Fikri İçtima, s.8 v.d.
6-Neslihan GÖKTÜRK; Fikri İçtima, s.12 v.d.
7-Mahmut KOCA/ İlhan ÜZÜLMEZTürk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayıncılık, Güncellenmiş 5. Baskı, 2012, Ankara, s.431.
8-HAFIZOĞULLARI/ÖZEN; a.g.e., s.377.
9-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.431.
10-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların
İçtimaı”, s.40; Yargıtay CGK, 6.7.2010, E. 2010/8 51, K.
2010/162 “Ayrıca, sanık Seyithan’ın hukuki anlamda
tek sayılan “birden fazla ateş etme” eylemi sonucunda, birden çok kişinin “olası kastla” yaralanmış olması
nedeniyle, 5237 sayılı TCY.nın 43/2. Maddesindeki
“aynı nev’iden fikri içtima” hükümlerinin uygulanması gerektiği de ileri sürülebilirse de, 43. maddenin
3. fıkrası uyarınca “kasten yaralama” suçları açısından
“aynı nev’iden fikri içtima” hükümlerinin uygulanma
olanağı bulunmadığından, bu açık yasal düzenleme
uyarınca gerçek içtima kuralları uyarınca olası kastla yaralanan her bir mağdur yönünden ayrıca hüküm
verilmesi gerekmektedir.” Anılan kararda Yargıtay’ın
fiilin tespitinde neticeyi esas alması halinde birden
fazla neticenin meydana gelmesinden bahisle doğrudan gerçek içtima değerlendirmesi yapması gerekirken; fiil açısından hareketi esas alarak hukuki anlamda tek bir hareket dolayısıyla tek bir fiil bulunduğu
tespiti ile aynı neviden fikri içtima ve TCK 43/3’te yer
alan istisna hükmü gereği de gerçek içtima değerlendirmesi yapmıştır.
11-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.432.
12-Fatih BİRTEK; Ceza Hukuk Genel Hükümler,
Adalet Yayınevi, 3. Baskı, 2014, Ankara, s.320; İzzet
ÖZGENÇ; Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayıncılık, 7. Baskı, 2012, Ankara, s.515; Veli Özer
ÖZBEK/ M. Nihat KANBUR/ Pınar BACAKSIZ/Koray DOĞAN/İlker TEPE; Türk Ceza Hukuku Genel
Hükümler, Seçkin Yayınevi, 1. Baskı, 2010, Ankara,
s.514.
13-Timur DEMİRBAŞ; Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 8. Baskı, 2012, Ankara, s. 504.
14-Pervin AKSOY İPEKÇİOĞLU; ”Türk Ceza Kanunu’nda Bileşik Suç”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 61 (1), 2012, Ankara, s. 43.
15-Bahri ÖZTÜRK/Mustafa Ruhan ERDEM; Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku,
Seçkin Yayınevi, 12. Baskı, 2012, Ankara, s.624.
16-Nur CENTEL/Hamide ZAGER/Özlem ÇAKMUT; Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Basım Yayın,
7. Baskı, 2011, İstanbul, s.520.
17-Remzi GÜNDÜZ/ Veysel GÜLTAŞ; 2006-20072008 İçtihatları İle 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu
75
Genel Hükümler Cilt 1, Bilge Yayınevi, 1.Baskı, 2009,
Ankara, s.307, Yargıtay 6. Ceza Dairesi, 10.12.2007
T. E:97 – K:13859 “Sanıkların bileşik suçlardan olan
nitelikli yağma suçunu, 5237 sayılı TCY’nın 149/1-a,
c, d, h maddesine uyan biçimde silahla, birden fazla
kişiyle, konutta ve geceleyin işlediklerinin anlaşılması karşısında, anılan maddede yazılı nitelikli yağma
suçunun ağırlaştırıcı nedeni olan konut dokunulmazlığını bozma suçundan ayrıca hüküm kurulması
olanağı bulunmadığı gözetilmeden yazılı biçimde uygulama yapılarak, aynı Yasanın 42/1. Maddesine aykırı davranılması...” Yargıtay 6. Ceza Dairesi 28.11.2006
T. E: 12231 “5237 sayılı Türk Ceza Yasasında yağma
suçunun konutta işlenmesi aynı Yasanın 149. Maddesinin 1. Fıkrası “d” bendine göre suçun nitelikli halini oluşturan öğelerinden bulunduğundan; sanıkların
ayrıca bu suçtan da cezalandırılamayacağının gözetilmemesi …”
18-CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; a.g.e., s.521.
19-ÖZBEK/KANBUR/BACAKSIZ/DOĞAN/TEPE;
a.g.e., s.513.
20-Timur DEMİRBAŞ; a.g.e., s. 505.
21-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.515,516.
22-Yargıtay CGK, E. 2010/9-254, K. 2011/31 ”..sanıkların amaçlarının baştan beri yağma suçunu işlemek
olduğu, katılanın görüntü ve fotoğraflarını kaydetmelerinin yağma suçunun devamı şeklinde olup, olayda
tehdit suçunun özel bir görünüm şekli olan şantaj
suçunun ayrıca oluşmadığı, şantaj içerikli ifadelerin
yağma suçunun tehdit unsuru içinde kaldığı ve sanıkların eylemlerinin bir bütün halinde yağma suçunu
oluşturduğunun kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
23-Hakan HAKERİ; a.g.e., s.561.
24-Timur DEMİRBAŞ; a.g.e., s.506.
25-Timur DEMİRBAŞ; a.g.e., s.506; Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.259.
26-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.519; Doğan SOYASLAN;
a.g.e., s.261.
27-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.677
28-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.260.
29-ÖZTÜRK/ERDEM; a.g.e., s.333; CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; a.g.e., s.509-510.
30-ÖZTÜRK/ERDEM; a.g.e., s.333.
31-CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; a.g.e., s.510.
32-CENTEL/ZAFER/ÇAKMUT; age,s.510; Timur
DEMİRBAŞ; a.g.e., s.507.
33-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.439.
34-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.678;
Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 02.10.2007, 6-195/197
“Somut olayda sanığın bir apartmanın üçüncü katında oturan yakınının evine penceresinden girerek para
ve bir kısım eşya ile birlikte aldığı otomobil anahtarıyla evden çıkıp hemen evin önünde otoparkta bulunan
aracı çalması eyleminde, araya zaman aralığı girmediği ve fiilin kesintiye uğramadan devam ettirildiği gözetildiğinde zincirleme suç hükümlerinin uygulama
HUKUK
yerinin bulunmadığı, sanığın eyleminin bütün halinde tek bir hırsızlık suçunu oluşturduğu, suça vasıf
verilirken eylem bütünlüğü içindeki en ağır niteliğe
dayanılması icap ettiği, Yerel Mahkemece bozma üzerine yeni hüküm kurulurken oluşum bütünlüğünün
gözetilerek Yasanın 61 inci maddesince temel cezanın
tespitinin uygun olacağı, görüş ve kanaati benimsendiğinden, Özel Dairenin sanığın eyleminin tek hırsızlık suçunu oluşturduğuna ilişkin kararı isabetli olup,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmelidir...” KOCA/ÜZÜLMEZ; age, s.440;
Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 08.04.2009, 2540/4415 “Aynı
zamanda ve mekanda birbirlerini takibeden nitelikli
cinsel saldırı eylemlerini gerçekleştirirlerken mağdurenin kollarından tutmak suretiyle direncini kırıp,
birbirlerine yardımcı olan sanıklardan her birinin,
bizzat gerçekleştirdiği eylemle birlikte, diğer sanığın
eylemine TCK’nın 37. Maddesi kapsamında fail olarak katılmış olmasından dolayı haklarında bu suçun
nitelikli hali olan 102/3-d maddesi ile birlikte aynı Yasa’nın 43/1. Maddesinin de uygulanması gerektiğinin
gözetilmemesi …”
35-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.262; KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.441; Yargıtay 4. Ceza Dairesi 03.05.1994,
942/3887 “Sanığın Yargıtay’dan gelen dosyaların esasını kapatmama, bir kısım belgeleri dosyalarına yerleştirmeme ve temyiz dilekçeleriyle ilgili işlem yapmama
şeklinde aynı nitelikte 1991-1992 yılları içinde süre
gelen ve bir suç işleme kararının icrası cümlesinden
olarak yasanın aynı hükmünün ihlali niteliğinde bulunduğu kabul edilen eylemleri için TCY’nin 230 ve
80. maddelerinin uygulanması.”
36-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.441; Hakan HAKERİ;
a.g.e., s.569.
37-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.526.
38-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.439.
39-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.258.
40-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.530, Yargıtay Ceza genel
Kurulu, 4.10.2011, E: 2011/8-115 K: 2011/197 “ Zincirleme suç, 765 s. TCK 80. Maddesinde, “ Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun
aynı hükmünün bir kaç defa ihlal edilmesi, muhtelif
zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır” şeklinde düzenlenmişken, 5237 sayılı Yasanın 43/1. Maddesinin
konumuza ilişkin ilk cümlesinde; “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir” biçiminde düzenlenmiştir.
763 s. TCK’da yer alan “ muhtelif zamanlarda vaki
olsa bile” ifadesinden hareketle aynı suç işleme kararı altında birden fazla suçun aynı zamanda işlenmesi
durumunda diğer koşulların da varlığı halinde zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi olanaklıdır.
5237 sayılı TCY’nın 43/1. Maddesinde bulunan “değişik zamanlarda” ifadesi nedeniyle zincirleme suç
hükümlerinin uygulanabilmesi için, suçların mutlaka
değişik zamanlarda işlenmesi gereklidir ki bunun sonucu olarak, aynı mağdura, aynı zamanda, aynı suçun
birden fazla işlenmesi durumunda tek suçun oluşacağı kabul edilmiştir. Bu halde zincirleme suç hükümleri uygulanarak artırım yapılmayacak, ancak bu husus
5237 sayılı TCY’nın 61. Maddesi uyarınca temel cezanın belirlenmesinde göz önüne alınabilecektir.”
41-Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 13.12.2007 t. 6273/10854
“Futbolcu olan sanığın resmi karşılaşmada kendisine
kırmızı kart gösteren hakeme tükürmek, maç bittikten sonra da televizyon kameraları karşısında “Bu
Hakem Hırsız” demekten ibaret eylemlerinin, sürenin
kısalığı da göz önünde tutulup” ... bir suç işleme kararının icrası kapsamında aynı kişiye aynı suçun birden
fazla işlenmesi anlamına geldiği...” zincirleme suç hükümlerinin uygulanması gerektiği gözetilmeden, iki
ayrı sövme suçundan hüküm kurulması...”
42-Doğan SOYASLAN; s.260.
43-Hakan HAKERİ; a.g.e., s.571.
44-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.525.
45-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.519, Yargıtay Ceza Genel
Kurulu, 1.6.1999, 6-122/145 “Aynı suç işleme kararından yasanın aynı hükmünü bir çok kez ihlal etme
hususunda önceden kurulan bir plan, genel bir niyetin anlaşılması gerekir. Bu bağlamda failin suçu işlemeden önce bir plan yapmasının veya bu suça niyet
etmesinin, fakat, eylemi bir defada yapmak yerine
kısımlara bölmeyi ve o surette gerçekleştirmeyi daha
uygun görmesinin, hareketinin önceki hareketinin
devamı olmasının ve tüm bu hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunmasının anlaşılması gerekmektedir. Aynı suç işleme kararının varlığı, her olayda
suçun işlenmesindeki özellikler, suçun işleniş biçimi,
eylemlerin işlendikleri yer ve işlenme zamanı, eylemler arasında geçen süre, mağdurların farklı olup olmadıkları, ihlal edilen değer ve yarar ile korunan değer
ve yarar, olayların oluşum ve gelişimi ile tüm özellikleri olaysal olarak değerlendirilerek belirlenecektir.
46-YCGK, 13.10.1998, 304.
47-Hakan HAKERİ; a.g.e., s. 572.
48-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların
İçtimaı”, s.42; Yargıtay CGK, 15.2.2005, E. 2005/1112, K. 2005/12, “Bu hususta Ceza Genel Kurulunun
18.11.1985 gün ve 220-585 sayılı kararı da önemli bir
emsal oluşturmaktadır. Anılan kararda, suç işleme
kararında birlik bulunması halinde suçtan zarar görenin birden fazla olmasının, eylemlerdeki bağlantıyı ve teselsülü etkilemeyeceği, müteselsil suçu ancak
kararın yenilenmiş olmasının ortadan kaldıracağı
belirtilmiş, böylece dolandırıcılık suçunda mağdur
sayısının fazlalığının teselsüle mutlak engel bir hal
olmadığı kabul edilmiştir. Açıklanan bilimsel görüşler ve yargısal kararlar ışığında somut olayı değerlendirecek olursak; Özel bir öğrenci yurdunda aşçı olan
sanık yurtta kalan öğrencilerden birkaçına ucuz cep
telefonu ve bilgisayar malzemesi satıp güvenlerini kazanmış, olayın duyulup yayılmasından sonra bu kez
yurttaki diğer öğrencilere, yurtdışında cep telefonu ve
bilgisayar malzemesi vurgunu yaptıklarından, bunları satmak istediklerinden söz ederek birkaç numune
gösterip, marka ve model siparişlerini not ettiği mağdurlara malı daha sonra teslim edeceği vaadinde bulunarak, bir kısmından kaparo bazılarından da sipariş
bedelini aldıktan sonra topladığı paralarla ortadan
kaybolmuştur. Sanığın somut olayda, önceden yaptığı
76
HUKUK
plan ve genel niyet doğrultusunda hareket ettiği anlaşılmaktadır. Tümü aynı ortamda yaşayan mağdurlarla ayrı yer ve zamanlarda görüşerek hile ve desiseye
başvurduğu kanıtlanamadığı gibi, yaklaşık bir haftalık
bir süreç içinde gerçekleştiği saptanan olayın gelişim
seyri itibarıyla, sanığın suç işleme kararının yenilendiğini gösteren bir durum da söz konusu değildir. O
halde, yurdun aşçısı olan sanığın bir suç işleme kararı
çerçevesinde, aynı yurtta kalan mağdurları ucuz cep
telefonu ve bilgisayar malzemesi getireceğinden bahisle toplu biçimde kandırarak haksız çıkar sağlamak
şeklindeki eyleminin, müteselsilen dolandırıcılık suçunu oluşturduğu kabul edilmeli, mağdur sayısının
çokluğu ise TCY ‘nın 29. maddesi uyarınca temel ceza
belirlenirken aşağı hadden uzaklaşmayı gerektiren bir
neden olarak dikkate alınmalıdır. Bu itibarla, sanığın
her bir mağdura yönelik eyleminin gerçek içtima kurallarının uygulanmasını gerektiren ayrı dolandırıcılık suçlarını oluşturduğuna ilişkin Yerel Mahkeme
direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.”
Yargıtay CGK, 2.3.1987, 6-341/84, “Öğretmenler odasında ayrı kişilere ait iki çantadan para çalan sanığın
eylemi müteselsil şeklinde hırsızlık suçunu oluşturur.”
49-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.444.
50-GÜNDÜZ/GÜLTAŞ; a.g.e., s.311, Yargıtay 2. Ceza
Dairesi 15.01.2008 t. 15307/143 “Sanığın eşini evin
içinde dövmesinin ardından, katılan eşin üst kattaki
ev sahibine çıkıp olayı telefonla emniyete haber vermesinden sonra sanığın da eşinin peşinden gitmesi ve
evine dönüşleri sırasında olayın devamı mahiyetinde eşini ev kapısı önünde tekrar dövmesinin tek suç
oluşturduğu 5237 sayılı TCK’nın 43/3. Maddesi uyarınca kasten yaralama suçlarında zincirleme suç ile
ilgili hükmün uygulanmayacağı gözetilmeden sanığın
eyleminin zincirleme suç olarak kabulü ile hakkında
ceza tayini...”
51-İzzet ÖZGENÇ; a.g.e., s.527.
52-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.446.
53-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.441.
54-SOYASLAN/DOĞAN; a.g.e., s.262.
55-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.445.
56-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların
İçtimaı, s.45; Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 6.7.2010,
2010/8-51 E., 2010/162 K. “765 sayılı TCY.nda, aynı
nev’iden fikri içtima ile farklı nev’iden fikri içtima tek
madde halinde ve Yasa’nın 79. maddesinde düzenlenmiş iken, 5237 sayılı TCY.nda bu iki hal birbirinden
ayrılarak, aynı nev’iden fikri içtima, zincirleme suçun
düzenlendiği 43. maddenin 2. fıkrasında, farklı nev’iden fikri içtima ise Yasa’nın 44. maddesinde düzenlenmiştir.”
57-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.688;
KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.447.
58-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.689 vd.
59-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., ,s.690;
Yargıtay 1. Ceza Dairesi, 19.10.1982 “...mağduru öldürmek için bulunduğu yere birden çok ateş ederken
mermilerden birisinin vitrin camını kırdığı, diğerinin
saklanmak isteyen mağdura isabetle yaraladığı, diğer
77
bir merminin de olayla ilgili bulunmayan üçüncü bir
kişiye isabet ederek onu yaralamış olduğuna göre sanıklar hakkında TCY’nin 79. Maddesi uygulanmalıdır”; TBMM, Dönem: 22, Yasama Yılı: 2, Sıra Sayısı:
664, s. 452.
60-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların İçtimaı”, s.46; TBMM, Dönem: 22, Yasama Yılı: 2,
Sıra Sayısı: 664, s. 452 “Gerek doktrinde gerek uygulamamızda, hedefte sapma durumunda da fikri içtima
hükmünün uygulanması gerektiği konusundaki görüş
hâkimdir. Bu nedenle, kanuni düzenlemede hedefte
sapmanın şahısta yanılma ile birlikte değerlendirilmesinden vazgeçilmiştir. Örneğin bir kişiyi yaralamak için fırlatılan sopa, mağduru yaraladıktan sonra
veya mağdura isabet etmeden vitrin camına çarparak
kırılmasına neden olabilir. Bu durumda, sopa fırlatma
fiiliyle hem tamamlanmış veya teşebbüs aşamasında
kalmış kasten yaralama suçu hem de başkasının malına zarar verme suçu işlenmiş olmaktadır. Aynı şekilde, bir kişiyi öldürmek için ateşlenen silahtan çıkan
kurşun, mağdura isabet etmeden duvara çarpması nedeniyle sekerek bir başkasının ölümüne veya yaralanmasına neden olabilir. Bu durumda, hedeflenen kişi
açısından kasten öldürme suçu teşebbüs aşamasında
kalmıştır; ancak, sekme sonucunda ölümüne veya yaralanmasına neden olunan kişi açısından ise, taksirle
öldürme veya taksirle yaralama suçu işlenmiş olmaktadır. Bu gibi durumlarda kişi işlediği bir fiille birden
fazla farklı suçun oluşumuna neden olmaktadır ve bu
suçlardan en ağır cezayı gerektireni ile cezalandırılmasıyla yetinilmelidir.”
61-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.267-268.
62-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.690.
63-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.691;
Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 21.01.1958, 5620/10934 “...
maznunun aynı kavgada ve aynı zamanda mağdurun
eline ve ayaklarına vurmakla ika ettiği yaradan dolayı TCK.nun 79 uncu maddesi nazara alınmadan ayrı
ayrı ceza tayini yolsuzdur.”
64-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.267.
65-Yargıtay 6. CD, 4.11.2008, E. 2007/8659, K.
2008/18853, “Sanığın, çadır içindeki cüzdan ve telefonların farklı kişilere ait olduğunu bildiğini açıkça
kabul etmesi karşısında; her yakınana yönelik eylemi
nedeniyle ayrı ayrı uygulama yapılması yerine zincirleme suç olarak kabulüyle yazılı biçimde hüküm
kurulması” Yargıtay 6. CD, 22.2.2010, E. 2009/297,
K. 2010/1637, “Sanığın kollukta savunmanı yanında
verdiği 13.09.2005 tarihli ifadesinde, ‘konutun içerisine girdiğinde, yakınanların uyuduklarını gördüğünü,
yattıkları yerlerin baş taraflarında bulunan gömlek,
pantolon ve cep telefonlarını çalarak evden çıktığını
ve dışarıda gömlek ve pantolon ceplerinden paralarını
aldığını’ belirtmiş olması karşısında yakınanların ve
suça konu eşyalarının eylem sırasındaki konumları
itibariyle, sanığın çaldığı eşya ve paranın ayrı ayrı yakınanlara ait olduklarını bilerek suçu işlediği gözetilmeden, iki ayrı hırsızlık suçundan mahkumiyeti yerine, eylemin tek zincirleme suç olduğu kabul edilerek
yazılı biçimde uygulama yapılması” Yargıtay 6. CD,
6.9.2008, E. 2006/12217, K. 2008/13109, “... katılan-
HUKUK
ların halı sahanın içindeki soyunma odasına astıkları
giysilerinin içinden cep telefonlarını, paralarını ve bir
adet kol saatini çalan sanığın, katılanların sayısı kadar
hırsızlık suçunu işlediği gözetilmeden, zincirleme suç
oluşturduğu kabul edilerek, tek eylemden hüküm kurulması …”
66-ARTUK/GÖKÇEN/YENİDÜNYA; a.g.e., s.691.
67-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların
İçtimaı”, s.52.
68-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların
İçtimaı”, s.53.
69-KOCA/ÜZÜLMEZ; a.g.e., s.451.
70-GÜNDÜZ/GÜLTAŞ; a.g.e., s.322, Yargıtay 10.
Ceza dairesi, 27.11.2007, 2007/16652 E, 2007/13837
K., “Sanığın suça konu uyuşturucu ile Atatürk havalimanı yolcu kontrol noktasında yakalanmış olması ve
tüm dosya kapsamında göre, eyleminin uyuşturucu
madde ihracına teşebbüs aşamasında kalmış olduğu
değerlendirildiğinde, biri ihraca teşebbüs, diğeri tamamlanmış nakletme olmak üzere iki ayrı suçu işlemiş olacağından; TCK’nın 44. Maddesi gereğinde,
tamamlanmış nakletme suçundan uygulama yapılıp
belirlenecek sonuç ile ihraca teşebbüs suçundan yapılan uygulama ile belirlenen sonucun karşılaştırılması
ve daha ağır sonuç doğuran suç esas alınarak hüküm
kurulması gerekirken belirtilen nitelikle somutlaştırma ve karşılaştırma yapılmadan yazılı şekilde hüküm
kurulması...”
71-Neslihan GÖKTÜRK; “Türk Hukuku’nda Suçların
İçtimaı, s.50.
72-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.268.
73-Doğan SOYASLAN; a.g.e., s.268.
74-Hakan HAKERİ; a.g.e., s.590-592.
78
İLETİŞİM BİLİMLERİ
İLETİŞİM BİLİMLERİ
SİYASAL İLETİŞİM VE KİTLE
MANİPÜLASYONU İLİŞKİSİ
ması ve hızlı gelişimidir. Propaganda savaş sırasında
ülkede morali yüksek tutmak amacıyla ve düşmana
karşı psikolojik bir silah olarak kullanıldı. Savaş propagandasını geliştirip sistemleştiren İngilizlerdir. Birinci
Dünya Savaşının sonlarına doğru Haberalma servisi,
27 Mayıs 2013 Emirhan UYSAL
hükümetin propaganda çabalarını oluşturup biçimlendirdi; bu konu üzerine yapılan araştırmaları derleyen
iyasal iletişim, bireylerin veya toplulukların incelemeler, ülke dışındaki tüm birimlere dağıtıldı. İngirdiği iktidar mücadelesinin bir aracıdır. Pro- gilizlerin propaganda faaliyetleri o kadar gizliydi ki bu
pagandadan baskı gruplarına, halkla ilişkiler- sözcüğün Encyclopedia Britannica’ya ilk kez girişi anden medya manipülasyonuna, beyin yıkama- cak 1922’de, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra
dan siyasal reklamcılığa, çok geniş bir yelpaze olmuştur [3].
içindeki siyasal amaçlı tüm iletişim etkinlikleri bu
kapsamda yer alır. Siyasal reklamcılık ise 1950’lerden itibaren kitle toplumlarında siyasal iletişimin bir Başkan Wilson propagandayı hükümeti desteklemek
uygulaması olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal iletişim, amacıyla kullanan ilk dünya lideriydi. ABD 1917’de
siyasal reklamcılık ve propaganda birbirinden farklı Almanya’ya savaş ilan ettiği zaman, CPI (Committe
on Public İnformation) adlı kurumu oluşturdu; böyözellikler göstermektedir.
lece propaganda ilk kez modern bir hükümet tarafından da dünya çapında yaygınlaştırılmış oluyordu [4].
Siyasal iletişim ve propaganda, politikanın tüm alanlarını ve geniş bir zaman dilimini kapsayan bir özelliğe sahipken, siyasal reklamcılık seçim dönemleriyle Birinci Dünya Savaşı’na modern propagandanın
başlangıcı diyebiliriz ancak en önemli propaganda
sınırlı bir etkinlik durumundadır [1].
çalışmasını Nazi Almanya’sı gerçekleştirmiştir. Propaganda ilkelerini uygulayarak iktidar olan Hitler,
Günümüzde siyasal iletişim ve siyasal reklamcılık gibi propagandayı o kadar önemsemiştir ki 1933’te Halkı
kavramlardan söz ediyoruz fakat en başlarda sadece Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı oluşturarak bapropaganda vardı. Reklam ve reklamcılığın gelişimi- şına, kendisine seçimi kazandıran Gobbels’i atamıştır.
ne bakıldığında, başlangıçta propaganda ilkeleri kul- Bu gelişim süreci de elbette kitle iletişim araçlarının
lanılarak adeta tezgahtarlık yapıldığı görülmektedir. gelişimiyle paraleldir. Özellikle televizyonun gelişiPropaganda en basit tanımıyla kamuoyunu ve top- miyle propaganda şekil değiştirmiş ve kendisini bulumu belirli bir yönde etkileme, onlara bir düşünceyi günkü siyasal iletişim ve ticari reklamcılık içerisinde
benimsetme ve bu faaliyetler doğrultusunda eyleme kaybettirmiştir. Hepsinin temelinde ikna sanatının
geçirtmek için kullanılan bir iletişim faaliyetidir. Pro- yattığını düşünürsek 1950’lerden bu yana geleneksel
pagandanın başlangıcı, topluluk haline gelen insanın propagandanın yerini reklamcılığın alması şaşırtıcı
egemen bir güç arayışı kadar eskidir. Bu egemen güç(- değildir. Aradaki fark ise zaman kullanımıdır. Propayönetici-iktidar) arayışı ise politikayı ve propagandayı ganda uzun vadeli bir hedef ve süreç içerirken, reklam
başlatan unsurdur. Bu durum ikna ve hatiplik olgu- kısa vadede sonuç arar.
sunu da beraberinde getirmiştir. Kendi üstünlüğünü
kurmaya çalışırken kalabalığın hoşuna gitmeyi amaçlayan hatip, iktidar arzusunun kölesidir ve tamamen Toplum propagandayı, propaganda ise siyasal iletişim
ve siyasal reklamcılığı doğurmuştur. Hepsinin temesahte değerler düzeni içinde iş görür [2].
linde yer alan hitabet ve ikna ise konumuzun mihenk
taşıdır. Propaganda ve siyasal iletişimin 1950’den bu
Propaganda bu kadar eski olmasına rağmen, ilk pro- yana gösterdiği inanılmaz gelişim kitle manipülasyofesyonel örneğini birinci dünya savaşı ve özellikle nunu öyle bir hale getirmiştir ki seçilmiş yalan sürekli
ikinci dünya savaşı esnasında göstermiştir. Bunun en kayıtlara geçerek sonunda bir gerçek olacaktır [5]. İkna
büyük nedeni ise kitle iletişim araçlarının ortaya çık- ve kitle manipülasyonu, günümüzde dünyanın her
S
80
İLETİŞİM BİLİMLERİ
İLETİŞİM BİLİMLERİ
ülkesinde iktidarları ve kamuoyunun tutumlarını belirlemekte rol oynamaktadır. Toplum var olduğundan
beri var olan ikna, kitle manipülasyonu ve propaganda unsurları öyle gözüküyor ki dünyanın sonuna kadar da var olmaya devam edecektir.
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-Erol Çankaya, Gösteri Demokrasisinde Siyasal Reklamcılık, Boyut Yayıncılık, 2008
2-Aristotales, Retorik, Yapı Kredi Yayınları, 1998
3-Anthony Pratkanis-Elliot Aronson, Propaganda
Çağı, Paradigma Yayınları, 2008
4-Gilles d’Aymery, Gösteri Demokrasisinde Siyasal
Reklamcılık, Çeviren: Erol Çankaya Boyut Yayıncılık,
2008
5-George Orwell, 1984, Can Yayınları, 1999
KÖLELER VE EFENDİLER
13 Ağustos 2013 Emirhan UYSAL
“B
ir hükumetin bozulması için genel
olarak iki yol vardır: Biri hükumetin
daralması, öbürü de devletin dağılması.
Bir hükumetin sıkışıp daralması, büyük sayıdan küçüğe, yani demokrasiden aristokrasiye, aristokrasiden
krallığa geçmesiyle olur. Hükumetin doğal eğilimi budur…
… Kamu görevi yurttaşların en başta gelen işi olmaktan çıktığı ve yurttaşlar kendileri çalışacak yerde, paralarıyla hizmet görme yolunu seçtikleri zaman, devlet
yok olmaya yüz tutar. Savaşa mı katılmak gerekiyor?
Yurttaşlar paralarıyla asker tutar, kendileri evde otururlar; toplantıya mı gitmek gerekiyor, o zamanda milletvekilleri seçer, yine evlerinde otururlar. Tembellikleri
ve paraları onlara sağlasa sağlasa yurdu köleliğe sürükleyecek askerlerle, onu satacak temsilciler sağlar.”
Fransız İhtilalinin etkenlerinden olan ünlü yazar, Jean
Jacques Rousseau söylemiş bu sözleri ve yine aynı
adam demiş ki ; “Bugüne kadar hiç gerçek demokrasi
görmedim.” Fransız ihtilalini de göremeden ölmüştür zaten. Peki Rousseau iki asır daha yaşamış olsaydı
“gerçek” bir demokrasi görebilir miydi sizce? Hiç sanmıyorum.
İnsanoğlu doğduğunda çırılçıplaktır, özgürdür. Büyüdükçe birilerinin üstüne çıkar ve kendisini kimi insanların üstünde “efendi” gibi görebilir. Hep bir üstü,
“efendisi” olduğunu farkedene kadar da yükselmek
isteyecektir. Bir gün (şayet o gün gelirse) insan en üste
kadar gelemeyeceğini anlar. Çünkü elindeki makam
ve mevki hep birilerine, hep bir veya birkaç etkene bağımlı olacaktır. Bu aydınlanmış hale gelen insan özgür
kalabilir mi? Bilemiyorum, ancak hiç olmazsa bilmeden “efendi” olabilmek için kölelik yapmaz. Hep kendisinden daha büyüğü olan birisi ömrü boyunca daha
kıdemli bir köle olabilmek için yırtınacaktır.
81
Bunlar bizim için niye önemli dersiniz? Rousseau ve
diğer birçok filozofun demokrasi dediği zaman söylediklerinin bugünkü demokrasiler olmadığını anlamak
güç değildir. İşte bu sözde özgürlükçü düzen, doksan
senelik demokraside beş defa zorla hükumeti ele geçirme eyleminin oluşmasını engelleyememiştir, on veya
on iki senedir dokunulmazlıkların kalkmasıyla ilgili
tartışmalara devam edilmesine ve darbe anayasasının
günümüz şartlarına uygun bir “ileri demokrasi” ürünü haline getirilmesine bir katkı sağlamamıştır.. Üstelik yürütme erkini tek başına elinde bulunduran bir
anlayış senelerdir meclisin büyük çoğunluğunu elinde bulundurmasına rağmen, daha önemsiz meseleler
yerine devletin temel yapısıyla alakalı konuları tartışmaya koyup, tam anlamıyla çözüme ulaştıramamıştır.
Ergün adalet sisteminin ve devlet temelinin tartışıldığı bir ülkede radikal ama gerçekten radikal değişiklikler yapmak istediğini söyleyen büyük güç; “yürütme” bile bu tür köklü değişiklikleri ya yapamıyor ya
da geç, yarım yamalak yapıyor. Sorarım size sivri tartışmaların yapıldığı, siyasi içerikli açık oturum programları her zaman farklı kişi ve konularla yayınlarını
nasıl sıklaştırıyor? Sorun çözülen yerde tartışma olur,
sorun yaratılan ortamda tartışma olur, sırf daha güçlü
olabilmek için ortalık karışsın isteniyorsa da tartışma
olur. O yüzden bir şeyler tartışılıyor diye çözülüyor
zannetmemek gerek.
Bir gün bakıyorsunuz bir futbol takımı her televizyon
kanalında, diğer gün ise bir televizyon dizisi gündeme
oturmuş, bir gün Suriye, başka bir gün başka bir şey,
ama nedense konular ya küçük ya da önemli olmasına
rağmen yüzeysel tartışmalara neden olan meseleler.
İşte bunun nedeni siyasal düzen ve her hükümetin iktidarda kalma isteğinin bir sonucudur.
Demokrasi gelsin diye sokağa dökülen Mısır halkı
şimdi de yeni düzeni beğenmedi. Acaba gelen sistemler sadece adı demokrasi olan ve size seçme yanılgısını sağlayan sistemler mi dersiniz? Irak’ta demokrasi
ülkeyi çok daha önceleri üçe bölmüştü, Mısır’da demokrasi halkı birbirine kırdırma noktasına getirdi,
Libya’da sokaklar demokrasi adına cehenneme döndü.
“Ben seçiyorum önümde bütün seçenekler var ve istediğimi temsilcim yapıyorum.” diye düşünmek büyük
82
İLETİŞİM BİLİMLERİ
İLETİŞİM BİLİMLERİ
yanılgıdır. Ne de olsa Hitler de seçimle başa gelmiştir. Seçim demokrasi değildir ve temsilciyle gerçekten
demokrasi olmaz. Günümüz nüfusu ve şartlarında
gerçek demokrasi bir hayal ve günün şartlarında başka bir seçenek yok diyelim, peki herkesin demokrat
olduğu güzel ülkemde neden her siyasi parti, milletvekillerinin sırasını dahi bir iki kişiyle belirliyor ve siz
niye sadece belirlenmiş listelere oy atıyorsunuz? Neden kimse çıkıp “Ben kendi temsilcimi seçemiyorum
seçme hakkım elimden alınıyor.” demiyor? Neden tek
adamların kararlarıyla hareket eden siyasi görüşlerimiz var? Demek ki anlayışlarımız da demokratik değil.
İşte bütün soruların ve sorunların cevabını Eflatun bir
cümlede açıklamış. Tabi burada sözü geçen eğitimden
anlaşılması geren şey günümüzdeki sadece mesleki gereklilikleri öğreten kurumların devlet idaresine
göre verdiği eğitim değildir. Yani tahsil oranınızı dikkate almayın. “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır.
Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir.
Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.”
V FOR VENDETTA VE
SİMÜLASYON
nebze de geçmiş faşist iktidarların propaganda yöntemleri ve iktidarı elinde tutmak için kullandığı yöntemleri barındırıyor. Tıpkı Nazi Almanya’sında olduğu
gibi azınlık unsurların yok sayılması ve yok edilmesi
üzerine birçok unsur bu filmde mevcut. Müslüman9 Aralık 2013 Emirhan UYSAL
lar, homoseksüeller ve hatta göçmenler ile ilgili -özellikle eşcinsellik ile ilgili vurgu filmin başından sonuna
lasik anlatı sinemasının temel amacı ik- kadar göze batacak niteliktedir, Filmin yapımcılarıntidarın söylemini kitlelere icbar etmektir. dan Lana Wachowski’nin cinsiyet değiştirmiş olması
Hollywood, yani Los Angeles şehrinin bu durumu açıklayabilir- Lewis Prothero’nun prograkuruluşu bu amaç üzerinedir. Hollywood mında söyledikleri ve Muhafazakar Parti iktidarının
sinemasının kuralları katıdır ve kendi an- eylemlerinden görebilmekteyiz.
layışı dışına çıkmaya izin vermez. V for Vendetta filmi
klasik anlatı sinemasının bir örneğidir yani öyküleyici bir anlatımı tercih eder. Bu da giriş, gelişme, sonuç Baudrillard Teorisi
şeklinde ilerler. Bu anlamıyla klasik anlatı sineması, Baudrillard’ın kuramında üç temel unsur vardır. Bunsinemanın ideolojiyle iç içe geçişinin bir ürünüdür. lar; Simülakr, Simüle Etme ve Simülasyondur. Burda
Baudrillard’ı seçim sebebim de budur. Boudrillard’ın Simüle etmek, gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi
temel olarak yaptığı simülasyon kuramı üzerinden ik- gösterme çabasıdır yani –mış gibi yapmaktır. Simülastidarı ve ideolojiyi çözümlemektir. Ben de bu sebep- yon ise belli araçlar vasıtasıyla yeni bir gerçeklik üreten dolayı V for vendetta’yı ve Boudrillard teorisini timidir. Simulakr ise bir gerçeklik olarak algılanmak
isteyen görünümdür. Örneğin, Hollywood, simülasseçtim.
yonun kendisiyken, V for Vendetta filmi simülakrdır.
K
V for Vendetta filmi birçok açıdan tartışılması gereken öğeler barındırıyor. Bu film politik düzeyi yüksek
bir film olarak algılanmaktadır. Ancak filmin politik
düzeyi ana karakterin intikam duygusuyla engellenmiştir. İlk olarak Amerikan süper kahramanlarının
hikayelerini anlatan çizgi roman şirketi Detective
Comics (DC) tarafından ortaya çıkan “V” karakteri,
sinema filmi ile izleyici ile buluşmuştur. Çizgi romanlarda daha anarşist bir yapıda bulunan “V”, Hollywood’un dokunuşlarıyla baskıcı rejime tek başına kafa
tutan, intikamcı ve özgürlükçü bir karakter haline
gelmiştir. Bu filmi Analiz ederken Jean Boudrillard’ın
ortaya attığı kuramdan faydalanacağım. Bahsettiklerimin hepsini gerçekleştirebilmek için filmle ilgili bilgi
sahibi olmak şarttır.
V For Vendetta Filminin Analizi
Wachowski Brothers’ın yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiği film, Matrix üçlemesinde çalışan ekiple
birlikte hareket etmiştir. Sinema teknikleri açısından
Matrix filmleriyle benzer yönleri bulunan film A.
B.D-Almanya ortak yapımıdır.
Film Guy Fawkes isimli tarihi karakterin hikayesini
anlatarak başlar. Guy Fawkes İngiliz tarihinin en büyük haini olarak bilinir. 17.yy başında, Westminister Sarayı’ndaki İngiliz Parlamento Binasını, o yılki
aristokrasi zirvesinde havaya uçurmayı planlayan 12
barut komplocusundan birisidir. Guy Fawkes’un tarihteki önemi saray mahzenlerinde barut dolu fıçılarla yakalanmış olmasından gelmektedir. Guy Fawkes,
Filmle ilgili analizde Boudrillard’ın “Holocaust” isimli filmin ana karakteri olan “V” ye ilham olmuş ve butelevizyon dizisi ile ilgili çıkarımlarına ve simülasyon nun sonucu olarak “V” bütün eylemlerini Guy Fawkes
teorisine yer veriyor olmamın en önemli sebebi, V for kostümüyle gerçekleştirmiştir. Fakat filmin senaryoVendetta filminin geleceği anlatan ama aslında geç- sunda anlaşıldığı gibi Guy Fawkes, anarşist-devrimci
mişe vurgu yapan yönü oldu. Hikayede 2020 yılındaki değildir ve filmde bahsedildiği anlamıyla “özgürlük”
baskıcı faşist iktidar 1940’lı yılların Avrupasını anlatır için saraya saldırı düzenleyen birisi değildir. Fawkes,
niteliktedir. Gelecekte geçiyor olmasına rağmen hika- Protestan İngiliz kraliyetinin başta olduğu aristokraye, bir nebze günümüz demokratik iktidarlarının bir
83
84
İLETİŞİM BİLİMLERİ
tik monarşi yönetiminin yerine Katolik bir rejim isteyenlerdendir. Hatta Hollanda’da mezhep savaşlarında
Katolik İspanya ordusu saflarında savaşmıştır. İngiliz
tarihciler, Fawkes’un başarısızlığının İngiltere demokrasisinde önemli bir zincir olduğunu eğer bu olay başarıyla sonuçlansa idi demokrasinin gecikeceğini öne
sürmüşlerdir. Bu sebeptendir ki her 5 Kasım’da Fawkes maskeli oyuncak bebekler ateşe atılır ve bu gün
havai fişeklerle kutlanır. Filmin başında okunan “remember remember the fifth of november” mısralarıyla başlayan şiir de Kral 1.James’in Fawkes’un eylemini
gerçekleştirememesi üzerine yazdırdığı bir şiirdir. Şiir’in sonunda Katolik papaya da hakaret dolu sözler
bulunmaktadır. Ancak Filmin senaryosunda Fawkes
fikirleri uğruna ölen bir özgürlükçü, şiir ise o fikirlerin bir simgesidir. Fawkes’dan ilham alan “V” karakteri, film boyunca kendisine yapılanların intikamını alır
ve en sonunda Guy Fawkes’un gerçekleştiremediğini
gerçekleştirerek parlamento binasını havaya uçurur.
yıkım işlemi olduğu bir terörist eylem olmadığı halka anlatılmaya çalışılır. Bunun üzerine kanal binasını
basan “V” televizyon kanalı vasıtasıyla halka seslenir
ve halkı gelecek 5 Kasımda parlamento binası önünde
toplanmaya çağırır. Burdaki olayda Nazi SS subaylarını andıran kolcular, her şeye muktedir konumdadır.
Adalet sarayını insanlara bir şeyler anlatmak için patlatan “V” nin bu eylemini boşa çıkarma görevi ise televizyonundur. Yine bu tutum da 2.Dünya savaşındaki
Nazi Almanya’sında görülen propaganda bakanlığının
uygulamalarına benzemektedir. Filmin bunu yeniden
üretmesinin sebebini Boudrillard’ın holocaust ile ilgili yaptığı şu yorumla anlayabiliriz. Baudrillard’ın televizyon üzerinden yaptığı yorumu sinema üzerinden
yapmamız gerekmektedir:
“Bu olay trajik, ancak geçen zaman nedeniyle sıcaklığını
yitirmiş, soğuk bir olaydır. Bu daha sonra başka biçimlerin içine yerleşen (buna soğuk savaş, vs. de dahildir)
soğuk, soğutucu özelliğe sahip, caydırıcı ve yok edici sistemlere ait ve soğuk kitleleri de kapsayan (bu katliam
sırasında öldükleri için bu olayla daha da yakından ilgilenen, muhtemelen onu yönlendiren en kızgın kitle,
bu işe ölümüne inanmış ve kendi ölümlerinden de emin
olan Yahudiler’dir) ilk önemli olaydır. Bu soğumuş olay
televizyon adlı soğuk iletişim aracıyla yeniden ısıtılarak, bu görüntüler karşısında caydırıcı özelliğe sahip
gerçek bir ürperti hissedecek ve heyecan duymadan izleyecek, kendileri de soğuk olan kitlelere sunulacaktır.
Sonuç olarak gerçek katliam bir tür iyi niyetli bir felaket
estetiğiyle unutulmaya mahkum edilecektir.” [2]
Filmin geçtiği dönem ve şartları şöyledir. 2020 senesinde İngiltere, yaşadığı olumsuzluklar sonucu baskıcı bir faşizan yönetime tabii tutulmaktadır. Bu iktidar
halkı maniple ederek kontrol altında tutmaktadır. Filmin başlarında “Londra’nın Sesi” programı gösterilir
burada programının sunucusu Lewis Prothero isimli
karakter 2020 senesinde ekonomik olarak kötü durumda olan A.B.D üzerinden yaptığı yorumla birlikte
İngiltere’nin bu duruma Muhafazakar Parti iktidarı
sayesinde düşmediğini inceden inceye anlatmaktadır
ve eşcinsellere Müslümanlara ve bunun gibi azınlıkta
kalan “ötekileştirilen” gruplara adeta kin kusmaktadır.
Televizyon aracılığıyla konuşturulan Prothero, aslında
faşist iktidarın işleyişini bize anlatır. Bu durumla ilgi Hikayede Muhafazakar partinin iktidarını koruma
Baudrillard’ın “Holocauste” eleştirisindeki şu cümlesi yöntemleri ise çok ilginçtir. Biyolojik silahlar üreten iktidar, kendi halkını düzmece biyolojik-terörist
bize yol gösterir:
saldırılarla baskı altında tutar. Bu saldırılar sonucu
100.000’e yakın insan öldürülmüştür. Sahte suçlular
“Televizyon her türlü tarihsel olaya son verebilen gerçek ise idam edilmiştir. Bu biyolojik silahların deneyleri
çözümdür. Televizyonda Yahudiler gaz odaları ya da fı- daha önce yine halk üzerinde yapılmış ve “V” takma
rınlardan geçirilerek değil ses ve imge şeritlerinden ge- isimli karakterimiz bu çalışmaların sonucu olarak orçirilerek yok edilmektedir. Böylelikle unutma, yani yok taya çıkmıştır. “V” bu deneyler sırasında kendisiyle
etme sonunda estetik bir boyuta da sahip olabilmekte ilgili her şeyi unutmuş ve 5 Kasım günü laboratuarda
ve sonunda kitlesel bir düzeye ulaşarak geçmişe ait gö- çıkan büyük patlamadan yanmasına rağmen sağ olarüntüler içinde eriyip yok olmaktadır.” [1]
rak kurtulmuştur. “V” yanına almak zorunda kaldığı
Eve Hammond’ı kendi geçtiği yoldan geçirerek ve fikirlerini aşılayarak “devrime” hazırlar. Hikayenin özü
Bu filmde 1940’lı yılların faşist yönetimlerine bir vur- de buradadır. “V” esasında kendisine ve kendisi gibi
gu olduğundan yine aynı şekilde bir tekrar üretim olanlara yapılanların intikamını almanın peşindedir.
vardır. Baudrillard’ın bahsettiği unutma ve yok etme
bu şekilde gerçekleşmektedir.
5 Kasım yaklaştıkça panikleyen parti üyelerini birbirine düşüren “V”, eyleminin ve intikamının bir parçası
2020 İngiltere’sinde geceleri sokağa çıkma yasağı var- olarak 5 Kasım günü Başbakan Adam Sutler ve en yadır ve hükümetin belirlediği “kolcular” sokağın tek kınındaki Creedy isimli karakteri öldürür. Ancak bu
hakimidir. “V”, Eve Hammond isimli karakterin soka- esnada aldığı yaralar sonucu kendisi de ölür. Ölürken
ğa çıkma yasağı olduğu bir saatte kolcular tarafından Eve ile diyalogunda eylemin son aşamasını gerçekleştacize uğraması sebebiyle olaya müdahale eder ve bu tirme kararını halkı temsilen Eve’nin vermesini ister.
sebeple tanışmış olurlar. 4 Kasımı 5 Kasıma bağla- Eve isimli karakter Parlamento binasını hava uçuracak
yan gece Eve’yi kurtaran “V” Eve’yi yanında götüre- eylemin son aşamasını gerçekleştirir. Bu patlamayı
rek adalet sarayını havaya uçurur. Ancak BTN isimli milyonlarca kişi izlemiştir. Filmin sonunda maskeletelevizyon kanalında olay çarpıtılır ve bunun eskiyen rini çıkaran halkın içinde hikaye esnasında ölenler de
adalet sarayının devlet tarafından gerçekleştirilen bir bulunmaktadır. Film bu Faşist yönetim yapısı ve “dev-
85
İLETİŞİM BİLİMLERİ
rim” kavramıyla geldiği noktada Baudrillard’ın tarih
ve sinema ile ilgili yorumu önem kazanmaktadır:
“Faşizmi anlatan filmlerden yola çıkarak bunların faşizmin yeniden canlanmasına neden olacağına inanmak safça bir düşüncedir. Artık faşist bir dönemde
yaşadığımız için, vahşeti retro süzgecinden geçirilerek,
estetize edilen faşizm yeniden çekici bir görünüme sahip olabilmektedir.” [3]
Bu filmde anarşizmin özlemi, baskıcı ve baskıyı direkt
olarak gösteren yönetime duyulan özlemdir. Çünkü
baskı olmazsa isyan edilecek bir şey kalmayacaktır.
Ancak Baudrillard’ın da dediği gibi aslında bu tür yapıtlarla gizlenen şey faşizmden daha da beter olan sistemi gizlemektir.
SONUÇ
Son söz olarak bir şeyler söyleyecek olursak; V for
Vendetta filmini Baudrillard üzerinden çözümlememin sebebi klasik anlatı sinemasının ideoloji ile olan
ilişkisini göstermektir. Bu amaçla V for Vendetta filmini içeriği ve sahneler üzerinden Baudrillard’ın simülasyon teorisini kullanarak analiz ettim. Sinemanın
bir sanat olmasının yanında algıyı iktidarın söylemi
üzerinden şekillendiren bir yönü de vardır. Bu açıdan
sinema özellikle klasik anlatı sineması iktidar ve ideoloji ile iç içe geçmiştir. Baudrillard’ın esasında temel
olarak yaptığı şey, iletişim teorisi üzerinden iktidarı
çözümlemektir. Bu amaçla Baudrillard teorisi klasik
anlatı sinemasının çözümlenmesi için çok önemli bir
yerde durmaktadır.
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-Jean Boudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğubatı, Ankara, 2011, s.79.
2-jean Boudrillard, a.g.e., s.80.
3-Jean Boudrillard, a.g.e., s.73.
86
İLETİŞİM BİLİMLERİ
TÜRKİYE’DE SİYASAL
REKLAMCILIK
9 Haziran 2014 Emirhan UYSAL
T
“Siyasal reklamcılık, bir siyasal partinin veya adayın
kitle iletişim kanallarında zaman ve yer satın alarak,
seçmenlerin siyasi inançlarını, tutumlarını ve davranışlarını etkilemek bakımından, siyasal mesajlar verme
için kullanılması sürecidir.” [2]
David Ogilvy’nin aktardığı şu tarihi örnek konumuz
için de çok çarpıcı: “Eski Yunan’da Aeschines kürsüye
oplumsal içerikli siyasal olaylar; aslında çıktığı zaman dinleyenler kendinden geçip ‘ne güzel
olay olma niteliğinden çok bir olgu niteli- konuşuyor’ derlermiş, oysa aynı dinleyiciler Domestğindedir. Bu bakımdan siyasal iletişim ve henes konuştuğu zaman ‘Haydi yürüyün gidip Filip’i
siyasal iletişimde önemli yer tutan kitle ile- devirelim’ diye haykırırlarmış [3]. Bu hikaye propatişim araçlarının bünyesinde taşıdığı Ha- gandanın farklılıklarını ve farklı etkilerini çok iyi bir
bercilik, Kamuoyu oluşturma, Siyasal sürece katılma şekilde anlatmaktadır.
gibi görevleri doğrultusunda siyasal reklamcılığın siyasal halkla ilişkileri açısından vazgeçilmez bir unsuPropaganda, Kelime olarak Lâtince, “propagare” köru olduğu anlaşılacaktır.
künden, yeni fidanlar elde etmek üzere toprağı ekme
mânâsına gelir. İlk olarak Roma Katolik Kilisesi taraSiyasal reklamcılık, siyasal iletişimin önemli bir unsu- fından sosyolojik mânâda kullanılmış ve “fikirlerin
ru olmuştur. Bunun yanında kitle iletişim araçlarının yayılması” deyiminde ifadesini bulmuştur [4]. Propabünyesinde taşıdığı unsurlar çerçevesinde daha ob- gandanın birçok tanımı mevcuttur. Bunlardan birkaçı
jektif bir çalışma olması gereken siyasal reklamcılık, şunlardır:
içerisinde propagandanın unsurlarını da barındırmaktadır.
“Propaganda, bir öğreti, düşünce ve inancı başkalarına tanıtma, benimsetme maksadı güden, söz ve yazı
Çalışmamda öncelikle siyasal reklamcılık ve propa- gibi vasıtalarla gerçekleştirilen faaliyettir.”[5]
ganda konuları tartışılacak bu bağlamda Türkiye’de
siyasal reklamcılığın gelişimine değinilip örneklem
olarak aldığımız 1991 genel seçimleri ve yapılan çalış- “Fikir, kanaat ve değer yargılarını değiştirmek ve davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek için telkin
malar yorumlanacaktır.
gibi metotlara başvurarak önceden plânlanmış sembollerin sistematik bir şekilde kullanılmasıdır.” [6]
2.SİYASAL REKLAMCILIK VE PROPAGANDA
Günümüzde siyasal iletişim kavramı siyasi partilerin
ve oluşumların çalışmalarını tanımlamak adına kul- Propagandada söz konusu olan şey, açıkça saptırmalanılmaktadır. Oysa geçmişte “propaganda” vardı. İşin larda bulunmak ve belli bilgileri seçerek yansıtmaktır.
özünde reklamcılık ilkeleri propaganda ilkelerinden Propagandacının gâyesi, varılan sonuçları ve alınan
beslenmektedir. Reklamcı da satışını artırmak için kararları kabul ettirmektir. Yoksa kişileri hadisenin
değeri üzerinde mantıkî bir analize yöneltmek değilpropaganda ilkelerine başvurmaktadır [1].
dir. Bu bakımdan propagandanın kişiliğe saygısı yoktur. Gâyesi, kişileri yetiştirmek ve olgunlaştırmak deSiyasal reklam için siyasal iletişim yönünden kesin ğildir; kişileri hemen harekete geçirmektir [7].
tanım yapılamamakta beraber, genelde “içeriği siyasal olan reklamcılık” şeklinde tanımlanmakta ve bu
şekilde siyasal reklamı tanımla çalışmaları göze çarp- 19. Yüzyıla gelindiğinde propaganda artık, kitleleri
maktadır. Ancak Lyanda Lee Kaid’in şu tanımı siya- siyasal amaçlar doğrultusunda etkileme amacıyla hüsal reklamı tanımlamada çok daha faydalı olacaktır; kümetler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. 20.
1.GİRİŞ
87
İLETİŞİM BİLİMLERİ
Yüzyılda radyo ve televizyonun icadından sonra çok
daha fazla sayıda, milyonlarca insana ulaşmak mümkün olmuş, modern medyanın gelişimi, dünya çapındaki savaşlar ve aşırı uçtaki siyasal partilerin yükselişi
propagandanın kullanımını artırmıştır [8].
ABD başkanı Woodrow Wilson, propagandayı hükümeti desteklemek amacıyla kullanan ilk dünya lideriydi. ABD 1917’de Almanya’ya savaş ilan ettiği zaman,
Wilson CPI (Committee on Public Information) adlı
kurumu oluşturdu; böylece propaganda ilk kez modern bir hükümet tarafından da dünya çapında yaygınlaştırılmış oluyordu. CPI doğrudan zorlayıcı bir
güç uygulamak yerine bağlantılı sansür kurumlarına
ve haber medyasına gönüllü rehberlik yapıyordu [9].
leri, genel olarak iletişimin ilkeleriyle olduğu kadar,
günümüz dünyasındaki reklamcılığın ilkeleriyle de
büyük benzerlik göstermektedir [14].
Adolf Hitler, propagandanın önemini biliyordu:
“Propaganda sayesinde iktidara geldik, propaganda sayesinde dünyayı fethedeceğiz” diyordu. Führer,
“radyolarınızın düğmelerini sonuna kadar çevirin,
pencerelerinizi ardına kadar açın” çağrısıyla dönemin
bu en etkili ‘medium’unun başına topladığı kitlelerin
meydanlarda tek bir ruh olduğunu, “ kaynaşıp kabardıkça daha çok kadınsılaştığını” fark etmişti. “Halkın
çoğunluğu kadın gibidir” diyordu Hitler, “öylesine
zaafları vardır ki, düşüncelerini yönelten, muhakemeden ziyade, duyguları üzerine yapılan etkidir.” [10]
3.TÜRKİYE’DE SİYASAL REKLAMCILIK
Türkiye, televizyon kullanımı ile siyasal reklamcılık
deneyimini 1977 seçimlerinde yaşamış bir konumdadır. Ancak tartışmalı 1946 seçimlerinden sonra
Demokrat Parti’nin siyasal yaşama girişi, 1950 senesinde radyonun seçim kampanyalarında kullanılmasını getirmiştir. 1977 senesinde televizyonun seçim
çalışmalarında kullanılabilmesiyle, AP(Adalet Partisi)
Cenajans isimli bir reklam ajansı ile çalışmasıyla günümüzdeki halini az da olsa almaya başlar [16].
Gobbels’in bir propagandist olarak çalışmaları Hitler’in iktidara yükselişine önemli katkılarda bulundu.
Hitler 1933’te iktidarı ele geçirdiği zaman bu konuya
özel bir bakanlık kurarak Gobbels’i Halkı Aydınlatma
ve Propaganda Bakanı, “reichminister” ilan etti [11].
1977 seçimleri siyasal reklamcılık anlamında önemli
bir yer tutar. Ancak 1980 yılında ordunun yönetime
darbesi ile sonuçlanan süreçte sadece demokrasi değil
siyasal reklamcılıkta kesintiye uğramıştır. Bu alanda
yeni örneklerin çıkması için 1983 genel seçimlerini
beklemek gerekir [17].
Örneğin Goebbels’in propaganda anlayışına göre,
propagandacı olaylar ve kamuoyu hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Propaganda sadece bir tek makam tarafından planlanmalı ve uygulanmalıdır. Bir eylemin
propaganda sonuçları bu eylemin planlanmasında hesaba katılmış olmalıdır. Propaganda için operational
enformasyonun da el altında bulundurulması gerekmektedir. Propaganda düşmanın eylemini ve politikasını etkilemelidir. Çünkü Goebbels için “propaganda,
bir savaş aracı, bir savaş silahıdır.” [15]
Joseph Gobbels, propagandanın temel hedefine ilişkin olarak –aristotalesçi bir retorikten kaynaklandığı
belli olan – şu temel kıstası koyuyordu: “Biz bir şey
söylemek için değil, belli bir etki sağlamak için konuşuruz.” [12]
Darbenin ardından gelişen süreçte 1983 ve 1987 seçimleri ile yavaş yavaş demokratik bir ortama doğru
gidildiği görülmektedir. Fakat siyasi anlamda yasaklı
liderlerin bulunduğu bir ortamda, ancak darbe yönetiminin anlayışına ters düşmeyen partilerin kurulmasına izin verilmiştir. Bu durumun değişmesi için
Adolf Hitler’in “Propaganda gayet sınırlı konulara te- 1991 senesini beklemek gerekecektir. Her ne kadar
mas etmeli ve bunları devamlı bir şekilde tekrarlama- siyasi yasaklar 6 eylül 1987 tarihinde referandum ile
lıdır. Dünyadaki diğer işlerde de olduğu gibi bunda da kalkmış olsa da referandumdan 2 ay sonra 29 Kasım
sebat ve ısrar başarının en önde gelen şartıdır. Pro- 1987’de genel seçim yapılmıştır. Bu anlamıyla 1991 sepaganda her şeyi kanıksamış kimselerin peşine düş- çimleri çalışmamızda önemli bir yer tutacaktır.
memeli ve eseflere kapılmamalıdır. Aksi halde propagandanın muhteviyatı, şekli ve ifadesi halkın üzerinde
faaliyet gösterecek yerde, yalnız edebi salonlara de- 4.1991 SEÇİMLERİ SİYASAL REKLAMCILIK
vam eden kimselere tesir eder. İşte bunlardan vebadan AÇISINDAN İNCELENMESİ
kaçar gibi kaçmak gerekir” görüşü kitleleri aşağılar 4.1.1991 Seçimleri Öncesi Siyasal Ortam
niteliktedir ancak dönemin şartlarıyla uyuşmuş etkili 1987 seçimlerinden oy kaybederek de olsa iktidar
bir propaganda tasviridir. Propaganda, halkın anlaya- olarak çıkan ANAP, (Anavatan Partisi) enflasyon, işbileceği bir seviyede ve entelektüel düzey konuşmayı sizlik, terör ve özellikle 1980 darbesinin kalıntısı olan
dinleyen en sınırlı zekadaki kişinin zekasıyla uyumlu siyasi yasakların kaldırılmasına karşı çıkan tavrı sebeolmalı. Şonuç olarak, en geniş kitleye ulaşmak isteni- biyle geleneksel sağ tabanda prestij kaybı yaşamıştır.
yorsa, entelektüel düzey tamamen en alt seviyede ol- Bunun üzerine partinin lideri Turgut Özal 1989 yımalıdır [13].
lında Cumhurbaşkanlığına aday olmuş ve ülkemizin
8.Cumhurbaşkanı olmuştur [18].
1945 yılında ortaya çıkan belgeler incelendiğinde hemen fark edilecektir ki, Goebbels’in propaganda ilke- 1990 yılında özel televizyonculuğun önünün açılma-
88
İLETİŞİM BİLİMLERİ
sıyla siyasal reklamcılık, günümüzdeki halini alma
konusunda ivme kazanmıştır. Bu durum Türkiye’yi
artık partilerin yanında ajanslarında ön plana çıktığı
ve ithal kampanyacılarında kullanıldığı bir ortama
götürecektir.
partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi ile bir koalisyon
bloğu olarak girmiştir. Ancak seçim çalışmaları Refah
Partisi tarafından daha önceden hazırlanmıştır. Adil
düzen platformunda yükselen seçim kampanyasıyla RP, 1991 seçimlerinde en bütünlüklü ve en tutarlı
kampanyayı oluşturmuştur. “Başkalarının hayatının
kadınıyım ya kendi hayatım?” ve “Doğulu olmak suç
4.2.1991 Seçimleri, Negatif Siyasal Reklamcılığın mu?” sloganlarıyla yayınladığı ilanlarla kendi tabaYükselişi
nını bile şaşırtan RP, “Beni Faiz batırdı” ve “Babamı
Negatif siyasal reklamcılık, ilk kez 1948 yılında ABD işten attılar” gibi ilanlarla da tabanını yönelik bir çabaşkanlık seçimleri sırasında Truman tarafından lışma ortaya koymuştur. RP kampanyanın hedef kitleDewey’e karşı kullanılmıştır. Bu yaklaşımda amaç sini geniş tutma eğilimi içerisindedir. Bunun nedeni
karşı tarafı karalayarak kendi prestijini arttırmaktır. de Parti içi fikir partisi kalmak ya da kitle partisi olma
Genel olarak başarıya ulaştırma konusunda yetersiz tartışmalarına bağlayabiliriz. Elbette bu yeni strateji
olduğu savunulmaktadır [19].
tabanın bir kesiminde tepkilere yol açmıştır. Çünkü
RP seçim çalışmalarında ilk defa çarşafsız ve başı açık
kadınlara, kravatlı ve modern görünümlü erkeklere
ANAP “Çünkü Daha Yapacak Çok İş Var” sloganıyla, yer vermiştir [24].
SHP “Sandıkta Güller Açacak” sloganıyla, DYP “21
Ekim Sabahı Yeni Bir Türkiye” sloganıyla, RP “Yeni
Bir Dünya” sloganıyla ve DSP “Ak Güvercin Geliyor” DSP ise Ajans ile koordineli çalışamamış, geçmiş çasloganıyla seçim çalışmalarını yürütmüştür. Siyasi lışmalarına benzer kampanya stratejisini devam ettirpartilerin ana sloganlarının yanı sıra birçok siyasal me yönünde eğilim göstermiştir [25].
reklamcılık örneğiyle oy aradıklarını söyleyebiliriz
[20].
5.SONUÇ YERİNE: 1991 GENEL SEÇİMİNDE UYGULANAN KAMPANYALARIN SONUÇLARA
ANAP, ünlü Fransız reklamcı Jacques Segula ile çalış- ETKİSİ
mış ve kampanyanın temelinde “negatif reklamcılık” Seçim kampanyasının başarısını tayin etmede temel
ilkelerine uygun bir yol izlenmiştir. Genel olarak di- kıstas sağlanan oylardır. Burada da partilerin kamğer liderlerin yaşlılığı ve geçmişte kaldıkları fikri üze- panya öncesi anketler aracılığı ile ölçülen oyları ve
rine temellendirilmiş bir strateji izlendi. Ayrıca Mesut seçim sonu aldıkları oylar baz alınmaktadır. 1991
Yılmaz’ın genç dinamik ve çağdaş bir lider olduğuna seçimlerinin kampanya döneminin yeni başladığı
atıfta bulunan görsellerde gazetelerde kendisine yer günlerde 10 Eylül 1991’de Sabah’da yayınlanan ankete
bulmuştur [21].
göre DYP %24 ile birinci partidir. ANAP %19, SHP
%18,5, DSP %16,6, RP-MHP ittifakı toplamı %10.1 ve
SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) ise ana sloganı kararsızlar %16.6 olarak gözükmektedir. DYP 1 Ekim
dışında seçimin sonlarına doğru çıkarttığı “Ne Fark- tarihinde Bedrettin Dalan’ın partisiyle birleşme duruları Var” afiş ve televizyon spotları ile yine negatif munun konuşulmasından dolayı %27 sınırlarına ulaşbir tutum sergilemiştir. Bu çalışmada diğer siyasiler tı. Bu oy seçim sonunda aldığı oy kadar. Kararsızlar
matruşka şeklinde gösterilmiştir. Burada esas olarak ise hala %10.4 gibi bir düzeydedir. Bu durumda DYP
üzerinde durulması gereken konu ise seçim kampan- seçim kampanyasının kararsız seçmen üzerinde etkiyasının tutarsızlığıdır. Başlangıçta sandıkta güller aça- li olmamıştır diyebiliriz. DYP oylarının bir düzeyde
cak sloganıyla girdiği seçim kampanyasına daha sonra takılıp kalmasının bir sebebi olarak da kampanyasını
negatif siyasal reklamcılık örneği sergileyerek devam pozitiften negatife doğru evirmesi olarak da göstereeden SHP, bütünlüklü bir yapı kuramamıştır. Ayrıca biliriz [26].
sandıkta güller açacak sloganının da altı doldurulamamıştır [22].
ANAP oyları ise negatif süreçteki ilk dönemlerden
sonra “hadi bakalım kolay gelsin” şarkısının kullaDYP ise sol popülist bir programla, neredeyse bir sos- nıldığı ulusal içerikli televizyon reklamlarından sonyal demokrat parti kimliğiyle ortaya çıkmıştır. Yazı- ra kararsızların oylarının düşüşü ve ANAP oylarılı basında başarılı olarak kabul edebileceğimiz DYP nın yükselişi şeklinde karşımıza çıkar. ANAP oyları
televizyon medyasında belirgin bir zafiyet gösterdi. %19’dan %24’e yükselmiştir [27].
Kampanyayı tam anlamıyla Süleyman Demirel üzerinden götüren DYP, sosyal demokrat seslenişleriy- SHP-DSP yarışında ise “solu bölme, boşa oy verme”
le kentli kararsızın oyuna talip olmuş gözüküyordu. içerikli mesajıyla SHP galip ayrılmıştır [28].
Ancak televizyon stratejisini bağırıp çağırma üzerine
kurmasında ve televizyon medyasında olanaklarının
yetersiz olmasından dolayı kentlerde daha başarılı DYP’den sonra seçimin ikinci galibi ise RP’dir. %10.6
olma imkanını kaçırmıştır [23].
gibi bir oydan, 13 Ekim’de kararsızların oylarının
düşüşü ile paralel olarak %13.6 seviyesine gelir. Bu
dönemde oldukça bütünsel ve tutarlı bir kampanya
RP (Refah Partisi) seçimlere Islahatçı Demokrasi
89
İLETİŞİM BİLİMLERİ
yürüten RP, seçim sonunda ise %16.8’lik bir oya ulaşmıştır [29].
Bütün bunların yanında RP’nin yeni yeni başladığı ve
1994 yerel seçimlerinde en üst düzeyde uygulanan,
sokakta yüz yüze iletişim yöntemleriyle başarılı olduğu da bilinen bir gerçektir. Elbette seçim kampanyalarının etkisi sınırlıdır hiçbir siyasal reklam seçimlerin sonucunu çok büyük etkilerle etkilemez. Ancak
batıda yapılan araştırmalar seçim kampanyalarının
seçmenin tümü üzerinde mutlak bir etkisinin olmadığını, daha çok kararsız bir kitle üzerinde sınırlı bir
etkisi olduğu söylenebilir. Ayrıca seçim kampanyası
ile paralel yükselen oy grafiği kampanyanın başarısı
olduğunu tam anlamıyla göstermez. Çünkü oy verme
aşamasında seçmenin tek kıstası seçim kampanyaları
değildir.
19-Çankaya, a.g.e, s.51.
20-Çankaya, a.g.e, s.206-235.
21-Çankaya, a.g.e, s.210-213.
22-Çankaya, a.g.e, s.214-216.
23-Çankaya, a.g.e, s.217-220.
24-Çankaya, a.g.e, s.221-224.
25-Çankaya, a.g.e, s.225.
26-Çankaya, a.g.e, s.233.
27-Çankaya, a.g.e, s.234.
28-Çankaya, a.g.e, s.234-235.
29-Çankaya, a.g.e, s.235.
30-Osman Özsoy, Seçmen Siyasi ilişkileri Ekseninde
Başarılı Siyasetçinin El Kitabı, 1.Basım, İstanbul, Hayat Yayıncılık, 2004, s. 33-34.
Ancak 3784 denek üzerinde yapılan bir ankette, ankete katılanların 336’sı seçim dönemlerinde uygulanan propagandadan etkilendiğini söylemiştir 165’i ise
kısmen etkilendiğini belirtmiştir. Bu da yaklaşık yüzde 12’lik bir oran demek ve bu da kısmı etkinin bile
önemli olduğunu göstermektedir [30].
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-Erol Çankaya, İktidar Bu Kapağın Altındadır: Gösteri Demokrasisinde Siyasal Reklamcılık, 1.Basım, İstanbul, Boyut Kitapları, 2008, s.18.
2-Lynda Lee Kaid, “Political Advertising”, Dan Nimmo, Keith R. Sanders, (der.) Handbook of Political
Communication, London, Sage, 1981, s.260 (Aktaran:
Oya Tokgöz, “Türkiye’de 1983 ve 1987 Genel Seçimlerinde Kullanılan Siyasi Reklamlar”, Amme İdare Dergisi, Cilt: 24, Sayı: 1, 1991, s.13).
3-Çankaya, a.g.e, s.18.
4-J.A.C. Brown, Beyin Yıkama ve İkna Metodları,
6.Basım, İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 2008.
5-Meydan Lorousse, C.10, s.340.
6-Brown, a.g.e, s.18.
7-Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 9.Baskı, Ankara, Savaş
Yayınları, 1984, s.397-398.
8-Çankaya, a.g.e, s.24.
9-Çankaya, a.g.e, s.25-26.
10-Çankaya, a.g.e, s.28.
11-Çankaya, a.g.e, s.28.
12-Çankaya, a.g.e, s.29.
13-Çankaya, a.g.e, s.29.
14-Çankaya, a.g.e, s.31.
15-Leonard Doob, Gobbels’in Propaganda Teknikleri, (Çeviren: Ünsal Oskay) A.Ü. SBF Dergisi Cilt 23,
1968, s337-366 Aktaran: Çankaya, a.g.e, s.31.
16-Çankaya, a.g.e, s.147-156.
17-Çankaya, a.g.e, s.161.
18-Çankaya, a.g.e, s.206.
90
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
YAPISALCILIK VE DİL
27 Mayıs 2013 Gökhan ŞENER
İ
nsanın varlığının manasına erişebilmesi, kendi
varoluşunu ve diğer varolanların Varlığını keşfetmesiyle mümkündür. Dünyanın içinde olması bakımından insan tek başına bir Varlık elde
edemez. Diğer varolanlarla da irtibatlı olması
ve onların manasını keşfetmesi gerekir. İnsan, kendi
varlığının ve diğer varolanların farkında olan tek canlıdır. İşbu noktada varlığın farkına varmak “mana” ile
mümkündür. Mananın keşfine giden yol da dil üzerinedir. Dil, yol üzerinde karşılaşılan bir şey değil;
yolu açan şeydir. Bu noktada dil, varlığın manasını
gizleyen bir gösterge konumundadır. Ancak gösterge
olarak dil, imgeyi ve nesneyi temsil eden bir aracı düzeyinde değildir. Nesnenin manasını içinde barındıran bir konumdadır. Dil, varlığını manada bulur ve bu
manaların açığa çıkarılmasıyla önemli bir hale gelir.
Burada manayı açığa çıkartma söz ile mümkün olur.
Bu noktayı şimdi değil Saussure’nin dil- söz ayrımını
açıkladıktan sonra yapacağım.
Ferdinand de Saussure, dilbilimsel yapısalcılığın temellerini dil-söz ayrımı ile yapar. Saussure göre dili
sözden ayırmak demek; toplumsal olguyu bireysel olgudan ayırmak ve temel olguyu ikincil, az çok da rastlantısal nitelikli olgudan ayırmak demektir [1]. Anlaşılacağı üzere bireysel olan, ikincil olan ve rastlantısal
olan sözdür. Saussure’nin dil ile söz ayrımına gitmesinin nedeni: rastlantısal ve bireysel olarak tanımladığı
sözü bir dizge* haline getirmenin imkan dışılığından
dolayı yapar. Aynı zamanda dili yapısal bir hale getirmesi, onun artsüremi ve eşsüremli dilbilim ayrımının da bir sonucudur. Kelimelerin tarihsel gelişimini
dışlayarak kelimenin tarihin belli bir dönemindeki
manayı kabul eder [2]. Sözün dilden dışlanması ve eşsüremli dilbilim anlayışıyla Saussure, dili yapısal bir
konuma yerleştirir. Böylece dil, belli yapılar etrafında
incelenir ve bu yapılar içerisinde sözcükler manasını
bulur. Yapısalcı anlayışa göre, insanlar kendi yükledikleri mana dünyası içerisine yaşar ve mananın insanın yüklemesinden ibaret olduğunu kabul eder[3].Yapısalcılığın amacını, Fransız bir yapısalcı olan Barthes
şöyle açıklar: yapısalcılık, bir nesneyi, onun işleyişini,
onun hangi kurallara göre işlediğini ortaya çıkaracak
bir şekilde yeniden inşa etmektir. Bu faaliyetteki yapı
terimi nesnenin bir temsilidir. Ancak bu temsil amaca
matuftur [4].
Yapısalcı anlayışın dil teorisine göre karşımıza iki sorunsal çıkmaktadır: mana inşa edilen bir şeydir ve söz
dil dışı bir şeydir. Dil, insan konuşmasıyla varlığına
kavuşur. Söylem, dili açığa çıkartan, görünür hale getiren ve düzen veren bir yetidir. Söylemde konuşma
ile mümkündür. Ancak söylem ile konuşma aynı şey
değildir. Bir insan çok konuşabilir ancak hiçbir şey
söylemeyebilir. Dolayısıyla manalarla varlığa gelen
dil, söylem ile görünür hale gelir. Dilin gelişimini ve
değişimini sağlayan söylemdir. Saussure bunu kabul
eder. Ancak yine de sözü dilin dışında tutar. Düşüncelerin sonsuzluğunu yinelemeli bir şekilde sağlayan
dili sürekli canlı tutan söylemdir. Hatta dil, yaşamını
sözde bulur. Manalarla varlığa gelen dil bu manaların
açığa çıkarılması işlemini söylem sayesinde gerçekleştir. Saussure söylemin -haliyle konuşmanın- irade
ile kazanıldığını söyler. Ancak konuşma insan iradesiyle ortaya çıkan bir şey değil, insanın doğası gereğidir. Öyle ki nasıl dil irade ile kurulmuş bir yapı
değilse-dilyetisi(dil edimi) insanın doğuştan gelen bir
özelliğiyse- konuşma da irade dışı bir edimdir.
Mana, bir şeyin hakikatine işaret eder. Varolanların
varlığının keşfi mananın keşfi ile mümkündür. Ancak yapısalcılık, nesnelerin fonksiyonlarını belirlediği
amaca göre yeniden inşa etme işlemidir. Böylece insanlar nesnenin hakikatine ulaşmayı ona yükledikleri
manayı yeniden ortaya çıkartmak olarak varsayarlar.
Yapısal düşünce, kurgulanmış olanı, verilmiş olanı
alır, parçalar ve tekrar birleştirir. Varolanların ne olduğunu bulma süreci bir şekilde yapıları çözümleme
sürecine döner. Kurgulanmış olan yapıların keşfinin
imkansız olduğu düşünüldüğünde insan yeni bir yapı
kurar ve sonunda karışık bir durum vuku bulur. Örnek olarak, bir metni okuyan insan, metnin yapısını
çözümlenebilmesi için öznenin nesne ile kurduğu irtibatı birebir bilmesi gerekir. Bu da üreticinin kendisi
olması demektir ki imkan dışındadır. Yapının çözümlenmesi sürecinde insan dahili olamadığı bir şeyi farklı bir formda kendisi üretir. Yapının çözümlenmesinin
bir başka yönü de yapının parçalanmasıdır. Konunun
dışında olduğu için değinmeyeceğim bu durum niha-
92
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
yetinde yapının parçalanması yapılırken mananın da
yok edilmesi gibi vahim bir durum ortaya çıkar.
Yapısalcılığın ortaya çıkardığı başka bir sorunsal olarak dilin işlevsel boyuta itilmesi de konu içine alınmalıdır. Yapılar etrafına hapsedilen dil sonunda düşüncenin dolayısıyla varlığın Varlığına kavuşmasının aracısı
olmaktan çıkarılır ve dili iletme, taşıyıcı konumuna
iter. Toplumsal bir uzlaşı, anlaşma aracı olarak görülen dil, manaya açılan bir kapı olması bakımından temel özelliğini kaybeder. Dilin işlevsel olarak ele alınması uyarlanabilir çözümler ile kısıtlanması demektir.
Test edilen olgular üzerinden açıklanan dil mekanik
felsefenin sığ alanına atılır. Bu sebeple dilin biyolojik yönü belki ama zihinsel, düşünceye ilişkin yönü
açıklanamaz. Böylece insan varlığının farkındalığına
kavuşması engellenir. İnsanın kendisini bulması ona
verilenler etrafında şekillenir. Verilmiş olanla yetinen
insan sonunda öz/gürlüğü elinden alınmış olur.
Bugün görsellerle hapsedilen insana enformasyonun
bombalanması işlevsel dil aracılığıyla yapılır. Bilginin
ortadan kaldırılmasıyla birlikte insan enformasyona
mahkum edilerek, görsel alan içerisinde kontrol edilir.
İnsanın hapislikten kurtulamamasının nedeni onun
varlığına kavuşmasının biricik yolu olan dilin varlığının ortadan kaldırılması dolayısıyladır. Sadece dil
ortadan kaldırılmaz. Yukarıda değindiğim gibi manada ortadan kaldırılır. Bundan dolayı dilin düşünceye
olan kaynaklığı yok edilir.
Yapısalcılığın zaferi en sonunda bilimselliğin zaferidir
[5]. Bilim, olgusal olanın gözlemlenmesi ve deneye
tabi tutulmasıdır. Bilim olgunun niteliğine ilişkin bir
yargıdan uzak durur. Yani niçin sorusunu sormaz; neden ve nasıl sorusu ile yolunu tayin eder. Bu noktada
Aristotales’in dört sebebi söylenmeye değer: a) maddi
neden b) hareket ettirici neden c) ereksel neden ve d)
formel neden [6]. Bilim bu noktada maddi neden ve
formel neden ile ilgilenir; hareket ettirici nedeni ve
ereksel nedeni konusu dışında tutar. Böylece nesnenin manasını keşif imkansız hale gelir. İnsanın niçin
yaratıldığını ve kim tarafından yaratıldığını bilmediği
için kendi varoluşunun farkına varamaz. Varoluşunun
Varlığına erişebilmesi için insan, bilimsel dil veya mekanik dil anlayışının dışına çıkması gerekir. İnsan, dili
bildirişimden öte kendisinin hakikatinin gizli olduğu
bir gösterge olarak nazarına almalıdır.
“Varlığın manasına yönelik soru, nihai olarak dilin
özüne yönelik soru ile örtüşür.”[7]
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
* Saussure yapı kelimesi yerine dizge-sistem- kelimesini kullanır. Ancak daha sonra dizge yapı haline gelir.
Yapı ve dizge arasındaki fark bu yazının mevzu olmadığından bu konuya girmiyorum.
1-Saussure, de Ferdinand, Genel Dilbilim Dersleri,
Ankara, Birey Toplum Yayınları, 1985.
2-Saussure, de Ferdinand, a.g.e.
93
3-Görgün, Tahsin, Anlam ve Yorum, İstanbul, Gelenek Yayınları, 2003. (ayrıca bkz. Jean Piaget, Yapısalcılık)
4-Barthes,Roland, Göstergebilimsel Serüven, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2012.
5-Ricoeur, Paul, Yorumların Çatışması, İstanbul, Paradigma Yayınları, 2009.
6-Aristoteles, Metafizik, İstanbul, Sosyal Yayınları,
2009.
7-Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2011 (Aktaran: Altuğ, Taylan, Dile Gelen
Felsefe, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008)
TOPLUM ÜZERİNE
DÜŞÜNCELER
girmesi, insanların zihnine düzen olarak kazınmıştır.
Yani insanlar zanneder ki; hakim önündeki kanunda
öyle yazıyor diye öyle hüküm vermektedir. Yöneticiler, devletin âli menfaatleri öyle gerektirdiği için öyle
bir yönetim sergilerler. Veznedeki memur, sırf sistem
30 Mayıs 2013 Rasim Can ÇAKIR
çalışmadığı için hiçbir şey yapamayacak vaziyettedir. İşte insanlar bu denli komik yanılgıları bütün bir
ir toplumu iktidarlar, yasalar, yargıçlar, as- hayatları boyuncu toplar, üst üste koyar. Sonra diğer
kerler yönetmez. Esasında toplum kendi insanlarla yan yana gelirler ve böylesine toplumlar orkendini yönetir, yargılar, düzene sokar. En taya çıkar.
başta bahsedilenler, sadece bu sürecin sonuçlarıdır.
Bakunin’e atfedilen bir söz vardır: hukuk iktidarların
fahişesidir. Hukukun tanımını yukarıda yaptık. “inŞöyle izah etmek gerek: insanlar daima idarecilerden, san” aklı da vicdanı da kimseye fahişelik etmez. Kabürokrasiden yahut kanunlardan, hukuk sisteminden, nunlar dersek, kağıt ve mürekkebin de böylesine bir
mahkemelerden yakınır. Kendisini koruması gereken özelliği olabileceğini düşünmüyorum. Bu tatsız yakışkolluktan kendini korumaya çalışır. Peki neden? Gü- tırmayı olsa olsa yukarıda bahsedilen insanların hayanümüzde her iş yasalara göre yapılıyorken, neden bu tı idrak biçimleri hak eder. Yoksa bir “ide” ve bir kağıt
tomarı değil.
hengame?
B
Düzen kavramı ne değildir’i açıkladıktan sonra ne olduğunu da açıklamak gerek. Düzen basit bir şekilde
kişilerin dünyayı, hayatı kavrayışlarından ibarettir.
Yani hakim hüküm verirken elbette yasalar ona yol
gösterecektir; elbette bu düzenin getirisidir. Ancak
o yasalar düzen değildir. Toplumun genel ihtiyaçları
Şimdi bu soyut anlatımı yaşama indirmeli: Kanun ne- ve sorunları hakkında bir çerçevedir. Yoksa ona her
dir? Yahut hukuk? Hatta düzen nedir?
durum için farklı farklı olarak akıl ve vicdanıyla şekil
verecek olan hakimdir. Yani düzenin temeli dediğim
Hukuk, kanun değildir. Kanun denilen, yazıdan iba- gibi insan zihnidir; onun o son şekillenmiş halidir. Bu
rettir. Hukuk ise doğrudan doğruya muhakeme ve nedenle de bürokrasi, insanlığın zavallılığının gösvicdandır. Bu kadar, sadece bu kadar… Yani insani iki tergesidir. Toplum yaşamında elbette yapılan işlerde
usuller olacaktır; ancak sırf bu usullerle bir sistem
meziyetin birleşmesidir.
kurmak, memurun saat tam beş olunca onca sıraya
rağmen vezneyi kapatıp gitmesi kadar komik ve sinir
Gelelim düzene… Tüm sorunun kalbi, bu kelimenin bozucudur.
zihinlerde kazınmış olan “idrak” şeklidir. Düzen yoldaki kırmızı ışık değildir. Düzen karakoldaki tutanak
yahut kelepçe de değildir. Düzen ne koskoca adalet Kendini yeryüzündeki en üst varlık olarak gören
saraylarıdır ne de yüce meclislerdir. Bunlar sadece bi- insanoğlunun bu deli saçması hayat şekline katlanmasının, boyun eğmesinin hatta üstünlük sahibi bir
nadır, kağıttır, demirdir.
konuma geldiği anda bu garipliklerin en sadık ve en
cevval bir uygulayıcısı olmasının sebebi nedir peki?
Düzen bunlarla sağlanmaz. Yalnız kalamayacak ka- Basit: insanlara nasıl “insan” olunacağı öğretilmeden
dar aciz olan insanoğlunun, toplum halinde yaşar- neyi nasıl en iyi şekilde yapacağı öğretildiği takdirde
ken birbirine tahammül edebilmek namına, kendi ortaya işini iyi yapan hayvanlar çıkmaktadır. Aynen
elleriyle yaptığı, kurduğu şeylerin tahakkümü altına bugün olduğu gibi…
Aslında bir diğer sorun da budur: toplumu yönetenlerin, toplumdan basiret ve feraset namına ne bir adım
ileride ne bir adım geride olmasıdır. Bu da yine en
baştaki bahsin sonucudur.
94
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
İşte bu nedenle toplumları ne çalıştıkları fabrikaların
patronları ne de itaat ettikleri yasalar yönetir. Toplumu da insanda olduğu gibi “idraki” yönetir. Yani insan
gözünü açınca ne görüyor, gördüğünden ne anlıyor,
anladığına karşı nasıl bir tepki aklında ve vicdanında
ortaya çıkıyor ve son olarak bu tepkiyi dışa nasıl aktarıyor; bütün bunlar idrak yeteneğinden doğar. Toplum
için de bu durum böyledir. Toplumun da bir kavrayış
biçimi vardır, buna göre ürettiği hareketleri vardır.
Hareketlerinin meydana getirdiği sonuçlara karşı bir
duruşu vardır. Yine örneklemek gerekirse; toplumdaki yöneticiler, hakimler komutanlar, patronlar toplumun mahsulleridir. Toplum yapısının neticesinde,
bir süreç içinde gelişmiş ve ortaya çıkmışlardır. Eğer
o hakime kanunu nasıl uygulayacağı ve hangi hallerde hangi şekilde hüküm vermesi gerektiği değil de; ta
en baştan, daha çocukken hakkı gözetmenin ne denli kutsal bir iş olduğu, kişinin doğru bir iş yaptığında
tattığı o hazzın en yüce haz olduğu ve diğer cismani
hazlardan ne denli üst ve haklı olarak kalıcı olduğu
küçük hakime verilseydi; önce nasıl “insan” olabileceğini öğrenmiş olurdu. Yahut küçük fabrika patronuna,
küçük iş adamına çalışan kişiye hakkını zamanında
teslim etmediği takdirde o kişinin çocuğuna küçük
bir hediye dahi alamayacağı zaman yavrusunun yaşayacağı his tattırılsa veya tefekkür ettirilebilse; o küçük
patron büyüdüğü zaman insanları meta, sermaye; metayı ise yaşamın kaynağı olarak görmezdi.
Bu çarpıklığın düzelmesinin tek yolu, toplum genelinde bunun görülmesidir. Eğer bütün bunlar toplumda
“yanlış” olarak algılanmazsa, toplumun ürettiği her
nesil yine aynı basamaklar üzerinden gider ve yine
aynı neticelere ulaşır. Bu kısır döngüye girmemek
için toplumun, toplumda da her insanın önce kendini
daha sonra ise evladını nasıl ve hangi değerler üzerinden yetiştirmesi gerektiği kesinlikle kavranmalıdır.
Yoksa ortaya çıkan her yaşam, birbirinin aynı olan bir
milyon konserveden farksız olur.
95
DAR BİR KESİTTEN
GENİŞ BİR TAHAYYÜL
zira kapitalist bir dünyada vicdan AIDS’ten ölen bebeğe aşı yerine kar oranı fazla diye fabrikalarda köpek maması üretmekten ibarettir; yani kelimelerden
ibaret yokluk senfonisi… Bu anlayışı yıkmak bir yana
(zira bu anlayışı yıkmak solcu aydınların ya da yeni
15 Haziran 2013 Hamza ÖZCAN
dönem İslamcı düşünürlerin zannettiği gibi basit bir
sorun değil; geniş bir tefekkür ve aksiyoner bir dünya
apitalizm, günlük hayatımızda herkesin nizamına muhtaçlık kudretine muktedir olabilmektir)
sıkça duyduğu bir kelime daha doğrusu en azından sistem hakkında bazı şüphelere ve yeni
bir sanrı… Peki bize bu sanrıyı yaşatan sorulara sebep aramak için yazı dizimizin altı temel
özellikle son üç yüz yıldır Batı toplumu- fraksiyonu olacak. Bunlar:
nun -ki bir Doğu toplumu olarak ABD’yi
de bu sınıflandırmaya sokabiliriz- yaşam şekli ve gera-)Genel Bir Bakış
çeği olan kapitalizm, gerek kendi bakış açısı gerekse
b-)Kapitalizmin Doğuş Öyküsü
kendisinden gayrı etkilediği, yansıttığı ve sömürdüğü
diğer ülke, toplum ve bireyler tarafından kendi yac-)Neo Liberal Anlayışla Kapitalizmin Yeniden Dişam gerçeklikleri içinde nereye konuluyor; nasıl tarilişi
nımlanıyor ve neye göre yargılanıyor? Kapitalizm bir
ç-)Neo Liberal Görüşler ya da Yeni Kapitalist Anruh olarak neoliberal anlayışla zırhlanıp; küresel-köy
layışlar
olgusuyla yeni bir strafor yaratırken; bunu bütün
d-)Sisteme Dair Eleştiriler ve Çıkış Yolları
dünyaya kabul ettirip daha doğrusu bizim düşünce
anlayışımıza uygun söylersek bunun böyle olmadığı
e-)Kapitalizmin İnsanı yahut İnsanın Kapitalizmi
bilindiği halde fizik kuralları kadar hakikat payı noksan baskısını insan zihninde nasıl kurabiliyor; o hegemonyayı bütün dünyaya nasıl kabul ettirip mecbur İnsanlık tarihi açısından her büyük atılım arkasında
ediyor? Tröstleşen büyük şirketlerin siyasi haritalarda büyük bir birikim ve bu birikimle oluşturulan hamle
görülen devletlerden ziyade artık kendi vatandaşlık neticesinde devasa bir sistem meydana getirir. Bugün
kimliklerini oluşturdukları bu süreç; internetin yaşam insanlık bu büyük atılımı tarih boyunca iki defa gersahasına dahil olmasıyla sosyal medyanın faal bir şe- çekleştirebilmiştir. İlki M.Ö. 8000 yılında göçebe topkilde 21. yüzyıla vurduğu damga nasıl iki büyük buh- lumdan tarım toplumuna geçiş sürecidir. Şimdilerde
ran yaşayan kapitalizmi (1929 ve 2008) yeniden diril- bizim için hiçbir anlam ifade etmeyen sabanın bulutip insanlığın vazgeçilmezi haline getiriyor. İnsanları nuşu, toprağın işlenmesine imkân sağlamış ve insansilahla değil; kelimelerle vuran yazarlar, sömürgecilik lığın medeniyetler oluşturmasına imkân sağlayacak
anlayışını savaştan ziyade sinema kültürüyle yapan düzenin temel dinamiği olmuştur. Tarım toplumuna
şirketler; iktidar değişikliklerini, isyanları bir kurşun- geçiş yerleşik hayatı doğurmuş; neticesinde köyler,
la değil; sosyal medyada kurşunlaşan bir sözle başla- kasabalar, şehirler, ülkeler ve imparatorluklar kurultanlar acaba yeniden dirilen kapitalist anlayışın ne- masına; sanatın, edebiyatın ve siyasetin artık gerçek
resindeler yahut hangi neokapitalist anlayışa hizmet manada oluşmasına; özel mülkiyet, sınıfsal farklılık
ediyorlar? Sadece bu ideolojiye sahip olmayanlardan gibi kavramların hayatın gerçeğine dönüşmesine imziyade bu sistemle kurgulananları dahi gerektiğinde kân sağlamıştır. Yaşadığımız ikinci büyük atılımsa şu
sömürmekten geri durmayan bu anlayış nasıl dünya an yaşadığımız kapitalist süreçtir.
üzerindeki bütün toplumların gerçeği ve gereği olarak
karşımıza çıkabiliyor. İşte yazacağımız yazı dizisinde
bu soruların cevabına arayacak; aradığımız cevaplar Kapitalizmin doğması her ne kadar 18.yüzyılın başlasonunda bulduğumuz yanıtlara uygun sorular sorarak rına denk düşse de biz bunu daha geniş bir perspektifbu sisteme karşı akla ve vicdana uygun yanıtlar ara- ten ele almak mecburiyetindeyiz. Kapitalizm dendiği
yacağız. Dikkat buyurursanız sadece akla dair sorular zaman ortaya üç önemli nokta düşmektedir. Bunlar
demedim, vicdanı da hesap kitap meseli içine kattım; sırasıyla iletişimde devrimsel nitelikte hızlanma (bu-
K
96
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
harlı trenden bugün internette sosyal medya ağına
kadar olan geniş alan), makineleşme (buharlı makineyle başlangıç) ve demokrasi. Sorulması gereken ilk
soru şuradan gelmekte: Bahsedilen bu üç nokta tarih
boyunca ilk defa mı görüldü; yoksa önceden insanlık
bu süreçleri yaşadı mı? Bazı kuramcıların dediği gibi
kapitalizmin doğuşu İngiltere’nin küresel sömürge
ağına sahip olmasından kaynaklanan ulaşım ağı mı;
o zaman bundan üç bin yıl önce Doğu Akdeniz’de
kolonicilik faaliyeti yürüten ve geniş bir ulaşım ağına sahip olan Fenikeliler’i nereye koyacağız? Varsayalım özgür ortamda hür iradesiyle hayat hakkı bulan
insan her şeye muktedir olabilir yani demokrasi kurgulamıştır, diyelim kapitalizmi. O zaman Sokrat’tan
bu yana hakikati söyleyeni darağacında sallandıran
demokrasi tabii ki konuşma ve savunma hakkınızı vermek kaydıyla neden Antik Yunanda değil de
18. yüzyıl İngilteresi’nde ortaya çıktı. Fransız İhtilali’nin başkahramanlarından Danton’u dahi devrimin
hemen ertesinde asan ve giyotine giderken celladına
”Kesilen başımı halka göster; çünkü bu gösterilecek
bir baştır.” diye serzenişte bulunan Fransa’da değil de
neden İngiltere de? Tabii İngiltere’de de az kişinin başına mal olmamıştır demokrasi; bunun sayısız örnekleri var. En başta bir Kral; lakin kapitalizm ilk neden
İngiltere’de? Desek ki okuryazar oranı; iyi de matbaa
Almanya ‘da Gutenberg’le hayat buldu; Aydınlanma
Çağı’nın kalbi de Fransa’ydı; bu da yanıtsız… Zihin
dağarcığımızı biraz daha geniş tutalım ve şunu söyleyelim; İngiltere’deki çitleme yasasıyla halka özel mülkiyetin yolu açıldı; bu da kapitalizme önayak oldu. O
zaman Afrika’da, Nil Havzası’nda kapitalizm doğmadı
da; neden şu an onlar kapitalizmin elinde can çekişiyor? Geriye tahmin edilebileceğiniz gibi tek bir yanıt
kalıyor: buharlı makinenin icadı yani ısı enerjisinin
mekanik enerjiye dönüşmesi. 1770’lerde James Watt
tarafından icat edilen buhar makinesi arzın ortasına
İngiltere’nin mızrağı sokması demekti kimilerine göre.
Buharlı trenin yapımı ve bugün internetin yaşam sahamıza dâhil olması şüphesiz bu buluşun ürünüydü.
Üstünde ”Güneş Batmayan İmparatorluk” diye siyasi literatüre giren tarihi gerçek ve devasa imparatorluk… Acaba? Kapitalizm burada doğmuştu; ama şu
anlama gelmiyordu; ebediyen burada kalacak. Daha
hızlı koşmazsanız hep daha hızlı koşan birileri bulunur, bu hayatın gerçeği; o da bulundu, yani zaman…
Eğer ki yenilik ve ilerleme gelmezse; nasıl devrim ilk
çocuklarını yer; kapitalizm de ilk çocuğunu yedi…
Bundan sadece yüzyıl sonra daha yeni siyasi birliğini
kuran ve hiçbir deniz kolonisine sahip olmayan Almanya ekonomik yönden dünyanın en büyük deniz
kolonisine sahip İngiltere’yi yakalamış ve bundan elli
yıl sonra ise ABD her iki devleti de kapitalist arenada
geride bırakmıştı… İşin garip tarafı sistemin kurucusu,fedaisi olan İngiltere’de sisteme sistemli bir eleştiride bulunan Alman filozof Karl Marx’ın Ploretar (İşçi)
Devrimi birer kapitalist toplum olan İngiltere, Fransa,
Almanya ya da ABD’de değil; tamamıyla tarım toplumu olan Rusya’da hayat bulmuştu; sisteme sistemli
bir eleştiri dahi şimdiye kadar yapılmadı, yapılamadı;
en azından tutmadı. Ve Güneş Batmayan İmparatorluk’tan Greenwich’e çekilen İngiltere, bugün kapitalist
arenada başaktör ABD’nin maşası…
97
Kapitalist sistem başta zannedildiği gibi daha çok
üretim; daha çok zaman, daha kaliteli ürün, daha iyi
yaşam standardı, daha iyi olanak, daha iyi insanlık…
Bize ezberletilen daha daha daha iyi artık bahsedilen her neyse o değil miydi? Yoksa açlık, savaş, terör,
yoksulluk, gecekondulaşma, insanın kendine yabancılaşması, yalnızlık, makineleşme, tröstleşme ya da
en tepedeki “Big Brother’ın” [1] da söylediği gibi “Bir
damla petrol; bir damla kandan değerlidir” [2] sözünün ezberlettirilip insanlık vicdanında bayraklaştırılması mıydı? “Liberalizmin hürriyeti hür bir kümeste
bir tilki hürriyeti” [3] diyen akli zeka yanılmış mıydı?
Ya bütün insanlık yolunu şaşırdı; yahut çağımızda birkaç Erasmus hala var ve delirmek üzereler. Muamma,
muamma… Soruları dahi doğru sormayı bilmiyoruz;
zira sistemin bize ezberlettiği ya da sınırları sadece
onun çizdiği kadar sorular sorabiliyoruz. Şairin dediği gibi:
“Fareleri küheylan, balkabağını fayton yapacaklar;
ama saat gece yarısını vurur vurmaz bütün büyü bozulacak”[4]
Saat 12:01 geçiyor, masal bitti; şimdi kabusu yaşıyoruz. Hem de sorularla…
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-“Big Brother”: George Orwell’in 1984 adlı romanında her şeyi, herkesi izleyen ve kontrol etmeye çalışan
hayali karakter.
2-İngiliz devlet adamı Winston Churchill’in İngiliz siyasetini anlatan tarihi sözü.
3-Cemil Meriç’in Mağaradakiler eserinde Liberalizme
getirdiği şahsi tespit.
4-İsmet Özel, Cuma Mektupları-8.
BİLGE KAĞAN
24 Haziran 2013 Merve Rabia MERAL
önemini anlatmaya, Kül Tegin ve Tonyukuk ile beraber yürüttükleri yönetim stratejilerini açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.
Üçüncü bölümde, Bilge Kağan’ın şahsiyeti üzerine
araştırmalar yapacağız. Bilge Kağan nasıl bir devlet
ilge Kağan’ın biyografisini yazmaktaki se- adamıydı? Halkına davranışları nasıldı? Budizm’i din
bebim, Türk adını taşıyan Gök-Türk Devle- olarak kabul etti mi? Budizm fikrinin temelinde ne
ti’nin en yüce kağanlarından biri olması ve vardı? Bilge Kağan eceliyle mi öldü yoksa öldürüldü
Türk Tarihi çalışan kişilerin, ilk Türk Dev- mü? Bu sorulara cevap bulmaya çalışacağız.
letleri ve kağanlarını tanımaları gerektiğine
olan inancımdır. Çalışmamda kaynak dili olan Çince I.BÖLÜM
ve Göktürkçe’yi bilmemem sebebiyle araştırma eserlerden faydalandım. Öncelikle Gök-Türk Devleti tarihi 1.Bilge Kağan’ın Ailesi ve Çocukluğu
kitaplarını inceledim. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl tara- Bilge Kağan, II. Gök-Türk Devletinin kurucusu İlteriş
fından kaleme alınan, ‘Göktürkler’ ve ‘Bilge Kağan’ın Kutluk Kağan’ın büyük oğludur. Annesi İl Bilge haVasiyeti’ isimli eserlerde yer alan, Bilge Kağan dönemi tundur. Doğu Gök-Türk devleti yıkılınca, fetret döneolaylarına değinmeye çalıştım. Türk Tarihinin en eski mi yaşadı. Bu dönemde yüz binden fazla kişi Çin’e göç
yazılı kaynakları olan Orhun Abidelerinin Türkçe çevi- etti. Bir kısım halk Sir Tarduşlar etrafında toplandı,
rilerinden faydalanarak, yaşanan siyasi, sosyal ve kül- bir kısmı ise batı istikametine göç etti [1]. Bilge Katürel olaylar ile alakalı bilgiler vermeye çalıştım. Bilge ğan’ın babası İlteriş Kutluk Kağan işte bu dönemde bir
Kağan üzerine yaptığım bu çalışmayı yapmama vesile hareket başlattı. Gobi çölünün kuzeyinde, Ötüken’e
olan danışman hocam Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’na yakın bir bölgede, Kutluk İlteriş Kağan Türk boylarını etrafında toplayarak güçlenmeye başladı [2]. Uzun
teşekkürlerimi sunarım.
yıllar Çin’de yaşamış olan Tonyukuk, Çin’den kaçıp İlteriş Kutluk Kağan’ın yanına gitti. Tonyukuk’un askeri
GİRİŞ
dehası GökTürk devleti için çok fayda sağladı.
Bilge Kağan dönemi üzerine yapacağımız çalışmamız
üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Bilge Kağan kimdir? Çocukluk ve gençlik yıllarında ne İlteriş Kutluk Kağan II. Gök-Türk Devletinin güvenligibi faaliyetleri olmuştur? Babası İlteriş’in ölümünden ğini sağlayabilmek için, düşman ülkelere ordular gönsonra niçin kağan olamamıştır? Kapgan Kağan dö- derdi ve savaştı. İlteriş Kutluk Kağan öncelikle Oğuzneminde, kağana sadık kalmış mıdır? Tarduş halkına ların üzerine seferlere çıktı. Orhun abidelerine göre
şad ilan edildikten sonra ne gibi faaliyetleri olmuştur? düzenlediği sefer sayısı 47’dir. Göktürk Devletinin sınırlarını 18 km²’ye kadar genişletti. Bu başarı devletin
Sorularına cevap bulmaya çalışacağız.
50 yıl önceki halinin devamı gibidir [3]. İlteriş Kutluk
Kağan dönemi hakkında Çin kaynaklarında ise şu
İkinci bölümde, Bilge Kağan’ın kardeşi Kül Tegin ni- açıklama yer alıyor: “Türk kuvvetleri çoğalınca He-şaçin ihtilal düzenlemiştir? Tonyukuk, ihtilal sonrasın- çing şehrini zapt ettiler, buradan pin-çeu sancağına girda dönemin devlet adamları öldürülürken niçin sağ diler. (688) Ertesi sene daha geniş kapsamlı olarak Çin’e
bırakılmıştır? Bilge, Kağanlığının ilk yıllarında, iç akınlar yaptılar. İmdada giden bir takım Çin Kuvvetleri
karışıklıklara karşı ne gibi önlemler almıştır? Bilge Türklerle başa çıkamadı. Artık her sene Türk kuvvetleri
Kağan, Çin-Gök-Türk savaşlarında nasıl politikalar etrafa akınlar yapıyor.” [4] Bu açıklamadan da anlayauygulamıştır? Çin ile ilişkilerde hangi hususlara dik- cağımız üzere, İlteriş Kutluk Kağan hızlı bir gelişme
kat edilmiştir? Tonyukuk ve Kül Tegin’in ölümünden gösterdi ve Çin’i zor durumda bırakmayı başardı.
sonra, Bilge Kağan’ın faaliyetleri nelerdir? Sorularına
cevap vereceğiz. Bilge Kağan’ın Gök-Türk Devleti için
Bilge’nin doğum yılında yani 684 yılının sonbaha-
B
ÖNSÖZ
98
PERSPEKTİF
rında Türkler chan-si’nin kuzeyine kadar gitti. Bir yıl
sonra Kül Tegin doğduğunda ise Türk kuvvetleri T’aiYu-An’in kuzeyine kadar ilerlemişti [5]. İlteriş Kutluk
Kağan’ın kısa dönemde hızlı bir gelişme gösterişini bu
örnekle de açıklayabiliriz.
İlteriş Kutluk Kağan öldüğünde Gök-Türk Devleti
teşkilatlanmasını tamamlamıştır. Bilge 8, Kül Tegin 7
yaşlarında olduğu için tahta İlteriş Kutluk’un kardeşi
Kapgan Kağan geçti [6]. Kapgan Kağan tahta geçtiğinde 27 yaşındaydı. Kapgan Türkçe’de “fatih” anlamına
gelmektedir. Çince de ise ‘mo-ço’, ‘beg: çor’ gibi unvanlara sahiptir [7].
Kapgan Kağan, İlteriş Kutluk’tan devraldığı hızla büyüyen devleti, aynı istikamette geliştirmeye çalıştı.
Öncelikle Çin’i baskı altında tutmaya çalıştı. Bu baskı
politikasının sebebi, Çin’deki Türkleri anavatana geri
getirmek isteğidir. Asıl amacı ise Asya kıtasında yaşayan her Türk’ü tek bayrak altında toplamaya çalışmaktır. 200 yıllık Gök-Türk tarihinde 24 yıl kadar bir
süre kağanlık yapan Kapgan Kağan, Orhun Abidelerinde en çok zafer kazanan ve Çin’i en çok korkutan
kağan olarak tasvir edilmiştir [8].
Bilge Kağan, Gök-Türklerde Hsiao-sha yani küçük
şad olarak adlandırılmıştı. Çin kaynaklarında ise mochih-lien olarak bilinmektedir [9]. Bilge Kağan ve kardeşi Kül Tegin, İlteriş Kutluk Kağan’ın oğulları olmaları sebebiyle, askeri kamplarda büyümüşlerdir. Genç
yaşta askeri rütbeler almışlar ve değerli savaşçılar olmuşlardır. İki kardeş; Bilge Kağan ve Kül Tegin, Türk
Tarihinin örnek devlet adamları olarak anılmaktadır
[10].
3.Bilge’nin Kapgan Kağan Dönemi Faaliyetleri
Bilge, Kül Tegin, Tonyukuk ve diğer devlet adamlarının orduları ve askeri başarıları Çin’in, Gök-Türkler
için tehlike oluşturma ihtimalini tamamen bitirmiştir. Kapgan Kağan tüm bu başarılara rağmen halkına
zalimce davranmıştır. Sürekli boyların isyanı vuku
bulmuştur [14]. Kapgan Kağan dönemi iç karışıklıkları, Kapgan Kağan’ın ölümüne giden sürecin başlangıcıdır. Basmil, Türkeş ve Bayırku boylarının isyanları
Gök-Türk devletini zor durumda bırakmıştır. Bilge ve
Kül Tegin, amcaları Kapgan Kağan’a ellerinden gelen
desteği vermişler ve isyanlara karşı onun yanında olmuşlardır. Abidelerde “Amcam Kağan’ın imparatorluğunda karışıklıklar çıktığında, halk ile hükümdar
arasında ikilik olduğu zaman” diye bu dönem tasvir
edilmeye çalışılmıştır [15] İsyanı tetikleyen bir diğer
unsur Çin’dir. Gök-Türkler karşısında başarılı olamayınca kendilerince bir strateji belirleyerek içten
çökertme işlemine girme kararı almışlardır. Böylece
devlet güçsüzleşince yıkması daha kolay olacaktır.
Gök-Türklerin egemenliğinde ki ülkeleri bağımsızlık
için kışkırtmışlardır. Kapgan Kağan ilerlemiş yaşına
ve gücünün yetersizliğine rağmen mücadele etmiştir.
Ordu bu isyanlar sebebiyle zayıflamıştır. Halk arasında yoksulluk ve salgın hastalıklar baş göstermiştir.
Bu sırada Çin İmparatoru Hsüan-Tsung’da Türk boy
beylerine hediyeler göndererek kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. Bayırkuların isyanı üzerine Kapgan Kağan sefere çıkmıştır. Bayırkular yenilmiştir. Fakat az
askerle geri dönmeye çalışan Kapgan Kağan yakalanarak öldürülmüştür. Çinli elçi Ho Ling-chü’an Kapgan’ın başını keserek Çin’e götürmüştür[16].
Çin İmparatoru güçlü düşmanı Kapgan Kağan’ın
ölümü üzerine ülkesinde şölenler düzenlerken, GökTürk halkı yas tutuyordu. Kapgan Kağan’ın ölümü,
ülkedeki yoksulluk ve salgın hastalıklar haklın göç etmesine sebep oldu[17]. Abidelerde Kapgan Kağan’ın
ölümü ile alakalı ‘Ey Türk halkı, bilmiyorsun ki, sen
kötü olduğun için amcam kağan uçtu ve gitti’ denilmektedir. İsyanlar ile ilgili olarak ise ‘Dokuz oğuzlar
benim halkımdı. Gök ile toprak uyuşmadıklarından,
ihtiras zehri kanlarına girdiğinden düşman oldular’
denilmektedir [18].
2.Bilge’nin Tarduş Halkına Şad İlan Edilişi ve Batı
Kanadı Şadlığı Dönemleri
696-697 yıllarında Kapgan Kağan eski müttefikleri olan Hitaylara karşı bir harekat düzenleyerek Çin
lehine olan bir ittifakı bozdu. Bu dönemde Kırgızlar
üzerine sefere çıkıldı. Bu seferin sonucunda 697’de
Bilge, Tarduşların Şad’ı olmuş ve bütün batı bölgesinin başkomutanı unvanını almıştır [11]. Hükmettiği
bölge Altay Dağlarının güney eteklerinin batısında,
İrtiş nehrinin civarıydı. Bu görevi abidelerde “On dördüncü yaşımda Tarduş halkına Şad olarak hükmettim.” II.BÖLÜM
şeklinde bildirmiştir.
1.Bilge’nin Kağanlık Dönemi
Kapgan Kağan’ın ölümünden sonra, yerine oğlu İnel
Bilge, askeri başarıları neticesinde batı kanadını yö- geçmiştir [19]. Babası öldüğünde Bilge küçük yaşta
netti. Bu dönemde Kırgızların müttefiki olan tachik olduğu için tahta geçememişti bu yüzden tahtın onun
halkı üzerine de seferler yaptı. 707 ve 711 yıllarında hakkı olduğu düşünüldü. Halk ve Gök-Türk ordulaAraplara karşı savaştı [12] Az halkının topraklarını rının başında bulunan Apa-Tarkanlar Bilge’yi destekişgal eden Bilge, Kırgızlara karşı ikinci bir sefer yapa- ledi. Çünkü Bilge Kağan, Kapgan Kağan döneminde
rak, Kırgızları yendi ve kağanlarını öldürdü. Bilge’nin Batı kanadını başarıyla yönetmiş ve askeri başarılarıyŞadlık döneminde Kırgızlar üzerine 25 sefer yaptığı la kendini kanıtlamıştı. Kül Tegin bir ihtilal yaparak,
sanılmaktadır [13] Daha sonra Türgeşler’e karşı sefer İnel Kağan’ı, ailesini ve danışmanlarını ortadan kaldüzenleyip, Türgeşler’i bozguna uğratıp kağanlarını dırmıştır. Sadece Tonyukuk hayatta kalmıştır. Daha
öldürmüştür.
önce devlete çok katkı sağlamış olması, halk arasında
itibar gören biri olması ve Bilge’nin kayınpederi olma-
99
PERSPEKTİF
sı dolayısıyla ona dokunulmamıştır [20]. Tonyukuk’a
tecrübesi dolayısıyla devlette görev verilmiştir.
Çin kaynaklarında Bilge Kağan, Kül Tegin ve Tonyukuk ile alakalı şu açıklamalara yer verilmiştir:
“Gök-Türklerin ne zaman ne yapacağı belli olmaz.
Kağan Bilge iyidir. Milletini sever, Türkler de ondan
memnundur. Kül Tegin harp sanatının ustasıdır. Ona
karşı koyacak kuvvet bulunmaz. Tonyukuk ise otoriter
ve bilgedir. Niyetleri ve kurnazlığı çoktur.” denilmiştir
[21]. Kapgan Kağan’ın ölümü sonrasında bu üç devlet
adamı bir araya gelmiş ve Gök-Türk devletini ayakta
tutmaya çalışmıştır.
Bilge, kağan olunca kardeşi Kül Tegin Sol Bilge Elig’liğine [22] getirilmiş, Tonyukuk ise devlet içerisinde
yönetim makamında tekrar göreve başlamıştır. Devlet
yönetiminde meydana gelen değişimler, halk arasındaki iç mücadeleyi bitirememiştir. Boy isyanları devam etmiştir. Yıllar süren isyanlar nedeniyle devlet
adamlarında ve millette yorgunluk oluşmuştur. Bu
durum karşısında Bilge, kardeşi Kül Tegin ile mücadeleye girişmiştir. 716 yılında Selenga boylarındaki
Uygurlar Kargan savaşı neticesinde mağlubiyete uğratılmıştır. Türk boylarından bazıları, Göktürk topraklarını terk etmeye başlamıştır. Kıtan ve Tatabılar,
Çin’e T’ang Hanedanına sığınmışlardır. Türgişler ise
bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir [23]. 717 yılında
tekrar isyan eden Karluklar üzerine sefere çıkılmıştır.
Bu sırada Bilge Kağan, Çin ile iyi geçinme politikasını
benimsemiştir.
Boyların çoğu on yıldan fazladır devlete isyan halindeydiler. Bu isyanların uzun sürmesi devlete bağlı
kalanların, bağlılıklarını yitirmelerine sebep olmaya
başlamıştır. Bu karışık durumda Bilge, Tonyukuk’u
göreve çağırdı ve yeni bir strateji belirleme kararı aldılar [24].
2.T’ang Hanedanı İmparatoru Hsüan-Tsung ile
Mücadele
Bilge Kağan’ın Çin ile iyi ilişkiler kurma çalışmalarının sebebi, Tonyukuk’un stratejisi gereğiydi. GökTürk halkının yorgun ve bezgin, Çin Halkının ise dinamik olması, iki devlet iyi geçinmezse kötü sonuçlar
doğurabilir diye düşünülmüştür. Fakat bu sırada Çin
boş durmuyordu. Boylara hediyeler göndererek onları
kendi tarafına çekmeye çalışmıştır.
Boylardaki Türkler ise, Çin’e iyi davranmamanın kendileri için kötü sonuçlar doğuracağı düşüncesindeydi
[25]. Bu şekilde düşündükleri için Ötüken’den, Çin
topraklarına göç etmeye başlamışlardı. Kapgan Kağan’ın ölümünden sonra, Dokuz Oğuzlar Çin topraklarına göç etmiştir. İsyanlarla mücadele edilirken,
bu kargaşa ortamında Türk halkları Çin topraklarına
geçmiştir. Çin topraklarına giden Türklerin durumu
da iyi değildi. Çin devletinden umdukları yaklaşımı
görmemişlerdi. Türk hakları değer görmüyordu. Bilge
Kağan, devleti bu ortamda yönetmeye başlamıştır. Kül
Tegin ve Tonyukuk ile beraber, abidelerde denildiği
gibi ‘Gece uyumadan, gündüz durmadan’ çalışıp, bu
durumu düzeltmeye çalıştılar [26].
Çin imparatoru Hsüan-Tsung, Kıtan, Tatabı ve Beşbalık’ta bulunan Basmıllarla gizli ittifak kurarak, Gök
tük devletini zayıflatmayı amaçlamıştır. Kıtan, Tatabı ve Basmıllar farklı yerlerden saldıracak ve böylece
hangi tarafa müdahale edileceği belirlenemeyecekti.
T’ang Hanedanı İmparatoru Hsüan-Tsung böylece
Gök-Türk devletini tamamen ortadan kaldıracağını
düşünmüştür. Tonyukuk bu gizli ittifakı önceden fark
ederek, bir strateji geliştirip bu sorunun atlatılmasını
sağlamıştır. Bilge Kağan ise bu durum karşısında öncelikle endişelenmiştir. Basmıllar, 721 yılında tek başlarına Gök-Türk merkezine saldırmaya kalkışmıştır.
Bu yüzden önce Basmıllar mağlup edilmiştir. Shahtan isimli Kansu’daki bölgede Çin ile savaşa tutuşan
Gök Türk ordusu, Çin’i büyük bir bozguna uğratmıştır. Basmılların bögesi de tamamen ele geçirilmiştir.
Bu sırada Çin’e seferler düzenlenmiş ve bazı şehirler
alınmıştır. Böylece devlete karşı gizli ittifak kurulan
iki cephe yenilmiş oluyordu. Geriye Moğol boyları
olan, Kıtanlar ve Tatabılar kalmıştı. 722-723 yılında
onların üzerine sefer düzenlenmiş ve mağlubiyete uğratılmışlardır. Bilge Kağan daha önceden Çin üzerine
sefer yapmaya niyetlenmiş fakat Tonyukuk tarafından
durdurulmuştur. Öncelikle kuvvetlenmek gerektiğini
düşünen Tonyukuk’un stratejisi işe yaramıştır. Karluklar üzerine yapılan seferde, Karluk idarecisi memleketten kaçmıştır. Bilge, Karluk topraklarına girdiğinde halk tarafından saygıyla karşılanmıştır. Bilge, 717
yılından beri bağımsız olduğunu düşünen Türgişleri
de kendine bağlı olarak görüyordu [27]. Bilge’nin tüm
bu faaliyetleri Çin ülkesi tarafından yakından takip
ediliyordu. Yaşanılan yenilgilerin akabinde, Gök-Türk
Devletinin güçsüz olmadığını anlamışlardı.
3.Çin ile Kültürel İlişkiler
Bilge Kağan Çin’i mağlup ettikten sonra, Çin ülkesine
fazla ilerlememiştir. Çin ülkesine girmenin faydasız
olduğunu, Tonyukuk’un da nasihatleri neticesinde
iyice kavramıştır. Bilge’nin esas amacı kendi ülkesinde
iç huzuru sağlamaktır [28]. Çin’deki T’ang Hanedanı
İmparatoru Hsüan-Tsung, Bilge Kağan ve Gök-Türk
devletiyle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır. Bu sırada sınırlarını kuvvetlendirmek için bazı çalışmalarda da bulunmuştur. 725 yılından sonra Bilge Kağan,
Çin’e karşı daha iyimser bir siyaset takip etmeye başlamıştır. Bu tarihte gelen Çin elçisini, iyi bir şekilde
karşılamıştır [29]. Ziyarete gelen Çin elçisine, T’ang
İmparatorunun Tibetlilere ve Kıtanlara prenses verdiğini ancak kendisine bir prenses vermediğini ve söz
verildiği halde evliliğin gerçekleşmediğini söylemiştir.
Çin elçisi böylesine zor bir durumda kaldıktan sonra, prensesin gönderileceğini söylemiştir. Fakat Bilge
Kağan, Çinli bir prensesle evlenmemiştir. Bilge Kağan
prensesle evlilik gerçekleşmese dahi, dostluk ilişkilerinin devam ettirmeyi amaçlamıştır. Bu amaçla Veziri
Buyruk Çor’u Çin sarayına göndermiştir. Meşhur at-
100
PERSPEKTİF
lardan hediye olarak göndermiştir. Tibetlilerin, T’ang
hanedanına ortak savaş açma isteğini, devletlerarası
bağ yüzünden reddetmiştir. Çin sınırındaki askeri
faaliyetlerini durdurmuştur. Çinliler ile ticari anlaşmalar da vardır. Ortak Pazar yerlerinde ticaret yapılıyordu. Ayrıca Çin Hanedanı, her yıl Gök-Türklere yüz
binlerce top kumaş göndermekle yükümlüydü.
Tonyukuk hakkındaki son bilgi bu döneme aittir. Çin
elçisi geldikten sonra yakın bir tarihte ölmüş olma ihtimali kuvvetlidir. Devlete üstün hizmetlerde bulunmuş bilge vezir böylece tarih sahnesinden silinmiştir.
Tonyukuk hatırasına Bain-coto adlı bir bölgede 725
yılı civarlarından bir abide dikilmiştir [30]. Tonyukuk
Çin’de doğup büyümüş olsa da, Gök-Türk Devleti’nin
en ileri gelen Türk Devlet adamlarından biri olmuştur. Çin ile alakalı yürütmüş olduğu stratejiler devletin sağlam yapısının korunmasını sağlamıştır. İlteriş,
Kapgan ve Bilge Kağan dönemlerinde hizmet etmiştir. Toplamda 40 yılı aşkın hizmet süresince devlet için
verimli siyasi faaliyetlerde bulunmuştur.
için diktirdiği anıtın her bir köşesine tüm düşünce
ve dileklerini ve Gök-Türkler ile alakalı tarihi olayları yazdırmıştır. Törene gelenler Türk töresine uygun
olarak altın ve gümüş armağanlar getirmişlerdir [37].
III.BÖLÜM
1.Bilge Kağan’ın Şahsiyeti
Bilge Kağan, Gök-Türklere kağan olduğu sırada, ülke
topraklarında isyanlar hüküm sürmekteydi. Kardeşi
Kül Tegin ve Tonyukuk ile beraber büyük bir mücadeleye girişti ve Gök-Türk topraklarından giden herkesi geri getirmeye çalıştı. Bilge Kağan, devletin bekasını her şeyden önde tutan iyi bir devlet adamıydı.
Askeri başarıları da bunun kanıtıdır. 17 yaşında iken
Tarduş halkına şad ilan edilmişti. Bu dönemde amcası
Kapgan kağan safından savaştı. Onun ölümüne kadar
kesinlikle tahtta hak iddia etmedi. Çin kaynaklarında Bilge Kağan’ın halkını sevdiğini ve halkında Bilge
Kağan’a sadık olduğundan bahsedilmişti. Bilge Kağan,
isyanlardan sonra güvenilir devlet adamı kişiliğiyle
Türkleri bir araya toplamıştı [38].
Tonyukuk adına dikilen kitabenin yazarı kendisi kabul
edilmektedir. Sadece Türk tarihinden faydalanmamış, Bilge Kağan, amcası Kapgan Kağan ve kardeşi Kül TeÇin yıllıklarında yer alan bilgilere de değinmiştir [31]. gin kadar haşin ve savaşçı bir karatere sahip değildi.
Bununla birlikte Milli menfaatleri ise her daim gözetmişti. Bilge Kağan’ın en önemli özelliği milletini
4.Kül Tegin’in Ölümü
çok sevmesi ve güvenmesidir. Kitabelerde “Ey Türk!
Kül Tegin Koyun Yılı’nın on yedinci gününde ölmüş- Üstte gök yıkılmaz, altta yer delinmezse senin devletini
tür. Bu tarih 27 Şubat 731 tarihine denk gelmektedir ve töreni kim bozabilir!” demekte ve milletinin ebedi[32]. Kül Tegin öldüğünde 47 yaşındaydı. Uzun yıllar liğine olan inancını gözler önüne sermektedir. Bilge
Gök-Türk Devleti için mücadele etmiştir. Kül Tegin Kağan’ın kitabelerde halkına verdiği nasihat, sevgisimücadele ettiği dokuz oğuzlar tarafından şehit edil- nin, hoşgörüsünün ve iyi niyetinin göstergesidir. Milmiştir [33]. Cenaze törenine başta Çin olmak üzere, letine, onlar için çok çalıştığını söylemiş ve ebediyete
bütün komşu devletlerden heyetler katılmıştır [34]. milletinin başarılarının götüreceğini söylemiştir.
Bu komşu devletlerin arasında; Tıtan, Tatabı, Tibet,
İran, Soğd, Buhara, Türgiş ve Kırgızlar da vardır [35]. 2.Bilge Kağan ve Budizm
Kül Tegin’in ölümü en çok Bilge Kağan’ı üzmüştür.
Gök-Türk halkı da yastaydı. Küçük kardeşi, Bilge’nin Bilge Kağan surlarla çevrili bir şehir inşa etme planını,
Tonyukuk ile paylaşmıştır. Bu şehirleşme ile beraber
en önemli destekçisi ve yardımcısıydı.
Buda ve Lao-Tse’ye mabet yapmak istemiştir. Tonyukuk bu durum karşısında, eğer surlarla çevrili bir
Bilge Kağan, Kül Tegin Abidesine, kardeşinin ölümü şehir inşa edilecekse, ilk mağlubiyette esir düşülebileile alakalı: “Küçük kardeşim Kül Tegin vefat etti. Ken- ceğini öne sürmüş ve Buda ile Lao-Tse’ye mabet yapıldim düşünceye daldım. Gören gözüm görmez gibi, bi- masının, Gök-Türk halkını miskinliğe sürükleyeceğilir aklım bilmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım. ni söylemiştir. Tonyukuk’a göre sayıca Çinlilerden az
Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölmek için türemiş. olan Gök-Türklerin, onlara üstün gelmesinin tek bir
Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gel- sebebi vardı; Bozkır hayatı ve avcılık kabiliyetleri [39].
se geri çevirerek düşünceye daldım. İki şadın ve küçük Bu hayat tarzı Türklerin sürekli savaş talimi yapmakardeş yeğenlerimin, oğlumun, beylerimin, milletimin sına sebep oluyordu. Budizm’in insandaki hükmetme
gözü kaşı kötü olacak diye düşünceye daldım.” Demek- isteğini azalttığına inanan Tonyukuk, kuvvet ve savaşte ve yaşadığı acıyı anlatmaktadır [36].
çılık yolunda bunun GökTürklerin zararına olacağını
belirtiyordu. Tonyukuk’a göre bu din ve tapınakları,
Gök-Türk ülkesine sokulmamalıydı. Bilge Kağan’a
Kül Tegin anısına, Türk töresine uygun bir cenaze tö- bu konudaki düşüncelerini söyleyen Tonyukuk, Bilge
reni düzenlenmiştir. Bilge Kağan Çin İmparatoruna Kağan’ı Budizm fikrinden vazgeçirmiştir [40].
mektup göndermiş ve kardeşi için bir bark inşa ettireceğini söylemiştir. Çin sarayından bir heykeltraş isteyerek Kül Tegin’in heykeli yaptırma talebinde bulun- Bazı araştırmacılar ise Bilge Kağan’ın Budizmi benimmuştur. Heykeltraş Gök-Türk ülkesine gönderilmiştir. semek gibi bir düşüncesi olmadığını, Çin ile kültürel
Çin İmparatoru Kül Tegin için yazılacak anıtın bir ke- bir bağ kurmak için böyle bir düşüncesi olduğunu benarına Çince övgü eklemiştir. Bilge Kağan, Kül Tegin lirtmiştir [41].
101
PERSPEKTİF
3.Bilge Kağan’ın Ölümü
Bilge Kağan küçük kardeşi Kül Tegin ve bilge devlet
adamı Tonyukuk’u kaybettikten sonraki süreçte yalnız kalmış ve eski dönemdeki kadar dikkate değer
başarılar elde edememiştir. Kıtan ve Tatabılara karşı
734 yılında aldığı zaferden başka kayıtlara geçmiş, fakat başka bir faaliyeti kayıtlarda yer almamıştır [42].
Bilge Kağan, daha önce Çin ile kültürel ilişki kurmak
amaçlı, Çin sarayına gönderdiği Buyruk Çor tarafından zehirlenmiştir. Hasta yatağında kendisi zehirleyenin kimliğini tespit etmiş ve Buyruk Çor ve ailesini
ortadan kaldırtmıştır. Bilge Kağan’ın kendisini korumakla yükümlü bir devlet adamı tarafından öldürülmesi, Gök-Türk devletinde ve halkında büyük üzüntüye sebep olmuştur [43]. Bilge Kağan 25 Kasım 734
yılında vefat etmiştir. Vefat ettiği sırada 50 yaşındadır
[44]. Cenaze törenine komşu ülkelerden ve Çin’den
geniş katılım olmuştur. Cenaze töreninde Türk töresine uygun olarak gümüş ve altın gibi değerli madenler
armağan edilmiştir.
SONUÇ
Bilge Kağan, II. Gök-Türk Devletinin kurucusu Kutluk İlteriş Kağan’ın büyük oğludur. Kül Tegin Bilge
Kağan’ın kendisinden bir yaş küçük kardeşidir. Bilge
ve Kül Tegin Çocukluk yılları itibariyle birçok başarıyı
beraber elde etmişlerdir. Kutluk İlteriş Kağan’ın vefatı
sonrasında Bilge 8, Kül Tegin 7 yaşında olduğu için
tahta Kapgan Kağan geçmiştir.
Kapgan Kağan tahta geçtikten sonra, Bilge’yi genç yaşında Tarduş Halkına şad ilan etmiştir. Bilge ve Kül
Tegin beraberce, Gök-Türk ülkesinin batı kanadı için
çalışmıştır. Kardeşi Kül Tegin ile beraber, birçok savaşa katılmış ve başarılar elde etmiştir. Kapgan Kağan
döneminde kağana sadık kalınmış ve kağan için savaşılmıştır. Bilge ve Kül Tegin, Kapgan Kağan döneminin sonlarına doğru çıkan iç savaşlarda önemli başarılar elde etmiştir.
Kapgan Kağan’ın vefatından sonra, Kül Tegin bir ihtilal yaparak kağanlığı ağabeyine, Bilge’ye devretmiştir. Kül Tegin Sol bilge eligliği görevine getirilmiş,
Tonyukuk ise devlet adamlığı görevine dönmüştür.
Bu dönemde Gök-Türk ülkesinde iç karışıklıklar hâkimdir. Öncelikle Çin’e giden Türkler geri getirilmeye
çalışılmıştır. İsyan eden boylar ıslah edilmiştir. Uygur
Boyları bu dönemde mağlup edilmiştir. Çin ile beraber Gök-Türk Devletine karşı savaşan; Kıtan, Tatabı
ve Basmıllar mağlup edilmiştir. Çin ile savaşa girilmiş
ve Çin yenilgiye uğratılmıştır. Tonyukuk’un politikalarına uygun olarak, Çin ile dostluk ilişkileri geliştirilmiştir. Bu dönemde Tonyukuk vefat etmiştir. Bilge
Kağan’ı asıl etkileyen ise yol arkadaşı olan küçük kardeşi Kül Tegin’in vefatıdır. Kül Tegin anısına Orhun
Abidelerinden biri olan Kül Tegin anıtını diktirmiştir.
Bilge Kağan iki önemli yardımcısını kaybettikten sonra bir süre duraklama dönemine girmiş ve bu dönemde kayda değer başarılar elde edememiştir.
Bilge Kağan, halkını seven bir devlet adamıdır. Halkı
tarafından da çok sevilmiştir. Savaşçı yönünün dışında, halkına değer veren ve isteklerini yerine getiren
bir kağandır. Budizm’i Gök-türk ülkesine, Çin ile kültürel ilişki kurabilmek amacıyla getirmek istemiş fakat
Tonyukuk bu fikri desteklememiştir. Budizm’in Türkler üzerinde yapacağı olumsuz etkilerden bahsetmiş,
bu fikirleri Bilge Kağan tarafından desteklenmiştir.
Bilge Kağan, Çin ile dostluk ilişkileri kurmak maksadıyla, Çin sarayına Gök-Türkleri temsilen gönderdiği
devlet adamı Buyruk Çor tarafından zehirlenmiştir.
Hasta yatağında kendisini zehirleyeni belirleyen Bilge
Kağan, Buyruk Çor’u ve ailesini öldürtmüş ve kendisi
de vefat etmiştir.
DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
1.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan’ın Vasiyeti (Bilge Kağan), Turan Kültür Vakfı, İstanbul, 1996, s.16.
2.Ahmet Taşağıl Bilge Kağan, s.17.
3.Ali Kemal Meram, Göktürk İmparatorluğu, Milliyet
Yayınları, İstanbul, 1974, s.62.
4.Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi I-II, Akba Kitabevi, Ankara, 1946, s.111.
5.Rene Giraud, Göktürk İmparatorluğu (İlteriş, Kapgan ve Bilge’nin Hükümdarlıkları), Çev: İsmail Mangaltepe, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1999, s.62.
6.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.18.
7.Türk Tarihi ve Kültürü, Makaleler, Editör: Cemil
Öztürk, Pegem A Yayıncılık, Ankara, 2007, s.22.
8.Ahmet Taşağıl, Göktürk Kağanlığı Göktürkler
(Göktürkler), Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002 2.cilt s.36.
9.Osman Fikri Sertkaya, Göktürk Tarihinin Meseleleri, Türk kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 131,
seri: IV, sayı: A-40, Ankara, 1995, s.2.
10.Nuri Yazıcı, Türk Tarihinin Eski Çağları, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s.316.
11.Rene Giraud, a.g.e., s.63.
12.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.65.
13.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, Türk Tarih Kurumu,
Ankara, 2004, 3.cilt, s.189.
14.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.19.
15.Rene Giraud, a.g.e., s.67.
16.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.39.
17.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.71.
18.Rene Giraud, a.g.e. s.67.
19.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.39.
20.Akdes Nimet Kurat, Göktürkler, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002 2.cilt
s.118.
21.İbrahim Kafesoğlu, Asya Türk Devletleri, Türk
Dünyası El Kitabı, Ankara, 1976, s.723.
22.Elig, prenslik demektir. Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.20.
23.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.40.
102
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
24.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.20.
25.Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s.106.
26.Akdes Nimet Kurat, a.g.e., s.107.
27.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.21.
28.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.42.
29.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.21.
30.Ahmet Taşağıl, Göktürkler, s.23.
31.İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi
Yayınları, İstanbul, 1986, s.125.
32.Rene Giraud, a.g.e., s.87.
33.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.89.
34.Türk Tarihi ve Kültürü, s.22
35.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, 1996, s.23.
36.Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Milli Eğitim
Bakanlığı, Ankara, 1970, s.29-30.
37.Ali Kemal Meram, a.g.e, İstanbul, s.92.
38.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.93.
39.Laszlo Rasonyı, Tarihte Türklük, Türk Kültürü ve
Araştırma Enstitüsü Yayınları:126, Seri: III, Sayı:A.34,
Ankara, 1993, s.98.
40.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.22.
41.Rene Giraud, a.g.e., s.152.
42.Ahmet Taşağıl , Bilge Kağan, s.24.
43.Ali Kemal Meram, a.g.e., s.94.
44.Ahmet Taşağıl, Bilge Kağan, s.24.
TÜRKİSTAN LEJYONU
05 Temmuz 2013 Merve Rabia MERAL
II
GİRİŞ
. Dünya Savaşı; Almanya’nın Polonya’ya
saldırmasıyla başlamıştı. Polonya, Almanya ile Rusya arasında paylaşılmıştı. 22
Haziran 1941 de ise Alman orduları, Rusya’ya ilerlemiş ve savaş başlamıştı. 1940
senesinden itibaren Sovyet basınında da Almanlar ile
dostluk ve işbirliği gibi yayınlar durdurulmuştu. Bu
durum savaş öncesinde aslında bu savaşın mutlaka
gerçekleşeceğinin ispatıdır [1]. Bu savaş Sovyet- Nazi
savaşı olarak da adlandırılmaktadır.
Rusya, Almanya’ya karşı yürüttüğü bu savaşta sadece
Rus askerleri değil, Türk askerleri de cepheye göndermişti. Çarlık döneminde Türkler askere alınmamıştır.
Sovyetler döneminde de bu uygulama belli değişimlerde olsa devam ettirilmiştir. Türklerin ateşli silah
kullanmalarını istememişlerdi. Bu yüzden Türkleri
geri hizmet kıtaları olarak cepheye göndermişlerdir
[2]. Türkler cepheye kendi istekleri ile gitmiyordu.
Sovyetler Türkleri cepheye zorla götürüyordu. Yirmi
sene kadar askere alınmayan Türklerin de cepheye
gönderilmesi ve ellerine gerektiğinde silah verilmesi
de durumun vahametini ortaya koymaktadır. Savaş
talimlerinin, günlük hayatın bir parçası olması hatta
sokaklarda dahi savaş talimlerinin yapılması Almanya savaşının ciddiyetini göstermektedir [3]. Halk ise
kime karşı savaşacağını bilmiyordu. Türklerin o dönemdeki kaygıları, Türkiye’ye karşı savaş açılmasıydı.
22 Haziran 1941’ de radyolardan yapılan Almanya
saldırısı haberiyle kime karşı savaşacaklarını öğrendiler [4].
Nazi ordularının, Rusya’ya ilerleyişi çok hızlı bir şekilde olmuştur. Sovyet Lideri Stalin, tüm halkları
birlik ve beraberlik içinde düşmana karşı savaşmaya
çağırmıştır. O döneme kadar Türklere baskı politikası
uygulayan Sovyetlerin, bu politikası halka inandırıcı
gelmemiştir. Almanlar Ukrayna’yı, Baltık Ülkelerini,
Beyaz Rusya’yı işgal etmiş, Stalingrad kapılarına kadar
dayanmışlardı. Bu dönemde Kızılordu 3 milyon esir
103
vermiştir. Türkler de bu esirlere dahildir. Almanya
esareti ve Türkistan Lejyonuna giden süreç bu şekilde
başlamıştır.
ALMAN ESİR KAMPLARINDA TÜRKLER
Savaş başlayalı çok uzun bir süre olmamışken, 3 milyon esir alan Alman ordusunun bu başarısı sadece
savaş tecrübeleriyle alakalı değildir. Sovyetler döneminde, yönetimden memnun olmayan halklar ve hatta Ruslar bile Almanları kurtuluş olarak görmüşlerdir.
Bazı yüksek rütbeli subaylar, emirlerindeki erleriyle
beraber Almanlara teslim olmuştur. Fakat Almanlar
bu olayı kendi ideolojileri gereği önemli bulmamış
ve kamplarda herkese eşit muamelede bulunmuştur.
Almanların Nasyonel-Sosyalist görüşü ırk temelli
düşünmelerine sebep olmuştur. Bu yüzden Türklere,
Slav ırkından daha aşağı (Asya ırkından) oldukları gerekçesiyle daha kötü davranmışlardır.
Almanlar, kendi ülkelerinden çok uzakta oldukları
için, savaş ortamı içerisinde kendi askerini bile zar
zor besleyebiliyordu. Bu yüzden kamplara Almanya’dan buralara hem ordu birliklerini, hem de esirleri
doyuracak kadar malzeme getirmek imkan dahilinde
değildir. Sizleri memleketinizde bulduğumuz malzemelerle doyurmak mecburiyetindeyiz.’ İçerikli yazılar
asılıyordu. Savaş ortamında her yer yakılıp yıkıldığından açlık had safhadaydı.
Esirler öncelikle baraka ve ahır gibi mekanlarda tutulmuşlardır. Daha sonra esir kamplarına nakilleri yapılmıştır. Bu geçiş süresince birçok kişi yollarda ya da
açlıktan ölüyordu. Kamplardaki askerlerin dışarısıyla
bağlantıları yoktu. Sadece Alman ordularının hızla ilerlediği, Sovyetlerin yenilmek üzere olduğu tarzı haberler duyuluyordu. Bu haber özellikle Türkleri
heyecanlandırıyordu. Bu haberler neticesinde Sovyet
zulmünün biteceğine kanaat getirmişlerdir.
Kamplarda disiplin ve güvenlik had safhadaydı. Esirlerin uymaları gereken kurallar vardır. Özellikle kamp
çevresindeki tellere ya da kapılara yaklaşanlar uyarılmaksızın öldürülüyordu. Kamplarda açlık ve hastalık
kol geziyordu. Ölen birinin cesedi günlerce yerde kalırdı. Öldüğü anlaşılınca ise kamp dışında, kapı önle-
104
PERSPEKTİF
TÜRKİSTAN LEJYONUNUN OLUŞUMU
Türkistan lejyonunun kurulma teklifi ilk kez 20 Ağustos 1941 tarihinde, Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop’la görüşen, Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi Hüsrev Gerede’den gelmiştir. Gerede, esir askerlerin keşif
ve kılavuzluk gibi görevlerde kullanılabileceğini, KafKamplardaki açlığı boyutu dehşet vericidir. İnsanlar kas halklarının bir tampon devlet olarak kullanılabiartık açlıktan yamyamlaşmaya başlamıştır. Ölenlerin leceğini ve Hazar Denizi’nin doğusunda bağımsız bir
yenilmesi durumu yaygınlaşmıştır. Alman yetkiler devlet kurulabileceğini söylemiştir [8].
bunu fark edince elliye yakın kişiyi kurşuna dizmiş ve
insan etini yemeyi yasaklamıştır. İnsan eti yiyen esir- 1941 Almanya-Rusya savaşı başladığı sırada, Almanlerin çoğunun Ermeni asıllı oldukları ileri sürülmek- ya’da yaşayan tek Türkistanlı olan Milli Türkistan Birtedir [6].
lik Komitesi başkanı Veli Kayyum Han, Paris’te yaşayan Mustafa Çokay’ın evine ziyarete gitmiş ve Alman
Kamplarda özellikle Yahudilere karşı daha fazla şid- görevlilerinin onunla görüşmek istediğini bildirmişti.
det uygulanıyordu. Kırımçak diye tabir edilen Kırım Paris’te Alman subaylar tarafından tutuklanan Çokay,
Yahudileri de bu işkenceye maruz kalmıştır. Bu işken- bir kampa götürülmüş ve Türkistan ile alakalı bir konceye sadece Yahudiler maruz kalmamıştır. Bir askerin ferans sunmuştu.
Yahudi olup olmadığının teşhisi sünnetli olup olmadığı ile alakalıydı. Bu yüzden Müslüman Türklerde, Çokay’ın özellikle Sovyet karşıtı bu konuşmaları, RusYahudi sanılarak kurşuna dizilmiştir.
larla savaş halinde olan Almanların ilgisini çekmişti.
Veli Kayyum Han ile Mustafa Çokay izin alarak, esir
Haftalarca yemek dağıtılmadığı zamanlar oluyormuş. kamplarındaki Türkistanlılar ile görüştüler. KampBu yüzden güçsüz düşen ve hastalananların giysilerini lardaki yaşam koşullarını düzeltmeye çalıştılar. Müsalan onları itip kakan bir zümre oluşmuştur. Kamp- lümanların, sünnetli oldukları için Yahudi sanılarak
lar da hasta ve sağlıklılara yönelik olarak ayrılmıştır. kurşuna geçirilmesine engel oldular [9]. SS ordusu
Güçlü olan askerler, Alman subaylar tarafından çalış- Türkistanlıları sadece Yahudi olmakla suçlamamıştır,
komünist olmakla da suçlamıştır [10]. Mustafa Çotırılıyor ve karşılığında bir miktar ekmek alıyormuş.
kay ve Veli Kayyum han kamplarda ki açlık, yoksulluk, hastalık ve ölümlere bizzat şahit olmuşlardı. Bu
Kamp talimatnamesinde 4 madde dikkat çekmekte- geziler sırasında Çokay, tifo hastalığına yakalanmıştır.
dir:
Çokay bu hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiştir.
Daha sonra Türkistan lejyonu faaliyetleri, Veli Kayyum Han tarafından yürütülmüştür. Çokay’ın vefatı
1.Her esir günde 50 g ekmek, yarım litre su, yarım üzerine Veli Kayyum Han: ‘Merhum Mustafa Çokay
litre çorba tüketecektir.
bey’e ölümünden bir gün önce, kendi isteğiyle Kur’an
2.Kampı çevreleyen tellere 5 metreden fazla yakla- okudum. Tek başına bir evde kalıyordu. Yanına girilşanlar, kulelerdeki askerler tarafından kurşuna di- mesi yasaktı. Hastalığın mesuliyetini üzerime alıp yazilecektir.
nına gidiyordum. Bütün dostların katılımıyla, Musta3.Saat 19:00’dan sonra barakalarda konuşmak ya- fa Bey’i Berlin’de Türk mezarlığına defnettik’ demiştir
[11].
saktır.
4.Karanlıkta ateş yakmak ve barakalarda sigara içmek yasaktır.
Resmi olarak, Ocak 1942’de kurulan Türkistan Lejyonu; Özbek, Kazak, Kırgız, Karakalpak ve Taciklerden oluşuyordu. Lejyona, Alman General Oscar Van
Kamp talimatnamesindeki bu kurallara uymayanlar, Niedermayer komutanlık ediyordu. 162. tümene bağlı
affedilmeksizin kurşuna dizilmekteydi. Ekmek geldi- olan lejyonda, esir kamplarında kötü şartlarda yaşam
ği zaman, erkenden ekmeğini alıp, ekmeğin bitmesi mücadelesi vermiş ve hayatta kalabilmek için gönüllü
halinde aç kalmamak için sabahın erken saatlerinde olarak lejyona giren askerler bulunuyordu. Askerlerin
kapılara yakın kuyruk olanlar, ekmek alabilmek için üzerindeki Rus üniformaları çıkarılmış, yerine Alman
öne doğru hamle yaptıklarında kurşuna dizilmektey- Üniformaları giydirilmişti. Askerlerin sağ kollarına
diler [7].
“Allah Biz Bilan” arması takılmaktaydı [12]. Türkistan
lejyonu 5 bölümden oluşmaktaydı [13].
Türklerin Yahudi sanıklarak öldürülmesine, açlık ve
hastalıktan ölmelerine engel olan iki kişi vardı: Mus- Askerlerin lejyona katılmaları kolay olmamıştır. Butafa Çokay ve Veli Kayyum Han. Onlar kampları gez- nun sebebi Alman esareti döneminde yaşadıkları
miş, Türklerin halini görmüş ve düzeltebilmek için elim olaylardır. İlk haftalarda Almanlara korkarak
ellerinden geleni yapmışlardır.
bakmışlardır. Bu korku Alman subaylarının, Türkistan Lejyonuna yönelik yorumlamalarıyla yavaş yavaş
ortadan kalkmıştır [14]. Savaşa zorla getirilen Türkisrinde diğer ölüler ile üst üste istiflenirdi. Türk esirlerin
bazıları, esirliğin bir yönünden hoşnuttu, o da Rusların yüzüne bakarak onları eleştirme özgürlüğüydü.
Kamp yatakları her esire yetecek miktarda olmadığından yerlerde ve duvar diplerinde uyuyorlardı [5].
105
PERSPEKTİF
tanlıları lejyondan haberdar etmek için, Alman savaş
uçaklarından Kasım 1941 de bildiriler atılmıştır. Bu
bildirilerde ‘Bizler Türkistan Milli Askerleri, Almanların desteğiyle vatanımızdaki Rus emperyalistlerine
karşı, özgürlük için mücadele etmekteyiz. Milyonlarca Türkistanlı Bolşeviklerin kurbanı olmuştur. Bolşevikler kendi menfaatleri için sizleri savaştırmaktalar.
Yeter bu kadar zulüm! Silahlarınızı bırakıp Türkistan
Milli ordusuna geliniz.’ Yazmaktaydı. Rus komutanlar
bunun kandırmaca olduğunu söylemiştir. Fakat buna
rağmen askerler hızla lejyona katılmıştır [15].
kistan’ı işgali ve Türkistan’ı tarihten silmek için giriştikleri faaliyetler ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
Türkistan’ın önemli kaynaklarından; altın, pamuk,
deri, yün ve ipek gibi gelir kaynaklarının Moskova’ya
götürüldüğü ve Türkistan’ı koloniye çevirmeyi amaçladıklarından bahsedilmiştir. Rusların Türkistan için
kullandığı ‘Rus Türkistan’ tanımına değinilmiş ve bu
tanımın yanlışlığı üzerine yorumlamalar yapılmıştır. Bu durum karşısında Milli mücadelede bulunan
Alaş Orda gibi faaliyetlerin yok edilişi anlatılmıştır.
Milli Türkistan Birlik Komitesinin varlığının ne denTürkistan lejyonu, Milli Türkistan Birlik Komitesi ta- li önemli olduğu bu şekilde anlatılmaya çalışılmıştır
rafından oluşturulmuştu. Esir ve muhaceretteki Tür- [20].
kistanlılar, mavi renkli, ortasında ok ve hilal bulunan
Milli Türkistan Birlik Komitesi bayrağı altında toplandılar. Lejyonun askeri idaresi Almanya’da idi. Siyasi ve Milli Türkistan dergisinde lejyonda meydana gelen
Milli işler ise Veli Kayyum Han tarafından yapılmak- haberlerden biri olarak, 700 sayılı tabura Timur’un istaydı. Savaş meydanlarına Türkistan Lejyonu asker- minin verilmiş olduğundan, ve askerlerin bu isim için
leriye karşılaşan Ruslar, onları Hitler yanlısı ve faşist kutlama yaptıklarından da bahsedilmiştir [21].
olmakla suçladılar [16]. Türkistan Lejyonu askerleri
Almanya’da rahatça dolaşabiliyordu. Almanya hükü- TÜRKİSTAN LEJYONU ASKERLERİNİN CEPHE
meti bu konuda hiçbir baskı ve kısıtlama yapmamıştır. GÖREVLERİ
Milli Türkistan Birlik Komitesi çıkardığı ‘Milli Türkistan’ dergisi ve ‘Yangı Türkistan’ gazetesini, cephedeki Gönüllü birliklerin sayısı 900 bine kadar ulaşmıştır.
askerlere ulaştırarak onları Ruslar hakkında bilgilen- Almanlar, Türk askerinin sayısını fazla göstermek isdirip, Milli ve Dini hassasiyetlerini kuvvetli tutmaya temiyorlardı. Türk gönüllülerini kıtalar halinde teşkilatlandırmışlardı. Her kıtada 10 kişi olması gerekirken
çalışıyordu [17].
gönüllü birliklerde bu sayı 10’ dan fazlaydı. Türk birlikleri Kırım’da, Kuzey Kafkasya’da, Stalingrad, Smolensk
Milli Türkistan Dergisinde, Stalin tarafından, Tür- ve Leningrad muhasaralarının yapıldığı cephelerde
kistan’dan getirilen genç, yaşlı birçok kişinin cephe- görevlendirilmiştir [22]. Moskova’da Alman Ateşeliği
de zorla savaştırıldığı anlatılmıştır. Türkistan lejyonu yapan ve Rus askeri nizamını yakinen bilen General
bu açıdan çok önemlidir. Çünkü askerler, Almanlarla Heingendorf Türk askerleri için “Slav asıllı olan Rusbirlikte gönüllü olarak savaşmaktadır. Savaşta üstün larda askerlik vasfı yoktu. 200 yıldır askeri eğitim alabaşarı gösteren Türkistan askerleri, Alman Hükümeti mamış Türklerin basit bir eğitimle cephede bu kadar
tarafından madalya ile mükafatlandırılmıştır [18].
başarılı olmalarını ummamıştım. Ruslar sizleri askeri
birliklerine almamakla aptallık etmişler. Sizleri harbe
alsalardı daha başarılı olurlardı.” demiştir.
Askerler lejyonda sadece askeri eğitimden geçmiyordu. Eğitimhane görevi de gören lejyonda milli ve dini
eğitimde veriliyordu. Eğitim alan 2500 kadar asker Polonya’da Almanların başka cephelerde savaş halinvardı. Küçük ve orta dereceli subayların eğitim aldı- de olmasını fırsat bilenler, Varşova isyanını başlattılar.
ğı lejyonda öğrenci ve öğretmenlerin tamamı Türkis- Almanların oraya yetişmelerine imkan yoktu. Bu yüztanlıydı. Türkistan’ın milli tarihi ve mücadele tarihi den Ukrayna’dan geri çekilerek Varşova yakınlarına
konulu eğitimler alınıyor, siyasi bilgiler veriliyordu. gelen iki Türk taburundan bu konuda yardım istediler.
Subay okullarının haricinde molla ve milli propagan- Türklerin Polonyalılara karşı bir kini yoktu fakat bu
dacı yetiştiren okullarda mevcuttu. Burada hazırlanan isyanı başlatanların arasında Ruslar da vardı. 30 bin
kişiler cepheye gönderiliyordu. Her cuma Baş İmamın kişilik Türk Taburları, Varşova’yı Ruslara teslim etmeöncülüğünde Cuma namazı kılınıyor ve Kur’an dinle- mek için bu isyanı bastırmıştır. Bu vazifeyi bu denli
niyordu. Askerlerin tamamına küçültülmüş Kur’an-ı iyi yerine getiren Türk taburu, Almanya Genel KurKerim verilmiştir. Lejyonda Kur’an okumayı bilme- mayı’nın büyük takdirini kazanmıştır. İsyanı bastıryenlere eğitim de veriliyordu. Bunun dışında modern makla kalmayıp, Rusları bölgeden uzaklaştırmayı da
bilimler de öğretiliyordu. Tiyatro gibi sosyal etkinik- başarmışlardır. Ruslar karşılarında Türkleri görünce
lerden mevcuttu [19].
şaşırmışlardır. Esir aldıkları Türklere kendilerine karşı neden savaştıklarını sormuş ve Almanların Türklerin milli varlığını tanımaları ve Sovyet zulmünden
Alman subaylarının, Türkistan Lejyonunda verilen kurtardıkları cevabını almışlardır. Esir alınan Türkler,
eğitimde önemli katkıları vardır. Bunun sebebi ortak Ruslar tarafından tereddütsüz katledilmiştir.
düşman için bir arada olmalarıdır. Milli Türkistan
Dergisinde lejyonda yaşanan gelişmeler halka duyurulmuştur. Lejyon askerlerinin milli ruhunu diri Almanlar Türklere, ırkları dolayısıyla sempati besletutmaya yönelik yazılan makalelerde, Rusya’nın Tür- meseler ve hatta alaycı yaklaşımlarda bulunsalar dahi,
106
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
Türkler onları kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Varşovaki isyanı bastıran Türkler, Polonyalılara zarar verme- DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
miştir. Bu yüzden Polonyalıların da sevgisini kazan1-Cabbar Ertürk, Kızılordu’dan Kafkas Milli Lejyonumışlardır.
na Bir Türk’ün II. Dünya Harbi Hatıraları, Hazırlayan:
Erol Cihangir, Turan Kültür Vakfı, İstanbul, 2005, s.99.
Almanya savaşın Batı’ya kaymasını ve Türkistan Lej- 2-Abdulvahap Kara, Türkistan Ateşi: Mustafa Çoyonu askerlerinin Batı’da İngiltere ve Amerika’ya karşı kay’ın Hayatı ve Mücadelesi, Da Yayıncılık, İstanbul,
savaşmasını istiyordu. Milli Türkistan Birlik Komitesi 2002, s.167.
Başkanı Veli Kayyum Han bu duruma karşı çıkmıştır.
Amerika’nın ve İngiltere’nin onların düşmanı olmadı- 3-Cabbar Ertük, a.g.e, s.99.
ğını savunmuştur. Fakat daha sonra, Türkler Almanla- 4-Cabbar Ertük, a.g.e, s.100.
ra bu hususta yardım etmemenin kendilerince zararlı 5-Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar, Ötüken Neşriyat, İsolacağı kanaaite vararak, Batı’ya nakillerini istediler.
tanbul, 2000, s.101- 155.
6-Cabbar Ertürk, a.g.e., s.129.
Fransa ve İtalya’ya yerleştirilen Türkler Batı cephesin- 7-Cengiz Dağcı, a.g.e, s.155-185.
de savaşmaya başladılar. Alay ve tümenler haline getirilen lejyonda artık tamamen Türkler vardı. İtalyanlar 8-Ahat Andican, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye ve
Orta Asya, İstanbul, 2009, s.477-478.
Türkleri, Moğol askerleri sanmışlardır.
9-Abdulvahap Kara, a.g.e., s.270.
Almanlar savaş sonucunda teslim olmuşlardı. Türk- 10-Cengiz Dağcı, a.g.e., s. 213.
lerin kaderi Amerikalıların ve Avrupa’nın iki dudağı 11-Veli Kayyum Han, Mustafa Çokayni Eslaş, Milli
arasında kaldı. Ruslar savaş suçluları olarak adlan- Türkistan, 6/70-71, Mart 1951, s.22-27.
dıkları askerlerin iadesini istedi. İngiliz askerler ta- 12-“Allah Bizimledir” demektir.
rafından esir alınan Türkler, Rus yetkileri tarafından
sorgulandı. Lejyonda savaşan Türkler savaş suçlusu 13-Ahat Andican, Cedidizmden Bağımsızlığa Hariçte
olarak Ruslara teslim edildi. Ruslar, onlara hiç acıma- Türkistan Mücadelesi, Emre Yayınları, İstanbul, 2003,
s.534-536 .
dılar ve hepsini kurşuna dizdiler [23].
14-Abdulvahap Kara, a.g.e., s.55.
15-Hüseyin İkram, “Allah Biz Bilan”, Milli Türkistan,
SONUÇ
4/83, Şubat-Mart 1953, s.13.
Savaş sonrası Avrupa’da kalan esirlere yardım kurumları oluşturulmuştu. Ukraynalı ve Polonyalılar gibi 16-Kemal Özcan, Baymirza Hayit’in Türkistan AraşHıristiyan topluluklar, kilisenin koruması altındaydı. tırmaları ve Milli Mücadelesindeki Rolü, Turan KülAynı durum Müslümanlar için geçerli değildi. Müs- tür Vakfı, İstanbul, 1997, s.16-17.
lümanların yardım çağrısına cevap veren yoktu. Müs- 17-Mehmet Saray, Doğumunun 65. Yılında Dr.Baylüman ülkelerin büyükelçiliklerine gidenler kapıdan mirza Hayit, Kazancı Matbaacılık, İstanbul, 1987, s.17.
çevriliyordu.
18-Asan-Bek, “Barlıq Hereketler Azadlıq Üçün”, Mill
Türkistan, 2/13-14, 1 Febral 1943, s.14-22.
Müslüman asıllı mültecilerin büyük bir kısmı Türk’tü. 19-Hüseyin İkram, “Allah Biz Bilan (II)”, Turkistan
Arnavutlar ve Boşnaklar da mülteciler arasındaydı. Milli Ordusinin Askari Milli Türkistan, 6/84, NiMüslüman ülkelerin sırt dönmesi tek çare olarak Tür- san-Mayıs 1953, s.9-13.
kiye yollarına düşülmesini sağladı. Türkler haricinde- 20-Jalgız, “Biz Ne Üçün Küreşemiz”, Milli Türkistan,
ki Müslümanlar da Türkiye’yi kurtuluş olarak görü- 2/13-14, 1 Febral 1943, s.7-11.
yorlardı. Fakat Türkiye’den de davet gelmemekteydi.
Başkonsolosluk Ankara’dan emir gelmeden hiçbir 21-Hüseyin İkram, “Allah Biz Bilan IV: Timur Batalşey yapamayacağını söylemiştir. Bu sırada Türkiye’de yonu”, Milli Türkistan, 7/88, Yanvar-Febral 1954, s.7Türkçülük-Turancılık davası vardı. 1944 yılında İsmet 14.
İnönü zamanında, Rusya ile iyi ilişkiler kurma çaba- 22-Cabbar Ertürk, a.g.e., s.173.
ları göze çarpmaktadır. Yakup Kadri Bey’in çabaları, 23-Cabbar Ertürk, a.g.e., s.274.
mültecileri Türkiye gündemine sokmuştur. Türkiye’ye
kabul edildikleri açıklandığında Yakup Kadri çok se- 24-Cabbar Ertürk, a.g.e, s.311-346.
vinmişti. Türkiye’de Türk Milliyetçisi aydınlar tara- fından savunulan mülteciler, Türkiye’de büyük yankı
uyandırmıştır [24].
Lejyona dahil olan ve Türk Dünyasına önemli katkıları olan iki isim önemlidir: Cengiz Dağcı ve Baymirza Hayit. Sovyetlere teslim edilmeyen Türkler, uzun
müddet aidiyet sorunu yaşamıştır. Türkistan Lejyonu,
kahramanlar ordusu olarak zihinlerde yerini almıştır.
107
BİR DENEYİCİNİN
FELSEFESİNDE BİLGİ SORUNU
san düşünmeyi nereden biliyor? Descartes bu soruya
cevap olarak, “Böylece yetkinlik fikrinin gerçekten
benim olmadığım kadar yetkin olan ve bende herhangi bir fikri bulunabilen tüm yetkinlikleri kendinde taşıyan bir doğa tarafından yani bir sözcükle açıklamam
17 Temmuz 2013 Gökhan ŞENER
gerekirse Tanrı tarafından bana konulmuş olması gerekir.” Görüldüğü gibi Descartes, doğuştan fikirlerin
odern felsefeyle birlikte “bilgi” hem duyu ve imgelerle elde edilen fikirlerden daha kesin
bir sorun hem de felsefenin temeli olduğunu söylüyor.
haline geldi. Descartes’ın ortaya koyduğu kuşkuyla varlığı kesin bir bilen
öznesiyle birlikte epistemoloji felse- Bir üçgenin iç açılarının toplamının 1800 olduğu
fenin temel uğraş alanlarından bir tanesi oldu. Ben çok aşikârken dünyada herhangi bir üçgen bulunbu yazımda epistemolojisini deney üzerine kuran 17. maz. Descartes bu örnekle geometrinin yöntemiyle
yüzyıl filozofu John Locke’yi anlatmaya çalışacağım. Tanrı’nın varlığını temellendirir. Tanrı’nın bu şekilde
Locke’yi anlatmadan önce kısa bir bölüm Descartes’e kanıtlanışı insanın tüm bilgilerinin duyulardan elde
ayırdım. Çünkü Descartes doğuştan bilginin varlığına edildiği görüşünü de çürütür. Bu noktada Descartes,
inanmaktadır. Locke’nin yapmak istediği ise, bu dü- Tanrı’nın ve ruhun fikirlerinin duyularda olamayacağını söyler. Duyuların elde ettikleri bilgiler akıl taraşünceyi yıkmaktır.
fından güvenli kılınır.
M
Bilen Öznenin Ortaya Çıkışı
Descartes, ilk önce insan varlığının kesinliğini ortaya
koyarak işe başlar. Her şeyin yanlış olduğunu düşünen
veya hiç düşünmeyen bir “ben” zorunlu olarak vardır.
Bundan dolayı Descartes, “düşünüyorum öyleyse varım” önermesiyle kuşkuya yer bırakmayacak bir doğru edinir. Burada kuşkuya yer bırakmayacak derken,
Descartes’in kuşkulanmayı bıraktığını söylemiyorum.
Tam tersi Descartes, kuşkulanarak bir varlığı kesin
olan özne ortaya çıkarır.
Doğuştan Bilgi Yoktur
Locke’nin amacı; insan bilgisinin kaynağını, kesinliğini ve genişliğini araştırmaktır. Bu amaçla Locke insanın anlama yetisi veya düşünce yetisini incelemiştir.
Locke göre düşünce, zihnin dolaysız nesneleri olan
ideleri incelemeyle anlaşılır. İde, anlama yetisinin herhangi bir ediminde doğrudan doğruya bilinen veya
bilincine varılan tikel zihinsel nesneyi belirtir. Yani
anlam yetisinin nesnesi olan şeydir. İde, zihinsel bir
nesne olmasına rağmen salt psikolojik bir varlığa da
sahip değildir. İde gösterge olması bakımından yani
Descartes buradaki ben’i, tüm özü ya da doğası dü- bir nesneyi imlemesinden dolayı gerçekle arasında
şünmekten başka bir şey olmayan ve var olmak için bağlantı kurulur.
herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi bir
maddesel bir şeye bağımlı olmayan töz olarak tanımLocke, epistemolojisini deney üzerine kurar. Ona göre
lar. Bu töz ruhtur ve bedenden tamamıyla ayrıdır.
bilgi, iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmamanın
algılanmasıdır. Bilginin açık-seçik oluşu, idelerin
Bu noktadan sonra Descartes, insanın düşünmeyi ne- kendilerinin açık olup olmadığına değil, ideleri algıreden öğrendiği sorununu çözer. İnsan ve diğer var layan zihnin açık olup olmadığına bağlıdır. Bu noktaolanlar bir varlık olmaları nedeniyle bir yetkinliğe da Locke, sezgisel ve çıkarımsal olmak üzere insanın
sahiptirler. Ancak bu yetkinlik, tam yetkinlikten alın- iki şekilde nesneyi kavradığını söyler. Sezgisel bilgide
mış bir paydır. İnsanın tam yetkin olamaması bedeni tasarımlar arasındaki uygunluğu ya da uygunsuzluğu
ile ruhu arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanır. İnsan doğrudan doğruya, başka tasarımların aracılığı olyalnız ve başkasından tümüyle bağımsız olmuş olsay- madan görürüz. Bu, bilginin en yüksek derecesidir.
dı, sonsuz, ölümsüz, tam bilen, tam güçlü gibi Tanrı’da (“Ak”ın “kara”, “üçgen”in “kare” olmadığını bilişimiz
var olan tüm yetkinliklerin sahibi olurdu. O halde in- gibi). Bu tür bilgi, tıpkı Descartes’da olduğu gibi, en
108
PERSPEKTİF
açık ve en seçik bilgidir. Çünkü Descartes için şüphe
edilmez en kesin bilgi şüphe eden bir öznenin varlığıdır. İşte, kendi varlığımızı bilişimiz de böyle sezgisel
bir bilgidir. “Ancak kendi öz varlığımıza ait sezgiye
dayanan dolaysız, kesin bir bilgimiz vardır” diyerek
Locke Descartes’ten etkisini açığa çıkartır. Çıkarımsal
bilgide ise, ideler arasındaki uygunluk ile uygunsuzluğu bu ideleri doğrudan doğruya kendilerinden değil,
başka idelerin yardımıyla kavrarız. Bu bilgi, sezgisel
bilgi kadar da açık ve seçik değildir. Locke’nin burada
amacı bilginin sınırlarını göstermektir. Bilginin sınırları da idelerdir.
Locke’ye göre deneyden başka bilgi kaynağı yoktur.
Bu görüşünü de doğuştan bilginin olduğu iddiasını
çürüterek ortaya koyar. Doğuştan bilginin varlığını
savunanların söylediği “zihne doğal olarak kazınmış
bir şey” ve “bir şey neyse odur ile bir şeyin hem olması
hem de olmaması imkânsızdır.” önermeleri Locke için
anlamsızdır. Bunu örnek üzerinden açıklamaya çalışır; “çocuklar ve budalalar zihne doğuştan kazınılmış
şeyleri bilemez. Eğer böyle bir şey olsaydı çocukların
ve budalaların doğuştan kazınılmış şeyleri zorunlu
olarak algılamaları, bilmeleri gerekir. Bunu yapamadıklarına göre böyle bir şey yoktur.” Bu noktada Locke
zihne kazıyı eğer böyle bir şey varsa, belli doğruları
algılanabilir kılmaktan başka bir şey değildir diye
açıklar. Çünkü bir şeyi zihne, zihnin onu algılamadığı
biçimde kazımak anlaşılmazdır. Locke’nin savunduğu
bilgi anlayışına göre de algıladığımız nesneler zihin
tarafından algılanabilir olduğu için algılanır. Locke’ye
göre, doğuştan kazanılmış şeyler, aklın kullanımını öğrendikten sonra fark edilir görüşü de yanlıştır.
Çünkü doğuştan kazanıldığı zannedilen şeyler insan
zihninde hemen oluşmuş değildir. Yaşantıyla öğrenilen ve fark edilen bir şeydir. Bir şey neyse odur ve
bir şeyin hem olması hem de olmaması imkânsızdır
önermeleri çocuklar ve aptallar için anlamsızdır. Eğer
böyle olmasaydı çocuklar, budalalar ve hatta ilkel insanlar bu bilgileri zorunlu olarak bileceklerdi. Ancak
böyle bir durum söz konusu değil.
Locke göre, ahlaki ilkeler de sonradan kazanılır. Adalet
ve doğruluk toplumun ortak bağlarıdır. Yasayı ihmal
edenler de birlikte yaşayabilmek için aralarında adaleti ve güveni sağlamak zorundadırlar. Ahlak kuralları
bir kanıt gerektirir. Dolayısıyla doğuştan değillerdir.
Doğuştan olsaydı, herkes ahlak kuralları üzerine ittifak ederdi ve kuralın sebebi aranmazdı. Ayrıca farklı
coğrafyalarda farklı ahlak kuralları uygulanamazdı.
Bu açıdan bakıldığında ahlak kuralları doğuştan değil, toplumun yararına yapılmış kurallardır. Ahlaki
kurallar doğuştan olsaydı toplum içinde hırsız, katil
gibi ahlaka ters düşen şeyler yapan insanlar görünmezdi. Çünkü ahlak bilgileri onlarda zorunlu olarak
var olacağından bunun dışına yönelmezlerdi.
İdeler
Locke’a göre, bütün ideler duyumdan ya da düşünümden gelir. Bütün bilgimizin temelinde deney vardır.
Bilgilerimizin kaynağı ya dışsal duyulur şeyler üze-
109
rine ya da zihnimizin algıladığı veya düşündüğümüz
şeylerle ilgili olarak içsel işlemlerdir. Dış deneyin konusu, dışımızdaki algılanabilen nesnelerdir. İç deney
ile kendi ruhumuzdaki durumları ve etkinlikleri, dış
deney ile de ruhumuzun dışındaki nesnelerin etkilerini kavrarız. Tekrar etmekte fayda var; Locke’a göre,
kendi öz varlığımıza ait, sezgiye dayanan dolaysız bir
bilgimiz vardır. Bu istidlalle Locke, iç ve dış deneyin
bize verdiğinden başka bir şeyi bilmenin imkânsızlığını açıklar.
Zihnimizin bilgiye kaynaklığı yine duyuların dış dünyadan algıladıkları çerçevesinde oluşur. Locke’ye göre
düşünce tamamen duyuma bağlıdır. Ayrıca nesnelerden elde edemeyeceğimiz ideleri de zihin türetir. Ruh
kendi üzerine düşünür ve bu işlem sonucunda algılama, düşünme, bilme, isteme, kuşkulanma, inanma
gibi ideler üretir. Bu idelerin varlığı yine duyularla
elde edilen ideler üzerine düşünme sonrasında elde
edilir. Locke bunlara düşünsel ideler der. Bu ideler
sayesinde insan yeni bir şeyler üretir. Zihnin ürettiği
bir başka ideler de tümellerdir. Tümeller mevzu Locke’nin dil anlayışı içinde açıklanacaktır.
Locke genel İdelerin üç türü olduğunu söyler. Bunlar;a) basit idelerin b) birleşik ideler c) nesnelerin adlarıdır
a) basit ideler; bu tür idelerin edinilmesi sırasında insan zihninin edilgin olduğunu; şeylerin varoluşu duyularımızı nasıl etkiliyorsa, bunların da zihnimizde o
biçimde belirdiğini; zihnin bunları var edip yok sayamayacağını söyler. Dolayısıyla bu ideler, üretilen değil, yalnızca “edinilen” idelerdir. Bu basit ideler, zihne,
duyum ve düşünce yoluyla gelirler. Bunlar birleştirilmemiş görünümlerdir. Bir insanın bir buz parçasında
duyumladığı soğukluk ve sertlik, zihinde bir leylağın
kokusu ve eflatun rengi, ya da şekerin tadı, biberin
acılığı birer basit fikir olup açık ve seçik algılardır.
b) birleşik ideler; Locke, yalın idelerin “soyutlama”
yoluyla nasıl oluşturulduğuna, yani zihnin yalın idelerin oluşturulması sırasında ne tür bir “etkinlik” gösterdiğine dair örnekler de verir. Örneğin, bizler yalnızca gözümüzü kullanmak yoluyla nesnelerin bir çok
niteliğini aynı anda, dolayısıyla da ayrışmış olarak değil, birleşik olarak duyumlarız: Gözümüz bize bir nesnenin “rengini” bildirirken, aynı anda “şeklini”, “hareket edip etmediğini”, “katı mı sıvı mı olduğunu” da
bildirir; duyum sırasında bunlar bir aradadır ve biri
olmadan diğerlerini duyumlayabilmek olanaklı değildir. Buna karşılık, biz yine de, hepsini tek bir duyum
yoluyla aynı anda edinmiş olsak da, örneğin, elmanın
“kırmızılığı”ndan, “yuvarlaklığı”ndan, “sertliği”nden
ayrı ayrı söz edebiliriz. Buna olanak sağlayan, Locke’a göre, aynı duyu organının ilettiği farklı nitelikleri
birbirinden ayırt etmemizi olanaklı kılan “soyutlama”
yeteneğimizdir. Yalın idelerin, Locke tarafından, “soyut” ideler diye nitelenebilmesine olanak sağlayan, bu
özellikleridir. “Genel” diye ifade edilmelerinin sebe-
PERSPEKTİF
bi, birden fazla nesnede bulunan aynı niteliği temsil
ediyor olmalarından kaynaklanır. İşte genel idelerin
ikinci türü olan birleşik ideler bu kapsama girer. Kısacası bileşik ideler, istençli birleşimler olup, taklittir
ama gerçek değildir. Ayrıca bu idelerin hepsi kusurlu
ve eksiktir.
c) nesnelerin adları; bunların soyutlama etkinliğiyle
ilgileri açıktır ve soyutlamanın ikinci türüyle oluşturulurlar. Soyut genel idelere karşılık gelen bu adların
üç çeşidi de, hakkında oldukları ide grubunun türler
içinde sınıflanabilmesine olanak sağlar. Dolayısıyla
hepsi, “tür ideleri”ne karşılık gelir. Bize, aynı ad altında ayrılan bir grup varlığın ortaklıklarını açıklar. İlk
ad grubu, nesnelerden edinilen ayrıştırılmış ideleri;
ikinci ad grubu, nesneler arasındaki duyumlanamaz
ilişkileri; son ad grubu da, nesnelerin kendisini belirli
türler içinde sınıflar.
Locke, duyumları, nesnelerin kendisini yansıtmak bakımından birincil ve ikincil nitelikler olmak üzere ikiye ayırır. Büyüklük, şekil, sayı, durum, hareket, nüfuz
edilemezlik gibi matematiksel ve zaman-mekânla ilgili
olduğu için fiziksel addedilen birincil nitelikler dediği
duyumlar nesneye ait olup gerçeğin yansılarıdır; zira
bunları ortadan kaldırdığımızda nesnenin kendisi de
ortadan kalkar*. Nesnelerin bu birincil niteliği basit
ideleri oluşturur. Renk, ses, koku, tat, sıcaklık-soğukluk, sertlik-yumuşaklık gibi nesneye değil, özneye ait
olan (duyu organlarımızın yapısıyla ilgili olan) ikincil
nitelikler dediği duyumlar ise, gerçeğin yansıları değildir; rastlantısaldır*. Nesnenin ikincil niteliği ise,
birleşik idelerin alanıdır. Renkler, sesler, kokular ve
tatlar dış dünyada gerçekliği olan özellikler olmayıp,
duyu organlarımızın nesneyi agılamasında ona yüklediği anlamlardır. Suyun umurunda değildir temizleyici özelliği oluşu. Onun temizlik özelliğinin olması
bizim için anlamlıdır. Bu yüzden Locke, deneysel bilginin güvenilir temelini birincil niteliklerde bulur.
Sözcükler Üzerine
Locke’nin dil anlayışı ise, toplumsal bir yaratık olacak
şekilde insanı toplumun en büyük aracı ve ortak bağı
olan “dil” ile donatmıştır. Bu açıklamaya göre, bireyin
birlik oluşu dil ile mümkün olan bir şeydir. Locke bu
noktada dilin hem düşünceyi ileten yönünü hem de
insanlar arasındaki bağı kurması bakımından konuşmayı sağladığını vurgular. Bir nevi dil onun için işlevsel bir boyuttadır.
Dil ile ideler arasında doğal bir bağlantı yoktur. Öyle
olsaydı dünyada tek bir dil olurdu. Dil belli bir ideyi
temsil ediyorsa bu Locke’ye göre bilinçli bir düzenlemedir. Bu noktada dil ideleri temsil ederken konuşan
kişinin idelerini temsil eder.
Locke için dilin bir başka işlevi de genel terimler oluşturmasıdır. Algıladığımız her şey tikelken niçin genel
terimlere ihtiyacımız var sorusunu Locke iki şekilde
açıklar; ilk olarak her tikel şeyin ad olması imkânsızdır. Bu insanın potansiyelini aşan bir şeydir. Ayrıca
her tikel nesneye tikel ad verilmiş olsaydı anlaşma çok
zor olurdu.
İkinci olarak bu yararsız bir şeydir. Dilin asıl amacı
düşüncelerin iletişi olduğundan bu iletim sürecinde
konuşan kişinin ideleri belirleyici olduğundan genel
ideler ile anlaşma sağlanır.
Bir sözcük genel bir ideyi imlediğinde genel olur. Peki,
genel idenin oluşumu nasıl olur? Locke bunu şöyle
açıklar; kendi başına alındığında tikel olan ide, aynı
türdün diğer bütün tikel ideleri temsil ediyorsa genel
özelliğine sahip olur. Böylece her genel ideye farklı bir
ad vermeyi ve sonsuz adlar meydana getirmeyi engeller genel ideler.
Locke’ye göre duyular önce tikel ideleri içine alır, henüz boş olan odaya döşemeye başlar ve zihin adım
adım onların bir kısmını tanıdıkça belleğe yerleştirir
ve adlandırır. Bir çocuk yediye kadar saymaya başlayınca, eşitliğin ve idesini öğreninceye dek üçün dörde
toplamının yedi olduğunu bilemez. Çocuk buradaki
doğruluğa, zihnin bu adların yerlerini tuttukları açık
seçik idelerin yerleşmesiyle birlikte görünür.
KAYNAKÇA
John Locke, İnsan anlığı Üzerine Bir Deneme
Rene Descartes, Metot Üzerine Konuşmalar
* Ülker Öktem, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 43,2 (2003) 133-149
Locke dilin işlevselliğini şöyle açıklar, iki çeşit gösterge
vardır: dil ve ide. Ancak sözcük bir nesneyi göstermez.
Dilin gösterdiği bir idedir. Dil ideyi imlediği müddetçe konuşma ve anlaşma mümkündür. Locke’nin dil
ile ide arasında böyle bir bağlantı kurmasının sebebi,
dilin hakikati, çevrelediği, gizlediği anlayışına karşı
çıkmak amacıyladır. Locke’ye göre dil Tanrısal veya
doğal değil, insan ürünü ve uzlaşımsaldır. Bu açıdan
Locke’ye göre dil bir nesneyi imlemez ideyi imler.
110
PERSPEKTİF
G8 ZİRVESİNDEN ÇIKAN
VERGİSEL ÖNLEMLER,
TİCARET VE ŞEFFAFLIK
H
sorunun offshore*‘un yaygın olduğu yerlerden başka
bölgeye taşınmasını engelleyeceği vurgulanmıştır.
I-Offshore’lar için ülkelerin almaları gereken dört
önlem
Raporda offshore ülkelerde yatırımla “vergiden kaçınmanın” küresel çözüm gerektiren küresel bir sorun olduğuna değinilerek OECD raporunda dünyada vergi
kaçağının ortadan kaldırılması için atılması gereken
adımlar şu şekilde özetlenmiştir:
1.Ülke yargı ağının, işbirliğinde bulunan ülkeler
yargı ağlarına erişebilmesini kolaylaştıran kapsamlı
çerçeve mevzuatın yasalaştırılması
2.Vergide bilgi değişimi için yasal temelin belirlenmesi
3.Raporlama, değerleme çalışması ve koordinasyon
rehberliği içeriklerinin adaptasyonu
4.Ortak ve uyumlu IT standartlarının geliştirilmesi
29 Temmuz 2013 Mikail ÇİMEN
er yıl olduğu gibi bu yıl da Dünya’nın
en zengin 8 ülkesinin liderleri (Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, Kanada, Rusya ve
İtalya) G8 zirvesi için Kuzey İrlanda’da
bir araya geldi. 17 ve 18 Haziran tarihlerinde düzenlenen zirvenin ardından açıklanan sonuç bildirisinde
ülkelerin, çok uluslu şirketlerin kendi ülkelerine vergi ödemekten kaçınmalarına imkan veren açıklarının
ortadan kaldırılması için birlikte çalışılmasının zorunlu olduğu vurgulandı. Liderler, ülkelerinin, “vergi
kaçakçılığı belasıyla savaşmak için” yönetimlerin otomatik olarak bilgi paylaşımına gitmeleri ve şirketlerin,
” vergi ödemekten kaçınmak amacıyla karlarını çeşitli
ülkelerin sınırları arasında kaydırmalarını” zorlaştırG8 zirvesi, OECD’nin matrah aşınması ve örtülü kamaları gerektiğini belirtti.
zanç aktarımının üzerine gitmek için başlattığı çalışmaya da destek verdi.
Bildiride, G8 planlarının bu yıl içinde yapılacak G20
zirvesinde olgunlaştırılacak bir bölümünün çok uluslu şirketlere, faaliyet gösterdikleri her ülkeye ne kadar II-Kararlaştırılmış önlemler
vergi ödediklerine ilişkin bildirimde bulunma yü- Zirve kapsamında para aklama, yasa dışı vergi kaçırkümlülüğü getirilmesini içerdiği kaydedildi.
ma ve kurumlar vergisinden kaçınmayı engelleyebilmek adına, 10 önlem kararlaştırılmıştır. Bu önlemler;
1.Dünya çapında vergi makamların vergi kaçakçıZirvenin alınan vergisel kararlar ise Ekonomik İşbirlilığına karşı mücadelede otomatik olarak bilgi payği ve Kalkınma Örgütü (OECD) G8 zirvesine sunmak
laşılması,
üzere daha adil ve saydam bir küresel vergi sistemi
oluşturulması için yapılması gerekenlerin belirlendiği
2.Şirketlerin vergi ödememek için sınırların öterapora dayandırılmıştır. Rapora göre Avrupa ve dışınsinde kârlarını kaymasına izin veren kanunların
dan giderek artan sayıda ülke, uluslararası geniş bilgi
değiştirilmesi ve uluslararası faaliyetlerde bulunan
paylaşımı standardının uygulanması için pilot çalışşirketlerin hangi ülkede ve ne kadar vergi ödediklemaya katılmayı kabul etmiştir.
rine dair yetkililerin bilgilendirilmesi,
3.Şirketlerin gerçek sahiplerinin isimleri açıklanması ve vergi idarelerinin kolayca bu bilgileri elde
“Vergi Saydamlığında Adım Değişimi” başlıklı rapoedebilmesi,
ru, “vergi kaçakçılığı” ve “vergi ödemeden kaçınmayı”
önlemede küresel, güvenli ve verimli bir otomatik bil4.Gelişmekte olan ülkelerde vergilerin toplanabilgi değişimi modeli için atılması gereken adımları ormesi için bilgi ve kapasiteye sahip olunması – ve ditaya koymaktadır. Vergi kaçırmanın küresel bir sorun
ğer ülkelerin bu yönde yardımcı olmaları,
olduğuna değinilen raporda yeni vergi işbirliği mo5.Hükumetlerin maden şirketlerden elde edilen gedeline bütün ülkelerin erişebilmesi gerektiği, bunun
111
PERSPEKTİF
lirleri kamuya ifşa etmesi,
6.Minerallerin, meşru kaynaklardan elde edilmesi,
çatışma bölgelerinden talan olmaması,
7.Arsa işlemlerinin yerel toplulukların mülkiyet
haklarına saygılı olması ve şeffaf bir şekilde gerçekleşmesi,
8.Hükumetlerin iç piyasa koruma teşviklerinden
sakınmaları, iş ve büyüme kriterlerinin destekleyici
yeni ticari anlaşmaları kabul edilmesi,
9.Hükumetlerin sınırlardaki savurgan bürokrasinin
önünü kesmesi ve gelişmekte olan ülkelerle daha
hızlı ve kolay mal transferlerini etkinleştirmesi,
10.Hükumetlerin yasaları, bütçeleri, harcamaları,
ulusal istatistikleri, seçim sonuçlarını ve hükumet
sözleşmelerini yayınlayarak kamunun bilgisine
sunması olarak öngörülmüştür.
*Offshore: Kayıtlı olduğu ülke, faaliyette bulunduğu
ülkenin dışında (genel olarak bir vergi cenneti olarak
tanımlanmış) bir başka ülkede olan şirketlere verilen
addır.
112
PERSPEKTİF
GECİKMİŞ BİR BAYRAM
TEBRİĞİ
22 Ekim 2013 Rasim Can ÇAKIR
K
Amerika’nın yaramaz çocuğu Saddam, 2006’nın kurban arifesinde idam sehpasındaydı. Ardında emperyalizme gümüş tepside sunduğu yüz binlerce kurban
bırakan Saddam Hüseyin’den -öncesi de tartışılır amasonra Irak bir daha hiç bayram yüzü göremedi.
Irak’tan evvel Afganistan… Afganistan ne zaman bay30 Ekim 1914’ün ilk saatleri
ram yüzü gördü ki? Önce Sovyetler, sonra kökü-başı
urban bayramına saatler kala Goben ve nereye bağlı olduğu belli olmayan dini-etnik örgütler,
Breslau, namı diğer Yavuz ve Midilli, Os- en sonunda ise demokrasi nam ve hesabına ABD…
manlı’nın ipini çekecekti Sivastopol önle- Libya iki yıldır alev alev. Peki ya Mısır? Mısır’a kurrinde. Bir imparatorluğun ardından kalan ban, bayramıyla mı geldi bu sene? Ya Suriye?
gölgesi, girdiği savaşta artık peşinden milyonlarca canı sürükleyerek toprağa gömülecekti.
Doğu Türkistan’da yetmiş yıldır her gün kurban; ama
bir tek bayramı yok…
27 Eylül 1982
16 Eylül sabahı, sonraları İsrail başbakanı olacak olan
dönemin savunma bakanı Şaron’un tankları “Ulus- Velhasılıkelam, kurban anlayan için sadece bir baylararası koruma altına alınmış bölge” olan Beyrut’a ram değil; bir matemdir de. Bu matemin ise coğrafyanamlularını çevirmiş yürüyordu. Birkaç gün içinde sı olmaz; dini, dili, ırkı, zamanı hiç olmaz.
Filistinli sığınmacıların ve Lübnanlı fakirlerin bulunduğu Sabra ve Şatila kampları Lübnanlı Hristiyan Bundan sonraki kurban bayramlarında kimi/neyi –
milislerce basılmış, üç binden fazla sığınmacı katledil- kime/neye kurban ettiğimizi idrak etmemiz dileğiyle,
mişti. Şaron’un askerleri katliamı engellemek bir yana, geçmiş kurban bayramınız mübarek olsun(!)…
kampın kapılarını tutmuştu.
Kampa giren ilk gazetecilerden biri olan Kyuichi Hirokava şöyle demişti: “Kampın içinde asılmış temiz
çamaşırlar vardı. Gökyüzü maviydi ve güçlü bir rüzgar esiyordu. birkaç adım yürüdüm, sokaklara yayılmış cesetlerden sonra başka cesetler de gördüm. Ağlamaya başladım.”
Anlayacağınız, Beyrut’a Kurban erken gelmişti o
sene…
11 Haziran 1992
Yugoslavya’nın Hristiyan ve Müslüman evlatları Avrupa’nın gözleri önünde üç yıl boyunca birbirlerini
kurban edecek, kurban diyetlerini kendi kanlarıyla
ödeyeceklerdi.
30 Aralık 2006
113
PERSPEKTİF
DENEYSEL BİR HİKAYE
16 Aralık 2013 Ömer Faruk ALİMOĞLU
“G
üne iyi başladım” diye düşünmeme ramak kalmıştı. Kadrolu çalışanlarımızdan Şakir Abi 2000 yıl
önce sırattan geçemeyeceğini anlayıp köprünün eklem yerine monte
edilmiş çivilerden birini sökmemiş ve yine aynı çivi ile
2000 yıl sonra cennete tünel kazarken yakalanmamış
olsaydı.
Üzücü olan ise cennete ulaşmasına 2 cm’lik bir lav tabakası kalmışken yakalanması. Lav sıvama bölümünde çalışan arkadaşların rivayetlerine göre bozuk para
büyüklüğünde bir delik açacak kadar ileri gitmiş, hatta 2-3 huri gördüğünü iddia edenler bile olmuş. Sonuç
olarak Şakir Abi, cennetin “Altından ırmaklar akan”
bir yer olduğunu hesaplamayarak kazdığı tünelden
cehenneme oluk oluk su akmaya başlaması ile yakayı
ele verdi.
Oysa düne kadar her şey ne kadar sıradan ve sakindi. Her zaman ki gibi işten-hücreye rutin, huzurlu bir
hayatım vardı. İş dedimse bilindik anlamda bir iş değil bu. Cezamın ağırlığı hafifletilip süresi uzatıldıktan
sonra “İbret Tur”da rehber olarak çalışmaya başladım.
Cennetten gönderilen turistlere cehennemi gezdiriyor, “Burası sevişgenler bölümü, dünya aleminde
sorgusuz, sualsiz ve tabi ki izinsiz şekilde sevişenlerin günde 2 saat olmak üzere 4000 Fahrenhayt ısıyla
diyetlerini ödedikleri bölüm” gibi cehennemin birimleri hakkında bilgi vererek turistlerin bunlardan ibret
almasını sağlıyordum. Tur şirketimizin sloganında
belirtildiği üzere “Hayat tümüyle ibretten ibaretti” benim için. Cezamın bitmesine sadece 3 milyon yıl kalmıştı. Şimdi durup dururken 2-3 huri görecem ayağına bu kaosun oluşması şart mıydı be Şakir Abi?
Kısacası olaylar dünyada olduğu gibi bu alemde de
değişmedi. İnsanoğlu uçkur davası uğruna kendini
harcamaya devam ediyor. (Fark ettiyseniz hala “ibret”
temalı mesajlar veriyorum) Böyleyken böyle işte…
Aday zebaniler kendi aralarında konuşurken duydum,
Tanrı da çok sinirlenmiş bu olaya. Aslında hak vermiyor değilim hani, sen o kadar uğraş didin altından ırmaklar akan cennetler kur; durmadan körükleyerek,
tonlarca yakıt tüketerek dekore ettiğin cehennemi biri
delsin, cennetten cehenneme doğru akmaya başlayan
ırmaklar cehennemi söndürsün. Bir de yetmezmiş
gibi 2000 yıl önce çalınan çivi sonucu direnci azalmış
sırat köprüsü aynı gün yıkılıversin. Olacak iş mi, kim
sinirlenmez böyle bir duruma.
Anlayacağınız buralar çok karıştı. Bu durumu fırsat
bilen zebaniler rüşvet karşılığı akın akın cennete firarlar olmasını sağlamakta. Yukarıda ise durum içler
acısı. Yeni kaydı yapılan merhumlar sırat köprüsü yıkıldığı için yerlerine gidemiyor, köprünün yamacına
birikiyorlar. Tahminlerime göre 2 güne kalmaz birikme ve yığılmadan dolayı aşağıya (buraya) düşecekler
kısım kısım. Köprünün inşasında görev alması beklenen müteahhitlerin cennette mevcut olmaması nedeniyle onarım işine de başlanılamıyor ne yazık ki.
114
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
KAPALI BİR TOPLUM:
YEZİDİLER
BASMACI HAREKETİ VE
ENVER PAŞA
Y
22 Şubat 2015 Merve Rabia MERAL
dırıldığı cehennem diye bir yer yoktur.
Şeytan’a tapmaktan ziyade korkarlar, bu yüzden ona
saygı gösterirler. İnançlarına göre kötülük ve iyiliğin
kaynağı Melek Tavus’tur. Güneş doğarken ve batarken
yüzlerini güneşe dönerek secde ederler. Mushaf-ı Reş
04 Eylül 2014 Merve Rabia MERAL
(Kara Kitap) ve Kitab el Celve adında kâinatın yaratılışı ile Yezidilik’in esaslarından bahseden iki kutsal
ezidilik, Ortadoğu merkezli ve Kürt Aşi- kitapları vardır.
retleri tarafından benimsenen bir din olarak bilinmekte. Yezidiliğin kökleri her ne
kadar Ortadoğu’ya dayanıyor olsa da, Ye- Yezidilik hiyerarşik bir özellik taşır. Adani, Şemsani
zidiler bir çok tarihi kaynakta sırları çözü- ve Katani olmak üzere üç tane önemli aileleri vardır.
lememiş bir topluluk olarak geçer. Yezidi ismi, Farsça Yezidilerin önderi olan ‘Mir’ Katani ailesindendir. Hi‘Yezdan’ kelimesinden gelmiş olup ‘Tanrı’ anlamını ta- yerarşik düzenin en tepesinde bulunan şeyhleri bu aişımaktadır. Kürtçe ismi ise ‫ْناییزی‬veya Êzidît’dir. lelerden seçilir. Yezidiler, yaşadıkları bölgelerde özelKürtçe’deki ‘Ê’ harfi uzun okunduğu için Ezidi denilir. likle Müslüman Türkler tarafından toplum hayatına
Yezidiler ‘Ateşperest’ veya ‘Şeytana Tapanlar’ olarak alınmamıştır. Ortadoğu’nun dışında, özellikle Sovbilinmektedir. İslami usûlleri olan bu dinin Haricilik- yetler Birliği Dönemi’nde Orta Asya ve Kafkasya’da
da Yezidiler kaynaklarda dışlanan topluluk olarak yer
ten kaynaklandığı belirtilmektedir.
alır. Shirin Akiner’in Orta Asya gözlemlerini aktardığı
eserinde; “Sovyetler Birliği’nde birçok müslüman taraŞeyh Adi bin Musafir tarafından şekillendirilen Ye- fından İslam dininde görülmeyen iki grup daha vardır.
zidilik’e inanların çoğu Kürt kökenlidir. Yezidilerin Bunlar Bahailer ve Yezidilerdir. Bahailer, Hristiyanlık
büyük bir kısmı Musul’da yaşamaktadır. Irak, Türkiye, ve İslami usulleri birleştiren İranlı Bahaullah’ın tarafSuriye, İran ve Ermenistan gibi birbirine yakın bölge- tarları olan birkaç bin kişilik gruptur. Yezidiler ise, Nesler de yerleşim alanlarından bazılarıdır. Bulundukları turilik, Hristiyanlık, Yahudilik, Maniheizm, Zerdüştlük
coğrafyaya göre Türkçe, Arapça ve Kürtçe konuşan ve İslam unsurlarını birleştiren sentetik bir dindir. Satopluluğun 1912’lerde yapılan sayımlara göre Doğu dece Kürt Aşiretleri, Yezidi’dir.” bilgisi mevcuttur. Orta
Anadolu’daki 6 vilayette 37 bin nüfusa sahip olduğu Asya ve Kafkasya’daki Milliyetçilik akımlarının ağırgörülmüştür.1970’lere kadar bu sayı 80 bini bulmuş lıklı olarak din ve ırk eksenli olması da bu dışlanmaancak 1980 sonrası, Yezidilerin Avrupa’ya göç etmesi nın sebebidir.
sonucu sayıları 3 binlere kadar düşmüştür. Özellikle
Almanya’da sayıları bir hayli fazladır.
Özellikle son dönemlerde ismini çok duyduğumuz
‘Yezidiler’, İslami unsurlar taşıması sebebiyle, İslamiYezidilik anlayışına göre Tanrı, dünyanın sadece yara- yet’in bir parçası gibi gösterilse de müslümanlar taratıcısıdır ancak onun sürdürücüsü değildir. Bu görev, fından kabul görmemişlerdir. Yezidilik ile alakalı kaybüyük melek olan Melek Tavus’a verilmiştir. Melek naklarda tam olarak hangi dinlerden etkilendiği dahi
Tavus, semavi dinlerde anlatılan ‘Şeytan’dır. Yezidilere çözülememiştir. Halen kapalı ve sırları çözülememiş
göre Şeytan ve Tanrı eşit güçtedir. Tanrı’nın insanın bir din olma özelliğini gösterir.
önünde diz çökmesi isteğine uymaması, Şeytan’ın asaleti olarak görülür ve Melek Tavus’un Tanrı tarafından sınandığı belirtilir. Yezidilere göre, Melek Tavus KAYNAKÇA
bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya iş- Shirin Akiner, Sovyet Müslümanları
lerinin başına geçme hakkını kazanmıştır. İnançlarına göre Melek Tavus’un cehennemde 7 bin yıl tövbe Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tariedip gözyaşıyla 7 testi doldurduğuna ve gözyaşlarıyla katler
cehennem ateşini söndürdüğüne inanılır. Dolayısıyla, İhsan Süreyya Sırma, “Yezidiler”, İA, XIII/417, 1967
onlara göre insanların günahlarından dolayı cezalan-
115
B
asmacı; baskın yapan, hücum eden demektir. Çarlık Rusya yönetimi, Türkmenistan,
Başkurdistan ve Kırım’da etkin olan, halka
dokunmayıp sadece Rus memurlarını soyup, yağmalayan ve ganimetleri fakir halka
dağıtan çetecilere Basmacı demiştir. Bolşevik İhtilalinden sonra başlayan halk ayaklanmasına “Basmacı
Hareketi” ismi, Sovyet ideologları tarafından, milli
mücadele tabirinin kullanılmasını önlemek amacıyla kullanıldı. Basmacı Ayaklanması, Sovyet Rusya ve
Ermeni Taşnak-Hınçak Cemiyeti tarafından sert bir
şekilde bastırılmaya çalışıldı.
Sovyet Rusya yöneticilerinden Turar Rızkulov, Basmacı Hareketi’nin gelişimi ve Basmacılara yönelik
müdahaleyi bu sözlerle açıklamıştır: “Hokand’daki
baskının daha izleri ortadan kalkmadan ilk dokuz gün
içnde muhtelif yağmalama olayları gerçekleşti. Menfaatperest Daşnaklar hemen paraya kavuşmak için şehri
temizlemeye karar verdiler. Çağımızda mucizeler olmaz, ancak bu fikre inancım devrim ile birlikte her gün
yaşayarak değişti. Bu bağlamda Hokand’a Daşnaklar’ın
girmesiyle birlikte, bütün Ermeni mağaza sahipleri,
şarap tüccarları, berberleri, kasapları ve diğer meslek
gruplarından insanlar, gerçek “devrimci” oluverdiler ve
Daşnaklar’ın askeri birliklerinin de şehre gelmesi ile birlikte, şehri yerle bir etmeye başladılar. Bütün iş yeri, mağazalar yağmalandı, vitrinlerde ve depolarda kıymetli eşyalar alındı ve geriye kalanlar ateşe verildi. Toplu
halde öldürmeler ve kurşuna dizmeler gerçekleştirildi.
Bu olayların ardından halk, gerçekten özerkçilerin haklı olduklarını, Bolşevikler’in ve Sovyetlerin Allah tanımaz, İslam düşmanları olduğu kanaatine vardı. Diğer
taraftan Basmacılar mağlup olduklarını kabullenmediler ve Andican’a bir saldırı düzenleyerek 70 silah ve binlerce fişek elde ettiler. Garnizonda bulunan Daşnaklar
ise olaydan eskişehir kısmında yaşayan halkı sorumlu
tuttular. Garnizon’da kalanlar toplanarak Eskişehir
kısmında arama yapmayı kararlaştırdılar. Yağmalama, öldürme ve tecavüz olaylarının yaşandığı bu ara-
ma tam 1 hafta sürdü. Bunun neticesinde Andican’ın
Eskişehir kısmından binlerce insan basmacı saflarına
katıldı. Olayların misillemesini, Basmacılar yerli halktan da aldıkları destek ile 170 askerden oluşan Daşnak
birliğini çember içine alarak tek bir kişi bırakmaksızın
hepsini öldürerek gerçekleştirdiler. Bu olayın ardından
da yerli halk suçlandı ve 170 kişilik Daşnak birliğinin
intikamını almak üzere 250 kişilik Kızıl Muhafız askeri
birliği teşkil edildi. Söz konusu birlik, Sovyetler’in bölge
komitesi başkanı Salaev’in komutası altında Hokand
Kışlak köyüne saldırırak köyü yerle bir etti. Kaçan halk
20 verst (1600 metre) kadar takip edildi ve tamamı öldürüldü. Bir başka askeri birlik Basmacılarla Suzak
köyü civarında karşılaştı. Köy halkı Basmacıları nehrin liman kısmına sakladı bundan dolayı köy halkı tek
kişi bırakılmaksızın kurşuna dizildi ve cesetleri bir ay
boyunca köpeklere bırakıldı. Konovalov’un komutası
altındaki Kızıl Ordu’nun üçüncü askeri birliği Bazarkorgan’a Basmacılar’ı takip etmek üzere gitti. Bu birlik
ilerlerken mümkün mertebe dikkatleri üzerine çekmeden, gizlice ilerlemeyi tercih ediyordu. Bazarkorgan’a
vardıklarında Basmacılarla karşılaştılar, 24 saat süren
savaşın neticesinde Basmacılar savaş meydanından
gizlice geri çekildi. Konovalov, Bazarkorgan’ı terk edişinde, bölgede bulunan Rus müstemlekeci Nikolskoe’yi
bölgeyi temizlemekle görevlendirdi. Kulaklar (toprak
ağaları) Bazarkorgan’ı 22 gün boyunca “temizlerledi”.
Önce yağmalama, ardından öldürme ve en sonunda
hiçbir şey bırakmaksızın herşeyi imha etmek şeklinde
eylemlerini tamamlıyorlardı. Erkekler Basmacılara
yardım ettikleri gerekçesi ile idam edilirken, çocuklar bir gün büyüyünce onların da Basmacı olma
ihtimali var düşüncesi ile kurşuna dizildi.”
Doğu Cephesi kumandanı olan M.W. Frunze, doğu
cephesi kıtalarının güney bölüklerine Türkistan Cephesi denilmeye başlandıktan sonra, cephenin komutasını
ele alan kişi oldu. Frunze komutasındakilerle birlikte 22
Şubat 1920’de Taşkent’e geldiğinde, Basmacılara karşı
ilk kez sistemli bir karşı duruş başladı. Türkistan’daki
direniş Enver Paşa’nın Buhara’ya gelmesinden sonra
1921’de tekrar hareketlendi. 9 Kasım 1921’de Enver
Paşa Türkistan halkına seslenişinde: “Arkadaşlar! Türkistan’ın mukaddes davası uğrunda yapılan mücadeleye bende karışmaya karar verdim. İçinizde bizimle
beraber çalışmak isteyen varsa, teklif edeceğim yemini
kabul etsin! Fakat, içinizde çoluk çocuğunun Ruslar’ın
116
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
eli altında olduğunu düşünerek endişe ve tereddüt gösteren varsa açıkça söylesin. Emrediyorum!” dedi. Enver
Paşa’nın isyanı tekrar canlandırması üzerine, Ruslar
halk arasında onun itibarını zedelemek için İngiliz casusu olduğu şeklinde propaganda faaliyetleri yürüttüler
fakat halk tarafından bu propagandaya ilgi gösterilmedi. Enver Paşa Buhara’da, Genç Buhara Hareketi’ne katılarak Basmacılarla birleşti ve doğu bölgesi halkını Taşkent’e doğru ayaklandırdı. Enver Paşa yaklaşık olarak
1 yıl süren direnişi sırasında Duşanbe’yi Ruslardan almayı başardı. Lenin’e ultimatom gönderdi ve Taşkent’in
boşaltılmasını istedi. Enver Paşa Sovyetler’in en büyük
korkusu haline geldi. Ruslar’ın, 4 Ağustos 1922’de Belcuvan’daki karargaha yapılan saldırısı sonucunda, şehit
edildi. Enver Paşa, 30.000 Türkistanlı’nın katıldığı cenaze namazıyla 5 Eylül 1922’de toprağa verildi. Naaşı
30 Temmuz 1996’da Türkiye’ye getirildi.
Enver Paşa’nın ölümü Türkistan halkını derinden üzdü.
Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca Enver Paşa’nın
ardından kaleme aldığı mersiyesinde:
“Türk Bala’sı Uruslardan çok sıkıldı,
Er kırıldı, kız ezildi, yurt yıkıldı.
Hamiyetli Enver Paşa onu kurtarmak, Gelip azad etmek için şehit oldu,
İntikam!.. Al intikam!..”
Sözleriyle Türkistan halkına seslendi. Özbekistan
Türk’ü Nabican Bakiyev’in “Enver Paşa’nın Vasiyeti”
kitabında, Enver Paşa’nın son sözleri yer almaktadır.
“Kardeşlerim, bildiğiniz gibi ben, Allah’ın en kutsal rütbesi olan şehadet şerbetini içmek niyetiyle Türkiye ve
Arabistan’da kafirlere karşı savaştım. Nasip değilmiş,
oralarda şehit olamadım. Azgın Kızılların ormanında
ıstırap çekmekte olan siz kardeşlerime yardım etmek
için, pek çok meşakkatlere katlanarak Buhara’ya geldim. Hürriyet ve istiklal yolunda on binden fazla kandaşım saflarımıza katıldı.
Ey soy ve din kardeşlerim, bugün Doğu Buhara’nın Belcivan’ında inşallah en şerefli rütbe olan şahadete nail
olacağım. Hayatımın son anlarında siz soy kardeşlerime vasiyet ederim ki, vatan ve din uğrunda mücadele
etmekte olan mücahitler safına katılın, onları yalnız
bırakmayın. Böyle yaparsanız Peygamberimizin ruhunu şad edersiniz. Halkınızı ve vatanınızı kurtarırsanız
benim de ruhumu şad etmiş olursunuz.
Ölümden korkmayın. Her canlı ölümü tadacaktır.”
KAYNAKÇA
Abdülkadir Donuk, DİA, Basmacı Hareketi, Cilt 5
Ali Bademci, Türkistan’da Enver Paşa’nın Umumî
Muhaberat Müdürü Molla Nâfiz’in Hâtıraları: Sarıklı
117
Basmacı
Aydın İdil, Enver Paşa’nın son savaşı: Basmacı Hareketinin Önderi Seyyid Enver Emir-i Leşker-i İslam
Baymirza Hayit, Basmacılar: Türkistan Milli Mücadele Tarihi (1917-1934)
Baymirza Hayit, Sovyetler Birliği’ndeki Türklüğün ve
İslamın Bazı Meseleleri
İlyas Kara, Enver Paşa: Basmacılar İsyanı
Marie Broxup, Basmacılar
Nabican Bakiyev, Enver Paşa’nın Vasiyeti
KATİL KİM
zincirlerin birbirine eklenmesini sağlayan, bu odakların güçlenmesine “çeşitli sebeplerle” göz yuman, hatta
kimi zaman onları besleyen bu hastalıklı zihniyetler
04 Nisan 2015 Rasim Can ÇAKIR
cinayetin neresindedir? Sadece Savcı Bey’in katli noktasında değil, bir hukuk öğrencisinden bir terörist yaratan, maktulün de katilin de aynı tornadan geçmesiatil kim efendiler? Katil kim? Tetiği çeken ne rağmen birini tetiğin, diğerini namlunun ucunda
parmak mı? Namludan çıkan kurşun mu konumlandıran bu cinayette vicdan yükü kimin üzekatil? Görünen o ki; 1978’den bu yana, rindedir?
Doğan Öz’den bu yana otuz yedi yıldır bu
ülkede hiçbir şey değişmemiş. Perdenin
ardındaki karanlık el, “şartlar olgunlaştığı zaman” Unutmamak gerekir ki; toplumlar hak ettikleri biçimkuklalarını oynatmaya devam ediyor hala…
de ve idrak çerçeveleri sınırlarınca yönetilirler. Nizamü’l-mülk’ün Siyasetname’sinde dediği gibi; küfür ile
belki amma zulüm ile payidar kalmaz memleket.
Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz’ın “faili meşhur” bir cinayetle şehit edilmesinin üzerinden çok bir
zaman geçmedi. Bu nedenle olaya ilişkin yazılan çizi- Söyleyin efendiler, kendi kendinin zalimi olmuş toplen, üretilen teoriler hep havada kalmakta. Ama şu da lumumuzda gerçek katil kim?
bir gerçek ki; bu meşum cinayetin üzerinden ne kadar
süre geçse de tam olarak aydınlatılabileceğini ummak,
ülkemizin geçmişi göz önüne alındığında hayalperestlikten öteye geçmeyecek gibi görünmektedir.
K
Esasen bu cinayet bir bakıma sonuçtur. Bölük bölük
ayrılmış, düşünme yetisini kaybetmiş, en önemlisi
vicdanını çıkarlara ve tabulara değişmiş bir topluluğun meyvesidir bu cinayet: Bir yanda adaletin devlet
erki dışında birtakım kişi yahut topluluklarca aranmasını “gayrimeşru” görmeyen ve bunun yanında
kendini aydın olarak tanımlayan, günümüz iktidar
kavramından ve iktidarın kaynağını izah eden teorilerden bihaber bir güruh; diğer yanda şehidimizin kanını söylemleriyle kirleten siyasi çevreler ve destekçisi
organizasyonlar… Hatta ülke tabanına kadar yayılan,
işbu terör eylemi ve şehidimiz üzerinden vatandaşlarımızın birbirlerine karşı takındıkları nefret söylemi…
Peki katil kim?
Evet, elbette bu cinayetin failleri, savcımızı rehin alan
iki teröristten başlayarak en nihayetinde cinayet emrini veren erklere kadar uzanan bir zincir halindedir.
Zincirdeki tüm halkaların tek tek izini sürmek, en az
şehit savcımız kadar şeref sahibi olan tüm hakim, savcı, polis ve avukatların boynunun borcudur. Ancak bu
118
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
bırakılmış sevda sözlerini bulursanız, şanslısınız demektir. Çıktığınız yolculuğa koylar da dahilse burada
karşılaştığınız sevdalar sizin için umarsız ama daha
sonraki dalgalanmalarda anlatmaya değer olacaktır.
Tutunacak dal bahşetmemiş olan denizde sizi hayale
tutacak olan tahdidi beyanlarınızdır. Yolculuğunuzun
sonunda üzgün, mutlu, hüzünlü ya da sevinçli olmanız şaşkınlığa sebebiyetvermeyecektir. Zira deniz yolculuğunu çekici kılan Titanikleşmesidir. Merak etmeyin, “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz.” demiyorum.
KİTAP, TEKNOLOJİ VE FELSEFE
11 Aralık 2015 Muhammet ALİMOĞLU
H
ayat, kısa ancak rasyonel bir yolculuk…
Bu yolculukta ise kitapların önemi su
götürmez bir gerçek. Gelin kitapları yolculuğumuza davet edelim; edebi sınıflandırmalarıyla bize ne demek istediklerini günümüz
teknolojisine de uyarlayarak örneklerle anlamaya çalışalım.
Roman: Yolculuğunuzu tren yolculuğu gibi daha samimi hale getirmek istiyorsanız bu türü kaçırmayın
derim. Şimdi Haydarpaşa’dan kalkan trenin sesini
duydunuz ama sizinki bir sonraki. Girizgahınıza Kadıköy sahil betimlemesini ekleyip yola çıkıyorsunuz.
Sizin için yavaş başlayıp yer yer hızlanacak bu yolculuğun en keyifli dakikaları manzaranın sürekli değişecek olması. Ormanlardan dar geçitlere, tünellere ve
özellikle sizi en fazla yoracağını düşündüğüm her durulan garda sürekli değişen yan koltuk arkadaşlarıyla
tanışmak zorunda kalışınız… Yolculuk sizin için bu
açıdan zevkli geçse de yorucu olmaya başladı, bir an
önce sayfaları çevirme gayesindesiniz. Bitiminde ise
sizde uyandırdığı en güvenilir taşıt olma hissinin çekiciliğiyle bir sonraki yolculuklara daha tecrübeli olarak hazırlaması da yolculuğunuzun pozitif hanesine
eklenmiş bir durumdur.
Esasında “Yol bir yere gitmez, o bir durma biçimidir.”
diyen bir şair ve “Önemli olan sonuca ulaşmak değil
yolda çekilen çiledir.” diyen bir feylesofun bize anlatmak istedikleri geniş anlamda yorumlanırsa örnekler
daha yoruma açık, eleştirilebilir hale gelecektir. Bu Öykü: Yolculuklarınızda çekirdek kadro olmasını arzuluyor ve durakları kendiniz belirlemek istiyorsanız
nedenle bunları şimdilik burada bırakıyorum.
doğru yerdesiniz. Evinizin önündeki son ya da ilk
model hızlı arabanıza bir anda oturursunuz. Hususi
Yolculuğumuza hızlı bir giriş yapalım.
arabaların dahi uzun yolculuklara çıkarken bir hazırlık dönemi olur ancak bu diğer yolculuklar gibi kompBestseller: Edebi açıdan bir değeri olmasa da mese- like değildir. Sıradan bir yağ değişimi ve tekerlerin
le yol olduğundan yolculuğunuz yorucu geçmesin ve hava kontrolu ile derhal yola revan olunur. Arabayı
mümkünse hava yolculukları gibi hemen bitsin diyor- siz kullanmıyorsanız yolun verdiği samimiyeti yakalasanız bu tür kitaplar tam sizlik! Havalimana girişten yıp etrafınıza dalabilir, arada bir çekirdek kadronuzla
itibaren sizi karşılayan konforun göz alacılığından ve tekrara düşecek hoş sohbetinizi yapabilirsiniz. Trafik
aprona geçene kadar yapılan kontrollerden kafanızı kuralları gereği kısa bir süre sonra durmak ve dinlenkaldırıp etrafınıza bakmaya zaman bile bulamıyorsu- mek zorunda kalışınız, dilediğiniz yerde mola verme
nuz. Duty free’de geçen kısa bir gözetleme merakın- özgürlüğü sizi hep en başa götürecektir. Yolun sonundan sonra artık uçaktasınız. Son kontroller sizinle pek da ise sizden istenilen örneğin İstanbul’dan Antalya’ya
alakadar değil. Yolculuğunuz da kaptanınızın ve ku- gelene kadar neler yaşadıklarınız olsa da anlatıcı olalenin koordinasyonu eşliğinde başladı bile. Çok kısa rak yaptığınız yolculuğu molalara bölmek zorunda
bir sürede rüya aleminin üstündesiniz ve şanslıysanız kalacaksınız.
bulutlar etrafınızda dans etmekte. Pek tabi iniş esnasında bir burukluk olsa da sizin için önemli olan sa- Şiir: İşte en karamsar, en çarpıcı ve “metal yorgunludece bir yerden başka bir yere gitmekten ibaretti. Yol- ğuna” sebebiyet verecek deniz yolculuğuna çıkmak
culuğunuzu pek de birşey öğrenemeden sonlandırıp üzeresiniz! Bu kadar dalgalı bir ortamı dörtlük/dize/
kitabınızı rafınızda ona ayrılan yere bırakabilirsiniz. mısra gibi araçlar ile taşımak zorundasınız. Zira nesYorulmadan başka yolculuklara hazırsınız artık. Baş- re düştüğünüzde denizin tutması an meselesi olmakla
ka yolculuklar için NY Times’ın “Gerçekten inanıl- beraber uyaklamak sizin için artık marifet halini alamaz, muhteşem bir başyapıt!” gibi abartılı cümlelerini caktır. Olmayan sevgili, olmayan çiçekler, olmayan
takip etmeye devam edebilirsiniz.
bir orman ve sayısız balık ile yolda daha önce şişesine
119
ve teknolojik yaklaşımları ile yaptığımız tür seçimleri
bizlerin yolculukta arzulanılan konfor, zamansal ve
mekansal beklentiler, arkadaşlık çeşitlemeleri, varılmak istenilen nokta veya noktalar, konumsuzluk vb.
etkenlerin bizler üzerinde yarattığı algının bir sonucu
olarak satın alınmak üzere raflarda sizleri sabırla beklemektedirler. En başta söyledigimiz gibi, hayat kısa
ama rasyonel bir yolculuk. Gelin bu kısa yolculukta
siz siz olun, yolsuz kalmayın.
Bilimsel kitaplar: Şu ana kadar yaptığımız örneklerde
neredeyse bütün teknolojik yolculuk türlerini kullandık. Geriye bizim için pek birşey kalmadı denilebilir.
Bizim için diyorum ve buradaki kastımın orta zekalılar olduğunu belirtmek istiyorum. Zira hiçbir orta
zekalı, şayet ibadethanede ayakkabısı çalınmadıysa,
bir yolculuğa yalın ayak çıkıp sonrasında kendisini
afilli bir kapsülün içinde Mars’a koloni kurmak üzere
yolculuğa çıkmak üzere olduğunu hayal edemez. Zira
taştan teker yapmak marifet gerektirmese de teker
yapmayı hayal etmeden uzay aracının tasarlanamaz.
Ancak yolculuk bu şartlar oluştuğu takdirde başlayabilir, diğer hallerde yalın ayağa batan keskin taşlar canını acıtmaya devam edecektir.
Bir ayrıcalık! Felsefi/sosyoloji/psikoloji temalı ve tür
ayırt etmeyen kitaplar:
Bundan önceki edebi yolculuk türlerinin tamamında
yolculuklarınız bir şekilde noktalanmak zorundaydı.
Esasında birçok fizikçinin de kabul ettiği üzere, hareket halindeki cisimler üzerinde yolculuk yapabilmeniz için behemehal ondan daha hızlı olmanız gerekmektedir. En başta şairin de söylediği durma biçimi
halini alan yol, sizler için sadece göreceli bir yolculuk
halini alabilir. Tüm bu yolculuklarda yaşanılan ifsadi
yaklaşımlar, müstekreh, istikrahi, süfli veya mutluluk
verici durumlar olayı muzaaflaştırır. Felsefik, sosyolojik ya da psikolojik türlerde ise yolun var olup olmadığı tartışmalıdır. Neredeyse bütün feylefoslar sonucunu göremediği yolculuklara çıkmamış, cümlesini
tamamlamamış ve hatta ona başlamamıştır. Yapılan
bütün subjektif yorumları objektifmiş gibi kullanmak
onların değil bizim yorumumuzdur. Zaten onların yol
bile demediği yerde yolculuk yapmaktır cüce gezegeni fotoğraflamak. Cücelerin de bir kalbi olduğunu
hangimiz hayal edebilirdik mesela? Bu tür kitaplar ile
yolculuk yapmayı keyifli kılan da sanırım bu özellikleri. Çünkü durulan bir yolda karşılaşılan durumları
zaman zaman hayret, zaman zaman hasetle karşılamak ve onları eleştirmek kolay bir iş değildir. Daha
açıklayıcı olmak gerekirse, hiç kesişmeyecek yollar ve
hiç yapılmayacak yolculuklarda, hiç tanımadığınız insanların meteforik yolculukları hakkındaki tahayyül
ve kanıtlama çabası, bizleri onlara her zaman diğer
yolculuklardan başka ayrıcalıklar tanımak zorunda
bırakmıştır.
Hülasa! Alınmak üzere olunan kitap, kitabın değeri
120
PERSPEKTİF
YAHUDİ TÜRKLER: HAZAR
TÜRKLERİ’NE GENEL BİR
BAKIŞ
31 Aralık 2015 Nergis TAN
7
ÖZET
. ve 11. yüzyıllarda Doğu Avrupa’da yaşamış
bir Türk halkı olan Hazarlar’ın soyunun hangi Türk boyuna dayandığı hakkında muhtelif
görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlerden bazılarına göre Hazarlar; Göktürkler, Sakalar,
Uygurlar vb. gibi Türk boylarına dayanmaktadır. Hazarlar göçebe bir toplum oldukları için etnik ve köken
bakımından birçok Türk boyu ile beraber aynı coğrafyada yaşamışlardır. Bu sebeple tek bir kökene mensup
olduklarıyla ilgili net bir bilgi yoktur. Dilleri Kıpçak
Türkçesi’ne yakındır. Hazarlar’dan günümüze dek
gelebilen tek kaynak İbrani alfabesiyle yazılan Kinez
mektuplarıdır. Bu mektuplar Hazar Hakanı Yusuf ’un,
Endülüslü Yahudi Hasdai b. Şarput ile yazışmalarını
içermektedir.
Hazarlar, 7. yüzyılın ortalarına doğru devletleşmişlerdir. Dönemin iki büyük gücü Bizans ve Emevî (daha
sonra Abbasî) İmparatorlukları ile çalkantılı ilişkiler
sürdürmüşler ve aralarında evlilikler yapmışlardır.
Hazar Devleti siyasi varlıkları süresince Müslüman,
Musevi, Hristiyan inançlarını benimsemişlerdir. Peçenek akınları ve devlet içerisindeki parçalanmalarla
sarsılan Hazar Devleti, nihayetinde Kiev Knezliği tarafından yıkılmıştır.
Bu çalışmada Hazar Türkleri’nin ad ve siyasi varlıklarının kökenlerinden ve coğrafi özelliklerine bağlı
geçim kaynaklarından bahsedilmiş, nasıl devlet kurdukları, hangi inançları benimsedikleri ve tarih sahnesinden nasıl silindikleri sorularının yanıtı aranmıştır. Bu sorular aralığında devletin komşu devletlerle
yaptığı savaşlardan bahsedilmiştir.
1.HAZAR TÜRKLERİ KİMDİR?
Hazarlar, 7. ila 11. yüzyıllar arasında İdil kıyıları ve
Kırım yarımadası arasında, Hazar denizi kuzeyinde,
121
Batı Göktürk toprakları üzerine imparatorluk kuran
bir Türk halkıdır [1]. “Hazar” kelimesinin kökeni
hakkındaki muhtelif fikirler bulunmaktadır. Araplar,
Türkler’le tanıştıktan sonra Türkçe konuşan bütün
kabilelere Türk adını vermişlerdir. Fakat daha sonra
Hazar civarındaki Türkler’le karşılaşınca çekik ve dar
gözlü oluşları sebebiyle onlara “Hazar” demişlerdir.
Gerçekten de Arapçada “‫ ”رازه‬kelimesi çekik ve dar
gözlü anlamındadır [2].
Musevî, Bizans ve Arap kaynaklarına göre Hazar ülkesinde yaşayan halkın büyük çoğunluğunun Uygur,
Hazar, Ön Bulgar, Sabir ve Peçenek gibi Türk boyları
olduğu bilinmektedir [3].
Dilleri; Çuvaşça, Göktürkçe, Bulgarca, Karaylar’ın konuştuğu Kıpçakça dillerine benzerlik göstermektedir.
Hazarlar, etkileşimde bulundukları devletlerin alfabelerinden de etkilenmişlerdir [4].
Hazarlar hakkında Hazarlar’ın kendilerinden kalma
Hazar Türkçesi ile yazılmış bir eser yoktur. Hazarlar
hakkında Hazarlar’ın yazmış olduğu iki mektup vardır. Ancak bunlar Hazarca değil İbrani alfabesi ile
İbranice olarak yazılmışlardır. Bunlar, Hazar Hakanı
Yusuf ’un Endülüslü Yahudi Hasdai b. Şarput’a yazmış
olduğu mektup ile meçhul bir Hazar Yahudisi’nin yazmış olduğu mektuptur. Her iki mektup da İbrani alfabesi ile ve İbranice olarak kaleme alınmıştır. Hakan
Yusuf ’un mektubu 950-960 yılları arasında yazılmıştır. İspanya’da kurulmuş olan Endülüs Emevî devletinin halifesi III. Abdurrahman, başlangıçta sarayında
hekim olarak görevlendirmiş olduğu Hasdai b. Şarput isimli Yahudi’yi zamanla kendine vezir yapar. III.
Abdurrahman, bir süre sonra bu kişiyi sadrazamlığa
dahi tayin eder. Bu Yahudi sadrazam zamanla dış ülkelerden Endülüs sarayına gelen heyetlerden, ülkelerindeki Yahudiler hakkında bilgi toplamaya başlar.
İran’dan gelen bir heyet Hasdai’ye, Karadeniz’in kuzeyinde bir Yahudi krallığının varlığını haber vermiş,
fakat Hasdai buna inanmak istememiştir. Daha sonra
Bizans’tan gelen heyetlerden konuyu iyice soruşturan
Hasdai, böyle bir krallığın varlığına inandıktan sonra o günün Hazar Hakanı Yusuf ’a bir mektup yazmış, bu mektupta Yusuf ’a on iki kabileden hangisine
mensup olduğunu, devleti nasıl yönettiğini; orduların
PERSPEKTİF
durumunu vb. hususları sormuştur. Hakan Yusuf da
Hasdai’ye, İbrani alfabesi ve dili ile cevabî bir mektup
yazmış ve sorduğu sorulara cevap vermeye çalışmıştır.
Yusuf ’un göndermiş olduğu bu mektup, Hasdai tarafından muhafaza edilmiş olup, günümüze kadar gelmiştir. Hakan Yusuf ’un bu mektubu, gerek Hasdai’ye
ve gerekse diğer Yahudilere moral yönünden fevkelâde tesir etmiştir. Mektupta verilen bilgilerden yüzyıllardan sonra bir Yahudi devletinin kurulduğunu
öğrenen İspanyol Yahudileri çok sevinmişler, yazmış
oldukları eserlerde bu mektuptan bahsetmişlerdir [5].
dır. Çünkü İtil deltasında ve Terek vadisinin ormanlık
bölgelerinde yaşayan Hazarlar, Bozkırlı Kara Bulgarlar ve Dağıstan (Serir) Dağlıları tarafından kuzeyden
ve güneyden kıskaca alınmışlardır.
• Bir kaynakta Hazar’ın bir etnik birimin adı
olduğu ve Göktürkler’den ayrı başka bir Türk
topluluğu olduğu söylenmektedir [6].
• Togan’a göre ise; Horasan’daki Saka kollarının
bir kısmı Hindistan’a göç ederken bir kısmı
Hazar Denizi / İtil nehrine göç etmiştir. Bir
kısmı da Partların bel kemiği olmuştur [7].
• Hazarlar, Barsil’den göç eden Suvarlar’ın bir
boyu ya da Suvarlar Hazarlar’ın bir boyu olabileceği üzerine kesin olmamakla birlikte fikirler bulunmaktadır. Bir de her ikisinin birer
ayrı boy oldukları ve sonra birleştikleri görüşü
de bulunmaktadır. Suvarlar, Bizans-İran savaşlarında paralı askerlik yapmışlar ve askeri
silah yapımında ün kazanmışlardır. İki devlet
arasındaki savaştan çıkarları sadece para kazanmaları olmuştur. Bunun haricinde yapılan
savaşlardan sonra her iki devlet arasındaki
ilişkinin seyrine göre kayıp verdikleriyle de
kaldıkları olmuştur. Sonrasında Azerbeycan’a
göç ettikleri söylenmektedir [8].
• Hazarların Göktürk tebaası altında yaşamlarını sürdükleri vakitlerde, Göktürk-Avar savaşlarının ardından onlara tâbi olarak Selenga
havzasına yerleşmişlerdir. Dokuz boyluk bu
topluluğa Çin kaynakları “Dokuz Boy” derken, İslam kaynakları “Dokuz Oğuzlar” adını
verir ve öncü boy kendisi 10 uruktan oluşan
Sibirya kökenli Uygurlar’dır. İşte Uygurlar’ın
bu on uruğundan birinin adı K’e-sa yani Hazar
olarak bilinmektedir [9].
Türkler’in Hazarya’ya gelişleri, Göktürk Hakanlığı’nın
ikiye ayrılmasından hemen sonra Batı Türk Hakanlığı’nın yayılma dönemine tekabül etmektedir. Daha
önce İstemi Han zamanında Kafkasya’ya sefer düzenlenmiş olsa da Türkler’in ağırlıklı olarak Kafkaslar’a
yönelmeleri 7. yüzyılın başlarındadır.
Aslında belli bir süre Sabirlerin hâkimiyeti altında kalan Hazarlar, onların Avarlar tarafından ezilmesinden
sonra, Avarlar’ın pençesine düşeceklerdir. Ama Avarlar arkalarından kovalayan Göktürkler’in kılıçlarından kurtulmak için hızlı bir şekilde Avrupa yönünde
ilerlemelerini sürdürmüşlerdir. Sabirler’den ve Avarlar’dan boşalan yeri Kara Bulgarlar ve Dağıstan DağHazar Türkleri’nin soyu hakkında da muhtelif bilgi- lıları alacaklar iken Türkler çıkagelmişler ve böylece
lere ulaşmaktayız. Bu bilgilerden bazıları aşağıdaki Hazarlar, “Sabirlerden kurtulduk” derken Türkler’in
gibidir:
hâkimiyeti altına girmişlerdir.
571 yılında Bizans-Sâsânî savaşlarının başladığı günlerde, Göktürkler’in batıya ilerlemeleri sürmektedir.
Bu tarihlerde Kuban Irmağı Türkler’in eline geçmiş
olsa da Bizans’ın anlaşmaya uymaması yüzünden ilerleme durmuştur. Nitekim Türkler’e gönderilen Bizans
elçisi Valentin, Bizans’ın anlaşmadan cayması sebebiyle Türk Şad tarafından bir güzel haşlanmıştır [11].
Göktürkler’in Kafkaslar’da ilerlemesinin durması geçici olmuştur. Türk Hakanlığı içindeki çalkantılar durunca batıya akınlar yeniden başlamıştır.
7. yüzyılda Kafkaslar’da iki göçebe halk yaşamaktadır:
Bulgarlar (On ogur, Uturgur) ve Hazarlar. 589 ve 626630 yılları arasındaki savaşlarda Hazarlar hiç kafa yormadan, kökenleri aynı olduğundan kaderlerini Türk’e
bağlamışlardır [12].
Batı Göktürk İmparatorluğu gerileyip 8. yüzyılın ortasında çökerken, Hazarlar ve onların Karadeniz-Hazar bozkırlarına hâkimiyetteki rakipleri Bulgar birliği, tam olarak ortaya çıkmışlardır. Aralıklarla süren
Hazar-Bulgar savaşlarının on oklar içinde Nu-shi-pi
ve Tu-lu’ların mücadelesinin bir uzantısı da olabilir.
2.HAZAR KAĞANLIĞI’NIN KURULUŞ AŞAMASI Artamonov, Nu–shi–pi’lerin mağlup kağanının 651
Hazarlar güçlü bir hakanlık haline gelinceye kadar civarında Hazar topraklarına gelerek bu birliğin yöbirkaç yüzyıl boyunca komşularına balık ve balık tut- netici hanedanını kurduğu ileri sürmüştür. Bizans ve
kalı satarak, kendi karınlarını ise ağırlıklı olarak balık Sasanî İran’ın, ve daha önemlisi bu ikincisinin dinamik takipçisi Arap halifeliğinin sınırlarında bulunan
ve pirinçle doyurarak geçirmişlerdir [10].
Hazar, Akdeniz dünyasının en büyük iki yerleşik gücü
ile yakın temas halindeydi [13].
Hazarlar, Batı Türkleri’nin veya diğer deyişle On
Oklar’ın batı taraflarına doğru sarkıp, Hazarya’yı soluklanma noktası olarak kullanmaya başlamalarıyla 3.HAZAR KAĞANLIĞI / DEVLETİ KURULUŞU
birlikte, onlarla çarçabuk kaynaşmış ve hatta komşu- Hazar Kağanlığı, kuzeyde İdil Bulgar Devleti de dalarına karşı kendilerine güçlü bir müdafi bulmuşlar- hil olmak üzere, Orta İdil bölgesini içine almaktadır.
122
PERSPEKTİF
Batıda kentsel merkezi Kiev’i de kapsayacak şekilde,
Doğu Slav topraklarının bir kısmını içine almaktadır.
Güneyde Kırım’daki Bizans arazisi ve Kuzey Kafkaslarda Derbend’de Halifelik toprakları ile komşudur.
Doğuda Hazar hâkimiyeti, kimi Batı Oğuz unsurlarının Hazar hâkimiyetini tanıdığı görülen Harezm
bozkırlarına doğru gelişmektedir. İbn Fadlan’a göre;
Hazar Kağanlığı, her biri kağana bir gelin gönderen
25 tâbi halktan oluşmaktadır [14].
di. Hazarlar o dönemde en önemli doğu-batı ticaret
yollarında köprübaşını tutuyorlardı. Hazar ve Bulgar
ülkelerinden başlayarak Ural-Güney Sibirya-Altaylar-Sayan dağları üzerinden Çin’e ve Amur nehrine
ulaşan ve daima Türkler’in elinde bulunan yolda da
canlı bir ticaret faaliyeti vardı. İpek yoluna kuzeyden
paralel uzanan bu yola “Kürk yolu” denilmektedir. Silah, at, deri sattıkları malların başında geliyordu[18].
Yerleşik dünya ile bu yakın siyasi ve iktisadi ilişki modeli, Hazar devletinin palazlanmasının arkasındaki
itici gücü oluşturmaktaydı. Güney Kafkasya, Hazar
Hazarlar, Göktürkler’in devamı olarak ortaya çıkma- saldırılarının darbesini çekiyordu. Arap-Hazar savaşlarına rağmen bilhassa devlet idaresini tüm haneden ları sonucunda Hazarların elindeki Kuzey Kafkasya
üyelerine hak olarak dağıtan eski Türk geleneğini terk bölgeleri ciddi kayıplara uğradı.
edip düzenli bir ardıllık sistemi getirerek taht kavgalarını önlemek suretiyle istikrarlı bir siyasi yapı oluşturmuşlar, devletin ömrünü 336 yıla kadar uzatmayı Hazarlar ara sıra Bizans’ın da tedirgin müttefikleri idibaşarmışlardır [15].
ler. Kırım ve Batı Gürcistan/ Abhazya’da bu ikisinin
arasında ihtilaflı yerler vardı. Fakat İstanbul ve Atıl-Etil, Göktürk çağından ve daha önemlisi jeopolitik deİcra erki ikili bir kağanlıkta toplanmıştır. Arap kay- ğerlendirmelerden kaynaklanan işbirliği ile birleşiyornaklarında tanımladığı şekliyle “büyük kral” kağan du. İkisinin de etkin şekilde baskı altında tutan ortak
sanını taşıyordu. O hanedandan seçilen, hükmeden düşmanları olan Halife vardı. Bu dönemde Bizans ile
fakat yönetmeyen bir kutsal yönetici, varlığı ülke için Hazar İmparatorlukları arasında gerçekleşen evlilik
kutun, semavî talihin teminatı olan yaşayan bir tılsım bu ittifakın gücünü pekiştirmiştir [19].
olarak görülmektedir. Onun şahsiyeti mukaddes idi
ve kanı yere dökülmezdi. Semavî gücünü kaybettiği
görülürse, öldürülebilirdi. Onun da buna karşılık ken- 8. ve 9. yüzyıllarda Hazar Devleti genişleyerek Doğu
di çalışanlarını öldürtme hakkı vardı.
Avrupa’nın en kuvvetli devleti olmuştur. Hazar Kağanlığı’nın döneminin kudretli devleti olmasından dolayı
önünde daima eğilen Bizans da Hazarlar’ın dostluğuHazar Kağanlığı’nın ekonomik yapısı ise şöyledir: Ha- na önem vermiştir. Hatta Bizans İmparatorluğu’nun
zar Devleti’nin tebaasından vergiler alan ve değişik Hazar Devleti’ne gönderdiği mektuplarda dostluklarıtüketim kalemlerinden gümrükler toplayan bir vergi na ithafen üç altın mühür vurdurduğu görülmektedir.
toplama sistemine sahip olduğunu göstermektedir. Askeri bakımdan da Bizans’la aralarında ittifak buluAyrıca, Hazar topraklarından geçen her mal için bir nan Hazar Kağanlığı, 935’de Bizans’ın Lombardiya’ya
onda bir vergisi vardı. Göçerler içinse durum gerçek- gönderdiği orduya kuvvetlerinden takviye yapmıştır.
ten mükemmeldi, yerleşik toplumun mallarına erişebiliyorlardı [16].
Bizans’ın, Hazarlar arasında Hristiyanlık’ı yaymak için
din adamları gönderme teşebbüsü de olmuştur. Fakat
Hazar Devleti içerisindeki yerleşme düzeniyle ilgi- 800 yıllarında Bizans’tan kovulan Yahudiler, Hazar ülli net bilgiler olmamakla beraber yerleşik ve göçebe kesine giderek Hakan Bulan’a Musevilik’i kabul ettirbir toplum düzenine mensup olduğu görülmektedir. meyi başarmışlardır. Bu suretle Hazar ileri gelenleri
Göçebe olmayan halkın büyük çoğunluğunun Hazar Yahudi bilgini İshak Sangarî vasıtasıyla Museviliğin
öncesi yerleşik halktan geldiği düşünülmektedir. Ha- Karait mezhebini kabul etmişlerdir [20].
zar’daki iktisadi meşgalelerin çeşitliliği devlet içindeki
etnik çeşitliliğe denk geliyordu.
Hazarların etnik çeşitliliği dinlerine de yansımıştır.
Karait’ten ziyade Rabbi çeşidiyle Musevilik’in, Haİslam kaynakları, Hazar başkentinde sadece hüküm- run Reşit devrinde (786-809) bir zamanda, Kağan,
dar ailesinin briket veya taştan evleri olduğunu bil- yönetici, seçkinler ve boyların üst tabakası tarafından
diriyor. Gerisi göçerlerin keçe çadırlarında yaşıyordu benimsediği anlaşılmaktadır. İslam kaynakları kendi
[17]. Bir diğer kaynağa göre; 7. yüzyıl ortasındaki Ha- dindaşlarının Hazar’daki en geniş topluluğu oluşturzarlara dair en erken kaynakların onları Kuzey Kaf- duğunu belirtirken, Hıristiyanlar’ı ikinci ve Yahudikasya’daki yerleri belirsiz kalan, muhtemelen boy kö- ler’le Yahudileşmiş Hazarlar’ı en küçük dini topluluk
kenli iki kentsel merkez olan Balanjar ve Samandar ile olarak sunmaktadırlar. Bizans kaynakları Hazar’daki
özdeşleştirdikleri görülmektedir. 642-737 döneminde dini meseleler hakkında garip bir şekilde sessizdir.
bu bölge, ara sıra ateşkeslerle duran hemen hemen Hazar-İbrani kaynakları cemaatlerin nispi büyüklüksürekli Arap-Hazar savaşlarına sahne olmuştur. Bu leri hakkında bir ipucu vermemektedir [21].
mücadelenin amacı Kafkaslar’ın, özellikle de göçebelerin Güney Kafkasya’ya geçmek için kullandıkları ve
oradan da Kuzey Mezopotamya ve Anadolu’ya yıkıcı Hazar-Arap münasebetleri ise Kafkaslar’ın güneyinakınlarını gerçekleştirdikleri önemi büyük geçitle- de, Hazar Denizi’nin batısında cereyan etmiştir. Bu
rin denetimini ele geçirmekten başka bir şey değil- savaşlardan son Emevî halifesi olacak olan Mervan’ın
123
PERSPEKTİF
737 senesinde iki koldan sefere çıkmasıyla görkemli
Hazar Kağanlığı’na verdiği darbe büyük önem taşır.
Varoluşlarından bu yana Araplar’la savaşan Hazar Kağanlığı bu seferlerde diğer savaşlara nazaran gücünü
kaybetmiş ve esir düşmüştür. Kağan’ın Müslümanlığı
kabul etmekten başka çaresi kalmamıştır. Mervan, o
dönemde biraz da Emevî Hanedanlığı’nın iç karışıklıklarından mütevellit Kağan Müslüman olmayı kabul
edince Hazar’ı fethetmeden birliklerini geri çekmiştir.
lerindeki İslam topraklarına, bu önemli ticaret ortaklarına karşı bir dizi saldırıda açıkça görülebilir. O ana
kadar müttefik olan Bizans, artık Bozkır’daki birinci
ortak olarak Peçenekler’e dönmüştü. Peçenek taraftarı bir yönelim ister istemez Hazar karşıtı bir duruşun
işaretlerini veriyordu.
Hazar devleti Bizans’ı yüzyıllar boyunca kuzeyden
gelen açgözlü barbarların, Bulgarlar’ın, Macarlar’ın,
Peçenekler’in daha sonra da Vikingler’in ve Ruslar’ın
saldırılarından koruyan bir tampon durumundaydı.
Bunun yanında gerek Bizans diplomasisi gerek Avrupa Tarihi açısından daha önemli bir başka nokta ise
Hazar ordularının Arapların Avrupa’ya doğru çığ gibi
ilerlemesini en bezdirici dönemi olan başlangıç aşamasında durdurması ve Doğu Avrupa’nın Müslümanlar tarafından alınmasını engellemiş olmalarıdır[24].
Doğudan Peçenek akınları, kuzeyden Ruslar’ın ilerleyişi, Hazar şehirlerinin elden çıkması ve devletin
zayıflamasıyla sonuçlanır. Hakan ailesiyle boylar arasındaki din ayrılığı da çöküşü hızlandırmıştır. Hazarlar, Peçenek akınlarını savuşturduysalar da batıdaki
önemli merkezleri Sarkel’in ellerinden çıkmasıyla yıkılışları çabuklaşmıştır. Kiev’den sonra Tama-Tarhan
gibi önemli bir ticaret merkezi de Rusların eline geçmiştir (968).
Yüzyılın ortasına doğru Ruslar, Hazarlar’ı çok ilgilendiriyorlardı. Hazar hükümdarı Yusuf, Endülüs Emevî
sarayındaki Yahudi görevlilerden Hasdai b. Şaprut’a
Hazar Kağanı’nın 737’de İslam’a kısa süreli geçişinden 960 yılı civarındaki mektubunda, Ruslar’la sürekli sasonra, din meselesinin Hazar siyasi seçkinlerinin gün- vaşta olduğunu yazar. 965 yılında Ruslar, Oğuz unsurdemine geldiği görülüyor. Şüphesiz rakip hizipler var- larla ittifak halinde Atıl/Etil’i ve belki de çok önemli
dı. Musevilik, Halife’ye veya Bizans imparatoruna (en Sarkel kalesini işgal ettiler. İslam kaynakları Hazar
azından ismen) bağlanma gibi bir husus gerektirme- hükümdarının bunun üzerine İslam’a geçtiğini ve
diği için, onun seçilmesinde bazı siyasi çıkar ögeleri Harezmliler’in koruması altına girdiğini yazar. Hazar
bulunmuş olabilir.
Devleti yıkılışından sonra barındırdığı boyların çevredeki siyasi otoritelerin altına girdikleri varsayılmaktadır [25].
Hazar hukuk sistemi de bu dini çeşitliliği yansıtmaktadır. İslam kaynaklarına göre; Hazar’da ikisi Musevîlere, ikisi Müslümanlara, ikisi Hıristiyanlara ve biri de SONUÇ
putperestlere olmak üzere yedi hâkim bulunuyordu Hazarların kuvvetli devirlerinde Macarlar ve Slavlar
[22].
onların yönetimi altında idi. Hazarların kuzeydeki
hâkimiyetleri Kiev şehrine kadar uzanıyordu. HaBatı Avrasya tarihinde çok önemli olan Arap-Ha- zarlar’ın temellerinin sarsıldığı tarihlerde buralarda
zar ilişkileri şimdi pek çok değişikliklere uğramıştır. Rus devletinin temelleri ortaya çıkacaktır. Burası aynı
760’da bir Arap valisinin Hazar prensesiyle evlenme- zamanda İskandinav ticaret yolunun da önemli bir
siyle ilişkiler yumuşasa da ani gelişen bir ölüm sebe- merkezidir. Bu bölgede 8. Yy da İskandinavya’dan gebiyle 762-764 yıllarındaki Hazar akınları için bahane len “Vareg” yahut Finliler tarafından “Rus” (kürek çeteşkil etti. Hazarlar 780 yılında Araplara karşı destek kenler) diye adlandırılan kavimler ortaya çıktı. Bunlar
isteyen Gürcü prensine yardımda isteksiz davrandı- Slav boylarını yönetimleri altına alarak şehirler kurlar. Altı yıl sonra ise Kağan’ın torunu olan Abhazyalı maya başladılar. İlk prensleri Rurik, 822’de Rus KnezLeon’u başarılı geçen Bizans egemenliğinden sıyrılma liği’ni (Prenslik) kurar ve Rus devletinin temellerini
teşebbüsünde etkin şekilde desteklediler. 798/9 yılın- atarlar. Bundan sonra Ruslar 900’e doğru Kiev’i de alada Müslümanların elindeki Güney Kafkasya’ya son rak hızla gelişirler. Bunda Hazarlar’ın bıraktığı nizam
ve etkiler de önemli roller oynamıştır [26].
büyük Hazar akını gerçekleştirmiştir [23].
Kuman (Kıpçak) akınları ise Hazar Devleti’nin Türkistan ve Harezm ile irtibatını kesmiştir. Böylece 11.
4.HAZAR KAĞANLIĞI’NIN YIKILIŞI
Yy başlarında Hazar Devleti siyasi ve askeri buhranın
Hudûd’da “Hazarlar’ın kralının zenginlik ve refahı yanında muhtemelen iç karışıklıklar sebebiyle de son
çoğunlukla deniz gümrüklerindendir.” denmektedir. bulmuştur [27].
Gittikçe bu gelir kaynağına dayanır hale gelen Hazarlar, gelirin azalmasıyla da daha çok etkilenir oldular.
Zayıflamanın kanıtları Kabar isyanında (muhtemelen DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
9. yy’ın ikinci yarısı), bağlı İdil Bulgar’ın 10. yüzyıl 1-YAZICI, Nuri; Tarihte Türkler ve Türk Devletleri,
başlarında İslam yörüngesine geçmesinde, Peçenek- İlgi kültür sanat Yay., İstanbul 2011, s. 173 – 178.
ler’le yıllık savaşlarda ve 9. yüzyılın sonu ila 10. yüzyıl
başlarında Ruslar’ın, açıkça Hazarlar’ın rızası ile kal- 2-BATUR, D. Ahsen; 1200 Yıllık Sürgün, Selenge
kışabildikleri, İdil nehri üzerinden Hazar denizi sahil- Yay., İstanbul 2013, s.73.
124
PERSPEKTİF
PERSPEKTİF
3-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.70.
4-KARATAY, Osman; Hazarlar, Kripto yay., Ankara
2015, s.43 – 45.
5-KUZGUN, Şaban; a.g.e, s. 26 – 27.
6-KARATAY, Osman; a.g.e, s.25.
7-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.70.
8-KARATAY, Osman; a.g.e, s. 25 – 45.
9-KARATAY, Osman; a.g.e, s.29.
10-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, , s.71.
11-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.74.
12-BATUR, D. Ahsen; a.g.e, s.75.
13-GOLDEN, Peter B.; Türk Halkları Tarihine Giriş,
KaraM yay., Ankara 2002, s. 195.
14-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.197.
15-KARATAY, Osman; Hazarlar, Kripto yay., Ankara
2015, s.9.
16-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.198.
17-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.199.
18-MEREY, Zihni; Türk Tarihi ve Kültürü, Birleşik
yay., Ankara 2009, s.25.
19-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.196.
20-YAZICI, Nuri; a.g.e, say. 173.
21-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s. 199.
22-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.200.
23-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.197
24-KOESTLER Arthur, On Üçüncü Kabile, Alfa yay.,
İstanbul 2015, s.11 – 12.
25-GOLDEN, Peter B.; a.g.e., s.200.
26-YAZICI, Nuri; a.g.e, s. 173.
27-YAZICI, Nuri; a.g.e, s. 173
MUSADDIK VE AJAX
OPERASYONU
31 Aralık 2015 Oral TOĞA
Dr. Muhammed Musaddık’ın Hayatı ve Başbakanlığı Öncesi İran’da Siyasi Durum
M
uhammed Musaddık 16 Haziran
1882’de Tahran’da doğmuş ve 5 Mart
1967’de yine Tahran’da hayatını kaybetmiştir. 1951 ila 1953 arası iki sene
süren Başbakanlık yapmış, 1953’te
ABD ve İngiltere’nin ortak düzenlediği bir darbeyle
iktidardan indirilmiştir. Özellikle İngiliz petrol tesislerini millileştirmesi ve dönemin şahı Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yle yaşadığı iktidar çekişmesiyle
modern İran tarihine damgasını vurmuştur.
Musaddık aristokrat bir aileden gelmektedir. Babası da
kendisi gibi devletin çeşitli kademelerinde görevlerde
bulunmuştur. Meşhur Tütün İsyanı patlak verdiğinde Musaddık sekiz yaşındaydı. İlk meclis için yapılan
1906 seçimlerinde İsfahan’dan adaylığını koymuş ve
seçilmiştir. Ancak yaş sınırına takıldığından meclise
girememiştir. Bu onun ilk siyasi adımıdır. Eğitimi için
Paris’te Siyasal Bilimler Fakültesine gittiyse de teşhis
konulamayan hastalıkları sebebiyle İran’a geri dönmek zorunda kaldı. Daha sonra o da oğul Şah Pehlevi gibi İsviçre’de eğitim almış, Lozan Üniversitesinde
hukuk doktorası yapmıştır. Ailesinden gelen Es-Sultani unvanını kullanmaktan kaçınmış onun yerine
aldığı doktora eğitimine isnaden “doktor” unvanını
kullanmıştır. Ayrıca kendisi her ne kadar İran’ın orta
sınıfının desteğiyle iktidara gelmiş olsa da aristokrat
sınıfıyla kan veya evlilik yoluyla akrabalıkları bulunmaktadır. Kendisi Feth Ali Şah’ın Baş Veziri ünlü
Muhsin Aştiyani’nin birinci göbekten torunudur.
karşı çıkmış ve bütün görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Baba Şah Pehlevi’nin tahttan 1941 yılında indirilişinden sonra siyasi yaşama tekrar dönmüş ve 1944
yılında meclise seçilmiştir.
1940’lı yıllar İran’da siyasetin oldukça karmaşık olduğu ve milliyetçi dalganın yükseldiği yıllardır. Dış politikada hükümet üstünde Sovyetler ve İngiliz baskısı
vardır, içeride ise karışıklıklar söz konusudur. Ülkenin bir yanında daha sonraları Musaddık’ın da büyük
destekçilerinden Ayetullah Seyid Kaşani önderliğinde
İslamcılar bulunmaktadır. Bunlar Batı dünyasından
İran’a girecek hiçbir şeye razı değillerdir ve en ufak
modernleşme atılımında başkaldırmaktadırlar. Ülkenin öbür kesiminde ise komünist ve Moskova’ya bağlı iyi organize edilmiş sol parti Tudeh bulunuyordu.
Tüm bunların arasında da tüm sistemi reforme etmek
isteyen milliyetçiler, reformcular ve cumhuriyetçiler
bulunmaktaydı. Ayrıca ilk fırsatta iktidarı ele geçirmek için sabırsızlanan subaylar da bu grubun içindeydiler.
Özetle ülkede siyasi bir birliktelikten söz etmek o yıllar için zordur. Ülkedeki siyasi grupların tek birleştirici noktası olarak İngiltere üzerinden gelişen batı
düşmanlığıdır diyebiliriz. Zira Anglo-Iranian Oil
Company üzerinden gelişen nefreti anlamak için şirketin ve İran’ın paylarına düşen karlara bakmak yeterli olacaktır. Şirket 1945 – 1950 arasında 250 Milyon
Pound kar yaptığını açıklamıştır. İran’a ise 90 Milyon
Pound düşmüştür. Bu rakam İngiltere hükümetinin
şirketten aldığı vergiden daha düşük bir rakamdır. Üstelik İngilizlerin donanmalarına ucuz benzin sağladığı söylentileri halkın tepkisini daha da alevlendirmiştir. Bir süre sonra yapılan siyasetler genelde bu şirkete
karşı söylemlerle desteklenir olacaktır. Zira şirket Batı’nın “şeytanlığının” sembolü gibi görünmekteydi.
Bütün bunların dışında Fedaiyan-e İslam örgütü de o
yıllar içinde “kafir” ilan ettiği kişilere suikastlar düzenlemişlerdir. Bu suikastlardan birisi Şah’a yönelik
Baba Şah Pehlevi’nin 1921’de düzenlediği darbeyle olsa da Şah suikasttan hafif yaralarla kurtulmuştur.
birlikte önce maliye bakanlığı sonra da dışişleri bakanlığı görevlerinde bulunmuştur. 1923 yılında Ulusal Danışma Meclisine seçilmiştir. Rıza Pehlevi’nin İşte Musaddık’ın yükselişe geçtiği dönemde İran’daki
kendini 1925’te şah ilan etmesiyle birlikte bu duruma siyasi hava böyledir. Bir İngiliz Maslahatgüzarı Tah-
125
126
PERSPEKTİF
ran Parlamentosunda yaptığı bir konuşmada “Milletvekilleri rüşvet bekler” diyerek dönemin bozulmuşluğunu özetler.
Musaddık 1940’lı yılların ikinci yarısında Sovyetler’e
İran’ın kuzeyinde petrol çıkarma ve arama imtiyazına
karşı ciddi bir muhalefet yürütmüş ve bunda da başarılı olmuştur. Ardından yukarıda da bahsettiğimiz
Anglo-Iranian Oil Company’ye karşı bir kampanya
başlatmış ve millileştirilmesi gerektiği yönünde söylemlerde bulunarak kitlelerin desteğini ve saygısını
kazanmıştır. Bununla ilgili 1951 yılında bir yasa tasarısı vermiştir ve meclisten geçmiştir. Bunun üzerine
Şah, meclisin bu kararıyla gücüne güç katan Musaddık’ı başbakan yapmak zorunda kalmıştır.
Bu kararla birlikte İran’da siyasi ve ekonomik bunalım
baş göstermeye başlamıştır. Zira Kaçar Hanedanlığından beri ülkedeki birçok sektör yabancıların elindedir
ve İran ekonomisi üzerinde bir hakimiyet söz konusudur. Çok geçmeden İngiltere İran’ın petrol pazarından
çekilmiştir ve İran’ı BM’e şikâyet etmiştir. Musaddık
buna cevaben İngiltere Büyükelçiliğini kapatmış ve
İran petrolü için yeni pazar arayışına girmiştir. Ne var
ki aradığı pazarı bulamamasıyla birlikte ekonomik sıkıntılar daha da büyümeye başlamıştır.
Bu sırada Musaddık’ın yükselen gücüne karşı koymaya çalışan Şah, bir fermanla 1953 Ağustos’unda
Musaddık’ı görevden almak istediyse de gelişen kitle
olayları sonucunda korkup kaçmak zorunda kalmıştır. Olaydan biraz sonra Musaddık muhalifleri ile
daha sonra ABD’nin üst düzey yetkililerinin de itiraf
ettiği üzere İngiltere – ABD ortak yapımı Ajax adıyla
tanınan operasyonla Musaddık’ı devirmişler ve Şah’ın
geri dönmesini sağlamışlardır.
İndirilişinden sonra Musaddık vatana ihanetle suçlanmıştır. 3 yıl hapse mahkum edilmiş ve çıktıktan
sonra da hayatının geri kalanını ev hapsinde gözetim
altında geçirmiştir. Musaddık 1967 yılında ev hapsindeyken yaşama veda etmiştir.
TP-AJAX Operasyonu
Operasyonu hazırlayan siyasi şartlara yukarıda değindik. Bununla beraber İngiltere, İran Meclisinin millileştirme kararı sonrası ilk etapta ekonomik olarak
zorlayacak tedbirlerle İran’ı yola getirmeye çalışmıştır.
Ardından Kıbrıs’a asker yığarak gözdağı vermek istemiştir. Bu hareketliliğe SSCB sessiz kalmayarak İran
sınırına asker yığmaya başlamıştır.
İngilizlerin teknisyenlerini çekmesiyle kalifiye eleman
sıkıntısı yaşayan İran oldukça zor duruma düşmüştür. İngiltere uluslararası arenadaki ağırlığını koyarak
İran’a ambargo uygulatmayı başarmıştır. Petrol tröstleri uyarılmış, ABD’li birkaç şirket anlaşama yapmak
istemişse de sonradan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. İran parasını imtiyazlı bir kurdan Sterlin’e çeviren
anlaşma iptal edilmiş ve böylece İran büyük bir döviz
kriziyle yüz yüze kalmıştır.
Bütün bunlara halkın tepkisi oldukça sert olmuştur.
Anglo-Iranian Oil Company’nin genel müdürünün
evi yakılmış, Abadan’daki petrol tesislerine büyük çap-
127
ta gösteriler düzenlenmiştir. Musaddık İngiltere’nin
bütün bu aleyhte hareketlerine tepkisiz kalmamış ve
İngiliz Büyükelçiliğini kapatarak bütün İngilizleri sınırdaşı etmiştir. İngiltere, Büyükelçiliği kapatıldıktan
sonra hareket alanını genişletmek için ABD’ne başvurmuş ve yardım talep etmiştir. Ancak İran’ı kaybetmek istemeyen ve olası bir savaştan çekinen Truman
yönetimi İngiltere’nin taleplerine cevap vermemiştir.
Olayların seyrinin değiştiği an 1952 Kasım’ındaki
ABD’nin Başkanlık seçimleridir. Zira Truman’ın yerine gelen Eisenhower, İngiltere’nin yanında yer alır ve
TP-Ajax için düğmeye basılır. Bu operasyonu yönetmesi için ABD eski başkanı Theodore Roosevelt’in torunu ve CIA’nin Yakın Doğu ve Asya Şefi olan Kermit
Roosevelt getirilir.
Başlangıç olarak Mussadık’a karşı psikolojik harp
uygulanır. İngiltere’nin on yıllar içerisinde kurduğu
sağlam bir istihbarat ağının olması kişilerin manipüle
edilmesi veya satın alınması konusunda ABD istihbaratının işini kolaylaştırmış ve işleri daha kolay halletmesini sağlamıştır. Operasyon için gazeteciler, yerel
çeteler ve din adamları satın alınır ve kullanılır. Musaddık’ın kendisine ve evine saldırılar düzenlenmiş,
bu saldırılardan yaralanmadan kurtulan Musaddık
için basında sanki bunları kendi kendine düzenliyormuş gibi bir hava yaratılmıştır. Bu kara propagandaların sonucunda da Musaddık en büyük destekçilerini
birer birer kaybetmeye başlamıştır.
Ardından darbeyi meşru kılmak adına Şah’tan Musaddık’ı azlettiğine dair iki adet ferman imzalanması
istenmiş ve fermanlar alınmıştır. Bu fermanlar Musaddık’a tebliğ edilirken eş zamanlı olarak dönemin
ordu komutanı General Riyahi’nin tutuklanması için
karar alınır.
15 Ağustos gecesi İmparatorluk Muhafızı olan ve monarşiye sıkı bir sadakatle bağlı olan Albay Nasıri elinde
fermanlarla General Riyahi’yi tutuklamaya General’in
evine gitmiştir. Ancak darbenin yapılacağı söylentileri
önceden General’in kulağına gittiği için önlem olarak
evinden ayrılmıştır. Daha sonra Musaddık canlı yayına çıkmış, Şah’ı ve onun “yabancı iş birlikçilerinin”
tezgahladığı bir darbe girişiminin bastırıldığını halka
ilan etmiştir. Bunun üzerine halkın galeyanından korkan Şah, kendi kullandığı uçakla ülkeyi terk etmiştir.
Darbe bastırılmış gibi gözükse de Kermit Roosevelt
çalışmalara devam edeceğini rapor etmiş ve İran’da
kalmaya devam etmiştir.
Musaddık’tan sonra yerine geçmesi planlanan General Zahidi ile Kermit Roosevelt bir görüşme yaparak
yeni bir plan ortaya atmışlardır. Önce Şah’ın imzaladığı fermanları çoğaltıp el altından özellikle çetelerin
yoğun olduğu Tahran’ın güney semtlerinde dağıtılmaya başlanmıştır. Medyayı da kontrol altında tuttuklarından fermanların ertesi gün gazetelerin birinci sayfasında yer almasını sağlamışlardır. Bununla birlikte
sokakta olaylar büyümeye başlamış ve sokaklar karışmıştır. Musaddık ise hiçbir karşı müdahalede bulunmamıştır. Nihayetinde 19 Ağustos 1953’te Musaddık
görevinden uzaklaştırılmıştır.
Görevden indikten hemen sonra vatana ihanetle suçlanmış üç yıl kadar hapis yatmış ardından ölünceye
PERSPEKTİF
kadar ev hapsinde tutulmuştur. Başbakanını mat eden
Şah ise iktidarını pekiştirmiş olarak ülkesine dönmüş
ve İslam Devrimine kadar geçen süre içerisinde İran’ı
yönetmiştir.
Bu Operasyonu ABD ve İngiltere’nin ortak yürüttüğünü ilk olarak 2000 yılında ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, ardından 2009 yılında Başkan
Obama kabul etmiştir. Son olarak darbeden tam 60
yıl sonra CIA darbeyle resmi olarak ilişkisi olduğunu
kabul etmiştir.
SONUÇ
İran halkı Musaddık’ın devrilişini hiç unutmamıştır.
İran halkının verilen imtiyazlara karşı gelişen milli
duruşlarının siyaset sahnesinde nihayet var olabileceğine dair son umutları da bu olayla birlikte sökülüp
atılmıştır. Kısa ve orta vadede Batılı güçler başarılı
olmuş gibi gözükse de İran İslam Devrimi ve sonrasında gelişen İran politikaları bize bunun uzun vadeli
hesaplarda farklı sonuçlara sebep olduğunu göstermiştir.
Zaman geçtikçe Şah’ın giderek artan harcamaları ve
bununla doğru orantılı keskinleşen yoksulluk, köyden
kente göçün artması ve diğer sosyo-ekonomik sorunlar Musaddık’ın karakterinde birleşen ve onun temsil
ettiği değerlere olan bağlılığı daha da arttırmıştır. Bu
olay, İran’ın bugüne kadar olan Batı karşıtı söylemlerinin ve politikalarının da kesin bir kırılma noktasıdır.
1979’daki rehine krizini anlamak adına ve sonrasında
olanları da anlamak adına Ajax Operasyonu’nun İran
halkı üzerindeki etkisi iyi anlaşılmalıdır.
KAYNAKÇA
ABRAHAMIAN, Ervand; Modern İran Tarihi (çev.
Dilek Şendil), İş Bankası Kültür Yay. , İstanbul, 2011.
ATABAKİ, Touraj (der.); Türkiye ve İran’da Otoriter
Modernleşme, Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2012.
Bailey, Sir Harold (ed) vd.; The Cambridge History of
Iran Volume 7, From Nadir Shah To The Islamic Republic, Cambridge University Press, Cambridge, 2003.
CHOUEIRI, Youssef (ed.); Ortadoğu Tarihi, İnkılap
Yay., İstanbul, 2011.
CLEVELAND, William; Modern Ortadoğu Tarihi
(çev. Mehmet Harmancı), Agora Kitaplığı, İstanbul,
2008.
FEKRİ, Amir Ahmad; Tarihsel Gelişim Sürecinde
İran Devrimi, Mızrak yay., İstanbul, 2011.
GARTWAITE, Gene; İran Tarihi Pers İmparatorluğu’ndan Günümüze, İnkılap Yay., İstanbul, 2011.
KINZER, Stephen; Şah’ın Bütün Adamları, İletişim
yay., İstanbul, 2004.
PAPPE, Ilan; Ortadoğu’yu Anlamak, NTV yay., İstanbul, 2011.
YERGIN, Daniel; Petrol Para ve Güç Çatışmasının
Epik Öyküsü (çev. Kamuran Tuncay) İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2013.
128
STRATEJİ
STRATEJİ
HAZAR HAVZASINDA
BÜYÜK ENERJİ OYUNU-I
27 Mayıs 2013 Yunus AKBEY
E
nerji tüm yaşayan canlılar için olduğu gibi
devletler için de hayati önem taşır. Ülkelerin
ekonomik kalkınmasında önemli bir paya
sahip olan enerji ülkelerin dış politikasında da belirleyici bir faktör olmuştur. Tarih
boyunca büyük güçler enerjinin bulunduğu coğrafya
üzerinde rekabete girişmişlerdir.
Günümüzde oynanan büyük oyun artık Hazar petrolü
ve doğal gazın çıkartılması ve petrol nakil boru hatlarının kurulması üzerine oynanmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması nedeni ile bölgede çıkan
güç boşluğu zengin enerji kaynaklarının ortaya çıkmasıyla birleşince Orta Asya Coğrafyası devletlerarasındaki güç mücadelesinin mekanlarından biri haline
gelmiştir. Yeni büyük oyunun en önemli aktörleri ise
ABD, Rusya, Türkiye, Avrupa Birliği ve Çin olmuştur.
Rusya hala arka bahçesi olarak gördüğü Hazar Havzası’nın enerji kaynaklarını kontrol etmeye ve yalnızca
kendi toprakları üzerinden uluslararası piyasaya yaymayı hedeflemektedir. Öte yandan ABD Rusya’yı saf
dışı bırakacak petrol ve doğalgaz boru hatları projeleriyle bölgede etkin olmaya çalışmaktadır. Türkiye ise
birçok boru hattını kendi toprakları üzerinde kesiştirerek 21. Yüzyılın enerji köprüsü olmayı amaçlamaktadır. Enerjide büyük oranda Rusya’ya bağımlı olan
AB, Rusya ile Ukrayna arasında meydana gelen doğal
gaz krizinden sonra enerji tedarikçilerini çeşitlendirmesi gerektiğini kavramış ve Rusya’ya alternatif enerji
kaynağı ve transit güzergâhı aramaktadır. Son olarak
da Çin Halk Cumhuriyeti hızlı ekonomik büyümesini
sağlayacak enerji ihtiyacını Hazar Havzası enerji kaynakları ile güvence altına almaya çalışmaktadır.
la problem yaratan Ortadoğu’ya alternatif olarak beliren Hazar Havzası enerji kaynakları ortaya çıkmaktadır. 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar bölgede etkin
rolü bulunmayan ABD, terör saldırılarından sonra
bölgeye yönelik enerji politikalarını uygulama fırsatını yakalamıştır. ABD terörle mücadele kapsamında
Kırgızistan’da Özbekistan’da ve Afganistan’da asker
bulundurma fırsatı yakalamış ve milli menfaatleriyle
çatışan politikaları engellemede avantajlı bir pozisyon
yakalamıştır. ABD askerlerinin terör saldırıları bittikten sonra da yerlerinde kalması asıl mücadelenin
Rusya ve Çin ile yapıldığının açık göstergesi olmuştur.
Her iki ülke de ekonomik kalkınmayı tehlikeye sokacağından dolayı yakın bir tarihte ABD ile çatışmayı
göze alamamaktadır. Rusya’nın Hazar ülkelerinin zengin enerji kaynaklarını uluslararası pazara ulaştırması
ABD’yi rahatsız etmektedir. Bu nedenle, bölge petrol
ve doğal gazının dünya pazarına ulaştırılmasında Rus
tekelinin kırılması için “Çoklu Boru Hatları” stratejisini geliştirmiştir. ABD “Çoklu Boru Hatları” stratejisinde bölge enerji kaynaklarının dünya pazarına
ulaştırılmasında en kısa yol olan İran güzargahını tercih etmek yerine İran ve Rusya yı bypass eden doğu
batı koridorunu desteklemektedir. Amerika Azerbaycan’dan başlayarak Gürcistan ve Türkiye üzerinden
Batı pazarına ulaşacak olan boru hattı projelerini desteklemektedir.
Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine Rus Dış
Politikası
Rusya için Orta Asya ve Hazar bölgesi, arka bahçe
veya yakın çevre olarak adlandırılan stratejik öneme
sahip bir bölgedir. Enerji kaynaklarını bir politika
aracı olarak kullanarak, tüm dünyaya karşı, Orta Asya
ve Hazar bölgesinde etkisini yeniden kurmak istemektedir. Rusya’nın Hazar bölgesindeki dış politika
amaçları şu şekilde özetlenebilir: Rusya’nın güvenliğini ve jeopolitik menfaatlerini teminat altına alabilecek şekilde dost bir tampon bölge sağlamak; Rusya
içlerine yayılabilecek veya sınır uyuşmazlıklarına yol
açabilecek etnik gerginliklerden kaçınmak için bölHazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine ABD Dış gede istikrarı temin etmek; Azerbaycan, Kazakistan
ve Türkmenistan petrol ve doğalgaz kaynaklarından
Politikası
azami istifade etmek; yabancı güçlerin bölgeye girişini
Enerji üretimi tüketimini karşılayamayan ABD’nin engellemek ve bölgedeki Amerikan varlığını zayıflatenerji alanında dışa bağımlılığı açıktır. ABD artan mak.[1] Rusya bölge üzerinde etkisi artırmak ve eski
enerji ihtiyacının karşılanmasında istikrarsız yapısıy- SSCB devletleriyle ilişkilerini güçlendirmek amacıyla
130
STRATEJİ
STRATEJİ
CSTO (Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü) ve CIS
(Bağımsız Devletler Topluluğu) örgütlerini kurmuştur. Rus gaz tekeli Gazprom Hazar enerji kaynakları
üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Hazar
enerji kaynaklarının dış pazara ulaşımında dominant
bir role sahip olan Rusya, Avrupa’nın gaz ihtiyacının
4 de 1 ini karşılamaktadır. Rusya kendisinden başka
herhangi bir devletin Avrupa pazarına ulaşımını engellemeye çalışmaktadır. Tam bu noktada Hazar havzası enerji kaynaklarını Türkiye üzerinden Avrupa’ya
taşımayı planlayan ya da taşıyan AB ve ABD destekli
projelere şiddetle karşı çıkmaktadır. Ekonomik kalkınmada çok büyük paya sahip olan enerjinin Rusya
tarafından kolaylıkla bir dış politika silahı olarak kullanıldığı açıkça görülmüştür. Rusya’nın yaşanan siyasi
krizler karşısında Gürcistan’a ve Ukrayna’ya gaz akışını kesmesi çok ciddi eleştirilere neden olmaktadır.
Tüm bunlar Rusya’nın güvenilir bir enerji partneri
olmadığını ortaya koymaktadır.
NATO VE TRANSATLANTİK
İLİŞKİLER-I
27 Mayıs 2013 Mehmet MEMİŞ
N
ATO’nun temel olarak ilk amacı siyasi ve
askeri alanlarda iş birliği yaparak ortak
güvenliği sağlamak olmuştur. Son 20 yıl
boyunca NATO bunu ilke edinmiş ve
Avrupa düzenini sağlamaya çalışmıştır.
Bundan dolayı NATO’nun genişlemeye çalışması iyi
bir fikir olarak görülebilir, ancak ölü bir düşünceden
öteye geçememektedir. Bu genişleme çalışmasını bitiren olay Rusya’nın Gürcistan’a saldırması olmuştur.
Eğer Gürcistan NATO’ya üye olsaydı, NATO Rusya ile
savaşmak zorunda kalacaktı. 2008 yılından günümüze Rusya’ya baktığımızda Hazar denizinde çıkarlarını
korumak için nükleer silah kullanabileceği apaçık ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı bu bölgeden gelebilecek
tehditler için önlemler alınmaya başlanmıştır.
Türkiye her yönde ağır bir rol üstlenecek ise daha çok
askeri alanda yenilik yapması gerekecektir. Şu son 10
yılda Türk hükümeti ile askeri ilişkiler sıfırdan değişmiştir. Geçmiş Türkiye’ye baktığımızda halen de
devam eden bir terör sorunu vardır. PKK terörünü
bitirmek için NATO’yu devreye sokmaya çalışsa da
Türkiye, Amerikan engeline takılmış ve terörizmin
NATO’nun 5. maddesine girmediğini savunulmuştur.
Ancak nasıl oluyorsa bir kez oldu, o da 11 Eylül saldırıları sonucu NATO devreye sokulmuştur ve bu bir
çelişkidir. Son zamanlarda da NATO Füze Kalkanının
Türkiye de koşullandırılması ve somutlaştırılması olayı tavan yapmıştır. Şöyle ki oğul Bush zamanına baktığımızda Çek Cumhuriyeti ve Polonya, ve Obama zamanında ise Bulgaristan ve Türkiye’ye füze savunma
sistemleri kurulmuştur. Türkiye bu füze kalkanlarının
kurulması sırasında İran’ın tehdit listesinden çıkarılması gerektiğini belirtmişti ve bu sebeple erken uyarı
sistemi kurmak istedi. Çünkü İran’ın füzeleri Türkiye’den başka bir NATO ülkesini vuracak menzilde değildi. Aslında bu istek Amerika tarafından şaşkınlıkla
karşılandı. Çünkü onlar için asıl tehdit İran’dı ve bu
durum Amerika’nın Türkiye yönetimi üzerine düşündürdü. Ancak zaman gösterdi ki Türkiye-İran ilişki-
131
leri bir çıkar noktası olabilirdi. Bu füzeleri Rusya’da
istememişti. Çünkü hala eski Sovyetleri kendi toprakları sayıyor ve bu nedenle Avrupa’nın savunmasız kalmasını istiyordu. Aslında Rusya füze kalkanını kendi
oyununu sıfıra indirecek olmasından dolayı istemiyordu.
ABD füze kalkanında itici bir güçtür ve bu gibi askeri
harcamaları kendi ülkesinde savunma harcamaları adı
altında milli gelirin % 4’ünü kullanmaktadır. 10 yıllık
bir süreç göz önüne alındığı vakit Amerika’nın 2008
krizi başlayan dönem ile 2010’a varan dönem arasında büyüme hızı sıfırın altındadır. Amerika’da gayrisafi
milli hasılanın borca oranı 2000 ve 2008 yılları arasında % 56 ile % 64 arasında gidip gelmişken, 2008 ve
2012 dönemi arasına baktığımızda bu borç milli hasılanın % 65 ile % 94 arasında olduğunu göstermekte
ki, bu durum büyüme ve dış politikalar açısından bir
engeldir. Mesela başka bir örnek vermek gerekirse
tsunami felaketinden sonra Japonya’nın milli hasılaya göre borçlanması % 220’yi bulmuştur. Amerika
git gide yaşlanan bir ülkedir. Bununla beraber sağlık
harcamaları artmakta ve kaçınılmaz sonuç olarak da
borçları artmaktadır. Bu durum böyle giderse borcun
milli hasılaya oranı % 200’leri bulacaktır. Bundan dolayıdır ki, Amerika bu borcunu kapatmak için diğer
harcamalarını kısmak zorunda kalacak ve bunların en
başında savunma harcamaları olacaktır. İşte burada
devreye NATO girmekte ve Amerika’nın yardımına
koşmaktadır. Bu sayede NATO güvenlik alanında iş
birliğine giden ulusların ortaklıklarının odak noktası
haline geldi. Amerika kendi üstünlüğünü kullanarak
muhtemel tehdit unsuru gördüğü ülkeleri NATO aracılığıyla bir takım önlemler almaktadır. İşte bunun en
önemli örneklerinden biri Malatya Kürecikte kurulan NATO füze kalkanıdır ve tehdit ise bilindiği gibi
İran’dır. Gerçek sorun aslında kapanan bir Batı dünyası ve tehdit olarak algılanan Doğu Dünyasıdır. Batı
kimseyi içeri sokmamakta ve kendi içerisinde komplo
teorileri üretmektedir. Doğu ise hem kendi içerisinde
ki huzursuzlukla hem de doğal kaynaklarının verdiği
saldırı önceliğiyle yaşaya durmaktadır.
132
STRATEJİ
STRATEJİ
dır. Hazar Denizi, Asya Kıtasının, Avrupa Kıtası ile
birleştiği jeopolitik açıdan önemli bir mevkide, normal deniz seviyesinden 27 m daha alçakta oluşmuş,
okyanuslarla ve denizlerle bağlantısı olmayan en büyük su kütlesidir [2]. Hazar’ın en geniş yeri 554 km ve
en dar yeri ise 200 km’dir. Hazar sahillerinin toplam
uzunluğu 7.010 km’dir. Kazakistan’ın 2.340 km, Rusya Federasyonu’nun 1.930 km, Türkmenistan’ın 1.200
km, Azerbaycan’ın 800 km ve İran’ın 740 km uzunluğunda Hazar’a kıyısı bulunmaktadır.
ENERJİ JEO-POLİTİĞİ: HAZAR
HAVZASI KAYNAKLARI
ÜZERİNE TEMEL STRATEJİLER
10 Haziran 2013 Selim Han YENİACUN
E
Enerji Gereksinimi ve Genel Değerlendirme
nerji ihtiyacı ve enerji ihtiyacına bağlı olarak
uygulanan uluslararası politikaların önemi,
19.yy’dan itibaren günümüze kadar her geçen gün artmaktadır. Temel insani ihtiyaçlar
için vazgeçilmez bir kaynak olması “enerji
arayışı” aynı zamanda endüstrileşmesini tamamlayan ya da bu ilerleme içerisinde hareket eden ülkeler
için bir ekonomik güç kapasitesi niteliği taşımaktadır.
Enerjinin günümüz siyasetindeki önemi enerji güvenliği ve enerjiyi elde etme stratejilerinin ön plana çıkmasına yol açmaktadır. Yenilenebilir enerji kaynakları
ekonomik açıdan fazla maliyet içermelerinin yanında
önümüzdeki senelerde daha fazla kamusal ya da özel
sektördeki yatırımcının gözdesi olacağı düşünülmektedir. Hali hazırda faydalanılan ve Dünya’nın muhtelif
bölgelerinden elde edilen doğal gaz ve petrol gibi günümüz Dünya’sında büyük önem arz eden kaynakları
incelersek Jeo-stratejik çözümlemeler Dünya Enerji Politikası’nı algılamamızda daha yararlı olacaktır.
Jeo-Stratejik enerji denkleminde coğrafya hayati bir
önem arz etmektedir. Enerji kaynaklarının maliyeti
ve elde edilen ürünlerin erişilebilirliği bu politikaların yürütülmesinde ana değerler olarak ele alınabilir.
Sürekli değişim içeren ve ülkelerin uluslar arası arenada güç dengelerinden mütevellit iktisadı bir standarda bazı dönemler hariç oturtulamamış bir alandır.
2000’li yılların başlangıcında karşımızdaki Dünya
tablosunda, basitçe;
• ABD’nin enerji alanlarına artan ilgisi,
• 90’ların ekonomik ve siyasi travmasından
kurtulan bir Rusya,
• Büyüme hızını ikiye katlayan ve sürekli enerjiye ihtiyaç duyan bir Çin,
• Ekonomisini üretimden ziyade ticarete endeksli bir ekonomiye dönüştüren ve enerji
koridorlarından gelen kaynaklara muhtaç bir
133
Avrupa Birliği,
• Siyasal istikrar içermeyen ama kaynakça zengin bir Ortadoğu,
• Hem endüstriyel anlamda gelişen hem de sahip olduğu enerji kaynaklarını değerlendiren
bir Hazar Havzası ülkeleri söz konusudur.
Afrika ve Latin Amerika ülkeleri ise “Bağımlılık Teorisi” [1] kapsamından kurtulamayarak Soğuk Savaş
dönemindeki ekonomik geri kalmışlıkları bölgesel
ve korunmacı politikalarla kapatmaya çalışmaktadır.
Halen bilgi ve teknoloji yetersizliği bu bölgeleri mevcut egemen güçlerin ve özel sektörün yüksek sermayeli şirketlerinin çalışma sahası haline getirmiştir.
Günümüzde farklı enerji havzalarının jeo-stretejik
önemleri tartışılmaktadır. Hiç şüphesiz bunlardan
başat konumda olan ise Hazar Havzasındaki enerji
rezervleri ve bunların çıkarılma konusundur. Batı’nın
enerjiyi kolay elde edebilme ve siyasi üstünlük çerçevesinde değerlendirebileceğimiz batılı ülkelerdeki
refah seviyesinin artması; enerjinin her zaman kolay
elde edilebilecek bir kaynak olarak görülmesini sağlamıştır. Öte yandan Batılı devletlerin bu rüyadan
uyanmasını sağlayan 1973 OPEC petrol krizi tüm
dünyayı ekonomik bir krize sürüklemiştir. 98’ de 500
ABD’li askerin Güney Kazakistan’daki petrol sahalarının güvenliği için hava indirme operasyonu yapması
Hazar Havzasına doğru bir kaynak arayışının ilk kıvılcımları olmuştur. Körfez Savaşı ise Ortadoğu’da halen
bitmemiş olan enerji savaşlarının tetikleyicisi olmuştur. 2004’te Belarus üzerinden 2009’da da Ukrayna
üzerinden Avrupa’ya giden doğal gaz akımının Rusya
tarafından kesilmesi; yukarıda bahsetmiş olduğumuz
enerji kaynaklarına ulaşımın ve maliyetinin önemini
tüm Dünya’ya bir kez daha hatırlatmıştır. Belirtilen
örneklerin ve paralel olayların sonuçları ise ele alacağımız Hazar Havzası enerji politikalarında kesişmektedir.
Hazar Havzası’ndaki Güç Denklemi
Statüsü tam olarak ortak bir mutabakat ile kesinleşmese de ikili antlaşmalar ile adı hakkında belirli bir
aşamaya gelinmiş olan Hazar Denizi, ismini aynı coğrafyada kurulmuş olan Hazar Devleti’nden almakta-
Hazar bölgesinin son dönemlerde tüm dünyanın ilgi
alanına girmesinin en önemli sebebi ise güç çeşitlenmesidir. 1991 yılına kadar etkisiz ve bir o kadar da
kendisine ayrılmış alan içerisinde yetersiz enerji kaynakları barındıran İran ve Hazar Denizi’nde seyrüsefer serbestliğine, donanma bulundurma hakkına ve
zengin enerji kaynaklarına sahip bir Rusya egemenlik
hakkını paylaşmaktaydı. Bu statü ise öncelikli olarak
kesin bir St.Petersburg üstünlüğü içeren 16 Şubat 1828
Türkmençay Anlaşması ile tescillenmiştir. Ardından
Sovyet Rusya 1921 ve 1940 antlaşmaları ile Tahran
Yönetimine Hazar Denizi’nde ayrıcalıklar tanımıştır.
SSCB’nin dağılmasının ardından, bölgede bir otorite
boşluğu ortaya çıkmıştır. Buna bağlı olarak, Avrupa ve
Amerika bölgede aktif olmaya çalışmaktadır [3]. Bunun yanı sıra bölge ülkeleri özellikle de Azerbaycan,
Rusya etkisinden kurtulmayı büyük ölçüde başararak
ekonomik anlamda değerli kazanımlar elde etmiştir.
Bölgedeki “güç çeşitlenmesi” ise pek çok farklı senaryoyu ortaya koymuş aynı zamanda da “Hazar Bölgesi yeni Ortadoğu olur mu?” sorunsalını gündeme
getirmiştir. Kuzey-Güney ve Doğu-Batı enerji koridorlarının kaynak noktasında bulunan Hazar Denizi
bulunduğu coğrafyadan ötürü ilk ve önemli ticaret
rotalarının merkezindedir. Gerek coğrafi keşifler gerekse yeni kaynakların bulunmasıyla önemi bir nebze
göz ardı edilmiştir. Trans-Kafkasya ve Trans-Hazar
coğrafyası Doğu’da Çin’in kalkınma hızı, kuzeyde
Rusya’nın büyüyen ticari hacmi ve Avrupa’nın artan
enerji ihtiyacı ile birlikte tekrar Dünya’nın kalbi konumuna gelmiştir. Nitekim MacKinder’in “Heartland
Teorisi”ni tekrar gündeme taşımakla birlikte Brezezinski’nin “Yeni Satranç Tahtası” görüşlerinin ilham
kaynağı olmuştur.
1991 yılından sonra bağımsızlığını kazanan devletler
(Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan) kendi kaderlerini tayin etme haklarının yanında hem Çin hem
de Avrupa Birliği’ne yönelik olarak ticaret yapabilecekleri kaynaklara sahip olmuşlardır. Hazar Denizi etrafındaki ülkelerin denize kıyısı bulunmaması ülkeleri
enerji nakil hatlarına yönlendirmektedir. Enerji nakil
hatlarının Rusya kontorlü altında bulunması ise bölgede ekonomik açmazları tetiklemektedir. Rusya’nın
oluşturduğu enerji havuzu hem enerji ithalatını hem
de enerji ihracatını içermektedir. Kendisi i.çerisinde
barındırdığı rezervler de dâhil olmakla birlikte Hazar
Havzası ülkelerinden düşük maliyetle ithal ettiği kaynakları Avrupa’ya ve Akdeniz’e taşımaktadır. Hazar
Denizi’ndeki statü sorunu ihtilaflı bir kaynak paylaşımı ve “güç çeşitlenmesinin” yanı sıra bölgenin dışın-
daki devletleri ve ticari kuruluşları bölgenin kaderini
tayin etmede etkili kılmıştır. Her ülkenin birbirlerinden farklı enerji politikaları olması ve toplu bir mutabakat yerine sınırlı ikili görüşmelerin tercih edilmesi
Hazar Denizi açmazını daha da genişletmektedir.
Hazar Havzası’ndaki temel statü sorununu derinlemesine inceleyecek olursak, temelde üç tanımlama
karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Hazar Havza’sının
dünyada eşi olmayan bir hukuksal teamül ve kurallar çerçevesinde değerlendirmesini öngörür. Bu görüşe göre Hazar Havzası bazen açık deniz bazen ise
sınır gölü statüsündedir. Karşılıklı tavizlerle belirlenen prensipler çerçevesinde 1982 BM Deniz hukuku
sözleşmesinden yararlanılmakta ve özellikle Münhasır ekonomik bölge kullanımı için sınırdaş devletler
kendi tezlerini baskın unsur olarak göstermektedir.
İkinci olarak ilk yaklaşıma benzer nitelikte 82 BM
deniz Hukuku Antlaşmasının benimsenmesini isteyen Türkmenistan bilhassa deniz altı kaynakları için
de eşit bir bölünme (12’şer km) istemektedir. Sürekli
karar değiştiren Türkmenistan İran’ın görüşüne yakın
olsa da Trans-Hazar boru hatları (NABUCCO ve TANAP süreçleri) ile birlikte Azerbaycan ile görüş birliğine varmaya yakındır. Üçüncü tez ise sadece İran
tarafından savunulmakta ve Hazar’ın bir sınır gölü olduğunu söylemektedir. Her kıyıdaş devletin 20 km’lik
paylaşımıyla Sovyetler birliği döneminde sahip olduğu %13’lük kıyı şeridini %15 ‘e çıkaran bu tez kaynak
kullanımından çok siyasi sebeplere dayanmaktadır.
Hazar Havzasındaki Yeni Bağımsız Devletler ve
Enerji Perspektifleri
Azerbaycan enerji politikaları başta olmak üzere dış
politikada 20 yıllık dönem içerisinde çeşitli yollar izlemiştir. Demokratik bir seçimle görev başına gelmiş
Ebulfeyz Elçibey döneminde Rusya’nın etkisi azaltılmış ve Türkiye dış politikada en büyük ortak kabul
edilmiştir. Bu siyasetin etkisi ile başta Chevron olmak
üzere Amerikan Petrol şirketlerini ve pek çok uluslar
arası yatırımcıyı bölgede konumlanmıştır. Aliyev’ler
iktidarında ise 2000’li yılların başına kadar tekrar bir
Rusya etkisi söz konusudur. Özellikle dış politikayı etkisi altına alan yegâne unsur olan Dağlık-Karabağ bölgesi sorunu enerji taşımacılığında özellikle de
petrol ve doğal gaz boru hatlarında pek çok sıkıntıyı
ortaya çıkartmıştır. Aynı zamanda talihsiz bir devlet
geleneği halini almış olan; dış politikayı iç politika
unsuru olarak kullanmak Azerbaycan hükümetlerinin meşruluğuna kaynak görevi görmüştür. Ermenilerle ilişkiler ve siyasal rejimin otoriter bir hal alması
da Azerbaycan’ın gelişimini etkilemektedir [4]. Karabağ meselesinde Rusya’dan aradığı desteği bulamayan Azerbaycan, Rus-Ermenistan ittifakına karşı batı
bloğu ile yeniden ekonomik işbirliği yoluna gitmeye çalışmıştır. Türkiye ile ilişkiler enerji nakil hatları
üzerinden ekonomik olarak geliştirilmiş ve son on yıl
içerisinde yapılan yatırımlarla enerji yollarının çeşitliliği noktasında büyük önem kazanmıştır. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) son yıllarda tüm
dünya ile aynı anda Türkiye’deki enerji piyasasına hızlı
134
STRATEJİ
bir giriş yapmıştır. Sadece iki yılda yapılan yatırımlar
gerek sektörsel gerekse farklı iş alanları olsun Lukoil
dâhil pek çok Rus petrol firmasını geride bırakmıştır. Azerbaycan’ın Hazar Denizi üzerindeki hakları ise
12 Kasım 1995’de yürülüğe giren Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası’nın 11. maddesi yani; “Azerbaycan
Cumhuriyeti’nin arazisi tek, dokunulmaz ve bölünmez bir bütündür. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin iç
suları, Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait bölümü ve
Azerbaycan Cumhuriyeti’nin hava sahası Azerbaycan
Cumhuriyeti’nin arazisi sayılır” [5] ile resmi devlet
güvencesi altına alınmıştır.
135
bilmek için Rusya haricindeki jeo-stratejik noktalardan gaz ithalatı yapması gerekmektedir. Trans-Hazar
projeleri ise Türkmenistan için büyük bir çıkış yolu
olacak ve kendisini ilerleyen yıllarda bölgede en etkili
doğal gaz üreticisi konumuna getirecektir.
Kazakistan bağımsızlığının ilk yıllarında, Sovyetlerin mirası olan sanayileşme ve ticarileşme arasında
bir denge oturtamamıştır. Kazakistan, bölgenin diğer
Türk Devletlerine göre, sanayileşme ve ham maddeleri işleme açısından daha ileri bir düzeye sahiptir.
Yalnız yeterli doğalgaz rezervi olmasına rağmen bu
rezervin değerlendirilmesinde Rusya’ya bağımlı bir
politika izlemektedir. Tüm alanlarda olduğu gibi enerji politikalarında da kendi başına ticaret yürütemeyen
Kazakistan özelleştirme politikalarına ağırlık vermiştir. Öte yandan bu politikalar, dünyada örnekleri de
olan çarpık bir özelleştirmeye dönüşmesin diye Devlet Başkanı Nazarbayev kontrolünde ağır “düzenleyici
politikalar” uygulanmaktadır. Kazakistan, Sovyetler
sonrasında da dışa bağımlı olmuştur [6]. Hazar’ın statü konusunda ise en geniş sınıra sahip olan Kazakistan, Rusya ile “ortay hat” prensibine dayalı 1982 BM
Deniz Hukuku Antlaşmasını kabul eden bir antlaşma
sağlamıştır. 29 Kasım 2001’de Azerbaycan ile imzalanan bir diğer antlaşma ile Kazakistan, Azerbaycan ve
Rusya arasında Hazar Denizi’nin kuzeyi üzerine bir
mutabakata varılmış olmaktadır.
Hazar Havzası’nda Uluslararası Aktörler ve Etkileri
1991 yılında yeni bağımsızlığını kazanan üç Türk
Devleti ile birlikte beş kıyıdaş devlet Hazar Bölgesindeki sorunlara tek başlarına ne sebep olmaktadır ne de
çare bulmaktadırlar. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere talep eğrisindeki etkinliği ile Avrupa
Birliği ve Çin son olarak ta enerji nakil çeşitliliğindeki
üstlendiği rol sebebiyle Türkiye Hazar Havzası enerji
stratejilerinde etkin rol oynamaktadır. Temel siyaset
olarak Rusya’nın bölgeyi halen arka bahçesi olarak
görmesi ve ABD’nin enerji pastasından payına düşecek olanı alma isteği doğu-batı ekseninde enerji politikaları oluşturmaktadır. Yukarıda da bahsetmiş olduğumuz yeni aktörlerin ortaya çıkması ise bölgenin
temel politikasının her geçen gün değişmekte olduğu
tam anlamıyla bir “güç dengesi” sistemine oturduğunu göstermektedir. Şunu da belirtmek gerekirse Hazar
Havzası’nda etkin rol kapma yarışı içindeki egemen
güçlerin asıl amacı bölgedeki sorunların çözümü değildir. Asıl amaç petrol ve doğal gaz rezervleri sebebiyle sağlanabilecek politik üstünlüğe sahip olmaktır.
SSCB döneminde Rusya, Hazar Denizinin tek hâkimi
konumundaydı. İran sadece küçük bir bölgede etkindi. SSCB’nin dağılmasından sonra oluşan genç devletler ister istemez büyük güçlerin hedefi konumuna
geldi. İran da bölgede gerek siyasi gerekse askeri başarılar elde etmek için elinden geleni yapmaya başladı
[8].
Türkmenistan, bağımsızlık sonrasında, Sovyet dönemindeki ekonomik sistemini değiştirmemiştir. Özellikle pamuk ve doğal gaza dayalı ekonomisini devam
ettirmiştir. Türkmenistan nüfusunun %55’i kırsal kesimde yaşamaktadır. Tarım sektörü pamuk üzerine
şekillenmiştir. Sanayisini doğal gaza göre şekillendiren Türkmenistan, nüfusunun %45iyle sanayileşmektedir. Bu ekonomik tablo bağımsızlığın ilk 10 yılında,
pamuk ve doğal gaz haricindeki neredeyse ihtiyaçların tamamının, dışarıdan temin edilmesi demektir.
Tarım sektöründe, sulama yetersizliği ve toprağın
kirlenmesi gibi sebeplerden dolayı, üretim düşmektedir. Tarımın modernleşmesi hususunda sıkıntı yaşanmaktadır. Doğal gaz üretiminde, tarımda pamuk
dolayısıyla oluşan tekstil sektörüne benzer bir yapılanma mevcut değildir. Bunun sebepleri; Sovyetler
döneminde doğal gaz çıkarma hususunda yetki sahibi
olmamaları ve Rusya üzerinden geçen doğal gaz boru
hattı yoluyla dağıtımın yapılması. SSBC döneminde
üretim ve dağıtım tamam Sovyetlerin tekelindedir.
Türkmenistan’da ekonominin temel gücü doğal gaz
üzerine kuruludur [7]. Türkmenistan özellikle Güney
Akım Projesi’ nin NABUCCO’ya oranla daha çok kabul görülmesine ilişkin olarak gerek Azerbaycan gerekse Türkiye ile enerji ilişkilerini gözden geçirmiştir.
Türkmenistan Hazar Havzası’nda etkin konumda ola-
Hazar Bölgesi devletleri, Hazar sorununu milli güvenlik sorunu olarak görmektedir. Nitekim 2001 yılında
İran’ın Azerbaycan’a ait sahalardaki iki adet petrol
arama gemisine karşı düzenlemiş olduğu askeri müdahalesi bunu kanıtlar niteliktedir [9]. Hazar bölgesinin en önemli özelliklerinden biri de siyasi nedenlerden ötürü aralarında çatışma bulunan devletlerin
ekonomik sebepler dolayısı ile birbirlerine muhtaç
olduklarının farkına varmalarıdır. Özellikle dış denizlere kıyısı olmayan kara devletleri sahip oldukları
kaynakları pazarlamak için etkin ve çeşitli enerji nakil
yollarına ihtiyaç duymaktadır. Buna rağmen Hazar
Havzası’ndaki devletlerinin arasında işbirliğine rağmen çözülemeyen sorunlar vardır. Özellikle Azerbaycan-Türkmenistan arasındaki ihtilaflı Kepez-Serdar
yatağı halen çözülememiş bir sorundur. Türkmenistan
ihtilaflı bölgeyi Serdar olarak adlandırmakta ve sınırlarına dahil olduğunu iddia etmektedir. Azerbaycan
ise tam aksi yönde görüş belirtip bölgeyi Kepez olarak
adlandırmaktadır. Üstelik bölgeden ilk olarak kendilerinin petrol çıkardığını savunmaktadır. Rusya’nın
argümanı ise tamamen Azerbaycan’ın üstünlüğünü
kırmak ve denge politikasında Türkmenistan tezlerini
tutma yönündedir. Azerbaycan uluslararası sermaye
ve yatırımcıyı bölgeye aktaran ülke konumundadır.
Bunun sebeplerine gelecek olursak Elçibey dönemin-
STRATEJİ
de başlatılan batıya açılma ve Azerbaycan’ın kaynaklarını etkili değerlendirme politikalarını öne sürebiliriz.
Ayrıca SSCB döneminde Azerbaycan’a tanınan siyasi
ayrıcalıklar da Hazar Coğrafyası’nın etkinliğini dünya
kamuoyunda arttırmıştır. Kazakistan ve Türkmenistan ise bu konuda ilerleme kaydedememiştir. Türkiye
özellikle Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan ile
milli, dini, kültüler ve dil üzerine bir yakınlık kurmaya çalışmaktadır [10].
ekonomik sektörlerin geliştirilmesinde Türk Devletlerine destek olması gerekmektedir. Öte yandan Türkiye
petrol ve doğal gaz açısından kendisine dahi yetmeyecek kaynaklara sahiptir. Bu yüzden enerji ithalatçısı konumundadır. Toplam enerji ihtiyacının yaklaşık
%60’ını ithalat yoluyla ikame eden Türkiye doğal gaz
ithalatının yaklaşık %65’ini Rusya’dan sağlamaktadır.
Avrupa Birliği ile aynı açmazda olan Türkiye, enerji
kaynaklarını çeşitlendirme yoluna gitmelidir: Türkiye’nin enerji ithalatına bağımlılığı sanayileşme çabası
ile paralel olarak gelecekte artarak devam edecektir.
Daha önce de bahsettiğim üzere bölgede Doğu-Batı Hazar Kaynakları ise bu alternatif politikanın yürüeksenli çatışmalar söz konusudur. ABD ve batı ser- tülebileceği hem iktisadi hem de siyasi en uygun alt
mayesinin Sino-Hazar alanına kayması eski kıtanın yapıya sahiptir.
daimi bekçisi Rusya’yı rahatsız etmiştir. Rusya tarafından daha çok kullanılan Avrasyacılık kavramı ve
ideolojisi, bölgeyi siyasi açıdan şekillendiren bir diğer Son yıllarda ortaya konan çok uluslu çalışmalara desunsurdur. Coğrafi bir tanımlamadan ziyade siyasi bir tek veren Türkiye Doğu-Batı Enerji koridoru üzetanımlama niteliği de taşımaktadır. Çin’in bölgedeki rinde enerji nakil çeşitliliğinin sağlanmasına destek
konumu ve siyaseti ise öncelikli olarak kendi üretim vermektedir. Bakü-Tiflis-Ceyhan (Ham Petrol Boru
güvenliğini tesisi etmek ardından ise Avrasyacılığa Hattı), Bakü-Tiflis-Erzurum (Doğal gaz Boru Hattı)
paralel olarak bölgesel güvenliğini tesisi edilmesidir. ile Hazar Geçişli (Türkmenistan- Türkiye-Avrupa DoAyrıca enerji çeşitliliği açısından İran’ın dış politi- ğal gaz Boru Hattı) ve NABUCCO projeleri bir kısmı
ka’daki en büyük destekçisi konumundadır. ABD ise faaliyette bir kısmı da faaliyete geçmek üzere olarak
bölge devletlerinden biri olmamasına rağmen petrol enerji nakil ve ikame çeşitliliğine hayati ölçüde yarve doğal gaz rezervlerinin dünyaya ulaştırılmasında dım etmektedir.
söz sahibi olmak istemektedir. Bu konudaki avantajı ise teknolojik olarak ileri seviyede olmasıdır. Bölge Devletleri petrol ve doğal gaz çıkarımı ve işletimi DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
konusunda tecrübesizdir ve bu konuda ABD devreye 1-Bağımlılık Teorisi: 1960’larda özellikle Latin Amegirmeye çalışmaktadır [11].
rika’da ortaya çıkmış ve modernleşme teorisine birçok
yönden eleştiriler getirmiştir. Samir Amin, İmmanuel
Wallerstein, Fernando Cardoso, Andre Gunder Frank
SONUÇ
gibi birçok akademisyen bu teorinin önemli isimleri
Hazar bölgesinin yüz yüze geldiği sorunların başında olmuşlardır.
istikrarsız ve otoriter yönetimler gelmektedir. Kurum- 2-Meftun Metin, Politik ve Bölgesel Güç Hazar, IQ
sallaşmanın eksikliğinin görüldüğü ve millet otorite- Kültür-Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.15.
sinden uzak yönetim birimlerinin her alandaki faaliyetlerin düzenleyicisi olması kişi temelli hükümetleri 3-Deniz Kutluk, Hazar-Kafkas Petrolleri Türk Boğazortaya çıkarmaktadır. Demokratikleşme ise belirgin ları Çevresel Tehdit, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı,
değildir. Bölge ülkeleri, ulusal güvenliği ön planda Yayın No: 16, İstanbul, 2003, s.21.
tuttuğu için yönetimde aksaklıklar meydana gelmek- 4-Mert Bilgin, Hazar’da Son Darbe, IQ Kültür Sanat
tedir. Ekonomik çıkar ve büyük sermaye sahiplerinin Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 125.
yatırımları Hazar Havzası’nda “Sermaye istikrarı se- 5-http://www.anayasa.gen.tr/azerbaycan.htm
ver” tezini çürütmektedir. Yabancı yatırıcımlar için
Kazakistan ve Azerbaycan hariç diğer devletler daha 6-Mert Bilgin, a.g.e., s.188-221.
zor koşullar öne sürmektedirler. Yönetimin merkezi- 7-Mert Bilgin, a.g.e, s.242-268.
leşmesi ve hükümetlerin getirdiği sıkı düzenlemeler 8-Sinan Ogan, Yeni Küresel Oyun ve Hazar’ın Statüsü,
liberalleşmenin önünü tıkamaktadır. Rusya, İran, Çin, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, AnkaTürkiye hatta Pakistan ve Hindistan’ın bölge üzerin- ra, 2002, 18.cilt, s.1590-1595.
de ekonomik ve stratejik hedefleri vardır. Özellikle
ABD’nin bölgeye ekonomik yatırımlar ile girmesi ve 9-Faruk Arslan, Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmpaaskeri üsler kurmaları Rusya’yı rahatsız etmektedir. ratorluğundaki Güç Savaşları, Karakutu Yayınlar, İsABD’de bölgede Rusya ve Çin’in etkili olmasını iste- tanbul, 2005, s.278.
memektedir. Bölgede etkin olmak demek, büyük bir 10-Yasin Aslan, Hazar Petrolleri Kafkas Kördüğümü
petrol ve doğal gaz rezervini elde tutmak demektir. Bu ve Türkiye, Berikan Yayınları, Ankara, 2005, s.125.
yüzden başta ABD olmak üzere, Avrupa ve bölgenin 11-Meftun Metin, a.g.e, s. 175-197.
güçlü devletleri Rusya ve Çin ‘Büyük Oyun’ olarak adlandırılan politikalar takip etmektedir [13].
Bölge devletlerinin bir diğer sorunu ekonomilerini
petrol ve doğal gaz ile sınırlamalıdır. Özellikle Türkiye’nin hem enerji nakil işlemlerinde hem de farklı
136
STRATEJİ
STRATEJİ
LAUDERDALE PARADOX
22 Ağustos 2013 Selim Han YENİACUN
A
ctually Lauderdale is a city where include
in South America. “Lauderdale Paradox”
was alleged by the Conte of the Lauderdale; James Maitland. This theory deliberates
the conflict between capitalist economic
structure and ecological balance. He defines the ecological as a one fact of “public wealth”. Also “private
property” is a necessity of capitalist economic system.
“Private property” needs other demands to following
from itself. That processing is feeds main hunger of
capitalism. However If we evaluate ecological system
like Maitland, Basic materials in nature like air, water
etc. that people and also other species could be useful
and convertible to “capital” for system. This convert
could be materialized by making predicaments above ecological products (capitalist arguments defined
these products as non-paying and joint user). For this
paradox while enhancing the private property with
using ecological products for gaining door to cycling
capitalist system, Public wealth sets down with non
accessibility to common basic researches. Let’s think
about capitalist environment politics. Gas and oil are
harmful to environment. Big companies like Shell, Total and BP use additive ingredients for reducing negative effects of these materials against earth. However
oil prices with additive ingredients much more expensive that other oil/liter. Against to ostensive purpose
of increasing environmental sensibility, new solutions
of capitalist economic view just achieve gaining new
“capital” and new “demands”. These new demands are
putted on for the normalizing the balance of nature.
Also Marxists theoretic and supporters claim that this
normalization never comes because of capitalist hunger with restrictions or putting on new needs. Maybe
Maitlend influenced from Thomas Jefferson. Jefferson
put a “search a happiness” opposite the “private property” on United States Declaration of Independence.
How can we apply this paradox on Turkish Economy?
In early era of Republic, Turkey has taken an old and
poor economic heritage from Ottoman Legacy. Economy was based on agricultural also not enough de-
137
veloped. There are also poor industrial facilities on
restricted areas. New government of Turkey was tended to transform economic system. Actually reforms
that willing to made were coming from “Tanzimat”
reforms. In 1929 economic crises stroked whole world. However USSR’s “State based economic system”
did not influenced. One point holding economy could
not allow the shortage. So Turkey influenced this policy and applied their economic system. Especially after
WW2 world economic system was hit again. US was
big supplier for most of countries. With Truman plan
and Monroe Doctrine Europe and Turkey get foundations. Turkey’s economic plan turned from agricultural dominance to semi-industrial product based economy. With democrats supported “private property”
and personal investments. Except a little governmental changes, we can see “3rd way-right wing” effects
on economy till today. That capitalist view needs new
demands and not gives a surplus welfare to public. “If
you work hard you’d get richness”, principle gains a
profit from every product (positive or negative pre
and post effects). This fact symbolizes little bit ethical
value of capitalist system. One main purpose is to get
the personal wealth. Furthermore communal and free
products of nature are tried to convert a product in
market and we are forced to buy them. “Spring water”, “organic fruits and vegetables” are most popular
examples of our economic markets in that case. Factories and workshops are main locomotives to development. However our economic system use protective
(!) and environmental (!) senses to gain new capital.
This paradox is suitable today’s economic situation of
Turkey. For the breakthrough environmental accessibility like a natural right, Social justice in economic
dispersion must be build by state politics. If agricultural production set up domination in economy, negative effects of productivity on natural sources can
be reduced. Demand and supply curve must not be
control by companies. State and government must
manage this balance by their competence that comes
from public for public wealth.
OECD MEETS WİTH BUSİNESS
ON BASE EROSİON AND
PROFİT SHİFTİNG ACTİON
PLAN
The OECD acknowledges that in many circumstances existing domestic law and treaties yield the correct result, but states in the Action Plan that without
coordinated action in the areas that give rise to policy concerns, countries that wish to protect their tax
base may resort to unilateral action that could result
21 Ekim 2013 Mikail ÇİMEN
in a resurgence of double taxation as well as global
tax uncertainty. The Action Plan thus concludes that
fundamental, consensus-based changes are needed to
Executive summary
address double non-taxation and cases of no or low
n 1 October 2013, the Organization for taxation where taxable income is artificially separated
Economic Cooperation and Develop- from the activities that generate it.
ment (OECD) held a meeting with the
Business and Industry Advisory Committee (BIAC) to the OECD on the Ac- The 15 focus areas – or Actions – set forth in the Action Plan on Base Erosion and Profit Shifting (BEPS). tion Plan, each of which is linked to specific outputs
that are to be completed in 2014 or 2015, are as follows:
The Action Plan, which identifies 15 focus areas for
OECD work on BEPS over the next two and a half
• Address the challenges of the digital economy
years, was issued by the OECD on 19 July 2013 in connection with a meeting of the G20 Finance Ministers
• Neutralize the effects of hybrid mismatch arand Central Bank Governors.
rangements
• Strengthen CFC rules
The OECD-BIAC meeting was the first formal oppor• Limit base erosion via interest deductions and
tunity for business representatives to engage with the
other financial payments
OECD on the Action Plan and the 15 focus areas. In
• Counter harmful tax practices more effectithe Action Plan, the OECD expressed a commitment
vely, taking into account transparency and
to consult with the business community as it works to
substance
develop recommendations in each of the focus areas.
• Prevent treaty abuse
• Prevent the artificial avoidance of permanent
Detailed discussion
establishment status
Business representatives from around the world and
• Assure that transfer pricing outcomes are in
from a range of industries participated in the 1st Ocline with value creation – intangibles
tober meeting of BIAC and OECD on the BEPS Acti• Assure that transfer pricing outcomes are in
on Plan. The OECD was represented at the meeting by
line with value creation – risks and capital
officials from 16 of the member countries, including
Australia, Canada, France, Italy, Mexico, the Nether• Assure that transfer pricing outcomes are in
lands, Spain, and the United Kingdom. The Action
line with value creation – other high-risk tranPlan reflects the OECD’s view that gaps in the intesactions
raction of domestic tax rules of various countries, the
• Establish methodologies to collect and analyapplication of bilateral tax treaties to multijurisdictioze data on BEPS and actions to address it
nal arrangements, and the rise of the digital economy
• Require taxpayers to disclose aggressive tax
with the resulting relocation of core business functiplanning arrangements
ons, have led to weaknesses in the international tax
system.
O
138
STRATEJİ
STRATEJİ
• Re-examine transfer pricing documentation
• Make dispute resolution mechanisms more effective
• Develop a multilateral instrument for amending bilateral treaties
Finally, companies should begin evaluating the impacts for their business models and structures of potential changes in the areas under consideration by the
OECD in connection with the Action Plan.
It was further noted that the BEPS project is about
developing new tax policy tools that can be used to
address deficiencies in the current system that may allow what the OECD refers to as “double non-taxation”
while maintaining the historic focus on addressing
double taxation.
The OECD issued a short document listing a series of
key points on which business input is requested to be
provided at the November consultation, including:
• What types of information regarding income
should be required;
• What of information regarding taxes should
be required;
• What other categories of location information,
such as data on revenue by customer, tangible
and intangible assets, employees and management, and research and marketing expenditures, should be required; and
• What mechanisms should be used for reporting and sharing this information.
At the close of the meeting, OECD representatives
expressed appreciation for the productive dialogue,
underscored the short timetable for the OECD to
complete its work, and reiterated the need for input
from the business community on many of the Actions. They indicated that they look forward to written
submissions and other input into the drafts that are
produced by the OECD as the project goes forward.
Implications
The discussion at the OECD-BIAC meeting highlighted the breadth and complexity of the work to be done
by the OECD in connection with the Action Plan.
While the project is extremely ambitious, the political
level interest in this work and the commitments of all
OECD and G20 countries mean that the work will advance consistent with the timetable set by the OECD.
With the due dates for the first outputs from the OECD
just one year away, it is important for companies to be
focused now. Companies must keep informed about
developments in the OECD and, importantly, about
the perspectives of the countries in which they have
operations or plan to invest. Companies also should
consider how to participate in the broader global debate regarding the full range of potential international
tax changes by engaging with OECD and country tax
policy makers.
139
HAZAR HAVZASINDA BÜYÜK
ENERJİ OYUNU-II
12 Aralık 2013 Yunus AKBEY
Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine Çin Dış
Politikası
ölgenin en hızlı büyüyen ülkesi olan Çin
kalkınmasını sürdürebilmek amacıyla enerjiye büyük oranda bağımlıdır. 90’lara kadar
petrolde kendi kendine yeten bir ülkeyken
günümüzde enerji ithalatı yapan ülke konumuna gelmiştir. Enerji, Çin’in 2020 yılında dünyanın
en büyük güç olmasının temelini oluşturmaktadır. Bu
nedenle petrol ve doğal gaz Çin’in hayati çıkarları ile
bağlantılıdır. Çin Petrol ve Doğal gaz Planlama Enstitüsü Başkanı Wang Gong-li’nin 25 Mayıs 2005 tarihinde verdiği bilgilere göre, Çin’in en kudretli dönemi
olan 2020 yılında petrol ve doğal gaz bağımlılığı %50
civarında olacaktır. Bu durum Çin’i Rusya ile yakın
ilişkiler kurmaya zorlayacaktır [1]. Enerji ihtiyacının
büyük bir kısmını Basra Körfezinden sağlayan Çin
enerji tedarikçilerini çeşitlendirmek ve istikrarsızlaşan Basra körfezinden kurtulmak amacıyla Hazar
Havzasına yönelmektedir. Bu nedenle Kazakistan ve
Türkmenistan enerji kaynaklarını kendi ülkesine taşımak amacıyla boru hatları inşa etmiştir.
B
Çin için hayati önem taşıyan enerji kaynaklarının
güvenli bir şekilde ulaşımını sağlayan bu boru hatları
aynı zamanda Kazakistan ve Türkmenistan’ın Rusya’ya
ve diğer batılı devletlere olan bağımlılığını azaltmıştır.
Çin’in izlediği stratejilerin temelinde yatan neden artan enerji ihtiyacının Hazar Havzası’na komşu olan
devletler aracılığıyla karşılanmasının yanında Türk
Cumhuriyetleri’nin Çin’in Sincan eyaletindeki Uygur
ve Kazak azınlıkları milliyetçi ve islami duygularla harekete geçirebileceği olarak özetlenebilir. Çin
için Sincan kaçınılmaz bir öneme sahiptir. Çin’in topraklarının altıda birini kapsamasının yanında enerji kaynaklarının 4 de 3 ü bu bölgede bulunmaktadır.
Ayrıca Kazakistan-Çin boru hattının ulaştığı bölge
de burasıdır. Bu nedenle, Şangay İşbirliği örgütünün
kurulmasını sağlayan Çin kendi toprakları içindeki
azınlıkları destekleme potansiyeline sahip olan Türk
Cumhuriyetlerini de kontrolü altına almış bulunuyordu.
Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine AB Dış
Politikası
Büyüyen ekonomisi ile AB enerji tüketimine ihtiyaç duymaktadır. AB’nin toplam petrol tüketiminin
%82’si ve toplam doğal gaz tüketiminin %57’si AB
sınırları dışından karşılanmaktadır [2]. AB’nin dış enerji kaynaklarına bağımlılığının artması sonucu, Orta
Doğu, Hazar bölgesi ve Rusya ile yakın ilişkiler kurulmaktadır. Rusya AB’nin doğal gaz ihtiyacının ¼ ünü
ve petrol ihtiyacının yarısını karşılayarak AB enerji
piyasasında dominant bir role sahiptir. Bu yüzden, AB
enerji tedarikçilerini Hazar Havzası’nın zengin enerji kaynaklarına yönelerek çeşitlendirmeye çalışmaktadır. AB’nin gaz tedarikçilerinin çeşitlendirilmesinde
en önemli proje olan Nabucco, Hazar Havzası’nın,
İran’ın ve Ortadoğu’nun doğal gazını Türkiye üzerinden Avusturya’ya kadar taşımayı hedeflemektedir.
Ancak son zamanlarda Iran ile artan siyasi krizler bu
ülkenin projeye katılma ihtimalini düşürmüştür.
Hazar Havzası Enerji Kaynakları Üzerine Türk Dış
Politikası
Cumhuriyet tarihi boyunca sınırlı enerji üretimiyle
Türkiye enerji ithalatçısı bir ülke konumuna gelmiştir.
Toplam enerji ihtiyacının %60’ ını dışarıdan karşılayan
Türkiye doğal gaz ithalatının %65’ini Rusya’dan sağlamaktadır. Doğal gaz ithalatının büyük bir bölümünü
tek kaynaktan karşılayan Türkiye enerji tedarikçilerini çeşitlendirme gereksinimi duymaktadır. Türkiye’nin enerji ithalatına bağımlılığı sanayileşme çabası
ile paralel olarak gelecekte artarak devam edecektir.
Türkiye’nin enerji çeşitliliği sağlamasında Hazar Kaynakları Rusya’ya alternatif olarak ortaya çıkmaktadır.
Kendi enerji ihtiyacının karşılanmasının yanında açık
denizi olmadığından uluslararası pazara açılma olanağı Rusya ve İran ile sınırlı olan Orta Asya ülkelerine alternatif bir güzergah sunarak bölgedeki rolünü
artırmaya çalışmaktadır. Bununla bağlantılı olarak
Türkiye Doğu-Batı enerji koridoru projesine destek
vermektedir. Doğu-Batı Enerji Koridoru özünde Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinin enerji kaynaklarının
Batı pazarlarına güvenli ve çeşitli güzergahlardan
ulaştırılmasını öngörmektedir. Bu koridor, Bakü-Ti-
130
STRATEJİ
STRATEJİ
flis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal gaz Boru Hattı ile Hazar Geçişli (Türkmenistan- Türkiye-Avrupa) Doğal gaz Boru Hattı ve
Nabucco projelerini kapsamaktadır. Bu projeler aynı
zamanda Türkiye’nin petrol ve gaz ithalatında kaynak
çeşitliliği, arz güvenliği ve arz sürekliliğinin sağlanabilmesi için çok önemlidir. Bunun yanında Türk
Cumhuriyetleri’nin Rusya’ya olan bağımlılığını büyük
oranda azaltacak olan bu proje Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında organik bağın kuvvetlenmesini
sağlayacaktır.
Hazar Havzası, Türkiye-Amerika ilişkileri için bir
işbirliği sahası olurken, genel niteliği “ekonomik
işbirliği ve siyasi rekabet” olan Türkiye-Rusya ilişkilerinde, özellikle enerji nakil hatları konusunda, rekabetin en yoğun yaşandığı bölge olmuştur
[3]. Türkiye ile Rusya’nın siyasi açıdan rakip olarak
görülmesinde birçok etken rol oynamaktadır. Bunların başında Rusya’nın “yakın çevre” olarak kabul
ettiği bölgenin Türkiye içinde yakın çevre olduğunu
reddetmesi gelmektedir. Bunun yanında, Rusya’nın
PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmemesi, Rusya
açısından ise Türkiye’nin Çeçenler’e destek verdiği
iddiası ilişkilerin sorunlu boyutunu oluşturmaktadır.
Tüm bunların altında yatan sebep Hazar Havzası enerji kaynakları üzerindeki Rus-Türk rekabetidir. Öte
yandan Türkiye’nin İran’ı bypass eden ABD destekli projelerde yer alması İran tarafından da tepkiyle
karşılanmaktadır. Ancak, Türkiye’nin toplam doğal
gaz ithalatının %80 ‘inin Rusya ve İran tarafından
karşılandığı düşünüldüğünde Türkiye’nin Rusya ve
İran’ı dışlamayacak denge politikalarını üretmek zorunda olduğu gözlemlenmektedir.
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-Türkiye Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler
Merkezi, Rusya-Ukrayna Doğal gaz Krizi ve Çin, http://
www.turksam.org/tr/yazilar.asp?yazi=723&kat=29
12.01.2006
2-European Commission, An Energy Policy For Europe, COM (2007) 1 final, Brussels, 10.1.2007.
3-Aslıhan P. Turan, Hazar Havzasında Enerji Diplomasisi, s.61, Erişim Tarihi:13.08.2012, http://www.
bilgesam.org/tr/images/stories/makaleler/Hazar%20
Havzasinda%20Enerji%20Diplomasisi.pdf
141
NATO VE TRANSATLANTİK
İLİŞKİLER-II
belirtmiştir. Bu rakamlar küçük gözükebilir ancak
kongre üyesi seçimlerinde muazzam bir para desteği
sağlamaktadır. Mesela, hiçbir Türk ABD’de yönetime
gelemedi veya kongre üyesi olamadı. Bu sorun kurulacak bir takım kuruluşlarla giderilebilecek bir du14 Aralık 2013 Mehmet MEMİŞ
rumdur. Mesela Turkish Coalition of America isimli
kuruluş Türk Amerikalı gençlerin aynı eyalette hem
Başkanlık Seçimleri Üzerinden Türkiye-ABD İl- Cumhuriyetçiler hem de Demokratlar tarafından
temsil edilmesini sağlamaya çalışıyorlar.
işkisi
ir önceki yazımda da belirttiğim gibi Amerika’nın dünya yönetiminde bir(inci) old- ABD’de yaklaşan Başkanlık seçimleri ile izlenecek
uğu çıplak gözle görülebilir bir durumdur. politikalar üzerine birçok çekişmeler süregelmekteBu sebeple olaylara bakıldığında Ameri- dir. ABD’de dış ticaret konusunda değişiklikler lazım
kan siyasetinde aktif rol oynamak büyük ancak Başkan Obama daha çok seçimlerle ilgileniyor.
bir sorumluluk getirmektedir. Şöyle ki, hedeflerim- Şuanda ilk kez Demokrat aday Obama’nın dış siyaseti
izden biri Türk ve Amerikan halklarını kaynaştır- büyük kabul görmektedir. Seçimler daha çok ekonomi
mak ve yönetim başta olmak üzere diğer dallarda üzerine gidecektir. Başkanın programı popüler konualışveriş yapmak olmalıdır. Lakin bakıldığında siya- lar üzerine duruyor. Yani, dış savaşı azaltmak ve iç
si alanda bir boşluk vardır ve maalesef Türk Amer- siyaseti arttırmak gibi konulardır. Bu değildir ki dış
ikalılar diğer grupların Türk-Amerikan ilişkilerinde siyasetin sil baştan değişip baştan yaratılacak olması
rol almasına ve oynamasına izin vermemektedirler. manasına gelmemektedir. Obama 2. kez seçilirse
ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya gibi kısaca bu coğrafya ABD-Türkiye ilişkisi tekrar gözden geçirilecektir.
hakkında cehaleti bulunmaktadır. Bu durum Türk Çünkü, Obama-Erdoğan arasındaki kişisel ilişki iyi
Amerikalıların siyasete katılmasıyla giderilebilecek düzeyde olabilir ancak kurumsal olarak bir yol kat
bir durumdur. Nihayetinde Amerikan Başkanının edilmiş değildir. Mesela, Davos olayı ve Mavi Markim olduğu önemli değildir. Çünkü, o koltuğa otur- mara olayları Türkiye-İsrail ilişkilerini germiştir. Bu
an Türkiye’nin ne kadar önemli olduğunu görür. Kaf- tür farklılıklar ABD’nin Türkiye çeşitliliğini sevdiği
amızda bir resim çizersek kongre üyeleri eyaletleri için ilişkisini her zaman yakın olmuştur. ABD artık
temsil eder ve buda hangi topluluğun desteğini alır- bir karar verme aşamasına gelmiştir. Bu karar büyük
larsa o yönde kongre üyelerini desteklerler ki Türk güç olup olmama durumudur. ABD askeri bütçesini
Amerikalılar bunu yapmadılar. İleri ki yıllarda Balkan yarım milyon dolar azaltmıştı ancak bir süre sonra
savaşlarının 100. yılını yaşayacağız ve bu bölgede ki tekrar yarım milyon dolar azaltmak zorunda kalacakçekilen trajediyi kimse ele almayı gerek görmemiştir. tır. Tabiî ki bunları isteyen veya istemeyen kesimler
Sadece Birinci Dünya Savaşının Anadolu tarafından olacaktır çıkarları doğrultusunda.
ele almak eksiklik yaratacaktır. Birde Türkiye’de dini
özgürlük olmadığına dair bir yol izlendi ki bunun
doğru olmadığı çeşitli şekillerle kanıtlandı. Örneğin; Bazen ülkeler kayalıklar için bile kavga ederler. Çünkü
Heybeliada Ruhban Okulu tekrar açılırken Atina’daki buralarda doğal kaynak olduğu düşüncesi aşılanmıştır.
Camiinin hala aktif olmaması gündeme gelmedi. Bu ABD Asya’ya bakarken bir bütün olarak göremiyor.
durum düşündürücüdür ve burada Türklerin daha Bakarsanız Türkiye NATO üyesi olarak birçok ülkeyaktif olması gerekmektedir. Türk-Amerikan akti- le ilişkilidir. Ancak Asya ülkeleri ile böyle bir durum
fleşmesinden bahsedersek, kamu politik eylem gru- yoktur. Bir bisiklet gibi düşünüce bir çark dönmezse
pları kurulup başkan adaylarına destek toplayarak hareket olmaz. Geçmişte ABD-USSR arasında askyardımcı olunabiliyor. Bu yönde ABD’de Türkiye’yi eri teknoloji savaşı vardı lakin ekonomi anlaşmaları
temsilen var olan “Turkish Coalition of America” isi- yoktu. Günümüzde ise ABD-Çin arasında hem askmli kuruluş 2008-2009 yılları arasında 146.000 dolar, eri hem de ekonomi anlaşmaları vardır. ABD Çini her
2009-2010 yılları arasında 300.000 dolar toplandığını şeye angaje etmeye çalışmıştır. Mesela, G8’nin G20’ye
B
142
STRATEJİ
STRATEJİ
çıkması Çin durumu içindir. ABD’nin Transpasifik
politikası var lakin Asya için tam bir ekonomi politikası değildir. Buna göre ABD’nin Asya’da egemen
bir güç olacağını sanmıyorum. Çünkü, ABD askeri
harcamaları kısarak dünya lideri devlet olamayacaktır. ABD’de ileride mükemmelliğini kaybedecektir. İlk
olarak, ABD’de askeri olarak geri çekilme politikası
vardır. Örneğin; Irak ve Afganistan. Usame Bin Ladin’in öldürülmesi Obama yönetiminin başarısıdır. Siyasi ortam değişikliği içerisinde bir yol izlenmektedir.
Suriye bağlamında baktığımızda, Washington daha
arkadan müdahale etme politikası uygulamaktadır.
Birleşmiş Milletler bu dönüşümü oluşturacak uluslararası bir organizasyon değildir. Bunu bu bölgede
yaşayan insanların tutumundan anlayabiliriz. Bundan
dolayı başka bir yol izlenmelidir. İran konusunda ise,
diplomatik yol denenmeye çalışıldı lakin hem Bağdat hem de Moskova’da yapılan görüşmeler başarısız
oldu. ABD sağlık reformu yaparken yeni bir fon bulması gerekmektedir ki bunu da ancak savunmaya
harcanan fonlar azaltılarak yapılabilirdi. Buda bütün
dünyayı değiştirir. Bakarsanız ABD dünyanın her
yerinde askeri yatırımı bulunmaktadır. Özellikle Ortadoğu’daki askeri savunma planlamaları geri çekmek
bütün fonksiyonları değiştirebilir. İran ve Türkiye bu
bölgede bir rejim olarak yarışmaktadırlar. Türkiye’nin
Kuzey Afrika ziyareti İran ziyaretinden daha çok ses
getirmiştir. Bu durum gösteriyor ki Türkiye modeli
İran modeline göre halka daha mümkün ve positif
görünüm elde etmiştir. Bu durum ABD’nin ileride
bu bölgede daha üstün duruma gelecek olması Türkiye’nin yardımıyla olacağının göstergesidir.
ABD’de savunma harcamaları aynı düzeyde giderken;
eğitim ve sağlık harcamaları artarak devam edecektir.
Bu durum yaşlı bir nüfusa dönüştüğünden kaynaklanmaktadır. Obama bütçenin %2,5’nu askeri bütçe
olarak düşünmekte iken Cumhuriyetçi Başkan adayı
Romney askeri bütçenin %4 olarak kalacağını söylemektedir. Son dönemde ABD’nin ekonomi büyümesi çok düşük seviyelerde kalmıştır. Örneğin; tarihsel
sıralamayla gidersek 1950-60 yılları arasında gelişme
yukarı seviyelerde iken, 1970’lerde Vietnam savaşı
ve Başkan Carter’ın Tahran’daki rehine krizindeki
başarısızlığı ekonomik gelişmeleri aşağı çekmiştir.
1980’lere geldiğimizde Reagon devrimi ile tekrardan
ekonomik büyüme yukarı doğru hareket etmiştir
ve 2000’lerde ise savaş ve terör olayları ile büyüme
durmuştur; ancak gelecekte nasıl bir yön izleyeceği
meçhuldur. Bence ABD’de Başkanlık seçimleri yaklaşırken baş başa giden Obama-Romney çekişmesini
Obama’nın zaferi ile sonuçlanacağını tahmin etmekteyim. Çünkü ABD Başkanı olarak seçimlere giren
Obama’nın bu tecrübesini çok iyi kullanacağından
eminim.
143
EGEMEN FİLİSTİN’İN
BABASI ARAFAT VE
FİLİSTİN’DEKİ ARAP
MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN
YAPI TAŞI EL FETİH
23 Aralık 2013 Selim Han YENİACUN
O
Giriş
rtadoğu
gündeminin
neredeyse
1900’lülerin başından beri değişmez
konularından olan Filistin sorunu her
dönemde kendine özgün gelişmeler ile
yeni bir boyut kazanmaktadır. Filistin
yönetiminin ve bölgede bulunan güçlerin, İsrail Devleti ve uluslararası kamuoyu ile olan ilişkileri inişli
çıkışlı bir grafik sergilemektedir. Filistin bölgesindeki
içsel dinamikleri ele aldığımız zaman; ortak amacın
özgür ve egemen bir Filistin devleti olduğu baskın bir
şekilde göze çarpmaktadır. Buna rağmen Filistin topraklarının ve Filistinlilerin yönetimi için metodolojisi ve siyaset algısı farklı temel yönetim güçleri ortaya
çıkmaktadır. İşte bu ayrışmalardan önce Filistin kimliğinin ortaya çıkmasındaki en büyük siyasal portreyi
incelemek nereden başlanması gerektiği konusunda
büyük fayda sağlayacaktır. Yaser Arafat ve Filistinli
Araplara verdiği kimlik algısı direniş ve devletleşme
yolundaki ilk adım olmuştur.
Arafat’ın Filistin Davası’nı Benimsemesi
Yaser Arafat, 1927 yılında Kahire’de doğdu. Babası Gazzeli’ydi, Annesi ise Arafat dört yaşındayken
böbrek rahatsızlığından öldü [1]. Zorluklar daha
küçük yaşlarda Yaser Arafat’ın peşini bırakmamıştı.
Annesinin ölümünden sonra kardeşlerine ve Yaser
Arafat’a bakamayan babası onları Kudüs’teki akrabalarının yanına göndermiştir. İşte onun çocukluk yıllarından bir hatıra olan bu zorlu Kudüs günleri, Filistin kurtuluşu için çok büyük ilham kaynağı olmuştur.
Arafat üniversite yıllarında Yahudi kaynaklarını iyice
incelemekten geri durmadı ve bu kaynaklarda yazılan
tezlere karşı milli bir argüman geliştirmek için çaba
gösterdi. Bunun yanı sıra Filistinli Araplara kimlik
kazandırmak onun öncelikli hayali olmuştur. 1948’te
Ben Gurion nasıl İsrail toplumuna özgün bir kimlik
vermiş bir var oluş bir de düşman tanımlaması yerleştirmiş ise Yaser Arafat’ta bir nevi bu metodolojiyi
devşirerek bir Filistinlilik algısı oluşturma gayretine
girmiştir. 1948’de Birinci Arap-İsrail savaşı sırasında
ise Arap Birliklerine ve Filistinli milis güçlere lojistik destek sağlamak için çalıştı. Mısır’da Kral Fuat’ın
devrilmesi ile birlikte ismi Kahire Üniversitesi olan
üniversitede İnşaat mühendisliği eğitimi aldı ve akademiyi kullanarak Filistin davasını uluslar arası platforma taşımak için genç yaşında çok uğraştı.
El Fetih ve Bütünleşik Bir Lider Portresi
El Fetih’in kuruluşunun tam bir tarihi yoktur ancak
1958-1960 tarihleri arasında grup örgütün kurucuları tarafından kaleme alınan milliyetçi Filistin dergisi toplandı. Grubun ismi olan El Fetih yani Filistin
Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin baş harflerinin tersten
yazılışıdır [2]. Bağımsız e egemen bir Filistin esasına Arafat özgür hareket edebilmek için diğer Arap
hükümetlerinin El Fetih’i etkilemesine çok müsaade
etmedi. Ancak bu devletlerden uzaklaşmak istemediği
ve hepsinin tam desteğini almak istediği için de diğer
ideolojilere bağlı olan gruplarla ittifaka da girmedi
ve Körfez ülkelerinde bulunan zengin Filistinlilerin
yardımını alarak el Fetih’in gelecekteki finansal kaynaklarını oluşturmak için çok çaba sarf etti.
Kuruluşundan itibaren 80’li yılların ortalarına kadar
işgal edilmiş bölgelerde halkın büyük çoğunluğu Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yasal temsilci ve Yaser Arafat’ı yetenekli bir direniş lideri olarak görüyordu. FKÖ
içinde El Fetih’in popülaritesi yüksek olmakla birlikte
İslamcı, Pan-Arabizm yanlıları ve Marksist örgütlenmeler de çok etkin rol oynamaktaydı. Ana eksen ve
direnişin kaidesinin oturduğu temel ilke ise El Fetih’in
üstlenmiş olduğu Arap Sosyalizmi ve Pan-Arabizm’di.
Bu ilkeler çerçevesinde asla Baasçılık ve Nasırizm gibi
akımlara benzememeyi tercih ettiler zaten ana gaye
de özgün bir Filistin mücadelesiydi. Bu mücadele
kapsamında tarihsel bir meşruiyet zemini aranmıştır.
1936-1939 Filistin ayaklanmalarını kendilerine referans kaynağı olarak benimsemişlerdir. Bu kapsamda ise
BM’nin 242 no’lu kararı tanınmamaktaydı zira Filistin
toplumu devlete ihtiyaç duyan bir yapıdaydı ve İsrail
144
STRATEJİ
toprakların tamamında işgalci konumundaydı. Bu
durumun 1970’lerin ortalarında değişmeye başlaması
ve FKÖ’nün taviz vermek zorunda kalması iki devletli bir çözüm politikası belirlenmesinin yolunu açacak
bir gelişme olmuştur. 70’lerdeki bu değişim ise Filistin
halkının FKÖ’ye güvenini sarsmaya başlamış ve İslami
direniş örgütleri meşruiyet zeminlerini daha da arttırmaya başlamıştır. El Fetih ile Filistin milliyetçiliği
yeniden canlandı ve diğer Arap ülkelerinden bağımsız
olarak bir Filistin olgusu oluşturulmaya başlandı. El
Fetih’in bütün kurucu üyeleri Filistin burjuvazisinin
içinden çıkmıştı. Hemen hemen hepsi Mısır askeri
idaresi altındaki Gazze bölgesinde büyümüştür.
İsrail, 13 Kasım 1966’da Fetih’in bombalı saldırısına
karşılık Ürdün tarafından idare edilen Batı Şeria’nın
El Samu şehrine büyük bir saldırı başlattı. Çatışmanın
sonunda birçok Ürdün askeri öldü ve 125 ev yerle bir edildi. Israil’in 5 Haziran 1967’de Mısır Hava
Kuvvetleri’ne karşı yaptığı hava saldırısı Altı Gün
Savaşı’nın başlangıcı oldu. Savaş Arapların yenilgisi ve İsrail’in aralarında Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nin de bulunduğu birçok Arap bölgesini işgaliyle
sonuçlandı. Her ne kadar Nasır ve Arap müttefikleri
yenilmişse de Arafat ve El Fetih bir anlamda muzaffer olmuşlardı çünkü artık o güne kadar Arap hükumetlerinin yanında yer alan Filistinlilerin çoğu
sorunlarının çözümünün Filistinliler’den geçtiğini
anlamaya başlamıştı [3].
FKÖ ile El Fetih bütünleşmesi ise tam da bu Altı Gün
Savaşları ardına denk gelir. Mısr’ın bu kadar büyük
bir yenilgiden sonra enerjisini Filistin’e harcayamayacağından mıdır? Yoksa kapalı kapılar ardında Filistin’in kendi başına bırakılması dayatıldığından mıdır
bilinmez; Arap dünyasının lideri konumundaki Cemal Abdül Nasır Arafat ile temas kurdu ve Arafat
Nasır tarafından “Filistinlilerin lideri” ilan edildi [4].
Aralık 1967’de El Fetih yükselen prestiji dolayısı ile
FKÖ meclisine davet edilir ve 105 sandalyesinin 33’ü
El Fetih’e verilir [5].
El Fetih’in kontrolü altında ve Yaser Arafat’ın
karizmatik liderliğinde birleşen FKÖ direniş ve operasyonlarını arttırmak için yeni fırsatlar ve kaynaklar
bulmak için çalışmaktaydı. Örgütün kırılma noktalarından biri ise şüphesiz Lübnan İç Savaşı olmuştur.
Kara Eylül diye tabir edilen FKÖ-Ürdün çatışmaları ve İsrail Devleti’nin FKÖ’ye yaptığı müdahaleler
örgütün üssünü Güney Lübnan’a taşımasına neden
olmuştur. Güney Lübnan’da hali hazırda 1948 yılından
itibaren mülteci kamplarında barınmakta olan Filistinlilerden destek alma ümidindeki FKÖ 1969 yılına
kadar Lübnan’ı operasyon üssü olarak kullanmaya
devam etmiştir. Bunun karşılığında ise 1968 yılında
Beyrut Havaalanı’nın İsrail tarafından bombalanması
ve 1971 yılında Lübnan içerisindeki Filistinli liderlere
düzenlenen suikast FKÖ’yü Lübnan hükümeti ile antlaşmaya oturtmak zorunda kalmıştır. Bu çerçevede
FKÖ yapacağı eylemlerde Lübnan hükümetine bilgi
verme zorunluluğun kabul etmiştir. FKÖ’nün Lüb-
145
nan topraklarından gönderilememesi ve Lübnan’ın
Filistin’in kurtuluşu ile ilişiği kesememesinin sebebi ise ülkenin kendi iç politik dengesizliğinde milliyetçi ve aşırı dinci Müslüman Arapların hükümete
ve cumhurbaşkanına yaptıkları baskıdan dolayı kaynaklanmaktadır. İç savaşa götüren diğer etmenler ise
köyden kente göçün artması, Süleyman Faranciye’nin
dönemin cumhurbaşkanı olarak yaptığı yolsuzluk ve
adaletsiz uygulamalar ve artan Şii nüfus ve siyasal hak
talepleri olarak gösterilebilir.
Lübnan İç Savaşı ve Güç Bölünmesi
İç savaşın başlaması ise iki önemli siyasal bloğun silahlanması sonucunda gerçekleşmiştir. Kemal Canpolat’ın önderliğinde din temelli bir siyaset anlayışına
sahip olan, Müslümanları siyasal olarak birleştirebilen
ve Filistinli komandolara eylem özgürlüğünde kararlı
Lübnan Milli Hareketi ona karşı olarak ta Maruni
Hıristiyanların, Filistinlilere karşı umdukları ambargonun gösterilmemesine karşı silahlanan Falanj örgütü
iç savaşın iki ana kutbunu temsil etmektedir. Nisan
1975’te Falanjlar 27 Filistinliyi öldürmesi ise FKÖ ile
çatışmaya başlamış birkaç ay sonra FKÖ’nün çatışmalardan çekilmesine rağmen Lübnan Milli Hareketi
ve Falanj arasındaki çatışmalar devam etmiştir. 1976
yılına gelindiğinde ise Falanj ve diğer Marunî milis
güçler birleşerek Filistin mülteci kamplarını kuşatmaya ve burada katliamlar yapmaya başladılar. İsrail’in
desteğini de arkasına alan bu gruplar FKÖ’nün tekrar
iç savaşa ciddi şekilde müdahil olmasına yol açtı. EL
Fetih’in ve FKÖ’nün Arap Milliyetçiliği özelliği Lübnan’daki pek çok vatan kavramı üzerinde hassasiyeti
bulunan unsur ile kolayca işbirliğine gitmesinde kolaylaştırıcı olmuştur. FKÖ ve Lübnan Milli Hareketi
çatışmalarda üstünlüğü ele almaya başlamalarının ardından Mayıs 1976’da Suriye askerleri Lübnan’a girdi
ve Marunîlerin yanında yer alarak FKÖ ve LMH’ye
karşı savaştılar. Suriye’nin bu tutumu ise Ürdün Kralı
Hüseyin’in tutumu kadar Arap dünyasından şaşırtıcı
tepki ile karşılandı. Lübnan’da merkezi hükümet ise bu
iç savaş sırasında hiç olmadığı kadar yıprandı Lübnan
milli ordusu ise Müslüman subayların ve askerlerin iç
savaşta Marunî güçler tarafında olmamak için kaçmalarının ardından bir daha eski gücüne kavuşamayacak hale geldi. 18 Ekim 1976 yılında Suriye, FKÖ ve
diğer Arap devletleri toplanıp bir ateşkes antlaşması
imzaladılar. Bu antlaşmanın sonucunda Lübnan’da
bir Arap koalisyon gücü bulunacak ve ülke yeniden
yapılandırılmaya çalışılacaktı. FKÖ ise iç savaş öncesi
konumuna geri dönecek tekrardan İsrail karşıtı eylem
yapabilme kabiliyetine sahip olacaktı. Bu geçici ortam
ise 1982 yılına kadar devam etti. Falanj’ın kurucusu
Marunî lider Pierre Cemayel’in oğlu Beşir Cemayel
tüm Marunî milislerini tek bir çatı altında birleştirmiş
ve İsrail ile işbirliği yaparak Celile’de bulunan FKÖ
üstlerine saldırı düzenledi bunun üzerine de FKÖ
karşılık verince İsrail güçleri Haziran 1982’de Lübnan’a
ve FKÖ güçlerine saldırı kararı aldı. Savunma Bakanı
Ariel Şaron’un komutasındaki İsrail güçleri Batı Beyrut’a kadar gelerek Beyrut’u kuşattılar. Aylarca süren
ve binlerce sivilin öldürüldüğü bu çatışmalarda İsrail,
FKÖ’nün askeri yapılandırmasını yok etmek, Suriye
STRATEJİ
işgal güçlerini tehlikesiz hale getirmek ve Cemayel’i
Lübnan Cumhurbaşkanı yapmayı hedeflemişlerdir
[6]. Ağustos 1982’de dünya kamuoyunun baskısıyla
başlayan ateşkes süreci FKÖ’nün bölgeyi tahliye etmesi
ve Cemayel’in başkan seçilmesi ile sona ermiş gözükse
de İki hafta geçmeden Cumhurbaşkanının suikasta
kurban gitmesi İsrail’in çekilmesini durdurmasına ve
Falanj birliklerini Sebra ve Şattila mülteci kamplarına
göndermesine neden oldu. Tarihte eşine az rastlanır
bir vahşet ile korunmasız bin küsur mültecinin Falanj
milisleri tarafından katledilmesi Lübnan’da ve bütün
İslam dünyasında çok sert tepkiler oluşturdu [7]. Bu
tepkilerin yanı sıra İsrail belki de ilk defa kamuoyu
olarak bu katliamın sorumluluğunu üstlenerek bir
araştırma başlattı ve bu araştırma sonucunda Savunma Bakanı Ariel Şaron ve Başbakan Manhaem Begin görevlerinden istifa etmek zorunda kalmışlardır.
1983-1985 yılları arasında İsrail’in Lübnan’dan geri
çekildiği görülse de 2000 yılına kadar Lübnan topraklarının yüzde 10’unu işgal etmiştir. Bugün bile iki
devlet arasında ticari ve diplomatik ilişki yoktur [8].
FKÖ ise merkez üssünü Tunus’a kaydırmak zorunda
kalmıştır.
Filistin Davası’na Odaklanma ve Tartışmasız Liderlik
Tunus’taki varlığı çok uzun süreli olmayan örgüt yön
değişikliğine giderek 15 Kasım 1988’de FKÖ, bağımsız
Filistin Devleti’ni ilan etti. Arafat, 14 Aralık’ta BM
Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını kabul etti
[9]. Bu konuşmada terörizmin her türlüsünü reddetme vurgusu yapmıştır. ABD ile FKÖ arasında kritik öneme sahip bu kabul ediş barış görüşmelerinin
başlaması için bir temel basamak olarak görülmüş ve
aşılmıştır. Filistin topraklarında iki devletli bir çözüm
için görüşmelerin başlamasında hiçbir engel kalmamıştır. FKÖ tarafından belirlenen bu yeni strateji 1949 ateşkes sınırlarına sahip İsrail Devleti ile Batı
Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Arap devleti olarak iki
ayrı oluşumun kurulmasıydı. 2 Nisan 1989’da Arafat
FKÖ merkez konseyi tarafından Filistin Devleti’nin
başkanı seçildi [10].
1993 yılında yapılan Oslo Görüşmelerinden sonra
Filistin yönetimi ve İsrail hükümeti karşılıklı işbirliği
ve tanımaya giden hukuksal düzenlemelerin hayata
geçirilmesi için bir dizi antlaşma imzaladılar. 1994
FKÖ lideri Yaser Arafat Gazze’ye yerleşti. Arafat Filistin için pek çok anlam ifade etmekteydi buna paralel
olarak da Filistin Ulusal Yönetimi’nin başkanı, başbakanı, Filistin Kurtuluş Ordusu’nun başkomutanı ve
Filistin Yasama Konseyi’nin başkanı oldu. Temmuz
1994’te FUY, Filistinlilerin resmî hükümeti olarak ilan
edildi [11].
20 Ocak 1996’da yapılan Filistin Yasama Konseyi
seçimlerine Semiha Halil den başka rakibi olmadan
katılan Arafat %88,2’lik çoğunlukla Filistin Ulusal
Yönetimi’nin başkanlığına seçildi. Hamas ve diğer
muhalif hareketler başkanlık seçimlerine katılmadılar.
Arafat’ın bu seçim zaferi ile Filistin Yasama Kon-
seyi’ndeki 88 sandalyenin 51’ini kazandı [12]. Arafat
başkanlığı süresince Filistin yönetimi pek çok yolsuzluk, görevi kötüye kullanma ve insan hakları ihlali
iddiaları ile karşı karşıya kaldı ne var ki Yasser Arafat’ın otoritesi bu iddialara karşı kendisi hariç pek çok
yöneticisinin istifa etmesiyle sonuçlandı. 2000 yılında
ise İsrail ile olan ilişkiler tekrar gerilerek ikinci intifada başladı ve Yasser Arafat İsrail hükümeti tarafından
keyfi uygulamalara maruz bırakılarak 2004 yılındaki
şaibeli ölümüne kadar Batı Şeria ve ardından Gazze’den çıkartmak için çaba gösterdi.
SONUÇ
Yaser Arafat hem Filistinliler hem de dünya tarihi
için çok büyük önem arz eden bir liderdi. Gerek asimetrik savaş tekniklerini iyi kavraması gerekse siyaseten kıvrak manevra kabiliyetine sahip politikalar
geliştirmesi bakımından yıllarca Filistinlilerin umudu
olmuştur. Yönetimsel özellikleri ve hükümetlerinin
icraatları haricinde sosyolojik olarak çok daha önemli
bir simge haline gelmiştir. Filistinli Arap kimliğinin
bu coğrafyaya oturtulmasındaki en büyük pay ona
aittir. Milli bilinç ve Filistin topraklarındaki vatan kavramını vurgulaması baskın bir İsrail karşısında karmaşaya düşmüş Filistin halkı için bir kurtarıcı formül
teşkil etmiştir.
DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
1-Hockstader, Lee, A Dreamer Who Forced His Cause
Onto World Stage, Washington Post Foreign Service
(The Washington Post Company), 2007.
2-Aburish, Said K., From Defender to Dictator. New
York: Bloomsbury Publishing, 1998, s.33–67.
3-Aburish, Said K., From Defender to Dictator, New
York: Bloomsbury Publishing, 1998, s.69–98.
4-Aburish, Said K., a.g.e., s.130.
5-Morris, Benny, Righteous Victims: A History of the
Zionist-Arab Conflict, Vintage Books, 2001, s.383.
6-Frellich, Chuck, Israel in Lebanon-Getting It Wrong:
The 1982 Invasion, 2000 Withdrawal, and 2006 War,
Journal Article, Israel Journal of Foreign Affairs, volume VI, p.41-50, http://belfercenter.ksg.harvard.edu/
files/getting-it-wrong-in-lebanon-freilich.pdf.
7-Frellich, Chuck, a.g.e, s.55.
8-Harris, William, Levant: Bir Kültürler Mozaiği, Çeviren: Ercan Ertürk, Literatür Yayınları, İstanbul 2005,
s.212.
9-Yaser Arafat Speech at UN General Assembly, http://
mondediplo.com/focus/mi deast/arafat88-en (Erişim
Tarihi: 20.12.2013)
10-Aburish, Said K., a.g.e., s.247-250.
11-Filistin Anayasası, http://en.wikisource.org/wiki/
Constitution_of_Palestine_%281994%29
(Erişim
Tarihi: 20.12.2013)
12-Yasser Arafat 1927-2004, http://www.passia.org/
Arafat/Arafat.pdf (Erişim Tarihi: 20.12.2013
146
STRATEJİ
LÜBNAN’IN TARİHSEL
DÖNÜŞÜMÜNE BAĞLI DIŞ
POLİTİKASI VE DIŞ
POLİTİKASINI ETKİLEYEN
UNSURLAR
Fransa’nın Maruni, İngiltere’nin ise Dürzileri desteklemesi bölgede çok şiddetli çatışmalara sebep olmuştur
[1]. Bu durumun faturası Osmanlı’ya kesilmiş ve Beyrut vilayeti bu şekilde ortaya çıkmıştır. Beyrut vilayeti şimdiki Lübnan’ı ve İsrail’in Bir kısmını içerisine
almaktadır. Beyrut Merkez sancak olmak üzere Laskiye, Akka ve Nablus bu vilayetin diğer sancaklarını
teşkil etmektedir. Bu ayrımın bölgede 16. yy’dan beri
bulunan Dürzî Emirlerin etkisini kırmak ve Cebel-i
05 Haziran 2014 Selim Han YENİACUN
Lübnan ve kıyılarının adeta mozaiği andıran yapısına
Tanzimat’ın etkisiyle şekillendirmek için olduğu açıktır. Ne yazık ki bu ayrım sorunu çözmemiş ayrılıkları
Giriş
übnan 2000’lere kadar sadece siyasi hari- ve bölgeye dış müdahaleyi de arttırmıştır. Zira Lübtalarda farklı bir yönetim olarak belirtilen, nan’da o dönemlerde de tek bir homojen unsurdan
iç ve dış etkileri etle tırnak kadar birbirin- bahsetmek mümkün değildir. Cizvitlerden, Hıristiyan
den ayrılmayacak şekilde bağlı bir devlettir. Marunîlere; Dürzîlerden Sünni Araplara ve 19.yy’ın
Ülkenin coğrafi ve tarihi olarak Suriye hin- sonlarında bölgeye gelen Ermenilere kadar pek çok
terlandının bir parçası olması, içinde barındırdığı farklı unsur bu küçük coğrafyanın içinde yer almaketnik unsurların çatışmaları ve bu çatışmalara dış tadır.
güçlerin doğrudan müdahaleleri, İsrail gibi bir komşu
devletin güvenlik siyasetini öne sürerek sınır aşan 20.yy’ da Lübnan ve Dış Dinamiklerin Etkisi
müdahaleleri ve Dünya ile entegrasyonun sadece belirli etnik ya da dini gruplar tarafından kurulması Lüb- Bölge 400 yıllık Osmanlı’nın istikrarlı yönetiminden
nan’ı ve Lübnan dış politikasını daha da karmaşık hale sonra 1. Dünya Savaşı sırasında hem sosyolojik olarak
getirmektedir. Bu karmaşanın analizi için Osmanlı hem de madden çok büyük zenginliklerini kaybetİmparatorluğu yönetimindeki Lübnan ve 20. yy’daki miştir. Nüfus olarak ise 1915’den 1918’e kadar Büyük
sömürge yönetiminden başlayarak iç çatışmaların ve Suriye coğrafyasındaki nüfusun %18’i, yani 600.000
dış müdahalelerin oluşturduğu bir tarihsel kronoloji kişi ölmüştür [2]. Bu büyük travma sonucunda ise zattakip ederek Lübnan’ın ve içindeki aktörlerin dış poli- en pek çok farklı unsuru dar bir coğrafyada barındıran
bölge, patlamaya hazır bir barut fıçısı haline gelmiştir.
tikada takındıkları tutumu inceleyeceğim.
1921 yılında Ankara hükümeti ve Fransa ile yapılan
antlaşma sonucunda Güney Anadolu işgali sona eren
Fransa Milletler Cemiyeti’nin de onayı ile Büyük SuOsmanlı İdaresi Altında Lübnan Sancağı
Lübnan’ın tarihine baktığımız zaman idari olarak çok riye’yi manda devlet olarak yönetmeye başlamıştır.
eskilere dayanan bir otonom ya da bağımsız bir yöne- İlk iş olarak ise kendisine karşı isyan ve ayaklanmatimi olmadığını görürüz. Lübnan ve Suriye coğrafyası ları önleyebilmek için Suriye’yi yönetimsel birimlere
bir bütün olarak incelendiğinde ise Mısır valisi Meh- ayırmıştır. Karmaşık bir bürokratik sistem ise sözde
met Ali Paşa ve Osmanlı idaresi arasında bir çatışma temsil hakkı getirmiş en basit kararlar bile Fransız
sahası olarak görülebilir. 1833 Kütahya Antlaşması idaresi tarafından alınır hale gelmiştir.
ile bölge üzerinde Osmanlı otoritesi tekrar tesis edildi. Büyük Suriye diye tabir edilen coğrafyada bulu- 1920’lerdeki Lübnan tasviri çok sorunl
nan Lübnan’ın ilk olarak ayrı bir idari birim haline
gelmesi 1861 yılında yürürlüğe giren “Cebel-i Lübnan u bir yapı içermekteydi. Hal böyleyken bugünki soVilayet Nizamnamesi” ile Şam vilayetinden ayrılarak runların temellerinin de o yıllarda atılmış olduğunu
kurulmuş Beyrut vilayetinin ortaya çıkmasıyla dile getirmek mümkündür. Ortadoğu’nun merkezgerçekleşmiştir. 1861 yılına gelinceye dek 1842 ve 1845 inde ya da Mağrip’te bulunan pek çok ülkenin tarihsel
yılındaki düzenlemelerle Biri Dürzî diğeri Marunî süreci ile günümüz dış politikası yahut iç-dış politiiki kaymakam tarafından yönetilmekteydi. Ne var ki ka dengesi farklı olabilmektedir. Lübnan ise mevcut
L
147
STRATEJİ
barındırdığı iç dengelere bir dış politika seyri izlemek zorundadır. İşte bu yüzdendir ki 1920’lerin Lübnan’ından günümüze kadar gelen siyasi tarihin seyri
dış politikanın da ana ekseni hakkında bizlere fikir
vermektedir. Büyük Lübnan’ın tasarlanmasında daha
önce Çanakkale Savaşları’nda bir kolunu kaybeden
General Henri Joseph E. Gouraud etkisi büyüktür.
Generalin düşünceleri Büyük Suriye deki Müslüman
çoğunluğun arasından Hıristiyan Marunîler’in kurtarılması ve Lübnan’ın ayrıcalıklı bir unsuru haline
gelmesiydi. Öte yandan Fransa’nın Lübnan haritasına
Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu yerleri eklemesi ise Marunî elitini Fransa’ya bağımlı hale getirmişti. Fransa bölgedeki Marunîlerin en büyük destekçisi
olmakla birlikte Fransız kültürü ve ticari ayrıcalıklar
Marunîlerin hizmetine sunulmaktaydı. O dönemki
Lübnan Müslümanları ise Suriye ile birleşmek için
irade beyanında bulunmaktaydılar.
Lübnan İç Siyasetindeki Temel Farklılıklar ve Dış
Politikaya Yansıması
Lübnan’daki dini farklılıklar göz önüne alındığında
ortak bir bilinç ve bu bilinç doğrultusunda yek bir siyasal sistemin oluşmasını beklemek imkânsızdır. Lübnan dağındaki Marunîler ve Şu’l dağındaki Dürzîlerin
yanı sıra Sünni eşrafın çatışma göstermeksizin uyum
içerisinde çalışması mümkün gözükmemekteydi.
Bunlara rağmen Marunîlerin ilk baştaki baskın etkileri sayesinde Lübnan mandası 1926 yılında kurulmuştu. Mutasarrıflık zamanındaki dini temsil esaslarına göre seçilen bir Cumhurbaşkanı; başbakanı
ve meclis başkanını atama yetkisine sahipti. Lübnan
anayasası asıl şeklini 1943’te Milli Pakt adı altında
alınmıştır. Bu döneme kadar resmi bir bağımsızlıktan
söz edilemez. 1943 e kadar Fransız Manda Komiserlerinin Lübnan üzerinde anayasayı askıya almak ve
meclisi durdurmak gibi geniş yetkileri vardı. 1932 ve
1939 yıllarında bu yetki kullanılmıştır [3].
Pek çok kaynakta görüleceği üzere Marunîlerin
iki temel siyasal figürü olan Emile Edde ve Bişara
el-Huri’nin Lübnan siyasetinde Fransızlar’ın etkisiyle
baskın rol oynamaları ve Lübnan’ın devlet kültürünün
inşasından çok Fransız mandacılığının destekçileri olmaları bölgedeki Müslümanlar üzerinde olumsuz etkiler yaratmış ve 1930’larda siyasal çatışmalar patlak
vermeye başlamıştır. Bu çatışmaların önüne geçmek
ve uzlaşmacı bir Lübnan hükümeti kurulmasının ilk
fırsatı Emile Edde’ye verilmiştir [4]. Bağımsızlık için
Müslüman-Hıristiyan ittifakının oluşması gerektiğini
savunan Lübnan Temsilciler Meclisi, Emile Edde’yi
1937 yılında cumhurbaşkanı seçmiştir. O da başbakan
olarak Müslüman Hayreddin Al-Ahdab’ı göreve getirmiştir. Bu birliktelik bir nebze olsa da siyasal sistemin dışında kalmış Müslüman kesim ile Hıristiyanlar’ın ortak hareket etmesini sağlasa da farklılıklar
yok olmamıştır. Fransa’nın söz verdiği bağımsızlık
Fransız senatosu tarafından reddedilmiş ve 2. Dünya
Savaşı başında Lübnan Anayasası askıya alınmıştır.
1940’ların başları Lübnan için tam bir çekişme sahası
olmasına yol açmıştır. Özgür Fransa Ordusu ve De
Gaulle hükümetine karşı Nazi destekçisi Vichy yönetiminin bir dönem Kuzey Afrika ve Lübnan’da güçlenmesi Fransa’nın Lübnan coğrafyasına bağımsızlık
sözü vererek destek almasına yol açmıştır. Fransa’nın
bağımsızlık sözünü tutması uluslararası kamuoyu
baskılarının artacağı 1943 yılını bulmuştur. 1943
yılında Milli Pakt adı verilen sözlü anayasal bir antlaşmaya varılır. Milli Pakt’ın dışında 1932 yılında yapılan
nüfus sayımının da siyasal olarak önemi büyüktür.
1932 sayımı esas alınarak siyasal temsil oranı belirlenmiştir. Şii’ler için herhangi bir ayrı tanımlama yapılmasa da mecliste her 6 Hristiyan milletvekiline karşı
5 Müslüman vekil yer alması esasına dayanmaktadır.
Bu nüfusa göre dağılımın ortaya koyduğu adil temsil hakkına karşı “Zaim” sistemi Lübnan halklarının
özgürce parlamenter temsilini kısıtlamaktaydı. Zaimler her seçim bölgesinde dini gruplar tarafından ön
plana çıkartılmış seçimleri ayarlayan ve parlamentoya
kimin gireceğine dair kamuoyu oluşturan elitlerdir.
Bu durum ideolojik partileşmenin önünü tıkamış olsa
da Zaimler’in baskılarıyla parlamenterler sadece kendi geldikleri sınıfın, tarikatın ya da bölgenin çıkarları
için mecliste yer alıyorlardı [5].
Pan-Arabizm ve Batılılaşma Çatışması
1975’lerin durdurulamaz çalkantılı günlerine ve
meşhur Lübnan iç savaşına gelmeden önce Lübnan
bağımsızlığından sonra dönem dönem karışmış, dönem dönem ise siyasal istikrara bir nebze de olsa kavuşmuştur. Özellikle Arap Milliyetçiliği’nin yükseldiği dönemlerde, yani 1950’lerde Lübnan kendi kimlik
bunalımı içerisinde debelenmekteydi. Pan-Arabizm
çağında Lübnan; mutsuz Sünni Müslüman nüfusu
olan, batıya dönük, Hristiyan hâkimiyetinde kapitalist bir devletti [6]. Zaim sisteminin ideolojik partileşmenin önündeki bir önceleyici olduğundan söz
etsek de Lübnan’ın asıl sahibi ve yöneten kısmı olduklarını savunan Marunîler’in Pierre Cemayel önderliğinde kurmuş olduğu Falanj örgütü “Her şeyden
önce Lübnan” sloganıyla; Lübnan’ın Arap dünyasından bağımsız hareket etmesi yönünde ve batıyı müttefik kabul eden bir çerçeve çizmesi doğrultusunda
politikaları savunmuştur. Para-militer bir yapıda olan
bu örgütlenme Avrupa’daki dönemin otoriter rejimlerinden ilham almıştır.
Ne var ki Lübnan hiçbir zaman tek kutuplu değildi.
1946 yılında Dürzî lider Kemal Canpolat’ın kurmuş
olduğu İlerici Sosyalist Parti Marunî elitine karşı
duran bir siyasal örgütlenme konuma kısa zamanda
ulaşmıştır. Canpolat’a göre ülkedeki refahın ve siyasal
temsilin daha adil dağıtılması gerekmekteydi. Bu
görüşleriyle nispeten Pan-Arabizim etkisindeki Sünni Müslümanları da etkilemiş ve bir sol blok oluşturmuştur. Bu dönemlerde Mısır’daki Cemal Abdül Nasır
yönetimi ve Mısır-Suriye’nin oluşturduğu Birleşik
Arap Cumhuriyeti’nin Lübnanlı Müslümanlar üzerinde Müslüman-Arap mensubiyetini arttırdığı su
götürmez bir gerçektir.
Milli Pakt’ın ilanından 1960’lara kadar geçen dö-
148
STRATEJİ
nem içerisinde yaşanan siyasal krizler; 6 yılla sınırlandırılmış cumhurbaşkanlığı görevinin görevde
bulunan cumhurbaşkanı tarafından uzatılmak istemesinden patlak vermiştir. El Huri ve onun selefi Kamil
Şamun’un iki se görevlerini 6 yıldan fazla yapmak için
formüller araması özellikle Müslüman nüfus üzerinde
büyük hoşnutsuzluk yaratmıştır. El Huri’nin görev
süresini uzatma teşebbüsünde genel grev (1952) Şamun’un teşebbüsünde ise aralarında Marunî grupların da bulunduğu Trablus ve Sur şehirlerini hemen
etkisi altına alan bir isyan baş göstermiştir (1958).
ŞamUn’a karşı sergilenen tutumun bu kadar fazla olmasının bir nedeni ise 1956 yılındaki Süveyş Kanalı
krizinde İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini kesmemesi
olarak gösterilebilir. İsyan’a karşı ABD’den de yardım
isteyen Şamun, 15 bin Amerikan deniz piyadesinin
(6.filo) Beyrut’a ayak basmasına neden olmuştur (15
Temmuz 1958). NATO güçlerinin 4.000’e yakın Lübnanlı’nın öldüğü bu olaylara nasıl müdahil oldukları
siyasal yönden halen karanlık olsa da bazı vesikalar
Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin destek
istemesi ile birlikte Lübnanlı Marunîler’e yardım ettiği ortaya çıkmıştır [7]. Bunlar belgelerle kanıtlanmış
olmamasına rağmen, bu olayın yıllar sonra algılanması Batı bloğunun yönetimin Müslümanlar’a geçmesi halinde İsrail’in güvenliğinin tehlikeye düşeceği ve
Birleşik Arap Devleti’nin kara sınırları olarak birbirine çok yaklaşacağı korkusu olması muhtemeldir.
Şamun’un görev süresinin dolması ile birlikte Lübnan bir müddet nefes alacak iç savaş sırasında itiyatlı davranan ve Hristiyan olsun Müslüman olsun pek
çok kesimin üzerinde ittifak edeceği biri olan General Fuat Şihab cumhurbaşkanlığı görevine getirildi.
Şihab, 1964’e kadar ülkenin refah seviyesini yükseltmek ve Lübnan kimliğini ortaya çıkartmak için bir
dizi reformlarda bulunmuştur. “Şihabcılık” olarak da
adlandırılan bu sosyal ve idari reformlar o güne kadar devleti benimseme sorunu yaşayan Müslüman
kesimin sorunları gidermek üzerine ağırlık verilerek
uygulanmıştır.
Lübnan İç Savaşı ve Dış Müdahaleler
Ne var ki 1967 Haziran savaşı sonrası tablo her yıl
daha da kötüye giderek iç savaşın seslerini adım
adım hissettirmiş. Bir ülkenin “iç savaş” gibi bir facia içine sürüklenmesi elbette ki sadece iç huzursuzluk ve anlaşmazlıklardan ibaret düşünülemez. Konu
Lübnan olunca ise Ortadoğu’nun merkezinde diğer
devletlerin ve devlet dışı aktörlerin etkisinin herhangi
bir ülkeden daha ağır bastığını söylemek hiç de zor
değildir. İsrail-Filistin çatışmasının hemen dibinde
yer alan ve Suriye devletinin tarihsel bağlardan dolayı
her daim baskı kurmaya çalıştığı Lübnan dış etmenlerin iç siyasete yön verdiği bir ülke olma özelliğini
Lübnan İç Savaşı’nda her zamankinden daha fazla gözler önüne sermiştir. Kara Eylül diye tabir edilen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)-Ürdün çatışmaları ve İsrail Devleti’nin FKÖ’ye yaptığı müdahaleler, örgütün
üssünü Güney Lübnan’a taşımasına neden olmuştur.
Güney Lübnan’da hali hazırda 1948 yılından itibar-
149
en mülteci kamplarında barınmakta olan Filistinliler’den destek alma ümidindeki FKÖ 1969 yılına kadar
Lübnan’ı operasyon üssü olarak kullanmaya devam
etmiştir. Bunun karşılığında ise 1968 yılında Beyrut Havaalanı’nın İsrail tarafından bombalanması ve
1971 yılında Lübnan içerisindeki Filistinli liderlere
düzenlenen suikast FKÖ’yü Lübnan hükümeti ile antlaşmaya oturtmak zorunda kalmıştır. Bu çerçevede
FKÖ yapacağı eylemlerde Lübnan hükümetine bilgi
verme zorunluluğun kabul etmiştir. FKÖ’nün Lübnan topraklarından gönderilememesi ve Lübnan’ın
Filistin’in kurtuluşu ile ilişiği kesememesinin sebebi ise ülkenin kendi iç politik dengesizliğinde milliyetçi ve aşırı dinci Müslüman Arapların hükümete
ve cumhurbaşkanına yaptıkları baskıdan dolayı kaynaklanmaktadır. İç savaşa götüren diğer etmenler ise
köyden kente göçün artması, Süleyman Faranciye’nin
dönemin cumhurbaşkanı olarak yaptığı yolsuzluk ve
adaletsiz uygulamalar ve artan Şii nüfus ve siyasal hak
talepleri olarak gösterilebilir.
İç savaşın başlaması ise iki önemli siyasal bloğun silahlanması sonucunda gerçekleşmiştir. Kemal Canpolat’ın önderliğinde din temelli bir siyaset anlayışına
sahip olan, Müslümanları siyasal olarak birleştirebilen
ve Filistinli komandolara eylem özgürlüğünde kararlı
Lübnan Milli Hareketi ona karşı olarak ta Maruni Hristiyanlar’ın, Filistinliler’e karşı umdukları ambargonun gösterilmemesine karşı silahlanan Falanj örgütü
iç savaşın iki ana kutbunu temsil etmektedir. Nisan
1975’te Falanjlar 27 Filistinliyi öldürmesi ise FKÖ ile
çatışmaya başlamış birkaç ay sonra FKÖ’nün çatışmalardan çekilmesine rağmen Lübnan Milli Hareketi
ve Falanj arasındaki çatışmalar devam etmiştir. 1976
yılına gelindiğinde ise Falanj ve diğer Maruni milis
güçler birleşerek Filistin mülteci kamplarını kuşatmaya ve burada katliamlar yapmaya başladılar. İsrail’in
desteğini de arkasına alan bu gruplar FKÖ’nün tekrar
iç savaşa ciddi şekilde müdahil olmasına yol açtı.
FKÖ ve Lübnan Milli Hareketi çatışmalarda üstünlüğü
ele almaya başlamalarının ardından Mayıs 1976’da
Suriye askerleri Lübnan’a girdi ve Marunîlerin yanında yer alarak FKÖ ve LMH’ ye karşı savaştılar. Suriye’nin bu tutumu ise Ürdün Kralı Hüseyin’in tutumu
kadar Arap dünyasından şaşırtıcı tepki ile karşılandı.
Lübnan’da merkezi hükümet ise bu iç savaş sırasında
hiç olmadığı kadar yıprandı Lübnan milli ordusu ise
Müslüman subayların ve askerlerin iç savaşta Marunî
güçler tarafında olmamak için kaçmalarının ardından
bir daha eski gücüne kavuşamayacak hale geldi.
18 Ekim 1976 yılında Suriye, FKÖ ve diğer Arap devletleri toplanıp bir ateşkes antlaşması imzaladılar. Bu
antlaşmanın sonucunda Lübnan’da bir Arap koalisyon gücü bulunacak ve ülke yeniden yapılandırılmaya çalışılacaktı. FKÖ ise iç savaş öncesi konumuna
geri dönecek tekrardan İsrail karşıtı eylem yapabilme
kabiliyetine sahip olacaktı. Bu geçici ortam ise 1982
yılına kadar devam etti. Falanj’ın kurucusu Marunî lider Pierre Cemayel’in oğlu Beşir Cemayel tüm Marunî
STRATEJİ
milislerini tek bir çatı altında birleştirmiş ve İsrail
ile işbirliği yaparak Celile’de bulunan FKÖ üstlerine
saldırı düzenledi bunun üzerine de FKÖ karşılık verince İsrail güçleri Haziran 1982’de Lübnan’a ve FKÖ
güçlerine saldırı kararı aldı. Savunma Bakanı Ariel
Şaron’un komutasındaki İsrail güçleri Batı Beyrut’a
kadar gelerek Beyrut’u kuşattılar. Aylarca süren ve
binlerce sivilin öldürüldüğü bu çatışmalarda İsrail,
FKÖ’nün askeri yapılandırmasını yok etmek, Suriye
işgal güçlerini tehlikesiz hale getirmek ve Cemayel’i
Lübnan Cumhurbaşkanı yapmayı hedeflemişlerdir.
8 Ağustos 1982’de dünya kamuoyunun baskısıyla
başlayan ateşkes süreci FKÖ’nün bölgeyi tahliye etmesi ve Cemayel’in başkan seçilmesi ile sona ermiş
gözükse de iki hafta geçmeden Cumhurbaşkanının
suikasta kurban gitmesi İsrail’in çekilmesini durdurmasına ve Falanj birliklerini Sebra ve Şattila mülteci
kamplarına göndermesine neden oldu. Tarihte eşine
az rastlanır bir vahşet ile korunmasız bin küsur mültecinin Falanj milisleri tarafından katledilmesi Lübnan’da ve bütün İslam dünyasında çok sert tepkiler
oluşturdu [9]. Bu tepkilerin yanı sıra İsrail belki de
ilk defa kamuoyu olarak bu katliamın sorumluluğunu
üstlenerek bir araştırma başlattı ve bu araştırma sonucunda Savunma Bakanı Ariel Şaron ve Başbakan
Manhaem Begin görevlerinden istifa etmek zorunda
kalmışlardır. 1983-1985 yılları arasında İsrail’in Lübnan’dan geri çekildiği görülse de 2000 yılına kadar
Lübnan topraklarının %10’unu işgal etmiştir. Bugün
bile iki devlet arasında ticari ve diplomatik ilişki yoktur [10]. FKÖ ise merkez üssünü Tunus’a kaydırmak
zorunda kalmıştır.
Yeni Oyuncular Lübnan Siyasetinin Geleceği
Bu sırada Lübnan’ın iç dinamiklerini tekrar incelersek
yeni ortaya çıkan aktörlerin hem iç hem de dış politikadaki etkinliğini daha rahat kavrayabiliriz. 1974
yılında Lübnan Şiilerini bir çatı altında toplamayı
hedefleyen Emel hareketi özellikle hem siyasal hem de
kültürel olarak Şiilerin haklarını korumayı amaçlayan
bir örgüttür. İran İslam Devrimi ile güçlenen örgüt Şii
nüfus içerisinde kısa zamanda büyük taraftar kitlelerine ulaşmıştır. Sunni Müslümanlar, Dürziler ve
Maruniler görece Şii nüfusa göre daha zengin bir kesimi teşkil ederken Emel hareketi Beyrut varoşlarından başlayarak bütün Lübnan Şiilerini etkilemiş ve
onları medreseden yetişme Ayetullah Musa Sadr’ın
etrafında toplanmıştır. 1978 yılında İsrail’in Lübnan’ı güvenlik gerekçeleri ile kısmen işgalinden sonra Emel örgütünün içerisinde ayrılıklar başlamıştır.
Bu ayrılıkların ana temasını ise Filistinli militanlara
destek verip vermemek oluşturuyordu.
Filistin’in kurtuluşuna yönelik daha etkin çaba sarf
edilmesini ve İran İslam Devrimi’nin yayılması gerektiğini savunan Hüseyin Musevi, İslami Emel Hareketi’ni kurmuştur. İslami Emel Hareketi ise 1982
deki İsrail’in Lübnan işgali sonrası evrilerek Hizbullah örgütüne dönüşmüştür. Özellikle Hasan Faddallah ve Şeyh Ragıp gibi Şii dini liderlerin İran’dan
bu dönemde askeri yardım istemeleri ve Ayetullah
Humeyni’nin Pasdaran birliklerini bu bölgedeki
Şiilere silahlı eğitim için göndermesi Hizbullah’ın
oluşmasında etkili olmuştur [11]. 3-4 kişilik hücresel
oluşumlarla başlayan örgütlenmelerin ortak adının
Hizbullah olarak belirlenmesiyle ve programının
oluşturulmasıyla 1985 yılında ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD ve koalisyon güçlerinin üstlerine yaptığı eylemler ile Reagan yönetimini zor duruma düşürmüş
ve ABD’nin bölgeden ayrılmasına yol açmıştır.
İç savaşın ardından Emel Örgütü ve Hizbullah özellikle 90’ların başından itibaren paralel ilişkiler
içerisinde bulunmuşlardır. Emel Örgütü Lideri Nebih
Berri 1992 yılından beri Lübnan meclis başkanlığı
yapmaktadır. Hizbullah ise sosyal politikalarla siyasallaşma sürecini hızlandırmıştır. 2006 yılındaki İsrail savaşından sonra ise Lübnan üzerinde büyük bir
meşrutiyet kazanmıştır. Günümüzde Hizbullah ABD
ve İsrail karşıtlığını bölge kurulan Şii hilalinin uç beyliğini yaparak perçinlemekte öte yandan ise Avrupa
Birliği ve bölge ülkeleri ile iyi ilişkilerin geliştirilmesine çabalamaktadır.
İç savaştan sonraki Lübnan, İsrail’in açtığı yaraları
kapatamamakla birlikte 90’lara kadar olan Lübnan
portresi siyasal grupların birbirleri arasındaki silahlı ve politik mücadelesiyle çizilmiştir. Özellikle
İslami örgütlerin etkinliklerini arttırması Dürzîler’in
ve diğer Şii grupların güçlerinin yükselmesi toplum
içerisindeki ayrışmayı daha da körüklemiştir. 1989
yılına gelindiğinde Lübnan’ın içinde bulunduğu
bu çatışma ortamına son vermek için Arap Birliği
öncülüğünde en son seçilmiş Lübnan parlamentosu
Suudi Arabistan’ın Taif kentinde toplandı. Toplantıda değişen demografik yapı göz önüne alınarak 6’ya
5 olan Hıristiyan-Müslüman vekil oranı eşitlendi ve
Marunî cumhurbaşkanının yetkileri başbakan ve
parlamento arasında paylaştırıldı [12]. Antlaşmanın
sonucunda Suriye askeri gücünün Lübnan’da kalması kararlaştırıldığı için bu antlaşma hem Suriye’nin
otoritesi ve söz geçerliliği açısından hem de Suriye’nin
meşru bir Lübnan olgusunu kabul etmesi açısından
büyük bir önem sahiptir.
İç Savaşın Ardından Dış Politika ve Dış Müdahaleler
Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkisi ve fiili işgali Taif
antlaşmasından sonra sona ermediği gibi 2005 yılındaki Refik Hariri suikastının de en büyük şüphelisi
olarak Lübnan-Suriye arasındaki ipleri iyice germiştir. 2011 yılında yayınlanan BM raporuna göre ise
Hizbullah her ne kadar reddetse de bu suikastı hazırlayan taraf olmuştur [13]. Her ne kadar Hizbullah bu
saldırıların kendisi tarafından yapıldığını reddetse de
hükümet içi karışıklıkların yaşandığı o dönemde Suriye lehine tutum gösteren tek oluşum olmuştur. Hariri suikastının ardından Hizbullah Şiileri örgütlemiş ve
Suriye yanlısı bir tutum izlemiştir buna karşılık Sünniler, Maruniler ve hatta Dürziler bağımsız bir Lübnan
ideali altında birlemişlerdir. 14 Mart hareketi olarak
150
STRATEJİ
adlandırılan bu grubun ve uluslararası kamuoyunun Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan itibaren Büyük Subaskıları sonucunda Suriye Nisan 2005’te Lübnan’dan riye topraklarına Lübnan’ın da dahil olduğu fikrini
çekilmek zorunda kaldı [14].
paylaşmışlardır. Suriye ise bunu 2005 yılına kadar
özellikle de Hafız Esad döneminde bariz bir şekilde göstermiştir. BM’nin 1559 no’lu kararnamesi ile
20 Haziran 2005’te yapılan Lübnan seçimlerinden Re- baskıların Suriye üzerinde artması ve Lübnan’ı terk
fik Hariri’nin oğlu Saad Hariri galip çıkmıştır. Ağus- etmesi ile başlayan yeni politika İsrail’in hanesine bir
tosta ise Fuad Sinyora hükümeti 12 Müslüman 12 artı olarak yazılmış ve Suriye’den işgal ettiği Golan teMaruni bakanla birlikte iş başı yaptı [15]. 2005 yılın- pelerindeki hâkimiyetini güçlendirmiştir. İsrail ise dış
daki kabine belirlenmesinin en büyük yankılarından politikası gereği bölgedeki Arap olmayan unsurlar ya
biri de Hizbullah üzerinden olmuştur. İki bakanlığı da Müslüman olmayan Araplar ile ittifak politikası
alan Hizbullah bu tarihten itibaren giderek siyasa- çerçevesinde Maruni Hristiyanları iç savaş yıllarında
llaşsa da başta ABD olmak üzere Batı’nın tepkisini müttefik olarak görmüş ne var ki 2006 savaşının arçekmiştir. 2009 seçimlerinde ise Hizbullah ve Emel dından Hıristiyan Araplar’ın da İsrail karşıtı söylemlePartisi her ne kadar muhalefette kalsalar da oy oran- rde bulunması ve hatta yer yer Hizbullah’ı desteklemlarını ve sandalye sayılarını yükseltmişleridir. Lübnan eleriyle İsrail Lübnan üzerinde en önemli müttefikini
meclisinde yer alan bir Hizbullah hem Suriye hem de kaybetmiştir.
İran varlığının bir delili olarak kabul görebilir
Sonuç
Mezheplerin ve örgütlerin önemi son yirmi yılda hiç
olmadığı kadar artmıştır. Esnek siyasal bloklar bulunsa da Lübnan’da Maruniler Suriye destekli bir politika gütmektedirler. Zira hem Lübnan’ı kontrol etme
arzusu içerisinde yatan Suriye devletine hem de İran
destekli Lübnan’daki Şii hareketine aynı anda karşı
koyacak kapasiteye sahip değillerdir. Bunun için ılımlı bir Suriye politikası izlemektedirler. Sünniler ise
bu siyasal karşıtlıkta dengeleyici noktada bulunmaktadırlar. Dürziler, Rum Ortadokslar, Ermeniler ise
ülke siyasetinde daha yerel bir temsil işlevi görmekte
ve dış politika dengeleri yerine kendi cemaat ve ailevi
çıkarları üzerlerinde yoğunlaşmaktadırlar.
Bağımsızlığından bu güne gelince denk Lübnan kendine özgü bir devletsel dış politika geliştirememektedir. Bölge devletlerinin adeta bir oyun sahası haline
gelen Lübnan birçok uluslararası silahlı organizasyona da yıllarca kucak açan bir coğrafya olmuştur. FKÖ
ve Hizbullah gibi bölgesel örgütlerin yanı sıra ASALA ve PKK gibi terör örgütlerinin uzun yıllar Beka
Vadisi’nde örgütlenmesi özellikle Türkiye-Lübnan
ilişkilerini çok gerilimli boyutlara tırmandırmıştır.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Lübnan’ın barındırdığı
Rum popülasyonun baskıları ile Rum kesimi tarafında yer alması Türkiye’nin soğuk savaş döneminde
uyguladığı genel orta doğu politikasını Lübnan için
de uygulamasına yol açmıştır. 2005 yılından sonra ise
Saad Hariri’nin ilişkilerin yumuşatılması için başlatmış olduğu çabalar ve Ahmet Davutoğlu’nun stratejik
derinlik konsepti çerçevesinde dostluk ve ekonomik
işbirliği antlaşmaları imzalanmıştır. 2011 öncesi Türkiye tüm Arap ülkeleri ile olduğu hatta bir kademe
daha fazla samimiyeti Suriye’ye karşı beslemekteydi.
Bu durum ise Lübnan politikasında gözle görülür
bir temkinlilik gerektiriyordu. Lakin Suriye ile bozulan ilişkiler, Lübnan’daki Sünni Müslümanlar’ın
ve Suriye’den bağımsız bir Lübnan düşünen merkezi
hükümetin desteği ile daha da gelişmektedir. 2004 ve
2006’da BM tarafından alınan kararlar çerçevesinde
Lübnan’da konuşlanacak barış gücüne (UNIFIL) Türkiye de dahil olmuştur. Suriye ve Mısır Birleşik Arap
151
STRATEJİ
nan-hizla-ic-savasa-kayarken_237667.html,
(Son
Erişim: 16.11.2013).
15-Oytun Orhan, Lübnan Seçim Sonuçları Ne İfade
Ediyor?, http://www.ors am.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2009730_oytunorpp99.pdf, s.4.
DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
1-Haluk Ülman, 1860-1861 Suriye Buhranı, Ankara,
1966, s.260.
2-Elizabeth Thomson, Colonial Citizens: Republican
Rights, Paternal Privillage and Gender in French Syria
and Lebanon, 2005, s.23.
3-Williem L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi
(Çeviren: Mehmet Harmancı), Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008 s.251-252.
4-Kamal S. Salihi, The Modern History of Lebanon,
Londra, 1965, s182.
5-Zuama Clientelism, http://countrystudies.us/lebanon/78.htm.
6-Cleveland, a.g.e, s.272.
7-Ali Bulaç, 1958’de Türkiye Lübnan’da Ne Yaptı?,
Zaman Gazetesi, http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/1958de-turkiye-lubnan-da-ne-yapti_345676.html
(Son Erişim: 04.11.2013).
8-Chuck Frellich, Israel in Lebanon—Getting It
Wrong: The 1982 Invasion, 2000 Withdrawal, and
2006 War, Journal Article, Israel Journal of Foreign
Affairs, volume VI, p. 41-50, http://belfercenter.ksg.
harvard.edu/files/getting-it-wrong-in-lebanon-freilich.pdf.
9-Frellich, a.g.e, s.55.
10-William Harris, Levant: Bir Kültürler Mozaiği,
(Çeviren: Ercan Ertürk), Literatür Yayınları, İstanbul,
2005, s.212.
11-Agustus R. Norton, Amal and the Shia: Struglee
for the Soul of Lebanon, Austin and London, University of Texas Press, 1987, s.55-90.
12-Hassan Krayem, The Lebanese Cıvıl War And The
Taif Agreement, http://ddc.aub.edu.lb/projects/pspa/
conflict-resolution.html, (Son Erişim:13.11.2013).
13-Hariri Suikastı Raporu Açıklandı, http://tr.euronews.com/2011/08/17/hariri-suikasti-raporu-aciklandi/, (Son Erişim: 16.11.2013).
14-Muhammed Nureddin, Lübnan Hızla İç Savaşa
Kayarken, Zaman Gazetesi, 14.12.2005, http://www.
zaman.com.tr/yorum_cibran-tuveyni-suikasti-lub-
152
STRATEJİ
HER ŞEYE RAĞMEN NÜKLEER:
ANTİK YUNAN-PERS
SAVAŞINDA SON PERDE
15 Ocak 2015 Selim Han YENİACUN
Giriş
İ
ran 1950’li yıllarda ABD tarafında başlatılan
Barış için Atom projesiyle birlikte nükleer enerjiyle tanışmıştır. O yıllarda ABD’nin bölgedeki
önemli müttefiklerinden biri olmasından ötürü
bu konuda herhangi bir sorun yaşamayan İran,
1979 İslam Devrimi ile birlikte ABD ile olan köprüleri
atmış ve 2000’lı yılların başında nükleer kriz olarak
patlak verecek olan bir sürece girmiştir. Bunun yanı
sıra ilk başlarda Şah dönemindeki her türlü gelişmeyi
reddeden İslam Devleti, İran-Irak savaşı esnasındaki
yalnızlığından ders çıkarmış ve çareyi nükleer enerjiye yönelmekte bu sayede devrimin güvenliğini
sağlamayı amaçlamıştır. Bu çalışmada İran nükleer
krizinin temel dönüm noktaları ele alınacak ve dünya kamuoyunun bu krizdeki tutumlarına değinerek
İran’ın “her şeye rağmen nükleer” politikası değerlendirilecektir.
İran’ın nükleer krizi ve bunun etkileri 2002 yılında
İranlı muhalif Halkın Mücahitleri Örgütü üyesi Alireza Jafarzadeh isimli bir kişi tarafından Washington’da yapılan bir basın toplantısı sonucunda ortaya
çıkmıştır. Bu açıklamalardan sonra zaten 90’lı yıllar
boyunca Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin
nükleer programının belirsizliği ile suçladığı İran çok
ciddi bir uluslararası baskı ile karşı karşıya kalmıştır
[1]. Böylelikle Natanz’da uranyum zenginleştirme ve
Arak’taki ağır su santralleri dünya kamuoyunun odak
noktası haline gelmiştir. İran’ın Uluslararası Atom
Enerjisi Kurumu’nun denetimi haricinde yürüttüğü
nükleer programı özellikle ABD’nin bölgeye bir
müdahalede bulunup bulunmayacağı konusunda
büyük soru işaretlerine yol açmıştır. UAEA ise bu
gelişmeler üzerine İran parlamentosundan nükleer
programın anında denetlenmesini sağlayacak kanunların çıkarılmasını istemiştir. ABD’nin bölgeye olası
153
bir nükleer kriz sonrasındaki müdahaleden çekinen
İngiltere, Fransa ve Almanya, İran ile nükleer müzakerelere başlamayı kabul etmişlerdir [2].
Uluslararası Bir Krize Dönüşen Görüşmeler
Eylül 2002 tarihinde UAEA’nın İran ile temasa geçmesi ve İran’ın açığa çıkmamış nükleer programının
denetlenmesini istemesiyle nükleer görüşmeler resmi
olarak başlamış bulunmaktadır. İran’ın Natanz’daki uranyum zenginleştirme santraline ilk tespit ziyareti 22-23 Şubat 2003 tarihinde gerçekleşmiştir.
UAEA’nın Muhammet El Baradey başkanlığındaki heyet uranyum zenginleştirme konusunda İran
hükümeti tarafından bilgilendirilse de Araz’daki ağır
su santrali daha yapım aşamasından bulunmasından
ve santralin yapım aşaması bitmeden bilgi verme zorunluluğunun olmamasından dolayı bu santral hakkında UAEA konu ile ilgili yeterli bir bilgi elde edememiştir. İran’ın gizli nükleer santrallerinin ortaya
çıkmasından sonra kendisine yöneltilen NPT antlaşmasının ihlal edildiği eleştirilerine tesislerin sadece
simülasyon için olduğunu söylemesi ve UAEA ve
Avrupa Troykası ile yapılan görüşmelerin başlarından itibaren bilgi akışının yavaş bir şekilde ilerlemesi şüphelerin yoğunlaşmasına sebep olmuştur [3].
UAEA bu gelişmeler üzerine diğer ülkelerle yürütülen
nükleer ortaklık prensiplerinden farklı olarak İran’ın
daha faaliyet aşamasına geçmemiş bazı nükleer çalışma atölyelerine girmek istemiştir. Bunun üzerine
İran, 2003 yılı ortalarında yazılı raporlarla Arak’taki
ağır su santralinin yanı sıra Isfahan’da inşa edilmesi
planlanan yeni bir santralin işleyişi hakkında UAEA’yı
bilgilendirmiştir. Bunun üzerine süreçte bir aksaklık
yaşanmamış ve UAEA verilen bilgileri teyit etmiştir.
Ne var ki İran her ne kadar NPT ’yi ihlal etmemiş olsa
da nükleer programı hakkında şeffaf davranmaması
UAEA tarafından konuya şüpheyle yaklaşılmasına
sebep olmuştur. Böylelikle daha sonraki süreçlerde
ortaya çıkacak olan yeni bilgiler ışığında İran’ın şeffaf
olmayan nükleer programı dünya çapında bir krize
dönüşmüştür [4].
2003 Haziran ayından itibaren Natanz’daki numuneleri inceleyen UAEA zenginleştirilmiş uranyum
kalıntılarına rastlamış ve konu hakkında daha detaylı
bilgi için İran’dan talepte bulunmuştur. İran ise 1990
yılında uranyum zenginleştirme deneylerinde bulunduğunu ve 1979’dan itibaren de lazer zenginleştirme
STRATEJİ
çalışmaları yaptığını itiraf etmiş lakin UAEA’nın
elinde olan numunelerdeki zenginleştirilmiş uranyum
kalıntılarının tesisin yapımı ve simülasyon deneyleri
için bir başka ülkeden ithal edildiğini söylemiştir.
Konunun gittikçe daha da derinleştiğini ve 19902002 yılları arasında İran nükleer programının pek
çok bilinmezlikle dolu olduğunu fark eden UAEA
10 Kasım 2003’te İran’ı ciddi bir şekilde uyararak
hakkındaki tüm sürecin detaylarını açıklamasını ve
santralleri tamamen denetime açacak protokollerin meclisten geçirilmesini istemiştir [5]. Böylelikle
İran resmi olarak uranyum zenginleştirme çabası
içinde olduğunu kendi tarafından teyit etmiştir. İlk
bulguların ortaya çıktığı zamandan beri ABD müdahalesinden çekinen ve İran ile UAEA’nın işbirliğinde
önemli faktörlerden olan Avrupa Troykası 21 Ekim
2003’te Tahran deklarasyonu ile krizin tırmandığı
bir dönemde İran’ın nükleer programının denetim
altına alınmasını sağlamıştır. Krizin bu yumuşama
dönemi sayesinde 2003’ün Aralık ayanında İran meclisinden geçen kararlar ile nükleer santrallerin etkin
bir şekilde UAEA tarafından denetlenmesinin de önü
açılmıştır [6]. 2004 yılında gelindiğinde ise 24 Şubat,
13 Mart ve 1 Haziran tarihlerinde çeşitli incelemelerden sonra UAEA 3 tane rapor yayınlamıştır. UAEA
başkanı Muhammet Baradey, genel itibariyle İran’ın
uzlaşmacı tavrından memnun olduklarını, uranyum
kalıntılarının ülkeye dışarıdan getirilmiş olduğunu
tespit ettiklerini söylese de İran ile olan işbirliğinin
yavaş ilerliyor olması, dış kaynak ülkenin neresi olduğunun açıklanmaması ve nükleer enerji konusunda
hala ARGE faaliyetlerinin sürdürülmesinin şüphe uyandırıcı olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine ise İran
UAEA yazdığı bir mektupla süreçten duyulan memnuniyetsizliği anlamadıklarını ve bunun üzerinde de
ağustos ayında uranyum dönüştürme çalışmalarına
başlayacaklarını bildirerek krizi yeniden tırmandırmaya başlamıştır. 18 Eylül 2004’te İran’ın uranyum
zenginleştirme faaliyetlerine başlamasını eleştiren
UAEA, sert ve kesin bir uyarı vermiştir [7]. Uluslararası yaptırımlar çok ciddi bir şekilde gündeme gelmiş
ve Avrupa Birliği Troykası ile devam eden müzakerelerin akıbeti belirsiz bir hal almaya başlamıştır. 2004
yılının sonuna kadar olan süreçte İran’ın 20 yıllık
bağımsız bir nükleer programa sahip olduğu ve uranyum zenginleştirmek için pek çok süreci deneysel
olarak tamamladığı ve bunu 2003 yılına kadar ustalıkla gizlediği ortaya çıkmıştır. 2003 yılından sonraki
işbirliği ise her ne kadar olumlu karşılansa da ortaya
çıkmayan pek çok nokta o dönemde bile kafalarda
soru işaretleri taşımaktadır.
İran’ın Uranyum Zenginleştirme Israrı ve Krizin
Düğümlenmesi
İran ise bu tarihten itibaren özellikle 15 Kasım 2004
tarihli Paris antlaşması ile nükleer çalışmalarını geçici olarak askıya almış ve Avrupa Birliği Troykası ile
müzakerelerde bulunmuşsa da 5 Ağustos 2005’te
kendisinin uranyum zenginleştirme, dönüştürme ve
tedarik etme hakkından vazgeçilmesinin istenmesiyle
süreç daha da karmaşık bir hal almıştır. Ağustos ayındaki seçimlerde reformist bir yönetim sergileyen Ha-
temi’nin yerine Mahmut Ahmedinejat, Ulusal Güvenlik Konseyi ve nükleer müzakerelerin başına ise Ruhani
yerine Ali Laricani geçmiştir. Bu gelişmelerle birlikte
11 Ağustos 2005’te UAEA ’nın otuz beş üyesi UAEA’nın
başkanı Muhammet El Baradey’e yetki vererek İran’ın
yeni süreçteki uranyum zenginleştirme tutumunu ve
İran’ın nükleer sürecinin değerlendirilmesi üzerine
geniş kapsamlı bir rapor hazırlanması isteğinde bulunmuştur [8]. Hazırlanan raporda İran’ın uranyum
zenginleştirme faaliyetlerinin durdurulması ve meclisten geçecek yeni protokollerce denetimlerin tam
anlamıyla UAEA’ya bırakılması belirtilmiştir. Bunun
üzerine ise İran uranyum zenginleştirme konusundaki tutumunu daha da sertleştirerek, Natanz, Farayand,
Teknik ve Pars Trash’daki nükleer santrallerini tekrar
faaliyete geçireceğini UAEA’ya bildirmiştir. Bununla birlikte İran yönetimi bir süredir gönüllü olarak
askıya aldığı ARGE faaliyetlerine yeniden başlamıştır.
İran2ın nükleer yakıt üretmek ile nükleer yakıt üretmek için ARGE faaliyetlerinde bulunmanın iki farklı
unsur olduğunu belirtmesi ve kendi uygulamalarına
meşruluk kazandırma isteği başta ABD olmak üzere
pek çok ülkeden tepki toplamıştır. İran’ın uranyum
zenginleştirme hakkından vazgeçmemesi ve hala
1995-2002 yılları arasında yapılan nükleer çalışmaların açıklığa kavuşamaması Avrupa Birliği Troykası
ile olan ilişkilerini de çıkmaza sokmuştur.[9] Avrupa
ülkeleriyle olan diplomatik görüşmelerin de çıkmaza
girmesi zaten konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’ne götürmeye niyetli ve gerekli durumlarda askeri müdahaleyi de gündeme taşımaya çalışan
ABD’nin elini kuvvetlendirmiştir.
İran ile hem AB’nin hem de ABD’nin müzakerelerde
bir sonuç alamaması üzerine devreye Rusya girmiş ve
orta yolcu bir mutabakata varılması için bir dizi önerilerde bulunmuştur [10]. Bunlar sırasıyla:
• Rus-İran ortak teşebbüsü ile uranyumun
Rusya’da zenginleştirilip ardından İran’a taşınması
• Rusya’nın İran’ın güvenliği için S-300 hava
savunma sistemlerini İran2a satması
• Rusya Busehir’de yaptığı gibi bir başka nükleer
santral yapı için gönüllü olacağını belirtmesi
• Rusya’nın İran gazının çıkarılması için teknik
yardımda bulunması
• İran’ın Şanghay beşlisine gözlemci üye olması
ve Orta Asya Kolektif Savunma Birliği’ne tam
üyeliğinin görüşülmesi,
• Kuzey-Güney ulaşım koridoru kurulması ve
ulaşım ağlarının genişletilmesi,
• UAEA’nın nükleer denetimlerini ani ve şartsız
yapabilmesini sağlayacak protokollerin İran
meclisinden geçirilmesi
• Çözüm konusunda anlaşmaya varana kadar
bir moratoryum ilan edilmesi ve İran’ın süreç
kesinlik kazanana kadar tüm nükleer faaliyetlerini durdurması
154
STRATEJİ
Şeklinde Rusya tarafından hem İran’a hem de dünya
kamuoyuna belirtilmiştir. Ne var ki İran’ın bu konuları görüşme isteği yetersiz olmuş ve her ne kadar bazı
maddelerde ilerleme kaydedilse de bir sonuca varılmamıştır. 31 Ocak 2006 tarihinde Londra’da bir araya
gelen ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve güvenlik
konseyi üyesi olmayan Almanya ile yapılan görüşmelerde İran nükleer krizinin BMGK ’ya taşınması kararına varılmıştır [11]. Bunun üzerine nükleer görüşmelerdeki baş müzakereci Ali Laricani AB ülkelerindeki
pek çok yayın organına verdiği demeçlerde sorunun
büyümemesi gerektiğini ve İran’ın önceden beri
işbirliğine açık olduğu söylemlerini dile getirmiştir.
Bu açıklamaların ardından ise UAEA ‘nın başkanı Baradey; İran’ın şartları kabul etmesi isteniyorsa İran’a
düşük ölçekte bir uranyum zenginleştirme hakkı
tanınmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmesi sürecin
BMGK ’ya gitmesini engellemese de İran’a bir müddet
zaman kazandırmıştır. Rusya planının görüşülmesi ise
tam da 5+1 ülkeleriyle yapılan görüşmelerin sonuçsuz
kalması üzerine bir kurtarıcı plan mahiyeti taşımıştır.
Öte yandan İran dış işleri bakanı Mottaki’nin İsrail’e
yönelik geçmişten gelen söylemlerin yumuşatıldığını
gösteren görüşleri de AB, İsrail ve ABD’nin İran’a
karşı olan tutumlarını değiştirmemiştir [12].
BMGK Yaptırımları ve Sonuçsuz Diplomasi
Krizin iki cephesi de bu durumu sıfır toplamlı oyun
olarak görmeyi sürdürdükleri bu dönem karşılıklı
yaptırım ve tehditlerle geçmiştir. UAEA başkanı
Baradey’in yapmış olduğu tüm ılımlı açıklamalara
rağmen ne İran ne de batılı ülkeler bur krizin normalleşmesi için geri adım atmamışlardır. Böylelikle 29
Mart 2006 tarihinde BMGK’da Rusya ve Çin’in de ikna
edilmesiyle birlikte İran’ın 30 gün içerisinde nükleer
faaliyetlerini durdurması ve tüm faaliyetlerine ilişkin
kapsamlı bir raporu UAEA’ya sunması kararı çıkmıştır. Bunun üzerine İran’ın üst mercilerinden tepki
gelse de BM nezdindeki elçisi Ali Soltaniyeh, İran’ın
NPT’den taviz vermeyeceğini, ARGE çalışmalarından
vazgeçilmesinin mümkün olunmayacağını ve nükleer
işbirliği için hala kapıların açık olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca 8 Mayıs 2006 tarihinde Mahmut Ahmedinejat ABD başkanı G.W Bush’a konu ile ilgili tavırlarını
bildiren bir mektup göndermiştir. Her ne kadar uzlaşma zemininden uzak olsa da İran İslam Devrimi’nden
sonra iki ülke arasındaki en yüksek notadan teması
simgelemiştir [13]. Bunun üzerine 1 Haziran 2006
yılında yeniden toplanan BMGK İran’a yeni bir
öneri sunulması yönünde karar almış ve bu müzakerelerin AB vasıtasıyla yapılmasını kararlaştırmıştır.
Lakin hem BMGK’nın, hem AB troykasının hem de
5+1 ülkelerinin sunduğu tekliflerin İran’ın nükleer
programını durdurmaya yönelik olması iç siyasette de farklı seslerin yükselmesine neden olmuştur. İran kamuoyu NPT’den ayrılmayı ve uluslararası
işbirliğine son vermeyi tartışırken ABD ise diplomatik yolların tükenmesini ve BM’den çıkacak bir müdahale kararını beklemiştir. İran kendisine verilen 30
günlük süreci doldurması ve diplomatik yollardan bir
çözüme ulaşılamaması neticesinde BMGK 31 Temmuz 2006 tarihinde 14 e karşı 1 oyla 31 Ağustos’a ka-
155
dar gerekli önlemlerin alınmaması durumunda BM
sözleşmesinin 41.maddesinin 7. Bölümü kapsamında
gerekli önlemlerin alınacağını kararlaştırmıştır. 1696
numaralı Güvenlik Konseyi kararı bağlayıcılık özelliği
taşımasının yanı sıra üç senedir devam eden UAEA
denetimleri sonucunda bir mutabakata varılmayan
nükleer programın sonlandırılmasını içeriyordu [14].
İran kendisine verilen süre dolmadan diplomasi yollarını daha etkin kullanmak için 5+1 ülkelerine müzakerelerin devam etmesi için bir öneride bulunmuştur.
Fakat bu önerinin hemen ardından Arak’taki ağır su
üretim santralinin açılışı yapılmış ve İran nükleer
savaş başlığı üretimi için gerekli olan plütonyum üretimi teknolojisini elde etmiştir. Ayrıca UAEA tarafından mühürlenmiş nükleer santraller de tekrar faaliyete
geçirilmiştir. Kendisine verilen süreni dolmasına yakın
böyle bir gövde gösterisini yapılması ve 31 Ağustos’u
izleyen günlerde nükleer programın askıya alınması
konusunda hiçbir çaba harcanmaması neticesinde
BMGK 29 Aralık 2006 tarihinde 1737 sayılı kararnameyle İran’a sert yaptırım kararları almıştır [15]. Bu
yaptırımların içeriğinde ise Nükleer programa katılan
kişi ve kuruluşların, balistik füze programına katılan
kişi kuruluşların malvarlıklarının dünya bankaları
aracılığıyla dondurulmasıdır. BMGK, kararı BM antlaşmasının 7 kısmının 40. Maddesi kapsamında ele
alsa da güç kullanımına ilişkin yaptırımlar bu kararda
yer almamıştır. Kararın oybirliği ile kabul edilmesi ise
bir başka önemli özelliğidir. Aradan bir yıl geçmesinin ve bu süreç içerisinde İran’ın BMGK’da belirtilen
yükümlülüklerinin yerine getirmemesinden dolayı 24
Mart 2007 tarihinde 1747 sayılı ikinci yaptırım kararı
da Güvenlik Konseyi’nde oy birliği ile kabul edilmiştir.
İlk karardan farklı olarak daha caydırıcı yaptırımlar içerdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Karar
kapsamında 15 şahıs ve 13 kurumun mal varlıklarının
dondurulmasının yanı sıra İran merkez bankasının
da bu ambargoda olması ülkede büyük bir krize neden olmuştur. Ayrıca İran menşeili silahların ithalatı
yasaklanmış ve enerji ambargosu da bu karara dâhil
edilmiştir. Fakat ilk kararda olduğu üzere BMGK’nın
kararını tanımamış nükleer faaliyetlerini durdurmak
yerine arttırarak 9 Nisan 2007’de endüstriyel bazda
uranyum zenginleştirme teknolojisini elde ettiklerini dünya kamuoyuna açıklamışlardır [16]. Bu ciddi
derece tehditkâr gelişme sonrasında dünya kamuoyu
İran’a sergilenecek tutum konusunda yeni bir yol
izleme konusunda çabalamıştır. Zira İran endüstriyel
bazda uranyum zenginleştirerek ciddi bir nükleer güç
olma yolundaki kritik eşiği aşmıştır. Ya İran’a istediği
tavizler verilerek ABD’nin başını çektiği batı bloğu
uzlaşma için diretme ya da acil bir müdahale için bir
karar vermek zorunda kalmıştır [17].
İki Tarafın da Geri Adım Atma Çabaları
Bu tarihten itibaren hem batılı ülkelerin hem de
İran’ın çıkmazda olduğu bir kriz tanımlaması ortaya
koymak doğru olacaktır. Özellikle son gelişmelerden
sonra İran’ın nükleer faaliyetlerini kayıtsız şartsız
durdurması gerektiğini savunan batı bloğu ve kendisine karşı çıkan yaptırım kararlarını illegal olarak nitelendiren bir İran çözüm için bir çözüm noktası bu-
STRATEJİ
lamamış gözükmektedir. İran’ın üzerindeki mali baskı
her geçen gün artarken önce Türkiye’nin arabulucu
olması ile AB Ortak Güvenlik Komisyonu Başkanı
Solana ve İran Nükleer Görüşmeler Baş Müzakerecisi Ali Laricani görüşmüş ardından İran, 2007’nin
yaz aylarında UAEA ile çözüme kavuşmamış sorunların çözümü için bir yol izlenmesi üzerine mutabakat
gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte 2007 yılında
yayınlanan NIE istihbarat raporu İran’ın nükleer silah
geliştirme politikalarını durdurduğunu belirtmiştir.
Bu da üçüncü bir yaptırım kararı almaya hazırlanan
BMGK ve dünya kamuoyu için sürecin seyrini etkileyen bir gelişme olmuştur.[18] Buna rağmen yukarıdaki bahsetmiş olduğum açmaz krizin yumuşamasına
rağmen çözülmemiş ve bir yıl sonra 3 Mart 2008 tarihinde BMGK, 1803 sayılı üçüncü yaptırım kararını
dört ülkenin çekimser oyu ile birlikte onaylamıştır.
İkinci yaptırım kararındaki kısıtlamaların kapsamı
tüzel ve gerçek kişilerin sayısı arttırılmış, İran’ın tüm
bankalarına uluslararası baskı artmıştır. Her iki BMGK
kararı arasındaki dönemde olduğu gibi bu dönemde
de taraflar birbirleriyle pek çok temas gerçekleştirmiş
hatta ABD diplomasi yönünden ciddi adımlar atmış
olsa da 27 Eylül 2008 tarihinde İran üzerindeki baskıyı
arttırmak için BMGK’dan önceki kararlar paralelinde
yeni bir karar çıkmasını sağlamıştır [19].
eli görülmeleri halinde uluslararası sularda aranma
kararları da İran’ın elini kolunu git gide bağlamıştır
[20].
Sonuç
İran hem kendisine uygulanan akaryakıt baskısı hem
de finansal krizler yüzünden zor durumda kalmış
İran petrol bakanlığından yapılan açıklamalar neticesinde İran’ın petrol gelirlerinin son yedi yıla göre
%45 azaldığı gözlemlenmiştir [21]. Bunun üzerine
5+1 ülkeleriyle müzakereleri yeniden gözden geçiren
İran 15 Nisan 2012’de önce İstanbul’da ardından Bağdat, Moskova ve yeniden İstanbul’da 541 üyesi ülkelerle müzakere masasına oturmuştur. Bu yakın süreçteki müzakerelerde bir karar alınması özellikle ABD
tarafından istenmektedir. Bununla birlikte nükleer
müzakerelerde bir diğer etmen de İran’daki cumhurbaşkanlığı değişikliğidir [22]. Hem Ruhani’nin “kahramanca yumuşama” [23] stratejisi hem de Hamaney’in Ahmedinejat dönemindeki sarsılan otoritesini
Ruhani politikaları ile düzeltme çabası süreci olumlu
yönde etkilemektedir. Nükleer müzakere sürecinin
Ulusal Güvenlik Konseyi yerine İran Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülmeye başlanması ve 23 Kasım
2013 tarihinde 5+1 üyesi ülkelerle geçici bir anlaşmaya
varılması ise İran Nükleer Krizi’nin aşılması konusunda en büyük gelişme olarak değerlendirilebilir. Te2000’li yılların sonuna doğru nükleer kriz karşılıklı melde yüzde yirmilik uranyum zenginleştirme stoku
kontrollü bir biçimde devam etmiştir. ABD’deki karşısında her türlü denetimi öngören geçici anlaşma
yönetim değişikliği ve G.W. Bush’un ardından ge- 6 aylık bir süreç içerisinde kesin bir çözüme varılması
len Obama’nın İran ile olan ilişkileri askeri müda- için görüşmelerin devam etmesini öngörmektedir.
hale seçeneğinin uzağında diplomasi ile çözme isteği Bugüne kadar dördüncü kısmı da yapılan görüşmelhem İran’ın tehdit algısını bir nebze düşürerek daha erin Temmuz 2014’te nihai bir antlaşmayla sonuçlanuzlaşmacı bir yol çizmesine neden olmuş hem de di- ması umut edilmektedir.
plomasi aracılığı ile yapılacak daha fazla yaptırım
karşısında elini zayıflatmıştır. 2009 yılında 5+1 üyeleriyle başlayan aktif diyalog ise İran’ın yeni bir nükleer Görüşmeleri ve müzakereleri bir kenara bırakacak
tesisinin(Fordo) ortaya çıkmasıyla tekrar krizin tır- olursak İran diğer egemen devletler gibi kendisi hakkı
manmasına yol açmıştır. ABD, Fransa, İran ve Rusya olan yüzde 20’lik uranyum zenginleştirme çalışmatemsilcileri 21 Ekim’de Viyana’da bir araya gelmişler ve larını uluslararası hukuk nezdinde ısrarlı muhalif
İran’ın yüzde 20’lere varan uranyum zenginleştirme statüsüyle batılı devletlere karşı korumuştur. Başta
hedeflerini tartışmışlardır. Batı’nın önerisi İran’ın ABD olmak üzere pek çok batılı devlet ve bilhassa İsyüzde 3,5 uranyum zenginleştirmesine izin verilerek rail tarafından NPT’ye taraf olmasına rağmen nükleer
uranyumun öncelikle Rusya’ya gönderilmesi orada silah üretmeyi amaçladığı söylenen İran, hem söylemyüzde 20’lere kadar zenginleştirilen uranyumun Fran- lerinde hem de UAEA raporlarında nükleer silahlansa’da nükleer yakıta dönüşmesi ve ardından Tahran ma faaliyetlerine erişebilecek konumda olmadığını
reaktörü için İran’a geri verilmesi üzerineydi. Böylece ispatlamıştır. Buna rağmen İsrail, Hindistan, Kuzey
İran’ın yüzde 20’lere varan uranyum zenginleştirme- Kore ve Pakistan gibi ülkeler NPT’ye taraf olmamasinin önüne geçilecek ve belli bir kontrol noktasında larına ayrıca nükleer silaha sahip olmalarına rağmen
tutulacaktı. Bu gelişmeyi başta Ahmedinejat olmak son on yılda dünya kamuoyunun gündemine İran
üzere iktidar bir başarı olarak yorumlasa da İran’daki oturmuştur. İran 2003’ten bu yana yapılan müzakerelsert muhalefet İran’ın nükleer özgürlüğünü devrimin erde pek çok yaptırıma maruz kalsa da çok güçlü bir
teminatı olarak görmekteydi ve bu baskıları İran’ın bu şekilde ayakta kalmıştır. Ayrıca kendisine yapılan petöneriyi de reddetmesine yol açtı. İran her ne kadar rol ve doğal gaz ambargosuna karşı jeostratejik konuBrezilya ve Türkiye ile Mayıs 2010’da uranyum takası munu kullanarak dünya petrol akışının kilit noktası
antlaşması imzalamış olsa da atılan adımları yeterli Hürmüz boğazını tehdit eden İran batılı ülkelere karşı
görmeyen BMGK Haziran 2010 tarihinde 1929 sayılı bir kozu daha elinde bulundurmaktadır. Yeni dış poliyaptırım kararı almıştır. En ağır yaptırımları içeren tika algısı ve Ruhani’nin liderliği ile nükleer müzakbu kararnamede en kritik konu ise İran’dan petrol ve erelerden karlı çıkacak tarafın İran olduğunu düşündoğal gaz alımına getirilen ambargo olmuştur. Ayrıca mekteyim.
tüm banka sistemi kontrol altına alınmış İran’a giden
ya da İran’dan başka ülkelere giden gemilere şüph-
156
STRATEJİ
STRATEJİ
DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
1-Afrasiabi, Kaveh, After Khomeini: New Direction
in Iran Foreign Policy, Westview Press, 1994, s.33-68.
2-Iran:
Nuclear resolution unacceptable, CNN,
27.11.2004, http://www.cnn.com/2004/ WORLD/
meast/11/27/iran.nuclear.
3-Katrin
Bennhold, Iran rejects nuclear incentives from Europe, International Herald Tribune,
06.08.2005, http://www.iht.com/articles/2005/08/05/
news/iran.php.
4-Güner Özkan, ABD-İran Arasında Nükleer Güç ve
Güvenlik Sorunu, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, Cilt 44, No 509, 2007, s.22.
5-Scott, Ritter, Hedef İran, İstanbul, Yakamoz Yayınları, 2007, s.28-53.
6-Arzu, Celalifer, Ekinci, İran Nükleer Krizi, USAK,
Ankara, 2009, s.44.
7-Celalifer , a.g.e, s.56.
8-Celalifer, a.g.e, s.63.
9-Defne Atasoy, İran’da Şah Sonrası Nükleer Enerji
Politikası, Kadir Has Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.141-160.
10-Oğuzhan, Dilek, İran’ın Nükleer Programları Kriz
ve Türkiye, s.29, https://www.acade mia.edu/5625753/
Iran_Nukleer_Programlari_Nukleer_Kriz_ve_Turkiye.
11-Ekinci, a.g.e., s.72.
12-Ali Bülent Uşaklı, Nükleer Güç Olarak İran’ın
Uluslararası Sistemdeki Yeni Konumu ve Konunun
Türkiye Açısından Değerlendirilmesi, s. 107-111.
13-SETA Raporu, İran Nükleer Programı ve Ortadoğu
Siyaseti, s.26,http://arsiv.se tav.org/ups/dosya/24693.
pdf, 01.08.2008.
14-Ekinci, a.g.e., s.77.
15-Ekinci, a.g.e, s.97.
16-Ekinci, a.g.e, s.123.
17-Sinkaya, Bayram, İran’ın Nükleer Programı:
Müzakere Sürecinde Umutların Yükselişi ve Düşüşü,
Aralık2009,http://www.orsam.org.tr/tr/truploads/
yazilar/dosyalar/2009129bayra m.tr.pdf.
18-SETA Raporu, s.27.
19-Ekinci, a.g.e., s.152.
20-Rıza Türmen, Güvenlik Konseyinin İran
Kararı, http://siyaset.milliyet.com.tr/guvenlik-konseyi-nin-iran-karari/riza-turmen/siyaset/siyasetyazardetay/14.06.2010/1250567/defaul
t.htm,
14.06.2010.
21-BBC News, İran’ın Petrol Geliri % 45 Düştü, http://
www.bbc.co.uk/tur kce/ekonomi/2013/01/130108_
iran_oil.shtml.
22-Yüksel, Musa Umutcan, İran’da Yeni Eğilim:
Nükleer Müzakereler ve Batı ile Gelişen İlişkiler,http://
www.impr.org.tr/iranda-yeni-egilim-nukleer-muzakereler-bolge-ulkelerine -yansimalari-ve-bati-ile-gelisen-iliskiler/.
157
23-Hamanei, Kahramanca Yumuşamayı; ilkelerden
vazgeçmemek, rejimin çıkarlarını korumak, kazanmaya odaklanmak ve düşmanın bütün hilekârlığını unutmamak şeklinde tanımlamıştır. Hamenei yumuşama
diplomasisinin teslimiyet olarak algılanmasını istememektedir. Ona göre Kahramanca Yumuşama teslimiyet değil, belki elde edilmiş kazanımları müzakere
ve barış diliyle taçlandırmaktır. http://file.setav.org/F
iles/Pdf/20130610163244_iran-siyaseti_web.pdf.
CEZAYİR TARİHİ VE
DIŞ POLİTİKA
20 Ocak 2015 Cihan TAŞGIN
1.CEZAYİR TARİHİ
1.1.19. Yüzyıla Kadar Genel Görünüm
ugün nüfusunun %99’unu Araplar ve Berberilerin oluşturduğu Cezayir, 7.yüzyıla kadar Berberilerin yaşadığı bir coğrafyaydı.
İslamiyet’in Arap yarımadasından yayılmaya başladığı 6.yüzyıl sonlarından itibaren
Kuzey Afrika ve Mağrip coğrafyası Müslümanların
Avrupa’ya ulaşma hedefleri üzerindeki bir güzergâh
olmuş ve bölge fethedilmeye başlanmıştır. Böylece
Libya, Fas, Tunus ve Cezayir yavaş yavaş Arap egemenliğine girerek bölgedeki Arap nüfusta giderek artmıştır. Berberi diyarı olarak kabul gören
coğrafya artık Emevi İmparatorluğunun yönetimi
altına girmiştir. Emeviler’in etkinliğini kaybetmesi
ile Abbasi Hanedanlığı İslam dünyasının halifeliğini
almış ve dolayısı ile Mağrip coğrafyasına hükmetmeye başlamıştır. Böylece Abbasi halifesi ile Berberi
Hanedanlıklarının coğrafya üzerindeki mücadelesi
başlamıştır. 13.yüzyıla kadar istila, işgal ve iç siyasal
mücadelelerle geçilmiştir. Bu istikrarsız ve kaotik ortam 15.yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. İspanya
ve Osmanlı mücadelesi başlamıştır. Özellikle Coğrafi
keşiflerin başlaması ile İspanya ve Portekiz’in deniz aşırı ülkelere gitmeye başlamış olması ve Osmanlı’nın da Akdeniz’de nüfuz sahibi olma arzusu bu iki
gücü karşı karşıya getirmiştir. 16.yüzyılın başında ise
İspanyollar Mağrip ve Kuzey Afrika’daki Müslüman
egemenliğini sona erdirmek için Haçlı Seferleri başlatmıştır. Ferdinand’ın ölümünden sonra Korsan Oruç
Reis birçok Cezayir kasabasını ele geçirerek kendini
sultan ilan etmiştir. Kendinden sonra da bölge yönetimini kardeşi Hayreddin’de “Barbaros” bırakmıştır.
Barbaros’un Cezayir’i Osmanlı Sultanı’nın himayesine sunması ve Osmanlı İmparatorluğunda Kaptan-ı Derya “Donanma Komutanı” olması ile Cezayir siyasal anlamda etkin bir adım atmış oluyordu.
19.yüzyıla kadar Osmanlı himayesinde kalan Cezayir
ve Kuzey Afrika, Osmanlı’nın zayıflamaya başlaması
ve Avrupalıların Akdeniz’de önemli bir güç haline
B
gelmeye başlaması ile bölgedeki etkinliğini kaybetmeye başlamıştır. Özellikle başarısızlığa uğrayan Napolyon savaşları Fransa’nın kolonyal dış politika gütmesine yol açmış ve daha kolay siyasal ve ekonomik
çıkar elde edebileceği bölgelere yönelmiştir. Bunların
başında ise; Kuzey Afrika gelmektedir. 5 Temmuz
1830’da Cezayir’i işgal etmiş ancak ülkeye tamamen
hakim olması en beş yılı aşkın bir zaman almıştır.
Cezayir 1830’dan bağımsızlığını kazandığı 1962’ye
kadar siyasal, sosyal ve ekonomik olarak Fransız
yönetimlerinin himayesi altında kalmıştır. Fransızlar özellikle 1. ve 2. Dünya savaşlarında bölgeyi Ortadoğu’ya ulaşmak ve asker istihdamı açısından kullanmıştır. Bağımsızlık savaşının başlangıç tarihi olan
1954’e kadar tam anlamı ile modern bir kolonizasyon
uygulanmıştır Cezayir üzerinde, öyle ki daha öncede
bahsettiğimiz üzere tamamını Arapların ve Berberilerin oluşturduğu Cezayir toplumunda günümüzde en
yaygın dil Fransızcadır.
1.2.Cezayir Bağımsızlık Savaşı ve Sonrası
Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi 1950 sonrasında ufak çaplı halk hareketleri ile başlamış ardından
Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FLN) [1] daha
aktif rol oynamaya başlaması ile bağımsızlık savaşı
da başlamış oldu. Fransız yönetiminin şiddet yolu ile
çözüm arama gayesi savaşın çok vahim sonuçlara neden olmasında önemli bir etken oldu. Fransa’nın kendi
mandası yönetiminde iken Cezayir’e getirdiği insanların ki zamanla Cezayirli oldular, Fransa ile birleşme
arzusu da bu savaşın çok daha vahim bir hal almasına neden oldu. 1958 yılında Charles de Gaulle Fransa’da iktidara geldi ve Cezayir konusunda iç siyasetteki
baskılara rağmen siyasi bir çözüm yoluna gitmeyi tercih etti. Böylece Cezayir ile barışçıl yollardan çözüm
arayışında girildi. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler
(BM) Genel Kurulu 956 [2] toplantısında Cezayir
halkının kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olduğu kararı çıkmıştır. Böylece barışçıl yollardan çözüm
yoluna girilmiş olsa da Cezayir’in bağımsızlık savaşı
resmen 1962 yılında sona ermiştir. Yaklaşık sekiz yıl
süren savaş neticesinde bir milyondan fazla Cezayirlinin öldüğü söylenmektedir. 5 Temmuz 1962’de resmen bağımsızlığın ilanından sonra 12 Eylül 1962’de
BM Güvenlik Konseyi kararı ile BM üyeliğinin onanması kararı alınmıştır [3].
158
STRATEJİ
Bağımsız Cezayir’in ilk devlet başkanı Ahmet Ben Bella’dır. 1962 yılından 1991 yılında yapılan ilk demokratik seçimlere kadar Ulusal Kurtuluş Cephesi ülkede
tek parti iktidarı ile devleti yönetmiştir. 1991 yılındaki
seçimler Cezayir siyasi tarihindeki ikinci kırılma noktasıdır. Şöyle ki; 1989 yılında kurulan İslami Kurtuluş
Cephesi (FIS) [4] İran tarzı bir İslami yönetim için
siyasal propagandalara başladı. 90’lı yılların başından itibaren de bu propagandaları sokaklara döktü.
Bu propagandalar 1990 yılında yapılan yerel seçim
sonuçlarına da yansımış ve 48 bölgenin 32’sinde FIS
yönetime geldi. Ancak bu seçim sonuçları başta FLN
olmak üzere diğer siyasal gruplar tarafından kabullenilmedi ve 1995 yılına kadar sürecek olan siyasal çatışma da böylelikle başlamış oldu. 1991 yılında yapılan
genel seçimlerinde FIS’ın galibiyeti ile sonuçlanması
bu çatışma ortamının ve ordunun yönetime el koymasına kadar giden sürecinde fitilini ateşlemiş oldu.
1992-95 yılları arası Cezayir için tam anlamı ile siyasi
suikastlar ve siyasi istikrarsızlıkla geçilmesine neden
olmuştur. Bugün ise bölgedeki en önemli sorunlardan
biri El-Kaide yapılanması ve 2010 yılından itibaren
yaşanmaya başlayan Arap Baharı ile değişen bölgesel
dengelerdir.
2.DIŞ POLİTİKA
2.1.Genel Olarak
Cezayir Devleti’nin dış politikadaki en temel sorunu
Mağrip coğrafyasındaki siyasal iktidar alanıdır. Ayrıca uzun yıllardır FAS ile süregelen Batı Sahra sorunu
ayrıca bölgesel güç olma konusu ve tabii ki Fransa etkisinden bağımsız bir dış politika gütme gayesi devletin başlıca konuları olmuştur. Zira günümüzde küresel
güç olma iddiası olan ülkeler dahil siyasal etkinliği az
ama ekonomik anlamda güçlü devletler dış politikada bu kartı çok iyi bir şekilde kullanmaktadır. Bunun
en önemli iki örneği 1999 sonrası Putin iktidarı ile
GazProm’u dış politika unsuru olarak kullanmaya
başlayan Rusya ve Kaddafi yönetimindeki Libya’dır.
Cezayir içinde 1999 yılında iktidara gelen Abdülaziz
Buteflika dış politika ve ekonomik dönüşüm açısından tarihsel bir dönüm noktası olmuştur.
Genel olarak Cezayir dış politikasına baktığımızda liderlerin kişisel yapılarına göre değişen bir dış
politika anlayışı göze çarpmakta. Bağımsızlık sonrası daha Arap milliyetçisi bir dış politika izlenirken,
Çadli döneminde çıkara dayalı bir dış politika belirlenmiştir. Bu dönemde uluslar arası siyasette ön plana çıkılmaya çalışılmış ve kimi krizlerde arabulucu
rol üstlenilmiştir. Çadli Arap halkları ve devletleri
içerisinde de etkili bir politika uygulamıştır. Özellikle
Filistin konusunda ve Arap birliğini kurma yolunda
önemli rol oynamıştır. Çadli’nin ölümünden sonra
aynı yerine uzun süre dış işleri başkanlığı yapmış ancak hakkındaki yolsuzluk suçlamalarından dolayı da
bir süre sürgün yaşamak zorunda kalmış olan Buteflika geçmiştir. Buteflika döneminde de dışa dönük ve
işbirliği içerisinde olan bir uluslararası politika anlayışı olmuştur Cezayir’in. Bugün Petrol İhraç Eden
Ülkeler “OPEC” üyesi olan Cezayir aynı zamanda gaz
169
rezervleri açısından 2010 verilerine göre Afrika’da
ikinci, Ortadoğu’da dördüncü dünya da ise, onuncu
sıradadır. Enerji konusunda böyle bir kaynak stoku
olan bir ülkenin dış politika konusunda enerjiyi bir
araç olarak kullanması da çok doğal bir sonuçtur. Her
ne kadar Cezayir bir Rusya kadar bu durumdan yarar
sağlayabilen bir politika sürdüremese de ilerleyen
dönemler için bunun böyle süreceği anlamına gelme
bu durumdur.
2.2.Batı Sahra ve Mağrip Politikası
Mağrip siyasetinde göze çarpan en önemli konu Fas
ile Cezayir arasındaki Batı Sahra meselesidir. Öyle ki
her iki devletinde dış politikadaki ilk ana başlığı bu
konu olmuştur. 1990ların sonunda Cezayir’de Buteflika’nın iktidara gelmesi Batı Sahra konusunda da yeni
bir yaklaşımın başlangıcı olmuştur. Aynı De Gaulle
Fransa’sının Cezayir üzerinde siyasal çözüm yoluna
gitmesi gibi Buteflika’da Batı Sahra konusunda bölgesel ve tarihsel rakip olan Fas ile iyi ilişkilerde bulunma yoluna gitmiştir. Bu girişim Fas Kralı İkinci Hasan
tarafından da olumlu karşılanmış ancak Kralın ölmesi
neticesinde ilk aşamada sonuçsuz kalmıştır. Öte yandan İslami Silahlı Örgüt’ün (GIA) [5] Fas sınırından
geri çekilirken gerçekleştirdiği katliamda iki ülke
arasında yumuşama sürecine girmiş olan ilişkilerin
durmasına neden oldu.
Mağrip devletleri arasındaki ilişkilerde bir diğer
iyileşme sürecide Clinton döneminde Amerikalı
yatırımcıları çekmek için başlamıştır. Bouteflika, Moritanya ve Tunus ile ortak bir gümrük birliği oluşturmak
için girişimlere başlamış ve karşılıklı ziyaretlerle aktif
dış siyaset yapılmaya çalışılmıştır. Ancak Batı Sahra
konusu halen önemini sürdürmekteydi. 2000 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından Batı Sahra’nın
kendi kaderini tayin etme ve dolayısı ile referandum
yapması için destek açıklamasına rağmen başta Fas
olmak üzere bölgede hak iddia eden ülkeler buna pek
yanaşmamıştır. Tabi Fas’ın bu konuda elini güçlendiren en önemli unsur Amerika ve Fransa desteği idi.
Tüm bu ilişkileri normalleştirme girişimleri Fas ile
Cezayir’in Batı Sahra konusundaki saldırgan politikaları neticesinde tıkanmıştır. Karşılıklı isteksizlik ve
çatışma hali tüm girişimleri sonuçsuz bıraktığı gibi
bölgesel siyasal istikrarsızlığa ve çatışma ortamına
da neden olmaktaydı. Barışçıl çözümün aksine hem
Fas hem de Cezayir karşılıklı caydırıcılık açısından
sürekli silahlanma yoluna gitmiştir. 2003 yılında Batı
Sahra konusunda çözüm için BM bölgeye bir temsilci atamıştır. BM temsilcisi James A. Baker iki kez
bir çözüm planı ortaya koymasına rağmen karşılıklı
anlaşmazlık sorunun çözümsüzlükle sonuçlanmasına
neden olmuştur.
2.3.Afrika Politikası
Bugün Cezayir her ne kadar Ortadoğu coğrafyasının
bir parçası olarak görülse de asıl etki alanı Afrika
kıtasıdır. Bouteflika döneminde Afrika coğrafyası
üzerine çok yoğun bir şekilde eğilmişlerdir. Kimi
STRATEJİ
çözümsüzlüklerde rol üstlenerek kıtanın lider ülkesi
olma yolunda önemli adımlar atmışlardır. Bu politikalarda etkinlik sahibi olmasındaki önemli faktör
ekonomik olarak diğer devletlere göre daha iyi durumda olmasıdır. Ayrıca, Afrika kıtasında Libya ve
Nijerya ile beraber Avrupa’ya enerji satan ülke konumunda oluşu da Cezayir’i öne çıkaran faktörlerden
biridir. Her ne kadar Mısır’da bir Afrika ülkesi olmasına rağmen daha çok Ortadoğu üzerine yoğunlaşması
Afrika kıtasındaki Arap nüfusu barındıran Libya ve
Cezayir’in bölge politikasında daha etkin rol almalarında önemli bir noktadır.
Cezayir’in Afrika politikasındaki en büyük başarılarından biri Etiyopya ve Eritre arasındaki çatışmalar
konusunda gösterdiği başarıdır. Cezayir Haziran
2000’De ortaya koyduğu planı ile Etiyopya ve Eritre
arasında barışı sağlamayı hedeflemiş ve çatışmanın
her iki tarafı da bu planı kabul etmiştir [6]. Ayrıca
bölgede terörü yok etmek, Afrika’nın kalkınmasını
sağlamak ve bölgenin uluslararası sisteme entegrasyonu açısından G8, BM ve Afrika Birliği gibi birçok
ortamda çalışmalar yürütmüştür.
2.4.Ortadoğu Coğrafyası ile İlişkiler
Cezayir aslında bir Afrika ülkesi olmakla beraber
Arap nüfusu ve Müslüman bir ülke oluşu, ayrıca tarihi geçmişi dolayısı ile de bir Ortadoğu ülkesi olarak
kabul görmektedir. Belki doğrudan bölge politikalarına etki edemese de siyasal ve sosyal anlamda yoğun
bir etkileşim içindedir. Bugünkü durumu göz önünde
bulundurduğumuzda hem ülke içerisindeki El-Kaide
yapılanması hem de Arap Baharının oluşturduğu
rüzgâr Cezayir siyasetinde de nedenli etkin bir hal aldığının göstergesidir. Tüm bu unsurları ve tarihsel duruma rağmen Cezayir ne tam anlamı ile bir Ortadoğu
ülkesidir diyemeyiz.
Bölge ile ilişkilerine bakacak olursak, Cezayir’de tıpkı
diğer Arap devletleri gibi Cemal Abdül Nasır’ın etki
alanına girmiş ülkelerden biridir. Özellikle Fransız
hegemonyasındaki dönemde başlayan bağımsızlık
mücadelesi ve milliyetçilik yöneliminde Nasır etkisi yadsınamaz. Sosyal ve siyasal anlamda etki alanı
bulan bu etki hem dönemin siyasal konjonktüründen kaynaklanan sebeplerden dolayı “bu sebeplerin
başında Nasır’ın dış politikada İsrail eksenli bir tavır
alması var.” Hem de bölgesel uzaklık Nasır’ın Cezayir konusunda fiziksel anlamda etkinlik alanı oluşturmasını sağlayamamıştır.
Öte yandan bağımsızlık sonrası iktidara gelen Huari
Bumedyan dönemin bölgesel anlamdaki en önemli dış siyaset konusu olan Filistin meselesinde aktif
ve sert bir politika izlemiştir. BM’nin 1967 yılındaki
Arap-İsrail savaşından sonra Güvenlik Konseyi’nin
almış olduğu 1967/242 no’lu kararnameyi ve de
ateşkesi tanımadığını ilan etmiştir. Ardından 1973
savaşında da Cezayir diplomatik yolu teşvik edici aktif rol oynamıştır. Diğer petrol üreten Arap ülkeleri
gibi petrol boykotuna destek vermiştir. Arap Baharı
sonrası ise bölge ilişkileri daha çok yönetim değişikliklerinden kaynaklanan boşluklardan faydalanmaya
çalışan El-Kaide ve El-Kaide yanlısı örgütlerin etkilerinden uzak durmaya çalışmak üzerine politikalar
güdülmekte. Ve yine Arap Baharı’nın Cezayir’e de
domino etkisine devam etmemesi için yeterli olmasa
da reform hareketlenmeleri görülmekte.
2.5.Fransa ve Avrupa ile İlişkiler
Fransa, Cezayir’in en karmaşık ilişki içerisinde olduğu
devlettir. Fransız mandası altındaki dönem, bir milyondan fazla insanın ölmesi ile sonuçlanan bağımsızlık
mücadelesi süreci gibi çok travmatik bir tarihe sahip
olan Fransız-Cezayir ilişkileri dönemsel olarak pragmatizm üzerinden etkin bir şekilde yürütülmüştür.
Kültürel anlamda Fransa ile sömürge döneminden
kalan dil bağlılığının yanı sıra ithalat ve ihracatta da
işbirlikleri vardır. Cezayir’de Bumedyan’ın ölümünden
sonra iktidara gelen Çadli yönetimi dış politikada çok
pragmatist bir tavır sergilemiştir. Bundan elbette en
büyük etkiyi Fransa ile olan ticari ilişkiler görecektir.
Cezayir-Fransa ilişkileri gerçekten çok köklü ve belki
de mecburi ilişkiler ekseninde gelişmekteydi. Şöyle ki;
1965 yılında iki devlet arasında imzalanan anlaşmaya
göre Cezayir Petrol ve Gaz üretiminin 3/2si Fransız
Şirketleri olan Compagnie Française des Petroles ve
Enterprise de Recherches et d’Activities Petrolieres’e
verildi. 1971 yılında Bumedyan hükümeti kamulaştırma çalışmaları ekseninde hisselerin %51inin
geri alınacağını açıklaması ile hükümetler arasında
gerilim arttı. Fransa 1965 anlaşmasına aykırı olarak
nitelendirdiği bu durumun kabul edilemez olduğunu
açıklasa da adil bir tazminat karşılığı kabul edileceğini
duyurdu. Ancak Cezayir yönetiminin teklifini kabul
edilemez görüp müzakereleri durdurma kararı aldılar.
Böylece karşılıklı boykot başladı. Hem Fransa hem de
Cezayir ülkelerindeki diğer devlet vatandaşları üzerine boykot uygulamaya başladı. Ayrıca Fransa, Cezayir gaz ve petrolü ile diğer sanayi ürünlerine de ambargo kararını kamuoyuna duyurdu. Bu durum Cezayir
ekonomisi için önemli bir buhran anlamı taşımaktaydı
zira en büyük dış ticaret hacmi Fransa ile gerçekleşmekteydi. Bu nedenle Cezayir Fransa’nın tazminat ve
karşılıklı uygulanan vergiler konusundaki talebini kabul etmek zorunda kaldı. Buteflika dönemine kadar
ilişkiler bu minvalde devam etti. Bir dönem Cezayir’in
Amerika ile olan ticaret hacmini genişletmesi ve dış
ticarette en çok ticaret hacmi olan ülke konumuna
Amerika’yı getirmesi ile Fransa ile olan ilişkiler yine
gergin bir hal aldı. 1999’da Buteflika’nın yönetime
gelmesi ile daha öncede bahsettiğimiz üzere dış politikada yapıcı bir üslup kullanılmaya başlandı. Buteflika’nın diplomasi çabaları karşılık bulmuş ve Jacques
Chirac 2001 yılında uzun bir aradan sonra Cezayir’e
gelen ilk Fransız devlet adamı olmuştur.
Diğer Avrupa ülkeleri ile olan ilişkilere bakacak olursak, Avrupa ülkeleri bu coğrafyalara genellikle kendi
siyasal geçmişleri üzerinden politikalar gütmektedirler. Örneğin geçmişlerinde etkin oldukları devletlerle
160
STRATEJİ
STRATEJİ
ilişki kurmayı tercih ederler. Fransa’nın tarihsel olarak
bu denli yakın ilişkide olduğu Cezayir diğer Avrupalı
“rakip” ülkelerin Cezayir ile karşılıklı ilişkilerinde de
etkili olmuştur. Fransız Cezayir ilişkilerinin düzeldiği dönemlerde Avrupalı devletlerde yakın ilişkiler
kurma yoluna gitmiştir. Özellikle Almanya terörle
mücadele konusunda Cezayir ile ortaklık anlaşmaları için müzakereler yapmıştır. Cezayir 2005 yılında
Avrupa Birliği ile bir ortaklık anlaşması yapmıştır [7].
Anlaşmaya göre ana başlıklar şöyledir:
• Cezayir’e gümrüksüz mal ihracatı
• Diğer ürün grupları için vergiler adım adım
azaltılması
• Akdeniz’de serbest bölge oluşturulması
Bu anlaşmanın yanı sıra Almanya ile yapılan karşılıklı
anlaşmalarda vardır. Bunlar: Alman-Cezayir araştırmaların korunmasına yönelik anlaşma ile Alman-Cezayir Çifte vergilendirme sözleşmesidir.
2.5.Amerika ile İlişkiler
Cezayir’in özellikle Fransa ile ilişkilerinin duraksamaya başladığı dönemde Amerika ile ilişkilerinde
gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Aslında ilginç olan
konulardan biri de hem İsrail-Filistin konusunda
hem de Vietnam savaşı meselesinde Amerika ile ters
düşen Cezayir 1980lerin sonunda yaptığı ikili ticari
girişimler ile dış ticarette en büyük pazarı oluşturmaya başladı. Bu aslında Cezayir’in bağımsızlık sonrası
tamda konjonktürel ya da başka bir deyişle pragmatist
bir dış politika güttüğü göze çarpıyor. Cezayir-Amerikan ilişkilerinde en önemli gelişmeler 2000li yıllardan sonra yaşanmaya başlanmıştır. İki binli yılların
başında, Fransa ile olan ilişkilerin gerilemesiyle beraber ABD-Cezayir ilişkileri ivme kazanmıştır. Bu
ivme devlet başkanı Bouteflika’nın 2001 yılındaki iki
günlük ABD ziyareti ile şekillenmiştir. Bu ziyaretin en
önemli özelliği ise Chadli Bendjedid’in 1985 yılındaki ziyaretinden bu yana yapılan ilk ziyaret olması idi.
Bu ziyaretin öncelikli amaçları, yerel siyasete destek
yanında uluslararası alanda imzalanacak anlaşmalar sayesinde Fransa’dan kazanılan bağımsızlığın
sağlamlaştırılmasıdır [8]. Bu yakınlaşmalar Amerika’nın Batı Sahra konusundaki yaklaşımında Cezayir
yanlısı bir tutum sergilemesini sağlamıştır. Öyle ki;
ABD, Mağrip politikasının önemli engeli olan Batı
Sahra sorununun çözümü olduğunun ve bu sorununu
çözümünün de Cezayir olmadan olmayacağının ve
Cezayir’in Orta Doğu’da azımsanmayacak bir etkisinin de olduğunu göz önünde tutarak Cezayir’i İsrail
ile yakınlaşmaya davet etti. Bununla beraber ABD’nin
Cezayir politikasında diğer bir belirleyici unsur da
uluslararası terörle mücadele olmuştur. Buna karşın
ülkedeki insan hakları ihlalleri AB’nin ve diğer batı
ülkelerinin dillendirdiği gibi ABD tarafından da basın
özgürlüğü alanının genişletilmiş olması haricinde,
siyasi katılımın sınırlı olmasından duyulan endişelerle dile getirilmiştir. 12 Eylül saldırıları ise Cezayir
hükümetinin uluslararası alanda savunduğu on yılı
161
bulan terörle mücadele stratejini doğrular nitelikteydi
[9].
DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
1-FLN Ulusal Kurtuluş Cephesinin Fransızca isminin kısaltılmış halidir. Fransızca orijinal isim;
Front de Libération Nationale. Daha detaylı bilgi için
Bkz. http://www.brita nnica.com/EBchecked/topic/405030/National-Liberation-Front (17.11.2013)
2-BM Genel Kurulunda Cezayir ile ilgili alınan karar
için Bkz. http://daccess-dds-ny.un.org /doc/RESOLUTION/GEN/NR0/153/47/IMG/NR015347.pdf?OpenElement (18.11.2013)
3-Cezayir ile ilgili 176 no’lu kararname için Bkz.
http://daccess-dds-ny.un.org/d oc/RESOLUTION/
GEN/NR0/182/07/IMG/NR018207.pdf ?OpenElement (18.11.2013)
4-http://www.britannica.com/EBchecked/topic/295755/Islamic-Salvation-Front (18.11.2013)
5 - http : / / w w w. c f r. or g / a l g e r i a / a r m e d - i s l a m ic-group-algeria-islamists/p9154 (18.11.2013)
6-Yahia H.Zoubir, The Resurgence of Algeria’s Foreign Policy in the Twenty-First Century, The Journal
of North African Studies, Routledge, 2006, syf.171.
7-http://eeas.europa.eu/algeria/agreement/index_
en.htm (19.11.2013)
8-Yahia H.Zoubir, a.g.e., syf.177.
9-Yahia H.Zoubir, a.g.e., syf.178-79.
FRANCO – OTTOMAN
RELATIONS IN TERMS OF
FRANCE’S MIDDLE EASTERN
POLICIES DURING THE REIGN
OF KING LOUIS XIV
stopping sort of imprisoning them in Versailles. The
French Academy and the Royal Academy, which contributed to French civilization and language, were
established when he was yet a child, although they
developed during his reign. In Voltaire’s famous book
entitled “The Century of Louis XIV”, Voltaire praises
the levels attained in science and the arts during his
reign, and indicates that they all reached a peak in this
century. Furthermore, Ernest Robert Curtius states in
23 Ocak 2015 Oral TOĞA
his work “French Civilization” that “During the reign
of Louis XIV, no other nation has reached such a mahe 17th century saw much change in the turity in the establishment of an administrative, intelworld, with the balance of power between lectual and moral France”.
Europe and Ottoman Empire shifting
slowly in favor of Europe. Europe was exhausted following the Thirty Years’ War, In Louis’ childhood, the country was governed by his
and entered a new era following the Westphalia Peace mother, Austrian Princess Queen Anna, and Italian
descent prime minister Cardinal Mazarin. Mazarin
treaties.
took his policies from Cardinal Richelieu, and with no
doubt that following Mazarin, his man Colbert took
While the Ottoman Empire was equally as exhaust- France much further. Furthermore, the French diped as a result of domestic conflicts, by the end of the lomats of this period possessed significant skills, and
century it has not made the same gains as Europe, and many that served in the Ottoman Empire spoke Turkhad in fact incurred many losses. This century saw no ish very well, and carried out Colbert’s commands
fewer than 10 sultans at the head of the Ottoman Em- with great success.
pire, six of whom had been dethroned. It is certain
that this complicated the standing of the Ottoman
Empire, and did not go unnoticed by Europe, compel- An analysis of the Middle East policies of France reling the Europeans to strike a braver attitude toward veals that France, following Henri IV, pursued a double-headed policy against the Ottoman Empire: On
Ottomans than in the previous centuries.
one side was an official explicit policy, while on the
other were half or fully implicit policies that includAnother characteristic of this century, particularly in ed diplomats, soldiers or reverends, the authority of
its second half, were the reigns of several monarchs which were unknown.
who would have a significant impact on today’s world,
such as Petro the Great, Karl XII of Sweden and Louis
XIV. While Europe was being shaped under the rule In the Ottoman Empire, politics were in the hands of
of these monarchs, the Ottoman Empire was facing the harem in this period, and were in a state of chaos. Some sultans came to a sad end, as in the case of
many predicaments and domestic conflicts.
Young Osman, while others, such as Murat IV, protected their thrones with quiet authority. In this cenI’d like to provide you with some background infor- tury, aside from in the Köprülü’s era, the Ottoman
mation about the subject of my presentation, which Empire was unable to subdue its rebels and conflicts.
is the reign of Louis XIV.As most will know, he was
five years old when he ascended to the throne. Until
his death at the age of 72 he commanded absolute au- Today, I will try to tell you the policies pursued against
thority in France, after coming to power in a Europe the Ottoman Empire in particular, and the Middle
that had been shaped by the Westphalia Agreement. East in general, during the reign of “Le Roi Du Soleil”,
He demolished the authority of noble class, only just the Sun King of France, Louis XIV, and reactions of
T
162
STRATEJİ
the Ottoman Empire to these policies.
Moreover, from 1700s onwards, the ambassadors and
missioners of France to the Ottoman Empire published and distributed under the counter works relatThe cold era of relations between the Ottoman Em- ing Armenian history, language and literature, while
pire and France started in the reign of Louis XIII, and the Ottoman administration attempted to prevent the
tensions reached an advanced stage in the era of Louis practice.
XIV, attributable to a great extent to the Catholic propaganda being disseminated by France in the Ottoman geography.
It is beyond doubt that one of the reasons behind the
success of this Catholic propaganda in the Ottoman
Empire was the good relations between France and
I’d like to talk about these acts of propaganda, because the Empire. In the reign of Louis XIV in particular,
I believe that they were a crucial part of the Middle these Catholic missioners had substantial support,
East policies of Louis XIV.
both morally and politically, and the hand of France
behind these missioners delayed the Ottoman Empire
The spread of propaganda was carried out by Jesuits from taking rigid measures, providing further enand Franciscans, although according to the Francis- couragement to the missioners.
cans, the Jesuits were more active.
Ahmet Refik, quoting the letter of an Aleppo ArmeThis cult started opening branches in the Ottoman nian Priest to Louis XIV in his article “Catholic ProEmpire in 1563, and continued to do so far 190 years paganda in Turkey”, said that “Armenia will be estabuntil 1773 under the protection of French ambassa- lished by one of the strongest kings of France”. Antioch
Greek Patriarch said “We expect our salvation one day
dors.
from God and your highness,” while an Armenian Patriarch, as quoted in the same article, spoke of Louis
About the activities of this cult, Hammer says in Ham- XIV as the “New Constantine”.
mer History, “Encouraging the opening of schools to
turn Jewish children and dissenting Christians into
Catholics, and the uniting the Greek Patriarch and According to the resources, in 1691, 31.000 (Thirty
Latin sects. French ambassador De Breves adminis- one thousand) Armenians converted to Catholicism.
tered them to St Benoit church in Beyoğlu, and tried It is almost certain that Bab-ı Ali knew all about this,
to get St George church. The Jesuits were looked upon and the appropriate measures were taken. An Armewith suspicion by the Ottoman Empire, and started nian printing house in Istanbul was closed, and the
to be seen as spies of Spain or Rome. It is said that Armenian Patriarch was discharged and imprisoned,
the Grand Vizier stated in an interview with French to be replaced by dissenter Avendik in 1701. Avendambassador that in Beyoğlu he’d rather see 10 mean ik was kidnapped by the French Consul in Chios and
ecumenicals than a single Jesuit. Members of the cult imprisoned in the Bastille, and following this incident,
were accused of being enemies of the Ottoman Empire the Ottoman Empire began restricting the movements
and of making mischief everywhere and were called of Jesuits. In reaction, priests tried to obstruct the imto the Divan-ı Humayun for trial, but were released plementation of the decision by bribing governors,
following the intervention of the French ambassador. always with the protection of the French ambassador.
These developments all occurred before the reign of
Louis XIV, although the cult was able to continue its
The most intense area for Catholic propaganda outactivities into his reign.
side of Istanbul was Syria, especially the cities of Damascus, Aleppo and Sayda, where strong relationships
I’d like to mention Savary de Breves, whose name ap- were established with the Maronites. The origin of the
pears here. As Mr. Faruk Bilici explained elaborately relationship between the Maronites and French goes
in one chapter of his book “Louis XIV and His Project back to the Crusades. In the second half of the 17th
of Conquering Istanbul”, de Breves’ book against the century, students were sent to Rome and Paris, and
Ottoman Empire spoke of its demolition and his de- reciprocal visits were realized.
sire to revive the crusades. The following periods saw
similar booklets written and presented to the King;
however I will pass this subject, and shall mention In the reign of Louis XIV, along with all this Cathoonly the existence of these plans, as Mr. Bilici has al- lic propaganda, an attempt was made to amass a huge
amount of information against the Ottoman Empire,
ready discussed the subject in depth.
such that in addition to diplomats, many travelers
were sent by Louis XIV to the Ottoman geography.
In the reign of Louis XIV, the dissemination of Cath- During this time, various works were written about a
olic propaganda continued unabated. Strong relations broad range of subjects, including the people living in
with various communities such as the Maronites and the Ottoman Empire and the different types of plants.
the Armenians.
Furthermore, several maps were drawn and sketches
were made of cities and castles on which even the gun-
163
STRATEJİ
shots and their directions were engraved. This is one ter three days in prison, the ambassador was released
of the factors that makes this period so interesting.
and the incident slurred over with sentences like “past
is past, all should be forgotten, we can be good friends
from now on”.
The reign of Louis XIV brought a strong France that
had a say in Europe; and so France no longer needed the Ottoman Empire’s help, as it had before. This Grand Vizier Fazıl Ahmet laid siege to Heraklion
accelerated the spread of Catholic propaganda and (Kandiye) Castle in Crete in 1669 to knock down Venincreased activities against the Ottoman Empire. Di- ice, compelling Venice to seek help in Europe. Louis
van-ı Humayun spy Vertoamont in the French Embas- XIV sent 7,000 soldiers to Crete in support of Venice
sy spoke about this to Bab-ı Âli, compelling Sadrazam with the newly built Galleons in Toulon, although the
Köprülü Mehmet Paşa to call French Ambassador La operation only postponed the fall of Crete, and the
Haye to Edirne in 1658, where he was interrogated, French were forced to retreat with huge losses.
arrested and imprisoned until his return from the Erdel Campaign. Louis XIV was angered by this, and
dispatched Blandel, his ambassador in Berlin, to Is- Relations saw some recovery after 1669. After the cantanbul to ask for an apology. This was unprecedented cellation of the capitulations, Holland and England
in proud Ottoman diplomacy, and the Grand Vizier had the trade advantage in the Mediterranean, and
scolded the ambassador and turned him away, and de- this left the French merchants in a difficult position.
spite Blandel’s insistence, he was unable to obtain an At the same time, France, having lost control of the
Atlantic and turned its attention again to the Mediaudience with the Sultan.
terranean.
Cardinal Mazarin, who had been especially effective in the early years of the reign of Louis XIV, engaged in policies against which Bâb-ı Âli took a sharp
stand. As a result, the Ottoman Empire set the Levents in Algeria against France, who increased their
attacks, forcing France to attack Algeria in 1664 under the command of Admiral Duc de Beaufort. The
attack was subsequently thwarted by Janissary Master
Şaban Ağa. When Bab-ı Ali learned of the situation,
relations, which were already on a knife-edge due to
the dissemination of Catholic propaganda, broke off.
Ambassador La Haye was called in front of Grand Vizier Köprülü Fazıl Paşa and insulted, bringing about a
cancellation of the capitulations.
They first asked the Turks to send an ambassador to
Paris to agree terms, although the Ottomans saw this
as an opportunity to insult France, and sent a miscellaneous master called Süleyman Ağa rather than
a high-ranking sergeant from Divan. Süleyman Ağa
arrived in Toulon on August 4, 1669, where he was
welcomed with a great ceremony. Reports from the
time give an idea of the excitement at the Turks’ sending of an ambassador to France, however the insulting attitude of Süleyman Ağa in the presence of Louis
XIV earned him immediate disfavor with the king.
The French aristocracy, on the other hand, considered
being a guest of Süleyman Ağa to be an honor, and he
served them Turkish coffee he had brought with him.
Even though his diplomacy was unsuccessful, SüleyTensions between the two countries brought France man Ağa’s coffee and the stories he told were deficloser to its European neighbors. Under the incentive nitely successful, fueling the Turquerie movement in
of Pope Alexander VIII, Louis XIV sent soldiers to France. Moliere’s work “The Middle Class Gentleman”
take part in the holy alliance established to counter was penned in order to make fun of the attitude of the
the Austrian campaign of the Ottoman Empire. In French aristocrats towards this ambassador.
August 1664, the French Legion, under the command
of Duc de la Feuilland, gave its support to the Austrian army in the Battle of St. Gotthard between the Ot- Meanwhile, La Haye, who had drawn a reaction from
toman Empire and Austria. Hammer tells that Grand Bab-ı Ali, was recalled to Paris, to be replaced by
Vizier Köprülü Fazıl Ahmet asked “who are these Mointel, who came to Istanbul with Süleyman Ağa.
young girls” when seeing the powdered and made-up
hair of the enemy.
Mointel went to Edirne on January 15, 1671 and gave
his letter of credence to the Grand Vizier. While in
Obviously, France’s support of Austria was not wel- conversation with the Grand Vizier, talking about the
comed by the Ottoman Empire. On December 7, 1665, magnificence and power of King Louis XIV, Köprülü
La Haye returned to the Ottoman Empire from France interrupted Mointel, saying “The King of France is a
without the traditional welcome. The Grand Vizier ac- great sovereign, but his sword is new”. When the Amcepted the ambassador without even standing up, and bassador spoke about the antiquity of the friendship
scolded him for France’s association with the enemy. between the Ottoman Empire and France, he was reAs Hammer quoted, the Grand Vizier shouted at the proached by the Grand Vizier, who said “the French
ambassador “Jew!”, A Kapıcıbaşı removed him from are maybe old friends, but we always find them with
the chair and beat him up with the chair. When the our enemies”.
ambassador went to take out his sword, one of the
guards slapped him, and he was duly imprisoned. Af- As a result of this, the Ottoman Empire, that had not
164
STRATEJİ
wanted to extend the cold state with France, renewed
the capitulations and signed a new agreement. The
most vital points of this agreement were that churches
would no longer be taxed, and that France would protect all Catholics in all regions of the Empire, gaining
more than the privileges it gave for Jerusalem and Kamame churches.
Mointel also sought action from Murat IV related
to the protection of the rights of the holy lands that
had been cancelled, and integrating these lands with
France, however the Greeks objected, and the empire
decided in favor of the Greeks. This is a clear indication that the conflicts that occurred around the possession of holy places in the 1850s dated back to the
17th century.
After a decade of such incidents, France tired of the
pirate raids on Algeria and Tunisia, and organized a
raid in Chios as an act of revenge in 1681. The Ottoman Empire asked for an immediate apology and for
compensation, which France provided, stating “We
had no idea or no relevance about this incident. Those
involved will be punished”.
Considering the incidents related so far in my presentation, it would be fair to say that France had always
followed a balanced but double-headed policy towards
the Ottoman Empire. However, France lost the confidence of the Empire through the policies it pursued
in this period, and this had negative consequences on
France, as I will explain at the end of my speech.
lowitz signed, and thus comfort their ally Austria.
All of these factors combined to ensure the Treaty of
Karlowitz were signed, and the Ottoman Empire thus
managed to stay clear of the tense environment in Europe.
Not wanting to see a powerful France, Europe tied
France’s hands as a result of the Spanish Succession
Wars, and succeeded in stopping its growth of power.
It is not possible to answer such questions as “Would
we be living in another world today if the Ottoman
Empire had kept going into war with Austria, as
France wanted?” or “Would it have affected the result of the Spanish Succession Wars?”.It would be fair
to say, however, that the exhaustion of the ongoing
Turkish-French alliance since the reign of François I
as a result of the policies pursued in the 17th century
against the Ottoman Empire doubtlessly laid a heavy
burden on both countries. The Bourbon royalty lost
its reign 74 years after the death of Louis XIV, and the
Ottoman Empire entered the next century with even
bigger problems that would set the stage for its collapse.
To summarize all that I have explained so far before I
end my speech,
The policies against the Ottoman Empire pursued by
France in the 17th century, which rose in the reign
of Richelieu and continued under the rule of Louis
XIV, were double-headed. On the one hand, the continuity of the alliance and the capitulations aimed to
strengthen commercial interests; while on the other
hand, policies against the Ottoman Empire were adAs everybody knows, the 2nd Siege of Vienna was a opted at every opportunity by associating with Christurning point in world history. The Ottoman armies tian Europe. The Catholic propaganda being dissemhave been heavily defeated, retreated from Vienna, inated at the time harmed the relations, and all these
and a holy alliance was established that saw the Ot- combined to make France an unreliable ally for the
toman Empire lose large territories, particularly with Ottoman Empire.
the signing of the Treaty of Karlowitz.
After the Vienna, France turned against Ottoman
Empire explicitly; however this act, and the country’s
double-headed policies against the Empire, would
have negative consequences for France. France felt
lonely in a tense environment, just before the Spanish
Succession Wars, and it attempted to use the Ottoman
Empire to distract the Habsburgs. French Ambassador Ferriol demanded the Grand Vizier Hüseyin Paşa
postpone the signing of the Treaty of Karlowitz on the
eve of its ratification, claiming that France would be
going into war against the Habsburgs, after which the
Ottoman Empire would get back the territories it had
lost. The Ottoman Empire declined the offer, desiring
instead to take a breath and pull itself together after
the exhaustion it had suffered in going into war. Furthermore, considering France’s policies related to the
Empire in the past, the Ottoman Empire no longer had
any confidence in France. A third reason was related
to the demands Holland and England made against
the Ottoman Empire in order to get the Treaty of Kar-
165
STRATEJİ
France turned its back policies that had been ongoing since François I, and with the power it had gained,
it turned against the Ottoman Empire with Europe.
However, when Europe turned against France in an
attempt to restrict the strength of Louis XIV and to
share the vast lands of Spain, France was left alone,
and paid the price of breaking its traditional policy in
the Spanish Succession Wars.
Thank you for listening and for your patience.
SOVYET SONRASI ORTA ASYA
EKONOMİLERİ: ŞOK
TERAPİ VE AŞAMALI
GEÇİŞ MODELLERİNİN
KARŞILAŞTIRILMASI
15 Ocak 2015 Haluk Olcay TUNÇAY
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından gelen ilk
birkaç yıl, Orta Asya devletlerindeki insanların özellikle yaşam kalitesinde büyük düşüşlere sahne olmuştur. Sovyetler Birliği’nin son döneminde halihazırda
yetersiz olan sağlık ve eğitim gibi sosyal hizmetler
daha da kötüye gitmiştir [1].
Bu dönemde merkezî ekonomiden liberal ekonomiye geçiş yapan ülkeler yaptıkları reformlarda istenilen uluslararası ekonomik ve politik standartlara
erişebilmek için çeşitli şekillerde adlandırılan iki temel model benimsemişlerdir: Şok terapi (radikal/eş
zamanlı değişim, büyük patlama) ve aşamalı (kademeli, tedrici) geçiş stratejileri. Okumakta olduğunuz
çalışma Orta Asya örneğine değinerek bu iki modelin
karşılaştırmasını yapmayı hedeflemektedir.
odaklanmaktadır. Kademeli geçiş işe, eş zamanlı şok
terapi reform stratejilerinin alternatifi olarak, radikal
reformların aşamalı bir biçimde daha uzun vadeye
yayılması ve sırayla gerçekleştirilmesidir. Bu sebeple
bu model, step-by-step yani ‘adım adım’ şeklinde de
adlandırılmaktadır.
Şok terapi ve kademeli model üzerine odaklanarak
yapılan ayrımda, şok terapi yaklaşımının eleştirmenleri, hız vurgusunun dönüşüm sürecinde kısmen
değerli olan varlıkları zarara uğrattığını ve bunun
neticesinde ortaya çıkan ‘düzensizliğin’ fiyat liberizasyonu ve hükümet harcamalarındaki kesintiler ile
birleştiğinde ciddi bir yoksulluk sorununa ve gelir
eşitsizliğine sebep olduğunu savunmaktadır. Rusya
örneğinde, geçiş sürecinin belirsizliği de göz önünde
bulundurularak iyi organize edilmemiş bir geçiş sürecinin, sıralı izlenen adımların zaman zaman birbirlerini tıkayarak, yapılması gereken reformları bloke ettiği
görülmektedir [4]. Bununla birlikte, Orta Asya devletlerinde komünist düzende güç sahibi parti erkanı
ve fabrika yöneticilerinin Sovyet çöküşünden sonra
değişmeyerek, bu sefer de cumhuriyetlerin önemli
konumlarında kalmaları, bir anlamda geçiş sürecinde
kamu mallarının eşit dağıtımını veya sosyal refahın
sağlanmasını olumsuz etkilemiştir*.
Tedrici bir geçişi benimseyerek yerli üretimini bir
Şok terapi yaklaşımında yapısal reformlar, müm- ölçüde korumayı başaran Özbekistan ile petrol yatakkün olan en hızlı biçimde serbest piyasa güçlerinin larının dışarıya satılması sonucunda kalkınabilen Kaekonomide doğal rollerini oynayabilecekleri şekilde zakistan örnekleri bir kenara alındığında, kapitalizme
yapılanır [2]. Bu geçiş politikaları birçok farklı kat- geçişin sosyal açıdan dev bir çöküş bilançosuna sebep
manda özelleştirmeye gidilmesi veya merkezi ku- olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu sav, Dünmanda ekonomisinin yetkisizleştirilmesi ve güçsü- ya Bankası’nın 2001 senesinde yayınladığı raporla**
zleştirilmesi olarak da yorumlanabilir. Washington şu şekilde desteklenebilir:
Consensus (Washington Uzlaşması) olarak bilinen
ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar- Ülke Yoksulluk Oranı
la paralel ilerleyen bu politikaların özelliklerini N.
A. Graham tanımlamaktadır [3]. Grahama göre bu Kazakistan %21
politikalar temelde, piyasa disiplininin arz ve tale- Kırgızistan %70
bi dengeleyecek bir fiyatlandırma dahilinde, kamu Tacikistan %74
sektörünün özelleştirilerek küçültülmesi, ülkeye dış
sermayenin girişinin sağlanması, serbest ticaretin Özbekistan %47
teşvik edilmesi, yerel paranın değer olarak dünya
piyasa değerlerine yaklaştırılması ve sübvansiyon, Sonuç olarak, geçiş dönemine sürdürülebilir bir resosyal refah, sağlık ve eğitim harcamalarında kesin- fah anlamında bakıldığında Kazakistan da dahil oltilere gidilerek bütçe açıklarının azaltılması üzerine
166
STRATEJİ
mak üzere Orta Asya devletlerinin sosyal açıdan
tatmin edici bir noktaya gelmesi zor görünmektedir.
Bu açıdan şok terapinin de tedrici yaklaşımın da kapitalizmin görünmez eline bakıyor olması, devletlerin
uyguladığı politikanın irrasyonelliğine işaret etmekte, fakat birey merkezci bir yaklaşım yerine azami
kâr hedefleyen bir sisteme geçişin “egemen olanlar
egemenliklerini korudukları sürece problem olarak
görülmediği” sonucuna varılmaktadır [5].
DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
1-Peter L. Roudik, Post-Soviet Transformation, The
History of the Central Asian Republics, Greenwood
Press, 2007, s. 147.
2-Savaş Çevik-Erol Turan, Devletin Kurumsal
Dönüşümü: Orta Asya Cumhuriyetleri Perspektifinden, Bilig, Sayı 41, 205-224, 2007, s. 211.
3-Graham, 2001 (alıntılanan eser: Esra Güler, “Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş Sürecinde Rusya: Nasıl Bir
Kapitalizm?, Business and Economics Research Journal, Cilt III, Sayı 3, 2012, s. 37-38).
4-IMF, Transition: Experience and Policy Issues,
World Economic Outlook, International Money
Fund, Bölüm 3, 2000, s. 93.
* Bilindiği üzere, yolsuzluğun önemli bir sorun olduğu, temel gıda maddelerinin bile sürekliliğinin sorgulandığı ve garantisinin olmadığı bir dönemde, kamu
mallarının özelleştirilmesinin ve halka pay edilmesinin sağlıklı bir yolla gerçekleşmesi pek gerçekçi
değildir. Kupon ismi verilen hisse senetlerinin, fabrika müdürleri veya güç sahibi insanlarca halktan çok
düşük fiyatlarla toplanması bu şartlar altında zor olmamıştır. Bu, başka bir çalışmada derinlemesine ele
alınması gereken farklı bir çalışma konusudur.
** Bu rapor yoksulluğu günde 2.15 Amerikan
Dolarının altında gelir ile yaşama olarak tanımlamaktadır.
5-Hakan Güneş, Sovyet Sonrası Orta Asya’da Kalkınma Modelleri: Yapısal Dönüşümün Karşılaştırmalı
Analizi, Kalkınma ve Küreselleşme, Editör: Saniye
Dedeoğlu-Turan Subaşat, 2004, s. 315.
167
168

Benzer belgeler