Ötüken Yayınevi 1974-1975-1976-1979 (4 baskı

Transkript

Ötüken Yayınevi 1974-1975-1976-1979 (4 baskı
Ötüken
Yayınevi
1974-1975-1976-1979
(4
baskı)
İletişim Yayınlan 195 • Cemil Meriç Bütün Eserleri 2 ISBN 975-470-281-0 © 1985 İletişim
Yayıncılık A.Ş.
BASKI 1985, İstanbul
BASKI 1992, İstanbul
BASKI 1992, İstanbul
BASKI 1993, İstanbul
BASKI 1994, İstanbul
BASKI 1995, İstanbul
BASKI 1996, İstanbul
BASKI 1997, İstanbul
BASKI 1998, İstanbul
BASKI 1999, İstanbul
11-12. BASKI 2000, İstanbul (2000 adet) 13-14. BASKI 2001, İstanbul (1000 adet) 15-18. BASKİ
2002, İstanbul (2000 adet) 19-21.
BASKİ 2003, İstanbul (2000 adet) 22-25. BASKI 2004, İstanbul 26. BASKI 2005, İstanbul (6000
KAPAK Ümit Kıvanç
DİZGİ Remzi Abbas, Nurgül Şimşek, Hasan Deniz UYGULAMA Hüsnü Abbas MONTAJ Şahin
Eyilmez BASKI ve CİLT Sena Olset İletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail:
[email protected] •
web:
www.uetisim.com.tr
CEMİL MERİÇ
Bu Ülke
YAYINA HAZIRLAYAN Mahmut Ali Meriç
cemil meriç, 1916'da Hatay'da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistandan göçmüştü.
Fransız idaresindeki Hatay'da Fransız eğitim sistemi uygulayan Anlakya Sultanîsi'nde okudu.
Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı. 1940'la İslanbul
Üniversitesi'ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransızca
okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, "söküyof'du. Elazığ'da (194245) ve İstanbul'da (195254) Fransızca öğretmenliği yaptı. 1941'den başlayarak insan, Yücel,
Gün, Ayın fiibli- yografyası dergilerinde yazmaya başladı. lÜde okutmanlık yaptı (1946-63),
Sosyoloji Bölümünde ders verdi (1963-74). 1955te, gözlerindeki miyopinin anması sonucu
görmez oldu, ama olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Çeşitli detgilerde yazılan
yayımlandı. Hisar dergisinde "Fildişi Kuleden" başlığıyla sürekli denemeler yazdı. 1974'te emekli
oldu ve yıllann birikimini art anla kitaplaştırmaya girişti. 1984'le önce beyin kanaması, ardından
felç geçirdi, 13 Haziran 1987'de vefat etti. İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi.
Hini Edebiyatı (1964) daha sonra Bir Dünyanın Eşiğinde başlığıyla iki kez daha basıldı. SainıShnon, tik Sosyolog İlk Sosyalist, 1967'de çıkı. 1974'ten sonra yayımlanan kitaplan şunlardır: Bu
Ülke (1974), ÜmrandanUygarlığa (1974), Mağaradalıiler (1978), Kırlı Ambar (1980), Bir
Facianın Hikayesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İtfamı (1985). Balzac'tan yapağı
çevirilerin ilki 1943'te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel
Heyd'in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thomton Wilder'm Köprüden
Düşenler (1981) ve Maxime Rodinson'un Batiyi Büyüleyen İslam (1983) adlı eserlerini de
Türkçeye kazandırdı. Cemil Meriç'in "Bütün Eserleri" toplu halde basılırken, daha önce
yayımlanmamış üç kitabı daha yayımlandı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notlan
ve KonfcrİÇİNDEKİLER
Entelektüel Bir Otobiyografi 9
Birinci Bölüm: Uzun Süren Bir Çıraklık 21 • İkinci Bölüm: Gerçek Entelektüel 53
Cemil Meriç Kronolojisi 63
BU ÜLKE 73
I- Sihâm-ı Kaza 75 1. Bâbil 77
Sağ ile Sol 79 • Gerici Kim? 82 • Kelâm, Bütünüyle Haysiyettir 84 Argo 86 • Bizim Kapitol'ümüz
Yok 87 • Kamus, Bir Milletin Hafızası 88 • Penelop'un Örgüsü 89 • Her Kemal Yeni 90 • Yobaza
Düşmanlık 91 • İzm'ler 92 • Türkiye'deki Hayalet 93 • Slogan İlkelin İdeolojisi 95 • Bu Firar Bir
Kabil Kompleksi 97 • Sen Bir Az-Gelişmişsin 98 • Avrupa'nın Yeni Bir İhraç Metaı 99 • Asaletini
Kaybeden İrfan 101
Dergi, Hür Tefekkürün Kalesi 102 • Batı Dergileri 104 • Kitap 108 • Okumak Üzerine 113 •
Tercüme 119 • Divan Edebiyatında Roman 121 • Türk Teceddüt Edebiyatı 123 • Bizde Hiciv Yok
125 • Polemik 128
2. Müstağripler 131 Mehlika Sultan'a Âşık Yedi Genç'133 • Su Alan Gemi 135 • » Bir
imparatorluğun Anatomisi 137 • Müstağrip 139 • İrfan'a Kaçış 141 • Yunan'a Kaçış 145 • İran'a
Kaçış 147 • Mutlak'a Kaçış 151 • Batı'ya Kaçış 156 • Le Bon'perestler 162 •
Nakş-ıBerAb 165
II- Biz ve Onlar 167 Bir Anonim Şirket 169 • Demokrasi ve İslâmiyet 171 • Aydınların Dini: İzm'ler
175 • Din Afyon mudur? 179 •
İnananlar Kardeştir 181 • Düşmanlarımızın Tanrısı 182 • Der Sergüzeşt-i Caliban 183 • Yeni Bir
ideoloji 185 • İki Düşman Kardeş 187 •
Sakson Köleleri 189 • Tefekkürün Tarifidir Diyalektik 191 • Doğu Despotizmi 194 • Çağdaş
Uygarlık Düzeyi ve İsa Efendimiz 196 •
Bir İnsan Yaratmak 198 • Geç Kalmış iki Mezdekçi: Sade ve Stirner 200 • Öldürmeyeceksin 205 •
Şiddet Avrupa'nın Tannsı 209 •
Kutuplar 210 • Testideki Ay 212 • Yogi ile Komiser 213 • Ne Yogi Ne Komiser 216 • İnsan
Nereye? 219 • Bir Avuç Duman 223
III- Münzevi Yıldızlar 225 Dante 230 • İbıı Haldun ile Vico 232 • Camoens 233 • Scott 235 •
Balzac 237 • Lamennais 240 • Tagor 243 • Said Nursî 248 • Kemal Tahir 250 • Kerim Sadi 254
IV- Fildişi Kuleden 255
Kelime 1-4 257 • Kitap 1-6 262
V. Baki Kalan 269 1-28 271
Kanaviçe 301
Bu Ülke ile İlgili Basında Çıkan Yazılardan Seçmeler 337
Entelektüel bir Otobiyografi
Kimim ben? Hayatım, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi."
Cemil Meriç, Jurnal, 18.6.1974
Cemil Meriç'le ilgili, o daha hayattayken bir biyografi yazmak çok zor ve biraz da zamansız geldi
bize. Kaldı ki, Cemil Meriç'in "jurnal"inde, mektuplarında, kitaplarında, kendisiyle çeşitli zaman
ve vesilelerle yapılmış
röportajlarda öyle bir kendini tanıma va tanıtma çabası var ki, kendini tahlil gayreti, öyle
sayfalar, öyle itiraflar, anılar, düşünceler var ki, otobiyografik bir derleme için malzeme hazır
gibi. Mesele, bu yazı yığını içinden, Cemil Meriç'in fikrî gelişmesinin aşamalarını, en önemli
dönemeç ya da geçiş noktalarını vurgulayabilecek şekilde, mümkün olduğunca sistematik bir
derleme yapmak: Ortaya çıkan ve bazen kopuklukları olan -hem zaman içinde hem fikir silsilesi
içinde- uzunca metni küçük başlıklarla donatmak, iki veya üç bölümle okunmasını kolaylaştırmak
ve bunun ötesinde, özgün ve aykırı bir düşünce adamı olan Cemil Meriç'i, gerçek kişiliğinin bazı
yanlarıyla da olsa, ortaya çıkarmak, Türk okuyucusuna tanıtmaya çalışmak, kitaplarını okurken
de, bu bilgilerin ışığı altında, okuyucunun işini biraz kolaylaştırmak.
İnsan bir bütün. Yaşamöyküsü biyografik de olsa, otobiyografik de olsa, ikisinin karışımı da olsa,
kronolojik bir sıralamanın da çok daha ötesinde, o kişiyi anlamak ve tanımak için sadece bir ilk
adım. İkinci önemli adımsa, o insanın eseri, o eseri tanımak ve anlamaya çalışmak. Biyografi,
onu kaleme alan kişinin eğilimlerine, tercihlerine, yorumla- nna göre okuyucuyu yanıltabilir.
Otobiyografi de, çok daha samimi, çok daha yaşanan olayların içinden olmasına rağmen bir nevi
müdafaanâme; bazen büyüklük bazen küçüklük kompleksinden etkilenebilecek bir kendi kendini
tahlil, bir yorum, dolayısıyla, onu kaleme alanı tanımak bakımından son derece önemli bir
malzeme; ama onunla yetinmek de mümkün değil. Kronoloji ise anlamlı ve anlamsız bir tarihler
yığını. Anlamlı; bu tarihleri zamanının olaylanyla, siyasî ve kültürel gelişmelerle bağlantılı olarak
verebiliyorsak; tabiî kişinin o gelişmelerden etkilendiği veya etkilendiğini sandığımız kadanyla.
Anlamsız; salt bir gün, ay ve sene belirten rakamlar silsilesinden ibaretse.
Biyografi, otobiyografi, kronoloji, bir düşünürü anlayabilmek için başvurmamız gereken ikincil
malzeme. Asıl çaba, onu eserlerinden tanımaya çalışmak, satır satır, paragraf paragraf, sayfa
sayfa, cilt cilt.
Evet, bu "entelektüel bir otobiyografi" olacak ister istemez, koltuğunun altında kitapları,
etrafında başvurduğu, kaynaştığı, konuşturduğu veya konuşmak için vesile yaptığı insanlığın en
büyük simaları ile, biraz "fraklı", biraz
"papyon kravatlı", biraz "kasıntı" bir insan var karşımızda; objektife gülümseyen, ebediyete
gülümseyen, gülümseyen ya da somurtan. Entelektüel bir otobiyografi: daha çok düşünceleriyle,
biraz açılarıyla, biraz heyecanlarıyla, biraz maddî olaylarla, kendi kaleminden, kendi ağzından,
kendi bakış açısı ve kendi yorumlarıyla, kendi tahlilleriyle Cemil Meriç.
Çocukluğu, lise yıllan, Hatay'daki ilk gençlik yıllan, ho- calarıyla, okuduklarıyla bütünleşen,
güçlenen Cemil Meriç. İstanbul ve evlilik öncesi yaşam: Yabana Diller Okulu, pansiyon odaları,
Elit, Nisvaz. Birçok dergide makaleler, çeviriler. Sonra evlilik, lise öğretmenliği, istifa, yirmi bir ay
arayla doğan bir oğlan bir kız evlat. Geçim sıkıntısı. Yine çeviriler. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi'nde başlayan Fransızca okutmanlığı, bin bir güçlük ve sıkıntıyla kurulan bir kütüphane,
Sahaflar Çarşısı'ndan, kendi sırtında, öğrencilerinin sırtında taşınan ucuz, ama paha biçilemez
çuval çuval kitap, hemen hepsi Fransızca. Okuduklarıyla zenginleşen, zenginleştikçe yücelen,
kanatlanan bir Don Kişot. Patlama noktasına yaklaşırken, en verimli olabileceği bir yaşta,
gözlerini yitirmesi; aylarca hastane odalarında ümitle beklenen ameliyat sonuçlan, aylarca
tedavi için Paris ve açılmayan gözler: retina iyice çatlamıştır, katarakt önlenememiştir.
Boşluk, bunalım, düşünce adamının boğuluşu. Yine de aramaya, düşünmeye devam, günbegün,
sabırla, titizlikle.
Beliren bir dünya edebiyatı tarihi yazma projesinin ilk merhalesi olarak Hint edebiyatına, Hint
düşüncesine yöneliş
ve bir rahatlama, bir zenginleşme: insan beyninin yansı Ba- tı'ysa diğer yansı da Doğu, üstelik bu
Doğu Batı'yı beslemiş, Batı'yı şekillendirmiş, etkilemiş. Hint Edebiyatı ya da Bir Dünyanın
Eşiğinde, Cemil Meriç'in -Balzac'la ilgili çalışma- lan ve aslında her biri bir kitap konusu olan
makalelerinden sonra- ilk önemli eseri ve kitabının önsözü, kendi deyişiyle, "bir manifesto". Bir
türlü basılamayan, yayınevleri arasında gidip gelen, sonunda pek de fark edilmeden Türk
düşünce dünyasında yerini almak üzere ortaya çıkan önemli bir eser. İki bakımdan önemli: hem
Batı'nın karşısına Doğu'yu çıkarması ve Asya düşüncesinin önemini vurgulaması bakımından,
hem de Hint edebiyatını Cemil Meriç'in değerlendirişi, hissedişi ve sunuşu bakımından. Yıl: 1964.
Ne var ki, dünya edebiyatı tarihi projesi, biraz zor çalışma koşulları, biraz da bu ilk çalışmanın
karşılaştığı sessizlik yüzünden, ardında bu dalda örnek sayılabilecek bir eserle, terk edilir.
Dünya edebiyat tarihinden, dünya düşünce tarihine geçer Cemil Meriç. Bu dalda da örnek bir
çalışma sunar çağdaşlarına: Saint Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist. Çağdaş düşüncenin kaynağı
sosyalizm, sosyalizmin kaynağında karşımıza çıkan en önemli isimlerden biriyse Saint-Simon. Bu
eser de aynı zor çalışma koşullan, benzer yayımlanma güçlükleri ve kötüsü benzer bir sessizlikle
karşılaşır.Ama düşünce adamı artık yine sahnededir ve her zaman bu sahnede kalacaktır. Asya
düşüncesinden, Türk insanına, Türk aydınına yöneliş. Osmanlı gerçeği, İslâm gerçeği. Can
çekişen bir imparatorluğun anatomisi, siyasî plandan düşünce planına, son iki yüz yıllık zaman
dilimi içinde ortaya çıkan bürokratlar, devlet adamları, aydınlar. Osmanlı aydınından Türk
aydınına, batılılaşmadan çağdaşlaşmaya, tarihten günümüze, düşünceden edebiyata, İslâmî
düşünceden Marksist düşünceye, ideolojilerden anarşi, terör ve anomi- ye, ansiklopedilerden
Kitâb-ı Mukaddes'e kanat açan engin bir tecessüs. Gaye kendimizi tanımak, kendimizi yani dünüyle bugünüyle Türk insanını, Türk toplumunu, Türk aydınını, Türk düşüncesini.
Kendimizi tanımak ve anlamak için de Batı'nın, ilmin kılavuzluğu, sağduyunun, aklın, imanın
kılavuzluğu gerek.
1974 yılına gelinmiştir ve yeni bir hüviyet, yeni fikirler, yeni bir arayış içinde peşpeşe çıkan ve
her biri geçmiş on yıl içinde makaleler halinde çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan yazıların
metodik birer derlenmesi, bir bütün haline getirilme çabası sonucu ortaya çıkan kitaplar ve
kitaplar: 1974-84 arası yarım düzine eser, birkaç da çeviri.
Cemil Meriç'in fikir serüveni buralarda noktalanmış gibidir; 1984 sonbaharında geçirdiği bir
beyin kanaması sonucu sol tarafına felç yerleşmiş, yaşı da yetmişine merdiven dayamıştır. Ama
o, bugün, geçmişiyle gururlu; yaptığıyla, yapmak istediğiyle gururlu; sakin, güleryüzlü,
okunmayı, anlaşılmayı, sevilmeyi, takip edilmeyi, aşılmayı bekleyen, ümit eden, temenni eden
mütevazı bir fikir işçisi.
Cemil Meriç'in hayatının anlamı kitaplar... kitaplar, yani kitaplarda yaşayan insanlar:
Düşünceleriyle, duygularıyla, büyük insanlar onun her zaman kılavuzu, arkadaşı, dert ortağı.
Bazen onlarla beraber düşünür, bazen onlardan ayrı düşünür, her sese kulak verir, her
düşünceye saygı duyar. Onlarla diyalog içindedir, sabırla dinler, titizce araştırır ve sonra kendisi
çıkar sahneye: Onun gür, onun kendinden emin, onun yalın, onun kâh bilimsel kâh şiirsel üslubu
sürükler götürür sizi bir yerlere. Sataşan bir üslup, rahatsız eden, tedirgin eden; ama düşünmeye
davet eden, hakikati aramaya çağıran, önerilerini getiren ya da sizi öneri getirme
sorumluluğuyla başbaşa bırakıveren sarsıcı bir yazı tarzı, bir fikirleri sunuş yöntemi.
Cemil Meriç'in yeri hep kütüphane olmuş. Kütüphanesinde bir Don Kişot o. Kütüphanesinde ve
"Fildişi Kulelinde. Aslında hiçbir zaman çıkmamış kütüphanesinden, fildişi kulesini terketmemiş.
İyi ki de diyebiliriz.
Agoraya, arenaya, ateş hattına, politikaya inmemiş kulesinden; yol gösterici, aydınlatıcı, uyancı
olmuş hep.
Fildişi kuleyi bir "miskinler tekkesi" olarak gördüğü zaman da fildişi kulesinden sadece yazdığı
makalelerle ateş
hattına fırlamış, geri dönmüş.
Fildişi kule asude bir liman, kasırgadan kurtulmak isteyenleri barındırıyor. Cemil Meriç hep
yerinde, zaten artık ondan ateş hattına inmesini de bekleyemeyiz: gözlerini kaybetmiştir.
Fildişi kulesinde de olsa, Cemil Meriç düşüncenin asaletine sığınarak, kardeşleri, çocukları bazı
fikir ve ideolojiler uğruna şuursuzca birbirini boğazlarken, kavganın dışında kalamaz. Fildişi kule
bir yangın kulesidir, Cemil Meriç o kuledeki nöbetçi.
Cemil Meriç, Türk insanına, Türk düşüncesine verebileceğinin hepsini verebildi mi? Hem evet,
hem hayır. Evet, çünkü 38 yaşından itibaren gözleri görmeyen bir insandır o. Okuması yazması
mümkün değildir tek başına.
Okunan- lan aklında tutması, ayıklaması, belli sentezlere varması, bunları yazdırması,
yazdırdıklarından makaleler yapması, o makaleleri kitaplaştırması... nasıl güçlü bir hafızaya, nasıl
kuvvetli bir iradeye, çalışma, öğrenme ve öğretme azmine dayanır söylemeye gerek var mı? Bu
şartlar altında yapabileceğinin azamisini yapmış bir insandır Cemil Meriç.
Verebileceğinin hepsini tabi! ki verememiştir, çünkü, en değerli fikir arkadaşını, en algılayıcı
uzvunu, gözlerini kaybetmiştir. Eğer bu felaket Cemil Meriç'i bulmasaydı, inanıyoruz ki, o,
verdiklerinin kat kat fazlasını verecek, fikir adamlığının yanı sıra, belki bir aksiyon adamı da
olacak, fikirlerini kalemiyle savunduğu kadar, siyasî tercih ve davra- nışlarıyla da savunacak,
kafalardaki mefhumlar keşmekeşini aydınlatmakla kalmayacak, siyaset planında da ortaya çıkan
düşünce, davranış ve karar karmaşıklığına kendi çapında bir son vermeyi deneyecekti.
Bu çalışma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, belli bir hayat akışı, belli bir fikrî gelişme süreci içinde,
Cemil Meric'in düşüncelerinden, izlenimlerinden, duygularından, anılarından, en önemlisi,
şuurlu bir kendini sigaya çekme gayretinden kaynaklanan, değişik vesilelerle, değişik yer ve
zamanlarda kendini anlamak ve anlatmak için kaleme aldığı, yayımlanmış ya da yayımlanmamış
yazılarının kronolojik bir sıra içinde, derlenmesi çalışmasıdır.
Bazen birbirinden kopuk gibi duran, bazen birbirini iz- lercesine devamlılık gösteren, ana
çizgilerini belirtebilmek için ara başlıklarla donatıp kaynaştırmaya çalıştığımız bu metinler
bütününü, şöyle bir toparlayarak özetlemek istersek, önce, karşımıza "yalnız", "tedirgin" ve
"küstah" bir Cemil Meriç çıktığını görürüz.
Yalnızdır, kitapların dünyasına sığınır. Tedirgindir, ne ateizm, ne sosyalizm, ne Türkçülük arayış
içindeki bu zekâyı tatmin etmekte, rahatlatmaktadır. Küstahtır, bulduğuna inandığı çözümlerle
mağrur, etrafındakileri küçümsemektedir.
İlkokulda ve lisede karşısına çıkan hocalarıyla ilişkileri, anılarından süzülerek bize bu zekânın
nasıl şekillendiği hakkında bir fikir verebilecek niteliktedir, aynı zamanda 1930'lu yıllarda,
Hatay'da bir ilkokul ve bir lise seviyesi hakkında da ayrıntılı bilgiler elde etmek imkânını buluruz
bu anılarda.
Çok okuyan, çok yazan, çiçeği burnunda bir kabiliyettir Cemil Meriç. Haftada iki defter şiir
karalar, kompozisyondan hep birincidir. Ama her aklına geleni yazmanın da yazı yazmak demek
olmadığını öğrenmiştir bu arada, her filozofun hakikati kendine göre ele aldığını anlamıştır.
Tesadüfün karşısına çıkardığı kitaplar hiçbir meselesini çözmemektedir. Okuduklarını, his ve
düşünce hayatını etkileyen eserleri, bağlandığı ve ayrıldığı, ama her biri kişiliğini şekillendiren
düşünce akımlarını, izlediği ve koleksiyonunu yaptığı dergileri, gazeteleri tanırken, Hatay'ın o
yıllardaki kültür hayatı hakkında da bir fikrimiz olur.
Mezuniyet imtihanlarına kısa bir süre kala okuldan ayrılır; İstanbul'a gelir, pek barınamaz; tekrar
Hatay'a döner.
İskenderun'da Fransızlar idareye hâkimdir; Fransa'daki sosyalist hükümetin Hatay'daki
temsilcilerinin başında, Leon Blum'un sekreterlerinden Roger Garreau bulunmaktadır. Cemil
Meric'in hızlı sosyalist olduğu yıllardır; sekreter olarak Tercüme Bürosu'na girer, aynı zamanda
başkan yardımcısıdır. Parası bol, itibarı fazla olan bu iş
sayesinde, hem çevresine, hem kendine güveni artar. Derken, Türk hükümeti, Hatay'ın idarî
noktalarında Türklerin çalıştırılmasını Fransızlardan isteyince, o da bir sınır kasabasında nahiye
müdürlüğüne atanır. Ve Fransızların Hatay'dan çekilmeleriyle de dünyası değişir; Hatay
valiliğince görevine son verilir. Birkaç ay sonra da, Hatay hükümetini devirmek suçundan
tutuklanır. Antakya'ya götürülür ve idam talebiyle yargılanır. Marksisttir, duruşmalarda bunu
kabul edecek kadar dürüsttür, aklanır; ama artık dam- galanmıştır, dostlarını kaybettiği gibi,
devletle ilgili herhangi bir işte çalışma imkânı da kalmamıştır.
Cemil Meriç, kucağında yaşadığı bu cemiyetin üvey evladı olarak görür kendini hep, şahsiyeti de
bu düşman çevrede şekillenmektedir. Önce karşısına büyüklerin anlaşılmayan dünyası çıkar,
sonra okulda hep yalnız, hep yabancıdır, sürünün dışında, sevimsiz ve aptal bir dünyanın
ortasında- dır. Kitaplara sığınır, kendisine bir başka dünya yaratmak, bir kale kurmak ister.
Şuurundaki devrimler sonucu, imandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe geçer;
ama sığındığı her kale onu çevresinden bir kat daha koparır, insanlardan bir kat daha
uzaklaştırır.
O artık bir olmayanın veya bir olacağın peşindedir. Şahsiyetin, görünen cemiyet içinde,
görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilebileceği
inancındadır.
Cemil Meriç "beşiğinden" ayrılıp İstanbul'a gelirken, yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce,
yeni bir terkip yaratan ve bir asırda üç-beş tane yetişebilen büyük ustalardan biri olmak
emelindedir.
Yeniden İstanbul'dadır. İstanbul Üniversitesi Yabana Diller Okuluna burslu öğrenci olarak girer,
iki yıl okuyup, iki yıl da Fransa'ya staja gönderilecekken, İkinci Dünya Savaşı yüzünden yurtdışına
gidemez. Mecburî hizmeti vardır, Elazığ'a Fransızca öğretmenliğine atanır. Yabana Diller
Okulu'nday- ken, ilk makaleleri, ilk tercüme tenkitleri yayımlanmaya başlar. Yine o sıralarda
karısıyla tanışır, kısa bir süre sonra da evlenir. Elazığ'da iki yıl kadar kalırlar, karısı İstanbul'a
döner. Baba olmak üzeredir, verilen raporlara rağmen izinli sayılmaması üzerine istifa ederek o
da İstanbul'a döner.
Balzac'tan birçok eser çevirir, birçok dergide de makaleler yazmaya devam eder. 1940'lardaki
yazılarının ayırıcı vasfı, kendi deyimiyle, ukalâlıktır. İstanbul sanat ve edebiyat çevreleriyle bir
türlü kaynaşamaz, bu çevrenin insanları İstanbul çocuğudurlar, o taşradan gelmiştir. Bir kez
daha kitaplar dünyasına sığınır, onun için kitap bir limandır ve kitaplar, hayat yolculuğunun sınır
taşları...
O yıllarda İstanbul Üniversitesi'ne Fransızca okutmanı olarak girer, yabancı dile çok önem
vermektedir, yabancı dil, düşünceyi tanıtan ve tattıran bir anahtardır, bir "medeniyet anahtarı".
Otuz sekiz yaşında gözlerini kaybeder. Önce Cerrahpaşa Hastanesi'nde, sonra Paris'te Kenzven
Hastanesi'nde başarısızlıkla sonuçlanan ameliyatlar, bu hayat dolu, enerji dolu, bilgi dolu, bu
atılgan, bu kabına sığmayan insanı birden cinnetin ya da intiharın eşiğine sürükleyiverir.
Düşünce adamı boşluktadır, üstelik acılarını dev aynasında büyüten "rezil" bir hassasiyeti de
vardır.Cemil Meriç, bir "miskinler tekkesi" olarak kabul ettiği fildişi kulenin dışındaki aydın
olacakken, fildişi kuleye sığınmak zorunda kalır. Yıllarca fildişi kulesindedir, yıllarca yalnız.
Kavganın dışındadır, fikir ve sanat kavgasının. Politikadan da kaçar, kaldı ki politikanın
kurtarıcılığına da inanmamaktadır. Çağdaşlarıyla kaynaşamaz bir türlü, ilişkilerinde de,
yazılarında da, konuşmalarında da fazla kıyıcı, fazla mağrur, fazla "ukalâ"dır.
Yirmi yedi yıllık öğretmenlik hayatı boyunca, çeşitli fakültelerden derslerine gelip giden yüzlerce
öğrenciye, bir yandan Fransızca öğretirken, bir yandan da Baü düşüncesini, daha doğrusu
düşünceyi tattırmaya çalışır. Bu dersler uzun hazırlıklar gerektirir, ders saatleri yetersizdir, evini
de açar öğrencilerine; ona göre, talebe-hoca ilişkisi bir komedyadır, o bu komedyayı
asilleştirmek arzusundadır ve asilleş- tirir de.
Hayatının uzun süren çıraklık dönemi boyunca, yani elli yaş civarına kadar, düşünce Batı
düşüncesidir onun için, Baü düşüncesi ya da Batı'nın bakış açısından dünya düşüncesi...
1960'larda yeni bir dünya keşfeder: Hint. Ve Hint'le beraber bütün Asya. Batılının gözüyle de
olsa, gerçek değeriyle ortaya çıkan bir Doğu âlemi. Bu keşfi bir kitapla ebe- dileştirir: Hint
Edebiyatı. Gözlerini kaybeden düşünce adamı, artık yeniden yaratabiliyordur. Daldan dala
atlayan, kıtadan kıtaya, çağdan çağa sıçrayan bir tecessüs. Fransız Saint-Simon'u ve
devamcılarını Türk okuyucusuna tanıtırken de çağdaş düşüncenin kaynağına, sosyalizmin
temeline inmektedir.
70'li yıllarda fildişi kulesinden çıkar Cemil Meriç; makalelerinde, verdiği konferanslarda,
yayımladığı eserlerde, Asya'nın Avrupa'yla hesaplaşmasına tanık oluruz, yüz elli yıldır "gölgeler
âleminde" yaşayan ve insanından kopan aydının trajedisini izleriz adım adım; kaypak, müphem,
tarif edilmemiş, Avrupa'nın emellerini dile getiren ama bizim şuursuzca benimsediğimiz
mefhumlar, ideolojiler, sloganlar... aydınlığa kavuşur tek tek gözlerimizin önünde.
Artık Cemil Meriç gerçek bir entelektüel olarak karşımızdadır. Ona göre, gerçek entelektüel bir
zümrenin emir kulu değildir, gerçek entelektüel bir devrin şuuru olmak zorundadır, bütün
hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, kalabalığa doğruyu göstermeli, her
düşünceye saygılı olmalı, tarafsız olmalı, vuzuhu fethe çalışmalıdır.
Gerçek entelektüel, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa edecek, sınıflar üstü
hakikatleri araştıracaktır.
Gerçek entelektüel, dürüst olacak, çok okuyacak, çok düşünecek ve ortaya çıkardığına inandığı
hakikatleri, vardığı terkipleri korkusuzca yazacak, yayımlayacak.
Cemil Meriç denemelere başvurur bunun için. Genellikle her konu önce bir dergi, bazen bir
gazete makalesine konu olur, sonra bu makaleler, bir makale boyutunu aşan yazılarla birleşip
bütünleşerek bir kitabın içeriğini oluştururlar.
Devamlı araştıran, sık sık lügatlere, ansiklopedilere, kitaplara başvuran, notlar alan, çeviriler
yapan, özetler çıkaran, böylece biriken malzemeyi fişleyen, dosyalayan, fazla titiz, fazla çalışkan,
fazla dürüst bir fikir işçisi Cemil Meriç. Öğrenen, öğrendiklerini, kafasının ve gönlünün
süzgecinden geçirerek, öğretmek için çırpınan, her düşünceye açık, her düşünce adamına karşı
sevgi ve saygı dolu bağımsız bir fikir adamı.
Günahlarıyla, sevaplarıyla, Türk insanı, Türk aydını, Türk düşünce hayatı adına, yetiştirdiği
insanlar adına, okuyucuları adına, sevenleri sevmeyenleri adına Cemil Meriç'e teşekkür ediyor
ve kulak veriyoruz.
Birinci Bölüm
Uzun Süren Bir Çıraklık
Kendini Ölçüye Vurabilmek
"Fransızlarda 'mezar taşlan gibi yalan söylemek' gibi bir tekerleme var. Kendi hayat hikâyesini
anlatmak da buna benzer. Önce hafızamızın aynasında sadık akisler aramak ve onları
infiallerimizin, egoizmimizin eklediği çizgilerden ayırdetmek kabil mi? Belki otobiyografik bir
roman kaleme almak caiz. Ama birkaç sayfada bütün bir ömrün muhasebesini yapmak hem
tehlikeli hem abes. Her hâl tercümesi bir müdafaanâmedir. Kendimizi tanımak irfanın
varabileceği en yüksek merhale." (Jurnal, 27.3.1983)
"Neleri hatırlıyoruz, niçin hatırlıyoruz? intihalarımızın kaçta kaçı şuura intikal ediyor? Hatırlayıp
hatırlamamakta hür müyüz? Şuur altında uyuyan ihsas ve intibalar yığınını yeniden niçin ve nasıl
inşa ediyoruz? Bu inşanın sıhhati hakkında belli bir ölçümüz var mı? Bazen tam bir iyi niyetle
mazideki olayları çarpıtmıyor muyuz? Aynı olayla ilgili çeşitli şahadetler nasıl kontrol edilecek?
Hatıralarımızda ferdî ile sosyalin payı nedir?" (Jurnal, 2.5.1982)
"Güliver kompleksi. Kendim ölçüye vurabilmek. Mağdurluk numarasına yatmadan, mazoşizm
şehvetine yaslanmadan gerçek hüviyetini tespit edebilmek. Aşağı yukarı elli yıldır yazıyorum.
Kalktığım nokta ile bulunduğum norkta arasındaki mesafeyi nasıl ölçeceğim, ben ölçemezsem,
muhayyel tenkitçi ne halt edecek?"
(Jurnal, 26.10.1980)
"... Bu satırları kendimi tanımak için yazıyorum. Tanımak ve tanıtmak. İnsanın kendisini tanıması
yetmez, başkalarına da tanıtması gerek." (Jurnal, 8.10.1963)
"Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, hey - canlarını bilmemiz lâzım hiç değilse.
Hayatın maddî olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi." (Bu Ülke,
Ötüken Yayınevi, yeni ilavelerle dördüncü baskı, İstanbul, 1979, s. 183)
Genç Bir Tecessüs
"... Sekiz yaşma kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını. 1916'da Anadolu'nun
ücra bir kasabasında dünyaya gelmişim. Doğduğum tarih bile kesin olarak belli değil. Babamın
Kur'an kapağına kaydettiği doğum tarihi: 1332, Kânunuevvel 12. Meydan-Larousse 1911 gibi
yanlış bir rakam veriyor. Geçelim,..
Ailem Dimetoka'dan göçmüş. Babam, çeşitli nekbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç.
Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabancı dünyada
âşinâsı olmayan hasta bir kadıncağız, silik, mızmız...
... 12 Aralık'ta doğan çocuk itilmiş kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima
başka, daima yabancı... Hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh...
... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir
tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Böyle
bir kaçışı kolaylaştıran tesadüfler de var: Babam akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, ablam
fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi konularla uğraşmaktadır.
Amcam Hamit Bey'in kitapları genç tecessüsümü alevlendiren bir hazine. Anlıyorum ki, zalim ve
kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.
Okumayı 'Türk Sazı'nı heceleyerek öğreniyorum, bağıra çağıra okuduğum o manzumeler,
edebiyat dünyasında ilk kılavuzum olacaktır. Ötesini hatırlamıyorum.
Antakya'dan sonra Reyhaniye. Çerkez mahallesindeki ev. Bahçe, dere ve mektep. Babamı yine
akşamlan görebiliyorum. Ablam Antakya'da okuyor. Ben yalnızım. Babam hep çatık kaşlı, annem
hep mızmız. Kasabanın çocuklan hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum.
Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor... Ben yine yalnızım ve
yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var... Kendimden utanıyorum.
Sınıfta neler okuyorduk, bilmiyorum, İlyas Efendi din dersleri, Kur'an ve hüsn-ü hat hocamız.
'Muhasebat-ı Ahlâkiye' diye bir kitabımız var. İlyas Efendi bir müddet medrese görmüş. Her ders
'Muhasebat-ı Ahlâkiye'nin okuyucusu benim.
Sait Efendi bir ara Türkçe hocamız. Bulgurluzâde Rıza, Menemenlizâde Tahir elinde dolaşan
kitaplar. Satı Bey'in
'Fenn-i Terbiye Dersleri'ni de ilk onda görüyorum.Nihayet Ömer Hilmi. Lâfazan, kendini
beğenmiş bir dek- lase.
'Dar-ül Muallimin-i Âliye'nin edebiyat şubesinden mezun olduğunu söylüyor. İkide bir yazdığı
kitaplarla övünen bir Çerkez. İlk manzumemi ona okuyorum. On bir yaşındayım. Yarım saat şiirin
aleyhinde nutuk çekiyor. Daha sonra, büyük bir suç işlemişim gibi babamın da kulağını büküyor.
Ama bazı kabiliyetlerimi de geliştiriyor. Meselâ resimlerim çok başarılı.
Mösyö Nikola ilk Fransızca hocam. Ondan evvel Mösyö Vahan diye bir Ermeni varmış. Babam
sitayişle sözünü etmişti: Fransızcanın edebiyatına vâkıf imiş.
Bu saçma sapan hatıralardan utanç ve sıkıntı duyuyorum.
1928'de ilk mektebi bitirdim. Talihsizlik burada da işe karıştı: mektebimiz önceleri altı sınıflı bir
rüştiye idi, ben son sınıfı bitirince ilk mektep oldu, yani ister istemez bi sene kaybettim.
Lisem Üniversitem'dir
Sonra Antakya Sultanîsi. İlk yıldan iki isim kalmış hafızamda: Antuvan Efendi ile Lâmi Bey.
Antuvan Efendi birkaç tercümesi basılmış bir Ermeni.
Çiçeği burnunda bir kabiliyet
Lâmi Bey de Satı Bey'in kurduğu 'Dar-ül Muallimin-i Âli- ye'nin mezunlarından Ömer Hilmi gibi.
Ama ona kıyasla daha akıllı, daha coşkun ve mesleğine yürekten bağlı. Garip bir metodu var.
Kısaca tarihî veya mitolojik bir konu anlatıyor, 'hadi yazın bakalım' diyor. Promete efsanesini ilk
defa ondan dinlemiş ve şaşılacak bir hızla, yarımanzum, yarı- mensur on beş sayfa karalamıştım. Lâmi Bey hayret etmiş ve numara yerine çok
iltifatkâr bir iki cümle kondurmuştu. Unutamadığım Ömer Hilmi, hikmetine akıl erdiremediğim
nasihatler vermiş, şiirle uğraşmanın insanı felâkete sürükleyeceğini anlatmağa kalkmıştı. Lâmi
Bey ise, ilâhî bir mevhi- beden söz ediyor, 'ilham, ilham'
deyip duruyordu. Lâmi Bey'le dostluğumuz uzun sürmedi.Orta üçte hocamız değişti. Çok okuyor,
daha da çok yazıyordum. Hoca şımartmıştı beni. Orta üç'te Ali İlmî Fâni'yi tanıdım. Şair, muhibbi cemal, kalender bir Osmanlı.
Lâmi Bey gençti, pedagogdu. Ali İlmî, feleğin çemberinden geçmiş, rindmeşrep bir Osmanlı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan önce 'Dar-ül Fünûn'da metin şerhliği hocalığı yapmış. Siyaset, bu
sessiz sedasız, bu zevkperest şairi vatanından uzak- laştırmış, Rıza Tevfik, Refik Halit gibi o da bir
yüz ellilik. Niçin, nasıl, hiçbir zaman anlayamadım. Farsçası mazbut, aruza hâkim, babacan, arif
bir divan şairi. Hasbelkader edebiyat muallimi. Hissî ve fikrî hayatıma büyük katkıları olan bir
hoca, hattâ bir dosttu. Şiir dünyasına onun rehberliğinde girdim. Lâmi Bey'in adamakıllı
şımarttığı bu çiçeği burnunda kabiliyeti, İlmî Bey zaptedilmez hâle getirdi.
Bereket yeni bir hoca, bu lüzumundan fazla müşfik, zevklerinden başka programı ve metodu
olmayan üstadın çok gevşettiği dizginleri biraz kıstı: Memduh Selim. Ali İlmî, bütün zilletleri ve
meziyetleriyle Şark'tı, Memduh Selim İkinci Meşrutiyetin Avrupalılaşmış bir mekteplisi. Ali İlmî
nerede yetişmişti bilmiyorum, Memduh Selim Mülkiye'den mezundu, Fransızca, Ermenice ve
galiba Kürtçe biliyordu. Abdullah Cevdet'in rahle-yi tedrisinden geçmişti. Metin, çetin ve
lüzumundan fazla ciddi bir adam. İlk kompozisyon dersinde kâğıda mürekkep damlattığını için
numaramı bir hayli kırmıştı. Lâubalîlikten hiç hoşlanmazdı. Noktalama, satır başlarına dikkat
etme gibi, yazı yazmanın işçilik diyebileceğim yönleri üzerinde ne kadar titiz davranmak
gerektiğini usanmadan ihtar edecekti.
Memduh Selim daha sonra tercüme hocamız da olacaktı. Chateaubriand'ın 'Son Ibn-i Saraç'ın
Maceraları' adlı eserini onun sınıfında Türkçeye çevirdik. Memduh Selim için ayrı bir jurnal
yazmalıyım.
Şahsiyetimin teşekkülünde etkisi olan bir başka hoca da Mahmut Ali. Geniş tecessüsü, hastalık
derecesinde vekarı olan bir tarih hocası. Bununla beraber hocalık hayatına ait hiçbir berrak
hatıram yok. Ders kitaplarımız yoktu. Not alırdık. Sanıyorum ki Ahmet Refik'in 'Umumi
Tarih'inden anlatırdı. Bir söz virtüözü idi Mahmut Ali.
Bazen Don Ki- şot'a benzerdi, bazen Sirano'ya. O da müstakil bir jurnale lâyıktır.
Fransızca bildiniz mi...
Antuvan Efencli'den sonra Fransızca hocalarım Fransız oldu. Liseden itibaren Antakya Sultanîsi
isim değiştirdi:
"Lycee d'Antioche." Türkçe, Arapça, tarih dışında bütün dersler Fransızca okutuluyordu. On, on
bir, on ikinci sınıflarda tarih de Fransızca okutulmağa başlandı. Memleketin kayıtsız şartsız
efendisi Fransızlardı. Fransızca bildiniz mi, önünüzde bütün kapılar açık demekti.
Önce Mösyö Moity. Moity, babacan bir başçavuş eskisiy- di. Sınıfta pipo içer, talebelerden ufak
tefek hediyeler kabul ederdi. Nefis bir kaligrafisi vardı. En çok üzerinde durduğu ders
'phraseologie' idi. Bir nevi tatbikî gramerdi bu, kompozisyona hazırlık mahiyetinde bir ders.
Umumiyetle iki kelime verilir ve en az yirmi kelimeli cümle kurdurtulurdu. Ayrıca 'negatif veya
'interronegatif cümleler de yaptırtılırdı.
Türkçem zengindi, çok okumuştum. Bu temrinler yazı kabiliyetimi bir kat daha geliştirdi. Şiir
ezberlemekten hoşlanmazdım, gramere ısınamadım. Ama liseyi bitirene kadar kompozisyondan
hep birinciydim.
Fransızların nasıl bir program takip ettiklerini anlayamamışımda. Lise bir'de Hugo'nun 'Leğende
des Siecles'ini okuduk. Lise iki'de Chateaubriand'ın Atala', 'Rene' ve 'Le Dernier des
Abincerages'ını... Lise üç'te Lanson'un
'Edebiyat Tarihi' sınıf kitabımız oldu. Yalnız Lanson mu? Zaman zaman Desgranges'ın 'Seçme
Yazılar'ı da. Ayrıca klâsikler:Moliere'den, Corneille'den, Racine'den üç dört kitap okumuş olmak
zorundaydık.
Lise üç'te Bazantay Fransızca hocamız oldu. Bazantay, edebiyat fakültesi mezunu ve edebiyat
doktoru idi. Bir ara müdür de oldu liseye. Yazı hayatımda ilk gurur darbesini ondan yedim.
Tarihle ilgili bir kompozisyon söz konusuydu, konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin,
on beş yirmi sayfa karalayıp takdim ettim. Kâğıtlar geri verildi, yine en iyi numarayı ben
almıştım: yirmi üzerine yedi. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına
'gevezelik, konu ile alâkası yok, uyuyor musunuz' gibi iltifatlar döktürül- müştü. Dayak yemekten
çok daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddî yazı dersi idi. Anladım ki aklına geleni yazmak yazı
yazmak değildir.
Her filozof hakikati kendine göre ele alır
Lisede feyz aldığını bir başka hoca da Mesut Fâni. Sor- bon'dan yeni gelmiş bir hukuk doktoru.
On beş yıl Paris'te bulunmuş. Cebel-i Bereket Mutasarrıfı iken Fransa'ya kaçmak zorunda kalmış
eski bir hukuk mezunu.
Onuncu sınıfta edebiyat tarihi hocamız oldu. Hatırladığıma göre Köprü- lü'nün edebiyat tarihini
okutuyordu. Çok iyi Farsça bilirdi. Önce talebeleri bir yokladı: şiir nedir, edebiyat nedir gibi ömür
törpüleyici sualler sordu, bir güzel haşladı talebeleri. Bana biraz iltimas geçti, ama ben çok daha
fazla iltifat bekliyordum. O hafta mektebe gitmedim, yedi sekiz sayfalık bir Türk edebiyatı
şeması kaleme aldım, tabiî manzum. Ve ilk derste bu çok beğendiğim hezeyannâmeyi üstada
sundum. Mesut Bey, ertesi gün, Müdür Bazantay'i yanına alarak sınıfa geldi, böyle bir kabiliyete
rastlamış olmaktan hayatının en büyük gururunu duyduğunu 'maşallah maşallah'lar- la
süsleyerek belirtti.
Ve tanışmamızın hatırası olarak, galiba o yılın (1933) No u veau Petit Larousse'unu,
Bazantay'in tebrikleriyle değerlendirerek, hayret içinde kalan bendenize takdim etti. On birde
tarih hocam oldu Mesut Bey. Isaac Mallet'nin
'Fransız Devrimine ayırdığı kitabı okuduk. Fransız İhtilalini nasıl anlatırdı, hiçbir şey
hatırlamıyorum. On iki'de de felsefe okuttu Mesut Fâni. Sınıfta en azından beş altı tane felsefe
kitabından bahsedilirdi. Sanıyorum ki Mesut Bey'den tek öğrendiğim, bu bibliyografya zenginliği
ve her filozofun hakikati kendine göre ele aldığının şuuruna varıştır.
On birinci sınıfın sonunda nasıl çatıştığımızı, terbiyesizliğimin nasıl bütün hayatımı berbat
ettiğini ayrıca anlatmalıyım. Fakat daha önce, hayatıma karışan bir başka insandan söz etmek
lâzım: Tarık Mümtaz.
Fırsat yoksulu
Şam'da Musavver Sahra adlı bir dergi çıkıyordu, orta sondaydım galiba. Derginin başyazarı
Tank Mümtaz'dı.
Yazarlar arasında Rıza Tevfik de vardı. Sonra Kuneytire'de yan- Türkçe bir gazete yayımlandı,
başyazarı yine Tarık Mümtaz. Bu zatın 'İslâm! Sosyalizme Doğru' adlı bir risalesini de
görmüştüm.
Antakya'da Antakya adında bir gazete yayımlanıyordu, gazetenin başına Tank Mümtaz
getirilmişti, birkaç talebe, hazreti ziyarete gittik, büyük bir hüsn-ü kabul gösterdi. Sonra, manda
hükümetinin naşir-i efkân olan Antakya'yı bıraktı, birdenbire yer değiştirip, Türk milliyetçisi
olarak yazı hayatına devam etti ve Karagöz başlıklı Türkçe bir gazete çıkarmağa başladı. Kendisi
karikatürcü idi de. Tatilde Reyhaniye'ye gelip, babamdan kendisiyle çalışmam müsaadesini aldı.
Karagöz'de kaç ay yazdım, bilmiyorum. 'Fırsat Yoksulu' mahlası ile şiirler yazdım. 'Geç Kalmış
Bir Muhasebe' başlıklı yazımı istisna edersem
hayatımın başlangıcı Karagöz'deki şiirlerdir.
(Yenigün
gazetesinde yayımlanmıştı], yazı
Tank, Bahriye Miralayı Mümtaz Bey'in oğluydu. Bir miktar Sen-Jozef te okumuş, sonra Harbiye'yi
bitirmişti, Damat Ferit'in başyaverliğini yapmış, bir ara 'Ümit' isimli bir edebiyat mecmuası
çıkarmıştı. Sonra hasbelkader yüz ellilikler listesine ithal edilerek memleket dışına kovulmuştu.
Bulgaristan'da Türkçe bir gazete kurmuş, sonra oradan da kovulmuş, Avrupa'nın çeşitli ülkelerini
dolaştıktan sonra postu Şam'a sermişti. Süleyman Nazife hayrandı.
Mütareke devri İstanbul'unu yakından tanıyordu. İyi giyinen, kibar, enerji ve hayat dolu bir
Çerkez, ama Çerkezce tek kelime bilmezdi, annesi Türktü, Türkçeye âşıktı, ideali Nazif gibi
yazmaktı. Zavallı Tank yabancı dil öğrenememişti. Çok sığ bir irfan.
Ne var ki bıyıklan terlememiş bir taşra delikanlısı için, lüzumundan fazla bilgili ve geniş ihatalı bir
maceracıydı.
Tank Türkçülüğü temsil ediyordu o sıralarda, Fransızlarla arası bozulmuştu. Oysa benim
dostlarım hep Fransız yanlısı idiler. Tank, 'Türk Antakya'da Dört Baykuş Ötüyor' başlıklı bir panfle
yayımladı. Dört baykuş dediği, Ali İlmî Fâni, Mesut Fâni, Memduh Selim ve Radi Azmi idi. Ben de
sırf dostluk icabı diyerek, Yıldız gazetesine, yan-manzum, yan- mensur bir hicviye döşendim.
Başlık: 'Unutma ve Affetme Türk Genci irfan kalelerimize çöreklenen engereklerin kırk başını
birden ezmek, milli savaşın baş borcudur' vs... gibi latifeler, altına da bütün isimlerim.
Henüz talebeydim, sövüp saydığım adamlar da, beni en çok seven, en çok koruyan hocalanmdı,
felsefe sınıfında talebeydim, haftada yirmi saat felsefe okuyorduk, felsefe hocam da Mesut Fâni
idi. Güya kabadayılık yapıyor, sömürgeye ve sömürgecilere çatıyordum.İlk derste Mesut Fâni
beni dışarıya çağırdı, 'Biz sana ne yaptık yavrucuğum?' dedi. Şöyle bir şey söyledim: 'Bana
dostluk yaptınız, ama ülkeme düşmansınız.' Bu sıkıcı konuşma şöyle birtakım öğütlerle sona
erdi: 'Çocuksun, demek zekâ da kabiliyet de hakikatleri görmeye yetmiyor.' Beni mektepten
kovdurabilirdi, hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. Ama mektep idaresi yazıyı görmüştü, sıkıcı
bir tarassut altındaydım. Perişan, sefil ve hiç de övünülmeyecek bir yıl. Sınıf birincisiydim,
imtihanlara on beş gün kala mektepten ayrıldım. Oysa mektebi bitirdikten sonra Türkiye'ye
gönderilecektim.
Halep Başkonsolosu İdris Sabih Bey, beni Halep'e çağırdı, Tarık'la münasebeti kesmemi, bu
adamın Atatürk'e suikast yapan bir güruha mensup olduğunu, kendisiyle dolaşmakta devam
edersem beni koruyamayacağını anlattı.
Ben de, 'Tank hakkında söyledikleriniz tamamen yanlıştır, iyi günlerinde yanında olduğum bir
insanı, iftiraya uğradığı zaman bırakamam' falan filan diyerek istikbalimi tepeledim, yoksa
Mülkiyeye gönderilecektim." (Jurnal, 26.10.1980)
İmandan Şüpheye, Şüpheden İnkâra, İnkârdan Maddeciliğe
"Entelektüel hayatım üzerinde etki yapan bazı kitaplardan da söz edelim. Önce, senelerce
sürecek bir merakı tutuşturan Rıza Tevfik'in Kamus-u Felsefî'si.
Sonra Selim Sırrı'nın
Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı.
Bu kitap yalnız tecessüsümü
alevlendirmekle kalmadı, sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olabileceğini telkin ederek,
jimnastik yapmağa da zorladı beni.
Kaderimi tayin eden bir başka kitap da İbrahim Ethem'in Terbiye-i İrade başlıklı eseridir.
Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim." (Bir ansiklopedinin sorusuna cevap)
Suç ve Ceza baştan sonuna kadar okuduğum, büyük bir kısmını çevirdiğim, daha doğrusu
çevirdiğimi sandığım ilk yabancı kitap. Suç ve Ceza'yı kim tiyatrolaştırmış hatırlamıyorum.
Dostoyevski'den okuduğum ilk eser o küçücük tiyatro. Fransızcanın... karanlık dehlizinde ışığına
güvendiğim tek fener Şemsettin Sami'nin Kamus'u idi...
Suç ve Ceza'yı ne kadar anlamıştım?..
... Bu girdaplar ve zirveler dünyasında tek başıma dolaşacak yaşta değildim, kıyıdan seyrettim
ummanı...
Dünyam romanların dünyasıydı, Ekmekçi Kadın'ların, Tunçtan Kızlar'ın, Si m on ve Mari'lerin
dünyası... Kuklalarla dolu bir dünya." (Mağaradakiler, Ötüken Yayınevi, 2. basım, istanbul,
1980, s. 311-312)
"Çocukluğumda Scott'un Seyf-i Sar im -i ilâhi Selahattin adlı bir eserini (asıl adı Talisman) de
okumuş olduğumu yıllarca sonra hatırladım." (Jurnal, 8.10.1963)
"Ribot'yu çocukken tanımıştım. Hissiyat Ruhiyatı ziyaret ettiğim ilk hârikalar diyarı.
Karanlıklarda el yordamı ile yürümeğe çalışarak okumuştum kitabı. Sanki ruh dünyasının
bütün girdibatlarını ışığa kavuşturacaktı eser..." (Jurnal,
18 6.1963)
"On sekiz yaş... tecessüsün yıldızlara yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı...
Kagliostro, Nostradamüs, Sör Vilyam Kruks benim için de hazinenin gerçek bekçileriydiler. Onları
ararken Nordau çıktı karşıma. Nordau, Haeckel, Buchner bütün mistisizmlerin birer şarlatanlık,
birer tereddi olduğunu haykırdılar." (Jurnal, 20.10.1965)
"On birinci sınıfta lise kütüphanesinden alıp okuduğum Madde ve Kuvvet bir çeşit imtiyaz
sağlıyordu bana, hayalî bir imtiyaz. Kendini çevresindekilerden üstün gören bir ukalâ.
Çevresindekiler inanıp inanmadıklarını bilmiyorlar, o, inanmadığını biliyor artık, daha doğrusu
öyle bir vehim içindedir. Avrupa ilminin cömertçe sunduğu bu fetvayla küstah ve mağrur.
Buchner i ne kadar anladı, anlayabilir miydi? Kestirmek güç... ve mühim de değil.
Ateizm bir kaleydi, bu kaleden sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacaktı. Boğazına
sarılan kördüğüm çözülmüştü kısmen... Ateizme gelişim tamamen teorik." (Jurnal, 31.5.1981)
"Sonra Marx ve şakirtleri ve... çöken bir sınıfın mistifi- kasyonu olarak mahkûm edilen okültizm.
Yani okültizm ruh haritamdaki 'insansız bölgelerden biri. Maddecilikle gerdeğe girmeden çok
kısa bir flört." (Jurnal, 20.10.1965)
"Önce lisede Engles'in Anli Duhringi geçiyor elime. Üç cilt. Sosyalizmle ilgili bütün meseleler var
bu kitapta.
Çok dikkatle okudum, hattâ yüz sayfa kadar da özet çıkardım. Kitabı Halep'ten satın almıştım.
Marx'ın Kapital'ini de o sıralarda okudum, yalnız birinci cildini. Zaten Marx'ı okudum
diyenlerden hemen hepsi sadece Kapitalin birinci cildini okumuşlardır. Bir de Moskova'da
basılmış bir Kapital hulâsası vardı kitaplarımın arasında." (Anılan 1984)
"Hakikat bir tepenin arkasında sanırdım, Kapitaî'i okuyunca bütün sırlar çözülecek. Belki birçok
sırlar çözülür Kapitaî'i okuyunca. Ama Kapital nasıl okunur? Dilini bilmediğim bir dünya. Her
bahis sokaklarını tanımadığım bir şehir, haritam yok. Nereye gidiyorsun? Ve nihayet dünya
Kapitalle, bitmiyor... Kapitaî'i anlamak için dünyayı dolaşmış olmak lâzım. Ama Kapital
suallerinin kaçta kaçına cevap verecek?" (Jurnal, 8.10.1963)
"Nâzım'ı da o yıllarda... okudum, anlamadım ve sevmedim. On dokuzunda putperesttir insan.
Kozasını yırtmak ister. Kanatlarını tutuşturacak bir alev arar pervane. Nâzım yeniydi ve her yeni
gibi düşmanları vardı, dostları vardı.
936'da ben çocuktum, o devdi. Nâzım bir dâvanın kanatlarında yükseldi, şairi mitoslaştıran
uğradığı zulümler oldu."
(Jurnal, 12.10.1963)
"Türkçülüğe de daha çok lisede kitaplar okuyarak geldim. Yalnızdım, sosyalizmi pek fazla
tutmuyordum. İrk olarak Türktüm, Türkçülüğü seçtim. Türkçülük, yeni bir arayış, yeni bir
bütünleşme ümidi idi.
Elbette Yusuf Akçora'nın kitabını okuyordum: Türk Yıllığı Etüt hocası yakaladı, bir de tokat attı.
Türk Yurdu dergisini de muntazaman okurdum, senelerce çıktı, iyi bir kültür dergisiydi. Ayrıca
büyük Türkçülerden Ahmet Hikmet'i okudum. Yusuf Akçora'dan tanıdığım, Arap şairi Muarra'lı
Ebul Âlâ hakkında da bir kitap yazıyordum, bir de şiirini tercüme etmiştim: 'Mersiye'...
Türkçülüğüm de teorikti, bedbaht bir nazariyeydi Türkçülük, kökü yoktu, zaten sancak'ta Türk
yok gibiydi, Arp çoktu...
O yıllarda sık sık Halep'e iner, kitap alırdım. Freud'den de üç dört kitap almış ve okumuştum...
'36 yılında, edebiyat vadisinde bana tercüman olan Andre Gide'in çıkardığı Clarte dergisine
aboneydim, '36 yılı koleksiyonu tamamdı. Yine aynı yıl Gringoire adlı sağcı bir Fransız
gazetesine ve Nouvelles LiIteraires'e aboneydim, onların da koleksiyonlarını yapıyordum.
Sancaktaki kültür faaliyetleri oldukça yoğundu. Antakya'da çıkan iki dergiyi çok iyi hatırlıyorum.
Biri, Maarij-iUmumiye, aylık bir kültür dergisi. O sıralarda Halep'te oturan Rıza Tevfik de
yazardı dergide, hazretin kültür üzerine bir yazışım hiç unutmam... Çekof un bazı hikâyelerini de
bu dergide okumuştum. Ablam aboneydi dergiye.
İkincisi de Yeni Mecmua, bugün hâlâ Türkiye'de böyle bir dergi yok.
Gündelik gazeteler de küçük bir sancağın yüzünü ağartacak yayın vasıtaları idi: Antakya ve
Yeniğim. İlk yazım bu Yenigün' gazetesinde çıkmıştı: Geç Kalmış Bir Muhasebe, kültür üzerine
karaladığım bir makale.
Antep'te çıkan bir dergide de 'Şairler Irmaklara Benzer" başlıklı bir yazım olacak o tarihlerde.
Derginin adı: Işkın.
O dergiyi de bulamadım..." (Anılar, 1984)
"Ücra bir köy kulübesinde harfleri yeni yeni sökerken Kırk Ambar tecessüsümü sonsuz ufuklara
kanatlandırmıştı... Ahmet Mithat Efendi, nesillerin tecessüsünü dünya düşüncesine
kanatlandıran bir yol göstericidir...
Ahmet Mithat fakülte değil, üniversite. Ben onun çocuğuyum..." (Jurnal, 19.11.1969)
"Nazif, hayatımın ilk mukaddes isimlerinden. Benim için edebiyat şiir demekti. Nabi'ye,
Fuzuli'ye, Nedim'e âşıktım. Benim için nesir sanatının gerçek temsilcisi ise Refik Ha- lit'ti.
Halep'te yayımlanan Vahdet ve-Doğru Yol gazetelerini günü gününe okuyordum. Refik Halit,
hecenin en usta şairleri kadar ahenkli yazıyordu, tazeydi, samimiydi ve mükemmeldi. Nesrin de
edebiyatın gür ve ihtişamlı bir kolu olduğunu Refik Halit'ten öğrendim...
1930'larda Tank Mümtaz'ı tanıdım, Refik Halit bir kaynaktan fışkıran su kadar berraktı. Tank
Mümtaz, seller kadar bulanık ve köpüklü. Biri sanattı, öteki tasannu... Evet Refik Halit'i çok
beğeniyordum ama onun gibi yazmak, bayağılığa düşmeden tabi! olmak, o yaştaki bir insan için
erişilmesi güç bir hayaldi...
Tarık'ın edebiyat dünyasında tek mukaddesi vardı: Süleyman Nazif. Tank tanımadığım Nazif'in
bir havarisiydi.
Türk nesrinin o serdarını şakirdine bakarak şekillendirmeğe çalıştım. Kitaplarından önce
efsanesiyle karşı karşıyaydım.
Divan nazmından sonra, Tank menşurundan süzülen özentili, coşkun bir Nazif, sonra
Chateaubriand, sonra Hu-go... Diyebilirim ki üslûbuma istikamet veren ilk hocalar bu dört-beş
isim..." (Jurnal, 25.1.1981)
"Nordau hayatımın meşale kitaplarındandır. Onu da tesadüf çıkardı karşıma... Nordau ucuz
allâmelik kazandırıyor insana, kafasını yumrukluyor zaman zaman okuyucunun. Derin değil.
Hattâ sanıyorum çok defa haksız. Ama alışılandan başka. Nordau birçok inançlan eriten bir asit.
Conosif bir zekâ. Ben Nordau'yu galiba 22-23
yaşlarında okudum." (Jurnal, 1.4.1963)
"... Balzac'ı keşfetmiştim arada ve O'na âşıktım. Dos- to'nun Hıristiyan tarafı beni rahatsız
ediyordu. Buchner, Nordau ve Marx, beni mistisizmden öylesine soğutmuşlardı ki, vaaza
benzeyen her düşünceye kulaklarımı tıkıyordum. Zola'yı seviyordum, çünkü dinsizdi. Her
mistisizm, bir mis- tifikasyondu benim için..." (Jurnal, 10.8.1963)
"Zola gençliğimin tanrılanndan..." (Jurnal, 14.11.1963)"... Mirabo'nun çocukluğuna şahit olan
bir prens şu hükmü vermiş: 'Bu çocuk ya Neron kadar berbat, ya Mark Orel kadar ulvî olacak'.
Ben de kendimi tahlil edeyim mi: ya Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede
okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı için vazgeçen, basit, adi bir genç... veya gözlerini,
hayatını hakikat uğruna feda ederek nesl-i âti destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi
olacak hakiki bir insan..." (18 Temmuz 1935 tarihli mektup, bkz. Yazko Edebiyat, Aralık 1982)
Marksist Olduğumu Haykırdığım Zaman
"Bin bir ümitle koşulan İstanbul. Gerçeğin soğuk çehresi ve kâbusa dönen şovenizm rüyası.
Nâzım'la tanışma, Kerim Sadi. Sefalet ve kahkarî bir hezimete benzeyen dönüş, iskenderun
Sancağı ve alışılmamış bir hürriyet havası.
Putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur: sosyalizm. Tercüme kaleminde reis
muavinliği. Ve istemeyerek kabul edilen nahiye müdürlüğü. Sonra değişen dünya, telefonla işine
son veriliş. Köy öğretmenliği. Ve bir Nisan sabahı evinin aranışı. Nezaret. Hapishane (1939).
Mahkemede Marksist olduğunu haykırdığı zaman tek işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu
olmak,
'korktuğu için sustu' dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanılmaz bir dünyada idi artık, cinsî
buhran, ruhî buhran... en küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir
yaşama gerekçesiydi, belki de inanıyordu Marksizme. Eziliyordu ve ezilenlerin yarandaydı...
Kitaplardan tanımıştı sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı, anlayabilir miydi? Sınıf kavgası yoktu
Hatay'da, çünkü sınıf şuuru yoktu. Marksizm, gerçekten meçhule yani rüyaya kaçıştı, insanları
seviyordu. Ama sığındığı her kale insanlardan biraz daha uzaklaştırıyordu onu.
Beraat etti. Ne var ki bütün dostları, bütün tanıdıkları selamı sabahı kestiler. Yirmi yıl bir Jan
Valjan hayatı."
(Maga- radakiler, s. 320)
Her Büyük Adam Kucağında Yaşadığı Cemiyetin Üvey Evlâdıdır
'Yıllan çeşitli hümiliyasyonlar içinde geçen, kucağında yaşadığı cemiyette hep yabancı
muamelesi gören, bazen Türk, bazen şehirli, bazen insan olduğu için envai hakarete uğrayan
göçmen çocuğu, bir yere tutunmak, bir komünoteye girmek ihtiyacındaydı. Sınıfı yoktu zaten.
Bir bakıma parya, bir bakıma prens... Hafızasında iz bırakan en eski yıllarda, sadece itildiğini,
istenmediğini, dövüldüğünü hatırlatıyor... Yabancıydı. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve
kitaplara kapandı." (Jurnal, 26.1.1963)
"Hotantolar içinde büyüdüm. Okumak istediğim zaman kitaplarımı yırttılar. Nihayet
kütüphanem yağma edildi, hapse atıldım vs. Cemiyet belkemiğimi kırdı..." (Jurnal, 27.2.1963)
"... Gençliğim allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir ırmaktı..." (Mektuplar, 11.10.1966)
'Yirmi şu kadar yıllık hayatımda bir tek ferahlatıcı hatıra yok. Âdeta oradan ayrıldıktan sonra
yaşamağa başladım.
Beşik değil mezar..." (Jurnal, 14.1.1964)
"İnsanı cemiyet yaratır. Hangi cemiyet? İnsan cemiyetle tam bir uyum hâlinde olduğu zaman
tarihi yoktur; doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık... Fert
cemiyetle kaynaştığı zaman tarihi yoktur...
Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Zira o, yarınki veya dünkü veya
ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil... Kaderimizi çizen cemiyet; fakat ona
ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişiz- dir, denizdeki herhangi bir dalgayız.
Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmakla
fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, bir olacağa bağlanıştır..." (Jurnal, 20.8.1963)
"Önce çevreye intibak: cami, dua. Sonra çevreye isyan: şovenizm- Fakat ne o dindarlık taklidi
ruhî hüviyetini ifşa edebilir, ne saldırıcı milliyetperverlik. Sonra sosyalizm. Bütün bu
tahavvüllerin merkezinde yalnızlık kâbusu. Önce çevreye bağlanmak, olmayınca daha geniş bir
çevreye, bir belkiye, bir müpheme. Nihayet, gizlide, tehlikelide, cihan- şümûlde karar kılış...
Hayır, bütün bu tercihlerin bir tefekkür çilesinden doğduğunu sanmıyorum. Ne Marx'a geldiğim
zaman Marx'ı tanıyordum, ne Türkçülüğüm bir araştırmanın mahsulüydü." (Jurnal, 29.10.1974)
"Hilkatin atölyesinde çalışan, yani, yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir tertip
yaratan ustaların sayısı bir asırda üç-beş... Sen onlardan biri olmağa çalışacaksın.' (Jurnal,
20.8.1963) 1940'lardaki Yazılarımın Ayırıcı Vasfı: Ukalâlık
"İstanbul'a ilk gelişimi hatırlıyorum. Fetih ümitleriyle dolu idim, bir gazaya koşuyordum..."
(Mektuplar, 5.10.1966)
'Yıllarca aç kaldım. Koca bir şehirde yapayalnız... Ama beni isyana sürükleyen açlıktan çok tek
oluşumdu. Aç ve tek olmak. Gurbet ve açlık. Bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç
hiçbir zaman dolaşmamıştır diye düşünürdüm... Ben, düşünen, okuyan ve temsil ettiği, temsil
ettiğini sandığı beşerî değerleri lekelememek için aç kalmağa, açlıktan kıvranmağa razı olan
adam..." (Jurnal, 27.3.1963)"İstanbul'da çıkan ilk yazım: 'Honore de Balzac'
(1941). 'Etüdümüzün gayesi, Balzac'ın hayatını bellibaşlı inkişaf merhaleleriyle tespit etmek, bu
inkişaf üzerinde müessir olan sosyal şartlan araştırmak... Bu muhafazakâr muharririn nasıl olup
da zamanının cemiyetini bütün tezatlarıyla canlandırabildiğini izah etmektir.' (insan, sayı 18,
'Honone de Balzac', 1941) Sonra, 'Heine'. Şairi çok mu seviyordum? Hayır. Tanımıyordum ki.
Fransız solu, Hitler Almanya'sının adını anmadığı Yahudi yazan göklere çıkarıyordu. Heine ne
kadar alâkadar ederdi bizi? 'Silezyalı Dokumacılardan bize neydi?..
... Ayın Bibliyografyasında bir yıl kadar yazdım (1942-43), konu: tercüme tenkitleri. Oradan
Yücelt geçiş, sonra Tanrı kut'un Gün dergisi ve Amaç... (Mağaradakiler; s. 321)
"Amaç dergisinde galiba beş makalem yayımlandı. Sonra Yirminci Asır diye bir dergi kuruldu
(1947). Elit'te toplanıyorduk. Salâh'ı, Oktay Akbal'ı, Behçet Necatigil'i orada tanıdım... Yedigün
çıkacak dergi ile ilgilendi.
Bizimle mülakat yapmak üzere Sait Faik'i yolladı (31.12.1946). Bu vesile ile adımızdan sözedilmiş
oldu...
Kaynaşamadık Salâhlarla. Onlar İstanbul çocuğu idiler, ben taşradan geliyordum. Hitap ettikleri
zümre kendi arkadaşları idi. Ne şiir anlayışımız uyuyordu birbirine, ne nesir anlayışımız". (Jurnal,
29.10.1980)
"... Nisvaz, tımarhanenin şubesi gibi bir yerdi 1940'larda. Zekâyla fuhuş, ciddiyetle bohem, en
parlak ümitlerle en karanlık ıstıraplar yanyanaydı Nisvaz'da...
Ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitaplann asude inzivasına
iltica ettim." (Jurnal, 17.9.1963)
"Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha
çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşlan kitaplardı. Bir kanat
darbesiyle Oîemp, bir kanat darbesiyle Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla.
Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot'un İspanya'sıydı, Em- ma Bovari'nin yaşadığı şehir.
Sonra Balzac çıktı karşıma, Balzac'ta bütün bir asrı yaşadım, zaman zaman Votren oldum,
Rastinyak oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak." (Mektuplar, 14.10.1966)
"Ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki
ruh, içindeki çile, içindeki göz yaşı, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni." (Jurnal,
12.9.1963)
"1940'lardaki yazılarımın ayırıcı vasfı: ukalâlık. Batı irfanını ülke ülke, devir devir keşfe çıkan
genç bir tecessüs..." (Mektuplar, 10.12.1966)
"Benim neslim için Avrupa, insan zekâsının zirveye ulaştığı ülke demekti. Türk aydını
Tanzimat'tan beri Batı'yı heceliyordu. Ama zirveleri tanımıyorduk..." (Kırk Ambar, Ötüken
Yayınevi, İstanbul, 1980, s. 450-451)
"... İlk kitabım 1942'de doğdu, yetmiş beş sayfalık bir araştırma: Balzac ve yüz sayfalık bir
tercüme: Altın Gözlü Kız'. Sonra 'Ferragüs', 'Duchesse de Langeais' (kitapçıda kayboldu),
'Otuzundaki Kadın', 'Balıkçı Kız' (kitapçıda kayboldu), 'Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti".
(Mağarada- kiler, s. 323-324)
"... Dünyanın en büyük romancısı Balzac'tı. Balzac Türk- çeye kazandırılmadıkça, ülkemizde
gerçek roman boy atamazdı kolay kolay. 'İnsanlığın Komedyası'ndan altı kitap çevirdim... Sonra
Victor Hugo'dan iki manzum piyes ve
"Asırların Efsanesi'nden üç-beş şiir..." (Kırk Ambar, s. 451) Koca Şehirde Yapayalnız
"13 ikinci kânun 1942. Genç bir adam bir kapıyı çalıyor, şefkate susuz, hayata susuz. Hapishane,
dostların ihaneti, kopuşlar, yuvarlanışlar. Tenin açlığı, ruhun açlığı ve anlaşılmayan bir kalp ve
anlaşılmayan bir kafa ve anlaşılmayan bir vücut. Bir pansiyon odasındadır, koca şehirde
yapayalnız. Dehasıyla yalnız, kültürüyle yalnız, ıstıraplarıyla yalnız. 13 ikinci kânun 1942 ve tahta
kapıyı yumruklayan eller, soğuk bir kış günü. Sırtında paltosu var mıydı hatırlamıyor. Belki bir
dosta bir kadeh rakı ısmarlamak için satmıştı. Bütün hayatı vermekle geçti; bilgisini, zamanını,
kalbini. Başkalarında yaşadı, başkaları için yaşadı. Kendisinin olmayan bir dâva yüzünden
damgalandı ve uğrunda çarmıha gerildikleri onu taşladılar. Hayatı bir delinin yazdığı hikâye. O
çakalların bile içmediği bir kaynak..." (Mektuplar, 12.10.1966)
"Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımağa razı oluyordu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan... Ve
bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi elele hayata atladık." (Jurnal, 15.1.1964)
"... Ben heyecandım, 'spontaneite' idim, şiirdim, bohemdim. Karım, sakin bir yaz akşamı,
fırtınasız bir liman...
Karım mükemmel bir anneydi. Bayağı tarafı yoktu, temizdi, saftı, eski Roma'nın istikrarını,
üstünlüğünü yapan feragat- kâr, vazifeşinas kadınlardan biri. Kasırgadan kaçmak isteyen bir
geminin güvenle sığınacağı bir liman...
Hayatım bir trajedidir. Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman: yıldızsız, allahsız, cıvıltısız,
katran gibi bir gece. Vıcık vıcık ıstırap. Birkaç şehri fethe yeten bir enerji yeldeğirmenlerine
saldırmakla harcanır. İkinci perde izdivaçla başlar. Daha büyük, daha derin, daha uzun acılar.
Fakat vahaları olan bir çöl bu ve göğü yıldızlarla dolu: çocuklarım, kitaplarım..." (Mektuplar,
12.10.1966)
"Ben seni tanıdıktan sonra yaşamağa başladım... Yirmi iki sene gelişen, kökleşen bir sevgi bu. Bir
sevgi ve bir hayranlık." (Jurnal, 15.1.1964)Yeldeğirmenlerinin Ezeli Mağlubu: Don Kişot
"29 Ekim 1942. Elazığ'dayım. Arkamda kirli, korkulu, karanlık yirmi beş sene. Atilla'nın
atlılarından daha zalim yıllar. Rüyalarımın hepsi çiğnenmiş... Solculuğumuza dair rivayetler
dolaşıyor... içimdeki büyük korku: polis korkusu. Polisin beni neden bu kadar ısrarla takip ettiğini
anlamış değilim... Bütün zamanımı, bütün enerjimi mektebe veriyorum. İki yıl böyle geçti.
Kanma Elazığ Lisesi'nde açık bulunan coğrafya hocalığını vermediler.
Neden vermediler? Hâlâ bilmiyorum. Karım yeniden hamile kaldı. Doktor, 'bu defa hayatı
tehlikede' dedi. İstanbul'a döndük. Gözlerim hayli yorgundu, rapor aldım. İkinci raporum Tıp
Fakültesi'ndendi, kabul etmediler... 'Gelmezsen malulen mütekait sayılırsın' dediler. Koştuk,
müdür 'geç kaldınız' dedi, 'sizi yardıma öğretmenliğe başlatırım, vekâlete yazarız kararınız çıkar'.
Karım İstanbul'daydı, yalnızdım ve elli lira geçiyordu elime, otele altmış lira veriyordum, iki sene
cansiperane hocalık yaptıktan sonra, yardımcı öğretmenlik!... İstifa ettim, daha doğrusu, acı bir
mektupla durumu Vekâlete arzedip İstanbula döndüm...
..." (Jurnal,
11.9.1963)
Balzac Tercümeleri, Balzac Etütleri
"İşim yoktu, param yoktu, dostum yoktu... Daha çok çalışmak zorundaydım... Kitap bitmeden
para vermiyorlardı, kitap bitmiyordu..." (Jurnal, 11.9.1963)
"'Fenagüs'... o sayfalar huzur içinde yazılmadı. Soğuk bir oda, hayatını kalemiyle kazanmak
zorunda kalan genç bir adam... Yıllarca yaşamak ve yaşatmak için Balzac çevirdim... Balzac
tercümeleri, Balzac etütleri. On altı sayfalık bir forma karşılığında yirmi beş, bazen yirmi lira.
Haftada en çok bir forma çevirebilirdim, günde on-on iki saat çalıştığım çok olurdu ve tâbi
etütlere para vermezdi. 'Altın Gözlü Kız'dan yüz lira aldım. Tercümenin başındaki etüt iki yüz elli
sayfalıktı, yetmiş beş sayfasını bastılar, onun için yaaralı bir eser... Harcadığım emekleri ne
okuyucu farketti, ne münekkit." (Mektuplar, 7.12.1966)
"Bu araştırma... genç bir tecessüsün yabancı bir dünyada ilk kanat çırpışları, tabiatiyle dağınık ve
derbeder, çıraklık yıllarına ait bir esercik." (Kırk Ambar, s. 451)
"Balzac, ne Altın Gözlü Kızdır, ne 'Ferragüs'... Üstadın en güzel romanları çevirmediklerini.
Çevirdiklerimden ikisi kayboldu, tâbi kaybetti. Tam dört kitabım tâbi'nin kayıtsızlığına kurban
gitmiştir. Dört kitabım yani iki senem... Ve Babıâli kurudu. O sırada beklenmedik bir kapı açıldı:
"üniversiteye girdim."
(Mektuplar, 10.12.1966)
Kızılderililer Arasında Bir Rahip
"1947 Haziran. Yedi aydır Hukuk Fakültesi'nde Fransızca okutuyorum. Talebe perişan. Dilini
unutan bir nesil, yabancı dili nasıl sevsin? İçimde, misyonerlerin her aksiliğe meydan okuyan
imanı, yarının insanlarına Batı düşüncesini, daha doğrusu düşünceyi tanıtmak ve tattırmak için
çırpmıyorum. Kızılderililer arasında bir rahip.
Yabancı dil, hocalar için de, talebeler için de arabanın beşinci tekerleği. Aylardır boşuna
direniyorum. ( Jurnal, 27.10.1978)
"Avrupa'yı ortaçağın kâbuslu gecesinden kurtaran mucizenin adı: yabancı dildir. Aydınlarımız, bu
'medeniyet anahtarı'ndan mahrum kaldıkça inkılâplarımız... bir ucube olarak kalmağa
mahkûmdur. Tercüme eserler, edebiyatı kucaklayan fikir kaynaklarından -çok defa- kirli ve delik
deşik kovalarla aktarılmış damlacıklardır... Ya Batılı olacağız ya-da Bir Fhut Batı kültürünün âzâd
kabul etmez sömürgesi." (Yirminci Asır, "Bir Kitabın Düşündürdükleri", 7.2.1953)
Fildişi Kule 1: Miskinler Tekkesi
"Dadaizm ve sürrealizm, kitleye sırtını çeviren sanatın yüzde yüz iflasını bir fizik kanunu
katiyetiyle ispat etmekte...
Artık 'sanat için sanat' tekerlemesi, ya hazin bir gafletin ifadesidir yahut da bir ricatın. İlham
perilerinin iltifatı hiç kimseye kavgadan kaçmak imtiyazını vermez. Fildişi kule, ikinci harp sonu
dünyasının dâvâsız sanat meczuplarını barındıran bir miskinler tekkesidir... Vatandaşları günün
çetin kavgalarında yer alırken yıldızlara serenat besteleyen bedbahtın adı: savaş kaçağıdır... Fikir
ve sanat adamının yeri: fikir ve sanat kavgasının ateş hattıdır... Her sanatkâr ago- ra'ya inmek,
hayırla şerrin savaşında ister istemez yer almak mecburiyetindedir. Fildişi kuleye kapananlar
şerrin zaferini (bilerek veya bilmeyerek) kolaylaştırmış olurlar. Kitlelerin yükselmesi,
insanlaşması. ışığa kavuşması için sanat: işte çağımızın şiarı." (Yirminci Asır, "Fildişi Kule
Efsanesi", 1.11.1947)
"Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür. İnsanlığa yepyeni dünyalar kazandıran
yaratıcıların zaferinde, vefanın ve sabrın hissesi pek büyüktür... Yeni âhenkler veya hakikatler
müjdeleyen mücahit... kinin kasırgalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmek de senin vazifen.
Unutma ki tavan arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonla- rın şuurundaki zinciri
kırabilir... Uykusuz geceler, iftira, sefalet, doğum sancılan... işte dünyamızda hakikî sanatkârı
bekleyen akıbet." (Yirminci Asır, "Dünya Nimetleri ve San'atkâr", 16.11.1947) Düşünce Hayatıma
Yön Veren Ustalar
"Balzac edebiyatta ilk aşkınıdır. Düşünce dünyasına onunla girdim." (Jurnal, 10.12.1966)
"En çok sevdiğim Fransız yazarları; Hugo ve Chateaubri- and, sonra Balzac; düşünür ve filozof
olarak da Voltaire.
Fikrî gelişmemi en çok etkileyen yazarlar Paul Bourget ve Taine. Niçin? Belki biraz onlara
çekmişim de ondan.
Düşünce dünyamı en çok etkileyen kitap Doktor Buch- ner'in Madde ve Kuvvet'i, zira bu kitap
materyalist felsefenin en mükemmel eseri." (Okuma Notları, 1951)
"Düşünce hayatıma yön veren öteki ustalar: Rousseau ile İbn Haldun. Rousseau'dan
Nietzsche'ye, Nietzsche' den He- gel'e ve şakirtlerine geçiş..." (Mağaradakiler, s. 324)
"Entelektüel gelişmemde yol gösterici olmuş iki hocadan da minnetle söz etmek istiyorum:
Quinet ve Michelet...
Bence, Fransa demek Quinet ve Michelet demektir... 'Dinlerin Ruhu' ve İnsanlığın Kitâb-ı
Mukaddesi'..., pencerelerini bütün inanç ve düşünce dünyasına açmış, her türlü yobazlıktan
uzak birer irfan âbidesi..." (Işık
Doğudan Gelir, Pınar Yayınlan, İstanbul, 1984, s. 144)
"Schure de düşüncelerimin gelişmesinde ufuklar açan bir yazar, Quinet ve Michelet gibi."
(a.g.e., s. 149) Gözlerimi Kaybettikten Sonra"Sessiz, uyuşuk, kendi kendine yeten bir hayat. Ve
ebediyete yönelen bir ihtiras, ebediyete ve kâinata. Kelimeler dünyasının sultanı olmak,
zindanımda, hayır fildişi kulemde, sanatın ve düşüncenin gökdelenlerini inşa etmek... Kader
buna imkân vermedi. Nemezis'in parmaklan gözlerime uzandı." (Mektuplar, 15.10.1966)
"Gökten ateşi çaldığı için bütün Promete'ler gibi, Tannla- rın gazabına uğrayan bir fikir
maceracısı..."
(Mektuplar, 26.2.1967)
"20 Ocak 1955... Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acılan, korkuları, ümitsizlikleri,
bavulunda mazisi.
Ve tek desteği Mahmutpaşa'dan iki buçuk lira mukabilinde alman baston. Bir adam, bir vapurun
ambar merdivenlerinden inmektedir. 'Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan', gemi
meçhule değil, belde-i nura gidiyor. Sonra rüyaya benzeyen günler. Mânâsız ve manâlı. Çirkin ve
korkunç. Sonra bilmem kaç ay Paris.
Kenzven geceleri. Kenzven'de her gün gecedir. İstırabı nükte ile yenmeye çalışan bir aciz. Paris,
okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi." (Jurnal 2.1.1970)
"Ben görmedim Paris'i... Paris evde yoktu... Ben rüyada gördüm Paris'i, gülümsedi ve kayboldu.
Neden beni aramak için buralara kadar geldin diye sitem etti bakışları. Promete Kafdağı'na
zincirlenmiş, ben hastaneye zincirliydim. Paris'te hastaneye zincirli olmak. Hastaneye ve
karanlığa. Reyhaniye'nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını,
kötü yazılmış natüralist bir romanın esneten teferruatını okur gibi, yıllar yılı seyreden gözlerim,
Paris'te kapalıydılar." (Jurnal, 8.10.1963)
"Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak
arıyordum.
Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim bitmişti...
Beklediğim bir şey yoktu. Yazdıklarını hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım?" (Jurnal,
12.8.1965)
"Körlüğün küçüklük duygusu. Düşünce adamının boğuluşu... Yaşamak için istemediğim işlerle
uğraşmak mecburiyetindeyim... 'Emil' tercümesi, 'Sefiller', bu angaryanın mükâfatı yok.
Statükoyu devam ettirmek. Statükoyu sevmiyorum...
... Tam istiklale kavuşacağımı umduğum anda gözlerimi kaybettim." (Jurnal, 21.7.1965)
"Bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak
mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor. Kitaplar tuğla
oluveriyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kâbus bu, bir
hastalık. Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... İstediğini yapamamak,
sakatlığımdan doğan bir aciz... Acılan dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var... Aczime
tahammül edemiyorum... Bugün işimden kovulabilirim. Ve hiçbir iş yapamam. Bu, hayatımın
perde arkasındaki ardı arkası kesilmeyen uğultu." (Jurnal, 25.3.1963)
"Yaratamıyorsun. Düşünce... düşünce berraktır, sen düşünemiyorsun. Dış dünyadan
kopmuşsun, iç dünyan hasta bir hayvanın korkularını aksettiren ayna... kırık bir ayna." (Jurnal,
20.7.1965)
"Uyku ile uyuşukluk arasında rakseden bir hayat. Beklediğim bir şey yok. Dersler tatsızın tatsızı.
Kendimi bir işe bağlayamadım. Felâket şurada ki günler de sınırlı. Çalışmam gereken saatlerde
paçavralaşmış bir idrakle başbaşayım." (Jurnal, 26.3.1963)
Hint Bütün İnançlara Söz Hakkı Tanır
"'60'lara kadar tecessüsümün yöneldiği kutup Avrupa. Coğrafyamda Asya yok... Hint, benim için
Asya'nın keşfi oldu. Avrupa'dan görünen Asya, Avrupalının gözü ile Asya, ama nihayet Asya. Bu
yeni dünyada da kılavuzlarım Avrupalıydı demek istiyorum. İlk hocam Romain Rolland... Ama
büyü bozulmuştu, anlamıştım ki tarihte başka Avrupa'lar da var... Ama sonunda Hint de bir
kaçış, bir arayıştı." (Mağaradaki- ler, s. 332)
"Olemp'i ararken Hint çıktı karşıma..." "Kolomb Asya'yı ararken Amerika'yı bulmuş, ben
Avrupa'yı incelerken Hint'le karşılaştım. Dikkatimi Ganj kıyılarına çeken Schopenhauer ile
Schelling oldu. On dokuzuncu yüzyılı anlamak için 'Vedalar Çağı'nı incelemek zorunda kaldım..."
{Kırk Ambar, s. 451)
"... Düşünce dünyasını fethe koşanların uğrayacağı ilk ülke Hint olmalı. Hint bütün inançlara söz
hakkı tanır.
Çağdaş Avrupa en aydınlık taraftarıyla Hint'in bir devamıdır... Hint belki bütün hakikat değil ama
hakikat. Bu kitap, çağdaşlarını papağanlıktan kurtarmak için yazıldı. Bir kaçış değil, bir arayış."
(Jurnal, 1964)
"Bir tarih hocasının Hint'le uğraştığım için beni nasıl ayıpladığını çok güç unutabileceğim.
Eskiden Batı aforoz edilirdi, şimdi Doğu aforoz ediliyor. Daima aforoz, daima duvar, daima
husumet. Bu lanet çemberini nasıl yıkacağız? Bilmiyorum. Kitabım basılırsa... gericiler toptan
mahkûm edecek, ilericiler toptan mahkûm edecekler..."
(Jurnal, 13.3.1964)
"... O ülke, düşünce hürriyetinin vatanıdır... Hint'ten tesamuhu öğrendim, düşüncenin
gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi öğrendim. Peşin hükümlerin mahpesinden kaçmayı,
hakikatin çeşitli yönlerine eğilmeyi, hayatın her tecellisine saygı beslemeyi öğrendim.
'Hint', bir çağrıdır, güzele, sonsuza, hoşgörüye çağrı." (Kırk Ambar, s. 451)
'"64'te Hint Edebiyatım yayımladım. Okuyucusunu bulmayan bedbaht bir kitap. İrreel bir Hint
ve rüyada görülen bir edebiyat. Bir kelimeyle, kendi vecdimi, kendi rüyalarımı armağan ettim
Hint'e." (Jurnal, 18.6.1974)"Hernani'ye kaç yılımı gömdüm, kim farkına vardı?.. 'Emil'in önsözü
ile en az bir ay uğraştığımı kime anlatabilirim?.. Ve sonra Hint, kusurlarıyla, darmadağınıklığı ile,
inişi çıkışı ile bir kıta." (Jurnal, 13.3.1964)
"O kitaba harf harf hayatımı işledim. Dört yılım sayfa oldu. Hint, rüyalarımla, hicranlarımla
benim. Benim türbem. Bugün ziyaretçisi yok bu türbenin, yarın olacak mı?" (Jurnal,
26.12.1964) Talebe-Hoca Komedyasını Asilleştirmek Hayali
"Koridorda bekleyen talebeler... ve yıllardır kafama tokmak gibi inen iki kelime: sınıf yok.
Gidişler, gelişler. 'Fuzulî An- fisi' ve yarım saat sonra, hakkı olmayan bir koltuktan hakaretle
kovulan insanların utancı içinde, sığınacak yer aramak..." (Jurnal, 27.11.1963)
"... Sosyoloji dalındaki kurlarım... derbederlikten kurtuldum. Elifbayı bilmeyen çocuklara
Cuvillier okutuyorum.
Yalnız Cuvillier mi? Sınıf bir nevi tribün. Dinleyiciler bilmedikleri dilden vaaz dinleyen bir alay
bedbaht." (Jurnal, 31.12.1963)
"Derslere henüz başlamadım, çünkü başlamamı istemiyorlar... Herkesi rahatsız ediyorum...
Başka bir seyyareden gelmiş gibiyim ve nesli tükenmiş tufan öncesi bir ucube..." (Mektuplar,
20.11.1966)
"... Geçen cuma Rönesans'ı anlattım. Bu hafta Durkheim'i anlatacağım. Talebem bir hayli çok."
(Mektuplar, 17.4.1967)
"İki saat Machiavelli'yi anlattım dinleyicilere. Dinlediler mi? Kim kimi dinliyor ki?" (Mektuplar,
8.4.1967)
"Ben, insan haysiyetine yakışmayan bu talebe-hoca komedyasını kudret ve kabiliyetim
nispetinde asilleştirmek hayaline kapıldım. Örneğim yoktu. İrfanı, toprağı dişlerimle ve
tırnaklarımla kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım. Çölün kumlarında altın zerreleri
arayan adam..." (Jurnal, 7.8.1963) Fildişi Kule 2: Tufandan Kurtulmak İsteyenler İçin Bir Gemi
"Önünde birçok yollar var: politika bunlardan biri. Belki en aldatıcısı olduğu için en cazibi.
Mutlak'ın ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap
ol, aydınlan ve aydınlat." (Bu Ülke, s. 221)
"Kaçıyorsun, erkekçe çalışmaktan, yenilmekten, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk
kulübeye sığman bir köpek gibi ve her kulübeden, mantığın haşin eli boğazına sanlıp, kaçmağa
zorluyor seni." (Jurnal, 16.2.1963)
"Neden İşçi Partisi'ne girmiyorsun? Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan,
aydınlanmak ve-aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum..."
(Jurnal, 26.1.1963)
"Ben Leninden çok Gandiye yakınım. Ama belki de kavganın dışında olduğumdan." (Mektuplar,
8.4.1967)
"Politika ve aksiyon adamlarının en zayıf yanı, düşünce adamını küçümseyişleridir. Beyinle kol,
nazariye ile aksiyon el ele vermedikçe, toplum sıhhate kavuşamaz." (Kırk Ambar, s. 454)
"Benim dünyam minnacık bir dünya. Minnacık veya sonsuz. Kavgadan kaçtım. Kavgadan, yani
kör döğüşünden.
Yarım asra yaklaşan bir hayat ve birlikte yola çıktıklarımızın en arkası. Para yok, sıhhat yok,
şöhret yok...
Evet kitap da, kültür de bütün sevgililer gibi kıskanç, koparıyor insanı, realiteden koparıyor. Ama
asıl realite onlar değil mi? Yahut realitenin kalan parçası. Her okuyan Don Kişot'laşır, yani gurur
olur, feragat olur. Don Kişot istikbale taşan mazi. Hattâ bazen tek başına hak ve hakikat.
İnsanların zincire vurulmasına tahammülü yok. Don Kişot kanatlı, kertenkelelere gülünç
gözükmesi bundan." (Jurnal, 3.11.1965)"Uluların hepsi fildişi kulede yaşadı.
Fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemi... Zaman zaman kalabalıklara karışsan
bile, limandan uzaklaşma... Kalabalık kasırgalı bir umman. (Dönem, "Fildişi Kule", Ocak 1965)
Çağdaş Düşüncenin Kaynağı
"Çağdaş düşünceyi kaynağında yakalamak için on dokuzuncu asır Avrupa'sına döndüm. Bu
yolculuğun ilk meyveleri Saint-Simon'la Proudhon." (Mağaradakiler, s. 322)
"îlk Sosyolog îlk Sosyalist (1967) toplumun dertlerine çare arayan bir aydının Batı düşüncesine,
daha doğrusu düşünceye uzanışı." (Kırk Ambar, s. 451)
"Saint-Simon bir asrı dolduran düşünce. Her ışık-insanı çevreleyen sis, kinin ve kayıtsızlığın kini,
onu yıllarca kalabalıklardan saklamış, kalabalıklardan, yani gerçek dostlarından. Saint-Simon
kutupları ahenkleştiren adam.
Hem akıl, hem gönül. Zirveleri ve uçurumlarıyla büyük ve bütün. Yalnız pozitivizm, yalnız
sosyalizm değil, burjuva en- düstrializmi de onun eseri." (Saint-Simon, Çan Yayınlan, İstanbul
1967, s. 4)
"... Marksizm, tecrübeye ve tarihe dayanan tek sosyalizmdir... Sosyalizm bir bütündür, gelişen,
dal budak salan, geçmişin başarılarından ve başarısızlıklarından faydalanan bir bütün. O bütün
içinde Saint-Simon'un ve Saint-Simon'culuğun çok önemli bir yeri var." (a.g.e., s. 22-23)
"Daha bir asır Türkiye'de Saint-Simon yazacak çıkmaz. Ve ben eseri tâbi tâbi dolaştırmayacak
kadar mağrurum, kendime ve Saint-Simon'a saygım var." (Mektuplar, 26.2.1967)
İKİNCİ BÖLÜM
Gerçek Entelektüel
Tefekkür Vuzuhla Başlar, Kurtuluş Şuurla
'"68'lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirttim. Düşünmüyordum,
başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık..." /Jurnal,
9.8.1975)
"Konya yolculuklarımda (1966-67) ilk defa başkası ile temas ettim. Başkası, yani kendi insanım.
Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli 'sen bizden değilsin' dedi. Sen bizden değilsin. Evet,
ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile
çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi.
Tanzimat'tan bu yana Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve
aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın
kurbanı olmuşlardı... Avrupa'yı tanımamak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu
lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?"
(Mağaradakiler, s. 323)"... Düşünenin görevi: insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu
şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir."
(Mağa radakiler, s. 325)
"Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır, insan hırlaşmaz, konuşur,
maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan:
'uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs."
(Kırlı Ambar, s. 453)
"Kaderimizi çizen Avrupa'nın siyasî ihtirasları; kullandığımız kelimeler onun emellerini dile
getiriyor.
Kulağımıza fısıldanan lâfızları hudut ve şümullerinden habersiz fısıldayıp duruyoruz... Tefekkür
vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla." (Kırk Ambar, s. 287-288)
"Elbette ki Avrupa'nın reçetelerini uygulamaya kalkmak büyük bir hamakat; ama hocaların
söylediklerinden habersiz olmak daha büyük hamakat." (Bir Facianın Hikayesi, Ümran Yayınlan,
Ankara 1981, s. 23)
"Aydının görevi, karanlıkları aydınlatmak. Yazık ki o da kavganın içinde. Sokaklarda kardeşleri,
çocukları boğazlaşırken, soğukkanlılığını nasıl koruyabilir? Evet ama görev görevdir. Önce
kafalardaki keşmekeşi dağıtmağa, metafizik birer orospu olup çıkan kaypak, hain mefhumlara
ışık tutmaya çalışalım." (a.g.e., s. 2)
"Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûm." (a.g.e., s. 36)
"Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi... bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama
kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum,
mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, mânâsını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak
duygu: düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimat'tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve
hazır medeniyete... Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar
güç." (Mağaradakiler, s. 314)
"Düşünce dünyasında hiçbir fetih nihaî değildir. Hepimiz birer Sizifos'uz. Hele diyalogun
olmadığı bir ülkede...
Türk aydınının kaderi, mahpesinde şarkılar söylemek. Bu lanetler berzahından nasıl ve ne zaman
kurtulacağız?
Tefekkür bir arayıştır, içtimaî bir arayış." ( Jurnal, 18.6.1974)
"Münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. ...Münakaşa hakikati birlikte
aramaktır...
Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden
farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir...
Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol
boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: bu canım memleket bu yüzden bir
cüzzamlılar ülkesidir." (Jurnal,19.11.1964)
"Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak,
kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?" (Jurnal, 24.7.1964)
"... Ben, herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani, ilân edilecek hazır bir formülüm yok.
Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek
hakikat: her düşünceye saygı." (Jurnal, 19.11.1964)
"Düşünmek, insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.
Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak mânâsına gelir." (Jurnal, 29.4.1964)
Fildişi Kule ¡¢ Düşünce Adamı Tarihe, Kucağında Yaşadığı Topluma Angajedir
dahiler, s. 295)
"... Evet, düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir
partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir; kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani
vatandaş olarak vazifeleri vardır: belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması
lâzımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başka vazifesi: bütün hakikatleri yoklamak, bütün
yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nö betçi
olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin
asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir." (Mağara Sağ Sol ve Münzevi
Aydın
"Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım, sağ
dediler... Saint-Simon'la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler. Hint'i yazarken
tek amacım vardı. Asya'nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok
etmek. Saint-Simon'u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin
rahatını kaçırdı, ne sol'un hoşuna gittiler, ne sağ'm. Anladım ki, bu iki kelime, aynı anlayışsızlığın,
aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir..." (Bu Ülke, s. 265)
"Sağ, sol... bu anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında münzevi aydın hareketini nasıl
ayarlayacak? İşte bütün mesele." (Jurnal, 28.7.1974)
"Sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmak... Bu yolu ben seçmedim. Sol'un kadir na-şinas davranışı
beni ister iste mez gericilerin, kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fikrî iffetim için bir tehlike
teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca anlamak mümkün." (Jurnal, 19.7.1974)
"Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket. Yazılarıma sayfalarını açmak nezaketini gösteren üç dergi. Her
üçünde de
'Fildişi Kule'mdeyim. Aramızdaki ortak bağ: tahammül ve tesamuh." (Jurnal, 18.6.1974)
"Yeni Devir'de yazı yazmak haysiyet kırıcı, amenna. Fakat şu veya bu sebepten beni tanıyan,
bana saygı gösteren ve ısrarla makale talebinde bulunan bir yazı işleri müdürü var." (Jurnal,
4.1.1981)
"... Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün: 'Ötüken Yayınevi'nin
bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son
tahlilde, hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok. Sol, sağın gösterdiği
dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?"
(Jurnal, 28.7.1974)
"Benim trajedim şu birkaç satırda: sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak
lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlanmla, yanımla Büyük Doğu kadrosundanım.
Düşüncelerimle, inançlarımla Yön'e.
yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.
Başka bir trajedi de şu: yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap
edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dillerini de bilmiyorlar... (Jurnal,
19.11.1964)
"Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: düşünce birliği. O da rüzgârın her an tehdit ettiği
bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür?
Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine?" (Jurnal, 12.8.1963)Çiçekleşen Tomurcuk
Düşünceler
"Bu Ülke, yanın asırlık bir telebbuun, bir sanatçı mizacından süzülen usaresi. Bir mesaj, daha
doğrusu bir çığlık...
kesif, dertli, derbeder..." (Kırk Ambar, s. 452)
"Bu sayfalarda, hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim
var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için gelelim: etimin eti,
kemiğimin kemiği." (Jurnal, 15.4.1974)
"Ümrandan Uygarlığa, Bu Ülke'nin devamı, zamanla çiçekleşen tomurcuk düşünceler..." (Kırk
Ambar, s. 452)
"Zirvelerle uçurumlar arasında bir diyalog. Büyük acıların ve büyük ümitlerin kitabı. Bir devrin,
daha doğrusu bir medeniyetin muhakemesi, Asya'nın Avrupa ile hesaplaşması... Göz karartan
bir düşüşün grafiği." (Jurnal, 20.12.1978)
"Ya Mağaradakiler,? Bu Ülke tohum, Mağaradakiler ağaç. Bu Ülke'deki tohumların henüz
hepsi ağaçlaşmadı..."
(Kırk Ambar, s. 452)
"Mağaranın içi, mağaranın dışı, insanlık, aynı sefil putlara tapan bir şaşkınlar kafilesi. Hakikatte
mağaranın içi de dışı da bir. Yüz elli yıldır 'gölgeler âlemi'nde yaşıyoruz. Kitap, kendi insanından
kopan aydının trajedisi, amacı, bu yeraltı mağarasına bir parça aydınlık getirmek..."
(Mağaradakiler, arka kapak)
"Mağaradakiler, çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşunkalemle çizilmiş bir
taslağı... belki sevimli değil, ama dürüst bir kitap." (Jurnal, 20.12.1978)
"Mağaradakilerde mağaradakilerden pek azı var. Latinler 'birini tanımak, hepsini tanımaktır'
dememişler mi.
Önce kişiler, sonra mefhumlar, sonra fotoğrafların asılları... Yaşadığımız bir dramın hikâyesi."
(Jurnal, 20.12.1978) "Kırk Ambar bir mefhumlar kamusu, derbeder ve dağınık bir ansiklopedi.
Başka deyişle, kurmak istediğim büyük âbidenin birkaç sütunuyla birkaç odası..." (Kırk Ambar,
arka kapak)
"Kırk Ambar bataklığa fırlatılan bir kaya parçası, kurbağaların bile barınmadığı bu ölü sulardan
en küçük bir ses çıkmadı..." (Jurnal, 4.1.1981)
"Bir Facianın Hikâyesi zifiri karanlıkta çakılan kibrit, kuledeki nöbetçinin feryadı." (Bir Facianın
Hikâyesi, s. 2)
"Işık Doğu'dan Gelir, büyük âbideye birkaç sütun, birkaç oda daha ekliyor..."
"İstanbul'da çıkan ilk yazılanın tercüme bürosunun kepazeliklerini teşhir eder. Ben edebiyata
sürünerek girmedim, prens olarak girdim, şövalye olarak girdim ve Palas Atena gibi zırhlarımla
doğdum. İlk yazımla son yazım arasında büyük bir fark olacağını sanmıyorum. Ağaç dal budak
salmış, büyümüş, o kadar." (Mektuplar, 25.12.1966)
"Üslupta ilk ceddim Sinan Paşa. Sonra Nazif, Cenap ve Haşim. Amacım, yazan okuyucudan
ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak, şuurun, tarihin, ilmin sesini.
Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi
saplansın." (Mağaradakiler, s. 325) Gerçek Entelektüel
"Yıllardan beri karşıma çıkan meseleler üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Düşüncelerimi imkân
buldukça aktarıyorum çağdaşlarıma. Cevaplarımız suallerle hudutlu... Sorulan sualler hep aynı
olunca, cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek insan
takati dışında. Benim bütün kuvvetim mümkün olduğu kadar tarafsız oluşumdan geliyor. Yani,
hükümlerimi tayin eden ihtirasla- rım değil... Belki tek kurtuluş
imkânım: vuzuhu fethetmek." (Jurnal, 29.10.1974)
"Bugün bütün nass'lann peçesini sıyırmış, bütün hakikatleri tenkit süzgecinden geçirmiş,
hakikatten başka yaşayış
sebebi kalmamış bir insanım...
Gerçek entelektüel, önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani
rüşeymi bir mahiyet taşıyan, şu veya bu sınıfın ideolog veya demagogu olmamak, ülkesinin
bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek. Şüphesiz ki böyle bir tasavvur şairane bir
ütopyadır. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan sıynlamaz, sıynlırsa okunmaz ve anlaşılmaz.
Hayatının sonuna yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu
sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla, mezarların ötesinden seslenir gibi
seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum, sesim duyulur mu? Meşhur
bir adam da değilim, kalabalığın benimsediği edebî bir nevi de temsil etmiyorum. Ne
romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm. Beşerî
ihtiraslardan uzaklaşmışım: bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar...
... Biliyorum ki, kabiliyetlerimden çok, hâdiselerin sırtıma yüklediği bu entelektüellik misyonunu,
yani her şeyi kendi gözümle görmek, hakikatleri pervasızca çağımızın suratına haykırmak
misyonunu başaracak güçte değilim."
(Jurnal, 9.8.1975)
İmzamı Taşıyan Her Yazıda Ben Yaşıyorum
"Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silâh: kalem.
Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok... Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek,
öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir
kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir.
Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete." (Kırk Ambar, s. 454)
"Üzerinde rahatça kalem oynatabileceğim tek saha: deneme. Denemenin belli bir muhtevası
yok, her edebî nevi kucaklayacak kadar geniş, rahat ve seyyal, kalıplaşmamış olduğu için çekici...
... Monografi, tenkit, edebiyat tarihi, imzamı taşıyan her yazıda ben yaşıyorum. Bütün bu neviler
kendimi anlatmak için bir vesile. Bir Balzac'ın, bir İbn Haldun'un, bir Machiavelli'nin arkasına
gizleniyorum, kendimi yaşıyorum onlarda, kendi öfkelerimi, kendi ümitlerimi, kendi
ümitsizliklerimi..." (Mağaradakiler, s. 324)
"Hakikatte kendilerini konuşturduğum düşünce adamları, bir tarafıyla benim tercümanlarımdır.
Tanıdığım binlerce insan arasından onları seçişim, bazen kendimi sahneye çıkarmak
istemeyişimden, yani bir şöhretin arkasına gizlenmek ihtiyatkârlığından, bazen de onlarla boy
ölçüşebileceğimi ispata kalkmak gibi bir bencillikten kaynaklanabilir." (Millet, "Babil'de Bir Aydın
Konuşuyor", 30.7.1982)
"Bakışlarını iç dünyasına çeviren insan, şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşır. Bütün
'introspection'lar, bize fraklı, gözlüklü ve papyon kravatlı bir psikoloji hocası imajı sunar.
Metodun zaafı bu. Ancak kendimizi gözleyebiliriz. Kim gözleyebilir kendini? Entelektüel.
Psikoloji, bu bakımdan, bize çeşitli fikir adamları imajı sunan bir kaleydeskop.
Entelektüelin macerası entelektüeldir. Bu bakımdan, meselâ Montaigne'in bütün Denemeler'i,
Montaigne'in hayalini aksettiren bir ayna, yani entelektüel bir otobiyografi. Her sayfada
Montaigne var, elinde bir kitapla Montaigne. Yani Montaigne, kitaplarıyla resim çektiren bir
adam: şimdi Sene- ka ile konuşur, şimdi Epiktetos'la, ama konuşan hep o.
Ötekiler konuşturan. Yani, çeşitli muhatapları karşısında fildişi kuledeki fikir adamının
davranışları..." (Jurnal, 19.11.1964)Öğrenmek ve Öğretmek
"Ben hayatımın delikanlılık çağından bu yana kadar düşüncelerimde hiçbir temel değişiklik
yapmadım. Yani soldan hareket ettiğim de, sağda karar kıldığım da yanlış bir değerlendirmedir.
Hiçbir zaman sol da olmadım, sağ ela.
Böyle bir sınıflama sokaktaki adanı için geçerli olabilir. Ömrünü düşünceye adayan, Eflatundan
Marx'a kadar her düşünce adamını sevgi ve saygıyla selâmlayan, bütün dinlere, bütün
mezheplere saygılı bir kimsenin herhangi bir kilisede barınabileceği nasıl düşünülebilir?.."
(Somut, 2.12.1983)
"Başladığım noktadan çok fazla derleyemedim. Az çok bildiğim birkaç yabancı dil yardımıyla,
dünyanın irfan bahçelerinde elli yıldır dolaşıyorum. Gördüklerimi çağdaşla- rımla görüşmek ve
tattığım zevki onlara da tattırmak başlıca emelimdir. Hayatımı iki kelime hülâsa eder: öğrenmek
ve öğretmek..." (Tercüman için röportaj, '84 yazı, yayımlanmamış bir bölüm)
"... Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman benimsemedim. Bunlar hakikati kapamaya
yarayan uydurmaca mefhumlardır. Bilhassa sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı solcu ne
demek?" (Tercüman, 20.9.1984)
"... Bugüne kadar Türk aydınlan arasında diyalog kurulamamıştır, ama geleceğe yönelen
birtakım teşebbüsler vardır. Meselâ Cumhuriyet Ansiklopedisi, çeşitli ufuklardan gelen aydınlar
arasında bir diyalog kurmak arzusundan doğmuştur. Tarih ve Toplum dergisi için de aynı
şeyleri söyleyebiliriz. Yani, eğilim, aydınlanır fildişi kuleden çıkıp, düşüncelerini birbirlerine
aktarmalarıdır. Gerçekleşmesini cân-ı gönülden istediğim bir rüya bu." (Tercüman için röportaj,
'84 yazı, yayımlanmamış bir başka bölüm)
Cemil Meriç Kronolojisi
1877 Babası Mahmut Niyazi Bey'in yaklaşık doğum tarihi.
1912 Balkan Harbi sırasında ailesi Yunanistarı/Dimetoka'dan Hatay'a göç eder.
1916 12 Aralık günü Hatay'ın Reyhanlı kazasında Hüseyin Cemil dünyaya gelir. İki de ablası
vardır: Zehra ve Nadide. Bir-yedi yaş çocukluğu Antakya'da geçer. Babası aynı şehirde Ziraat
Bankası müdürü, sonra da mahkeme reisidir.
1920 Birinci Dünya Savaşını izleyen yıllarla 1936 arası, Suriye Fransa'nın mandası altındadır.
Misak-ı Milli dışında bırakılan Hatay'da da muhtar bir idare kurmuştur Fransa: Bağımsız
İskenderun Sancağı.
1923 Babasının memuriyetten ayrılması üzerine Reyhanlı'ya dönerler. Aynı yıl Reyhanlı
Rüştiyesinde okula başlar. Bu ilkokulda, üçüncü sınıftan itibaren Fransızca dersleri de
okutulmaktadır.
1928 İlkokulu bitirir, elindeki diplomanın adı: "certificat d'etu- des primaires"dir.
Aynı yıl Antakya'ya gider ve Antakya Sultanîsinde ortaokula başlar. Eğitim Fransız kültürü
ağırlıklıdır.
1933 Çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen cebirden ikmale kalır, gözleri zayıftır ve sınıftaki
tahtayı iyi görememektedir, altı numara miyobu olduğu anlaşılır.
Aynı yıl, yerel Yenigün gazetesinde ilk yazısı yayımlanır-, "Geç kalmış bir muhasebe" (23.9.1933).
35
On birinci sınıfı, birinci bolüm bakaloryayı alarak bitirir; ama liseden mezun olamaz, çünkü aynı
yıl, lise on iki sınıf olur ve ikinci bakalorya konur. Yani bir yıl önce on birinci sınıfı bitirenler
üniversiteye girebilirken, onun on ikinci sınıfı da bitirmesi gerekir.
36
On ikinci sınıf felsefe sınıfıdır, bu sınıftayken, milliyetçi tu
tumu, yayımlanan bir yazısı ve bu yazıda bazı hocalarına, onları yeteri kadar milliyetçi bulmadığı
için sert çıkması ('Türk Genci", Yıldız, 5.7.1935), parlak bir talebe olmasına rağmen ve
mezuniyetine pek az bir zaman kala, ikinci bölüm bakaloryayı alamadan okulu terk zorunda
kalmasıyla sonuçlanır. Okulu bitirdiğinde tahsiline Mülkiye'de devam edebilecekken, bu imkân
da böylece ortadan kalkar.
37
İstanbul'a gelir. Üniversiteye giremez. Bir süre Pertevniyal Lisesi on ikinci sınıfına devam eder.
Hocaları, felsefede İhsan Kongar, tarihte Reşat Ekrem Koçu, edebiyatta Keyise Idalı, Fransızcada
Nurullah Ataçtır.
Kumkapı ve Kadırga talebe yurtlarında kalır. Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi ile tanışır. Onlar için
kendi imzasını kullanmadan iki kitap çevirir Türkçeye: Gaston Jeze'nin maliye ile ilgili 400
sayfalık bir kitabı ile Stalin'in Pratik ve Teori adlı kitabı. Vaat edilen tercüme paralarını alamaz.
İstanbul'da geçinebilmesi zordur, mayıs ayında vapurla İskenderun'a dönmek mecburiyetinde
kalır.
Aynı yıl İskenderun'un Haymeseki adlı köyünde dokuz ay kadar ilkokul öğretmenliği yapar,
hemen hiç öğrencisi yoktur.
Aynı yıl İskenderun Tercüme Bürosuna sınavla reis muavini olur, Türkçe basını Fransızcaya
çeviren bir ekibin başındadır. Beş altı ay kadar bu işte kalır.
Hatay bağımsız bir cumhuriyet olmaktadır. Türkiye'nin, sancaktaki idare amirlerinin Türk olması
için Fransızlar nezdindeki girişimi sonucu, Fransızlar tarafından Akte- pe'ye nahiye müdürü tayin
edilir. Sadece yirmi iki gün süren bir memuriyet.
İşine Hatay Valiliği'nden gelen bir telefonla son verilir.
Reyhanlı'ya dönüp, Batı Ayrana köyünde ilkokul öğretmenliğine başlar. Türk Hava Kurumu'nda
sekreterlik, Belediyede kâtiplik gibi geçici görevlerde de bulunur.
Nisan ayında tevkif edilir, üç yüz kadar kitabına ve dergi koleksiyonlarına el konur. Antakya'ya
götürülür, Hatay hükümetini devirmek suçundan idam talebiyle yargılanır, iki ay sonra beraat
eder.
Aynı yıl 29 Haziran'da Hatay Türkiye'ye katılır.
Tekrar İstanbul'dadır. Bir arkadaşından İstanbul'da Yabana Diller Okuluna burslu talebe
alındığını, oraya girebileceğini öğrenmiştir. Okula müracaat eder, giriş sınavım kazanıp iki yıl
okur, iki yıl da Fransa'ya staja gönderilecektir. Tarlabaşı'nda bir pansiyonda kalmaktadır. Elit,
Nisvaz gibi zamanın sanatçı ve aydınlarının bir araya geldiği kahvelere devam eder bir süre.
İstanbul'daki ilk yazısı insan dergisinde yayımlanır: "Ho- nore de Balzac".
İkinci Dünya Savaşı yüzünden Yabana Diller Okulu öğrencileri Avrupa'ya gönderilemez, mecburi
hizmeti vardır, kurada şansına Elazığ çıkar.
Aynı yıl Elazığ'a gitmeden az önce tarih ve coğrafya öğretmeni olan Fevziye Menteşoğlu ile
tanışır ve 19 Mart günü evlenir, eşi İstanbulludur. Aynı yıl, haziran ayında babası ölür.
Aynı yıl, 29 Ekim'de Elazığ Lisesinde Fransızca öğretmenliğine başlar.
1942-43 Ayın Bibliyografyası adlı dergide tercüme tenkitleri yayımlanır.
Elazığ Askeri Hastanesi'nce düzenlenen bir kurul raporuna göre, her iki gözündeki yüksek ve
"müterakki" miyop askerlik yapmasına engeldir, askerlikten muaf tutulur.
Aynı yıl, ilk kitabı yayımlanır, Balzac'tan bir çeviridir bu: Altın Gözlü Kız (Üniversite Kitabevi), 189
sayfalık kitabın 74 sayfası Balzac'la ilgili bir incelemenin yer aldığı önsözdür.
1944-47 arası, dönemin çeşitli dergilerinde (Yurt ve Dünya, Yücel, Gün, Amaç) özellikle Fransız
edebiyatı ve düşüncesi üzerine incelemeler, daha da çok tercüme tenkitleri yazar.
Şubat, Elazığ'daki stajyer öğretmenlik görevinden, iki sene dört ay sonra ayrılır. Eşinin Elazığ'a
tayini çıkmadığı gibi, eşi burada iki de çocuk kaybetmiştir, ancak İstanbul'da doğum
yapabileceğinin anlaşılması üzerine İstanbul'dadır ve yedi aylık hamiledir. Tıp Fakültesi'nden
gözlerinin yorgun olması nedeniyle aldığı rapora rağmen Bakanlıkça izinli de sayılmayınca istifa
eder.
Aynı yıl, 1 Nisan'da bir oğlu dünyaya gelir, ismini Mahmut Ali koyar.
Aynı yıl, Balzac'tan iki çevirisi çıkar: Otuzundaki Kadın (A. Bolat Yayınevi, 168 sayfa) ve
Onüçlerin Romanı (Ferragus) (Yüksel Yayınevi), 157 sayfanın 28 sayfası önsöz.
16 Aralık, bir kızı gelir dünyaya: Ümit.
Aynı yıl bir çevirisi daha basılır, hep Balzac'tan: Kibar Fahişelerin ihtişam ve Sefaleti (inkılâp
Kitabevi) 471 sayfa, 17 sayfalık bir önsöz.
Aynı yıl, aralık ayının son günlerinde sınavla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine Fransızca
okutmanı olur.
Bir yıl kadar Yirminci Asır dergisinde yazar. 1947-53 yıllan arasında makale yazmaya ara vermiş
gibidir. 1953'te, aynı dergide birkaç makalesi daha yayımlanacaktır.
Victor Hugo'nun Hernani
tarafından kendisine verilir.
adlı piyesinin manzum olarak tercümesi Milli Eğitim Bakanlığı
1949-50-51 tarihlerini taşıyan ve çeşitli okuma notlarından oluşan bir defter doldurur. Aynı
zamanda yoğun bir dosyalama ve fişleme çalışması içindedir. İlgisini çeken her konuda malzeme
biriktirmektedir. 1951 Muafiyet imtihanına girecek Hukuk Fakültesi öğrencileri için, EH. Saymen
ve Mösyö Louat ile, 43 sayfalık bir Fransızca Yardımcı Metinler kitapçığı hazırlar (Yabancı Diller
Okulu, Fakülteler Matbaası).
Aynı yıl Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne doktora öğrencisi olarak kaydolur. 1952-53
İstanbul Işık Lisesi'ne Fransızca öğretmeni olur.
54
arası aldığı okuma notlarıyla iki defter daha doldurur.
54
Yabancı dil okutmanlığına paralel olarak lise öğretmenliği
ni sürdürür.
İlkbahar aylarında gözlerini kaybeder.
Aynı yıl, yaz aylan boyunca İstanbul Cerrahpaşa Hastanesinde yatar, birkaç başarısız göz
ameliyatı geçirir, bir gözünde retina tabakası çatlamıştır, diğerine katarakt sonucu perde
inmiştir. Ameliyatlara yurtdışında devam edilmesinin uygun olacağı sonucuna varılır.
21 Ocak, Denizyollarının Tarsus vapuruyla, tek başına İstanbul'dan Marsilya'ya, oradan da trenle
Paris'e gider. Fakülte tarafından 'tetkikatta bulunmak üzere" Avrupa'ya seyahate gönderiliyor
kabul edilerek, yola çıkabilmişse de, amaç Paris'te ünlü
"Quinze-Vingts" (Kenzven) Hastanesi'nde ameliyat olabilmektir. Ocak sonuyla temmuz arasında
birçok ameliyat geçirir, fakat gözdeki yüksek tansiyon ve kanama yüzünden son ameliyatlar
yapılamaz, yurda dönmek mecburiyetinde kalır. Bir daha ameliyat olmayacak ve artık hayatının
sonuna kadar göremeyecektir. 7 Temmuz günü, uçakla Yeşilköy Havaalanı'na iner.
Aynı yıl, Hatay'ta oturan annesi Zeynep Hanım vefat eder. Aynı yıl jurnal tutmaya ve QuinzeVingts Geceleri isimli bir roman yazmaya başlar, her ikisine de devam etmez.
V Hugo'nun Sefiller adlı eserini, sonra da H. Taine'in Sanatın Felsefesi adlı kitabını Türkçeye
çevirmek talebi Maarif Vekaleti'nce geri çevrilir. Üç ay kadar sonra, Vekaletten gelen bir yazıyla,
JJ. Rousseau'nun E mil adlı eserini çevirmesi uygun görülür, çeviriye başlar. Yaptığı çalışma
yarım kalmış titiz bir çeviri örneğidir.
Aynı yılın aralık ayında
yayımlanır.
Hernani
çevirisi, Maarif Vekale ti'nin "Klasikler" dizisi arasında
O yılın tiyatro sezonu için İstanbul Şehir Tiyatrolarında Hernani'nin temsili uygun görülmüş ve
sahne çalışmaları tamamlanmış gibiyken "mühim bir sebepten dolayı daha sonra sahneye
konacaktır" gerekçesiyle eser, son anda programdan kaldırılır ve bir daha da temsili sözkonusu
olmaz.1959 Fransızca öğrenecekler için bir Fransızca dili grameri hazırlar. Yaklaşık 100 daktilo
sayfası tutan bu çalışması basılmaz. Aynı yıl, Hugo'nun Sefiller adlı eserini Türkçeye çevirmesi
Bakanlıkça bu kez uygun görülür.
Ne var ki Hint düşüncesi ve edebiyatıyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma bütün zamanını
almaktadır, çeviriye başlar ama devam etmekten vazgeçer.
1961 Eşi ağır bir rahatsızlık geçirirse de hemen tamamen iyileşir.
Hint Edebiyatı'nın yazılması biter, eser baskıya hazırdır. Aynı yıl, yılbaşından itibaren düzenli
olarak jurnal tutmaya başlar, Jurnal ine '64 ve '65 yıllarında da devam eder, bu dönemde
Mektuplarla da zenginleşen Jurnal, aralıklarla da olsa 1983 yılı ortalarına kadar sürecektir.
Aynı yıl, Antakya'da İngilizce öğretmem Lamia Çataloğlu ile tanışır. Bu tanışma hayatının sonuna
kadar sürecek bir dostluğa dönüşür.
Aynı yıl. Edebiyat Fakültesi sosyoloji bölümünde, hem sosyoloji öğrencilerine hem de çeşitli
fakültelerden derslerini izlemeye gelen öğrencilere sosyoloji ve kültür tarihi dersleri verir, bu
dersler çok düzenli olmasa da emekliliğine kadar sürecektir.
Bu yıl kadar bastırılamayan Hint Edebiyatı, sonunda yayımlanır (Dönem Yayınlan, 266 s.).
'53 yılından sonra ilk kez Dönem ve Çağrı dergilerinde makaleleri çıkar.
Victor Hugo'dan, Mahmut Sait Kılıççı ile beraber manzum olarak çevirdiği Marion de Lonne
basılır (MEB Yayınlan, 192
s.).
Aynı yıl, Hugo'dan yapmış olduğu Hernani çevirisi ikinci kez basılır (MEB Yayınlan, 184 s.).
Makale yazmayı Yeni İnsan ve Hisar dergilerinde sürdürür. Hisar'daki yazılan, aralıklarla da olsa,
on yılı aşkın bir süre devam edecektir.
Saint-Simon tik Sosyolog, life Sosyalist, bu yıl basılır (Çan Yayınlan, 143 s.).
Aynı yıl, A. Meillet ile M. Lejeune'ün Encydopedie Franca ise'deki bir yazısını Dillerin Yapısı ve
Gelişmesi başlığı altında, talebesi Berke Vardar ile Türkçeye çevirirler (Dönem Yayınlan, 86 s.).
Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon adlı bir çalışması Fakülteler
Matbaasında basılır (Türkiye Har-si ve İçtimai Araştırmalar Derneği, sayı 101, 23 s.).
1968'de ÎÜEF Sosyoloji dergisinde çıkan İdeoloji ile ilgili bir başka çalışması (sayı 21-22), bir
kitapçık halinde yayımlanır (Fakülteler Matbaası, 23 s.).
Balzac'tan çevirmiş olduğu Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti adlı eser, ikinci defa, İhtişam
ve Sefalet (Vautrin) adıyla gözden geçirilip basılır (Ötüken Yayınevi, 543 s.).
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca okutmanlığından emekli olur. Görmemesine
ve oldukça zor çalışma koşullarına rağmen hocalık görevini sonuna kadar sürdürmüştür.
Aynı yılın nisan ayında bir erkek torunu dünyaya gelir, 58 yaşında dede olmuştur.
Aynı yıl, Bu Ülke yayımlanır (Ötüken Yayınevi, 170 s.). Ümrandan Uygarlığa adlı eseri de bu yıl
basılır (Ûtüken Yayınevi, 371
s.) ve Türkiye Milli Kültür Vakfı'ndan "fikir dalında" ödül alır.
Aynı yıldan itibaren Türk Edebiyatı, Kubbealtı Akademi dergilerinde ve Orta Doğu gazetesinde
yazılan çıkmağa başlar.
Bu Ülke ikinci baskıyı yapar (Ötüken Yayınevi, 200 s.). Aynı yılın haziran ayında bir erkek torun
sahibi daha olur.
Bu Ülke ilavelerle üçüncü defa basılır (Ötüken Yayınevi, 244 s.).
Aynı yıl, Hint Edebiyatı adlı eseri, "Hint ve Batı" başlıklı bir bölümün de eklenmesiyle Bir
Dünyanın Eşiğinde adıyla ikinci kez basılır (Ötüken Yayınevi, 344 s.).
Pınar, Küprû, Gerçek dergilerinde makaleleri çıkar, en çok da Pmar'da yazar.
Ummandan Uygarlığa'nın ikinci baskısı yapılır (Ötüken Yayınevi, 366 s.).
Mağaradakiler adlı eseri yayımlanır (Ötüken Yayınevi, 352 s.).
Aynı yıl mart ayında televizyonun birinci kanalında roman üzerine bir söyleşisi yayımlanır. 197884 yıllan arasında, çoğu Kubbealtı Cemiyeti'nde olmak üzere, yılda üç dört kere konferans verir.
Bir Dünyanın Eşiğinde üçüncü baskısını yapar (Ötüken Yayınevi, 352 s.).
Bu Ülke, yeni ilavelerle dördüncü kez basılır (Ötüken Yayınevi, 275 s.).
Aynı yıl Hareket dergisinde de yazmaya başlar.
Kırk Ambar'ı çıkarır Cemil Meriç (Ötüken Yayınevi, 487 s.).
Aynı yıl eser, Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü'ne layık görülür.
Aynı yıl Mağaradakiler ikinci baskısını yapar (Ötüken Yayınevi, 326 s.).
Uriel Heyd'den Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri isimli kitabı çevirir (Sebil Yayınevi,
134 s.). Milli Eğitim ve Kültür dergisinde ve Yeni Devir gazetesinde makaleleri yayımlanmaktadır.
Bir Facianın Hikayesi Ankara'daki bir yayınevi tarafından basılır (Ümran Yayınlan, 167 s.).
Thomton Wilder'in Köprüden Düşenler adlı kitabını Lamia Çataloğlu ile birlikte İngilizceden
Türkçeye çevirirler (Tur Yayınlan, 112
s.).
Aynı yıl, Ankara Yazarlar Birliği Derneği tarafından "yılın yazan" seçilir.
Kayseri Sanatçılar Derneği'nden, inceleme dalında bir ödül alır.
Aynı yıl, 15 Ocak'ta Nişantaşı Akademi Kitabevi'nde bir imza günü düzenlenir. İlk kez
okuyucusuyla karşılaşır. Aynı yıl, 30
Ocak'ta, "Cemil Meriç'le Türk kültüründeki değişmeler hakkında bir söyleşi" başlığını taşıyan bir
televizyon programına katılır.
Maxime Rodinson'un Batıyı Büyüleyen islâm adlı eserini dilimize kazandırır (Pınar Yayınlan, 175
s.).
Aynı yıl, İletişim Yayınlarının çıkardığı Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisine makaleler
yazar. 7 Mart günü 41 yıllık beraberlikten sonra eşini kaybeder. Aynı yıl TÜYAP Kitap Fuar'nda
eserlerini imzalar.
İşık Doğudan Gelir adlı kitabı yayımlanır (Pınar Yayınlan, 233 s.).
Aynı yılın ağustos ayında bir beyin kanaması geçirir, sol hemipleji sonucu sol tarafına felç iner.
Cerrahpaşa Hastanesinde üç ay süren bir tedaviden sonra taburcu olur.
Bu Ülke, Entelektüel Bir Otobiyografi ve Cemil Meriç Kronolojisini de içeren 63 sayfalık bir giriş
bölümüyle beşinci kez basılır (İletişim Yayınlan, 285 s.). Kültürden irfana adlı eseri İnsan
Yayınları arasında çıkar (405 s.). Aynı yayıneviyle bütün eserlerinin basılması konusunda
imzalanan sözleşmeye rağmen diğer eserleri basılmaz.
İletişim Yaynlarının bu kez de Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisinde makaleleri
yeralır.
13 Haziran günü, kendisini yatağa mahkûm eden uzunca bir hastalıktan sonra, 71 yaşında
hayata gözlerini yumar.
Karacaahmet Mezarlığı'na eşinin yanına defnedilir (Ada 8, no. 890).
Aynı yıl, ölümünden bir ay kadar önce, televizyonun birinci kanalında, TRT tarafından
hazırlatılan: "Sanatımızdan Portreler: Cemil Meriç" adlı bir belgesel yayımlanır. Ölümü üzerine
aynı belgesel bir kere daha ekrana gelecektir. Aynı yıl, Dönemli Yayıncılıkla Cemil Meric'in
vârisleri arasında, bütün eserlerinin basılması konusunda bir sözleşme imzalanır, iki eserinin
yayına hazırlanıp baskıya verilmesi aşamasında, yayınevinin kapanması üzerine bu girişim
sonuçsuz kalır.
1989 Cemil Meriç için, 13 Haziran günü Cağaloğlu Basın Müzesinde düzenlenen ikinci ölüm
yıldönümü anma toplantısında yapılan çeşitli konuşmalar, Hürriyet Gösterinin eylül sayısıyla
birlikte çıkan Cemil Meriç ekinde yayımlanır.
Dördüncü ölüm yıldönümü dolayısıyla, Hatay Kültür Müdürlüğü ile İLESAM tarafından
Antakya'da, "Türk Fikir Hayatında Cemil Meric'in Yeri" konulu bir panel düzenlenir. Paneldeki
konuşmalar, Mehmet Tekin tarafından Cemil Meriç şair,filozof, yazar adını taşıyan bir
kitapçıkta toplanır (Antakya, 94 s.).
Ocak ayında, Cemil Meric'in bütün eserlerinin bir külliyat halinde basılması konusunda, İletişim
Yayınlan ile Cemil Meric'in vârisleri olan çocuklan arasında bir neşir sözleşmesi düzenlenir. Bu
sözleşmeye göre, Cemil Meric'in bütün basılmış telif eserleri, basılmamış "Jurnal" ve
"Mektuplar"!, çeviri eserleri ve yine basılmamış ders notlan, konferanstan, diğer yazılan
yayınevince yayımlanacaktır. Cemil Meric'in beşinci ölüm yıldönümünde, İstanbul Üniversitesi
Rektörlüğü Öğrenci Kültür Merkezi Edebiyat Kulübü tarafından bir anma günü düzenlenir.
Cemil Meriç'in iki çocuğundan Mahmut Ali Meriç, Saint-Joseph Lisesi'ni bitirdikten sonra
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuş, Fransız hükümetinden burs alarak
gittiği Paris'te, Paris Üniversitesi Hukuk ve İktisat Bilimleri Fakültesinde, siyasî düşünceler tarihi
konusunda doktora çalışmalarını sürdürmüş ve bir master (DES) yapmıştır. İstanbul Barosu
avukatlarından olup, bugün bir Fransız şirketinin üst düzey yöneticiliğini yapmaktadır. Evli ve iki
erkek çocuk babasıdır.
Cemil Meriç'in kızı Ümit Meriç, Çamlıca Kız Lisesi'nden sonra bir yıl İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Fransız ve Roman Dilleri Filolojisine, üç yıl da aynı fakültenin Sosyoloji
Bölümüne devam ederek bu bölümden mezun olmuş, aynı fakülteye asistan olarak girmiş,
"Cevdet Paşa'nın Cemiyet ve Devlet Görüşü" adlı çalışması ile sosyoloji doktoru unvanını
almıştır. Doktora tezi Ötüken Yayınevi tarafından aynı yıl basılmış (1975, 160 s.), eser 1977'de
Türkiye Milli Kültür Vakfı'nca mansiyona layık görülmüştür. 1985 yılında doçent, 1992'de
profesör olan Ümit Meriç, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde
Kurumlar Sosyolojisi Anabilim Dalı Başkanı ve Bölüm Başkanı olarak çalışmış ve 1999 Eylülünde
kendi isteği ile emekli olmuştur. 1999-2004 yıllan arasında İstanbul Büyük- şehir Belediyesinin
yürüttüğü
"Sosyal Doku Projeleri'ne ve "Kentim İstanbul Projesi'ne danışmanlık yapmıştır. Halen
"Seyahatnamelerde ve Sefarethanelerde İstanbul" başlıklı bir eser üzerinde çalışmaktadır.
Fevziye Hazal Yazan adlı bir kız çocuğu annesidir.
Cemil Meric'in iki ablasından Zehra Meriç hiç evlenmemiş, devlet memuriyetinden emekli
olduktan sonra 1982 yılı sonunda Reyhanlı'da vefat etmiştir. Diğer ablası Nadide Köklü ise iki
defa evlenmiş, üç erkek, dört kız toplam yedi çocuğu olmuştur. Cemil Meric'in ablası ve
yeğenleri Hatay'da yaşamaktadır.
Hazırlayan: MAHMUT ALİ MERİÇ Dalyan, Ekim 1992
BU ÜLKE
Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem
budala,han de alçaktır. Bir adamın "benden başka herkes alâanıyor" demesi güç şüphesiz;
amasahiden herkes (Adanıyorsa o ne yapsın?
Daniel de Foe*1. Bâbil*
Ve Yehova* "B un la r n hepsi tek k a vim" dedi. "Konuştukları dil aynı, giriştikleri işi yarıda
bırakacağa benzemiyorlar.
Gelin de toprağa inelim, dillerini ayıralım şunların birbirlerini anlayamaz olsunlar". Ve
âdemoğulları kentlerinikuramadılar. Oraya Bâbil dendi. Bâbil, yani karışıklık.
TevratSağ ile Sol*
Mefhumların kâh gülünç, kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu, fikir
hayatımız.
Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Fir'avunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini
göstermeyen fir'avunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyulalar için ehramlara taş taşıyan birer
köle Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o
bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar.
Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime, semavî kitapların şeytanı. Ve en
tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar.
Sol'la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi.
Sol, Latincede meş'um, eski Almancada eğri demek... Cehenneme inen merdiven hep sola
bükülür. Sağ, kibar ve imtiyazlı; Rabbin sevgili kullan sağında oturacaklar, diyor Tevrat.
Sol'la sağ'ın yeni bir hüviyetle politikaya sıçrayışı, Fransız İhtilali'yle yaşıt.
Napolyon orduları ihtilalin ideolojisini dünyanın dört bucağına taşır; ideolojisini, yani
kelimelerini.
Avrupa, Fransa'nın mirasını muhabbetle benimser... aynı manevî iklim, aynı içtimaî yapı. Önce
burjuvazinin bayrağıdır sol, sonra dördüncü sınıfın... hürriyettir, terakkidir, müsavattır. Sağa
türbedarlık düşer; türbedarlık, yani ezelî değerlerin bekçiliği.
Hangi ezelî değerlerin? İhtilal, istibdadın tasfiyesiydi; müjdeydi, ümitti, gelecekti. Sağ, daima
çekingen, daima korkak, daima sevimsizdir. Çekingendir, çünkü maziyi temsil eder; maziyi, yani
keyfiliği, kanunsuzluğu. Korkaktır, zira kanlı imtiyazların ve karanlık istismarların mirasçısıdır.
Sevimsizdir, hangi mezarlığı ürpermeden seyredebiliriz? Avrupa'nın son iki yüz yıllık tarihi, sol'un
zaferleri, sağ'ın hezimetleri tarihidir.
Bize gelince... Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol, arazı meçhul bir hastalık. Solcu,
ithamların en korkuncu olur... büyüden meş'um, bedduadan netameli bir kelime. Sağ, daha
nazlı, daha utangaç bir misafir. Ne zaman gelmiş, bilen yok! Türk adaleti, kimse tarafından
benimsenmeyen bu silik ve şahsiyetsiz kelimeyi pek ciddiye almaz. Ve çeyrek asır nebatî bir
hayat yaşar sağ.
Sol, demokrasilerin zaferinden sonra yeni bir bekâret kazanır Avrupa'da, günâhlarından arınır.
Bizde ele kasideler döşenilir, nazenine. Avrupa, bütün cinayetlerini sağ'a yükler. Sağ, yakın
tarihin "günahkâr teke"sidir: kilisedir, cehalettir, faşizmdir. Batının en "gerici" partileri bu
menfur vasıftan kurtulmağa çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur sağ: Türk'ün
âlicenaplığı... Filhakika bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçisi, bizden
başka elinden tutam kalmamıştır.
Sol-sağ... Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir
ilgisi olmayan iki yabancı. Sol'un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları,
Moskova; sağ'ın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal. Hıristiyan Avrupa'nın bu habis
kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi
kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.
Gerici Kim?
Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Taramadığımız bir dünya bu.
İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkısında kayboluyor.
Ne güzel tarif: "Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her
yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeğe çalışan (kimse)" (Meye km-Larousse). Tarifin
tek kusuru bu ucubenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi.
Murdar bir hal'den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.
IV Murat'a, Süleyman devrine dön! diye haykıran Koçi Bey'den* Reşit Paşa'ya* kadar Osmanlı
Devleti'nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante,* yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac* eserini iki ezelî
hakikatin ışığında yazar: kilise ve krallık. Dostoyevski* maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici,
Dostoyevski gerici!Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden
kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu. Kelâm, BütünüyleHaysiyettir
İlk kitap: hafıza. Şaman veya rahip, yazının icadından sonra da imtiyazlarını titizce korur,
fetihlerini uzun zaman yazıya dökmez, nesilden nesile sözle aktarır; sözle, yani nazımla. Sırlar,
harflere tevdi edildiği zaman bile sokağın dili kullanılmaz. İlâhiler manzum, büyüler manzum,
destanlar manzum. Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi şairler uysallaştırmış. Beşiğinde Tanrıların
dilini konuşmuş insan. Nazım en olgun meyvelerini verdikten sonra nesir doğmuş. Hantal, ürkek,
acemi bir nesir.
Nazım, imkânlarını araştıran düşünce: hatalarını bağışlatmak için mûsikinin yardımına muhtaç;
musikinin, yani veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu: sevimli ve serkeş. Nesir, bütün
nazımları kucaklayan bir orkestra: girift ve kâmil. Kur'an mensurdur: Yedi Askı* şairlerini
secdeye kapandıran bir nesir.
Büyük nâzımların çoğu, nesirde de büyüktürler: Namık Kemal* ve Hâşim* gibi. Ama istisnası bol
bir kaide bu: hecenin en usta şairi Rıza Tevfik,* nesirlerinde ne kadar derbeder, ne kadar yavan.
Genç naşirler, nazmın tehzibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tanınan,
daha ölçülü olurdu. Heyhat ki, nazımperdazlığın tiryakilik gibi tehlikeleri de var. Bazen, bütün
dikkatini, bütün hünerini nazımda tüketiyor sanatçı; mısra "haysiyet"i oluyor, cümle
"haysiyetsizliği. Oysa kelâm bütünüyle haysiyettir.
Bugünkü "düz yazı"nın ne edebiyatla münasebeti var, ne haysiyetle: bed, cıvık, yüzsüz.
Kelimeler, ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastalan gibi koşuyor. Hepsinin sırtında
aynı urba, bakışlarında aynı manasızlık.
Nesir yok artık. Nazım var mı ki?
Argo _________________
Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil, tarihten kaçanların... Argo, korkunun ördüğü
duvar, uydurma dil şuursuzluğun. Biri günâhları gizleyen peçe, öteki irfanı boğan kement. Argo,
yaralı bir vicdanın sesi; uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin. Argo, her ülkenin; uydurma
dil, ülkesizlerin.
Bizim Kapitol'ümüz* Yok
Fransız Akademisi* hantal, tutucu, şekilperest. Ama dûna yarına bağlıyor, millî şuurun bir
parçası. Hazineyi ejderler bekler, Kapitol'ü kazlar. Akademi, Fransa'nın Kapitol'ü, kırk kazlı bir
Kapitol. Fransız dilini, barbarların istilâsından o kazlar koruyor, Diderot'ya* göre.
Bizim Kapitol'ümüz yok ama kazlarımız var. Bu sevimli mahluklar mabedin bekçisi değil,
kirleticisi.
Tarih, eserlerini iki defa oynarmış: Önce trajedi, sonra komedi olarak. Roma'nın kazları heybetli
bir trajedinin kahramanıydılar, bizimkiler tatsız bir komedyanın aktörleri. Kamus, Bir Milletin
Hafızası Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa
uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı
göstermiş: kamusa.
Eski sözlüğe kızıl bir külah geçirdiğini söyleyen Hugo,* tek kelime uydurmamış; sembolizm'in* üç
silâhşoru de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı'da cinnet bile terbiyeli.
Penelop'un* Örgüsü
Batı'nın en talihsiz fikir adamı, bir ba's-ü bâd-el mevt* hayaliyle avunabilir. Türk yazarı, böyle bir
teselliden de mahrum. Dil, Penelop'un örgüsü, yirmi dört saatte bir sökülüp örülüyor.
Her Kemal Yeni
Edebiyatta "yenilik" ne demek? Her kemal yeni, her bayağı fersude. Şiirden şuuru kovan ve
nesri, bir saralı
"tümceler" tımarhanesine çeviren bu yeni, ne bir cüceler edebiyatı, ne bir mik ro edebiyat:
rüştünü idrak etmeden kocayan nesil
lerin kendi kendini tahrip insiyakı.
Yobaza Düşmanlık
Yobazlık, Şark'ın nefis müdafaası. Yobaz, samimiyet, yobaz kendini bir nass'a hapseden idrak; bir
nass'a, yani sonsuza. Yobaza düşmanlık, tarihe düşmanlık. Yobaz biziz, en güzel
taraflarımızla biz.
İzm'ler ____________________________________
İzm'ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe'lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.
Türkiye'deki Hayalet
89'a kadar kana, çamura bulamış Avrupa'yı. İspanya'da engizisyon olmuş, Rusya'da çar.
Avrupa'dan kovulunca bize sığınmış.
Baş tacı etmişiz "bîve-i bâkir"i. Elli yıl düşünce yasaklanmış; iman, suç sayılmış. Bu izm uğruna
bütün izm'lere düşman kesilmişiz. Onu her tehlikeden korumak için hapishaneler yükseltmiş,
matbaalar kurmuş, mektepler açmışız. Gediklerden sızan her fikir, süngü ile tepelenmiş.
Kamuoyu o mabudenin şüpheli rakiplerini haklamak için iktidarla elele vermiş. Kanun hiçbir
itizâle göz açtırmamış.
Kâh Batıcılık olmuş, kâh Batı düşmanlığı. Her izm onun himayesinde sahneye çıkmış. Bu yedi
ceddi yabancı âlüfte- nin dilimizde adı yok. Batı, "obskürantizm" demiş. Obskürantizm kocayıp
dermansızlaşınca, surların ardında bekleyen tefekkür, bulanık bir sel gibi boşanmış ülkeye. Beyni
iğdiş edilen nesiller büyük bir susuzlukla bu kirli sulara eğilmiş. Ve düşünce, mahiyeti meçhul bir
içki gibi çıldırtmış herkesi. Kırk beş milyon, kırk beş milyona düşman kesilmiş.
Obskûrantizm heyulası yok edilmedikçe, herhangi bir diriliş hayaline kapılmak çılgınlık. Slogan
İlkelin İdeolojisi'
Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara
muhtacız. Kaosu kos- mos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye
düşmanlık, tek izm'e teslimiyettir: obsküran- tizme. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları.
Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusulaya da
ihtiyaç var. Pusula: şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru.
İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalar? çarptı, ya batağa saplandı.
İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın
sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideoloji- sidir. Düşünce ile çığlık
bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medenî insan konuşur. Bu çocuklar
yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile suratımı1 "Fildişi Kuleden" bölümünden çıkarıp buraya yerleştirdik.
za tükürüyorlar. İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık. Demokrasinin demopedi
olduğunu kimse düşünmedi. Aczin hürriyetperverligi yalanların en namussuzu. Bahşedilen
hürriyet, ölmek ve öldürmek hürriyeti.
Toprak sarsılıyor!.. Hep birden esfel-i sâfiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız.
İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan
korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapılan açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye'nin
kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en
doğru yol.
Bu Firar Bir Kabil* Kompleksi
Her dudakta aynı rezil şikâyet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden
bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye'nin
insanından şikâyetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını
yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz'laştıranlardır.
Türk aydını, Kitâb-ı Mukaddes'in Serseri Yahudisi*... Hangi Türk aydını? Kaçanlar ne Türk, ne
aydın. Bu firar bir Kabil kompleksi.Sen Bir Az-Gelişmişsin
Kıt'aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda,
bir de küffar...
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamlan. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu.
Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar
diyarıdır."
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar, "sen
bir az-gelişmişsin."
Ve Hıristiyan Batı'nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nişân-ı zîşân" gibi gururla
benimsedi aydınlanınız.
Avrupa'nın Yeni Bir İhraç Metaı
Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye... Daha doğrusu, aynı nazenin taze bir
makyajla arz-ı endam etti.
Filhakika, intelijansiyamızın* şerefine şampanya şişeleri patlattığı bu sözde bakire, Tanzimat'tan
beri tanıdığımız
"Batılılaşma"nın ta kendisi.
"Çağdaşlaşmak", Avrupa'nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD gibi... Şuuru felce uğratan bir
zehir. "Çağdışılık" ithamı, iftiralann en alçakçası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak
neden Hıristiyan Batı'nın putlarına perestiş olsun?
Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkâr etmek ve peşin peşin köleliğe razı
olmak değil mi?..
Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok
daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin.
Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrîleşmektir; asrîleşmek, yani maskaralaşmak,
gâvurlaşmak. Kırk yıllık Kâni'nin Yâni olamayacağı, Türk'ün akl-ı selimi için bedahetlerin
bedaheti; bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale edemeyeceği Danilevsky'den* beri bir
kaziyye-i muhkeme. Asaletini Kaybeden İrfan İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mabede bezirgan
sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez... Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra
tutuşturmuşlar eline. "Emanetleri ehline tevdi ediniz," demiş din.
Mürit: ceset. Can: mürşidin nefesi. Hint'te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin en
mukaddesi, şakirtle üstat arasındaki bağ.
Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asaletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi
saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar, Batı'nın bit pazarlarından
ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci.
Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir,
aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.
Dergi, Hür Tefekkürün Kalesi
Şöhreti fethe koşan bir aydınlar ordusu. Kimi yan yolda kalacak, kimi yol değiştirecektir bu
akıncıların. Belki hiçbiri varamayacaktır hedefe. Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar. Yasak
bölge tanımayan bir tecessüs; tanımayan, daha doğrusu tanımak istemeyen. En çatık
kaşlılarında bile insanı gülümseten bir "itimât-ı nefs", dünyanın kendisiyle başladığını vehmeden
bir saffet var. Tomurcukların vaitkâr gururu.
Bir şehrin iç sokakları gibi mahrem ve samimidirler. Devrin çehresini makyajsız olarak onlarda
bulursunuz.
Müzeden çok antikacı dükkânı, mühmel ve derbeder.
Kitap, istikbale yollanan mektup... smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve
gazete... biri zamanın dışındadır, öteki "an"ın kendisi. Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber
büyür. Gazete, okununca biter.
Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve
sıcak bir tefekkür.
Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir
neslin vasiyetnâmesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi,
kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar.
Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle
seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece.
Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş, merak eden yok.
Mecmua-i Fünûn* (1863-1865) tam bir mektepti, diyor Tanpınar. "Bu mecmua bizde, Büyük
Fransız Ansiklopedisi'nin on sekizinci asırdaki rolünü oynar." Ne garip mukayese! Fransız
Ansiklopedisi, yükselen bir sınıfın kavga silâhıydı. Nassları devirmekti amaç; nassları, yani
kiliseyi. Mec- mua-i Fünûn, bir avuç bürokratın nâşir-i efkândır; daha doğrusu Batı'dan ithal
edilen posa fikirlerin sergilendiği bir meydan. Ne milleti temsil eder, ne içtimâi bir sınıfı. Bununla
beraber, düşünce tarihimizin bir sayfasıdır; bedbaht veya bahtiyar bir sayfası.
Hangimizde koleksiyonu var?
Dergiler, İkinci Meşru tiye t'te* bir hitabet kürsüsüydü, hitabet kürsüsü veya bayrak. Altın çağlan
yeni harflerin kabulü ile sona erdi. Eski okuyucularını kaybettiler, yeni okuyucu nesilleri
yetişinceye kadar devletten yardım beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet intelijansiyasının en
âcil vazifesi, maziyi tasfiye ve hâli takviyeydi. Takrir-i Sükûn* Ka- nunu'ndan 1940'lara kadar,
dergilerimiz hiçbir "aşın düşüncece daha doğrusu düşünceye yer vermezler.
Sonra, zaman zaman çığlıklar duyulur, tek parti devrinin kesif ve kasvetli havasını dağıtmaya
çalışan çığlıklar.
Nihayet politika, haftalık kavga dergilerine görülmemiş bir alâka sağlar. Ve bu hayhuy içinde,
sesi büsbütün kısılan edebiyat, birkaç zavallı derginin soluk sayfalan arasında nebatî bir hayat
yaşar.
_______________ ___ __
Batı Dergileri
Derginin vatanı İngiltere. (Hangi derginin? Dergi korkak, pısırık bir kelime, mecmuanın kötü bir
tercümesi.
Mecmuada bir edep, bir asalet var. Cami ile, camia ile, cemiyetle akraba. Dergi düşünmez,
haykırmaz, dövüşmez; toplar. Neyi? Sorumluluktan kaçanları.) İngiltere'de ilk dergi 1749'da
çıkar: Monthly Review. Onu Smolett'in*
Critical Review'su takip eder (1756). Ama İngiltere'de dergi denince Edinburg Review* gelir
akla (1802). Bir neslin değil, bir milletin şerefi; bir bayrak, bir mahkeme, bir vicdan. Şiarı Publius
Syrus'un* bir sözü: "Suçluyu affeden hâkim, kendini mahkûm etmiş olur." (Judex damnatur
guum nocens absolvi- tur.)Revue des Deux Mondes*
Fransa'nın en uzun ömürlü dergisi. 1829'da kurulan dergi 1831'de eski bir musahhihin, Buloz'un
eline geçer. O
milletlerarası dergiye kişiliğini kazandıran Buloz'la oğlu. İnatçı bir adam Buloz; müstebit bir
idareci. Her şeyi kendi gözüyle görür. Anlayamayacağım bir makaleyi basmam, der. Kabiliyetleri
keşfeder, gençleri korur. Birçok büyük eserlerin ilk şekillerini bu dergide buluruz: Musset'nin
Geceleri, Vigny'nin Kaderler'i, Meri- mee'nin Colombo'su.
Romantizmin bütün devleri Buloz'un dergisinde boy gösterirler, romantizmin ve Fransız
diplomasisinin. Bu yüz bin sayfalık hazinede ihtişam ve sefaletiyle bütün Fransız burjuvazisi
yaşıyor. Geçen asrın Fransa'sını resmî diplomatlarından çok bu dergi tanıtmış dünyaya. Revue
des Deux Mondes'un iki ayağı var, diyor bir yazar: Edebiyat ve politika; politika sağ ayağı.
Filhakika kendini şöyle tanıtıyordu dergi ilk sayfasında: "Çağımız gerçeklere yönelen bir çağ.
Politika müsbet bir ilim. Nazariyeden usandık. Başka ülkelerde neler olup bittiğini araştıralım.
Onların tecrübelerinden faydalanalım." Buloz derginin pencerelerini bütün dünyaya açar.
Politika alanında kalem oynatanlar Fransa'nın en tanınmış diplomadandır. Dergide tarihimize
ışık tutacak çok değerli makaleler var.
1834'te 350 abonesi vardır derginin. Oysa romantizmin bütün büyük şöhretlerini toplamıştı
dergi. Abone sayısı 1843'te 2000'e, 1868'de 25.000'e çıkar. Baba Buloz 1877'de ölür. Oğlu
Charles Buloz aynı gelenekleri devam ettirir.
1893'te Brunetiere başına geçer derginin, daha sonra Rene Doumic. Dergi, kişiliğini bu dört titiz
ve şuurlu idareciye borçlu.
Revue des Deux M ondes, Fransa'nın millî müesseselerinden biri, Akademi gibi. Ve Akademi
gibi sert tenkitlere, insafsız alaylara hedef olur.' Edebiyatı tezgâhlara, raflara ayırmakla dehayı
ezmekle suçlandırılır. Flaubert, Buloz'u şöyle çekiştirir: "Getirilen her yazıyı düzeltme hastalığı
var adamda. Bu yüzden hiçbir eserde orijinalite kalmıyor...
Geçenlerde Tur- genyev anlattı; Buloz, son hikâyesinin bazı yerlerini makaslamış... Gözümden
düştü Turgenyev.
Yazıyı Buloz'un suratına atacak, herife iki de tokat aşkettikten sonra bir güzel tükürecekti
yüzüne... George Sand da sesini çıkarmıyormuş tashihlere... Böyle dâhiler için taviz değil, âdeta
namussuzluk bu. Madem ki yazıyı götürmüşsünüz, demek ki beğeniyorsunuz. Elinizden geleni
yapmış, sayfalara bütün ruhunuzu dökmüşsünüzdür.
Karışmak kimin haddine."
Maupassant çok daha insafsız: "Bir aydını küçülten üç şey var: Akademi üyeliği, Legion
d'Honneur* nişanı, Revue des Deux Mondes yazarlığı."
Ama nesiller birbirini izliyor dergide. Meş'ale sönmüyor. Batı'da inkâr bile bir kabul. İhtilaller
birer kopuş değil, birer koşuş. Revue des Deux Mondes hâlâ çıkıyor. Yalnız Revue des Deux
Mondes mu?
İşte doksanını dolduran bir başka dergi: Revue Philosophique. Dergiyi Ribot kurmuş. Üstadımız
henüz çiçeği burnunda bir felsefe doktoru.
Çağdaş
ingiliz Psikolojisi (1870) ile
Schopenhauer'un Felsefesi o zamana kadar basılan başlıca eserleri. Felsefe Dergisi, çağdaş
düşüncenin bütününü sunmalıdır, Ribot'ya göre. Onun için dergi, kapışını bütün felsefelere
açmış. Bütün felsefelerin amacı bir değil mi? Bu kürsüde her fikir sesini yükseltebilmen.
Amaç, insanı tanımak. Birinci keman, psikoloji. Dergi tabiat ilimleriyle, felsefe tarihine geniş yer
veriyor. Şiarı, tecrübe, metafizikçiden bile vaka istemektedir. İlk yazı Hypolite Taine'in:
"Çocuklarda ve insanda Dil" (1876).
Sonra dost isimler: Janet, Spencer, Wundt. Bir kelimeyle bütün Batı. Bütün Batı mı? Düşünce
cangılında yolumuzu aydınlatan hırsız feneri: tecessüs. Her çağın Herkül sütunları* var.
Ribot'nun dergisi bütün hürriyetçi iddialarına rağmen 1894'e kadar sosyalizme kapalı gibidir. O
milletlerarası derginin sütunlarında bir İslâm düşüncesi, bir Hint düşüncesi de yok.
Önümde bir başka derginin heybetli ciltleri: Revue de Me- taphysique et Morale. Yıl: 1893.
Ribot"un dergisi on sekiz yaşında. Yani derginin giriş yazısı, "Revue Philosophique sayfalarını
müsbet ilimlere de açmış, biz yalnız felsefeyle uğraşacağız" diyor. Aklın ışığı her çağdakinden
daha zayıf ve titrek. İnsanlığın yolunu kim aydınlatacak?
Dergi hür düşüncenin arenası olmak istiyor. Hangi hür düşüncenin? Sayfalan akıldan yana olan
herkese acıkmış.
Herkese yani kalıplaşan, köşelerini kaybeden her düşünceye. Çağımız bu dergilerin dışında
doğmuş. Bunlar birer kilise. Hür düşünce bir "itizar (heresie). Ama kilise olmadan îtizal olmaz.
Önümdeki koleksiyon Sait Halim Paşa'nın kütüphanesinden geliyor. Rıza Tevfik, Paşa nın felsefe
hocasıydı.
"Kamûs- u Felsefe" yazan geniş tecessüsüne rağmen mabedi pencerelerinden seyreder, içeri
girmez. Daha sonrakiler mabedin varlığından bile habersiz.
Kitap'
"Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana* Neşideler Neşidesi* veya Kur'an. Senin kitabın
hangisi?"
Dostoyevski, "Avrupa'yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz", diyor. Biz ne kendimizi tanıyoruz,
ne Avrupa'yı.
Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi,
alan çalışmalarına koyuluyorlar. Avrupa'yı, Avrupa'nın istediği kadar tanıyoruz.
Ne var ki ihtiyar Batı da hafızasını kaybetmişe benziyor. UNESCO, kitap yılında, kitap için yazılmış
en güzel eseri hatırlayamadı: Susam ve Zambaklar.
Susam ve Zambaklar Ruskin'in* en çok sevilen, en çok okunan kitabı. Şöyle diyor Ruskin:
"Kendimize dost seçeceğiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama nerede bulacağız o dostları? Kaç
kişiyi tanıyoruz? Her istediğimizle tanışabilir miyiz? Talihimiz yâr olursa, uzaktan görebiliriz
büyük bir
1 "Fildişi Kuleden'' alarak buraya yerleştirmeyi uygun gördüğümüz bu oldukça uzun yazıyı ikiye
bölerek ikinci bölümüne bir de başlık ekledik.şairi, sesini duyabilirsek ne devlet... Bir bakanın
odasında on dakika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını bir saniye üzerimize çekmek, ümit
edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü. Ama hep buna benzer mesut tesadüfler peşindeyizdir.
Yıllarımızı, duygularımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu uğurda. Sayısız zilletlere katlamaz. Bize her
an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız. İçlerinde hükümdarlar da vardır,
devlet adamları da. Günlerce şikâyet etmeden iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına izin
vermeyiz. Filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası."
Ruskin kitapları ikiye ayırır: Geçici olanlar, kalıcı olanlar. Geçiciler faydalı veya tatlı birer
konuşma: Seyahatnameler, hatıralar. Bunlar kitaptan çok bir nevi mektup, bir nevi gazete. Kalıcı
kitap, sohbet değil, yazıdır.
Birkaç sayfaya sığdırılmak istenen bütün bir hayat. Ebediyete yollanan mesaj. Kimsenin
söylemediği ve söyleyemeyeceği gerçek. Yazar, o birkaç sayfayı kaleme almak için gelmiştir
dünyaya. Mümkün olsa taşa kazır fikirlerini.
Kütüphane, bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleri ile dolu. Bu ulular bezmine kabul
edilmenin tek şartı, liyakat. Mabede bayağılar giremez. Diriler naziktir, ölümsüzler titiz.
Gerçekten severseniz konuşurlar sizinle. Bir kitabı okurken "ne güzel kitap" deriz, "yazar da tıpkı
benim gibi düşünmüş". Yanlış, şöyle dememiz gerekirdi:
"bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru." Yahut, "belki şimdi anlayamıyorum,
birkaç gün sonra anlarım." Önce teslimiyet, anlamak cehdi. Sonra hüküm. Yazarın gerçekten
değeri varsa, düşüncesini, bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini bütünü ile
söyleyemez yazar, söylemek de istemez. Gizler, istiarelere başvurur.
Güzel sabahlan kucaklayan sis gibi güzel eserleri saran bu sis de tabiî. Düşünceye cazip ve parlak
bir biçim vermek küçültür düşünceyi. Büyük yazar içinden gelen sesi olduğu gibi haykırandır.
Kelimeleri kullanırken avamın hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünmez. Derin bir düşünceyi
anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır. Kendi içine, kendi
kalbine inmektir. Nesneleri bulutlar arkasından görürüz. Düşünmek bu sisleri yırtarak aydınlığa
varmaktır.
Yazar düşüncesini yardım olsun diye sunmaz. Bir mükâfattır bu. Lâyık mısınız, değil misiniz?
Anlamak ister.
Tabiat da öyle değil mi? Altın neden toprağın derinliklerinde? Okurken araştırmaya çıkacağınız
maden: yazann düşüncesi veya niyeti. Araçlarınız: zekâ ve bilgi. Kayayı kıracak, madeni
eriteceksiniz. Önce kelimeyi fethedeceksiniz, sonra heceleri, harfleri.
Bir aydın yabana dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da ihtiyaç yok. Yeter ki ana dilini
gerçekten bilsin.
Kelimeleri şecereleriyle tanısın. Asıl olanları âdilerinden ayırsın. Karanlık kelimeler vardır, arılar
gibi vızıldayan kelimeler. Taşıdıkları hiçbir düşünce yoktur, kimse tarafından anlaşılmazlar. Ama
yine de herkesin ağzındadırlar.
Onlar için yaşanır, onlar için ölünür: Hayalimizin rengine bürünürler. Göremeyiz onları,
pusudadırlar. Ve bir atılışta parçalar bizi. Dilimizin her kelimesi başka bir dilden gelmiştir. Nice,
ülkeler dolaşmıştır bize gelinceye kadar. Ciddi olarak okumak isteyen Yunan alfabesini
öğrenmeli (Ruskin İngilizlere söylüyor bunu). Her dilden lügatlar bulunmalı kütüphanenizde.
Okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmamalı.
Büyükler, bayağıları meclislerine kabul etmez. Bayağı, hissetmeyendir. Sevmeyen, sezmeyen,
anlamayandır.
Akıl doğruyu gösterir; iyi ile kötüyü ayıran: gönül. Büyük ölülerin dostluğuna, iyi ile kötüyü
birbirinden ayırmak için de koşmalıyız. Gerçek bilgi, disiplinli ve denenmiş bir bilgidir.
Gerçek heyecan imtihandan geçmiş bir heyecan. İlk coşkunluklar boştur, aldatıcıdır. Kapıldınız
mı uzaklara sürükler sizi. Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. Açılması yasak bir kapıyı
zorlayan çocuğun, efendisinin eşyalarını karıştıran uşağın tecessüsü, terbiyesiz bir tecessüs.
İnsanlığın bilgi susuzluğunu gidermeye çalışan tecessüs, asil. Bizi bir dedikodunun teferruatına
zincirleyen alâka, serseri bir alâka; can çekişen bir toplumun acılarına ortak eden alâka, insanca.
İngiliz hodgâmdır, heyecansızdır. Bir millet değil, bir yığın. Yığını kolayca kandırabilirsiniz,
duyguları hiçbir temele dayanmaz. Yığın düşünmez, mâruz kalır. Nezleye yakalanır gibi tutulur
bir fikre. Ateşi yükselince arslanlaşır, nöbet geçince her mukaddesi unutuverir. Büyük bir
milletin duyguları ölçülü, düzenli, devamlıdır.
Okumaktan hangi hakla sözediyoruz? Okuma terbiyesinden önce, çok daha mühim, çok daha
âcil disiplinlere muhtacız. Böyle bir ruh haleti içindeki insanlar nasıl, neyi okuyabilirler? Büyük
bir yazarın tek satırını anlamaları imkânsız.Kendini yığın hâline getiren bir millet payidar olamaz.
Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz.
Düşünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadığımız parayı, atlar için harcadığımızla kıyaslarsak, yerin
dibine girmemiz gerekmez mi? Kitap sevene, kitap delisi diyoruz. Kimseye at delisi dediğimiz
yok. Kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş. At uğrunda iflas eden edene. İngiliz milletinin
içkiye verdiği para, kitaba verdiğinin kaç misli, hiç düşündünüz mü? En güzel kitap bir kalkan
balığı fiyatına. Alan nerede? Umumi kütüphaneler resmî ziyafetler kadar pahalıya mal olsa idi
hükümetimizin daha çok iltifatına mazhar olurdu şüphesiz. Kitaplar bileziklerin onda biri kadar
etse beyefendilerimizle hanımefendilerimiz arada bir okumak hevesine kapılırdı belki. Birçokları
kitabı ucuz olduğu için almaz. Düşünmez ki kitabın tek değeri okunmasındadır. Bir değil birçok
defalar okunmasında, çizilmesinde, tanınmasında.
Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Bizi helak eden ne ahlâksızlık, ne bencillik, ne kafamızın
ağır işlemesi. Bir öğrenci kayıtsızlığı içindeyiz. Hoca tanımadığımız için yardım görmemize imkân
yok.
Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın
daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. İçlerinde böyle bir canlılık, böyle bir hayat
coşkunluğu duyanlar dünyanın biricik hâkimleridir. Bütün diğer hükümdarlıklar bu saltanatın
maddîleşmesi, fakirleşmesidir: Bir nevi tiyatro krallığı.
Gerçek hükümdarlar ebediyen hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler.
Meclisten tahıl için kanunlar geçirdiniz. Şimdi başka bir tahıl sözkonusu. Daha nefis, daha
besleyici bir ekmek sağlayacak, bir tahıl: susam. Bu susam, kapıları açan büyü. Harami
mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını: kitap.
Okumak Üzerine
Susam ve Zambaklar'ı Proust* çevirmiş Fransızcaya. Ruskin'in bahçesine oldukça uzun bir
revaktan giriyoruz.
Romancı, elli sekiz sayfalık bir girişle, eseri -daha doğrusu kendini- tanıtıyor:
"Ruskin okumaya çok önem verir. Ben bu fikirde değilim. Çocukken okuduğumuz kitapların yeri
başka, cazibeleri büyük, hatıraları aziz. Ama bu okumalardan bizde kalan, daha çok
oturduğumuz yerlerin ve günlerin hatırası."
Proust yanılmıyor mu acaba? Tecessüsümüz yeni fetihlere kanatlanırken, gündeliğe, bayağıya,
alışılmışa takılıp kalan bir dikkat ne kadar zavallı. Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir
mülakattır. Her yabancı intiba vuslatın büyüsünü bozar. İster güneş ışıldasın gökkubbede, ister
duvarda bir petrol lambası yansın. Pencerede şakıyan kuşlardan bize ne. Re- el olan tabiat değil,
kitaplarda görülen rüyadır. Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara,
sonsuza.
Proust'a dönelim: "Okumak başka, sohbet başka. Okurken bir başka düşünceyle temas
halindeyiz, ama tek başımıza mıyız, insan fikrî bakımdan çok daha güçlü. Konuşma, bu gücü
dağıtır. Okurken sadece ilham alırız, kafamız dilediği gibi çalışır. Hem yalnızız, hem beraber. Bir
nevi mucize..." Ne yazık ki, bu sihirli mahremiyetin de hudutları var. "Güzel kitaplar yazar için bir
son, okuyucu için bir davettirler. Suallerimize cevap vermezler.
Birtakım arzular uyandırırlar bizde, iştiyaklarımızı alevlendirirler. Yazar sözünü bitirince şaşarak
farkederiz ki, hiçbir şey söylememiştir henüz..." Kitap her sualimizi karşılayamaz, doğru. Ama,
hangi sohbetten doyarak çıkarız?
Bu kanma bilmeyen susuzluk insanın alınyazısı değil mi? Şüphelerimizi, tereddütlerimizi arzın ve
zamanın bütün büyük zekâları çözemezse, dar bir coğrafyanın ve hasis tesadüflerin karşımıza
çıkardığı bir insan nasıl çözebilir?
Kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. Hangimizin irfanı, o
sonsuz "belki"yle boy ölçüşebilir?
"Şairlerin coşkunluğu bize de geçer. Ama, bu heyecanın mânâsını anlayamayız. Çizdikleri
tablolarda, bildiğimiz dünyadan çok başka bir dünya ile karşılaşırız. Bu manzaralar harikuladedir,
çünkü bir dâhinin dikkatini çekmişlerdir. Serseri ve kayıtsız bir dikkat tesadüfen o manzaralar
üzerinde durmuş. Tasvir sanatının en büyük hüneri: sis. Sanatçının görevi, tabiatı örten çirkinlik
ve manasızlık örtüsünü şöyle bir aralayıvermek. Bak ve gör demek bize, sonra kaybolmak."
Yalnız o kadar mı? Okuyucularını bu sihirli âlemde adım adım dolaştıran yazarlar da var. Iskoçya,
Walter Scott'un* cazibesine yakalananlar için kendi vatanlarından daha canlı, daha gerçek, daha
iyi bilinen bir dünyadır.
"Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar." Pekiyi ama, o meçhul âlemin
tekevvününde payı yok mu okumanın? İç dünyamızın sınırlarını genişleten kitap değil mi?
Proust devam ediyor: "Okuma zihnî hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının
hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarından toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün
iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak." Doğru. Zihin arı, kitap çiçek, dış dünya kovan. "Aydın
okumak için okur. Kitaba kitap olduğu için perestiş
eder. Bulduğunu yükler hafızasına. Sindiremez, hayatına katamaz. Kendi kendini zehirler. Bu
fetişist saygı zararlıdır, ama çok yaygındır da. Bu "edebî hastalığa" büyük adamlar daha çok
tutulurlar. Düşünce ile, doğrudan doğruya temas etmedikleri zaman kitaplarla beraber
olmaktan hoşlanırlar. Zaten, kitaplar da onlar için yazılmış
değil mi? Büyük zekâlar kitabîdirler. Ama bu, kitabîliğin bir kusur olmasına mâni değildir.
Kitabîlik, zekâdan çok hassasiyet için tehlikeli. Dâhi her okuduğunu temessül eder, kendi malı
olur fikirler. Bir kucak odun küçük bir ateşi söndürür, büyük bir ateşi daha da canlandırır."
Aşağı yukarı ayrı yıllarda bir başka düşünce adamı çok daha haşin, çok daha insafsız bir makale
yayımlıyordu.
Psikolog romancının Revue Philosophique'de. çıkan bu yazıyı ("La Manie de la lecture", OssipLourie, s. 263 vd.
1915) okumamış olmasına imkân var mı? "Okuma Hastalığı" ser- levhalı makale şöyle başlıyor:
"Bütün medeni ülkelerde aynı şikâyet: Okumuyoruz. Kitaplar çoğaldıkça okuma sevgisi azalıyor.
Ama, yine de birçokları için okuma bir hastalık. Böyleleri incelemek, düşünmek, dinlemek,
eğlenmek için okumaz; okumak için okur. Ne sanat heyecanı ararlar, ne zekâlarını geliştirme
emelindedirler. Çok okurlar, ellerine geçeni okurlar.
Sabırsızdırlar, sırtlarından bir yük atmak isterler sanki. Okuduklarını reddetmek veya tartışmak
ihtiyacını duymazlar. Kitap kapanır kapanmaz içindekiler unutulur. En büyük zevkleri kitap
değiştirmektir. Her matbua'ya saldırırlar. Kimi yansını okur kitabın, kimi yalnız sonuna bakar.
Kimi de bir baştan bir başa okur (meselâ gazete tiryakileri.) Okur gibi yapanlar da caba. Hepsi de
rüya görür gibi okur." Bu tiryakilik tembelliğin maraz! bir şeklidir, yazara göre. "Okuma delisi
birçok şeyleri anladığını vehmeder. Başkalarının sözleriyle yetinmek, her konuda başkasının
anlayışına, başkasının fikirlerine başvurmak, alışkanlıkların en kötüsü. "Kitapta okudum, gazete
yazıyor" gibi sözler iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir. Aşın ve düzensiz okuma hafızayı,
düşünce mekanizmasını bozar. Hasta gündelik hayattan kopar, çevresinde olup bitenleri
göremez, anlayamaz. Marazı okumanın belirtilerinden biri hafıza zayıflamasıdır. Hasta gerçek
hâdiseleri unutur, okuduklarını hatırlar. Realiteden uzaklaşır, kitaptaki olaylara bağlanır.
Düşünceleri birbirine karışır. Kendi başına muhakeme edemez olur."
Yazar söylediklerini şöyle hülâsa ediyor: "Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okuduklarıyla
karşılaştırmayan, her an kendi kafasını kullanmayan zekâsını mahveder. Okumak, sayfanın
bütününü, cümleleri, kelimeleri anlamaktır. Dikkat gevşeyince gölge düşünceler kalır kafada.
Çabuk okuyan dikkatini teksif edemez."
Makalenin yazan bu çeşit okumayı gerçek bir hastalık olarak vasıflandırır. "Okuma ile
zehirlenenler uykularını kaybederler. Uykusuzluk psikoz başlangıcıdır. Bu hastalık da, afyon ve
esrar gibi, rüyalara, hayallere, sanrılara yolaçar. İlletin bir başka tezahürü de mektup yazma,
daha doğrusu yazı yazma hastalığıdır."
Freud'a göre nevrozların başlıca, hattâ biricik kaynağı cinsî hayattır; "Felsefe Dergisi"nin
psikolog muharririne göre, marazî okuma. "Ne garipdir ki, şimdiye kadar hiçbir sinir hekimi bu
vahim hastalığı incelememiş."
Asır başı, ruhiyatın kahramanlık çağı. Kimi Fransız şiirini tereddî ile vasıflandırır hekimlerin, kimi
sosyalizmi hastalik sayar. Bu dikkate lâyık makalenin aynı mübalâğa ile malûl olduğunu
düşünüyoruz. Marazı okuma sebep midir, netice mi? Başka bir tâbirle, insanlar sinir hastası
oldukları için mi realiteden kaçar, kitaba sığınır, yoksa uykularını kaybettikleri, kitaba iltica
ettikleri için mi sinir hastasıdırlar? Don Kişot'u çıldırtan kitap mı, Don Kişot çılgın olduğu için mi
kitap delisi?
Proust'a dönelim: "Okumak da bir dostluk kurmak", diyor Proust. Diğer dostluklardan farkı
samimiyetinde.
Konusu bir ölü, bir uzaktaki. Bunun için de hasbî ve iç açıcı. Çirkinliğinden sıyrılmış bir dostluk.
Saygı, şükran, bağlılık dediğimiz ve o kadar yalanla karıştırdığımız bütün o merasimler, bütün o
nezaket gösterileri kısır ve yorucu. Dostluklarımız çok defa tesadüfün eseri. Bir sempati
başlangıcı, düşünülmeden söylenmiş bir söz, yanlış
anlaşılan bir iltifat, yazdığımız ilk mektuplar müebbeden çözemeyeceğimiz bir alışkanlıklar
ağının ilk düğümleri.
Okuma, dostluğu ilk saf hâline irca eder. Kitaplarda merasime ihtiyaç yok. İstersek akşamı
onlarla geçiririz, istersek... Çok defa istemeyerek ayrılırız onlardan 'hakkımızda ne
düşünecekler?' Acaba bir patavatsızlık yaptık mı?
Hoşlandılar mı bizden? Falanı görünce bizi unutacaklar mı? gibi. Saf ve sakin bir dostluk. Ne
alâyişe lüzum var, ne gevezeliğe. Sükût içinde bir kaynaşma. Bir kendi kendimizle başbaşa kalış.
Sükût, söz gibi kusurlarımızın, sırıtışlarımızın izini taşımaz. Yazarın düşüncesi ile kendi
düşüncemiz arasına egoizmleri sokmaz, konuşmayı yabancı unsurlarla zehirlemez. Kitap sahiden
kitapsa dili de saftır. Yazar yabancı cisimleri ayıklamış, düşüncesini olduğu gibi sunmuştur bize.
Her cümlesi bir sonrakine benzer. Aynı ses, aynı perde. Yazan aksettiren bir ayna."Zekâ
geliştikçe artar bu sevgi, tehlikeleri de azalır. Sıhhatli bir zekâ kitapları çalışmalarına tâbi kılar.
Onun için eğlencelerin en asilidir okuma, daha doğrusu en asilleştiri- çişidir. Kitap zekâyı
kibarlaştırır. Hassasiyetimizle düşüncemizi ancak kendi içimizde, zihnî hayatımızın
derinliklerinde geliştirebiliriz. Ama, zekânın tavırlarını efendileştirmek için okumak zorundayız.
Bazı kitapları, edebiyat ilminin bazı inceliklerini bilmemek, dâhiler için bile fikrî bir avamlık
işareti. Kibarlık ve asalet, düşünce dünyasında da bir nevi alışkanlıklar francmaçonnerie'sinden,*
bir gelenekler mirasından ibaret."
Tercüme
Tercüme ya soluk bir fotoğraf, diyor kitap, yahut sadakatsiz ama renkli ve canlı bir taklit.
Tercüme bir yaratış, bence... şiir gibi, deneme gibi ama onlardan çok daha güç. Edebiyatçılar, hiç
olmazsa on büyük şair, on büyük romancı, on büyük tiyatro yazarı üzerinde anlaşabilirler,
hangimiz on büyük mütercim sayabiliriz?
Evet, tercüme sanatların en gücü: başka bir iklimde, başka bir çağda doğan düşüncenin kendi
toprağımızda dirilmesi. Yalnız düşüncenin mi? Tercümede lafza teslimiyet ihanetlerin en
büyüğü.
Georgique tercümesi, De Lille'e Akademi'nin kapılarını açmış. Büyük Frederik'e göre, asrın en
orijinal eseri bu tercüme. Richelieu, De Lille'in Akademi'ye giremeyecek kadar genç olduğunu
söyleyince, üyelerden biri haykırmış
"Çok mu genç? İki bin yaşında, Virgile kadar yaşlı."
Chateaubriand, Milton tercümesi üzerinde otuz beş yıl çalışmış, yine de başanlı sayılmıyor
tercümesi. İbret alalım.Voltaire, mütercimi uşağa benzetir, kendini efendisinin yerine koyan
uşağa. Yanlış. Üstat mütercimle tercümanı karıştırıyor. Mütercim, mutlak'ı arayan bir çılgın,
"felsefe taşını bulmaya çalışan bir simyagerdir, bir Sizifos'tur belki, bir haber taşıyıcısı değildir.
Rivarol için bir üslup temrinidir tercüme, en büyük faydası insana kendi dilinin imkânlarını
tanıtmasıdır. Belki doğru, ama hakikatin bütününü kucaklamıyor bu hüküm. Tercüme bir
fetihtir, yalnız dili değil, düşünce ve hassasiyetin girift dünyasını da zenginleştiren bir fetih.
Divan Edebiyatında Roman
Divan Edebiyatında roman yok. Niçin olsun?
Batı'nın ilk romanlarından biri "Topal Şeytan".* Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak
odalarına sokar.
Roman* başlangıcından itibaren bir ifşadır. Osmanlı'nın ne yaralan vardır, ne yaralarını teşhir
etmek hastalığı.
Hikâyeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya "hisse alınacak bir kıssa" dır.
Roman'ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa'nın imtiyazı, daha doğrusu yüz
karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun
eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevî iklim, daha geveze bir toplum.
Başka bir tâbirle, bu edebî nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir
nisbetsizliğin çocuğu, içtimaî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla
sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzlerini yoketmiş bir toplumda, hayalî çözüm
yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?
Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanını anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu
tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadî ve içtimaî müesseseleriyle değişecekti.
Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını
bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca işti- halan,
çılgın arzulan veya arzusuzlukları ile. Aşk da Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayâsızlığın üstüne bir şal attı: cinsî
bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.Türk Teceddüt Edebiyatı
hetmişti edebiyatımız. "Beşerîleşmiş", daha doğrusu Avrupalılaşmıştı.
"Türk Teceddüt Edebiyatı", gerçek bir edebiyat tarihinden çok- bir redd-i miras beyannâmesidir:
uzun bir
"Mukaddime-i Celâl", yedi yüz sayfalık bir zafer neşidesi. Kitabı açar açmaz sanatın büyülü
dünyasındasınız; çirkinliklerin kaybolduğu bir dünya: sesler daha füsunkâr, kokular daha sarhoş
edici, insanlar daha güzel. Bu rüya ikliminin hâliki: tannan bir hassasiyet, bir kalb-i râşedâr, ve bir
üslûb-u sihrâmizdir. Cibâli ve girdapları olan bir nesir; kâh bir nâra, kâh bir fısıltı. İsmail Habip,*
edebiyat tarihine edebiyat haysiyeti kazandırdı; tenkide demeliydik. Filhakika, tarih Habib'in en
zayıf tarafıdır: tarih ve felsefe. Belki de, sevimliliğini bir parça bilgisizliğine borçlu. Batı'nın
edebiyat nazariyeleriyle fazla uğraşmadığı için kendisi kalabildi; kendisi, yani dürüst ve içli bir
Türk yazan.
İsmail Habip, edebiyatı içtimaîleştirdi: "Teceddüt Edebiyatı", Türkiye'de bir nevi efkâr-ı
umumiye, bir zevk ve irfan ittirâdı yaratan kitap. Habib'in mirasçıları nerede? Şakirtleri ne
oldular? Büyük ölüyü ebedî istirahatgâhına teşyi eden tek ses duyduk: Tanpınar'ın sesi Sonra
meş'um ve nankör bir sükût. Avrupalılaşmış edebiyatımızın çiçek bahçelerinde onunla dolaştık,
Hâmit'i* o tanıttı bize, Fecr-i Âti'yi o sevdirdi... Ve yarattığı dünya ile göçüverdi: gurupla biten bir
şafak. O coşkun zekâ, yaşadığı çağı taziz için altı asırlık Türk edebiyatının gölgede kalmasına razı
olmuştu. Her yeniyi alkışlıyordu; şairdi, yani çocuktu. Bu tahrip kasırgasının bütün
mukaddeslerini yokedeceğini düşünemedi. Gönlünü ve ümitlerini bağladığı gençlik, onu da
kitabıyla beraber nisyânın karanlık dehlizine itiverdi.
Şimdi orada, çok sevdiği Fuzûlî'ler, Galip'ler, Nedim'lerle yanyanadır.Bizde Hiciv Yok Hiciv, lirizm
ırmağının coşkun bir kolu: önceleri bulanık akar, sonra durulur. Zamanla bir mekteb-i edeb olur,
tarih gibi. Vatanı, Roma. İlk büyük temsilcileri: Horatius* ile Juvenalis.* Birincisi Sadi'yi* ve
Hayyâm'ı* hatırlatır: rint, bilge, zarif; ikincisi Sahyun* Nebilerini: haşin, yavuz, öfkeli. Horatius
bahtiyarların şairi, Juvenalis mustariplerin...
Zekâ ile vicdan. Horatius, sevdiklerini yaralamamak için oklarını uzaklara atan bir heccav, çağının
zevk ve zarafet hocası. Juvenalis'in peri-i ilhâm'ı: öfke. Cinayet istihza ile cezalandırılmaz. Şair,
alevden kamçısına sarılır hicvin; saraylardan meyhanelere koşar, meyhanelerden genelevlere.
Juvenalis'in cehennemini bir Fransız ressamı şöyle tablolaştırmış: Korent nizamında sütunlara
dayalı muhteşem bir salon. Ro- ma'nın çöküş devrinde sık rastlanan bir sefahat âlemi. Zengin
kumaşlarla örtülü yataklarda bedmest delikanlılar. Şölen, sonuna yaklaşmaktadır. Fonda, fecrin
ilk pırıltıları. Ve yatakların arkasında, torunlarının kepazeliğini seyreden heykeller; utançtan taş
kesilmişe benzeyen ecdat. Genç bir soytarı, ayak parmaklarında yükselerek, elindeki dolu kadehi
heykellerden birine uzatmaktadır.
Sonra, hiciv yatağına çekilir. Klasik Fransız şiirinde boğuk bir yankıdır Horatius'un yankısı.
İtalya'da destandır, İspanya'da roman. Bir kelimeyle istiklalini kaybeder; hikâye olur, deneme
olur, tiyatro olur.
Tâhir-ül Mevlevi,* hiciv "teşrih-i rezâil ve teşhîr-i erâzil için yazılır" diyor. Şiir, ne bir teşrih
masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı. "Nezih olmak şartıyla, hak ve hakikatin müdafii, gadr ve
fezâhatın mâniidir." Ne zavallı bir müdafi!
Hiciv, maşerî vicdanın kararlarını infaz eden bir intikam meleği olsa, "gadr ve fezâhat" hükümran
olabilir miydi hâlâ?
islâmiyet, "sebb ü şetm"i* hoş görmez. Bununla beraber, şairin haşan tecessüsü zaman zaman
bu yasak bölgede at koşturmaktan çekinmez. Osmanlı'nın vakur ve selim zevki için, uzun
sürmemesi gereken bir oyundur hiciv.
Heccavın çevresine teklif edeceği yeni bir değerler manzumesi yok ki, hicve ihtiyaç duyulsun.
Nefî'nin "Sihâm-ı Kazâ"sıyla Sürurî'nin* "Hezeliyyât"ı* arasındaki fark, birincinin daha usta bir
şair elinden çıkmış olması.
Sonra Tanzimat, yani edebiyatımızı istilâ eden Batı. Büyük bir kabiliyetin küçük kinlerini
dikenleştiren:
"Zafernâme."* Eşref* de minnacık bir Ziya Paşa:* "bir güzel mazmun bulunca..." kendini bile
hicvedeceğini söyleyen şair ne kadar ciddiye alınabilir? Mısraları bir anının zehirli iğnesi; ve şair
an kadar sorumsuz. Neyzen Tevfik,* yıldırımı olmayan şimşek. "Hân-ı Yağma"* başarılı bir
tercüme, daha doğrusu pastiş. "Sis" imparatorluğun mezar taşı kitabesi. Fecirle sona eren bir
karanlık.
Nihayet gazete sütunlarına pusan "taşlama", kanatsız ve bayağı. Günümüzün "taşlamacısı",
akbabalara yaranmak için güvercinlere saldıran bir maskara. Oysa, şairin kanıyla
imzalanmayan hicviyeler, asırların mahkemesinde imzasız bir mektup kadar itibarsızdır.
Polemik İrfanımızı istilâ eden, bulanık lâfızlardan biri de polemik. Dilimize bir harami
sessizliğiyle giren bu yabancı misafirlerin ifşa, daha doğrusu ispat ettikleri tek hakikat:
aydınlarımızın havsalaya sığmaz gafleti. Her telkine açık, tembel ve serseri bir tecessüs...
Nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz, ideolojilere ve kelimelere.
Tanzimat nesli, hiç olmazsa bu bahiste, iffet ve haysiyetini korumuş. Kalktığını iddia ettiğimiz
Kapitülasyonlar, ruh dünyamızda yaşıyor, hem de bütün habasetiyle. Alafrangalık, zevki ve
tefekkürü dumura uğratan bir kabuk.
Polemik, Yunancadan geliyor: Polemikosh savaş demek. Fransızcaya 1584'te girmiş (Chanson
polemique: savaş
şarkısı). Hem sıfat hem isim. "Kamüs-u Fransevi"nin verdiği karşılık: "münakaşa-i kalemiyye";
TDK sözlüğünün:
"açık tartışma"; Meydan-Larousse: "oldukça sert nitelikte kalem tartışması", diyor.
Polemik de, Batı'nın bütün hastalıktan gibi, Tanzimat'ınaçtığı yoldan giriyor, ülkemize. İmanın
olduğu yerde savaşa yer var mı?
Namık Kemal: "barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar" diyor. Hangi barika-i hakikat?
Polemik zekâların savaşıymış. Zekâlar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli
çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yoketmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı. Ve her
mübariz kendi cephesinde muzaffer.
Polemiğin Batı'daki tarihçesine bir gözatalım: Hıristiyanlık yerleştikten sonra, putperestlerle
eretiklere ateş
püskürür. Hiç kimseyi ikna etmeyen bir lâkırdı tufanı. Rönesans, "ilmi polemik'ler çağı. Terbiye
kurallarını hiçe sayan bir savaş. XVII. asırda polemik biraz daha kibarlaşır. Bununla beraber,
"eskiler"le "yeniler" kavgası edebiyat cumhuriyetini birbirine katar. Bu kavga sona ererken, Batı
edebiyatlarının en büyük kalem savaşçısı sahneye çıkar: Voltaire. "Candide" yazan, bütün
zaafları ve bütün ihtişamıyla burjuvazinin temsilcisidir. Hain, hayâsız, saldırgan, ama, yükselen
bir sınıfın temsilcisi. Sonra İhtilal, gelişen basın ve siyasî polemik.
XX. yüzyılda polemiğin tarihi, gazeteciliğin tarihi ile kaynaşır. Polemik demek "şahsiyat" demek,
bir Fransız yazarına göre (Leon Daudet); düşünceleri ayakta tutan insanlardır; insanları
yıkmadıkça düşünceleri sarsamayız.
Aristop- hanes'den Hugo'ya kadar her büyük hicivcinin belli 'vur abahya"ları vardır. Şiddetsiz
savaş olmaz. Öfke bazen için için kükrer, Pascal'ın "Bir Taşralıya Mektuplarında olduğu gibi.
Bazen, ter ter tepinir, Voltaire'de olduğu gibi.
Polemiğin ruhu samimiyet ve dürüstlük. Mübalağa, tersine tepen bir silâh. Çatılan adamın
meziyetleri de belirtilmeli. Önce en kesin, en karşı konmaz delille başlamalı yazıya. İlk darbe
öldürücü olmalı. Kavgada iltimasa yer yok.
Düşman kazanmaktan korkmamalı diyor aynı yazar. Ne kadar kibar davranırsanız düşmandan
kurtulamazsınız.
Oysa zaferle taçlanan her savaş size yeni dostlar kazandırır: düşmanlarınızın düşmanları.
İtalyan tiyatrolarının şiarı, çok defa polemiğin şiarı: "cas- tigat ridendo mores" (ahlâksızları
gülerek cezalandırmak), gülerek ve çok kere de öğreterek.
Polemiğin tuzu biberi: küfür. Luther, Erasmus, Calvin tulumbacı gibi küfrederler. Namık Kemal'i
okurken (bilhassa Mektuplar'ını) sık sık yüzümüz kızarır. Savaşçıda "nezahet- i lisaniyye"
aranmaz.
Yumuşak kalplilik de olmaz polemikte. Ölüm bir mazeret değildir. Voltaire: "yaşayanlara saygı
borçluyuz az çok", diyor... "ölenlere tek borcumuz kalmıştır: hakikat." İslâmiyet: "ölülerinizi
hayırla yadediniz" buyurmaktadır, ölülerinizi
yani sizden olanları. Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi ge
reken ölüler de var.2. Müstağripler
Müsteşrik, Doğu irfanı ile uğraşan Avrupalıların kendilerine verdikleri isim. Aynı mevzu üzerinde
çalışan birOsmanlıya bu ismin verilmesi caiz değildir. Biz, son devir muharrirleri, maarif-i
garbiyeyi Şark'a ithale çalışanbirer müstağribiz.
Ahmet Mithat*Mehlika Sultan'a Âşık Yedi Genç
Birer çocuktu Genç Osmanlılar... yaramaz, serkeş. Mefhumlar ve müesseselerle oynuyorlardı.
Mehlika Sultan'a âşık yedi gençtiler. Meçhulü arıyorlardı, meçhul ve mutlakı. Sonunda hepsi
uslandı. Kanatlan yorgun, kalpleri yaralı yurda döndüler. Gurbet kocatmıştı genç şahinleri...
gurbet ve tecrübeler.
Bir zelzelenin içindeydik. Ne kanun-u kadim kalmıştı, ne deb-i dirin (eski töreler). Köprüler
atılmıştı, geriye dönülemezdi artık. Yaşamak için yenileşmek lâzımdı. Nereden ve nasıl
başlayacaktık?
Çağ bir arayış humması içindedir... kâh bedbin, kâh ümit dolu. İlk defa olarak, sınıf-ı ulema
parçalanıyor, çevresine yeni teklifler sunan bir intelijansiya doğuyordu. Genç Osmanlılar bu
şaşkın kafilenin en tanınmış
temsilcileri.
Ortak vasıflan, müstağriplikti bu gençlerin. Ama faziletleri ve günâhlarıyla Osmanlıydılar. Daha
sonraki nesiller gibi yabancılaşmamışlardı. Evet, geçen asrın aydınları, aynıkanaatlarını paylaşan
mütecanis bir kitle değildir. Hattâ her aydın, hayatının belli merhalelerinde oldukça farklı
düşüncelerin havarisidir. Koca bir asrı, birkaç haramzade evlâdına bakarak mahkûm edemeyiz.
Bir çağı bütünüyle kötülemek, bütünüyle yüceltmek kadar yanlış. Su AlanGemi
Bu ülke 89'dan beri su alan bir gemi... Fransız İhtilali yalnız Batı feodalitesi'nin değil, ihtiyar
Şark'ın da ölüm çanı.
Osmanlı bir başka medeniyetin varlığını o zaman farkeder. Henüz ne imanını kaybetmiştir, ne
haysiyetini.
Zirvelerden bakar diyâr-ı küfre. Avrupa maddedir, kendisi ruh.
Bu tanımadığı dünyanın kesif ve müselsel taarruzları karşısında kuvvetinden şüphe etmeğe
başlar. Hayret, yerini hayranlığa bırakır, hayranlık teslimiyete.
Ahmet Mithat,* saldıran küfür karşısında şahlanan imandır, şahlanan ve hücuma geçen. Avrupa
kırk haramilerin mağarası, Ahmet Mithat hazineyi ülkesine taşıyan dev.
Ama gemi su almakta devam eder: maddecilik, keşişlerin kara cübbeleri altında İmparatorluğun
dört bucağına taşınır. Tarihinden kopardır aydın, toprağından, hatıralarından, hikmet-i
vücudundan kopardır. Ahmet Mithat son direniş; ama o devin de zaafları var, her Osmanlı gibi,
Türk düşünce tarihinde ilk teslimiyet, ilk kendini inkâr, bir kelimeyle ilk intihar olan Beşir Fuat'ı*
umûmi efkâra o takdim eder. Cizvit mekteplerinin bu bahtsız kurbanı da Don Kişot gibi zamanın
dışındadır: zamanın, daha doğrusu kucağında yaşadığı dünyanın. Don Kişot hayalle gerçek
arasındaki uçurumu kılıcıyla doldurur, kılıcı ve gönlüyle; Fuat nâşını fırlatır uçuruma.
Bu frenkleşmiş aydınlar kafilesinin bir başka öncüsü: Ali Nâmık. Sadrazam Sait Paşa'nın* oğlu,
ömür boyu gurbette yaşadı; bazen Ghenier* idi, bazen Zola, bazen Jaures.* Fransızca İstanbul
gazetesinin aboneleri onun âteşin yazılarını hayranlıkla okudular. Aboneler, yani sekiz Rum, üç
beş Ermeni ve birkaç Fransız. Sonra bir mezar sessizliği. 1918'lerin o hassas, o hayalperest
sosyalisti, bir yabancı firmanın temsilcisi olarak öldü.
Bahâ Tevfik,* dalâlet ordusunun üçüncü gönüllüsü... İdrakinin kapılarını her millî değere
taassupla kapayan bu maddeci yazar, Batı'nın en hâyide yalanlarını ilmin son sözü olarak
sergiler, "Evlenmeyin", der etrafındakilere...
"Evlenmeyin, çünkü bizde aile hayatı yoktur." Bu sahte nihilistin* daveti alayla karşılanır. Ama,
irfanı tâbiiyet değiştiren aydınlarımız yeni Tanrılarına evlatlarını kurban ederler. Cevdet
Paşa'nın* torunu Katolik rahibesi, Fikret'in oğlu Protestan papazı olur. Halûk bir "cins isim"dir
artık; tarihten kaçanların ismi. Bir İmparatorluğunAnatomisi
Kaçanlar: "Boğuluyoruz", diyorlar... "Memleket bir zelzele arefesinde. Gitmek, kaderin hatalarını
düzeltmektir.
Can- gıldan şehire, kasırgadan limana, kaostan tarihe kaçış."
Yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir: zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri
ile. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir.
Tanzimat, Babıâli'nin* Avrupalılaşması. Bürokrasi, halktan da, saraydan da kopar. Aydın da
bürokrattır, hem de çok nazlı, çok hassas, çok hercaî bir bürokrat.
"Hâkim ideoloji, hâkim sınıfın ideolojisi" diyor kitap. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya
İngiliz burjuvazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm, taarruzunu yoğunlaştırır: keşişler,
mektepler, mürebbiyeler, mason locaları... Osmanlı Bankası,* nişanlar, sefaret baloları ve
Beyoğlu'nu zevk panayırına çeviren şuh aktrisler.
Aydın, batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin
daveti. Azgın işti- halan vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisini bekliyordu.
Avrupalı dostları lütufkârdılar.
Karşılık olarak biraz "ihanet" istiyorlardı sadece.
Halk oynanan oyunu seziyordu, insiyaklarıyla. Ve maziye sığınıyordu; maziye, yani hatıralarına,
mukaddeslerine.
Tek ümidi kalmıştı: saray. Ve saray çatırdıyordu.
Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir hâil idi. Padişah olmasa, Avrupa'nın
emrinde ve Avrupa'nın inâyetiyle kendisi yönetecekti devleti. Hürriyetçiydi, terakkiciydi,
medeniyetçiydi. Halkı savaşa hazırlamak mı? Hangi halkı? Ne savaşı? Kime karşı savaş?
_____________________________________________________
Müstağrip
Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat;
düşüncemiz bir gölge-düşünce. Üç edebî nevi itibardadır: Taklit, intihal, tercüme.
Ama zirvelerin hiçbirini tanımıyorduk. Avrupa'yı Avrupa yapan düşünce fatihleriyle temasımız
yasaktı. Haset kitabevinden ibaretti Avrupa'mız, girdapları olmayan bir kıta, tezatsız ve tek
boyutlu; bir kartpostal Avrupa'sı.
Coğrafyamızda tek kıta vardı, kafatasımızda tek yarım küre. Türkçe konuşan birer Fransızdık.
Cetlerimiz Avrupa'yı ehlileştireceklerini ummuşlardı. Namık Kemal bir fetih hülyasıdır. Namık
Kemal ve nesli...
Asya'nın akl-ı pîrânesi'yle Avrupa'nın bikr-i fikrini evlendirmek. Bu cihangirane ihtiras, yerini rezil
bir zevkperestlige bıraktı. Genç Batı'nın her nazına, her cilvesine katlanan ihtiyar birer âşık
olduk.
Avam anlayamaz bizi diyorduk; avam, yani kendi insanımız, tarihin ve edebiyatın dışındadır,
kendini kader'e hapsetmiş. Yükselen bir medeniyet için kurşun işlemez bir zırh olan kader
inancı, çöken bir toplum için yüklerin en ağındır. Yığını kavganın, yani hayatın dışına iten bu
teslimiyetin kaynağı tevekkül değil, tereddidir. Ve...
kaçıyorduk. ___________
İrfan'a Kaçış
Hasta adamın tabutu başında kâh dişlerini gıcırdatarak, kâh sırıtarak nöbet bekleyen "dost"
devletler; zekâsının bütün gücüyle imparatorluğu biraz daha yaşatmaya çalışan, mustarip,
müvesvis bir hükümdar; hain ve gafil Babıâli; ve siyasî hayatın dışında yaşayan halk.
Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı. Bu bahtsız
kafilenin, bayrağını taşıyacağı içtimaî bir sınıf yok. Vatanında gariptir. Alkışlayıcısı: ekalliyetler ve
Avrupa.
Abdullah Cevdet, yeni bir vatan arayan bu ıstırap kervanının en samimi temsilcisi. Paris'e
giderken bir yangından kaçtığını sanıyordu, genç doktor. Hürriyete ve irfana susuzdu. Tek
düşmanı vardı; istibdat. "İhtiyarî menfa"sına ayak basar basmaz milletlerarası maceracılar aldı
etrafını. Ne istiyorlardı? Devlet-i Âliyye'yi parçalamak.
Hayalperest şair, padişaha savaş açan bir gazetenin başyazarı oldu: "Osmanlı". Ama halka
yayılamadı gazete. Halk halifeye bağlıydı. Abdullah Cevdet anladı ki: Önce Osmanlının kafasını
değiştirmek lâzım, kafasını ve kalbini. Bir evvelki neslin hayalleri gerçekleşmemişti,
gerçekleşemezdi de. Kültür dâvası halledilemeden siyasetle uğraşmak abesdi. Zoraki politikacıyı
içine düştüğü çıkmazdan bir dostu kurtardı: Ebuzziya Tevfik.* Filhakika, Jön Türklerin bu kıdemli
mücahidi, velinimeti İkinci Abdülhamit'e takdim ettiği bir arızada, genç doktoru şöyle müdafaa
ediyordu: "Jön fesede* namında elyevm İsviçre'de bulunan hey'et-i neşriyenin başına geçmiş
olan doktor Cevdet söz anlar bir adamdır. Bunun neşriyât-ı küstahâ- nesi hiç şüphe etmem ki
sâika-yı yeis iledir. Bu adama söz dinletebileceğimi ve yâveri-i teveccüh-ü şâhâneleriyle böyle
neşriyât-ı sakîmeye hatime ektirebileceğimi ümid ederim."
Abdullah Cevdet, tecrübeli doktunun ümitlerini yalancı çıkarmayacaktı. 30 Nisan 1900'de
kaleme aldığı bir istir-hamnâmede şunları okuyoruz: "Şevketlü, kudretlü velinimetimiz padişah-ı
islâmpenâh hazretleri... İhsan buyrulan yüz elli lirayı bâ-kemâl-i ihtiram ve mubâhât aldım." v.s.
Daha sonra "Sefâret-i seniye sertabibi" Abdullah Cevdet bir başka tezkeresinde, "Hazreti
zillullâh-ı fil âlem"*
olarak vasıflandırdığı padişahtan "terakkisi olmayan sertabiblik- ten" alınarak Avusturya
sefaretine ikinci kâtip tâyin edilmesini rica ediyordu.
Bu dehalet bir ihanet miydi? Hayır. Kendisini dinleyelim:
"Anlamıştım ki, okuyucuları yüz adedi geçmeyen bir gazetede, kuru sözlerle, kuru kafalara âb ü
tâb verilemez. O
kadar güzide siyasî mahkûmların tahliyesine ve bir dereceye kadar terfihine muvaffak da olunca,
hükûmet-i seniye-nin bir memuriyet kabulü hakkındaki teklifini reddedemedim." Fil hakika
dürüst bir fikir adamı, bir avuç maceraperestin karanlık ve şüpheli emellerini ilânihâye
destekleyemezdi. Kahramanlık hatada ısrar etmemektir.
"İçtihad" -bir parça da bu yumuşak başlılığın eseri.1904'te kurulan derginin tek hedefi, Türk
okuyucusuna Batı'yı tanıtmaktı. "Bir ikinci medeniyet yoktu" doktora göre; "Medeniyet Avrupa
medeniyetidir", diyordu... "bunu gülü ile, dikeni ile isticlâs etmek mecburiyetindeyiz." "İktibas
etmek mânâsız, kopya etmek sathî ve tehlikeli" idi. Tek çözüm yolu vardı: Türkiye'yi medeni
Avrupa'nın bir parçası yapmak. Batılılaşmak Batı fikriyatını hazmetmekti.
Dergisinin adı da gösteriyordu ki, doktor İslâmiyet'ten uzaklaşmak niyetinde değildir: "Samimi
emelimiz, gerek iç gerek dış boyunduruklardan kurtulmuş, vatandaşlarının hepsinin birlik
hâlinde ve kardeş oldukları, ırk ve din farklarının yokedildiği bir Türkiye görmek. En az tenevvür
etmiş olan unsur Müslüman unsurudur." ... "Uzun tecrübeler sonunda gördüm ki, ışık Hıristiyan
dünyasından gelirse Müslüman ruhu ona bütün kapıları kapayacaktır.
Biz ki, Müslüman damarlarına yeni bir kan akıtmak vazifesini alıyoruz, ilerici prensipleri bizzat
İslâm müesseselerinde aramalıyız." Bir kelimeyle islâmiyeti Batılaştırmak istiyordu, doktor.
Doğuyu Batı ile zenginleştirecektik, ama Doğu'nun büyük değerlerini tanıdıktan sonra. Bütün
şaheserleri okuyacaktı halk, kalbi de, kafası da genişleyecekti. İhtilaller fâniydiler, kanla
kazanılan zaferler kanla silinirdi.
Türkler İslâm âleminde irfan öncüsü olmalıydılar; "Türkiye hükümeti, umum Müslüman
hükümetlerinin en kuvvetlisi ve nisbeten en müterakkisidir. Müslümanlar Türkçeyi
öğrenmelidirler ki... terakkiyât-ı maddiye ve maneviyelerinde müste- fik ve mütefeyyiz
olabilsinler." "Müslümanlar terakkiyât-ı medeniyeyi ancak Müslüman ve menbadan istinbat ve
kabul ederler."
Ne şairane, ne muhteşem bir ütopya.
Filhakika Cevdet, ne bir sosyologdur, ne bir siyaset felsefecisi. O hassas şair, cihanşümul bir
tecessüs, yani bir düşünce Don juan'ı idi. Kimleri tatmadı ve tanımadı ki... Her mabede uğradı,
bütün resullere sordu yolunu. Zaman zaman mezarların yakamozunu hakiki nur sanması
mukadderdi. Augias'ın ahırını* temizleyim derken, mabedin duvarlarını yıktı.
O çilekeş aydının fikir dünyası bir tezatlar mahşeridir. "Akl-ı Selim* mütercimi çok defa kalbiyle
düşünür ve kafasıyla hisseder. Bir yandan Goethe okutarak içtima! bünyeyi değiştirmek ümidi,
bir yandan ırkların önceden çizilmiş bir kaderi olduğuna inanan Le Bon'a sarılış. Ama tezat
tabiatın kanunu değil mi? Cevdet, o tedirgin zekâ, aradığı büyük ve müebbed vatanı irfanda
buldu. Bulabildi mi acaba?
Yunan'a Kaçış
Kâmil Paşa'nın* Telemak'ı* Avrupa'dan gelen bir Hümâ- yunnâme.* Yunan, soluk bir fon kitapta.
Konuşan Fenelon değil, bir Osmanlı paşası.
Saadullah Bey Ilyada'yı* çevirmeğe kalkmış: bir gençlik hevesi veya genç bir heves.
Avrupa'nın dildâdesi Yunân-ı kadîme, fazla iltifat etmez Osmanlı.
Edebiyatımızda yunanperestlik Yahya Kemal ile başlar, Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile. İran'dan
Yunan'a geçen iki dost bu yolculuktan altın meyvelerle dönerler. Ama anlarlar ki gurbet
tehlikelerle dolu... Bâkî'leri, Galipleri, Hâmit'leri yetiştiren bir şiiri, Yunân-ı kadîme bağlamak,
ummanı ırmağa bağlamaktır.
Bu kaybedilmiş dâvanın biricik havarisi; Salih Zeki. Zavallı şair. Ömür boyu bir rüyayı yaşadı, bir
fetih rüyası değildi bu, bir kaçış ihtiyacı idi. Acı, rezil bir realiteden muhteşem bir dünyaya
kaçış.Şarkılar geliyordu uzak bir adadan, sirenlerin şarkıları. Gemide yalnızdı Salih Zeki ve gemi
bir kâbustan kaçıyordu. Şarkılar geliyordu bir adadan. Deniz fırtınalıydı, başka gemiler de vardı
ufukta. Halide Hanım, Kenan ellerine yelken açmıştı, Hâlit Fahri mâverâ-yı Çin'e. İrfanımız "terk-i
tâbiiyet" ediliyordu.
Salih Zeki'nin dramı, bir neslin dramıdır, bir neslin değil, birkaç neslin. Türk aydını Tanzimat'tan
beri sığınacak ada arayan bir garip sürgün.
Şiir Yunan'dı Salih Zeki için, Yunan'a benzeyendi. Bu topraklarda yaşayan son Yunanlı sayardı
kendini. Oysa iliklerine kadar Türktü. Gururu ile, zevkleriyle, zaaflarıyla.
Sirenlerin şarkısını Chenier de duymuş. İhtilal boğmuş sesini. Romantizmle yeniden doğmuş şair
ve bir neslin bayrağı olmuş. Avrupa, Rönesans'tan beri Yunan'ı kekeler. Yunan'ı yaşayan ve
Yunanca düşünen ilk şair Chenier.
Salih Zeki için böyle bir ba's-ü ba'd-el mevt ümidi yok. O ne bir tekâmül zincirinin son halkası, ne
geleceğe kanatlanan bir özleyiş.
Salih Zekiyi Yunan öldürdü. Okunmadıkça menfasına kaçtı şair. Yunan, o yalnız havari için, bir
mahpes, daha doğrusu bir çarmıh oldu.
İran'a Kaçış
Asya'nın bütün evlatları içinde Batı'nın ilk benimsediği: Zerdüşt. Buda'yla* Konfüçyüs'ün* sesi
uzun zaman erişemez Avrupa'ya ve Asya'nın hikmetini tek başına Zerdüşt temsil eder. Musevilik
Zerdüştlüğün damgasını taşır: hayırla şer arasındaki ikilik, meleklerle cinlerin savaşı, kıyamet
gününe iman... hep onun yadigârı. Hıristiyanlık, Zerdüşt olmadan anlaşılmaz. Bir kelimeyle Batı,
kaynaklarını araştırırken karşısında daima Zerdüşt'ü bulmuştur: hüviyeti çağdan çağa değişen bir
masal Zerdüşt'ü. On sekizinci asır için yeni bir Musa, daha hürriyetçi, daha filozof, daha geniş
düşünceli.
Avrupa, "gerçek Zerdüşt"ü 1771'de tanır. Bu ilk tercümenin uyandırdığı yankı, hain bir istihzadır
önceleri. Genç bir İngiliz müsteşriki: "Bu kitap ya Avesta'nın kendisidir", diye yazar, "o zaman bu
abesler mecmuasının tercümesine ne lüzum vardı; ya da mütercim tarafından uydurulmuştur,
beyhude bir sahtekârlık." Ama Batı, Doğu'nun şiir ve düşünce bahçesine onun açtığı yoldan
girer... Avesta, ihtiyar Asya'yla genç Avrupa arasında ışıktan bir köprü olur.
On dokuzuncu asrın geniş kanatlı tarihçileri, Iran-ı kadîmin bu efsanevî peygamberini kendi
emellerine tercüman yaparlar. Zerdüşt, toprak reformundan yana ilerici bir köy papazı olur
çıkar. Sonra, oryantalizmin* olgunluk çağı...
Esrarı çözülen Zentce.* Avesta yeniden çevrilir Batı dillerine. Ve Avrupa, bilgisinden şüphe
etmeğe başlar, bilgisinden ve idrakinden. Avesta üzerinde "uğraşanlar, bir gün önce yaptıkları
tercümeyi ertesi gün baştan başa değiştirmek zorunda" kalırlar. Yorumlar birbirini kovalar;
geçen asrın "ilerici papaz"ı asrımızın bazı tarihçilerine göre koyu bir düzen savunucusu, bir cezbe
uzmanı, bir derviş, bir ilkeldir. Kısaca, Hıristiyan başka türlü anlar Zerdüşt'ü, dinsiz başka türlü,
Mecusiye, Museviye, filozofa, din bilginine apayn şeyler söyler Avesta.
Bize gelince... İslâm'ın gümrah nuru, ateşgedelerin titrek ışığını söndürdükten sona, mubidler
Hint'e göçer.
Zerdüştçülük soluk bir hatıradır artık, günden güne unutulan bir hatıra. Osmanlı, ikbal ve ihtişam
devrinde, Mecûs-u men- hûs'a da, onun sahte peygamberine de iltifat etmez. Mutlak hakikate
erişen, bâtılı neden merak etsin. Sonra, inkiraz belirtileri, ve bir arz-ı mevut iştiyakiyle tutuşan
aydınlar.
Servet-i Fünûn bir kaçış edebiyatıdır, zamanda ve mekânda kaçış. Servet-i Fünûn bir
müstağripler kervanıdır; her iskeleye uğrayan, hiçbir ülkeye yerleşmeyen bir kervan. Servet-i
Fünûncular'ın bütün beldelerde sevgilileri vardır, çabuk unutulan sevgililer. Zerdüşt de
bunlardan biri.
Köprülü'yü dinleyelim: "Fikret'in gençlere tahayyül ettirmek, sevdirmek istediği âlem, bütün
anasın arasında kudsi bir ahenk, ilâhî bir aşk, mevcud olan bir iyilik ve güzellik dünyası, mev'ud
bir eremdir. Hürmüz'le *
Ehrimen'in* ebedî mücadelesi, nihayet Ehrimen'in çözülmez zincirlerle bağlanarak son
menfasına gönderilmesiyle, nurun zulmete, hayrın şerre galebesiyle bitmiştir."
Fecr-i Âti, Servet-i Fünün'dan daha köksüz, daha tedirgin, daha az samimi. Resimli Kitap'ın genç
kalemşorları için Hint de, Iran-ı kadîm de bir "aldatmaca"dan ibaret. Yakup, şöhret avcılığına
çıkarken boynuna tılsımlı bir muska takar: Nirvana. Refik Hâlit, yazılarını Zent-Avesta başlığı
altında sergiler.
Oysa, Hüseyin Dâniş* samimi bir Zerdüştperesttir. Mir- zâ'nın Iran-ı kadîm muhabbeti bir kaçış
değil, bir kendi kendine dönüş. Zerdüşt unvanlı uzun bir şiirini Mills'den alınmış bir epigrafla
tuğralar: "Cemiyet-i beşerin eşyay-ı mevhûmeye tapındığı bir zamanda (Zerdüşt), Tanrı'nın
mahiyeti hakkında dünyanın o vakte kadar tahayyül etmiş
olduğu suver-i akliyenin en temizine ve en felsefisine taabbüd ediyordu". Sonra coşkun
mısralara döker vecdini:
"İnsan düşüncesi kötülüğe ve karanlığa gömülmüş. /Cihanı Ehrimen'in velvelesi sarmıştı; /Riya
ve yalan orduları ferman dinletiyordu dünyaya, /Kader ufuklara fesad kıvılcımları saçıyordu..."
Nihayet Zerdüşt görünür: Ateşgedeyi* ilâhi şimşekle tutuşturan, cehalet içinde kıvranan çağlan
ışığa boğan, yolunu kaybetmiş milletlere doğru yolu gösteren, Yezdan'ın* nuruyla çölleri gül
bahçesine çeviren Zerdüşt... Ay'la yıldız onun meşalesidir.
Kuşlar düsturlarını terennüm eder. Halk ezberlemeli Avesta'yı. Çünkü o, çürüyen bir dünyayı
ümran'a kavuşturmuştur. Sonunda Yezdan Ehrimen'i yenecek. Cihande mutluluk arttıkça
artacak, endi- şe-i ferda kalmayacaktır. Müderris şair, acı bir sualle tamamlar şiirini. Zerdüşt'ün
kılavuzluğunda tarihin en parlak çağını yaşayan İran, bugün neden mecalsiz? Mirzâ'nın beklediği
cevap sualin içinde değil mi? Mecalsiz çünkü, Zerdüşt'e ihanet etti.
Hâlit Fahri için, Avesta yazan Şark'ın bin bir efsanesinden biridir sadece. Gerçi, şair bu kaçış
kervanına katılır, ama kervanı sonuna kadar takip etmez. "Elinde cennet açan Zent-Avesta" ...
Hâlit Fahri'nin Zerdüşt manzumesi böyle başlar. İhtiyar peygamber, dört bir çölü aşarak gelir
Fâris'e. "Ahura Mazda'yı takdise başlasın İran..." diye vaaza başlar: "Odur yegâne ilâh; emri:
nura tapmaktır." Asırlar geçer, kutsal ateş söner ve şair o büyük inancın ölümünü: "Kan ağlayan
şafak altında söndü lalelerin, Kırıldı taşlara çarptıkça al piyalelerin." mısralarıyla kitabeleştirir.
Sonra Zerdüşt, hiç beklemediğimiz bir yerde karşımıza çıkar. Cenab'ın Avrupa Mektuplarında
şunları okuyoruz:
"İran'ın filozof-u tabiîsi Zerdüşt'tür. Ruh-u Farsı hiçbir kuvvet hattâ İslâm'ın kılıcı bile, tamamiyle
Zeriı-Avesta'dan ayıramadı. Aşk-ı nîrân (ateş sevgisi) ile kalb-i İran arasında sanki ezelî bir ateşpervane nisbeti var." Ve Cenap bu parlak teşbihi şaşırtıcı bir hükümle noktalar: "Kant'a,
Avrupa'nın Zerdüşt'ü diyebiliriz."
Şairlerimize parlak mısralar ilham etmekle kalmadı Zerdüşt. Allâmelerimiz de onun uğrunda
çetin mübarezelere giriştiler. Samih Rıfat* -bir frenk lisaniyatçısına dayanarak hazretin Turan
asıllı olduğuna yemin ederken, -aynı frenklisaniyatçısını şahit gösteren- Rıza Tevfik Avesta
mübdiinin aryânîliğini ispata kalkıştı. Münakaşa aylarca sürdü. Evet, bir imparatorluk parça
parça yıkılırken ulemây-ı rüsum İran'ın "filozof-u tabiîsi" uğruna her fedakârlığı göze alıyor, her
zillete katlanıyordu.
Şark düşmanı intelijansiyamızın, Şarklı bir hakîme karşı beslediği bu derin muhabbeti nasıl izah
edeceğiz?
Avrupa'ya olan sadakatiyle. Zira, şairlerimizin terennüm ettiği bu Zerdüşt, Avrupalı bir
Zerdüşt'tür. Ve Zerdüştpereset ulemâmızın tek amacı vardır: İslâmiyet'i unutturmak.Mutlak'a
Kaçı Celi ini* bir adam öldürür. Papa'ya şikâyet ederler. Kaşlarını çatar kudsiyetmeap: "Bizim
kanunlarımız avam içindir" der, "dâhiler için değil." Celâl Sılay da bir tarafıyla Celline idi: Serazat,
derbeder, küstah.
Diderot, iki yüzyıl önce bu yan dâhilerin nefis bir portresini çizmiş. "Rameau'nun Yeğeni'ni*
okuyanlar yirmi beş
yaşındaki Celâl'le karşı karşıya geleceklerdir: Hayır ve serden habersiz, sefaleti içinde mağrur,
ele avuca sığmayan bir zekâ. Diderot'un kahramanı içtimaî bir zelzelenin arifesinde yaşıyordu;
Celâl, içinde yaşadı zelzelelerin. Celâl'in trajedisi bir çağın traj edişidir.
Onunla Nisvaz'da tanışmıştık. Nisvaz garip bir meşher idi 1940'larda. Zekâyla fuhuş, ciddiyetle
bohem, en parlak ümitlerle en karanlık ıstıraplar yanyanaydı Nisvaz'da. Maziyle istikbal kucak
kucağaydı. Mustafa Sekip bir avuç hayranına Bergson'u anlatır; Peyami, Marinetti üzerinde
nutuk çeker: Suphi Taşhan "üç buudlu" şiirlerini okurdu.
Sait Fa- ikin mütecessis bakışları, bir hikâye konusu arar gibi dolaşırdı masalarda. Arif Dino,
Yunanca şiirlerini dinletecek bir kurban bulmak için iltifatlar dağıtırdı etrafa. Sadri Ertem her
İstanbul gelişi Nisvaz'da otağ kurardı.
Kimleri görmezdiniz çevresinde... Gazeteci Münir Süleyman, aktör Avni Dilligil, dekan kâtibi
İhsan Altay ve bir sürü genç şair.
Celâl, bu alaca bulaca, bu insicamsız, bu birbirine yabancı insanların dünyasında imtiyazlı bir
mahlûktu. Sekip hocaya takılır, Peyami'yle kırk yıllık dost gibi konuşur, Sait'lf şakalaşırdı.
Muaşeret adabı diye bir şey tanımazdı Celal, dünyada yalnız kendisi vardı. Sevimli bir hayvan,
sıhhatli ve hayâsız. Yatağını arayan bir seldi Celâl: İnzibatsız, çılgın, şımarık. Nisvaz'da herkes
şairdi bir parça. Ama Celâl kendini bir evvelki nesle kabul ettiren tek şairdi. "Türkiye'nin sesi"
demişlerdi ona; "çağımızın sesi" demişlerdi.
Mısraları dudaktan dudağa dolaşıyordu. Çılgın bir kahkahaydı Celâl... Yerleşmiş değerlere
zirveden bakan bir türediydi. Genç şairler, aralarında bir hükümdar çalımıyla dolaşan bu küstah
delikanlıya, Napolyan Celâl adını takmışlardı, Napolyon Celâl, deli Celâl.
Ama kızamıyorlardı da ona. Tabiat gibi mesuliyetsiz, tabiat gibi masumdu. Yaşlılar
aldanmamışlardı. Bir çağın sesiydi Celâl. Aydının halktan koptuğu, edebiyatın bütün içtima!
değerlere arkasını çevirdiği perişan bir çağın sesi.
Şiir ya bir oyundu artık, ya bir isyan. Ve Nisvaz pastahanesinin alkış tuttuğu bu garip şair,
mefhumlarla oynayan bir kelime cambazıydı, mefhumlarla ve hayatla. Necip susuyordu, Nâzım
hapisteydi. Bu köksüz burjuvazinin yeni bir şaire ihtiyacı vardı. Kendi buhranlarını, kendi iç
sızılarını dile getiren bir şaire.
Yıllar geçti... Ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude
inzivasına iltica ettim. Celâl fırtınalar içinde kanat çırpmaya devam etti. Dalgalar o coşkun mizacı
kâh girdaplara fırlatıyor, kâh göklere yükseltiyordu. Celâl hayatı bütün hacaletleri, bütün acılan
ve bütün zevkleriyle yaşadı. Hayat trajedisini onun kadar yakından tanıyan pek az insan vardır.
Yirmi beş yıl birbirimizden uzak yaşadık. Sonra garip bir tesadüf bu eski âşinâyı tekrar karşıma
çıkardı. Yaralıydı ve bir dosta ihtiyacı vardı, güvenilecek bir dosta. Her ıstırap mukaddestir. İki yıl
pazar akşamlarımızı beraber geçirdik. Beraber doldurduk "Yeni İnsan"ı. Okunmayan bir dergiydi
bu, okunmayan ve satılmayan. Ama Celâl'in son ümit kapısı ve biricik geçim kaynağıydı.
Değişmemişe benziyordu Celâl, ne var ki, bir Olemp Tanrısınınkini hatırlatan kahkahaları arada
bir çığlıklaşıyordu. Ve hiç beklemediğimiz bir anda karanlıklaşıyordu Celâl.
Huysuzluğu artmıştı. Bu üzücü dostluğa iki yıl dayanabildim. Ayrıldık. İki yal sonra tekrar kapımı
çaldı. Hiçbir şey olmamış gibi yeniden kucaklaştık ve dostluğumuz son günlerine kadar gölgesiz
ve sakin sürüp gitti. Acılar zekâsını bilemişti Celâl'in, duygularını derinleştirmişti. Şimdi, o
yaramaz, o uçan, o kabına sığmayan genç adamın yerinde olgun bir insan vardı.
Yirmi beşinde şöhretin zirvesine erişen şair, elli beşinde unutulmuştu. Daha mı kötü yazıyordu?
Hayır...
Okuyucularını kaybetmişti sadece, okuyucularını ve hayranlarını. Bir zamanlar hislerine
tercüman olduğu "mutlu azınlık" hassasiyetini büsbütün kaybetmişti. Şiir istemiyordu artık.
Tutunduğu dallar kopmuştu Celâl'in. Altından başka mukaddes tanımayan bu sersem kalabalığa
ne söyleyecekti Celâl... Kitaplarını belli bir sayıda basıyor ve birkaç dosta armağan ediyordu.
Zavallı Celâl, ömür boyu içtimaî kavgaların dışında yaşamıştı. Çalışanların, inananların ve
gönüllerini bir dâvaya bağlayanların dünyasından habersizdi. Ve hazlar, bir zelzeleden kaçan
hassas yaratıklar gibi uzaklaşmışlardı ondan.
Küçümsüyordu şöhreti. Ama âşıklarını kaybeden bir dilberin meraretiydi bu. Başka ne
yapabilirdi? Etrafındakiler tarafından anlaşılmadığına inanınca ebediyete seslenmek istedi.
Aldatmayan tek sevgili vardı dünyada: mutlak güzel. Ve Celâl son yıllarını bu mağrur dildâdenin
fethine adadı. Ama boşuna... Zengin bir hayat tecrübesi, keskin bir zekâ ve çok sığ bir irfan.
Ömür boyu okuyamamıştı zavallı dostum. Kelime dağarcığı fakirdi. Ve kendisini bir uçuruma atar
gibi "uydurcanın" kucağına fırlattı. Bu köksüz, bu musikisiz, bu tedaisiz kelime leşleriyle şiir
yazılamayacağını anlayamadı. Başarısızlığı bir neslin başarısızlığıdır.
Celâl'i düşündükçe Balzac'ın bir hikâyesini hatırlarım: "Bilinmeyen Şaheser." Bilinmeyen Şaheser
bir ressamın trajedisidir, mutlak peşinde koşan bir ressamın. Bir portre üzerinde aylarca çalışan
sanatkâr eserini boyuna düzeltir.
Bu titiz, bu hummalı çalışmaların sonunda bir boya yığını kalır tuvalde. Yalnız bu tashihlerden
nasılsa kurtulan bir el ressamın bütün ustalığını, bütün sanatını, bütün dehâsını ifşa eder
seyircilere. Celâl'in son şiirlerinde de bu "eli"
hatırlatan güzel mısralar var: ciltlere sığmayacak düşünceleri üç beş kelimeye hapseden kristal
mısralar.
Son yılların Celâl'i için şiir bir mikrokozmostu. Bütün ruhunu dökmek istiyordu kelimelere; bütün
çilesini, bütün tecrübelerini dökmek istiyordu. Ve şiir Heraklaitos'un vecizelerine dönüyordu çok
defa: namütenahi karanlık... ve nazlı nazlı ışıldayan birkaç ateşböceği. Hint'in sutralarını
hatırlatan bu yalın ve esrarlı kelime yığınını bütün lezzetiyle tadabilmek için şairin kendisini
dinlemeliydiniz. Ne cezbeli bir okuyuştu o...Zulmet perde perde aydınlanır, kelimeler birer
kıvılcım olurdu. Anlamasanız da kendinizi kaptırırdınız o musikiye. O mısralar kırk yıllık şairin son
yaşama sevinciydiler. Son yaşama sevinci ve usanç dolu bir hayatin tek esbab-ı muci- besi ve
yegâne meşruiyet beratı. Zavallı Celâl... Elinde ne Oscar Wilde'ınm İngilizcesi gibi muhteşem bir
piyano, ne Mallarme'nin Fransızcasına benzer çok sesli bir org vardı. Ve o eciş bücüş "tilciklerle"
ebedî güzeli yaratmak için çırpınıyordu.
Dikkati bıçak gibi saplanırdı gerçeklere: Sekmeyen, bağışlamayan bir dikkat. Bu keskin bakışlar
her yalana faziletin maskesini lâhzada sıyırır; her sahte şöhreti çırılçıplak soyardı. Celâl kitapları
değil, kalpleri okuyan adamdı. Son yıllarda tek zevki kalmıştı: anlamak: ıstırapları, buhranları,
faziletleri. Ve anladıkça bedbinleşiyordu.
Her karşılaşmamız tadına doyulmaz bir vuslattı Celâl'le. Birkaç cümleyle masayı ışığa boğardı. Biz
birbirini tamamlayan iki tezattık. Ben ciddiyetim, o sezişti. Ben kitapları tanıyordum, o insanı.
Fazilete susuzdu Celâl, asalete susuzdu. İrfana hudutsuz hürmeti vardı. Bu büyük kabiliyeti
köksüz ve idealsiz bir topluluğun alkışlan mahvetmişti. Erken şöhret canına okumuştu Celâl'in.
Muhatabını seçemedi Celâl.
Celâl Türkiye'nin Oscar Wilde'ıdır.
Batı'ya Kaçış
Yunanistan'a giderken, vapurda iki gençle tanışıyor Miller.* Yunanlı talebeyi çok beğeniyor.
Dünyadan kaybolduğunu sandığı insanca duygulara kavuşmak sevindiriyor romancıyı ve
Yunanistan'ı görmeden âşık oluyor Yunanlılara. Türk talebeye gelince "Hiç hoşlanmadım ondan
diyor, en kötü taraftarıyla Amerikan kafası. Hayat yokmuş Türkiye'de. Ne zaman olacak? diye
sordum. Ne zaman biz de Amerika gibi, Almanya gibi olursak, dedi.
Hayatı hayat yapan madde idi, makine idi, ona göre." (The Colosus of Maroussi, s. 8-9).
Sürgüne gider gibi yurduna dönen bu bahtsız delikanlı, uzun bir zincirin son halkalarından biri.
Ne Avrupalı, ne Asyalı. Ne Fransız, ne Türk. Kopmuş ve bağlanamamış.Ağaoğlu Ahmet* Bey'i
hatırlıyorum. "Babamdan Hâtıralar"
(Samet Ağaoğlu,* Ankara 1940) okuduğum trajedilerin en acıklısı. Saf, iradesiz bir baba, ne
istediğini bilmeyen garip ve hasta bir anne. Kadın, kocasından habersiz, Rusça öğretecek bir
Ermeni hoca tutuyor oğluna. Ve Ahmet yalanla başlıyor hayata. Dört yılda ana dilini
sökememiştir. Leylâ ile Mecnûnu okuyamıyor. Gülistan ile Bûstan'ı ancak hecelemektedir. Oysa
"üç ayda Rusça yazıyı söktüm" diyor... "Rus kitapları ne kadar çekici idi. Ötekiler ise
kupkuruydular. Birtakım, beynimde taktak yapan şeyler."
Sonra Karabağ'da açılan Rus jimnazı. "Bahtiyarlığı tamdır." Türk hocalarını hatırladıkça utanç
duyuyor:
"Mecalsiz, üst-başları perişan, miskin insanlar." Oysa Rus hocalar "ne kadar canlı, temiz ve
muntazamdılar".
"Manevî varlığım ikiye bölünmeğe başladı. Mektepte iken başka hava, başka insanlar, başka
fikirler ve endişeler arasında yaşıyordum. Eve gelince tamamen yabancı bir muhite giriyordum.
Ve bendeki bu iki" varlık, birbirine karışmaksızın, yanyana ve dimdik yaşamakta idiler. Hâlâ da
yaşamıyorlar mı?" Ne hazin itiraf! Ölümünden birkaç yıl önce yazdığı bu satırlar, yalnız
Agaoğlu'nun değil, bütün bir aydınlar kafilesinin dramına ışık tutuyor.
Jimnazı bitiren delikanlı, Sen-Petersburg'a gitmek üzere ayrılırken annesi gâvur kızı ile
evlenmeyeceğine dair ondan söz alıyor. Elli yıl sonra bile, o ânı hatırlarken üzgündür Ağaoğlu,
tam bir Avrupalı olmadığına üzgündür.
"Ah, sevgili anneciğim" diye inliyor, "beni bu ikiliğe, bu tezatlara, bu ıstıraplara sevkeden sensin.
Ben tarih ve tabiatın verdiği bütünlüğü kaybedeceğim. Fakat, yeni bir bütünlük de almış
olmayacağım. Yarım yamalak bir şey olacağım. Ah bu yarım yamalaklık, ne tükenmez bir
dramdır!"
Eski bir dâva arkadaşı, Resûlzâde, Ahmet Bey'i şöyle anlatıyor: "1894'te Fransa'daki tahsilini
bitirdikten sonra Kafkasya'ya dönen Ahmet Bey'e yurttaşları beyhude değil ki, Frenk Ahmet
demişlerdi. Bu sıfat ona Frenk fikir ve ideallerini yaymak hususunda gösterdiği gayreti için
takılmıştı. "Ahmet Bey Yakın Şark'taki Avrupalılaşma hareketinin en samimi ideologudur."
1909'da Türkiye'ye gelen "Frenk Ahmet" çok geçmeden İttihat ve Terakki'nin tanınmış yazarları
arasındadır.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra onu tekrar Azerbaycan'da görüyoruz. Azerbaycan heyet-i
murahhas âzası sıfatiyle Baku'dan Paris'e gitmek üzere iken İstanbul'da İngilizler tarafından
tutuklanarak Malta'ya sürülüyor (Resûlzâde).
Malta sürgünü bu "mutaassıp Garpçı"ya garip bir eser ilham ediyor: "Üç Medeniyet." Türk
Yurdu gibi milliyetçiliği bayraklaştır- mış bir dergide parça parça yayımlanan eser 1928'de kitap
olarak basılıyor (Türk Ocakları Matbaası).
Dünyada üç medeniyet vardır yazara göre. Bunlardan biri (yani Garp medeniyeti), diğer iki
medeniyeti (İslâm medeniyeti ile Budist-Brahman medeniyetini) tahakkümü altına almıştır:
"Necat ve halâsımız için Avrupa medeniyetini olduğu gibi temessül etmekten başka çare
yoktur." Peki medeniyet nedir? "Tarz-ı hayattır" diyor Ahmet Bey, "hayatın kâffe-i tecelliyâtı,
maddî-manevî bütün şuûnudur... Tefekkür ve tecessüs tarzından başlayarak, telebbüs şekline
kadar hayatın bütün tecellilerini" kucaklar. "Aynı medeniyet zümresi aynı kafa ile düşünür, aynı
kalp ile hisseder, aynı manevî cihazlarla mücehhezdir."
Garp medeniyeti galip, İslâm ve Budist-Brahman medeniyeti mağlup. Bunu bir kere açık ve kat'i
olarak itiraf etmelidir. Mağlubiyet iki türlüdür: maddî ve manevî. Maddî mağlubiyetimiz
aşikârdır. "İslâm cemaatleri, birbiri ardından velveleli bir tarzda sükût etmekte ve
mahvolmaktadır. İslâmiyet'in son müstahkem kal'ası olan Osmanlılık da bugünkü hâl-i
perişaniye maruz kaldı."
Manevî mağlubiyetimiz de inkâr edilemez. Mağlubiyet nedir? "Başkasının şahsiyetini kabul ve
iradesine tâbi olmak. Gerek Müslümanlar, gerek san ırk, elbiselerinden ve evlerinin tefrişatı gibi
hayatın maddî tecellilerinden başlayarak, edebiyat, musiki gibi manevî hususatın en munis
köşelerine kadar Avrupa modellerini taklit etmektedirler. Hele içtimaî, siyasî, fennî, terbiyevî
müesseselerde Avrupa'nın büsbütün şakirdidirler." Ahmet Bey de bunu istemiyor muydu? Evet
ama, bu tâbiiyet doyurmuyor üstadı. "İslâm medeniyetine mensup cemaatlerin her gün mahv
ve münkariz olduklarını görüyoruz. Japonya gibi Avrupalılaşan milletler ise günden güne
ilerliyor...
Seylâp gibi akıp gelen ve karşısında kendi nev'inden bir mania bulamayan Avrupa medeniyeti
her şeyi süpürüp götürüyor." "Aramızda Avrupa medeniyetinin üstünlüğünü kabul etmeyen yok,
fakat bir noktada aklananlarımız var: bu üstünlük Avrupa medeniyetinin yalnız bazı unsurlarına,
meselâ ulûm ve fünûna münhasır değildir. Her medeniyet zümresi, bölünmez bir bütündür.
Parçalanamaz, süzgeçden geçirilemez. Üstün olan onun bütünüdür.
Ayrı ayrı, falan veya filan kısmı değildir."
Yani Ahmet Bey Şark milletlerinden -daha doğrusu İslâm dünyasından- tam bir teslimiyet,
kayıtsız şartsız teslimiyet bekliyor. "Medeniyeti, idare-i maslahat usulüne tâbi tutmak isteyerek,
kadir ve kahhar bir kuvveti, pazar mantığı ile idare etmeğe kalktık. Yüz seneden beri çabalayıp
müsbet bir neticeye vasıl olamayışımızın sebebi hep budur..." Yaşamak için 'Yalnız libasımız ve
bazı müesseselerimizle değil, kafamız, kalbimiz, tarz-ı telâkkimiz ve zihniyetimiz itibariyle de,
Avrupa'ya uymalıyız." Ama bunun için "şahsiyet-i milli- ye"mizi feda etmek lâzım gelecekmiş.
Adam; şahsiyet-i milliye de nedir ki? "Acaba bir millette değişmeyen, ebedî bir hususiyet, bir
özlük var mıdır? Hayır", diyor Ahmet Bey, "özlükten bahsedenler mütemadiyen bunun ahlâktan,
hukuktan, lisandan v.s.'den ibaret olduğunu söylüyorlar. Fakat tarih-i milet üzerinde en sathî bir
teemmül, bütün bu anâsırın lâyetebeddel ve ebedî olmadığını isbat eder."
"Tarihinde dinini en az iki defa değiştirmeyen hangi millet vardır? Türkler önce Şamanî değil
miydiler?" (Şimdi de Hıristiyan olsunlar, değil mi Ahmet Bey?) "Ahlâk ve hukuka gelince bunlar
mahiyetleri itibarı ile mütehavvil ve mütebeddildirler... Lisanın ebedîliği de umumî değildir.
Bununla beraber yalnız lisandır ki, mahiyeti değişmeden tekâmül edebilir. Demek ki millî
şahsiyet denilen mefhum, lisanla beraber bir milletin mevcudiyet-i maddiyesinden başka bir şey
değildir."
Din, ahlâk, hukuk... birer safra. Gemimizi kurtarmak için vazgeçeceğiz onlardan. Dile gelince,
başka bir
"milliyetçimiz", Ahmet Bey'den kırk yıl sonra, hemşehrisinin başlattığı teceddüt hamlelerini
taçlandıracak ve bizi ilim dili olarak Ingilizceyi kabul etmeğe çağıracaktır. (Bakınız Zeki Velidî
Togan,* Hâtıralar). Ahmet Beye dönelim: "Ibtidaî bir ziraattan başka elimizde millî denilecek bir
sanatımız yok. Zekâ ve dimağımızın saha-i cevelâm pek mahduddur. Kalbimizin darabanı pek
zayıftır." (Yani sefaletimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok. Marx olsa zincirlerimizden
başka derdi). "Yine bereket versin ki, herkesin mütenaim olduğu o umumî sofrada hissemize
düşen kırıntılarla bir nevi idare-i maslahat etmekle zevahiri kurtarmağa çalışıyoruz."
Sonra nakarat: "Medeniyet sahasında mağlubiyetimiz kat'idir ve galip medeniyeti temsil etmek
lüzumu mübrem-dir." Ahmet Bey de ihtiyar Caton* gibi her ibareyi aynı nakaratla bitiriyor:
"Delenda Carthago" (Kartaca'yı yıkalım). Yalnız Ahmet Bey'in Kartaca'sı, düşman bir ülke değil;
kendi medeniyetidir, kendi medeniyetimizdir.
Düşman esareti altında kaleme alman kitap, düşman medeniyetinin destanı. Galiplerin çizmesini
yalayan bir
"milliyetçilik". Ahmet Bey tanımadığı Osmanlı tarihinin ve ölünceye kadar öğrenemediği Türk
edebiyatının hasm-ı bîama- nı'dır. Şöyle diyor: "Mekteplerimizde umumî edebiyat tedrisinde
Yunan, Roma ve Avrupa akvamının kahramanlık devirlerine ait edebî eserleri hususi bir itina ile
tedris etmeliyiz." "Asırlardan beri Osmanlı hükümeti, faziletin düşmanı olmuştur. Hükümdarlar
ve hükümet adamları âdeta faziletten, bilhassa medeni faziletten tevahhuş
edegelmişlerdir. Onun menbaını kurutmak için ne yapmak lazımsa yapmışlardır. Sıdk-u
sadakate, cesaret-i medeniyyeye, hakka ve hakperestliğe karşı, mütemadi bir harp ilân
etmişlerdir."
Deli Petro'yu "âlî fikir" ve "âlî himmet" bir dâhi olarak takdim eden yazar, ahlâkımızı da,
edebiyatımızı da yerin dibine batırıyor. Hâkimiyet-i Milliye başmuharririnin en çok sevdiği
müellifler "Lenin'i hazırlayan" Rus yazarlarıdır.
Kendisini dinleyelim: "Bana ilk evvel Kafkasya'yı sevdiren, Kafkasya'nın güzelliklerini anlatan
Lermontov'la Puşkin'in tasvirleridir. Ve keza Kafkasya köylüsüne, onun saf ve temiz hayatına
karşı ilk hissî merbutiyeti yine bu muharrirlerin eserleri uyandırmıştır. Vatan muhabbeti, vatan
aşkı işte böyle doğar, böyle kesb-i kuvvet eder."
"Üç Medeniyet" serlevhalı bu insafsız ithamnamede Türk-İslâm medeniyetine ait her değer
kötülenir.
Bayramlarımızın sayısı azdır, kabahat. Sadi'yi okuruz, günâh. Ve üstat bizi utançtan öldürmek
için Sadi'nin ahlâkım
"Kanunların Ruhu" ve "İçtimaî Mukavele" ile mukayeseye kalkar. Hattâ Marx'ın tarihî
maddeciliğini bile sahneye çıkarır. Ne var ki, hukuk-u esasiye müderrisi, Şiraz'lı şairle,
Montesqu- ieu veya Rousseau arasında nasıl bir münasebet bulunacağını katiyen söylemez.
Aydınlarımız bu "haydarâne" hücumlar karşısında kahramanlıklarını "hakîmâne" bir sükûtla ispat
ederler. Ancak Serbest Fırka komedyasından sonra, dilleri çözülür. Celâl Nuri Bey* "Üç
Medeniyet" yazarını Rus'lukla itham eder.
"Üç Medeniyet" yazan Celâl Nuri Bey'in Rum olduğunu ispata kalkar... Zavallı Agayef, zavallı
Türk milliyetçiliği.
Le Bon'perestler
Vatanında pek az tanınan Le Bon, Osmanlı ülkesinde yaman bir mürit bulur, Abdullah Cevdet. Bu
aşinalığın uzun bir mazisi var. Paris'te "Osmanlı" gazetesinin yazı işlerini deruhte eden genç
politikacı halk ruhiyatının yabancısıdır.
Büchner'den* Le Bon'a, yani fizyolojiden sosyolojiye atlar. Ve "bir kavmin tabib-i içtimaîsi olmak
isteyenlere uzviyet-i akvamın teşrihini, fizyolocyasını" göstermek için "Les Lois Psychologiques
de l'Evolution des Peuples"ü tercümeye koyulur. Zira bu kitaptaki "nüsus ve kavanın-i
içtimaiyeye muttali olmaksızın ıslah-ı mülk ü millete"
kalkışmak "teşrih ve fizyolocya bilmeksizin tabiblik davasında bulunmak kadar abes ve
tıflânedir."
Genç doktorun Le Bon hayranlığı, ana yurtta da devam eder. A. Cevdet, "O zekâ-ı feyyaz"ın
Türkiye büyükelçisidir sanki. "Yığın Psikolojisi" mi çevrilmiş? Nevzuhur mütercimlere yıldırımlar
yağdırır ve kollan sıvayıp kitabı kazandırır Türkçeye.
Zavallı A. Cevdet! Paris'e her gidişinde o "büyük ve İslâm'ın muhibbi hakîm"in ikametgâhını tavaf
edermiş.
"Aklı Selim" mütercimini ateizmin bayraktarı olarak tanıyanlar "İslâm'ın muhibbi" tabirini tuhaf
bulacaklardır.
Acele etmesinler; bu "reaksiyoner, sosyalizm ve cumhuriyet aleyhtarı, fakat hür-endîş" fikir
adamı (!)
"medeniyetler, yalnız yeni bir din hâlini alan sosyalizm ve komünizme değil, İslâmiyet'e karşı da
savaş açmak zorundadırlar" diyecek kadar "İslâmiyet muhibbi", Lozan'da Türklere fazla mülayim
dav- -anan İtilâf Devletlerini kınayacak kadar da Türk dostudur! Ah bu intelijansiyamızın gafleti...
İkinci Meşrutiyet'in bir başka "Le Bon'perest"i de, Celâl Nuri. "Tarih-i Tedenniyât-ı Osmaniye"
yazarına göre:
"Bizim ahvalimiz, hususiyle Meşrutiyet'ten sonra cereyan eden vak'alar nazar-ı dikkate alınırsa,
G. Le Bon pek ziyade hak kazanır." Celâl Nuri, üstadın temel fikirlerini uzun uzadıya anlattıktan
sonra, onu "inkılâpçılanmız"a ısrarla tavsiye eder: "Kanun-u esasi ile bir millet can çekişmekten
kurtulamaz." Asıl gaye, "devlet ve milleti ıslah etmek." "Psikolojiyi küçümsedikçe çökmekten
kurtulamayız."
Le Bon fikriyatının hayranlıkla sergilendiği bir mecmuada da Edebiyat-ı Umumiye, Le Bon
düşünce bakımından Fransız'dan çok Alman'dır, diye yazar Celâl Nuri. Bunun içindir ki, Fransız
aydınlarından çoğu onu kendilerinden saymazlar. Son kitaplarında "irfan-ı beşeriyete yeni bir
fel- sefe-i ruhiyenin çerçevesini sunan" üstat, kendi memleketinden çok Almanya'da,
Japonya'da, hattâ memleketimizde meşhurdur.Alman orduları, muzaffer oldukça Celâl Nuri'nin
Le Bon hayranlığı tezâyüt eder. "Latin milletleri tarih sahnesinden çekiliyor" müjdesini
vermektedir.
Le Bon. "Biz Türkler, onun eserlerine eşsiz bir ilgi göstermeliyiz. Onu ne kadar iyi tanırsak, o
kadar az hata ederiz.
Üstat, yalnız Fransız psikolojisini değil, bizim ahvalimizi de bizden söz etmeyerek
düsturlaştırmıştır. Le Bon'dan bir formacık olsun okunmadan, doğru dürüst bir başmakale bile
yazılamaz." (Edebiyat-ı Umûmiye Mecmuası,* s. 2) İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra Ahmet
Şuayp,* Rıza Tevfik ve Câvit Beylerin büyük iddialarla neşrettikleri Ulûm-u içtimaiye ve
iktisâdiye Mecmuası'nda da üstatla sık sık karşılaşırız. Şuayp muharririni zikretmeye lüzum
görmeden Le Bon'dan fikirler, hattâ fasıllar aktarır.
Le Bon mütercimlerinden Giritli Ahmet Saki, üstadı, "kimya âlimi, teşrih uzmanı, usta bir ressam,
fotoğrafçı ve haritacı, sabırlı bir seyyah..." olarak tanıtır. Ve "kütüphaneler dolduracak kadar bol
olan muhalledâtının" bizde kâfi derecede tanınmadığından şikâyet eder.
Hangi muhalledât? "Kitle Psikolojisi" yazan, rüzgârın istikametine göre yönelen bir düşünce
fırıldağıdır. Avama mahsus bir ansiklopedi, Frenkçe yazan bir Rıza Tevfik. Köksüz bir
intelijansiyaya ufuksuz bir "mürşit".
Nakş-ı Ber Ab
İnsanından kopan intelijansiyanın kaderi suya nakışlar çizmek. Zavallı Peyam-ı Sabah
başmuharriri... O hazin başlığın (Nakş-ı Ber ab) yalnız bütün mahsulat-ı edebiyesini değil, kısa
fakat hummalı hayatını da kucaklayan bir mezar taşı kitabesi olacağını düşünmüş müydü acaba?
Hatalarını hayatıyla ödeyen Ali Kemal bana hep Suavi'yi hatırlatır. Aynı engin tecessüs, aynı bilgi
susuzluğu, aynı şuursuzluk. "Fetret" yazan bir fetret devrinin yazandır.
Diliyle Ahmet Mithat'a, inançlarıyla Celâl Nuri'ye yakın. Ali Kemal'i Avrupa mahvetti. Akla,
muayyeniyete, Batı'nın bütün yalanlarına inanıyordu. Bozgun çağlarının ümitsiz aydını. Karanlık
günlerin bu çok alkışlanan, çok sevilen, çok korkulan gazetecisi ne istikbale inanıyordu, ne
halkına. Ali Kemal an'ı yaşıyan adamdı. Satılmış mıydı?
Hayır. Ali Kemal bir neslin günâhlarını yüklenen tekedir, belki en büyük suçu: samimiyet. Topal
bir üslup, çılgın bir muhayyile ve bir kadın hassasiyeti.Fransız Devrimi'ni ben de "Rical-i
İhtilal"den heceledim, bütün bir nesil gibi.
"Edebiyat-ı Hakikiye Dersleri" çırpıştırılmış bir kitap, ama Türk aydınlan Flaubert'le mektebini o
karalama'dan öğrendiler. "Bir Safha-i Tarih" zaman zaman bir destan coşkunluğuna yükselir.
"Paris Musahabeleri"ni hâlâ severek okurum. Hüseyin Cahit'le tartışmalarında Ali Kemal'i çok
daha dürüst, çok daha tarihe hürmetkar, çok daha bizden bulmuşumdur. Ali Kemal Yeni
Osmanlılar'ın son temsilcisidir. Sait Halim Paşa'nın ölümü üzerine yazdıklarını hatırladıkça hem
insan, hem yazar olarak yüzüm kızarır. Politikacı Ali Kemal, yazarın mesuliyetinden habersiz,
insiyaklarına zebun bir kelime cambazı idi.
Çağdaşlarına tarih şuuru aşılamak isteyen o çılgın zekâ yakın tarihimizin en şuursuz
kalemlerinden biri ama yine de adını kuşatan bu korkak, bu hain, bu riyakâr sükûtu
hakketmemişti. Fransa bir Maunas'ı bile bağışladı.
Nakş-ı Ber ab yalnız Ali Kemal'in hailevî kaderini hulasa etmiyor; yazarın kalabalıkla haşr-u neşr
olamadığı bir dünyada hepimiz suya nakışlar çizen birer çılgın değil miyiz?II- Biz ve Onlar
"İmparatorluk günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamak? Onu bu hâle düşüren sebeplerin
başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir.
Temellerini III. Se- lim'in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden II.
Mahmut son haddine vardırır.
Babıâli'ye tavsiyemiz şudur: hükümetinizi dinî kanunlarınıza saygı esası üzerine kurunuz. Devlet
olarak varlığınızın taneli, Padişahla Müslüman tab'a arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana
uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin.
Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Avrupa
medeniyetinden sizin kanun venizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının
temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunuçıkarmayın. Hak bellediğiniz
yolda ilerleyin. Batının sözlerine kulak asmadın. Siz ilerlemeye bakın. Adalet ve bilgiyi elden
bırakmayın.
Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız. Kısaca, biz
Babıâli'yi kendi idare tarzı'nın tanzim veıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek
istemiyoruz. Ama, Avrupa'yı örnek olarak olmamalıdır kendine. Avrupa'nın şartlarıbaşkadır,
Türkiye'nin başka. Avrupa'nın temel kanunları Doğu'nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır,
ithal malı ıslahattankaçının. Bu gibi ıslaha! Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler.
Onlardan ha y ır gelmez sizlere."
METTERNİCH*Bir Anonim Şirket
Bu kasvetli hava, Büyük Ihtilal'den sonra esmeğe başlıyor Avrupa'da. Ortaçağda herkes yerli
yerindedir. Arada bir Kudüs hülyasına tutulan baronları, İslâm'ın kılıcı hacamat edip şatolarına
yollar. Avam tarihin kulisindedir, sırtında kamçı izleri. İçtimaî ehram sarsılmağa başlar.
Karanlıktan uğultular yükselir: şuurun sesi, isyanın sesi. Ve yeni Tanrılar belirir ufukta: hürriyet,
akıl, fert.
Avam burjuva olur. On sekizinci asır, kavga asrı. Arzı insanlığa mezar yapacak olan burjuvazi,
insan haklan uğruna savaşmaktadır. Ağlamaz, kükrer. Sonra, fetihten fethe, daha doğrusu
cinayetten cinayete koşan bu Kabilleroyu,* kendi günlerinin de sayılı olduğunu anlar.
Karamsarlık sarar Avrupa'yı, şairane bir karamsarlık... bir imtiyaz, bir kibarlık alâmeti.
Şimdi, yeni bir illetle karşı karşıyayız. Elem değil, keder değil, yas değil. Avrupa bir yol
kavşağında ve her yolun sonunda: adam. Cellatları da, kurbanları da aynı mezbaha bekliyor.
Avrupalı Tanrıyı öldürdü. Topuklarından saçlarına kadar uzanan bir mütenâhiye mahpus. Bu
kubbede hoş bir seda bırakmadan, yok olup gidecek. Cinayetleri hiçbir işe yaramadı.
Avrupalı... Hangi Avrupalı? Bugün bütün dünya Avrupalı değil mi? Aydınlarımız, Batı'nın her
hastalığını ithale memur bir anonim şirket. On dokuzuncu asırda ithal ettikleri hastalığın adı
"buhran"dı. Kelime doğar doğmaz birbirini kovaladı buhranlar: iktisadîsi, içtimaîsi, fikrîsi. Şimdi
de yeni bir meta' sürüyorlar piyasaya: bunalım.
Cıvık, sinsi, vahim bir maraz. Kendimize pek yakıştırdığımız bu illetin kökü ne tarihimizde, ne
uzviyetimizdedir.
Şairin Reşit Paşa için söylediklerini -biraz değiştirerek- intelijansiyamıza ithaf edelim: "Vücûd-ı
nâzik-i millet, rehin-i sıhhat iken Düşürdü re'y-i sakimi frengi illetine"
Demokrasi ve İslâmiyet
İki asır önce basılan bir ikonoloji* kitabında, kadın olarak tasvir edilmiş demokrasi; alnında asma
yapraklarından bir taç, sırtında kaba saba giysiler; bir elinde nar, ötekinde yılan.
Her çağ kendi rüyalarını, kendi emellerini söyletmiş kelimeye; her demagog kendi yalanlarını.
Uğrunda sel gibi kan akıtılmış. Nedir bu demokrasi?
"Katıksız demokrasi ayak takımının despotizmidir", diyor Voltaire.* "Demokrasinin temeli
fazilettir", diyor Montesquieu*... De Maistre:* "hırstır", diyor. Demokrasi adaletin temelidir,
Vacherot'ya* göre. Proudhon'a göre, ruhanî ve cismanî bütün iktidarların sona ermesidir.
Thierry* için, demokratik cumhuriyetlerin sonu ahlâkî bir alçalıştır.Günümüze gelelim:
"Weberci* bir sosyologa göre, demokrasiyi diğer siyasî rejimlerden ayıran. önfaraziye: hürriyet.
Hürriyet, demokrasinin başlangıcından itibaren mevcuttur; derece kabul etmeyen, kayıtsız
şartsız bir hürriyet. Bu mefhum demokrasinin amacını da belirler: eşitlik. Eşitlik gerçekleşemez,
gerçekleşirse demokrasi hikmet-i vücudunu kaybeder, yerini anarşiye bırakır. Tarihteki
demokrasileri anlamak ve özlerinden ne kadar uzaklaştıklarını tayin etmek için onları bu saf tiple
karşılaştırmak gerek. (Bkz. J. Freund* "Le nouvel âge", Paris Riviere, 1970).
Çağdaş Avrupa'nın demokrasi anlayışı bu, kısaca. Şimdi de İslâmiyet'in devlet telakkisine bir
gözatalım.
İnsanlar, doğuştan eşittirler: kullukta, fanilikte eşitlik. Ama menfi bir eşitlik bu. Sonra, iman
sayesinde yeni bir eşitlik kazanırlar, kardeş olurlar. Rabbin lütuflarmdan aynı ölçüde
faydalanacaklardır: hukukî ve müsbet bir eşitlik.
Kulun bütün haysiyeti: mümin oluşunda. Kul, mümin olunca hukukî bir hüviyet kazanır, dilenciyi
halifeye eşit kılan bir hüviyet.
İslâm için hürriyet felsefî değil, hukukî bir mefhum. Temeli: camianın bütün fertleri arasında tam
bir hak eşitliği olduğu inancı.
Hükmeden Allah'tır, bu hâkimiyet devredilemez. Allah, her ul-ül emr'i* otorite ile doğrudan
doğruya teçhiz eder.
Emir (veya Sultan) seçimle gelse de, durum değişmez. Allah'ın dışında cismanî bir otorite yoktur.
Vardır demek, Allah'a şerik koşmaktır. Ul-ül-emr, Allah'ın aletidir sadece. İslâmiyet'te her türlü
istibdada, ahkâm-ı Kur'aniyye dışındaki her türlü keyfiliğe karşı direnmek için birçok yollar
vardır.
Kitap sahibi kavimler, İslâm'ın üstünlüğünü kabul etmek ve ona cizye ödemek şartıyla hudutlu,
fakat teminatı olan bir hakka lâyık görülürler. Bu himaye, ümmetin bir civanmertliğidir. Bir nevi
misafirperverlik. Himaye edilenlerin daha az vazifeleri olduğu için, haklan da daha azdır.
İbadetlerine devam edebilir, kendi kanunlarını uygulayabilirler.
Putperestlerin camiada yeri yoktur. Ama Müslümanlar onları da zaman zaman korumuşlardır.
Her kâfir ve putperest
İslâmiyet'i kabul eder etmez, misak'a dahil olur. İslâm, cihanşümul bir dindir, bütün insanlara
hitap eder. Kast da tanımaz. Gerçek Müslümanın nazarında sosyal sınıf diye bir şey olamaz.
Servet veya mevki ayırmaz insanları; Müslüman, Müslümana eşittir. Cevdet Paşa'nın
söyleyişiyle: "Emr-i taayüşçe ağniyâ ile fıkarânın halleri mütekaarib ve müteşâbihdir. Câmi-i
şerifde ise müsâvât-ı tâmme ve hürriyet'i kâmile vardır..." Fukara ile zengin arasında "bir büyük
mesafe görünmez." Ve Hıristiyan devletlerinde olduğu gibi, tefrika ve husumet de yoktur.
"Binaenaleyh, akvâm-ı İslâmiyede commune ve socialiste ve nihiliste gibi fürûk-ı îtizâliyye"
bulunmaz.
Emr (teşriî magister)* Kur'an'ındır. Fıkıh* (kazaî magis- ter)* bütün müminlerindir. Müminler
Kur'an'ı okur, ezberler ve hareketlerini ona göre ayarlarlar. Bir hükm (icra kuvveti) var, hem
mülkî, hem dinî. Hükm yalnız Allah'ındır. Bir aracı tarafından (ul-ül-emr) yürütülür. Ul-ül-emr'in
ne kazaî, ne de teşriî kuvveti vardır.
Vatandaşlığı yapan kan ve toprak değil, inanç. Ümmetin Avrupa dillerinde karşılığı yok. Siyasî ve
dinî bir bağ.
Kuran hem bir ibadet kitabı, hem bir anayasa, muhatabı bütün insanlık. (Bkz. Gardet,* "La Çite
Musulmane", Paris, Vrin, 1970).
Demek ki İslâmiyet'in temel mefhumu: eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir
başka adı veya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen, imtiyaz tanımayan bir dinde kimin, kime karşı
hürriyeti? Batı, hürriyeti, bir hata işleme hakkı olarak tarif ediyor. Müslümanın böyle bir hakkı
yoktur. Çünkü o ebedî hakikatin, yegâne hakikatin, cihanşümul hakikatin emrindedir.Evet,
İslâmiyet bir kanun ve nizam hâkimiyeti (nomok- rasi)dir.* Batı'nın gerçekleştirmeğe çalıştığı
eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silâhı olarak değil,
bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Demokrasinin ta kendisidir İslâmiyet. Ama
Batı'nınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişen, çok başka umdelere dayanan bir demokrasi.
Aydınlatın Dini: İzm'ler
İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime.
Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekâyı zirvelere kanatlandıran, beşerîyi ilâhi ile
kutsîleştiren, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi. İslâm, insanı parçalamaz. İrfan, kemâle açılan kapı,
amelle taçlanan ilim. Batının
"kültür"ünde bu zenginlik, bu ihtişam, bu hayata istikamet veriş yok. İrfan bir mevhibedir.
Cehille gelişen bir mevhibe. Kültür, katı, fakir ve tek buutlu bir lâfız. İrfan, beşeri beşer yapan
vasıfların bütünüdür. Kültür, homo ekonomikus'un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal.
İrfan, dinî ve dünyevî diye ikiye ayrılamaz. Yani her bütün gibi tecezzi kabul etmez.
Kültür kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyali yetiyle Avrupa'dır. Tarih edilmeyen ve edilemeyen bir
kelime. Kâh suda, kâh karada yaşayan bir hilkat garibesi. Alman için başkadır, Fransız için başka.
Bazen içtimaî hayatın bütününü ifade eder, bazen bir alışkanlıklar, bir kazanılmış hünerler
mecmuasıdır. Şimdi hayatın kendisidir, şimdi cilası.Avrupa'nın kılı kırka ayıran tahlilci zekâsı
bilgiyi dünyevî ve dinî diye ikiye böler. O'na göre dinî kültürle lâdinî kültür farklı mefhumlardır.
Dünyevî kültür ne demek? Kültürü toprağa zincirleyen bu anlayış da bir ideoloji, yani bir
aldatmaca değil mi?
Din asırlardan beri yaşayan ve nesilleri huzura kavuşturan, tecrübeden geçmiş bir inançlar
manzumesi; sıcak, dost, köklü. Batı'nın dünyevî dediği kültür ise, hâkimiyetini tahkim için
düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideoloji. Taarruzun hedefi haçlı seferlerinden beri aynıdır;
kılıçla kazanılamayan zaferi yalanla kazanmak.
İdeolojiler tahribe yeltendikleri imanın yerine sahtelerini ikame etmek için uydurulan birer
ersatz'dır. Başka bir deyişle, remizleri, merasimleri ve kiliseleriyle çağın icaplarına uydurulmuş
birer inanç manzumesi. Rüştünü idrak etmemiş nesillere ilim diye yutturulan, yalnız zarflarıyla
ilmî, muhtevalarıyla masal, birer bulamaç.
Şöyle diyelim; Avrupa Tanzimat'tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi
öldürmek.
Mukaddesi yani İslâmiyet'i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü
misyonerin hedefi, Devlet-i Âliyye'yi Hıristiyanlığa kazanmak yani, Devlet-i Âliyye ile
bütünleşmek değil, ezelî düşmanını "etnik" bir toz yığını haline getirmekti, istediği kalıba
sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını. Kaldı ki İslâm'a teklif edeceği bir mukaddesi de yoktu,
Avrupa'nın. Tahrip ameliyesi hiç değilse aydınlar "kesimi"nde tam bir başarıya ulaştı.
Batı'nın muharref Hıristiyanlığa tevcih ettiği tenkitleri kendi dinimiz için de geçerli sandık. "Hürendiş"likleriyle övünen nesiller türedi. "Hür-endiş"ler ananeye düşmandılar, tek mabutları vardı:
teceddüt; tek mabetleri: Avrupa.
Celâl Nuri, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik ve Sabahattin Bey vs. Sözde bir isyandı bu... taassuba,
istibdada karşı zekânın direnişiydi. İmihlâ- lin mes'uliyetini imana yükleyen bu zavallılar bir asır
önceki Fransız intelijansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz birer aktördüler.
Zehirli telkinleri mukavemet kalelerini yok etti. imansız ve idealsiz nesiller türettik. Pusuda
bekleyen yabancı ideolojiler setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar ülkeye.
Bunları üç zümrede toplayabiliriz:
Hiçbir dünya görüşüne bağlı olmayan ve sırf ihraç maksadıyla uydurulmuş müstehase telkinler.
Bizim için uydurulduklarından onları millî diye vasıflandırdık. Bu tahripkâr telkinlerin mümeyyiz
vasfı tarihe düşmanlıktı. Tarihe, yani millî birliğin, millî şuurun biricik mimarına. Osmanlı
barbardı, İslâmiyet gericilikti, biz Hititler'in, Sümerliler'in çocuğuyduk vs.
Bir nevi nasyonal sosyalizm. Nasyonal sosyalizm Alman milletine mahsustur ve ithal edilemez.
Ancak karikatürü, yani muharref bir nasyonal sosyalizm Türkleştirilebilir. Hayvanî'yi yani
biyolojiği ilâhîleştiren bir inanan, bütün kavimlere kucağını açmış bir camiadan iltifat görmesi
beklenemezdi.
Sosyalizmler. Başka ülkelerin tezatlarını halletmek ve Hıristiyan Batı medeniyetinin karşılaştığı
engelleri ortadan kaldırmak için imal edilen sosyalizmler bize tarihî çerçevelerinden sökülerek,
içtimaî muhtevalarından tecrit edilerek ezelî ve ebedî birer nass gibi takdim edildi.
Üç zümrede topladığımız bu hazmedilmemiş ve hazme- dilmesine imkân olmayan inanç
manzumeleri, hep aynı iştiyakı cevaplandırmaktadırlar, yani her üç inanç da mahiyetleri icabı
dinîdirler. Mahiyetleri icabı dedik, zira üçünün de, ilmihalleri, rahipleri, remizleri vardır. Üçü de
şuura değil, şuuraltına hitap ederler. Tenkit ve münakaşaya tahammülleri yoktur.
Geniş halk tabakaları, ecdattan müntekil imanlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Rasyonel, irrasyonel
gibi nevzuhur tefriklerden Habersizdirler. İslâmiyet'i toptan benimserler. İthal malı ideolojiler
intelijansiyamızm inhisarındadır.
Bütün zorluklan onlarla çözer, bütün meçhulleri onlarla aydınlatırlar, islâmiyet halk
tabakalarının "kültür"üdür. Bu sözde dünyevî kültür ise aydınların dini...Din Afyon mudur?
Şato kiliseye dayanıyordu, kilise, nass'a.* Batı'nın düşünce tarihi akılla naklin mücadelesi tarihi.
Nakil, imtiyazların kalesiydi. Üçüncü sınıf, bu asırlık kaleyi akim dinamitiyle tahrip etmedikçe
hürriyete kavuşamazdı. Hıristiyanlık, eski toprak köleleri için karanlık bir mahpesti, maddecilik*
arz-ı mev'ut;* din zilletti, dinsizlik haysiyet.
Burjuvazi iktidara geçer geçmez kiliseyle nikâh tazeledi; kiliseyle, yani nass'la. İmtiyazlarını
koruyacak bir hisardı nass. Şimdi, aklım bayrağını omuzlamak yeni bir içtimaî sınıfa düşüyordu,
en yoksul ve en kalabalık sınıfa.
Mekanist maddecilik,* yükselen burjuvazinin* kavga silâhıydı; diyalektik maddecilik* dördüncü
sınıfın kavga silâhı oldu. Birincinin görevi feodaliteyi* yıkmaktı, ikincinin kapitalizmi. Din, Avrupa
için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi. Avrupa'nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için
şuurdur din, tesanüttür, sevgidir. Osmanlı toplumu insan haysiyetine ve inanç birliğine dayanır.
Hegel* bel-ki haklı: tarih tezatlar içinde gelişir. Osmanlı'nın tezadı Avrupa'dır. Batı'da maddecilik
bâtıl'ın hisarlarını yıkan bir dinamit, hür düşüncenin dinamiti; Osmanlı İmparatorluğunda
maddecilik bir kendi kendini tahrip cinneti.
Avrupa, Osmanlı ülkesine papaz ihraç eder. Hıristiyanlığa davet için mi? Ne münasebet. Tek
emeli, Osmanlı'yı dinsizleştirmektir. Dinsizleştirmek, yani "etnik bir toz" hâline getirmek.
Bir kelimeyle: dinsizlik, Batının yükselen sınıflan için ne kadar hayırlıysa, bizim için o kadar
meşumdur; onlar için ilerleyiş; bizim için çözülüş ifade eder.
mukaddesi. İster siyah derili, ister san... inananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için
yaşamak ve ölmek. Türk'ü, Arap'ı, Arnavut'u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç;
gazaya, yani irşada. Altı yüzyıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı
korkunç bir kâbusa kalbeden meşum bir salgın: maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin
ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok, şiirsiz ve şikayetsiz.
Düşmanlarımızın Tanrısı
Akıl, devlerin değil cücelerin silâhı. İnsiyaktan daha ahmak bir meleke. Küstah, şımarık,
mütecaviz. Hırsız fenerinin soluk ve şüpheli aydınlığı. Toprak köleleri bu Tanrı sayesinde
zincirlerini kırdılar, fakat insanlık ne kazandı?
İnanç asildir. Medeniyetler onun eseri. Biri mühendisleri yaratır, öteki kahramanları.
Gerçek akıl, ilâh! bir mevhibedir; aşka, sonsuza, feragata kanatlandırır bizi. İnsanı maddeye ve
rakkama zincirleyen bu miskin meleke, yabancı bir Tanrıdır: düşmanlarımızın Tanrısı. £
Der Sergüzeşt-i Caliban*
Kendini Promete* sanan Avrupalı... içtikçe artan susuzluk, ve devrim.
Giyotin, taçlı başlan egzotik çiçekler gibi biçer; asalet yanan şatoların duman ve alevleri içinde
tarihe karışır.
Yeni bir kahraman belirir sahnede: Caliban, bedmest ve küstah. Önce insanlara saldırır sonra
Tanrılara. O Tanrılar ki, ezelden beri kâinatın bel kemiğiydiler.
Sığınağım kundaklar Caliban ve ayılınca afallar. Diyalektiğin ve izafiyetin kaypak dünyasında
sabit bir nokta bulamayınca, abese iltica eder. Tanrı fikri, istikametini ayarlayan Kutupyıldızıydı.
Kayboldu. Onun yerine bir meşale oturtmağa çalışıyor, meşale veya mum. Bu garip mahluk, kâh
şüphenin sınırlarında raksediyor, kâh fikri iffetini en bâtıl inançlara teslim ediyor. Çağdaş
Avrupalı'nın mukaddesi: abesler, yani hantal, yalınkat ve şiirsiz ideolojiler.
Yeni Bir İdeoloji
Sosyoloji buhranların çocuğu. Comte,* ihtilalin ölüme mahkûm ettiği Katolikliği, "insanlık dini"
ismi altında horlatan bir yan deli. Le Play* sürüyü şer kuvvetlerine kaptırmak istemeyen kiliseyi
temsil eder; ser kuvvetlerine, yani sosyalizme. Durkheim,* sarsılan düzeni rasyonalizm rayına
oturtmaya çalışan bir haham torunu. Ortak vasıflan kötü birer nâsir olmak. Dâva: Hıristiyan Batı
toplumunu istikrara kavuşturmak, dördüncü sınıfın ataklıklarını önlemek. Bir Fransız yazan
"çoban köpekleri" diyor üstatlara.
Fransa 1958'e kadar liselere almıyor sosyolojiyi. Bizde 1914'ten beri kürsüsü var. Yeni teolojinin
üç eknumu -Le Bon ve Demolins* gibi yamaklarıyla birlikte- İkinci Meşrutiyetin en itibarda
kâhinleri. Hangi meselemize aydınlık getirdiler? Başka bir dünyanın, başka bir medeniyetin
çocuğuydular. Yeryüzünde yaşadığımızdan bile haberleri yoktu nerdeyse. Büyük bir isticalle ithal
edilen bu sahte ilim tek işe yaramış: nesillerin uyanmasını önlemek.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeni putlar çıkmış ortaya: Truman,* Marshall plânı* ve Amerikan
sosyolojisi. Bu
"bilimsel" sosyolojinin ilk amacı, Amerikan iş çevrelerinin mutlak hükümranlığını sağlamak; ilk
keşiflerinden biri sos- yodrama. Sosyodramanın temelinde şöyle bir peşin hüküm yatar:
Amerikan toplumu mümkün dünyaların en iyisi, ama işletmelerde ufak tefek aksaklıklar
görülüyormuş, adam... Bu canım düzene ayak uydurmayan birkaç ruh hastası, psikodrama veya
sosyodrama ile afiyete kavuşturulur, olur biter.
Sovyet sosyolojisi, sosyolojinin karikatürü.
Hüsnüne esir olduğumuz bu yeni ideoloji, edebiyatın en sevimsiz dalı. İlme benzeyen tek tarafı:
sıkıcılığı. Kendi tarihlerinden, kendi mukaddeslerinden, bir kelimeyle kendi ruh dünyalarından
habersiz nesiller, bir ülkeden bir ülkeye, bir medeniyetten bir medeniyete taşınınca bütün
hikmet-i vücudunu kaybeden bu şiirsiz, bu soğuk ideolojiden öylesine bezmişlerdir ki, iffetlerini
herhangi bir gerçek ideolojiye teslim etmelerine şaşmamak lâzım.
Bu son moda mitolojinin yerli rahipleri bana hep Voltaire'in bir tarifini hatırlatır: "Avukat,
Paris'in örfü adâtmı öğrenmek için yıllarca Teodosyus* ve Justinianus* kanunlarını ezberleyen,
sonra efendim, kaydını yaptırarak ücreti mukabilinde müdafaaya çıkmak hakkını kazanan
kimsedir, sesi müsaitse tabiî."
,_
İki Düşman Kardeş
Avrupalıya göre, Marx'la Weber, sosyolojinin iki düşman kardeşidir. Ama, Doğu sözkonusu oldu
mu, rakipler anlaşmazlıklarını unuturlar, coğrafî kaderciliği "bilimsel" bir hakikat gibi sergiler
Marx; "ülkedaş"lanmn Doğu'yu sömürürken vicdan azabı duymamaları için, bir kurt masalı
uydurur: ATÜT*
Weber'in hareket noktası ise şu: Avrupa dünyanın kalbgâhı; insan bütün büyük fetihlerini
Avrupa'nın kılavuzluğunda gerçekleştirmiştir. Öteki medeniyetler, birer emekleme, birer
başlangıç, birer müsvedde. Avrupa'nın ayırıcı vasfı: akılcılık. Çağdaş tarihin mimarı: burjuvazi.
Dünyanın başka ülkelerinde burjuvazi olmadığı için, Avrupa'nınkine benzeyen bir medeniyet de
yok. Birçok ülkeler kapitalizmin eşiğine kadar gelmişler, fakat kapitalizme geçmemişler. Sınaî
kapitalizm, Protestan ahlâkının eseri.Acaba öyle mi? Weber'in Protestan ahlâkına yamamak
istediği rasyonalite, irrasyonalitenin ta kendisi değil mi? İn- sanı eşyalaştıran, insan haysiyetini
sıfıra indiren bu ahlâk, kapitalizmin cinayetleri ve adilikleri üzerine örtülen bir şal.
Tarih bir Avrupa dimidir, Weber'e göre. Oysa "Mukaddime"* 1860'larda Fransızcaya çevrilmiş.
Geniş tecessüslü bir ilim adamının bu büyük kitaptan habersiz oluşu düşünülebilir mi? Ne çirkin
samimiyetsizlik!
Weber, Protestan insanın yani Hıristiyan Avrupa'nın destancısıdır. Asil bir davranış! Ama, o
âteşin Alman milliyetçisinin Türk insanına ifşa edeceği hakikat ne? Marksizm'in tek büyük
faydası olmuştur: dikkatimizi liberal Avrupa'nın yalanlarına çekmek. Yani, içtimaî ilimlerin birer
ideoloji olduğunu öğretmek. Weber de, "bir nevi Markszim"in panzehiri olarak tavsiyeye şayan.
Sakson Köleleri
Sakson köleleri boyunlarında bir tasma taşırlarmış: efendilerinin adı yazdırmış bu tasmaya.
Aydınlarımız da onlara benziyor; her biri bir şeyhin müridi.
Marx'ın ayırıcı vasfı: içtimaî hakikatlerin ezelî ve cihanşümul olmadığını anlamış ve anlatmış
olmak. Kapital yazan biliyordu ki, düşünce, belli bir çağın, belli bir coğrafyanın, belli bir ırkın
imtiyazı değildir. Ve ilmin çarkı, küflenmiş bir saatin akreple yelkovanı gibi kendi öldüğü gün
durmayacaktır. Ne garip tecelli: dünyanın en diyalektik kafası, diyalektiğe karşı kullanılan en
müessir silâh oldu. Marksist ne demek? Marx, ne vahye mazhar bir peygamberdir, ne tecrübe
dışı bilgilerle donanmış bir kâhin. Onu beşerilikten uzaklaştırmak, beşeriyete kazandırdığı birkaç
büyük hakikate ihanet değil mi? Hayatı, zaafları, hastalıklarıyla, belli bir milletin, belli bir asrın
adamıdır Marx. İzm'ler -bu mânâda- insan idrakine giydirilen deli gömlekleridir. Her ... ist, koltuk
değneği olmadan yürüyemeyeceğini itiraf edenbir zavallıdır. İzm'ler birer anakronizm'dir, birer
anakronizm yani kalıplaşan, canlılığını yarı yarıya kaybeden birer konserve düşünce. Batı'dan
gelen hiçbir "izm" masum değildir.
Biz ki, nass'ı mukaddesler dünyasından kovduk... Avrupa'nın içtimaî ve siyasî mitosları karşısında
bu apışıp kalmak, bu kendini küçük görmek, bu papağanlaşmak ne için? Unutmamak lâzım ki
"izm'ler içtimaî bir sınıfın müdafaasıdırlar. İçtimaî bir sınıfın, bir milletin veya bir medeniyet camiasının.Tefekkürün Tarifidir
Diyalektik Çağdaş Batı'nın koyun postuna bürünen kurt kelimelerinden biri de diyalektik.
Diyalektik nedir? "Fikrî gelişmenin gerçekten ilmî bir tarihi, ancak diyalektik materyalizmle
açıklanabilir" diyor Plehanov. Ama böyle bir izah, her ilmî izah gibi olayları dikkatle incelemeyi
ve gerçeği tanımayı gerektirir. Hiçbir nazariye, hiçbir felsefe, genel olarak ne kadar doğru olursa
olsun, böyle bir incelemenin, bu türlü bir bilginin yerini tutmaz. Böyle bir muhtevadan mahrum
her nazariye, mumyalaşmış, heybeti içinde kısır bir nass olarak kalır. Diyalektik materyalizmin en
büyük düşmanı: nass'cılık. Diyalektik, bir araştırma yöntemidir. Çok doğru. Yunan'dan Aristo
mantığını almakta tereddüt etmeyen İslâm, çağdaş Batı'nın diyalektiğinden de faydalanacak
elbette. Faydalanacak ama, geri kalmış ülkelerin ahmakça hayranlığı içinde bir tılsıma sarılır gibi
değil. Yeni Osmanlılar,
hürriyet diyordu... Avrupa'yı Avrupa yapan hürriyettir. Genç sosyalistler, diyalektik, ilmin son
sözü, diyorlar.
Diyalektik maddecilik: garip bir mefhum izdivacı. Diyalektik, bir davranış, bir gerçeğe bakış tarzı.
Maddecilik, kalıplaşmış bir düşünce yani bir nass, ispat edilmesi gereken bir faraziye. İlim
maddeci imiş. Ne münasebet! İlim, gerçeği, bölerek anlamağa çalışan, sınırlı olmağa mahkûm bir
tecessüs. Karanlık bir ormanda dolaştırılan çıra.
Materyalizm veya idealizm gibi küstah ve bütüncü nazariyelerin tehlikeli dünyasına
sokulmamalıdır ilim. Bence, diyalektiği zedeleyen başlıca handikap, kuyruk sokumuna iliştirilen
materyalist sıfatı. Diyalektik, "değişen"e çevrilen bakış, tezatların ilmi... diyalektik, şüphe.
Diyalektik, daima tedirgin, daima uyanık bir şuur.
Descartes'ın şüpheciliği, siyasî'nin, içtimaî'nin eşiğinde durur. Korkak bir şüphe. Marx'm
diyalektiği, daha hamleci, daha cesur. Kapital yazarı da Promete gibi, bütün Tanrılara
düşmandır, bütün Tanrılara, yani bütün yalanlara. Ama yine de kalıplara iltica etmek zaafından
kurtulamaz. Hegel idealistti, Prusya'nın resmî felsefesiydi Hegelcilik. Ödip kompleksi fikir
adamlarının ortak zaafı. Marx da "karnı doyunca annesine tekmeler savuran haşan bir tay gibi"
Hegel'e cephe alır: maddecidir. Marx'ın benimsediği maddecilik gerçekte bildiğimiz
maddeciliklerden çok başka bir maddeciliktir, ama ne de olsa bir yan hakikat.
Diyalektik düşünce, hiç kimsenin inhisarında değildir. Tefekkürün tarifidir diyalektik.
Herakleitos'tan Hegel'e, Proudhon'dan Weber'e, Sartre'a, Gurvitch'e kadar, düşüncenin bütün
fâtihleri diyalektikçidirler.
İman mutlak hakikatlerin dünyası. Tefekkür, şüphenin. İbn Haldun, gerçeği, haber ve inşa diye
ikiye bölmüştü.
Ne kadar haklı... haber kabul edilir, inşa tahkik. Aklın cevelângâhı olan mahsus dünyada (duyular
dünyası) hiçbir mutla- ğın yeri yoktur. Hiçbir milletin idraki başka bir milletinkinden, hiçbir ferdin
zekâsı başka bir ferdinkinden daha üstün değildir. Düşünceye sınır çizilemez. Şüpheden bile
şüphe. Diyalektiğin her düşünce için kabul ettiği münakaşa hakkını kendisinden niçin
esirgeyelim? Diyalektik tefekkürün tarifidir dedik, doğru. Tefekkürün tarifi, yani düşünceyi
mücerretlere hapsedemeyeceğimizi ihtar eden son derece mücerret bir ifşa, bir işaret.
Düşünceyi mücerretlere hapsetmek, yani kalıplaştırmak, kemikleştirmek. Hayatla ölüm,
gerçekle yalan iç içedirler, hazla elem gibi. Varlık denen esrarlı yumağı ancak diyalektiğin titiz,
seyyal dikkati çözebilir. Diyalektik düşünceyi birkaç kaba düstura hapsetmek, diyalektiğe
ihanettir. Yorulmayan bir cehittir diyalektik: her konuyu ayrı ayrı ve tekrar tekrar ele almak,
bütün yönlerini ve bütün yönleriyle kavramağa çalışmak; köküyle, gövde- siyle, dallarıyla.
Irmağın kaynaklarına çıkmak ve akışını son durağa kadar izlemek.
Doğu Despotizmi
Montesquieu, Doğu despotizminden söz eder. Düşünmez ki despotizmin âlâsı, perestişkârı
olduğu İngiltere'de ve tebaası bulunduğu Fransa'dadır. Ne beyzadelerin dillere destan
zulümlerini, ne isim hanesi açık tevkif emirnamelerini hatırlar. Bu şaşkın toprak ağasının
hakkımızdaki türrehatı sadece gülünçtür: "Türkler dünyanın en çirkin insanları idi. Kanlan da
kendileri gibi kaknemdi. Rum dilberlerini görünce akıllan başlarından gitti. Başladılar kız
kaçırmaya. Zaten ezelden beri hayduttular" v.s. "Türkler eşek olacak öbür dünyada. Yahudileri
sırtlarında cehenneme taşıyacaklar. Bütün kavimlerin en cahili... Türkiye'de tebaanın servetine,
hayatına, haysiyetine kimse aldırış etmez. Anlaşmazlıklar çabucak karara bağlanır. Şöyle ki: Paşa
davacıları dinler, sonra falakaya yatırır herifleri, bir âlâ döver ve böylece dâvayı neticelendirir."
v.s.
Bizi bu kadar tanır Montesquieu. Batı yazarlarında ciddiyet ve dürüstlük aramayacak kadar Batı
irfanının âşinâsı olanlar için bu hükümlerin tek orijinal tarafı terbiyesizliktir.
"Kanunların Ruhu" müellifi, ülkesinin 1. François'dan beri çok sıkı münasebet halinde bulunduğu
Osmanlı İmparatorluğunu bu kadar tanırsa, Hint'i, Çin'i, İran'ı ne kadar tanır? Ne garipdir ki bu
hayalperest ve hayâsız yazarın Doğu'ya izafe ettiği despotizm birçok Batılı yazar tarafından
münakaşasız benimsenir. Wittfogel*
Sovyetler'e çatmak için Doğu despotizmi bayrağını omuzlar; bizim köksüz ve ufuksuz
aydınlanınız da tarihimizi karalamak için Montes- quieu'nün coğrafî kaderciliğine
sığınırlar.Çağdaş Uygarlık Düzeyi ve İsa Efendimiz Ahırda doğmuş, çarmıhta can vermiş... Sonra
anlaşılmış ki, "semavattaki pederimiz" günâhlarımızı bağışlatmak için (kime bağışlatacak belli
değil) Mesih* suretinde tecelli etmiş. Asırlar geçmiş. Nasâra taifesi,* çarmıhta can veren şefkat
Tanrısı adına cinayetler işlemiş. Haçlı orduları, zincirden boşanan köpekler gibi saldırmış
ülkemize. Saint-Bart- helemy* İsa şerefine tertiplenmiş; engizisyon İsa adına konuşmuş.
Kürenin, adı duyulmamış bir bölgesinde minnacık bir kıta... Önce haydutlarla keşişler hüküm
sürmüş bu ülkede, sonra eski toprak köleleri. Dünyanın dörtte üçü kana boyanmış, talan edilmiş.
Ve o kan denizinden mağrur ve muhteşem bir melike belirmiş: "çağdaş uygarlık". Mukaddesler
kurban edilmiş dildadeye, makhur ve mağlup kavimler perestişle diz çökmüş önünde. Ve rub'-u
meskûn,* Avrupa'nın abeslerini Tanrılaştırmış.
Biz ki İslâm'ın kılıcı idik, "hezâr bütgedeyi* mescid" ey- lemis, "nâkûs yerlerinde ezanlar"
okutmuştuk; biz ki salibe karşı hilâl, küfre karşı hak, zulme karşı adalettik... Şîrler pençe-i*
kahrımızda lerzân olurken, felek bizi de bu gözleri ahuya zebûn etmez mi? Ne zilletlere
katlanmadık bu dilda- de uğruna, ne fedakârlıkları göze almadık! Peki amma, "çağdaş uygarlık
düzeyi"nde İsa efendimizin yeri ne?
Tarihçilerin iddiasına göre, nerede doğduğu, ne zaman doğduğu, hattâ doğup doğmadığı meçhul
olan bu insana, Avrupa'nın hâlâ taabbüt etmesi anlaşılmaz bir zaaf: belki bir kadirşinaslık,* belki
bir narsisizm.* Hadi bu idrak sakame- tini anlayışlı bir tebessümle karşıladık; kendi hamakatimizi
gelecek nesillere nasıl bağışlatacağız?
İnsanlığın tarihi neden İsa ile başlasın? Tarihin mihver çağı İsa'dan önce beşinci yüzyıl. Bugünün
insanı o zamandan beri yaşıyor (Jaspers).*
"Her şahıs tasavvurlarım kendi lisanı üzre kurup da sonra başka lisana tercüme ettiği gibi, her
millet vak'aları kendi tarihine göre tertib edip, öteki tarihleri ona kıyasla bulur... Yani her millet
kendi tarihini muhafazaya mecburdur" diyor Cevdet Paşa. "Binâenaleyh, bizde de hicretin tarih
başlangıcı olması emr-i tabiîdir". Tarih, gerçekte iki kısma bölünebilir. Paşa'ya göre: "asr-ı
Âdemden, asr-ı İslama kadar" olan zaman eski çağdır; ondan sonra yeni çağ İslâm'la başlar. 'Yeni
tarihi de iki kısma ayırabiliriz: ikinci kısmın mebdei, matbaanın keşfidir."
Matbaanın keşfi, beşeriyetin tarihinde yeni bir devir açmış mıdır? Sanmıyoruz. Bizce yakın tarihi
kanlı bir çizgiyle ikiye bölen, giyotinin bıçağı. Filhakika 1789, sanayi inkılâbını, siyasî bir zaferle
taçlandıran yepyeni bir devrin habercisidir.
Biz oyunu o zamandan kaybettik. Zavallı Cevdet Paşa! Hicri takvim,* hazin bir hatıra-ı tarihiyedir
artık.
Bir İnsan Yaratmak
Avrupa, iki asırdan beri bir delinin peşinde. Bir çağ başlıyor bu deliyle, kaç asır süreceği belli
olmayan bir çağ; hasta, sarsak, perişan, ama kalbi olan bir çağ. Bütün devrimler onun adıyla
çıkıyor sahneye. Rousseau, şuuraltının isyanı; şuuraltının, yani tabiatın.
Akademi'ye yolladığı iki risale, asrın suratında saklayan iki tokat. "Yıkılacaksın" diye haykırır ona,
"yıkılacaksın çünkü doğru yoldan ayrıldın."
"Tiyatro Üzerine Mektup", tiyatroyu bir mekteb-i edeb değil, bir mekteb-i fezâhat olarak
vasıflandınr.
"Emil"* Kitâb-ı Mukaddesin şeytana yüklediği suçlan hemcinsine yükler. Tanrı, ihtiyar bir
oyuncakçı; insan hoyrat bir çocuk. 'Yaratanın elinden çıkarken her şey güzel, insanı elinde her
şey yozlaşır." Ve bu itham bütün bir asrı büyüler: zekânın, şüphenin hür düşüncenin asrını.
Neden? Avrupa'nın ufkunda İsrafil'in sûru gibi çınlayan bu ses bir vicdanın sesidir, yaralı bir
vicdanın. Medeniyet insanı öldürmüştür, insanı ve hayatı. Avrupa bir kıyametin arifesindedir.
"Emil" de bir ütopya, bütün büyük kitaplar gibi. Rousse- au kurtulmak isteyen insanları gemisine
davet eder; geminin adı terbiye, yöneldiği liman: tabiat.
Avrupa iki asırdan beri Rousseau'nun mirasıyla yaşıyor. Çağdaş pedagoji, hataları ve sevaplarıyla
"Emil"i hecelemektedir. Rousseau da Sokrat gibi hayâsız ve Sokrat gibi sarsıcı. Maruf tâbirle, at
sineği.
On dokuzuncu asrın ikinci yansı Avrupa düşüncesinin çağlayanlaştığı devir. Şiir tahtında Hugo,
tenkit tahtında Sainte-Beuve; Balzac ölümünden sonra büyüdükçe büyümekte. SaintSimon'cular, Comte, La Play Marx. Ziya Paşa ile Namık Kemal'in bu devler arasında yüz yıl
evveline uzanıp, Rousseau'nun önünde diz çökmeleri dikkate şayan değil mi? Osmanlı
İmparatorluğu, bir buhran içindedir. Belki suni bir zelzele, ama zelzele. Enkaz altından neyi
kurtaracağız? Ziya Paşa, çocuğu, diyor; Namık Kemal, vatandaşı.
Ziya Paşa için "EımT'in cazibesi nereden geliyordu? Bir insan yaratmak isteyişinden; tabi! insan
sıhhatli insan, soyut insan. "Emil", üzerinde kafa yorulması gereken bir modeldi sadece. Ziya
Paşa'nın düşünmeğe zamanı yoktu.
Tercümeyi bile tamamlayamadı. Ve eser Tanzimat aydınlarının tefekkür ve tecessüs hudutlarını
gösteren tarih! bir vesika olarak Mecmua-i Ebuzziyâ'nın sayfaları arasında unutuldu gitti...Geç
Kalmış İki Mezdekçi: Sade ve Stirner İkisi de Batı irfanının "müthiş çocuğu", hasta, ölçüsüz. Sade
bir zirve. İnsan zekâsı hiçbir çağda memnu'un sınırlarını öylesine zorlamadı. Ama Batı'da
müstehcen onunla başlamaz. "Ahd-ı Atik" yüz kızartıcı parçalarla dolu.
(Neşideler Neşidesi'ni hatırlarsınız... Hadi şiirin haklan vardır diyelim, hürriyeti vardır, Lut
kıssasına ne buyrulur.) Yunan edebiyatı bir fuhuş edebiyatı. Dufour, altı ciltlik Fuhuş Tarihi'nin
beş yüz sayfalık birinci cildini bu edebiyata ayırır. Roma da Yunan'ın şakirdi. Juvenalis gibi
ahlâkçı- lan bile yüzünüz kızarmadan okuyamazsınız. Bir kelimeyle Batı'nın eski edebiyatları için
müstehcen diye bir mefhum yoktur. Afif olan kulaktır Roma'ya göre, göz en hayâsız tasvirleri
okuyabilir. Ortaçağa gelince... Kilisenin tanınmış bir azizi "Tanrı'nın yaratmaktan utanmadığı
uzuvların adını söylememek Tanrı'ya hakarettir" diyor. Aziz'in tenbihi kulaklara küpe olmuş. Ne
dindışı edebiyat-haşa-hakaret etmiş Tanrı'ya, ne dinî edebiyat. Decameron, dekolte tasvirlere
bayılanların hâlâ başucu kitabı. Yalnız
Decameron mu? Balzac, XVI. asnn en yaman üslup ve düşünce tâcidan Rabelais'yi George
Sand'a okumak ister.
Sand gibi dişlemediği memnu meyve kalmayan bir alutfe-i cihan dehşetli utanır, kapı dışarı eder
Balzac'ı. İnsanlığınKomedyası yazan: "Sakın kadınlara ayıp şeyler söylemeyin, saygı gösterin
kulaklarına. Düşünün ki afif olan, bir kulakları' derken bu sahneyi mi hatırlıyordu acaba? XVII.
asır, merasimperver ama Lafontaine'in Conte'ları (Fableları değil) bir müstehcenler meşheri.
Voltaire'in çağdaşları -en ciddileri de dahil- yasak bölge tanımazlar, Diderot'un "Geveze lnciler"i,
üslup bir yana, Sade'ın romanlarıyla boy ölçüşebilir. Bir kelimeyle "ilâhî Marki" ne bir münzevidir
ne bir müceddit. Avrupalı'nın şuuraltını dile getiren cesur ve hayâsız bir psikolog. Julie'ye
Mektuplar yazan Mirabeau. kendini politikanın çılgın kasırgasına kaptırmasa, bir ikinci Sade
olurdu.
Unutmayalım ki Sade yaşarken aristokrasi can çekişiyordu. Küstah Marki, bütün inançlarını
kaybetmişti.
Başarısız bir izdivaç, baldızına karşı duyduğu aşk, mukaddeslerini kaybeden adamın tek
mukaddesi kalmıştı: Vücudu. Yirmi beş yıl tımarhanede yaşadı. Mecburi imsak, azgın iştihalarını
kamçıladıkça hasta muhayyelesinin hayallerini kâğıda döktü. Talihsiz bir Feud. Zincire vurulan
bir Enfantin. Sade için hayatta başkası yoktur. Saadetin sırrı insiyaklara teslimiyet. Tek düşman:
Tanrı, yani ahlâk. Hiçbir anarşist cinayeti överken onun kadar coşkun değildir. Sade, insanlığı
kurtarmak için cana kıymayı öğütlemez, cinayet cinayet olduğu için, yani işleyene cismanî bir
zevk verdiği için insanın Tanrılaşmasıdır.
Aşk yoktur, Sade için. Çiftleşme vardır. Kadın bir zevk makinesidir. Kâm alındıktan sonra ifna
edilir. İnsana işkence en büyük haz kaynağı.
Garip değil mi, unutulan Sade'ı içli bir şair Fransa'ya tanıtır: Apollinaire. Şuuraltının karanlık
dehlizlerinde dolaşmaktan zevk duyanlar, bu Freud azmanını muhabbetle bağırlarına basarlar.
Avrupa'nın putlarından biri olur Sade.
Stirner de bir başka Sade. O zavallı mektep hocası da benliğinin zindanına mahpus. Hayat
hikâyesi tatsız bir roman. Doğar doğmaz öksüz kalmış. Annesi yeniden evlenmiş. Talih hiç
gülmemiş zavallıya. Üvey baba, şefkatsiz bir çevre ve hastalıklar. Güçlükle okuyabilmiş. Sonra
özel bir kız okulunda felsefe hocalığı. Altı ay süren bir evlilik ve boşanma. Sonra dört yıl nisbi bir
rahatlık devresi. Berlin, Hippel'in meyhanesi, bira kadehleri arasında geçen saatler, Genç
Hegelcilerle dostluk. Kendilerine "Azadedilmişler" ismini veren bu serazat insanlar ne yasa
tanımaktadırlar ne başkan: Bauer Kardeşler, şair Hervegh, Ruge, Marx, Engels vs. Asıl adı Gaspar
Schmidt olan kahramanımız, Stirner takma adıyla birkaç makale karalıyor; dostları çok
beğeniyorlar. 1843'te yeni bir izdivaç, Hippel'in meyhanesinde tanıştığı bir kadın hayal arkadaşı
oluyor. Bir yıl sonra, Stirner imzasını bir kitabın kapağında görüyoruz: "Tek ve Dünyası". Kitap
değil felâket. Stirner, işinden çıkarılıyor. Bu tehlikeli fikirlerin yayıcısı genç kızlara felsefe
okutamaz diyorlar. Hicivler birbirini kovalıyor, karısı uçuyor yuvadan ve sefalet ömür boyu
yakasını bırakmıyor. Sefalet ve yalnızlık: dehânın ezelî yoldaşları. Hippel meyhanesinde bir
yabancı olarak yaşamıştı Gaspar. Kitabı çağdaşlarıyla arasındaki uçurumu bir kat daha
derinleştirdi. Ve o coşkun düşünce volkanı bir kere intifa ettikten sonra ebediyen sustu. Ne
korkunç bir kader... Yıllarca ekmek parası kazanmak için tercümeler yaptı ve kırk dokuz yaşında
şarbona yakalandı. Yasak bölge tanımayan o serazat fikir Don Kişot'unu pis bir sineğin taşıdığı
mikrop öldürdü (25 Temmuz 1856). Kemikleri çürümeden unutuldu Stirner. O çılgın zekâyı,
ölümünden yanın asır sonra bir biyografin (Mackay) hayran tecessüsü umulmadık bir ba's-ü
bâd-el mevte kavuşturacaktı.
Islıklarla karşılanan "Tek ve Dünyası" çağın en büyük, en derin kitabı olarak selâmlandı. Yazarın
fırtınalar koparan düşüncelerine bir gözatalım... Önce bir tespit. Sümer bütün bağımsızlık
iddialarına rağmen Hegelci.
Hegel'e karşı ama, Hegelci diyalektikten kurtulamamış. Hep tez, artitez, sentez üçlüsü. Çocuk,
insiyâklarıyla yaşar, Sümer'e göre. Tek dünyası yaşadığı dünyadır. Delikanlı, çevreden kopar.
Görünenin arkasında görünmeyeni arar.
Düşünceye, ideale âşıktır. Bir mefhumlar âleminde yaşar. Olgunluk, bu iki zıt davranışı
kaynaştıran çağdır. Yetişkin insan, olduğu gibi görür dünyayı. İdealinden çok gerçeğe yönelir.
Yine çocuktur ama şuurlanan bir çocuk.
Vehimlerinden sıyrılmıştır, tek kılavuzu vardır: çıkarları. Toplumlar da aynı merhalelerden geçer.
Antikite, insanlığın çocukluk çağı. Yaşanılan dünya, tek gerçektir. İşlihaları, insiyakları yönetir
insanı. Sonra toplumların delikanlılık devri başlar. Hâlâ bu çağın içindeyiz. Mazinin hakikatlerine
inanmıyoruz artık. Tek hakikat tanıyoruz: düşünce veya ruh. Dinler, Tanrı diyor bu tecride,
felsefe: akıl. Düşünüyorum, o halde varım... Ne demek?
Düşünceden başka gerçek tanımamak değil mi? Hegel de aynı inancı bölüşmüyor mu?
Stirner, soyumuzu delikanlılık döneminin vehimlerinden kurtarmak emelindedir. Olgunlaşan
insan için tek gerçek: Ben. Liberalizm, hakiki insan millettir, diyor. Fert, hodgâmlıktan kurtulmak,
yani insanca bir hayata kavuşmak istiyorsa devletin içinde erimeli. Devleti Tanrılaştırıyor
liberalizm. Bundan daha büyük istibdat olur mu?
Siyasî hürriyet dedikleri, ferdin devlete ve kanunlara teslimiyetinden ibaret. Çağdaş insan
"Hukukun forsası".
Sosyalizm de komünizm de bir nevi "içtimaî liberalizm". İnsanlara karşı hürmüşüz de, özel
mülkiyet canımıza okuyormuş. Özel mülkiyet kalktı mı hürriyetimiz tamamlanılmış. İstedikleri
bütün insanların yoksul, bütün insanların dilenci olması. İçtimaî liberalizmin insanlara vaadi:
Cihanşümul dilencilik. (Nitekim siyasî liberalizmin armağanı da cihanşümul kölelik olmuştur.)
Her şey herkesin olacakmış. Herkes kim? Toplum. Daima bir tecrit, daima hayalî bir varlık, hayalî
ve ezici...
Bu sözde "athee"ler gerçekte çok dindar kişiler. İnsanlığa yeni putlar sunuyorlar. Hepsi de, ferdi,
mevhum Tanrılar uğruna feda eden tehlikeli birer ütopist. Cihanşümul insan diye bir şey yok.
Fert var, ferdin kendisi, yani ben. İnsan olmak, ideal insanı gerçekleştirmek... Lâf bunlar. Beşeriyi
temsil edecekmişim, niçin? Kendi kendime yetmek, kendi kendimden hoşnut olmak biricik
görevim. Benden başka nev'i beşer yok. Ne kural tanının, ne yasa, ne model. Yaramaz bir çocuk,
örnek bir çocuktan; herkese kafa tutan insan, dış baskılara boyun eğen yaratıktan çok daha
sıhhatli.
Ben, her şeyden önce ben. Ama Fichte'nin ideal ve mutlak ben'i değil, gündelik ben, fâni ben.
Gerçek olan tek değer: ferdin zevki, ferdin saadeti, ferdin iktidarı. Devlet, kanun, ahlâk... Kendi
kendimize vurduğumuz birer zincir.
Kâmil insan, bu zincirleri parçalayandır. Benim için bugün doğru olan, bugün doğrudur. Yann
başka şeye inanırmışım, inanırım... Keyif benim değil mi? Haklarımın sının yok. Bütün dünya
benim.
Görüyoruz ki ihtiyar Hobbes'un "Tabiat hâli" ile karşı karşıyayız. İnsanın insan için kurt okluğu bir
dünya bu.
Öldürdüğünüz kadar yaşar, çaldığınız kadar kâm alırsınız. Her şey sizin. Avrupalı'nın coşkun bir
hayranlıkla tekrarladığı bu abesler, Şark'ın da meçhulü değildir. Cevdet Paşa olsa Mezdek
mezhebinin artıkları, der geçerdi.Öldürmeyeceksin
Kanun, eski Yunan'dan beri "büyük sineklerin yırtıp geçtiği, küçüklerin takılıp kaldığı bir örümcek
ağı" Avrupalı için. Machiavelli, insanlığı ikiye ayırır: tarihi yapanlar, tarihin malzemesi. Çobanla
sürü. Katili göklere çıkarır, Sade, ayak takımının peşin hükümlerinden sıyrılmış bir gerçekçi
olarak alkışlar. Devlet, gözünü kırpmadan cana kıyanları korumalıdır.
Rousseau, çağdaşlarının yüzüne tükürür gibi sorar: içinizde Mandaren'i öldürmeyecek kaç kişi
var? Kimdi bu Mandaren? Çin Maçin'de yaşayan bir meçhul insan. Tanımadığımız,
tanıyamayacağımız biri. Yani bir mücerret.
Oturduğumuz yerde bir düğmeye bastık mı geberecekti herif, biz hazinelerine konacaktık,
kimselerin ruhu duymayacaktı, şöhretimiz gölgelenmeyecek, şerefli bir insan olarak yaşamakta
devam edecektik. Ahlâk bu suale verilecek cevaptaydı, Rousseau için.
Avrupa insanının ruh dünyasını bütün giriftliği ile ifşa eden iki büyük romana, en tanınmış
eserlerinde bu can alıcı suali tekrarlarlar. GoriotBaba'nın kahramanı Rastignac daha oturmuş,
daha zinde bir toplumun çocuğudur. İlk tepkisi şu: Mandaren kaç yaşında? Sonra sesini
yükselten vicdan, daha doğrusu alışkanlık: hayır.
Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u daha çıplak, daha kendisi, daha insan. Sefaleti bütün zilleti, bütün
rezillikleriyle yaşamış. Çıkmazdan kurtulmak için tek çaresi vardır: tefeci kadına kıymak. Âdeta
meşru bir müdafaa içindedir, hukukçuların iztirar hâli dedikleri korkunç durum. Kanayan bir
hassasiyet, uyanık bir zekâ ve hasta bir şuuraltı.
Avrupalı için medeniyet, zorun yerine hilenin geçişidir. Fransız, bu mânâda Rus'tan daha
medenidir, daha medeni, yani daha tehlikeli. Boşuna dil döker muhatabı. Delikanlı Mandaren'i
öldürmeyecektir. Faziletinden mi?
Hayır. Tatsız sürprizlerden çekinir ve bilir ki er geç şeytan kendisine yardım edecektir.
Raskolnikov, sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır, Dosto gibi. Kafasında bulanık
düşünceler, aç ve yan uykuda. Sanki bir kâbusu yaşamaktadır. Aylarca tereddüt eder. Ezilen
gururu uzun zaman yaralı bir yılanın ıslığı gibi uğuldar içinde: güçlüsün ve güçlü, engel
tanımayandır.
Suç ve Ceza'nın birinci bülümü, bir insanla bir düşünce arasındaki tüyler ürpertici kavganın
hikâyesi. Sonra düşüncenin zaferini hazırlayan dekor ve hâdiseler... Saint Peters- burg, ihtişam
ve sefaletin kucak kucağa yaşadığı şehir. Çayırda görülen rüya, kamçı darbeleri altında öldürülen
kısrak. Dosto'nun kitapları rüyalarla doludur, rüyalarla beklenmedik tesadüflerle. İnsanların
dışında bir kader vardır, zalim, anlaşılmayan bir kader, eski Yunan trajedisinde olduğu gibi.
Kararsızlık içinde bocalayan Raskolnikov'u garip bir tesadüf cinayete zorlar. Hiçbir sebep yokken
evine saman pazarı yolundan gitmeğe kalkar, orada tefecinin kız kardeşiyle bir eskici arasındaki
muhavereye kulak misafiri olur. Ertesi gün tefeci kadının evde yalnız kalacağını duyar. Artık
karan kesinleşmiştir.
Hiçbir şey düşünmez ve düşünemez. Raskolni- kov'la sorgu yargıcı arasındaki konuşma kitabın
can daman.
Sosyalistlere göre suç, çevrenin ürünü. Suç diye bir şey yok. Suç, kötü ve tabiat dışı bir içtimaî
düzene isyandan ibaret. Çevre her kötülüğün kaynağı. Demek ki, toplum akla veya tabiata uygun
bir düzene kavuşunca suç falan kalmaz. Çünkü isyan edecek bir konu yoktur artık. Ve göz
kapayıp açıncaya kadar insan salâha kavuşur.
Ne var ki bu madalyonun bir yüzü. Rüya ile gerçeği karıştırmayalım. Yaşadığımız dünyada suç
kaçınılmaz bir olay. Büyük adamla sokaktaki insan ayrı kanunlara tâbi. Daha doğrusu, büyük
adam için kanun yoktur. O, bir gayenin emrindedir; insanlığın hayrı için kalabalığın suç saydığı
herhangi bir hareketi işleyebilir. Meselâ bir Kepler'le bir Newton un keşifleri, şu veya bu
sebepten dolayı içtimaîleşmiyorsa, bu sebepleri ortadan kaldırmak için çekinmemek lâzım. Ama
bu uğurda bir, beş, yüz kişi feda edilecekmiş... varsın edilsin. Bütün kanun koyucular, Solon,
Muhammet veya Napolyon, suçludurlar. Suçludurlar çünkü ataları tarafından konulan,
çağdaşları tarafından saygı gören yasaları çiğnemişlerdir. Kan dökmekten de çekinmemişlerdir
bu uğurda. Yeni bir hakikatin, yeni bir düzenin müjdecisi olmak isteyen, bir kelimeyle söyleyecek
sözü olan herkes suç işlemek zorundadır.
Peki ama, büyük adamla sokaktaki adamı nasıl ayıracağız birbirinden? Büyük adam, tabiat
kuvvetleri gibi, tahripkârdır veya tahripkâr olmak zorundadır. Daha aydınlık bir gelecek uğruna
bugünü yıkmakta tereddüt etmez.
İdealin konuştuğu yerde vicdan susar. Sokaktaki insanın tek vazifesi vardır: neslini devam
ettirmek. Tabiatı icabı muhafazakârdır, itaatkârdır, hürmetkardır. Ayırıcı vasfı törelere boyun
eğmektir; bundan gocunmaz da. Yığın büyük adama kanunu çiğnemek hakkını tanımaz.
Suçlunun kellesini keser; böyle yaparken de mizacına uvgun davranmış
olur. Ama bir nesil sonra aynı kalabalık kellesini kestiği adamı azizleştirir. Yığın hale hükmeder,
büyük adam istikbal'e. Yığın, kurduğu düzenin koruyucusudur ve soyumuzu arttırır. Büyük adam
dünyayı yerinden oynatır ve hayal! bir düzenin mimarı olmak ister. Her iki insanın da en tabiî
hakkı yaşamak. Bu ezelî savaş, yeni bir Kudüs'e yani ilâhî nizamın kurulacağı bahtiyar güne kadar
sürüp gidecektir. Her büyük adam çarmıhta can vermez. Talih gülümser bazılarına: kendileri
kelle keserler.
Dosto, ıstırabın romancısı. Istırabın, isyanın, merhametin ve şuuraltının. Raskolnikov, fahişe
Sonya'nın önünde eğilirken "Senin önünde değil, acı çeken bütün insanlığın önünde diz
çöküyorum" der. Suç ve Ceza, insan ruhunun uçurumlarını, mağaralarını, dehlizlerini tarayan
bir kitap. Sözü Vogüe'ye bırakalım (Rus romanının Kristof Kolomb'u o. Avrupa, Gogol'ları,
Dosto'ları, Tolstoy'ları ondan öğrenmiş): "Romanı zevk için okuruz umumiyetle, hastalanmak
için değil. Suç ve Ceza'yı okumak, kendini isteyerek hasta etmektir. Kitabı okurken, daima bir
ruh sancısı duyarsınız. Her kitap, yazarla okuyan arasında bir düello; yazar bize bir hakikat, bir
hayal veya bir korku aşılamağa çalışır, biz de ya kayıtsızlığımızla karşı koyarız ona, ya aklımızla.
Suç ve Ceza'da yazarın dehşet verme kabiliyeti, orta bir hassasiyetin dayanamayacağı kadar
büyük. Ürpertici eserlerin en tanınmış ustaları, bir Hoffmann, bir Edgar Poe, bir Baudelaire,
Dosto'ya kıyasla birer göz boyayıcı, birer edebiyatçı... Suç ve Ceza, Macbeth'den beri yazılan en
derin suç psikolojisi etüdü." (E.M. de Vogüe, Le Roman Russe, Paris, Plon, 1892) Doğru ama
insanı tanımak böyle bir üzüntüye değmez mi?
Semavî kitapların emri: "Öldürmeyeceksin". Hıristiyan Avrupa, en sefil çıkarları için dünyanın
bütün Mandarenlerini öldürdü ve öldürmeye hazır. Goethe: 'Ya örs olacaksın, ya çekiç" diyor.
Şark, Sadi'den Gandi'ye kadar aksi kanaatte: "Yemin ederim ki, dünyanın bütün topraklan bir tek
insanın kanını akıtmaya değmez." Kim haklı? ___________________
Şiddet: Avrupa'nın Tanrısı
Çağdaş Avrupa'nın en "insancı" filozoflarına bir göz atın, hepsi şiddete âşık. Soyumuzun
alınyazısıymış bu.
"Kullanılan şiddet, şiddeti kökleştiriyor mu, yok mu ediyor; bizi geriye mi götürüyor, ileriye mi?
İşte, asıl mesele"
diyorlar.
Şiddeti yokeden şiddet, yalanların en alçakçası değilse vehimlerin en şairanesi. Her kavganın
ezelî mazereti: son kavga olmak.
Bu tahrip ihtirası, bir asrın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası değil, Kabil'den beri uzayıp giden
bir lanet zinciri.
Kıyıcılık kanında var Avrupalı'nın, Yunan destanları birer cinayet salnamesi,* Yunan, İskandinav
veya Germen destanları. Machiavelli'ye göre, "mecbur kalınınca kuvvet haktır"; mecbur
kalınınca, yani istenince. Şair: "Din şehit ister, asuman kurban"* diyor; evet Avrupalı'nın dini.
Kutuplar
Dört asır önce içtimaîyi ahlâkın dışına iten Avrupa şimui de ferdî hayatı ahlakdışı ilân ediyor.
Machiavelli* ile Freud iki müşahit. Biri politikayı ilimleştirmiş, öteki ruhiyatı.
Avusturyalı hekim çağdaş insanın kulağına, "Canavarsın" diye fısıldıyor, "canavar ve hasta.
Dertlerinin kaynağı annene duyduğun itiraf edilmez şehvet, babana beslediğin hayvanca
kıskançlık." Ve Avrupalı, asırlarca gizli kalmış
meziyetleri birdenbire keşfedilmiş gibi mağrur.
Psikanaliz kârlı bir mit. Kilisesi, rahipleri, ayinleri var. Şuuraltı, her istediğini kolayca elde eden
mutlu azınlığın imtiyazı. Yığının bu gibi inceliklerden haberi yok.
Upanişat* "Tanrısın" diyor insana. Freud "İtsin" diyor. Hangisi haklı?
Şairi dinleyelim:"Gökten yücesin, topraktan bayağı. Yokluk zulmedyle bağlıysan, toprak, İlâh!
nurun tecelligâhı isen, arş."
(Feyz-i Hindî)Testideki Ay
Hadis: "Kendini tanıyan, Rabbini tanır" diyor. En küçük sonsuzla, en büyük sonsuz arasındaki
esrarlı ayniyeti ifşa eden büyük söz. Hint bilgeleri de "Gökte bir tek ay var, akisleri sonsuz. Her
testinin suyunda başka bir ay. O
testilerden biri de sensin" derken aynı hakikate tercüman olmuyorlar mıydı? Kendini tanımak,
marifetler marifeti.
Doğu, kıyıları görünmeyen bu ummanda binlerce yıldan beri dolaşıyor. Ama keşiflerini
kitaplaştırmamış; gönülden gönüle aktarılmış sır. Batı'ya gelince: Freud öncesi psikoloji, çeşitli
bilgin çehreleri sunan bir kaleydoskop. Bakışlarını iç dünyaya çeviren aydın, şuurun mağarasında
kendi gölgesiyle karşılaşmış. Montaigne elinde bir kitapla resim çektiren adam. Denemeler bir
aile albümü. Madam Bovary* Flaubert'in kendisi, insanlık Komedyasının* tek kahramanı:
Balzac.
Bütün yok bu psikolojide. Küçük dertleri, küçük sevinçleri, küçük meseleleri ile bir çağın ve bir
ülkenin insanı var.
Bu testilerdeki ay, ay'a benzemiyor.Yogi İle Komiser
Peşin hüküm yok Koestler'de.* Yasak bölge tanımayan bir tecessüs. Gün Ortasında Karanlık, bir
çağın muhakemesi; bir çağın hattâ bütün çağların. Düşünce, kınından sıyrılan kılıç gibi keskin,
parlak ve hissiz. Yogi ileKomiser de Gün Ortasında Karanlık' ın bir uzantısı.
Bu iki insan, düşünce tarihinin iki kutbu veya iki zirvesi: Gandi ile Lenin.
İnsanın hayat karşısındaki bütün davranışlarını bir gök kuşağına benzetiyor Koestler. Ve
sosyolojik bir spektroskoptan seyrediyor. Tayfın bir ucunda (kızıl-ötesi) komiser, ötekinde (morötesi) yogi. Komiser dünyayı dışardan değiştireceğine inanır; devrim, bütün felâketleri ortadan
kaldıracaktır (ne inkibaz kalacaktır, ne Ödip kompleksi*). Devrim, istihsalle mübadelenin yeni
baştan düzenlenmesi. Amaca götüren her vasıta meşru: şiddet, hile, hıyanet, zehir. Mantık tek
yanılmaz pusula. Kâinat bir kere harekete geçirildi mi hep aynı gidiş-gelişleri tekrarlayan bir
rakkas.
Yogi der ki: amacı bilen var mı? Yalnız vasıtalar önemli. Zor yok. Dıştan hiçbir şey düzelemez. Tek
manivela, kişinin ruhî kuvvetleri. Her işin başı: mistik bir terbiye. Fert, görünmeyen bir göbek
bağıyla sonsuza bağlı. Onun manevî değerlerini besleyen: sonsuz.
Bu iki kutup arasında düşüncenin nüansları. Merkeze yaklaştıkça renkler sisli ve karışık.
Komiserle münakaşa edemezsiniz. Hazret "dövüşe hazırlanan goriller gibi göğsünü döver önce,
sonra ister dost olun ister düşman, sizi kucaklar ve boğar." Yogiyle de tartışılmaz. Kelimelere
inanma: ki. Liberallerle, Fabiancılarla,* filantroplarla*
tartışabilirsiniz. Ama neye yarar? Dâva, Yogi ile Komiser arasında. Dünya dıştan değiştirilebilir
mi? Tarihi berbat eden, iki ucun anlaşamaması. Komiserin bütün dikkati: kişi ile toplum
arasındaki münasebete takılı. Yogiyi ilgilendiren yalnız kişi ile sonsuz arasındaki bağlar.
Komiserin bütün çabalan insan tabiatını değiştiremedi, diyor Koestler. Bu iflâsın iki sebebi var:
ütopya sarp bir zirve. Yol dolambaçlı, Yükseldikçe zirve kaybolur gözden, ne tarafa gidildiği
bilinmez. Kalabalık kılavuzunu yolun dışına iter, sonra kendisi de yuvarlanır uçuruma.
İkinci sebep de gayeyle vasıtalar arasındaki uyuşmazlık. Mesul mevkideki adam daima iki
imkândan birini seçmek zorundadır. Ya vasıtaları gayeye uyduracak, ya gayeyi vasıtalara. Nazarî
olarak bir uzlaşmaya varmak kabil: din, iyi niyet, liberalizm birer uzlaşma. Amelî mesuliyetler
dilemmayı keskinleştirir. Seçeceksiniz. Vasıtaları amaca tâbi kılınca, faydacı mantık sizi aşağıya
kaydırır boyuna. Önce meşru müdafaadan sözedersiniz, sonra en iyi müdafaa taarruzdur
düsturuna varırsınız. Bu yol sizi atom bombasına, Nagazaki'deki iki yüz bin ölüye götürür. Bu
uğursuz inişin ikinci örneği yarayı dağlamak iddiasıyla başlar, Moskova tasfiyelerinde biter.Peki,
Yoginin davetine koşalım: yazık ki murakabe ancak ferdi kurtarabiliyor. Kalabalığı dışardan
günâhsızlaştırmak, temizlemek sözkonusu olunca da, karşımıza aynı dilemma çıkıyor. Gayeleri
vasıtalara tâbi tutunca da aynı kayış mukadder.
Yollardan biri Moskova dâvalarına açılıyor, öteki her şeyi kabule: istilâyı, sefaleti, zilleti. Mazinin
bir terkibe kavuşmayan halk hareketleri rasyonalizmle* mistisizm* kutuplan arasında yalpa
vurur gibi. Bazı devirlerde kitle kızıl-ötesi'nden mor-ötesi'ne yönelmiş, bazı devirlerde tersine.
Sanki tarihte de musonlar esiyor. XIX. yüzyılda hareket Komisere doğru. Bugünün insanı morötesi'ne koşmakta. 1930'dan beri hepimiz bir parça Yogileştik, diyor Koestler. Rasyonalden
inasyonale itildiğimizin farkında değiliz. Aydını önüne katan rüzgâr laboratuvarlardan esiyor.
Soldan sağa kayış, başlangıçta ilim adamlarının eseri. Fizik son yıllara kadar bir Komiser-ilim'di.
Gittikçe bir Yogi-ilim oluyor. Psikoloji de öyle. XX. asır rasyonalizmi, yalınkat iyimserliğe, hayâsız
mantığa, küstah bir kendine güvenişe, hulâsa XIX. asrın Prometeci davranışına şüpheyle bakar.
Irkların gelişmesinde Yogi-geceler ve Komiser-gündüzler var. Belki de medeniyet uyuyor ve
zaman zaman rüya görüyor.
Çağdaş insan, insanın yansı. Ona kutsiyetini ve bütünlüğünü kazandırmanın yolu murakabe. Bizi
ne yalnız veli kurtarabilir, ne ihtilalci, diyor Koestler. Kutuplar arasında ahenk kurulmadıkça,
insanlığın istikbali tehlikelidir. Ve murakabenin mekteplerde ders olarak okutulmasını istiyor,
jimnastik ve matematik gibi.
Ne Yogi Ne Komisi
Yıl 1893. Güney Afrika'dayız. Pretoria'ya giden trenin birinci mevki kompartımanında genç bir
avukat üzerine aldığı dâvayı düşünüyor. Bu sakin delikanlıyı yakasından tutup, tarihin girdabına
fırlatan bir kondüktörün eli. Genç adam Hintli olduğu için vagondan atılır, öğrenir ki on binlerce
soydaşı yıllardan beri aynı hakaretlere uğramaktadır.
Bir vicdan ile bir imparatorluk arasındaki savaş o gün başlar. Çağımızın ve belki de bütün
çağların en büyük destanı. Gandi bir insan değil, bir şuur, Hint'in şuuru. Ve Hint, zulmün
süngüsünü, kanının alevinde eriten millet.
Gandi'nin sise ihtiyacı yok. Hakikatlerin hurafelerle sarmaş dolaş olduğu bir ülkede efsanelerin
hâlesine tenezzül etmeyen büyük ruh. İkbal'in* sarhoş edemediği tek politikacı. Ne Yogi, ne
Komiser.
Lanzo del Vasto* doğru söylüyor: korkunç bir tehlikenin arifesindeyiz. Çatışan milletler ve
sınıflarla, gelişen teknik, uçuruma açılan iki ray. İmparatorluklar yok artık, iki blok var. Hâkim
devletler, bir ülkenin adını taşımıyor.
İsimleri baş harflerden ibaret: ABD, SSCB... Pençeleri birbirinin karnına geçmiş iki canavar. Bu
azgın düşmanların en göze çarpan tarafı, benzerlikleri. Her iki blokun rejimi de kanlı bir
ihtilalden doğdu. Birinci, blok, Fransız İhtilali'nin çocuğu. Mecburî askerlik hizmetini
kanunlaştıran o; topyekûn savaşa ilk hazırlık. İkinci blok kadınları da silâhlandırdı. Vasıtaları aynı:
şiddet. Kanunları aynı: madde. Bu lanet zincirini ancak hakikat, adalet ve aşk kırabilir.
Kapitalizmle komünizm Batı'nın iki çehresi... Biri kumarhane, öteki mahpes.
Koestler, ya Komiser, ya Yogi diyor. Gandi, zirvelere yükselen üçüncü yolun müjdecisi.
Düşman süngülerine göğsü ile karşı koymak... Zora yok demek, direnişlerin en erkekçesi. Diz
çöken bir direniş
değil bu; haksızlığa boyun eğen, zora yok demiş olmaz. Cinayete ses çıkarmayan, caninin suç
ortağıdır. Her zorba yiğitlikten dem vurur. Tehlikeyi görünce sıvışan, kuşatılınca teslim olan
sahte bir kahramanlık. Tek gerçek yiğitlik, zora yok demek. Zora yok, demek, insana
güvenmektir. Düşmanı dost ederek yoketmek. Küçültmek değil, küçülmekten kurtarmak. Hakkın
ezelî gücüne, cihanşümul gücüne inanan zora yok diyebilir. Tek düşman var: aldanan. Savaş bir
irşat. Savaş, ışıkla karanlığın diyoloğu. Düşman, gözü bağlı olandır. Savaşın amacı, bu bağlan
çözmek; kinin, öfkenin, peşin hükmün, küçümseyişin bağlarını, güvensizliğin, inadın bağlarını.
Hürriyet bir bağış değil, bir fetih. Zafer acıya katlananındır. Zor, hayvana yakışır, "ahimsa"*
insana. Şiddet, uçuruma açılan bir yol; sabır hakikate.
Gandi, Hint'in ruhunu dile getirdiği için büyük ve ölümsüz: Hint'in ve insanlığın. Hem Doğu, hem
Batı. Politikayı bile ulvîleştiren o büyük mücâhidin derslerine herkesten çok muhtacız.
Biz anlayabilir miyiz Gandi'yi? Hayır. Çünkü hayranı olduğumuz Batı anlamaz. Hıristiyan Avrupa
hakikatte tek Tanrı tanır, Tanrı veya kahraman: Promete. Aşkın, imanın, sabrın zaferlerinden
habersizdir.İnsan Nereye?
Servet, küstah; sefalet, tehditkâr. Voltaire'in kahkahası baykuşun ulumasından farksız, yakın
harebelerin rüyasıyla sermest bir baykuşun. Gözler, ya doğacak fecirlerin hasretiyle yaşlı, ya
kaybolan bir altın çağın.
Bu çökmeye mahkûm medeniyet "üç sütun üzerinde duruyor; süngü, açlık, fuhuş. Fransa
yorgundur, zaferden yorgun, yenilgiden yorgun, sefahatten yorgun, sefaletten yorgun. Ve
burjuvazinin gittikçe kabaran iştihası.
Saray kanlı akibetinden habersiz. İmtiyazlılar filozoflarla kadeh tokuşturuyor.
Altın çağ yalnız zamanın külleri altında kaybolan bir belde değil, denizlerin ötesinde de mevcut.
Ummam aştın mı: Eldorado. Sen de böyle bir Eldorado yaratabilirsin, "Emil"i oku: "Her şey
Yaratanın elinden çıkarken güzel...", bu bir nâra. Konuşan, filozoftan çok hicivci, "insanın elinde
yozlaşmış her şey."
İyi ama Yaratan'ın eserini tahrip eden insan da Yaratan'ın
eseri değil mi? Güzel, güzel'i nasıl bozar? Belli ki şuuraltında konuşan, "ilk günâh" masalı. Yedi
canlı bir masal bu.
Calvin ahlâkı bu masala dayanıyor; kapitalizm, Calvin ahlâkına.
Rousseau için şeytan: özel mülkiyet. İnsan, bir tarlanın etrafını çitle kuşatıp, burası benimdir
dediği günden beri doğru yoldan uzaklaşmış. Cinayet cinayeti kovalamış, facia faciayı. Sonunda
medeniyet denilen bu yapma düzen kurulmuş.
Oysa Oscar Wilde için iğrenç olan tabiatın kendisi. Terbiye de içtimaîye yöneldiği ölçüde bozucu.
Şu çocuğa bakın diyor, ne kadar sevimli, bir de şu yirmisindeki haytaya bakın: nobran, edebsiz,
lanet. Onu bu hâle getiren toplum yani terbiye.
Ummanların ötesinde bir altın şehir yok. İnsan her ülkede hilekâr ve yırtıcı, zaruret tünelinden
hürriyet alanına çıkamadı henüz. Elli bin yıl öncesine kıyasla çok daha güçlüyüz. Ama gelişme
bütünü kucaklamıyor. Yol iniş
çıkışlarla, geriye dönüşlerle, sapışlarla uzamaktadır.
Dünle yarın, karanlıkla aydınlık boğaz boğaza. Vedalarla Avesta'nın anlattığı kavga sona ermedi.
Soyumuzun ana dâvalarından hangisi çözüme bağlanabildi? Sanayi devrimi hayat üslubunu
altüst etti ama kafalar hep aynı. Devler her çağda vardı. Zerdüşt'le Russell, Yajnavalkiya* ile
Sartre aynı insan. Cilâlı Taş Devri'nden bu yana insanlığın en büyük zaferi on dokuzuncu yüzyılda
gerçekleşmiş: madde üzerinde hâkimiyet. Kimin hâkimiyeti? Üç buçuk Avrupalı'nın. Ya altüst
olan ruh dengemiz?
"İnsanın elinde yozlaşmış her şey", doğru ama her şeyi düzelten de insan değil mi?
Peygamberler de, veliler de kahramanlar da insan. Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki
anlaşmazlık. Hayatın kanunu tezat. Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren
adsız bir sürü.
Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana. Dâhi iki taşın çarpışmasından doğan kıvılcım.
Marx da toplumun eseri, Lacenaire* de. Ama ikisi de toplum-dışı.Versailles bahçeleri gibi
tarhlara ayrılmış toplum ama tarhların sının belirsiz. Toplumun içinde birçok toplumlar var.
Büyük adam, kucağında yaşadığı toplumun üvey evlâdı dünkü, yarınki, ötelerdeki bir toplumun
çocuğu. Rousse- au'yu Rousseau yapan yüzünü görmediği annesiyle ayyaş babası mı? Marx,
avukat Marx'ın oğlu olmaktan çok Rousseau'nun, Saint-Simon'un, Hegel'in çocuğu.
Kaderimizi çizen toplum, ama ona teslim olunca yokuz, denizdeki herhangi bir dalgayız artık.
Dalgaların bir tarihi var mı? Kişilik bir kopuş, bir olmayan'a, bir olacağa bağlanıştır. Görünen
toplum içinde görünmeyen toplumu seçmek.
İnsan tabiatı değiştirirken kendini de değiştirilmiş, yalnız tabiatı değiştirirken mi? Büyük adam
bir devin sırtına tırmanan cüce, diyor Michelet. Belki doğru, dev: Goliat yani yürüyen dağ
parçası, sırtındaki cüce: Davut yani zekâ.
Büyük adam, kalabalığı tekme ile uyandıran kılavuz. Sonra uyanan Caliban efendisini parçalar.
Tarih hürriyetle kader, ruhla madde arasındaki kavgaymış. Bir kelime ile tabiatla insanın kavgası.
Tabiat hep aynı tabiat, ne var ki insan hep aynı insan değil. Ummanlar dehşetinden birşey
kaybetmedi. Ama çağdaş Ülis'in emrinde yüzen şehirler var. Ve Jüpiter'in korkunç silâhını,
emekleyen bir çocuğun parmaklan bir avuç ışığa kalbedebiliyor.
Nesiller fetihlerini nesillere devretti ama ilerleyen yalnız homo faber. Bütün bu zaferler biraz göz
boyayıcı.
Jean Rostand, "tabiatın sırlarından bazılarını aşırdık", diyor, ilim adamı çok defa ne yaptığını
bilmeyen bir büyücü çırağı. Tabiat kuvvetlerini, uysal bir arslanla oynayan çocuk gibi
mıncıklıyor... ya arslan kızıverirse. Will Durant hiç de iyimser değil, "deprem devi şöyle bir
dizlerine dayanıp arzımızı sallayacak olsa ne kulübe kalır ne gökdelen." İki robotun yanlış bir
hareketi, nereden geldiği, niçin geldiği hâlâ bilinemeyen bu ahmak yuvarlağı yeniden
kaoslaştırabilir.
İnsanlık, barut fıçılan üzerinde rakseden sarhoş. Ağzında sigara ve elinde havaî fişekler.
Soyumuz Tanrı'nın halifesiymiş, pek toy bir halife. Kâinatın bu yeni misafiri nihayet bir milyon
yaşındadır. Elbet hataları olacak. Şahikalara ancak tırmanarak yükselinebilir.
Yaratanın elinden çıkarken her şey güzelmiş, kime göre güzel? Evren bir ham madde deposu.
Her şeyi biçimlendiren insan; güzel de iyi de insan icadı. Yalnız hilkatin atölyesinde çalışan, yani
yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip kurabilen ustaların sayısı bir asırda üçbeş. Ötesi mevaşi.
Bir Avuç Duman
Düşünce bir köprü: kıldan ince, kılıçtan keskin... Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler
asırlarca habersiz yaşamış birbirinden.
Ne Asya Avrupa'yı tanımış, ne Avrupa Asya'yı. El Birûnî boşuna anlatmış Hint'i çağdaşlarına.
Kıt'alar kapalı birbirine. Yalnız kıt'alar mı? Aynı mahalledeki insanlar birbirine yabancı. Her ev
meçhule giden bir kompartıman.
Kompartımandakiler tesadüfün biraraya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx'ın annesi oğlunu
anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton'u. Saint-Simon "Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer"
diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane.
Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir âşık
gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan, birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler.
Ve Rubaçof zindanının duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları
birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümleler de var.Bir ırmağa benziyor
zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz'ün repertuvarı tarihinkinden
daha zengin. Juvenal'i öfke şairleştirmiş, öfke yani isyan.
Şark'ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir ayaklanış. Hikmet, hamakatle
vuslatı hayatın tabiî cilvesi saymaktan ibaret.
Batılı için tekâmül bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o.
Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet!
Coşmak lâzım, diyor Saint-Simon, yaşamak lâzım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak.
Dizginleri gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz.
Tücrübe, harem ağalarının silâhı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa tecrübesiz.
Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayağılığa alışmak ve bayağılaşmak.
İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu.
III- Münzevi Yıldızlar
Diderot'un delişmen bir kahramanı, ne lüzum var dâhiye der, dünyanın başına dert açan hep o.
Deha tabiatın en tehlikeli armağanı.
Düşüncenin bütün "cenin-i sâkıt'larını kudurtan bu tehlikeli armağan nedir acaba?
Deha, Genie'nin tercümesi. Genie, bulutların arkasından gülümseyen tayf. Alnında kâh
yıldızlardan bir taç, kâh dikenden. Görülür, fakat anlatılmaz. On sekizinci asrın sonlarına kadar
yerine oturmamış bir kelime. La Harpe*
isteyenin dilediği mânâda kullandığı bu içi boş kelimeden hiç hoşlanmaz. Ama Genie, o yavuz
belâgatçının yıldırımlarına rağmen yaşar ve yaygınlaşır. Zaferleriyle sarhoş bir neslin bayrağı
olur. Cihanşümûllüğünün sırrı, müphemiyetindedir. Bütün gönülleri fetheder, bütün dudaklarda
dolaşır.
Genç Hugo, münzevi bir dinleyici olduğunu söyler... "Esrarlı bir ses yükselir içimden, dışımdan
esrarlı bir ses gelir. Kimin sesi bu, ne söyler bilmem." Şairin duyduğu bu ses ilhamın sesidir;
ilhamın, yani dehanın.
Bu cezbe Lamartine'in de yabancısı değildir: "Mucizelerini terennüm edeyim diye, ikinci bir ses
verdin bana Tanrım. Duyduğumuz seslerden daha saf, rüzgârlardan, dalgalardan, ormanlardan
daha heybetli. İsrail nebilerinin soluğu bu. Ölümlü dünyanın hay-u huyunu musikiye kalbeden
derun! ses." Başka bir şiirde dehayı şöyle anlatır şair:
"Vecit, o muzaffer kartal, ruhuma saldırdığı zaman, alevden kanatlarının sesi, mukaddes bir
korkuyla ürpertir beni."
İlham perisi, Musset'yi de sık sık ziyaret eder. Yan putperest, yan Hıristiyan bir bakire bu.
Homeros'tan çok Ossian'm* kızı. Kendini şaire sunan bir sevgili, şairi koruyan bir Tanrıça değil.
Sanat bir görevdir Hugo için, mukaddes bir görev. Sanatçı bir nevi rahiptir. Yeryüzünde ruhanî
bir reis, bir
'sacerdos magnus' var: deha. Bu ilahî güç zaman zaman bir insanda tecelli eder. "Shakespeare"
yazan için ilham, meçhul bir varlığın esrarlı fısıltısı değildir, artık. Dâhinin tabiat-üstü yardımcıları
yok. Tek yardımcısı: beyni.
Sokrates'in Demon'u, Musa'nın yanan çalısı, Numa'nın perisi... birer remiz.
Yunancada dâhi ile şairin kökleri bir, ikisi de yaratıcı demek. Deha ilahî bir cezbedir, Eflatun'a
göre. Kant için,
"sanata kaideler sunan bir meleke." Hegel "Gerçek sanat ne öğrenilir, ne aktarılır", diyor.
Kabiliyet ile dehayı şöyle ayırıyor Schopenhauer: kabiliyet, belli bir hedefe başkalarından daha
ustaca ok atmak; deha, oklarını, başkalarının bakışlarıyla dahi ulaşamayacağı bir hedefe
saplamak. Taine, dehayı girift bir varlık olarak vasıflandırıyor. Önce sanatçının mizacı, üslubu,
yapıcılığı, sonra çevre. Tabiat, insiyak, deha, mizaç, sinir sistemi, beyin veya kan... Bu esrarlı
varlığa ne ad verirseniz verin, her büyük eserin ilk kaynağı o. Sabırmış, emekmiş, çevreymiş,
hiçbir şey o cevherin yerini tutamaz.
Şairlerle filozoflardan sonra, bir filozof-şair, Guyau'yu* dinleyelim: "Sanat ve şiirde deha,
alabildiğine geniş ve derin bir sevgi, bir içtimaîleşme gücüdür. Veludiyete yönelen bir aşk bu,
bütün gerçek aşklar gibi; yeni bir dünya, yeni bir canlılar dünyası yaratmadan rahat etmez. Dâhi
bütün varlıkları anlamak için, bütün varlıkları sevmelidir.
İlimde bile, hakikati bulmanın ilk şartı, kendini bir düşünceye bağlamak, bir meseleye vermek.
Sevmeden olur mu bu? Dâhi başkasının içine giren, başkasını veya başkalarını duyan, yaşayan,
yani yaratan adam." Deha bazen bütün melekelerin harikulade güçlü, harikulade ahenkli bir
gelişmesidir, bazen bir tek melekenin alabildiğine derinleşmesi, büyümesi, bazen de oldukça
gelişmiş melekeler arasında tam bir ahenk. Çevre ile izah edemeyiz dehayı; çevrenin eseri
olmaktan çok yaratıcısıdır deha. Darwin'in "mes'ut tesadüfü.
Seneca "Her dâhi bir parça delidir" diyordu. Guyau da "Perili ruhlar var" diyor, eski konaklar gibi.
Bazı hekimlere göre bir sanrıdır deha, bazılarına göre bir nevroz. Max Nor- dau,* Beethoven'den
Tolstoy'a, Verlaine'den Rimbaud'ya kadar geçen asrın bütün büyük şöhretlerini tereddi ile
damgalar.
Bu cüceler asrı, ne dehaya inanıyor, ne fazilete. "Deha bir sümük meselesidir" Leon Paul
Fargue'a göre, "sanat bir virgül meselesi"; Aragon için, "dâhi'nin özelliği, öldükten yirmi yıl sonra
salaklara düşünceler ilham etmesidir."
Dâhi münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen. Zirveden zirveye
akseden şarkı.
Dante
Rüyalarından biri Machiavelli oldu, mısralarından biri Mic- helangelo. İtalya'ya bir dil armağan
etti Dante, yani İtalya'yı yarattı. Ve sefalet içinde öldü. Ve elli yıl sonra bir Tanrı olarak kalktı
mezarından, bir bayrak oldu: İtalyan birliğinin bayrağı. İtalya beş yüzyıl tek birlik tanımış: İlâhî
Komed ya'nın gerçekleştirdiği edebî birlik.
Tevrat, önce kelâm vardı, diyor. İtalyan milleti için de önce İlâhî Komedya vardı. Kasvetli bir
tecelli: çığlıklar, göz yaşları, ümitsizlikler.
"Siyahlara bürünmüş kadim bir katedral. Bir tabut ve dua sesleri. Ama kubbeler ürperti içinde.
Hayat dolu bir soluk dolaşıyor mabedi. Bu şiir çöken bir çağın mezarı, doğacak bir dünyanın
beşiği" (Lamennais*).
Dante tek başına yürüyen adam: mağrur ve münzevi. Sevgileri de kinleri de kendinin.
Cehennem'i ve Cennet'i olan bir Tanrı. Hem ölülerin yargıcı, hem dirilerin. Oysa ne bir tarikatı
temsil ediyor, ne bir devleti. Vatanı bile yok.
Sürgün ve fermanlı. Kaybolan bir dâvanın son mücahidi,bir vicdan. Fikir adamının müdahale
hakkını idrak eden ilk şair. İnsanlara hakikati haykıran bütün haysiyet sahibi yazarların kılavuzu.
Gönlüyle muhafazakâr, dehasıyla devrimci.İbn Haldun ile Vico
"Mukaddime" bulutlan dağıtan bir rüzgâr. "Scienza Nu- ova"* teolojinin sisleri arkasında çakan
bir şimşek. İbn Haldun akıl, Vico* seziş. İkisi de zirvededir. Tunuslu filozof bir kartal gibi yükselir
bulutlara. İtalyan zirveye tırnakları ile tırmanır. Hakikati adım adım fetheden bir sabır; büyük ve
yiğit.
Yeni ilmin anahtan şu: insanlık kendi kendinin eseri. Tarihten tesadüfü kovan bir ihtilal. Büyük
adam efsanesi,
"Scienza Nuova" ile tarihe karışır. Michelet* tek hoca tanır: Vico. Ve üstadını bir havari vecdi ile
çağının kayıtsız ve kadirnaşinas Avrupa'sına tanıtır.
Camoens
Gerçekle rüya arasındaki uçuruma şiirden bir köprü kurmuş Camoens.
1580 bir şairin değil, bir edebiyatın ölüm tarihi. Portekiz
tek büyük fâtih yaratmış: Camoens. Bir kıta değil, bütün kıtaları fethetmiş Camoens; bütün
kıtaları, yani ebediyeti.
"Os Luciades" çağımızın gerçek destanı, diyor Quinet.* "Kan kokmayan tek destan!" Avrupa
şiirinin ilham perisi bir an için Akdeniz'den uzaklaşıp Okyanuslara kanatlanır. Her mısrada,
insanlık gemisinin uzun zamandır hasretini çektiği kıyılara yaklaştığım sezersiniz. Yelkenleri yeni
meltemlerle kabarır, ve Asya gökleri Taj ırmağının sularına akseder. Mısralar kâh portakal çiçeği
kokar, kâh tarçın. Şairin kalbi de Okyanus kadar derin ve geniş, ve Okyanus gibi iki kıtayı
birleştirir.
Hayatı bir destandan çok bir hâile. Sürgün, hapishane, savaş; Merakeş'te bir gözünü ve ikbal
rüyalarını kaybeder.
Yeniden yaralanır, yeniden yollanır sürgüne. Mekong nehrinin ağzında ölümle kucaklaşır ve
elinde dalgalardan kurtardığı şaheser, karaya çıkar. Sonra binbir ümitle döndüğü vatanında,
gurbetlerin en zalimini bulur: zillet, sefalet, hastalık. Her akşam Lizbon sokaklarında bir hayalet
dolaşırmış, efendisi Camoens'e sadaka toplamağa çıkan Cavalı bir köle. Voltaire "Os Luciades"
şairini Homeros'a benzetiyor. Onun gibi ülkeler dolaştı diyor, yoksul yaşadı, yoksul öldü. Ve
öldükten sonra kadri bilindi. "Bütün bu örnekler dâhilere öğretmeli ki, deha ikbale götürmez
insanı."Scott'un hikâyeleri yirmi yaşlarımın "Binbir Gecelerinden. O büyülü ülkeyi İnsanlığın
Komedyasından tanıdım önce. Sonra Zola'dan, Marx'tan, Taine'den. On dokuzuncu asır
Avrupa'sını bir baştan bir başa fetheden romancı, benim toy ve obur tecessüsümü de çabucak
alevlendirdi. Ne kadar anlıyordum? Anlayabilir miydim?
Bilmediğim bir tarih, görmediğim ülkeler... Başka bir ruh iklimine ne kadar girebiliriz? Birçok
kitapları, okumuş
olmak, hattâ okumuş görünmek için okuyoruz. Birçoklarını da çevremizden kaçmak için. Goethe
doğru söylemiş: kitap, Batı'nın afyonu. Aylarca masallar dinledim Scott'tan. Her roman merakla
seyrettiğim uzun, esrarlı bir film gibiydi. Ne kaldı? Bir düzine roman ismi, üç beş kahraman,
birkaç peyzaj, meçhul bir dâva uğruna dövüşen yiğit, serazat, inatçı insanlar, kan ve ölüm, Arslan
Yürekli Rişarla Selâhattin Eyyûbi, Haçlıların İstanbul'a girişi ve oldukça geniş bir zaman çerçevesi
içinde dal- budak salan ihtiraslar, Londra, saray, gelişen burjuvazi, de-rebeyleri ile şehirler
arasındaki savaş, İsviçre'nin hürriyet kavgası, hayat ve gerçek...
Scott, Batı'da tarih sevgisini canlandırmış. Romantizmin köşe taşlarından. O olmasa, Hugo,
Nötre Dame'ı yazamazdı. Avrupa'yı Avrupa yapan, bu düşünce fâtihleri değil mi? Scott,
Gervantes'in daha genişlemiş, daha gelişmiş bir devamı. Balzac ise, Fransa'da yaşayan bir Scott.
Mezarların kapısını açar Scott, ölüleri konuşturur, çağları, âdetleri, müesseseleri gün ışığına
çıkarır. En başarılı eserleri yakın maziyi anlatanlar. Balzac bu hakikati hemen farketmiş ve
gündeme yaşadığı çağı getirmiş. Son Şuan'da Balzac'tan çok Scott var.
Scott neden çevrilmemiş Türkçeye? Çevrilmemiş, çünkü tadına varmak için geniş bilgiye ihtiyaç
var. Alexandre Dumas'nın romanları, daha harcı âlem. Hamzanâmelerle beslenen muhayyileler,
Monte Kristo'lara, Üç Silâhşörler'e,
JozeJ Balsamo'lara eğilecekti. Bununla beraber geçen asrın tembel okuyucusu Dumas'yı bile
fazla ciddi buldu.
Asrımızın gözde romancısı: Michel Zevaco. Yan aydınlar, tarihî roman diye, onun hiçbir hazırlık
istemeyen, ucuz, çiğnenmiş, kavaf işi hikâyelerine saldırdılar. Dâhi, hocasını iyi seçendir. Scott,
Balzac'ı yaratır; Michel Zevaco, Kozanoğlu'nu.
Scott, Balzac... Geçen asrın iki büyük yaratıcısı. Balzac'ı daha çok tanıyoruz. Çünkü bizim için
Avrupa demek, Fransa demek. Scott'un en tanınmış devamcısı: Cooper, Balzac'ın: Zola. ikisi de
hocalarına kıyasla sığ ve yalınkat.
Balzac
Her Mayıs Balzac'la yeniden doğarım. Dante için Vergilius ne idi bilmiyorum. Yan yolda bırakan
bir kılavuz.
Balzac'la başladım yazı hayatına, Zweig* ömür boyu yaşadı Balzac'ı ve eserini tamamlayamadan
öldü. Yıllardır yazmak istediğim bir Balzac var: Belki de hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir
rüya. Kitap üç bölümü kucaklayacak: 1) Balzac'ı yaratan dünya, 2) Balzac'ın yarattığı dünya, 3)
Dünyadaki Balzac.
insanlığın Komedyası'nı otuz yıldan beri tavaf ederim. Dosyalar kabardıkça kabarmış. Yazmış
mıyım, çevirmiş
miyim bilmiyorum: Şöyle bir kâğıt:
Şair, yarattıktan sonra şairdir, Hegel'e göre. Şairin yazmayanı olmaz. Eserlerinden üstün yazarlar
var. Eserlerinden üstün veya onlarla aynı çizgide. Flaubert romanlarını aşar, kimine göre. Valery
şiirini aşar. Goethe'nin kişiliği konuşmalarında bütün heybetiyle yaşar. Balzac mektuplarında
yok. Balzac günlük hayatta yok. Yiyen, dolaşan dalaşan başka biri.İnsanlığın Komeâyası'nı kimin
yazdığını bilmesek, birkaç Homeros aramağa kalkardık. Tek Homeros, yaratamaz böyle bir
kâinatı, derdik. Bir kâinat ki her cins insanla dolu: delisi, akıllısı, sapığı, bilgesi, dâhisi. Belki
Tanrı'nınkinden daha küçük, ama daha zengin.
insanlığın Komedyası... Demek Balzac bir komedyayı seyretmiş, oyuna karışmamış, yahut
gördüklerini bir seyirci soğukkanlılığı ile anlatıyor. Tarihi yapan: cemiyet. Yazan: o. İnsanlığın
Komedyası Batı'nın Binbir GeceMasalları. Hangi insan bu masalların hepsini birden yaşayabilir?
Kaynaklan hem hayal, hem hakikat. Rüyayla kaynaşan gerçek. Bu romanlar birer itirafnâme
değil, Balzac konulan seçmez, konular seçer Balzac'ı.
İki Balzac var: yaşayan Balzac, yaratan Balzac. Birinci Balzac öfkeleri, azgınlıkları, bayağılıkları,
hülyaları ve iştihaları ile ikincisinin hammaddesi. Birinci Balzac hüddam, ikincisi büyücü. İki
Balzac mı? Hangi iki Balzac?
Tabiat bir Balzac'la binbir Balzac halketmeseydi insanlığın Komedyası'na- sıl çıkardı ortaya?
Romancı yaşayacak, duyacak ki, yaşatsın ve duyursun. Ağlatmak istiyorsanız önce siz ağlayın.
Gördüklerinizi anlamak için daha önce yaşamış olmalısınız. İnsan ancak yaşadığı kadarını görür,
gerçek hayatında veya rüyalarında yaşadığı kadarını.
insanlığın Komedyası ne rasgele bir ilhamın mahsulü, ne tarafsız bir anketin. Balzac eserinin
içindedir.
Romanlarında âdeta rüyalarını yaşar. Yahut her roman gerçek toprağında gelişen, dal budak
salan bir rüya.
Adamla eser arasındaki uçurum, görünüşteki Balzac'la gerçek Balzac arasındaki uçurumun
tıpkısı. Balzac yalnız yaratıcı değil, yaratıcıyı besleyen ihtirasların da tümü. Eseri dolduran insan,
vazoyu dolduran su gibi. Balzac eserini ne olduğunu anlatmak için yazdı. Her yaratıcı iki insan.
Görünen insan, görünmeyen insan. Çağdaşlarının Balzac'ı tanı-mayısları bundan. Gerçek Balzac
mektuplarında yok. Söyledikleri pestenkerani şeyler. Zaten içindeki dünyanın farkında da değil.
İçindeki dünya da dışındaki dünya gibi, parça parça fethedilmesi gerek; parça parça yaratılması.
Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarım, heyecanlarını bilmemiz lâzım, hiç değilse. Hayatın
maddî olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji: aptalların tarihi.
Lamennaıs
_______
Lamennais Hıristiyanlığın en coşkun, en inanmış savunucusu. Kilise aforoz etmiş üstadı. Her
müessese yalanlara dayanır. İstediği: ezel! prensiplerin aydınlatılması değil, çıkarlarının
korunması. Lamennais vecitle yazar. On dokuzuncu asır Avrupa'sını, akıldışı bir yobazlık dalgası
önüne katmıştır: akla perestiş. Hangi akla? Maddî çıkarlarını bir çoban köpeği uysallığı ile
koruyan, alelade ihtimalleri ezelî kanun diye sunan, bakkal terazisi kadar hassas, bakkal terazisi
kadar yalana bir aşağı-yukariya. Lamennais bu sahte Tanrıya isyan eder. "En hasta asır kendini
hataya kaptıran asır değildir; hakikatten yüz çeviren, hakikati küçümseyen asırdır... Coşkun
heyecanların olduğu yerde güç tükenmemiştir, ümit vardır henüz. Ama ya kıpırdanışlar sona
ermiş, nabız durmuş, kalp soğumuşsa... yakın ve önüne geçilmez bir çöküşten başka ne
umulabilir? Neden saklamalı? Avrupa'da toplum hızla bir vahim âkibete koşmaktadır. İlletin en
korkunç arazı sinesinde uğuldayan eninler, varlığım alt üst eden sarsıntılar mı? Hayır? İçine
yuvarlandığı ölü kayıtsızlığı, derin uyuşukluk. Bu kuru kemik yığınlarını hangi nefes
canlandıracak? Din, ahlâk, şeref, vazife... en mukaddes umdeler, en asil duygular birer rüya,
birer hayalet.
Düşüncenin ufuklarında hemen belirip kayboluyorlar, hem de bir daha görünmemek üzere.
Benzerine hiçbir zaman şahit olunmayan, hattâ tahayyül bile edilmeyen bir olay karşısındayız.
Bu hayvanca vurdumduymazlığa erişmek için uzun ve ısrarlı çabalar, insan oğlunun vicdan ve
aklıyla yorulma bilmeden boğuşması lâzımdı. İnsan hakikatin tâcidan imiş. Sevsinler! Bu zavallı
yaratık sevinçten, mutluluktan habersiz. Hakikate de, hataya da iğrenerek bakıyor. Ve
cehaletinden memnun. Bu utanç verici yozlaşmanın kaynağı: ruhumuzun zaafı değil, vücuda esir
oluşu.
Sanıyoruz ki yalnız gördükleri gerçek; başka ne varsa, birer soyutlama, birer hayal. Fizik dünyayı
tanıyor sadece, manevî dünya umurunda değil. Düşünceyi uzviyetinin bir eseri sayıyor, maddeleştiriyor onu."
Batıdan pozitivizmin döküntüsünü almışız. Avrupa insanı hiç değilse Aristo mantığına inanmış.
Belki ruhunu öldürmüş, maveraya sırtını çevirmiş, büyük, ebedî ve mutlak hakikate yabancı
kalmış. Bir kelime ile ruhunu satmış
şeytana. Ama madde dünyasında zaferler kazanmış. Kıtalara ferman dinletmiş. Ve dinletiyor.
Avrupa, yarım. Biz yarım bile değiliz.
Lamennais tanımadığımız bir Avrupa'nın sesi.Hayatının yansı Kilise'nin abesleri uğrunda
savaşmakla geçti.
Yıkılan bir nizama inanıyordu. Teokrasi ezelî hakikat demekti. Ortaçağa dönmeden
kurtulamazdık. Kilise, bu samimî ve pervasız mücahidini inkâr etti. Zavallı Lamennais ömrünü
vakfettiği dâvanın nasıl bir serap nasıl bir abes, nasıl bir bâtıl olduğunu anlayınca, ümitlerini
halka bağladı. Vehimlerinden sıyrılan Lamennais'nin ölünceye kadar taşıyacağı bayrak,
demokrasi ve hürriyet. Değişiklik satıhtadır. Yazar ilk inanışlarına ebediyyen sâdık.
İnsanlık, içindeki Allah düşüncesini öldürmemeli. "Bir Müminin Sözleri" imansız, samimiyetsiz,
namussuz bir toplumun suratında saklayan kamçı.
Biz sadece çıkara Avrupa'yı tanıdık. Oysa, bugün bile La- mennais'lerden öğreneceğimiz çok şey
var.
Avupaperestlerimiz yalnız Marx'ı değil, Lamennais'yi de okumalıdırlar. Hırçın, tedirgin ve deli.
Ama kalbi daima insanlık aşkı ile tutuşmuş; daima inandığı hakikatin canfeda müdafii. Onun için
yalnız Batı'ya değil, Doğu'ya da seslenebilmiş. Yer yer Said Nursî. Bir parça Akif. Daha çok Necip
Fâzıl. Ama hepsinden başka. Başka çünkü, İslâm'ı tanımıyor. On iki ciltlik külliyatı kanla alevle
yazılmış. Çığlık ve hırçınlık.
Tagor _______ _______
Her meyvede tohum, her canlıda Tanrı. Onun için seviyoruz cananı, çocuğumuz O'ndan bir zerre
diye aziz... Sevgin bütün varlıkları kucaklaman; onu, beni, onları değil. Bütün varlıkları yani
Tanrı'yı. Kurtuluş, Kesret'ten Vahdet'e dönüş. Tanrı'nın içinde kaybolmaksın. Ummana dökülen
ırmaklar gibi, benliğinden sıyrılmalısın. Ne kalıbın, ne de adın kalmalı. Tanrı nedir diye
soruyorsun, Tanrı sensin.
Upanişatlar
Binlerce yılın ötesinden gelen, binlerce yankısı olan bir ses... Hint'in ve şiirin sesi. Kâh coşkun ve
bulanık, kâh durgun ve berrak, Ganj gibi.
Yapraktan taçlarında ağaçların, güneş yükseliyordu, hür ve şuh. Açıldı gönlümün kapılan,
dünyalar doldu içime.
Oynaşan, cıvıldaşan dünyalar.
Şaire içindeki Tanrıyı keşfettiren: Tabiat. Vuslat: sonluda sonsuzu bulmanın sevinci. Sevinç, her
yanda sevinç.
"Beni
de çağırdılar hayat denen şölene. Rebâbımı alıp koştum."
Upanişatlar ne diyor: "Kâinat sevinçten doğdu, sevince koşuyor, sevinç içinde eriyecek." Ama
"acıların anahtarıyla açılır sevincin kapaklan." "Bir neye benzesin ömrün, onu nağmelerle
doldur." Tagor'da adem korkusu yok. Sevgililer ondan şarkı bekliyor. Öbür dünyayı neden
düşünsün? Biliyor ki besteleri ebedî. Biliyor ki ezel kıyılarında ne bir ümit kaybolur ne bir
mutluluk. Varlıkların son durağı burası. Sen de karış dalgalara ve sonsuzlukta kaybol.
Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil, aşk. Aşk öğretilir mi? Dini, mektebe
sokmak yanlış.
O, dost bir iklimde kendiliğinden çiçeklenmeli. Hint bilgeleri ormana otağ kurarlardı. Kâinatın
ruhu ile insanın gönlü, sessizlikte kaynaşırdı. Kuşlarla, çiçeklerle kardeştiler. Dua ile başlardı
günleri, dua ile biterdi. Şair de insanla tabiatı kaynaştırmak için Sanüniketanı kurdu. Bir tekke idi
Santi- niketan, bir âşiyandı. Kapısında şu sözleri okuyordunuz: "Burada hiçbir puta tapılmaz, her
inanca saygı gösterilir." Terbiye metotları, bir başka ülkeden ithal edilemezdi. İnsan ağaçlar gibi
boy atmalıydı, kendi toprağında. Dallarını göğe uzatmalıydı. Yabancı terbiye, bu serazat, bu
yaşayan ağacı kesip, ambalaj sandıklan yapıyordu ondan. Hayatı kurutuyor, insanı öldürüyordu
içimizde.
Çevresindekiler üstat (grudev) diyorlardı ona, Gandi, "büyük kılavuz". Tagor, "kavih" adım
benimsiyordu. Şair demekti kavili, bilge demekti. Bir nevi meczub-u ilâhî. Edebiyatın belli bir
bölgesine, dar bir bölgesine hapsedilemezdi o. Hem gönül, hem düşünce adamıydı. İlhamlarını
kâh sözle, kâh çizgiyle dile getiren bir düşünce adamı, kadîm Rişiler* gibi.
Altın bir rebapta inleyen şarkı Tagor; ihtirasların ummanı üzerinde yükselen ezelînin şarkısı.
"Tagor'a ilk defa yaklaşıyorsanız, bir mabette sanırsınız kendinizi. Fısıldayarak konuşursunuz
ancak. Sonra bu mağrur, bu kibar çehreyi daha yakından incelersiniz, çizgilerinin sükûnu ve
musikisi altında, dizginlenen acılar sezersiniz, vehimlerden kurtulmuş bir idrak, hayat kavgasına
erkekçe meydan okuyan yigil bir zekâ." (Romain Rolland*) Bengalli bir hekim, "Çağımız
Rabindranal çağı", diyor. Hint'in batısından, Birmanya'ya kadar, Bengalce konuşulan her yerde
onun şiirlerini duyarsınız. Tagor, hayalı bütünüyle yaşayan, bütünüyle terennüm eden ilk Hint
velisi.
Hint tarihinin fırtınalı günleri. Ülkeyi ikiye bölmek isteyen Lord Curson.* Sene 1905. İngiliz
mallarına boykot.
Ve cihada bütün varlığıyla katılan Tagor. Mitingler, nutuklar. Nihayet şairin tereddütleri: Ya
hatalı bir parola, şahlanan kalabalıkları kanlı bir maceraya sürüklerse! Çevresindekilerin dar
milliyetçiliğinden endişe duyan Tagor Sanlinike- tan'a çekilir. Şiirler yazar, şarkılar besteler,
şakirtler yetiştirir. Tagor için milletler yoktu, millet vardı. Aa çeken, dövüşen, düşüp kalkan ve
alın teriyle ıslanmış yolda durmadan ilerleyen millet: Bütün insanların milleti.
Avrupa'yı seviyordu şair: Shakespeare'lerin, Hugo'ların, Goethe'lerin Avrupa'sını. Ama gözübağlı
bir aşk değildi bu.
Çağdaş Avrupa şatafalh adlar takmıştı bencilliğine. Aile, sınıf, millet. İpek eldivenler geçirmişti
pençelerine. Kulsal mefhumların gölgesinde her cinayeti işlemişti. İkiye bölmüştü ahlâkı; bir
yamyamlar medeniyetiydi Balı Medeniyeti. Kıt'aları yiyerek semiren bir medeniyet. Ama altın
buzağıya tapan sömürücü Avrupa'nın yanında bir başka Avrupa daha vardı: barışçı Avrupa,
düşünen Avrupa. Canavarlar yaratan Avrupa, canavarları tepeleyen savaşçıların da vatanıydı.
Maddenin karanlık zindanında mahpustu insan ruhu, onu Batı'nın tekniği kurtaracaktı.
Doğu, sonsuzu kucaklayan düşüncesini armağan edecekti insanlığa; Batı, tekniğini. Biri ruhtu,
öteki madde. İki medeniyetin kucaklaşması Asyalı şairin en büyük emeli, en muhteşem ümilerini
susturacak kadar kesindi: "Hint alevler içinde, önce yangını söndürelim; şair, şarkılarını sonra
söylesin. Hint'i çıkrığa zorlayan: açlık. Hintli aç.
Tagor kuşlardan sözediyor. Kuşların karınları tok ve kanatlan dinlenmiş. Şarkılar açların acısını
dindirmiyor.
Bugünün vazifesi yün eğirmek ve İngiliz kumaşlarını yakmak. Yarına Allah kerim."
Sefaleti inkâr etmiyordu şair. Ben, diyordu, askerlik oyunu oynayamam. Ve Hint'i Avrupa'ya
tanıtıyor, Avrupa'ya sevdiriyordu. Gandi hakikatti, Tagor rüya. Tagor'un vatanı istikbaldi, istikbali
bile aşan bir vatan: ebediyet. Heine*
gibi tabutuna bir kılıç konulmasını istemiyordu Tagor. Barış'tı, neşe idi, neşide idi. Nehru,*
"Glimpses of Word History"yi* Tagor'un şu mısralanyla tamamlar:
"Düşüncenin her korkudan âzâd olduğu bir ülke Bir ülke ki insanları dimdik, Dünya duvarlarla
bölünmemiş, Kelimeler gönlün derinliklerinden fışkırır, Emek kemâle uzatır kollarını, Aklın
ırmağı alışkanlıkların karanlık çölünde kuruyup
gitmemiş,
Ne olurdu Tanrım! Benim yurdum da böyle bir ülke olsa!"
Said Nursi
Said'in müridi, bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbirleriyle. Ve
bağrından adsız bir uğultu yükseliyor... Bir fırtına rüzgârına benzeyen Nur risalelerinin zaman
zaman boğuk, zaman zaman heybetli yankısı.
Said, dağbaşında va'z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri
çiğnenenler ona koştu akın akın.
Nass'ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu: kabuğuna
çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yani,
Nurculardan önce kelâm var.
O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi (!)
ile Anadolu, tereddütle inanç... karşı karşıya geldi.
Nurculuk, bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın,
Batı'ya karşı Doğunun isyanı. Her risale bir çığlık, şuuraltı'nın çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu
olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı?
Tanzimat'tan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler.
Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi
yüz karalan bu. Nurcuları yok farzetmek, gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam
edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi fildişi kulesini
yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağıma basmak, acısını anlamağa çalışmak.
Said Nursî, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman.
Said'in kavgası, Yogi ile Komiserin kavgası.
Kemal Tahir
"Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı ve değişken olduğu için de
bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz. Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu
yoktur. Bu savaşın zaferi sürekliliğindendir." (Bir konuşmasından)
Konuşmak bir arayıştı onun için, bir vuzuha varmak cehtiydi. Hayatın belli merhalelerinde, belli
hatalara düşmenin mukadder olduğunu çok iyi biliyordu. Uyanık bir şuurdu Kemal, her an
zenginleşen bir şuur. Ve okşayan bir ses...
dost, ılık, ışıltılı.
Ulu çamlar, fırtınalı diyarlarda yetişirmiş. Kemal'i ıstırap yarattı... Hapishane, maskelerin
çıkarıldığı yerdir.
İhtiraslar, cangıldaki canavarlar gibi diş gıcırdatır hapishanede. Faziletler de günâhlar kadar
samimidirler, samimi ve çıplak. Kemal, Türk insanım böyle bir laboratuvarda tamdı, bütün
giriftliği, bütün sefaleti ve ihtişamıyla.Hapishaneden önce çapkın ve şımarık bir İstanbul delikanlısıdır. Sağlam bir iştiha, diri bir tecessüs, diri fakat toy ve serseri. Ülkemiz bir geçiş
devresinin hummaları ve yasakları içindedir. Mukaddeslerin can çekiştiği bir devir, "izm'lerin
gittikçe kesifleşen taarruzu karşısında bütün setler yıkılmış. Mazi yok, istikbal meçhul...
Tutunacak dal arayan genç zekâlar, mücerredin cazibesine kapıldılar, mücerredin yani
meçhulün. İçtimaî reçetelerin en ucuzu, en yalınkatı, en aldatıcısı elbette ki büyüleyecekti onları.
Gerçeğin çelik pençesi, şairane hayallerden ayırdı delikanlıyı. Çılgın ümitler, yerlerini çetin bir
murakabeye ter-kettiler. Hapishane hapishane dolaştı. Yokolmamak için, bir hayvan
terbiyecisinin gergin ve sürekli dikkatine muhtaçtı. Hatalar bıçakla düzeltilir "dam"da. Kemal, o
çetin tecrübelerden yüz akıyla çıktı; yüz akıyla yani hem kendini hem insanımızı tanıyarak. En
sağlam bilgilerini o acılar umma- nından devşirdi. Kitaplar, bildiklerini vesikalandırmasına
yarayacaktır.
Hayata karışan Kemal Tahir'i, peşin hükümlerin esaretinden de kurtulmuş görüyoruz. Nass'ların
peçesini sıyırıp, gözlerinin içine bakabiliyor. Fikir adamı için namus, abes- de direniş değil,
hakikate teslimiyet. Kemal yaşayan adamdı. Yaşamak tekâmül etmektir. Çocuklukta dinlenen
masalları, ölünceye kadar ciddiye alamazdı. Putları kırılanlar öfkelendiler.
"Sol'daki tefekkür sefaletini bütün buudlarıyla açıklıyordu, Kemal: "Hiçbir şey bilmediğimiz
meydana çıktı", diyordu... "yeni bir şey getiremezdik biz... yazı yazanlarımız ortada. Hiç fikirleri
yok adamların. Zor, bizim fikrimizin olması... Gerçekleri araştıramıyoruz, fikrimiz nereden
olacak?" Tecrübeli bir hekim soğukkanlılığıyla teşhisini koyuyordu: Batılılaşma... "Biz Batılılaşma
hareketini -tabiî Batılılaşma hareketinin bir kolu da, sosyalist harekettir- yani laiklik, maiklik
denilen maskaralıkların yanı sıra, sosyalizmi biz, tıpkı Batılılaştırmacılarımızın Batılılaşmayı aldığı
gibi aldık. O zaman, Batıda büyük bir sosyalist birikim, fikir birikimi vardı. Her gelen dergi, bize
yeni fikirler getirecekti ve bizim, Batıdan hiçbir farkımız olmadığı için, aynen kullanacaktık
onları! Batı'da bizim için hazır fikir olmadığı anlaşılınca kıyamet koptu... Zira biz gözü kapalı,
Batı'daki fikirleri burada tekrar ediyorduk... Dünya'da bir tek sosyalizm var, o da bilimsel
sosyalizm diyorduk. Hâlâ da bu lâkırdıyı söyleyenler var Türkiye'de. Müslümanlıkla sosyalizmin
münasebetlerini Garaudy'den öğreniyorlar..." "Elli yılı kucaklayan sosyalist düşünce tarihimizde,
Türkiye gerçeklerine yönelmiş iki tane makale bulmanın ihtimali yoktur; Batı'dan duyduğumuz
bir iki basmakalıp düşünceyi tekrarlamaktan başka ne yaptık?" ("Sol bölünmeler üstüne
konuşma",
Türkiye Defteri dergisi s. 2.)
Sonra, cıvık ve hain bir ilericilik adına tarihe saldıran madrabazlara sesleniyordu: "Tarihsiz
toplumların büyük sanatı olamaz. Elli yıllık tarihle sanat olamayacağı gibi, uydurma tarihle de
sanat yapılamaz..." Ve itiraz kabul etmez bir hakikatin altını çiziyordu: "Osmanlılık, bir tarih
döneminde, çok önemli bir coğrafya alanında, çok onurlu bir insanlık görevi yüklenmiştir.
Osmanlılık, kolektif dehayla kurulmuş bir dünya imparatorluğudur. Salt geçmişi değil, taşıdığı
insan değeri ve özelliğiyle ne kadar görünmezden gelinmek istenirse istensin, geleceğimizi de
etkileyecek bir deha eseridir. Anadolu Türk dehasının en büyük eseridir..."
Her kitabı bir bombaydı Kemal Tahir'in; hiyanet kalesinde kapanmaz gedikler açan bir bomba.
Her sözü bir tokattı; hamakatin çehresinde saklayan bir tokat: "Hümanizma dünyanın en
namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman
perdesidir" diyordu.
Kemal'in romanları, hiçbir kilisenin sözcülüğünü yapmaz, herhangi bir tarikatın değil, hakikatin
emrindedirler.
Zaten Kemal'i de, siyasî bir doktrine hapsetmek yanlış. Sağ ve sol tasnifi, o büyük ve coşkun
yaratıcı için değil
"ulema- ı rüsum"umuzun mumyalaşmış kafaları için geçerli. Sosyalizm, Kemal'de bir gençlik
hatırası; daha doğrusu onun sosyalizmi alıştığımız sosyalizmlerden çok başka. Kendisini
dinleyelim: "Gerçeklerle gerçekten savaşmak isteyen bir sosyalist, geçmiş gerçeklerle yaşadığı
çağın gerçeklerini iç içe düşünmek, onları her durumda yeniden anlamlaştırmak,
değerlendirmek zorundadır..." "Her ülkenin sosyalistleri kendi yollarını kendileri bulmak, daha
açıkçası sosyalizmlerini kendileri yaratmak zorundadırlar." (Konuşmalarından, Türkiye Defleri,
s. 6.) Dost bir sesti Kemal, okşayan, inandıran bir ses. Ama bu yumuşak sesin arada bir
korkunçlaştığına da şahit olurduk. Bir vicdanın sesiydi bu. Melanetlere meydan okuyan bir sayha
idi. Yalanlan silip süpüren bir fırtına.
Kemal, her namuslu aydının yol arkadaşıydı, yol arkadaşı ve zaman zaman kılavuzu. Hataları,
hepimizin hataları.
Vahşi cenk çığ- lıkları atarak birbirlerine saldıranlar, onun husumet duvarlarını yıkan büyük
sabrından ve anlayışından ders almalıdırlar.
Kemal, bu ülkenin yani hepimizindir. Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı.
O hayat ve hareket dolu adamın ölümüne hâlâ inanamıyorum. Ve dudaklarıma Sadi'nin mısraları
düğümleniyor:
"Eyyam-ı baharest, gul-u, lâle-u nesrin;
Ezhak berayent ve tü der hâk çeraği."
Kerim Sadi
Her değere dost, her sahteye düşman. Önce, mabedi bezirganlardan temizler Kerim Sadi. Sonra,
habercisi olduğu düşünceyi bütün vecdi, bütün şiiriyeti ile kitaplaştırır. Doğu'dan kopmayan
Batı, yobazlaşmayan iman.
Kerim Sadi, bir düşünce dünyasını yarım asır dev omuzlarında taşıdı. Cangüda keman çalmakla
geçti hayatı.
Çölde vaızlar veren çilekeş. Bir parça Sadi, bir parça Faust. Oynak zekâsıyla Fransız, derin
tecessüsü ile Alman, diyalektik virtüözü olarak Grek, tevazuu -isterseniz gururu deyin- kibarlığı,
çelebiliği ile yüzde yüz Osmanlı.
Kerim Sadi, Türk sosyalizminin Plehanov'udur.IV. Fildişi KuledenKelime
¤
Bir adam Meçhule tırmanıyordu. Sisyphe'e* benziyordu uzaktan. Bir adam Meçhule
tırmanıyordu topraktan.
Arkası uçurum, yanlan duvar. Kaç sabah güneşle selâmlaştılar, kaç
akşam yıldızlar feneri oldu, bilmiyor.
Koro
Olemp'e yalnız gidilmez. Kervanla çıkılır yola. Bin çıkılır, bir varılır; bir çıkıp bir varılmaz.
Olemp'e yalnız gidilmez.
Ve adam tırmanıyordu. Musa'nın gözünü kamaştıran nur, kavurdu gözbebeklerini.
Koro
Kayaya çaktılar Promete'yi, Homer'i karanlığa gömdüler, Tanrılara yaklaşan, Ne- mesis'in*
gazabına uğrar.
Adam haykırdı: Nemesis, Nemesis! Yıldırımlar gibi ulu çınarlara musallat Tanrıça... Ben ne
Olemp'in sırlarını fâşeden bir yarı-Tanrıydım, ne erguvanlar içinde doğan bir prens. Ama madem
ki, parmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına lâyık gördün, seni
utandırmayacağım. Ya ölüm boğacak şarkılarımı, ya elimden aldığın dünyadan daha
muhteşemini yaratacağım.
Ve Meçhul tırmanan adam Kelime oldu.2
Tanrı, yıldızlarla oynayan bir çocuk.
Senin yıldızların kelimeler, söyle raksetsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde hayallerinin.
Kelime ormanda uyuyan dilber, şair uzaklardan gelen şehzade.
Öyle seveceksin ki kelimeleri sana yetecekler.
Yıldızlar Tanrıya yetmiş mi?
Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve
dualarda muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan aşıra merdiven.
Kelime, kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime adem.
¥
Kuşlara benzer kelimeler, odana dolarlar bir akşam. Nereden gelirler bilinmez. Kâh çığlık
çığlığadırlar, kâh sesleri işitilmez.
Çiçeğe benzer kelimeler: turuncu, erguvan, beyaz. Bir rüzgâr sürükler hepsini. Bulutlara güven
olmaz...
¦
Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraa, şarkıya kal bedemiyorsun. Ve sükût medar
ormanlarındaki* bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor.
Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani
ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı.
£££££££££££££££££££££££££££££££££££££££££££££££££££££
Kitap ________________________________________________
¤
Her kitap, tılsımlı bir saray. Kapıları ilk gelene açılmaz. Bü
yükler de kıskanç, Tanrılar gibi. Yalnız Numa'ya* görünmüş Egeria". Beatrice,* Dante için
Beatrice. Kitaplar kadınlara; kadınlar şehirlere benzer. Paris, Londra veya Madrid... herhangi bir
dişi kadar muhteşem, herhangi bir dişi kadar alelade. İnsan şehriyle biner trene; şehri, yani
zaafları, alışkanlıkları, zilletleriyle. Her kitapta kendimizi okuruz. Kendimizle yatarız her kadında.
Kitaplar, kadınlar, şehirler, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin
gönlün.
Ruh, yazının icadından beri ölümsüz. Kaya homurdanır, mermer gülümser, konuşan yalnız kitap.
Logos Spermaticos,* diyor bir yazar: gebe bırakan söz. Kimi?Kartacalı Augustinus,* buhranlar
içinde kıvranıyormuş. Bir yandan bütün sıcaklığı, bütün diriliği, bütün şuhluğu ile hayat: şarap,
kadın, tiyatro... Ötede çile.
Kafesteki bir aslan gibi isyanla, öfke ile, endişe ile dolaşırken bir ses gelir kulağına hafiften: Al ve
oku. Ve önünde bir kitap açılır: Aziz Petrus'un* "Mektuplar"ı. "Ömrünüzü şölenlerle geçirmeyin.
Kaçın tenin nazlarından."
Ve çapkın Augustinus, Aziz Augustinus olur.
Şuursuz bir büyücü Gütenberg!* Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutularla doldurmuş
Gütenberg'in çocukları, peygamberleri işportaya dökmüş; tuğla kadar değeri kalmamış dehanın.
Eflatun, bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Don Kişot futbol maçı biletinden
ucuz.
§
San Cassino'da* çile dolduran Machiavelli, akşamları kütüphanesine girerken kirli libaslarından
sıyrılır, bir tâcidarın huzuruna çıkar gibi itina ile giyinirmiş. Sonunda kendi de kitap olmuş. Kitap,
yani ışık.
¨
Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk.
İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar belki açmazlar.V. Baki Kalan
¤
Kime yazıyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok. Domuzlar kutsal kitaplarla beslenmez.
©
Mabetler her çağda ziyaretçisiz kalmış. Tefekkür Sina'sı* metruk bir manastır. Kimin için
yaratacaksın? İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için
değil.
¥
Köleler ehramlarda yaşıyor. Istırap taş olmuş.
Rüyalarından bir Musa yaratıyordu Michelangelo ve zamanı mermere hapsediyordu. Ruhunu
işliyordu maddeye: coşkunluklarını, emellerini, vecitlerini işliyordu.
Yaratmak yabancılaşmaktır. Yaratılan bir başkası. Yaratmak yokolmaktır; ya yaşayacak, ya
yaratacaksın. Ebediyet, hazin bir teselli mükâfatı.
¦
Balçığı mermer yapan, zilletin yıldırımı. Ama balçık, mermerden daha yumuşak, daha sıcak, daha
insan: Âdem ile Havva'nın ham maddesi. Fâni olduğu için güzel. Ölümsüz - leşmek milyonlarca
budalanın dudağında tebessümleşmek ve binlerce yıl anlaşılmadan tekrarlanmak, kirlenmek,
genelleşmek. Ebediyet, cehennemin ta kendisi.
§
Zekâ rüzgârda unutulan mum, bencillik fanus. Senin fanusun yok. Ve şuurun, hasta bir hayvanın
korkularım aksettiren kırık bir ayna.
¨
Havarilerini yaratamayan isa'nın yeri tımarhanedir, tarih değil. Muhammed'in ilk mucizesi:
Hatice-t-ül kübrâ.
Arzudan tutuşan parmaklarınla dallara boşuna uzanma Tantal* Meyveleri koparamazsın. Hem
böylesi daha iyi değil mi?
O altın meyveler boyalı birer top. Serabın büyüsü yok vahada; rüyası muhteşem suyun, kendisi
değil.Fil dişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran
miskinler tekkesi. Ama her mücahit o tekkede silâh kuşanır. Bu zindan değil, bir liman.
9 Itır gülün sesi, ışık sonsuzun. Geceleri ölüm konuşur ka
ranlıklarda. 10
"İsrail oğullan arz-ı mev'ud'a geldikleri zaman, karşılarında Jeriko'yu buldular", diyor Tevrat.
Aşılmazduvarları ile düşman bir ülke idi Jeriko. O duvarları ilâhiler yıktı; ilâhiler, yani ses.
Gandi'nin sesi de zulmün duvarlarını devirmedi mi? Bana öyle geliyor ki, ak saçlı Arya
çobanlan Tannlarabu sesle yalvarmışlardı; Vedalar* bu sesle okunur, Upanişaüar bu sesle
fısıldanırdı. Britanya adalarındakurt sürüleri dolaşırken, Himalaya dorukları bu sesle
ürpermişti. Bu seste bütün Hint var; bütün Hint, hattâbütün insanlık. Berrak, telaşsız, sakin
ama İsrafil'in sûru kadar heybetli.
11
Önce sükût vardı, kelâm değil, "Tanrı sükûttur" diyor bir Hint bilgesi. Söz, iki sonsuz arasında bir
çırpmış. Hayat gibi sıcak ve dost. Kutuplann sessizliğinden bana ne?
12
Kamus, bir umman. A'makında inciler gülümser? Kimi bir sevgili göğsünde parlayacak, kimi bir
tâcidar alnında, kimi sedef mahfazasında unutulacak.
Kamus bir umman, dualar uguldar derinliklerinde, destanlar coşar. Şair bu sesleri duyan ve
duyuran.
w
¤
¥
Münakaşa eden iki insan, aynı graniti yontan iki heykeltıraş, hakikati arayan iki yol arkadaşı.
Hedefi, tahrip değil, terkiptir bu kavganın. Mağlubun muzaffer olduğu tek yarış. Yanıldığını kabul
etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir: parçadan bütüne, karanlıktan aydınlığa
geçiş.Arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır. Zilletten kurtulmak için
Sezarlaşılır.* Taç, yüz karasını pırıltılarla gizlediği için kutsal.
15 Kılavuzların sesi çılgın kahkahalar arasında boğulmuş. Nutku tutulmuş aklın. Zincir sesleri,
kadeh şakırtıları, heyheyler. Ve uçuruma doğru ilerleyen kafile.
Manu,* bir başına tırmanmış dağa. Nuh'un gemisine tek insan binmiş. Sodom'da* kalmış Lut'un
ümmeti.
Kâbusa, geceye, uçuruma koşan kafileler. Bu cihanşümul hâileyi ibret aynasından
seyredemezsin. Devran, çoktan parçaladı aynam. Sen de kafilenin içindesin: kafanla, etinle,
çocuklarınla. Dostlarını çağıracağın arz-ı mevud nerede?
Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, cıvıldaşır, katranlasın Tedailer zikzak çizer
boyuna.
Kafatasında musikisi biter kelimelerin, uğultu başlar, şuuraltının veya şuursuzluğun uğultusu.
Hayat, uyku ile uyuşukluk arasında rakseder. Tehlikeye düşen vücut için, şuur bir safradır. Külçe
gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Zekânın sürekli isyanlarından bizar olan madde, bu şımarık,
bu geveze, bu mütecessis meşaleyi bir üfleyişte söndürür. Cinnet maddenin zaferi.
17 Spinoza, "Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi kendi arzusu ile yola çıktığını söylerdi", diyor.
Kasırgalı bir denizde çalkalanan sal bizden daha hür. Hangi limana yöneleceğiz? Riyazet kalesi
metruk bir harabe. Büyükler masal söyleyip uykuya dalmış Hayyam'a göre, ama onun sunduğu
kadeh de köpük dolu değil mi? Eflatun'u sokaktaki adamdan ayıran: üslup.
Dâhi, bahtiyar tedaileri olan adam. Tedailere istikamet veren saikler sonsuz... Kapanan bir kapı,
açılan bir pencere, müziç bir korna, gazetede okunan bir haber, havanın açık veya kapalı oluşu...
hepsi irademizin dışında. Düşüncelerini dilediği ülkelere kanatlandırmak kimin haddi? Her
şaheser mesut bir tesadüfün çocuğu, yani babası meçhul bir piç.tekerlerru Âsafın manzum bir
tekerlemesini hatırlıyorum: "Seni görmesem Buda olurdum, seni gördüm budala oldum." "On
binlerce Buda gelmiş dünyaya" diyor, "biz yalnız sonuncusunu tanıyoruz." Tanıyor muyuz acaba?
Tarihçilerin üzerinde anlaştığı tek hakikat var mı? Kimine göre, bir ömür boyu dünya nimetlerini
hor gören Buda, nefis bir domuz kızartmasını tıkabasa atıştırdığı için göçüp gitmiş... İnanacak
mıyız? Kahramanların çamurlaştığını görmek, sokaktaki adam için buruk bir teselli.
Tabiatın dev'e tahammülü yok. Ermişler bile kurtulamamış sitem oklarından. Çağımız, delileri
sevimlileştirdiği için Dosto'ya tutkun. Cinnetle cinayet sanatın konusu olunca bir nevi meşruiyet
kazanıyor.
Zerdüşt'ten beri hangi muammayı çözebildik? Hâlâ çöller kadar susuzuz hakikate, yalana, hayat
ve ölüme.
İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk.
Büyük adam, bir devin sırtına tırmanan cüce. Dev: halk. Şuursuz, sevimsiz, tehditkâr.
Yığın kadındır. Irzını teslim edecek bir zorba arar. Ço- bansız rahat edemeyen kaz sürüsü.20 Uç
hücreli bir mahpesteyiz: ütopya, mit, ideoloji. Dışarda bir deli haykırıyor: "Hakikati söyler' Hangi
hakikati?
Her mabut, bir devrin hakikatiydi. Devalar* dev oldular. Ahuramazda öldü, Zeus nerede?
İnsan, ormanda unutulan çocuk, yalan zırhı. Yalan hürriyete açılan kapı. Yalan, kaygıların bittiği
liman.
Samson'un* gücü saçlarındaydı, esirlerin gücü yalanlarında. Tarih yalan söyler, şiir yalan.
Geçen'i, değişen'i yazıya veya sese kalbetmek, yalanlaştır- mak değil mi? Dudaklarımdan
çıkarken öyle düşünüyordum. Gülümsediniz. Şuurun durgun gölü dalgalandı. Göl, artık o göl
değil. Her yeni oluş'u nasıl kelimeleştirebilirim? Duygular kuşlardan ürkek.
Bana hakikati değil, kendini ver. Kendini, yani rüyanı. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi
değil. Zaten nasıl olduğunu, ne olduğunu biliyor musun? Her yalan bir yaratış.
Hakikat, kaderin imzasız mektubu.
21 Mezar taşlarına şiir okumak, güzel; taşlar ayakta dinler sizi. Çölde vaaz etmek mutluluk!
Kumlar perestişle ürperir.
Çıplak, sevimsiz, uçsuz bucaksız bir dağ: zaman. Kıracaksın onu, heykelleştireceksin. Kaos'u
beşerîleştiren: insan; insan, yani sanatkâr. Hayat, herkesin yaşadığı, kimsenin yaşamaktan
hoşlanmadığı komedya. İnsan, hayalleriyle Tanrı. Goethe, bunun için hatıralarına "Şiir ve
Hakikat" adını vermiş.
Breton'lar ummanın derinliklerine gömülü bir beldeden yükselen çan sesleri duyarlarmış zaman
zaman. "Benim içimde de böyle bir şehir var" diyor Renan.* "Ama aradaki yarım asır, uzaktan
gelen sesleri boğuklaştırıyor."
Kim maziyi değiştirmeden anlatabilir ki? Kelimeleşme- yen "zevk-i tahattur", bir rüya kadar
soluk ve fâni. Ama yaşayan insanla, hatırlayan insan aynı mı?
Klasisizm müeddepdir, "ben"i teşhir etmez. Günâh rahip önünde çıkarılır, okuyucu yatak
odalarına sokulmaz.
Ede1 "Fildişi Kuleden" çıkarıp buraya yerleştirmeyi uygun gördük.
biyat pazarı, Rousseau'dan beri kirli çamaşırlarla dolu. Ne kazandık?
Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları, ihtiyar nazeninler gibi aşın bir tuvaletle
çıkar tarih karşısına. Talleyrand* doğru söylüyor galiba: "Dilin görevi hakikati gizlemektir."
Sartre, "Kelimeler"de bir yarı-Tanrının veya bir hüküm- darın çocukluğunu anlatan ücretli bir
vakanüvis. Her dokunduğunu çirkinleştiriyor. Bu felâketten kurtulabilen yalnız kitaplar. Kendisi
de ancak okuma öğrendikten sonra se- vimlileşiyor.Kendimizi tanımak... Ruhumuzun
mahzenlerinde bizden habersiz yaşayan bir alay misafir var.
Berhanenin bazen bir, bazen birkaç odası aydınlık. İşık binanın üst katlarında. Kendim tanımak.
Kendini, yani eriyeni, dağılanı, dumanla- şanı. Sen acıların, utançların, zilletlerinle aynısın.
Rüyala- rın, hayallerin, dileklerinle bir başkası.
Gideceksin. Tanrılar bile rolünü bitiren aktörler gibi kâh birer birer, kâh hep beraber çekiliyor bu
sahneden. Senin zavallı gölgen zaman perdesine belki bir kere bile aksetmeden, oyuna
katılmayan bir kukla gibi unutulup gidecek.
24 Hayat bir abesler cangılı. Kimi mukaddes abeslerin, kimi mülevves. İnsanın tek hürriyeti
kendini aldatmak.
Hiçbir zafer umulanı getirmez, hiçbir bozgun mutlak değildir.
Her mücahidin iki çehresi var: Don Kişot ve Sezar Borji- ya. Sezar, tarihin en büyük şaheseri,
Machiavelli'ye göre. Olaylar ve insanlarla oynayan yavuz bir satranç ustası; hem aslan, hem tilki.
Kader, o büyük iradeyi bir tekmede yerle bir etti. Bir İtalyan sıtması graniti çamurlaştırdı.
Önünde birçok yollar var. Politika bunlardan biri. Belki en aldatıcı olduğu için en cazibi. Mutlakın
ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol. Aydınlan
ve aydınlat.
Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok
daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lanetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün
cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam
güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.
Deli İbrahim, Osmanoğullarının en akıllısı. İnci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı,
denizlerde ne işi vardı?
İnsanlar beyni fırlatıyor lâğıma. Süleyman'ın sofrası iltifatlarına muntazır, onlar kemik
peşindeler. Venüs'e arkalan dönük, köpeklere sırıtıyorlar. Efsane yalan söylüyor: Sirse* insanları
domuzlaştırmamış, domuzları insanlaştırmış.
Bunları tekrar ahıra sok Sirse!Yeşiller-Maviler kavgası Bizans'ın iliklerine işlemiş. Türk sarığı
Romalı serpuşunun yerini almadan bu tenperver sürünün Tanrısı: cokeydi. Hayvana kanat takan
arabacı, topa tekme savuran şaşkının yanında haysiyet ve ciddiyettir. Bugünün ayaktakımı
kahramana değil, maskaraya alkış tutuyor.
Din, aşk, şiir... Boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. En yüce, en güzel, en
ölümsüz taraflarını benliğinden koparıp bir mücerrede armağan eden insan, neden fakirleşsin?
Boş kubbeleri sonsuzluğumuzla doldurmak, sonsuzlaşmaktır. Tanrı beşerin en büyük keşfi.
Mağarasında meçhul kuvvetlere yalvaran uzak ceddimiz, feza çağının zındığından daha mı az
bahtiyardı? Hangi ilmî hakikat bir kabile dininin nass'larından daha sıcak, daha doyurucu?
İnanmayanların, inananlara sataşmaları kıs" kançlıklarından. Mü'minlerin saadetini gölgeleyen
tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalı.
Sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit Nehir gibi akmıyor günler Heraklit Heraklit.
Zaman masal kuşlarına benziyor... Abus, kocaman, sâkit. Ve geceleri
Alnında dolaşır biteviye Kirli, soğuk pençeleri. Yıldızlan söndürmüş fırtına, Batan bir gemidesin,
Senden ne kalacak yanna! Kıyılardan imdat isteyen sesin.
KANAVIÇE
Abdülhak Hâmit: (1852-1937). Büyük ırmaklar gibi coşkun ve bulanık bir şiir. Üç kıt'aya ferman
dinleten bir imparatorluğun sesi... Çağdaşları için şiirin Tanrısıdır Hâmit, çağdaşları ve âşinâları
için, Hamâkate telkin ettiği kin de dehasının parlak delillerinden biri değil mi? Hâ- mit'i yerenler,
Makber şairinin büyük bir yaratıcı olmadığını ileri sürüyorlar. Hâmit kullandığı malzemeyi
başkalarından almış, ne ayıp! Go- ethe,
"Kendi yağı ile kavrulan dâhi yok" diyor: "Dâhi bütün intibaları benimseyen, karşılaştığı nesneleri
ayıklayan, düzenleyen, canlandıran; kiminden tunç, kiminden mermer alıp ölümsüz bir âbide
kuran kişi." "Ben ne yaptım? Gördüklerimi, duyduklarımı bir araya getirdim.
Tabiatın da eserlerinden faydalandım, insanların da. Her yazımı binlerce insana veya binlerce
nesneye borçluyum. Alim de, cahil de; bilge de, deli de; çocuk da, ihtiyar da yardımcım oldu.
Yani benim eserim mevcut unsurları toparlıyor sadece." Goethe bu bütünden ibaret.
Heyhat! Hâmit de belli bir çağın insanıydı. Zaafları ve kuvvetleriyle belli bir çağın insanı. Dile
getirdiği acılar, ümitler, dille beraber unutuldu. Millî hafızamızın tahripçileri arasında, talihsiz
şairin adı da geçer. Filhakika TDK'nın hararetli müdavimleri içinde Makber şairinin de bulunduğu
söylenir.
Ahimsa: Hint ahlâkının ana ilkelerinden biri: Kötülüğe sevgi ile mukabele etmek.
Ahmet Ağaoğlu: (1868-1939). Gazeteci, fikir adamı, profesör. Karabağlı (Azerbaycan) bir aileye
mensup. 1909'da Türkiye'ye geldi. T e rcü m an- ı
Hakikat gazetesinde başyazar. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Mehmet Eminle Türkçülük
cereyanına katıldı. Tür k Yurdu dergisini kurdu,
Türk Ocagı'nda çalıştı. 1909'da Dârülfünûn'da Rusça ve Türk- Moğol tarihi hocası, 1912'de
Afyonkarahisar milletvekili ve İttihat Terakki Fırkası umûmî merkez üyesi oldu. 1918'de Malta'ya
sürüldü. 1921'de serbest bırakılınca Anadolu'ya geçti. Matbuat umum müdürü, Kars milletvekili,
Ankara Hukuk Fakültesi Flukuk-u Esâsiye hocası, Hakimiyet-i Milliye gazetesi başmuharriri.
Serbest Cumhuriyet Fırkası kurucuları arasına katıldı ise de parti dağıldıktan sonra siyasî
hayattan çekildi. (Hayatının bu devresi için Bkz. Kemal Tahir, "Yol Ayrımı") İstanbul
Dârülfünûnu'na Hukuk Tarihi Müderrisi tayin edildi. Akın gazetesini kurdu. 1933'te emekliye
ayrıldı. Ölümüne kadar yazar olarak çalıştı. Eserleri: Sü Mezhebi ve Menbaları (1892), islam ve
Ahund (1900), Islama Göre ve islam Âleminde Kadın (1901), Üç Medeniyet (1920) (Malta'da
yazılmıştır), Hindistan ve ingiltere (1927), Serbest insanlar Ülkesinde (1931), Devlet ve Fert
(1939), Ethi- ka (Krapotkin'den tercüme 1931), Ben Neyim (1939), Türk Teşkilat-ı Esasiyesi, Türk
Hukuk Tarihi, Gönülsüz Olmaz, ihtilal mi inkilap mı?
Ahmet Mithat: (1844-1912). Cihangir ve cihanşümul bir tecessüs, cihangir ve cihanşümul bir
zekâ. Çağdaşlarına göre hâce-i evvel; bize göre, hâce-i evvel ve âhir. (Bkz. Cemil Meriç,
Kültürden irfana, İnsan Yayınlan, İstanbul, 1986, "Doğulu kalan tek müstağrip", s. 231 vd.)
Ahmet Şuayp: (1876-1910). Edebiyat-ı Cedide yazarlarından. Batı düşünce ve edebiyat
dünyasından sekiz ünlü adamın hayatını, eserlerini inceleyen Hayat ve Kitaplar (1901) adlı
eserinden sonra yayımlanan Esmâr-ı Matbuat ve Hukuk-u Umûmiye-i Düvel (1912) adlı eserleri
vardır. Rıza Tevfik ve Mehmet Câvit ile birlikte İstanbul'da Lflüm-ı iktisadiye ve içtimaiye
Mecmuası (1908-1910, 26 sayı) adlı aylık bir dergi kurdu.
Akademi: Akademus veya Hekademos bir efsane kahramanı. Hükümdar Theseus güzel helena'yı
kaçırınca kardeşleri bir ordu toplayıp peşine düşmüşler, ama helena'yı koydunsa bul. Akademos,
Helena'nın kardeşlerine, kızın saklandığı yeri haber vermiş ve böylece Atina'yı yıkılmaktan
kurtarmış. Bilinen tek marifeti bu. Akademos adını ölümsüzleştiren: bir toprak parçası. hazretin
Atina'dan iki fersah uzakta tarlaları varmış. Kucağında birçok tapınağın yükseldiği bu topraklar
çınarları ve zeytin ağaçlarıyla ün salmış. Kahramanın ölümünden sonra Akademos adıyla
yadedilen malikâne, gezinti yeri olmuş. Eflatun da dolaşırmış o hıyabanda, şakirtlerini orada
toplar, çınarların gölgesinde verirmiş derslerini. Nesiller birbirini kovalamış ve Eflatun'un
felsefesine Akademya denilmiş.
Zamanla Akademya belirli bir felsefe mektebinin ismi olmaktan çıkmış, yüksek okul anlamına
gelmiş. Bugün denizcilik, askerlik, tarım, ticaret, güzel sanatlar gibi birçok alanlarda öğretim
yapan okulların adı: akademi.
Kelime, bilginler, şairler toplulukları için de kullanılmış.
Rönesans, yalnız klasik edebiyatların değil, millî dillerin ve edebiyatların da canlandığı dönem.
16. yüzyılda kalyan akademilerinin sayısı yedi yüze ulaşır. En meşhurları 1582'de Floransa'da
kurulmuş: Academia della Crusca. Crusca'nın Sözlüğü edebî İtalyancayı, Tos- kanya lehçesini
esas tutarak tespit etmiştir.
Akademiler çok geçmeden bütün Avrupa ülkelerine yayılır, hepsinin de örneği: kalyan
akademileri.
Fransız Akademisi'ne gelince. 1629'larda üç beş aydın, haftada bir iki gün, kralın sekreteri
Conrard'ın evinde toplanıyorlardı. İşten güçten, politikadan, edebiyattan sözediliyor, içlerinden
biri herhangi bir eser kaleme almışsa birlikte okunuyor, herkes fikrini söylüyordu. Başvekil bu
toplantıları haber aldı (1634) ve üyelere toplantılarını devletin himayesi altında yapmalarını
teklif etti. Önceleri tereddüt, sonraları kabul ettiler. Richelieu, sayılarını çoğaltmalarını ve
kurulacak cemiyet için bir nizâmnâme hazırlamalarını istedi. Ama önce bir ad bulmak lâzımdı
cemiyete: Edebiyatçılar Akademisi, Belagat Akademisi, Yüce Akademi adlan düşünüldü, sonra
birden Fransız Akademisi geldi akla ve bu isim kabul edildi. İlk toplantı 1634'te yapıldı, üyeler
kırk kişi. Akademi, edebî kabiliyetleri sivriltecek bir müessese olmaktan çok, güzel konuşmaya ve
güzel eserlere tutkun bir aydınlar topluluğudur önceleri. Ama resmî bir teşekkül, sohbetle vakit
geçiremezdi. Üyelerden biri, Chapelain, nizâmnâmenin ruhundan faydalanarak kırk kişinin
yapabileceği ortak eseri keşfetti: lügat. Lügat bitince bir de gramer hazırlanacaktı. Böylece
Akademi kibar toplumun bir imtiyazına son vermiş oluyordu: dilin gelişmesine yön vermek
imtiyazı. Akademi bilgiç hanımların aşın hassasiyetine kulak asmadı. Amacı, salonları memnun
etmekten çok düşüncenin gerçek ihtiyaç- larını karşılamaktı.
Bu anlayışın baş mimarı: Vaugelas. Dilini çok iyi bilen bu taşralı asilzadenin her hükmü kanun
sayıldı. Vaugelas da, şair Malherbe gibi, tek ölçü tanır: kullanılış. Dil bir işaretler sistemidir. Bir
işaretin başlıca meziyeti kullananlar tarafından anlaşılır olması. Yalnız bir iyi kullanılış
vardır, bir de kötü kullanılış. İyi kullanılış, zamanın en iyi yazarlarındaki kullanış tarzına uygun
konuşma. Taşra konuşmaları da, teknik dil de kibar tabakanın konuşmalarında yer almaz.
Vaugelas için mühim olan, efendi takımının yani aydınların dili. Çünkü Akademinin tespit
edeceği dili efendiler kullanacak, efendiler yazacaktır. Amaç dili dondurmak değil, düzene
sokmak. Ve koyduğu esaslar "dil ve devlet baki kaldıkça" ayakta durur. Başka bir deyişle, dil
konusunda, ihtilâl ve hükümet darbeleri çağı sona erer, Vaugelas ile. Evet, dil ağır ağır gelişen,
olgunlaşan bir müessese. Bu gelişmeye kişiler müdahale edemez, çünkü dil bütün bir milletin.
İler canlı için olduğu gibi dil için de bir olgunluk noktası vardır. Bunoktaya gelince genel biçimler
de, iç bünye de gelişmez artık; organlar sayıca da, inkişafça da tamamlanmıştır.
Demek ki vuku bulacak değişiklikler esas yapıyı zedelemez. 17. yüzyıl Fransızcanın olgunluk çağı.
Vaugelas anlamıştı bu hakikati.
Gerçekten de Victor Hugo Mal- herbe'e, Ronsard'ın Villon'a yakın olduğundan daha yakındır.
Vaugeles öldü, fakat lügat çalışmaları aksamadı. Alaylar, yergiler durduramadı bu işi. Akademi
lügatinin ilk baskısı 1694 (ikinci baskı 1718, 1932'de sekizinci baskı; gramer, 1933). Bu baskıdaki
Fransızca, 16. asır diline kıyasla daha kuru, daha soyut. Ne var ki teknik kelimeleri, somut
mefhumları hudut dışı eden Akademi lügati dile tam bir vuzuh, tam bir kesinlik kazandırmıştır.
Fakirleşerek zenginleşme.
Atılanlar: somut, renkli, şairane kelimeler, muhafaza edilen, sivriltilen, güçlendirilen: aklî
unsurlar yani soyut ve adeta riyazi kelimeler, düşünceyi gevezeliğe kaçmadan ifade eden
mefhumlar. Akademi'nin kurmaya çalıştığı dil, saf zekânın, mantığın, tecridin dilidir... Voltaire'in,
Condülac'ın tahlilci dili.
1672'de 14. Louis hami oluyor ve Akademi resmî bir müessese hâline geliyor. O zamana kadar
toplantıların belli bir yeri yoktu, bir evden ötekine dolaşılıyordu. 14. Louis Louvre'da bir daire
ayırdı Aka- demi'ye ve kırk koltuk yolladı: üyeler arasında tam bir eşitlik. Akademi'nin itibarı gün
geçtikçe artıyordu. 1774'lerde efkâr-ı umumiye- nin rakipsiz tâcidandır Akademi. Bu
hükümranlık lhtilal'e kadar devam edecektir.
1793'te kapatılan Akademi, 1816'da tekrar kuruluyor. Yirmi üç ödülü var, on yedisi edebiyat,
altısı ahlâk ödülü.
Akl-ı Selim: XVIII. asrın maddeci filozofu d'Holbach'm Hıristiyanlığı yeren meşhur kitabı.
Abdullah Cevdet yanlışlıkla papaz Meslier'ye atfedilen bu eseri yobazlıkla savaşmak için (?)
Türkçeye çevirir. M.E.B. yanlışlığı düzeltmeden ve çok lüzumlu bir kitapmış gibi yeni harflerle
tekrar basar Akl-ı Selim'i.
Ali Kemal: Asıl adı Ali Rıza, gazeteci ve yazar (İstanbul 1867 - İzmir 18.11.1922). Balmumcu
esnafı kethüdası Çankınlı Ahmet Efeııdi'nin oğlu.
Tahsilim İstanbul, Paris ve Cenevre'de yaptı; miras işleri için İstanbul'a dönünce, siyasî
faaliyetleri yüzünden Halep'e sürüldü (1889). Halep idadisinde Fransızca ve edebiyat dersleri
okuttu. Tekrar Avrupa'ya gitti (1894). Paris'ten İkdam gazetesine yazdığı edebî ve tarihî
makalelerle tanındı. Brüksel Elçiliği ikinci kâtipliğinde, Mısır'da bazı prenslerin çiftlik nazırlığında
(kâhyalığında) bulundu. II.
Meşrutiyet'ten sonra istanbul'a döndü. Hürriyet ve İtilâf Partisine girdi, ihlam gazetesine siyasî
yazılar yazdı, ittihat ve Terakki Partisi ne muhalefet etti. Peyam adlı günlük siyasî bir gazete
çıkardı. Gazete sonraları, Peyam-ı Edebî, Peyam-ı Sabah Edebî Nüshası ve Pe- yam-ıSabah
adlarıyla yayımlandı. Damat Ferit Paşa kabinesinde Maarif ve Dahiliye nazırlıklarında bulundu
(1919). Gazetesini Mihran Efendi'nin Sabah gazetesi ile birleştirerek Pcyam-ı Sabah'ın
başyazarı ve sorumlu müdürü oldu. Mütareke yıllarında Anadolu'daki İstiklâl Mücadelesi
aleyhine şiddetli yazılar yazdı, bir gün Nurettin Paşa'nın adamları tarafından İzmit'e götürüldü
ve orada halk tarafından linç edileli.
Tarih ve edebiyat üzerine makale, tercüme ve kitapları vardır. Pe- yam'ın ilaveleriyle devrin
edebiyatına hizmette bulundu; Rıza Tevfik, Hüseyin Daniş, Ahmet Refik, Yahya Kemal, Yakup
Kadri gibi yazarlar bu gazetede toplandılar. Yazdığı şiirlerde Muallim Naci'yi üstat tanırdı. (ML)
Ali Namık (1885-1953) Defalarca sadrazam olan, Ayan reisi Küçük Sait Paşa'nın oğludur.
Çocukluğunu ve gençliğini kitaplar arasında geçirmiş, okumanın tadını almış, kendi deyimiyle
inzivanın ve tetebbuun "templa serana"sında yaşamıştı. 1918'de yayımlanan "Verite, Justice,
Bonte"
(Hakikat, Adalet, iyilik), bu çalışmaların meyvesi. (Bkz. A. Cerrahoglu, Türkiye'de Sosyalizmin
Tarihine Katkı, 1975. s. 9-22. Ve Cemil Meriç, Dönem dergisi, "Ali Namık'lar.)
Arz-ı Mev'ut: Vadedilen toprak: Filistin.
Âteşgede: Ateşe tapanların ibadet ettikleri tapınak.
ATÜT: Asya Tipi Üretim Tarzı.
Augias'ın ahırı: Augias adlı bir hükümdar varmış. Bir de asırlardır temizlenmeyen ahırı. Rivayet
ederler ki, Herakles, bu necaset deryasını temizlemeğe talip olmuş, hizmetine karşılık ahırdaki
üç yüz sığırın otuzunu alacakmış. Anlaşmışlar. Herakles, Fırat nehrinin yatağını değiştirerek
temizlemiş ahnın. Ama Augias sözünden caymış, sığırları vermemiş. Kahramanımız da kellesini
koparmış herifin. Augias'ın ahin diye asırlardır su yüzü gönnemiş pislik deryası yerlere denir.
Tâbir mecazen de kullanılır, burada olduğu gibi.
Aziz Petrus: (Saint Pierre), (?-64), İsa'nın havarisi. Petrus (taş) ismi, kendisine İsa tarafından
verilmiş. "Sen taş'sın, ben kilisemi bu taş üzerine kuracağım." (Matta, XVI, 18). Hıristiyanlar
İsa'nın dirilip Petrus'a göründüğüne ve ona kiliseyi emanet ettiğine inanırlar. Petrus, o
zamanlardan beri ilk papa sayılır.
Babıâli: Osmanlı Devleti zamanında İstanbul'da Sadaret. Dahiliye ve Hariciye Nezaretleriyle
Sûrâyı Devlet dairelerinin bulunduğu bina. Mecazî olarak Osmanlı hükümeti.
Bâbil Kulesi: Tevrat'a göre Nuh'un torunları gökyüzüne ulaşmak için böyle bir kule inşâ etmek
sevdasına düşmüşler. Ve Yehova onları cezalandırmış. İçinde çeşitli dillerin konuşulduğu yer.
Büyük bir karı- şıklığın hâkim olduğu, kimsenin kimseyi dinlemeden hep bir ağızdan konuştuğu
toplantı.
Bahâ Tevfik: (1881-1914), "1908'den itibaren yayımladığı dergi, gazete ve kitaplarla kısa sürede
yeni bir fikir çığrı açtı. Pozitif bilim ve materyalist felsefeyi savundu. Teceddüd-ü ilmi ve felsefî
kütüphanesini kurdu, 11 cilt eser yayımladı." (Meydan-Larousse) Balzac: (1799-1850). Eserlerini
"iki ezelî hakikatin, kilise ile monarşinin ışığında yazdığım" söyler. (Daha geniş bilgi için bkz.
Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1980: "Edebiyat tarihinin hükmü", s. 151
vd.) Ba's-ü bâd-el mevt: Ölümden sonra diriliş. Çağlamı zevkine hitap etmeyen yazarlar var.
Stendhal ve Nietzsche gibi. Bir zaman unutulduktan sonra tekrar sahneye çıkar ve kalabalığın
gönlünü fethederler.
Beatrice: Dante'nin sevgilisi. Şair bu Floransalı dilberi önce "Vita Nuova" (Yeni Hayat), sonra
"Divina Comedia" (İlâhî Komedyamda terennüm eder. Kimdir bu Beatrice? Herhangi bir İtalyan
kızı. Babası Portinari. Doğum tarihi, aşağı yukarı 1265. 1288'de rasgele bir herifle evlenir.
1290'da da sizlere ömür. Beatrice'i topu topu iki kere görür Dante. Önce, kilisede dokuz yaşında
bir kız çocuğu olarak, sonra da on sekiz yaşında. Dante, aşkından haberdar olmayan Beatrice'in
dünya evine girmesine aldırmaz, kendisi de evlenir. Beatrice öldükten sonra, büyük ve ezelî aşkı
ruhunu sarar. Beatrice, bir hakikat mıdır, bir remiz mi? Araştırıcılar, İtalyan şiirinde yüzlerce
Beatrice bulunduğunu söylerler.
Yani Beatrice, yalnız Dante için Beatrice'dir. Bir tecrit, bir vesile, bir ilham perisi. Nedîm'in
tabiriyle. "Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içre Nedim, Bir peri-sûret, görünmüş, bir hayal
olmuş sana."
Beşir Fuat: (1852-1887). Oscar Wilde, "Lucien'in ölümünü hatırladıkça kalbim acıyla burkulur"
der. Lucien, Balzacin bir kahramanıdır. Bir zindan hücresinde kendini kravatıyla tavana asarak
hayatına son veren, coşkun, hayalperest, züppe bir şair. Beşirin ölümü de beni, her hatırladıkça
ye'se sürükler. Çalışkandı, halûktu, dürüsttü. Ama başka bir devirde, başka bir dünyada
yaşıyordu. Tek dostu vardı, Ahmet
'Mithat. Bu manevî gurbete daha fazla dayanamazdı, damarlarını keserek canına kıydı. (Bkz.
Cemil Meriç, Kırk Ambar, "Şuuru burkulan aydın", s. 174)
Buda: (1.0. 563-483). Budizmin kurucusu. Kuzeydoğu Hindistan'da yaşamış, vaazlarını orada
vermiş ve orada ölmüş. Ama kurduğu mezhep Orta, Kuzey ve Güney Asya'da kök salmış. (Bilgi
için Bkz. Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde).
Burjuvazi: 1789 İhtilâlinden önce Fransa üç sınıfa ayrılmıştı: Zadegan, ruhban ve halk. Halka,
üçüncü sınıf (Tiers-etat) da denilir. Burjuvazi tiers-6tat'nın en seçkin, en zengin ve en şuurlu
kısmı.
Büchner: (Ludwig) (1824-1899). Maddeci Alman filozofu. Bahâ Tevfik ile Ahmet Nebil'in dilimize
çevirdikleri "Madde ve Kuvvet" (1855) nesillerin imanını tahrip eden meşum bir kitabıdır.
Abdullah Cevdet de hayranlarındandı.
Caliban: Shakespeare'in "Fırtma"smda adı geçen bir kahraman. Bir büyücü ile bir şeytanın
çocuğu. Daha büyük bir güce boyun eğmek zorunda kalır ama daima başkaldırır. Yazımızda,
Avrupa burjuvazisini temsil eder. Emest Renanin Caliban adlı felsefî dramı vardır. (Fırtınanın
devamı). Caliban, avamdan bir zattır. Avamın bütün pisliklerini, adiliklerini nefsinde toplamıştır;
cumhurbaşkanı olur. Nefis ve öğretici, daha doğrusu düşündürücü bir dram.
Caton: (l.Ö. 232-149). Meşhur Romalı devlet adamı. Yunan âdetlerinin Roma'ya yerleşmesinden
müthiş şikâyetçi idi. Filozofların kapı dışarı edilmesini istiyordu. Lükse düşmandı. Kartaca'yı
Romanın rakibi olarak görüyor ve imha edilmesini istiyordu, İnatçı, cimri, tam bir Roma köylüsü.
Senato'daki her nutkunu aynı cümle ile bitirirdi: "... ve ayrıca şuna kaniim ki, Kartaca mutlaka
imha edilmeli." (Delenda Caıthaga).
Cavit Bey: (Selanik 1875 - Ankara 1926). Osmanlı maliyecisi. Eserleri: llm-i İktisat (4 cilt, 19051912), İhsaiyat (1909). Günlük hatıralan Hüseyin Cahit Yalçın tarafından 1943-1946 yıllan
arasında Tanin gazetesinde tefrika edildi.
Celâl Nuri İleri: 1877-1939). Gazeteci ve mebus. Eserleri: HııMk-i Düvel (1914), Şimal Hâtıraları
(1914). lttilıad-ı İslâm, İslâm'ın Mazisi, Hâli,İstikbali (1914), Kadınlarımız (1915), Kutup
Musahabeleri
,
Tarih-i Tedenniyût-ı Osmaniye (1915), Hâtem-ül Enbiyâ
,
Rum ve Bizans (1917), Taç. Giyen Millet (1923), Türk İnkılâbı (1926). (Bkz. Cemil Meriç, "Celâl
Nuri'nin Türk İnkılabı" Tarih ve Toplum, İletişim Yayınları, Eylül ve Ekim 1984 ve Kültürden
İrfana, "Tunuslu Hayrettin'den Celâl Nuri'ye", s. 107 vd.) Cellini Benvenuto: (1505-1571).
İtalyan kuyumcusu ve heykeltıraşı. Ünlü bir otobiyografinin yazan. Floransa'da doğdu. Bir kavga
yüzünden sürgüne yollandı. 1523'te yeni bir vakanın kahramanıdır. Ölüme mahkûm edilir.
Roma'ya kaçar. Orada Salamanca piskoposunun ve Papanın (VII. Clement) emrinde çalışn'.
Roma'nın savunmasına katılır (1527). Anlatığına göre iki kodaman Fransız asilzadesini öldürür.
1528'de hazreti yeniden Floransa'da görüyoruz. Çeşitli devlet büyüklerinin hizmetinde çalışır.
Birçok şaheserler yaratır. Bir rahibi haklar. Papa 111.
Paul tarafından affedilir. Sonra efendim, bir noteri yaralayıp Roma'dan firar eder. Ver elini
Fransa. Kabına sığmayan bu çılgın zekâ orada da duramaz. Floransa'da ihtilastan mahkûm edilir.
Hapishaneden kaçar, tekrar yakalanır. Bu defa da bir kardinalin şefaatiyle hürriyete kavuşur.
Cellini Rönesansm muhteşem canavarlamıdan biri. Hayırla serden habersiz, coşkun, serazat,
serkeş. Tek mukaddesi: güzel. Eserleri dünya müzelerinin iftihar vesilesi. Ama asıl ününü
sağlayan, otobiyografisi. İki italyanca baskısı (1728) var. İngılizcesi (1771), Alman- cası (1796),
Fransızcası (1882). Üslup çıplak, yapmacıksız, konuşma diline yakın. Hem bir insanı, hem bir çağı
tanımak isteyenler bu eşsiz vesikaya eğilmek zorundadırlar. Ne yazık ki Türkçemiz hâlâ bu usta
kitaptan mahrum.
f
Cevdet Paşa: (1822-1895). Devlet adamı, tarihçi, hukukçu, edebiyatçı. (Bkz. Cemil Meriç,
Kültürden irfana, "Bir Gurub ve Bir Tulu", s. 93 vd.) Chenier: (1762-1794), Fransız şairi. Hem
klasik Fransız nazmının bir ustası, hem de romantizmin öncüsü. İhtilâl onun da başını yedi,
giyotin sehpasında can verdi şair.
Cizvit Mektepleri: Hıristiyan Avrupa'nın fikir hayatına tahakküm etmiş bir tarikat, Cizvitler.
Köklü, inzibath, uzun ömürlü. Amerika'nın ve Dogu'nun çeşitli ülkelerinden kiliseye sadık
şakirtler yetiştirmek için büyük bir gayret göstermişlerdir. Aleyhinde ve lehinde ciltlerce eser
yazılan cizvitlerin sayısı 17.000 civanndadır bugün.
Comte: (1789-1857). Fransız filozofu. (Fazla bilgi için bkz. Cemil Meriç,
Sosyolog life Sosyalist, Çan Yayınlan, İstanbul, 1967, s. 58 v.d.).
Saint - Simoıı ilk
Curson: (1859-1925). XVIII. asır İngiliz aristokrasisinin yolundan yürüyen son devlet adamı.
Tanınmış bir Türk düşmanı olan bu habis lord Hindistan'da umûmî vali olarak bulunmuş ve o
ülke halkına kan küstürmüştür. 1919'dan 1924'e kadar İngiliz hariciye vekilidir. Lozan'daki
marifetleri için Rıza Nur'un Hatıralar'ıyla Kadir Mısıroglu'nun Lozan, 2 ajer mi, Hezimet mi adlı
iki ciltlik eserine başvurulabilir.
Çelebi (Asaf Halet), (İstanbul 1907-1958). Türk şairi ve yazan. Şiir ki- taplan: He (1942),
Lameli/(1945), Om M ani Padme Hum (1953).
İnceleme ve antolojileri: Mevlana (1940), Molla Camı (1940), Eşre/oğlu Divanı (1944), Naima
(1953), Divan Şiirlerinde İstanbul (1953), Ömer Havyam (1954).
Daniel Defoe: (1660-1731). Hayatı tezatlarla dolu bir adam Defoe, hayatı ve mizacı. Dürüst,
kalleş, kahraman, ödlek. Fırtınalı bir devrin çocuğu.
Hicivde zirve, romanda yaratıcı, gazetecilikte merhale. Bir kasabın oğluydu. Çorapçılıkla başladı
işe. İflas etti, yazı hayatına atıldı. Zindanı boyladı, hicivleri yüzünden teşhir cezasına çarptınldı.
Ama halkın gözünde de kahramanlaştı. İngiltere'nin ilk romanı sayılan Ro- binson'u altmışında
yazar. Kuru bir roman bu, Avrupa burjuvazisinin gönlüne göre bir roman. Ama aynı şiiriyetsizlik,
aynı çırılçıplaklık, aynı sahte realizm, Defoe'nun bütün romanlarında var. "Çağdaşların- dan
hiçbir yazar, edebiyatın temellerini onun kadar genişletmemiş, o kadar kalabalık bir kitleye
okutmamıştır kendini. Ama edebiyatçılar, onu edebiyat dışı sayarlar. Ne Pope ciddiye alır
romancımızı, ne Swift. Bu mahkûmiyet karan, Defoe'nin hicivci olarak davranışından ileri gelir
bir parça (çağdaşları onu düşmanlarına ajanlık yapmakla suçlarlar), bir parça da devrin bütün
naşirleri için müşterek bir vasıf olan hümanizm geleneklerine sırt çevirişinden." (Legouis).
Danilevsky: (1822-1885). Rus tabiiyecisi ve tarih felsefecisi. En meşhur eseri Rusya ve Avrupa
(1869). (1920'de Almancaya çevrilmiştir: Russ-land Und Europa). Tarih felsefesini ilk defa
birbirinden farklı medeniyetler dizisi olarak ele alır. Danilevsky'ye göre Ruslarla Slavlar Ba-tı'yla
hiçbir zaman kaynaşmayacaklardır. Her ikisi de kendi kültürel miraslarım siyasî absolütizm
(mutlakiyet) yolunda geliştireceklerdir.
Rusya'nın inkişâfı Batı'nınkinden daha parlak olmayacaktır belki, ama farklı olacaktır. Danilevsky,
Rus yazarlan arasında bilhassa Konstantin Leotiev'i, Batı filozofları arasında da Oswald Spengler'i
etkilemiştir. (Brikmnica. Fazla bilgi için bkz. Cemil Meriç, ÜmrandanUygarlığa, Ûtüken
Yayınevi, İstanbul 1977, 2. baskı: "Medeniyetlerin Ölümü" s. 117 v.d. Yine bkz. Cemil Meriç, Kırk
Ambar,
"Avrupalılaşmak mı Avrupalılaştırılmak mı?" s. 263 v.d.)
Dante: (1265-1321). Daııte başka bir dünyanın şairi, düşman bir dünyanın. Kinleri, emelleri,
özleyişleriyle, Hıristiyan, Ilâlıî Komedya. İslâm şiirine neler borçlu, araştırmamışız (meselâ,
Hıristiyan teolojisinde Araf yok). Türk okuyucusu, İlâhî Komedyadan zevk alabiir mi? Hayır.
Zaten bizdeki tercümeleri de, İncil'den bir mephas gibi tatsız ve soğuk. Apenin'in yeşil
mahfazasında gülümseyen çiçekler beldesi Floransa XIII. asrın sonlannda aşkın ve zerafetin
vatanıydı. Mermer o muhteşem tabiat içinde kanatlandı; bir büyü oldu resim. Ve şiir yıldızlaştı.
"Napoli'de yaşanır" diyor bir yazar, "Roma'da düşünülür, Floransa'da yaratılır." O beldede
sanatın saltanatını banka hazırladı, banka ve ticaret. Ponto Vec- hio'nun mağazalarına ırmaklar
gibi altın akıyordu, ama, düşmanları vardı, Floransa'nın. Sokaklarında iki çağ
dövüşüyordu, iki çağ ve iki düzen.
Floransa'nın savaş bayrağında kızıl bir zambak vardı; hür olmak için dövüşeceksin diyen bir
zambak. Floransa'nm bayrağında mavi bir Madonna gülümsüyordu: "Seveceksin, acı
çekeceksin", diyen bir Madonna.
İlık bir rüzgâr esiyordu Provence'dan, şiirin rüzgân. Haçlı Seferleri Batı'ya aşkı öğretmişti.
Toskana şairleri, trubadurları taklit ederek yeni bir üslup yarattılar: 11 dölce stile nuovo.
Mayıs ayının ortalarına doğru Saint-Jean Baptiste Kilisesi'ne yeni doğan bir çocuk getirdiler.
Durante adı verildi yavruya, Durante Alighieri ve bir melek, dehanın dikenli tacım koydu başına
(12651321). İnsanlık Durante'yi Dante adıyla tanıyacaktır.
Floransa'da onun mısraları karşılar sizi. Kaldırımlar onun dilini konuşur. Bütün İtalya'da
yoldaşınız o. $üri, vatan coğrafyasını kut-sallaşürmış. Bir gül bahçesi değil bu İtalya; bir günahlar,
bir cinayetler ülkesi. "Esif İtalya, korkunç bir kasırgada kaptansız kalan gemi, bir zamanlar
kraliçesiydin ülkelerin şimdi fahişesi."
Ortaçağ, mazi'nin uçurumlarına gömülmeden önce İlâhî Komedyada tecelli ediyor.
Bazı yazarlara göre, komedyanın ilham kaynağı aşk. Şair o muhteşem türbeyi Beatrice
Portinari'yi ölümsüzleştirmek için yaratmış; Beatrice'i ve hatıralarını. Dante 27 Ocak 1302'den
beri sürgündedir, 10 Şubat'tan beri gıyaben ölüme mahkûm: "Yelkensiz ve dümensiz bir gemi."
Ve peşinde felâketin ayrılmaz yoldaşı: zillet. Sevgilisini kaybetmiş, vatanını kaybetmişti. Korsan
Donati'nin hempaları ferman inletiyordu Floransa'ya. Başlan çiçeklerle taçlı, ayaklan insan
kanıyla kıpkızıl, zaferlerini kutluyorlardı. Bütün faziletler kovulmuştu, Cumhuriyetten. Bir
dünyanın yıkılışı idi bu. Ama, şair boyun eğmeyecekti kadere. Bayağılıklan teşhir edecek, suçlan
cezalandıracak, bu habisleri enselerinden yakalayıp tarih mahkemesinin huzuruna çıkaracaktı.
Şair eski çağlan göklere çıkarırken yükselen burjuvaziyi en zehirli oklarıyla delik deşik eder.
Dante bir aristokrattır, tepeden tırnağa aristokrat. Mukaddes Cermen İmparatorluğu dinlemezdi
artık, maz^ dinlemezdi. Bir ütopya idi bu, ölü doğan bir ütopya.
Floransalı şairin yaşayan ve yaşayacak olan tarafı: realizmi. "Cennet ve cehennemm, geçen asır
aydmlarını hayran bırakan mimarisi, Araplardan alınma. Hıristiyanlık'ta Araf yok. Çerçeve
İslâm'ın, ama içindeki ruh Hıristiyan. Dante çağlann ve kıtaların dörtyol ağzında, iki çağ
ve iki dünyayı birleştiriyor. Fertleri de, fırkaları da, milletleri de mahkemeye çeken şaire bu
selâhiyeti veren kim? Dehası. Milton, Voltaire, Hugo veya Sartre... "İnsanım, insanla ilgili hiçbir
şey bana yabana değildir" diyenlerin öncüsü Dante.
Garip bir almyazısı, maziye inanıyordu, istikbali yarattı.
Fransa geç tanımış, Dante'yi. ilahî Komedya defalarca çevrilmiş ama 18. aşıra kadar okuyan,
anlayan olmamış. İtalya'da Tasso ile tanışan Montaigne'in eserinde Dante'nin adı geçmez.
Boileau da sözünü etmez Dante'nin. 18. asırda Dante ile lütfen meşgul olanlann neler
düşündüğünü Voltaire'den öğreniyoruz: "İtalyanlar ilâhî derler ona. Gizli bir ululuk bu. Bir sürü
yorumcusu çıkmış, bu da anlaşılmaması için bir sebep belki de. Şöhreti gün geçtikçe kök salacak.
Çünkü okuyanı yok. Hiçbir zaman okunmayacak Dante. Benim kütüphanemden Arioste'u aşıran
çok oldu ama, Dante'yi kaldırana hiç rastlamadım". Dante'nin dehasım ilk sezen Rivarol.
Romantizm, ortaçağı bayraklaştırırken Dante'yi de göklere çıkarır. Saintc-Beuve, 1845'te
yayımladığı nefis bir incelemede (Causeries de Lundi, cilt 2) ' bu hayranlığın psikolojik
sebeplerini aydınladı'. Dante'yi en çok sevenlerden biri de Balzac'tır. İnsanlığın Komedyası
yazan, eserinin adını Floransah şairden alır. Lamartine geniş
yerayınr şaire. (Cours Fa- miliers de Litterature, cilt 3-4.) Ama Graziella yazarına göre: ilahî
Komedya fâni kinlerin gölgelediği anlaşılmaz bir kitap. Tek güzel tarafı üslubu. Dante şiirin
Michelangelo'su. Şair büyük ama, şiiri kötü. İlahî Komedya, bir destan sayılabilir mi? Hayır.
Uyanıkken görülen bir
rüya bu. Kahramanı: tayflar. Sahnesi: asırların gecesi. Çağlayanlar gibi uçurumlara akan bir insan
kalabalığı." Victor Hugo Dante'ye karşı çok daha saygılıdır. Tayfların destanını yazan Dante'ye.
"Dante bütün karanlığı, bütün aydınlığı dev bir helezonda birbirine katar. Önce inen, sonra çıkan
bir helezon... Dante, Montesquieu'nün hocası. Kanunların Ruhu yazan cezaların tasnifini,
Cehennemden kopye etmiş.
Juvenalis'in kamçısı meşindendir, Dante'ninki alevden." (Wi.lliam Shakespeare).
Eliot'a göre, "Modern bir Avrupa dilinde klasisizmin en parlak örneği: İlâhî Komedya "
Dante, Shakespeare, Goethe... Modem şiirin üç zirvesi. Almanya'da bu kanaati kanunlaştıran:
Stephan George ve mektebi. Goet- he'nin Dante'ye karşı davranışı hiç de açık değil. 1787'de,
"İnsan Dante'nin şiirlerinden nasıl zevk alabilir" der. "Cehennem iğrenç, Araf kanşık, Cennet
sıkıcı." 1805"te çok daha takdirkârdır. Cehennemdeki Ugolin hikâyesini göklere çıkanr. Sonra
yeniden kötüler Dante'yi; 1823'te Eckermann'ı uyarmak ister: "Dante büyük görünüyor bize,
arkasında asırlar süren bir medeniyet olduğu için büyük görünüyor."
Dante, Avrupa'nın Kutupyıldızlarmdan biri. Bizim için kapalı bir dünya. Kapalı ve düşman. Hâmit,
"Tayflar Geçidi"nde "koca dahi-i müfteri" diye selâmlar, Cehennem şairini. Cahit Sıtkı "Dante
gibi or- tasmdayız ömrüıı" mısraı ile yâd eder. Sevgileri de, kinleri de yabana bize. Şairi tanımak
için dilini bilmek lazım. Fransızca tercümelerinin hepsini, İngilizce tercümelerinin birkaçını
gördüm. Karanlık ve meçhullerle dolu bir masal. Bir Fuzulî'den, bir Şeyh Galip'den aldığım
hazzını binde birini vermedi bana, Dante. Yalnız, her aydının ondan alacağı ders: celâdeti. Şair,
Dante'den beri fildişi kulede mısralar arayan bir meczûb-u ilâhi olmak hakkını kaybetmiştir.
Dâvası, dâvamız değil Ama, bir dâva uğrunda nasıl dövüşüleceğim öğrenmek isteyenler büyük
Floransalinm hayat hikâyesinden yine de çok şeyler öğrenebilirler. "Segui il tuo corso, el lascia
dir le ganti!" (Sen yoluna devam et, herkes ne derse desin) diyen Dante, bu yönüyle hepimizin
hocasıdır.
Delille, Jacques: (1738-1813). Tanınmış Fransız şairi. Babası meçhuldür. Annesi çocuğunu
okutmak için dilenmek zorunda kaldı. Delille, Paris liselerinde hocalık yaptı. Bu arada, Racine'in
tavsiyesiyle Latin şairi Virgile'den yaptığı "Georgiques" tercümesini yayımladı (1769).
Voltaire, Delille'in Akademiye alınması için teklifte bulundu. Elçi Choiseul Gouffier ile İstanbul'a
geldi. Şehrin güzellikleriyle büyülenen şair ilhamını "İmagination" adlı eserinde ebedileştirdi.
Fransa'ya dönünce salonların gözdesi oldu. İhtilal, bu şımarık şairin ikbal rüyalarım sona
erdirecektir. Terörde tevkif edildi. Sonra Paris'ten uzaklaştı. Yeni eserler kaleme aldı.
Almanya'ya gitti. İngiltere'yi ziyaret etti ve orada Milton'un "Kaybolan Cennet"ini manzum
olarak çevirdi Fransızcaya (1805). Tekrar ülkesine dönen Delille, College de France'ta şiir
kürsüsüne tayin edildi. Ne yazık ki o da Milton gibi, gözlerini kaybedecekti. Çağını büyülemişti
şair. Sevimliydi, konuşkandı. Çok güzel şiir okurdu. "Kaybolan Cennet" tercümelerinin şaheseri.
Rivayet ederler ki izdivaç hayatı Sokrat gibi, Delille'e de gülümse- memiş. Para canlısı bir hatun
olan karısı onu odaya hapseder, zorla şiirler yazmasını sağlamak için akla gelmez oyunlara
başvururmuş.
Demolins: (1852-1907). Fransız tarihçisi ve sosyologu. Prens Sabahattin'in üstatlarından.
Deva: Aryaların eski tanrısı: gök, ışık. İslâmiyet'in kabulünden sonra Deva Dev olur, yani kadim
mabut ifritleşir.
Diderot: (1713-1784). Çağı için bir filozof, mimarı olduğu Ansiklopedinin sembolü, seçkin bir
hatip, ateşli ve taşkın duygular ilham eden bir fikir öncüsü. Almanya'da romantizmin müjdecisi
olarak tanınır. Bugünün tenkitçilerine göre, on sekizinci yüzyıl düşüncesinin en büyük temsilcisi.
Tutarlı bir felsefe doktrini yok. Önce Tanrıcı (deist), sonra maddeci, sonra da panteist. Faydacı
ahlâk anlayışı ile on dokuzuncu asır İngiliz filozoflarının öncüsü. Hem fazilete, hem güzelliğe âşık.
Sanat eserinde duygu ve ahlâk arar. Sanatta yalnız ustalık değil, şiiriyet de olmalıdır.
Dilemma: Kıyâs-ı mukassem. Konuşmacıya seçmesi için iki ihtimal sunan akıl yürütme. Diğeri
yanlışsa, öteki doğrudur bu ihtimallerin. Ve her iki kaziyenin ortak bir neticesi vardır, kendini
kesin olarak kabul ettiren bir netice.
Din şehit ister Asuman kurban/Her zaman her tarafta kan kan kan. Tevfik Fikret'in bedbin bir
ânını dile getiren mısralar.
Diyalektik maddecilik: Marx-Engels'in maddeciliği. Tabiatla zihin, temel bir bütündür bu
maddecilikte. Mutlak olan tabiat değil, tabiattaki beşeri akıştır (gelişme). Metot bakımından
diyalektik maddecilik 11e- gel'in diyalektiğini benimser. Ama bu diyalektiği tersine çevirerek.
Eşyanın diyalektiği fikirlerin diyalektiğini meydana getirir, fikirlerin diyalektiği eşyanın
diyalektiğini değil. Maddi tabiat diyalektik olarak geliştiği için insan düşüncesi de diyalektik
olarak gelişir.
Dostoyevski: (1821-1881). Dosto "Ortodoks Doğulu veya Bizanslı bir Hıristiyandır... Mistik bir
Rus vatanperveri" (Upton Sinclair). "Bir ülke mazisinden kopamaz, kopmamalıdır. Aydın,
sınırların ötesinden basmakalıp ıslahat projeleri dileneceğine, halkın içine inmeli. Rusya'yı ancak
din kurtarabilir!" (Karamazv Kardeşler'den). (Bkz. Cemil Meriç, Mağaradakiler, Ötûken
Yayınevi, İstanbul, 1980, 2. baskı, "Dosto ve biz", s. 311 v.d.)
Durkheim: (1858-1917). Fransız sosyologu. Türkiye temsilcisi, Ziya Gö- kalp, temsilcisi daha
doğrusu komisyoncusu.
Ebüzziyâ Tevfik: (1849-1913). Yazar, gazeteci, matbaacı. Türk irfanına oklukça hizmet etmiş bir
kalem sahibi. Çalışkan müteşebbis. Nümû- ne-i
Edebiyat 'ı Osmaniye, defalarca basılan ve kıymetini hâlâ koruyan bir nesir antolojisi. Yeni
Osmanlılar Tarihi, sevimli bir müdafaanâme.
Son zamanlarda yayımlanan vesikalar (Abdülhamid'e Verilen Jurnaller - İbret, Asaf Tugay)
hazretin sarayla da irtibatı olduğunu ispat etmektedir.
Edebivat-ı Umûmîye Mecmuası: Birinci Cihan Savaşında Celâl Nuri, Ahmet Saki, İsmail Hami
tarafından çıkarılan dergi.
Edinburg Review: On dokuzuncu asırda yeni bir mecmua türü kurulur İngiltere'de, tenkitçi bir
zihniyetin ifade vasıtası olan "critical revi- ew".
Zengin ve ikbalperest tâbiler tarafından desteklenen bu mecmualar, çağın en büyük
yazarlarından yardım .görmektedirler. Yayıldıkları saha oldukça geniştir. Edinburg Review or
Critial Joumaî'in kuruluşu, tenkit mecmualarının tarihinde büyük bir merhale (18021929).
"On sekizinci asır sona ermiştir", diyor bir yazar. "İrlanda'yı köle- leştirmişti İngiltere, ama
İskoçya direniyordu, dini bile başkaydı İngiltere'ninkinden. Usta bir politikacı yollandı Iskoçya'ya:
Dundas. Bu uyuşturucu idarenin siyası ve ahlâkî zararlarını önlemek için bir fikir organına ihtiyaç
vardı. Genç kabiliyetler, Edinburg Revievv'yu kurdular. Ama dergi İskoç ruhunun temsilcisi. İlk
sayı büyük bir rağbet gördü. Üçüncü sayıdan itibaren, satış 2500'e yükseldi. Sonra, 13.500'e.
Tory'lerin hâkim olduğu bir şehirde çıkıyordu dergi. Liberal fikirlerin bayrağıydı ama hiçbir
partinin emrinde değildi. Teşebbüsün gerçek kurucusu, Jeffrey. Dergi on yıl, onun çizdiği yolda
yürüdü. Sonra, diğer yazarlar: Sidney Smith, Macaulay, Cariyle, Ilenry Broughanı. Tory'ler
I819'da rakip bir dergi çıkardılar: Quartcrly Revi- ew. Mecmuanın zengin bir yazı ailesi vardır:
John Murray, Walter Scott, Canning, Souther, Loıd Salisbuıy, Hazlitt, J.VV. Croker. Tirajı kısa
zamanda 14.000'e yükselir derginin."
Egeria: (Ejeri). Latiunılu peri, Kaynaklar Tanrıçası: Geleneğe göre Kral Numa'mn danışmanı;
onunla geceleri buluşiırmuş.
Ehrimen: Yahut Angromenyu. Zerdüştîlerin Ser Tanrısı.
Emil: ikinci adı "Terbiyeye Dair", Rousseau'nun pedagojiyle ilgili fikirlerini, roman tarzında
toplayan kitabı (1762).
Eşref: (1846-1912). Zerâfetle müstehceni meczeder. Kâh bir kafiyenin ilhamı ile göklere süzülür,
kâh bir mazmun peşinde uçurumlara iner.
Hayâsız ve haşarı bir zekâ.
Eyyam-ı baharest: Bahar geldi, gül, lâle ve nesrin fışkırdı topraktan. Sen hâlâ toprakta ne
arıyorsun.
Fabian cemiyeti: 1833 sonlannda Londra'da kurulan İngiliz sosyalistlerinin derneği. Derneğin
çekirdeğini meydana getiren yazarlar (G.B. Shaw, H.G. Wels, v.s.) ve İktisatçılar (Sidney ve
Beatrice V/ebb, O. Lodge vs.) önce hemen uygulanabilecek devrimlerle ilgilendiler ve 1889'da,
K.
Marx'ınkinden çok J. Stuart Mili ile W.S. Jevons'un sosyalizm anlayışlarına yakın bir sosyalizmi
savunan "Fabian Essays"i yayımladılar.
Fabiancılar, kapitalistlerin artık-deger kavramına karşılık, gelir kavramını ortaya attılar. Devlet,
geliri, kamu kurluşlan aracılığıyla doğrudan doğruya halka aktaracaktı. 1900'den sonra "Emeği
temsil eden komite"de, trade-union'cularla ve bağımsız Emek Partisi delegeleriyle birleştiler. Bu
birleşme İngiliz İşçi Partisi'nin temellerini attı. Fabiancıların çoğu bu partiye katıldılar. Uzun süre
can çekişiyor gözüyle bakılan dernek, 1930'da bazı işçi milletvekilleri tarafından kurulmuş olan
"New Fabian Research Bureau'ya (Yeni Fabian Araştırma Bürosu) katılarak canlandı ve başkan
Beatrice VVebb'in iktisadî ve içtimaî araştırmalanyla, bütün dünyada tanındı. İşçi Partisi'nin
yönünü daha çok bu derneğin aydınları çizdiler; parti, milletvekillerinin çoğunu Fabian'lardan
seçti.
Feodalite: Derebeylik. Toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri tek bir kimsenin malı sayan ortaçağ
nizamı. Avrupa'ya mahsus bir zillet ve istismar rejimi.
Fıkıh: İslâm hukuku.
Filantrop: İnsanlan seven, insanlann iyiliği için çalışan.
Francmaçonnerie: Farmasonluk. Kardeşlik ilkelerini benimseyen, birbirlerini işaret ve remizlerle
tanıyan ve loca denilen bölümlere ayrılmış
kimselerden kurulu, kısmen gizli dernek.
Freud: (1856-1939). Psikanalizin kurucusu.
Freund J.: Çağdaş Fransız sosyologu, Weber'ci.
Gardet: Çağdaş Fransız müşteriki. "La Çite Musulmane" en meşhur eserlerinden biri (Bkz, Cemil
Meriç, Kültürden İrfana, "İslâm tarihinde zaman boyutu", s. 163 vd.)
Glimpses of World History: "Cihan Tarihine Bakışlar" Nehru'nun eseri.
Guyau: (1854-1888). Meydan Larousse'da Alfred Fouille'nin damadı deniyor, oysa üvey
çocuğudur. Parlak, derin ve atılgan zekâsıyla çağında ekili oldu. Eserinin ahlâkî yönü iki temel
fikre dayanır: 1) Yapabiliyorsun, o halde yapmalısın; 2) İnsanlar sıkı bir dayanışma ile birbirlerine
bağlıdırlar. Abdullah Cevdet, bu coşkun ve şair fikir adamının hayranlanndandı. "Terbiye ve
Veraset" adlı eserini Türkçeye kazandırdı.
Guyau'dan bir başka tercümesi de, "Bir Filozofun Şıirle- ri"dir. Hasan Âli, "Sosyolojik Bakımdan
Sanat'in ana fikirlerini 1928'de yayımlanan bir risalede hülâsa etmiştir.
Gütenberg: (1394-1468). Matbaanın mucidi.
Hân-ı yağma: Fikret'in dilden dile dolaşan bu tanınmış hicvi Victor Hugo'nun "Joyeuse vie" adlı şiirinden ilham alınarak yazılmıştır. Mukayese için ilk kıt'anm
tercümesini takdim ediyoruz: "Ha gayret yağmacılar, salaklar, sayın baylar, Ilazlann etrafına
çöreklenin, şölen var... Koşun yeriniz hazır, Baylar, hayat kısadır, yiyin, için eğlenin Sizlersiniz
sahibi bu talihsiz ülkenin Bu millet malınızdır..."
Hâşim: (1883-1933). Bize Göre, Gurebâhâne-i Lâklâkan, Frankfurt Seyahatnamesi, usta,
beklenmediklerle dolu, sıcak ve lezzetli bir nesrin nefis örnekleri.
Hayyam: (1044-1132). İranlı şair ve bilgin. 11. Meşrutiyet intelijansiyası bu rint ve deryadil
hakimi Avrupa aracılığıyla tanır. Müesses inançlara savaş açanlar onu bayraklaştınrlar. Hayyam,
Doğu'nun dar ve kalıplaşmış nass'larını yıkmak isteyenlere Doğu'dan gelen bir müttefiktir.
"Rubâiyât" kolay ve aydınlık üslubu, şüpheciliği, gülümseyen edası ile hüıendîş yazarlann el
kitabı olur. Abdullah Cevdet, Hüseyin Dâniş, Rıza Tevfik, Nişâbur'lu şairi bir sonraki nesle
devrederler. Göl- pınarlı, A. Kadir, Orhan Veli... Farsça bilen bilmeyen Rubâiyât tercümesine
girişir.
Hegel: (1770-1831). Meşhur Alman filozofu.
Heine: (1797-1856). Büyük Alman şairi, heccavı ve gazetecisi (püblisist). Şairliği, tüccar
amcasının ticarethanesinde milyon avcılığına tercih etti. Schlegefin, Hegel'in, Friedrich-Wolfun
şakini oldu. Edebiyat mahfillerine girdi çıktı. Lirik şiirler yazdı. Ülkesinde Yahudi aleyhtan bir
hava esince Paris'te gazetecilik yapmağa karar verdi. Paris'te Saint-Si- mon'cularla tanışü. SaintSimon'culuk istikbalin dini idi şaire göre, 1831'de ayak bastığı Paris'ten bir daha çıkmayacaktır.
Heine çağının en büyük zekâlarından biridir. Almanca ve Fraıısızcayı aşağı yukan aynı ustalıkla
kullanır. Thiers'in tabiriyle Voltaire'den sonra en spiri- tüel Fransız. Dizgin tanımayan bir hürriyet
aşkı, haksızlığa karşı şahlanan bir öfke... hicivlerinin başlıca ilham kaynağı. "Tabutuma zeytin dalı
değil, kılıç koyun. Zira insanlığın kurtuluş savaşında cesur bir asker oldum" diye övünür... Maııc'a
Fransız sosyalizmini tanıtan odur. Henry Miller: (1891-1980). Amerikalı romana. Çağdaş dünyayı
şiddetle suçlayan başlıca eserleri: Yengeç Dönencesi (1934), Siyah ilkbahar (1936), Oğlak
Döncııcesi (1.939), Maroussi Heykeli (1914), Havalandırılmış Kâbııs (1945), Seksus (1949),
Pleksus (1952), Neksus (1961), adlı üçlüden meydana gelen Pembe Ölüm. Fleraklit
(Heraklaitos): Yunanın yedi bilgesinden biri. Muzlim ve bedbin. Kâinattaki ezelî akış dehşete
düşürmüş üstadı. Bir nehrin sularında iki defa yıkanılmaz gibi hikmetler savurmuş. Şirazlı Hafız
"İrmak kenarına otur ve hayatın akışını seyret", derken çok daha şair.
Hezâr bütgede: Bâki'nin Kanunî mersiyesinden. Beytin tamamı şu: "Aldın hezâr bıitgedeyi,
mescîd eyledin Nâkus yerlerinde okuttun ezanları." Bugünün diliyle:
"Binlerce kiliseyi mescide çevirdin, Ezanlar okuttun çan yerlerinde."
Hezeliyât ve Hezliyât: "Hezl meşhur bir nazmın vezni ve kafiyesi taklit edilmek suretiyle lâtife
yollu şiir yazmak demektir, buna tehzil de denir."
(Tâhir-ül Mevlevi).
Hicrî takvim: lîz. Mııhammed'in Mekke'den Medine'ye göçüş yılını başlangıç olarak alan takvim.
16 Temmuz 622 tarihinde başlar.
Horatius: (M.Û. 65 - M.Ö. 8). Latin şairi. Babası azatlı bir köleydi. Hora- tius, Roma'da öğrenim
gördükten sonra 20 yaşında Atina'ya felsefe okumağa gitti. Sonra savaş ve Roma'ya dönüş.
Vergilius ile tanışma. Sefalete düşen şair 38 yaşlannda iken zengin ve sanatsever bir koruyucu
bulur. Maecenas (Fransızca, Meşen). Maecenas, iki şairi impa- rator'a takdim eder. Horatius,
imparatorun teklif ettiği özel sekreterliği reddeder. Hayatının en büyük acılarından biri, dostu
Vergilius'un ölümü. Kendisi de, hâmisi Maecenas ile aynı yılda hayata gözlerini yumar.
Zarif bir adamdı Horatius. Zevklerine ve hürriyetine düşkün bir sanatçı. Kültürü, zekâsı, inceliği
ile Romalı kibarların gözbebeği oldu.
Epikürcüydü. Kır hayatından, eğlenceden, yalnızlıktan hoşlanırdı. Ahlâk anlayışı, aşırlıklardan
kaçan, kültürlü bir insanın ahlâk anlayışı idi.
Hugo: (1802-1885). Sür, roman, deneme... on dokuzuncu asnn en büyük fikir ve sanat
zirvelerinden. Beşir Fuat, çağının nazımperestleri- ne çatmak için Hugo'yu tartaklar, ama şiirden
anlamadığını mahviyetle itiraf ettikten sonra. Bizce edebiyat tarihinde tek büyük devrim vardır:
romantizm. Bu meslek edebiyatta liberalizmdir Hugo'ya göre. Hernani yazan dramın önsözünde
bu hükmü bütün vuzuh ve şümû- liyle belirtir. (Bkz. Hugo V. Hernani, çeviren C. Meriç, Millî
Eğitim Basımevi, İstanbul 1966, 2. basılış. "Önsöz"). Filhakika, o yıllann umumî efkânnı fetheden
ideolojisi liberalizmdir. Liberalizm cazibesini kaybedince romantizm yeni bir tarifle zenginleşir;
edebiyatta sosyalizm.
Hümâyunnâme: Hint'in büyük kitabı Pança Tantra'mn Türkçe tercümesi. İran Müslümanlar
tarafından fethedilinceye kadar hükümdarlann hazinesinde saklanmış Pança Tantra. İkinci
Abbasi halifesi El Man- sur kitabın methini duymuş, uzun araştırmalardan sonra bir nüsha
bulunabilmiş. Arapçaya tbn el Mukaffa kazandırmış eseri. Ve Barzu- yeh'in Farsça tercümesi
kaybolmuş. Pança Tantra Doğu dillerine geçerken çeşitli değişikliklere uğramış, lbn el Mukaffa
tercümesi yeniden çevrilmiş Farsçaya... Edirneli Ali Çelebi, Hüseyin bin Ali Vaız'ın Farsça
tercümesi üzerinde yirmi yıl uğraşmış ve Hümâyunnâme adını verdiği eseri Kanunî Süleyman'a
ithaf etmiş. Kitap XVIII. yüzyılın sonlarına kadar altmış dile çevrilir, İzlanda'dan Moğolistan'a ve
Ca- va'ya kadar yayılır... Divan nesrinin en parlak örneklerinden biri sayılan Hümâyunnâme,
Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından kısalül- mış: Mulahhas-ı Hümâyun. (Fazla bilgi için bkz. Bir
Dünyanın Eşiğinde, Cemil Meriç, Ûtüken Yayınları, istanbul 1979. Üçüncü baskı, s. 109 ve 113
v.d.)
Hürmüz: Yahut Ahuramazda. Zerdüştîlerin hayır Tanrısı.
Hüseyin Dâniş (Mirza): (1870-1943). lsfahanlı bir babanın oğlu. Kendi kendini yetiştirmiş. Prens
Sabahattin ile Prens Lutfullah'm altı yıl Acemce ve Fransızca hocalığını yapmış. Damat Mahmut
Paşa ve oğullarıyla Avrupa'ya gitmiş. 14 ay sonra Tercüme Kalemi Reisi.
Galatasaray'da Farsça hocası. Nihayet 1909'da İstanbul Darülfünunu Tarih-i Edebiyat-ı İran
Müdenisi. 1910'da İran'da ilk Meclis-i Millînin küşadında Tebrizliler hazret! Azerbaycan
mebusluğuna seçmişler. Ama gidememiş. Eserleri: "Ser Amedân-ı Sühan" (İran Edebiyatı
Antolojisi), "Tâlim-i Lisân-ı Fârisî", "Hediye-i Sal", "Tercüme-i Hal ve Şerh-i Ömer Hayyam",
"Zerdüştnâme". Darülfünûn'da hocalığı 14
sene. Türkçe şiirlerini "Kârvân-ı Ömr" adıyla 1926'da bastırmış.
İbn Haldun: Bkz. Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa: "Kendi sahasında tek yıldız" s. 149-17 ve
Cemil Meriç, Işıfe Doğudan Gelir, Pınar Yayınlan, İstanbul 1984, "tbn Haldun ve..." s. 226 v.d.
İdeoloji: Bkz. Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa: 'İdeoloji" s. 229 ve Cemil Meriç, Kırk Ambar.
"İdeolojiler ve çağdaş elit" s. 358 v.d.
ikbal: Yüksek bir mevkie veya duruma erişmiş olma, talihli olma. Erkek veya kadın adı. Şair Eşref
aşağıdaki beytinde kelimenin bu çifte mânâsından faydalanarak güzel bir cinas yapar: "Baltasıyle
kat' ederdim başını Allah için, Neyleyim ol kâfirin gayet güzel ikbali var."
İkinci Meşrutiyet: Osmanlı devletinde ülke yönetimini Batılı anlamda ikinci defa düzenleme
dönemi (23 Temmuz 1908-21 Aralık 1918).
(Meydaıı-Larousse ).
İkonoloji: Mefhumlan resimlerle ifade eden sanat dalı.
İlyada: Homer'in eseri. Kuvvetli bir rivayete göre Hintceden aktanlmış.
İnsanlığın Komedyası: Balzac bütün romanlarını bu başlık altında toplar.
İntelijansiya: Aydınlar takımı.
İsmail Habip: (1892-1954). Yaşadığı çağın resmî ideolojisini samimiyetle benimseyen "teceddüt"
âşığı Osmanlı aydını. "Türk Teceddüt Edebiyatının yol açtığı tartışmaları "Ne Dediler" başlığı
altında toplayan İsmail Habip tarafsız bir müşahit, yani bir tarihçi olmak iddiasında değildir.
Hâmit'in Makber mukaddimesi, en sevdiği nesir. Coşkun,
serazat, mesuliyetsiz bir kalem adamı. (Bkz. Cemil Meriç, Mağarada- kiler, "Önce Hiciv" s. 292
v.d.).
Jaspers: (1883-). Alman filozofu ve psikiyatri uzmanı.
Jaures: (1859-1914). llatip, yazar, devlet adamı. 1901'de Fransız Sosyalist Paıtisi'ni kurarak çeşitli
sosyalist eğilimleri birleştirmek istedi.
1902'den itibaren aralıksız milletvekili seçildi. 1904'te UHuımnite gazetesini kurdu. Bir deli
tarafından öldürüldü (.31 Temmuz 1914). Sol birliğin seçimlerde kazandığı zaferden sonra,
kemikleri Paııtheon'a taşındı (1924).
Jön fesede: (Fesede, fasidin çoğulu, fasid, kalp, sahte, fesatçı). Ebüzziyâ, efendisi Abdülhamit
llan'a hulûs çakmak için Jön Türk yerine kullanıyor jön fesedeyi.
Justinianus: Roma kanuıılannın toplayıcısı veya toplatıcısı olan hükümdar. "Avrupa kıtasında en
ibtida tedvin olunan kanunnâme Roma kanun nâmesidir, ki şehr-i Konstantiniyye'de bir
cem'iyyet-i ilmiye marifetiyle teıtib ve tedvin olunmuş idi. Avrupa kanuıılannın esasıdır ve her
tarafta meşhur ve mu'teberdir. Fakat Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyyeye benzemez. Beyinlerinde çok
fark vardır. Çünkü o beş altı kanunşinas zâtın marifetiyle yapılmıştır. Bu ise beş altı fakih zâtın
marifetiyle vaz-ı ilâhî olan şerîat-i garrâ'dan alız ü iltikat edilmiştir." (Tezâkir-i Cevdet 8).
Juvenalis: (60-1.40). Latin şairi. Zengin bir azatlının oğlu. 40 yaşma kadar hitabetle uğraşır.
Satirlerini kırk yaşında yazmağa başlar. Sonra, sürülür Roma'dan. Felsefî görüşü, müphem bir
Stoacılık. Hayâsızlığa kaçan bir realizm, girift muhteşem ve karanlık bir şiir dili.
Kabil: Tevrat'a göre kardeşi Habil'i öldürdükten sonra anayurdundan uzaklaşır. Çağdaş psikoloji
Kabil kompleksi diye büyük kardeşin küçük kardeşe karşı duyduğu kıskançlığı adlandınr. Biz,
Kabil kompleksini ayn bir mânâda kullanıyoruz: İşlediği cinayeti unutmak için vaka mahallinden
uzaklaşan, vicdanının sesini yâdellerde unutmağa çalışan bir bedbahün karanlık ve günahkâr
duygulan.
Kabiller soyu: Kabil insanlık tarihinin ilk kardeş katili. Kapitalizmin kurucusu olan burjuvazi önce
kendi ülkesindeki en yoksul ve en kalabalık sınıfı sömürür sonra bütün kıtalardaki insanlan.
Kabiller soyu yerine katiller soyu da diyebilirdik.
Kadirnâşinaslık: Kadirbilmezlik.
Kâuıil Paşa: (1808-1876). Tanınmış devlet adamı ve "Telemak" mütercimi.
Kamûs-u Felsefe: Metotsuz, derbeder ama sevimli bir kitap. Sevimli, çünkü samimi. Uzun bir
hazırlıktan sonra değil, günü gününe yazılmış. Bir âbidenin ilk taşlan. Emrullah Efendinin Muhitel Maarifi gibi. İlk sayfasında şunlar yazılı: "Maarif-i Umûmiye Nezâreti, Mufassal Kamûs-u
Felsefe, Kamûs-u Umûmî'nin yalnız ıstılâhât-ı felsefiye kısmına şâmildir. Müellifi Rızâ Tevfik.
1330 (1914). Matbaa-i Âmire, İstanbul."
Birinci cilt 806 sayfa, ikinci cilt 400 sayfa. (Classification kelimesine kadar).
Kapitol'ün Kazları: Kapitol bir mabet. Miman: tarih. Mihmandarı: efsane. Harcı kanla yoğrulmuş
bu mabedin. Dehlizlerinde hazineler uyurmuş, sütunlarında semegûn efserler. Kapitol'de
kahramanlar taç giyermiş. Zirvesinde Jüpiter'in otağı. Hem bir mabet, hem bir hisar- mış Kapitol.
ihtiyar Roma'nın gururu, yüz akı, itibarı.
Nihayet zevı' saati çalmış. Düşmanlar kuşatmış Roma'yı. Kapital geçit vermemiş. Bir akşam,
karanlığa bürünen barbarlar, gizli bir yoldan Kapitol'e girecek olmuş. Zaman bu zaman,
nöbetçiler uyumuş, karanlık zifiri. Fakat birden çığlıklar kopmuş hisarda. Bre aman! Bu nenin
nesi? Nöbetçiler uyanmış; saldıranlar gerisin geri. Meğer kazlar beklermiş siperleri. Kapitol'ü
kazlar kurtarmış. Sonra ne olmuş dersiniz.
Kazların kurtardığı Roma çok yaşamış. Barbarlar, yine girmiş Kapitol'e, her tarafı yakıp yıkmış.
Jüpiter'in otağı, harabelerinde bezirgan çadırlarının yarasalaştığı bir panayır yeri olmuş; kutsal
tepe bir tekeler zinagâhı. Ve barbarlar kargılarını yangın alevlerine batırarak insanlığın hafızasına
Romanın mersiyesini karalamışlar. Zavallı Roma... Bir anlık kurtuluşunu kazlara borçlu olmanın
utana içinde göçüp gitmiş.
Kartacah Augustinus: (Aziz Aurelius Augustinus, Fransızcası: Saint Au- gustin). Latin kilise
babalarının en tanınmışı (354-430). Babası Patri-cius putperest, anası Monica Hıristiyandı.
Maniheist, yeni Eflatuncu, nihayet Hıristiyan... Tomasso skolastiğine kadar, bütün Batı
ilahiyatına Augustinus'un bilgi ve aşk, hafıza ve varlık, bilgelik gibi büyük temaları hâkimdir.
Luther'in günahkâr insan hakkındaki kötümser görüşünün kabağı Augustinus'dur. Hıristiyan
egzistansiyalizminin bazı görüşlerinde Augustinusculuğun izlerine rastlanır. Başlıca eserleri:
Mektuplar,İtiraflar, Tanrı Ülkesi.
Kazaî magister: Yargı gücü (selahiyeti).
Koçi Bey: (Göricefi Mustafa). Yazar ve devlet adamı (on yedinci asır). Hayatı hakkında pek az şey
bildiğimiz bu tok sözlü musahip, ebediyeti iki risaleyle fethetti. 1631'de IV Murat'a sunulan
birinci risale, Devlet-i Âliyye'nin ıslahı için kaleme alman lahiyaları (arz tezkeresi) ihtiva eder.
Bu lahiyalarda devletin gerileme sebepleri, vakalara ve rakamlara dayanılarak anlatılır. Kurtuluş,
kanuıı-u kadim'e dönmek. 1640'ta Sultan İbrahim'e sunulan risale, daha az ehemmiyetlidir.
Risalelerin Latin harfleriyle iki baskısı vardır. Birinci baskı, daha itinalı, daha sadık, yani daha ilmi
olup, Ali Kemâli Aksüt'ün oldukça etraflı bir takdim yazısıyla (s. 1-17) yayımlanmıştır (İstanbul,
1939). İkinci baski, alelacele
"Türkçeleştirilmis" bir metni ve Zuhuri Danışman tarafından -Ali Ke- • mâlî'nin giriş yazısı alt üst
edilerek çırpıştırılan- bir mukaldimeyi hâvidir (M.E.B., Türk Kültürü Kaynak Eserleri Dizisi, 1972,
İsianb' ;).
Koestler: (1905-1983). İngilizce yazan Macar muharriri. News Free Pressin, sonra News
Chronide'in (İspanya) muhabirliği. Eserleri: Spa- nisl i
Testament (İspanya'da Ölüm Güncesi), Darkness at Nooıı (Gün Ortasında Karanlık, Fransızca
tercümesi: Sıfır ve Sonsuz), The Yogi andCov klugi ve Komiser), Tlıicves in the Night (Gece
Hırsızları in the Blue (Gökteki Ok), The Sleepwalhers (Uyurgezerler), İhı, Lotus arnl theRobot
(Lotus ve Robot). (Bkz. Cemil Meriç, Mağa- radakııer, "Entelektüel yahut" s. 38-43-61.) Kültür:
Geniş bilgi için bkz. Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa, "Kültür ve ötesi" s. 100 v.d. ve Kültürden
irfana, birinci bölüm, s. 9 v.d.
Konfüçyus: (1.0. 551-470). Çin'in en ünlü kişisi. Hoca, filozof ve politika nazariyecisi. Fikirleri
Doğu Asya medeniyetini derinden derine etkilemiş.
bassın diye verdiği bir şiiri kendi imzasıyla yayımlamaz mı? Küplere iri yazmış: uzum.
Lacenaire: (1800-1836). Ünlü katil. Derbeder bir hayat. Bir liseden ötekine kovularak
tamamlamış öğrenimini. Yirmi beş yaşında Paris. Aşırı bir edebiyat sevgisi. Kalemiyle yaşamak
istemiş, matbuattan yüz bulamamış. Askere almışlar, kaçmış. Ver elini Paris! Önce kumarla
yaşamış, sonra kalpazanlıkla. Sonra savaş açmış topluma. Hırsızlık, hapishane. Hürriyete
kavuşunca yeniden hırsızlık. Altaroş isimli bir gazeteci ile tanışmış, Lacenaire zindanı boylaymca,
herif Lacenaire'in
binmiş Lacenaire, şu şiiri' Ben bir hırsızım, namussuzum Düpedüz bir haytayım, doğru! Ama
meteliğim yoktu çalarken. Aç köpek fırın deler demişler. Ama siz beynimi çalıyorsunuz, Ne kadar
beyinsizmişsiniz meğer!
Sonra soygunlar. Nihayet cinayet üstüne cinayet. Kellesi kesilmeden önce "Hatıralardım kaleme
almış. La Harpe: (1739-1803). Fransız şair ve tenkitçisi. Edebiyatla ilgili derslerini, Lycee ou Cours
de Litterature Ancienne et Modeme (Lise veya Eski ve Yeni Edebiyat Dersleri, 1799) adlı eserde
topladı, edebiyat tarihini bütünü içinde ele alan ilk kitap. Tiyatrolan bazen alkışlanmış, çok defa
ıslıklanmışım Düşmanlanndan bir şair şöyle der: "La Har- pe'ı yılana benzeten aldanır; yılan ıslık
çalar, La Harpe ıslıklanır." La manie de la lecture: Ossip-Lourie'nin 1915'te Revue
Philosophicjue'de yayımlanan incelemesi; "okuma hastalığı". Lamennais: (1782-1854). Fransız
yazan ve düşünürü. Lanzo del Vasto: Çağdaş fikir adamı. Kendisi bir İtalyan asilzâdesidir,
Fransa'da yaşar. Romancı, şair, ressam, tiyatro yazan. Tarikat kurucusu. Gandi'e âşıktır.
Hıristiyanlığın ilk devirlerine, altın çağma dönmek ister.
Lâyetebeddel: Değişmez.
Legion d'Honneur: Bonapart tarafından ihdas edilen (19 Mayıs 1802) Fransız askeri ve sivil
madalyası (Meydan-Larousse).
Le Play: (1806-1882). Fransız mühendisi ve iktisatçısı. Samimi bir Katolik. Tasarladığı pederşahî
dünya düzeninde, çeşitli hücrelerin aile düzeni gibi işlemelerini ve istihsal bolluğundan çok,
huzura... yönelmelerini ister. Bizde ilk hayranı, Ali Suavi'dir hazrelin. Sonra, Prens Sabahattin'in
akıl hocası olur.
Lesage: (1668-1747). Fransız romancısı ve dram yazan. Topal Şeytanla Gil Blas en tanınmış iki
romanı. Tiyatrolarının en güzeli Turcaret.
Les Lois Psychologiques de l'Evolution des Peuples: "Tekâmûl-ü Akvamın Psikolojik Kanunları" G.
Le Bon'un eseri.
Logos spermaticos: (Sperma söz). Kayserling'e göre gerçek söz spermadır. Gebe bırakır ruhları.
Machiavelli: (1469-1527). Bu cesur fikir adamına göre politikayla ahlâk birbirinden ayrılmalıdır.
İyi ahlâk, fertler için fazilettir, topluluklar için değil. "Gaye vasıtalan meşru kılar" fikri, siyasî
felsefenin temelidir. Ama bu cümle kendisinin değil, Cizvit tarikaümn kurucusu Ig- nace de
Loyala'nmdır. (Fazla bilgi için bkz. Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa, "Zavallı Machiavelli" s.
171 v.d.) Madame Bovary: Flaubert'in romanı. Emma'nm müphem ve çılgın ümitlerini, acı
hayal krıklıklarını, arayışlanm, minnacık sevinçlerim, sonsuz acılarını, dramlaştınr. Flaubert
"Madame Bovary benim" dermiş. Başka nasıl olabilirdi. Her sanatçı eserini kendi tecrübeleri ve
rüyalanyla örer.
Maddecilik: Her türlü varlığın maddeye dayandığını ileri süren felsefe sistemi. Ruhun, öteki
dünyanın ve Tanrının varlığını kabul etmez.
Maistre: (Josepfı de) (1753-1821). Fransız siyaset adamı, yazan ve filozofu. Katolik ve
Muhafazakâr Bonald ile Fransız ihtilalinin ve XVIII.
yüzyıl düşüncesinin en ateşli düşmanı.
Manu: Hint inançlarına göre tufandan kurtulan tek insan. Dağa tek başına tırmanır ve orada
yeniden üretir soyumuzu.
Marshall Plânı: Avrupa'ya iktisadî yardım yapmak için düzenlenen ve General Marshall
tarafından ortaya atılan program.
Maurras Charles: (1868-1952). Fransız yazan. Demokratik fikirlere karşı ve kral taraftanydı. Bu
yüzden şiddetli polemiklere girdi. 1908'den itibaren, Leon Daudet ile, günlük VAction
Française'i yönetti. 1935'te faşist İtalya'yı savunmak için parlamento üyelerine mektuplar yazdı,
onlan ölümle tehdit etti. Bir yıla yakın hapsedildi. Haziran 1940'tan sonra, Alman işgali
süresince, serbest bölgede Vichy Hükümetinin ateşli bir savunucusu oldu ve 1944'te tutuklandı,
düşmanla işbirliği suçundan 1945'te müebbet sürgün ve kamu haklarından mahrumiyet
cezalarına çarptınldı. (ML)
Mecmua-i Fünün: "Tam bir mekteptir ve bizde, Büyük Fransız Ansiklopedisinin on sekizinci
asırdaki rolünü oynar. Sadece muhtelif bilgiler değil, onların muhasalası olan muasır ve müsbet
görüş ve aynca ilim ve felsefe dili, onun vasıtasıyla münakaşa sahasına girer... Bu mecmua belki
de o zamanların en faydalı teşebbüsüydü... Avrupa'da tahsil etmiş, yahut istanbul'da Fransızca
öğrenmiş, mevki sahibi gençleri toplayan mecmua... Tasvir'den hiç de aşağı kalmaz, ikinci
sayısında Ali Paşa'mıı, Şiııasi'yi az çok hatırlatan bir üslupla bir takrizi vardır.
Paşa, bu yazısında "Medeniyet cemiyet-i beşeriyeyi teıtib eden efradın her yüzden mazhar-ı
emniyeti kâmile ve mütenâ'im-i ııîmet-i asayiş
ve refah olması demektir; imdi dâire-yi emniyet ve refah bir hâl-i vasatta kalmayıp bittedriç
tevessü etmek ister ve bu tevessüe terakki ıtlak olunur" diyerek mecmuanın kuruluş gayesini
över. Münif Paşa'nm büyük yol açıcı rolü bu mecmua ile biter. Paşa Mecmua-i Fûııûn'u 1882'de
tekrar çıkarmaya teşebbüs ederse de, ilk nüshasına koyduğu Bir Yıldız Böceği fıkrası o zaman
aıtık tamamiyle Yıldıza çekilmiş olan Abdülhamid'i kuşkulandırdığı için mecmua kapatılır ve
nüshaları toplanır." On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpmar, s. 154,
ikinci baskı 1956).
Medar ormanları: Tropik ormanları.
Mekanist maddecilik: 18. asırda çeşitli ilimlerin buluşlamıdan faydalanan mekanist maddecilik
Diderot, d'Holbach, Helvetius, Cabanis gibi yazarlar tarafından ideolojik mücadelede silâh olarak
kullanıldı. Bu düşünürlerin fikirleri 19. asırda Fourier, Qwen, Cabet gibi içtimaî ıslahatçılar
tarafından ele alındı. 19. asırda Vogt, Büchner ve Molesc- hott gibi Alman filozofları "kuvvet"
(dinamizm) kavramını ekleyerek mekanist maddeciliğe vuzuh kazandırmak isterler.
Mesih: İsa Peygambere verilen adlardan biri. Daha çok Yahudiler arasında yaygın bir inanca
göre, Mesih, günü gelince gökten inecek, yıkılan Yahudi devletinin kutsal birliğini yeniden
kuracak, ezilen Yahudi milletini kurtaracaktır. Mesih, Tanrı gücü taşıyan, Tanrinın yeryüzünde
bütün âlemlerde temsilcisi olan yüce bir varlıktır. Ûlmemiştir, göklerde Yahudi milletine vaat
edilen kurtuluş gününü beklemektedir.
Metternich: (1773-1859). Avusturya devlet adamı. Avusturya'yı Avrupa politikasının başına
geçirdi. Geniş bilgisi, emsalsiz tecrübesi, muhafazakâr umdeleri ve aşklarıyla meşhur. Tanzimatııı
fikrî temelleri, uzun zaman, Viyaııa'da elçi olarak bulunan Sâdık Rıfat Paşa tarafından atılmış.
Paşa Mettemich'in yakın dostuydu. Bu itibarla Gülhaııe Ilatt-ı I Iümâyûııu'nda Prensin de büyük
tesiri olduğu iddia edilir.
Bu mektubu Eııgelhardt'ııı la Turauie et le Tanzimat adlı kitabından çevirdik.
Mezdek, Mazdak: Cevdet Paşa Batı'daki bütün izm'leriıı -bilhassa sosyalizm, nihilizm v.s.kaynağım Doğu'da bulur, ilaçlı seferlerinde İslâm ülkesine yayılan Avrupalılar oradaki batını
mezhepleri benimsemiş ve vatanlarına döndükleri zaman bu gibi düşüncelerin gelişmesine
uygun bir zemin bulduklarından çeşitli izinler mantar gibi fışkırmıştır topraktan. Batınî
mezhepler ise mezdekçiliğin kılık değiştirmiş biçimleri, yahut ürünleridir, Paşa'ya göre. Bu
iddiaların isabet derecesini okuyucunun anlayışına terkederek Mezdek'i tanıtmaya çalışalım. i
slâmAnsiklopedisine göre mezdekçilik diye anılan dinî akide Mez- dek'teıı iki asır önce doğmuş.
Kurucusu, Hurrakanoğlu Zaraduşt. Ama bu akideyi yayan hükümdar Kabaz (488-531) zamanında
yaşayan: Mezdek. Önceleri Kabaz da Mezdek'itı şakirtleri arasındadır. Mezdek ayinini
uygulamak için hükümler isdar eder. Ama sonra Mezdek ile ona katılanların büyük bir kısmını
öldürtür. Bu akidenin en çok bilinen hususiyeti, insanlar arasındaki bütün kıskançlık ve
anlaşmazlık sebeplerini ortadan kaldırmak ve böylece mülkte ve kadınlarda iştiraki kabul
ederek, dini saf bir hâle getirmekten ibaret idi.
Michelet: (.1789-1874). Fransız yazarı ve tarihçisi. Rivayete göre, genç Michelet ile arkadaşı
Quinet devrin büyük üstadı Victor Cousin'i ziyarete giderler. Cousin, Michelet'ye İtalyanca
öğrenmesini ve Vico üzerinde çalışmasını tavsiye eder; Quinet'ye de Herder'i incelemesini
söyler.
Filhakika, Michelet Scienzz Nuova'vı Fransızcaya çevirerek Vico'yu çağdaşlarına tanıtır, Quinet
de Ilerder'in Tarih Felsefesini. (Bkz. Cemil Meriç, Işık Doğudan Gelir. "Ex Oriente Lux" s. 144
v.d.)
Milton, John: (1608-1674). İngiliz şairi, tarihçisi, bilgini ve devlet adamı. Ailesi papaz olmasını
istiyordu. Milton şairliği tercih etti. Çağında öğrenilmesi mümkün olan bütün ilimleri kucaklayan
geniş bir 1 kültür. Üniversiteyi bitirdikten sonra tatlı şiirler yazdı. İki yıl seyahat etti.
İtalya'da Galileo ile tanıştı. Ülkesinde karışıklık çıktığını duyunca İngiltere'ye döndü. Sarayla
Püritenler arasındaki savaşta halkın yanında yeraldı. Hayatını şiire adayan o coşkun zekâ 20 yıl
ilham perilerinden uzak yaşayacak, kalemini bir dâvanın emrine verecektir. Cromwell'in kâtibi
olarak çalıştı yıllarca. İngiltere'nin o büyük devlet adamı, çağının en büyük şairini anlamayacak
kadar nasipsizdi. Milton hakkındaki hükmü şu: "Bizim kâtip garip bir adam, ilmine, fazlına
diyecek yok... ama çocukça şiirler karalıyor."
Coşkun zekâsını hürriyet ve insanlık uğrunda harcayan o yaman mücahit sonunda gözlerini
kaybetti (1652). Homer ve Ebul Alâ gibi.
Kaybolan Cennet başlıca şaheseri.
Mistisizm: Müşahade ve muhakemeden çok, duygu ve sezgiye dayanan akide.
Montesquieu: (1689-1755). Başlıca eserleri: Kanunların Ruhu, Aean Mektupları. Fazla şişirilmiş
bir şöhret, ilammer, İbn Haldun'a islâm'ın Montesquieu'sü diyor?... iltifat değil, iftira.
Mukaddime: İbn Haldun'un büyük emsalsiz eseri. (Bkz. Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa,
"Kendi Semâsında Tek Yıldız" s. 149 vd.).
Namık Kemal: (1840-1888). Gür sesli ve geniş kanatlı bir nesir, bir hatip nesri. Bu coşkun şairin
ne kadar hayalperest olduğunu anlamak için Canning hakkındaki hükmünü hatırlatmak yeter.
Kemal, Londra'da iken İngiliz devlet adamlarının toplandığı bir kulübe götürülür. Canning ile
birkaç dakikalık bir konuşma yirmi yedi yaşındaki Kemal'de şöyle bir kanaat yaratır: ne kadar
budala adam! Tanzimat'ın çok pahalıya malolan bu çocukça saffetini Cevdet Paşa'da bile
görüyoruz. Tarihçiye göre, Avrupa tarafından aldatıla aldatıla aldatmağı öğrenmişiz...
Şimdi biz aldatıyomıuşuz Avrupa'yı.
Narsisizm: Kişinin kendi kendine hayran olması. Hastanın kendine karşı tutkunluk duymasıyla
beliren cinsî sapıklık.
Nass: Dogma.
Nehru: (1889-1964) Bağımsız Hindistan'ın ilk başvekili.
Nemesis: İntikam Tanrıçası. Ölçüyü aşan, yani başkalarından ayrılan her insan, bu şirret
Tanrçanın gazabına uğrar. Sonra Nemesis, adaletin temsilcisi olur. Nahvet veya serveti felaketle
cezalandıran garip bir adalet.
Neşideler Neşidesi: Cihan edebiyatının en güzel aşk şiirlerinden biri Süleyman Peygamber'e
atfedilir. Ernest Renan'a göre, zamanla tertibi bozulan dramatik bir şiirmiş, Neşideler Neşidesi.
Üstüt, bunu yeni baştan çevirerek eski hâline, yani ilk dramatik hâle irca etmek ister ve eder de.
Neyzen Tevfik: (1878-1953). Koca Neyzen'i tanımayan var mı? Alaycı, öfkeli, sarhoş ve bilge.
Süruri, Eşref ve Fikret karması.
Nihilist: Sosyal gelenek ve göreneklere karşı tenkitçi bir tavır takman kişi. Rusya'da 11.
Aleksandr devrinin ikinci yarısında gelişen ihtilalci hareket. Aşın ve sert ferdiyetçilik. "Bir siyasî
parti değil de bir zihniyet meselesi olan nihilizm, Çerniçevski'nin Ne Yapmalı? (1864) sorusunu
kendi kendilerine soranlann umutsuzluğudur. 1. Nikolay'm hükümdarlık devri sonunda romantik
idealizmden çok uzak olan bu zihniyet, U. Aleksandr reformları devrinde meydana getirilmiş,
ama bu reformlara karşı girişilen hareketler yüzünden lüzumsuz olduk- lanm duyan kadrolann
(hekim, avukat, tanm ekonomisi teknisyenleri v.b.) özellikle II. Aleksandr'm sosyal ilerleme
siyasetinden yararlanmak umuduyla üniversiteye giren ve hayatta kendilerini eli boş ve amaçsız
bulan yoksul sınıflardan (iflâs etmiş asilzadelerin ogulla- n, azat edilmiş köleler, genç kızlar v.b.)
gelme genç aydınların zihniyetiydi. Bu yüzden intiharlar ve başarısız komplolar birbirini
kovalıyordu. İlk nihilistler, her şeyin sebebi ilmî olarak incelenmedikçe içtimaî terakkinin
gerçekleşemeyeceğine inanıyorlardı. Nihilistler hiçbir nazarî izahı ve peşin hükmü kabul etmiyor,
ilahiyat, estetik v.s. alanlarda kendilerine aşılanmış fikirleri bir kenara atarak dünyaları- nı yeni
temeller ve daha çok tabiat ilimlerinin üstüne kurmak istiyorlardı. Kötülüğün kaçınılmaz bir şey
olduğunu inkâr ediyorlar ve ilmî zihniyetle kurulacak bir toplumun, halk kitlelerine mutluluk
sağlayacağını düşünüyorlardı. Nihilizm, 1870'ten sonra Çerniçevs- ki'nin etkisinde gelişti...
Nihilistler maddeciydiler, ama olayların ilmî izahından çok, pratik eylemle, iktisadî meseleler ve
Rusya'da kapitalizmin gelişmesiyle ilgileniyorlardı. Ne var ki gerek hükümet makamlarının
kovuşturması, gerek tahrikçilerin etkisiyle, nihilistlerden bazıları, anarşistlerin çıkardıkları
olaylara ve suikastlara katıldılar... Oysa bu davranış, nihilistlerin temel programında yoktu.
Böylece, nihilistlerle Neçayev gibi kişiler arasında bir bağlantı kuruldu. Neça- yev, Bakunin'den
de ileri giderek, genç nesillere şöyle esleniyordu: "Tam yolla çamura daim, ne kadar mümkünse
o kadar yakıp yıkın!" Nihilist ve anarşist hareketlerin birbirine kanşması Çarlık Hükûme- ti'nin
baskısıyla daha da arttı; gerçekten de muhaliflerle üniversitelilerin peşine düşen hükümet
bunlann kaçmalarına ve aralarındaki görüş ayrılıklarını hesaba katmadan yabancı ülkelerde
birleşmelerine sebep oldu." (L).
Nomokrasi: Kanunun saltanatı, kanunun hâkimiyeti.
Nordau, Max: (1849-1923). Macar yazan, ruh doktoru ve edebiyatçı. 1895'ten itibaren Siyonist
hareketin önderliğini yapar. On dokuzuncu asrın sonlarında başlayan ve Avrupa edebiyatlarını
bedbinlikle damgalayan ruh ve zevk buhranını "Tereddi" adlı eserinde uzun uza- dıya inceler.
Çağımızın büyük ıstırabı, "itibarî binakım yalanlara dayanmasından ileri gelmektedir", Nordau'ya
göre. Keskin ve insafsız bir zekâ olan Nordau, asrın başlarında Bahâ Tevfik gibi bazı Türk
aydınlanıra ilham kaynağı olmuştur.
Numa Pompilius: (M.Û. 715-672). Roma'nın ikinci efsanevî kralı. Bir mağarada su perisi
Egeria'dan öğütler aldığını ileri süren bu garip hükümdar, Roma'mn ilk kanun vazııdır.
Oryantalizm: Batı'nın Doğu ile ilgili araştırmalan, Şarkiyat. Sömürgeciliğin keşif kolu. (Bkz. Cemil
Meriç, Kültürden hjana, "Oryantalizm sömürgeciliğin keşif kolu", s. 61 ve "Oryantalizmin
Kaynağı", s. 73) Osmanlı Bankası: İngiliz-Fransız ortak grubu tarafından Türkiye'de kurulan
yabana sermayeli banka. 1863'te Bank-ı Osmânî-ı Şâhâne adıyla kuruldu. Türkiye dışındaki adı,
Banque Ottomane'dır. Türkiye'nin en eski bankası.
Ossian: Iskoçyah efsanevî kahraman ve şair (III. yüzyıl). Demek istiyoruz ki Musset'nin ilham
perisi Yunanlı olmaktan çok Iskoçyahdır. O
tarihlerde şair Macpherson, Ossian'ı geniş bir okuyucu kitlesine sevdirmiştir. Gerçi bu Ossian,
lskoçya'nın efsanevî saz şairinden çok Macpherson'un kendisiydi, ama sahici Ossian
tanınmıyordu henüz.
Ossip-Lourie: On dokuzuncu asnn sonlannda yirmincinin başlannda yaşayan Rus asıllı Fransız
yazan. Sahası, daha çok marazı ruhiyat.
Başlıca eserleri: "Verbomanie" (Düşük Çenelilik), Grcıphomaııie (Yazı Yazma Hastalığı... Bizdeki
kalemşörlerin iç dünyasını da aydınlatan tatlı bir kitap), Revııe Philosophique'de birçok
makaleleri vardır.
Ödip kompleksi: Erkek çocuğun babasına karşı beslediği düşmanlık, annesine karşı duyduğu
sevgi.
Penelop: Kitap şöyle diyor: "Yirmi yıl boyunca uzaklarda olan kocasına bağlı kaldı ve sarayına
zorla yerleşen bütün taliplerinin tekliflerini geri çevirdi. Onlara örmekte okluğu büyük bir tülü
bitirmeden evlenmeyeceğini söylüyordu. Gündüz dokuduğu tülü geceleyin söker, böylece tül
hiçbir zaman tamamlanamazdı. Daha sonraki efsanelere göre ise, Penelop bütün taliplerine
teslim olmuş ve Ülis döndüğü zaman onu kovmuştur. Hattâ Tann Pan'ı doğurduğu söylenir."
llome- ros'a göre faziletli zevce. Yunanlı, bu fındıkçı dilberi bir iffet melikesi olarak göklere
çıkarır. Oysa bazı yazarlara göre taliplerle evlenmeyişi kendisini tek insana bağlamamak içindir.
Güzel Penelop yavukluların hepsi ile gönül eğlemek ister. Bu belâlı âşıklar, kocasının keçilerini
kestirip bir güzel atıştırır, mahzendeki şaraplan gövdeye göçürür- ken dilber Penelop aralarında
dolaşıp çeşitli cilvelerle arzularını tutuşturur. Oğlunu da, fazla rahatsız edilmemek için, yirmi
yıldır haber alamadığı kocasını aramağa yollar. Belâlıları oyalamak için karşılarına geçip binbir
işve içinde örer gibi yaptığı meşhur "tuval" kayınpederinin kefenidir. Bir türlü bitmez. Çünkü
kitabın dediği gibi gündüz ördüğünü gece söker. Pausanias'a göre evi meyhaneye çeviren, Penelop'un kendisi imiş. Belâlıları o toplamış kocasının ülkesine. Ülis dönünce hayâsız zevcesini
hakaretle kovmuş v.s. Sair Ovidiııs'a göre, babasının keçilerini otlatırken Tanrı Merkür tarafından
iğfal edilmiş. Teke kılığına girmiş Merkür. Ve Penelop Pan'ı doğurmuş. Başka bir an'aneye göre
Pan, bütün taliplerin ortak çocuğu. Bunun için Pan denmiş adına. Ama Pan'ın annesi Penelop
periydi, Itak Kraliçesi Penelop ise benî âdemdir, diyenler de var.
Promete: Gökten ateşi çaldığı için, Tanrıların gazabına uğrayan yan-Tan- n. Kafkas Dağının
tepesine zincirlenir. Bir kartal gündüzleri ciğerlerini kemirir. Herakles kartalı öldürerek işkenceye
son verir. Promete, Tanrılara isyan eden bir kahraman olarak işlenir romantizmde. Schlegel'in,
Byron'un, Shelley'in Prometheus isimli şiirleri insanlığa medeniyeti getiren büyük kılavuzu
yüceltir. Marala Proudhon'un en çok sevdikleri kahraman.
Proudhon: (1809-1865). Anarşizmin babası, sosyalist. Büyiık bir yazar, dürüst bir seciye, yiğit bir
fikir adamı. Anarşizm, Proudhon sosyalizminin amacıdır. Yani, insanlık belli bir inkişaf
merhalesine ulaşınca devlete ihtiyaç kalmayacaktır. (Bkz. Cemil Meriç, Kırk Ambaı;
"Proudhon yahut aforoz edilen düşünce", s. 379 v.d.)
Proust: (1871-1922). Romana iç dünyanın kapılarım açan Fransız yazan.
Üslûbunu Ruskin tercümeleriyle olgunlaştırdı. 19. asır romanı için Balzac ne ise, 20. asır romanı
için de Proust o.
Publius Syrus: Latin komedi şairi. İsa'dan önce 1. yüzyıl.
Quinet: (1803-1875). Fransız tarihçisi ve siyaset adaıuı. Eserleri 30 cilt tutar. Aşağı yukarı,
Michelet ile aynı konulan işlerler. Michelet
"İnsanlığın lncili"nde dünyanın büyük dinlerini inceler, Quinet "Dinin $eceresi"nde. İkisi de hint
düşüncesine âşıktır. Cizvit düşmanıdır ikisi de. On dokuzuncu asnn Fransa'sına şeref veren geııiş
düşünceli, hür-endîş, şair ruhlu iki düşünce adamı.
Ramayana: Hint'in iki büyük destanından biri. (Bkz. Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğnıde, s. 49
v.d.) Rasyonalizm: Akılcılık.
Renan: (1823-1892). Fransız yazan.
Reşit Paşa: (1800-1858). İsmi etrafında zıt hükümlerin mihraklaştıgı bu zat, kimine göre bir
kurtancı, kimine göre bir haindir.
Revue des Deux Mondes: 1 Ağustos 1828'de Mauroy ve Segur Du]:ıeyron tarafından kurulan
süreli yayın organı. 1830'da Journal des Vbyages ile birleşti; 1831'de François Buloz derginin
idareciliğini üzerine aldı. Dunıas, Balzac, Vigny, Sainte-Beuve v.s. bu dergide yazdılar. İki ayda bir
çıkan dergide edebiyat ağır basıyordu. Ama 1832'deıı itibaren siyasete, iktisada, güzel sanatlara,
v.s.'ye yer verilmeğe başlandı; on dokuzuncu asır sonunda Brunetiere'in etkisiyle Katolik
taraftan bir yayın organı oldu dergi. İkinci Dünya Savaşı'na kadar çeşitli temayüllere mâkes olan
Revue des Deux Mondes, daima aydın Fransız burjuvazisinin fikirlerine tercüman olmuştur.
Bugün de küçük bir isim değişikliği ile hayatını sürdürmektedir: La Revue, Utterature, Histoire,
Arts, Sciences, des Deıvc Moıules.
Rıza Tevfik: (1869-1949) Nesri yavan ve derbeder. Kâmûs-u Felsefe,. Hâ- midnâme, Felsefe
Dersleri'ndeki üslup, laubali ve şiiıiyetten mahrum.
(Bkz. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, "İnsanlığın son sözü agnostisizm mi", s. 198 ve izleyen iki
yazı.) Rişiler: Eski Hint bilgeleri.
Romain Rolland: (1860-1944). Büyük bir kalp ve usta bir kalem. Yazara liint'i sevdiren o geniş ve
cihanşümul tecessüs oldu. Yazara ve çağının Fransa'sına.
Roman: Fazla bilgi için bkz. Cemil Meriç, Kırk Ambar, "Romanın romanı" s. 75 v.d. ile "Bizde
roman" s. 173 v.d.
Rub'-u meskûn: Dünyanın kara olan dörtte bir kısım.
Ruskin: (1819-1900). İngiltere'nin en büyük sanat tenkitçisi. En geniş ufuklu sosyologu. İnanmış
ve kilise-dışı bir sosyalist. Bir parça Taine, bir parça Tolstoy, bir parça Cariyle.
Sade, Marquis de: (1740-1814). Sadizmin isim babası. Şımank, küstah, edepsiz. Evlenir. Baldızına
balta olur. Sokak sürtükleriyle hayâsız maceraların kahramanı. Hapse tıkılır, kaçar, yeni
rezaletler icat eder. 1775'te baldızıyla İtalya'ya gider. Dönüşte hapsedilir. Bir yolunu bulup
hapishaneden tüyer; yeniden kaçar, yeniden enselenir. Nihayet Charenton tımarhanesine tıkılır
(1789). Bir yıl sonra tahliye edilir. Piyesler yazar. İhtilale katılır. Sonra sefalete düşer ve bir
aktrisle yaşar. Ama bu durgun devir çabuk sona erer. Justine romanını kaleme aldı diye tevkif
edilir. Hapishaneden hapishaneye yollanır. Nihayet tekrar tımarhaneyi boylar ve ,18.14'te
Charentoıı'da ölür. Eserlerinin çoğunu hapishanelerde yazmıştır, ömrünün 27 yılından fazlasını
yaşadığı hapishanelerde. Eserleri: Justine yahut Faziletin Belâları, Juliet- te yahutHayâsızlığın
Mutlulukları, Sodomc'da 120 Gün, Aline ile Val- cour, Halvet Odasında Felsefe.
Sainte-Beuve, Baudelaire ve Swinburne bu müstehcen kitapların geçen asırdaki ünlü hayranları.
Lamartine, Barbey d'Auerevilly, Apollinaire de o bulanık kaynaktan feyz almış zaman zaman.
Sürrealistler haz- reti üstat tanımışlar. O hayranlıklar Sade'a cihanşümul bir ün kazandırmış.
Çağımız Avrupa'sının putlarından biri olmuş, "ilâhî" Marquis.
Sadi: (1213-1292). Akif, Şiraz'lı şair için haklı olarak "Sadi, o bizim şarkımızın rûh-u kemâli" der.
Asırlarca medreselerde okutulan, mısraları hafızaları süsleyen hakim. Şiir ve hikâyelerinde,
sınırsız bir insan sevgisi, özlü bir insan saygısı dile getirilir. Başlıca eserleri: Gülistan, Bostan.
Sadullah Paşa: (1839-1891). Devlet adamı ve edebiyatçı. Hürriyete âşıktı. Hangi hürriyete?
Batı'nm maddî ihtişamını bu sihirli lâfzın yarattığını sanıyordu. Bir nevi rüyada taaşşuktu bu.
Kader ona garip bir oyun oynadı. Ömrünün en güzel, en verimli yıllarını gurbette yaşadı. Ve
vatan hasretiyle çırpınarak son verdi hayatına.
Sağ ve Sol: Hint meçhule açılan bir kapıydı, meçhule yani insana. Dört yıl Ganj kıyılannda vecitle
dolaştım. Sağ dediler. Oysa Hint'i bana tanıtan ve sevdiren Romain Rolland olmuştu, bana ve
Fransa'ya. Saint- Simon'la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu. Sol dediler. Hint'i yazarken
tek amacım vardı. Asya'nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı
yoketmek. Saint-Simon'u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin
rahatım kaçırdı. Ne sol'un hoşuna gittiler, ne sağ'ın.
Anladım ki, bu iki kelime aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir. Çamur, ama,
Batı'dan ithal edilmiş. Lukretius'u hatırlıyorum. Büyük şair 2000 yıl önce görmüş hakikati:
"Eğer pek yakmlarmdaysan birbirleriyle çeliştiklerini görürsün. Bakarsın, kimi şu partiden, kimi
bu partiden. Ama hele biraz uzak- laş, bir tepeye çık: Tozu dumana katan bu süvarilerin topu
birden sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu hâlinde ayan olacaktır."
Bu iki kelimenin topografyadan politikaya sıçrayışları Fransız İhtilali'yle yaşıt. Eski parlamentolar
böyle bir kutuplaşmadan habersizdiler.
1789'da Kurucu Meclis'teki kralcılar, kemal-i tantana ile, zat-ı şahanenin sağma kurulmuşlar.
Teşriî Meclis'te de yerlerini değiştirmemişler.
Sonraları Konvansiyonda mutediller başkanın sağını seçmiş hep. Karşı cephedekilere de sol
tarafı kalmış başkanın. Onlar da orada kümelenmişler. O çağlarda yaşayan "ilerici" bir yazar:
"Öbür dünyadakinin tam tersi," eliyor, "iyiler solda, kötüler sağda," Bir tarafsız, sağlan da sollan
da iğneliyor: "Kutsal Meclis'te bütün işler aksıyor. Sebebi meydanda: Sağ cenah her zaman
solak, sol cenah hiçbir zaman sağ değil."
Sağla sol, Batı'yla Doğu gibi kaypak iki kavram. Sağ da, sol da teca- nüsten mahrum. Bugün sağı
temsil edenler, dün solu temsil ediyordu. R. Remond'a göre soldaki çeşitli temayülleri birkaç
başlık altında toplamak mümkün. Önce ihtilal aleyhtan bir sağm karşısında Fransız th- tilali'nin
mirasını ve 89'un prensiplerini benimseyen liberal bir sol. Liberaller 1830'dan itibaren
Orleancılarla birlikte sağa geçerler. İkinci sol demokratik ve laik radikalizm, genel oydan yanadır
ve onun bütün siyasî sonuçlannı benimser. 1848'de bir an için muzafferdir. Cumhuriyeti kurar,
1900 ile 1940 arasında iş başındadır. Üçüncü sol (başta Marksizm olmak üzere) sosyalist
mektepler.
Sosyalizmin kazandığı her zafer radikalizmi biraz daha sağa iter. Dördüncü sol komünizm.
Fransız sağının da üç kaynağı var: Bir, restorasyon devrinin ültra- lan. İki, Orleancılık. Üç, çeşitli
miraslan kaynaştıran nasyonalizm.
Nasyonalizm, XIX. asır sonlannda bulanjizmle beraber sağa geçer. Sağ partiler, hüviyetlerini
açıkça söylemediklerinden ne olduklanm tespit etmek güç. Sol, Fransa için büyülü bir kelimedir.
Hakikatte hiçbir ileri fikirle ilgisi olmayan partiler dahi sahneye solun bayrağı altında çıkarlar.
Solla sağ dünya politik edebiyatına Fransa'nın armağanı. Her ülke, bu iki kelimeyi kendi
heyecanlan, kendi ihtirasları, kendi tercihleriyle damgalamıştır.
Sahyun Nebileri: İsrail peygamberleri. Üsluplan haşin ve serttir. Korkunç kehanetlerde
bulunurlar.
Sait Paşa: (1839-1914). Dokuz kere sadrazam olmuş (ilk sadareti, 1879), idare-i maslahatçı, Batı
hayranı bir zat. Halk arasında "Şapur Çelebi"
diye anılır. Efendisi Abdülhamit Hanin felaketini hazırlayanlardan biri. Küçük Sait Paşa,
gerçekten de küçük bir adamdır.
Saint Barthelemy katliamı: 24 Ağustos 1572'de Paris'te Kral IX. Char- les'ın emriyle
Protestanlann topluca katliamına verilen ad.
Salname: Yıllık.
Samet Ağaoğlu: (1909-1982). Yazar ve politikacı. Ahmet Ağaoglu'nun oğlu.
Şamili Rıfat: (1874-1932). Vali, müsteşar, şair, milletvekili. Türk Dil Kurumu Başkam.
Samson: Yahudilerin yalancı peygamberlerinden. Gönlünü Dalila adlı bir fahişeye kaptınr.
Düşmanları fahişeyi kandınrlar. Kadın Samsoıı'un sağlanın keser. Oysa hazretin bütün gücü
saçlarındadır.
San Cassiano: Machiavelli'ııin sürgün yeri.
Scienza Nuova: Yeni ilim. Filozof Vicoııun tarih felsefesi ile ilgili kitabına verdiği isim.
Scott, Walter: (1771-1832). Tarihî romanın yaratıcısı. Ülkemizde pek az tanınan bu büyük İskoç
yazan, Talismın adlı romanında Aslan Y'ürek- li Rişar'la, Selahattin Eyyubi karşılaşmalarını,
"Robert of Paris'te Bizans devri İstanbul'unu tasvir eder. Birinci roman -galiba- Arapçadan
Türkçeye çevrilmiştir: "Selahattin Eyyubî Seyf-i Sârim-i İlâhî". Cürci Zeydan, üstadın Mısırlı
şakirtlerinden. Bizde tarihî roman deyince Alexande Duıııas gelir akla. Dumas, Scott'un yanında
çok ve çabuk yazan kabiliyetli bir halk hikâyecisidir. (Fazla bilgi için bkz. Balzac, Altın Gözlü Kız,
çeviren Cemil Meriç, Kenan Matbaası, İstanbul 1943. "Balzac'taıı önce modem roman".) Bir
İngiliz edebiyatçı tarihçisi, Scott için şöyle yazmış: "Şiirleriyle romantizmin ilk neslinden,
romaıılanyla ikinci. Kafaca hep birinci nesil. 1815'lerin siyasî ve entelektüel dönemecini
yaşamamış gibi. Kişiliği kıvamını bulmuş bir kere. Artık değişmeyecek, sere serpe boy atacak,
gelişecek. O dönemin şiiri sayısız kabiliyetler yetiştirmiş, hepsi de birbirinden parlak birer yıldız
şair. Ama Scott'un romandaki saltanatı rakipsiz. Yirmi yıla yakın bir zaman bütün yazılanları
gölgede bırakmış Scott'un eseri.
Bugün de aşağı yukarı aynı tazelik, aynı büyü. Edebiyat tarihinde benzeri olmayan bir imtiyaz bu.
Malalar birbirini kovalamış, zevkler değişmiş, Scott hâlâ aynı Scott. Aydınlar, eleştiriciler onu
göklere çıkarmış, yere batırmış, o her zaman halkın sevgilisi. Bütünüyle edebiyat hazinesine
girmiş bir kere, millî mirasın bir parçası olmuş. Peki ama, yıllar hiç mi aşındırmamış üstadı?
Aşındırmış elbet! Binanın her yanı aynı nitelikte, aynı dayanıklılıkta değil. Scott'ta eksik olan:
itina. İtinasız kemâl olabilir mi? Evet, bu yazılar kaynaktan fışkınyor, gür bir ilham çocuğu. Ve
temelde bir ömrü dolduran bir tefekkür çabası, özümleyici bir hafıza, geniş bir hayalin aralıksız
kanat çırpışlan. lskoçya')i çok iyi biliyordu Scott. Belgelerden taramıştı maziyi, ıa- rihten,
efsanelerden taramıştı. Olayların geçtiği bölgeleri adım adını dolaşmış, maziyi yeniden yaşamıştı
coğrafyada ve yaşatmıştı: törelerde, geleneklerde, dilde için için yaşayan maziyi. Bir kelime ile
bir kavmin bu gününü yapan değişmez başkalığa somut bir gerçeklik kazandırmıştı. Yıllarca
sürmüştü bu şuuraltı hazırlanış. Öyle ki şair hikâyeciliğe başlayınca daha geniş tablolar çizmek
için âdeta tükenmez bir kaynak vardı emrinde. Tarihî inşalanndaki büyük değer bu kaynaktan
gelir.
Scott'un yaratıcılığını yapan, insanlanna o doyulmaz canlılığı veren de aynı kaynak. Scott'un
başlıca zaafı: kolay yaratmak.
Aradan geçen bir asır romanın estetiğini ve okuyucunun ihtiyaçlarını değiştirdi. Tok bir hakikat
peşindeyiz artık. Scott'un romanlarında hayalin payı lüzumundan fazla büyük. Hem de hayal
olduğunu kabul etmek istemeyen bir hayal. Tarihi dilediği gibi kullanıyor arada.
Scott'un hakikatten anladığı on dokuzuncu asır düşüncesinin çabalarından sonra kabul edilen
titiz ve sahici hakikat değil henüz." (Caza-mian). (Bkz. Cemil Meriç, Kırk Ambar, "Avrupa'yı
fetheden romancı: Scott", s. 129 vd.) Sebb-ü şetim: Soğup sayma.
Sembolizm: Velvele ile ortaya çıkan ve saman alevi gibi söneıı bir edebiyat cereyanı. Akla,
vuzuha, pozitivizme düşman. Hakikatte her şiir bir tarafı ile sembolisttir. Üç silahşoru: Verlaine,
Mallarme, Rimbaııd. Kelimeleri dilediği mânâda kullanan, sentaksa karşı fazla hür ve laubali olan
bu mektep yeni kelimeler uydurmak belâhatini göstermemiştir.
Serseri Yahudi: Bir ayakkabı tamircisi (Yahudi) sandallarını tamir ettirmek isteyen Hz. İsa'yı
tanımaz ve kovar. Tanrının gazabına uğrayarak kıyamete kadar dolaşmağa mahkûm edilir. Bu
garip Yahudi bir felaket taşıyıcısıdır. Uğradığı her ülkede veba çıkar. Fransız romancıs Eugene
Sue Serseri Yahudi isimli romanında bu korkunç Yahudiyi sahneye çıkarmış, masalla gerçeği
kaynaştırarak hikâyesinde daha esrarlı, daha cazip bir hüviyet kazandırmıştır.
Sezarlaşmak: Mutlak iktidar, içkilerin en seıti ve maskelerin en emini. Rivayet ederler ki Julius
Caeser, gençliğinde korsanlar tarafından kaçmlıp Bitini hükümdarına satılmış. Hükümdar da iffetine tecavüz etmiş hazretin. Tarihler Roma
İmparatorlarının en afifiydi derler, ama hatırası korkunç hakaretlere hedef olmuştur, hattâ
Kapitol'a çıkarken bir Romalının hazrete "İmparatoriçem" diye hitap ettiği söylenir. Biz,
Doğu'nun ve Batının birçok taçlı despotu için hakikat olan bu ithama dayanarak "Zilletten
kurtulmak için Sezarlaşılır" dedik.
Sihâm-ı Kaza: (Kaza Okları). Neft'nin Sihâm-ı Kazâ'sı coşkun, yaramaz ve dehasıyla sarhoş şairin
hicivlerini topluyordu. Kaynağı öfkeydi bu şiirlerin, öfke ve enaniyet. Nefi oynuyordu:
haysiyetlerle, gururla ve kendi hayatıyla. Babasından başlıyordu hicve; sonra devlet adanılan ve
sanatçılar kaza oklarına hedef oluyordu. Su testisi su yolunda kırıldı ve Nefi-i âteşzebâıı, 'Gökten
nazire indi Sihâm-ı Kazâsına/Nefî diliyle uğradı lîakk'm belâsına" mısralannııı anlattığı gibi
katlettirildi.
Sirse (Kirke): Güzel Sirse bir adada oturmuş, ne ada ne ada. Sirse'nin bir sarayı varmış
mermerden, ne saray ne saray. Sirse gergef işler, şarkı söylermiş. Nağmeler uçarmış
pencerelerden kelebekler gibi. Sirse'nin bekçisi canavarlarmış, munis, uysal, dost canavarlar.
Adaya ayak basanlar kumsala akseden sesiyle büyülenirmiş Sirse'nin. Sonra sevimli canavarların
klavuzluk ettiği yoldan saraya varırlarmış. Muhteşem bir sofra beklermiş onları. Ve sofradan çok
daha muhteşem bir kadın: Sirse. Alün kâselerden içilen şarap aklını başından alırmış insanın.
Hatıralar unutulurmuş bir bir. Sirse hem vatan olurmuş, hem sevgili. Ama birden sehhar Sirse
sopayla dokunurmuş misafirlere ve misafirler domuz olurmuş, eşek olurmuş, köstebek olurmuş.
Ve hepsi birden ahıra sokulurmuş, Sirse'nin domuz ahırı.
Ülis'in arkadaşları bu hazin akıbete uğramışlar. Ülis Merkür'ün avucuna sıkıştırdığı moli otu
sayesinde efsundan kurtulmuş ve kılıcını çekip teslim almış dilberi. Hikâyenin sonunu merak
edenler Ho- mer'i okusun. Bizden bu kadar.
Pardon, bu Sirse için bir roman ve birçok şiirler de yazılmış. Roman İtalyanca. (Yazann adı: J.B.
Gelli, Floransa 1549). Fransızcaya defalarca çevrilmiş bu roman. Hikâyenin güzel tarafı şu: Ülis
çapkını kılıcı çekip Tanrıçayı (zira büyücümüz bir Tanrıçadır) arzularına râm edince, ahmak
arkadaşlarını kurtarmak islemiş. Sirse: "Emredersiniz sultanım" demiş. "Yalnız bakalım onlar
tekrar insan olmak isteyecekler mi?" Ahıra gidilmiş. Ülis birer birer sormuş hayvanlara.
Arkadaşlarından aslan olan, "Alay mı ediyorsun", diye gürlemiş. "Şimdi ben de senin gibi
hükümdarım, hem de senden çok daha güçlü bir hükümdar." Kurta yaklaşmış Ülis ve kulağına
fısıldamış, "İnsan olmak istemez misin?" "Ne münasebet" diye ulumuş kurt. "Onlar benden daha
kıyıcı, daha namussuz, üstelik hürriyetleri de yok." Sözün kısası filden köstebeğe kadar bütün
hayvanlar hakaretle kovmuşlar Ülis'i.
Sisyphe yahut Sisyphos: Korent'in efsanevî kralı. Cezası malûm, ama suçu pek belli değil. Kimine
göre muhterem bir zatın nişanlısını baştan çıkarmış... Kimine göre zincire vurmuş ölümü.
Cehennemde iri bir kayayı dik bir dağın tepesine çıkarmak zorundadır. Kaya tepeye varır varmaz
aşağıya yuvarlanır. Sisyphos adı, güç ve sonuca varmayan bir işi boyuna tekrarlayan kimseler için
kullanılır.
Smolett: (1721-1771). Cerrah ve gazeteci. Le Sage'm ve Cervantes'in mütercimi. On sekizinci
yüzyıl İngiltere'sinin en değerli romancıla- nndan biri ve Critical Revievvnun naşiri (1736-1762).
Şaheseri Hummpry Clinfeer.
Sodom: Batı dillerine "Sodomie, Sodomiste" gibi kirli kelimeler armağan eden günahkâr belde.
Tevrat'a göre melekler Lut'un bu sefil "Luti-ler"le başa çıkamadığını görerek yanma sevdiklerini
alıp ardına bakmadan şehirden uzaklaşmasını söylerler. Lut, karısı ve iki kızıyla Sodom'u terk
eder. Kadın arkasına baktığı için tuzdan bir heykel olur. Seksenini aşan Lut'un körpe kızlanyla
maceralarını okuyucular Tevrat'tan öğrenebilirler. İsrail'in mukaddes kitabı (sözde mukaddes)
bazı bölümleriyle bir "Bahnâme'den daha yüz kızartıcıdır.
Sürûri: (1752-1814). Usta bir nâzım. Tarihleri ve Hezeliyât'ıyle meşhur. Dîvan şiirine alayı,
nükteyi ve müstehceni getiren adam. Sümbülzâde Vehbi'yle atışmaları, şiire tanınan büyük
hürriyetin inkâr kabul etmez delillerinden biri. Her ikisi de kadıydılar, ağır başlı, ciddi birer ilim
adamı. Ama küfrederek eğleniyorlardı.
Şîrler Pençei: Yavuz Sultan Selim'in. Bütünü şu: "Merdüm-ü dîdeme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi etti füzûn eskimi hün etti felek Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân Beni bir gözleri
âhûya zebûn etti felek Bugünün dili ile: Bilmem, beni nasıl büyüledi felekl/Boyuna ağlıyorum,
kanlı göz yaşlan dökerek ./Aslanlar, kahreden pençemde tir tir titrerken/Bir ceylân gözlünün
esiri oldum.
Tâhir-ül Mevlevi: (1877-1951). Şark irfanının son temsilcilerinden. "Edebiyat Lügati" Muallim
Naci'nin "lstilâhât-ı Edebiyye"sini hatırlatır.
Metin, mazbut ve güvenilir bir kaynak. Ama yalnız Doğu edebiyatlarına açık.
Takrir-i Sükûn: Takrir'i Sükûn Kanunu, Türkiye'nin içinde bulunduğu olağanüstü şartların ve yeni
kurulmuş bulunan cumhuriyetin karşılaştığı fiilî engellerin ortadan kaldırılması amacıyla 4 Mart
1925 tarihinde yürürlüğe konuldu. Önce, iki yıllık bir süre için çıkarılan bu kanun, irtica, isyan,
ülkenin sosyal düzenini, huzur vesükûnunu, güvenliğini yıkmaya yönelen her türlü teşkilatı,
tahrikleri, teşvik, teşebbüs ve yayını önleme yetkisini Bakanlar Kuruluna veriyordu.
Cumhurbaşkanı'nın onayı şartıyla hükümet bu yetkiyi kullanabilecekti. Hükümetin bu eylemleri
yapan kişileri istiklal mahkemelerine verme yetkisi de vardı. Takrir-i Sükûn Kanunu, 2 Mart
1927'de kabul edilen ikinci bir kanunla, iki yıl daha uzatıldı ve 4 Mart 1929'a kadar yürürlükte
kaldı (Meydan-Laroııssc).
Talleyrand: (1754-1838). Fransız siyaset adamı.
Tantal (Tantalos): Tanrılar Tanrısı Zeus'un piçi, Kadîm Yunan'm ünlü kitaplarına göre... Ve
muhteşem bir ülkede hükümdar. Hazret Tanrılar bezminin mahremi imiş. Bir akşam fanilere
tattırmak için ölmezler sofrasından nektar ını aşırmış, ambruvaz mı? Bilen yok. Babasının itini
çaldı, diyenler de var. Ölümsüzlerin sırlarını fâşetti, diyenler de var. Bilinen şu ki, Zeus cenaplan
fena hâlde öfkelenip merkumu cehenneme yollamış. İş bu kadarla bitse iyi. Zebaniler
Zeuszâdeyi bir gölün ortasına götürüp oradaki bir ağaca sımsıkı bağlamışlar. Sular serin, sular
dilber. Ve zavallı Tantal susuz mu susuz, ama dudakları uzadıkça göl çekilir. Ağaç meyvelerle
yüklü, altın meyvelerle. Ama Tantal'ın elleri uzandıkça bir rüzgâr bulutlara kadar yükseltir dallan.
Ve bu işkence kıyamete kadar sürer.
Zavallı Tantal Batı dillerinin ortak kelimelerinden biri olmuştur: Elde edemeyeceği şeyi veya
şeyleri isteyen; varlık içinde yokluk çeken kimse.
Tantal işkencesi de şu mânâda kullanılır: eli altındaki nimetlere erişemeyen veya arzulan tam
gerçekleşmek üzereyken beklenmedik engeller yüzünden gerçekleşmeyenlerin durumu.
Tefekkür Sina'sı: Hâşim; "Fırâz-ı zirve-i sînâ-ıyı kahre" diyordu. Biz de düşünceyi Sînâ'ya
benzettik. Musa'nın ilâhî tecelliye mazhar olduğu dağ.
Telemak: Fenelon'un veliahtı devlet idaresine alıştırmak için kaleme aldığı roman. Penelop,
Truva savaşından dönmeyen babasını arasın diye genç Telemaki yolcu eder. Ülis'in yakın dostu
olan Tanrı Minerva kılık değiştirip Telemak'ı himayesine alır. Delikanlı ile hocası ülke ülke
dolaşır, çeşitli hükümdarlarla karşılaşırlar. Minerva (hikâyedeki adı Mentor) Ülis'in oğluna âdil
bir hükümdarın vasıflan hakkında bilgi verir.
Teodosyus: Vali Antiokhos'un teşvikiyle II Theodosius'un 435-438 yılla- nndan hazırlattığı kanun.
Theodosius İmparator Constaııtinus zamanından beri çıkanlan imparatorluk kararnamelerini tek
bir derleme halinde toplatmış ve tasnif ettirmişti. Theodosius kanunu Batı Roma İmparatorluğu
yıkılıncaya kadar süren dönemde Theodosius sonrası kanunlar ile tamamlandı.
'I'eşrî-i magister: Kanun yapma gücü (selâlıiyeti).
Thierry: (1795-1856). Fransız tarihçisi. Saint-Simon'un sekreterliğini yaptı. Modern tarihin
yaratıcılanndan biri.
Topal Şeytan: Lesage'ın romanı.
Truman: (1884-1972). Amerikalı devlet adamı.
Türk teceddüt Edebiyatı: İsmail Habib'iıı 1925'lerde yayımlanan edebiyat tarihi. Yazar bu
kitapta Tanzimat'tan eserin yazıldığı devre kadar uzanan bir edebiyatın müdafaasını yapar. Daha
sonra -ufak tefek tashihlerle- liselerde okutulan bir mektep kitabı haline gelmiş, Edebî
Yeniliğimiz ismi altında birkaç kere basılmıştır. Habip'in tesbit ve tasniflerinde başlıca kılavuz,
Ziya Gökalp'tir.
Ulu-l-emr: Padişah, kanun vâzu.
Upanişatlar: Hint'in mukaddes kitaplarından. Sanskritçe yazılmış bu metinlerin sayısı, 108 ilâ
1180 arasındadır. Nazım ve nesir iç içe. (Fazla bilgi için bkz. Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde,
"İmandan inkâra: Upanişatlar", s. 25 v.d.) Vaclıerot: (1809-1897). Fransız felsefecisi.
Vedalar: Aryalann kutsal kitaplan. (Bkz. Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, "Vedalanıı Alaca
Karanlığında", s. 17 v.d.) Vergilius: Daııte cehennemin kapısında Latin şairi Vergilius'a rastlar.
Vergilius, "Ileııeide" adlı destanın yazandır ve İtalyan şairi tarafından mürşit olarak yüceltilir.
Vergilius, cehennemde ve arafta Dante'ye kılavuzluk eder. Cennete gelince yerini Beatrice'e
bırakır, zira kendisi Hıristiyanlıktan önce doğmuştur, yeri araftır, cennete giremez.
Vico: (1668-1744). italyan tarihçisi ve filozofu.
Voltaire: (1694-1778). Türk intelijansiyasmm Voitaire'i tanıyışı bir hayli eskidir. Münif paşa
eserlerinden parçalar çevirir. Beşir Fuat oldukça etraflı bir monografisini kaleme alır. Ahmet
Mithat Efendi, Beşir Fuat'ın kitabını kalabalığa tanıtır. Voltaire bütün ihtişam ve sefaletiyle
Fransız burjuvazisidir; hayâsız bir tefeci, hilekâr bir müteahhit, (galiba esir tüccarı da). Ama her
haksızlığa düşman; her fikre hürmetkar, hürriyetin gözünü daldan budaktan sakınmaz
koruyucusu. Halkı sever fakat halka güvenmez.
Weber Max: (1864-1920). Alman iktisatçısı, sosyologu ve filozofu. (Fazla bilgi için bkz. Cemil
Meriç, Ümrandan Uygarlığa, "Çadaş uygarlık düzeyi" s. 18 v.d. ile "Politika ve ilim" s. 217 v.d.)
Witfogel, Kari: (1896). Alman yazan. Birinci Dünya Savaşının sonunda, komünizmden ilham alan
birçok oyunlar kaleme aldı; 1922'den itibaren genel sosyoloji ve tarih eserleri... Ama, daha çok,
Çin'in iktisadî tarihi üzerindeki araştırmalarıyla tanındı. 111. Enternasyonal hesabına Uzak Doğu
sorunlarına eğilen w'ittfogel'in tezleri, 1931'den sonra Moskova tarafından mahkûm edilir.
Naziler iktidara geçince, Wittfo- gel temerküz kamplarım toylar. Sonra, Çin'de uzun bir inceleme
seyahati (1935-1937). 1937'de ABD'ye yerleşir 1939'da Çin tarihi araştırmaları direktörü;
1947'de Washington Üniversitesi'nde Çin tarihi profesörü. O zamandan bu yana, Amerikan
entelektüel çevrelerinde, anti-komünist akınım başta gelen temsilcilerinden. En tanınmış kitabı:
Oriental Despotisnı, A. Comparalive Study aj Total Pmver (1957, Yale Uııiversity Press).
Fransızca tercümesi, 1964, Anne Maıchand.
Yajnavalkiya: Upaııişatlarda adı sık geçen bir filozof.
Yedi askı (muallâkat-ı seb'a): Cahiliye devri Arap edebiyatında Kabe du- vanna asılan yedi ünlü
kasidenin hepsine birden verilen ad.
Yehova: Kitâb-ı Mukaddes'te Tanrı. Başlangıçta "Yaho" veya "Yahu" şeklinde telâffuz edilir ve
"O'dur" mânâsına gelirdi. Bâbil sürgününden beri bu ad agıza alınmaz oldu. Hahamlar, Kitâb-ı
Mukaddes'i okurken bunun yerine Tanrının başka bir adım veya Adoııai (Rabbim) kelimesini
kullanmağa taşladılar.
Yezdan: (Zerdüştîlerde) 1 layır ilâhı.
Zafernâme: Ziya Paşanın meşur hicviyesi.
Zeki Velidi Togan: (1890-1970). Tarihçi. Başkırdistan Devlet Başkanlığı yapmış. İstanbul
Üniversitesi tarih profesörü.
Zeııtce: iran'ın en eski dillerinden biri. Zerdüştüıı kitabı Avrupa'da An- quet.il Duperron'daıı teri yanlış olarak- "Zent Avesta" diye bilinir. Eserin adı sade "Avesta'dır. Zent yorum demektir.
Zıllullâh-ı fil âlem: Allah'ın yeryüzünde gölgesi.Ziya Paşa: (1825-1880). Mısırlı bir ikbal]3erestin
kalemşörlüğünü Dev- let-i Âliyye'ııin Kıbrıs mutasarrıflığına tercih eden Paşa, küçük kinle - rin
harekete geçirdiği büyük bir zekâdır. Âli Paşa'yı insafsızca hicveder. Vatana döndükten sonra
ölen sadrâzamın mezanna gidip göz yaşları içinde bağışlanmasını dileyecek kadar dürüst. Zweig:
(1881-1942). Avusturyalı yazar.
Zweig romancıdır, ama en güzel eserleri denemeleri, "Üç Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevsky"
(1920). "Hölderlin, Kleist, Nietzsche"
(1925), nihayet "Balzac" (1946). Nazizme düşmandı, 1934'te sürüldü: İngiltere. Sonra Brezilya...
Avrupa'nın Hitler'e köle olduğunu görerek ümitsizliğe kapıldı, karısıyla birlikte intihar etti.
Bu Ülke ile ilgili Basında Çıkan Yazılardan Seçmeler
Cemil Meriç ve Bu Ülke
Bu Ülke yüz elli yıldan beri bir saralılar kafilesi halinde, kendi kültür ve medeniyetlerinden
kopup Batı'ya sığman Tanzimat ve Cumhuriyet devrim aydınlarının hazin macerasıdır..
... Bu kitap yüz elli yıl sonra da olsa Türk düşüncesinin haysiyetini, kurtarmıştır.
..."Bu Ülke harikulade bir üslup, temiz ve sağlam Türkçesiyle Türk nesrinde Cumhuriyet
devrinin bir şaheseri olarak öğülmeye değer bir eser.
Türk düşünce tarihi ise bu kitapla bir haysiyet mücadelesi vermiştir."
Ömer Öztürkmen, Orta Doğu, 17.5.1974
Bu Ülke
"Politikacısı, sosyalist, ümanist, yan geldimci, hattâ milliyetçi aydım ile, 'Batı çıkmazı' içinde
kaybolmuş zavallılar kafilesinin, zorla öldürulen büyük Osmanlı'nın mirasçısı Türklüğe biçtikleri zulümlü kaderin, bu kitap edebi hikâyesidir.
Bir üslup ki, teksif edilmiş fikir ve dünya görüşü; bir bakış ki, bugünkü nşsil değilse, yannkiler
mutlaka düstur edinecekler.
... Hocamın.. Bu Ûlke'sini, ülkemizi irfan ve yorumla tamamlayan ışıklar olarak okumak yetmez,
kabilse ezberlemeli."
Ahmet Kabaklı, Tercüman, 19.5.1974
"Bu Ülke"den "Bu Ülke"ye
"Bu ülkenin, yani bizim ülkemizin trajedisini, hem de komedisini anlatan zevkle okunacak bir
eser."
Haluk İmamoğlu, Yaıi Asya, 7.2.1977
Bu Ülke
"Asırları kucaklayan bir tecessüs. Nesir ve nazım, üslupta sermedi bir vuslat içinde billurlaşıyor.
... Bir medeniyetin, baştanbaşa haysiyet olan bir medeniyetin, çakal sürülerine karşı müdafaası.
... Düşünmek ve okumak isteyen insan, karşısındaki fikirleri ince elemeli, önce hayal hanesinde
dolaştırmalı, sonra akıl terazisinde, tartmah.
Altın çıkanları al ve sakla. Eğer içinde bakır varsa, yazar bunlar memnuniyetle kabul edecektir,
çünkü o, düşünen adam, düşünen yani hakikati arayan."
Muhsin Demirci, Yeni Asya, 4.2.1978
Bu Ülke
"Şiirle öfkeyi, tefekkürle heyecanı birleştiren edebî, fikrî, içtimaî bir eserin adıdır Bu Ülke...
Profesör Kaya Bilgegil'in bir sohbette: 'elimde olsa mekteplerde kıraat kitabı diye okuturdum'
dediği bu eser, yazarın diğer eserlerine kaynak teşkil ediyor.
... Yeni nesil, geçmiş nesillerin hatalanna düşmemek, günahlanna bulaşmamak için, ışık tutan
BııÜlke'yl okumalı."
İslânü Hareket, 1.6.1978
Cemil Meıiç'i n "Bu Ülkesi
"Son on yılda Cemil Meriç, gittikçe artan bir güçle ananevi Osmanlı değerlerinin müdafaasını
yapmaktadır. Batı medeniyetine karşı bir savaş ilanı.
iz. En uzı
Denemeler kısa, veciz. En uzunu bin beş yüz kelimeyi aşmıyor. Birçoklan on iki kelimeyle yüz
kelime arasında. Üslup çarpıcı ve diri, tam bir polemikçi üslubu. Öncüller de yargılar da kesin...
Yazar en amansız hücumlarını da 19. asırdan bu yana hükümette ve kültürde egemen güç olan
Türk Batıcılarına saklamış. Batı medeniyetine bu kadar şiddetle saldıran bir başka büyük Türk
yazan hatırlamıyoruz.
Bıı Ülkenin Batı'ya karşı olduğu şüphe götürmez bir gerçek, ama Meriç, Türkiye'nin siyaset ve
kültür hayatına nasıl bir yön verebileceğini veya verilmesi gerektiğini açıkça söylemiyor.
Ne var ki kitaptan çıkardığımız anlam şu: siyaset ve kültür hayatı Osmanlı'nın ahlâk değerlerine
dayanacak. Batı'nm düşünce ve ideolojilerine yer vermeyecektir."
Talat Sait Halman, Workl Litterature Today, \978/Yeni Devir, 7.7.1978
"Bu Ülke" Üzerine
"Çağımızın büyük mütefekkiri Cemil Meriç Bey üstadımızın birbirinden nefis eserlerinin tekrar
tekrar basılmış olması, fikir hayatımız için öğünçle karşılanacak bir gelişmeyi gösteriyor. Elimizde
üstadın Bu Ülke adlı eserinin 4. baskısı bulunuyor. Bu kadar kısa bir zamanda ve bu kadar zor
bir eserin, Türkiye gibi, adamın bol, okuyucunun kıt olduğu bir ülkede ve aşağı yukan her yıl bir
baskı yapmış olması, oldukça önemli bir basın olayıdır.
... Bazen öyle eserler vardır ki, onlan her Türk aydınına adeta zorla okutmak mecburiyeti
konmalıdır Sayın üstadımızın eserleri bu bakımdan en baş sırayı alabilecek kıvamda eserlerden
meydana gelmektedir. Ancak, bir cümleyi belli bir saatte yazdığını tahmin ettiğimiz Cemil Meriç
Beyin eserinden de, o nispette faydalanmak için, yine her cümlenin üzerinde derin derin
düşünerek, o cümlenin mânasını yeniden keşfetmeye ve anlamaya çalışarak okumak lazımdır.
Bazen bir sahife yazı, hattâ bir cümle, bir adamın hayatının akışını değiştirir. Üstadımızın son
yayımlanan dört büyük eseri de bu kabil eserlerdendir..."
Kitapları Dolduran Senin Kafan, Senin Gönlün
"... Bu Ülke, yazarının, gelecek kitaplarının çekirdeği. Yann ölecekmiş gibi, soluk soluğa yazılmış,
lakonik, hattâ şifreli bir mektup. Bir ders kitabı kadar net, bir günce kadar gizemli.
... Geçenlerde bir dostuma Bu Ülke'yi gösterdim: Yayınevinin adını (Ötüken) görünce kapağım
bile açmadı. Nedir bu kadar korkutan?... Ben, demokrat olma çabası içindeyim, diyordu kapağı
açmayan.
... Fırtınasının önüne kattı, savurdu, tartakladı, tahrik etti, meydan okudu Meriç. 'Arkamdan
geleceksen, kiminle yola çıktığım bit' diyor, 'ama yol dikenlidir, ama hazırlıksızsın, ama
alışageldiğin sistematiği yok yazıların'.
... 'Yazar, düşüncesini yardım olsun diye sunmaz. Bir mükâfattır bu. Lâyık mısınız, değil misiniz?
Anlamak ister' diyorsun. Sözde kibrini
'Kanaviçe' yadsıyor, üşenmeden sıraladığı referanslar yadsıyor. Dip notlan kendisine saklayıp,
fetva vermek de vardı. Bundan dolayıdır ki kitabından, ışığından, yani senden korkmuyorum.
İnsanları sevmesen yazmazdın. Neden itiraf etmiyorsun 191. sayfanın Ta- gor'unuıı kendin
olduğunu?
Düşüncenin her korkudan azad olduğu bir ülke Bir ülke ki insanlan dimdik Dünya duvarlarla
bölünmemiş
Kelimeler gönlün derinliklerinden fışkırır Emek kemale uzatır kollarım
Aklın ırmağı, alışkanlıkların karanlık çölünde kuruyup gitmemiş Ne olurdu Tanrım? Benim
yurdum da böyle bir ülke olsa!
Alev Alatlı, Türk Edebiyatı, Nisan 1984 Derleyen MAHMUT ALİ MERİÇ
9789754702811

Benzer belgeler

Devamını Okumak İçin Tıklayınız

Devamını Okumak İçin Tıklayınız olaylara ve tarihsel şahsiyetlere değin, çok de ği şik konulara değinildi ğini saptad ığı mız deği şik türdeki halk edebiyatı ürünleri arasında özellikle, oldukça coşkulu bir üslupta söylenmiş ve e...

Detaylı