Yaşam bakterilerle başladı, yine onlarla son bulacak

Transkript

Yaşam bakterilerle başladı, yine onlarla son bulacak
“
Yaşam bakterilerle başladı,
yine onlarla son bulacak...
infeksiyon dünyasındaki
yolculuğunu ve 80 yıla
sığdırdığı yaşamından
kesitleri, Prof. Dr. Hakkı
Bilgehan’dan
dinledik...
40
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
“
İdealist bir bilim adamının
Mustafa Aydın ÇEVİK
A
dını ilk kez 1990’lı yılların başında uzmanlık eğitimi alırken
ihtiyac duyarak satın aldığım
kitapları aracılığı ile duymuştum. Kaleme aldığı kitapları, eminim benim
gibi pek çok meslektaşımız için de
son derece yararlı olmuştur.
Kendisini 1994’de Ürgüp’te yapılan
7. Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon
Hastalıkları Kongresi’nde bilim dili
olarak Türkçe’nin önemini anlattığı
konferansında görme şansım oldu.
O günden sonra 12 yıl boyunca ikin Kendinizden bahsedebilir misiniz? Nerede dünyaya geldiniz? Ailenizden, İlkokul, Ortaokul, Lise ve
Üniversite öğreniminizden ve daha
sonraki yıllardan ana hatları ile
bahsedebilir misiniz?
Kendimle ilgili konulara geçmeden
önce, bilim alanımıza önemli hizmetler vereceğinden emin olduğum
İnfeksiyon Dünyası dergisini yayımlayarak bilim dünyasına yapmış olduğu önemli katkılardan dolayı, onu fikir olarak ortaya atıp
gerçekleştirenleri candan kutlamak
isterim. Bana gönderilmiş olan üç
sayıyı inceledim. Derginin, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji alanında bilim, haber ve aktüalite yönlerinde çok yararlı olacağına ve meslektaşlarımız arasında yoğun ilgi göreceğine inanıyorum. Bunun dışında bu güzel dergide, infeksiyon ve mikrobiyoloji ala-
ci bir kez görme fırsatı bulamadım.
Bu röportaj serisi için isimleri sıralarken Prof. Dr. Hakkı Bilgehan isminin
karşısına “Nasıl ulaşılabileceği araştırılacak” notunu düşmüşüm. Bu notun gereği olarak yaptığım bir kaç
görüşme sonrasında Prof. Dr. Sercan Ulusoy aracılığı ile kendisine ulaştım. Bilgehan Hoca nezaket gösterip
röportajı kabul etti. Ve dahası röportajımız için Çeşme’deki yazlığından
İzmir’deki evine geldi. Randevulaştığımız saatte hocanın evinin merdivenlerini çıkarken gerçekten çok heyecanlı ve bir o kadar da mutlu idim.
Yılların deneyimi ve kendisine yakışır
yaklaşımı ile “Ben röportaja hazırım,
söyleceklerim var ve ne soyleyecegimi iyi biliyorum” der gibiydi. Nitekim
öyle oldu. Bu ropörtajı okuduğunuzda; azmin, çalışkanlığın, disiplinin,
okumanın ve yazmanın ne denli
önemli olduğuna sizler de bir kez daha kanaat getireceksiniz.
Her yönü ile seksen yıllık dolu dolu
bir ömür ve kitapları ile ölümsüzleşen
idealist bir bilim adamı. Emekleri ve
nına hizmet etmiş olanların tanıtılması bölümünde benim de hatırlanmış olmam dolayısıyla, sonsuz
teşekkürlerimi sunmak isterim.
Emekli olarak köşesine çekilmiş ve
en yakınları tarafından bile unutulmuş bir insan olarak, İnfeksiyon
Dünyası dergisinin değerli editörü,
sayın meslektaşım Dr. Mustafa Aydın ÇEVİK ve arkadaşları tarafından hatırlanmış olmak, beni derecesiz memnun etti. Kendilerine ayrıca teşekkür ederim. Benim için bu
hakikaten çok önemli. İnanıyorum
ki hepsi beni sever, hepsi gördükleri yerde beni sayar, hepsi elimi
öper; ama nedense hiçkimse hatırlayıp da “Şu hocanın bir hatırını
soralım, gidip evinde bir ziyaret
edelim” demezler. Bir yerde de hak
veriyorum onlara. “Acaba ben ne
yaptım?” diye düşünüyorum. Sanırım ben gençken, onlara yakın hareket ettim. Bazı müstesnalar hariç,
camia olarak bizlere verdikleri için
Hakkı Bilgehan Hoca’ya sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
Bu röportajda üzüldüğüm tek bir şey
oldu; hocanın kitaplarının yeni baskısı için söyledikleri… Belki bir anlık
duygusal bir yaklaşım ama “kitapların yeni baskılarının olmayacağını”
duyduğumda yüreğim burkuldu, bir
an için kendimi kötü hissettim. İçimden “yapmayın hocam, kitapların
yeni baskılarını bekliyoruz” demek
geldi. Ama kıyamadım hocaya, “buna hakkım yok” diye düşündüm.
İşte size dolu dolu bir Hakkı Bilgehan röportajı. Her bir soruya verilen
cevap aklın, mantığın, sağduyunun
eseri... Olabildiğince objektif ve yılların deneyimi ile en iyiyi, en güzeli,
en doğruyu arayan ve öneren bir
yaklaşım.
43. yıllık meslek hayatında sürekli
üreten, “çalışmak yaşamaktır ve öğrenmek mezarda biter”diyerek yazdığı kitaplarla hepimize hocalık yapan
hocaların hocası...
hakikaten öyle hareket ettim. Onun
için kusurlarına da bakmıyorum
işin gerçeği.
Ben, 12 Nisan 1926 Pazartesi günü
sabah saat 09.28’de Nimet BİLGEHAN ve Nuri BİLGEHAN’ın üçüncü çocuğu olarak, İzmir’de dünyaya gelmişim. Doğum tarihimi gününe, saatine ve dakikasına kadar bilmemin nedeni, rahmetli babamın,
doğan her çocuğu için Kur’an-ı Kerim’in arkasına eklemiş olduğu bir
sayfaya, hepimizin doğum tarihini
bu kadar ayrıntılı olarak yazmış
olmasındandır. Ailem, Lozan Antlaşması gereğince 1924 yılında, Girit’ten mübadele ile göç ederek İzmir’e yerleşmiş. Manifaturacı olan
babam, 1928 yılı ekonomik krizinde iflas etmiş; ondan sonraki yaşamını bir manifatura mağazasında
çalışarak sürdürmüş ve benden
sonra doğan üç çocuk ile birlikte 9
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
41
nüfuslu ailesini, fakirlik
içerisinde geçindirmek
zorunda kalmıştır. En çok
önem verdiği şey, çocuklarını okutarak yetiştirmek olmuştur. Ben, ailenin İzmir’de doğan ilk çocuğuyum. Benden büyük
bir abim ve bir ablam var.
Onlar Girit’te doğmuşlar.
Benden sonra üç çocuk
daha dünyaya geldi.
Okula, 5 yaşında iken,
bugün Alsancak Devlet
Hastanesi’nin hizmet verdiği binalarda o zamanlar kurulu olan,
Fransız İlkokulu’nun ana sınıfında
başladım. Aslında paralı olan bu
okulun ücretsiz okutmak zorunda
olduğu öğrenci kontenjanından yararlanan babam; beni, ablamı ve
ağabeyimi bu okula kabul ettirmek
başarısını göstermişti. Bu okulun
anaokulu sınıfında iki yıl süre ile
biraz Fransızca, Fransız alfabesiyle el yazısı düzeninde yazma ve
matematikteki dört işlemi öğrendim. Bu tarihten sonra artık hiç
Fransızca eğitimi görmedim; ancak
o yaşta öğrenilen yabancı dilin etkisi ile ileride Fransızca tıp literatüründen az çok çeviriler yapabilmiş ve Fransa’ya gittiğimde derdimi anlatabilmiştim. Bu durum, ya-
bancı dilin ne zaman öğretilmesi
gerektiği sorusuna bir yanıttır aslında. Benim yabancı dillere de bir
istitadım vardır. Fransız hükümeti,
ben rektörken beni Fransa’ya davet etmişti. Ben de Fransa’ya gitmeden önce “Bana ingilizce bilen
mihmandar verin, daha kolay konuşurum” şeklinde onlara yazı
yazmama rağmen –biliyorsunuz
Fransızlar dil konusunda biraz katıdır, kendi dillerinin dışına çıkmak istemezler- inadına bir Fransız gönderdiler. Bende kabul etmek
durumunda kaldım. Fransızca konuştum ve Fransa’nın içerisinde de
derdimi anlatabildim. Yani anaokulundaki o iki yıl bana bunları
sağlayabildi.
“Ailem,
Lozan Antlaşması
gereğince 1924
yılında, Girit’ten
mübadele ile göç
ederek İzmir’e
yerleşmiş.”
42
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
İki yıllık anaokulu sınıflarını bitirince, normalde okulun birinci
sınıfına devam etmem
gerekirdi. Fakat o yıl
çıkan bir yasa ile Türk
çocuklarının yabancı
okullara ancak ilkokulu Türk okullarda
bitirdikten sonra devam edebileceklerine
dair karar, hükme
bağlanmış olduğundan artık bu olanağı
kullanamayacaktım. Evimize yakın olan Reddi İlhak İlkokulu’na
kaydım kararlaştırıldı. Reddi İlhak, Yunanlıların İzmir’i işgal edeceği söylentileri etrafa yayılınca,
İzmir’deki aydınların ilhakı reddetmek için birleşerek Yunanlılara
karşı kurduğu derneğin adıdır. İşte
o arada öyle bir okul vardı. Bu
okul, büyük bir Rum Evi’nden ibaretti. Ben orada sadece iki ay okudum. O tarihlerde ilkokula kayıt
yaşı 7 idi. Ben de birinci sınıfa
kaydolabilirdim; fakat babam,
Fransız anaokulundaki öğrendiklerimi ileri sürerek beni ikinci sınıfa kaydettirmek isteyince, bize
bunun ancak bir sınav ile mümkün
olduğu bildirildi. Sınavda bana bir
cümle yazdırdılar. Ben onu el yazısı ile yazdım. O yıllarda ilkokullarımızda el yazısına, dördüncü sınıfta geçilirdi. Daha sonra toplama ve çıkarmalı iki işlem sordular.
Ben bölme işaretine benzer bir işaret ile yazdıkları çıkarma işlemini
bölme ile yapınca, hayretler içerisinde kalarak beni ikinci sınıfa
kaydettiler.
Benim anadilim Giritçe’dir. Bu dil,
içerisinde bol Yunanca ve bir kısım
Türkçe sözcükler bulunan, Yunanlıların bir diyalekt saydıkları ayrı
bir dildir. Bu konuda bir anımı anlatmak istiyorum: Ben, Yunancayı
da öğrendim ve iyi Yunanca bilirim; Yunanistan’da hiç sıkıntı çekmem. Yunanca ve Giritçe arasında
“İnanıyorum ki hepsi beni sever,
hepsi gördükleri yerde beni sayar,
hepsi elimi öper; ama nedense
hiçkimse hatırlayıp da
“Şu hocanın bir hatırını soralım,
gidip evinde bir ziyaret edelim”
demezler. Bir yerde de
hak veriyorum onlara.
“Acaba ben ne yaptım?” diye
düşünüyorum. Sanırım ben gençken,
onlara yakın hareket ettim. Bazı
müstesnalar hariç, hakikaten öyle
hareket ettim. Onun için kusurlarına
da bakmıyorum işin gerçeği.”
önemli farklar vardır. Biliyorsunuz; Halikarnas Balıkçısı, Girit ve
Ege ile ilgili birçok kitap yazmıştır.
O da bu kitaplarında Girit dilinin
Yunanca olmadığı ve ayrı bir dil
olduğu hususunu özellikle vurgulamıştır. Yunanlıların Ege adalarında kurmuş oldukları bir üniversiteleri var. Adı da Ege Üniversitesi. O üniversitenin rektör yardımcısı bir bayan, İzmir’e gelmişti;
oturduk, konuştuk. Yunanca konuştuk. Kendisi bana “Çok güzel
Yunanca konuşuyorsunuz” dedi.
Ben de Giritli olduğumu ve Giritçe’nin ayrı bir dil olduğunu söyledim. O da “Hayır, Giritçe bir diyalekttir” dedi. O zaman ben de O’na
“Giritçe bir cümle söyleyeceğim,
bakalım anlayabilecek misiniz?”
dedim. Daha sonra da Giritçe bir
cümle söyledim. Anlamadı. Sonra
“Bak anlamadın, büyük fark var
arada” dedim. Ama bugün Girit’e
giderseniz çoğunluğu Yunanca konuşur. Çünkü Girit’teki halkın çoğunluğu, buradan giden mübadil-
lerdir. Onlar burada Türkçe konuşurlardı; orda Yunanca konuşuyorlar ve Yunanca eğitim görüyorlar.
Yalnız bir gün Giritçe konuşan iki
delikanlıya rastladım. Baktım ki
tam manasıyla annemin konuştuğu
dili konuşuyorlar. Sorduğumda da
kendilerinin Girit’in köylerinden
olduklarını söylediler. Yani bugün
Girit’te o dil hala konuşuluyor.
Okula kayıt olduğumda Türkçeyi
az biliyordum. Bu yüzden de ikinci
ve üçüncü sınıfta zorluk çektim.
Bu yıllarda, kendisi de Girit kökenli olan öğretmenimin yardımlarını gördüm. Dördüncü sınıftan
sonra okula tam uyum sağladım ve
ondan sonraki yıllarda ilk, orta ve
lise sınıflarında parlak bir öğrenci
oldum. Ortaokul ve liseyi bu gün
Namık Kemal Lisesi olarak anılan
binalarda, o tarihte İzmir’in tek lisesi olan İzmir Erkek Lisesi’nin
önce bir şubesi, sonra İzmir İkinci
Erkek Lisesi, daha sonra İnönü Lisesi ve son olarak da bu gün Namık
Kemal Lisesi olarak bilinen lisede
-onun adı İnönü Lisesi iken- okudum ve 1943 yılında mezun oldum.
Ortaokul ve lisede özellikle fen
derslerim çok iyi idi. Bu konularda
zayıf olan arkadaşlarıma ve diğer
sınıflardaki öğrencilere fen bilimleri ve özellikle matematikten özel
dersler verir, harçlığımı çıkarırdım. Esasen ilkokul beşinci sınıftan üniversite üçüncü sınıfa kadar
her yaz mutlaka iş bulur, çalışıp
para biriktirir ve yeni ders yılında
kendime üst baş yapıp, defter kalem gibi gereksinimlerimi karşılardım. Bakkal çıraklığı, ecza deposunda ilaç dağıtıcılığı, tütün mağazasında işçilik, bir iki şirkette muhasebeci yardımcılığı yapmış olduğum işlerdendir. Lise son sınıfta,
matematik öğretmenimiz rahmetli
Cevdet Bilsay, o yıl İstanbul Mühendis Yüksek Okulu sınavında
benimle beraber iki arkadaşımın,
ilk üç dereceyi alacağımızdan emin
olduğundan benim de mühendis
olmamı isterdi. Halbuki ben, nedense ilkokul dördüncü sınıftan
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
43
beri doktor olmaya çok istekli
idim. Nitekim o yıllarda, ülkemizin
tek tıp fakültesi olan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başvurdum. Yine o tarihlerde, fakülteler
de alacakları öğrencileri seçmek
için kendi içlerinde sınav yapmaya
başlamışlardı. Tıp Fakültesi 600
öğrenci alacaktı. Binin üzerinde
başvuru vardı. Bugünkü öğrenci
seçme sınavları ile karşılaştırmak
için girdiğim o sınavda sorulan sorulardan bazı örnekler şöyle idi:
Rakıya su koyunca neden bulanır?
ğında, mezun olan hekimlerden 4
yıl zorunlu hizmet istenirdi. Ben de
bu yurtlara başvurmuştum. Ön koşul olarak da sağlık kurulu raporu
istenilmekte idi. Bu raporu alırken
İzmir Devlet Hastanesi’nde yaşamıma yön veren bir olayı anlatmak
istiyorum: Kilom ile boyum arasında 17 kilo fark vardı. Çok zayıf bir
insandım. Kural olarak bu fark,
15’ten yukarı ise umumi zaafiyet
tanısı ile sağlıklı raporu alınamıyordu. Bizleri bir hemşire hanım
tartıyordu. Aradaki farkı görünce
10 metre boyundaki bir direğe,
gündüz 3 metre tırmanıp gece 2
metre aşağı kayan bir böcek, direğin tepesine kaç günde varır? Üç
adet böcek ismi sayınız gibi mantık
ve akıl soruları soruyorlardı. Fakülte sınavını kazanmıştım; ama
maddi olanaklarımız, İstanbul’da
paralı yurtlarda okumam için uygun değildi. O zamanlar, memleketin her köşesine gerekli hekimlerin
yetiştirilmesi amacıyla, Sağlık Bakanlığı’nın yönetiminde kurulmuş
olan Leyli Tıp Talebe Yurtları’na
belli sayıda öğrenciler alınıp, 6 yıl
boyunca yeme, içme, giyim-kuşam
ve barınma hizmetlerinin karşılı-
başını kaldırıp yüzüme baktı ve hiç
sesini çıkarmadan 56 olan kilomu
65 olarak yazdı. Eğer doğruyu yazmış olsaydı ben yurda giremeyecek
ve kesinlikle hekim olamayacaktım. Adını bile bilmediğim o hemşireye medyunu şükranım. Altı sene devlet bize çok iyi baktı. İç çamaşırlardan, takım elbise, palto,
ayakkabı v.s. giysiler çok kaliteli
yemekler ve tertemiz binalarda
bizlerin yetişmesine hizmet etti.
Karşılığında yalnızca 4 yıl zorunlu
hizmet yaptık. Bugün Sağlık Bakanlığı, kendi paraları ile okuyan,
en yüksek öğrenci katkı payını
ödeyen hekimlerimizden zorunlu
44
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
hizmet istemektedir. Tıp öğrencilerine diğer öğrencilerden farklı olarak ne verildi ki ne istenmektedir?
Bu haksızlığı anlamak benim için
zor.
İstanbul Tıp Fakültesi’nde okurken, Ankara Tıp Fakültesi kuruldu. Bu fakültenin birinci sınıfına
öğrenci alındığı yıl, altıncı sınıfına
da İstanbul’dan askeri tıp talebeleri; ikinci sınıfa yeni öğrenci alınırken de, beşinci sınıfa yine İstanbul’dan Leyli Tıp Talebeleri (Yatılı
tıp öğrencileri) alınıyordu. Bu suretle bir alttan bir üstten öğrenci
alınarak fakülte 3 yılda tamamlanmıştı. Beşinci sınıfta iken sıra
bize geldiğinden dolayı yurtlular
olarak Ankara Tıp Fakültesi’ne
nakledildik. Bir yıl Ankara’da
okuduktan sonra Sağlık Bakanlığı
ile üniversite arasında çıkan bir
anlaşmazlık nedeniyle tekrar İstanbul Tıp Fakültesi’ne döndük.
Altıncı sınıfı da İstanbul’da okuyarak oradan mezun olduk. Burada yaşamımı etkileyebilecek olan
olaylardan birisi de şuydu: İstanbul’a gittiğimizde stajlar başlamıştı. Yılın sonuna kadar geri kalan sürede, biz yurtluların tüm
stajlarını haziran ayı sonuna kadar tamamlaması mümkün olmadığından, mezuniyetimiz otomatik
olarak eylül ayına kalıyordu. Nöroloji hocamız Ord. Prof. Fahrettin
Kerim GÖKAY idi. Bir yıl önce yaz
aylarında staj için öğrenci almıştı.
Benim yaptığım hesaba göre haziran sonuna kadar bir stajım kalıyordu. Nörolojiyi sona bırakıp onu
da temmuzda tamamlayarak mezun olmayı planladım; ancak Fahrettin Hoca, o yıl yaz aylarında staj
için öğrenci almama kararı verdi.
Diğer staj ve sınavlarımı tamamladıktan sonra 1 Temmuz’da nörolojiye gittim. Hocaya staj için gelmediğimi ancak izin verirse kliniğe
hiçbir hak talep etmeden bir ay devam etmek istediğimi söyledim.
Kabul etti. Ben de her gün Şehza-
debaşı’ndan Bakırköy’e tren ile gidip gelerek muntazaman nörolojiye devama başladım. 25 Temmuz’da ikmal sınavları vardı. Hoca
ikmale kalan öğrencileri sınava
alırken bir ara dışarı çıktı. Beni
görünce bana “Hazır mısın?” deyiverdi. Hiç düşünmeden “evet” dedim. Staja kayıtlı olmadığım halde
beni sınava aldı, sorular sordu.
Hepsini yanıtlayınca ayağa kalktı.
Öpmem için elini bana uzatarak
“Hekim oldun. Seni tebrik ederim.
Nörolojide kal ihtisas yap” dedi.
Elini öptüm ve kendisine zorunlu
hizmetimin olduğunu söyleyince
“Hizmetini bitir ve gel” dedi. 25
Temmuz 1949 yılında hekim oldum.
O yıl bizleri askere almadılar. Zorunlu hizmet için Sağlık Bakanlığı’na başvurdum. Muş Merkez Hükümet Tabipliği’ne atandım. O tarihlerde içindeki bir alay asker ile
birlikte nüfusu 5 bin civarında
olan yolsuz, elektriksiz, bir buçuk
metre kar altındaki Muş’ta altı ay
hizmet ettim. Oradan askere alın-
dım. Afyon’da Hava Kuvvetleri’nde askerlik yaparken oradaki
hükümet tabibi ile tanıştım. Bir
gün bana bakanlıktan gelen bir yazıda, gereksinim duyulan bazı uzmanlık dallarında uzmanlık yapmak isteyen ve giriş sınavını kazanan zorunlu hizmetli hekimlerin,
bakanlığa olan zorunlu hizmetlerinin uzmanlık süresi sonuna kadar
ertelenebileceğinin bildirildiğini
söyledi ve yazıyı gösterdi. Sağlık
Bakanlığı o dönemde, kendisinin
gereksinim duyduğu bazı uzmanlık
dallarında zorunlu hizmeti erteliyor ve uzman olduktan sonra zorunlu hizmeti yaptırıyordu. Aslında ben nöroloji yapmayı planlıyordum ve yerim de hazırdı. Ama
Muş’taki deneyimimden sonra zorunlu hizmetin, bir hastanede uzman olarak yapılmasının daha uygun olabileceğini düşündüm. Listede adli tıp, radyoloji, üroloji gibi
dalların yanında o zamanki adıyla
“Bakteriyoloji ve İntan Hastalıkları” uzmanlık dalı bana cazip göründü. Hemen istenilen belgeleri
hazırlayarak bakanlığa başvurumu
yaptım. Esasen ben, rastlantı sonucu Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon
Hastalıkları’na intikal ettim. İşin
gerçeği bu. Giriş sınavı, bakanlık
adına Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yapılacaktı. Önce Almanca’dan yabancı dil sınavına girip kazandım. Benim ikinci dilim
Almancadır. Bilim sınavı, o zamanki adıyla İntaniye (İnfeksiyon Hastalıkları) kliniğinde yapılacaktı.
Sabah kliniğe gidince kliniğin balkonunda sınıf arkadaşım, ileride
profesör olacak olan, Dr. Melâhat
Onul (Özbil)’i gördüm. Onun askerliği ve zorunlu hizmeti olmadığından intaniye ihtisasına başlamış, orada asistandı. Kendisine,
hocanın (Ord. Prof. Dr. Abdülkadir
Noyan Paşa) bu günlerde hangi konuları işlediğini sordum. Bana
“Paratifolar” dedi. Aslında ben
çok iyi hazırlanmıştım. Hocanın
kitabını da okumuştum; ama kendisinden varsa hocanın kitabını
vermesini istedim. Ayak üstü paratifoları okudum. Sınavda hoca ha-
“Ortaokul ve lisede özellikle fen derslerim çok iyi idi.
Bu konularda zayıf olan arkadaşlarıma ve diğer
sınıflardaki öğrencilere fen bilimleri ve özellikle
matematikten özel dersler verir, harçlığımı
çıkarırdım. Esasen ilkokul beşinci sınıftan,
üniversite üçüncü sınıfa kadar her yaz mutlaka
iş bulup çalışırdım. Bakkal çıraklığı, ecza
deposunda ilaç dağıtıcılığı,
tütün mağazasında işçilik,
bir iki şirkette
muhasebeci yardımcılığı
yapmış olduğum
işlerdendir.”
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
45
kikaten paratifoları sordu. Ben de
en taze bilgi ile çok iyi yanıt yazdım. Bana not olarak 10 üzeri yıldız verdi. İşin garip tarafı tıp fakültesinde, sınavında orta not almış olduğum tek dersim mikrobiyoloji idi.
Askerlikten sonra uzmanlık eğitimimi o zamanki adı ile “İzmir Emrazı Sariye ve İstilâiye Hastanesi”,
sonradan “Bulaşıcı ve Salgın Hastalıklar Hastanesi” ve ben uzmanlığımı tamamlarken, “İzmir Göğüs
Hastalıkları Hastanesi” adındaki
hastanede yaptım. Uzun süre bu
dalda tek asistandım. Sık nöbet tutardık. İnfeksiyon hastalıkları boldu. Ayrıca hastane, aynı zamanda
bir tüberküloz hastanesi idi. Dahiliye olguları da yatırılıyordu. İyi
bir laboratuvarı vardı. Bu laboratuvarın ayrı bölümlerinde mikrobiyoloji, biyokimya, hematoloji
tahlilleri yapılırdı. Yaşlı bir lâborant Hasan Efendi vardı. Çok deneyimli ve bilgili idi. Ben hem klinikte, hem lâboratuvarda yoğun
olarak çok çalışırdım. 4 yıl içerisinde tüm bu alanlarda (bakteriyoloji, seroloji, mikobakteriyoloji, biyokimya, infeksiyon hastalıkları,
tüberküloz tedavisi, pnömotoraks,
pnömoperituvan elekrokardiyogram v.s.) o günkü bilgiler çerçeve-
46
sinde çok iyi yetiştik. Burada aslında bir kariyer sıfatı olmadığı
halde en az bir üniversite profesörü kadar bilgili ve çok deneyimli
bir uzman olan değerli şefim Dr.
Lütfi Sabri Serinken’i, bana öğrettikleri için minnet ve rahmetle
anarım. Asistanlık süreci esnasında daha önceleri ölmek için 21 günü sayan tüberküloz menenjitlerinin o zamanki tek ilâç streptomisin’in intraraşidiyen ve parenteral
uygulanması ile iyileştiklerini gördük. Türkiye’de insan infeksiyonu
pek az görülen ruam hastalığının
tanısını, bakteriyolojik ve serolojik
olarak koydum, plevra ve periton
içerisine hava verilerek ve o zamanki ilâçlar streptomisin ve PAS
tedavisi ile uzun sürede tüberküloz
tedavisi yaptık. Bu esnada mucize
ilâç olarak kabul edilen izonikotinik asit hidrazit (İNH) ilâcının çıkması ile ağız yolu ile kullanılarak
menenjit tüberkülozlarının ve akciğer tüberkülozlarının hızla iyileştiğine ve hastanelerin boşaldığına, hastaneye yatmak için yıllarca
sıra bekleyen hastaların sıralarının
ortadan kalktığını izledik. Öğrenciliğimizin ilk yıllarında mevcut
sülfonamitlere ek olarak önce penisilin ve arkasından streptomisin
çıkmış, bazı infeksiyon hastalıkla-
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
rında yüz güldürücü sağaltım sonuçları alınmaya başlanmıştı.
Asistanlığımda ise kloramfenikol
ve tetrasiklimler arka arkaya kullanıma girmiş, gram pozitiflerin
yanında gram negatif bakteri infeksiyonları da tedavi edilir olmuştu. Bu olaylar nedeniyle aynı hastanede ihtisas yaptığımız diğer
dallardaki arkadaşlarım “Yahu sen
ne diye boşuna infeksiyon hastalıkları ihtisası yapıyorsun? Nasıl
olsa yakında tüm mikropların kökü kazınacak” diye takılıyorlardı.
Aynı yıllarda Avrupa’da bir kongreye katılan şefim ve hocam Dr.
Lütfi Sabri Serinken, oradan bir
seri antibiyotik duyarlılıklarının
ölçülmesinde kullanılan diskler
getirmiş, uygulamam için bana
vermişti. İnanıyorum ki; Türkiye’de bu diskleri kullanarak antibiyotik duyarlılık deneyleri yapanlar arasında ilklerdendik. 1950 ya
da 1951 yıllarıydı.
Siz ihtisas sınavına Ankara’da
girdiniz, sonra ihtisası burada mı
yaptınız?
Ankara Üniversitesi, Sağlık Bakanlığı adına bizi sınav yapıyordu.
Sağlık Bakanlığı’nın bir elemanı
olarak Sağlık Bakanlığı’nda ihtisas yaptık. Şimdiki TUS yerine o
zamanlar Sağlık Bakanlığı, Ankara Üniversitesi’ne görev vermiş ve
yabancı dil jürisini de oluşturtmuştu. Orada lisan sınavından
sonra da herkes bölümüne göre bilim sınavına giriyordu. Başarılı
olursa da Sağlık Bakanlığı onu, bir
hastanesine ihtisas yapmak üzere
tayin ediyordu.
O zamanki antibiyotik duyarlılık
diskleri yaklaşık aspirin hapı büyüklüğünde idiler. Bir süre sonra
bu disklerin tükenmekte olduğunu
görünce, piyasada da henüz bulunmadıklarından, onları çok duyarlı
bir stafilokok suşu ile titre ederek
içlerindeki antibiyotik konsantrasyonlarını saptayıp, benzerlerini
imal ederek kullanıma devam ettim. Bu hasta ve materyal bolluğu
ve çalışma serbestisi içerisinde uzmanlık tezi olarak üç çalışma yaptım. Bunlardan bol görü len pürülan menenjitlerin dağılımı ve antibiyotiklerle sağaltımını jüriye sundum. Tüberküloz menenjitlerin
İNH’den önce ve sonraki sağaltım
ve sonuçları ile bronşektazilerin
bakteryel etkenleri ve antibiyogram sonuçları ile sağaltımı adlı çalışmalarımı da kendilerine tez yapmaları için arkadaşlarıma verdim.
Uzman olarak zorunlu hizmetimi
tamamlamak üzere 1954 yılında,
Zonguldak Devlet Hastanesi’ne
atandım. Sadece kan sayımı ve basit idrar tahlilleri yapılan laboratuvarı, kısa zamanda bakteriyolojik ve serolojik tahlillerle biyokimyasal analizlerin yapılabildiği bir
laboratuvar haline getirdim. Burada bir şeyi vurgulamak istiyorum:
Bugün dallarda çok ayrılma olmuştur. Bir mikrobiyolog, mikrobiyolojide, biyokimyacı biyokimyada, patolog patolojide ihtisas yapıyor. O zamanlar biyokimya uzmanlığı henüz Türkiye’de yoktu. Henüz
biyokimya ihtisası ayrılmamıştı.
Bir tane laboratuvar ve laboratuvarda da tek bir kişi vardı. O da
mikrobiyolog ve bakteriyologlardı.
Mesela biz periton sıvısında patolojik hücre araştırabiliyorduk.
Ben, çok kuvvetli hematolog olmuştum. İzmir’de yıllarca, üniversite açılıncaya ve hematologlar gelinceye kadar hematolojide başvurulan kişiydim. Yani lösemi falan
gözümüzden kaçmazdı.
Hastanede 11 adet infeksiyon hastalıkları ve 30 adet tüberküloz yataklı iki koğuşum vardı. İki yıllık
bir çalışmadan sonra boşaldığını
öğrendiğim İzmir Belediyesi Eşref
Paşa Hastanesi bakteriyologluğuna atanmam için bakanlığa başvurdum. İlk önce kabul etmediler.
Bana “İstanbul, Ankara ve İzmir
dışında 4 sene çalışmadıkça sizi İstanbul, Ankara ve İzmir’e tayin etmeyiz” dediler. Bende “Tamam”
dedim ve Zonguldak’da çalışmaya
devam ettim. Aradan bir yıl daha
geçip de atanacak bakteriyolog bulunamayınca hemen tayinimi yaptılar. Biz o dönem, mikrobiyoloji ve
infeksiyon hastalıkları uzmanı olarak çok kıymetliydik. O zaman bizim ünvanımız eski tabirle “Bakteriyoloji ve İntan Hastalıkları Uzmanı” idi. Bakanlığın uzmanlık tanımı bu idi. Çünkü biz hem laboratuvarı hem de kliniği birlikte yaptık ve ikisinin de birlikte ihtisasını
aldık. Bu suretle zorunlu hizmetimin son yılını memleketim İzmir’de geçirdim. Yalnız burada bir
kaybım oldu. O hastane, Deri ve
Zührevi Hastalıklar Hastanesi olduğu için, daha sonra diğer bazı
branşların açılmasına rağmen hemen 300 metre ilerisinde de benim
ihtisas yaptığım hastane bulunduğundan, bana infeksiyon hastalıkları için yatak vermediler. Bu suretle kliniksiz kaldım. Ama hastanenin özelliği bakımından burada
deri mikozları ve mantarlarını,
başta sifiliz ve gonore olmak üzere
cinsel ilişki ile bulaşan hastalıkları
ve etkenlerini öğrendim. Bu arada
dışarıda da özel bir laboratuvar
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
47
“6 Haziran 1977’de,
3 yıllık bir dönem için
rektör seçildim.
Bu dönemde anarşi ile
adeta boğuştuk.
Tanrıya her gece
koronerlerime mukayyet
olması için dua ederdim.”
açarak çalışmaya başladım. Hastanede çok iyi anlaştığımız ve bilimsel olarak çalışmayı seven dermatoloji uzmanı Dr. Reşat KINACIGİL ile jinekolog Dr. Turhan BAYÇU ile bir araya gelerek aylık bilimsel toplantılar düzenleyip, başhekimliğin onayı ile uygulamaya
başladık.
1955 yılında İzmir’de Ege Üniversitesi açıldı. 1957 yılının sonlarına
Yıllarca Anabilim Dalı başkanlığı, bir süre de dekanlık ve Ege
Üniverisitesi’nin rektörlüğünü yaptınız. Bürokrasi ile ilgili deneyimlerinizden bahsedebilir misiniz?
Doçent olarak fakülteme atandıktan sonra, o zamanki prosedür uyarınca genel kurul ve profesörler kuruluna girmeye başladım. İlk iş olarak kendime, içerisinde anayasa,
yürürlükteki üniversitelerle ilgili
yasalar, tüzükler, yönetmelikler ve
önemli kararlardan birer nüshanın
bulunduğu bir dosya hazırladım.
Tüm toplantılara bu dosya ile girerdim. Kurullarda az konuşurdum;
ama konuşmalarımda da, gerektikçe konuları yasa ve yönetmelikler
çerçevesinde irdelerdim. 1970 yılında uzunca süre kaldığım yurt dışından döndüğümde, dekanlık seçimi
48
doğru asistanlıktan arkadaşım, iç
hastalıkları uzmanı Dr. Erdoğan
ACARLAR laboratuvarıma geldi.
Bana, üniversiteden geldiğini söyledi. Kurucu Dekan Ord. Prof. Muhiddin EREL ile görüşmüş. Dekan,
kendisine iç hastalıkları uzmanına
gereksinimleri olmadığını; ama
okur-yazar bir mikrobiyolog biliyorsa ona gereksinimleri olduğunu
söylemiş. Bunun üzerine Erdoğan
da benim adımı vermiş. Hoca, Erdoğan beye “Hemen git o arkadaşa
benim çağırdığımı söyle gelsin”
demiş. Muhiddin Hoca, İstanbul’dan bizim sevdiğimiz bir hijyen ve koruyucu hekimlik profesörümüzdü. Ertesi gün kendisini ziyarete gittim. Benden öğrenci pratikleri için kendilerine yardımcı
olmamı rica etti. Derhal kabul ettim. Teorik dersleri de İzmir Devlet
vardı. Dekan adayımız beni ziyaret
ederek fakülte yönetim kuruluna
girmemi istedi. Kabul etmeyerek
direnmeme rağmen onun ve diğer
arkadaşlarımın ısrarları karşısında
kabul ettim. O zamanlar dekan yardımcılığı yoktu. Yeni inşa edilen devasa hastanemizin sorunları çoktu.
Dekanımız, onları takip için sık sık
Ankara’ya gittiğinde beni vekil olarak bırakırdı. Kısa bir süre sonra
henüz dönemi tamamlanmadan dekanımız görevinden ayrıldı. Yeniden yapılacak seçimde aday olmam
için arkadaşlardan ve o zamanki
rektörümüzden yoğun baskı gördüm ve ancak üç gün direnebildiğim bu yoğun baskı sonunda görevi
kabul ettim. Oy birliğine yakın bir
çoğunlukla, ayrılan dekanın dönemini tamamlamak için dekan seçil-
dim. Bu dönemin sonunda da bir
dönem için daha yeniden dekan seçildim ve çok yoğun bir çalışma süreci geçirdim. İzmir’deki kamu hastanelerinde yerleşmiş olan tüm klinik kürsüler; inşaatı tamamlanmış,
mefruşatı, cihazları ve gerekli olan
her şeyi bir yandan satın alınmakta
olan devasa hastaneye yerleşmekte
idiler. Personel sıkıntısı had safhadaydı. Hastanenin işler duruma getirilmesi ayrı bir sorundu. İşte bu
yükün altına girdim. Ayrıca kürsüde birlikte çalıştığımız bir doçent
arkadaş da zorunlu olarak izine ayrıldığından tıp, diş hekimliği, eczacılık ve yüksek hemşirelik öğrencilerine haftada 18 saat mikrobiyoloji dersi vermek zorunda idim. Mesaim sabah 7.30’dan, akşam 20.00 –
21.00’lere kadar sürerdi. Dönem so-
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
Hastanesi bakteriyoloğu olan 1939
İstanbul Tıp mezunu Dr. Sait ÇALIK vermekte idi. Burada vurgulamak istediğim bir husus, 1950 –
1960’lı yıllarda Türkiye’de Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları
için bırakınız üniversite hocalarını,
hastanelere atanacak uzmanları bile bulmak zordu. Nitekim daha önce de belirttiğim gibi İzmir Eşref
Paşa Hastanesi’ne bile bir yıl boyunca atanacak uzman bulunamamış, sonunda bakanlık beni atamaya razı olmuştu. Bu suretle üniversite ile ilk ilişkim kurulmuş oldu.
Dr. Sait ÇALIK teorik dersleri İzmir’de, Veremle Savaş Derneği’nin
bir salonunda veriyordu; ama Bornova’daki kampüste, muvakkat
barakamsı bir binada mikrobiyoloji için ayrılmış bir oda ve küçük bir
salondan başka hiçbir şey yoktu.
Ayrıca kullanılacak bir alet dahi
mevcut değildi. Bereket versin ki
Eşref Paşa Hastanesi’ndeki laboratuvarımda bol materyal vardı. Onlardan yararlanarak öğrencilere
nunda tüm ısrarlara rağmen yeniden seçilmeyi kabul etmedim. Bundan sonra kürsü başkanlığı, senato
üyeliği, üniversiteler arası kurul
üyeliğim devam etti. Dekanlığımda
yaptıklarım arasında beni en çok
mutlu eden şey tıp fakültemiz için
bir anaokulu kurmak oldu.
1977 yılının Haziran ayında rektörlük seçimi vardı. Bir gün odama bir
gazeteci gelerek, “Siz rektör adayısınız. Sizinle röportaj yapmaya geldim” dedi. Şaşırmıştım. Kendisine
böyle bir durum olmadığını söylediysem de “Herkes öyle söylüyor”
dedi ve ayrıldı. Bir gün sonra ziraat fakültemizden iki profesör ziyaretime geldiler. Bana 44 kişinin imzasını taşıyan bir yazı vererek, “Siz
bizim rektör adayımızsınız” deyip
kabul etmem için ısrar ettiler. Hal-
Ege Üniversitesi’nde 1960 yılına
kadar kürsüler (bu günkü anabilim
dalları) henüz kurulmamıştı. Diğer
üniversitelerden misafir olarak gelip giden ve yavaş yavaş kadroları
dolduran öğretim üyeleri, dersleri
“Bağımsız dersler” adı altında vermekte idiler. Temel bilimlerle ilgili
birimler yavaş yavaş Bornova’daki
kampüste oluşturulurken, klinikler
de İzmir’deki kamu hastanelerinde
çalışmaya başlıyordu. Fethi Hoca,
asker kökenli olduğu için mikrobi-
yolojiden çok intaniyeyi seviyordu.
Bu nedenle benim ihtisas yapmış
olduğum Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde ayrılan yataklarda, intaniye kliniğini faaliyete geçirdi.
Ben ek görevli uzman olarak Bornova’daki mikrobiyoloji biriminde
çalışıyordum. Öğretim üyesi olmadığım halde yürürlükteki üniversite yasasına uygun olarak ben de
ders vermekle görevlendirildim.
Başta Hemşirelik Yüksek Okulu ve
aynı zamanda tıp öğrencilerine de
teorik ve pratik dersleri veriyordum. Bu sırada fakültede kürsülerin kurulması gündeme geldi. Fethi
Hoca, Ankara Üniversitesi örneğindeki gibi ayrı intaniye ve ayrı
mikrobiyoloji olarak iki kürsü kurulması taraftarı idi. Kendisi de intaniyenin başına geçmeyi arzuluyordu. Konuyu bana açınca ben,
“Neden Gülhane’deki gibi ikisini
bir kürsü olarak kurmak istemiyorsunuz? Bu şekil halen yürürlükteki uzmanlık tüzüğüne de uygun
düşer. Ayrıca etkenler ile hastalık-
buki adaylığını ilan etmiş olan arkadaşımız kendi fakültelerinin
profesörü idi. Ve bir gün sonra da
bu kez fen fakültesinden bir grup
adına aynı ısrarla geldiler. Fakülte
arkadaşlarım da kabulüm için ısrar
ediyorlardı. Ortalık çok gergin idi.
Anarşi ve terör üniversitelere girmiş, her gün bazısı ölümlerle sonuçlanan olaylar oluyordu. Kabul
etmemekte kararlı idim. Ama sonunda görev anlayışım galip geldi
ve adaylığı kabul ettim. 6 Haziran
1977’de, 3 yıllık bir dönem için rektör seçildim. Bu dönemde anarşi ile
adeta boğuştuk. Tanrıya her gece
koronerlerime mukayyet olması
için dua ederdim. Bu süreç içerisinde senatomuzun kararı ile bazı fakültelerin bölünmesi, bazılarının
da yeniden kurulması ile Ege Üni-
versitesi’ndeki fakülte sayısı 17’yi
buldu. Bu büyüme daha sonra İzmir’de, Dokuz Eylül Üniversitesi’nin doğmasını sağladı. Yine bu
dönemde yaptığım işler arasında en
çok öğündüğüm ve beni mutlu eden
olay; bu kez üniversitem için bir
anaokulu ve kreş yaptırmak oldu.
Yönetim görevleri için söyleyeceğim birşey daha var. Yönetim görevinde çalışırken bilimsel çalışmalar
ve öğretim görevini aksatmamak
gerek. Çünkü onlar esas görevlerimizdir. Ben bu hususa çok önem
verdim ve tabiri caizse bir koltukta
iki karpuz taşımaya çalıştım. Hergün mutlaka kürsüme uğrar, en az
iki saat kürsümde çalışır ve hiçbir
dersime de girmemezlik etmezdim.
Bu süreçte kitaplarımı da yazmaya
devam ederdim.
bazı pratikler yaptırmaya çalıştım.
Ayrıca atanmış olan iki asistanı da
hastane laboratuvarına alarak eğitimlerine başladım. Bir yıl sonra
Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nden Doç. Dr. Nahide ALTAN atanınca, Dr. ÇALIK ayrıldı.
Bir yıl kadar sonra da Nahide Hanım belirli bir süre için ayrılınca
bu kez, Ankara Gülhane Askeri
Tıp Akademisi’nden Albay Doçent
Dr. Fethi SERTER önce izinli olarak, sonra da askerlikten ayrılıp
kadroya atanarak göreve başladı.
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
49
ların öğretim ve eğitiminin birlikte
yürütülmesi daha iyi olmaz mı ?”
diye ısrar ettim. Sonunda Fethi
Hoca ikna oldu. Kürsü, Mikrobiyoloji ve İntan Hastalıkları Kürsüsü
olarak kuruldu. İstanbul ve Hacettepe üniversitelerinde o zamanlarda intaniye diye bir klinik yoktu.
Ankara Üniversitesi’nde ise kürsü,
intaniye kürsüsü olarak kurulmuştu. Bu suretle o günkü Türkiye üniversitelerinde Mikrobiyoloji ile İnfeksiyon Hastalıklarının kürsü
olarak birlikte kuruldukları ilk fakülte, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi oldu.
Bu sıralarda ben doçentlik için hazırlıklarıma başlamıştım. Rahmetli
hocamız Prof. Dr. Ekrem Kadri
UNAT’a da danışarak leptospiroz-
ların epidemiyolojisi konusunda
bir doçentlik tezi yapmaya başladım. Eşref Paşa Hastanesi’nde büyütülme planını benim yaptığım
laboratuvar, çalışmalarım için uygun idi. 1963 yılının sonlarında
girdiğim doçentlik sınavında başarılı olarak üniversite doçenti oldum. Hemen açılan kadroya başvurarak 1964 yılı başlarında, 7 yıldan beri çalışmakta olduğum Eşref
Paşa Hastanesi’nden ayrılarak Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve İntan Hastalıkları Kürsüsü’nde eylemli doçent olarak göreve başladım. Fethi Hoca, İzmir’de intaniye kürsüsünde çalışıyor; ancak dersler için Bornova’ya
geliyordu. Mikrobiyolojiyi tamamen bana bırakmıştı. Bana, imzaladığı boş başlıklı kağıtları bırakı-
“İnfeksiyon hastalıkları yüz güldürücü
bir daldır. Bugün hangi dalda, örneğin;
tansiyon hastasına, yüzde yüz seni
iyileştiririm diyebilirsin?
Ancak haplarla yaşarsın diyebilirsin;
ama bizim dalımızda durum öyle değil.
Hasta, sedyede gelir; size teşekkür
ederek gider. Ve hiçbir iz de kalmaz.”
50
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
yor; ben de mikrobiyolojinin kurulması için ne gerekiyorsa satın
alınması için yönetime gönderiyordum. İlk iş olarak rutin laboratuvarı kurdum. Bu konuda da Ankara Tıp Fakültesi’ni hatırlamıyorum; ama ne Hacettepe Tıp Fakültesi’nde ne de İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki mikrobiyolojilerde, kliniklere rutin mikrobiyoloji hizmeti
verilmiyordu. Halbuki asistan yetiştirilen yerde rutinsiz laboratuvar olmaz. Üstelik de öğrenci pratikleri için gerekli materyaller rutinden kolayca sağlanabilmektedir.
Kısa zamanda geçtiğimiz yeni fakat yine muvakkat bir binada, yeterli hizmet veren bir Mikrobiyoloji laboratuvarı kuruldu. Ayrı bakteriyoloji, seroloji, mikoloji ve pratik laboratuvarlarımız vardı.
1968 sonunda profesör oldum. Fethi Hoca, 1972 yılında ani ve ağır
bir kalp infarktüsü sonucunda vefat etti. Yasa gereği o anda kürsüde
tek profesör olduğumdan Mikrobiyoloji ve İntan Hastalıkları Kürsüsü Başkanı oldum. İntaniye kliniğinin günlük çalışmalarını, kürsümüzde yetişmiş olan doçent ve uzman arkadaşlarımıza bıraktım ve
ben yine mikrobiyolojiden kürsüyü
yönetmeye başladım. 1980’de YÖK
uygulamaları ile intaniye bir bilim
dalı olarak İç Hastalıkları Anabilim Dalı’na bağlandı. Mikrobiyoloji de parazitoloji ile birleştirildi.
Kısa bir süre benden kıdemli olan
ve doçentlik jürimde üye olarak
bulunan Parazitoloji Başkanı Prof.
Dr. Şevket YAŞAROL, benim de
tasvibimle mikrobiyoloji anabilim
dalı başkanımız oldu. Az bir süre
sonra parazitoloji de anabilim dalı
olup ayrılınca Mikrobiyoloji ve
Klinik Mikrobiyoloji anabilim dalı
başkanlığına, arkadaşlarımın seçmesi sonucunda yeniden getirildim. Emekli olmadan bir yıl öncesine kadar (1992) bu görevde kaldım. Bilindiği gibi infeksiyon hastalıkları da sonradan bağımsızlığını kazanarak İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabi-
“Bugün yeniden seçme
şansım olsa kesinlikle
yine infeksiyon
hastalıklarını seçer;
aynı yolda yürümeyi
hevesle isterdim.”
lim Dalı oldu. 1 Temmuz 1993’te,
43 yıllık devlet hizmetinden sonra
emekli oldum.
İnfeksiyon Hastalıkları alanını
tercih etmenizdeki faktörler nelerdi?
İnfeksiyon hastalıkları ve klinik
mikrobiyolojide uzman olmayı hiç
düşünmemiştim. Hatta üniversitedeki tüm tahsil hayatımda tek orta
notum mikrobiyolojidendir. O zaman intaniye de yoktu ve biz intaniye okumadan mezun olduk. İnfeksiyon hastalıklarını dahiliye
içerisinde okuduk. Mecburi hizmetin bana burda etkisi oldu. Mecburi hizmete Muş’ta başladım. Çok
zor şartlarda altı ay geçirdikten
sonra mecburi hizmetin bir hastanede daha iyi koşullarda yapılabileceğini düşündüm. Rastlantı sonucu Sağlık Bakanlığı’nın zorunlu
hizmeti olan hekimlerin, bazı dallarda zorunlu hizmetlerini ihtisas
sonuna kadar ertelediğini öğrenince, baktım ki o listenin içerisinde
benim gönlüme en çok o zamanki
adıyla “Bakteriyoloji ve İntan Hastalıkları” yatıyor. Bende o yüzden
bu dalı seçtim; ama ben kendim
için her bakımdan, bırakınız kariyer yapmış olmamı, yapmasaydım
da mikrobiyoloji ve infeksiyon
hastalıklarına çok ısındım, çok
sevdim ve çok bağlandım. Beni
oraya en çok bağlayan şey, özellikle laboratuvarı oldu. Doğanın en
küçük canlıları ile uğraşmak, onları izlemek, onların metabolizmalarını, onların yaptıklarını görmek
ve buna benzer şeyler beni hakikaten çok bağladı. İnsan yaşamını
yönlendiren rastlantılar vardır. Bir
tanesini söyledim; hemşire hanımın bana torpil yapması. Belki
ikincisi de Muş’a atanmam oldu.
Çünkü Muş’taki zorlukları gördükten sonra bir an evvel uzmanlık
yapmayı düşünmüş olmalıyım ki,
bu dalı seçtim. Fakat yönlendiren
bir diğer hususta yine mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıklarını
seçmiş olmam oldu. Çünkü o nedenle hem daha çok sevdiğim bir
ortama düştüm; hem de ondan sonra bu alanda daha çok hizmet etme
ve kariyer yapma olanaklarını buldum.
Bugün yeniden seçme şansınız
olsa yine İnfeksiyon Hastalıklarını
seçer miydiniz?
Bugün yeniden seçme şansım olsa
kesinlikle yine infeksiyon hastalıklarını seçer; aynı yoldan yürümeyi
hevesle isterdim. Ben, mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları uzmanlığının bugün tercih edilemeyecek bir uzmanlık olabileceğini
kabul etmiyorum. Aksine tercih
edilmesi gereken bir uzmanlıktır
bence. Çünkü bu uzmanlık dışında
uzmana, iki seçenek veren bir uzmanlık dalı yoktur. Bu dal, hem la-
boratuvar hem de klinik seçeneğini
veriyor. Eğer kendinizi o alanda iyi
yetiştirirseniz, o laboratuvarı da, o
kliniği de iyi öğrenirseniz o zaman
iki yönünüz oluyor. Bir ikincisi yüz
güldürücü bir daldır. Bugün hangi
dalda, örneğin; tansiyon hastasına,
yüzde yüz seni iyileştiririm diyebilir misin? Ancak haplarla yaşarsın
diyebilirsin; ama bizim dalımızda
durum öyle değil. Hasta, sedyede
gelir; size teşekkür ederek gider. Ve
hiçbir iz de kalmaz. Bu konuda çok
çarpıcı bir örnek vermek istiyorum: İşte ilk o -(00:52:12) şimdiki
adı öyle- çıktığı zaman ağızdan
alınan bir ilaç, tüberkülozu hızla
iyileştiriyor. Esmer bir çingene kadın vardı bizde. Bilirsiniz onlar eğlenceyi çok severler. Kımıldayacak
hali yoktu; yatağa yapışmıştı adeta. Ağır hastalar o şekilde ifade
edilirdi. 15 günlük izoniazid tedavisinden sonra kalktı bize göbek
attı ve çiftetelli oynadı. İşte infeksiyon hastalıklarının böyle yüz
güldüren tarafı da vardır.
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolojinin birlikte eğitim vermesi, bir olması konusundaki fikirleriniz nelerdir?
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
51
20-25 yıl öncesi ile bugünü kıyasladığınızda dünyada ve
ülkemizde infeksiyon hastalıkları sizce nereye gidiyor?
Dün, bugün ve gelecek açısından infeksiyon hastalıklarının
durumu nedir?
İnfeksiyon hastalıkları, eskiden en çok korkulan hastalıklardı. Kolera, veba, çiçek, pnömokok pnömonisi, gonore, sifilizbunların hepsi korkunç hastalıklardı. İkinci Dünya
Harbi’nde Trakya’da konuşlandırılmış olan ordumuzdaki
pek çok gencimiz, pnömoniden öldü. Başlangıçta kendi yaşamımı anlatırken, tüberküloz menenjitli gençlerimizin ölmek için 21 günü saydıklarını yazdım. Özel olarak kurulan
tüberküloz hastanelerine yatmak için yıllarca sıra bekleyip
de sıraları gelmeden ölenler ve sırası gelip de yatanların
yıllarca süren yöntemlerle tedavi edildiklerini biz gördük.
Ondan sonra çok kısa bir süre içerisinde arka arkaya ortaya çıkan antimikrobiklerin uygulamaya geçmesi ile tüm bu
infeksiyonların nasıl ortadan silindiklerini, aşılama kampanyaları ile çiçek hastalığının nasıl eradike edildiğini de biz gördük. Çocuk felcinin de aynı sonuca ulaşmakta olduğunu izliyoruz. Bu uygulamalarla dünyada mikroorganizmaların kökünün kazılacağı yanılgısına kapılanları da gördük. Ama çok kısa sayılan bir süreç içerisinde o kaybolmaya yüz
tutan mikroorganizmaların kendilerine yöneltilen ilaçlara nasıl ve gittikçe artan oranda direnç kazanarak bu kez eskisinden de daha habis olarak karşımıza çıktıklarını da yine biz gördük. Doğa, tüm
canlılara nesillerini sürdürmek için yetenekler vermiştir. Bu yetenekler nükleik asitlerde düzenlenmektedir. Buna ek olarak eskiden bilinmeyen ya da bulunmayan yeni yeni virüsler ve bakteriler de ortaya çıkmaktadır. Evrimin temeli buna dayanır. O halde infeksiyon hastalıklarının yarınının ne olacağı kendiliğinden ortaya çıkar. İnsanlarla mikroplar arasındaki savaşım sürüp gidecektir. İnfeksiyoncuların ve mikrobiyologların görevi o zamana kadar devam edecektir. Ama sonunda galip gelecek olanlar yine mikroplardır. Yaşam bakterilerle başlamıştır. Yine onlarla son bulacaktır.
Ben kesinlikle birlikte olması taraftarıyım. Şöyle açıklayayım: Aslında bir yerde bu büyük bir mutluluk. Etkeni ile hastalığını bir arada
eğitmek kadar normal birşey yok.
Şöyleki, pür mikrobiyoloji anlatan
kimse eğer Salmonella typhi’den
bahsederse, tifodan bahsetmeden
yapamaz. Pür infeksiyon anlatan
bir kişi de tifoyu anlatırken, Salmonella typhi’den bahsetmeden
yapamaz. Yani bu ikisi birbirinden
ayrılmaz bir bütündür bence. Eğitimde de birbirini tamamlar. O kişeye başka bir kişilik, başka bir uzmanlık, başka bir kariyer verir.
Onun için ben ikisinin bir arada
verilmesi taraftarıyım. Öte taraftan bunun bir iyi tarafı daha var.
Özür dilerim sanki bunu karşı bir
görüşmüş gibi kabul etmenizi iste-
52
miyorum; ama ben hekimim ve hekim tarafımı düşünerek konuşmak
zorundayım. Bir yerde de bugün
mikrobiyolojiye daha çok hekim
olmayanların tasallutu var. Veterinerleri kabul ederim, onlar da hekimdir bugün sırf yarın öbürgün
bir hekim gibi dışarıda laboratuvar açıp para kazanmak düşüncesiyle hekim olmayan kimseler,
mikrobiyoloji ihtisası yapmayı düşünür. Bu bakımdan mikrobiyologların da dikkatli olması gerekiyor.
En azından klinik mikrobiyolojiyi
iyi öğrenmeliler. Fakat bir intaniyecinin, bir infeksiyoncunun aynı
zamanda mutlaka mikrobiyolog olması lazım. Benim düşüncem bu,
biz öyleydik. Daha önce de ifade
ettiğim gibi Türkiye’de bunun ilk
kürsüsünü, Ege Üniversitesi’nde
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
kuran, rahmetli Prof. Dr. Fethi
Serter’le birlikte biziz. Bugünkü
anabilim dalı olan ilk kürsüyü
Mikrobiyoloji ve İntan Hastalıkları
Kürsüsü olarak kurduk. Asistan,
dört yıllık ihtisas süresinin iki yılını mikrobiyolojide, iki yılını da intaniyede geçirirdi. Yani ihtisas, sadece intaniyede bulunup ve sadece
ihtiyaç duyduğu laboratuvarları
yapmak şeklinde değildi. Laboratuvar bilgisi de öğrenir, ondan sonra da uzman olurdu. Bence ikisinin
bir arada olmasında yarar var. İsmi
zaten konmuş, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji. Niçin ayıracaksın ki bunu? İnsanlar
ne isterse o olur. Ben infeksiyonla
başladım. Zonguldak’da 11 infeksiyon, 30 tane de tüberküloz yatağım vardı. Ben bir klinisyendim.
Kendim orda özel muayenehane
açmıştım ve kendi tahlillerimi de
orda yapardım; ama başkasının
tahlillerini yapmazdım. Antibiyogramlarımı da oraya götürdüğüm
için antibiyogramlarımı da yapardım. Fakat ondan sonra rastlantırlar mı dersiniz yoksa başka birşey
mi bilmem ama şartlar beni mikrobiyolojiye sevk etti.
Editörlüğünü yapmış olduğunuz
kitaplar var? Hangileri bunlar, kısaca bahsedebilir misiniz?
Kendi yazdığım beş tane kitabım
var. Bunlar, Ege Üniversitesi’nin 50
yılını anlatan kitap, 3 tane editörlüğünü yaptığım kitap ve birde öykü. Kendi yaşam öyküm.
İlk kitabım, 1965 yılında Klinik
Mikrobiyoloji Pratiği adı ile yayımlandı. Yıllardan beri bir yandan öğrenci pratiklerini yürütmüş,
diğer yandan da hastanelerde yoğun rutin çalışmalar yapmıştım.
Bu deneyimlerimden yararlanarak
öğrencilerden ziyade, laboratuvarda yetişen ve çalışan tıp mensupları için yazılan bu kitap, kısa zamanda tükendi. Uzun yıllar fotokopileri piyasada dolaştı; ama yoğun çalışmalarım ve araya diğer
kitaplarımın girmesi nedeniyle onu
kısa zamanda yenileyemedim. Fethi Hoca beni tebrik ederken “Bizim asıl ders kitapları yazmamız
gerek” deyince ben de kendisine
onun anlattığı dersleri kendisinin,
benim anlattığım dersleri de benim
yazmam suretiyle bunu başarabileceğimizi söyledim. Derhal kabul
etti ve hemen işe başladık. Bu uygulama ile Klinik MikrobiyolojiGenel Bakteriyoloji kitabının genel konularını ben, immünoloji konularını o kaleme alarak bu kitabı
1967 yılında yine konuları yarı yarıya paylaşarak Klinik Mikrobiyoloji - Özel Bakteriyoloji kitabımızı
da 1968 yılında yayımladık. Ben bu
kitapların ikinci ve üçüncü baskılarını Prof. Dr. Fethi SERTER ve-
fat ettikten sonra da sürdürdüm.
Ancak özellikle immünoloji ve diğer konularda ortaya çıkan önemli
ve çok sayıdaki değişiklikler, bu
kitapların yeniden yazılmasını gerektirdi. Bu kez ben yeni baştan
Temel Mikrobiyoloji ve Bağışıklık
bilimi ve arkasından Klinik Mikrobiyoloji-Özel Bakteriyoloji ve Bakteri Enfeksiyonları ve 10 yıllık bir
çalışmadan sonra ilk yazdığım
pratik kitabımın karşılığı sayılan
Klinik Mikrobiyolojik Tanı kitaplarımı yayımladım. Emekli olduktan sonra da güncelleştirmeye çalıştığım bu kitaplarımdan birincisi, yani Temel Mikrobiyoloji ve Bağışıklık bilimi onbirinci, ikincisi
Klinik Mikrobiyoloji-Özel Bakteriyoloji ve Bakteri Enfeksiyonları
kitabı onuncu ve üçüncüsü Klinik
Mikrobiyolojik Tanı kitabı da
üçüncü baskılarıyla halen yürürlüktedir. Bu arada sınavlarda öğrencilere yardımcı olur düşüncesi
ile Temel Mikrobiyoloji Soru ve
“İki yıl önce bu kitaplarımın yenileme çalışmalarını
bıraktım; artık görevimi tamamladığıma
inanıyorum. Son iki yıla kadar prensip olarak
kitaplarımı şöyle yenilerdim: Kitap basılır
basılmaz bir tanesini, elimin altında tuttuğum
kitap olarak alırdım. Literatürü takip eder ve
her çıkan yeniliği sayfaya ya bir cümle ile
ilave eder ya da bir kağıda yazıp sayfaya
iğneleyerek onu canlı tutardım. Kitap bitip de
yenisi basıldımı eski bilgiler çıkar yeni bilgiler
girer ve o kitap yenilenirdi. Ve ben buna
“yaşayan kitap” derdim. Bu işi iki yıl evvel
bıraktım. Çünkü hakikaten gençlere yol
verme zamanı geldi. Artık kitaplarımı
yenilemeyeceğim.”
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
53
Yanıtları ile Klinik Mikrobiyoloji
Soru ve Yanıtları kitaplarımı da
yayımlattım.
Bugün genç meslektaşlarım tarafından bu alanlarda yazılmış ve
yazılmakta olan güzel kitapların,
bilim alanımızı doldurduklarını
sevinerek ve iftihar ile görerek
mutlu oluyorum. Ben, iki yıl önce
bu kitaplarımın yenileme çalışmalarını bıraktım; artık görevimi tamamladığıma inanıyorum. Son iki
yıla kadar prensip olarak kitaplarımı şöyle yenilerdim: Kitap basılır
basılmaz bir tanesini, elimin altında tuttuğum kitap olarak alırdım.
Literatürü takip eder ve her çıkan
yeniliği sayfaya ya bir cümle ile
ilave eder ya da bir kağıda yazıp
sayfaya iğneleyerek onu canlı tutardım. Kitap bitip de yenisi basıldımı eski bilgiler çıkar yeni bilgiler
girer ve o kitap yenilenirdi. Ve ben
buna yaşayan kitap derdim. Bu işi
iki yıl evvel bıraktım. Çünkü hakikaten gençlere yol verme zamanı
geldi. Artık kitaplarımı yenilemeyeceğim.
Yazmaya çok önem veriyorsunuz. Kaç yıldır yaşıyor bu kitaplar?
En azından 35-40 yıldır yaşıyor.
Aslında kitap yazarken dikkat
edilmesi gereken şey şu: Sanki bir
kişiye bir ders anlatırmış gibi yazmalıyız. Kitabı yazarken birtakım
ağdalı, birtakım anlaşılması zor
yerlere sapmadan, evvela herşeyi
herkesin anlayacağı bir şekilde ifade etmeliyiz. Bunu yaparken de kitabı yaşayan kitap olarak tutmaya
özen göstermeliyiz. Bilim, eskiden
beş yılda bir değişirken, şimdi her
yıl değişiyor. Eğer siz bilimi takip
etmezseniz bir yıl sonra sizin yazdığınız bakterinin adı değişir. Eğer
siz bunu takip etmezseniz o kitap
ölür ve kimse onu okumaz. “Bu kitap ölmüş” derler. Bilimi takip etmeli ve anlatma konusunda anlatır
gibi yazmalısınız. Kitabımı okuyanlara da öğrencim diyeceğim.
“Kitap yazarken dikkat edilmesi gereken
şey şu: Sanki bir kişiye bir ders
anlatırmış gibi yazmalıyız. Kitabı
yazarken birtakım ağdalı, birtakım
anlaşılması zor yerlere sapmadan, evvela
herşeyi herkesin anlayacağı bir şekilde
ifade etmeliyiz. Bunu yaparken de kitabı
yaşayan kitap olarak tutmaya özen
göstermeliyiz. Bilim, eskiden beş yılda bir
değişirken, şimdi her yıl değişiyor.
Eğer siz bilimi takip etmezseniz bir yıl
sonra sizin yazdığınız bakterinin adı değişir.
Eğer siz bunu takip etmezseniz o kitap ölür
ve kimse onu okumaz.”
54
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
Onlar, “Hocam sizin kitabınızı
okuyunca çok iyi anlıyoruz” diyorlar. Demek ki benim başarım oradaymış. Ben öyle tahmin ediyorum.
Emekli olduktan sonra “ÖYKÜM”
adı altında anılarımı topladığım
kitabımı bastırıp akraba, dost ve
arkadaşlarıma dağıttım. Son olarak Ege Üniversitesi’nin bugünkü
rektörü Sayın Ülkü BAYINDIR’ın
(kendisi öğrencimdir) ricasıyla fen
fakültesinden emekli arkadaşım
Prof. Dr. İsmet ERTAŞ ile birlikte
yazımı iki yıl süren ve üniversitemizin 50. kuruluş yılına yetiştirdiğimiz 1400 sayfalık “Kuruluşundan Günümüze EGE ÜNİVERSİTESİ” adıyla üniversitemizin 50
yıllık tarihi ve gelişmesi konusundaki kitabımız yayımlandı.
Konu kitap yazmak olunca buraya
ilave etmek istediğim bir şey var.
Kitap yazarken, hatta konularımızı anlatırken olabildiğince Türkçe
sözcükleri kullanmaya çalışmalıyız. Hatta yabancı sözcükler şeklinde kalıplaşmış olan deyimlere
uyan eş anlamlı Türkçe sözcük
yoksa böyle bir sözcüğü bulmaya,
hatta kendimiz türetmeye çalışmalıyız. Türkçemiz, başka dillere göre
inanılamayacak kadar doğurgan.
Türkçe, kolayca sözcük türetilen
ve bilimsel konuları rahatça ifade
edilebilecek kapasitesi olan bir dildir. Eskiden çeşitli kongrelerde, infeksiyon hastalıkları ve mikrobiyolojide dil sorunu ve kullanılan
sözcükler konusu dile getirilmiş,
bu tartışmalara ben de katılmıştım. Merhum hocamız Prof. Dr. Ekrem Kadri UNAT’ın bu konuda
yaptığı çok güzel bir çalışması ve
yayını vardı. Özet olarak savunduğu fikir: Dalımızdaki bilimsel sözcüklerin Türkçe karşılığını bulmaya çalışmak, bu konuda aşırıya gitmemek ve eğer mutlaka yabancı
sözcük kullanılacaksa onu Türkçeye uyarlamak. Ben de buna tamamen katılıyorum. Bugün artık hal-
kın diline de yerleşmiş ve doğru
olarak kullanılan örneğin “mikrop” sözcüğünün Türkçesini aramak yersiz ve fuzulidir. Eskiden
yapılmış bu tür denemeler başarısız olmuş ve tutmamıştır. Bugün
“infeksiyon” için örneğin “bulaş”
sözcüğü ileri atılmış; fakat tutmamıştır. “Enfeksiyon” ama o da değiştirilmiş daha çok “İnfeksiyon”
şeklinde kullanılmaya devam edilmektedir. Şimdi bakınız; İnfeksiyon Dünyası dergisinin üçüncü sayısının dokuzuncu sayfasında “Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik
Mikrobiyoloji Uzmanlık Derneği
(EKMUD) kuruldu” diye mutlu bir
haber var. Neden burada “İnfeksiyon demiyor?” Çünkü sözcüğün
resmi adı “Enfeksiyon” da ondan.
Sağlık Bakanlığı’nın da kabul ettiği odur. Ve ilk giren bu sözcüğün
kaynağı da Fransızcadır. Hepsi de
“infection” olarak yazılır; ama İngilizler onu “infekşın” olarak,
Fransızlar “enfeksion”, Alman ise
“infektsion” olarak okur. İçlerinde
Türkçe’ye en uygunu enfeksiyon
olduğu için ve Fransız telaffuzu
öyle olduğundan dolayı Türkçe’ye
enfeksiyon olarak girmiş. Ama ondan sonra ne olmuş diye merak ettiğim için onun kaynağını araştırdım. Kaynağı İstanbul bunun.
Çünkü orda Alman hocaları Hugo
Braun başladı, orda ders veriyordu. O “infektsion” diye söyledikçe
enfeksiyon, infeksiyon olarak yerleşti. Ve en çok onu yerleştirmeye
çaba sarfeden de rahmetli Prof. Dr.
Ekrem Kadri Unat Hoca’dır. Hatta
bunu tartıştık kendisi ile. “Öyle
yerleşti kaldı” dedi. Bende, bunun
enfeksiyon olarak geçmesinin nedenin sözcüğün resmi adının enfeksiyon olmasından ileri geldiğini
söyledim. Yine derginin İnfeksiyon
Dünyası dergisinin aynı sayısının
onikinci sayfasında Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları
(KLİMİK) Derneği’nin kongresinden bahsediyor. Şimdi bunlardan
hangisi doğru? Enfeksiyon mu? İnfeksiyon mu? Ben kitaplarımı yazarken bir sözcüğün yazılışı hususunda tereddüt edersem Türk Dil
Kurumu’nun Yazım Kılavuzu’na
bakarım. Türkçemizin özellikle bilim dili olarak yazılışında ve söylenişinde birlik sağlanması gerek.
Bunun için seçilecek rehber, her ne
kadar kuruluş yapısından saptırılmışsa da, Türk Dil Kurumu’dur.
Orada enfeksiyon yazar, enjeksiyon yazar (injeksiyon değil). Son
zamanlarda bazı meslektaşlarımız
virüs değil virus, lenfosit değil limfosit, hatta menenjit değil meninjit
v.s demeye başladılar. Burada infeksiyon için söylemek istediğim
şey şudur: Madem ki çoğunluk bugün yanlış da olsa infeksiyon diyor;
o zaman dernekler birleşsin, “Biz
bunu kabul ettik, hepimiz infeksiyon diyeceğiz” desin; ama bu konuda tüm üniversiteler ve bakanlıklar ile mutabık kalınarak bu
sözcük resmileşsin. Bursa Tıp Fakültesi’nde Klinik Mikrobiyoloji ve
Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim
Dalı, diğer tıp fakültelerinde infeksiyon hastalıkları anabilim dalı
denilmesin. Türk Dil Kurumu’nun
yazım kılavuzuna göre programlanmış olan bilgisayarım da yanlış
diye infeksiyon sözcüğünün altını
kırmızı ile çizmesin. Yani bir standart getirilsin. Bir de yazı dilinde
artık Türkiyemizde de yerleşmiş
olan aşırı derecede kısaltmaların
kullanılmasına karşıyım. Bir makalede yalnız bir kez geçecek olan
bir sözcüğün yanına bir parantez
açıp, hemen büyük harflerle kısaltmasını yazmak saçmadır. Hele o
kısaltma çoğunluk tarafından kabul görmüş ve bilinen bir kısaltma
değil de yazar tarafından uydurulan bir kısaltma ise büsbütün saçmadır. Ancak genel kabul görmüş
ve metinde sık geçecek olan sözcükler için kısaltmalar kullanılmalıdır.
İnfeksiyoncuların vizyonu sizce
ne olmalıdır? Bu alanda çalışan
meslektaşlarımız için gelecek vizyonunu nasıl tanımlamak gerekir?
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
55
Her şeyden önce mesleklerini sevmelidirler. İnsan kendisini herşeye
hakim sanır; ama bu öğünme içerisinde dünyanın en küçük yaratığına, bir bakteriye hatta bir virüse
mağlup olur. Bunun için her şeyden
önce o küçük yaratıkları çok iyi
bilmek ve tanımak gerek. Yalnız
kliniğe bağlanmış bir infeksiyoncu
düşünülemez bile. Sanırım bunun
en iyi uygulamasını rahmetli Prof.
Dr. Fethi SERTER ile biz yaptık.
Mikrobiyoloji ve İntan Hastalıkları
kürsüsünü kurduk. Esasen Sağlık
Bakanlığı da eskiden beri bu uzmanlığı daha cazip hale getirmek
için uzmanlık dalını daha o zamanlarda, Bakteriyoloji ve İntan
Hastalıkları olarak kabul etmişti.
Bence uzmanlık eğitiminde İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji uzmanlığı yapacak olan
kimseler, uzmanlık süresinin yarısını klinikte, yarısını da laboratuvarda geçirmelidirler. Aslında bizim dalımız iyi bir daldır. Hangi
uzmanlık dalında mesleğin özel
olarak uygulanmasında o uzmana
isterse muayenehane, isterse laboratuvar ya da en azından kendi
hastalarının incelemelerini de yapmak amacı ile her ikisini bir aradaaçıp çalışmak olanağını verir? Burada dikkat edilecek husus, uzmanlığımızı başka uzmanlık dalla-
rının tasallutundan korumaktır.
İnfeksiyon hastalıklarının büyük
bir çoğunluğu tam şifa ile sonuçlanan hastalıklar olduğundan, diğer
uzmanlar da onları tedavi etmek
isterler. Onlar da hekim olduklarından bunu önleyecek yasal hiçbir
engel yoktur. Buna karşı infeksiyoncunun sabırlı ve kendi alanında
çok bilgili olması gerekir. Tanı
yöntemlerini, antimikrobiklerin
etki mekanizmalarını ve doz ayarlamalarını ve kombinasyonlarını
iyi bilen bir infeksiyoncunun zamanla sağlayacağı bazı başarılar
onu kısa zamanda diğerlerinden
üstün kılar. Aslında burada infeksiyoncular dışında Klinik Mikrobiyoloji ve Mikrobiyoloji uzmanlığı
yapanlar için de söylenecek şeyler
var. Onların uzmanlık dalı ayrıca
hekimler dışındaki bilim alanlarında yetişenlerin tasallutundadır.
Ama eğer bu dalı seçen uzmanlar
yeterli klinik bilgi almışlarsa laboratuvar incelemeleri ile elde edilen
sonuçları için ayrıntılı ve yol gösterici raporlar uygulayarak onlardan üstünlük elde edebilirler.
Hobileriniz nelerdir? Boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz?
En önemli hobim “çalışmaktır” diyebilirim. Deyimi uygun ise ben bir
işkolikim. Boş duramam. Mutlaka
“Mutluluk ve fırsatlar
insanların etrafında dolaşır.
Yeterki siz onları görebilesiniz
ve onlardan yararlanmasını
bilesiniz. Eğer bilirseniz o
fırsatlar sizi bir yere götürür.
Ben bunu yapabildim.”
www.bilimseltipyayinevi.com
yapacak bir şey bulurum. Zamana
saygım sonsuzdur. Onu iyi değerlendirmeyi severim. Sabah erken
kalkarım. 2-3 gazete okurum. Klasik müzik dinlemeyi çok severim.
190 adet klasik müzik CD’sine sahibim. CD’lerden önce kullandığım
ve hala zaman zaman yararlandığım 250 adet uzun çalar klasiğim
var. El becerim çok iyidir. Elektrik,
su tesisatı, basit marangozluklar
ve evde ya da yazlıkta ortaya çıkabilecek her türlü tamiratlar için
usta çağırmam. Bol kitap okurum
ve yazarım. Evren, doğa bilimleri,
evrim konularına ilgi duyarım. Bu
konularda yıllardan beri biriktirmiş olduğum kitap ve yayınları düzenleyerek onları bir kitap haline
getirmeyi tasarlıyorum Bittiği zaman bastırabilir miyim bilmiyorum ama onu kendim için bile olsa
tamamlamayı umuyorum. O kitap
aşağı yukarı tamamlandı aslında.
Türkçede bu konuda yazılmış 32
tane kitap var. Kitabın adı “Evren,
Evrim, Bilim ve Din” Evren, bildiğimiz büyük patlamadan bu yana
olan evren. Evrim, malum Darwin’le ortaya çıkmış. Benim görüşüme göre artık evrim kanıtlanmış
ve bir teori olmaktan çıkmıştır.
Şimdi buna bilim ne diyor? Evrene
ne diyorsa onu diyor. Ama birde
din ne diyor? Ben bu konuda pek
çok şey okudum; başta Kur’an-ı
Kerim olmak üzere Tevrat, İncil,
diğer Hint felsefeleri... Bunların
hepsini topladım. Ve inşallah güzel
birşey çıkacağını sanıyorum.
Karakterinizin önemli özellikleri nelerdir? Bu anlamda kendinizi
nasıl tanımlarsınız?
Ben kendime şöyle diyorum: Ben
zamanın esiriyim. Çünkü zamana
çok önem veririm. Zamanımın kaybından büyük üzüntü duyarım. Karakter icabı çocukluğumdan beri
sabah erken kalkar, akşam nispeten
erken yatarım. Emekliyim; ama
bugün sabah yine saat altıda kalktım. Akşamda genelde onbirde ya-
tarım. Çok aceleci bir insanım. Çok
hızlı karar veririm ve çok hızlı uygularım. Haksızlığa hiç tahammülüm yoktur. Ne olursa olsun karşı
çıkarım. Hiçkimsenin hakkını yememeye çalışırım. Hep o şekilde
yürüttüm bütün hayatımı. Bir de
ben toplumun malı sayılabilecek
değerlere karşı çok pintiyimdir.
Ben kağıt pintisiyim. Benim bütün
bu kitaplarım bir yüzü yazılmış
kağıtların arka yüzüne yazılmıştır.
Mesela benim bu kitaplarım yazılır, matbaada basılır ve düzeltme
için bana kağıt verirler. Ondan
sonra onlar onu atar, ben alırım.
Benim içerde bu şekilde çok kağıdım var. Herşeyi onların arkasına
yazarım. Bu büyük üniversite kitabı da öyle kağıtların arkasına yazılmıştır. Çok katı çevreciyimdir
aynı zamanda. Sigara kullanmam.
İçkiyi zaman zaman alırım. Sigaraya alışmadım. İyiki de alışmamışım diyorum. Çünkü Muş gibi bir
yerde sigara içmemek zor birşeydir. O zaman bir tane de arkadaşım
vardı. İki Hükümet Tabibi idik; o
çok sigara içer ve gelene gidene sigara ikram ederdi. Herkes içerdi.
Bende ayıp olmasın diye bazen bir
paket alıyordum ikram etmek için.
Tek tük içmeye başladım; fakat iyi
bir tesadüf o esnada ağır bir boğaz
infeksiyonu geçirdim. O sigaranın
tahrişi de etkileyince sigaradan
nefret ettim. Ve şimdi çok şükür ki
öyle olmuş diyorum. Çünkü daha
alışmadan vazgeçtim ve bir daha
sigara kullanmadım.
Çok dinç gözüküyorsunuz hocam. Bunu neye borçlusunuz?
Bunu şöyle özetleyeyim: İyi bir evlilik hayatım var. Çok anlayışlı bir
eşim var. Bahsettiğim yönetim görevlerim esnasındaki sıkıntılara
hiç sesini çıkarmadan katlanmıştır.
Geceleri geç vakitlerde gelmişimdir. Zaman oldu evlerimizde nöbet
bekleyen bekçilerimizde oldu. Ben
onları, git mahalleyi bekle, beni
bekleme diye defederdim. İyi bir
yaşam düzenimiz var. Düzenli yer,
“İnfeksiyon hastalıkları uzmanları her şeyden
önce mesleklerini sevmelidirler.
İnsan kendisini herşeye hakim sanır;
ama bu öğünme içerisinde dünyanın
en küçük yaratığına, bir bakteriye hatta bir
virüse mağlup olur. Bunun için her şeyden
önce o küçük yaratıkları çok iyi bilmek ve
tanımak gerek. Yalnız kliniğe bağlanmış bir
infeksiyoncu düşünülemez bile. Bence
uzmanlık eğitiminde infeksiyon hastalıkları
ve klinik mikrobiyoloji uzmanlığı yapacak
kimseler, uzmanlık süresinin yarısını
klinikte yarısını da laboratuvarda
geçirmelidir.”
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
57
“Ben çocukluğumu yaşadım, gençliğimi
yaşadım, olgunluğumu yaşadım;
şimdi de emekliliği yaşamak benim hakkım.
Ben emekliliği bu gözle görüyorum.
Emekliliği, yaşanması gereken bir süreç
olarak kabul ediyorum.”
içer, yatar kalkarız, gezeriz. Herşeyimiz bir düzen içerisindedir. Biz
söylediğim gibi Girit kökenliyiz.
Girit kökenli olunca biz zaten otomatikmen sebze, ot, zeytinyağı vs.
ile besleniriz. Fakat sağlık olarak
tek rahatsızlığım orta derecede hipertansiyondur. Hafif bir de lipidemidir. Onları da ilaçlarla idare ediyoruz. Ama hareketliyimdir. Gezerim. Doğa içerisinde gezmeyi çok
severim. Hergün oda içerisinde kısa da olsa kültür-fizik hareketleri
yaparım. Özellikle dikkat ettiğim
şey, eklemlerimin kireçlenmemesi.
Sahil yolumuz yürüyüşe çok müsait olduğu için de genelde yürüyüş
yaparım.
Baktığımız zaman dünün ve bugünün avantajları ve dezavantajları var. Dünü ve bugünü bu açıdan
nasıl değerlendiriyorsunuz?
58
Dünün avantajları şurda: Bizim dalımız geçmişte ender bulunan dallardan birisiydi. Ege Üniversitesi’nde tıp fakültesi kurulurken bizim branşta ders verecek öğretim
üyesi yoktu. O kadar bakir bir daldı. Ve o zaman uzman olarak bizden rica ettiler ve biz yaptık. İzmir’e mikrobiyolog bulamadılar.
Önce ben başvurdum; fakat bana
sen uygun değilsin dediler. Sonra
da “Aman gel” dediler. O avantajlar o zaman vardı. Tabi o zaman hekim de azdı; bizim dalımızda da azdı. O zaman meslek daha cazip olması gerekirdi ama... Bence bugün
o cazibesini kaybetmemiştir. Çünkü
eskiden hakikaten bizim dalımızı
isteyen pek yoktu. Zaten o yüzden
bakanlık bizim mecburi hizmetimizi erteledi. “Mikrobiyolog olun da
sonra mecburi hizmetinizi yapın”
dedi. O avantajları vardı tabii ki.
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
Dünün dezavantajlarını meslek
içerisinde düşünecek olursak; tüm
tıp için hatta tüm bilim için düşünülecek olan şeylerdir. Dün teknoloji, dün bilimsel araştırma ve çalışmalar bu kadar parlak değildi. O
günden bugüne kadar büyük bir
patlama ile bu iş gelişmiştir. Mesela daha öncede söylediğim gibi bizim yetişmemiz esnasından mikrobiyoloji ve biyokimya beraber yürütülürdü. Ben biyokimya tahlilerini yapmak için Zonguldak’a gittiğim zaman, “Bana spektrometre
alın” dedim; ama para yoktu. Düşünün en basit bir aleti alacak para yoktu. Ben de eski tarihlerde
kütüphanede kalmış kitaplardan
araştırdım, baktım. Bir tane bakır
sülfat yöntemi ile kanda şeker tayini yöntemi buldum. O yöntemi
orda uyguladım ve çok da güzel
çalıştı. Dezavantajlar bunlar. Yani
elde alet-edevat yoktu. Ama bugün öyle mi? Ben samimi olarak
söylüyorum bilgisayarın mikrobiyolojiye gireceğine inanmıyordum.
Diyordum ki; “nasıl olur da bir
canlı organizmanın karakterlerini
arar ve sonunda budur” der. Ama
ben emekli olmadan bunu da gördüm. Eskiden biz kasaptan et alırdık. Kıyma yaptırırdık. Yağlarını
ayırırdık. Ondan buyyon yapar,
bakteri üretirdik. Şimdi herşey elinizin altında. İşte avantajı, işte dezavantajı.
Bugünün dezavantajını kazanç bakımından düşünecek olursak; hekim yoğunluğu. Onun dışında pek
birşey yok. Hekim yoğunluğu nedeniyle lokma bölünüyor. Açıkçası
bunun dışında başka bir dezavantajı yok.
Gelecekle ilgili gerçekleştirmeyi
arzu ettiğiniz bir hayaliniz, bir
planınız var mı?
Yok aslında. Çünkü biz hayallerimizi, planlarımızı bir yere kadar
getirdik. Ama üzerinde çalıştığım
kitabın çıkmasını isterim. Onun
dışında sadece memleketin müreffeh olmasını ve -tabii büyük bir ih-
timalle göremeyeceğiz ama- eğer
uygun şartlarda olursa Avrupa Birliği’ne alınmasını isterim.
Emeklilik günleriniz nasıl geçiyor? Ege Üniversitesi’ni ve öğretim
üyeliğini özlüyor musunuz?
Hayır özlemiyorum. Açık söylüyorum; ben, emekliliği yaşanması gereken bir süreç olarak kabul ediyorum. Biliyorsunuz bizim üniversitelerimizde emeklilik yaşı 67’dir;
ancak yeni kurulan fakültelerde
emeklilik yaşı 71 oldu. Ben 67 yaşında emekli oldum. Hiç unutmuyorum; Çeşme’deki yazlığıma Celal
Bayar Üniversitesi rektör yardımcısı geldi. Bana “Hocam senin daha
71’e kadar dört senen var; bizde,
mikrobiyolojideki arkadaşlara yol
göster” dedi. Ben “Hayır olmaz”
dedim. “Ben çocukluğumu yaşadım, gençliğimi yaşadım, olgunluğumu yaşadım, şimdi de emekliliği
yaşamak benim hakkımdır” dedim. Ve ben emekliliği de bu gözle
görüyorum. Emekliliği yaşanması
gereken bir süreç olarak kabul ediyorum.
Bugün geriye doğru baktığınızda hayatınızda “keşke ...” dediğiniz bir kararınız var mı?
Yok diyebilirim. Şöyle söyleyeyim:
Bakınız hayat hikayemi de anlattım. Hemen hemen hiçbirşeyin peşinden koşmadım. Ama fırsatları
iyi değerlendirmesini bildim. Ve
şuna inanıyorum: Fırsatlar insanın
etrafında dolaşır. Mutluluk da öyledir. Mutluluk ve fırsatlar insanların etrafında dolaşır. Yeterki siz
onları görebilesiniz ve onlardan
yararlanmasını bilesiniz. Eğer bilirseniz o fırsatlar sizi bir yere götürür. Ben bunu yapabildim.
Bu röportaj serimizin standart
bir sorusu olacak. Bir gazete bu soruyu çok farklı özellikleri olan ünlülere sorarak her gün birisinin cevabını yayımladı? Sorunun cevabının bir cümle olması ve veciz olması gerekiyor? Soru şu: “Bu hayattan ne öğrendiniz?” Mesela birisi
“bu hayattan öğrenmenin sonu olmadığını öğrendim’’ demiş. Aynı
soruyu size sorsak bize veciz bir
söz olarak ne söylebilirsiniz? Bu
hayattan ne öğrendiniz?
Benim bu konuda yanıtım hazır.
İki tane ilkem var ve hep onları
tekrarlarım. Bunlardan bir tanesi
-bunu emekliliğim için yapılan törende arkadaşlarıma da söyledim“Öğrenmek mezarda biter.” Bu birincisi. İkincisi de “Çalışmak yaşamaktır.” Ben, Allah kafama zindelik verdiği sürece öğrenmeye devam edeceğim. Ama bu mikrobiyoloji değil; herşey. Fakat öteki taraftan da “çalışmak yaşamaktır” diyorum; çünkü ben çalışmayan bir
insanı ölü sayarım. Yeterki o yetenek ve o çalışabilecek güç her zaman var olsun.
Günlük yaşamınızda “şunları
asla yapmam, yapmamaya özen
gösteririm”, “şunları hep yaparım,
yapmaya özen gösteririm” diyebileceğiniz hususlar var mıdır?
Herşeye yeteri kadar değer vermek
suretiyle yaşamaya çalışırım. Asla
yapmamam gereken şeyler herkesin yapmaması gereken şeylerdir.
Ekrem Kadri Unat Hoca ile ilişkileriniz nasıldı? Emekli hocaların
ilişkileri nasıl olmalı?
Burada iyi bir noktaya dokundunuz. Röportajın başlarındaki benim serzenişime geliyor o konu.
Emekliler terkediliyor. Şimdi bakınız; Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti
başta olmak üzere derneklere üyeyiz. Kongrelere davet ediliyoruz,
gidiyoruz. Şimdi burdaki plaketlerden birisi, mikrobiyolojiye kitap
yazmak suretiyle yapılan katkıdan
dolayı verilmiştir. Verilen ödülün
şartı, kitabın en az iki baskı yapması idi. Bizimkiler on yaptı, onbir
yaptı. Fakat bu aralarda beni üzen
noktalardan birisi şu: Kongreler
yapıyorlar ve kongrelere de bir
onursal başkan çağırıyorlar. Şimdi
bakıyorumda; omuzlarına doçentlik cüppesi tuttuğum kişiler, onursal başkan oluyor. Kimsenin aklına, “Birde Hakkı Bilgehan vardı;
O’nu da bir kongreye onursal başkan yapalım mı?” demek gelmiyor.
Bence bütün emeklilerin sorunları
bu. Aranmamak. Emeklilerin bir-
“İki tane ilkem var ve hep onları tekrarlarım.
Birincisi “Öğrenmek mezarda biter”,
ikincisi de “Çalışmak yaşamaktır.” Ben,
Allah kafama zindelik verdiği sürece
öğrenmeye devam edeceğim. Çünkü ben
çalışmayan bir insanı ölü sayarım.
Yeterki o yetenek ve o
çalışabilecek güç
her zaman var olsun.”
www.bilimseltipyayinevi.com
birleriyle olan ilişkileri de kesiliyor. Zaten kesilmesine sebep de bir
yerde ortam oluyor. Biz de daha sıcak bir muhit bulsak; biz de kongrelere katılırdık. Bulamayınca da
katılmıyoruz, gitmiyoruz.
Ekrem Hoca ile kongreden kongreye konuşurduk ve hukukumuz
iyiydi. Ben kendisini sever ve çok
takdir ederdim. O da çok işkolik
bir insandı.
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji eğitimi alan genç
meslektaşlarımıza, asistanlara önerileriniz nelerdir?
Önce mesleklerini sevsinler. Sevmedikleri bir işi yapmasınlar. Bu mesleğin hakkını versinler. Her konu ile
ilgilensinler. Nerede ne görülebilecekse gitsinler orada onu görsünler.
Bakınız İstanbul’da 1970’ lerde kolera ortaya çıktı. Ekrem Kadri
60
Unat Hoca ona o zaman “parakolera” dedi. Dünya ayağa kalktı. Gazeteler yazdı. Bulgaristan ve Yunanistan hududunu kapattı. Ortalık
bayağı karıştı. Ben o tarihe kadar
kolera görmemiştim. Nerden göreceksiniz ki... Ve İstanbul’a, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne gittim. Şimdiki meslektaşlarımın da bunları
yapmasını istiyorum. Suat Vural, o
zaman ordaydı. Dedim ki; “Suat,
bana kolera göster.” Suat bana;
vibrioyu, aglütinasyonunu, titrasyonunu ve kültürde üremesini gösterdi. Bir miktar kolera suşu aldım
ve İzmir’e geldim. İzmir’de hastanelerde ne kadar mikrobiyolog
varsa hepsini çağırdım. Onlara kolerayı anlattım. Kurs yaptım yani.
Hepsine öğrettim. Bir sene sonra
İzmir’e kolera geldi. Geldiği zamanda sağlık müdürü ilk beni aradı. Daha doğrusu ilk vakayı biz
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
teşhis ettik. İlk beni aradı. “Ne yapacağız” dedi. Tabii hemen yardımcı olduk. Öncelikle su hijyenine
dikkat etmek lazım dedik. Kolerayı da hastanede... Bence aşı yapmamak lazım dedim. Ama o zaman
yaptılar. Yaptılar da işte hepatit
B’yi yaygınlaştırdılar. Çünkü aynı
iğneyi bir hastadan diğer hastaya
sokarken hem kolerayı sokuyor
hem alıyor hem de ondan hepatit
B’yi ötekine bulaştırıyor. Bir de o
zamanki kolera aşısının koruyucu
etkisi %30 civarında. Onun için
yapılmamasının daha iyi olduğunu
söyledim. Sadece hijyene önem verilmeli ve temiz su vermeli dedim.
Ben 1970 yıllarında İngiltere’ye
gittim. Neden gittim? Viroloji öğrenmeye gittim. Ve ben o zaman
profesördüm, düşenebiliyor musunuz? Beni kabul eden iki yer vardı.
Birisi Glasgow Üniversitesi, bir ta-
nesi de Portsmouth’ta üniversiteye
bağlı olmayan bir ayrı bir hastane
var. Gittim. Oradaki profesöre ve
şefe “Ben bir laborantım, buraya
virolojinin serolojisini ve virolojinin virüs izolasyonunu öğrenmeye
geldim. Bunu bana öğretin ve ne
yaparsanız yapın.” dedim. Orda
bir tane başlaborant vardı. Ona
gittim. O başlaborantta o zaman
yüksek düzeyde bir enstitünün
okutmanı gibiydi. Oraya laborant
öğrenciler gelirdi. Ona “Onlarla
beni bir tut ve onlara verdiğin sınavı bana da ver” dedim. İşte öğrenmek istersen böyle öğreneceksin. Öğrendim geldim. Şimdi onlara da onu söylüyorum. Nerede ne
var oraya gidip onu öğrensinler.
Herşeyi bilsinler. Ne kadar çok şey
bilirlerse o kadar başarılı olurlar.
Kaç defa eğitim amacıyla yurtdışında bulundunuz?
Eğitim amacıyla yok. Yalnız uzun
süreli bir defa gittim. İngiltere’ye,
Portsmouth ve Glasgow’a gittim.
Viroloji ile ilgili oralarda iki dönem
kaldım. Onun dışında kongrelere
gittim. Uzun süreli daha fazla gitmedim. Amerika’ya da hiç gitmedim ben. Fransa’ya gittim. Pasteur
Enstitüsü’nü gördüm. Orada bir süre kaldım ve neler yaptıklarına
baktım. Daha çok gözlem amacıyla
gittim.
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji camiasına yönelik önerileriniz neler olabilir? Bugün için camiada gördüğünüz eksiklikler nelerdir? Neler yapılması
gerekiyor?
Burada eksiklikler değil fazlalıklar
var. Herkes bir dernek kurmuş. Aslında bu kötü birşey değil, iyi birşey. Çünkü bugün ileri ihtisaslar da
var; ne kadar daha ileri olursa, daha fazla ayrıntılı birtakım çalışmalar, araştırmalar olur. Ama bir de
bunun arkasından gerekli olan şey,
birleşmektir. KLİMİK ile Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti beraber kongre
yapmaya karar vermişler ve gayet
de güzel yapmışlar. Ben orda ayrı
kongre yapayım, sen orda kongre
yap olmaz. Derneği kur, çalışmalarını ve araştırmalarını da yap. Buna
karşı değiliz; ama ondan sonra da
birleşmesini bil. Bu birlikten de
kuvvet doğar. Aslında bu birleşememe meselesi bir eksikliktir.
Klinik mikrobiyoloji konusunda
ciddi bir tartışma var. Mikrobiyoloji ve klinik mikrobiyoloji tamamen ayrılmalı diyenler var. İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji bir olmalı diyenler var. Siz
bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben bir olmalı diyenler tarafındanım. Hekim olanların da infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji eğitim yapmaları gerekiyor.
Biz yaptırıyorduk. O zamanki ihtisas tüzüğüne göre ayrı mikrobiyoloji ve ayrı bakteriyoloji ve infeksiyon hastalıkları vardı. Biz üniversiteye her iki dala ayrı ayrı asistan
alırdık. Ama mikrobiyolojide çalışanın 4 senesinin bir yılını yine intaniyede geçirttirirdik. Tüzükte,
rotasyonlarda böyle birşey yoktu;
ama biz uygulardık. Oradaki de bize gelirdi.
Profesyonel yaşamda en çok sevindiğiniz, en çok üzüldüğünüz ve
en çok gururlandığınız anlarınız,
anılarınız hangileridir?
Mesleki olarak düşünürseniz tabiki en çok gururlandığım şey, özellikle Zonguldak’da hatırladığım
tüberküloz menenjitli bir genç kızın sağlığa kavuşması ve ailesi ile
bana gelmeleri olmuştur. Hemen
hemen ümit kesilmiş ve geç gelmiş
bir vakaydı. Sonunda iyileşip ayağa kalkması, her hekim için gurur
verici birşeydi. Bundan başka buna benzer pek çok olaylarım olmuştur. Onlardır en çok sevindiğim
olaylar. Mesleki anlamda üzüldüğüm pek birşey hatırlamıyorum.
Öyle birşey olduğunu sanmıyorum.
Yalnız YÖK’ün kurulduğu dönem-
de yeni düzenleme yapma bocalaması beni üzdü. O bocalama içerisinde biliyorsunuz mikrobiyolojiden infeksiyonu ayırdılar ve parazitoloji ile birleştirdiler. İnfeksiyonu bir bilim dalı olarak kurdular
ve iç hastalıklarına bağladılar.
YÖK böyle yaptı. Çok kısa sürdü;
çünkü bizim hekimler hemen
ayaklandı. Ondan sonra onu ayırdılar. Önce bakteriyoloji ve infeksiyon hastalıkları yaptılar. Ondan
sonra da mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları klinik mikrobiyoloji yaptılar. O arada mikrobiyolojinin başına gelenler şöyle oldu: Bu
ayırma esnasında mikrobiyoloji
ayrı bir anabilim dalı olarak kabul
edildi. Bu anabilim dalının içerisine de parazitoloji bir bilim dalı
olarak sokuldu. Parazitle mikrop
aynı şey değil. İkisi de hastalık yapar ama. Onu ayırdılar, onu birleştirdiler. O arada biz iyi mücadele
ettik. Çünkü bizde parazitoloji çok
kuvvetli idi. Rahmetli profesör
Şevket Yaşarol kurmuştu onu. Türkiye’deki ilk parazitoloji kürsüsüdür. Ondan sonra şimdiki emekli
olarak derneğin de başkanı Mehmet Ali Özcel var. O yürüttü. Çok
kuvvetli bir parazitoloji vardı.
Onun mikrobiyoloji içerisinde bir
bilim dalı olarak değilde anabilim
dalı olması gerektiği için hepimiz
savaşım verdik; bende yazılar yazdım bu konuda. Sonunda hakikaten o anabilim dalı oldu. Mikrobiyolojiyi de mikrobiyoloji ve klinik
mikrobiyoloji yaptılar. O tür yapılan şeyler, bilgisizce bize yapılan
birtakım saldırılar ve düzenlemeler beni en çok üzen olay oldu.
Hocam bize bu imkanı tanıdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Gerçekten güzel bir röportaj oldu.
İnfeksiyon Dünyası’nın bu sayısında “Hakkı Bilgehan” oldukça geniş bir yer tutacak. Bana bu mutluğu tattırdınız için bende size çokteşekkür ederim. İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 6 / 4
www.bilimseltipyayinevi.com
61

Benzer belgeler

Prof. Dr. Behiç ONUL

Prof. Dr. Behiç ONUL sayıyı inceledim. Derginin, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji alanında bilim, haber ve aktüalite yönlerinde çok yararlı olacağına ve meslektaşlarımız arasında yoğun ilgi göreceğine in...

Detaylı

e-Bülten Nisan 2015 - Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlık Derneği

e-Bülten Nisan 2015 - Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlık Derneği Muş’taki deneyimimden sonra zorunlu hizmetin, bir hastanede uzman olarak yapılmasının daha uygun olabileceğini düşündüm. Listede adli tıp, radyoloji, üroloji gibi dalların yanında o zamanki adıyla ...

Detaylı