çeviri: bizim mekkemiz neresi? (avro
Transkript
çeviri: bizim mekkemiz neresi? (avro
Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) BİZİM MEKKEMİZ NERESİ? (AVRO-İSLÂM MANİFESTOSU) Rafael Hakimov Çev. Yahya Kemal TAŞTAN* Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz [10: 36].1 Ninem çok dindardı. Beş vakit namazını kılar, orucunu tutar ve domuz eti yemezdi. Çocukluğumda, yatma vaktinde masallar yerine bana evliyaların menkıbelerini okurdu. Kazan Üniversitesi Fizik Fakültesi’nde öğrenci olduğumda, Kraçkovskiy tarafından Rusçaya tercüme edilen bir Kur’an-ı Kerim almıştım.2 Kur’an’daki bazı anlaşılması güç sûreleri anlamaya ve bana çok uzak olan meseleleri izah etmeye çalışırken bu sûreleri Tatarca’da yeniden en mükemmel biçimde ifade etmek için ona yardımcı olurdum. Bizim nesil dinden aforoz edilmişti. Kuantum mekaniği, sinkrofazotron ve atomun parçalanması dünyasında yaşayan zeki gençlik, Fizik Fakültesi’nde okuyordu. Lobaçevskiy geometrisinin yıldız ve gezegenlerin, yerçekimi alanlarıyla kıvrılmış sonsuz kozmik boşluğun bir yerinde kesişmesi gereken paralel çizgilerini anlamaya çalışıyordum. Genç Roald Sagdeyev bizi ziyaret ederek termonükleer sentezin kuralları hakkında dersler verirdi. Fizik, maddenin en girift kanunlarını izah edebilir görünüyordu. Tanrı, mantıkî deliller zincirinde olsa olsa tanımlanamazlık fonksiyonuna irca edilebilen ekstra bir halkaydı; bizim Tanrımız Albert Einstein’dı. ――――――――― * 1 2 Doç. Dr., Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İZMİR. [email protected] [Kur’an âyetlerinin mealinde Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Meâli (Ankara 2005) esas alınmış; köşeli parantez içinde sûre ve âyet numaraları verilmiştir.] [Ignatıy Yulianoviç Kraçovski, Koran, Moskva: Izdvo vostochnoy litry, 1963.] Köşeli parantezde verilen bilgiler çevirene aittir. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 191 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Bir keresinde meşhur fizikçilerden birinin dindar bir kişi olduğunu okuduğumda çok şaşırmıştım. Atom ve hidrojen bombaları yaratımının İncil ve Kur’an okumalarıyla hiç bir alakası yoktu. Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) olmaz [10: 61] Atomun biteviye parçalanabileceğini, namütenahi kâinatı tahayyül etmek, başlangıcı ve sonu olmayan zamanı anlamak bizim havsalamız için imkânsızdır. Biz bu mefhumları ya reddederiz ya da aksiyom olarak tanımlarız. Bütün hayat tecrübemizle bu tür mefhumlara karşı olduğumuz ve onlarla mutabık kalamadığımız için onlar, mantıkî surette izah edilemezler. Hatta sezgi de burada bize yardımcı olamaz. Sonsuzluk bir iman meselesidir. Atom, bir elektron mikroskop aracılığıyla bile görülemeyecek zerreciklerden meydana gelir; ancak bazı hususî aletlerde bıraktıkları izler sayesinde fark edilebilir. Zerrecikler bilardo topu gibi dokunulabilir, ölçülebilir yahut tartılabilir bir nesne değildir; aksine onlar, bir şeyin bazı hususî cihazlarla etkileşiminin neticesi olarak ortaya çıkarlar. Üstelik bu şey bir cisim yahut bir dalga olarak adlandırılamaz; çünkü o, aynı zamanda her ikisi de olabilir. Dünyamızda birbirine zıt şeyler ötekinde mümkün olarak ortaya çıkıyor. Ancak, zerreciklerin sadece bir fantezi, bir entelektüel zihin inşâsı, bir cihaz üzerindeki bazı izler olduğunu belirtmekte acele davranılmış olunabilir. Bir atom bombası patladığında herkes bunun korkunç bir hakikat olduğunu anlar. Umumî manasıyla hayatımızdaki pek çok şey de insan ile nesne/ nesnellik arasındaki etkileşimlerin sonucudur. İnsanoğlu, asırlar boyunca evrime müdahale etmiş ve bu manada onu yaratmıştır. Hakikat değişmez bir mutlak değildir, dahası o bize merbuttur. Ferid İsak bunu, “Benim meselem yalnızca İslâm’dan neyi, ne kadar iktibas ettiğimizle alakalı değildir. Mesele farklıdır: biz İslâm’a tam olarak ne kattık? Katkımız İslâm imajını nasıl değiştirebilir? Biz ve İslâm, aslında birbirinden tamamen farklı iki şey midir? Bizden ayrı olarak kendinde İslâm var mıdır? Bu inancın esasının tecrübelerimizin fevkinde idrak edilemeyecek bir şey olduğu hakikat olabilir mi?” diye açıkça ifade eder.3 Aydınlanmacılığı, hümanizmi ve hemcinsi varlıklar için şefkati vaz’eden Musevîlik, Hıristiyanlık, İslâm ve Budizm binlerce yıldır mevcuttur. Bununla birlikte medenî insanlar, belki de dudaklarında Allah lafzıyla sivil halkın üzerine atom bombası yağdırdı. Ardından daha büyük bir şevkle kimyasal, biyolojik silahlar ve yanı sıra hidrojen bombası geliştirmeye başladı. Bu ne demek oluyor? Şeytan’ın planı mı? Bu şekilde izah mümkündür; fakat bu çok basit bir izah olmaz mı? Tanrı neden böylesine yıkıcı savaşlara ve yeryüzünü cehenneme dönüştürebilecek silahların icadına müsaade ediyor? O, her şeyi gören, her şeye kâdir ve rahmanü’r-rahîm değil mi? ――――――――― 3 Farid Isak. Byt’ musul’maninom, Moskva, 2002, s. 249. 192 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. [4: 79]. Sovyet ülkesi ateistti. Sosyalizm, Batı’nın demokrasi ve pazar ekonomisi için bir tehditti. İyi ya da kötü yaşadığımız şey oydu. Lenin, İsâ Mesih’in yerini almıştı. Dinî “Ahit”lerinin ardından Lenin’in 55 ciltlik külliyatını okurduk. Skolastik eğitim başlıca ideolojik silah olmuştu. Yazılarında Lenin’den iktibaslardan sakınan herhangi biri hain, kâfir, mürtet oluyordu. Devrimci değişimleriyle bütün dünyayı sarsan, faşizme karşı zafer kazanan, uzay keşfini başlatan ülke artık dinamizmini kaybetti ve üçüncü dünya ülkeleri derekesine düştü. Fantazmagorya tuhaf bir düşünceden ve otoritelerin ilahlaştırılmasından kaynaklanıyordu. Batı bu durumdan dersler çıkardı: sömürgelerini terk etti, bazı sosyalist fikirleri ödünç aldı; maarif sistemini ıslah etti ve komünist tehdidi karşısında birleşti. Akıl almaz ekonomik büyüme, teknolojik icatlar ve hayat standardının yükselmesi, Batı’yı tüm dünya için bir modele dönüştürdü. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek de yoktur. [40: 33]. Ninem ölmeden önce bana Kur’an’ını miras bırakmış ve şöyle demişti: “O kitapları sever, bu yüzden raflarında Kur’an-ı Kerim’e de bir yer olacaktır.” Kur’an okuma zamanı geldi… İslâm ile yaşayan din adamları vardır. Din, onların mesleği, işi ve vazifesidir. Dinin desteğiyle günlük maişetlerini kazanırlar. Kur’an, sünnet ve şeriatın bütün inceliklerine vâkıf âlimler mevcuttur. Onların vazifesi, Eş’ârîlerin kader fikriyle ilgili delillerin inceliklerini ve Mu’tezilelerin ihtiyar mefhumunu müdrik, meselenin bütün tarihini ve farklı fikirleri nazarıdikkata alacak izahlar sunmaktır. Hayatlarını İslâm’a vakfetmemiş insanlar da vardır ama yine onlar da hakikati ararken kendi yollarından gidebilirler. Onların Allah’a giden kendi tarikleri bulunmaktadır. Vaktiyle Molla Nasreddin söylemişti: “Karanlıkta görebiliyorum.” sun?” “Pekala Molla, öyleyse neden her defasında karanlıkta bir mumla yürüyor“Böylece başkaları üzerime basamaz.” İman edip salih ameller işleyenlere gelince; -ki biz kişiye ancak gücünün yettiğini yükleriz [7: 42]. Neden İslâm dünyada bu kadar hızlı bir şekilde yayıldı? Neden Şark umutsuzca Garbın bu kadar gerisine düştü? Şeriatla varlığımın ne ilişkisi var? 11 Eylül’den sonra dünyanın durumu ne olacak? Bu sorulara izahı mümkün cevaplar bulmak zordur. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 193 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Fikirlerim bir âlim-ilahiyatçı veya şeyhülislâmın fetvası değil; daha ziyade Avrupaî tarzda eğitim almış laik bir kişinin cumhuriyetinin geleceği ile ilgili yüksek sesle düşünmesidir. Kenara çekilmek, bir kişinin her şeyi ve herkesi ilgilendiren meselelere müteallik izahlarını beklemek mümkün değildir. Uzak atalarım, 10. asırda İslâm’ı isteyerek benimsemiş ve daha sonra ellerinden geldiğince onu diğer halklar arasında yaymışlardır. 19. ve 20. asırlarda Tatar din adamları, İslâm reformu yolunda gayret göstermiş ve bu yolda büyük muvaffakiyetler elde etmişlerdir. Zengin bir mazimiz var ama istikbalde bizi ne bekliyor? Ben en azından diğer insanların üzerime basmasını engellemek için, bilinmeyeni görmek için elimde bir mumla yürüyorum. Birileri diyebilir: “İlahiyatçı veya imam değilsen niye rahatsızlık duyuyorsun. Bunun için hakkın var mı?” Ancak İslâm benim özüm, benim kültürümdür ve bunu anlamak istersem Kur’an dışında başka bir mehaz yoktur. Onu kendim okumaktansa neden bir başkasının izahından dinleyeyim? Hakikat üzerinde tekeli olan biri mi var? Kimse yok. Kur’an’ı anlamak için Arap dilinin inceliklerine vâkıf olmak gerektiğini söylüyorlar. Muhtemelen böyledir. Fakat bu bağ aslında ibdaî Kur’an okumasının hâlihazırda bir tefsiridir; çünkü asrın, insanların, dilin, kelimelerin ve mefhumların manaları değişir. Kelimeler kendi hayatlarını yaşarlar. Kur’an sûrelerinin ezberden okunması çare değildir. Kur’an metni kendi sesiyle konuşamaz. Müfessirlere ihtiyacı vardır ve müfessirler insandır. Herkes kendi müktesebat ve kültüründen okuduğu şeye fikirlerini katar. Müslümanlar farklı ülkelerde, farklı şartlar altında yaşıyorlar. Suudi Arabistan, İran ve Sudan tarihî şeriata riayet ediyor. Laik hukuka, Müslüman cemiyetlere sahip Türkiye ve Mısır gibi ülkeler ile Rusya ve Avrupa gibi Müslümanların azınlık olarak yaşadığı yabancı ve farklı Hıristiyan çevreler de vardır. Halifelik dönemleri artık geçti. Seyyid Kutub şunu öne sürmektedir: “Farzımuhal, anayasaları İslâm’a mütenakız Amerika veya Rusya’nın içtimaî ve iktisadî müesseselerine intibak etmek maksadıyla İslâmî tezler üretmeye çalışmak abestir. Bu, İslâmî hükmün önceliğinin tanınmadığı bir ülkeyle alakalıdır. Fıkhı geliştirmeye ve onu İslâmî idarenin tanınmadığı bir sisteme bağlamaya yönelik muhtelif teşebbüsler, İslâm’ın ciddiyetine uymayan malayani işler, gökyüzüne tohum ekmeye yönelik gayretlerdir.”4 Bu, Tatarların İslâm dünyasından dışlanması gerektiği manasına mı geliyor? Yahut İslâm’ın beşeri kıymetlerin üstünde ve ötesinde olduğunu mu ifade ediyor? Sayıları her yıl tedricen artan Avrupalı Müslümanlara nasıl davranmak gerekiyor? Nihayetinde onlar da kendilerine Müslüman nazarıyla bakıyorlar. Dünya, beynelmilel bir hukukla işleyen çok milletli bir ümmete dönüşmektedir. Sırf Müslümanlar değil, en azından savaş ve barış, insan haklarının korunması ve devletlerin menfaatleri meseleleri hususunda birleşenler de bir ümmet oluyor. Böyle bir ümmet Tanrının iradesine karşı meydana gelemez. Kur’an’da buyurulu――――――――― 4 Yusuf al-Kardavî, Sovremennıy idjtihad: ot besporyadka k poryadku, Kazan: Iman, 2001, s.81. 194 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) yor: “Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir” [2: 251]. Beynelmilel teşekküller ve karşılıklı akitlerle vücut bulan kuvvetler ayrılığı sistemi, beynelmilel ümmeti meydana getiriyor. Üçüncü binyıl, insan ve cemiyet hakkında tamamıyla yeni taleplerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Fertlerin ve bazı etnisitelerin rolü fevkalade arttı. Onlar kendinde bir kıymet oldu ve bu kıymet, Müslüman camiaya nüfuz edemedi. Dünya İngilizce konuşmayı tercih ediyor, çocuklar interneti bırakmak istemiyor. Onlarca kanala sahip bir televizyon, elektronik posta, cep telefonu ve bizi dünyanın herhangi bir yerine ulaştıracak uçakların olmadığı bir hayat hayal bile edemiyoruz. Arap dünyası ve kültürü eski ehemmiyetini ve cazibesini yitirdi. Bunların insan için faydası yoktur. Öyleyse bizim Mekke’miz neresidir? Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın [14: 4]. İslâm ezelî ve ebedî dindir. Kur’an’da buyruluyor: “Hakka yönelen İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi. Deyin ki: Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz” [2: 135-136]. Tanrı, kelâmını insanlara anladıkları dilde getiren onlarca peygamber gönderdi. Bir zamanlar Araplar safça, kutsal kitapların Arapça indirildiğini ve Cebrail’in onu peygamberlere kendi ana dillerinde tercüme ettiğini düşünüyorlardı. Aslında kitap peygambere indiriliyor [2: 285, 3: 7; 5: 83]; vahiy ona gönderiliyordu [4: 163]. Peygamber buyuruyor: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım” [10: 15]. Allah’ın kelamı yaratılmamış yahut O’nun tarafından sözle ifade edilmemiştir; lâkin özü/ruhu peygamber vasıtasıyla tamamlanmıştır. Ebu Hanife, “Allah konuşur, ancak konuşması bizimkine benzemez. Biz konuşma uzuvları sayesinde, muhtelif seslerin telaffuzuyla konuşuruz. Harfleri ve sesleri olmadığından kelâm-ı nefsînin bir başlangıcı ve sonu, inkıtaı yoktur” diye yazıyor.5 Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir [26: 193-194]. Allah, dillerimizde ne olduğundan ziyade kalplerimizi dinler. ――――――――― 5 Znanie o Boge: naivajneyşee iz znaniy, Kiev: Al-İrşad, 2002, s. 17. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 195 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Herhangi bir dildeki kelimelerin manaları dilin varlığına ait şartlarla alakalıdır. “Bir kelimenin manası onun dildeki tasarrufudur” diye yazıyor Ludwig Wittgenstein.6 İngilizce bir cümleyi Tatarca’ya tercüme ettiğimizi farz edelim: “Müzik ruhun gıdasıdır.” Bu cümle yapısı basittir ve kelimeler alelâdedir. Tatarca konuşan herkes uygun bir tercüme yapabilecektir: “Mong ku’ngelne dulkınlandıra (Моң күңелне дулкынландыра).” Şimdi tam aksi istikamette bir tercüme yapmak mecburiyetinde olduğumuzu hayal edelim. Burada zorluklar belirir, mong (Моң) kelimesi hasret, izahı gayri kabil /anlaşılamaz duygular, manevî ruh hâli olarak tefsir edilebildiği gibi dramatik ve bazen Tatar milletinin bütün etnik hislerinin trajik tarihini havidir: mong yalnızca belirli bir durumda melodi manasına gelebilir. “Monglı ko’j”, nağme olarak tercüme edilemez; manevî bir nağme olduğu dahi söylenemez. O, Tatar ruhunun derinliklerine hitap eden bir nağmedir. Bu ifadeyi bir bütün olarak yabancı bir dilde idrak güçtür, çünkü her milletin kendine ait bir tarihi vardır. Tersine çevirinin bir neticesi olarak ilk ifade melodi kelimesinin yerini alamaz. Onun yerine şöyle bir çeviriyi tavsiye etmek mümkündür: “Derin manevî duygular kalbi besler”, fakat öte yandan mong kelimesini üstünkörü bir surette tercüme ettiğimi söyleyecek münekkitler de bulunacaktır ve haklıdırlar. Dil, sadece muayyen bir milletin alâmet-i farikası olan kültürel stereotipileri taşır. Dünyada etrafımızı, şuurumuzda taşıdığımız şeylerle görürüz. Duyduğumuz kelimeler, mevcut temsillerimizi/sembollerimizi yeniden yaratır. Mana, bazen yalnız içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak anlaşılabilen kelimelerin tasarrufu ve muhtevi olduğu histir. Bir Arap için deve hayatın, güzelliğin, refah ve zenginliğin sembolüdür. Bir Arap, kadını, dişi bir deveyle mukayese edebilir ve bu hakaret olarak anlaşılmaz. Biz devenin manasını anlayamayız çünkü o, bizim için ancak hayvanat bahçesinde görebileceğimiz bir hayvandır. Kur’an’ı okuduğumuzda: “Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır!” [88: 17] âyetinin ehemmiyetini hemen idrak edemeyiz. Kuzey enlemlerinin sâkinleri için o, egzotik bir hayvandan başka bir şey değildir. Arap hayatının mühim dayanaklarını oluşturan ve bize bütünüyle yabancı Kur’an’daki “Tîn’e ve zeytûn’a andolsun” [95: 1] ifadelerini idrak ve tefsir etmek bizim için müşküldür. Neden bu ağaçlara yemin etmeliyiz? Bir manası yok. Kelimelerin manası yalnızca tasarruflarıyla anlaşılabilir. Bir dildeki her kelime bir şeyi izah edebilir ama kelimenin neyi imâ ettiğinin idraki yalnızca kelimenin yaşadığı kültür çevresinde mümkündür. “Muayyen bir dilde tahayyül etmek; muayyen bir hayat tarzını tahayyül etmek demektir.” diye yazıyor Wittgenstein.7 ――――――――― 6 7 L. Vitgenştein, Filosofskie rabotı, I, Moskva: Gnozis, 1994, s. 99. L. Vittgenstein, Filosofskie rabotı, I, Moskva: Gnozis, 1994, s. 86. 196 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) İslâm üzerine modern makalelerden biri “insanın Allah’a kalbiyle yaklaşacağını” söylüyor. “Akıl kalbin yardımcısıdır.”8 Kalp kelimesinin bugünkü manasını nazar-ı dikkata alırsak bu doğrudur, fakat Hz. Muhammed zamanında Araplar kalbi, “aklın kabı” olarak telakki ediyorlardı. Bu suretle kalpte Tanrı yolunda mücadele etmek, O’nu akılla idrak etmek demekti. Kur’an’da buyuruluyor: “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur” [22: 46]. Bizim için daha makul olan burada kalbin hissetmesinden ziyade idrak etmesinden bahsedilmesidir. Bugün bizim için kalp, akıldan ziyade duyguların kabıdır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de “Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar” [6: 125] âyetini okuduğumuzda burada kastedilenin kalp değil, insan aklı olduğunu anlamalıyız. Aslında kalbin tekâmül ve inkişafı hakkında yekpâre bir bilgi, Kur’an’da 133 kez zikredilir. Bilme/tecessüs arzusunun uzun bir ömrü ve birçok temayülü vardı. Muhtelif asırlarda her halkın kalple alakalı farklı izahları mevcuttu ve bu izahlar umumiyetle birbirine zıttı. Bu sebeple Arapça bilgisi, Kur’an âyetlerinin henüz kesin bir tefsirine imkan vermiyor. “Bedeviler iman ettik dediler. De ki Siz henüz iman etmediniz, fakat henüz iman kalplerinizin içine girmemiş olduğu hâlde İslâma girdik deyin” [49: 14]. Kur’an-ı Kerim, bünyesinde, nâzil olduğu kültür ve halkı taşır. Kutsal kitapta şöyle bir hikâye vardır: “Bunun üzerine karısı bir çığlık kopararak yönelip elini yüzüne vurdu. Ben kısır bir kocakarıyım (nasıl çocuğum olabilir?) dedi.” [51: 29]. Avrupa âdetleriyle yetişmiş insanlar bunu, “kadın kendi yüzüne vurdu” diye kelimesi kelimesine alacaklardır. Aslında bu hareket, hayret manasına gelir ve Şarklı kadınlara has bir hususiyettir. Bazen Kur’an dili, kelimesi kelimesine alınırsa idrak ve izah etmek güçtür. Kur’an’da buyuruluyor: “İnsan çok aceleci (tez canlı) yaratılmıştır. Size yakında âyetlerimi göstereceğim. Şimdi acele etmeyin” [21: 37]. Bu sadece bir tasvirdir, aynı şey aşağıdaki kıyamet gününün tasvirinde de vardır: “Gök yarıldığı zaman, yıldızlar saçıldığı zaman” [82: 1-2]. Yıldızların saçılamayacağı ve gökyüzünün yarılamayacağı anlaşılabilir; fakat tasvir edilen tablo, böyle bir hissî tarzla daha ikna edici olmaktadır. Aynı şekilde cennet tarifi de tasvirlerle verilir. Kadının Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığına dair eski bir mit vardır. 20. asrın en önemli âlimlerinden biri olan Musa Bigiyev, kadının Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığı efsanesinin sadece bir alegori, kadının tabiatındaki rikkat ve hassasiyeti ima eden bir tasvir olduğunu söylemektedir. Aynı şekilde narin eğe kemiğine ――――――――― 8 H. L., Şaydullin, “Verouçenie Islama”, Traktatı (Abu-Khanifa Numan ibn Sabit), Moskva, 2001, s. 15. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 197 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN olduğu gibi bir kadına da fizikî kuvvet uygulanması kabul edilemez. Kadın şefkate muhtaçtır. Kadının menşeinin Âdem’in eğe kemiği olduğu efsanesi, dilin kendine has bir faaliyete sahip olduğu noksan kültürel bilginden dolayı asırlardır mevcuttur. Friedrich Max Mueller, bu mevzuyla alakalı şunları yazmaktadır: “Âdem Havva’ya diyebilirdi: Sen benden yaratıldın; Tevrat’ta bu düşünce şu şekilde ifade edilmektedir: ‘Sen kemiklerimden kemik, etimden etsin.’ Bu ifade asırlar boyunca tekrarlandı ve nihayet bir edebiyat, tabiri caizse maddî ve yanlış tefsir ortaya çıktı; daha sonra insanlar ilk kadının, ilk insanın kemiğinden yahut eğe kemiğinden yaratıldığına inanmaya başladılar; zahirde basit bir sebep yüzünden Âdem, başka bir kemiğinin eksikliğinden ziyade nispeten eğe kemiğinin noksanlığını hissediyordu. Bir kere ortaya çıkınca bu yanlış kanaat bütün tuhaflığına rağmen devam etti.”9 Bu, dil klişesinin nasıl ısrarla süren bir yanlış temsile dönüştüğüne dair oldukça öğretici bir misaldir. Mitolojik anlatılar, kelimenin tam manasıyla izah edilemezler; muhayyile dilinin basit unsurlarıdır. İslâm’ın varlığı, asırlardır mebzul miktarda efsane kazanmıştır. Doğrudan Kur’an’la alakalı olmasa bile bu efsaneler, insanların zihninde ciddî bir nüfuza sahip olmuştur. Hayatımız, Ortaçağ hayatından mühim derecede farklıdır. Bugün kölelik ve istilâlar yok; insanlar kabileden ziyade millet hâlinde yaşıyorlar. Yahudiler ve Hıristiyanlarda istihaleler meydana gelmiştir. Bunun yanında Rusya’da muhtelif etnik camialar yaşamaktadır; bu coğrafyada farklı iktisadî hayatlar ve iklimler vardır. Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir [39: 5]. Kur’ân’ın birtakım buyruklarına, kayıtsız ve çok kat’î bir surette dikkat çekilmiştir; fakat umumiyetle bazı şartlarda tatbik edilemezler. Kur’an’da buyruluyor: “Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun” [2: 187]. Güneşin doğmadığı Kuzey Yarımküre civarında oruç tutmak nasıl mümkün olabilir? Kur’an’ın hem lafzî hem de derûnî manasında üstat olan Musa Bigiyev, bu hususla alakalı kendi izahâtını yapmaktadır. Muhtelif âyetleri inceler: “Oruç, sayılı günlerdedir” [2: 184] âyetini o, gece gündüzden bahsetmenin imkânsız olduğu coğrafî enlemlerde yaşayanlara matuf bir emir olarak anlar. Uzun Günlerde Rûze adlı eserinde: “Kur’an’ın açık hükmüne göre oruç, muayyen günlerde yani gece gündüz uzunluklarının mukayese edilebildiği yerlerde tutulduğundan orucun bu gibi bölgelerde asla farz olmadığını düşünmek mümkündür. Yılın gece ya da gündüzden meydana geldiği kutuplarda, gece ve gündüzlerin haftalarca ve aylarca sürdüğü soğuk kutup bölgelerinde oruç, bu bölge sakinlerinin hayatından çıkarılmıştır çünkü ――――――――― 9 Fridrih Maks Myueller, Vvedenie v nauku o religii, Moskva, 2002, s. 37. 198 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) oruç muayyen günlerdeki vakitle sınırlıdır. Böylesine tuhaf bir hâl, bölgenin istisnaî hususiyetlerinden kaynaklanmaktadır.” St. Petersburg’un beyaz gecelerini hiç görmemiş bir Arap, bu mantığı anlayamaz ve idrak edemez. Kutuplarda doğu, batı veya zirve yoktur; güneş orada ne doğar ne de batar. İzahtan varestedir ki, Kur’an’da gece gündüz değişimi, Tanrı’nın varlığının delili ve kat’î bir mucizesi olarak değişmez, sâbite bir şey tarzında sunulur. Tanrı’nın Kuzey Kutup Dairesi’nin ötesindeki insanların hayatı hakkında hiçbir ipucuna sahip olmadığını düşünmek hata olur; fakat O, Kur’an’ı Ekvator çevresinde yaşayan Araplara gönderdi, aksi takdirde inanmayacaklardı. “Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetlerle doludur.” [43: 2-4] Rukiye Maksud, “Kur’an ve hadiste insan haklarıyla alakalı pek çok kısmın olduğunu” yazar10 ve bunları uzun bir liste hâlinde sıralar: Hayat hakkı, eşitlik, düşünce özgürlüğü, siyasî özgürlük vb. gibi. Bunların hepsi çok modern görünüyor. Doğrusunu isterseniz, külliyattan şu hadis aktarılır: “Hukuk nasıl ihlâl edilir? Apaçık şekilde suç işlenir ve hiç kimse suç işleyeni engellemezse hukuk ihlâl edilir.” Bu sözler bugün cari olan hükümlere benzemektedir fakat manası farklıdır. Mesela dünyanın uydusunu (спутник Земли /sputnik zemli) ve hayat arkadaşını (спутника жизни /sputnika zhizni) yahut uzuv olan kalp ile ruhu ifade eden kalbi bütünüyle aynı şeylermiş gibi düşünebiliriz. Bunlar aynı şekilde seslendirilir ve yazılırlar, fakat manaları yalnızca kullanıldıkları siyâk ve sibâk çerçevesinde anlaşılabilir. Kadim zamanda köleler, insan olarak görülmediği ve mal olarak değerlendirildiği için insan hakları, sadece hür insanlara atfedilmiştir. Hz. Muhammed, kölelerin azat edilmesini savunmuş ve örnek hayatıyla bunu göstermiş, fakat kölelik müessesesini yasaklamamıştır. Şeriat hâlâ, bilhassa esaret neticesinde ortaya çıkan köleliği tasdik eder. Hanefî hukuku esir çalıştırmanın ya da onu köleye dönüştürmenin şartlarını tanımlar, fakat diğer mezhep naiplerinin yaptığı gibi satın almayı nazarıdikkata almaz. Bu sebeple insan haklarına müteallik hadisleri bugünün şartlarına taşıyamayız. İnsan haklarının modern izahı, Amerikan Anayasası’ndaki “ilk on tebdil”ten münbaistir fakat burada bile mezkûr mefhumun tekâmülünü görmek iktiza eder. ABD hükümetinin kararlarında bu değişikliklerin manası vatandaşların himâyesi demekti. II. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra bunlar, ferdî haklar olarak tefsir edilmeye başlandı ve bu tefsir yavaş yavaş mevcut anlayışın yerini aldı. Burada bir nokta koyabilirsiniz, fakat insan hakları konusunda nevi şahsına münhasır Rus tavrından bahsetmezsek mevzu yarım kalır. Milletler, mezkur mefhumu, insan haklarının bir bileşeni olarak da düşünülen etnik menfaatlerin korunmasıyla irtibatlandırırken Rusya’nın Rusça konuşan nüfusu onu, sivil hakların himayesi olarak ――――――――― 10 Rukayya Maksud, Islam, Moskva, 2001, s. 178. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 199 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN anlar. Bu sebeple Peygamberin ele aldığı insan hakları ile cemiyetimizdeki insan hakları iki farklı vakıadır. Her keyfiyetten müstakil şartları kullanmak daha muvafık olacaktır; fakat bunlar henüz inkişaf etmemiştir. Kur’an’ın ruhu, hayat şartlarındaki ve o asrı temsil eden kültür anlayışındaki tüm farklılıklar nazarıdikkata alınarak tahlil edilmelidir. Kimse Kur’an’ı, peygamber 20. asırda yaşıyormuş manasıyla anlamamalıdır; kimse cemiyetimize 7. asırda gelişen sanat/marifet şartlarını yüklememelidir. “İşte böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar, yahut onlara bir uyarı versin diye onda tehditleri teker teker sıraladık” [20: 113]. Dil yalnızca kendi asrı ve kendine has bir faaliyete sahip olduğu çevredeki insanlara merbut olarak mevcuttur. Kur’an-ı Kerim Araplara, müşahhas olaylara binaen vazıh Arap dilinde gönderilmiştir. Böylelikle inanmaları daha kolay olmuştur. Mesela Kur’an’da buyuruluyor ki: “Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu” [111: 1]. Burada Hz. Muhammed’in kendisine karşı fenalıklar tertipleyen amcasından bahsedilmektedir. Müşahhas bir hâlet vardı ve çıkar yola ihtiyaç duyuluyordu. Bugün bu âyet, peygamberin hayatındaki yalnız bir keyfiyeti hatırlatır ve bilhassa Ebû Leheb’in ellerinin kurumaması dolayısıyla bugünkü şartlara tatbik edilemez. Müşahhas bazı gazvelerle alakalı olarak nâzil olmuş kimi sûreler vardır. Tevbe sûresinin 25. âyetinde buyruluyor: “Andolsun, Allah birçok yerde ve Huneyn Savaşı gününde size yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat (bu çokluk) size hiçbir yarar sağlamamış, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihayet (bozularak) gerisingeriye dönüp kaçmıştınız.” [9: 25]. Bu âyet birçok tarihî hadiseden yalnızca birini ele almaktadır. Kur’an’da Arap kabilelerinin hayatıyla alakalı müşahhas pek çok mevzu mevcuttur. Eğer biz onu başka dilde bir Kur’an yapsaydık onlar mutlaka ‘Onun âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?’ derlerdi” [41: 44]. Kur’an’ın kudreti, Kureyşîleri ve sair kabileleri hak yoluna koymaya imkân tanıyan müşahhaslığında idi fakat bu husus, asrımız için bir müşkülât da yaratır. Şu soru ortaya çıkıyor: Kur’an’da keyfiyete müteallik olanla, âlemşümul ve ebedî ilham kaynağı olan/olacak nelerdir? Kur’an’daki her şeyi bugünün şartlarına aktaramayız. 7. asırdaki Arapların hayatı bizim için emsal olamaz. O yalnızca tarihin bir parçasıdır; öğreticidir, mühimdir lâkin tarihte kalmıştır. Tataristan’da yaşıyorum ve bir Ortaçağ Arabı gibi olmak istemiyorum; ben bir Tatarım ve öyle kalmak istiyorum. Tatarlar bilhassa Avrasya’nın kaderinde, en az Şarkın tarihine tesir etmiş Araplar kadar müessir olduğundan milletimin tarihi benim için ehemmdir. Halkımın esas unsurunun yaşadığı yer olması hasebiyle Rusları ve umumiyetle Rusya tarihini bilmek de benim için mühimdir. 200 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik” [16: 44]. Mekke döneminde Kur’an âyetlerinde bütün insanlara hitap edilmekteydi. Kur’an’da buyuruluyor: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık.” [49: 13]. Erkek ve kadınların hakları arasında fark yoktur; İslâm’ı icbar ile ikrar etmek yasaklanmıştır; sair dinlerdeki insanlara karşı hoşgörülü bir tavır vazıh bir surette ifade edilmektedir. Medine dönemindeki âyetlerde ekseriya 7. asırdaki Araplara hitap edilir ve putperestlerle alakalı izahlar yapılır. “Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın” [2: 191]. Kadınla alakalı, onları erkeklerle müsavi görmeyen birçok âyet nâzil olmuştur. “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar” [4: 34]. Ya da “Allah, size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder” [4: 11]. Elbette bu meseleyle alakalı izahlar bulmak mümkündür ve bunun, erkeğin daha fazla mesuliyet taşıdığından âdil bir hüküm olduğu iddia edilebilir; lâkin eşitsizlik eşitsizliktir. Mekke ve Medine dönemlerine ait âyetlerin birbirleriyle mütenakız oldukları gayet açıktır ve yekdiğerini nakzettiklerinden mutabakattan bahsedilemez. Bu sebeple Müslüman fukahâ, Mekke dönemindeki ilk âyetlerin öncekiler gibi neshedilmiş olabileceğini düşünür fakat vahyin tarihi, bazı âyetlerin diğerlerinden daha güçlü sayılmasına imkân verecek bir kıstas değildir. Eğer gerçekten bir nesh mevzubahis olsaydı bizzat peygamber hablü’l-metne (Kur’an) sözüm ona mensuh âyetleri dâhil etmezdi. Malûmdur ki, şahsen onun murakabesinde dört büyük hoca Kur’an öğretiyordu: Abdullah bin Mesud, Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe, Muaz bin Cebel ve Übey bin Ka’b. Onun bu meselelerdeki hassasiyetini, bir kelimenin telaffuzuyla alakalı şu hikâye ispat etmektedir. Ömer, Abdullah’ın bir fiili yanlış telaffuz ettiğini peygambere şikâyet etti; Hz. Muhammed her iki okuyuşu da dinledi ve sesin doğru telaffuzunu teyit etti. Peygamberin hayatı esnasında hâfız-ı Kur’an pek çok kişi vardı. Bir keresinde Hz. Muhammed’e Ebu Musa’nın evinde insanlara Kur’an okumayı öğrettiği haber verildi. Peygamber evin bir bölümünün tilâvet dinlenecek hâle getirilmesini istedi ve tilâveti dinlemekten memnun oldu. Hz. Muhammed, Kur’an-ı Kerim’in bütün âyetlerinin muhafazasıyla yakından ilgilendi. Eğer bazı âyetler neshedilseydi Kur’an-ı Kerim’de yer almazlardı. Eğer peygamberin kendisi bazı âyetlerin neshedilmesi vazifesini üstlenmemişse başkaları buna nasıl salahiyet bulabilir? “Sana Kur’an’ı okutacağız ve sen onu unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği başka. Şüphesiz O, açık olanı da bilir, gizliyi de” [87: 6-7]. Bugüne muvafık bir izah, asrımız için fazla ehemmiyeti olmayan Medine dönemi âyetlerinin neshi usûlüne de tatbik edilebilir. Abdullah Ahmed en-Naim, Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 201 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN “Kur’an’ın tefsiriyle alakalı tekâmülcü nazariye, nesh vetiresinin aksi istikametinden başka bir şey değildir; bu sebeple Kur’an’ın evvelki mensuh âyetleri artık tatbik edilebilecek ve buna göre Şeriatın bidayette tatbik ettiği âyetler şimdi neshedilebilecektir” diye yazmaktadır.11 Aslında Mekke ve Medine dönemlerindeki her tür âyet, nâzil olduğu ümmet kadar kendi tatbik alanına da sahipti. Bazı hükümler tüm insanlar ve tüm asırlar için nâzil olmuştur; oysa bazılarında ekseriya Ortaçağ başlarındaki Araplar kastedilmektedir. Kur’an’da hiçbir şey neshedilmemiştir ve nehsedilmiyor, fakat müteferrik ahkâmlarla kastedilen farklı cemiyetler vardır. Medine toplumu, ilk Müslüman devlet olarak ortaya çıkmıştır. Yetişkinlerin yemeğini yiyemeyen onun yerine anne sütü içen yeni doğmuş bir bebek gibi, ilk Müslümanların da ezel ve ebedi idrakten önce biraz büyümeleri iktiza etmiştir. Onlardan daha fazlasını istemek imkânsızdı. Medine âyetleri, kendi asrı için bir hakikattir ve onlar, İslâm’ın zuhur ettiği cemiyetin lisanı, fikri ve hisleriyle sıkı bir rabıta içindedir ve bu tarihî devirle birlikte yürümüşlerdir. Tıpkı büyüyen bir çocuğun bebek dilini unutması gibi, İslâm da Mekke diline tercüme edilmelidir. Ümmü’lkitab’dan inen ve tüm insanlığa gönderilen Mekke dönemi âyetlerinin yürürlüğe girme zamanı geldi. “Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındır” [13: 39]. Peygamberler, Ümmü’l-kitâb’ı izah etmek ve insanlara hakikati kendi dillerinde müşahhas bir hâle getirmek için gönderildiler. Hz. Muhammed buyuruyor ki: “Biz peygamberler, insanlara seviyesine göre muamele etmek ve anlayacağı seviyede konuşmakla vazifelendirildik.” Kur’an’ın mevcut zihniyet ve teamüllerle izah edilmesi gerekiyordu. Bazı âyetlerin diğerlerince neshedildiğini düşünmek, Allah’ın iradesini küçümsemek veya onun âyetlerinin yanlış olacağını farz etmektir. Kur’an’da buyuruluyor ki: “Biz herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz” [2: 106]. İlk bakışta bu, bazı Kur’an âyetlerinin neshedildiği şeklinde anlaşılabilir. Şayet daha önceki âyetlere (102-105) müracaat ederseniz resmin tamamını görebilirsiniz. Bu âyetlerde kendilerine kitap gönderilmiş Hıristiyanlar, Musevîler ve müşrikler konu edilmektedir. 105. âyet “Ne Kitab ehlinden inkâr edenler ve ne de Allah’a ortak koşanlar, Rabbinizden size bir iyilik gelmesini isterler” kelâmıyla başlar ve bunu “âyetlerin neshi”nden bahseden 106. âyet izler. Bu nedenle nesh ilkesi, Kur’an’dan ziyade (diğer) kitapları/kitabîleri ifade eder. Allah yeryüzüne birçok peygamber gönderdi fakat bunlar, kelâmullahı kendi bütünlüğü içinde tebliğ edemediler. Delillerinde bozulmalar ve karanlık noktalar zuhur etti. Kur’an’da buyuruluyor ki: “Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese ver――――――――― 11 Abdullahi Ahmed An-Naim, Na puti k İslâmskoy reformatsii (Grajdanskie svobodı, prava çeloveka i mejdunarodnoe pravo), Moskva, 1999, s. 70. 202 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) miş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır” [22: 52]. Ümmü’l-kitab mucibince Kur’an’ın sabık kitapların hatalarını ortadan kaldırdığı söylenmiştir; fakat ilahî bir vahiy olan Furkân-ı Azîm’de hiçbir şey neshedilmemiştir.12 Nesh usûlü yerine, Medine toplumuna hitap eden muayyen ahkâmın tüm insanlığa indirilen düsturlarla tedricî tahavvülüne imkân tanıyacak içtihadı tatbik etmek elzemdir. Belli bir noktada insanlık, İbrahim’in müttehit ümmetini oluşturuyordu. Bu ümmet daha sonra bölündü. Kan davasına tutuşan, işbirliği yapan ve kimi zaman ittifaklar kuran farklı dinler ve cemiyetler ortaya çıktı. İmparatorluklar doğdu ve yıkıldı. Zamanla ümmet mefhumu değişti. Artık tüm insanlık müşterek bir cemiyet hâline geldi. İçtihad, cemiyetin tekâmülünü dikkate almaya ve Kur’an’ın ruhundan münbais İslâmî kâidelerin muasır tefsirini sunmaya imkân tanır. Mesela Ortaçağlarda izahı kabil olan kafirlere karşı savaşı ifade eden cihad, o zamanlar için savaş siyaseti olarak alelâde bir vakıa idi. Ancak, savaş araçlarının insan varlığı için bir tehdit hâline geldiği II. Dünya Savaşı’ndan sonra diplomasi ve milletlerarası hukuk, kuvvet kullanma düsturu üzerinde yükseldi. Peygamber güç kullanmayı iktiza eden küçük cihadla Kitab’ın yardımıyla İslâm’ın sulhperver inkişafını farz sayan büyük cihadı birbirinden tefrik eder. Kur’an’da buyuruluyor ki: “Öyle ise kâfirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur’an’la büyük bir mücadele ver” [25: 52]. Küçük cihad, sair devletlerden Müslümanlara yönelik bir tehdit ortaya çıktığı ve Ortaçağ devrinin ahkâmına muvafık olarak Müslümanların yeni topraklar fethetmesi için zarurîydi. Bugün savaş ve barış meseleleri farklı bir şekilde tanzim edilmektedir. Bu sebeple cihad, kelimenin ihtiva ettiği manayla mütenasip olarak cehd, manevî cevher için maddî dünyayla mücadele, kendi içindeki şüphe ile savaş şeklinde izah edilmelidir. Böyle bir mana, Tanrı tarafından tüm zamanlar için verilmiştir. Küçük cihad, eğer hakkaniyete uygunsa, yalnız Kur’an metnine değil aynı zamanda milletlerarası hukuk çerçevesine uyan şiddet ve tiranlık için de nefsî müdafaa gayesiyle ilân edilir. Bu surette bir tefrik ve âyetlerin tefsiri bugün çok mühimdir. Vahhabîlik diğer dinlerle ve hatta İslâm’daki diğer cereyanlarla savaşta şiddete meyletmiştir. Güya Kur’an anlaşılamazmış ve yalnızca inanılırmış gibi rasyonalizmi bütünüyle reddeden Hanbelîlik, aslında ifrat ve tefritleriyle İslâm’ın câzip gelen saf, ananevî tarzını esas almaktadır. Bu sebeple herhangi bir yeniliği inkâr ederek gelenekçiliği destekler. “İnsanlar tek bir ümmet idiler; sonra ayrılığa düştüler [10: 19]. ――――――――― 12 Burada muhtemel tek uzlaşma, neshi “ertelemek/rafa kaldırmak” olarak anlamak olacaktır ve ancak bu, mezhep kurucularını meşrulaştırmaya yarayacaktır. Diğer yandan kimseyi meşrulaştırmaya gerek yoktur. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 203 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN İki dünya savaşının ardından insanlık üçüncü bir savaşın tekerrür etmemesi maksadıyla sistemler geliştirdi. Bugün, İslâm’da icmâ’-i ümmet’ten bahsetmenin hiçbir manası yoktur. Bütün Müslüman ülkeleri Mısır ümmeti, Ürdün ümmeti vb. gibi ayrı milletler tarzında tekemmül etmiştir. İnsanlık müttehit bir cemiyet hâlini aldı ve kıymetleri her şeyden önce emniyet, huzur ve istikrar oldu. İşte buradaki içtihadın bir başka misalidir. Kur’an’da buyuruluyor: “Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah, size, elde edeceğiniz birçok ganimetler vaad etmiştir. Şimdilik bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. (Allah, böyle yaptı) ki, bunlar mü’minler için bir delil olsun, sizi de doğru bir yola iletsin” [48: 18-20]. Ganimetlerin, insanlar için başlıca esbabımucibe olduğu zamanlar vardı. Kur’an bu meseleyi tanzim etmiş olsa bile, bugün ganimet paylaşımı barbarlık olarak telakki edilebilir. Beşeriyet asırlar boyunca savaştı ve ganimetler kazandı; fakat bugün bu mazide kaldı. Enfâl sûresinde buyuruluyor: “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin)” [8: 41]. Ganimet paylaşımı, ancak “din” adına yapılan akınlarla alakalı olabilir. Ganimet mevzuu dayatılmamalı veya başka bir şekilde izah edilmelidir. Bu mevzu mazide kalmalıdır. Yusuf el-Kardavî, “şeriatın cevaz verdiği her şey faydalıdır; yasakladığı her şey şüphesiz imkân dâhilinde zararlıdır” diye yazar.13 Eğer ümmetler arasında, âyetlerde izah edilenlere göre bir fark gözetiyorsak medenî cemiyetin kâidelerine mütenakız olan kölelik ve ganimetlerin bugün bile faydalı olduğunu düşünmeliyiz. Bid’at olarak kabul edilse bile soygunu, adam kaçırmayı vb. haklı gösterecek tek bir boşluk bırakmamalıyız. Hasılı, bid’at yüzünden gayyaya yuvarlanmak, Şeriata göre güya adaleti meşrulaştıran ganimet paylaşımından daha ehvendir.14 Böyle bir mantık izlenerek herhangi bir siyaset meşrulaştırılabilir. Kur’an’da buyuruluyor: “Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır” [2: 191]. Bu tür ifadeler, hitap ettiği kitlenin mütalaaları olmaksızın Kur’an’ın umumî çerçevesinde ele alınırsa daha vâsi bir izah sunmak kabildir. Hz. Muhammed döneminde kitle imha silahları yoktu. O zamanda kâfirlere karşı cihad çağrısı, bütünüyle farklı manalar taşıyor ve farklı şekillerde ifade ediliyordu. Beşeriyetin çabası, Allah’ın delillerinden biri olan hayra matuf olduğundan bugün Müslümanlar, Mekke döneminde indirilen ve ebedî olan umumî tesanüte sarılmalıdır. ――――――――― 13 14 Yusuf al-Kardavî, Sovremennıy ijtihad..., s. 60. Mesela, meselenin kıyas yoluyla çözümüne örnek olarak Yusuf el-Kardavi, petrol satışından elde edilecek paranın dağılımını meşrulaştırırken doğrudan ganimet ile ilgili ayetlere atıfta bulunur. Bk. a.g.e., s. 45. 204 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) Şüphesiz peygamberin hayatı emsal teşkil etmektedir ve 10. asırdaki Müslüman ülkelerin tecrübeleri faydasız değildir. Ama bugün ne kölelik, ne istilâlar ve ne de ganimet paylaşımına lüzum var. Şeriata göre cinayetin kefareti olarak köle azat etmek gerekir. Kur’an’da buyuruluyor ki: “Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, bir mü’min köleyi azad etmesi ve bağışlamadıkları sürece ailesine diyet ödemesi…” [4: 92]. İnançtan ziyade ihtiyaçtan olduğu, bilhassa peygamberin köleler azat ettiği ve köleliğe yürekten karşı olduğu nazarıdikkata alındığında köleliği yeniden tedavüle koymak istemeyiz. Peygamber zamanında kağıt para, organ nakli, atom reaktörleri veya uzay seyahati yoktu. Mademki devir değişti; bugün yaşasaydı, şüphesiz Hz. Muhammed’in klonlama ve BM’nin faaliyetleriyle alakalı fikirleri de olurdu. 10. asırda, İslâm ilahiyatında içtihad kapılarının kapanması denilen bir vakıa ortaya çıktı. Tenkidî, tahlilî düşünce yasaklandı. Lâzım olan her şeyin zaten ulemâ tarafından tekmil edildiğine inanıldı. O zamandan beri Müslümanlar, 10-13. asırların dört mezhep çerçevesinde gelişen hükümlere riayet ettiler. Mekke döneminin zahmetli görünen âyetlerinin hükümlerini takip etmemek için nesh mefhumu ortaya atıldı. Mezhepler, Kur’an ve sünnetin beşerî tefsirinin mahsulüdürler. Bunlar ilahî vahiyler değildir lâkin bugün bile takip edilmektedirler. Mezhep kurucularının kendileri bile, şeriatın en mühim ikinci menbaı olan sahih hadisin gerçek sayısı hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Haldun’a göre İmam Ebû Hanife yalnızca on yedi hadis kullanmıştır. Mâlik üç yüz hadisten bahsetmiştir. En şöhretli hadis külliyatının derleyicisi meşhur Ebû Abdullah Muhammed ibn İsmail el-Buharî, bu sayıyı yedi bine çıkarmıştır. Halbuki İmam Ahmed ibn Hanbel, elli bin hadis olduğuna inanıyordu. O dönemde içtihad, şeriatın en önemli menbalarından biri olan sünnetten istifade etti; oysa bugün ilahiyatçılar onu talî seviyede ehemmiyete sahip bir mevzuya irca etmiştir. Bedeviler inkâr ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar [9: 97]. Allah’ın yarattığı mucizelerden biri, hepsi farklı diller konuşan müteaddit halklardır. Kur’an’da buyuruluyor: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır” [30: 22]. Eğer Allah isteseydi, herkesi Arapça konuşan tek bir millet hâlinde yaratırdı. Ama öyle yapmadı. Her millet kendi hayatını yaşıyor. Onun nazarında hiçbir seçilmiş kurtarıcı veya reddedilmiş bir millet yoktur. Yahudiler ve Araplar vahiy gönderilen pek çok halktan yalnızca biridir. Allah her dili anlar. İnsan Onunla, ruhuna en yakın olan dilde, kendi dilinde konuşmalıdır. En samimî hisleri yabancı bir dilde ifade etmek hiç mümkün müdür? Allah’ın tercümana ihtiyacı yoktur; O ne bir milleti ne de bir dili diğerine tercih eder. “O, kalplerde olanları hakkıyla bilendir” [42: 24]. Rabbin dileseydi, insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı [11: 118]. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 205 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Hiçbir millet ebedî değildir. “Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler” [7: 34]. Bir zamanlar Araplar en ileri halklardan biriydi; fakat onların zamanı geçti. Tatarların Avrasya’nın her yerine hâkim olduğu bir zaman vardı. İslâm medeniyeti bazı halkları ne çiğner ne de ortadan kaldırır. Tatarların kaderi, İslâm’ın Ortodoks dünyayla çevrili kuzey ileri karakolu olmaktı. Rusya’da kendilerine mahsus Müslüman âdetleri vücuda getirdiler. İslâm Rusya’da her zaman ikinci din olmuştur. Ancak yıllar içinde Protestan teşkilatların sayısı Müslümanlarınkini aşmıştır. Onların büyümeleri hızlı olmuştur. Rus ve Tatar gençleri ellerini yeni inanca uzattılar. Tatarların Müslüman olduğuna delalet eden stereotipi gözümüzün hemen önünde yozlaşırken Rusların değişmez Ortodoks stereotipi de kırıldı. Böyle bir vakıayı izah etmek güç değildir. Protestanların dili, eski kilise Slavcası yahut Ortaçağ Arapçası değildir, ama çocukluktan beri anladıkları bir dilleri vardır. Protestanlar kadim bir kitap gibi görünen İncil’in modern bir izahını sunalardır. İnsanların hayata dair müşahhas meselelerini çözmeye yardımcı olurlar. Seyyid Muhammed Nakib el-Attas, “Müslüman her milletin dilini, onu bütün Müslümanların aşina oldukları belli başlı kelimeler manzumesiyle diğer Müslüman milletlerin dillerine bağlayan, bu dinin gereklerini yerine getiren insanların diline temel İslâmî mefhumların girişini belirten” İslâm dili mefhumundan bahsetmektedir. Bütün Müslüman halkların dillerine esasen İslâmî bir dil grubu isnat edilebilmesinin sebebi budur.15 Aslında Tatar dili, İslâm terminolojisini aksettiren Arabicismlerle doludur ve bu, geniş bir inananlar zümresi için Arapça bilmeyi lüzumsuz kılmaktadır. Bu minvalde, Batı geleneğine dayanan Rusya aynı imkânlara sahip değildir. Seyyid Muhammed Nakib el-Attas’ın ileri sürdüğü iddia, 21. asır için mukadder olarak görünen İslâm’ın dil açısından millîleşmesi fikrini destekleyen ciddî bir argümandır. Rab’lerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları kovasın. Eğer kovarsan zalimlerden olursun [6: 52]. Kimse hakikati bildiğini iddia edemez, hakikat Tanrı’nın ayrıcalığıdır. “De ki: “Hakka Allah iletir” [10: 35]. Biz sadece yüksek sesle düşünebiliriz. Biz, bir neslin, bir dinin ve bir zamanın, Rusya’nın yitik bir asrının insanları olduğumuz için kendi yolumuzu arıyoruz. Fikirlerim muhtemelen, İslâm’da kendi yolunu müstakilen bulmaya çalışan insanlarla bir cevap bulacaktır. Münferit âyetlerin tercüme veya tefsirlerinin inceliklerini tahlil etmemin, Allah’ın sayısız vasıflarıyla yolumu bulmamın ya da bazı Arapça ıstılahların doğru telaffuzunu araştırmamamın lüzumu yoktur. Tüm bu mevzuları ilahiyatçılara ve ――――――――― 15 Seyid Muhammad Nakıb al-Attas, Vvedenie v metafiziku İslâma – izlojeniie osnovopolagayuşih elementov musul’manskogo mirovozzreniya, M.: Kuala Lumpur, 2001, s. 36. 206 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) imamlara bırakalım. Bir kilise veya camiim yok, vaiz de değilim. Ne destekçilerimin sayısının artmasına ihtiyacım var ne de sadaka ile ilgileniyorum. Fakat her dilde aynı biçimde tefsir edilen temel İslâmî hükümleri bilmek istiyorum: bir kadın ve bir erkek eşit midir değil midir? Modern dünyada imamların vazifesi nedir? İnsanlık bir ümmet midir yoksa sadece Müslümanlar arasında ve kâmilen Müslüman ülkelerden mürekkep bir cemaat mümkün müdür? Ve belki de en önemli şey: İslâm, halkıma mütemeddin bir millet olması için nasıl yardımcı olabilir? Bugün milleti egzotik bir etnisite olarak belirli bir İslâm mahfazası içinde korumak vazifesiyle karşı karşıya değiliz. Gayemiz farklıdır: iktisadî açıdan rekabetçi olmak. İslâm terakki yolunu göstermelidir. Bana göre İslâm ve terakki müteradiftir. Fakat sualimin cevabını “onların en tehlikelisi terakkî taraftarlarıdır” diye okudum.16 Tatar gençleri modern üniversitelere gitmek istiyorlar, bazıları İngilizceyi diğer yabancı dillere tercih eden Avrupaî eğitim kurumlarına yöneliyorlar. İngilizce ticarette, siyasette ve bilimde yardımcıdır; İngiliz dili vasıtasıyla yeni fikirleri ve modern teknolojileri öğrenebilir; en son keşiflere vâkıf olabiliriz. Şehirli /(köylü) Tatarlar arasında %13 (%25) çocuklarının Arapça, %10 (%19) Türkçe bilmesini istiyor; diğer taraftan %74 (%33) çocuklarının Batı Avrupa dillerini bilmesini arzuluyor. Batı Avrupa dillerini okumak isteyen Tatar gençliğinin nispeti daha yüksektir. Arapçaya ilgi bir ibadet veya sadece meslekî bir dil olmasındandır oysa İngilizce yabancı diller arasında kitle dilidir. Arapça, zihniyet olarak cemiyetimizi geri, oysa Batı Avrupa dilleri bizi ileriye götürdüğünden bu, asrımız için elzemdir. Eğer Avrupa’yı tanımazsak, KamAZ, Volvo ve Mercedes karşısında kaybedecek; Kazan helikopteri Eurocopter’e nazaran daha basit kalacak ve yolcu uçaklarımız Boeing’le rekabet edemeyecek. İmamlar, Cumhuriyet’in iktisadî ve kültürel tekâmülüne iştirak etmelidir! Hayatımızı iyileştirecek iktisadî, içtimaî projeler teklif etmeliler ve bize sadece günde beş vakit ibadet etmeyi hatırlatmak yerine İslâm dünyasında pazar yeri kazanmamıza yardımcı olmalıdırlar. Rus İslâm Üniversitesi, ilahiyat yanında en yeni iktisadî nazariyeleri de öğretmeli ve Tataristan’ın yüksek bir teknoloji bölgesi olarak gelişmesi için kendi yolunu bulmasına yardımcı olmalıdır. Ebû Hanife buyuruyor: “Bilginizden amelî olarak faydalanın çünkü amelsiz bilgi, camit bir vücut gibidir.” Musa Bigiyev, “Allah’ın mutlak kanunu” nazariyesinin esaslarını neşretmeye başladığında dostları ona daha diplomatik olmasını ve imamları rahatsız etmemesini tavsiye etmişlerdir. Ona “yersiz ve münasebetsiz malayanî bir mesele gündeme getiriyor ve bir fırtına koparıyorsun” demişlerdir. Musa Bigiyev, onlara şu cevabı vermiştir: “Tavsiyeleri ve izahları için dostlarıma şüphesiz müteşekkirim. Ancak, tetkiklerimin neticelerinde dedikodulara mani olmak ve günlük maişetimi tedarik etmek maksadıyla haysiyetimi asla feda edemem. Eğer muayyen bir hakikat, türlü delilleriyle birlikte yüreğimde emin bir yer bulabiliyorsa, insanların bu hakikatlere ulaşamayacağını düşünerek söylememem ve onları gizlemem mümkün değildir.” Yargılamayın ve ayıplamayın! ――――――――― 16 Yusuf al-Kardavi, Sovremennyi idzhtikhad, s. 67. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 207 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Yüzlerinizi doğu veya batı yönüne çevirmeniz iyilik değil. İyiler o kimseler ki Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanırlar… [2: 177]. Mekke’de kaldığı süre zarfında Peygamber, Kâbe’ye yönelerek ibadet ediyordu. Fakat Medine’ye hicret ettikten sonra, ibadet ederken yüzünü Kudüs’e çevirmeye başladı. Bu Yahudileri memnun etti. Ancak on yedi ay sonra, ibadet ederken yeniden Kâbe’ye yöneldi. Birçok kimse kararsızlığından dolayı ona serzenişte bulunmaya başladı: Müslümanların kıblesi neresiydi? Bu sebeple şu âyet gönderildi: “Birtakım kendini bilmez insanlar, ‘Onları (müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir” [2: 142]. Kişinin ibadetinde istikbal-i kıble etmesi gereken istikâmeti tayin eden otorite Allah’tır. O zamandan beri Müslümanlar yüzlerini Kâbe’ye doğru dönerek ibadet etmektedirler. Belki de bu, Müslümanları Musevîlerden ve Hıristiyanlardan ayırt etmek için gönderilmişti, onun için Kur’an’da buyuruluyordu: “Herkesin (her ümmetin) yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter” [2: 148]. Allah’ın her millete tayin ettiği birer kıblesi vardır lâkin hepsi O’nun etrafında birleşecek ve rahmetine mazhar olacaklardır. Tatar dilinde kıble, kişinin ibadet ederken yöneldiği yönden başka manalara da gelmektedir. Hayatına esas aldığın düsturlar nelerdir? Senin için mukaddes olan herhangi bir şey var mı? Kıble kelimesinin aslı burada yatmaktadır. Her dil, millî tarihinin temerküz ettiği şey olduğu için kelimeye belirli bir mana katar. Zaman geçiyor ve dünya hızla değişiyor. Bu olayların telaşında birçok kişi kıblelerini kaybetti. Mekke’nin nerede olduğunu unuttu. Ve Mekke aslında, Kâbe’nin bulunduğu yer olması hakikati haricinde bizim için ne manaya geliyor? Tarihî ülküler mi? Umutlar mı? Ya da izah edilemez bir şey mi? Hakikî kıble, belirli bir fizikî mekanı olmayan Allah’a teveccüh manasına gelir. Allah ne Mekke’de ne Kudüs’tedir. O mekan ve zamandan münezzehtir fakat her yerdedir ve her şeyi bilir. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz [16: 93]. Sosyoloji araştırmalarına göre, Tatar gençlerinin % 80’i kendini Müslüman olarak tarif etmektedir lâkin bunların yalnız % 2’si cumaya, % 4’ü ise ayda bir camiye gitmektedir; ateist olduğunu alenen dile getirenler % 1’den azdır. Bütün bunlar arasında dinî vecibelerini çok az bir kesim ifa etmektedir. Dinî mekteplere (İslâm ve Proslav mektepleri) gidenler pek azdır (% 1-3).17 Ateizm propagandası Sovyet sonrası dönemde çok daha müessir olmuştur; acaba İslâm’ın dünya üzerinde karşılaştığı ――――――――― 17 Musina R. N., Etnokonfessionalıye prosessi v Respubliki Tatarstan, v kn: İslâm i hristianstvo v dialoge kultur na rubeje tısyaçeletiy, Kazan 2001, s. 261-264. 208 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) meseleler bunu izah edebilir mi? Elbette izah edemez. Dünya değişti, bunun yanında insanların hayat tarzları da değişti. İçtimaî kıymetler ve semboller de değişti, biz hepimiz değiştik. Tatarlar için artık bir müslümanın, Müslüman olduğuna delalet eden gözle görünür emarelerin kıymeti yoktur. Filvaki İslâm, kültürün bir parçası hâline gelmiştir. Tabiî ki oruç tutmayanların veya günde beş vakit ibadet etmeyenlerin inançsız olarak tavsif edilmeleri muhtemeldir. Lâkin onların düşünceleri farklıdır. Kıbleleri vardır. Muhtemelen Kur’an ve İslâmî gelenekler hakkında az da olsa malumat sahibidirler. Din onlar için sadece etnik kimliğe ait bir unsur olabilir. Bunların hepsi mümkündür. Fakat bu insanlar anket sorularına cevap verdiklerinde, tercihte bulunurlarsa İslâm’ı seçerler. Ebû Hanife buyuruyor: “Kabul veya reddettiklerini söyledikleri şeyin ayan beyan olan hakikatleri, kendi düsturları ve dinî âyinleri dolayısıyla onlar hakkında mümin yahut itikatsız diye hüküm veremeyiz. Camilere gittikleri, kıblemize yöneldikleri ve tıpkı bizim gibi ibadet ettikleri hakikatinin haricinde tanıştığımız/ görüştüğümüz insanlar hakkında hiçbir şey bilmiyorsak onları müminler olarak nazarıdikkata alacağız. Mümin olarak tarif edilmesi gereken insanların apaçık hakikatleri tatbik ettiğini varsayıyoruz bununla birlikte onların Allah huzurunda tamamen inançsız olmaları da mümkündür. Diğerleri hiçbir iman belirtisi taşımıyorsa, dinsizliğine delalet eden sarih alametlerle hüküm vererek inançsız olduklarını düşünebilirsiniz bununla birlikte onlar, Yüce Allah’ın huzurunda mümin olabilirler.”18 Kimse bundan daha iyisini söyleyemezdi. Hangisi Allah için daha önemli ibadetler mi, ayinler mi yoksa derunî/samimî iman mı? Zahirî işaretler veya ferdî bir manevî arayış inancın formülü müdür? Bu bir belâgat meselesi olarak görünmektedir; ama öyleyse neden insan, İslâm’ı daha çok ibadetlerle yargılıyor veya neden ibadetler çoğu kere imanî esasların yerini alıyor? İbadetlerin bilhassa Ortaçağ Arabistan’ında mühim bir içtimaî rolü vardı. Bu ibadetler yarı-bedevî kabileler arasında daha medenî bir adabı teşvik ediyordu. Doğumlarını kara bir leke olarak düşündükleri yeni doğmuş kız çocuklarını toprağa gömdükleri nazarıdikkata alınırsa putperest inançlarından yüz çeviren Araplar için katı kâideler ve kanunlar elzemdi. “Onlar, kızları Allah’a nispet ediyorlar -ki O, bundan uzaktır- kendilerine ise, canlarının istediğini. Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir! Kendisine verilen kötü müjde (!) yüzünden halktan gizlenir. Şimdi onu, aşağılanmış olarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” [16: 57-59]. Günümüzde, ibadetlerin çoğu sivil kültürünün bir parçası hâline geldi ve artık insanların cemaat tarafından murakabesine gerek yoktur. İnsan suretini tasvir etmenin yasaklanması putlara karşı savaşmak zorunda olunduğu İslâm’ın teşekkül zamanındaki belli bir devirle alakalıdır. Bugün artık ――――――――― 18 Abu-Hanifa Numan ibn Sabit, Traktaty, М., 2001, s. 55. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 209 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN vahşi adamlar yok ve Afganistan’da Taliban mensuplarının yaptığı gibi bir kişinin inançlı olduğunu ispatlaması için Buda heykellerini bombalaması gerekmiyor. Vahşetin İslâm’la imtizacı mümkün değildir. Bugün sanat tasvirleri yüksek kültüre, gelişmiş sivil kâidelere ve insan şuuruna bir delildir. Ve o, İslâm’a hitap eden şuur değil midir? İnsanların ve hayvanların tasvir edilmelerine yönelik yasak Allah’ın geçmişte yarattıklarına benzemek gibi idraki sebebiyledir. Bu delile dayanarak tıpkı sanat gibi yeni hayvan ve bitki türlerini, klonlama ve bir bütün olarak bilimi benzer bir yaratma olarak idrak etmek abes olurdu. İslâm, insanların vahşetten yüz çevirmeleri için gönderildi. Doğruluk insanların medenî, kültürlü ve eğitimli olması anlamına gelir. İbadetler insanları sürekli Allah’ın temel emirlerine döndürür ve hakikat arayışında beşerî davranışları tanzim eder. Bu onlar için mukadder olan şeydir. Ve terakkinin içinde yer aldığı gibi hakikat bilimlerin, teknolojilerin, mekanik araçların gelişmesinde, maarifin yükselmesinde, âdil bir cemiyetin teşekkülünde, müessir bir iktisatta ve kâmilen maneviyatın tekâmülünde yatar. 21. asırda birçok yasak ve ibadet önemini kaybetmiştir. İslâmî buyruklara göre çıplak ellerle kurban kesmesinin kendisi gaye değildir; fakat insanların iyi kalitede et yemeye ihtiyaçları var. Buna Allah’ın değil, insanların ihtiyacı vardı. Bu sayede insan, yalnız Allah’a kulluk etmekle kalmaz aynı zamanda kendisine de iyilikte bulunur. Eğer günümüzde hayvanlar mezbahalarda düzgün şekilde kesilirse insan bundan faydalanacak ve Allah da hoşnut olacaktır. Kur’an’da fizikî şekillerinden değil, havi oldukları maneviyat sebebiyle ibadetlerin kıymet kazandıkları açıkça görülmektedir. Kur’an’da buyuruluyor: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır” [22: 37]. İbadetler insanın hayatını zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için verilmiştir. İslâm dar bir ayakkabı gibi değildir. Hür insanın kabiliyetlerini tanzim eden bir usûldür. “Üzerlerindeki ağır yükler ve zincirler”den kurtarmak için Peygamberin gönderildiği buyuruluyor [7: 157]. Bugün yalnız yasaklar değil müspet tesirleri de mühimdir. Pek çok bakımdan insan, yalnız korkuları veya mükâfat uğruna değil hayatının en iyi yolunu seçecek manevî amiller ve tercihleriyle yönlendirildiği için de hareket ediyor. Medenî bir dünyada yaşamak için kendime Afganistan’daki kabilelerin seviyesini model alamam. Belki ilim ve maariften daha mühim bir ibadet yoktur. Velev ki onlar gibi olmasalar bile Tatarlar kızlarını kuma gömmez ve heykelleri topa tutmazlardı. Talibanlar vahşi ve bu nedenle günahkârdırlar. Tedennîyât ve hakikat birbirine mütenakızdır. Hâlâ Ortaçağ şeriat kanunlarıyla yaşayan Sudan halkının benim umumî olarak okuyan yazan ve maarif sistemiyle bilimin gelişmesinde kendi ananelerine sahip milletimden daha doğru oldukları düşüncesini kabul etmek mümkün değildir. İslâm insanları bedevilikten uzaklaştırmak, onları mütemeddin kılmak ve adalet yoluna sevk etmek için ortaya çıktı. Sırat-ı 210 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) müstakim için ilk adım maariftir oysa dualar ve ibadetler sadece maarifin ehemmiyetini anlamaya yardımcı olurlar. Selamet yalnız ibadetlerde değil aynı zamanda terakkîdedir. Musa Bigiyef, İnsanların Akide-i İlahiyelerine Bir Nazar adlı eserinde “İman hususunda hiçbir resmiyet yoktur. Resmiyet kesp etmiş imanın insan hayatında o kadar ehemmiyeti de yoktur. İnsanı fesattan, şerden, zulümden men edip hayır işlere sevk eden iman şeriat nazarında muteber bir imandır. İnsan hayatında muteber olan iman şeriat nazarında da muteberdir. Ancak hayatta ehemmiyeti olmayan imanın şeriat nazarında da elbette ehemmiyeti yoktur.” diye yazıyor. İbadetleri yerine getirmenin, başörtüsü takmanın ve sakal bırakmanın sana cennette bir yer garantileyeceği doğru değildir. O, maddî dünyanın aşılmasında, cemiyetin rasyonel tekâmülünde, insan hayatının inkişafında, insanoğlunun bilgeliğinin bir parçası olan müspet tecrübî müktesebatta yatıyor. Maddî dünyayı manevîleştirmek için mücadele, insanın selametini tayin eder. Bu sebepten eğer ibadetler faydalıysa bırakın olsunlar; fakat cemiyetin kültür seviyesinde bir terakkî meydana geldiğinde ve insanlar Tanrı’ya daha yakın olmak için maarif ve ilmin ehemmiyetini idrak ettiklerinde ibadetlerin kıymeti talîleşir; şahsî bir mevzu ve tercih meselesi hâline gelir. Eğer bazı sebepler yüzünden dinî ibadetleri yerine getirmekte zorlanıyorsanız o zaman gayeye muvafık ve hayırlı ameller için gayret göstermek daha ehvendir. Peygamber buyuruyor: “Gerçekten din kolaylıktır ve kim dinde ifrata kaçarsa kaybeder. O hâlde orta yolu izleyin ve ümitvâr olun.” Tanrı insandan yapamayacağı şeyleri istemez. O rahimdir ve insanı gücünün fevkinde vazifelere mecbur kılmaz. İmkânsız bir şeye zorlamak zulümdür. Kur’an’da yazılı her şeyi gerçekleştirmek kolaydır ve faydalıdır. Peygamber buyuruyor: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Allah’ın şuursuz ibadete ve ibadetin lüzumundan fazlasına ihtiyacı yoktur. Peygamber buyuruyor: “Allah lüzumsuz taassubu ve iman gösterişinde aşırılıkları sevmez.” O, ruhbanlığı tasvip etmez, insanın kudretinin fevkinde ibadetler yapmasında ısrarcı olmaz ve ibadet uğruna dünyevî nimetlerden kaçınanları ayıplar. “Mağaralar, yüksek dağlar ve çöller gibi uzak ve ıssız yerlerde yaşamayın. Böyle yerlerde yaşamak kabirde yatmak gibidir.” Senin şahsi selametin cemiyeti savaştan, siyasî, ekolojik ve manevî yıkımlardan muhafazada yatıyor. Hz. Muhammed ibadetleri sıkça dile getirdi ama aynı zamanda tavrı yeterince esnekti. İbadet, İslâm’ın asıl unsurlarından biri olmasına rağmen şöyle buyuruyor: “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek bütün gece nafile ibadet yapmaktan daha hayırlıdır.” Bu nedenle gerçek bir Müslüman için bilgiden, fakat yalnız Kur’anî bilgi değil, farklı bilimleri şamil bir küll olarak bilgiden daha mühim bir şey yoktur. Peygamber de buyuruyor: “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz. İlim, Çin’de de olsa alınız! Bu dünyada mutluluk isteyen ticaretle meşgul olsun; ahireti isteyenler ölçülü ve takva sahibi olsun ve iki dünyayı birden isteyen ilim tahsil etsin.” Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 211 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Kişinin ayakta ya da oturur pozisyonda su içip içemeyeceği hususunda tartışarak, tez yazıp konferanslar tertipleyerek zaman harcayabilirsiniz.19 Neticede, her iki görüş de ispat edilebilir; ama bunun İslâm’la ne alakası var? Peygamber sadece su içti, hepsi bu. Mesele yalnız peygamberin ne giydiği yahut ibadetleri ne zaman ve nasıl yaptığı gerçeğinde değil, bunu neden yaptığı sualinde yatıyor. İbadetler, zekat, miras hakkı ve diğer şer’i hükümler cemiyetin daha hızlı adımlarla terakkisi için elzemdi. Asıl olan şey budur. Miras paylaşımı meselesinin aslında yalnız erkek ve kadının hakkı değil miras olan malın paylaşımında emin ve âdil olunması gerektiği gerçeği yatar. Geçmişte âdil olan şey, bugün her zaman öyle değildir. Günümüzde kız çocuklarının erkek çocuklardan daha kötü olduklarını düşündürecek hiçbir sebep ve mütemeddin bir cemiyetin işbölümünde cinsiyet farkı yoktur. İslâmî kâideler değişiyor ancak asıl gaye olan adalet devam etmektedir. Büyük ilahiyatçı Ebu Hamid El-Gazalî şöyle diyor: “Bir saat adalet yüz sene ibadete denktir.”20 Kur’an, “kendinize karşı olsa bile” adalet hususunda ısrar eder. Bir insan kazancının yalnız bir kısmını cemiyete infak ettiği için değil fakir insanların sayısının azalmasına, borçların ortadan kalkmasına ve kâmilen cemiyetin artan refahına yardımıyla iştirak ettiği için de zekat Tanrı’yı hoşnut kılar.21 Zekat, kişinin servet, cimrilik ve istifleme arzularını dizginler. Bütün bunlar, cemiyeti daha âdil ve bu sebeple daha yaşanabilir kılar. Zekat infakında asıl mesele insanları kölelikten kurtarmak değil midir? Artık kölelik olmadığı için öyle değil. Fakat İslâm’ın asıl manası, cemiyetin daha istikrarlı ve tüm insanların müreffeh bir hâle gelmesi şeklinde sürmektedir. Peygamberimiz buyuruyor: “Hayırlı her amel sadakadır.” İşte mesele bu! Zekat hayırlı ameldir ve her hayırlı amel, İslâm’dır. Diğerkâmlığın manası yalnızca sadaka değil, aynı zamanda sefaletin tasfiyesidir. Eğer onunla mücadelenin başka yolu yoksa o zaman sadece sadaka kalır. Ve eğer servet başka insanları da müreffeh kılıyorsa o hâlde bu, hayırlı ameldir ve zekatla aynı gayeye matuftur. Hayırlı amel sadakadır. Allah’ı hatırlayan bir insan her zaman hayırlı amel işler. Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz. Hayır; ileride bileceksiniz! Hayır, hayır! İleride bileceksiniz! [102: 1-4]. İslâm bize servetin tek başına bir gaye olamayacağını öğretir. Peygamber buyuruyor: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu varlığı olsa ikincisini ister, ikincisi olsa üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak, bir karış toprak doyurur.”; “Komşusu aç――――――――― 19 20 21 Ayakta su içme mevzuuyla alakalı tartışmalar için bk. Yusuf al-Kardavi, Islamskoe soznanie: mezdu neveriem i ekstremizmom, Kazan, 2002, s.47. Sufii. Sobranie pritch i aforizmov, Moskva, 2002, s.45 Bkz. Zakiat, Kazan, 2001, s.67. 212 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) ken tok yatan bizden değildir.” Kişinin cemiyetin refahıyla ilgilenmesi hakikat yoludur. Tanrı iktisadî manzumenin artan borçlar, şahsî zevk, giderek artan sefalet yüzünden dağılmasına mâni olacak bir manzumenin ihdasını emretti. Murabahacılığı/aşırı faizi yasaklamasının sebebi budur: “Kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz almaları, insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle önceden kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.” [4:161]. Menkul ve gayrımenkul mallar, paraya merbut banka hesapları, şahsi zevk/lüks gibi her surette altın bir buzağıya tapmak putperestliktir. Ferid İsak, “Bugünkü hayatımıza ve taş (evler), metal (arabalar) ve kağıt (diplomalar ve sertifikalar) putlarımıza harcadığımız tüm zamana bakarak Musa’nın rehberliğinde zulmün karanlığından hürriyet güneşine çıkan İsrailoğullarının aptallığına artık şaşırmıyorum. Biz ve onlar arasındaki fark buzağı kültünün başlatıcısı Samiri’nin yaptığı eylemde toy ve yalnız olmasıydı. Fakat bugün kapitalizm ve satın alma putları, hayatını her şartta kâr elde etmekle rabıtalandıran bütün beşerî sınıflar tarafından yaratılmaktadır.” diye yazmaktadır.22 Sadece kapitalistler değil hatta din adamları bile zaman zaman manevî şeylerden ziyade maddî meselelere alaka duymaktadır. Onlar çok varlıklı değiller ama dervişler gibi de değiller. Maddî dünyayı aşmak ve maneviyatla meşbu olmak, serveti insanların faydasına kullanmak ve şahsî gayeler için harcamamak manasına gelir. İlahiyata dair bir kitap okuduğunda kişi ekseriya bugünkü hayatla çok az münasebeti olan girift ıstılahlar ve idraki güç skolastizmle karşılaşır. Mahmut Toptaş’ın kaleme aldığı Allah’a İman ve Altı Esası adlı kitapta meleklere iman, meleklerin vazifeleri ve vazıfları, mesuliyetler ve onların tasnifine dair tafsilâtlı bir tahlil yapar.23 Bilgisayar ve telefon kullanmayan ve uçakla seyahat etmemiş ilahiyatçıların olduğu görülüyor. Bu şeyleri yapanların kimler olduğu ve Müslüman ülkelerin Avrupa ile nasıl rekabet edeceği hakkında düşünmek zahmetine girmiyorlar. Bütün bu sorulara, dua etmek haricinde verecek cevapları yoktur; sanki uçaklar dua gücüyle uçuyor. Fıkıh, aerodinamiğin yerini alamaz. Tek bir hadisle alakalı çok sayıda kitap var fakat modern üniversitelerden istenilen şeyin ne olduğundan, bilimdeki yeniliklerin neleri geliştirebileceğinden ve böylece Müslümanların daha da terakki edebileceğinden bahseden hiçbir şey yoktur. İlahiyatçılar paçaların uzunluğunu teferruatlı bir surette tartışabilirler, lâkin modern teknolojiler hakkında asla tek bir kelime sarf edemezler. Bütün karmaşık suallere bir cevapları vardır: “İslâm aklı doğruya sevk eden bir inanç, kalbi temizleyen bir ilahî hikmet, ruhu arındıran ahlâk, adaleti ve ananeleri pekiştiren kanun ve hayatı güzelleştiren kültürdür.”24 O zaman neden gerçekten Müslüman ülkeleri en geri olanlardır? Uçakları kim yapacak? Hıristiyanlar mı? İslâm asırlar boyunca çok geniş bir coğrafya üzerinde hâkim olmuştur; fakat iç çatışmalar sebebiyle halifelikler yıkılmıştır. Ancak ilahiyatçılar sebepleri hâlâ dışa――――――――― 22 23 24 Farid Isak, Byt’ musulmaninom..., s. 184. Mahmud Toptaş, Vera v Allakha i shesti ee osnov, İstanbul, 2000, s. 69-81. Yusuf al-Kardavi, Islamskoe soznanie..., s. 87. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 213 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN rıda, Siyonistler, Hıristiyan dünya ve kapitalizm gibi ülke dışındaki düşman güçlerde aramayı sürdürüyorlar.25 Bu çok daha tuhaftır. Bu Kur’an’ın neden insanlara gönderildiği fikrinin yanlış anlaşılması ve İslâm’ın amelî yönüne dair bilginin kifayetsizliği manasına gelir. “Allah, ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti” [2: 251] ki burada kastedilen, Tanrı’nın verdiği amelî bilgidir. Eğer laik yasalar daha iyi ve daha âdil bir hayat sunuyorsa, eğer iktisadî güç artıyor ve darlık seviyesi azalıyorsa o zaman bunlar Tanrının nazarında iyidir. Tatar maarif sisteminin meşhur reformcusu Abdullah Bubi şöyle yazıyor: “Vazifemiz aynı anda iki yolu takip etmektir: maddî ve manevî, eş zamanlı olarak hayatın dinî ve dünyevî veçhelerini geliştirmek.” Dünyevî olan, İslâm’a yabancı demek değildir. Ve peygamberin hayatına müteallik her şeyde din göz önünde bulundurulmamalıdır. Peygamber buyuruyor: “Dişlerinizi temizleyin.” Bugün bu sadece herhangi bir doktor tarafından değil reklamlarla bile tavsiye edilmektedir. Çocuklar daha konuşmayı öğrenmeden dişlerini temizlemeye başlar. Peygamber pek çok faydalı tavsiyede bulunmuştur ve bunların çoğu Müslüman olsun yahut olmasın muasır insanın hayatında bir kâide hâline gelmiştir. Pantolonun uzunluğu, oturarak yahut ayakta su içmek, sakal bırakmak ve örtünmek gibi ahkâmın dinî hiçbir mahiyeti yoktur; bunlar tamamen dünyevî kâidelerdir. İslâm bir kültür olarak hem dünyevî hem de dinî meseleleri şamildir. İslâm ne dünyevî meselelere karşıdır ne de onun yerini almaya yahut onunla mücadele etmeye çalışır. O imanla bilgi arasında, ebediyetle fenâ, dini müesseselerle devlet, fert ve cemiyet, manevî ve maddî meseleler arasında bir ahenk yaratır. Muasır medeniyet, yemek ve müskirâtta ölçülü olmayı vaz’eder, iyi kalite et yemeyi ve hijyene itina göstermeyi şiddetle tavsiye eder. Bu hususlar sadece Müslümanlar için değildir; bugün bunlar İslâm ümmetinin ötesine uzanmıştır ve uzun zaman önce tüm insanlığın müştereği hâline gelmiştir. Kültürlü her insan bu kurallara riayet eder. İbadetler, inançlı ve inançsızı ayıracak bir kıstas olamaz. Eğer bir insan “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun resulüdür” diyorsa o artık inançlıdır; ibadetler ve ayinler yalnızca bu imanı sağlamlaştırır, fakat inancı belirlemez. 15]. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez [17: Medenî bir cemiyette ritüellerin manası değişebilir. Kadınlar başörtüsü örtebilir ve erkekler sakal uzatabilir. Buna karar vermek onların şahsî meselesidir; arkasında inanç ve inançsızlığı ketmedebilecek zahirî bir mesele de olabilir. Fakat bu, İslâm’ın özünde olan bir şey değildir. Müslüman mütefekkirler, insanın günahkâr tabiatını nazarıdikkata alarak örtünmeyi meşrulaştırır. Rukiye Maksud, “Müslüman kadınlar bizatihi mütevazı bir şekilde giyinmeyi tercih ederler; açık ve münasebetsiz kıyafetlerin süflî erkeksi içgüdüler için bir yem olduğunu düşünürler; onlara göre müsavî ve hür azalar olmadık――――――――― 25 a.g.e., s. 77. 214 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) larından bu tür kıyafetler kadını bir cinsî arzu nesnesi gören erkeği uyarır. Onlar erkeklerin yalnız vücutlarıyla değil her şeyden önce zekâ ve mizaçlarıyla da ilgilenmelerini isterler.” diye yazmaktadır.26 Bu mantık biraz tuhaftır; neticede hayat sadece cinsî münasebetten ibaret değildir ve erkek kendini kontrolden aciz bir hayvan olarak telakki edilmemelidir. Erkek asla büsbütün şehvet demek değildir ve ahlaksız kadın, belli ki azınlıktadır. Tatar kadınları arasında bile pasaport fotoğraflarında türban ve başörtüsü takma hakkını savunan bir hareket ortaya çıkmıştır. Bu onların hakkıdır ve devlet özgürlüklerini kısıtlamamalıdır. Saygı duymakla beraber gelgelelim böyle bir ısrar daha müspet bir tarzda kullanılabilir. Eğer bu kadınlar o kadar çok inançlılarsa o zaman Ahzab sûresinin 33. âyetine göre (“Ve evlerinizde oturun”) mahkemelere koşuşturmamalıdırlar. Onlar evde kalmalı; perde arkası haricinde yabancılarla iletişim kurmamalı [33: 53], ve yalnızca kendi evinin kadınlara ayrılan kısmında yaşamalıdır. Tatar kadınları, Müslüman Şark’ın en münevver ve terakkiperver kadınları olarak değerlendirilir; fakat bugün onlar zahirde bunun tam aksini ispatlamaya karar vermişlerdir. Ortaçağlarda kadın mülkiyet olarak görülmüş ve onlara kastedenlere karşı mülkiyet olarak korunmuşlardır. Kur’an’ın hükmüne göre, bir erkeğin cariyelerden haz alması günah değildir; fakat aynı şeyi kendine ait olmayan başka kadınlarla yapması yasaklanmıştır. Şeriata göre ahlakî davranışın özünde yalnız zevce sadakat değil aynı zamanda başkasının kadınına dokunmamak da yatar. Şeriatta hırsızlık ve zinaya aynı suçlar arasında (hadd) atıfta bulunulması tesadüfî değildir. Mülkiyet, cemiyetin hiç kimse tarafından ihlal edilemeyecek değişmez esası olarak telakki edilir. Böyle bir ihlal, cezanın ağır olmasının sebebidir: Ceza çalıntı nesnenin kıymetiyle değil hırsızlık vak’asıyla tespit edilir. Kullanışlı olması dışında giysiler, zarafetle de alakalıdır. İnsanın iç dünyasını, hayal gücünü aksettirirler. Eğer isterseniz bu iç dünyanın fâş edilmesine dair manevî bir meseledir. Zarafet, Kur’an’ın vaz’ettiği tevazuuyla mütenakız bir surette olmamalıdır. Peygamber buyuruyor: “Allah güzeldir ve güzeli sever.” Hatta İslâm’ın en katı biçimde tefsir edildiği zamanlarda bile Tatar kadınlarında iptidaî hicâb âdeti yoktu; çünkü şıklık ve din birbirinden müstakil mefhumlar olarak kabul ediliyordu. Kâmilen İslâm kâidelerine göre medrese eğitimi görmüş ninem, bu tür bir elbiseyi asla giymedi. O türden elbise Tatarlara yabancıydı. Hicâbın ortaya çıkması, sık sık kum fırtınalarının meydana geldiği çöllerde bu tür giysilerle kendileri rahatta hisseden Arapların etnik âdetleriyle alakalıdır. Açıkçası hicâb çok güzel bir giyim tarzı değildir. Hiçbir hususî tavrı veya zarafeti yoktur, ananevî Tatar kadın elbiseleri veya daha muasır kılık kıyafetle kıyaslandığında herhangi bir faydası da bulunmamaktadır; buna rağmen o da kendi tarzında modadır ve diğer herhangi bir kılık kıyafet türü gibi var olma hakkına sahiptir. Birileri hicabı bir inanç sembolü olarak kabul edebilir ama bir çıplak da kendi tercihini bir inanç sembolü olarak görebilir. Bun――――――――― 26 Rukaya Maksud, Islam, Moskva, 2001, s. 276. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 215 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN lardan hangisi cennete gidecek? Çoğu ilkini söyleyecektir. Ama kim bize yargılama hakkını verdi? Onun için buyuruluyor: “Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir” [42: 10]. Sabırlı ol, Tanrı’nın rahmet ve merhametinin üzerine olmasını dile. Elbette semboller de mühimdir. Onlar insan için referans noktaları gibidir. Kremlin’de Kazan’daki Kul Şerif Camii’nin restorasyonunun lüzumu tartışıldığında, gayretlerimle bu kutsal meselede vazife almıştım. Rusya İslâm Üniversitesi kurulduğunda Tataristan müftüsü Gusman Hazret İshakov ve Müftü Ravil Hazret Gaynuddin’in imzaları yanında imzamın yer alması benim için şerefti; fakat ibadete şov amacıyla teşhir nazarıyla değil daha ziyade şahsî, daha derin bir mesele olarak bakarım. İnsanoğlu tekâmül vetiresinde uzun bir mesafe kat etti ve bu zaman zarfında, insanın tabiatı da değişti. İnsan artık Arap çöllerindeki bir bedevî değil. İslâm’ın insanın tabiatını geliştirme ve insiyaklarını yüceltmede başarısız olduğunu düşünmek, İslâm’ın beyhudeliğini kabulle eşdeğer olacaktır. Müslüman kadınlar, erkeklere, şehvetli hayvanlar olarak değil insan olarak bakmalıdır; bu durumda, pek çok âdet onlara köhne gelebilir. Ve erkekler de kadınlara yüksek bir duvarın ardında diğer erkeklerin gözünden sakınılacak bir malmış gibi değil, eşit haklara sahip bir fertmiş gibi davranmalıdır. Kadına ikinci sınıf bir varlıkmış gibi davranma geleneği İslâm’a Musevîlik ve Hıristiyanlıktan nüfuz etmiştir. Avrupa tedricî olarak bu tutumu terk etmiştir; ancak İslâm ülkelerinde bu âdet sürmektedir. Kadın, günahın müsebbibi olarak görülemez. Kur’an’a göre Âdem ve Havva, şeytan tarafından aynı anda ayartılmışlardır: “Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı,” [2: 36]. Üstelik Tâhâ sûresinde buyuruluyor: “Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.” [20: 121]. Erkek ve kadın ilk günahta en azından aynı derecede mesuldür. Nisâ, Nûr ve Ahzab sûrelerindeki âyetlerde kadının ikinci derecedeki mevkii teyit edilmektedir. Bu sûreler, Medine döneminde nâzil oldu. Bu tarihî dönemde kadın haklarıyla ilgili şeriat hükümleri, dünyadaki en asrî hükümler manzumesiydi. O zamandan beri medenî ülkeler daha da ileri gitti. Ancak şeriat hâlâ kayda değer hiçbir ilerleme kaydedemedi. Haydar Baş, kadın hakları meselesini tartışmayı abes bulmaktadır. “Hiç kimse ona haklar bahşedemeyeceği, doğuştan bazı haklara sahip olduğu için kadın hakları gibi bir meseleyi gündeme getirmek veya kadına bu hakları vermek aslında abesle iştigaldir. Her insan doğuştan can, mal, haysiyet haklarına sahiptir.”27 Kulağa hoş geliyor ama Kur’an köleliğe izin veriyor. Köleleri insan olarak bizimle müsavî kabul edecek miyiz etmeyecek miyiz? Şeriata göre onlar, tıpkı bir deve gibi maldır. Biz de her insanın doğuştan hür olduğunu farz edersek onlara bu düsturu tatbik edebilecek miyiz? Şeriat, bazı ilahiyatçıların düşündüğü gibi basit olmaktan uzaktır. Kadın haklarını tartışmak manidârdır. İçtihada ihtiyacımız var. Kadın ve erkeklerin farklı haklara sahip olduğuna dair bir başka delil, zahiren cemiyetteki rollerinin ve bu sebeple haklarının da farkını belirten cismanî esasa ――――――――― 27 Haydar Baş, Prava zhenshiny v Islame, Kazan, 2001, s. 16. 216 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) dayanmaktadır. “Kadın ve erkeği müsavi kabul etmek neredeyse elma ile armudun aynı olduğunu kabul etmektir,” diye devam ediyor Haydar Baş. “Eşyanın tabiatına aykırıdır, çünkü erkek ve kadın ne ruhî ne de cismanî açıdan müsavidir. Tabiatıyla farklı olduklarından vazifeleri ve mesuliyetleri de tamamen farklı olacaktır.”28 Aynı şey fizikî ve entelektüel açıdan farklı erkekler hakkında da söylenebilir. Fizyoloji miras, tal’ak ve sair haklara müteallik meseleleri çözmek için iyi bir sebep değildir. Biz insanız. Erkeğin şahitliği neden iki kadının şahitliğine denk tutulur? Kadının yumuşak kalpli, tabiatı icabı zavallı olduğu ve adalet dairesinin dışına çıkabileceği düşünülür.29 Fakat bu sadece afakî bir mütalaadır. Kadınların kâideci ve âdil, erkeklerin yumuşak kalpli olduklarına dair binlerce misal hatırlayabiliriz. İslâm’ın gayelerinden biri, dünyayı daha âdil hâle getirmektir. Taaddüd-i zevcât, kadınlar için adaletin bir tezahürü olarak düşünülür. Yusuf el-Kardavî şöyle yazıyor: “Şeriat, kocanın tüm eşlerine malî destek, iaşe, ibate ve giyim hususunda müsavî davranmasını teminat altına alır. Bu taaddüd-i zevcâta müstenit bir adalettir. Bazı kocaların, Allah’ın onlara bir vecibe olarak yüklediği adalete riayet etmediği vakidir. Ancak menfî amel böyle bir kâidenin inkârı manasına gelmez.”30 Miras hakkı, tal’ak usûlü gibi taaddüd-i zevcât da kadınların erkeklerle aynı mevkide olmasına izin vermez, öyleyse eşit haklar olmadan adalet mümkün değildir. İnsanlar aynı haklara sahip değillerse o zaman dünyada adaletsizlik sürer ki, bu günahtır. Tüm insanlar doğuştan hür ve müsavidirler. Fizyoloji veya kökenin, ırk veya dilin, din veya ülkenin bu müsavatta herhangi bir rolü yoktur. Tüm insanları müsavî kılmak imkânsızdır; fakat insanlar eşit haklara sahip olmalıdırlar. Yusuf el-Kardavî daha da ileri giderek şöyle diyor: “Kadının fıtratı, ona bakacak, ona destek olacak ve onu koruyacak erkek tarafından kollanmayı arzu eder vasıftadır.”31 Kur’an’da erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğüne, yalnızca kadının emniyetini sağlamak ve onu kollamak şartıyla ruhsat verilmektedir [4: 34]. Bu rolün devlet tarafından üstlenildiği ülkelerde böyle bir üstünlük sebebi ortadan kalkar. Asrî hayatta kadınlar da umumiyetle erkeklilerin üstlendiği aynı mesuliyetlere sahiptir. Bu bir kâide hâline gelmiştir. Haydar Baş, “Bir kadın, bir erkeğin işini yaptığında ve bir erkeğin zahmetli mesuliyetlerini yüklendiğinde bunu bir hak olarak tarif edebilir miyiz?!” diye yazıyor.32 Avrupa ülkelerindeki teamül bu delilleri kolaylıkla çürütmektedir. Ağır el emeğinin erkeğin omuzlarına yüklendiği Ortaçağ cemiyetinde kadına bakılması icap ediyordu ve bu âdildi. Bugün iş değişti, daha entelektüel bir mesele hâline geldi. ――――――――― 28 29 30 31 32 a.g.e., s. 17. a.g.e., s. 22. Yusuf al-Kardavi, Sovremennyi idjtikhad..., s. 61. a.g.e., s. 65. Haydar Baş, Prava zhenshiny v Islame…, s. 15. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 217 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Doktorluk yahut öğretmenlik gibi pek çok meslek sadece erkekler için caizdir denilemez. Böyle bir emek kadın için utanç verici midir? Elbette değil. Bunlar insanlara hayat, sıhhat ve bilgi sunmaktadır. Şeriatın kadın haklarına müteallik tarihî hükümlerinin bugünkü hayata tatbik edilemeyeceği bir hakikattir; çünkü onların farklı muhatapları (Medine toplumu) için manası vardı. Mekke’de nâzil olan ve ebediyete kadar bütün insanlara seslenen âyetlerde erkek ve kadınların mevkiinde bir fark olduğu kabul görmemiştir. Bu, 21. asırda şeriatın aslî düsturu olmalıdır. Musa Bigiyev, “İçtimaî sistemi güçlü kılacak şey, kadın hakları gibi dört başı mamur ve kıymetli meselelerdir.” diye yazıyor. Ve Müslüman kudretli olmalıdır. De ki: Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin [18: 29]. Peygamber buyuruyor: “Bütün dünya ibadet yeridir.” Herkes Tanrıya yakaracak bir yer bulabilir – kendi evinde, iş yerinde ve hatta bilgisayar başında. İnsanlar Tanrıyla olan münasebetlerini tarif etmekte hürdür. “Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in onun resûlü” olduğunu ikrar eden bir kimse mümindir. İbadetler ve ayinler imanın yalnızca neticesidir, onu tayin etmez. Onlar talî ehemmiyete sahiptir. Ebu Hanife, “İman, müminleri namaz kılmaya, zekat vermeye, oruç tutmaya, hacca gitmeye ve Allah’ı zikretmeye teşvik eder fakat namaz, oruç, hac onları Allah’a inandırmaz. Onlar önce inandıkları ve ancak o zaman amel işledikleri için bu böyledir. Allah’a iman onların dinî vecibelerini yerine getirmelerine vesile olur, aksi değil.” diye söylemektedir.33 Hiç kimse, kimseyi olduğu şeyi belirtmesinden ve özellikle Müslüman olup olmadığını söylememesinden dolayı ayıplama hakkına sahip değildir. Ebu Hanife, “İnsanların imanda farkları ve birbirlerine üstünlükleri yoktur. Ancak amellerinde birbirlerine faik olabilir ve dinî vecibelerini yerine getirmede birbirlerinden ayrılabilirler.” diye söylüyor.34 Hakikatin ardında, iman ve iman eksikliği konusundaki ihtilafların yalnızca Tanrı tarafından çözülebileceği gerçeği yatıyor; insanların bu mevzuda söyledikleri tamamen teferruattır. Burada bir arabulucu olamaz. Hakikat yolunda din adamları, yoldaki işaretlerin vazifesini yerine getirir; fakat onlar hız tümsekleri olmamalıdır. İslâm âlimleri bilgi edinmede ve dini anlamada yardımcı olabilirler, fakat her kişi kendi yolunda yürümek zorundadır. Neticede, Tanrı bizi çağırdığında orada imam, müftü yahut halk olmayacak. Ya da hiçbir muin bulunmayacak. Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez [2: 48]. ――――――――― 33 34 Abu Hanifa Numan ibn Sabit, Traktaty..., s. 44. a.g.e., s. 98. 218 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) Hesap gününde hüküm verme hakkı yalnızca Allah’a aittir. “O’ndan başka bir dost ve aracıları yoktur.” [6: 51]. Ve ne baba, ne anne ne de hoca olacak, çünkü o gün hesap günüdür. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günahını yüklenmeyecek ve her biri yalnızca kendi hesabını verecek [6: 164]. Öyleyse neden bu hayatta sahiplerin olsun? Her şeye kâdir olan Allah bizim hepimizi inançlı kılabilir. O, şöyle buyuruyor: “Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı.” [16: 93]. Ama yapmadı. O, insanlara doğru yolu gösterecek peygamberler göndermeyi tercih etti ve insanlara hür irade bağışladı. İnsanlar kaderin kölesi değildir. Allah’ın bir insanı hususen doğuştan mülhid kılması imkânsızdır. Herkese tercih yapma fırsatı verilmiştir. Bir kişi inanabilir veya inanmayabilir; Kelime-i şehâdet yahut başka bir ikrara bağlı olabilir veya ibadetlere itibar etmeyebilir. Ve bir adamı cezalandırmak yahut ödüllendirmek Allah’ın iktidarındadır. Kader, hakikat yolunu seçme hakkını ilgilendirmez. Bir adam ölecekse, ölüm onu aradığı yerde bulur; fakat hayatını nasıl yaşayacağına ve kendini ölüme nasıl hazırlayacağına karar veren kişinin kendisidir. Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın? [10: 99] Tanrı, dini, peygamberleri vasıtasıyla tebliğ eder, ama bunu icbarla yapmaz. Sadece hakşinas olmak gerektiği hususunda ikaz eder: “biz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.” [29: 14]. Bin yıl, Nuh’un insanları imana daveti için kâfi gelmedi ve bu sebeple insanlar cezalandırıldı; kurtulamadılar ve boğuldular. Kur’an’da buyruluyor: “Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendi nefslerine zulmediyorlardı.” [30: 9]. Tanrı onları saklamaz, fakat yeni nesiller yaratmak için onları gark edebilir. [23: 42]. Onları cezalandırmak Tanrı’nın kudretindedir; fakat O’nun maksadı insanları icbarla inandırmak değildir. Tanrı peygamberler seçti ve hakikati onlarla ifşa etti. Geriye kalan her şey, kişinin takdirine bağlı bir konudur. İslâm’da Tanrı ve Hesap Gününden korkması gereken Müslümanların Tanrı’nın kulları olarak adlandırılması tabiîdir. Kur’an’da buyruluyor: ““Öyleyse Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” [26: 126]. Hemen her surede “kul” (abd) ve “haşyet” mefhumları karşınıza çıkıyor. Ancak bunları anlamak için kelimelerin gerçek manalarını biraz izah etmek gerekir. İnsan seçme hakkına sahip olduğu için körü körüne itaati abestir. Hür irade ve kölelik birbirine zıttır. Kölelik hür iradeyi ret ve şiddeti tasvip eder. Oysa Kur’an’da buyuruluyor: “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.” [2: 256]. ‘Abd, kul/köle olarak tercüme edilebilir. Fakat bu mefhumun başka manaları da vardır. İbadet, Allah’a kulluk demektir. Bu yüzden ‘abd köle olmaktan ziyade Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 219 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Allah’ın “kul”u manasına gelir. Seyyid Muhammed Nakib al-Attas “dinî çerçevede ‘abd mefhumu, Tanrının huzurunda mutlak borcunun bütünüyle idrakinde olan bir adamın kendini Tanrı’nın kulluğuna layığı veçhile adamasını ifade etmektedir” diye yazar.35 Dahası şunu ilave eder: “Allah’a kulluk fikri, kulluğunu ifa eden kişinin hür olduğu manasına gelir; o köle değil, kendinin efendisidir.”36 Tanrının kölesi ifadesi, insanın hür olmasını mukadder kılan Kur’an’ın ruhunu tahrif eder. Meselenin esası korkuda değil, seçilen yolun takibinde yatıyor. Allah’tan korkmak ifadesi, asla O’nun huzurunda titremek gerektiği manasına gelmez; o farklı bir şeydir – imanlı ve faziletli olmak, şeytandan sakınmak ve küfre karşı kendini muhafazaya çalışmak gerektiğini anlatır. Bir başka ifadeyle korku, itaat etmek, dinlemek, güvenmek ve inanmak olarak anlaşılmalıdır. Ve kul mefhumu, farklı bir siyak ve sibak meselesidir. Söz konusu mefhum, efendisini izleyen bir kul, “sâlik” manasındadır; bu, gassalin elinde meyyit olmak veya şeyhin çelikten elinde bir asa olmak değildir. Kur’an’a göre inançlı bir kişi Allah’ın kölesi olamaz çünkü onun tercih etme iradesi vardır ve kendi tercihini yapar. O Tanrıya şuurlu bir tarzda ibadet eder, kulluk eder ve İslâm’ın emirlerini yerine getirir. O Allah’a inanır ama bir köle değildir. Seyyid Muhammed Nakib al-Attas şöyle yazıyor: “İbadet, farz ibadetler de dâhil olmak üzere yalnız Tanrı’ya adanmış ve O’nun tarafından tasvip edilmiş şuurlu ve hür iradeye müstenit vazifeler manasına gelir. İbadet, vazifenin bütün manasını şamil çok derin bir mefhumdur ve nihayetinde, en üst mertebede marifet manasını kazanır.”37 Bu sebeple ibadetin ritüellerini yalnızca kendi anlamına irca etmek yanlış olacaktır. Seyyid Muhammed Nakib el-Attas, dinî buyruklar ve ibadetlere riayetle alakalı zahirî âdâb ile “kalbî ikazlara ait...” derunî, batınî faziletleri birbirinden tefrik eder.38 Kimi şüpheler burada zuhur eder. Cemiyete ve yalnızca bir başka insana matuf olan fazilet, hem zahirî hem de batınî olamaz. İbadetler, insanın kendi saadeti için lüzumludur. Onlar dünyayı daha iyi yapmaz; ama kişinin alın yazısını, iyi ve kötü arasında şuurlu bir tercih yapması iktiza ettiğini anlamasına yardımcı olarak kişinin iç dünyasını değiştirirler. Fazilet, cemiyet hayatının ıslahına, milletin terakkisine ve beşeriyetin necatına matuftur. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir [5: 58]. Eğer Tanrı herkesin köle olmasını dileseydi, o zaman farklı dinler ve halklar var olmayacaktı. İslâm hür insanın dinidir; hürriyete giden bir tariktir. Aynı zaman――――――――― 35 36 37 38 aynı yerde aynı yerde a.g.e., s.70 a.g.e., s. 111. 220 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) da hem köle ve hem de Müslüman olmak manasızdır. Tanrı, itaatkâr köle kalabalıklarına ihtiyaç duymaz. Kâinatın, yaratıcı insanlara ihtiyacı vardır. 20. asır, hayatı oldukça değiştirdi. İnsanlar artık ananevî milli kıyafetleri giymeyi değil şık ve pratik olmayı tercih ediyorlar. Cemiyet hayatı için zahirî kaideler, normlar, iç saiklerin yerini almış; cemaat insana boyun eğmiştir. Fert cemiyete müsavî hâle gelmiştir. Din resmî bir manzumeden, bir içtimaî hadiseden daha samimî, manevî ve bilhassa şahsî bir şeye doğru tekâmül ediyor. İnsanlar hayatlarına müdahale edilmesini veya hariçten emirleri kabul etmiyor; hür, şahsî tercihlerinin arkasında duruyor. İslâm ebedî bir hareket, daimî bir tecessüs ve mütemadi bir arayıştır. Kat’îlik ölüm demektir. İslâm tepede asılı bir giyotin değildir; bilinmeyeni aramaya karşı münebbih bir unsurdur. Muhammed İkbal, “Muasır bir Müslüman, âli düsturlara müstenit cemiyet hayatını ıslah etmeli ve şimdiye kadar ancak kısmen tahakkuk etmiş, haddizatında asıl gayesi İslâm olan manevî demokrasiyi geliştirmelidir..” diyor.39 Bid’at... Bu kelime dudaklarımızdan çok kolay çıkıyor değil mi? Alışılmadık bir şey varsa, o bid’at olarak yaftalanır. Kimi Sünnî anane, Şiileri mürted olarak telakki eder yahut tam aksi de mümkündür. Kur’an’ın din hürriyetinden bahseden âyetleriyle mütenakız olmasına rağmen her iki zümre, birbirini ölüme mahkûm edilebilir. İlim âleminde ihtilaflar tabiîdir ve hatta hatalar, hakikat arayışının bir parçası telakki edilir. Oysa İslâm’da yeni olan her fikir yasaklanabilir. İdris Şah, “Ekseriya aksiyomatik olarak, bir kişinin mutlaka bir mümin veya kâfir ya da muhtemelen bir agnostik olması gerektiği düşünülür. Eğer o kişi bir mümin ise, onun zahiren bir din yahut bir sisteme göre ihtiyaçlarını karşılamasının mümkün olduğunu göstermesi beklenecektir. Ancak birkaç kişi, onun anlayamadığı şeye, gerçek ihtiyaçlarının altında yatan sebebin tam olarak ne olduğuna dikkat çekecektir.” diyor.40 Bir kimse ebedî hakikatin ne olduğunu bilmek ister, ama zahirde öyle bir şey yok. İyi ve kötü sabite hâlindeki kategoriler değildir. Altın Düstur, “Başkalarının sana nasıl davranmasını istiyorsan, onlara da öyle davran.” der. Bu düstura, Hıristiyanlık, İslâm ve Konfüçyanizm’de de tesadüf edilebilir. Bir Çinli feylesof, bunu söylediğinde Molla Nasreddin şu cevabı verdi: “Bir kuş, zehirli meyveler yiyor ve herhangi bir zararını görmüyordu. Günün birinde bu meyvelerden biraz topladı, dostu kısrağı bunlarla besleyerek kendi kahvaltısı için onu bir kurbana dönüştürdü.” Ortaçağ’da pekâlâ işe yarayan şeriat kâidelerinin 21. asır için muvafık olmadığını ispatlamak mümkündür. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme [17: 36]. ――――――――― 39 40 Muhammad Ikbal, Rekonstruktsiya religioznoi mysli v İslâme, Moskva, 2002, s. 166. İdris Şah, Sufizm, Moskva, 1994, s. 59. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 221 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Kendi zamanında İslâm, en müterakki ideolojiydi. O sarahaten bir terakki olarak ortaya çıkmıştı. Sadakat, mülk ve insanlar için faydalar temin etti. Bu onları daha zeki, daha müteşebbis yaptı ve cemiyetten nifakı kaldırdı. İslâm sayesinde Şark, bilgi ve hikmetin merkezi hâline geldi. Müslümanlar yalnız namaz kılarken istikbal-i kıble etmekle kalmıyorlar aynı zamanda topyekûn Şark irfanının rehberliğine teveccüh ediyorlardı. Daha sonra, Müslüman dünya uykuya daldı ve bugüne kadar geri kalmışlığının üstesinden gelemedi. Uçaklar, arabalar, uzay istasyonları ve hemen hemen bütün ciddî ilmî keşifler Garpta yapılmaktadır. Seyyid Kutub, “insanlığın yanlış yolda olduğunu”41 söylüyor ve şöyle yazıyor: “Tüm akideleri ve buyruklarıyla Garp medeniyetinin manevî varlığı aşınıyor... Bu muazzam miktardaki maddi istihalelere, hızlı ilmî ve teknik gelişmelere rağmen o, tedennî ve inkıraz tehdidi altındadır.”42 Ancak, sarih bazı şeylere dikkat etmek gerekir. Garbın üstünlüğü beşeriyetin en büyük muvaffakiyetleri üzerine kurulmuştur. İnsanlara şifa veren tıp, onları daha zengin kılan teknolojiler, nüfusu besleyen ve sefaleti aşmalarına yardımcı olan modern tarım, müsavat ve adalet özlemi, hâsılı Kur’an’da bahsedilen her şey sadece Garpta tahakkuk etmektedir. Garp âleminin cehaletini izah teşebbüsünde Seyyid Kutub şöyle diyor: “Akıl derken, uçaklar ve roketler icat eden, atomu parçalayan, hidrojen bombasını yaratan, tabiî kanunları müdrik ve bunları nasıl kullanacağını bilen ve aynı zamanda hak fikirleri, inançları ve ahlak esaslarını tayin etmiş yaratıcı insan hayatının vazifesini de çözmüş aklı tahayyül ediyoruz.”43 Çok gelişmiş bir içtimaî manzume, bununla alakadar münasip ahlâk ve çalışma alışkanlıkları olmadan, uçaklar ve roketler meydana getirmek mümkün değildir. Farklı bir şey düşünmek, kendini aldatmaktır. yor. Büyük Nizami, “yol üstünde uyuyan biri ya şapkasını ya başını kaybeder” di- Arap ülkeleri müstemleke tabiiyetindeyken emperyalist dünyaya ait her şeyi ayıplayabilirlerdi, ama o zamandan bu yana müstakil bir yolu seçmek için yeterince zaman geçti. Müslüman ülkelerin kalkınma modelleri çok müessir değildir. İran, Pakistan ve Sudan’da katıksız İslâmî devletler kurma teşebbüsleri, ancak daha ciddi bir geri kalmışlık, siyasî istikrarsızlık, iç savaşlar ve İslâm devletleri arasında savaşlarla neticelendi. Artık geri kalmışlık sebepleri dışarıda değil, ülkelerin kendi siyasî sistemlerinde aranmalıdır. İslâm dünyasının esas olarak hammadde ticareti yaptığı ve Batı malları satın aldığı dürüstçe kabul edilmelidir. Bilim ve teknoloji burada gelişmez. Burası, beşerî tekâmülün ana güzergâhından çıkmış bulunmaktadır. ――――――――― 41 42 43 Seyid Kutb, Budushee prinadlezhit İslâmu., Moskva, 1993, s. 88. a.g.e., s. 57-58. a.g.e., s. 90–91. 222 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) Tedenni, dürüstlükle meşrulaştırılamaz. Müslümanlar dürüstse, o hâlde neden geri kalmış durumdalar? Kur’an’ın gayesi farklıydı; Müslümanları dünyanın en mütemeddin insanları yapacaktı. Peygamber dostları, her âlimin Kur’an’ı kendi başına tetkik edebileceğine ve şahsî bir mütalaası yani içtihadı olacağına inanıyordu. Yeni doğmuş İslâm, meselelere pratik çâreler sundu. Araplar, kadim Yunan’dan başlayarak muhtelif kültürlerin muvaffakiyetlerini çok kesif bir surette temessük ediyorlardı. Halifeler, Yunanlılar kadar İbranîlere, Bizanslılara, Perslere ve Budistlere ait mülklerin hâkimleri oldular. Fetih harekâtıyla, Fransa’nın güneyine, İspanya ve İndus Nehri vadisine ulaştılar. İslâm, farklı kültürlere açıktı. Bu onlar için bir kazanç oldu. Hür tefekkür ve şeffaflık İslâm’ı güçlü kıldı. İbn Sînâ’nın El-Kanun adlı tıp eseri, Avrupa’da 17. asra kadar kullanıldı. İbn Rüşd, Avrupa’da da çok rağbet gördü ve el-Hârezmî’nin eserleri mezkûr kıtaya Arapça rakamları ve cebiri tanıttı. Algoritma, El-Hârezmî’nin isminden müştak bir ıstılahtır. İbn Rüşd’ün fikirleri, 12. ila 16. asır sonlarında Avrupa’da hâkimdi. Evgeny Bertels, “Eğer Avrupa kültür tarihinin 9 ila 13. asırlar boyunca en şiddetli inkıraz devrini temsil ettiğini hatırlarsak, mecburen Avrupa halklarının kördüğümü çözmesine pişdârlık eden ve onlara daha fazla terakki yolunu gösterenlerin Şarklı feylesofların eserleri olduğu idrak edilecektir.” diye yazmaktadır.44 Ama bu devirden sonra, İslâm düşüncesi skolastisizm gayyasında kayboldu ve görünüşe göre onun hür olması mümkün değildir. Dürüstlük ve tedenni birbirlerine mütenakızdır. Millet herhangi bir ilerleme kaydedemezse, İslâm dünyası Hıristiyanların gerisine düşerse, burada dürüst olan şey nedir? Hiç genelev olmaması mı yahut insanların şarap içmemesi mi? Şarap ve kumar yasaklanınca millet terakki etmiş mi olacak! Mazinin büyük kültürü, 21. asır için bir delil değildir. Kimse yalnız mazisiyle mutlu olup oturamaz ve onunla teselli bulamaz. Bugün insanlar telefon, bilgisayar, uçak kullanıyorlar ve Arap atlarına ancak yarış pistlerinde hayranlık duyuyorlar. Şark kültürü kâmilen hayranlık duyulan bir nesneye dönüşmüştür, ama bunun iktisadî hayata pek az faydası vardır. Şark kültürü giderek bir canlı açık hava müzesini hatırlatmaktadır. İslâmın hilafet devrini tasfiye eden yalnız Atatürk değildi45; aynı zamanda İslâm dünyasını zayıflatan ananelerin körü körüne taklidiydi. İlahiyatçılar, zahirde imanı inkâr eden rasyonalizmden, İslâm’ın modernleşmesinden korkuyorlar. Seyyid Muhammed Nakib el-Attas, “hads”ı idrakin en yüksek mertebesi olarak görüyor: “Peygamberlerin ve evliyaların eriştiği, beşerî idrakin en üst mertebesinde yer alan hads, hakikatin künhüne vâkıf olmamızı sağlar.”46 Müellif, esasında cemiyetin cahil olduğuna ve bu sebeple hadse dayanan İslâm tefsirinde güzidelerin ve evliyaların yeri olduğuna ve kalabalık, alelâde insanlar için bunun kâmilen yanlış olduğuna inanmaktadır.47 Peygamberin sıradan insanlardan ――――――――― 44 45 46 47 Sufii. Sobranie pritch i aforizmov... , p. 496’dan iktibas. Bkz. Seyid Kutb, Budushee prinadlezhit İslâmu..., s. 5. Seid Muhammad Nakyb al-Attas, Vvedenie..., s. 138. a.g.e., s. 24, 37. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 223 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN kaçmadığı, aksine fakir ve mazlumlarla münasebet kurmaya hevesli olduğu ifade edilmelidir. Bugün seyyidler, halkın dışında fildişi kulede yaşamayı ve neredeyse yeni peygamberlermiş gibi davranmayı tercih ediyorlar. İctihad’a müracaat eden Yusuf el-Kardavî, aynı zamanda şunları yazıyor: “İçtihadın herkese açık olduğu keyfiyeti kabul edilemez; çünkü böyle bir hadise anarşiye ve huzursuzluğa yol açar.”48 O, içtihat yapmaya lâyık olanların ve olmayanların varlığına inanmaktadır. Lâkin lâyık olan zümreyi kim seçebilir? İlahiyatçılar, içtihat hakkına sahip kişiler halkasını daraltan Ortaçağın önde gelen mütefekkirlerine müracaat etmektedir. Bu gayet izahı kabil bir hadisedir. O zamanda, halk beyninde tedrisat, tüm insanların ilahiyat meselelerine kafa yoramayacağı seviyedeydi. Bugün, nüfusun umumî okuryazarlığı ve yüksek maarife rahatlıkla erişebilmesi, şartları değiştirmiştir. Herkes, herhangi bir yardıma ihtiyaç duymadan ve kendi ana dilinde Kur’an’ı okuyabilir. Yusuf el-Kardavî içtihad hususunda başka tahditler de ileri sürmektedir: “Müslümanlar için farz olan oruç, şarap içmenin ya da domuz eti yemenin haram olması, tefecilik yapmak veya bir delil var ise veya cürmü sabitse bir hırsızın elini kesip kesmemek mecburiyetini ifa etmek gibi bir dereceye kadar mühim olan bazı meselelerde içtihadın yeri yoktur. Ölen bir babanın mirasının çocukları arasında erkek evlatlara kızlara nispeten iki kat daha fazla paylaşımı, ümmetin ideolojik ve içtimaî vahdetinin esasını teşkil eden Kur’an’ın ve Sünnet’in bütün ümmet tarafından kabul edilmiş daha başka hükümleri de vardır.”49 Kuran’da memnu’ meselelerle alakalı oldukça esnek bir çıkar yol sunan âyetler vardır. Kur’an’da buyuruluyor: “İman edip salih ameller işleyenlere; Allah’a karşı gelmekten sakındıkları, iman ettikleri ve salih amel işledikleri, sonra Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iyilik ettikleri takdirde, daha önce tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah, iyilik edenleri sever.” [5:93]. Bu tür âyetler daha asrî bir tefsire ihtiyaç duymaktadır. Kuran’da müşriklerin öldürmesiyle alakalı pek çok âyet vardır. “Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin.” [9:5] diye buyuruluyor. Dahası, bazı ilahiyatçılar tarihî şeriat kaidelerine uymayan herkesi kâfir olarak telakki ediyor. Seyyid Kutub, “Allah tarafından evvelden tayin edilmiş olan yola muvafık bir hâlde yaşayanlar, Müslümanlardır. Başka bir yolu takip edenler, bu dinin kabul etmediği müşriklerdir.”50 Hâlbuki, Kur’an’da kitabî halk olarak adlandırılan Hıristiyanlar ve Yahudiler, müşrik değildir. Bir de şu türden âyetlere tesadüf edilebilir: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun ――――――――― 48 49 50 Yusuf al-Kardavi, Sovremennyi ijtihad..., s. 67. a.g.e., s. 72. Seyid Kutb, Budushee prinadlezhit İslâmu..., s. 9. 224 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın.” [9: 29]. Aynı zamanda, kategorik olmayan bir başka âyet: “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” [16: 125.]. Kur’an’da Peygamber’e buyuruluyor: “Ey peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı çetin ol.”[9: 73]. Ve Peygamber şöyle diyor: “Şüphesiz Allah, her hususta rıfkla, mülâyemetle muamele edilmesini sever.” Yani biz, tek bir meselede muhtelif emirlerle karşılaşıyoruz. Yine Kur’an’da buyuruluyor: “Ey iman edenler! Kâfirlerden (öncelikle) yakınınızda olanlarla savaşın ve sizde bir sertlik bulsunlar.”[9: 123]. Lâkin Peygamber sık sık “Dinde aşırılıktan sakının.” diye tekrarlıyor. Mezhepler bu tezleri kategorik ve şiddete mütemayil surette tefsir etmişlerdir. Bugünkü hayat, böyle bir şiddeti meşrulaştırmaz. İman edenler anlamadılar mı ki, Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi [13: 31]. 18. ila 19. asır eşiğinde, Tatarlar arasında cedîdciliğin51 müessisi olan Abdunnasîr Kursavî, insanlara şöyle sesleniyordu: “Sizler hakiki ve dinine bağlı Müslümanlar değilsiniz. Allah’ın Kur’an’ını ve Peygamberin sünnetini terk ettiniz” Kursavî, insanları Metn-i Metin’e dönmeye ve mevcut ananeleri ciddi bir surette muhakemeye davet ediyordu. Buhara’da, ilahî sıfatlar hakkında vaazlar verdi. O zamanda, ilahiyatçılardan müteşekkil bir cemaata göre bu sıfatlar yedi ve diğer bir cemaata göre ise sekiz idi. Kursavî, Kur’an’da sıfatların sayısından bahsedilmediği için bu iddiaların hiçbirinin mümkün olmadığını ileri sürdü. Buhara Emirinin himayesindeki bir ulemâ meclisinde, yedi yahut sekiz ilahi sıfatı inkar eden bir Müslümanın mürted kabul edilip idam edilmesi gerektiğine dair bir fetva yayınlandı. Kursavî tutuklanıp cezaevine gönderildi; ancak eski hocası, büyük nüfuz sahibi Şeyh Niyazkuli’nin tavassutuyla idamı tahakkuk etmedi. Kursavî sözlerini inkâr etmek mecburiyetinde kaldı ve eserleri yakıldı. Daha sonra Buhara’dan memleketine firar etti. Eğer seni yalanlarlarsa bil ki, onlardan önce Nûh, Âd ve Semûd kavimleri de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. İbrahim’in kavmi ile Lût’un kavmi ve Medyen halkı da; Mûsâ da (aynı şekilde) yalanlandı [22: 42-44]. Kursavî’nin ikamet ettiği zaman zarfında Buhara köle pazarı, İranlı Şiîlerle doluydu. Âdet olduğu üzere bunlar, kâfir telakki edilirdi; binâenaleyh, kaide olarak ancak Müslümanlar hürdü. Fakat ne Kur’an ne de sünnet küfrün tam bir tarifini ihtiva etmektedir. Bazı insanlar hakkı olmadığı hâlde diğerlerini küfürle itham ediyorsa, onları diğerlerinden daha iyi kılan şey nedir? Kursavî, “Mezhepleri sizinki gibi bir hevâdır… Allah’ın hidayeti dışında sizin için melce, yalnız Sünnet yolunu takip etmektir.” diye ifade buyurmaktadır. ――――――――― 51 Cedidcilik, Tatarlar arasında ortaya çıkmış içtimaî ve dinî bir cereyandır. Kelime, Arapça elCedid’den (yenileme, reform) müştaktır. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 225 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Kuran ve Sünnete rücu etmek, hakikatte her türlü mezhebi reddetmektir. Muasırlarının itibar ettiği taklit, bâis-i necât hâline gelemedi. Müstakil bir arayış, içtihat şarttı. Aynı zamanda Kursavî, âmme efkârının hakikat için bir kıstas olamayacağına inanıyordu. Ona göre âlim kendi fikrinin doğruluğuna inanıp, “sırat-ı müstakim” üzere olan kimseydi; bu sebeple ekseriyet tarafından tenkit edilse bile mevcut hukuk, onun isteğine göre tatbik edilirdi. Hakikati müdafaa eden kimse cemaate müsaviydi. Bu, ilahiyatta bir inkılâp vasfını haizdi. Tatar ilahiyatçılar, Kursavî’nin Ülker yıldızı gibi parlayıp ışık saçan fikirlerine kapılmışlardı. Kursavî’nin ilk tenkidî düşüncelerinin ortaya çıktığı tarihten bu yana iki asır geçti, lâkin söz konusu meseleler hakkındaki tartışmalar durmadan arttı. Haydar Baş, “Mezheplerin ve meşreplerin düsturlarını reddederek doğrudan Asr-ı Saadet devrindeki Kur’an ve Sünnet’e teveccüh etme çağrısı, Kur’an ve Sünnetin tarif ettiği icma-i ümmet52 ve kıyas-ı fukahayı53 reddetmek demektir. Hâlbuki bütün dinî meseleler, en emin kâideler esasında, Ehl-i Sünnet mezhepleri ve meşrepleri tarafından uzun zaman önce tahlil edilmiştir.” diye yazmaktadır.54 Bütün meselelerin çözüldüğünü düşündüğümüz için zamanın akışı durmamış mıdır? Haydar Baş, iddialarını şöyle sürdürmektedir: “Ümmetin hiç bir şüphe duymadan asırlarca mezhepler ve meşreplerin rehberliğine riayet ettiği, mezhep ve meşrep imamlarının tartışılmaz bir velayet olarak varlıklarını sürdürdüğü hakikati, mezhepler ve meşreplerin mühim ve hâlâ bakış açılarının titiz olduğunu ve hakikati temsil ettiklerini gösteren tarihî bir delildir.”55 Eğer âdemoğlu aynı mantığı sürdürecekse o zaman güneş sistemini Copernicus göre değil, hâlâ Batlamyus’a göre izah etmek iktiza eder. Mezheplerin, kâmilen taklid kâidesinin ve basit bir fikre müstenit icmanın ateşli bir müdafii olan her Müslüman, tartışmaksızın mürşidini takip etmelidir. “Hakkın zaferi için müminlere, etraflarındaki velayet merkezine itaati göstermek gerekir. Bu itaat, Allah’a ve O’nun Peygamberine itaatin bir parçasıdır...”56 Fakat bir velayet merkezi, Tanrı ve O’nun Peygamberini temsil vazifesini nasıl kendi uhdesine alabilir? Ferid İsak yazdıklarında haklıdır: “İslâm’da demokrasinin olamayacağını ve hâkimiyetin tamamen Allah’a ait olduğunu savunan, demagog ağızlı bazı dinî liderlerin lafazanlık yaptıklarını ifade etmek mümkündür, bu suretle kendilerini Allah’ın temsilcisi mertebesine kadar yükseltip diğer taraftan sıradan vaizlere kadar düşürürler.”57 Her kişinin hakikate giden kendi yolu vardır, bir mürşid yahut bir imam onu yolundan çeviremez. Eğer taklid tuzağına düşmeyecekse bir dinî rehber bu hakikat arayışına yardımcı olabilir. Hz. Muhammed buyuruyor: “Nitekim Allah dinin tecdidi için ümmete her asrın başında bir zat gönderecektir.” Bununla neyi kastediyordu? Muhtemelen Kuran’ın tefsiri fikri, şimdiki zaman ve müşahhas şartlara göre yapılmalıdır. İslâm ――――――――― 52 53 54 55 56 57 İcma-ı ümmet: Muayyen bir mesele hakkında ehliyetli Müslüman âlimlerin kararı. Kıyas-ı fukaha: Bazı meselelerin benzerlik sayesinde mukayesesi. Haydar Baş, Makalat, s. 160-161. a.g.e., s. 161 a.g.e., s. 199. Farid Isak, Byt’ mulul’maninom..., s. 157. 226 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) değişen bir ideolojidir. Bu onun güçlü noktalarından biridir. Kur’an’ı lafzî okuyuşu, manasını kat’î bir surette ifade edemez; çünkü hükümlerinin muayyen bir yer, zaman ve insanlar için kabul edilebilir olması gerekir. Zaman değiştikçe hükümler değişebilir; ancak Kuran’ın ruhu aynı kalır. Abdullah Bubi “Eğer sadece eski tefsirleri açarsanız, bu Kur’an’ın kendisiyle mahdut ve tükenebilir olduğu, hadislerinin yalan olduğu manasına gelecektir.” diye yazmaktadır. Bazı insanların, hatta en salahiyettar olanların sözleri, Kuran’ın üzerinde olamaz. Kimse hakikat üzerinde tekel kurma hakkına sahip değildir; yalnızca hakikatin anlaşılması için bir yol gösterebilir. Abdullah Bubi’nin dediği gibi mezhep bağnazlığı, İslâm halklarının laneti hâline gelmiştir. Ve mezhep kurucuları Müslümanları asla farklı gruplar hâlinde bölmeyi tasavvur etmemişlerdir. Ebu Hanife: “Benim delilimi bilmeyen bir kimsenin sözlerimle fetva vermesi haramdır” diye ikaz ediyor. O, kendi makamını ve gayesini müdrikti; lâkin tâbileri imamlarını anlayamadı. Biz hâlâ Tatarların Hanefî mezhebine mensup Müslümanlar olduğunu tekrarlayıp durmaktayız. Bu ne manaya gelmektedir? Muhtemelen gebelik süresinin iki yıl olduğu hususunda Ebu Hanife ile hemfikir olduğumuz yahut hakka giden tek yolu bulduğumuz ve bizim izahımızın en doğru izah olduğu mu? Yahut muasır bir devlette düşünülemeyecek tarihî şeriatı tatbik sahasına koymak istediğimiz mi? Böyle bir mezhep mensubiyeti, açıkçası Kur’an’a tahditler koymaktan başka bir şey değildir. Fakat bütün mezhepler nazarıdikkata alındığında Kur’an-ı Mübin hepsinden daha vâsi ve derindir; her yeni nesil ondan yeni manalar çıkarabilir. Tıpkı Kur’an’ın ebedî hikmeti gibi bu vetire de ebedîdir. Büyük Sadi “Uykuya dalan bir kimse başka birini uykusundan nasıl uyandırabilir?” diye soruyor. İslâm’ın Tatar halkını muhafaza edici rolü küçük görülemez. Hıristiyanlaştırma devrinde kültür ve din, insanları asimilasyondan kurtardı. İslâm, Tatarların bir cemiyet hâlinde yekvücut olmasını ve aralarındaki tesanütü sağladı. Ananeleri ve dolayısıyla etnik kimliği muhafaza etti. Ancak 19. asırda, halkımız başka bir vazifeyle karşı karşıya geldi: yalnız hayatta kalmak değil aynı zamanda terakki etmek. Muhafaza etmek, bu meseleyi çözemiyordu. Bu bir mâniaydı ve cedidcilik, çıkış yolu bulmaya yardımcı oldu. Cedidcilik, geri kalmış Şark ve hızla gelişen Avrupa arasındaki mukayeseden neşet etmiştir. Cedidciler, sair milletlerin kültürel terakkisi karşısında asrî bir eğitim ve açıklığı nazarıdikkata alıyorlardı. Onlar, Avrupa’daki maarife kulak veriyorlardı. En iyi Tatar medreseleri Cedidci olanlardı. 19. ve 20. asırların önde gelen Tatar mütefekkirleri, müellifleri ve meclis azaları bu hususî çevreden çıktı. 20. asrın başlarına kadar Tatarlara kimi mesleklerde, laik üniversitelerde ve bazı iktisadî faaliyetlerde tahditler getirilmiş ve tatbik edilmişti. Ortodoksluk belli ki daha fazla rüçhaniyet hakkına sahipti. Bununla beraber, İslâm’ın modernleşmesi sayesinde Tatarlar, rekabet edebilir hâle geldiler ve kültürlerinde büyük bir sıçrama yaptılar. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 227 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Tatarları güçlü kılan yalnız ananelerinin muhafazası değil, aynı zamanda İslâm’ın modernleşmesine inanmalarıydı. Yüzlerce yıllık durgunluktan sonra, Şarkın cedidci ülküleri kabullenmesi kolay olmadı. Musa Bigiyev’in eserleri, Osmanlı şeyhülislâmı tarafından sapkınlıkla suçlandı ve Bigiyev, Sovyet Rusya’dan kaçmak zorunda kaldı. “Biz, hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri, ‘Biz, sizinle gönderileni inkâr ediyoruz’ demişlerdir” [34: 34]. Hz. Muhammed’in peygamberliğinden bu yana çok şey değişti. Hızla gelişen bilim, modern teknolojiler ve cihazlar miadı dolmuş ananelere herhangi bir yer de bırakmıyor. Bazen, din ve bilimin birbirlerinden müstakil olarak var oldukları yahut bilimin dini tard ettiğine şahit olunmaktadır. Aslında ilmî tefekkürle İslâm birbirine zıt değildir; çünkü İslâm, iman ve aynı zamanda ilimdir. O, her ikisini de muhtevî bir kültürdür. Peygamberimiz şu tavsiyede bulunuyor: “İlimden bir şey öğrenip, öğrendiği şeyi başkasına öğretene Allah yetmiş sıddık’ın sevabını verir.” Bu sebeple ilim, İslâm’ın uzvî bir parçasıdır. Bazı ilahiyatçılar son ilmî keşiflere Kuran’dan deliller arıyorlar. Gerçekten de, bazı âyetler âlemin genişlemesi nazariyesini yahut atomun parçalanabilmesini teyit edebilir. Fakat Kur’an mücessem bir bilgi ansiklopedisi olmadığı gibi, en son keşifler karşısında herhangi bir lâzımeye de muhtaç değildir. Âlemin yapısı yahut beşerin tekâmülüne müteallik meselelerde Kur’an’a istinat etmek garip olabilir. O en umûmî ve tahminî malumâtı ihtiva eder. Âlemin mükemmel bir resmini yapmak bilimin vazifesidir. Hakikî bir Müslüman ilimlere hürmet eden ve okuyan münevver insandır. Peygamberimiz buyuruyor: “İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır” Bu kategorik bir şarttır. Kendini, etrafındaki dünyayı ve kâinatı bilmek arzusu, en büyük hakikat olan Allah’ın kendisini bilmek arzusu demektir. Allah buyuruyor: “Allah ilmiyle herşeyi kuşatır” [65: 12]. O, her şeyi kuşatır çünkü O, âlemlerin hâkimidir. Her türlü ilim ve marifet, insandan körü körüne ibadet etmesini değil, yaptıklarının hayırlı olmasını isteyen Allah’a yaklaştıran bir adımdır. Hatta cemiyetin faydasına olacak bir parça tahsil bile Allah’ın sizi yetmiş sıddıka tercih etmesi için kâfidir. Peygamber’e buyuruyor: “Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir” [49: 18]. Bazı müminler mucizeler ve kerametler talep ederler, ilahiyatçılar Kur’an’dan ve Peygamberin hayatından bu delilleri bulmaya çalışır. Fakat mucizeler, çocukların ve toy insanların oyuncakları gibidir. Haddizatında âlem bizatihî bir mucizedir. Bir mucize de insanın yerçekimini aşan ve uzay uçuşları gerçekleştiren imkân ve kudretinde yatmaktadır. Doktorların, tıbbî ölümden sonra insanları hayata döndürmeyi başarması da bir mucizedir. Vatikan’da olduğum bir sırada, Tataristan müftüsüyle konuşmam icap etti, bu yüzden cep telefonumdan onu aradım. Cidde’de olduğu ortaya çıktı. Birbirimizden binlerce kilometre uzakta olmamıza rağmen konuşabildik. Uydular, insanlığı bir iletişim ağında birleştirmiştir. Asırlar boyunca insanlar, muhtelif iletişim araçları 228 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) geliştirdi. Binlerce postacı, karakulak ve pek çok at sürüsü posta hizmeti gördü. Daha sonra telgraf, otomobil, uçak ve nihayet kablosuz iletişim ortaya çıktı. Ve bugün insanlığın üzerindeki melekler gibi havada duran ve dünyevî aklın sinir akımlarını uzatan uydular ile elektronik sistem ve mobil iletişim gerçek bir mucizedir. Cehalet mucize ister, fakat bilgiye ihtiyaç duymaz. Bilginin kendisi mucizeler yaratır. İnsan dehâsı gençken okuduğumuz fantastik romanlardaki cihazları ve teknolojileri yaratmayı başarmıştır. İdrakimizin izah edemediği ve onun fevkindeki bir şeyi aramamız icap etmez mi? İdrak edemediğimiz şeylere inanmamız gerekmez mi? Tam tersi. Kâinatta sonsuzluk haricindeki her şeyin belki de bir izahı olduğuna inanmalıyız. Medenî ülkelerin hepsi de bidayette, sadece lafla değil amelî olarak da maarif meselelerine ehemmiyet verdi. Mütemeddin memleketlerin bütçelerinde en büyük kalemler maarife ayrılmıştır. Farzımuhal, belki de hakikî Müslümanlar Sudan’da değil bu memleketlerde yaşayanlar olamazlar mı? Hz. Muhammed buyuruyor: “Her şeyin bir yolu vardır. Cennetin yolu da ilimdir.” Dünya hızla değişiyor. Ve Amerika ve Avrupa’yı tenkit eden Şark kendi istikametine kafa yorarken Garp terakkisinde daha da ileri gitmeye devam ediyor. Bizim Mekkemiz Neresi? Şark, Garbın çok rasyonel ve ferdiyetçi olduğunu düşünmektedir. Lâkin bunda ayıplanacak bir şey yoktur. Bu afakî bir hadisedir. Bu asrın iktiza ettiği bir şeydir. Rekabet kişilerin tahsillerini ilerletmelerini gerektirir. Kitleler ve kolektivizm bugün mühim bir şeye teşvik etmez. 21. ve 20. asırlar arasındaki fark, bilginin rüçhaniyetinde yatıyor. 20. asrın sembolü Ford tarafından icat edilen konveyör idi ama yeni asrın sembolleri arasında bilgisayar, internet ve yeni iletişim teknolojilerinden bahsetmek gerekir. Bilgi çok mühim bir istihsal membaı hâline gelmiştir. Aynı zamanda insanın rolü de yaratıcı düşüncenin ehemmiyetinin artmasıyla değişmiştir. İslâm’da tecdîd fikrinin müdafiilerinden Cemâleddin Afganî, “rasyonalizm ve dünyevî kıymetlerin tesirine karşı akıl ve kültürü muhafaza ederek muasır medeniyetin teknoloji ve araçlarını iktibas etmenin lüzumuna” inanıyordu.58 Müşterinin bakış açısından böyle bir kanaat oldukça makul olabilir; lâkin eğer biz teknolojiyi geliştirmeyi gaye edinmişsek, rasyonalizm hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Garp dünyasının tabiatı, ilmî ve teknolojik ilerlemeye ve cemiyetin tekâmül seviyesine göre tayin edilmiştir. Ferdiyetçiliğe karşı çıkan kolektivizm ve rasyonalizmin inkarı, tedenninin en bariz sebebidir. Eğer İslâm, cemiyetteki nüfuzunu koruyacaksa, asrın ihtiyaçlarına cevap vermesi şarttır. Bu, Şark’a sırtını ve buna mukabil Garb’a yüzünü dönmek demek ――――――――― 58 Sukheil’ Farakh, Hristianstvo i İslâm (opyt sekuliarizatsii), N. Novgorod, 1999, s. 73.’den iktibas ve tercüme. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 229 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN değildir. Maksat, dünyada kıymetli olan her şeyin iktibas edilebileceğidir. Eğer ABD, Avrupa ve Güneydoğu Asya ülkeleri hızla gelişiyorlarsa, o zaman bizim önümüzdeki misalleri öğrenmemiz iktiza eder. Bilgi için oraya gitmek gerekir. Müslüman ülkelerde pek çok kişi sadece Batı modelini taklide başladı. Musa Bigiyev buna, “yeni taklid” diyordu. “İtibar edilen mezheplerden biriyle alakalı hayaller uğruna İslâm’ı ve şeriatı kurban etmek hiçbir surette makul değildir. Efkârımıza tesir eden başka, muhtemelen daha şedit bir zaaf, utanç verici ve tahkir edici yenitaklid’dir. Ananevî taklid, mezhepleri kutsallaştırarak şeriatı feda ederken mezkûr asrî taklid İslâm’ın inkârına dönüştü; büyük Garp medeniyetine ve onun muvaffakiyetlerine duyduğu hayranlık yüzünden İslâm ümmetinin feda edilişi, kendini zelil etmesinden ileri gelmektedir.” diye yazıyordu.59 Garpla Şarkın telifi gayrı kabildir. O farklı türden bir esasa sahiptir. Şark liberalizmi saf hâliyle kabul edemez. Şark onu, kendi ananeleri ışığında tefsir etmelidir. İster Şark ister Garb olsun, İslâm’ın ruhu ile mütenakız olduğu için taklid mümkün değildir. Fakat Şark ile Garbı bir araya getiren şey, liberal düşüncenin teşekkülünden başka bir şey olmayan içtihaddır. Eğer hür bir şahsiyet maarif, bilim ve terakkinin peşinden koşarsa, o zaman içtihad hem Garp ve İslâm kültürleri için son derece muvafıktır. “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır” [67: 2]. Müslümanlar her şeye “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek başlar. Bu neyi ifade ediyor; Allah’ı istemek, O’nun için yaşamak ya da onun aşkını talep etmek mi? Soru kolay, ama cevabı hiç de öyle değil... Kur’an’da, “Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlenmek için yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmete uygun olarak yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar.” [44: 38-39] buyuruluyor. Kendi tabiî kanunlarıyla yaşayan ve kendi manasıyla meşbu kâinat, hakikatin ta kendisidir. “O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” [81: 27-29]. Kur’an “âlemler (ins ü cin) için bir öğüttür” [6: 90]; dünyada yaşayanlar için bir tembih edici ve Alemlerin Rabbi’nin varlığına, bir diğer ifadeyle, maddenin ruhu, âlemin ilk ve nihai manasına bir delildir. Bu her şeyin bir insicam içinde olması, zaman ve mekânın nihayetsizliği için tahditlerin muhafazası demektir. “Ümmü’l-kitab”, nesillerin tecrübeleri ve beşer tarafından sürekli zenginleştirilen akl-ı küll olarak bu manayı ihtiva eder ve bünyesinde toplar. Ümmü’l-kitab ebedîliğin sırrıdır. Seyyid Muhammed Nakib el-Attas “kendi fıtratına göre bidayette mükemmel olan dünyanın tekemmül etmesinin mümkün olmadığını” düşünüyor.60 O, “Tanrı’nın iradesinde a’yân-ı sâbite” olan “mücerret hakikatlerin dünyası” mefhumunu kullanır. Dünyanın bu şekilde tefsiri, onun mükemmelliğine ait nuru yalınlaştırır. Aynı zamanda müellif, Tanrı’yı bir sembol veya mit olarak değil bir hakikat olarak da ta――――――――― 59 60 Musa Carullah, Moi vzgliad na İslâmskii shariat // Il’, Petersburg, 1913. Seyid Muhammad Nakîb al-Attas, Vvedenie..., s. 27. 230 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) nımlar. Zamanla değişmeyen bir hakikati kabul etmek zordur. İslâm cemiyetinin başta Medine’nin ötesine uzanmadığını, sonra sınırlarını Arap Yarımadası’na kadar genişlettiği ve Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslâm’ın çok kısa bir zaman zarfında dünyanın en büyük memleketlerinden onlarcasına hâkim olduğunu hatırlamak kâfi olacaktır. İslâm, dünyanın çehresini değiştirdi. Beşeriyetin tarihinde belki de yalnızca Cengiz Han’ın Asya’da Avrupa’ya akınları daha hızlı ve daha büyük çaptaydı. Allah, kendini âlemde gösteren bir hakikattir. O, şöyle buyuruyor: “güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir.” Peygamber buyuruyor: “Kendine bakan Rabbini görecektir” Bunlar sürekli tahavvül ve tekâmül eden işaretlerdir. Hakikatte Muhammed İkbal’in dediği gibi, “Kur’an’a göre dünya inkişaf etme istidadına sahiptir. Bu, dest-i kudretin asırlar önce terk ettiği ve câmid bir maddenin hacmi gibi uzay ve zaman içinde gerilmiş yatan, sabit ve bu sebeple, hiçbir şey olmayan, nihaî mülk değil, mütehavvil bir dünyadır.”61 Âlem, seyyarâtın sâbite hâlini almış bir mecmuu değildir. O tekâmül ediyor. Yeni yıldızlar ve seyyareler ortaya çıkıyor ve bazıları tükeniyor. Astronomlar âlemin genişlemekte olduğunu ispatlamışlardır. Kur’an’da şöyle buyurulmuyor mu: “Gündüz sinip geceleri gözüken gezegenlere and olsun” [81:15-16]. Gökadalarda, dünya hayatında, insan zihni ve cemiyette daimî bir tekâmül varsa, bu hareket-i mütehavvileyi tayin eden bir sebep olmalı mıdır? Allah tekemmül ettirdiği ve yeni hakikatler onunla birlikte inkişaf ettiği için tekâmül mutlaktır. Sâbite ölüm demektir. Hayat nedir ve mevt ne içindir? Kur’an’da buyuruluyor: “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” [21: 35]. İyi ve kötünün bu davasına neden ihtiyaç var? İnsanın gayesi, mevt vakıasını manevîleştirilmesinde ve böylece mevcut dünyayı katetmesinde yatar amma velâkin insan kendini ondan yabancılaştırmamalı ve aynı zamanda onu canlı kılmalıdır. İnsan taş mabetler inşâ eder, metal makineleri uçurur ve küre-i arzın hızla artan nüfusunu doyurmak maksadıyla yeni bitkiler yetiştirir. Membalar insanların faydasına kullanılır. İyi ve kötünün davası, müstakbel nesillerin tecrübe kazanması için şarttır. Ancak bu şekilde küre-i arzın felaketi demek olan kıyamet günü ertelenebilir. “Gök yarıldığı zaman, Yıldızlar saçıldığı zaman, Denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman, Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, Herkes yaptığı ve yapmadığı şeyleri bilecek” [82: 1-5]. Günümüzde sınaî faaliyetlerinin bir neticesi olarak değişen iklim, insanın ve tabiatın istismarıyla yaratılan silahlar, dünyayı yok edebilir ve cehenneme çevirebilir.62 Allah ikaz ediyor: “Hayır, yeryüzü (kıyamet sarsıntısıyla) parça parça olup ――――――――― 61 62 Muhammad İkbal, Rekonstruktsiia..., M., 2002, s. 68. Amerika Birleşik Devletleri dünyadaki tabii kaynakların yarısını tüketir. Eğer çok daha fazla ülke aynı nispete ulaşırsa, artık küre-i arz “altın buzağı”nın yükünü taşıyamayacaktır. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 231 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN dağıldığı zaman, Rabbinin buyruğu ve saf saf dizilmiş olarak melekler geldiği ve o gün cehennem getirildiği zaman, işte o gün insan (yaptıklarını birer birer) hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona nasıl faydası olacak!? Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım der.”[89: 21-24]. Cehennem, günahkârların yanacağı fizikî ateş demek değildir. Maddî dünyadan kaçmaya çalışan fakat akıbetinden kaçamayan insan için cehennem, manevî bir boşluk hissi ve ameller için duyulan vicdanî işkencedir. O, servet ve lüksün, hilekârlık ve cinayetin, zaman ve şahsî ihtiyaçlar için harcanan çabanın israfından duyulan kibrin farkına varmaktır. Ve vicdanî işkenceler, fizikî alevden çok daha şedittir. Kur’an’da buyuruluyor: “Sen, zalimlerin yaptıkları şeyler tepelerine inerken bu yüzden korku ile titrediklerini göreceksin.” [42: 22]. Ahiret, fizikî cehennem olmayacaktır. Eğer dünya üzerinde ekolojik bir felâket ya da nükleer bir savaş meydana gelecek olursa bunun neticeleri, Kur’an’da tasvir edilen cehennem manzarasından çok daha korkunç olacaktır. Kıyamet Günü, evvelden tayin edilmiş, kat’î bir tarih demek değildir. O bir ikazdır. Kur’an’da buyuruluyor: “Artık sen hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın. Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin.” [88: 21-22]. “Dağlar, paramparça olunca” ve “gökyüzü yırtılacak” ifadeleri muhtemel bir felakettir. Ve eğer insanlar şuursuzca davranmaya devam ederse, kavgalar hüküm sürerse o zaman felâket kaçınılmaz olacaktır. İnsan, tabiat ve sair insanlarla âhenk içinde yaşamalı ve böylece kıyametin gelişine mâni olmalıdır. “Sana, kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. Onu bilip söylemek nerede, sen nerede? Onun nihai bilgisi yalnız Rabbine aittir” [79: 42-44]. Kuran’da verilen cennet tasviri oldukça zariftir. Tabiatıyla serin gölgelikler ve sularla alakalı hülyalar, çöl insanları için tasvir edilmiştir. Bu sebeple buyuruluyor: “İman edip salih ameller işleyenleri ise, içinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında bulunduracağız.” [4: 57]. Başka bir yerde de şunları okuyoruz: “Şüphesiz Allah, iman edip salih ameller işleyenleri içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada altından bileziklerle, incilerle süsleneceklerdir. Oradaki giysileri ise ipektir.” [22: 23]. Kuzeyde su, belki de o kadar mühim değildir, çünkü buraya sürekli yağmur yağar; insan serin bir gölgelikten ziyade güneşin hayalini kurar. Açıkçası Peygamber, halkına hakikati onların anlayabileceği bir dille izah etti. Umumî ifadesiyle, birçok ülkede refah seviyesi cennetinkine ulaştı ya da belki de onu aştı; bu yüzden pek çok insan için uzun zaman önce Arap Çölünü aşan kervanlara Arapların kılavuzluk etmesi gibi cennet bahçeleri de artık cazibesini kaybetti. Bugün birini cennette inananları bekleyen halılar ve yeşil yastıklar ile hayrete düşürmek zordur. Cennet bahçelerinde yaşamaya ve hurilerle konuşmaya makbul bir hayat denilemez. Muasır bir münevver için, manevî hazlar fizikî zevklerden çok daha mühimdir. “Orada koltuklara yaslanmış olarak pek çok meyveler ve içecekler isteyecek” [38: 51] biri için ebediyet manasız olur. 232 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) Allah’ın insanlar için böyle bir yazgısı, planı olamaz. Kuran’daki tasvirler, putlardan yüz çevirmesi gereken Ortaçağ insanı için yapılmıştır. Ama bunlar mütekâmil ve manevî açıdan zengin insanlara yakışmaz. “Ancak Allah’ın halis kulları başka. İşte onlar için belli bir rızık, meyveler vardır. Onlar ikram gören kimselerdir. Onlar Naîm cennetlerindedirler. Koltuklar üzerinde karşılıklı olarak otururlar. Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır. Onda baş döndürme özelliği yoktur. Onlar, onu içmekle sarhoş da olmazlar. Yanlarında bakışlarını yalnızca kendilerine çevirmiş iri gözlü eşler vardır. Sanki onlar (beyazlıklarıyla), saklanmış (gün yüzü görmemiş) yumurtalardır. Derken birbirlerine yönelip sorarlar.” [37: 40-50]. Kimse cennet ve cehennemi materyalist nazardan, maddî bir dehşet ve insanın zevki açısından dikkate alarak düşünmemeli. Bunlar esasında beşerî bilginin sınırlarını aşan semboller ve tasvirler olarak idrak edilmelidir. Ömer Hayyam şöyle diyor: Tekkede, medresede, camide, havrada, Kimi cehennem korkusuyla kimi cennet hayaliyle yaşar Oysa yüreğinde Tanrı’nın sırrını taşıyan kişi Böyle hayallerden azadedir Amel sahibi bir insanın boş konuşarak vakit harcadığı bir cennet hayal edilemez. Bu sebeple Tanrı, “ebedî ikametgâh”ında her arzunun gerçekleştiği ve sayısız nimetlere gark olunduğu rivayet edilen cenneti farklı bir şekilde tarif eder. “İnanıp yararlı işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu büyük lütuftur.” [42: 22]. Cennet var olan dünyanın tecrübesiyle meşbu manevî bir dünyadır. Cennet, yeryüzünde yaşanan naif/hassas hayatın farkına varıldığı saadet hâli demektir.. Kur’an’da “Ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır” buyuruluyor. Bir kimsenin bunun üzerinden pazarlık yapması mümkün mü? Eğer bir mümin isem ve kendi hür irademle kâidelere riayet ediyorsam, neden iyilik mukabilinde mükâfata ihtiyaç duyayım? Faziletin bu hayatta ve gelecek hayatta mükâfatlandırılması gerekmez. Onun kendisi bir mükâfattır. Kur’an’da buyuruluyor: “Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” [2: 212]. Ve bir kimse beklediği ve ümit ettiği bu gibi nimetlere kavuşabilir. O hâlde salih hayatın manası nedir? Eğer insanın ne cennet mükâfatına duyduğu iştiyak ne de cehennem alevinden ihtirazı yoksa bu hayat ne içindir? Burada kastedilen mana farklıdır. Kur’an’da buyuruluyor: “Orada ne boş bir söz, ne de günaha sokan bir şey işitirler. Sadece ‘selâm!’, ‘selâm!’ sözünü işitirler.” [56: 25–26]. Bu hakikati müdrik olmak, hayrı teşvik etmek ve dünyayı bir felaketten korumak salih hayatın esasını teşkil etmektedir. 43]. “Hiçbir ümmet, kendi ecelinin önüne geçemez, onu geciktiremez de” [23: Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 233 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Her memleketin, her milletin kendi tarihi ve kaderi vardır. Kur’an’da buyuruluyor: “O arzı mahlukat için serdi” [55: 10]. Nitekim Allah, tek bir millet yaratamayacağı için değil, hayır işlerinde bazı milletlerin sairleri aşması için farklı milletler yarattı. Kendi milletimin haricinde hayat, bir mana ifade etmiyor. Eğer Allah isteseydi, bütün insanları Arap yapabilir ve herkes Arapça konuşabilirdi. Fakat o muhtelif diller yarattı. Kâinat, ilahî aklın ve iradenin tahakkukunu temsil eder. Kâinat, mütemadiyen değişen nesillerin ve muhtelif kültürlerin müktesebâtından tecrübeler biriktirir. Hem coğrafî hem de kültürel olarak Şark ve Garp arasındaki sınırda yaşayan Tatarlar, kendi alt-medeniyetlerini vücuda getirmişlerdir. Şeriat Rusya’da tatbik edilemez; nüfusun çoğunluğunu Ortodokslar teşkil etmektedir. Bu sebeple Müslümanlar, bu hayat tarzına uymak zorundadır.63 Tatarlar kendilerini Rusya şartlarında yeni bulmadılar yahut onlara tâbi olmak mecburiyetini hissetmediler. Onlar bu ülkede doğmuş ve onu yabancı bir ülke değil kendi yurtları olarak kabul etmektedirler. Bu ülke Müslüman devletlerden ne daha iyi ne de daha kötüdür; sadece farklıdır. Yazgımız ve gayemiz bu şartlarda faziletli hayat tecrübesinin tekemmülüne devam etmektir. Suudi Arabistan’a dönüşemeyiz yahut Hıristiyan Avrupa gibi olmak da mümkün değildir. Ne isek oyuz. Hurma ağacı, Rus topraklarında yetişmez. Rusya’da hayatını sürdüren milyonlarca Müslüman, asırlardır gelişmekte olan kültürü nazarıdikkata alarak, laik bir ülkede yaşamak zorunda olduğuna kani olmuştur. Müslüman ülkelerdeki ilahiyatçıların bize nasıl yaşayacağımızı öğretmesi mümkün değildir. Körü körüne kendilerine yabancı hocalara uyup Suudi Arabistan’da tahsil gören imamlar, sadece yanlış anlamalara ve nizaa sebep olabilir. Onlar bizi, aslında Rusya’da görülmemiş birçok Ortaçağ şeriat kaidelerine sıkı sıkıya riayet etmeye davet edeceklerdir. Avrupa’daki Müslümanlar da benzer şartlarda yaşıyorlar. Onlar, engin Hıristiyan dünyasındaki küçük adalar gibidir. Dünya muhtelit bir hâl alıyor. Tataristan’da İslâm’ın saf hâlinden inhiraf etme olarak görülebilen şeyler, istikbalde pek çok ülke için alelâde olacaktır. Halife-i Müslimin asrı geçti. Dünya artık yeknesak değildir. Her şey birbiriyle alakadârdır. Hiç kimse münzevî, tamamıyla İslâmî bir muhit vücuda getiremez. Ve böyle bir ülkü için gayret sarfetmeye de lüzum yoktur, zira İslâm, Hıristiyanlığı yahut diğer halkların hayat tarzlarını inkâr etmez. İslâm bize onları anlamayı öğretir. Tataristan yüksek teknoloji malları üretir; bu sebeple mahallî teknoloji okullarının ve yüksek maarif sisteminin tekemmül etmiş olması elzemdir. Helikopterlerimiz, otobüslerimiz ve uçaklarımız Avrupa’dakinden çok da kötü değildir ve dahası Avrupa’dakilere yakın standartları tatbik etmek mecburiyetindeyiz. Aksi takdirde, ――――――――― 63 Ananevî fıkıh, devletleri üç türde tefrik eder: İktidarın Müslümanların elinde olduğu ve İslam kanunlarının hüküm sürdüğü dârü’l-İslâm; sınırları dâhilinde Müslümanların yaşamasına kesin bir dille karşı çıkan dârü’l-harb ve devlet İslâmî vasfı hâiz olmamasına rağmen, Müslümanların dinî kaidelerine ve teamüllerine saygı gösterildiği, Müslümanların hür bir şekilde yaşadığı dârü’l-emân. 234 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) bizim mallarımız Avrupa’dakilere nispetle kıymetsiz olacaktır. Yurdumuzda İslâm, Garplılaşmaya merbuttur. Bu Avro-İslâm olacaktır. Bunlar hayatın ihtiyaçlarıdır. Doğrusu, takip edeceğimiz bir model olarak kimi tercih etmeliyiz? Sudan, Pakistan, İran ve Suudi Arabistan’ı mı? Bir ülkenin geri kalmışlığı ne kadar fazlaysa orada tarihî şeriat o kadar şiddetlidir. Söz konusu ülkelerin bu türden tecrübelere harcayacak zamanı olabilir, lâkin Tatarlar için tedennî, yok olmak demektir. Bugüne kadar Müslüman devletler, Tataristan’dan tır ve helikopter satın aldılar, Tataristan kimseden almadı. Peki, onlar Batılı ülkelerle rekabet edebilmek için bize nasıl yardımcı olabilir? Hâlihazırda bir milletin gayesi sâdık Müslümanlar olarak nesli kurutmak değil, fakat İslâmî köklerini kaybetmeden terakkinin yollarını bulmak olmalıdır. Terakkinin ehemmiyetini idrak eden ve Garp âleminin nüfuzundan korkmayan bazı muasır ilahiyatçılar bugünkü küreselleşmeye karşı oldukça müsamahakârdır. Mesela Ferid İsak şunları yazmaktadır: “Bazıları minberi murakabeleri altına alırken, sairleri internet ve televizyondan faydalanabilmektedir. Ve televizyona kimi zaman haram denilmesi mühim değildir. Biz aynı şeyi, çok uzak olmayan bir mazide ezanın hoparlör vasıtasıyla tilavetinden biliyoruz. Demek ki ‘şeytanın kutusu’, kısa zaman zarfında faydalı da ilan edilecektir.”64 Başta, böyle bir bakış açısı son derece terakkiperver görünmektedir, zira ananevî olandan çok farklıdır. Fakat aslında bu fikir, daha başından arızalıdır. Şimdiden terakkinin gerisinde kalmış bir İslâm fikrini muhtevîdir. Yeni araçlar ve teknolojiler icat etmeye başlamazsak, asla müreffeh bir millet olamayız. Suudi Arabistan’ın petrol sayesinde hayatta kalması mümkündür lâkin biz, yalnız bilgi ve yeni keşifler sayesinde var olabiliriz. Biz Vahhabîlik yahut İslâm’ın başka herhangi bir eski ve mutaassıp cereyanını nazarıdikkata alamayız. Bir kimse böyle bir şeyi çokça arzu etse bile, bugünkü şartlarda küresel temayülleri göz ardı etmek imkânsız gibidir. Küreselleşme yeni teknolojilere imkân tanır ve hayat tarzını değiştirir. Bizim bu vetirelere kültürümüzü intibak ettirecek yolları bulmamız icap eder. Dünyada İslâmî küreselleşme de vuku buluyor. Yavaş yavaş ve bu, yalnız Şarkı değil Garbı da ilgilendiriyor. Orta Avrupa’daki nüfusun büyük bölümü Müslümandır. Fransa, Almanya, İngiltere, Hollanda, İsviçre ve İtalya’da sayıları tedricen artan Müslüman cemiyetleri hesaba katmak iktiza eder. Aynı zamanda Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye olmak istiyor ve bu, AB’deki İslâm unsurunun kuvvet bulmasını sağlayacaktır. İslâmî küreselleşme korkuya yol açtığı için Garplı küreselleşmenin mukavemetiyle karşılaşıyor. ――――――――― 64 Farid İsak, Byt’ musul’maninom…, s. 340. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 235 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Küresel âhenkte birleşilmesi yahut mücadelenin sona ermesi ancak bize merbuttur. Terörizm İslâm’dan kaynaklanmamasına ve dinin fıtratında terör olmamasına rağmen 11 Eylül’den beri dünyada İslâm korkusu (İslamofobi) artmaktadır. Dünya Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman cemiyetlere ayrılmıştır. Ortaya çıkacak bir gediğin dipsiz bir uçuruma dönüşebilme ihtimali vardır. Bu gedik, endişe ve korkuyla dolu insanların ruhlarına da dokunur. Bu bölünmüş dünyayı ancak yeni kıymetlerle bir araya getirmek mümkün olabilir. Bu değerler ne tamamen liberal, ne de ananevî İslâmi kıymetler olabilir. “Şüphesiz bu tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin” [21: 92]. Kur’an’a göre, tek bir Tanrı lâkin farklı dinler vardır. Düşman bir çevrede varlığını sürdürebilecek İslâmî bir cemiyet vücuda getirme ihtiyacı sebebiyle Medine dönemine mahsus olan âyetler haricinde Kur’an’ın geri kalanı, diğer bütün dinlere ve hayırlı bütün insanlara karşı müsahamakârdır. Kur’an’da buyuruluyor: “Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sâbiîler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” [5: 69]. Bazı müfessirler, bu âyeti lafzî manasından sapma olarak tefsir edebilir. Mesela, elMüntehab fi tefsiri’l-Kur’an’ın tefsiri sairlerinden nispeten daha farklıdır: “İster Yahudi ve Sâbiî, ister Hristiyan, her kim Allah’a ve ahiret gününe yürekten inanır, kurban keser ve İslâm şeriatı doğrultusunda hayır amel işlerse onlar Hesap Gününde acı çekmeyecek ve mutlu olacaklardır.”65 Aslında burada mühim olan şeriata uymak şartı değil, hayır amel işlemektir. “Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim, mü’min olarak salih bir amel işlerse, işte onlar cennete girecek ve orada hesapsız olarak rızıklandırılacaklardır.” [40: 40] Tanrı’nın nazarında hak dine bağlı olmak yeğdir ama bu, kategorik bir hâl değildir. İnsanlara iyilik yapmak, Allah’ın emridir; onun için buyuruyor ki: “Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.” [2: 62]. Bütün dinler iyiliği vaz’eder. Bir Yahudi, Budist veya Hıristiyan ya da bir başkası “Tanrı aşkına oğlum, merhametli ol” dediği vakit insanlara hakikati farklı yollardan gösteren Tanrı, onun kalbindedir. Tanrı birdir lâkin dinler farklıdır ve bu farklılıklar ekseriya ibadetler, âyinler ve törenlerde bariz hâle gelir. Kur’an’da buyuruluyor: “Her ümmete, yerine getirmeleri gerekli ibadetler koyduk.” [22: 67]. Hz. Muhammed yeni bir din getirdiğini iddia etmedi. O tevhid ananesini sürdürdü ve farklı inançlara mensup olanların hürmetini kazandı. İslâm diğer mil――――――――― 65 Al-Muntakhab fi Tafsir al-Qur’an al-Karim, Kazan, 2001. 236 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) letleri aşağılamaz. O, ilahî nimetler karşısında imtiyazlı olduğunu iddia etmez. Allah rahman ve rahim olduğu için İslâm, istisnasız tüm milletlere ve insanlara indirilmiştir. Musa Bigiyev bu sebeple şöyle yazıyor: “Dolayısıyla sefil hiç kimsenin bu sonsuz merhametten mahrum olmayacağını, ardına kadar açık olan ebedî lütuf kapılarının kapanmayacağını, beşeriyetin kâmilen selamete ereceğini beyan ederim. Benim inancım budur.” Bigiyev, dinlerine bakılmaksızın dünyevî hayata bağlı olan insanlar da dâhil olmak üzere bütün âlemi şamil “mutlak rahmet-i ilahiyye” nazariyesini geliştirdi. Kur’an’da buyuruluyor: “Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi içine almıştır.” [40: 7]. Bu âyet, Allah’ın rahmetinin yalnız Müslümanlar için değil, tefrik etmeksizin tüm insanlar için cari olduğuna delalettir. Hayatımız ebediyete kıyasla ancak bir lahzadır. Ve Allah, beşeriyetin mühim bir rüknünü teşkil eden tüm gayrimüslimleri sonsuz azaba düçar kılsaydı, o zaman ilahî gazabı ilahî rahmetinden çok daha büyük olacaktı. De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” [39: 53]. Ceza kaçınılmazdır, ama sonsuza kadar değildir. Musa Bigi, Allah’ın rahmetinin sınırı olmadığı için “cehennemin varlığının son bulacağını” düşünüyordu. Tanrının, kısa bir dünyevî hayat boyunca işlediği günahlar yüzünden bir insanın ruhunu sonsuza kadar cezalandırması mümkün değildir. Bigiyev şöyle yazmaktadır: “Allah namütenahî rahmet denizini açığa çıkarıp baki kılmak için herkesi şamil rahmetini, tahdit etmeksizin ve esirgemeksizin bütün insanlara ebedî olarak vermiştir. Canlılar âleminde insanları tembel, başıboş bırakmamak ve insanları bozgunculuk yolundan engelleyip salah yoluna çağırmak için, hususî rahmetini yalnız amel edenlere, hayatın maslahatları yolunda çalışanlara, insanlara zarar vermekten kaçınıp nefsî tekâmülü yolunda hareket edenlere tahsis etmiştir.” Batınî tüm farklılıklara rağmen insanoğlu, Müslümanlar ve diğer ikrarlara mensup insanların yanında kâfirleri de şamil bir cemiyet, ümmettir. Eğer hayır amel işliyorlarsa o zaman, Tanrının bundan memnun olduğunu düşünerek onları düşman farz etmemek gerekir. Aslında bu, Kur’an âyetlerinin derunî manasını idrak edemeyen müfritlerin işine yarar. Allah, hayır amel işleyenlerden râzı olacaktır. Ve bilhassa müminler, Allah katında makbul olacaktır. “Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah, hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş de ancak O’nadır.” [42: 15] İslâm, köle ve hürriyetinden mahrum insanı azat eden bir terakki olarak yeryüzüne indirildi. İslâm adalet, ruhun hürriyeti ve tecessüs demektir. İslâm hoşgörüyü vaz’eder ve şiddeti yasaklar. Geçmişte belli bir noktada harp hâli, her dine ait bir hususiyetti. Müslümanlar kılıçlarla mücehhez halifeliklerini kurdular. Avrupalı Hıristiyanlar, Haçlı Seferlerini gerçekleştirdiler. Bilhassa Katolikler ve Protestanlar birbirlerine karşı zalimce savaştıSûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 237 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN lar. Fakat kılıçlar artık kınına girdi. Bunlardan mustarip oldu diye bir kimse onu tekrar kınından çıkarmamalıdır. Her din, şefkat ve merhamet çağrısını muhtevîdir ve bunlar, beşeriyeti bir ümmet kılan şeylerdir. “İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir (aynı ilâhtır). Biz sadece O’na teslim olmuş kimseleriz.” [29: 46] Hakikati her arayanın ona ulaşan kendi tariki vardır. Her milletin kendi alın yazısı vardır. Tatarlarının selameti mazide değil, istikbalde saklıdır ve terakki hareketimiz, Peygamberimizin emirlerini takip ederek İslâmî tecdîde pişdârlık eden Cedîdciler tarafından başlatılmıştır. Bunun yanında tüm beşeriyetin kıymetli muktesabâtını nazarıdikkata alarak bu tecdîdi devam ettirmeliyiz. Bizim için Avrupa, her zaman hikmet ve ilim menbaı olmuştur. Ve bu bugün de menba olmaya devam etmektedir. Vazifemiz, Tatarları sair milletlerden tefrik edecek sınırlar çizmek, sun’î bir etnik ve mezhep tahdidiyle kendimizi tecrit etmek değil farklı dinler, farklı İslâm anlayışları ile İslâm ve Hıristiyanlık arasında bağlar tesis etmektir. Gayemiz tüm insanlığın vahdetine yardımcı olacak hoşgörüyü geliştirmekte yatıyor. “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” [13: 11]. İnsanlar kendilerini değiştirmedikçe Allah onların hayatlarında hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Bir hadiste şöyle deniliyor: “Buyurun mal mülk edinmek için amel işleyin, siz kendinize zulmetmedikçe Allah size zulmetmez.” Kimse beni bütün İslâmî kaidelere harfiyen riayet etmeye zorlayamaz. Ancak taşıyabileceğim şeyleri yüklenebilirim. Benim için bu, ilim tahsil etmek ve insanların hakikate daha yakın olmasına yardımcı olmaktır. Peygamber, bir hadisinde şöyle diyor: “İlimden bir şey öğrenip, öğrendiği şeyi başkasına öğretene Allah yetmiş sıddık’ın sevabını verir.” Benim selametim farklı ikrarlara ve kültürlere mensup insanlar arasında karşılıklı hoşgörü geliştirmektir. Bunun pek çok din adamının hoşuna gitmeyeceğini biliyorum. Hayat tenkit edildiğinde değil hamd edildiğinde kolaydır. Oysa Kur’an’da buyuruluyor: “Onun için emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” [11: 112]. Bu düşünceleri yazarak kimseye serzenişte bulunmuyor ya da hiçbir şeyi inkâr etmiyorum. Sadece hakikat yolunu arıyorum. Ve İslâm’da modernleşme hususunda Peygamber’in hadislerinin hakikat olduğuna dair hiçbir şüphem yok. Hâlihazırda yeni bir asır başladığına göre, bugün için en mühim husus budur. Yazdığım her şeyi bid’at olarak tavsif etmek çok kolay olacaktır. Fakat Peygamberimizin bir hadisini hatırda tutmalıyız: “Kendi hatalarına bak. Başkalarının hatalarını aramaktan sakın. Başkalarının hatalarını görmezden gel, zira kendi hataları dururken başkalarının hatalarını aramak günahtır.” 238 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür. Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır” [2: 255-256]. İnsan, ne kadim asırlarda ne de bugünkü hayatında Tanrı tarafından terk edilmemiştir. O, ruhun ebedî ve mutlak hakikati arayışında, namütenahi mekan ve zaman, madde ve manadaki giriftliğinin idrakinde her zaman insanla beraberdir. Selamete erişmek istiyorsanız ebedî hayata inanacaksınız. “Şüphesiz bu dünya hayatı geçicidir, ama ahiret, doğrusu işte o, kalınacak yurttur.” [40: 39]. Din, insan ruhunu yüce ülkülere yaklaştırır. Ruhu alelâde meziyetlerin fevkine çıkarır ve daha iyi bir hayat arzusunu teşvik eder. İmanın sembolü basit bir ifadede meknuzdur: “Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah.” Bunu söyleyen herkes Müslümandır. Bunu reddeden Müslüman değildir; ancak Allah insanların kalbini görebilir ve bir insanın salih olup olmadığına hüküm verebilir. Nuh 950 yaşındayken içini çekerek, şunları söyledi: - Rabbim, hayat ne kadar kısa! İnsan daha yeni doğdu ve hemen ölecek! Her birimizin kendi ait yolu var ve yaşadığımız müddet zarfında bolca hayırlı amel işleyebilmeliyiz. Değerlendirme Gorbaçov iktidarını ifade eden glastnost dönemiyle birlikte Sovyet coğrafyasında meskûn tüm halklar gibi, Orta Asya’daki Türk halkları arasında da etnik ve dinî kimliklerde bir canlanma baş göstermiştir. Tarihî İslâm anlayışının Sovyet döneminde edindiği tecrübelerle birlikte yeniden canlanması, etnik ve millî kimliklerin yükselişi, dinî ve millî kimlikler arasında hâlihazırda var olan ilişkiyi daha da pekiştirmiştir. Avro-İslâm mefhumu da Sovyetlerin yıkılışı ve yeni cumhuriyetlerin, siyasî yapılanmaların ortaya çıktığı vetirede bilhassa Kazan Tatar Türkleri arasında tartışılmıştır. Radikal ve ılımlı İslâm anlayışları yanında Tatar Türklerinin tarihî tecrübesini aksettiren, 19. asırdaki dinî uyanışı ve entelektüel birikimin temsilcisi Cedidci yaklaşım, İslâm’ı Türk-Tatar kimliğinin aslî unsuru olarak değerlendirerek farklı bir ideolojik perspektif ortaya koymuştur. Ananevî kadimci-cedidci tartışmalarını aşan bu yaklaşım, muasır Garp zihniyetinin, demokrasi ve insan hakları kültürünün, ilmî tavrının asırlardır yanlış tefsir edilmiş yahut nas hâline getirilmiş İslâm anlayışının özüne ters olmadığı, aksine bu yanlış mütalaaların onu aslından uzaklaştırdığı iddiaSûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 239 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN sıyla Cedidcilerin kaldığı noktadan ilerleyişini sürdürmüştür. Sovyet sonrası dönemin etnik ve dinî kimlik arayışları etrafında şekillenen bu gelişme, geniş bir entelektüel birikimi ve İslâm’ın tecdidci yönünü ortaya koyması bakımından entelektüeller arasında pek rağbet görmüştür. Muhtelif projeler arasında kısaca Avro-İslâm adı verilen bu proje, İslâm ile modern ve laik liberal değerler arasında bir uzlaşı arayan 19. asrın modernleşme yanlısı Cedidci Tatar milliyetçilerinden mülhem ortaya çıkmıştır. Sovyet sonrası dönemde bu projenin mimarı ve geniş bir entelektüel birikime sahip en mühim ismi, hiç kuşkusuz Rafael Hakimov’dur. Laik aydınlar ve hükümet elitleri arasında güçlü bir cazibe oluşturan buna karşılık Rusya’daki Müslüman nüfus genelinde pek az tesiri olan modernist veya reformcu Avro-İslâm, Tataristan Cumhurbaşkanı Mintimer Şaymiyev ile güçlü kişisel bağları olan Tatar milliyetçi ve aydını Rafael Hakimov’un projesidir. Bu projenin Avrupa’daki üçüncü nesil Müslüman göçmenler arasında gelişen Avro-İslâm anlayışı ile de benzerlikleri bulunmaktadır. Postmodern kültürün hoşgörü, dinler arası diyalog anlayışından da beslenen ve globalleşen dünyada kendine yer edinmeye çalışan Avrupa menşeli Avro-İslâmcı yaklaşım, Müslümanların Batı’nın kültürel ve içtimaî değerleriyle uzlaşması gerektiği fikrini benimseyen Tarık Ramazan, Bassam Tibi ve Muhammed Arkoun gibi aydınlarla birlikte ortaya çıkmıştır. Fakat Rafael Hakimov’un ileri sürdüğü Avro-İslâm ile Batı Avrupa’da Müslüman göçmenler arasında şekillenen Avroİslâm arasındaki entelektüel açıdan benzerlikler bir yana bırakılırsa siyasal ve içtimaî saiklerin farklılığı dikkat çekmektedir. Bu iki fikir mukayese edilirken, dile getirildikleri zeminin sosyo-politik yapısını daima göz önünde bulundurmak zarurîdir. Bu açıdan Hakimov’un Avro-İslâm söylemi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, yeni bağımsız devletlerin kuruluşu, Rusya Federasyonu’nun siyasî yapılanması ve yeni kimlik arayışı sırasında şekillenmiş Tataristan’a mahsus bir düşüncedir. İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde ve Müslümanlar arasında dinî düşüncenin yeniden teşekkülünü isteyen entelektüeller bulunmakla birlikte, Türk-Tatar menşeli Avro-İslâm fikrinde, ülkenin içinde bulunduğu şartlar daima göz önünde bulundurulmalıdır. Rusya’nın geçmişinde ve bugününde Tataristan’ın özel bir yeri vardır. Asırlardan beri karşılıklı münasebet içinde olan bu iki siyasî varlık, çatışma ve bir arada yaşamaya dayalı tarihî tecrübelere sahiptir. 16. asrın ikinci yarısında bölgenin Rus hâkimiyetine girmesiyle birlikte Ruslar için âdeta “lâzım-ı gayr-i müfârik” bir hâl alan Tatarlar, Rus Ortodoks hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalan ilk Müslüman tebaa olmuş; Rusya’nın siyasî, içtimaî ve iktisadî hayatında mühim roller oynamışlardır. 19. asırda Rusya’nın Orta Asya ve Kafkasları istilâsıyla birlikte Tatarların Rus İmparatorluğu’ndaki ehemmiyeti daha da artmıştır. İslâm dünyası ve bilhassa imparatorluk hâkimiyetindeki muhtelif Müslüman halklarla Rusya arasında aracı rolü Tatarlar üstlenmişlerdir.66 19. asırda Tatarlar, Rus İmparatorluğu’nun gayri-Rus halkları arasında filizlenen millî uyanış hareketlerine de öncülük etmişlerdir. Moderniteyle İslâm ve İslâm kültürünü telif etmeyi amaçlayan Şehâbeddin Mercanî, ――――――――― 66 Galina M. Yemelianova, “Shaimiev’s Khanate on the Volga and its Russian Subjects”, Asian Ethnicity, I/1 (2000), s. 38. 240 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) Kayyum Nasırî gibi Cedidçi simalar, Türk Tatar millî-İslâmî ideoloji ve kimliğinin gelişmesinde müessir bir rol oynamışlardır. Kırım ve Kazan Tatarları arasında başlayan bu yenilikçi akım, dinde ve eğitimde reform fikirleriyle diğer Türk halkları arasında da müessir olmuştur.67 1905 Rus İhtilâli ile kısmî hürriyetine kavuşan Türkler, Türkistan coğrafyasının muhtelif yerlerinde siyasî ve kültürel faaliyetlerini arttırmıştır. Bu vetirede üç kongre düzenlemeye muvaffak olan Türkler, Tatar aydınların girişimiyle “İttifakü’lMüslimîn” adlı bir siyasî teşkilat vücuda getirmiştir. Müslümanlar da dâhil olmak üzere Rus İmparatorluğu’nda yaşayan pek çok halk, 1917 Şubat Komünist Devrimi’nden sonra kendilerini özgürce ifade etme fırsatı bulmuş; Devrim’in akabinde Müslümanlar, Tatar milliyetçi aydınların liderliğinde Mayıs 1917’de Moskova’da Tüm Rusya Müslümanları Kongresi’ni tertiplemişlerdir. Aynı yılın Haziran ayında Kazan’da toplanan ikinci kongre, İç Rusya ve Sibirya Millî-Medenî Türk-Tatar Muhtariyeti’ni ilân etmiştir. Sadri Maksudî, bu siyasî teşekkülün lideri seçilmiştir. 120 azadan oluşan Millet Meclisi kurulmuş; bu meclis, 29 Kasım 1917’de İdil-Ural Devleti’ni kurmuştur.68 Ancak bu devlet kısa ömürlü olmuş; 23 Mart 1918’de Bolşevikler, söz konusu devlete son vererek Tatar Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adlı yeni bir idare tesis etmişlerdir. Ancak iç savaş sebebiyle, Bolşeviklerin kararı gerçekleşememiştir. Savaştan galip çıkan Bolşevikler, büyük bir cumhuriyet yerine iki muhtar cumhuriyet yaratmayı çıkarları için daha uygun görmüşlerdir. Böylece 23 Mart 1919’da Başkurt ve 27 Mayıs 1920’de Tatar Cumhuriyetleri kurulmuştur. Söz konusu idarî yapılanma sonucunda Tatarların büyük bir kısmı kendi etnik cumhuriyetlerinin dışında kalmışlardır. Bu tarihî kıyım ve haksızlıktan bahsetmek bile yasaklanmıştır. Sovyetler Birliği’nin ancak son dönemlerinde bu haksızlığa karşı çıkılmaya çalışılmış ve Yarçallı’daki müstakil bir grup, mezkûr Cumhuriyetlerin birleşmesini talep etmeye başlamıştır. Bir kültür merkezi olan Kazan, Bolşevik Devrimi öncesinde Rusya’daki Türk halkları arasında mühim rol oynamıştır. Devrimin palazlanmasında Tatarlar, Kulturträger olarak kullanılmış; Orta Asya’nın muhtelif bölgelerinin komünist düzenle tanışmasına yardımcı olmuşlardır.69 Sovyet totalitarizmi ve baskı yıllarına rağmen Tatar liderler ve aydınlar, Tataristan’ın sınırlarını yeniden çizmek ve SSCB içindeki statüsünü geliştirmek umudundan bir an vazgeçmemiştir. Gorbaçov’un iktidar olduğu 1985-1991 yılları arasında başlayan çözülme şartlarında, Tataristan’ın statüsünün arttırılmasına çalışılmıştır. Rusya içinde otonomiye sahip olan Tataristan, SSCB’nin dağılmasını fırsat bilerek mevkiini cumhuriyet seviyesine çıkarmıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Rusya hâkimiyeti tartışma konusu ――――――――― 67 68 69 Adeeb Khalid, The Politics of Muslim Cultural Reform: Jadidism in Central Asia, Berkeley: University of California Press, 1998. Türkistan sahasındaki Cedidizm yeknesak bir hareket değildir. Hareketin benimsediği amaçlar, yöntemler ve coğrafî özellikler açısından farklı stratejileri vardı. bk. Khalid, a.g.e., ss. 92-93. Nadir Devlet, “The Tatars and Bashkirs After Glasnost”, Journal Institute of Muslim Minority Affairs, X/2 (1989), s. 464. Nadir Devlet, a.g.m., s.464. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 241 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN olmuş; Tataristan ve Çeçenistan, 1992 Federal Antlaşması’nı imzalamayı reddetmişlerdir. Halk, 1992 yılında yapılan bir referandumla bağımsızlığı seçmiş ve Tataristan Cumhuriyeti Anayasası yayınlanmıştır. Anayasaya göre “Tataristan Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ile birleşmiş demokratik bir hukuk devletidir. Tataristan Cumhuriyetinin bağımsızlığı, Rusya Federasyonunun hüküm ve salahiyetinde olmayan bütün devlet hakimiyetine (kanun koyucu, icra, mahkeme) sahip olmasında tecessüm etmektedir. Tataristan Cumhuriyetinin statüsü, Tataristan Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu’nun rızası olmadan değiştirilemez. Tataristan Cumhuriyeti arazisinin sınırları, onun rızası olmadan değiştirilemez. Tataristan Cumhuriyeti, kendi salahiyetleri çerçevesinde müstakil harici ve harici iktisadi münasebetlere iştirak eder. Tataristan Cumhuriyeti kendi vatandaşlarına maliktir.”70 Tataristan’ın bu tavrı karşısında Rusya, fazlasıyla rahatsız olmuştur. Tataristan Cumhurbaşkanı Mintimir Şeymiyev ve Çeçen Devlet Başkanı Cahar Dudayev, tarihî adaletin tesisini ve Moskova ile bölgeleri arasındaki münasetin yeni bir surette tanzimini talep etmişlerdir. Dudayev, Çeçenistan’ın Rusya’dan derhal ayrılmasını tercih ederken, Mintimir Şeymiyev, Rusya dâhilinde merkez-çevre ilişkileri için temel bir reform teklif etmiştir. Böylece Çeçenistan’daki savaşın aksine Tataristan, şiddete başvurmadan muhtariyetini güçlendirmiş ve Rusya’dan iktisadî muhtariyet konusunda büyük tavizler elde etmiştir. Şeymiyev, Rusya Fedarasyonu’nun fiilî unitarist yapısı yerine devletin varlığını sürdürmesini sağlayacak siyasî açıdan müttehit ama etnik ve kültürel açıdan farklı asimetrik bir federasyon ileri sürmüştür. Uzun müzakereler sonucunda, 15 Şubat 1994 tarihinde Rusya Federasyonu ve Tataristan Arasında Yetki Alanlarının Sınırlandırılması ve Güçlerin Karşılıklı Devri Antlaşması (Rusya-Tataristan Güç Paylaşımı Antlaşması) imzalanmıştır.71 Cumhurbaşkanı Mintimir Şeymiyev’in ince bir siyaset izleyerek Rusya ile yaptığı bu akılcı anlaşmaya uluslararası literatürde “Tataristan modeli” denilmektedir. Ancak Türk Tatar milliyetçileri bu modele karşı çıkmış lâkin söz konusu anlaşmayla Tataristan, Çeçenistan’ın hâline düşmekten kurtulmuştur. Bunun yanı sıra anlaşmayla kendini kısmen de olsa bağımsız hisseden halkta millî uyanış başlamıştır. Siyasî sahada “Tataristan modeli”, eski Sovyet sisteminden kalan canlı yapılarla bazı liberal ve demokratik kurumları mezceden istikrarlı bir siyasal sistemin teşekkülünü ifade etmektedir. Bu sistemin istikrarı için elzem olanlar; siyasî çoğulculuk, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden gerçek manasıyla müstakil olmasıdır. Moskova ile münasebetleri nazarıdikkata alındığında Tataristan modeli, Tataristan’ın Rusya Federasyonu’ndan tedricî surette yetki devrini istemektedir. Tataristan millet-inşâsının kalemşörleri, Federal Parlamento’da, Rusya Federasyonu’nun etnik açıdan gayrı-Rus vatandaşlarının temsili için tatminkâr bir mekanizmadan mahrum kalındığını, bütün-Rusya’nın federalist, siyasî ve iktisadî keşmekeşinin yıkıcı etkilerinden Tataristan Cumhuriyeti’ni korumak gerektiğini, mütenavip muhtar siyasî ――――――――― 70 71 http://tatarstan.ru/file/Constitution%20of%20the%20Republic%20of%20Tatarstan.pdf Alexei Zverevi “Qualified Sovereignty: The Tatarstan Model for Resolving Conflicting Loyalties”, Conflicting Loyalties and the State in Post-Soviet Russia and Eurasia, ed. Micahel Waller vd., London: Frank Cass Publishers, 1998, s. 119. 242 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) yapıların teşekkülünün elzem olduğunu ileri sürmektedirler. Dahası bazı önde gelen Tatar siyasetçiler, siyasî yapılarının Rusya’nın diğer bölgeleri ve nihayet bütün Rusya için bir model hâline gelebileceğine inanmaktadırlar.72 1994 Şubatı’nda Tataristan Cumhurbaşkanı Şaymiyev ile Boris Yeltsin arasında Yetkileri Paylaşma Antlaşması imzalanması, Tataristan hükümetine Moskova’dan müstakil hareket edebilme ve Tatar millî mirasına dayalı bir millet-inşâsı imkânı tanımıştır. Bu vetirenin en mühim unsurları, siyasî, iktisadî ve kültürel sahalardaki Tatar uyanışıdır. Kuşkusuz bu uyanışın en mühim unsurlarından biri de İslâm olmuştur. Sovyet tahakkümünden kurtulan ülkelerde yeni kimlik arayışlarında İslâm, mühim bir âmil olmakla birlikte Selefiyyeci, ananevî ve bölgeye has bazı İslâm anlayışları arasında bu kimliğin nasıl şekilleneceği hususunda görüş ayrılıkları çıkmıştır. Bunlar arasında İslâm ile millî kimliği ve modernleşmeyi telif eden Avroİslâmcı yaklaşım, geleneksel yaklaşımlar karşısında küçük bir entelektüel çevreyle mahdut kalmasına rağmen müessir olmayı başarmıştır. Avro-İslâmcı post-modern Cedidizm okumasını, Tataristan modelinin dinî sahadaki yansıması olarak okumak mümkündür. Nitekim Avro-İslâm projesi, İslâm’ı Tatar kimliğinin alâmet-i fârikalarından biri olarak kabul eden Tataristan hükümetinden de destek görmüştür.73 Bu sebeple Avro-İslâm projesi, hem Rusya Müslüman dünyasının dinî-kültürel merkezi hem de İslâm, modernite, Avrupa ve Asya’nın dinamik bir kaynaşmasını müesseseleştirerek dinî-siyasî ılımlı bir Avrupaî merkez olmak isteyen Tataristan’ın Sovyet sonrası ülküsünün bir parçasını teşkil etmektedir. Tatar resmî ideologlarından Rafael Hakimov, İslâm’ı Tatar millî ideolojisinin temel unsuru olarak görmekte ve Müslüman Tataristan ile Avrupa İslâmofobiası arasındaki görünüşte mukadder olan gerginliği çözmek için çıkar bir yol olduğuna inandığı Avro-İslâm’ı da Cedidciliğin post-modern biçimi olarak değerlendirmektedir.74 Avro-İslâm, dinî meseleler ve içtimaî vetirelerin siyasî yönüne atıfta bulunan meşrut bir mefhum değildir. Din muayyen bir inancı ifade etmesi dışında aynı zamanda kültür ve müessir bir siyasettir. Bu sebeple Hakimov, hâkim olan Rus etnik ve Ortodoks kimliklerine karşılık öncelikli unsuru kadim Tatarlık olan tarihî Tatar ve İslâm kimliklerinin ön plana çıkarıldığı bir arada yaşama tecrübesinden bahsetmektedir. Tataristan’da federal merkezle pazarlık gücünü artırmak, cumhuriyetçi yetkililer tarafından ayrı bir Tatar kimliğini pekiştirmek, daha fazla muhtariyet veya istiklâl taleplerini desteklemek amacıyla Tatar millî hareketi İslâm’dan da bir vasıta olarak faydalanmayı tasavvur etmektedir. Bu tür modernist yaklaşımların tesiri, yalnız popüler seviyede kalmamış; Müslüman elitler arasında da giderek marjinal bir çehreye bürünmüş ve siyasî çevrelerden aldığı destekle mevcudiyetini sürdürebilmiştir. Nitekim, Hakimov’un Tataristan’ın siyasî teşekkülüyle yakın münasebetleri ――――――――― 72 73 74 Yemelianova, a.g.m., s. 42. Roland Dannreuther, “Russian Discourses and Approaches to Islam and Islamism”, Russia and Islam: State, Society and Radicalism, ed. Roland Dannreuther & Luke March, London: Routledge, 2010, s. 20. Galina M. Yemelianova, Russia and Islam: A Historical Survey, New York: Palgrave, 2002, ss.154155. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 243 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN nazarıdikkata alındığında, ileri sürdüğü görüşlerin arkasındaki siyasî patronaj daha açık görülebilir. Avro-İslâm gibi modernist bir yorum, geri kalmışlığı, irticayı, İslâm hukukunun ananevî okullarını yani mezheplerin rasyonel ve muasır olmayan taraflarını reddetmek suretiyle federal cumhuriyeti yeniden şekillendirmek gibi siyasî bir projenin de parçasıdır. Nitekim Hakimov’un siyasî ve entelektüel kişiliği dikkate alındığında, her iki sahada da müessir bir şahsiyet olduğu görülür. Rafael Hakimov (d. 1947), 1971 yılında Kazan Devlet Üniversitesi, Fizik Fakültesi’nden mezun olmuştur. 1980 yılında, aynı üniversitede felsefe eğitimi görmüş ve hazırladığı tezle bilim adamı unvanı almıştır. 15 Şubat 1994 tarihinde Rus Federasyonu ile Tataristan Cumhuriyeti arasında imzalanan, Tataristan Cumhuriyeti İktidarı Devlet Organları ve Rusya Federasyonu Devlet İktidarı Organları Arasında Müşterek Yetki Paylaşımı Antlaşması sırasında Tataristan heyeti arasında bulunmuştur. 1991-2008 yılları arasında Tataristan Cumhurbaşkanı Mintimer Şeymiyev’in siyasî danışmanlığını yapmıştır. Bunun yanı sıra Tataristan Tarih İlimleri Akademisi Enstitüsü Müdürlüğü, Federal Kazan Enstitüsü Bilim Programları yöneticiliği görevlerini de ifa etmiştir. 2009 yılında, Kazan Devlet Üniversitesi’nde, “19. Asrın Sonu ila 20. Asrın Başında İçtimaî ve Siyasî Tahavvül Çerçevesinde Rus Federalizminin Tekâmülü” adlı teziyle Tarih Bilimi Doktoru unvanını almıştır. Yayınları arasında İmparatorluğun Alacakaranlığı: Devlet ve Millet Meselesi (Kazan 1993), Tatarlar ve Tataristan Tarihi: Metodolojik ve Teorik Meseleler (Kazan 1999), Bizim Mekkemiz Neresi? Avro-İslâm Manifestosu (Kazan 2003) gibi eserleri saymak mümkündür. Hakimov’un Avro-İslâm teorisini, 19. asrın sonu ila 20. asrın başlarında Tataristan’dan Orta Asya’ya uzanan Cedid hareketinin felsefesine dayandırmaktadır. Cedidcilik, 19. asırda İslâm dünyasını tesiri altına alan geniş modernist hareketin bir parçasıdır. Tatar dinî ve entelektüel şahsiyetleri de İslâm dünyasındaki bu hareketin aktörleri hâline gelmiştir. Bunlar arasında en önemlileri Şehabeddin Mercani, Rızâeddin Fahreddîn ve İsmail Bey Gaspıralı gibi isimlerdir. Cedidcilerin asıl maksadı, Müslüman halkların yeniden canlanması ve onların yabancı boyunduruğundan kurtarılmasıdır. Bu gayeye ulaşmak için, İslâm’ın hurafe ve diğer durağan davranış biçimlerinden temizlenmesinin, Müslümanların bilim ve teknolojiye hâkim olmalarının gerektiğine inanıyorlardı. Hakimov’a göre Müslüman kültürün Garplı izahını yahut Avrupa kültürünün Şarklı yorumunu ifade eden Cedidciler, Avrupa menşeli mefhumlara İslâm’da da tesadüf edileceğine inanıyorlardı. Tataristan’ın hususî coğrafî mevkii (İslâm dünyasının periferisi olması) ve siyasî şartları (Rusya’yla yakın münasebeti), Cedidcilerin ileri sürdüğü gibi bir İslâmî kültürün yaratılmasına sebep olabilir. Buna göre yeni, canlı ve muasır bir İslâm, bilhassa Tataristan’da, Cedidcilerin attığı temeller üzerine gelişebilir. Bu muasır İslâm, diğer Müslümanlar tarafından da taklit edilebilir. Hakimov’a göre, Cedidcilerin üstünlükleri, yaratıcı bir temel dayanak olan ferdiyetçiliğin teşvikinde ve Tanrı’nın hoşuna gidecek her türlü sosyal faaliyetin hoş karşılanmasında yatmaktadır; bu, pazar ekonomisine geçişe yardımcı olacak münebbih bir vasıtadır. Reformcu İslâm, bugünkü Avrupa nizam ve kıymetlerine mâni değildir. Aksine, ananevî Tatar ve İslâmî kıymetler, liberalizm ve de- 244 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) mokrasi fikirleriyle uzvî bir birleşmeye imkân tanır. Şu hâlde, “Tatar İslâmı” Avrupa zihniyetiyle daha yakın münasebetlerin tesisine yol açacaktır.75 Rafael Hakimov’a göre, Rusya Ortodoksluğu resmen kabul etmeden yarım asır önce, 922 yılında Tataristan topraklarında İslâm, devlet dini olarak kabul edilmişti. Bu sebeple Rusya için İslâm, hariçten gelmiş bir unsur değildir. Bu dinin intişarında 1312’de vuku bulan Özbek Han’ın İslâm inkılâbının ciddi tesiri olmuştur. Özbek Han, Cengiz Han’ın tüm dinleri müsavî olarak kabul eden yasasına muhalifti ve Altınorda’nın resmî dini olarak İslâm’ı kabul etti. 1552 yılında Korkunç İvan’ın Kazan Hanlığı’nın payitahtına saldırması, yerlerinden sürülen Tatarların maddî kıyımının yanında bölgenin Hıristiyanlaşması asrını başlattı. Müslümanlara icbar ile Ortodoksluk benimsetilmeye çalışıldı. Dinî saiklerle gerçekleşen bir dizi isyandan sonra II. Katerina, Rusya’da İslâm’ın canlanmasına yol açacak dinî hoşgörü üzerine bir ferman yayınladı. Bununla birlikte, 20. asrın başlarına kadar Tatarlar, bazı mesleklerde, laik maarif müesseselerinde, mülkiyet ve sanayi alanında tahditlerle karşılaştı. 19. asrın şafağında ilahiyatçı Abdunnasır Kursavî, Tatarları İslâm’ı modernleştirmeye çağırdı ve böylece Cedidcilik adı verilen hareketi başlattı.76 Cedidcilik başta taklide karşı tenkidî düşünce, Müslümanların yüksek maarif, erkek ve kadın eşitliği, diğer dinlere karşı hoşgörü ve Avrupa’nın kültürel muvaffakiyetlerine açıklık için mücadele etti. Hakimov’a göre bütün modern Tatar kültürünün temelinde Cedidcilik yatmaktadır. Sovyet tahakkümünün bütün Türkistan coğrafyasına yayılmasıyla birlikte din adamları yok edilmiş, İslâmî tedris sistemi tasfiye edilmiş ve bizatihi din yasaklanmıştır. Perestroyka ile birlikte İslâmî bir canlanma baş göstermiş; camilerin, medreselerin açılması, Müslüman matbuatı, bu uyanışta mühim rol oynamıştır. Fakat Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün vb. gibi ülkelerin misyonerleri için de Rusya bir cazibe merkezi olmuş ve bunlar kendi geleneklerini bu coğrafyaya taşımıştır. Bugün Tataristan Cumhuriyeti dinî tedrisatı yeniden canlandıracak ve modern dünyayı tatmin edecek bir inanç formülü aramaktadır. Şartlar değişirken Cedidciliği tam manasıyla ihya etmenin mümkün olmadığını iddia eden Hakimov, Tatarlarda devletleşmenin cumhuriyet şeklinde tecessüm ettiğine dikkat çekmektedir. Cemiyet daha laik hâle gelmiş; maarif sistemi ve iktisadî hayat değişmiştir. Bu da İslâm’la alakalı tüm yeni ihtiyaçlara tesir etmiştir.77 Avro-islâm, kişinin şahsî tercihine terk edilen ibadetlerden ziyade İslâm’ın kültürel yönlerini yansıtır. Avro-İslâm’ın mihrakı, Kur’an’ın asrî tefsiri esasına dayanan içtihaddır. İslâm, insanları cehaletten korumak ve adalet ile sırat-ı müstakime sevk etmek için gönderilmiştir. Taklidi ve mezhep usûllerini kabul etmek, tefekkürü ――――――――― 75 76 77 Shiren Hunter, Islam in Russia: the Politics of Identity and Security, Armonk (N.Y.): M.E. Sharpe, 2004, s. 92. Kursavî hakkında bk. Mahmud Tahir, “Abunnasir Kursavi 1776-1812”, Central Asian Survey, VIII/2 (1989), ss. 155-158.; İsmail Türkoğlu, “Kursavî”, TDVİA, Cilt 26, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 447. Rafael Hakimov, “Tatarstan: Euro Islam in The Volga Region”, Emerging Threats to Energy Security and Stability, ed. Hugo McPherson vd., Dordrecht: Springer, 2005, ss.155-168. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 245 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN ancak durağanlaştırır. Terakki yoluna girmeyi temin edecek, içtihattır. Hakimov’un Avro-İslâm projesinin başlıca mefhumu tecdiddir. İslâm Peygamberi, Allah’ın dinini tecdid maksadıyla her asrın başında bir kişiyi göndereceğini söylemektedir. Bu hadis, İslâm’da modernleşmenin sürekliliği için bir esastır. 10. asırda, içtihad kapılarının kapanmasına şahit olunmuş; tenkidî ve tahlilî düşünme yasaklanmıştır. İmamların gerekli olan her şeyi zaten konuştuğu ve çözdüğü kabul edilmiştir. Bu aslında İslâm modernleşmesini inkar eden bir düşüncedir. Eğer insanoğlu aynı mantığı izlerse, hâlâ Copernicus yerine Batlamyus teorisine göre güneş sistemini izah etmek zorundadır. Zaman ve şartlar değişir, bu yüzden Kur’an sûrelerinin asrî bir izahı gerekmektedir. Mesela, kafirlerle savaşı ifade eden cihad, Ortaçağlarda oldukça makuldü, zira o zaman güç politikaları müşterekti. Fakat nükleer bombanın sahneye çıktığı II. Dünya savaşından sonra savaş araçları o kadar gelişti ki, bütün beşeriyetin varlığını tehdit eder hâle geldi. Bu sebeple güç kullanımının üstünde tutulan beynelmilel hukuk yoluyla çatışmaların tanzimine ihtiyaç duyuldu. H. Muhammed’in zamanında, kitle imha silahları yoktu. Kâfirlerle mücadele hitabı, o zaman tamamen farklı bir şey demekti. Bugün Müslümanlar, Allah’ın alâmetlerinden biri olan beşeriyetin iyiye, güzele doğru yönelme gayreti için Mekke döneminde kabul edilen ebedî tesanüt fikrine yönelmelidir. İslâm, hür ferdin dinidir. Kur’an, İslâm’a kendi hür iradesiyle uydukları için müminlerin Allah’a köle olamayacağını ifade eder. Peygamber buyuruyor: “Küre-i arz ibadet mekânı olmak için yaratılmıştır.” İnsanla Tanrı arasında arabulucu yoktur. Din adamları ve cemaatler yalnızca yardımcılar yahut öğretmenlerdir, başka bir şey değil. Tanrı kıyamet gününde çağırdığında, hiçbir imam, müftü veya cemaat olmayacaktır. Hiçbir avukat olmayacaktır. Kur’an’da buyuruluyor: “Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.” [2:48] 11 Eylül 2001 sonrasında İslâmofobi, terörizm sayesinde güçlenmiştir; bu korkunun menbaının İslâm diniyle hiçbir alakası yoktur. Hıristiyanların, Yahudilerin ve Müslümanların bir ihtilaf yaratarak parça parça ettiği dünya, cehenneme dönüşmüştür. Bu parçalanmış dünyayı ancak herkes için müşterek olacak yeni kıymetler birleştirebilir. Bunlar ananevî İslâmî kıymetler olamayacağı gibi kâmilen liberal kıymetler de olamaz. Şark’la Garb’ı bir araya getirecek içtihaddır; liberal düşüncenin en başında içtihad yer almaktadır. İnsanı kölelik ve esaretten kurtaran İslâm, dünyada terakki adına ortaya çıkmıştır. O adaleti, serâzat ruhu ve tecessüs arzusunu müşahhas kılar. İslâm, hoşgörüye davet eder ve şiddeti ayıplar. O, yeni meşakkatlere cevap verebilecek derecede kabiliyete ve çok yönlülüğe sahiptir. Avro-İslâm projesini ifade eden “Bizim Mekkemiz Neresi?”, ortaya atıldığı ilk günden beri Tataristan’daki entelektüel çevrelerde sürekli tartışılmış hatta Hakimov, dinî çevrelerde şiddetli eleştirilerin hedefi olmuştur. Hakimov bu risalede, temelde 7. asrın çevre ve içtimaî şartlarını esas alan günümüz Müslümanlarının İslâm’ın yeniden tefsirine ihtiyaç duyduklarını savunmaktadır. İbadetlere ve naslara bağlı kalan Müslümanlar, umumiyetle manevî değerler ve dinin derunî kaideleriyle alakalarını kesmişlerdir. Hakimov’un Şeymiyev’in danışmanı olduğu nazarıdikkata alındı 246 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) ğında bazı araştırmacılar, onun Tataristan için yeni bir devlet ideolojisi teklif ettiğini düşünmektedirler. Ancak, Hakimov bunu reddetmektedir. Hakimov, “Bizim Mekkemiz Neresi?” adlı risaleyi yazmasını kimsenin teklif etmediğini, sadece şahsî kanaatlerini aktardığını ifade etmiştir. Aslında o, risalenin alt başlığını teşkil eden Avroİslâm ile Avrupalılarla diyaloğu arzuladığının altını çizmektedir. Öte yandan, ibadetler karşısındaki kayıtsız tavrı ve şahsî ibadetleri tahfif eder gibi gereksiz görüp cemiyete faydalı olacak fiilleri en büyük ibadet kabul etmesi, dinî çevrelerde kendisinden nefret edilmesine sebep olmuştur.78 Bu sebeple Avro-İslâm 2.0 adıyla muhtasar bir program daha hazırlama ihtiyacı duyan Hakimov da en az kendisine yönelik saldırılar kadar sert bir üslup ve ifade benimsemiştir. Tamamlayıcı olması hasebiyle Avroİslâm 2.0’ı da kısaca özetlemek, meseleyi daha derinlemesine ortaya koyduğu yukarıdaki Avro-İslâm siyasî-dini projesini anlamak bakımından faydalı olacaktır.79 Yeni ortaya çıkan her fikrin muhalefetiyle birlikte doğduğuna inanan Hakimov, yeni bir fikrin zafer kazanıp kurumsallaşmaya başlamasıyla özünü yitirdiğini düşünmektedir. Nitekim dinî meselelerde söz sahibi olan din adamları, hususî bir mevki edinip din adına söz söyleyen memurlara dönüşmüştür. Bu andan itibaren din adamlarının şahsî menfaatleri devreye girmiş, bir diğer ifadeyle cemiyetin freni hâline gelmişlerdir. Ona göre, din adamlarının insanlığa ve kültüre hiçbir katkıları yoktur. Çiftçiler halkı besler, ustalar bina inşa ederler, zanaatkarlar mobilya, mücevherat, elbise yapar; asker, ülkeyi korumak ve asayişi sağlamakla mükelleftir. Oysa din adamları, Tanrının adını şahsî menfaatleri için kullanmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Büyük Hıristiyan ve Müslüman düşünürleri umumiyetle din adamlarından değil, bilim adamları ve filozoflar arasından çıkmıştır. Cemiyet tarafından sık sık dışlanan bu insanlar, kendi hallerinde yaşamalarına rağmen aralarında zulme uğrayanların sayısı az değildir. Din adamlarının durumu ise farklıdır. Onlar ibadetlerini yerine getirir, mevkilerinden nemalanır, sadaka toplar ve ahlâktan bahsederler. Din adamları, hayatın manasını vermekten ve vatandaşları birbirine yaklaştırmaktan ziyade dinî ritüelleri icra ederler. Ritüeller olmazsa hiçbir etkileri kalmaz. İcra edilen ritüellerde neyin neye adandığı mühim değildir. Mühim olan icra edilen şeyin kültürle âhenkli olmasıdır. Dinî adetler, her türlü içtimaî tesanüdün esasını oluştururlar. Bu hususiyetleri sebebiyle de din adamlarının elinde bir araçtırlar. Hakimov’a göre fert, parçası olduğu cemiyetin dini içine doğar. İnsan, inancını ne kiliseden ne de camiden alır. İnanç, ferdin birlikte yaşamak zorunda olduğu cemiyet vasıtasıyla edinilir. Sadece inanmak yetmez; ferdin başka fertlerle de inancını paylaşmaya ihtiyacı vardır. Son zamanlarda hayatın ferdi yalnızlaştırmasıyla insanlar daha az inanır hâle gelmiştir. Ferdiyetçilik, insanın inancına zarar vermekle birlikte yalnızlaşmak mukadderdir. Zira içtimaî hayat giderek girift bir mahiyet almış ve hayat mücadelesi fertleri birbirinden uzaklaştırmıştır. ――――――――― 78 79 Kimitaka Matsuzato, “Muslim Leaders in Russia’s Volga-Urals: Self-Perceptions and Relationship with Regional Authorities”, Europe-Asia Studies, LIX/5 (2007), ss.779-805. (788) Geniş bilgi için bk. Rafael Hakimov, (2013) “Gde nasha Mekka? Versiya 2.0” (11.05.2013) http://www.business-gazeta.ru/article/79936 (Erişim: 22.10.2014). Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 247 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN Sovyet sisteminin acımasız baskılarına rağmen din adamlarının, SSCB sonrası yeniden ortaya çıkması, Hakimov’a için bir arz-talep meselesidir. Lâkin aslında Tatar halkı ateizmden tekrar dine dönmemekte; yeni (postmodern) bir inançtan tekrar eskisine rücu etmektedir. Devrim öncesinde Tatarlar arasında “mürted” diye adlandırılan, zorla Hıristiyanlaştırılmış kimseler vardı. Daha sonra bunlar yeniden ihtida ettiler. Aynı benzetmeyi kendi nesli için de yapan Hakimov, dinden komünizme ve sonra yeniden dine dönüldüğünü ileri sürmektedir. Ona göre trajik olan hadise, halk ve devlet desteğiyle, kitle iletişim araçları vasıtasıyla din yeniden ihya edilmeye çalışılırken dinci/softa din adamı zümresinin ortaya çıkmış olmasıdır. Talebeler, eğitim maksadıyla gelişmemiş İslâm ülkelerine gönderilmiş; cami ve külliye inşa etme yarışına girişilmiştir. Kur’an, hadis külliyatları ve İncil basılıp dağıtılmış; Evanjeller Tatarca’ya çevrilmiştir. Bozuk Arapçasıyla Kur’an okuyanlar can kulağıyla dinlenmiş, matbuatta onlara yer verilmiş ve din adamları kamu etkinliklerine davet edilmişlerdir. Diğer bir ifadeyle gönüllü olarak Ortaçağ’a dönülmüştür. Hakimov’a göre eğer bu bir metafor değilse, din adamlarının insanları davet ettikleri Hanefi mezhebi, 8. asırda Abbasî halifeliği zamanında ortaya çıkmıştır. Peki 21. asırda bu mezhep ne ifade etmektedir? Bugün kölelik, akın, ganimet yok; insanlar kabileler hâlinde değil millet şeklinde yaşamaktadır. Musevîlik ve Hıristiyanlık 16. asırdan bugüne yaşanan istihaleler ile tahavvül etti. Peygamber zamanında kağıt para yoktu, organ nakli yoktu, hücre klonlama yoktu, uzay uçuşları imkansızdı. Ortaçağdaki Arapların hayatları rol modeldi; lâkin günümüzde Araplar model olma vasfını yitirmişlerdir. O hâlde Ortaçağlara dönmenin ne gereği var? Eğer içtimaî hakikati bir an için görmezden gelirsek mezhebe riayet etmek demek, ülkenin kanunlarına ve anayasasına saygısızlık olacaktır. Aristo felsefesi gibi skolastik bir geleneğe uyarak gericilikten ziyade laik/seküler bir devlette köleliği, İslâm’ın miras hukukunu, kadınerkek eşitsizliği gibi geleneklere riayet etmeyi vaz’eden ideolojilere bağlanmak meşru bir tavır olmayacaktır. Ortaçağlarla vedalaşmanın yolu sofularla, bağnaz din adamlarıyla mücadeleden geçer. Bu mücadele, skolastik eğitim sisteminin akılcı sisteme dönüşmesini mümkün kılan kapitalist münasebetlerin gelişmesiyle mümkündür. Kapitalizm, kadim kilise geleneğinin boyunduruğunu parçalayarak Tanrıyı memnun etmenin çalışmaktan geçtiğini ortaya koymuştur. Türk-Tatar dünyası için bir umut olan Cedidciliği, Protestanlığa benzetenler bulunmaktadır. Oysa bu hiç de münasip bir yakıştırma değildir. Martin Luther, seküler iktidarın çıkarları uğruna hakkını arayan halkların ezilmesini savunuyor; iktidara köylü halkı acımasızca yok etmeyi öneriyordu. Cedidcilerde “ıslık ve sopa” menfumları ve bunların müdafii kimse yoktur. Cedidcileri farklı kılan, her türlü bağnazlıktan uzak olmaları, farklı inançlara karşı hoşgörüleri ve bilime olan meraklarıdır. Hakimov’a göre sosyalizm, modern asra ulaşamamış Şarklı cemiyetlerin varabileceği nihaî merhaledir. Devlet tekeli, kolektif çiftlikler, ferdî teşebbüsün önündeki mânialar, Ortaçağları kapatamamış Rusya’nın Sovyetlere mirasıdır. Tarihî rekabette sosyalizm, kapitalizme yenilmiştir. Fakat aslında sosyalizm daha ziyade Ortaçağlara yenik düşmüştür. Sosyalizm, devrimden etkilenmiş eski münasebetlerin yerine yeni bir inanç ve radikal komünizmi koyarak cemiyeti tabiî mecrasından uzaklaştırarak çıkmaza sevk etmiştir. Nihayet bunun en bariz örneğini, Sovyet sonrası cemiyetlerde dinin yeniden 248 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 Bizim Mekkemiz Neresi? (Avro-İslâm Manifestosu) yükselişinde görmek mümkündür. Tatar din adamları, softalar Tatar halkının ananevî düşüncesi olan Cedidcilik yerine sair İslâm ülkelerine özenmektedir. Arap ülkelerinde tahsil görmüş olanların tecdid fikrinden mahrum olmaları bu gelişmede etkilidir. Bugün mezkûr kimseler, Kuran’ın tefsiri üzerinde tekel kurarak cemiyet üzerinde ahlâk taşıyıcıları olarak sivrilmeye çalışmaktadırlar. Din adamları, imamlar gönlümüzde, vicdanımızda yaşayan inançlarımızı istismar ederek ahlâkı bizzat kendilerinin muhafaza ettiğini ileri sürmektedirler. Bu din adamlarının faaliyetleri arasında makam ve mevki rekabetleri de bulunmaktadır. Zaman zaman sıradan bir işadamından farkları kalmamakta, ibadet ve ayinler üzerinde de talepleri olmaktadır. Camiler ufak marketlere dönüşmekte; “helal gıda” markalarının reklamı ve ticareti yapılmaktadır. Bazı softaların villalarını ve arabalarını görünce “Allah bunlar ne kadar da çok seviyormuş” diye insan hayret etmektedir. Din adamları, İslâm dünyasının neden geri kaldığını açıklamamakla birlikte beş vakit namaz kılarak bütün dileklerin kabul olacağına inanmakta ve bunu vaz’etmektedirler. Din adamlarına göre bir ferdin Kur’an’ı kendi başına okuyup anlaması imkânsızdır. Bunun için okuyanın Arapça bilmesi ve İslâmî ülkelerinden birinde ananevî İslâmî tedris vetiresinden geçmesi şarttır. Din adamlarının yabancı bir dille hitap etmeleri, saygınlıklarını arttırmak ve böylece kendilerini daha bilgili gösterebilmek için elzemdir. Sürüyü bu şekilde yönetmek daha kolaydır. Aynı maksatla Katolikler Latinceye, Pravoslar da kilise Slavcasına ehemmiyet atfederler. Halka hitap etmede mühim olan, Kur’an âyetlerinin manası değil din adamının içtimaî mevkiidir. Âyetler, yalnızca içtimaî gayelere vâsıl olmak için bir araca dönüşmekte ve insanlar, ilahî esrarı anlamaktan mahrum kalmaktadırlar. “Gde Naşe Mekka?” başlıklı makalesi de dâhil kaleme aldığı son yazılarında Hakimov, daha önceki bazı görüşlerini tadil etmiş ve üçüncü bin yılda Rusya Müslümanlarının artık küreselleşme ve bilgi devriminin sunduğu fırsatlardan yararlanarak kendilerini yeniden tarif etmeleri gerektiğini savunmaya başlamıştır. Hakimov, Arap dilinin ehemmiyetini irca ederek Arap dilinin gerici bir zihniyete yol açtığını oysa Batı Avrupa dillerinin büyük başarılar (bilimsel, ekonomik ve diğer alanlarda) için gayret göstermemize imkân tanıdığını ileri sürmüştür. Hakimov, muasır dünyada ferdiyetçiliğin mühim bir cephesini teşkil eden insan ve cemiyet için yeni ihtiyaçların elzem olduğunu savunmaktadır. Ona göre selamet, medenî ve münevver olmak demektir. Hakimov, küresel bir Müslüman cemaat yahut ümmete kıymet atfetmez; bunların yerine onları müşahhas kılacak beynelmilel düsturlar ve müesseselerden müteşekkil büyük şirketler olarak söz konusu mefhumlara yeni izahlar getirmektedir. Hakimov, hilafet zamanlarının artık geçtiğini ve Rus Müslümanlarının, nüfusun ekseriyetini Ortodoks Hıristiyanların teşkil ettiği ve Şeriat’ın uygulanmadığı Rusya’daki yaşam tarzıyla uyum sağlaması gerektiğine inanmaktadır. Müslüman din adamları yahut Ortodoks rahiplere kıyasla Protestan misyonerlerin Rusya’daki misyonerlik faaliyetlerinde başarılı olması, İncil metinlerinin muasır tefsirlerinde aranmalıdır. Hakimov, muasır dünyanın icaplarına uyum sağlayacak ve geçmişin terakkiye mâni izlerinden kurtulacak İslâm’ın, kaçınılmaz olarak Avrupalılaşacağı neticesine varmıştır. Hakimov’un görüşlerindeki bu değişiklik, kültürel olarak daha fazla Rus-merkezci olan Rusya’daki dâhilî gelişmeler ve daha merkezî politikalar ışığında Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11 249 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Yahya Kemal TAŞTAN açıklanabilir. Bunun yanında 11 Eylül olaylarının tetiklediği mahallî ve beynelmilel değişikliklerin tesiri de hissedilmektedir.80 Hakimov’un ileri sunduğu fikirler çok ilgi çekicidir. Ancak onun görüşleri, güçlü bir Tatar kültürel milliyetçiliği ve üstünlüğü duygusunun yanı sıra Tataristan’da geniş İslâm manzarasının gerçek dışı bir okumasıyla doludur. Aslında, bazı aydınlar ve siyasî figürler de dâhil tüm Tatar Müslümanlar, Cedidci düşünce tarzına sadık kalmamışlardır. Hakimov birçok Tatar gibi, İslâm’ın dinden ziyade bir kültür unsuru olduğuna inanan kültürel İslâm müdafiidir. Bazı Müslümanlar, Avro-İslâm’ı ve Cedidci fikirleri, İslâm’ın özünü yıkıcı olarak görmektedirler. Bununla birlikte Hakimov’un Cedidci mekteble alakalı yeni izahı ve Avrupaî İslâm teorisi geliştirmesi, uygun şartlarda Rusya Federasyonu’nun Rus ve Müslüman halkları ve kültürleri arasında bir köprü olabilir. Bu köprü, kültürlerini ve ananelerini muhafaza endişesiyle muasırlığın icaplarıyla küreselleşen dünyayı telif etmek arzusundaki Rusya Müslümanlarına yardımcı olabilir. Ancak, bu yeni izahın Avrupa boyutuna dair aşırı vurguların dindar Müslümanları yabancılaştırması ve dolayısıyla aksi bir hadisenin vukuu da muhtemeldir. Bütün bunlara rağmen İslâm ve Türk dünyalarında yaşanan hadiseler, Ortadoğu ve Orta Asya gibi coğrafyada yeşeren Selefiyyeci İslâmcı hareketler karşısında İslâm’ın farklı bir izahını sunan Hakimov’un “Avro-İslam” projesi muasır, terakki yanlısı, diğer dinlere karşı hoşgörüsü, rasyonel ve kritik aklı ön plana çıkarmasıyla dikkatleri çekmekte ve henüz tatbik alanı bulamaması dolayısıyla entelektüel bir çaba olarak kalmaktadır. ――――――――― 80 Shiren Hunter, a.g.e., ss.92-93. 250 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11