Dergimizin yeni sayısı. - Hacettepe Üniversitesi

Transkript

Dergimizin yeni sayısı. - Hacettepe Üniversitesi
HÜDİL
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile Söyleşi s. 9
Türkçenin Gücü II s. 2
Nevruz s. 6
Yetersem Projesi s. 20
6-7
Bahar - Yaz 2011
HÜDİL
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara
Tel: (312) 297 83 50 - 51
Belgeç: (312) 297 83 51
E-posta: [email protected]
www.hudil.hacettepe.edu.tr
Merhaba,
HÜDİL
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına
Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK
Yayın Kurulu
Asuman BAYRAM
Dr. Hiclâl DEMİR
Faik Utkan DENİZER
Hafize ŞAHİN
Dergi ve Kapak Tasarımı
Emre ALKAÇ
www.emrealkac.com
HÜDİL üç ayda bir yayımlanan
yerel süreli dergidir.
Basım Evi
Dersler, etkinlikler, projelerle dolu bir eğitim yılını daha geride
bıraktık. Bu yıl, ilk MEB grubu öğrencilerimizin mezuniyetlerini
yaşadık. Öğrencilerimiz, hep birlikte bazen gülüp eğlenerek bazen
üzülüp ağlayarak geçirdikleri uzun bir öğrenim sürecini başarıyla
tamamladılar ve hoş anılarla ülkemizden ayrıldılar. Önümüzdeki
eğitim döneminden itibaren başlayacakları lisans eğitimlerinde
kendilerine başarılar dileriz. Biz onlarla haberleşmeyi sürdüreceğiz.
İçindekiler
Türkçenin Gücü II
Dilimizin İstiklâli
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
Ortak Kültürel Değerimiz
Nevruz
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu
ile Söyleşi
Kitap Tanıtımları
İçlerinde Türkçenin Gücü Forumu, Nevruz Şöleni, Türkçe
Konuşma Yarışmasının da bulunduğu çok önemli etkinlikler ile
YETERSEM kısa adıyla bilinen yardım ve dayanışma projesini de
yine bu dönemde düzenledik. Bütün bunlar, HÜDİL ve Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü elemanları ile Eğitim Fakültesi, İlköğretim
Bölümü Okul Öncesi Eğitimi, Matematik Eğitimi ve Fen Bilgisi
Eğitimi Anabilim Dalı öğrencileri ve öğretim elemanlarının ortak
çalışmaları sonucu gerçekleştirildi. Buradan katkısı bulunan
herkese ayrı ayrı teşekkür ederim.
Siz dergimizin bu sayısını incelerken büyük ihtimalle biz,
sonraki sayının çalışmalarına çoktan başlamış, yine destek ve
katılımınızla önümüzdeki eğitim döneminde gerçekleştireceğimiz
etkinliklerimizin planlarını tamamlamış olacağız.
Gelecek sayılarda tekrar görüşmek dileği ile, bize istediğiniz
an 297 83 51 numaralı telefon, [email protected] ve
www.hudil.hacettepe.edu.tr adreslerinden ulaşabileceğinizi tekrar
hatırlatmak isterim.
Saygılarımla,
Türkçe Bakış Açısı
Deyimler VI
HÜDİL Japonca Kursu
Yetersem Projesi
Etkinliklerimiz
2
5
6
9
13
16
17
18
20
21
Türkçe Hazırlık Eğitimi Gören
Öğrencilerin Etkinliklerinden
23
Yaratıcı Yazarlık
27
Ülkü Çelik Şavk
Basım Tarihi
Yazışma Adresi
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL)
06800 Beytepe/ANKARA
Genel Ağ Sayfası
www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-posta
[email protected]
Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web
sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer görsel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır.
1
kazanılan bir beceri olduğunu, bunun adresinin de aile, okul
ve çevre olduğunu vurguladı.
Dr. Hiclâl DEMİR
[email protected]
Türk Dil Kurumu ve Hacettepe Üniversitesi Türkçe
Topluluğunun desteğiyle HÜDİL (Hacettepe Üniversitesi
Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi) tarafından bu
yıl ikincisi düzenlenen Türkçenin Gücü adlı forum, 15 Mart
2011 günü Mehmet Akif Ersoy Salonunda gerçekleştirildi.
Geçen yıl olduğu gibi, alanında uzman katılımcıların
Türkçenin gücünü farklı bakış açılarıyla değerlendirdikleri
forumun açış konuşmalarını HÜDİL Müdürü Prof. Dr. Ülkü
Çelik Şavk, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dekanı Prof. Dr. Musa Yaşar Sağlam ve Türk Dil Kurumu
Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın yaptılar.
Bütün dillerin gücünü kullanıcılarından aldığını belirten
Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, kullanıcıları dile ne kadar gönül
verir ve onu ne kadar yetkin kullanırlarsa dilin o oranda
güçleneceğini söyledi ve forumda konuşmacıların çeşitli
alanlarda Türkçenin gücünü dinleyicilerle paylaşacaklarını
belirtti.
Dil Devriminden bu yana Türkçenin geçirdiği değişimi
açıklayarak konuşmasına başlayan Prof. Dr. Musa Yaşar
Sağlam, 1927’de basılan Raif Necdet Kestelli’nin Resimli
Türkçe Kamus adlı sözlüğündeki sözcüklerin % 70’inin
yabancı olduğunu ancak 2005 yılında yayımlanan TDK
Türkçe Sözlük’te bu oranın % 22’lere gerilediğini belirtti.
Yine bu baskıda yer alan terimlerin kökeni incelendiğinde
2300 terimle Fransızca terimlerin birinci sırada olduğunu,
bunu Arapça, İtalyanca Farsça, Yunanca ve İngilizce
terimlerin izlediğini ifade etti.
2
geliştirip pekiştirdiğini ifade etti.
80 yıllık birikimiyle oluşturduğu sözlüklerin tabanını
sürekli geliştiren TDK’nin Türkçe Sözlük’ün 11. baskısını
yayımlamak üzere olduğunu belirten Akalın, bu baskı
hakkında da bilgi verdi. İlk kez bilgisayar destekli hazırlanan
bu baskıda, şair ve yazarların eserlerinin taranmasıyla
söz varlığına katkılar sağlandığını, sözlüğün sonuna “Ek
Bilgiler” adıyla yeni bir bölümün ilave edildiğini, burada
Türkçenin tarihî dönemleri, söz varlığı ve özelliklerinin
yanı sıra, ülke adları, başkentler, para birimleri, resmî
e-posta yazımı vb. bilgilere de yer verildiğini açıkladı.
Açış konuşmalarının ardından forumun ilk oturumuna
geçildi. Bu oturumun konuşmacıları Rıdvan Çongur, Aylin
Özmenek ve Prof. Dr. Zafer Gençaydın idi. “Konuşma
Açısından Türkçenin Gücü” başlıklı konuşmasında Rıdvan
Çongur, spikerlerin sofrasında söz olduğunu, söz yeyip söz
içtiklerini ve Türkçenin konuşma açısından nasıl bir güce
sahip olduğunu gösterdiklerini belirtti. Bir metni yazan
kişinin dilin bütün hünerlerini kullandığını ancak bunun
bir de doğru seslendirilme boyutunun olduğunu söyleyen
Çongur, bu dili tanımayan ve sevmeyen insanın Türkçenin
gücünden söz edemeyeceğini belirtti. Dilin incelikleri
olduğuna da değinen Çongur, cümleyi kurarken her şeyi yerli
yerinde kullanmak gerektiğini fakat bunun yetmeyeceğini,
Türkçeye mühür gibi damgasını vuranın konuşma olduğunu
vurguladı.
Yabancı sözcüklere Türkçe karşılık bulmanın uzun soluklu
ve kurumsal çalışmalara dayalı bir faaliyet olduğunu
belirten Sağlam, TDK’nin bu alandaki çalışmalarının
önemli olduğunu ancak bir kurumun tek başına bunun
üstesinden gelmesinin mümkün olamayacağını, bu
bağlamda Türk aydınına düşen görevin Türkçe karşılıkları
varken yabancı sözcükleri kullanmamak ve bu konuda
çevresini bilinçlendirmek olduğunu vurguladı.
Sabah oturumunun ikinci konuşmacısı Aylin Özmenek, TRT
spikeri olarak “Ana dilin yanlış kullanılması çok ayıptır.”
felsefesiyle yetiştirildiklerini vurgulayarak sözlerine
başladı. “Esenli Günlerde Güzel Konuşmak İçin” başlığını
taşıyan konuşmasında küreselleşmenin, dilimize birçok
yabancı kelimeyi boca ettiğini belirten Özmenek, yabancı
kelime kullanmanın yanında; eski Türkçe kelimeleri yanlış
kullanmak, az kelime kullanmak, ağız kapalı konuşmak gibi
durumların da dili çirkinleştiren unsurlar olduğunu ifade
etti.
Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, Türkçenin gücünün, öncelikle
köklü ve yaygın bir dil olmasından kaynaklandığını
belirtti. Bugün dünyada bütün lehçeleriyle birlikte yaklaşık
220 milyon Türkçe konuşuru olduğunu ve televizyon
yayıncılığının Türkçenin yaygınlık alanını ve gücünü
Özmenek, ana dili güzel konuşulmuyorsa yeni öğrenilecek
yabancı dilin de aynı ölçüde güzel konuşulamayacağı
tespitini yaptı. “Dilimizi kötü ve bozuk konuşmanın
engellenmesinin en kestirme yolu, okulların ilk sınıflarından
geçer.” diyen Özmenek, konuşmanın eğitim ve öğretimle
Prof. Dr. Zafer Gençaydın “Dil, Kültür, Sanat” başlıklı
konuşmasına, dilde her sözcüğün bir şeyi işaret ettiğini, her
sözcüğün de işaret ettiği şeyin bilgisi olduğunu ifade ederek
başladı. İnsanın bildiği sözcük kadar kavram tanıdığını, kaç
kavram tanıyorsa o kadar kavramla düşündüğünü belirten
Gençaydın, kısır veya yoksul bir sözcük dağarcığıyla bir
şeyler yaratmanın mümkün olamayacağını söyledi. “Kişinin
kendini ifade etme araçlarından en güçlüsü sözdür.” diyen
Gençaydın, söylenmemiş sözün düşünülmemiş olduğunu,
düşünce ve sanat insanlarının sözleri ve yazıları ile hayata
değer kattıklarını belirtti. Her kültürün kendi dilini, her
dilin de kendi kültürünü yarattığını söyleyen Gençaydın,
Türkçede 120 civarında renk adı olduğunu, renklerin sadece
görsel dünyamızı zenginleştirmediğini, metafor yoluyla
sanatta yaratıcılığın da bir aracı olduğunu vurguladı ve sözel
dil ile görsel dili, dünyamızı yavanlıktan kurtaran unsurlar
olarak tanımladı.
II. oturumun ilk konuşmacısı Doğan Hızlan’ın konuşma
başlığı “Günlük Dili Edebiyata Taşımak” idi. Bazı yazarlar
için “Günlük konuşma dilini aldı.”, “Konuşur gibi yazıyor.”
dendiğini hatırlatan Hızlan, bu durumun anlaşılmayı
kolaylaştırdığını ancak yazının hakkının yendiğini, edebî
metnin daha dikkatle ve yoğunlaşarak okunması gerektiğini
söyledi. Hızlan, sözlüklere bakmadığımız için günlük
konuşmalarımızın belli sözcüklerle sınırlı kaldığını, ana
dilini doğduğumuz andan itibaren bildiğimizi sandığımızı,
hâlbuki kulaktan dolma bir dil öğrendiğimizi ifade etti.
Toplum olarak konuşmayı ve dinlemeyi sevdiğimizi ama
aynı oranda okumayı sevmediğimizi söyleyen Hızlan,
konuşma dilinin edebiyata geçmesi için konuşma dilinde
de epey bir kelime olması gerektiğini, kitaptan çıkan
birikimin söze, sözün tekrar metne dönüşmesi gerektiğini
vurgulayarak konuşmasını tamamladı.
Bu oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Dr. Hamza Zülfikar,
“Sözlük Düzenlemede Uygulanan Bazı İlkeler” başlıklı
konuşmasında, öncelikle Türkçenin gücünü ekler ve
köklerden aldığını, önemli olanın bu kökleri ve ekleri
işletebilmek olduğunu belirtti. “Türkçenin imkânlarını
ortaya koyup yabancı kelime ve terimlere karşılık bulmak ve
bunları topluma mal etmek durumundayız.” diyen Zülfikar,
Türkçenin gizil gücünün işletilmesi gerektiğini vurguladı.
Zülfikar, “lügat” karşılığı olarak Cumhuriyet döneminde
“sözlük”ün türetildiğini, TDK’nin 1945 yılında yayımladığı
ilk sözlüğünün adının Türkçe Sözlük olduğunu belirtti.
“Sözlük düzenleme işi Türklerin tarih boyunca uğraştığı
bilim alanlarından biri olmuştur.” diyen Zülfikar, Avrupalılar
sözlüğün ne olduğunu bilmezken Kaşgarlı Mahmut’un
Dîvânü Lugati’t-Türk’ü yazdığını söyledi.
Sözlüklerle ilgili bazı düzenlemelere de değinen Zülfikar,
kimi eksikliklerine rağmen TDK’nin sözlüğünün Türkçe
kelimeleri öne çıkarması ve yabancı sözcükleri Türkçe
karşılığına yönlendirmesi bakımından önemli olduğunu
ifade etti.
Terim sözlüklerinde her yazarın kendi yöntemini
uyguladığını belirten Zülfikar, terimin Türkçe olmasının
ana dile duyulan saygıyı gösterdiğini vurguladı. Türkçe
terim kullanma konusunda öğretmenler, bilim adamları
ve sanatçılar bilinçlendirilemediği takdirde bilim ve sanat
dilinin Türkçe olmasının sağlanamayacağını da sözlerine
ekledi.
“Dil Yarası” başlıklı konuşmasında Özlem Ersönmez,
dilin bir toplum için önemine belirtti ve ana dili eğitimi
sürecinin ilkokulda başlaması gerektiğini söyledi. Basında
ve televizyonlarda çokça karşılaşılan dil yanlışlarına
da değinen Ersönmez, iyi konuşan insanları giderek
daha az duydukları için yeni kuşağın işinin zorlaştığını
ve gençlerin dil konusunda ancak merakla kendilerini
geliştirebileceklerini vurguladı.
Konuşmasına, bir düşünürün “İnsan yaşadığı toplumun
dilini konuşabildiği kadar vardır.” sözünü hatırlatarak
başlayan Derya Kaya, dile sahip çıkmanın ülkeye ve bayrağa
sahip çıkmak anlamına geldiğini söyledi. Bir insanın
anlaşılmasının iletişim becerisine bağlı olduğunu belirten
Kaya, bunun içine diğer unsurların yanında konuşma
becerisinin de girdiğini, bu nedenle dilin görsel gücünü
kullanmak gerektiğini ifade etti. Kaya, Türkçenin “görünen
bir dil” olduğunu vurguladı ve “Türkçenin mimarlarından”
Yunus Emre ve Nazım Hikmet’ten birer şiir okuyarak
konuşmasını tamamladı.
Forum, dinleyicilerin soru ve önerileriyle sona erdi.
3
ŞİİR DİLİNİN KAPILARINI BİRER BİRER
ARALADILAR…
Hafize ŞAHİN
[email protected]
HÜDİL tarafından hazırlanan “Şarkılara Söz Veren Şiirler” adlı etkinlik, 5 Nisan 2011’de Mehmet Akif Ersoy
Salonunda yapıldı. Hacettepe Üniversitesinin farklı fakültelerinde okuyan öğrencilerin şiir okuyarak, şarkı söyleyerek
ve enstrüman çalarak katıldığı etkinlikte; Kemalettin Kamu’dan Lâle Müldür’e, Bekir Sıtkı Erdoğan’dan Kemal
Burkay’a, Attilâ İlhan’dan Özdemir Âsaf’a, İlhan Berk’ten Cemal Sâfi’ye Türk edebiyatının farklı dönemlerinde
eser vermiş 20 şairden şiirler okundu. Bazı şiirlerin bestelenmiş şekilleri canlı seslendirildi, bir kısmı da play-back
olarak çalındı.
Çalışmanın ortaya çıkmasında, popüler kültür ortamında üretilen şarkıların sözlerinin özensiz ve tüketim kültürüne
uygun bir anlayışla kaleme alınması etkili olmuştur.
DİLİMİZİN İSTİKLÂLİ*
Dilimiz şimdiye kadar bünyesini kemirerek istiklâline
mâni olan ve ağırlıkları dimağımızı tembelleştiren yabancı
kelimelerden ayıklanmalıdır. Bunların en tehlikelileri
harsımıza arap ve acem tohumları saçanlardır.
Türk dili asırlardan beri bünyesini istilâ eden bu bir türlü
kaynaşamayarak asaletini muhafazada sebat göstermiş
ve saffetini İstanbul halk dilinde ve Anadolu lehçelerinde
yaşatmıştır. Sarık, cüppe, çakşır, çedik, pabuç gibi şeyler
içinde vücut nasıl ağırlaşırsa bu ihtiyar dillerin kisvesi altında
fikir de çevikliğini kaybetmektedir. Ve gene asırlardan beri
Osmanlı İmparatorluğunun resmî dili olan Türkçe niçin kendi
köklerinden dal budak sürerek hasıllanamamıştır. Biz bütün
tercihimizi ecnebi kelimelerine vererek kendimizinkileri
körletmeye uğraşmışız.
Bir kelime lisandan lisana geçerken phonetiquement,
morphologiquement yani savten, şeklen uğradığı değişiklikler
de bazı kanunlara tâbidir. Biz yazı lisanımıza aldığımız
Arabî, Farisî kelimelerde bu kanunlara riayet etmemişiz.
Bu kelimeleri asıllarındaki imlâ ve telâffuzlar ile almaya
çalışmışız. Onları imlâ ve telâffuzca asılları hilâfında
kullananları cehaletle itham etmişiz. Ve hâlâ da bu iddiadayız.
Fakat halk kendi şivesine uymayan ağırlıklarını gidermeden
bu yabancı kelimeleri ağızlarına almamış meselâ arabın
sahihini sahiye çevirmiş. (Hızırilyası) hıdırellez yapmış
bunlar gibi birçok kelime ve terkipleri kendi fonetiğine
uydurarak kullanmakta ısrar etmiş.
(…)
Frenklerin edebiyatımız hakkındaki muahazeleri şudur:
DESTİNA’dan
sen öyle umarsız uyusan da bir köşede
işte bu yüzden sırf bu yüzden işte
yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için
seni bu denli yıktıkları için
yaşamımın gizini vereceğim sana
Lâle Müldür
Gurbet’ten
Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde!
Kemalettin Kâmi Kamu
Dinletide öğrencilerimiz, şiir dünyasının ve şiir dilinin kapılarını birer birer araladılar. Konuklarımız ise dilin yetkin
örnekleriyle karşılaşmanın mutluluğunu yaşadılar.
Kaynakça
Kenan Akyüz (?), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara: İnkılâp Kitabevi, s. 918.
Lâle Müldür (2005), Anemon, İstanbul: YKY, s. 85.
4
“Türk edebiyatı şark edebiyatından biri olmakla beraber
Avrupaca en az tanınan binaenaleyh en az takdir görendir.
En büyük kusuru orijinaliteden mahrum bulunmasıdır.
Türk edipleri, şairleri asırlardan beri sazlarını arap ve acem
nağmeleri üzerine akort etmişlerdir. Son nesiller Avrupa
asrîliğine dönmek istemişlerse de bir İspanyol, bir Rus, bir
Macar edebiyatı olduğu gibi bir Türk literatürü meydana
gelememiştir. Türkün öz unsur hayatından doğmuş ve o
unsurun ruhunu terennüm eden kuvvetli edebî bir şahsiyet
işte ben de varım diye kendini cihana takdim edememiştir.”
Avrupalıların bize buldukları kabahat işte bu…
Türk dili bugün (niçin söylemekten çekineyim) anarşi
halindedir. Kaide şirazeleriyle kendini derleyip toplama
ihtiyacındadır. Grameri yok, bu nâmâ müstahak bir lûgat
kitabı yok. Zaten asırlarca doğru telâffuzunu veremeyen arap
harfleri rejimi altında kurallaşmıştı. Lâtin harfleri imdada
yetişti. Lâkin şimdi dilimiz yeni kirizme ve gars yapılan bir
bahçe halindedir. Dikilecekleri ihtiyaca tevafuk eder surette
seçerek dikmek ve kökleşmelerine itina göstermek lâzımdır.
Türk dilinin şeceresini meydana çıkarmalı akrabalığı bulunan
lisanlardan lûgat ve kaidece istifade olunmalıdır. Evvelâ
tahlilî ve sonra terkibî surette hareket olunur.
Türkçemiz Ural-Altanique yani Finois, Japon, Hongrois
*
Metnin alındığı kaynaktaki yazıma bağlı kalınmıştır.
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
(Macar), Samoyede, Mongole Moğol, Kalmuk, Mandchu
ilâh… dilleri ailesindendir. Bunların arasında müterakkilerden
bulunan Macarca’nın ıslah ve garplılaşma usulünü tetkikten
müstefit olabiliriz. Dilimize kabul olunacak her kelime tesbit
edilecek kaidelere ve en dürüst şivemize tevfikan şeklen ve
lâfzen Türkçeleştirilmelidir.
İngiliz, Alman, Fransız lisanları arasında pek çok müşterek
kelimeler bulunduğu malûmdur. İlim, fen ıstılahlarınca
bu dillerden çok uzaklaşmamak fikrindeyim. Meselâ,
müvellid-ül humuza demektense oksijen, hidrojen demeyi
tercih ederim. Bizden sonra gelecek nesiller belki bu kelimeleri
su doğuran, ateş doğuran suretine çevirmekte bir garabet
görmeyeceklerdir. Afakî, enfüsî gibi saçmalara dilimizde
yer vermektense doğruca objektif, subjektif diyerek sesimizi
bütün medenî cihanla birleştirmeyi muvafık bulurum.
Mikroplar mukavemetten âciz zayıf vücutlara hücum ederler.
Kontenjan, döviz, kabotaj ve ilâh… birçok kelimeler dilimize
ellerini kollarını sallayarak resmî kapılardan girmektedirler.
Bunlardan fazlalara karşı kapı önüne, bir “Yasaktır” nöbetçisi
koyacak mıyız? Dilimizin ilim, fen, felsefe, siyaset ve ilâh…
bütün şubelerdeki bugünkü fakrı münasebetiyle bu akımın
önüne durmayı çok müşkül buluyorum. Bu istilâdan dilimiz
kazanacak mı? Bozulacak mı?
Bugün spor, atlet, boks, maç, rekor ve daha sayısız kelimeler
bize artık munis geliyor. Bunların hangisi hangi dile mensuptur
düşünmüyoruz… Yalnız delâlet ettikleri manaları biliyoruz.
Bunlar şimdiki medenî dünyanın geçer akçe kelimeleridir.
Bütün dillerde mevki tutarak umumîleşmişlerdir. Türkçede
bunlara karşılık kelime icadına kalkışmak abestir. Fakat bu
dalgalar coşkun geldikçe dil kapımızın önünde bir Çanakkale
mukavemeti yapabilecek miyiz?
İstikbâl bu yasağımızı dinlemeyecek gibi geliyor bana…
Köklerinden sürdüreceğimiz filizlerden yapılacak uygun
terkiplerle asrî tekâmülüne kavuşturacağımız dilimizin
ihtiyaçlarına karşı bir hazine hazırlamış olacağız.
Kaynak
Hüseyin Tuncer (1994), Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı, İzmir:
Akademi Kitabevi.
5
Gülnaz ÇETİNKAYA
[email protected]
ORTAK KÜLTÜREL DEĞERİMİZ NEVRUZ
“Sultan”, “Nevruz-ı Şerif”, “Nevruz-ı Muhterem” gibi sıfatlarla anılan, bolluğun, bereketin ve canlılığın
sembolü olarak nitelendirilen Nevruz; Farsça “nev: yeni” ve “ruz: gün” kelimelerinin bir araya gelmesiyle
oluşmuştur. Pek çok devlet ve topluluklarda bugün, bayram olarak kabul edilmekte ve kutlanmaktadır.
Azerbaycan’da “Novruz”, Kazakistan’da “Navrız Meyrami”, Kırgızistan’da “Nooruz”, KKTC’de “Mart
Dokuzu”, Kırım Türklerinde “Navrez”, Batı Trakya Türklerinde ise “Mevris” adları ile anılan bu bayram
“yeni yılın” başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir. 21 Mart, gün ve gece eşitliğinin olduğu ve bu tarihten
sonra gündüzlerin uzamaya başladığı, baharın geldiği gündür. Bazı topluluklarda “Mart Dokuzu” olarak
anılmasının nedeni ise miladi ve hicri takvim arasındaki on üç günlük farktır. Martın dokuzu, miladi takvimde
21-22 Mart tarihine denk gelmektedir.
Kışın sıkıntılı geçen günleri 21 Mart’ta yerini sevince bırakır.
“Sadık yâr” olan kara toprak sözüne bağlı kalmış; cefa yerini
vefaya ve mutluluğa bırakmıştır. Bolluğun, bereketin ve umudun
tohumlarının toprağa düştüğü ve yeşermeye başladığı bugün,
toprağı geçiminin ve yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak gören
topluluklarda “yeni yıl” başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Çünkü yenilik; başlamaktır, üretmektir, paylaşmaktır.
Doğayı bir döngü, devinim içinde düşünen topluluklarda
“dönmek” fiili “değişmek” anlamında kullanılır. “Gün döner”,
“mevsim döner” ifadeleri bu değişimi vurgular. Dönüş; başlangıç
noktasından ayrılmayı, hareketi ve başlanılan yere varmayı ifade
eder. Süreklilik ise başlangıç ve bitiş arasında uzanan çizgidir.
Yani doğada her bitiş aslında yeni bir başlangıcın habercisidir.
Bu anlamda “Ne de olsa kışın sonu bahardır” felsefesine sahip
topluluklarda Nevruz; umuttur, sabırdır, bekleyiştir.
Nevruz; aynı düşünce ve duyguları paylaşan insanları bir
araya getiren, yüzyıllara dayanan ortak bir kültürel birikimin
aktarılmasına, paylaşılmasına vesile olan gündür. Geçmişin
bugünde harmanlandığı ve geleceğe taşındığı, yeni kültürel
unsurların oluştuğu, eskilerin hatırlatıldığı zaman ve mekânları
sunar insanlara. Geçmişin sıkıntılarından uzaklaşmak için yakılan
Nevruz ateşinin sağaltıcılığından yararlanmak, ortaklaşa pişirilen
“Nevruz aşı”nı birlikte yemek, ortak bir gururun verdiği hazzı paylaşmaktır. Nevruz, tabiatın canlılığının insan hayatına
yansıması, doğanın karşılık beklemeden verdiği hediyeye gönülden kopan bir minnettir.
Ortak bir kültürel miras olan Nevruzu anlatmak, yaşamak, kutlamak ve geleceğe taşımak dileğiyle nice Nevruzlara…
Nevruz; dinî, coğrafi ve tarihî temelleri olan bir gündür. Tarihi Sümerliler, Persler ve Akadlara kadar dayanan Nevruz,
Selçuklu ve Osmanlılar döneminde millî bayram olarak kabul edilmiş ve bugün için “Nevruziyye” adı verilen şiirler
yazılmıştır. Nevruz, Hz. Âdem’in çamurunun yoğrulduğu, Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulduğu, Hz. Ali’nin doğduğu,
Türklerin demir dağı eriterek Ergenekon’dan çıktığı kutlu gün olarak nitelendirilmektedir. Doğadaki canlılık ve diriliş ile
dinsel anlatı ve sembollerin birleştiği Nevruz, Türk toplulukları arasında ortak anlamsal ve kültürel çerçeveyi oluşturan
kutlu bir gündür.
6
Kaynakça
“Türk Kültüründe Nevruz Yeni Gün”, Türksoy, 2007/1, Sayı: 22.
Türk Dünyası Nevruz Ansiklopedisi, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
7
DİL SÜZGECİ I
Kemal GÜLER
[email protected].
“Merve ben.” mi, yoksa “Ben Merve.” mi?
Dilin canlı bir varlık olduğu düşüncesi genelde dille uğraşanların çoğunluğu tarafından kabul edilen bir husustur. Her
canlı gibi dil de varlığını devam ettirebilmek için sürekli bir değişim ve gelişim içerisindedir. Bu değişim, dilin kuralları
çerçevesinde gerçekleştiği; yani dilin yapısına ters düşmediği sürece sağlıklıdır, dili zenginleştirir ve ifade gücünü artırır.
Dilin bünyesine ve işleyiş mekanizmasına ters düşen, pek çoğu başlangıçta bir moda olarak kullanılmaya başlayan
yapılar ise, ne kadar söz konusu dilin kıyafetine büründürülmüş olursa olsun, bir yama gibi sırıtırlar ve dili yozlaştırıcı
bir rol oynarlar.
“Dil Süzgeci” adını verdiğimiz bu bölümde HÜDİL’in bu sayısından başlayarak sık karşılaşılan, hatta kimisi çok yaygın
kullanım neticesinde yarı norm halini alan bu dil yanlışlarına okuyucularımızın dikkatlerini çekmek istiyoruz. Tabii ki
bu yanlışlarla mücadelede ancak Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumlarla başta televizyon kanalları
olmak üzere medya kuruluşları etkin bir rol oynayabilirler.
Bu yazımızda, 1990’lardan önce hiç kullanılmayan, ancak son 20 yılda büyük bir
yaygınlık kazanan, yalnızca genç kuşakların değil, orta yaş kuşaklarının da diline
bulaşmış bir yapı üzerinde duracağız. Bu yapı, 1. şahsın kendisini telefonda ve
yüz yüze görüşmelerde tanıtırken kullandığı bir takdim formudur.
Nereden geldiğini kesin olarak tespit edemediğimiz, ama kaynağının mutlaka
araştırılması gereken, başlangıcı belki genç kuşaklar üzerinde etkili bir şöhret
sahibinin kullanımına, belki de yabancı bir dilden yapılan tercümeye dayanan, bu
yeni türeme formda kendisini takdim eden önce adını arkasından da şahıs zamiri
olan ben’i söylemektedir: Merve ben / Eyüp ben gibi. Bu takdim cümlesinin
yapısına bakıldığında iki ögeden
hangisinin özne hangisinin yüklem
olduğunu ayırt etmekte zorlanabilirsiniz.
Ama asıl sorun şurada: Türkçe kurallı
bir cümlede yüklem sonda bulunur.
Cümlenin başında ise cümlenin konusu,
yani cümledeki bildirimin odağı olan öge bulunmak zorundadır. Bu özne
olabilir, nesne olabilir, zarf tümleci veya yer tamlayıcısı da olabilir. Örneğin
Yuvayı dişi kuş yapar cümlesinde nesne olan yuva cümlenin konusu (Thema),
diğer bir ifadeyle cümlenin odağıdır, bu yüzden de başta bulunur ve yuva’ya dair
verilen yuvanın dişi kuş tarafından yapıldığı bilgisi, hükmü, haberi (Rhema)
onu takip eder.1 Bu Türkçe söz diziminin en temel kurallarından biridir. Söz
konusu takdim formunu bu kural açısından Dil Süzgecimiz’den geçirelim:
Diyelim ki telefonda veya yüz yüze bir görüşmede henüz tanımadığınız birine
kendinizi takdim edeceksiniz. Bu durumda cümlenin konusu (Thema) adınız
değil, 1. tekil kişi olarak sizsiniz, yani ben’dir; adınız ise şahsınıza, yani ben’e
dair karşınızdakine vereceğiniz bilgi (Rhema)’dir. Diğer bir ifadeyle, kendinizi
takdim ettiğiniz kişi için önemli olan bilgi o adın kime ait olduğu değil,
muhatabı olan sizin adınızın ne olduğudur. Yani siz cümlenin konususunuz.
O halde kendinizi doğru olarak ancak Ben Merve/ Ben Eyüp formuyla takdim
edebilirsiniz. Eğer görüşeceğiniz şahsa bir başkası (belki bir müşterek tanıdık)
tarafından sizden söz edilmişse, sizin adınızın bilgisi onda mevcuttur. Bu
durumda malum adın sizinle ilişkili olduğunu, size ait olduğunu ifade etmek için adınızı cümlenin konusu (Thema)
yaparak Hani o size sözü edilmiş olan Merve var ya, o benim anlamında kendinizi Merve benim diye takdim edebilirsiniz.
Her ikisinde de verilen bilgi aynı gibi görünse de konu değişmektedir: İlk cümledeki bildirimin odağı ben iken ikinci
cümledekinin odağını Merve teşkil etmektedir.
Güzel olan ifade moda olan değil; meramı, bilgiyi en doğru aktarandır. O halde “Galat-ı meşhur lügat-i fasihten evladır.”2
diye yanlışta ısrar edip moda olanı kullanmak sizi seçkinleştirmez, ama dilinizi çirkinleştirir.
1 Thema ve Rhema terimleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Hadumod Bussmann (1990), Lexikon der Sprachwissenschaft, 2.Auflage,
Stuttgart: Alfred Kröner Verlag.
2 “Yaygın yanlış doğru sözden daha iyidir, yeğdir.”
8
“KÂŞGARLI MAHMÛD
TIPKI BENİM GİBİ BİR İNSANDIR!”
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile Kâşgarlı Mahmûd’un
Dîvânu Luġâti’t -Türk Adlı Önemli Eseri Üzerine Bir Söyleşi
Ömrünü Türk diline adayan ve Türk kültürü üzerine pek
çok yayını bulunan Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu uzun yıllardır
Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Luġâti’t -Türk adlı eseri üzerine
çalışmalarını sürdürmektedir. Hocamızla hem bu önemli eser
üzerine hem de yayımlanacak eserleri üzerine bir söyleşi
yaptık...
Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Luġâti’t-Türk kitabının adına
ilk defa siz itiraz etmiştiniz. Bunun nedenini bir kez de
bizim için açıklar mısınız?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Arapçada harekeler yazıda
gelişigüzel konmaz, “muzaf”, “muzafun ileyhi” denen
ifadeler birer isim tamlamasıdır. Böyle olunca Arapça isim
tamlamalarında, ilk kelime ötre, ondan sonrakilerin hepsi
esre harekesi alırlar. Bu Arapçada değişmez bir kuraldır. Bu
tür tamlamalar, Latin harflerle yazılırken bunlara gelişigüzel
“kesme”, “tire” ve “uzatma” işaretleri konulamayacağı
malumdur. Bu nedenle eserin adının doğru şekli Kitâbu Dîvâni
Luġâti’t-Türk’tür. Kitap kelimesini kaldıracak olursak da
Dîvânu Luġâti’t-Türk şeklinde okunur.
Eserin ne zaman yazıldığı konusunda da farklı görüşler
var. Hocam, siz eserin ne zaman yazıldığını ve bitirildiğini
düşünüyorsunuz?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Eserin yazılış tarihi için Dîvân’ın
174, 513 ve 638. sayfalarında farklı tarihlere rastlıyoruz. Eserde
hicri ve miladi yıl ile ilgili bir karışıklık söz konusu. Buna bir
de müstensih hatası eklenince iş biraz daha karışıyor. Hangisi
yanlış, hangisi doğru, derseniz aslında hiçbiri yanlış değil,
hepsi aynı hicri yıla denk geliyor. Bu karışıklık Kâşgarlı’nın
174. sayfada “Bu kitabı yazdığımızda Muharrem ayı 466 idi
ve Yılan yılına girilmişti; bu yıl geçip 70. yıla girdiğimizde
Yund yılına girmiş oluruz.” demesinden kaynaklanmıştır.
Burada 466’dan sonra 470 gelemeyeceğine göre bu tarih
467 olmalıdır. 513. sayfadaki tarih ise müstensihin sehven
466 yerine, 469 yazmasından kaynaklanmıştır. 469 Yılan yılı
değildir ve eserin ithaf edildiği Abbasî Halifesi “El-Kâ’im”in
iktidarı da bundan iki yıl önce, hicri 467 yılında sona ermiştir.
Kâşgarlı, kitabın son sayfası olan 638. sayfaya da “466 yılının
Cemâzî’l-Âher’inin 10’u Pazartesi günüdür.” şeklinde, eserin
bitiş tarihini düşmüştür. Bu tarih, miladi takvime göre 10 Şubat
1074 yılı, Pazartesi gününe tekabül eder. Aslında Eylül-Ekim
1073’te eser bitmiş ancak, temize çekilmektedir. 10 Şubat 1074
Hafize ŞAHİN
[email protected]
tarihinde ise eserin temize çekilme işlemi de tamamlanmış ve
eser tamamen bitmiş, ortaya çıkmıştır. Fakat Kâşgarlı, kitabı
beş ay sonra tamamen bitirdiğinde 174. sayfaya dönüp oradaki
tarihi düzeltme gereği duymamıştır. Çünkü bu tarihlerin hepsi
de hicri takvime göre 466 yılıdır.
Hafize, kızım, burada önemli bir noktaya dikkatini çekmek
istiyorum. Dîvân’ın yazılış tarihi hep tartışma konusu olmuştur.
Bu konu, yaklaşık yüz yıldır tartışılıyor. Yaptığımız bu tespitle
artık tartışmaya son noktayı koyduğumuzu zannediyorum.
Kâşgarlı eserini kime ithaf etmiştir?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Bu eserin kime ithaf edildiği
sorusunun cevabı, kitabın üçüncü sayfasında bahsi geçen Abbasî
Halifesi’nin adında saklıdır. Kime yazıldığı konusundaki
yanlışlıklar müstensih hatasından kaynaklanıyor. Müstensih,
“Ben Kâşgarlı’nın kendi nüshasından istinsah ediyorum.”
diyor ancak eseri Dîvân’ın yazılışından tahminen 200 sene
sonra istinsah ediyor. Yani eserde tahribatlar söz konusu. Eserin
kime ithaf edildiği kısmı da tahrip olmuş ve silikleşmiştir.
Müstensih “fâil” kalıbında olan “Kâsım” diye tahmin ederek
“Kâ’im” yerine “Kâsım” adını veriyor. Tarihî kaynaklara
bakıldığında, kitabın yazıldığı dönemde bu künyeyi taşıyan
bir halife yok, ancak o dönemde künyesi “Ebi’l-Kâ’im” olan
Abbasî Halifesi Abdu’l-lah (1031-1075) var. Bundan da ithafta
bir istinsah hatasının olduğu anlaşılmaktadır. Müstensihin tarih
bilgisi yetersiz. Abbasî Halifeleri arasında “Kâsım” diye birisi
yok, 1075’te ölen “Kâ’im” adlı bir halife var. Eser, Abbasî
Halifesi olan “Kâ’im”e ithaf edilmiştir. İthafta dikkat edilmesi
gereken başka bir husus da istinsah sırasında baba anlamına
gelen “ebî” kelimesinin yerine, oğul anlamına gelen “bin”
kelimesinin sehven yazılmasından kaynaklanan hatadır. Bu
yanlışlık sebebiyle El-Kâ’im, El-Muktedî’nin oğlu olarak
gösteriliyor. Hâlbuki durum bunun tam tersidir. Bu yanlışları
düzelttiğimizde ithafın doğru şekli ortaya çıkacaktır: “Ebi’lKâ’im Abdu’l-lah Ebî Muhammed El-Muktedî bi’Emri’l-lah”;
yani, Muhammed El- Muktedî bi-Emri’l-lah’ın babası Ebi’lKâ’im Abdu’l-lah.
Bu eser niçin yazılmıştır Hocam? Niçin böyle bir esere
ihtiyaç duyuluyor?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı’nın eserini yazdığı
dönemde Abbasîler hüküm sürüyordu. O dönemde pek çok
farklı kitap yazılmış olabilir. Niçin ihtiyaç duyuluyor? Bugünkü
Irak’ın durumu o günlerde de aynı. Her ne kadar bugün Irak’ta
bir Arap hükümeti var ise de Irak’taki yönetim Amerikalıların
elinde. Dolayısıyla yüksek mevkide bir yere gelmek isteyen
Iraklı, İngilizce bilmek zorunda. Aksi takdirde idareyi elinde
bulunduranlarla anlaşamaz. O dönemde de bir Abbasî Hilafeti
var. Bu hilafet sembolik olarak var. Çünkü bölgeye her yönüyle
9
hâkim olan Türklerdir. Araplar da işlerini yürütebilmek için
Türkçe bilmek zorundalar. Hilafet zayıf olduğu için İran’dan
gelen Buveyhîler, Abbasî hilafetine hâkim oluyorlar. Halifenin
yardım isteği üzerine Tuğrul Bey, Buveyhîler’i bölgeden
uzaklaştırıyor, ancak İslamiyet’e olan saygısından dolayı
halifeye dokunmuyor ve hilafet sembolik olarak devam ediyor.
Ancak bölgenin hâkimiyeti Türklerin elindedir. Bu sebeple
halife, Tuğrul Bey’e Es-Sultânu’l-Muazzam lakabını veriyor,
Bağdat’taki kapılardan birinin ismi olan Bâbu’l-Muazzam da
buradan gelmektedir. Çünkü Tuğrul Bey o kapıdan Bağdat’a
girmiştir.
Kâşgarlı’nın kitabı Dîvânu Luġâti’t-Türk efsaneleşmiş bir
sözlük hayatımızda. Dîvân’ı çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı Mahmûd tıpkı benim gibi
bir insandır. Benim gibi Araplar arasında yaşamış ve Arapçayı
benim gibi bilir. Bundan kastım şu: Eserinde Arapçanın fasih
şeklini kullanırken bazen mahallî ağızlarda anlatmaya çalışıyor.
O mahallî ağızları da ancak orada yaşayan anlayabilir. Eseri
incelerken ve Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’la tercümesini
yaparken hemen hemen her okuduğumda yeni yeni konular
karşıma çıktı. Bunları inceleyip çözmek bana müthiş haz
vermeye başladı. Bu konular arasında bugün sadece Kerkük’te
yaşayan bazı Türkçe kelimelere rastladım. Mesela “kendük”
kelimesi gibi. Kerkük’te “kendi” şekliyle yaşıyor. Yarım küpe
benzer pişmiş çamurdan yapılan bir kaptır, içinde un, bulgur,
mercimek gibi şeyleri saklamak için kullanılır. Kerkük’te bazı
yerlerde, zahire saklamak için hâlâ kullanılır. Hatta Kerkük’te
ne idüğü belirsiz veya lüzumsuz insanlar için “ipten kaçan
kendiye sıçan” tabiri kullanılır.
Dîvân’da çok konuşan, dinleyenin başını ağrıtan anlamında
geçen “yaŋşag” kelimesi, Kerkük ağzında da vardır. Çok
konuşan kişiye “Yaŋşag başuva kurt düşsün.” denir.
Keçeden veya kumaştan yapılmış bebek anlamına gelen
“kođurçuk” kelimesi de Kerkük’te “kavurçağ” şekliyle
kullanılır. Oyuncak deyince aklıma oyunlar geldi. Mesela
“karageldi” oyunu… Çocukken bu oyunu oynardık. Gün
batımında oynanan saklambaç oyunudur. Dîvân’da “karagunı”
şeklinde geçmektedir bu oyun. Türk dünyasının muhtelif
bölgelerinde Dîvân’da bulunan pek çok unsur yaşamaktadır
tabiatıyla. Mesela “çögen”, onunla at üzerinde topa vuruyorlar.
Farsçadaki “çevgan” aslında buradan gelmektedir. Zira
Dîvân’ın pek çok yerinde geçen bu kelimenin harekeleri, bunu
“çögen” olarak okutmaktadır. Bunu “çevgen” olarak okumak
mümkün değildir. Bu ucu kıvrılmış asa, hâlâ Kerkük’te
“çögen” olarak adlandırılmaktadır. Dîvân’da başka oyunlar
da vardır. Ok atma yarışı, at yarışı, tepük, ötüş, müŋüz
müŋüz, köçürme, tüwek, yelnü gibi…
“Tepük”, sert bir cisme keçi kılı sarılarak yapılan bir
topa, çocukların ayaklarıyla vurarak oynadıkları bir
oyundur.
10
“Müŋüz müŋüz” oyununda çocuklar, ırmak kıyısında
diz çökerek otururlar ve bacaklarının arasını ıslak kumla
doldururlar. Birisi kuma elleriyle vurarak “müŋüz müŋüz”
(boynuz boynuz) der. Diğerleri de “Ne müŋüz?” (hangi
boynuz?) diye sorarlar. Çocuklar, sırayla boynuzlu hayvanları
sayarlar. İçlerinden biri boynuzu olmayan bir hayvanın adını
sayarsa onu suya atarlar.
Bundan başka ortaya at, para, cariye sürülerek oynanan kumar
oyunları da var.
Dîvânu Luġâti’t-Türk’te çok değişik konuların işlendiği hep
dile getirilir. Ancak bizler sadece bu bilgiyi ezberliyoruz.
Eserde işlenen değişik konulardan bize bahseder misiniz?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı, Türk kültürüne ait her
unsuru, Türk lehçelerinin kurallarını, kelimelerini, atasözlerini,
şiirlerini, deyimlerini, efsanelerini, oyun, töre, gelenek ve
göreneklerini eserine almıştır; Türk boylarının yerleşim
bölgelerini bir haritada göstermiştir. Aslında anlatılacak o kadar
çok şey var ki neden söz edeyim bilemiyorum. Mesela özel
taşlarla kehanette bulunulduğundan söz ediliyor. Değerli taşlar
var; “yat” taşı, “kaş” taşı gibi. “Yat” taşıyla yağmur, rüzgâr
getirilirmiş. Kâşgarlı, kendisinin de tanık olduğu bir olayı şöyle
anlatır: “Bir yangın oldu. Yağmalar yat taşıyla dua ettiler, Yüce
Allah’ın izniyle yazın kar yağdı ve benim huzurumda yangını
söndürdü.” “Kaş” ise beyaz, berrak, pütürsüz bir taş. Yıldırım,
susuzluk ve şimşek çakmasından korunmak için yüzüğe
takılırmış. Hatta bir atasözünde “Kimiŋ bile kaş bolsa yaşın
yakmas.” denir. (Kimin yanında kaş olsa onu şimşek yakmaz.)
Taşın böyle bir özelliği varmış. Bu taş, kumaşa sarılıp ateşe
atılsa taş da kumaş da yanmazmış. Adam susayınca onu ağzına
koyarsa susaması kırılırmış.
Ayın etrafında hâle oluşması, bulutların kızarması da Türkler
arasında uğurlu sayılır. “Tünle bulıt örtense ewlük orı
keldürmişçe bolur taŋda bulıt örtense ewke yagı kirmişçe
bolur.” (Geceleyin bulutlar kızarırsa kadın, erkek çocuk
doğurmuş gibi olur. Sabahleyin bulutlar kızarırsa eve düşman
girmiş gibi olur.)
Bunun yanında, olağanüstü olaylar var. Bir kuş yağından
bahsediliyor. Avucun içine koyduğunuz zaman bu yağ nüfuz
edip aşağıdan akmaya başlıyor. Bunun yanında eserde,
destanlar, efsanelerle ve şiir türleri ile ilgili bilgiler de mevcut.
Mesela, Afrasiyab’ın (Alper Tuŋa) kızının adıyla ilgili efsane
bunlardan biridir. İran’da Kazvin Gölü var ve İranlılar hâlen
o göle Kazvin derler. Biz Hazar demişiz. Kazvin Gölü, adını
Alper Tuŋa’ın kızı “Kaz”dan almıştır. Tuŋa, kaplan demektir.
Fili bile öldürebilen “bebr” denilen bir kaplan. Afrasiyab,
kızı için bu gölün kenarında oyun oynasın diye bir saray
yaptırmış. Kazvin’in aslı “kaz oyun”dur; anlamı “Kaz’ın
oyun yeri”dir. Çünkü Kaz orada oturur ve oynarmış. İşte kazoyun>kazvin olmuştur zamanla. Ila nehrine dökülen büyük bir
akarsuyun adının “Kaz Suwı” olmasının sebebi de Kaz’ın bu
nehrin kenarındaki zirveye bir kale yaptırmasıdır. Buna Kaz’a
istinaden bu adın verildiği belirtilir.
Olağanüstülüklere bir örnek de “çıwı”dır. Çıwı, bir cin grubunun
adı. Türkler, iki grup savaştığı zaman, onların ülkelerindeki
cinlerin de karşı tarafın cinleriyle savaştığına inanırlarmış.
Cinlerden hangi taraf galip gelirse beraber oldukları insanlar
da galip gelirmiş. Bu sebeple Türk orduları, cinlerin oklarından
korunmak için savaş gecesi, çadırlarına girerek saklanırlarmış.
Kâşgarlı’nın kitabında insanoğlunu var olduğundan beri
yakından ilgilendiren yiyecek ve içecek tarifleri de vardır.
“Tutmaç” yemeği var mesela. Kâşgarlı’nın en sevdiği yemek
olsa gerek ki her vesileyle bu yemekten bahsediyor. Bazen
“çowlı” gibi tutmacı süzmek için kullanılan bir nesneyi
açıklarken bazen tutmaç yemeğini renklendirmek için kullanılan
“yawa” denilen dikenli bir ağacın meyvesinden bahsederken.
Hatta “tutmaç” kelimesinin nasıl adlandırıldığından da
bahseder. Büyük İskender’in bir grup Türk’le karşılaştığında
Türklerin ona “Bizni tutman aç (Bizi tutma aç)”, “Bizi doyur”
dediklerinde; İskender, bu yemeği yapmalarını söylemiş
maiyetine. Yemeğin önce taneleri yenir, sonra suyu içilirmiş.
“Tutmaç” yemeğinin insan bedenini güçlendirdiğinden ve
çabuk sindirilmediğinden bile bahseder. Kelimenin aslının
“tutma aç” olduğunu, “hafifletmek için bir elif kaldırılmıştır”
diyerek kelimedeki ses olaylarına da değinir.
Yemek konusunda ilginç bir şey de zehiri kontrol için kullanılan
“çatuk ” denilen bir nesne. “Çatuk” deniz balığı boynuzu
veya ağaç kökünden yapılan, bıçak sapı olarak da kullanılan
bir şey. Çin’den getiriliyor. Yemek bununla karıştırılınca ateşe
konmadan da kaynamaya başlarmış, bir kaba konunca kap
kendi kendine terlermiş.
Eserde doğumla ilgili âdetlerden de bahsedilmektedir. Doğum
sırasında içeriye seslenenler “Tilkü mü togdı azu böri mü?”
diye sorarlar. “Tilki mi doğdu, kurt mu?” demektir. Tilkü kız,
böri erkek çocuk demektir. Tilki, kinaye olarak kız çocuklar
için kullanılır.
Bin sene geçse de çoğu şey aynı kalıyor galiba... Arap’ın dediği
gibi “Lâ cedîde tahte’ş-şems.” (Güneşin altında yeni bir şey
yok.) Mesela misafir ağırlama bin yıl önce de vardı, şimdi de
var.
tatlıg aşıg ađınka
tutgıl konuk agırlıg
yađsun çawıŋ bođunka
(Lezzetli yemeği misafire yedir; misafiri ağırla, yaysın ününü
insanlar arasında) gibi misafire hizmet, hürmet telkin eden
sözler de aynı;
bardı eren konuk körüp kutka sakar
kaldı yawuz oyuk körüp ewni yıkar
(Misafir bulunca onu uğur sayan kişiler gitti, çölde bir işareti
görünce misafir sanıp evlerini yıkanlar kaldı.) gibi yakınmalar
da aynı. Kâşgarlı, örnekleri seçerken iyi kötü diye ayırt etmeden
verir. Erdemi de erdemsizliği de örnekleyebilir.
“Yalŋuk oglı yoka đur, eđgü atı kalır.” (İnsanoğlu ölerek yok
olur, iyi adı kalır.)
“Atası anası açıg alımla yise oglı kızı tışı kamar.” (Babası
anası ekşi elma yese oğlun kızın dişi kamaşır.)
Bunlarda iyilik, doğruluk öğütlenirken rüşveti marifetmiş gibi
gösteren deyim ve atasözlerine de yer verilir:
“Tamu kapugın açar tawar. (Mal -rüşvet kastediliyorcehennemin kapısını açar.)
“Kara bulıtıg yil açar urunç bile il açar.” (Kara bulutu rüzgâr
açar, rüşvetle devlet kapısını açılır.) İşini yürütmek için parayı
esirgememek anlamındadır.
Kâşgarlı Mahmûd’un bir dilci olarak ilginç yönleri var mı?
Anlatır mısınız?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Çoğu yerde Türkçedeki kelimeleri
Arapçaya yaklaştırma gayreti göstermiştir. Bunun en bariz
örneği de bir şiirde geçen, “Iwrık başı kazlayu” (İbriğin başı
kaz boynu gibi) mısraında “ıvrık” kelimesinin Arapçadaki
“ibrîk” kelimesine benzediğini söylemesidir. Ancak orada,
Türkler, Arapçadaki “ibrîk” kelimesinin “b” harfini kendi
dillerindeki “üç noktalı f” yani “v” ye çevirmiş diyor. Hâlbuki
olay bunun tam tersidir. Kâşgarlı, Türkçedeki kelimeleri,
Arapçaya yaklaştırma gayreti yüzünden bazen yanılgıya
düşebiliyor. “Ivrık” kelimesinin aslı “evirik”tir. “Evirme”den
“evrik” oluyor. Evirilmediği takdirde işlevsel olmaz. Arapçada
“ibrîk” kelimesinin türevi yok. Bu kelime üzerindeki çalışmayı
bitirdikten sonra eski bir Arapça sözlük olan Muhtâru’ssihâh’ta da bu kelimenin Arapça olmadığının, yabancı bir
kelime olduğunun belirtildiğini gördüm.
11
Dr. Canan ÖKTEMGİL TURGUT
[email protected]
ŞEMSETTİN SAMİ
Agâh Sırrı Levend’in Şemsettin Sami adlı monografisinin yeni baskısı uzunca
bir aradan sonra Can Yayınları tarafından yapıldı. Faruk Duman’ın yayıma
hazırladığı bu yeni ve özenli baskı sayesinde okurlar, ilk baskısı 1969’da
yapılan bu incelemeyi kütüphanelerde arama zahmetinden artık kurtuluyorlar.
“Anlayıver, anla artık!”
Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Luġâti’t-Türk adlı bu büyük eserini üslup bakımından değerlendirir misiniz?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı eserini yazarken karşısında bir Arap oturuyormuş gibi anlatmaktadır. Kimi yerde de “İşte
bu kural böyledir.” diyor, arkasından azarlıyormuş gibi “Anlayıver, anla artık!” , “Bunu böyle bil!” diyor. Bazen de kendisinden
üçüncü kişi gibi “Mahmûd” diye söz ediyor. Bir kuraldan bahsederken “Oğuzlar bunu bilmezler, Oğuz ve Kıpçaklar bunu
bilmezler.” gibi tespitlerde bulunuyor.
Eserin çok önemli bir tarafı da Dîvân’ın yazıldığı dönemde dünyaya hâkim olan kitap yazma şeklidir. O dönemde değişik eserler
yazılmış, özellikle Araplar kitap yazarken kitapta geçen olayları kuvvetlendirmek ve pekiştirmek maksadıyla şiir parçaları,
atasözleri, deyimler serpiştiriyorlar. Kâşgarlı da Araplara Türkçe öğretmek için yazdığından, eserde onların bildiği bir üslup
kullanmıştır. İşte bu bizim için eserin en faydalı yönü, bin sene önceki hatta daha önceki devirlere ait bu büyük hazine, bu
vesileyle günümüze kadar gelmiştir.
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’la Dîvânu Luġâti’t-Türk üzerine ne zamandan beri çalışıyorsunuz? Çalışmanız hangi
yayınevinden çıkacak?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Uzun süredir çalışıyoruz, fakat bir takvime bağlı kalarak çalışmıyoruz. Fasılalarla yirmi seneyi buldu
galiba… Tercümesi bitti, şu anda inceleme üzerinde çalışıyoruz. Hangi yayınevinden çıkacağı konusuna gelince, çalışmamız
bittikten sonra ona karar veririz.
Doktora teziniz de hayli ilginç: “Binbir Gece Masalları’nın Türk Masallarına Tesiri” Tezinizi yayımlayacak mısınız?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Doktora tezimi olduğu gibi değil yeni bir düzenlemeyle yayımlamak istiyorum. Üzerinde çalışıyorum,
bitmek üzere. Bunun dışında “Türk mutfağından kaybolan yemekler” konulu bir kitap hazırlıyorum. O da çok önemli. Kerkük
yemekleri üzerinde çalışmıştım, onları düzenliyorum.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Son olarak söylemek istediğimi, Kâşgarlı eserinin üçüncü sayfasında en iyi şekilde ifade etmektedir:
“Allahın yardımına sığınarak bu kitabımı ortaya koydum ve ona Dîvânu Luġâti’t-Türk adı verdim ki ölümsüz bir hatıra ve ebedî
bir zahire olarak kalsın.” diyor. Aradan bin yıl geçmesine rağmen hâlâ eser üzerinde çalışmalar yapılıyor olması, bugün bile
seninle bu konuda sohbet ediyor olmamız Kâşgarlı’nın ne kadar uzak görüşlü olduğunu gösteriyor; öyle değil mi Hafize. Nur
içinde yatsın Mahmûd Amca.
Yazar, Şemsettin Sami’nin yetiştiği dönemi değerlendirdikten sonra onun
hayatı, kişiliği ve eserlerini ayrı başlıklar altında incelemiş; ayrıca, dil
hakkındaki önemli yazılarından bir seçmeye de yer vermiş. “Şemsettin Sami
Bibliyografyası” ve bir albümün de bulunduğu bu eserle Şemsettin Sami
hakkında kapsamlı bir bilgiye ulaşmak mümkün. Agâh Sırrı Levend “Önsöz”de
bu eseri bitirdiği sıralarda Ömer Faruk Akün’ün, İslam Ansiklopedisi’nde
“Şemseddin Sami” maddesinin yayımlandığını, ama bu çalışmayı kitabında
değerlendiremediğini belirtmiş. Her iki inceleme karşılaştırmalı olarak
okunduğunda dilimizin Osmanlıca değil Türkçe olduğunu ilk kez ortaya
koyan ve yayımladığı sözlüklerle ve araştırmalarıyla Türk diline büyük
hizmet eden Şemsettin Sami’nin ayrıntılı biyografisi ortaya çıkıyor.
Şemsettin Sami
Can Yayınları,
Mart 2010,
172 sayfa.
SORULARLA EVLİYA ÇELEBİ
İnsanlık Tarihine Yön Veren 20 Kişiden Biri
Sorularla Evliya Çelebi, Ülkü Çelik Şavk tarafından 2011 Evliya Çelebi Yılı
etkinlikleri kapsamında üniversite gençliğine yönelik hazırlanmış, ticari amacı
olmayan bir kitapçık. Evliya Çelebi’nin yaşamına ve Seyahatname’sine dair
çok sayıda soru ve cevabının yer aldığı popüler nitelikteki bu eser, Hacettepe
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır.
Seyahatname’den yapılan alıntıların zengin görsel malzemeyle desteklendiği
bu eser sayesinde Evliya Çelebi’nin özellikle gençlerimiz tarafından biraz
daha yakından tanınacağını umut ediyoruz.
Kitapçığa http://www.turkiyat.hacettepe.edu.tr/Evliya_Celebi.pdf adresinden
ulaşabilirsiniz.
Bize zaman ayırarak bu kıymetli bilgileri verdiğiniz için teşekkür ederim Hocam.
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Benim için zevkti, ben teşekkür ederim.
12
13
Canan AKKOYUNLU
[email protected]
KAŞGARLI MAHMUD,
BÜYÜK ESERİ DÎVÂNÜ LÜGÂTİ’T-TÜRK İÇİN DER Kİ
[Ş]imdi, bundan sonra Muhammed oğlu Hüsey[i]n,
Hüsey[i]n oğlu Mahmud der ki:
Tanrının devlet güneşini Türk burçlarından doğdurmuş
olduğunu ve onların milkleri [mülkleri, ülkeleri] üzerinde
göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu
gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne
ilbay [idareci] kıldı. Zamanımızın Hakanlarını onlardan
çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine
verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere
kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana
olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine
eriştirdi; bu kimseleri -ayak takımının- şerrinden korudu.
Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana
düşen şey bu adamların [Türklerin] tuttuğu yolu tutmak
oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak
için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur.
Bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak
olursa, o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte
başkaları da sığınabilir.
Ant içerek söylüyorum, ben, Buharanın -sözüne güvenilirimamlarından birinden ve başkaca Nişaburlu imamdan
işittim ikisi de senetleriyle bildiriyorlar ki Yalavacımız
[Peygamberimiz] kıyamet belgelerini, âhir zaman
karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını
söylediği sırada “Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için
uzun sürecek egemenlik vardır.” buyurmuştur. Bu söz
(hadis) doğru ise -sorgusu kendilerinin üzerine olsunTürk dilini öğrenmek çok gerekli (vacip) bir iş olur; yok
bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder.
Ben onların, en uz dillisi [dilde en doğruyu bileni], en açık
anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı
kullananı olduğum halde ben onların şarlarını [şehirlerini]
çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz,
Çigil, Yağma ve Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini
belliyerek faydalandım; öyle ki, bende onlardan her boyun
dili en iyi yolda yerleşmiştir. Ben onları en iyi surette
sıralamış, en iyi bir düzenle düzenlemişimdir.
Bana sonsuz bir ün [Türk Dili için], bitmez tükenmez bir
azık olsun diye şu kitabımı - Tanrıya sığınarak- Divanü
Lûgatittürki “Türk Dilleri [Lehçeleri] Kamusu” adını
vererek yazdım. Hâşim soyundan, Abbas oğullarından
imam bulunan ulumuz, efendimiz Ebu’l- Kasım Abdullah
katına armağan ettim.
Ben bu kitabı hikmet, seci, atalar sözü, şiir, recez, nesir
gibi şeylerle süsleyerek hece harfleri sırasınca tertip
14
ettim. İrdemen [kelimeleri arayanlar] onları yerinde
bulsun, arayan sırasında arasın diye her kelimeyi yerli
yerine koydum; derinliklerini alana çıkardım; katılıklarını
yumuşattım. Yıllarca birçok güçlüklere göğüs gerdim. Bu
lûgat kitabını baştan sonuna dek sekiz ayrımda [kitapta]
topladım.
her boyun bulunduğu yeri de bildirdim. Bizans -Rumülkesine en yakın olan boy “Beçenek”tir; sonra “ Kıfçak”,
“Oguz=Uğuz”, “Yemek”, “Başgırt”, “Basmıl”, “Kay”,
“Yabaku” , “Tatar”, “Kırkız=Kırgız” gelir. Kırgızlar
Çin ülkesine yakındırlar. Bu boyların hepsi Rum ülkesi
yanından doğuya doğru şöylece uzanır gider: “Çigil
=Çiyil”, “Toxsı”, “Yağma”, “Ugrak”, “Çaruk - Çarık”,
“Çomul”, “Uygur”, “Tanğut”, “Xıtay = Kıtay”. Kıtay
ülkesi “Çin’dir”. Bundan sonra “Tawgaç” gelir. Orası
Mâçin’dir. Bu boylar güneyle kuzey arasında bulunurlar.
Bunların hepsini şu değrede [dairede - haritada] birer birer
gösterdim.
Her kitabı isimler ve fiiller olmak üzere ikiye ayırdım.
İsimleri fiillerden önce yazdım; arkasından fiilleri getirdim.
Her birini kendi sırasına göre ayırımlara ayırdım. Öne
hangisi gelmek gerekse onu öne, ikinci derecede gelmesi
gerekeni sona koydum. Herkesin bilmesi kolay olsun için
[diye] kitapta ve bölümlerde -ad olarak Arap dilince olanıstılahları [terimleri] aldım.
Türk dili ile Arap dilinin at başı beraber yürüdükleri
bilinsin diye Halil’in Kitâbü’l ayn’ında yaptığı gibi
kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış bulunan
kelimeleri bu kitapta birlikte yazmak, ara sıra yüreğime
doğar dururdu. Çünkü böyle yapmak daha derli toplu bir
iş olurdu. Lâkin benim tuttuğum yol daha doğrudur; çünkü
bu yolda, kelimeleri bulmak daha kolaydır ve herkes bu
yolu daha çok sever. Bunun içindir ki, sözü kısa tutmak
dileğiyle, kullanılmayan kelimeleri bıraktım.
Hüseyin oğlu Mahmûd der ki: Türk dilinin [lehçelerinin]
kelimelerini toplamak, kurallarını ve usullerini bildirmek,
ölçülerini açıklamak, ayrımlarını, bölümlerini sıralamak
yolunda kitabın başında şart koşmuştuk (söz vermiştik).
Bu sözümüz yerine geldi; dilek elde edildi. Kitaptan, artık
olanları, yersiz olanları, boş olanları attım.
Kitap sona kadar yayılsın, ebedî bir azık olarak kalsın.
Artık kitabımız burada bitsin. Kitaba 464 senesinin
Cemaziyel evvel başlarında (gurresinde), başlandı ve
dört kere yazıldıktan ve düzenlendikten sonra 466
senesinin Cemaziyel âhirinin 12. günü bitmiştir.
Türklerin her boyu dilinden [lehçelerinden] -kendisinden
kelimeler çıkan- kökler aldım. Kitapta Türklerin
görgülerini, bilgilerini göstermek için söyledikleri şiir
tanıklarını serpiştirdim. Kaygılı ve sevinçli günlerinde
yüksek düşüncelerle söylenmiş olan savları da aldım.
Bunlarla beraber kitapta birçok önemli kelimeler
topladım; böylelikle kitap, arılıkta son kerteyi, güzellikte
son yüksekliği buldu.
Yazdığım dağlar, çöller, dereler, sular, göller İslâm
Türklerin elinde bulunanlardır. Çünkü dillerde [Türk
lehçelerinde] dolaşan bunlardır. Bunları tanınmış oldukları
için yazdım; tanınmamış olanların birçoklarını bıraktım.
Müslüman olmayan Türk illerinden birtakımını dahi
yazdım; gerisini yazmadım; çünkü onları yazmakta bir
fayda yoktu. Türk diline sonradan girmiş olan kelimeleri
yazmadım; erkek ve kadın adları da yazılmadı. Bunlardan
-ancak doğru bilinmesi için- çok kullanılan, herkes
tarafından tanınan adlar yazıldı.
Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi, Nuh
peygamberin oğlu Yafes oğlu Türk’e dek uzanır. Ben
bunlardan ana boyları saydım; oymakları bıraktım. Yalnız
herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını ve
hayvanlarına vurulan belgelerini yazdım. Bundan başka
* Metinde yay ayraç içindeki açıklamalar Besim Atalay’a, köşeli ayraç içindeki açıklamalar bize aittir.
Kaynak
Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lûgati it-Türk, (Çev. Besim Atalay), Ankara: TDK Yayınları, I.Cilt (1985) s. 3, 4, 5, 6, 7, 8, 27, 28; III. Cilt (1986) s.
451, 452.
15
TÜRKÇE BAKIŞ AÇISI
Dr. Hüseyin YENİÇERİ
Asuman BAYRAM
[email protected]
[email protected]
Türk aydınının bakış açısı Türkçe olmadığı için Türk aydını, okurken ve yazarken Türkçeye aykırı tavırlar sergiliyor.
Hâlbuki kalıcı olmak, gelecek kuşaklara uzanmak yazarlığın başlıca amacıdır. Kalıcı olmanın, yarınlara ulaşmanın
anahtarı dilin içindedir. Kendi dilinin doğrularından uzaklaşarak dili kullananların, günümüze ulaşamadıkları gerçeği
yüzlerce örnekle ortadadır. Öyleyse kendisinin yazar olduğunu sanan bir aydının, bir gazetecinin öz dilinin kurallarından
saparak konuşmasını, yazmasını nasıl açıklarız? Bana öyle geliyor ki bunlar gerçekte yazar değil, yazıcı; gazeteci
değil, gazete yazıcısıdırlar.
“Ulusal” ve “özgün” olmak, kültürün özelliklerindendir. Ulusallıkla, kültürlerin milletlerin ürünü olduğu açıklanır.
Özgünlükle, kültürlerin kaynağının ulusal değerler olduğu vurgulanmaya çalışılır. Öyleyse Türkçeye aykırı tavır
sergilemek, hem ulusallıktan hem de özgünlükten uzaklaşmak sonucunu doğurmaktadır. İşte tam bu noktada yüzyıllar
önce oluşturulan yazılı örneklerin günümüze tam olarak ulaşamamasının sebebini anlayabiliyoruz. Demek oluyor ki
bugün Türkçe bakış açısından sapanlar yarına da ulaşamayacaklar…
Türkçe bakış açısından sapmaya değişik ve tipik örnekler verebiliriz: Bunlardan biri, yeni Türk alfabesinde bulunmayan
harflerin ısrarla ve inatla kullanılmasıdır. Bir boşluğu doldursa, bir eksikliği giderse üzülmeyiz belki! “Ş” yerine “SH”
kullanmak, “V” yerine “W” kullanmak, kalın K(a) yerine “Q” kullanmak, “KS” yerine “X” kullanmak… Aslında 1353
sayılı yasayla benimsenen alfabe kanununa aykırı bu uygulamaları durduracak yargı kurumlarının dikkatini bu durum
nasıl çekmez, anlaşılır gibi değil. Yeni alfabeye son şeklini veren Mustafa Kemal bu harfleri bilmiyor muydu? O zaman
Atatürk bu harfleri niye alfabeye almamış dersiniz? Cevap basit: Atatürk, Türkçe bakış açısına sahipti.
Türkçe bakış açısına sahip olmayanlar, harflerin okunması sırasında da yabancı bakış açısını öne çıkarıyorlar. Türkçenin
değil İngilizcenin okunuş ilkesini benimsiyorlar. Özellikle kısaltmaların okunuşu sırasında bu durum görülüyor. Türkçe
bakış açısına sahip olanlar; NTV’yi “Neteve”, CNN’yi “Cenene”, TV’yi “Teve” diye okumalılar. Bu kısaltmalara
gelen ekler de harflerin okunuşuna uymalıdır: CBS’in değil CBS’nin, IMF’te değil IMF’de, ISBN’i değil ISBN’yi
demeli, yazmalıdır.
Türkçe bakış açısına sahip olunmadığı için adı Türkçe konmuş birçok kuruluş ve işyeri adları, Türkçenin sözcük
sıralanışı ilkesine aykırıdır. Türkçede önemli öge sona, Batı dillerinde ise başa gelir. Bakış açısı Batı’dan etkilendiği
için bu adlar görünüşte Türkçedir ama sözcük sıralanışı Batı dillerine göredir: Kanal D, TV 8, Cine 5, Radyo Tatlıses,
Radyo Hacettepe, Radyo 5, Hotel Etap Altınel, Hotel Mola gibi.
Kuruluş ve işyeri adlarında bir eğilim de belirtisiz tamlama ile kurulması gereken adların takısız ad tamlaması
biçiminde kurulmasıdır. Burada, Türkçe olduktan sonra ha takısız tamlama olmuş, ha belirtisiz tamlama olmuş ne
fark eder, denilebilir. Ancak durum böyle değildir. Takısız tamlama -sıfat tamlaması diyenler de var- iki tiptir: Birinci
tipte tamlayan, tamlananın neden yapıldığını belirtir: Altın yüzük, tahta köprü, yün kazak gibi. İkinci tipte tamlayan,
tamlananın neye benzediğini ifade eder: Altın kalp, tahta kafa, çelik bilek gibi. Şimdi takısız tamlama tipindeki işyeri
adlarına bakalım: Kızkumu Motel, İkizler Otel, Avşa Pansiyon, Arlık Motel vs. Bunlardan hangisi yukarıdaki açıklamaya
uyuyor? Doğrusu şudur: Bu adlandırmalar, bizim belirtisiz tamlamaların Batı dilleri kurallarına uydurulmasıyla elde
edilmiştir. Oysa Batı dillerinin aksine Türkçe eklemeli bir dildir.
Yarına kalacak yazarlar, ulusal ve özgün olanlardır. Kalıcılığı belirleyen ilke, yazarların ne yazdıkları değil, nasıl
yazdıklarıdır. Nasıl yazıldığı araştırılırken kullanılan malzemeye de bakılacaktır. Çok güzel olsa da bir dilin içinde
başka bir dilin malzemeleri, mantığı, kuralları aykırı durmaktadır.
VWKQKSXĞÜÇİ
ŞWEÖÇİÜĞZVBÖ
16
1. MÜREKKEP YALAMAK
Dilimizde, tahsil görmüş, eğitimli, kültürlü kişiler için
kullandığımız bir deyimdir “mürekkep yalamak”. Bu deyimin
öyküsü, matbaanın Osmanlı topraklarında kullanılmasından
önceki döneme dayanır. Matbaa, Osmanlı coğrafyasına XVIII.
yüzyılın ilk çeyreğinde gelmiştir ve geç diye nitelenebilecek bu
döneme kadar Osmanlı halkının ve aydınının kitap gereksinimi
“müstensih” adı verilen kimselerin ellerinde çoğaltılan kitaplarla
karşılanmıştır.
Müstensih, eline diviti alıp mürekkeple yazma işine geçmeden
önce kâğıdı yazı için hazır hâle getirmelidir. Bu hazırlığın en
önemli kısmını aharlama işlemi oluşturur. Nişasta ve yumurta
karışımı ile hazırlanan ahar, hem kâğıdın zeminindeki pürüzleri
gidererek bir çeşit cila görevi görür hem de kâğıdı kurtçukların
kemirmesine engel olmak için kullanılan doğal bir koruma
yöntemidir. Aharlama işleminin ardından kâğıt, yazma işi için
artık hazırdır. Aharın bir özelliği de asla suyla temas etmemesi
gereken bir madde oluşudur. Çünkü suyla temas eden ahar, dağılır
ve çatlar. Müstensihin kimi zaman yanlış yazdığı durumlar olur
ve bu yanlışlar serçe parmak ağza götürülüp hafifçe ıslandıktan
sonra yanlışın üzerinin silinmesiyle giderilir. Binlerce sayfalık
bir eseri çoğaltan müstensihin onlarca hata yapması da son
derece doğaldır. Yaptığı her yanlışta bir önceki yanlışını sildiği
serçe parmağını yeniden diline dokunduran müstensih, eserini
bitirene kadar epey mürekkep yalamış olur. Yine kimi zaman
divitin ucundaki mürekkep kurur ve bu durumda müstensih,
diviti hemen hokkaya batırıp yeniden mürekkeplemek yerine
divitin ucunu diline hafifçe değdirir ve böylece divitin ucundaki
kurumuş mürekkep, bir süre daha kullanılabilir hâle gelir.
Görüldüğü gibi, geçmişte yazma işiyle uğraşan hattatlar ve
müstensihler yanlışlarını silmek için zorunlu olarak mürekkep
yalamışlar. Bugünün kitap ve yazı severleri yüzyıllar önce
yaşamış selefleri gibi somut olarak mürekkep yalamak zorunda
olmasalar da “mürekkep yalamış” tabirini günümüz okuryazarları
için de kullanmaya devam ediyoruz.
2. ÖLÜR MÜSÜN, ÖLDÜRÜR MÜSÜN?
Sonucuna şaşırdığımız; ama neticeyi değiştirebilmek için
elimizden bir şey gelmediği durumlarda öfkemizi yansıtmak için
kullandığımız bir deyim.
Hikâyesiyse şöyle: Zamanın birinde yaşlı bir köylü hacca gider.
Hac sırasında, döndükten sonra âdet olduğu üzere eşe dosta
verilmek üzere ufak tefek hediyeler alır. Köyün ağası pek sevilen
bir kişi olmadığı hâlde onu da diğerlerinden ayırmaz ve uzun
tereddütlerin sonunda ona da kefenlik iki metre bez ile bir bidon
zemzem suyu getirir. Köyüne dönen adam, tüm köyün hediyesini
verir, sıra ağanınkine gelir. Ağanın kapısını çalar. Kapıyı kâhya
açar, gariban köylüyü gören kâhya, onu içeri
almak istemez; ama adam ağaya hediye aldığını
söyleyip elindeki zemzem suyu bidonu ile kefenlik
bezi gösterir. Kâhya “ Münasebetsiz herif! Böyle
hediye mi olur?” diye bağırıp getirdiklerini adamın
suratına fırlatır; ama adam hâlâ, “Sen benim
hediyelerimi Ağa’ya ver yeter, bunları ta Hicaz’dan
getirdim.” diyerek ısrar etmektedir. Adama söz
geçiremeyen kâhya hediyelerle Ağa’nın huzuruna
çıkar ve şunları söyler : “Ağam, dışarıda bekleyen
bir köylü sana hediye olarak iki metre kefen bezi
ile mezar toprağına dökülmek üzere bir bidon
zemzem getirmiş. Şimdi Ağam; ölür müsünüz,
öldürür müsünüz?”
3. PÜF NOKTASI
Ustalık gerektiren zanaatlarda usta-çırak ilişkisi önemlidir.
Küçük yaşlarda ailesi tarafından bir zanaat öğrenmek için ustanın
yanına verilen çırak, zaman içinde zanaatı öğrenir ve çıraklıktan
kalfalığa geçer. Ustası icâzet verdikten sonra da kendi işyerini
açar ve ustalığa yükselmiş olur.
Eskinin çok önemli bir zanaat kolu da çanak çömlek imalatıymış.
Deyimimizin öyküsü de bir çömlek ustası ile çırağı arasında
geçiyor. Çömlekçiliği öğrenmek isteyen bir genç, bu işte
ehil bir ustanın yanında çalışmaya başlar. Uzun yıllar içinde
çıraklıktan kalfalığa geçen genç, artık kendi dükkânını açmak
için sabırsızlanmaktadır; ama her defasında da ustasından, “İşin
püf noktasını daha öğrenmedin, püf noktasını öğrenmezsen
zanaatında başarısız olursun.” cevabını alır. Ustasına ayrı bir
imalathane açma arzusunu her gün dile getiren, ustasından her
defasında aynı cevabı alan genç, artık sabredemez; ustasının
icâzet vermesini beklemeden işyerini açar; fakat yaptığı bütün
çanak ve çömlekler çatlamakta, ertesi güne bir tane dahi sağlam
çanak kalmamaktadır. Bu durum günlerce böyle devam eder.
İşin içinden çıkamayan genç, biraz mahçup ustasının elini öper,
durumunu anlatır, yardım diler. Usta, genci tezgâhın başına geçirir,
merdaneyi döndürür. Kalfa, çanağa şekil vermeye başladığı sırada
kendisi de çanağın üzerindeki hava kabarcıklarına üfleyerek
zamanla testiyi çatlatacak olan kabarcıkları giderir. İşte o günden
beri bir işin ustalık gerektiren, ince noktalarını belirtmek için
kullanılan bir deyim hâline gelmiştir “püf noktası”.
Kaynak
İskender Pala (2008), İki Dirhem Bir Çekirdek, İstanbul: Kapı
Yayınları.
17
HÜDİL JAPONCA KURSU
「フディルのにほんごのクラス (HÜDİL Japonca Kursu)」,
“JAPONCA ZOR MU…?” DEMEYİN LÜTFEEEN!!! sloganı ile
Japonca öğretmeye ve Japon kültürünü tanıtmaya devam ediyor.
HÜDİL’de şu anda, Japonca 1 ve Japonca 3 olarak iki kurs
verilmektedir. Dersler, az kişi ile disiplinli, yoğun ve eğlenceli
çalışma ortamında, son derece pozitif bir şekilde devam ediyor.
Öğrenciler, derste işlenen konuları, Facebook’taki HÜDİL Japonca
kursu sitesinde uyguluyor ve Japonca konuşmanın zevkine varıyorlar.
Ders dışında origami (kâğıt katlama sanatı), hat sanatı gibi Japon
kültürü ile ilgili çalışmalar da var. Ayrıca, öğrenciler, 11 Mart 2011
tarihinde Japonya’yı sarsan olağanüstü deprem ve tsunamiden
zarar gören Japonlara yardım etmek amacı ile “Ayraçlardan alarak
Japonya’yı yardım edelim!” kampanyasını başlattılar. Böylece
Japonya, Japonca ve Japon kültürü onların hayatının bir parçası oldu.
Bu kursa gelen öğrenciler, hiç korkmadan seve seve Japonca
öğreniyorlar. Japonca konuşmaktan zevk alıyorlar. Aynı anda Japon
kültürünü de öğrenme fırsatına sahipler.
İnsanlar, “Japonca” deyince hemen “Japonca zor mu?” diye
soruyorlar. Zor diyorsanız, zordur; kolay diyorsanız, kolaydır.
Japonca öğrenmenin iki şartı var: Sevgi ve saygı. Japoncayı, Japon
halkını ve Japon kültürünü sevmeniz ve onlara saygı göstermeniz
yeterlidir.
İşte HÜDİL Japonca Kursu, Japoncayı ve Japon halkını seven
öğrencilerle dolu. Siz de böyle bir ortamında Japonca öğrenmek
istemez misiniz?
フディルの にほんごの クラス ( (HÜDİL Japonca
Kursu)
http://www.facebook.com/pages/fudiru-no-nihongo-no-kurasuHUDIL-Japonca-Kursu/116323758405417#!/pages/fudiru-nonihongo-no-kurasu-HUDIL-Japonca-Kursu/116323758405417
Neden HÜDİL Japonca Kursundayım?
Merhaba,
Ben Gamze. Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğrencisiyim.
Yaklaşık 3 ay önce “JAPONCA ZOR MU…?” DEMEYİN LÜTFEEEN!!! sloganıyla HÜDİL’in afişini gördüm. Tam da o dönemde Japonca kursu
araştırıyordum. Bu sene bir kursa gidemeyeceğimi anlamış, en azından kendim bir temel oluşturmaya karar vermiştim. Bilgi almak için Beytepe’de
bulunan HÜDİL ofisine gittim. Dersi veren hocanın Japon olması beni çok heyecanlandırdı. İkinci ziyaretimde yardımlarını hiç esirgemeyen hatta
benden daha büyük bir heyecanla beni karşılayan Ryoko Hoca ile tanıştım.
Sadece, Japonca öğrenmek için nereden başlamam gerektiğini sormak ve bana bir kaynak önermesini istemek için gitmiştim. Daha sonra kendimi
keyifli ve bir o kadar da eğitici Japonca Kursu içinde buldum. İyi ki de buldum!
Zorlandığım zamanlarda beni motive eden, pes ettiğimde beni tekrar canlandıran Ryoko Hoca’ya müteşekkirim.
Bu dile ve kültüre ilgi duyan, zor olduğunu düşünerek başlamadan pes eden herkese HÜDİL ve Ryoko Hoca ile tanışmalarını öneriyorum.
Gamze DURDU
(Japoncası)
カルくん
Öğrencilerin Japonca Çalışmaları
(Türkçesi)
Kar kun
オズレム・メテ
こどものとき、うちに しろねこが いました。ねこの なまえは カル「ゆき」でした。ワンねこでした。たまご
の きみと チョコレートの ケーキが すきでした。ひ
るから よるまで うちの いちばん きれいな ところ
で ねました。カルくんの ちいさい おもちゃの ねこ
が ありました。たぶん、「これは 私のこねこです」と
おもいましたから その おもちゃを だれにも あげ
ませんでした。ときどき むしを つかまえました。で
も、たべませんでした。 あそんだだけでした。 ひとり
で ドアを あけました。とてもきようなねこでした。
ざんねんながら、母と父は カルくんを ほかなひとに あげました。そのひとの うちに おおきい にわが あ
りました。母と父は「カルくんは このにわで たくさん
あそびます。ですから、とても よろこびます。」と いいました。 むずかしかったですが、ついに みとめま
した。 そして うちへ かえりました。でも、つぎのひ
カルくんは そのうちから にげました。私は カルく
18
んを にどと みませんでした。
Özlem METE
Çocukken, evde beyaz bir kedimiz vardı. Kedinin
adı Kar’dı. Van kedisiydi. Yumurta sarısını ve
çikolatalı keki severdi. Öğleden akşama kadar evin
en güzel yerinde uyurdu. Kar’ın küçük bir oyuncak
kedisi vardı. Galiba “Bu kedi benim yavrum” diye
düşündüğü için o oyuncağı hiç kimseye vermezdi.
Bazen böcek avlar ama yemez, sadece oyun oynardı.
Kapıyı tek başına açardı. Çok becerikli bir kediydi.
Maalesef, annemle babam Kar’ı başka birine verdi.
Bu kişinin evinin büyük bir bahçesi vardı. “Kar
bu bahçede bol bol oyun oynayacak, bu yüzden
çok mutlu olacak.” dediler. Zor oldu ama sonunda
kabullendik ve eve döndük. Fakat ertesi gün Kar o
evden kaçtı. Onu bir daha hiç görmedim.
TÜRKLERİN SÖYLEMEK İSTEDİĞİ JAPONCA BİR CÜMLE (2)
おげんきですか。 -- OGENKİ DESU KA? -İlk önce, bu sayfayı okuyan herkese şöyle söyleyeyim:
Merhaba! Nasılsınız?
Ne olursa olsun, “Merhaba!”dan sonra “Nasılsınız?”
demeden hiçbir konuya geçemiyorsunuz… İçiniz hiç
rahat olmuyor, öyle değil mi? Karşınızda birden fazla kişi
olursa, herkese tek tek “Nasılsınız?” diyorsunuz. Bazen
defalarca soruyorsunuz: “Daha nasılsınız?”, “Daha daha
nasılsınız?” diye... Nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum…
Japonya’dan görevli olarak gelen Japon bir mühendis, bir
sabah iş yerindeki bir Türk mühendisi aramış. “Günaydın”
demiş ve hemen konuya girmiş. Türk mühendis ise bir şey
mi oldu, diye çok korkmuş. Hâlbuki Japon mühendisin
bahsettiği sadece sıradan bir konuymuş. Aslında Japon
mühendis, “Günaydın” dedikten sonra “Nasılsınız?”
diye hatırını sormalıydı. Ama onu yapmadığı için Türk
mühendis de önemli bir şey oldu sanmış. Japon mühendis
“Nasılsınız?” diye sorsaydı korkutmazdı…
Neden sormadı? Çünkü Japonların böyle bir alışkanlığı
yok. Dolayısıyla “Nasılsınız?” demek aklına gelmemiştir.
Aslında yukarıdaki diyalog Japonya’da çok normaldir.
Dizi ve/veya çizgi filmlerine bakarsanız,
“Merhaba!” (Konnichiwa.)
“Merhaba! Nasılsınız?” (Konnichiwa. Ogenki desu ka?)
“İyiyim, siz nasılsınız?” (Genki desu. Anata wa ogenki
desu ka?)
“Ben de iyiyim, teşekkürler.” (Watashi mo genki desu.
Arigato gozaimasu.)
gibi bir diyaloğun hiç olmadığını fark edersiniz. Ama tabiî
ki bu “Japonlar karşısındaki kişinin nasıl olduğunu merak
etmiyor” anlamına gelmez. Japonlar böyle kişisel soruları
ilk başta sormuyorlar. Onun yerine, önce hava durumu vb.
başka şeylerden bahsederler. İş yerinde ise “Her zaman
destek verdiğiniz için teşekkür ederim.” gibi şeyler söyler
ve asıl konuya geçerler.
Bana “Nasılsınız cümlesinin Japoncası ne?” diye soran
çok. Ben de hemen cevap veremiyorum, her sorulduğunda
kara kara düşünüyorum. Aslında kitaplarda “Nasılsınız?”
cümlesinin Japoncası 「おげんきですか。(Ogenki
desu ka?)」olarak verilir. Acaba bu doğru mu, yanlış
mı? İlk önce kim, nerede söylemeye başladı? Hiçbir
fikrim yok.
「おげんきですか。(Ogenki desu ka?)」mektupta
yazılabilir ama konuşma dilinde pek kullanılmıyor. Çok
uzun zaman görüşmediğiniz kişiyle görüştüğünüz zaman
Ryoko ASANO
[email protected]
söyleyebilirsiniz. Ama bu da tam olarak doğru olmaz. 「
おげんきですか。(Ogenki desu ka?)」dan ziyade
başka bir ifade tercih edilir. Ayrıca “Nasılsınız?” ifadesi
her gün ya da sık sık görüştüğünüz kişiye asla sorulmaz.
Sorulduğu zaman çok garip karşılanır.
Her dil, onun kullanıldığı topluma uygun bir şekilde
değişir. Onun için 「おげんきですか。(Ogenki desu
ka?)」Türkiye’de standart Japonca olmuştur. Tabiî ki
bunu Japonlara da söyleyebilirsiniz.「おげんきです
か。(Ogenki desu ka?)」demek yanlış değil. Çünkü
içinizden gelerek söylüyorsunuz. Karşınızdaki kişiye
karşı sevgi ve saygıyı gösteriyor. Fakat Japonya’da
öyle sorulmadığı için karşınızdaki Japon “Neden bana
Ogenki desu ka? diyor” diye düşünebilir. Bazen cevap
alamayabilirsiniz ya da geç alabilirsiniz. O zaman da
lütfen üzülmeyin… Sizi sevmediklerinden değil, öyle bir
alışkanlıkları olmadığı içindir.
Ben de ilk günlerde bu soruya hiç alışamamıştım. Biri
bana “Konnichiwa. Ogenki desu ka?” dediği için “Hai,
genki desu (Evet, iyiyim).” diyordum. Ama aklımda hep
“Acaba neden soruyor? Hâlimde bir şey mi var? Kötü mü
görünüyorum?” soruları oluyordu.
Japonca dersinde öğrenciler “Nasılsınız?” cümlesinin
Japoncasını sorduğunda “Öyle durumda Nasılsınız?
demiyoruz” diyorum. “Nasılsınız?” demek istediğim
zaman Japonca yerine Türkçesini yani “Nasılsınız?”
demeyi tercih ediyorum. Çünkü ifadenin ne Japoncası ne
de Japonların böyle bir alışkanlığı var. Fakat öğrencilerim
bir şekilde “Nasılsınız?” cümlesinin Japoncasını öğrenip
yanıma geliyor ve “Ogenki desu ka?” diye soruyorlar.
Onlara kıyamıyorum ve “Hayır” diyemiyorum. Japon
kültürüne uymuyor ama ayıp bir şey de değil. Onun için
ben de cevap olarak “Genki desu.” diyorum ve sıcak bir
ortam oluşuyor. Aslında çok hoş ve mutluluk verici bir
şey… Böylece ben de alıştım, daha doğrusu alıştırıldım.
Ve artık “Ogenki desu ka?” demeden konuya geçemez
oldum. Bazen de ilk ben soruyorum “Ogenki desu
ka?” diye… Aslında Japonca öğretmeni olarak öyle
söylememeliyim, uyarmalıyım. Ama yukarıda dediğim
gibi, her toplumun kendi dili vardır. Onun için bunu da
Türkiye’nin standart Japoncası olarak kabul ediyorum.
Tabiî ki Japonya’da böyle bir diyaloğun olmadığını
söylemeyi de unutmuyorum.
19
ÖĞRENCİ ETKİNLİKLERİ VE
PROJELERİNDEN
7BÖLGE7OKULDA YETERSEM
“Yetersem” HÜDİL çatısı altında faaliyetlerini sürdüren
gönüllü bir öğrenci grubudur. Bizler “Yetersem” üyeleri
olarak 2009 yılından beri çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Geçen sene Mardin Midyat’ta beş ilköğretim okuluna,
Ankara’da ise bir ilköğretim okuluna hediyeler gönderdik.
2010-2011 öğretim yılında “7 Bölge 7 Okulda HÜDİL”
projesi kapsamında ülkemizin her bölgesinden en az bir
okula hediyeler göndermeyi hedefliyoruz. Gönderdiğimiz
hediyelerin büyük bir kısmını kendi ürettiğimiz el
ürünü oyuncaklar, atkılar, bereler, ayraçlar ve kendi
harçlıklarımızla satın aldığımız hikâye kitapları ve kırtasiye
malzemeleri oluşturuyor. Ayrıca üniversite çevresine
astığımız afişleri ve basında çıkan haberleri gören çok
sayıda kişi projemize kitap, kırtasiye malzemesi, kıyafet
ve oyuncakla katkı sağladı. Projemize yüzlerce kişi,
emeği veya getirdiği eşyalarla sahip çıktı. Biz üretiyor
Türk Dili Dersleri Birimi tarafından verilen dersler, ders
dışı etkinliklerle zenginleşerek daha anlamlı, kalıcı hâle
gelmektedir.
Muhsin ŞEKER
İşletme Bölümü 3. Sınıf
22 Nisan’da farklı bölümlerden arkadaşlarla birlikte
Şanlıurfa’ya doğru yola çıktık. Şanlıurfa Anaokulunun
kapısından girince küçük çocuklar bizi meraklı gözlerle
karşıladılar. Arkadaşlarımız harika bir tiyatro gösterisi
sundular. Özellikle Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünde
okuyan arkadaşlarımızın çocuklara ilgisi görülmeye
değerdi.
Öğrencilerimiz ders saatleri haricinde Türk dili dersleri
sınırları içerisinde yer alan her şeyi hayata taşımak, hayatı
Türk dilinin varlığından aldıkları güçle algılayabilmek
için birçok etkinlik ve proje gerçekleştirmektedirler. Yazılı
Anlatım ve Sözlü Anlatım dersleri sınırları içerisinde yapılan
bu etkinlikler ve projeler; öğrencilerimizin birey olma, birlikte
olma, üniversite öğrencisi olma ve vatandaş olma bilincinde
önemli birer süreçtir. Etkinliklerden bazıları şunlardır:
Projemiz hakkında başta Milliyet, Zaman, Star, Türkiye
gazeteleri olmak üzere yerel ve ulusal basında onlarca
haber yapıldı. TRT Ankara Radyosunda TRT Gündem
programının konuğu olduk.
Projemizin amacı, çevremizdeki arkadaşlarımızın
da desteğini alarak elimizdeki kısıtlı imkânlarla
mümkün olduğu kadar çok çocuğa ulaşıp onlara sevilip
önemsendiklerini hissettirmektir.
“YETERSEM!”
GRUBU
Dr. Yasemin DİNÇ KURT
[email protected]
için Merkezimiz, kitap toplama kampanyası
düzenlemiştir. Kampanya için toplanan kitaplar,
Mart ve Nisan aylarında iki kez Brüksel’e
gönderilmiştir.
ŞEHİR GEZİLERİ:
HÜDİL ÖĞRENCİLERİNİN BİR KLASİĞİ
Öğrencilerimiz her yıl, yaşadıkları şehri
tanımak, bu şehrin havasını aidiyet duygusu
hissederek teneffüs edebilmek için haftalık Ankara gezileri
düzenlemektedirler. Anıtkabir, Anadolu Medeniyetleri
Müzesi, Kurtuluş Savaşı Müzesi, Cumhuriyet Müzesi,
Etnografya Müzesi, Resim Heykel Müzesi, Ankara Kalesi,
Rahmi Koç Müzesi, Mehmet Akif Ersoy Müzesi, Tren Garı
Direksiyon Binası Atatürk Müzesi, Ankara Vakıf Eserleri
Müzesi, Gazi Üniversitesi Somut Olmayan Kültürel Miras
Müzesi, Türk Dil Kurumu, TÜBİTAK, Yapı Kredi Yayınevi,
Türkiye İş Bankası Yayınevi gezileri ile yaşadıkları mekânlara
daha bilinçli ve bütüncül bakabilmeyi öğrenmektedirler. Şehir
gezilerinin yanı sıra Beytepe Yerleşkesindeki Orhon Vadisini
ziyaret etmeyi de ihmal etmeyen öğrencilerimiz, her hafta
gerçekleştirilen bu gezilerle, duygularını yazılı olarak ifade
etme becerisi yanında farklı bakış açıları kazanmışlardır.
HÜDİL SOSYAL SORUMLULUK
Sosyal sorumluluk anlayışı ile büyük bir ilgi ve özverinin
sonucu HÜDİL bünyesinde toplanan öğrencilerimiz,
gerçekleştirdikleri birçok projeyi “Yetersem!” adını verdikleri
bir grup kurarak devam ettirmektedirler. Basından ve
vatandaşlardan da yoğun ilgi gören
“7 Bölge 7 Okulda
HÜDİL” kampanyası, hem ülkemize hem de çocuklarımıza
açılan kucağın “Yetersem!” grubuyla somutlaşmış hâlidir.
ve sevgiyle paylaşıyoruz. Projemiz kapsamında Polatlı
Hikmet Uluğbay Yatılı İlköğretim Bölge Okulunu ziyaret
ettik. Palanga Organizasyonun katkılarıyla çocuklar için
kukla gösterisi düzenledik, oyunlar oynadık. Çocuklar
çok mutlu oldular. Gözlerindeki o mutluluk pırıltılarını
görünce bir kere daha anladık ki çocukların ekmek ve su
kadar sevgiye ve ilgiye de ihtiyaçları var.
20
Hacettepe
Üniversitesi
İhsan
Doğramacı
Çocuk
Hastanesindeki “Çocuklara Kitap Okuma” projesi,
Brüksel’deki “Anne Çocuk El Ele Haydi Kütüphaneye”
projesi de “Yetersem!” grubunun diğer etkinlikleri arasında
yer almaktadır.
“ANNE ÇOCUK EL ELE HAYDİ KÜTÜPHANEYE!..”
T.C. Brüksel Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliğinin
Belçika’da yaşayan ve Türkçe yayımlanmış kitap bulamama
sıkıntısı yaşayan öğrencilere hem okuma alışkanlığı
kazandırmak ve kütüphanelere alıştırmak hem de ana
dillerini koruyabilmelerine yardımcı olmak için başlatmış
olduğu “Anne Çocuk El Ele Haydi Kütüphaneye” projesi
SERGİ, FUAR, TİYATRO, SİNEMA VE KONSERLERE
DAİR İZLENİMLER
Ankara’da sık sık gerçekleşen fuarlara giden öğrencilerimiz,
ülkemizin pek çok yöresine ait kültürel mirası ve güzellikleri
fark ettikten sonra birikimlerini Türkçenin imkânlarını
kullanmaya çalışarak yazılı ve sözlü olarak paylaşmaktadırlar.
Bu çalışmalarda bireyselliğin yanı sıra ekip ruhunu
oluşturabilmek hedeflenmiş ve hedefe ulaşılmıştır.
21
F. Utkan DENİZER
HÜDİL’DE
[email protected]
TÜRKÇE HAZIRLIK EĞİTİMİ GÖREN ÖĞRENCİLERİN ETKİNLİKLERİNDEN…
EVLİYA ÇELEBİ’YE SAYGI
Öğrenci Sunumları
2011 yılının “Evliya Çelebi Yılı” olması dolayısıyla Evliya Çelebi’nin anısına birer gezi kitabı okuyan Okul Öncesi
Öğretmenliği ve İlköğretim Matematik Öğretmenliği gruplarındaki öğrencilerimiz, Türk edebiyatında gezi türünün
diğer türler kadar etkileyici, eğitici ve öğretici olduğunun farkına varmışlardır.
Gürcistan, Tataristan ve Abhazya’dan gelen öğrenciler, ders
kapsamında gerçekleştirilen ülke tanıtımı etkinliklerinde,
hazırladıkları sunumlarla ülkelerini tanıttılar. Diğer HÜDİL
öğrencilerine, ülkelerinin tarihini kısaca anlatan öğrenciler
ana dillerinden, ülkelerinin genel özelliklerinden, gelenek ve
göreneklerinden slaytlar eşliğinde söz ettiler. Öğrencilerin bir
kısmının müzik ve dans tanıtımında yerel kıyafetler giymeleri
ve ülkelerinin geleneksel yiyecek ve içeceklerini tanıtmaları bu
sunumların en etkileyici yönlerinden biri oldu.
ÇEVREMİZDEKİ DOĞAL GÜZELLİKLERİ VE TARİHÎ BİNALARI ÖNCE FARK ETMEK SONRA DA
TANIMAK İÇİN…
Türkiye’nin değişik yerlerindeki doğal güzelliklere ve tarihî yapılara öğrencilerimizin objektifinden bakmaya
çalıştık. Bu bakış, öğrencilerimizin, ülkemizin zenginliklerinin farkına vararak paylaşabilmeleri noktasıyla
sınırlıdır. Değerleri fark eden öğrencilerimiz, kültürel mirasımız karşısında daha dikkatli ve titiz davranma eğilimi
geliştirmişlerdir.
TÜRKÇENİN YANLIŞ YAZIMINA DİKKAT!
Yabancı kelime kullanımı ile ilgili çalışmaların çok olduğunu fark eden öğrencilerimiz; bu kez Türkçe yazıldığı
düşünülen; ancak Türkçenin yapısına ve yazım kurallarına aykırı olan yazımları fotoğraflarla belgeleyerek fark
edilmelerini sağlamışlardır.
DERS DIŞINDA YÖRESEL TATLARA DA BAKMAK…
Her biri farklı şehirlerden gelen ve yine farklı şehirlere gitmek için hazırlanan öğrencilerimiz, birbirlerine sundukları
yiyecekler sayesinde ülkemizin değişik tatlarıyla tanışma fırsatı bulmuşlardır.
Kapadokya Gezisi
22
18 Mayıs günü düzenlediğimiz Kapadokya gezisi ile öğrencilerimiz ülkemizin bu dünyaca meşhur
yerini tanıma fırsatı yakaladılar.
23
HIZLI OKUMA SEMİNERİ
Elinize aldığınız bir metni ilkokul öğretmeninizin öğrettiği gibi kelime kelime, içinizden seslendirerek
okuyorsanız dünyanın hızını yakalamanız pek mümkün değil artık.
Modern insan bir bilgi sağanağına maruz kalıyor, ama bu bilgiyi içeren metinleri okumaya yeterince vakit
bulamıyor. Alışılmış okuma yöntemleri ise bu bilgi yığınıyla başa çıkmada işe yaramayabiliyor. Bir günü 24
saatin üzerine çıkarmak mümkün olmadığına göre, tek çözüm zamanı daha iyi kullanmak...
HÜDİL tarafından düzenlenen Hızlı Okuma Semineri, kısa sürede daha fazla metin okumak isteyenlere eşsiz
bir fırsat sunuyor. Bu seminer sonunda hem hızlı hem de anlayarak okumayı öğrenmiş olacaksınız. Böylece
e-posta, rapor, ödev gibi okunması zaman alan metinleri daha hızlı ve dikkatli okuyacak; aynı zamanda zor bir
metni dönüp yeniden, yeniden okumak gibi dikkati ve konsantrasyonu azaltan kısır döngüden de kurtulacaksınız.
Sınavlarınızda soruları cevaplamaya daha fazla zaman ayırabileceksiniz. Zorunlu okumalarınızı kısa sürede
ve dikkatle gerçekleştirebildiğiniz için artık okumaktan zevk almaya başlayacak ve zevk için okumaya daha
fazla zaman bulacaksınız.
RUSÇA
Rusya’nın dünyadaki rolünün değişmesiyle birlikte Rusça yabancı dil olarak ülkemizde de önemini ve ağırlığını
artırmıştır. Rusçaya yeni başlayanlar için düzenlenen bu kursta öncelikle alfabe, temel telaffuz ve dil bilgisi
öğretilecek ve bunu takip edecek olan kurslarda daha ileri düzeyde Rusça kullanma becerisi kazandırılacaktır.
Mezuniyet Eğlencesi
Öğrencilerimiz için düzenlediğimiz mezuniyet eğlencesinde, öğrenciler seçtikleri müzikler ve küçük
ikramlar eşliğinde eğlenerek bütün bir senenin yorgunluğunu üzerlerinden attılar.
24
25
SOKAK
Esra AYDIN
Okul Öncesi Öğretmenliği 2. Sınıf
YETERSEM!
Yeryüzündeki tüm güzellikleri sana veremesem de
En içten sevgimi paylaşabilirim seninle.
Tüm kalbim senin olsun ki
Ereceğin mutluluğa ortak olayım ben de
Rüzgârlarda savrulsun hüzünler,
Sen gülümsemeleri kucakla
Ertesi günler YETERSEM
Mutluluklar hep seni bekler.
YETERSEM yüreğindeki hüznün küçülür belki…
Ellerim dokunur ruhunun derinliklerine,
Titrer içim seninkiyle beraber,
Elbet son bulur üzüntüler.
Rüyalar gerçek olur sonunda
Sevgiler çoğalırken HÜDİL’le
Etraf şenlensin sevgi ile
Mutlu ol ve daima gülümse!
Yettiğim kadar uzatırım ellerimi yüreğine,
Ruhuna dokunuşum olur bir gülümsemen…
Bakışlarına umut dolduğu bir anda
YETERSEM vardır yanı başında.
Yetişir her doğan, hayatın hızına
Serpildikçe fidanlar, umut açar yürekleri.
YETERSEM sular serperim ben de yüreğine,
YETERSEM güneş olurum cansız bedenine.
Kurumuş ellerini uzat!
YETERSEM tutuşalım el ele…
Güneşte kararan tenin gibidir yüreğim sen mutsuzken.
Oralarda terk edilmişliğe düşerse hislerin,
Umutsuzluğa düşmen için çok erken.
YETERSEM, kucaklarım ülkemi ben.
Yeşertirim çocuk yüreğini daha vakit varken.
26
Yaratıcı Yazarlık
Soğuğun insanların nefeslerinden taşarak havada asılı kaldığı bir akşamüstü şehir merkezine sıkışmış, taşıt trafiğine kapalı ve
hepi topu elli adım uzunluğundaki sokaklar her zamanki gibi kalabalıktı. Kalabalığın içinde kırmızı beresiyle göze çarpan güzelce
kız, sağdaki pastanenin önünde sevgilisini beklemeye ara verip bir kez daha saatine baktıktan sonra suratındaki son tebessümü de
sıyırıp attı. Pastanenin turuncu tabelası donmuş suratlarıyla otobüs duraklarına koşturan memurları tavlayamasa da öğrencileri ve
sevgilileri bir bir enseliyor gibiydi. İçeri son giren çift boş masa bulamayınca yorgun ve kızgın bir soğuk hava buğusu poflayarak
dışarı çıkıp kırmızı bereli kızı solladı, yolun aşağısına doğru hızlıca indi ve köşedeki büfeyi döndükten sonra gözden kayboldu.
Bu kısacık sokağı dik kesen daha uzun boylu sokağın iki yanı, içinde her şeyi satan ama aslında hiçbir işe yaramayan dükkânlar
ve ucuz kafelerle doluydu. Köşede memleketi en derin bira bardaklarından çıkarmaya çalışan ekâbir takımının takıldığı lokal
ve hemen karşısında memleket kurtarılırken lazım olacak bilgilerin depolandığı iki katlı bir kitabevi nöbet tutuyordu. Arnavut
kaldırımı boyunca sıralanmış banklardaki oturan insan heykelleri “Böyle çılgın bir soğukta bankta oturursanız siz de bizim gibi
taş kesersiniz” dercesine bakıyordu gelip geçenlere. Kestaneci söz konusu tehlikeli durumdan faydalanıp “Sıcaaak kestaneeee!..”
diye bağırırken hayatından son derece memnundu. Ankara’nın meşhur ayazında o akşamüstü de her şey soğuktan kaçmak ve
donan uzuvları ısıtmak prensibine göre işliyordu.
O
Odaya girip etrafa bakındı. Minicik bir an süren şaşkınlığı, o
güzel balık ağzını biraz aralatmış, hüzünlü gözlerine istemeden
şuh bir anlam yerleşmişti. Mahcubiyetle meydan okuma
karışımı eşsiz bakışları odayı hızlıca taradı ve başını, yeniden
güç toplamak ister gibi önüne eğdi. Beni arıyordu, görememişti.
Ses etmedim. Onun tarafından aranmanın ayrıcalığını yaşamak
için, hınzırca görmezden geldim onu. Kadın erkek çalışma
arkadaşlarımın hiçbiri gözlerini ondan alamıyordu. Upuzun
boyu, giyimi kuşamı, edasıyla çok alımlıydı yine. Kişiliksiz
bir kahve tonunun hakim olduğu iç karartıcı ofisimiz bir anda
çiçeklenmişti... Sesinden kelebekler uçuşarak beni sordu
girişteki masaya. Kadınsılığın hakim olduğu, karşısındakini
kışkırtan yürüyüşüyle masaların arasından geçti. Yürüdükçe
insanı içine çekiveren kokusunu miras bırakarak, saçlarını
savurarak, salınarak bana doğru geldi. Herkes önündeki
işle uğraşır gibi görünüyor ama kimse nefes bile almıyordu.
Koridordan, yan ofislerden sızan telefon, yazıcı cızırtıları,
koşuşturan ayak sesleri ve insan homurtularının bir hükmü
yoktu şimdi...
Ben… Uğrayacağını dünden beri bilen ben, tanışıklığımızın
boyutları hakkında hiçbir ipucu taşımayan bir mimiksizliğe
tutunarak onu karşımdaki sandalyeye buyur ettim. Ela gözleri,
kemikli yüzü, hafifçe önde yer bulmuş çenesiyle gerçekten çok
güzeldi. Ölçülü biçili bilindik bir güzellik değildi onunki…
Başka dünyalara ait keskin bir güzellik… Karşısındakini esir
alan, şaşırtan, sarsan bir güzellik… Utanmasam burnumu
A. Esra ÖZKAN ÇELİK
gömmek istediğim uzun boynundan yayılan; ne olduğunu
anlayamadığım kokusunu içime doldurdum. Umursamaz
görünmeye, her şey normalmiş gibi yapmaya çalışarak bir şey
içip içmeyeceğini sordum.
Üçüncü görüşmemizdi bu. Etrafımdaki meraklı ve hayran
bakışların sahiplerinin yaşadığı şoku, ben bundan on beş gün
önce yaşamıştım. Akşam dersi vereceğim sınıfı ararken, aralık
kapıdan görmüştüm onu... Yalnızdı. Etrafa saçılmış kitap,
kalem, cep telefonu ve buruşturulup atılmış kâğıt yığınının
ortasında, kolçaklı bir sırada oturmuş, tapınır gibi ağlıyordu.
Uzun bacakları, zarif omuzları sarsılıyor; ince bedeni titriyordu.
Yüzü ellerinin arasındaydı. İlk bakışta görünmüyordu. Geçip
gidemedim sınıfın önünden. Girdim. Onu bu korunaksız,
çaresiz anında tüm çıplaklığıyla gördüm. Başını kaldırıp
gözlerime baktı. Güzelliğinden utandım. Böyle bir periyi
ağlatan dünya gerçeklerinden utandım. Bakışından günahsız
olduğunu, birilerinin ona kıydığını anlamıştım. Yaralıydı.
Onu susturabilme, omzuma yaslama, sarıp sarmalama, derin
uykulara yolculama isteği kapladı içimi. Öylece kalakalan
bedenim refleksle bir mendil uzattı. Beyaz bir güle benzeyen
elini uzatıp aldı. Gidip kapıyı kapattım. Onu sahiplenmeme
izin verdiği için şükrederek sessizce oturdum yanına. Ben
yokmuşum gibi toparlanmaya çalışmadan ağladı ağladı. Neden
sonra “Benim suçum değil… Elimde değil... Biliyordu...
Kabullenmişti… Sensiz olamam demişti…” dedi yutkunarak.
“Bunu taşıyabileceğini sanmıştım...
27
Güvenmiştim..” diye mırıldandı. “Olur böyle şeyler hayatta”
diye gevelediğimi hatırlıyorum. Sonra bir çırpıda tüm hayatını
nasıl eteğime döktü; neden itimat etti bana, nasıl yakınlaştık
hiç bilemiyorum... Okuldan sonra, benim oturduğum semte
çok da uzak olmadığına şaşırdığım evine bıraktım onu gece.
Orta yaşlı, endişeli olduğu belli olan güzel bir kadın açtı
kapıyı. Sarıldılar… Bir köpek dolandı ayaklarına... Fazlalık
olduğumu duyumsadım ve veda etmeden arabamla uzaklaştım
oradan. Günlerce çıkmadı aklımdan... Dersime daha bir hafta
vardı. Soruşturmak için sabırsızlanıyordum… Rüyalarımda
gördüm. Melek kılığındaydı; biçimli vücudu, anlamlı gözleri
nereye baksam yansıyordu.
Dersime geliverdiği geçen hafta, ikinci kez karşılaştık.
Öğrencilerim, tüm kızlar ve erkekler biraz kıkırdayarak, çok
yaklaşmayarak, uzak fısıldamalarla geçti yanımızdan. Yine bir
çırpıda, dinleyip dinlemediğime aldırmadan anlattı. Hepsiyle
tanışıyormuş. Ayrıldığı erkek arkadaşıyla aynı okuldan olanlar
varmış içlerinde. Liseden, daha o bir erkekken biliyorlarmış
onu. “Bilmeselerdi, saklasaydım belki de bu kadar sorun
yaşamazdım ama ben olmazdım o zaman” demişti. “Kimse
bilmese belki o da terk etmezdi beni. İyi ki böyle oldu...
Sevdiğimi yitirdim ama kendime saygımı değil…” dedi.
Güzelliğinden çok cesaretine hayran olmuştum… Düşünüş
şekline, sağlamlığına, karakterine, bilgeliğine...“Bir sene
olmadı ya, ben de dahil kimse alışamadı daha yeni bana” diye
UYKU
Siz en güzel uykunuzu nerede uyudunuz? Bembeyaz saten çarşaflarla bezenmiş kuştüyü yastıklarla bir otel odasında mı? Yoksa evinizde kendi odanızın güvenli tanıdıklığında mı? Ben en
berrak, en güzel uykumu yıllar önce 10 metrelik bir teknenin
üçgen şeklindeki uç kamarasında çektim. Tekneye binenler bilir,
uç kamarada yatanın ayakları üçgenin sivri ucunda birleşir ve
sevgilinizle temasınız aralıksız sürer. Kamaranın yarısı yataktır. Rahatsız, kasvetli ve sıkışık bir yerdir. Kamarayı havalandıran pencere, yatağın tam baş kısmına gelecek şekilde yukarı açılır. Eğer yıldızları görerek uykuya dalmak, hayal kurmak
istiyorsanız uçta birleşen ayaklarınız gibi, kafalarınız da aynı
yastıkta olmalıdır. Hava biraz esintiliyse gece boyu ıslık çalan rüzgâra, denizin üstünde salınan teknenin halatları gıcırdayarak cevap verir. Zor geçen ilk geceden sonra, bu sesler doğanın senfonisi gibi algılanır; sabah odanıza dolan yakıcı gün
ışığıyla birlikte cırcır böcekleri de en yüksek tonda yerini alır.
Yeni güne başlamanın bundan daha hoş bir şekli var mıdır?..
Denizin ortasındaysanız, geceleri saf sessizlikte doğanın sesleriyle uyuyor, gündüzleri açtığınız bembeyaz yelkenlerle teknenin hareketli bir mekanizmasına dönüşüyorsanız, rüzgârı
da dalgayı da içinizde hissediyorsanız, bedeninize yeşil mavinin en taze kokusu sinmişse, ister istemez kendinizi Pose-
28
gerekçelendirdi gördüğü muameleyi, pek önemsiz bir şeyden
bahsedermiş gibi yapmaya çalışarak... Üzüntüsü gözlerinden
akıyordu oysa. Başına neler gelebileceğine dair korkularımı
gizleyerek “Alışırlar... Merak etme” demiştim o gün... Umuda
aç güzelim yüzüne bakarak… Bütün gözler bizi izlerken,
herkesin önünden geçip kapıya kadar çıkarıp yolcu etmiştim
onu. “Kantinde otursak rahatsız olurdu” diye kendimi teselli
edip kapatmaya çalışmıştım konuyu. Sırrını bilmeseler ona
âşık kaç erkek peşinden sürüklenirdi, kaç kız hasete düşerdi.
Ama biz ikiyüzlüler ordusu tüm dürüstlüğünün, açıklığının
vebalini ödemek zorunda bırakıyorduk. Ben bile... Neşem
kaçmıştı ve o gece de evime erken döndüm. Onun yaşadıkları
ve yaşayacakları yanında benim neşemin ne önemi olabilirdi.
Onu ben aradım, davet ettim işyerime... İşte şimdi tanınmadığı
bu ofiste; diğerlerinin gözünde; sadece güzel bir kadın
olmanın kabulünün yarattığı sükûnetle karşımda oturuyor.
Kuğu gibi duruşuyla sandalyenin ucuna ilişmiş, onu dinliyor
olduğum sanısıyla mutlu gülümsüyor, bir şeyler anlatıyor.
“Sağolun… Bana sıradanmışım gibi davranabildiğiniz için
sağ olun” kelimeleri çalınıyor kulağıma. Zarif bir hareketle
çantasından çıkarıverdiği minicik paketi masama bırakıyor.
Minnet, sevecenlik dolu yeni bakışlarını gözlerimde gezdirip
tepkimi ölçmeye çalışıyor. Onun karşısındaki tek gücüm olan
kayıtsızlığıma sarılıp, tarafsız gözlerle bakmaya çalışıyorum
ona…
Bilgi Şafak DUGAN
idon gibi görürsünüz. Küçük dağları yaratamasanız bile pekala kendi sınırlarınızı aşabilirsiniz. İşte bu duygu kozası içinde
karar veriyoruz yanımızda tecrübeli bir kaptan olmaksızın ilk
gece yolculuğumuzu yapmaya. Telaşlıyız, heyecanlıyız, gün
boyu hazırlanıyoruz. İzleyeceğimiz rotayı defalarca irdeliyoruz, gece içeceğimiz kahveye varana kadar hiçbir ayrıntıyı atlamadığımızı görüp birbirimizi kutluyor, cesaretlendiriyoruz.
Birinci kaptan kocam, ikinci kaptan ben! Miçolar, oğlum Mert
ve kendisi gibi 13 yaşındaki arkadaşı… Tatilimizin ikinci günü,
ağustos ayının ikinci yarısında bir akşamüstü maceramıza
heyecanla başlıyoruz. Rüzgâr bizden yana. Gün batımına apas
seyrinde Bob Marley dinleyerek gittikçe koyulaşan laciverte,
geceye süzülüyoruz. Pırpırlanan deniz, tekneyi yalpalatıyor.
Aysız gecede tekneye çarpıp kırılan dalgaların oluşturduğu yakamoz gösterisi, denizin içinde binlerce yıldızın oluşup kaybolması büyülü bir ortam yaratıyor. Teknenin havuzluğundaki
tik ağacından sert oturma bölümü bu gece bize yatak olacak.
Karanlıkta algılarımız mı bizi yanıltıyor yaksa dalgalar mı
şiddetlendi anlamıyoruz. Değişik yönlerden gelen dalgalar artık teknenin üstüne çıkıyor. Sırılsıklam ıslandık, rüzgâr uğulduyor. Gözlerim, sağlı sollu gelen dalgaların şiddetinden ve
tuzdan yanıyor. Şişe suyuyla yüzümü yıkayıp, bu zifiri karanlıkta komik görünmeye aldırmadan siyah güneş gözlüklerimi takıyorum. Diğerleri de beni taklit ediyor. Hava çok sertleşti. Çocukların midesi allak bullak; teknenin havuzluğuna
akşam yediklerini çıkarıyorlar. Hiçbirimiz kıpırdayacak durumda değiliz. Üstümüzden aşan dalga, ortalığı temizliyor.
Yolculuğun başındaki merak endişeye, romantizm yorgunluğa
çoktan dönüştü. Doğa, gece, gittikçe sertleşen rüzgâr, iki buçuküç metreyi bulan dalgalar planlarımızı alt üst ediyor. Bu şekilde
devam edemeyeceğiz. Sığınacak bir yer bulmak umuduyla kaptan masasına iniyoruz. Orası teknenin üstünden daha da berbat
durumda. Henüz su almaya başlamış çamaşır makinesindeyiz
adeta. Sağa sola çarpmamak için kendimizi bir yerlere sabitleyip, birimiz haritaya diğerimiz yol göstericinin başına gidiyoruz. Korunaklı gibi görünen küçücük doğal bir limanda uzlaşıp,
rotamızı yeniliyoruz. Haritada yakın ve kolay görünen limana
ulaşmak, hava koşulları, gece karanlığı ve tükenmişliğimizle bizi
çok zorluyor. Deniz, hiçbir aksaklığı ve ihmali affetmiyor. Her
TOZ
Toz… Çocukluğunu düşündüğünde ilk aklına gelen şey…
Komodinin üstünde, çamaşırlıktaki yorgan kılıfının köşesinde,
yerde, avizede her yerde bir karış toz… İşe yaramaz plastik fırçayla
kovuldukça parça parça tavana doğru yükselen, gelip burnuna giren,
yer değiştiren ama sanki her temizlenişinde artarak geri gelip bir
çarşaf gibi tüm evi kaplayan toz... Tozun kaynağı, evin bir iskele
gibi kenarında durduğu toprak yol. Sabiha Hanım, artık toprak yolun
yerinde olan rengârenk bahçeye baktıkça daha da büyük bir hırsla
alıyor aile tablosunun tozunu. En çok da tahta sandalyeye büyük bir
vakarla kurulmuş annesinin yüzünü ovalıyor. Elinde olsa kazıyacak
tablodan. Çocukluğunu kaplayan bu hastalık verici hayalete bir
saniye bile tahammülü yok artık.
Sabiha Hanım’ın annesi Sefile: Bir beceriksiz nüfus memuru ve aklı
havada baba kurbanı daha. Sebile olup Allah yolunda hayırlı kadın
olacakken, Sefile olup yıllarca toz almaya mahkûm edilmiş bir
zavallıcık olmuş. Sefile, küçük kafalı, koca kulaklı bebeğine güzel
ve şirin olsun diye mi Sabiha adını koymuş bilinmez ama Sabiha
Hanım, ne iç dünyasında ne de dış dünyasında adının kimsenin pek
de bilmediği bu anlamlardan hiçbir zaman nasibini alamamış.
Çevresindeki toprak yol, eski eciş bücüş evler, fakir insanlar
değişse de bu evin içi kırk yıl önce Sabiha Hanım’ın çocukluğunda
nasılsa şimdi de öyle. İki şey hariç: Toz ve Sefile. Tozun evden
ayrılışı yani toprak yolun yerine layık görülen bahçenin renklenişi,
Sefile’nin ölümüyle aynı yıla denk geldi. Sefile gitti, toz gitti.
Sabiha Hanım yıllarca tutucu bir kedi gibi hiçbir eşyanın yerini
değiştirmedi, onları atmayı çok istedi ama hiçbir zaman yapamadı.
Çocukluğunda koyu kahverengi olan ahşap kitaplık, kitaplığın
yanında aile tablosunun tam karşısında duran rahatsız tahta
sandalye, sandalyeyi rahatlaştırmaktan çok kayganlaştıran naylon
kılıflı mavi minder, renkleri solmuş, özleri bozulmuş olsa da tüm
varlıklarıyla yıllardır her saniye Sabiha Hanımın yanındalardı. Her
gün silinerek hırpalanmaktan erken yaşta yaşlanan ahşap pencere
ve sanki evin içi daha da parlak olsun diye tam pencerenin karşısına
konulmuş kakmalı oymalı boy aynası da ölene kadar Sabiha Hanıma
tahammül etmek zorundaydı. İnsan aynada gördüğü yansımanın
kendisi olduğunu ilk ne zaman fark eder? İşte Sabiha Hanım o
ayrıntıyı ince ince çalışan biz, hava raporunu almadan seyahati
planladığımız için, bu uğul uğul geceyi, olanca tecrübesizliğimizle, sığınacak yer arayarak korkuyla çaresizce paylaşıyoruz.
Sabah üç civarında doğal bir limana demir atıp alargada duruyoruz. Çok uzakta bir köyün ışıltısı içimizi ısıtıyor. Açık
denizde ortalığı birbirine katan fırtınaların bu korunaklı limana sadece gürültüsü ve hafifçe esintisi geliyor. Elimiz yüzümüz tuzdan gerilmiş ve beyaz. Yorgunuz, sırılsıklamız.
Herkes kamarasına çekiliyor. Tek ihtiyacım olan biraz uyku...
Üçgen odama gidiyorum. Ömrümde uyuduğum en güzel uykunun bu sıkışık yerde olacağının farkına varmadan yatağıma tırmanıyorum. Kulağımda kaptanın yorgun uyku mırıltısı, dışarıda
rüzgârın uğultusu, içimde bunu da başarmış olmanın kıvancı,
açık tavan penceresinden üstüme dökülen yıldızlar, beşik gibi
sallanan tekne… Uykuya teslim oluyorum...
Oya ERGENECİ
zamandan itibaren toz onu hasta edene kadar çocukluğunun her
gününü saatlerce o boy aynasının karşısında geçirerek harcamıştı.
Aynadaki aksinden görünenler izbe evleri değil Sabiha’nın bulutlar
ülkesiydi. Önde Sabiha, fonda ahşap pencereyle mavi gökyüzü
ve arada aynadan yansıyan ışıkla iyice görünür olan toz bulutları.
Tabii ya toz, bir onların evinde bir de mavi gökyüzünde bu kadar
çok vardı. Annesi öyle demişti, bulutlar bir milyon hatta belki
katrilyon tane tozdan yapılmıştı. Arada tozlar sakinleşip yerdeki
eski kilimin püsküllerinin arasına saklanınca, Sabiha aynadan hiç
gözünü ayırmadan örme kilimin üstünde tepinir, tepinmesi işe
yaramayınca mahzunca başını eğer, gidip tahta sandalyeye oturur,
başını kitaplığın yanına yaslayıp uyku saatinin gelmesini beklerdi.
Bir gün suya hasret bu kurak kasabaya yağmur yağmaya başladı.
İlk gün kasabalı sevindi, beşinci gün endişelenmeye başladı,
onuncu gün alt katları su basmış, içindekileri sel götürmüş, yollar
sokaklar çamura ve balçığa bulanmıştı. Artık pencereden ışık
vurmuyor, dışarıdan içeri tozlar gelmiyor, Sabiha bulutlar ülkesine
gidemiyordu. Sabiha üç ay evin değişik yerlerinde bulutlar
ülkesine tekrar gitmeye çalıştı. Kitaplık, sandalye, pencere, ayna,
evin neresinden bakarsa baksın yine hep aynıydı. Işık yoktu,
bulutlar yoktu. Aynanın yanındaki plastik kırmızı saat inadına
yavaş çalışıyordu ama yine de çalışıyordu. Sonunda kasaba yine
eski haline döndü. Toprak yol kurudu, camlar açıldı, güneş açtı,
arabalar gittikçe, çocuklar koştukça evin içi yine toz doldu. Sabiha
mutlulukla aynanın önüne geçti. Tozdan bulutlar oluştukça Sabiha
kızarıyor, aynadaki yüzü şişiyor, ateşler içinde yanıyordu. Sabiha üç
ay uyudu, her gece tozdan canavarlar gelip yüreğine oturdu. Sabiha
onulmaz bir hastalığa tutuldu.
Zümra KAVAFOĞLU
29
MUSTAFA’YLA ÇOCUKLUK
Mozolede edilen dualar ve paylaşılan hüzün, başımı sağa çevirdiğimde
gözümün içinde parlayan güneşle sadece bir an yok oluyor. O güneş
sanki Ata’nın gülümseyişi kadar sıcak ve güçlü. Batmaya yakın haliyle
bile bize umut veriyor ve sanki Ata’ya dua ediyor ölümünün 72. yılında.
Ne kadar büyülü bir enerji ki güneşin yaydığı, iliklerine kadar yaşıyor
ve her nefesinde umut doluyor insan. Bir insanı güçlü kılabilecek
tüm duyguları hissedebiliyorsunuz burada. Öyle bir duygu ki bu,
mücadelesini sadece vatan toprağı için vermiş, canını ortaya koymuş
ruhların şükür ve minnet dualarının seslerini duyabiliyor, Ata’nın halka
verdiği sonsuz cesareti hissedebiliyorsunuz. Ve öyle bir duygu ki,
ölümsüzlüğün ne demek olduğunu derinden anlatıyor.
Onu yaşatmak kadar, ondan güç alıp, onun zekâsına imrenip, olanakları
ne olursa olsun insanın yapabileceklerinin sınırsızlığını gösteren bir
ilham kaynağı olan bu yeri tekrar hissedebilmek ziyaretimin amacı. Bana
nerede olmak istediğimi hatırlatıyor ve çocukluğumda ilkokul yıllarında
Atatürk’ten bahsedildiğinde dalıp gittiğim hayallere dönüyorum:
Mustafa Kemal’in mahalle arkadaşı; devrin şartlarında okumak için
mücadele eden küçük kız… Onunla bir ömür; okulda, sokakta, cephede,
siyasette yol arkadaşı... Bütün engellere rağmen başaramayacağını asla
düşünmeyen, yollarının azim ve cesaretle her yerde birleştiği iki dost…
Küçük bir kasabadayız. Küçük ama zamanına göre gelişmiş kasabalardan.
Osmanlı’nın yorgun dönemi. Yok olmaya mahkûm ellerini uzatmış,
sanki kelepçeleri takın der gibi. İmkânlar kısıtlı, insanlar kuşkulu…
Bütün ırk, din ve mezheplerin birlikte birbirlerine muhtaç bir şekilde
bu hayatı paylaşıp kendi kendine yoğrulduğu; Hristiyan terzisinden
Müslüman kasabına herkesin bir arada olduğu bir yer burası. Buna
rağmen çıkan isyanları ve yönlendirmeleri algılayamayacak kadar cahil
ve tedirgin bir yer. Fakir bu kasaba, zenginliğin o gün eve götürülen
biraz daha fazla yiyecekle ölçüldüğü kadar hem de. Soğuğu acı, sıcağı
yakıcı. Ama en acısı cahil beyinlerin uğultusu. İşte buradayız Mustafa
Kemal’le. O kasabada, o sokak arasında, çocuk sesleri arasındayız.
Arnavut kaldırımları, dar sokaklarıyla ve her biri görücüye çıkmış
edasında bakımlı iki katlı mütevazı evleriyle kendine özgü havasını
hissedersiniz Selanik’in. Kışın soğuk bozkır iklimi baharın güzelliğini
unutturmaya çalışsa da, yeşillikleri, dereleri, ağaçları, kuş sesleri bütün
canlılığıyla baharda yeniden kendini gösterir, çocuk sesleri de bunun
en güzel göstergesidir. Biz de ilk kez orada, o çocuk sesleri arasında,
o Arnavut kaldırımlı sokakta karşılaşıyoruz onunla. Bir oyun keşfetmiş
ve öyle akıllı ki çocukluğunda bulduğu oyunlarda bile zekâsına hayran
kalmamak imkânsız. Beni ilk bu etkiliyor o yıllarda. Aynı mahallede
büyümenin, onunla çocukluğu paylaşmanın gururu ve onurunu ileride ne
kadar yoğun yaşayacağımı bilmiyorum o zamanlar. Onun doğduğu evin,
büyüdüğümüz sokakların bir müze havasında korunacağını bilmeden
yaşanılan bir çocukluk bu. O kasaba, yaşanılanları unutturmamak için
hâlâ yaşattığı o evle veriyor mücadelesini belki de.
Mustafa’yla oynanan zekice oyunlar yerini okul sonrası sohbetlere
bırakıyor zamanla. Kendi sokağımızda kendimize bulduğumuz bir sığınak
bir kurgu var orada. Çoğu insan tarafından fark edilmeyen incelikler
konuşuluyor en çok. O bana okulda öğrendiklerinden bahsediyor, ben
ona halkın cahilliğinden yakınıyorum ve bu şekilde hararet buluyor
konuşmalarımız. Küçük bir evin küçücük arka bahçesindeki bu sakin
sığınak, aslında büyük ve sarsıcı düşüncelerin temeli oluyor, belki de
cumhuriyet fikrinin ilk ışıkları burada canlanıyor.
30
Zaman geçiyor ve yollarımız her mücadelede bizi birleştiriyor. Yılların
anıları bizi en çok cephedeki mücadelede koruyor. Ayakta kalmalısınız
der gibi her tür zorluktan bunun gücüyle sıyrılıyoruz sanki. Onun
aklının yolundan gitmek bana her mücadelede bir kez daha haz veriyor.
Keşfediyorum o zaman içimdeki kıvılcımın nereye gittiğini. Bundan
sonraki mücadelem halkı bilinçlendirmek için olmalı, diyorum.
Bütün imkânsızlıklar içinde mucizeler bile önünde eğiliyor Mustafa
Kemal’in. Bir tarih kapatılıyor aslında onun cesaretiyle. En büyük
kurtuluş mücadelesi, yoksulluk içinde veriliyor. O toprakların kokusu,
denizin rüzgârı, dağların esintisi ve güneşin enerjisi halkın içinde
yeniden can buluyor ve o cesaretle güçleniyor halk mücadelesi.
Arkasından Mustafa Kemal’in aklıyla kazanılıyor tüm siyasi zaferler ve
yerini Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bırakıyor.
Milli mücadelede verilen kayıplar sonrası yeniden toparlanma süreci
biraz zaman alacak gibi ama Mustafa o kadar akıllı ki… Taşı bile
değerlendirip vatanın her köşesinden bir kaynak yaratıp üretkenliği
aşılıyor halka. Devrimler ülkeyi yeniden yaratıyor. Bütün Anadolu’yu
geziyoruz, devrimleri yaşatarak ama en önemlisi halkın ne yaşadığını
anlayarak. Bunun için yaratıldığımı düşünüyor ve ülkemin her
bir köşesinde tanıdığım her insan ve tanık olduğum her olay için
şükrediyorum, çünkü onlar için yapabileceğim bir şeyler var diyorum.
En yakın dostunun bir kadın olması, onda ayrı bir övünç duygusu
yaratıyor; bunu hissetmek beni de gururlandırıyor. Her zaman yanında
olmak Mustafa Kemal’in, ona çocukluğundan beri hayran olmak, attığı
her adımı anlamaya çalışmak ve onunla birlikte, onun izinden gitmekle
geçiyor hayatım. Ömrümü sadece buna adıyorum ve gururluyum. Son
nefesine kadar yanında onunla ileriye bakabiliyor olmanın onurunu
yaşıyorum. Hasta yatağında bile fikir üretmeye çalışması gerçekten
yaptığı her şeyin sadece ülkesi için olduğu inancını destekliyor.
Cumhuriyet Devrimi kadını olmak, Mustafa’yla bir ömrü adım adım
yaşamak bana nasip oluyor. Evet, son nefesini de yanımda veriyor.
Yaşadığım en muazzam hüzün bu oluyor. Onunla geçirdiğim her
an sayfalarca kaleme dökülüyor ama yetmiyor, doyamıyorum onu
anlatmaya. Onu yaşatmak bu değil, biliyorum. Onu ölümsüz kılan
anıları değil, düşünceleri; bunu da biliyorum... Düşüncelerinin sonsuza
dek yaşaması için dua ediyorum ve sadece buna adıyorum hayatımın
geri kalanını... Ömrümün son döneminin yaklaştığını hissettiğimde
Mustafa’yla çocukluğumuzu geçirdiğimiz yere Selanik’e dönüyorum.
Sokaklar, kaldırımlar da yaşlanmış ve hüzünlü, ağaçlar narin bir
uğultuyla ağıt yakıyor, Ata’nın yokluğunu derinden hissettiklerini
anlatmaya çabalarcasına. Çocukluğumuzun geçtiği güzel evler dimdik
ayakta; içlerinde Mustafa Kemal’in anılarını taşıdıkları için ayrı bir
güçle direniyorlar sanki yıllara.
Ölümünden sonraki 72. yılda bir başkent Ata’sına ancak bu kadar
sahip çıkabilirdi herhalde. O’nu tüm Anıtkabir’de her taşın yanında,
her çiçeğin yaprağında hissedebiliyorsunuz. Kitap kenarlarına aldığı
notlarda bile bir kere daha anlayıp yaşatıyorsunuz onu. Ve görüyorsunuz
ölümsüzlük kelimesinin nasıl anlam bulduğunu orada. “İşte bunun
içindi onun tüm hayatı” diyor ve tekrar gülümsüyorum mozoleden
dönerken güneşe doğru. Ve biliyorum, güneş değil benim gülümsediğim
aslında, bizi bugüne getiren ve varlığını her zaman hissettiren Ata’mın
gülümseyişi o.
Pelin ŞENAY
BASINDA
HÜDİL
7 Bölge 7 Okulda HÜDİL
Sosyal sorumluluk bilinci yüksek, çevresindeki
ihtiyaçlara duyarlı, sorunların farkında olan ve
bunların çözümüne yönelik fikir üreten HÜDİL
ve Hacettepe Üniversitesi öğrencileri “7 Bölge
7 Okulda HÜDİL” Projesi ile yurdumuzun her
bölgesinde bulunan çocuklara destek vermeyi
amaçlamaktadır. Yerel ve ulusal gazetelerle
pek çok haber sitesinde konuyla ilgili haberler
yayımlanmıştır.
31
32

Benzer belgeler

hüdil - Hacettepe Üniversitesi

hüdil - Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile Söyleşi s. 9 Türkçenin Gücü II s. 2 Nevruz s. 6

Detaylı

ilkSAYIMIZ - Hacettepe Üniversitesi

ilkSAYIMIZ - Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, kullanıcıları dile ne kadar gönül verir ve onu ne kadar yetkin kullanırlarsa dilin o oranda güçleneceğini söyledi ve forumda konuşmacıların çeşitli alanlarda Türkçenin gü...

Detaylı