Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 7 SAYI: 39
EYLÜL / EKİM 2013
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
Bu kan ve gözyaşı neden?
YIL: 7 SAYI: 39
EYLÜL / EKİM 2013
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
İÇİNDEKİLER
ORTA DOĞU’DA SAVAŞ
Mustafa ÖZTÜRK.............................................................................................. 3
ARTIK ŞEHİT GELMİYOR AMA NE KARŞILIĞINDA?...
Prof. Dr. Cihan DURA........................................................................................ 5
HOCA AHMET YESEVİ NEDEN ÖNEMLİDİR?
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER............................................................................... 8
YABANCI İSİMLERİN ŞEREFİNE SIĞINMAK…
Osman KARABABA......................................................................................... 10
Bu kan ve gözyaşı neden?
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 7 SAYI: 39
SAHİBİ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman KARABABA
YAZIŞMA ADRESİ
Sahabiye Mah. Mete Cad.
Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2
D:3 Kocasinan/KAYSERİ
TELEFON
(0352) 232 32 67
WEB
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA
[email protected]
TÜRK MİLLİYETÇİLERİ ve İNSAN
İsmail BOZKURT.............................................................................................. 12
ARAPLAR BİZE DOST MU?
Mehmet ÇAYIRDAĞ......................................................................................... 15
“SENEDİ BÂTIL OLUR BÂTIL OLAN DAVANIN”
Osman SEL....................................................................................................... 18
MEHMED’İM
Mustafa ÖZTÜRK............................................................................................ 20
“EY TÜRK MİLLETİ! DÜŞÜN VE KENDİNE DÖN!”
Mehmet KILINÇ............................................................................................... 21
HAREKETİN BEREKETİ
İsmail ÖZÖREN................................................................................................ 23
KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI VE SUSKUNLUK SARMALI
İbrahim GÜNGÖR............................................................................................ 24
EKONOMİDEKİ SON GELİŞMELER: İYİYE Mİ, KÖTÜYE Mİ GİDİYORUZ?
Doç. Dr. Tuncay ÇELİK..................................................................................... 26
SÜVARİNİN RUHU HAİNİ BOĞACAK
Mustafa YILDIRIM........................................................................................... 28
TÜRKİYE’DE İŞÇİ SORUNLARI ve ÇALIŞMA HAYATI
Mehmet KABAKTEPE...................................................................................... 30
TÜCCARLARIN KISKACINDAKİ ÇİFTÇİLER
Bilgehan AYATA............................................................................................... 32
GRAFİK TASARIMI
Hatice İbakorkmaz
EĞİTİMİMİZ MİLLî Mİ?
Ali BENLİ.......................................................................................................... 34
BASKI
Orka Matbaacılık
San. Tic. Ltd. Şti.
Organize San. Böl.
43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
ORTADOĞU’DA ARKA PLANLAR
Ahmet MUHTAROĞLU.................................................................................... 36
BOZKIRDA AŞK VE İSYAN
Hakan TUNÇ.................................................................................................... 38
“OSMANLI’YA DÖNÜYORUZ” SÖZÜ POLİTİK BİR ALDATMACADIR
Aytekin AYDOĞAN.......................................................................................... 39
MANTIKSIZ MANTIK: Ben Aptalım Siz Akıllısınız!
Alper KEPEZKAYA........................................................................................... 40
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukukî sorumluluk yazarlara aittir.
2
İHANETE YASALLIK GÖMLEĞİ GİYDİRMEK
Ezgi SÜLLÜ...................................................................................................... 41
BİR MİLLETTEN BİR YIĞINA
Yavuz Sezer OĞUZHAN.................................................................................. 42
Gençlik Dergisi
Mustafa ÖZTÜRK
ORTA DOĞU’DA SAVAŞ
AKTÖRLER ve FİGÜRANLAR
şuluk ve Müslüman hukukuna yakışmayacak şekilde savaş
Tarih boyunca savaşlara en çok sahne olan yeryüzü par- ateşini körüklediler, muhalif güçleri örgütleyip Suriye’ye
çası Orta Doğu… Dinlerin doğduğu, büyük medeniyetle- saldılar, Suriye rejimi ve yönetimine çok net ve açık cephe
rin kurulduğu bu mübarek topraklarda yine kan ve gözyaş- aldılar,savaşın sürmesi ve büyümesinde belirleyici oldular.
ları var. Bin yıl Haçlı saldırılarına maruz kaldı. Yüzlerce
Bugün Suriye’nin Türkiye’ye yakın kentleri silahlı muyıl mezhep savaşlarıyla yıkıldı, parçalandı. Bugün ise yine haliflerin kontrolünde olup harabeye döndü. Milyonlaremperyalizmin hedefinde. Niçin? Günümüz de ana sebep, ca ocak söndü. İki milyon insan komşu ülkelere sığındı.
bölgenin jeopolitik değeri, petrolü… Bu yüzden emper- 100 binden fazla can katledildi. Bu faciaya yol açan ve bu
yalist devletlerin ve dev şirketlerin çıkar savaşına sahne dramda rol alanlar, acaba bir vicdan muhasebesi yapıyorlar
olmaktadır. Bir de İsrail gerçeği var, onu da unutmayalım. mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü Suriye’ye son darbeyi vurÇünkü İsrail, bölgede Müslüman olmak için emperyalizmin liderlerine
mayan tek devlet ve Batı emperyadavetiye yazmakla meşguldürler.
lizminin bir numaralı işbirlikçisidir.
HAÇLI İTTİFAKI OLUŞSon on yılda Orta Doğu’daki
Son on yılda Orta Doğu’daki saTURMAK TÜRKİYE’YE YAKIsavaşın en önde gelen
vaşın en önde gelen aktörü, ABD’dir.
ŞIR MI?
Büyük süper güç olarak tüm dünyaaktörü, ABD’dir. Büyük
Türk tarihinin ana çizgisi, bin
ya, tabii ki başta OrtaDoğu’ya kensüper güç olarak tüm
yıldır Türk ordusunun Haçlılardince şekil vermek istemektedir. Bu
dünyaya, tabii ki başta
la yaptığı savaştır. 26 Ağustos’ta
amaçla hazırladıkları projeyi, de942’nci yıldönümünü kutladığımız
OrtaDoğu’ya kendince şekil
mokrasi ve özgürlük sözleriyle allaMalazgirt Zaferini ve 91’nci yıldövermek istemektedir.
yıp pullayıp dünyaya açıklamaktan
nümünü idrak ettiğimiz Başkomuda hiç çekinmediler. 2003’te Dışiştanlık Meydan Savaşı’nı Haçlılara
leri Bakanı Condeleezza Rice şunkarşı kazandık. Vatanımızı kurarken
ları söyledi: “Fas’tan Afganistan’a
de kurtarırken de karşımızda Haçkadar 22 ülkenin rejimi ve sınırı değişecektir” Güya bu lılar vardı. Sadece bu savaşlar mı? Hayır. Bin yıldır hep
ülkelere demokrasi getirecekler. Sen kimsin be! İşin trajik karşı karşıyayız. Geçici ve sahte dostluk süreleri oldukça
yanı, bu yalana inananların olması… Daha trajiği ise bu sınırlıdır.
Büyük Orta Doğu Projesi’nde Türkiye Başbakanı Sayın
Miryakefalon, Sırpsındığı, Kosava, Niğbolu, Varna,
Erdoğan’ın “Eş başkanlık” görevi yüklenmesidir.
Mohaç, Preveze, Haçova, Sakarya zaferleri Haçlılar kar22 ülkenin rejim ve sınırını değiştirmek kolay mı? Ya- şısındaki zaferlerimizdir. 1071’den 1683’e kadar Batı’ya
sal ve insanî yollardan bunu başarmak kolay olmadığına ilerledik. 1683’ten 1921’e kadar da geriye çekildik. Balgöre, geriye başka yollar kalıyor: Etnik ve mezhepsel kış- kanlarda, Kafkasya’da , Arabistan ve Filistin’de yenildik.
kırtmalarla Müslümanı Müslümana düşürüp kırdırmak, Kanımız su gibi aktı, kemiklerimiz dağ gibi yığıldı.
muhalif unsurları silahlandırıp meşru hükümetlerin üzeriİstiklâl Savaşı’nı da Haçlılara karşı yaptık, son zafene salmak, terör örgütlerini devreye sokup ülkedeki istikrimiz Kıbrıs Barış Harekatı’nı da…1983’te başlayan ayrarı, huzuru ve güvenliği ortadan kaldırmak…
rılıkçı terörün arkasında Batı emperyalizminin olduğu
Yani ölüm, zulüm ve katliam yolu… Müslüman Müs- gerçeğini de düşünürsek halen Haçlı saldırısı altında yaşalümanı kırarken ABD’nin ağlayan bir yüreği yoktur ama dığımızı söyleyebiliriz.
demokrasi şampiyonu ve kurtarıcı olarak ortaya çıkmanın
Ülkemizdeki ABD askeri üsleri Türkleri korumak için
zamanı da gelmiştir. Çünkü, müdahele için ortam sağlanmi kuruldu? Batılı şirketler Türk halkının refahı için mi famıştır artık.
aliyet yapıyor? Bunları da düşünüp hesaba katmak gerekir.
Irak’ta, Afganistan’da bunları gördük, yaşadık;
Yukarıda değindik. Bin yıl boyunca İslâmın bayraktarSuriye’de de dakika dakika görüyor, yaşıyoruz.
lığını yapan, misyonu İslâm’ı korumak ve onun adaletini
Dünyanın gözü önünde Suriye’de yaşanan insanlık dra- yaymak olan Türk devletinin bugün bir Müslüman ülkeye
mında Türkiye’deki siyasi iktidarın ve özellikle BOP Eş- karşı Haçlı ittifakı oluşturmaya çalışması ne kadar acıdır.
başkanı Sayın Erdoğan’ın vebâli hiç de az değil: İyi kom- Türkiye’nin misyonu, Suriye’ye düşmanlık olmamalıydı,
3
onunla kardeşlik köprüleri kurmak, iyilik ve güzellikleri
tavsiye etmek olmalıydı; kardeşlik hukuku bunu gerektirirdi.
Bir zamanlar Selçuklu ve Osmanlıya karşı Haçlı ittifakını Papalar oluştururdu. Bugün bu görevi kimler yapıyor,
görüyor musunuz?
KİMYASAL SİLAHI KİM KULLANDI?
Esat, gerçekten kimyasal silah kullandı mı? Bu henüz
ispatlanamadı. Bazı kaynaklar kullanmadığını söylüyor.
Onlara göre, Esad’ın kimyasal gaz kullanmasını gerektirecek bir sebep yoktur. Muhaliflere karşı gayet iyi konumda
olan bir lider dünyanın tepkisini çekecek ve kendisini çok
zor duruma düşürecek bir suçu neden işlesin?
Kimyasal silahı muhaliflerin kullandığı yönünde iddialar da vardır. Bazı gazeteler bu doğrultuda önemli haberler yayımladılar. Bilgiler, iddialar havada uçuyor. Ancak
şimdilik hakikatı bilmiyoruz. BM’nin tetkiklerinden sonra
anlaşılacak.
Çoğu çocuk bin 400 kişinin ölümüne sebep olan kimyasal bombayı her kim kullanmış ise büyük bir insanlık
suçu işlemiştir. Bu yüzden, mutlaka cezalandırılmalı. Ancak BM’in tetkiki sona ermeden, ön yargıya kapılıp taraflardan birisi suçlanmamalı, hele hele Suriye yönetimini
suçlu ilân ederek bir askerî harekete asla başvurulmamalıdır. ABD’nin Irak’ı “Saddam kimyasal silah üretiyor ve
kullanıyor” yalanıyla işgal ettiği unutulmamalıdır.
Her egemen devlet gibi Suriye’nin de kendi rejimini
ve sınırlarını teröre karşı korumaya hakkı vardır. Silahlı
muhalefete karşı yapılan meşru mücadeleyi “Esad halkını katlediyor ”diye açıklamak, gerçeği gizlemektir. Halk
çoğunluğunun Esad yönetimine karşı olduğu yalandır ve
propagandadan ibarettir, Esat yönetimine karşı bir halk
hareketi söz konusu değildir. Suriye halkının çoğunluğu
Esat’tan yanadır. Esad’a karşı savaşanlar ise çeşitli ülkelerden gelen ve CIA tarafından eğitilen terörist unsurlardır.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Esat’a karşı savaşanlar
dostumuzdur.” demiş. Keşke bu genellemeyi yapmasalardı. Çünkü Esat’la savaşan öyle örgütler var ki vahşette
sınır tanımıyor, kendileri gibi düşünmeyen herkesi katlediyorlar. Zannediyorlar ki yaptıkları şey, cihattır. Oysa cihat,
İslâm yolunda savaş olup kafirlere karşı yapılır. Bu terör
örgütlerinin İsrail ile niçin hiç savaşmadıklarını düşünmemiz gerekmez mi?
Terör örgütlerin önemli bir kısmı Batı emperyalizminin güdümündedirler. Millî devletleri istikrarsızlaştırmak
için kullanılırlar. Bu yüzden de İsrail’e karşı değil İsrail’in
düşmanlarına karşı savaşırlar. Bazen El Nusra gibi sözde
dinci, bazen de PKK gibi Marksist olabilirler. İşbirlikçilik
kanlarına işlemiştir.
Suçsuz insanları öldüren, camii ve türbeleri bombalayan teröristlerin elbette İslam’la bir alakası olamaz. Çünkü bu eylemler en büyük günahlardan sayılmıştır. Buna
rağmen AKP Hükümeti silahlı muhalefetin eylemlerini
görmezden gelmektedir. Sanki bütün katliamları Esat yapıyor, karşı taraf ise toptan masum. Bu tek yönlü sübjektif
söylemin iki sebebi olabilir: Birincisi Suriye muhalefetiyle
4
siyasî ve ideolojik benzerlik, ikincisi ise iç politikaya dönük oy hesabı.
TARİHTEN DERS ALMAK
Büyük devlet adamları tarihten ders alır. Ülkesi bir sorunla karşılaştığında o dersten yararlanarak o sorunu çözer. Anlaşılan odur ki bizim devlet ve hükümet adamlarımız ABD’nin Irak’ı işgalinden hiç ders almamışlar. Ders
alsalardı:
Suriye’ye bir askerî müdahaleyi savunmazlardı. Çünkü, askerî müdahalenin daha çok ölüme yol açtığını bilirlerdi.
Askeri müdahalenin Irak’a demokrasi getirmediği gibi
Suriye’ye de getirmeyeceğini tahmin edebilir savaş çığırtkanlığı yapmazlardı.
Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi Suriye’nin kuzeyinde de
bir Kürt devletinin kurulacağını düşünerek Türkiye-Suriye
sınırında önlemler alırlar, ABD’nin Kürt kartını kullanmasına izin vermezlerdi. Akdeniz’e açılmak isteyen Kürdistan hayaline kapı aralamaya çalışmazlardı.
ABD, fitne tohumlarını ekip istediği yapıyı oluşturduktan sonra def olup gitti. Ama biz Irak’la hâlâ komşuyuz.
Suriye ile de hep komşu kalacağız. Okyanus ötesindeki
ABD’nın çıkarı için ebedi komşumuzla düşman olmanın
bir mantığı olabilir mi?
Irak’ta kaybettik, Türkmen’i boynu bükük bıraktık,
zulmün safında yer alıp bir milyondan fazla Müslüman
ölümüne katkıda bulunduk. Bari Suriye’yi kaybetmeyelim. Yanlıştan dönmek için kısa da olsa bir süre vardır.
TÜRKİYE’NİN MİSYONU
Suriye, Mısır ve Irak’ta devam etmekte olan kavga ve kargaşadan en çok zarar gören OrtaDoğu ülkesi
Türkiye’dir. Bunda siyasi iktidarın uyguladığı politikanın
büyük payı olduğunu biliyoruz. Yanlışta ısrar edildiği takdirde Türkiye bölgesinde daha da yalnızlaşacak, dost ülke
bulmakta zorlanacaktır, Suriye, Mısır ve Irak’ın dostluğunu kaybeden Türkiye, İran ve Rusya’yı da kaybetmek üzeredir. Türkiye’nin çıkarı ABD safında yer alıp bu komşu
ülkelere düşmanlık yapmakta değil, dostluk ve kardeşliktedir. Dolayısıyla başta komşu ülkeler olmak üzere bütün
devletlerle ilişkiler normalleştirilmelidir.
Dünyanın bize saygı duymasını istiyorsak millî ve bağımsız bir politika izlemeyi, süper güçlerin aleti olmamayı; devletimizin demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti
niteliklerini koruyup geliştirmeyi, ideolojisi ne olursa olsun teröre fırsat vermemeyi temel ilkemiz yapmaya mecburuz. Böyle bir Türkiye saygıyı hak eder ve bölgesinde
barış ve huzurun en büyük güvencesi olur.
Türkiye’nin tarihten gelen misyonu, Brüksel ve Washington gibi merkezlerde üretilen proje ve senaryoların
âleti olmak değil, insana saygıyı merkeze alan bir hak,
hukuk ve adalet nizâmını oluşturup bir örnek olarak tüm
dünyaya sunmaktır. Bunun gerçekleştirecek siyasî kadroların özlemi içindeyiz.
Gençlik Dergisi
Prof. Dr. Cihan DURA
www.cihandura.com
ARTIK ŞEHİT GELMİYOR
AMA NE KARŞILIĞINDA?...
AKP hükümetinin PKK açılımı devam ediyor, yakında bir paket daha açıklayacaklar. Halkın tepkisine karşı
kullandıkları“artık şehit cenazeleri gelmiyor”,”Analar ağlamasın, gözyaşı dinsin!” formülleri hayli etkili oldu. İşleri
gerçekten çok kolaylaştı; eğer ellerinde böylesine etkili bir
bahane olmasaydı, PKK ile, onun başı olan şahısla masaya
hiç oturabilirler miydi?
BOP’un sahibinin, Büyük Plan’ın hazırlayıcısı Amerikan hükümetinin her şeyi iyi planlamış olduğu açıkça
görülüyor, kolay mı, dünya çapında tecrübeleri var. AKP
hükümetinin elinde mutlaka böyle bir gerekçe bulunması
gerekiyordu. Yoksa, plan yürümezdi. Evet, bu sözde barışa halkı ikna etmek için, AKP’nin eline insanların kolay
kolay itiraz edemeyeceği bir bahane tutuşturulması gerekiyordu: Barış gelsin! Şehit cenazeleri son bulsun, Gözyaşları dinsin, analar ağlamasın!
1999’da Bosna’da da böyle olmadı mı, 12 Eylül 1980
darbesinden önce yine Türkiye’de aynı gerekçenin olgunlaşması beklenmedi mi? Olaylara müdahalelerden önce,
her iki yerde kan gövdeyi götürmedi mi? Amerikan güçleri
Bosna’da müdahale için, Türkiye’de askerî darbe için izin
verirken, duruma el koyanların elinde yine aynı “akan kanı
durdurma”, “barış getirme” bahaneleri yok muydu? PKK
çetelerine neden yıllarca dokundurtmadı Amerika? Çünkü ilerde AKP iktidarının kullanacağı gerekçenin olgunlaşması gerekiyordu. Çünkü, birinin deyişi ile, “kadayıfın
altının kızarması” gerekiyordu.
Ancak dünyada her şeyin bir karşılığı vardır, her şeyin
bir maliyeti, her şeyin bir bedeli vardır. Örneğin, bir terör
örgütünü muhatap alan, her dediğini yerine getiren bir hükümetin kredisi kalır mı? Böyle bir süreçte bağımsızlık ve
egemenlik temelleri tahrip edilen o devlet ayakta kalabilir
mi? PKK’nın, Türkiye Cumhuriyeti düşmanı teröristlerin
taleplerini yerine getirmek, devletimizin bekasına yöneltilmiş korkunç bir tehdit değil midir?
Nitekim “Güneydoğu Anadolu’dan Hiç Şehit Gelmiyor” başlıklı makalesinde (Yeniçağ, 24.8.2013) Prof. Dr.
Ümit Özdağ; “şehit cenazeleri gelmiyor ama karşılığında
neler oluyor, neler kaybediyoruz” diyerek, bakınız neler
yazıyor:
PKK ile müzakerelerin başlamasından bu yana Başbakan dahil Hükümet yetkililerinin sürekli vurguladıkları
husus; “Güneydoğu Anadolu’dan hiç şehit gelmiyor” argümanıdır. Bu doğrudur.
-Eğer polisi ve askeri karakol ve kışlalarından çıkarmazsanız,
-yasaların uygulanmasını askıya alırsanız,
-yasaları ihlal edenlere karşı adım atması gereken asker ve polisi “barış sürecini ihlal etmek isteyen provokatör” durumuna sokarsanız,
-PKK’nın saldırısına uğrayan jandarma helikopterleri
“kaçma manevrası” yaparsa,
-uyuşturucu kaçakçılarının el konulan bilgisayarlarını
“geri almak için” PKK/BDP’liler jandarmayı muhasara
edebiliyorsa,
Elbette kan akmaz, şehit gelmez.
Şehit gelmez, ancak devlet ayağa düşer.
5
Evet, şehit cenazeleri
gelmiyor, analar ağlamıyor
ama ne karşılığında? Sayın
Ümit Özdağ’ın da örneklerle
belirttiği gibi, korkunç bedeller
karşılığında!
(Kaldı ki PKK lılar son iki ayda dört korucuyu şehit
etmişlerdir)
Ben de diyorum ki, herhangi bir olguyu değerlendirirken, tek boyutlu yaklaşmamak lazım. Bir eylemin faydalarını ileri sürerken, zararlarını da hesaba katmak lazım. O
zaman “açılım” konusunu da şöyle ortaya koymak gerekmez mi: Evet, şehit cenazeleri gelmiyor, analar ağlamıyor
ama ne karşılığında? Sayın Ümit Özdağ’ın da örneklerle
belirttiği gibi, korkunç bedeller karşılığında! Benim gördüklerim şunlar:
-PKK affının yarattığı sosyal ve psikolojik travmalar,
-Devletimizin bağımsızlığına indirilen darbe,
-İç savaş ve bölünme olasılığı
-Milli irade ve egemenliğin tahribi
Ben bu konuyu daha önce 7.4.2013 tarihli bir yazımda tartışmıştım. O yazımı, bir kez daha halkımın dikkatine
sunmayı gerekli buluyorum.
Analar Ağlamasın, Tamam da...
Şu yaşadığımız dünya son derecede karmaşık, tezatlarla dolu… Toplum hayatı da öyle: Savaş var, barış var;
neşe, ıstırap, gülme, gözyaşı var. Ve hepsi, insanlar için.
Tıpkı karanlık ve aydınlık gibi… Biri varsa, öbürü de var.
Tarih boyunca ve bugün, her yerde insanoğlu hep bunları
yaşamıştır, yaşıyor. Gönül ister ki yalnızca barış olsun, sevinç olsun, gülme olsun… Ne var ki böyle bir toplum bir
idealdir, ütopyadır. Hep istiyoruz onu, ancak ulaşamıyoruz, çünkü istemeyenler de var, engeller var.
Şimdi, şöyle diyeyim: Bir an için varsayalım ki, Türkiye başka bir ülkenin işgaline uğradı, 1919’daki Yunan
işgali gibi… Kentlerimize, köylerimize girmeye, cinayetler işlemeye başladılar. Ne yapacağız? “Aman, analar
ağlamasın” diyerek teslim bayrağını mı çekeceğiz? “Ey
düşman, ne istersen vermeye hazırız, yeter ki sen bu zulümden vazgeç” mi diyeceğiz? İçerden de gelebilir saldırı,
bir ayaklanma, terör şeklinde de karşımıza çıkabilir. Yine,
bugün, hükümetin ve adamlarının yaptığı gibi boynumuzu
büküp, saldırgana “ne istersen vermeye hazırız, yeter ki bu
işten vazgeç” mi diyeceğiz?
Hz. Muhammet İslam’ı tebliğ göreviyle işe başlarken,
6
“çok kan akacak, analar ağlayacak” diyerek misyonundan
affını mı istedi? Selahattin Eyyubi dalga dalga gelen vahşi
Haçlı saldırıları karşısında “çok gözyaşı dökülecek” deyip
İslam’ı savunmaktan vaz mı geçti? Fatih Sultan Mehmet
“iyi de, analar gözyaşı dökecek” diyerek, İstanbul surlarının önünden yüz geri mi etti? Osmanlı; fetret döneminde, Celâli isyanlarında ne yaptı? Ya Mustafa Kemal Paşa?
Anadolu, vatanımız, haydut İngiltere’nin teşviki ile Yunan
işgaline uğrayınca, iç isyanlar çıkınca, İstanbul hükümetini haklı bulup “en iyisi Anadolu’ya ‹heyeti nasıha›lar
gönderelim, İngilizin, Damat Ferit’in dediği olsun, Yunan
varsın gelsin; yeter ki, analar ağlamasın” mı dedi?
Evet değerli okur, Hükümet dahil, onun başı ve sözcüleri, hemen bütün medya dahil, hemen herkesin ağzında
aynı bahane: Analar ağlamasın, gözyaşı dinsin!
Yahu, hayat bu kadar basit mi? Gelin, bu sözde gerekçeye daha yakından bakalım. Neye dayanıyor, somut
temeli nedir? AKP iktidara geldikten sonra, on yıldır, hemen her gün verdiğimiz şehitlere, şehit sayısına dayanıyor.
Oğullarının arkasından seller gibi gözyaşı döken anaların
çektiği acılara dayanıyor. İşte 2000’den beri her yıl verdiğimiz şehit sayıları:
YIL ŞEHİT
2000 29
2001 20
2002 10
2003 31
2004 75
2005 105
2006 111
2007 146
2008 171
2009 80
2010 106
2011 162
2012 E 123
AKP iktidara gelmeden önce (2000-2002) şehit sayımız çok düşük ve giderek azalıyor. AKP hükümeti ile birlikte (2003) kayıplar artmaya başlıyor, 2008 yılında zirveye ulaşıyor: 171 şehit… 2009’da çarpıcı bir kırılma var.
PKK ile gizli görüşmelerin başladığı veya yoğunlaştığı
tarih olabilir. Ancak şehit sayısı yine de yüksek olmakta
devam ediyor, 2012’ye (Ekim) kadar böyle… Ve 2013’ün
ilk ayları… Hemen hemen sıfır… Çünkü artık hedefe ulaşılmış, PKK ile masaya oturulmuştur.
Şimdi, burada biraz duralım ve bir varsayım daha yapalım. Diyelim ki geçen on yıl boyunca PKK karşısında
hiçbir şehit vermedik ya da pek az verdik. Bu durumda ne
olacaktı?
-Analar yavrularını kaybetmemiş, gözyaşlarına boğulmamış olacaktı.
-Başka?... Asıl önemlisi: AKP Hükümeti de, onun başı
da, medyası ve “akil adamlar”ı da ağızlarına pelesenk ettikleri o ünlü gerekçeden yoksun kalacaklardı: Analar ağlamasın, gözyaşı dinsin! Elde böyle etkili bir bahane olmayınca da –Derin Merkez’in emrine uyarak- PKK ile, onun
başı ile masaya oturma yoluna gidilemeyecekti.
BOP’un sahibi, Büyük Plan’ın hazırlayıcısı her şeyi
düşünmüş! Hükümetin elinde böyle bir gerekçe olmayınca, planın yürümeyeceğini görmüş.
Ve bunu da başardı. Nasıl? Önce PKK’yı kurdurup
kanatları altına aldılar, AKP iktidar olunca, üzerine ada-
Gençlik Dergisi
makıllı gidilmesini önlediler.
olarak görmedikleri ne malum?
PKK’nın canlı, gündemde kalSayın Sadi Somuncuoğlu’nun
masını, hep güçlü görünmesini
(Yeniçağ, 6.4.2013) dikkatisağladılar. En gerekli ve sonuç
mizi çektiği gibi: farz edelim
Bir olay sadece birey boyutuyla
getirici önlemleri aldırmayaki “Yeni” Anayasa Meclis’ten
değil, toplumsal boyutuyla
rak, PKK’nın önünü açık tuttugeçti ve çok ortaklı etnik/ırk
da değerlendirilmelidir. Aksi
lar, cinayetlerini olabildiğince
devleti kuruldu. “Barış” geldi,
artırmasına yardımcı oldular.
PKK saldırıları durdu, “kan
halde, çok yanlış kararlar alınır.
Her yıl, neredeyse her gün
akmıyor”. Yine de huzura kaBöyle düşünürsek, hükümetin
şehit haberleri kapladı bütün
vuştuk diyebilir miyiz? Hayır
girişimlerinden Türkiye’nin,
Türkiye’yi… Halk şartlandırıldiyemeyiz!... Çünkü bir bütün
milletimizin çok şeyler
dı, yönlendirildi bu yoldan. Ne
olan millet bölünüp egemenlik
kaybedeceğini dehşetle görürüz.
yazık ki projeye içerden de, bipaylaşılınca, kısa zamanda iç
lerek veya bilmeyerek destek
çatışma başlayabilir. İşte bu,
verildi. Eğer PKK yılanının
“etnik fitne” tuzağıdır. Tarih
başı zamanında ezilseydi, bu
bunun dramatik örnekleriyle
kadar şehit verilir miydi?
doludur. İşte dağılıp yok olan
Yugoslavya, işte bölünmüş
Planı kısaca hatırlatayım: Araç “yeni Osmanlıcılık”,
olan,
iç
çatışma
tuzağındaki
Irak, işte Libya, İşte Suriye...
amaç Türkiye’yi büyütüyormuş gibi yapıp küçültmek,
parçalamak… Sözde Kürt devletçiği ile federasyon... Bu4) Görüşüm odur ki mevcut iktidar halkın iradesini temnun için ne lazım? Hükümeti PKK ile masaya oturtmak… sil etmekten tamamen uzaklaşmıştır. Çünkü bir oligarşiye,
Sözde barışı sağlarmış gibi yapıp büyük ödünü kapmak, hatta tek adam iktidarına dönüşmüştür. Millî egemenlik
Amerikan küresel şirketlerinin iradesini yerine getirmek… dışında bir gücün hizmetinde iş yapmaktadır. Hükümetin,
PKK için sorun değil bu, o hedefine ulaşmış sayıyor kendi- PKK ile görüşerek oluşturmak istediği çözüme milletimini. Ancak Türkiye Cumhuriyeti hükümeti için utanılacak, zin yarısından fazlası karşıdır. Buna rağmen, girişimlerde
yüz karası bir durum.
ısrar Milli İradeye hesaba katmamaktır, hatta onu inkârdır.
Peki, bu sözde barışa halk nasıl ikna edilecek? AKP’nin Karşı olanlar yarıdan az da olsa yine Millî İrade tahribatı
eline insanların kolay kolay itiraz edemeyeceği bir bahane vardır. Çünkü böylesine önemli kararlar halkın çok büyük
vererek: Gözyaşları dinsin, analar ağlamasın! Barış gelsin! bir kısmının onayını gerektirir.
5) Bağımsızlık ve egemenlik temelleri tahrip edilen bir
Ancak ben itiraz etmek zorundayım. Çünkü:
devlet ayakta kalabilir mi? Öyleyse PKK’nın, bu Türkiye
-Bir eylemde yalnız kazançlar değil, kayıplar da hesaba
düşmanı teröristlerin taleplerini yerine getirmek, devletikatılır. Akıllı olmak bunu gerektirir.
mizin bekasına yöneltilmiş korkunç bir tehdittir.
-Diyelim ki “barış” sağlandı, başka analar ağlamayaDevletimiz, ulus-devletimiz, Türkiye Cumhuriyeti
cak artık. Askerlerimizi baskınlar yaparak, pusular kurarak
Devleti elden giderse, yalnız şehitlerinki ile kalmayacak,
katleden hainler, “barışçı”ların sayesinde inlerinden çıkıp
bütün bir milletin anası ağlayacaktır.
ellerini kollarını sallayarak dünya nimetlerine koşacaklar.
Peki, yirmi yaşın baharında toprağa düşen gençlerimizin
hakkı ne olacak, kanlarının hesabını kim verecek? Onların
mübarek analarının hakları ne olacak? Sizin bu yaptığınız
nedir? Dünyanın belki de en utanılacak bir işi değil midir?
Bir olay sadece birey boyutuyla değil, toplumsal boyutuyla da değerlendirilmelidir. Aksi halde, çok yanlış kararlar alınır. Böyle düşünürsek, hükümetin girişimlerinden
Türkiye’nin, milletimizin çok şeyler kaybedeceğini dehşetle görürüz. Nelerdir bunlar, aşağıda sıralıyorum.
1) PKK’ya af, buna şiddetle karşı olan milyonlarca birey üzerinde psikolojik travmalara yol açacaktır.
2) Sağduyulu hemen herkes farkındadır ki işin içinde
Amerika vardır, daha doğrusu onun küresel şirketlerinin
patronları vardır. Hükümette olanlar bunların projelerini,
bu dış güçlerin taleplerini yerine getirmektedir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bağımsızlığına ağır bir darbedir.
3) Varılacak bir anlaşmanın garantisi yoktur. Silahı bıraksalar bile, ilerde yeniden eşkiyalığa başlamayacaklarını
kim garanti edebilir? Sonra, elde ettikleri ile yetinecekler
mi, bugünkü kazanımlarını, yarınki hedefleri için bir aşama
7
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER
HOCA AHMET YESEVİ NEDEN
ÖNEMLİDİR?
[email protected]
Hoca Ahmet Yesevi tüm İslam dünyasının olduğu ka- kültür çevresine uyum sağlamakta zorluklar ortaya koydar özellikle Dünya Türk topluluklarının manevi haya- du. Göçebe hayatlarının gereği olarak kaç-göçsüz, kadıntında ve kişilik kazanmalarında rol oynayan önemli bir erkek birlikte çalışmaya ve yaşamaya, şiir söyleyip şarkı
kişidir. Kısaca hatırlatılması gereken husus şudur ki ata- söylemeye... Devam etmek istediler.
larımız en eski dini inanç olarak Kur’an-ı Kerimde geçen
Arap-Fars alim ve âbidleri tarafından yadırganan, hor“Hanif” dinine benzetilebilecek olan bir inanışa sahip idilanan
bu topluma Hoca Ahmet Yesevi (öl:1166) Arapça ve
ler. Dinler tarihçileri atalarımızın en eski dinlerinin “Gök
Tanrı dini” olarak isimlendirdikleri “ Gök Tanrı merkezli Farsça bilmesine rağmen Türkçe dini, tasavvufi ve ahlâki
kendine özgü bir monoteizm” e dayandığını ifade ederler. şiirler söyledi, Türkleri Tanrı ve insan sevgisi etrafında
Hatta eski Türk inançlarında İlâhi din izlerinin bulundu- topladı. Bu yarı göçebe Türk toplumu henüz İslam fakihğunu söylemek de aşırı bir iddia sayılmaz1.Bu sebeple son lerinin kendilerine çok karışık ve sıkıntılı gelen vaazlarıngünlerde Atalarımızın İslam dinini zorla kabul ettikleri dan daha çok eskiden kutsiyet verdikleri ozanlara benzekonusundaki yayınlarda Emevi zulümlerine Türklerin di- terek hararetle Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlandılar Çünkü
renişlerini İslam dinine direniş şeklinde aksettirmek çok o, dostluğu, sevgiyi, yardımlaşmayı telkin eden, dünyaya
yanlıştır. Zira atalarımızın İslam dini ile çatışan inanışları insan sevgisiyle bakmayı öğütleyen Türkçe şiirler yazdı ve
bu şiirlerin topuna DİVAN-I HİKMET
yok, ama Arap geleneklerine
adını verdi. Yazdığı dörtlüklerle Türk
karşı direnişlerinin olması da
milletine anlayacağı sadelikte Türkyadırganmamalıdır.2 Müslüçe uyarmalarda (irşatlarda) bulundu.
man Arapların gelenekleri, taDinin kolay, ahlak ve edeb yönlerini
Zira atalarımızın
assupları, hoşgörüsüz ve akılöğretti. Tanrı aşkını, Tanrı sevgisini,
dışı konularda mutlak itaate
İslam dini ile çatışan
bütün varlıklara sevgiyle, hoşgörüyle
zorlamaları, Kelime-i Şahadet
inanışları
yok,
ama
Arap
bakmayı, kendileriyle, Tanrıyla, çevgetirmelerine rağmen Türkleri
releriyle barışık olmalarını; dini, dili
geleneklerine karşı
hür Müslüman saymamaları
makamı ne olursa olsun insan gönlü(mevali diyorlardı) atalarımızı
direnişlerinin olması da
nün kırılmasına razı olmamayı; herakılcı, ilimci, hoşgörüyü üstün
yadırganmamalıdır.
kesi dostça kucaklamayı, kimseye el
tutan bilginlere yönlendirdi.
açmadan el emeği ile geçinmesinin
Böylece milli kültürüne ve yagerektiğini anlattı. Kendisi de geçimiratılışına uygun düşen akılcı,
ni tahta yontarak kaşık ve kepçe yaphürriyetçi bir çizgisi ve yomak suretiyle sağladı ve örnek oldu.
rumu bulunan İmam-ı A’zam
En
önemlisi,
şekilci,
kuralcı, ibadetleri araç değil amaç saEbu Hanife’yi ibadet ve hukuk (fıkıh) alanlarında benimyan
merasim
dindarlarını:
“Oruç tutup halka riya kılanlasedi. İnanç ilkelerinde ise büyük Türk din bilginlerinden
3
Mehmet Matüridî’yi sevdi. Ancak atalarımızın hareketli, rı// Namaz kılıp tesbih ele alanları // Şeyhim deyip başka
mücadeleli, göçebe yapıları ve kadın-erkek, birliktelik- bina kılanları //Son deminde imanından cüda (ayrı) kılli yaşayışları ilişkide bulundukları Arap-Fars Müslüman dım” .diyerek tenkit etti .Zira ona göre dinden amaç Yüce
Tanrıya ulaşmak, O’na aşık olmaktır.Bu konuda O:” Zahit
1) Bak: A.Vehbi Ecer, “Türklerin Eski İnançlarında İlâhî Din
olma, âbid olma, aşık ol sen...// Aşksızların hem canı yok,
İzleri”, Töre Dergisi, Şubat.1963, sayı: 141,62-64; A,Vehbi Ecer,
imanı yok!” der.Çünkü aşk, insanlara ve bütün kâinata
İslam Tarihi Dersleri-I, Kayseri,2000, 89 vd.
2) Türklerin İslam dinine girmemek için direndiği iddiasındaki sevgiyle,hoşgörüyle bakmayı sağlar, kıskançlık ve kavyanlışlık, İslam dini ile Emevi Araplarının yönetim ve hâkimiyet gadan uzaklaştırır.Konuyu uzatmamak için Hoca Ahmet
Yesevi’nin Türk toplumuna ve Türk inanç ve geleneklerianlayışlarının aynılaştırılmasından doğmaktadır. Fazla bilgi
ne katkılarını çok kısa şekilde özetlemek istiyorum:
için bakınız: Ahmet Vehbi Ecer, “Türkler Zorla mı Müslüman
Oldular?”, Bilgiyurdu Dergisi, Mayıs-Haziran/2010,sayı:19,
5-6
3) Matüridi için bakınız: Ahmet Vehbi Ecer, Büyük Türk Alimi
Maturidi, İstanbul,2007,ikinci baskı, Yesevi yayıncılık yayını
8
Ahmet Yesevi İslam dinini, içinde bulunduğu ve mensubu olduğu Türk toplumuna bu toplumun anlayacağı bir
dil ile yani Türkçe olarak, aynı zamanda akılda kolayca
kalabilecek bir üslup ile (manzum olarak) sundu.”Divan-ı
Gençlik Dergisi
Hikmet” teki manzumeleri Kuran ve hadislerin mana ve ruhuna uygun şekildeydi. Böylece
Türk toplumuna hem dinini kolayca öğrenmelerini sağladı, hem de Türk dilini Arap dil
emperyalizminden korudu. İrşatları sonucunda İslamiyet’e yeni, fakat kuvvetli ve samimi
bağlarla bağlanmış, milli bütünlüğünü koruyan toplum oluşturdu.
Hoca Ahmet Yesevi, Türk töresinin verdiği
doğru ölçülerle donanmış bir kişi olarak kadın ve erkek çalışmakta ve üretmekte birlikte
olduğu gibi mescitte, mecliste ve dergâhta da
birlikte olmalarının yadırganmaması gerektiğini telkin etti. O, kadınların ikinci planda
olmasına razı değildir. Kadınlar değişik (kendilerine uygun) mesleklerde çalıştıkları gibi,
gerektiğinde silahlanarak savaşlara katıldıkları
bilinmektedir. Hatta zikirlerini de kadınlı-erkekli yaptıran Ahmet Yesevi hakkında aleyhte propagandalar yapan kötü niyetli kişiler de çıkmış ve onlara menakıpnamede anlatıldığına göre gerekli cevap verilmiştir.4
Bu anlayışın devamını bir kitabımızdaki alıntıdan şöyle
izleyebiliriz:
“...Fütüvvet namelerde erkeklerin de kendi eşleri dışındaki hanımlara kardeş gözüyle baktıklarına dair rivayetlere rastlıyoruz. Bir evde ziyafetten sonra el yıkamak isteyen
misafirin, evin genç kızının misafire su dökmek için ibrikle
gelmesini uygun görmeyene orada bulunan bir ahî’nin şu
cevabı ahi erkeklerinin anlayışını aksettirir:
- Ben senelerden beri bu eve gelir-giderim de, elimize
su döken kadın mıdır, erkek midir bilmem5”
Böylece Ahmet Yesevi ve ona bağlı dervişleri eskiden
var olan ahlaki değerlerin, kadın-erkek kardeşliği anlayışının devamını sağlamıştır.
Ahmet Yesevinin ardından değişik zümreleşmeler oluşmuş6,Alperenler,Gaziyan-ı Rum,Ahiyan-ı Rum,
Abdalan-ı Rum, Baciyan-ı Rum...ve benzeri dayanışma ve
eğitim kurumları meydana gelmiştir. Bütün bu kuruluşlar
ve çabalar hem gerçek dinin eğitimi ile görevlenmişler,
4) Bu konu Yesevi Menakıbnamesi diye bilinen eserde geniş
şekilde anlatılır. Bak.Hazinî,
Cevahiru ‘ L-ebrar Min Emvac - I Bihar, Yayınlayan: Cihan
Okuyucu, Kayseri,1995, 48-50,(Erciyes Ü. Gevher Nesibe Tıp
Tarihi Ens. Yayını)
5) Ahmet Vehbi Ecer, Tarihte Lider Kadınlar ve Fatma Bacı,
Yesevi Yayıncılık,2012,
160;Ayrıca bak:M.Saffet Sarıkaya,xıı-xvı.Asırlardaki
Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dini İnanç,Ankara
,2002,74
6) Bak:M.Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri
Üzerine Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma,
Ankara,1991
hem de dinin insanlara sevgiyle yaklaşarak yayılmasını,
İslam dinini bir dünya dini olmasını sağlamışlardır.
Ahmet Yesevi’nin etkisini sadece Anadolu ve Balkan
Türklerinde görmüyoruz. Uluğ Türkistan denilen, uçsuz
bucaksız topraklarda yaşayan ve Türklüğün birçok boylarının halen yaşadığı Türkistan’da Ahmet Yesevi’nin türbesi, ziyaretgâh olarak, farklı Türk boylarının birleştikleri
kutsal bir yer durumundadır. Değerli bilim adamlarımızdan Prof.Dr. Mustafa Argunşah’ın Türkistan’a yaptığı geziden sonra yazdığı makalesindeki tespitleri şöyledir:
“...Bu coğrafyada Ahmet Yesevi Hazretlerinin muhteşem türbesine kesene denir. Akın akın insanlar akar günün her saatinde Kesene’ye doğru. Yalnız Türkistan şehrinden mi? Hayır, Kazakistan’ın her tarafından Özbekler,
Kazaklar, Mesketler, Türkler (Türkiyelilere Türk denir
bu coğrafyada) gelir büyük atalarına dua etmek, onunla helalleşmek, manevi gölgesinde huzuru bulmak için.
Konya’da Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin, İstanbul’da
Eyüp Sultan’ın, Buhara’da Nakşibendî Hazretlerinin,
Semerkant’ta İmam Buhari’nin ve Emir Timur’un türbelerine sel olup aktıkları gibi... Bu coğrafyada mekânlar
kutsallaşmıştır adeta7 “.
Yesevilik sayesinde Türk toplumu mutlu ve güçlü bir
yapıya sahip olmuş, aynı zamanda Türk milletinin erimeden, yok olmadan devamı sağlanmıştır. Ahmet Yesevi ve
onun metodu sayesinde Anadolu kültürü Orta asyadan
Balkanlara kadar uzanan coğrafyada Türkçe konuşan
halkın tarih boyunca Müslüman ve Türk kalmasını sağlamış; sanatta, mimaride, ahlakta, sosyal yaşayışta Türk
tefekkürünün, milli tarih şuurunun oluşmasında, özellikle Anadolu’nun vatanlaşmasında olumlu etkilerini
daima devam ettirmiştir.
7) Mustafa Argunşah, “İki Cihan Eşiği Türkistan ve Hoca Ahmet
Yesevi Türbesi”, Türkiye Yeni Ufuklar Dergisi, Ocak-ŞubatMart/2012, sayı: 12, 33-38
9
Osman KARABABA
YABANCI İSİMLERİN
ŞEREFİNE SIĞINMAK…
Kayseri ne biçim bir Türk diyarı? Geçtik İstanbul’u,
Ankara’yı… Ver her yere yabancı isimlerle ayarı; bul turayı, al parayı…
Soy Türkçe olmayan hıyarı, koy işyerinin kaşına,
olsun sana Batı artığı soytarı… Şuursuzca göster kefere
isimlere rağbet; pislet ecdadın mezar taşına, gör o zaman
ilerde neler gelir milletin başına...
Yeter gayrı…
Utanç duyuyorum… Yerin zımnına geçiyor kendini
bilen insan… Adeta yabancı bir ülkede esirmiş gibi hissediyor kendini…
Ülkenin hemen her yerinde işyerleri, hanlar, dükkânlar,
bütün mekânlar nerdeyse hep yapancı isim… Hastaneler,
binalar, siteler, lokantalar, kahveler, alışveriş merkezleri…
Kullandığımız hemen her eşya, nice malzemeler, nerdeyse
bütün ihtiyaç maddelerimize kadar hayatımızda yer alan
her şeyin, her yerin adını yabancı kelimeler istila etmiş durumda. Bir adımız kaldı Hıristiyanlaşmadık.
Öyle ki herhangi bir yabancı isimli alışveriş merkezinde konumlanan mağazalar arasında Türkçe tabelalı işyerine rastlamak nerdeyse mümkün değil. Nedir şuursuzca
yabancı isimlere duyulan bu hayranlık? Son yıllarda yapılan hayat ve iş alanlarının isimlerine “tower”, “plaza”,
“residence”, “golden flats” gibi ruhsuz, duygusuz yabancı kelimeleri ekleyerek çevreyi düşman etmek, dili kirletmek moda oldu.
Ecnebi zillete bu ne tenezzül?
Dillerini sonsuza kadar yaşatmak üzere Orhun Kitabelerini yazarak Bengi taşlara bu zengin dili kazıyan, üç
kıtaya hükmetmiş bir milletin torunları; bugün “LED” ekranlara, ışıltılı tabelalara yabancı isimleri yazmayı… Ortaçağın fosilleşmiş figürlerini, vahşetin temsilcisi Batı’nın
minyatürü olmayı, sapık imgelerini hortlatmayı bir marifet
veya uygarlık mı sayıyorlar acaba?..
İnsanlar eğlenemiyorlar mı adı Mazaka Land olmazsa bir yerin? Alışveriş yapmıyorlar mı adında “forum”,
“enza home”, “shop”, “Kasseria”, “Atirus”, vb. olmazsa işyerinin?
İşyerlerine “Ares”, “Afrodit”, “Athena”, “Hermes”, “Artemis”, “Eros” gibi verilen nice isimlerle…
“Türkler yeryüzünden kaldırılmadıkça Hıristiyan âlemine
rahat yoktur.” diyen keferelerin mitolojik ve tarihî kahramanları, kinleri, hayalleri nice deyyus kelimelerle neden
hortlatılıyor?
*
Dil, milletin kanı gibidir. Bir canlının vücudundaki
kanın terkibini bozduğunuz zaman nasıl canlı zehirlenir,
10
ölürse bir millet için de dilin bozulması öyledir. Dile başka dilden usulsüz, kaidesiz, kuralsız, zorla enjekte edilen
şuursuz, ruhsuz çok sayıda soysuz kelime kanın terkibini
bozar. Kanı zehirlenmiş bir milletin akıbeti de tarihin çöplüğüdür.
Tarih diyor ki:“Bir millet, dili ile vardır.”. Şehnameyi bütün İran’ı dolaşarak derleyen İranlıların büyük şairi
Firdevsî : “Bu eserimle ölmüş bir milleti otuz yılda dirilttim.” derken sosyolojik bir gerçeği beyinsizlerin kulaklarına adeta çakıyor. Ayrıca Fin halkının millet şuuruna
ermesi de Fince’yle destanlaştırılan Kaleva La sayesinde
olmuştur. İsraillileri üç bin yıl sonra vatan sahibi yapan
ve kültürlerini yeni nesline taşıyan, dağılıp yok olmalarını
engelleyen anadilleri değil midir?
Bizim varlık sebebimiz de Türkçedir. Atatürk uyarıyor: “Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
Dilin millî ve zengin olması, millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.” Demek ki, bizi bir yapan millî duygunun kaynağıdır. O halde millî duygunun zedelendiği bir
ülkede millî birlik olur mu?!.
Gel gör ki, dilime sokulan ikiyüzlü, münafık, okunuşu
ve yazılışı ayrı, angut kelimelerden midem bulanıyor.
Bu yüzden boğuyor beni “house”lar… Doğruyor
“arena”larda mazimi “city”ler, “galleria”lar, “garden”lar,
“grand”lar… Zehirliyor “restaurant”lar… Girdaplaşıyor “hiper-mega market”ler, “store”lar… Sövüyor
bana “bilboard”lar… Gülerken ağlatıyor beni Mazaka
Land’lar...
Küfrediyor “cafetaria”lar, yükselirken cüceleştiriyor
“plaza”lar, aşağılıyor beni burnu havada “tower”lar...
Her biri paslı haç olup saplanıyor beynime, Türkçe düşünemiyorum. Belli ki, 1071, 1538, 1453, 18 mart
1915, 30 Ağustos’u.. çarmıha germek için çivi oluyor.
Anadolu’dan Türklük mührümü, beynimden Türklüğümü
silmeye çalışıyorlar.
Oyuyorlar gözlerimi, bakamıyorum cennet ülkeme
doyasıya… Korkunç, ürperten bir yalnızlık yayıyorlar
benliğime…
“Öz yurdumda garibim, öz vatanımda parya..”
Yabancı isimlerle adlandırılan yerlerden bahsederken
unutuveriyorum sözlerimi. Kekeliyorum, anlatamıyorum,
dilim dolaşıyor yabancı kelimelerin telaffuz zorluğundan...
Çünkü ısıtmıyor beni “ home”lar, mazimi çürütüyor
“show room”lar… Ölümüme üşütüyor “power”lar…
Aldatıyor beni sapık “outlet”ler, düşlerime dehlizler yaratıyor “shop”lar, ağzımın tadını bozuyor dudağı boyalı
“discorium”lar, namusuma tecavüz ediyor “spot”lar…
Gençlik Dergisi
Her nereye gitsem yolumu kesiyorlar… Kendimi kaybediyorum “center”larda…
Öyleyse şuurumuzu bulandıran, beynimizi dumura
uğratan, düşünmemizi durduran, duygularımızı körelten
yabancı isimlerden himmet beklemek niye?! Nedir bu aşağılık kompleksi?! Müslüman görünüp haçlı değerlerini,
imgelerini yaşatarak silikleşmek, müstemlekeleşmek neyin nesi?
Nedir bu şuursuz, ruhsuz, tatsız, yontulmamış yabancı
isimlerden şeref ummak?
*
Sen millî benliğini yaşadığın kadar Türk’sün; dinini
özümsediğin kadar Müslümansın! Türk gibi düşünmek,
ancak Türkçe konuşmakla mümkündür.
Gözlerine ışıklı tabelalarla yabancı isimler çakılan
yeni nesilden “ Fatih” olmasını ve “Atatürk” gibi düşünmesini beklemek ahmaklıktır.
Dilbilimciler tarafından birçok kıstasta dünyanın en
önemli beş dilinden biri sayılan, anlatım kabiliyeti yüksek,
zengin, zarif, şuh bir dil olan Türkçe; neyi anlatmaktan
aciz ki özellikle “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın” pençesine düşürülüyor?
Ne uğruna bu cennet ülkeye yabancı kelimelerin musallat edilmesi?
Benliğimi söküp alıyor haçlı figürlerin tasviri, hançerliyor âtimi kefere simgeler, tarihimin altın sayfalarına
zift döküyor şövalye kılıklı tabirler… Yabancı kelimelerle
tecavüze uğruyor ses bayrağım…
Milleti idare edenler bu yabancılaşmadan, bu tacizden
hiç mi utanç duymazlar?
Tabii, herkes kanının, geninin hükmünü işler. Yaptıklarınız, davranışlarınız karakterinizdir. Değer verdikleriniz, kullandığınız isimler tıynetinizi ortaya koyar.
Bu milleti sevdiğini söyleyeceksin, sonra da zaruret
olmadan, sorumsuz ve şuursuzca kullandığın yabancı kelimelerle Türkçeyi hançerleyeceksin, amacın ne senin, sen
nesin?
Diline sahip çıkmayanın namusu elinden gider. Fikir
ve düşünce adamı Cemil Meriç’in: “Kâmus, namustur.”
sözünü anlamayacak kadar cahilsen hayat senin neyine?
İşyerleri tabelalarındaki yabancı isimler, Müslüman başında bir kardinal külahı... Haçlı sulbünden do-
ğan kelimeler iğfal etmişse seni, hangi namustan bahsedeceksin? O halde doğurduğun da piç
olacaktır. Yanlış mı!? Hiç öyle kızmaya falan
hakkın yok!
Çünkü sen toplumun kültür genini bozuyorsun. Tabelalara, ürünlere vs. keyfî ve şuursuzca koyduğun yabancı isimler ve Türkleştirmeden, Türkçeleştirmeden çeşitli kılıflarla
kullandığın yabancı kelimeler; Türk milletinin
beş bin yıllık değerlerini, millî yapısını, yüksek kültürünü sinsice yok etmeye zemin hazırlamaktadır. Ki bu da, bir çeşit ihanet demektir.
Hizmet vereceğimiz şirket ve kurumlara,
her tür işyerine, her mekâna güzel Türkçe isimler koymak; mazi ile atiyi bağlayan sağlam bir
köprü olmanın, kendi köklerine güvenmenin,
tarihi hafızasına sahip çıkmanın bir gereği değil midir? Ki, her şeye koyacağımız isimlerin Türkçe oluşu millî sorumluluğumuzdur, aziz şehit ve gazilerimize de
minnet borcumuzdur.
‘Lisan varlığın evidir’ diyor bir ecnebi filozof. Bu
yüzden Türkçe; ses bayrağımız, kimliğimiz, menşeimiz,
özümüz, ruhumuz, millî benliğimiz, karakterimiz, sinirlerimizdir. Asıl vatanımız, Anadolu değil, Türkçedir.
Yabancı kelimelerin istilasına uğrayan milletlerin
millî benliği yok olur. Bu konuda Napolyon’un tespiti şudur: “Kelimelerin girdiği yerde silah patlatmaya lüzum
yoktur.” Milletleri tarihe gömmenin en sağlam yolu, ne
atom bombası ne füze, hiç şüphesiz dilin terkibini bozmaktır.
Kuralsız, kaidesiz, şuursuzca enjekte edilen yabancı
kelimeler, önce geçici tat verir dilimize, ama yılar sonra
tıynetince hükmeder beynimize. Gel de sök sökebilirsen;
ancak ölüm temizler.
Kısacası yabancı kelimelerin istilası Türkçemiz için
büyük tehlike arz etmektedir. İşte tam bu noktada ben
Türk’üm diyen herkesi, Konfüçyüs’ün asırlar ötesinden
günümüze süzülüp gelen şu sözleriyle derin düşünmeye
davet ediyorum:
Konfüçyüs’e soruyorlar:
“Bir ülkeyi yönetmeye çağırıldıysanız, yapacağınız
ilk iş ne olurdu?” diye…
Büyük filozof:
“Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe
başlardım.”diyor ve dinleyenlerin hayret ve şaşkınlık dolu
bakışları karşısında sözlerine şöyle devam ediyor:
“Dil düzensiz olursa, sözler düşünceyi iyi anlatamaz.
Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, adetler ve
kültür bozulur. Adetler ve kültür bozulursa, adalet yanlış
yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen
halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte
hiçbir şey, dil kadar önemli değildir.”
*
Ey yabancı kelimelerin tecavüzünden zevk alan zihniyet!
Peki, yaptığını beğeniyor musun?
11
İsmail BOZKURT
TÜRK MİLLİYETÇİLERİ
ve
İNSAN
Türk milliyetçilerinin insan anlayışı nasıldır? Nasıl de- insan hayatının tekâmülü ile birlikte iyiliği, dostluğu, güğerlendirir? İslam dininin Türk insanını şekillendirmedeki zelliği ve adaleti beraberinde getirmişlerdir. İşte bu hayat
fonksiyonu nedir?
seyri içinde insanlık, bazen kemal, bazen de zeval noktalaHangi dilde, hangi dinde ve hangi renkte olursa olsun rına iniş ve çıkış yapmıştır.
her insan doğar, yaşar ve ölür. Doğar iken ilk haykırışı
Bu iniş ve çıkışların ardından son peygamber Hz. Muşikâyet ve gözyaşlarıdır. Ölür iken de etrafında ilk duyulan hammet ile birlikte son din olan İslamiyet gönderilmiştir.
ses, ağlayan hicranlı dost sesleridir.
İnsanlık ve inananlar için temel hükümler İslam dininin kiBirincisi tabii bir haldir. Beyazı, siyahı; Asyalısı, Av- tabı olan Kur’an’da tartışmasız olarak bildirilmiştir. Bunrupalısı; Arap’ı, Acemi, Türk’ü, farketmez; doğan her lar ahkâm ayetleridir, yorumsuz ve tartışmasız hüküm ihçocuk haykırır, ağlar. Buradaki hal, irade dışı olup herkes tiva ederler. İçtimaiyatla ilgili hükümler ise, peygamberler
tarafından yorumlanıp, nazil oluş
için farksızdır.
sebepleri izah edilmiştir. İlerleHayata veda, dostlardan ayrılış,
yen zaman içinde de din bilginleri
insanın içerisinde yaşadığı toplum,
(konunun uzmanları, müfessirler)
sahip olduğu değer hükümleri, yaKur’an’da insan Allah’ın
tarafından defalarca ona muhatap
rınki hayatın varlığı yokluğu taryeryüzündeki halifesi olarak
olan milletin diline ve örfüne diktışmaları, ileride anlatılacağı gibi,
bildirilmiştir. Rızkların
kat ederek tefsir edilip yorumu yainsan denen seçkin varlığın doğum
en güzelinin insan için
pılmıştır.
ile ölüm arasındaki kazandıkları
yaratıldığı, Âdemoğlunun
Kur’an’da insan Allah’ın yerile doğrudan alakalıdır.
üstün bir izzet ve şerefe
yüzündeki halifesi olarak bildirilHemen akla şu gelmez mi? Nemazhar kılındığı ifade
miştir. Rızkların en güzelinin insan
dir bu insan?
edilmiştir.
için yaratıldığı, Âdemoğlunun üsDost kim? Dostluğun kaynağı
tün bir izzet ve şerefe mazhar kılınnerededir? Dostluk için açılacak
dığı ifade edilmiştir.
kapı, kalp midir? (gönül müdür)
İslam Peygamberi miladi 632
Bunlar ister genelde, ister özelde
yılında irad ettiği Veda Hutbesi’nde
olsun cevaplandırılması gerekli olan ayrı ayrı suallerdir.
ribanın, tefeciliğin, köleliğin, kan dökmenin ve insana yaKaynağı semavi olan bütün dinler, İslamiyet, Hı- pılan kötü muamelenin yasaklandığını ifade ederken en
ristiyanlık, Musevilik ve beşeri dinlerin de birçokları açık adalet örneği göstererek: “ Her kimin bende alacağı
dâhil, insanın menşeini, ilk insan ve ilk peygamber olan varsa gelsin, işte sırtım!” diyerek adil büyüklüğünü gösHz. Âdem’e dayanmaktadırlar. Basit bir nazariye olan, termiştir.
Darvin’e ehemmiyet vermedikten sonra, hemen şunu göYoksa Allah’ın, tanışmaları ve bilişmeleri için ayrı ayrı,
rürüz: İlk insan, ilk Peygamber Hz. Âdem, mahlûkatın en
kavim kavim yarattığı milletleri ayakları altına alma yaşereflisi olan insanın ilk nüvesi, ilk mütekâmilidir.
renliği yoktur.
İşte dünya, bu maceranın sahibi ve faili olan insan için
O halde biz olaya nasıl bakıyoruz? Hz. Âdem’den
yaratılmıştır. Bu insan ise, dünyayı şereflendirmek için
oğullarını, onlardan sonra insanlığın ikinci ceddi Hz. Nuh
gönderilmiştir. Bunların hepsi peygamber değildir. Haklısı
ve onun değişik renk, dil ve ırklara ayrılmış Hz.Nuh’un
vardır, suçlusu vardır. Kendi aralarında dost olanı vardır,
oğullarından ( Türk’ün) soyundan geldiğimize inanan, Kadüşman olanları vardır. Peygamberlerine kitaplar gönderahanlı hükümdarı Satık Buğra Han ile birlikte tabii din
rilmiş onlar vasıtasıyla doğru ile yanlış, hak ile batıl ayırt
olan Din-i Muhammediyi kabul etmiş, onu insanlığı ile
edilsin istenmiştir. Sevgi onlarla anlatılmış, insanın dışınözdeşleştirmiş, bir toplumun temsilcisi; Türk milliyetçileri
da yaratılan her şeyden insanın faydasına sunulması emreolarak bakıyoruz.
dilmiştir.
Biz herkesi severiz. İnsanı, Yaradan’ın bir kutsal emaBir birini takip eden ilahi kitaplar ve peygamberleri,
12
Gençlik Dergisi
cak onun önünde eğilir. Ferdin ferdi, cemiyetin cemiyeti sömürmesi ve istismarı bizim
düşünce dünyamızda suçtur ve hürriyete müdahaledir. Hürriyet arzusu insanda doğuştan
gelen bir haldir. Bu arzuyu çeşitli yollarla
engellemek, mücerret manada verildiği ifaBize göre insan kendisini hayvan
de edilen bir hürriyetle telafisi mümkün deolmaktan kurtarıp, duyularının üzerine
ğildir. Ekonomik istiklalini kaybeden fert ve
sıçramalıdır. Halinden memnun bir
cemiyetler, birçok değerlerini de kaybedecekler demektir. Moral değerlerini kaybeden
domuz olmak yerine ızdırabı olan bir
fertler, yalnızlığa itilmiş, dostsuz, arkadaşsız,
insan olmalıdır. İdeal insan için topluma
ikramsız ve izzetsiz zavallılardır. İnsanlığın
katılma rast gele bir başıboşluk değil,
hürriyetine düşman olanların, seçtikleri seminsanın şerefini kurtarma mücadelesine
bol hiç de önemli değildir. Türk milliyetçiliğini, ilgilendiren hürriyetin uğradığı tecakatılma sorumluluğunu idrak
vüzdür. Şekli ise sadece kimden geldiğini ve
meselesidir.
kime ait olduğunu gösterir.
Demokrasilerin maruz kaldığı vahim tehlikeler, sadece totaliter devletlerin dış müdahalesinden kaynaklanmaz. Daha çok kendi
şahsi tavırlarımızdan ve ferdi şuurdan yoksun oluşumuzdan, kendi hürriyetimizi müneti olarak severiz. Yaradanı sevdiğimiz için yarattığına da esseselerimiz ile birlikte kendimizin aşındırmasından da
sevgiyi esirgemeyiz. Sevgiyi gönle bağlar, gönlümüzü de kaynaklanır.
alçalttıkça sevgimizi yüceltiriz. İnsanlık ailesi içerisinde
Milliyetçi insanın kabul ettiği doğrular, hak, hukuk,
dostlarımız vardır. Dostlarımızı daha çok severiz. En yakın
hürriyet,
adalet, topyekûn insaniyetin kabul etmesi geredostumuz elbette ki kendi milletimizden olanlardır. Vatanımızdır, toprağımızdır, topyekûn değerlerimizdir. Sevgi- ken doğrulardır. Çağımız insanının en büyük problemi,
de samimiyet ve teslimiyet vardır. Merhum hocamız Hilmi bağımsız oluşuna, karşın kast sistemlerindeki acımasız sıZiya Bey’in ( Ord Prf Dr. Hilmi Ziya Ülgen) dediği gibi, nıflanmaya benzer esarete itilişidir.
Türk milliyetçisi daha çok dikkatli insandır. Olmak
onlara zekâmızı değil, gönlümüzü açarız.
Bizim düşünce hayatımızda ağırlık noktası insandır. zorundadır da. Ferdi ve milli şuura sahip olan Türk milBizim nazarımızda Allah’tan sonra en değerli varlık kendi liyetçileri şahısların şahsiyetini korumak ve onun varlık
haysiyetini idrak eden insandır. Bu insanın ilahlaştırılma- sebebi saydığı değerleri de saygı ile karşılamak durumunsı manasına gelmemekle beraber, insanın alçaltılmasına dadır. İnsanlara karşı su’i zan ve ön yargı sahibi değildir
karşı da isyanımız vardır. Türk milliyetçilerinin insan ve Türk milliyetçileri. Dinimizin emri de ön yargıdan uzak
ahlak anlayışı, dramatik bir ahlak değildir. Eksik, aciz ve olmayı gerektirir. İlim ise peşin hükümlülüğün insanı yazavallı gördüğü varlıklara karşı merhametli, kendisi için nılgıya sürüklediğini göstermektedir. Peşinen tanımadığıistediğini onlar için de isteyen, bir ahlak anlayışı. Ümitsiz- mız bir insanın bizim için puanı artı yüzdür. Biz o şahsı
lik dönemlerinde ise mükemmelleşme iradesi zayıflayan, tanıdıkça harcamalarımızı o artıdan yapmak zorundayız.
sorumluluk duygusunda ızdırap duyan bir nevi uyar oğlu Cemiyetlere, milletlere ve toplumlara bakışımız da bu ölçü
dâhilindedir. Şahıslar ve milletler, düşünceleri ile aynileşbu ikili periyotun sahibi olduğu ahlakı kabul etmiyoruz.
miş iseler, onları yeniden denemeye ve puanlamaya gerek
Bizim ideal düşüncemizde ideal insan, yalnız ve an- duymayız. Rusya ve kominizim gibi. Merhum Atsız Hocak ebedi olana, mutlak hür, bir ve sonsuz olan Kadir’i cam şöyle demişti: “Komünizmi Rusya’nın rejimi olduğu
mutlak’a muhtaçtır. Makam, mevki, para, güç, zekâ, sa- için değil, bir insanlık suçu olduğu için kabul etmeyiz,
lahiyet ve hiçbir şey insanın istismarına fırsat vesilesi ola- Rusya’yı da komünist olduğu için değil, tarihi meselemiz,
maz, olmamalıdır da.
jeopolitiğimiz olduğu için dikkate alırız.”
Bize göre insan kendisini hayvan olmaktan kurtarıp,
Hazlar ve acılar aynı cinsten değildir. Acı pahasına haz,
duyularının üzerine sıçramalıdır. Halinden memnun bir haz pahasına acı denenemez. Denenmiş olanların duygu
domuz olmak yerine ızdırabı olan bir insan olmalıdır. İdeal ve hükümleri en doğru olmasına yetmez mi? Elbette ki yeinsan için topluma katılma rast gele bir başıboşluk değil, ter de artar bile. Tarih olaylarına bu sebepten ehemmiyet
insanın şerefini kurtarma mücadelesine katılma sorum- veririz.
luluğunu idrak meselesidir. İster fert olsun, ister cemiyet
Milli şuur içerisinde sosyal tabakaların olduğunun idolsun insanı alçaltan her davranış gayrimeşrudur. Birilerakini
taşırız. Bunların birbirine hasım olmasının en bürini yüceltmek için kendilerini alçaltanlar, yücelttikleri ile
yük
tehlike
olduğunu idrak ederiz. Çeşitli zaruretler sonu
birlikte alçaldıklarını fark etmeyenlerdir.
meydana gelen bu tabakalaşmayı yakınlık duygularını arİnsan hür bir vicdanla ancak Allah’a boyun büker. An- tırarak, münasebetlerini sıklaştırarak, sosyal, ekonomik,
13
kültürel ve politik denge ve adalet sağlanarak yaranın sarılıp, dayanışma ve iş birliğinin tahakkuku için can atarız.
Aksini devam ettirenlerin bilerek yaparlarsa ihanetine, bilmeyerek yaparlarsa gafletine hükmederiz. Bunun için milli
şuuru bu tür parçalanmanın kurtarıcı en tabii harcı kabul
ederiz.
Bize göre bu sorumluluğun bir otoriteye ait olması gerekir ki, bu otorite de milli devlettir. Herhangi bir sınıf ve
zümrenin tekelinde olmayan, bütün sınıf ve zümreleri iş
meslek guruplarının maddi ve manevi koruyucusu onların
hak ve menfaatlerini adil bir biçimde savunup dengeleyen,
bütün vicdanlarda saygı ve itibar bulan, şefkatli bir otorite
olan milli devlet. Zulme, gadre, haksızlığa uğrayan herkes
ve her zümre, kanadı kırık kuş gibi onun duldasına sığınmalıdır.
Türk milliyetçilerinin dünya görüşünde fakirlik insanın
kaderi olamaz. İnsanlar arasında maddi farklılık elbette
olabilir. Bu bir mahiyet farkı gibi değil, derece farkı gibi
olabilir. Eğitimde eşitsizlik, sefil bir sosyal düzenin davetçisidir. Bu sefillik ise hayallerin yıkılışıdır. Hayalleri yıkılan toplumların gerçeklerle münasebeti olabilir mi? Kendi
fiilinin hazırlayıcısı olan insanoğlu başkaları tarafından çizilen bir kadere boyun eğemez. “Bu senin kaderin“ diyene
bir cevabı olmalıdır: “ Bırakınız kader ve talihi, bana olabildiği kadar zıt gitsin, beni hükmü altına alamaz” İşte bu
ses, ferdi şuuru içtimaileştirdiği zaman, insanlık topyekûn
haysiyetine ulaşacaktır.
Ferdi şuura ulaşan insan, düşünebilen insandır. Düşünmek, kulaktan güdülmeyi bertaraf eder. Dinlerin ve insanlığın temel ilkesi, düşünen ve şuur sahibi insana saygı
duymak olmalıdır. Hak ve hürriyeti, insan kendi arar bulur. Bir iradi faaliyetin, bir fizik yorgunluğun sonunda ona
ulaşır. Gerek fert, gerek toplum olsun, hürriyetsizliği kendi
davet eder. Hürriyetten kaçış, hürriyet yükünün ağırlığı ile
doğru orantılıdır. Nimet ne kadar büyük ise külfeti de o
kadar ağırdır. Bizim için bu kadarmış diyemezsiniz. Bu ise
kolaycılıktır. Sizin yerinize birilerinin düşünmesine ruhsat
vermek demektir. Bu davranış saygıya değer bir davranış
değildir.
Teslimiyetçi ve şartlanmış bir davranışın saygıya değer
tarafı da olamaz. Bir millet düşünün ki, dilinde ve lügatinde düşünme devre dışı olsun; bu mümkün müdür? Şu
kadar seçkinimiz var, bunlar bizim yerimize düşünüyorlar
da diyemezsiniz.
14
Ferdi şuura ulaşan insan,
düşünebilen insandır.
Düşünmek, kulaktan
güdülmeyi bertaraf eder.
Dinlerin ve insanlığın temel
ilkesi, düşünen ve şuur
sahibi insana saygı duymak
olmalıdır.
Bu, şu demekten farklı mı olacak sanılıyor. Birçoklarımızın gövdesini bir başa bağlayalım. O zaman her birimiz
omuzlarımızda birkaç kilogram yük taşımaktan kurtuluruz. Hâlbuki insan sorumluluktan kaçan değil, sorumluluğu yüklenen varlıktır. Tanımaya çalıştığımız insan, şu
değil midir?
“Biz, emaneti göklere, yere dağlara arz ve teklif ettik
de onlar yüklenmekten çekindiler; yanaşmadılar; onu insan yüklendi. (ruhlar âleminde evet dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti.”) (Ahzab suresi, ayet 72)
Bu yönü ile de bakıldığında anlaşılan odur ki, insanın
değerlendirilmesi ve değerinin verilmesi bir farz-ı ayın
gibi gelmektedir. Onun için biz insanı tanımayı kâinatı tanımakla eş tutarız. İnsanı Tanrının emaneti olarak görürüz.
İnsana kâinatın en seçkin ve kudretli varlığı olarak bakarız.
Her halde İslam dini, sadece Hz.Peygamberin feyzinden feyiz almış, mucizelerini yakinen görmüş, ilk kuşak
sahabeler için gönderilmemiştir. O, çeşitli arzu ve istekleri
olan, problem sahibi insanların da olacağını hesaba katmıştır.
Bu kavga, hırs, intikam ve bencillik beşerin tabında
mevcut olduğuna göre; bu, Habil ile Kabil arasında başlayan olayların yine insan idraki ile neticelendiğinin gerçeğidir. Dünya insana, insan insaniyete, insaniyet İslamiyet’e
muhtaç olduğundandır ki; İslamiyet de dün olduğu gibi, bu
gün, yarın ve öbür gün Türklük ile Müslümanlığı et ve tırnak gibi ayırt etmeden Türk milletinin dostluğunda yoluna
devam edecektir.
ARAPLAR
BİZE DOST MU?
Gençlik Dergisi
Mehmet ÇAYIRDAĞ
Araplar, Müslüman kardeşlelerini, aşiret kavgalarını önlemiş,
rimiz olarak keşke biz Türklere
buralara sulh ve sükûnu getirmiş,
dost olabilseler. Ama değiller!...
ayrıca bu geniş ve çoğu çöl uçsuz
Keşke Pakistanlılar gibi aramızda
bucaksız toprakları Haçlılara karşı
Birinci Dünya Savaşı,
muhabbet olsa. Ama yok. Bu kokoruyup bunun için sahillerde ve
Araplarla iplerin koptuğu
nuda sizlere yakın tarihin bir muiç bölgelerde kaleler yapıp çoğu
büyük hadisedir. Bu
hasebesini yapacağım. Hadiseleri
Anadolulu olan askerlerini yerleşsavaşta Türk evlatları Arap
ve hatıralarımızı şöyle bir gözden
tirmiş, sahillere donanmalar oluşcoğrafyasını vatan toprağı
geçirelim, neler olmuş:
turmuştur. Osmanlı Devleti yüzbilip İngilizlerle savaşarak
yıllarca bunları yaparken bugünkü
Bilindiği gibi biz Mısır’ı,
korumaya
çabaladı.
gibi dünyanın dikkatini ve iştahını
Suriye’yi, Irak’ı Araplardan alçeken petrollerinden istifade etmemadık. Mısır ve Suriye’yi Memmiş, böyle bir servetin olduğunu
luklulardan (ki öz be öz bir Türk
bile fark etmemiştir. Zaten petrodevletidir), Irak’ı da İranlılar’dan,
lün bugün olduğu gibi uygulama
Safevilerden aldık. Onlar da mezalanı
o
dönemde
söz
konusu
değildi.
hepleri farklı bir Türk devleti idi. Hicaz ve Yemen ise
Mısır’a tâbi idi, Mısır’ı alınca otomatikman oralar da OsAncak 18.yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin zamanlı Devletine geçti veya geçmek zorundaydı. Yani biz yıflamaya başlamasıyla birlikte buralarda kıpırdamalar
bu bölgelere girerken Araplarla mücadele etmedik. Onlar, ve problemler başlamıştır. III. Selim ve II. Mahmut dötabii olarak bizim tebamız oldular. Yavuz Sultan Selim neminde dinî gibi gözüken aslında İngilizlerin kışkırtması
zamanında Suriye-Mısır ve Hicaz alınınca Osmanlı dev- ile başlayan Vahabi hareketi Osmanlıların başına büyük
let adamları Hicaz’a bir vali göndermek üzere padişahın gaileler açmıştır. Düşünün, isyan dini bir hareket olarak
onayını almak istediklerinde Yavuz orada idarede bulunan Osmanlı Hilâfetine karşı yapılıyordu. Devletin durduraHz. Peygamber soyundan Seyyit ve Şerifleri kastederek madığı isyankârlar İslam’ın kutsal mekanları olan Mekke
“Biz onların başına bir hâkim mi göndereceğiz? Biz onlara ve Medine’ye girmişler, bütün cahilliklerini ve vahşetleriancak hizmette bulunuruz, yani hadimiz” diye teklif geti- ni ortaya koyarak bu mübarek mekanları ve bilhassa merenleri terslemiştir. Ve ondan sonra da
Osmanlı Devleti bunların bütün ihtiyaçlarını karşılamış, kaşınızın üzerinde gözünüz var dememiş, onlar da bu
ihsanlar karşılığında son zamanlara
kadar devlete tabi olup hiçbir problem
çıkarmamışlardır. Mısır, Suriye, Irak
ve Yemen’den ise devlet bir kısım
vergiler aldı ise de buraları da kendi
öz toprağı bilerek her türlü imar faaliyetinde bulunmuş, külliyeler (Kahire, Şam, Halep, Bağdat vs.de olduğu
gibi) yollar, köprüler, su tesisleri vs.
ile halkın bütün ihtiyacını karşılamaya çalışmış, bütün halkın memnuniyetini ve hayır dualarını almıştır. Osmanlı Devleti oraların aynı zamanda
jandarmalığını yapmış, asırlar süren
asayişsizlikleri, mezhep mücadele-
15
Arap eşkıyası tarafından
yollarda taciz edilmemeleri
için devlet dağlardaki bu
eşkıyaya haçtan önce resmen
para dağıtır, yani devlet
haraç verirdi.
zarlıkları inançları gereği talan etmişlerdir. Tabii buradaki
Seyit ve Şeriflerimiz de bunlara uymuşlardır. Devleti bu
badireden isyankâr Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa kurtarmış, elebaşları İstanbul’a getirilerek cezalandırılmıştır.
Daha sonra Birinci Dünya Savaşına doğru hadiseler
herkesin malûmudur. II. Abdülhamit en borçlu ve sıkıntılı bir dönemimizde İslam dünyasının ana damarları gibi
olacak Bağdat ve Hicaz demiryollarını dışardan borç almadan perişan milletimizin ianesi ile yaptırmış, kendisi de
bir defa bile bu hatla Hicaz’a gidip Hz. Peygamberi (S.A)
ziyaret edememiştir (Hicaz demiryolu için Kayseri’den
toplanan yardım parası makbuzlarından iki âdeti bende
bulunmaktadır). Bu dönemde Hacca gidecek hacı adaylarının gidiş ve dönüşlerinde Arap eşkıyası tarafından yollarda taciz edilmemeleri için devlet dağlardaki bu eşkıyaya
haçtan önce resmen para dağıtır, yani devlet haraç verirdi. Hele her yıl Surre alayı denilen, padişahların, MekkeMedine’ye hediyelerini ve çok yüklü miktarda paranın
Mekke Şeriflerine gönderilmesi hadisesi dillere destandı.
Bunlar da dini duyguları ve Şerifleri hoş tutmak için verilen tavizlerdi.
Birinci Dünya Savaşı, Araplarla iplerin koptuğu büyük
hadisedir. Bu savaşta Türk evlatları Arap coğrafyasını vatan toprağı bilip İngilizlerle savaşarak korumaya çabaladı.
Türkler çölleri temiz kanıyla sularken onlar tam tersi Hıristiyan düşmanlarla işbirliği edip, onların tarafını tutmuşlar ve bize karşı her türlü hainane hareketleri göstermişler, askerlerimizi arkadan vurmuşlardır. Önderleri Mekke
Şerifi Hüseyin, Suudlar ve diğer Arap liderleri idi. Zaten
düşmanlık içinde olan bu adamları harekete geçiren ve
16
onların kafalarına Türklerden ayrılma fitnesini yerleştiren
İngilizler ve casusları bunda muvaffak olmuşlar, karşımıza
düşman olarak kendileri ile birlikte bu Müslümanları (!)
çıkarmışlardır. Birinci Dünya Harbi içinde Mısır’da Kanal Harekâtı esnasında Türk birlikleri bunlardan para ile
bile acil ihtiyaç olan su ve nakliye hayvanı olarak deve
alamamışlardır. Yemen’de İmam Yahya âdisi, İngilizlerin
sıkıştırdığı Türk çocuklarına dağlarda baskın vererek kılıçtan geçirtmiş ve Anadolu’da dünya tarihinde bu kalitede
benzerleri olmayan Yemen ağıtları yakılmıştır. Hele Medine müdafaası…Fahrettin Paşa kumandasında Peygamber
aşığı Türk çocukları Resulullahın mezarını savunurken
en çok Araplardan zarar görmüşler, pusulara düşürülüp
katledilmişler ve nihayet bu mukaddes emaneti onlara
ve İngilizlere teslim edip çekilmek zorunda kalmışlardır.
Selçukluların bir kolu olan Zengi Türk Devletinin kumandanı Selâhattin Eyyubi’nin haçlılardan kurtardığı kutsal
Kudüs’e yüzlerce yıl sonra yine İngilizlerle birlikte girmişler ve Kudüs’ün tekrar Hıristiyan ve Yahudilerin eline
geçmesinde görev alıp bayram etmişlerdir.
İslâmın 20’nci asırdaki en önemli ve tek mucizesi olan
İstiklal Savaşımız’a Hindistan Müslümanları (Pakistanlılar) ve Orta Asya Türk dünyasından her türlü maddi ve
manevi destek gelirken, Araplar en ufak bir teşebbüste
dahi bulunmamışlardır. Suudlar, Türk’e ait çöllerden geçen, yokluk içinde yapılmış tren yollarını dahi bombalayıp
kullanılamaz hale getirmişlerdir.
Bizi suçlarlar: İsrail’i neden tanıdınız ve kuruluşuna
mani olmadınız? Cezayirlilere neden destek olmadınız da
Fransızlar yanında durdunuz? Bunlar temelsiz suçlamalardır. Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesine, Yahudilerin oraya doluşmasına biz mi sebep olduk? Filistinlilerin
yerinden yurdundan edilmesini biz mi sağladık? Hayır!...
Yaser Arafat itiraf etti: “Biz Türklere, Osmanlı Devletine yaptığımız ihanetin bedelini ödüyoruz”, diye. Türkiye görünürde Birleşmiş Milletlerde Fransızların yanında
hareket etti ama gizlice oraya isyancılara silah gönderdi.
Tıpkı Bosna Hersek’te yaptığı gibi.
Peki bu dönemde Araplar ne yaptılar? Bir gün Birleşmiş
Milletlerde Kıbrıs için bize destek oldular mı? Bizim tarafımızda mı oldular, Yunanistan’ın tarafında mı? Makaryos
onların dostları değil miydi? Sıkıştığında Mısır’ı ziyaret
edip moral bulmuyor muydu? Sahabeden Hala Sultan’ın
makamın olduğu Kıbrıs’ın, İslamın ilk hedeflerinden biri
olan bu adanın bir kısmının da olsa yeniden fethi bir İslami hareket değil midir? Tabii onlara göre Türkler yaparsa
değil. Suriye düne kadar Yunanistan’la müttefikti. Türklere karşı anlaşmaları vardı. Irak her seferinde ya bizzat
devleti ve liderleri eli ile veya oradaki Kürtler vasıtasıyla
Kerkük Türklerine karşı katliam uygular, liderlerini ortadan kaldırırdı. Yine Suriye 20 yıl Apo’yu besleyip, PKK
eli ile Anadolu çocuklarının katledilmesini sağlamadı mı?
Oralarda hangi grup bunlara ses çıkardı?
Yazımı 1988 yılında kara yolu ile yapmış olduğum ilk
hac sırasında şahit olduğum bazı hâdiseleri aktararak bitireceğim: Buradan, bin bir meşakkatle Irak ve Suudi Arabistan sınırlarına kadar ulaştık. Temmuz-Ağustos mevsi-
Gençlik Dergisi
mi idi ve hava çok sıcaktı. Sınırda beklemek de o kadar
zordu. Evvel gelmiş olduğumuz halde, burada işleme önce
daha sonra gelen Arap hacı adayları alınıyor onlar bitince
Türklere sıra geliyordu. Sıcak ve sıkıcı bir yolculukla Suudi Arabistan’da Taif kentine kadar vardık. Orada otobüsten
inerek abdest alıp vaktin namazını kılalım dedik. Kasaba
gibi olan bu yerde bir grup, yerlilerinin evine yaklaştık.
Maksadımız onların tuvaletlerini kullanıp abdest almaktı.
Umumi bir tuvalet ve abdest alınacak musluk görememiştik. O sırada bizim Türk yolcular olduğumuzu gören 20
yaşlarında sarışın bir Türk çocuğu bağırarak koşup geldi.
İşçi olarak gitmiş birkaç yıldır orada çalışıyormuş. “ Amcalar, teyzeler durun, bu adamların evine girilmez, derhal
çekilin, bu adamlardan her şey beklenir” diye bağırıyordu. Çok sıkışmıştık. Çaldığımız kapıdan suratsız bir Arap
çıktı. Kalabalığı görünce buyur etmek zorunda kaldı. Biz
de ihtiyaçlarımızı giderdik. Zavallı çocuk orada ne türlü
hadiselere şahit olmuştu ki bizi böyle canhıraş ikaz etmeye çalışıyordu. Zaten Suudi Arabistan’a giden Türk işçileri
tam bir esir hayatı yaşamaktadırlar. Hak, hukuk diye bir
şey arama. Bu garibanları “delil” diye bir Arab’a mahkum
edip kazandıkları paraları önce bu adamlara öderler, onlar
da keyfi yetince, istedikleri kadar miktar zavallılara verir.
Bunları kimseye şikayet edemezler, etseler de netice alamazlar.
Mekke’ye vardığımızda birgün Mescid-i Haram’da
(Kâbe Camiinde), çevrede akmakta olan Zemzem çeşmelerin birinde normal abdestlerimizi yenilemek istedik.
Yanımızda hanımlarımız da vardı. Bir yaşlı Arap yaklaşıp
bize “Haram!” diye bağırmaya başladı. Zemzem suyu ile
abdest almanın haram olduğunu söylüyordu. Düşündüm
böyle bir şey okumamış ve duymamıştım. Biz çeşmeden
abdest almaya devam ettikçe Arap sesini yükselterek “Ha-
ram!” diye daha fazla bağırıyordu. Neticede bize mani
olamayacağını anlayınca, âdi herif “Türki! külli kâfir” diyerek yanımızdan ayrıldı. Rozetlerimizden Türk olduğumuzu anlamıştı ve Kabenin içinde Hacca gelmiş insanlara
bütün Türklerin kâfir olduğunu söylüyordu.
Medine’de Hz. Peygamber’in türbesinin bulunduğu
camide teknisyen olarak görevli Kayseri İmam Hatip’ten
mezun bir talebemle karşılaştım. Daha sonra yüksek tahsil de yapmış, orada böyle bir iş bulmuştu. Ona, “madem
buradasın, boş zamanlarında burada bulunan MemlukluOsmanlı kitabelerini okuyup kaydetsen, Medine’de Türk
Kitabeleri ismi ile yayınlasak” dedim. Çocuk irkildi. “Ne
yapıyorsun hocam, böyle bir şey yaptığımı öğrenirlerse,
benim derhal işime son verirler ve beni gönderirler” demişti.
Evet… Bizim din kardeşlerimiz maalesef böyle. Bunlara başka örnekler ilave edilip yazı uzatılabilir. O zaman
dergi hacmini çok aşar. Yazıma “İnşallah İslam âlemi şuurlanır da Türklerin kadri, kıymeti bilinir.” temennisi
ile son veriyorum.
17
Osman SEL
“SENEDİ BÂTIL OLUR
BÂTIL OLAN DAVANIN”
30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarında devlet protokolünün yüz hatlarına bakınca, bunun bir kutlama değil
anma günü olduğu hissine kapıldım. Zira hiçbirinin yüzü
gülmüyordu. Sanki bir taziyeye gelmişler gibi, hüzünlü,
üzgün ve asık suratlı bir görünümleri vardı. Bir bayram
sevinci, mutluluğu, neşesi hakim değildi. Belli ki beyinlerinin bir yanında yaptıklarının muhasebesi vardı. Bayram,
bayram gibi değil. Bu durumu televizyon ekranlarında görünce aklıma merhum Abdürrahim Karakoç’un şu dizeleri
geldi:
“Ya bayramlar bayram olsun,
Ya takvimler cayır cayır yırtılsın”
Bu, 30 Ağustos Zafer Bayramı takvimlerin cayır cayır
yırtılacağı bir gündü.
Bunun nedeni çeşitli bahanelerle, suçlamalarla, komplolarla, tezgâhlarla, sahte delillerle, gizli tanıklarla Türk
Ordusu’nun 900 civarında subay ve astsubayının tutuklu
ABD’nin şimdi yapması gereken
Türk Ordusu’ndan korkan,
temel referansları Türk Ordusu
ile taban tabana zıt bir partiyi
iktidara getirmek ve Türk
Ordusu üzerinde yapmayı
düşündüğü operasyonları
onlara yaptırmaktı.
ve hükümlü olarak cezaevinde olmasıydı. Hem bunları cezaevine göndereceksin, hem de bayramlarını kutlayacaksın… Her halde bu durum müsebbiplere bile biraz
traji-komik geldi. Bunun için rol bile yapamadılar, gerçek
yüzleri 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarında ortaya
çıktı. Mahcup, birbirinin yüzüne bakamayan, gözlerini ya
yere ya gökyüzüne çevirmiş, tedirgin, suçluluk psikolojisine girmiş bir devlet protokolü, pek çok gerçeği hiçbir şey
konuşmadan bütün çıplaklığı ile anlatıyordu.
Bu günlere neden ve nasıl geldik? 1989 yılında Sovyetler Birliği çökünce, yeni dünya düzeninde ABD’nin Türk
Ordusu’na güveni kalmamıştı, ama Türk Ordusu da yabana atılacak, hesaba katılmayacak bir güç değildi. Asker
sayısıyla, donanımı ve elinde bulundurduğu silahlarla, ta-
18
rihsel misyonu ve geçmişiyle, disiplin ve vatanseverliğiyle
her zaman potansiyel bir tehlike idi. Aslında bu gerçeği
ABD’nin gayri resmi sözcüsü Soroz da bir konuşmasında
dile getirmişti. Şöyle diyordu: “Türkiye Cumhuriyeti’nin
patentli iki ihraç ürünü var: Biri Mustafa Kemal Atatürk, diğeri Türk Ordusu.”
ABD’nin yeni dünya düzeni ve Orta Doğu’nun yeniden
yapılandırılması projesinde başarılı olması için Türkiye kilit önemde bir ülke idi. Türk Ordusu, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra kem-küm etmeye başlamıştı. ABD’nin her
dediğini onaylamıyor, artık NATO’yu ve ABD işbirliğini
sorgulamaya başlıyordu.
Bu, ABD’nin Türkiye’de yeni müttefikler bulması ve yoluna öyle devam etmesi gerektiğini anlaması ve
karar vermesi açısından yeterli bir sebepti. ABD, Türk
Ordusu’ndan ümidini kesmişti. Türk Ordusu bundan böyle kendi devleti, milleti ve vatanı için mücadele edecekti.
ABD’nin çıkarlarının bekçisi olmayacaktı.
ABD’nin şimdi yapması gereken Türk Ordusu’ndan
korkan, temel referansları Türk Ordusu ile taban tabana zıt
bir partiyi iktidara getirmek ve Türk Ordusu üzerinde yapmayı düşündüğü operasyonları onlara yaptırmaktı. Bunun
alt yapısını 28 Şubat’ta hazırladı. Türk Ordusu’na devrin
hükümetine muhtıra verdirdi ve hükümeti düşürdü. Yerine
Ecevit başkanlığında bir hükümet kuruldu. 2001 yılında
ABD’nin finansal darbesi ile bu hükümet 2002 yılında yapılan seçimlerde bütün ortaklarıyla beraber Türk milleti
tarafından devre dışı bırakıldı. Bu arada Tayyip Erdoğan
ve arkadaşlarını yanına çekerek kurdurttuğu AKP büyük
bir seçim başarısı ile iktidara getirildi. 2003 Mart ayında
Türkiye Büyük Millet Meclisi, hükümetin ABD’ye söz
vermesine rağmen meclisten Irak tezkeresini geçirmedi.
Hükümet yandaşları ve yandaş basın bunun sebebinin
Türk Ordusu olduğu, onlar bu konuda sessiz kaldıkları için
tezkerenin meclisten geçmeyeceğini yaymaya başladılar.
Ayrıca 2003 yılında zamanın Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılıç, Türkiye biraz da çevresindeki ülkelere yönelmelidir. İran ve Rusya ile yakınlaşmalıdır mealinde sözler söylemişti. Bütün bunlar ABD’nin
Türk Ordusu hakkındaki kanaatini pekiştirdi ve Türk Ordusu için hazırlanan operasyon palanı devreye gizli olarak
sokuldu. Önce Türk Ordusu’nun saygınlığına gölge düşürmek için Kerkük’te ki birliğin başına çuval geçirildi. Hiç
kimse sesini çıkarmadı. Devlet, hükümet ve Türk Ordusu
bu katlanılması zor durumda hiçbir tepki vermediler. Türk
Ordusu yalnız bırakıldı. ABD’ye nota vermek şöyle dursun müzik notası bile söyleyemediler.
Gençlik Dergisi
Bu durum ABD’nin AKP hükümetine olan güvenini
arttırdı. Türk Ordusu üzerinde yapacağı operasyon için
hiçbir şüphe ve korku kalmadı. Bir gerçeği de burada vurgulamak gerekir. Türk Ordusu geçmişte yaptığı yanlış işler ve darbeler sebebiyle Türk milletini AKP’nin, AKP’yi
de ABD’nin kucağına atmıştır. Hatırlayınız: “Biz zinde
güçlerin şerrinden Brüksel’in şefaatine sığınıyoruz” sözü
meşhurdur.
ABD, 1950 yılından beri Türkiye Cumhuriyetinin bütün kurumlarında ve kuruluşlarında etkin bir şekilde yer
almıştır. NATO vesilesiyle Türk Ordusu’nu iyi tanımış, siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik münasebetler dolayısıyla Türkiye’de her alandaki etkin kişi ve kurumlar üzerinde
kontrol kurmuş, basın, dernek ve vakıflar kanalıyla ABD
çıkarlarını ve politikalarını Türk toplumuna benimsetmek
yolunda büyük mesafeler almıştı. Bu arada CIA Türkiye’de
olup bitenleri, toplantıları, plan ve projeleri çok rahat ele
geçiriyor ve hatta bu palanların ve projelerin hazırlanmasında açık veya gizli yer alıyor, söz sahibi oluyordu. İki
devlet arasında yapılan istihbarat paylaşımı antlaşması ile
MİT’in tüm bilgilerine ulaşabiliyordu. Bu da ABD’nin
Türkiye hakkındaki her türlü bilgi ve belge biriktirmesi ve
bunları istediği zaman, istediği yerde ve istediği şekilde
kullanması için çok büyük bir imkân sağlıyordu.
ABD Türk Ordusu’na darbe indirmek için zamanın
ve zeminin hazır hale geldiğine karar verdi ve düğmeye
bastı. Tarih 2006. Elindeki bilgi ve belgeleri çuval çuval,
valiz valiz, basın mensuplarına, resmi makamlara, kendine
hizmet eden kişi ve kuruluşlara dağıtmaya başladı. Proje
Washington’da yazılmış, oyun Türkiye’de sahneye konulmuştu.
2006 AKP’sini gözünüzde canlandırırsanız bu operasyonu yapmasına, bilgisi, tecrübesi, gücü, aklı ve cesareti
yetmezdi. Ergenekon davasının savunucularının Zaman
ve Taraf gazetesi ile Samanyolu televizyonunun olduğu,
Fettullah Gülen’in de ABD’de rehin tutulduğunu bilince
projenin gerçek sahibinin ABD olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ergenekon davasının başlamasına sebep olan
Tuncay Güney’in bu gün Kanada’da İsrail bayrağı altında
hahamlık yaptığını bilmek de bu konudaki görüşümüzün
ne kadar isabetli olduğunun ayrı bir göstergesidir.
Oyun; Balyoz, Ergenekon, Casusluk davaları ile sahneye konulunca bu durum AKP tarafından iç politikada kendi çıkarları ve iktidarlarının devamı için bir fırsat olarak
görüldü veya büyük bir güç tarafından böyle algılanması,
böyle kullanılması ve oyunun içine girerek böyle oynanması için talimatlandırıldı. Her ne şekilde olursa olsun bu
AKP’nin çok işine yaradı. Kraldan çok kralcılık oynamaya
başladı. Halen de oyunu seyrini değiştirmeden oynuyor.
AKP bu oyunu iç politikada kendi ajandasını uygulamak, iktidarının devamını sağlamak, kendisine rakip olacak veya projesine karşı çıkacakları sindirmek, korkutmak
ve cezalandırmak için bir fırsat bildi. ABD’nin senaryosuna bunları da ekledi ve bildiğimiz sonuç ortaya çıktı.
AKP’nin devlet teamüllerine, devletin kurucu felsefesine,
Türkiye Cumhuriyetinin kazanımlarına ters düşen uygulamalarını rahat yapabilmesi için bunlara tepki gösterecek
kişileri, grupları ve kurumları baskı altına almak, sustur-
mak gerekiyordu. Biliyorlardı ki; bunlar susarsa, kimse
konuşamaz. Bu insanlar bilgileri, konumları, donanımları,
imkânları ve güçleri ile iktidarı korkuturlar. Bunlar bertaraf edilirse projelerini uygulamak için hiçbir tehlike ve
tehdit unsuru kalmaz. Bu düşüncelerle ve senaryo ile 2013
yılı Temmuz ayına gelindiğinde oyun bitti, sahne indi.
Adına Ergenekon denilen dava hiçbir sürpriz olmadan
sonuçlandı. Ben sonucun böyle olacağından hiçbir şüphem
yoktu. Hüküm açıklandı, tutukluların yaşı, rütbesi, boyu,
ünvanı, etki gücü, ince ince ele alınarak cezalar verilmiş.
Cezalar tabir yerindeyse “ bir ata dört nal, dört ata bir nal”
şeklinde adaletli, tutarlı, mantıklı, TCK’na uygun(!) bir şekilde dağıtılmış.
Hükmü görünce 1960’larda İstanbul liginde oynayan
Adalet Sporun küme düşmesi üzerine bir gazetenin o gün
attığı manşeti hatırladım. “Adalet küme düştü” diye yazmışlardı. O gün kinayeli yazılan bu cümle bugün gerçek
anlamıyla karşımıza çıktı. Bir şairimiz de bundan kırk yıl
önce “Adaleti gelin ettik dul çıktı” diye bir mısra yazmıştı.
Sembolik olarak yazılan dizeler yıllar sonra somutlaştı.
Ergenekon davasında verilen karar ve açıklanan hüküm
Türkiye’de adaletin ruhunu kaybettiğinin ispatıdır. Bu sonuçtan sonra İsviçre Denizcilik Bakanının sözü aklıma
geldi. Bir gazeteci İsviçre Denizcilik Bakanına soruyor:
Sayın bakan İsviçre’de deniz yok, siz ne iş yapıyorsunuz?
diye. O da cevap veriyor: “ Bunda şaşılacak bir şey yok
Türkiye’de de Adalet Bakanlığı var” diye.
Yazımın başlığı 19. Yüzyıl, Tanzimat yazarlarından
Şinasi’ye ait. “Senedi batıl olur, batıl olan davanın” Er-
Ergenekon, Balyoz, Casusluk
davalarından hüküm giyen
kişiler üzülmesinler. Her şeyin
bir bedeli vardır Tarih bedel
ödenerek değişmiştir. Her
güzel ve iyi şeyin arkasında
ödenmiş büyük bedeller
vardır.
genekon davası batıl ( haksız, delilsiz) bir davadır. Bunun
senedi ‘de (hükmü) batıldır, geçersizdir.
Ergenekon, Balyoz, Casusluk davalarından hüküm giyen kişiler üzülmesinler. Her şeyin bir bedeli vardır Tarih
bedel ödenerek değişmiştir. Her güzel ve iyi şeyin arkasında ödenmiş büyük bedeller vardır.
Ergenekon, Balyoz, Casusluk davalarında ceza alan kişiler, şimdi Namık Kemal’in şu dörtlüğünü haykırmalılar:
“Zâlim olsa ne rütbe bî-perva, yine bünyâd-ı zulmü
biz yıkarız;
Merkez-i hâke atsalar bizi, küre-i arzı patlatır
çıkarız!”
19
MEHMED’İM
Mustafa ÖZTÜRK
20
Boğaz’da Mehmed’e pusu kuruldu
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Nice yiğit uykusunda vuruldu
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Toplar mevzilerde paslanıp kaldı
Teğmen güverteye yaslanıp kaldı
Dostlar da çaresiz, hislenip kaldı
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Dağdaki eşkiya Meclis’e indi
Türk’ün adı her tarafta silindi
İhanette son noktaya gelindi
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Kimi ağıt yakar öldün diyerek
Kimi sevincinden bakar gülerek
Şimdi doğrulmaya bir hamle gerek
Şu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Üzerine iftiralar attılar
Para verip yalancılar tuttular
Toprağını parsel parsel sattılar
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Ergenekon denen yurdu hatırla
Demir dağı delen kurdu hatırla
Sakarya boyunda merdi hatırla
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Yiğit olan yiğit almaz mı tedbir?
Gaflet anınızı bilmez mi muhbir?
Yaradan aşkıyla getirip tekbir
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Bozkurt tutsak olmaz yaralansa da
Yiğit yine yiğit karalansa da
Ciğerin dert ile parçalansa da
Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im
Gençlik Dergisi
“EY TÜRK MİLLETİ!
DÜŞÜN VE KENDİNE DÖN!”
Mehmet KILINÇ
13 asır önce ikinci Kök Türk kağanlığı döneminBilge Kağana göre yönetici kadroların bilgili ve cesur
de 726’da vezir Bilge Tonyukuk, 732’de Kök Türk or- oluşları, devletin yükselişi için kâfi değildir. Bu konuda bir
duları başkomutanı/genel kurmay başkanı Kül Tigin ve üçüncü şart vardır. Bilge Kağan devam ediyor:
734’te Bilge Kağan adına dikilen ve orijinal adıyla tam bir
“Beğleri, milleti düz imiş.” Yönetenlerle, topyekûn
“Bengü(ebedî) Taş” niteliği taşıyan “Kök Türk Yazıtları” yönetici kitleyle yönetilenler, halk “düz” imiş. Ne demek
yahut “Orhun Âbideleri” diye anılan bu taşlar, devrin en “düz” olmak? “Doğru olmak” mı? Hayır! Doğruluk zaişlek yolları üzerinde dikilmiştir; gelen geçen herkes oku- ten milletin bir özelliğidir. Yalancılık, sahtekârlık zaten
sun, anlasın, ibret alsın ve bir daha aynı hatalara düşülme- Türklerce çok ayıplanan gayr-ı ahlâkî niteliklerdir; bunun
sin diye.
ayrıca belirtilmesine de lüzum yok. Peki, “düz” olmakla
Âbideler Türk dili, Türk tarihi, Türk medeniyeti, Türk neyi ifade ediyor? Bunu “ Milletle beğler düz imiş, aynı
millî şuurunun ifadesi bakımından tam bir şaheserdir; Türk seviyede imiş, denk imiş”, daha doğrusu “beğlerle milletin
milletinin ebedîliğini haykıran ölümsüz, emsalsiz eserler- aynı ülküler, aynı inançlar, aynı kültür değerleri etrafında
dir. Türk milletinin bugünkü evlâtları olarak bizlerin bu toplanmış olmaları gerekir” şeklinde anlamak lâzım.
eserlerden geleceğimize ışık tutacak mühim neticeler çıYönetici kadrolarla milletin gönülleri aynı olacak; sekarmamız lâzımdır.
vinçleri, kederleri aynı olacak; birinin üzüldüğüne öteki
Âbidelerde Türk devletinin nasıl kurulduğu, hangi sevinmeyecek, birinin tiksindiğinden öteki zevk almayaesaslar üzerinde yükseldiği ve hangi zaaflar neticesinde cak. Milletin hangi duygular, hangi arzular içinde olduyıkılıp Türk milletinin perişan hale düştüğü çok açık bir ğunu yöneticiler bilecek ve milletin bu arzularını tatmin
şekilde ifade edilmiştir. Bakınız, Bilge Kağan Kök-Türk edecek şekilde icraatta bulunacaklar. İşte bu şartlar yerine
Devletini kuran ataları Bumın ve İstemi kağanlar için ne getirildiği için devlet kurulmuş, yükselmiş; millet saadete
diyor:
erişmiştir.
“Bilge kağan imiş, alp kağan imiş; buyrukları da bilge
Peki, niye yıkılmış devlet, millet neden perişan olmuş?
imiş tabii, alp imiş tabii.” Devleti kuran kağanlar bilgili ve Bilge Kağan bunu da açıklamış:
cesur imişler; vezirleri, beğleri de kendileri gibi bilgili ve
“Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabii, oğlu
cesur oldukları için devlet kurulmuş, yükselmiş.
kağan olmuş tabii. Küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınİfadeye dikkat edilirse kağan ve beğlerin “bilge” olma- mamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak, bilgisiz
ları, “alp” olmalarından önde gelmektedir. Yönetici kadro kağan oturmuştur. Kötü kağan oturmuştur. Buyruk(lar)ı
her şeyden önce bilgili olmak zorundadır. Bilgili yöneti- da bilgisizmiş tabii, kötü imiş tabii. Milleti beğleri tüzsüz
ciler elinde devlet ve onun çatısı
için(düz olmadığı, anlaşmış halde
altındaki millet kolayca yükselebilolmadıkları için), Çin milleti hilekâr
mektedir. Ama bilgi nedir? Yönetici
ve sahtekâr olduğu için, küçük karkadronun öğrenmiş olması gereken
deş ve büyük kardeşi birbirine düMilletin
hangi
duygular,
hangi
bilgi nasıl bir bilgidir?
şürdüğü için, beğ ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için Türk milleti il
arzular içinde olduğunu
Düşmanlarla dolu çetin bir coğyaptığını ilini elden çıkarmış, kağan
rafyada çetin bir hayat süren Türkyöneticiler bilecek ve milletin
yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin
leri idare etme mevkiinde bulunanmilletine beğlik erkek evlâdın kul
bu
arzularını
tatmin
edecek
lar, tatbiki mümkün olmayan felsefî
oldu, hanımlık kız evlâdın cariye
bilgilerle donatılamazlar. Onların
şekilde icraatta bulunacaklar.
oldu. Türk beğler Türk adını bıraktı,
sahip olmaları gereken bilgiler, haÇinli beğler gibi Çin adını tutup Çin
yat tecrübelerinden çıkarılmış, dekağanına itaat etmiş.”
nenmiş, atalar sözü hâline gelmiş
bilgilerdir. Yöneticiler, önce milleti
Dikkat ediniz: Yöneticiler “bilfelâketlerden kurtaracak ve onu regisiz, korkak ve kötü” insanlar. Yöfaha ulaştıracak bilgilere sahip olacaklar, ondan sonra da neticilerle halk uyum içinde değil; birlik yok. Düşman
“alp (cesur)” olacaklardır.
Çin sahtekâr, hilekâr, kurnaz; ne yapıyor? Milleti birbiri-
21
ne düşürüyor. Bilge Kağan milleti
mizin önlerini açmağa, dalgalanan
ikaz ediyor: “Çin milletinin sözü
saç örgülerimizi çözmeğe, dilimitatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş.
zi değiştirmeğe ve sizin kanunlaTatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla
rınızı kabul etmeğe gelince örf ve
Millî kültür değerleri
aldatıp uzak milleti öylece yaklaştıâdetlerimiz çok eski olduğu için
millet varlığının temelidir.
rırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra
onları bozmağa cesaret edemedim.
Bunlardan taviz vermek,
kötü şeyleri o zaman düşünürmüş.
Bütün milletimiz de aynı kalbe sakendi kültür değerlerine
İyi, bilgili insanı, iyi cesur insanı
hiptir.”
yabancılaşmak, yabancı kültür
yürütmezmiş.” «Orda kötü kişi şöydeğerlerini benimsemek
dediği kaydedilir. Her türlü
büyük felâketlerin sebebi
le öğretiyormuş: Uzakta ise kötü
fedâkârlığa katlanan, haraç vermeyi
olarak görülmektedir.
mal verir, yakında ise iyi mal verir.
ve tabiiyeti kabul eden hükümdar,
Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşımilletin mâ’nevî değerleri, millî
na aldanıp çok çok Türk milleti ölşahsiyeti, töreleri üzerinde hiçbir
dün.”
fedâkârlığa katlanamayacağını beİkaz gayet açık. Bilgisiz yönetilirtir.
ciler, millî kültürden uzaklaşmış yöneticiler, aydınlar ÇinDemek ki millî kültür değerleri millet varlığının temelilere aldanmışlar; Türk olma özelliklerini yitirmişler.
lidir. Bunlardan taviz vermek, kendi kültür değerlerine yaBir Çin kaynağında şöyle bir bilgi var: “Bir Kun hü- bancılaşmak, yabancı kültür değerlerini benimsemek bükümdarı Çinlilere karşı kudretli olmalarını millî ahlâk ve yük felâketlerin sebebi olarak görülmektedir. Bilge Kağan,
an’ânelerinin üstünlüğü ile izah ediyor. Bu sebeple Çin devletin yıkılışında millî kültür erozyonunun, yabancılaşkültür ve âdetlerine rağbeti, milletin esaretine bir başlan- manın etkisini belirtiyor.
gıç kabul ediyor.”
Tarihî kaynaklarda 630 yılında Çin hâkimiyetine düşen
Başka bir Çin kaynağında Çin imparatorunun tabiiyeti- Kieli Han (Kara Kağan)ın “Tanrı’dan korkmadığı, atalane düşen İşbara Hanın imparatora:
rını töresine tecavüzde bulunduğu, dinî inançlarla istihza
“Oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Bize semavî ettiği, ailesi ile de ihtilâfa düştüğü, Çinli bir mütefekkirin
menşe’den gelen atları (cennet atlarını) her yıl takdim tavsiyelerine göre hareket etiği ve memuriyetlere yabancıları getirdiği için” felâketlere sebep olduğu belirtilmekedecektir.
tedir.
Sabah akşam emrinizi bekleyeceğim. Fakat elbiseleriDüşmandan dost olmaz. Düşmanın tavsiyelerine göre
hareket edilmez. İlmen, fikren ve madden kendi gücüne
dayanmayan milletlerin akıbeti korkunç olmaktadır. Bugün de İngiliz’in Fransız’ın, Alman’ın Amerikan’ın yahut
Moskof’un, Çinli’nin veya Arap’ın, Acem’in fikirlerine
göre hareket edenlerin bu tarihî tecrübelerden ders alması
gerekmektedir.
Düşman, kuzu postuna bürünmekte, dost gibi görünmektedir; onun bu görünüşüne aldanmamak gerekir. Düşmanın kültürünü benimseyip ona kapılmak büyük gaflettir.
Türk milleti belki teknik yönden, maddî zenginlik yönünden, ilmî yönden, askerî güç bakımından geridir; ama
medeniyet bakımından başka milletlerden kat kat üstündür.
Daha düne kadar yamyamca bir hayat yaşayan, çocuklarını pişirip yeme hakkına bile sahip olduklarını kanun
maddesi hâline getiren Avrupalılar Türk milletine insanlık
dersi vermeğe kalkışıyorlar. İnsanlığın zerresinden bile nasipsiz bulunanlar, Türkler gibi insanî özellikleri millî özellik haline getirmiş bir millete nasıl ders verebilir? Bir Türk
çocuğu, yamyamların torunlarına nasıl hayran olur, nasıl
onlara benzemeğe çalışır!
Maalesef bugün devletimizi yönetme yetkisini elinde
bulunduran zevat -Müslümanlık ve İslamcılık iddiasına
rağmen- A.B. (Avrupa Birliği)’ni “tarihin en büyük medeniyet projesi» olarak ilân edebiliyor ve bu birliğe kabul
edilmemiz için bütün millî değerlerimizden tavizler vermeğe devam ediyor.
22
Gençlik Dergisi
Biz Türklerin anlayışına göre devlet, babadır ve
mukaddestir. Bu babalık sadece kendi milletimiz için
değil, bütün milletler içindir; çünkü Türk devlet başkanı aynı zamanda cihan padişahıdır, “zillullah-ı fi’l
âlem (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)”dir.
Kitabelerde Bilge Kağan:
“Üstte mavi (kutlu/nurlu) gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğulları üzerine atalarım Bumın Kağan, İstemi
Kağan kağan olarak oturmuşlar.” demektedir. Kendi
milletine babalık yapan Türk kağanı, bütün cihanın
babası olmak sıfatıyla diğer bütün milletlere de babalık yapmak durumundadır. Baba nasıl ailesinin geçimini temin etmek zorundaysa devlet yöneticileri de
milletin babası olarak onları doyurmak, giydirmek,
kısacası geçimlerini sağlayacak her türlü tedbiri almak zorundadırlar. O yüzdendir ki Bilge Kağan “aç
milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, yoksul
milleti zengin yaptım” diyor. Bütün bunları yaparken,
milletini refaha kavuştururken “gece uyumamış, gündüz oturmamış”, sürekli “ölesiye, yitesiye” çalışmıştır.
Kardeşi, Kök-Türk orduları başkumandanı Kül
Tigin vefat ettiğinde Bilge Kağan, büyük üzüntüye
kapılmış, ağlamak istemiş, ağlayamamış. Bu ölüm
yüzünden geceleri uykusu kaçmış, düşünceye dalmış,
endişelenmiş. Kardeşinin ölümünden ve kendi istikbalinden, geleceğinden dolayı değil, “milletimin sonu
ne olacak” diye endişelenmiş. Milletini bu derecede
düşünen yöneticiler elinde Türk milleti yükselmiştir.
Türk devleti cihan devleti olmak sıfatıyle idaresi
altındaki başka milletlere de kendi milletine götürdüğü hizmetleri götürmüştür. Devlet başkanı ve diğer
yöneticiler bütün mesailerini millete hasretmişler,
bugünküler gibi servet biriktirme yoluna gitmemişler, hatta elde ettikleri serveti her yıl yağmalatma ve
ziyafet yoluyla millete dağıtmışlardır.
Bu sebeple büyük bir milletin bugünkü fertleri olarak sorumluluklarımızı iyi bilmeliyiz. Bütün
imkânları kullanarak bilgimizi arttırmaya çalışırken
seçtiklerimizin de bizden daha fazla bilgili, millî
kültür değerlerine bağlı, milletini aşk derecesinde
seven ve onun için her türlü fedâkârlığa katlanabilecek insanlar olmalarına dikkat etmeli; kan ve süt
bozukluğuyla mâlûl olanlardan uzak durmalı, düşmanlarımızdan dost peydahlamamalıyız. Tarihten
ders almalı, dünkü hataları tekrardan sakınmalı, Bilge Kağanın ikazlarına kulak vermeliyiz. O zaman,
içinde bulunduğumuz sıkıntılar sona erer, geleceğimiz parlak olur.
Bilge Kağan, yüzyıllar öncesinden sesleniyor:
“Türk Oğuz beğleri, millet, işitin!
Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe
Türk milleti senin ilini, senin töreni kim bozabilir?
Ey Türk milleti! Düşün ve kendine dön!”
İsmail ÖZÖREN
HAREKETİN
BEREKETİ
Seçim maratonu yaklaşırken kamuoyu araştırma şirketleri de tempolarını arttırdı. Araştırma
üzerine araştırma yapıyorlar. Ulaştıkları sonuç, iktidar
partisinin oylarının düştüğü, muhalefet partilerinin
oylarının ise yükseldiği şeklindedir.
İktidarın oyundaki düşüş, uyguladığı politikalarla doğrudan ilgili…Türkiye’ye dayattığı “Kürt
açılımı”, bu açılımın bölücülere sağladığı korkunç cüret, milliyetçi-vatansever seçmenleri rahatsız etmiştir.
Bu yüzden MHP’ye bir yöneliş başlamıştır. Ayrıca, dış
politikada yapılan büyük hatalar, buna bağlı olarak
dövizin hızlı yükselişi ve akaryakıt ürünlerine yapılan
fütursuz zamlar seçmenin AKP’den uzaklaşmasının
önemli sebepleri arasındadır.
Benim açımdan doğru yaptıkları fazlaca bir
şey yok, yanlışları ise saymakla bitmez. Hele bunlardan birisi var ki yanlışın ve hatanın çok ötesinde bir
şey… O da TSK’ya yaptıkları operasyondur. Bu yolla
Türk milletine açtıkları yara uzun süre kapanmayacaktır.
Muhalefetin oylarındaki artış, temelde iktidarın yanlışlarına dayansa da bu partilerdeki hareketliliğin etkisini göz ardı etmemeliyiz. Özellikle MHP, “ millî
değerleri koru ve yaşat” mitingleriyle göz doldurdu.
Bursa’da Kuruluş,
İzmir’de Bayrak,
Adana’da Vatan,
Erzurum’da Birlik,
Konya’da-Türkçe temalı mitinglerde Türk halkından beklenenin üzerinde ilgi gördü. Bu ilgi MHP
dışındaki milliyetçi-vatansever seçmenin yuvaya dönüşü olarak yorumlanabilir. Bu da “Nerede hareket,
orada bereket” sözünü doğrulamaktadır. Anlaşılıyor
ki Türk halkı MHP’den millî misyonuna uygun adımlar
bekliyor. MHP bu beklentiyi gerçekleştirirse iktidarın
en büyük alternatifi olur.
23
İbrahim GÜNGÖR
KİTLE İLETİŞİM
ARAÇLARI VE
SUSKUNLUK SARMALI
Günümüz dünyasında kişilerin bilgiye ulaşması kolaylaşmış ve kitle iletişim araçları oldukça gelişmiş olsa da
bu gelişim aynı zamanda yeni bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Bilgi kirliliği ya da kitle iletişim araçlarının
bazı güç odaklarının tekeline geçmesi, ticari kaygılarla
toplumun çıkarı yerine kitle iletişim aracı sahibinin çıkarının ön plana çıkması gibi. Bunun yanında kitle iletişim
araçlarını takip eden insanların bilinç durumları da başka
bir sorundur. Yani kitle iletişim araçlarını takip eden insanların kitle iletişim araçlarını nasıl ve ne kadar süzgeçten
geçirerek, sorgulayarak yorumladıkları şüphelidir.
Kitle iletişim araçlarının içinde bulunduğumuz çağda
çok aktif bir belirleyici olması, özellikle eğitim seviyesi
düşük ve nüfusu yüksek toplumlarda, toplum gündemini
belirleyen yegâne güç olarak televizyonu çıkarıyor karşımıza. Elisabeth Noelle-Neumann’ın kuramı ile, kitle iletişim araçları ve bireylerin davranışları arasındaki ilişkiler,
gözler önüne çok net bir biçimde seriliyor. Almanya’da
70’li yıllarda gerçekleştirilen seçimlerdeki araştırmalar bu
kuramın ilk sonuçlarını ortaya koyması açısından önemli
bir noktada yer alıyor. Seçimleri Hıristiyan Demokratlar
(CDU) kazanmış olsa da seçim propaganda döneminde
CDU ve Sosyal Demokratların (SPD) başa baş gittiği istatistiklerle gözler önüne serilmiş, bu gerçeği ortaya koyan bilgiler ortada dolaşmaya başladıktan sonra seçimleri CDU’nun kazanacağı beklentisi gitgide artarken SPD
düşüşe geçmiş. Seçimin gerçekleşeceği tarihe iki ay kala
CDU’nun oy oranı beklentisi % 50’lerin üstüne çıkmış,
seçimleri kazanacağı varsayılan partiye, diğer partiye oy
vermeyi düşünenlerin %3-4’lük kısmı da oy vermiş. Tahmini oylarda başa baş giden iki partinin son birkaç ayda
seçmenler üzerinde görülen bu farklılığı araştırmaya değer bulan araştırmacılar çeşitli varsayımlarda bulunmuş.
Beklentiler ve tahminler ile seçmenlerin oylarını son dakika değişiklikleri ile seçimleri kazanacağını düşündükleri
(düşündürtüldükleri) partilere vermesi, kitle iletişim araçlarının kamuoyu beklentisi yaratması açısından irdelenen
bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Suskunluk sarmalının
temelinde yer alan dışlanma korkusu, egemen olan görüşü desteklemese bile bireyleri egemen görüşü desteklermiş gibi davranmaya itiyor. Kitle iletişim araçlarının
genel kanı ve düşünceleri hangi siyasi organı destekler
yöndeyse o görüşe ilişkin varsayım ve paylaşımlar medya
organlarında o dönemde sıkça yer almaya başlar. Kişilerin
kendi fikirlerinin azınlıkta olduğunu düşündüklerinde
hissettikleri rahatsızlık, suskunluk sarmalı kuramının
temelinde yer alır. (TOKMAKOĞLU, 2011).
24
Suskunluk Sarmalı Nedir?
Suskunluk Sarmalı kuramı sosyal psikolog Leon
Festinger’in Bilişsel Çelişki Modelinin sosyal bilimlerdeki
bir yansıması olarak da görülmektedir. Suskunluk Sarmalı,
Alman bilim kadını Elisabeth Noelle Neumann tarafından
geliştirilen bir kuramdan kaynaklanmaktadır. Kuram, insanların kişisel düşüncelerini oluştururken başkalarının
ne düşündüğüne dair temel sosyal psikolojik düşünceden
kaynaklanır. Kişinin kendi kişisel düşüncelerini başkalarının ne düşündüğüne bağlamasıdır. Bu model, kamuoyunun
nasıl oluşturulduğuna ilişkin soruya dayanmaktadır. Bu
sorunun cevabı şudur ki; kitle iletişimi, kişilerarası iletişim
ve toplum içinde kişinin başkalarıyla ilgili kendi bireysel
algısı arasında bir etkileşim yatmaktadır. Böylece, baskın
ya da kazanan düşünceye daha çok eğilim göstermektedir.
Yani, kişi bu eğilimleri edinip görüşlerini bu doğrultuda
aktardıkça; bir grup, hizip baskın olarak ortaya çıkar ve
diğer aykırı düşünce düşüşe geçer. Bu nedenle, egemen
düşünceye sahip kişinin konuşmasına ve diğer kişinin
sessiz kalmasına yönelik; egemen düşüncenin yükselerek
pekiştirildiği sarmallaşma süreci başlar. Bu kurama göre,
insanlar doğal olarak toplumsal “yalnızlık korkusu”na sahiptir. Fikirlerinin azınlık içinde yer aldığını algılayan
kişiler, yukarıda ifade edildiği gibi toplumun çoğunluğu tarafından dışlanmak korkusuyla, açıkça davranışta bulunmaz, düşüncelerini ifade ederken çoğunluğun
görüşünü, oybirliğini kabul eder. Oybirliğine ulaşmada
temel bilgi kaynağı kitle iletişim araçları ya da belirli bir
konuda hâkim fikir ve düşünceleri belirleyecek güce sahip
gazetecilerdir (günümüzde daha çok TV’ler). Kuramın temelinde sosyal-psikolojik bir düşünce olan kişisel fikrin
Gençlik Dergisi
başkalarının ne düşündüğüne bağımlı olduğu görüşü yer
almaktadır.
Suskunluk sarmalı kuramında iki kavramdan söz
edilebilir:
1)Toplumsal yalnızlık korkusu
2) Yarı-istatiksel duyu. Bu model; genel fikirlere uyma
ve azınlık fikirleri taşımada suskun kalmayı maddesel ilişkiler düzeninin yapısal gerçeğine ve bu yapının günlük
çalışma biçimine bağlarsa, anlamlı bir yaklaşım olabilir.
Neumann kuramı bu bağlamda (medya konusunda) diğer
kuramlara göre daha güç olan bir kuramdır. «Sessizliğin
sarmalı», olarak ifade edilen kuram; medyanın güçlü etkilerinin kamu düşüncesi üzerinde olduğunu tartışır. Sessiz
kalan bireyler kaynak olduğu için, oyunun önemli bir parçası olan medyaya yönelir.
Medya, sarmala neden olan sessizliği üç yolla sonuçlandırır:
1. Sessiz kalan gruptan birinin bile aykırı davranması,
halkın söyleyebileceği düşünce hakkında izlenimlere şekil
verir.
2. Düşünce hakkında izlenimleri olan grup baskındır.
3. Sessiz kalan grup düşüncede artış ya da azalış olduğu
hakkında izlenimlere şekil verir.
Neumann bir grup bireyin kendi düşüncelerini yaydığını ifade eder ve bu düşünce kendinden emin bir şekilde
halkın oluşturduğu kamuoyu tarafından yapılır. Diğer taraftan, kendi düşüncelerini kaybediyor olduğunu fark eden
bireyler de bu konumda önemli bir yer tutar, çoğunluğu
benimseme eğilimi insanları ayrıma sürükler.
Buna göre; sessizlik içinde kalan bireyler şöyle sınıflandırılabilir:
1.Çoğunlukla kabul edilen konumu onaylayan, görüş-
lerini ifade etmek için gönüllü olan azınlıklar,
2. İnsanlar, düşünceleri paylaşmak ve konuşmak için
gönüllüdür.
3. Kendini beğenme duygusu, sessiz kalmak için bir
sebep olabilir.
4. Orta ve üst sınıflarda erkeklerin, genç erişkinlerin
duygularını daha iyi, cesaretli bir şekilde ifade ettikleri
gözlenmiştir.
5. İnsanların sayıca üstün oldukları durumda cesaretleri
artar.
Suskunluk Sarmalı›na göre tartışmalı bir sorun karşısında insanlar, kamuoyunun dağılımıyla ilgili izlenimlere
bakar. Azınlıkta ya da çoğunlukta olup olmadıklarını anladıktan sonra, eğer azınlıktaysalar konu hakkında sessiz
kalmayı tercih ederler. Kamuoyunun değişip değişmediğini de takip eden insanlar, eğer kamuoyunun kendilerinden
farklı yönde değiştiğini hissederlerse yine sorun hakkında
sessiz kalırlar. Onlar daha çok sessiz kaldıkça, diğer insanlar belirli bir görüşün temsil edilmediğini daha çok hisseder ve aynı görüşteki diğer insanlar da sessiz kalarak sessiz
kitleyi büyütürler (ÖZGÜN, 2011).
22 Eylül 2013’te yapılacak olan Almanya seçimlerinde kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşturma ve algıyı
biçimlendirme faaliyetleri kolaylıkla görülebilmektedir.
Bu biçimlendirme “ekonominin iyi gitmesi için Merkel’in
yeniden seçilmesini iş dünyası olumlu buluyor” türünden
haberler Alman seçmeninin algısını, tercihini mutlaka etkileyecektir. Bu örnek bize toplumsal algılayışın bireyden
başladığını, topluma yansıdığını ama aynı zamanda kitle
iletişim araçları ile toplumdaki var olan algının da bireye
yansıdığını, yani çift yönlü bir etkileşimin olduğunu gösteriyor. Konuyla ilgili olarak Elisabeth Noelle Neumann’ın
Türkçeye çevrilen kitabını okumalarını tavsiye ederim.
KAYNAKÇA
ÖZGÜN, G. (2011, 11 30). Suskunluk Sarmalı. 09
02, 2013 tarihinde Academia.edu: http://www.academia.
edu/1471762/Suskunluk_Sarmali adresinden alındı
TOKMAKOĞLU, B. (2011, 01 14). Suskunluk Sarmalı Kuramı. 09 02, 2013 tarihinde www.blog.milliyet.com.
tr: http://blog.milliyet.com.tr/suskunluk-sarmali-kurami/
Blog/?BlogNo=284605 adresinden alındı
25
Doç. Dr. Tuncay ÇELİK
EKONOMİDEKİ SON
GELİŞMELER: İYİYE Mİ,
KÖTÜYE Mİ GİDİYORUZ?
Değerli okuyucular! Bundan iki yıl önce yine bu derginin Temmuz/Agustos sayısında yazdığım yazının son
paragrafını hatırlatarak yazıma başlamak istiyorum. Bu
paragraf şöyley di:
“Dış güçlerin Türkiye’den beklentileri gerçekleştiği
sürece sağlayacakları sıcak para desteği, ülkemizde dış
ticaret açığı olsa bile bir döviz sıkıntısı yaratmayacak gibi
görünebilir. Her şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu olacağı unutulmamalıdır! Destek bittiği gün, döviz gereksiniminden kaynaklı yeni bir ekonomik kriz kapıda demektir.”
Yukarıda da belirtildiği gibi dış desteğin bittiği günler sanırım bugünler olmaktadır. Türkiye ekonomisinde
rantiyecileri ya da yandaşları daha da zengin etmeye yönelik olarak yıllardır uygulanan yanlış ekonomik politikalar,
sonunda ülkemizin ciddi bir döviz krizi ile karşı karşıya
kalmasına neden olabilecektir. Bugünü daha iyi anlayabilmek için geçmişte yaşadığımız bazı ekonomik gelişmeleri
hatırlamamız gerekmektedir. Şöyle ki: Türkiye ekonomisi
2001 yılı Şubat ayında çok ciddi bir finansal kriz yaşadı. Bu kriz, uluslararası güçlerin desteği ile Türkiye’nin
Irak bataklığına sürüklenmesini istemeyen, bu konuda
Amerika’ya destek olmayacağı görülen koalisyon hükümetinin seçimleri kaybetmesi ile sonuçlandı. Krizin patlak vermesiyle birlikte Türk Lirası yabancı para birimleri
karşısında yaklaşık %100 oranında değer kaybetti. Kısaca
develüasyon denilen iktisadi olay gerçekleşti ve finans piyasasında ortaya çıkan panik ile faizler hızla yükselirken
develüasyona hazırlıksız yakalanan bazı bankalar battı,
bazılarının da faaliyetleri kamu otoritesi tarafından durduruldu. Krizin ticaret hayatında yarattığı olumsuzlukları da
neredeyse hepimiz hatırlıyoruz. Bugün, ülkemizin ekonomik ve siyasi olarak içinde bulunduğu duruma bakınca o
gün yaşanan krizin doğal bir sürecin sonucu olarak ortaya
çıkmadığı şüphesi yerli yerine oturuyor. Krizden bir önceki yıl, yani 2010’da cari işlemler açığı yaklaşık 10 milyar
$ olarak gerçekleşmiş, krizin sebebi olarak da devam eden
cari işlem açığı ve uygulanan kur çıpası politikası gösteril-
Bugün, ülkemizin ekonomik
ve siyasi olarak içinde
bulunduğu duruma bakınca o
gün yaşanan krizin doğal bir
sürecin sonucu olarak ortaya
çıkmadığı şüphesi yerli yerine
oturuyor.
26
Gençlik Dergisi
miştir. Bu durum, “minareyi çalan kılıfını hazırlar” atasözümüzü hatırlatmaktadır. Kriz yaratılacaksa, bahanesi de
bulunacaktır.
2001 krizinin ardından yaklaşık 12 yıl geçmiştir. Krizden bir yıl sonra yapılan seçimlerde hükümet değişikliği
yaşanmış, tek partili hükümetin güven verdiği dış kaynaklarca sıkça belirtilmiş ve Türkiye’nin krizin olumsuz etkilerinden bir an önce kurtulması için ülkeye yabancı para
girişi hızlandırılmıştır. Türkiye’de 2000 yılı sonunda 10
milyar $ seviyesinde olan ve ülkemizin döviz ihtiyacını
gösteren cari işlem açığımız her yıl katlanarak artmış ve
2010 yılında 45.5, 2011 yılında 75, 2012 yılında 48 milyar
$’a yükselmiş ve şu anda yani 2013 yılının daha ilk yarısında 36 milyar $ seviyesinde gerçekleşmiştir. 2001 yılı
krizinin temel nedenleri arasında gösterilen cari açık, nasıl
olmuş da her yıl katlanarak artmasına rağmen 2001-2013
aralığında yeni bir ekonomik krize sebep olmamıştır (Bu
sorunun cevabı ilerleyen kısımda verilecektir). Açıkca belirtmek isterim
ki, iktisat teorisi ülkede yerli paranın eğer ülkede enflasyon var ise, en
azından enflasyon oranı kadar değerinin azaltılması gerektiğini söyler.
Acaba teorinin bunu söylemekteki
amacı nedir? Burada şöyle basit bir
yol izleyerek durumu açıklamaya
çalışalım. Ülkemizde 2002 yılında
yerli otonun 10 bin TL olduğunu, 1
$’ın da 1 TL olduğunu varsayalım.
Ülkenin dış ticarete açık olması, dış pazarlarda acaba daha
ucuza otomobil var mı? sorusunu karşımıza getirir. Diyelim ki ABD’de bizdeki arabanın ikamesi var ve bize 5 bin
$’a (tüm vergiler dahil) satacak olsun. Siz olsanız hangisini tercih edersiniz?. Tabii ki doğal olarak ben olsam 5 bin
Dolar karşılığı bana maliyeti yine TL cinsinden 5 bin TL
olan Amerikan arabasını tercih ederim. İşte son 10 yıldır
ülkemizde de dış ticarette olan budur. Politika uygulayıcılar döviz kurunu sürekli baskı altında tuttular. Şöyle bir
hatırlatırsak eğer neredeyse 10 yıldır Dolar 1.5 TL civarlarında, Euro’da 2 TL civarlarında gezinip durmadı mı?
Bununla birlikte ülkemizde enflasyon her ne kadar azalmış
gibi görünse de son 10 yılda yıllık yaklaşık ortalama %10
seviyelerindeyse eğer, ABD’de enflasyon olmadığı için
otomobili hala 5 bin $’a satarken yerli üretici enflasyondan kaynaklı maliyet artışlarını mecburen fiyata yansıtarak
araç fiyatını 15-20 bin TL’lere çıkardı. Ülkemizde dolar
genelde 1.5 TL seviyelerinde olunca da Amerikan arabası
TL cinsinden 7.5 bin TL yani yerli ürüne göre çok daha
cazip oldu ve ithalat patladı, ihracatçı ise zor durumda
kaldı. Dış ticaret açığımız arttıkça arttı, bu nedenle az önce
rakamlarını verdiğimiz cari açığımız da açıldıkça açıldı.
Bugünlerde cari açıktan kaynaklı olduğu belirtilen döviz
kurundaki yükselişler nasıl oldu da son on yıldır böyle bir
kriz sinyali vermedi. Bunun cevabını aşağıdaki paragrafta
açıklamaya çalışalım.
Türkiye, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında önemli bir müttefiki olarak görülmekteydi. Bu
nedenle ülkemiz 2001 yılında krizin bahanesi olarak gösterilen cari açığın 5 katına çıkmasına rağmen herhangi
bir döviz sıkıntısıyla karşılaşmadı. Bu proje kapsamında
Amerika ile iyi ilişkiler sürdüğü sürece, uluslar arası finans
kuruluşları ülkemizin döviz ihtiyacını karşılayacak biçimde borç verdikleri gibi, yurt dışından sıcak para girişinde
de bir problemle karşılaşılmadı. Hem niye karşılaşılsın
ki? Yabancı dövizini ülkemize getirip TL’ye çevirdi ve
bi güzel borsada ve faizde para kazandı, sonra da parasını yeniden dövize çevirip çekip gitti. Nasıl olsa kur olduğu yerde sayıyordu. Ayrıca son 10 yılda ülkemizde ciddi
manada gösterebileceğimiz yüksek teknolojiye dayalı bir
üretim yatırımı da yapılmadı. Ekonomi sürekli birilerine
rant sağlamanın kolay olduğu inşaat sektörü öncülüğünde canlı tutulmaya çalışıldı. Cumhuriyet döneminde ya
da daha sonra yapılan kamu işletmeleri özelleştirme adı
altında arsalarının bedellerine satıldı. Kamu arazileri satıldı, o satıldı, bu satıldı şimdi de şehir
merkezlerindeki askeri arazilere göz
dikildi. İşte bu şekilde son 10 yıl iyi
kötü atlatıldı ama ülkemizin dış borcu katlanarak arttı ve 2001 krizinde
200 milyar $ civarında olan dış borç
550 milyar $’a dayandı. Değişen tek
şey ise IMF’den borç almak yerine
yerli bankalar aracılığıyla dış borç
alarak, faizi de baskı altında tutarak
bankacıları daha da zengin yapmak
oldu. Gelir dağılımı bozuldukça bozuldu, yeni zenginler türerken fakir
gittikçe fakirleşti. Bilimde ilerme kaydetmek bi yana dursun, geriledikçe geriledi. Peki, hiç mi iyi bir şey olmadı,
derseniz yolarımız duble oldu rahatladık ama kazalarda
hiçbir gerileme görülmedi. Kısacası ekonomik, siyasi ve
sosyal olarak iyiye giden bir şeyi biliyorsanız siz bana söyleyebilirsiniz.
Türkiye, uzun yıllardır yapılmayan, ileride karşımıza
çıkacağını bildiğimiz yapısal değişiklikler yapılmadığı,
görmezden gelindiği ve hep günü kurtarma çabası içinde olduğu için ekonomik açıdan duvara tosladı. Ülkemiz
enerji açısından neredeyse tamamen dışa bağımlı hale geldi. Bunu 10 yıl önce “ileride en önemli sektör ne olacak?”
diye çocuğa bile sorasınız o çocuk bile “enerji ve bilgi teknolojisi” olacağını söylerdi. Biz ise ülke olarak buralara
yoğunlaşmamız gerekirken onunla didiş, bunun işlerine
karış derken herkesle kötü olduk ve etrafımızda artık döviz sıkıntısı ile karşılaştığımızda yardımcı olacak birileri
de kalmadı. Merkez bankamızın döviz rezervleri de öyle
söylendiği gibi yeterli değil. Kriz fısıltısıyla ülkeden döviz
çıkışı başladığında, bunun durudurulabilmesinin çok zor
olacağı açıkça görülüyor. Ünümüzdeki kışın sert geçeceği ortada. Güneydoğudan ülke bütçesine de artık bir şey
gelmiyor. Oranın açığını da biz kapatmıyor muyuz? Vergiler arttıkça artıyor ve hepimiz artık faturalara ve vergiye
çalıştığımızı söylemiyor muyuz? Eğer ne olacak bu işin
sonu derseniz, dış güçler yeni beklentilerle yeni tavizler
kopardıkları sürece sanırım kriz biraz ertelenebilir fakat
eğer beklentiler bittiyse, kriz kapıda demektir.
27
Mustafa YILDIRIM
SÜVARİNİN RUHU
HAİNİ BOĞACAK
“Arkadaş! Esarette saçlarına aklar
düşmüş; ama biliyorum ki kararlılığın hiç
eksilmeyecek. Ne seni ne de Kurtkayası
Süvarilerini unuttum!”
Büyük taarruza hazırlanılıyordu. İstiklal Meclisi’nde
yüreklendirici konuşmalar yapılması kararlaştırılmıştı.
Hamdullah Suphi Bey, ulusal kurtuluş savaşını
değerlendirirken “(bizimkisi) mukaddes cinnet ” dedi.
Başkumandan Mustafa Kemal, yanında oturana
kızgınlıkla “Ne diyor bu?” dedi ve birden sesini yükseltti:
“Ne demek cinnet?! Millî mücadele hesap işidir,
hesap!”
Dilerseniz Başkumandan’ın sözünü gençler için
yineleyelim:
Ne çılgınlığı?! Ulusal savaşım hesap işidir hesap!”
Aslına bakarsanız İstiklal Meclisi’nde Mustafa
Kemal’in Başkumandanlığı’na karşı çıkanlar da az değildi.
Hesapsızlık felakettir!
Savaşın hesaplarını çözümleyebilmek için günümüzün
değme bilgisayar programları yetmez!
Hem içerde hem dışarıda sürdürülen alçaklığa karşı,
Meclisteki sinsi darbecilere karşı sürdürülen savaş.
Halife Sultan Vahidettin’in isteğiyle, Moudros
adasında orduyu, jandarmayı, polis teşkilatını, haberleşme
ağını (o günlerde Telgraf, bugün Telekom), demiryollarını,
tersaneleri, yurdun topraklarını teslim etmişlerdi.
İstiklal Savaşçılarına halk desteği, neredeyse yok
denecek denli azdı. Padişahla başlayan teslimiyetçilik ve
ihanet önde gidiyordu.
Yokluk ve yoksullukta gece-gündüz, aklın yolundan
ayrılmadan, ince ince örülüyordu İstiklal Harbi
-Bağımsızlık Savaşı.
En kısa savaş hattında bile eldeki olanaklar, her bir
savaşçı, her bir mermi kılı kırk yararak değerlendiriliyordu.
26 Ağustos 1922 ve tam zamanında
Öyle İngiliz generalinin ağzıyla “Crazy Turks”, birden
şahlanıp, öne atılmamıştı. En küçük birliğin saldırı ya da
savunma yeri, sayısı, görev sınırları önceden belirlenmişti.
Savaşçıların sayıları azdı; ama komutanları aklı
başındaydı. Çoğu liselerden, öğretmen mekteplerinden
alınıp ik-üç aylık kurlarda yetiştirilmiş, 19-24 yaşında
gençlerdi.
En kilit görevi, tam zamanında yerine getirenlere
bir örnektir Kocatepe’ye birkaç Km uzaklıktaki
Kurtkayası’nda savaşanlar.
28
Bundan tam 11 yıl önceydi. Afyon-Çay-Akşehir
yoluna çıktıktan 3 km sonra sağa döndük. Düz ovadan
dağlara çıkmaya başladık: Birbirinin ardına sıralanmış
sivri tepeler, vadiler...
Uzaklarda, karlı dorukları görünen Sultandağı,
önümüzde, yılan gibi kıvrılıp yükselen yol... Afyon çok
gerilerde kaldı.
Son dönemeci geçince sol yanımızda ilginç kayalar:
Gökten yere atılıp da oturtulmuş ve birbirinin sırtına
binmiş, özenle bıçkıdan geçirilmişçesine düzgün levhalar
gibi, yüksek, keskin kenarlı, dipleri yeşil-mor yosunlu
kızıl kayalar…
Ortalardaki en büyük kayanın tepesi tıraşlanmış gibi
düz. O düzlüğe sonradan konulmuş gibi duran, kalın
levha biçiminde bir başka kaya... İşte o kaya uzaktan, yere
oturmuş, başını göğe kaldırmış, uluyan, tüyleri bozkırlarda
kızıllaşmış bir kurda benziyor. Yörenin Türkmenleri işte o
O süvarilerin ruhunu taşıyan
gençler, kâğıt üstündeki
Başkomutanları, onların
emrine kayıtsız-koşulsuz
giren sözde komutanları, rol
kesen sözde genel başkanları
çok, ama çok yanıltacaklar!
kayalığa “Kurtkayası” demişler.
Karşımızdaki tepelerin arasında, eteklere yerleşmiş,
kırmızı kiremitli evleriyle Büyükkalecik.
Kurtkayası’nı yüz metre geçince solumuzda düzgün
duvarlı üst üste yerleşmiş üç teras. Teraslarda alçak boylu
çamlar. Yola bakan duvarda üç metreye bir buçuk metre
boyutlarında bir mermer levha.
26-27 Ağustos 1922’de boğazı tutan 2500 kişilik
Yunan garnizonunun tel örgülerini parçalayarak, işgalcileri
boğazdan Afyon’a doğru süren 131 Alay, 36. Süvari
Bölüğünün öyküsü anlatıyor.
Görev: 26 Ağustos 1922 sabahı, top sesiyle, ne bir
dakika erken ve ne de bir dakika geç, tam zamanında
Gençlik Dergisi
Türkmen köylüler, kurtuluşlarına sevinmeyi unutarak
gece boyu toprağa düşenlere ağıt yaktılar; yaşlılar dualar
ettiler, şehitlere şükrettiler.
Yıldızı özleyen hilâlin altında
Daha sonraları şehitlerin künyeleri kabirlerinin başına
konan ak mermerlere yazıldı. Şehit süvarilerden 16-18
yaşlarındakiler çoğunluktaydı. Kırklı yaşlarında olanlar da
vardı.
Şimdi terasta çamların gölgesinde, Karadenizliler,
İç Anadolular, Halepliler, Egeliler, Akdenizliler,
koyun koyuna yatıyorlar. “Yerel tarih” safsatalarını
yalanlarcasına, bu yurdun (moda deyimle “coğrafya”
değil) tarihinin ulusal tarih olduğunu kanıtlarcasına, yan
yana, arka arkaya yatıyorlar.
En üst terasta, birkaç basamak erişilen, Selçuk
mimarisine uygun, dört direk ve göğe yükselen kubbenin
miğfer başında karanlıkta ışıldayan yıldızı özlemle çağıran
bir hilal… Kubbenin altında yan yana iki kabir, kabirlerin
arasındaki ince, narin direkte esen yelle çırpınan İstiklal
Bayrağı- Bağımsızlık Bayrağı… Kabirlerin kitabelerinde
künyeleri:
Bayburtlu Ziver Oğlu Yüzbaşı Agâh (24)
Sinoplu Ahmet Oğlu Feyzullah (22)
işgalciye saldırılacak!erken saldırılacak!
İstiklal-Bağımsızlık Ruhu
Bölük Komutanı Bayburtlu Üsteğmen Agâh Efendi,
yardımcısı Sinoplu Teğmen Feyzullah ve 150 süvari,
atlarını aşağılardaki bıraktılar. Gece boyunca sürünerek
dik yamacı tırmandılar. Kurtkayası’na otuz metre kala
çakırdikenlerinin arasına uzandılar. Karanlığı delen
bakışları işgalcinin dikenli teline odaklandı; soluklarını
tuttular, işaret topunun sesini duymak için kıpırtısız
beklediler.
Tanyeri ışırken top sesi duyuldu. Kumandan Agâh
Efendi tel örgülere doğru atıldı; ilk telin üstünden atlarken
“İleri!” diye bağırarak koştu; ikinci tel örgüyü aşarken
alnından vurulup düştü. Feyzullah Efendi, bir an ona baktı
ve “İleri!” diye haykırarak son tel örgüyü aştı. Akasından
gelen süvariler kayalığın altına yerleştiler ve tüfeklerinin
tetiklerine bastılar.
26 Ağustos sabahı başlayan çatışma, gece boyunca
da sürdü. 27 Ağustos öğleden sonra süvarilerin mermileri
tükeniyordu.
Sağ kalanlarla birlikte yaralananların bir bölümü de
ölümüne direniyorlardı. İkindiye doğru Büyükkalecik
arkalarından yetişen 131. Alayın yardımcı güçlerini
gürünce aşağıdaki dere kıyısında tutunmaya çalışan
işgalcilerin üstüne atıldılar. Yunan birliğinden sağ kalanlar
Afyon’a doğru kaçtılar.
Büyükkalecik’ten koşup gelen yaşlılar, kadınlar ve
çocuklar, Kumandan Agâh Efendi ve Feyzullah Efendi ile
100 süvariyi kaya diplerinden, çalı altlarından kucakladılar
ve yamaçta toprağa verdiler.
Yeni erdemli utkular için
Karanlık günlerimizde “30 Ağustos” utkusunu
kutlamak yerine “nihayetinde vatana namus borçlarını
ödeyenler” gibi silkinmek ve kendi ruhumuzu temizleyerek
işe başlamak asıl görevdir!
Vicdanlarını Batı-Doğu emperyalistlerine kiraya
verenlerin içi boş nutukları, Kocatepe-Kurtkayası’nda
toprağa düşen 16-18 yaşlarındaki şehit süvarileri
unutturamayacak ve Türk askeri yeni işgalcilerin maşası
olmayacak!
O süvarilerin ruhunu taşıyan gençler, kâğıt üstündeki
Başkomutanları, onların emrine kayıtsız-koşulsuz giren
sözde komutanları, rol kesen sözde genel başkanları çok,
ama çok yanıltacaklar!
Gün, şenlik günü değil, savaşım günüdür!
Gençlerimiz, başka devletlerin gücüne değil, yalnızca
ve yalnızca kendi güçlerine güvenerek bayrağı yeniden
yükseklere kaldıracaklar!
Yoksa siz duymuyor musunuz? Üsteğmen Agâh’ın,
Teğmen Feyzullah’ın ve süvarilerinin sesi geliyor
karanlığın ötesinden:
Deniz deniz Akdeniz –
Suları berrak deniz
Karşıda yar ağlıyor…
Geçeyim bırak deniz
Ve diyorlar ki:
Dağları-ovaları kurtarmak için ateşi önce
yüreklerinizde yakın ve korkunuzu söküp atın!
Yaşasın, 30 Ağustos Bağımsızlık Utkusu!
30 Ağustos 2013
(*) “Sivil Örümceğin Ağında” adlı eserin yazarı.
29
Mehmet KABAKTEPE
T
TÜRKİYE’DE İŞÇİ
SORUNLARI ve
ÇALIŞMA HAYATI
ürkiye’de işçi meseleleri ve çalışma hayatı denildiğinde ilk akla gelen, sosyal devlet kavramı ve bu kavramı kapsayan insan hakları ve
özgürlüklerdir. Belirleyici olan da o ülkenin rejimidir.
Rejimimiz, demokratik düzene dayalı, eşitlik ilkesini ön
plana çıkaran, kişi haklarına riayeti öngören Cumhuriyet
sistemidir. Bu sistemin olmazsa olmazlarından biri de sivil toplum kuruluşlarıdır. Sendikalar da bunlardan biridir.
Sendika kavramı, Türk hukuk düzeninde işçi ve işveren
kuruluşları için kullanılmaktadır. Sendikalar sahip oldukları üye sayısı, yaptıkları toplu iş sözleşmeleri ve başvurdukları grev ve lokavt hakları ile toplum hayatının sosyal
ve iktisadi düzenini etkilerler.
alt üst olur. Söz konusu düzeni dengeli yürütebilmek için
yasalar konmuştur. Sosyal devletin hukuk sistemi bu hakları teminat altına alır. Söz konusu hakları adil bir şekilde
eşitlik ilkesine riayet ederek uygular. Tarafların haklarını
korur, birini ötekine ezdirmez. Sosyal devlet, çalışma hayatını düzenleyen yasaları bunun için yapmıştır. Çalışanların kendisine tanınan hakları bilmesi ve ona göre hareket
etmesi gerekir. Bu konuda devlet de, sendikalar da işçiyi
bilinçlendirmekle görevlidirler. Ancak bilerek ve isteyerek
bu görevi yapan ne bir iktidar ne de bir sendika vardır.
Günümüzde siyasi iktidar işverenden yana, sendikalar da
pasif, yetersiz veya siyasi iktidar ve sermayenin kontrolü
altındadır.
Sendikaların gücü, örgütlenmiş olmalarından ileri gelmektedir. İşçiler örgütlü olmak sayesinde toplu iş sözleşmesi yapma hakkını kazanmışlardır. Bu, sadece işçilerin
yaranına değildir; aynı zamanda tüm ülkenin yararınadır.
Çünkü sendikalar, ülke kalkınmasında lokomotif görevi
yaparlar.
TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ ne kadar bağımsız? Genel başkanı iktidarın adamı olan hiçbir sendika bağımsız
olamaz. Çünkü iktidara danışmadan, onay almadan hiçbir
karar veremezler. Bugün Türkiye’de olan da budur. Hukuk
sistemine dayalı örgütlenmiş bir işçi sendikası taraf olarak
emeğin haklarını korur ve müdafaa eder, toplu iş sözleşmesi yapar. Mevcut sendikalar bu görevlerini hiç yapmadılar,
iktidarın küçük sadakalarıyla yetindiler. 18. yüzyıldan günümüze kadar bu haklar, işçi ve işveren olarak birbirlerini
tamamlamışlardır. Günümüzde modern çalışma ilişkileri
düzeni sağlayan en etkili araçlardan biri toplu iş sözleşmesidir. Öte yandan toplu iş sözleşmesi düzeni tek başına işveren karşısında zayıf olan işçilere birleşme şansı vererek
pazarlık yapma yolu ile işçi ve işveren ilişkilerinde karşılıklı eşitlik ilkesinin kurulmasını sağlamaktadır. Bu sayede
Doğru sendikacılık anlayışı, emek sermaye barışına dayanır. Bu anlayış, dinimizin de emri olan, çalışan kesimin
haklarının zamanında ve yerinde verilmesi anlamına gelmektedir. İşverenler sözde Müslüman değillerse işçilerin
haklarını verirler. Ancak insan açgözlüdür, hep daha çok
kazanmak ister. Bu yüzden de emek sermaye barışı sık sık
bozulur.
Dengelerin bozulması halinde toplumda huzursuzluklar başlar, kavgalar olur, çatışmalar çıkar toplum düzeni
30
Gençlik Dergisi
kurulan güç dengesi çalışma barışını ve çalışma düzenini
sürekli kılmaktadır. Ülkemizde 1936 tarihli 3008 Sayılı İş
Kanunundan günümüze değin işçi ve işveren ilişkilerini
düzenleyen yasal düzenlemeler bireysel ve toplu iş yasaları, hazırlandıkları dönemin ekonomik, sosyal ve siyasi
koşullarından etkilenmişlerdir. Türk çalışma mevzuatı, ilgili oldukları dönemlerin koşullarını taşıyan bir birikimle
gelişme seyrini izlemişlerdir. Özellikle toplu iş ilişkileri alanında yapılan düzenlemeler, Türk endüstri ilişkileri
sistemini şekillendirmiştir. Diğer bir ifade ile örgütlenme
özgürlüğüne ilişkin haklar, taleplerden önce gelmiştir.
Devletçi bir dönemin ruhunu taşıyan 3008 Sayılı Kanun, çalışanları, bedenen ve fikren çalışma durumuna bağlı
olarak ikiye ayırmıştır. Toplu iş sözleşmelerinde, sadece
bedenen çalışanları, kapsama almıştır.1938 yılında Cemiyetler Kanunu kapsama alınarak izin sistemine bağlanmıştır. Sendikanın faaliyetleti denetime tabi tutulmuştur.
2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan demokratikleşme
hareketleri ülkemizi de etkiledi. Türkiye, BM’e üye oldu
ve 1932 yılından beri üyesi olduğumuz Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’ya tam delegasyonla katılmaya başladı.
Birçok ILO sözleşmesini imzaladık. 1946 yılında çeşitli
isimler altında işçi örgütleri kurulmaya başladı.1947 yılında devletçi sendikacılık sistemi korunarak 5018 Sayılı
Sendikalar Kanunu kabul edildi. Devletçi de olsa bu kanun
rekabete dayalı bir sendikacılık sistemi getirmiştir. Sendikaların Milli Kuruluşlar ibareleri değişmemiştir.
1961 Anayasası sendika özgürlüğü ve toplu pazarlık
düzeni açısından yeni bir dönem başlatmıştır. 1961 Anayasasında sosyal devlet ilkesi Türkiye Cumhuriyetinin temel
nitelikleri arasında sayılmış, sendika kurma özgürlüğü ve
toplu sözleşme hakları açıkça düzenlenmiştir. Grev hakkı,
iktisadi haklar bölümünde zikredilmiş ve bütün bu gelişmeler yeni bir sendika kanunun çıkarılmasını zorunlu hale
getirmiştir. Bu amaçla 1963 yılında 274 Sayılı Sendika
Kanunu ile 275 sayılı iş sözleşmesi Grev ve lokavt kanunu
kabul edildi. 12 Eylül İhtilali ile bir kısım sendikalar kapatıldı, bir kısmında da faaliyetler askıya alınarak kayyum
tayin edildi. Grev ve lokavt iptal kararı alındı. 2324 ve
2364 sayılı yasalar geçici olarak yürürlüğe kondu. Süresi
sona eren toplu iş sözleşmelerinin sosyal haklarının yeniden yürürlüğe konması hakkında kanun çıkarıldı.
1982 Anayasasında, çalışma hayatını yeniden düzenleyen 2821 ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve
Lokavt Kanunları yürürlüğe girdi. Ancak 1982 Anayasası
1961 Anayasasının özgürlükçü sendikacılık hareketlerini
kısıtlamıştır. 1982 Anayasası sendikalar arası rekabeti ortadan kaldırmış, sendikal hayata işkolu barajı getirmiştir.
Böylece, faaliyetleri durdurulan ve askıya alınan sendikaların üyeleri, hak kaybına uğramamak için, mevcut sendikalara üye oldular. “Yeni” yasalarda üyelik, noter şartına
bağlandı. Birçok sendika çalışma hayatından silindi.
1982 Anayasası, tek tip sendikacılığı dikte etti. İhtilal
anayasası örgütlenmeyi güçleştiren yasalarla halkın gelişmesini engellemeye çalışsa da, Türkiye bu nedenle uluslararası baskılara maruz kalmıştır. Türkiye bu baskıları
Doğru sendikacılık anlayışı,
emek sermaye barışına
dayanır. Bu anlayış, dinimizin
de emri olan, çalışan kesimin
haklarının zamanında ve
yerinde verilmesi anlamına
gelmektedir.
azaltmak için ve AB üyelik sürecinde ilerleme sağlamak
amacıyla 2821 ve 2822 sayılı kanunlarda ve anayasada
kısmi değişiklikler yaptı. İlk değişiklik, ILO’nun denetim
mekanizması etkisiyle 1988 yılında 3449 Sayılı Kanunla
yapıldı. 1993 yılında, sendika özgürlüğü ve örgütlenme
hakkının korunması hususlarında 87 nolu anlaşmaya dayanarak kamu hizmetlerinde örgütlenme hakkının korunması ve çalışma koşullarının belirlenmesi hususunda 151
nolu sözleşme onaylandı. 1995 yılında 4221 Sayılı Kanun
ile anayasanın 53. Maddesine bir fıkra eklenerek kamu
görevlilerine sendika kurma hakkı tanındı. Sendikaya üye
olma ve sendikaya yönetici olma hususundaki değişiklikler, 1997, 2002, 2005, 2007 ve 2010 yıllarında devam etti.
Bugün çarpıklık devam etmektedir. Yeni kurulan sendikalarda baraj %3 iken güdümlü mevcut sendikaların
barajı %1’dir. Sistem resmen kurulu, güdümlü mevcut
sendikaları kayırmaktadır. Bu, anayasadaki eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu düzenlemelerle hedeflenen yeni kurulacak
sendikalara set çekmektir, örgütlenmenin engellenmesidir. Ortaya konulan politikalar gösteriyor ki, hükümet ve
sermaye tarafından desteklenen mevcut konfederasyonlar
sendikal mücadele noktasında fonksiyonlarını yitirmişler
ve sistemin çarklarını döndürür hale gelmişlerdir. Bu yapılar emekçiler nezdinde güvenilirliklerini kaybettiler. Kayıtlı on iki milyon işçinin sadece dokuz yüz kırk bininin
sendikalı olmasının başlıca sebebi de budur.
TÜM-İŞ Konfederasyonu olarak bizim ortaya çıkışımızın sebebi de işte bu gerçeklerdir. Her birimiz, işçinin
tanıdığı, bildiği ve şimdiye değin emekçiyi satmamış sendikacılarız. Mevcut yapılarda gördüğümüz çarpıklık bizi
yeni bir oluşuma gitme yoluna itti. Bu çetin yola çıkarken
bize enerji veren hedef emeğin ve emekçinin sömürülen
gücünü yeniden ayağa kaldırmak hedefidir. Biz, sadece
üyelerimizin değil tüm işçi sınıfının emek mücadelesini
sırtlamak için masaya yumruğumuzu vurduk ve emek varsa, biz de varız dedik. İşçinin alın terini kimseye sömürtmeyiz. İşçinin sırtından sırça köşkler inşa edenler bundan
sonra karşılarında bizi bulacaklar. Üretiyorsak, çarkları biz
döndürüyorsak, refahtan da hakkımızı alırız.
31
Bilgehan AYATA
TÜCCARLARIN
KISKACINDAKİ
ÇİFTÇİLER
Bilindiği üzere harman ayını geride bıraktık. Çiftçiler,
bir yıllık alın terinin mahsulünü bu aylarda toplamaya çalıştı. Toplamaya çalıştı diyoruz; çünkü, tam olarak topladıkları söylenemez. Bu yazımızda farklı bir konuyu, bir
çiftçi çocuğu olarak çiftçilerin sorunlarını, yaşadığımız ve
gözlemlediğimiz kadarıyla dile getirmek istedik.
Yazımıza bir hesapla başlayalım. Sonucu iyi kavramak
için hesabı dikkatle incelemenizi istirham ediyoruz.
Bir çiftçinin 10 dekar tarlada buğday yetiştireceğini
varsayalım. Bunun için şu işlem ve yaklaşık masrafları
yapması gerekmekte:
Tarlayı ekime hazır hâle getirmek için harcanan yaklaşık mazot litresi ve masrafı:
Pullukla kaba sürüm: 20 lt.
İkinci kez sürüm (ikileme): 10 lt.
Ekime hazır hâle getirme (düzleme): 10 lt.
Ekim: 10 lt.
Toplam 50 lt. Mazotun litre fiyatı 4.40 TL. (24.08.2013)
Yalnızca ekim için edilen toplam mazot masrafı 50 lt. ×
4.40 TL= 220 TL.
Ekimden hasat zamanına değin yapılan işlem ve yaklaşık masraflar:
Ekim sırasında 5 torba taban gübresi: 400 TL.
Ekin yeşerdikten sonra yarım/bir holder1 ilaç : 16 TL.
İlaç sıkmak için harcanan mazot 5 lt. : 22 TL.
5 torba üst gübresi: 250 TL.
Toplam: 688 TL.
1) holder: Tarlayı ilaçlamaya yarayan makine.
32
Buğdayı hasat etmek için biçerdöverciye verilen ücret:
100 TL.
Yani 10 dekar tarla eken bir çiftçi yaklaşık toplam
220+688+100=1008 TL masraf etmekte.
Bu tarlayı ekmek için 320 kg. (40 şinik) buğday gereklidir. Allah takdir ederse en iyi olasılıkla bire on verim
alınır ve 3200 kg (400 şinik) buğday hasat edilir -ki bu en
azından yöremize göre imkânsız gibidir-. 3200-320= 2880
kg ürün alınmış olur. Bu ürünü bir tüccar en iyi ihtimalle 0,56 TL’ye alır. 2880 kg.×0.56 TL= 1.612,8 TL kazanç
sağlanır.
…ve sonuç: 1.612,8 TL kazanç-1008 TL masraf= 604,8
TL kâr. Yani bir çiftçinin 10 dekardan bir senede kazanacağı 604 lira. Bu parayla bir insan hangi ihtiyacını giderebilir? Kaldı ki bu kazanca en yüksek verim hesap edilerek
ulaşılmıştır. Ayrıca, tohum ve tarla çiftçinin kendisinin olarak düşünülmüştür; alınteri, traktör ile alet arızası ve bakımı ise hesaba hiç katılmamıştır. Sıfıra sıfır deyimi tam da
bu durum için uygun düşmektedir.
1 Litre Mazot = 8 kilogram Buğday
Çiftçinin can damarı mazottur. Mazot alamayan çiftçi
traktörünü hareket ettiremez. Traktörünün deposunu doldurmak, çiftçi için bir lüks hâlini almıştır. Kırsal kesimdeki herhangi bir petrol istasyonunda kısa bir gözlemde
bulunulursa çiftçinin taşıma suyla değirmen döndürmeye
çalıştığı görülecektir. Mevcut durumda çiftçi yaklaşık 8
kg. buğday satarak 1 lt. mazot almaktadır. Bunun tam tersi
olması gerekmektedir.
Yeni Bir Altın (!) Çeşidi: Gübre
Hormonlu dünyada insanlar gibi, toprağın da huyu değişti. Sadık yârimiz toprak da rüşvet almazsa ürün vermi-
Gençlik Dergisi
yor artık.
masına yardımcı olması gerekmektedir. Yoksa çoğu çiftçi bu sistemi
Çiftçi de verim almak için
kullanma olanağına ve becerisine
toprağına gübre atmak zorunda.
sahip değildir.
Zorunda; ama, adeta altın değeÇiftçinin can damarı
rinde, tonu 1.000-1.600 TL olan
TMO, tapulu ya da belgeli topmazottur.
Mazot
alamayan
gübreden tonlarca almak zorunda
raklar üzerinden sınır belirlediğinçiftçi traktörünü hareket
ise ne yapacak? Ya gübre bayisiden ata toprağını işleyen, tapusu
ne ya da tüccara borçlanacak ve
ya da icar belgesi olmayan çiftçi
ettiremez. Traktörünün
bu borç her yıl yenilendiğinden
TMO’ya ürün satamamaktadır.
deposunu doldurmak, çiftçi
bu kısır döngü sürüp gidecek.
TMO’nun belirlediği buğday
için bir lüks hâlini almıştır.
Takım-Tezgâh Fiyatları
alımı fiyatı kg. başına 0,620 - 0,765
TL iken tüccarın verdiği en yüksek
Çiftçinin toprağını işlemesi
rakam 0,570 TL’dir. İşin garip yanı
için bir dizi alete gereksinimi var.
tüccarlar, çiftçilerden aldıkları huEn önce iyi bir traktörü olmalı.
bubatı yine TMO’ya yatırmakta;
Bizim çiftçimiz 1960’lı model
oturduğu
yerden,
çiftçinin
alınteri üzerinden, çiftçiden kat
traktörlerle ömür tüketmektedir. Bazen de yeni traktör hayali kuran çiftçiler, büyük firmalarca kredi kullandırtılarak kat fazla para kazanmaktadır. Sonuçta “milletin efendisi”
altından kalkamayacağı borçlara sokulmaktadır. Bu yüz- olan köylü “sermaye sahibinin kölesi” ne dönüşmüş vaziyette 1972 model 3000’lik Ford’uyla köyünün yolunu tuden ocağı dağılan birçok çiftçiyi bizzat tanımaktayız.
tarken sermayedar, köylünün traktöründen daha çok benDiğer alet ve edevatların da yanına yaklaşılmamaktazin yakan son model tankıyla -affedersiniz- otomobiliyle
2
dır. Yedi bin liraya pulluk , eski bir traktör parasına mibdaha çok kazanmak için yola koyulmaktadır.
zer3 satılır mı? Çiftçi bir römork almak için kaç sene katıkNe Yapılmalı?
sız çalışmak zorundadır?
Yapılacak ilk iş mazot fiyatının düşürülmesidir. Hiç
Desteklemeler Destekliyor mu?
değilse, mazot desteği yerine çiftçiye özel düşük fiyattan
Devlet, son yıllara kadar destekleme veriyordu; ancak,
mazot verilmelidir. Sahtekârlığın önüne geçmek için çiftbu desteklemeler tapu üzerinden yapıldığı için yerini bulçilerin ihtiyacı belirlenerek yıllık istihkak sistemi uygulamadı. Tapulu tarlası olan; ama, çiftçilik yapmayan onca
nabilir.
insan yok yere para aldı. Türkiye’deki kaç çiftçi kendi taÇiftçinin ihtiyaç duyduğu tüm araç gereçler ucuzlatılpulu tarlasını ekmektedir? Büyük çoğunluk, yüzlerce varimalı, çiftçinin ürünü para etmelidir. En önemlisi devlet,
si olan baba, dede toprağını işlemektedir.
çiftçiyi tüccarlara mahkûm etmemeli, çiftçi derdini anlataBugün verilen mazot ve gübre desteği de yerini bulmacak merci bulabilmelidir.
maktadır; çünkü, bu destek de kendi üzerine tapulu tarlası
Saydığımız tüm olumsuzluklar giderilmelidir. Bu
olan çiftçiler içindir. Ayrıca, verilen destek çok gülünçtür.
Dekar başına 10 TL’dir. Bu paraya iki buçuk litre mazot olumsuzluklar giderilirken üretilen politikalar masa başında, Avrupa ülkelerine göre değil, ülkemizin gerçekleri
bile etmemektedir.
düşünülerek saha araştırması yapılarak çiftçiler dinlenerek
Takım tezgâh alırken de destek veriliyor; ama, öyle
oluşturulmalıdır.
şartlar öne sürülüyor ki küçük çiftçinin bu şartları yerine
getirmesi imkânsızdır.
Sonuç
Tüccarların Kıskacındaki Çiftçiler
Ülkemizde çiftçilerin yüzde doksanı ata, dede toprağıBin bir güçlük ve imkânsızlıklar içinde ürününü yetiştiren çiftçi bu kez de pazar sorunu yaşamaktadır. Ürününü nı işleyen, kendi yağında kavrulmaya çalışan küçük çiftToprak Mahsulleri Ofisi (TMO)’ne vermek isteyen çiftçi- çilerdir. Bunu kendi çevremizden yola çıkarak görebiliriz.
nin karşısına pek çok engel çıkmaktadır. İlk olarak, TMO Çiftçiye yönelik desteklemelerde bu gerçek göz önünde
aldığı ürünün ücretini 15 ila 30 günde vermektedir. Çiftçi- bulundurulmalıdır. Çiftçilik, hayvancılığı da kapsayacak
nin ise biçerdöverciye ücretini vermek, mazot almak, borç şekilde ele alınmalıdır, bu konu ise başlı başına bir makale
ödemek vb. nedenlerle acil paraya ihtiyacı vardır. Bu du- konusudur.
rumda tek çare olarak çiftçi tüccarları kapı kapı gezmekteEn yoksulundan en mükellef sofralara kadar baş tacı
dir. Tüccar ise çiftçinin bu durumundan istifade etmekte, nimet ekmektir. O ekmeğin soframıza gelmesinde birinci
mahsulünü yok pahasına almaktadır.
derecede rol oynayan çiftçiler de baş tacı edilmeden kalBir diğer sorun TMO’nun randevu sistemiyle çalışma- kınma mümkün değildir. Hele hele onların sırtından haksız
sında yaşanmaktadır. Bu sistem, günlerce sıra beklemeyi kazanç elde edip onları aşağılamak, onurlu ve insanca bir
önlese de çiftçinin genel ağ (internet) üzerinden randevu davranış değildir.
almasını gerektirdiğinden sıkıntı yaşanmaktadır. Bu sisteTuz ekmek hakkı için onların sesine kulak verelim.
min daha iyi işlemesi için görevlilerin çiftçinin randevu al-
2) pulluk: toprağı sürmeye yarayan alet
3) mibzer: ekin ekmeye yarayan alet
33
Ali BENLİ
2013-2014 eğitim-öğretim yılı; ana sınıfı ve ilkokul 1.
sınıf öğrencileri için 9 Eylül 2013 Pazartesi günü başladı.
İlkokulun-1.sınıflar hariç-diğer sınıfları, ortaokul ve liseler
ise 16 Eylül 2013 Pazartesi günü ders başı yaptılar.
Eğitim ve öğretim, iç içe girmiş, birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Eğitimcilerin, eğitim nedir ? Sorusuna
verdikleri cevaplar şu şekildedir:
1)Bireylerin toplumun standartlarını, inançlarını ve yaşama yollarını kazanmasında etkili olan tüm sosyal süreçlerdir.
2) Kişinin yaşadığı toplum içinde değeri olan yetenek,
tutum ve diğer davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin
tümüdür.
3) Seçilmiş ve kontrollü bir çevrenin (özellikle okulun)
etkisi altında sosyal yeterlik ve optimum (en iyi) bireysel
gelişmeyi sağlayan sosyal bir süreçtir.
4) Günümüzde daha çok tercih edilen tanım: “Bireyin
davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak
istenilen yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişme
meydana getirme sürecidir.” Bu tanıma göre, eğitim bir süreç tir. Eğitim sürecinde bireyin davranışlarının istenilen yönde değiştirilmesi
amaçlanmaktadır.
Ülkemizde eğitim öğretim faaliyetlerini planlayan,
uygulayan bakanlık, Millî Eğitim Bakanlığı (MEB)’dır.
Adının önünde millî kelimesi bulunan iki bakanlığımızdan
(diğeri Millî Savunma Bakanlığı) biridir. Bu bakanlıkların adlarının önüne millî kelimesi tesadüfen konulmamıştır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, temeli Türk kültürüne,
Türk kahramanlığına dayanan millî ve üniter bir devlettir.
34
EĞİTİMİMİZ
MİLLî Mİ?
Millî Eğitim Bakanlığındaki planlama ve uygulamaların, millî olma mecburiyeti vardır. Bu gerçek ortadayken
maalesef özellikle son birkaç yıldır, “millî değerlerimize
yönelik saldırılar, millî bayramlarımızın içlerinin boşaltılmasına yönelik uygulamalar” had safhaya ulaşmıştır.
Millî Eğitim eski Bakanı Hüseyin ÇELİK bir televizyon
programında şu talihsiz açıklamayı yaptı: “Atatürk’ü kanunla sevdiremezsiniz... Peygamberi bile koruma kanunu yok. ‘Gençliğe Hitabe’ ve ‘Andımız’ ayet mi? Kamuoyunun bunları tartışması lazım…” Bir önceki Millî
Eğitim Bakanı Ömer DİNÇER ise Ârif Nihat ASYA’nın
bir şaheser olan “Bayrak ”adlı şiirinden rahatsızlığını dile
getirdi. “Biz, kısık sesleriz; / Minareleri, sen ezansız bırakma Allahım…” mısralarının da yazarı olan Ârif Nihat
ASYA’nın “Bayrak” adlı şiirinden, “Gençliğe Hitabe”
ve “Andımız”dan rahatsız olduğunu ifade edenler, derhal,
büyük Türk milletinden özür dilemelidir.
Geçen eğitim-öğretim yılında uygulamaya konulan
(dayatılan) “4+4+4 sistemi” (Sistemsizliği” demek daha
doğru olur.) ile “eğitim camiası”nın yaşadığı sıkıntılarözetle-şunlardır:
1) İlkokula başlama yaşının 72 aydan 60 aya indirilmesi, telafisi güç sıkıntılara sebep olmuştur. Geçen eğitimöğretim yılı (2012-2013)’nda; 60,66,72,76 hatta 84 aylık
yavrularımız, aynı dersliği paylaşmak mecburiyetinde
kalmışlardır. Bilim adamları ve eğitimcilerin ortak görüşü;
“Kalem tutmak, psikomotor bir beceridir. Bunun için
en az 72 ay gereklidir.” şeklindeyken ilkokula başlama
yaşının 60 aya indirilmesi; akla ziyan bir uygulama,
“akıl tutulması”na verilebilecek en çarpıcı örnektir.
Aşağıdaki yazıyı okuyunca, durumun vahameti net olarak
anlaşılacaktır:
Millî Eğitim Bakanlığı, geçen yıl okula başlayan 60-66
aylık öğrencilerin yaşadığı uyum sorunu nedeniyle revizyona gidecekmiş.
Vatan’ın haberine göre; 60-66 aylıkların okula başlama kararı, veliye bırakılmıştı. Şimdi “veli onayı” yanı sıra,
“uzman komisyon onayı” da istenecek.
Başbakanın kulakları çınlasın! Çocuklarının okula o
yaşta başlamasını sakıncalı bulan velilere demediğini bırakmamıştı. Tam bir yıl önce bu endişeler içinde olan velilere, şöyle seslenmişti: “Gidip rapor alanlar var. Bunları, evlâtlarına ihanetle vasıflandırıyorum. Bu çocuklar,
geri zekâlı mı?”
Zekâ tartışmasına hiç girmeyeceğim, çocuklara ihanet
eden kim acaba diye merak ediyorum!
Gençlik Dergisi
Habere göre, 40 dakikalık derslere 60-66 aylıklar uyum
sağlayamamış. Dinleme bozukluğu ve dikkat dağınıklığı
söz konusu… Bunun için dersler 20-30 dakikaya indirilecek.
60-70 aylık çocuklarla 71-84 aylık olanlar ayrı sınıflarda toplanacak. Dersliklerin de bu yaştaki çocuklar için
uygun olmadığı ortaya çıktı. Sıra boyları onlara göre değil.
Şimdi bunun için minderli derslikler oluşturulacak. Okulların çatılarına ve bodrumlarına oyun alanları yapılacak.
66 ayın altındaki her beş çocuktan dördü okumayı
sökemedi. Yüzde 67’si en az bir kez altına kaçırdı. Öğretmenlerin yüzde 65’i de zaten bu yaştaki çocuklara eğitim verebilecek meslek içi eğitimden geçirilememişti.
Bütün bunlar, bir gece yarısı gündeme getirilen ve Millî
Eğitim Bakanının bile haberi olmayan 4+4+4 sistemi yüzünden oldu. Mehmet Y. YILMAZ (Hürriyet, 2 Temmuz
2013)
Eğitim işlerinde, mutlaka başarılı olmak gerekir.
Herhangi bir sistem veya modeli uygulamaya koymadan
önce bilim adamları ve işin mutfağında olanların görüşlerini dikkate alma mecburiyeti olmalıdır. Bu yolu izlemez,
“kral mantığı” diye özetleyebileceğimiz “ben yaptım
oldu!” anlayışını öne çıkarırsanız Türk çocuklarının geleceğini karartır, ihanete çanak tutarsınız.
Dayatılan sistem (4+4+4)le birlikte yaşanan mağduriyet ve sıkıntıların bazılarını sıralamaya devam edelim:
2) Bu sistem (sistemsizlik)le her beş sınıf öğretmeninden biri boşa çıkarılıp mağdur edilmiştir. Yıllardır “sınıf
öğretmeni” olarak tecrübe sahibi olanlara reva görülenler,
akıl ve vicdan sahibi herkesi üzmüştür. Boşa çıkarılan eğitim çalışanlarının istihdamları, aşağıdaki şekilde olmuştur:
a) İki yıllık yükseköğretim mezunu olanlar, lisans
tamamladıkları alanlara,
b) Diplomalarında yazılı olan yan alanlara,
c) Zihinsel engelliler sınıfı öğretmenliğine,
d) Zihinsel engelliler, sınıf öğretmenliği alanına boş
kadro yoksa -sınıf öğretmenleri-Teknoloji ve Tasarım
Öğretmeni olarak istihdam edilmişlerdir.
3) Sn. Nabi AVCI’dan önceki Millî Eğitim Bakanımız
Sn. Ömer DİNÇER, Bakanken katıldığı bir televizyon
programında; “4+4+4 Sistemi’nin oturabilmesi için, 170
bin yeni dersliğe ihtiyacımız var.” dedi. Bu ifade de gös-
teriyor ki hiç bir planlama ve hazırlık yapılmadan, paydaşların görüşleri alınmadan sistem (daha doğrusu sistemsizlik) dayatılmıştır.
4) Millî Eğitim Bakanlığının çalışanları sıkıntıya sokan bir başka uygulaması da şudur: Fizik ve Kimya bölümü mezunu sınıf öğretmenlerinin “Fen Bilgisi ”öğretmenliğine geçişini engellerken diplomasında yan alan olarak
“Fen Bilgisi” yazanların atamasını yapmıştır. Kısacası
“alan değişikliği” adı altında bir “yıkım projesi”ne daha
imza atılmıştır. Atandıkları alanda hiçbir donanımı olmayan öğretmenlerin yetiştireceği öğrencilerin başarılı olmalarını beklemek, “abesle iştigal” olur.
Geçtiğimiz gün, basına yansıyan “bir yıkım haberi”
ile daha sarsıldık: “…Bir yayınevinin -mevcut ders kitapları yönetmeliğine aykırı olarak- Türkçe öğretmen
kılavuz kitabının ilk 3 sayfasında yer alması gereken
İstiklâl Marşı, Öğrenci andı ve Atatürk posterine-bilinçli olarak-yer vermediği ortaya çıktı…” (21 Ağustos,
2013 ANKARA Milliyet)
Millî değerlerimiz ve Türk büyüklerine karşı -her fırsatta- saldıranlar şu gerçeği çok iyi bilsinler: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için
kendinde kuvvet bulacaktır.” diyen Başöğretmenimiz
Atatürk başta olmak üzere, bütün Türk Büyükleri ve millî
değerlerimize canımız ve kanımız pahasına sahip çıkacağız.
Büyük devlet adamı, başöğretmenimiz Gazi Mustafa
Kemal ATATÜRK’ün -mesaj yüklü- şu sözlerinin hayata
geçirilmesi, “eğitimde birinci önceliğimiz” olmalıdır:
“Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitim sınırı ne olursa olsun, en
önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığı
için kendi benliğine ve milli geleneklerimize düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Uluslararası dünyanın bu günkü
durumuna göre, böyle bir savaşın gerektirdiği mücadele ruhunu taşımayan insanlara ve bu nitelikteki insanlardan kurulu topluluklara yaşama ve
bağımsızlık hakkı yoktur.”
(1 Mart 1922,TBMM Açış Konuşması’ndan)
35
ORTADOĞU’DA
ARKA PLANLAR
Ahmet MUHTAROĞLU
Değerli okuyucularımız hatırlayacaklardır 2012 yılının masına rağmen ABD Nasır’a Arap milliyetçiliği yaptırmıştır.
kasım ayında Bilgiyurdu merkezindeki sohbetimizin konu- Gaye Arap dünyasının Sovyetler Birliğinin etki alanına girsu “Doğu Akdeniz’de Petrol Savaşları” başlığını taşıyor- mesini önlemekti.
du. Bugün bu savaşın tam da ortasındayız ve fiilen bu savaşı
1950’den bu yana ABD her yıl Mısır ordusuna 3 ila 4 milyaşıyoruz. Savaşın taraflarına bakacak olursak Mısır, İsrail, yar dolar hibe adı altında yardım etmektedir. Dolayısıyla MıSuriye, Lübnan ve Türkiye. Tam da Doğu Akdeniz ener- sır ordusu maalesef ABD güdümündeki bir ordudur. Mısır’da
ji kaynaklarına sınırı olan ülkeler. Şimdilik savaş Mısır ve Mübarek’i getiren güçle Mursi’yi getiren güç aynı güçtür.
Suriye merkezli cereyan ediyor, ileride Lübnan’a yayılması ABD, Mısır’da Mursi’nin raf ömrünü 1 yıl olarak belirlemişmuhtemeldir.
tir. Türkiye bu gerçeği bilmiyorsa şahsen üzülürüz. Biliyor
Tarihin her döneminde enerjiye ve hatta suya erişim sa- ise Ortadoğu’da nasıl siyaset yapılacağının gereği yapmalıvaşlarla olmuştur. Saydığımız bu ülkelerin gerçekte savaşın dır. Dört parmak işareti ile ne Sisi iktidarı bırakır gider ne
hangi sebeplerle verdiği kendilerince bilinmektedir. Ancak de uzaktan Mısır’a sultan olunur. ABD İsrail’le kim dostluk
Türkiye’yle ilgili kuşkularımızın olduğunu söylemeliyiz. kurarsa Mısır’ın başına onu getirir. ABD için demokrasi söyHangi saikle Suriye’ye bulaştığımız net değil. Türkiye “Esad lemi, kendisine bağlı olmayan ülkeleri ve liderleri demokhalkına zulmediyor” söylemini içselleştirmiş gibi gözüküyor. rasi sopasıyla dövmek anlamına gelir. ABD için demokrasi
Aynı söylemle Mısır üzerinden Müslüman Kardeşler lisanıy- hiç bir zaman nihai hedef olmamıştır. Ayrıca gazeteci Hüsla dünyaya mesaj veriyor. Bizce Türkiye, Mısır ve Suriye’de nü Mahalli’nin ifadesine göre Mursi toplam Mısır halkının
3 yıla yakın süredir devam eden
yüzde 22’sinin oyuyla seçilmiştir.
olayların gerçek sebebini okuyamıAslında Arap Baharının gerçekte
yor ya da iç politikaya dönük siyaset
halkın uyanışı ve demokrasi talebinyapıyor. Oysa bu coğrafya zor bir
den kaynaklanmadığın, bu halkların
coğrafyadır. Kitlelerin algısı farklıdemokrasiyi tanımadıklarını, tanındır. Algıyı yönetebilirsiniz. Ancak
mayan şeyin talep edilemeyeceğini
Tarihin her döneminde
siyasi gerçeklik çok daha farklıdır.
bu oyunun bir kurgudan ibaret olduenerjiye ve hatta suya
Yalnız Müslüman Kardeşler gözüyğunu biz de yazık söyledik; başkaerişim savaşlarla olmuştur.
le siyaset yapılmamalıdır. Hamaset
ları da yazdı söylediler. Geldiğimiz
söylemi ile Ortadoğuda oyun kurucu
noktada Arap Baharı bölge ülkeleriSaydığımız bu ülkelerin
olmak kolay değildir. Osmanlı’nın
nin hepsine özelliklede Türkiye’ye
gerçekte savaşın hangi
gerilemesinin ve dağılmasının süreci
pahalıya mal oldu.
Mısır isyanıyla başlar. 1946 yılından
Ortadoğu’da oyun kurucu olmasebeplerle verdiği
bu yana İngiltere’nin Mısır’dan çıknın yolu ülkelerle dostluk kurmaktan
kendilerince bilinmektedir.
masıyla ABD emperyalist bayrağını
geçer. Etrafımızdaki tüm ülkelerle
bu bölgede devralmıştır. O günden
ilişkilerimiz adeta dibe vurmuştur.
bu güne Mısır hiçbir zaman MısırMısır Cumhurbaşkanı sözcüsü Türlıların olmamıştır, Nasır döneminde
kiye Cumhuriyetinin Başbakanıbile…. Nasır’ın kendisi Arap olmana hitaben “ Batı’nın ajanı olan
36
Gençlik Dergisi
Recep Tayyip Erdoğan’dan vatanseverlik dersi alacak
değiliz.” ifadesini kullanmıştır ve Türk basını da yazmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaş olarak Başbakanımızdan bunun gerçek olmadığının beyanını bekliyoruz, bunu beklemek
tüm Türk vatandaşlarının hakkıdır. Keza Esad konuşmasında
“Türkiye’ye üç beş dolar karşılığında her şeyi yaptırırsın.” diyor. Durum gerçekten öyle mi? Değilse “Türkiye böyle bir
ülke değildir” denmelidir.
“Türkiye Irak’ın Toprak Bütünlüğünden Vaz mı Geçiyor?” konu başlığı ile önceki sayımızda konu ettiğimiz Irak
petrollerinin Batı Petrol Şirketlerince nasıl yağma edildiğini
ayrıntılı olarak yazmıştım. Geçen hafta CHP Genel Başkanı
Sayın Kılıçdaroğlu’nun Irak seyehatinda tam da bu konuyla
ilgili olarak Irak Başbakanı yardımcısı “Türkiye petrollerimizi çalıyor.” ifadesini sayın Kılıçdaroğlu’nun yüzüne karşı
söyleyebilmiştir. Konuyla ilgili olarak, yetkililer Türkiye’nin
hırsız olmadığını söylemek durumunda değil midir? Bunlar
kanımıza dokunan konulardır. Bu konular toplumun değişik
kesimlerinde tepki birikimine sebep olmaktadır. Türkiye,
Arap Baharının ve özellikle Mısır, Irak ve Suriye’ye dönük
yanlış politikalarından kaynaklanan derin buhrana doğru
sürüklenmektedir. Bu buhran hem ekonomik hem de siyasi
olarak ülkemize ağır bir yük getirecektir. ABD, Suriye’yle ilgili riske girmeden Türkiye eliyle Suriye’yi sonuçlandırmak
istemiştir. ABD Genelkurmay Başkanının Suriye’ye harekat
konusundaki görüşü aynen şöyledir “Suriye’deki muhalefet
çıkarlarımızı savunmaz. Şu anda Suriye’de aralarında
seçim yapacak iki taraf yo, birçok taraf var. Bizim seçeceğimiz tarafın güç dengeleri kendi lehlerine döndüğünde bizim çıkarlarımıza hizmet etmesi gerekiyor. Ama şu
anda durum öyle değil.” Bu ifadelere mukabil Türkiye’nin
Suriye’ye harekâtıyla ilgili tezi nedir? “Esad halkına zulmediyor” lütfen bu iki mantığı ve yaklaşımı karşılaştırın. Ortadoğu siyasetini belirlemede bu iki düşünce sisteminin hangisinin geçerli olacağına siz karar verin. Suriye’de yüz bin
insanın ölmesine ABD’nin üzüleceğini zannedenler yanılırlar. Aksine Batılıların her iki taraftan ölenlerin müslüman olduğuna sevindiğinin yazıları ve belgeleri var.
Sonuç olarak Türkiye, Suriye ye karşı yapılacak müdaha-
leye kesinlikle girmemelidir. Aksi halde bu yükün altından
kalkamayız. Bölge ülkelerinin içerisinde ekonomik açıdan
Türkiye en zayıf halkadır. Maalesef bunu söylemek durumundayız. Türkiye gücünün sınırlarını belirlemek durumundadır. Türkiye’nin bu yıl ki ödeyeceği kısa vadeli dış borç
miktarı 215 milyar dolardır. Cari açık ise 100 milyar doları
aşacak gibi gözükmektedir. Enerji ithalat faturamızın miktarı ise 70 milyar dolar seviyelerinde tahmin edilmektedir.
Libya’da müteahhitlerimiz 25 milyar dolar kaybetti. Bir o
kadar da Suriye ve Mısır’ı hesap ederseniz ülkenin ekonomik
kayıpları altından kalkılamaz durumdadır. Irak, Suriye, Mısır
kapıları ticari araçlarımızın geçişine kapanmıştır. Mısır’da
tırlarımız aylarca beklemektedir. Bu ülkelerle ticaretimiz adeta sıfırlanmıştır. Ortadoğu’da önümüzün kapanması, Asya ve
Afrika ticaretimizi dahi etkiler. Bu durum ülkenin bekasının
tehlikeye girmesi demektir. Ortadoğu’da Mısır dahil hiçbir
ülke Suriye’ye yapılan emperyalist müdahaleye razı değildir,
Türkiye; Arap Baharının ve
özellikle Mısır, Irak ve Suriye’ye
dönük yanlış politikalarından
kaynaklanan derin buhrana
doğru sürüklenmektedir. Bu
buhran hem ekonomik hem de
siyasi olarak ülkemize ağır bir
yük getirecektir.
Türkiye ve İsrail hariç. ABD güdümünde olduğunu söylediğimiz Mısır dahi Suriye’ye ABD müdahale ederse Süveyş
Kanalını ABD gemilerine kapatacağını deklare etmiştir. Bu
beyanatta bile milliyetçilik ruhu Mısır’da ön plana çıkmıştır.
Sizce yalnız Barzani’nin dostluğu ile bu bölgede tutunabilir
miyiz? Bizce çok zor...
TEBRİKLER
Öğretmen arkadaşımız Bilal ATEŞ ile Sema
MARAL 28 Ağustos 2013 Çarşamba günü
Öğretmen Düğün salonunda yapılan
düğünle evlendiler.
***
Dergimizin yazı işleri müdürü ve yazarı
Osman Karababa’nın oğlu Halil KARABABA
ile Nihan SÜTCÜOĞLU 31 Ağustos 2013
Cumartesi günü İdeal Garden Düğün
salonunda yapılan düğünle evlendiler.
Evlenen çiftlerimize mutluluklar dileriz.
37
YAKIN ÇEVREMİZDEKİ ERMENİ OLAYLARINI ANLATAN ROMAN:
BOZKIRDA AŞK VE İSYAN
Hakan TUNÇ
Anadolu coğrafyası Türklerin simgesel mekânı olmuştur.
Bu mekân Türk gelenekleriyle
harmanlanarak tarih ve coğrafyanın et ve tırnak gibi kaynaşmasına sebep olmuştur. Mehmet Necati Demircan’ın yazdığı
Bozkırda Aşk ve İsyan romanı
Anadolu’nun kültürel ve coğrafi
zenginliğinin güzel bir ������
yansıması olarak karşımıza çıkmıştır.
Romanda geçen olaylar tarihsel
olarak da gerçeklik payı bulunan
olaylardır. Yani roman salt bir
hayal ürünün eseri değildir. Romandan edindiğim bilgilere bakınca çok derinlemesine uzun bir araştırmadan sonra
romanın kaleme alındığını anlayabilmekteyiz. Hele hele
yazarın bizzat sahada olaya tanıklık edenler veya yakınlarıyla yaptığı bire bir görüşmeler romanda geçen olayların
gerçeklik paylarını daha da arttırmaktadır.
Bozkırda Aşk ve İsyan, Haziran 2013’te IQ Kültür
Sanat Yayınlarınca yayınlanıp okuruyla buluştu. Romana
iddialı bir isim seçilmiş. Bozkır, aşk ve isyan bir arada.
Tarihi olayların kurgulandığı eserde o alışılagelen didaktikliğin getirdiği kuruluk yok. Tasvirler oldukça başarılı,
bir anda kendinizi 1892 yılında bozkırın ortasında buluveriyorsunuz. Bozkır insanını anlatırken kullandığı şu ifade
gerçekten çok etkileyici: “Bozkırın hem kadını hem erkeği
çilelidir. İnsanı çifte kavrulmuştur. Güneşin harında dövülen insan, soğuk pınarında çelikleşmiştir.” Bunda yazarın
yaşadığı yöreyi anlatmasının payı tartışılmaz. Kahramanların fiziksel ve ruhsal portreleri başarıyla çizilmiş. Tarihi
olaylar konularla bağlantılı olarak verilmiş. Yazar, bize bir
şeyleri öğretmeye ya da dikte etmeye kalkmıyor. Olayları
gözler önüne sererek yargıyı bizlere bırakıyor.
Romanın geçtiği yer küçük bir alan olmasına rağmen
yazar, dünya siyasi tarihine damgasını vuran olayları
romanın içine ustaca girdirmeyi başarmıştır. Küçük bir
Anadolu beldesi birden bire dünya siyasi dengelerinin
odak noktası haline gelmiştir. Ana olay Yozgat ili Çandır
ilçesine bağlı İğdeli köyünde yaşanıyor. Roman bir aşk
hikâyesiyle başlıyor, başlar başlamaz sizi sarıyor. Gerilim
hep yüksek tutulmuş, merak unsuru ön planda… Bu, çevremizde her an rastlayabileceğimiz hayatımıza dokunan
öykülerden. Farkı ise farklı din ve etnik kökene bağlı iki
gencin umutsuz aşkı olması. Umutsuz bir aşk hikâyesiyle
başlayan romanın geri planında Anadolu’da başlayan Ermeni isyanları, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Tehcir,
Kurtuluş Savaşı anlatılıyor. Roman bir tarih kitabı değil.
Amacı da tarihi olayları anlatmak değil. Yazar bu olayları verirken okuru sıkmıyor, suda erimiş şeker gibi tattıkça
farkına varıyorsunuz.
Romanın bazı bölümlerinde içiniz acıyor. Dış güçlerin
38
Osmanlı coğrafyasında bitmek bilmeyen entrikalarına şahit oluyorsunuz. Yüz yıl önce yaşananlarla bugün arasında
benzerlikler yakalıyorsunuz. Bu benzerliklerden yola çıkarak aynı oyunların tekrar tekrar sahnelendiğini görüyorsunuz. Romanın en trajik sahnelerinden biri İngilizlerin
baskısı nedeniyle Ermeni tehcirini uygulayan Boğazlıyan
kaymakamı Kemal Bey’in düzmece belgelerle idam edilmesidir. Ermeni tehcirini uygulayanların yargılandığı Bekirağa Bölüğündeki mahkûmlardan ünlü Ağaoğlu Ahmet
ile Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in arasında geçen
diyaloglar çok ibretlik anlardır.
Bozkırda Aşk ve İsyan ’da Amerikalıların başı çektiği
misyonerlik faaliyetlerine ayna tutuluyor. Okurun dikkati Amerikan Board Teşkilatının açtığı Amerikan Kolejleri üzerine çekiliyor. Amerikalı misyonerlerin Osmanlı
Devleti coğrafyasında açtıkları kolejlerde yetişen Ermeni
gençlerde ayrılıkçı kinler kabarmıştır. Sadece Ermenilere
değil diğer etnik unsurlara ayrılık tohumları ekmek için
çabalamışlardır. Örneğin Amerikan Board teşkilatı çok
sayıda Arap gencine Amerika’da öğrenim görmeleri için
burs vermiştir. Bu tür verilen burslarda koşul olarak bursu
alanların akrabalık yoluyla da olsa Türklerle
������������������������
hiçbir ilişkisinin bulunmaması gerekiyordu.
Sıcak denizlere inmek isteyen Ruslar, Ermenilerin ayrılıkçı duygularını her seferinde istismar ediyor. Ermenileri
umutlandırıp ortada bırakıyor. Ermeniler de “Belki bu sefer…” diye her seferinde umutlarını diri tutuyorlar.
Yazar, olayları ve kahramanları verirken yaşadıkları
dönemin sosyal hayatını da gözler önüne seriyor. Bu durum yazarın folklorcu kimliğinin bir yansıması olarak algılanabilir. Dönemin sosyal hayatının böylesine başarıyla
yansıtılması romanın geri planında uzun bir hazırlık ve
araştırma döneminin olduğunu düşündürüyor.
Romanda hâkim bakış açısı kullanılmış, olaylar yazarın
diliyle anlatılıyor.
Yüz yıllık bir geçmiş, yakın tarih olarak adlandırılabilir
ama romanı okuduktan sonra anlıyoruz ki biz yakın tarihin
olaylarını kavrayamamışız. Roman yakın tarihte yaşananları bir trajedi olarak ortaya koyuyor.
Akıcı bir dille yazılan romanı okudukça arkası geliyor ve bir de bakmışsınız bitmiş. Ben burada romandaki
olayları özetlemedim. Bundan özellikle kaçındım. Çünkü
romanda ne anlatıldığını öğrenen kişi okuma zahmetine
katlanmıyor. Romanla ilgili birtakım ipuçları verdim,
bundan ötesi okurun ilgisine sunulur. Roman D&R
mağazalarında sizleri bekliyor.
Not: Bozkırda İsyan ve Aşk romanın yazarı Mehmet
Necati Demircan derneğimizin düzenli olarak yaptığı
Cuma Sohbetlerinde kitabında geçen olaylar hakkında bilgi verecektir. Tüm hemşehrilerimizi bekleriz.
Gençlik Dergisi
“OSMANLI’YA DÖNÜYORUZ” SÖZÜ
POLİTİK BİR ALDATMACADIR
Aytekin AYDOĞAN
Başbakan Erdoğan iktidara geldiği ilk günden beri hep,
“Biz Osmanlı torunuyuz, Osmanlı’ya dönüş yapıyoruz”
demekte ve Osmanlı tarihini her zaman övmektedir. Ancak
yaptıklarına bakınca Osmanlı’ya yakışmayacak eylemlerde bulunduğu ortaya çıkmaktadır… Söylem başka eylem
başkadır…
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey Allah yolunda cihad etmiş ve gazi unvanını hak etmiş bir bey olarak
oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinde “davasının kuru kavga ve
cihangirlik davası olmadığını” beyan ederek vefat etmişti.
Vasiyetinde; “Allah’ın buyruğundan gayrısını hiç bilmeyesin. Bilmediğini din ulemasından sorup anlayasın.
İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın ve askerine ihsanı eksik etmeyesin ki
ihsan insanın kılavuzudur. Zalim olma, adaletle şenlendir. Ve cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemaya riayet eyle ki din işleri nizam bulsun. Nerede bir ilim ehli
duyarsan ona rağbet, ikbal ve hilim göster. Askerine ve
malına gurur getirip din ehlinden uzaklaşma. Bizim
mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini
yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsanda
bulun. Memleket işlerini noksansız gör” diyerek asırlara
hükmedecek olan anlayışın sırrını ortaya koymuştu.
Osmanlı’ya dönüyoruz diyen AKP’ye bakalım…
Amerika’nın buyruğuna hizmet eden bir iktidar nasıl olur
da Allah’ın buyruğuna hizmet etmiş sayılır. Allah’ın buyruğuna hizmet etmek ile Yahudi hizmet ödülü almak bir
çelişki değil de nedir? Kendisine itaat edenleri hoş tuttuğuna kesin kanaatimiz var… Evlerinde tuttuğumuz %
50 var deyince bunu zaten anladık… Askerine ihsan ettiği de su götürmez bir gerçektir… Çünkü kendisine iman
etmeyen askerlerin akıbeti bellidir… Eski Genelkurmay
Başkanı İlker BAŞBUĞ, Emekli Albay Dursun ÇİÇEK,
Emekli Orgeneral Hasan IĞSIZ, Hurşit TOLON, Şener
ERUYGUR 05 Ağustos 2013 tarihli ERGENEKON adlı
davada müebbet hapis cezası alanlardan sadece bir kaçıdır.
Yıllarca ülkesi için mücadele etmiş bu insanlar terör örgütü kurmak ve yönetmek gibi ağır bir suçla itham edilmişlerdir. Bu nasıl bir ihsan örneğidir? Zalimlik ve adalet konularına bakalım: Türk halkı olarak Gezi Parkı olaylarında
ne kadar zalim olduğunu gördük... Olayları yatıştırmak
yerine ağzından çıkan her kelime daha kışkırtıcı olmuş ve
yangını daha çok alevlendirmiştir. Ayrıca adalet diyoruz ya
hani… Osmanlı adaletiyle Erdoğan adaletinin arasındaki
farklar o kadar çok ki… Katiller serbest, askerler tutuklu;
palalı serbest, bayrak satıcısı tutuklu… Adaletin aydınlattığı yolları nasıl kararttığına hepimiz şahidiz… Nerede bir
ilim ehli bulursan ona rağbet et demiş Osman gazi… Günümüzde birçok araştırmacı, gazeteci ve yazar Başbakan
Erdoğan tarafından çok sert eleştirilere hedef olmuştur.
Oysa bizim için ilim adamlarının, araştırmacıların önemi
çok büyüktür. Erdoğan iktidara gelmeden önce “Biz orduyu tasfiye edeceğiz” dediğinde pek inandırıcı gelmemişti,
ancak içeri alınan askerlere baktığımız zaman bu konuda kararlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Osmanlı’da
amaç Allah’ın dinini yaymaktır bu doğru… Oysa başbakanımızın Osmanlı’ya dönüş felsefesi dinler arası diyalog
adı altındaki misyonerlikten geçmektedir… Osmanlı’nın
ve Atatürk’ün kapattığı kiliseleri kim açıyor? Kimin dinini
kime yayıyoruz acaba? Hele hele memleket işlerini noksansız görme konusunda hiç şüphemiz yoktur… Memleketin her tarafındaki ayaklanmalara, protestolara, eylemlere şahit olduk 10 yıldır… Kargaşanın bu kadar çok olması
memleket işinin düzenli gitmediğini ve Erdoğan’ın halkının isteklerini karşılayamadığının göstergesi sayılmalıdır.
Osmanlı devleti altı asırlık bir tarihi geçmişe sahip olan
şanlı bir imparatorluktur. İçinden at üstünde kılıç sallayan
yiğit padişahlar çıktığı gibi ülkesini başkalarına teslim
eden Vahdettin gibi acizler de çıkmıştır. Osmanlı siyaseti
adaleti, hoşgörüyü, vatan - millet - namus aşkını her zaman
ön planda tutmuş ancak babadan oğula geçen saltanatlık
anlayışının bedelini de son zamanlarında ağır toprak kayıplarıyla ödemiştir…
Kim bilir belki de Türk isminden rahatsız olduğu için
Osmanlı diyen Başbakan Erdoğan, “Osmanlı’ya dönüyoruz.” derken sanırım sadece yükseliş dönemine bakmış.
Ancak yıkılma dönemindeki dışarıya mahkûm siyasetin
farkında olmamıştır. Birlik beraberlik içerisinde yaşayan
bir ülkeyi birbirine kırdırma yolunu seçmiş ve herkes etnik
köken arayışının derdine düşmüştür...
Dış siyasetimiz bağımsız olmadığı gibi iç siyasetimiz
de bağımsız değildir. Eğer bir devlet varlığını yabancı ülkelere bağlı ve onların inayetiyle sürdürme durumundaysa
o devletin bir geleceği olamaz.
Osmanlı devletinin karşısında bütün dünya devletlerinin dizleri titrerken günümüzde sıradan küçük devletler
dahi bize kafa tutmaktadır. Bir terör örgütünün hakkından
gelemeyen, Ege denizindeki 16 adaya Yunanistan’ın el
koymasına göz yuman, Türkiye’nin itibarını ve çıkarlarını
koruyamayan bir iktidarın “Osmanlı’ya dönüyoruz” sözü
inandırıcı olamaz. İktidar mensuplarının Osmanlı’yı anlamak için daha çok tarih okumaları gerekir… Ancak Kadir
Mısıroğlu ve Mustafa Armağan gibi yazarların yerine Turgut Özakman, Necdet Sevinç, İlber Ortaylı, Halil İnalcık,
Osman Turan, Kemal Karpat gibi yazarları tercih etmeleri
gerekmektedir…
“Osmanlıya dönüyoruz.” sözü, ABD’nin “ Büyük Ortadoğu Projesi” nin bir kamuflajıdır. Türklük kavramı yerine
“Türkiyeli” kavramının ikame edilmesi, Kürt açılımı, ŞiiSünni çatışmasının körüklenmesi hep bu projenin uygulama alanlarıdır. Osmanlı kelimesinin cazibesine kapılarak
bu oyunlara asla gelmemeliyiz.
39
MANTIKSIZ MANTIK:
Alper KEPEZKAYA
Ben Aptalım Siz Akıllısınız!
Lisedeyken mantık derslerinin pek önemli olmadığını
düşünürdüm. Yıllar geçtikçe aslolan şeyin mantıkla yoğrulmuş bilgi olduğunu, kullanılmayan bilginin pek önemli
olmadığını gördüm. Siyasette insanlar liderlerinin akla ve
mantığa aykırı davrandığını kabul etmiyor. Özellikle iktidar yandaşları “istikrar sürsün” sloganıyla muhaliflerin
doğru yolda olmadığını, gerçekleri görmediğini, akıllı
davranmadığını iddia ediyor. Ben bu durumda iktidarın
“akıllı” tanımına uymaktansa akılsızlığı tercih ederim.
İslam âlemi yıllardan beri bir türlü kan ve gözyaşından kurtulamıyor. Batının haçlı seferleri bitmiş değil.
Amerikan askerinin Afganistan’da tecavüzü, Müslümanların birbirini öldürmesi sürerken benim gibi akılsız da
çıkmış ne düşünüyor? İslam âlemi bu buhrandan nasıl
kurtulur? İslam devletlerinin politikaları ne kadar İslamidir? Haçlılarla birlikte Müslümanlara karşı savaşmak ne
kadar doğrudur? Kendini mücahit olarak adlandıranlar
niçin Amerika ve İsrail’e karşı değil de Müslümanla savaşır? Müslüman devlet adamlarının Müslümanlar nezdinde
sicili son derece bozuk Hıristiyan ve Yahudi devletleriyle
ortak çalışmasının hükmü nedir? vs.
Gerçekleri görmek nedir?
Olanı olduğu gibi bilmek ve söylemek!
42 milyon icra dosyasının bulunduğu ülkemizde vatandaşlarımız borcu yüzünden intihar ederken; bankalar
“işlem ücreti” adı altında halkı soyarken; elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarına abartılı faiz ve kaçak kullanım
bedeli eklenirken; tüketici kredileri başını almış gitmekteyken padişahlığa hazırlanan şahıs çıkmış şeyhülislam
gibi fetva ve nasihat veriyor: “Kredi kartı kullanmayın.”
Bir devlet adamının görevi, nasihatlerle geçiştirmek değil,
sorumluluğunu ve görevini yerine getirmesidir.
On yıl önce gazete köşelerinde iktidarı bölücülükle
suçlayarak küfreden, kendisine büyük koltuklardan biri
verilince Usta’ya mürit olan Çakma Yiğit (!) açıklama
yapıyor: “Kürdistan’ın kurulması sizi endişelendirmesin.” Aslında bu söz düpedüz bir itiraftır. Namı diğer “Jöleli Kafa’ya” sormak lazım: “Planlanan Yahudi maşası
bu devlet Muzistan’da mı kurulacak?
Benzinin litresi beş lira, tarım ürünleri ucuzladı, lira
eriyor, maaşlara yüzde beşlerden fazla zam yapılmıyor, diyerek ekonominin kötü olduğunu düşünüyordum. Meğer
dünyanın en güçlü ekonomilerden biri bizim(!)kiymiş.
Artık şehit haberleri gelmiyor! PKK’nın eylem yaparak Şırnak’ta öldürdüğü vatandaşlar şehit değil mi? Değil
tabii. Evladımı dağa göndermem, diyen ailelerin çatışması sonucu vefat edenler şehit değil mi? Değil. Ne dersen
de, kardeşim. Ülkede şehit yok. PKK bitti; inanacaksınız.
“Kadir” inandı “akil” oldu. Siz de inanacaksınız. Birileri “yok” diyorsa öyledir. Zaten büyük Usta tavrını koydu:
“PKK ile kucaklaşan İmralı’ya gitmeyecek.” İmralı’da
önemli kim var ki? Onu Usta’nın destekçileri ve avanesi
40
bilir.
Güneydoğu’da bulunan altı jandarma taburu kaldırılacak, çünkü PKK bitmiş(!). Bu askerler İstanbul’a sevk
edilecek, çünkü PKK’nın orada eylem yapacağı istihbaratı
var. Hani terör bitmişti?!
Bütün ülkelerde icraatların sorumlusu hükümetler
iken bizim ülkemizde sorumlu siyasi hükümet değil, muhalefet... Zinayı kanunla suç olmaktan çıkaran bu iktidar…
“Zina arttı.” dersin; cevap hazır: “O” mu yaptı? İktidarın
bulunmaz malzemesi “türban yasağı” sürüyor, kaldır şunu,
dersiniz kaldırmaz. Çünkü liderleri her şeyin iyisini bilir;
bu konuda bir bildiği vardır. Suç ve günahtan münezzehtir.
Amerikan elçisi Güneydoğu’da yurt gezisine çıktı, inceleme yaptı! Bu adam sömürge valisi mi ki yurt gezisine
çıksın. Hangi ciddi devlette böyle bir şey olur? Daha beteri, sarıklı şeyhler Amerika elçisinin elini öptü. Bizim gibi
aptallar, imkânı yok, bunu anlayamaz.
Ekranlarda Suriye ve Mısır’ı izlerken hep aynı görüntüyle karşılaşıyoruz: “Allah-u Ekber!” tekbiri eşliğinde
ağlayan sakallı bir insan. Niçin bu insanların silah kullanırken bir kere olsun görüntüsü yok? Oysa kendi ordularına karşı Amerikan yapımı ve hediyesi silahlarla aylardır
çarpışıyorlar.
Gelelim iade-i itibar olayına. Yani devlet vatandaşına,
“Seni zamanında haksız yere cezalandırdım, affet beni.”
diyor. Her ne hikmetse iade-i itibar yapılan insanlar hep
cumhuriyet karşıtı, Milli Mücadele’de Yunan işbirlikçiliği
bugün Kürtçülük propagandası yapan, PKK-AB(D) yandaşı kişiler.
Ülkemizde Suriye’nin iç kargaşasından dolayı patlamalar meydana geldi, onlarca vatandaşımız hayatını kaybetti. Başka ülkede olsa bu savaş sebebi sayılır; kamuoyu
günlerce bunu haber yapardı. Biz ise ayranın millî içecek
olup olmadığını tartıştık. Susalım, istikrar sürsün.
Bir hafta önce “Suriye sınırına PYD yerleşti.” diyen
basın bir hafta sonra “Esad sınırdan ateş açtı.” açıklaması
yapıyor. Kimse de “Hani orası Kürtlerin eline geçmişti.”
demiyor.
Niçin dünya basınını ayağa kaldıran haberler, bizim
basın ve medyamızda yer almaz?
Hayatında olmadık haltı işlemiş birisi Allah’ın adını kirli emellerine kılıf yapar, ama onu kimse eleştirmez!
Halbuki ayet çok açık: ““Ey İnsanlar,hiç şüphesiz Allah’ın
va’di haktır;öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve
aldatıcı(lar) da,sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak)
aldatmasın. (Fatır5)
Biz akılsızız. Oysa Usta’nın peşinden gidenler! Ne kadar akıllısınız(!)…Ülkemizde konuşulan, tartışılan her şey
ne kadar mantıklı ve İslami değil mi? Keşke sizin anladıklarınızı biz de anlasaydık!
Selam ve dua ile…
Gençlik Dergisi
Derneğimizin açmış olduğu 2012-2013 Öğretim Yılı Kayseri Liseler arası Kampozisyon Yarışmasının ikincisi.
İHANETE YASALLIK GÖMLEĞİ
GİYDİRMEK
Ezgi SÜLLÜ (*)
Türkiye Cumhuriyeti
dilinin Kürtçe olmasını kabul etanayasası’nın 3. maddesinmek, bölücü başının Türk mahkedeki “Türkiye Cumhuriyeti
melerinde Kürtçe savunma yapDevletinin dili Türkçedir.”
ması karşısında ses çıkaramamak,
ifadesinin “Resmî dili
kamu kurumlarında Kürtçe konuResmi dil “yasama
Türkçedir.” ifadesiyle deşan kamu görevlileriyle muhatap
organlarından en alt
ğiştirilmesi teklif ediliyor.
olmaya mecbur kalmak, okullarıkademedeki idari
Peki devlet dilinin Türkçe
mızda Kürtçe eğitim verilmesine
olmasıyla devletin resmi
göz yummak ve Türk toprakları
organlara kadar tüm
dilinin Türkçe olması araüzerinde Özerk Kürdistan’ın (!)
devlet teşkilatının öncelikli
sındaki fark nedir ki böyle
kurulmasını kabul etmektir. Bu
olarak hizmet verdiği dil”
bir değişikliğe gerek duda Türk milletinin varlığının ve
yulmaktadır?
birliğinin temeline dinamit koydemektir.
maktır.
Resmî dil; “yasama organlarından en alt kademeDiyarbakır’da polislerimize
deki idari organlara kadar
Kürtçe ders verilmeye başlanmatüm devlet teşkilatının önsı, anayasamızın 42. maddesincelikli olarak hizmet verdeki “Türkçeden başka hiçbir dil,
diği dil” demektir. Bu tanımdaki “öncelikli olarak hizmet eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana
verdiği dil” kavramı kamu makamlarının resmi dil dışında dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” ifadesini yok
bir dilde de hizmet verebileceği anlamındadır. Devletin sayarak yine Diyarbakır’da bir vakfın, eğitim dili Kürtçe
dili ise Türkçenin yalnızca bir resmi dil olmaktan ibaret olan ilk üniversiteyi kurmak için çalışmalara başlaması ve
olmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Devletindeki herkesin dili bir Başbakan Yardımcısının “bu çalışmalara ellerinden geolduğunun kabul edilmesidir.
len yardımı yapacaklarını” belirtmesi bu meselenin ne kaÖncelikle, anayasa teklifindeki bu değişiklik bir dil me- dar ciddi bir boyuta taşındığı anlamak açısından yeterlidir.
selesi değildir. Türk milletinin yüzyıllardan beri üzerinde Görülüyor ki; bu gafillere Hüseyin Nihal ATSIZ’ın şu sötükenmez savaşların olduğu ve tükenmez kanların dökül- zünü hatırlatmakta geç kalmışız: “Hayali Kürdistan’a başdüğü topraklarını paylaşma planıdır. Demokratik özerk- kent yapmak istediğiniz Diyarbakır, Büyük Türkmen Beği
Uzun Hasan’ın şehridir. Don Kişotlar’ın başkenti olamaz.”
lik(!) ve Büyük Kürdistan (!) …
Unutulmamalıdır ki, bu değişikliği onaylamak TürkBazı aydınlarımız bu meselenin bizi bir iç savaşa sülüğümüzden,
vatanımızdan ve namusumuzdan taviz verrüklediğini yazıyor. Suret-i katiyyede bu bir iç savaş değildir. Bu mesele dün olduğu gibi bugün de bizim dış me- mektir. Anayasadaki bu değişiklik, 93 yıl önce zavallı canı
selemizdir. Şeyh Said 1924’te din perdesi altında bağımsız için ata yurdunu İngiliz’e, Yunan’a, Fransız’a, İtalyan’a
Kürdistan hayaliyle isyan ettiğinde ona yardım edenler peşkeş çekenlerin kelle kurtarmak için imza attıkları fakat
İngilizler değil miydi? Milli varlığa düşman cemiyetler Türk milletinin direnişi karşısında uygulanmayan “Sevr”i
İtilaf Devletlerinin destekleriyle kurulmuş ve işgallerin bugün kabul etmektir. Peki bu ne demektir? İhanete yasalkolaylaşmasını sağlamamış mıydı?.. Aradan yıllar geçti lık gömleği giydirmektir…
ama Türk’e düşman devletlerin Türkler üzerindeki oyunlaBu hainlere ve gafillere karşı Tanrı, Türk’ü korusun!
rı değişmedi; Türk Devletini yıkmak, topraklarını bölmek
ve bu hesaptan payına düşeni almak…
Dipnot:
Peki bugün bu anayasa değişikliği altında hangi gizli
* Bu yazı, “yurdu nihayetsiz bir Kerbelâ” olan nitekim
amaçlar yatmaktadır? Bu değişiklik bölücülerin destekbu ihanetlere karşı susmayacağını, sinmeyeceğini, memlediği “ikinci resmi dil” teklifine açık kapı bırakmaktır.
leketinin cenaze namazını kıldırmayacağını bildiğim Türk
Resmi olarak kabul edilen anadilde savunmaya anayasal
gençlerine ve onların şahsında bütün milletimize ithaf oludayanak sağlamaktır. Kamu kurumlarında anadilde hiznur.
met verilmesi, anadilde eğitimin mümkünleşmesi ve “de(*) Kilim Sosyal Bilimler Lisesi öğrencisi
mokratik özerklik”e ortam hazırlamaktır. Bu değişikliği
onaylamak; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ikinci resmi
41
Yavuz Sezer OĞUZHAN
BİR MİLLETTEN
BİR YIĞINA
Cemil Meriç, ‘Yığın, düşünmez, maruz kalır. Yığını kolayca kandırabilirsiniz, duyguları hiçbir temele
dayanmaz.’ diyor. Dönüp de memleketime, memleketimin insanlarına yani bize bakıyorum da acaba yığın mıyız, ötesi miyiz yoksa gerisi mi diye düşünüp
duruyorum.
şekillenirken ne düşündüğümüzden kimse bizi hesaba çekmiyor. Belki ne söylediğinden, ne yazdığından
veya ne yaptığından dolayı suçlanırsın. Ama düşünelim, illâ ki düşünelim... Simsiyah da olsa düşünelim.
Kandırılıyor muyuz? Hem de nasıl, hem de ne zamandan beri... Kaç nesil kendi değerlerimizden tikÖncelikle, ‘hala millet miyiz’ sorusunu sormak sindirildik. Maddi, manevi değerlerimizden, örf ve
icap ediyor. Millet miyiz? Meriç’in yukarıdaki tanı- adetlerimizden uzaklaştık vesselam. Uzaklaştırıldık
mına göre topluluk olarak, millet kimliğinden sıyrılalı çünkü. Ben aslında ne maneviyatçıyım ne maddeci,
çok olmuş. Siz deyin 16. yüzyıl, ben diyeyim Tanzi- ne örfçü. Kendimi bir kimliğe sığdırmıyorum. Fakat
mat bir milat. Kesin bir tarih, açık bir olay, derin bir anlatmak istediğim, insanlar bir fikirden, bir yaklaalaka yok. Ne de olsa sonuç ortada ve önemli olan da şımdan uzaklaşacak ise kendileri uzaklaşmalı ya da
o. Bu vakitten sonra hangi yüzyıl milat diye düşün- bunları benimseyecek ise kendileri benimsemeli. Etmek yersiz.
ken olmalı insan, edilgen değil. Nasıl istenirse öyle
Evet, millet değiliz. Neden? Biz heyecanımızı, davranıyoruz. Uyuşmuşuz, vücudumuzdan oluk oluk
rengimizi, dengemizi kaybedeli çok oldu. Sağlam bir kan akıyor ama biz acısını hissedemiyoruz. Görüyokişiliğin torunları üzerine yani bize kimler –manevi ruz, ‘ah’ çekiyoruz. Ancak bu ne sahte bir ah ki acıyı
olarak da- hâkimiyet kurmadı ve kurmuyor ki? Ne- hissetmiyoruz ama yine de ‘ah’ diyoruz.
lere maruz kalıyoruz da felçli bir hasta misali sadece
Uyuşmuşuz, uyuşturulmuşuz... Ne şiirimiz kaldı,
gözlerimizi oynatabiliyoruz. Maruz kalıyoruz, maruz ne estetik duygumuz... Ne türküler heyecanlandırıyor
bırakılıyoruz. Bize senaryolar yazılıyor ve biz sadece bizi artık ne tarih... Ne sevdamızın farkındayız ne heoynuyoruz. Hesapsız, kitapsız, arzusuz… Kâh Avru- yecanımızın ne de korkularımızın... Geleceği düşünpa adına, kâh çağdaşlık adına, kâh Kemalizm adına, mek mi? Bugün varken. Kaygılarımız, kavgalarımız
kâh İslamcılık adına.
ne kadar da basit. Ne kızların güzelliği kaldı ne de
Düşünmüyoruz, düşünemiyoruz. Düşündürülme- bakışlarımızın masumiyeti.
diğimizden mi? Biraz. Yani insanların dikkatlerinin
Millet miyiz, yığın mı, daha mı ötesi? Umarım ki
farklı yerlere çekildiği su götürmez bir gerçek; bunun- yığın sıfatından sıyrılmamışızdır henüz. Yığın sıfatıla birlikte hiçbir gücün size karşı ‘neden kitap oku- mız giderse ötesi; kimliksizliktir.
yorsun’ diye bir savaşı da yok. Düşünceler bir yandan
42
GENÇLİK EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ YAYINLARI
ARKA KAPAK
İsmail BOZKURT derneğimizin ak şaçlılar grubundan
olup Bilgiyurdu dergisinin yazar kadrosundadır. 1944 yılında
Akkışla’da doğmuştur.
İlkokulu Pazarören’de okudu. Orta, lise ve yüksek öğrenimini
de Kayseri’de tamamladı.
Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra
Milli Eğitim teşkilatının çeşitli kademelerinde öğretmenlik ve
yöneticilik görevlerinde bulundu. Bozkurt, 2005 yılında 35 yılı
aşkın hizmetten sonra kendi isteği ile emekliğe ayrıldı. Evli olup
iki oğlan bir kız babasıdır. Bilge ile Özge, Doğuhan ile Batıhan
torunlarıdır.
Yazı hayatına öğrencilik yıllarında başlayan İsmail Bozkurt,
1970’li yıllarda Orta Doğu ve Tercüman gazetelerinde Oğuzhan
Mimarsinanlı mahlası ile yazılar yazdı. 1980’li yıllarda Doğuş Edebiyat dergisinde çeşitli deneme ve makaleleri yayımlandı. Emekli
olduktan sonra Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan “Anadolu Türk Aşiretleri” ve “Manzum-Mensur Hikayeler”den sonra Bilgiyurdu Derneği tarafından neşre sunulan “Armutlu Tarla” isimli
hikaye çalışması yazarın üçüncü eseridir. Ayrıca, “Göller Bölgesi
Hatıraları” ile “Torun Aşireti ve Gırcı Mahmut” adlı roman çalışması yayıma hazır durumdadır.
Yazarımız, Türk-İslam ülküsü sevdalısıdır. Türklüğün dününü
de bu gününü de canlı tutma çabasındadır. Türklüğün unutulmaması için, Türk’e ait olan her şeyin göz önünde olması, hafızalardan silinmemesi gerektiğini düşünür. Türk’ü Tanrı’nın yarattığı en güzel millet diye sever. Yaratılıştan bu yana yeryüzünde;
Türk’e İslam, İslam’a da Türk’ün yakıştığına inanır. Türkün İslam’la
buluşmasını Rabb’in boyası (rengi) ile renk alış olarak değerlendirir.
ARKA KAPAK
Dini bilgi eksikliklerinden dolayı taassuba dayalı ama dini
renge bürünmüş sapık akımlar çıkmıştır. Bunlar toplumumuza
büyük zorluklar vermişlerdir. Türk toplumunun dini bilgisizliğine Selçuklu ve Osmanlı Türk devletlerinin izlediği resmi eğitim
siyaseti de sebep olmuştur. Medreselerde eğitim dilinin Arapça
olması, medrese mezunlarının halka inememesi ve halkın kendi
diliyle anlatılan sağlam dini bilgilere ulaşamaması dini tefekkür
gelişimini engellemiştir.
Anadolu insanının dini bakımdan bilgilendirilmesi için, âyin
ve ibadetlerinde Arapçanın kutsal din, din dili olduğu varsayımından hızla uzaklaşılması lazımdır. Günümüz Anadolu Türk insanı dini metinleri anlamadığı için dinî coşkudan uzak kalmakta,
ibadetlerini heyecandan mahrum bir kısım tekrarlamalar halinde
uygulamaktadır ve şekilci bir uygulamaya yönelmektedir. Ayrıca
ortaya çıkan dinî bilgisizlik sebebiyle kendisini davet eden bazı
bilgisiz, sapık kişi ve grupların telkinine uymakta, onların değişik
amaçlarına alet olmaktadır.
Türk insanının çağlar boyu bağlı bulunduğu islam dini ile
arasında inşa edilmiş olan anlaşmazlık duvarı mutlaka kaldırılmalıdır. O zaman bugün sürdürülen anlaşmazlıklar ve fikri, siyasi (dinin siyasallaştırılması gibi) çatışmalar ortadan kalkacaktır.
kur’an’ın getirdiği din bilgisinin Türk insanının anlayabileceği biçimde Türkçe olarak sunulması halinde hem Türk dili yaygınlaşıp
gelişecek, ilim ve felsefe dili olmaya doğru yönelecek; hem de
İslam dini basit bir namaz bilgisinden ibaret olmayıp insanı her
yönüyle kuşatan kültür, sanat, felsefe, ahlak ve manevi değerler
bütünü olarak algılanacaktır. Böyle olunca da Müslümanlar dinî
hayatlarıyla sosyal ve siyasi hayatları arasındaki çelişkiyi kaldıracak ve güçlerini birbirlerinin aleyhinde değil, ilerleme ve yükselmeye yönlendireceklerdir.

Benzer belgeler