Sayı:7/2014 - WordPress.com

Transkript

Sayı:7/2014 - WordPress.com
“tohum altta nefes nefese / kulağı gök gürültüsünde”
Sayı:7/2014
İÇİNDEKİLER
*Merhaba *Çayhane 3
4
5
6
8
10
12
15
18
22
26
*Türkiye: Erdoğan ya da Güç Savaşı
*Sınıfa Merkeziliğini Yeniden Kazandırmak
30
32
*Black Mirror
GEZİ ÜZERİNE:
*Kahrolsun Bağzı Şeyler
*Bu Kavga Hürriyet Kavgasıdır
*Yok Anne! Biz Arkalardayız Zaten *Babamız Bizi Çok Korkuttu *Devrim Televizyonlarda Yayınlanmayacak
*Harmandalı’da Çöp Mücadelesi Büyüyor
*Devlete İnanırsan
Dikenleri Kopardığın Yerler Teker Teker Kanar
ÜNİVERSİTE ÜZERİNE:
*Bir Güvencesizleştirme Projesi:
Yeni Yök Yasa Tasarısı *Üniversitelerde Neoliberal Dönüşüm
Üzerine Birkaç Söz
ÇEVİRİ:
FİLM-DİZİ TANITIMI:
35
*”Georges Perec - Şeyler” Üzerine...
38
KİTAP TANITIMI:
KAPAK TASARIM: SELEN BABAYAKALI
2
[email protected]
Merhaba
Hayatımızdaki en önemli amaç oldu üniversiteye girebilmek. İyi bir yaşamın ve mutluluğun anahtarıydı. Tüm çabamız, tüm gayretimiz, bu amaca erişebilmekti. En sonunda eriştik. Tek başına tüm kişilerdik kampüste. Çay eşliğinde sohbetlerle dostluklar kurduk. Hırslandık, sınavlarda başarı sağlayabilmek için çırpındık. Konuştuk. Bol bol konuştuk. Söyleyecek sözümüz çoktu.
Sonra durduk düşündük. Başka sözlerin peşine düştük. Kulak kesildik konuşulanlara, ortak olduk olabildiğince. Teker teker sözcükler çarparken kampüsün
duvarlarına, bir ağızdan yükselmeye başladı sesler. O zaman anladık; ortaklaşmaktı bu, üniversiteli olmaktı. Söylenecek sözler, örülecek bir hayat vardı.
Fakültenin duvarlarını öykülerle süsledik. Bahçenin ortasına kocaman bir şiir
yazdık. En görünen yerine okulun, kızgınlıklarımızı döşedik. Hep birlikte üniversiteli olmayı öğrendik.
Dört senedir kendini dilediğince ifade etmek isteyenlerin peşindeyiz. Kurulan her cümleye eklenecek virgüller var biliyoruz. Herkesi bir virgülle ortaklaşmaya, üniversiteli olmaya davet ediyoruz.
[email protected]
3
‘’Kampüse maya çaldık,ya
tutarsa’’ demiştik bundan
dört sene önce. Çaldığımız
maya paylaşmanın,
muhabbetin, dayanışmanın
mayasıydı. Zamanının
çoğunu üniversitede
geçiren öğrenciler olarak
uzun uzun tartışmalar yapabileceğimiz, oturup dertleşebileceğimiz,
sınav stresinden soyutlanmak istediğimiz bir alan özlemi itti bizi bu yola.
Birbirimizin isminden çok notlarını öğrenmeye itildiğimiz bu sistem içinde
çıkar ilişkilerini reddeden, üniversitenin gerçek yapısı içinde bu ilişkilerin
yeri olmadığını gösteren birçok arkadaşın buluştuğu bir yer halini aldı
çayhane. Bazen muhabbetimize çay eşlik etsin diye, bazen soğuk içimize
işledi diye; bazen birşey sormak için (‘’çay kaçak mı heval?’’), bazen bir
öneride bulunmak için (‘’bence kaçak çay yapın heval.’’) bazen de öneriyle
yetinmeyip hayata geçirebileceğimiz bir imkanı sunmak için (‘’kaçak
çay getirdim heval’’) uğradık çayhaneye. Çünkü çay, şairin sevmeye
bahanesiydi.Ve bu yüzden çay ‘’henüz herşey bitmedi’’ demekti. Yarın için
kurduğu düşleri her defasında aynı heyecanla anlatan güzel çocukların,
sokağa taşıdığı düşlerini koyulaştıran demdi. Mayamız buydu;işte tam da
bu yüzden tuttu.
4
KAHROLSUN
BAĞZI ŞEYLER
İlk bakışta neye “kahrolsun”
diyeceğini bilmeyen birinin “ben de
bir şeyler yazayım şuralara“ diyerek
yazdığı bir duvar yazısı olarak görünse
de Haziran direnişçilerinin ortak
düşüncelerinin bir özetidir kısacık
cümle. Her şeye kayıtsız gibi görünse
de isyan, bir bütün olarak iktidara
bir tepkiydi. Belki şöyle desek daha
doğru: Gücünü egemen olan her şeye
kayıtsızlıktan alanların tarihe düştükleri
bir kayıttı yaşananlar.
Bu ‘’bağzı’’ şeyler hiçbir
zaman netleştirilmeyecektir çünkü
herkesin “kahrolsun” diyeceği başka
başka ‘’bağzı’’ şeyleri vardır. Bu başka
başkalıktır ki, Haziran İsyanı’nı herkesin
ortak eylemi kılmış, Haziran günlerini çok
başka kaynaklardan çıkan ama muhakkak
her coğrafyaya uğrayan bir nehre
dönüştürmüştür.
Gezi parkı öncesinde “kahrolsun”
denmiyor muydu bu ‘’bağzı’’ şeylere?
Deniyordu elbet ama ilk kez bu kadar
büyüdü bu ses çünkü insanlar bir şeylere
“kahrolsun” demek yerine kahredene
karşı durmuşlardı bu sefer.
Peki,
neydi halkın “kahrolsun” dediği bu
‘’bağzı’’ şeyler? Giden özgürlüklerimiz
miydi bizi sokaklara döken ya da
yerini artık paranın aldığı yavaş yavaş
unuttuğumuz “bağzı” değerlerimiz
miydi? İnsanların dinleri, mezhepleri,
ırkları, cinsel tercihleri yüzünden
ötekileştirilip aradaki sevginin, bağlılığın
koparılması hiç mi canımızı sıkmıyordu?
Hepimiz bıkmamış mıydık gazetede zam
haberleri okumaktan?
İşte tam bu soruların cevabı
olarak geliyordu bu duvar yazısı. Bazen
“kahrolsun yitip giden özgürlüklerimize”
bazen “kahrolsun kadını aşağılayan erkek
egemen söyleme” bazen “kahrolsun
asgari ücrete, har(a)çlara, zamlara.” Evet
kahrolsun diyelim insanın insana, insanın
doğaya yabancılaşmasına.
Yani demem odur ki “Kahrolsun
bağzı şeylere“.
Ne yapmalıyız peki, kahrolsun
dememek ya da daha az demek için?
Belki karşısında durmalıyız bize dayatılan
yaşamın. Daha çok sevmeliyiz insanları,
farklılıklarını önemsemeden. Eşlik
etmeliyiz hep birlikte türkülere, dillerini
ayırmadan. 3-5 ağacın hayatın kaynağı
olduğunu unutmamalıyız hiçbir zaman.
Bir kap koymalıyız kapımıza açlığını
susuzluğunu dile getiremeyen hayvanlar
için vs…
Belki ancak böyle
şekillendirebiliriz kendimizi daha az
“kahrolsun” diyeceğimiz bir yaşamı
kurmak için, hep birlikte…
TANER GENDİHAL / URDU DİLİ
5
BU KAVGA
HÜRRiYET KAVGASIDIR
Aslında hürriyet kavgası olarak
yapılabilecek (!) sözler söylüyorlardı.
başlamadı bu kavga. İlk önce mesele
Herkes haklı olarak neye karşı rahatsızsa
başka idi sonra olaylar geniş kitlelere
dile getiriyordu. Sokaklar artık sözde
yayıldı, kavga ‘hürriyet kavgası’na
değil özde kamu malıydı. Bazen biber
dönüştü. Ama dönüşmüştü bir kere;
gazı ve TOMA falan olsa da, onların
artık insanlar partili kimliklerini bırakıp
kamulaştırıldığı da oldu, üzerlerine şiirler
gerçekten de devletin gidişatına yön
yazılarak…
veren kişilerden rahatsız olduklarını
Kavga, bir hürriyet ve en
alenen dile getiriyorlardı. Getiriyorlardı
önemlisi
bir fikir hareketine dönmüştü.
ama bu öyle bir filmdi ki, başrol her
İnsanlar yekvücut
zaman TOMA,
Bundan 6-7 yıl önce ‘iktidara isyan
olmuş, taleplerini
başrol her zaman
ediyorum’ diyen borsa simsarından bozma istedikleri gibi
biber gazı, cop
gazeteciler, şimdi klasikleşen tabirle
haykırıyordu.
ve RTE’den
duygusal
sebeplerden ötürü ‘başbakanı
ibaretti. Sanki
telekinezi yöntemi ile öldürmeye
Cumhuriyet
basın, başrol
çalışıyorlar’
diyerek,
üzerine
derin
felsefi
tarihinde
oyuncularını
tartışmalar
yapılabilecek
(!)
sözler
görülmemiş bir
kayıran
söylüyorlardı.
halk hareketiydi bu
senaristmişçesine
kavga.
daima Emniyet
birimlerinin haklı(!) müdahalesine
Kavga öyle büyüktü ki, eğitim
ve RTE abi ile yaverlerinin şakalarına
sistemini temelden değiştirmeden okula
(Çünkü söylediklerinin birer şaka
başlama yaşını 60 aya indiren, ders
olduğuna inanmak istiyorduk) ayırıyordu
geçme notunu 50 yapan, iktidar partisine
köşelerini.
oy vermeyenleri dinsiz, imanı zayıf ya da
vatan haini olarak lanse eden zihniyet
Bunlar tabii ki olağandı; çünkü
hemen kara çalmaya, hürriyet direnişine
iş hürriyet kavgasına dönüşmüştü ve
üzerine ciddi suçlamalar atmaya başladı.
dünyadaki tüm örnekleri gibi bizim
ülkemizde de her hürriyet kavgasına
Öyle büyüktü ki bu kavga,
çamur atılacaktı illa ki. Bundan 6-7 yıl
suyun başını tutan birileri bu direnişten
önce ‘iktidara isyan ediyorum’ diyen
ürküp ‘şiddete karşı şiddet’ (sanki
borsa simsarından bozma gazeteciler,
ortada şiddet varmış gibi) gibi sözleri
şimdi klasikleşen tabirle duygusal
kutsal kavramlar ile birlikte kullanarak,
sebeplerden ötürü ‘başbakanı telekinezi
şiddeti meşrulaştırmaya çalıştılar. Diğer
yöntemi ile öldürmeye çalışıyorlar’
insanların gözünde hürriyet kavgası
diyerek, üzerine derin felsefi tartışmalar
verenleri “bunlar aslında ayrılıkçı biz de
6
bunlara karşı yasal yollarla müdahale
ediyoruz” imajı vermeye çalıştılar. Oysa
yasal dedikleri emniyet şiddeti 8 kişiyi
öldürdü.
Sonuçta istekleri şimdilik
gerçekleşti. Bir daha böyle geniş
katılılımlı bir özgür fikir hareketi ne
zaman olur bilinmez ancak bu kavga
“birileri”nin canını gerçekten çok sıktı.
Bir dahaki sefere, kesin bir hedef ve
izlenecek yöntemlerle
alakalı beyin fırtınaları
yapılarak açığa çıkacak
bir fikir hareketinin daha
net sonuçlar doğuracağı
kanaatindeyim.
Daha güzel yarınlar
özlemiyle...
AHMET EDİZ KURT / TARİH
7
YOK ANNE!
BİZ ARKALARDAYIZ
ZATEN
-Gece mi gündüz mü, tam
hatırlayamıyorum ama ortalık bembeyaz.
İğne atsan yere düşmez, yani öyle bir
kalabalık. Tek başımayım. Tanıdık kimse
yok. Saçlarımdan damla damla sular
akıyor. Yağmur mu yağıyor bilmiyorum
ama sırılsıklam olmuşum. Etrafımdaki
insanları tek tek çevirip yüzlerine
bakıyorum. Bir kere bakmam yetiyor,
hepsinin yüzü aklıma kazınıyor. Sonra
onların da
ıslanmış
olduklarını
fark
ediyorum.
’’Aman’’
diyorum
’’yağmur
yağıyor!’’
Canım nasıl
sıkılıyor
anlatamam!
-Yağmur ferahlık demektir kızım ama
canım sıkılıyor, diyorsun. Kalabalık,
sonra yüzlerin aklına kazınması hayırlıdır.
Tanımadığın insanlardan iyilik göreceksin
demek ki.
Çay içer misin?
-Yağmur yağıyor mu, emin değilim
ama. Yani sanki herkes sırılsıklam
uyanmış o güne. Neyse. Canım sıkkın
baya, birden kalabalığın ortasında,
8
nasıl anlatsam, küçük bir tamiratla
kürsü olarak kullanabileceğin, simsiyah
bir yükselti çarpıyor gözüme. Hiç
düşünmeden oraya doğru koşmaya
başlıyorum. Yukarı çıkıp tanıdık bir
yüz arama niyetindeyim. Ben koştukça
insanlar çoğalıyor. Yükseltiye ulaşmak
için öyle hızlı koşuyorum ki kan ter içinde
kalıyorum. Sonrası malum zaten, sabah 5
dedi mi uyutmuyorlar!
-Çok
yoruluyorsunuz kızım
koş oraya
koş buraya.
Gözlerinin
altı çökmüş
uykusuzluktan!
Ne arıyorsun evladım orada? Söyle
bana ben vereyim.
-Bir tane pembe polar battaniye
vardı ya hani üzeri desenli olan. Nerede
o anne? Giderken onu da götüreyim
diyorum. Gece soğuk oluyor epey.
-Benim odamdaki dolabın sağ
kapağını aç, en yukarda, battaniyelerin
üstünde, görürsün hemen.
Yolladığım börekleri bitirdiniz mi?
Sağ olsun Nesrin teyzenin oğlu giderken
uğradı da tutuşturuverdim eline iki
dakikada. Sana kalsa çürümüştü şimdiye!
-Of anne, gerek yok diyorum
arayıp arayıp ‘’börek yaptım gel al’’
diyorsun! Ağzım, yüzüm şişmiş, önümü
göremiyorum; telefon çalıyor ‘’zır zır’’ bir
de onunla uğraşıyorum.
-E açma kızım müsait değilsen.
bu arada unutuyordum söylemeyi.
-Sen de selam söyle kızım. Ama biraz
dinlenseydin, geldin gidiyorsun hemen!
Neyse hadi dikkat edin kendinize.
Başınızı koruyun, baretinizi çıkarmayın
sakın. Birbirinizden de ayrılmayın. Yarın
geleceğim ben. İstediğiniz bir şey olursa
haber verirsin.
-Nereden bileyim ben evde misin,
geldin mi! Geçen defa başımıza geleni
hatırlatırım; gazlı börek ziyafeti. Hayır,
ısrarla bırakmadın ya o poşeti elinden,
vallahi bravo!
-Tamam, haberleşiriz zaten de sen
nasıl geleceksin tek başına? Haber ver
evden çıkarken bari. Çatışmanın ortasına
düşüverirsin bak; masken yok, bir şeyin
yok.
-Aman sen de! Hiç hatırlatma o günü,
hala başım ağrıyor. Portakal mı demiştin
sen, neydi o? Ay ne fena bir şey kızım!
Çok solumayın gazları, vallahi kanser
olacaksınız!
-Var var, aldım ben Karaköy’den. Hem
ben arkalarda duruyorum hep kızım. Bir
şeycik olmaz, merak etme sen.
-Tamam, anneciğim söylerim ben,
topluca solumamayı deneriz. Zaten pek
bir şey fark etmiyor gazı yedikten sonra.
Kalın bir şal vardı bizim, kırmızı.
Nerede o? Bulamadım bir türlü.
Öte gecelerde büyüdü zamanın
ruhu. Duvarların içi, ağaçların arasına
taşındı. ‘’El bebek gül bebekler’’ sıkıldı
halılardan, toprağa bastı. Arkalarında
bir çift terlik; birincinin gelişi diğer tekin
habercisiydi tüm ıskalara inat! Böyle
öğrendi bir kuşak inatla direnmeyi. Şimdi
kim, hangi yüzle buna ‘’ıska’’ diyebilir ki!
-Geçen geldiğinde götürdün ya onu.
Dur bakayım... Heh buldum. Al bak
bunu. O gün böreklerin üzerini bununla
örtmüştüm. Hiçbir şey de olmadı.
Sizin ağzınızda gaz tadı vardı çocuğum,
börekler nefisti nefis!
-Tamam, tamam bu da olur. İşe
yararlılığı da ispatlandıysa evde durması
kabahat zaten.
Haydi, ben çıkıyorum anne.
Haberleşiriz yine. Bizimkilerin selamı var
IRMAK MELEK / SANAT TARİHİ
9
B
A
B
A
M
I
Z
B
I
Z
I
Gezi Parkı direnişi sırasında, parka
çıkan merdivenlerde, siyah sprey boya ile
merdivenlere yazılmış bir slogandı bu. İlk başta
fazla sorgulamadım. “Harbiden ya, korkuttu illaki”
dedim geçtim ancak, bu yazıyı yazmaya karar
verdiğimde, üzerine biraz düşünme fırsatı buldum.
.
.
10
Belki iki farklı mesaj veriyordu bu slogan
bize. Birincisi, daha önce en azından bir darbe
görmüş, bizden önceki neslin deneyimleri belki
de bu. Darbenin yarattığı korku zihniyetinin bir
yansımasıdır günümüze. Sokaklarda dolaşan
tankların, “sol” sözcüğünün yarattığı korkuyu,
kendinden sonraki nesillere aktardı babalar.
Birçoğumuz gerek lise gerekse üniversite
döneminde baskı gördü. İçinde “-izm” kelimesi
geçen konuşmalarda, babalar kızdı, susturmaya
çalıştı bizleri darbenin üzerlerinde bıraktığı yara
izleri yüzünden.
Ünlü bir baba sözü vardır: “yabancılarla
konuşma evladım”. Bizler Haziran Direnişi
sırasında bu sözü yerle bir ettik; aynı barikatta,
tanımadığımız insanlarla omuz omuza direndik,
aynı parkta, yine hiç bilmediğimiz insanlarla aynı
horonu, halayı oynayıp aynı şarkılara beraber eşlik
ettik. Birçok güzel insan tanıdık, kendimizi o güzel
insanlara tanıttık. Alternatif bir yaşam alanında,
alternatif sözümüzü kurduk: “Burada kimse
yabancı değil evladım.”
Diğer bir durum ise, başka bir babaydı,
hani şu ünlü tamlama: Devlet Baba. Tüm organları
ile bizlere özellikle de öğrencilere saldırdı ve
hala da saldırmakta. Baskı mekanizmaları bizi
evlerimizde suskun tutmaya çalışırken, sistemin
yarattığı mutsuzluğu, yine kendi mekanizması olan
tüketim çılgınlığı ile örtmeye çalışıyor. ‘’Toplumsal
huzuru’’ sağlamak üzere, bireylere sahte tedavi
sunuyor. Silahlı güçleri ile bizleri korkutup, pahalı
C
O
K
.
K
O
R
K
U
T
T
U
B
A
B
A
M
I
Z
tüketim malları ile bizleri cezbetmeye çalışıyor.
Yani “babamız bizi çok korkutuyor.” Bu mevzu bahis
para ilişkisi Gezi sürecinde olabildiğince ortadan
kalkmış, yerini karşılıklı yardımlaşmaya, dayanışma
toplumuna, bireyler arası ittifaka götürmüştür. Bu
bağlamda Gezi Direnişi, Devlet Baba’nın gücünü,
isyanın merkezi olan Gezi Parkı’nda ve daha sonra
yaygınlaşacak olan park forumlarında bir hayli
ortadan kaldırmıştır. Gezi Parkı sürecinde, daha
önce de konusu geçen bu korku ve teslimiyet
yerini topyekûn isyana bıraktı. Bizler, korkutulmuş
bireyler olarak, fobilerimizin üzerine gitmeye
başladık. Yani, babalara karşı bir isyan başlattık
bir nevi. ...ve her şey “Babamız Bizi Çok Korkuttu”
yazan o merdivenlerde başladı.
Şimdi ise, meydanlarda, okullarda,
yurtlarda, hanelerde, her bireyin içinde, gerek
rüyalarında gerek gerçek hayatlarında, hayallerinde
ve eylemlerinde gerçekleşmeye devam ediyor.
B
I
Z
I
.
.
C
O
K
.
K
O
R
K
U
T
T
U
EMİRHAN LİMAN
İTALYAN DİLİ VE DEDEBİYATI
11
DEVRİM TELEVİZYONLARDA
YAYINLANMAYACAK
ESKİ NTV ÇALIŞANI ÖMER KAVRUK’LA RÖPORTAJ
Geçtiğimiz Mayıs ayının son
günleri ve Haziran ayında patlak veren
Gezi Direnişi nerede ise tüm toplumsal
dengeleri alt-üst etti. Hükümetin ve yandaşlarının, hükümetten korkan, onun
uyguladığı politikalara çıkar ilişkileri üzerinden biat eden herkesin maskesi yere
düştü. Demokrasi anlayışı sandıktan çıkan “kafa sayısı” ile yakından ilişkili olan
Akp, geçirdiği uzun soluklu iktidarın ve
halk üzerinde kurduğu tahakkümün kendisine verdiği güvenle daha uzun yıllar
rahat rahat at koşturacağını zannediyordu. Nitekim öyle olmadı! Toplumsal muhalefet iktidara
basınç uyguladıkça Akp hükümeti de
kibri ve kendine güveni ile giderek daha
fazla baskı kullandı. Sözde demokratik,
özde 12 Eylül’ün hükümeti olan Akp’nin
maskesi fena düştü. Başbakan, bakanlar,
parti yöneticileri, emniyet müdürü, belediye başkanı Gezi’den yükselen direniş
sesini kısmak için ayrı enstrümanlardan
şarkılar çaldılar ama hiçbiri aynı melodiyi
çalmıyordu. Bir halk tarafından gelen
direniş nidalarını ilk kez bu kadar yüksek
desibelde duyunca ne yapacaklarını şaşırıp ayrı ağızlardan farklı yalanlarla meşruluklarını kurtarma savaşı verdiler. Akp
ve yandaşları korosunun kendini kurtarmaya çalışırlarken söylediği yalanların
ortaya çıkması, batağa saplanan birinin
çırpındıkça başına gelenleri andırıyordu.
Birilerinin ‘’polis kardeşleri’’nin görevi insan öldürmek değildi, birileri camide içki
12
içmedi, başka kimseler “türbanlı bacıyı”
darp etmedi, kimse attığı taş başına 5 lira
almadı, birisinin ‘’kahraman polis’’inin
linç ederek öldürdüğü birisini kendi arkadaşları dövmedi...
Nitekim meşruluk savaşını böylece bu halk nezdinde kaybettiler!
Kaybeden, meşruluğu zedelenen, güven kaybına uğrayan, söylediği
yalanları ya da “söylemediği doğruları”
ortaya çıkan sadece Akp hükümeti olmadı… Paydaşları ve yandaşları da nasibini
aldı. Biz bu röportajımızda maskesi düşen paydaş-yandaşlardan biri olan medyayı konu aldık.
Gezi Süreci’nde NTV’nin yayın
politikalarından dolayı istifa eden İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Ömer Kavruk’la konuştuk.
C.B.-M.Ö. : NTV de nasıl işe başladın?
Ö.K. : Bir tanıdığım vasıtasıyla önce
NTV’de gönüllü stajyer olarak işe başladım. Daha sonra sözleşmeli haber prodüktörü olarak işe devam ettim. Toplamda 11 ay NTV’de çalıştım.
C.B.-M.Ö. :Çalışma şartların nasıldı?
Ö.K. : Hafta iki ya da üç gün izin
yapıyordum. Günde 9 saat çalışıyordum.1.400 lira maaş alıyordum. Sigortam maaşımdan fazla fazla yatıyordu.
Her ay yemek ücreti olarak 290 lira yatırıyorlardı.
C.B.-M.Ö. : NTV’nin yayın politikası
nasıldı peki?
Ö.K. : İki üç yıllık bir dönemde NTV
yayın politikasında büyük bir dönüşüm
geçirdi. Sahibi değişince yayın politikası
da değişti diyebilirim. Gezi Olayları’ndan
önce yeni bir yapılanma söz konusuydu.
İşçi çıkarmaya gidiliyordu. Editörler ve
prodüktörlerde işten çıkarılanlar arasındaydı. Kendilerine sağlam bir ekip
kurmaya çalışıyorlardı. Haberi
yapanın tek bir
kaynak olmasını
istiyorlardı. Normalde, haberle
ilgili editör metin
kısmı ile prodüktör görsel kısmı
ile ilgilenirlerdi.
Şimdi bu iki işin
tek bir kişi tarafından yapılmasını sağlamaya çalışıyorlar. Haberi iki kişi yaparken
şimdi tek bir kişiye düşürecekler. Bu olay
başladıktan sonra işçi çıkarımı arttı. Çalışanlara izin günlerinde eğitim veriyorlar.
İnsanları işten çıkartırken, yeni yapılanmada “sana ihtiyacımız yok diyerek”
işlerine son veriyorlar. Bütün çalışanlarda
işten çıkarılma korkusu vardı. Bazıları
kendilerinden ödün vermemeye çalışıyorlardı.
C.B.-M.Ö. : Gezi Direnişi’nden önce
şahit olduğun bir sansür uygulaması oldu
mu?
Ö.K. : Reyhanlı Katliamı’nda yayın yasa-
ğı geldi. Yasak sadece görsellere gelmişti
fakat görselsiz de verilmedi haber. Sabah
haberlerinde bangır bangır patlamayı
duyururken birden haber akışımızdan
çıktı patlama. Öğlen haberlerinde hiçbir
haber yapılmadı, bir şey olmamış gibi
davranıldı akşam haberlerine kadar.
Reyhanlı’dan sonra sürekli yaralar sarılıyor diye hükümet diline yakın bir dille haberler yapıldı. Başbakan
Reyhanlı’ya gideceği için patlamanın
olduğu yerde yeteri kadar inceleme yapılmadan geniş çaplı bir temizlik yapıldı.
Kabataslak temizlendi diyebilirim ve bu
olay ne internete
ne de basına yansıdı.
C.B.-M.Ö. :
İstanbul’daki tüm
üniversitelerden
patlamayı protesto etmek için
öğrenciler Başbakanlık Ofisine
doğru yürüyüş düzenlemişlerdi. Polis
öğrencilere sert bir müdahalede bulundu. Bunun haberini yaptınız mı?
Ö.K. : Bunun haberi yapılmadı, olaydan
da haberim yoktu.
C.B.-M.Ö. : NTV neden Gezi
Direnişi’nde sansür uygulama gereği
duydu sence?
Ö.K. : Cevabı basit aslında. Haber
müdürü hükümet yanlısı biriydi. Haber
müdürüne kimse diş geçiremiyordu.
Hükümet yanlısı haber yapmak için uğraşıyordu. Konumundan dolayı da yaptırabiliyordu.
13
C.B.-M.Ö. : Neden Gezi sürecinde istifa
ettin?
Ö.K. : İlk günlerde Gezi Direnişi NTV’de
gösteriliyordu. Haberleri ajanslardan
alıyorduk. Müdahale görüntülerini özellikle seçip yayınlıyorduk. Sonra görüntüler yayınlanmamaya başladı. Görüntüler
ayıklanarak verilmeye başladı. İzinli
olduğum bir hafta, 3 gün Taksim’e gittim.
Gittiğim o 3 günde çatışmaların en yoğun
yaşandığı günlerdi. Oradaki müdahaleyi
bire bir yaşadım. Yanımdaki insanların
biber kapsülleriyle nasıl yaralandığına
ve polis şiddetine maruz kaldığına şahit
oldum. Haber bülteninde görüntülerin
yayınlanmadığını, ayıklandığına bire bir
şahit olunca istifa ettim.
C.B.-M.Ö. : Sen istifa ettikten sonra
tepkiler nasıl oldu?
Ö.K : Destekleyenler de desteklemeyenler de oldu. Çalışma arkadaşlarımdan
olumlu tepkiler aldım. Özellikle üst yöneticilerden olumsuz tepkiler geldi. İstifam
sosyal medyada, internetteki haber sitelerinde bir anda haberim olmadan yankı
buldu.
bulamama durumları var. NTV’den çıktıktan sonra vasfın kalmıyor. Çünkü orada
yapılan habercilik değil. Bu durumu da
orada çalışanlar çok iyi biliyor. Haber
kesip, cümleleri atmak habercilik değildir. Editör, prodüktör ve yönetmen dahil
kendilerinin bu vasıfları taşımadıklarını
çok iyi biliyorlar. Haber merkezinde her
şeyin en kolayına kaçılmış. Haber ajanslarından sürekli besleniyorlar. Aldıkları
maaşları başka yerlerde alamayacaklarını
biliyorlar. Hepsi belli yaşların üzerinde
insanlar ve başka sektöre de geçemeyeceklerini biliyorlar.
C.B.-M.Ö. : Sonrasında iş bulma sıkıntısı çektin mi?
Ö.K. : İş aramadım, artık haber merkezinde çalışmama kararı aldım. Çünkü ne
kadar yandaş habercilik yapılabileceğini
gördüm. Artık haber merkezinde çalışmak istemiyorum.
C.B.-M.Ö. : Bize zaman ayırdığın için
teşekkür ederiz.
C.B.-M.Ö. : İstifa etmeyip rahatsız
olanlar var mı? Varsa neden istifa etmediler?
Ö.K. : Rahatsız olup istifa etmeyen bir
sürü insan var. İstifa etmeyenlerin birçoğunun sorumlulukları var. İçlerinde her
şeyi o maaşa bağlı olan insanlar var. Mesela 45 yaşındaki insan artık başka yerde
yapamaz. O insanlar öncelikle maddiyatı
düşünüyorlar ve birçoğunun kredi borcu
var, ev geçindiriyorlar. Başka yerde iş
14
MERVE ÖZÇELİK / İLETİŞİM FAKÜLTESİ
CANER BOSTANCI / SOSYOLOJİ
,
Harmandalı da
Çöp Mücadelesi
Büyüyor
Haziran İsyanı tüm mahallelerde, sokaklarda, şehir merkezlerinde bir
silkinme süreci oldu. Yarına dair yeni ve
belki de köklü değişimlere neden olacak
mücadelelerin tohumlarını serpti. Bu
tohumlardan biri de, büyük çoğunluğunu
Kürt ve Alevi işçi ailelerinin oluşturduğu
Harmandalı’da yeşermeye, yeşertilmeye
çalışılıyor.
İzmir’in
(Urla’dan
Aliağa’ya) bütün bölgelerinden getirilen
her türlü çöp
(inşaat sanayi,
tıbbi atık, evsel
atık..vs) ayrıştırılmadan, üzeri
sadece toprakla
örtülerek Harmandalı’na atılıyor. Vahşi
çöp depolama sistemi dediğimiz bu sistemle, 21 yıldır, her gün 4 bin ton çöp
Harmandalı’ya geliyor. Çöpün kokusu,
çöp arabalarından dökülen çöp suyu,
çöplükte çıkan yangınlar, metan gazı sıkışmaları ve çöp arabalarının yaptığı kazalar. Belediye, çöp arabalarını kullanan
işçiler üzerinde baskı kurarak kapasitelerinden fazla çöp toplamaya zorluyor bu
nedenle de çöp arabalarını kullanan işçiler hızla semtimizden geçmeye mecbur
kalıyor. Bunun bedelini biz ve çöp arabası
kullanan işçiler kazalarla ödüyor. Ayrıca,
ne bölge halkına ne de çöplükte çalışan
işçilerin hiçbirine sağlık kontrolü yapılmıyor.
Çöplük sadece mekansal bir
rezalet değil, çöplükte çalışan geri dönüşüm işçileri, çöp arabalarını kullanan ve
çöp toplayan işçiler için de büyük bir tehdit. Bölge halkının ve işçilerin
yaşam haklarına yapılan açık
bir saldırı. Çöplüğün etrafında
kurulan ve
geri dönüşüm
işçilerinin barındıkları yasal
olmayan çöp
depoları (çoğu
barakalardan
oluşuyor ve bu depoların sahipleri tarafından geri dönüşüm işçileri güvencesiz,
düşük ücretlerle çalıştırılıyor) uyuşturucu
satıcıları ve kadın ticareti yapanların cirit
attığı bir yer haline gelmiş durumda.
Haziran’ın Yeşerttiği Tohum
Haziran ayında bütün Türkiye’yi
saran mücadele dalgası Harmandalı’ya
da bir mücadele tohumu ekti. Daha doğrusu, çöplük kurulduğundan beri süren
irili ufaklı mücadelelere yeniden hayat
verdi. Haziran direnişiyle birlikte yaz
15
boyu yapılan park forumlarının ardından
mahalleliler çöpün kaldırılması için yürüyüşler yapıyor, çöp arabalarının önünü
kesiyor, çöpün yarattığı çevre felaketi ve
sağlıksız koşullara dair topluca belgeseller izliyor, tartışma forumları düzenliyor.
2003’te süresi dolan çöplük alanının kullanım süresi mevcut hukuksal
düzenlemelerdeki açıklardan
faydalanan
yerel yönetim,
buna göz yuman bakanlık
ve merkezi
yönetimlerce
sürekli uzatılıyor. Yerel yönetim ‘’sorunun
farkında olduğunu, en kısa
sürede sorunu
çözeceğini’’ söyleyedursun söylediğimiz
gibi günde 4 bin ton çöp yaklaşık 150 bin
insanın yaşadığı ve artık bu insanların
yaşadığı mahallelerin ortasında kalan
Harmandalı Çöplüğü’ne dökülmeye
devam ediyor. 2003’ten bu yana çeşitli
eylemlerle bu sorunu gündeme getirmeye ve kamuoyu baskısı yaratmaya
çalışan halkın ise tek istediği, uğruna
şehrin nefes alınacak nadide yerlerinden
İnciraltı’nı katlederek almaya çalıştıkları
(onu da beceremedikleri) Expo 2020 için
söyledikleri gibi; Herkes İçin Sağlık.
Herkes İçin Sağlık gibi temel bir
hak için mücadele edenler bir yandan da
haklarında açılan davalarla baskı altına
alınmaya, susturulmaya ve İzmir’in çöplüğü olmayı kabul etmeye zorlanıyor. 7
16
mahalleliye dava açılmış durumda. Hakkında dava açılan bir mahallelinin sözleriyle bitirelim:
“HES’lerin yapımında görmüştük
bu tavrı, nükleer santral yapımında görmüştük, Hasankeyf’te görmüştük, 3. Boğaz Köprüsü’nün yapımında, ODTÜ’ye yol
yapımında, Gezi’de… Kısacası görmüştük,
görmüştük ve
yine görmüştük. Bedelini
her seferinde
ödedik. Peki ya
onlar?”
SELÇUK KOÇAK
DOKUZ EYLÜL ÜNV.
ENDÜSTRİ MÜHENDİSLİĞİ
YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
17
DEVLETE İNANIRSAN
DİKENLERİ KOPARDIĞIN
YERLER TEKER TEKER
KANAR
Bir diriliş, bir uyanış gibiydi
31 Mayıs gecesi. Yanan barikatların
yalazında soluk soluğa bağırdık, yazdık
dizelerimizi duvarlara. Aştık taa en başta
korku duvarını... İkinci Yeni yolculuğunun
en güzel yeri olan göğe bakma durağının
ustası Turgut Uyar’ın Fransız Kültür’ün
duvarına yazılmış dizeleri vardı isyan
ateşinde yankılanan; “ Muş – Tatvan
yolunda güllere ve
devlete inanırsan
/ dikenleri
kopardığın yerler
teker teker kanar”
Birilerinin
askerleri olanlara
inat zoru seçip,
üstadın dizeleri
oldu insanlar.
Göğe bakma durağında oturup Laleli’den
dünyaya doğru giden bir tramvaya binebilmek idi özlem.
Edebiyatın, hayatın her alanına
değebilme yetisini kuvvetlendirdi o isyan
günleri, güneşe gömdük ölülerimizi
ve yıllardır haritada var olan ancak hiç
bilmediğimiz illerdeki isyanın ateşinde
harladık isyanımızı.
Sokağa atılan ilk adım,
yankılanan ilk slogan besledi
yüreklerimizdeki düşleri. Her birimiz
18
diğerimizden destek aldı düştüğünde.
“Devlet bizim devletimiz, polis
bizim polisimiz” diyenler de vardı sokağa
çıktığında ancak ilk gaz bombasının
düşüşü ile gülün dikeni koptuğunda,
en çok o kanadı koştum elimi sardım
yarasına. Elinden tutup getirdim o
“yokuş yol’a”
Sahi sen
hiç bildin mi
Muş - Tatvan
yolunu, Kürdistan topraklarını,
acının rengini
bildin mi?
Sahi sen
hiç Muş - Tatvan
yolunda çiçekler
ne renk açar, ağıt ne renk yankılanır
bildin mi?
Sahi sen hiç halay hangi dilde,
zılgıt ne renkte bildin mi?
11 yıllık neo-liberal politikaları ile
AKP’nin, yaşam tarzı başta olmak üzere,
toplumsal ve siyasal alanda uyguladığı
faşist politikalar, insanları soluksuz
bırakacak hale getirmiş; “Gezi Parkı”
ile üzerlerindeki ölü toprağını atan “Y
kuşağı, apolitik 90’lar” sokağa çıkmıştı.
Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar bir avuç çapulcu ya
da marjinaldi. 30 – 35 yıllık Kürt sorununu yandaş medyadan izleyen
insanlar sokağa çıktıklarında, penguen belgeselini görünce anladılar
içinde bulundukları gafleti. Tek başına bir şey ifade etmese de bu,
başka bir dünya için atılan önemli bir adımdı.
3-5 ağaç değildi mesele. Mesele insan olabilmek daha da
ötesi bu faşist sistemde insan kalabilmekti. Canlarımızı faşizme kurban
verdiğimizde, gömdük öfkemizi bereketli topraklara ve analarımızın
gözyaşları ile suladık. Ve inandık gün gelecek Pablo Neruda’nın da
dediği gibi “bu topraktan gülecek ölülerimiz/ kalkık yumrukları titreyecek/buğdayın üstünde”
GİZEM HIZAL / SANAT TARİHİ
19
BİR GÜVENCESİZLEŞTİRME PROJESİ:
YENİ YÖK YASA TASARISI
Akp hükümeti (kendi ifadesiyle)
“yükseköğretim sistemini yeniden yapılandırmak amacıyla1“ hummalı bir çalışma içerisinde. İlk olarak Mart 2011’de
başlayan çalışmalar, en son Ocak 2013’de
yeni bir tasarının yayınlanmasıyla önemli
bir aşamaya geldi.2 Muhtemelen Haziran
İsyanı’nın iktidara verdiği korkuyla daha
da otoriterleştirilerek kabul edilecek
olan tasarı, Akp iktidarının üniversiteleri
piyasalaştırma anlamında en cüretkar ve
en kapsamlı hamlesi olarak yorumlanabilir. Bu hamleye yine aynı güçte bir cevap
vermek için üniversitede üniversitenin
gerçek öznelerini muktedir kılmanın yollarını aramalıyız. Bunun için yeni yasanın
bütün detaylarına hakim olmak gerekiyor.
***
Yasa tasarısı üniversiteyi 5 ana
eksen doğrultunda dönüştürmeyi hedefliyor: çeşitlilik, kurumsal özerklik ve
hesap verebilirlik, performans değerlendirmesi ve bilimsel rekabet, mali esneklik
ve çok kaynaklı gelir yapısı, kalite güvencesi.
İlk hedef çeşitlilik olarak sunuluyor. Ülkede 4 çeşit üniversite olması
hedefleniyor. Buna göre üniversiteler
zaten var olan devlet, vakıf üniversiteleri
ve açılmasına izin verilecek olan özel ve
yabancı üniversiteler olmak üzere kate1
2
gorize ediliyor. Ayrıca, vakıf üniversiteleri de özel üniversite olabilecekler(son
yıllarda ülkenin her yerinde ‘kar amacı
gütmeyen’ onlarca vakıf üniversitesi açılmasının alamet-i farikası bu olsa gerek).
Zaten paralı eğitim veren vakıf üniversiteleri ve açılması düşünülen özel üniversiteler paralı eğitimin bir adım daha
yaygınlaşmasına, halk nezdinde daha da
normalleşmesine yardımcı olacaktır. AKP
hükümetinin her ile bir üniversite yapması, üniversite varolan illerde de üniversite sayısını arttırmasının sosyal devlet anlayışı sürdürmekle bir alakası yok.
Devlet üniversitelerini kendi aralarında
nitelik ve nicelikleri üzerinden kategorize
etme ‘’herkese parasına göre eğitim’’
gibi piyasacı ve liberal anlayışı yerleştirme amacı taşıyor. Çoğu büyük kentlerde
olan Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ gibi ülkedeki
diğer üniversitelere göre ‘’daha nitelikli’’
bu üniversiteler emekçi-yoksul çocuklarına kapatılacaktır. OMÜ, 9 Eylül, Kocaeli
gibi okullar dershanelere belirli bir para
ayırabilen orta sınıf ailelerin çocuklarına, Sütçü İmam, Çoruh, Tunceli, Namık
Kemal gibi ‘’taşradaki’’ üniversiteler ise
yoksul ailelerden gelenlerin gidebileceği
en güçlü, hatta muhtemel tek seçenek
olacaktır.
Çeşitlilik ilkesinin bir diğer hedefi
ise örgün eğitim dışında yaygınlaştırılacak bir eğitim sistemi inşa etmektir.
Bunun için Açıktan ve Uzaktan Eğitim
http://yeniyasa.yok.gov.tr/files/b494b17ff7566b86ef17f23893baa909..pdf
Ocak 2013 taslağını şuradan ulaşılabilir : http://yeniyasa.yok.gov.tr/?page=yazi&c=90&i=120
22
Fakülteleri açılmış, çoğaltılmıştır. AB
normlarına uyum için ülkedeki üniversite mezun sayısını arttırabilmek bunun
nedenlerinden biridir. Bir diğer önemli
neden de kadınların evlere hapsedilmesidir. Uzaktan ya da açıktan eğitim ile
hem üniversite okuyacaklar hem de “ev
kadınlığı“ adı altında ev içi ücretsiz emek
olacaklardır.
Tasarının önüne koyduğu ikinci
hedef ise, kurumsal özerklik ve hesap
verebilirlik. ‘’Kurumsal özerklik’’ üniversiteyi bölge piyasasının bir ‘’girdi’’si
haline getirecek. Kentteki veya bölgedeki
sermayenin özelliklerine uyumlu, ihtiyaçlarına
cevap veren bir
üniversite yapısı
oturtulacak. Tamamen iktidarın
otoriter politikalarına bağımlı
kılınan üniversite
sözde özerklikle,
idari anlamda iktidara avuç açacak; ama
ekonomik ihtiyaçları piyasaya havale edilecektir. Böylelikle üniversiteler sadece
bölgedeki sermayenin ihtiyaçlarına uygun projeler üretmekle kalmayacak, aynı
zamanda ihtiyaç duyulan ‘’nitelikli emek
gücünü’’ de yetiştirecektir.
Yasayı tasarlayanlar, bu yasalaştırılmış talan düzeninde ahlak ve dürüstlük
düsturunu önemsediklerini göstermek
için “şeffaflık, hesap verebilirlik“ ilkelerine de yer vermişlerdir. Oysa buradaki hesap verebilirlik ve şeffalık üniversitenin
gerçek özneleri öğrenciler, akademisyenler ve üniversite çalışanlarına değil, girdi-
çıktı hesapları yapan kâr mekanizmasına
yani sermayeye ve siyasal iktidara verilen
hesaptır. Geçtiğimiz aylarda RedHack’in
YÖK’ün sitesini hackleyip kamuoyuna yayınladığı talan belgeleri bunun en somut
örneğidir.
Tasarının bir diğer hedefi, performans değerlendirmesi ve rekabet.
Yeni sisteme göre, öğretim elemanları
ve araştırma görevlileri her 12 ay için
performansları üzerinden puan alacaklar.
Bu puan, bölüm başkanlarını, bölümlerini, üniversitelerini de etkileyecek, karnelerine işlenecektir. Yani akademisyene
salt kendi gibi akademisyenlerle yürüttüğü rekabet şartlarının
basıncı olmayacak,
bunun yanında okulunun da baskısı olacaktır.
Zaten asıl amaç “rekabeti“ ve “kaliteyi“ teşvik
edebilmek adına akademisyenler üzerinde her
yönden basınç oluşturmaktır. Akademisyenlerin alacağı maaşın bu
puanlama sistemi üzerinden belirleneceği de akıldan çıkarılmamalıdır. Lisans
öğrencileri de dahil akademisyenlerin
tümünü kapsayan rekabetçilik anlayışı,
anabilim dalları, bölümler, enstitüler,
fakülteler ve üniversiteleri, paralı eğitim
sisteminin sonucu olarak yüksek öğretim
piyasasında ‘’marka olma yarışı’’na sokacaktır.
Bir diğer ilke de, mali esneklik
ve çok kaynaklı gelir yapısıdır. Hazırlanan
bütçe modelinde üniversitenin döner
sermayesi, öğrenciden alınacak öğrenim
ücretleri, projelerin piyasaya sunulması
ve bağışlarla oluşacaktır. Yani kendi büt-
23
çesini hazırlamakla yükümlü üniversite
yönetimi, yeteri kadar döner sermayesi
ve başka geliri olmadığı gerekçesi ile
öğrencilerden yüksek meblağlarda öğrenim ücreti alma hakkına sahip olacaktır.
Böylece bütçe açığını kapatma ve üniversitedeki öğrenim hayatının programlı
ve sağlıklı işlemesi gibi birçok ‘’masum’’
bahaneyle binlerce öğrencinin bilgileri
bankalara satılabilir, okul kimlikleri kimseye sormadan bankamatik kartı yapılıp
öğrenciler banka müşterisi yapılabilir, bilimsel faaliyetler için sponsorlar bulunabilir ya da holdingler için AR-GE çalışması
yapılabilir, teknoparklar açılabilir, okulun
içi lüx AVM’leri aratmayacak onlarca mağaza ile yeni bir şekle büründürülebilir.
Bu saydıklarım sadece planlanan dönüşümün birkaç muhtemel sonucu.
Sözde öğrencilerin üzerindeki
öğrenim ücreti yükünü azaltmak için üniversitenin bulunduğu şehirde en çok vergiyi veren ya da üniversiteye en çok bağışı yapan patron Üniversite Konseyi’nde
yer alacak. Böylece üniversite içerisinde
yapılacak bilimsel çalışmalar, şirketlerin
ihtayaçlarına entegre edilecek; halk için
değil, piyasa ve özel sermaye için bilim
politikasında bir aşama daha geçilecektir.
Bu sayede akedemisyenler ve öğrenciler
yaptıkları projeler için kendilerine sponsor bulabileceklerdir. Kaçınılmaz sonuç;
maddi nedenlerden dolayı akademik
personel, çalışmalarını patronların belirleyeceği görevler ve sınırlar içerisinde
yapacak, piyasaya uygun olmayan ya da
piyasaya kendini adapte edemeyen bölümler, anabilim dalları kapanacak ya da
önemsizleşecek, özgürce çalışma yapan
akademisyenlerse maddi yetersizlikten
dolayı çalışma yapacak mecra bulamaya-
24
caklardır. Öğrecileri büyük holdinglerin
stajyeri, akademisyenleri ise AR-GE müdürleri ve personeli sayabilirsiniz.
Üniversitenin elindeki bütçenin
kullanımı da esnekleştirilip, kariyer günleri düzenleyen öğrenci kulüplerine bütçe ayrılırken, bilimsel araştırma yapan ve
konferans düzenleyen kulüplere ise bütçe ayrılmayacaktır. Aynı durum bölümler
için de geçerli olacaktır.
Bu şekilde tasarlanan yeni yüksek öğretim sistemimizde artık tamamen
müşteriye dönüşeceğimiz için ücretin
tahsil edilmesi de önemli bir başlık. Tahsilat konusunda da birkaç öneri ve proje
olduğu biliniyor. Bunlardan en güçlüleri,
kredi ve borçlandırma sistemi. Şimdiki
öğrenim kredisine kısmen benzeyen ama
daha kapsamlı ve ciddi borçlandırmaları içerecek bir model düşünülüyor. Bu
modele göre üniversite yönetimi YÖK’ün
belirleyeceği esas ve usüller kapsamında, bir öğrencinin senede ne kadar para
vereceğine karar verecek. Öğrenci okula
borçlandırılarak, ya mezun olduktan
sonra ya da sene içinde paranın geri ödemesini yapacak. Kredi ve borçlandırma
sistemi üzerinde mutabık kalınmış bir
sistem şimlik yoktur, ama uzun zaman
geçmeden olacaktır. Muhtemelen yeni
yöntemler geliştirilecek, yumuşak geçişler denenecek ve değişik versiyonları ile
önümüze getirilecektir.
Vakıf üniversitelerinde yaygın
olan, devlet üniversitelerinde de yaygınlaşmaya başlayan, öğrencinin okulda
çalışması da işin püf noktalarından biridir. Bu şekilde paralı eğitimin mağduru
öğrencinin krediyi ödeyememe durumu
da sözde ortadan kaldırılacaktır. Yeni sistemin oturması için yumuşak geçiş denemelerinin olacağını unutmamak lazım.
‘Yoksul‘ öğrenciye burs verilmesi yahut
paralı okumaması gibi. Bu ‘yoksulluk‘
tanımı ucu açık, sınırları belli olmayan ,
kendi istedikleri gibi tanımlayabilecekleri bir ‘yoksulluk‘ olacaktır şüphesiz.
Gerçekten yoksul olan binlerce öğrenciyi
borçlandırıpiçin para alabilmek için bu
esnek yoksulluk tanımı epeyce işlerine
yarayacaktır.
Yasada yapısal değişikliklerin
yanı sıra yeni kontrol mekanizmalarından
da söz ediliyor.
Bu da ilkelerden
biri olan “kalite
güvencesi” ile
ilintilidir. Keza
yasada şöyle bir
cümle geçiyor:
“Yükseköğretim
Kurulu, bugüne
kadar olduğu gibi
sadece girdi kontrolü değil, süreç ve çıktı
kontrolü de yapmak zorundadır.’’ Süreç
ve çıktı kontrolünden kastedilen, üniversitelerimizin yıldızını parlatabilmek ve
dünya pazarında yer edinebilmeleri için
kalite ve denetim sistemi yerleştirilmesidir.
***
Görüldüğü üzere, 80 sonrası ülkedeki neo-liberal dönüşümle başlayan
ve 99 Bologna süreci ile üniversiteler
özelinde şekillenen, AKP döneminde de
egemenler arası mutabakatın sağlanması
ile hızlanan üniversitenin yeniden yapılandırılması biz öğrencileri, akademisyenleri ve diğer üniversite emekçilerini
daha fazla güvencesizleştirecek, geleceksizleştirecektir. Bu güvencesizleştirmeye,
üniversitenin iktidara karşı onurlu duruşunu yerle bir eden “hizmet et” şiarına
karşı, üniversite içinde sermayeye karşı
barikatlar kurmak gerekir. Tüm bunlara
inat, rekabetçiliğe karşı dayanışmayı, piyasa yararına değil toplumsal fayda için
bilgi üretmeyi ve her türlü baskıya karşı
özgürlüklerimizi bu barikatlarda savunmalıyız. Dernekleri, kulüp faaliyetlerini,
fanzinleri, dergileri, forumları ve elbette
ki her zaman bizlerin olmuş olan sokağı,
üniversitede siyasal duruş sağlayacak
araçlar olarak
benimsememiz;
yaratıcılığımızı
ve kolektif iş
yapabilme yeteniğimizi, yok
edilmeye çalışılan
kamusal alanları
var etmek ve
çoğaltmak için
kullanmamız gerekir. Ancak böyle bir
perspektif üniversite ile toplum arasına
kurulan duvarları yıkabilir, eğitimi bir
özgürleşme projesine dönüştürebilir...
CANER BOSTANCI – SOSYOLOJİ
25
Üniversitelerde
Neoliberal Dönüşüm Üzerine
Birkaç Söz
“Değiştirilebilirlik, mübadelenin
nesnelere uyguladığı işlemlerin
aynısının fikirlere uygulanmasına
yol açar. Ölçülmez olan tasfiye
edilir. Düşüncenin ilk görevi
piyasadaki mübadele ilişkilerinin
sonucu olan o her şeyi kapsayan
ölçülebilirliği eleştirmektir.” Theodor
W. Adorno
Bir ezberi tekrar ederek
başlamak gerekirse; Türkiye’de 80
darbesinden sonra toplumun tümünde
uygulamaya konan piyasacı mantık, YÖK
eliyle üniversitelere de dayatılmıştır.
YÖK ile beraber üniversiteler idari, mali
olarak merkezileştirilmiş, dönemin
iktidarından bağımsız karar alabilme
yetisi elinden alınmıştır. O döneme
kadar, bin bir mücadele ile kazanılan
sınırlı demokratik ortam da, toplumsal
dalganın kırılmasına paralel olarak yok
edilmiştir. Darbe sonrasından bugüne
kadarki hükümetlerin geliştirdikleri
üniversite politikaları, bir yandan
üniversitenin kendisinin neoliberal
dönüşüme entegre olması, bizzat
bileşenlerinin bu ilişkilere dahil
edilmesini hedeflerken, diğer yandan
bütün toplumun neoliberal dönüşümünü
derinleştirecek ideolojik altyapıyı
layığıyla hazırlayacak bir enstrümana
dönüşmesini hedeflemektedir. AKP
döneminde ise, özellikle 2007 sonrasında
neoliberal mantık otoriter politikalara
26
daha çok ihtiyaç duymuş, üniversite
neoliberal otoriterizmin tüm boyutlarla
hissedildiği ana mecralardan biri
olmuştur.
Üniversitenin ilk ortaya
çıkışından bu yana, bu tarz köklü
dönüşümlerde üniversitenin hep
kilit bir rolü olmuştur. İktidarlar için
üniversitenin önemi, sadece piyasada
ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünü ve
nitelikli elemanları yetiştiren bir araç
olmasında değil, bizzat bu politikaların
yarattığı ilişki biçimlerini üniversiteye
ve ardından tüm topluma mal edecek
bir yapıya sahip olmasındadır. Mevcut
iktidar ilişkilerini “meşrulaştıran”
ideolojik altyapıyı hazırlamakta
üniversiteye büyük görev düşerken,
üniversiteliler de eğitim süreci içerisinde
kapitalist toplumun ve sermayenin
gerekliliklerine göre bir hayatı nasıl
“örgütlemesi” gerektiğini öğrenirler.
Bu yüzden her iktidar, eğitim ile ilgili
düzenlemeleri ciddiye alır, masraftan ve
zahmetten kaçınmaz.
Tabii buraya kadar anlatılanlar
madalyonun sadece bir yönü.
Üniversiteyi “devletin bir ideolojik aygıtı”
olarak ele almanın sonucu. Doğru ama
eksik. Eksik olan yan, üniversitenin
bahsedilen kapitalist ilişkileri eleştirme,
parçalama, giderek yok etme
potansiyeline sahip örgütlenmeler
için de “verimli” bir toprak olması.
Türkiye’de devrimci mücadelenin
tarihi bunun sayısız örnekleriyle dolu.
Peki, nasıl oluyor da üniversite hem
devletin bir ideolojik aygıtı olarak
sermayenin ihtiyaçlarına yönelik bir
toplum inşa etmeye yararken hem de
sermayeye karşı gelişen mücadelelerin
ana damarlarından biri oluyor? Cevabı,
hem eleştirel bilginin doğasında hem
de üniversite içerisinde hayat bulan
kolektif ilişkilerde aramak lazım. Elbette
metalaşan bilgi, kâr mekanizmasını
güçlendirmekten başka bir derde deva
olmazken,
egemen
paradigmayı
öyle ya da böyle
delebilen her
türlü eleştirel
bilgi, diyalektik
bir sürecin
önünü açarak,
üniversitelilerin
hayatında
mayalanır. Bu
mayalanma
süreci, üniversite yaşamının kolektif
kültürü ile buluştuğu zaman toprağa
tutunur, filiz verir, “ürün” devrimci
mücadeledir.
Dolayısıyla, üniversitenin
neoliberal otoriterizm döneminde
yaşadığı dönüşüm sürecini çelişkileri,
gedikleri olan, üniversitenin öznelerinin
müdahalesine açık bir süreç olarak
kavramak, siyasal yığınağı bu çelişkileri
derinleştirme perspektifiyle yapmak
gerekiyor. Yoksa ceberrut, her şeye
kadir neoliberal-otoriter bir “ideolojik
aygıt” anlatısının, bizzat mücadelenin
öznelerini pasifleştirici etkisinden
sıyrılamayız.
Çelişkileri Derinleştirmek
Haziran İsyanı kuşkusuz egemen sınıfların
elini zayıflattı. Esasen sermaye sınıfının
değişik fraksiyonlarının bir ittifakı olan
AKP, henüz bu kesimlerin desteğini
tamamen yitirmezken, “vazgeçilebilir”
olduğunu gördü. Bu güç kaybının emek
sermaye çelişkisinin kazanacağı yeni
boyutlardan tutun da medyaya, yargıya,
güvenlik aygıtına, üniversiteye kadar
bir dizi alana
bir dizi etkisi
olacak.
Önümüzdeki
dönem, ülke
gündemiyle
üniversite
gündeminin
yeniden iç
içe geçtiği
bir dönem
olacak. Haziran
İsyanı’nın
oyuna sürdüğü “haysiyet” kozu,
şimdi egemen sınıflar için kıvılcımı
üniversiteden çakılacak bir dizi yeni
mücadelenin önünü açabilir. ODTÜ’den
yükselen direnişin anlamı budur.
Üniversiteyi sermaye
diktatörlüğüne teslim etmeme ana
yönelimini yitirmeden, üniversite
öğrencisinin arayışının, Haziran İsyanı
süresince sokaklara hakim olan yaratıcılık
ve başkaldırı ruhuyla şekillenmesine
imkân tanıyacak mecralar açığa
çıkarmanın tam sırası.
27
MÜHENDİSLİK VE MİMARLIK
FAKÜLTELERİ : NEOLİBERAL
MÜDAHALENİN VELİ NİMETİ
kentleşmeye yatırım yaparak çözmeye
çalışır. Kentsel inşa bir yandan büyük
sermaye yatırımı gerektirmesi sebebiyle
önemli bir sermaye kesimine kârlılık
alanı açarken diğer yandan istihdam
kapasitesinin büyüklüğü sebebiyle işsizlik
sorununu çözmeye yarar.
“Burjuvazi şimdiye kadar itibar
gören ve saygılı bir huşuyla bakılan
her mesleğin halesini çekip aldı.
Doktoru, avukatı, şairi, bilim
adamını ücretini ödediği kendi Dünya kapitalist sistemi 2008
ücretli emekçisi durumuna getir” yılından beri etkileri ancak 1929 Buhranı
Komünist Manifesto
ile karşılaştırılabilecek önemli bir
sermaye birikim krizi yaşıyor. Bu kriz
Mimarlık ve Mühendislik Fakülteleri
ortamı sermayeyi kentsel inşa arayışına
böyle bir mecra yaratmak için önemli
itiyor. Akp’nin “yok şu metroyu yaptık,
imkânlar sunuyor. Bu imkânlardan nasıl
yok şu kadar bina diktik” diye övünmesi
yararlanabileceğimiz ve somut olarak
salt seçmene verilen bir “çalışıyoruz
neler yapabileceğimize geçmeden
mesajı” değil, büyük sermaye
önce, neoliberal dönüşümün Mimarlık
kesimlerine yönelik “bir çağrı” aynı
ve Mühendislik Fakülteleri’ni nasıl
zamanda.
etkilediğine değinmek yerinde olur.
Kentleşme ve Mimarlık ve Mühendislik
Kentsel yatırım artıp, sermaye
Fakülteleri
birikimi için önemli uğraklardan biri
haline geldikçe bu yatırımı hayata
Yedi kapılı Teb Şehri’ni kuran kim?
geçirecek mimar ve mühendislere
Kitaplar yalnız kralların adını yazar. düşen görev de artıyor. Bu sebeple,
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
ulusal ve uluslararası piyasada rekabet
….
edebilecek, hızlı teknolojik değişikliklere
karşı hazırlıklı olabilecek, teknolojik
Ne oldular dersin duvarcılar Çin
bilgiyi piyasanın acil ihtiyaçlarına göre
Seddi bitince? üretip uygulayabilecek Mimarlık ve
Yüce Roma’da zafer anıtı dikenler? Mühendislik Fakülteleri’ne olan ihtiyaç
Bertolt Brecht
artıyor.
David Harvey, önemli
makalelerinden birisi1“Kent Hakkı”nda
“kentleşmenin sermayedarların kâr
arayışlarında aralıksız ürettikleri artı
ürünü emmede özellikle etkin bir
rol oynadığını1” ile sürer. Sermaye
birikimin önündeki engelleri ve işsizliği
1
İsteniyor ki, inşaat mühendisleri
inşaat sektöründeki iş cinayetlerinden
kim sorumlu diye mimarlar kentsel
dönüşüm mü kentsel talan mı diye,
maden mühendisleri teknolojik
gelişmeler ne kadar işçiler yararına
kullanılıyor diye, deniz inşaat
http://www.sendika.org/2013/05/kent-hakki-david-harvey/
28
mühendisleri yapı sökümde asbest
kullanımı kimin canına mal oluyor
diye sormasın. İsteniyor ki, nitelikli
işgücünün direnme, isyan eğilimi daha
üniversitedeyken ezilsin. Mimarlar
ve mühendisler sermayenin doğa ve
emek sömürüsünün suç ortağı olsun.
Fakültelerin yanı sıra TMMOB’a yönelik
baskıları da bu çerçevede düşünmek
gerekiyor.
Geleneğinde, sermaye İstanbul’a
köprüyü tartışırken, toplumsal
sorumluluk adına Zap üzerine Devrimci
Gençlik Köprüsü inşa edenlerden
korkmakta pek haksız da sayılmazlar.
Ne Yapmalı?
Sonuç olarak üniversitelerde
cafcaflı formüllerle önümüze sunulan
piyasalaşma süreci, akademisyenlerin
ve idari personelle beraber artık
öğrencilerin de büyük oranda
sermayeyle içli dışlı olmasını
getiriyor. Eleştirel, sorgulayıcı, yaratıcı
bir bilgi üretme sürecinin yerini
sermayenin siparişine göre şekillenen
bir kırtasiyecilik aldı. Mimarlık ve
Mühendislik Fakülteleri’nde bu
kârlılık virüsünü deşifre etme, tüm
hayatımızı işgal eden metalaşmaya
karşı koyma, sermayenin dayattığı
“bilgi”leri depolamaya mecbur bırakılan
zihinlerimizi doğanın insanın kısacası
hayatın özgürleşmesi için kullanacak
yeni mecralar yaratma ihtiyacı çok açık.
Bunun yolu da öğrencilerin kendi özüretimlerini örgütlemesinden geçiyor.
Ancak ve ancak bu öz üretimlerde filiz
verecek düşüncelerle, uzmanlaşmaktan
çıkıp birlikte üretme- yetkinleşme ve
kolektif özgürleşmeye varabiliriz.
Bu noktadan hareketle
ezilenlerin yanında saf tutan mimar
ve mühendisler için kapitalizme karşı
koymak bugünden yapılacak olan
çalışmaları tasarlamak gerekmektedir.
Siyasal mücadelenin örgütsel
bağlarla can bulamadığı alanlarda
üniversitenin yaşam alanlarına nüfuz
edebilmenin, teknik bilimlerdeki
sermayenin ve iktadarın yoğun
saldırısına karşı dur diyebilmenin
zemini yaratabilmek için mimarlık ve
mühendislik fakültelerinde bülten ve
fanzinlerin çıkartılması, sosyal medya ve
internet sitesi çalışmaları, öğrencilerin
fikirlerini ifade edecekleri yaratıcılıklarını
besleyecek bir karşı hegemonya
yaratacak araçlara olan ihtiyacın
giderilmesi açısından elzemdir. Yazı
boyunca belirtilen yüzlerce toplumsal
yaraya müdahale edebilmek için bu
bölümlerdeki üniveritelilerin kendi
alanlarında yetkinleşmesi ve bu yetkinliği
siyasallaştıracak bir yayın içersinde
sorumluluk alması politikleşme süreci
için de katkı koyacaktır.
Bu yayın en başta bulunduğu
yerellerde bir araya gelen arkadaşların
üniversite içersindeki sorunları ve bunları
genel anlamda toplumun geri kalanını
nasıl etkilediğini deşifre edebilecek bir
ufka sahip olmalıdır. Bu ufku da ancak
olayları , üniversite içinde rektör ve idari
kurumların önce öğrencilerin özgürlük ve
yaratıcılığını nasıl ipotek edip sonra bunu
sermayeye nasıl peşkeş çektiğini ifşa
ederek gerçekleştirebilir.
GÖKSU UYAR
FRANSIZ DİLİ VE EDEBİYATI
29
Türkiye:
Erdoğan ya da Güç Sarhoşluğu
Arap baharından sonra Türk
baharı da doğmak üzere mi? Bazı
eylemcilerin haykırdığı gibi Taksim,
İstanbul’un Tahrir meydanı mı?
Kuşkusuz bu hafta İstanbul’un merkezi
bir meydanında başlayan harekelenme
Türkiye siyasetinde bir dönüm noktası
olacaktır. Eylemcilerin bir avuç marjinal
olarak lanse edilmesi, Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın kamuya ait bir parkın
koruyuculuğunu
üstlenme hakkını
doğuruyor. Fakat
polisin aşırı güç
kullanımı ve şiddetini
yüreklendiren
Hükümet Başkanına
karşı yapılan bu
eylemler, geniş bir
halk hareketine
dönüşmüştür.
Aşırı solcusundan sağcısına
kadar siyasi arenada bu halk hareketi,
10 yıldan beri tekelleşen hükümete
karşı birikmiş tüm şikayetleri açığa
çıkaran niteliktedir. Laikler ise, toplumsal
hayattaki her gün biraz daha artan din
baskısı ve Erdoğan’ın din istismarından
tedirgin olmuş durumdalar. Bunun
dışında birkaç gün içinde alkol tüketimini
sınırlamak için yapılan yasa oylandı.
Muhammed’i eleştiren Sevan Nişanyan
‘’küfrettiği’’ gerekçesiyle 3 ay mahkum
edildi. Ankara Belediye Başkanı ise
vatandaşlarını ‘’ahlaki değerlere uygun
30
davranışlar sergilemeye’’ çağırıyor.
Terörle Mücadele adına birkaç
aydan beri tutuklamaların ve baskıların
hedefinde olan sol ve aşırı sol partiler,
öğrenciler ve ayrıca sendika örgütleri
bu durumdan bıkmış durumdalar.
AKP Hükümeti, Türkiye’deki kültürel
farklılıkları tanımıyor. Bundan dolayı
İslam’ın daha özgürlükçü ve azınlık
tarafını oluşturan
Aleviler, kendilerini
Hükümetin yaptığı
ayrımcılığın kurbanı
olarak görüyor. Bu
liste uzayıp gidiyor.
İstanbul’u komik
bir duruma düşüren
Hükümet başkanının
otoritesi, onun kaba
üslubu, megaloman
kent projeleri ve yaklaşık 20 yıl önce
şehirde inşa ettiği sistem bu eylemlerle
hep bir ağızdan ifşa ediliyor. Reformcu
duruşu ve AB’ye üyelik müzakere
sürecine sırtını dayamış Erdoğan’ın
iktidarının etrafı kuşatılmış durumda.
2007 ve 2011 yıllarındaki iki seçimle %47
ve %50 oyla halk oylamasına dönüşmüş
ve bu, iktidarını güçlendirmiştir.
Bu seçim hakimiyeti, Erdoğan’a
iç yollarda yapılan iktidar karşıtı her
şeyden sıyrılmasına izin veriyor. Bürokratik ve adli bir araç olan
ordu ve vaktiyle ona karşı olan basın da çoğunluğun partisi
AKP ve onun başkanının hizmetine girmiştir. Ayrıca Taksim’de
ayaklanmalar patlak verdiğinde televizyon kanalları, Dünya
Sigarasız Günü dolayısıyla verdiği bir konferansı yayınlamaktaydı.
Erdoğan’ın başbakanlık görevine geldiğinden itibaren polislerin
sayısını üç katına çıkarması, eylemcilere karşı yapılan ve cezasız olan
olağanüstü şiddetin kanıtıdır. Türkiye’nin Anayasa’nın değiştirilmesi
ve başkanlık sistemine evrilmesiyle Devlet başkanı olma fikri
Erdoğan’ın isteklerinden biri. İşte bu da çok korkulacak bir dönüşüm
olacaktır.
31
KAYNAK: LE MONDE - FRANSA
ÇEVİRİ: RUKEN DEMİRER
FRANSIZ DİLİ VE EDEBİYATI
31
Sınıfa Merkeziliğini Yeniden Kazandırmak*
Ellen Meiksins Wood
E.P. Thompson 1963 yılında İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nu yayınladığı
zaman, entelektüel solda hâlâ daha canlı
bir anti-kapitalist kültür vardı. Bu canlı
anti kapitalist kültür, E.P. Thompson’ın da
dahil olduğu, etkili bir grup olan İngiliz
Marksist Tarihçiler1 arasında coşkuyla
karşılık bulmuştu. 1968’deki militan
kalkışma ve onu takip eden birkaç yıl
içinde gelişen çeşitli etkileyici işçi mücadelelerine rağmen (belki de yüzünden?)
Batı’daki solun entelektüel hayatı, on
yıldan biraz fazla bir süre içinde, kapitalizme teslim olma ve “sınıftan kaçış2” ile
şekillendi.
Solun önde gelen akademik
akımlarında, “post Marksizm” ile başlayan ve postmodernizm ile doruğuna ulaşan eğilim, kapitalizmin öyle ya da böyle
uygulanabilir tek seçenek olduğu ve sınıf
mücadelesinin artık gündemde olmadığı
ilkesinden hareket etti.
1970’lerin sonuna gelindiğinde
bu akademik akımlar az ya da çok “yeni
sağ” ve neoliberalizme paralel olarak gelişme yolundaydı. Böylelikle, neoliberal
öğreti tarafından yönlendirilen hükümetlerin emeğe karşı sermaye lehine açık bir
sınıf savaşı yürüttüğü bir zamanda sınıf
kavramı düşüşteydi. Örneğin İngiltere’de
Margaret Thatcher hükümeti işçilere
karşı amansız bir sınıf savaşı yürüttüğünde onun retorik stratejisi sınıfın varlığını
reddetmek üzerine kuruluydu.
Sınıfın varlığını reddetmek üzerine kurulu ideolojik stratejinin entelektüel soldaki yansıması ise daha endişe
vericiydi. Bu, sadece sözde post Marksistler için geçerli değildi. “Thatchercılık”
kavramını icad eden İngiliz Komünist
Partisi’nin son moda teorik yayını Marxism Today bile coşkuyla “sınıftan kaçış”a
geçmişti.
Solun yeni sınıf-dışı savaşçıları
toplumsal evrenin neoliberal yorumunu
hararetle onayladılar. Buna göre, yalnızca
parçalanmışlığın, farklılığın ve çoğul kimliklerin eski sınıf dayanışmasını erittiği
postmodern dünya vardı. Sınıf ve sınıf
siyasetine yer yoktu.
Elbette bunun, birçok kişi için,
özellikle ırk ve cinsiyete dair diğer baskı
biçimlerine karşı gerekli mücadelelerin
yürütülmesine devam, anlamına geldiği
doğrudur. Fakat diğer mücadele biçimlerine yönelik ilgide sınıftan kaçıştan fazlası
- belki de azı demeliyiz- vardı. Sınıftan
kaçış için, basitçe 70’ler ve 80’lerdeki
emek hareketinin inişe geçmesini suç-
* Bu yazı Against the Current’ ın Eylül/Ekim 2013 tarihli 166. Sayısından alınmıştır.
( http://www.solidarity-us.org/node/3980)
1
Bu konuda aydınlatıcı bir çalışma için bkz. Harvey J. Kaye, İngiliz Marksist Tarihçiler (İletişim:2009)-ç.n.
2 Bkz.
Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış (Yordam:2006)-ç.n.
32
layamayız. Entelektüel solun belirli kesimlerinin sınıfı reddi, düşüşü önceleyen
daha başka kökenlere sahiptir.3
Sınıf kavramından vazgeçmeye hevesli bu sol entelektüellerin çoğu
aynı zamanda, –şayet önceden olduysa
bile- yeni parçalı gerçeklikte kapitalist
sistem gibi bir şey olmadığı için, sistemli
bir bütünlük olarak kapitalizme meydan
okumaya da gerek olmadığını iddia etmeye meyillidirler. Şimdi elde olan, daha
önce de söylediğimiz gibi, bireysel tercih
yelpazesinin aşırı genişlemesi olarak
“sivil toplum”un muazzam yayılmasıdır.4
Buna göre neoliberal öğreti ile savaşmanın yolu açıkça onun temel varsayımlarını kabul etmek ve onu kendi retorik
oyununda yenmeye çalışmaktır.
Gerçek Kapitalist Kriz
Bugün dünya kapitalizminin
uzun zamandır görmediğimiz gerçek bir
krizi ile karşı karşıyayız. 2008 krizinden
ve onu takip eden kemer sıkma projesi
felaketinden beri kapitalizmin acımasız
sistemsel etkilerini ve korkunç sınıf gerçekliklerini görmezden gelmek zorlaşmıştır.
Occupy gibi, yeni muhalefet
hareketlerinin bazı umut verici işaretleri
vardır. Bu hareketler hâlâ daha tutarlı
bir siyasal hareket oluşturamamışsa da
kapitalizmin sonuçları ve sınıf eşitsizlik-
leri hakkındaki algıyı değiştirmeye başlamıştır. Buna rağmen entelektüel solun
büyük bir bölümü önemli bir alışkanlığını
kaybetmişti: sadece pratikte değil teoride de, kapitalizme muhalefet araçları ve
hatta iradesi.
Bu, yaşadığımız anı E. P. Thompson ‘ı yeniden canlandırmak için doğru
moment yapan şeydir. Thompson sadece, muhtemelen diğer tarihçilerden daha
fazla, sınıf oluşum sürecini ve mücadeleyi canlı biçimde hayata yönelten kişi değildir. Aynı zamanda diğer tarihçilerden
ve hatta her türlü bilim insanı ve yazardan da fazla, kapitalizmi net bir biçimde,
bir doğa yasası olarak değil tarihsel olarak özgül bir toplumsal biçim şeklinde
kavramıştır. Böylelikle o, bizi kapitalizmi
eleştirel antropolojik bir mesafeden görmeye sevk etmektedir.
Bu, uzun zamandan beri kapitalizmi kanıksama alışkanlığı kazandığımız,
onu soluduğumuz hava gibi evrensel ve
görünmez saydığımız günümüzde özellikle önemlidir. Thompson, toplumsal pratikler ve ahlaki prensipler bütünü olarak
kapitalizmin en temel varsayımlarına,
onların sürekli çatışmalı bir süreç olarak
gelişiminin izlerini sürerek, karşı gelmiştir.
Thompson bunu, sadece İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nda değil
diğer eserlerinde de yapmıştır. Bir
Bu ayrıntılı bir şekilde benim “A Chronology of the New Left and Its Successors, or: Who’s
Old-Fashioned Now?” ( Yeni Solun Bir Kronolojisi yada Kim Eski Moda Şimdi)Socialist Register 1995,
22-49 adlı makalemde ve Sınıftan Kaçış adlı kitabımın 1998 tarihli önsözünde tartışılmıştır.-y.n.
3
4 Wood’un
sivil toplum hakkındaki görüşleri için bkz. Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı
(Yordam:2008) içinde “Sivil Toplum ve Kimlik Politikası” s.275-303.- ç.n.
33
klasiğe dönüşmüş olan “Halkın Ahlaki
Ekonomisi”nde pazar rasyonalitesi çekişmesinin izini sürer. Pazar rasyonalitesi
muhalif geleneklerden, beklentilerden ve
geçim hakkının farklı anlayışlarından doğan direnişe karşı zorla kabul ettirilmiştir.
Diğer makalesi “Görenek, Hukuk ve Genel Haklar”da mülkiyet tanımlarının nasıl
kapitalist kâr için üretkenliğe dayandığını
ortaya çıkarır. Bunların kendisini nasıl
egemen kullanım hakkı anlayışlarına
ve pratiklerine karşı ifade ettiğinin izini
sürer. “Zaman, İş Disiplini ve Endüstriyel
Kapitalizm”de endüstrileşme kavramına
saldırır. Endüstriyel kapitalizmin tarihsel
olarak özgül bir sömürü biçimi olduğu
konusunda ısrar eder. Onu tarafsız teknolojik değişim sürecinin bir sonucu olarak görmez. Aksine, sadece iş pratikleri
üzerinde değil fakat zaman deneyimimiz
gibi gündelik yaşamın temelindeki şey
üzerinde etkili bir değişim olarak ele alır.5
larının ısrar ettiği gibi, birbirinin katıksız
anti-tezi olmadığı anlamına gelir.
Thompson için zorlu iş, tarihsel
süreci ele geçirmek ve aydınlatmaktır.
Sınıfa “katmanlaşma” yapısı içinde durağan bir konum olarak değil, aksine bir
süreç ve toplumsal ilişki olarak yaklaşır.
Başka bir deyişle, Thompson Marx’ın
kendi prensibini ciddiye alır: tarihsel materyalizm insanın “pratik etkinliği”, özgül
tarihsel ve toplumsal koşullarla sınırları
belirlenmiş insan eylemi hakkındadır. Bu
onu, çelişkili bir zemin ve mücadelenin
hedefi olarak kapitalizmin yetkin bir çözümleyicisi yapar.
Thompson’ın tarihe yaklaşımı,
benim için tarihsel materyalizmin esas
niteliğini ortaya koyar. Onun yaklaşımı
hem teori ve pratiğe hem de siyaset ve
tarihe ışık tutar. Thompson, teorik bir dil
kullanmaktan kaçınma eğilimi gösterse
de, onun tarihsel eserini her zaman teorik olarak verimli, tarihsel olarak aydınlatıcı bulmuşumdur.
Thompson teorik bilgiyi “durağan kavramsal temsil” olarak değil “süreci araştırmaya uygun kavramlar” olarak
tanımlar. Bu tanım, başka şeylerin yanında, tarih ile teorinin ve ampirik olan ile
teorik olanın, Marksizm’in bazı etkili dal5 E.P.
ÇEVİRİ:
İBRAHİM SARIKAYA
Thompson’ın bu makaleleri Avam ve Görenek : İngiltere’de Geleneksel Popüler Kültür Üzerine
Araştırmalar (İletişim:2006) da bir araya getirilmiştir.
34
Black Mirror
Gündelik hayatımız, teknolojik gelişmeye dayanan bir ütopya yaratır
çevremizde. Daha çok tüketim üzerinden şekillenen bu ütopyada, dilediğimiz her
şeyi alabiliriz. Daha çok özelliği olan bir telefon, daha hızlı bir bilgisayar, daha iyi
ses veren bir kulaklık, daha yüksek çözünürlüklü bir kamera, daha geniş kapasiteli
bir tablet, daha geniş ekranlı bir televizyon, daha, daha, daha… Kuşkusuz çok uzak
olmayan bir gelecekte, nesne olarak görmeye alıştığımız bu teknoloji mucizelerini
kendi bedenimizde de taşıyacağız.
Unutmak istemediğimiz güzel
anılarımızı – kelimenin tam anlamıyla –
bize yeniden gösterecek bir hafıza kartını
kim istemez? Kumandanın tek hareketiyle
sevgilimizle ilk öpüşmemiz, ikinci bir
hareketiyle nefret ettiğimiz bir dersten
geçtiğimizi öğrendiğimiz an ve belki de bir
başkası, işgal altındaki Taksim’de bayrak
ve pankartlarla donatılmış AKM binası ve
tüm kalabalığıyla capcanlı Gezi parkı. Ahh…
O güzel günler… Bugünü yaşamaya gerek
bırakmayacak kadar güzel günler…
Birçok teknolojik aletin yaptığı
da tam olarak budur; bizi günümüz
gerçekliğinden kopararak, sahte bir
gerçeklikle sarmalamak. Bu konuda en
çok suçlanan da, bilgisayar oyunları olur.
Bilgisayar oyunlarının, televizyon ya
da sinema gibi öznesi olamayacağımız
teknolojik aletlerden daha çok benimsenmesi ve bu nedenle hayatımızı daha çok
etkilemesi, bu oyunlarda özne olabilmemizdir. Hayatta yapamayacağımız birçok şey,
olamayacağımız birçok kişi, bilgisayar oyunlarının geniş yelpazesinde önümüze serilir.
Peki ya bilgisayar oyunları yerine gerçeklikle oynamamız bu denli kolay olsaydı?
Kötülerin avlandığı bir oyunun parçası olsak? Ve bunu gerçek hayatta yapabilseydik?
Avlananların gerçek insanlar olması bizi kaygılandırır mıydı? Yoksa av ile avcı
arasındaki heyecanlı gerilimi izlemek, hatta onun bir parçası olmak bizi daha da mı
heyecanlandırırdı?
Ya da o çok arzulanan ve bir o kadar da korkulan sınır, insan üretmek! Bu
mümkün olabilir miydi? Neden olmasın? Şu anda elimizde olan teknolojilerde
35
insan klonlaması gerçekleştirilebiliyor. Peki, bunun – eğer henüz yapılmıyorsa –
yapılmasını, yaygınlaştırılmasını ve piyasaya sürülmesini engelleyen şey nedir? Ahlak
mı? Yoksa var olan sistem içinde anlamlı bir yer bulamayacağı çekincesi mi? Klon bir
insan nasıl pazarlanabilir? Kaybettiği birinin yakınlarına sunulabilir mi, yoksa iş yükü
altında ezilen bir çalışana mı daha uygundur? Ölen birinin yerine klonu geçebilir mi?
Ya da iki kişi (asıl kişi ve klonu) bir kişinin çalışma yükünü-ücretini paylaşabilir mi?
Klon mu daha uygun olur, yoksa insansı bir robot mu? En azından robotun ihtiyaçları
klona göre daha az olabilir; belki sadece biraz daha yüksek bir elektrik faturası. Peki
ya onların hakları ne olacak? Nesne gibi mi davranılacaklar, köle mi olacaklar, yoksa
ikinci sınıf vatandaş mı sayılacaklar? Belki de eşit olurlar?
Tüm bunlar ve daha birçokları, tüketilmek için üretilen teknolojik ürünlerin
yarattığı yeni toplumsallığın muhtemel ürünleridir. Buradaki muhtemelin altını iyice
çizmek gerekir. Çünkü bize dayatıldığının aksine teknolojiler, tarihteki tüm olgular
gibi, zorunlu olarak var olan kaçınılmaz durumlar değildir. Belirli toplumsal ilişkiler,
ekonomik ve siyasi nedenler sonucunda şekillenirler. Ve karşılıklı bir etkileşim içinde,
doğdukları toplumsal ilişkileri etkileyerek yeni ekonomik ve siyasal gelişmelere
neden olurlar. Bu nedenle teknolojinin kendisi son derece toplumsal, ekonomik ve
siyasaldır. Ve aynı nedenle, müdahaleye de açıktır.
Haziran İsyanı’nın kanıtladığı binlerce şeyden biri de, çevremizi sardığı, bizi
körelttiği ve sisteme bağlı kıldığı söylenen sosyal paylaşım sitelerinin, birden bire en
önemli direniş unsurları haline gelmesiydi. İletişim ve propaganda açısından, hem
çok kullanışlı, hem de çok yaygın birer araç haline geldiler. Bunu bir sosyal medya
güzellemesi yapmak amacıyla söylemiyorum. Aksine, bazı teknolojik ürünlerin ne
kadar kolay karakter değiştirebileceğini, tahakküm aracı olanların direniş aracına
dönüştürülebileceğini, ama sonuçta birer araç olduklarını belirtmek için söylüyorum.
Aynı zamanda unutulmamalı ki, bizim direniş aracı olarak benimsediğimiz aynı sosyal
medya, yeni tahakküm biçimlerine de izin verebilir, onların da aracı olabilir.
36
Velhasıl kelam, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi şimdi de, teknolojiyi
yabana atmamak gerek. Bizim için önemli ve anlamlı olan, günümüzde çok yoğun
bir şekilde tahakküm aracı olarak kullanılan teknolojinin bize ve dolayısıyla, bizim
müdahalemize de bu denli açık olmasıdır. Teknolojiyi kullanmak elimizdeyken, onu
kullanmayı bilmek gerekir. Geleceğe dair teknoloji merkezli distopyalar1, eleştirel
bir teknoloji okuması için anlamlıdır. Ancak, bu distopyaları okurken ya da izlerken,
teknolojinin bize sunduğu imkanların da aklımızın bir köşesinde var olması gerekir.
Yoksa sonsuz bir karamsarlık dehlizine yuvarlanır gideriz.
Bu yazıyı bıkmadan, usanmadan okuyanlar için tavsiyem, bir İngiliz yapımı
olan, Black Mirror isimli kısa diziyi izlemeleridir. “Ben bilimkurgu sevmem,”
diyenlerin de “Bilimkurgu mu? Getirin bana hemen,” diyenlerin de anlamlı
bulacakları bir distopya dizisidir bu. Yukarıda bahsi geçen teknoloji örneklerinin bu
diziden alıntı olduğunu da fark edeceksiniz.
Gönül ister ki, bu yazıyı okuyup da diziyi izleyenler için dizi, bana olduğu
gibi onlara da ilham verici olur ve Günebakan’ın bir sonraki sayısında, başka
birinin distopya düşünceleriyle karşılaşırız. Gecikmiş de olsa, bu da bizim teknoloji
kullanımımız olur, siber çağda kağıt yoluyla iletişim kurmak…
BÜLAY DOĞAN
KOÇ ÜNİVERSİTESİ DOKTORA ÖĞRENCİSİ
1 Kelime anlamı olarak distopya, ters ütopya ya da kötü ütopya anlamlarına gelmektedir. Distopyalar,
istenmeyen ya da kötü bir toplum hayaline dayanır. Çoğunlukla baskıcı, otoriter ya da totaliter devlet
sistemlerini ve/veya dev şirketlerin elindeki baskıcı rejimleri konu edinir. Karakterler genellikle, antikahramandır. Klasik örnekler arasında Cesur Yeni Dünya (Aldous Huxley), Fahrenheit 451 (Ray Bradbury), Biz (Yevgeniy İvanoviç Zamyatin) ve 1984 (George Orwell) sayılabilir. Biz dışında kalan romanların
filmleri de çekilmiştir. Ayrıca siberpunk akımına ait birçok roman, film ve çizgi roman, distopik öğeler
barındırmaktadır. Blade Runner (Ridley Scott) adıyla filmleştirilen Androidler Elektrikli Koyun Düşler
Mi? (Philip K. Dick) adlı roman ya da William Gibson’ın Neuromancer’ı, yine distopya sayılabilecek
bilimkurgulardır. Ancak bir eserin distopya olması için illa bilimkurgu olmasına gerek yoktur. Yeni bir
örnek olarak China Miéville’in Perdido Sokağı İstasyonu adlı romanı, bilimkurgu, fantazya ve korku
türlerinin iç içe geçtiği distopik bir dünyada geçer. Bazı eserlerde ise, ütopik ve distopik öğeler bir arada
olabilir. Mülksüzler (Ursula K. LeGuin) bu tarzın var olduğu, göz ardı edilmemesi gereken bir örnektir.
37
“Georges Perec - Şeyler”
Üzerine...
“Sonuç kadar araç da gerçeğin
bir parçasını oluşturur. Gerçek arayışının
kendisinin de gerçek olması gerekir;
gerçek araştırma, açık kolları sonuçta
birleşen, ortaya serilmiş gerçektir.” Karl
Marx
Bu alıntı ile noktalıyor Georges
Perec ‘Şeyler’ isimli kitabını. Alt başlığı
“Altmışlı Yılların
Bir Hikâyesi” olan
roman, iki bölümden
oluşuyor. Perec bu
kitabında, kapitalizm
ile yaşamlarımıza
sirayet eden ve zaman
geçtikçe varlığını
arttıran tüketim
çılgınlığı, meta fetişizmi
gibi kavramların
bireyler ve bireylerin
davranışları, algıları
ve hayata bakışları
üzerindeki etkilerini Sylvie, Jerome ve
onların arkadaş çevreleri üzerinden
irdelemekte. Aslında roman, sadece 60’lı
yılları değil günümüz toplumunun da bir
yansımasını oluşturmakta.
Sylvie ve Jerome 60’lı yılların
Fransa’sında yaşamaktadır. O günün
koşullarının ötesinde, tüketim
toplumunun sürekli dayattığı; her şeye
sahip olma ve ne kadar fazla şeye sahip
olunursa aynı orada da mutlu olma
düsturunun sağlam birer sahiplenicisi
olarak karşımıza çıkmaktadır. Birbirleri
ile olan ilişkileri kadar arkadaş
38
çevreleriyle olan ilişkileri de bunda
belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu
algılayışta, bulundukları, varlıklarını
tanımladıkları arkadaş çevresinin
de etkisi bulunmaktadır. Evlerindeki
duvarların renginden kitaplıklarına,
dizecekleri kitapların boyutlarına
hatta evlerinin hangi odasına ne kadar
güneş ışığı gireceğine kadar kendi
şekillendirdikleri hayatı
(daha doğrusu yaşam
alanını) düşünüyor,
hayal ediyor ve
hayal ettiklerinden
daha azını kesinlikle
istememektedirler.
Onlara göre mutlu
olabilmenin en temel
koşulu budur. En
azından bir süre için
buna inanıyor ve
ona göre bir hayat
yaşamaktadırlar.
Etrafları mülkiyetle çevrilmiştir, bunun
farkındadırlar, ancak farkına varmak
istedikleri zaman. Dünya kusurlu
bir yerdir, düzen kusurludur ama bu
kusurlu düzen içerisinde en kusurlu
yaşayan onlar olamaz ya? Buna
kendilerini inandırmaları hiç de zor
olmuyor. “Onların dünyasında elde
edeceğinden daha çoğunu istemek
neredeyse bir kuraldı. Bu kuralı onlar ilan
etmemişlerdi; bu bir uygarlık yasasıydı,
en uygun ifadesini genelde reklamlarda,
dergilerde, vitrinlerde, sokaklarda, hatta
bir ölçüde, herkesçe kültür adı verilen
şeylerde bulan apaçık bir veriydi.”
Zamanla kendilerine dayatılan bu tüketim toplumunun birer
parçası olmanın hayatlarındaki anlamsızlığını kavramaya
başlıyorlar. Zamanın Fransa’sında toplumsal hareketlerin
sokağa yansımasının, onları öncelikle düşünmeye sevk ettiğini
sonrasında ise bir şeyler yapma arzusuna sürüklediğini
görüyoruz. “Polisinin insan saygısıyla meşhur olduğu
İngiltere’de yaşamak isterlerdi.” Yani özgür olabilmenin önemini
kavramışlardı artık, insana saygı, yaşam hakkına, yaşam tarzına
saygı daha az önemli olamazdı mülkiyetten. Yaşanan olaylar
onları tavır almaya sürüklemişti bir kere, “… Mahallelerinde
kurulan antifaşist komiteye girdiler. Bazı günler, insanları
uyanık olmaya çağıran, suçluları ve iş birlikçilerini teşhir eden,
kalleşçe saldırıları kınayan, masum kurbanları anan afişleri üçdört kişi birlikte asmaya gitmek için sabahın beşinde kalktılar.
Sokaklarında bildiriler dağıttılar, üç-dört kez tehdit edilen
evlerde nöbet tutmaya gittiler.” İlk kez gerçek bir kavganın
içerisinde yer almışlardı, ancak sürüncemeye giren süreç ile
birlikte eski hayat pratiklerine geri dönmüşlerdi.
Ancak farklı olan bir durum da yok değildi eskisine
göre hayatlarında. İçine doğmasalar bile sonrasında sağlam
bir şekilde kazandıkları bu tüketim pratiğinin kendilerine
zevk vermediğini fark etmişlerdi. Eskiye dönmüşlerdi ama
eskisi gibi değildi artık şeyler. Sıkılıyorlar, kaçmak istiyorlardı.
Çabalıyorlardı. İşte bence kitap tam da bundan sonra
başlamaktadır zaten. Kahramanlarımızın uzaklaşma arzusu
ile yeni yerlere gitmesi, farklı pratikleri deneyimlemeleri,
mutluluğu aramaları, bulduklarını sanmaları…
EVRİM EYLEM ŞİŞMAN / SOSYOLOJİ
39
BARIŞIN TADI
Bir ağaç, kesebilirler ağacı,
Ağacın ne gelir elinden?
Biraz çaba, testere falan,
Eh, az çok da zaman,
Ağaç devrildi gitti.
Bir kuş, vurabilirler bir kuşu
Bir el ateş ya da bir iki taş
Bir avuç tüy düşer toprağa.
Bir öküzün ya da bir atın
İşi kolay görülür ve hazırdır
Kesimevinde kasap önlüğü.
Bir çocuğun, oğlan ya da kız,
Ne gelir elinden katile karşı?
Bakışlar, diyeceksiniz şimdi,
Ama gözü dönmüşse katilin
Ya da kimse yoksa ortada?
Bir adam, koca bir adam da
Bir kuş gibi avlanabilir,
Belki daha da kolay hatta.
Bir ağaç, bir kuş, bir öküz, bir at
Bir çocuk, bir adam
Yok oldular işte ard arda.
Ama dostlarım, hepimiz olsak
Ne bok yiyebilirler
Onca insanın karşısında?
Ne yapabilirler
Direnen halklara?
40
Eugène GUILLEVIC
Çeviri: Cemal SÜREYA