KIYAMET: ÖTE DÜNYA DÜZENİ

Transkript

KIYAMET: ÖTE DÜNYA DÜZENİ
ISSN: 2147-3862
Sayı:
406 – EKİM 2012
KIYAMET: ÖTE DÜNYA DÜZENİ
“Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar.
De ki: Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır;
ama insanların çoğu bilmezler.” (A’raf, 187)
Manipülasyon Nesnesi Haline Getirilen
Toplumlarımız
ATASOY MÜFTÜOĞLU
“Sana ‘Saat’ten Soruyorlar”
MEHMED DURMUŞ
Kıyamet: Sorumluluk Bilincini Hatırlatan Gerçek
MURAT KİRİŞCİ
Dünya Ekininin Harman Yeri Kıyamet
Aylık Dergi 6 TL
BÜNYAMİN ZERAN
Oruç Nefse Ceza mıdır?
HÜSEYİN BÜLBÜL
KitapçÔlarda
DaåÔtÔm: Madve YayÔn DaåÔtÔm
Prof. KazÔm æsmail Gürkan Cad.
Üretmen Han. No: 22/3 Caåaloålu/æstanbul
Tel: 0212.513 60 54 Fax: 0212.528 16 57
Selam İle
Sizleri Allah’ın selamı ile selamlıyoruz...
Değerli okuyucularımız!
Dergimizde bu ay kıyamet konusunu işledik. Dünya hayatının
bütün çekiciliği ile bütün insanlığı adeta yuttuğu, içinde biz
Müslümanların da bir şekilde bu
gayya düşüşünden etkilendiği
bir dönemde elbette kıyameti
hatırlamamız gerekiyor.
Kur’an ölüm ötesine, daha doğrusu yeniden dirilişe, ahiret hayatına büyük önem vermektedir.
Din’in özü neredeyse, ahiret
hayatında düğümlenmektedir.
Çünkü insanın dünyadaki bütün
ödevleri, yapıp-ettikleri bu büyük akıbete yöneliktir. İmanı ve
amelleri insanı ya ahirette felaha
erdirecek, ebedî huzura erenlerden olacak, ya da iflas ettirecek,
ebedi bedbaht olanlardan olacaktır.
İslam, insanın kendisini “ahirete
vererek” tamamen dünyadan
el-etek çekmesini, ruhban hayatı yaşamasını istemez. Dünya
elbette güzeldir, şerrin olduğu
gibi hayrın da beşiğidir. Hayır
burada işlenir, Allah’ın rızası burada kazanılır. Fakat dünyanın
aldatıcılığı da yamandır. Dolayısıyla dünyaya ilişkin mistik
sapmalara kapılmadan, ahiretimizi kazanmak durumundayız.
Kıyamet bilinci her zaman bizde
taze, dinamik olmalıdır.
Dünyanın her bir köşesinde
mazlumların, savunmasız insanların, kadınların ve çocukların kanını akıtan, yeryüzünü
bütünüyle kendi tekellerine
almaya çalışan katil, müstekbir
ve zorbalar kıyamet günü Allah’a
hesap verecekler. O gün, zalimlerin birer birer devrilecekleri
gündür. Ama unutmamalı ki biz
Müslümanların hesabı da oldukça çetin olacaktır. Çünkü yeryüzünün tamamı müslümanın
bu küçük küresel köyde aktif rol
üstlenmesine muhtaçtır. Yeryüzündeki katliamların ve zulüm-
lerin hesabı Müslümanlara da
sorulacaktır kuşkusuz.
Değerli kardeşlerimiz!
Kıyamet hakkında hemen her
çağda bir ilme, aydınlatıcı bir
burhana dayanmadan ulu-orta
konuşan insanlar olagelmiştir.
Öncelikle kıyamete vakit tayin
etmeye yeltenmiştir bu insanlar.
Hâlbuki Rabbimiz kıyametin
vaktini hiçbir elçisine de bildirmemiştir. Bu gayb işi tamamen
Allah katındadır. O’ndan başka
kimse bilemez onun vaktini. Bu
uğraşıların Allah katında hiçbir
değeri yoktur. Müslümanlar,
kıyametin vaktine değil, kıyametin kendisine yoğunlaşmalı, o
gün vereceği hesabı düşünmelidirler. Kıyametin vaktine ilişkin
boş uğraşılar da Müslümanları
meşgul etmemelidir.
Kıyamet aynı zamanda ‘din günü’dür. Yani o gün insanların,
dünya hayatındayken yaptıklarının, yaşantılarının, bıraktıkları
eserlerin hesabını verecekleri;
mükâfatını ya da cezasını alacakları bir gündür. Din gününün maliki Cenabı Allah’tır. O
gün sadece O’nun sözü geçecektir. Dünyada ilah ittihaz edinilen, rableştirilen beşer-tanrıların
aslında sadece bir kuru isimlendirmeden ibaret oldukları o
gün anlaşılacaktır. İlah sanılıp,
şefaatine bel bağlanılan fânîlerin
nasıl da sürüleştirdiği (kendileri
de kolayca sürüleşen) yığınlardan kaçtığı, ortalıkta görülmediği herkes tarafından müşahede
edilecektir. Fakat ahiret, pişmanlığın fayda etmediği bir yerdir.
Pişmanlıklarımız burada olursa
fayda verecektir. Allah’ın dışında
hiç kimseyi ilahlaştırmamalıyız
ki ahirette velimiz, şefaatçimiz
Allah olsun. Din gününde hiç
kimse kimseye şefaat edemeyecek, orada hiçbir alış-veriş
geçerli olmayacak, hiçbir iltimas
söz konusu olmayacaktır.
Ölüm, kabir, kıyamet, yeniden
dirilme, hesap, mahşer, sırat,
cennet ve cehennemle ilgili halk
muhayyilesinde yığınlarca yanlış
bilgi depolanmaktadır. Bu bilgiler mutlak surette Kur’an süzgecinden geçirilmelidir. Bu andığımız ve başka gaybî konularda
Kur’an’ın tasdik etmediği bilgi
bilgi değil, zandır. Hangi kitapta
yazarsa yazsın, Kur’an’da yazmadıkça iman konusu olamaz. Bu
konularda titizlenen Müslümanlara karşı ısrarla ve kör bir inatla
hadisleri öne çıkartan, “ama
her şey Kur’an’da yazmaz ki!”
diyen kimselerin din günündeki
hesabı zor olacağa benzemektedir. Kendini Müslüman olarak
tanımlayan bir insanın İslam’ın
akidesini bu kadar sulandırmaya
hakkı yoktur.
Kıyametle ilgili, mesela onun
zamanına, alametlerine v.b. yoğunlaşan insanlar, aslında belki
farkına varmadan Allah’ın kıyametle ilgili mesajını, Kur’an’ın
vurgusunu örtmektedirler. Çünkü insanların dikkatini kıyamete
yani yeniden dirilişe, hesap
vermeye, cehennem azabına ve
cennet nimetlerini hak etmenin
zorluğuna teksif etmek dururken, tamamen asılsız kabuksal
işlere yöneltmek, din adına bir
zulüm olsa gerektir.
Bu hissiyatla sizleri dergimizle
baş başa bırakıyor, Rabbimizden
ilmimizi artırmasını diliyoruz.
Kişinin anne-babasından, eşinden, kardeşinden ve çocuklarından kaçacağı gün gelmeden
önce salih amellerimizi çoğaltmayı, hesap gününde yüzü ak
olanlardan, amel defterini sağından alan, mesrur bir vaziyette
ehline dönen müminlerden
olmayı umuyoruz.
Bir sonraki sayımızda buluşuncaya kadar selametle kalınız.
İktibas
YIL: 32 SAYI:406ekim 2012
ISSN: 2147-3862
KURUCUSU
Ercümend ÖZKAN
SAHİBİ
Anlam Basın Yayın
San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına
Zafer ÇAM
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Hüseyin BÜLBÜL
İçindekiler
Selam İle .......................................................................................................1
Yorum
Düşünce Kuruluşları ve Manipülasyon ...............................................4
Abdullah
Pamuk
Kavram
Kıyamet ..................................................................................................10
Mehmed
Durmuş
Düşünce
Manipülasyon Nesnesi Haline Getirilen Toplumlarımız ................15
YAYIN KURULU
Mehmed DURMUŞ
Abdullah PAMUK
Yüksel İSMAİLOĞLU
Atasoy
Müftüoğlu
İSTİŞARE KURULU
Şükrü HÜSEYİNOĞLU
Bünyamin ZERAN
Mustafa ATAV
Mustafa BOZACIOĞLU
Kıyamet Alametlerinden Müslamanlık Alametlerine......................20
SANAT-EDEBİYAT
Elif İSMAİLOĞLU
Kur’an’ın Kıyamet İnancı ile Genel Kabul Gören Anlayışta
Kıyamet. .................................................................................................25
Kıyamet: Sorumluluk Bilincini Hatırlatan Gerçek ...........................18
Murat
Kirişci
Mustafa
Dünya Ekininin Harman Yeri Kıyamet .............................................23
Bünyamin
KAPAK – DİZGİ – TASARIM
İktibas
Ahmed
BASKI
Bizim Repro Ltd. Şti.
Büyük San. 1. Cd.
No: 99/2 İskitler/ANKARA
0312 341 10 20
Mehmed
YAYIN TÜRÜ
Yerel Süreli Yayın
YILLIK ABONE
2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar)
Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL.
Yurtdışı: 45 Euro
E-Dergi (PDF): 30 TL.
HAVALE İÇİN
ANLAM Basın Yayın Ltd.
Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi
IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08
TL için
: 0015808 nolu hesap
Euro için : 0041388 nolu hesap
Yurt Dışı : Koksal Akyildiz
Banka Adı : Sparkasse Essen
Konto Nummer: 8157059
BLZ 36050105
IBAN: DE62360501050008157059
POSTA ÇEKİ HESABI
Anlam Basın Yayın Ltd. Şti.
Posta Çeki: 150179
İLETİŞİM
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA
Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61
Dergimizde yayınlanan yazılardan
yazı sahipleri sorumludur.
web: www.iktibasdergisi.com
e-mail: [email protected]
Bozacıoğlu
Zeran
Kalkan
“Sana Saat’ten Soruyorlar” ...................................................................33
Durmuş
Kur’an’a Karşı Bir Postmodern Gürültü: Görecelilik İddiası ...........41
Şükrü
Hüseyinoğlu
Bir Kitap - Bir Alıntı
Kur’an’da Ahiret Âlemi .........................................................................45
Seyyid
Kutub/Kur’an’da Kıyamet Sahneleri
Çeviri
Medeni İnsan ve Vahşi Arasındaki Savaş ..........................................53
Hamid
Dabashi/Çeviren: Abdullah Metin
Sanat – Edebiyat
Sonbahara Serenat ................................................................................57
Mehmet
Mortaş
Sonsuzluğun Çağrısı .............................................................................58
Şehid
Seyyid Kutub/Çeviren: Sümeyye Hamarat
Kalk Hatun Kalk! Sensiz Çayın da Çorbanın da Tadı Olmuyor!....59
Sevcan
Atav
Uçsuz Bucaksız Yalnızlık .....................................................................61
Mehmet
Akif Şahin
Kulluk .....................................................................................................62
Mustafa
Bozacıoğlu
Mektuplara Cevaplar
Oruç Nefse Ceza mıdır?......... ..............................................................63
Hüseyin
Bülbül
Gündem ......................................................................................................71
Çizgibas.......................................................................................................80
Yorum
DÜŞÜNCE
KURULUŞLARI
VE MANİPÜLASYON
ABDULLAH PAMUK
H
untington’ın
“Medeniyetler
Çatışması”,
Fukuyama’nın “Tarihin
Sonu” tezleri, her
ne kadar küresel
sistemdeki değişimi
ve bu değişim ve
dönüşümün kodlarını
batılı bir perspektif
ve kavramlarla sunan
entelektüel çalışmalar
olarak değerlendirilse
de bunlar, aynı
zamanda manipülatif
yönü ağır basan
ideolojik metinlerdir
de.
4
Dünya ve bölgedeki gelişmeleri
yorumlarken, öncelikle, küresel
ve bölgesel güçlerin temel politikalarını, yaşanılan kritik dönemdeki yeni denge arayışlarını
ve pozisyonlarını bilmek; değişiklikleri mutlaka takip etmek
gereği vardır. Bu temel bilgilerin
yanı sıra söz konusu küresel ve
bölgesel güç odaklarının amaçlarına hizmet eden, onların her
türlü çıkarlarını azamileştirmek
adına manipülatif-yönlendirici
haberleri uluslar arası ve ulusal
medya aracılığıyla gündeme
taşıyanların tuzağına düşmemek; bahse konu bilgi kirliliğini
aşabilecek bilince sahip olmak
büyük önem taşır. Bu bağlamda
medyanın yanı sıra düşünce
kuruluşlarının ve manipülatif
operasyonlar yapabilen diğer
unsurların/enstrümanların nitelikleri ve işlevleri konusunda
insanımızın uyarılması, gündeme taşınarak tartışılması ayaklarımızın yere sağlam basabilmesi
için önemlidir…
Huntington’ın “Medeniyetler
Çatışması”, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri, her ne kadar
küresel sistemdeki değişimi
ve bu değişim ve dönüşümün
kodlarını batılı bir perspektif ve
kavramlarla sunan entelektüel
çalışmalar olarak değerlendirilse
de bunlar, aynı zamanda manipülatif yönü ağır basan ideolojik
metinlerdir de. Keza “İslamsız
bir dünya” mümkün olmadığına
göre başta ABD ve kıta Avrupa’sı
olmak üzere Müslümanların
nasıl kontrol edilebileceği, İslam
algısının nasıl bulanıklaştırılacağı, kısaca kendi temel anlayışlarıyla uyumlu hale getirilebileceği, bunu başaramazlarsa
Müslümanları nasıl birbirine
karşı savaştırabileceğinin hesaplarını yapmaktadırlar.
Bu bağlamda yeni din anlayışı
ve bu yönde algı oluşturmaya
çalışan stratejik vizyon sahibi
odaklar açısından, yeni Türkiye,
stratejik bir konuma ve misyona
sahip bir ülkedir. Onlara göre
yeni Türkiye, önce bölgesinde/
Ortadoğu’da, sonra da Asya
içlerinde küresel güçlerle paralel hareket etmelidir; bu bahse
konu güçlerin Müslümanların
yaşadıkları coğrafyadaki hâkimiyetleri ve çıkarları açısından
hayati öneme sahip bir gerekliliktir… Nitekim bu çerçevede
Think-tank’lerin (T.T.) çok sayıda çalışması, ürettikleri teori ve
geleceğe yönelik projeksiyonları
gündeme taşınmıştır. Bununla
da kalınmamış, Türkiye’nin
değişim ve dönüşüm sürecini
destekleyen düşünce ve proje
üreten kuruluşların bir kısmının
projeleri uygulamaya da girmiş
bulunmaktadır. Ve söz konusu
değişim ve dönüşüm sürecine
destek veren yerel unsurlar,
kurumsal kişilikler olduğu gibi
daha çok bu sürece karşı çıkan,
muhalefet eden statükocu unsurlar ve yerel işbirlikçileri de
gündeme gelmiştir.
Bilindiği üzere T.T.’lar; siyasal
karar alıcıların ve yönetim kademesindeki üst düzey bürokratların en temel problemlerinden
biri olan uzman görüşlerini
sağlarlar. Siyasal karar alıcılar,
yönettikleri toplumları, ilişki
içinde oldukları devletleri, ortaya koydukları politikalar ve
stratejileri, rekabet ettikleri ve/
veya hedeflerindeki ülkeleri,
sosyolojik ve ideolojik unsurları/
yapıları ciddi olarak tahlile ihtiyaç duyarlar; aynı zamanda uyguladıkları politikaların uygun
olup olmadığını, daha geçerli,
alternatif politika ve stratejilerin
neler olduğunu bilmek isterler.
Bu ihtiyaç, özellikle belirli bir
organizasyon düzeyini yakalamış güçlü devletler ve büyük yapılarda daha yoğun hissedilir…
Yorum
Diğer araştırma kuruluşlarıyla
benzerlikleri olsa da T.T.’lar,
üniversitelerdeki benzer merkezlerden, devlet ajanslarından,
danışmanlık şirketlerinden,
farklı özelliklere sahiptirler. Diana Stone’a göre bu farklılıklar
araştırma gündemini bağımsızca
belirleme; politik odaklı olma;
kamu yararı gözetme; uzmanlık
ve profesyonellik; ortaya konulan çıktılar şeklinde özetlenebilir. Her ne kadar, teoride T.T.’lar
böyle lanse edilseler de daha yakından bakıldığında ve zamanla
ortaya çıkan gerçeklikler farklı
bir durumun olduğunu ortaya
koymaktadır. Zaten ABD’nin de
üçüncü nesil T.T.’lar, taraflı düşünce kuruluşları olarak nitelendirilmektedirler. Medya ilgisine
de sahip olan bu kuruluşların
politik analizlerini agresif pazarlama teknikleriyle birleştirerek
çıkar gruplarıyla daha benzer
özellikler göstermeye başladıkları da söylenebilir. T.T.’lar bir
şekilde, özel şirketler gibi ürünlerini pazarlamak durumundalar. Bu çerçevede T.T.’lar düşünce
üreten ve geliştiren ticari kurumlardır; lakin bunların ticari
kuruluşlardan temel farkı, başarı
kriterleridir: T.T.’ların başarı
kriteri kar olmayıp siyasal karar
alıcıları ve hedef kitleyi etkileme
düzeyleridir.
ABD’nde üç binden fazla, Avrupa’da ise on bin civarında
düşünce kuruluşu bulunduğu
bilinmektedir. Bu kuruluşlar devletlerin kontrollerinde
faaliyet göstermekte ya da takip edilmekteler. ABD’ndeki
T.T.’ların bazılarının her hangi
bir ideolojiye, dünya görüşüne
angajmanı olmadığı değerlendirilmesi yapılırken, gün geçtikçe
bu kuruluşların, artan oranda,
bir ideolojiye yakınlık duyma ve
ideolojilerin savunuculuğunu
yapma eğilimleri belirginleş-
İktibas
mektedir. Bunu gelişmelerin ve
dünya dengelerinin zorladığı bir
durum olarak okumak mümkündür. Dolayısıyla bazı uzmanlar, Amerika’daki düşünce kuruluşlarının çoğunu kiralık silahlar
olarak ifade etmekteler. İsrail
yanlısı, Çin yanlısı, Arap yanlısı,
Demokrasi yanlısı, vb. T.T.’ların
varlığından söz edilmektedir.
Öğrencisiz üniversite olarak
nitelenen, bilimsel araştırma ve
hizmeti ön plana koyan ve prestijlerinin yüksekliğiyle ayakta
kalan düşünce kuruluşlarını
bile yakından incelediğimizde
karşımıza çıkan manzara tahmin
edilebilmekte. İdeolojik yönelimleri açıkça ortada olmalarına
rağmen yine de kendilerini bağımsız organizasyonlar olarak
niteleyen ve ortak çıkarları ön
plana çıkaran T.T’lar ayrı bir kategoride değerlendirme zorunluluğu ortaya çıkmakta. Zira çıkar
amaçlı düşünce kuruluşlarına
benzeyen siyasi partiler ve çeşitli
nitelikteki sendikalarla organik
bağı bulunan organizasyonlar da
söz konusudur. Ve bunlar bağlı
bulundukları yapıların politik
hedeflerine uygun yöntem ve
söylemi üretirler; halkla ilişkiler uzmanları ve lobiler de aynı
kategoride değerlendirilmektedirler.
Türkiye’de ise düşünce kuruluşları dışarıyı taklitle başlamış
ve öncelikle klasik anlamıyla
düşünce kuruluşlarından çok
üniversite içinde araştırma merkezleri şeklinde ortaya çıkmıştır.
Ancak, özellikle 2000’li yıllardan
itibaren varlıklarını hissettirmeye başlayan T.T.’lar, değişen
dünya ve bölge dengelerine
uyum süreci bağlamında Militarist Cumhuriyet’ten Demokratik
Cumhuriyet’e doğru evrilen sistemde, sol ve sağ kavramlarının
giderek anlamlarını yitirmesiyle
belirginleşmeye başlayan de-
ğişimci-statükocu eksenindeki
sistemiçi mücadele sürecinde
bulundukları pozisyonlarına paralel olarak konumlanmışlardır.
Siyaseti etkileme bağlamında
ABD’ndeki demokratlar ve muhafazakârlara (Neo-Con) yakın
duruşlarıyla daha çok gündeme
gelen bu kuruluşlar değişim
sürecine olumlu katkıları veya
muhalefetleriyle işler görmüşler;
uluslar arası güç odaklarının
etkisine duyarlı medya kanalıyla
da bunu topluma yansıtabilmişlerdir…
Bilgi Kirliliği-Yönlendirici
Operasyonlar ve Hatalı Algılar
Değişen dünya ve bölge şartlarına paralel olarak Türkiye’de
yaşanan değişim ve dönüşüm
sürecinden uluslar arası çapta
fonksiyon icra edenler ve bunlarla bağlantılı yerel düşünce
kuruluşları; arka planlarındaki
güç odaklarının gelecekle ilgili
vizyonları ve beklentilerine göre
bir duruş sergilemişlerdir. Dolayısıyla ideolojik bakış açılarına
göre manipülatif-yönlendirici
olumlu ya da olumsuz (muhalif)
doğrultuda her türlü çalışmayı
ortaya koymuşlardır…
Hatırlatmaya çalışalım, söz konusu odakların, Türkiye’deki değişim süreci lehine veya aleyhine
yayınlarıyla bu süreçte giderek
sertleşen değişimci-statükocu
mücadelesindeki pozisyonlarını… ABD ve Avrupa’daki değişik
pozisyona sahip düşünce kuruluşları, sosyal ve ekonomik vakıflar, istihbarat örgütleri ve sivil
toplum kuruluşlarının (STK)
imza attıkları faaliyetleri…
Aynı zamanda 11 Eylül saldırılarının arka planının tartışıldığı
bu vasatta, değişen dünya ve
bölge dengeleri gereği “düşman konsepti” değişikliği de
iyice belirginleşti. “Komünizm”
5
İktibas
S
özünü ettiğimiz
küresel koalisyona
göre, bölgemizde
barışı tehdit eden
yegâne devlet İran’dır.
İran aynı zamanda
sözde evrensel
değerlerin sahibi batı
medeniyetini de tehdit
eden yegâne güçtür…
Yorum
yerine “İslam” küresel güçler
tarafından düşman ilan edildi.
Söz konusu küresel odaklar kısa
bir süre sonra akıl hocalarının
tavsiyelerine uyarak bu hatalı
değerlendirmeyi revize etme
gereği duydular. Sözde evrensel
kavramlarla/Batılı değerlerle uzlaşmayı, paralel hareket etmeyi
gelecek beklentileriyle uyumlulaştıran anlayışla, Kur’an merkezli/bütüncül İslam anlayışını
birbirinden özellikle ayırmaya
dikkat ederek ve kendi gelecekleri için yegâne tehdit olarak
gördükleri bütüncül İslam anlayışını da terörle birlikte algılanmasına özen göstererek düşman
konseptini netleştirdiler. Bilerek
veya bilmeyerek küresel küfrün
kurguladığı bu uluslar arası oyuna hareket zemini hazırlayan ve
Kur’an’ın kesinlikle reddettiği
“ilkesiz şiddeti”, reaksiyoner ve
duygusal yaklaşımlarla her fırsatta gündeme taşıyanlar, maalesef küresel küfrün istediği vasatı
oluşturdular. Ve küresel güçlerin
tanımladıkları “küresel terör”
ile de uluslar arası unsurların
büyük bir kısmını etkileyen bir
trendden çok bahse konu güç
odaklarının bakış açısıyla içi
doldurulmaya çalışılan ve yönlendirici araçlarla dünya kamuoyuna kabul ettirilmesi yolunda
her türlü gayretin gösterildiği
ideolojik bir savaş aracı olarak
terör ile Müslümanların yan
yana anılmasını sağladılar.
Buna karşın küresel emperyalizm ve/veya küresel küfür ile
çeşitli mülahazalarla paralel
hareket eden malum unsurlara rağmen bu fasit döngünün
mutlaka kırılması gerektiği çok
açıktır. Bunun için Müslümanların organize bir şekilde terörün
tanımını, küresel terörden ne
anlaşılması gerektiğini ve teröre
ilkeli bir karşı duruş hususunda
bir inisiyatif ortaya koymaları
6
kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Aynı zamanda, hiçbir terör örgütünün kendi başına ayakta
kalamayacağı, bu yapıların arkasında mutlaka destekçilerinin/
önünü açıcılarının bulunduğunu önce insanımızın, sonra da
dünya kamuoyundaki vicdan
sahiplerinin önüne getirmemiz
bir görevdir.
Bölgemizde barışı tehdit eden
ve terörü bir yöntem olarak
benimseyen ülkelerin başında
hiç şüphesiz İsrail gelmektedir.
Tabi ki kendi küresel ve bölgesel
çıkarları için İsrail’i koruyan,
cesaretlendiren bunların da ötesinde küresel terörün kaynağı
olarak bu kavramı istismar edip
Müslümanlar ve parça parça
olmuş diğer toplulukları, terör
silahını çift taraflı kullanarak
vuran ABD ve benzerlerini de
unutmamak gerekir. Gerçek,
gören gözler için, vicdanını ve
insanlığını unutmayanlar için
bu kadar net olmasına rağmen
uluslar arası güç odakları ve
bunların yerli uzantıları adına
çalışmalar yapan T.T’ların ürettikleri fikirler, raporlar, yayınlar
ve koordineli çalıştıkları “medya” ile dünya kamuoyunda tam
tersine bir algı oluşturabilmekteler.
Sözünü ettiğimiz küresel koalisyona göre, bölgemizde barışı tehdit eden yegâne devlet
İran’dır. İran aynı zamanda
sözde evrensel değerlerin sahibi
batı medeniyetini de tehdit eden
yegâne güçtür… İran devriminden önce sanki bölgemizde
huzur ve güven varmış gibi bir
algı oluşturan küresel küfür,
aslında ne için İran’ı tehdit
olarak değerlendirmektedirler,
kısaca değerlendirelim. Bir kere
öncelikle İran, küresel sistemin
dışında bir konuma sahiptir.
İkincisi, üzerine ölü toprağı serpilmiş Müslümanların silkini-
Yorum
şinde önemli bir yere sahip olan
Devrim ile “affedilmeyecek”
bir suç işlemiştir(?!). Üçüncüsü
Müslümanların siyasi bilinçlenmesindeki katkısının yanı sıra,
(son dönemlerde kendisinden
beklenen basiretli politikalar
koyamasa, Müslümanları hayal
kırıklığına uğratsa da) bölgemizde ABD ve İsrail’in hedeflerinin önündeki en büyük engel
olarak görülmektedir. Dördüncüsü ise İran’ın çevreleme ve
sisteme dahil etme stratejisinin
meşrulaştırıcı gerekçesi olarak
kullanılan nükleer enerji programı… ABD öncülüğünde kıta
Avrupa’sı ve İsrail, koro halinde
İran’ın nükleer bomba yapmaya
çalıştığını iddia etmekteler. Oysa
bu koronun küçük, ama sesi
çok çıkan ve küresel sistemin
ayrıcalıklı ülkesi İsrail nükleer
silaha sahip bulunmaktadır. Ve
bu konuda herhangi bir uluslar
arası denetimi reddetmektedir.
ABD ve diğerleri nükleer silahlarla dünyayı, insanlığı tehdit
etmektedirler… Üstüne üstlük
İran’ nükleer programı, Şah
döneminde, bugün aksi yönde
propaganda ve yönlendirmeyle
ortalığı birbirine katan Washington ve yandaşlarının güçlü
desteğiyle başladığı da unutulmamalıdır…
Yani küresel güçler, kendileri ve
kendilerinin “olur” verdikleri
için meşru gördükleri bir çalışmayı, programı bir başkası için
gayrı meşru, insanlık için tehdit
olarak sunmakta ve bu yalanı,
ikiyüzlülüğü, çifte standardı ile
dünyaya vaziyet etmeye devam
etmektedir. Bununla da kalmamakta, amaçlarına hizmet eden
düşünce kuruluşlarının ürettikleri fikirler, projeler, politika
ve stratejilerle; medyanın manipülatif gücünü kullanarak bir
taraftan hedef saptırırlarken, öte
taraftan da kendileri için “ikti-
İktibas
dar ısmarlamak”tan hiç vazgeçmemekteler…
s
Keza son yıllarda, Türkiye’de
dış kaynaklı fonlar kullanılarak
siyasi, sosyal ve kültürel projeler
üretmek ve uygulamak yaygınlaştı. Sivil Toplum Kuruluşları
(STK) ya da gönüllü kuruluşlar,
uluslar arası tanımıyla Non Govermental Organisations (NGO)
- Hükümet Dışı Örgütler etkin
olmaya başladı. Bu yeni sektörün belirgin özelliği, STK adı
altında uluslar arası bazı kurum
ve kuruluşların, şirketlerin; devletlerin, hatta daha geniş çaplı
kuruluşların ödenek, fon destekleriyle gerek içeride ve gerekse
de dışarıda bazı projeler yürütmeleridir. Bunların arkasında,
çoğu zaman bir kitle söz konusu
olmadığı gibi, iddiaların aksine
“Gönüllü Kuruluşlar” da değillerdir; çoğu zaman profesyonel
elemanlar ve yöneticiler tarafından idare edilmektedirler. Türkiye’de bir süre önce dış kaynaklı
fonlara, fikirlere-ideallere ve
projelere hizmet etmek ajanlıkcasusluk olarak nitelendirilirdi.
Artık günümüzde bunlar saygın
bir pozisyonda bulunmaktalar.
Gizli-açık operasyonlar yürütüyorlar; uzmanlarla raporlar hazırlıyorlar, yayınlar yapıyorlar ve
medya ile içli dışlı oluyorlar.
tezinin savunulduğu “Günümüz
Türkiyesi’nde İslam” adlı bir
konferans düzenlemişti. Bu konferansın sponsorları, Columbia
Üni.-Ortadoğu Enstitüsü, Georgetown Üni. bünyesindeki
“Türk Çalışmaları Enstitüsü” ve
ismini 2008 yılı Ramazan ayında
Başbakan Erdoğan’ın katıldığı
1000 kişilik iftar davetiyle duyuran (“Gülen yüzlü”) New York
Türk Kültür Merkezi. Benzer
başka bir etkinlik, “Brooking
Enstitü”de bir panel. Konu:
AKP’nin kapatılması. Panelistler; Mümtaz Soysal, Levent Köker ve Mustafa Akyol…
Şurası çok açıktır ki “Fon” veren
gündemi belirler; çıkarına hizmet etmeyen söz konusu kuruluşlara para yatırmazlar. Global
güçler, artık hedeflerine yerel ve
bölgesel taşeronlarla girmenin
ideolojik zeminini oluşturmuşlar ve bunu daha kolay ve etkili
bir yol olarak kullanmaktadırlar.
Dolayısıyla dış kaynaklı fonlar
ve projelerin yoğun şekilde görüldüğü ülkelerde köklü sosyal
ve siyasal değişikliklerde belirleyici unsurların fon sağlayan
odaklar olduğu dolaylı ve/veya
dolaysız bir şeklide gözlemlenebilir. Bu konuda dikkate değer
bir örnek olarak Çağdaş Eğitim
Bu çerçevede örneğin Columbia
Üniversitesi bünyesindeki “Ortadoğu Enstitüsü” (1946)’nde
her ay on civarında tartışma
programı düzenlenmekte. Türkiye’den bazı çevreler de bu
kuruluş ile içli-dışlı. Söz konusu
düşünce kuruluşu, “Nurculuk”
hareketi ve “Nakşibendi” geleneği ile birlikte AKP’nin ele
alındığı, İslamiyet’in liberalizm
ve demokrasi ile uyumlu olduğu
öz konusu
düşünce kuruluşu,
“Nurculuk” hareketi ve
“Nakşibendi” geleneği
ile birlikte AKP’nin ele
alındığı, İslamiyet’in
liberalizm ve demokrasi
ile uyumlu olduğu
tezinin savunulduğu
“Günümüz
Türkiyesi’nde İslam”
adlı bir konferans
düzenlemişti.
7
İktibas
B
ölgemizdeki
bu süreç, bir
boyutuyla kralların,
otoriter yönetimlerin
yıkılması, tasfiye
anlamına gelirken;
diğer boyutuyla da
Müslümanlara yönelik
yeni bakış açısını
yansıtan projelerin,
politika ve stratejilerin
uygulamaya
sokulmasıdır;
Müslümanların
yaşadığı coğrafya
üzerindeki yeni
hesaplar, yöntemler,
Müslümanların
zihinlerini hedef alan
“ideolojik savaş”tır…
8
Yorum
Vakfı (ÇEV)’nın faaliyetleri gündeme getirilebilir. Kısaca belirtmek gerekirse ÇEV, Türkiye’deki
değişim ve dönüşüm sürecinde
statükodan yana aktif bir tavır
koyan bir kuruluş. Hatta bu
konudaki militanca faaliyetleri
nedeniyle hukuki takibe de uğramaktadır. ÇEV aynı zamanda
AB üyeliğinin gerekliliğine
inanıyor olduğunu ilan etse de,
son zamanlarda değişimci unsurlara desteği nedeniyle AB’ne
karşı bir duruş sergilemektedir.
Ama ÇEV, söz konusu birliğin
fonlarından/hibelerinden yararlanabilmek için çok sayıda
proje üretmektedir. Ulusalcı
kimliğiyle ön plana çıkan ve
yöneticileri arasında tanınmış
emekli generallerin bulunduğu
ÇEV’in bu görünürdeki çelişkisi
konjonktürel ve stratejiktir. Zira
ÇEV, vb. kuruluşlar yıllardır Batı
ve Batılı değerlerin gönüllü ajanlığını yapmışlardır…
Son tahlilde, dünyada güç dengelerinin değiştiği ve yeni denge
arayışlarının yoğunlaştığı bir
dönemi yaşıyoruz. Dolayısıyla
bölgemizde de derin ve çok
boyutlu yansımaları söz konusu
olan bir değişim ve dönüşüm
süreci; yeni şartlara uyum sancıları yaşanmaktadır. Bu süreç,
bazı küresel odaklar için hayati
öneme sahip bir gelişme iken
bazıları için ise henüz zamanı
gelmemiş veya olmaması gereken bir gelişmedir. En önemlisi
de bölgemizdeki bu süreç, bir
boyutuyla kralların, otoriter yönetimlerin yıkılması, tasfiye anlamına gelirken; diğer boyutuyla
da Müslümanlara yönelik yeni
bakış açısını yansıtan projelerin,
politika ve stratejilerin uygulamaya sokulmasıdır; Müslümanların yaşadığı coğrafya üzerindeki yeni hesaplar, yöntemler,
Müslümanların zihinlerini hedef
alan “ideolojik savaş”tır…
Böyle bir vasatta düşünce kuruluşları olarak bağımsız ve
objektif yapılanmalar şeklinde
sunulan kuruluşların; dolaylı
veya dolaysız belirli odaklara, çıkar guruplarına ve lobilere yakın
faaliyetlerde bulunmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Bunların işbirliği
yaptığı yerel ve bölgesel kuruluşların; raporlar hazırlaması, dergi
ve kitap yayınları yapması; proje
ve çözüm önerileriyle kamuoyunun yönlendirmesinde etkin
roller üstlenen temsilcileriyle sık
sık karşımıza çıkması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, özellikle
ABD’ndeki T.T’lar ve onların
yerel uzantıları üzerinde Yahudi
odakların etkisi zaten bilinmektedir. Bunlar yeni dünya
dengeleri ve bunun bölgeye nasıl
yansıyacağı hususunda farklı
görüşleri nedeniyle bölgenin iki
stratejik ülkesi İran ve Türkiye’ye
bakışlarında, politika ve stratejilerinde zaman zaman ayrı düşmektedirler. Bu farklılıklarıyla
ABD ve dünyada etkili oldukları
diğer ülkelerde çeşitli araçlarla
yönetimleri etkileyebilmekte;
silah ve petrol lobisinin yanı sıra
küresel finans çevreleriyle birlikte hareket edebilmektedirler.
Söz konusu küresel odaklardan
birinin bakış açısını yansıtan ve
ABD’ndeki yönetim üzerinde
dönemsel olarak değişen, ama
ciddi düzeyde söz sahibi kuruluşlardan birinin yöneticisi Michael Ladeen; “Dünyanın kalan
kısmının dalga geçmediğimizi
anlaması için neredeyse her on
yılda bir ABD’nin Allah’ın belası
bir ülkeyi seçip dümdüz etmesi
gerekiyor.” diyerek küstah bir
yaklaşımla “hard power”ın (kaba
güç) etkin bir yol olduğunu
savunmakta… Diğer taraftan
“soft power”ın günümüzde
daha etkili olacağına inanan ve
özellikle bölgemizde “yumuşak
güç”ün öne çıkmasının stratejik
öneme sahip olduğunu savunan
Yorum
ve içimizden “birileri” ile bunu
hayata geçirmek için her yolu
deneyen bir başka anlayış da söz
konusu…
Küfrün bu organize olmuş
yapısına karşın yönetimlerinde kendilerini İslam ile tavsif
edenlerin bulunduğu, ama İslam’ın iktidar olmadığı; toplumu
yönlendirme, çekip-çevirme
adına bazı hassasiyetlerin kullanıla geldiği Müslümanların
yaşadığı coğrafya, 21.yy.’a ciddi
sorunlarla birlikte girmiştir. Hiç
şüphesiz bu sorunların çözümü
konusunda Müslümanlar, kendi
inisiyatifleriyle ve temel kaynağının ışığında çözüm bulmak
durumundayken ciddi kafa karışıklığının tezahürleriyle karşı
karşıyalar. Kendilerini İslam
ile tavsif edenlerin büyük bir
kısmı, temel sorunları bir tarafa
bırakarak meselelerin çözümünde; “hoşgörü” ve “ılımlılığı”
günümüzdeki cari anlamıyla ön
plana çıkararak, modernleşme
sürecinin daha ılımlı yöntemlerle devamı konusunda bir takım
odaklarla mutabakata varmış,
adeta küresel güçlerin temel
politikalarıyla paralel hareket
etmekte beis görmemişlerdir. Bu
çerçevede, son dönemlerde bölgemizde ve Türkiye’de yaşananları yanlış okumakta ve hatalı
bir duruş sergilemektedirler. Bu
değişim ve dönüşüm sürecinde
gerek küresel gerekse de bölgesel
oyuncular ve bunlarla birlikte
hareket edenler “statükocu”“değişimci” düzleminde karşı
karşıya gelmek durumunda
kalmışlardır. Söz konusu cepheleşme kişi ve grupların ideolojilerini/dinlerini bir alt kimlik
olmanın ötesinde bir anlam
ifade etmez hale taşımıştır. Bu
gerçekliği ıskalamanın bazılarını
nerelere sürüklediğini görebilmek de artık zor değildir…
İktibas
Entelektüellerin, aydınların,
kanaat önderlerinin, vd.’nin büyük bir çoğunluğunun olayları
ele alış tarzlarında, analizlerinde
sistem içindeki pozisyonları
gereği bir tavır sergilediğini
görmekteyiz. Çok azının; mantığının, birikiminin, vicdanının
sesini dinlediklerini dehşetle ve
üzüntü ile tespit etmekteyiz.
Üretilmiş Kürt sorununda “yolun sonu” gözükmesine rağmen
PKK’yı tasfiye sürecinin konjonktürel nedenlerle uzaması
dolayısıyla çeşitli çevreler bun-
ü
retilmiş Kürt
sorununda “yolun
sonu” gözükmesine
rağmen PKK’yı tasfiye
sürecinin konjonktürel
nedenlerle uzaması
dolayısıyla çeşitli
çevreler bundan
nemalanmakta ya
da AKP karşıtlığının
bir tezahürü olarak
toplumu yanlış
yönlendirmektedirler.
dan nemalanmakta ya da AKP
karşıtlığının bir tezahürü olarak
toplumu yanlış yönlendirmektedirler. Bu düzlemde PKK’nın
muhtelif isimler altında kurduğu
düşünce kuruluşları, Türkiye’den
entelektüel ve siyasi kişilikleri
Britanya’ya davet ederek lobi
çalışmaları yapmaları ve bu yöndeki faaliyetlerin paralel söylemlerle desteklenmesi manidardır.
Öyle ki söz konusu çevreler,
bölgede ne olup bittiğinin bilincinde olan bazı “Kürtçü”
şahsiyetlerin bile gerisinde kalmaları ve çeşitli mülahazalarla
bölgedeki gelişmeleri kasıtlı bir
yoruma tabi tutmaları gözden
kaçırılmamalıdır.
Son günlerde İslam Peygamberine (s.a.v.) yönelik saldırılar ve
hakaret içerikli film, Müslümanların sinir uçlarına dokunmak
adına yapılan ve profesyonelce
hazırlanmış bir provokasyondur;
aynı zamanda bu, bir taş ile birkaç kuşu vurmayı amaçlayan bir
operasyondur da. Bu saldırıları,
tahrikleri hesaplayan, kurgulayan kuruluşların, zihniyet temsilcilerinin ikiyüzlü savunmaları
da Müslümanlara yönelik saygısızlığı, dikkate almazlığı yansıtan ibretlik bir niteliğe sahiptir.
Öyle ki aynı çevreler ve destek
aldıkları odaklar, siyonizmi eleştiren herhangi bir yayın, yapım
vb. gelişme söz konusu olduğunda bunları anti-semitik olarak
nitelemekte ve cezalandırmaktadırlar. Müslümanlara yönelik
hakaret ve provokatif ürünler
ise “düşünce ve ifade özgürlüğü”
kapsamında değerlendirilerek
çifte standart uygulamaktan
çekinmemektedirler. Bu yaklaşımlarını da kendi mantıkları
içinde gerekçelendirmekten geri
kalmamaktadırlar. Bunlara karşı
verilen haklı tepkilerin yöntemi
ise bir bilinci, organizasyonu
yansıtmamakta; bu saldırıların
mesajının, amacının farkında
olan etkin bir tepki oluşturmamaktadır, maalesef!
Algılar ve gerçekler arasındaki
farkın halk kitleleri tarafından
görülmesini beklemek tabii ki
beyhude. Ancak, içimizden bir
topluluk bu ve benzeri gelişmelerin arka planını görmesi
ve insanımıza doğru hedefler
göstermesi, Müslüman’a yakışan
etkin yöntemler önermesi gerekmez mi?
[email protected]
9
Kavram
KIYAMET
MEHMED DURMUŞ
h
alkın
tasavvurundaki
kıyamet ile Kur’an’ın
‘kıyamet’i birbirinden
biraz farklıdır. Halk
fikriyatında ‘kıyamet’
derken, Kur’an’ın ‘esSaat’ kelimesiyle işaret
ettiği hadiseler zinciri
kastedilmektedir.
Kur’an anlatımında
dünya hayatının son
bulması kabilinden
meydana gelecek
olaylara, yani dünyanın,
hatta kâinatın
bozulup dağılmasına,
meydana gelecek
olağanüstü hadiselere
kıyamet değil, ‘saat’
denmektedir.
10
Kâme-yekûmu fiili ayak üzerinde kalmak, kalkmak, dikilmek,
bir işi icra etmek, devamlı ve
sabit olmak gibi anlamlara sahiptir. ‘Qâme’ fiili, oturmanın
zıddıdır ve kıyamet söz konusu
olunca insanların kabirlerinden
kalkmasını ifade eder. ‘el-Qavmetu’ (kelimenin sonundaki t
harfi) bir tek kerelik kalkmayı
ifade eder. Bu, kıyametin bir
kere vuku bulacağına delalet
eden, Kur’an belağatinin önemli
bir özelliğidir.
Kıyâm, durmak, sabit olmak
demektir. Bir canlı yürür haldeyken durduğunda “qâmeti’d-dâbbe” denir. Belirli bir
otoriteye karşı toplumun karşı
çıkmasına, iktidarı değiştirme
niyetiyle başkaldırmaya ‘kıyam’
denir; günümüzde bu anlamda
‘kalkışma’ kelimesi kullanılmaktadır. Namazı ayakta kılmanın
adı kıyâm’dır.
Halkın tasavvurundaki kıyamet
ile Kur’an’ın ‘kıyamet’i birbirinden biraz farklıdır. Halk fikriyatında ‘kıyamet’ derken, Kur’an’ın
‘es-Saat’ kelimesiyle işaret ettiği
hadiseler zinciri kastedilmektedir. Kur’an anlatımında dünya
hayatının son bulması kabilinden meydana gelecek olaylara,
yani dünyanın, hatta kâinatın
bozulup dağılmasına, meydana
gelecek olağanüstü hadiselere kıyamet değil, ‘saat’ denmektedir.
Saat (es-Sâ’a) ayrı bir yazı konusudur. Burada sadece Kur’an
çerçevesinde ‘kıyamet’ kavramı
ele alınacaktır.
Kur’an’da ‘saat’ ve ‘kıyamet’ mefhumu ayrı ayrı işlenmesine rağmen, bu iki kelimenin bir arada
kullanıldığı da olmuştur. Kehf
suresinde anlatılan bahçe meselinde bahçe sahibi, “Kıyametin
kopacağını da sanmıyorum…”
(ve mâ ezunnu es-sâ’ate qâimetun) (18/Kehf, 36) demektedir.
Lâfzî olarak ayeti, “saatin kaim
olacağını (kopacağını/vuku bulacağını) zannetmiyorum” diye
çevirmek mümkündür. Bu söz
kendisinden sadır olan ‘bahçe
sahibi’, aslında genel manada
‘insan’ı temsil etmektedir. (41/
Fussilet, 50).
İnsan denilen varlık, eşi benzeri
olmayan bir büyük yaratıcının
kendisini hiç yoktan var etmesinden, insanın yaratılışıyla
kabili kıyas olmayan kâinatı
yaratmasından (40/Mü’min, 57)
hiç ibret almaksızın, dar aklına
müracaat ederek, kıyametin
imkânsız olduğu çıkarımında
bulunmuş varmış ve sonuç olarak inkâr etmiştir. ‘İnsan’ adı
altında, “anılmaya değer bir şey”
oluncaya kadar uzunca bir süre
geçmiş olan (76/İnsan, 1); toprak, nutfe, alaka, et parçası (mudğa-cenin), bebeklik (22/Hac, 5)
şeklinde bir yaratılış sürecinden
geçen bu varlık, işaret ettiğimiz
bu yaratılış sürecini unutarak
Peygamber’in şahsında sanki
Allah’a kafa tutarcasına sormaktadır. Eline çürümüş bir kemik
alarak, büyük bir çelişkisini
yakaladığını zannettiği Peygamber’e (sav) gelen ve büyük bir
bilgiçlikle “bu çürümüş kemiği
kim diriltecek?” (36/Yasin, 78)
sorusunu yönelten bir cahiliye
Arabı, bütün inkârcı insan türünü temsil etmektedir.
Mekke halkı, çürüyüp tamamen
paramparça olduktan sonra
insanın yeniden dirileceğini
söyleyen Peygamberin, acaba
yalan yere Allah’a iftira mı atıyor, yoksa kendisinde cinnet hali
mi olduğu hususunda tam bir
kanaate sahip olamamıştı. (34/
Sebe, 7-8). Hayatın bu dünyadan
ibaret olduğunu zannediyorlar,
ahiretin de bir hayat (hem de
geçici olmayan ve daha gerçekçi
bir hayat) olduğunu bir türlü
Kavram
kavrayamıyorlardı. “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır.
Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak
zaman helak eder…” (45/Casiye,
24) görüşüyle ta o günden, maddeci bir felsefeyi din edinmişlerdi. Kıyamet gününü sadece bir
‘zan’ olarak algılıyorlardı. (45/
Casiye, 32). Bu bakış açısına
göre, dünyada bir insan için 70
yıllık bir ömür biçilmişse, bu
70 yıllık zaman tükendiğinde, o
insanın ‘helak olma’ vakti gelmiş
demekti. Ölmek, bu sürenin tükenmesinden başka bir anlama
gelmiyordu.
Oysa ölmenin ahirete doğmak
demek olduğunu cahiliye Arabı
bilmiyordu.
Her şeye rağmen, elindeki kemikle Peygamber’e gelen kişinin
sorusu elbette yerinde ve isabetlidir: “Bu çürümüş kemikleri
kim diriltecek?”
Bu, oldukça basit, yalın ve anlaşılır bir sorudur. Ama cevabı da
en az kendisi kadar basit, yalın
ve anlaşılırdır: “De ki, onları
ilk defa (hiç yoktan) inşa eden
diriltecek. O her türlü yaratmayı iyi bilir.” (36/Yasin, 79).
Gökleri ve dünyayı hiç yoktan
yaratan, onların bir benzerini
daha yaratmaya kâdir olamaz
mı? Elbette kâdirdir. O her şeyi
hakkıyla bilen yaratıcıdır. Üstelik O, bir şeyi yaratmayı dilediği
zaman sadece ‘ol’ der ve o şey
hemen oluverir. (36/Yasin, 8182). İnsan, kemiklerinin tekrar
bir araya toplanmasını imkânsız
zannededursun, Allah onun
parmak uçlarını bile aynen eski
haline getirmeye güç yetirendir.
(75/Kıyame, 3-4).
Kıyamet günü (yevmu’l-qıyâme)
hakkında hiçbir şüphe yoktur.
(lâ raybe fiih). (3/Âl-i İmran, 9,
25; 4/Nisa, 87; 6/En’am, 12; 45/
Casiye, 26). Hiçbir şüphe olma-
İktibas
yan kıyamet, aynı zamanda toplanma günüdür (yevmu’l-cem).
(42/Şura, 7). Allah’ın, üzerine
yemin etmesi (75/Kıyame, 1), kıyametin gerçekliğini göstermesi
bakımından büyük bir olaydır.
Kıyamet günü bir kalkış günüdür. Fakat bu ‘kalkış’ dirilme,
yeniden yaratılma sürecini de
kapsamaktadır. Kur’an dilinde
diriliş o kadar kısa bir süreye
sığdırılır ki, olay, “Nihayet Sûr’a
üfürülür. Bir de bakarsın ki kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.” (36/Yasin, 51)
gibi sözlerle anlatılır. İnsanlar
kabirlerinde canlı olarak bulunuyor değildirler. Kabir demek,
ölü bedenlerin defnedildiği ve
zaman içerisinde çürüyerek
toprağa karıştığı, toprağın bağrı
demektir. Şu halde Sûr’a üflenince mezardan kalkarak Rablerine
koşan insanlar, çürümüş kemikler değil de, yeniden yaratılmış
bedenleri olsa gerektir. Zaten
Kur’an insanın yeniden yaratılışına dikkat çeker. (36/Yasin,
79). Öyleyse, “insanların kabirlerinden kalkarak Rablerine
koşacakları” haberi, muhtemelen Allah’ın kudretinin/gücünün
sonsuzluğunu kavratmak; O’nun
katında biz insanları yeniden
yaratmanın ne kadar kolay ve
(“ol!” deyince olacak kadar)
basit bir iş olduğunu düşündürmek amacına yönelik olmalıdır.
Buna göre, “kabirlerden kalkıp
Allah’a doğru gitmek” ifadesi,
bir yaratılış sürecini kapsıyor
olsa gerektir. Bununla beraber
bu hususlarda nihai ilim ancak
Allah katındadır.
Kabirle ilgili, Kur’an’a dayanarak
söyleyebileceğimiz sözler vardır.
Kabir dünyadan ahirete intikal
etmek için bir ara dönemdir.
Kur’an’da kıyamet hadiseleri,
diriliş, hesap, mizan, cennet ve
cehennem hayatı alabildiğine
uzun ve detaylı şekilde anlatılmış olmasına rağmen, kabir safhasına dair neredeyse hiçbir bilgi
verilmemektedir. “Kabir hayatı”
gibi deyimler Kur’an’da karşılık
bulamazlar. “Kabir hayatı”na
canlılık veren, rivayet kültürüdür. Oysa kabirde herhangi bir
‘hayat’ söz konusu değildir. Kabir demek, ölmüş insanın çürümeye terk edildiği yer demektir.
Dünyadaki hayatla ölümü ve
ölümden hemen sonrasını bağdaştırmamız biraz karmaşık
gelmektedir. Biz insanlar, ölülerimizin kabirde şu kadar zamandan beri yattığı hissine sahibiz.
Bin sene önce ölmüş bir kişinin
bin senedir kabirde bulunduğunu farz ederiz. Oysa ölmüş
bir insan açısından kabirde bin
sene geçirmek gibi bir his söz
konusu değildir. Çünkü insan,
öldüğü günün ertesinde ahirette
diriliş gününde gözlerini açmaktadır. Ölümle yeniden diriliş
arasında bin yıllar değil, saatler
vardır. Bir insan gece yatağında
ne kadar bir süre uyursa, “ölü
kalmak” dönemi de öyledir.
Bunu, ashab-ı kehf kıssasından
ve yüz yıl uyutulup yeniden
diriltilen insan açıkça anlamaktayız. Uzunca bir süre mağarada
uyutulmuş olan genç müminler
yeniden diriltildiklerinde, “ne
kadar kaldınız?” sorusunu, “bir
gün ya da bir günün birazı” diye
cevaplamışlardı. (18/Kehf, 19).
Bir harabe şehre uğrayıp, oranın
yeniden eski haline kavuşmasının imkânsızlığı kanaatine
kıyaslayarak, yeniden dirilmeyi
de böyle imkânsız sanan, bunun
üzerine yüz sene kadar öldürülüp yeniden diriltilen (ve hiç alakasız olarak Üzeyir olduğu ileri
sürülen) kişiyi Allah diriltmiş,
“ne kadar kaldın?” sorusunu
o da, “bir gün ya da bir günün
birazı kadar” diye cevaplamıştı.
(2/Bakara, 259).
11
İktibas
Mağara arkadaşlarının, yeniden
uykularından uyandırıldıktan
sonra, cennete (kabre) dair
herhangi bir şeyi bahis konusu
etmemiş olmaları, kabirde bir
‘hayat’ yaşanmadığının açık kanıtıdır. Hayat, kıyametle birlikte
yeni(den) başlayacaktır.
Ölü için kabir hayatı diye bir
durum söz konusu değilken,
Kur’an akidesinde “kabir azabı”
diye bir azap türü de bulunmamaktadır. Kabir sorgusu,
münker-nekir melekleri, kabir
azabı ancak hadislerde kendine
yer bulmaktadır. Bu hadislerin
Allah Rasulü (sav)’e ait olduğunu kabul etmemiz mümkün
değildir. Bunlar, geleneksel din
anlayışının başka kültürlerden
iktibas ettiği hikâyelerdir. Azap,
mezarda çürüyen kemiklere değil, yeniden diriltilen insana ve
cehennemde yapılacaktır. Azap
yeri cehennemdir.
Kur’an’ın anlatımında kıyamet
(el-kıyâme) “yevmu’l-ba’s”, yani
“diriliş günü” demektir. “Sonra
da şüphesiz sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.”
(Summe innekum yevme’l-qıyâmeti tub’asûn). (23/Mü’minûn,
16). Kıyamet Lisanu’l-Arab’da
şöyle tanımlanmaktadır: “Kıyamet demek yevmul ba’s demektir ki o gün halk (yaratılmışlar)
Hay ve Kayyûm olan Allah’ın
huzurunda kıyama dururlar.
(yequumu).”
Rağıb el-İsfehanî kıyameti, “Allah’ın kelamında anlatıldığı üzere, es-Saat’in kıyamından ibarettir” sözleriyle özetlemekte, başka
açıklama yapmamaktadır.
Kur’an’da konunun bazı anlatımlarına bakılırsa kıyamet, bizzat
dünya düzeninin bozulması
olarak anlatılan dağların parçalanması, yıldızların dökülmesi,
güneşin ışığının söndürülmesi
12
Kavram
ö
lü için kabir hayatı
diye bir durum
söz konusu değilken,
Kur’an akidesinde
“kabir azabı” diye
bir azap türü de
bulunmamaktadır.
Kabir sorgusu, münkernekir melekleri,
kabir azabı ancak
hadislerde kendine
yer bulmaktadır. Bu
hadislerin Allah Rasulü
(sav)’e ait olduğunu
kabul etmemiz
mümkün değildir.
gibi olağanüstü ve büyük olaylara denmemektedir. Bu hadiselere ‘saat’ dendiğine yukarıda
işaret etmiştik. Kıyamet, ‘saat’ten
sonra, yeniden kurulmuş, düzenlenmiş yenidünyada yeni
hayatı kapsamaktadır. es-Saat
denilen dünyanın ve kainatın
düzeni bozulduktan sonra,
yeryüzü başka bir yeryüzüne,
gökler de başka göklere dönüştürülecektir. (14/İbrahim, 48). O
gün bütün yeryüzü Allah’ın kabzasındadır. (39/Yasin, 67). ‘Kıyamet günü’nde insanlar belirli
bir yerde (mahşerde) bir araya
getirilecek, haşr olunacaklardır.
Allah insanları kıyamet günü
bir araya toplayacaktır. (4/Nisa,
87; 10/Yunus, 45). “De ki Allah
sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra
sizi şüphe götürmeyen kıyamet
gününde bir araya toplar. Fakat
insanların çoğu bilmezler.” (45/
Casiye, 26). Bütün insanlar
Allah’ın huzurunda toplanacaklardır. (2/Bakara, 203; 5/Maide,
96). Allah’ın hidayetinden uzak
duran kimseler Allah’tan başka
veliler bulamayacaklar ve o gün
onlar kör, dilsiz ve sağır olarak
yüzükoyun haşredileceklerdir.
(17/İsra, 97). Bilinmelidir ki
kıyamet gününde bütün insanlar
Allah’ın huzuruna tek tek (ferd
olarak) geleceklerdir. (19/Meryem, 95). Yani hesap ferdîdir.
Bu safhada insanların ilahi
adalet önünde yargılanmaları
söz konusudur. O gün adalet
terazileri kurulur ve hiç kimseye zulmedilmez. (21/Enbiya,
47). O gün tartı haktır. (7/A’raf,
8). İnsanlar sorguya çekilirler.
(29/Ankebut, 13). Fakat kıyamet günü amelleri boşa gitmiş
olanlar için Allah herhangi bir
ölçü tutmaz. (18/Kehf, 105).
Yargılamanın bir parçası olarak
insanlara amel defterleri verilir.
(17/İsra, 14; 18/Kehf, 49; 45/
Casiye, 28-29). Kur’an’da ‘kitap’
denmekte, Türkçede ise ‘defter’
olarak ifade edilmektedir. Kitap,
ke-te-be fiilinden türemiş isimdir ve kendisine yazı yazılacak
şey demektir. “Amel defteri”,
insanların günah ve sevaplarının
Allah tarafından bir şekilde kayıt
altına alınması (45/Casiye, 29)
olarak anlaşılmalıdır. Amel defterleri müminlere sağlarından
(17/İsra, 71; 69/Hâkka, 19-20;
84/İnşikak, 7), kafirlere sollarından (69/Hâkka, 25-26) ya da
arka taraflarından (84/İnşikak,
10) verilecektir. O gün kâfirler
rezil-rüsvaydırlar. (16/Nahl, 27).
Mü’minler de böyle bir akıbetten
Allah’a sığınmalıdırlar. (3/Âl-i
İmran, 194). Asıl hüsran, kıyamet günü hem kendilerini, hem
de ailelerini ziyana sokanların
hüsranıdır. (39/Zümer, 15; 42/
Şura, 45). Allah hakkında yalan
uyduranların yüzleri o gün kapkaradır. (39/Zümer, 60).
Ehli Kitabın ve müşriklerin
müzmin ihtilafları, çekişmeleri,
taşkınlıkları hakkında (2/Baka-
Kavram
ra, 113; 4/Nisa, 141; 10/Yunus,
93; 22/Hac, 69; 45/Casiye, 17;
16/Nahl, 92, 124) ve mü’minler,
Yahudiler, Sabiîler, Hristiyanlar,
Mecusiler ve müşrikler arasında
Allah o gün hükmünü verecektir. (22/Hac, 17). Kıyamet günü,
insanların yaptıklarının kendilerine haber verileceği bir gündür.
(58/Mücadele, 7).
Kıyamet gününde, dünya hayatında iken birbirlerini aldatan,
ayartan, günaha sevk eden suç
ortaklarının kendi aralarındaki
hüzünlü çekişmeleri Kur’an tarafından olağanüstü bir belağatle
tasvir edilir. (2/Bakara, 166-167;
14/İbrahim, 21; 16/Nahl, 86; 26/
Şuara, 94-102; 33/Ahzap, 67; 34/
Sebe, 32-33; 39/Zümer, 31; 41/
Fussilet, 29). O gün günahkârlar
birbirlerini suçlamaya başlarlar.
(29/Ankebut, 25).
Emanete hıyanet edenler, kıyamet gününde günahları boyunlarına dolanmış olarak gelirler.
(3/Âl-i İmran, 161). Hıyanet
edenleri o gün Allah’a karşı savunacak hiç kimse bulunamaz.
(4/Nisa, 109). Cimrilerin cimrilikleri de boyunlarına dolanır.
(3/Âl-i İmran, 180). Allah’tan
yüz çevirenler kıyamet gününde
büyük ve kötü bir günah yüklenmiş olurlar. (20/Taha, 100,
101). İnsanların yaptıklarının
karşılığı tastamam verilir. (3/
Âl-i İmran, 185).
Hesabı görülmüş, muhakeme
olmuş insanlardan müminlerin yeri cennet, kâfirlerin yeri
ise cehennemdir. Bu, Allah’ın
vâdidir. Her iki zümre de orada
ebedi kalacaklardır. Cennetle
cehennemin haricinde üçüncü
bir mekân, bir ‘orta yer’ bulunmamaktadır. Bu anlamda “cennete ait olmayan, cehenneme de
ait olmayan, ikisinin ortasında
bir yer” diye tanımlanan a’raf
kelimesi yanlış yorumlanmakta;
İktibas
K
ıyamet günü
‘din günü’dür ve
din gününün yegâne
maliki Allah’tır. O gün
sadece O’nun sözü
geçer. Hiç kimseye
haksızlık yapılmaz,
bilakis Allah’ın lütfu
müminlere ulaşır.
O gün hiç kimseye
haksızlık yapılmayacağı
gibi, kimse kimseye
arka da çıkamaz,
kimse kimseye şefaatçi
olamaz.
günahı ile sevabı birbirine eşit
olan insanların belli bir süreye
kadar bu a’raf bölgesinde kalacakları ileri sürülmektedir.
Bu iddianın Kur’an’î bir delili
yoktur. Kur’an’ın kıyamete dair
anlatımlarında, “arada bekleyen”
kimselerden bahsedilmez. A’raf
kelimesinin tekili olan ‘urf ’ atın
yelesi, horozun ibiği anlamlarına
gelmektedir. Cennetle cehennem ortasında kale burcu gibi
yüksek bir yeri ifade etmektedir.
Onun üzerindeki bazı adamlar
(görevliler), henüz cennete girmemiş ama girmeyi uman müminlere selam vermektedirler.
(7/A’raf, 46).
Kıyamet günü ‘din günü’dür ve
din gününün yegâne maliki Allah’tır. O gün sadece O’nun sözü
geçer. Hiç kimseye haksızlık
yapılmaz, bilakis Allah’ın lütfu
müminlere ulaşır. O gün hiç
kimseye haksızlık yapılmayacağı gibi, kimse kimseye arka da
çıkamaz, kimse kimseye şefaatçi
olamaz. Zaten buna gerek de
kalmaz. Allah’ı bırakıp da başka
şefaatçiler aramak, Allah’ın ada-
letine güvenmemek anlamına
gelir.
Kur’an kıyamet gününü, azabı
kapsayan bir nitelikle zikretmektedir. Kıyamet günü demek,
belirli suçlardan dolayı günahkâr/kâfir insanlara azap edilecek
(2/Bakara, 85), Allah onlarla
konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak, onları tezkiye etmeyecektir. (2/Bakara, 174; 3/Âl-i İmran, 77). Kâfirler yeryüzündeki
her şeyi ve bir o kadarını daha
fidye olarak verseler, kıyametin
azabından kurtulamazlar. (5/
Maide, 36; 39/Zümer, 47). Allah
yolundan saptıranlara kıyamet
gününde yakıcı bir azap vardır.
(22/Hac, 9). Azapları kat kat
artırılır. (25/Furkan, 69). Kıyamet gününde insanın Allah’a
karşı bir mazeret ileri sürmeleri
imkânsızdır. Çünkü Allah her
şeyden önce insanı İslam fıtratı
üzere yaratmış (7/A’raf, 172),
elçilerle de uyarmıştır.
Kıyamet gününde Firavun, kavminin önüne düşerek, onları
ateşe götürecektir. (11/Hud, 98).
Firavun ve adamları bu dünyada
olduğu gibi, kıyamet gününde
de lanetlenmişlerdir. (11/Hud,
99). Onlar hiçbir yardım görmezler. (28/Kasas, 41). Firavun
ve adamlarının bu şeklinde
tasvir edilmesi, her zamanın
firavunlarına ve destekçilerine
büyük bir uyarı sayılmalıdır.
Firavun ve kavmi kıyamet gününde ateşin en yakıcı olanına
sokulacaktır. (40/Mü’min, 46).
Kıyamet gününde kâfirler, kendilerinin ve saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını
yükleneceklerdir. (16/Nahl, 25).
Takva sahibi mü’minler ise kıyamet gününde kâfirlerin fevkindedir. (2/Bakara, 212). Allah’ın
yarattığı zînetler ve temiz rızıklar dünyada müminler içindi,
13
İktibas
kıyamet gününde bilhassa onlara aittir. (7/A’raf, 32). Mü’minler
kıyamet gününde emin bir şekilde gelirler. (41/Fussilet, 40).
Kıyamet gününde, sanki cennetlikleri ve cehennemlikleri
seçip-ayırmaya yarayan bir pist
alanıymış gibi anlatılan bir “sırât
köprüsü” de yoktur. Sırât esasında köprü değil; dümdüz, açıkgeniş (mustaqîm) bir yoldur ve
İslamî yaşam biçimini kinaye
eden bir Kur’an terimidir. (Fatiha suresinde her gün defalarca
okumaktayız). Sırât’ı geçenler bu
dünyada geçerler, düşenler bu
dünyada düşerler. Ahiret sadece
sonuç alma günüdür.
Kıyamet tamamen gaybî bir
konudur ve itikada taalluk eder.
Gaybî konuları Kur’an’ın ölçüleri
dışına çıkarak yorumlamak,
yine Kur’an’ın o eşsiz benzetmesindeki gibi, gaybı taşlamak
olur. Maalesef İslam kültüründe
kıyamet ve ahirete taalluk eden
konulara dair hadsiz hesapsız
rivayetler, yorumlar, şerhler
yapılmış, yapılmaya da devam
etmektedir. Müslüman müelliflerin bu sorumsuz telifatındaki
en büyük mesned, hadis külliyatıdır. Hâlbuki kıyamet/ahiret konularında hadislere belki de hiç
yer verilmemelidir. Çünkü hadis
demek ahad haber demektir ve
ahad haber itikadda delil olmaz.
Kur’an, hadise ihtiyaç duyurmayacak derecede ahiret hayatını
açıklamaktadır. Bir kere daha
yinelemek gerekirse, hadislere
olan itimatsızlık -hâşâ- Peygamber’e (sav) itimatsızlık olarak
anlaşılamaz; bu, kendisinden
sonra onun adına ihdas edilmiş
bir kültüre karşı uyanık olmak
gayretidir. Allah Rasulü’nün,
tebliğ ettiği Kur’an’a aykırı bir
ahiret ihbarında bulunduğu düşünülemez. Kur’an’ın kıyametahirete ilişkin haberlerini bir
14
Kavram
kartopuna benzetirsek, rivayet
kültürü onu kardan adam kadar
büyütmüştür.
Bir örnek vermek gerekirse,
İmam Gazalî’nin İhyau Ulumiddin kitabında kaydettiği İsrafil’in
üfleyeceği Sûr’un bir boynuz
olduğu, onu boru gibi ağzına
aldığı, genişliğinin yer ve gökler kadar olduğu, ilk üfleyişten
sonra kırk yıl bekleneceği gibi
sözlerin hiçbir geçerliliği yoktur.
Bize, Sûr’a üflemenin mahiyetini
Allah’a havale etmekten başka
bir şey terettüp etmez. Sûr’a İsrafil’in üfleyeceği de bize meçhuldür; hatta İsrafil adını Kur’an’da
bulmamaktayız. Dolayısıyla
Allah’ın uyarısını ciddiye almak,
gaybı taşlamaktan kaçınmak ve
kıyamete, ahiret hayatının gerçekleşeceğine, yeniden dirilişe
(bedenen ve ruhen) iman etmek
biz müminlere düşen görevdir.
Bu cümleden olarak, kıyametin
vaktini de bilemeyiz. Allah bunu
bildirmemiş, tamamen gizli tutmuştur. Kıyametin vaktine ilişkin Müslüman müelliflerin görüş belirtmeleri, yine bir Kur’an
terimi ile ifade edecek olursak,
“saçma-sapan sözler”den (şetad)
(72/Cin, 4) başka bir şey değildir. Kıyamet ansızın gelecektir
ve herhangi bir alameti de söz
konusu değildir.
Günümüzde bazı kimseler,
kıyametin kopması ve benzeri
gaybî haberleri bilimsel yöntemlerle açıklama girişimidir.
Bu bir ‘bilimsellik’ hastalığıdır.
Bilimin müşahede alanına dair
tezleri bile kesinlik arzetmezken,
ölüm ve ötesini bilimle açıklamak sadece gülünç değil, aynı
zamanda tehlikelidir de. Allah’ın
gayb haberleri, bilimsel keşiflerle
desteklenmeye muhtaç değildir.
Her ne kadar doğruluğuna güvenebildiğimiz bazı ilmî veriler
belki bazı gaybi konuların zih-
nimizde daha iyi şekillenmesine
bir katkı sağlayabilir; kafamızdaki bazı istifhamların cevabını
bulmamıza yardım edebilirse de,
gaybî haberler bilimsel yöntemlerle açıklanamaz. Kısacası bilim
adına üretilen ciddi verileri
bağnaz bir şekilde reddetmemiz
gerekmemektedir, lakin inanç
konularının bilimden farklılığını
da kabul etmeliyiz.
Kıyamet ve ahiret inancı, Allah’a
imandan sonra belki de Din’in
en önemli inanç alanıdır. Kıyamete iman etmek, iman etmenin
ve İslam olmanın kesin şartıdır.
Yeniden diriliş (ba’s) bedenle
birlikte olacak ve Allah’ın buyurduğu gibi bütün insanlar o
gerçekçi ve daimi hayatı yaşayacaklardır. Ahiret inancı reenkarnasyon gibi modern saçmalıkları da bertaraf eder.
Dünyevileşmenin neredeyse
zirveye ulaştığı günümüzde,
maddenin, Allah korkusundan
yoksun çıkarcılığın, hayvanî
zevklerin kıskacında her geçen gün fıtratından biraz daha
uzaklaşan günümüz toplumları
ancak ahiret inancıyla, kıyamet
bilinciyle, ölümden sonraki
hayat uyarısıyla ancak sağaltılabilir. Yoksa iblisin direktörlüğündeki bu korkunç gidiş, bütün
toplumları ateş çukuruna yuvarlayacaktır.
Son nefesimizi verdiğimiz gün
“bir gün ya da gününü yarısı
kadar” bir süre sonra kıyamete
gözlerimizi açacağımız idrakiyle, Allah’ın bize tanıdığı bu ömür
süremizi en hayırlı bir şekilde
değerlendirmek, aklımızı kullanmamızın gereğidir.
Akıbet mü’minlerindir.
[email protected]
Düşünce
MANİPÜLASYON
NESNESİ HALİNE
GETİRİLEN
TOPLUMLARIMIZ
ATASOY MÜFTÜOĞLU
z
ihinsel kölelik
sürdüğü için, her
şeyi konuşuyoruz;
ancak, en hayati,
vazgeçilemez,
savsaklanamaz
sorunumuzu
konuşmuyoruz. Aziz
İslam’ın, bir din olduğu
kadar devlet/toplum/
ekonomi/siyaset
olarak yapılandırılması
gerektiğini gündeme
getiremiyor,
savunamıyoruz.
Doğu ile Batı, modernite ile
gelenek arasında sıkışıp kalan
İslam Dünyası toplumları/kültürleri, meşruiyet kurmakta zorlanıyor, hangi meşruiyet kaynağına yöneleceğine bir türlü karar
veremiyor. Bu ülkelerin kültürel
ve siyasal kimlikleri, büyük
ölçüde belirsizlik ve kararsızlık
içerisinde bulunuyor. Özellikle Ortadoğu ülkeleri yalnızca
petrol’le ilgili politik ekonomi
yoluyla küresel gündeme dâhil
olabiliyor. Aynı ülkeler petrol ve
İsrail’in güvenliği sebebiyle her
durumda her türlü müdahaleye
açıktır. Ortadoğu, Birinci Dünya
Savaşı sonrası dönemde, jeopolitik bağlamda İngiliz ve Fransız
sömürgeciliğinin keyfi kararları
doğrultusunda yapılandırıldı.
Bölgenin siyasal ve kültürel
gerçeklerine hiçbir şekilde hiç
bir zaman saygı duyulmadı, bu
gerçekler dikkate alınmadı.
Modern zamanlar boyunca İslam toplumları hep dışarıdan
emperyalist güçlerce tanımlandı.
Bugün, bu durum -İran dışındadeğişmiş, değiştirilebilmiş değildir. Sanayi kapitalizmi ve ulusdevletler sistemiyle başlayan
yeni dönemde, Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve jeopolitik
rekabete cevap verme konusunda başarılı olamamıştı. 17’nci
yüzyılda yaşanan bilimsel/teknolojik devrimlere kadar, İslam
medeniyeti insanlık tarihinin en
büyük, en etkili, en ileri medeniyetiydi. Temel İslami ilkelere,
ölçülere, yasalara sadakat yerine
cemaat/tarikat/hizip liderine
sadakat, her duruma sorgulama
yapmaksızın itaat, zihinlerin bir
biçimde baskı altına alınması,
metne bağlılığın yerine cemaat’e,
cemaat liderine/çıkarına bağlılık
vb. gibi nedenlerle, kapitalist ve
sömürgeci yayılma karşısında
bir direniş gerçekleştiremedik.
Hakikatin her hangi bir cemaatin yorumuna indirgenmesi,
herkesin kendi cemaatinin
uygun gördüğü, onayladığı doğrultuda düşünmesi ya da hareket
etmesi, cemaat/hizmet liderinin
bir yorum/kanaat makinesine
dönüşmesi, cemaat liderinin
yalnızca kitlelerin hoşuna gidecek şeyler söyleyerek onları etkilemeye çalışması, aynı zamanda
egemen/emperyal zihniyete de
hizmette kusur etmemesi, İslami
bilincin çok ciddi bir biçimde
sulandırılması, erozyona uğratılması sonucunu doğurmuştur.
Modern-seküler zamanları
zihinsel bir hapishaneye kapanarak-kapatılarak geçirdik.
Düşünce hayatımız prefabrike
düşüncelerle akıntıya kapıldı,
halen sürükleniyor. Zihinsel
kölelik sürdüğü için, her şeyi
konuşuyoruz; ancak, en hayati,
vazgeçilemez, savsaklanamaz
sorunumuzu konuşmuyoruz.
Aziz İslam’ın, bir din olduğu
kadar devlet/toplum/ekonomi/
siyaset olarak yapılandırılması
gerektiğini gündeme getiremiyor, savunamıyoruz. Siyonist,
Evangelist fundamentalizmin
İslam’a yönelik saldırıları hiç
gündeme alınmaz, tartışılmaz ve
takbih edilmezken; İslami aktivizm hep kınama/sorgulama/
aşağılama konusu yapılabiliyor.
Modern-seküler-neoliberal
kültürün/siyasetin/ideolojinin
neden olduğu baskılar/çalkantılar içerisinde bir o yana, bir
bu yana savruluyor, aziz İslam
Ümmeti’nin gönlünü ve bilincini kazanmak yerine; neonurcu
akımın yaptığı gibi emperyalist
dünyanın gönlünü kazanmaya
çalışıyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam’ı kimlik kaynağı
15
İktibas
b
iz Müslümanları,
iki yüz yıldan bu
yana keyfi bir biçimde,
yalnızca emperyalist
çıkarlar adına her gün
kitlesel olarak öldüren,
mülksüzleştiren,
işkencelere tabi
tutan, yoksullaştıran,
sömüren irade
karşısında hep
sessiz kalıyoruz,
emperyalizmin
işbirlikçisi neonurcu
unsurlar bizleri “barış
ve sükunet” içerisinde
bulunmaya davet
edebiliyor.
16
Düşünce
olarak gören Türk toplumu, Batılılaşma-sekülerleşme dönemi
ile birlikte kimliğini İslam’dan
bağımsızlaştırdı. Jön Türkler,
Fransız pozitivizmini örnek aldılar. İttihat ve Terakki hukuk ve
eğitimde laikliği ve liberal anayasayı esas alıyordu. Panslavizm
akımının etkisi altında kalan
Rusya’lı Türkî düşünürler Türkiye’de etnik milliyetçiliğe öncülük
ettiler. Çok kültürlü İslam İmparatorlukları döneminde kimlikler milliyetçiliklere göre değil,
İslam merkezinde gerçekleşiyordu. Türkiye’de latin alfabesinin
kabûlüyle İslam tarih/kültür ve
medeniyetiyle her tür ilişki kesilmiş oldu. Bu dönemde devlet
milliyetçiliği etnik milliyetçilikle
bütünleşmiş oldu. Bu bütünleşme Türklerle birlikte, Türkçe’nin
de çok abartılı/ölçüsüz/temelsiz
yüceltilmesiyle devam etti. Daha
sonra Türkçe, Arapça ve Farsça
etkilerden arındırıldı. Zor kullanılarak gerçekleştirilen etnik
homojenleştirme politikaları,
laikleştirme politikaları Kürtleri
ulusal kimlik arayışına sevk etti.
Her baskının/zorlamanın bir
bedeli olabileceğini hatırlamak
gerekir.
Ulus-devlet zihniyetinin/yaklaşımının yerleşmesi sebebiyle her
ülkeye göre değişen bir İslam
algısı oluşturuldu. İslam’ın evrensel bir kimlik kaynağı olduğu
yolundaki hassasiyetimizi kaybettik. İslam, bütün ulus-devletlerde, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan yardımcı bir araç haline
getirildi.
İmajlar, propaganda, enformasyon gibi kurgularla kuşatılmış
bir zihin dünyasında yaşıyoruz.
Hakikatin ve bilincin şeyleştirildiği bir dünyada, daha çok
manipülatif kişilikler gündemi
işgal ediyor. Varoluşun bütün
boyutlarını kapsayan bir bilince sahip olmadığımız için,
zihinlerimiz kontrol altında
tutulabiliyor. Küresel durumun
bilincinde olmadığımız için,
gerçeklere yabancılaşabiliyoruz.
Maruz bırakıldığımız her algı,
her enformasyon emperyal çıkarlar doğrultusunda önceden
biçimlendiriliyor.
Çok dramatik bir nesneleşme
durumu ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Emperyal algı ve enformasyonun köleleri gibiyiz. Emperyalist
çıkarlara uygun olmayan, bu
çıkarlarla bütünleşmeyen, her
eylem, her yorum, her girişim,
her oluşum, egemen irade/
siyaset/ideoloji tarafından etiketlenerek dışlanıyor. Mahkûm
ediliyor, değersizleştiriliyor, aşağılanıyor. Sistemden bağımsız
düşünce ya da eylem üreten kim
olursa olsun, ya fanatik, ya da
terörist olarak ilan ediliyor. Biz
Müslümanları, iki yüz yıldan bu
yana keyfi bir biçimde, yalnızca
emperyalist çıkarlar adına her
gün kitlesel olarak öldüren,
mülksüzleştiren, işkencelere tabi
tutan, yoksullaştıran, sömüren
irade karşısında hep sessiz kalıyoruz, emperyalizmin işbirlikçisi neonurcu unsurlar bizleri
“barış ve sükunet” içerisinde
bulunmaya davet edebiliyor.
Kendimize ait söyleyecek bir sözümüz olmadığı için, emperyal
akla, sistemin aklına teslim olmuş durumdayız. Her tepkimiz,
her eylemimiz sistemin aklı/
mantığı tarafından barbarca yargılanıyor. Önceden ve dışarıdan
tanımlanan bir çerçeve üzerinde
yazıyor, konuşuyor ve tartışıyoruz. İdeolojik enformasyona,
emperyal algıya maruz kalıyor
olmamız, düşünme iradesine sahip olmamaktan kaynaklanıyor.
Düşünce
Egemen söylem/algı karşısında
bağımsız bir irade oluşturamayan, sorumluluk alamayan bir
zihin düşünce üretemez, eylem
üretemez. Faşist bir modernlik,
faşist bir sekülerlik sebebiyle
egemen düşünce/yorum ve propagandanın yanında saf tutmamalıyız.
Muhalif bir dile, söyleme, tarza, tavra, duruşa sahip değiliz.
Biz Müslümanlara dayatılan
kavram/kurum/algı/söylemleri
içselleştirmiş olmamız kadar
büyük bir felaket düşünülemez.
Tarih, bağımsız düşünme ve eylem iradesi gösterdiğimiz zaman
başlayacak.
Günümüz dünyasında sermaye
ve kültür küresel ölçekte yayılıyor. Toplumlarımızın bugün
karşı karşıya bulundukları değişimin mahiyetini, bu gerçeğin
ışığı altında değerlendirebilmeliyiz. Karşı karşıya bulunduğumuz değişimin toplumlarımızın
özgün değer sistemiyle bir
ilişkisi bulunmadığını anlayabilmeliyiz. Neoliberal hayat tarzı
bireyleri olduğu kadar toplumları da dönüştürüyor. Toplumsal
ilişkiler piyasaya göre belirleniyor. Günümüzde siyaset yalnızca
çıkarların yönetilmesinden ibaret bir uğraş halini almıştır.
Hepimiz şeyler dünyasında yaşıyoruz.
Aklımız, fikrimiz, düşüncemiz
anlamdan yoksunlaşıyor bir araç
haline dönüşüyor. Bütün anlamların yerine verimlilik geçiyor.
Toplumlarımız bugün, ne yazık
ki; açıkça manipülasyon nesnesi
haline getirilmiştir. Kitlelerin
duygu ve düşünceleri kitle iletişim araçları tarafından dayatılmaktadır. Hangi konuda ve
İktibas
nasıl düşüneceğimiz önceden
belirlenebilmektedir. Düşünce
adamlarımız, kültür adamlarımız entelektüel kendiliğindenliğe sahip değildir. Kültür adamlarımızın edebiyat’la, edebiyat
adamlarımızın kültürel derinlikle bir ilişkileri kalmamıştır. Kimi
arkadaşlarımız, Allah (c.c.) ile
özel ilişki kurdukları, bu ilişki
sebebiyle herkesin ulaşamayacağı bilgilere sahip olduklarına
inanılan kutsallaştırılmış/efsanevileştirilmiş kimi meczupların
peşinde sürükleniyor, hiç bir
biçimde düşünme/sorgulama
ihtiyacı duymuyor. Taklit etme,
boyun eğme, edilgenlik daha
çok kronik bağımlılıkla ilgili
bir durumun adıdır. İnsan, üreterek, sorumluluk alarak, bir
irade oluşturarak özgür olur.
Neoliberal kültürde olduğu gibi,
içgüdülerin başıboş bırakılması
özgürlük değildir. Dayatılan
her çerçeveyi kabul eden, nesne
statüsünü aşma yeteneğine sahip
olmayanlar popüler ilgiler ve
beklentiler içerisine girerler.
Kendi bağımlılıklarına kapananlar için var olana uyum sağlamaktan başka çare yoktur. Hiç
bir şeyi dönüştürme yeteneğinecesaretine sahip olmayanlar, her
tür statükoyla uyum içerisinde
bulunmayı seçerler.
Bugün, Müslümanlara hitap
eden düşünce dünyası, edebiyat
ve kültür dünyası eksiksiz bir
konformizmi yansıtıyor. Devrimciliklerimiz sözde kalmış
devrimciliklerdir. Basmakalıplaştırılmış, birörnekleştirilmiş
insanların, cemaatlerin özgürlüklerinden söz edemeyiz. Bu
çevreler propaganda ve enformasyonun kurbanlarıdırlar.
Dışarıdan, tahakküm üreten
emperyal dil/politike aracılığıyla, içeriden, duygusal cemaat/
hizmet dili aracılığıyla manipülasyon nesnesi haline getirilen
toplumlarımız bugün, kendi
sorunlarını, kendileri çözümleyemiyor. Ortadoğu’da, Arap-İslam ülkelerinin dünya siyasetinde ortak bir siyasal duruşa sahip
olamamaları hazin bir gerçektir.
Aynı şekilde bu ülkeler İsrail
karşısında da ortak bir tavır
belirleyemiyor. SanRemo (1920)
konferansında gerçekleştirilen
emperyalist paylaşımdan bu
güne bölgede hiç bir şey değişmedi. Koşullar bugün daha ağır
ve daha tahammül edilemez bir
noktaya gelmiştir. Her emperyalist müdahale, Ortadoğu’yu
müdahale öncesinden çok daha
kötü bir noktaya getirmiştir. Bu
defa, Suriye küresel güç mücadelesinin, küresel jeopolitiğin
kurbanı olarak seçilmiştir. Suriye’nin iç savaş yoluyla çöküşü
sağlanmıştır. Hiç bir ülke için iç
savaştan çok daha korkunç bir
sınav yoktur. Suriye ile ilgili olarak Amerika şimdi de, “arkadan
liderlik stratejisi”ni uyguluyor.
Suriye’de yapmak istediklerini
müttefiklerine yaptırıyor.
Her durumda hepimizin eleştirel bir bilince ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
Küresel olgular, düşünsel dünyaları, hareketleri birbirine
yaklaştırıyor. Kuşatıcı bir bilgi
birikimine sahip olmadığımız
takdirde bu yakınlaşmalardan
olumsuz yönde etkilenebiliriz.
Tevhidi dilin/söylemin/bilincin
sulandırılmaması, erozyona
uğramaması için Kur’anı Kerim
ve Sünnet’i Resulullah dışında
otorite kaynaklarına da eleştirel
olarak yaklaşabilmeliyiz.
17
İktibas
KIYAMET:
SORUMLULUK
BİLİNCİNİ
HATIRLATAN
GERÇEK
MURAT KİRİŞCİ
K
ıyamet bilgisi
şekil çizmek
değil bir bilinç ve
yaşam alanı oluşturma
imkânı olduğundan
zamanının sadece
yaratıcı tarafından
bilinmesi insanlarda
dinamik bir hal ortaya
çıkarır. Bu sebeple
zaman ve mekânın
sahibi, muazzam
bir düzen içerisinde
yarattığı hayatı, insanın
bilemeyeceği bir
vakitte sonlandıracak
ve ahiret yurduna
dönüş gerçekleşmiş
olacaktır.
18
Düşünce
Kıyamet, kâinattaki hayatın
amacına ve bu amacın insanın iç
dünyasına kattığı dinamikle hayat bulan özgün ve varoluş bilgisine hak ettiği anlam ve değeri
veren zengin içerikli bir kavramdır. Kur’an’da çeşitli yerlerde
geçen kıyamet, insana mahiyet
bildirmekten ziyade sorumluluk
kazandırma, varoluşun anlamını
belirtme, bilginin sahibini tanıtma ve başlangıç ve son arasında
hayatın ne ile doldurulacağını
ifade etmesi amacıyla hitaba
konu olmuştur.
Modern dönem insana varlığı ve
hakikati yok saydırmaya, hafife
almaya ve unutturmaya çalışmıştır. Günümüz dünyasının
düşüncesi ise varlık ve hakikatin
anlamsızlığına hükmederek
tamamen ortadan kaldırılmaya
uğraşmış, unutmayı bile unutturmaya çalışmıştır. Deneye
konu edilmediği için kıyamet,
diriliş, ahiret gibi kavramları
anlamsız ve saçma gören mantıkçı pozitivizmden olması ya da
olmaması önemli görülmeyen
ve zamanı gelmedikçe düşünülmeyen nihilist bir düzleme
geçilmiş, bu postmodern vasatta
doğrulanabilirlik ve anlamlılık
kavramlarına itiraz edilse de hayatın anlamı ve amacına yönelik
sorumluluklara herhangi bir
atıf yapılmamış, bu eylemsizlik
ifade eden hayatın içinde kavramlar şeylerden herhangi birisi
haline getirilmeye çalışılmıştır.
Öncesizlik ve sonrasızlık fikri
üzerinden sadece yaşanan anı
gerçek kabul eden bu merkezsiz
düşünce tarzıyla köklere, geleneğe olduğu gibi gelecek ufku
olan kıyamet algısına da itiraz
edilmiş ve yaratıcıya açılan bu
savaşla insan varlığına ihanet
edilmiştir. Bu vesileyle insanın
kendinden, sorumluluklarından, kulluğundan kaçması, bunları umursamadan anı yaşaması
salık verilmiş; ölümü, kıyameti
ve ahreti insanın hayatına sokmayarak huzur ve mutluluğa
ulaşılacağı öngörülmüştür. Yaratıcıya kul olarak asil bir hayat
yaşamak yerine insanın arzu,
istek ve tutkularına kul olarak
sefil ve bayağı bir hayat yaşanması istenmiştir.
Yeniden dirileceği, toplanıp hesaba çekileceği fikrine o kadar
uzaklaşmıştır ki insan, hayatı
sadece yaşadığı andan ibaret
saymış, varlığı sadece madde
ile irtibatlandırmış, kendisini
ruhsuz makinelerden ibaret
görerek sığ, seviyesiz, iç dünyayı
fakirleştiren haz ve hıza kapılıp
savrulmuştur. Ölüm hayatın son
noktası ise o saat gelene kadar
dünya zevklerine alabildiğince
dalmayı hedef haline getiren
insan, yeniden dirilmeyi, hesap
vermeyi ve ceza ya da mükâfat
kazanmayı konu bile edilmesini
abes kabul etmiştir. Böylelikle
insan, kendi imkân ve zaaflarını
tanımak yerine umursamamayı,
var olmanın sorumluluğunu
anlamak yerine yok saymayı,
haddini bilmek yerine gereksiz
bir özgüven ile küstah bir yaşantıyı seçerek benliklere köleliği
hayatının merkezi yapmıştır.
Günümüzde, kıyamet fikrinin
ortadan kalktığı, hesap gününün
hayal olarak algılandığı postmodern bir zamanda geçmiş
ve gelecek duygusu iptal edilmekte, her durum genişletilmiş
bir zaman algısı içinde yaşanan
ân’a hapsedilmekte, her şey
mubah görülmekte, değerler
değersizleştirilmekte, anlamlar
anlamsızlaştırılmakta, zihinler
boşaltılarak hafızalar yok edil-
Düşünce
mekte, insan iradesi ayartılarak
asîleştirilmekte, hayat sanallaştırılarak zaman ve mekândan bağımsızlaştırılmaktadır. Tüm bu
zamansızlık, mekânsızlık ve yok
edişin amacı insanı ahiret yurdundan, hesap verme fikrinden
uzaklaştırmak, vicdansızlaşma,
duyarsızlaşma niteliksizleşme,
yüzeyselleşme ile tanrısı insan
olan dünyayı cennete çevirmenin ve ölümsüzlüğü bulmanın
yollarını aramaktır.
Kıyamet insanın ilim, irfan ve
hikmet sürecini düzenler ve zamanın ve mekânın kirlerinden
arınabileceği bir düşünsel düzen
oluşturur. Düşünsel arınma beraberinde insanın ruhi ve ameli
hallerine de perspektif kazandırır, hayatın doğru kodlanmasını
sağlar, yok olmasını engeller.
Kıyamet bilgisi, böylece insanın
kendine ait zihin haritasını geliştirmesini sağlar ve bu haritaya
uygun olarak hayat içerisinde
oluşturması gereken değerlere
kılavuzluk eder. Hesap verme
bilinci, başkalarının sırtından
geçinen, sahte ve ödünç hayatların insanı olmak yerine ontolojik ve epistemolojik anlamda
hayatın her noktasında var olan,
belirleyen, hayata dair esaslı
sözü olan, sağlam karakterli,
ahlaklı bir insan olmayı öğretir.
Kıyamet bilgisi ve düşüncesi,
barbarlaşan dünyanın ürpertici,
tedirgin edici, düşünceleri abluka altına alıcı, körleştirici ve
köleleştirici açmazlarına karşı
hakikati, yaratıcıyla olan ilişkiyi
gözler önüne serer; tüketmeye
mahkûm edilmiş, zihinleri tutulmuş ve tıkanmış yığınların
arasından ayrılarak, üreten,
sorgulayan, kimlikli, kişilikli bir
oluşu var eder.
İktibas
Hayatı yok etmeye çalışan, insanı yaratıcı dışında her çeşit kulluğa iten, varlık amacının dışına
çıkan her tür abartılı yaşam
biçimlerini önemseyen dünyevi sunumların tümünde insan
ile yaratıcı arasında ontolojik
kopuş kaçınılmaz bir sonuçtur.
Kıyamet ise, insanın hakikati
yitirme, zamanı ve mekânı kaybetme, hayata karşı körleşme ve
sağırlaşma cahilliklerine karşı
dikkat çekici bir unsur niteliğindedir. Yani, vahyin epistemolojisine sahip, varlığı kati, hayatı
yüzeysel değil özüyle algılatan
ve doğrudan yaratıcıyla irtibatlandıran çok katmanlı bir hatırlatıcıdır.
Yeniden dirilme ve hesap verme,
din gününün sahibi ile buluşma,
ceza ya da mükâfatla karşılaşma
düşüncesini hayatından çıkartan
insan köksüz ve mesnetsiz bir
hayatı talep eder, kendi başına
kalıp tefekkür edebilecek alanlardan kendini yalıtır, yaşantısını bu gerçeklerden kaçacak ve
unutacak şekilde biçimlendirmeye çalışır. Kıyamet ise mesnetsiz, dayanaksız, ayaklarını
sağlam basabileceği noktadan
yoksun, kaygan zeminlerde yürüyen, ürettiği sahte tanrılara
inanan, düşünme yetilerini yok
etmeye çalışan insana hayatı
anlama, hayata tutunma, geleceğe umutla bakma, insan olma,
kendi olma, kendini hatırlatma,
yaratıcıya yönelme imkânı tanır.
Kıyamet bilgisi şekil çizmek
değil bir bilinç ve yaşam alanı
oluşturma imkânı olduğundan
zamanının sadece yaratıcı tarafından bilinmesi insanlarda
dinamik bir hal ortaya çıkarır.
Bu sebeple zaman ve mekânın
sahibi, muazzam bir düzen içerisinde yarattığı hayatı, insanın
bilemeyeceği bir vakitte sonlandıracak ve ahiret yurduna dönüş
gerçekleşmiş olacaktır. Kıyametin insana hatırlattığı sorumluluk bilincinin kaybolmaması,
rehavete kapılıp umursamazlığa
düşülmemesi, yapılacak işlerin
göz ardı edilmemesi için bu
vaktin ne zaman geleceği bildirilmemiştir. Dünyanın bir imtihan vesilesi olması kıyametin
zamanıyla ilgili bilgiye de cevap
niteliğindedir.
Kötülüğü, bayağılığı, yozluğu,
hırsı, heva ve hevesi, hazzı, hızı,
parayı, kariyeri, gösterişi, kalleşliği hayat budur diye sunan
büyücülere karşı Hakk ile yüzleşebilmenin kes/k/in yoludur
kıyamet; hayat ile ölümün bağlantısı, hakikate erişmenin ilk
adımı, yaratıcıyla buluşma yolculuğunun başlangıcıdır, yani
yeniden doğuşudur insanın.
Bu hayat içerisinde dirilmeyen,
algılarını, duyularını, düşünme
ve hayat biçimlerini diriltmeyen, körleşmiş, sağırlaşmış,
duyarsızlaşmış bir çağda benliğinin ağlarından ve bağlarından
kurtularak hesap gününe hazırlanmayan, varlığa ve varlığın
sebebine meydan okuyan, hayatı
tahrif eden insanın kıyamet
günü rahat ve huzurlu şekilde
dirilebilmesi mümkün olmayacaktır. O halde bu derinlikli
yolculuğun temellerinin atılması
gereken dünya da kıyamet saatinde çıkılacak yolculuğa hazırlanmanın, o günün paniğinden,
korkusundan, şaşkınlığından
kurtulmanın yegâne yolu hayatın, kıyametin, varlığın ve bilginin kısacası her şeyin sahibinin
isteklerinin yerine getirilmesidir.
[email protected]
19
İktibas
KIYAMET
ALAMETLERİNDEN
MÜSLÜMANLIK
ALAMETLERİNE
MUSTAFA BOZACIOĞLU
b
u iş kıyamet
alametlerinin
dökümünü yapmakla
olacak şey değil! Hele
Mehdi beklemekle
hiç olmaz! Nuh’un
gemisine binmeyi
hak etmek, Musa
ile beraber nehri
geçmeye aday ve
hazır olmak, Talutla
beraber ve az iken
sınamalar karşısında
sabırlı davranmak, son
elçinin kutlu davasına
omuz vermek azim
işlerdendir.
20
Düşünce
İman etmişiz, kıyamet vaki olacak, insanoğlu en ve tek yüce divanda hesaba çekilecek. Hem de
tüm hayatından ve bütün nimetlerden. Herkes elleriyle önden
ne sunduysa onu hazır bulacak.
Yaşarken kendi yapıp ettikleriyle
doldurduğu kitabını hesap görmeye yeter nitelikte, karşısında
okunmaya hazır bulacak.
Aklı selime ve bu doğrultuda
iman etmiş kişiye düşen kendini
buna hazırlamaktır. Hayatın
tamamı ve her anı bize bu malum akıbetten iz ve işaretler
sunmaktadır. Bakmasını bilenlere, bu afaki ayetleri okumasını
bilenlere! Pek tabii ki kendisini
yaratan ve bu malum akıbet için
yeniden diriltmek üzere hayatını
sonlandıracak olan yaratıcının,
kulu hayatına onunla istikamet
versin, yolunu yordamını bilsin,
cahiliyye karanlıklarından nura/
aydınlığa ulaşsın, nefsinin takvasını tanısın için gönderdiği
son ilahi kelam ve nimeti -ki
bütün sorgular onun etrafında
gerçekleşecektir- hakkıyla ve
hakikat ölçüsü için okuyanlar bu
kainata yazılmış (afaki ve enfüsi)
ayetleri okuyabileceklerdir, doğru okuyup anlayabileceklerdir.
Ona karşı kör ve sağır olanlar,
her şeye/hakikate olduğu gibi
o ilahi işaretlere de kör ve sağır
olacaklardır doğal olarak. Ama
zararı kendilerine olacak ve yoldan çıkardıklarının hisselerini
de alarak, ötede de kör ve sağır
olarak diriltileceklerdir.
Hoca Nasıreddin’in dediği gibi,
tabii ki kıyametin büyüğü ve
de küçüğü vardır. Malumunuz
o hanımının ölümünü küçük,
kendi ölümünü büyük olarak
nitelendirmişti ya, hakikaten
kişinin kendi ölümüdür, asıl
ilgilenmesi, dikkate alması gereken büyük kıyamet! Zira o an,
her şey bitmiş, ilişiğiniz dünya
hayatı ile kesilmiş, size tekraren
haber verilmiş olan ölüm gerçeği ile yüzleşerek, asıl hayat için
geçici olandan sıyrılıp çekilmiş,
ahiret alemine adımınızı dönüşü
olmayacak, başka hesap kitap
içine giremeyecek şekilde atmış
olacaksınız.
Dediğimiz gibi, her an, oradan
iz ve işaretler taşıyan alametler
etrafımızda, çok yakınımızda cereyan etmekte, gün be gün tekrarlanmaktadır. Ders alıp kendini ayarlayabilenlere ne mutlu!
Yoksa bu iş kıyamet alametlerinin dökümünü yapmakla olacak
şey değil! Hele Mehdi beklemekle hiç olmaz! Nuh’un gemisine binmeyi hak etmek, Musa
ile beraber nehri geçmeye aday
ve hazır olmak, Talutla beraber
ve az iken sınamalar karşısında
sabırlı davranmak, son elçinin
kutlu davasına omuz vermek
azim işlerdendir. Yoksa, Kur’an
kıssasında anlatıldığı gibi o azab
içeren kıyamet alameti kendilerine bulut halinde gelirken, ‘Bu
olsa olsa bize yağmur getiren bir
buluttur!’ diyen bakar körlük
ile, şaşkın bakış ile aynılaşmak/
benzeşmek, aynı akıbete düşmek
işten bile değildir! Kur’an farklı yerlerde ve çok defa gaybın
taşlanmamasını, zandan kaçınılmasını, sahih bilgi ile hareket edilmesini salık vermiyor
mu? Bunu ‘mucize’ anlamında,
muhataplara bir ‘imana davet’
vesilesi addetmek de sözüm ona,
iyi niyet olarak da sunulsa ne bu
haberlere/rivayetlere güvenip
hareket edenlere ne de bunları
yayanlara, kullananlara bir yarar
sağlayacaktır! Kur’an gibi bir
muciz/aciz bırakan mucizeyi
bırakıp, hayatın her anında an
be an süren mucizeleri görmeyenlere başka herhangi bir şey
şifa sunabilir, hidayet taşıyabilir
Düşünce
mi? Kıyametin saati Rabbimizin
katındadır yalnızca! Kur’anda
bir çok bağlamda, özellikle
Mekki ayet ve surelerde gözler
önüne serilen Saatin gerçekleşme anını tasvir eden o sahneler,
ölüm sonrasını/ahireti, hesaba
çekilmeyi, yeniden diriltilmeyi
inkar edenlere, dehrîler/zamanı
her şeyin sebebi ve yok edicisi
kılanlar ile müşriklere resulün
örnekliğinde gönderilen son
vahye teveccüh etmeleri, İlah ve
rab olarak Allah’ı birlemeleri konusunda eşsiz bir belağat ve aciz
bırakıcı birer delil/tehdit/uyarı/
öğüt olarak sunulmaktadırlar.
Elbette bunlardan, teslim olmuş
ve iman etmiş olanların da alacakları hisseler vardır, öncelikle
ve de önemle!
Kıyamet alametleri, saçtaki aklar
gibi ölüm ve ötesini hatırlatıp
kişiyi muteyakkız kıldığında,
gafletten uyandırdığında, doğruya ve salih amele sevk ettiğinde
anlamlıdır. Zaten kul her an
buna hazırlıklı olmak, her an ve
mekanda dosdoğru bir yol üzre
olmak, kulluğunu gereği gibi ifa
ederek Rabbini razı edecek bir
süreci işletmek zorundadır.
Cifr ile, ebced ile çetele tutanlar, yanlış bir yol üzredirler. Bu,
peygamberin dilinden Kur’an’ın
ifadesi ile Kur’an’ı mehcur bırakmak, arkaya atmak, terk
etmektir. Hesabı zordur! Yol
da değildir, iş de! Dini, Kur’anı
matematiğe indirgeyenler, asıl
matematiği kendi amel defterleri
için yapmalılar! O’nun için endişelenmeli ve onunla yoğrulup
onun için yorulmalı, kendilerini
onun için ve onunla yormalılar!
Kıyametin alametleri bir tarafa
herkes kendi müslümanlığının
alametleri için kaygılansın!
Müslümanlığının alameti farika-
İktibas
ları için titizlensin! Müslümanlığının nasıllığına ve niçinliğine
baksın! Rabbimizin seçip taktığı
bu isme layık olup olmadığına,
bunu bir mümeyyiz vasıfla görünür kılıp kılmadığına, şu anki
hal ve gidişatının Rabbini razı
edip etmeyeceğine baksın! Kendi kıyametinden sonra hesap
defterini ne taraftan, sağdan mı,
soldan mı alacağını düşünsün,
hem de iyice!
Yakın tarihte kendi yaşadığım
bir anekdotu paylaşayım, konu
ile yakından ilgili olması hasebiyle! 90’lı yılların başlarında
görev yaptığım yerde, malum
formel cemaat(çik)lerden -ki
primatif/faziletler, ezoterik/
cifr, ebced, nazım vs. ve literal/
yüzünden okumaları ile meşhur
olan- birine mensup ve yurt
dışında yaşayan biri, bir Kur’an
sohbetimize konuk olmuştu.
Kendisinin dillendirdiği belli
tarihler vererek, saatin yaklaştığı
ile ilgili yaydığı haberleri doğrulattıktan sonra, ‘Bu ne perhiz, bu
ne lahana turşusu!’ kabilinden
eleştirdiğimiz, aynı kişinin aynı
dönemde köyden arsalar toplama, arazi satın alma girişimlerindeki tenakuzu kendi üzerinden ortaya çıkarmıştık! Lakin
nasıl bir akıl tutulmasıdır ki,
çelişkiyi kavrayıp geri adım atacağına, aksine bizi imana davet
etmesi, bizim için ıslah dilemesi
üzerinde ciddi olarak durulması
gereken bir durumdur. Acilen
çözülmesi, tedbir alınması gereken bir meseledir! Zorla olacak
bir şey değil, ama biz belki fayda
verir ve Rabbimize bir mazeretimiz olsun diye ısrarla Kur’anla
ve Kur’anı hatırlatmaya devam
edeceğiz, etmeliyiz!
Müslümanların bugün içine
duçar oldukları bu sorumluluklarını erteleyici durum, içerik ve
C
ifr ile, ebced ile
çetele tutanlar,
yanlış bir yol üzredirler.
Bu, peygamberin
dilinden Kur’an’ın
ifadesi ile Kur’an’ı
mehcur bırakmak,
arkaya atmak, terk
etmektir. Hesabı
zordur! Yol da
değildir, iş de! Dini,
Kur’anı matematiğe
indirgeyenler, asıl
matematiği kendi
amel defterleri için
yapmalılar!
21
İktibas
Düşünce
anlamı bırakıp şekil ve kabukla
ilgilenmeleri, gayba/soyut olana,
görünmeyene, görmedikleri
halde iman etme boyutundan,
Samiri’nin somut/böğüren buzağı putu benzeri bir yanılsamaya
düşmeleri anlaşılır gibi değil!
Aslında imtihanın doğası gereği
anlaşılır da, kabul edilebilir gibi
değil! Kabul de edilebilir, zira
vakıa bu! Her şey açık ve net,
hidayet de belli, sapıklık da!
Bir tarafta zulümat/cahiliyye ve
karanlıklar, diğer tarafta hak ve
hakikat! Dileyen dilediği yolu
tutacak; Rabbimiz de ona dilediğini kolaylayacak! Malik bin
Nebi’nin kavramsallaştırması ile
‘kıyamet alametlerinin dökümü-
nü yapmak ve mehdi beklemek’
ibadetle mükellef kulun rotasının saptığının işaretidir. Mazeretlerin maharetle yığıldığını,
kılıfların çalınanla doğru orantılı olarak hazırlandığını göstermektedir. Yukarıdaki anekdota
bakarak bu haberleri yayanların
ve bunların ardına sığınanların
ne halde olduklarına bakmak
yeterlidir aslında! Gerçi ortalık
hanidir toz duman da, renkler
ve bu hengamede sapla samanın
karışımından genel geçer bir
analiz, ayırım yapmak çok zor!
En azından bu etkileyen pozisyonundaki, haberlerin kaynağı
olan ve kaynak göstermekte
de pek güçlük çekmeyecek
olanların bir farkının, dinleyici
kitleden bir alameti farikasının
olması beklenirdi! Kendilerini
daha bir adasınlar, bu alametlerin gereği ne ise yapsınlar,
yığacaklarına, yağma yapmayıp
dağıtsınlar, paylaşsınlar, öteye
yatırım yapsınlar! Ama nerde?
Sömürü de onlarda, yağma
da, yığma da! Bu maluliyetler
genelde hepimizi aynı oranda
ilgilendirse de, dediğimiz gibi en
azından bu konuda söyledikleri
ile yapıp ettikleri arasında ufacık
bir ilinti olsa! Havadaki nem
ve mikrobik ortam hepimizi
üç aşağı beş yukarı, bir şekilde
etkiliyor. Özümüze dönerek,
özürlerimizi bir kenara bırakarak, hep birlikte Allah’ın kopmaz
ipine, Kur’an’a sımsıkı sarılırsak, saflarımızı bu niteliklerle
sıklaştırarak bu açmazlarımızı
aşabiliriz! Bizi yoldan çıkarmaya
çalışan sefihin, içimizdeki beyinsizlerin, aklının farkında bile
olmayan saflarımızın iğvalarından, vesveselerinden, çeldiricilerinden korunabiliriz.
Kıyamet alametleri kişiye bir
acziyet ve kabullenmişlik aşılamamalı kesinlikle! İlahi iradeye
teslimiyet iradesi gösterenler
için, sabırla, takvayla, bilgiyle,
emin bir imanla, kararlılıkla,
salih amellerle donanıp yola
koyulmaktan, süreci bil(diril)
diğince işleterek, olanca gücüyle sa’yu gayret, cehd etmekten
başka yol da yoktur, çare de!
Maharet kıyamet alametlerinin
sayım dökümünü yapmak değil,
imanının alametlerini sergilemek, Rabbimizin razı olacağı
bir kullukla şahitlik ifa etmek
için hayatının tümünü bu hassasiyetle donatma çabası, iradesi
göstermektir.
Taraf -­ 9 Eylül
22
[email protected]
Düşünce
DÜNYA EKİNİNİN
HARMAN YERİ
KIYAMET
BÜNYAMİN ZERAN
a
hiretin var
olduğunu bilmek
insanın sorumluluk
bilincini taşıması
gerektiği anlamına
gelir. Çocukların
saçlarını ağartacak
bir hesap günü,
emzikli bir kadının
çocuğunu unutacağı,
gebe bir kadının
bebeğini düşüreceği
ve en önemli ticari
gelir sağlayacak
olan malların
umursanmayacağı
o günün dehşeti
önemli bir şeydir
ve umursanmaya
değerdir.
İktibas
Yoktan var edilen insan yeniden
yaratılacağını unuttu. İçinde
yaşadığımız çağ ölümü adeta
insan yaşamının dışına taşıma
gayreti içindedir. İşe, öncelikle
mezarlıkları şehrin dışına taşıyarak başladı. Ölüm duygusu
insan zihninden silinmeliydi
ki insan haz tanrısının eline
kolayca teslim olabilsin. Sanki
mezarlıklar şehrin dışına taşınınca ölüm de insandan ebedi
uzaklaşacakmış gibi anlamsız
bir uğraşın içinde oldular. İnsan,
hayata sıkıca bağlandıkça ölümü zihninden söküp attı. Oysa
ölüm karşılaşacağı bir gerçekti.
Tıpkı bir bitki gibi… Yeşerecek,
büyüyecek, yaşlanacak ve çerçöp olacaktı. Yaşam ve ölüm bir
madalyonun iki yüzü gibidir. Bir
varsın bir yoksun. Masallar da
böyle başlamaz mı? Bir varmış
bir yokmuş… Bizler ölümü hatırlamak istemesek de o bizim
gerçeğimiz. Bizden önce nasıl
ki insanlar yaşamış ve ölmüş ise
biz de onlar gibi ölüp gideceğiz. Önemli olan ölüme doğru
nasıl yürüdüğümüzdür. Allah,
her şeyi yaratmış ve her şey
üzerinde vekil olmuştur. Çünkü
yaratan O’dur ve yarattıklarını
belli bir amaç uğrunda bir araya
getiren ve onlara nasıl yaşayacaklarını takdir eden de O’dur.
Öyleyse insan, hayatı kendi
kafasına göre değil de Allah’ın
buyruklarına göre yaşaması
gerekmektedir. Tabii bu durum
her ne kadar haz tanrısının ve
onun sadık kullarının hoşuna
gitmese de bu böyle olmalıdır.
İnsanın dünyada kıymet verdiği
şeylerin aslında Allah katında
değersiz şeyler olduğunu fark
etmesi ve baki kalacak tek şeyin
Allah’ın yüzü olduğunu bilmesi
onu bir sonraki hayatına daha
bağlı kılacaktır. Allah, insanı
halife tayin etmekle kendi kurallarının, hükümlerinin yeryüzün-
de insan eliyle işletilmesini ve
Allah’ın sözünün galip gelmesini
amaçlamıştır. İnsan, yaptığı her
işi Allah adına yapmakla sorumlu tutulmuştur. Lakin insan,
kendine emanet edilen şeylerin
sahibi gibi hareket etmeye başlamasından bu yana kul olduğunu
unutarak kendini bir ilah olarak
değerlendirmeye başlamıştır.
Hakim olduğunu düşündüğü
en küçük alanda bile kulluğu
terk edip ilahlık oyunu oynamaya başlamıştır. İnsan, dünya
hayatıyla ilgili sorumluluk aldığında yetki de almıştır ve şeytan insanın ayağını kaydırmak
için ona bir takım şeyleri süslü
göstermiştir. Adem’i cennetten
çıkaran şeytan, Ademoğullarını
da cennetten çıkarmak için cehennemin yollarını süslemiştir.
İnsanın Allah’tan aldığı yetki
O’nun adına yeryüzünü imar
etmesi ve insanları ıslah etmesi
içindir. Oysa kuvveti elinde
bulunduranlar çoğu zaman
kendini Firavun, serveti elinde
bulunduranlar kendini Karun,
mabetlerde sözü geçenler ise
kendini Bel’am konumunda
bulmaktadırlar. Eğer gerçekten
ahiret inancı taşınmış olsaydı
herkes kul olduğunun farkında
olarak kulluğunun gerektirmediği hiçbir işe kalkışmazdı.
Ahiretin var olduğunu bilmek
insanın sorumluluk bilincini taşıması gerektiği anlamına gelir.
Çocukların saçlarını ağartacak
bir hesap günü, emzikli bir kadının çocuğunu unutacağı, gebe
bir kadının bebeğini düşüreceği
ve en önemli ticari gelir sağlayacak olan malların umursanmayacağı o günün dehşeti önemli
bir şeydir ve umursanmaya
değerdir. İnsan, geçici olan ile
ebedi olan arasındaki bağıntıyı
yeterince kuramamaktadır. Var
olan şey yani dünya ve onun
cazibesi somuttur ve ortadadır,
23
İktibas
cennet ve cehennem ise soyut ve
kimse tarafından görülmemiştir.
Yani faydası hemen görülecek
bir şey olmayıp ancak ölünce
karşılaşılabilecek bir şeydir.
Ama biri ebedi diğeri ise geçicidir. Buna rağmen insan önündekini ciddiye almaktadır geçici
olduğunu görse de. Tabi insanın
böyle düşünmesine sebep geleneksel fıkhın yarattığı rahatlıktır. Bizim geleneksel fıkhımız
kelime-i şehadeti getiren herkesi
şehadet ettiği şeyi yaşamaktan
uzak olsa dahi cennete göndermekte ve Allah’ın sevgilileri kılmaktadır. Her ne kadar Kur’an
“ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Siz ne isterseniz
sizin olacak diye verilmiş bir söz
mü var?” dese de. Malumdur ki
insanımız Kur’an algısını bizzat
vahiyden değil rivayet kültüründen almakta olduğundan vahyin
kendisini çağırdığı şeyden de
bihaberdir.
Kıyamet, hesapların dürüleceği
son karar yeridir. Elbette bu
karar yeri herkes için en adil
olan yerdir. O mekânda hiçbir
iltimasın olmayacağı, zenginliğin fayda vermeyeceği, aşiretin
kıymetsizleştiği, yalnızca kişinin
amellerinin dikkate alınacağı bir
karar yeridir. Kısacası iman edip
salih amel işleyenler dışında
kimsenin kazançlı olmayacağı
bir yerdir. Böylesi bir yer aynı
zamanda kesin olarak hakkın ortaya çıkacağı bir yerdir.
Allah’ın, ilmel yakiyn olarak
bizlere vahyi ile işaret ettiği
kıyamet, hakkal yakiyn olarak
da karşımıza kuşkusuz çıkacak.
Böylesi bir günde uyanmak
kuşkusuz yeryüzünde ilahlık
taslayan kimseleri huzursuz
edecektir. Çünkü onlar dünyada
el üstünde tutulmaya, pohpohlanmaya, meclislerin en baş köşelerinde oturmaya ve yeryüzü
kaynaklarını sınırsızca tüket-
24
Düşünce
meye alışmışlardır. İsterler ki bu
dünyadaki krallıkları ahirette de
sürsün. Onun içindir ki kıyamet
tasvirinde o ayak takımı diye
tabir ettiklerini nimetle mükâfatlanmış olarak gördüklerinde
şaşırırlar. Kendilerinin kazandıklarını, hatta eş ve çocuklarını
ve meclislerini fidye olarak verip
azaptan kurtulmak isterler.
İnsanın, dünyada yaptığı eylemlerin iyi ya da kötü olsun
bir şekilde kaybolmayacağını ve
mutlaka bir karşılığının olacağını bilmesi onu hem tedirgin
eder hem de bir yarışın içine
sokarak güzel bir mücadelenin
içine çeker. Tedirgin eder çünkü
yaptığı eylemler eğer Allah’ın
rızasına uygun değilse kendisini
bekleyen elim bir azabın olduğunu düşünür. Yarışa sokar çünkü Allah’ın rızasını kazanarak
sağın önde koşanı olmayı, takva
sahiplerine önder olmayı diler.
Ayrı bir grup da var ki onlar
ahirete inanmaz ve çürümüş
kemikleri de kim diriltecekmiş
derler. Aslında bu psikolojiyi taşıyanlar bilirler ki bir yaratma ve
yeniden diriltme eylemi vardır.
Tarih boyunca ister iman etsin
ister etmesin her toplumda yeniden diriliş inancının emareleri
vardır. Firavun inancında ölülerin mumyalanması ve sevdiği
yemeklerin mezara konulması,
Hitit’lerde ölen kişinin değerli
eşyaları ile gömülmesi, Urartu’larda ise soy esasına göre taştan ve toprak altında çok odalı
mezarlar yapılması vs. ölümden
sonraki yeniden dirilişi anlatan
tasvirlerdir. Yani insanoğlu var
olduğundan bu yana yeniden
diriliş inancına sahiptir. Bunu
bildikleri halde inanmama istekleri dünyaya olan meyillerinden
ve sahip oldukları hazlarından
vazgeçmek istememeleri yüzündendir.
Allah, Kur’an’da kıyamet sahnelerini çok dehşetli ve korkunç
olarak tasvir etmiştir. Ayrıca
cehennem tasviri de yine aynı
müthişlik ve korkunçluk tasviri içinde yerini alır. Her şeyin
yaratıcısı olan Allah, insana
yeryüzünde eşrefi mahlûkat
olma şansı vermiş ve bu şansını
iyi değerlendirenleri de kıyamette çok daha büyük bir ödülle
karşılayacağını vaadetmiştir.
İman etmek ve bu iman doğrultusunda yaşamak bugünün
diline pelesenk olmuş evrensel
ahlaki değerler diye tanımlanan
şeylerin de üstünde bir yaşamı
kabul etmek ve bu uğurda insan
kalabilmenin şerefini korumayı
vaadetmek demektir. Kıyamet
düşüncesini eskilerin masalı gibi
algılayan ya da Allah’ın affediciliğine sığınarak günah işlemeyi
kendine hak görenler için ise
homurtusu ta dışarıdan duyulan
ve derileri yakıp kavuran bir
ateşin odunu olmayı dünyada
ise aşağıların en aşağısı olarak
kalmayı arzulamak demektir.
Bugün modern dünyanın akışına kendini kaptırmış bizler
mezarlıklarımızı şehrin dışına,
morgları yerin iki kat dibine
inşa etsek de ölüm gerçeğini
görmezden gelemeyiz. Tıpkı masallarda olduğu gibi bir varız bir
yokuz! Önemli olan yok olurken
de var olurken de ne için olduğumuz ve kim için var olduğumuzdur. Allah, kendisi dışında
herhangi bir şey için var olmayı
ya da yok olmayı şirkle itham
etmekte ve böylelerinin cezasını
cehennem olarak göstermektedir. Ölümün kollarına koşarken
nereye bu gidiş diye vakit geç
olmadan sormamız gerekiyor.
Çünkü dünyada hayır eken ahirette de hayır biçecektir.
[email protected]
Düşünce
KUR’AN’IN
KIYÂMET İNANCI
İLE GENEL KABUL
GÖREN ANLAYIŞTA
KIYÂMET
AHMED KALKAN
A
llah’ın neye nasıl
iman etmemizi
istediğinin esas
önemsenmesi gerektiği
halde, başkalarının
(hatta Kur’an’a ters)
görüşleri iman esası
kabul edilmiş. İşte bu
yazımda özet olarak
bu genellemenin İslâm
iman esaslarının ana
bölümlerinden biri
olan âhirete imanın
önemli kısmını teşkil
eden Kıyâmet kavramı
ve Kıyâmete iman
konusu açısından
örneklerini vermeye
çalışacağım.
İktibas
İslâm inancı, beşerî görüşlere
ve şahsî anlayışlara değil; vahye
dayanır. İman esaslarını belirleyen ölçülerin tek kaynağı
vahydir. Vahy olduğu tartışılan
veya mânâsı farklı anlaşılmaya
müsait olan hükümler de akaid
için kesin ölçü olamaz.
İman esasları; şüpheye, zanna,
beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Buna rağmen, bugüne
kadar mezhebî akaidler oluşturulmuş, bazı şahıslar akaidde
imam kabul edilmiş ve şahıslara
bağlı akaidler oluşturulmuştur.
Falan şahsa göre iman nedir,
filan şahsa göre mü’min kimdir, bunların görüşleri tüm
mü’minleri bağlayacak şekilde
değerlendirilirken, Kur’an’a
göre iman esasları önemsenmemiş, inanç esaslarının Kur’an’a
ters düşüp düşmediği âlimleri
ve avamı ilgilendirmemiştir.
Kur’an Akaidi bile yazılmamış
bu toplumda, Kur’an’ın iman
esasları falan mezhebin veya
filan âlimin görüşleri kadar
önemsenmemiş. Allah’ın neye
nasıl iman etmemizi istediğinin
esas önemsenmesi gerektiği halde, başkalarının (hatta Kur’an’a
ters) görüşleri iman esası kabul
edilmiş. İşte bu yazımda özet
olarak bu genellemenin İslâm
iman esaslarının ana bölümlerinden biri olan âhirete imanın
önemli kısmını teşkil eden Kıyâmet kavramı ve Kıyâmete iman
konusu açısından örneklerini
vermeye çalışacağım.
Kıyâmetin Ne Zaman Kopacağını Allah’tan Başka Hiç Kimse
Bilemez.
1- Kur’ân-ı Kerim’e göre,
Kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah’tan başka hiç kimse
bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de dâhildir. “Sana
Kıyâmetten sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ derler. Onu
zikretmek, ne zaman geleceğini
bilmek nerede, sen nerede?” (79/
Nâziât, 42-43); “Sana Kıyâmet
sâatinden, onun ne zaman gelip
çatacağından soruyorlar. De
ki: ‘Onun ilmi ancak Rabbimin
katındadır. Onun vaktini O’ndan
başkası açıklayamaz. O göklere
de yere de ağır gelmiştir. O size
ansızın gelecektir.’ Sanki sen onu
biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak
Allah’ın katındadır’ ama insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.”
(7/A’râf, 187)
Genel kabule göre, direkt söylenmemiş olsa da, Rasûlullah
(s.a.s.) bugün kıyâmetin kopmayacağını, yarın da kopmayacağını… bilmektedir. O’na atfedilen
Kıyâmetin büyük alâmetleri
henüz ortaya çıkmadığına göre,
insanlar hiç rahatsız ve tedirgin olmasınlar, kısa süre içinde
kıyâmet kopmayacaktır. Ayrıca,
bazı büyük yazar ve âlimler,
kıyâmet için tarih vermekten
çekinmemişler, böyle bir cür’et
göstermişler. Bunları tümüyle
reddetmesi gereken samimi
mü’minlerden niceleri ise, o
yazar ve âlimleri otorite kabul
etmeye devam etmişlerdir. Ebcedden, cifirden yola çıkarak
kıyâmete tarih biçmekten çekinmeyen Kırmızı kaplı kitapların
yazarını ve son kitabının üzerine
2012 tarihini yazarak çıkarımlarda bulunmaktan sakınmayan
bir yazarımızı bu konuda örnek
verirken, esas karşı çıkılması gereken tavrı göstermedikleri için
(olmayan) ümmeti suçlamak
durumundayız.
25
İktibas
Kıyâmet Alâmetleri
2- Kur’ân-ı Kerim’e göre,
Kıyâmetin alâmetleri ortaya
çıkmıştır. Kur’an’ı okuyup ona
teslim olanlar bilirler ki, onun
alâmetleri çoktan gelmiştir.
“Onlar, Kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından başka
bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz
onun alâmetleri gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca
ibret almaları neye yarar?” (47/
Muhammed, 18). Kıyâmetin
Kur’an’da belirtilen tek alâmeti olarak değerlendirilen ayın
yarılması da gerçekleşmiştir.
Kur’an, Kıyâmetin yaklaştığını
ve alâmet olarak ayın yarıldığını
çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla açıklar: “Kıyâmet yaklaştı
ve ay yarıldı.” (54/Kamer, 1).
Kıyâmetin kopmasına bir göz
açıp kapama kadar bir zaman
kalmıştır, hatta belki bundan
daha da yakındır: “Göklerin ve
yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) sâatinin durumu ise, göz
açıp kapama gibi veya daha az
bir zamandan başkası değildir.”
(16/Nahl, 77)
“Fekad câe eşrâtuhâ / onun alâmetleri belirmiştir/gelmiştir.”
(47/Muhammed, 18). Kur’an
böyle demektedir. Kur’an’la
çelişmesine rağmen hâlâ Kıyâmetin küçük-büyük alâmetlerini bekleyen zihniyete ne
demeli? Ne demeli, kim demeli, nasıl demeli? İnsanları canlandırıp zâlim tâğutlara “kıyâm
et”melerini sağlamak için fırsat
ve vakitlerinin az olduğunu,
ellerini çabuk tutmaları gerektiğini hatırlatan “kıyâmet”, rivâyetlerin toz ve dumanı arasında
mesajı, işlevi kaybolup gidiyor.
26
Düşünce
Bütün bu Kur’ânî hakikatlere
rağmen, Hz. Peygamber’den
(s.a.s.) kıyâmetin alâmetleri
hakkında çok sayıda rivâyet,
hadis kitaplarını doldurmuştur.
Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla reddetmek
ilmî ve doğru olmasa gerektir.
Ama bu hadislerin Kur’an’a arzedilmesi gerekir. Kur’an’ın bazı
âyetlerinin müteşâbih olduğunu
biliyoruz (3/Âl-i İmrân, 7). Müteşâbih, anlam yönüyle birbirine
benzeyen, mânâsı kapalı, birçok
anlama gelebilen, yorumunda
güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur’an’da bahsedilen
kıyâmet ve ahvâlini müteşâbih
olarak değerlendirirler. Kıyâmet
alâmetleri olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen hususlar da
müteşâbihtir. Müteşâbihlerin tek
bir tefsiri olmaz, farklı te’villeri/
yorumları olabilir, esas anlamını
da ancak Allah bilir (3/Âl-i İmrân, 7). Müteşabihlere yapışmak
ise, “kalplerinde eğriliğin bulunması” ve “fitne çıkarma” (3/Âl-i
İmrân, 7) riski ile karşı karşıya
gelmek demektir.
aylık bir süreç içinde kıyâmet
kopmayacağından, paniklemeye,
endişeye gerek yoktur” anlayışı, Kur’an’ın kıyâmetle ilgili
oluşturduğu motivasyonunu
silip atmaktadır. Kur’an’dan yola
çıkarak bugün bile kıyâmetin
kopabileceği ihtimalini hesaba katarak (ki bugün ansızın
kopmayacağını iddia etmek
mümkün değildir) Kur’an’ın
yüklediği bireysel ve toplumsal
görevlerimizi yerine getirmek
gerekir. Hadis rivâyetlerinde
kıyâmet alâmetleri olarak belirtilen müteşâbihlere dalıp onları
zâhirlerine göre değerlendirerek,
büyük alâmetlerinin çıkmadığı
anlayışıyla kıyâmeti çok uzaklara ertelemek, Kur’an’ın kıyâmetin ansızın kopacağı ve alâmetlerinin geldiğini belirtmesindeki
hikmeti, mesajı, insanları motive
etmesini imkânsız hale getirmektedir. Kıyâmetin dehşeti ve
bizi o güne hazırlayan yüzlerce
âyetin bizde oluşturacağı olumlu
etkileri yok etme görevi üstlenmektedir.
Hadis rivâyetlerinin zâhirine
takılıp kalan ve Kur’an’ın kıyâmet konusundaki mesajını göz
ardı eden Osmanlı’nın son devir
mollaları, olanca zulüm ve tuğyânı, sadece “Kıyâmet alâmeti”
olarak değerlendirmiş, son alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla
“başımıza taş yağması yakındır”
diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı
gibi beklemeye başlamıştır.
Hâlbuki kıyâmetin çok yakın
olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur’an çok önceden
belirtmişti.
Kıyâmet Ansızın Kopacaktır.
Kimsenin Beklemediği Bir
Zamanda, Belki Bir Dakika
Sonra…
Genel kabule göre, kıyametin
büyük alâmetleri henüz çıkmamıştır. O yüzden de “bir-iki
“Allah tarafından herkesi kapsayacak bir musîbetin gelmesinden
veya farkında olmadan kıyâme-
3- Kur’ân-ı Kerim’e Göre; Kıyâmet (toplumların beklemediği
bir anda) bağteten / ansızın kopacaktır.
“Hayır, onlara (Kıyâmet) ansızın
gelecek de, böylece onları şaşkına
çevirecek; artık ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek ve ne onlara
süre tanınacak.” (21/Enbiyâ, 40)
Düşünce
tin ansızın kopmasından emin
mi oldular?” (12/Yusuf, 107)
“Onlar, Kıyâmet sâatinin kendilerine ansızın gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun
alâmetleri belirmiştir/gelmiştir.
Kendilerine gelip çatınca ibret
almaları neye yarar?” (47/Muhammed, 18)
Kıyâmetin bağteten / ansızın
kopacağını ifade eden tam 10
âyet vardır. Bunlar: 6/En’âm,
31; 7/A’râf, 187; 12/Yusuf, 107;
21/Enbiyâ, 40; 22/Hacc, 55; 43/
Zuhruf, 66; 47/Muhammed, 18;
26/Şuarâ, 202; 29/Ankebût, 53;
39/Zümer, 55 âyetleridir.
Genel kabule göre, kıyâmet
ansızın, kimsenin beklemediği
zamanda kopmayacaktır. Kıyâmetin alâmetleri tek tek ortaya
çıkmadan kıyâmet kopmayacağından, özellikle büyük alâmetler herkesin şâhit olacağı şekilde
günlerce, hatta aylarca süren
uzun zaman dilimlerinde ortaya
konulacak. Kıyâmet, ne zaman
kopacağı belli olmayan gaybî
bir olay olmaktan çıkıp herkesin
alâmetleri tek tek izleyip yaşayacağı, sürecin tamamlanmasını
bekleyeceği ve alâmetlerin tamamlandığında herkesin beklediği zaman dilimlerinde kıyâmet
kopacak.
Rivâyetlere bakınca kıyâmetin
büyük alâmetlerinin hemen
hiçbiri ortaya çıkmadığından
bugün kıyâmet kopmayacaktır,
hatta bir ay sonra da kıyâmet
kopmayacaktır. Çünkü Ye’cuc ve
Me’cuc’un çıkması, Dâbbetu’larzın zuhûru, Güneşin Batıdan
doğması, Mehdi’nin çıkması,
Hz. İsa’nın gökten inmesi, Mehdi veya Hz. İsa önderliğinde
İktibas
kıyasıya Kıyâmet savaşı diyebileceğimiz son dünya savaşı
ve mü’minlerin galibiyeti, öyle
birkaç güne sığacak olaylar değildir.
Kıyâmetin Ansızın Kopacak
Olmasının İnsan Ruhundaki
Etkisi
Kur’an’ın kıyâmetin dehşetinden
sık sık bahsetmesinin temel hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya
ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin
bir sonu olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp, az sonra olma ihtimali olan kıyâmetin
ve her yaptığımızdan hesaba
çekilmenin bizi motive ederek,
Allah’a karşı sorumluluklarımızı
kuşanmamızdır. Kur’an’a göre,
Kıyâmetin ne zaman kopacağını,
Allah’tan başka hiç kimse bilemediği için herkes, her an kıyâmete ve kıyâmet sonrası Allah’ın
kendilerini hesaba çekmesine
hazır olmalıdır.
Kıyâmetin ansızın kopacak olması, insana hayatının her sürecinde, devamlı daha sorumlu
davranması için büyük imkânlar
verir. Bu sorumluluk bilinci,
kişinin gerek bireysel gerekse
toplumsal hayatında olumlu
davranışlar sergilemesini sağlar.
Kur’ân’ın, insanları hakka yöneltmek için zaman zaman
başvurduğu yöntemlerden biri
terhibdir (korkutmadır). Çünkü
korku ifadeleri şiddet içerir;
şiddetin de özelliği kalpleri
hassaslaştırmasıdır. İnsanların
şiddet zamanında psikolojik
olarak, en ufak ürpertileri hissedebilecek bir durumda oldukları
bilinen bir gerçektir. (Nekra, s.
k
ıyâmetin ansızın
kopacak olması,
insana hayatının her
sürecinde, devamlı
daha sorumlu
davranması için
büyük imkânlar
verir. Bu sorumluluk
bilinci, kişinin gerek
bireysel gerekse
toplumsal hayatında
olumlu davranışlar
sergilemesini sağlar.
27
İktibas
447; Hayati Aydın, İslâm’a Göre
İnsan Psikolojisi). Bundan dolayı Kur’ân, kişilerin bu psikolojik
durumlarını göz önüne alıp
telkinde bulunmaktadır; korku
bağlamında kıyâmet, diriliş, hesap verme, cehennem azabı gibi
olaylara temas etmektedir. (22/
Hacc, l-2; 54/Kamer, 7-8; 101/
Karia, 1-11; 56/Vâkıa, 57). Onun
bu metodu takip etmesi, fertlerde kötülüklere karşı caydırıcı bir
etkiyi meydana getirmektedir.
Korku, insana kendisini kontrol
etme fırsatını verir. Tehlikeyi
düşünmek, korkuyu hatırlamak,
asi nefisleri kendine getirir, katı
kalpleri yumuşatır. Bu durum,
sıkıntıya düşen veya sıkıntı
anında bu hâle giriftar olanı gören herkesin, yakinen müşahede
ettiği bir tecrübedir (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s. 1124).
Korku, bir kamçı gibi insanı
rahmetin kucağına atmakta,
kişilerde verâ, takva ve iffet gibi
güzel duyguları oluşturmaktadır. O halde olumlu korkuyu iyi
duygular arasında saymak lazımdır. Zaten bir şeyin üstünlüğü, âhirette o şeyin, Allah’a kavuşturma hususundaki etkisiyle
ölçülmektedir. Bu tür korkular,
kişiyi daima Allah’ın rızasını
aramaya, nehyettiği hususları
terk etmeye ve emrettiği hususları yapmaya sevk eder (Hayati
Aydın, a.g.e.).
Genel kabule göre, insanın
kıyâmetten korkmasına gerek
yoktur. O, nasıl olsa, “ansızın”
değil; gelişini, alâmetleriyle
“gümbür gümbür” hissettirecektir.
Kıyâmet, Hesap Günüdür, Hesaba Çekilmeyi Hatırlatır
28
Düşünce
Kıyâmetle ilgili değerlendirmeler, kıyâmetin hesap günü olduğunu gölgelememelidir. Kıyâmet konusu, kıyâmetle birlikte
başlayan süreçte insanoğlunun
her yaptığından veya yapması
gerekirken terk ettiklerinden
hesaba çekilecek olmasını, dolayısıyla hesap verme şuurunu öne
çıkartması gerekir.
“İnsanların hesap günleri (sorgulama zamanı, yaptıklarının
hesabını verme vakti) yaklaştı.
Hal böyle iken onlar, gaflet içinde
yüz çevirmekteler.” (21/Enbiyâ,
1); “Herkesin yaptığı her hayrı
ve işlediği her kötülüğü, önünde
hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı
kötülükler arasında uzak bir
mesafe bulunmasını ister. Allah
sizi, kendisinden korkmanız için
uyarıyor.” (3/Âl-i İmrân, 30);
“(Allah,) Din gününün mâliki
(cezâ ve ödül gününün, ahret
hayatının yegâne gerçek sahibi)
dir.” (1/Fâtiha, 3)
Bir hadis rivâyetine göre, Hz.
Peygamber bir gün ashâbına
şöyle sorar: “Müflis kimdir, bilir
misiniz?” Ashâb: ‘Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve
malı olmayandır’ dediler. Bunun
üzerine Rasûl (s.a.s.); “Benim
ümmetimden gerçek müflis;
kıyâmet gününde namaz, oruç
ve zekâtla gelip de şuna sövmüş,
buna iftirada bulunmuş, şunun
malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak
gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların
günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra
cehenneme atılacaktır” (Müslim,
Birr, 59) buyurur.
Günahkâr mü’minin durumu
böyle olunca; inkârcıların ve
başkalarına zulüm yapanların,
daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar,
“Hesap günü”nden söz eden
âyetleri işittiklerinde alaylı bir
şekilde: “Dediler ki: Rabbimiz,
hesap gününden önce (bize vaad
ettiğin) hissemizi şimdiden ver.”
(38/Sâd, 16). Müşrikler böyle
söylemekle; “hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o
cezadan bizim payımıza düşeni
şimdiden ver” diyerek akılları
sıra alay ediyorlardı. Cenab-ı
Hak da: “Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesaba
çekilmesi de Bize âittir.” (88/
Ğâşiye, 25-26) buyurarak, hem
Rasûlünü teselli etmiş, hem de
onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle
buyurmuştur: “Doğrusu Allah
yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin
bir azap vardır.” (38/Sâd, 26)
İnsanoğlu, dünyada geçirdiği
ömürden, sıhhat ve âfiyetten,
kazanıp harcadığı mal-mülk
ve servetten, harcadıklarından,
harcamayıp geride bıraktıklarından, birer birer hesap verecektir. Buhârî’nin rivâyet ettiği
hadis-i şerifte buyrulduğu gibi,
“İki nimet vardır ki insanların
çoğu bunların değerinden habersizdir: Sağlık ve boş vakit.”
Zira kazanmak ve hayır yapmak
bunlara bağlıdır. İnsan, yapması
gerekirken yapmadıklarından ve
yapmaması gerekirken yaptıklarından, söylemesi gerekirken
söylemediklerinden ve söylememesi gerekirken söylediklerinden
sorulacaktır. “O gün, dünyada
kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (102/
Düşünce
Tekâsür, 8) “Kim zerre miktarı
hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (99/
Zilzâl, 7-8)
İnsan, sorumludur. İnsan yeryüzünün halifesidir; seçme hakkına sahip irâdeli bir varlıktır.
Âhirette, dünyada işlediklerinden tek tek sorulacağı gibi, dünyada da sorumsuzca davranışının karşılığını görür. Dilediğini
yapan, dilemediği karşılığı alır.
Elbette, dünya ceza ve ödül yeri
değil; imtihan yeri olduğundan,
nice suçlar dünyada cezasız
kalabilir. Allah imhâl eder ama
ihmâl etmez. Hiçbir suçun ve
hayrın karşılığını ihmâl etmez,
ama dilediğini sonraya erteler;
bu “sonra”, bazen âhiret olur.
Kıyâmet Alâmetleri ve Toplumsal Kıyâmet
Hadis rivayetlerinde daha çok
toplumsal fitne ve fesatlarla ilgili olarak bahsedilen ve küçük
alâmetler olarak kabul edilen
fitne ve kargaşalar, toplumsal
kıyâmetle ilgilidir. Yani, sosyal
huzuru mahveden bu tür eylemler, toplumun mânen kıyâmeti,
çöküşüdür. Toplumu mânen
öldüren bu yaygınlaşan çirkin fiillerin neticede açacağı yaraları,
kıyâmetin dehşetine benzetmiş
olmalı Rasûl.
Bu konudaki hadis rivâyetlerinin çoğu mecâzî anlamdaki
kıyâmetten bahsedip toplumun
çöküşü anlamındaki mânevî
kıyâmet cinsinden toplumsal
problemlerden bahseder. Yoksa,
dünyanın sonu anlamında kıyâmet söz konusu edilmez. Kıyâmet; İslâmî literatürde, evrenin
düzeninin bozulması, her
İktibas
şeyin altüst olarak yok olması
ile, ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması
olayına verilen addır. Kıyâmet,
cisimlerin ister kendi parçaları
arasında, ister diğer cisimler
arasında var olan uyumun,
nizam ve birliğin kalkmasıdır.
Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet.
Mânevî yönü ihmal edilip tek
kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî
ihtiyaçlarının hizmetinde bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir.
Hayat sahnesinde her an milyonlarca kıyâmet yaşanmaktadır. Her insanın vücudunda
da her an binlerce kıyâmet
yaşanmaktadır. İnsanın kıyâmeti, inancın kıyâmeti, hakikatin
kıyâmeti, ahlâkın kıyâmeti,
Bireysel Kıyâmet (Fertlerin
hayatındaki kaos ve bunalım),
bireyin fiziksel kıyâmeti (ölüm),
mânevî kıyâmeti (fıtratın tağyîri,
huzur ve tatminin yok edilmesi), ailevî kıyâmet, sosyal/
toplumsal kıyâmet) toplumun
kıyâmeti (câhiliyyenin hortlaması, toplumun dejenerasyonu),
ahlâkî kıyâmet (Allah korkusu
motivinin kalmayışı), Gıda
ürünlerinde kıyâmet (genetiği
değiştirilmiş bazı gıda ürünleri,
katkı maddeleri, renklendirici
ve tatlandırıcı olarak kullanılan
bazı malzemelerin insan bünyesinde kıyâmete benzer tahribi,
yıkımı), teknolojik alandaki
kıyâmet (hem savaş sanayii, hem
diğer sanayi alanlardaki korkunç insanî tahribat), ekonomik
kıyâmet (paranın insandan ve
her tür insanî değerden üstün
kabulü), siyasal kıyâmet (tuğyanın kurumlaşması, tâğutların
tanrılıklarını dayatan zulümleri)
ve esas kıyâmet: Evrenin ve tüm
varlıkların kıyâmeti…
K
ıyâmet, cisimlerin
ister kendi
parçaları arasında,
ister diğer cisimler
arasında var olan
uyumun, nizam ve
birliğin kalkmasıdır.
Bir kaostur, yıkımdır
Kıyâmet. Mânevî yönü
ihmal edilip tek kanatlı
kuş gibi, tek yönlü
maddî ihtiyaçlarının
hizmetinde bir insan,
Kıyâmeti yaşıyor
demektir.
29
İktibas
Hadis külliyâtları, kıyâmet’ten
önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis
rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman
olarak tanımlanan kıyâmet
öncesi dönemde dinî duygu,
düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara gereken
önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın
çoğalması biçiminde kendini
gösteren kıyâmet alâmetlerinin
tümünün halkın benimseyeceği
şekilde gündemde tutulduğunu,
çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak
sayılan, yukarıdaki ifadelerin
dışında şunları da görüyoruz:
İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar
arzusu), İkisi de hak iddiasında
bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması,
cehâletin artması, depremlerin
çoğalması, zamanın yaklaşması,
gece ile gündüzün eşit olması
(zamanın bereketinin gittiği bir
koşturmaca ve elektrik aydınlığı
ile gecenin gündüz gibi olması),
cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle
müslümanların savaşmaları
(Filistin’de fiilen ve dünyanın
her tarafında fikren), zinânın
açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp
erkeklerin azalması (özellikle
çarşı pazarda)... Bütün bunların
yaşanılan vak’a olduğundan yola
çıkarak kıyâmetin de koptuğunu
söyleyebiliriz. Çünkü bunlar,
toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların kıyâmetidir.
Bu özellikler, huzursuzluğun,
fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları
yaşayan toplum, kıyâmet dehşeti
30
Düşünce
yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle
bin kere ölmüştür de cenâzesini
kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne
zaman kopacağını bilmeyen,
hatta kendi yaşadığı zamanda
bile kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir Peygamber, toplumun kıyâmetini çok
belîğ bir şekilde anlatmış olur
bu alâmetlerle. Osmanlı, son
demlerinde, ölüm döşeğindeki
“hasta adam”a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine
koyan olmadığına göre çoktan
öldü o. Osmanlı, “Kıyâmet alâmeti” olarak dillendirilen bu
toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı
için Kıyâmeti her an yaşamakta.
Gerçek Kıyâmetin dehşeti bir
anlık iken; toplumsal Kıyâmet,
her an toplum bireylerine dehşet
saçmaktadır.
Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler de, Kur’an’a
arzedilerek, müteşâbih olduğu
unutulmadan te’vil edilebilir.
Bu, Kur’an mesajına daha uygun
olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide,
117. âyetine göre Hz. İsa’nın
bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları
öldürmemiş, Allah onu eceliyle
vefat ettirmiştir. Yükseltilen
onun mânevî derecesi, Allah’ın
katına çıkan, onun rûhudur.
Zâten bütün peygamberlerin
ruhları Allah’ın huzuruna çıkar,
O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın
vefatını haber veren âyetleri,
âhad haberlere dayanarak te’vil
etmek yerine, bu hadisleri te’vil
etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilebilir: İsa’nın
rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat
Kıyâmetten önce bu rûh, yani
İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir.
Bu hadislerden, hıristiyanların
bir gün müslüman olacakları
değerlendirilebilir. Said Nursi
bu kanaattedir (Bk. Şualar, 5.
Şua, s. 459-471; Lem’alar, s. 112).
Meşhur müfessirimiz Elmalılı
Hamdi Yazır da yaklaşık bunu
söylemektedir (Bk. Hak Dini
Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 11121114). Yalnız, Kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden
bırakmamalı, bu ve benzeri her
çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma ihtimalinin bulunduğunu hatırdan
çıkarmamalıdır. Her şeyin en
doğrusunu bilenin Allah olduğu
ve gayb bilgisinin ve özellikle
Kıyâmet ilminin sadece O’na âit
olduğu unutulmamalıdır.
Bir peygamberin dini (O’nun
tebliğ ettiği esaslar) yaşadıkça,
kendisi mânen yaşamaktadır.
İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler
öldürememişlerdir. Bilâkis onun
tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe
egemen olmuştur. Onun rûhunu
temsil eden ümmeti, bir gün
ismen olmasa bile, mânen Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını
benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada
İslâm’ın özüne mensup olacaklar
veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Bu, “güneşin batıdan
doğması”dır. Nitekim giderek
ivme kazanan bir hızla Avrupa
ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle
yayılmaktadır. İslâm, olduğu
gibi anlatıldığı, hele örnek olacak şekilde yaşandığı takdirde,
dünyanın her yerinde ve Batıda
tek Hak dinin hâkim duruma
geçeceği şüphesizdir. Bu gün
Düşünce
değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın
rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tâbi olması
(hizmet etmesi), haçın kırılıp
domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, kıyâmete kadar bâkî
olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda
canını fedâ etmeye hazır olan
her müslüman, İsa’dır, Mesih’tir,
Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl,
bâtılı da hak gösteren araçları
(özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun
silâhlarıdır.
Te’vil etmeden bu rivayetleri
iman esası şeklinde kabul etmek,
bizim Akaid usûlü anlayışımızla
bağdaşmaz. Çünkü, on çürük
domatesin bir araya gelerek
bir sağlam domates yapmadığı
gibi, hiçbiri mütevâtir olmayan,
zayıfıyla, haseniyle, garibiyle,
sahihiyle bu hadisler bir araya
gelince mütevâtir olmaz. Mütevatir olmayan âhad haberler de,
selefî geçinenlerin ve katı mezhepçilerin dışındaki ehl-i ilimce
akaidde delil teşkil etmez.
Hadis rivâyetlerindeki kıyâmet
alâmetlerine yönelik bilgiler
arasında tezatlar da görülmektedir. Sözgelimi; hem tüm dünyanın Müslüman olması hem
de yeryüzünde hiç Müslüman
kalmaması, kıyâmet alâmetleri
arasında sayılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de, diğer büyük
alâmetler gibi, Mehdi’den, Deccal’dan da bahsedilmez. Buhârî
ve Müslim gibi en sahih hadislerin toplandığı kabul edilen hadis
kitaplarında da bu anlamda
“Mehdi” ismine rastlanmaz.
Diğer hadis kitaplarında Meh-
İktibas
di’nin çıkacağına dair çok sayıda
hadise rastlamak mümkündür.
Ancak bunlar arasında da çelişkiler görülmektedir. Sözgelimi;
bir taraftan Mehdi’nin Ehl-i
beytten olacağı, diğer taraftarı
Hz. İsa’nın bizzat kendisinin
Mehdi olacağı ifade edilmektedir. Mehdi’nin kıyâmetten
önceki çok farklı şahıslar için
de kullanıldığını görürüz. Tarihte Hz. Îbrahim’e, Peygamber
Efendimiz’e, dört halifeye, Hz.
Hüseyin’e, Süleyman b. Abdülmelik’e, Hişam b. Abdülmelik’e
ve bazı Abbasî halifelerine de
Mehdi denilmiştir. Bilhassa Hz.
Ali’ye hem “Hâdî” hem “Mehdi”
denilmiştir. Ömer b. Abdulaziz’e
Mehdi diyenler, bazı hadisleri
de ona hamletmişlerdir. Dört
halifeye bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Mehdiler” tabirini
kullanmıştır: “Sizi benim sünnetime sarılmaya, râşid ve Mehdi
halifelerimin yolundan gitmeye
teşvik ederim.” buyurmuştur.
Rasül-i Ekrem’in bizzat halifeleri için bu tabiri kullanması,
bu tabirin yalnız âhir zamanda
gelecek bir şahsa münhasır olmadığını bize göstermektedir.
Ayrıca, yeryüzünde kalacağı
süre de ihtilaflıdır. Hz. İsa’nın mı
Mehdi’ye, Mehdi’nin mi İsa’ya
bağlanıp itaat edeceği konusu da
rivayetlerde belirgin değildir.
Helâkın Değişik Şeklini ve
Kıyâmetin Dehşetini Yaşayan
İnsanlık
İnsanoğlu, suçlu olduğunu,
elleriyle yaptıklarından dolayı
helâki hak ettiğini vicdân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki
helâk endişelerinin ve kıyâmet
dehşetinin cezâsını şimdiden
çekmeye başladı. Medyada sık
İ
nsanoğlu, suçlu
olduğunu, elleriyle
yaptıklarından dolayı
helâki hak ettiğini
vicdân mahkemesinin
kararıyla anladığından
dolayı, yakın
gelecekteki helâk
endişelerinin ve
kıyâmet dehşetinin
cezâsını şimdiden
çekmeye başladı.
Medyada sık sık yakın
gelecekteki kıtlıktan,
kuraklıktan, iklim
değişikliklerinden
bahsediliyor.
31
İktibas
Düşünce
sık yakın gelecekteki kıtlıktan,
kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların
bizzat kendi işledikleri yüzünden
karada ve denizde (şehirde ve
kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir
kısmını onlara tattırsın; belki de
(tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41). Toplumsal
fesâda ve yeryüzünün düzenini
bozacak çevre felâketlerine yol
açacak zararlı davranış ve kötü
fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için
“bir kısmı” denmekte ve asıl
cezânın âhirette olduğuna işaret
edilmektedir.
sadece onu yapmaktan çekinmeyen uluslara ve devletlere
has değildir. Dünyayı kirletip
fesâda boğanlar, bunun cezâsını
mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır:
“Öyle bir fitneden sakının ki, o,
içinizden sadece zulmedenlere
erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan
eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı
şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “...İçimizden birtakım beyinsizlerin
işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?
...Bizi bağışla ve bize merhamet
et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)
Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar,
kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep
olacak fesattan kurtulamıyorlar.
Ozon tabakasının delinmesi,
uzayın bir sürü uydularla kaplanması, “yıldızlar savaşı” diye
ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda
bile cirit atması, ormanların
mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi,
denizlerin petrol ve benzeri
atıklarla kirletilmesi, insanın
helâkini hazırlayan ve kısmen
şimdiden cezâsını çektiği fesat
cinsinden hemen sayılabilecek
mecâzî anlamda kıyâmetlerdir. Bu fesat ve fitnenin cezâsı,
Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine
bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu.
Armagedon, Altıncı Element,
Yarından Sonra gibi filmler, bir
taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan
bu yaşayışın çıkmaz sokağını,
yolun sonunun nasıl bir helâk
olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de
olsa, psikolojik olarak kısmen
yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın
iklim değişikliklerine sebep
olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir,
ama bu çağın insanı tadacağa
benziyor. Batının gidişi, tekno-
Salih Memecan -­ Sabah -­ 16 Eylül
32
lojinin aldığı boyut, uygarlık
diye takdim edilen İslâm dışı
dünya görüşünün durumu,
toplu helâkleri, kıyâmet dehşeti
ve azâbının avansını paratoner
gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete
zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki Müslümanlar, uygar
Batının insanat bahçelerini
dolduranlar tarafından, sözüm
ona insan eliyle helâk edilmeye
çalışılıyor. Aslında kıyâmeti,
çevre felâketlerinin yol açacağı
bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını
çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan,
Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet
olayını inkâr eden insan, bunun
dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, bu
tehlikeli gidiş tümüyle helâke
doğru değil mi? Toplumlar şimdiden helâki, kıyâmetin kaosunu
küçük çapta da olsa yaşamaya
başlamadılar mı?
Son Söz: Kıyâmet, gaybla ilgili
bir alandır. Allah’ın gaybla ilgili
olarak verdiği bilgi ile yetinmek,
yorum konusunda çok hassas
davranmak gerekir. İman esaslarını yorumlaştırmamak kadar,
yorumları dinleştirmemek de
şarttır. O yüzden vallahu a’lemu
bi’s-savâb diyerek sözü bitirelim.
EN DOĞRUSUNU BİLEN ALLAH’TIR.
Düşünce
“SANA SAAT’TEN
SORUYORLAR”
MEHMED DURMUŞ
İktibas
Arapça ‘saat’ (es-Sa’atu/es-Sâ’a)
kelimesiyle bir günün 24 bölümünden her biri kastedilir.
Gündüz veya gecenin küçük bir
parçasına da saat denir. “Sâ’ati’lusra” “zorluk zamanı” (9/Tevbe,
117) demektir.
Terim olarak ‘es-Sâ’a’ kıyamet
anlamındadır. ‘es-Sâ’a’ “el-vaktul’l-hâdır” diye açıklanmaktadır, “hazır, şimdiki vakit” gibi bir
anlam ifade etmektedir. Sanki
böylece, kıyamet hemen şu anda
hazırdaymış, vakit tamam olmuş
gibi bir incelik içermektedir. Lisanu’l-Arab’da saat, “kıyametin
kendisinde koptuğu vakit” diye
tarif edilmektedir.1 Zeccac saat’i,
kulların kendisinde bayıldığı
[öldüğü], kendisinde dirildikleri
ve kendisinde kıyametin koptuğu vaktin ismi olarak açıklamıştır.2
v
a’d kelimesi,
geleceği kesin
olarak vaat edilen
kıyamete delalet
eder. Bu kelime aynı
zamanda kıyametin bir
istikbal hadisesi olduğu
anlamını pekiştirir.
Saat’in başlarına
kopmamış olması
kâfirleri yüreklendirmiş
ve Peygamber’i,
“sözünde sadıksan
haydi, vaat ettiğin şeyi
getir!” diye -akıllarıncaköşeye sıkıştırmak
istemişlerdir.
Kur’an ıstılahında ‘saat’ terimi,
Türkçede ‘kıyamet’ ile kastedilen muhtevayı ifade etmektedir.
Bununla beraber bazı ayetlerde
‘kıyamet’ ve ‘saat’ kelimeleri aynı
cümlede birlikte kullanılmışlardır. Bu ayetlerde kıyamet kelimesinin fiil formuyla, saat’in ise
mastar (es-Sâ’a) olarak (yevme
teqûmu’s-sâtu: “Saat’in kıyam
ettiği gün” yani saatin kopması,
kıyametin başlaması gibi bir anlamda) kullanıldığı dikkat çekmektedir. (30/Âl- İmran, 12, 14,
55; 40/Mü’min, 46; 45/Casiye,
27). İki yerde ise isim cümlesi
formunda (es-Sâ’atu qâimeten)
kullanılmıştır. (41/Fussilet, 50;
18/Kehf, 36).
Kur’an’da Saat (kıyamet) hadisesi Batşe (44/Duhan, 16) Âzife
(53/Necm, 57; 40/Mü’min, 18),
Vâkıa (56/Vâkıa, 1), Hâkka
(69/Hakka, 1-3), Tâmme (79/
Naziat, 34), Sâhha (80/Abese,
33), Ğâşiye (88/Ğaşiye, 1), Kâria
(101/Karia, 1-3) gibi isimlerle de
anılır. “Va’d” kelimesi, geleceği
kesin olarak vaat edilen kıyamete delalet eder. Bu kelime aynı
zamanda kıyametin bir istikbal
hadisesi olduğu anlamını pekiştirir. Saat’in başlarına kopmamış
olması kâfirleri yüreklendirmiş
ve Peygamber’i, “sözünde sadıksan haydi, vaat ettiğin şeyi
getir!” diye -akıllarınca- köşeye
sıkıştırmak istemişlerdir. Şu
soru cümlesi, bu cahil cesaretinin adeta şablonu olmuştur:
“Diyorlar ki, eğer doğru iseniz,
ne zamanmış bu tehdit?” (ve
yeqûlûne metâ hâze’l-va’du in
kuntum sâdıqîn) (21/Enbiya, 38;
10/Yunus, 48; 27/Neml, 71; 34/
sebe, 29; 36/Yasin, 48; 67/Mülk,
25). “Allah’ın va’di haktır, saatte
hiç şüphe yoktur…” (45/Casiye,
32) ayetinde va’d ve saat kelimeleri bir arada kullanılmıştır.
Saatin Kesinliği
Saat mutlaka gelecektir. (15/
Hıcr, 85). Saat’ten asla kuşku
duyulamaz. (18/Kehf, 21, 22/
Hac, 7, 45/Casiye, 32). Allah
katında yazı değişmez. Allah’ın
vaat ettiği gün ne bir saat geri
kalır, ne de bir saat ertelenir.
(34/Sebe, 30). Allah’ın ümmetlere tayin ettiği eceller de böyledir. (7/A’raf, 34; 10/yunus, 49;
16/Nahl, 61; 34/Sebe, 30). Saat
mutlaka gelecektir, bunda hiçbir
şüphe yoktur fakat insanların
çoğu buna inanmamaktadırlar.
(40/Mü’min, 59).
Kâfirler kıyametin kendilerine
gelmeyeceğinden hep emin olagelmişlerdir. Onlar için kıyamet
sadece bir ‘zan’ değeri taşımıştır.
(45/Casiye, 32). Allah kâfirlerin
kuşkularını şöyle cevaplamaktadır: “De ki, hayır! Gaybı bilen
33
İktibas
Düşünce
Rabbim hakkı için o, mutlaka
size gelecektir.” (34/Sebe, 3).
katındadır; ama insanların çoğu
bilmezler.” (7/A’raf, 187).
es-Sâ’a’nın şüphe götürmez kesinliği, ashab-ı kehf kıssası gibi
bazı olaylarla da pekiştirilmiştir.
Mağara arkadaşlarının uykularından uyandırılmaları (diriliş),
sadece gençlerin kendileriyle
alakalı olmayıp, o gün yaşayan
insanların onlara muttalî kılınması, Allah’ın vadinin hak ve
kıyametin şüphe götürmeyen
kesin bir gerçek olduğunu bildirme iradesine bağlanmaktadır.
(18/Kehf, 21). Böylece, yeniden
dirilmenin mümkün oluşu bütün insanlara gösterilmek istenmiştir.
Bu ayet “yes’elûneke ani’s-Sâ’a”
diye başlamaktadır. Yani soranlar, “kıyamet” değil de, “Saat
ne zamandır?” diye sormuşlar.
Soruya, Allah katından verilen
cevap oldukça açıktır: kıyametin
ne zaman gelip çatacağını Allahtan başka hiç kimse bilemez!
Aynı şekilde, yüz sene öldürülüp
yeniden diriltilen insan kıssası
da (2/Bakara, 259), kıyametin
Allah katında çok kolay bir iş
olduğu mesajını yaymaktadır.
Kıyametin Vakti
Kur’an’da “kıyametin vakti”nin
değil de, Türkçe meallerde kıyamet olarak tercüme edilen
“Saat’in vakti”nin konu edinilmesi, önemli bir husustur.
Kur’an’a göre kıyametin vaktini
Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bu, üzerinde hiçbir tevilin
yapılmasına imkân vermeyecek
kadar kesin bir hükümdür. Allah Saat’in vaktini hiç kimseye
bildirmemiş, gizli tutmuştur.
Kur’an’da bu konu şu şekilde
açıklanmaktadır:
“Sana saati, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun
ilmi ancak Rabbimin katındadır.
Onun vaktini O’ndan başkası
açıklayamaz. O göklere de yere
de ağır gelmiştir. O size ansızın
gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De
ki: Onun bilgisi ancak Allah’ın
34
k
ur’an’a göre saat
yakındır. (42/
Şura, 17). Ancak ona
inanmayanlar bu
hususta acelecidirler.
(42/Şura, 18).
Çünkü onlar cahil
cesaretiyle Rasulullah’a
meydan okuyorlar,
onların istedikleri
anda kıyameti
kopartamadığına göre,
güya onun yalanını
ortaya çıkartmış
oluyorlardı.
Benzer şekilde, insanların ‘saat’le ilgili sorularına hep aynı
cevap verilmiştir:
“Sana es-Sâati soruyorlar, gelip
çatması ne zamandır diye. Sen
onu nereden bileceksin! Onun
nihaî ilmi yalnız Rabbime aittir.
Sen ancak ondan korkanları
uyarırsın.” (79/Naziat, 42-45).
“İnsanlar sana saat’ten soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah
katındadır. Ne bilirsin, belki de
saat yakındır.” (33/Ahzap, 63).
Saatin ne zaman kopacağını
(ilmu’s-sâ’a), rahimlerde olanın
bilgisini, kişinin yarın ne kazanacağını ve insanların nerede
öleceklerini sadece Allah bilir.
(31/Lokman, 34). Yağmuru nasıl
O yağdırır (31/Lokman, 34),
O’nun ilmi olmaksızın hiçbir
meyve kabuğunu yarmaz, hiçbir
dişi gebe kalmazsa (41/Fussilet,
47), kıyametin ilmi de sadece
O’ndadır.
Geleceğinden kuşku olmayan
saatin vaktini gizlemenin gerekçesi, “herkesin kendi say ü
gayretinin karşılığını alması”dır.
(20/Taha, 15).
Kur’an’a göre saat yakındır. (42/
Şura, 17). Ancak ona inanmayanlar bu hususta acelecidirler.
(42/Şura, 18). Çünkü onlar cahil
cesaretiyle Rasulullah’a meydan
okuyorlar, onların istedikleri
anda kıyameti kopartamadığına göre, güya onun yalanını
ortaya çıkartmış oluyorlardı.
Bu insanlar derin dalaletlerinin
farkında bile değillerdi. Kâfirler
her zaman, Peygamberle alay
ederek, müstehzi bir eda ile “ne
zamanmış o?” diye sormuşlardır.
Allah’ın cevabı kısadır: “De ki:
Yakın olsa gerek!” (17/İsra, 51).
Kıyametin vaktini sadece Allah’ın bilmesini kâfir olanlardan
başkası garip karşılamaz. Çünkü
gökte ilah, yerde ilah olan ve
mülkün yegâne sahibi Allah’tır.
Tabi ki kıyametin bilgisi de sadece O’na ait olacak (43/Zuhruf,
84-85); kıyametin bilgisi O’na
havale edilecektir. (41/Fussilet, 47). Kıyamet bilgisi, hiçbir
şey bilmez halde iken anasının
karnından Allah tarafından çıkartılan (16/Nahl, 78) insanın
boyunu aşar.
Kıyamet ansızın gelecektir. ‘Ansızın’ anlamına gelen ‘bağteten’
kelimesi kıyametle ilgili olarak
Düşünce
dokuz ayette geçmektedir. (6/
En’am, 31; 12/Yusuf, 107; 21/Enbiya, 40, 22/Hac, 55; 41/Fussilet,
50; 43/Zuhruf, 66, 47/Muhammed, 18, 54/Kamer, 1, 46).
Saat onlara ansızın gelince kâfirler, dünyada salih amelleri terk
etmelerinden dolayı pişmanlık
duyarlar. Bu insanlar aynı zamanda, “biz bir daha diriltilecek
değiliz” kanısındaydılar. (6/
En’am, 29, 31). Allah’ın azabı ya
da saat gelince insanlar Allah’tan
başka bir varlığa değil, yine Allah’a yalvarıp yakaracaklardır.
(6/En’am, 40).
Saat Kur’an’ın bildirdiğine göre
göz açıp kapamak kadar yahut
daha az bir sürede gerçekleşecektir. (16/Nahl, 77). Kur’an
bu süreyi “lemhu’l-basar” (göz
kırpmak) teşbihi ile açıklamıştır.
Bu teşbih, hem Saat’in ansızın
geleceğine, hem de çok çabuk
bir sürede gerçekleşeceğine işaret etmektedir.3
Saatin ansızın gelecek olması,
“kıyametin alametleri” konusunu gündeme getirir.
Kıyamet Alametleri
Kıyamet ansızın geleceğine ve
onun zamanı hakkında Allah’ın
dışında hiç kimsenin bir bilgisi
olmadığına göre, kıyametin
alametlerinden de bahsetmek
mümkün değildir. Kıyametin
herhangi bir alameti yoktur.
Kur’an herhangi bir alametten
bahsetmemektedir. Kıyametin
alametleri, “Eşratu’s-Sâ’a” başlığı
altında ancak hadis kitaplarında
zikredilmektedir.
Meşhur hadis kitaplarında
“Eşratu’s-Sâ’a” başlığı altında,
gelecekte vuku bulacağı öne
sürülen şu on olay sıralanmıştır:
1, 2, 3) Doğu’da, Batı’da ve Arap
İktibas
yarımadasında bir yer göçecek;
4) Duhan [duman] çıkacak; 5)
Deccal çıkacak; 6) Dâbbetü’larz görülecek; 7) Ye’cuc-Me’cuc
gelecek; 8) Güneş battığı yerden
doğacak; 9) Yemen’in dip tarafından, halkı süren bir ateş çıkacak; 10) İsa (a.s) gökten inecek.4
Muslim’de ve Tirmizi’de yer alan
farklı bir varyantta onuncu alametin, insanları denize fırlatacak bir rüzgâr mı, yoksa İsa’nın
inmesi mi olduğu hususunda bir
ihtilafın varlığı gözlenmektedir.5
Bu on ‘alamet’ten ilk üçü ile dokuzuncusunun hiçbir anlamı ve
önemi yoktur. Somut bir adresi
olmayan, hayali bir ihbardan
ibarettir. Gaybın anahtarları
tamamen Allah katındadır. Geleceğe dönük bu haber herhangi
bir değer ifade etmez. Deccal
kavramının Kur’an’da herhangi
bir karşılığı bulunmaz. Bu evsafta insanlar, her zaman, her
toplumda buluna gelmiştir. Ayrıca bir ‘deccal’ aramanın anlamı
yoktur.
Diğer beş ‘alamet’, lafız veya
konu olarak Kur’an’la bir şekilde
bağlantılı olduğu için, üzerinde
kısaca durulması icap etmektedir.
Duhan suresinin 10 ve 11. ayetlerinde, “göğün insanları bürüyecek açık bir duman çıkaracağı
gün” hatırlatılarak, yaşayan
insanlara öğüt verilmektedir.
Çünkü o gün bazı insanlar,
“Rabbimiz! Bizden azabı kaldır.
Doğrusu biz artık inanıyoruz”
diyecekler (44/Duhan, 12). Onlara verilecek cevap şudur: “Nerede onlarda öğüt almak? Oysa
kendilerine gerçeği açıklayan bir
elçi gelmişti.” (44/Duhan, 13).
‘Duhan’ (dâl harfiyle) kelimesi
duman demektir. Tütüne de
duhan denir. Duhan, Kur’an’da
B
u on ‘alamet’ten
ilk üçü ile
dokuzuncusunun
hiçbir anlamı ve önemi
yoktur. Somut bir
adresi olmayan, hayali
bir ihbardan ibarettir.
Gaybın anahtarları
tamamen Allah
katındadır. Geleceğe
dönük bu haber
herhangi bir değer
ifade etmez. Deccal
kavramının Kur’an’da
herhangi bir karşılığı
bulunmaz. Bu evsafta
insanlar, her zaman,
her toplumda buluna
gelmiştir. Ayrıca bir
‘deccal’ aramanın
anlamı yoktur.
35
İktibas
geçtiği iki yerden ikincisinde,
göğün ilk başlangıçta duman
halinde olduğunu anlatır. (41/
Fussilet, 11). Bu duhanın kıyametten önce gökten gelecek
ve kırk gün sürecek bir duman
olduğuna dair rivayetler6 varsa
da bu rivayetler bir itikad oluşturamazlar. Bu alanda rivayet
edilmiş bazı hadislerin uydurma
olduğunu müfessirler de teslim
etmektedirler.7
Ayet kendi bağlamı içerisinde
dikkatli okunduğunda, bu ‘duman’ın, bizzat ‘es-Sâ’a’ esnasında
ortaya çıkacak bir olay olduğu
anlaşılır. Yani duhan, Saat’in bir
parçasıdır. 16. ayetteki ‘gün’le,
10. ayetteki gün’ün aynı şekilde
kıyameti kastettiğini düşünmemek için bir neden yoktur.
Dâbbe kelimesi yerde yürüyen
hayvan demektir. Allah her
dâbbeyi sudan yaratmıştır. (24/
Nur, 45). Bütün dâbbenin rızkı
Allah’a aittir. (11/Hud, 6). Neml
suresinin 82. ayetindeki ‘dâbbe’
sözcüğü kıyamet alameti diye
tevil edilmiştir. “O söz başlarına
geldiği zaman onlara yerden bir
dâbbe çıkartırız da, onlara insanların [kâfirlerin] ayetlerimize
kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” (27/Neml, 82).
Dikkat edilirse, “o söz başlarına
gelince” (ve izâ vaka’a’l-kavlu)
sözü ile ayet, kıyametin bizzat
vuku bulmasını kastetmekte, kıyametin alametleri bahis konusu
edilmemektedir. Dâbbe her ne
ise, kıyamet vuku bulduğunda
gerçekleşecektir.
Ye’cuc-me’cuc Kur’an’da iki yerde
zikredilir. Kehf suresinde Zülkarneyn’in Ye’cuc ve Me’cuc’u
engellemek için sed yaptığı anlatılır. Enbiya suresinin 96. ayetinde ise Ye’cuc ve Me’cuc’un açılıp,
her tepeden akın edecekleri
36
Düşünce
zamanla, hak va’din yaklaştığı ve
kâfirlerin gözlerinin donakaldığı
gün arasında bir alaka kurulur.
(21/Enbiya, 97). Bununla beraber bu ayetleri de, hadislerde
belirtildiği gibi bir ‘kıyamet alameti’ olarak kabul etmek mümkün değildir.
Güneşin battığı yerden doğacağı
rivayetine gelince, Kur’an, Saat
olaylarının bir parçası olarak,
güneşin söndürüleceğinden
bahsetmektedir. Güneşin batıdan doğması, Kur’an’ın değil,
d
âbbe kelimesi
yerde yürüyen
hayvan demektir. Allah
her dâbbeyi sudan
yaratmıştır. (24/Nur,
45). Bütün dâbbenin
rızkı Allah’a aittir. (11/
Hud, 6). Neml suresinin
82. ayetindeki ‘dâbbe’
sözcüğü kıyamet
alameti diye tevil
edilmiştir.
rivayetlerin ihtiva ettiği bir
iddiadır. Böyle olunca, güneşin
batıdan doğmasını, batı Hristiyan âleminin Müslüman olacağı
anlamında bir mecaz olarak yorumlamanın da tutarlı bir tarafı
yoktur. Hristiyan dünyasının
İslam’a ilgi duyması, bu rivayetten bağımsız bir durumdur.
İsa’nın gökten inmesi ise tamamen bir Hristiyan akidesidir.
“O şüphesiz Saat’in geleceğini
bildiren bir ilimdir…” (43/
Zuhruf, 61) ilahi kelamındaki
‘O’ zamirini birçok müfessir İsa
olarak anlamış ve İsa’nın kıyametin alametlerinden olduğunu
ileri sürmüşse de, ‘O’ zamirini
Kur’an olarak anlamak da mümkündür.8 Velev ki zamirin İsa’ya
delalet ettiğini kabul etsek bile
bunu, İsa’nın nüzulü gibi bir
manaya hamletmemiz kesinlikle mümkün değildir. İsa’nın
nüzulü İslami bir inanç değildir.
İsa’nın ölmeyip, göğe yükseldiği
Allah’ın [Baba’nın] sağ yanına
oturduğu, bir Hristiyan akidesidir. İsa (a.s) göğe yükselmediği
gibi, gökten de inmeyecektir. İsa
(a.s)’ın nerede, ne zaman, ne şekilde vefat ettiğini bilmiyor oluşumuz, onun da her insan gibi
öldüğü, kabrinde toprağa karıştığı ve ba’s gününde her insan
gibi yeniden dirileceğini inkâr
etmemizi gerektirmez. “İsa’nın
nüzulü” inanışı, İslam inancının
birçok unsuru ile çelişir. İsa’nın
vefat ettiği Kur’an’da sarih bir
şekilde yer alır. (5/Maide, 116118. ayetler gibi).
Bu ‘büyük alametler’in dışında
ipek giysi giyilmesi, içki içilmesi, erkeklerin hanımlarına itaat
etmeleri, mescidlerde seslerin
yükseltilmesi,9 yırtıcı hayvanların insanlarla konuşması, zinanın yaygınlaşması,10 yüksek binaların yapılması,11 ahmak oğlu
ahmakların dünyada en mutlu
insanlar olması,12 Türkler’le
savaş yapılması13 ve İstanbul’un
fethi14 gibi bazı toplumsal ve siyasal hadiseler ‘kıyametin küçük
alametleri’ olarak zikredilmektedir. Bu ‘küçük alametler’den
ahlakî yozlaşmaya ilişkin olanlar, insanlık tarihiyle yaşıt, her
toplumda görülmüş birtakım
davranış bozukluklarıdır. Türklerle savaş ve İstanbul’un fethi
gibi tarihi olaylar ise, dönemsel
siyasî atmosferin, rivayetlere
yansıması olarak görülmelidir.
Kur’an’da ‘eşrât’ kelimesi zikredilmektedir:
Düşünce
“Yoksa onlar es-Saati, onun ansızın gelmesini mi bekliyorlar?
Hâlbuki onun işaretleri (eşrâtuha) şimdiden gelmiştir. O (saat)
başlarına geldikten sonra, hatırlamalarının onlara ne faydası
olacak ki?!” (47/Muhammed,
18).
‘Eşrat’ kelimesi alamet, emare,
belirti anlamlarına gelmektedir.15 Birçok müfessirin bu ayeti
tefsir ederken ‘kıyamet alametleri’ne dair yorumlar yapmaya
girişmesi, rivayet kültürünün
tesirinden başka bir şey değildir.
Hadislerdeki ‘eşrat’ ile ayetteki
‘eşrat’ın herhangi bir ilgisi ve
alakası söz konusu değildir.
Ayet, kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini telkin etmektedir.
İnsanların kimisi kıyameti uzak
görmekte, kimisi tamamen imkânsız sanmaktadır. Müşrikler
Peygamber’e, cahil cesareti ile
meydan okuyorlar, “iddia ettiğin gibi haydi göğü üzerimize
parça parça düşür!” diyorlardı.
Oysa kıyamet mutlaka gelecektir ve o geldikten sonra artık
iş bitirilmiştir, o gün insanların pişmanlıkları hiçbir fayda
vermeyecektir. Çünkü artık
zaman geçmiştir.16 Zemahşeri
bu anlamı pekiştirmek için 89/
Fecr-23 ayetini örnek olarak
hatırlatmaktadır.17 Ayetin vermek istediği mesajı, Firavun’un,
tam boğulma esnasında iman
ettiğini açıklaması üzerine Allahu Teala’nın, “Şimdi mi?” (‘âlân?!’) sorusunda (10/Yunus, 91)
da bulmak mümkündür. Tıpkı
bunun gibi hiçbir inkârcıya, kıyametin gelmiş olması bir fayda
sağlamayacaktır, çünkü iş olup
bitmiştir.
Bu yoruma Fahreddin er-Razi
de katılmaktadır.18 O, ayetin,
halkın kıyameti uzak görmemesi
İktibas
gerektiğine dair uyarı mesajı
taşıdığına değinmekte ve 54/Kamer suresinin 1. ayetini de aynı
bağlamda görmektedir.
Nitekim, ayetin hemen akabinden ‘kıyamet alametleri’ni
sayma kolaycılığına19 düşmeyen
müfessir Hamdi Yazır, konuyu
şu şekilde izah etmektedir: “Bu
ayette de Kıyamet saatini bütün
dünyanın yıkılması anlamında
Saat-ı Kübra (insanların muhasebe için yeniden dirilişi)
ya yüklüyorlarsa da, burada
anılan kafirlerin bilhassa kendi
kıyamet saatleri, kendi kıyametlerinin kopması manasını
anlamak daha makul ve, “işte
onun işaretleri gelmiştir” (Muhammed, 18) ifadesiyle, uyarı ve
korkutmaya daha uygundur.”20
Bu pasajın devamında Yazır’ın,
söz konusu eşrat’ın, Peygamber
(a.s)’ın ve inananların günden
güne gelişip yükselmesi, buna
mukabil müşriklerin Mekke
Cumhuriyetinin günden güne
çöküşü gibi mucizeler olabileceğini yazması21 oldukça ilgi
çekicidir.
Razi’nin yorumu daha da açıktır:
“Buradaki ‘eşrat’ın, insanın
yoktan yaratılması, göklerin ve
yerin varedilmesi gibi, haşrin ve
ba’sin (dirilişin) mümkün olduğunu gösteren deliller olduğu
söylenebilir. Nitekim Cenab-ı
Hak, “Gökleri ve yeri yaratan,
onlar gibisini yaratmaya kadir
değil midir?” (Yasin, 81) buyurmuştur.”22
A
slında es-Saat’in
yegâne alameti, bu
büyük hadiseyi Cenabı
Hakk’ın haber vermiş
olması ve bu büyük
hadisenin mutlaka ama
mutlaka vuku bulacak
olmasıdır. es-Saat’in
alametini araştırmak,
onun kopmasını
adeta alametlere
endekslemek, sanki
üstü örtük bir kuşku
gibi de algılanmaya
müsaittir.
Peygamber (sav) bile, kıyametin
vaktine ilişkin bir bilgi sahibi
değilse, o halde, ona izafe edilen ve sayılınca yüzleri bulan
kıyamet alametleri nereden çıkmaktadır, Peygamber (sav) bu
37
İktibas
Düşünce
bilgileri nasıl, nereden ve hangi
‘imkânla’ temin etmiştir?
zehabına kapılır. (104/Hümeze,
3).
Kur’an’ın hiç bilgi vermediği,
Allah’dan gayrı herkese onu
bilmenin yollarını kesin bir
surette kapattığı kıyamet alametleri’nden kuşku duymamak elde
değildir.
Kendilerine zulmeden kâfirler
kıyamet koptuğu gün, dünyada
kısa bir süre (bir saat kadar)
kaldıklarına dair yemin edecekler. (30/Rum, 55). Yani şöyle
doğru dürüst (“ağız tadıyla”)
(!) hakkı-hakikati bulacak bir
fırsatın kendilerine tanınmadığını ileri sürecekler. Oysa ayetin
bizzat işaret ettiği gibi (kezalike
kânû yu’fekûn), dünya hayatında
iken de böyle haktan sapıyorlar,
hakikati ters yüz ediyorlar, yani
yalan söylüyorlardı.24 Kâfirler
dünyada sanki gündüzün bir saati (sa’aten mine’n-nehar) kadar
kaldıkları sanısına kapılacaklar.
(10/Yunus, 45; 46/Ahkaf, 35).
Yeryüzünde az bir süre kaldıklarını sanacaklar. (17/İsra, 52).
Çünkü dünyada hayra yönelik,
kalıcı, hikmet-i halideye hizmet
edici hiçbir eser bırakmadıkları
için, dünya hayatı onlara böyle
kısa gelecektir. Allah açıkça soracak onlara, “Dünyada kaç yıl
kaldınız?” diye. Cevap: “bir gün
ya da bir günün yarısı kadar!”
(23/Mü’minun, 112).
Aslında es-Saat’in yegâne alameti, bu büyük hadiseyi Cenabı
Hakk’ın haber vermiş olması
ve bu büyük hadisenin mutlaka ama mutlaka vuku bulacak
olmasıdır. es-Saat’in alametini
araştırmak, onun kopmasını
adeta alametlere endekslemek,
sanki üstü örtük bir kuşku gibi
de algılanmaya müsaittir. Saat
için alametler aramaya gerek
yoktur. Nasıl ki ölüm her canlının tadacağı, hayata dair bir
gerçekse; “ölümün alametleri”
diye bir arayış anlamsızsa, Saat
de öyledir. Doğduğu günden
itibaren ölüm insanın kaderidir.
Ölümün tarihi belli olsaydı hayat insana zehir olurdu. Allah’ın
kesin olarak gizli tuttuğu gaybın
kilitlerini zorlamak ahlakî değildir.
Kamer suresinde bildirilen,
“Saat yaklaştı, ay yarıldı” sözlerini de, Peygamber (a.s)’ın elinde
gerçekleşmiş, ‘kıyametin alameti’ cinsinden bir mucize olarak
anlamak doğru değildir. Ayet,
mazi sîgasıyla irad edilmiş olsa
da, istikbal anlamını içkindir;
kıyamet sahnelerinin bir parçası
olarak ayın yarılacağı anlatılmaktadır.23
Dünya Hayatı Ne Kadar da
Kısadır!
Sûr’a üflenip de mücrimler, gözleri göğermiş vaziyette mahşer
meydanında toplandıkları vakit,
aralarında fısıltı ile “(dünyada)
sadece on gün kaldınız” diyecekler. İçlerinden daha makul
düşüneni ise “bir günden fazla
kalmadınız” diyecek. (20/Taha,
103-104). Müşriklerin, dünyada
kalış sürelerini, “akşam ya da
kuşluk vakti kadar” diye tahmin
ettikleri de olmaktadır. (79/Naziat, 46).
Dünya hayatı aslında oldukça
kısadır. İnsan bu kısa dünyaya
sığdıramayacak kadar uzun (tûl)
emeller besler, kendini kandırır.
Malının kendini ebedileştireceği
Dünya hayatı şüphesiz ki müminler için de kısadır fakat
mü’minlerin farkı, dünya hayatına aldanmayışları, zamanı iyi
değerlendirmeleridir. Dünyanın
38
kısalığını, geçiciliğini ve aldatıcı
cazibesini bildikleri için, salih
amellerle, bu kısa dünya hayatını değer bakımından ‘uzun’
etmeye çalışmışlardır.
Kıyamet Sahnesi
Saat kopmadan önce sûra üflenecektir. Sûr’un ne olduğu
hakkında tam olarak bilgi verilmemiştir. Şunu biliyoruz ki, sûra
üflenmekle saat başlayacaktır.
Sûr konusu ayetlerde “Sûra
üflendiği gün” (yevme yunfehu fi’s-sûri) (20/Taha, 102; 27/
Neml, 87); “Sûr’a üflenince” (feizâ nufiha fi’s-sûri) (23/Mü’minun, 101); “Sûr’a üflenmiştir”
(ve nufiha fi’s-suri) (36/Yasin,
51; 50/Kaf, 20) gibi ifade biçimleriyle ele alınır. Sûra iki defa
üflenecektir. (79/Naziat, 6-7).
Birinci üflenişte yeryüzünde
bulunan, canlı olan her şey ölecektir. İkinci üfleniş ise kıyam’ın
habercisidir; artık herkes dirilmiş, ayağa kalkmış bakmaktadır.
(39/Zümer, 68). Sûr’a iki defa
üflenecekse de, her üfleyiş tek
bir defa olacaktır. (69/Hakka,
13).
Sûra üflendiğinde yeryüzü ve
dağlar birbirine çarpacak, darmadağın edilecek (69/Hakka,
13-14), dağlar yürütülüp serap
haline gelecektir. (78/Nebe, 1820). Sûra üflendiği gün mülk
Allah’ındır. (6/En’am, 73). Kıyametten/saatten önce de mülk
Allah’a aitti fakat insan mülkü
Allah’a tahsis etmemekteydi.
O gün Allah soracak: “bugün
mülk kimindir?” Sorunun bir
tek cevabı vardır: “Kahhar olan
Allah’ındır.” (40/Mü’min, 16).
Kıyamet sahnesi tek kelimeyle
dehşettir. O, kulakları sağır eden
(80/Abese, 33); “kapı çalan” (kâria) büyük bir gürültüdür.
Düşünce
İktibas
O gün ay tutulur (75/Kıyame, 8)
ya da ay yarılır. (54/Kamer, 1).
zemmil, 14); yeryüzü parça parça dökülür (89/Fecr, 21).
Güneş katlanıp dürülür (81/
Tekvir, 1); güneşle ay bir araya
getirilir. (75/Kıyame, 9).
Denizler kaynatılır (81/Tekvir,
6); birbirine katılır. (82/İnfitar,
3).
Yıldızlar dökülür veya ışığı söndürülür. (77/Murselat, 8; 81/
Tekvir, 2; 82/İnfitar, 2).
Nefisler birleştirilir. (81/Tekvir,
7). Yani insan yeniden yaratılır.
Gökyüzü yarılır (furice: 77/
Murselat, 9; infetara: 82/İnfitar,
1; 73/Müzzemmil, 18), iki şak
olur (inşakka: 54/Kamer, 1; 84/
İnşikak, 1); gökyüzü açılır (81/
Tekvir, 11); o gün gök iki şak
olur ve çökmeye yüz tutar (69/
Hakka, 16); gökler sallanıp
çalkalanır (52/Tur, 9), erimiş
maden gibi olur. (70/Mearic, 8).
Yazılı kâğıtlar tomarını dürer
gibi gökler dürülür. (21/Enbiya,
104).
Yeryüzü büyük bir zelzele ile
sarsılır. (99/Zilzal, 1). Yeryüzü
dümdüz hale gelir. (84/İnşikak,
3); içindekileri dışarı atar (84/
İnşikak, 4); kabirlerin içindekiler dışına çıkartılır (82/İnfitar,
4); yeryüzü ağırlıklarını dışarı
atar. (99/Zilzal, 2; 100/Adiyat,
9).
Dağlar ufalanıp savrulur (20/
Taha, 105; 77/Murselat, 10),
dağlar yürütülür (18/Kehf, 47;
52/Tur, 10; 81/Tekvir, 3), parçalanır (56/Vakıa, 5); yerleri
dümdüz ve boş olur; öyle ki ne
bir iniş, ne de bir yokuş görülür.
(20/Taha, 105-107). Atılmış yün
(70/Mearic, 9), renkli yün gibi
olur (101/Karia, 5); yeryüzü
çırılçıplak (dümdüz) görülür
(18/Kehf, 47); yeryüzü ve dağlar
birbirine tek çarpışla çarptırılır
darmadağın edilir (69/Hakka,
14); yeryüzü ve dağlar sarsılır,
dağlar çöküntü ile akıp giden
kum yığınına döner (73/Müz-
Defterler açılır (81/Tekvir, 10).
Gebe develer kendi haline terk
edilir. (81/Tekvir, 4). Yani insan
en kıymetli mallarını dahi artık
gözden çıkartmıştır. Vahşi hayvanlar bir araya toplanır. (81/
Tekvir, 5). Çünkü oyun bitmiştir.
Vahşi hayvanları ‘vahşi’ yapan
şartlar, birbirlerinden ve insanlardan kaçmalarını gerektiren
koşullar sona ermiştir.
O gün insan kaçacak yer arar.
(75/Kıyame, 10). O gün kişi
kardeşinden, ana-babasından,
eşinden ve çocuklarından kaçar. (80/Abese, 34-36). O gün,
çocukların ak saçlı ihtiyarlara
çevrileceği bir gündür. (73/
Müzzemmil, 17). Bazı insanların
toprak olmayı temenni edecekleri bir gündür o gün. (78/Nebe,
40).
“Kıyamet zelzelesi” büyük bir
olaydır. Bunun için insanlar
Rablerinden korkmaya davet
edilirler: “Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü saat’in
depremi (zelzelete’s-sâ’a) müthiş
bir şeydir!” (22/Hac, 1). O gün
kâfirler ziyandadır. (45/Casiye,
27, 32). (19/Meryem, 75). Firavun ve hanedanı kıyametin koptuğu gün ateşe girdirilirler. (40/
Mü’min, 46).
G
ebe develer
kendi haline terk
edilir. (81/Tekvir, 4).
Yani insan en kıymetli
mallarını dahi artık
gözden çıkartmıştır.
Vahşi hayvanlar bir
araya toplanır. (81/
Tekvir, 5). Çünkü
oyun bitmiştir. Vahşi
hayvanları ‘vahşi’ yapan
şartlar, birbirlerinden
ve insanlardan
kaçmalarını gerektiren
koşullar sona ermiştir.
Kıyametin dehşetini anlatmaya
bu sayfalar kifayet etmez.
Kur’an’ın anlattıklarından anlaşılmaktadır ki, saatin koptuğu
39
İktibas
gün gök başka göklere, yeryüzü
başka yeryüzüne çevrilecektir.
(14/İbrahim, 48). Yani evrenin
düzeni değişecektir.
Kur’an, insanın yeniden yaratılmasının da bu dünya üzerinde
olacağını haber vermekte ve
şöyle demektedir:
“Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde
bir süreye kadar yerleşme ve
faydalanma vardır buyurdu.”
“Orada yaşayacaksınız, orada
öleceksiniz ve oradan (diriltilip)
çıkartılacaksınız dedi.” (7/A’raf,
24-25).
“Allah sizi de yerden bitki (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi
yine oraya döndürecek ve sizi
yeniden çıkartacaktır.” (71/Nuh,
17-18).
İnsanın dirilişinin (yeniden
yaratılışının) yine yeryüzünde
gerçekleştirilmesini, göğün
başka göklere, yeryüzünün de
başka yeryüzüne dönüştürüleceği haberi ile birlikte düşünmek
gerekir. Bu durumda dünya hayatını büyükçe bir ‘oyun’, dünyayı büyükçe bir sahne, insanı da
oyuncu olarak tasavvur etmek
mümkündür. Demek ki kıyamet,
oyun sahnesinin değişmesi; sûr,
birinci oyun bitiminde perdenin
çekilmesi, saat, oyun sahnesinin
değişmesi esnasındaki hareketlilik, ikinci sûr, perdenin yeniden
açılması, kıyamet (ahiret) ise
yeni ve ebedî ‘oyun’un başlaması
misalidir.
Kıyamet gerçekten “büyük bir
haber”dir.
[email protected]
40
Düşünce
Dipnotlar
14
1
İbni Manzur, Lisanul Arab,
XI/302.
Muslim, Sahih, 52/Fiten ve Eşratu’s-Sa’a, Bab: 9, (III/2221). Bunların devamı için anılan kitapların
bablarına bakılmalıdır.
2
15
İbni Manzur, Lisanul Arab,
XI/302.
3
Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, II/545, 91. Not.
4
Muslim, Sahih, 52/Fiten, Bab:
13, (III/2226); Tirmizi, Sunen,
31/Fiten, Bab: 21, H.no: 2184,
(IV/477); Ebu Davud, Sunen, 36/
Melahım, Bab: 12, H.no: 4311,
(IV/491); İbni Mace, Sunen, 36/
Fiten, Bab:25, 4041. Hadiste kıyametin 10 alameti var dendiği
halde sadece üçü zikredilmiş,
(II/1341-1342). Bu babın devamında, başkaca ‘kıyamet alametleri’ni sayan hadisler mevcuttur.
5
Muslim, Sahih, 52/Fiten ve
Eşratu’s-Sa’a, Bab: 13, (III/2226);
Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab: 22,
(IV/478).
6
Zemahşerî, Keşşaf, IV/272.
7
İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’lAzîm, Beyrut-2010, s. 1436.
8
Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, III/1006, 48. not.
9
Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab:
38, (IV/494-496)
10
Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab:
19, 34, (IV/476, 491).
11
Buhari, Sahih, 92/Fiten, Bab:
25, (VIII/101).
12
Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab:
37, (IV/494).
13
Tirmizi, Sunen, 31/Fiten, Bab:
40, (IV/497; Ebu Davud, Sunen,
36/Melahim, Bab: 9, (IV/486487).
Zemahşeri, el-Keşşaf, IV/323;
Razi, Mefatîhu’l-Gaybu’l-Gayb,
XX/101; Reşid Rıza, et-Tefsiru’lMenar, IX/444; Derveze, Tefsirul
Hadis, VI/267; Yazır, Hak Dini,
VI/469;
16
Bu yorum için bkz. Zemahşeri,
el-Keşşaf, IV/323; Beyzavi, Envar,
Mecmua, V/507.
17
Zemahşeri, el-Keşşaf, IV/323.
18
Razi, Mefatîhu’l-Gayb, XX/101.
19
Bu kolaycılığın örneği olarak
bkz. Hazin, Lübab, Mecmua,
V/506. Bununla beraber, Zemahşeri, Razi, Elmalılı, Beyzavi gibi
müfessirler de dahil olmak üzere,
pek çok müfessir tarafından ‘ayın
yarılması mucizesi’ söz konusu
alametlerden bir örnek olarak
takdim edilmektedir. Halbuki
‘ayın yarılması’, sadece ahad habere dayalı bir rivayettir. Kur’an
ayın yarıldığından bahsetmemekte, kıyametin yaklaştığını telkin
etmekte; kıyamet hadiseleri cümlesinden bir vak’aya atıfta bulunmaktadır. Ahad haberlere istinad
eden bu mucize, ilgili Kur’an ayetinin (54/Kamer, 1) sadece ahad
rivayetler doğrultusunda yorumlanmasından ibarettir.
20
Elmalılı, Hak Dini, VI/469.
21
Elmalılı, Hak Dini, VI/469.
22
Razi, Mefatîhu’l-Gayb, XX/101.
23
Bkz. Mehmed Durmuş, Şakkul
Kamer Diye Bir Mucize, İktibas,
Nisan, 1992, C. 10, S. 160.
24
Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, I/207, 90. Not.
Düşünce
KUR’AN’A KARŞI
BİR POSTMODERN
GÜRÜLTÜ:
GÖRECELİLİK
İDDİASI
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU
r
abbimizin
insanlığa son
çağrısı, dünya ve
âhiret saadeti için
insanoğluna bildirdiği
son hidâyet kılavuzu,
hayat kaynağı Kur’an’a
yönelik Mekke
müşriklerininkine
benzer yalanlama,
karalama ve engelleme
çabaları da, yine
onlarınkine benzer
şekilde onun mesajını
saptırma girişimleri de
bugün hız kesmeden
devam etmektedir.
İktibas
Kur’an’ın mesajının ilk muhatapları arasında yer alan Mekke
müşrikleri, Kur’an’la ilgili “Bu
sadece bir insan sözüdür”,1 “Bu
uydurmadan başka bir şey değildir”,2 “Bu Kur’an onun uydurduğu bir yalandır, bir topluluk
da bu hususta kendisine yardım
etmiştir”,3 “Bu bir büyüdür”,4
“Karmakarışık rüyalardır”,5
“Ona bir adam öğretiyor”,6 “Evvelkilerin satırları / masallarıdır”,7 “İstesek biz de bunun aynısını söyleyebiliriz”8 gibi inkâra
yönelik iddialarda bulundukları
gibi, Kur’an mesajının Mekke
toplumunda makes bulmasını
engellemek amacıyla o okunduğunda gürültü yaparak9 mesajın
duyulmasına engel olmaya çalışmak gibi filli müdahalelerde
de bulunmuşlar, “Bize bundan
başka bir Kur’an getir veya onu
değiştir”10 gibi uzlaşmacı teklifler de gündeme getirmişlerdir.
Allah Rasulü (s), tüm bu yalanlama, karalama ve engelleme
çabalarına karşılık, Rabbinden
kendisine vahyedileni açık bir
şekilde tebliğ etmekten geri
kalmadığı gibi, mesajı Mekke statükosuyla çatışmayacak
şekilde eğip bükmesi talebine
de, yine bizzat mesaj sahibinin
direktifiyle şu şekilde cevap
vermişti: “…Onu kendiliğimden
değiştiremem. Ben sadece bana
vahyolunana uyarım. Rabbime
isyan ettiğim takdirde, büyük bir
günün azabından korkarım.”11
Rabbimizin insanlığa son çağrısı, dünya ve âhiret saadeti
için insanoğluna bildirdiği son
hidâyet kılavuzu, hayat kaynağı
Kur’an’a yönelik Mekke müşriklerininkine benzer yalanlama,
karalama ve engelleme çabaları
da, yine onlarınkine benzer
şekilde onun mesajını saptırma
girişimleri de bugün hız kesmeden devam etmektedir. Tek bir
farkla ki, bugünün cahiliyesi,
tüm bunları Mekke cahiliyesine
göre daha sofistike yöntemlerle,
daha estetik biçimlerde yapmaktadır. Modernizm ve ardından
da postmodernizm gibi tüm
insanlığı etkisi altına alan algılama biçimleri üretmiş bir cahiliye
türünün, Mekkeli müşrikler
gibi kaba gürültüyle bir mesajı
boğma girişiminde bulunmaları
beklenemezdi! Zira aynı şeyi
daha estetik yöntemlerle yapmak mümkündü!
İşte bu yazımızda konu edinmeye çalışacağımız ve “Herkesin
Kur’an’dan anladığı kendine!”
şeklinde özetlenebilecek olan
“Kur’an’ı anlamada görecelilik”
iddiası, Kur’an mesajına ve onun
bağlayıcılığı, furkan oluşu /
ayrıştırıcılığı, red ve inşa edici
oluşuna karşı tam tamına postmodern bir gürültü biçimini
ifade etmektedir. Tıpkı Batıda,
doğrudan Rabbani bir hitap
olmak yerine o hitabın muhatabı bir peygamberin (Hz. İsa)
hayat hikâyesi ve sözleriyle ilgili
rivayetlerin toplandığı mevcut
İncilleri anlayıp yorumlamak
için üretilmiş olan hermenötik,
tarihselcilik, evrenselcilik gibi
Batı menşeli yaklaşım biçimlerini Kur’an’a uyarlamaya çalışmanın da birer nevzuhur gürültü
biçimleri oluşu gibi…
Bilindiği gibi Batı aklı, 18. asırdan 20. asrın ortalarına kadar
kendisini hakikatin temsilcisi
olarak gördü. İnsanlığı bu “hakikate” dâvet etmenin ötesinde,
kendisini insanlığa dayatmaya
çalıştı. Adına “modernizm”
denen bu diktacı yaklaşım 20.
asrın ortalarında tıkanıp işlerliğini kaybedince de, bu kez “suyu
41
İktibas
Düşünce
bulandırma ve bulanık suda balık avlama” yöntemi olarak “hakikatin çokluğu ve göreceliği”
iddiasına dayanan postmodern
anlayış tüketime sunuldu.
A
rtık Kur’an
mesajının
önündeki en
güçlü engel,
geleneğin “Kur’an’ın
anlaşılmazlığı”
iddiası değil. Onun
yerine, ölçüyü,
postmodernizmin
“hakikatin göreceliği”
ölçüsüzlüğünde
arayan, vahyin
net ve apaçık
ölçüleriyle modern ve
postmodern kuramlara
yaklaşmak yerine, söz
konusu kuramlarla
vahye yaklaşmayı
yeğleyenlerin flulaşmış
zihni algı ve duruşları
Kur’an mesajının
önüne dikiliyor.
Batı aklı böylece hakikate karşı
“Ya benimsin, ya toprağın!”
anlayışında olduğunu göstermiş
oluyordu. Hakikatin Batı aklının
ta kendisi olduğu iddiasını öne
süren ve bunu tüm insanlığa
dayatan modernizmin tıkanması
karşısında, “Tek bir hakikat diye
bir yoktur. Hakikat görecelidir”
ölçüsüzlüğünün vizyona konulması başka nasıl izah edilebilir?
Başından beri kendisini, insanlık için yegâne hidayet rehberi
durumundaki Kur’an mesajına
kapatmış, vahye karşı inatçı bir
zorba olarak sırt çevirmiş bulunan ve herkesi bağlayıcı ortak
bir kaynağa iman etmeyen Batı
aklının bu tür felsefi arayışlar
içinde bocalamasını, insanlar
hakikat yolculuğuna çıkmasınlar diye onların önüne seçenek
üzerine seçenek koyma, engel
üzerine engel çıkarma telaşında
olması anlamak güç değil. Güç
olan, güneşi ellerinde bulunduranların, bizatihi kendi elleriyle
o güneşin ışığını belirsizleştirmeye, karartmaya kalkışmaları,
bu yönde Batılı merkezlerde
üretilen tezlere sahiplenip onlara ortaklık etmeye yönelebilmeleridir.
Apaçık bir kitap olarak12 hakla
bâtılı birbirinden kesin çizgilerle
ayırmak için13 Rabbimiz tarafından inzal olunan Kur’an, bağlayıcı ve ayrıştırıcı bir hayat kaynağı olmaktan çıkarılarak, adeta
bir felsefe kitabı, bir akademik
tartışma kaynağı konumuna
düşürülmeye çalışılmaktadır. Ne
yazık ki bu konuda epey mesafe
de alınmış görünmektedir.
42
Bu cümleden olarak “Herkesin
Kur’an’dan anladığı kendine!”
mantığı, Müslümanlar arasında
o kadar etkili olmaya başladı
ki, artık herhangi bir konuda Kur’an’a atıf yapmak veya
Kur’an’ın ölçülerini hatırlatmak,
dayatmacılık ve diktecilik olarak
yaftalanır oldu. Gündeme gelen
bir konu hakkında Kur’an’ın
ölçülerini hatırlatmak istediğinizde, bazı muhatapların gündeme getirilen âyetlerin mesajları
üzerinde müzakere etmek yerine
hemen söz konusu postmodern
reflekse yönelip, “O sizin yorumunuz” diyerek işin içinden
çıkıverdiğini görüyorsunuz.
Rabbimizin “Hablullah” olarak
niteleyip topluca sarılmamızı
emrettiği14 Kur’an’ın, Müslümanların ortak referansı olma
özelliği ve bağlayıcılığı, söz konusu yaklaşımla zayıflatılıyor,
etkisiz ve işlevsiz hale getiriliyor.
Bilindiği üzere bugüne dek
Kur’an mesajının önündeki
engel daha çok geleneksel din
anlayışlarından kaynaklanan
“Kur’an’ı herkesin anlayamayacağı” şeklindeki yaklaşımdı.
Çoğu zaman muhatabınıza
Kur’ani bir ölçüyü hatırlattığınızda, herhangi bir konuyla
ilgili bir âyet-i kerimeyi referans
gösterdiğinizde “Biz anlamayız,
hocalar anlar!” mahiyetindeki
tepkilerle karşılaşırdınız.
Bu anlayış şimdilerde büyük ölçüde aşıldı. Düne kadar Kur’an
meâli okumayı sapma sebebi
olarak gören birçok geleneksel
anlayış sahibi çevre şimdi meâl
okumayı teşvik eder duruma
geldi. Artık Kur’an mesajının
önündeki en güçlü engel, geleneğin “Kur’an’ın anlaşılmazlığı”
iddiası değil. Onun yerine, ölçüyü, postmodernizmin “hakika-
Düşünce
tin göreceliği” ölçüsüzlüğünde
arayan, vahyin net ve apaçık
ölçüleriyle modern ve postmodern kuramlara yaklaşmak
yerine, söz konusu kuramlarla
vahye yaklaşmayı yeğleyenlerin
flulaşmış zihni algı ve duruşları
Kur’an mesajının önüne dikiliyor.
Mesele öyle bir hal aldı ki, artık Müslümanlar arasında bile
Kur’ani ilkeleri gündeme getiremez olduk. Herhangi bir konuda
Kur’an’dan bir âyet okuduğunuzda “kendi yorumunu herkese
dayatmak” gibi ithamlarla karşılaşıveriyorsunuz. Kısacası, aynı
Kitab’a iman ettiğiniz bir insana
o Kitab’dan bir ölçüyü hatırlatmanın alabildiğine zorlaştığı bir
dönemden geçiyoruz.
Kur’an nasıl bir kitaptır?
Kur’an’dan bîhaber olarak, Batı
kültürünün enstrümanlarını
ele alıp, Kur’an’a rağmen Kur’an
hakkında konuşan ve yazıp
çizenlerin, Batılı ve Batıcı akademisyenlerin modern ve postmodern ön kabullerle Kur’an’ı
tanımlamaya ve yorumlamaya
kalkışmasını anlayabiliriz. Fakat
Kur’an’ı okumuş, onunla hemhal olmuş, dolayısıyla Kur’an’ın
özelliklerini bilmemeleri düşünülemeyecek kimi Müslüman
yazar-çizerlerin kalkıp, Kur’an’ı
Kur’an’a rağmen tanımlayan,
Kur’an mesajını modern ve postmodern gürültülere boğdurma
gayreti içerisinde olan Batılı ve
Batıcı oryantalistlerin ardı sıra
yürümesini asla anlayışla karşılayamayız, mazur göremeyiz.
Kur’an mesajını, rölativizmin
kör kuyusunda işlevsizleştirmeye matuf postmodern gürültülere karşı durmak yerine, bu gürültülere bilinçsizce ses katan bu
İktibas
insanlar, Kur’an’ın nasıl bir kitap
olduğuyla ilgili onca âyeti nasıl
gözden kaçırabilirler? Kur’an’ın
apaçık oluşu,15 kolaylaştırılmış
oluşu,16 açık ve açıklanmış bir
kitap oluşu17 ve furkân (hakla
bâtılı ayıran) oluşu18 ile postmodern ölçüsüzlüğün “hakikatin
göreceliği” anlayışının bir uzantısı olan “Herkesin Kur’an’dan
anladığı kendine” anlayışını telif
etmek mümkün müdür?
Herkesin farklı anlamasına
müsait bir kitap nasıl bağlayıcı
olabilecek, hakla bâtılı nasıl
birbirinden ayıracak ve insanlar
arasında hakem olabilme rolünü nasıl oynayacaktır? Kur’an
herkese aynı anda aynı şeyi
söyleyen, içinde çelişki bulunmayan, kendisine iman edenlere
ihtilafa düşmeyi yasaklayan19
inşa edici bir kitaptır. Bir felsefe
kitabı veya akademik kaynak
gibi tartışılsın, etrafında beyin
fırtınaları yapılsın diye değil,
Âlemlerin Rabbi tarafından,
anlaşılsın ve hayata hâkim kılınsın diye inzal olunmuştur.
Dolayısıyla Kur’an’ın, mezhebî,
meşrebî, kavmî vs önyargılardan arınmış olarak muttaki bir
yönelişle kendisine yönelenleri,
farklı istikametlere sevk etmesi
düşünülemez.
H
erkesin farklı
anlamasına
müsait bir kitap nasıl
bağlayıcı olabilecek,
hakla bâtılı nasıl
birbirinden ayıracak
ve insanlar arasında
hakem olabilme rolünü
nasıl oynayacaktır?
Kur’an herkese
aynı anda aynı şeyi
söyleyen, içinde çelişki
bulunmayan, kendisine
iman edenlere ihtilafa
düşmeyi yasaklayan19
inşa edici bir kitaptır.
Tabii ki Kur’an’ın kimi âyetleri
Müslümanlar arasında farklı
anlaşılıp yorumlanabilecektir.
Sahabe arasında bile zaman zaman âyetleri anlama konusunda
farklılıklar ortaya çıkmış, ancak
Allah Rasulü’nün (s) devreye
girmesiyle ortak anlama ulaşılmıştır. Bakara Sûresi 195. âyette
geçen “Kendinizi tehlikeye
atmayın” ifadesinden neyin
kastedildiği konusunda sahabe
arasında yaşanan tartışma buna
örnek olarak verilebilir. Fakat bu
43
İktibas
durum Müslümanları farklı istikametlere yöneltecek bir yorum
ve anlayış farkına yol açmamış,
birtakım yorum farklılıkları,
Kur’an’ın muhkemiyatı ışığında
ve Allah Rasulü’nün hayatta iken
doğrudan, vefatından sonra ise
sünnetinin öğreticiliği ışığında
ortak İslami aklın işletilmesiyle
çözüme kavuşturulmuştur. Ta ki
Kur’an dışı etkileşimler başlayana dek…
Bugün, Müslümanların 14
asırlık kültürüne ve bugünkü
durumlarına bakıp, ortaya çıkmış olan farklılıkların faturasını
Kur’an’a çıkarmak son derece
yanlış bir okuma ve büyük bir
haksızlıktır. Müslümanlar arasındaki mevcut ihtilafları, tarihsel süreçte belirleyen olmaktan
çıkarılıp önemli ölçüde belirlenen bir konuma mahkûm edilen
Kur’an’a fatura etmek, eli ayağı
bağlanmış bir kişiyi o haliyle
cinayet işlemekle itham etmekten farksızdır.
Harici yaklaşım ile postmodernizm arasında
Kur’an’a yaklaşımımızı belirleyen, yine Kur’an’da Rabbimizin
Kur’an’a dair yaptığı tanımlamalar ve ona nasıl yaklaşılması ile
ilgili ölçüleri olmalıdır. Farklı
kültürlerin metinlerini anlama ve yorumlama ihtiyacıyla
üretilmiş yöntemleri kalkıp
Rabbani bir hitap olan Kur’an’a
uyarlamaya çalışmak son derece
yanıltıcıdır. Kur’an’ı nesneleştirecek, onun hayatı inşa eden
belirleyicilik ve bağlayıcılık vasfını zayıflatacak, perdeleyecek
yaklaşımlardan titizlikle kaçınmak gerekir.
Harici okuyuş biçiminin yaptığı
gibi, âyetleri Kur’ani bağlamından kopararak eldeki keskin
44
Düşünce
bir kılıca dönüştürmek nasıl ki
Kur’an’a yapılan bir haksızlıksa,
Kur’an’ı “Herkesin anladığı kendine!” ölçüsüzlüğüne mahkûm
etmeye kakışmak da en az onun
kadar haksızlıktır, Kur’an’a yapılan bir zulümdür. Katolikliğin
kilise yorumlarını nasslaştırmasına benzer bir ölçüsüzlükten de, Protestanlığın nassları
izafileştirip, tamamıyla yoruma
indirgenmiş sabitesiz bir din
üreten ölçüsüzlüğünden de titizlikle sakınmak gerekir.
Kur’an’ın, dileyenin ona dilediğini söyletebileceği bir nesne değil, Âlemlerin Rabbi’nin insanlık
için söylediği apaçık sözleri
taşıyan inşa edici bir özne olduğunu, onun furkân oluşunun ve
mesajının bağlayıcılığının altını
ısrarla çizmemiz gerekir. Hele
de “hakikatin göreceliği” anlayışıyla her şeyin flulaştırılmak
istendiği, net olmanın, itiraz
etmenin, iddia sahibi olmanın,
bir hakikatten söz etmenin “totaliterizm” yaftasına muhatap
kılındığı bu postmodern çağda...
Yegâne hak dinin insanlığa dünya ve âhiret saadeti vaad eden
sadasının, Âlemlerin Rabbi’nden
gönderilmiş son kurtuluş reçetesi Kitab-ı Kerim’in apaçık
mesajının postmodern gürültüler altında ezilmemesi, bizlerin
bu sofistike gürültülere pabuç
bırakmamamıza bağlıdır. İnsanlığın ihtiyacı olan ölçüleri bildiren Kitab’ımızı, modernist itiraz
ve karalamalara karşı olduğu
kadar postmodern ölçüsüzlüğe
karşı savunmak da bugünün
Müslümanları için temel bir
yükümlülüktür.
[email protected]
Dipnotlar
1
Müddessir, 74/25
2
Sâd, 38/7
3
Furkân, 25/5
4
Zuhruf, 43/30
5
Enbiya, 21/5
6
Nahl, 16/103
7
Enfâl, 8/31
8
Enfâl, 8/31
9
“İnkâr edenler dediler ki: ‘Bu
Kur’ân’ı dinlemeyin, o okunduğunda gürültü edin, belki ona gâlib
gelirsiniz.”(Fussilet 41/26)
10
“Onlara âyetlerimiz açık açık
okunduğu zaman, bizimle karşılaşmayı ummayanlar şöyle dediler: ‘Ya
bundan başka bir Kur’an getir ya da
bunu değiştir.’ De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben sadece
bana vahyolunana uyarım. Rabbime
isyan ettiğim takdirde, büyük bir
günün azabından korkarım.” (Yunus, 10/15)
11
Yunus, 10/15
12
Şuara, 26/2
13
Bakara, 2/185
14
Al-i İmran 3/103
15
Yusuf, 12/1; Hicr, 15/1; Nur 24/1;
Kasas, 28/2 vb.
16
Kamer, 54/17, 22, 32, 40; Meryem, 19/97; Dûhan, 44/58 vb.
17
En’am, 6/55; Tevbe, 9/11; Yunus,
1075 vb.
18
Bakara, 2/185; Furkân, 25/1; Âl-i
İmrân, 3/4
19
Âl-i İmran, 3/103
Bir Kitap - Bir Alıntı
KUR’AN’DA AHİRET
ÂLEMİ
Seyyid KUTUB
Kur’an’da Kıyamet Sahneleri,
Terc. Süleyman Ateş, s.43-59
“Kıyamet Sahneleri”, Kur’an’ın
en bariz tasvirlerindendir.
Kur’an’da Edebi Tasvir’de bahsettiğim, bu kitabın mukaddimesinde de oradan iktibas ettiğim
bütün tasvir özellikleri, özellikle
kıyamet sahnelerine tamamen
uyar. Kur’an’ın bu metodu bu
sahnelerde daha açık bir şekilde
kendini gösterir.
Kuran, kıyamet sahnelerinde
öldükten sonra dirilmeği, naim
ve azabı anlatmış, bu dünyada
insanlara vaat ettiği ahiret âlemi,
sadece tavsif edilmekle kalmamış, Kur’an dilinde bu âlem,
görülen bir resim, hareket eden
bir canlı, bariz bir şahıs haline
gelmiştir. Müslümanlar bu âlemi tam bir şekilde yaşamışlar,
sahnelerini görmüşler, olaylarını
seyretmişler, bunlardan etkilenmişler. Kâh yüreklere hoplamış,
kâh tüyleri ürpermiş, kâh içlerine korku dolmuş, kâh ruhlarını
huzur ve güven okşamış, kâh
onları ateşin dilleri sarmış, kâh
cennetten esen hafif, tatlı rüzgâr içlerini açmış. Ve henüz o
va’dedilen gün gelmezden önce
o günü bu dünyada bilmiş, yaşamışlar.
B
iraz sonra
tafsilatıyla arz
edeceğimiz bu olaylar
ve şekiller ne olursa
olsun muhakkak
onlarda şu özellik
mevcuttur: Bunlar
canlılar dünyasından
alınmış canlı
sahnelerdir. Soyut
renkler, donuk çizgiler
değillerdir. .
Bu âlem gayet basittir. İslam
inancının açıkladığı gibi açıktır:
ölüm, öldükten sonra dirilme,
naîm ve azap. “Salih ameller
yapanlar için nimet dolu cennet
var. İnkâr edenler ve Allah’ın
huzuruna çıkılacağını yalanlayanlar için içi azap ve ateş dolu
cehennem vardır. Orada ne iltimas, ne azaptan kurtuluş vardır,
ne de hassas adalet terazisinde
kıl kadar bir yanlışlık var: “Zerre kadar hayır işleyen hayrını
görür, zerre kadar şer işleyen
şerrini görür.” “O gün ne baba
oğlunun yaptığı işten ceza görür,
ne de çocuk babasının yaptığından cezalanır.”
Bu âlem basit, vazıh, gerçek
muhtelif şekillerde arz edilen
sahnelerle süslü mükemmel
bir âlem şeklinde çizilir; çeşitli
durumlarda, şekillerde ve veçhelerde görünür ve ruhu saran,
hayali okşayan, hissi doyuran
çok yüksek bir sanat bu şekillerde kaynaşır; bu sahnelere gölge,
ışık verir ve edebiyat servetine
eşi bulunmayan safhalar katar.
Biraz sonra tafsilatıyla arz edeceğimiz bu olaylar ve şekiller ne
olursa olsun muhakkak onlarda
şu özellik mevcuttur: Bunlar
canlılar dünyasından alınmış
canlı sahnelerdir. Soyut renkler,
donuk çizgiler değillerdir. Bunlar öyle sahnelerdir ki bunlarda
boyutlar ve mesafeler bilinçlerle,
vicdanlarla, düşüncelerle, tepkilerle ölçülür; durumlar, tutumlar, canlı insan halinde ya da
hayat giydirilmiş tabiat şahısları
halinde çizilir. Haller, tutumlar,
olaylar muhtelif sahnelere ayrılarak gösterilir ama bütün sahneler bu temel özelliği taşır.
Bütün bu sahnelerde hiç eksik
olmayan diğer temel bir özellik
de şudur: Anlatılan bu sahneler,
bugün karşımızda hazır vaziyete
getirilmiştir. Göz onu görür,
kulak duyar iki âlem arasındaki
fasıla çok kısalmış, hatta bazen
arada hiçbir fasıla kalmamıştır.
Çoğu defa öteki dünya yaşanan
dünya olur da bu dünya maziye
karışmış gibi bir hal alır, insanlar ahirette bulunur ve yaşadıkları bu dünyadaki izlenimlerini
hatırlarlar.
İşte bu özellik, ahiret sahnelerinin tesirini artırmakta, bu
sahneleri ruhta canlandırmakta,
histe onların tesirini kuvvetlendirmektedir. Bu özellik muhtelif
vasıtalarla temin edilmiştir. Bir
kısmını arz edelim: Kâh olur ki
45
İktibas
B
azen bir olay
dünyada başlıyor,
ahirette tamamlanıyor:
İşte Fir’avn dünyada
kavmine önderlik
ediyor, cehennemde
de onlara öncülük
etmektedir:
“Doğrusu biz, Musa’yı
ayetlerimizle ve apaçık
bir yetki ile Fir’avn’a ve
adamlarına gönderdik.
Ama onlar Fir’avn’ın
emrine uydular, onun
peşinden gittiler.
Fir’avn’ın işi de
selamette değildir.
Kıyamet günü
kavminin önüne geçer,
onları ateşe getirir.
Orası da ne kötü bir
gidilecek yerdir.” (Hud:
96)
Bir Kitap - Bir Alıntı
sahnenin başı dünyadadır sonu
ahirettedir. Araya fasıla girmeden sahnenin yaşantısı devam
eder. Bu ahiret hayatı sana yakından da yakın gelir. Ve insanlığın bu uzun merhaleyi gayet
kısa zamanda aşarak göçüp gitmekte olduğunu görürsün.
ve adamlarına gönderdik. Ama
onlar Fir’avn’ın emrine uydular,
onun peşinden gittiler. Fir’avn’ın
işi de selamette değildir. Kıyamet günü kavminin önüne
geçer, onları ateşe getirir. Orası
da ne kötü bir gidilecek yerdir.”
(Hud: 96).
“İnsanın üzerinden, hiç anılan
bir şey olmadığı bir zaman geçmedi mi? Biz insanı karışık bir
nutfeden yarattık. Onu deneriz,
bunun için onu işitici ve görücü yaptık. Doğrusu biz ona yol
gösterdik: ya şükreder veya nankördür inkâr eder. Biz kâfirler
için zincirler, demir halkalar ve
çılgın alev hazırladık. Şüphesiz
iyiler, kâfur karışık bir kadehten içerler. Bu öyle çeşmedir ki
Allah’ın kulları ondan içerler,
onu istedikleri yere de akıtırlar.”
(İnsan Suresi: 1-6)
Bazen de dünya ile ahiret sahnelerini çift zikreder. Ayrı ayrı.
Sanki ikisi de şimdi yan yana
mevcuttur. Kâh biri, kâh öteki
öne geçer: “Yıldızlar silindiği zaman, gök yarıldığı zaman, dağlar ufalanıp savrulduğu zaman,
elçilere vakit belirlendiği zaman:
Ertelenmiş oldukları gün için;
yani hüküm günü için. Hüküm
gününün ne olduğunu sana ne
bildirdi? O gün yalanlayıcıların
vay haline. Öncekileri helak etmedik mi? Ardından sonrakileri
de onlara katarız. İşte biz suçlulara böyle yaparız. Yalanlayıcıların vay haline o gün. Sizi adi
bir sudan yaratıp belirli süreye
kadar sağlam bir yere yerleştirmedik mi? Buna gücümüz yetti
hem de ne güzel güç yetireniz.
Yalanlayıcıların vay haline… Biz
yeryüzünü, dirilerin ve ölülerin
toplantı yeri yapmadık mı? Orada yüksek sabit dağlar yaratıp
sizi tatlı bir su ile sulamadık
mı, yalanlayıcıların vay haline
o gün. Haydi, yalanlamakta olduğunuz şeye gidin! O üç dallı
bölgeye gidin ne gölge yapar, ne
de ateşten korur o. O gölge, kaba
ağaçlar gibi kıvılcım(lar) saçar
sanki o (her kıvılcım) sarı bir
halattır. Yalanlayıcıların vay haline o gün!”… (Murselat Suresi).
Ve tema devam ediyor, naîm ve
azap sahnelerine geçiyor.
Bu uzun merhaleleri insanın,
birkaç saniyede katettiğini sanıyorsun. Bu, öyle bir gerçektir ki
insan yaratılmazdan, hiçbir şey
olmazdan önce başlıyor, cennette ve cehennemde son buluyor.
Ve arada sadece kısa birkaç olaylık bir hayat vardır.
Kâh dünya ve ahiret, ikisi de yan
yana mevcuttur. İşte şu topluluk
cehennemin içinde bulundukları halde Peygamber’den azap
getirmesini istiyorlar: “Acele
azabın gelmesini senden istiyorlar. Oysa cehennem kâfirleri
kuşatmıştır.”
Bazen bir olay dünyada başlıyor, ahirette tamamlanıyor: İşte
Fir’avn dünyada kavmine önderlik ediyor, cehennemde de onlara öncülük etmektedir: “Doğrusu biz, Musa’yı ayetlerimizle
ve apaçık bir yetki ile Fir’avn’a
46
Kâh haberden inşaya (yani
emre), tavsiften konuşmaya
geçer, sanki sen, konuşmanın
cereyan ettiği sahne karşısında
bulunduğunu sanırsın:
Bir Kitap - Bir Alıntı
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten
geldi. Bu, senin kaçmakta olduğun şeydir. Sur’a üflendi, işte bu
kendisinden uyarılan gündür.
Her nefis, yanına bir sevk edici
ve bir şahit olduğu halde gelir.
Sen, bugünden gaflette idin. Biz
senin perdeni kaldırdık, bugün
gözün artık keskindir.” Yakınındaki (şeytanı, arkadaşı) dedi: işte
yanımdaki hazır.”
“Her inatçı, inkarcı, hayra engel,
mütecaviz, şüpheci, Allah ile
beraber tanrılar kabul eden kişiyi cehenneme atın, onu şiddetli
azaba sokun.” (Kaf Suresi)
Kâh dünyadan bahseder öyle ki
dünya geçmiş, mazi olmuş, ahirette imişiz gibi: “Küfredenler,
bölük bölük cehenneme sevk
edildiler. Oraya geldikleri zaman kapıları açıldı. Muhafızları
onlara dedi ki: Size rabbımızın
ayetlerini okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız hususunda uyaran, kendi aranızdan
peygamberler gelmedi mi? Dediler: Evet geldi, fakat (bir kere)
azap kelimesi kâfirlere gerçekleşmiş oldu!” (Zümer Suresi).
İşte böyle çeşitli ifade renkleri
sahneye ayrı ayrı harikulade
özellikler katar sahneyi gözle
görülür, elle tutulur hale getirir.
Şüphesiz bunun, ruhlardaki tesiri bakımından önemi büyüktür.
Bu sahnelerde ve bütün Kur’an
tablolarında görülen üçüncü
bir özellik de uyum özelliğidir.
Kur’an’da Edebi Tasvir’de buna
ait bir fasıl ayırmıştım. Orada söylediklerimiz, “Kıyamet
Sahneleri”ne de uyar. Bu öyle
bir uyumdur ki önce sahnenin
cüzlerinde görülür. Bu cüzler
birbirleri ile uyumlu olur. Temasül, teşabüh, tedai ya da tekabül
renklerinden biriyle hiç aykırılık, tezat olmayan bir hava için-
İktibas
de uyuşurlar. Saniyen bu uyum,
kelimelerin musikisinde kendini
gösterir. Bazı zamanlar bu musiki, kelimenin manasını da canlandırır. Ve daima bu ses, diğer
kelimelerle uyuşarak sahnenin
havasına tam uygun bir ahenk
temin eder. Demek ki sahneye eş
olan musiki, sahnenin havasını
tamamlamakta, uyandıracağı
duygulara münasip düşmekte
ve genel gayenin tasvirinde kelimelere yardımcı olmaktadır,
manalarıyla, musikisiyle, ikaiyle,
arzedildiği siyakla beraber bir
bütün teşkil etmesinde kendini
gösterir. Sahne ister takip, ister
delil getirme, ister bir kaziyeyi
tekit, ister bir imanı tespit için
sevk edilmiş olsun, her şeyi ile
bir bütündür. Kur’an’da kıyamet
sahneleri dini gaye için sevk
edilmiştir. Kur’an’ın temel gayesi
budur. Fakat bunlar sanat duygusu yolu ile dini bilince ulaşır.
Sanat yolu ile dine hizmet eder.
Bu uyum renklerini burada
açmak istersek Kur’an’da Edebi
Tasvir adlı eserimizde olduğu
gibi uzun bir fasıl ayırmamız
gerekecektir. Onun için bu kısa
sözlerle yetinmek istiyoruz. Ve
bu kitaptaki sahnelerin takdimine başlıyoruz. Sahnelerdeki
ahengi meydana çıkarmak için
bunlardan bazı örnekler üzerinde durduk ve makamın iktizasına göre nasıl bir ahenk bulunduğunu gösterdik.
B
u sahnelerde ve
bütün Kur’an
tablolarında görülen
üçüncü bir özellik
de uyum özelliğidir.
Kur’an’da Edebi
Tasvir’de buna ait
bir fasıl ayırmıştım.
Orada söylediklerimiz,
“Kıyamet Sahneleri”ne
de uyar. Bu öyle bir
uyumdur ki önce
sahnenin cüzlerinde
görülür. Bu cüzler
birbirleri ile uyumlu
olur. Temasül, teşabüh,
tedai ya da tekabül
renklerinden biriyle hiç
aykırılık, tezat olmayan
bir hava içinde
uyuşurlar.
Diyorum ki: Hepsinde değil,
bazıları üzerinde durduk ve
bunları diğerlerinin kıyaslanacağı birer örnek yaptık. Çünkü
hepsi üzerinde ayrı ayrı durmak
kitabın hacmini büyüteceği gibi
tekrar da meydana getirir okuyucu ayrıntıları ile açıklanmış
bu örnekleri inceledikten sonra
diğerlerini de bunlara kolayca
kıyas edilebilir.
47
İktibas
Bir Kitap - Bir Alıntı
oğullarından kaçar. Onlardan
her birinin o gün başından aşkın
bir işi vardır.” (Abese: 34-37)
“Her ümmetten bir şahit ve seni
de buna şahit getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur? O gün
inkar edip Resul’e isyan edenler,
o gün yerin dibine geçirilmek
isterler ve Allah’tan hiçbir sözü
gizleyemezler.” (Nisa: 41-42)
Bu sahneler, kıyamet günündeki
dehşet ve korkuyu tasvir ediyor.
O korku ki bütün tabiatı sarar,
insan ruhunu kaplar, titretir.
Canlıların iştirak etmediği
hiçbir sahne yok gibidir. Tabiat
kendi başına donuk kalmaz.
Tabiat olaylarına canlılar karışır
veya tabiatın kendisi canlıdır.
Her korku sahnesinde muhakkak bir çeşit hayat deprenir.
Bazen sahnede görülen kahramanlar gibi bizzat tabiatın bütün
fertleridir. Bazen de akıl sahibi
insanlar ya da muhtelif hayvanlardır bazen de sahne bunlar
arasında müştereken paylaşılır.
Üçü beraber sahnede rol alırlar.
Bu kahramanlar sağır tabiat,
dilsiz hayvanlar, konuşan insanlar olur, sahnede bunlar beraber
ortaya çıkarlar.
“Güneş dürülüp söndürüldüğü
zaman, yıldızlar düşüp paralandığı zaman, dağlar yürütüldüğü
zaman, doğurması yaklaşmış
develer başıboş bırakıldığı zaman, vahşi hayvanlar bir araya
toplandığı zaman, denizler kaynaştırıldığı zaman, ruhlar (bedenlerle) çiftleştirildiği zaman,
diri diri toprağa gömülmüş kız
48
çocuğuna, hangi günahından
dolayı öldürüldüğü sorulduğu
zaman, (amel) defterler(i) açıldığı zaman, gök yerinden oynatıldığı zaman cehennem alevlendirildiği zaman cennet yaklaştığı
zaman: Kişi dünyada ne yapıp
gönderdiğini bilecektir.” (Tekvir
Suresi: 1-14)
Korkunun yeri, göğü, hayvanı,
insanı, küçüğü, büyüğü, cenneti
ve cehennemi nasıl sardığını görüyorsun hepsi de dehşet, ürperti ve bekleyiş içerisindedir.
Bazen de kıyamet sahnelerini
hareket ettiren kımıldatan tek
kuvvet korkudur:
“O vak’a vuku buldu mu bir,
olmaz vak’asına yalan diyen dil.
Alçaltır, yükseltir. Yer bir sarsılış
sarsıldığı, dağlar bir serpiliş serpildiği, hepsi toz duman haline
geldiği zaman…” (Vakıa Suresi:
1-6)
“Ey insanlar, rabbınızdan korkun: Zira o kıyamet saatinin
depremi cidden dehşet bir şeydir. O gün görürsün ki emziren
emzirdiğine oralıklı değil, gebe
karnında taşıdığı yavruyu düşürür! İnsanları sarhoş sanırsın
oysa sarhoş değillerdir. Fakat
Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Hacc:
1-2)
“O gürültü. O gürültü nedir?
O gürültü koparacak olanın ne
olduğunu sana ne bildirdi? O
gün insanlar çırpınıp dökülen
pervanelere dönecek. Dağlar
da atılmış yün gibi olacaktır.”
(Karia)
“O gün yer ve dağlar sarsılır,
dağlar eğrilir kum yığınına döner. Biz size üzerinize şahit bir
elçi gönderdik. Fir’avn’a bir elçi
gönderdiğimiz gibi. Fir’avn Resule isyan etmişti de biz de onu
vahim bir şekilde yakalamıştık.
Eğer inkar ederseniz çocukları
ihtiyar yapan, göğün dahi (korkudan) çatladığı o günün şiddetinden kendinizi nasıl kurtaracaksınız?” (Müzzemmil: 14-17)
Bazen bu korkuyu bir insan
gölgesi, onun davranışları, onun
tepkileri arasında görüyoruz:
Kur’an sahneleri naîm ve azaptan önce olan hesap hallerini
tasvir etmek ister. Bunu yaparken birçok arz metodlarını kullanır. Anlatılacak halin muhtelif
yönlerini ele alır.
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve
Kâh arzı uzatır, öyle ki hesabın
hiç kesilmeyip devamlı oldu-
Bir Kitap - Bir Alıntı
ğunu sanırsın. Kâh yıldırım
süratiyle gösterir, perde göze
dokunur dokunmaz kaldırılır.
Bu ve öteki arz usulü, ruhu şuur
bilinç temeline dayalı, hali tabiatı gereği olan bir sanat esasına
bağlıdır ki, neticede bu metodlar
dini gaye ile birleşir ve onun
tahakkukunu sağlar.
Kâh sahne uzanır: “İnsanların
hepsi Allah’ın huzuruna çıktılar
zayıflar kibirlilere dediler: ‘Biz
de size tabi olmuş idik. Şimdi
siz, Allah’ın azabından azıcık bir
şeyi üzerimizden kaldırabiliyor
musunuz?’ (Ötekiler) cevap
verdiler: ‘Allah bizi hidayete
eriştirseydi biz de sizi hidayete
eriştirirdik. Artık sızlansak da
sabretsek de birdir bizim için.
Çünkü kaçacak yerimiz yoktur.’
İş olup bittikten sonra şeytan
dedi ki: ‘Allah size gerçek va’detti. Ben de size va’dettim ama
ben sözümden caydım. Esasen
benim sizi zorlayacak bir kudretim yoktur. Sadece sizi çağırdım
siz de bana uydunuz. Artık beni
ayıplamayın. Ben sizi kurtaramam siz de beni kurtaramazsınız. Zaten ben, bundan önce
beni Allah’a ortak koşmanızı
da kabul etmemiştim. Şüphesiz
zalimler için can yakan bir azap
vardır…’ (İbrahim: 21-22).
“O gün zalim ellerini ısırır, der
ki: keşke Resul ile beraber bir
yol tutsaydım. Vah bana, nolaydı, keşke felanı dost edinmeyeydim. O beni, bana gelmiş olan
zikirden saptırdı. Tabii şeytan
insanı yalnız ve yardımcısız bırakır.” (Furkan: 27-29). “Herkes
kazancına bağlıdır. Yalnız sağ
ehli (defteri sağından verilenler)
cennettedirler. Suçlulardan sorarlar: Sizi Sekar’a (yakıcı ataşe)
ne sürükledi? Dediler: Biz namaz kılanlardan değildik, yoksula yedirenlerden de olmadık.
İktibas
Batıla dalanlarla beraber bizde
dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Nihayet ölüm bize geldi.”
(Müddesir: 38-47)
Böylece birinci sahneyi konuşma ve çekişmeye, ikinci sahneyi
pişmanlık ve hasrete, üçüncü
sahneyi de uzun itirafa terk
ediyor… Çünkü bu durumlar
etkilenme ve etki yapmak için
zaman ve uzunluk ister. Bazen
de arz kısa olur. Sahne göze görünür görünmez kaybolur:
“Her nefse yaptığı amelin karşılığı tastamam verilir. O, onların
yaptıkları her şeyi bilir.” (Zümer:
70)
“Ne zaman ki sura üflendi, artık
o gün aralarında ne nesepler
vardır ne de bundan sorarlar.”
(Müminun: 101)
“Suçlular simalarından tanınırlar, alınlardan ve ayaklardan
tutulurlar.” (Rahman: 41).
Kısaltma sebepleri sahneye göre
değişiklik gösterir: Bazen arz kısaltılır. Zira durum, sükûn, celal
ve huşu durumudur. Çıkışma,
çekişme, red, münakaşa oraya
gitmez. Bazen de sahneden beklenen kesinlik olduğu için tek
bir cümle ile arz edilir. Ondan
sonra her türlü tartışmaya son
verilir. Bazen de her şeyin gayet
açık olduğu anlatılmak için fazla
söz söylenmez. Konunun söze
ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu ifade için söz gayet kısa
olur. İşte bu çeşitli sebeplerden
dolayı arz kısaltılır. Bunlar arzın
kısaltılmasını gerektirir.
İ
ş olup bittikten
sonra şeytan dedi
ki: ‘Allah size gerçek
va’detti. Ben de size
va’dettim ama ben
sözümden caydım.
Esasen benim sizi
zorlayacak bir kudretim
yoktur. Sadece sizi
çağırdım siz de bana
uydunuz. Artık beni
ayıplamayın. Ben sizi
kurtaramam siz de beni
kurtaramazsınız. Zaten
ben, bundan önce beni
Allah’a ortak koşmanızı
da kabul etmemiştim.
Şüphesiz zalimler için
can yakan bir azap
vardır…’ (İbrahim: 2122).
Bu sahneler, tekrar dirildikten
sonraki naîm bir azabı tasvir
etmek isterler. Naim azabı, bir
kere duyunun algılayacağı maddi bir varlık olarak takdim eder,
bir kere de ruhun anlayacağı
49
İktibas
Bir Kitap - Bir Alıntı
manevi varlık olarak tasvir eder.
Bir kere de iki çeşidi bir araya
getirir.
N
aîm ve azabın
insanın ruhunda
huzur, sevgi; yahut
pişmanlık, vuslat,
kendini ayıklama
şeklinde tezahür eden
nice sahneleri bazı
kere de nimet, yahut
azap çeşitleri çift olur.
Maddi ve manevi olanı
bir arada bulunur.
Maddi nimet veya azap
manevi nimet veya
azap ile karışık halde
görülür. Nimet ve azap
sahneleri ekseriyetle
böyledir.
Gözle görülür elle tutulur maddi
azap şu şekilde tecessüm eder:
“Onlar ki altın ve gümüşü yığar,
onları Allah yolunda sarfetmezler, işte onları can yakan bir azap
ile müjdele. O gün cehennem
ateşinde o yığdıkları pullanır,
sonra onunla alınları, yanları
ve sırtları dağlanır. İşte nefsiniz
için yığdıklarınız yığmakta olduğunuzun tadını tadın.” (Tevbe: 34).
“İşte rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: Küfredenler
için ateşten elbiseler biçilmiştir.
Başları üstünden de kaynar su
dökülür. Bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Onlar
için demir topuzlar da vardır.
Ne zaman uğradıkları gamdan
kurtulmak için oradan çıkmak
isteseler tekrar oraya geri çevrilirler: Tadın yakıcı azabı!”
(Hacc: 19-22).
Gördüğün gibi bu öyle bir azaptır ki derilere karınlara temas
ediyor, bağırsakları ve cisimleri
kızartıyor!
Görülen, duyulan maddi azap şu
tabloda da kendini gösteriyor:
“Defteri sağdan verilenler, ne
mutludur o sağcılar: Sedir ağaçları salkımları sarkmış olan muz
ağaçları, uzamış gölge altında,
çağlayarak akan su başında, bir
çok meyve arasında. Ne tükenir,
ne yasak edilir. Yüksek döşekler
üzerinde. Biz o sağ adamları için
o güzelleri yeniden yarattık, bakire, şuh ve aynı yaşıtta yaptık.”
(Vakıa Suresi: 27-38).
“Şüphesiz korunanlar için en
güzel bir gidilecek yer vardır:
Kapıları onlar için açılmış adn
cennetleri. Orada (koltuklara)
50
dayanmış olarak birçok meyve
ve içecek isterler. Yanlarında da
gözlerini sadece eşlerine dikmiş
aynı yaşta güzeller. İşte bu hesap
günü için size vaat edilenlerdir.”
(Sad Suresi: 49-54).
Bu da bir nimet ki karınlar, cisimler faydalanıyor uzuvlar ve
bedenler lezzetini duyuyor.
Naîm ve azap bazen incelir, ince
bir ruhi gölge haline gelir yalnız ruhlara mahsus ya da yüze
serpilen ruhi bir zevk veya azap.
Nimet için şu örneği verelim:
“İman edip salih ameller işleyenler için Rahman, sevgi yaratacaktır.” (Meryem: 96). “Allah’a
ve resulüne itaat edenler, işte
onlar Allah’ın kendilerine nimet
verdiği peygamberler, sıdıklar,
şehitler ve salihlerle beraberdir.
Onlarla arkadaşlık ne güzeldir.
(Nisa: 69). Ruhi azap için de şu
örneği verelim: “Biz sizi yakın
bir azap ile uyardık. O gün kişi
ellerinin yapıp öne gönderdiğine
bakar. Ve kâfir derki: ah keşke
ben de toprak olsaydım!” (Nebe
Suresi). “Görsen bir onları Rableri huzurunda durduruldukları
zaman, Rab dedi: “Bu, gerçek
değil miydi? Evet, dediler, rabbimize andolsun ki gerçekmiş.”
(Ahkaf: 34).
Ve daha böyle naîm ve azabın
insanın ruhunda huzur, sevgi;
yahut pişmanlık, vuslat, kendini ayıklama şeklinde tezahür
eden nice sahneleri bazı kere de
nimet, yahut azap çeşitleri çift
olur. Maddi ve manevi olanı bir
arada bulunur. Maddi nimet
veya azap manevi nimet veya
azap ile karışık halde görülür.
Nimet ve azap sahneleri ekseriyetle böyledir. Maddi nimet veya
azabın yanında manevi nimet
ve azap da vardır. Bazı örnekler
verelim:
Bir Kitap - Bir Alıntı
İktibas
“Korunanlar, cennetlerde ve
ırmak kenarındadırlar. Muktedir bir hükümdarın huzurunda
doğruluk koltuğundadırlar.”
(Kamer: 54-55).
Öğüt alanın öğüt alabileceği
kadar bir süre sizi yaşatmadık
mı? Size uyarıcı da geldi. Artık
tadın zalimlerin bir yardımcısı
yoktur!” (Fatr: 36-37).
“Muhakkak cennet ehli, bir zevk
ve neşe içerisindedir. Onlar ve
eşleri, gölgeler içinde koltuklara
yaslanırlar. Onlar için orada
meyve var ve istedikleri her şey.
Rahim rabden de söz ile selam.”
(Yasin)
Görülüyor ki maddi naîme, bir
çeşit manevi ikram gibi zevk;
maddi azaba da ruhi bir üzüntü
ve ızdırap eşlik etmektedir. İkisi
de ruh ve his tarafından algılanmaktadır. Böylece nimet ya da
azap kat kat olmaktadır.
“O gün inanan erkekleri ve
kadınları görürsün ki nurları
önlerinde ve yanlarında koşuyor.
Bugün size müjdeler olsun altlarından ırmaklar akan bahçeler
sizin.” (Hadid: 12).
Nimet ve azap müşahhas bir
şekilde tasvir edildiği gibi, ayrıca kelimelerin attığı bir gölge
ortamı, taşıdığı işaretler vardır
ki nimet ve azap vasfedilmese de
bu bölge ortamı, bu işarete ruha
hizmetin huzurunu yahut azabın darlığını duyurur.
Maddi ve manevi azabın karışık
olduğu azap sahnelerine de örnek verelim:
“O zakkum ağacı günahkârların
yemeğidir. Erimiş demir gibi;
karınlarında kaynar sıcak suyun
kaynaması gibi. Tutun onu cehennemin ortasına sürükleyin
sonra başının üstünden kaynar
su azabından dökün. Tat, zira
sen evet sen güçlü şereflisin
(öyle sanıyordun). İşte bu; şüphelenip durduğunuz şeydir.”
(Duhan: 43-51).
“O gün onlar cehenneme bir
atılışla atılırlar. İşte bu sizin yalanlamakta olduğunuz şeydir.
Şimdi bu sihir miymiş yoksa
siz mi görmüyordunuz?” (Tur:
13-15).
“Küfredenlere gelince: Onlar
için cehennem ateşi: onlara ne
ölüm hükmü verilir ki ölsünler
ne de onlardan cehennem azabı
hafifletilir. İşte biz her nankörü
böyle cezalandırırız. Onlar orada bağrışıp feryat ederler: Rabbimiz bizi çıkar, yapmış olduğumuz iş gibi değil iyi iş işleyelim.
Mesela müminlerin şöyle dediğini işitiyorsun:
“Bizden üzüntüyü gideren Allah’a hamdolsun şüphesiz rabbimiz gafûr, şekûrdur. O ki bizi
kendi keremiyle asıl durulacak
eve kondurdu. Burada bize yorgunluk gelmeyecek. Burada bize
usanç dokunmayacak.” (Fatr:
34).
Bak, rahatın serinliğini, nimetin
lezzetini, itminanın verdiği iç
huzurunu nasıl hissediyorsun.
M
esela
müminlerin
şöyle dediğini
işitiyorsun: “Bizden
üzüntüyü gideren
Allah’a hamdolsun
şüphesiz rabbimiz
gafûr, şekûrdur. O ki
bizi kendi keremiyle
asıl durulacak eve
kondurdu. Burada
bize yorgunluk
gelmeyecek.
Burada bize usanç
dokunmayacak.” (Fatr:
34)
Cehennemde surlar arkasından
seslenen kâfirleri de işitiyorsun:
“Ey Malik! Rabbin bize hükmetsin, bizi öldürsün!” (Zuhruf: 77).
Bu yalvarıştan göğüslerinin nasıl
daraldığını azabın acısını, ateşin
kızgınlığını, cehennemin yakışını, hissediyorsun. Bu da cehennemin nasıl olduğunu sana söylemese de ifadeden onun nasıl
olduğunu anlamanı sağlıyor.
İnkâr eden, resule karşı gelenlerin durumunu okuyorsun.
51
İktibas
“İnkâr edip resule karşı gelmiş
olanlar, o gün yerin dibine geçirilmek isterler.” Her ümmetten bir şahit çağırıldığı, resule
küfredip isyan edenlere şahit
getirildiği zaman, o daha önce
hiç karşılaşmadaki kâhredici yüz
üstü kalma ve öldürücü utancın
manevi hali, kelimelerin attığı
gölge ve işaretlerle çizilmiştir.
Yine okuyorsun: “O gün bu azap
kimden çevrilmişse, Allah ona
rahmet etmiştir.” (Enam: 16).
Sırf çevrilmesi dahi Allah’ın
rahmeti sayılan bu azabın dehşeti sana çizilmiş oluyor. Azabın
kendisi hakkında bir şey söylemese de bu işaret onu anlatmaya
kafi.
İşte böyle süratli, hafif bir işaret,
bir gölge gayet haşin tabloların
yerini tutmaya kafi geliyor artık
onların uzun uzun tasvir edilmesine lüzum kalmıyor. Ondan
sonra bu gölge ve işaretleri çizmek, tasvir etmek hayale kalıyor.
Yapılan bu işaretten sonra hayal,
oradaki ahvali ayrıntılarıyla çizebiliyor.
Kıyamet sahnelerinin en güzellerinden biri de şirk koşanlarla
tanrıları, ya da tabilerle metbuları arasında geçen o sert münakaşa; müminlerle melekler yahut
müminlerle mü’minler arasında
geçen o tatlı konuşma, sohbettir.
Kur’an’ı Kerim’de bunun muhtelif desenleri var. Biz kitabın bu
ek faslında sadece bazı örneklerini sunmakla iktifa edeceğiz
(tafsilatı ileride gelecektir):
“Zulmedenler azabı gördükleri
zaman gerçekten bütün kuvvetin
Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın
azabının şiddetli olduğunu görselerdi! O vakit tabi olanlar, tabi
olunanlardan uzak dururdu.
Azabı gördüler, aralarındaki
bağlar kesildi. Uyanlar dediler
52
Bir Kitap - Bir Alıntı
ki: Ah bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi
onlar bizden nasıl uzak duruyorsa biz de onlardan öyle uzak
dursaydık! Böylece Allah onlara,
amellerini hasret olarak gösterir.
Onlar artık ateşten çıkacak değillerdir.” (Bakara: 165-166).
“Zalimler rabbları huzurunda
durdurulmuş, birbirlerine söz
atarlarken bir görsen: zayıf görülenler büyüklenenlere der ki:
eğer siz olmasaydınız, biz ina-
K
ıyamet
sahnelerinin en
güzellerinden biri
de şirk koşanlarla
tanrıları, ya da tabilerle
metbuları arasında
geçen o sert münakaşa;
müminlerle melekler
yahut müminlerle
mü’minler arasında
geçen o tatlı konuşma,
sohbettir. Kur’anı
Kerim’de bunun
muhtelif desenleri var.
nanlar olurduk. Büyüklük taslayanlar da zayıf görülenlere der
ki: Yani size hidayet geldikten
sonra biz mi sizi onlardan çevirdik? Hayır, zaten siz suçlu idiniz!
Zayıf görülenler büyüklük taslayanlara der: Hayır, siz gece gündüz bizi kandırıyor, Allah’ı inkâr
edip O’na ortaklar koşmamızı
emrediyordunuz. Azabı görünce
içlerinden pişman oldular. İnkâr
edenlerin boyunlarına demir
halkalar geçirdik. Yaptıklarından
başka bir şeyle mi cezalandırılıyorlar?” (Sebe: 31-33).
“… Yanındaki şeytan dedi: Rabbımız, ben onu azdırmadım. O
zaten uzak bir sapıklık içinde
idi (yoldan çok uzak sapmıştı).
(Rab) dedi: benim huzurumda
çekişmeyin ben sizi önce uyarmıştım.” (Kaf Suresi: 27-29).
Bunlar cehennem ehli arasındaki sert çekişmeyi gösteriyor. Bir
de cennet ehli arasındaki o tatlı
sohbete bakalım:
“Birbirlerine döndü, soruşuyorlar: Dediler: Biz ailemiz içinde
korkardık. Onun için Allah bize
lütfetti de bizi kavurucu azaptan
korudu. Biz bundan önce de
yalnız O’na yalvarırdı. O iyilik
edendir, merhametlidir.” (Tur:
25-28).
“Birbirlerine döndü soruşuyorlar: İçlerinden biri dedi ki: benim bir arkadaşım vardı, diyordu ki ‘sen de mi öldükten sonra
dirilmeyi kabul ediyorsun? Biz
öldükten, toprak ve kemik olduktan sonra mı? Biz mi dirilip
ceza göreceğiz?’ dedi. Baktı, onu
cehennemin ortasında gördü.
Dedi ki tallahi sen az daha beni
de mahvedecektin. Eğer rabbimin bana nimeti olmasaydı
ben de oraya götürülenlerden
olurdum. Nasılmış bak? Biz ilk
ölümümüzden başka bir daha
ölmeyeceğiz, azap da görmeyeceğiz öyle mi ?” (Saffat: 50-59).
Bu harikulade güzel sahnelerden
verdiğimiz bu kadarlık örnek ile
şimdilik yetiniyoruz. Bundan
sonra her suredeki kıyamet sahneleri ayrı ayrı, uzun izahlarla
takdim edilecektir. Bu özetle
burada sahnelerin asıl karakterlerini tabiatlarını özelliklerini,
çeşitlerini ve usullerini genel bir
şekilde açıklamak istedik.
Çeviri
MEDENİ İNSAN VE
VAHŞİ ARASINDAKİ
SAVAŞ
Hamid DABASHI*/El Cezire
ĞǀŝƌĞŶ͗ďĚƵůůĂŚDd7E
24 Eylül 2012 Pazartesi’den başlayarak, Birleşmiş Milletler Genel Meclisi New York’tan start
aldığında ve dünyanın dört bir
yanından devlet başkanları yıllık
toplantılar için şehre geldiğinde,
New Yorklular ve şehre gelen
misafirlere bir reklam sunuldu.
“Medeni insan ve vahşi arasındaki herhangi bir savaşta”, reklam devam ediyordu, “medeni
insanı destekle. İsrail’i destekle.
Cihadı mağlup et.”
Reklam geçen ay San Francisco’da şehir otobüslerinde sergilenmeye başladı, şimdi ise New
York’un metrolarında yayımlanmaya hazırlanıyor. CNN’e göre:
“New York Metro Ulaştırma
Yönetimi” başlangıçta reklamı
reddetti. Ama yönetimin kararı
geçen ay federal mahkeme tarafından bozuldu ve reklamın
Amerikan Anayasası’nın birinci
değişikliğine (Amendment)
uygun olduğu belirtildi.
y
aygın bir etkisi
olan bu reklamın
iki önemli vechesi, ani
ve kaba bir şekilde dile
getirilen faşizminin
gizlenemeyeceği
gerçeğidir. Bu reklamı
kimlerin takip ettiğini
ve bu nahoş üslubuyla
neyi amaçladığını
görebilmek için reklamı
biraz daha kurcalamak
gerekiyor.
“Amerika Özgürlüğü Savunma
Girişimi” isimli bir örgüt reklamı üretti ve geçen sene metro
yönetiminin reklamı yayınlamayı reddetmesinden bu yana reklamın New York metrolarında
yer alması için mücadele verdi.
Washington Post’un haberine
göre, 11 Eylül saldırısının gerçekleştiği sitenin yanında İslam’a
karşı yürütülen kampanyaya
öncülük eden muhafazakar bir
blog yazarı, gelecek Pazartesi
10 metro istasyonunda reklam
asabilmek için mahkeme izni
aldı. Blog yazarı Pamela Geller,
yetkililerin, Ortadoğu’da İslam
karşıtı filme yönelik gösterileri
göz önünde bulundurarak reklamı asmayı reddetmesi üzerine
reklamı Washington’un taşıma
sistemine asabilmek için başkentte dava açtığını belirtti.
Birkaç gün geçtikten sonra bu
reklamla ilgili haberlerin medyada dolaşmaya başlaması ve
resimlerinin internette görülmesiyle birlikte birçok Amerikalı
reklamın bariz bir şekilde ortada
olan ırkçılığını kınarken, New
Yorklular pazartesi günü başlayacak olan reklamı protesto
etmek için Twitter’da #MySubwayAd ismiyle bir kampanya
başlattılar.
Reklamın içeriğinde ne var?
Yaygın bir etkisi olan bu reklamın iki önemli vechesi, ani ve
kaba bir şekilde dile getirilen faşizminin gizlenemeyeceği gerçeğidir. Bu reklamı kimlerin takip
ettiğini ve bu nahoş üslubuyla
neyi amaçladığını görebilmek
için reklamı biraz daha kurcalamak gerekiyor. BM Genel Meclisi toplantısı ile eş zamanlı olması
öncelikle reklamın küresel bir
kitleye ulaştırılmasına çalışıldığı
izlenimi yaratabilir ki, reklamın
şaşırtıcı kabalığı bunun küçük
ve aşırıcı bir grup tarafından yapıldığını gösteriyor gibi. Tabi bu
iki izlenimin de tetkik edilmesi
gerekiyor.
BM delegelerinin New York’taki otobüs ve metroları kullanmadıkları ve özel şoförlü
diplomatik limuzinleriyle New
York’un motosikletli polisleri
korumasında seyahat ettikleri
gerçeğinden hareketle, bu reklamın öncelikli amacının ülke
sınırlarının içi ve bazı küresel
uzantılar olduğunu söyleyebiliriz. Washington için başlatılan
bu girişimin asıl hedefi elçilikler
olabilir ama ilk kampanyanın
San Fransisco’da başlatılması
kesinlikle yurt içinde de hedefleri olduğunu gösterir. Ülke içindekileri ve küresel izleyicileri
hedef alması bu iki hedefin bir-
53
İktibas
m
edeni insan
Avrupalı beyaz
insandı (ve hala da
öyle olmaya devam
ediyor) ve “vahşi”
onun Yerli Amerikalılar
için kullandığı
benzetmeydi. “Vahşi”
kelimesi evrim geçirdi
ve Amerika tarih
derslerinde daha
sonradan Afrikalı
Amerikalıları, Latin
Amerikalıları ve şimdi
de sadece Müslüman
Amerikalıları
kapsayacak şekilde
genişletildi.
Çeviri
birinin dışında olduğu anlamına
gelmez, hatta birbirlerini tamamladıkları anlamına gelebilir.
Fakat reklamın dış politikadaki
etkileri göz önüne alınarak, yurt
içindeki hedef kitlesi görmezden
gelinmemelidir.
Yurt içi hedefler
Kendini üstün gören Amerika’daki Avrupalı kolonyal yerleşimciler ve yerli Amerikalılar
için kullanılan “medeni insan”
ve “vahşi” benzetmelerinin
burada da uygulanması, reklamın öncelikli hedefinin yurt
içi olduğunun kanıtıdır. Çoğu
olayda dile getirdiğim gibi, üstünlü taraftarı beyaz ırkçıların
görsel benzetmeleri ve halen
kullandıkları sözcükler belirlidir
ve tedirginlik duydukları hedefler karşısında bunları kusmaya
devam ederler. “Medeni insan”
Avrupalı beyaz insandı (ve hala
da öyle olmaya devam ediyor)
ve “vahşi” onun Yerli Amerikalılar için kullandığı benzetmeydi.
“Vahşi” kelimesi evrim geçirdi
ve Amerika tarih derslerinde
daha sonradan Afrikalı Amerikalıları, Latin Amerikalıları
ve şimdi de sadece Müslüman
Amerikalıları kapsayacak şekilde genişletildi. Bu sayılan
unsurların hepsi de üstünlük
iddiasında bulunan beyazları
tedirgin etmişti.
Bütün ırkçı atasözleri gibi, reklamda da eski ırkçı benzetmeler
yer almakta ve kısa bir cümlede
“medeni insan” deyimi iki kez
kullanılmaktadır ki, bu Amerika’nın erken tarihiyle aradaki
ırkçı münasebeti açığa çıkarır ve
şu bir gerçek ki, bu deyimi tam
da yerinde kullanan bir kadın
(Pamela Geller’i kastediyor, ç.n.)
yaşın ve cinsiyetin ötesinde, kolektif bilinçaltında hala var olan
54
deyimin mutlak zaferini ortaya
koymuş oluyor.
İşte bu yüzden reklamın hedefi
öncelikli olarak, çok kültürlülüğe, eski ve yeni göçmenlere ve
Amerikan toplumundaki kitlesel
nüfus değişimlerine karşı, ülkede yaşayanlardır. İşte tam da
burada beyaz adamın korkuyu
tetikleyen kurgusallığı ve üstünlükçü düşüncesi işlemeye başlamaktadır.
Bu kaygının kesinlikle aynısı 10
yıl önce Samuel Huntington’un
“Medeniyetlerin Çatışması” tezinde gündeme gelmişti. Geller
ise bunu şimdi herkesin anlayacağı bir kalıba büründürüyor. 10
yıl kadar önce Uluslararası Sosyoloji Dergisi’nde yayımlanan
“medeniyetler çatışması” tezi
eleştirimde, 1990’larda Amerika’da medeniyet düşüncesinin
nasıl yükseldiğini ve dünyanın
geri kalanından ziyade Amerikan halkını nasıl hedef aldığını
ayrıntılarıyla göstermiştim. Ben
bu iddiamı 2001’de dile getirdim
ve 4 yıl sonra Samuel Huntington’ın “Biz Kimiz: Amerikan
Ulusal Kimliğine İtirazlar” isimli
makalesini yayımlayarak bu
iddiayı doğrulamış oldu.
“Medeniyetler çatışması”, şu an
New York metrolarına asılan cahilce maskaralığın Harvard Üniversitesi profösörlük versiyonudur, kimliksel ırkçılık bunu iki
farklı üslupla dile getiriyor, biri
süslenmiş, cilalanmış ve dikkatli
bir dil, diğeri ise basit ve çıplak
bir dil, ama her ikisi de Amerika tarihi ve siyasal kültürünün
merkezinde yer alan beyaz
adamın kurgusal bir birleştirme
mantığıyla ülkedeki Yerli Amerikalıları, Afrikalı Amerikalıları
ve göçmenleri hedef alıyor.
Çeviri
Bu bağnazlığın arkasındaki
suç aslında, uzun zamandır
Geller’in hedefinde olan ilerici
Amerikalıların arasında var olan
aklıselime karşı bir tehlikedir
de. Zaten, kar amacı gütmeyen
bir sivil haklar örgütü olan ve
kendini bağnazlığa karşı mücadeleye adayan ve toplumun en
savunmasız kesimleri için adalet
peşinde koşan Güney Yoksulluk
Hukuku Merkezi, Geller’in maskesini düşürdü.
Bir bakımdan bu reklam, üstün
olduğunu iddia eden beyazların,
dönem dönem kin duyduğu
Amerika Yerlileri, Afrikalı Amerikalılar, Latin Amerikalılar ve
diğerlerinin saflarına kattığı
Müslümanlar için bir onurdur.
Müslümanlar nihayet Amerika’ya vardılar!
Bu anlamda, Geller’in bu marazi
söylemi Amerikan nüfusunun
yarısını tembel asalaklar olarak aşağılayan ve açıktan açığa
yeren Mitt Romney’in bu rezil
konuşmasıyla eş değerdir. Romney ve Geller, kastettikleri şeyi
ihtiyatlı bir dille söyleyebilecek
kadar zeki değiller. Gerçekten de
Romney daha sonradan %47’le
ilgili yorumunu (Amerikan
halkı içerisindeki asalakların
oranı, ç.n.) haklılaştırmak için
bir girişimde bulunsa da, bunu
zarif bir şekilde dile getiremedi.
Kendisi kötü eğitimli ve sıradan
bir zengin olarak çıplak bir dil
kullanır, tıpkı Geller’inki gibi.
Bu iki bayağı ve ırkçı sınıf bilinci
taşıyan üstünlükçüler, Harvard
profosörü gibi, ırkçılıklarını
kamufle etmek için ortaya kötü
hazırlanmış iddialar attılar.
Kuralı Gizleyen İstisna
Bu reklamın en çok fark edilen
yanı, birinciyle bağlantılı olarak,
hayrete düşüren bayağılıdır. Bu
İktibas
bayağılığın istemeden taklit ettiği şey aslında Siyonizm’dir- diğer
insanların topraklarını çalan ve
sonra da azarlayan bir amca!
Öldürmeye ve etnik temizliğe
teşvik etmesi ve Avrupalı toplu
katliamcı Anders Breivik’e ilham
veren Siyonizmle olan ilişkisiyle
bu reklam, Calvin Klein’in iç
çamaşırı veya “Erkekler Kulübü”
reklamları veya diğer ticari reklamların sergilendiği yerde bir
Amerika Siyonizmi markası gibi
yer almaktadır.
Böylece reklam, Siyonist davayı ticarileştirerek, onu, kaba
tüketimciliğin görsel düzeni
içine yerleştirir, yani tam da ait
olduğu yere. Reklamın ilerleyen
aşamasında Amerikan militarizminin tüketim fetişizmi ile Filistin’de etnik bir temizlik yapılması birleştirilerek Siyonizm’in
taklidine çalışılmaktadır.
b
ir bakımdan bu
reklam, üstün
olduğunu iddia eden
beyazların, dönem
dönem kin duyduğu
Amerika Yerlileri,
Afrikalı Amerikalılar,
Latin Amerikalılar ve
diğerlerinin saflarına
kattığı Müslümanlar
için bir onurdur.
Müslümanlar nihayet
Amerika’ya vardılar!
Fakat Amerikalılar ve Amerikalı
olmayanlar, bu bariz bayağılığın aynı anda hem ifşa ederek
hem de gizleyerek kendilerini
körleştirmesi karşısında şaşkına
döndüler.
Bu gizlemeyi, Siyonizmin bu
metalaşmış esrarını anlayabilmek için, Fransız işaret bilimci
Roland Barth’ın Elia Kazan’ın
yönetmenliğini yaptığı “Rıhtımlar Üzerinde” (1954) isimli film
üzerine yaptığı okumalardaki
o muazzam yoruma göz atmamız gerek. Mitolojiler (1957)
kitabında yer alan ve onun en
anlaşılabilir kısa yazılarından
biri olan “Sempatik bir İşçi”de
Barth, Elia Kazan’ın “küçük bir
gangster çetesinin tüm işverenleri sembolize ettiği” filminde,
işçilerin bir kez bu düzen bozukluğunu kabuledince, gerçek
problemin ne olduğunu unutarak ‘sakınılan, asla adı konma-
55
İktibas
Çeviri
mış ve bu yüzden aforoz edilmiş’
bu utanç verici sivilceden kurtulmaya çalışmaları olayı üzerinden bir tür “hakikat aşısını”
konu edinir.
e
ğer siz de bu
reklama kızdıysanız,
iğrendiyseniz ve
reklam sizi çileden
çıkarıyorsa, reklama
bir bakın, onun sadece
San Fransisco’nun
otobüsleri ve New
York’un metrolarının
üzerinde olmadığını
göreceksiniz.
Bu reklamda karşılaştığımız şey
de bunun aynısıdır. Reklamın bu
bayağılığı, onu, Harvard siyaset
bilimcisinin (Huntington, ç.n.)
“medeniyetler çatışması” teorisinden ve Amerikan emperyalizminin çekirdeğinden uzaklaştırarak bir karikatüre dönüştürür.
Bir kez kabul edilen düzensizlik,
o utanç verici sivilce Amerikan
emperyalizmidir, gerçek problem Amerika’nın askeri akademilerinde öğrettikleri, Kuran’ı
tuvaletlere atarak, Müslüman
“vahşilere” işkence yaparak ve
Pakistan’da veya Afganistan’da
masum insanlara insansız hava
uçaklarıyla saldırarak Müslümanları şeytanlaştırması ve Başkan Obama’nın, “kendisinden
sakınılan, asla adı konmamış ve
bu yüzden aforoz edilmiş” İsrail’e koşulsuz desteğini açık bir
şekilde dile getirmesidir.
Eğer siz de bu reklama kızdıysanız, iğrendiyseniz ve reklam
sizi çileden çıkarıyorsa, reklama bir bakın, onun sadece San
Fransisco’nun otobüsleri ve New
York’un metrolarının üzerinde
olmadığını göreceksiniz. Bu reklam, kuralın geçerliliğini doğrulayan bir istisna değil, kuralı
kamufle eden bir istisnadır.
Bu ırkçı İslamofobik reklama
karşı Müslümanların cevabı
ne olmalı- size sadece tek bir
cevabı okutuyorlar: tekme yok,
çığlık yok, duvarlara tırmanmak yok, bayrak yakmak yok,
şiddet eylemi yok, ahlaksız bir
Pakistanlı politikacının kendi
yolsuzluklarını örtmek için cinayeti teşvik etmesine yer yok
(Pakistan Demiryolları bakanı
Gulam Ahmed Bilour’un İslam
karşıtı filmin yapımcısının başına 100.000 dolar ödül koyması
kastediliyor, ç.n.). Sizin sessizliğe gömülmenizi sağlamaya
çalışmaları bir terördür, arkanızı
dönüp onların bu bayağılıklarını
teorileştirmekle ilgilenmenizi
istiyorlar. Bir sonraki iğrençliklerine kadar yapmanız gereken
bu.
* Hamid Dabashi, (Columbia
Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı
Edebiyat ve İran Çalışmaları
Profesörü)
Taraf -­ 2 Eylül
56
www.aljazeera.com/ 24.09.2012
Sanat - Edebiyat
SONBAHARA
SERENAT
MEHMET MORTAŞ
Sonbahar öyle ihtişamlı, öyle mucizevî bir şekilde ölümü hatırlatarak
yine geldi gönül hanemizin dirheminde yerini aldı. Modernizmin,
insanların bakış açılarına, ruh dünyalarına günümüzdeki kadar
müdahale etmediği zamanlarda kaç sonbahar kurumuş yapraklar ile
hemhal olarak yaşadık. Özellikle sonbahar rengârenk cümbüşüyle
ölümün her tonunda gelir dayanırdı kapımıza. Ölüm her tondan
rengârenk yapraklarıyla kuzey poyrazının soğuk esintileri ile sallanan ağaçlar gibi merhaba der, çocukluğumuzun firuze nefesinde
sessizce yürürdü.
ceviz ağacı gölgesi içerdik
en çok demlendiğimiz saatlerde
şiirler demet demet akardı toprak kokardı
herkesin bir hikayesi vardı dolaşırdı bahar yıldızı gibi
afacan yüreğimizden
kuşların gözlerine fışkırırdı çiçekler
Üzüm bağları, üzümlerini sunmak için bekler tahterevalli oynayan
çocuklar gibi sallar dururdu yapraklarını. Etrafımızı çeviren yemyeşil tepeler sapsarı kesilirdi bir yaz boyu güneşe bakarak. Her üzüm
bağının sınırlarındaki taşlar yürek şeklindeydi, kaplumbağalar bir
üzüm bağından diğerine itina ile girerdi.
dut ağaçları şemsiye gibi dururdu üzerimizde
kimi zaman bir bulutu
gözyaşımda saklardım
elimde sapan
ağıtlar yakardım kuşlara
bir annenin ağlaması geçerdi bağbozumu zamanı
üzüm şıraları
horoz saati
karışırdı çocukların sesine
A
yaz demlenirdi
her ağacın
gölgesinde her evin
güneş almayan kuytu
köşelerinde, üşüme
krizleri geçirirdik güneş
daha bir sevecen daha
bir dostça görünürdü.
Her düşen kuru
yaprağa ağıtlar yakar
hüzün şiirleri yazardık.
Ayaz demlenirdi her ağacın gölgesinde her evin güneş almayan
kuytu köşelerinde, üşüme krizleri geçirirdik güneş daha bir sevecen
daha bir dostça görünürdü. Her düşen kuru yaprağa ağıtlar yakar
hüzün şiirleri yazardık. Sonbahar, Kuzey Poyrazının dehşetengiz
soğuğunu selvi ağaçlarının dik duruşlu burnunu göğe değdirecek
şekilde salınmasından, kırmızılaşmış alalı bulalı elmaların etrafında
daireler çizerek bütün ağacı sarmalaması, kurumuş yaprakların ve
otların üzerinden güney yamaçlarının kavurucu sıcaklığını alıp çocukluğumuzun binbirgece masalları gibi bir o yana bir bu yana dans
ettirirdi.
ayaklarımız altında taşırdık kayapınarı çöteyi
ellerimizde sapanlar daldan dala konardık
gökyüzü önümüzden kaçardı taşralı kız gibi
Modernizm, teknoloji daha hayatımızın her noktasına her ayrımına
girmediği sonbaharlarda Arı Kuşları bağbozumu zamanı gelir her
ötmelerinde biraz daha sararırdı üzümlerin rengi. Ağaçlar kışa selama durur sallanırda sallanırdı hışırtılı bir eda ile Berit dağına ve
Binboğalara yeni yağmış karlara karşı. Ağaçlar bir başka bahar için
yaprak dökerdi kımıl kımıl kıpırdardı ölüm renginde yeryüzü.
57
İktibas
yaz kıvranırdı annemin elinde ilmik ilmik
sererdi güneşin solgun yüzüne
ağaçlarda yapraklar çırpınır
arı kuşlarının sesleri
düşerdi üzümlerin sararmış yüzüne
bütün evler sonbahar
bağbozumu vaktinde
yaprak kuşları kanatlarında taşırdı
kışta soğutulmuş rüzgarı
bırakırlardı yeryüzüne
gagalarında sarı kırmızı mor bir nakkaş edasıyla
rengarenk bir cümbüşle dans ederdi tabiat
Karlı dağları, kekik kokulu yaylaları, inişli çıkışlı tepeleri aşarak gittiğim sonbahar zamanları
memleketime, hatırlamıyor artık beni mevsimler,
ağaçlar yapraklarını bir serzeniş ile bir kahır ile
dökmekteler. Kuzey Poyrazının insanoğlundan intikam almak istemesinin uğultusunu duyuyorum.
Kurumuş yapraklar bir yabancı gibi konuyor ellerime, işte bu senin hikâyen der gibi Eshâb-ı Kehf
doğru bakan gözlerimin içine. Kendi ellerimizle
mahvettiğimiz, kendi silahımızı kendi kafamıza
sıktığımızın haberini vererek konuyor ceviz ağaçlarının yorgun ve bir o kadarda bitkin, ellerimden
biraz daha büyük olan kurumuş yaprakları.
dostum çağıltın
kelebeğin haince kanat çırpışı kadar
sessiz sakin
iki kent arasında
ekonomik hamallar
sonbaharı törpüledi
her tarafım
beynimin ihanetlerini taşıyacak kadar
sağanak yağışlar
Sonbahar, gökyüzünü sarıp sarmalamış dumanların içinde, kıyametin haberini veriyordu asitten
gözyaşlarıyla yıkanmış kendi mevsiminde. Bizlere
ölümü hatırlatan rengarenk cümbüşü kışın ölüm
sessizliğine dinlenmeye çekilen sonbahar şimdi
ekonomik hamallar taşıyor sırtında, ne çok sonbahar vardı çocukluğumda.
[email protected]
58
Sanat - Edebiyat
SONSUZLUĞUN ÇAĞRISI
ŞEHİD SEYYİD KUTUB - Çev: Sümeyye HAMARAT
Ölüm bir sonsuzluk merhalesi
Hatırlanma ise sonsuz bir ömür
Eğer biterse muazzam ecel
Anısı yeni bir eceldir
Öldü önder
Eserleridir halen askerleri diri tutan
Geçip gitti tertemiz bir şehid
O şehid ne güzel bir şahid
Ki o cihadı öğretendir halka
Uyandırdı kavmini uykudan
O içimizdeki dirilten ruhtu
Dileyen dirilir
O ümit gibi aydınlatandı
Ve kısmet gibi mutluluk verendi
O güçlü bir aslan gibi kararlılığından ötürü
Aslan yavrularına verdi tüm şefkat ve sevgisini
Boyun eğmez bir aslan gitse de
Arkasından muhakkak saygı değer bir aslan gelir
Bir çözümün sonuç bulamazsa
Sonrasında olur hak yolu izleyen başka görüşün
Ey Sa’d* güçlüklere adadın kendini
Yeter bize o emeklerin
***
Bize varlığın anlamını öğrettikten sonra
Mutmain uyu..
Halk senden sonra ödül, ceza düşünmez
Prangalara razı olmaz oldu
Halk seni seçti ey mukaddes sırrın sahibi
***
O zamana meydan okuyan
İhanet etmeyen, vazgeçmeyen kahraman
Ey neslin muazzam şahsiyeti
Ey isabetli fikir sahibi
Halk arkanda öbek öbek
Dehşetli korku anında bile
Saldır inatçı düşmana
Etrafını kuşatan muazzam askerlerinle
Unutulmuş vahiyden ilham alarak
Ki o sonsuzluğun vahyidir
Hayat uyanık olanlar içindir
Uyuyan aşıklar için değil...
Not: Seyyid Qutub bu şiiri Sa’d Zoğlul’a ithafen
yazmıştır. Sa’d Zoğlul Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un ekip arkadaşıdır.
Sanat - Edebiyat
KALK HATUN KALK!
SENSİZ ÇAYIN DA
ÇORBANIN DA TADI
OLMUYOR!
SEVCAN ATAV
“Anlar günleri, günler ayları,
aylar yılları kovalarken bir de
bakmışız yaşlanmışız. Oysa neler neler sığdırmadık şu ömrümüze. Ölümlerden ölüm beğenilsin dercesine kaç defa öldük
öldük dirildik evladım!” dedi
ninemizin ikinci gelini. “Hem
sen bir dinleyebilsen onu, elleri
buruşmuş o ninen dönse tekrar
sağlığına, neler neler anlatır kim
bilir?”
Doğru diyordu. Ellerindeki o
buruşukluğun, yüzüne düşmüş
o hüznün ve çizgilerin, saçlarındaki o destansı akların nasıl
hikâyesi vardır, dinlemek mümkün olabilse keşke. Biri gelse
konuştursa o ninemi ve bir kitap
yazabilsek adına. Az sayfalı bir
kitap da olmazdı nihayetinde.
Seksen dört sayfalık bir kitabın
içinde hayatımızda devrimler
yaratabilecek gerçeklerle karşılaşabilirdik.
Anlatmaya devam ediyor ikinci
gelin. Üç erkek evladı varmış
ninemizin ve tabii ki üç gelini.
Küçük oğlunun eşi ona göre tam
bir firavun, şirret mi şirret!
Onun zulmünden, onun kahrından hastaneye düşmüş kayınvalidesi.
Sevmezmiş bir türlü. Kocasına
bir evi ikiye böldürecek kadar
hem de.
İktibas
Ninemiz ne söylerse aksini yaparmış oğluyla evlendiğinden
bu yana. Çok severek evlendirmişler oysa.
En güzelinden düğün yapmış
oğluna mesela.
Öyle diyor ikinci gelini ve ziyarete gelen komşuları.
Hem ninemiz bunları hak etmeyecek kadar da iyi biriymiş,
akrabaları da şahit buna.
Bütün bu anlatılanları dinlerken
üzülmemek elde miydi?
Sev veya sevme o bir anneydi.
Sev veya sevme o eşinin annesiydi.
Sev veya sevme o bir yaşlıydı.
sahibi olur ki insanlar?” diye
söyleniyordu dede!
Yüce yaratıcı tarafından dünyanın “eşref-i mahlûkat” tacına
layık görülen insan, onu çıkarıp
da nasıl takabilirdi, adına “zalim” denilen tacı başının üstüne?
Rabbimizin tabiriyle “Onlar
hayvanlardan da aşağıdırlar!”
ayetini nasıl yakıştırabilirlerdi ki
kendilerine?
Bir gün o da yaşlanacak ve belki
bir gün o da hastane köşelerine
düşecek! Nasıl emin olabilir ki
geleceğinden, hep sağlıklı yaşayacağından?
Tebbet suresi geldi aklıma ve
“İki elin kurusun!” dedim sonra…
Zulüm nerede ve kime yapılsa
zulümdü zira. Evde ve dışarıda,
her yerde!
Zulmü sadece dışarıda ararken; mahallemizin, evimizin,
hastanelerin o bakımevlerinin
insanlarını unuttuk vesselam.
Savaştan çıkmış gibi bitap düşmüş ve ölümle yüz yüze olan
oradaki insanların bir duaya, bir
merhamet eline ihtiyacı olduğunu bilmek ne hazindi.
Zulüm edenin de bir adı vardı
nitekim: “Zalim!”
Firavunların rahatları iyiydi belli
ki!
Tam da bu sırada dedemiz girdi
odaya.
Hiç birini göremedim koridorlarda!
Ninemizin iğnelerden delikdeşik olmuş elini bir tutuşu
vardı ki “Kalk hatun kalk, kalk
da bana yemek hazırla! Sensiz
çayın da çorbanın da tadı olmuyor!” deyip severken yüzünü,
herkes çıktı odadan!
Sorsam şimdi dedim, mahallemin insanına: “Suriye hakkında
ne düşünüyorsunuz?”
Sanki ben durabildim!
Ve böyle de olmuştu gerçekten.
Yaşlı iki insan, önce Rabblerine,
sonra birbirlerine muhtaçlar.
Tabii ki çocuklarının sevgi ve
şefkatlerine... “Niye çoluk çocuk
Bundan birkaç ay evvelinde,
hepimizin bildiği gibi Âdem
Özköse ve Hamit Çoşkun kardeşlerin Suriye’de esir alındığı
Sev veya sevme, o her şeyden
önce bir insandı. Ve hiçbir sebep
ninemizin hayatına sebep olacak
zulmü masum kılamazdı.
Şunu der, dedim kanımca: “Bize
ne kızım? Bizim başımızda Esed
gibi kocalarımız var!”
59
İktibas
vakitler mitingler düzenlendi
Türkiye’nin her bir yerinde.
Mazluma destek sesleriydi onlar.
“Zulmün karşısında, mazlumun
yanındayız!” sloganlarını attık
hep beraber.
Gittik nihayetinde.
Bizler oradaydık…
Lakin mahallemin insanlarını
götüremedim.
Sanat - Edebiyat
Kalemimin beni götürdüğü
yere bakarken şimdi; “Ninem!”
dedim, “Ninemi gerilerde bıraktım.”
Ve diyorum ki:
Gelini tarafından hep dışlanan
ve evlatları tarafından terk edilmiş ninemi. Bin bir eza ve cefayla büyüttüğü çocukları, ninemle
dedemi yalnız bırakmışlar o
hastane odalarında. Biri Almanya’dan biri İstanbul’dan telefonla
“Geçmiş olsun!” demişler sadece.
Yalnızlığı tatmalılar!
Zira onlar kendi hayat şartları
içinde mazlumdular. Kocaları
tarafından hayatlarına el konulmuş kadınlar nefes aldıkları
odalarının adına “hücre” koymuşlardı. Kocalarının adına ise
“Esed!”.
Biter miydi bu yazı, burada biter
miydi, bitmeli miydi?
“İlk önce bizi görsünler” dediydi
o vakitler teyzenin biri. “Bizim
için mitingler düzenlenmiyor.
Olsa ve biz de gitsek, kocamız
derhal bizi boşar, olmadı döver!”
Kim bilir, olur ya ölümü beklenen nineye, son bir dakika
da olsa gelinin ve evlatlarının
kendisinden helallik dileyecek
kadar vakit verilmediğini bilebilir miyiz?
Ve yine yardım parası toplayacağımız vakit de aynı durum vaki
olmuştu. “Devlet ilk önce bize
baksın. Verdiği asgari ücretle,
emekli maaşıyla çocuklar ve biz
sefilleri oynuyoruz. Mümkünse
bize de topla kızım!” vb. gibi
tepkilerle karşılaştığımı an be an
hatırlıyorum.
Mahallemizin insanları bunlar.
Doğup- büyüdüğümüz, bayramlarda ellerini öpmeye gittiğimiz, hasta düştük mü bir tas
çorbasını içtiğimiz; akşamları,
çay bahane, sohbetlerini içimize
çektiğimiz ve seçim zamanı kendilerinden oy toplamak adına
bin bir türlü vaatlerle kandırılan,
o demlerde kapılarına gidip,
seçimlerden sonra yüzlerine
bakılmayan mahallemin insanları bunlar.
60
Hem ninemin ömrüne henüz
bir nokta konulmamıştı.
Hala evlatları ve gelini için bir
tövbe kapısı açıktı mesela.
Ben zulme karşı, “Barış!” diyorum.
Hala barış için, esenlik için şans
var…
Ve bu barış gerçekleştikçe, tek
baş ve tek vücut oldukça ve
Allah’ın ipine sarıldıkça zulüm
bitecek ve zalimler kahrolacak.
Hem bizler birilerine kötülük
yapan insanlara karşı sesimizi
çıkarabilseydik, ayrılmasaydık
öyle kollara dallara; parça pinçik
değil tek baş, tek gövde olabilseydik, menfaatlerimiz uğruna
satmasaydık kimliğimizi- kişiliğimizi-bilgimizi-ilmimizi, o
firavunlar var ya firavunlar, yeryüzünde saklanacak mağaralar
arardı, eminim.
Kötülük yapan insanlar yalnız
kalmalılar!
Terk edilmek nedir bilmeliler
onlar?
Ama ne yazıktır ki hiç bir şekilde tavrımızı koymuyoruz!
O yüzden hüküm ferma olmuyor mu zalimler, zalimlikler?
O zalimler ki arada bir güya
iyilik yaparak saklamıyorlar mı
gerçek kimliklerini?
Bir insanın, bir zalimin arada
bir iyi şeyler de yapıyor olması,
onun kötülüklerini örtmemiz
gerektiği anlamını vermiyor
oysa.
Ben Kur’an’dan ve yaşayan
Kur’an olan peygamberimden
böyle öğrendim, sizi bilmiyorum!
Bir de şu: Uzaktaki mazlumlar
kadar yakınımızdaki mazlumların da sesini duyduğumuzda ve
bir o kadar onlar için de seslerimizi yükselttiğimizde, firavunlar
diyorum onlar gidecek.
Ve ölüm diyorum.
Ölümün gerçekliği diyorum.
Nasıl olsa hepimiz öleceğiz.
Ya güzel öleceğiz ya da şu ayet
üzere:
Enfal 8/ 50: “Melekler yüzlerine
ve arkalarına vurarak ve ‘Tadın
yakıcı cehennem azabını!’ (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!”
Sanat - Edebiyat
UÇSUZ BUCAKSIZ
YALNIZLIK
DR. MEHMET AKİF ŞAHİN
Bu gün suskun kelebeklerin
kanatları yaralı, zifiri dünyanın
ıssızlığına tutunmuş, plastik bir
insanlık yaşanıyor. Post modern
çağın gözyaşları kurumuş, işlenmemiş suçlarımız dosyalara
saklanmış. Suskun kederli bedenimizi renkli elbiselerle süslemişiz. Kıyamete akan bir nehrin
affedilmeyen çocuklarıyız. Puslu
havalar düşen serüvenin bilinmeyen neferleriyiz. Kafeslerimizi kendimiz suskunluğumuzla
inşa ediyoruz.
Geleceğimiz geçmişimizle ipotek edilmiş. Ruhumuz pazarlıkların vazgeçilmez sermayesi
olmuş. Makineleşen bir hayatın
iskeletini süsleyen cilaları ağıtlarımızla süslemişiz. Şarkılarımız
sirenlere karışan kahkahalara
dönüşmüş. Elimizde oyuncaklarımız, sevinçlerimiz çalınmış.
Seslerin içinde sessizliğe gömülmüş bir neşter gibi titremekteyiz. Kırılgan duygularımızın
gölgelerinde biriken tebessümleri ılıman sessizliğe bırakırız.
Tanınmış bir yüzün gerisine
biriken alkışlanmış heyecanların şakırdayan nakaratlarıyla
umutlarımız kıpırdıyor. Zehrini
yüreğine akıtan akrebin tutkusuyla aşklarımız bileniyor. Ruhumuzun içine kurulan kaleler
yıkılmış.
Çoğu zaman susardık, konuşamazdık, sözlerimiz dilimize yapışır, kelimeleri unuturduk. Her
daim fısıltılara düşen bir tutku
gibi ışıldardık. Sesimiz şekil
değiştiren ışıklarla yankılanıyor.
Kuralları konulmamış bir oyu-
İktibas
nun yedek oyuncularıyız. Gök
kuşağının nefesiyle büyülenmiş
bir aşk için yazılan şiirin mısrasına biriken hüznümüz kaybolmuş. Şimdi bir yığın çığlığı
kucaklamış beyaz bir kelebeğin
kanatlarına tutunmuşuz. Birikmiş en koyu rengiyle sağır sessizlik yakalarımıza, katlanmış
umutlarımız, banka kasalarına
kilitlenmiş. Bir çalgının notasına
biriken hayallerimiz solistlerin
diline düşmüş. Herkes konuşuyor, kanaryalar sağır. Sebebi
bilinmeyen bir sancıyla kıvranıyor. Gözleri kısılmış bir sessizliğe yürüyen insanlık ağlıyor.
Bu gün şehir hüzünlerini toplamış, yüreğime zımbalamış,
biliyorum, şehirler sevdiğini
kaybetmiş, uzak diyarlara sükut
düşmüş. Bizim için yeryüzü
bilenmiş. Şölenlerimiz şarkılarla
söylenmiş. Şimdi bir denizin
ortasında uçsuz bucaksız yalnızlığa koşuyoruz. Ellerimize
dokunan ruhun gözyaşlarıyla
bekliyoruz. Elbet sır vermeyen
şehirler ağlayacak. Meşaleler
gölgelere sığınmış gökkuşağını
anlayacak. Ağıtlarımızı yağmurlara dokunduran toprak kokusu
suskunluğunu bozacak. Yeniden
caddeler şehrin iskeletiyle buluşacak, yeniden gün doğacak, bir
gün daha tarih eskiyecek.
Çağımızın kesif şelalesinde biriken insanlık, bilinmez bir serüvene doğru akıyor. Çağıldayan
seslerin yankısıyla tanınmamış
bir gürültünün arasına sığınmış
çığlıkları duymayan yeşillikleri
soluyoruz. Bir sis bulutunun
içine biriken sırra erişmişiz. Yalnızlık bir vicdanın kıpırtılarına
can veriyor. Her günün sabahına
erişmiş bir insanın ruhunda
peydahlanan zılgıt gibi insanlığın gözlerine tünemiştir. Bu
yalnızlık münzevi bir aşkın ücra
b
u gün şehir
hüzünlerini
toplamış, yüreğime
zımbalamış, biliyorum,
şehirler sevdiğini
kaybetmiş, uzak
diyarlara sukut
düşmüş. Bizim için
yeryüzü bilenmiş.
Şölenlerimiz şarkılarla
söylenmiş. Şimdi bir
denizin ortasında
uçsuz bucaksız
yalnızlığa koşuyoruz.
61
İktibas
mekanlarını yoklayıp susamış
gönüllere akan bir nehrin soğuk
nefesidir. İnsanlığın dili tutulmuş bir rüzgâr gibi ruhumuzu
okşayıp geçerken ergenleşmeyen
bir gülümseyişin dudaklarının
gerisine sığınmıştır.
Medeniyetlerin çöplüğü haline gelen dünyanın esrarengiz
serüveni zincirleme hayatımızı
alt üst etmeye devam ediyor.
Ortalama bir dünya vatandaşı
olarak bizi hayata bağlayan temel öğeler yok etmeye devam
ediyor. Dünyanın her bölgesine
çok yakınız, her bölgesine çok
uzağız. Aslında biz kendimize
çok yakınız ve kendimizden çok
uzağız. Bazı duyguları kelepçelemiş, kuytularımıza saklamışız. İçimize doğan ürpertiler
dilimize bir kıpırtı bırakmıyor.
Susmuşuz, konuşacak kelimelere
sükûnet yükleyen tılsım yüreğimize bir burgu saplamış.
Ağlıyoruz, çünkü sesimiz
yankılanan şafaktan utanıyor.
Tutkularımız ellerimizden çalınmış. Aşkın vacip sayılan şiirini
söylemiyoruz. Nehirlerden kovulan sürgünümüz bizi tutsak
etmemiş. Herkesin yanında hiç
kimseyle başlayan heyecanımız
yoktur. Yalnızlığımız yalnız
kalmış. Biz ona hasretiz. O yüreğimizden peydahladığımız aşka
hasret.
Sanat - Edebiyat
KULLUK
MUSTAFA BOZACIOĞLU
Nedir kulluk
Yalnız O’na sığınıp kullukla
Ubudiyet
Cenneti talep etmek
Taabbud
Ma’buda hürmet
Sınırlarına teslimiyyet
Tarih sahnesi
Kulluk örnekleri ile dolu
Kimi yanlış yolda
Sınırları
Kimi doğru
Helal haram
Sıratı müstakim olan yolu
İmtihanı bilmek
Tutmak demek
Rabbi birlemek
Bildirdiklerine riayet etmek
O’nu razı etmenin yolu
İbadet bilinci her zaman
Kula kulluktan kurtularak
Nefsin boyunduruğunu atarak
Hidayete tabi olarak
Resulü örnek
Kur’anı kılavuz edinerek
İstikameti bozmamak
Ulûhiyet rububiyet
Rahmet merhamet ve mağfiret
Eşsiz yaratıcı yegâne kudret
Hâkimler hâkimine boyun eğmek
demek
Sakınmak azabından
Korkmak cahiminden
Kaçınmak ins ve cin şeyatinden
Nefsin
Hayatın bütünü ibadet
Heva ve hevesinden
Maksat Rabbi razı etmek
İttika ile takvasına sığınmak demek
Söylemek istiyoruz, bütün şehir
ahalisi bilsin. Şehirler haykırmak istiyor, sağır kaldırımlar
duysun. Öykümüz sabah rahatlığıyla uykusuna doymamış çocukların çığlıklarına gizlenmiş.
Her gün yeni baştan dokunmak
istediğimiz hayatın içindeki heyecanlarımız bizi unutmasın.
[email protected]
62
Osman Turhan -­ Zaman -­ 28 Eylül
Mektuplara Cevaplar
ORUÇ NEFSE
CEZA MIDIR?
HÜSEYİN BÜLBÜL
i
slam, bir hayat
nizamı yaşama
biçimidir. Bu nizamın
hayata geçirilmesi ise,
hayat devam ederken
yapıp ettiklerimizle
ilgili konulmuş emirler,
nehiyler, öğüt ve
tavsiyelerin tatbiki ile
hayata geçirilecektir.
MUHARREM ŞENER/İZMİR
SORU 1
Nisa Suresi 4/92. ayette “... Ve
kim bir mümini hataen öldürürse Allah tarafından tövbesinin kabulü için peş peşe
iki ay oruç tutması gerekir.”;
Maide 5/89. ayette “...yeminin kefareti... Üç gün oruç
tutmaktır.“; Mücadele suresi
58/3-4. ayetlerde “... eşine
temas etmeden önce peş peşe
iki ay oruç tutması gerekir.”;
Bakara Suresi 2/185’inci ayette ise “Kur’an’ın kendisinde
indirildiği Ramazan ayıdır.
Ve kim o aya şahit olur içinde
bulunursa onda oruç tutsun.”
denilmektedir. Bu ayetlere
bakarak mümini öldürmenin,
yalan yere yemin etmenin
ve eşiyle beraber olmamaya
yemin edenin (zıhar) hafifletilmiş cezalarının oruç olduğu
anlaşılıyor. Bu durumda Ramazan ayı orucu da nefislere
bir nevi ceza mıdır?
CEVAP: Bu hükümlerin her
birinde, bildiğimiz veya bilemediğimiz nice hikmetler vardır.
İslam, bir hayat nizamı yaşama
biçimidir. Bu nizamın hayata
geçirilmesi ise, hayat devam
ederken yapıp ettiklerimizle
ilgili konulmuş emirler, nehiyler,
öğüt ve tavsiyelerin tatbiki ile
hayata geçirilecektir. Olumsuz
davranışların insan psikolojisi
üzerinde meydana getirdiği
suçluluk duygusunu silmek için
Rabbimiz, bir takım yaptırımlar
koymuştur. Bu o’nun kullarına
karşı merhametinin tezahürüdür. Bunu bir ceza olarak görmek doğru değildir. Eğer ramazan orucunu bir ceza olarak
görürsek; Rabbimizin koyduğu
her kuralı ceza olarak görmek
gibi bir durum ortaya çıkacaktır
ki bu temelden yanlış olur. Mai-
de suresinin 6. ayetin de namaz
için temizlik önerilerinin ardından şöyle buyruluyor:
“… Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye de
üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor.”
Allah Teâlâ, insanın hevasına
tabi olarak yaşayacağı bir hayatın sonunda hüsrana uğrayacaklarından dolayı, içlerinden bir
elçi göndererek insanlığa iyilikte
bulunduğunu şöyle ifade etmektedir:
Andolsun ki Allah, inananlara
ayetlerini okuyan, onları arıtan,
onlara kitap ve hikmeti öğreten,
kendilerinden bir peygamber
göndermekle iyilikte bulunmuştur. Hâlbuki onlar, önceleri apaçık bir sapıklık içinde idiler.”
Yine Peygamberimizin eşleriyle
ilgili öğüt veren Rabbimiz, Ahzab suresinin 30. ayetinden 35.
ayetine kadar uymaları gereken
kuralları sayarken:
“Ey ehli beyt! Allah sizden kiri
gidermek ve sizi tertemiz, yapmak istiyor.” buyurmaktadır. Bu
nedenle dinin her kuralı inananların insan kalabilmeleri, Allah’a
kul olabilmeleri için özenle
konulmuş kurallardır. İnananlar
bu kurallara tabi olarak huzur ve
mutluluğa ereceklerine yürekten inanırlar. Herhangi bir suç
işlediğinde Rabbinin kendisine
ön gördüğü cezayı çekmeyi gönülden arzu ederler. Bununla
kul olarak teslim olmanın huzurunu duyarlar. İbadetleri Allah’a
itaatin, saygının ve sevginin
bir tezahürü olarak yaparlar.
Onun her hükmüne uymayı
ibadet bilir, birini diğerinden
ayrı tutmazlar. Bu nedenle oruç
tutmayı da asla bir ceza olarak
63
İktibas
Mektuplara Cevaplar
görmezler. Bir hatanın ardından tutulması istenen oruçların
hikmetini de; kirlenen insanı
tezkiye etmek, tevbelerini kabul
etmek için bir vesile olarak değerlendirmektedir.
M
alum olduğu
üzere meleklere
iman, İslam’ın iman
ilkelerindendir.
Meleklerin müstakil
bir varlık olmadıklarını,
insandaki iyi dürtüler
olarak kabul eden
kimseler büyük
bir yanlışın içine
dalmaktadırlar. Aynı
anlayış cinleri de
kötü dürtüler olarak
değerlendirmektedir.
Bu anlayışları
Zariyat suresinin 56.
ayetindeki: “Ben cinleri
ve insanları ancak
bana kulluk etsinler
diye yarattım” buyuran
Rabbimizin ayetiyle
bağdaştırmak mümkün
değildir.
64
Yanlışlıkla bir adam öldüren
kimsenin Mümin bir köle azad
etmesi ve ölenin yakınlarına
diyet ödemesi gerekir dedikten
sonra: “…Bunları bulamayan
kimsenin, Allah tarafından
tevbesinin kabulü için iki ay
peş peşe oruç tutması lâzımdır.
Allah her şeyi bilendir, hikmet
sahibidir.” (Nisa 4/92) ayeti bunun en açık delilidir.
SORU 2
Enfal 8/12. ayetteki melekler
insanın malik olduğu cesaret
ve maneviyat manasında
mıdır?
CEVAP: Konuyu kendi bütünlüğü içerisinde almak daha doğru
olacaktır. Enfal suresinin 5.
ayetinden 13. ayetine kadar okuduğunuz zaman imkân ve gerekçeleriyle birlikte anlatılmaktadır.
Olayı meleklerle yapılmış bir
yardım olmaktan soyutlayarak
Müslümanlara verilmiş moral
bir destek olarak görmek mümkün değildir. Elbette meleklerle
yardım edilmesinin topluma
vereceği bir moral olacaktır.
Ancak bu ayetler o anda değil
daha sonra gelmiştir. Müslümanlar savaş anında melekler
ile yardım edildiğini bilmiyorlar.
Özellikle 9. ayette: “Hatırlayın
ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe
gelen bin melek ile size yardım
edeceğim, diyerek duanızı kabul
buyurdu.” sözü bunu çok açık
olarak ifade etmektedir. Devamında bahsedilen “gönüllerin
yatışması, kâfirlerin yüreklerine
korku salınması, müminlerin
emniyete kavuşturulması için
hafif bir uyku hali verilmesi”
meleklerin gönderilmesinin
ardından ek olarak yapılan gaybi
yardımlardır.
Meleklerle ilgili Kur’an’da onlarca ayet vardır. Onlar da bizim
gibi bir ümmet olarak yaratılmış varlıklardır. Asla bir hayal,
his, duygu, gibi şeyler değildir.
Bakara suresinin 30. ayetinden
itibaren Allah’ın hitap ettiği
varlık melek değil de insanların
duyguları mıdır? “Bir zamanlar
Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım»
demişti…” (Bakara 2/30) diye
muhatap aldığı varlıklar kimlerdi diye sormak gerekmez mi?
Malum olduğu üzere meleklere
iman, İslam’ın iman ilkelerindendir. Meleklerin müstakil bir
varlık olmadıklarını, insandaki
iyi dürtüler olarak kabul eden
kimseler büyük bir yanlışın içine dalmaktadırlar. Aynı anlayış
cinleri de kötü dürtüler olarak
değerlendirmektedir. Bu anlayışları Zariyat suresinin 56. ayetindeki: “Ben cinleri ve insanları
ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım” buyuran Rabbimizin
ayetiyle bağdaştırmak mümkün
değildir. Ayrıca Rahman suresinin 14 ve 15. ayetinde insan
ve cinlerin neden yaratıldığı
ile ilgili bilgi verildiğini görüyoruz: ”O, insanı pişmiş çamur
gibi kuru balçıktan yaratmıştır.
Cinleri de yalın bir alevden
yaratmıştır.” sözleri ile cinlerin
ateşten yaratılan bir varlık olduğu ifade edilmektedir. Bunlarla
birlikte Cin suresi 72/1. ayetinden 15. ayetine kadar okuduğunuzda cinlerin kendileri hakkında vermiş olduğu bilgilere şahit
olacaksınız.
Meleklere gelince bu konu izaha
gerek olmayacak kadar açık ve
anlaşılır bir konumdadır.
Mektuplara Cevaplar
“Hâlbuki sizin üzerinizde koruyucular vardır. Çok şerefli yazıcılar. Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler” (İnfitar 82/10-12)
“De ki: Size vekil kılınan ölüm
meleği canınızı alacak, sonra
Rabbinize döndürüleceksiniz.”
(Secde 32/11)
“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa; şüphesiz ki,
Allah da kâfirlerin düşmanıdır.”
(Bakara 2/98) gibi ayetler ile
meleklerin varlıklarından ve
görevlerinden bahsedilmektedir.
Ayrıca İbrahim (as)’ın misafirleri olan meleklerden bahsedilmektedir ki bunlar insan suretinde geldikleri için ne İbrahim
(as) ne de Lut (as) bunların birer
melek olduğunu kendileri açıklayıncaya kadar bilememişlerdi.
“Sana, İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi geldi mi? Onlar,
İbrahim’in yanına girip: «Selam
sana» demişlerdi, İbrahim de:
«Selam size» demişti; içinden
de, onların «tanınmamış bir
topluluk» olduğunu geçirmişti.”
(Zariyat 51/24)
“Dediler ki: Biz, suçlu bir kavme
gönderildik, Onların üzerine
çamurdan pişirilmiş sert taşlar
yağdıracağız.” (Zariyat 51/32-33)
diyenler Allah’ın Lut kavmini
yok etmek için göndermiş olduğu meleklerdir. Daha onlarca
ayette meleklerden bahsedilmektedir.
SORU 3
Fetih Suresi 25. ayette “mümin” ve “mûminat” kelimesi
lügatlerde “iman eden kadın
ve iman eden erkek” tam karşılığı böyle olmasına rağmen
mezkûr ayette bu kelimelerden önce “rical un” ve “nisa
İktibas
un” kelimelerinin kullanılmasının sebebi nedir?
CEVAP: Burada “ricalün” ve
“nisa un” kelimelerinin kullanılmış olmasının doğrusunu Allah
bilir kaydıyla bize göre şöyle
bir hikmeti vardır. Türkçede
“adam gibi adam, haza adam,
erkekliğin ve celadetin timsali
bir davranışta bulunan bir kimseyi anlatmak için” cesaretin ve
şecaatin timsali adam” denildiğinde anlatılmak istenen ne ise
bu ayette de “ricalün mü’minün“
ifadesi de bunu anlatmaktadır.
İmanın pahalı olduğu bir zaman
ve zeminde toplumun şerrini
göğüsleyerek İslam’ı seçmiş olan
bu insanların diğerlerinden
farkını anlatmaktadır. Her yiğit
değil er yiğit olan kimselerdir.
Durum kadınlar için de aynıdır.
Sıradan kadın değil gerçekten
kadın olan kadındır. Sadece dişiliği ile kadın değil, toplumda
kişiliği ile kadın olan kadınları
ifade etmektedir. Firavunun
sarayında iman eden bir insanı
anlatan ayette de aynen bu vurgu yapılmıştır:
“Firavun ailesinden imanını
saklayan bir adam da şöyle dedi
(ve gale Raculün Mü’minun):
«Bir adamı, Rabbim Allah’dır
dediği için öldürecek misiniz?
Hâlbuki o size Rabbinizden
delillerle gelmiştir. Hem o bir
yalancı ise çok sürmez, yalanı
boynuna geçer. Fakat doğru ise
size yaptığı tehditlerin bir kısmı
olsun başınıza gelir. Şüphe yok
ki Allah aşırı giden bir yalancıyı
doğru yola çıkarmaz.»”
i
manın pahalı
olduğu bir zaman
ve zeminde toplumun
şerrini göğüsleyerek
İslam’ı seçmiş
olan bu insanların
diğerlerinden farkını
anlatmaktadır. Her
yiğit değil er yiğit olan
kimselerdir. Durum
kadınlar için de aynıdır.
Sıradan kadın değil
gerçekten kadın olan
kadındır. Sadece
dişiliği ile kadın değil,
toplumda kişiliği ile
kadın olan kadınları
ifade etmektedir.
Yasin suresinde şehrin kenar
mahallesinden koşup gelen bir
adam için de aynı ifade kullanılmaktadır:
“Şehrin öbür ucundan koşarak
bir adam gelmiş (Racülün yes’a)
65
İktibas
Mektuplara Cevaplar
ve söyle demişti: «Ey Milletim!
Gönderilen elçilere uyun.” (Yasin 36/20)
H
er iki yerde
de anlatılmak
istenen, sıradan
insanlar olmayıp,
Erkekliğin, cesaret ve
şecaatin doruğunda
olan şahsiyetleri ifade
etmektedir. Böyle bir
durumda kaç insan
bu tavrı gösterebilir?
Herkesin sıvışıp sindiği
bir ortamda toplumun
önüne çıkarak tavrını
koyan seçkin insanları,
kadın ve erkekleri
anlatmak için “ricalün
ve nisa un” ilaveleri
yapılmıştır.
Her iki yerde de anlatılmak istenen, sıradan insanlar olmayıp,
Erkekliğin, cesaret ve şecaatin
doruğunda olan şahsiyetleri
ifade etmektedir. Böyle bir durumda kaç insan bu tavrı gösterebilir? Herkesin sıvışıp sindiği
bir ortamda toplumun önüne
çıkarak tavrını koyan seçkin
insanları, kadın ve erkekleri
anlatmak için “ricalün ve nisa
un” ilaveleri yapılmıştır.
SORU 4
Yusuf suresi 77. ayette “...
Daha önce kardeşi de çalmıştı.” diyerek kardeşinin şahsında Yusuf ’u (as) suçluyorlar.
Yusuf ’un (as) hırsızlık ettiğine
dair Kur’an’da bir mevzuu
yok. Acaba bu izah Yusuf ’un
babası Yakub’un sevgisini
çalma manasında mıdır?
CEVAP: Malum olduğu üzere
kıssanın tamamı için Allah: “İşte
bu, sana vahiyle bildirdiğimiz
gayb haberlerindendir. Yoksa
onlar yapacaklarına karar verip
mekir (tuzak) kurarlarken sen
yanlarında değildin.” (Yusuf
12/102) buyurmaktadır. Anlatılan kısımda bununla ilgili bir
malumat da verilmediğine göre
ne söylersek zandan başka bir
anlam taşımayacaktır. Ancak
ayetin verdiği mesaja baktığımızda bu sözün doğruyu ifade
etmediğini görüyoruz:
“Dediler ki: O çalmışsa, daha
evvel onun bir kardeşi de çalmıştı. Yusuf bunu içinde gizledi,
onlara açılmadı. Sizin durumunuz daha kötüdür. Allah sizin
anlatmakta olduğunuzu en iyi
bilendir, dedi.” (Yusuf 12/77)
66
Böyle bir durum Yusuf için
mümkün değildir. Çünkü hırsızlık ahlaki bir zaaftır. Allah böyle
bir kimseyi insanlara önderlik
edecek bir elçi seçer mi? İkincisi, ayetin son cümlesi onların
söylediğini Yusuf (as) Allah’ın
en iyi bildiğini söylüyor ve bu
konuda Allah’a yöneliyor. Böyle bir suçu işlemiş olan kimse
halinin temizliğine Allah’ı şahit
tutmaz, belki yaptığından dolayı bağışlamasını isterdi. Olay
tamamen kardeşlerinin içinde
bulunduğu durumdan sıyrılmak
için söylenmiş bir sözdür. Hem
bu onların ilk yalanları da değildi. Baştan beri yalanlarını kapatmak için yeni yalanlar söyleyip
duruyorlardı.
Babasının onu çok sevmesinin
hikmeti başkaydı. İlk gördüğü
rüyayı babasına anlattığında
yorumlamış ve şöyle demişti:
“Yusuf babasına: «Babacığım!
«Rüyamda onbir yıldız, güneş
ve ayın bana secde ettiklerini
gördüm» demişti. (Babası:)
Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın
kardeşlerine anlatma; sonra sana
bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan
insana apaçık bir düşmandır.
İşte böylece Rabbin seni seçecek,
sana (rüyada görülen) olayların
yorumunu öğretecek ve daha
önce iki atan İbrahim ve İshak’a
nimetini tamamladığı gibi sana
ve Ya’kub soyuna da nimetini
tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet
sahibidir.”(Yusuf 12/4-6) Onun
sevgisi Rabbi tarafından seçilmiş
olmasından kaynaklanıyordu.
Bunu Yakub (as)’dan başka bilen
de yoktu.
SORU 5
İnsan Suresi 1. ayette “ İnsan
üzerinden o kadar uzun bir
süre geçmiştir ki hatırlamaya
bile değmez.” kısmında bi-
Mektuplara Cevaplar
zim için uzun olan zamanın
Allah indinde çok kısa ve
ehemmiyetsiz olduğunu mu
anlatıyor?
CEVAP: Elbette Allah için zaman kavramı söz konusu değildir. O zaman ve mekânla sınırlı
değildir. Zamanla sınırlı olan
yaratılmışlardır. Yaratan için
zamanın bir önemi yoktur. O
ezelidir ve ebedidir. Ancak konuyu, bahse konu olan ayetleri
okuyarak irdelemeye çalışalım:
“İnsanoğlu, var edilip bahse
değer bir şey olana kadar, şüphesiz, uzun bir zaman geçmemiş
midir?”
“Doğrusu Biz; insanı katışık bir
damla sudan yaratmışızdır. Onu
deneriz. Bu sebeple onu, işitici
ve görücü yaptık.”
“Gerçekten Biz; ona doğru yolu
gösterdik. Buna kimisi şükreder,
kimisi de nankörlük.” (İnsan
76/1-3)
İnsan kendisini yaratanı, yaratılmış olan diğer nesneleri ve
yaratılış amacını görmezlikten
gelerek kendisini hayatın ve
kâinatın merkezine koyup,
haddini bilmez bir anlayış içine
giriyor. Allah da ona haddini
bildiriyor.” Sen daha bahse değer
bir durumda değilken, henüz
insan diye bir varlık yaratılmamışken çok uzun bir zaman
geçti. Biz bu kâinatı dilediğimiz
gibi yaratıp döşedik tezyin ettik.
Senden önce kimler gelip geçti.
Senin bunlarda ne bir dahlin ne
de bir bilgin vardır. Gün geldi
seni de topraktan, kara balçıktan
yarattık ve insan suretine koyup
can verdik. Görecek göz işitecek
kulak ve düşünüp anlayacak akıl
verdik. Sonra neslini bir damla
katışık sudan, yani sperm ve
yumurtadan oluşan bir nutfeden
İktibas
sağladık. Sorumlu tutmak için
de işiten ve gören bir özellik
verdik. Bununla da kalmayıp
biz ona doğru yolu gösterdik.
Buna rağmen kimisi buna şükredip haddini bilirken kimisi de
bunların hiç birisini görmeyip
kendini hayatın gayesi sayarak
nankörlük eder bir durumdadır.
İşte bu noktada önüne şu manzara konulmaktadır:
“Doğrusu biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli
bir ateş hazırladık. Kuşkusuz
iyiler de karışımı kâfûr olan
dolgun bir kadehten içerler. Bu
Allah’ın iyi kullarının istedikleri
yere akmasını sağlayarak içebilecekleri bir pınardır. O kullar,
şiddeti her yere yayılmış olan bir
günden korkarak verdikleri sözü
yerine getirirler. Onlar; yoksula,
yetime ve esire seve seve yemek
yedirirler. «Biz; sizi, ancak Allah
rızası için doyuruyoruz. Sizden
bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. derler.»” (İnsan 76/4-9)
Böylece Allah, insanın ne olduğunu, ne olması gerektiğini ve
sonucunun nasıl olacağını bu
fotoğrafla gözünün önüne koymaktadır.
SORU 6
Bakara Suresi 61 ve 91 Âli
İmran 21 ve 112 Nisa Suresi
155. ayetlerde inkârcıların
haksız yere Nebi’leri öldürmeleri ayetleri inkârdan dolayı
manen ve mecazen midir?
Nisa suresi 157’inci ayette İsa
(as)’da olduğu gibi “...O’nu
öldürmediler” denmesi diğer
Nebi’ler için de mer’i midir?
CEVAP: Burada üzerinde
durmamız gereken “gatele” ve
“mâte” fiilleridir. Gatele fiili
sözlükte bedenden ruhu ayırmak uzaklaştırmak anlamına
gelmektedir. “Mevtün” anlamın-
dadır. Fakat burada fiili işleyenin, öldürme işini üstlenenin
durumuna bakarak “gatele” denmektedir. Bedir’de öldürülenler
için Allah Enfal suresinin 17.
ayetinde:
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü; attığın
zaman da sen atmadın, fakat
Allah attı. Ve bunu, müminleri
güzel bir imtihanla denemek
için yaptı. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfal 8/17)
Burada öldürme eylemi ”gatele” fiili ile ifade edilmektedir
ve ruhun bedenden ayrılması
anlamında gerçek ölümü ifade
etmektedir. Ölüm olayı başkasının eliyle gerçekleştirildiği durumlarda “gatele ” fiili ile ifade
edilirken; ölüm olayı kendiliğinden gerçekleştiği durumlarda
da “mâte” denilmektedir. Bu
durumu Rabbimiz şöyle ifade
etmektedir:
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
o ölür (Mâte) veya öldürülürse
(gutile) gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim
(böyle) geri dönerse, Allah’a
hiçbir şekilde zarar veremez.
Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Ali İmran 3/144)
Görüldüğü gibi Peygamberleri
öldürmeleri mecazen değil gerçek anlamda kullanılmaktadır.
Hz. İsa (as)’ın öldürülme olayında ise durumu Allah Teâlâ
açıkça bildiriyor:
“Bir de «Biz Allah’ın peygamberi
Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük» demeleridir. Oysa onu ne
öldürdüler, ne de astılar. Fakat
öldürdükleri kimse, onlara İsa
gibi gösterildi. Onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, ondan
67
İktibas
yana tam bir kuşku içindedirler.
O hususta bir bilgileri yoktur.
Sadece zanna uyuyorlar. Onu
kesinlikle öldürmediler.” (Nisa
4/157)
Bu ayette de açıklandığı gibi,
öldürdükleri kimse kendilerine
İsa (as) gibi gösteriliyor. Yani İsa
peygamber diye ona benzeyen
birisini öldürüyorlar. Allah Teâlâ
Elçisini onların mekrinden
kurtarıyor. Onlar da bu konuda
daha sonra ihtilafa düşüyorlar ve
tam emin de olamıyorlar. Ancak
toplumsal irade Peygamberi
öldürmek üzere harekete geçiyor. O anda da bu eylemlerini
gerçekleştiriyorlar fakat olayda
bir yanlışlık var, İsa (as) diye
başkasını öldürmüş oluyorlar.
Bu nedenle İsrail oğulları defa
atla Allah’ın gazabına ve lanetine
uğrayan bir topluluk olarak tarihe geçmiştir. İşte onların durumunu Allah şu ayetiyle en açık
şekilde özetliyor:
“Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın
ayetlerini inkâr etmeleri, haksız
yere peygamberleri öldürmeleri
ve «Kalplerimiz kılıflanmıştır»
demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir, tam
aksine küfürleri sebebiyle Allah
o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık
iman etmezler.” (Nisa 4/155)
SORU 7
Bakara Suresi 102’inci ayette
geçen Bâbil’deki iki melek Hârut ve Mârut güçlü iki melik
yani hükümdar mı? Yoksa
bunlar mecazî iki isim olup
ayette asıl anlatılmak istenen
sihrin her daim yasak olması
mıdır?
CEVAP: Harut ve Marut’un iki
hükümdar olması düşüncesi
yerine oturan bir düşünce olarak
68
Mektuplara Cevaplar
gözükmüyor. İfade edilenlerden anlaşıldığı kadarıyla Babil
bir şehir veya site devleti diye
bileceğimiz bir mekândır. Bir
beldede de iki melikin olması
işin tabiatına aykırı olduğu gibi;
Hükümdar’ın halkın arasına
karışarak sihir öğretmesi de hükümdarlık sıfatıyla bağdaşmaz.
Fakat iki melek halkın arasında
dolaşıyor ve onlara sihir öğretiyorlar. Ve öğrettikleri halka
şöyle diyorlar: “Hâlbuki o ikisi:
«Biz ancak bir imtihan için gönderildik, sakın sihir yapıp kâfir
olma!» demedikçe bir kimseye
büyü öğretmezlerdi” cümlesi
onların imtihan için gönderilmiş iki melek olduğunu ortaya
koymaktadır.
Elbette sihir yapmak her zaman
meşru olmayan bir iştir. Ancak
İsrail oğulları arasında sihir o
kadar yaygın hale gelmiş ki,
Allah Teâlâ Musa (as) verdiği
mucizeleri sihirbazların yapmış
olduğu sihirleri ve sihirbazları
etkisiz hale getirecek bir ayet
olarak vermiştir. Musa (as)’dan
çok sonra gelen Süleyman
(as)’ın ardından vuku bulan bu
olay zamanı sihir işi daha da
ileri bir boyuta varmış ki, sihrin
şerrinden kurtulmak için onların nasıl hile yaparak bu işleri
kotardıklarının perde arkasını
gösteren Harut ve Marut insanlara büyü budur diye öğretiyorlar ve öğrettikleri kimselere de
“bununla büyü yaparak sakın
kafir olmayın” diye öğüt veriyorlar. Durumu anlamak için şöyle
bir örnek verelim: İnsanları tehdit etmek ve zarar vermek için
konulan bombaları imha etmek
için bombanın nasıl yapıldığını
ve bunu imha etmek için yapılması gereken bilgiyi insanlara
öğretmek gibi. Bombanın yapısal özelliklerini bilmeden nasıl
etkisiz hale getirileceğini de bi-
lemezsiniz. Bu nedenle bombayı
imha eden bombanın yapılışını
da bilir. İşte bu ekip korunmak
için öğrettiği kimselere sakın
bomba yapıp da siz de caniler
gibi olmayın demesi gibi bir
durum olarak düşünüle bilir.
İşte bunlar arasından bu bilgiyi
kötüye kullananlar da çıkmıştır.
Ayetin devamı bunların akıbetini anlatmaktadır.
SORU 8
Bakara suresinin 79. ayetinin
anlaşılacak şekilde izahatı
nedir?
CEVAP: Ayetin mesajı gayet
anlaşılır olmakla birlikte güncelleştirmekte belki tereddütler
yaşıyoruz. Ayetin ilk muhatapları Ehli Kitap. Kitabı mukaddesi
tahrif ederek bu Allah katından
diye halka takdim etmişler ve bu
konuda sadece para kazanmakla
kalmayıp şöhret sahibi olmak
için de böyle bir şeyi yaptıklarını
tel’in etmektedir.
“Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra
onu az bir bedel karşılığında
satmak için «Bu Allah katındandır» diyenlere yazıklar olsun!
Elleriyle yazdıklarından ötürü
vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara 2/79)
Konuyu günümüze taşıdığımızda, “bu kitap bana yazdırıldı”
diyenler, kendi yazmış olduğu
kitabına: “Bu kitap âlemlerin
Rabbinden indirilmedir temiz
olanlardan başkası dokunamaz” diyenler, Allah’ın kitabına
ağızlarını yaklaştırarak Allah’ın
dinini tahrip için sözü eğip bükenler, dünyevi saltanatlarının
devamı için Kur’an’ın hükümlerinin üzerini örtenler, Allah’ın
hükümranlığını kozmik âleme
mahkûm edenler, İnsanları
manipüle ederek Allah ile alda-
Mektuplara Cevaplar
tanlar, Allah Teâlâ’nın çok açık,
anlaşılır olarak gönderdiği kitabını örtmeye çalışanlar ve onların tabileri de günümüzün Ehli
Kitabı, ayetin mesajına muhatap
olan kimselerdir.
SORU 9
Hicr suresi 28-31, Enbiya suresi 91 ve Sâd suresi 72. Ayetlerde “ruhundan üflenmesi”
Allah’ın insanlara can vermesi mi yoksa vahyin insanlara
ulaştırılması mı? İkinci ihtimal akla daha yakın geliyor.
Ne dersiniz?
CEVAP: Güzel bir yaklaşım. Ruh
kelimesi Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmaktadır. 1- Cebrail,
2-Kur’an ve Kur’an ayetleri, 3Vahiy, 4- İnsana verilen canlılık,
hayat için ruh tabiri kullanılmaktadır. Enbiya 21/91. ayette
bahsedilen ruhu vahiy anlamına
almak mümkün iken; Sad 38/72.
ayetini ise Adem’e verilen canlılık, hayat anlamına almamız
daha uygun düşmektedir. Bu
ihtimal Meryem validemizden
meydana getirilmiş olan İsa
(as) için de düşünülebilir. Hicr
15/28. ayetten 33. ayete kadar
yine aynı konuyla ilgilidir.
“Irzını iffetle korumuş olanı
(Meryem’i de an) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu
cümle âlem için bir ibret/ ayet
kıldık.” (Enbiya 21/91) Burada
üflenen şey vahiy anlamına alındığı gibi; Meryem validemizden
doğacak olan İsa (as) anlamına
da alınabilir.
“Hani Rabbin meleklere demişti
ki: Ben, çamurdan bir insan
yaratacağım. Onu tamamlayıp,
içine de ruhumdan üfürdüğüm
zaman, derhal ona secdeye kapanın! Bütün melekler topluca
secde ettiler. Yalnız İblis, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.”
İktibas
(Sad 38/71-74) Bu ayette kastedilen ruh insana verilen canlılık,
hayat anlamındadır.
Bununla birlikte eğer Bakara
suresinin 31. ayetindeki “Ve
Adem’e isimlerin hepsini öğretti,
sonra onları meleklere gösterip:
«Haydi davanızda sadıksanız
bana şunları isimleriyle haber
verin dedi.” ayetini Adem’e verilmiş bir vahiy olarak alırsanız
bu yaklaşım doğru olur. Fakat
Adem (as) yaşayacağı dinin
esaslarını vahiyle aldı anlamındaki vahyi kastediyorsanız bunun daha sonraları gerçekleştiği
Bakara suresinin 37. ayetinde
bahsedilmektedir. Bu ise, bulundukları cennetten çıkarıldıktan
sonraya rastlamaktadır. Bu serüven şöyle gerçekleşiyor:
“Ey Adem! Eşin ve sen cennette
kal, orada olandan istediğiniz
yerde bol bol yiyin, yalnız su
ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz dedik. Şeytan
onların ayaklarını kaydırıp
haddi tecavüz ettirdi ve içinde
bulundukları (cennetten) onları
çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak
ininiz, sizin için yeryüzünde
barınak ve belli bir zamana
dek yaşamak vardır, dedik. Bu
durum devam ederken Âdem,
Rabbinden bir takım kelimeler
aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü
Allah tevbeleri kabul eden ve
merhameti bol olandır.” (Bakara
2/35-37)
R
uh kelimesi
Kur’an’da
birkaç anlamda
kullanılmaktadır.
1- Cebrail, 2-Kur’an
ve Kur’an ayetleri, 3Vahiy, 4- İnsana verilen
canlılık, hayat için ruh
tabiri kullanılmaktadır.
Enbiya 21/91. ayette
bahsedilen ruhu
vahiy anlamına almak
mümkün iken; Sad
38/72. ayetini ise
Adem’e verilen canlılık,
hayat anlamına
almamız daha uygun
düşmektedir. Bu
ihtimal Meryem
validemizden meydana
getirilmiş olan İsa (as)
için de düşünülebilir.
SORU 10
Bakara suresi 178, 179, 194
ve Maide suresi 45’inci ayetlerde kısastan bahsedilmektedir. Kısas harp zamanında mı
mer’idir? Şimdiki zamanda
mazlumun kafasını kıranın
da mı kafası kırılacak veya
müdafaasız ya da akıl noksanlığı olana zorla tecavüz
69
İktibas
Mektuplara Cevaplar
eden kimseye de aynısı mı
tatbik edilecek?
bilin ki Allah, takva sahibi olanlarla beraberdir.” (Bakara 2/94)
CEVAP: Kısas, harp zamanında
değil sulh zamanında uygulanır.
Harp zamanı kısas değil kıtal/
savaş vardır. Kısas hakkındaki
bilgi şöyle takdim edilmektedir:
Kısası, her konuda uygulayamazsınız. Bir insanın dişini kıranın dişi kırılır. Bıçakla yaralayan
yaralanır. Öldüren öldürülür.
Fakat tecavüz edene tecavüz
edilmez. Ölüme kadar giden bir
ceza ile cezalandırılır. Çünkü
tecavüz, zina gibi değildir. Zina,
iki insanın isteyerek evlilik dışı
ilişkide bulunmasıdır. Tecavüzde
ise rıza söz konusu değildir. Bu
nedenle çoğu zaman tecavüze
uğrayan kimsenin ruhî dengesi
bozulmaktadır. Bu nedenle tecavüz edene verilecek ceza zinadan daha ağırdır.
“Ey iman edenler! Öldürmede
kısas size farz kılındı. Hüre hür,
köleye köle, kadına kadın. Ama
k
ısası, her konuda
uygulayamazsınız.
Bir insanın dişini kıranın
dişi kırılır. Bıçakla
yaralayan yaralanır.
Öldüren öldürülür.
Fakat tecavüz edene
tecavüz edilmez.
Ölüme kadar giden bir
ceza ile cezalandırılır.
Çünkü tecavüz, zina
gibi değildir. Zina,
iki insanın isteyerek
evlilik dışı ilişkide
bulunmasıdır.
Tecavüzde ise rıza söz
konusu değildir.
her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa,
o zaman örfe uyması, ona diyeti
güzellikle ödemesi gerekir. Bu,
Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim
bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azap
vardır.” (Bakara 2/178)
“Haram ay, haram aya ve bütün
haramlar birbirine karşılıktır.
O halde kim size saldırıda bulunursa siz de ona yaptığı saldırının misli ile saldırın ve ileri
gitmekten Allah’tan korkun ve
70
SORU 11
Şarkı veya türkü tarzında
söylenen ilâhileri dinlemek
insanı mes’ûliyet altına sokar
mı?
CEVAP: Musiki olarak değil de
içerik olarak bakmak gerekir.
Söz ve muhtevasında küfür, şirk,
hakaret gibi unsurlar içeren
söz, ilahi, şarkı türkü ve benzeri şeyler söyleyeni de gönüllü
olarak dinleyeni de mesul kılar.
Bu konuyla ilgili geniş malumatı “Müslümanların sorunları”
isimli kitabımızın “İslam ve Eğlence” bölümünde birinci baskı
sayfa 645-646 “İslam da Müzik
Günah mıdır?” başlığı altında
işledik, oradan okuyabilirsiniz.
SORU 12
Kur’an’da 14 tane secde ayeti
var. Okunurken dikkat edilirse aynı tarzda olan Hicr suresi 98, Hac suresi 77 ve İnsan
suresi 26. ayetlerin de secde
ayeti olması gerekmez mi?
Daha sonraları secde işareti
konulurken bu ayetlere dikkat
edilmemiş mi acaba?
CEVAP: Bu konuyu ayetlerin
vermiş olduğu mesaja bakarak
anlamak mümkündür:
“Andolsun ki, söyledikleri şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Sen, hemen Rabbini hamd ile tespih et ve secde
edenlerden ol. Ve sana ölüm
gelinceye değin Rabbine ibadet
et.” (Hicr 15/97-99)
“Ey iman edenler! Rükû edin,
secdeye varın, Rabbinize kulluk
edin, iyilik yapın ki kurtulabilesiniz.” (Hac 22/77)
“Rabbinin hükmüne kadar
sabret; onların günah işleyen
ve inkârcı olanlarına uyma.
Rabbinin adını sabah akşam
an. Geceleyin O’na secde et. Ve
geceleri uzun -uzun O’nu tespih
et.” (İnsan 76/24-26)
Görüldüğü gibi her üç ayette
de hem peygamberimize hem
de Müslümanlara sadece secde
etmeleri değil bir dizi sabır, kulluk, günahkârlara tabi olmama,
gece kalkıp ibadet etmek ve
uzun-uzun Allah’ı tespih etmek
istenmektedir. Kur’an’da “secde”
ifadesinin geçtiği her yerde ayetin kastı “hemen kalk secde et”
değildir. Amaç bir ömür Allah’a
boyun eğmek, ibadet ve itaat
etmektir. Ondan başkasına itaat
etmemek, kul olmamaktır. Bu
ayetlerde istenen şeyin sadece
secde etmek olmayıp, bir dizi
önerinin yer alması nedeniyle
secde ayeti olarak işaretlenmemiştir. Bu minval üzere secde
ayetlerini de okuduğunuzda,
içerdiği mesaj ile yapılan şekilsel
eylemin bağdaşmadığını göreceksiniz.
[email protected]
Gündem
KİME İSLAMCI
DENİR?
MEHMED DURMUŞ
ɗLUŔCBTEFSHŔTŔDPNt&ZMàM
Konuyu yine ‘İslamcı’ terimini
tırnak içine hapsederek tartışmam gerekiyor. Bir başka yazıda
terimi tırnak dışına çıkartarak
meramımı anlatabilirim inşallah.
İnsanlığın bütün dönemlerinde, tarihin -şayet bize bir kastı
yoksa- bize öğrettiğine göre
bütün iktidarlar, o gün var olan
dini kendi yanlarında görmek
istemişler, protokolde bir yer
göstermişlerdir. Protokol numarasının değişmesi, işin teferruatından başka bir şey değildir.
Bunun en canlı ve İsa’ya inzal
edilen İslam açısından en trajik
örneğini de Roma imparatorluğunda görmekteyiz. 325 İznik
Konsili bu trajedinin ilk bariz
adımını oluşturur.
Allah’ın, bizlere şeksiz şüphesiz en mutena örnekler olarak
gösterdiği, yolumuzun işaretleri
olan Nebiler-Resuller (Allah
onlara salât ve selam etsin), şirk
düzenleriyle DİN’i yüzde yüz
ayrıştırmanın en güzîde örnekleridir. Onlardan alacağımız çok
dersler var. Son Elçi Muhammed
(sav) risalet ve nübüvvet silsilesinin sürdürdüğü tevhid mücadelesinin bütünüyle damıtılmış,
billurlaşmış örneğini temsil
etmektedir.
‘İslamcı’ teriminin nesebi bir
tarafa, bir müslümanın, sadece
şahsına terettüp eden dinî vecibeleri yerine getirip, başka işlere
karışmaması düşünülemez.
Kur’an’ın tanımladığı manada
her Müslüman, ilayı kelimetullah için bütün gücü ve bütün
imkânlarıyla mücadele etmekle
mükelleftir. Müslüman zaten
buna denir. Allah hiçbir kuluna,
gücünün yetmediği bir yükü
yüklemez. Her mü’min, kendi
nefsinde ve ailesinde İslam’ı
yaşamakla, nefsine ve ailesine
İslam’ı egemen kılmakla görevlidir. Aynı şekilde bulunduğu
toplumda İslam’ın toplumun
dini haline gelmesi ve devletin
de tamamen İslamîleşmesi için
yine aynı gayretle çalışması
(cehd etmesi) gerekir.
Sadece namaz kılarak, yılda bir
ay oruç tutarak, malından da şu
veya bu ölçüde sadaka vererek,
haramlardan kaçınarak, helalleri
gözeterek Müslüman olunması
belki mümkündür ama böyle bir
Müslümanlık, Allah’ın muradı
değildir. Mesela sadece namaz
örneğini ele alsak, bir Müslüman sadece namaz kılmakla
yetinemez. Namaz zaten bir
kıyamdır aynı zamanda, şirke
ve cahiliyeye bir karşı duruştur,
tavır alıştır, meydan okuyuştur.
Bir Müslüman hiç kimseye bir
rahatsızlık vermeyen bir namazı kılmakla iktifa ediyor ve
bu Müslümanlığını da yeterli
görüyorsa bu, hastalıklı bir görmedir. Bu kişi İslam’ı bilmiyor
demektir. Namazı ikame eden
bir mü’min, ailesinden başlayıp
dışarıya doğru olmak üzere, ulaşabildiği herkesi namaza davet
etmekle muvazzaftır.
İslam iktidar olmak ister. İktidar
olmamış bir İslam, bastırılmış,
engellenmiş, kısıtlanmış, sınırlandırılmış demektir. Haliyle bu
İslam’ın, kemale ermiş bir İslam
olmayacağı açıktır. Her ne kadar
o durumda, o şartlarda da Müslümanların ‘müslüman’ olmaları
mümkün ise de…
Fakat İslam hiçbir zaman, Müslüman olmayan iktidarların,
bilhassa bugünkü dille söyleyecek olursak, laik, demokratik
rejimlerin, üzerine basarak
ayakta kalmalarını sağlayacak
bir müessese olamaz. İslam asla
kullanılacak (istismar edilecek)
bir nizam değildir. İslam’ı kendi
şahsında kâfir iktidarlara kullandırmak isteyen sözde dindarlar,
dünyanın en aşağılık varlıkları
olurlar.
İslamcılık tartışmalarında izler
karışmış durumdadır. Laik-demokratik, batıcı, Avrupa Birliği’ni kıble edinmiş bir sistemle
ilişkilerini kesemeyen, modern
cahiliyeye kesin bir tavır takınamayan, kendisine rejim tarafından uzatılan uzlaşmacı tekliflere
karşı yılışık tavırlar takınan,
hele de rejimi muhafazakâr demokrat bir kadro işletmeye başlayınca balans ayarları tümden
bozulan kimselerin kendilerini
‘İslamcı’ olarak tanımlamaları
tek kelimeyle tiksindiricidir. Bu
bir ikiyüzlülüktür. Müslüman
izzeti bu kadar ucuz değildir.
İslamcı olduğunu söyleyen fikir
adamlarının İslamcılıkları, bırakın AK Parti gibi muhafazakâr
demokrat partileri, CHP gibi,
ülkede İslam’ın adını kazımaya
girişen sistemin kurucu partisine bile, başörtüsü sorununu
çözmesine(!) kadardır. Böyle bir
‘İslamcılık’, eklektik, uzlaşmacı,
fırsatçı, faydacı, işbirliğine ve
pazarlıklara açık, kendisinin
sistem tarafından adam yerine
konulmasını bekleyen ezik bir
zihniyettir. Oysa ‘İslamcılık’ın,
var olan İslam dışı ve karşıtı bir
sistemle bütünleşmek değil, o
sistemi tamamen yok sayarak,
İslam’ın kendi kaynaklarına
dayanarak kurulan yeni bir sistemi hedef alıyor olması gerekir.
Şayet ‘İslamcılık’ deyince böyle
anlaşılmaması gerekiyorsa, o
başka…
İslamcılığın belli başlı iki bariz
özelliğinin olması gerekir.
Bir: Hakk’ın hatırını kesinlikle
halkın hatırından yüce tutma-
71
İktibas
lıdır. Hakk’ın hatırı için halkın
hatırı yüceltilemez. Aslında
halkın din anlayışına karşı çıkmak, sanılanın aksine, devletin
baskıcı tutumuna karşı çıkmaktan da zordur. ‘Halk dalkavukluğu’ anlamına gelen popülizm
hemen bütün fikir ve hareket
adamlarının, alimlerin başlarının belki bir numaralı belasıdır. Özellikle AKP iktidarıyla
birlikte Müslüman ilim ve fikir
adamlarında halkın din anlayışına karşı büyük bir müsamaha
gözlenmiştir. Hatta halkın dini
anlayışı oldukça yüceltilmiştir.
Oysa İslam’ın en önemli muhalifi hurafeler, din dışı anlayışlar
halkın nezdindedir. Bir ‘İslamcı’nın kariyeri öncelikle halkın
yanlış din algısına itiraz etmesiyle oluşur.
Kur’an İslam’ıyla öncelikle devletin dışında vakıflar, dernekler,
STK’ların temsil ettiği, sivil alan
olarak adlandırılan halk İslam’ı
çatışmaktadır. Halkın Kur’an
algısı, Peygamber telakkisi, kıyamet, ölüm ve ötesine dair inanışları, tasavvuf-tarikat kültürü
Kur’an ve sünnet ışığında tenkid
süzgecinden geçirilmeli, Kur’an’a
uymayanlar kesin bir şekilde
reddedilmelidir. Fakat halkı
küstürmemek, halkın tepkisini
çekmemek adına halk İslam’ına
ses çıkartılmamakta, faydacılık
ahlaksızlığı gözetilmektedir.
İki: ‘İslamcı’lık iddiasında bulunan bir kimse, laik-demokratik
sistemlerle arasına kesin bir mesafe koymalıdır. Şirke dayalı bir
sistemle Müslümanların bir işi
olamaz. Laik-demokratik bir sistemle İslam arasında ancak, İbrahim Peygamber’in söylemiyle
(Mümtehine, 4), ebediyete kadar
sürecek bir kin ve düşmanlık
söz konusudur. Peygamber (a.s)
Mekke cahilî sistemiyle nasıl ki
en küçük bir ilişkiye girmemiş,
bütün uzlaşma tekliflerini tereddütsüz bir biçimde reddetmişse,
bütün Müslümanlar da küfre
72
Gündem
karşı böyle açık, net ve tereddütsüz olmak zorundadırlar.
İşte bu iki husus, bir müslümanın İslam anlayışının mihengidir. Bu özellikleri taşımayan
kimselerin ‘islamcılıkları’ mugalatadan öte bir anlam ifade
etmez. Mümtaz’er Türköne’nin
kırpıp kırpıp siyasetçi veya
bürokrat yaptıklarını söylediği
İslamcılar işte bunlardır. Bu kırpıklıklar, ‘İslamcılık’ adı verilen
şeyin bittiği anlamına gelmez.
Bunların sayısal fazlalıkları,
bir değer de ifade etmez. Bu
tip insanlarda bir değer olsaydı
zaten doğru dürüst Müslüman
olurlardı.
Yukarıdaki iki örneğe uyan
Müslüman ilim ve fikir adamları
her zaman olagelmiştir. Bu anlamda İmam Ebu Hanife güzel
bir örnektir. Merhum Seyyid
Kutup, çağdaşımız olarak daha
da güzel bir örnektir. Bununla
beraber şehid Kutup’da belki
halk İslam’ına karşı tavır almada
küçük de olsa bir eksiklik tespiti
yapmak mümkündür. Ama bu,
onun şehadetine bir halel getirmez. Hem laik-demokratik sisteme, hem de halkın arızalı din
anlayışına, aynı şiddette karşı çıkan, bu hususta güzel bir nebevî
duruş örneği gösteren bir kişi ise
merhum Ercümend Özkan’dır.
Ebu Hanife, Seyyid Kutup, Ercümend Özkan gibi kişilerden,
bıraktıkları güzel örneklik, takip
ettikleri nebevî çizgi sebebiyle
Allah razı olsun.
Elbette önemli olan bu nebevî
çizginin sürdürülmesidir. Kendilerini Müslüman-demokrat
olarak adlandıran İslam dışı bir
zümre arasında kendisine bir sığınak bulan ve sonra da kendini
İslamcı olarak adlandıran kimselerin ya İslamcılıkları bizim
yabancısı olduğumuz bir şeydir,
ya da bunların İslamcılığı Müslüman-demokrattan bir karış
bile öteye geçememektedir.
İSLAM’I
KAPİTAL/İZM/E
BİAT ETTİRMEK
AKİF EMRE
:FOŔɮBGBLt"ʓVTUPT
‘İslam hayatın tüm alanlarını
kuşatır’ cümlesi bazılarını neden
rahatsız eder? Ya da İslam’ın
kapitalizme de, sosyalizme de
eklemlenemeyeceğini dile getirmek liberalleri neden ürkütür?
Başka sorular da sorulabilir bu
bağlamda... Liberalizm salt bir
teori midir? Siyasi ve ekonomik
bir teori ise ahlaktan bağımsız
mıdır? Liberalizmin bir dinin,
özellikle İslam’ın, sınırlarını çizmeye yetkisi var mıdır?
Tüm bu soruları da çoğaltabiliriz. Meşru ticaretin, ekonominin
İslam’da yeri olmadığını savunmak nasıl abesle iştigal ise İslam’dan kapitalizm çıkarmak da
‘gayrı ahlakilik’, en hafif tabirle
sapmadır. Tıpkı İslam’ın, servetin tekelleşmesine, sömürüye
karşı olması ilkesine dayanarak
her türlü ekonomik faaliyeti
dışlamanın; İslam’dan antikapitalizm adına sosyalizm çıkarmanın anlamsızlığı gibi...
Kapitalizmin doğasını anlamadan her tür ekonomik faaliyeti
kapitalizm etiketi altında İslam’la bağdaştırmak ekonomipolitik düzlemdeki yanlışlığından önce bir ahlak sorunudur.
İslam’ı kapitalizme eklemlemek;
tarihsel süreç içinde kapitalizmin hiç de arızi olmayan, doğasında var olan günah galerisine
İslam’ı ortak etmek, -en hafif
tabirle- iyi niyetli, tutarlı bir
çıkış değil. Finans kapitalizmini
doğuran sürecin, kapitalizmin
altın devrini yaşadığı sanayi kapitalizminin vahşi kapitalizmle
eşleştiği sürecin, sömürgeciliğin
Gündem
yedeğinde gelişen sınıf ayrımının, emeği sömüren tarihsel
gerçekliklerin kapitalizmin
ayrıksı uygulamaları olduğunu
söyleyen, en azından, batı kapitalizminin gelişiminden bihaber
demektir, eğer bilinçli bir seçkicilik yapmıyorsa.
Bir Müslüman olarak, kesin
emirle faizi yasaklayan İslam’ı
kapitalizme eklemlemek isteyenler, bunun aynı zamanda
Müslümanlıktan neleri alıp
götürdüğünün cevabını vermek
zorundalar. Liberal ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü savunmanın
Müslümanlıktan neleri alıp
götüreceğinin cevabını vermek
zorunda oldukları gibi...
İslam hayatın içindedir... Bizzat
Hz. Peygamber siyasetten ticarete hayatın tüm alanlarında
örnek olmuş, İslam toplumunun
temellerini atmıştır. Bu nedenle İslam medeniyeti boyunca
Müslümanlar ticaret hayatında
da aktif oldular. Dünyayı siyaseten, iktisaden, kültürel olarak
şekillendirdiler. Bu süreçte farklı
medeniyetlerle temas etmekten
çekinmediler. Temel ilkelerini
koruyarak farklı deneyimlerden
yararlanmasını, dönüştürmesini
bildiler. Hiçbir komplekse girmeden felsefeden, teknolojiye
insanlığın bütün birikimiyle
yüzleşmesini bildikleri gibi istifade de ettiler. Bunu yaparken
aldıkları birikimi eleştirdiler;
süzgeçten geçirerek kendi malları haline getirdiler.
Bugün İslam’ın kapitalizmle
uzlaşmasını hatta kapitalizmin
kendisi olduğunu söyleyenler,
İslam’ın kapitalizme biat etmesini, kapitalizm içinde erimesini
istemektedir. Tersinden anakronizmi Müslümanlara dayatan
bu tutuma karşı çıkmanın adı
‘komploculuk’ olabiliyor.
İslam’ın iktisadi görüşünün
kapitalizmle uyumlu hale getirilmesi, temel ilkelerinden
İktibas
vazgeçilmesi; İslam’ı küresel
sisteme adapte etmekle, kaynakları tükenen Batı dünyasına
Müslümanların müşteri haline
getirilmesiyle sonuçlanabilir.
İslam dünyasının önündeki en
önemli sorun, özellikle ‘Arap
Baharı’yla yaşanan dönüşümle
birlikte, Müslümanların küresel
sisteme karşı bir alternatif mi
sunacağı yoksa müşteri mi olacağı sorusudur. İslam dünyasının maddi sorunlarının başında,
sadece elinde bulundurduğu
ve hâlâ üzerinde söz hakkı olamadığı zenginliğin sahibi olup
olamaması sorunudur. Ve de bu
zenginlikten, adil bir paylaşımla,
bölgenin faydalanması kadar
sistem önerisiyle de hegemonik
sisteme karşı alternatif olma
iddiasını sürdürüp sürdüremeyeceği sorusudur.
Müslümanların kapitalist sisteme biat etmesine, İslam’ı da
kapitalizmin destekleyici ve mistik bir unsuru haline getirmeye
çalışmak; evrensel, ahlaki ilkelerinden vazgeçip İslam’ı sekülarize etmeyi teklif etmektir.
F. Braudel’den beri artık kapitalizmin tüm efsanelerine rağmen
piyasa düşmanı olduğunu tüm
dünya ezberlemişken ve Hz.
Peygamber’in güç ve iktidara
karşı verdiği mücadele örnekliğine rağmen İslam’ın adaletsiz
paylaşım ve tekelleşmeye tâbi,
hatta onun motive edici bir unsur olarak yedekte bir din olma
durumuna dönüştürülmesi oyunu bozulmalı.
Müslümanlar reaksiyoner biçimde hayatın kaçan değil düzen
kuran, alternatif üreten, tarihsel
süreçte de tecrübe edilmiş birikimi ile modern zamanlara
da teklif sunan bir medeniyetin
varisleri olarak kendi dilini kurmak, sistemleştirmek zorundadır. Ödünç kavramlar, eklektik
kavramlar, ilkesiz durum alışlar
İslam dünyasının da insanlığın
da son umudunu tüketir.
TERÖR
KONUSUNDA BAZI
SORULAR
DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN
"LʰBNt&ZMàM
Terör yine evlatlarımızı elimizden almaya devam ediyor. 30
yıldır süregiden bu mücadele
hepimizi canından bezdirmiş
durumda. İktidarlar değişiyor,
liderler değişiyor, vizyonlar
değişiyor, politikalar değişiyor,
lakin sonuç hiç değişmiyor. Sadece haziran ayından bugüne
hayatını kaybeden insan sayısı
800 civarında.Bunların 500’ü
PKK’lı, 200’ü asker/güvenlik
görevlisi ve kalanı da sivil kayıplar. Rakamlar da gösteriyor ki,
terörle mücadelede tarihimizin
en kanlı dönemlerinden birisini
yaşıyoruz.
Suriye’nin içine girdiği istikrarsızlık ortamından da beslenen
bu durum, Irak’ın dağılması
sürecinde de benzer bir görüntü veriyordu. Nitekim 1990’lı
yıllara dönüş retoriğinin altında da bu veriler yatıyor. PKK
saldırıları içerik ve boyut değiştirmiş durumda. Bir yandan
eylemlerin tahrip gücü giderek
artıyor, diğer yandan eylem taktikleri çeşitleniyor. Karşımızda
kırsaldan şehirlere uzanan, alan
hakimiyeti kurmaya dayanan ve
adam kaçırmadan, bombalamaya, mayınlı saldırılardan ordu
formatında ilçe basmaya kadar
yayılan yeni bir perspektif var.
Bu durumun yarattığı görünür
sonuçlar kadar, yan etkiler ve
sorgulamaya değer detaylar olduğunu düşünüyorum. Bu bir
problemse bilinmeyenleri denklemin içerisine yerleştirmek
lazım. Şu sorular önemli.
73
İktibas
1- Yaklaşık 30 yıllık terörle
mücadele tarihimizde PKK eylemleri nedeniyle iktidarların
sorgulanması, eleştirilmesi çok
sık rastlanan bir durum. Lakin
ilk defa bu dönemde terör ile
Türk dış politikası bu denli ilişkilendiriliyor ve Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu topun ağzına
konuluyor. Bugün kamuoyunda
yaratılan algı PKK terörünün
neredeyse Davutoğlu ile başladığını düşündürtecek kadar ‘sıfır
sorun’ ve ‘stratejik derinlik’ konusuna takılmış durumda. Oysa
PKK, Ahmet Davutoğlu henüz
bir öğrenci ikenden de vardı,
ondan sonra da bitmesi çok
mümkün görünmüyor. Türk dış
politikasını eleştirmek ayrı ama
onu sanki terörün sebebiymiş
gibi göstermek ayrı bir mevzu.
Geldiğimiz noktada PKK meselesi tarihte ilk defa bir Dışişleri
Bakanı’nı istifaya götürebilecek
bir içerikte derinleşiyor. Yerkürede terörle Dışişleri Bakanı’nı
ilintilendirmiş başka bir ülke
var mıdır bilemiyorum ama bir
yerlerde fırsattan istifade başka
kazanlar kaynatılıyor gibi görünüyor. Kısa bir süre önce yüzyılın düşünürleri arasında gösterilen Davutoğlu, sanki uluslararası
platformlarda birilerinin ayağına basmanın bedelini ödüyor.
2- PKK’nın saldırıları bugüne
kadar olduğundan çok daha askeri formata bürünmüş durumda. Teröristler geniş kalabalıklar
halinde ordu karargahlarını,
karakolları basmaya cüret edebiliyorlar. Yakın zamana kadar
bu tip baskınlarda ve askeri başarısızlıklarda Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelen eleştiri okları,
ilk defa bu dönemde MİT’e çevrilmiş durumda. Ne olsa Hakan
Fidan ve MİT gündeme geliyor.
Bu durumda da insanın aklına
şu soru takılıyor. Ne oldu da 30
yıldır adı geçmeyen istihbarat
teşkilatının zafiyetleri bir yıl
içerisinde bu kadar belirgin hale
geldi? Zaaf var tamam da, daha
önce niye hiç değinilmezdi? Ha-
74
Gündem
kan Fidan’ın kişisel olarak temsil
ettiği ve birilerinin takıldığı bir
şey var, o açık ama en azından
ben bilemiyorum. Öğrenirsem
yazarım.
3- Dünya sathında bakıldığında
normal şartlarda terör eylemlerinden sonra içişleri bakanları
suçlanır; zaman zaman istifaya
davet edilir; eylem sayısı artıyorsa bu onların başarısızlığı addedilir. Oysa son dönemde terör
meselesiyle ilgili olarak İçişleri
Bakanımız değil, ‘eski İçişleri
Bakanımız’ Beşir Atalay suçlanıyor.Yıllarca müzakere, diyalog,
barışçı çözüm diyen liberaller,
bugünlerde açılımın mimarı
olarak bilinen Atalay’ı hedefe
oturtuyor. Öyleyse muhtemelen
Atalay, AKP içerisindeki bir
siyasi çizgiyi temsil ediyor.Bu
siyasi hat hangisidir, neyi temsil
eder bilemiyorum ama şimdiki
terörden eski bakanın suçlanması da bizde bir ilk olarak tarihe geçiyor.
4- PKK’nın son saldırıları net
bir biçimde AKP’yi vuruyor,
üstelik hem dışarıdan hem de
içeriden. Anketlere bakıldığında
bir yanda oy oranlarında eksilme, diğer yanda da yeni bir siyasal parti beklentisinde yükselme
görülüyor. Bugünkü şiddet
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
de tabanını hazırlıyor. Biz Suriye, Irak, İran üzerine odaklanmışken sanki birileri Türkiye’nin
iç siyasetini tanzim ediyor. Peki
kimler tasfiye oluyor? Bekleyelim görelim.
SURİYE’DE RİSK
ALMA ZAMANI
)àSSŔZFUt&ZMàM
Dışişleri Bakanı Davutoğlu,
BBC’ye verdiği röportajda,
Suriye içinde güvenli bölge kurulması konusunda “risk almaya
değeceğini” söyledi. Davutoğlu,
PBS televizyonunda ise PKK ve
El Kaide’nin sınırda oluşturduğu
riske dikkat çekti, bir “gönüllüler
koalisyonunun” Suriye’ye yönelik askeri müdahalesine Ankara’nın da katılabileceği mesajını
verdi.
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Birleşmiş Milletler
Genel Kurulu 67’nci dönem
toplantıları için gittiği ABD’nin
New York kentinde uluslararası
medyaya röportajlar verdi. ABD
televizyonu PBS’ten Margaret
Warner, Davutoğlu’na, Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın, “Türkiye’nin
Suriye’ye tek taraflı bir askeri
müdahalede bulunmayacağı”
yönündeki sözlerini hatırlattı.
Davutoğlu şu yanıtı verdi:
“Elbette Sayın Erdoğan Suriye
içindeki siyasi krizi kastetti.
Ama eğer Türkiye’ye karşı sınırda bir güvenlik riski oluşursa,
sınırımızı korumak bizim hakkımızdır. Eğer bir terör örgütü
sınırdan bize saldırır veya güvenlik riski oluşturursa her türlü
adımı atma hakkımız var. Tampon bölge veya güvenlikli bölge
için BM Güvenlik Konseyi’nin
veya uluslararası toplumun kararı gerekir. Libya’da gönüllüler
koalisyonununun müdahalesine
temel teşkil eden bir BMGK
kararı vardı. Ama BMGK’den bir
karar çıkmazsa tüm seçenekler
masadadır.”
Güç boşluğunda güvenlik tehdidi
Warner’ın, “Türkiye böyle bir
gönüllüler koalisyonunun askeri müdahalesinde yer alır mı”
sorusunu ise Davutoğlu, “Evet,
elbette. Türkiye sadece o anlamda değil, Suriye ile ilgili bütün
süreçlerde yer alacaktır” diye
cevapladı. “Şu anda Türkiye’deki
kamplarda 90 bin, birkaç şehirde
ise 40 bin kadar Suriyeli mülteci var” diyen Davutoğlu, 911
Gündem
km’lik Suriye-Türkiye sınırında
“büyük bir güvenlik tehdidi”
oluştuğunu belirtti. Davutoğlu,
“Bu sınırda şimdi bir güç boşluğu var. PKK ve hatta El Kaide
gibi bazı terörist örgütler bu güç
boşluğunu kullanabilir. PKK
bugünlerde bunu yapıyor” ifadesini kullandı.
BBC ‘savaş riski’ dedi Davutoğlu yalanladı
BBC, Davutoğlu’nun sözlerini “Türkiye: Suriye’de güvenli
bölgeler oluşturmak için savaş
riskini almaya değer” başlığı ile
aktarınca, Dışişleri Bakanı’ndan
yalanlama geldi. Böyle bir ifadesinin olmadığını söyleyen Davutoğlu, “Bu konudaki tutumumuz
net. Suriye’de insanlık dramı
derinleşiyor. Uluslararası toplumun daha fazla gecikmeden
Suriye’de yaşananlara tepkiyi bir
an önce göstermesi gerekiyor.
Bizim ifade ettiğimiz budur”
dedi.
Zalim Esad’a merhamet yok
Davutoğlu, BM Genel Kurulu’nda dün yaptığı konuşmada
da Suriye meselesine değindi.
Suriye’de 30 bin kişinin ölmesine ve yüzbinlercesinin komşu
ülkelere sığınmasına rağmen
uluslararası toplumun ve BM
Güvenlik Konseyi’nin harekete
geçmesini eleştiren Davutoğlu,
“Harekete geçmekteki aczimiz,
şehirlerini, köylerini yıkmaya,
vatandaşlarını katletmeye, medeni dünyayla ve Birleşmiş Milletlerle alay etmeye devam eden
diktatörlerin ve yıkıcı rejimlerin
elinde bir alete dönüşmektedir
(…) Zalime merhamet göstermek, zulüm gören halklara yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Şimdi değilse, ne zaman birlik
ve beraberlik içinde hareket edeceğiz? Birleşmiş Milletler değilse, kim bize önderlik edecek”
diye sordu. İslam karşıtı film
ve karikatür krizine de değinen
İktibas
Davutoğlu dini karalamaların
da nefret suçu kabul edilmesi
gerektiğini savundu.
Akçakale’ye havan düştü
Suriye’deki olaylarda dün de 118
kişi yaşamını yitirirken, şiddetli
çatışmaların yaşandığı Halep’de
muhaliflerin 3 stratejik bölgeyi
ele geçirdiği öne sürüldü. Bu
arada Türkiye sınırına yakın Tel
Abyad’da ateşlenen bir top mermisi dün Şanlıurfa’nın Akçakale
ilçesinde Hükümet Konağı’nın
yakınına düştü, bir kişi yaralandı.
İSLAMCILIK VE
BEDİÜZZAMAN
ALİ ÜNAL
;BNBOt&ZMàM
“Arap baharı” sürecinde İslâmcılık tartışması başlatılmasını iki
sebebe bağlıyorum: (1) Entelektüellerin kendilerini fazla önemsemesine; (2) “Arap baharı”nın
bazı Türkiye İslâmcıları için
artık bittiği öngörülen İslâmcılık
adına yeni bir ümit olarak görülmesine.
Entelektüellerin özellikle Türkiye’de “en küçük” bir tarikatın
şeyhi kadar olsun kalıcı tesiri
yoktur. Bediüzzaman’ın enfes
tesbitiyle, insan vicdanı dört
rükünden oluşur ve bu rükünler,
ruhun da duyularıdır: Zihin,
kalb, irade ve his. Zihnin vazifesi, ma’rifetullahtır; kalbin
vazifesi, Allah’ı müşahede; iradenin vazifesi, Allah’a ibadet;
hissin vazifesi, Allah’ı sevmektir.
Din, vicdanın bu dört rüknüne hitap ve onları tatmin eder.
İnsanı, bilhassa Müslüman’ı
hareket geçiren, öncelikle kalb
ve histir. Batı’da “aydınlanma”
denilen ve aklın Din’den kop-
masına dayanan akımın ürettiği
entelektüelin Müslüman’ı da, bu
dört rükünden sadece zihnin bir
fakültesi olan teorik akla hitap
eder ve genellikle ma’rifetullahtan da yoksundur. Dolayısıyla,
entelektüelin bilhassa kitleler
üzerinde etkisi yoktur. Oysa
İslâmî hareket, kitleler, halk üzerinde yükselir ve peygamberlere
ilk inanan, nebevî İslâmî hareketlere ilk destek verenler, halk
tabanında yer alan ve dönemlerinin entelektüelleri tarafından
“ayak takımı” ve “çöl kafalılar”
olarak görülen insanlar olmuştur. Bu gerçeklere rağmen, fikirlerine meftun olan entelektüel,
kendisini çok önemser. İslâmcı
bir entelektüel, 1980’lerde çıkardığı ve 5000 satan aylık bir dergi
ile Türkiye’de bir “İslâm devrimi” yapabileceği ümidindeydi.
Bugün, Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum
Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un
bile arkasında onları nihayete
kadar takip edebilecek kaç kişi
bulunduğu sorusuna verilecek
bir cevap, entelektüelin tesirini
görmeye yeter.
Ali Bulaç, “Arap baharı”nın
tesiriyle İslâmcılığın ve İslâmcıların etkisini o kadar abarttı ki,
konuyu yeni çalışmaya başlayan
bir talebenin bile yapamayacağı
hataları yapıyor. Meselâ, içinden
şiddeti benimseyebilen gruplar
da çıkaran İhvan-ı Müslimîn’in
temelde şiddeti benimsememesinin Türkiye’de Risale-i Nur
hareketi üzerinde bile etkisini
olduğunu iddia ediyor. Oysa
İhvan hareketinin Risale-i Nur
hareketi üzerinde en küçük bir
etkisi olmamıştır. 1907’den itibaren her yerde olan Bediüzzaman, ta baştan ve daima “İslâm,
dâhilde menfiye alet edilmez.”
diyerek, şiddeti kesinlikle reddedip, “müsbet hareket”i esas
almıştır. Ayrıca, Risale-i Nur
hareketi, 1925’te başlamıştır.
75
İktibas
İhvan-ı Müslimîn ise, en önemli
risalelerin artık yazılmış bulunduğu 1928’de kurulmuştur. Bediüzzaman’ın herhangi bir İhvan
mensubunun eserlerini okumuş
olması da mümkün değildir. O
bakımdan, İhvan hareketinin
Risale-i Nur hareketi üzerinde
tesiri olduğunu iddia etmek,
ancak iki hareketi de tarihi ve
temel duruşlarıyla bilmemek
demektir.
Ali Bulaç, kusura bakmasın,
fakat Bediüzzaman’ı tanımadığını ne yazık ki başka yazılarında
da ortaya koyuyor. Meselâ, şöyle
yazıyor: “... Geri kalışımızın sebebi dinimiz değil, onu tarihte
yanlış anlamamızdır. Bunda
gelenek, örf ve âdetler; özellikle
tasavvuf, bid’at ve hurafeler;
donmuş fıkıh, içtihat kapısının
kapanması; Meşşaîlik yerine
Eş’arîliğin revaç bulması, Mutezile’nin mahkûm edilmesi,
Gazali’nin filozoflara indirdiği
ağır darbe; saltanat rejimleri vs.
rol oynamıştır. Efgani’den Abduh’a, Akif ’ten İkbal’e, S. Ahmet
Han’dan Said Nursi’ye kadar
neredeyse herkes böyle düşünür.” Bu genelleme, özellikle
kendisinde Ali Bulaç’ın iddiasının tam tersini müşahede ettiğimiz Bediüzzaman konusunda o
kadar büyük bir hata ki, sadece
Risale-i Nurların hiç okunmadığını gösteriyor. Sözü edilen
konularla alâkalı 27. Söz, 30.
Söz, 29. Mektup gibi Risalelerin
hiç okunmamış olması bir yana,
Bediüzaman “Eski Said” dediği
dönemde dahi Ali Bulaç’ın iddiasını haklı çıkaracak ne bir şey
söylemiş, ne de yazmıştır.
Bu kadar büyük maddî hatalar
üzerinde yürüyen bir tartışma,
bilhassa İslâmcılık adına ne değer ifade eder bilemiyorum.
76
Gündem
ÖZGÜRLÜK SIRASI
MALİ’DE!
Milli Gazetet&ZMàM
Emperyalist saldırganlar kana
doymuyor. Irak, Libya ve Afganistan’dan sonra şimdi de gözlerini Mali’ye diktiler.
Afrika’nın Müslüman nüfusuyla
öne çıkan ülkesi Mali’de Müslümanlar giderek daha da güçleniyor. Bu duruma seyirci kalmayacağını açıklayan Fransa eski
sömürgesi Mali’nin kontrolünden çıkacağı endişesiyle, askeri
harekâta başlayacağını duyurdu.
Bahane tanıdık: Ülkede istikrarı
sağlamak...
Nüfusun büyük çoğunluğu
Müslüman
Mali, Afrika’nın en büyük yedinci ülkesi. Nüfusunun büyük
bölümü Müslüman. Mali’nin
Cezayir, Nijer, Burkina Faso,
Fildişi Sahili, Gine, Senegal ve
Moritanya ile sınırı bulunuyor.
Batı destekli merkezi yönetim,
ülkenin kuzeyini ele geçiren
Müslümanlara karşı, Avrupa
Birliği ve ABD’yi uzun süreden
beri askeri harekata zorluyor.
Fransa, eski sömürgesi Mali’deki
etkinliğini kaybetmemek için
askeri harekâtın başını çekiyor.
Afrika’nın 7. büyük ülkesi Mali
yeni bir emperyalist işgalle karşı
karşıya. Uzun yıllar Fransa’nın
sömürgesi olan, bağımsızlığını
ilan ettikten sonra Batı yanlısı
hükümetler tarafından idare
edilen Mali’de, Müslümanlar
ülkenin kuzeyini ele geçirmiş
durumda. Bu durum Batı yanlısı
merkezi yönetimi oldukça rahatsız ediyor. Kuzey’de etkinliğini
kaybeden merkezi iktidar çareyi
Batılı ülkeleri askeri harekata
çağırmakta buldu. Mali top-
Gündem
İktibas
raklarını parçalayarak Afrika’yı
birbirine düşman eden Fransa,
bu çağrıya ilk karşılık veren
ülke. Fransa Mali’ye askeri harekat düzenleyeceğini ve bunun
için çalışmalara başlayacağını
açıkladı.
girişim Fransa için ne getirir,
ne götürür bilinemez. Çamura
batma gibi bir ihtimal de var
tabiî ki. Bu müdahale dünya
açısından kabul edilemez. Biz
illaki böyle bir girişimin olması
taraftarı değiliz” dedi.
Bombalanacak Müslümanlar
olunca çıt yok
Afrika’nın üçüncü büyük altın
üreticisi
Fransa’nın Mali’ye askeri müdahaleye hazırlandığını açıklamasının ardından gözler, diğer
Avrupa ülkelerine çevrildi.
ABD, İngiltere, Almanya, Polonya, İtalya, İspanya, Fransa’nın
düzenleyeceği askeri harekâta
yeşil ışık yaktı. Rusya ve Çin de
Fransa’ya destek veriyor. Bomba
yağdırılacak ülke Müslüman
olunca kimseden çıt çıkmıyor.
BM Güvenlik Konseyi de Fransa’nın askeri harekâtına karşı
değil. Mali’nin Kuzeyi’nde büyük bir bölgenin hakimiyetini
ele geçiren Müslümanlara askeri
operasyon yapacağını açıklamasının ardından Fransa’ya
destek yağıyor. En büyük destek
İngiltere’den. İngiltere her türlü
desteğe hazır olduğunu açıklarken, Almanya, Polonya, İtalya
ve İspanya’da operasyonda yer
alacaklarını açıkladılar.
Fransa’nın ve diğer emperyalist
devletlerin Mali’ye saldırmak
için gün saymalarının nedeni
çok açık. Mali, Güney Afrika ve
Gana’nın ardından, Afrika’nın
üçüncü en büyük altın üreticisi.
Müslümanların kontrolü altında
olan ülkenin Kuzeyinde, Fransa
halen işletilen büyük uranyum
yataklarına sahip. Mali uranyum
açısından çok zengin maden
yataklarına sahip. Son yıllarda
Kuzeyde önemli petrol ve doğal
gaz keşifleri de yapıldı. Merkezi yönetimin denetimi altında
bulunan Bamako’da çok sayıda
ABD üssü var. 2005 yılından bu
yana Mali’de askeri faaliyetlerde
bulunan ABD’nin 12 yıldır Mali’de süren savaşta aktif rol aldığı
belirtiliyor.
Bu tehlikeli bir girişim olur
Fransa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK), Batı
Afrika ülkesi Mali’ye Afrika
birliklerinin “bir an önce müdahale edebilmesi” için karar alma
çağrısında bulunurken, ABD
yönetimi müdahale öncesinde
ülkede demokratik bir hükümet
kurulması gerektiği görüşünde.
Mali’nin Kuzeyi’ne yapılacak
olası bir askeri harekatı değerlendiren Uluslararası ilişkiler
uzmanı Mustafa Özcan, “Fransa
Mali’de, Cezayir’de nüfusunu
devam ettirmek istiyor. Çünkü
Fransa’nın nüfus alanı oralar.
Fransa baştan beri müdahale
sinyalleri veriyordu ancak başaramadı. Şimdi yeniden müdahale sinyalleri vermeye başladı.
Fakat bu işin siyasi boyutları var.
Fransa’nın Emperyalist emellerini onaylamak mümkün değil.
Bu tehlikeli bir girişim olur. Bu
Fransa, hemen vuralım; ABD,
biraz bekleyelim
Müzakere olmaz tek çözüm
askeri müdahale
BMGK’da, Afrika’daki bazı
olayların ele alındığı toplantıda,
Fransa Cumhurbaşkanı François
Hollande, Mali merkezi hükümetinin ülkenin kuzeyinde yeni-
den hakimiyeti sağlaması amacıyla yapılması planlanan askeri
müdahaleyi gündeme getirdi.
Hollande, Fransa ve Afrika Birliği’nin, Batı Afrika birliklerinin
Mali’nin kuzeyine yapacakları
askeri müdahaleye destek sağlamaya hazır olduklarını belirtti.
Bölgedeki örgütleri “El-Kaide
bağlantılı terörist oluşumlar”
olarak niteleyen Hollande, bu
gruplarla müzakerenin söz konusu olmadığını vurguladı.
Güvenlik güçlerine eğitim verilmeli
ABD Dışişleri Bakanı Hillary
Clinton ise, Mali’deki güvenlik
güçlerinin yardıma ihtiyacı olduğunu, Somali ve Fildişi Sahilleri’nde yaşanan olaylara Afrika
birliklerin müdahil olmasının
başarılı sonuçlar getirdiğini belirtti. Clinton, Mali’deki “kaos ve
vahşetin” bölgede istikrarı tehdit
ettiğini belirterek, “Mali’de neler
olduğunu hepimiz biliyoruz.
Şiddet yanlısı uç görüşlü kişiler,
kendi gaddar ideolojilerini dayatmak, insan hakları ihlalleri
yapmak ve yeri doldurulamayan
kültür mirasını yok etmek için
çok yoğun şiddete başvuruyor”
diye konuştu. Clinton,”Mali’deki
güvenlik güçlerini eğitmemiz
gerek, böylece radikal kişileri
bölgeden çıkarabilir, sınır bölgelerini savunabilir ve insan
haklarını koruruz” ifadelerini
kullandı.
Fransa gün sayıyor
Mali’de gelişmeleri yakından
izleyen Fransa, bir süredir Mali’nin kuzeyine askeri müdahalede bulunulması için ısrar
ediyor ve ECOWAS ülkelerini
bu amaçla destekliyor. Ancak
gerek ECOWAS gerek Fransa,
müdahale için BMGK’dan karar
çıkartılmasını bekliyor.
77
İktibas
‘HINÇ’ DEĞİL
‘TEYAKKUZ’
CİHAN AKTAŞ
%VOZBCVMUFOŔOFUt&ZMàM
İnsan bazen geçmişte neler
yazdığına dönüp bakmalı. Ne
İslamcılık tartışmaları ne de
“hınçlı Müslüman” etrafındaki
mülahazalar gökten zembille
indi medyaya. 1998’de yayımlanan Mahremiyetin Tükenişi
isimli kitabımda, “hınçlı Müslüman” terkibini eleştirdiğim
“Gravürlerde Kalan Mutluluk”
başlıklı bir bölüm var. Sembollerine dönük hiciv ya da kabaca
eleştiri hatta hakaret içeren yazı,
karikatür ve filmler karşısında
Müslümanların verdiği tepki her
zaman “hınçlı” sıfatıyla belirtiliyor. Bernard Lewis ekolünden
araştırmacılara göre bu “hınç”
tonu, Müslüman mizacının doğasına içkindir. Yenigelenekselci
Müslümanlar ve bazen de yeryüzünün her tarafından İslam
uzmanları, modernliğin sebep
olduğu bir travmayı hatırlatırlar,
“hınç” sıfatını açıklarken. Başka
türlü bir bakış açısı varsa da
öne çıkamıyor. “Müslümanların
Masumiyeti” etrafında kopan
kıyamet, Şeytan Ayetleri’nden
bu yana Müslümanların çeşitli
protestolarına yönelik bakış açılarının pek değişmediğini ortaya
koyuyor.
Tedirgin olan sanki giderek
elindeki malzemeyi okuyamaz
hale gelen oryantalist yazıcıdır...
Olivier Roy manzarayı çok iyi
açıkladığını düşünmüştü, “mutlu Müslüman vardır, mutlu İslamcı yoktur” derken. “Dünyaya
bakış açılarından emin oldukları
78
Gündem
için başkalarına karşı hoşgörülü
davranan köylünün, mollanın,
ekabirin dini, yerini savunma
durumundaki, tanınma talebi
peşinde koşan bir hınç İslamı’na
bırakmıştır.”
Fakat neden benzeri pek çok
kelime arasından seçilen özellikle, “hınç” oluyor... Bir tür yetersizliğin yol açtığı, hasım olarak
belirlenenin kusurlarından çok
kendi kuruntu ve zaaflarından
türeyen körükörüne öfkeyi çağrıştırıyor kelime, böyle bir kullanım sathında. Gravür huzuruna
karşı öfkeden de öte giden keskin tepkinin fotoğrafı, ne kadar
doğru dürüst yansıtıyor süreci
ve kesimleri...
Roy’nın “hınç” diye adlandırdığı
sert öfke, sürekli tahkir edilen,
tahkiri hak ettiği bildirilerek
kışkırtılan Müslümanların bütüncül fotoğrafını açıklamaya
ne kadar elverişli acaba? Bir
“mutlak” akıl ahkâmı kesen
var, bir de akla muhtaç olduğu
düşünülen... Sanki dili hapishane olarak gören onca Fransız
filozof, ötekini daha doğru ve iyi
anlamanın yüz yüze söyleşmeye
çıkan yolları üzerine onca kitabı
boşuna yazmış...
Bir insan 24 saat veya 365 gün
içinde sayısız fotoğraf veriyor,
portre sunuyor. “Hınçlı Müslüman’ın namazda çekilmiş fotoğrafı kimisine huşuyu, kimisine
teslimiyeti çağrıştırabilir... Bosna
katliamını yaşamış ya da sadece
okuyarak, dinleyerek, izleyerek
öğrenmiş bir Müslümanın yüz
ifadesi hatırladıklarıyla bile hiç
olmazsa bir anlığına, “hınç”
olarak adlandırmasak da koyu
bir öfkeyle kararamaz mı? Öfke
elbet aynı zamanda, kendini
çaresiz hissetmenin kendi varlığına da yönelen tepkisi: Ben o
sırada neredeydim, ben bu gerçekle nasıl baş edebilirim, “biz”
bu konuda niye elimizden geleni
yapmaktan geri duruyoruz...
Haklı öfkenin kendini izahtan
çok ifadeye yollar açan üretime
dönüşmemesi nedeniyle de
sorgulama her zaman bir parça
eksik kalırken “hınçlı Müslüman
afişi” yeniden ve yeniden vizyona sokuluyor. Bu kullanımda
ise “hınçlı” sıfatı boş, kuru,
kıskançlık ve vehimle gelişen,
mahalle kabadayılarına has bir
Gündem
tepkiyle buluşmaya hazır bir
kuruntunun altını çizmeyi sürdürüyor. “Hınç”ın kullanımındaki vurguya bakarak, failin her
alanındaki yetersizliğiyle şiddetli
öfke sebeplerini kendi kendine
uyduran hastalıklı bir yapısı
olduğuna inanmak işten bile
değil; (hele bir de Abdelwahab
Meddeb’se kılavuzunuz.
Oysa sadece bir Srebsenita örneği bile, bu tekdüze okumada
eksik kalanı anlamamıza yeter.
“Olumsuzla Oyalanma”da bir
kez daha “Hepsi değil” diyen
Zizek, hızla akan gündem
içinde kırılıp dökülen gerçeği
yakalamanın ne denli güç olacağının da altını çiziyor bana
kalırsa. Modernliğin de bir
fundamentalizmi olduğunu
öğrenmek sadece kişisel gayretlerle olası. “Hınç İslam’ı”nın
yine gündeme getirildiği yıllara
geri dönüyorum, “Gravürlerde
Kalan Mutluluk” yazısının akışında... Modern dünyada her şey
değişirken Müslüman kadının
değişmeyerek kalmasını varlıksal bir güven kaynağı olarak
gören kesimleri eleştirdiğim
oluyor bazen. Burada öne çıkan,
ruhsuz cansız gravür kadınları
(ya da uzak bahçelerin Monna
Rosaları) doğrultusunda bir
beklenti. Benzeri şekilde, modern dünyada her şey değişirken
Müslümanların yaşanan en sarsıcı deneyimlerden bile etkilenmeyen gravür insanları olarak
kalmasına dönük beklenti de,
yaşayan İslam’ın sorularından ve
daha çok da bu sorulara ilişkin
nihai cevaplarından tedirgin bir
ruh halinin eseri olarak görünmüyor mu...
Ders alması gereken sanki sürekli ve sürekli Müslüman kesimler... Almanya’da Müslüman
İktibas
gençler arasında “radikalleşmeyi” önlemek üzere hazırlanan
ve tepkilere sebep olan “kayıp
aranıyor” afişi... New York metrosuna yerleştirilen müslümanı
“barbar”la eşitleyen afişler... Bir
noktada insan düşündükçe kendini aptal gibi hissedebilir. Biryerlerde birileri Müslümanları
bir kez daha “hınçlı Müslüman”
profiliyle sunmak üzere bir
senaryo kuruyor. Okumaktan
nefret eden her Batılı’nın yanına
bir Tarık Ramazan mı vermek
gerekiyor rehber olsun diye...
Tamam; kuşkulu, yanlış, yolunda görünmeyen şeyler var, bir
bakıma küfür karanlığını getiriyor akla; bu şartlar altında mutluluk oyunu nasıl oynanabilir...
Gelgelelim, sürekli imtihanda
olmanın da başka bir açıklaması
yok ve açık ki başımıza gelen
tüm belalar da “dış düşman”ın
eseri değil: Müslüman toplumu
kendi içinde erken bir dönemde
Kerbela faciasını yaşamadı mı?
Dünyayı bir hızla kavramaya
çalışan okur-yazarlar olarak
hepimiz bir şekilde Batı kültürünün yaydığı mutluluk aslında
“keyif ”- tanımlarının etkileri
üzerine düşünüyoruz. Fakat bu
arada apaçık görülen gerçek;
kendi kültürel üretimini gerçekleştiremeyen kesimlerin her
zaman tüketiciliğe mahkûm
olacağı...
Duyarlı herhangi bir Müslüman,
kendi mutluluk tanımını ya
da emelini ayakta tutmak için
Bosna’da gerçekleşen vahşete
gösterdiği tepkiyi peygamberini hiç de masum olmayan bir
dille çirkinleştirmeye çalışan
bir filme de gösterme sorumluluğunu duyuyor. Haklı öfkenin
başka türlü bir üretime, mesela
kültürel üretime dönüşmemesi
yüzünden, protestoya özgü bildirimin şimdi’de, hep aynı tespit
edilmiş sahne üzerinden verildiği şeklinde bir izlenim çok kolay
yayılıyor. Bu nedenle de sorgulama her zaman bir parça eksik
kalırken “hınçlı Müslüman afişi”
bazen bir sahlep salonunun duvarında rastlanabilecek, huzurlu
Müslüman ifadelerini yansıtan
gravürlerle kıyaslanıyor; işlenen
cürüm ise yakıştırılan hınçın
afişinde bir çekiştirmeyle var
edilmeye çalışılıyor yeniden ve
yeniden...
İşin aslına bakılırsa “hınçlı İslamcı” söylemi, pek çok açıdan
haklı bir öfkenin hem sebebini
hem de sorularını kışkırtıcı
mizansenlerle şaşırtırken, söylemsel karmaşa içinde ulaşılmaz
hale getirmeyi de denemiş oluyor. Sömürü ve işgallerin, toplu
cinayet ve işkencelerin, ırkçılık
ve İslamofobi’nin biriktirdiği
(korku ve suçlulukla izlenen)
tepkilere konunun uzmanlarınca yakıştırılan ağır sıfat, seçilmiş fotoğraflarla korku kadar
suçu da kurbanları daha da
mağdur edecek şekilde yeniden
bölüştürmeyi mümkün kılacak
kendinden menkul bir maharete
sahip sanırsınız...
Benim kelimem ise teyakkuz;
öfkeye sebep olacak hal ve durumlara, sebeplere karşı düşünümsellikle ilerleyen, sürmekte
olan donanım halinin adı olarak... Haklı öfkeyi dahi hınçla
çürümesine izin vermeyen bir
aklıselime yönlendirmek üzere
üstlenen, uyarı ve teklifleriyle de
sadece, tek başına cevap olarak
hazırlanmakla kalmayan bir
açıklamayı sürdürmekten başka
da nedir ki teyakkuz hali...
79
Çizgibas
80
““...Gazeteciler ve Yazarlar VakfÔnÔn æslam ve Laiklik sempozyumu, æslam ve laiklik gibi, yan
yana gelmeleri düèünülemeyen, uzlaèmalarÔ imkansÔz iki ayrÔ yaèam tarzÔnÔ uzlaètÔrmak, æslam’’Ô
laikleètirmek çabasÔndadÔr. 1998 yÔlÔ, 28 çubat süreci denilen döneme tekabül etmektedir ve o yÔllar, æslam’’Ôn siyasal bir mühendislikle terbiye edilmek istendiåi bir dönemdir. Müslümanlara, gerek
cebren ve gerekse hile ile æslam’’Ôn hiçbir siyasî talebinin olmadÔåÔ, Kur’’an’’Ôn asla devlet önermediåi
söylettirilmek isteniyordu. çu vardÔ ki, bunu tanklarla söyletmek mümkün olmamÔètÔ. O halde, bir
de bunu ÔlÔmlÔ metotlarla denemeliydi... O güne kadar, söylenenlerin etraflarÔna bakÔnarak söyledikleri; ““æslam’’Ôn laiklikle çelièmediåi”” görüèü artÔk bu sempozyumla alenileèmiè, bir anlamda
gizli tebliåi döneminden aleni tebliå dönemine geçilmiètir! ArtÔk muhafazakâr kitleler nazarÔnda
æslam’’la demokrasi, æslam’’la laiklik arasÔnda herhangi bir sorun kalmamÔètÔr!””
DaåÔtÔm: Ankara Birleèik DaåÔtÔm,
BayÔndÔr Sokak 6/33 KÔzÔlay/Ankara
Tel: (312) 432 19 65
Ayın Başlıkları
ALMANYA BAŞBAKANI MERKEL:
İSLAMİYET’TEN KORKMAMALIYIZ
TÜRKİYE 28 EYLÜL
HAS HARTİ TÖRENLE AK PARTİ’YE
KATILDI. ERDOĞAN, NUMAN
KURTULMUŞ’A AK PARTİ ROZETİ TAKTI
AJANSLAR 22 EYLÜL
ERDOĞAN: SON 10 SENEDE AŞIRILIKLAR
TÖRPÜLENDİ. BİR ANLAMDA PARATONER
GİBİ OLDUK, GAZ ALDIK.
SABAH 17 EYLÜL
BALYOZ DAVASI’NDA 89’U GENERAL VE
AMİRAL 325 SANIĞA DARBEYE EKSİK
TEŞEBBÜSTEN CEZA YAĞDI
AJANSLAR 22 EYLÜL
ABD MAHKEMESİ MÜSLÜMANLARI
BARBAR GÖSTEREN VE AMERİKAN
HALKINI ‘CİHADI YENMEK İÇİN İSRAİL’İ
DESTEKLEMEYE ÇAĞIRAN’ AFİŞLER
ASILMASINA İZİN VERDİ
NUMAN KURTULMUŞ: TÜRKİYE’NİN
EKSENİ OTURUYOR
YENİ ŞAFAK 15 EYLÜL
DEMOKRAT PARTİ ESKİ GENEL BAŞKANI
SÜLEYMAN SOYLU AKP’YE KATILDI
MİLLİYET 5 EYLÜL
MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE: SÜLEYMAN
SOYLU, AK PARTİ’YE GEÇİNCE MERKEZ
SAĞ DÖNEMİ BİTTİ
ZAMAN 9 EYLÜL
STAR 21 EYLÜL
PEYGAMBERİMİZE VE İSLAM’A AĞIR
HAKARETLER İÇEREN İSRAİL-NEOCON
ORTAK YAPIMI FİLM MÜSLÜMAN
DÜNYASINI KARIŞTIRDI.
MÜSLÜMAN DÜNYASINDAKİ
GÖSTERİLERE FETHULLAH GÜLEN’DEN
TEPKİ: MÜSLÜMANLAR KENDİLERİNE
ÇEKİ-DÜZEN VERMELİ!
AJANSLAR 28 EYLÜL
YENİ ŞAFAK 14 EYLÜL
ABD’NİN LİBYA BÜYÜKELÇİSİ BİNGAZİ’DE
ÖLDÜRÜLDÜ
DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ: DÜNYANIN EN
KIZGIN GENÇLERİ TÜRKİYE’DE
ZAMAN 13 EYLÜL
MİLLİYET 6 EYLÜL
TÜRKİYE, SURİYE SINIRINA TAMPON
BÖLGEYİ MASAYA YATIRDI
BUGÜN 24 AĞUSTOS
ESAD PKK’YI İKİYE BÖLDÜ. KANDİL EKİBİ,
ÖRGÜTTEKİ SURİYE AĞIRLIĞINA VE BU
GRUBUN BAĞIMSIZ SALDIRILARINA
TEPKİ GÖSTERİP İPLERİ KOPARDI
AKŞAM 28 EYLÜL
ANLAM BASIN YAYIN
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA
5FM
t'BLT

Benzer belgeler