HATAY`DA ON SICAK GÜN (EDİTÖR YAŞAR ERGÜN)

Transkript

HATAY`DA ON SICAK GÜN (EDİTÖR YAŞAR ERGÜN)
HATAY’DA ON SICAK GÜN
EDĐTÖR
YAŞAR ERGÜN
MUSTAFA KEMAL ÜNĐVERSĐTESĐ
YAYIN NO:19
ISBN:975-7989-25-8
Yaşar Ergün, 1969’da Gaziantep’te doğmuştur. Aydın Ortaklar
Öğretmen Lisesi ve Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi
mezunudur. Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü Doğum Jinekoloji Anabilim Dalı’nda
tamamlamıştır. Biyolog Dr. Nuray Ergün’le evli olup, Asiye Işılay
Ergün’ün babasıdır.
2
Yazarlar
Ahmet Akkiprik
Ekrem Aktoklu
Mustafa Atmaca
Ali Demirsoy
Miktat Doğanlar
Nuray Ergün
Yaşar Ergün
Bülent Gözcelioğlu
Bülent Gülçubuk
Nurullah Günay
Oğuz Kılıçoğlu
Sancar Ozaner
Hasan Göksel Özdilek
Şükran Yalçın-Özdilek
Hatice Pamir
Mehmet Tekin
F. Mine Temiz
Tülin Tümay
Hüseyin Türk
Cuma Yıldırım
Hikmet Yolcu
Bu Kitap, Tubitak tarafından desteklenen Ekoloji Temelli Doğa Eğitimi projelerinden
106Y102 numaralı “Amanoslar ve Antakya Çevresinin Bilimsel Eğitim Amaçlı
Kullanımı I” adlı projenin uygulanması sırasında ders veren öğretim üyelerinin ders
içeriklerinden oluşmuştur.
3
Doğayı anlamayı ve doğanın içinde doğanın elementleri ile birlikte kardeşçe yaşamayı bana
bir yaşam tarzı olarak öğreten babaannem ASĐYE ERGÜN’ün anısına…
4
ĐÇĐNDEKĐLER
Amanos Dağları’nda milli park oluşumuna doğru
1
Bitki toplama, presleme ve kurutma (herbaryum teknikleri)
5
Kuş göçü ve gözlemciliği
11
Korunan alanlar ve koruma statüleri
16
Türkiye’nin biyolojik çeşitliliğinin temeli ve faunası
20
Biolojik mücadele, avantajları ve uygulama alanları
33
Ağır metallerin oluşturduğu kirliliğin bitkiler üzerine etkileri
37
Doğada yaşamın temel kuralları
44
Doğu Akdeniz sualtı biyoçeşitliliği
49
Kırsal kalkınma : Kavramlar, uygulama esasları ve dikkat noktaları
54
Đlkyardım
65
Göl’den çöl’e amik
68
Samandağ sahilinde kıyı erozyonu
76
Gölden ovaya, ovadan kente Amik havzasının değişimi, insan-tarım-yerleşke
81
ilişkisi ve çevreye etkisi. Sınır aşan, sınır çizen sular ve Asi örneği
Yaşayan fosiller: Deniz kaplumbağaları (chelonıa mydas ve caretta caretta)
92
Derin ekoloji
100
Doğu akdenizde bir liman kenti: seleukeia pieria
105
Hatay tarihi
112
Ekosistemin yerel yaşam ve geleneksel mimarideki yansımaları
123
Antakya’da yaşam
134
Antakya kültürü
143
Amanos dağlarının vejetasyonu
157
Önemli bitki alanı Amanos Dağları
162
5
Önsöz
Ekoloji temelli doğa eğitimi projeleri ile ilgili Sayın Şükran Yalçın Özdilek 2005 yılı eylül
ayında bir gün beni arayıp Tubitak’tan Sancar Ozaner Hoca seninle Hatay bölgesinde
yürütülecek bir projede yürütücü olman için görüşecek dediğinde açıkçası hem sevinci ve
heyecanı hem de biraz çekinceyi bir arada hissettim. Nitekim Sancar Hoca beni aradığında
ilk söylediğim şey “Hocam teveccühünüze teşekkür ederim ama ben Veteriner Fakültesi
Doğum Jinekoloji Anabilim Dalında öğretim üyesiyim bu konuda sizi sıkıntıya sokmayayım”
dediğimde Sancar hocam o her zamanki sakinliğiyle “merak etme illa da belli bir meslek
grubu yapacak diye bir şartı yok, ben senin Amanosları bildiğin konusunda ikna oldum bu
konuyu savunabilirim” dediğinde heyecanım bir kat daha artmıştı.
Amanos Dağları’na olan ilgim 1993 yılında Mustafa Kemal Üniversitesi’nde Araştırma
Görevlisi olarak çalışmamla başladı. O zamanlar Antakya’da vakit geçirecek pek tanıdık
kimsem olmadığından da olsa gerek, hafta sonları Samandağ Çevlik sahillerine gider
sahildeki toprak yolda saatlerce yürür ve Amanosların denize kavuştuğu kıyıdan kuzeye
uzanan rastgele bir dereyi saatlerce takip ederdim. Tabi doğayla iç içe olma geçmişim
rahmetli babaannemle onun bahçesinde geçirdiğim hayatımın ilk yedi yılı, Aydın Ortaklar
Öğretmen Lisesinin devasa arazisindeki keşif amaçlı kaçamaklarımız ve üniversite yıllarımda
arkadaşlarımla dağlarda kurduğumuz uzun süreli kamplara dayanır. Đkibinbir yılında Türkiye
Dağcılık Federasyonu dağcılık eğitimlerine başlamam ve Biyolog olan eşimin ve tabi yanında
kızımın Ankara Üniversitesinde doktora eğitimi için Ankara’ya gitmesi ve fakat Biyoloji
bölümündeki araştırıcılarla enişteleri olmam hesabıyla yakın olmam bana doğa ile baş başa
kalmam için adeta 6 koca yıllık bulunmaz bir fırsat sundu. Tabi ben de o fırsatı sonuna kadar
değerlendirdim. Bu altı yılda yüksek lisans tezi için Kuseyr dağlarında ve Doktora tezi için
Kızıldağ’da bitki toplayan Hikmet Yolcu’ya gönüllü yoldaş oldum. Amanoslar’da birileri
bilimsel amaçlı rehberliğe ihtiyaç duyduğunda ilk arananlardan oldum ve elimden geldiğince
de yardımcı olmaya çalıştım. Sadece dağcılık amaçlı yaptığım ve TRANSAMANOS olarak
isim bulduğum faaliyetlerde artık daha dikkatli bir gözle hangi bitkiler nerede, hangi bitkileri
toplamıştık gibi sorular aklıma gelmeye başladı. Kamp alanlarımızda zaman zaman izlerini
görüp zaman zaman seslerini duyduğum ve çok sessiz olup özel olarak görmek istediğimizde
de kendilerini gördüğüm vahşi hayvanlar ise diğer bir ilgi alanımı oluşturdu. Umarım çok
yakın gelecekte Amanoslar’da yaşayan vahşi hayvanlardan karaca, dağkeçisi, ceylan, vaşak
ve çizgili sırtlanı doğal yaşam alanında görüntüleme projemi de hayata geçirir ve bu
değerlerlerimizi de meraklı ve ilgili gözlere sunabilirim. Amanoslar’da Hassa Payas çizgisinin
güneyinde kalan kısım transamanos faaliyetleri sürecinde defalarca geçildi. Dağlara
tırmanmak için gittiğim Ağrı, Süphan ve özellikle Kaçkarlardaki faaliyet beni çok etkiledi. Bu
hareketlilik neden burada olmasın sorusunu akla getirdi. Çünkü, Amanoslarda sadece
yaylacılık ve hafta sonu günübirlik piknikçilik faaliyetleri yapılıyordu. Gördüklerimi önceleri
sadece anlatmaya, imkan olduğunda da fotoğrafladıklarımı göstermeye başladım. Đlgili
insanlar merakla anlattığım yerlere gitmek için yol sormaya başladılar. Eminim ki Amanos
Dağları’nı hakkıyla tanıtacak, bitki çeşitliliğini ortaya koyacak, vahşi yaşamı belgeleyecek
faaliyetler olsa ekoturizm faaliyetleri açısından önemli bir potansiyeli barıdıran Amanoslar
hem bitki çeşitliliği hem hayvan türleri açısından daha iyi keşfedilebilir. Đkibinaltı yılında ilki
gerçekleştirilen ve Sayın Erol Eldem başkanlığında bir TRT ekibi tarafından belgesel olarak
kaydedilecek bu eğitimlerin anılan amaç için sağlam bir başlangıç noktası olacağı
kanaatindeyim. Amaç, Amanos Dağları’nın hak ettiği ilgiyi görmesi ve güzelliklerinin ilgi
gruplarına sunulmasıdır.
Antakya, 16 Temmuz 2006
6
AMANOS DAĞLARINDA MĐLLĐ PARK OLUŞUMUNA DOĞRU
Ahmet Akkiprik
Orman Mühendisi
Hatay Çevre-Orman Đl Müdürlüğü Milli Parklar Av ve Yaban Hayatı Koruma Şube
Müdürü
TARĐHTE KORUMA FAALĐYETLERĐ
Tarihte bilinen ilk koruma önlemi M.Ö. 252 yılında Hint Kralı Asox'un balıkların,
hayvanların ve ormanların korunması için çıkardığı fermandır.
Avrupa'da 1858 'de Bohemia prensi, ormanlarından 2000 ha. bakir orman alanını
park ilan etmiştir. ABD'de 1864 yılında Yosemite Ormanları, sekoya ağaçlarını korumak
amacıyla Kaliforniya Hükümeti tarafından devlet parkı olarak ayrılarak dünyada ilk örnek
olmuştur ( Bayer, 1967 ).
Dünyada alansal korumanın temeli, milli parklar sayılabilir. Doğal güzelliğin
korunması için halkın teklifiyle ilk olarak Amerika'da 1872 yılında Yellowstone Milli Parkı ilan
edilmiştir. Milli park fikri buradan dünyaya yayılmaya başlamış, 1879'da Avusturalya'da
Royal, 1885'de Kanada'da Banff, 1897'de Yeni Zelanda'da Tongariro ve 1898'de Meksika'da
El Chico Milli Parkları kurulmuştur. Avrupa'da ilk milli parka bilimsel amaçla 1909 yılında
Đsveç sahip olmuştur. Yellowstone Milli Parkını gezen Belçika Kralı Alberts 1925 yılında
Belçika Kongosu'nda (Zaire, Virunga Milli Parkı) Afrika'nın ilk milli parkı olan Kral Alberts Milli
Parkı'nı ilan etmiştir ( Yücel, 1995 ).
Milli park düşüncesi 1933 yılında Londra'da Afrika'nın flora ve faunasının korunması
kongresinde alınan kararla kabul görmüş ve milli park; "Flora ve fauna koruması yanında,
kamunun yararlanması, dinlenmesi, eğlenmesi yönünden estetik, jeolojik, prehistorik,
arkeolojik ve bilimsel değer taşıyan doğal varlıkların korunması için ayrılan alandır" şeklinde
tanımlanmıştır. 1958'de Atina'da Dünya Koruma Birliği'nin ilk toplantısında, Uluslar arası Milli
Parklar komitesi kurulması kararı alınmış ve bu komite çalışması sonucu 1962' de ABD /
Seattle' da "I. Milli Parklar Kongresi" yapılmıştır ( Ekim, 1996 ).
19. yüzyıl başlarında çeşitli ülkelerde halkın doğa varlıklarını koruma ve halkın
yararına sunma istekleri doğayı koruma ve milli park olgusunu ortaya çıkarmıştır. Doğa
koruma ve milli park kavramı ülkelere göre farklı yorumlar bulmuştur. Milli park, Norveç'e
göre; içinde insan ve yerleşim alanı bulunmayan, günlerce gezilebilen, sessiz bir doğa
arazisidir. Đsveç'e göre; yalnızlık içinde, dinlenme olanağı veren, sınırsız ormanlardır.
Almanya’ya göre; milyonlarca insanın ziyaret ettiği, dinlenme ve eğlenme olanağı bol doğa
ve kültür arazileridir. Eski Sovyetler Birliği'ne göre; bilimsel çalışma amacıyla kurulmuş kültür
arazisidir ve turizme kapalıdır. Tanımlardan anlaşıldığı gibi her ulusun kendi doğal ve sosyal
yapısını uygun olarak belirledikleri milli park kavramı ve kamuya yarama nitelikleri farklıdır.
Fakat ana düşünce doğal varlıkların korunması ve kamu yararına geliştirilmesi ilkelerine
dayanmaktadır
( Tanrıverdi, 1987 ).
Yeryüzü kara parçalarının %5 'i ve Avrupa'nın %7 'si koruma alanlarına ayrılmıştır.
Yeryüzünde korunan alanların yaklaşık %2,6 'sı milli park alanıdır.
Korunan Alanlar Kavramı:
Dünya Doğayı Koruma Birliği (IUCN) tarafından tanımlanan “korunan alanlar”
teriminin, büyük ölçüde biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik alanlarla sınırlı olduğu ve bu
yüzden deniz ve kara peyzajının yalnızca küçük bir kısmını kapsamaktadır. IUCN tarafından
korunan alanların sınıflandırılması:
7
1-Bilimsel amaçlı olarak yönetilen korunan alanlar.
2-Yaban hayatının korunması amacına yönelik olarak yönetilen korunan alanlar.
3-Ekosistem koruma ve rekreasyon amaçlı olarak korunan alanlar.
4-Belirli tabiat özelliklerini koruma amacına yönelik olarak korunan alanlar.
5-Yönetim müdahalesi yoluyla doğa koruma amacına yönelik olarak yönetilen
korunan alanlar.
6-Kara/Deniz peyzajlarında doğa koruma ve rekreasyon amacına yönelik olarak
yönetilen korunan alanlar.
7-Doğal ekosistemlerin sürdürülebilir kullanımı amacına yönelik olarak yönetilen
korunan alanlar.
ÜLKEMĐZDE KORUNAN ALANLAR
Türkiye’de farklı mevzuatlara tabi olan ve kendilerine göre sınıflandırmaları bulunan
pek çok yönetim kurumunun bulunması nedeniyle korunan alanlarda pek çok atamanın
yaşanması, korunan alanların geçmişte karşılaştırmalı analizinin gerçekleştirilmesinde
güçlüklere neden olmuştur. Bu konuda karşılaşılan engeller arasında, evrensel olarak kabul
görmüş bir terminolojinin bulunmayışı, mevcut terminolojinin farklı biçimlerde uygulanması ve
birbirinden farklı kanunların bulunması sayılabilir.
Güncelleştirilmiş bir yönetim planının bulunmaması, korunan alanın hatalı yönetimine
ve doğal kaynakların yanlış kullanımına yol açmaktadır. Bu tür hatalı yönetim ve kullanımlar
arasında yol ve tesislerin yanlış yerleştirilmesi ve doğal kaynakların ve alanların yerel
topluluklar tarafından yanlış kullanımına sebep olmaktadır. Birbiriyle çelişen mevzuat
nedeniyle bakanlıklar arasında yetki alanlarının çakışması, yönetim amaçlarının birbiriyle
çelişmesine ve kullanıcıların ve yerel halkın kafalarının karışmasına yol açarak çok önemli
sorunlar oluşturmaktadır. Milli parkların amaçlarına uygunluk gösteren sistematik bir yönetim
planlama süreci mevcut değildir.
Ülkemiz jeopolitik açıdan olduğu kadar biyocoğrafik açıdan da dünya üzerinde önemli
bir konumda bulunmaktadır. Dünya üzerindeki önemli üçgen merkezinin temsil edildiği
Türkiye 9600’den fazla bitki, 152 memeli, 459 kuş, 354 balık ve 106 sürüngen türünden
oluşan çok zengin bir fauna ve floraya sahiptir. 3000 den fazla bitki türü sadece Türkiye’ye
özgüdür. Avrupa, Asya ve Afrika arasında milyonlarca göçmen kuşun kullandığı üç ana göç
yolundan ikisi, Türkiye’den geçmektedir. Türkiye’deki sulak alanlar, bu göçmen kuşların pek
çoğu için hayati öneme sahiptir. Türkiye’nin temsil ettiği biyolojik çeşitlilik bölgedeki doğal ve
hassas dengenin bir göstergesidir.
Küresel biyolojik çeşitliliğin korunması için yapılan çalışmalar, tüm dünyada olduğu
gibi ülkemizde de son yıllarda büyük hız kazanmıştır. Korunan alan yönetimi konusundaki
yaklaşımlarda önemli değişiklikler olmakta, katılımcılığın özendirildiği, sürdürülebilirliğin öne
çıkarıldığı, kısa, orta ve uzun vadeli hedef ve öngörülerin bir arada ele alındığı bir yönetim
yapısı giderek daha fazla benimsenmektedir. Bu yaklaşımın etkin bir biçimde hayata
geçirilmesi korunan alanlarda var olan durumun doğru olarak saptanmasına bağlıdır. Bir
korunan alanın durumunun belirlenmesi, alandaki biyolojik çeşitliliğin, sosy0-ekonomik ve
kültürel yapının, idari ve finansal yapılanmanın, tehdit ve fırsatların bir arada ele alınması ile
mümkündür. Bu unsurların ayrıntılı olarak incelenmesi, her birisi için uzun ve kapsamlı
çalışmaların yapılmasını gerektirir. Bu unsurların ayrıntılı olarak incelenmesi, her birisi için
uzun ve kapsamlı çalışmaların yapılmasını gerektirir.
Ülkemizin ulusal ve uluslar arası düzeyde öneme sahip müstesna köşelerinin
korunarak sürdürülebilirliğinin sağlanması ve bu sahalarımıza olan farklı kullanım taleplerinin
kontrollü ve planlı bir şekilde karşılanabilmesi ile buraların koruma-kullanma dengesi
gözetilerek gelecek nesillere milli bir miras olarak bırakılması, Çevre ve Orman Bakanlığı
Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğünün görevleri arasındadır.
2873 Sayılı Milli Parklar Kanununda;
MĐLLĐ PARK
8
Bilimsel ve estetik bakımından, milli ve milletlerarası ender bulunan tabii ve kültürel
kaynak değerleri ile koruma, dinlenme ve turizm alanlarına sahip tabiat parçalarıdır.
( 35 adet Milli Park tescil edilmiş olup toplam 686.631 Ha.'dır)
TABĐAT PARKI
Bitki örtüsü ve yaban hayatı özelliğine sahip, manzara bütünlüğü içinde halkın
dinlenme
ve
eğlenmesine
uygun
tabiat
parçalarıdır.
( 17 adet Tabiat Parkı tescil edilmiş olup toplam 69.370 Ha.'dır)
TABĐATI KORUMA ALANI
Bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan nadir, tehlikeye maruz ve kaybolmaya yüz
tutmuş ekosistemler, türler ve tabii olayların meydana getirdiği seçkin örnekleri ihtiva eden ve
mutlak korunması gerekli olup sadece bilim ve eğitim amaçlarıyla kullanılmak üzere ayrılmış
tabiat parçalarıdır.
( 35 adet Tabiatı Koruma Alanı tescil edilmiş olup toplam 84.230 Ha.'dır)
Hatay ilimizde Tekkoz-Kengerlidüz ve Habibineccar Dağı tabiatı koruma alanı
bulunmaktadır.
Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) Türkiyede Artvin-Karçal Dağları, Rize Fırtına
Vadisi, Karabük-Yenice Ormanları, Antalya-Akseki Đbradı Ormanları, Muğla (Fethiye)Babadağ ve Hatay-Amanos Dağları’nı koruma önceliği açısından “Avrupa Ormanlarının
Sıcak Noktaları” arasında göstermektedir.
AMANOS DAĞLARI
Konumu: Doğu Akdeniz, Osmaniye, Hatay, Gaziantep
Mülkiyet: Milli Park Olarak önerilen sahanın büyük kısmı devlet ormanı ve hazine
arazisi ve yer yer tarım arazileri bulunmaktadır.
Ekosistem Tipi: Önerilen alan esas olarak Orman ekosistemidir. Amanos dağlarının
bu bölümdeki yüksek basamaklarındaki güneşli bakılarda saf meşe ormanlarının oluşturduğu
ekosistem yine üst rakımlardaki gölgeli bakılarda her türlü ana kaya üzerinde kayın
ekosistemi ve diğer yapraklılar ve ibrelilerle de karışım yapmış karışık ve değişik yaşlı orman
formu gösteren ekosistemlerde bulunmaktadır. Milli Park olarak önerilen alan yapraklı ağaç
türlerinin yayılışına ve zengin bitki ve hayvan topluluğuna sahip bulunuşu ile nadir ve eşsiz
bir orman ekosistemi özelliği göstermektedir.
Doğal Kaynak Değeri: Akdeniz fitocoğrafya bölgesinde yer alan Amanos Dağlarındaki
ormanlar, ağaç türü karışıklığı ve zenginliğiyle öksin (nemli) iklimine benzer vejetasyonların
biyolojik ve genetik bulunduğu en güney uçta yer almaktadır. Bu ormanlar çeşitlilik
bakımından çok zengin ormanlardır. Geçmiş zaman dilimlerinde iklimin soğumasıyla
buzulların kuzeyi kaplaması sonucu kuzeydeki orman vejetasyonlarının güneye inmesi ile
oluşmuşlardır. Ancak bu ormanlar daha sonraki evrelerde iklimin tekrar ısınmasıyla oksin
ağaç türlerinin kuzeye çekilmesi esnasında belirli yerlerdeki lokal alanlarda yaşama
şartlarının halen devam etmesi dolayısıyla kalmış relikt orman parçalarıdır. Bu ormanlar
taşıdıkları ağaç türü ve flora zenginliğiyle güney bölgemizin en zengin ve en en değerli
ormanlarıdır. Bu iklim kuşağında buranın güney veya doğusunda bu yapıda başka bir orman
parçası yoktur. Ve etrafı step olan bir bölgedir. Bir başka ifade ile bu ormanlar bu bölgede bir
sahadır. Ve bu saha korunmalıdır. Doğal bir arboretum olan bu bölgede zengin endemik bitki
türleri de bulunmaktadır. Ancak türlerin detaylandırılabilmesi ve yeni türlerin tesbiti için
kapsamlı bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Amanos Dağlarındaki zengin flora örtüsü nedeniyle
birçok yaban hayvanını barındırmaktadır. Halen sahada varlığı bilinen yaban hayvanları
Karaca(Capreolus capreolus), Yaban Domuzu (Sus Scrofa), Çakal (Canis auresus), Tilki
(Valpes vulges), Tavşan (Lepus Eur opeaus), Porsuk (Meles meles), Gelincik (Mustela
nivalis), Yaban Kedisi, Kuyruksüren, Kurt, Sincap, Oklu kirpi, Ağaç kakan, Üveyik, Ala karga,
Yılan ve Kertenkele.
Peyzaj Özellikleri: Milli Park olarak önerilen alanın genelinde peyzaj değerleri
yüksektir. Özellikle Deliçay ve Özerli Çayının orman içerisinden geçerken oluşturduğu
9
manzaranın ayrı bir güzelliği bulunmaktadır. Ormanın bizatihi kendisi çok değişik zengin bitki
örtüsü ile son derece göz alıcıdır. Orman içi açıklıklar kırık arazi yapısı ve yapraklı ağaç
türlerinin ilkbahar ve sonbahar aylarında oluşturduğu renk cünbüşü muhteşem güzellikler
içerisindedir. Estetik açıdan çok değerli bulunmaktadır.
Rekreasyonel Potansiyel: Amanos Dağlarının Milli Park olarak önerilen alanlarının
rekreasyonel potansiyeli oldukça yüksektir. Ormanlık alanın dere yataklarının bir çok
noktasında rekreatif alanlar oluşturmak mümkündür. Akdenizin en sıcak bölgesi olan bu
havzada köy ve şehir halkı yazın aşırı sıcaklığından kaçarak daha yükseklerde ve özelliklede
orman içleri ve kenarlarındaki serin bölgelerde yazı geçirdikleri görülmektedir. Bu ülkenin
diğer bölgelerinden çok farklı bir yaylacılık anlayışıdır. Bu bölgede halkı hayvancılık için değil
yazlık olarak ormandan faydalanmaktadır. Etrafı step olan Amanos Dağlarının bu bölümü bu
maksada hizmet edebilecek relikt orman parçalarıdır.
10
BĐTKĐ TOPLAMA, PRESLEME VE KURUTMA
(HERBARYUM TEKNĐKLERĐ)
Yrd.Doç.Dr. Ekrem Aktoklu
Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü
1. GĐRĐŞ
Canlıların önemli bir bölümünü oluşturan bitkiler, tüm ekosistemlerde birincil
üreticilerdirler. Güneşten aldıkları ışık enerjisi yardımıyla su (H2O) ve karbodioksidi (CO2)
birleştirip kendileri için gerekli olan organik maddeleri sentezlerler. Bu esnada havadaki
karbodioksidi temizleyip, oksijeni sağlamaları nedeniyle de insanlar ve diğer canlılar için çok
önemlidirler. Örneğin insanlar ve hayvanlar tüm besinlerini genelde hazır olarak aldıkları
halde, bitkiler besinlerini kendileri hazırlayabilirler. Fotosentez dediğimiz bu biyokimyasal
tepkimeler zinciri ile ortaya çıkan ürünler, insan yaşamının ayrılmaz bir parçasını oluştururlar.
Yani bu organik maddeler tüm hemen hemen tüm canlıların yaşamının temelidir diyebiliriz.
Bu sonuçla besinlerimizin tamamının bitkisel kökenli olduğunu ve hayvansal kökenli olanların
da aslında birincil tüketiciler tarafından bitkilerden elde edildiğini unutmamalıyız.
Bitkiler yalnızca besin kaynağı olarak düşünülmemelidir. Atmosferin O2 / CO2 oranı
yeşil bitkiler sayesinde dengede kalmaktadır. Günümüzde hastalıkların tamamına yakını
bitkisel kökenli maddeler ile tedavi edilmektedir. Giyecek, barınma, ısınma gibi amaçlar ile de
bitkilerden yararlanılmaktadır. Günümüzde yaşanabilir bir çevre ancak bitkiler ile sağlanabilir.
Bütün bu saydığımız nedenler bitkilerin tanınması, bilinmesi gerekliliğini ortaya
koymaktadır. Đnsanoğlu yeryüzünde bulunan yüz binlerce bitkiyi tanımak, birbirleri ile farklılık
ve benzerliklerini bilmek ister. Örneğin bir bitki üzerinde çalışan genetikçi, fizyolog, eczacı,
ormancı vs. gibi bilimciler, öncelikle çalıştıkları bitkinin ismini bilmek zorundadırlar. Bilindiği
gibi pek çok doğal bitkinin gerek tıbbi ve gerekse de ziraat gibi uygulamalı bilimlerde sıklıkla
kullanım alanları bulunmaktadır. Yani bitkiler ile ilgili araştırmalar Biyoloji, Ziraat, Ormancılık,
Eczacılık, Çevre gibi birimlerde çok yönlü olarak sürdürülmektedir. Bütün bu durumlar bitkileri
tanımamızı gerektirir. Dolayısıyla bir temel bilim olması nedeni ile Bitki Sistematiği doğadaki
tüm bitkileri tanıyıp, sınıflandırmayı amaçlamaktadır. Đşte bu noktada Bitki Sistematiği ve Bitki
Taksonomisi ortaya çıkmaktadır.
Bitki Taksonomisi bitkilerin sınıflandırılması, isimlendirilmesi ve betimlendirilmesini
içeren bir bilimdir. Taksonomi kelimesi Yunanca taxis (Düzenleme, Sınıflandırma); nomos
(Kural, Kaide, Kanun) sözcüklerinden oluşmuştur. Anlamı ise sınıflandırmaya kurallar,
yasalar koymak demektir. Temel ilgi alanı taksonomi olan botanik dalına da Bitki Sistematiği
denir. Bitki Sistematiğinin amacı, bitkiler arasındaki ortak bir atadan gelen benzer ve farklı
özelliklere dayanarak isimlendirme, sınıflandırma ve betimleme yapmaktır. Yani evrim
kuralları çerçevesinde en basitten en gelişmişe doğru tüm bitkileri birbirleri ile akrabalık
ilişkileri içinde gruplandırmaktır.
Sınıflandırma her insanın doğal bir uğraşı ve günlük yaşamının bir parçasıdır. Çünkü
çevremizde gördüğümüz her şeyi sınıflandırıyoruz. Taksonomistler ve Sistematikçiler de
canlıları sınıflandırmak için çalışırlar. Ancak burada tek amaç sınıflandırmak değil, aynı
zamanda farklı bilim dallarına da hizmet etmektir. Bugün taksonomistlerin elde ettiği veriler
kadar yararlanılan bir başka bilim dalı yoktur. Taksonomist çok çeşitli bilim dallarından veri
alır ve bu verileri sentezler. Çünkü Taksonomi bir sentez bilimidir. Taksonomistin veri aldığı
ve sağladığı temel sınıflandırmayı kullanmak zorunda olan başlıca disiplinler şunlardır:
Sitoloji (Hücre Bilimi), Genetik (Kalıtım), Fizyoloji, Anatomi, Morfoloji, Ekoloji, Biyocoğrafya,
Fitososyoloji (Bitki Sosyolojisi), Evrim, Palinoloji (Polen Bilimi), Paleobotanik, Farmakognozi,
Farmakoloji, Peyzaj Mimarisi, Çevre Bilimleri (Şekil 1). Tüm bu bilim dallarına hizmet eden
taksonomi, biyolojik araştırmalarda anahtar role sahiptir. Bu kadar önemli bir bilim dalı olan
taksonomi aynı zamanda bir sanattır. Çağdaş taksonomi için öne sürülen birçok amaçtan
çoğunlukla kabul edilenler şunlardır;
1. Tanıma ve iletişimin uygun yöntemini sağlamak,
2. Tüm canlıları tanımlamak,
3. Organizmaların doğal akrabalıklarına dayanan bir sınıflamasını yapmak,
11
4. Evrimi araştırmak, evrimin süreçlerini keşfetmek ve sonuçlarını yorumlamak.
Tüm bu bilgiler ışığında, bitkiler dünyasının bilinmesi ve tanınması gerek bitkilerin
doğal denge içindeki işlevlerinin aydınlatılması ve gerekse de onlardan daha gerçekçi bir
biçimde yararlanılabilmesi açısından son derece önemlidir.
2. Herbaryum Teknikleri
Bugün yeryüzünde 300.000’den fazla yeşil bitki türünün bulunduğu bilinmektedir
(klorofilsiz bitkiler ile birlikte yaklaşık 450.000 türdür). Bu türleri tek tek bilmek, tanımak ve
öğrenmek olanaksızdır. Bu nedenle sınıflandırılmaları zorunludur.
Bir ülkenin sahip olduğu biyolojik zenginliklerin, çevre yönünden taşıdığı önemin
büyüklüğü bugün tüm ülkelerce kabul edilmektedir. Bugün biyolojik çeşitlilik, ülkelerin ve
bütün insanlığın büyük bir hassasiyet ile üzerinde durduğu bir konu durumuna gelmiştir.
Kısaca, bir yerin tüm bitkilerinin tam bir listesi anlamına gelen flora uzun yıllar
yapılacak arazi çalışmaları sonucunda toplanan bitki materyallerinin değerlendirilmesi ile
ortaya çıkarılabilir. Türkiye’de doğal olarak yetişen bitkiler üzerine yapılan yaygın arazi
çalışmaları, daha çok tohumlu bitkiler ve eğrelti otları üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak son
çeyrek yüzyılda algler, karayosunları ve likenlere ek olarak mantar türleri üzerinde çalışmalar
daha çok yerli botanikçiler tarafından yapılmaya başlanmışsa da henüz yeterli değildir.
Türkiye, yaklaşık 9.500 eğrelti otu ve tohumlu bitki türü ile dünyada bulunduğu iklim
kuşağında oldukça zengin floraya sahip ülkelerden biridir. Avrupa kıta florasının 12.000’e
yakın türe sahip olduğu ve kıta’nın ülkemizin yaklaşık 15 katı büyüklükte olduğu düşünülürse,
ülkemizin biyolojik zenginliği daha da belirginleşir. Türkiye florasının ilginçliği, sahip olduğu
tür zenginliğinin yanında, çok sayıda endemik tür de içermesinden kaynaklanır. Avrupa
ülkelerindeki endemik türlerin toplamı 2.750 kadar olmasına karşın ülkemizde bu sayı 3.000
civarındadır. Đşte bu nedenle ülkemiz dünyanın en zengin ve şanslı ülkelerinden biridir. Sahip
olduğumuz bu değerlerin, çevre anlayışı içinde değerlendirilmesi ve korunması, ülkemizin
tartışma gündeminde mutlaka yer alması gereken bir konudur. Bu zenginliğimizin başlıca
sebeplerini belirtmek istersek: Đklim farklılıkları, topoğrafik çeşitlilikleri, jeolojik ve jeomorfolojik
çeşitlilikler, deniz-göl-akarsu gibi değişik su ortamı çeşitlilikleri, 0-5000 m arasında değişen
yükseklik farklılıkları, üç değişik bitki coğrafyası bölgesinin birleştiği bir yerde oluşu,
Anadolu’nun doğusu ve batısı arasında ekolojik farklılıkların bulunması ve bunun floristik
farklılıklara yansımasıdır.
2.1. Bitki Toplamada Gerekli Olan Malzemeler
Bitkilerin, gelecekte yapılacak bilimsel çalışmalara yararlı olabilmesi için toplanması,
kurutulması, etiketlenmesi ve kartona yapıştırılarak herbaryum (sıkıştırılarak kurutulmuş bitki
örnekleri müzesi) materyali haline getirilmesi bitki taksonomisinin görevlerinden biridir.
Araziye çıkıldığında bitki toplamak için gerekli malzemeler:
1. Arazide çalışma sırasında kullanacağımız, orta boy sağlam bir not defteri, kalem,
2. El büyüteci (2x, 4x, 6x, 8x, 10x büyütmeli, yüksek büyütmeye
sahip olanlar daha kullanışlı olduğundan tercih edilebilir,
boyunda asılı olarak taşınabilir olması idealdir),
3.
Altimetre, bitkilerin toplandığı yükseklikleri
belirlemek için gereklidir. Araştırmaya başlamadan
önce altimetre, yüksekliği bilinen bir yerde
ayarlanmalıdır ve çok hassa bir cihaz olduğundan
araştırma boyunca doğruluğu sık sık kontrol
edilmelidir. Örneğin elimizde araziye ait bir harita
var ise, haritada belirtilmiş bir nokta ya da yolumuz
Analog
Dijital
üzerindeki bir karayollarına ait trafik işaretlerinden
(şehir merkezlerine girişte asılı olan işaretler)
okuyarak kontrol edebiliriz,
4. Günümüz teknolojisinde daha kullanışlı bir cihaz olan GPS
(Global Positioning System) yaygın olarak kullanır hale gelmiştir.
Bu cihaz sayesinde toplamış olduğunuz bitkinin koordinat
12
-
Saat
düz
eyin
de
hem yerini hem de bulunduğu yükseklik değerlerini
belirtebilirsiniz, daha önce toplanmış ve koordinatı verilmiş bir
bitkiyi bulmada kolaylık sağlaması gibi daha birçok özel
uygulamaları
nedeniyle
günümüzde
özellikle
bilimsel
çalışmalarda tercih sebebi olmuştur,
5. Pusula,
6. Fotoğraf makinesi,
7. Büyük ve ağır olmayan ancak büyütmesi iyi olan bir dürbün bulundurmak, yamaç
ve vadilerdeki bitki örnekleri gözlemek ve tanımak için, zaman zaman da
toplamada vakit kazandıracağı için oldukça kullanışlı bir gereçtir,
8. Kaya yamaçlarından, ağaçlardan ve boyumuzun erişemediği yerlerden bitki
örnekleri almak için metalden yapılmış özel makaslar (a), çakı (b), bıçak ya da
budama makası (c) kullanılabilir,
a
b
c
9. Toplanan bitkileri içerisine koymak için çeşitli ebatlarda plastik torba veya poşetler,
veya metal çantalar (taşıma problemi olabilir),
10. Bitkileri kökleri ile birlikte sökmek gerektiğinden özel olarak
yapılmış zıpkın, çapa veya kazma kullanmak gerekmektedir.
Erken ilkbaharda toprak nispeten sulu ve gevşek olduğundan bu
günlerde özellikler geofitler ve bir yıllık bitkiler için zıpkın tercih
edilmelidir. Ancak ilerleyen zamanlarda yazın, toprak sert ve
kuru bir duruma geçeceğinden zıpkın yerine çapa veya kazma
hatta dağ kazması en kullanışlı bitki sökme aletleridir. Zıpkın
genellikle 45 cm uzunluğunda, 4 cm çapında ve 3 mm et
kalınlığı olan bir borudan yapılabilir. Bunun için boru boyuna
ortadan yaklaşık 30 cm kesilir ve 15 cm el tutacak yeri bırakılır,
11. Toplanan
bitkileri kurutmak için öncelikle preslemek
gerekmektedir. Bitki kurutma presleri genellikle 45 x 30 cm
boyutlarında tahtadan veya metalden yapılır. 2-3 cm enindeki
çıtalar kafes şeklinde birleştirilir. Tahtadan yapılmış presler
hafif ve ekonomik olması nedeniyle
ülkemizde daha çok tercih edilmektedirler. Presleri sıkmak için örgü kemer ya da kayışlar
en kullanışlı olanıdır. Sıcak havalarda deri kemerler çatlayıp kopabildiği için kısa ömürlü
olmaktadırlar. Bel kayışında kullanılan tokalar zaman zaman arazide sorun yarattığı için
onarılma zorluğundan dolayı kullanışsızdırlar. Bunun yerine kayışın enine uygun iki adet
13
metal halkayı uç kısımlarından kayışa dikerek çok daha kullanışlı ve uzun ömürlü tokalar
elde edebiliriz.
12. Preste kurutma işlemi için bitkileri arasına koyacağımız en kullanışlı kâğıt kaba
samanlı kâğıttır. Ancak gazete kâğıtları da kullanılabilmektedir. Hatta ülkemizde
en yaygın olanı gazete kâğıdıdır. Kağıtların boyutları yaklaşık 40-45 x 28-30 cm
boyutlarında (bir gazete sayfasının ikiye katlanmış hali) olması tercih edilmelidir.
Ayrıca soğan, yumru, rizom ya da kalın kazık kök gibi organların presi
kabartmaması için her 5 ya da 10 bitki de bir, araya koymak için kâğıt ile aynı
boyutlarda oluklu mukavva temin edilmelidir. Bitkilerin preslenmesi sonucunda
kurutma işlemi ile birlikte bitkiler su bırakacaklarından bu suyun emilmesi ve ilk
günlerde çok sıkılarak kısmen havasız kalan presin içinde bitkilerin küflenmemesi
için aralarına yine kâğıt boyutlarında kesilmiş kurutma kâğıtları koymak mümkün
olduğunca tercih edilmelidir.
13.
Toplanan tohumları koyabilmek için kâğıt zarflar veya bez torbalar, plastik şişe ve
kavanozlar,
2.1. Bitki Toplamada Bilinmesi Gereken Bilgiler ve Teknikler
Bilindiği gibi doğada oldukça değişik özellikleri olan birçok bitki familyası ve bu
familyalara ait değişik cinsler ve bu cinslere ait çok sayıda türler bulunmaktadır. Bitki
örneklerinin tayin edilebilmesi için bitki üzerinde bulunması gerekli organlara sahip örneklerin
toplanması ve ayrıca toplama esnasında bu organlara ait bazı notların alınması
gerekebilmektedir. Ayrıca eksik toplanan örnek tayin edilemeyeceği için yapılan onca zahmet
ve emek boşa gidebilir ve sonuçta örnekleriniz bir ot yığınından başka bir şey ifade
etmeyebilirler. Bu nedenle bitki toplama işlemi sırasında hangi familyada hangi bitki
kısımlarının toplanması gerektiğini bilmek önemlidir ve bitkileri bu bilgiler ışığında toplamak
gerekir. Bu nedenle bitki toplayan kişinin bu bilgileri bilmesi veya bu bilgileri içeren notları
yanında bulundurması önemlidir.
Toplanacak örneklerde kök, gövde, çiçek ve meyvanın olması en çok istenilen
durumdur. Ancak bir bitki üzerinde aynı anda hem çiçek hem de meyva bulunmayabilir. Bu
durumda çiçekli ve meyvalı örnekler ayrı ayrı zamanlarda toplanırlar. Toplayacağımız bitkinin
sağlam, yaprakları tam, çiçekleri açmış ve zarar görmemiş olmalıdır, meyvalarının ve
tohumlarının da olgunlaşmış olmasına dikkat edilmelidir.
Bir yıllık bitkiler zıpkın, çapa veya kazma ile kolaylıkla sökülebilirler. Hatta zaman
zaman el yardımıyla dahi bunu yapabiliriz. Ancak geofit dediğimiz soğanlı, yumrulu, rizomlu
gibi bitkilerin toprak altı kısımları daha derinde olacağından toplama sırasında kolaylıkla
kopabilirler ve çabamız boşa çıkabilir. Bu nedenle, bu tür bitkilerde daha ziyade zıpkın
yardımıyla bitkinin toprakaltı kısmı görülene kadar bir taraftan kazılır ve bitkinin gövdesi
kazılmış tarafa doğru yatırılarak bitki topraktan çıkarılır. Çok yıllık otsu bitkilerde de eğer
örnek büyük değilse bitki kökü ile birlikte alınır, eğer örnek büyük ise köke yakın bir yerden
kesilerek örnekleme yapılır. Bitkinin büyüklüğüne ve uzunluğuna bağlı olarak, pres kağıdına
sığacak büyüklükte taban kısmından, gövdenin yapraklı kısmından, çiçek durumunu
gösteren kısmından kesilerek birkaç parça halinde örnekleme yapılmalıdır. Ayrıca bitkinin
uzunluğu ve durumu ile ilgili bilgiler arazi defterine not edilmelidir. Ağaçlardan örnek
toplamak istediğimizde ise kesici bir alet ile dal ucundan (mümkünse yaprak, çiçek ve meyva
taşıyan) örnekleme yapılır. Yine ağacın dış görünümünü belirtmek için not defterine ya şekli
çizilir ya da fotoğrafı çekilir. Birçok familyada çiçekler presleme esnasında renklerini
kaybederler. Bu nedenle bu tip topladığımız bitkilerin çiçek renklerini de arazi defterimize not
etmeliyiz.
Toplanan bitki örnekleri naylon torbaya da poşetlere düzgün bir şekilde yerleştirilir,
içerisine toplanan yer ile ilgili bilgileri içeren küçük bir kâğıt bırakılır. Bu uygulama, presleme
işlemine başlandığında örneklerin rasgele prese konmamasında ve toplama yerlerinin
karıştırılmamasında bize yardımcı olduğunda önemlidir. Topladığımız her bitkiden mümkün
olduğunca 3-5 adet alınması tayin yapılırken yararlı olmasının yanı sıra diğer herbaryum
merkezleri ile bitki değişimine de yardımcı olacaktır.
2.3. Presleme ve Kurutma
14
Bir bitkinin toplandıktan sonra derhal preslenmesi en arzu edilen bir durumdur. Bu
durumda preslenmiş olan bitki çiçekleri bozulmadan, yaprakları buruşmadan pres yapılacağı
için üzerinde çalışmayı kolaylaştıracaktır. Ancak arazide çalışma koşulları buna her zaman
izin vermeyebilir ki genellikle de böyledir. Örneğin belli bir bitki grubu üzerinde çalışan
araştırmacılar için arazide pres yapmak kolay olabildiği gibi, floristik çalışma yapan bir
araştırmacı için aynı şeyleri söylemek pek olanaklı değildir. Çünkü floristik çalışmalarda gün
boyu sürekli pek çok bitki toplandığı için bunları ancak o gün arazi çalışması bittikten sonra
preslemek mümkün olabilmektedir. Bu durumda toplanan bitkiler presleme zamanına kadar
ağzı kapalı bir torba ya da poşet içinde tutulmalılar ve özellikle hava sıcak ise torba içerisine
bir miktar su serpilerek bitkilerin daha canlı kalmalarına yardımcı olunur. Pres yapılacak
bitkinin temiz, yabancı maddelerden arınmış ve köklerinin temizlenmiş olması gerekir.
Preslenecek bitkinin tüm parçaları düzgün ve kolayca görülebilecek şekilde kâğıt arasına
yerleştirilmesi gerekir. Bitkinin boyu kâğıt boyutlarını aşıyor ise V, N, M şeklinde katlayıp
yerleştirmek en uygun olanıdır. Bu işlem için gövdenin veya dalın kıvrılacak noktası parmak
ile iyice bastırılarak ezilir ve kıvrılır. Bu işlemi yapılmadığında kıvrılan yer genellikle
kopacağından örnek parça parça olacaktır. Eğer örneğimiz kalın ve uzun ise kağıt
boyutlarında kesilmiş olarak birkaç parça halinde pres yapılabilir. Geofitlerde özellikle
toprakaltı kısımları bir çakı yardımıyla mutlaka boyuna ikiye bölünmelidir. Bunu daha çok
soğanlı bitkilere uygulamakla birlikte, yumrulu olanlara ya iğne ile birkaç yerden delmek ya
da kaynar suya daldırıp nişastasının dışarı çıkmasını sağlamak bunların küflenmeden
preslenmesine yardımcı olacaktır. Aksi halde kurumuş bitkilerin herbaryumunuzda bir sonraki
sene yeniden filizlendiğini görebilirsiniz. Bitki preslenirken tamamı kâğıt arasında kalacak
şekilde ayarlanmalı, kâğıdın kenarlarından dışarı taşmamalıdır.
Presleme işlemine başlarken önce iki adet kayış belli bir aralıkta yere serilir. Bunun
üzerine presin bir tanesi konur. Eğer elimizde kurutma kâğıdı varsa bu boş presin üzerine bir
tane kurutma kâğıdı konur. Bunun üzerine ikiye katlanmış gazete kâğıdı açılarak konur.
Gazete kâğıdının içine bitki yerleştirilerek gazete kâğıdı kapatılır. Gazete kâğıdının üzerine
yeni bir kurutma kâğıdı yerleştirdikten sonra tekrar yeni bir gazete kâğıdı açılarak içine yeni
bir bitki yerleştirilir. Bu işlem bir kurutma kâğıdı bir gazete kâğıdı şekilde preslenecek bitki
bitene kadar tekrarlanır. Daha önce açıklandığı gibi bitkilerin daha iyi preslenmesi için eğer
varsa 5-10 bitkide bir aralara oluklu mukavva koymak bitkiler arasında daha iyi hava akımının
sağlanmasına da yardımcı olacağından kullanışlıdır. Eğer çok bitki toplanmışsa pres belli bir
yüksekliğe eriştiğinde (bu yaklaşık 50 bitki örneğidir) presi kapatmak gerekir. Bunun için en
üstte yine kurutma kağıdı olacak şekilde pres sonlandırılır. En üste bu kez presin diğer
parçası yerleştirilerek kayışlar iyice sıkılarak kapatılır. Đlk presleme gününde kayışların
mümkün olduğunca iyi sıkılması gerekmektedir. Bu amaçla gerekirse presin üzerinde bir
kişinin çıkarak kayışların sıkılması en ideal olanıdır. Bulunduğunuz yerin iklimine göre,
kurutma kâğıtlarını her gün en az bir kez değiştirmek gerekir ve bu işlem bitki tam olarak
kuruyana kadar tekrarlanır. Kurutma kâğıtlarının ilk değiştirilme işlemi sırasında gazete
kâğıtları açılarak preslenmiş bitkilere bakılır ve kıvrılmış, katlanmış olanlar düzeltilir. Ayrıca
eğer gazete kâğıtları nemlenmiş ise bunları da değiştirmek gerekir. Presler genellikle yarı
gölge ve hava akımının olduğu yerlere bırakılırsa bitkiler çok fazla gevremeden daha kolay
kururlar. Yani presleri direk güneş altında bırakmamak, örneklerin daha sağlıklı kurumaları ve
daha uzun ömürlü olmaları açısından önemlidir. Preslemenin ilk birkaç günü kâğıtların
değişimi işleminden sonra kayışlar yine çok sıkı gerilir. Daha sonra ise kayışları biraz daha
gevşek sıkarak bitkilerin aralarından hava akımını sağlamak yararlı olacaktır.
Yukarıda anlatılanlar atmosferdeki nem oranının çok yüksek olmadığı yerlerde
uygulandığı bir yöntemdir. Soğuk ve nemli yerlerde, ayrıca subtropik ve tropik yerlerde,
suyun dışarı çıkışı daha yavaş olacağından preslenen bitkilerin özellikle bakteri ve
mantarlardan etkilenmesi çok daha kolaydır. Bu nedenle örneklerimiz küflenerek çürümeleri
söz konusu olabilir. Bunun için örneklerin daha hızlı kurutulmaları gerekmektedir. Presler dik
olarak sehpaların üzerine yerleştirilip üzerleri bir bez ile kapatılarak altında bir ısı kaynağı ile
ısıtılıp kurutulmaları örneklerin bozulmadan çabucak kurumalarına olanak verir.
2.4. Arazide Gerekli Notları Alma ve Etiketleme
15
Her toplayıcının kendine ait bir arazi defteri olması gerekir. Bu defter sağlam ve
kullanışlı olmalıdır. Arazide gerekli notları almak için bu defter kullanılır. Arazi defterinde
olması gereken kısımlar aşağıdaki gibidir:
1. Bitki Numarası: Her bitkiye ayrı bir numara verilir. Bu numara bitki toplayıcısının
kendi numarasıdır. Deftere yazılan numaranın karşısına bitki ile ilgili bilgiler (il, ilçe,
köy, mezra, yayla, dağ, mevkii, yükseklik, koordinat, toplama tarihi vb.) yazılır. Bitki
preslenirken aynı numara küçük bir kâğıda (yaklaşık 5 x 10 cm) yazılarak
gazetenin içerisine bırakılır ya da gazetenin bir köşesine yazılır.
2. Bitki Đsmi: Eğer biliniyorsa bitkinin familya, cins veya tür adı yazılır. Bu işlemi
gazetenin içine konulan numara kâğıdına ya da gazetenin bir köşesine yazılan
numaranın hemen yanına yazılır.
3. Mevkii: Bitkinin toplandığı mevkiinin adı haritada yazıldığı gibi, eğer haritada
yoksa haritadaki en yakın uzaklık verilerek yazılır veya o bölgede yaşayan birisine
sorulur. Örneğin; Hatay, Samandağ, Meydan köyü, Arı Tepe.
4. Habitat: Bitkinin toplandığı anakaya, toprak cinsi, bulunduğu ortam (orman,
makilik, bozkır, kayalık, kayalık yamaç, su kenarı, bataklık, çayırlık, taşlık vb.)
dikkatlice gözlenerek yazılmalıdır.
5. Yükseklik: Bitkiyi topladığımız yerin yüksekliği altimetre ya da GPS’ten okunarak
yazılmalıdır.
6. Koordinat: Son yılarda oldukça yaygınlaşan bitkinin toplandığı yerin
koordinatlarını belirtme işlemi için GPS cihazından yararlanılmalıdır.
7. Önemli Notlar: Bitkiler toplanıp kurutulur kurutulmaz bazen hemen tayin
edilmeyebilirler, ya da kuruduktan sonra özellikle renklerinde değişim görülebilir.
Bu nedenle tayinde yardımcı olacağını düşündüğümüz bazı özellikleri (bir yıllık,
çok yıllık, bitkinin duruşu, çiçek rengi, yaprak veya çiçek üzerindeki renkli benek
veya süsler vb.) not etmemiz gerekir.
8. Toplama Tarihi: Bitkinin toplandığı tarih yazılır. Eğer toplayıcı ile birlikte arazi
çalışmalarına katılmış başka araştırmacı ya da koleksiyoncu varsa bu kısma
yazılır.
Toplanan bitkilerden uzun yıllar yararlanmak ve varlıklarının sürekliliğini sağlamak için
belirli koruma teknikleri uygulanmaktadır. Bunlardan geçmişte en yaygın olanı kimyasal
maddeler (paradiklorobenzen, karbonsülfür, civa biklorid, DDT vs.) ile koruma (zehirleme)
iken günümüzde şoklama tekniği (ısı şoku, soğuk şoku, kısa dalga şoku) denilen yöntemler
kullanılmaktadır.
16
KUŞ GÖÇÜ VE GÖZLEMCĐLĐĞĐ
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Atmaca
MKÜ Ziraat Fakültesi
Peyzaj Mimarlığı Bölümü Antakya Hatay
Türkiye’nin Kuşlar Açısından Önemi
Türkiye’nin üç kıta arasındaki coğrafi konumu, yeryüzü şekillerindeki çeşitlilik, iklimsel
değişkenlik, çok farklı ana kaya türünün bir arada bulunması ve 120 bin ile 10 bin yıl öncesi
arasında yaşanmış buzul dönemleri, bu topraklar üzerindeki biyoçeşitliliğin zengin
olmasındaki en temel etkenlerdir.
21. yüzyıla gelindiğinde ise doğal süreçlerin milyonlarca yılda bıraktığı izlerin çok kısa bir
zaman dilimi içerisinde insanlık tarafından yok edildiğini görmekteyiz. Biyolojik çeşitlilik,
dünyanın doğal çehresinden hızla silinen bu izler arasında yer almaktadır. Tüm dünyada
olduğu gibi, Türkiye’de de yok oluşu en aza indirmek için pek çok doğa koruma projesi
yürütülmektedir. Önemli doğal alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımı, doğayı
korumak için yürütülen çalışmaların ana hedefidir. Bu nedenle, dünyanın pek çok yerindeki
devlet kuruluşları, üniversiteler ve sivil toplum örgütleri korunması gereken alanlar hakkında
veri toplamakta ve bunları analiz etmektedir.
Yurdumuz kuş faunası bakımından son derece zengin çeşitlilik gösteren bir ülkedir. Kuşlar
aleminde bulunan yaklaşık 9600 ayrı kuş türünün 500'ü Avrupa'da yaşarken Türkiye'de en az
450 ayrı cinse rastlanmaktadır. Üstelik de Türkiye'nin kuşları hem Avrupa, hem de Asya'ya
ait olduğu değerlendirilirse ülkemizin gerçekten bir kuş cenneti olduğu açıkça görülecektir.
Uluslararası Kuşları Koruma Konseyi'nin Kuş Cennetleri'nin saptanmasına yönelik yaptığı
çalışmalarda ülkemizde 70 kuş cennetinin varlığı saptanmıştır. Özellikle 15'inin acilen
koruma altına alınması gereken cennetleri bekleyen en büyük tehlikeler arasında ise
kontrolsüz ve usulsüz avcılık, yapılaşma, sazlık ve sulak alanların işgali, sulak bölgelerde ki
aşırı su kullanımı ile ortaya çıkan kuraklık, yangınlar, kalabalık ve gürültülü ortamlar
sayılabilir.
Avrupa’nın kuşları 2004 raporuna göre Türkiye AB ülkeleri içinde 450 tür ile en çok kuş
türüne sahip görünmektedir. Türkiye'yi 281 tür ile Fransa, onu da 261 türle Đspanya takip
etmektedir. Ancak kuş sayısındaki azalma oranında %53,6 ile Türkiye birinci sırada yer
almaktadır. Yapılan araştırmalar ve sayımlar sonuçlarına göre son on yılda kuşlarımızın
yarısını kaybettiğimiz söylenebilir
Her yıl yaklaşık 500 bin kuş, Türkiye üzerinden göç
etmektedir. Türkiye, Doğu Avrupa'yı Afrika'ya bağlayan
güzergâh üzerinde önemli bir geçiş noktasıdır. Đlkbaharda
başlayan Afrika'dan Avrupa'ya süzülen kuş göçünde iki
önemli
noktanın
bulunmaktadır.
Bunlardan
biri
Đspanya'daki Cebalitarık Boğazı, diğeri ise Hatay
bölgesidir. Leylek, pelikan, turna ve yırtıcı türdeki 'süzülen'
kuşların denizi geçerken de Đstanbul Boğazı gibi en dar
noktaları tercih ettikleri gözlenmektedir. Süzülen kuşlar,
yüksek dağları aşarken de Artvin'in Borçka ilçesi ve
Hatay'ın Belen ilçesi gibi daha alçak geçitleri
kullanmaktadır.
Şekil 1. Avrupa Afrika arasındaki ana kuş göç yolları
17
Đlk ve sonbaharda Boğaziçi üzerinden geçen kuşların çoğu, Türkiye’de kuluçkaya yatan
türdeşleriyle birlikte, Nur Dağları’ndan geçerler.
Sonbahar göçmenlerinden süzülerek uçanlar, Đskenderun Körfezi’nin etrafını dolanarak Nur
Dağları’nı uygun bir noktadan aşar, sonra Rif Vadisi’ni izlerler. Buna karşılık, gözlemler
kaşıkçı, ak pelikan, leylek ve küçük yırtıcı kuş türlerinin genellikle Đskenderun Körfezi’ni
dolaşmadan, deniz üzerinden uçtuklarını gösterir. Nur Dağları üzerinden yapılan göçün şekli
ve göçe katılan türler, Đstanbul Boğazı ile benzerlik gösterir. Đlkbahar göçü konusunda ise,
elde çok az veri vardır. Sonbahar göçü ağustosun ikinci yarısıyla eylülde gerçekleşir (yırtıcı
göçü büyük olasılıkla ekim ortasına dek uzar. Ancak, bu dönemde hiç sayım
yapılmadığından kesin bir şey söylenememektedir). Leylek (82.887), kara leylek (3303), ak
pelikan (6203) ve çoğunluğu arı şahini, yoz atmaca ve küçük orman kartalından oluşan
26.756 yırtıcı kuşun bu bölgeden göç ettiği gözlenmemiştir. 1992 ilkbaharında bir gün
içerisinde Belen Geçidi’nde 9950 leylek sayılmıştır. Nur Dağları’ndaki ormanların yırtıcılar için
önemli bir konaklama alanı olduğuna dair herhangi bir bilgi yoktur.
Şekil 2. Süzülerek göç eden kuşların
Türkiye üzerindeki ana göç yolları
KUŞ GÖZLEMCĐLĐĞĐNDE TEMEL KRĐTERLER
Kuş gözlemciliği doğayı kuşların dünyasından tanımayı sağlayan bir gözlem
sporudur. Sağlıklı bir çevrenin en iyi göstergesi olan kuşlar her türlü yaşam ortamında
bulunurlar. Kent içerisinde parkta, sulak alanda, bozkır, orman, çöl gibi hemen her yerde kuş
gözlemciliği yapılabilir.
Başarılı bir kuş gözlemci olmak için ilk koşul, kuşları doğal yaşam alanlarında nasıl
gözleyebileceğinizi öğrenmek ve gördüklerinizi tanımlamaktır. Bunu yapmak için, gözlemleri
doğru olarak kaydedebilmek amacıyla nasıl not alınacağını ve nasıl taslak kuş çizimi
yapılabileceğini öğrenmeniz gerekir.
Tanımadığınız bir kuş gördüğünüzde, onunla ilgili notlar almak, onu bir elkitabından
bulup hemen orada tanımlamaya çalışmaktan her zaman daha iyidir. Hiçbir zaman sadece
hafızanıza güvenmeyin, çünkü çoğunlukla bir kuş diğerinden yalnızca çok küçük bir ayrıntıyla
ayrılır. Bu notlar (arazi notları olarak adlandırılır), daha sonra yararlı bir bilgi birikim
oluşturacaktır.
Bir Kuşun Vücut Bölümleri
Kuşları doğru olarak tanımlamak için onların vücut bölümlerinin adlarını öğrenmemiz
gerekir. Kuşları gözlemeye giderken yanınıza, üzerinde vücut bölümleri gösterilmiş taslak kuş
çizimlerinden alabilirsiniz. Bunları, yeni bir çizim yapmaya gerek kalmadan renkleri
kaydetmek ve not almak için kullanabilirsiniz.
Kuş Çizimleri Yapmak
Bir kuşun vücut bölümlerini öğrendikten sonra, arazideymiş gibi hızlıca kuş çizimleri
yapmaya ve bunların yanlarına notlar almaya çalışın. Bütün kuş çizimlerinde ilk olarak baş ve
gövde için iki oval çizin. Kuyruk, bacaklar, göz ve gagayı ekleyin. Zamanınız elverdiğince
18
kanat şeklinin, tüylerin ve diğer özelliklerin ayrıntılarını kaydedin. Bu çizimler gerçeğin aynısı
olmaz zorunda değildir. Onları da bir çeşit kısaltma gibi düşünün.
Arazi El Kitapları
Arazi elkitaplarında bir bölgede bulunan bütün kuşların resimleri ve tanımlamaları
bulunur. Đyi elkitapları, erkekleri, dişileri (birbirlerinden farklarını) ve yavrularını ayrı ayrı
gösterir. Ayrıca, kuşların tüy örtüsündeki mevsimsel değişiklikleri ve uçuşlarını da gösterirler.
Bazı elkitapları, sadece bir ülkenin kuşlarını, bazıları ise bir kıtanınkileri ele alır. Diğer kuş
gözlemcileriyle görüşerek ve elkitaplarını inceleyerek hangisini seçebileceğinizi araştırın.
Đleride birkaç elkitabına gereksinim duyabilirsiniz.
Kuş Grupları
Bütün canlılar gibi, kuşlar da fiziksel özelliklerine ve davranışlarına göre gruplara
ayrılmışlardır. Sistematik sınıflandırma olarak adlandırılan bu gruplandırma sistemi ilk kez,
18. yy da Đsveçli doğabilimci Linnaeus tarafından hazırlanmıştır. Bundan sonra, birkaç kez
yeniden düzenlenmiştir. Bu, dünyanın her yerindeki ortinologlar tarafından anlaşılabilmesi
için, Latince ve Yunanca sözcüklere dayanan bilimsel adlandırmaların kullanıldığı
uluslararası bir sistemdir.
Kuşların Sınıflandırılması
Yaklaşık 9600 bilinen kuş türü vardır. Bu kuşların hepsi Aves olarak adlandırılan hayvan
sınıfını oluştururlar. Bu sınıf, türlerin ortak ve farklı özelliklerine göre, daha küçük gruplara
ayrılır. Sınıf, ilk olarak kım adı verilen 23 alt gruba ayrılır. Her takım ailelere ayrılır. Toplam
144 aile vardır. Aileler cinslere, cinsler de türlere ayrılır.
KUŞLARIN GÖZLENECEĞĐ YERLER
Kuşların nasıl gözleneceği ve onlar hakkında be çeşit bilgilerin not edileceği konusunda biraz
bilgi sahibi olduktan sonra, kuşları gözleme ve tanımlama denemeleri yapmanız gerekecektir.
Başlangıç
Kuş gözlemeye pencereden dışarı bakarak başlayabilirsiniz. Nerede olursanız olun, bazı
kuşları görmek için büyük olasılıkla çok uzun süre beklemek zorunda kalmayacaksınız.
Pencerenin önüne, balkona veya bahçeye biraz yem koyarsanız, kuşlar kısa bir süre içinde
oraya alışırlar. Parklar, özellikle de göler, kuş koruma alanları ve av kuşları (ördekler, kazlar
ve kuğular) bulunanlar, yabani kuşlar ve belirli bir alanda özellikle tutulan kuşlar için barınma
ortamlarıdır. Bu yerler, çok sayıda kuş türünü görmek için uygundur.
Kuş gözlemeye uygun doğal yaşam alanları
Genellikle bir doğal yaşam alanı, besin ve barınak açısından ne kadar çeşitliyse orada
bulunan tür sayısı o kadar çok olur. Burada çok çeşitli kuş türlerini görebileceğiniz bazı doğal
yaşam alanlarını görüyorsunuz. Đki ya da daha fazla doğal yaşam alanının bir arada olduğu
yerler, kuş gözlemlemek için genellikle çok daha uygundur.
Orman Ve Koruluklar
Orman ve korulukların farklı bitki örtüsü katmanları, pek çok kuş türü için yuva alanları, besin
ve barınak sağlar. Yaprakdöken ağaçlar, iğneyapraklı ağaçlara göre daha çok kuş türünü
barındırır.
Göller, Göletler ve Akarsular
Göller ve göletlet bir çok ördek türü için olduğu kadar, kuğular, suyelveri ve balıkçıllar gibi su
kuşları için de uygun alanlardır. Derekuşları ve kuyruksallayanlar gibi kuşlar ise hızlı akan
akarsularda veya kıyılarında görülebilirler.
Deniz kıyıları, kayalıklar ve haliçler
19
Kumlu ve çamurlu kıyılar, gelgit nedeniyle sular çekildiğinde, pek çok kuş türünü çeken çok
çeşitli besinler sunar. Taşlı kayalıklar, yaşamının büyük bir bölümünü denizde geçiren
kuşlara yuva alanları sağlar. Haliçler, pek çok göçmen kıyı küşü için beslenme ortamıdır.
Çiftlik alanları
Bazı çiftlik alanları pek çok kuş türünü çeker. Ancak, ağaçların kesildiği, çiftlik alanlarının
çitlerle çevrildiği ve çok miktarda kimyasal maddenin kullanıldığı bölgelere daha az kuş gelir.
HAZIRLANMA
Kuş gözlemi gezisine çıkarken, bazı hazırlıklar yapmanız gerekir. Bu iş için bir sürü pahalı
alet satın almanıza gerek yoktur. Fakat uygun giysiler giymeniz ve işinizi kolaylaştıracak iyi
bir dürbüne sahip olmanız önemlidir.
Giysiler
Kuş gözlemi giysileriniz rahat, su geçirmez ve hava durumuna uygun kalınlıkta olmalıdır.
Renkleri de önemlidir. Kuşlar çok ürkektir ve doğal olarak insanlardan korkarlar. Bu nedenle
sizi fark ettiklerinde hemen kaçacaklardır. Gizlenmek için pastel renkli giysiler giymelisiniz.
Genellikle kahverengi, gri ve soluk yeşil gibi, gideceğiniz ortama en çok uyabilecek
renklerdeki giysileri tercih edin.
Fotoğraf makineleri
Başlangıçta yanınıza fotoğraf makinesini almamanız daha iyi olur. Güçlü teleobjektifli bir
makineye sahip usta bir fotoğrafçı olmadığınız sürece, dürbünle kuş gözleyerek, not alarak
ve çizim yaparak daha çok şey öğrenirsiniz.
Eşyalar
Ağırlık yapmaması için yanınıza olabildiğince az eşya alın. Ama çok kısa bir gezi
planlıyorsanız, biraz yiyecek ve içecek almayı ihmal etmeyin. Eşyalarınızı bir leyin içinde
taşımanız gerekecektir. Giysilerin büyük ceplerinde veya bel çantasında eşya taşımak
kolaydır. Veya küçük bir sırt çantası alabilirsiniz.
Dürbün
Dürbün, havada ve suda nokta kadar görünen kuşların renklerini ve şekillerini görmenizi
sağlar. Bu, türü daha tanımlama şansı verir ve davranışlarını daha ayrıntılı görmenizi sağlar.
Dürbünler genellikle iki sayıyla tanımlanır. Örneğin, 8*40. ilk sayı dürbünün büyütme gücünü
(*8), ikinci sayı ise merceklerin milimetre olarak çapını gösterir. Daha büyük mercekleri olan
dürbünler, daha fazla ışık alırlar ve daha az ışıkta kullanmak için daha uygundurlar. Ancak bu
tip dürbünler daha ağırdırlar.
Dürbünü Ayarlama
Dürbünü kullanmadan önce gözünüze göre ayarlamanız gerekir. Dürbünü sol gözünüze göre
ayarlamak için sağ objektif merceğini kapağıyla veya elinizle kapatın. Sol gözünüzde net bir
görüntü oluşana kadar netlik ayar düğmesini döndürün. Sağ gözünüze göre ayarlamak için
ise aynı işlemin tersini yapın. Dürbününüzü bir kez ayarladıktan sonra, göz merceği ayar
düğmesiyle oynamanıza gerek kalmayacaktır. Göz merceği ayar düğmesini aynı konumda
tutun ve gerektiğinde netlik ayar düğmesini döndürün.
Teleskop
Teleskop, sudaki veya karadaki kuşları görmek için kullanılabilir. Yüksek büyütme çok güzel
görüntüler yakalamaya yarar. Ama teleskoplar pahalı ve ağır araçlardır. Teleskoplar
genellikle üç ayak adı verilen bir sehpa üzerine konulur. Büyütme gücü genellikle *20 dir.
Fakat uzaklığa göre ayarlanan merceğiyle iyi ışıkta *60 ve daha fazla büyütme de
sağlanabilir.
20
BECERĐLERĐNĐZĐ GELĐŞTĐRME
Arazide fark edilmeden kuşlara yaklaşabilmek sabır, anlayış ve beceri gerektirir. Bunu
yapabilmeniz için geliştirmeniz gereken teknikler arazi becerileri olarak bilinir.
Ornitolojiyi en iyi şekilde öğrenebilmek için kuş gözlemeye en uygun zamanları da bilmeniz
gerekir. Çünkü dünyanın birçok yerinde, kuşların etkinlikleri yılın belirli zamanları veya günün
belirli saatlerinde farklılık gösterir.
Mevsimsel değişmeler
Dünyanın bir çok yerinde kuşların yaşantısı ve türlerin çeşitliliği mevsimden mevsime değişir.
Kuşlar üremek ve yavrularını büyütmek için belirli bir bölgede kalırlar. Diğer zamanlarda ise
besin bulmak için yer değiştirirler veya tamamen göç ederler. Arazi elkitapları, kuşları yerli,
göçmen veya başıboş olarak tanımlayarak, bir kuşu yılın hangi zamanlarında görme
olasılığınız olduğunu bilmenize yardımcı olurlar.
•
•
•
•
Yerli kuşlar, tüm yıl boyunca aynı bölgede kalan kuşlardır: mesela kuzey kardinal
kuşları.
Göçmen kuşlar, zamanlarını mevsimlere göre iki farklı bölgede geçiren kuşlardır.
Mesela kara sinekkapan kuşları
Göç sırasında bir bölgeden geçen kuşlar, o bölge için geçici göçmenlerdir.
Göç sırasında kayboldukları veya rüzgarla rotalarının dışına sürüklendikleri için
bulunmaları beklenen bölgelerin dışında görülen kuşlar başıboş olarak tanımlanır.
Arazi Becerileri
Yabani kuşlara, gözlem yapabilecek kadar yaklaşmanın iki yolu vardır. Ya bie avcı gibi
sessizce yaklaşırsınız ya da uygun bir yer seçip yakınınıza gelecek kuşları gözlemek üzere
beklersiniz. Đlk deneme için “bekle ve gör” yöntemi en iyisidir. Bu, açık bir alanda
yapılabileceği gibi, gözetleme kulübesinden de yapılabilir. Kuşların gelem olasılığı olan bir
yer seçin ve rahatça yerleşin. Bir şeyin arkasına saklanın veya bir çalının, ağacın ya da
kayanın önüne oturarak siluetinizi gizleyin. Güneşi arkanıza alarak oturun. Böylece
gözlerinizi kısarak bakmak zorunda kalmazsınız. Işık, dürbününüzde yansıma yapmaz.
Sessiz ve hareketsiz durun.
Sessizce Yaklaşmayı Öğrenme
Çiftlik alanları ve ormanlardaki patikalar, kuşları sessizce yaklaşarak gözetlemek için uygun
yerlerdir. Đnsanın az bulunduğu, bol çalılıklı bitki örtüsü olan yerlerin hepsi uygundur. Uzaktan
bir kuş veya kuş sürüsü seçin ve onları rahatsız etmeden çok yakından izleyebileceğiniz en
uygun yeri belirleyin.
Gizlenme
Sessizce yaklaşırken, öncelikle gizlenmeye özen göstermelisiniz. Her durumuda tamamen
saklanmak zorunda değilsiniz. Ama siluetinizi gizlemelisiniz. Ufuk çizgisini arkanıza almaktan
sakının. Harekete geçmeden önce en iyi gizlenebileceğiniz yolu belirleyin.
Dikkat Edilecekler
Hareketlerinize dikkat edin. Yavaş ve sessiz yürüyün. Kuru bitkiler ve su birikintilerinden uzak
durun. Tahtalı güvercin ve alakarga gibi, sizi fark ettiklerinde çok gürültü yaparak diğer
kuşları uyarabilecek kuşlara karşı dikkatli olun. Kışın, beslenen kuşları rahatsız etmeyin.
Dikkati yoğunlaştırma
Dikkati yoğunlaştırmak çok önemlidir. Kuşları gözden kaçırmadan etraftaki her şeye karşı
uyanık olmanız gerek, böylece gerektiğinde hareketlerinizi veya yönünüzü ayarlayabilirsiniz.
Dikkatinizin bir an dağılması, iyi planlanmış bir gözlemi bozabilir.
21
KORUNAN ALANLAR VE KORUMA STATÜLERĐ
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Atmaca
MKÜ Ziraat Fakültesi
Peyzaj Mimarlığı Bölümü Antakya Hatay
Bir ülkenin biyolojik çeşitlilik diye ifade ettiğimiz flora ve fauna zenginliği en önemli doğal
kaynaklarındandır. Bu kaynaklar, gerek sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma yönünden,
gerekse yaşanabilir bir çevre yönünden büyük önem taşımaktadır. Çünkü soluduğumuz hava
için oksijen, enerji için yiyecek, şifa için ilaç kaynağıdır. Ayrıca estetik bir çevre
oluşturulmasında da biyolojik çeşitliliğe ihtiyacımız vardır.
Doğal alanların ve biyolojik çeşitliliğin korunması sadece türler için değil, insanlık için de
büyük önem taşır. Çünkü, doğal alanların yok olması veya tahrip edilmesinden etkilenecek
olan yine insanlardır.
Bu yüzden, konunun önemini anlayan dünya ülkeleri yeryüzündeki henüz bozulmamış veya
bozulmuş ancak yeniden düzenlenebilir nitelikteki alanların korunması yarışına girmiştir.
Đşte biyolojik çeşitlilik ve doğal alanları korumanın en önemli yollarından biri koruma statüleri
ve koruma alanları tesis etmektir.
Ancak ülkemizde halen mevcut olan koruma statülerinin temel hedefi aynı olmasına rağmen ,
uygulamada teknik ve idari yönden bazı karışıklıklar bulunmaktadır. Koruma alanlarının tespit
ve ilanlarının farklı kriterlere dayanmasının yanında bazı temel” koruma kararı” farklılıkları
vardır.
I., II., ve III. Derecede doğal sit kararları bölgesel nitelikteki Tabiat ve kültür Varlıkları Koruma
kurulu tarafından ilan edilen söz konusu alanlarda planlama, düzenleme ve yönlendirme
yapmayan ve ancak yapılan planlar üzerinde görüş bildiren, üçüncü şahısların görüş ve
itirazlarına açık olmayan kapsamdaki koruma kararlarıdır. Sadece koruma kurulları
tarafından “doğrudan karar” ile uygulamaya konulan kararlar alması ve Bakanlar Kurulu
Kararına dayanmaması zaman zaman değişiklikler yapılmasını gündeme getirebilmektedir.
Görüldüğü gibi çevre koruma boyutuna esas alan çevre düzeni planlarının yapılması hedef
alınmaktadır.
TÜRKĐYE’NĐN KORUNAN ALANLARI
Ülkemizdeki önemli doğal alanlar 18 farklı koruma statüsüyle korunmaktadır. Hatta bazen tek
bir alana birkaç koruma statüsü verilmektedir. Bu koruma statülerinin bir kısmı ulusal
mevzuatımıza göre ilan edilirken, bir kısmı da uluslararası sözleşmelere dayanarak
oluşturulmuştur. Ancak tüm bu statüleri uygulayabilmek için kısıtlı olanaklar bulunmaktadır ve
bu nedenle alanlar etkili bir şekilde yönetilememektedir.
TÜRKĐYE'DEKĐ
ALAN
KORUMA
STATÜLERĐ
-
ULUSAL
STATÜLER
Milli Parklar Kanunu
2873 sayılı, 9 Ağustos 1983 tarihli Milli Parklar Kanunu ile ülkemizin yüzde 1,07'lik bir alanına
karşılık gelen toplam 839.663 hektar doğal alan korunmaktadır. Bu kanun kapsamındaki
koruma statüleri olan milli park, tabiatı koruma alanı, tabiat anıtı ve tabiat parkının hangi
amaçla ilan edildiği aşağıda kısaca açıklanmıştır.
Milli Parklar: Bilimsel ve estetik bakımdan ulusal ve uluslararası önemi bulunan; doğal ve
kültürel kaynak değerleri ile koruma, dinlenme ve turizm alanlarına sahip alanlardır.
22
Tabiatı Koruma Alanları: Bilimsel çalışmalar ve eğitim açısından önem taşıyan, nadir,
tehlike altında veya kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemleri ve türleri içeren alanlardır.
Alanların mutlak korunması gerekli olup, yalnızca bilim ve eğitim amaçları için kullanımlarına
olanak tanınmaktadır.
Tabiat Anıtları: Tabiat olaylarının meydana getirdiği sıra dışı özelliklere ve bilimsel değerlere
sahip alanları içermektedir. Tabiat anıtlarının milli park esasları dahilinde korunmaları
gerekmektedir.
Tabiat Parkları: Önemli bitki örtüsü ve yaban hayatı özelliklerine sahip, doğal manzara
bütünlüğü içinde insanların dinlenme ve eğlenmelerine uygun doğal alanlar bu statü ile
korunmaktadır.
Kara Avcılığı Kanunu
Đlk kez 3167 sayı ile 5 Mayıs 1937 tarihinde yayımlanan ve yirmi yıl önce ilk değişikliği
yapılan, 4915 sayı ile 1 Temmuz 2003 tarihinde bir kez daha değiştirilen Kara Avcılığı
Kanunu kapsamında iki alan koruma statüsü yer almaktadır. Yaban hayatı koruma sahaları
ve yaban hayatı geliştirme sahalarının her ikisi de orman rejimine giren yerlerde Çevre ve
Orman Bakanlığı tarafından, diğer yerlerde ise Bakanlar Kurulu'nca ilan edilmektedir. Bu
sahaların ayrılması ve yönetimlerine ilişkin esas ve usuller aynı bakanlık tarafından
çıkarılacak yönetmelikle belirlenecektir. Bu yönetmelik Kasım 2003 itibarıyla hazırlık
aşamasındadır. Yönetmeliğin hazırlanması ile birlikte bu statü sayesinde Türkiye'de türlerin
yerinde korunması konusunda önemli bir mesafe alınacağı düşünülmektedir.
Yaban Hayatı Koruma Sahası: Yaban hayatı değerlerine sahip, korunması gerekli yaşam
ortamlarının bitki ve hayvan türleri ile birlikte mutlak olarak korunduğu ve devamlılığının
sağlandığı
sahaları
kapsamaktadır.
Yaban Hayatı Geliştirme Sahası: Av ve yaban hayvanlarının ve yaban hayatının
korunduğu, geliştirildiği, av hayvanlarının yerleştirildiği, yaşama ortamını iyileştirici tedbirlerin
alındığı ve gerektiğinde özel avlanma planı çerçevesinde avlanmanın yapılabildiği sahaları
içermektedir.
Orman Kanunu
Ağustos 1956'da kabul edilen Orman Kanunu kapsamında doğanın yerinde korunmasına
katkıda bulunan dört koruma statüsü vardır. Bu koruma statülerinin ana amacı doğanın
korunması değil, orman kaynaklarının sürdürülebilir kullanımıdır.
Muhafaza Ormanları: Arazi kayması ve yağmurlarla yıkanma gibi tehlikelere maruz yerlerde
bulunan; şose yol ve demiryollarını toz ve kum fırtınalarına karşı muhafaza eden; nehir
yataklarının dolmasının önüne geçen veya ulusal savunma için korunması zorunlu görülen
devlet ormanlarını, maki veya fundalarla örtülü yerleri içerebilir. Daimi olarak tahrip edilmiş
veya yangın görmüş devlet ormanları da istihsal ormanı haline gelinceye kadar muhafaza
ormanı statüsüne sahip olabilmektedir.
Gen Koruma Ormanları: Bir türün genetik çeşitliliğinin doğal ortamında (in-situ) korunması
amacıyla seçilen ve yönetilen doğal meşcerelerdir. Gen koruma ormanları ile doğada var
olan genetik zenginliğin korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması amaçlanmaktadır.
Tohum Meşcereleri: Mevcut koşullar altında istenilen karakterler bakımından üstün
özelliklere sahip ağaçların bulunduğu, belirli bir coğrafik bölgede yer alan ve tohum üretimi
için özel bir yönetim ve işletmeye tabi tutulan meşcerelerdir. Tohum meşcereleri ile kaliteli ve
kaynağı belli tohum elde etmek amaçlanmaktadır.
23
Orman Đçi Dinlenme Yerleri: Toplumun çeşitli spor ve dinlenme ihtiyaçlarını karşılamak,
turistik hareketlere imkân vermek maksadıyla oluşturulan sahalardır. Bunlar A, B ve C tipi
olmak üzere üçe ayrılır. A tipi, yüksek kaynak değerleri ve ziyaretçi potansiyeline sahip,
çadır, karavan ve bungalov gibi geceleme tesisleri olan ve aynı zamanda günübirlik kullanım
imkânı sağlayabilen sahalardır. B tipi, kent merkezlerinin yakın çevresinde, yüksek ziyaretçi
potansiyeline sahip ve günübirlik kullanım imkânı olan sahalardır. C tipi, kaynak değeri ve
ziyaretçi potansiyeli oldukça sınırlı, genelde mahalli ihtiyaçları karşılamak için oluşturulan ve
günübirlik piknik imkânı veren sahalardır.
Su Ürünleri Kanunu
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı yetkisindeki 23 Mart 1971 tarihli 1380 sayılı Su Ürünleri Kanunu
uyarınca tanımlanan Su Ürünleri Đstihsal Sahaları da alan koruma statüleri arasında
sayılabilir. Aynı kanunun 23'üncü maddesi, sucul türlerin avlanabileceği yerler, avlanma usul
ve esasları ile avlanma zamanlarını düzenleyen tüzükle ilgili konuları içermektedir.
Su Ürünleri Đstihsal Sahaları: Su ürünlerini istihsale elverişli, içinde veya üzerinde herhangi
bir istihsal vasıtası kurulabilen, kullanılabilen su alanlarıdır. Bu çerçevede, ülkemizin tüm kıyı
ve iç sularının su ürünleri istihsal sahası olduğu varsayılarak, su ürünleri istihsalinin
yapılamayacağı yerler Su Ürünleri Kanunu kapsamında çıkartılan sirkülerde belirtilmektedir.
Bu konuda 2002 yılı Aralık ayında yayımlanan en son sirkülerde, birçok düzenlemenin yanı
sıra bölge ve yer yasakları da tanımlanmıştır. Bu sirküler kapsamında, denizkaplumbağası
üreme alanı olarak tespit edilen yerlerle ilgili olarak da birtakım koruma tedbirleri alınmakta
ve ayrıca iç sularımızda belirli dönemler için avlanma yasağı uygulanmaktadır.
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu
Kültür Bakanlığı'nın yetkisi kapsamında 2863 sayı ile 21 Temmuz 1983 tarihinde
yayımlanarak, 3386 sayı ve 17 Haziran 1987 tarihinde birtakım değişlikler yapılan Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, sit alanları ile ilgili düzenlemeleri içermektedir.
Sit Alanları: Tarihöncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup,
yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari vb. özelliklerini yansıtan kent ve kent
kalıntıları, önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış doğal özellikleri ile
korunması gereken alanlardır. Sit alanları kentsel sit, arkeolojik sit, tarihi sit ve doğal sit
alanları olarak ayrılmıştır. Doğal güzellik ve bilimsel açıdan sıradışı, evrensel değeri olan
alanlar doğal sit alanı olarak belirtilmiştir. Doğal sit alanları üç ayrı derece sınıflandırılır.
TÜRKĐYE'DEKĐ
ALAN
KORUMA
STATÜLERĐ
-
ULUSLARARASI
STATÜLER
Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme
Dünya Kültürel ve Doğal Mirası'nın korunması için 16 Kasım 1972 tarihinde Birleşmiş
Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) tarafından kabul edilen sözleşmeye
ülkemiz 14 Nisan 1982 tarihinde taraf olmuştur. Bu sözleşme kapsamında tanımı yapılan
anıtlar, yapı toplulukları ve diğer alanlar kültürel miras olarak kabul edilmiştir. Bu sözleşme
altında korunan alanlar Dünya Kültürel ve Doğal Miras Alanı olarak tanımlanmaktadır.
Avrupa'nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi
Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlerin önderliğinde hazırlanan ve AB'ye üye olmak isteyen
diğer devletlerce de onaylanan bu sözleşme ile taraflar, yabani bitki ve hayvanların ve
bunların yaşama ortamlarının korunmasını amaçlamışlardır. Bu çerçevede sözleşme, kesin
olarak korunması gereken bitki ve hayvan türlerini, korunan hayvan türlerini, yasaklanan av
24
yöntemleri ile ilgili listeleri içermektedir. Ülkemiz bu sözleşmeye 9 Ocak 1984 tarihinde
84/7601 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile taraf olmuştur. Sözleşmeye taraf olanlar ülkelerinde
Zümrüt Ağı Alanları (ASCI - Areas for Special Conservation Interest) ilan edebilmektedir.
Ülkemizde bu statü için ön çalışmalar yapılmaktadır ve bu kapsamda 9 alan zümrüt ağı alanı
olarak tanımlanmıştır.
Barselona Sözleşmesi ve Akdeniz'de Özel Koruma Alanlarına Đlişkin Protokol
Barselona'da 16 Şubat 1976'da kabul edilen Akdeniz'in Kirlenmeye Karşı Korunması
Sözleşmesi çerçevesinde, Akdeniz'deki doğal alanların ve bölgedeki kültürel mirasın yok
olmaması için deniz alanlarının ve çevrelerinin özel koruma alanları olarak korunması
öngörülmektedir. Bu amaçla, 88/13151 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı'yla 7 Ekim 1988
tarihinde Türkiye, Akdeniz'de Özel Koruma Alanlarına Đlişkin Protokol'ü onaylamıştır. Bu
protokol çerçevesinde belirlenen alanlar özel çevre koruma bölgesi olarak tanımlanmaktadır
ve Türkiye'de bu statü Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı Kurulmasına Dair 383 Sayılı
Kanun Hükmünde Kararname ile yasallaşmıştır.
Özel Çevre Koruma Bölgeleri: Tarihi, doğal, kültürel vb. değerler açısından bütünlük
gösteren ve gerek ülke gerekse dünya ölçeğinde ekolojik önemi olan alanlardır.
Özellikle Sukuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar
Hakkındaki Sözleşme (Ramsar Sözleşmesi)
Ramsar Alanları: Ramsar Sözleşmesi, 3895 sayılı kanunla onaylanarak, 17 Mayıs 1994
tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanmıştır. Bu sözleşmenin hükümlerine dayanılarak 30
Ocak 2002 tarihinde Ulusal Sulak Alanları Koruma Yönetmeliği yayımlanmıştır. Bu
yönetmelik, sulak alanların korunması ve geliştirilmesini hedeflemektedir. Yönetmelik
kapsamında uluslararası ölçekte korunan Ramsar alanları ilan edilebileceği gibi, ulusal
düzeyde başka sulak alan koruma sahaları da ilan edilebilmektedir. Bu, yeni bir yasal
düzenleme olduğundan henüz ulusal ölçekte korunan sulak alanların listesi belirlenmemiş ve
sınıflandırmaları yapılmamıştır. Ancak yönetmeliğin genel hükümleri kapsamında tüm sulak
alanların korunması ve akılcı kullanımı gerekmektedir.
Avrupa Birliği Kuşları Koruma Yönetmeliği (79/409/EEC) ve Avrupa Birliği Habitatları
ve Türleri Koruma Yönetmeliği (92/43/EEC)
Natura 2000 Alanları: Avrupa Birliği'nin (AB) Kuşları Koruma Yönetmeliği ve AB Habitatları
ve Türleri Koruma Yönetmeliği altında sırasıyla SPA'lerin ve SAC'lerin belirlenmesi
gerekmektedir. SPA ve SAC'lerin bütünü Natura 2000 adı verilen uluslararası korunan
alanlar ağını oluşturmaktadır. Bu yönetmelik uyarınca AB'ye üye olan her ülke toprakları
üzerindeki hayvanlar, bitkiler ve habitatlar açısından uluslararası öneme sahip alanları
koruma altına almakla yükümlüdür. 1998 tarihli Avrupa Mahkemesi kararıyla BirdLife
International tarafından geliştirilen ÖKA kriterleri, SPA'lerin belirlenebilmesi için en geçerli
yöntem olarak kabul edilmiştir. Ülkemiz AB üyesi olmamasına rağmen, AB ile bütünleşme
sürecinde bu yönetmelikler ulusal mevzuatımızla uyumlulaştırılması gereken bir belge olarak
ortaya çıkmıştır.
Çevre ve Orman Bakanlığı birçok resmi kurumla birlikte ve sivil toplum örgütlerinin de
katkılarıyla biyolojik çeşitliliğin korunmasını tek bir yasal zemine oturtmaya çalışmaktadır. Bu
kapsamda 2005 yılında resmileşmek üzere Doğa Koruma Kanunu adlı bir kanun tasarısı
hazırlanmaktadır. Bu yeni yasanın yukarıda belirtilen koruma statülerini tek bir çatı altında
toplaması beklenmektedir.
25
TÜRKĐYE’NĐN BĐYOLOJĐK ÇEŞĐTLĐLĐĞĐNĐN TEMELĐ VE FAUNASI
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü
TÜRKĐYE’NĐN BĐYOLOJĐK ÇEŞĐTLĐLĐĞĐNĐN TEMELĐ VE FAUNASI
Bundan yaklaşık 15 milyar yıl
önce,
sadece
subatomik
parçacıkların egemen olduğu
bir evrenden, "kütle, zaman,
hız ve enerji aktarımı"nın
egemen olduğu, yani doğal
yasaların
ortaya
çıktığı
evrensel bir dönüşüm "BigBang" yaşandı. Ve bundan
yaklaşık 10 milyar yıl önce ait
olduğumuz
galaksi
şekillenmeye
"Samanyolu"
başladı.
Şekil 1. Galaksi ve Samanyolu Oluşumu
Yine günümüzden yaklaşık 67 milyar yıl önce Samanyolu
Galaksisi'nin kollarının birinin
ortasında çapı 1.500.000 km
olan bir yıldız "Güneş"
şekillenmeye başladı
Şekil 2. SOHO’dan alınmış iki farklı görüntünün birleştirilmesi ile
elde edilen güneş fırtınaları
Güneşin oluşumu ile
birlikte yaklaşık 5 milyar yıl
önce, güneşe yaklaşık 150
milyon km uzakta, çapı
12.500 km olan bir uydu
oluşmaya başladı "Dünya"
“Mavi Gezegen”.
Şekil 3. Dünya-Mavi Gezegen
26
Aynı dönem içinde yaklaşık 4.8
milyar yıl önce, dünyayı yıkıcı
güneş ışınlarından koruyan "Allen
Kuşakları", manyetik kuşaklar
ortaya çıktı.
Şekil 4. Allen Kuşakları – Manyetik Kuşaklar
Güneşin yıkıcı tanecikli
ışınları kutup ışınları halinde
yeryüzüne boşaltılmaya başladı.
Yüksek enerjili ışınların oksijen
atamlarına çarpması sonucu kutup
ışınları (Arora boralis ve arora
australis) oluştu. Buna müteakiben
yerkürede,
yanardağ işlevleri
sonucu,
yerküre
bir
çeşit
terleyerek,
serbest
oksijeni
olmayan yoğun bir atmosfer ve
katı bir taş küre oluşturmaya
başladı.
Şekil 5. Yerkürede Meydana Gelen Bir Yanardağ
Çok yoğun yanardağ işlevlerinin oluşmasıyla katı küre ortaya çıktı, sıcaklık 100 derecenin
altına düşmediği için, su birkintileri ve dolayısıyla okyanuslar henüz oluşmamıştı. Tüm bu
oluşumlar içerisinde dünya sırasıyla şu yapılanmaları gerçekleştirdi.
•
Bundan yaklaşık 4.5 milyar yıl önce okyanuslar ve bizi yıkıcı ışınlardan koruyan
"Đlkin Ozon Tabakası" oluştu
•
Bundan yaklaşık 3.9 milyar yıl önce, kendini çoğaltabilen "Canlılar" ortaya çıktı
•
Bundan yaklaşık 1.5 milyar yıl önce, ilk "Fotosentez Yapan Canlılar" ve bununla
bağlantılı olarak "Serbest Oksijen" ortaya çıktı ve bizi etkin bir şekilde koruya
"Gelişmiş Ozan Tabakası" oluştu.
•
Bundan yaklaşık 570 milyon yıl önce, "Gelişmiş Fotosentetik Bakteriler" ve
"Algler" evrimleşti; "Omurgasız Hayvanlar" denizlere egemen oldu (Kambriyen).
27
Yaklaşık 1 milyar yıl önce mayoz
Đlk karmaşık hücre birbirinin içine
bölünme evrimleşiyor. Rekombinasyon ortaya giren canlılar ile oluşuyor. Mitokondri ve
çıkınca, canlılık patlarcasına çeşitlenme kloroplastlar bir zamanlar bağımsız
olanağını buluyor “Kambriyen Patlaması” canlılardı.
yaşanıyor ve bugünkü canlı şubelerinin tümü
oluşuyor.
Şekil 7. Mitokondri Gücü
Şekil 6. Mayoz Bölünme
ĐLK ÇOK HÜCRELĐ CANLILAR ORTAYA ÇIKIYOR
Şekil 8. Cyclosmall
Şekil 10. Nemianasmall
Şekil 9. Charniasmall
Şekil 11. Dickinsoniasmall
28
DAHA KARMAŞIK ORGANĐZMALAR SAHNEYE ÇIKIYOR;
•
Bundan yaklaşık 430 milyon önce yıl deniz algleri yaygınlaştı, ilk eklembacıklılar
ortaya çıktı; likenler ve iletim demetli bazı bitkiler ile bazı eklembacaklılar birkaç
koldan karaya çıkmaya başladı (Silüriyen).
•
Bundan yaklaşık 400 milyon yıl önce "Đletim Demetli Bitkiler" evrimleşti; "Kemikli
Balıklar" çeşitlendi, "Đlk Amfibi" oluştu, böcekler yaygınlaştı (Devoniyen).
•
Bundan yaklaşık 350 milyon yıl önce iletim demetli bitkiler yaygınlaştı, "Đlk Tohumlu
Bitkiler" ortaya çıktı; amfibiler yaygınlaştı, yarıbaşkalaşımlı böcekler yaygınlaştı
(Karbonifer'in başı).
•
Bundan yaklaşık 300 milyon yıl önce iri yapılı ilkel iletim demetli bitkiler yaygınlaştı,
“eğreltiler ve iğneyapraklı ağaçlardan oluşan büyük ormanlar ve kömür yatakları
meydana geldi” (Karbonifer'in sonu).
•
Bundan yaklaşık 280 milyon yıl önce, ilkel iletim demetli bitkiler aniden azaldı,
“Sürüngenler evrimleşti”; trilobitler tümüyle ortadan kalktı (Permiyen).
Şekil 12. Hallucigenia (ilk eksteremiteli hayvan)
Şekil 13. Aysheaia-Onikofor atası
29
KITALAR YER DEĞĐŞTĐRĐYOR
Orta Kambriyen
Pangea- Burgess Faunası döneminde (540-500 milyon yıl önce) Oksijen düzeyi
bugünkü düzeyde Kahverengi kara kütlesi Gondwana’yı oluşturacak şekilde hareket
etmektedir. Her iki kutuptan görebilmesi için kutupların yeri çarpıtılmıştır.
Ordovisiyen
(500-440 milyon yıl önce). Bu dönemde kara kütlesinin büyük bir kısmı Güney
Kutbu’nda toplanmıştır. Gondwana güneye doğru hareket ediyor (kahverengi karalar).
Kuzeydeki kıtalar, Kambriyen’e göre birbirine daha çok yaklaşmıştır. Güney Amerika, bu
dönemde, Güney Kutbun ortasında yer alıyor.
Devon
(400-345 milyon yıl önce) Güney ve kuzeydeki kara parçaları birbirine yaklaşmaya
başlıyor. Mercanlarda, kabuklu kafadanbacaklılarda patlarcasına evrimsel çeşitlenme görülür.
Çeneli balıklar ortaya çıkmış ve çeşitlenmiştir. Karayosunları, atkuyrukları ve amfibiler
karaları istilaya başlıyor. Đki kıtanın çarpışması sonucu, denizel türlerde kitle halinde yok oluş
görülür.
Perm
(290-250 milyon yıl önce) Bu Süper Kıta’nın orta kısmında son derece sert iklim
egemen olmuştur. Dünyanın en büyük buzullaşmasının bu dönemde olduğu varsayılır.
Dolayısıyla denizlerin düzeyi düşmüş; sığ denizler kurumuştur. Bu denizlerde yaşayan
canlıların çoğu yok olmuştur. Günümüz böceklerinin belirli bir kısmı, örneğin Odonata
örnekleri, ortaya çıkmıştır. Devrin sonuna doğru sürüngenler, amfibilere egemen olmuştur.
Tatlısu balıkları büyük ölçüde çeşitlenmiştir. Memelilere giden hat bu dönemin sonuna doğru
şekillenmeye başlamıştır. Bu dönemin sonunda denizel ve karasal türlerin %90’nı 10 milyon
yıl içerisinde ortadan kalkmıştır. Bu ortadan kalkışın nedeni, Siberiya’daki yoğun volkanik
aktiviteler olabilir. Meteor düşmesi saptanmamıştır. En büyük nedeni, iki kıtanın çarpışması
olabilir. Pangea’nın iç kısmı büyük ölçüde yukarıya kalkarak, sert bir iklimin ortaya
çıkmasına neden olmuştur.
Bundan yaklaşık 250 milyon yıl önce, “iğneyapraklı ağaçlar yaygınlaştı”.
“Dinozorlar sahneye çıktı” (Triyas).
Şekil 14. Triyas
30
Yeryüzüne düşen büyük çaplı meteorlar kitlesel ölümlere neden oldu. Canlı türlerinin
yaklaşık %90 ortadan kalktı
Şekil 15. Meteor Çukuru
Bundan yaklaşık 180 milyon yıl önce, “ilk kuşlar evrimleşti”; dinazorlar çok
yaygınlaştı.
Bundan yaklaşık 130 milyon yıl önce “Dinazorlar ortadan kalktı”; Tam başkalaşımlı
böcekler patlarcasına evrimleşti” (Kretase).
Bundan yaklaşık 200 milyon yıl önce, iğneyapraklı bitkiler egemenliklerini sürdürdüler.
“Đlk memeliler ortaya çıktı” (Jura).
•
Şekil 16. Jura (Đlk Memeli)
•
Bundan yaklaşık 25 milyon yıl önce karalarda memeliler, kuşlar ve böcekler ile
otsu bitkiler ve geniş yapraklı ağaçlar patlarcasına dallandı (Miyosen)
ĐNSANA
DOĞRU
EVRĐMLEŞME
(4.5
milyon
yıl
önce)
Bundan yaklaşık 6.5 milyon yıl önce Güney Doğu Afrika'da ayağa kalkmış, merak duygusu
oldukça gelişmiş, “Đnsansılar dediğimiz bir tür sahneye çıktı” (Pliyosen).
31
DÜNYAYA EGEMEN OLMAYA ÇALIŞAN TÜR: ĐNSAN SAHNEYE ÇIKIYOR
Şekil 17. Đlk Đnsan Đskeletleri
•
Ortaya çıkan bu yeni canlı türü, yani insan, alet yapabiliyor, ateşi kullanabiliyor ve en
önemlisi öğrendiklerini gelecek kuşaklara ve zamandaşlarına sözlü olarak öğretiyordu.
Böylece canlılar dünyasında artık bilgi birikimi başlamıştı. Bireyler, atalarının
deneyimlerini kullanabiliyor ve öğrendiklerini gelecek kuşaklara aktarabiliyorlardı.
Elimizdeki bilgiler, bu özelliğini insanlığı en önemli özelliği olan “merak duygusu”
ile başladığını göstermektedir. Çünkü, insan dediğimiz bu canlı türünden önce hiçbir
canlı, merak duygusunu geliştirememişti.
ĐNSANA ve ĐNSANLIĞA GĐDEN YOL...
*
Evrimsel süreç içerisinde tüm canlıların kazanmış oldukları, kendini merkeze koyma
duygusu, insanda da "Antroposentrik Görüş", yani ben merkezli düşünce tarzının egemen
olmasını sağlamıştır. Açık açık dile getirmesek dahi, bulunduğumuz yerin en şu anda en
önemli yer, konuştuğumuz konunun da en önemli konu olduğu sanısına kapılırız. Bu düşünce,
insanı homojen bir obje olarak görmeye sürüklemiştir. Halbuki insanın tanımında, biraz sonra
değineceğimiz "toplulukları birbirinden ayıran, yani insanı insan ayıran" en önemli üç
unsurun yanısıra, güzelliğin, çirkinliğin, yalancılığın, dolandırıcılığın, ahlaksızlığın,
özverinin, yardımseverliğin, egoistliğin de, bugünkü kültürümüz içerisinde iyi ya da kötü
olarak tanımlanmış tüm özelliklerin insani özellikler olduğunu unutmayalım.
*
Yukarıda değindiğimiz özelliklerin yanısıra, üç unsur, insanlık tarihine damgasını
vurmuştur ve vurmaktadır. Đnsan olmanın ikinci “birincisi meraktı” en önemli adımı sayılan
"Empati"yi, yani başkalarının duygularını anlayabilme özelliğini yeterince geliştiremeyen
toplum ve bireylerde bu üç unsur, çatışmaların temelini oluşturmuştur.
32
ĐNSANLARI BĐRBĐRĐNDEN AYIRAN EN ÖNEMLĐ ÜÇ UNSUR
1. Irk: Đnsan soyu, oluştuğu yerden çıkıp dünyanın dört bir yanına yayılınca, yayıldığı
yerlerdeki coğrafik koşullara göre yapısal değişikliklere uğrayarak insan ırklarını meydana
getirdiğini biliyoruz. Her coğrafik bölgede o bölgenin kendine özgü coğrafik koşullarına
uyum yapan ırkların oluşması insan soyunun evrimi ile ilgili bir süreçtir. Her ırk, geçmişin
bize bıraktığı kutsal bir çeşitliliktir.
•
Irkları, birbirleriyle kıyaslayıp, ait olduğumuzun dışındakileri, aşağılamak, bugün
uygar insanların irkildikleri "Irkçılık" diye tanımlanmıştır.
2.
Dil ve kültürel farklılaşma: Sosyal gereksinmelerinin gereği, yaşamları süresince
öğrendiklerini gelecek kuşaklara ve zamandaşlarına iletebilmek için, coğrafik uzaklıklarına
göre birbirleriyle akrabalık ilişkileri de kurulabilen, en önemli iletişim aracı olarak, "dilleri"
geliştirmişlerdir.
Buna bağlı olarak gelenek ve görenekler de çeşitlenmiştir. Bunların tümü
kültürü oluşturmuştur.
Bir kültürün diğerleri üzerinde baskı kurmasını öngörme, daha değerli olduğunu
savunma ve onu yok etme girişimleri "Kültür Şövenizm"ini ortaya çıkarmıştır.
Bu da dünya mirasının fakirleşmesi anlamına gelmektedir.
3. Din (duruma göre inanç): Bundan yaklaşık 8-10 bin yıl önce, dünyada önemli bir
kuraklık başlayınca, gezici-toplayıcı olan insan toplulukları, tarihe damgasını vuran, bir
anlamda daha sonra akacak akan kanların da nedeni olarak görülen din ve kültür farklılığının
yeşerdiği, belli başlı 3 bölgede, su başlarına toplanmıştır.
Bu bölgeler Yukarı Mezopotamya, Güneydoğu Asya ve Orta Amerika'dır.
Đnsanların bir araya toplanması sonucu, hem kültürel bir etkileşim olan hem de
toplumun düzenini sağladığı düşünülen, ilkeleri katı ve düzenli olan; en önemlisi merak
duygusunu bastıran dinler, bu bölgelerde yeşermeye başladı.
• Bir dinin diğerinden üstün olduğunu savunmak ve yaşam tarzını, bu dogmatik akıma
göre yönlendirmek de "Kökten Dinciliği" doğurmuştur. Tarih kökten dincilerin kanı
ile yazılmıştır.
BEKLENEN EVRENSEL ÖZELLĐK, SONUNDA ĐNSAN SOYUNA GĐRDĐ:
BĐLĐMSEL DÜŞÜNME
• Đnsanlığın ortak dili: Irkı, dili ve dini farklı olan insanlar "ki bu özelliklerin hiçbirini,
kural olarak toplumsal olarak değiştirmemiz olanaksızdır" nasıl bir ortak değerler
çerçevesinde birleşebilirlerdi? Öyle bir çeşit dil geliştirmeliydi ki, kültürleri, ırkları,
dilleri ve dinleri ne olursa olsun, tüm insanlar, bu dil ile anlaşabilsinler. Đşte bu dilin
adı "Bilimdir".
•
Bilimsel düşünce tarzı, kişiye, ırka, dile, inanca, mezhebe, töreye, sosyal ve
ekonomik eğilimlere, idare şekillerine göre değişmeyen bir dildir, bir düşünce tarzıdır.
Eğer siz, bilimsel düşünce tarzınıza, toplumunuzun içinde bulunduğu bu "bilimdışı"
etkileri ya da değerleri katarak yorum yapmaya kalkışırsanız ve hedef kitleyi
yönlendirmeye kalkışırsanız, bir zaman sonra toplum olarak çıkmaza girersiniz. 56
islam ülkesinin ve özellikle hıristiyanlığın bağnaz kolunu oluşturan katolikliğin en katı
şeklini yaşayan Latin ülkelerinin ve bağnaz inançları yaşam tarzı olarak benimseyen
diğer birçok ülkenin, başının bir türlü dertten kurtulamamasının temelinde yatan en
önemli unsur budur. Bu bağnazlık, din bağnazlığı da olabilir, bu bağnazlık ırkçılık da
olabilir, bu bağnazlık kültür emperyalizmi de olabilir. Bilim, ancak ve ancak bu
bağnazlığa karşı çıkıldığında gelişebilir. Tarihsel bilgiler ve günümüzün gerçeği, bu
33
•
•
•
reformu yapanların geliştiğini göstermektedir. Toplumları içten içe kemiren dogmatik
düşünceyi, yönetimden uzaklaştıran ilk ve tek islam ülkesi, yüce Atatürk'ün
önderliğinde, genç Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
Bilimsel düşünceyi yaşam tarzı olarak kabul edenlere ne denir? Geleneksel
düşünce tarzı ile çok defa zıtlaşan, "doktor, doçent, profesör unvanı taşımasa dahi",
geçmişte insanlığı yön veren, tüm insanlığa değerli katkıları olan birçok insanı,
"bugünkü tanımla bile bilim adamı sayılması gerekenleri", burada saygıyla anmak
isterim. Çoğu, düşüncelerinden dolayı canlarından olmuşlardır ya da büyük eziyetlere
uğramışlardır. Sokrat, Bruno, Galilo, ...
Bilimsel araştırma merkezleri ve kadrolu bilim adamları ortaya çıkıyor: Tarihte,
belirli bir döneme kadar, bilimsel çalışmalar ya da yaklaşımlar, bu işe gönül vermiş
kişilerle ya da egemen bir yöneticinin çevresinde toplanmış küçük bir zümreyle
sınırlıydı.
Ancak toplumsal bilgi aktarımı artınca, özellikle bilgi üretimi ticari bir nesne haline
dönüşünce, bilimsel araştırmalar kurumsallaştı.
Anadolu’nun biyolojik çeşitliliğini,
1.Tektonik hareketler,
2. Dağ dizileri,
3. Erozyon ve
4.
Buzullaşma-çölleşme
şekillendirmiştir.
Anadolu’da
bazı
tektonik
hareketler
• Đnsanların izlediği onlarca
yanardağ
Şekil 18. Toprak (kayaç) çeşitliliği biyolojik çeşitliliği
• Arazi üzerine yayılan bazalt
• Faylar boyu çıkan sıcak su güçlendiriyor-Çayırhan/Beypazarı
kaynakları
• Krater gölleri
Anadolu’yu şekillendiren plaka tektoniği
• Anadolu Diyagonali
• Kuzey Anadolu sıra dağları (Pontitler)
• Güney Anadolu sıra dağları (Toritler)
• Oluşan çok sayıda bölme (kompartımanlar)
• Yüksek dağlar
34
Şekil 19. Anadolu diyagonali:
Amonos-Binboğa-Munzur-Kargapazarı-Keşiş-Allahuekber
Çok sayıda yüksek dağ, biyolojik
çeşitlenmeye katkıda bulunuyor
• Yüksek dağlarda mutasyon
hızı ışın etkinliğinden dolayı
artıyor
• Değişik yaşam ortamlarını
bünyesinde bulunduruyor
• Soğuğa uyum yapmışlar
aşağıya inemedikleri için,
genetik olarak yalıtılıyorlar
Erozyon, toprağı bölmelere ayırdığı
ve
hayvan-bitki
topluluklarını
yalıttığı için evrimsel çeşitlenmeye Şekil 20. Kayseri-Kırşehir: Erozyonla bölünmüş topraklar
zemin hazırlıyor
• Kısa
mesafelerde
derin
yarıklar oluşuyor
Anadolu’nun biyolojik yapısını buzullaşmalar ve
• Kısa mesafelerde değişik buzul arası dönemdeki göçler de etkiledi
toprak çeşitleri oluşuyor
• Birçok tür kuzeyden (Trakya’dan ve
• Belirli bölgeler bir çeşit
Kafkaslardan) Anadolu’ya girdi ve burayı yurt
süpürülerek (kara ya da
edindi.
nehirlerde)
iki
topluluk
• Buzul türleri Anadolu’nun birçok yerini
arasında geçişler koparıyor
sığınak (refigium) olarak kullandı-kullanmakta
• Değişik
bileşimli
su
birkintileri oluşuyor
35
Şekil 21. Canlıların Anadolu’ya Giriş Yolları
GÖLLER
• Göllerimiz oldukça gençtir ve yakın zamana kadar birbirleriyle (hatta bugün)
bağlantılı olmaları nedeniyle, kalıtsal yalıtım tam sağlanamamıştır. Bu nedenle büyük
bir çeşitlilik göstermezler.
• Sulama ve kurutma nedeniyle son 40 yılda en az 65 göl ortadan kaldırılmıştır.
Kalanlar da kirletilmiştir.
• Kuşların göç yolu üzerinde olmaları nedeniyle, özellikle sucul kuşlara açısından çok
önemlidirler
Şekil 22. Karamuk Gölü-tahrip edildi
36
DÜNYANIN EN ÖNEMLĐ GÖÇ YOLLARI ANADOLU’DADIR
•
•
•
Kuşlar, batı yolu (Trakya, Batı Anadolu, Đç Anadolu, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz Kıyı
boyundan Afrika’nın çeşitli yerlerine, hatta Güney Afrika’ya kadar) ve doğu yolu
(Kafkaslar, Doğu Anadolu, Doğu Akdeniz Kıyi boyunca Afrika’ya kadar) üzerinden
olur.
Sulak alanların kurutulması, avcılık, yerleşim yerlerinin sıklığı (Çamlıca Tepesinde
olduğu gibi) bu yolları tahrip etmektedir.
Göç sırasında, bilimsel ve turistlik önemli gözlemler yapılmaktadır.
Şekil 23. Gala Gölü-Önemli sucul kuş ortamı ve göç yolu
Karadeniz Bölgesinin faunası
• Alçak kısımlar boreal (ağaçlı) fauna elemanları
• Yüksek kısımlar birçok sibiryan ya da angora elamanı barındırır
Şekil 24. Triturus vittatus ophryticus-Şeritli taraklı semender-Çamlıhemşin/Rize
Çöl (eremiyal) faunası Güneydoğu Anadolu faunasını şekillendiriyor
37
•
Özellikle buzul arası dönemlerde iklim sıcaklaşıp-kuraklaşınca, güneydeki çöllerden
ve Đran’dan çöl faunası Güneydoğu Anadolu’ya ve Iğdır Ovasına girmiştir ve buzul
arası dönemde olmamız nedeniyle de burada bugüne kadar varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Hatta Anadolu’nun stepleşmesi-çölleşmesi nedeniyle Đç Anadolu’ya
da sızmaya başlamışlardır.
Şekil 25. Capoeta capoeta umbla=karabalık ve
Capoeta trutta = Fırat karabalığı(noktalı)/Urfa
Şekil 26. Leirus-Darülzeferan/Mardin
Şekil 27. Crocothemis erytrea-Bozova/Urfa
38
BĐOLOJĐK MÜCADELE, AVANTAJLARI VE UYGULAMA ALANLARI
Prof. Dr. Miktat Doğanlar
Mustafa Kemal Üniversitesi, Ziraat Fakültesi,Bitki Koruma Bölümü,Antakya
Doğa, içinde bulunan canlı ve cansız varlıklar ile bütündür. Cansız varlıklar,
ekolojik koşulları oluşturan ısı, ışık ve nem kaynakları, ortamın yapısı (dağlık, yamaç,
düz oluşu, toprak yapısı, denize, göle veya akarsulara yakın veya uzak oluşu, vs.) gibi
varlıklardır. Bunlar, ortamı kontrol altında tutmak için etkili olamayacağımız koşullardır.
Canlı varlıklar ise alınan herhangi bir ortamda bulunan bitkiler,omurgalı ve omurgasız
hayvanlar, mantarlar, bakteriler, viruslar ve virus benzeri varlıklar olarak gruplayabiliriz.
Doğa içinde herhangi bir dış etki olmaz ise alınan herbir ortamda bu canlı varlıkların
birbirine etkileşimi sonucu oluşturdukları populasyonlar arasında bir denge oluşur.
Seneden seneye az çok dalgalanmalar oluşsa da uzun yıllar göz önüne alındığında
populasyonların çok fazla değişmediğini görürüz. Đşte buna doğal denge adı verilir.
Doğal dengeye çeşitli faktörler etki eder. Bu faktörlerden önemlilerini şöyle
sıralayabiliriz: Çeşitli cansız ekolojik koşullara ek olarak gıda, parazitoit ve
hyperparazitoitlerin birbiri ile ilişkileri, populasyonların birbirine etkisi, rekabet, çeşitli
nedenlerle oluşan genetik mutasyonlar, vb. faktörler zikredilebilir. Bu faktörler doğal
denge yönünden bir zincire benzer. Nasıl zincirin bir halkası kopunca işe yaramayacağı
gibi yukardaki faktörlerden herangi birisi zarara uğrayacak olursa o ortamda doğal
denge bozulur ve bozulan ortam burada bulunan canlılardan hangisine uygun olursa
onun populasyonu üzerinden baskı kalktığı için yüksek düzeylere çıkar. Đşte bu canlı
bizim gıdamızı oluşturan bitkilerde beslenen bir canlı olursa bu canlı zararlı olarak
kabul edilir. Bu duruma örnek olarak;
Populasyonu şu sıralarda doğal predatörleri olarak kabuledilen keklik, bıldırcın ve
diğer kanatlı hayvanların aşırı avlanmaları sonucunda sayıları artan keneler, evcil ve
yabani hayvanlarda zararlar oluşturmakta ve hatta insanlara da geçerek KKKA
hastalığını bulaştırmaktadır.
Diğer taraftan yanlış uygulanan bir çok böcek öldürücü ilaç uygulamaları
nedeniyle doğal düşmanların ortamdan uzaklaştırılması sonucunda bir çok böcek türü
önceleri zararlı olmamasına rağmen şu sırada zararlı hale gelmişlerdir.
Kıtalar arası yayılan bir çok tür yeni girdikleri yerlerde doğal düşmanları olmadığı
için yüksek düzeylerde populasyonlar oluşturdukları için en önemli zararlılar haline
gelmişlerdir. Örneğin; Avustralya’ya av amacıyla götürülen tarla tavşanları doğal
düşmanları bulunmadığı için çok kısa zamanda kıtayı kaplayarak meralarda ve kültür
bitkilerinde çok önemli bir zararlı haline gelmiştir. Yine aynı şekilde, meyvelerini yemek
amacıyla Avustralya’ya götürülen kaktüsler meraları kaplayarak hayvanların
otlayamayacağı bir durumu oluşturmuştur.
Göllerin kurutulması (Amik gölü, Hatay, Kazova gölü, Tokat gibi) burada yaşayan
birçok fare predatörü(avcısı) kuş, yılan, tilkinin üreme ortamının ortadan kalkmasına
neden olmuş ve bu ovalarda çok büyük fare salgınlarına sebep olmuştur.
Şu anda karşımızda olan bir diğer örnek Antakya ve çevresinde ortaya çıkan
domuz salgınlarıdır. Bunun nedenleri olarak yöredeki kurt sürülerinin avlanarak hemen
yok denilecek sevyeye indirilmesi gösterilmektedir.
Bunlara benzer verilecek bir çok örnek bulunmaktadır.
Đşte yukarda verdiğimiz örnekleri göz önünde tutarak BĐYOLOJĐK MÜCADELE şu
şekilde tanımlanabilir:
Bir ortamda bulunan ve doğal dengenin bozulması ile zararlı duruma geçen (yerli)
veya başka bir ülkeden bir yöreye gelen (yabancı) ve zararlı bir düzeye erişen canlıların
populasyonlarını zararlı olmayacak bir seviyeye indirmek için bulundukları ortama o
zararlının doğal düşmanlarını kitle halinde çoğaltarak veya ana vatanından toplayıp
getirerek yeniden yerleştirme işlemidir.
Bu şekilde tanımladığımız biyolojik mücadele doğal dengesi bozulmuş birçok
canlıya karşı kullanılabilir. Örneğin; çeşitli ortamlarda bulunan yabancı otlar (kültür
alanlarımızdaki, meraları kirletenler, çeşitli çimenlerde bulunanlar, sulama kanallarını
39
tıkayanlar vs.), kültür bitkilerimizde zararlı olan böcekler( Orman zararlıları, tarla bitkileri
zararlıları, sebze ve meyve zararlıları), hayvanlara hastalık taşıyan birçok vektör ektoveye endo-parazit omurgasız ( protozoa, yassı ve yuvarlak nematodlar, sinek, kene,
akar, bit, pire, hamam böceği, vs.), birçok bitki-hastalık etmeni (mantarlar, bakteriler,
viruslar ve virus benzeri canlılar) şeklinde sıralanabilir.
Biyolojik mücadelede kullanacağımız veya şu sırada kullanılabilen doğal
düşmanları da şu şekilde sıralayabiliriz:
1)
Parazitoitler. Yaşantılarını konukcu üstünde veya içinde geçiren
gelişmesini tamamladığında konukcusundan ayrılan böcekler (birçok
küçük arıcıklar, parazitoit sinekler)
2)
Predatörler: Konukcularını yakalayıp yiyerek onları imha eden canlılar
(Avcı böcekler (sinekler, coleopterler, sinir kanatlılar, su içinde yaşayan
böcekler, örümcekler, örümcekler, Targigrat’lar, balıklar, örümcekler,
eklem bacaklı deniz hayvanları, omurgalı avcılardan yılanlar, kartalgiller,
tilkiler, kurtlar ve avcı bitkiler sayılabilir.
3)
Parazitler: Hastalık etmeni mantarlar, bakteriler, viruslar
4)
Nematod adı verilen küçük kurtçuklar
5)
Çeşitli hayvan ve bitki populasyonlarını kontrol altında tutan ceşitli canlı
populasyonları
Biyolojik mücadelenin uygulama yöntemleri:
1- Doğal düşmanların korunması ve desteklenmesi (Yerli bir zararlıya karşı
uygulanacak biyolojik mücadele)
Bu zararlının zararlı düzeye çıkmadan önceki durumu araştırılır, onu bu
sırada doğada baskı altında tutan doğal düşmanlar araştırılır. Bulunan doğal
düşmanlardan hangisinin yüksek populasyon oluşturmasına ve zararlıyı baskı
altında tutmasına engel olan etmenler araştırılır. Yapılacak düzeltmelerle eski
koşullar doğaya iade edilmeye çalışılır.
Bu zararlıyı baskı altında tutan doğal düşman veya düşmanlar kitle
halinde üretilerek uygun zamanda doğaya iade edilerek populasyonunun
zararlıyı kontrol altında tutacak düzeye çıkarılmaya çalışılır.
2- Doğal düşman Đthali (Yabancı bir ülkeden gelmiş bir zararlıya karşı
uygulanacak biyolojik mücadele)
Bir zararlının başlangıçta teşhisi yapılır.Bu türün bulunduğu ülkeler
araştırılır. Bu ülkelerde tesbit edilmiş doğal düşmanlarının olup olmadığına
akılır. Bir yörede bir zararlının doğal düşmanı var olup ta populasyonu baskı
altında tutulabiliyorsa o tür o yörenin yerli türü olarak kabul edilir. Eğer doğal
düşmanı yok ise büyük bir olasılıkla o tür o yöre için yabancı tür olarak kabul
edilir. Yabancı türün doğal ortamında bulunan ve onu baskı altında tutan
doğal düşman veya düşmanlar kendi ana vatanlarından zarar oluşturduğu
ülkeye ithal edilir. Orada kontrollu koşulurda üretimi yapılır, üzerinde doğaya
salındığında yeni bir zaralı getirmeyecek şekilde değilse kitle halinde üretimi
yapılarak konukcusunun uygun olduğu dönemde zararlı türün bulunduğu yere
salınarak oraya yerleşmesi ve zararlıyı baskı altına alması sağlanır.
3- Biyoinsektisitlerin (Biyolojik böcek öldürücüler) zararlılara karşı kullanıması
a)
Böceklerde hastalık oluşturan etmenler; Bacillus thuringiensis
içeren bakteri preparatları, Bevaria bassiana içeren mantar
preparatları, böcek paraziti olan çeşitli virus preparatları
sayılabilir. (Bunlar
zararlıyı hastalandırıp populasyonunu
düşürmek amacıyla kullanılır)
b)
Kitle halinde üretimi yapılarak mevsimlik olarak zararlı
populasyonunu kontrol etmek üzere doğaya salınan predatörler
ve parazitoidler.(Bunlar o mevsimde zararlıyı baskı altında tutar
ama kışlayamadıkları için o yöreye yerleşemezler ve zararlı
ortaya çıktıkca yeniden salınmaları gerekir).
40
c)
d)
e)
f)
Zararlı bitkileri kontrol altında tutmak amacıyla bitki ile beslenen
çeşitli böceklerin üretilip yabancı otların bulunduğu ortama
salınması (Ancak bu böceklerin zararlı yabancı otların akrabası
olan kültür bitkilerinde de beslenip zarar oluşturmaması gerekir).
Zararlıların ürediği ortamların biyolojik etmenler kullanılarak
ortadan kaldırılması
aa) Çeşitli hayvan ve insan hastalıkları taşıyan sineklerin ürediği
meraya bırakılan sığır pisliklerini imha eden pislik yiyen
scarabaeid böceklerin üretilerek doğaya salınması
bb) Sivrisinek larvalarını öldürerek sivrisinek mücadelesi
yapmak için sivrisinek larvalarının bulunduğu ortama avcı
balıkların salınması, B. thuringiensis var. israilensis’in
uygulanması
Çeşitli su ortamlarında bitkilerin yetiştirilerek içindeki zararlı
sivrisineklerin, yosunların ve istenmeyen bitkilerin imhası
Denizlerde, göllerde ve akarsularda bulunan zehirli yosunların
imhası için yosunlarla beslenen fitofak (bitki yiyen) balık ve
omurgasızların belirtilen ortamlara salınması
Biyolojik Mücadelenin Ülkemizde Uygulandığı Sahalar
1- Turunçgil torbalı koşniline karşı Rodolia cardinalis’in üretilip salınması
2- Turunçgil unlubitine karşı bir gelin böceği olan avcı Cryptolaemus montrouzieri
ve küçük bir arıcık olan Leptomastix dactylopii ‘nin kullanılması
3- Turunçgil beyazsineğine karşı bir gelin böceği olan avcı Serangium
parcesetosum ve defne beyaz sineğine karşı küçük bir arıcık olan Encarsia
lahorensis ‘in salınması
4- Elma pamuklu bitine karşı küçük bir arıcık olan Aphelinus mali’nin salınması
5- Buğdaylarda süne zararlısına karşı yumurta parazitoitleri olan Trissolcus
türlerinin kullanılması
6- Mısır kurduna karşı Trichogramma evanescens’in üretilip salınması
7- Kabuklu bitlerden San Jose Koşnili ve dut koşniline karşı bir arıcık olan
Prospaltella perniciosi ve P. berlesei’nin Amerikadan getirilip bu zararlıların
bulunduğu ortamlara salınması
çeşitli örnekler olarak verilebilir.
41
Biyolojik mücadelenin kimyasal mücadeleye göre üstünlükleri*
KĐMYASAL MÜCADELE
BĐYOLOJĐK MÜCADELE
Geniş etkili ilaçlarla uzun süre ve sık sık Biyolojik mücadele uygulamalarında ise
uygulanan kimyasal mücadele doğal toprak ve su kirliği söz konusu olmadığı
düşmanların da yok olmasına neden gibi doğal düşmanlar da korunmaktadır.
olmaktadır.
Kimyasal mücadelede kullanılan ilaçların Doğal düşmanların etkilediği belirli bir
büyük bir çoğunluğu geniş etkilidir, zararlı grubu vardır, yani daha çok
konukçularına,
üzerinde
uygulandıkları ortamdaki bütün canlıları seçicidir,
yaşadıkları zararlıya özelleşmişlerdir.
öldürür.
Kimyasal mücadele uygulamaları potansiyel Biyolojik mücadele, söz edilen bu
zararlılar olarak gruplandırılan, pek çok potansiyel zararlıları başarıyla baskı
zaman zararlı konumunda olmayan ancak altında tutabilir.
doğal dengenin bozulmasıyla zararlı
konumuna geçen kırmızı örümcekler başta
olmak üzere bir çok organizmanın zararlı
konumuna geçmesine sebep olabilir.
Bitki koruma yöntemi olarak kimyasal Biyolojik mücadelede ise uygulamada
mücadelenin tercih edilmesi halinde bu kullanılacak etmenlerin pek çoğu
uygulamaların belli aralıklar da tekrar doğada vardır.
edilmesi gerekir.
Kimyasal mücadelede, en ucuz ilaçlarda Pek çok zaman herhangi bir maliyeti
biyolojik
mücadele
dahi uzun vadede
düşünüldüğünde, gerektirmeden
uygulanabilir. Bazı durumlarda biyolojik
mücadele maliyeti yüksektir.
mücadele etmeninin üretilip salınması
gerekebilir, bu durumda dahi uzun
vadede maliyet düşüktür.
Biyolojik
mücadelede
ise
doğal
Kimyasal mücadelede uygulama hataları düşmanlar etkili oldukları zararlıyı
yüzünden her zaman istenilen sonuç kendiliğinden bulurlar, çünkü o canlıda
doğal
düşmanın
yaşamını
alınamaya bilir.
sürdürebilmesi için gerekli olan besini
içermektedir.
Kimyasal mücadele zararlılarda dayanıklılık Biyolojik mücadele etmenleri için böyle
yaratır. Özellikle üretim dönemi boyunca sık bir dayanıklılık söz konusu değildir.
ve çok sayıda döl veren kırmızı örümcek,
yaprakbiti veya beyazsinek gibi zararlılar sık
ve yüksek dozda kullanılan ilaçlara karşı
metabolizmalarında
bir
savunma
mekanizması geliştirmektedirler. Kimyasal
mücadeleden sonra canlı kalıp çoğalan
bireyler bu mekanizmayı daha sonraki döle
aktarmaktadır
Kimyasal mücadele uygulamaları özellikle Biyolojik mücadele de ise tam aksine
geniş etkili ilaçlarla yapılıyorsa doğal doğal denge yanlış bir uygulama ile
bozulmadığı sürece kendi halinde
dengeyi az veya çok bozmaktadır.
gelişen bir uygulama söz konusudur.
* Akdeniz Đhracatçı Birlikleri, Araştırma serisi, no.26, 21.07.2003’den alınmıştır.
42
AĞIR METALLERĐN OLUŞTURDUĞU KĐRLĐLĐĞĐN
BĐTKĐLER ÜZERĐNE ETKĐLERĐ
Dr. Nuray Ergün
MKÜ Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü
Giriş
Endüstrileşme ve hızlı nüfus artışına bağlı olarak şehirlerin kalabalıklaşması sonucu çevresel
kirlilik her geçen gün artmaktadır. Çevresel kirlenmeyi ortamlarına göre hava, su ve toprak
kirliliği olmak üzere üç grup altında incelemek mümkündür. Hava kirliliğinin başlıca kaynakları
endüstrileşme, aşırı kentleşme ve taşıt araçlarıdır. Su kirliliği, evsel ve endüstriyel atıkların
arıtılmaksızın su ortamına boşaltılmaları, tarımda üretimi artırma ve koruma amacıyla
kullanılan gübre ve ilaçların sucul ortama taşınması sonucu oluşmaktadır. Toprak kirliliğinin
başlıca kaynaklarını ise endüstriyel atıklar, tarımsal ilaçlar, tarım alanlarının hatalı sulanması,
erozyon, hatalı gübreleme ve kentsel atıklar oluşturmaktadır (Kocataş 1997). Topraklar
canlılara yaşam ortamı olarak hizmet etmekte, bitkilere köklerin tutunacağı bir ortam
sağlamakta, ayrıca optimal dozlarda su, oksijen ve besin maddeleri sunmaktadır. Topraklar
birçok çevresel etkilere karşı tampon görevi yapmakta ve zararlı maddeleri filtre edip daha
temiz bir taban suyu oluşmasını sağlamakta ancak bu arada kendisi de kirlenmektedir. Bu
fonksiyonları nedeniyle topraklar insanların en değerli ve en çok korunması gereken varlıkları
arasındadır (Topbaş vd 1998). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de hava kirliliği ve diğer
önemli kirliliklerin nedenini hızlı kentleşme oluşturmaktadır. Çünkü bir şehrin günlük atığında
hava, su ve toprak kirleticileri bol miktarda bulunmaktadır.
Günümüzde çevre kirliliğine neden olan kirleticiler arasında şüphesiz ki ağır metal kirliliği
önemli bir yer teşkil etmektedir. Ağır metallerin en önemli kaynağını endüstri oluşturmaktadır.
Endüstriyel atıklardaki ağır metaller inorganik ve organik bileşikler halinde bulunabilmektedir.
Bunların çözünürlüğü ve küçük partiküller halinde atmosfere karışma ihtimalleri daha
yüksektir. Ağır metaller ve iz elementler, sular ve topraklar için de önemli kirletici maddelerdir
(Topbaş vd 1998).
Đlimizde yer alan ve Akdenizin önemli körfezlerinden bir olan Đskenderun Körfezinde
Türkiyenin önemli demir-çelik endüstrisi, gübre ve çimento fabrikaları ile çok sayıda
haddehane yer almaktadır. Örnektekin ve ark. (1999) bu sanayi kuruluşlarının neden olduğu
hava kirliliğini partiküler maddelerdeki metal içeriğinin incelenmesi suretiyle belirlemiş ve bu
bölgede kadmiyum, kurşun, alüminyum, gümüş, krom vb. ağır metal derişimlerinin yüksek
olduğunu tespit etmişlerdir. Örnektekin ve ark.(1999) bu bölgede ki ağır metal derişimlerinin
Karadeniz Bölgesi, Türkiye’nin ve Orta Avrupanın Orta Akdeniz bölgesi ve Tokyo gibi büyük
metropolitan bölgelere göre çok yüksek olduğunu bildirmişlerdir. Ağır metaller atmosferik
hareketlerle taşınmakta ve yağışlarla toprağa karışmaktadır.
1.Bitkilerde Stres Sebepleri
Stres, çevresel ve biyolojik faktörlerin ayrı ayrı ya da birlikte canlının fizyolojik olaylarında
belirgin değişimler meydana getirmesi olarak tanımlanmaktadır. Doğadaki çeşitli abiyotik ve
biyotik etmenler bitkilerde strese neden olmaktadır. Stresin şiddeti ve süresi uzadığında
bitkide zarar meydana gelebilmektedir. Zarar bir metabolizma bozukluğu sonucunda
meydana geldiğinden bitkinin büyümesi ve veriminde azalmaya neden olabilmektedir. Stres
etmenlerinin oluşturduğu zarar bitkinin çevreye yönelik adaptasyon derecesine bağlı olarak
değişmektedir. Bu olgu, değişik bitkilerin değişik bölgelerde optimum düzeyde yetişmelerini
belirleyen temel etmendir (Kacar vd 2002, Kadıoğlu 2004).
Biyotik ve abiyotik stres etmenleri çeşitli bitkilerde önemli ürün kaybına neden olarak insan ve
hayvanların beslenmelerini olumsuz şekilde etkilemektedir.
Günümüzde sanayileşme, evsel atıklar, yoğun trafik, madencilik, tarımsal ve fabrika atıkları
gibi nedenlerle ağır metallerin yarattığı kirlilik giderek önem kazanmaktadır.
43
2.Ağır Metal Stresi
Ağır metal tanımı disiplinler arası farklılık göstermektedir. Örneğin X ışını ile çalışanlar atom
numarası 13’den büyük elementler için ağır metal tanımını kullanmaktadırlar. Fakat, X ışını
ile çalışan bilim adamlarına göre ağır metal olan demir, kobalt, bakır gibi metaller jeolog,
kimyacı gibi temel bilimcilere göre ağır metal değildir. Temel bilimcilere göre ise civa, kurşun,
bizmut, altın, platin gibi atom ve kütle numaraları büyük olan metaller ağır metal sınıfına
girmektedir. Ancak bunlardan altın gibi kimyasal olarak pasif olan metaller biyolojik yapıda
birikime sebep olmamaktadır. Uranyum atom numarası çok büyük olmasına ve radyoaktif
tehlikesine rağmen dünya yüzeyinde çok yaygın olmadığı için ağır metal sınıfından
sayılmamaktadır Bunun yanında kadmiyum, civa, kurşun gibi bazı metaller organizmaya
girdikten sonra kolay kolay atılamazlar ve bazı fizyolojik aktiviteler üzerinde inhibitör etkisine
sahiptirler. Bu metaller gerek sanayi gerekse şehirsel atıkların (pil, akü, termometre, kurşun
tetraetil gibi benzinlere katılan maddeler vs.) içinde bol miktarda bulunarak çevre kirliliğine
neden olmaktadırlar.
Fizyologlar için ağır metaller bakır, kobalt, civa, kurşun, kadmiyum, nikel, çinko, alüminyum,
gümüş gibi fizyolojik açından tehlikeli olan ve çevre kirliliğine sebep olan metallerdir.
Topraktaki kirleticiler besin zinciri yoluyla doğrudan doğruya insan sağlığını etkilemektedirler.
Bu yolla vücuda alınan çinko, kadmiyum, civa ve kurşun gibi ağır metaller de metil ve etil
gruplarıyla bağ yapmak suretiyle yağda çözünebilir hale gelmekte ve bir çok dokuda
birikmektedirler. Oysa altın, platin ve uranyumun bu türde bileşikleri çok fazla bilinmemekte
ve biyolojik süreçlerde bu tür bileşikler oluşturulmamaktadır. Atık maddelerle topraklar, yer
altı ve yerüstü suları (akarsular, göller ve denizler) giderek daha fazla kirlenmektedir.
Özellikle ağır metal kirliliği uzun süreli sorunlara neden olmaktadır. Organizmalarda birikmek
ve gıda zinciri döngüsünde yer almakla kalmayan ağır metaller, ekosistemlerde yüksek
konsantrasyonları ile zararlarını yıllarca sürdürebilmektedir. Ağır metallerce zengin topraklar
bitkilerde toksik etki oluşturacak düzeylerde çinko(Zn), kurşun (Pb), nikel (Ni), kobalt (Co),
krom (Cr), bakır (Cu), kadmiyum (Cd) vb. metalleri içermektedir (Steffens 1990). Ağır metal
bulaşması trafik yoğunluğundan, endüstri atıklarından ve atık çamurdan kaynaklanmaktadır
(Öncel vd 2000, Türkan vd 1995).
Metal endüstrisi emisyonları her çeşit ağır metal içeren fabrika atık sularında, özellikle Cd,
Zn, demir (Fe), Cu, Cr, Ni ve civa( Hg) zehir etkisi yapacak düzeylere ulaşmaktadır. Gelişen
endüstri ve yoğun trafik sonucu çok miktarda duman, zehirli gaz ve diğer kirleticiler atmosfere
bırakılmaktadır. Taşıt araçlarından çevreye önemli ölçüde Pb, Zn ve Cd gibi ağır metaller
verilmektedir. Günümüzde hava kirliliği, toprak ve su kirliliği ile beraber gittikçe artan bir
öneme sahiptir. Havada asılı partiküller halinde bulunan ağır metallerden muhtemelen çapı
5µ’dan büyük partiküller çabucak çökelmekte daha küçük partiküller ise yükselen hava ile
uzaklaşmaktadırlar. Atmosferde asılı kalan bu partiküller ancak yağışlarla çökelmektedir.
Partiküler karakterli olan Pb, Zn, Cu, Cd, Co, Ni gibi ağır metaller bitkiler üzerine çökelerek
etkili olmakta ve bitkiler bu metalleri kök ve yaprakları ile alıp biriktirmektedirler.
Atmosfer kirliliği endüstrileşme, baca gazları, sanayi ve evsel atıklar, binlerce ton kentsel
atığın yakılarak yok edilmesi vb. yollarla artmaktadır. Atmosfer kirliliğinin yanısıra madencilik,
yoğun trafik, tarımsal ve fabrika atıkları doğal alanlarda çevresel kirlenmeye neden olmakta
ve kurşun, kadmiyum, bakır, nikel, civa, alüminyum gibi metaller toksik seviyelerde ortaya
çıkmaktadır (Öncel vd 2000). Bazı tarımsal ve doğal topraklarda bu ağır metallerin bitkiler
üzerinde toksik etki gösterdiği ileri sürülmektedir (Steffens 1990).
Bitkiler tarafından kolaylıkla asimile edilen ağır metaller, meydana getirdikleri zehirli etkiden
dolayı bitki gelişimini engellemektedirler. Aşırı miktarda metal birikimi sonucunda bitkide ölüm
görülmektedir (Clijsters ve Van Assche 1985).
3. Ağır metallerin bitki metabolizmasına etkileri
Ağır metallerden bazıları bitkiler için mikrobesinler olmasına rağmen yüksek
konsantrasyonlarda canlı organizma için toksik etkilere sahiptirler (Kinnersley 1993).
44
Bitkilerde ölüme sebep olmaksızın metabolik aktiviteyi önemli derecede inhibe eden ağır
metal konsantrasyonları için “toksik konsantrasyon” deyimi kullanılmaktadır.
Zn, Cu, Cd gibi ağır metaller bitki kökleri ile doğrudan alınırlar (Foy vd 1978). Bu bağlamda,
yüksek bitkilerde toksik metaller ile temas eden ilk organ köklerdir ve genellikle üst organlara
nazaran daha fazla miktarlarda metal biriktirmektedirler. Bitkiler uzun süre Pb, Cr, Al, Cu ya
da Cd gibi mobil bir metale maruz kaldığında genellikle kök büyümesindeki azalma sürgün
büyümesinden daha fazla olmakta ve kök/sürgün oranı azalmaktadır. Bununla birlikte metal
alımı ve kök büyümesinin fazla bir şekilde engellenmesi, bitki türlerine ve büyüme koşullarına
göre değişmektedir (Barcelo ve Poschenrieder 1990). Ağır metallerin bitkiler üzerinde toksik
etkilerinin oluşmasında toprak özellikleri ve pH önemli rol oynamaktadır.
Çevre kirliliğine neden olan ağır metalleri, kirletici yönleri bakımından iki gruba ayırmak
mümkündür. Ergime noktaları düşük, uçuculuğu fazla olan gruba kurşun, kadmiyum, çinko ve
ergime noktaları yüksek, uçucu olmayan gruba bakır, nikel ve kobalt dahil edilmektedir.
Atmosferde kurşun, kadmiyum, çinkonun uçucu bileşiklerine rastlandığı halde uçucu olmayan
bakır, nikel ve kobalt bileşiklerine rastlanmamaktadır. Uçucu olmayan metaller endüstri
bacalarından çıkan toz partikülleri içerisinde kısmen bulunmaktadır ve bu metallerin çevreye
yayılması uçuculardan çok daha az olmaktadır. Ayrıca kadmiyum çinko ile iç içe bulunmakta,
kadmiyum kirliliğinin bulunduğu her yerde çinko kirliliği de bulunmaktadır. Kurşun, kurşun
tetra etil gibi benzinlere katılan katkı maddeleri içinde, akü imalatı, boya hammaddesi üretimi
gibi yollarla kirlilik yaratmaktadır. Bazı ağır metallerin genel özellik ve etki şekilleri aşağıda
açıklanmıştır.
3.1. Kurşun’un genel özellikleri ve bitkiler üzerindeki fizyolojik etkileri
Pb’un ergime noktası düşüktür ve kolay şekil alabilen bir metaldir. Çevrede meydana gelen
Pb kirlenmesi benzine ilave edilen alkil Pb’un yanması sonucu meydana gelmektedir. Bu
yolla alkil Pb’un %70’i yanmadan hemen sonra çevreye atılmaktadır. Endüstriyel atıklar
yoluyla da çevreye önemli oranda Pb atılmaktadır. Pb, boyar maddeler içinde pigment veya
kurutucu madde olarak bol miktarda tüketilmesine karşın pestisitlerde kullanımı çok az
düzeyde bulunmaktadır. Doğal Pb kaynakları, Pb içeren toprakların erozyonu ve yer
kabuğundan çıkan gazlardır (Topbaş vd 1998)
Pb çevreyi kirleten ağır metallerin başında gelir ve bitkilere olduğu kadar insanlara da zehir
etkisi gösterir. Atmosferdeki toplam Pb miktarının %80 kadarının petrol ve petrol ürünlerinden
kaynaklandığına inanılmaktadır. Petrol içerisinde Pb, tetra etil Pb şeklinde bulunur ve eksoz
dumanları ile çevreye inorganik Pb bileşikleri şeklinde verilir. Bu nedenle trafiğin yoğun
olduğu yörelerde anayola 100 metre uzaklıktaki bitkiler Pb kirlenmesinden önemli derecede
etkilenir. Bu etki bitki organlarının yüzey genişliğine, trafiğin yoğunluğuna, etki süresine, ana
yoldan uzaklığa, yöredeki rüzgarın şiddetine ve yönlerine göre değişir. Örneğin, ana yol
kenarındaki bitkilerin Pb içerikleri 1500 ppm iken 150 metre uzaktaki bitkilerin Pb içerikleri 23 ppm olarak belirlenmiştir (Foy vd 1978).
Pb bitkilerde çoğu enzimlerin aktivitesini ve metabolik işlevlerini olumsuz şekilde etkiler. Pb
hücre çeperinde birikir. Bu olgu, Pb’un hücre çeperinde tutunarak hücre içine girmesinin
önlemesi yönünden olumlu kabul edilmektedir.
Topraktaki Pb’un kimyası hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Pb iki değerlikli katyon
şeklinde bulunması nedeniyle toprakta yer değiştirmesi çok düşük düzeyde
gerçekleşmektedir. Pb’un özellikle çözünürlüğü güç olan formlara dönüşmesi nedeniyle,
toprakta alt katmanlara yıkanması önemsiz düzeydedir. Toprakta bulunan Pb’un tolere
edilebilecek miktarı 100 mg/kg civarındadır. Nisbeten kolay çözünürlüğe sahip Pb tuzları
toprakta zor çözünen bileşiklere dönüşmektedir. Pb kirliliği söz konusu olmayan bölgelerde,
bitkilerin Pb kapsamları çoğunlukla 10 ppm düzeyindedir. Pil ve benzin katkısı olarak
kullanılan tetraetil ve tetrametil önemli Pb kaynaklarıdır. Daha az düzeylerde de tarımsal
alanlarda kullanılan pestisitler, Pb üretimi ve işlemleri, matbaacılık, badana, boya ve diğer
bazı endüstriyel işlemler sırasında da Pb açığa çıkmaktadır. Bitkilerdeki Pb miktarı ve
bitkilerin Pb alınımları insan sağlığı açısından doğrudan öneme sahiptir. Bazı bitki türlerinde
45
Pb’un toksisite düzeyi oldukça yüksektir. Zehirlenme belirtileri göstermeyen ve sağlıklı
görünen bu bitki türlerinin tüketilmesi durumunda insan sağlığı için tehlike yaratabileceği
düşünülmektedir. Đnorganik Pb genel olarak bitkilerin dış cephesinde kaldığından yıkanma ile
büyük ölçüde temizlenmektedir. Đnorganik Pb tohum ve köklerde aşırı birikme yapmaz. Oysa,
organik Pb bitkiler tarafından hızla alınmakta ve bu durumda bitkilerde büyüme hızla
yavaşlamakta, tohum ve köklerde Pb yoğunluğu artmaktadır. Kimi hallerde toprakta 100 ppm
düzeyinde bulunan inorganik Pb’un bitki gelişmesi üzerinde hiçbir olumsuz etkisi olmazken,
10 ppm düzeyinde bir organik Pb, büyümeyi olağanüstü boyutlarda geciktirebilmektedir
(Topbaş vd 1998). Pb’un iki değerlikli katyon olarak toprak kompleksinde absorbsiyonu çok
düşük düzeydedir. Yüksek pH’lı topraklarda Pb, ortam asitleştikçe serbest hale
geçebilmektedir (Çelik 1997).
3.2. Kadmiyum’un genel özellikleri ve bitkiler üzerindeki fizyolojik etkileri
Kadmiyum yer kabuğunda eser miktarda bulunan ve kimyasal özellikleri Zn’ya benzeyen bir
elementtir. Asidik magmatik kayaçlarda çoğunlukla Zn sülfür mineralleri ile birlikte bulunur.
Cd’un biyolojik olarak kullanılması toplam konsantrasyonundan çok fizikokimyasal formuna
bağlıdır. Toprakta bulunan Cd’un toplam tolere edilebilir miktarı 5 mg/kg civarındadır. Aşırı
kireçli topraklarda Cd miktarı düşük seviyededir. Zn’nun bitkinin Cd alınımını engellediği
bilinmektedir. Endüstride kullanılan Cd’un büyük bir kısmı, bu elementin Zn cevheri içinde
bulunan karbonat ve sülfür tuzlarından elde edilmektedir. Endüstride ayrıca, Cd cevherinden
Cd elde edilmesi, metalleri paslanmadan koruyan kaplamaların yapımı, akümülatör, boya, Cd
buharlı lamba, Cd tuzları imali ve değişik Cd alaşımlarının elde edilmesi esnasında ortaya
çıkmaktadır. Topraktaki Cd birikiminde motor yağları ve taşıt lastiklerinin de katkısı büyüktür.
Bitki ve topraklara bulaşan Cd’un büyük kısmı Cd içeren toz zerreciklerinin havadan
çökelmesi ile olmaktadır. Kirlenmeyen alanlarda toprağın Cd kapsamı genellikle 1 ppm’in
altındadır. Elektrolizle metal kaplama işlemleri, bakır ve nikel metalurjisi; fosil yakıtların
yakılması, oksidasyona dayanıklı alaşımlar, elektronik malzeme, motor yağları, fotoğraf
yağları, fotoğraf malzemeleri, cam, seramik, tarım ilaçları, süper fosfat gübreleri ve
plastiklerin üretimi; doğal yollar dışında çevreye Cd katılımına neden olmaktadır. Pek çok
bitki türü Cd’u kolayca almaktadır. Bu nedenle Cd’un insan sağlığına zararlı olarak ortaya
çıkışı, sebzeler ve tarımsal ürünler tarafından alınan Cd’un yoğun bir şekilde birikimi ile
ilgilidir. Cd stresine maruz kalan yüksek bitkiler değişik mekanizmalar kullanmak suretiyle
çeşitli tepkiler vermektedir (Sanitá di Toppi ve Gabrielli 1999).
Bitkiler hayvanlara göre daha yüksek dozda Cd’u zarar görmeden alabilirler. Sadece çok
aşırı düzeyde Cd alınması halinde bitkiler olumsuz yönde etkilenmektedir (Topbaş vd 1998).
Topraklarda Cd yarayışlılığı büyük ölçüde toprak pH’ına ve öteki katyonların cins ve
miktarlarına bağlıdır.
3.3. Çinko’nun genel özellikleri ve bitkiler üzerindeki fizyolojik etkileri
Metal kaplama ve alaşımlarda kullanılan çok önemli bir element olan Zn, yoğun endüstri
alanlarından bırakılan atık sular, kanalizasyon suları ve asit yağmurlarının Zn üzerinde
yapmış olduğu aşındırıcı etkisi sonucu çevrede konsantrasyonu artan ve toksik düzeylere
ulaşan bir elementtir. Çoğu topraklarda toplam Zn içeriği 10-300 ppm civarında olmakla
birlikte, yıkanmanın fazla olduğu bazı asit topraklar, 10-30 ppm gibi düşük düzeylerde Zn
içermektedir. Zn ayrıca mürekkep, kopya kağıtları, kozmetik, boya ve lastik sanayinde de
geniş ölçüde kullanılmaktadır. Maden eritme gibi özel amaçlı endüstrilerin doğrudan Zn
kirleticileri olarak ortaya çıktığı şüphesizdir. Toprakta yüksek konsantrasyonlarda Zn
bulunduğu takdirde Zn zehirlenmesi ortaya çıkmaktadır. Katı atıklar ve arıtma çamurları çok
yüksek Zn içeriğine sahip olup, bu tür materyallerin araziye verilmesi ya da depolanması
halinde topraklarda Zn birikimi toksik etkiler meydana getirmektedir. Mantovi vd (2003)
hayvansal çiftlik atıklarının uygulandığı topraklarda Cu ve Zn konsantrasyonunun arttığını
bildirmişlerdir
46
Zn bitki metabolizması için çok az miktarda bulunması gereken bir elementtir (Bozcuk 1997,
Marschner 1997). Đndolasetik asidin öncül maddesi olan triptofan’ın sentezlenmesinde rol
oynamaktadır. Ayrıca Zn, aseteldehitin etil alkole dönüşmesini sağlayan alkol dehidrogenaz,
karbondioksitin bikarbonata hidrasyonunu sağlayan karbonik anhidraz, bakır ile birlikte
süperoksit dismutaz enzimlerinin aktivatörleri olarak görev yapmaktadır. DNA ve RNA
metabolizması, hücre bölünmesi, protein sentezi, karbonhidrat metabolizması ve membran
dayanıklılığında da Zn’nun önemli rolü olduğu ifade edilmiştir (Marschner 1997, Kadıoğlu
2004).
Zn, hayvan sistemlerinde yaklaşık 200 enzim ve diğer proteinler için mutlak gerekli bir
element olmasının yanında, nükleik asit metabolizması ve özellikle hücre bölünmesinde rol
oynamasına karşın yüksek konsantrasyonlarda önemli zararlara neden olmaktadır. Zn
toksisitesi bitkilerde özellikle maden depozitleri ve maden atıklarının bulunduğu bölgelerde
görülmektedir. Buna karşılık bir kısım bitki türleri Zn’ye toleranslı olmakta hatta bu tür bitkiler
kuru madde olarak 600-7800 ppm arasında Zn içerebilmektedir. Zn toksisitesi, kök büyümesi
ve yaprak dağılımında gerilemeye yol açmakta, bunu klorozis takip etmektedir. Besin
ortamında yüksek düzeyde bulunan Zn, P ve Fe alınımını sınırlamaktadır (Topbaş vd 1998).
3.4. Krom’un genel özellikleri ve bitkiler üzerindeki fizyolojik etkileri
Krom (Cr), toprak volkanik toz ve kayalarda doğal olarak bulunan bir element olup, çevrede
birkaç formu bulunabilir. Bunlardan en yaygını;Cr0, Cr+3, Cr+6’dır. Çelik üretiminde, alaşım
yapımında, metal endüstrisinde, krom kaplamada ve paslanmayı kontrol edici madde olarak,
boya tuğla ve deri endüstrisi ile gıda koruyucu olarak kullanılmaktadır. Canlılar için bir besin
elementi olan krom, insan organizmasında karbonhidrat metabolizması için önemlidir.
Kolesterol, yağ ve protein sentezi için hayati bir mineral olan krom, kan şekeri düzeyinin sabit
kalmasını sağlar. Kromun osteoporozla savaşta ve yaşlanmayı geciktirmede etkili olduğu,
ayrıca kas oluşumunu da desteklediği bilinmektedir. Krom bileşiklerinin tümü yüksek
miktarlarda alındığı zaman toksik olabilir, ancak Cr+6 , Cr+3’e göre daha toksiktir ve yüksek
konsantrasyonlarda akciğer kanseri, alerjiler, astım krizleri, ülser, burun kanaması gibi
rahatsızlıklara yol açabilir. Cr’un toprakta ve bitki bünyesinde hareketi oldukça sınırlıdır.
Buna karşılık çok yüksek düzeylerde bulunan krom bitkilerde toksik etkide bulunabilmektedir.
Krom zehirlenmesinde bitki kökleri küçük, yapraklar dar ve kahverengi kırmızı renkge
dönüşmektedir.Yapraklarda küçük yanık lekeler meydana gelmektedir (Topbaş vd 1998).
3.5.Asbest’in genel özellikleri ve bitkiler üzerindeki fizyolojik etkileri
Asbest lifsi kristal yapısına sahipolan magnezym silikat, kalsiyum-magnezyum silikat, demirmagnezyum silikat ve kompleks sodyum-demir silikat bileşimindeki bir grup mineralin adıdır.
Bu hammadde piyasada amyant adı altında da bilinmektedir.[Si4O11]n6n- anyonu asbest,
Ca2Mg5 [Si4O11]2(OH)2 mineralinde bulunur ve uzun anyon zincirlerinin birbirine aşağı yukarı
doğru uzanmasından dolayı lif yapısına sahiptir. Bu özelliğinden dolayı dolgu maddesi ve
ateşe dayanıklı oluşu nedeniyle yalıtkan olarak kullanılır. Fakat asbest, kansirojen bir
bileşiktir solunması ve yiyeceklerle birlikte alınması kansere neden olur. Asbestin akciğer
kanserine eden olduğu bilinmektedir (Erdik ve Sarıkaya 2002). Asbest çok iyi tanınan bir
kimyasal kansirojendir ancak etkisini solunum yolu ile alınırsa göstermektedir.Ağız yolu ile
alındığında toksik olmadığı sayısız toksikolojik ve epidemiyolojik bilimsel araştırmalarla
kanıtlanmıştır (http://www.turktox.org.tr/gida/fr.1-link.htm). Asbest içeren topraklarda yetişen
bitkilerde büyümede azalma, renk kaybı seyrek gelişim gibi stres semptomları meydana
gelmektedir (http://www.sante.gouv.fr/amiante/connaitre/sciences/rapportc1.htm).
Bitkiler aşırı miktarda metal etkisine maruz kaldıkları zaman toksik etkinin giderilmesi
amacıyla metal bağlayan peptidleri sentezlemektedirler. Bu peptidlerin sentezinin
başarısızlığa uğraması bitki büyümesinin engellenmesi veya bitkinin ölümü ile
sonuçlanmaktadır.
47
Metale toleranslı bitki dokularında fitokelatinlerin bulunduğunun bilinmesine karşın bu durum
metal toleransının oluşumu için gerekli olan temel fitokelatinlerin fazla üretilmesi gibi basit bir
mekanizma ile de açıklanamamaktadır. Fitokelatinlerin peptid kompozisyonları heterojen bir
yapı göstermektedir. Metal bağlayan bileşiklerin hayvanlarda metallotioneinler, bitkilerde de
fitokelatinler olarak ayrılması oldukça zordur. Bitkilerde de metallotioneinler bulunmaktadır.
Birçok metallotionein genleri bitkilere aktarılmak suretiyle transgenik bitkiler elde edilmiştir
(Mejare ve Bülow 2001).
4.Sonuç
Bitkilerin çevrelerine adaptasyon yetenekleri toksik maddelere karşı olan toleransları ile
ilişkilidir. Bazı türler iyonları absorbe edip sonra immobilize ederek tutmaktadır ve bu yolla
metalleri kendi kökleri ve gövdelerinde yoğunlaştırmaktadırlar. Bu toleranslı türlerin çok kirli
alanlarda metalin ortamdan kaldırılması amacıyla kullanıldığı bilinmektedir (Fargosova 2001).
Bitkiler ağır metallere maruz kaldıklarında çeşitli mekanizmalar ile metalleri etkisiz hale
getirmeye çalışırlar .Düşük ağır metal konsantrasyonlarına maruz kalan
bitkilerde stresten korunmak amacıyla çeşitli bileşiklerin miktarı hızlı bir şekilde artmaktadır.
Bununla birlikte yüksek konsantrasyonda ağır metal bitki büyümesini önemli derecede inhibe
etmekte, bitkilerin fizyolojik fonksiyonları ve metabolizmasına ciddi bir şekilde zarar
vermektedir.
Ağır metal kirliliğinin olduğu yerlerde bazı bitkiler ağır metallere hızlı bir şekilde tolerans
geliştirebilmekte, bazıları ise geliştirememektedir. Ayrıca ağır metaller bitki bünyesinde
biriktirilmekte ve bunun doğal bir sonucu olarak besin zinciri yoluyla insan sağlığını tehdit
eder hale gelmektedir. Dolayısıyla, toksik metaller tarımsal üretimi de ciddi bir şekilde
sınırlamaktadır. Bu konuda yapılacak çalışmalar sonucunda ağır metal direncinin moleküler
temellerinin daha iyi bilinmesiyle, tarım bitkilerinin ağır metallere dayanıklı varyetelerinin
seçilmesi mümkün olabilecektir. Günümüzde yüksek etkinlik ve düşük maliyetlere sahip olan
biyolojik iyileştirme stratejileri ile ilgili çalışmalar metalle kirlenmiş alanların arıtımında cazip
bir alternatif olmaktadır (Mejare ve Bülow 2001).
Ağır metal toksisitesi bitki gelişimini, dolayısıyla da besin zinciri yolu ile hayvan ve insan
sağlığını olumsuz yönde etkilediğinden ağır metallerin bitki metabolizmasına etkilerinin
incelenmesi giderek artan bir öneme sahip olmaya başlamıştır.
KAYNAKLAR
Barcelo, J. and Poschenrieder, Ch. 1990. Plant water relations as affected by heavy metal
stress. Journal of Plant Nutrition, 13(1), 1-37.
Bozcuk, S. (1997). Bitki Fiyolojisi, Hatipoğlu Yayınevi. Ankara.
Clijters, H. and Van Assche, F. 1985. Inhibition of photosynthesis by heavy metals.
Photosynth. Res. 7:31-40.
Çelik, Ü. 1997. Denizli Đl Merkezi ve Çevre Yolları Kenarında Yetişen Bitkilerde Trafik Kökenli
Ağır Metal Kirlenmesinin Araştırılması. Doktora Tezi. Fen Bilimleri Enstitüsü, Bornova,
Đzmir.
Erdik, E., Sarıkaya, Y., 2002. Temel Üniversite Kimyası.Gazi Kitapevi.Ankara.
Fargašová, A. 2001. Phytotoxic effects of Cd, Zn, Pb, Cu and Fe on Sinapis alba L.
seedlings and their accumulation in roots and shoots. Biologia Plantarum, 44(3): 471473.
Foy, C.D., Chane, P.L. and White, M.C. 1978. The physiology of metal toxicity in plants. Ann.
Rew. Plant Physiol. 29, 511-566.
Kacar, B., Katkat V.A. ve Öztürk, Ş. Bitki Fizyolojisi. Vipaş Đnş. Tur. Eğt. Aş., 2002 Bursa, s.
563.
Kadıoğlu, A. 2004. Bitki Fizyolojisi. Esen Ofset Matbaacılık, Trabzon, 453 s.
Kinnersley, A.M. 1993. The role of phytochelates in plant growth and productivity. Plant
Growth Regul. 12:207-218.
48
Kocataş, A.,1997. Ekoloji ve Çevre Biyolojisi.Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Yayınları
No:51 Ege Üniversitesi Basımevi, Đzmir.
Mantovi, P., Bonazzi, G., Maestri, E., Marmiroli, N. 2003. accumulation of copper and zinc
from liquit manure in agricultural soilsand crop plants. Plant and Soil, 250: 249-257.
Marschner H. 1997. Mineral Nutrition of Higher Plants. Academic Press Limited. London.
Mejare, M. and Bülow, L. 2001. Metal-binding proteins and peptides in bioremediation and
phytoremediation of heavy metals. TRENDS in Biotechnology Vol. 19 No.2.
metallotioneins in copper tolerance of Silene cucubalus. Planta.162:174-179.
Öncel, I., Keleş, Y., Üstün, A.S. 2000. Interactive effects of temperature and heavy metal
stress on the growth and some biochemical compounds in wheat seedlings.
Environmental Pollution, 107, 315-320.
Örnektekin, Ş., Mıstıkoğlu, S. ve Özyılmaz, G., 1999. Đskenderun Körfezinde kurulu
endüstrilerin hava kirlenmesine etkilerinin partiküler madde içeriği açısından
incelenmesi. Hava
Kirlenmesi ve Kontrolu Ulusal Sempozyumu.27-29 Eylül
1999,Đzmir
Sanitá di Toppi L. and Gabrielli, R. 1999. Response to cadmium in higher plants. Environ.
Exp. Bot. 41: 105-130.
Steffens, J.C. 1990. The heavy metal-binding peptide of plants. Ann. Rev. Plant Physiol.
Plant Mol. Biol. 41, 553-575.
Topbaş, M.,T., Brohi, A., R., Karaman, M., R., 1998. T.C. Çevre Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Türkan, I., Henden, E., Çelik, Ü., Kıvılcım, S. 1995. Comparison of moss and bark samples
as biomonitors of heavy metals in a highly industrialised area in Izmir, Turkey. The
Science of the Total Environment. 166: 61-67.
49
Doğada Yaşamın Temel Kuralları
Yrd. Doç. Dr. Yaşar Ergün
MKÜ Veteriner Fakültesi
Doğum Jinekoloji Anabilim Dalı Bşk.
Hatay Dağcılık Đl Temsilcisi
Günümüzde insanlar gündelik hayatın baskısını atmak ve rahatlamak için doğa ile baş başa
kalmak için çaba gösterir hale geldiler. Ancak her konu olduğu gibi kırlara, dağlara çıkmak ya
da orman içinde dere kenarında yürüyüş yapmak da temel bazı bilgileri edinmeyi gerektirir.
Bu sayede faaliyetten ve doğadan zevk alır hale geliriz ve doğa ile baş başa kalmak
vazgeçilmez zevkimiz olabilir. Bu temel bilgiler şu ana başlıklarda toplanabilir;
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Önce oku
Eğitim al
Hedefini belirle
Hazırlık yap
Arkadaşını ya da grubunu bul
Doğaya zarar verme
Kırsalda karşılaştığın insanlara saygılı ol
Doğaya saygı etikleri
1. Önce oku
Đnsanın doğa ile baş başa kalırken zevk alması için öncelikle doğayı tanıması gereklidir. Tabi
ki ilk kıra ya da ormana çıktığımızda tüm bitki ve hayvan türlerini, bölgenin jeolojik yapısını
bilmemiz beklenemez. Ancak bölgeye ait önemli bitki türleri, hayvan türleri ve bazı böcek
türlerini bilmemiz onları her görüp tanıdığınızda kendimizi mutlu hissetmemizi sağlayacak,
yol kenarında görülen bir bokböceği ailesi ile ilgili yanımızdakilere üç beş cümlecik de olsa
bilgi verebilir halde olmamız gezintiyi zevke dönüştürecektir. Belki de yanımızda bize bu
konuda bilgi verebilecek donanımda insanlarla çıkmak gibi bir şansımız olabilecektir. Her
şeyi bir günde öğrenmeye çalışmadan, sıkmadan, arada sorulan sorularla fakat çoğunlukla
dinleyerek ve izleyerek bilgilerimizi artırabiliriz. Konu ile ilgili bir çok yayınevi ve bunun
yanında Tubitak bitkiler, hayvanlar, böcekler gibi seri kılavuz ve temel bilgiler kitapları
çıkartıyorlar. Tubitak popüler bilim kitaplarında bu ihtiyacı makul fiyatlarla ve doğru kaynaktan
karşılayacak kitaplar bulmak mümkündür. Bu tür kitaplar doğa için alfabe niteliğindeki
kitaplardır ve mutlaka okunmalıdır. Bir bitki ya da hayvan türünün sadece kitapta geçen
Latince adını ya da Türkçe karşılığını bilmenin yanında mümkün ise yöresel ismi de
bilinmelidir. Renkli resimlerle bezenmiş bitki, hayvan ya da böcekleri ve yöre coğrafyasını,
jeolojik yapısını anlatan kitapları okumak ve sonra o kitaplardaki öğrenilenleri keşfe çıkmak
belki de dünyadaki en güzel ve en zevkli amatör araştırma faaliyetidir. Bu faaliyetlere devam
ettikçe önceleri yol kenarındaki bir sığırkuyruğu, kekik ya da geveni tanıyıp mutlu olurken bir
süre sonra tanımadığımız bitki türlerini ya da bir böceği usulüne göre örnek alıp ismini
öğrenmek üzere kendimizi biyoloji bölümlerinde bulabiliriz.
Doğada nereye gittiğinizi ve nerede olduğunuz bilebilecek kadar teorik bilginiz olmalıdır.
Harita okumayı, pusula kullanmayı yıldızlardan ve güneşten yön tayinini, edinebiliyorsanız
GPS kullanımını öğrenmelisiniz.
2.Eğitim al
Eğitimin konusu tabi ki doğaya nasıl giderim, neler giyinip giderim, neler yerim, yanımda
neler taşırım, temel ilkyardım bilgileri nelerdir, kaybolursam ne yapmalıyım gibi sorulara
cevap verecek nitelikte olmalıdır. Bu kısımda alt başlıklar halinde bu konulara kısaca
değinilecektir.
50
2.1 Doğaya nasıl gitmeliyiz ?
Doğaya gitme konusunda çeşitli isimlerle anılan faaliyet türleri mevcuttur. Genelde yabancı
kökenli isimler kullanılan bu faaliyetlerde Türkçe isimlendirme ile günübirlik faaliyet, hafta
sonu kamplı faaliyet ve çok günlük kamplı faaliyetler şeklinde sınıflandırılabilir. Hafta sonu
kamplı ve çok günlük kamplı faaliyet eğitimlerini hemen her ilde faal olan Dağcılık ve izcilik
kulüplerinden alabiliriz.
Günübirlik faaliyetler öncelikle iyi bilenen, çok gidilen bir bölgeye yapılmalıdır. Asla insanların
çokça gitmedikleri, medeniyetten uzak bir bölge ilk faaliyet alanımız olmamalıdır. Faaliyet
gününün hava durumu meteoroloji genel müdürlüğünün web sayfasından kontrol edilmeli ve
oradaki özellikle 3 günlük verilerin çok büyük olasılıkla doğru olduğu göz önüne alınmalıdır.
2.2 Neler giyinmeliyim ?
Đlkbahar ve sonbahar ayları yeni başlayanların doğada faaliyet yapmaları için en güzel
aylardır. Ayakkabı seçimi önemlidir. Spor ve bileklerin bükülmesini engelleyecek kadar bilek
kısmı yüksek bir ayakkabı tercih edilmelidir. Ayakkabının tabanı ince olmamalıdır. Yeni
başlayanların spor mağazalarında yüzlerce YTL fiyatla satılan profesyonel kullanım amaçlı
ayakkabılara para harcamaları genellikle sadece para israfı ile sonuçlanır. O nedenle amatör
kullanım amaçlı bir spor bot işinizi görecektir. Spor botun kumaşı ya da derisinin gore-tex gibi
günümüzde çeşitli isimlerle üretilen nefes alabilir bir malzemeyle kaplanmış olması rahatlık
açısından tercih edilebilir. Mutlaka yedek çorap taşınmalıdır.
Giysileri alt ve üste giyilen giysiler olarak ayırabiliriz.
Alt giysiler ıslandığında çabuk kuruyan bir kumaştan üretilmiş olmalıdır. Eşofman gibi bir giysi
ile dikenli çalıların bol olduğu bir bölgede yürüyüş yapmak eziyetten başka bir şey değildir.
Ya da kot pantolon ile geçilen bir dere size saatlerce kurumayan bir pantolona sahip olmanızı
sağlayacaktır. Yeni başlayanlar için polar tarzı sentetik kumaşlardan üretilmiş fiyatı yüksek
olmayan alt giysiler yazın çok sıcak bölgelerde kullanılmadıkça tercih edilebilir.
Burada kış şartları için giyinmeden bahsedilmeyecektir. Üst giysiler en az iki katman halinde
olmalıdır. Birinci katman sıcak havalarda teri emebilecek kısa kollu bir üst ya da nispeten
serin havalar için uzun kollu giysilerden seçilmelidir. Uzun kollu giysi tercihi yine üst polar
olarak seçilebilir fakat kısa kollu giysi tercihinizi yanınızda bir yedeğini taşımak üzere evdeki
eskimiş tişörtlerinizden oluşturabilirsiniz. Đkinci katman üst giysiler sizi yağmur ve rüzgardan
koruyabilecek nitelikte olmalıdır. Kalitesi çok kötü olmayan bir yağmurluk genellikle işinizi
görür. Ancak ideal olan ve doğaya çıkmayı kendine alışkanlık haline getirmiş birisi için
gereken üst katman giysi, gore-tex ya da benzeri maddeyle kaplanmış kumaşlarla dikilen
teknik ceketler olmalıdır. Bu ceketler her türlü hava koşulunda sizi dış şartlardan korumaya
yardım eder ve bol miktardaki cebi bir çok gerekli aletinizi el altında bulundurmaya yarar.
Yanınızda yaz ve kış mutlaka bir bere olmalıdır. Yazın güneşli havalarda güneş siperliği
genişçe bir şapka tercih edilebilir. Đlkbahar başı ve sonbahar sonundaki faaliyetlerde
sürprizler için bir eldiven edinilmelidir.
Güneş gözlükleri doğada vazgeçilmezlerdendir. Đyi kaliteli, morötesi ışınlardan sizi,
koruyabilecek, şehir hayatında kullanılanlardan fiziki olarak biraz daha dayanıklı ve mutlaka
boyun askısı ile birlikte kullanılan, yanlardan da güneş ışınlarının girmesini önleyen
siperlikleri üzerine monte ya da sonradan takılabilecek bir güneş gözlüğü edinmeniz göz
sağlığınız açısından gereklidir. Özellikle kışın karlı ve kapalı havalar gözlerinizin en fazla
zarar görebileceği anlardır.
51
2.3 Ne yemeliyim ?
Doğadaki faaliyetler esnasında diyet yapamazsınız, yapmamalısınız. Yanınıza günübirlik
faaliyette bir öğünlük, çok günlük faaliyetlerde bir günlük fazla yiyecek almalısınız. Evinizde
hazırlayacağınız kumanyalar karbonhidrat ağırlıklı olmalıdır. Karbonhidratlar, faaliyette
kaybedeceğiniz enerjiyi tekrar yerine düzenli ve sürekli olarak koymada en iyi seçenektir.
Enerji kaybediyorum diyerek sürekli atıştırmak tercih edilen bir yöntem değildir. Ancak küçük
birkaç şekeri cebinizde taşıyıp arada ağzınıza atabilirsiniz. Hazır yiyecekler başlangıç için
size pratik ve lezzetli gelebilir ancak eminim tecrübe kazandıkça kumanyanızı mutlaka evde
hazırlar hale geleceksiniz. Doğada ateş yakmak kesinlikle tavsiye edilmez ve ateş yakılan
yerde bir süre bitki yetişmez. Mutlaka ateş yakmanız gerekiyor ise süpermarketlerde kolayca
bulunan ucuz kartuşlu bir bütan gaz ocağı edinin ve onu kullanın.
Doğadaki faaliyetlerde su her şeydir. Đnsanın günlük su tüketimi doğada şehirdekinden iki kat
daha fazladır. Su alımı yiyeceğin aksine sürekli ve düzenli olmalıdır. Ufak bir pet şişeden 1015 dakika aralıklı bir ya da bir kaç yudum sürekli su almak performansınızı artıracak ve su
kaybına bağlı yorgunluğun önüne geçecektir. Yanımızda mutlaka su taşımalı, tarif edilen
görmediğimiz kaynaklardan ya da derelerden, durgun sulardan su ihtiyacımızı karşılamamalı
ya da karşılamayı planlayarak susuz ya da az su ile faaliyete gitmemeliyiz. Suyu çantamızda
pet şişelerde taşıyabileceğimiz gibi (boş pet şişeyi şehre kesinlikle tekrar getirmek şartı ile)
bu amaçla üretilen metal ya da plastik mataraları da kullanabiliriz. Çelik bir termos
kaynatılmış suyu 12-15 saat çay yapabilecek sıcaklıkta tutar ve çay her hava koşulunda sizi
rahatlatan bir içecektir.
2.4 Yanımda neler taşımalıyım ?
Öncelikle bir şeyler taşımak için bir çanta edinmelisiniz. Önceleri sıradan bir sırt çantası
işinizi görebilir ancak doğada faaliyet sıklığınız arttıkça daha profesyonel üretilmiş bir çanta
edinmelisiniz. Günübirlik bir faaliyet için 15-20 litre kapasiteli bir çanta işinizi görür.
Profesyonel çantalar sadece omuz askılarından değil ayrıca belden bağlanan kemerlere
sahiptirler ve belden bağlanan kemer omzunuza binen yükün neredeyse tamamını alarak sizi
rahatlatır. Çantaların bel ve omuz kemeri ayarlarının nasıl yapılacağını bilen birisinden
öğrenmelisiniz. Çantada öncelikle giysiler kısmında bahsedilen yedek giysiler su ve yiyecek
olmalıdır. Yedek giysiler mutlaka naylon bir poşete sarılmış ve ağzı bağlanmış olarak
çantada durmalıdır. Cam kavanozda yanınıza asla yiyecek almamalısınız.
Edinebileceğiniz kadar ayrıntılı bir bölge haritanız naylon kabında çantanızda olmalıdır.
Önceleri basit ve ucuz bir pusula edinerek başlayabilirsiniz. GPS uydu alıcıları pahalı
cihazlardır fakat erişilemez fiyatlarda değildirler. Özellikle kulüp ya da arkadaş gruplarında bir
tane ortak alınması mümkündür. Bir çakı, manyetolu olmayan bir çakmak çantanızda
olmalıdır. Cep telefonları neredeyse faaliyet alanlarının tamamına yakın yerde kapsama
alanındadırlar fakat faaliyet esnasında kapalı tutulmalı ve pillerinin boş yere azalması
önlenmelidir. Herkes tüm cep telefonlarından sim kartı olsun ya da olmasın tüm
operatörlerden 112 acil yardım hattını aramanın bedava olduğunu bilmelidir. Basit bir ilk
yardım seti ufak çantasında gruptan bir kişide olmalıdır.
2.4 Temel ilkyardım bilgileri nelerdir ?
Konu ile ilgili bilgileri içeren ayrı bir bölüm kitapta bulunmaktadır.
2.5 Kaybolursam ne yapmalıyım ?
52
Öncelikle yola çıkmadan önce bölgeyi bilen birisinin telefonunu yanınıza kaydedin, en az iki
yakınınıza gittiğiniz bölge, izlenecek güzergah ve grubunuzda kaç kişi olduğu ile ilgili bilgi ve
en az iki kişinin telefon numarasını bırakın, bilmediğiniz yere ve yalnız kesinlikle gitmeyin.
Yanınıza bilinen, bölgede yaşayan ve güvenilen bir rehber almak en pratik ve en iyi
çözümdür. Doğada yapılacak faaliyetler en az iki kişi ile yapılmalıdır ve yeni başlayanlar asla
gece faaliyeti yapmamalıdırlar. Yola çıkılmadan önce bir grup lideri belirlenmelidir. Grup lideri
tabi ki en tecrübeli olan kişidir ve kararları tartışılmaz. Bütün bunlara rağmen kaybolursanız
öncelikle olduğunuz konumu koruyun ve bir süre dinlenin. Yeterince dinlendikten sonra
olduğunuz yere nasıl geldiğiniz konusunda hafızanızı zorlayın. Kesinlikle gruptan kimseyi,
yalnızsanız kendinizi kaybolmanız konusunda suçlamayın, ortamı germeyin az konuşun. Cep
telefonunuz çekiyorsa daha az sorunla karşı karşıyasınızdır. Yakınınızda belirleyeceğiniz
kullanılan aktif patikalar, stabilize yollar ve dere yatakları size rehber olabilir. Patikaları ve
yolları aşağı yöne doğru takip etmeniz sizi yerleşim alanlarına ulaştırır. Dere yatakları yol ve
patika olmayan yerlerde aşağı yönde takip edilmelidir. Cep telefonları gruptan bir kişinin
telefonu açık tutulacak şekilde sırayla açılmalıdır. Yedek yiyecek konusunda hazırlıklı olarak
yola çıkıldığından panik yapılmamalıdır. Yiyecek sorunu kaybolmada en son düşünülecek
sorundur. Ancak rast gelinen kaynaklardan tüm su kapları dolu olarak taşınmalıdır. Özellikle
bazı bölgelerde ani sis bastırması ile kaybolunmuş ise panik yapılmamalı ve sis geçene
kadar kesinlikle olduğunuz yeri terk etmemelisiniz. Yöre halkından rehber olarak yanınıza
aldıklarınız haricinde insanlara yol sormamalısınız ve mecbur kalıp sorduğunuzda kesinlikle
onların yön ve mesafe ile ilgili verdikleri bilgilere güvenmemelisiniz.
3. Hedefini belirle
Bütün alemi ve tüm yeryüzünü keşfedemezsin öncelikle kendine bir hedef alan belirle ve
orasını ayrıntılı olarak öğren. Bir süre sonra çeşitli faaliyetler vesilesi ile başka sahalarda da
sizin gibi gezen insanlarla tanışacak ve siz onların rehberliğinde onların bölgesini, onlar da
sizin rehberliğinizde sizin bölgenizi öğrenecekler. Bir bölgeyi öyle iyi bil ki referans kişi sen ol.
4. Hazırlık yap
Doğada yapılacak her faaliyet ciddi hazırlık gerektirir. Çantanı en az bir gün önceden hazırla
faaliyetini en az bir hafta önce kararlaştır. Her faaliyetini ve faaliyet rotanı bölgedeki jandarma
karakoluna ilk seferinde bizzat giderek sonrakilerde telefonla arayarak bilgi ver, telefon
numaranı ve grubundakilerin isimlerini karakola telefonla bildirmeyi angarya olarak görme.
5.Arkadaşını ya da grubunu bul
En eğlenceli faaliyetler grup halinde yapılanlardır. Doğa sevdalısı insanları bir araya getir ve
mümkünse yasal platformlarda (dernek vakıf vs) aynı çatı altında topla ki bir gün birileri senin
ilgi alanın olan doğayı tahrip etmeye kalktığında hep birlikte ve organize hareket etme şansın
olsun. Mümkünse bölgende yılda bir doğa şenliği organize et ve diğer bölgelerde
düzenlenenlere katılarak güç ver.
6.Doğaya zarar verme
Doğaya saygı etikleri başlığında anlatılmıştır.
7.Kırsalda karşılaştığın insanlara saygılı ol
Kırsalda ve faaliyet esnasında karşılaştığın insanlara selamlayarak yaklaşılmalı ve kim
olduğun tanıtmalıdır. O bölgede ne amaçla bulunduğun kısaca açıklanmalıdır. Fotoğrafını
çekmek istiyorsanız önce izin almalısınız. Gönderemeyeceğiniz fotoğraf için asla isim ve
adres almamalısınız. Gönderemeyeceğinizi söylemek en dürüst yoldur, insanları beklenti
53
içerisinde bırakmak bir doğasever için hoş bir imaj değildir. Đnsanlarla konuşurken asla
onların değerlerini yargılamamalısınız onların inançları ile ilgili konularda sohbet dahi
etmemelisiniz. Asla onların şivesi ile konuşmaya çalışmamalısınız. Dağda size yemek ikram
eden çobanın yanındaki tek yiyeceğinin o size ikram edilen şey olduğunu unutmamalısınız.
Đnsanlardan mecbur kalıp istediğiniz şeylerin parasını onlar istemese ve almamakta ısrar
etseler dahi vermelisiniz. Ormandan odun kesen ya da avlanması yasak olan türü avlayan ya
da yasak zamanda avlanan insanlarla tartışmak, onlara engel olmaya çalışmak, yaptıklarının
doğru olmadığı ile ilgili uzun nutuklar çekmek yerine yer ve zaman bildirerek yetkili mercilere
bilgi vermek en doğru yoldur.
8. Doğaya Saygı Etikleri
Doğaya gösterilebilecek en yüksek saygı derecesi doğayı öğrenmek ve en ince ayrıntısına
kadar doğada merak ettiklerinizin peşine düşmek, öğrenmek ve yine öğrenmektir. Doğayı
bilmeyen birisinin doğaya saygı duymasını ya da doğayı korumasını bir doğa sevdalısı
olmasını bekleyemezsiniz.
Doğadan çantamızda sadece çöplerimiz ve fotoğraf makinesinde karelerimizle dönmeliyiz.
Doğada sadece ayak izlerimiz kalmalı organik çöp olarak sayılan bir elma koçanı ya da
salatalık kabuğu, yenilmemiş iki ekmek asla doğaya terk edilmemelidir. Sevdiklerimize kır
çiçekleri hele hele az bulunan kır çiçekleri getirmek belki romantik olabilir fakat etik değil.
Dağın başında bulduğunuz dut ağacının meyvelerini yemek belki sizin 5 kişilik grubunuz için
eğlenceli olabilir ama orada o ağacın meyveleri ile beslenen binlerce böceğin belki de tek
besin kaynağını tüketiyor olabilirsiniz. Sizin organik çöp olarak değerlendirip bir kaya altına
bıraktığınız elma koçanı 10 gün sonra küflü bir elma koçanı olarak bir karaca ya da dağ
keçisinin midesinde geri dönüşümsüz hasara yol açıp onun ölümüne sebep olabilir. Vahşi
hayvanlar yesin diye kenara atılan iki ekmeği yiyen bir ceylanın midesi kısa süre sonra
asidozdan dolayı çalışmayacak ve bu o canlının sonu olacaktır. Gece ay ışığında ileri
teknoloji ürünü led lambanızı sağa sola doğru tutarak yürürken sizi sessizce seyreden gece
kuşlarını gece avlanan onlarca tür hayvanı bir o kadar böceği rahatsız ettiğinizin farkında
olmalısınız.
Gece yürüyüşlerinde asla vahşi hayvanların geçiş yolu olarak kullandıkları güzergahlar ,
kullanılmamalı, su kaynaklarının yanında kamp yapılmamalıdır. Bir su kaynağının orada
yaşayan canlılar için ne kadar hayati olduğunu ve ne kadar sık kullanıldığını öğrenmek
istiyorsanız sabah erken gidip o suyun kenarındaki vahşi hayvanlara ait ayak izlerine
bakmanız yeterlidir.
Türkiye’de şimdiye kadar dağcılık, izcilik, doğa yürüyüşü vs faaliyetlerde kayıtlara geçmiş
vahşi hayvan saldırısına uğrama olayı bilinmemektedir. Unutmayın ki en vahşi canlı insandır
ve hiçbir canlı insana çok rahatsız edilmedikçe, yılansa üzerine basılmadıkça, ayı ise
yavrusu yanındayken üzerine ısrarla gidilmedikçe saldırmaz ve insanlardan kaçmayı tercih
eder. O nedenle kazara karşılaştığınız vahşi hayvanlara zarar vermeyin onların uzaklaşması
için imkan tanıyın ve siz de onlardan uzaklaşın ama emin olun ilk onlar kaçacaktır.
54
Doğu Akdeniz Sualtı Biyoçeşitliliği
Bülent Gözcelioğlu
TÜBĐTAK Bilim ve Teknik Dergisi
Türkiye Denizleri
Türkiye denizleri barındırdığı zengin canlı yapısıyla ilginç görünümdedir. Bu değişik yapının
nedeni denizlerimizin farklı jeolojik, ekolojik ve iklimsel yapı göstermeleri. Güneyde sıcak,
tuzlu bir yapıya sahip Akdeniz, kuzeyde soğuk ve az tuzlu yapıdaki Karadeniz ve her iki
deniz arasında bağlantıyı sağlayan, her iki denizin özelliklerini taşıyan Marmara ve Ege
denizi. Akdeniz’de sıcak ve tuzlu suları seven canlılar yaşar. Besin açısından fakir olan
Akdeniz’de tür çeşitliliği fazladır. Akdeniz’e hem Atlantik Okyanusu’ndan hem de
Kızıldeniz’den devamlı tür girişi olmaktadır. Yeni türler ortamının yapısını devamlı
değiştirmektedir. Karadeniz’de soğuk ve az tuzlu suları seven canlılar yaşar. Bu denizde tür
sayısı az olmasına karşın besin miktarı, dolayısıyla da populasyon fazladır. Marmara’da
yüzey suları (ilk 20 m) Karadeniz kökenli, daha altındaki sularsa Akdeniz kökenlidir. Bu
durum her iki denize özgü canlıların aynı denizde yaşadığı bir ortam oluşturur. Ege Denizi
Akdeniz’e benzemekle birlikte, daha zengin bir besin içeriğine sahiptir. Tüm bu etkenler,
şimdiye kadar yapılan bilimsel çalışmalarla, yaklaşık 6000 canlı türün denizlerimizde
yaşadığını göstermektedir. Ancak tür sayısının bundan çok daha fazla olduğu da
bilimadamları tarafından tahmin ediliyor.
Akdeniz
Akdeniz, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının arasında kalan bir denizdir. Batıda Atlas
Okyanusu, doğuda da Kızıldeniz’le bağlantısı vardır. Akdeniz’in tür çeşitliğini, Cebelitarık
Boğazı aracılığıyla Atlantik Okyanusu, boğazlarımız aracılığıyla Karadeniz ve Süveyş kanalı
aracılığıyla da Kızıldeniz etkiliyor. Atlantik Okyanusu’dan tür girişi çok uzun bir zamandır
devam ettiğinden Akdeniz’in batısında, Atlantik kökenli canlılar daha fazla. Doğusundaysa
Kızıldeniz’den giren türlerin etkisi var. Bu etki aslında kısa diyebileceğimiz bir zaman içinde
gelişmeye başladı. 1869 yılından Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla tropik bir deniz olan
Kızıldeniz, dolayısıyla da Hint Okyanusu’yla Akdeniz arasında bir bağlantı sağlanmış oldu.
Bağlantıdan sonra uzun bir süre tür geçişleri olmadı. Ancak 1900’lü yıllardan itibaren
Kızıldeniz kökenli canlılar yavaş yavaş Akdeniz’e girmeye başladı. Özellikle son zamanlarda
bu girişte çok artış var. Bilimadamlarına göre bu giderek artacak, belki de bir süre sonra
Akdeniz’in büyük bir kısmı Kızıldeniz kökenli canlılardan oluşacak. Bugün Đskenderun
Körfezi’inde herhangi bir trol ağında çıkan balığın % 80’ni Kızıldeniz kökenli türler
oluşturuyor. Katil yosuna benzer bir tür olan ve terörist yosun olarak adlandırılan Caulerpa
racemosa, kıyılarımıza Kızıldeniz’den gelmiştir. Katil yosun kadar etki yapmasa da belli
bölgelerde hızla yayılan terörist yosun 2000’li yıllarda Kaş, Bodrum gibi yerlerde hızla
yayılmasına karşın şimdilerde o kadar yaygın değiller. Hatta çoğu yerde görülmüyorlar.
Kızıldeniz’den tür girişleri biyoloçeşitliliği artırıyor. Tür sayısının artmasına karşın
bilimadamları, Kızıldeniz kökenli türlerinin yarattığı etkiyi olumlu bulmuyorlar. Çünkü
Kızıldeniz kökenli türler daha mücadeleci oldukların yerli türler üzerinde baskı yaratırlar ve
yerli türleri bulundukları bölgeden yavaş yavaş uzaklaşmasına neden oluyorlar. Buna karşı
yapılabilecek bir şey de yok. Şimdilik yapılan yalnızca türlerin kayıt edilmesi ve yeni
ortamlarındaki davranışları.
Doğu Akdeniz’de herhangi bir dalışta görülme olasılığı fazla olan, Kızıldeniz kökenli bazı
türler:
Siganus luridus (Rüppel, 1828)
Esmer Sokar
Familya: Siganidae
55
Biyo-ekolojik Özellikler: Oldukça değişken olan vücut renkleri zeytini yeşil ile koyu
kahverengi arasında değişir. Ayrıca yan yüzgeçlerde sarımsı bir renk gözlenmesi
mümkündür. Dibe yakın bölgelerde yaşarlar. Derinliği 40 metreyi geçmeyen suları tercih
ederler. Alglerle kaplı bölgelerde ve erişteliklerde sıkça görülürler. Burunları yuvarlak,
vücutları yüksektir. Büyüklükleri 30 cm civarındadır. Ayırıcı özellikleri arasında başlarına
oranla büyük gözleri ve küçük başları sayılabilir.Ağızları küçüktür ve alt çene üst çeneden
daha öne doğru çıkmıştır. Sürüler halinde dolaşırlar. Özellikle beslenirken baş aşağı
durumda sürüler oluştururlar. Türkiye’nin Akdeniz ve Güney Ege kıyılarında dağılım
gösterirler. Otçul balıklardır. Kırmızı algler başlıca besinleri arasındadır.
Balistes carolinensis Gmelin, 1788
Çütre Balığı
Familya Balistidae
Biyo-ekolojik Özellikler: Genç bireylerde renk yeşilimsi-gri’ dir. Bu renk üstüne mavi
noktalar ve bazı bireylerde enine koyu renkli bantlar görülür. Erginleştikçe renkleri daha çok
mavi tonlarına yaklaşsa da daha farklı renklerde de görmek mümkündür. Genellikle kayalık
zeminlere yakın bölgelerde yaşarlar. 10 metreden daha sığ sulara çok ender gelirler.
Genellikle derin suları tercih ederler. Akdeniz ve ender olarak Ege’ de bu balığı görebilirsiniz.
Bu balık, ilk bakışta normal görünüşünden daha fazla şişmiş balona benzer. Ovalimsi
şeklinde bir vücutları, yanlardan hafifçe basık olsa da vücutlarına oranla çok küçük ağız
açıklıkları ve gözleriyle ağızlarının arasının uzak olması balona benzetmemize neden olur.
Büyüklükleri yaklaşık 45 cm’ dir. Genellikle tek yaşarlar ancak olan nisan-haziran aylar
arasında ender de olsa gruplar halinde görebilirsiniz. Bu gruplar yine de fazla kalabalık
değildir. Yumurtalar dişi tarafından kuma açılan çukurluklara bırakılır. Tehlikelere ve bazı
düşmanlara karşı korumaksa erkeğin görevidir. Ana besinlerini küçük yengeçler ve bazı
yumuşak hayvanlar oluşturur.
Stephanolepis diasporos Fraser – Brunner, 1940
Dikenli Çütre
Familya: Monacanthidae
Biyo-ekolojik Özellikler: Renkleri sarımsı kahverengiyle koyu yeşil tonları arasındaki
renklerde olabilirler. Ana renk üstündeyse daha koyu renkte lekeler bulunur. Taşlık ve kayalık
alanlarda yaşarlar. Saklanabilecekleri taş altları ve küçük oyukların bol olduğu bölgeleri tercih
ederler. Kızıldeniz göçmeni (Lesepsiyan) balıklardır ve ılıman iklimleri severler. 15 metrelik
sığ sulara kadar gelebilirler. Genellikle orta derinlikteki sularda bulunurlar ve en çok 50 metre
derinliğe inerler. Büyüklükleri 25 santime kadar çıkabilir. Uçları sivri ovalimsi şekilde bir
vücutları vardır. Ağız açılıkları vücutlarına oranla küçüktür. Gözleriyle ağızlarının arası
uzaktır. Başlarına oranla nispeten normal büyüklükteki gözlerinin hemen arkasında,
sırtlarında uzunca bir diken bulunur. Bu diken erkeklerde dişilere göre daha uzun olur.
Balistes carolinensis türüyle karıştırılabilirler. Dikenli çütrenin vücut şekli daha köşeli gibidir.
B. Carolinensis’teyse vücut hatları daha yuvarlaktır. Küçük dip omurgasızları ve bazı diğer
mikroskobik canlılarla beslenirler.
Sarpa salpa (L, 1758)
Salpa
Familya: Sparidae
Biyo-ekolojik Özellikler: Genç bireyler koyu-gri ile gümüş renginde olurlar. Erginlerdeyse
renk maviye yaklaşır. Gövdelerinde 10-16 adet turuncu ya da altın sarısı renkte çizgiler
vardır. Yan yüzgeçlerinin hemen başlangıcında siyah bir leke vardır. Zemine yakın yerlerde
üzeri deniz yosunlarıyla kaplı kayalıkları, kumluk alanları tercih ederler. Deniz çayırlarının
56
üzerinde de yüzerken görülebilirler. Genellikle 1-20 metre arası derinliklerde yaşarlar.
Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz’de bulunurlar.
Baş kısımları küçüktür ve vücudun beşte biri kadardır. Ağız açıklıkları küçüktür, üst çene alt
çeneden bir parça daha uzundur. Gözleri vücuda oranla küçüktür. Sırt yüzgeçleri başa yakın
bir bölgeden başlar ve kuyruğa kadar devam eder. Üreme dönemleri Nisan – Ağustos ayları
arasındadır. Bu hayvanların cinsiyetleri büyüdükçe erkekten dişiye doğru değişir. Yaklaşık 20
cm büyüklüğe ulaştıklarında üreme yeteneği kazanabilirler. En fazla 50 cm uzunluğa
erişebilir ve ortalama büyüklükleri 15-25 cm arasındadır. Genç bireyler bir yandan bazı küçük
omurgasızlarla beslenirken, diğer yandan bazı bitkisel besinleri de alabilirler. Erginler ise
tamamen bitkisel besinleri tercih ederler. Caulerpa cinsi deniz yosunlarıyla beslendiklerinde
insanlar için, yenmesi sakıncalı zehirli bir balık olabilir.
Pempheris vanicolensis Cuvier, 1831
Familya: Pempheridae
Biyo-ekolojik Özellikler: Ana renkleri turuncu-sarımsıdır. Kuyruk yüzgeçleri ve karın
yüzgeçlerinin kenarı siyaha yakın bir renktedir. Kıyıya yakın bölgelerde kayalıklara ya da
mercan resiflerine yakın alanlarda yaşarlar. Gündüzleri ergin bireyler büyük gruplar halinde
mağaralarda ve mercan resiflerinin oluşturduğu çıkıntıların altıdaki gölge alanlarda
bulunurlar. Geceleri beslenmek için derin sulara doğru giderler ve güneş doğmadan hemen
önce az ışık alan eski yaşam alanlarına geri dönerler. Genç bireylerdeyse geceleri bu şekilde
bir habitat değiştirme görülmez. Büyüklükleri yaklaşık 20 cm kadardır. Ovalimsi şekilde
başlayan vücutları kuyruğa doğru ilerlerken aniden incelir ve kuyruğa kadar bu şekilde
devam eder. Gözleri vücutlarına oranla normal boyutlardadır. Bu balıklar her zaman birlikte
olacakları grupları oluştururken, genellikle grubun aynı ya da birbirine yakın yaşlardaki
bireylerden oluşmasına özen gösterirler. Gece habitatlarıyla gündüz habitatlarının farklı
olmasının ana nedeni, beslenme özellikleridir. Planktonları aramak için geceleri, gündüz
habitatlarını terk ederler.
Apogon nigripinnis
Kardinal balıkları
Familya: Apogonidae
Biyo-ekolojik Özellikler: Genellikle koyu renklerde olurlar. Vücutlarında kahverengimsi,
yeşil, siyah gibi renkleri görebilirsiniz. Vücutlarında enlemesine ve koyu renkte ve kalın
bantlar vardır. Yan çizgileri boyunca koyu renkte yuvarlak benekleri bulunur. Bu beneklerin
çevresi beyaz çizgilerle sınırlanmıştır. Karın yüzgeçleri siyahtır. Göğüs yüzgeçleri açık diğer
yüzgeçleri de siyahımsı renktedir. Taşlık kayalık alanlarda yaşarlar. Genellikle mağara veya
küçük oyuklara yakın yerleri seçerler. Fazla sığ suları sevmezler. Bu balıklar, lesepsian türler
denilen Süveyş kanalının açılmasıyla Kızıldeniz’den Doğu Akdeniz sularına göç eden
canlılar arasındadır. Boyları yaklaşık 10 santimdir. Đki sırt yüzgeçleri vardır. Öndekinin ışınları
arkadakine oranla daha sert yapıdadır. Gözleri vücutlarına oranla büyüktür ve başın üst
kısmına yakın bir bölgededir. Ağızları da büyüktür. Gececil yaşayan bu balıkların
akvaryumda da beslenmesi mümkündür. Ilıman iklime alışık balıklardır. Özellikle üreme
dönemlerine akın zamanlarda dişilerle erkekler arasında ilginç kur davranışları gözlenebilir.
Tam bir plankton avcısı olarak söyleyebileceğimiz bu balıklar aynı zamanda diğer bazı
mikroskobik canlılarla da beslenebilirler.
Anthias anthias (L., 1758)
Berber Balığı
Familya: Serranidae
57
Biyo-ekolojik Özellikler: Renkleri genellikle kırmızı, kavuniçi veya pembedir. 3. diken
ışınının ve karın yüzgecinin ucu parlak sarı renklidir. Başın yanlarında yer alan 3 adet sarı
çizgi zaman zaman, balığın yaşadığı ortama bağlı olarak, ayırdedilebilir. Yaşam ortamları
kayalıklar ve sualtı mağaralarıdır. 200 metre derinliğe kadar dağılım gösterirler. Kış
mevsimde derin suları tercih ederken, üreme dönemleri olan ilkbahar ve yaz aylarında daha
sığ sularda görülürler. Küçük boylu balıklardır. Yanlardan yassılaşmış vücutları yüksektir.
Gözleri büyüktür ve solungaç kapağının arka kenarında 3 adet yassılaşmış diken bulunur.
Her iki çenede de küçük boylu köpek dişleri bulunur. Kuyruk yüzgeci derince çatallaşmıştır.
Vücut iri pullarla kaplıdır, yanal çizgi boyunca 36-39 adet pul bulunur. Ergin bireyler 30cm
boya ulaşabilir; fakat 10-12 cm boyundaki bireylere daha sık rastlanır. Ergin bireyler küçük
sürüler oluştururken gençlerin sürüleri daha büyük olur. Hemen hemen bütün Anthias türleri
önce dişi sonraları erkek olurlar(protojan hermafrodit).Sürüdeki tüm balıklar dişidir. En büyük
boya sahip balık erkektir. Bu balık ölürse gruptaki en büyük dişi erkek olur. Gece aktif
hayvanlardır. Ege ve Akdeniz’de dağılım gösterirler. Đçinde bulundukları aile genelde yırtıcı
olmasına rağmen genelde zararsız hayvanlardır ve dipte bulunan küçük hayvanlarla
beslenirler.
Sargocentron rubrum (Forsskal, 1775)
Hindistan Balığı, Asker Balığı, Sincap Balığı
Familya: Holocentridae
Biyo-ekolojik Özellikler: Vücudundaki hakim renk kırmızıdır. Sırt yüzgecinde bulunan
dikenlerin kenarları siyahtır. Vücutlarının yanındaki beyaz renkteki şeritlerin sayısı 7 ile 9
arasında değişir. Mercan kayaları arasında yaşarlar. Yaşam alanları genelde 50 metreyi
geçmeyen sığ sulardır. Pelajik yüzerler. Solungaç kapaklarının arka kenarında iki adet
dikenleri vardır. Birinci solungaç yarığının arkasında da bu iki dikenden biraz uzun başka bir
diken vardır. Gözleri kafasına oranla büyüktür. Büyük sayılabilecek bir ağzı vardır. Anal
yüzgeçlerinde4 diken ışın bulunur ve bunlardan üçüncüsü en uzun olanıdır. Vücutları
yanlardan basıktır. Gececil balıklardır. Gündüzleri saklanmak için yarıkları ve oyukları
seçerler. Gece beslenirler ve beslenmelerinde planktonları tercih ederler.
Kaynaklar:
Atay D., Pulatsü S., Su Kirlenmesi ve Kontrolü., Ankara Üniv. Ziraat Fak. (2000)
Bond, C. E., Biology of Fishes, Second Edition, Saunders College Pub. (1996)
Gücü A. C., Akdeniz Ekosistemi ve Bozyazı (Đçel) Deniz Koruma Sahası. Sualtı Ekolojisi.
Sualtı Araştırmaları Derneği (2001)
Debelius, H., Mediterranean and Atlantic Fish Guide, Grupo M&G Difusion, S.L., Germany
1997
Demir, N., Đhtiyoloji, Đst. Üniv. Fen Fak. Basımevi, Đstanbul, (1992)
Demirsoy, A., Yaşamın Temel Kuralları (Omurgalılar/ Anamniyota) Cilt 3/Kısım 1, 2.
Baskı, Meteksan Yayınları, 700 sayfa, Ankara (1993)
Demirsoy, A., Yaşamın Temel Kuralları (Omurgasızlar/ Böcekler Dışında) Cilt 2/Kısım 1,
2. Baskı, Meteksan Yayınları, 1210 sayfa, Ankara (1998)
Göthel, H., Farbatlas Mittelmeerfauna Niedere Tiere und Fische, Eugen Ulmer GmbH &
Co., Stuttgart (1992)
Gözcelioğlu B, Aydıncılar F., Derin Mavi Atlas., Tübitak Popüler Bilim Kitaplar 2001
John and Gillian Lythgoe, Fishes of the Sea The North Atlantic and Mediterranean, MIT
Press Edition, 1992
Nelson, J. S., Fishes Of The World, 2 nd edition, Wiley ĐntersciencePub.,U.S.A. (1984)
58
Türkiye Çevre Sorunları Vakfı, Türkiye’nin Biyolojik Zenginlikleri, Đkinci Baskı, 320 sayfa,
Ankara 1990
Wallace, R. L., Taylor, K. W., Invertebrate Zoology (A Laboratory Manual), 5 th Edition
(1997)
59
KIRSAL KALKINMA :
Kavramlar, Uygulama Esasları ve Dikkat Noktaları
Doç. Dr. Bülent GÜLÇUBUK
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü
[email protected]
GĐRĐŞ
“Kırsal Kalkınma” Son 15-20 yılda kavramı sıkça gündeme gelmektedir. Dünyada, tüm
insanların mutlu ve refah içinde yaşadığı bir ortam dileği ve stratejisi ile, kırsal alanlarda
yaşayanlara yönelik kalkınma arayışları hızlanmıştır. Artık, dünyanın herhangi bir
noktasındaki kırsal alanın sorunu, sadece sorunu yaşayanların karşı karşıya kalma
durumunda olduğu bir yaşam şartı olmaktan çıkmıştır. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası,
Avrupa Birliği, Gönüllü Kuruluşlar ve Hükümetler karsal kalkınma olgusuna daha fazla
kaynak, bilgi ve zaman ayırma durumuna gelmişlerdir. Çünkü; Afrika’nın en geri kalmış
yöresindeki yaşam ve çevre koşulları ile Uzakdoğunun herhangi bir noktasındaki aynı
koşullar tüm dünyayı ilgilendirmektedir. Çevre, küresel kirlenmeler, dramatik göç hareketleri;
toprak kirlenmeleri, içilebilir su kaynaklarının sınırlılığı ve dezavantajlı nüfus grupları her
toplumu ve bireyi doğrudan ilgilendirir hali gelmiştir. Bu sorunlar, yerel halkların ve ulusların
tek başlarına çözebilecekleri boyutta da değildir. Küresel bir çalışmanın, stratejinin
gerektirdiği bu sorunlar, ancak küresel yaklaşımlar ve ulusal önceliklerle çözülür hale
gelmiştir. Burada da, kırsal kalkınma çabaları öncelikle devreye girmektedir.
Kırsal kalkınma girişimlerinin gündemde olduğu tüm ülkelerde, köylü veya kırsal nüfusa
kalkınma açısından birinci planda yer verilmiştir. Daha doğrusu kırsal kalkınma girişimleri
genellikle yalnızca köylünün kalkınmasına yönelik olmuştur. Oysa, kırsal kalkınma özünde,
belirli bir kırsal alan içinde yaşayan insanların bir bütün olarak tarımsal, ekonomik ve sosyal
alanlarda kalkınmalarına ve çevre duyarlılığına yardımcı olacak tüm unsurların harekete
geçirilmesine ve bunların optimal düzeyde yer almasına dayanmaktadır.
1. KIRSAL KALKINMADA TEMEL KAVRAMLAR
Kırsal kalkınma, içerisinde çok boyutlu faaliyetleri ve kavramları barındıran bir olgudur.
Kırsal kalkınmanın kapsadığı ve sıkça karşılaşılan temel kavramlar aşağıdaki gibi
özetlenebilir:
Kırsal alan: Başbakanlık DPT Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Kırsal Sanayi Özel Đhtisas
Komisyonu raporuna göre; “ekonomik nitelikteki etkinliklerin ağırlıkla doğal kaynakların
değerlendirilmesine dayandırıldığı, yüzyüze ilişkilerin göreceli olarak daha yaygın olduğu,
yaşama kurallarının büyük ölçüde gelenek ve göreneklere göre biçimlendiği, teknik ve
teknolojik gelişmeler ile ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerin daha yavaş ve
dolayısıyla gecikmeli olarak gerçekleştiği ortamlar” kırsal alanlardır.
Kalkınma: Kalkınma tüm ülkelerin ortak amacı olup, bundan dolayı da değişik biçimlerde
tanımları olan bir kavramdır. Ekonomi Ansiklopedisine göre kalkınma; “bir ülkenin ekonomik,
toplumsal, siyasal yapılarının değişerek insan yaşamının maddi ve manevi alanda ilerlemesi
ve giderek toplumun refahının artmasıdır”.
Kırsal Kalkınma: Đlk kez Birleşmiş Milletler (BM) Örgütünce tanımı yapılan “toplum
kalkınması” tanımı, “kırsal kalkınma” olarak da kabul edilmektedir. Bu tanımda, toplumun
niteliği kırsal olup olmadığı-belirtilmeksizin konuya genel bir açıdan yaklaşıldığı
görülmektedir. Bu tanıma göre kırsal kalkınma; “küçük toplulukların içinde bulundukları
ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulları iyileştirmek amacıyla giriştikleri çabaların
60
devletin bu konudaki çabalarıyla birleştirilmesi, bu toplulukların ulusun tümüyle
kaynaştırılması ve ulusal kalkınma çabalarına tam biçimde katkıda bulunmalarının
sağlanması sürecidir”.
Gerek BM Örgütünce ve DPT tarafından yapılan tanımlardan, gerekse değişik bilim adamları
tarafından toplum kalkınmasına yönelik görüşlerden esinlenerek, Yıldırak, kırsal kalkınmayı
şu biçimde tanımlamaktadır: Kırsal kalkınma; “kırsal alanda yaşayan ve geçimini tarım
sektöründen veya benzer kırsal mesleklerden sağlayan birey ve toplulukların, insanca
yaşam koşullarına kavuşturulması için onlarda önce bu yönde bir gereksinme
duygusu yaratmak, sonrada bu duygu yönünde çaba harcamaları için onlara maddi ve
manevi açıdan tüm yardımların yapılması ile demokratik yoldan bu toplulukların
kalkınmalarını sağlama savaşıdır”.
Kırsal toplum: Geleneksel anlamı ile, kırsal kesimde yerleşmiş kendilerine özgü sosyal,
ekonomik, kültürel özellikleri ve eğilimleri olan, gündelik gereksinimlerini birbirine bağlı bir
ilişkiler sistemi ile gidermeye çalışan ve büyük ölçüde kendi kendine yeterli insan
topluluğudur.
Kırsal katılım: Kırsal toplumu veya topluluğu oluşturan kişi ve grupların kendilerini
ilgilendiren kalkınma program ve projelerine ilişkin karar alma ve uygulama süreçlerinde etkin
bir biçimde yer almaları ve bu çalışmaların sonuçlarından yararlanmalarıdır. Katılım aynı
zamanda, insanların kendi düşüncelerine göre inisiyatif aldıkları ve üzerinde etkin denetimleri
bulunan araçları, kurumları ve mekanizmaları kullandıkları aktif bir süreçtir.
Katılımcılık: Mevcut durumun analizi ve kalkınma faaliyetlerinin planlanması, uygulanması
ve değerlendirmesinde yerel nüfusun yol gösterici olduğu, yerel nüfus ve kalkınma uzmanları
arasındaki iletişim sürecidir.
Katılımcı planlama: Mevcut durumu değerlendirmek ve hedeflenen geleceğe ulaşmak için
kısa ve orta vadede eyleme yönelik olan tüm yeni gelişmelerin programların ilgili tarafların
katılımıyla ortaklaşa yapıldığı faaliyettir.
Sürdürülebilir kalkınma:
- Tüm insanlar için seçenekleri arttırmaktır.
- Gelecek nesiller için yaşam olanaklarının ve tüm yaşamın dayandığı doğal sistemlerin
korunmasıdır.
- Đnsan merkezli, toplam odaklı ve çevre-doğa duyarlı dinamik, kendi kendine ilerleyen
bir süreçtir.
Örgütlenme: Varolan kurulu sosyal yapı içinde ortak karar alma ile ortak sorumluluk anlayış
ve mekanizmaların oluşturulması, tüm insan ve fizik kaynaklarının biraraya getirilmesi ve her
türlü birlikte davranma tutum ve alışkanlıklarının geliştirilmesine olanak sağlayan
yapılanmadır.
Kırsal toplum örgütleri: Topluluğun gereksinimlerini karşılamak üzere, toplumun kendi
içinden ve kendi öz dinamiklerinin biraraya gelmesiyle oluşan işlevsel birimlerdir. Başlıca
kırsal toplum örgütlenme türleri; çiftçi birlikleri, çiftçi dernekleri, kooperatif, korporasyon,
küçük çalışma grupları ve ziraat odalarıdır.
2. KIRSAL KALKINMANIN TEMEL BĐLEŞENLERĐ
61
Kırsal kalkınma; tarımsal kalkınma, kırsal sanayii ve çevresel koşulları da dikkate alan, çok
yönlü bir kalkınma yaklaşımıdır. Bundan hareketle; kırsal kalkınma ile ilgili temel bileşenleri
şu biçimde sınıflayabiliriz:
Tarımsal Kalkınma: Tarım (bahçe, tarla, hayvan yetiştiriciliği vb. faaliyetler), ormancılık,
balıkçılık. Ve, bu alanlarda kalite, pazarlama, üretim artışı vb. çalışmaları kapsayan
uygulamalardır.
Kırsal Sanayii: tarım, orman, tıbbi bitkiler gibi yerel kaynakları (ham) yerinde değerlendirme
veya talebe bağlı olarak pazarlanabilir yerel ürünlerin üretimi ve gereğinde ihracatının da
sağlanabilmesi faaliyetleridir.
Kırsal Kalkınma: Tarım (bahçe, tarla, hayvan yetiştiriciliği vb. faaliyetler), ormancılık,
balıkçılık, sağlık, küçük girişimcilik, kırsal sanayi, ekoloji, çevre, turizm, su, konut, eğitim gibi
alt ve üstyapı hizmetleri, teknoloji, kadın, çocuk, topraksızların istihdamı ve çok sayıdaki
diğer programları kapsayan uğraşılardır.
3. KIRSAL KALKINMA POLĐTĐKALARININ BAŞLICA AMAÇLARI VE
ÖZELLĐKLERĐ
Kırsal alan kalkınma politikaları; kırsal alandaki toplumların ekonomik, toplumsal ve kültürel
olanaklarını geliştirmek, bu toplumları ulusal yaşam düzeyine kavuşturmak, onların ulusal
gelişmeye bütünüyle katılımlarını sağlamak üzere, toplum ve devletin birleşik çabaları
sonucu ortaya çıkan ilerlemeyi kapsayan politikalardır. Bireyin gelirini yükseltmek, eğitim,
sağlık, konut, sosyal güvenlik, insanca yaşamak için yeterli-dengeli beslenmek ve yaşanabilir
ortamda nefes almak, kırsal kalkınma uygulamalarının temel hedefleridir.
Kırsal kalkınma strateji ve politikalarının ana amacı, dünyada geri kalmış toplum veya
toplulukların tarımsal, ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda kendi kendilerine yardım ve
dışarıdan destek yöntemi ile kalkınmalarını sağlamaktır. Bu amaçları daha da
detaylandırmak gerekirse;
Birincisi, inanın daha bol fakat sorumlu harcamada bulunması ve gereksinimlerini daha iyi
karşılayabilmesini sağlayacak ekonomik yönlü amaçlardır.
Đkincisi, ilişkileri daha düzenli, yaşamı daha anlamlı kılan ve doğal çevreye karşı saygılı ve
duyarlı sosyal amaçlardır.
Üçüncüsü ise, insanları planlı, programlı hareket ettiren ve belirgin bir davranış sergilettiren
örgütsel amaçlardır.
Kırsal kalkınma politikalarının en önemli özelliği, maliyetinin kamu ve kamu dışı kurum ve
kuruluşlara ait birer sosyal politika aracı olmasıdır. Bunun, eşitlik ve adalet tanımlarına bağlı
olarak, kırsal alanda ulusal normlara yakın makul düzeyde bir yaşam standardı sağlaması
gerekmektedir. Kırsal kalkınma politika ve programları; merkezi hükümet,mahalli idareler,
üretici kuruluşları, özel sektör kuruluşları ve gönüllü kuruluşlar arasında işbirliği ile
yürütülmek durumundadır. Çünkü, geniş bir yelpazede gerçekleşen kırsal kalkınma
uygulaması sadece bir kurum veya kuruluşun üstesinden yalnız başına gelebileceği bir
faaliyet değildir.
62
4. KIRSAL KALKINMA ÇALIŞMALARINDA DĐKKAT NOKTALARI
Kalkınmalarının gerekliliğine inanmayan ve bunun için belirli bir çabayı göze alamayan kırsal
toplumun yalnızca dışarıdan yardım ve çalışmalarla kalkınmaları zordur. Bu zorun
başarılması için, öncelikle kırsal kalkınma çalışmalarında işlerin belirlenen ilkelere göre
yürütülmesi gereklidir.
Bu ilkelerin başlıcaları şunlardır:
kırsal kalkınmayı sağlayacak programlar yavaş yavaş ve aşamalı olarak
geliştirilmelidir.
kırsal kalkınmada köy veya yöre halkının yarar ve çıkarları ön planda tutulmalıdır.
kırsal kalkınma ile ilgili çalışmalarda demokratik yöntemler kullanılmalıdır.
kırsal kalkınma etkinlikleri, yaşam düzeyini yükseltmek isteyen halkı kapsamalıdır.
kırsal kalkınma etkinlikleri, yörenin kültürel yapısına ve değerlerine uygun
olmalıdır.
kırsal kalkınmada yerel önderlerden ve köydeki kurumlardan yararlanılmalıdır.
kırsal kalkınma çalışmaları çerçevesinde yapılan tüm işler toplumsal yarar
açısından değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
dezavantajlı gruplara ayrıca yer verilmelidir; kadın, çocuk, topraksızlar vb.
kırsal kalkınmada yerel örgütlenmeye öncelik tanınmalıdır.
kırsal kalkınma sürdürülebilir olmalıdır.
kırsal kalkınma mutlaka çevre duyarlı olmalıdır. doğal kaynakları sorumsuzca
harekete geçiren bir yaklaşımda olmamalıdır.
kırsal kalkınma tüketici bir toplum yaratmaktan çok, sorumlu ve üretken bir toplum
yapısını yaratmalıdır.
5. KIRSAL KALKINMA ÇALIŞMALARINDA YANITLANMASI GEREKEN SORULAR
Kırsal kalkınma, hemen uygulamaya aktarılacak bir uğraşı alanı değildir. Çalışmaların
ilerleyen aşamalarında sorun yaşanmaması, tıkanıklık oluşmaması için mutlaka başlangıçta
bazı soruların yanıtları aranmalı ve ortaya konulmalıdır. Böylece, başarı şansı artacağı gibi,
sürdürülebilirlik ve kalıcılık yolunda da önemli aşamalar sağlanır.
Bunlardan hareketle yanıt aranması gereken sorular şunlardır:
hedef kitle kim?
kimin ile yürütülecek ?
ne yapılacak?
nasıl yürütülecek ?
kurumsal sorumluluklar nelerdir ?
kaynak nereden bulunacak?
katılım nasıl olacak ?
nasıl sonuçlandırılacak ?
başarı ölçütü ne olacak ?
nasıl sürdürülebilir hale gelecek ?
doğal kaynak çalışmalarında nelere dikkat edilecek
çevre bilinci ve duyarlılığı nasıl arttırılacak?
geri çekilme stratejisi nasıl gerçekleştirilecek ?
hangi aşamalarda izleme-değerlendirme yapılacak?
63
6. KATILIMCI KIRSAL KALKINMA VE ÖNEMĐ
Katılım, artık, kalkınmayla doğrudan bağlantılı tüm program ve projelerin temel bileşenleri
arasında yer almaktadır. Katılımcılık, kişisel ve kurumsal tutum ve davranışlarda köklü
değişiklik yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
"Katılım" Nedir ?
Đnsanların kendi düşüncelerine göre inisiyatif aldıkları ve üzerinde denetimi bulunan araçları,
kurumları ve mekanizmaları kullandıkları aktif bir süreçtir.
"Katılımcılık" Nedir?
Mevcut durumun analizi ve kalkınma faaliyetlerinin planlanması, uygulanması, ve
değerlendirilmesinde yerel nüfusun yol gösterici olduğu, yerel nüfus ve kalkınma uzmanları
arasındaki iletişim sürecidir.
"Katılımcı Kalkınma " Nedir?
Hedef kitleye (yerel kadın ve erkeğe),
■ Đhtiyaçlarının ne olduğu,
■ Nerede ve
■ Ne zaman
kalkınma programlarını uygulayacaklarını belirleme fırsatı veren kalkınma yaklaşımıdır.
"Katılımcı Planlama" Nedir ?
Mevcut durumu değerlendirmek ve hedeflenen geleceğe ulaşmak için kısa ve orta vadede
eyleme yönelik olan tüm yeni gelişmelerin, programların ilgili tarafların katılımıyla ortaklaşa
yapıldığı faaliyettir.
Katılımcılığın, kurumsallaştığı ve aktif toplumsal katılım ilişkilerinin içinde cereyan edeceği
kurumsal yapılar, kaynaklara ve temel hizmetlere erişim ve insan hakları temelinde hukuki,
mali, idari açılardan güçlendirilmediği sürece, kalıcılığından ve/veya sürdürülebilirliğinden de
söz edilemez. Oysa, katılım proje sona erdikten sonra da sürmesi gereken niteliksel bir
davranış özelliğidir.
“Katılımcı kırsal kalkınma”, hedef kitleye (yerel halka); ihtiyaçlarının ne olduğu, nerede ve ne
zaman kalkınma programlarını uygulayacaklarını belirleme fırsatı veren kalkınma
yaklaşımıdır.
Katılımcı kırsal kalkınma yaklaşımdaki temel amaçlardan bazıları şunlardır:
a. Yerel düzeyde insanların katılımını teşvik etmek,
b. Kendi kalkınma programlarını finanse etmek için yerel oluşumlara fon sağlamak
yolu ile merkezkaç bir yapı oluşturmak,
c. Kamu sektörü için katılımcı planlama modellerini desteklemek,
d. Yerel kalkınma projelerini planlamak ve yönetmek için yerel otoritelerin
kapasitelerini geliştirmek,
e. Halkı kendi sorunları etrafında bütünleştirmek ve harekete geçirmek.
,
64
Bunlardan hareketle katılımcılığın önemi ise şu biçimde özetlenebilir: Katılımcılık;
politika oluşturmada,
hedef belirlemede,
orta ve uzun vadeli yatırım planlama ve programlarında,
geliştirilen program ve politikaların uygulanmasında,
izleme ve değerlendirmede
insanların, gerçek ihtiyaçları ve önceliklerine doğrudan yatırım yapmalarını
sağlamada,
kaynakların dağıtımı ve kullanımında insanların daha fazla “ses”e sahip olmasını
olanaklı kılmada,
sunulan hizmetlerin maliyet etkin olmasını sağlamada,
kişi ve topluluğun güçlenmesine katkıda bulunmada,
topluluk üyelerinin yeni örgütsel beceriler kazanmasında,
bir proje döngüsünün farklı aşamalarındaki çıktılarının niteliğini artırmada, ve
kalkınma programlarının devamlılığını sağlayarak ve çıkar gruplarının becerilerini
geliştirerek projeden sağlanan faydayı artırmada önemlidir.
Katılımcı Yaklaşımdaki Temel Amaçlar Nelerdir?
Yerel düzeyde insanların katılımını teşvik etmek,
Kendi kalkınma programlarını finanse etmek için yerel oluşumlara fon sağlamak
yolu
ile merkezkaç bir yapı oluşturmak,
Kamu sektörü için katılımcı planlama modellerini desteklemek,
Yerel kalkınma projelerini planlamak ve yönetmek için yerel otoritelerin
kapasitelerini
geliştirmek.
Katılımcı Yaklaşımda Sorulması
Gereken Temel Sorular Nelerdir?
Topluluktaki önemli ekonomik, kurumsal ve toplumsal yapılar nelerdir?
Kadının konumu nasıldır ?
Hedef toplulukta daha iyiye veya daha kötüye giden nedir?
Kalkınmayı neler desteklemektedir veya neler engellemektedir?
Yerel kaynaklar nelerdir ve ulaşılabilirlik durumu nasıldır ?
7. KIRSAL KALKINMADA ĐNSAN KAYNAKLARININ HAREKETE GEÇĐRĐLMESĐ
Herşeyden önce tabandan gelecek olan hareketlerle yürüyecek olan kırsal kalkınma
çabaları, ancak halkın katılımının sağlanması ile başarıya ulaşabilir. Temel amacı insanların
mutluluğunu ve yaşam düzeylerini artırmaya yönelik olan kalkınma çalışmalarının temel
unsurları, ancak insan kaynaklarının geliştirilmesi ile olasıdır. Đnsan kaynaklarının
geliştirilmesi yaklaşımında öncelik, insanların kalkınma uğraşılarında toplumun bilinçli bir bireyi
olarak istenilen düzeye getirilmesindedir.
Bunu gerçekleştirmenin en önemli iki aracı ise eğitim ve örgütlenmedir. Kalkınmada eğitim
yoluyla insan kaynaklarının geliştirilmesi çeşitli biçimlerde gerçekleşebilir.
1 nciyol; örgün, planlı ve programlı eğitimdir.
2 nci yol; insan kaynaklarını çalıştıran kurumlarda sistematik fakat örgün olmayan
programlarla yetişkin eğitimidir.
65
3 ncü yol; kişinin örgün ya da haberleşme yoluyla kursları izleyerek, okuyarak
gelişmesidir.
Đnsan kaynaklarını geliştirmede diğer bir öğe olan örgütlenme, insanların kendi
sorunlarını tanımlamaları, amaçları ve çözümlemeleri belirlemeleri, eylem için program
tasarımlarını yapmaları ve etkilerini değerlendirmelerinde önemli bulgu olarak belirmektedir.
Kırsal alanda örgütlenme genellikle iki biçimde ele alınmaktadır:
a. Kooperatif örgütlenme
Kooperatifler,küçük üreticilerin girdi ve kredi gereksinimlerinin karşılanmasını, üretilen
ürünlerin değerlendirilerek en uygun fiyatta satışının sağlanmasını, üretici-tüketici arsasında
pazarlama zincirini kurarak aracı karlarının ortaklara geçmesini ve ortakların her türlü tüketim
maddelerinin ucuza ve kaliteli olarak karşılanmasını amaçlarlar.
b. Kooperatif dışı örgütlenme
Türkiye'de kooperatifler dışındaki örgütlenmeler; üretici örgütleri, baskı grubu ve
ekonomik - sosyal amaçlı kuruluşlar biçimindedir. Bu kuruluşlar; TZOB,Üretici Dernekleri,
Kalkınma Vakıfları, Üretici Đhracatçı Birlikleri olarak gruplandırılabilir.
Veya, örgütlenmeyi şöyle de sınıflayabiliriz; mesleki örgütler; Ziraat Odaları, Çiftçi
Birlikleri ve Çiftçi Dernekleridir. Ekonomik örgütler ise; tarım kooperatifleri, sulama birlikleri,
üretici birlikleri ve köylere hizmet götürme birliğidir.
8. KIRSAL KALKINMADA KADIN BOYUTU
Kadın kalkınmada neden önemlidir ?
Nüfusun Yarısını Kadınlar Oluşturuyor.
Kadınlar hayatın içinde her alanında yer alıyorlar.
Tarımsal faaliyetlerin büyük bir bölümü kadınlar tarafından yerine getiriliyor.
Ev işlerinin büyük bir bölümü kadınlar tarafından yerine getiriliyor.
Kalkınma çalışmalarında kadınlara yer vermemek nüfusun yarısını dikkate
almamak demektir
.
Kalkınmada
Kadın
Sorunlarının Fark Ediliş Düzeyleri Ne Tür Yaklaşımları Oluşturur
a. Cinsiyet yargılı yaklaşım:Kadmı dışlar, ayırımcılığı gözetir. Kadınlara hiç yer
verilmez. Bütün çalışmalar erkeklere yönelik tasarlanır.
b. Cinsiyet körü yaklaşım .Cinsiyeti ayırt etmez, farklılığı dikkate almaz. Önemli olan
projelerin maddi getirişidir. Çoğu durumda kadının iş yükünü artırır, sosyal statülerini
olumsuz yönde etkiler.
c. Cinsiyet duyarlı yaklaşım: Kadın sorunlarını fark edildiği yaklaşımlardır. Kadın ile
erkek arasında iş bölümü yapılır. Kalkınmanın sosyo-ekonomik sonuçlarından
herkes
yararlanabilir.
Kırsal Kalkınmaya Konu Olan Kadın Sorunları nelerdir?
Ağır iş yükü
Ağır ev işleri
Sağlıksız çalışma koşulları
Kadın varlığının-emeğinin değersiz görülmesi
Yetersiz sağlık hizmetleri
Yetersiz beslenme
66
Yetersiz eğitim
Sık doğum
Fiziksel güç kullanımı
Kapalı toplum baskısı-önyargılar.
Cinsiyet Dengeli Kalkınmanın Felsefesi
a.
Kalkınmanın kadın ve çocuklar üzerinde olumsuz etkiler yaratmamasını sağlamak
b.
Programların erkekler kadar kadınlara da faydalı olduğundan emin olmak
c.
Kadınları daha fazla destek ve kaynak sağlayan programlar oluşturmak.
9. KIRSAL KALKINMADA TOPLUM DINAMIKLERI
Kırsal kalkınma bünyesinde altyapı, kredi, büyüme, istihdam, finans hizmetleri, kırsal sanayi,
tarım ve toprak reformu, kurumsal yapılanma, yayım-teknoloji, paydaş katilimi, yoksulluk,
cinsiyet eşitliği gibi bir çok faaliyeti kapsamaktadır. Bu faaliyetler ancak tabandan-tavana ve
katilimi on plana alan yaklaşımla gerçekleşebilir. Bundan hareketle faaliyetlerin 4 aşamada
planlaması gerekmektedir. Bu su biçimde şematize edilebilir;
Ulusal düzeyde planlama
(yatırım, hizmetler ve politikalar arasında denge olmalıdır.)
Đl düzeyinde planlama
(Politik karar vericilerle yerel arasında köprü görevi de üstlenilmelidir.)
Đlçe düzeyinde planlama
(Đhtiyaçlar farklı hedef gruplarla birlikte belirlenmeli, analiz edilmeli ve öneri geliştirilmelidir.)
Toplum düzeyinde planlama
(Katilimi esas almalıdır. Toplum üyeleri arasındaki ilişkiyi güçlendirmek için örgütlenme
sağlanmalıdır.)
Toplum düzeyinde planlama ve katilim ancak toplum dinamiklerinin harekete geçirilmesi ve
tüm toplumu kavrayıcı bir yaklaşımın sağlanması ile olabilmektedir. Toplum dinamiklerinin
harekete geçirilmesi ve kırsal kalkınma faaliyetlerinin amacına ulaşabilmesi için uygun
stratejilerin belirlenmesi ve buna göre hareket edilmesi gerekmektedir. Bu stratejiler
belirlenirken öncelikle ulusal politikalarda kırsal kalkınma anlayışının bütüncül
yaklaşımlarla benimsenmesi önem taşımaktadır (Worldbank, 2003). Ayrica;
tarımda verimliliği artırmak için; tarımsal üretim ve pazarlama politikası, kurumsal
kapasitenin geliştirilmesi, iyi yönetişim, araştırma-yayım
tarımsal olmayan kırsal ekonomiyi canlandırmak için; mikro-finans, tarım dışı
ekonominin güçlendirilmesi, tarım dışı istihdam alanları yaratılması, tarımsal ve kırsal
sanayi.
cinsiyet dengeli kalkınma için; kadın girişimciliğini özendirme, kadının konumunu
güçlendirme ve krediye erişimini kolaylaştırma, kadının karar alama süreçlerine
katılımını artırma, ve
doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı için; havza ölçeğinde kaynak kullanım
planlaması, toplum ormancılığı, balıkçılık ve biyo-çeşitlilik konularını dikkate alan ve
67
bu
konularda
gerekmektedir.
iyileşmeyi-gelişmeyi
hedefleyen
stratejilerin
oluşturulması
Kırsal kalkınmada toplum dinamikleri açısından ortaya cikan temel parametreler özetle
şunlardır;
1. Kalıcılık: kısa sureli değil canlı, dinamik bir toplumsal yapı sağlanmalıdır.
2. Sürdürülebilirlik: mevcut kaynakları en iyi biçimde kullanarak süreklilik
sağlanmalıdır.
3. Ekonomi: üretim ve kalite arttırılmalı, yeni istihdam alanları açılabilmeli, pazarlama
için örgütlenme sağlanmalı ve yaratılan katma değerden kırsal alandakilerin daha çok
yararlanması sağlanmalıdır.
4. Sosyal: insan ilişkileri canlı ve dinamik hale getirilmeli ve farklı toplum nitelikleri
dikkate alınmalıdır.
5. Kültürel: yasam kalitesini ve toplumsal bilinç düzeyini arttırıcı yaklaşımlar
benimsenmelidir.
6. Uzun-dönemli: sadece 5-6 yılı dikkate alan yaklaşımlar değil, uzun vadeli hedefleri
dikkate alan politikalar benimsenmelidir.
7. Đyileşmiş yaşam koşulları: sadece maddi varlığa dayalı kalkınma değil, sosyokültürel yasam kalitesini de dikkate alan yaklaşımlar benimsenmelidir.
8. Süreç: farklı faaliyetler arasında (örneğin: eğitim ile girişimcilik faaliyetleri gibi) ilişki
kurulmalı ve bunların sürekliliği sağlanmalıdır.
9. Bütünsellik: kırsal kalkınma bütün yas gruplarını, cinsiyet dengeli yaklaşımı ve farklı
sosyal grupları da kapsamalıdır.
10. Topluluk: kırsal alanda yaşayanların ve çalışanların çıkarları on plana alınmalıdır.
Yerel düzeyde insanların karşılıklı çözüm arayışlarına giriştiği, sosyal değerlerini
paylaşıldığı ve ilişkilerin güçlendirildiği bir toplum yapısının oluşturulması kırsal
kalkınmada kolaylaştırıcı ve canlandırıcı bir rol oynayabilir.
10. ÇEVRE – DOĞA DOSTU KIRSAL KALKINMA ĐLKELERĐ
Nüfusun önemli bir bölümünün geçimini tarımdan sağladığı kırsal alanlar aynı zamanda
doğal kaynakların çok yoğun olarak kullanıldığı yerlerdir. Bu nedenle, kırsal kalkınma
çalışmalarının-politikalarının önemli ilkelerinden birisi, doğal kaynaklarını korunmasını
esas alan, dengeli ve çevreye uyumlu tarımsal alt yapının oluşturularak sürdürülebilir
tarımsal ve kırsal kalkınmanın sağlanması olmalıdır. Çünkü, kırsal alanda yaşam ortamı
ve ekonomik faaliyetler, önemli ölçüde doğal üretim kaynaklarının kullanımına ve
değerlendirilmesine bağlıdır.
Kırsal kalkınmanın üretim ile ilgili süreçlerinde tarımda verimliliği arttıralım derken, insan
sağlığını ve toprak yapısını bozacak girdi (gübre, ilaç vd.) kullanımından ve toprakların
bilinçsiz e işlenmesinden özenle sakınmak gerekir. Kırsal kalkınma, bireylerin gelirlerini salt
tüketim toplumu yaratmak için artırmak anlamına gelmemektedir. Gelir ve üretim miktarını
artırmak için kaynakları hovardaca kullanmak, çevre ve özellikle de toprak üzerinde baskı
yaratmak ancak doğal kaynakların tahrip sürecini hızlandırır. Bunlardan hareketle, kırsal
kalkınma “önce doğa, önce insan” ilkesinden hareketle yürütülmelidir. Kırsal kalkınmanın
çevre, sağlık, eğitim, beslenme, kadın, çocuk ve kültürel gereksinimler karşılandıkça ve doğal
kaynaklar korunup geliştirildiği sürece anlam ifade edeceği unutulmamalıdır. Çevre uyumlu
tarımsal teknolojileri kullanmak, erozyona karşı koruyucu önlemler almak, amaç dışı toprak
kullanımını önlemek, ekolojik üretimi yaygınlaştırmak, doğal kaynakları rasyonel kullanmak
ve orman alanlarına özen göstermek kırsal kalkınmanın çevresel boyuttaki önemli ilkeleridir.
68
11. KIRSAL ALANA YÖNELĐK HĐZMET VEREN / ÇALIŞMALAR YAPAN
BAŞLICA KURUM VE KURULUŞLAR
Merkezi Yönetim Kuruluşları
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı: Kuruluş amacı, kalkınma plan ve programları
doğrultusunda köyleri kalkındırmak, bitkisel üretim ve hayvancılığı
geliştirmek üzere görev alanına giren altyapı tesisleri ve tarımsal, sosyal ve
ekonomik konulardaki kamu hizmetlerini yürütmektir. Bakanlık bu
görevlerini kendisine bağlı olan TÜGEM, TEDGEM, KKGM, TAGEM,
TRGM ve kendisine bağlı olan taşra teşkilatlan aracılığı ile yerine
getirmektedir.
Çevre ve Orman Bakanlığı : Orman varlığını korumayı ve genişletmeyi,
halkın orman ürünlerine ve rekreasyonal anlamda varlığına olan
gereksinimlerini karşılamayı amaçlamaktadır. Diğer yandan, orman köylerinin
tarımsal faaliyetlerle birlikte değişik gelir getirici faaliyetleri OR-KÖY kredileri ile
finanse etmekten de sorumludur.
Devlet Su Đşleri Genel Müdürlüğü : Başlıca görevleri; sulama tesisleri kurmak,
bataklıkları kurutmak, drenaj yapmak, enerji tesisleri kurmak, akarsuları ıslah etmek,
su ürünleri faaliyetinde bulunmak, içme suyu ve kanalizasyon projelerini incelemek,
onaylamak ve denetlemek, su kirliliği konusunda ilgili kuruluşlarla işbirliği yapmak....
Đçişleri Bakanlığı
- Bayındırlık ve Đskan Bakanlığı
- Ulaştırma Bakanlığı
- Sağlık Bakanlığı
- Milli
Eğitim
Bakanlığı
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı
- TC Ziraat Bakanlığı
- Tarım Kredi ve Tarım Satış Kooperatifleri.
Yerel Yönetimler
- Belediyeler
- Köyler
- KHGB
- Đl Özel Đdareleri ( Bayındırlık, Eğitim, Tarım, Ormancılık, Sağlık ve Sosyal
Yardım, Ulaştırma ile ilgili görevleri.)
-
Hükümet Dışı Kuruluşlar
Sulama Birlikleri Tarımsal Amaçlı
Birlikler Süt Üreticileri Birliği
- Kooperatifler (Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, Orman Köyleri Kalkınma
Kooperatifi, Sulama Kooperatifi, Köy Kalkınma Kooperatifi vb. )
- Ziraat Odaları
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları Türkiye
Kalkınma Vakfı
Uluslar arası Kuruluşlar
Birleşmiş Milletler ; FAO, UNDP, ILO ..............
Dünya Bankası
Avrupa Birliği
12. SONSÖZ - KIRSAL KALKINMANIN TEMEL FELSEFESĐ
69
Buraya kadar açıklanmaya çalışılan yaklaşımlar çerçevesinde, kırsal kalkınma için aşağıda
belirtilen çıkarımların yapılması mümkündür. Kırsal kalkınma;
ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutları bulunan bir süreçtir.
doğal çevrenin korunduğu bir uygulamadır.
eşitlik ve adalet ilkeleri ile geliştirilmiş kırsal yaşam düzeyidir.
kırsal halkın, ülke gelişmişliğinden ve refahından yerinde kalarak pay almasıdır.
kırsal emeğin üretken olduğu ve haklarını aldığı bir istihdam biçimidir.
kırsal alanda yaşayanların kredi ve tarımsal yayım hizmetlerinden en uygun
biçimde yararlanabildiği bir çalışma disiplinidir.
kırsal alanda yoksulluğun ve kötü beslenmenin yok edilmesidir.
doğal kaynakların sorumluca ve bilinçli kullanıldığı bir faaliyettir.
kırsal yaşamın modernizasyonudur.
kent/kır ayrımının azaltılmasıdır.
kadın, çocuk,topraksız üretici vb. boyutunun da dikkate alındığı bir süreçtir.
kır toplumunun kendine güven duygusunun geliştirilmesidir.
sanayileşme, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma, ulaşım, çevre ve istihdam
alanlarında da gelişmeyi sağlayacak bir harekettir.
70
ĐLKYARDIM
Yrd. Doç. Dr. Nurullah GÜNAY
Doç. Dr. Cuma YILDIRIM
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı, Gaziantep
[email protected] ve [email protected]
Đlkyardım Yönetmeliği (RG Tarih: 22/05/2002Sayı:24762)
Amaç: Fertlerin ve toplumun temel sağlık bilgisinin arttırılması, ilkyardım bilgi ve becerisinin
toplumun her bireyine öğretilmesi, her kamu, özel kurum ve kuruluşunda personel sayılarına
göre ilkyardımcı bulundurulması, bu doğrultuda eğitimci eğitmeni, ilkyardım eğitmeni ve
ilkyardım eğitimi düzenleyecek kuruluş ve merkezlerin açılış, işleyiş ve denetimi ile ilgili usul
ve esasları düzenlemektir.
Temel yaşam desteği (TYD)
Đlk yardımın temeli olup, hava yolu (A), solunum (B) ve dolaşım (C) parametrelerinin
sağlanmasından oluşur. Çene yukarıya kaldırılırken başın geriye çekilmesi, dilin ve gırtlak
kapağının bağlı bulunduğu alt çene ile birlikte yukarıya kalkmasını sağlayarak hava yolunu
açar. Solunumu durmuş kişinin akciğerlerine en hızlı ve etkili şekilde oksijen vemenin yolu
ağızdan ağıza veya ağızdan buruna soluk vermektir. 4-5 saniyede bir soluk vermek şeklinde
uygulanır. Solunum tekrar başlayınca veya kurtarma ekibi gelinceye kadar bu işleme devam
edilir. Dolaşım nabız kontrolü (boyundaki şah damarından) yapılarak değerlendirilir ve
olmaması durumunda göğüs baskısı uygulanır. Önce ağızdan 2 tam soluk verip, 15 göğüs
baskısı uygulamak şeklinde yapılır. Nabız geri gelene kadar veya profesyonel kurtarma ekibi
gelinceye kadar devam edilir. Solunum veya dolaşımın gelmesi durumunda hasta iyileşme
pozisyonuna getirilir.
Tek kurtarıcı ile TYD (Erişkin); Bilinç durumunu saptayın (Dokunun, seslenin). Bilinç
kapalı ise: 112 merkezini arayın. Ambulans ve tıbbi destek isteyin. Hastaya pozisyon verin.
Hava yolunu açın. Solunumunu kontrol edin (Bak-Dinle-Hisset). Soluk alıyor ise: (travma
yoksa) Đyileşme pozisyonuna getirin. Soluk almıyor ise: Her biri 2 sn. süren 2 tam nefes verin.
(Hastanın ağzının kenarlarından hava kaçmayacak şekilde ve göğsün inip kalkma hareketini
izleyin) Dolaşımını kontrol edin. Nabzın olup olmadığını araştırın (Boyundan 10 saniye
süreyle) Nabız var ise: Her 5 sn. de bir nefes verin ( dakikada 12-15 nefes) Nabız yok ise:
Suni solunum ve kalp masajına başlayın. Göğüs kemiğinin alt yarısını bulun. Aşağıya doğru
basınç yaparak masaja başlayın. Ritmik olarak göğüs kemiğini 3-5 cm çöktürecek şekilde
dakikada ortalama 100 masaj yapın. 15 kalp masajı yapın sonra 2 tam nefes verin. Her 2
seans sonunda nabzı kontrol edin. Nabız yine yok ise: TYD’ ye devam edin. Nabız var ama
solunum yok ise: Her 5 sn. de bir nefes verin. Nabız ve solunum başlamış ise: Đyileşme
pozisyonuna getirin.
Trafik Kazaları ve Đlkyardım
Kazalardan sonra bilinçli ilkyardım ve doğru organize edilmiş Acil Tıp Sistemi sayesinde ölüm
ve yaralanmalar yarı yarıya azaltılabilir. Trafik kazasından sonra, eğer olay yerinin
yakınındaysanız yada bizzat kazanın içindeyseniz bazı noktalara dikkat etmeniz gerekir:
Đlkyardım konusunda eğitiminiz yoksa yaralıya dokunmayın. Trafik kazasını öncelikle 112’ ye
haber verin ve kaza yerine profesyonel sağlık ekibi çağırın. Yardım gelene kadar çevre ile
ilgili tedbirler alın: Çalışmakta olan aracın kontağını kapatın ve anahtarını korumaya alın.
71
Araçtan sızan benzin ve benzeri yanıcı-patlayıcı maddelere karşı uyanık olun. Çevrede
toplanan kişilerin sigara içmesine engel olun. Aracın önüne ve arkasına uyarı işaretleri
koyarak diğer araçların kazaya uğramasına engel olun. Araç içinde sıkışıp kalan yaralı
varsa yardım gelmeden çıkarmaya çalışmayın. Yardım gelene kadar yaralıyı güven verici
sözlerle sakinleştirmeye çalışın. Yaralıya TYD uygulayın. Travmalı bir hastanın boynunun
korunması çok önemlidir. Çok basit bir kazadan sonra, yanlış taşınma nedeniyle sakat
kalmasına yol açabilir. Yaralının düzensiz hareket ettirilmemesine özen gösterin ve aracın
içinden çıkarırken bacaklarında, kolunda, sırtında yada boyun kemiklerinde kırık olabileceğini
düşünün. Herhangi bir kanama varsa yapılacak ilkyardım, bu kanamayı durdurmak için
üzerine temiz bir bez yardımıyla bastırmaktır.
Suda Boğulma ve Đlkyardım
Boğulmuş olan kişinin ilk müdahalesi, olay yerinde, sudan hızlı ve dikkatlice çıkarılmasıyla
başlar. Sudan insan çıkarma ve kurtarma konusunda eğitimli değilseniz, boğulmakta olan bir
insanı kurtarmak amacıyla suya girmeyiniz. Üzerinizdeki ceket, bir dal parçası, teknedeki can
simidi, kürek, halat benzeri malzemeleri kullanarak, kişiyi sudan çıkarmaya çalışınız.
Boğulmakta olan kişi, can havliyle sizi de suyun dibine çekebilir. Öncelikle 112 ‘yi arayarak
olay yerine profesyonel yardım çağırmalısınız. Boğulma öncesinde hastanın suya atladığı,
surf yaparken düştüğü biliniyorsa, ya da nasıl boğulduğu bilinmiyorsa boyun yaralanması
olabileceği akılda tutulmalı ve boynu dikkatlice korunarak, boyunluk ile hareketsiz hale
getirilmelidir. Olay yerine profesyonel yardım gelene kadar boğulmuş olan kişi, sırtüstü sert
bir yere yatırılarak TYD uygulamalarına başlanır. Bunun için havayolu açıklığı sağlanmalı ve
gerektiğinde solunum desteklenmelidir. Gerektiğinde göğüs masajına başlanmalıdır. Suda
boğulan kişiler çok az miktarda su aspire ettiklerinden yan yatırılarak uygulanan drenaj ya da
Heimlich manevrası gibi hava yolunu açmaya yarayan hareketlerin suyu akciğerlerden
uzaklaştırma ve oksijenlenmeyi artırma konusundaki yararı tartışmalıdır. Drenaj için
uğraşırken havayolunun kontrolü bozulacağından, solunum ve TYD’ne ara verileceğinden ve
boyun travması riskini artırdığı için bu manevralar önerilmez.
Sıcağa Maruz Kalma ve Đlkyardım
Çevre ısısı çok arttığında vücut terleme ve ciltteki kan damarlarının genişlemesiyle, ısıyı
dengelemeye çalışır. Daha fazla ısı telafi edilemediğinde sıcak nedeniyle hastalık oluşur. Az
görülen sıcak çarpması, ciddi bir hastalıktır. Tedavi edilmezse ölümle sonuçlanabilir.
Genellikle sıcak bitkinliğini izler. Sıcak bitkinliğindeki hastanın ateşi yüksekse dikkatli
olunmalıdır. Tüm vücut soğutulmalıdır. Hasta sıcak ortamdan uzaklaştırılır ve bütün giysileri
çıkarılır. Sonra üzerine ıslak havlu veya çarşaflar konur. Hasta hemen bir hastaneye
götürülmelidir. Sıcak çarpmasında hastanın cildi nemli, kırmızı ve kurudur, terleyemez,
vücut ısısı hızla yükselir, bilinç kaybolmaya başlar ve nabzı hızlanır ve zayıflar. Hastayı sıcak
ortamdan uzaklaştırın, bütün giysilerini çıkarın, vücudu soğutmak için ıslak havlu veya
çarşaflar kullanın ve hastayı en kısa sürede hastaneye ulaştırın.
Yanık ve Đlkyardım
Yüksek ısı, aşırı soğuk ve kimyasal etkiler sonucu deri bütünlüğünün bozulmasına yanık
denir. Ateş, alev, kaynar su, su buharı, kızgın yağ v.b. maddeler ile yanık olabilir. Yanıklar,
derinliğe ve genişliğe göre sınıflandırılır. Hafif yanıklar: Ağrı duruncaya kadar yanık olan yeri
musluğun altına tutun veya ılık suya batırın,(en az 10 dakika), şişme başlamadan önce
yüzük, bilezik saat gibi takıları çıkarın, yanık yeri temiz bir bezle örtün. Ağır yanıklar:
Hastayı yanan yer zemine değmeyecek şekilde yatırın. Yanık yerin üzerine ılık su dökün.
Yaralının üzerindeki takıları çıkarın, sıkı giysileri gevşetin. Yanık haşlanma ise kaynar su ile
ıslanan giysileri çıkarın. Yanık yeri, temiz bir bezle örtün. Şunları yapmayın: Đçi su dolu
kabarcıkları patlatmayın, yanık deri parçalarını çıkarmayın. Yapışan giysileri çıkarmaya
çalışmayın. Losyon, kolonya, merhem, yağ, diş macunu, yoğurt, salça gibi maddeler
72
sürmeyin. Pudra ve benzeri sıvı emici maddeler dökmeyin. Göze kimyasal madde
kaçtığında: Suyla yıkayarak almak gerekir. Etkilenen gözü yavaş akan bir musluk altında
yıkayın. Elektrik Yanıkları: Elektrik akımıyla temas sonucu oluşan elektrik yanıklarında;
Elektrik çarpması sonucu hastanın yere düşmesiyle kırık, çıkık ve başka yaralanmalar da
olabilir. Şalteri indirin, fişi çekin, veya elektrik akımı iletmeyen bir nesneyle teli uzaklaştırın.
Elektrik akımına kapılmış kişiye, akım kesilene kadar temas etmeyin. Yangından Kurtarma;
Yangında duman ve ısı yukarı doğru yayılır. Bu nedenle yere eğilerek yada sürünerek
hareket edin. Yangın bölgesinden uzaklaşırken kesinlikle asansörü kullanmayın. Elbiseleri
tutuşmuş olan kişinin üstüne elbise, palto, battaniye veya halı örtün. Bu sırada yaralının
yüzünü korumaya özen gösterin.
Kanama ve Đlkyardım
Damar içinde dolaşan kanın herhangi bir nedenle damar dışına çıkmasına kanama denir. Đç
Kanama; Đç organları besleyen damarların yırtılması veya organların parçalanması sonucu
kanın vücut içindeki boşluklara akmasına iç kanama denir. Baygınlık hali, yüzde soğukluk,
solukluk, soğuk soğuk terleme, nabzın hızlı ancak zayıf atması, soluk alıp vermenin
hızlanması ve hava açlığı, huzursuzluk, aşırı susuzluk hissi. Dış Kanama; kanın kesilen
veya yırtılan damardan, vücut örtüsü olan deriden geçerek dışarı akmasına dış kanama
denir. En kısa zamanda kanamanın durmasını sağlayın. Kanama geçici olarak kendiliğinden
durabilir ancak yine de ilkyardım yapılmalıdır. Kanayan yer üzerine temiz bir bez veya varsa,
gazlı bez koyup bastırın, bandaj yapın. Pıhtıları kaldırmayın. Kol ve bacak kanıyorsa,
kanayan bölgeyi mümkün olduğu kadar kalp seviyesinden yukarı kaldırın. Kanayan yaranın
içinde yabancı cisim varsa (bıçak, tahta parçası vb.) çıkarmayın. Kırık kemik uçları
gözüküyorsa içeri ittirmeyin. Kanama durmuyorsa ana damar geçen yere yumruk veya
parmakla basınç yapın. Yine de kanama durmuyorsa sargı yapın.
Kırık ve Đlkyardım
Doğrudan veya dolaylı darbeler ve bükülmeler sonucu kemik bütünlüğünün bozulmasına
kırık denir. Belirtileri: Ağrı, hassasiyet, Şekil bozukluğu, Hareket kısıtlılığı, Şişlik, morluk,
Çıtırtı sesi, Açık kırıklarda kemik uçlarını yerine getirmeye çalışmayın. Kemikler hangi
pozisyonda duruyorsa, o durumda tamponlarla destek yapın. Atelleme (sabitleme) yapın.
Hayvan Isırmaları ve Đlkyardım
Kedi, köpek, tarla faresi ve vahşi hayvanların ısırması, tırmalaması ve salyalarının deriyle
teması sonucunda çeşitli yaralanmalarla karşılaşabiliriz. Emme, kesme, yakma yapmayın!
Yarayı bol sabunlu suyla yıkayın. Eğer arı sokmuşsa, görebiliyorsanız iğnesini çıkarın.
Yaranın çevresine buz uygulayın.
Zehirlenme ve Đlkyardım
Kimyasal etkileriyle sindirildiğinde, solunduğunda veya emildiğinde vücuda küçük miktarlarda
zarar veren ve fonksiyonunu bozan maddelere zehir denir. Bulantı, kusma, karın ağrısı, ishal.
Gözbebeklerinin aşırı büyümesi veya küçülmesi. Terleme, aşırı tükürük salgısı, solunum
zorluğu bir zehirlenmenin belirtileri olabilir. Nedeni ne olursa olsun zehirlendiği düşünülen
herhangi birine yapılacak ilkyardım aynıdır. Zehirlenenleri kesinlikle kusturmaya çalışmayın.
Sadece besin zehirlenmelerinde bol sulu gıda verin. Deri yoluyla zehirlenmelerde bölgeyi bol
suyla yıkayın. Solunum yoluyla zehirlenmelerde, hastayı hemen temiz havaya çıkarın.
Kesinlikle hiçbir madde yedirmeyin, içirmeyin. Tüm zehirlenmelerde Zehir Danışma
Merkezi’nin ücretsiz 0 800 314 79 00 numaralı hattını arayın.
73
GÖL’DEN ÇÖL’E AMĐK
Dr. Oğuz KILIÇOĞLU*
GĐRĐŞ
Đnsan için 30 yıl, uzun ve ömrünün önemli bir parçasını kapsayan bir süredir; fakat
ülkeler ve dünyanın ömrü için çok kısa ve hatta güncel olayların hatırlanabildiği bir süredir.
Çocukluk yıllarımda öncelikle kendi yaşadığım anılardan hatırladığım ve sonra eğitimimde
haritalardan gördüğüm “AMĐK” Hatay’ın ortasında var olan cennetten bir parça “GÖL” idi.
Sizleri götürmek istediğim tarihler günümüzden 25-30 yıl öncesidir. Bazı büyüklerimden
duyduğum birkaç eski hatıraları da sizlere aktarmak istiyorum.
Günümüzde konu uzmanı bilim adamlarının söylediği gibi “… Amik Gölü’nün
ortadan kaybolmasıyla inanılmaz bir çevre katliamı ortaya çıktı. Kuşlar, balıklar, böcekler her
şey ortadan kalktı.”1 diyor ve Türkiye’de son 50 yıl’da insan eliyle yapılmış en önemli çevre
faciası olarak nitelendirildiğini bilmenizi istiyorum. 1997 yılında dönemin Başbakanı Sayın
Demirel’in Mustafa Kemal Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında “…. hayatınızda yaptığınız
üç hatayı sayar mısınız? deseler; Birisini DSĐ genel müdürlüğüm sırasında kararını
verdiğimiz Amik Gölü’nün kurutulması derim” dediğini hala canlı bir biçimde hatırlarım.
Yine 2004 yılında bölgemizde Chigaco Üniversitesi’nden Prof.Dr.Aslıhan YENER
hanımefendinin başkanlığında yürütülen Hatçana höyüğü kazısına yaptığımız ziyarette,
bizlere o yılki kazılardan elde ettikleri bir tableti göstermiş ve tabletteki yazıları tamamen
çözemediklerini ancak tekrar eden bir kelimeyi çözdüklerini ve o kelimenin KUŞ kelimesi
olduğunu söyleyerek, sözlerine devam etmiş ve tabletin kuş sayımını ve çeşitlerini kayıt
atlına almak için hazırlanmış olduğunu tahmin ettiklerini belirtti. Yine tarihten bildiğimiz ilk
yazılı antlaşma olan Kadeş antlaşmasının Çorum ili sınırlarında Boğazköy yakınlarındaki
başkentte yapıldığını, ancak antlaşma metninin ve içeriğinin amik gölü ve çevresini de
içerisine alan bölgeyi kontrol altına almak için, bölgemiz de bulunan beylik veya krallıkları
birleştirme amacı güttüğünü söylediğinde üzerinde bulunduğumuz bu bölgenin değerinin ne
kadar eski tarihlerde bile aynı derecede önemli olduğunu bir kez daha beynime kazıdım.
Hatırladığım diğer bir konuda bundan 15-20 yıl öncesine kadar bölgede yakacak
olarak madeni kömür kullanılmadığını, bölge dağlarından kesilen sedir, çınar, palamut, dış
budak ve daha değişik bir çok ağacın kesilerek kullanıldığıdır. Konuyla ilgili olarak, babamın
anlattığı bir hatırasını da sizlere aktarmak isterim. Köyümüz gölden biraz uzak (Gölün Kuzey
batısında Kırıkhan-Hassa arasında) ve Amanos dağlarının eteğinde besicikle geçinen bir
Türkmen köyü olan Karamankaşı’dır. Bir defasında, Türkmenlik geleneği olarak yaylalara
yaptıkları göçü anlatmıştı. Köylüler yaz aylarında gölün iyice çekilmesi ve köydeki otlakların
kurumasına müteakip yaylalara göç ederlermiş. Çocukluk yıllarında yayla olarak Amanosların
üzerinde olan Alan yaylasına (Kırıkhan-Ceylanlı Köyü Üstü) gittiklerini şöyle anlatmıştı:
“Oğlum bizim köyden Saylak Köyüne yetiştikten sonra yoğun bir ormana girerdik ve ağaçların
sıklığından güneş görünmezdi. Güneşi ancak Alan düzlüğüne çıktığımızda görebilirdik.
Ormanda ulu ağaçlar ve altlarında da meyve ağaçları vardı. Yaban elması, aluç, armut, kiraz
ve benzeri meyve ağaçlarıyla doluydu. Ben atın sırtındaki büyük sepette oturur ve önceden
hazırladığım uzun çengelli sopamla meyve ağaçlarının dalları yanıma çeker ve meyveler
koparırdım. Yaylaya kopardığım o meyveleri yiye yiye giderdim.” demişti. Şimdi ise o
bölgelerde eskilerden eser sayılabilecek türden birkaç tane sedir ve benzeri ağaç dışında
hemen hemen hiçbir ağaç bulunmamaktadır. Ancak şimdilerde insan eliyle ve devletin
çabalarıyla oluşturulmaya çalışılan küçük çam orman alanları mevcuttur. Tabi ki orman
arazilerinin tüketilmesi bilinçsiz kesim olabilir ama gölün kurutulması ormanların kendisini
yenilemesine engel olduğuna inanmaktayım.
*
KÜNĐBĐR-Kırıkhan Üniversiteliler Birliği Derneği Başkanı
"50
yılda
üç
Van
gölü
kayboldu",
http://www.sifiryokolus.org/?sayfa=29&id=120
1
74
Radikal
gazetesi,
Đbrahim
GÜNAL,
Son olarak, kuş göçleri sırasında, göle kuşların iniş ve kalkışları sırasında güneş
ışıklarını bile kapatacak kadar çok kuşun göle indiğini ve orada uzun süre konakladığını tüm
büyüklerimden işittiğim bir konudur. Hatta göl kurutulduktan yıllar sonra (1970-1977) Amik
gölünün gerçek hayatta kalan tek kalıntısı ve aslında Amik gölünün başı olan Gölbaşı
gölündeki kuşları çok iyi hatırlarım. Gölbaşı gölü kış aylarında Başpınar, Gölbaşı ve
Kalekamberli Köyleri arasındaki alanın neredeyse tamamını kaplar ve buradaki sulak
bölgelere ve sazlık alanlara tanıdık tanımadık binlerce göçer su kuşlarının inerdi. O zamanki
Başpınar Köyü Muhtarı Mehmet Dönmez amcanın evinin balkonundan onları izlerdik.
1953 yılında bölgemizde zoolojik araştırmalar yapmak amacıyla gelmiş bir Alman
bilim adamı olan Zoolog Dr.Hans Kumerloeve 1989 yılında bir bilimsel toplantı için geldiği
Adana’dan konuyla ilgili olduğu için Eczacı Hasan Karaca’yı ziyarete gelmiş, Hasan Karaca
ile eski yıllarda kaldığı köyü ve gölün yeni durumunu incelemek için yaptıkları inceleme
sırasında Gölbaşı Gölünü görünce “Bu göl Amik Gölü’dür. O zamanlar ayrı bir göl değildi.
Amik Gölü ile bir bütündü. Ben araştırmaları daha ziyade bu civarda yapmıştım. Bu gölün
bitki örtüsü, Amik Gölü’nünki ile aynıdır. Hasan Bey, bu gölün korunma altına alınması için
uğraşın. Geç kalınmasın. Böylece belki, Amik Gölü’nün kurutulması ile meydana gelen
zararlardan bir kısmı geri iade edilmiş olabilir.”2 Diyerek Gölün önemine vurgu yapmıştır.
AMĐK OVASI’NIN VE AMĐK GÖLÜ’NÜN GENEL DURUMU
Kendimizce Cennetten bir parça olarak nitelendirdiğimiz amik ovası ve çevresi, son
buzul çağdan günümüze kadar gelen Anadolu grabeni ile Arap grabeni arasında kalan,
fayların bolca olduğu bir bölgedir. Faylardan dolayı bölgenin dört bir etrafında küçük
kaynaklar, dağlardan ve daha kuzeyden Kahramanmaraş ve Gaziantep ovalarından
kaynaklanan Karasu ve Afrin Çayı ile Suriye topraklarından ülkemiz topraklarına giren Asi
nehrinin buluştuğu, dağların aşınması ve akarsuların taşıdığı alivyol toprakların
doldurmasıyla oluşan ova, tam bir sulak alandır. Öyle ki, 1960’lı yıllarda, ovanın tabanı ve
aynı zamanda gölün taban rakımı olan 77 metre sularındadır. Ovanın tüm rakımı yaklaşık
olarak 77 ile 83 metre arasında olması bu bölgenin ne kadar düz ve yükseltisiz olduğunun
göstergesidir. Ovadaki en yüksek yerler çok sayıdaki höyüklerdir. Bu elverişli ve sulak yapı
doğal hayatı kolaylaştırmış ve yaşanabilir bir ortam ortaya çıkarmıştır. Ovaya akan Afrin,
Karasu, Asi ve bölgenin dağlarından doğan küçük kaynaklar ve akıntılar ovaya yetiştiklerinde
yayılarak hemen hemen ovanın ¼ ünü sular altında bırakmaktaydılar. Gölalanı 1.250.000
dönümlük ova alanının ~310.000 dönüm civarındaki alanını kapsamaktaydı. Bu alana
ovadaki sazlık ve bataklık alanlarda dâhildir.
Gölde biriken sular Dalyan Köy’ündeki (Büyükdalyan ile Küçükdalyan Köyleri
arasındaki) küçük asi nehri ile Antakya’dan geçerek Samandağ sahillerinde Akdeniz’le
buluşur. Gölde biriken su Antakya’nın rakımı olan 80 metreye kadar yükseldiği zaman akış
Akdeniz’e doğru, yaz aylarında su seviyesi düştüğünde ise Antakya’dan Göle doğru akarmış.
Amik Gölü, Akdeniz Bölgesi’nin doğusunda, Antakya-Kahramanmaraş grabeninin
en güneyini oluşturan Amik Ovası tabanında yer almaktaydı. Göl, Antakya’nın yaklaşık 18 km
kuzeydoğusunda, Amik Ovası’nın en çukur yerinin çevreden gelen sular tarafından dolması
sonucunda oluşmuştur. Bugün ise kurutularak tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Gölün içinde bulunduğu graben alanı, batıda kuzeydoğu-güneybatı uzanışlı
Amanos Dağları (2250m) doğuda ise aynı doğrultuda uzanış gösteren Kurt Dağları ve Suriye
Platosu tarafından kuşatılmış olup, güneyde Asi Nehri Vadisi ile Akdeniz’e açılır3.
Daha dar bir anlatımla, “Bir eşkenar üçgenin üç köşesi durumunda olan AntakyaKırıkhan ve Reyhanlı şehirlerini birbirine bağlayan ortalama 40 km uzunluğundaki asfalt
yollar, Nur ve Kurt dağı eteklerinden uzanarak Amik Ovası’nı adeta çevrelemiş durumdadır.
Đşte bu çemberin merkezi bir yerinde ve kuşların büyük göç yolu olan Belen Geçidi’nin tam
karşısında Amik Gölü bulunmaktaydı.”4
2
Ecz.Hasan Karaca, “Gölbaşı Gölü’nün Korunma Serüveni”, Güneyde Kültür Dergisi, S:xx, sf:24-25, Antakya,
xxxx.
3
H.Korkmaz, “Amik Gölünün Kurutulmasının Yöre Đklimine Etkileri”, Mustafa Kemal Üniversitesi, Bilimsel
Araştırma Projeleri Fonu, Proje Sonuç Raporu, PN:03F0701, Antakya, 2005.
4
Ecz.Hasan Karaca, “Amik Gölü’nün Bildiğim Özellikleri”, Güneyde Kültür Dergisi, Sayı:27, Antakya, 1991.
75
Amik Ovası kuzey-güney uzunluğu 80-90 km, doğu-batı genişliği ise 2-35 km
arasında olan ve denizden yüksekliği yaklaşık 79-250 m olmasına karşın bizim bahsettiğimiz
geniş ovalık bölgenin rakımı 79-85 m civarında olup, ova toplam ~1.250.000 dönüm
civarındadır. Göl 1955 yılı öncesi büyüklüğü çeşitli kaynaklarda farklılıklar göstermekle
beraber ~310.000 dönüm civarında olduğu bilinmektedir (Göl ve çevresindeki sazlık ve
bataklık alanlar toplamı).
Şekil:1. 1958 öncesi Amik Gölü
Gölü Karasu, Afrin, Muratpaşa, Gölbaşı, Topboğazı, Bakras, DeliBekirli, Karaali,
Bedirge, Harim, Sarısu ve Kızılark gibi akarsular ve daha küçük kaynaklar beslemektedir.Yaz
aylarında, gölü besleyen akarsuların azalması ve oluşan buharlaşma nedeniyle yatağına
iyice çekilen göl, üç ayrı parçaya ayrılırdı (Şekil 1). Bu parçalanmanın nedeni, dipte oluşmuş
yükseklikler ve Comba Köyü ile Kurtuluş Köyü hattında oluşan kum yükseltidir. Gölün
yüksekliği en çukur yer 77 m ile en yüksek seviye 83 m civarında olup su seviyesi 3-6 m
arasında değişmekteydi.
Ana göl görünümündeki en derin, sazlıksız ve en büyük göle yerel halk
görünümünden dolayı “Deniz” adını verirlerdi. Aslında bu ana Amik gölüdür. Suyu berrak ve
temizdi. Bu göl Antakya’nın Kuzeyindeki Büyük Dalyan Köyünden daha kuzeye doğru, doğubatı istikametinde kuzeye doğru genişleyen ve yaklaşık yüz ölçümü 130.000-157.000 dönüm
(tablo 1) olan bir göl idi. Bu gölü diğer iki göl beslerdi. Gölün tahliyesi Dalyan Köyü
yakınlarında küçük Asi Nehri yoluyla olurdu. Tahliye için göldeki su seviyesi Antakya’nın
rakımının 80 m sularında olmasından dolayı 79-80 m üzerinde olması halinde yapılırdı. Hatta
kış aylarında Antakya’dan geçen Asi nehrinin fazla sularının yatağına sığmaması sonucu,
Demirköprü yakınlarında Eşrefliden taşarak gölü beslerdi.
Diğer iki gölden kum hattının kuzeybatısındaki göle Sarısu Gölü denir ve büyüklüğü
yaklaşık 100.000-150.000 dönümdü. Gölü Karasu ve Gölbaşı akarsuları ile bazı küçük
kaynaklar beslerdi. Gölün fazla suyu Comba Köyü yakınlarında irtibatlanarak ana göle
akardı. Gölün ismi çevresindeki kamış ve sazların çürüyerek göl tabanındaki oluşturduğu
renkle alakalıdır.
Göllerden sonuncusu ise kum hattının kuzeydoğusundaki en küçüğü olan
Karagöl’dür. Gölün yüzeyi yaklaşık 30.000-40.000 dönüm genişliğindedir. Gölü Arfin Çayı
Kumlu ilçesinden geçerek, Azgınlı Köyünün güneyinde göle dökülerek beslerdi. Reyhanlı
civarında çıkan bazı kaynaklarda göle dökülürdü. Gölde biriken fazla sular ise Karabatak
mevkiinde ana göl ile irtibatlıydı. Göl bol sazlıklı ve bedri denilen bir bitki ile çevrilidir. Bedri ve
sazlar çürüyerek gölü siyaha çalan bir sarılığa boyamasından dolayı bu adı almıştır.
76
Tablo:1. 1960-1965 Yılları Arasında Ölçülen Azami Su Seviyeleri ve Göl Alanı.
Tarih
Seviye(m)
Göl Alanı (dönüm)
23.01.1960
81,25
136.000
19.02.1961
81,26
136.000
23.02.1962
82,12
154.000
08.03.1963
82,45
157.000
16.03.1964
81,00
129.000
15.02.1965
81,55
144.000
Amik Gölü sığ bir göl (Sulak alan) olduğu için alanın beslenme rejimine bağlı çok
hızlı bir değişim göstermektedir. Gölün su seviyesi EĐE. tarafından Araphan mevkiinde 19441953 yılları arasında ölçülmüştür. Bu ölçümlere göre göl, 1949 yılında 79,40 metre ile
minimum seviyeye inerken 1953 yılında ise 83,40 m. ile maksimum seviyeye yükselmiştir.
(DSĐ. 1958, s.25). 1960-1965 yılları arasında ölçülen azami su seviyesi ve ana göl alanı
arasındaki ilişki tablo 1’de belirtildiği gibi gerçekleşmiştir.
Burada verilen ölçümler ana Amik Gölünün yüz ölçümleri ve denizden yükseklik
seviyesidir. Gölde biriken suyun küçük Asi denilen Büyük Dalyan ile Küçük Dalyan
arasındaki 12 km’lik kısmı ile Asi Nehri yoluyla olduğunu yukarıda bahsetmiştik. Gölün
tahliyesi Antakya rakımı olan 80 m ile mümkün olmaktaydı.
Yani Amik Gölü aslında tam bir göl değil Sulak Alan idi. Sulak alan tanımı eğer
kurutulmadan önce şimdiki halini almış olsaydı. Göl hala yaşıyor olacaktı. Sayın Karaca’nın
dediği gibi; “Ben Amik Gölü’nü, talihsiz bir göl olarak kabul ederim. Zaten bu talihsizliği onu,
haritadan silinmeye kadar götürmüştür.”5 sözüne %100 katılıyorum, ancak gerçekten tahilsiz
olan sadece Amik Gölü değil tüm insanlık ve gelecek nesillerdir. Artık gölü diye bir şey
kalmadığı için gölün güzelliklerinden ve bizlere vereceklerinden mahrum kalınmıştır.
Tüm bunların yanı sıra 1940-1955 yılları arasında çevreden akarsular aracılığı ile
(kurutulma öncesi) göle gelen yıllık su miktarı 908,5x106-1.830,4x106 m3 arasında
değişmekteydi6. Adı geçen yıllar arasında su miktarları tablo 2 verilmiş olup, hiç
azımsanmayacak oranlardadır.
Tablo:2. Kurutulma Öncesi Amik Gölü’ne Gelen Yıllık Su Miktarı.
Yıllar
Gelen Su (106
Yıllar Gelen Su (106 m3)
3
m)
1940
1.246,9
1948
1.578,7
1941
1.087,9
1949
995,1
1942
1.688,7
1950
1.145,4
1943
1.174,3
1951
1.354,1
1944
1.481,9
1952
1.352,9
1945
1.130,2
1953
1.449,5
1946
1.462,4
1954
1.830,4
1947
1.181,9
1955
908,5
Gölün 1940-1955 yılları arasında ortalama su kapasitesi 1.316,8x106 m3 olarak
görülür. Şimdi bu miktar hiçbir yarar sağlamadan doğrudan doğruya Asi Nehri yoluyla
Samandağ sahillerinde Akdeniz’le buluşuyor. Ne yöre halkına ne de çevre olaylarına bir
katkıda bulunuyor.
AMĐK GÖLÜNÜN KURUTULMA ÖYKÜSÜ
Ovaya can veren, Su Kuşlarına beslenme ve barınak olan, birçok yerli ve
uluslararası göç eden balıklara (Asi Yılanbalığı) beslenme ve yetişme imkanı sağlayan Amik
Gölü kurutulma cinayeti iki aşamada tamamlanmıştır. Kurutma gerekçesi için bir çok şey
sayılabilir ancak, bu sebeplerin hepsi bahaneden öteye geçemez.
5
Ecz.Hasan Karaca, “Amik Gölü’nün Bildiğim Özellikleri”, Güneyde Kültür Dergisi, Sayı:27, Antakya, 1991.
H.Korkmaz, “Amik Gölünün Kurutulmasının Yöre Đklimine Etkileri”, Mustafa Kemal Üniversitesi, Bilimsel
Araştırma Projeleri Fonu, Proje Sonuç Raporu, PN:03F0701, Antakya, 2005.
6
77
i. Birinci kurutma aşaması 1955-1958 yılları arasındadır. Yukarıda bahsettiğimiz
Sarısu Gölü ve Kara Gölü kurutmayı planlayan bu çalışma, ovaya giren ana akarsuların ve
bunları besleyen küçük kaynak sularının ana Amik Gölüne kadar kanallarla askıya alınmasını
hedeflemiştir. Ovaya girerken belirli bir yatağı olmayan ve yayılarak merkezi göle ulaşan
akarsuların belirli birer kanal açılarak kendilerine yatak yapılmasıdır. Bunlar yaz aylarında
tamamen azalan ve ana gövdelerine çekilen göller ile ovaya giren akarsuları kanallarla göl
yatağına birleştirmeyi akıllara getirmiş ve 1955 yılında başlanarak, Arfin Çayı Kara Gölün
güneyinden açılan bir kanalla (Arfin Kanalı) Kurtuluş Köyünün kuzeyinden yüksek kum hattı
aşılarak ana Amik Gölüne bağlanmış ve Kara Gölün kuruması sağlanmıştır. Yine aynı yıl
Sarısu Gölünü besleyen en büyük kaynak olan Gölbaşı Gölü suyunu kaynaktan itibaren
Comba köyüne kadar oluşturduğu bağlantı ve bataklıklar bir kanala alınarak etrafı
yükseltilmiş ve ovadaki bataklık kurutulmuştur. Sonraki yılda Muratpaşa deresi suyu 21 km
uzunluğunda bir kanala alınarak ana Amik Gölüne ulaştırmıştır. Daha sonraki yılda ise diğer
önemli akarsu olan Karasu Çayı ise ovada bataklık tabanında 18 km uzunluğunda bir kanala
anılmıştır. Böylece Karasu Çayının ovada oluşturduğu bataklık kurutulmuştur. Böylelikle de
Sarısu Gölü ve bütün bataklıkları kurutulmuştur.
Kısaca üç yılda, ovada çok geniş bir alana yayılan sulak alan, Afrin Kanalı,
Muratpaşa Kanalı, Comba Kanalı ve Karasu Kanalı ile yokedilmiş, sadece ana Amik Gölü
kalmıştır. Ana Amik Gölü berrak, sazlıksız bir yapıda olmasından dolayı çok güzel bir göldü.
Göle gelen su miktarı gölün havzasına sığmadığı için gölün tahliyesini hızlandırmak için
1956-1957 yıllarında küçük Asi’nin Antakya içerisinden geçen kısımlarında Asi Nehri 3-5 m
derinleştirilmiştir. Bu derinleştirme daha sonraki yıllarda (1974-1975) 8-11 m’ye ulaşmıştır.
Şekil:2. 1958 sonrası Amik Gölü
Kanallardan ana Amik Gölüne taşınan sular ovada sulu tarıma geçilmesi ve diğer
nedenlerden ötürü her geçen yıl azalmıştır. Hatta bazı yıllar birçok küçük kaynak göle su
taşıyamaz olmuştur. Böylelikle ana Amik Gölü’nde hızla sazlık ve bataklık alanlar görülmeye
başlanmıştır.
Diğer kurutulan bölgeler çeşitli şekillerde bölge halkına ve daha sonra iskan kanunu
gereği birçok insana oy ve benzeri nedenlerle dağıtılmıştır. Ekim için açılmaya çalışılan
78
yerlerde sazlık alanlar yakılmıştır. Bu yakılma sırasında Sarısu Gölü aynası ve çevresinde
organik toprağında yanması sonucunda yer yer 2-3 metrelik çukurlar oluştuğunu
büyüklerimizden müşahade ettiğimiz bilgilerdir.
ii. Đkinci kurutma aşaması 1973-1975 yılları arasındadır. 1958 yılındaki birinci
kurutmadan sonra sulu tarıma ihtiyacı olmayan ve hatta bilmeyen çiftçilerde sulu tarım
yapmaya kalkmaları, bölgenin bitkisi olmayan ve yaz aylarında ekilen pamuğunda çok fazla
su istemesi üzerine ana Amik Gölü’de kurumaya başlamıştır. Bunun üzerine, 1970’li yılların
başında ana Amik Gölü’nün de kurutulabileceği fikri ortaya çıkmıştır. 1973 yılında Arfin
Kanalı, Muratpaşa Kanalı, Comba Kanalı ve Karasu Kanalı ana göl yatağında Yükseltme
şeklindeki kanallarla göl aynasında askıya alınarak Büyük Dalyan Köyü yakınlarında küçük
Asi Nehriyle birleştirilmiş ve faaliyetler 1975 yılında son bulmuştur. Bu kanalların yükseklikleri
yer yer 5-6 m civarlarındadır. Buna karşılık kışları devam eden taşkınlar nedeniyle tahliye
kapasitesini arttırmak ve hızlandırmak için Antakya içerisi Asi yatağı 8-11 m civarında
derinleştirilmiştir. Antakya’nın tarihi köprüsünün kaybı da bu nedenle olmuştur.
Şekil:3. 1975 sonrası Amik Gölü ve Ovası
79
SONUÇ
1975 yılında tarih ve coğrafya sayfalarından kaybolan Amik Gölü, bu tarihten
itibaren varlığını birkaç yıl daha kışları devam ettirmesine karşın gerekli drenaj ve tahliye
kanalları açılması sonucu tamamen haritalardan da silinmiştir. Tabi ki, o zamanki siyasetçiler
ve bazı çıkar çevreleri için istenilenden fazla verim elde edilmiş fakat bunların hepsinin “Kısa
günün karı” olduğu çok geçmeden anlaşılmıştır.
Günümüze gelindiğinde, “Her şey aslına rucu eder” ilkesinin meydana gelmesini
bekliyoruz. Çünkü, son 3-5 yıl içerisinde birkaç defa kısa süre için bile olsa gölün tekrar
görünmesi bunun belirtileri olarak söylenebilir.
Yerel halkın gölün kurutulmasından sonra bölgenin yağış miktarlarında önemli
ölçüde azalma olduğunu ve kuraklıkların meydana geldiğini söylemesine karşın, yapılan
akademik çalışmalarla bu durum doğrulanamamıştır. Bununla birlikte yukarıda çok sık
başvurduğumuz Korkmaz’ın 2005’de yaptığı çalışmasından da anlaşıldığı üzere yerel halkın
söylediği gibi bölgede yağışlar azalmamış aksine bazı ölçüm merkezlerinde çok küçükte olsa
artma görünmüştür. Ancak, gözlemlenen en önemli şeyin göl ve çevresindeki istasyonlardan
alınan ölçümlerde yıllık yağış miktarının, yağışlı gün sayılarına bölünmesiyle elde edilen yıllık
yağış şiddetindeki önemli farklılıktır7. Tablo 3’de Amik Gölü ve yakın çevresindeki yağış
şiddeti verilmiştir.
Tablo:3. Amik Gölü ve yakın çevresinde yer alan bazı meteoroloji istasyonlarına ait
günlük yağış şiddetinin aylık ve yıllık ortalamaları
Đstas.
Rs.S O
Ş
Mr
N My H
T
A E Ek. K
A
Y.O
Adı
.
ğ
rt.
KÖ.
6,8 5,9 4,7 5,0 5,4 4,8 4,3 5, 4, 5,2 5,3 5,7
5,3
15
9
1
Antakya
KS.2 12, 12, 11, 10, 16, 6,7 16, 3, 8, 11, 12, 12, 11,2
8
2
1
5
5
8
2 8
7
2
1
7
KS.1 10, 10, 8,9 5,4 5,7 1,6 1,6 1, 0, 5,4 10, 10,
6,0
Serinyol
0
2
0
5
4
8
9
KÖ.
10, 9,2 8,9 8,5 6,4 3,6 0,0 1, 4, 4,8 9,4 12,
6,6
05
0
3
0
5
Kırıkhan
KS.2 8,6 9,7 9,0 7,1 6,3 7,8 0,0 2, 4, 8,0 11, 10,
7,1
2
5
5
2
0
KS.2 10, 10, 8,4 7,3 6,2 3,6 0,0 7, 5, 10, 14, 12,
8,0
Hassa
2
1
6
5
9
3
1
3
KÖ.
5,1 4,1 3,3 2,5 2,2 0,9 0,0 2, 1, 1,9 3,8 4,4
2,6
15
4
1
Đslahiye
KS.2 10, 10, 9,5 6,8 5,2 3,7 1,0 3, 3, 9,0 11, 12,
7,2
8
5
2
3
5
3
1
KÖ.
3,9 3,0 2,9 3,1 3,6 2,7 0,0 2, 3, 5,3 4,1 3,9
3,2
Đskender 15
7
3
un
KS.2 7,3 8,2 8,0 6,8 7,5 10, 0,0 5, 6, 10, 9,6 7,9
7,3
8
4
2
2
4
KÖ: Kurutulma Öncesi, KS: Kurutulma Sonrası, Rs.S. Rasat Sayısı
Yukarıdaki bu tablo bize bölgedeki bütün istasyonlarda kurutma öncesi ile kurutma
sonrası yağışlarda yağış şiddetinin arttığını yıllık ortalamalarda görülmektedir. Bunlar yıl
içerisinde düşen yağış miktarı çok daha az günde yağmakta, buda yağan yağmur sularının
ovada kalmayarak çok kısa süre içerisinde denizle buluştuğunu ve hatta yağmurların ova
taban suyuna karışmadan denize gittiğini anlatır. Böylelikle her geçen yıl çiftçilerin bahsettiği
gibi yer altı sulama kuyularındaki su seviyesinin 200-300 m’nin altındaki derinliklere indiği
savını desteklemektedir.
Taban suyunun çok derinlere inmesinden dolayı tarım yapılan topraklar
yıkanamamaktır. Böylece toprakta, tuzlanma, asitlenme nedeniyle çoraklaşma ve
7
H.Korkmaz, “Amik Gölünün Kurutulmasının Yöre Đklimine Etkileri”, Mustafa Kemal Üniversitesi, Bilimsel
Araştırma Projeleri Fonu, Proje Sonuç Raporu, PN:03F0701, Antakya, 2005.
80
verimsizleşme hızlı bir biçimde yayılmaktadır. Çiftçilerin artık verim alamıyoruz ve ekim dahi
yapamıyoruz demelerine paralel çekilen uydu fotoğraflarında bunlar açıkça görülmektedir.
Susuzluktan dolayı toprakta kumul yapı rüzgârın etkisi ile yayılmakta, amik ovası artık bir
çöle doğru gidişin göstergelerini içerisinde barındırmaktadır.
Gölün kurutulmasının bir de çevre yönü var, kaybolan yaban hayat ve yaban
canlıları artık nesilleri bitme aşamasına gelmiş ve hatta bazıları bitmiştir. Bunlara Yılan
boyunlu Sukuşu ve Arı Şahini sayılabilir. Göle özgü, karabalık ve yılan balıklarını unutmamak
gerekir.
Sonsöz, insanoğlu gölün sonuyla birlikte, birçok canlı ve kendi sonunu da
hazırlamış oldu. Cennetten bir köşe olan güzelim Amik Gölü’nü, Çöle çevirdi.
Bundan sonra yapılması gerekli şey; Dr. Hans Kumerloeve’in söylediği gibi:
“Gölbaşı Gölü Amik Gölünden farklı bir göl değildir. Bu gölün bitki örtüsü, Amik Gölü’nünki ile
aynıdır. Bu gölün geç kalınmadan koruma altına alınması gerekir. Böylece Amik Gölü’nün
kurutulması ile meydana gelen zararlardan bir kısmı geri iade edilmiş olur.” sözünün gereğini
yapmaktır.
81
SAMANDAĞ SAHĐLĐNDE KIYI EROZYONU
Doç. Dr. F. Sancar OZANER
TUBĐTAK
Kuzeyde Çevlik Limanı ile, güneyde Sabca Burnu arasında yaklaşık 14 km uzunluğa sahip
olan Samandağ Sahilinin kıyı dinamiğine ilişkin çalışmalar tarafımızca izlenmektedir. Farklı
yıllara göre kıyının genişleme ve daralmasına (erozyon) ilişkin verilerin elde edilmesinde
aşağıdaki arşiv malzemesinden yararlanılmıştır:
-1936 yılında Fransız uyruklu harita mühendislerinin yaptığı 1:2000 ölçekli kadastro
paftaları(Samandağ Kaymakamlığı Kadastro Şefliği'nde mevcut)
– HGK nin 1956 yılında çektiği yaklaşık 1:50.000 ölçekli hava fotoğrafları
– HGK nin 1956 yılında çektiği hava fotoğraflarndan 1961 yılında ürettiği
– HGK nin 1973 yılında çekilen hava fotoğraflarından 1975 yılında ürettiği 1:25.000 ölçekli
topoğrafik pafta
– HGK nin 1975 yılında çektiği yaklaşık 1:20.000 ölçekli hava fotoğrafları
– HGK nin 1992 yılında çektiği yaklaşık 1:20.000 ölçekli hava fotoğrafları
– HGK nin 1992 yılında çektiği hava fotoğraflarından 1995 yılında ürettiği 1:25.000 ölçekli
topoğrafik pafta
Kıyı çizgisinde 1993 yılına kadar meydana gelen değişiklikler yukarıda yılları verilen hava
fotoğraflarının stereoskopik incelenmesi ve farklı yıllardaki haritalar üzerinde değişmeden
kalan türbe, yolçatı, tarla sınırları gibi referans noktaları ile değişen kıyı çizgisi arasındaki
mesafelerin ölçülmesiyle bulunmuştur.
Farklı yıllarda çekilmiş hava fotoğraflarının stereoskopik olarak incelenmesiyle elde edilen
bilgilerin amandağ Meteoroloji Đstasyonu'nun rüzgar rasatlarıyla karşılaştırılması sonucunda
Asi Nehri'nin denize taşıdığı çökellerin büyük bir bölümünün kuzeye (Çevlik tarafına)
taşındığı, bu durumun Asi Deltasının asimetrik bir şekil almasına (kuzeyi geniş, güneyi dar)
yol açtığı ortaya çıkarılmıştır.
1993 yılından itibaren, Deniz kaplumbağaları Đzleme ve Değerlendirme Komitesi'nin
Samandağ'a yaptığı inceleme gezilerinde bu mesafeler bu kez bizzat arazide
şeritmetre ile ölçülmeye devam edilmiş, ve bu işlem 2002 yılına dek sürdürülmüştür.
2003 yılında ise, ÖZDĐLEK Ş.Y, OZANER F.S., KASKA Y., ÖZDĐLEK H G. tarafından
gerçekleştirilen “Samandağ kumsalındaki fiziksel ve kimyasal bazı parametrelerin
yeşil kaplumbağaların (Chelonia mydas L. 1758) yuva dağılımı, yoğunluğu ve
eşey oluşumları üzerine etkilerinin belirlenmesi ve bu konuda bir eğitim
programının uygulanması” konulu TÜBĐTAK destekli proje kapsamında ölçümler
yenilenmiş böylece kıyının 1956-2003 yılları arasındaki 47 yıllık periyotta ( bazı
kesimlerinde 1936-2003 arasındaki 67 yıllık periyotta)değişimi ortaya çıkarılabilmiştir.
2003 yılında Samandağ sahilindeki arazi çalışması üreme sezonunun bitiminden sonra
(Kasım ayı'nda) yapılmış, biyoloji ekibinin tespit ettiği yuvaların kaplumbağalar tarafından
tercihinde rol aynayabilecek etmenlerin kıyı jeomorfolojine ilişkin olanları yorumlanmıştır.
Bu projede kıyı çizgisinde eskiden günümüze meydana gelen değişimleri ölçmek için
kullanılan referans noktaları kuzeyden güneye aşağıda verilmektedir (Harita 1)
1 Nolu referans noktası:: Çevlik Limanı'nın yaklaşık 650 m güneyindeki yol çatı.
2 Nolu referans noktası: Şeyh Rihani Türbesi
3 Nolu referans noktası: Şeyh Rihani Türbesi'nin 1950 m güneyindeki ikinci türbe.
4 Nolu referans noktası: Asi ağzı'nın yaklaşık 1250 m güneyindeki eski karakol binası
5 Nolu referans noktası: Asi ağzı'nın yaklaşık 3100 m güneyinde, Meydan mevkiinde yol çatı
(Altınkum Sahil Kooperatifi binalarının 450 m kuzeyinde)
82
Kıyının 1956, 1973 ve 1992 yıllarındaki durumunu gösteren 1961, 1975 ve 1995 yıllarında
yapılmış haritalar üzerinde yapılan ölçüm sonuçlarına göre 1956-1973 yılları arasındaki
yaklaşık 17 yıllık dönemde sahilin Asi Nehri'nin kuzeyinde kalan kesiminde kıyı çizgisi fazla
değişime uğramamış(en kuzeyde 12.5 m aşınmış, onun 1350 m güneyinde 5.5 m, 3 km
güneyinde ise 13 m genişlemiş, Şeyh Hızır Türbesi'nden itibaren Asi Ağzı'na kadar olan 4350
metrelik kesimde hemen hemen aynı kalmıştır), Asi'in güneyinde kalan kesimde ise 13 m
kadar genişlemiş, 1973-1992 yılları arasındaki dönemde ise Asi'nin kuzeyinde kalan kesimde
yer yer 35-67.5 m arasında, güneyinde kalan kesimde ise 220 metrelere varan kıyı erozyonu
ortaya çıkmıştır.
Samandağ Sahilinde Hakim Rüzgarların Yönü:
Samandağ Meteoroloji Đstasyonu'nun Ocak 1975-Mayıs 2004 yılları arasındaki 30 yıllık
rasat sonuçları, Samandağ Kıyısı'ndaki hakim rüzgarın Nisan-Ekim ayları arasında en çok
WSW bazı yıllarda SW, Kasım-Mart arasında ise ENE ve NE yönlüdür. (Harita 1) Ancak,
1999-2004 yılları arasında ise hakim rüzgar kararlı bir şekilde, Nisan-Ekim arasında WSW,
Kasım-Mart arasında ise ENE olmuştur Sahilde, Đlkbahar ve Yaz aylarında kararlı bir şekilde
denizden karaya verev olarak (oblik) güneybatıdan esen bu hakim rüzgar kıyı boyunca KB
yönünde bir kıyı akıntısının oluşmasına yol açmakta bunun sonucunda Asi'nin getirdiği
çökeller kuzey yönde (Çevlik tarafına) taşınmaktadır.
Samandağ sahilinde kıyı dengesinin bozulmasına neden olan olumsuz insan faaliyetleri
aşağıda verilmektedir.
Baraj Yapımı:
Asi Nehri'nin Suriye'de kalan bölümü üzerine Suriye tarafından 3, Türkiye'de kalan bölümü
üzerinde Türkiye tarafından 2 baraj yapılmıştır. Bunlar yapım tarihlerine göre şunlardır:
1935 yılında El Kasir (Katina) Barajı
1960 yılında Restan Barajı
1975 yılında Maherde Barajı
1975 yılında Tahtaköprü Barajı (Asi'nin Karasu kolu üzerinde)
1989 yılında Yarseli Barajı (Asi'nin Beyazçay kolu üzerinde)
Son üç barajın devreye girmesi sonucunda Asi'nin suyunda 300 milyon m3 lük azalma
olmuştur.
Asi'nin üzerinde veya yan kollarında yapılan barajların yapım tarihleriyle kıyı mesafesi
ölçüm değerleri birlikte yorumlandığında, Suriyenin 1935 yılında Asi üzerine yaptığı Katina
Barajının kıyının daralmasına yol açmadığı, 1936-1956 arasında Şeyh Rihani Türbesi'nin
bulunduğu noktada kıyının 15.5 m genişlemesinden alaşılmaktadır.Suriye'nin 1960 yılında
yaptığı ikinci barajdan (Restan) sonra kıyıya gelen çökellerin azaldığı , bunun sonucunda
kıyının eskiden olduğu gibi genişleyemediği (hemen hemen sabit kaldığı) görülmekte, ancak
1975 yılı ve sonrasında yapılan üç barajdan sonra kıyının önemli ölçüde aşındığı
anlaşılmaktadır. Bu aşınmada, kıyının Harita 2de görülen büyük bir kesiminin 1973-1991
yılları arasında kum ocağı olarak işletilmesinin de payı vardır.
Plajın ve bitişiğindek kıyı kumullarının kum ocağı olarak kullanımı
Samandağ Sahili'nin farklı bölümleri Đl Özel Đdaresi'nin verdiği ruhsatlarla değişik firmalar
tarafından farklı tarihlerde kum ocağı olarak kullanılmıştır. Harita 2 de işaretlenen, kum
alınan bölgelerin lokaliteleri ve uzunlukları kuzeydeki Çevlik Limanı (0) alınarak, tarih
sırasına göre aşağıda verilmektedir:
0-800 metre arasındaki kesim: 1968-1973 yılları arasında kum ocağı olarak çalıştırılmıştır.
83
7200-9500m arasındaki kesim(Asi Ağzı'ndan başlayarak kuzeyindeki 2300 metrelik kıyı
kesimi): 1973-1978 yılları arasında kum ocağı olarak kullanılmış, genişliği yer yer 160
metreye yüksekliği 5-6 metreye ulaşan kumul tepeleri taban suyu seviyesine kadar alınarak
ortadan kaldırılmıştır.
5550-7200 m arasındaki kesim (Şeyhhızır Türbesi'nin 2 km güneyindeki türbe ile onun
1650m kuzeyindeki kanal arasındaki sahil kesimi): 1978-1983 yılları arasında kum ocağı
olarak kullanılarak ortadan kaldırılmıştır.
5200-5550 metreler arasındaki kesim (eski lagün ağzı ile kuzeyindeki yazlık evlerin başladığı
nokta arasındaki 350 m uzunluğundaki kesim): 1983-1986 yılları arasında kum ocağı olarak
işletilmiştir.
9750-11750 metreler arasındaki kesim (Asi ağzından başlayarak güneyindeki 2 km lik sahil
kesimi): 1986-1991 yılları arasında kum ocağı olarak çalıştırılmış ve burada genişliği yer yer
195 metreye, yüksekliği 5-6 metreye ulaşan kıyı kumulları tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Çevre Bakanlığı'nın koordinatörlüğünde oluşturulan Bakanlıklararası Deniz Kaplumbağaları
Đzleme ve Değerlendirme Komitesi'nin 1991 yılında Samandağ Sahili'nde yaptığı izleme
çalışması sırasında bu kum ocağı'nın varlığı fark edilerek kapatılması için Çevre Bakanlığı'na
başvurulmuş, bunun üzerine Özel Đdare kum ocağı ihalesini yenilememiş, böylece buradaki
kum ocağı 1991 yılının sonunda kapatılmıştır. O tarihten itibaren Samandağ Sahili'nde kum
ocağı açılmasına izin verilmemiş, ancak , Şeyh Hızır Türbesi'nin bir km kuzeyi ve
güneyindeki kesimlerin(buralar yazlıkcılar tarafından korunmaktadır) dışındaki kıyı kesiminin
tamamından farklı zamanlarda kaçak kum alımı sürdürülmüş, bunun sonucunda kıyı
gerisinde, kıyının doğal profilini bozan büyüklü küçüklü çok sayıda çukurluklar oluşmuştur.
1993 yılı le 2002 yılı arasında sahilde şeritmetre ile yapılan ölçumlerde yasal kum alımının
durdurulmasından sonra erozyon değerlerinin 8-10 metrelere indiğini, daha önce büyük
çapta kum alınan yerlerde ise 12-25 m arasında bariz br büyüme olduğunu ortaya
koymaktadır. Son on yıllık dönemde en kuzeydeki lokalitede 18.5 m gibi normalin üzerinde
bir erozyonun meydana gelmesi bu süre içerisinde bu lokaliteden büyük ölçüde kaçak kum
alımının gerçekleştirildiğini göstermektedir.
1993 yılı le 2002 yılı arasında sahilde şeritmetre ile yapılan ölçumlerde yasal kum alımının
durdurulmasından sonra erozyon değerlerinin 8-10 metrelere indiğini, daha önce büyük
çapta kum alınan yerlerde ise 12-25 m arasında bariz br büyüme olduğunu ortaya
koymaktadır. Son on yıllık dönemde en kuzeydeki lokalitede 18.5 m gibi normalin üzerinde
bir erozyonun meydana gelmesi bu süre içerisinde bu lokaliteden büyük ölçüde kaçak kum
alımının gerçekleştirildiğini göstermektedir.
84
Harita. 1: Samandağ Sahilinde Hakim rüzgar ve hakim kıyı akıntısının yönünü gösteren
harita.
85
Harita 2: Samandağ Sahili'nde Özel Đdare'nin verdiği ruhsatlarla kum ocağı olarak
kullanılmak suretiyle büyük çapta kum alınan bölgeleri ve kıyı mesafelerinin ölçüldüğü
referans noktalarını gösteren harita.
86
Gölden Ovaya, Ovadan Kente Amik Havzasının Değişimi. Đnsan-Tarım-Yerleşke Đlişkisi
ve Çevreye Etkisi
ve
Sınır Aşan, Sınır Çizen Sular ve Asi Örneği
Hasan Göksel Özdilek
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Çevre
Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi, Terzioğlu Yerleşkesi 17020 Çanakkale
Telefon: (0 286) 2180018 (dahili 1810) Belgegeçer: (0 286) 2180541
E-posta: [email protected]
URL: http://myprofile.cos.com/G_Ozdilek
Hazreti Đsa zamanında Roma Đmparatorluğu’nun en önemli üçüncü kenti olan tarihi Antakya
MÖ 300 yıllarında kuruldu ve MÖ 64’e kadar Selucid Đmparatorluğu’nun başkenti idi. O
yıllarda Antakya’da devasa su kemerleri, bir imparatorluk sarayı, bir sirk, bir amfitiyatro, bir
forum alanı ve bir büyük koloni bulunmaktadır. Daha sonraki çağda Kudüs’ten önce Haçlı
Orduları’nın son durağı olan Antakya o dönemin yazarlarından anlaşıldığı kadarı ile
Akdeniz’den şehre gemilerin Asi Nehri yolu ile ulaşımı mümkün olan bir kentti. Aynı
zamanda Ölü Deniz Fayından dolayı üzerinde pek çok depremin meydana geldiği ve zaman
zaman kent nüfusunun büyük bölümlerinin bu depremlerde kaybedildiği de yapılan
araştırmalarla kesinleşmiştir.
Tarihi belgelerde belirtildiğine göre, Hatay Anavatan Türkiye Cumhuriyeti’ne
bağlanmadan önce 1938’de, 5 kazadan (Antakya, Đskenderun, Kırıkhan, Yayladağ (o
zamanki adı ile Ordu) ve Reyhanlı (o zamanki adıyla Reyhaniye)) oluşuyordu ve toplam
olarak 234.379 nüfusa sahipti. Akgöl olarak da isimlendirilen Amik Gölü, Reyhanlı, Kırıkhan
ve Antakya ilçelerinin ortasında yer alıyordu.
1960’larda zamanın gençlerinin su kuşları avladığı, balık tuttuğu, avlanmak için gelen
turistlere rehberlik yaparak iyi gelir elde ettikleri yıllarda bu gölün üzerine yakın gelecekte bir
havaalanı yapılacağı söylense herhalde çok az insan inanırdı. Oysa gerçekten 1963’e kadar
çok yakında, Antakya’ya 65 km ötede, Đskenderun’da, bir havaalanı aktif olarak hizmet
veriyordu. 1970’lerde artık Amik Gölü’nü besleyen can damarları (akarsu kaynaklarının)
önleri kesilmiş ve göl yavaş yavaş kendini besleyen kaynaklardan mahrum bırakılmıştı.
Sonunda göl ovaya dönüştürüldü. Özellikle pamuk açısından verimli olacağı düşünülüyordu.
Oysa pamuk, konvansiyonel yöntemlerle yetiştirildiğinde, yetiştirilmesi süresince aşırı su
isteyen bir üründür. Bu sadece üründen değil aynı zamanda toprak yapısı ve iklim koşulları
nedeniyle de kaynaklanmaktadır.
Öte yandan Hatay’a iki yandan komşu olan Suriye 1985’de 650.000 hektar olan
sulanan tarım alanını 2002’ye kadar 1.300.000 hektara çıkarmıştır. Nüfus bakımından yıllık
ortalama %3 büyüyen Suriye hem artan endüstriyel ve kentsel hem de tarımsal su ihtiyacını
ana olarak iki kaynaktan sağlamaktadır: Doğu kesiminde Fırat-Dicle, batı kesiminde ise Asi
Nehrinden. Suriye kullandığı suyun %87’sini tarımsal sulamada, %9’unu kentsel alanda ve
%4’ünü de endüstriyel proseslerde değerlendirmektedir. Hama ve Humus şehirlerinin su ve
elektrik ihtiyacını karşılamak amacıyla Rustam ve Hilfay-Mehardoh Barajlarının yapımı
tamamlanıp isletmeye alınmış; Kastoun Barajının yapımı planlanmış, Zeyzun Barajı’da inşaa
edildiği halde 2002 yılında bir selden sonra yıkılmıştır. Suriye topraklarında yer alan Asi
Nehri Havzasında %70 oranında buğday ve pamuk yetiştirilmektedir. Bu alan Suriye’nin
toplam tarımsal alanının %25’ini oluşturmaktadır ancak sulamaya duyulan keskin ihtiyaç
dolayısı ile yeraltı su seviyesi 1990-2000 yılları arasında ortalama 57 m düşmüştür.
87
Aşağı Asi Vadisi’nin başlangıcında kurulu olan il merkezinin denizden yüksekliği
yaklaşık 85 m’dir. Alanının %46’sını dağların oluşturduğu ilde, ovalar % 34’lük bir paya
sahiptir. % 97’si kültüre elverişli olan Hatay topraklarının yaklaşık yarısını ekili-dikili alanlar
kaplamaktadır.
Asi Vadisi, Lübnan Dağlarının kuzeydoğu yamaçlarından başlar ve Lübnan Dağları ile
Antilübnan Dağları arasında, geniş Bekaa Vadisini oluşturur. Sonra kuzeydoğu yönünde
uzanarak Suriye topraklarına girer. Hama şehrini geçtikten sonra batıya döner, Ansariye
Dağları’nın doğu ucunda vadi tabanı genişler ve kuzeye döner. Yer yer geniş düzlükler ve
bataklıklar oluşturan vadi tabanı, Hatay ili sınırları yakınlarında yeniden daralır. Etun
yöresinden Türkiye’ye göre Asi Vadisi yaklaşık 30 km Suriye ile sınır oluşturacak şekilde
uzanır. Burada vadi, Keldağı’nın doğu uzantılarını oluşturan platoların ortasından kuzeye
doğru sokulan dar ve derin bir oluk biçimindedir. Asi Vadisi’nin tabanı Hatay il topraklarında
kuzeybatıya dönüş noktasında birden genişler. Asi ırmağı, Amanos dağları ile Keldağı
arasında bir vadi açarak Akdeniz’de sonlanmadan önce, yöre kapalı bir havzaydı. Asi ırmağı
ve kollarının taşıdığı bütün maddeler, bu kapalı havza yakınında yığıldı. Böylece zamanla Asi
Vadisi ve öbür vadilerin tabanları birleşti ve çok geniş düzlükler oluştu. Asi, Karasu ve Afrin
vadilerinin dolması ve birleşmesi ile ortaya çıkan bu çok geniş düzlükler, önceleri Amik
Gölünü, gölün kurutulmasından sonra da Amik Ovasını oluşturmuştur.
Hatay Đlinin topraklarının % 50’si (270.766 hektarı) tarım alanı olup, toprakları
bereketli ovalarla kaplıdır. Dörtyol-Erzin-Payas Ovaları, Đskenderun-Arsuz ve Samandağ
Ovaları Hatay’ın kıyı ovalarıdır. Hatay’ın en büyük ovası Amik Ovası olup, 119.300 hektar
büyüklüğündedir. Kabaca Amik Ovası Hatay Đli toplam tarım alanının %44’ü ve Hatay Đli
toplam alanının %22’sidir. Amik Ovası, Hatay Đlinin orta kesiminde Asi, Karasu ve Afrin vadi
tabanlarının dolmasıyla ortaya çıkan geniş bir düzlüktür. Amik Ovası, kil, kireçli balçık ve
kumdan oluşan yaklaşık 60 metre kalınlığında bir alüvyon toprak tabakasıyla örtülüdür.
Ovada belli başlı yetiştirilen ürünler; pamuk, buğday ve II. ürün mısırdır. Ayrıca bir miktar
arpa, yulaf, ayçiçeği gibi tarla ürünleri ile biber, soğan, bamya gibi sebzeler yetiştirilmektedir.
Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta ise Hatay’ın nüfus yoğunluğudur. Yaklaşık
kilometrekareye 232 kişi olan Hatay’ın nüfus yoğunluğu Türkiye ortalamasının (85)
neredeyse üç katıdır. Đlin toplam nüfusunun bayan kısmı erkek kısmına göre sayı olarak
10.000’den fazladır. Bu da ildeki aktif erkek nüfusunun iş veya diğer nedenlerden dolayı
başka yerlerde bulundukları ve ortalama ömür süresinin erkeklerde daha kısa olması ile
açıklanabilir. Đldeki genelde akraba evliliği kaynaklı özürlülük oranı %2’den fazladır ve bu
oran Türkiye geneline (%1,8) göre yüksektir.
Yukarıda bahsedilen (1938’e ait) nüfus ile bugünkü nüfus arasında tam olarak 50
kişi/km2‘den 232 kişi/km2 arasında 4,6 katlık bir fark meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle,
Tablo 1. Hatay ve Türkiye Nüfus Kıyaslaması
Sayım Yılı
Hatay
Nüfus Yoğunluğu, Nüfus artış hızı, Türkiye nüfus
Nüfusu
kişi/km2
‰
artış hızı, ‰
1940
246.138
45
1,959
1945
254.141
47
0,640
1,059
3,103
1950
296.799
54
2,173
4,062
1955
363.631
67
2,775
3,868
1960
441.209
81
2,853
2,746
1965
506.154
93
2,462
3,102
1970
591.064
109
2,519
4,605
1975
744.113
137
2,500
2,808
1980
856.271
158
2,065
3,148
1985
1.002.252
185
2,488
1990
1,109.75
205
2,037
2,171
1997
1.205.735
223
1,066
1,508
2000
1.253.726
232
1,219
1,530
88
65 yıl içerisinde nüfus 4,6 kat artmıştır ki bu da kaba (matematiksel) ortalamayla yılda
yaklaşık %7’lik bir artışa tekabül etmektedir.
Türkiye'de 2003 senesinde yaklaşık 1.174.800 bebek doğmuştur. En çok sayıda
bebeğin doğduğu iller sırasıyla Şanlıurfa, Konya, Hatay, Diyarbakır ve Samsun seklinde not
edilmiş olup; 1 milyon 600 bin nüfuslu Şanlıurfa'nın nüfusu yeni doğumlarla binde 26.6; 2
milyon 300 bin nüfuslu Konya binde 17.7; 1 milyon 300 bin nüfuslu Hatay binde 23.9; 1
milyon 400 bin nüfuslu Diyarbakır binde 22; ve 1 milyon 200 bin nüfuslu Samsun binde 25.4
artmıştır (Radikal, 2004). Bu veri ise doğurganlığın Hatay’da ne derece yüksek olduğunu
göstermektedir.
1500000
300
Nufus ve Nufus Yogunlugu
Nufus
Nufus yogunlugu
Antakya Nufusu
Doğrusal (Antakya Nufusu)
1250000
250
1000000
200
750000
150
500000
1938
nüfusu
234.379
100
250000
50
0
1930
0
1940
1950
1960
1970
1980
1990
2000
2010
Sene
Şekil 1. Hatay ve Antakya nüfusları ve nüfus yoğunlukları
Hatay Đlinin Türkiye’nin tarımsal üretimi içindeki payına baktığımızda; pamuk (kütlü)
%10, taze soğan %9, marul (göbekli) %25, maydanoz %40, erik %7, zeytin %5, portakal
%18, mandalina %20 ve nar %8 oranıyla ilk sıralarda yer almaktadır. Bu rakamlardan da
anlaşılacağı üzere yetiştirilmesi boyunca sulamaya ihtiyaç duyulan maydanoz ve marul
üretimi ilde oldukça yaygındır. Ancak, Amik Ovası’nı tehdit eden en önemli faktörler arasında
yer alan aşırı sulama, bilinçsiz tarımsal ilaç kullanımı ve havaalanı ile benzeri medeniyet
yapılarının (TIR garajları, yollar, çöplükler, depolar, atölyeler) kurulması Ovayı
verimsizleştiren ve topraklarının amaç dışı kullanılması sonucu ana kullanım amacından
uzaklaştıran unsurlardır.
Hatay’da nadasa bırakılan alan (%0,12) Türkiye geneline (%19) göre kıyaslanamayacak
derecede küçüktür. Yani il yılda en az bir kez ürün alınan tarımsal topraklara sahiptir.
Ekilen-dikilen tarım arazilerinin %22,14’ü meyve bahçeleri, bağlar ve zeytinlikler, %12,7’si ise
sebze ekilen topraklardır. Demek ki tahıl ve pamuk ekilen topraklar Hatay’da (%65) Türkiye
ile kıyaslanabilecek düzeydedir (Türkiye ortalaması %67,5).
Hatay’da üretilen hayvansal ürünler içinde süt ilk sırayı almaktadır. Hatay’ın en
önemli hayvansal ürünü olan süt, Türkiye yıllık süt üretiminin % 1,3’ne, et üretimi ise Türkiye
yıllık et üretiminin % 1’ne karşılık gelmektedir. Nüfusla kıyaslandığında ildeki ne et ne de süt
üretiminin Türkiye nüfusunun %1,8’ine sahip Hatay’da verimli şekilde gerçekleştirildiği
söylenemez.
89
Bir yandan Hatay ili dışından ve içinden, önceden göçer olanlardan, bölgeye
yerleştirilen nüfus bir yandan da aşırı nüfus artışı Hatay nüfusunun hızlı artışıyla sonuçlandı
ancak bu nüfusunun çoğu tarım ve hayvancılığa bağlı olan nüfusun tarımda
mekanizasyonunu beraberinde getirmedi. Öte yandan ticaret bakımından önemli bir yol
üzerinde yer almasından dolayı imkanı olan girişimciler TIR veya diğer benzer nakliye
araçları edinme yolunu seçtiler. Bu yüzdendir ki ihracatçıların resmi rakamlarına göre
Hatay il bazında günümüz istatistiklerine göre Türkiye’nin en geniş ikinci TIR filosuna
sahiptir. Hatay’da taşıt sahibi olanların büyük bir kısmı (üçte birinden fazlası) motosikleti
tercih etmektedir. Bu oran (Hatay’da %35,87) ise ülke genelinin (%13,16) üç katı
civarındadır. Hatay Valiliği de (2006) Hatay’ın nakliye sektöründe Đstanbul’dan sonra en
geniş filoya sahip ikinci il olduğunu belirtmektedir. Hatay’daki nakliye şirketlerine kayıtlı 4
binden fazla çekici (TIR) bulunmaktadır. Hatay’lı nakliyecilerin en çok ihraç taşımacılığı
yaptığı ülkeler sırasıyla Suudi Arabistan, Romanya, Ürdün, Irak, Rusya, Suriye ve
Almanya`dır.
Ülkemizin gayri safi yurtiçi hasılası içerisinde (GSYĐH) Hatay ili, en büyük katkıyı
sağlayan 12. il konumundadır. Nüfus bakımından ise Hatay Türkiye içinde 13. sıradadır.
Hatay gerek Đskenderun limanı ve Cilvegözü Gümrük Kapısı’ndan yapılan ihracatla,
gerekse Akdeniz Đhracatçı Birlikleri kanalıyla ilimiz dışındaki gümrük kapılarından yapılan
ihracat ile yılda 1 milyar dolardan fazla ihracat gerçekleştiren iller arasındadır. Kaba bir
hesapla, Hatay’da kişi başına ihracatın yıllık bazda yaklaşık 800 dolar olduğu ortaya
çıkarılabilir. Bu ihracatın önemli bir oranının tarımsal ürünlerden oluştuğundan hareketle
ildeki mevcut tarım arazilerinin korunması ve amaç dışı kullanımının engellenmesi yönünde
adımlar atılmasının önemi bir kez daha ortaya çıkar.
Eski veya yeni, temiz veya kirleten, modern veya baştan savma pek çok TIR bu ilin
sınırlarında ve Ortadoğu’dan Rusya’ya ve Avrupa’ya kadar seferlerini gerçekleştirme bu da
yanında TIR park yerlerinin, geniş ve pürüzsüz yolların, TIR bakım ve onarım atölyelerinin
olmasını gerektirmektedir. Bu da iki alternatifi beraberinde sunmaktadır. Bunlardan ilki
taşımacılığın deniz yoluyla yapılması ikincisi ise havayolu ile taşımacılıktır. Hatay’da
denizcilik, Đskenderun limanı merkez olmak kaydıyla belirli alanlarda önem arz ederse de
bunun dışında yüksek kapasiteli bir liman bulunmamaktadır. Đkinci seçenek olan havaalanı
zaten Đskenderun’da ta 1960’larda mevcuttu ancak günümüz koşullarına göre yetersizdir ve
Đskenderun’un zamanla gelişmesi ve genişlemesi ile şehir içinde kalmıştı. Artık bu havaalanı,
ildeki üniversitenin Sivil Havacılık Yüksek Okulu’na ait olduğu belirtilse de, genellikle yürüyüş
ve spor yapanların gözde yerlerinden biri niteliğindedir. Bu sırada plancıların aklına Amik
Ovası geldi: Gölden bozma ova. Öyle ya, artık Ova da tarım arazisi olma niteliğini (1)
tarlaların yavaş yavaş küçülmesi (paylaştırılması); (2) aşırı sulama ve bilinçsiz tarımsal ilaç
kullanımı yüzünden verimsizleşme ve (3) çevre yolu ve diğer bağlantı yollarının inşası
yüzünden verimli toprakları kaybetme sorunları ile yüz yüze kalıyordu. Bunların üstüne
2001’de yaşanan sel felaketi ve müteakiben 2003 baharında Amik Ovası’nda verimli bahar
yağışlarından sonra göl aynasının yeniden suyla dolması yüzünden Amik Gölü kısa süreli de
olsa kendini tekrar göstermişti.
Türkiye’nin bir tarım ülkesi ve Hatay’da Türkiye’nin en önemli tarım topraklarından bir
kısmına sahip olduğu halde Türkiye’deki toplam traktörlerin sayısının toplam motorlu araç
sayısına oranı %11 civarındadır. Ancak Hatay’da aynı oran %6,8’dir. Bir başka deyimle,
Hatay tarımda mekanizasyon bakımından Türkiye’nin gerisindedir. Oysa bir yandan barajlar
ve göletler inşa eden bir taraftan da mevcut sulak alanları kurutup tarım arazisi elde etmek
yolunda çabalayan dönemin Türkiye’si tarımda sanayileşmeye de çalışıyordu. Acaba en
başından Amik Gölü’nün kurutulmasından kısa bir süre sonra (yaklaşık 30 yıl) buranın hızla
betonlaşacağı öngörülmüş müydü?
90
Güncel olarak Ova üzerinde bulunan köyler arasında yapılan bir araştırmaya göre
komşu köyler açısından bile çevre ve çevre duyarlılığı arasından çok bariz farkların olduğu
saptanmıştır. Örneğin, aralarında 3 kilometre uzaklık bulunan iki köyden birisi çıkan evsel
katı atıklarını poşetlere doldurup hemen kenarındaki, sadece yağışlı mevsimde bariz şekilde
su taşıyan, tahliye kanalına boşaltırken ve bunun normal ve uygulanabilir bir çözüm olduğunu
dile getirirken; diğer komşu köy köyün uygun bir yerine evsel katı atıkları depolayacak, etrafı
fiziki engellerle çevrili ve kireçlenen bir alanın ihtiyacını fazlasıyla hissettiğini belirtmektedir.
Her ne kadar ikinci çözüm kabul edilebilir bir yolsa da geri dönüştürülen 1 ton cam için 100
litre petrol ve 1 ton kullanılmış kağıt için 17 iri ağaç kurtarılmaktadır. Plastiğin ise doğadaki
parçalanma suresi 2000 YILDIR. Denize atılan plastik ambalaj malzemeleri 450 yılda
(dalgalar ve fiziki aşınmanın da yardımıyla) parçalanırlar. Alüminyum kutuların sudaki
parçalanma süresi ortalama 400 yıl civarındadır.
Sulak alanların kurutulması ve hidrolojik çevrime başka türden dışarıdan yapılan etkiler
(örneğin yer yüzeyine düşen suyun topraktaki infiltrasyonunu azaltan etmenler, kısaca
betonlaşma) mikro ve makroklimayı etkilemektedir.
Devlet Meteoroloji Đşleri Genel
Müdürlüğü 2004-2005 tarım yılı verilerine göre Hatay Đlinin tamamı uzun yıllar
ortalamasından daha düşük yağış almıştır. Bu da doğal olarak tarımsal ürünlerden çiftçinin
daha yüksek verim alması için su girdisine olan ihtiyacını artırmıştır. Kişisel bir görüşmemde
Kumlu Belediye Başkanı Sayın Rıfat Akkuyu, 10 yıl önce 57 m’de buldukları yeraltı suyunu
son yıllarda 140 m’de bulabildiklerini belirtmiştir.
Hatay’da incelenen 59 kuyu arasından özellikle Asi Nehri çevresinde Antakya’dan
sonraki kuyulardaki su kalitesi sulama suyu bakımından kalitesiz bulunmuştur (Sangün ve
arkadaşları, 2007).
Hatay'daki 75 bin metrekarelik gölün suyu, 1968'de açılan dört drenaj kanalıyla Asi
Nehri'ne boşaltılmasıyla altı yılda kurutulan alanın, çevreye göre altı metre aşağıda kaldığı
not edilmiştir (Radikal Gazetesi, 2005). Drenaj kanallarının tıkanması sonucu da –ki bunun
en büyük sebeplerinden birisi katı atıklardır- en küçük yağmurda dolmakta, hemen hemen
her yıl ekili alanlar su altında kalmaktadır. Gölün kurutulmasıyla Hatay ikliminin de değiştiği
kaydediliyor (Devlet Meteoroloji Đşleri): yağışlar düzensizleşmesi ve sellerin artması şeklinde.
Çeşitli iklim modellerine göre, Türkiye üzerindeki yıllık ortalama hava sıcaklıklarının,
2050 yılına kadar, yalnız sera gazlarındaki artışlar dikkate alındığında, 2-3 °C arasında; sera
gazlarındaki ve sülfat parçacıklarındaki değişiklikler birlikte dikkate alındığında ise 1-2 °C
arasında artacağı öngörülmektedir. Uzun yıllardır ilkbahar ve yaz gece hava sıcaklıklarında
gözlenen ısınma eğilimleri ve kış yağışlarındaki azalma eğilimleri ile özellikle son yıllarda
yaşanan ekstrem sıcaklıklar, yağış yetersizliğine bağlı yaygın ve şiddetli meteorolojik
kuraklıklar ve sıklıklarında giderek artış gözlenen taşkınlar ve seller gibi öteki doğal afetler de
dikkate alındığında, Türkiye'nin küresel iklim değişikliğine ve onun olası etkilerine karşı çok
duyarlı olduğu söylenebilir.
2004-2005 tarım yılı kuraklık durumu uzun yıllar ortalaması ile kıyaslandığında Hatay
Đli, Amik Ovası’nın kuzeyinden başlayarak daha kurak, güneyi ise uzun yıllar ortalaması ile
benzer bulunmuştur. Amik Ovası’nın güneyinin kuraklık durumunun uzun yıllar ortalamasına
göre benzer durumda olmasının bir nedeni yaz aylarında denizden karaya doğru esen
rüzgarların beraberinde nemi de içermesi, rüzgarların serinletici etkisi ve kısmen Yarseli
Barajı’nın çevresine mikro ölçekteki etkisi olabilir.
Bir yandan hızlı nüfus artışının getirdiği hızla artan konut ihtiyacı, bir yandan gelir
düzeyindeki artışla kalabalık yerleşim merkezlerinden uzaklara taşınma ihtiyacı, bir diğer
yandan artan trafiğe cevap vermek için tarımsal alanların yola dönüştürülmesi ve eskiden göl
olan bölgeye bir havaalanının yapılması, tarımsal alanların kaybına yol açmakla beraber,
Hatay’ın tarımsal üretiminde yüksek oranda bir düşmenin söz konusu olmadığı bir gerçektir.
Bunun ana nedenleri artan tarımsal sulama, artan seralar, üretim tekniklerindeki gelişmeler,
91
artan ve genellikle kontrolsüzce yapılan insektisid ve pestisid uygulamaları şeklinde
sıralanabilir.
Aslında Hatay’ın ortasından geçen Asi Nehri sadece fiziksel bir kaynak olarak
değerlendirilmemelidir. Çünkü insan ve çevre sağlığı su ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Nitekim
2000-2004 Sağlık Bakanlığı verilerine dayanarak ishal oranının Hatay Đl genelinde Türkiye ile
kıyaslandığında daha yüksek gerçekleştiği saptanmıştır. Sadece, 2002-2004 döneminde
Hatay’da teşhis edilen ishal vakasının Türkiye’deki toplam ishal vakasına oranı ortalama
0,0283 olarak hesaplanmıştır. Oysa Hatay’ın Türkiye nüfusu içindeki payı 0,018 (başka bir
ifadeyle %1,8) civarındadır.
Basilli dizanteri vakaları da Hatay’da yüksektir. Örneğin 2000, 2001, 2002 ve 2003
yıllarında Hatay’daki basilli dizanteri morbidite oranları (yüzbinde olmak kaydıyla) sırası ile
1,7; 12,9; 2,4 ve 3,8 olarak bildirilmiş (T.C. Sağlık Bakanlığı, 2005) bu rakamlarda aynı
yılların basilli dizanteri Türkiye ortalaması olan 1,6; 1,95; 1,5 ve 0,63 morbidite değerlerinden
yüksek bulunmuştur. Özellikle 2001 yılındaki durum dikkat çekicidir. Ayni yıl Mayıs ayı
içinde Antakya’da sel olduğunu belirtmekte fayda vardır. Yani Hatay su ile bulaşan
hastalıklar, özellikle ishal ve basilli dizanteri yönünden problemli olan bir ilimizdir.
Hatay il çapında kaydedilen ishallerin Türkiye’deki tüm ishal vakalarına oranı 20012004 arasında %2,6; %2,55; %3 ve %2,8 olarak gerçekleşmiştir. Bu da ildeki içme ve
kullanma sularındaki olumsuz durumu belirtmektedir.
Gerek Amik Ovasının ortasından geçen Asi Nehri’nin Haziran-Eylül ayları boyunca
tarımsal sulama amacıyla yoğun kullanımı ve yer yer su birikintileri dışında akışa izin
vermeyecek derecede setlerle üzerine gem vurulması gerekse tarım yoğun periyot boyunca
tarımsal ilaç ve gübrelemenin aşırılığı uzun geçen kurak mevsim (yaklaşık 90-100 gün)
sonunda meydana gelen ilk yağış (genellikle her yılın Eylül ayının birinci veya ikinci haftası
içinde meydana gelmektedir) beraberinde aşırı bir kirliliği de taşımaktadır. Đşte tatlı su
balıklarının ya aniden gelen akıntıya dayanamayıp ya da (ilk yağışla meydana gelen akışla)
suda çözünmüş olarak veya katı tanecikler üzerinde taşınan kimyasalların bünyeleri üzerinde
meydana getirdiği toksik etkiye dayanamayıp veya her iki etkenin beraberce etkileri sonucu
canlılar ve doğal çevrenin dengesi açısından hazin sonuçlarla noktalanmaktadır.
Her ne kadar Asi Nehri tarımsal sulama için aşırı derecede kullanılıyorsa da bu su
yeterli olamamaktadır. Gerek sulama kanallarına uzak gerekse Asi Nehri kıyısında yer alsa
da Asi Nehri üzerinde Amik Ovası’nın alt havzasında (bölgelerinde) kalan tarımsal alanlarda
yeraltı su kuyuları olmazsa olmazlardandır. Ancak bu kuyularda her sene su seviyesi biraz
daha düşmektedir. Bu da ilk yatırım ve enerji maliyetlerini gün geçtikçe artırmaktadır. Akılcı
olan ise tarımsal sulamanın, evaporasyonun minimum düzeylerde olduğu serin saatlerde
(gece veya sabaha karşı) yapılması, tasarruflu sulama sistemlerinin kullanımına başlanması
ve etkin bir şekilde uygulanması ve aşırı sulamadan (toprak su doygunluğuna kavuşuncaya
kadar değil) kaçınılmasının çiftçilere öğretilmesidir.
Bakteriyolojik, kimyasal ve fiziksel bakımdan incelenen içme ve kullanma sularında
Hatay’da problemler olduğunu söylemek mümkündür. Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı analizlerin
sonuçlarına göre 2000-2004 döneminde, kimyasal bakımdan kullanmaya uygun olan sular
Hatay’da yıllara göre sırasıyla %57; %57; %62; 71% ve 62% olarak tespit edilmiştir. Bu
değerlerin hepsi aynı dönemi kapsayan Türkiye ortalamasından düşüktür. Türkiye’de
kimyasal bakımdan kullanıma uygun olmayan sular aynı dönemde %76; %74; %79; 78% ve
%78 olarak saptanmıştır.
Mikrobiyolojik bakımdan kullanılması uygun olan sular ise Hatay’da 2000-2004
döneminde sırasıyla %78; %73; %70; %62 ve %81 olarak saptanmış; bu rakamların bazıları
Türkiye ortalamasından yüksek bulunmuştur. Türkiye’de aynı dönemde mikrobiyolojik
açıdan kullanıma uygun olan sular %77; %76; %78; %85 ve %79 olarak rapor edilmiştir.
92
Yani 2001, 2001 ve 2003 Hatay su durumu, Türkiye’ye göre kullanımda mikrobiyolojik açıdan
daha vahim durumdadır.
Hatay’da halk sağlığı açısından önem kazanan bir diğer sorun da gıda maddeleri
(özellikle gıda maddelerindeki kimyasal bakımdan) kirliliğidir. Hatay il çapında 2000-2004
yılları arasında analizi yapılan gıda maddelerinin sırasıyla %81; %81; %35; %89 ve %21’i
kimyasal olarak tüketime uygun bulunmuştur. Bu oranlar Türkiye için %88; %87; %86; %92
ve %86 oranında gerçekleşmiştir. Yani rapor edilen son 5 yıl içinde Hatay’da güvenli gıda
oranı Türkiye’ye göre daha düşüktür. Bu da halk sağlığı konusunda daha sıkı denetimlerin
yapılması sonucunu doğurmaktadır.
Sorun sadece su ve gıda güvenliğinden kaynaklanmamaktadır. Türkiye Đstatistik
Kurumu 2000 rakamlarına göre Hatay’da ev içinde tuvalet, banyo, mutfak ve borulu su
bulunma oranları sırası ile %79; %90; %92 ve %86 civarındadır. Oysa aynı rakamlar Türkiye
geneli için %82; %94; %95 ve %89’dur. Bu da yaşam yeri ve kalitesi açısından Hatay’ın
Türkiye geneline nazaran daha dezavantajlı olduğunun bir göstergesidir.
Zaman zaman çevre sağlığı konusunda ne derece duyarsız olduğumuzu gözler
önüne seren pek çok örnek mevcuttur. Ocak 2006’da Asi Nehri boyunca yapmış olduğum
örneklemede nehre gelişigüzel kurban edilen hayvan üyelerinin atıldıklarına şahit oldum.
Oysa bu olaydan daha bir kaç hafta önce ‘Kurban Atıklarının Yönetmeliği’ yürürlüğe girmişti.
Bu ise kuralın olduğu ancak işletilemediği bir durumu belirtmektedir. Asi Nehri piranhalara ev
sahipliği yapan bir su kaynağı olsaydı, sanırım piranhalar için oldukça hoş bir bayram
geçecekti. Asi Nehri üzerinde Antakya şehir merkezinin yaklaşık 10 km kuzeyindeki Narlıca
Köprüsü’nde gerçekleşen kurban atıklarının gelişigüzel nehir kenarına atılması
duyarsızlığımızı gözler önüne sermektedir. Bu bakımdan en azından gelecek senelerde
kurban atıklarının bir çukur açılarak ve bu çukurun olabildiğince geçirimsiz ve bozunmaya
imkan verecek şekilde dizayn edilmiş olmasına özen gösterilerek buraya gömülmesi herkese
salık verilmesi gereken bir noktadır.
Akut üst solunum yolları enfeksiyonları, akut faranjit, akut tonsilit ve akut bronşitte de
Hatay’daki vakalar Türkiye ortalamasına göre yüksektir. Sırasıyla 2001-2004 döneminde
akut üst solunum yolları hastalıklarının Hatay’daki vaka sayısının tüm Türkiye’deki vaka
sayısına oranı %2,3; %2,1; %2,4 ve %2,3 olarak gerçekleşmiştir. Akut farenjitte oran %3,1;
%2,7; %3 ve %2,5 olarak saptanmış olup tüm bu rakamlar Hatay’ın Türkiye nüfusuna oranı
olan %1,8’den yüksektir. Akut tonsilitte oran %2,5; %2,4; %2,7 ve %2,5 olarak hesaplanmış
olup tüm bu rakamlar Hatay’ın Türkiye nüfusuna oranından yüksektir. Akut bronşitte oran
%2,7; %2,3; %3,2 ve %2,7 olarak saptanmıştır.
Uyuzda da durum aynıdır. Hatay’da uyuz oldukça yüksektir. 2001-2004 arasında
ildeki uyuz vakalarının tüm Türkiye’deki uyuz vakalarına oranı %4,2; %3,1; %4,6 ve %4,7
olarak gerçekleşmiş olup genel olarak uyuz vakalarında bir artış olduğu söylenebilir.
Asi Nehri havzasının Türkiye’nin toplam alanına oranı yaklaşık olarak %1’dir. Yani
havza olarak %1’lik alana sahip Nehir nüfus olarak %1,8’lik bir oranın habitatıdır. Diğer
nehirlerle kıyaslandığında ise su verimi düşüktür: Türkiye’nin toplam suyunun ‰6’sı. Bu da
daha kurak olan bir bölgeden doğarak daha çok suya ihtiyacı olan alanları sulamasından
kaynaklanmaktadır. Bu noktadan hareketle havza bazında bir değerlendirmenin yapılması
gerekmektedir. Bu ise sınıraşan sularda suyun tek bir elden yönetilemeyeceğini, ortak
anlaşmaların sürdürülebilir su kullanımı bakımından elzem olduğunun gerekliliğinden ortaya
çıkar.
Bu bölümden çıkarılacak sonuç, Asi Nehri havzasının Türkiye kısmında mevcut
bulunan sorunların suyun tarımsal sulama amacıyla aşırı tüketimi, su kalitesinde bozulmalar,
nehrin ve nehir kollarının katı atık deponi sahası olarak görülmesi ve havzadaki değerli tarım
arazileri üzerindeki kontrolsüz yapılaşmadır. Bu sorunlara ilave olarak düşük orandaki
93
sanayileşmeden ve trafik kaynaklı kirlenme de havzayı negatif yönde etkileyen faktörler
olarak sayılabilir.
Deniz kirliliği de ele alınması gerekli bir konudur. Denizler yalnızca karasal kaynaklardan
değil birtakım yerlerde denizel kaynaklardan da kirletilmektedir. Daha etkin bir deniz kirliliği
kontrolü mekanizmasının kurulması ve işletilmesi gerekmektedir. Đskenderun Limanı ve Asi
Nehri’nin ağzında kirlenmeler daim barizdir. Üstüne üstlük 2004’de Ulla Gemisi Đskenderun
Körfezi’nde batmıştır. Her ne kadar bu batığın bölgede kimyasal ciddi bir kirlenme tespit
edilmemişse de (Sangün ve Özdilek, 2007) artan körfez trafiği, körfezde ciddi sorunlar
oluşturabilecek potansiyeldedir. Özdilek ve arkadaşları (2006) Asi Nehri ağzının, ölçümü
yapılan kumsallar arasında dünyada katı atıklar bakımından en kirli ikinci kumsal olduğunu
göstermişlerdir. Bu ise Asi Nehri’nin bir kirlilik kaynağı olarak ne derece önem kazandığının
altını çizmektedir. Nehir dostu insanların yetiştirilmesi gerekmektedir. Nehre atılan her atık
sonunda gene deniz aracılığı ile kumsala ve insanlara kusulmaktadır. Yani atıklar sadece
yer değiştirmekte ancak yok olmamaktadır.
Su Sorununa Uluslararası Bir Bakış: Sınıraşan-Sınırçizen sulardan Asi örneği
Aşağıdaki tabloda Asi Nehri Havzası üzerinde yer alan Lübnan, Suriye ve Türkiye’nin nehir
havza alanları, nehrin kaç kilometresinin topraklarından geçtiği ve genel özellikleri
verilmektedir. Aslında sınır aşan sular açısından en basit yöntemle ya nehir uzunluğu veya
nehir havza alanı baz alınarak nehir suyunun nehri paylasan ülkeler arasında nasıl
paylaşılacağı hesaplanabilir. Burada nehir uzunluğuna göre, halihazırda Lübnan ile Suriye
arasında ikili bir anlaşma olmasına rağmen, Lübnan Asi Nehri’nde hakkına düşenden daha
az su kullanmaktadır. Ancak söz konusu olan rakam kaba hesaba göre kendisine düşenden
çok da farklı değildir. Tablo 4’de ülkelere göre hesaplanan su hakları özetlenmiştir.
Asi Nehri yanında verilebilecek başka bir örnek Afrin’dir. Afrin, Türkiye’den doğar,
Suriye’de yol kat ettikten sonra Reyhanlı’nın hemen kuzeyinden tekrar Türkiye’ye girerek Asi
Nehri’ne akar. Afrin’in Türkiye’den Suriye’ye girdiğinde akıttığı ortalama debi 0,19 m3/s olup
Suriye’den tekrar Türkiye’ye girdiğinde ortalama debisi 0,25 m3/s’dir. Yani Afrin debisi bu
yolculuğunda debisini yaklaşık %32 arttırmıştır. Aynı rakam Asi Nehri için de uygulanabilir.
Tablo 2. Asi Nehri Paydaş Ülkelerine ait bazı hidrolojik veriler
Ülke
Havza alanı, Nehir uzunluğu, Ortalama
km
yağış, mm/yıl
km2
Lübnan
1.600
46
200-400
Suriye
9.700
250
250
Türkiye
2.000
90
700
94
Ortalama debi, m3/s
16,4
~ 17
18,5 (14,3 Demirköprü
son 10 yılın ortalaması)
Lübnan
30
Türkiye
3
Asi Nehri Debisi, m /s
35
25
20
15
Gereken debi
10
5
0
AYLAR
Ek
im
lü
l
Ey
m
m
uz
ra
n
Te
az
i
H
M
ar
t
N
isa
n
O
ca
k
Ocak Şubat Mart Nisan Mayıs Haziran Temmuz Ağustos Eylül Ekim Kasım Aralık
Aylar
Şekil 2. Asi Nehri Lübnan çıkış ve Türkiye’ye giriş aylık debileri
Lübnan ve Türkiye’de Asi Nehri debisinin aylara göre değişimi Şekil 2’de
verilmektedir. Lübnan’da aylık ortalama akışın daha homojen olmasına rağmen Türkiye’de
ne derece heterojen olduğunun altı çizilmelidir. Lübnan’da aylık maksimum debinin minimum
debiye oranı 1,82 iken Türkiye’de (Demirköprü) bu oran 15,43’dür. Bir diğer önemli husus
ise Lübnan’da Asi Nehri debisi en çok yaz aylarında (Nisan, Mayıs, Haziran ve Temmuz)
gözlemlenmekte iken Temmuz ayında Demirköprü’de debi yıllık minimumdadır.
Şekil 2’de kırmızı renkle gösterilen gereken debi Haziran-Kasım aylarında yaklaşık 15 m3/s
olacak şekilde tutturulabilirse Asi Nehri’nin üzerindeki Demirköprü’den yıllık 596 milyon m3 su
geçmesi gerekir. Oysa gerçekte son 10 yılın ortalamasına göre 450 milyon m3 geçmektedir.
Bu iki rakam arasındaki fark %32 civarındadır. Aşağıda tartışıldığı üzere bu sağlanabilecek
bir hedeftir.
Asi Nehri’nde Lübnan ve Türkiye (Demirköprü) aylık debiler ve karsılaştırmalar bir
tablo halinde Tablo 3’de verilmektedir. Temmuz ayı başta olmak üzere Haziran-Eylül (bu
aylar dahildir) ayları arası Asi Nehri debisinin Türkiye’de ne derece düştüğü barizdir. Bu da
ana olarak bu aylardaki yağış düşüklüğünden ve Suriye’de aşırı su kullanımından
kaynaklanmaktadır.
Tablo 3. Asi Nehri’nin Lübnan’da ve Türkiye’de (Demirköprü) aylık ortalama debisi.
Yer
Aylık ortalama debi, m3/s
O
S
M
N
M
H
T
A
E
E
K
A
Lübnan 12,1 13,2 16,4 20,2 20,8 20,9 19,8 17,1 17,3 13,8 13,0 11,5
Türkiye 27,1 32,5 24,6 22,2 16,5 8,61 2,11 3,50 4,12 7,13 8,52 14,8
4,3
12,3 17,7 13,6 13,2 6,67 4,48 3,30
Fark
15,0 19,3 8,20 2,0
Kalın rakamlarla belirtilen değerler negatif farkı belirtmektedir.
Tablo 4. Havza alanına ve nehir uzunluğuna göre ülkelere düşen su hakları
Ülke
Havza alanı, Yıllık düşen su hakkı, Nehir uzunluğu, Yıllık düşen su hakkı,
km2 (ve % si) milyon m3
km (ve %)
milyon m3
Lübnan
1.600 (%12)
58
46 (%12)
58
Suriye
9.700 (%68)
350
250 (%65)
312
Türkiye
2.000 (%15)
72
90 (23%)
110
Toplam
13.300
480
386
480
95
Bir başka yaklaşım da Asi Nehri yıllık akışının toplam uzunluğuna bölünerek verimin
hesaplanmasıdır. Yıllık 480 milyon metreküp su akıtan Asi Nehri, kilometre uzunluğu başına
1,2435 milyon metreküp verime sahiptir. Burada açıklanması gereken bir durum paydaş
ülkeler bakımından su veriminin sabit kabul edilmiş olduğudur. Aslında durum böyle değildir.
Türkiye’de Asi Nehri verimi Suriye’ye göre Afrin ve Karasu’dan ve diğer dağ derelerinden
(Büyük Karaçay, Küçük Karaçay ve Harbiye Suları ile diğer akarsu kaynakları) dolayı daha
yüksektir. Ancak sadece Asi Nehri ana kolunu hesaba katarak bu verim kullanılabilir. Bu
değerden yola çıkarak, Türkiye’nin yıllık (1.2435×90) 112 milyon metreküp su alması
gerektiği sonucuna varılır. Bu rakam Suriye’nin Türkiye’ye Asi Nehri’nden vermeyi planladığı
yıllık 25 milyon metreküp su hakkından yaklaşık 4,5 kez fazladır. Yani hem havza alanı ve
nehir uzunluğu, hem de nehir su verimi açısından Türkiye’nin hak ettiği su miktarı Suriye’nin
Türkiye’ye salmayı planladığı su miktarından 2,9 ila 4,4 kat fazladır.
Yukarıda da bahsedildiği üzere Afrin için geçerli olan durum Asi Nehri için de
uygulanabilirse Suriye’nin Türkiye’ye vermesi gereken ortalama debi yaklaşık 18,6 m3/s
olarak hesaplanır ki bu da yıllık bazda Asi’nin Türkiye’ye girdiğinde 590 milyon metreküp su
akıtmasını gerektirir. Yani Suriye su haliyle Asi’den Türkiye’ye verdiği suyu 451 milyon
m3’den 590 milyon m3’e çıkarmalıdır. Bu da yaklaşık %30’luk bir artışa tekabül etmektedir.
Bu nehrin ekolojik dengesi için gereklidir. Peki bunun sağlanması neye bağlıdır? Ana
faktörler olarak tarımda daha az ve verimli sulama ile yaklaşık %40 su tasarrufu sağlanması
ve evaporasyonu azaltan alternatif sulama yöntemleridir (Greven ve arkadaşları, 2005). Bu
yolla hem Suriye hem de Türk çiftçisi kazanacak ve Asi Nehri’nin ekosistemi daha az
etkilenecektir.
Suriye inşaa etmekte olduğu barajlarla Türkiye’ye yılda sadece 25 milyon metreküp
su vermeyi planlamakta olduğu yukarıda belirtilmişti. Ancak, Türkiye Asi Nehri’nde hem
nehir uzunluğu hem de havza alanı bakımından ikinci büyük paydaştır. En azından
Suriye’nin Haziran-Kasım ayları boyunca Asi Nehri’nden Türkiye’ye saldığı debiyi ekosistem
koruması açısından artırması gerekmektedir. Yukarıda Şekil’de gösterilen nehirde en
azından 15 m3/s’lik ortalama debiyi korumak açısından aylara göre Suriye’nin Haziran, Ekim
ve Kasım aylarında yaklaşık 7 m3/s’lik fazla debiyi ve Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında
yaklaşık 11 m3/s fazla debiyi salması gerekmektedir. Bu ise Suriye’nin gerektiğinden fazla
suladığına inandığım Asi Nehri Havzası’nda yer alan tarımsal alanların daha etkin ve verimli
sulama araçları kullanılarak sulanması ile mümkün olacaktır.
SON SÖZ:
Ekolojinin 4 prensibini hatırlatmakta fayda vardır:
1.
2.
3.
4.
Her şey diğer şeylerle bağlantılıdır (Zincir gibi),
Her şey bir yere gitmek zorundadır (Başka yerlerde çalışan Hataylılar örneği),
Doğa en iyisini bilir (nehir kendi yolunu çizer),
Hiçten hiçbir şey gelmez (‘doing nothing’ yani hiçbir şey yapmadan beklemek burada
bir opsiyon olamaz) .
Kaynakça
1. Hatay Valiliği Resmi Đnternet Sitesi www.hatay.gov.tr
2. Türkiye Đstatistik Kurumu Resmi Đnternet Sitesi www.tuik.gov.tr
3. UNESCO 27234307 TUR kodlu proje raporu (hazırlanma aşamasındadır). Hasan
Göksel Özdilek ve Yakup Bulut (Proje Yürütücüleri) (2006).
4. Yoffe, S. Wolf, A.T., Giordano, M. “Conflict and Cooperation of International
Freshwater Resources: Indicators of Basins at Risk”. Journal of the American Water
Works Association, October 2003, 1109-1126 (2003).
5. Hatay Đli Tarımsal Master Planı, Temmuz 2004. Hatay Tarım Đl Müdürlüğü, 243 sayfa
(2004).
96
6. Hatay Đl Çevre ve Orman Müdürlüğü, Hatay Çevre Durum Raporu, (2003).
7. Radikal Gazetesi haberi (29 Ağustos 2004 tarihli) Internette mevcut
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=126348
8. Radikal
Gazetesi
haberi
(9
Ekim
2005
tarihli)
Internette
mevcut
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=166347
9. Özdilek, H.G., Yalçın-Özdilek, S., Ozaner, S., Sönmez, B. “Impact of accumulated
beach litter on Chelonia mydas L. 1758 (green turtle) hatchlings of the Samandag
Coast, Hatay, Turkey” Fresenius Environmental Bulletin, 15 (2): 95-103 (2006).
10. Sangün, M.K. ve Özdilek, H.G. “Assessment of Sea Water Quality Around Sunken
MV Ulla Ship on Iskenderun Bay, Hatay, Turkey”. Asian Journal of Chemistry, 19, 1
(in press in 2007).
11. Sangün, M.K., Özdilek, H.G., Ödemiş, B. “Determination of Groundwater Quality in
Hatay Province, Turkey”. Asian Journal of Chemistry, 19, 1 (in press in 2007).
12. Greven, M., Green, S., Neal, S., Clothier, B., Neal, M., Dryden, G., Davidson, P.
“Regulated Deficit Irrigation (RDI) to save water and improve Sauvignon Blanc
quality”. Water Science and Technology, 51 (1): 9-17 (2005).
97
YAŞAYAN FOSĐLLER
DENĐZ KAPLUMBAĞALARI (CHELONIA MYDAS VE CARETTA CARETTA)
Yard. Doç. Dr. Şükran Yalçın-Özdilek
Çanakkale Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Anafartalar Yerleşkesi, 17100 Çanakkale
yalcin.ö[email protected]
Bundan yaklaşık 142-65,5 milyon yıl önce Mesozoik zamanın Kretase döneminde ilk
fosillerine rastlıyoruz günümüz deniz kaplumbağaları familyasına ait bireylerin. Bu dönemde
31 cinsle (Nicholls, 1997) en fazla tür çeşitliliğine sahip olan Chelonioid deniz kaplumbağaları
kretase yok oluşundan sonra günümüzde sadece iki familya ve sekiz tür ile temsil
edilmektedir (Lutz & Musick 1997). Bunlar Caretta caretta, Chelonia mydas, Chelonia
agassizii, Eretmochelys imbricata, Dermochelys coriacea, Lepidochelys kempi, Lepidochelys
olivacea, Natator depressus türleridir.
Deniz kaplumbağaları sürüngenler sınıfında yer alırlar ve yaşamlarının büyük
çoğunluğunu denizlerde geçirirler. Akciğer solunumu yaptıklarından soluk almak üzere su
yüzüne çıkar, sonra beslenmek için dalışa geçerler. Sekiz deniz kaplumbağası farklı
besinlerle beslenmeye adapte olmuştur. Mesela Ch. mydas deniz çayırları, C. caretta balık,
kabuklu vs. ile beslenir. Hepsinin ortak özelliği ise genellikle çok iri olmaları yaklaşık (35-500
kg) ve yumurta bırakmak için kumsalların gelgit düzeyinin üst kısımlarında kum içinde
açtıkları yuva çukuruna yaklaşık 100 kadar yumurta bırakmalarıdır. Genel olarak tropik ve
subtropik sularda yaygın olan deniz kaplumbağalarından sadece C. caretta ve Ch. mydas
türüne ait bireyler Akdeniz kumsallarında yuva yaparlar. C. caretta bireyleri özellikle
Türkiye’den başka Yunanistan, Kıbrıs, Suriye, Mısır, Đsrail, Libya, Lübnan, Tunus ve Đtalya
sahillerine de yumurtalarını bırakırlar (Geldiay vd. 1982, Baran ve Kasparek 1989, Broderick
ve Godley, 1996, Yerli ve Canbolat 1998a,b, Margaritoulis 1998, Canbolat, 2004, Türkozan
vd. 2003). Türkiye’de C. caretta bireyleri yumurta bırakmak üzere daha çok Batı Akdeniz, C.
mydas bireyleri ise daha çok Doğu Akdeniz kumsallarını tercih ederler (Yerli ve Canbolat
1998a,b).
Hatay Kumsalları C. caretta yuvalama alanı olarak Türkiye’nin batısındaki kumsallara
göre öncelikli bir alan olmasa da C. mydas türünün tüm Akdeniz’deki en önemli üç yuvalama
alanlarından birini oluşturur (Baran ve Kasparek 1989, Kasparek vd. 2001). Hatay ili içinde
yer alan Amanos dağlarının batı ve kuzey batı eteklerinin Akdeniz ile buluştuğu kesimlerde
yer alan kumullar deniz kaplumbağaları için iyi birer yuvalama alanı oluştururlar.
Hatay kumsallarında belirlenen başlıca yuvalama alanları ve özellikleri
1.
2.
Çevlik, Samandağ: Yaklaşık 5,5 km uzunluğunda olan bir sahildir. Yerli ve ark.
(1997) tarafından plaj ve hareketli kumul zonunun genişliğinin 70-90 m arasında
değiştiği bildirilmektedir. Bu bölgede hareketli kumulların bittiği sınır boyunca kıyıya
paralel bir karayolu bulunmaktadır. Bölgenin kuzeydeki yaklaşık 2 kilometrelik
bölümünde bol miktarda yerleşim birimi ve Çevlik Limanı ile Bizans döneminde
kullanılan antik liman kalıntıları bulunmaktadır. Böylece turizm diğer sahillere göre bu
bölgede daha gelişmiştir. Geriye kalan yaklaşık 3,5 kilometrelik bölüm üzerinde fazla
bir yapılaşma yoktur ve bu bölgedeki kumsalın arkası daha çok tarım arazisi olarak
kullanılmaktadır (Yerli vd., 1997). Şeyh Hızır Kumsalı’na göre kaplumbağalar
tarafından yuva yapmak üzere daha az tercih edilen kumsaldır.
Şeyh Hızır, Samandağ: Yaklaşık 4,1 km uzunluğunda, Şeyhızır Türbesi ile Asi nehir
ağzı arasında kalan bölgedir. Erol (1963) yaptığı çalışmasında bu bölgenin 50-150 m
genişlikte olduğunu bildirmektedir. Ozaner (1993a,b), Asi Nehri’nin kuzeyinde kalan
kesimin, 1939-1956 arasındaki 17 yılda 15 m kadar genişlediğini fakat 1956-1973
yılları arasındaki ikinci 17 yıllık dönemde kıyının aynı kesiminde yaklaşık 30 m kadar
ve 1973-1992 yılları arasında da 15-20 metrelik yeni bir erozyon görüldüğünü
bildirmektedir. Yerli vd. (1997) Şeyh Hızır Türbesi’nden Çevlik Balıkçı Barınağı’na
kadar uzanan bu kumsalın genişliğini kuzeyde 105 m ve güneye inildikçe 60 - 80
metre olarak kaydetmişlerdir. Kumsalın bugünkü genişliği verilen bu değerlerden
98
3.
daha düşük görünmektedir. Ozaner (1996) kumsalın Deniz Mahallesi’nden Çevlik
Balıkçı Barınağı’na kadar uzanan yarıdan fazla bölümünün yoğun bir şekilde
yapılaştığını, kumsalda eğimin bozulmuş olması nedeniyle yer yer ıslak zeminlerden
oluşan sert zonlar görüldüğünü, bu kısımlarda deniz kaplumbağası yuva
denemelerinin nadir olduğunu ve Samandağ Kumsalları’nda erozyonun 3 ile 14 m
arasında değişmekte olduğunu bildirmektedir. Bu bölgede 1988 Temmuz ayında
yapılan ilk sistematik araştırmada 52 Ch. mydas izi bulunmuş bunlardan 13’ünün
yuva olduğu saptanmıştır (Baran & Kasparek, 1989). 1994 araştırmasında ise Asi
Nehri Güneyi’nden Şeyh Hızır Türbesine kadar uzanan 5 km’lik kumsalda Haziran
Eylül ayları arasında yapılan çalışmada 319 Ch. mydas çıkışı tespit edilmiş olup
bunlarda 113 çıkışın yuvalama ile sonuçlandığı ve yuva yoğunluğunun 23 yuva/km
olduğu saptanmıştır. (Yerli & Demirayak, 1996). Bu kumsalda 2001 ve 2002 yıllarında
yapılan izleme çalışmalarında sırasıyla 84 iz – 20 yuva ve 164 iz – 92 yuva
kaydedilmiştir (Yalçın, 2003). Sadece Şeyh Hızır Türbesi yakınlarında yerleşim
birimleri yoğun olarak bulunmakta, türbeden nehir ağzına gidildikçe kumsalın
arkasındaki yerleri geniş tarlalar işgal etmektedir. Diğer kumsallarla
karşılaştırıldığında kaplumbağaların yuva yapmak üzere en çok tercih ettikleri bir
bölgedir.
Meydan, Samandağ: Yaklaşık 4,4 km uzunluğunda, Asi nehir ağzı ile Sabca Burnu
arasında kalan bir bölgedir. Bu bölgede bir tatil sitesi olup, Şeyh Hızır Sahili’ne
nazaran turizm açısından daha kalabalık bir bölgedir. Yerli vd. (1997) tarafından
deniz tarafından esen şiddetli rüzgarların oluşturduğu kum fırtınaları nedeniyle bu
alanın yazlık konut için uygun olmadığı
bildirilmektedir.
4.
Çevlik
(Samandağ)
Arsuz
(Đskenderun) Bölgesi: Bu bölgede
Samandağ’da olduğu gibi uzun tek
parça bir sahil yerine küçük kumsallar
dizisi bulunmaktadır. Yalçın Özdilek &
Sönmez
(2006)
2003
üreme
sezonunda
bu
alanda
çeşitli
büyüklüklerde altı kumsal belirlemiş,
bunlardan özellikle Tr-H-1, Tr-H-3 ve
Kale kumsallarının diğerlerine göre
daha önemli olduğunu belirlemişlerdir.
5.
Đskenderun
Körfezi
Kıyıları:
Yumurtalık
sahillerine
kadar
olan
Amanoslar
bölgedir. Bu bölgede küçük kumsallar
dizisi bulunmaktadır ve bu bölgeler de
muhtemelen yuvalama alanları olabilir.
Arsuz ve Đskenderun bölgesi kıyıları ile
ilgili bölge sakinlerinden zaman zaman
ölü ve/veya canlı kaplumbağalara
rastlanıldığına dair veriler alınmaktadır.
Ancak bu bölgede bugüne kadar
Akdeniz
herhangi bir araştırma yapılmamıştır.
Şekil 1. Amanos Dağlarının batı ve güneybatı
etekleri deniz kaplumbağalarının önemli yuvalama alanlarından biridir.
Deniz Kaplumbağalarının Yaşam Döngüleri
Deniz kaplumbağaları her üreme sezonu (Nisan ve Mayıs) çiftleşirler. Erkekler
kumsala yakın yerlerde dolaşırken, dişi bireyler yaklaşık 15 gün aralıklarla bir sezonda
(Mayıs-Ağustos) birkaç kez yuva yaparlar. Her karaya çıkış yuva ile sonuçlanmayabilir.
99
Hangi kaplumbağaların karaya çıktıkları ve yuva yapıp yapmadıkları kumsalda bıraktıkları
izlerden anlaşılır. C. mydas türü bireylerinin kumda bıraktığı izler ön üyelerini birlikte öne
attıkları için simetrik, C. caretta türü bireylerinin kumda bıraktığı izler ise ön üyelerini eş
zamanlı kullanmadıklarından dolayı asimetriktir (Pritchard & Mortimer, 1999). Kaplumbağalar
uygun yuva yeri bulunca ön ve arka üyelerini kullanarak önce bir gövde çukuru oluşturur,
sonra arka üyeleri yardımıyla C. caretta bireyleri yaklaşık 30-60 cm, Ch. mydas türü bireyleri
ise 80-100 cm derinlikteki yuva çukuru kazarlar. Her bir yuvaya yaklaşık 10-130 yumurta
bırakılır, yuva çukur gene arka üyeler kullanılarak özenle kapatılır. Ch. mydas bireyleri C.
caretta bireylerine göre gövde çukurunun üzerini daha fazla kum ile örter. Yaklaşık 2-4 saat
sürebilen yuva yapma işlemi bitince anaçlar denize döner.
Yaklaşık 2 ay sonra yavrular yumurtadan çıkarak yuvayı terk etmeye başlarlar. Bu
kuluçka süresince yumurtalar değişik tehditler altındadır. bu yuvalardan çıkan yavrular
(Temmuz-Ekim) ay ışığı veya denizin parıltısı sayesinde denize doğru giderler. Ancak daha
kuvvetli başka ışık bulurlarsa yanlış yöne gidebilirler. Yumurtadan çıkan yavruların plastron
kısmında embriyo kesesi henüz absorbe olmamıştır. Yavru kumsalda hareket ederken
kesenin kuma sürtünmesi ile kese yavaş yavaş absorbe olur, bu esnada hayvanın bağışıklık
sistemi güçlendiği gibi, denize ulaştığında predatörler için cezp edici kan kokusunu
taşımaktan da kurtulmuş olur. Bir varsayıma göre; bu aşamada kumdan aldıkları kimyasal
bilgileri hafızalarına kaydeden yavrular yaklaşık 15-20 yıl sonra ergin hale geldiklerinde
hafızalarındaki bilgilere göre üremek için dünyaya geldikleri kumsala tekrar dönüyorlar. Bu
yüzden her ne kadar yumurtadan çıkan yavrular çeşitli yoldan çıkarıcı faktörlerin etkisiyle
yapay ışık vs. denize doğru yönelemeseler dahi deniz kaplumbağalarını elle toplayıp
doğrudan denize göndermek doğru değildir. Yengeç, kuş, köpek, tilki, insan vs. gibi tehditler
yuvayı terk eden yavruların denize ulaşmalarına engel olabilir. Hele bir de yolları üzerinde
katı atıklar varsa onlara engel olarak predatörlere yem olma olasılıklarını arttırır.
Denize ulaşan yavru, karın (abdomen) kısmında besin maddesi (vitellüs) olarak
kullanmak üzere depoladığı yağ nedeniyle dalamaz ve iki hafta kadar yüzeyde dolaşır. Bu
nedenle bu esnada kuş ve balık gibi parçalayıcıların (predatörlerin) yemi olurlar.
100
Hayatta kalanları başka maceralar beklemektedir. Erginleşene kadar geçecek olan bu
dönem kayıp yıllar olarak bilinir, çünkü 25-30 yıl süren bu süre boyunca genç safhada ve
gerekse ergin safhada balıkçılık, trol avcılığı, hastalık, kirlilik ve sürat motorları gibi değişik
tehlikeler her zaman kaplumbağalar için birer tehlike olmaktadır.
Şekil
2.
Deniz
kaplumbağalarının
yaşam
(http://tofino.ex.ac.uk/euroturtle/biology/lifec.htm’den değiştirilerek)
döngüleri
Đribaş deniz kaplumbağaları (Caretta caretta)
C. caretta bireylerinin evciğinin üst kısmı karapaks olarak adlandırılır ve kırmızımsı
kahverengi, evciğin karın kısmı ise plastron olarak adlandırılır ve koyu kahveden sarımsı
renge değişiklik gösterir. Karapaks kalın ve iyi kemikleşmiştir. Beş çift costal, ve beş vertebral
plaka içerir. Ağırlıkları 100-180 kg kadar olabilir. Asimetrik iz bırakarak hareket eder. Etçildir.
Yeşil Deniz Kaplumbağaları (Chelonia mydas)
Sert kabuklu deniz kaplumbağalarının en irisidir. Florida’da eğri karapaks boyu 101,5
cm ve ağırlığı 136,2 kg olan bir birey kaydedilmiştir (Witherington ve Erhard 1989). Dört çift
kostal ve beş vertebral plaka içerir. Karapaks geniş ve oval şeklindedir. Karapaks rengi,
yavrularda siyah, genç bireylerde kahverengi, yetişkinlerde yeşil renktedir. Plastron rengi,
yavrularda beyaz, yetişkinlerde yeşilimsidir. Bu yüzden yeşil kaplumbağa olarak adlandırılır.
Kum üzerinde simetrik iz bırakarak hareket ederler. Otçuldurlar.
101
Vertebral
plak
Costal
plak
Şekil 3. C. caretta ve Ch. mydas deniz kaplumbağaları (Kaska 2001’den
değiştirilerek)
Hatay Kumsalları’nda 2001-2005 yıllarında sayılan yuvalı ve yuvasız çıkışlar
Samandağ kumsallarında Ch. mydas ve C. caretta türlerine ait yuvalı ve yuvasız çıkış
sayıları Tablo 1’de gösterilmiştir (Yalçın 2003, Yalçın Özdilek & Sönmez 2003, Yalçın vd.,
2005, Yalçın Özdilek & Yerli 2006, Yalçın Özdilek & Sönmez 2006) . Buna göre Hatay
kumsalları C. caretta türünden ziyade Ch. mydas türünün yuvalama alanı olması bakımından
önemlidir. Yuva ve yavru sayılarında yıllık dalgalanmalar olduğu görülmekte ve kumsalın
öneminin ve tehditlerinin türün yuvalaması üzerine nasıl bir etkisinin olduğunun
anlaşılabilmesi için kumsalda uzun yıllar izleme çalışmaları ile yuvalı ve yuvasız çıkışlara ait
verilerin toplanması zorunludur.
Uzun yıllardır deniz kaplumbağaları insanlar tarafından gerek besin olarak tüketilmesi,
gerekse deri, vs. ile kullanılmaları nedeniyle ilgi çekici olmuş, özellikle son on yılda
habitatlarının bozulması yanında insanlar tarafından da zarar görmesi nedeniyle sayıları
azalmış ve nesilleri tehlike altına girmiştir (IUCN 1988). Yaşayan fosiller artık fosil olmaya
çok yakın. Dünyanın ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde gerek deniz yaşamlarını gerekse
karadaki yaşamlarını olumsuz etkileyen birçok faktör bilinmektedir. Denizlerdeki başlıca
tehditleri; balıkçıların ağlarına takılma, kirlilik, turizm ve insan aktiviteleri sonucunda zarar
görme gibi insan ağırlıklı tehditler yanında, denizdeki kuşlar, balıklar vs. doğal predatörleri de
özellikle yavru aşamasında deniz kaplumbağalarına zarar verebilmektedir. Oruç vd. (1997)
Doğu Akdeniz’de balıkçılığın deniz kaplumbağalarını olumsuz yönde etkilediklerini
bildirmiştir. Benzer şekilde Yalçın Özdilek ve Aureggi (2006) çoğu balıkçılık sebepli olarak
Samandağ kumsallarında birçok deniz kaplumbağalarının genç dönemlerinde hayatlarını
kaybettiklerini bildirmişlerdir. Aynı çalışmada Doğu Akdeniz kıyılarının yeşil kaplumbağaların
beslenme habitatlarından biri olabileceğini de belirtmişlerdir. Yaşamlarının üreme gibi en
önemli kısmını gerçekleştirmek için geldikleri kumsallarda ise; en büyük sorun yuva yapacak
kumsalların kalmamasıdır. Kıyı erozyonu, kumsaldan yasal olmayan kum alımları, insanların
kıyı kumullarını turizm veya endüstri amaçlı işgal etmeleri yuvalama habitatlarının yok
olmasına sebep oluştururlar. Ozaner (1995 a, b) bildirdiğine göre, son yirmi yılda Samandağ
kumsallarında önemli derecede bir kıyı küçülmesi olmuştur. Kıyı küçülmesinin en büyük
sebebi kıyı erozyonu olarak belirtilmiş, Samandağ kumulları kaynağının Asi Nehri üzerinde
inşa edilen barajlar nedeniyle kesildiği ve küresel ısınmayı takiben yükselen deniz
seviyesinin erozyonu arttırdığı irdelenmiştir (Ozaner ve Yalçın- Özdilek, 2005). Kumsalların
insanlar tarafından işgal edilmesi sadece yuvalama habitatlarının yok olması şeklinde değil,
aynı zamanda yuvalama habitatlarının özelliklerinin yok edilmesi yoluyla da kaplumbağaları
olumsuz etkilemektedir. Đnsan işgali ile kumsalda oluşan ses ve ışık kirliliği yanında katı,
evsel, endüstriyel atıkların oluşturduğu kirlilik kumsalın fiziksel ve kimyasal yapısını
bozmakta, dolayısı ile yuvalama habitatının özelliklerini de değiştirebildiğinden kumsalın yuva
yapılabilme özelliğini yitirmesine sebep olmaktadır. Özdilek vd. (2006) Samandağ
kumsallarının dünyanın en kirli ikinci kumsal olduğunu ve kumsaldaki katı atıkların denize
yönelen yavruları olumsuz yönde etkilediklerini bildirmişlerdir.
102
Tablo 1. Beş yıl boyunca Samandağ kumsallarında kaydedilen yuvalı ve yuvasız çıkış
sayıları (Parantez içindeki değerler Caretta caretta bireylerine aittir. Ş: Şeyhızır, Ç: Çevlik,
M: Meydan kumsalı)
Yıl
Dönem
2001
3 Temmuz – 15
Eylül
2002
Bölge Kumsal uzunluğu Yuvasız
(km)
sayısı
Ş
4.5
76 (3)
çıkış Yuva
sayısı
20
4.5
76 (3)
20
28 Haziran – 15
Eylül
Ç
5,5
20 (1)
14 (4)
2002 28 Haziran – 15 Eylül
Ş
4,1
164
92 (3)
2002 28Haziran -1Ağustos
M
4,4
16 (1)
12
14
200 (2)
118 (7)
2003 11 Haziran -22 Eylül
Kale
1,5
2 (24)
2 (27)
2003 11 Haziran -22 Eylül
TR-H-3
0,3
-
- (2)
2003 11 Haziran -22 Eylül
TR-H-1
0,6
1 (14)
2 (3)
2003
8 Haziran
Eylül
-30
Ç
5,5
10 (14)
1 (14)
2003
8 Haziran
Eylül
-30
Ş
4,1
199 (2)
92 (5)
2003
8 Haziran -1 Eylül
M
4,4
92
33 (1)
16,4
304 (54)
130 (52)
2004
3 Haziran
Eylül
-30
Ç
5,5
-
13 (6)
2004
3 Haziran
Eylül
-30
Ş
4,1
373 (18)
264 (5)
2004
25 Temmuz
M
4,4
-
48
14
373 (18)
325 (11)
2005 1 Haziran - 4 Eylül
Ç
5,5
1 (2)
0 (1)
2005 2 Haziran -4 Eylül
Ş
4,1
30 (14)
14 (14)
2005 19 Temmuz & 26
Temmuz
M
4,4
5
2
14
36 (16)
16 (15)
Hatay kumsallarında yapılan beş yıllık izleme ve koruma çalışmaları tamamen
ekip çalışması olup her bir ekip üyesinin özverili çalışmaları ile tamamlanabilmiştir. Bu
ekip başlıca Uzman Bektaş Sönmez olmak üzere çoğunluğu Biyoloji Bölümü olmak
üzere Mustafa Kemal Üniversitesi öğrencilerinden oluşmuştur (MKÜ ADAT
CHELONIA). Her yıl yenilenen bu ekibe teşekkür eder, doğanın korunmasına verdikleri
katkının yaşamlarının her kademesinde devam etmesini dilerim.
KAYNAKLAR
103
Baran, Đ. & Kasperek, M., (1989). Marine Turtles Turkey, Status Survey 1988
and
Recommendation for Conservation and Management, Prepared by WWF, 128pp.
Broderick, C. A. & Godley, B. (1996). Population and nesting ecology of the Green Turtle,
Chelonia mydas, and the Loggerhead Turtle, Caretta caretta, in Northern Cyprus.
Zoology in the Middle East 13, 27- 46.
Canbolat, A.F. (2004). A review of sea turtle nesting activity along the Mediterranean coast of
Turkey. Biol. Conserv., 116, 81-91
Erol O., (1963). Asi Nehri Deltası’nın Jeomorfolojisi ve Dördüncü Zaman Deniz-Akarsu
Şekilleri. Dil ve Tarih Coğrafya Fak. Yay. 148, pp. 110.
Geldiay, R., Koray, T. & Balik, S. (1982). Status of the sea turtle population (Caretta caretta
and Chelonia mydas) in the northern Mediterranean sea, Turkey. 425-434. In K. A.
Bjorndal (Eds). Biology and Conservation of Sea turtles, 583 pp. Washington.
IUCN 1988. IUCN on sea turtle conservation. Amphibia- Reptilia, 9; 325-327.
Kaska Y. (2001). Deniz Kaplumbağaları http://caretta.pamukkale.edu.tr/deniz.htm
Kasparek M., B.J. Goodley & Broderick A.C. (2001). Nesting of the green turtle, Chelonia
mydas, in the Mediterranean: a review of status and conservation needs. Zool. in the
Middle East, 24, 45-74,
Lutz, P.L. ve Musick, J.A. (1997). The Biology of Sea Turtles, CRC Press, New York..432pp.
Margaritoulis, D. (1998). An estimation of the overall nesting activity of the loggerhead turtle
in Greece. In Proceeding of the 18th International Symposium on Sea Turtle Biology
and Conservation, 3-7 March 1998, Mazatlan, Mexico.
Nicholls, E.L. (1997). Introduction: Part III: Testudines. In Ancient Marine Reptiles,
Callaway,
J.M. and E.L. Nicholls, eds. Academic Press, San Diego, California.
Pp.
219-223.
Oruç, A., Demirayak, F., and Sat, G. (1997). Trawl fisheries in the eastern Mediterranean
and
it’s impact on Sea Turtles. WWF & DHKD report.
Ozaner, F.S., (1993a). Anamur-Kazanlı (Mersin) ve Samandağ (Antakya) Kıyıları’nda Kıyı
(Plaj) Erozyonunun Araştırılması. Tubitak Pr. No: DEBAG-62. 50 s.
Ozaner,F.S., (1993b). Vespasianus-Titus Tüneli
ve yol açtığı çevre degişiklikleri.
15.Uluslararası Kazı Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu. 24-28 Mayıs 1993
Ankara. XI. Araştırma Sonuçları Toplantısı Bildiri Kitabı, 205-226. Kültür Bakanlığı
Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yayın No. 1676, Ankara.
Ozaner, F. S., (1996). Accelerated coastal erosion in the east Mediterranean of Turkey.
Coastal Management and Habitat Conservation. Eds. AHPM Salman, MJ.Langeveld
and M.Bonozountas, 443-451,EUCC, Leiden
Ozaner F.S., ve Yalçın-Özdilek Ş., (2005) Relatıonshıp Between Green Turtle Nests and
Morphologıcal Characterıstıcs Of Nestıng Sand In The Samandağ (Antakya) Coast,
Turkey. Second Mediterranean Conferance of Marine Turtles, Turkey 4-7 May 2005.
Özdilek H.G., Yalçın-Özdilek Ş., Ozaner F.S, Sönmez B. (2006). Impact of accumulated
beach litter on Chelonia mydas L. 1758 (green turtle) hatchlings of the Samandağ
Coast, Hatay, Turkey. Fresenius Environmental Bulletin 15 (2):95-103.
Pritchard, P.C.H. & Mortimer, J.A (1999). Taxonomy, External Morphology, and Species
Identification. Eckert, K. L., et al., (Editors). (1999). Research and Management
Techniques for the Conservation of Marine turtles. IUCN/SSC M.T.S.G. No. 4:179183.
Türkozan O., Taskavak E., Ilgaz Ç. (2003) A Review of The Biology of The Loggerhead
Turtle, Caretta caretta, at Five Major Nesting Beaches on The South-Western
Mediterranean Coast of Turkey. Herpetologıcal Journal 13: 27-33.
Witherington B.E & Erhard L.M. 1989. Status and reproductive characteristics of green
turtles (Chelonia mydas) nesting in Florida. Pp. 351-352. In proceedings of second
estern Atlantic sea turtle symposium 12-16 October 1987 in Mayagues Puerto Rico L.
Ogren, ed. NOAA. –TM-NMSF-SEFC-226. Panama City Fla. Panama City
Laboratory National Marine Fisheries Service. Available from NTIS as Pb 90-127648.
104
Yalçın, Ş., (2003). Evaluation of conservation program for Chelonia mydas in Samandağ
coast: a two-year study of monitoring on green sea turtles 1st International
Conference on Environmental Research and Assessment. Bucharest, March 23-27, 2003
p. 5-12.
Yalçın Özdilek Ş. & Sönmez B., 2003. Samandağ Kumsalları’nda 2000-2003 Yıllarında
Yapılan Yeşil Kaplumbağaları (Chelonıa mydas) Koruma Çalışmaları Sonuçlarının
Değerlendirilmesi. I. Ulusal Deniz Kaplumbağaları Sempozyumu, 4-5 Aralık 2003,
Đstanbul.
Yalçın Özdilek Ş., Sönmez B., Özdilek H.G., Kaska Y., Ozaner S., Sangün M.K., (2005).
Samandağ kumsalındaki fiziksel ve kimyasal bazı parametrelerin yeşil
kaplumbağaların (Chelonia mydas L., 1758) yuva dağılımı, yoğunluğu ve eşey
oluşumları üzerine etkilerinin belirlenmesi ve bu konuda bir eğitim programının
uygulanması TÜBĐTAK YDABAG 103Y058 nolu proje raporu 138 s.
Yalçın-Özdilek Ş., Aureggi M., (2006). Strandings of Juvenile Green Turtles at Samandağ,
Turkey. Chelonian Conservation Biology 5 (1): 152-154.
Yalçın Özdilek Ş., & Sönmez B. (2006). Some properties of new nesting areas of sea turtles
in northeastern Mediterranean situated on the extension of the Samandag Beach,
Turkey. Journal of Environmental Biology 27 (3/4) (baskıda)
Yalçın-Ozdilek Ş., and Yerli S., (2006). The fluctuations of the green turtle, Chelonia mydas
nesting activity on the Samandağ Beach, Eastern Mediterranean, Turkey Chelonian
Conservation Biology 5 (2) (Baskıda).
Yerli, S. V. & Demirayak, F., (1996). An overview on the sea turtles in Turkey and their
nesting beaches in 1995. DHKD. Rapor No:96/4 129 pp.
Yerli S.V., A.F. Canbolat ve Ozaner F.S. (1997). Deniz Kaplumbağalarının Koruma Amaçlı
Yönetim Planının Hazırlanması. Çevre Bakanlığı Çevre Koruma Genel Müdürlüğü
Ankara.
Yerli, S. V. & Canbolat, A. F. (1998a). Batı Akdeniz bölgesindeki Deniz Kaplumbağalarının
korunmasına yönelik yönetim plan ilkeleri, Çevre Bakanlığı Ç.K.G.M yayını Ankara.
88 pp.
Yerli, S. V. & Canbolat, A. F. (1998b). Doğu Akdeniz bölgesindeki Deniz Kaplumbağalarının
korunmasına yönelik yönetim plan ilkeleri, Çevre Bakanlığı Ç.K.G.M yayını Ankara.
88 pp.
105
DERĐN EKOLOJĐ
Yard. Doç. Dr. Şükran YALÇIN-ÖZDĐLEK
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Anafartalar Yerleşkesi 17100
Çanakkale
Tel: 90 286 2171303/3012
Fax: 90 286 2120751
E-mails: [email protected]
[email protected]
Benzin almak için durduğumuz bir istasyonda arabanın içinden dışarıyı gözlüyorum.
Đstasyonun önünde yeşil alan bırakılmış, çimlendirilmiş. Ama arada yabancı ot denen aslında
oraların belki de gerçek sahiplerinden en arsız olanları tutunmayı başarabilmiş, yapay olarak
ekilmiş çimlerin arasına, hatta telaşla çiçek bile açmışlar sarı sarı. Bir an önce döllenebilmek
ve nesillerini devam ettirebilmek için. Azıcık toprak yetmiş onlara hayat bulabilmek için. Yeşil
alanı çevreleyen beton bloklar arasında buldukları toprak kırıntılarına sımsıkı tutunmuş ve
ivedilikle çiçeklenmişler karahindibalar. Bilirsiniz bu bitkilerin yaprakları da yenir, lezzetlidir.
Çiçekleri de tohum haline dönüşünce uçuşarak dağılan lolipop şeker topçukları gibidir.
Çocukken ne çok toplardık onları ve dilek dileyerek üflerdik olanca gücümüzle; kalmasın
topçukta dağılsın her bir tohum en uzaklara ve dileğimiz gerçekleşsin diye. Bilmezdik o
zamanlar tabi ki o uçuşan tüycüklerin birer yeni karahindiba bitkisinin tohumları olduğunu,
bilmezdik o tohumların bir parça toprak bulduklarında nesillerini devam ettirebilmek için ne
kadar sevindiklerini. Şimdi gördüğüm bu karahindiba tohumları kim bilir kimin ne dileğini alıp
uçup geldi buralara tutundu ve hayat buldu bir parça toprak üzerinde. Ne de güzel yayılmışlar
çimlere sunulan yapay gübre ve su ile uzanmışlar betonlaştırılmış yerlere tutmuşlar
arabaların getirdiği tozları katmışlar topraklarına. Ama sınırı aşmışlar. Đnsanoğlunun koyduğu
sınır beton bloklara kadar. Ve gözlerimin önünde üzerinde çiçekleri olduğu halde yeni
dileklere şans bile vermeden hoyratça kopartılıyorlar. Artık onlar çöp. Toplanıyor ve ilginçtir
o güzelim görüntü poşet içinde sıkıştırılıp iğrenç bir atığa dönüştürülüyor. Gözü takılıyor
adamın çimler arasındaki karahindibalara. Onların orada olmaması gerekiyor. Orada sadece
çimler olmalı. Yelteniyor onları da kökünden sökmeye. Sanki gizlenmek için elinden geleni
yapıyor karahindiba rengi çimlerin rengi ile aynı ama adam onu gördü bir kere. Çapalı elini
kaldırıyor… Gözlerimi kapatıyorum bu cinayeti görmemek için. Derken adamın adı çağrılıyor
ve adam çağrıya gidiyor. Karahindiba kim bilir kimin dileğini tutmak, dağıtmak için yaşam
şansı buluyor diyorum kendime. Karahindibaların, gelinciklerin, sütleğenlerin, daha birçok
doğal türlerin, onların üzerinde yaşama şansı bulan bilumum omurgasız hayvanın, onlarla
beslenecek omurgalı hayvanların ve hepsi ile barışık yaşayacak insanların olmasını
diliyorum tutup üfleyemeyeceğim karahindibadan.
Doğa içinde insanın da olduğu bir bütündür. Olanca muhteşemliğiyle doğayı tam
olarak algılamak kolay değildir. Çoğumuz doğanın eşsiz güzelliğini sadece beş duyu
organımız ile tanıyarak ona aşık oluruz. Bir kelebeğin kanatlarındaki desen, bir kartalın
havada süzülüşü, minik bir karıncanın kendisinden iki kat büyüklükteki bir yemi taşıması, bir
ağacın sayılamayacak kadar çok olan özverisi, bir gelincik tarlasının göz alıcı kırmızısı, sarp
kayalıklardan dökülen suyun sesi, yaprakların rüzgarda dans edişi, saksıdaki mor menekşe
çiçeklerinin sarı polenleri birçok insana ilham vermiş, ahenkli dizelerle, melodilerle oya gibi
işlenerek gene insanlara sunulmuştur. Neden kimi insanlar doğaya aşık olurken kimileri o
denli duyarsızdır? Kim bilir, yaşamının erken dönemlerinde doğanın herhangi bir acımasız
yanına yakından tanık olmuşlardır ve bu yüzden doğaya karşı tedbirli ve uzaktırlar. Öyle
ilginçtir ki birçok doğa seven kişi doğaya aşık olduğu halde onu hoyratça kullanmaktan ve
yok etmek için uğraşmaktan da geri kalmaz. Bunların sevgileri sahte değildir. Gerçekten de
bir kuzuyu, bir karıncayı, yolun kenarında hayat bulup yeşermeyi başaran ve üstelik çiçek
açan sarı karahindibaları sever gerçekten. Hatta okşar kuzuyu sevgi dolu sözcüklerle
elleriyle, akvaryumdaki balığı gözleriyle. Ama pişirilip de önüne geldiğinde afiyetle yer!
Doğada hangi yırtıcı hayvan avını yiyecek olma düşüncesi olmaksızın sever?
Bazılarımızın doğayı tanımadıkları için pozitif yada negatif bir yansımaları yoktur.
Onlar evrimsel süreçte başarılı bir şekilde gelişimlerini yaparak doğal seçilimle kendi türü
106
içinde evrimleşerek hayatta kalmayı başarabilmiş, biyogenetik bakımdan mükemmel birer
bireydirler. Genellikle zeki, çalışkan ve hatta işini bilir gibi sıfatlarla adlandırılan, ben
duyguları çok iyi gelişmiş bireylerdir ve nesillerini devam ettirmek için gereken ne varsa
yaparlar. Bunun için gerekirse kendi türünün diğer bireylerini de kullanırlar. Toplumsallık bu
bireyler için önemsiz kavramlardır. Toplum, kendisi dışındaki diğer şeylerdendir. Daha çok
şeye sahip olma duygusu öyle gelişmiştir ki böylece nesillerinin sürekliliğini garanti altına
almış olurlar. Böyle bireylerin toplumda evrilerek çoğalması ve baskın hale gelmesi doğal
seçilimin bir sonucudur. Kedine yaşama alanı bulmuş bir karahindiba elinden geldiğince
yayılmaya bakar. Yanında kendi türünden dahi olsa başka bitkilere yer açmaz. Bir serçe
bulabileceği en güzel yere yuvasını yapar. Diğer serçelere yer ayırmaz. Bir kaplumbağa yuva
yaparken aman burada başka birinin yuvası var en iyisi ben biraz öteye yapayım yuvamı diye
düşünmez. Gerekirse kendisi yuva yaparken önce yapılmış yuva dağılabilir. Yumurtalarını
bırakmak için yüzlerce kilometre kat ederek bin bir zorlukla akarsuların üst kısımlarına gelen
alabalıklar oradaki çakıllar arasına kendisinden az önce gelmiş aynı zorluklarla yapılmış
yuvayı gözetmez. Böylece tür içi rekabet ile türün en başarılı üyeleri nesillerini devam
ettirebilme şansını yakalamış olur. Tür içi rekabetle ayakta kalmayı ve yayılmayı en iyi
şekilde başarabilen türlerin yayılma derecesini çevresel faktörler dışında diğer türlerle
rekabeti belirleyecektir. Biyosferde yaşayan tüm canlılar benzer evrimleşme süreçlerinden
geçtikleri için aralarındaki rekabet de her zaman var olacaktır. Bu rekabet ekosistem
dengesinin devamını sağlayacaktır. Bitki ve hayvanların doğasında olan neslini devam
ettirmeye ait genetik kodun bir yansıması olan ego duygusun insanda kendisini göstermesi
bizi şaşırtmamalı. Peki insanoğlundaki bu doğal evrim hızı ile diğer yaratıkların evrim hızı
aynı olmazsa? Đnsan türü diğer canlılarla rekabette hep başarılı olursa? Nitekim milyonlarca
yıldır insanın ayak bastığı topraklarda çeşitliliğin süratli bir şekilde azaldığı bilinmektedir.
Evliya Çelebi’nin Anadolu’yu tasvir eden cümleleri ile günümüz Anadolu arasında büyük
farklılıklar vardır. Nerde Anadolu aslanları, parsları vs…. Marsh (1864) Küçük Asya, Kuzey
Afrika, Yunanistan ve hatta Alpler Avrupa’sında insan eyleminin neden olduğu işlemler
sonucunda tam olarak, ay yüzeyi kadar ıssızlaşmış bölgelerin olduğunu, bu bölgelerin kısa
zaman aralığı öncesinde, bol ağaçlarla, yeşil otlarla ve verimli otlaklarla kaplı olduğu halde
insanlar tarafından eski haline getirilemeyecek kadar çok bozulduğunu bildirmiştir (Foster,
2002). Ondokuzuncu yüzyılın son on yılında Çevre tarihçisi William Cronon, Amerika’da
bizonların kökünün insan faaliyetleri ile hemen hemen kazındığını bildirmiştir. Bunun yanında
gene 19. yüzyılda başlayan ekonomik türler doğal yerlerinden dünyanın değişik bölgelerine
taşınmış ve 20. yüzyılda genetik erozyonla çeşitliliğin kaybı hız kazanmıştır. Foster (2002)
insanların tarihte 3000’den fazla bitki türünü ekip biçtiğini, bugün ise sadece 15 türün
insanlara ihtiyaç duydukları enerjinin yüzde 85-90’ını sağladığını belirtmektedir. Đnsanların
daha fazla kâr ve güç elde etmek üzere yeni genetik türler oluşturduğu ve bunların kontrolsüz
yayılması ile özellikle az gelişmiş ülkelerde dağılış gösteren doğal türlerinin melezlenerek
ortadan kalktığı ve gene ticari amaçla son 20 yılda sayıları 1000 civarında olan geleneksel
tohum şirketlerinin, kaybolmakta olan genler konusunda piyasada tekel oluşturmaya
çalıştıkları bilinmektedir (Foster, 2002).
Đlginç olan şu ki yeryüzünde yaşayan tüm canlılar arasında gene bunu bir sorun
olarak gören bildiğimiz kadarıyla insandan başka bir yaratık yoktur. (En azından insan olarak
biz öyle düşünüyoruz). Çünkü geometrik olarak artan sanayileşme ve egocu insan
faaliyetleri, güçlü olanların sahiplenme ve genişleme tutkusu ekosistemleri yok ederken,
birçok insanın da az gelişmiş, yoksulluk ve sefalet içinde olmasına sebep oldu. Üstelik yeşil
devrim adı da verilen tarımla (yapay gübrelerin, böcek öldürücülerin, petrolle çalışan
makinelerin, mucizevi tohum çeşitlerinin kullanımı vs.) hem çeşitlilik kaybı artmış hem de
insanlar doğrudan zarar görmeye başlamıştır.
Đnsanın hedef olarak zarar görmesi çevre ile ilgili bir takım çalışmaların ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. 1908-1913 yıllarında Amerika’da Pinchot ve Roosevelt gibi salt
parasal terimlerle yani doğal kaynakların akıllıca kullanılması çerçevesinde ve Muir ve
Leopold gibi doğayı korumanın kardan önce gelmesi yönünde ısrar edenlerin çatışmaları
vardı.
1990’da Gorbaçov döneminde ünlü biyolog Alexei Yablokov, kirlenmenin sağlık
üzerinde yaptığı feci etkiyi gösteren bir olayı şu şekilde aktarıyordu:
107
“Bakır ergitme kombinasının bacalarından çıkan zararlı salınımların kişi başına yılda 9
tona ulaştığı (Urallardaki Chelyainsk bölgesindeki) Karabash Kenti’nde, askere alınma
yaşındaki gençler, sağlık durumları dolayısıyla askerlik hizmeti için silah altına alınamıyor.”
Ceritli 2001 (s. 224), Arnold Toynbee’nin çevre sorunları ile ilgili olarak tespitini şu
şekilde aktarıyor:
“Đnsanın çevresi üzerindeki gücünün -şayet bu güç, hırsına hizmet etmeye devam
ederse- kendi kendini yok etmeye götürecek düzeye şimdiden eriştiği tartışılmaz
görünmektedir. Đnsanlar, “Benden sonra tufan” görüşünü savunan hırsların müptelası oldular.
Eğer hırslarını dizginlemezlerse, kendi çocuklarını yokluğa mahkum edeceklerini bilmelidirler
(Porritt, 1989:200).”
Egocu insanların yeryüzüne hakimiyetini ve kontrol gücünü bir sorun olarak görenler
aslında tür içi rekabette yenik düşen ya da düşecek olan diğer insanlar mıdır? Çevreci
hareketler, akımlar, yeşiller, yeşil barışçılar, gönüllü çevre kuruluşları, bu rekabette yer alan
insan türünün diğer bireylerinin gerçek amaçları gerçekten doğadaki dengelerin devam
etmesini sağlamak mı yoksa baskın olan egosu gelişmiş güçlü insan bireylerinin yayılmasına
engel olarak kendi nesillerine yaşama şansı bulmak istemeleri mi? Son yıllarda artan çevre
kirliliği, su kaynaklarının azalması, olanların kullanılabilirliğinin azalması, hava, su ve toprak
kirliliği, biyoçeşitliliğin azalması, mevcut türlerin genetik yapılarının insan müdahalesi ile
değiştirilmesi egoları aşırı gelişmiş olanlar dışındaki insanları rekabette hareketli duruma
getirmiş ve özellikle batılı gelişmiş ülkelerde olmak üzere sivil toplum kitlelerinin çabaları ile
çevre sorunlarının giderilmesine yada en azından yeni çevre sorunlarının oluşmasına engel
olacak böylece egocu insanların yayılmasına bir nebze olsun engel olunmak istenmiştir.
Önceleri hümanizm adı altında tür içi haksızlıklara (cinsiyet, renk, ırk farklılığı) baş kaldıran
anti egocu ya da egolarını ortaya koymada diğerleri kadar başarılı olamayan ya da olmak
istemeyen insanlar (bu tür insanların neden böyle olduğu ayrıca tartışılabilir) dengeleri
kurmak için çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Önceleri insan merkezli, yeşiller olarak ortaya
çıkan ekolojistler, görünür çevre sorunları ve topluma olan olumsuz etkilerini gidermek için
çeşitli işlevlerde bulunmuşlardır. Đnsanın evrimleşmesi bu kanatta da hızla devam ettiğinden
bu tip insanlar en azından tür içi haksızlıkları bir takım yasalarla dengeye ulaştırdıktan sonra
hızlı gelişen egocu insan faaliyetlerinin ortak yaşama alanı olan biyosferi hoyratça
kullandıklarını anlamış ve gene derin bir kendi neslini devam ettirme kaygısı onu daha
küresel düşünmeye, insanın doğaya üstün olmasına karşı çıkarak insanın diğer insanlar
arasında değil tüm doğa elemanları arasında eşit haklara sahip olduğundan yola çıkarak
doğaya arka çıkmışlardır. Bunların ilk kurucusu Norveç’li Arne Naess 1972 yılında
Bükreş’teki Üçüncü Dünyanın Geleceği Konferansında sığ ve derin ekoloji kavramlarını
tanımlamış, 1973’de “The Shallow and the Deep, Long-Range Ecology Movements: A
Summary” ve 1986’da “The Deep Ecologica Movement: Some Philosophical Aspects” adlı
eserleri ile derin ve sığ ekoloji arasındaki farklılıkları ortaya koymuştur. Bunun yanında B.
Dewall ve G. Sessions, 1985 yılında yazdıkları kitap (Deep Ecology: Living as if Nature
Mattered) ile derin ekoloji kavramını daha kapsamlı bir çerçeveye oturtmuşlardır (Ökmen
2004: 351).
Arne Naess’in ‘derin ekoloji’ olarak adlandırılan düşüncesi 8 temel ilke üzerine
kurulmuştur:
1. Yeryüzünde, insan ve insan dışı varlıkların yaşamının refahı ve gelişimi, özde, içsel
değerlerdir. Bu değerler insan dışı dünyanın insanın amaçları için taşıdığı yararlıktan
bağımsızdırlar. Yani insan dışındaki canlıların değeri, onların insanlar tarafından kullanılması
ya da insanların amaçlarına hizmet etmesi ile ilişkilendirilemez.
2. Yaşam biçimlerinin zenginliği ve çeşitliliği bu değerlerin gerçekleşmesine katkıda bulunur
ve dolayısıyla bunlar da kendinde değerlerdir.
3 Đnsanların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak dışında, bu zenginliği ve bu çeşitliliği
azaltmaya hiçbir hakları yoktur.
4. Đnsan yaşam ve kültürünün gelişmesi, insan nüfusunun özlü bir şekilde azalmasıyla
bağdaşır türdendir. Đnsan dışı yaşamın gelişmesi böylesi bir azalmayı gerektirmektedir.
5. Đnsan dışı dünya üzerindeki insan müdahalesi halihazırda aşırı ölçüdedir ve durum hızla
bozulmaktadır.
108
6. Dolayısıyla siyasal yönelimlerimizi ekonomik, teknolojik ve ideolojik yapılar düzleminde
köklü bir şekilde değiştirmek gerekmektedir. Böyle bir işlemin getireceği sonuç, şimdiki
durumdan derinlemesine farklı olacaktır.
7. Đdeolojik değişiklik, durmaksızın daha yüksek bir yaşam düzeyini hedeflemek yerine,
öncelikle yaşamın niteliğini değerli kılma (içsel değerler taşıyan konumlanışlarda yer alma)
olgusundan ibarettir. Büyük (big) ve yüce (great) arasındaki farklılığa ilişkin derin bir bilincin
oluşması gerekir.
8. Đfade edilen hususlara katılanlar, bu zorunlu değişiklikler için çalışmaya doğrudan ya da
dolaşlı olarak yükümlüdür (Ferry 2000: 107-108)
Naess, kirlenme ve kaynak tüketimi gibi çevreyi sömüren bir takım faaliyetlerin
önlenmesine yönelik çevrecilik hareketlerini sığ ekoloji akımı olarak nitelemiştir. Naess’e göre
bu çevreciliğin esas amacı gelişmiş ülkelerdeki insanların sağlığı ve refahı olup korumacıçevreci hareket tarzındadır. Sığ ekoloji, insan merkezci bir doğa görüşüne sahip olduğu için
ileri sanayi toplumlarının doğayı hoyratça kullanışlarına başkaldırıda başarısız olmuştur.
Bunun yanında derin ekoloji olarak adlandırdığı yaklaşımında ise varlıklar arasında ekolojik
bütünlüğü yeniden kavratma çabası ile bir felsefi ve bilimsel temeli gerekli kılacak çevrecilik
faaliyetlerini ele almaktadır. Sığ çevrecilik akımında kirlenme ve bunu azaltmak için teknik
gelişme de önemlidir, bu akımda temel sorunlar önemli değildir. Derin ekolojide ise kirlilik
sadece insan sağlığı üzerindeki etkileri açısından değil, biyosferik açıdan, yaşamın bütünü ve
türlerin – sistemlerin yaşama koşulları açısından değerlendirilir, temel varsayım toplumların
yaşam felsefeleri ve günlük yaşamları ile ilgili kararlarını kapsayan bütünsel bir görüş ileri
sürmektir (Ökmen, 2004:352; Tamkoç, 1994: 13). Derin ekoloji bütün yaşam formlarının
gereksinimlerini dikkate alır, hiçbir nesneye sadece kaynak olarak bakmaz. Sanayileşmemiş
toplumların kültürlerini sanayileşmiş toplumların istilasından korumaya çalışır. Derin
ekologlara göre yeryüzü insanlara ait değildir ve devam eden ekolojik yıkım teknolojik
saplantı ile çözülemeyecektir (Ökmen, 2004: 352).
Naess’e göre insanın dünyaya müdahalesi aşırıdır ve durum hızla kötüleşmektedir.
Bu yüzden temel ekonomik, teknolojik ve ideolojik politikaların değişmesi gereklidir. Đdeolojik
değişiklik gittikçe yükselen bir yaşam standardına bağlanmaktan çok, temelde yaşam
kalitesini taktir etme yönünde olacaktır (Ökmen 2004: 351). Bu akımda; insanların gönüllü
olarak sade bir yaşam biçimi tercihleri vardır. Karşılıklı yardımlaşma ve şiddete karşı çıkış
vardır. Göç olayı fazla gözlenmez, çünkü insanları bulundukları yerde ihtiyaçlarını
karşılayabilecek imkanlara sahiptir. Çalışma yerleri ile yerleşim yerleri arasında fazla mesafe
yoktur ve ulaşımda daha çok kamusal araçlar hakimdir. Yeşil bir toplum olarak adlandırılan
böyle bir toplumda toplumsal hiyerarşi de ortadan kalkmıştır. Naess’e göre yeşil bir toplum
yerelleşmiş olmalı ve taban demokrasisine dayalı bir yapı içinde yönetilmelidir. Böyle bir
toplum sosyal sorumluluktan yana, şiddete karşı bir toplumdur (Tamkoç, 1994:10).
Commoner (1980: 11) dünyada varlığını sürdürmek isteyen herhangi bir canlının ekosferle
uyum içerisinde olmadığı taktirde yok olacağını, bir canlı ile diğeri arasında ve canlılarla
çevreleri arasındaki bağlantıların çözülmeye başlamasıyla, bütünün sürdürülmesini sağlayan
dinamik etkileşimlerin sendeleyeceğini ve kimi yerlerde ortadan kalkacağını bildirmektedir
(Ceritli, 2001:224).
Bu şekilde derin ekoloji kavramı insan ve değerlerine insan merkezli düşüncenin
ötesinde yeni bir bakış açısı getirmiştir. Đnsan merkezli düşünce insan milliyetçiliği olarak
kabul edilmiş ve doğru olanın bio-merkezcil, eko-merkezcil ya da ekosistem elemanlarına
eşit olarak bakmak gerektiğini savunmuştur. Derin ekolojistler, son üç yüz yıldır hakim olan
mekanistik paradigmanın yerine yeni ekolojik paradigmayı savunmaktadırlar. Yeni paradigma
epitemolojik, metafizik, dini, psikolojik, sosyo-politik ve etik düzeylerde yeni ilkeler getirir,
insan ve insan olmayan doğa arasındaki ilişkilere temel ve köklü değişimi zorlar (Ökmen,
2004: 352-353).
Derin ekolojiye getirilen en önemli eleştirilerden birisi, siyasal eleştirilerden kaçınıyor
olmasıdır. Derin ekologlar kapitalist demokrasiyi veri
olarak kabul edip onu
eleştirmemektedir. Doğadaki tüm canlıların eşit olduğu iddiası, insani sosyo-politik
kategorilerin doğaya yansıtılmasıdır ve insanmerkezciliktir. Açlık dünyada kötü gelişmenin
sonucu olup sadece dünyanın taşıma kapasitesinin aşıldığı şeklinde yorumlanmamalıdır. Bu
yüzden derin ekolojik değil, sosyal bir dönüşüm gereklidir (Ökmen, 2004:353). Önder
109
(2003:166), derin ekoloji hareketinin insan ve doğal dünya arasındaki ilişkilere yeni ve
kapsamlı bir bakış getirme yönünde ciddi bir yol kat ettiğini ancak henüz Kuhn’cu anlamda
normal bilimin yerini alacak bir çerçeve sunamadığını bildirmiştir (Ökmen, 2004:353).
Derin ekoloji kavramı gelişmekte olan bir kavramdır. Yeryüzündeki gelişmelere ayak
uydurabilmesi için yeniliklere açık olmalı, ilkelerini de yenileyebilmeli, görmediği, ele
alamadığı sorunları görebilmeli, bunlara etkin çözümler önerebilmelidir. Bunun için de ihtiyaç
duyduğu aslında doğanın kendisidir. Doğadaki karmaşık ekolojik ilişkiler çözüldükçe kendini
geliştirmek için yeni kaynaklar bulacaktır. Doğada “Alturizm” denilen “başkalarını düşünme”
kavramı da evrimleşerek sonraki nesillere aktarılmaktadır. Đnsanda da tür içi rekabet
insanlığın evrimleşmesine hizmet etmektedir. Bu yüzden Foster (2002)’ın dediği gibi dünya
savunmasız bir gezegen değildir. Dünya barındırdığı insan da dahil olmak üzere tür içi ve
türler arası rekabet ile dengelerini oluşturan dinamik bir sistem olmaya devam edecektir.
Onun savunma mekanizması gene onun içindedir. Doğayı korumak için gelişen pozitif
bilimleri suçlamamak gerekir. Çünkü bu bilimsel çalışmalar aynı zamanda doğanın
çözümlenmesi tanımlanması yönünde de bilgilerin toplanmasına olanak sağlayacak ve
durdurulamaz diye düşünülen egocu insanların karşısında gene pozitif bilimlerle mücadele
edilebilecektir. Nitekim bir pozitif bilimci ve biyolog olan Ernst Heacle 1876 da Ekoloji bilimini
kurarak bilimsel çevrecilik hareketini başlatmıştır (Ceritli 2001: 214). Doğa evrimine devam
etmektedir.
KAYNAKLAR
Ceritli Đ. 2001. Çevreci hareketlerin siyasallaşma süreci. Ç. Ü. Sosyal Bilimler Dergisi 25 (2):
213-226.
Commoner, B. 1980. The Closing Circle, New York:Alfred A. Knopf,Inc.
Ferry L. 2000. Ekolojik Yeni Düzen (Çev. Turhan Ilgaz). Đstanbul: Şefik Matbaası.
Foster J.B., 2002. Savunmasız Gezegen, (Çev. Hasan Ünder). Epos Yayınları ss. 100-122.
Marsh G.P. 1864. Man and Nature, ss. 42-43; Woster ed., Ends of the Earth, ss. 7-8; Foster
J.B., 2002. Savunmasız Gezegen, Epos Yayınları
Önder, T. 2003. Ekoloji, Toplum ve Siyaset, Ankara: Odak yayını.
Ökmen, M. 2004. Politika ve Çevre, Çevre Sorunlarına Çağdaş Yaklaşımlar (Editörler: Marın
M.C. ve Yıldırım U.) Đstanbul: Beta Yayınları
Tamkoç, G. 1994. Derin Ekoloji, Đzmir:Ege Yayınları.
110
DOĞU AKDENĐZDE BĐR LĐMAN KENTĐ: SELEUKEĐA PĐERĐA
Yrd. Doç. Dr. Hatice PAMĐR
Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı Başkanı
Asi Deltası Arkeolojik Yüzey Araştırması Başkanı
Giriş:
Türkiye’ nin güneyinde, Hatay ili Samandağ Đlçesi sınırları içinde yer alan Seleukeia
Pieria, ülkemizin Akdeniz sahillerinin sonlandığı bir coğrafyada, Samandağ Körfezinin kuzey
ucunda uzanmaktadır. Lübnan’ dan doğan Asi Nehri’ nin Samandağ körfezini sularını
boşalttığı yerde oluşan Asi Nehri Deltası Samandağ körfezini sınırlandırmaktadır. Asi
Deltasının güneyindeki 1750 m. yüksekliğindeki Keldağ, doğu Akdeniz’i kıyıya dik ve paralel
uzanan El Ansariye dağlarının son ucunda yer almaktadır. Doğu Akdeniz’ in kuzey kıyılarını
bir perde gibi kapatan ve kıyı bölgesi ile iç kesimi ayıran bu sıradağların bir kaç noktası iç
kesimlere geçişe uygun coğrafyaya sahiptir. Asi Deltası, yaklaşık 15 km uzunluğa sahip
kumsalı ve Asi Nehir Yatağı ile Doğu Akdeniz’ deki liman olma özelliğine sahip yerlerden
birisidir.
Doğu Akdeniz kıyılarının yani Levantın kuzey başlangıcında, Asi Deltasının güney
ucunda yükselen eski dünyada kutsal dağ olarak kabul edilen Hitit belgelerinde Huzzi, eski
yunan ve roma belgelerinde Cassius olarak adlandırılan Kel Dağ, eski dünyanın denizcileri
için bir kerteriz noktası işlevi görmüştür. Birçok ticari ürün taşıyan ticaret gemileri ve
tüccarlar, Asi Deltası’ ndaki liman şehirleri ve Asi Nehri vadisiyolu ile , Amik Ovası , Kuzey
Suriye ve Kuzey Mezopotamya şehir devletleri ile Doğu Akdeniz kıyılarında yer alan Ugarit
gibi büyük şehir devletleri Mısır, Kıbrıs ve Ege Adalarındaki şehir devletleri arasındaki ticari
ve kültürel ilişkiler kurulmasını sağlamıştır. Yapılan arkeolojik kazı ve yüzey araştırmaları,
Orta Tunç Çağından itibaren (günümüzden 3500 yıl öncesinden)
Delta’ da liman
yerleşimlerinin varlığını açığa çıkarmıştır. Bu araştırmalara göre , Asi Nehri Deltası’ nın doğu
ucunda, Asi Nehri yatağına 700 m. mesafede, denize ca. 6km mesafedeki Sabuniye Höyük
yerleşimi ile yine Asi Nehrinin batı kenarında, denize ca. 1.8km mesafedeki Al Mina höyüğü
ve Asi Deltası’ nın kuzey ucunda, Musa dağının etekleri üzerinde uzanan Seleukeia Pieria
antik kenti, yaklaşık 2000 yıllık bir süreç içinde Doğu Akdeniz ticaretini yöneten ve
yönlendiren merkezler olarak, uygarlık tarihinde malların olduğu kadar kültürlerin de
taşınmasında önemli rol oynamışlardır.
Asi Deltasındaki Liman Şehirleri
Sabuniye, Asi Deltası’ nın güneydoğu ucunda bugünkü Sutaşı beldesi sınırları içinde,
Asi Vadisi’ nin başlangıcında uzanan doğal bir tepe üzerinde yer almaktadır. Yerleşim,
günümüzden 3500 yıl öncesinde, Amik Ovası’ nda yerleşim tarihi günümüzden 4000 yıl
öncesine uzanan bugün Tel Aççana harabeleri olarak anılan yerde bulunan yazılı belgelerde
Alalakh olarak adlandırılan şehir devletinin limanı olarak orataya çıkmaktadır. Özellikle
günümüzden 3300 yıl öncesinde Kıbrıs ile yoğun ilişkilerin Sabuniye üzerinden yürütüldüğü
arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır. Asi Nehrinin biriktirdiği alüvyon ve yaşanan tektonik
hareketler deltanın jeomorfolojik yapısında değişim yaratmıştır. Deniz çekilnmesi tespit edilen
deltadaki yerleşimler denizden uzaklaşması Sabuniye nin de liman şehri özelliklerini
yitirmesine yol açmış olmalıdır ki Đ.Ö. 750 yıllarında yani günümüzden 2750 yıl önce bir diğer
liman şehri olan Al Mina nın kuruluşuna tanık olmaktayız.
Al Mina Asi Deltası’ nda bugün Liman Mahallesi sınırları içinde yer almaktadır. Asi
nehrinin hemen kuzey yanında teras üzerinde biçimlenen Al Mina bugün kıyı çizgisine nehir
yolu ile yaklaşık 1.8 km mesafede yer almaktadır. Yaklaşık 500 yıllık bir yerleşim tarihi
gösteren Al Mina da ele geçen arkeolojik malzemelerdeki ürün çeşitliliği hayrete düşürecek
zenginliktedir. Ege Adaları, Yunanistan, Doğu Akdeniz, Mısır ve Kıbrıs ın yanısıra Kuzey
Suriye ve iç bölgelerden büyük kargo gemileri denizden ya da karayolu ile iç bölgelerden
111
getirilen malların Doğu Akdeniz in bu büyük limanında depolandığı veya dağıtımının
yapıldığı anlaşılmaktadır.
Al Mina 1936-1937 yıllarında ingiliz arkeolog L. Woolley tarafından kazılmış ve bilim
dünyasına tanıtılmıştır. Al Mina kazı sonuçları büyük yankı uyandırmış, yunanlı tüccarların
doğu akdeniz uygarlıkları ile burada yaşadıkları ticari ve kültürel ilişkiler, ve bu etkileşimin
yunan anakarasını taşınması ve etkileşim süreci sonucunda, yunan uygarlığının parlak
dönemini yaşamasına büyyol açtığı büyük ölçüde kabul görmüştür. Hatta
bugün
kullandığımız alfabenin özü olan alfabenin, Yunanlı tüccarları ilk önce Fenikeli Tüccarlardan
Al Mina da öğrendikleri, daha sonra bu harf sistemini kendi harf sistemine dönüştürdükleri
Woolley tarafından ileri sürülmektedir. Son derece tartışmaya açık bir konu olarak gözükse
de yadsınamayacak olan şey Al Mina yerleşik yunanlıların doğunun kültürel zenginliklerini
batıya taşımasında ve batı kültürünün oluşmasında Al Mina nın oynadığı roldür. Al Mina’ daki
liman faaliyetlerinin Đ.Ö. 333 de Đskender’ in doğuya fetihleri ve ardından Seleukosların bölge
üzerindeki siyasi egemenliği ile durduğu arkeolojik verilerden anlaşılır.
Deltanın kuzey ucunda yer alan Seleukeia Pieria Đ.Ö. 301/300 yani günümüzden
2306 yıl önce Seleukos I Nikator tarafından kurulmuştur. Büyük Đskender’ in tüm dünyayı
Hellen Đmparatorluğu altında toplamak amacıyla Makedonyadan birlikte çıktığı
generallerinden birisi olan Seleukos I, Đskender’ in ölümünün ardından fethedilen toprakların
doğuda kalan büyük kısmının kontrolünü eline geçirerek kendi adını verdiği Seleukos
Krallığını kurmuştur. Seleukeia Pieria, Seleukos I in kendi hanedanlığını kurduğu krallığın
başkenti olarak kurulmuştur.
Delta’ nın kuzeyindeki delta düzlüğü ve Musa Dağının alçak yamaçları üzerinde
uzanan Seleukeia Pieria’ da tıpkı Sabuniye ve Al Mina gibi bir liman şehri olarak varlığını
yaklaşık bin yıl kadar sürdürmüş, Doğu Akdeniz’ de Hellenistik ve Roma dönemlerinde
oldukça önemli bir liman olarak kabul görmüştür. Bugüne ulaşan ve kısmen görülebilen
kalıntılarının tanıklığında Seleukeia Pieria, Antiocheia (bugünkü Antakya) ile birlikte Doğu
Akdeniz ticaretinin yönlendirildiği ve yönetildiği bir liman olarak zengin ve müreffeh bir şehir
olmuştur. 1937-1939 yılları arasında yapılan kısa süreli Louvre Müzesi, Baltimore Müzesi,
Worcester Müzesi, Princeton Üniversitesi Sanat Müzesi adına yapılan kısa süreli kazılarda
çıkarılan ve Hatay Arkeoloji Müzesi başta olmak üzere bu müzelere götürülen ve bazı özel
koleksiyonlarda yer alan zengin mozaik eser ve diğer kazı buluntuları kolleksiyonu kentin
görkemini ve zenginliğini yansıtmaktadır.
Seleukeia Pieria’ nın Tarihsel Geçmişi
Seleukos I Nikator (yani Fatih) Đ.Ö. 300 yılında sınırları batıda Manisa’ ya doğuda
Sardes’ e kadar uzanan ve Seleukos Krallığı olarak tanımlanan krallığına başkent olmak
üzere kendi adını verdiği Seleukeia Pieria’ yı kurar. Helenistik dönemde Krallığın Kutsal kalbi
olarak anılan Amik Ovası ve Asi Deltası’ nı içine alan bölge Seleukis bölgesi olarak anılmış,
Roma dönemi boyunca da önemini ve bu özelliğini yitirmemiştir.
Seleukeia Pieria Mısır’ da kurulan bir diğer Helenistik krallık olan Ptolemaioslar’ ın
Đ.Ö. 246’ da işgali üzerine yönetim merkezi Antiocheia’ ya taşınmıştır. Bu durum kentin siyasi
karakterini kaybetmesine yol açmış, ancak buna karşın kentin kuruluşundan öncesine
uzanan Delta’ nın ticari potansiyeli, Seleukeia Pieria’ yı Helenistik dönem ve ardından Roma
Dönemi boyunca bir liman şehri olarak öne çıkarmıştır. Roma Đmparatorluk döneminde Doğu
Akdeniz’ de özellikle Đ.S.II. yy da önemli bir ticaret üssü, Đskenderiye’ den sonra 2. büyük
limanı olduğu ve yine Doğu Akdeniz’ deki Roma Deniz Filosu’ nun Seleukeia Pieria’ da
konuşlandığı antik kayıtlarda geçmektedir. Roma ile doğrudan deniz seferlerinin yapıldığını
kargo taşımacılığının yanı sıra yolcu taşımacılığının yapıldığını ve bu yolculuğun yaklaşık 21
gün sürdüğünü antik kaynaklardan öğrenmekteyiz.
Antik kayıtlar kentin Đ.S.526 ve 528 de yaşanan deprem felaketlerinden büyük zarar
gördüğünü, bu tarihlerden sonra antik kente dair bilgi veren kayıt olmaması da kentin
özelliğini yitirdiği ve zamanla terk edildiğini göstermektedir. Nitekim, Seleukeia Pieria’ da
yapılan arkeolojik araştırmalarda ele geçen VII. Yy dan sonraya tarihlendirilen arkeolojik
buluntu azlığı bu bilgileri desteklemektedir. Kent kuruluşundan kent karakterini yitirdiği
döneme kadar klasik şehir anlayışında varlığını sürdürmüş, kendi darphanesine kendi para
112
basma yetkisine sahip olmuş, Antiocheia ile birlikte Doğu Akdeniz ticaretini yönlendirmiş
büyük bir yerleşim merkezi olmuştur. Seleukeia Pieria Kuzey Mezopotamya ve Kuzey Suriye’
nin bir anlamda Ortadoğu’nun denize açılan kapısı olarak doğu uygarlıkları ile batı
uygarlıklarını ticari ve kültürel zenginliklerini birbirine aktaran bir kapı görevi görmüştür. Tıpkı
kendisinden önce var olan Sabuniye ve Al Mina liman yerleşimleri gibi Seleukeia Pieria’ da iç
kesimde yer alan Antiocheia’ ile birlikte büyümüş, zenginleşmiş önem kazanmış ve yine
birlikte gözden düşmüşlerdir.
Seleukeia Pieria ova düzlüğü üzerindeki doğal bir lagünde oluşan doğal liman ve
etrafında biçimlenen Aşağı Şehir ve lagünün bulunduğu alanın hemen kuzeyinde yükselen
yamaçlar ve tepelik alan üzerinde kurulan Yukarı Şehir olmak üzere Hellenistik dönem şehir
anlayışı ile kurulmuştur. Antik kentin yayılım alanı yaklaşık olarak 300 hektardır. Bu yayılımın
büyük kısmı tepelik alanda yer almakta iken delta düzlüğü üzerinde uzanan aşağı şehir
barındırdığı limanı, agorası ve yamaç yerleşimleri ile kentin ticari hayatının merkezi olmuştur.
Seleukeia Pieria’ nın Mimari Kalıntıları
1737 yılında Seleukeia Pieria’ yı gezen ve antik kalıntılarının tanımını yapan R.
Pococke kentin muhteşem boyutlarda, doğal korunaklılığa sahip büyük bir antik kenti
olduğundan bahsetmektedir. Antik kentin, dağların güneyine doğru, güneybatı köşesinde,
güneyindeki ovanın üzerinde yüksek kayalık bir zemin üzerinde uzandığını, bu kayalık
zeminin kuzeyinde konik tepeleri ile oldukça dik yükseldiğini söyler. Şehrin güney bölümünün
oldukça etkileyici bir konuma sahip olduğunu, buradan Kel Dağ, Liman ve güneyde uzanan
Delta Ovasının ve Asi Nehri’nin ovadan akışının rahatça görülebildiğini ve kralların
sarayının şehrin bu kesiminde olması gerektiğini belirtir. Doğal korunaklılığa sahip olan
şehrin doğu ve batı yanlarında, derin vadilere sahip küçük akarsular ile çevrelendiğini, şehrin
tamamının kuvvetli surlarla kuşatıldığını ve görebildiği kadarı ile limanı, mezar odalarını,
Tüneli, su yolu kalıntılarını, şehir surları ve kapısını, tanımlayamadığı bazı mimari kalıntıları
ve kayaya işlenmiş merdivenlerden bahseder.
Günümüzdeki konumu itibarıyla antik şehir, Musa Dağı’nın güney yamaçları üzerinde,
en yüksek 420m. noktasından itibaren kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda kademeli
teraslar halinde güneye, denize doğru 70m. koduna kadar inmektedir. Kuzey, doğu ve batı
yanlarda kayaç tepe, dik yamaçlara sahip doğal sel yatakları olan derin vadilerle
çevrelenmekte, güneyde ise 70 m. yüksekliğe sahip dik yükselen kayaç yüzey ile ova
düzlüğünden keskin bir şekilde ayrılmaktadır. Teraslar halindeki bu tepelik alan güneydoğuda
Liman Kapısı (Bab el-Mina) ile ovaya açılmaktadır. Güneyinde ise dik yükselen kayalık
yüzeye işlenmiş merdivenler, düzlük alanda kurulmuş aşağı bölüm ile teraslar üzerindeki
yukarı bölümü birbirine bağlamaktadır. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda dar bir şekilde
uzanan tepelik alan ile düzlük alanı kesen çıplak kayaç yüzeye sahip bu dik yükselti, yukarı
bölüm/yerleşim ile bazı yerlerde yamaçlar halinde düzlük kesime karışmaktadır.
Seleukeia Pieria’ da 1937-1939 yılları arasında yapılan kısa süreli kazı raporları ve
1998 yılından bu yana uygulanan arkeolojik yüzey araştırması sonuçlarına göre tespit edilen
belli başlı mimari kalıntılar şunlardır:
•
Evler
Seleukeia Pieria’da 1937 , 1938 ve 1939 yılları arasında yapılan deneme amaçlı
sondaj kazıları, şehrin batı tarafındaki yamaçlarda, Yukarı Şehirde ve Aşağı Şehirde evlerin
varlığını açığa çıkarmıştır. 1937 yılında
kazı ekibi,
Vespasianus-Titus Tüneli’nin
doğusundan limana doğru hafif teraslar yaparak inen yamaçlar üzerinde, Antakya Körfezi’
ne, limana ve Kel Dağ’ ın manzarasına hakim bir konumdaki Aşağı Şehrin batı tarafındaki
yamaçlarda kazılarda toplam 6 mekanda kazı yapılmıştır. Seleukeia Pieria’da yapılan bu
kazılar sonucunda ortaya çıkarılan evler ve mekanlar, şehrin ikamet alanlarının tek bir
merkezde toplanmadığını, Aşağı Şehir’de ve Yukarı Şehir’de yerleşimin oluştuğunu
göstermektedir ve inşa dönemi olarak Đ.S.II-III yy arasında yerleştirilmektedir. Bu evlere ait
mozaik tabanlar Hatay arkeoloji Müzesi, Princeton Sanat Müzesi’ nde sergilenmektedir. Son
113
derece ince ve kaliteli işçilik gösteren mozaikleri kentin kültür ve sanat anlayışının yanı sıra
refahını da yansıtan birer tanıktırlar.
• Dor Tapınağı
Antik kentten günümüze kalıntıları ulaşan ve tanımlanabilen Dor Tapınağı, Yukarı
Şehrin batısında, körfeze, denize, ovaya ve Kel Dağ’a hakim bir konumda, adeta Kel Dağ ile
karşı karşıya bakan bir noktada bulunmaktadır. Tapınağın yerleştiği alanın batısı dik bir
yamaçla inmektedir ve deniz seviyesinden yaklaşık 200m. yüksektedir. Tapınak, doğu-batı
aksı üzerinde uzanmakta, güneyi 10 m.lik bir yamaçla, hafif eğimli olarak zeminden
yükselmekte, kuzeyi üstten gelen yamacın teraslandırılması ile sınırlandırılmış, doğusu ise
girişe uygun olarak düz bir şekildedir.. Üst yapı ve duvarları tamamen tahrip olmuş sadece
temelleri korunmuş, sadece 24 sütun tamburu mevcuttur. Tapınağın genel görünümü ve
boyutlarındaki oranlamadan yola çıkılarak, peripteros planlı olabileceği ve tahminen 6x12
sütun dizili, doğu yandaki girişte cellanın önünde distyle in antis olarak düzenlenmiş derin
bir pronaosa sahip olabileceği söylenebilir. Merkezdeki cella, doğuda cella ve batı yanda
adyton olmak üzere iki bölümlü planlanmış ve inşa edilmiştir. Adyton olarak adlandırılan
alanın iç kısmının tabanı yoktur ve tabanın altında, kuzeybatı köşeden 8 merdivenle inilen
yer altı odası Kryptus vardır Kazıda ele geçen küçük bir Đsis-Afrodit figürini ve
kryptoportikusundan ötürü tapınağın Đsis-Afrodite tapınımına ait olduğu , Đ.Ö. 4. yy sonu veya
3. yy başında inşa edildiği arkeolojik verilerle anlaşılmaktadır.
• Đç ve Dış Liman
Antik kentin bugün biri karalaşmış halde bulunan limanı Đç Liman ve sahilde
kumsal üzerinde iki ayağı halen görülen dış limanı olmak üzere 2 limanın kalıntıları
günümüze ulaşmıştır. Đç Liman, kentin ilk limanı olarak doğal bir lagünün denize bağlanan
kısmının liman ayakları ile kapatılarak çevrelenmesi ile inşa edilmiştir. Liman ayakları aynı
zamanda şehir surlarına da bağlantılandırılarak şehrin savunmasının da bir parçası olarak
kullanılmıştır. Đç Limanın inşası kentin inşası ile yanı zamanda başlamış olmalıdır ancak
liman surları üzerinde farklı zamanlarda restorasyon ve/veya yenileme çalışmaları
yapılmış, özellikle Roma döneminde şehrin genişletilmesi sonucunda bazı kısımları
tamamen yenilenmiştir. Kentin bütününde olduğu gibi kentin refah seviyesinin en üst
noktası olan Roma Dönemi kentin inşa faaliyetlerinin arttığı dönemdir. Doğal lagüne bağlı
ve iç limana akan Değirmendere Çayının zaman içinde taşıdığı alüvyonların iç limanı
dolma noktasına getirmesi ile birlikte, bu sorunun önüne geçmek için bir çok çözüm
önerilmiştir. Önce Liman ağzının derinleştirme çalışmalarının yapıldığını ve bu işler 500
Romalı asker ve işçinin çalıştığını roma belgelerinden öğrenmekteyiz. Ancak bu çözümün
kalıcı olmadığını limanın karalaşma probleminin devam ettiği yine belgelerden
anlaşılmaktadır. Nitekim Değirmendere Suyu’ nun limana akmasını önlemek amacıyla,
nehir yatağının akış yönü bir perde ile saptırılarak, suyun bir tünel ve kanal içinden liman
dışına akıtılması amacıyla, Đ.S. 62 de bir tünel baraj projesi uygulanmıştır. Üzerindeki ithaf
yazırından dolayı Titus Tüneli olarak adlandırılan bu tünel-kanal şeklindeki yapay su yolu
Değirmendere Suyu’ nun limana akmasını önlemek ani taşkın ve silt ile limanın dolması ve
karalaşmasının önüne geçmek üzere uygulanmıştır. Uzun bir süreç alan bu tünel inşası,
zamanı için son derece masraflı ve zahmetli bir proje olarak uygulanmıştır. Ancak yine de
limanın faaliyetlerini tam olarak sürdüremediğini tam kıyı şeridi üzerinde 2. bir liman inşa
edilmesi açıklamaktadır. Dış Liman olarak tanımlana bu liman Đ.S. 4. yy da Doğu Roma
Đmparatoru Constantius tarafından yaptırılmış, iç limanın iskeleleri ve liman yapıları ile
kullanılmaya devam etmiştir. Dış limanın Đç Liman’ a bir kanal ile bağlantılandırıldığı, Titus
Tünelinden gelen Değirmendere Suyunun bu kanalı beslemesi sağlanarak Dış Liman ile
bağlantı kurulduğu anlaşılmaktadır. Bugün her iki limanın ayakları ve mimari kalıntıları
görülebilmekte, kentin büyüklüğünü yansıtan eserler olarak hayranlık uyandırmaktadır.
114
•
Vespasianus-Titus Tüneli
Antik kentin kuzeybatısında, kuzey – güney doğrultusunda akan Değirmendere’nin
(Kapısuyu veya Musapınarı olarak da isimlendirilmektedir) dere yatağı, denize 930m.
uzaklıkta, doğal yatağından 90º saptırılarak, tünel ve kanal şeklinde düzenlenmiş yapay bir
yataktan geçerek, Çevlik Mevki’inde kayalık yamacın bittiği yerde, zeminden yaklaşık 13m.
yüksekte sonlanmaktadır. Toplam uzunluğu 830m. olan tünel-kanal şeklinde inşa edilmiş
olan bu yapay yatak, kuzey yönünde tünelin girişinde bulunan ithaf yazıtından dolayı,
Vespasianus-Titus Tüneli veya yörede yaşayanların söylediği gibi daha genel ve kısa adıyla
Titus Tüneli olarak isimlendirilmektedir.
Seyahatnamelerde Tünel, Seleukeia Pieria’dan kalan antik kalıntılar içinde,
büyüklüğü ve diğer kalıntılara göre nispeten bütünlüğünü korumuş olması sebebiyle, ayrıntılı
olarak tanıtılmıştır. Vespasianus-Titus Tüneli, saptırma perdesi ile akış yönü değiştirilen
akarsuyun kontrol edilerek akıtılması amacıyla üç bölümlü tasarlanmış ve uygulanmıştır.
Çağına göre oldukça büyük masraflı ve büyük bir işgücüne ihtiyaç duyulmuş bir uygulamadır.
Tünelin inşaatına Vespasianus döneminde başlanmış, mali kaynak yetersizliği ve
imparatorluğun genel huzur ortamına bağlı olarak inşası kesilmelere uğrayarak
II.yy
boyunca devam etmiştir. Tünelin inşasında Roma lejyoner birlikleri ve köleler çalıştırılmıştır.
Tünel üzerinde su depolama birimleri inşa edilmiş, burada depolanan su kentin belki de
limana demirleyen gemilerin su ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanılmış olmalıdır. Aşağı
kentte tespit edilen çok sayıda sulama kanalının Tünele bağlanan kayaya oyulmuş büyük
depolara bağlanması, tünelin kendisinin de bir anlamda su deposu yani bir tür baraj gibi
kullanılmış olabileceğini açıklamaktadır. Tünelden saptırılan su Đ.S.4. yy da Dış Limanın inşa
edilmesi ile iç ve dış limanı bağlayan kanala aktarılarak kanalı beslemiştir. Bugün görülen
kurumuş su yatağındaki aşınma izleri suyun debisinin yüksek olduğunu göstermektedir.
Tünel bugün tamamen karalaşmış durumdadır. Değirmendere suyunun yaz aylarında azalan
suyu kış aylarında artmakta ve tünelin içi kısmen dere yatağına dönüşmektedir.
•
Şehir Surları ve Kapılar
Seleukeia Pieria antik kentini çevreleyen surlar, antik kentin topografik yapısına bağlı
olarak biçimlenmiş, arazinin topografik yapısına bağlı olarak kuzey-güney yönünde kuzeye
doğru daralan güneyde daha geniş, dörtgen şeklinde bir hat çizmektedir. Surlar, Yukarı
Şehrin yerleştiği akropolis ve Aşağı Şehrin yerleştiği düzlük alanda iki farklı topografik
özelliğe sahip alanı çevrelemektedir.
1998-2000 yılları arasında yüzey araştırmalarında yapılan ölçüm çalışmaları
sonucunda, şehir surlarının, devam eden doğa ve insan tahribatı sonucunda izlenebilen ve
ölçülebilen
toplam
uzunluğu
4 km.’dir. Đzlenebilen duvarların çoğu, sadece toprak
yüzeyinde tek sıra halinde mevcuttur ve arazinin yapısından dolayı etrafa dağılmış bloklar
bazen derin vadi tabanlarına kadar inmektedir. Surların batı yanında hemen hemen hiç bir
duvar kalıntısı tespit edilmemiştir. Antik kentin yerleştiği tepenin özellikle kuzey ve batısında
Kapısuyu Köyünün yerleştiği kısımlarda, sur duvarlarına ait
kalıntı bulunamayışının
nedenleri arasında, surların taş ocağı gibi kullanılarak, köydeki evlerde ve modern teras
duvarlarında kullanılmış olması da vardır.
Şehri surları üzerinde dört ana kapı ve dört küçük geçit/kapı tespit edilmiştir. Aşağı
Şehir’de Pazar/Liman Kapısı (Bab el March), Yukarı Şehrin güneybatı köşesinde Kils Kapısı
(Bab el Kils), Liman Kapısı (Bab el Mina), ve Kapısuyu-Hıdırbey yolunun yakınlarında Hava
Kapısı(Bab el Hawa) şehrin ana kapılarıdır. Ayrıca Aşağı Şehir ile Yukarı Şehri birleştiren ve
taşa oyulmuş anıtsal merdivenlerin çıktığı yamacın Yukarı Şehre birleştiği noktada oldukça
kötü durumda tespit edilen duvar kalıntılarından, burada da bir kapının var olduğu
düşünülmektedir. Liman Kapıs, diğer kapılara göre kalıntıları daha iyi durumda korunagelmiş
ancak halihazırda kaçak yapılaşma ve modern insan tahribatına daha fazla maruz
kalabilecek durumdadır.
115
•
Agora
Seleukeia Pieria antik kenti sınırları içinde Aşağı Şehirde ve Yukarı Şehirde yapılan
yüzey araştırması sonucunda Aşağı Şehir’de agoraya ait olabilecek alan tanımlanabilmiştir.
Seleukeia Pieria agorası şehrin ana giriş kapısının açıldığı aks liman yönünde takip
edildiğinde ana kapı ile iç liman arasında düzlük alanda bulunmaktadır.
Pazar alanın şu anki görünümü bakımından geç bir döneme ait düzenlemeyi
içermektedir. Ancak alanın içinde ve çevreleyen duvarlarda tespit edilen kireçtaşı kaide,
tavan kasetleri ve arşitrav blokları ile portaller ve alanın konumu burasının bir pazar alanı
veya bir agora olabileceğinin ipuçlarını taşımaktadır (Resim 12 – 13).
Doğusunda düzenlenmiş olan en geç Đ.S.IV. yüzyıla tarihlendirilen insitu portallerin
alana doğru bakmış olması bu portallerin alanın doğu yanını sınırlandırmakta olduğunu,
alanın kuzeyde yamaçlara bitişen duvarı ve batı yandaki liman yapısı granariuma bitişen batı
duvarı alanın en azından doğu, kuzey ve batı yandaki sınırlarını belirlemektedir. Güney
yanda ise duvarlar tam belirleyici değildir.
Kentin kurulduğundan beri kullanılmış olan emporion olarak tanımlanmış bu alan,
Aşağı Şehrin konumlanışına uygun olarak limana bitişik konumda uzanmaktadır. Doğal
olarak şehrin uğradığı deprem felaketleri ve sonrasında yeniden inşa faaliyetlerinin etkisi ile
üst tabakalar yani Roma ve Bizans dönemlerindeki görünümü ve arkeolojik verileri ile
karşılaşmaktayız. Bu alanda tespit edilen kaideler, arşitrav parçaları ve tavan kasetleri kentin
en refah dönemi olan Roma döneminde bir Agora olarak biçimlendirildiğini söylememize
olanak tanımaktadır.
•
Su Yolları
Kentin geniş ve farklı zeminlerde uzanması nedeniyle birden çok su kaynağının ve
buna bağlı olarak inşa edilen su yollarının kullanılmasını gerekli kılmıştır. Deniz seviyesinden
başlayan ve 400m. seviyesine kadar yükselen bir alana dağılmış olan şehirde arazinin
yapısına ve su kaynaklarının bulunduğu noktalara bağlı olarak temelde kentin batısında,
kentin güneydoğusundaki yukarı şehirde ve akropol alanında olmak üzere, 3 farklı kaynaktan
beslenen su yolları vardır. Su yolları kayaya oyulmuş su kanalları içinde şehre taşınmıştır. Bir
mühendislik harikası olarak nitelenebilecek su yolların ait kanallar halen mevcuttur.
•
Basamaklar
Ana kayaya oyulmuş basamaklar içeren merdivenler Aşağı Kenti Yukarı Kente
bağlamakta ve şehrin yol sisteminin önemli kısmını oluşturmaktadır. Polybios (V.59),
Seleukeia Pieria’nın denize bakan tarafında
kayaya oyulmuş basamakların sık
dönemeçler yaparak yukarı çıktığını yazar. Şehrin aşağı kesimi ile yukarı kesimini birbirine
bağlayan bu merdivenler, kenti gezen gezginlerin seyahatnamelerinde hayranlıkla
bahsedilmektedir Günümüzde halen kullanılan bu basamaklar, şehrin bir kaç noktasında
görülmekteyse de kalıntıları ve boyutları bakımından şehrin doğu tarafındaki basamaklar
daha çarpıcıdır. Yekpare olarak kayaya oyulmuş bu 62 basamaklı merdiven anıtsal
görünüme sahip bu basamaklar turistler tarafından ziyaret edilmeyi beklemektedir.
•
Nekropol Alanları
Nekropol alanı, antik kentin şehir surları içinde ve çevresinde olmak üzere 3 farklı
yerde bulunmaktadır. Bunlar, şehrin doğusundaki Liman Kapısı’nın kuzey ve güney
yanlarında, şehir surlarının dışındaki kayalık yamaçlarda Doğu Nekropol, kentin batısında,
şehir surlarının içinde ve şehir surlarının dışında olmak üzere iki noktada Batı Nekropol,
kentin kuzeyinden gelerek doğu yanından akan Limonsuyu Deresinin oluşturduğu vadinin
Mağaracık Beldesine kadar uzanan batı ve güney yamaçları boyunca uzanan Mağaracık
Nekropolü’ dür. Tek başına duran, grup oluşturmayan mezarlar ise Vespasianus – Titus
116
tünelinin düzgün duvar yüzeylerinde, Yukarı Şehrin güney yamaçlarında, uygun kayalık
yüzeylerde ve antik şehrin kuzeyinde şehri surlarının dışında ve çevresinde tespit edilmiştir.
Seleukeia Pieria’da toplam 219 tek mekanlı, 4 adet birden fazla mekanlı mezar odası,
41 adet yarı bağımlı lahit, 10 adet bağımsız podyum üzerinde duran lahit sayılmıştır (Resim
7- 8). Bu miktarın en yoğun olduğu bölge, şehrin doğusundaki Limonsuyu Deresi’nin iki
yanındaki yamaçlarda sıralanmıştır. Her iki nekropol de tarihlendirilebilir girland ve
bukranyonlu ve tabula ansatalı lahitler Đ.S.II. yüzyıl ortalarına yerleştirilmektedir. Doğu
nekropol deki figürlü lahitin tarihi Đ.S.140-180 tarihleri arasına yerleştirilmektedir. Batı
nekropol deki Beşikli Mağara ve alınlıklı
mezar odası Erken Bizans dönemine
yerleştirilmektedir.
Seleukeia Pieria’ nın, en göz alıcı ve anıtlarından birisi olan Beşikli Mağara Mezar
Anıtı, 5 bölümden oluşan büyük mezar odasıdır. Yöre halkı tarafından içindeki yan yana
düzenlenmiş ve kayadan biçimlendirilmiş mezarlardan dolayı Beşikli Mağara, gezginler
tarafından Krallar Mezarı olarak adlandırılmıştır. Tamamı kayalık olan ve oyularak
biçimlendirilmiş mezar odasının girişine batı yandan geçişi sağlayan kayaya işlenmiş
merdivenlerle ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Mezar odasının cephesi ortada iki sütun ve yanlarda
duvara bitişik plaster/yarım paye sütunlarla biçimlendirilmiş 3 girişli cephe düzenlemesine
sahiptir. Beşik tonoz kemerlerle birbirine bağlana kayaya oyulmuş sütunlu bir cephe
düzenlemesi içermektedir. Mezar odasının girişinde üç tavan kaseti ile süslenmiş, tavan
kasetlerinin köşelerinde küçük istiridye motifleri ve uzayan bitki filizi şeklinde kabartma
süslemeler içeren bir ön giriş mekanı yer almaktadır. Bu mekan doğuda ve kuzeyde bulunan
iki ayrı odaya açılmaktadır.
Doğu oda, içte kayaya oyulmuş dört sütun , duvarlarda nişler içinde ve tabanda
açılmış mezar sandukaları içermektedir. Yan duvarlardaki nişlerin tavanlarında kabartma bitki
ve hayvan figürleri vardır. Oldukça tahrip olmuş olan figürler zorlukla seçilmektedir. Doğu
odanın kuzeybatı köşesinde yan duvarlarında iki niş bulunan daha küçük bir mekan
bulunmaktadır.
Girişin kuzeyinde kalan odada hiç bezeme yoktur. Mezar yatakları yan duvarlarda ve
tabanda açılmıştır. Odanın merkezinde yanyana duran simetrik iki mezar kayaya oyularak
işlenmiştir. Bu mezarlar tabandan 1.30m. yüksekliğe kadar baldahin biçiminde lahit
sandukası/teknesi gibi işlenmiş, bu görünümünden dolayı yöre insanları tarafından bu mezar
odası Beşikli Mağara olarak adlandırılmıştır. Beşikli Mağara’da toplam 91 adet mezar yatağı
loculi tespit edilmiştir. Mezar anıtının ilk kullanımı ile ilgili veriler yoktur ancak mezar anıtının
son kullanım tarihini stilistik özelliklerinden ötürü Đ.S. 5. yy olarak kabul edilmelidir.
Sonsöz
Seleukeia Pieria, antikçağın bilim, kültür ve uygarlık merkezlerinden olan Doğu
Akdeniz’ de yaklaşık 1000 yıllık tarihsel süreçte önemli olmuş bir liman şehridir. Bütün liman
şehirlerinde olduğu gibi sadece ticari mallar değil insanlar ve dolayısıyla kültürler de Akdeniz’
in bir ucundan diğer ucuna taşınmış, Roma döneminde Đskenderiye ile birlikte Doğu Akdeniz’
deki bu hareketliliği taşıyan merkez olmuştur. Bu öneminden dolayı Roma döneminde kentin
limanının yaşatılabilmesi için büyük masrafların harcanması göze alınmış, liman ağzının
derinleştirme çalışmalarının yanı sıra, inşası uzun bir süreç alan dünyanın ilk tünel-baraj
projelerinden birisi olarak kabul edilen Vespasianus-Titus tüneli inşa edilmiştir. Liman şehri
olması nedeniyle Đsa Mesih’in tebliğini yaymak amacıyla uzak memleketlere gidecek olan
Müjdecilerin uğrak yerlerinden olmuş, Hıristiyanlığın oluşum aşamasında önemli görevler
üstlenmiştir. Seleukeia Pieria tıpkı Sabuniye ve Al Mina gibi siyasi faktörler kadar çevresel
faktörlerden etkilenmiş, yine bir felaketin yıkıcı etkilerine maruz kalarak görevini
tamamlamıştır. Yaklaşık 2000 yıllık bir tarihsel süreç içinde Delta Doğu Akdeniz’ in önemli
liman merkezlerini yaşatmıştır. En erken liman şehri olan Sabuniye Amik Ovası’ ndaki
Alalakh’ ın, Al Mina yine Amik Ovası’ nda ki bir diğer şehir Kunulua (Bugünkü Tayinat
Höyüğü)’ nın , Seleukeia Pieria ise Antiocheia’ nın liman şehri olarak birlikte yaşamışlar ve
birlikte görevlerini tamamlayarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
117
Hatay Tarihi
Mehmet Tekin
Hatay Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden biridir. Araştırmacılar, eldeki bilgilere göre
yörenin iskan tarihinin M.Ö. yüzbinli yıllara rastlayan orta paleolitik döneme kadar uzandığını
ifade etmekte, bunun 2,5 milyon yıl öncesine kadar uzanabileceğini belirtmektedirler.
Yayladağı-Kışlak civarında ve Çevlik-Kanal mağarasında, M.Ö. 40000-11000 yılları arasında
tarihlenen üst paleolitik döneme ait araçlar ve insan kalıntılarında Homo Sapiens
Çevlikensis’ten kalma kemikler bulunmuştur. Bu mağaralarda insan yaşayışının Milattan
sonraki yıllara kadar sürdüğü tahmin edilmektedir.
Bölgede Cüdeyde, Hamam Vadisi, Çatalhöyük, Atçana, Tainat gibi höyüklerde değişik
zamanlarda yapılan kazı ve araştırmalarda elde edilen buluntulardan (çanak-çömlek, kadın
figürleri, ağırşak, boncuk, süs eşyaları, dörtgen planlı büyük kerpiç ev duvarları -taş temel
üzerinde kerpiç duvar-, maden gereçler, orak, bıçaklar, taş mühürler, iğneler, deliciler,
baltalar, mızrak uçlar ve Kırıkhan sınırları içinde bulunan dolmenler...gibi) Hatay yöresinin
neolitik, kalkolitik dönemlerde ve Tunç Çağında yaygın ve hareketli bir yerleşim yeri olduğu
anlaşılmaktadır.
Đlk Tunç Çağı sonunda Amik ovasındaki beylikler Mezopotomya’dan gelen Akadların
egemenliği altına girmiş, fakat bu egemenlik kısa sürmüştür. Bundan sonraki. M.Ö. 18001600 yılları arasında yöre, merkezi Halpa (Halep) olan Yamhad Krallığı’na bağlı bir beyliğin
toprakları içinde yer almıştır. Başkenti Alalah (Atçana) olan bu beylik iç işlerinde bağımsız,
dış işlerinde Yamhad Krallığı’na bağlıydı. Bir ara Yamhad Krallığı’nın merkezi Atçana’ya
taşınmış ve Kral Hammurabi burada M.Ö. 1780-1750 dönemine tarihlenen ve kalıntıları bu
günde görülen surlarla çevrili bir saray yaptırmıştır.
M.Ö. 1600’lü yıllarda Hitit Kralı Murşil, Yamhad Krallığı üzerine düzenlediği bir seferde
Atçana ve çevresindeki yerleşim yerleri ile Halpa şehrini ele geçirdi, şehri yakıp yıktı.
Antakya ve çevresi Murşil’in ölümüne kadar Hitit egemenliği altında kaldı. Onun ölümünden
sonra yöredeki prenslikler Hitit egemenliğine baş kaldırdılar. Atçana Beyliği ile bütün Suriye
şehirleri M.Ö. 1490’larda Mısır egemenliğini kabul ederek Firavun Tutmasis III’e bağlandılar.
M.Ö. 15. yüzyıl ortalarında Yamhad Krallığı Hitit egemenliği altına girdi. Bu durum M.Ö. 13.
yüzyıla kadar devam etti. 13. M.Ö. 1200’lü yıllarda Hitit devleti zayıflayınca Güney
Anadolu’da Fırat kıyıları ile Konya arasındaki bölgede çok sayıda devletçik ortaya çıktı. Bu
devletçikler uzun süre siyasi bir birlik kuramadılar. Sadece Amik Ovası ve çevresinde
birleşme sağlanabildi ve merkezi Kanula (Kırıkhan yakınlarındaki Çatalhöyük) olan Hattena
Krallığı kuruldu.
M.Ö. 9. yüzyılda Kral II. Salmanassar döneminde Hattena ülkesi bütünüyle Asur denetimi
altına,, bir süre sonra bu defa Van yöresinde yaşayan Urartuların egemenliği altına girdiler.
M.Ö. 680’li yıllarda Karadeniz’in doğusunda ve Kafkasların kuzeyindeki Kimmerleri kovalayıp
Kafkas geçitlerini aşan Sakaların, Türkmen / Oğuzların ataları ve Saka başbuğu
Partatuca’nın torunu Madova’nın da destan kahramanı Afrasyab, ya da diğer adıyla Oğuz
Han olduğu kabul edilir. Bir Türk kavmi olan Saka’lar Çin’den Karpatlara, Filistin’den Urallara
kadar olan bölgenin hakimi ve Oğuz Han, bir cihangir hükümdar idi. Oğuz Han M.Ö. 654
yılında Filistin yöresine geldi. 10 yıl kadar sonra da Türklerin “Batak Şehir” adını verdikleri
306 kapılı Antakya şehrini bir yıllık bir kuşatmadan sonra zaptetti. Şehre oğulları, kadınları,
çocuklar ve 90.000 askeriyle giren Oğuz Han, altın bir taht üzerinde oturdu. Burada 18 yıl
kaldıktan sonra 626 yılında ayrıldı.
M.Ö. 6. yüzyıl ortalarında Đran’da kurulan ve kısa sürede egemenlik alanını genişleten Pers
Đmparatorluğu döneminde Antakya ve çevresi, merkezi Tars (Tarsus) kenti olan Kilikya
satraplığı sınırları içinde bulunuyor, Pers imparatorluğuna vergi ödüyordu.
118
M.Ö. 334-333 yıllarında Anadolu’yu baştan başa aşıp, Gülek Boğazından Çukurova’ya geçen
Büyük Đskender Akdeniz’in kuzeydoğu ucunda, bir sahil kasabası olan Myriandros’ta
(bugünkü Đskenderun) kamp kurdu. Bu sırada bölgede bulunan Pers Đmparatoru III. Dareios
da Amanos dağlarını aşıp bu günkü Dörtyol’un bulunduğu ovaya indi, Pinaros çayı (Deliçay)
kıyısında savaş düzeni aldı. Bunun üzerine Đskender Dörtyol ovasına geri döndü. Đki ordu,
körfezin ucunda bulunan Đssos’ta 333 yılı sonlarında savaşa tutuştu ve Đskender Pers
ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Daha sonra zafer anısına Myriandros’ın adını “Alexandria”
olarak değiştiren Đskender Amanos dağlarını aşarak Amik ovasından geçip yoluna devam
etti.
Đskenderun, Antakya ve Seleukeia Pieria’nın Kuruluşu :
Đskender’in M.Ö. 323 yılında ölmesi üzerinde komutanları arasında nüfuz mücadelesi ortaya
çıktı. Nihayet M.Ö. 312 yılında I. Antigonos’u yenen Seleukos, Asur ülkesi ile Đran’daki
satrapları kendisine bağladı. Dicle kıyısındaki Seleukeia kentini merkez yaptı. Antigonos,
M.Ö. 307 yılında bugünkü Antakya’nın biraz kuzeyinde Akdeniz sahilinden doğuya, içerilere
giden yol üzerinde Asi nehri kenarında bir şehir kurdu ve bu şehre “Antigonia” adını verdi.
Ancak 301 yılında I. Seleukos Nikator’la yaptığı savaşta öldü. I. Seleukos Nikator M.Ö. 23
Nisan 300 tarihinde Akdeniz kıyısında Seleukia (bugünkü Samandağ-Çevlik) kentini kurdu ve
başkenti buraya taşıdı. Seleukeia’da şehir surları içinde bir de liman inşa edildi. Daha sonra I.
Seleukos Antigonia’yı yıktırıp, daha güneyde, dağ eteğinde (yani Antakya’nın bugünkü
yerinde) yeni bir şehir yapılmasını emretti. Şehrin temeli M.Ö. 22 Mayıs 300 tarihinde atıldı
ve inşası tamamlanınca devlet merkezi buraya nakledildi. Seleukos şehre babasının (ya da
oğlunun) adına izafeten “Antiokheia” adını verdi (Bu isim zamanla “Antakya” şeklini almıştır.)
Başkent Antakya hızla gelişip o günün dünyasında önemli bir merkez olarak ün kazandı.
I.Seleukos döneminde su kanalları yapılarak Defne (Harbiye) çağlayanlarından Antakya’ya
su getirildi. Şehirde su deposu ve dağıtım şebekesi yapıldı. Bu çalışmalar sonraki krallar
zamanında da devam etti. Şehir, M.Ö. 246-244 yılları arasında Mısırlıların işgaline uğradı.
Antakya, aynı zamanda bir olimpiyatlar şehriydi. Bilindiği kadarıyla Antakya’da ilki M.Ö. 195
yılında olmak üzere M.S. 6. yüzyıla kadar muhteşem olimpiyatlar düzenlenmiştir. Önce
“festival” ya da “şenlik” adıyla başlayan olimpiyatlar, ilk defa Claudius zamanında olimpiyat
adıyla kurumlaştı.
Antakya, M.Ö. 64 yılında Antakya Roma Đmparatorluğuna katıldı ve Đmparatorluğun Suriye
eyaletinin başkenti oldu. M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs
dışında , 30’lu yılların oartalarında ilk defa Antakya’da yayıldı, Hz. Đsa’ya inananlara ilk defa
burada “Hristiyan” adı verildi ve Hristiyanlığın ilk kilisesi Antakya’da kuruldu. M.S. 1.
yüzyılda Antakya nüfus bakımından Roma Đmparatorluğu’nun, Roma ve Đskenderiye’den
sonra üçüncü büyük şehriydi.
Asi nehri ağzında bulunan ve eski çağlardan beri kullanılan El Mina limanı Antakya ve
dolayısıyla buraya ticaret yollarıyla bağlı şehirler için çok önemliydi. 4. Yüzyıla kadar küçük
gemiler nehir yoluyla Antakya’ya kadar gelebiliyorlardı.
Antakya Asi nehri ile Silpiyus dağı arasındaki meyilli arazide kurulmuştu. 360 burçlu yüksek,
sağlam surları, tepede birde iç kalesi vardı. Önemli anayollarının kavşak noktasında ve El
Mina-Seleukeia-Đskenderun gibi limanlara sahip olması nedeniyle hem maddi hemde kültürel
yönden zengin bir şehirdi. Şehir içinde ve çevresinde birçok sanat yapıları, anıtlar, mabetler,
tiyatro, hipodrom, hamamlar, agora, geniş ve muntazam caddeler vardı. Zenginlerin, önemli
kişilerin evlerinin zeminleri eşsiz sanat eserleri olan mozayiklerle süsleniyordu.
Antakya, tarih boyunca depremlerle en çok yıkılmış şehirlerden biridir. Bilinen önemli
depremler M.Ö.148, 130, 83-90 arası, M.S. 35,37 ve 41-45 arası, 115, 341, 365, 396, 458,
526, 528 ve 531-534 arası, 532, 551, 557, 588, 589 yıllarında meydana gelmiştir. Bunlardan
en şiddetli ve en çok can kaybına yol açanı, 29 Mayıs 526 akşamı meydana gelen
119
depremdir. Bu depremde 250.000 kişi ölmüş ve Antakya ile birlikte Defne ve Seleukia Pieria
de yerle bir olmuştur. 528 yılında meydana gelen deprem de en az önceki kadar şiddetliydi,
ama can kaybı daha az oldu.
611-628 yılları arasında Đran işgali altında kalan Antakya Doğu Roma için önemli ve uğradığı
bunca tahribata rağmen, hala komşu devletlerin ilgisini çeken bir şehirdi. Nitekim 638 yılında
Suriye’de fetihler yapan Ebu Ubeyde Đbn-ül Cerrah komutasındaki Đslam ordusu Antakya’ya
yöneldi ve şehir kuşatıldı. Şehir anlaşma ile teslim alındı. Halkın bir kısmına eman verildi, bir
kısmı şehirden uzaklaştırıldı.
Antakya Abbasiler döneminde sakin bir devir yaşadı, hatta halife Harun Reşid Antakya’yı
ziyaret etti. 877’de Tolunoğullarının, daha sonra Ihşitlerin egemenliği altına giren Antakya,
944 yılında Hamdanoğullarının Halep koluna bağlandı. 968 yılında Bizans ordusunun
kuşattığı şehir 969 yılında teslim oldu. Böylece 631 yıl süren Đslam dönemi sona ermiş oldu.
Mart 1054’de Antakya’da meydana gelen depremde 10.000 kişi öldü.
11. Yüzyılda Batı Anadolu’da birçok fetihler yapan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, idarecilerin
zulmünden bıkan halkın daveti üzerine 300 atlı ile 12 günde Đznik’ten Antakya’ya ulaşarak 12
Aralık 1084 günü Antakya’ya girdi. Şehirde kimseye kötülük yapılmadı. Süleyman Şah halkı
bağışlayacağına dair söz verdi. Alınan bütün esirleri serbest bıraktırdı. Bu durumu gören iç
kaledekiler de direnmekten vazgeçip 12 Ocak 1085’te teslim oldular.
1090’lı yıllarda Avrupa’da Haçlı ordularının tarih sahnesine çıktığı ve Doğuya doğru sefere
çıktıkları görüldü. 1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya geçerek Đskenderun Körfezi’ne
ulaşan Haçlı orduları Đskenderun’u aldıktan sonra Belen geçidi üzerinden Antakya önlerine
gelerek, şehri kuşattı (21 Ekim 1097. Antakya kuşatmaya uzun süre direndi, nihayet 3
Haziran 1098’de Haçlılar tarafından zaptedildi. Bu dönemde Antakya’da Ceyhan Irmağından
Lazkiye’ye kadar olan bölgeyi kapsayan ve Kudüs’e bağlı olan bir dükalık (Antakya Prensliği
veya Antakya Kontluğu) kuruldu.
Bu dönemde Asi nehri ile Silpiyus dağı arasında 1,5 km genişliğinde 5 km uzunluğunda bir
alan üzerine yayılmış olan Antakya şehrinin nüfusu 100 000 olarak tahmin ediliyordu .
Eyyubi Sultanı Selahaddin Eyyubi Eylül 1188’de Haçlıların elinde bulunan Bakras ve
Darbsâk kalelerini zaptetti ve Antakya’nın Anadolu ile bağlantısını kesti. Antakya halkı büyük
sıkıntı içine düştü. Şehir sadece El Mina ve Seleukiea Pieria limanları vasıtasıyla yardım
alabiliyorlardı. Bu arada Antakya Prensliğinin talebi üzerine kısa süreli barış andlaşması
yapıldı. Selahaddin, bölgedeki bütün kaleleri zaptetmek için sefer hazırlığı içinde olmasına
rağmen, III. Haçlı Seferi’nin başlaması üzerine bu sefer gerçekleşmedi. Eyyubi orduları 1191
yılında bölgeden tümüyle çekildi.
13. yüzyılda Mısır’a hakim olan Memlûk Devleti’nin orduları Amik ovasına kadar ulaşmış,
1261 ve 1262 yıllarında Antakya’yı iki defa kuşatmışlardı. 1268 yılında tekrar yöreye gelen
Baybars komutasındaki Memlûk ordusu Koz kalesini zaptettikten sonra Antakya’yı kuşattı. 18
Mayıs 1268 tarihinde şiddetli bir savaş sonucunda Antakya’da zaptedildi. Şehir yağmalandı,
ateşe verildi, surlar tahrip edildi, iç kale yıktırıldı. Şehre denizden gıda maddesi taşıyan
Seleukeia Pieria (Çevlik) limanını da tahrip ettiren Baybars, Bakras ve Darb-ı sâk kalelerini
zaptetti. Bundan sonra Antakya’da ve Bakras’ta birer cami yaptırdı. Antakya’da imar
faaliyetlerine girişildi. Memlûklerin gelişi ile Antakya’da 171 yıl hüküm süren Antakya Haçlı
Prensliği sona ermiş oluyordu.
Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgeye gelen 40 000 evden fazla Türkmen Gazze’den
itibaren Antakya ve Sis (Kozan) sınırına kadar, Haçlılardan alınan sahil bölgelerine
yerleştirildi.
15. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı toprakları güneye doğru genişleyip Memlûk sınırlarına
ulaşınca iki devlet arasında savaşlar da başladı. 1487 yılında Çukurova’da Memlûk ordusu
120
Osmanlı ordusunu yendi, komutanı Hersekzade Ahmet Paşa’yı esir etti. 1488 yılındaki
seferde de Osmanlı ordusu Memlûk ordusuna karşı başarı sağlayamadı. Nihayet 1490
yılında barış anlaşması yapıldı.
Bu yıllarda Ümit Burnu yolunun keşfedilmesi ticaret yolunu değiştirdi. Avrupa-Đskenderun
arasında işleyen gemilerin sayısında azalma oldu. Đskenderun ve çevresi bundan çok
etkilendi.
1516 yılında Osmanlı ordusu ile Memlük ordusu arasında Mercidabık’ta cereyan eden savaşı
Osmanlı ordusu kazandı. Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı oardusunun başında Halep’e
girmesiyle Antakya, Đskenderun ve çevresi de 1516 yılının Ağustos ayında Osmanlı
hakimiyeti altına girmiş oldu. Şehre ilk vali olarak Bıyıklı Mehmet Paşa tayin edildi. Bundan
sonraki yıllarda yöre için en önemli olay, Kanuni Sultan Süleyman’nın buradan geçişidir.
Kanuni, Tebriz seferi dönüşünde Aralık 1535 başlarında Antakya-Đskenderun üzerinden
Adana’ya geçmiştir.1552 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın buyruğuyla Belen’e cami, han,
hamam, imaret ve ziyaret yapımına başlandı. Belen’e 250 nefer derbentçi yerleştirildi. Birkaç
yıl sonra 65 hane daha yerleştirilerek burası köy haline getirildi. Bundan sonra yine yol
güvenliğini sağlamak için Payas’taki eski kale ve hendeği sökülüp tümüyle yeniden yapıldı
(1567-1571). Yine Payas’ta kalenin karşısında Sokullu Mehmet Paşa’nın 1568 yılında
yapımına başlattığı cami, han, hamam, arasta, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca bir
iskele ile bir tersane yapıldı, limanı korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına küçük bir
kale (Cin kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi. Sokullu aynı
dönemde Antakya’da da han, hamam, bedesten, değirmen gibi çoğu günümüze kadar
ayakta kalan yapılar yaptırdı.
17. yüzyılda yörede Süveydiye, Payas, Đskenderun iskeleleri faal durumdaydı. 1648 yılında
Hatay yöresinden geçen Evliya Çelebi, seyahatnamesinde özellikle Payas, Đskenderun,
Belen, Bakras ve Antakya hakkındaki gözlemlerini ayrıntılı olarak anlatmıştır.
Bu dönemde Karamurt’ta (Bakras civarı) Kanuni’nin yaptırdığı han da harap, iş görmez
haldeydi. Đskân çalışmalarının devamı olarak 1703-1704 yıllarında Vezir Hasan Paşa aynı
yerde büyük bir han ile cami ve imaret yapılmasını emretti, yapım 1706 yılında tamamlandı.
Burada aynı zamanda mustahkem bir kasaba inşa edildi ve yol güvenliği için derbent teşkilatı
kuruldu. Böylece bölgede güvenlik sağlanmış oldu. 1769 yılında Abdurrahman Paşa’nın
çabalarıyla Belen’e yeniden etraftan ahali getirilip iskân olundu.
Kışları Amik ovasında, yazları Anadolu yaylalarında geçiren 3.000 atlı, 3.000 yaya çıkaracak
büyüklükte konar göçer bir aşiret olan Reyhaniye aşireti 19. yüzyıl başlarında kısmen iskânı
kabul etti. Yine aynı dönemde Payas ve çevresinde hakimiyeti ele geçiren Küçükalioğulları
ailesi devlete başkaldırdı. Hacı kafilelerinden bile haraç alacak kadar ileri gittiler. Bu durum
19. yüzyıl ortalarına kadar devam etti.
1822 yılında meydana gelen deprem Đskenderun ve çevresinde büyük yıkıma yol açtı.
Seleukeia Pieria’nın son kalıntıları da yıkıldı, Antakya’da birçok ev hasar gördü.
Osmanlı döneminde Antakya’da Ahilik ilkelerine göre çalışan, lonca halinde örgütlenmiş bir
esnaf teşkilatı, hanlar etrafında organize olmuş ve her biri bir mesleğin mensuplarına tahsis
edilmiş sokakların oluşturduğu işlek bir çarşı vardı. Asi nehri üzerinde değirmenler ve sulama
için gerekli suyu nehirden sağlayan su dolapları vardı.
1832 yılında Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Đbrahim Paşa Osmanlı ordusunu
yenerek Suriye’yi zaptetti. Halep’e kabul edilmeyen Ağa Hüseyin Paşa komutasındaki
Osmanlı ordusu Beylan (Belen) Boğazı’na çekilerek burada savunma düzeni aldı. Antakya’ya
gelen ve ordusunu dinlendiren Đbrahim Paşa Osmanlı ordusunun savunmada bıraktığı
boşluklardan yararlanarak 28 Temmuz 1832 günü yapılan savaşı iki saat içinde kazandı.
Osmanlı ordusu ağır kayıplar verdi. Đbrahim Paşa ordusu buradan iskenderun’a geçerek
121
yoluna devam etti, Anadolu içlerine kadar ilerledi. Antakya ve çevresinnde 1839 yılına kadar
Đbrahim Paşa’nın kurduğu düzen devam etti.
Tanzimat’ın ilanıyla tüm Osmanlı ülkesi gibi Antakya ve çevresinin idari teşkilatında da yeni
düzenleme yapıldı.
19. yüzyılda Gâvurdağı yöresinde asayiş bozulmuş, huzur kalmamış, Sivas vilayeti
sınırlarından Đskenderun iskelesi, Beylan ve Antakya kazaları sınırına kadar olan geniş
bölgede isyan hareketleri baş göstermişti. Devlet bu bölgeyi ıslah etmek ve düzeni yeniden
kurmak için bir fırka (tümen) oluşturdu. ”Fırkai Islahiye” adı verilen bu ordunun komutanı
Müşir Derviş Paşa, mülki konulardaki yetkilisi Ahmet Cevdet Paşa idi. Ordu 1865 yılı
ortalarında Đskenderun’a geldi. Belen yoluyla Amanos dağları geçilerek harekâta başlandı,
isyancı aşiretler itaat altına alındı, bölgede huzur sağlandı. Ordunun konakladığı yerde bir
kışla yapıldı. Hacılar, Tiyek ve Akbez nahiyeleri birleştirilerek bir kaza oluşturuldu ve kaza
merkezi olmak üzere kışla yanında birkaç yüz hanelik bir kasaba inşa edildi. Buraya ilk önce
Hassa taburları ayak bastığı için kasabaya “HASSA” adı verildi.
1869 yılında Süveyş Kanalının açılışı Đskenderun iskelesini, dolayısıyla yöre ekonomisini
olumsuz etkiledi. Đskenderun’un ticari yoğunluğu ve buna paralel olarak önemi azaldı. 16
Nisan 1872 tarihinde Antakya’da meydana gelen şiddetli deprem Antakya ve köylerinde
büyük tahribat yaptı. Depremde 1500 kişi öldü, çok sayıda insan yaralı olarak kurtuldu.
Süveyş Kanalı’nın ortaya çıkardığı zararları gidermek üzere Đskenderun-Halep arasında
yapımına başlanan şose 1886 yılında tamamlandı. 1904 yılında yapımına başlanan
Đskenderun-Toprakkale demiryolu hattı ise 1 Kasım 1913 tarihinde tamamlanarak işletmeye
açıldı.
1. Dünya Savaşının son günlerinde Suriye cephesindeki Türk ordusu Halep’i terkedip
kuzeye çekilmiş, bu çekilme sırasında orduya komuta eden Mustafa Kemal Paşa Halep’te
sokak muharebelerini bizzat idare etmişti. 28 Ekim’de 1918’de Mustafa Kemal Paşa
emrindeki birliklere bugünkü sınırlara uyan bir hattın korunmasını emretmiş, yani bir anlamda
yeni Türk Devletinin sınırlarını belirlemiş oluyordu
30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti ile Đtilaf Devletleri arasında Mondros mütarekesi imzalandı.
Ertesi gün mütareke hükümleri ordulara ve vilayetlere tebliğ edildi. Bunun ardından, Yıldırım
Orduları Grubu Kumandanlığına tayin edilen Mustafa Kemal Paşa 3 Kasım 1918 günü
birliklerine verdiği emirde “Đskenderun, Antakya, Cebelsam’an, Katma, Kilis havalisi halkının
dörtte üç çoğunlukla Arapça konuşan Türk olduğunun her işlemde gözönünde
bulundurulmasını” ve mütareke şartları açıklığa kavuşturuluncaya kadar asker çıkartılmasına
engel olunmasını emretti. 4 Kasım 1918 günü, Đstanbul Hükümetinin de onayıyla 5 Fransız
torpidosu Đskenderun Körfezi’ndeki mayınları temizledi. Mustafa Kemal Paşa Sadaret
makamından gönderilen ve Suriye’deki Đngiliz Ordu Komutanına Đskenderun limanından
faydalanabileceklerinin bildirilmesini isteyen telgrafa olumsuz cevap verdi. Ertesi gün de
“Đskenderun’a çıkacak Đngilizlere ateş edilmesi emrini verdiğini” bildirdi ve 6 Kasım günü
Đskenderun’a çıkarma girişiminde bulunan Đngiliz gemilerine sahilden top atışıyla karşılık
verildi. Đstanbul’dan gelen emirleri uygulanmasını sakıncalı gördüğünden, bunları ayrıntılı
gerekçelerle bildirmiş ve yerine bir komutan atanmasını istemişti.Nihayet Yıldırım Orduları
Grubu lağvedildi ve Mustafa Kemal Paşa komutayı devrederek 10 Kasım 1918 günü
Đstanbul’a gitti.
Đşgal, Halkın Mücadelesi ve Đlk Kurşun :
12 Kasım 1918 günü Fransızlar Đskenderun’a asker çıkardı. Anlaşmaya göre yörede Osmanlı
mülki idaresinin devam etmesi , dolayısıyla idarecilerin yerlerinde kalıp göreve devam
etmeleri gerekiyordu. Ama devletin emirlerine uyarak burada kalmak isteyen Kaymakam ve
Liman Reisi hakaret ve eziyetler edildikten, hapsedildikten sonra şehirden çıkarıldılar ve bir
kayıkla Payas’a gönderildiler. 14 Kasım 1918 günü Fransızlar karaya yeni birlikler çıkararak
önce Đskenderun’u, 15 Kasım 1918 günüde Belen’i işgal ettiler. 27 Kasım 1918 tarihinde,
merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiserliği bir kararname yayınlayarak, Antakya,
122
Đskenderun ve Harim’i içine alan ve “Đskenderun Sancağı” adı verilen bir idari birim oluşturdu.
Sancak bir askeri vali tarafından yönetilecekti.
7 Aralık 1918 günü Đskenderun’dan gelen bir Fransız birliği Antakya’yı işgal etti ve “Arap
Hükümeti” adıyla sürdürülmekte olan Faysalcı yönetime son verdi. 11 Aralık 1918 günü 400
Ermeniden oluşan bir Fransız taburu Dörtyol’u işgal etti. I. Dünya Savaşı sırasında başka
bölgelere göçettirilen Ermenilerden geri dönenler aynı tarihlerde Dörtyol çevresinde
toplanarak bu civardaki Ermeni nüfusu 10 000’i aşmış, bu arada Ermeni çeteleri ortaya
çıkmıştı. Đşgalden kısa süre sonra Fransız taburundaki Ermenilerle Ermeni çeteleri taşkın ve
saldırgan davranışlarıyla yöredeki Türkleri taciz etmeye başladılar. Soygun, saldırı, işkence
ve intikam gayesiyle adam öldürme olayları günden güne arttı. Türklerin idari makamlara
yaptıkları başvurular sonuçsuz kaldı. Bu arada baskı ve zulüm yüzünden kaçıp dağlara
sığınan Türklerin kurdukları çeteler olaylara müdahale etmeye başladılar. Nihayet ilk olay 19
Aralık 1918 günü meydana geldi. O gün Karakese köyüne bir saldırı düzenleyen Ermeni
askerlerden oluşan Fransız müfrezesi silahlı direnişle karşılaştı. Köy girişindeki barikatta
meydana gelen çatışmada Fransızlar 15 ölü bırakarak çekildiler. Bu çatışma Türk Milli
Mücadele tarihinin başlangıç noktası ve Kurtuluş Savaşının ilk kurşunudur.
O günlerde Dörtyol çevresinde zulümden bıkan, ama sığınacak bir merci bulamayan
Türklerden çoğu birer silah temin edip dağa çıkarak mevcut çetelere katıldılar. Daha sonra
Kuva-yı Milliye’ye katılan bu çeteler Ermeni çetelerine ve Fransız birliklerine karşı büyük
başarılar kazandı. Aynı şekilde Antakya, Reyhanlı ve Kuseyr (Altınözü) bölgelerinde kurulan
çeteler de Fransız birlikleriyle mücadele ettiler, baskınlar düzenleyip çatışmalara girdiler ve
işgal kuvvetlerine, rahat nefes aldırmadılar.
Nisan 1920’de Reyhanlı mücahitlerinden Tayfur Mürsel (Sökmen)’in Ankara’ya bir telgraf
çekerek “Antakya-Đskenderun ve havalisinin Misak-ı Millî’ye dahil olup olmadığını” sorması
üzerine Mustafa Kemal Paşa cevabında yörenin Misak-ı Millî’ye dahil olduğunu, Maraş’taki
Kolordu ile irtibat kurmaları gerektiğini bildirdi. Eylül 1920’de Kırıkhan-Hassa arasında,
düzenli ve takviyeli Fransız birlikleri ile asker takviyeli Türk çeteleri arasında meydana gelen
Boklukaya Savaşı çetelerin zaferiyle sonuçlandı. 1921 yılı ilkbaharında Kuseyr’de ve
Yayladağı civarında çeteler duruma hakim iken buraya Antakya’dan ve Lazkiye’den takviye
Fransız birlikleri gönderildi. Bunlara karşı çeteler cephe oluşturmuş, mücadeleye
başlamışlardı. Ancak Ankara’da Türk Hükümeti ile Fransız temsilci Franklin Bouillon arasında
devam etmekte olan görüşmeler nedeniyle mücadelenin durdurulması ve çetelerin çekilmesi
emri geldi. Temmuz 1921’de çeteler mücadeleyi bırakarak Anadolu’ya çekildiler.
8 Ağustos 1921 tarihinde Fransız Yüksek Komiserliği Đskenderun Sancağı’nın yönetim
şeklini belirleyen yeni bir kararname yayınladı. Bu kararnameye göre Đskenderun Sancağı
Fransız işgal bölgesi içinde tam özerkliğe ve özel bir idare sistemine sahip oluyordu.
Sancağı bir “Mutasarrıf” yönetecek ve mutasarrıf, Halep Hükümet Reisinin yetkilerine sahip
olacaktı. Sancakta, Türkçe de Arapça gibi resmi dil kabul edilecek, Sancak’ın kendine
mahsus bütçesi olacaktı. 12 Eylül 1921’de yeni bir kararla Harim (Reyhaniye hariç)
Sancak’tan ayrılıp Halep’e, büyük bir Türkmen nüfusunun yaşadığı Bayır-Bucak bölgesi ise
Lazkiye’ye bağlandı.
Ankara Đtilafnamesi ve sonrası (Đskenderun Sancağı Dönemi) :
Ankara’da Fransız Temsilci Franklin Bouillon’la Haziran 1921’de başlayan veiki devlet
arasında savaşı durdurmayı amaçlayan görüşmelerin sonunda 20 Ekim 1921 günü Türkiye
ile Fransa arasında Ankara Đtilafnamesi imzalandı. Savaş hali sona erdi, Türkiye ile Fransız
işgal bölgesi olan Suriye arasında, Payas’tan başlayan, düz bir hat halinde Kilis’e ve oradan
Fırat’a doğru uzanan bir sınır çizildi. Đtilafnamede belirlenen ye sınıra göre Đskenderun
Sancağı sınırlarımız dışında kalıyordu. Fakat Đtilafnamenin 7. Maddesine göre, Đskenderun
mıntıkası için özel bir idare şekli kurulacak, mıntıkanın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerini
geliştirmek için her türlü kolaylıktan ve imkanlardan yararlanacak, Türk dili orada resmi dil
niteliğine sahip olacaktı.
123
Bu yeni dönemde Antakya, Đskenderun ve havalisi Türkleri Anayurttan ayrı yaşamaya
alışamamışlar, her fırsatta Türkiye’den, memleketlerinin işgalden kurtarılması talebinde
bulunmuşlardır. Nitekim Gazi Mustafa Kemal Paşa Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı
ve Çukurova’da bir Ermeni Yurdu kurdurma konusunda baskıların yoğunlaştığı sıkıntılı bir
dönemde, 15 Mart 1923’te Adana’ya geldiğinde Antakyalılar kendisini coşkun sevgi
gösterileriyle karşıladılar. Bu sırada Gazi’yi karşılayan kalabalığın önüne Antakyalı bir kız
(Ayşe Fitnat Hanım) dokunaklı bir nutuk söyledi ve “Ey Ulu Gazi bizi kurtar” diye yalvardı.
Çok duygulanan ve gözleri nemlenen Gazi Paşa kıza, tarihe malolan, kurtuluş vaadeden ve
dünyaya mesaj veren bir cevap verdi: “Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz !” Bu
söz o günden itibaren bütün Sancak Türkleri tarafından kurtuluş için bir senet olarak kabul
edildi, ümit kaynağı oldu.
Bundan sonra 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Andlaşmasında ,Türkiye ve Fransa
tarafından Ankara Đtilafnamesi ile belirlenmiş olan Türkiye-Suriye sınırı aynen kabul edildi.
1926 yılında Đskenderun Sancağı’nda Türklerin girişimleri sonucunda doğrudan Yüksek
Komiserliğe bağlı, Suriye ile eşit haklara sahip ve merkezi Đskenderun olan bir hükümet
kuruldu. Hükümet Reisliğine Delege (Yüksek Komiser temsilcisi) Pierre Durieux getirildi. Ama
Suriye’nin talep ve baskıları sonucunda bağımsızlık ilanı geri alındı, eskisi gibi özerk yönetim
devam etti.
Fransız Yüksek Komiserliği’nin 14 Mayıs 1930 tarihinde yayınladığı 1312 sayılı kararname
aslında Sancak’ın Anayasası niteliğindeki “Nizamname” idi. Sancak’ın teşkilatı ve yönetimi
buna göre düzenlenmişti.
Bu yıllarda Sancak’ta yaşayan Türklerin gözü, kulağı Türkiye’deydi ve bütün gelişmeler
yakından izleniyor, kurtuluş günü bekleniyordu.
O dönemde Suriye Fransa’nın mandası altında olduğundan, ülkenin kaderi Fransa’nın
vereceği kararlara bağlıydı. Lübnan’da bulunan Fransız Yüksek Komiseri’nin kararları Suriye
Meclisinin de üstündeydi. Suriye’nin bu durumdan kurtulması ve bağımsızlığına kavuşması
için uzun süre görüşmeler yapıldı. Nihayet 9 Eylül 1936 da Suriye-Fransa andlaşması
imzalandı ancak bu andlaşma ile bağımsızlık verilirken özel statüye tabi olan Đskenderun
Sancağı’nın durumu göz ardı ediliyor, bundan sonraki dönemde aynı sınırlarla da olsa
kayıtsız şartsız Suriye’ye bırakıldığı ve Ankara Đtilafnamesi’nin geçersiz hale getirildiği
anlamı çıkıyordu.
Türkiye gelişmeleri yakından takip ediyordu. Bu konuda Fransızlarla görüşmeler yapıldı,
fakat olumlu bir gelişme sağlanamadı. Konuyu titizlikle takip eden Atatürk 1 Kasım 1936’da
T.B.M.M.’ni açış nutkunda Sancak konusunda devletin tavrını açıkça ortaya koydu. Nutkun
Hatay’la ilgili bölümü şöyleydi:
“Bu sırada milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk
olan Đskenderun ve Antakya havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle
durmaya mecburuz” Böylece Sancak konusu resmi ağızdan ilk defa gündeme gelmiş oldu.
Ertesi gün Atatürk, Sancak’a “Hatay” adını verdi. Mücadeleyi sürdürecek olan görevlileri
belirledi ve Hatay sınırına yakın yerlerde Hatay Erkinlik Cemiyeti’ nin şubeleri açılarak
mücadelenin buradan sürdürülmesini emretti.
Bundan sonra ilk eylem olarak Sancak Türkleri Suriye genel seçimlerini boykot etti. Bunun
ardından Türkiye ile Fransa arasında alınıp verilen notalar sonucunda varılan mutabakata
göre konu Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ve Cemiyet gündemine alındı. Milletler Cemiyeti
14-16 Aralık 1936 tarihlerinde yaptığı toplantıda durumu yerinde görmek için üç gözlemcinin
Sancak’a (Hatay) gönderilmesini kararlaştırdı.
124
Aralık 1936’da Atatürk, şeklini bizzat belirlediği Hatay Bayrağını Hataylılara armağan
etti. Bayrak Türk Bayrağının aynısı idi. Fark olarak yıldızın içinde küçük ve kırmızı bir yıldız
vardı.
Hatay’la ilgili faaliyetler Dörtyol sınırında yoğunlaştırıldı. 1 Ocak 1937 günü Hatay’a
gelen M.C. gözlemcileri inclelemelere başladı.
Atatürk, bu konudaki gelişmelerin yetersiz ve çok yavaş olduğu kanaatiyle, 5 Ocak
1937’de davayı bizzat takip etmek için güneye doğru yola çıktı. Ancak 6 Ocak’ta Eskişehir’de
yapılan toplantı sonucunda konunun çözüleceği konusunda kendisine teminat verilerek
Ankara’ya dönmeye ikna edildi. Atatürk Ulukışla üzerinden Ankara’ya döndü.
12 Ocak 1937 günü Antakya’da 60 000 ( yabancı radyolara göre 80 000) Türk’ün
katıldığı muazzam bir miting ve yürüyüş yapıldı ve Milletler Cemiyeti gözlemcileri mitingi
baştan sona izledi. Bu vakur ve disiplinli yürüyüşte halk “Đstiklal isteriz ! ” diye haykırdı.
Nihayet Milletler Cemiyeti Konseyi 27 Ocak 1937 toplantısında Đskenderun Sancağı’na
bağımsızlık verilmesini kabul etti. Sancak içişlerinde tam bağımsız dış işleri, maliye ve
gümrük konularında Suriye’ye bağlı olacaktı. Bu karar Hatay Türkleri arasında coşkun
gösterilerle kutlandı. Araplar ise protesto gösterileri yaparak durumu pretosto ettiler.
Seçilen Uzmanlar Komitesinin hazırladığı “Sancak Statü ve Anayasası” 29 Mayıs’ta
Milletler Cemiyeti’nde kabul edildi ve 29 Kasım 1937’de yürürlüğe girdi. Bundan sonra
Milletler Cemiyeti nezaretinde Sancak nüfusunun cemaatlere göre belirlenip
kaydedilmesinden sonra seçimler yapılacaktı. Bunun için seçmen yazımı yapılması
gerekiyordu. Ancak işgal başlangıcından beri çok sayıda Türk, Sancak’ı terkedip Türkiye’ye
gitmek zorunda kalmıştı. Türkiye’de hükümet Hataylılarla, Hatay’da doğmuş olanların 29
Kasımdan itibaren Hatay’a gidebileceklerini ilan etti. Hataylılar trenlerle akın akın Hatay’a
geldiler.
Milletler Cemiyeti kararına göre seçimler 28 Mart ve 12 Nisan’da (1938) yapılacaktı.
Seçim zamanı yaklaştığında Suriye yanlıları gibi Fransız işgal idaresinin de Türkler aleyhine
bir tavır takındığı ve taraflı davranmaya başladığı görüldü. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne
başvurusuyla bu durum engellendi. Seçimlerden önce seçmenler cemaatlerine göre
kaydedilecek, bunun ardından Milletvekillerini seçmek üzere ikinci seçmenler seçilecek,
üçüncü kademede ise Milletvekili seçimi yapılacaktı. Ama olaylar bir türlü bitmek bilmiyordu.
Bu sırada Atatürk’ün hasta olduğu haberleri duyulmuş, yabancı ajanslar bu haberi
dünyaya yaymışlardı. Bu haberleri yaymanın amacı, Hatay meselesinin çözümlenmesini
önlemek ve mücadeleyi yarım bıraktırmaktı. Bunu sezen Atatürk, hastalığına rağmen 19
Mayıs 1938 günü törenlerden sonra güneye doğru yola çıktı. Ertesi gün Mersin’e ulaştı ve
burada muhteşem bir geçit resmi düzenlendi. Bundan sonra Atatürk Hatay meselesi
çözümleninceye kadar Mersin’de kalacağını söyledi. 24 Mayıs’ta Fransız ve Đngiliz elçilerinin
“Türkiye’nin bütün şartlarının kabul edildiğine” dair mesajlarının kendisine ulaştırılması
üzerine Adana’ya geçti. Burada düzenlenen geçit resmini izledikten sonra trenle Adana’dan
Ankara’ya hareket etti.
Hatay’da idarenin yanlı davranması konusuna çözüm bulma çabaları, Dr.
Abdurrahman Melek’in “Sancak Umumi Valiliği” görevine getirilip Delege Roger Garreau’nun
görevden alınmasıyla sonuçlandı. Delegeliğe aynı zamanda askeri birliklerin kumandanı olan
Kolonel Collet getirildi.
Abdurrahman Melek 5 Haziran’da göreve başladı ve ilk işi , Antakya’nın eski Belediye
Başkanı Süreyya Halef’i Antakya Kaymakamlığına, Vedi Münir Karabay’ı Antakya Belediye
Reisliğine tayin etmek oldu.
125
Seçimin güvenli bir ortamda yapılabilmesi için Türkiye ile Fransa arasında anlaşma
sağlanmış, bir de askeri anlaşma imzalanmıştı. Bu anlaşmanın uygulanma esaslarını
belirlemek için Orgeneral Asım Gündüz başkanlığındaki askeri heyet 12 Haziran 1938 günü
Antakya’ya geldi. Burada Fransa’nın Suriye Orduları Kumandanı Orgeneral Huntzinger
başkanlığındaki heyetle 13 Haziran 1938 başlanan müzakereler 3 Temmuz 1938 günü
sonuçlandı ve bir anlaşma imzalandı. Asım Gündüz aynı gün Hatay’dan ayrıldı. Varılan
anlaşmaya göre Hatay’da asayişi 6 000 kişilik bir güç sağlayacak; bunun 2 500’ü
Türkiye’den, 2 500’ü Fransa’dan 1 000’i Hatay’dan karşılanacaktı.
Anlaşma gereği 2 500 kişilik Türk birliği (48. Takviyeli Dağ Alayı) 5 Temmuz 1938 günü
Hassa tarafından (Aktepe) ve Payas’tan iki kol halinde Hatay’a girdi. Kuvvetlerin komutanı
Kurmay Albay Şükrü Kanatlı’ydı. Birlikler 6 Temmuz günü Kırıkhan’a, 7 Temmuz günü
Antakya’ya girdiler, bir kol da Belen’e gitti. 8 Temmuz günü bir müfreze de Reyhanlı’ya girdi.
Askerin girişiyle Türkiye için hayati önemi haiz olan Đskenderun Körfezi fiilen kontrolümüz
altına girmiş, Misak-ı Milli’nin deniz coğrafyası tamamlanmış oluyordu.
Bundan 10 gün sonra Türkiye’nin Hatay Fevkalade Murahhaslığına atanan Cevat Açıkalın
Antakya’ya geldi. Yapılan çalışma ve görüşmelerden sonra yeni bir seçim komisyonu
kuruldu. Komisyon Abdulgani Türkmen başkanlığında, Abdurrahman Melek ve Kolonel
Collet’den oluşuyordu. Seçim çalışmaları 22 Temmuz 1938’de başladı. Cemaatlere göre
tescil işlemi 1 Ağustos’ta sona erdi. Türklerin % 63,5 oranla nüfusun çoğunluğunu
oluşturduğu belirlenmişti. Đkinci seçmenlik kayıtları da 8 Ağustos 1938’de bitti. 19 Ağustos’ta
adayların isimleri ve sayıları belirlenecekti. Meclisi oluşturacak 40 mebusun 31 Türk (9’u
Alevi cemaatinden), 2’si Arap, 5’i Ermeni, 2’si Rum Ortodoks cemaatinden olacaktı. Sürenin
bitiminde her cemaatten aday sayısının seçilecek milletvekili sayısına denk olduğu
görüldüğünden, seçim yapılmadan adayların milletvekillikleri onaylandı.
Hatay Devleti
2 Eylül 1938 günü Hatay Devleti Millet Meclisi Antakya’da, Gündüz Sineması’nda toplandı.
Meclis Başkanlığına Abdulgani Türkmen, Devlet Reisliğine Tayfur Sökmen seçildi. Devletin
adı “Hatay” olarak kabul edildi. 5 Eylül 1938 günü Devlet Reisi Tayfur Sökmen Dr.
Abdurrahman Melek’i başvekil olarak görevlendirdi.
Dr. Abdurrahman Melek’in kurduğu hükümette Başvekil Dahiliye, Hariciye ve Müdafaa
Vekilliğini Dr. Abdurrahman Melek, Adliye Vekilliğini Cemil Yurtman, Maliye Vekilliğini
Cemal Bakı, Nafia ve Ziraat Vekilliğini Kemal Alpar, Maarif ve Sıhhat Vekiliğini A.Faik
Türkmen üstlenmişti.
Hükümet, Meclisin 6 Eylül 1938 günkü oturumunda güvenoyu aldı. Aynı gün Sancak
Anayasası “Hatay Anayasası” olarak kabul edildi. Anayasada Devletin adı, Atatürk’ün verdiği
ad olan “HATAY DEVLETĐ” olarak kabul edilmişti. Devlet Türk çoğunluğuna dayanıyordu ve
idare şekli Cumhuriyet, merkezi Antakya idi. Yine aynı gün Hatay Bayrağı Kanunu kabul
edildi (Bayrak, Atatürk’ün çizdiği bayraktı) ve Hatay Bayrağı bando eşliğinde törenle Meclis
binasına çekildi, 11 pare top atıldı. 7 Eylül günü Türk Đstiklal Marşı, Hatay Devleti’nin de milli
marşı olarak kabul edildi, Meclis hükümete geniş yetkiler verdi. Hükümet, Kanun Hükmünde
Kararnameler çıkarıp uygulayabilecekti. Aynı gün Meclis tatile girdi.
20 Ekim günü Suriye’ye bağlı olarak yönetilen Đskenderun gümrüklerine el konuldu ve Hatay
Devletine devri için işlemler başlatıldı. Buna karşılık aynı gün gece yarısı Fransızlar ve
Suriyeliler Hatay’ın Suriye sınırını kapattılar. Türkiye sınırı da kapalı olduğundan Hatay
ortada adeta hapsolmuştu. Ekonomik hayatın felç olması tehlikesi ortaya çıktı. Aynı gece
Tayfur Sökmen’in emriyle, sınırdaki Suriye karakollarına karşılık olarak karakollar kuruldu.
Ertesi gün Hatay Devleti de Suriye sınırını kapattı. Gümrüklerin devri 21 Ekim günü
tamamlandı. Aynı gün Tayfur Sökmen Kolonel Collet’nin sınırı açma teklifini reddetti. Đki gün
sonra Türkiye Hatay sınırını açtı. Ticari ilişkiler başladı.
1 Kasım günü Türkiye’den gelecek mallar gümrük resminden muaf tutuldu.
126
Hatay Meclisi 1. devre 2. içtima döneminde 1 Kasım 1938’de Meclis binası olarak
düzenlenen Hükümet Konağında başladı. Çalışmalar devam ederken Hatay 10 Kasım günü
Atatürk’ün ölüm haberiyle sarsıldı. Bayraklar yarıya indi., çarşılar kapandı. Okullar tatil edildi.
Minarelerde selalar verildi, kiliseler çanlarını çaldı. Bir ay milli matem ilan edildi. Atatürk’ün
cenaze töreni için 10 milletvekilinden oluşan bir heyet Türkiye’ye gitti
1 Aralık’ta Hatay ürünlerinin Türkiye’ye gümrüksüz girmesi kabul edildi. Bunun ardından
Türkiye’den Hatay’a pasaportsuz, sadece nüfus hüviyet cüzdanı ile girilmesi kabul edildi.
16 Şubat 1939’da Hatay Millet Meclisi “Anavatan kanunlarının Hatay Kanunu olarak aynen
kabul edilmesi” teklifini kabul etti. Şubat ayı maaşları ilk defa Türk parası ile ödendi. 13
Mart’ta Türk parası Hatay’ın da resmi parası olarak kabul edildi.
16 Haziran 1939 günü T.B.M.M.’inde “Türkiye ile Hatay arasındaki bütün mali, iktisadi ve
idari hükümlerin kaldırılması” kabul edildi. Böylece Meydanıekbez - Payas arasındaki sınır
geçersiz oluyordu.
23 Haziran 1939 günü Fransa ile Türkiye arasında Hatay mıntıkasının Türkiye’ye iadesine
dair Hatay anlaşması (TÜRKĐYE ĐLE SURĐYE ARASINDA TOPRAK MESELESĐNĐN
KESĐNLĐKLE ÇÖZÜMÜNE ĐLĐŞKĐN ANLAŞMA) imzalandı. Hiç bir gizli maddesi olmayan
ve geleceğe yönelik hiç bir hüküm ve taahhüt içermeyen bu anlaşmaya göre Fransa,
işgalle ele geçirdiği ve Milletler Cemiyeti kararıyla mandater tayin edildiği bölge üzerinde
kendisine tanınmış olan yetkileri hukuki yoldan ve kayıtsız şartsız Türkiye’ye devrediyordu.
Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının önünde hiç bir engel kalmamıştı.
Anlaşmanın imzalandığı haberi Hatay’a ulaşınca resmi dairelerden Hatay bayrakları indirildi,
yerine Türk Bayrağı çekildi. Şehir Türk Bayrakları ile süslendi. 28 Haziran 1939 günü Hatay
Hükümetinin bakanlıkları lağvedildi. Bakanların görevi sona erdi. Türkiye Başkonsolosluğu da
faaliyetine son verdi. Bütün yetkiler Cevat Açıkalın’da toplandı.
Hatay Devleti’nin sona ermesi ve Türkiye’ye Katılış :
Hatay Millet Meclisi başkanlığı Meclisi olağanüstü toplantıya çağırdı. 29 Haziran 1939 günü
günü saat 16:00’da toplanan Mecliste “Türk camiasının ayrılmaz bir parçası olan Hatay’ın
anavatana kavuştuğunu bir kararla tespitini” isteyen 39 imzalı önerge üzerinde konuşmalar
yapıldı. Sonuçta, önerge ve Abdulgani Türkmen’in “Hatay Millet Meclisinin dağılmasına” dair
teklifi oybirliği ve alkışlarla kabul edildi. Hatay Devleti sona ermiş, Meclisin kendi arzu ve
iradesiyle Türkiye’ye katılma kararı almasıyla hukuki sürecin ikinci kademesi de
tamamlanmıştı.
Tayfur Sökmen ve Abdurrahman Melek 2 Temmuz 1939 günü Hatay’dan ayrıldı.
Kışladaki Fransız askerleri Hatay’dan taşınmaya başladılar. Taşınma işlemi 23 Temmuz
1939’a kadar tamamlanacaktı. T.C. Hükümeti Fransızların Suriye ve Lübnan Bankası, Reji
Đdaresi, Elektrik Şirketi, Đskenderun Liman Şirketi gibi kuruluşlarını bütün mal varlıklarıyla
satın aldı. Hatay Devleti uyruklu olanlara Türkiye veya Suriye uyruklarından birini seçmeleri
için süre tanındı. Suriye uyruğunu geçenler göç ettiler. Suriye ve Türkiye temsilcilerinden
oluşan ortak sınır komisyonu bugünkü sınırı belirledi.
7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı Kanunla Hatay Vilayeti kuruldu ve Seyhan’dan Dörtyol
kazası, G.Antep’ten Islahiye’ye bağlı Hassa nahiyesi (kaza olarak) alınarak Hatay’a bağlandı.
Emniyet Genel Müdürü iken Hatay Valiliğine atanan Şükrü Sökmensüer 18 Temmuz 1939
günü Hatay’a geldi. 19 Temmuz günü Fevkalade Murahhas, Ortaelçi Cevat Açıkalın
Hatay’dan ayrıldı. Kışlada yapılacak tören için gerekli hazırlıklar tamamlandı.
127
23 Temmuz 1939 sabahı Hatay’da kalan son Fransız kıtası kışladan saat 07:30’da çıktı. Türk
ve Fransız birliklerinin birlikte katıldıkları törende 07:45’de Kışladaki Fransız bayrağı indirildi
ve hemen yerine Đstiklal Marşı eşliğinde Türk Bayrağı çekildi. Bu sonuç, töreni izleyen
mahşeri kalabalık tarafından coşkunca alkışlandı. Hatay’ın anayurda katılma işlemleri
tamamlanmıştı. Bu mutlu olay şenliklerle kutlandı.
Hatay’ın kurtuluşu Atatürk’ün izlediği barışçı dış politikanın bir zaferiydi. O, 1921 yılında
T.B.M.M.’ ye, Türk Milletine ve Hataylılara bu toprakları er geç kurtaracağını vaad etmiş,
bunu çeşitli vesilelerle tekrarlamıştı. Bu amaçla uygun şartları sabırla bekledi, uluslar arası
durumu da çok iyi değerlendirerek Hatay’a çok parlak ve sağlam bir gelecek hazırladı.
Atatürk Hatay’ın Anavatana katıldığını göremedi, ama Hatay O’nun milletine son armağanı
oldu.
128
EKOSĐSTEMĐN YEREL YAŞAM VE GELENEKSEL MĐMARĐDEKĐ YANSIMALARI
Yrd. Doç. Dr. F. Mine TEMĐZ
Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim
Üyesi
Bir alandaki canlı organizmalar ve cansız varlıkların hepsinin birden oluşturduğu
sisteme “ekosistem” denir. Organizmalarla cansız çevre elementleri birbiriyle sıkı sıkıya
bağlıdır. Karşılıklı olarak madde alışverişi yapacak biçimde birbirlerine etki yapan
organizmalarla, cansız maddelerin bulunduğu herhangi bir doğa parçası bir ekosistemdir.
Ekosistem yaklaşımı, bireysel organizmalar ya da topluluklardan çok tüm alanın
işlevlerinin nasıl olduğuyla ilgilenir. Bir alandaki organizmalar ve cansız çevreleriyle olan
ilişkilerine bakar. Cansız doğal çevre ile bu çevre içinde yaşamlarını sürdüren canlılar
arasındaki ilişkileri ve etkileşimleri inceleyen bilim dalına ekoloji - çevre bilimi - adı verilir.
Doğal çevre ve içinde oluşturulan yapay çevreler, canlıların en gelişmişi olan
insanoğlunun varlığını sürdürdüğü alanlardır. O nedenle “çevre, canlıların yaşayıp
gelişmesini sağlayan ve onları sürekli olarak etkileri altında bulunduran fiziksel, kimyasal ve
biyolojik faktörlerin bütünlüğüdür” diye tanımlanabilir8. Başka bir deyişle çevre, yaşam içinde
yer alan ilişkiler ve yaşamın oluşturduğu ortamlar bütünüdür.
Mimari yapılar ile yerleşimleri ve kentleri oluşturan diğer öğeler, kullanıcının
gereksinimlerini gidermek üzere tasarlanmış ve üretilmiş bir yapma çevredir. Đnsanoğlu bu
yapay çevreyi oluştururken parçası olduğu ekosistemden ihtiyaçları doğrultusunda en uygun
biçimde yararlanma çabasında olmuştur.
Önceleri mağaralarda ve kaya oyuklarında barınan, avcılık ve toplayıcılıkla hayatını
sürdüren ve göçebe olarak yaşayan insan, hayvanı evcilleştirmesi ve üretime geçmesiyle
birlikte yerleşik hayata da geçiş yapmıştır. Doğal çevreden yararlanarak yaşam alanlarını ve
mekânlarını oluşturma çabası, insanlar arasında işbirliğini zorunlu kılmış, bu işbirliği,
yerleşmelerin, kentlerin ortaya çıkmasını sağlamış ve giderek daha geniş çaplı
örgütlenmeleri zorunlu kılmıştır.
Hayatın sürdürülebilmesi ve üretimin gerçekleştirilebilmesi için gerek köy gerekse
kent ölçeğindeki yerleşimlerde su kaynaklarının bulunduğu alanların tercih edilmesi zorunlu
olmuştur. Đnsan, yakın çevresinde bulduğu kaynakları beslenme ihtiyacı için olduğu kadar
yapay çevresini, barınaklarını ve diğer sosyo-kültürel ve ekonomik işlevlerin gerektirdiği
mekânları oluşturmak için kullanmıştır. Bu doğrultuda en uygun koşulların bulunduğu bir
çevre arayışında olan insan zaman zaman da yaşamsal ya da siyasi zorunluluklar
sonucunda bulabildiği ile yetinmek ve onu kendi gereksinimleri için en iyi biçimde
değerlendirmeye çalışmak durumunda kalmıştır. Bulunduğu çevredeki iklim ve arazi
koşullarına göre toprak, ağaç, taş vb. malzemeyi işleyerek yapısal ürünlerini elde etmiş ve
bunları geliştirdiği çeşitli yöntemlerle işleyerek kendi yapay çevresini, oluşturmuştur. Bu
süreçte farklı coğrafi koşullarda bazı ortak özelliklerin yanında kimi farklılıklar gösteren
kendine özgü yerel yaşam biçimleri, yerel mekânsal oluşumlar, sosyal ve ekonomik sistemler
ortaya çıkmıştır.
Günlük hayatın, farklı kişisel ve toplumsal özelliklerin, faklı sosyal ve siyasi ilişkilerle
yoğrulduğu kültürel birikimler farklı uygarlıkları doğurmuştur. Zaman içinde, ticaretin
8
Nilüfer Akıncı Türk, Ekomimari Ölçekte Yapı Elemanları ve Malzeme Olgusunun Sürdürülebilir
Kentleşmeye Yansıması, BAÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 1999, 1-1, s.117.
129
gelişmesi, ulaşım ve taşıma koşullarının iyileşmesi ile ekosistemden daha geniş bir
çerçevede yararlanmak mümkün olmuş, değişik uygarlıkların kültürel birikimleri ile etkileşim
sonucu yerel mimari ve yaşam biçiminde de farklılıklar görülmeye başlamıştır.
Bu derste ekosistemin yerel yaşam ve mimarisine yansımaları, Antakya ve yakın
çevresinde örneklenerek incelenecektir. Öncelikle Antakya’nın coğrafi konumuna kısaca bir
göz atalım:
Antakya, Anadolu’nun güneyinde, Akdeniz Bölgesi’nin doğu ucunda yer alır. Türkiye
Cumhuriyeti’ne bağlı Hatay Đli’nin sınırları içinde, 36o 10’ kuzey enlemi ile 36o 06’ doğu
boylamı arasında bulunmaktadır9. Kıyıdan 22 km içerde kalır ve denizden yüksekliği 80
m.dir. Amanos (Nur) Dağları’nın güneyinde, Amik Ovası’nın güneybatıda denize açıldığı
Aşağı Asi Nehri Vadisi’nin kuzeydoğu ağzındadır. Güneyden kuzeye doğru denize paralel
uzanan Ensariye Dağlarının uzantısı olan Keldağ’ın (Arab.Cebel-i Akra, Yunan.Cassius)
kuzey ucundaki Habib Neccar (Yunan. Silpius) Dağı’nın (440 m.) eteklerinden Asi Nehri’nin
kıyılarına kadar yayılmıştır. Aşağı Asi boyunca uzanan 8-10 km. genişliğindeki vadi tabanı,
verimli ve geniş düzlüklere sahiptir. Antakya, doğuda Habib Neccar Dağı eteklerinde, batıda
ise ova düzlüğü üzerinde olmak üzere nehrin iki kıyısına paralel olarak uzanmaktadır.
Kaynağı Lübnan Dağları olan Asi Nehri, Hatay Đli’ne bağlı Samandağ’ın güneyinde bir
delta oluşturarak Akdeniz’e dökülür. Toplam uzunluğu 380 km. olan nehrin büyük bölümü
Suriye toprakları içinde kalmaktadır. Antik çağda küçük tonajlı nehir gemilerinin
seyredebildiği Asi (Orontes) Nehri, yüzyıllar boyunca Antakya’yı Akdeniz’e bağlayan bir
suyolu olmuştur10. Nehrin yatağı, günümüzde, Antakya içinden geçen, 2 km uzunluğunda ve
30-35 m. genişliğinde bir kanal haline getirilmiştir. Kentin kuzeydoğusunda, bir sel yatağı
niteliğinde olan Hacı Kürüş Deresi ile güneybatıdaki Hamşen Deresi, Habib Neccar
Dağı’ndan doğarak Asi’ye doğru akan iki önemli su yatağıdır11.
Antakya’nın, Akdeniz’le bağlantısı, kuzeyde, Belen Geçidi üzerinden Đskenderun
Körfezi ile, güneybatıda, Asi Nehri’nin denize döküldüğü yerde, Samandağı Körfezi ile
sağlanır.
Bölgenin bitki örtüsünü Amanoslar ve Keldağ’daki ardıç, meşe, kayın, kızılcık, kavak,
çınar ormanları yanında mersin, defne, kekik ve lavanta kaplı makilikler oluşturmaktadır.
Keldağ’daki orman alanları, Halep çamı, meşe ve kayın ağaçlarından meydana
gelmektedir12.
Antakya’da Akdeniz Đklimi egemendir. Yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve bol yağışlı
geçer. Yıllık sıcaklık ortalaması, 18,2 C, yıllık yağış ortalaması ise 1.1734 mm.dir. Hâkim
rüzgar güneybatıdan eser. Yazın en sıcak ayları rüzgarın en hızlı ve en fazla estiği aylardır13.
Yerleşimlerde su kaynaklarının önemine değinmiştik. Asi Nehri, Antakya kentinin
kurulmasında ve varlığını sürdürmesinde en önemli etmenlerden birini oluşturmuştur.
9
Streck, “Antakya”, Đslam Ansiklopedisi, I, Đstanbul, 1993, 456.
Glanville Downey, A History Of Antioch in Syria From Seleucus To The Arab Conquest, 2. Baskı, Princeton,
1966, 18, 63.
11
“Hatay”, Yurt Ansiklopedisi, Đstanbul, 1981, 3371; Asi Nehri, Amanos Dağları ile Keldağ arasında bir vadi
açarak Akdeniz’e akmadan önce, yöre kapalı bir havzadır. Asi Nehri ve kollarının taşıdığı bütün maddeler, bu
kapalı havza yakınında yığılmıştır. Böylece zamanla Asi Vadisi ile diğer vadilerin tabanları birleşmiş ve çok
geniş düzlükler oluşmuştur a.g.m., 3372-3374.
12
Hatay Đl Yıllığı, 1973, 44.
13
Ümran Çölaşan, Türkiye Đklim Kılavuzu, Ankara, 1970, 70-76.
10
130
Yalnızca kara ve deniz savaşlarının mümkün olduğu dönemlerde koruyucu bir rol oynayan
Silpius (Habib Neccar) Dağı’na sırtını yaslamak amacıyla yerleşim için nehrin doğu yakası
tercih edilmiştir. Asi Nehri, tarımsal sulamanın yanı sıra nehir taşıtları yoluyla deniz ulaşımını
da mümkün kılmıştır. Aynı zamanda kentin batı yakasının savunmasını güçlendiren bir
etmen oluşturmuştur. Nehir üzerinde inşa edilen köprülerle iki yaka birbirine bağlanmıştır.
Kentin dış saldırılara karşı korunması, doğudaki tepeler boyunca uzanarak bu tepelerin
eteklerine kadar inen ve nehir boyunca devam ederek kenti çepeçevre kuşatan surlarla
güçlendirilmiştir. Silpius (Habib Neccar) Dağı üzerindeki kale ve surlar ile kentteki yapıların
inşasında civardaki taş ocaklarından elde edilen taştan bolca yararlanılmıştır. Önceleri
sarnıçlarda biriktirilen yağmur sularından daha sonraları da özellikle Roma döneminden
itibaren (belki daha öncesinden) Harbiye’den su kemerleri vasıtasıyla taşınan içme suyundan
yararlanılmıştır. Amik Ovası ve Asi Vadisi tarımsal açıdan kenti besleyen önemli verimli
kaynaklardır. Çevrede bulunan kil yatakları, dağlık alanlarda bulunan ormanlar, gerek kap
kacak yapımında gerekse ahşap, kiremit gibi yapı malzemelerinin elde edilmesine olanak
sağlamaktadır. Kentin ilk kuruluşunda, ızgara plan uygulanmış, hâkim rüzgârdan
yararlanacak biçimde, güneybatı kuzeydoğu doğrultusunda ana caddeler ve bunlara dik
sokaklar arasında yapı adaları oluşturulmuştur.
Buna göre Antakya (Antiocheia) ilk kurulduğunda kent, batıda Asi Nehri ile sınırlanmış,
doğuda bugünkü Kurtuluş Caddesi’ne kadar yayılmış, kuzeyde Hacı Kürüş (Parnenius)
Deresi’ne yaklaşmış, güney sınırı ise Hamşen (Phyrminus) Deresi’nin kuzeyinde, köprüye
yakın mesafede yer almıştır.
O dönemde, Asi Nehri üzerinde bir ada bulunmaktadır. Orta Çağda, nehrin asıl kent ile
ada arasında kalan kolunun doldurulmasıyla “ada” niteliğini kaybeden bölge Hacı Kürüş
Deresi’nin kuzeyindedir; günümüzde Küçük Dalyan ve Maşuklu beldelerinin sınırları içinde
kalmaktadır. Bu kolun hatları, yüzeyde kendisini sınırlayan şehir duvarlarının ve köprülerin
kalıntılarından izlenebilmektedir. Fransız askeri otoritelerinin çekmiş olduğu bir hava
fotoğrafı, birçok yerde eski caddelere ve hatta binaların dış hatlarına işaret eden açık izler
göstermektedir. Selevkos Krallığı döneminde Antakya’da agoranın varlığı bilinmektedir.
Downey’e göre o dönemdeki ticaret merkezi nehir kenarında, bugünkü merkez (suklar: çarşı)
ile aynı yerde (köprüden başlayıp nehirden itibaren kuzeye ve kuzeydoğuya doğru)
uzanmaktadır14.
Görüldüğü gibi kentin planlanmasında, ekosisteme uyum ve ondan en verimli biçimde
yararlanma söz konusudur. Ne var ki bu kadar elverişli koşullara sahip olan yörede, o günkü
şartlarda hesaba katılamayan depremsellik tarih boyunca kente büyük zararlar vermiş, büyük
yıkımlara neden olmuştur. Ancak olumlu koşulların çokluğu, içinde bulunduğu bölgenin
ılıman iklimi ve verimli topraklarının yanı sıra Anadolu’yu doğuya ve güneye bağlayan önemli
yolların kavşağındaki konumu ile kent, varlığını günümüze kadar korumuştur. Antakya ve
çevresi tarih sürecinde cazip bir yerleşim alanı olarak çeşitli devletlerin ve uygarlıkların ilgi
odağı olmuş, gerek doğal afetler gerekse de savaşlar sonucunda büyük tahribata uğramıştır.
Bu süreçte kent merkezi ve nüfus zaman zaman büyümüş ya da küçülmüşse de çevresel
verilerin belirlediği ana yerleşim ilkeleri varlığını hep korumuştur. Kente hâkim olan devletler
ve uygarlıklar farklı kentsel donatılar inşa etmiş ve onlara kendilerinden bir şeyler katmışsa
da geleneksel malzeme ve yapım sistemleri küçük faklılıklarla süreklilik gösterirler.
14
Glanville Downey, Ancient Antioch, 32; Downey, bu düşüncesini nehirle bağlantılı ticari faaliyetin
sürekliliğine, Dura, Halep, Şam’da da nehir kenarındaki modern çarşıların ( ya da sukların) bu tür kullanımından
Selevkos’un Antakya’da kurduğu şehirde de aynı işlevi gördüğü fikrine bağlamaktadır., Downey, A History
of…, 69, 78.
131
M.Ö. 300’de Selevkoslar tarafından kurulan Antakya daha sonra Roma, Bizans, Arap,
tekrar Bizans, Selçuklu, Haçlı, Memluk ve Osmanlı egemenliklerinde kalmıştır. Birinci Dünya
Savaşı sonrasında Fransızlar tarafından işgal edilmiş, 1938’e kadar Fransız askeri
yönetiminde kalmış, bir yıl Hatay Cumhuriyeti’nin başkentliğini yaptıktan sonra Hatay Đli
bütününde Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmıştır. Osmanlı egemenliği sırasında, XIX. yüzyılda,
güneyde surların dışına ve Asi Nehri’nin batı yakasına doğru gelişmeye başlamıştır.
Günümüzde modern kent, batı yakada gelişmeye devam etmektedir. Asi Nehri’nin
doğusunda yer alan tarihi kent merkezi, yukarda bahsedilen savaşlar ve doğal afetler
sonucunda defalarca yerle bir olarak yeniden inşa edildiğinden büyük bir höyük
görünümündedir. Modern yapılaşmanın tehdidine rağmen bu büyük höyüğün en üst
tabakasında, Osmanlı dönemi kentsel donatıları ve mimari yapıları büyük ölçüde varlığını
korumaktadır. Kent içinde, önceki dönemlere ait kalıntılar ve veriler oldukça azdır.
Bu dersin devamında, tarihi kent merkezindeki Osmanlı dönemi yerleşim dokusu ve
mimari yapıları üzerine tespitlerimizle ekosistemin yerel yaşam ve geleneksel mimariye
yansımalarını inceleyeceğiz.
Antakya, Osmanlı egemenliğinde kaldığı sürece, Selevkoslar zamanında yapılan, Roma
ve Bizans dönemlerinde zaman zaman genişletilmiş olan kale ve surlar varlığını korumuştur15.
Kale ve sur duvarları, en son Osmanlı zamanında olmak üzere farklı dönemlerde, farklı ölçü
ve biçimlerde taş ve tuğla malzeme ile onarılmış ve yenilenmişlerdir. Surlar, Bizans dönemi ve
sonrasındaki sınırlarını korumuşlardır.
Bu dönemde, aşağı kentin alanı küçülmüş, kent merkezi güneye doğru çekilmiştir.
Geriye kalan alan, kuzeydeki surlara kadar bahçelerle kaplanmıştır. Hamşen Deresi,
Osmanlı egemenliğindeki Antakya’nın da güney sınırını oluşturmaktadır16. Kent, batıda, Asi
Nehri kıyısındaki surlara dayanmakta, doğuda, Habib Neccar Dağı yamaçlarına kadar
uzanmaktadır. Kuzeye doğru gidildikçe, doğu-batı yönündeki genişliği önce giderek
artmakta, daha kuzeyde ise yeniden azalmaktadır. Güneybatı-kuzeydoğu doğrultusunda
ortasından geçen Eski Sütunlu Cadde aksının iki tarafında, neredeyse simetrik biçimde
yerleşmiş olan kent merkezi, kuzey ve kuzeydoğuda, Hacı Kürüş Deresi’nin 1,8 km.
güneyinde, bugünkü Ataker ilkokulunun kuzeydoğusunda sonlanmaktadır. Buradan itibaren,
kuzeye doğru, sebze ve meyve bahçeleri ile bunlar arasında yer alan tarlalar, adeta
Antakya’nın kenar mahalleleri gibi olan köylerini oluşturmaktadır17.
Bu noktada, Osmanlı döneminde, tarım, hayvancılık ve yapı hammaddeleri yönünden
yakın çevresinde bulunan ve Antakya’yı besleyen bölgeler ile bunların biçimlendirdiği yerel
yaşamı genel çerçevede belirleyen sosyo- ekonomik yapıyı, inceleyeceğiz.
Antakya’yı besleyen ve yöredeki sosyo-ekonomik yapıyı belirleyen bölgeler dört
kısımdan ibarettir:
1- Asi Vadidi
15
Bir tanesinin zirvesinde kalenin yer aldığı azametli ve yüksek dört dağ ile surlardan ibaret olan şehir, bu
dağlardan birinin yamacına kurulmuştur.; Chesnau, 1549’da geldiği Antakya’da görülmeye değer en önemli şeyin
çok iyi bir işçilikle ve hemen hemen tamamı mermerden yapılmış olan surlar olduğunu anlatır. Jean Chesnau, Le
Voyage De Monsieur D’Aramon Ambassadeur Pour Le Roy En Levant, Paris, 1887, 144.
16
Hamşen Deresi kışlanın kuzeydoğusunda yer almaktadır. Dere bugün ıslah edilmiş ve güneybatısında, ona
paralel olarak 2001 yılına kadar kullanılmış olan eski hastaneye giden cadde yapılmıştır. Doldurulmuş olan dere
yatağının üzerinde bugün yapılar yükselmektedir.
17
Ali Faik Türkmen, Mufassal Hatay Tarihi, Đstanbul, 1937.51.
132
2- Kuseyr Yaylası
3- Amik Ovası
4- Dağ Mıntıkası
1-Asi Vadisi: Antakya’nın ekonomisinde önemli bir yer tutan Asi Vadisi, Asi Nehri’nin
Antakya Ovası’ndan denize kadar uzanan yatağını kaplar. Doğudan Kuseyr Yaylası, Batıdan
Kızıldağ’ın etekleri ile çevrilmiş olan bu alan sekiz-on kilometre genişliğinde bir vadidir. Dut,
meyve ve sebze yetiştirilen bahçe köyleri buradadır. Asi Vadisi, Antakya’nın olduğu kadar
Hatay’ın ve Halep’in meyve deposudur. Dut bahçeleri kentin güneyinden başlayarak Harbiye
Nahiyesi ile bütün su kenarlarını kaplamakta, ipekçiliğin hemen tamamı bu alandan
sağlanmaktadır. Kentin ekonomisi büyük ölçüde ipekçiliğe dayanmaktadır.
Birinci dünya savaşından sonra yapay ipeğin yaygınlaşması üzerine dut bahçeleri azalmış,
yerini daha çok meyve bahçelerine bırakmıştır. Savaş sonrası buğdayın pahalılaşması, ipek
kozasının değer kaybetmesi servetleri ipekçiliğe dayalı olan eşraf ailelerini fakir düşürürken,
biraz buğdayı olan hali vakti yerinde esnaf ise birdenbire zengin olmuştur. Değişen ekonomik
dengeler sonrasında, Antakya’nın adeta varoşları görünümünde olan yakın bahçe köylüleri
de toprak sahibi olmaya ve kentlileşmeye başlamış, bahçe köyleri kentin kuzeyine yeni
mahalleler olarak eklenmişlerdir. Köylülerden zanaat sahibi olan ve ekonomik yönden
güçlenenler, kentin güneyindeki mahallelere yerleşmeye başlamışlardır.
Sebze bahçeleri, Asi nehrinin iki tarafına sıralanmış ve Antakya şehrine en yakın mahalleri
işgal etmiştir. Sulama, “zikir” denilen ağaç setlerde toplanan, nehir suyunun döndürdüğü
dolaplar ve “oluk” ya da ‘arık’ denilen tahta cetvellerle yapılmıştır18. Büyük tahta dolapların
suyu 15-20 evli bahçıvan köyünü idare eder. Dolap ve zikir köyün ortak malıdır. Asi
Vadisi’ndeki tarlalar da küçük parçalar halinde bölünmüştür ve her biri bir bahçeye aittir.
Akarsular etrafını köyler ve su kenarlarına uzak kalan düzlükleri de tarlalar kaplamıştır.
Geniş düzlükler arasındaki tepeciklerde zeytinliklere rastlanır.
Asi Vadisi'nin hemen tamamında mülk sahibi Antakya eşrafıdır. Eşraf Antakya’da oturur,
yılın belli günlerinde ipek kozalarının toplanmasına nezaret etmek üzere bahçelerinin
başında bulunurlar19. Kozalar toplandıktan sonra hayvanların sırtında şehre getirilir. Bunlar,
Antakya’daki imalathanelerde boğularak Avrupa’daki fabrikalara sevk edecek hale getirilir.
Bahçe köyleri aynı zamanda eşrafın sayfiye yeridir ve çoğunluğu yaz mevsimini buradaki
köşklerinde geçirirler. Köylerdeki her amele ailesi, bir mülk sahibinin bahçesinde ortakçı
durumundadır20. Bütün aile fertleri bahçe işlerine katılırlar. Asi Vadisi’ne dışardan geçici
amele gelmez. Bahçıvanlar uzun yıllar içerisinde çalıştıkları bahçeleri terk etmezler ve
bahçıvanlık babadan oğla geçer21.
2- Kuseyr Yaylası: Asi Vadisi’nin doğusunda sıralanan 250-300 metre yüksekliğindeki
tepelerin doğu yüzeyi düşük bir eğimle giderek yükselen bir yayla oluşturur. Doğuda Asi
Nehri’nin kıvrımı, kuzeyde Amik Ovası, güneyde de Ordu (Yayladağı) bölgesine kadar
uzanır. Asi Vadisi’nin doğusundaki sıra tepelerin batı yamaçları fundalık ve zeytinliklerle
18
Bkz., Türkmen, a.g.e., 49-52.
a.g.e., 53.
20
a.g.e., 53.
21
b.k.z. a.g.e., 49-54
19
133
örtülüdür. Yayla kısmında fundalıklar, yerlerini tarlalara, üzüm bağlarına ve zeytinliklere terk
eder. Tarlalar ve bağlar arasında köyler birer vahayı andırır. Kuseyr Yaylası’nda akarsular
yok gibidir. Yalnız Kuseyr Çayı adındaki küçük bir ırmak bulunur. Bu da yazın kurur ve su
birikintileri haline geldiğinden burada Asi Vadisi’ndeki gibi bir sulama faaliyeti yoktur.
Kuseyr Yaylası ormansız ve meyvesiz bir düzlüktür ve tek tük rastlanan kaynaklar
birer çeşme haline getirilmiş ve her çeşme etrafında bir köy kurulmuştur. Burada 200 kadar
köy vardır. En önemli gelir kaynağı zeytin, buğday, arpa ve biraz da darıdır. Bağlarda suya
ihtiyacı olmayan meyveler yetişir. Üzümlerinden önemli miktarda pekmez yapılarak Hatay’ın
ihtiyacını karşılar. Đncir ve üzüm dışarıya sevk edilecek kadar çok değildir. Meyanköküne de
rastlanır. Burada Amik’e göre daha yoğun bir insan topluluğu bulunur. Burada Amik’teki gibi
geniş arazi sahibi beyler yoktur. Toprağın büyük bir kısmı Antakya eşrafının, zengin orta halli
ailelerin ve hatta esnafın tasarrufu altındadır. Köylerde oturan ve köy ağası olan Kuseyr
eşrafının da oldukça geniş arazileri vardır. Burada farklı tiplerde çalışma yöntemleri vardır.
Bunlardan kesimcilikte (maktu icar), mal sahibi tarlasını belli bir miktar buğday veya para
karşılığında bir çiftçiye kiralar. Ortakçılık burada da geçerlidir. Marabalıkta köylüler, mal
sahibinin tarlasını sürer ve çeşitli işlerini yapar, zeytin çırpmada, zeytinyağını şehre
indirmekte, incir, üzüm, badem ve ceviz ameleliklerinde ve mengenelerde çalışırlar. Azab
yönteminde, mal sahibi çiftçiyi belli bir ücret karşılığında elinin altında bulundurur. Çiftçi,
ailesiyle birlikte mal sahibinin gösterdiği evde oturur. Đhtiyaçları mal sahibi tarafından giderilir.
Bu yöntemde ürünün tamamı mal sahibine aittir, çiftçi sadece ücret karşılığı çalışır. Her yıl bu
anlaşma yenilenir. Kuseyr’de küçük toprak sahibi orta halli aileler de vardır22.
3. Amik Ovası: Doğu Anadolu’ya kadar kuzey-güney yönünde uzanan büyük çöküntünün
Halep’e doğru genişleyen kısmında, güneyden Kuseyr Yaylası, batıdan Kızıldağ ve Asi
Vadisi ile kuzeyde Kürt Dağı ile çevrili Amik Ovası, ortasındaki göle izafeten bu adı almıştır.
Çöküntünün ortasında büyük bir alan kaplayan Amik Gölü kışın taşarak etrafını bataklık
haline sokar.
Ova genel olarak Hatay’ın zahire ambarıdır. Buğday, arpa, darı başta olmak üzere
bol miktarda hububat ve pamuk yetişir. Hasat zamanı çok sayıda ameleye ihtiyaç olur.
Buradaki sürekli ve geçici ameleye yazın işsiz kalan, Kuseyr Yaylası’ndan ve Asi Vadisi’nden
hatta Halep’ten göç buraya amele gelir.
Burada geniş arazi sahipleri Türkmen beyleridir. Burada tarlalar ortakçılık, maraba ve
azab yöntemleriyle işletilir. Amik Ovası’ndaki akarsu kenarlarında, yazın bir süreliğine buraya
gelen bahçıvanlar tarafından bostanlar ekilir. Burada önemli miktarda kavun, karpuz ve mısır
yetiştirilir ve mal sahibine belli ölçülerde pay verilir. Amik’in geniş arazisinin bir kısmı her yıl
dinlenmeye bırakılır ve bu arazide çayırlar oluşur. Mal sahipleri bunlardan da otçuluk ve
meracılık olarak yararlanırlar. Buraya çevreden ve hatta Musul civarından hayvan sürüleri
gelir. Boş bırakılan alanlardaki yeşil otları hayvanlar yer ve ekin kaldırıldıktan sonraki saplar
(firezler) mevsim sonunda Đskenderun yoluyla ihraç edilir. Bu çayırların bir kısmı da her yıl
müteahhitlere satılır, onlar da ot balyalarını taahhüt ettikleri kurumlara teslim ederler23.
4. Dağ Mıntıkası: Dağlık alan, kuzeybatıdaki Kızıldağ bölgesi ile Kuseyr’in güneyindeki
dağlık kısımdan, kuzey ve kuzeydoğuya uzanan dağlık bölgeden ibarettir. Orman ürünleri
mıntıkanın en önemli gelir kaynağıdır. Dağlık alanın en önemlisi Kızıldağ’ın kuzeyindeki
Belen Geçidi bölgesidir. Hatay’ın dış ticareti ve denizle ilişkisi buradan sağlanır. Hatay’ın
ekonomisinde en önemli rolü oynayan Đskenderun yolu buradan geçmektedir. Ormanlar
22
23
b.k.z. a.g.e., 54-57
b.k.z. a.g.e., 57-62
134
arasında küçük topluluklar halinde seyrek köyler bulunur. Hatay’ın güneydoğusundaki Ordu
(Yayladağı) bölgesi de bu mıntıkada önemli bir yere sahiptir. Arazi, kayalık, küçük düzlüklerin
tekdüzeliğini bozan dağlar, çamlar ve fundalıklarla örtülüdür. Bölgede inşaat hammaddesi
olarak kullanılan taşın çıkarıldığı, Demirkapı, Topboğazı, Şenköy taş ocakları bulunmaktadır.
Bugün Suriye sınırları içinde kalan Salkın Ocağı da yöreye taş sağlayan önemli bir kaynaktır.
Dağlık bölgede, Asi’ye kavuşmadan kuruyan derelerin ve kaynakların suları
birleştirilerek köy değirmenleri oluşturulmuştur. Güçlükle açılan tarlalar çok değerlidir. Seyrek
olan köylerde evler arasında geniş boş alanlar vardır. Köylerde evler toplu halde bulunur ve
etrafları bağlık bahçelik olduğundan uzak yerlerden kolayca göze çarparlar. Koyun, inek ve
sığır az görülür, daha çok siyah keçiye rastlanır.
Burada, büyük arazi sahipleri ve emlak sahibi Antakya eşrafı olmadığından her
köylünün kendine göre az çok küçük bir bahçe veya tarlası ve birkaç keçisi bulunduğundan
köylüler Asi Vadisi’ndeki gibi amele konumunda değildirler. Köylünün geliri hayvancılık,
kerestecilik, odunculuk, kömürcülük ve tütüncülüktür. Mülk sahibi çoğunlukla köylüler
arasında sivrilmiş orta halli ailelerdir. Köylerinde oturur ve işlerini kendileri görürler. Ortakçı
ve maraba tutmazlar yalnız bir iki azab ile yetinirler. Bunların bazılarına köy ağası denir ama
köylü üzerinde büyük bir nüfuzları yoktur. Nüfusu seyrel olan dağ köylerinde en fakir ailenin
bile küçük bir evi, birkaç keçisi vardır. Bunların sütünden yağ ve peynir yapar, şehre
indirirler24.
Görüldüğü gibi Hatay ekonomisi büyük ölçüde ziraata dayanmaktadır. Küçük ölçekte
ve basit tezgâhlarda yapılan üretimde, pamuk, tütün, şekerkamışı, susam, dut, zeytin ve
orman ürünlerinden yararlanılır. Başlıca üretim, ahşap, deri, maden, konut, sabun, koza işleri
ile gıda üzerinedir. Antakya, sabunculuğu ve sabunhaneleri ile ünlüdür. Gıda sanayisinde
değirmeler önemli bir yer tutar. Bunların başında su değirmeleri gelir. Bunlar çoğunlukla Asi
Nehri Vadisi’nde ve küçük akarsuların dağdan ovaya indikleri alanlarda görülür. Antakya’da
toplanan Asi Vadisi ipek ürününün burada ancak telleri çıkarılmakta ve ipeğin de ham
durumda bir kısmının basit tezgâhlarda işlenmesi ile yetinilmektedir.
Asi Vadisi’ndeki ve kilce zengin alanlarda çamur sanayinin ocaklarına çokça rastlanır.
Burada tıpkı Anadolu’da olduğu gibi çanak çömlek vb. ile inşa malzemeleri olan tuğla ve
kiremit yapılır. Antakya kenti içinde ve Asi’nin batı yakasında dokuz adet kiremit ve tuğla
atölyesi vardır.
Çevresel verilerin Antakya’da ve onu besleyen kırsal alanlarda, insan faktörü ile
birlikte nasıl değerlendirildiğini ve nasıl bir ekonomik ve toplumsal düzen ortaya konduğunu
inceledikten sonra mimariye ağırlık vererek konuya devam edeceğiz25.
Yapay çevre oluşturulurken çevrenin sunduğu inşaat hammaddelerinin kullanımı ve
işlevlere göre yapıların ve yerleşmelerin tasarımı, ekonomik ve sosyal yapı ile yerel yaşamın
da etkisiyle farklı biçimlenişler göstermişlerdir. Bir yörede çevresel veriler, yerel yaşamı ve
sosyo-ekonomik yapıyı belirlerken insan faktörü ve toplum yapısının oluşmasındaki
geleneksel, siyasi, kültürel vb. etmenler de bu verilerin farklı değerlendirilmesini getirmiştir.
Böylelikle insan faktörü benzer ekosistemler içinde daha değişken yapılanmaların belirleyicisi
24
25
bkz. a.g.e., 62-66.
bkz. a.g.e., 89-77
135
olmuştur denebilir. Ekosistemin insan dışındaki bileşenleri ise bu yapılanmadaki ortak
noktalarda daha hâkim etkenler durumundadır.
Öncelikle yapay çevrenin en temel ve vazgeçilmez ögesi olan konutlardan söz
edelim. Antakya ve Asi Vadisi’nde toplu iskân görülürken Amik Ovası Kuseyr Yaylası ve
Dağlık Bölgede dağınık iskâna rastlanır. Bu bağlamda, yörede görülen konut tipleri, şehir
evleri, köy evleri, geçici kulübeler ve dağ evleri olarak gruplandırılabilir. Köylerde, zenginlere
ait şehir tipi evlerin dışında çoğunlukla taş ve tuğladan, damları toprak ve sazla örtülü evlere
rastlanır. Sonradan kiremit örtü yaygınlaşmıştır. Göçebe ameleler geçici kulübelerde yaşar.
Buradaki konutlar genellikle Amik Gölü’nün kamış ve sazlarından yaralanılarak yapılmış,
üzerleri çamurla sıvanmıştır. Bunlara “perdi ev” denir.
Asi Vadisi’nde köy evleri çoğunlukla toplu biçimdedir. Birkaç köy evinin ortak birer
damı ile birer samanlık ve ambarları vardır. Vadide, nehre dökülen akarsuların geniş
yataklarındaki siyah ve yuvarlak taşlardan yapılmış tek katlı müstakil evlerin üstleri kiremit ve
kamış örtüyle kaplanmıştır. Bunlarda ilkbaharda ipekböceği beslendiği için Amik’tekilere göre
daha özenli inşa edilmişlerdir. Dağlardakiler ormanlardan elde edilen ahşaptan
yapılmışlardır. Bunlar çoğunlukla kiremitle örtülüdür.
Antakya kent merkezinde görülen geleneksel evleri daha ayrıntılı anlatacağız:
. Günümüzde kentte mevcut olan en eski ev örnekleri XIX. yüzyıldan kalmadır. Ancak
bunların gerek kentteki yaygın kullanımları gerekse Antakya’ya ait belgeler ve kaynaklardaki
ev tasvirlerine uygunlukları Antakya’nın daha önceki yüzyıllardan beri süregelen geleneksel
ev karakterini yansıtmakta oldukları anlaşılmaktadır26.
Antakya’nın XVIII. yüzyıla ait Şer’iyye Sicillerinde bulunan, evlerin çeşitli hukuki
işlemleriyle ilgili kayıtlar, bu dönem evlerinin ortak özelliklerini ana hatlarıyla ortaya
koymaktadır: Belgelere göre, Antakya evleri, ‘tahtanî’ veya ‘fevkani’ (tek ya da iki katlı)
yapılmış, avlulu, içte, büyüklüğüne göre değişen sayıda odaları, mutfak, kiler gibi mekânları
bulunan, avluda su kuyusu ve kenefi (hela, tuvalet), uygun yerlerde ‘sâyegâh’ ya da ‘çardak’
denen yazlık kısımları, meyve ve diğer cins ağaçları olan, cepheleri sütunlu ve kemerli (üst
katların galerilerinde yer alan ve çatıyı taşıyan ahşap dikmeler ve onları birbirine bağlayan
kemerler kastedilmiş olmalıdır), üstleri kiremit örtülü yapılardır27. Belgeler ve seyyahların
verdiği bilgiler XIX. yüzyılda da sonra da evlerin mimari özelliklerinin aynı olduğunu
göstermektedir28.
1831’de kente gelen Michaud, evlerin avlularındaki ağaçların meydana getirdiği yeşil
dokuyu şöyle anlatır: “Ağaçlarla içiçe girmiş küçük evlerden oluşan modern Antakya, dağın
tepesinden hem bir koru hem de bir kent görünümündedir. Her evde dut, incir ve çınar
ağaçları vardır...29”
26
Ataman Demir 1973’den itibaren sürdürdüğü çalışmaları sonucunda, geleneksel avlulu Antakya evlerini
doçentlik tezi olarak ele almış, Çağlar Boyunca Antakya adlı kitabında da bunlara yer vermiştir. Ataman Demir,
Antakya Eski Konut Dokusu Üzerine Bir Đnceleme, (ĐDGSA. FBE. Basılmamış Doçentlik Tezi), Đstanbul, 1974;
Demir, Çağlar Boyunca Antakya, Đstanbul, 1996; Şeriyye Sicilleri Rıfat Özdemir tarafından incelenmiş ve
değerlendirilmiştir. Rıfat Özdemir, "Osmanlı Döneminde Antakya'nın Fiziki ve Demografik Yapısı - 1709-1860",
Belleten, LVII, 1994, s. 119-157.
27
Özdemir, a.g.e., 151-152.
28
Özdemir, a.g.y.
29
M. Mıchaud, M. Poujolat, Correspondance d'Orient (1830-1831), Brüksel, 1841 , 244-253.
136
1835’te Antakya’ya gelen Chesney ise evleri daha ayrıntılı tanımlar: “Evlerin planları
Türk evleri gibidir. Genellikle taş olan bu yapıların, ahşap karkas olan kısımlarının içleri
güneşte kurutulmuş tuğla ile doldurulmuştur. Çatıları kiremitle kaplı beşik çatılardır. Portakal
ve nar ağaçları ile gölgelenen avlulardan çıkan merdivenler, üst katlardaki koridorlara ve
balkonlara ulaşır. Yaz mevsiminde batıdan esen serin rüzgârı alabilmesi için kapı ve
pencereler genellikle bu yöne bakarlar30. 1836 öncesinde kente gelen Bartlett de evlerin
taştan yapıldığını ve eğimli çatılarının kiremitle kaplandığını tekrarlar31.
Bütün bu verilerden yola çıkarak Antakya evinin genel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Antakya evinde, avluya bakan, sokaktan algılanmayan bir cephe düzeni görülür. Buna
karşın, bazı evlerde, yaşama birimlerinin üst katındaki bir veya daha fazla odanın, avlu
duvarından sokağa taşan ve diğer yörelerdeki Türk evlerine benzeyen çıkmaları bulunur.
Antakya evindeki işlevlerin genel olarak yaşama ve servis birimleri olarak ikiye
ayrıldığını söyleyebiliriz. Yaşama birimleri, oturma, yeme, yatma gibi eylemlerin
gerçekleştirildiği ‘odalar’; servis birimleri, mutfak, kiler, tuvalet gibi mekânlardır. Avlu (havuş)
ise bunlar arasında hem bağlayıcı rolü oynamakta hem de her iki grubun işlevlerinin ortak
olarak görüldüğü bir açık mekân olarak karşımıza çıkmaktadır. Tek ya da iki katlı olan yaşama
ve servis birimleri genelde kendi içlerinde bütün olarak düzenlenmiş, avlunun, bir ya da birden
fazla kenarına yerleştirilerek evin sokakla ve komşu evle sınırını belirlemişlerdir. Avlunun
bazen hiçbir birim yer almayan kenarlarını belirleyen duvarlar da dış mekânla ilişkiyi
kesmişlerdir. Komşu evler, bitişik düzende yapılmışlardır.
Evin sokakla ilişkisi, avluya açılan ve aksı sokaktan içerisinin görünmesini engelleyecek
biçimde şaşırtılmış bir geçitle sağlanır. Odaların ve servis mekânlarının her biri ayrı ayrı
avluya açılırlar. Aralarında çoğunlukla bağlantı yoktur. Kimi zaman iki oda arasında, ahşap
bölme duvarı ya da dolaplar arasına gizlenmiş bir geçit yer alır. Benzer durum iki katı birbirine
bağlayan gizli bir merdiven şeklinde de karşımıza çıkabilmektedir. Kimi zaman iki oda
arasında yer alan bir eyvan bunlara geçit verir. Yaşam birimleri ile avlu duvarının kesiştiği bir
köşede, daha çok iki tarafı açık, zemini avlu seviyesinden yükseltilmiş, üzeri açık veya örtülü,
kimi zaman iki katlı bir öğe olan sâyegâh (çardak, livan, eğlencelik) yer alır. Avluda genellikle
bir su kuyusu ve bazen de süs havuzu (bürke) bulunur. Bir bölümü meyve ağaçları ve çiçekler
için ayrılmış olan avlu zemininin kalan kısmı mermer ya da düzgün kesme taşlarla
kaplanmıştır.
Avludan yüksekte yapılan odaların girişinde, en az kapının taradığı kadar bir alan eşik
olarak ayrılmış, odanın asıl zemini yerden yükseltilmiştir. Eşik ve yüksek zemin, mermer ya da
kesme taşla kaplanmışlardır. Odaya girerken ayakkabılar eşikte çıkarılmaktadır. Burada
yıkanma eylemi de gerçekleştirilir. Duvarlar içten ahşapla kaplanmıştır. Duvarların içinde
yüklük (mahfel), kapı girişine en yakın duvarda çeşitli eşyaların konabileceği bölmeli nişlerden
oluşan ‘mihrabiye’ gibi elemanlar bulunur. Ahşap kaplamaların kalitesi, işçiliği ve bezemesi ev
sahibinin ekonomik durumuna göre değişmektedir. Aynı şey döşemeler için de geçerlidir.
Antakya evlerinde ana inşaat malzemesi, yörede bolca bulunan taştır. Zemin katların dış
duvarları büyük çoğunlukla taştan inşa edilmiş, dış cepheleri düzgün kesme taşla
kaplanmıştır. Đç mekânda, odalar ahşap karkas duvarlarla ayrılmıştır. Đki katlı evlerde, çıkma
bulunmaması durumunda üst kat taştan, çıkma varsa ahşap karkas sistemde yapılmıştır.
Ahşap karkasta tuğla ya da çeşitli dolgu malzemesine yer verilmiştir.
30
31
R.A. Chesney,The Expedition for The Survey Of The Rivers Euphrates and Tigris, Londra, 1850, 424-428.
W.H. Bartlett, Asi Kenarlarında, (Çev. Saffet Kızıldağlı), Ankara,1961, 8-12.
137
Đki katlı evlerde, üst kata, avlunun bir kenarında yer alan merdivenle çıkılır. Merdiven, iki
katın da kagir olması durumunda pencereleri avluya bakan bir koridora ulaşır. Đkinci kat,
kısmen ya da herhangi bir bölme olmadan, tamamen açık bırakılabilmektedir. Bu katta yer
alan odalar kimi zaman sokak cephesine doğru çıkma yapar. Parselin biçiminden dolayı
yamuk bir alana sahip olan odalar, çıkmalar vasıtasıyla dörtgenlere dönüştürülmüştür. Đkinci
kat, bazen çatı arası olarak değerlendirilmekte, kiler, sebze kurutma alanı, odunluk v.b.
işlevlerle kullanılabilmektedir.
Đkinci katın ahşap karkas sistemde inşa edilmiş olması durumunda bu kattaki odalar,
konsollar üzerinde duran bir galeriye açılırlar. Avluyu üst kata bağlayan merdiven bu galeriye
ulaşır. Galerinin üzerini örten çatı, ahşap dikmelerle taşınmıştır ve dikmeler birbirlerine dilimli
kemerlerle bağlanmışlardır. Dikmelerin arası çoğunlukla açık bırakılmış, daha sonraki
dönemlerde ise bazıları camlı ve ahşap doğramalı kanatlarla kapatılmışlardır. Đkinci durumda,
kemer aynalarında ahşap kayıtlarla bölünmüş sabit camlara yer verilmiştir.
Avluya bakan kâgir duvarlarda, ritmik bir düzende doluluk ve boşluk oluşturan, iki ya da
daha çok sayıda, basık kemerli pencereler (taka) açılmıştır. Pencerelerin iç yüzüne ahşap
kapaklar, dışına ikişer kanatlı, camlı ahşap doğramalar takılmıştır. Avluya açılan oda kapıları
da basık kemerlidir ve aynı ritmik düzenin devamı biçimindedir. Asıl pencere dizilerinin üst
seviyelerinde, daha küçük boyutta pencereler (kuş takaları) yer alır. Bu pencereler, duvarı
hafifletme ve havalandırma sağlamaya yararlar. Aynı zamanda, gece alt sıradaki asıl
pencerelerin ahşap kapakları kapatıldığında sabahın ilk ışıkları bu pencerelerden içeri
girebilmektedir. “Kuş takası” (penceresi) halk tarafından kullanılan bir terimdir. Kapı ve
pencere dizileri arasında yer alan diğer bir cephe elemanı, taş duvar içindeki nişlerdir. Bunlara
yörede fanus takası” denmektedir. Fanus takaları, gaz lambası vb. aydınlatma gereçlerinin
konması için kullanılır. Hıristiyan evlerinde buraya ikonlar da konabilmektedir.
Tavanlar üç tipte; a- düz ahşap kaplamalı, b-kenarları düz veya ahşap oymalı ahşap, iç
kısımları badanalı, tekne tavan, c- çıtalarla çeşitli desenler verilerek ve kalemişleri ya da
yağlıboya ile bezenerek yapılmışlardır. (R.12-18) Bazı örneklerde, duvarların ya da pencere
içlerinin ahşap kaplamaları ile dolap kapakları üzerinde de kalemişi bezemelere
rastlanmaktadır.
Antakya evleri ahşap beşik çatılarla örtülmüş ve alaturka kiremitlerle kaplanmışlardır.
Çıkma konsolları ve galeriler, taş konsol üzerine oturan ahşap kirişlerle taşınmıştır. Her ikisi
de profilli olan taş konsol ve ahşap döşeme kirişi, son derece ustalıkla biraraya getirilmiştir ve
adeta tek bir malzemeden oluşmuş, tek parça bir eleman gibi algılanmaktadırlar.
Sayegahlar da üstleri örtülü ya da iki katlı yapıldıklarında burada, birbirlerine kaş
kemerler ya da daha geniş tek açıklıklarda Bursa kemeri ile bağlanan ahşap dikmelere yer
verilmiştir. Evlerin avlu cephesinde yer alan en önemli bezeme öğesi fanus takaları ve kuş
takalarını taçlandıran geometrik ya da bitkisel desenli taş oyma düzenlemelerdir.
Merdivenlerin ve kimi zaman galerilerin soğuk demir işçiliği ile yapılmış, desenli korkulukları
da süsleme öğeleri arasında sayılabilir.
Geleneksel Antakya evlerinde hayat büyük ölçüde avluda geçer. Narenciye ve diğer
meyve ağaçlarının sağladığı gölgesi, kuyuları ve küçük havuzları ve ile avlular sıcak iklimde
konforlu, serin ve gözlerden uzak bir açık mekân oluştururlar. Kışlık zahirenin hazırlanması,
yemeklerin hazırlanması ve yenmesi, çamaşırların yıkanması ve asılması burada aile
fertlerince ortak olarak gerçekleştirilen eylemlerdir. Avluyu çevreleyen her oda geniş aileleri
138
oluşturan çekirdek ailelerden her birine aittir. Bunlara halk arasında “ev” denmesi de bu
yüzden olmalıdır. Yemeklerin pişirildiği mutfak bazen yıkanma işinin de gerçekleştirildiği bir
yerdir. Kışın, mutfakla odalar arasında yağmurlu havalarda gidiş geliş bu düzenlemenin biraz
zorlaştırıcı yönünü oluşturmaktadır. Yazın odalardaki halılar kaldırılarak zeminleri yıkanmakta
ve eşikteki bir giderden su avluya akıtılmaktadır. Odaların zeminlerini kaplayan mermer ve
karo mozaiklerin desenleri bir halının işlenişini aratmayacak niteliktedir. Avlular da sık sık
yıkanarak temizlik ve serinlik sağlanmaktadır.
Sık sık depremlerin yaşandığı kentte, içten ahşapla kaplanan kapalı mekânların
duvarlarını oluşturan taşlar bir tahribat sırasında dışa, avluya dökülmektedir. Böylelikle
insanlar, içerde olduklarında korunmakta veya avlunun duvarlardan uzak kısımlarına
kaçabilmektedirler. Depremde zarar görebilecek ahşap duvarların yeniden yapımı ise kolay
olmaktadır.
Antakya’da evlerin ve diğer yapıların beden duvarları ile avlu duvarlarının sınırladığı
dar ve gölgeli sokaklar kendine özgü bir yapı gösterirler. Sokaklar arazinin yapısına ve
eğimine göre biçimlenmiştir. Dere taşları ile kaplanan sokakların ortasında, yolu genişliğine
ve eğimine göre değişen ölçülerde, daha düşük kotta, yine taşla kaplanmış olan arıklar
bulunur. Dağlardan birikerek gelen yağmur suları bu arıklar vasıtasıyla nehre kadar ulaşır.
Arıkların iki yanındaki yüksek kottaki kısımlar yayaların yürümesi içindir. Osmanlı
döneminde, kentteki yol dokusunun ızgara düzeni değişmiş, bütün Osmanlı kentlerinde
olduğu gibi kendiliğinden oluşmuş, girift bir sokak düzeni hâkim olmuştur.
Antakya’da evlerin dışındaki yapılarda da kâgir inşaat uygulanmıştır. Örtü sistemi ya
kâgir tonoz ve kubbe ya da ahşap çatı ve kiremit kaplama ile oluşturulmuştur. Osmanlı
döneminde Helenistik ve Roma dönemi ne oranla küçülmüş ve daha önce açıkladığımız
nedenlerle engebeli bir hal almış olan kent merkezinde, geniş meydanlarda büyük programlı,
anıtsal yapılara rastlanmaz. Dini yapılar da içe dönük ve avlulu sistemde yapılmışlardır ve
cephe biçimlenişleri evlerinki ile büyük benzerlik gösterirler.
XIX. yüzyılda, Avrupa’da yapı endüstrisinin bir parçası olan beton, birçok Osmanlı
kentinde olduğu gibi Antakya’da da kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle Fransız işgali
döneminde yapıların geleneksel yapım sistemlerine döşeme malzemesi olarak katılan beton
ve I profilli demir kirişlerin kullanımı yaygınlaşmıştır. Kentte 1930 yılında bir çimento plak
atölyesi açılmıştır. Bu atölyenin aletleri ve desenleri Fransa’dan, çimentosu
Çekoslovakya’dan getirilmektedir. XIX. yüzyıldan sonra Asi Nehri’nin batısında da yerleşim
başlamış, yerel mimariye batı kökenli üslupların eklendiği eklektik bir üslup ortaya çıkmıştır.
Günümüzde küçük ölçüde da avlu yapımı ve yerel yaşam biçimi sürdürülmeye
çalışılsa da betonarme inşaat ve apartman daireleri biçimindeki konutların yaygın kullanımı
geleneksel yaşamı sürdürmeyi güçleştirmektedir. Tarihi kent merkezindeki evler köylerden
göç eden dar gelirli ailelere kiralanmaktadır. Bu evler çoğu kez bölünerek birkaç aile
tarafından kullanılmaktadır. Geleneksel kent dokusu, çok katlı ve eskisi ile uyumsuz modern
yapılaşmanın ve bakımsızlığın tehdidi altındadır.
139
ANTAKYA’DA YAŞAM
Tülin Tümay
Uzman Arkeolog
MKÜ Arkeoloji ve Sanat Tarihi Araştırma Merkezi
Hatay coğrafi konumu nedeniyle tarihi boyunca bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış
ve bu sayede de çok zengin bir kültürel mirasa sahip olmuştur. Hatay, Anadolu ile
Ortadoğu dolayısıyla Mezopotamya arasında bir köprü konumundadır. Doğu ile batı
kültürünün kesiştiği bir noktada yer alması nedeniyle sürekli kültürel bir alışveriş söz
konusudur. Hatay bir tek kuzeyden güneye-güneyden kuzeye giden anayolların geçtiği bir
yer konumunda olarak kalmamış, doğudan gelen ve tarihte Đpek Yolu diye adlandırılan
önemli ticaret yolunun da önemli bir kavşağı ve bir ticaret merkezi de olmuştur.
Hatay’da günümüzde, geçmişte olduğu gibi bir çok dinden ve inançtan insanlar bir
arada yaşamaktadır. Cami, Kilise ve Havra yan yana varlıklarını ve görevlerini
sürdürmektedir. Çeşitli din ve inançtan insanların yüzyıllardan beri beraber yaşaması kültürel
bir zenginlikle beraber büyük bir hoşgörüyü de beraberinde getirmiştir. Bu kültürel zenginlik
ve hoşgörü toplumsal yaşama, sanata, örf, adet ve geleneklere de yansımıştır.
Çoğu zaman dinsel öğeler ve gelenekler birbirine girmiş özde var olanla karışıp yeni
bir kültür olarak ortaya çıkmıştır. Ama her zaman, bir dayanışma ve özveri, birbirlerinin
hakkına saygılı güzel komşuluk ilişkileri içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Farklı etnik
gruptan olan komşular birbirlerinin bayramlarını kutlar dini inanışına göre yapmaması
gerekli şeyi komşusu onun adına yapar ya da kolaylaştırır. Örneğin cumartesi günü ateş
yakmaması gereken Musevi komşusunun sobasını yakar veya yemeğini pişirir. O da oruç
tutan Müslüman komşusuna iftarda yemek verir. Ya da bayramını kutlamak için ziyaret eder.
Bunlar toplumsal dayanışma ve hoşgörünün en güzel örnekleridir.
Hatay’da etnik grup Suni Türkler ve Nusayriler ( Arap Aleviler) nüfus yoğunluğu
açısından birbirine eşit gibidirler. Arap suniler ve Arap Hıristiyanlar ise azımsanmayacak
sayıdadır. Antakya’da geçmişte de bir çok değişik kültürel, dinsel ve etnik gruplara bağlı
topluluklar yaşamışlardır. Günümüzde Hatay’da Arap Alevi (Nusayri),Arap Hıristiyan, Türk
Suni, Arap Suni, Ermeni, Yahudi, Çerkez ve Afganlar bulunmaktadır. Kentte Arapça ve
Türkçe konuşulmaktadır. Ancak okur- yazar oranının artması ve eğitim seviyesinin
yükselmesi ile meydana gelen değişimler sonucu Arapça bilenlerin ve konuşanların sayısı
geçmişe oranla azalmıştır. Özellikle kırsal bölgelerdeki köyler ve kentteki yaşlılar arasında
Arapça daha yoğun olarak kullanılmaktadır. Türk suniler, Hıristiyanların bir kısmı ile
Yahudilerin ana dili Türkçedir. Arap Sünni, Arap Alevi, Arap Hıristiyanların ana dili Arapçadır.
Ermeniler aralarında Ermenice konuşmaktadırlar. Ancak tüm grupların ortak kullandıkları dil
Türkçedir.
ANTAKYA GELENEKSEL YEMEK KÜLTÜRÜ
Bir toplumda yemek kültürü, yemeğin üretilmesinden tüketilmesine kadar izlediği serüvene
bağlı olarak ortaya çıkan maddi-manevi kültür öğelerinin oluşturduğu önemli bir kültürel
dizgedir. Görünüşte içgüdüsel ve önemsiz bir olay gibi görünse de günlük yaşantının
önemli bir bölümü yemek için, yiyecek üretme, üretilenleri satın alma için gerekli ekonomik
gelir ve yemeği ortaya çıkarmak için çabayla geçer.
140
Yemek yeme temelde fizyolojik bir olay olmakla birlikte, toplumdan topluma bölgeden
bölgeye değişiklik gösterir. Bu nedenle yemek kültürü, toplumlar arası farklılıklardan birini
oluşturur.
Yemek kültürünün çeşitlenip özelleşmesinde ana etken; ekolojik çevre, dinsel inanç,
kültürel birikim, sosyal ve etnik gruplar, eğitim düzeyi ve kültürel mirasın toplamının damak
zevkleri ile bütünleşmesidir. Bu bütünleşme Antakya yemek kültüründe çok güzel bir
şekilde izlenmektedir. Antakya’nın bulunduğu ekolojik çevre, farklı dinsel grupların
bulunması, renkli bir tarihsel geçmiş ve buna bağlı oluşan zengin bir mutfak kültürü
oluşmuştur.
Her toplumun ve her kültürün damak zevki ve beslenme alışkanlıkları farklıdır. Çeşitli
araştırmacılar kendilerine göre bu faktörleri sınıflandırmışlardır. Beslenme kültürünü
oluşturan çeşitli faktörler vardır. Bunlar;
Ekolojik Faktörler: Đklimsel koşullar ve bunun getirdiği etkiler, arazi, su ve buna bağlı
uygun ürün ve buna bağlı beslenme alışkanlıkları. Antakya’nın geleneksel yemek kültürü
oldukça çeşitlidir. Buna rağmen iklimsel değişiklikler gösterir. Yaz aylarının çok sıcak
olması nedeniyle çok baharatlı ve yağlı olan ağır yemekler yerini sebze ve zeytinyağlılara
bırakır. Ancak yaz kış değişmeyen ve sürekli olarak tercih edilen mangal alışkanlığı ve
buna bağlı olarak yoğun olarak kırmızı et tüketimi bu kültürün kendine has özelliğidir. Yaz
ve kış ne zaman olursa olsun evlerin balkonlarında veya piknik alanlarında sıklıkla
mangalların yandığı gözlenebilir.Kuru yiyeceklerin çok az tüketildiği yaz mevsiminde kışın
olduğu gibi bulgurdan yapılan yiyecekler ve yoğurtlu yiyecekler bolca tüketilir. Özellikle
“sarma içi” denen başka yörelerde “kısır” adıyla bilinen yiyecek yeşilliklerin çoğaldığı
bahar ve yaz mevsiminde oldukça bol tüketilir.
Kış mevsiminde ise sıcak yemekler tercih edilir. Bu mevsimde Antakya’nın özellikle
geleneksel yemekleri baş köşede yer alır. Đklim şartları nedeniyle yaz kış yeşillik ve sebze
bulmak mümkündür. Sofrada dunlar eksik olmaz.
Ekonomik Faktörler: Aile ve bireylerin ekonomik düzeyi, buna bağlı satın alma gücü ve
yine buna bağlı beslenme seçimini doğurur. Bir sebze ya da meyvenin bulunulan yerde
yetişmesi hem ucuz olmasını hem de kolay ulaşılmasını sağlar. Bir bölge de hangi ürün
çok bulunuyorsa o ürüne yönelik yemek çeşitliliği artar. Örneğin bereketli Amik ovasında
bol miktarda buğday yetiştirilmesi, buğdayla yapılan yemek çeşitliliğini getirmiştir.
Aynı zamanda ekonomik düzeyin iyi ya da kötü olması yemek yeme biçimlerini de etkiler.
Ev yerine dışarıda yemek yemek veya sipariş vererek eve hazır gıdalar getirtmek yemek
kültürünün gelişmesine neden olmaktadır. Dışarıda yemeğe giden ailenin oluşturduğu
toplulukla beraber bir eğlence anlayışı ortaya çıkar. Antakya’da piknik ve sayfiye
yerlerinden olan Harbiye’ye, Yenişehir Gölü’ne, Samandağ gibi yerlere yemeğe yada
pikniğe gitmek bir eğlence anlayışına dönüşmüştür.
Kültürel Faktörler: Bireylerin yaşadığı toplumsal ve kültürel çevre, göç, kültürel
değişmeler, tarihsel zenginlik, eğitim, iletişim ve bunların etkileşimiyle oluşan beslenme
çeşitliliği.
Antakya’da yemek kültürü kendine has özellikler gösterir.Đnsanlar çok küçük yaşlardan
itibaren çok acılı ve çok baharatlı yiyecekler yemeye başlarlar. Bebek daha yemek
aşamasına gelir gelmez öncelikle bir köftenin tadını öğrenir. Sarma içi, içli köfte yedirilir.
Sabah kahvaltısı başta olmak üzere her öğünde yeşil ya da kırmızı biber sofrada yerini
alır.
Antakya’da her öğün çok önemlidir. Đnsanlar sofradayken diğer öğünde ne yemek
yapılacağı konuşulur. Antakya yemek kültüründe en önemli özelliği zengin mezeleridir.
Türkiye’nin hiçbir yerinde bu kadar zengin meze çeşidini bir arada göremezsiniz. Meze, ev
restoran ya da meyhane kültüründe en önemli yerdedir. Mezeler; yanında üzeri bol
susamlı iyice uzatılmış pide ekmeklerle sunulur. Yemekler son derece büyük porsiyonlu
,acılı, baharatlı ve çok renklidir.
141
Hatay, Anadolu ile Ortadoğu dolayısıyla Mezopotamya arasında bir köprü konumunda
olması nedeniyle yemek kültürü çok çeşitli hatta eklektiktir. Burada yapılan bir çok
yemeğin benzerlerini Suriye’de ya da Mısırda bulamak mümkündür. Güneydoğu ve
güney yemekleriyle de benzerlikler ve farklılıklar gösterir.
Dinsel Faktörler: Dinlerde yenmesi ve içilmesi tabu sayılan ya da kutsallık kazanan
yiyecek ve içecekler, dini bayram, adak, kurban gibi dinsel ritüellerde kullanılan yiyecekler
beslenme çeşitliliğini farklılaştırır.
Örneğin Đslamiyet’te at ve domuz eti yenmez. Şarap içimi günah sayılır. Domuz eti
yemek, Musevilikte de Đslam dininde olduğu gibi günah sayılır. Bunun yanında
Hıristiyanlar domuz eti yer ve şarabı da kutsal sayarlar. Antakya’da da domuz Hıristiyan
ailelerce tüketilir, diğer dinsel gruplarca tüketimi yoktur. Antakya’da yaşayan Alevilerde
inek dişi bir hayvan olduğu için kesmezler. Hindistan’da olduğu gibi inek kutsal sayılmasa
da, insanlara sunduğu et dışındaki ürünler ve doğurganlık özelliği nedeniyle Alevi toplumu
tarafından yenmesi günah sayılmaktadır.
Yemek Kültürü Ve Sosyal Yaşam:
Bir aile gündelik besin ihtiyacının karşılanmasının yanında, damak zevkine verdiği önem
derecesine göre gündelik yaşamın büyük bir bölümünü yemeğe ayırmaktadır. Eğlence,
dost sohbetleri, misafir ağırlama, düğün, nişan, adak, bayram, gibi sosyal olgular yemek
kültürünün fenomenlerinden olup, insanların birbirleriyle iyi ve kötü günlerde iletişimlerini
sağlar.
Đnsanları birbirine yaklaştıran davetlerin hemen hepsinin ana çatısını yeme-içme ile ilgili
yapılan hazırlıkların, misafirlere sunulması oluşturmaktadır. Bir misafire verilen değer, bir
davette yer alan yemeğin türüne, harcanan emek ve zamana göre belirlenir. Đşte bu
insanların birbirine verdiği değerin ifadesidir. Genellikle tüm dünya toplumlarında yemek
birleştirici bir öğe olarak karşımıza çıkar. Yemek ve yeme kültürüyle ilgili her türlü öğe
geçmişten günümüze insanların zevkine, ruhsal doyuma yönelik gelişmeler gösterir.
Yemek kültürü bir toplumda var olan sınıf farklılaşması ve sınıfsal ayrımları yansıtır.
Kentsel ve kırsal bölgelerde aile boyu yemek yeme insanlar için özel bir anlam taşır.
Kentsel yaşamın insanlara getirdiği ekonomik şartların ağırlığı, sosyal ilişkilerin kopukluğu
dolayısıyla misafir ağırlama yemek davetinden çok, yine yemek kültürünün bir parçası
olan içecekler ve unlu mamuller ile gerçekleştirilir. Kırsal kesimde ise o öğünde sofrasında
ne varsa misafiriyle onu paylaşma şeklindedir.
Yemek kültürü dinsel törenler, evlilik, ölüm, askere gönderme, adak, festivaller, konuk
ağırlamak gibi birçok sosyal olgu ile iç içedir. Tabu olan yiyeceklerin yanı sıra yapılması
kutsal olan yemekler ve yenilmesi kutsal yiyecekler halkın dinsel inanışını uygulamada
önemli işleve sahiptir. Ölüm yaşamın sona ermesi gibi üzücü bir olay olsa da cenaze
evine gelen insanlar bile yemekle ağırlanırlar. Antakya’da ölü evinde yemek pişmez.
Komşu ve akrabalar 3 gün cenaze evine yemek getirirler. Sonra 7. ve 40. gün yemekleri
yapılır.
Antakya Eğlence Hayatında Yemek Kültürünün Yeri:
Yemek kültürü ve eğlence hayatı arasında sıkı bir bağ vardır. Bu toplumdan topluma
kişiden kişiye değişen bir olaydır. Geçmiş ve bugün arasında önemli bir fark olmasına
rağmen insanlar bir rahatlama şekli olan eğlenceden hiç vazgeçmezler. Yazılı kaynaklara
göre Antakya’da eğlence hayatı Antik çağlardan günümüze kadar her dönemde çok
önemli bir olgudur.
142
1950’li yıllarda çok canlı bir sosyal yaşamı olan Antakya’da, aile gazinoları, kapalı ve açık
hava sinemaları, mesire yerleri, hafta sonu baloları, ev toplantıları, davetler, düğünler,
bayramlar ve tabi bunun uzantısı olarak zengin sofralar ve yemek çeşitleri gelmektedir.
Dönemin ünlü sanatçılarının hepsi gelmiş geçmiş Antakya’dan ve hepsi de belleklerde
izler bırakmış. Yemekli gazinolar olduğu gibi evde yemek hazırlanılarak götürülen
mekanlarda yer almış. Geçmişte Antakya ile ilgili hatıralarımda en önemli yer tutan şey
büyük parkta çeşitli gruplardan yükselen darbuka sesleridir. Hatta Antakya için bir deyiş
vardır “kapı gıcırtısına bile oynarlar” Đşte Antakya böyle yaşamayı, eğlenceyi ve yemeği
seven, ilginç bir toplumdur. Her yemek bir seremonidir Antakya’da. .
Antakya ve eğlence hayatı denildiği zaman akla ilk gelen yer Harbiye’dir. Harbiye
geçmişte bugün sahip olduğu ünden çok daha fazlasına sahiptir. Antakya’nın kuruluş
efsanelerinde bir söylenceye göre Antakya şehrinin harcı yoğrulurken biraz uyku tozu,
birkaç damla zevki sefa, bir kadeh gözyaşı ve bir şişe hıyanet şarabı dökülmüş. Harbiye
Roma döneminde çok önemli bir sayfiye yeridir ve çok güzel mozaik eserlerle süslü villalar
yer alır. Eğlence hayatı çok gelişmiştir, bölge insanı için yemek içmek o dönem için de çok
önemlidir. Hatta Pompeililerle benzerlik kurulur. Harbiye günümüzde lokantaları ile ün
yapmıştır. Mezeleri, taze pişmiş susamlı pideleri ve ızgara tavuğuyla hoş damak zevkleri
sunar.
Hafta sonları pikniğe gitmek bir gelenek gibidir. Antakyalılar kalabalık yaşamayı sevdikleri
için kalabalık gruplar halinde pikniğe gidilir. Piknikte mangal yakmak, etleri şişler takmak
genelde erkeklerin görevidir ve bu yemek işlemi zevkle ve seremonisel bir şekilde
gerçekleştirilir. Bol yeşillikli zerzevatlar yapılır. Yemek üzerine mangal ateşinde pişmiş
Türk kahvesi içilir ve yine mangal ateşinde pişmiş künefe yenir. Künefe yapmakta genelde
erkeklerin görevidir. Antakya mutfağının yemekleri genelde zahmetli olsa da hanımların
işini kolaylaştıracak pratik yemekleri de vardır. Kasap ve fırıncılar arasında hazırlanıp
pişirilen yemekler Antakya hanımlarının çoğu zaman hayatlarını kolaylaştırır. Bu yemekler;
sini kebabı, kağıt kebabı, lahmacun, ıspanaklı ekmek( katıklı ekmek), biberli ekmek gibi
yiyeceklerdir.
Geleneksel Antakya Yemeklerinden Örnekler:
Antakya’nın kendine özgü birçok geleneksel yemekleri yapılış ve içeriklerinde tarihsel
etkiler, farklı kültürlerin etkileşimi, ekolojik çevredeki zenginliğin yanı sıra, kuşaktan
kuşağa aktarılan benimsetilmiş ve öğretilmiş damak zevkinin oluşturduğu alışkanlıklar yer
alır. Antakya Akdeniz bölgesi ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi illeri ile ortak bir geleneği
paylaşmakta hem de onlardan oldukça farklı ve kendine özgü bir geleneği korumaktadır.
Bu farklı geleneğin Arap kültürünün etkisinden kaynaklanır. Hem güney illerinin
mutfağından hem de Suriye özellikle de Halep’ten etkileşmiştir. Bol baharat katılması,
köfte türleri ve meze çeşitleri Suriye’nin yanı sıra Irak’la da benzerlikler gösterir.
Yemek konusu görünüşte çoğu insana yaşamı sürdürmek için gerekli basit bir konu gibi
görünse de, Antakya için basit bir olay değildir. Kentte günün her saatinde bir yemek
hareketliliği hakimdir. Günün erken saatlerinde başlayan hazırlıklar, alışveriş, ekonomik
gelir için verilen çabalar öncelikle güzel bir damak zevki içindir.
Antakya’nın geçmişten bu güne kuşaktan kuşağa aktarılan yemek çeşitlerine biraz
değinelim:
Tuzlu Yoğurt: Yoğurt hafif eksimsi tadı olan koyu kıvamlı sütten mayalanarak elde edilen
bir süt ürünüdür. Koyun, keçi, inek ve manda sütünden yapılabilir. Antakya’da tuzlanıp
pişirilerek kahvaltıda yenmek ve bazı geleneksel yemeklerde kullanılmak üzere hazırlanır.
Tuzlu yoğurt Antakya ve çevresine özgü bir yiyecek türüdür. Buzdolabında saklamadan
uzun süre dayanabilen bir yiyecektir. Tuzlu yoğurt kullanılarak yapılan geleneksel
yemekler: yoğurt aşı, tuzlu yoğurt çorbası, kabak ve ıspanak boranisi, Kumbursiye, analı
143
kızlı, şiş börek vb. yiyeceklerdir. Ayrıca kahvaltıda, içine ince doğranmış ve pişirilmiş
soğan katılarak ya da domatesle karıştırılarak, biraz domates salçası ile pişirilerek ya da
sadece zeytinyağı ve pul biberle süslenerek kullanılabilir.
Tuzlu Yoğurt Çorbası: Biraz pirinç yıkanır suda haşlanır pirinç pişince içine tuzlu yoğurt
eklenir. Çorba kıvamına gelince ateşten alınıp üzerine tereyağı, pul biber ve nane
tavlandırılarak dökülür.
Yoğurt Aşı Çorbası: Islatılmış bulgur, soğan , biber ve baharatlarla makinede çekilip çiğ
köfte yapılır. Ceviz büyüklüğünde köfteler alınıp içleri açılarak dövülüp biber ve nane
eklenmiş içyağı parçacıkları koyulup kapatılır. Daha önce hazırlanmış olan yoğur çorbası
içine atılıp pişirilir.
Ekşi Aşı Çorbası: Zeytinyağı, az şeker, soğan, havuç ve domates kavrulur, üzerine su
eklenerek kaynatılır. Başka bir yerde unla yağ kavrulur kıvam verici olarak pişen çorbaya
eklenir, biraz nar ekşisi ve nane eklenir. Hazırlanan çorbaya yoğurt aşında kullanılan
içyağlı köfteler atılıp pişirilir.
Analı Kızlı Çorbası: Yoğurt aşı çorbasının içine şapka şeklinde yapılmış mantı
parçacıkları eklenerek pişirilir.
Aya Köfteli Çorba: Köftelik et alınıp içine tuz ve karabiber eklenerek karıştırılır. Fındık
büyüklüğünde küçük parçacıklar biraz nar ekşisi eşliğinde avuç içinde yuvarlanır. Biraz
tereyağında pişirilir. Pirinçle pişirilip hazırlanmış domates çorbasına katılıp pişirilir. Çorba
üzerine kıyılmış maydanoz eklenerek servis yapılır.
Mutebli: Haşlanıp pişirilmiş buğdayların yoğurt ve tuz ile karıştırılarak yapılan ve yemek
yanında soğuk yenen bir ek yemektir. Yaz aylarında daha çok tercih edilir.
Oruk ( Đçli Köfte): Antakya yemek kültüründe çok önemli bir yer tutar. Çevre illerle içli
köfte olarak benzerlik göstersede lezzet, çeşit ve pişirim şekli açısından farklılık gösterir.
Atta apayrı lezzetlerdedir. Şam oruğu, Tappuş oruk, sac oruğu, tepsi oruğu, kümbülfişfi
gibi farklı şekil ve tatları vardır. Genelde üzerine bol zeytinyağı sürülerek fırında pişirilir ya
da yağda kızartılır. Yapımı yorucu ve oldukça emeklidir. Yapıldığında çok miktarda
yaptıkları için oldukça uzun sürer. Bulgur, soğan, biber, ıslanıp çekilir içine köftelik et
eklenerek çiğ köfte yapılır. Đçi için kıyma, soğan, ceviz maydanoz tuz karabiberle pişirilir.
Yuvarlak top köfteler içleri parmakla ya da makinede oyularak içleri daha önce
hazırlanmış içle doldurulup ağızları kapanır. Mekik şeklinde olun oruklar tepsiye dizilip
üzerlerine bol zeytinyağı sürülüp, fırında pişirilir. Buna “Şam Oruğu” adı verilir. Tappuş
Oruk iki parça köfte avuçta yassılaştırılıp, içine kuyruk yağı tuz, karabiber ve cevizden
hazırlanmış iç koyulur, iki parça kapatılır. Üzeri elle sıvazlanarak düzgünleştirilir. Tepsi
Oruğu için tepsi yağlanır ince köfte hamurlar tepsiyi kaplayacak şekilde basılır arasına
kıyma ile hazırlanan iç döşenir, üzeri yine köfte hamurlarla ince bir şekilde kapatılır. Üzeri
zeytinyağı ile yağlanır baklava şeklinde kesilip fırında pişirilir. Kümbülfişfi ise köfte
hamurlarının içine içyağı, biber, nane ve cevizden hazırlanan iç konulup üçgen şeklinde
kapatılır, yağda pişirilir. Saç oruğu Tappuş Oruk gibi yapılır ama yağlı kağıt ya da naylon
poşetle martabanı adı verilen yöresel bir kabın arkasında incecik halde açılır ve yağlanmış
sacda pişirilir. Şam oruğunun bir benzeri Adana’da çok farklı şekilde ve tat da karşımıza
çıkar. Yuvarlak yapılır, haşlanır ve üzerine limon sıkılarak yenir.
Aşur: Tavuk, dana veya koyun etine, buğday, nohut, soğan, biber, parça ete tuz kimyon
ve karabiber eklenerek birlikte iyice ezilene kadar pişirilir. Sonra büyük bir kaşık (çömçe)
ya da tokmakla etler lif lif olana kadar dövülür, üzerine tereyağında kavrulmuş ceviz ve
kimyonla süslenerek servis yapılır. Aşur bibersiz de yapılabilir o zaman adına Hıreysi
denir ve Alevilerin adak yemeğidir. Dini bayramlarda ve adak yemeklerinin
vazgeçilmezidir. Anadolu’da da benzeri “keşkek” adıyla karşımıza çıkar, bibersiz olarak
yapılır. Keşkek genelde düğün yemeğidir.
Kumbursiye: Đsteğe göre tavuk, dana veya koyun eti kullanılabilir.Et pişene kadar
haşlanır. Çok bol miktarda küçük soğanlar ve biraz sarımsak başka yerde pembeleşene
144
kadar yağda pişirilir, etin üzerine eklenir, birlikte pişirilir sonra tuzlu yoğurt ilave edilir.
Üzerine yağda kızartılmış kırmızı biberler eklenerek servis yapılır.
Tuzda Tavuk: Tüm tavuk iyice yıkanır, zeytinyağı ve baharatla ovulur. Ayar tuzu dolu bir
tencere içine gömülür. Ekmek fırınında 1,5 saat kadar pişirilir. Çıktıktan sonra tencereden
çıkartılan kalıp tuz içindeki tavuk seremonisel şekilde kırılarak tavuk çıkarılır ve servis
yapılır. Bu Reyhanlı yöresinde yapılan bir yemek türüdür.
Öcce (Mücver): Soğan, sarımsak, maydanoz, nane, istenirse kabak rendesi üzerine
yumurta ve un eklenir, özel öcce tavaları içinde zeytinyağında kızartılır.
Şeyhülmakşi (Dolmaların şeyhi) : Arap etkili bir yemektir. Küçük kabaklar oyulup,
kızartılır. Đçine kıyma ve soğan kavrulur haşlanmış nohutla pişirilir, kıyılmış maydanoz
eklenir. Bu hazırlanan iç, kızartılmış kabak dolmaların içine doldurulur az salçalı ve az su
Đle pişirilir. Üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek servis yapılır.
Şeyh Mualla: Zeytinyağlı bir yemek türüdür. Patlıcan, yeşil mercimek, soğan, biber,
domates ve nane ile yapılır. Patlıcan doğranır kat kat arasına diğer malzemelerden oluşan
harç yerleştirilerek pişirilir. Pişmesine yakın nar ekşisi eklenir. Hafif bir yemek olduğu için
yaz aylarında tercih edilir.
Arap kebabı: Kıyma ile yapılır. Kıyma kavrulur bol miktarda hafif irice doğranmış soğan,
damarları ayıklanmış biber ve yine bol miktarda domatesle suyu çekinceye kadar pişirilir.
Piştikten sonra üzerine kıyılmış maydanoz ilave edilerek servis yapılır. Yanında çiğ köfte
ve patatesli köfte tercih edilir.
Tepsi Kebabı (Sini Kebabı): Genelde et kasapta bu iş için özel olarak hazırlatılır. Kıyma
içine yeşil ya da kırmızı taze biber, biraz sarımsak ya da soğan ve maydanoz kıyılarak
iyice yoğrulur. Bu evde tepsiye ince bir şekilde basılır, üzerine salça sürülüp, istenirse
kenarlarına ince patates halkaları yerleştirilir. Üzeri domates halkaları ve tüm biberlerle
süslenir. Az su ile fırında pişirilir.
Kağıt Kebabı (lahmara varka): Et yine kasapta Tepsi kebabının eti gibi hazırlatılır. Bu
adından anlaşıldığı gibi yağlı kâğıt üzerine yaklaşık 20 cm çapında ince bir şekilde basılır
ve çarşı fırınında pişirtilir. Đnce ekmekle servis yapılır.
Mortadella: Fıstık haşlanıp kabukları soyulur. Dövülmüş sarımsak, baharat, yağ
(eritmeden), galeta unu kıyma içine karıştırılıp yoğrulur. Rulo yapılıp dış yüzey el
ıslatılarak düzeltilir. Kızgın yağda kızartılır çıkınca sirkeli suya atılıp haşlanır. Pişince
dilimler halinde doğranıp servis yapılır.
Kabak Boranisi içinde kuru kabak dolması: Parça etler haşlanır, içine küp küp
doğranmış kış kabakları eklenir, biraz pişirilir. Dolmalık kuru kabaklar ıslatılır, içleri dolma
içi ile doldurulur. Bir tencereye dolmalar dizilir aralarına daha önce hazırlanan yarı pişmiş
kabaklar yerleştirilir. Su eklenir, biraz piştikten sonra tuzlu yoğurt eklenerek kapak açık
olarak pişirilir.
Etli Taze Fasulye içinde Taze Kabak Dolması: Et pişirilir, ayıklanmış doğranmış taze
fasulyeler eklenir. Sararınca daha önceden oyulup doldurulmuş dolmalar aralarına
yerleştirilir üzerine bol miktarda domates, tuz ve su eklenerek birlikte pişirilir.
Ispanak boranisi: Kıyma ve soğan kavrulur, sarımsak ve haşlanmış nohut eklenir, daha
önce yıkanmış doğranmış ıspanakta katılarak pişirilir. Pişmeye yakın tuzlu yoğurt eklenir,
tencerenin kapağı kapatılmadan pişirilir. Üzerine nane serpilir biraz daha kaynatılır ve
servis yapılır. Ispanak yerine Kış kabağı ile yapılırsa kabak borani adını alır.
Abugannüş (Patlıcan Salatası): Patlıcan, biber, domates, közlenerek pişirilir. Kabukları
soyulup, ince ince kıyılır ya da dövülür. Đçine sarımsak tuz eklenir. Servis tabağına
yayıldıktan sonra üzerine zeytinyağı ve nar ekşisi koyularak servis yapılır.
Alinazik (Patlıcan yoğurtlama): Patlıcan közlenir, kabukları soyulur, ezilir. Đçine sarımsak
tuz ve taze yoğurt katılarak karıştırılır. Üzerine kavrulmuş kıyma dökülerek servis yapılır.
145
Kemmünlü Biberli Aş (Kimyonlu Bulgur Pilavı): Đnce doğranmış bol miktarda soğan ve
biber zeytinyağında kavrulur, içine su eklenir. Su kaynayınca iri bulgur ilave edilir. Su
çekene kadar pişirilir.
Firikli Aş: Firik, buğday başak haline geldiğinde sararmadan yakılarak taneleri çıkartılır.
Nohutlu olarak yapılabildiği gibi şehriye ile de pişirilebilir. Nohut önceden pişirilir, içine
tavuk ya da et suyu, tuz, karabiber, firik ve biraz iri bulgur eklenerek pişirilir. Yağ olarak
tereyağı tercih edilir.
Kömeçli Aş: Kömeçler temizlenerek doğranır. Đnce doğranmış soğan zeytinyağı ile
kavrulur, üzerine kömeç eklenir ve pişirilir. Üzerine biber salçası, tuz ve su eklenerek
pişirilir.
Semirsek: Kuşbaşı etler haşlanıp dövülür, içine soğan, tuz, karabiber eklenerek kavrulur.
Baklava yufkası 5-6 kat yağlanır, karelere bölünüp içlerine hazırlanmış harç koyularak,
üçgen olarak kapatılır. Üzerleri yağlanan börekler fırında pişirilir.
Kaytaz Böreği: normal mayalı ekmek hamuru hazırlanır. Küçük bezeler halinde ayrılır,
zeytinyağı ve eritilmiş tereyağı ile açılarak katlanır. Üzerine kıyma, soğan, biber salçası,
tuz, karabiber, biraz nar ekşisi eklenerek hazırlanan harç eklenir. Üzerine zeytinyağı
sürülerek fırında pişirilir. Genellikle Ramazanda ve bayramlarda yapılır.
Şiş börek: Bir çeşit mantıdır. Đçi kıyma kavrularak yapılır, içine soğan, bazen ceviz
eklenir. Hamur açılır ve mantı hazırlanır. Dövme yada pirinçle yoğurt çorbası pişirilir. Đçine
mantılar atılır bir süre kaynatılır. Mantılar yüzeye çıkmaya başlayınca ateşten alınır. Nane,
yağ, pul biber tavlanarak üzerine dökülür.
Humus: Nohut önceden ıslanıp pişirilir. Kabukları soyulup püre yapılır. Đçine limon suyu,
dövülmüş sarımsak, tahin, kimyon, tuz eklenerek karıştırılır. Servis tabağına açılıp üzerine
pul biber, kimyon, turşu ile süslenir. Ya zeytinyağı ya da tereyağında pembeleşmiş çam
fıstıkları dökülerek servise hazırlanır.
Cevizli Biber: Kurutulmuş baş biberler suda ıslatılıp çekilir. Đçine galeta unu, bol ceviz,
biraz soğan, tuz ve kimyon eklenir ve iyice ezilir.Servis tabağına açıldıktan sonra üzerine
zeytinyağı ve az nar ekşisi koyulur.
Bakla Ezmesi: Kuru bakla içi ıslatılır, haşlanır, dış kabukları çıkartılır, ezilir. Đçine tahin,
limon suyu,dövülmüş sarımsak, tuz eklenerek karıştırılır. Servis tabağına alınıp üzerine
maydanoz, kimyon ve zeytinyağı eklenir.
Zahter Salatası: Temizlenmiş ve ince doğranmış taze zahtere, taze veya kuru soğan,
maydanoz, domates, tuz ve zeytinyağı eklenir. Servis tabağında üzerinde biraz nar ekşisi
gezdirilir.
Zeytin Salatası: Çekirdeği çıkmış kırık yeşil zeytinler kıyılır. Đçine kabuksuz domates, ince
kıyılmış maydanoz, yeşil ya da kuru soğan, bol zeytinyağı, nar ekşisi, biraz biber salçası
ve hafif nar ekşisi ile karıştırılarak servis tabağına açılır.
Küflü çökelek: Suyu alınmış taze çökelek içine kimyon, karabiber, pul biber, zahter, Hint
cevizi eklenerek iyice yoğrulur. Yuvarlak bezeler yapılıp birkaç gün kâğıt üzerinde güneşte
kurutulur. Kuruduktan sonra kâğıtlara sarılarak bir kavanoza yerleştirilir ve küflenmeye
bırakılır. Küflendikten sonra buzdolabında muhafaza edilir. Yerken kâğıttan çıkartılıp
yıkanarak yenir. Yağda kavrularak veya zeytinyağı ile kahvaltıda yenilebildiği gibi çoban
salatası ile karıştırılarak salata olarak yenilebilir.
Künefe:Tel kadayıf bir tepside tereyağıyla yağlanarak elle kopartılarak ufalanır.Đnce bir
tabaka halinde yağlanmış tepsiye basılır. Üzerine taze peynir ufalanarak serilir. Onun
üzerine tekrar künefe serpilir ve bastırılarak düzlenir. Önce alt kısmı ocakta pişirilir. Sonra
yerinden oynatılıp havaya atılarak ters çevrilir. Diğer tarafı da pişirildikten sonra daha
önceden hazırlanmış ve ılımaya bırakılmış şire üzerine dökülür kesilerek servis yapılır.
Sıcak yenilmesi gereken bir tatlıdır.
146
Peynirli Đrmik Helvası: 1 ölçü irmik, 2 ölçü şeker, 3 ölçü su, tereyağı ve taze tuzsuz
peynirle yapılır. Đrmik tereyağı ile hafif kavrulur. Đçine şeker ve su eklenir. Hafif katılaşınca
ateşten alınıp üzerine dilimlenmiş taze peynir eklenir, kapağı kapatılır. 5 dakika sonra
peynir ip ip oluncaya kadar dairesel hareketlerle karıştırılır ve servis yapılır.
Ağızlı Kadayıf:Taş kadayıflarının düz yüzeyi içeri gelecek şekilde içlerine 1’er tatlı kaşığı
ağız koyularak kapatılır. Üzerine sıcak şire dökülerek servis yapılır.
Ceviz Reçeli: Genellikle 20-30 Mayıs arası cevizler taze iken sertleşmeden toplanır.
Kabuğu incecik soyulur. 3 gün boyunca tatlı suda bekletilir, sonra 7 gün boyunca her gün
suyu değiştirilir. Daha sonra 1 gün kireçli suda bekletilir ve bolca tatlı suda yıkanır.
Hafifçe haşlandıktan sonra soğuk suya atılır. Ceviz taneleri şiş ile delinir, içindeki suyun
çıkması sağlanır. Katı bir şıra hazırlanır ve soğutulur, cevizler içine atılır. Bir gün bekler,
ikinci gün çıkartılıp süzgece konur. Şıra tekrar kaynatılır, soğuyunca cevizler içine atılır.
Bu işlem en az 5-6 kez tekrarlanır. Şıra kaynarken içine karanfil atılır. Böylece ceviz reçeli
hazırlanmış olur. Genelde Hıristiyanlar tarafından yapılır.
Haytalı: Nişasta soğuk suda eritilir, süt ilave edilerek hafif ateşte karıştırılarak pişirilir.
Muhallebi kıvamına gelince 30 cm çapında bir tepsiye dökülerek donması beklenir, küçük
küpler şeklinde kesilir. Şeker ılık suda eritilir ve içine gül suyu, biraz kırmızı şeker boyası
atılır, soğutulur. Küp küp kesilmiş pelte kaselere konur, üzerine ince buzlar kırılıp
yerleştirilir. Sonra soğutulmuş şerbet üzerine dökülür.
Kete: Mayalı hamur hazırlanır. Katı yağ, şumra, çörek otu, susam eklenir, yumuşak bir
hamur yapılır. Hamur mayalanmaya bırakılır. Đçi için buğday yumuşayana kadar haşlanır,
içine şeker, ceviz ve tarçın eklenir. Mayalanan hamur içine bu buğdaydan yapılan içten
koyularak iri puaçalar yapılır ve fırında pembeleşene kadar pişirilir.
Kahke: Tereyağı eritilir, içine mezeki sakızı, şeker ve bira su eklenir.Üzerine yavaş yavaş
un eklenir, kulak memesi kıvamına gelince, küçük simitler yapılıp susama batırılır ve
pişirilir. Genellikle bayramlarda yapılır.
Kömbe: Bu da yine Kahke gibi bayramlarda yapılır. Süt ve yağın içine şeker eklenir,
erimesi sağlanır. Đçine un ve kömbe baharatı, kabartma tozu katılıp hamur yapılır. Ceviz
büyüklüğünde koparılır, bol susama batırılıp, kömbe kalıbı içine basılır ve çıkartılarak şekil
verilir. Fırında pembeleşene kadar pişirilir.
Burada zengin Antakya mutfağının yemeklerinden sadece bazılarına değinebildik. Bu
değişik tat ve lezzetlerin yanı sıra daha bir çok yemek çeşidi olan Antakya’da, yeme, içme,
eğlenme çok önemli bir yer tutar ve gerçekten Antakya’da yemek için yaşanır, yaşamak
için yenmez.
KAYNAKÇA:
BAYSAL,A.,1990, Beslenme, Türk Mutfağından Örnekler, T.C. Kültür Bakanlığı yayınları,
Ankara
BAYSAL,A., YÜCECAN, S., 1982, Yöresel Yemeklerimiz, Geleneksel Türk Yemekleri ve
Beslenme, Geleneksel Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, Turizm
Derneği Yayınları, Konya.
BURÇ, H., 1994, Hatay’dan Bir yudum, Zirem basımevi, Antakya
CHĐLDE, G., 1980, Tarihte neler Oldu, Alan yayıncılık, Đstanbul.
COUNĐHAN, C., 1997, Food and Culture, New York.
DALBY, A., GRAĐNGER, S., 2001, Antik Çağ Yemekleri ve Yemek Kültürü, Homer Kitabevi,
Đstanbul.
147
DEĐGHTON, H., 1999, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabevi, Đstanbul
DELEMEN, Đ., 2001, Antik Dönemde Beslenme, Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Yayınları,
Đstanbul.
DEMĐR, A., Çağlar Boyunca Antakya, Akbank Yayınları, Đstanbul.
DOĞRUER, Ş., 1993, “Antakya Mutfağının temel yemekleri” Hatay Folklor Araştırmaları
derneği,Hatay Mutfağı Sempozyumu, Ofset Basımevi, Antakya.
FRAGNER, B., 2000, “Toplumsal Gerçeklik ve Kurmaca Mutfak: Đran ve Orta Asya Yemek
Kitaplarına Bir Bakış” Ortadoğu Mutfak Kültürleri,Tarih Vakfı Yayınları,
Đstanbul.
GÜVENÇ, B., 1996, “Yemek, Kültür ve Yemek Kültürü”, Eskimeyen Tatlar,Türk Mutfak
Kültürü, Đstanbul.
GÜVENÇ, B., 1999, Đnsan ve Kültür, Remzi Kitapevi, Đstanbul.
HALICI, N., Akdeniz Bölgesi Yemekleri, Arı basımevi, Konya.
KIZILDAĞLI, E., 1964, Antakya Kapılarında, Đstanbul
KALAYCIOĞLU, M., 2001, Hatay Halk Bilimi II, Đhsan Ofset, Hatay.
SAHĐLLĐOĞLU, H., 1991, “Antakya” Đslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları,
s.230-232, Đstanbul
ŞAHĐN,K., 2003, “Antakya geleneksel yemek Kültürünün Beslenme Antropolojisi Açısından
Đncelenmesi, MKÜ.Sosyal Bilimler Yüksek Lisans tezi, Hatay.
ŞAVKAY,T., “Medeniyet ve Coğrafya Değişmeleri Çerçevesinde Türk Mutfağı, Eskimeyen
tatlar,Türk Mutfak Kültürü,Đstanbul.
TÜRK, H., 2002, Nusayrilik (Arap Aleviliği) ve Nusayrilerde Hızır Đnancı, Ütopya Yayınevi,
Ankara.
TÜRK, H., “Nusayrilik: Đnanç sistemi ve Kültürel Özellikleri”, Folklor/ Edebiyat Dergisi, 28
(2001/4).
ZUBAĐDA,S., 2000, “Ortadoğu yemek Kültürünün Ulusal, Yerel ve Küresel Boyutları”,
Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Tarih Vakfı yayınları,Đstanbul.
148
ANTAKYA KÜLTÜRÜ
Doç. Dr. Hüseyin Türk
MKÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü
Đnsan kültürünü zaman ve mekan sınırlaması olmaksızın araştırmayı amaçlayan
Kültürel Antropolojinin konusunun genel anlamda kültür olduğunu söyleyebiliriz. Tylor’a göre
(Bkz. Güvenç,1984: 102); “kültür (ya da uygarlık), toplumun bir üyesi olarak insanoğlunun
öğrendiği (kazandığı) bilgi, sanat, gelenek-görenek, ve benzeri yetenek, beceri ve
alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütün’dür”. Daha genel anlamıyla “kültür, toplumun bir
üyesi olarak insanın evrim sürecinde kazandığı biyolojik donanımlar temelinde ortaya çıkan,
toplumsal etkileşim yoluyla sonraki kuşaklara aktarılan maddi-manevi yaşam tarzı ve dünya
görüşünün bileşiminden oluşan evrimsel bir adaptasyon aracıdır.” Yukarıdaki tanımlarda
açıkça görüldüğü gibi kültür her toplumun kendine özgü yaşam biçimidir.
Kültürel antropolojiyi dar anlamda “ötekinin bilimi” olarak da tanımlayabiliriz. Bu
nedenle, çeşitli dini ve etnik toplulukların yüzyıllardır birlikte ve hoşgörü içinde yaşadığı
Anadolu’da bu ortamın sürekliliğini sağlamanın en iyi yolu, elbette ki, farklı kültürel kimlikleri
iyi tanımaktan geçer. Farklı gelenek, görenek, inanç ve uygulamaları sergileyen insanları
tanımak amacıyla yapılacak bilimsel nitelikli araştırmaların yapılması bu bakımdan gereklidir.
Halkı siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarda geliştirmek, onun davranış, inanç ve
uygulamalarının temelinde yatan nedenleri bilmekle mümkündür. Bu konuda en önemli görev
ise kültürel antropolojiye düşmektedir. Kültürel antropoloji farklı kültürleri inceleyerek kültürel
çeşitliliği tanıtmaya çalışır. Toplumların birbirlerini anlamalarına ve aralarındaki önemli
benzerlikleri görmelerine katkıda bulunur. Bu nedenle hoşgörü kültürünün oluşmasında ve
sürdürülmesinde kültürel çeşitliliği tanımak oldukça önemlidir. Bu anlamda antropoloji aynı
zamanda bir “hoşgörü bilimi”dir. Antropoloji eğitimi insanların birbirlerini anlamalarında ve
hoşgörü kültürünün yerleşmesinde önemli görevler üstlenmektedir. Antropoloji
kendimizinkinden farklı olduğu için başka toplumların yaşam biçimlerini hor görmenin yanlış
bir tutum olduğunu öğretir.
Kültürün kendine özgülüğü, toplumsal biçimlenmedeki farklılıklar ile birlikte tarihsel
süreçte yaşanan farklı olaylar ve kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel mirasın özgünlüğünden
kaynaklanmaktadır. Kültürün üzerinde bulunduğu coğrafi mekânın benzerliğinden
kaynaklanan bazı paralellikler olmakla birlikte, her toplumun kendine özel olan tarihsel ve
kültürel mirası kültürel ve toplumsal farklılıklara yol açmaktadır. Yani aynı coğrafyada
bulunan iki kültürün bile aynı tarihsel sürece sahip olma şansı bulunmadığından dolayı
kültürler birbirlerine tam olarak benzemezler. Antakya’nın kültürel özellikleri, onun tarihsel
evrimi ile çevresel koşullarının eşsiz bir ürünüdür ve ancak bu bağlam içerisinde açıklanabilir.
Doğunun Kraliçesi Antakya
Coğrafi konumu nedeniyle Asya, Afrika ve Avrupa arasında bir köprü konumunda
olmasından dolayı Hatay, insanın hem biyolojik hem de kültürel evriminde rol oynayan
önemli merkezlerden biri olmuştur. Bu önemli merkez çok uzun bir tarihi geçmişe sahip
olması ile birlikte, çok farklı uygarlıklara da beşiklik etmiştir. Bölgede yapılan araştırmalar,
yerleşimlerin tarihinin Orta Paleolitik döneme kadar uzandığını, Üst Paleolitik, Neolitik,
Kalkolitik ve Bronz çağlarında da yerleşmelerin sürdüğünü göstermektedir. Bölgedeki bir çok
mağara yerleşmesi, kazı yerleri ve çok sayıdaki höyük1 bu sürekliliği sergilemektedir.
Tarih boyunca çeşitli topluluklara yurtluk etmiş olan Hatay’ın yerleşmek için tercih
edilen yerlerden biri olduğu gerçektir. Bunda Hatay’ın ve özellikle de Amik ovasının sulak ve
verimli topraklarının etkisi büyüktür. Ortadoğu’yu Batı’ya bağlayan stratejik konumu,
limanları, verimli toprakları, zengin su kaynakları ile her çağda önemli kent olmuştur. Bu
nedenle de, sık sık istilalara uğrayarak el değiştirmiş, bir çok kez yakılıp yıkılmış ve yeniden
imar edilmiştir. Depremlerle ve yangınlarla yerle bir olmasına karşın yine de varlığını
korumuş ve zamanla yeniden önemli bir kent olmuştur.
1
Amik ovasında toplam 237 höyük belirlenmiştir.
149
Kentin tarihinde bir durağanlık, süreklilik görülmez. Değişken ve çok hareketli bir
tarihi vardır Antakya’nın. M.Ö. 1800’ lü yıllardan itibaren Antakya sırasıyla aşağıdaki
uygarlıklar tarafından el değiştirmiş ve çeşitli uygarlıklara beşiklik etmiştir: Akadlılar, Hititlar,
Huri-Mitanni, Hititliler, Asurlular, Sami-Aramiler, Urartular, Oğuzlar, Persler, Makedonlar,
Fenikeliler, Ermeniler, Romalılar, Arap Müslümanlar, Alevi Hamdaniler, Bizanslılar, Fatimiler,
Selçuklu Türkleri, Haçlı orduları, Memlükler, Osmanlılar ve en son da Fransızlar ve Türkiye
Cumhuriyeti.
Kentin kurulmasının Seleukoslar döneminde olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir.
Mekodanya kralı Đskender’Đn Persleri yenerek bölgeyi ele geçirmesinden sonra kente adının
verildiği bilinmektedir.
Đskender’in ölümünden sonra komutanları arasında yaşanan
eğemenlik mücadelesinden Antigonos mağlup ayrıldı ve Suriye ile Mezopotamya Seleukos
yönetimine geçti. Krallığın merkezi Samandağ Çevlik bölgesinde bulunan Seleukeia
Pieria’ya taşındı (Demir, 1996: 23). Bu şehir Antakya’nın iskelesi oldu ve bölgede etkisini
hissettirdi. I. Seleukos M.Ö.301’de Ipsos savaşında Antigonos’u yenerek Kuzeybatı
Suriye’deki “Seleucus” diye bilinen yerde dört “kardeş şehir”kurdu: Antioch, Seleucia Pieria,
Apamea ve Laodicea. Seleucia Pieria, Kuzeybatı Suriye’nin başkenti oldu (Downey, 1963:
27).
Antakya kentinin kuruluşuyla ilgili anlatılan efsaneye göre; Antigonia’yı yeniden imar
ederek ismini değiştirmek arasında karar veremeyen I. Seleucus, Zeus’tan kendisine yardım
etmesini dilemiş ve Zeus için bir kurban kesmiş. Ancak kartal kurban etini kaparak
Antigoni’dan başka bir yere konmuş. Bu olay sonrasında Zeus’un yeni kurulmasını istediği
kentin yerinin burası olduğuna inanılmış ve M.Ö. 300 yılının 22 Mayısında, Iopolis’in
karşısında Silpius eteğinde yeni kentin temelleri atılmış ve kente Seleucus’un babası
Antiochus’un adı verilmiş: Antiochia. Kentin planı belirli bir disiplin halinde birbirne dik paralel
cadde ve sokaklardan oluşan ızgara planıdır (A’dan Z’ye Hatay Rehberi, 2004:6). Seleucus
Nikator, daha önce kurulmuş olan Dafne’de (Harbiye) yeni caddeler, tiyatro ve tapınak
kurmuş, caddeleri heykellerle süslemiştir. M.Ö. 195 yılında III. Antiochus zamanında kent;
sanat, eğlence, ticaret ve din merkezi olarak geliştirilmiştir. Kentte şölenler ve olimpiyatlar
düzenlenmiştir. Defne ise villalarıyla, caddeleriyle, tiyatro, han, hamam, tapınaklar ve çeşitli
eğlencelerle tam bir mesire yeri olmuştur (Tekin, 1999: 23). Defne, mabedleri, eğlence yerleri
ile şehrin bir sayfiyesi olmuştu. Yolcular, yol kavşaklarında flüt çalan, dans eden , işlemeli
elbiseler giymiş kızları seyretmek için beklerlerdi. Silpiyus dağının eteklerine bahçeli villalar
kurulmuştu. (Kızıldağlı, 1964: 8) Nikator tarafından kente dikilen anıtların en ünlüsü Antakya
Tyche’sidir. Antakya Tyche’si bugün de kentin simgesi olarak kullanılmaktadır. Özveren’e
göre (2006: 23); kimi kaynaklar Antakya’nın kuruluşunu Büyük Đskender’e bağlasa da
insanların bu bölgede yerleşik yaşamı eskiden beri sürdürdüklerini gösterir izler vardır. Daha
yaygın bir görüşe göre M.Ö. 300 yılında Antakya’nın kurulduğu kabul edilir.
Kent M.Ö. 64 yılında Roma Đmparatorluğuna katılmış ve Suriye eyaletinin de başkenti
olmuştur. Tarihteki en parlak günlerini bu dönemde yaşamıştır. Dünyada ilk defa sokak
aydınlatmasının Antakya’nın ortasından geçen iki tarafı mermer sütunlu muhteşem cadde de
uygulandığı kaynaklarda geçmektedir. Bu cadde Herod Caddesi olarak bilinen bugün
Kurtuluş caddesinin bulunduğu yerdedir (Bkz. Demir 1996: 114-195). Büyük Đskender ve onu
izleyen Helenistik dönemde Doğu Akdeniz’de Đskenderiye, Antakya, Rodos üçgeni özellikle
iktisadi bir çekim alanı olarak öne çıktı. Akdeniz dünyasındaki önemi açısından Antakya’nın
altın çağı işte bu üçgenin köşesi olageldiği, özellikle Roma ve Doğu Roma yüzyıllarına
rastlamaktadır (Özveren, 2006: 20, 24)
Hıristiyanlığın M.S. 34-36 yıllarında ilk defa Antakya’dan yayıldığı söylenmektedir. St.
Paul, St. Barnabas ve St. Pierre Hıristiyanlığı yaymak için Antakya’da yerleşmişler ve
“Hıristiyan” adını ilk defa burada kullanmışlardır (Tekin, 1999: 23). Hıristiyanlık Kudüs’ten
sonra ilk kez burada yayılmaya başlamıştır. Antakya’nın Kudüs’e yakın büyük ve zengin
yerleşim merkezi olması; Anadolu ve Yunanistan’a ulaşan yolların kavşağında bulunması
nedeniyle Kudüs’ten gönderilen havariler burada toplanmışlardır. Antakya, Kudüs’ün
tahribinden sonra Hıristiyanlık’ın merkezi olmuştur. Bu nedenle, en ihtişamlı dönemini
Romalılar zamanında yaşamıştır. M.S. 395 yılında Roma imparatorluğunun Doğu ve Batı
150
olmak üzere ikiye ayrılmasına kadar görkemli çağını yaşamaya devam etmiştir. Bizans
dönemi ve sonrasında Đran seferleri için üs olarak kullanılmıştır (Temiz 2002: 11).
Đmparator Septimus Severus (M.Ö. 193-211), imparatorluk mücadelesinde rakibi
Niger’i desteklediği için Antakya’yı cezalandırmış, özellikle tiyatrolar ve diğer toplumsal
yapıları yerle bir ederek kenti harabe haline getirmiş, kentin unvanlarını geri almış, yönetimini
Suriye’nin metropolisi haline getirdiği Laodiceia’ya bağlamıştır. Bir süre sonra tekrar
Đmparatorun sevgisini kazanan kentte, Severianum ve Livianum zamanında, üzerinde
Antakya ilahesi bulunan paralar basılmıştır. Ayrıca Đmparator Caracalla (M.Ö. 211-217)
döneminde olimpiyat oyunlarının tekrar Antakya’da yapılması sağlanmıştır. Antakya, Antik
Çağ’da “Doğunun Kraliçesi” lakabıyla anılmıştır (A’dan Z’ye Hatay Rehberi, 2004:7).
Aynı dönemle ilgili olarak Kızıldağlı’nın naklettikleri oldukça farklı bir bakış açısını
sergilemektedir (1964: 11); “Antakya esir ticaretinin yaygınlaştığı, serbest kadınların
kaynaştığı bir kent oldu. Bu kadınlar akşam olunca ipekli uzun entariler giyerek Asi kenarında
tembel tembel dolaşırlardı. Ahlak çok düşüktü. Uzun sefahat alemlerine sıkça rastlanırdı.
Halk önceleri putperstti. Yahudilerin Dafne’de büyük bir sinagogları vardı.Ordu vazifeden
ziyade zevke düşkündü, ne talim nede nöbet kalmamıştı”. Romalılar zamanında Defne de
Antakya’nın önemli bir eğlence mekanı ve sayfiye yeriydi. Kızıldağlı’nın Ben Hür
hikayesinden naklettiğine göre (1964:16, 17); “Dafne yolu o zamanlar 60 metre eninde ve her
yüz metrede yol kenarı heykellerle, mabet ve güzel villalarla süslüydü. Bu yol Herkül
heykelinin yanından başlar ve cennet misali ağaçların gölgeleri altından güneş yeryüzünü
yakmadan billur sesli çeşmeler, kuş cıvıltıları, renkli ve kokulu çiçekler arasından devam eder
giderdi…Ziyaretçiler beyaz bir öküzü süslemişler, boynuzuna çiçek sepetleri takmışlar, sırtına
adaklı bir çocuğu bindirmişler Zeus ilahına kurban etmeye götürüyorlar. Đki yavru keçiyi de
Apollon’a kurban edecekler…Önlerinde flüt çalan rakseden ve ziyarete hediyeler taşıyan bir
sürü ilerliyor. Her taraf meyve ve çiçek bahçeleriyle kaplı ve insandan korkmayan binlerce
kuş dallarda uçuşuyordu. Çağlayanlar üzerinde her biri bir başka süslü köprüler gördü… Bir
alay çiçeklerle örtülü genç kız önünden geçti, sonra gene çiçeklerle örtülü bir alay genç erkek
onları takip etti. Hep beraber oyuna başladılar. Lyr ve flütler çalıyor, şiirler okunuyordu ”
Kentin Arap hakimiyetine girmesi de Antakya tarihi açısından önemlidir. Antakya M.S.
638 yılında Halep’i fetheden Đslam orduları komutanı Ebu Übeyde tarafından alınmış ve kent
daha sonra M.S. 944-969 yılları arasında Halep’te kurulan Alevi Hamdaniler devletinin
egemenliğine girmiştir (Karasu, 1997: 8). Araplar Antakya kapılarında göründükleri zaman
kavgalardan, isyanlardan yorgun düşen bir şehir, kıtlıktan depremlerden bıkmış bir halk
kitlesi ile karşılaştı ve Antakya kapıları Araplara ardına kadar açıldı (Kızıldağlı, 1964: 12).
Arap egemenliği ile birlikte 9 asırdır devam eden ve Roma Đmparatorluğu döneminde
“Doğunun Kraliçesi” olarak anılan ve önemli bir üs, bir kültür ve ticaret merkezi olan
Antakya’nın tarihinde bir dönem kapanmış, asırlar boyu Roma ve Bizans kültürü yanında
Hıristiyanlık ile de yoğrulmuş yerel özelliklerin, Đslam medeniyeti ile karışmasından oluşan,
bugünkü “Đslam Kenti” karakterinin oluşmasına neden olan yeni bir dönem açılmıştır (A’dan
Z’ye Hatay Rehberi, 2004:8).
1526 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonunda Hatay ve Antakya, Osmanlı
egemenliği altına girmiştir (Tekin,1999: 42-55). Antakya dört asır Osmanlı Đmparatorluğunun
hakimiyeti altında kalmıştır;.ancak tarih kitaplarında “Osmanlı Antakyası” hakkında geniş ve
ayrıntılı bilgiye rastlanmaz (A’dan Z’ye Hatay Rehberi, 2004:10). Bugün kente gelen bir
ziyaretçi Osmanlı Đmparatorluğunun uzun tarihinin izlerini bulmakta güçlük çeker. Özellikle
çok eski olan Roma döneminin ve çok kısa olan Fransız yönetiminin izleri her yerde karşınıza
çıkar. Kentin bir bölümünde hala kullanılan ara sokaklar bile Romalılar tarafından planlanıp
yapılmıştır. Payas’taki Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılan kervansaray ve çarşı
dışında , Osmanlıların önemli ölçüde imarından bahsetmek zordur. Kentte bir çok cami,
hamam ve türbeler olmasına karşın, bunların çoğunun mimarisi Arap sitiline daha yakındır.
Antakya’da Ermeni, Bizans, Selçuklu ve hatta Moğol gibi uygarlıklar Osmanlıdan çok daha
derin ve etkileyici izler bırakmıştır (Kasaba, 2006: 203). Bunun nedeni Antakya’nın eski
dönemlerdeki ihtişamını yitirerek büyük bir kentten küçük bir kasaba haline dönüşmüş
olmasıdır.
151
Antakya altın çağında Akdeniz’in en önemli yerleşimlerinden biri olmasına karşın,
hiçbir zaman bir liman kenti olmamıştır. 19. yüzyıl sonlarında Đskenderun’un bir liman
olmasından sonra ise Antakya denizle dolaylı bağlantısını da kaybedip Akdeniz’den iyice
uzaklaşmıştır. Buna karşılık Đskenderun-Halep ticaret ve hac yolunda önemli bir uğrak yeri
olma özelliğini uzun süre korumuştur. Bu nedenle kıyıda olmamasına karşın, liman kentini
andırır bir yapıya sahip olmuştur (Özveren, 2006: 24).
Antakya tarihine genel olarak bakıldığında; dünya tarihinde önemli bir yer tuttuğu
1000 yıla yakın bir dönem vardır. M.S. 64’te Roma Đmparatorluğuna dahil olduktan sonra
Antakya’nın nüfusunun yarım milyonu aşmış olduğu ve o zamanın imkanlarına göre büyük
kent özelliklerine sahip olduğu belirtilmektedir. Kentin anfisi, banyoları, su yolları,
kanalizasyon sistemi, tahıl depoları, silah yapım atölyeleri ve okulları dünyaca ünlüydü.
Antakya’nın ortasından geçen kolonlu yol eşsiz büyüklükte ve güzellikteydi. Antakya o
dönemde “şanslı insanların şanslı hayatlar yaşadığı” bir kent olarak tarif edilmekteydi (Bkz.
Kasaba, 2006: 199)
Roma Đmparatorluğunun çöküşünden sonra Antakya Arapların, Haçlıların ve Orta
Asya’dan gelen Türk kavimlerinin saldırısına uğradıktan sonra önemini giderek yitirdi.
Kasaba’ya göre bazı tarihçiler32 bu süreci Antakya’nın giderek “çamura batması” ve kimsenin
bilmediği bir kent haline gelmesi olarak özetlemektedir. 1940’lı yıllarda ise “yoksul bir taşra
kentine” dönüşen Antakya’nın ortasından geçen Asi nehri “isteksiz akan bir çamur sızıntısı”
olarak tasvir edilmektedir. Bu gün de Türklerin çoğu tarafından hatırlanmayan ve çoğu kere
Antalya ile karıştırılan Antakya, dünyadan kopuk, unutulmuş bir yer haline gelmiştir (Bkz.
Kasaba, 2006: 200). ABD’nin Worcester kentinde düzenlenen bir sergi Antakya’nın bu kötü
durumuna iyi bir örnek oluşturmaktadır. Antakya’ya ait olup dünyanın çeşitli müzelerine
dağılmış olan mozaiklerin bir araya getirilip topluca sunulmasını amaçlayan “Antakya: Kayıp
Şehir” adlı sergiyi tanıtan kitapta; Antakya kronolojisi 637-638’deki Arap istilalarıyla kesilmiş
görünmektedir. Ayrıca kitapta o kadar çok kaybolmuşluktan ve yok olmuşluktan söz ediliyor
ki dikkatsiz bir okuyucu kolayca bugünkü Antakya’nın harabeler yığınından ibaret antik bir
kent olduğunu düşünebilir (Kasaba, 2006: 201).
Hoşgörü kültürü
Hiç kuşku yok ki bugünkü Antakya ile klasik dönemin Antakya’sı arasında dünyadaki
veya bölgedeki önemleri açısından hiçbir benzerlik veya yakınlık yoktur. Aradaki fark o kadar
çarpıcıdır ki günümüzün önde gelen kentlerinin silik ve önemsiz bir kent olmamak için
Antakya tarihinden ibret almaları gerektiği bile söylenmektedir (Kasaba, 2006: 200). Ancak
“karanlık“ olarak nitelenen dönemde de Antakya klasik dönemdeki özelliklerinin bir çoğunu
koruyabilmiştir. Bu özelliklerin en önemlilerinden biri de çok-dinli ve çok-kültürlü toplumsal
yapının varlığı ve hoşgörü ortamının sürdürülmesidir.
Antakya geçmişte olduğu gibi bugün de çok-kültürlü ve çok-kimlikli yapısını
korumaktadır. Günümüz Antakya’sında da çok sayıda etnik ve dini grup engin bir hoşgörü
ortamında bir arada yaşamını sürdürmektedir. Antakya’da nüfusça en kalabalık etnik grup
Türk Sünnilerdir. Nusayriler (Arap Aleviler) ise nüfus oranı itibariyle ikinci etnik grubu
oluştururlar. Arap Sünniler ve Arap Hıristiyanlar ise nüfusça azımsanmayacak sayıdadırlar.
Antakya’da nüfus esas itibariyle bu dört etnik gruptan oluşur. Bunların dışında bir köy veya
mahallede toplanmış durumda yaşamakta olan Çerkezler, Süryaniler, Ermeniler, Afganlılar
ve Özbekler, Gurbatlar (Çingeneler) gibi küçük azınlık gruplar da vardır.
Türk Sünnilerin ana dilleri Türkçe’dir. Bu grubun dışında kalan Arap Alevi, Arap Sünni
ve Arap Hıristiyanların ana dilleri Arapça’dır. Yaşlı kuşak arasında Arapça’yı okuma ve
yazma dili olarak kullananların sayısı daha fazladır. Günümüzde Arapça, çoğunlukla
konuşma dili olarak kullanılmaktadır. Ancak son yıllarda gençler arasında Arapça konuşma
bilenlerin sayısı giderek azalmaktadır. Bugün bölgede konuşulan Arapça, bozuk bir diyalekt
olup, içerisinde Türkçe sözcükler de kullanılmaktadır. Türkçe genellikle Hatay’ın Türkiye’ye
katılmasından (1939) sonra doğmuş olan daha genç nesil tarafından konuşulur. Halk içinde
Türkçe’yi birinci dil konumuna yükseltme yönünde bir eğilim gözlenmektedir.
32
Bkz. Peter Brown, “Charmed Lives”, The New York Review of Boks, 2001, s. 43.
152
Antakya ve çevresi yüzyıllardır bir arada yaşayan farklı etnik ve dinsel toplulukları
barındıran, bu toplulukların bir arada çatışmadan yaşayabildiği, birbirini etkileyebildiği,
birbirinin dönüşümüne ve değişimine katkıda bulunabildiği çok kültürlü ve çok kimlikli bir
yapıya sahiptir. Kültürel çeşitliliğe tarihten gelen bir aşinalık vardır. Antakya’da farklı
toplulukların tarihte çeşitli anlaşmazlıklar yaşamalarına karşın, bunu çatışmaya
dönüştürmedikleri, aralarındaki birlik ve uyumu korumak için çaba harcadıkları görülür.
Antakya’nın nasıl başka kentlerde yaşanan iç savaş veya etnik çatışmalara sahne
olmadığı hala merak edilen bir konudur. 20. yüzyılın ikinci yarısında Antakya hala ezan
yanında çan seslerinin de duyulduğu, sokaklarında Türkçe kadar Arapça da konuşulan canlı
bir kent olarak kalmıştır. Her nasılsa, yaşanan yüzyılda gittikçe monotonlaşan ve
homojenleşen toplumlar arasında Antakya kendisine özel bir yer edinmiş ve bu yeri uzunca
bir süre koruyabilmiştir (Kasaba, 2006: 202).
Antakya’da böyle açık ve hoşgörülü bir ortamın gelişmesi ve korunmasına yol açan
faktörlerin bir kısmı kentin coğrafi konumuyla ilgilidir. Evliya Çelebi’ye göre Antakya Rum ve
Arap dünyaları arasındaki sınırı belirler. Ancak bu sınır bu iki dünyayı ayıran bir engel
olmaktan çok geçişleri kolaylaştıran bir köprü görevini görmüştür. Önemli ticaret ve hac
yollarının kesişme noktasında olan Antakya, farklı dinlerden ve kimliklerden gelen insanları
kendine çeken bir yer olarak gelişmiştir. Kasaba’ya göre (2006: 202-203); bu yoğun trafiğin
bir sonucu olarak Antakya ve çevresinde Dürzi, Şii, Nusayri, Yezidi vb. gibi eklektik ve
Heterodoks diye tanımlanan inanç biçimleri yoğun bir biçimde gelişmiştir. Bu inanç
biçimlerinin ortak özelliği farklı dinlerden değişik öğeleri alıp birleştirmeleri ve böylece özgün
ve dışa açık bir dünya görüşüne sahip olmalarıdır. Bu inanç sistemleri bölgenin dışa açık
kalmasına yardımcı oldukları gibi katı ve Ortadoks görüşlerin bölgede hakimiyet sağlamasını
da önlemişlerdir.
Uzun bir tarihi geçmişe sahip olan Antakya’da aynı çevreyi paylaşan insanlar
arasındaki ilişkilerde hoşgörünün bu denli fazla olmasında ekonomik ilişkilerin önemli bir
etkisinin olduğu söylenebilir. Antakya, gelir düzeyi yüksek olan yada geliri giderlerinden daha
fazla olan az sayıdaki illerimizden biridir. Bu durum geçim sıkıntısının ve ekonomik
sıkıntıların daha az yaşanmasını beraberinde getirmektedir. Antakya, iklimsel koşulları ve
toprağın verimliliği bakımından da öteki bölgelere göre oldukça avantajlı bir konumdadır.
Özellikle Amik ovasının geniş ve zengin tarım arazileri Antakya’daki gelir paylaşımında etkili
olmaktadır. Antakya kültüründeki hoşgörü ve uzlaşmanın korunmasında bir başka önemli
faktör de, bölgenin coğrafi konumuyla bağlantılı olarak, kendine yeten bir ekonomiye sahip
olması ve topluluklar arasındaki ticari işbölümüdür. Doğruel’e göre (2005:70-90, 276)
Antakya’da yaşayan toplulukların kendilerine has meslekleri ve aralarında mesleki bir
işbölümü vardır. Mesleki işbölümü toplulukların bir diğerine ihtiyaç duymasına neden olmakta
bu da topluluklar arasındaki uyuma katkıda bulunmaktadır. Rekabete dayalı olmayan ticaret
anlayışı ve meslek yapılarının topluluk-içi kuşaklar arasında aktarılması, mesleklerin
devamlılığını sağlamasının yanı sıra küçük toplulukların da ezilmesine engel olan bir sosyal
ve ekonomik konum kazanmalarına yol açmaktadır. Topluluklar arasında bazı iş kollarında
zanaat geçişi de olduğu görülmektedir. Neredeyse bir iş bölümünü düşündürecek biçimde
farklı iş kollarında uzmanlaşma onları ticaret yoluyla birbirlerine daha çok yakınlaştırmakta,
iletişimin artmasını sağlamakta, birbirlerine bağımlı kılmakta ve sınırlı kaynakların paylaşımı
için rekabet etmelerini engellemektedir. Başlangıçta sadece ticari ve ekonomik olan ilişkilerin
de süreç içinde sosyal ve kültürel ilişkilere yansıması beklenmektedir
Antakya’da yaşayan etnik ve dini topluluklar arasındaki uyumlu ve hoşgörülü sosyal
ilişkilerin varolmasında; Antakya’nın tarihinden gelen çok kültürlülük bilinci ve uyumlu ortamın
varlığı ise en önemli faktör olarak dikkat çekmektedir. Bugün olduğu gibi geçmişte de
Antakya’da dini ve etnik gruplar arasındaki sosyal ilişkiler kente özgü bir hoşgörülü bir
niteliğe sahipti.
Hoşgörünün korunmasında ve sürdürülmesinde etnik olarak azınlık konumunda olan
Ermeniler, Arap Hıristiyanlar ve Nusayriler arasındaki ilişkiler önemli bir rol oynamıştır.
Doğruel’e göre (2005: 15); bu üç topluluk, evlilik konusunda aralarında belli kopuşlar yaşansa
da, yerli olmanın, azınlık olmanın, ortak bir bölgesel kültürü ve kaderi paylaşmanın, ekonomik
ve sosyal ilişkilere sahip olmanın etkisiyle bir ortak yaşama paydasında kaynaşmıştır ve
dayanışma halindedirler.
153
Antakya çok kültürlü ve çok kimlikli yapısı bakımından etnisite tartışmaları ve
çalışmaları için de uygun bir ortam hazırlamakla birlikte; bütün bu etnik gruplar arasında iyi
bir iletişim, sosyal ve kültürel bir etkileşim bulunmaktadır. Đnsanların farklılıklarının bilincine
vararak bir arada yaşamaya alışkın olmalarında Antakya’nın tarihten gelen çok kültürlülük ve
çok kimliklilik bilincinin payı önemlidir. Antakya, etnik ve dini gruplar arası bazı gerilimleri ve
anlaşmazlıkları yaşamış olsa da, bunların kavgaya ve çatışmaya dönüşmediği bir bölgedir.
Etnisite tartışmaları ve özellikle de etnik-dini çatışmaların ortaya çıkmaması bakımından
dikkate değer bir örnek oluşturmaktadır. Antakya’daki bu durum etnisite kuramları açısından
da kendine özgüdür. Çünkü Çok kültürlülük ve çok kimliklilik bir devlet politikası olarak işlerlik
kazanmamış olsa da burada yaşayan topluluklar tarafından benimsenmiş ve
sürdürülmektedir. Antakya’da yaşayan farklı toplulukların etnik ve dinsel özellikleri, tarihsel ve
toplumsal olarak farklılıkları içselleştiren, etkileşime ve değişime açık ortak bir bölgesel kültür
oluşturacak şekilde evrimleşmiştir.
Antakya’daki Alevi-Sünni ilişkileri hiçbir zaman
Türkiye’nin başka bölgelerinde yaşanmış olan kanlı çatışmalara dönüşmemiştir.
Müslümanlarla gayri Müslimler arasındaki sosyal ilişkiler katı ve muhafazakâr bir niteliğe
bürünmemiştir. Sosyal ilişkiler sevgi, saygı ve hoşgörü sınırları çerçevesinde sürdürülmüştür.
Daha da önemlisi Antakya’da farklı etnik grupların varlığı ve farklı dilleri konuşan insanların
bir arada yaşaması, Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki gibi, bölücü hareketlere ve
çatışmalara yol açmamış, aksine kültürel zenginliğe dönüşmüştür.
Kültürel çeşitliliğe tarihi aşinalık Antakya’da yaşayan farklı toplulukların yaşam
biçimlerinin önemli bir parçasıdır. Bu bakımdan, Antakya ve çevresi, karşılıklı etkileşim içinde
birbirlerinin varlıklarına saygı gösteren farklı kültürlerin senteze uğradığı bir bölgedir.
Antakya’da grup kimliğinin belirgin olduğu; ama her Antakyalının da kendisinden olmayana
karşı saygılı ve hoşgörülü olduğu bir etnik yapıdan söz edilebilir. Farklı etnik gruplar ve farklı
dinlere karşı hoşgörülü olmaları, geleneklerinde ve inançlarında tutucu olmamaları, gruplar
arasında yakın ilişkiler geliştirilmesine olanak sağlamış ve bu yakınlık süreç içerisinde benzer
gelenek, inanç ve ritüellerin doğmasını sağlamıştır.
Antakya kültürü, çok sayıdaki farklı toplumu kaynaştıran kendine özgü bir bakış açısı
ve yaşam biçimini ifade etmektedir. Bu bakımdan, genel veya bir üst kimlik ve üst kültür
olarak Antakya kültüründen bahsedilebilir. Aynı coğrafyada eskiden beri birlikte yaşayan
insanların yeme-içme, üreme ve barınma gibi temel ve birincil ihtiyaçların karşılanması için
geliştirdikleri geleneksel çözüm yollarının benzer olması kaçınılmazdır. Bu nedenle yemek
kültüründe, mimaride ve özellikle konut mimarisinde ve evlenme geleneklerinde, tarihten
getirilen bazı ayrıntıdaki farklılıkların yanı sıra, çok fazla benzerlikler bulunmaktadır. Đkincil
ihtiyaçların karşılanmasında ise oldukça farklı çözüm yolları söz konusudur. Kültürün
oluşmasında ve sürdürülmesinde önemli iki etken olan dil ve din veya inanç sistemlerinin
farklı olması ise farklılıkların oluşmasında ve sürdürülmesinde etkili olabilmektedir. Buna
karşın, geçmişten bugüne yaşanan etkileşim süreci topluluklar arasında önemli ölçüde
benzerliklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ayrıca, Antakya kültüründe Türk kültürünün yanı
sıra Arap kültürünün de önemli bir etkisi olduğu görülmektedir. Yemeklerde, müziklerde,
mimaride ve akrabalık ilişkilerinde önemli ölçüde Arap kültürünün etkili olduğu söylenebilir.
Antakya Kültürü
Đnsanları birbirine yaklaştıran beş temel değişken bulunur: Aynı soydan olmak, aynı
dili konuşmak, aynı coğrafyayı paylaşmak, aynı inançtan olmak ve tarih birliği. Etnik köken,
dil ve din Antakya’da yaşayan toplulukların kimlik oluşumlarında önemli bir yer tutar. Evlilik
konusunda belirgin kopuşlar yaşansa da farklı topluluklar ortak coğrafyayı ve kaderi
paylaşmanın, uyumlu bir ekonomik ve sosyal ilişkiler geliştirmelerinin etkisiyle bir ortak
yaşama paydasında kaynaşmışlar ve dayanışma içindedirler. Antakya’da yaşayan insanlar
farklı etnik kökenden ve farklı dinlerden olmalarına, farklı dilleri konuşmalarına karşın,
tarihten gelen Antakya’lı olma bilinciyle ve aynı toprak parçasında ortak bir yaşam biçimini
paylaşmayı başarabilmişlerdir.
“Antakya kültürü” olarak isimlendirilen bu ortak yaşama biçimiyle Antakya’nın
dünyaca ünlü mozaikleri arasında da bir özdeşlik olabileceği hemen dikkati çekmektedir.
154
Antakya kültürü, tıpkı mozaiklerdeki gibi sınırları belirgin mozaik parçalarının bir araya
gelmesiyle oluşmuş bir bütün olarak görülebilir. Mozaik resminde her küçük mozaik parçası
arasında onları birbirinden ayıran çimento vardır ama bu küçük taşlar birleşerek bir deseni bir
motifi veya bir resmi oluştururlar. Tıpkı mozaiklerdeki parçaların birleşmesiyle mozaiğin
konusunu oluşturan bütün bir resmin oluşması gibi, farklı etnik ve dini grupların yaşam
biçimlerinin etkileşime uğrayarak bir sentez kültür oluşturması sonucunda da “Antakya
kültürü” ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda bir mozaik kültür, aynı zamanda da bir sentez kültür
olan, Antakya kültüründe, farklı grupların bir arada olmasını sağlayan da tarihten gelen
hoşgörü bilinci ve karşılıklı saygıdır. Mozaiğin parçalarını ayıran çimento olarak ise dil, din ve
içevlilik görev yapmaktadır.
Gerçekte etnisite oluşumunda farklı gruplar arasındaki kültürel yada sosyal sınırları
belirginleştirenin dil ve din olduğu herkesçe kabul edilmesine karşın, Antakya kültüründe bu
iki öğenin ayırt ediciliği yada gruplar arasındaki sınırları belirginleştirme işlevi, Antakyalıların
dil ve din bakımından tutucu olmaması nedeniyle, hafiflemiş gibi görünmektedir. Hoşgörünün
oluşmasında farklı etnik grupların yaşam biçimleri arasındaki sürekli bir etkileşimin ve
zamanla oluşan benzerliklerin önemli bir katkısı olduğu söylenebilir. Bu etkileşimin “etnisite”
oluşumunda iki temel öğe olan dinde ve konuşma dilinde bile görülmesi oldukça şaşırtıcıdır.
Konuşma Dili
Antakya Türkçe ve Arapça’nın yaygın olarak konuşulduğu iki dilli bir toplumdur. Her
ne kadar geçmişte resmi otorite tarafından Arapça bazı şarkılar yasaklanmış olsa da,
Antakya insanı genel olarak dilde tutucu değildir. Bu anlamda dil, her ne kadar topluluklar
arasındaki sınırları ve ilişkileri netleştirse de, Antakya’da sadece ayırt edici değil aynı
zamanda birleştirici ve bütünleştirici bir etki de yapmaktadır. Bunda tarihten gelen hoşgörü
bilincinin etkili olduğu söylenebilir. Ana dili Arapça olanlar çoğunlukla Türkçe’yi de iyi
derecede konuşabilmektedirler. Yine ana dili Türkçe olanlar da Arapça’yı biraz da olsa
anlayabilecek derecede öğrenmişlerdir. Bir dialekt olarak Hatay’da konuşulan Arapça sözcük
hazinesinde çok sayıda Türkçe kelime kullanılmaktadır. Bu durum sıkı gündelik ilişkilerin ve
etkileşimin var olduğunu göstermektedir.
Dini Đnanç ve Gelenekler
Aynı etkileşimi, bu etkileşimden doğan benzeşmeyi ve hoşgörüyü yine inanç
sistemlerinde görmek mümkündür. Habib-i Neccar Camii, Yahudi havrası, Ermeni, Ortadoks,
Katolik ve Protestan kiliseleri, Hz. Hızır ve Bayezid bestami türbeleri bugün de her dinden
insanların uğradıkları tarihi ve kutsal mekanlar olarak varlığını korumaktadır. Müslümanlar ve
Hıristiyanlar aynı azizlere saygı duyabilmekte ve aynı dinsel mekanlarda bir araya
gelebilmektedirler.
Aleviler kendileri için en önemli bayram olan Gadir bayramında çalışmazlar ve
dükkanların kepenklerini kapatırlar. O gün cehennem ateşinin bile yanmadığına inanırlar. Bu
bayramda bazı Hıristiyan ve Sünni esnafın da saygı gereği olarak kepenk kapattığına tanık
olunmaktadır.
Hıristiyanların ve Vakıflı köyündeki Ermenilerin önemli bayramlarında kiliselere çok
sayıda Müslüman giderek ritüeli izlemektedir. Bunlardan en dikkati çekeni her yıl 29 haziran
günü dünyanın tek mağara kilisesi olan Silpiyus dağının eteklerindeki St. Pierre kilisesinde
kutlanan St. Pierre (Aziz Piyer) bayramıdır. Bu bayramda Türkiye’nin ve dünyanın dört bir
yanından gelen Hıristiyanlar Antakya’da buluşurlar. 28 haziranda başlayan kutlamaların ilk
etkinliği olan barış yürüyüşüne isteyen herkes katılır. Ancak Sünni, Alevi, Ortadoks, Katolik,
Protestan, ermeni ve Yahudi cemaatine mensup birer temsilci bu yürüyüşte mutlaka
bulunmaktadır. Daha sonra ise Antakya’da yaşayan farklı dinlerin temsilcileri birbirlerinin
kutsal mekanlarını ziyaret ederek buralarda dua ederler. Sırayla, Katolik Kilisesi, Ortadoks
Kilisesi, Yahudi Havrası, Habib-i Neccar Camii ziyeret edilir. Bu ziyaretin sürdürülen hoşgörü
ve saygıyı pekiştirdiğine inanılmaktadır. Daha sonra isteyenler barış yemeğine ve St. Piyer
kilisesinin bahçesinde yapılan dinletiye katılırlar. Dinleti sonrasında katılanlara zeytin dalı
dağıtılarak bu günün aynı zamanda “barış günü” olarak kutlandığı vurgulanır. Dinletiden
sonra ise Alevi, Sünni, Yahudi, Katolik ve Protestan cemaatine mensup birer temsilci
konuşma yaparak barış mesajları verir.
Farklı dinler arasındaki hoşgörü ve etkileşimin en iyi örneğini ise bayramlar
oluşturmaktadır. Nusayrilerin kutladığı bayramların büyük çoğunluğu, önceki dinlerden ve
155
güncel başka inanç biçimlerinden köken almaktadır. Đslamiyet öncesindeki bütün
Peygamberlerin önemli günleri ve onlarla ilgili önemli olayların gerçekleştiği günler bayram
olarak kutlanır. Çünkü Aleviler için her din kutsal olarak kabul edilmektedir ve her dinin
peygamberine inanılmaktadır. Aslında Nusayriler üç semavi dinin bayramlarını kutlarlar.
Ancak bunların içinde Hıristiyanlara ait bayramlar daha fazladır. Hıristiyanlığın hemen hemen
bütün önemli bayramlarını kutlarlar. Tarihi ve politik koşullar Nusayrilerin Hıristiyanlardan
daha fazla etkilenmelerine neden olmuştur. Nusayriler kendilerine özgü çok sayıdaki
bayramlardaki hırisi ziyafetine farklı inançtaki insanları da davet ederler.
Nusayriler ve Hıristiyanlar’ın ortak kutladıkları bir çok bayram bulunmaktadır. Đsa’nın
doğum günü, Noel Bayramı, Paskalya Bayramı, Meryem Ana’nın gökyüzüne yükselişi, Haç
bayramı, St. Georges günü, Barbara bayramı ve başka bir çok Hıristiyan bayramları
Nusayriler tarafından de kutlanmaktadır. Nevruz ve Mihrican Bayramları gibi Đran etkisi
taşıyan bayramlar da kutlanmaktadır. Bunun nedeni baskı ve katliamlarla karşı karşıya
kaldıkları dönemlerde Hıristiyanlar ile Nusayriler arasında büyük bir yardımlaşma ve korumakollama geleneğinin oluşması olarak açıklanmaktadır.
Bu etkileşimin en ilginç yanı Hıristiyanların basit bir Pazar ayiniyle andıkları günleri,
Nusayrilerin bayram şeklinde kutlamalarıdır. Bayram ve kutsal günlerde kilise ve türbelerde
bahur ve mum yakılması hem Müslümanlarda hem de Hıristiyanlarda görülen en yaygın
uygulamadır. Nusayriler ve Ortadoks Hıristiyanlarda bu pratik daha yaygın görülmesine
karşın, Sünni Katoliklerde de bu pratiğe rastlanmaktadır. Hıristiyan inancında kurban kesme
ritüeli yoktur. Çünkü onların inancına göre; tanrı en sevdiği varlığı olan oğlu Đsa’yı insanlığın
ilk günahına karşılık olarak kurban etmiştir. Ancak Hatay’da yaşayan Hıristiyanlar arasında
bayramlarda kurban kesme ritüeli olduğu belirlenmiştir. Vakıflı köyünde ve Altınözü’nün
Tokaçlı köyünde kurban etiyle hırisi yapılarak komşulara ve fakirlere dağıtılmaktadır.
Hıristiyan inancının dayandığı temeller göz önüne alındığında; bölgede yaşayan
Hıristiyanların kurban ve törensel yemek (hırisi) konusunda öteki inanç gruplarından özellikle
de Nusayrilerden etkilendikleri söylenebilir (Boran 2003: 96-97). Alevilerin bazılarının
cenazelerini camiden kaldırmaları veya mevlit yapmaları, bazı camilerde imamlık yapmaları
ve bu camilere alevi cemaatten insanların gelerek namaz kılmaları, ramazan bayramında
oruç tutmaları, ortak bayramlar kutlamaları ve aynı türbeleri ziyaret etmeleri bu değişim ve
dönüşümün örnekleri olarak görülebilir.
Antakya ve genel olarak Hatay aynı zamanda “evliyalar diyarı” olarak da isimlendirilir.
Anadolu’da Hatay kadar çok sayıda ve tanınmış evliya bulunan bir şehir bulmak olanaksızdır.
Aynı hoşgörü ve etkileşim ortamı genel olarak türbe inancı için de geçerlidir. Nusayrilere ait
olan Harbiye’deki Yusuf el-Hekim türbesi, çoğunlukla Türk Sünnilerin ziyaretçi akınına
uğrayan Hatay’daki Habib-i Neccar ve Kırıkhan’daki Beyazıt Bestami Türbesi ve
Hıristiyanlara ait olan Đskenderun’daki St. Georges kilisesi Hatay’da yaşayan her inanç
grubundan insanlar tarafından ziyaret edilerek dilek dilenmektedir. Mızraklı köyündeki
Cosmanus–Dimyanus isimli Hıristiyan azizleri adına yapılan ziyarete hem Hıristiyanlar hem
de Nusayriler sahip çıkmakta ve her iki kesimden insanlar burayı sıkça ziyaret etmektedirler.
Farklı inançlardan insanlar bu türbelerde kendi inanç sistemlerinin gereği olan çoğunlukla
benzer pratikleri yerine getirebilmektedirler. Bu türbelerde mum yakmak, dilek ağacına
paçavra bağlamak ve adak adamak ortak ve yaygın olarak yapılan inanç ve uygulamalardır.
Ayrıca Hatay’daki kutsal mekanlarda taş-kaya, su, dağ ve ağacın kutsal olduğuna
inanılmasından kaynaklanan doğa kültlerine de sıkça rastlanmaktadır.
Antakya’da tarihi bir miras olan türbe inancının güçlülüğü ve türbe sayısının
çokluğuyla bağlantılı olarak fal ve büyüye olan güçlü inanç arasında da bir paralellik
kurulabilir. Günümüz Antakya’sında yaklaşık 500’ün üzerinde türbe ve ziyaretgah
bulunmaktadır. Türbe bakıcılığı bir tür geçim sağlama yolu olarak babadan oğla
aktarılmaktadır. Aynı şekilde, fal ve büyüden geçimini sağlayan çok sayıda aile
bulunmaktadır. Her mahallede her köyde de bir yada birkaç tane falcı ve büyücülük yapan
şeyh (Şıh) veya hoca bulunmaktadır. Evliyalar “keramet sahibi” olma özelliğine sahip olan
ermiş kişiler olarak tanınırlar. Halk, keramet sahibi olduğuna inandıkları evliya türbelerine
gitmenin yanı sıra sıkça falcılara ve büyücülere de gitmektedirler. Bu bakımdan Antakya
kadar çok sayıda falcı ve büyücü bulunan ve fal ve büyüye bu denli inanılan bir kent bulmak
olanaksızdır. Falcılar ve büyücülerin de, tıpkı evliyalar gibi, “keramet sahibi” olduklarına
156
inanılmaktadır. Kendilerini ziyaret edenlere bereket sağlama, çocuk sahibi olmalarını
sağlama, hastalıkları iyileştirme, kaybolan kişi ve eşyayı bulma, gelecekten haber verme,
ayrılanları birleştirme, uzaktaki birini yakına getirme vb. gibi kerametlere sahip olduklarını
inandırarak hizmetlerinin karşılığında da para almaktadırlar. Bu bakımdan, fal ve büyü
yapanların geçmişteki evliyaların günümüzdeki sahte temsilcileri oldukları söylenebilir.
Akrabalık ve Evlilik
Hatay’da yaşayan farklı etnik ve dini gruplar arsında aile ve akrabalık ilişkileri
konusunda da kimi farklılıklara karşın bir çok benzerliğin de bulunduğu bir gerçektir. (Bkz.
Özkaya, 2003: 94). Farklı etnik ve dini grupların yerleşim tipine uygun olarak genellikle bir
arada kümelenmiş şekilde ikamet ettikleri, eski yerleşmelerde aynı avluya bakan evlerde
veya aynı sokakta oturdukları bilinmektedir. Tek yanlı soy sisteminin tercih edildiği Hatay’da
patrilineal (baba yanlı) soy sistemi, evliliklerde patrilocal (babayanı) yerleşme ve patriarchal
(baba otoritesi) söz konusudur. Aile tipi kırsal kesimde genellikle ataerkil geniş aile olup son
dönemlerde çekirdek aile yaygınlaşmaktadır. Çekirdek ailede baba evinden uzakta bağımsız
bir evde yerleşme (neolocal) söz konusudur. Đç evlilik ve buna bağlı olarak akraba evliliği
yaygındır. Akrabalık terminolojisi ise Sudan sistemine benzerlik göstermektedir. Miras
dağılımında ise resmi hukuk sisteminin yanı sıra geleneksel olarak Đslam hukuku yaygın
olarak uygulanmaktadır (Özkaya, 2003: 94-96).
Düğünlerdeki oyun müzikleri ve halay müzikleri oldukça benzerdir. Düğünlerde
Arapça hareketli şarkılar eşliğinde oynanan oyunlar ve halaylar da oldukça benzerdir. Kız
bakma, kız isteme, söz kesme, nişan, gelin hamamı, çeyiz çıkartma, kına gecesi, düğün
töreni ve düğün sonrası kutlamalar Hatay genelindeki ortak ve benzer evlenme
gelenekleridir. Kına gecesinde genelde Türkçe okunan kına türkülerinin yanı sıra, çoğunlukla
Arapça okunan “haha” denilen kinayeli atışma manileri de evlenme geleneklerinde ilginç bir
etkileşim örneği oluşturmaktadır. Ayrıca gelinin eve gelişini kutsamak ve evin bereketini,
gelinin doğurganlığını artırmak için yapılan “saçı geleneği” ile düğün yapan aileye ve yeni
evlenen çifte davetlilerin ve akrabaların para, altın yada farklı hediyeler vermesi şeklindeki
“şaba geleneği” Hatay ve çevresindeki bütün etnik gruplarda rastlanmakta olan ilginç iki
gelenektir. Evlenme ritüellerinde buhur yakılması ve zılgıt çekilmesi de yaygın
uygulamalardandır. Düğün müziklerinde ise genellikle Türkçe ve Arapça türkülerin birlikte
söylenmesi de düğün geleneklerindeki benzer uygulamalar arasında sayılabilir.
Antakya’da farklı gruplar arasındaki biyolojik yada etnik sınırları asıl belirginleştiren
ise akraba evliğidir. Antakya’da genel olarak evlilik tercihlerinde farklı eğilimler söz konusu
olsa bile ilk tercih çoğunlukla grup içi evliliktir. Hatay’da yaşayan etnik gruplar evlilik
tercihlerini daha çok amca kızı teyze kızı gibi çapraz yada paralel kuzen evliliklerinden yana
kullanmaktadırlar. Kuzen evliliği dışındaki evlilik tercihinde evlenilecek kişinin aynı inanç
grubundan olmasına dikkat edilmektedir. Evlilik tercihinin çoğunlukla akraba evliliğinden yana
kullanılması “etnisite” oluşumunu desteklemekte, güçlendirmekte ve sürdürülmesine katkı
sağlamaktadır. Bölgede akraba evliliğinden kaynaklanan çeşitli hastalıklar (Akdeniz anemisi,
fiziksel bozukluklar, zeka geriliği vb.) yaygın olmasına karşın, yine de akraba evliliği tercihi
oldukça yüksektir (Bkz. Özkaya: 63, 93). Ancak akraba evliliğinin nedenlerini sadece
etnisitenin korunması açısından değil çok yönlü değerlendirmek gerekmektedir. Akraba
evliliği etnik ve dini yapının korunması dışında toplumsal bütünlüğün sağlanması,
dayanışmayı pekiştirmesi açısından da önemli işlevleri yerine getirmektedir. Özellikle
çocuğunun boşanmaması, ekonomik olarak güvence altına alınması, politik örgütlenmeyi
desteklemesi ve toprağın soy içinde kalması da akraba evliliğinin nedenleri arasında
sayılabilir. Aslında Hatay’da yaşayan farklı gruplarda akraba evliliğinin nedenleri de
neredeyse aynıdır (Özkaya, 2003: 51). Böylece topluluklar arası ilişkiler veya etnisitenin
sınırları evlilik tercihiyle belirginleşmektedir. Yine de farklı etnik ve dini gruplar arasındaki
istenmeyen evliliklerde (ötekiyle yapılan evliliklerde) bile topluluklar arasında küskünlükler
uzun sürmemekte, çatışma ve kavga boyutuna gelmemektedir.
Ölüm Gelenekleri
Evlilikler
konusunda
gözlemlenen
katı
tutumlara
gündelik
yaşamda
rastlanmamaktadır. Gündelik ilişkiler daha dostça ve daha samimidir. Bunu en iyi komşuluk
ilişkisinde gözlemek olasıdır. Farklı etnik gruptan ve inanç grubundan ailelerin komşuluk
ilişkileri oldukça samimidir. Evde yapılan farklı yemeklerden komşuya götürülür. Bayramlarda
157
komşular mutlaka ziyaret edilir ve sıkıcı akşamlarda komşuya oturmaya gidilir. Komşular
düğün ve özellikle de cenazede birbirlerine destek olurlar.
Ölümde dayanışma ve yardımlaşma komşuluk ilişkilerinde kesinlikle ihmal
edilmemesi gereken geleneklerdendir. Etnik kimliği ve dini inancı ne olursa olsun komşuların
ve arkadaşların hepsi ölüm olayını yaşayan aileye ziyarete giderler, onlara destek olmaya
çalışırlar. Đlk üç gün cenaze olan evde yemek yapılmaz. Komşular yemek pişirerek aileye ve
misafirlere sunarlar.Ölüm geleneklerinde Hatay genelinde bir benzeşme ve etkileşim söz
konusudur. Cenazenin toprağa verilmesinden dini mekanda yapılan ritüele kadar bir çok
gelenekte benzerlikler bulunmaktadır. Cenazenin toprağa verilmesinin 7. ve 40. gününde ölü
aşı verilmesi istisnasız olarak bütün inanç gruplarında görülen bir uygulamadır.
Yemek Kültürü
Topluluklar arasındaki etkileşim ve benzerliğe en çok yemek kültüründe görebiliriz.
Hatay kendine özgü yemekleri ile Akdeniz bölgesinde farklı bir yere sahiptir. Hatay’ın
Akdeniz bölgesinden farklı olarak en dikkati çeken yiyecekleri özellikle salata ve mezelerdir.
Bunun yanı sıra tuzlu yoğurtla yapılan kendine özgü yemekleri ile bazı et yemekleri, tatlıları
ve doğadan elde edilen bitkilerden yapılan bazı yemekler bakımından da farklı bir zenginliğe
sahiptir (Şahin. 2003:152). Sosyal yaşamda yemeğin önemli bir işlevi vardır. Sosyal
yaşamda yemek yaşamın her alanı ile doğrudan ilişkilidir. Doğum, evlenme, festivaller, ölüm,
eğlence yaşamı, aile içi ilişkiler, komşuluk, akrabalık ilişkileri ve dini ritüellerde yemek
önemli bir yer tutmaktadır. Güzel yemeklerden oluşan ziyafet sofraları sosyal ilişkinin odak
noktasında yer almaktadır. Sosyal yaşamın önemli bir parçası olan eğlence hayatı ve yemek
kültürü Hatay’da birbirinden ayrılmaz iki öğedir. Bu ikisinin birbirinden ayrılmaz iki parça
olduğu Harbiye’de yer alan çok sayıdaki yemekli ve içkili lokantalardan anlamaktayız. Roma
döneminde de tanınmış bir mesire yeri ve eğlence merkezi olan (Bkz. Karasu,1997)
Harbiye’nin günümüzde de bu özelliğini koruduğu söylenebilir.
Yemek kültüründeki farklılıklar daha çok inançlardan kaynaklanmaktadır. Gerek dini
inanışlar gerekse geleneksel kalıplar bazı yiyeceklerin kutsal bazılarının ise tabu sayılmasına
yol açmıştır. Ancak Hatay genelinde yapılan yemekler hemen hemen aynı olmakla birlikte
isim, yapılış biçimi ve içine koyulan malzemeler bakımından bazı farklılıklar göstermektedir.
Dini inanışlar bazı yiyeceklerin tabu sayılmasına yol açarken bazılarının da kutsal
görülmesine neden olmaktadır. Ekmek, zeytin ve su bütün inanç biçimlerinde kutsal olarak
kabul edilmektedir. Hırisi sadece Alevi Nusayrilere özgü dinsel törenlerde pişirilen kutsal bir
yemek olmakla birlikte, Sünnilerde aşur ismiyle, Hıristiyanlarda ise keşkek ismiyle günlük
olarak tüketilen bir yemektir (Şahin, 2003:153). Yumurta, Hıristiyanlarda kutsal bir yiyecektir
ve paskalya bayramında yumurtanın özel bir yeri vardır. Alevi Nusayrilerde bu bayram
yumurta bayramı olarak kutlanmaktadır. Ancak Nusayrilerin bu bayramı Hıristiyanlardan
etkileşim sonucunda kazandıkları bilinen bir gerçektir. Nusayriler bu bayramda Hıristiyanlar
gibi yumurta boyayıp birbirleriyle yumurta tokuştururlar (Bkz. Türk, 2002). Tabu sayılan
yiyecekler konusunda bile bir benzerlik söz konusudur. Dişi hayvanın kurban edilmesi,
mundar hayvanın etinin yenmesi, leş yiyen hayvanların etinin yenmesi yaygın olarak tabu
sayılan yiyeceklerdir. Ancak bu konuda Musevilerle Nusayriler arasındaki benzerlik diğer
inanç gruplarından daha fazladır. Bu da bu iki toplum arasında tabu sayılan yiyecekler
konusunda bir etkileşim olabileceğini düşündürmektedir (Bkz. Şahin, 2003: 121, 124).
Müslüman ve Hıristiyanların bayramlarında yapılan yemekler de benzerlik göstermektedir.
Her iki dini grup arasında da oruk (içli köfte), tepsi kebabı, kağıt kebabı ve katıklı ekmek
bayramlarda gelen konuklara sunulan başlıca yiyeceklerdir. (Boran, 2003: 97).
Hızır Đnancı ve Hıdrellez
Hatay’da yaşayan Nusayrilerin (Arap Alevisi) ana dilleri olan Arapça’da Hızır’ın
karşılığı Hıdır’dır. Nusayrilere ait toplam 283 türbeden 51’inin33 Hızır’ın adına yapılmış
olması Nusayrilerde Hızır inancının çok güçlü olduğunu açıkca göstermektedir. Hatay
Hızır türbeleri kutsallaştırılmış birer tapınma mekânı olarak kullanılmaktadır. Bu türbelerde
33
51 Hızır türbesi sadece Hızır’ın adına yapılanlara ek olarak Hızır’ın da isminin bulunduğu çok makamlı nebi
veya embiya türbelerini de kapsamaktadır.
158
Şıhlar (Şeyh) yönetiminde bir takım ritüeller yapılmaktadır. Bu bakımdan Hatay’da Hızır’a
olan inanç bir kült niteliği taşımaktadır. Böylece inanç, belirli zaman dilimlerinde, kurbanı
ve belli ritüelleri içeren bir tapınma niteliğine bürünmüştür. Bayram ve adaklar töreni
yapan kişinin evinde türbelerde ve özellikle de Hızır Türbelerinde yapılmaktadır.
Nusayriler arasında Hızır inancı çok güçlüdür. Çok sayıda Hızır türbesinin34 varlığı, bu
mekanlarda çeşitli ritüeller eşliğinde törenlerin yapılması ve Hızır hakkında çok sayıda
söylencenin anlatılması Hızır inancının bir külte dönüştüğünü de göstermektedir (Bkz.
Türk, 2002).
Hızır kültünün çok güçlü olduğu Hatay’da da çok sayıda Hızır söylencesi
anlatılmaktadır. Bunlardan en yaygın olanı Kuran-ı Kerim’ deki Hz. Musa-Hz. Hızır
öyküsünün Hatay versiyonudur :
“Günün birinde Musa peygamber Tanrıya evrenin en akıllı adamı kimdir? Diye sormuş. Tanrı
“Hıdır Bey’ dir” demiş. Bunun üzerine Hz. Musa onu nasıl bulabileceğini sormuş. Tanrı
“değneğini sapladığında büyür, ağaç olur, torbandaki ölü balıklar canlanır, gökyüzü açıkken
birden yağmur yağarsa, bulunduğu yer iki denizi kavuşturuyorsa işte orası Hızır’ın ülkesidir”
demiş.
Hz. Musa istenenleri yapar; torbasına balıklar doldurur, değneğini alır ve yola çıkar.
Aradığı yeri bulmak için çok dolaşırsa da bir türlü bulamamış. Sonunda Samandağ
açıklarında bir kayaya oturmuş, yorgunluktan uyuya kalmış. Uyandığında yere sapladığı
değneğin ulu bir ağaç olduğunu, torbasındaki balıkların canlanarak denize kaçtığını görmüş.
Hatta gökte bulut olmadığı halde sağanak yağmurda sırılsıklam olmuştur. Hz. Musa aradığı
ülkeyi bulduğuna çok sevinmiş, bu arada yanına ihtiyar bir balıkçı gelmiş. Hz. Musa ile
hizmetlisi balıkçının yanına oturup sohbet etmişler. Bu arada bir kuş görmüşler. Kuş denizin
sularına başını daldırıp gövdesine ve kanatlarına serpip duruyormuş. Uçmadan öncede
gagasını suya daldırıp bir damla su almış. Balıkçı Hz. Musa’ya Allah tarafından gönderilen bu
kuşun “sizin bildiklerinizin bu büyük denizden alınmış bir su damlası kadar az olduğunu”
anlatmak istediğini söylemiş. Bunun üzerine Hz. Musa balıkçıya Hıdır Beyi nasıl bulacağını
sormuş. Balıkçı da işine karışmamak koşuluyla onu Hıdır Beye götüreceğine söz vermiş.
Birlikte yola koyulmuşlar. Biraz yol alınca balıkçı kıyıdaki kayıkları delmeye başlamış. Hz.
Musa bunu neden yaptığını sormuş. Balıkçı yanıtlamamış. Bir süre denizde yol aldıktan
sonra sahilde oynayan çocukları görmüşler. Balıkçı hemen onlardan birini öldürmüş. Hz.
Musa, karşı çıkıp nedenini öğrenmek istemişse de balıkçı anlatmamış. Asi ırmağını izleyerek
yollarına devam ederken konakladıkları her yere bir ziyaret yapmışlar. Sonunda Karye
(Harbiye) köyünde konaklamaya karar vermişler. Tandırda ekmek pişiren kadınlara
rastlamışlar. Karınlarını doyurmak için ekmek istemişler, kadınlar ekmek vermemiş. Bütün
köyü dolaşmışlar, kimse onlara yiyecek vermemiş. Sonra yıkılmış bir duvarın üzerine
oturmuşlar. Balıkçı bu duvarı onarmış. Musa gene dayanamamış ve bunun nedenini sormuş.
Balıkçı sinirlenmiş ve anlaşmanın bozulduğunu bildirerek yaptıklarını açıklamış: “Kayıkları
deldim,çünkü hükümdar bütün sağlam kayıklara el koyuyordu, çocuğu öldürdüm büyüyünce
çok kötü bir insan olacaktı. Bu duvarı ise iki yetim çocuğun ölmeden önce anne ve babaları
çocuklarımız büyüyünce bulsunlar diye ölmeden önce bu duvarın altına bir küp altın
saklamışlar. Duvar yıkılırsa altınlar görünür ve başkaları gelip alırlar. Bütün bunları sana
anlattım ama artık beni göremeyeceksin. Aradığın Hıdır bey bendim” (Yusuf Günay, 37
Yaşında, Ortaokul Mezunu, Antakya).
Bu söylenceye uygun olarak Hz. Musa ile Hızır’ın buluştuğu yer olduğuna inanılan
Samandağ’da ve duvarı yıktıklarına inanılan Karye (Harbiye)’de önemli iki Hızır makamı
34
Hızır türbeleri, içinde gerçek anlamda mezar olmaması ve makamın Hızır’ı temsil etmesi
nedeniyle, türbenin bütünü “Hızır Makamı” olarak isimlendirilmektedir. Ancak bu çalışmada
makam ve türbe ayrımında bir kavram kargaşasına yol açmamak için, “Hızır Türbesi” ismi
tercih edilmiştir.
159
vardır. Ayrıca, bu iki makamın dışında Hatay’ın çeşitli ilçelerinde çok sayıda Hızır makamı
bulunmaktadır.
Samandağ’ın Hıdır A.S. adıyla anılan Hıdırbey köyünde bulunan asırlık Hıdırbey
çınarı Hatay’ın en ünlü ağacıdır. Bu çınar ağacının köylüler tarafından 2000 yaşında olduğu
söylense de araştırmacılar 800-900 yaşında olduğunu belirtmektedirler. Ağacın içinde
bulunan boşluk bir zamanlar berber dükkanı olarak kullanılmıştır. Şimdi altındaki alanda şirin
bir köy kahvesi bulunmaktadır. Hıdırbey köyündeki bu ulu çınarla ilgili bir söylence de
anlatılmaktadır: “Hz. Musa ile Hıdır Samandağ’da buluşup dolaştıktan sonra, yorgunluklarını
gidermek için Hıdır bey köyüne gelip konaklamışlar. Yemek yemiş ve namaz kılmışlar. Bu
arada Hıdır asasını yere saplamış ve unutmuş, yollarına devam etmişler. Asayı orada
unuttukları akıllarına gelince asayı almak için geri döndüklerinde asanın yeşillenmiş olduğunu
görmişler. Sonra Hıdır “Bu asa burada kalsın ve bir ağaç olsun” demiş. Hz. Musa kendi
adıyla anılan Musa dağına, Hıdır da Antakya’ya doğru yola çıkmış ve birbirlerinden
ayrılmışlar (Mehmet Kuş, 60 yaşında, Đlkokul Mezunu, Hıdırbey Köyü; Abdullah Aşkar, 61
yaşında, Đlkokul , Hıdırbey Köyü).
Hatay’da “Ejderhanın Öldürülmesi”35 söylencesi Hıdır Bey’e mal edilerek anlatıldığı
gibi Hıdır’la aynı kişi olduğuna inanılan St. Georges’e mal edilerek ve mekanda değişiklik
yapılarak da anlatılmaktadır. St. Georges çoğu zaman at üstünde, bazen yaya, mızrağı ve
kılıcıyla bir ejderha öldürürken betimlenmiştir. Avrupa’da, Türkiye’nin çeşitli müzelerinde ve
Hatay’da bu sahneyle ilgili resimlere rastlanmaktadır (Ocak, 1991: 665). Bu nedenle ejderha
söylencesinin asıl St. Georges’e ait olduğu bilinmektedir. Ocak(1991: 666), St.Georges ile
ilgili söylencelerin IX. yy.’ dan önce Müslüman halk inançlarını etkilediğini söylemektedir.
Aşağıdaki söylence bu etkileşime iyi bir örnektir.
“Hz. Musa ile Hızır haftanın belirli günlerinde Samandağ Hızır Aleyhisselam
makamında buluşup sohbet eder, toplumsal ve dinsel sorunları tartışırlarmış. Buluştukları
günlerden birinde önlerinden bir konvoy geçmiş. Konvoyda ağlayan insanlar varmış.
Konvoyun önünde bakire, güzel bir kız, arkasında da köy halkı varmış. Hızır ve Musa
yaklaşıp sormuşlar "Neden ağlıyorsunuz?".Köylüler "Aman işimize karışmayın, biz senede bir
defa köyümüzün en güzel kızını denizden çıkan ejderhaya kurban olarak veriyoruz ve
ejderha bu kurban karşılığında bir yıl bize dokunmuyor, böylece rahat ediyoruz" demişler.
Hızır "olmaz öyle şey, sakın böyle bir şey yapmayın, ben de sizinle beraber geleceğim"
demiş. Birlikte deniz kenarına gitmişler. Deniz yükselmiş ve bir süre sonra bekledikleri
ejderha gelmiş. Ejderha kızı almak üzereyken, Hızır kılıcıyla ejderhanın bir kolunu
vücudundan kopartmış. Kol o hızla Lübnan'ın Bahalbek dağlarına kadar uçmuş, dağlara
vurunca o dağlardan su fışkırmış. Đşte o su Asi adı verilen nehri oluşturmuş. Bu sefer,
canavar, Hızır Aleyhüsselam’a yalvarmış, "bir daha vur ki öleyim" demiş. Aslında, Hızır bir
kez daha canavara vursa, canavarın kolu yerine gelecek ve daha da güçlenip
saldırganlaşacakmış. Hızır bunu bildiği için canavara tekrar vurmamış. Böylece canavar
olduğu yere yığılmış ve ölmüş. Bu su (Asi’nin suyu) o dönemlerde Ab-ı Hayat suyuymuş.
35
"Ejderha öldürme" motifi her halkın ve her devrin söylencelerinde bulunmaktadır. Özellikle Yunanlılarda bu
motif çok kullanılmaktadır. Yunanlıların en çok tanınmış "ejderha öldürenleri" Herakles ile Perseus'dur.
Hıristiyanlığın başlaması ile ejderha öldürme görevi Saint'lere ve kutsal şahıslara geçti. St.Georges ve ejderha
söylencesi farklı isimler ve ayrıntılardaki bazı farklılıklarla birlikte günümüze kadar anlatılagelmiştir. Ancak bu
motifin ilk kaynağı Đ.Ö. üçüncü binde Sümerlilere kadar uzanmaktadır. Çığ'a göre(1998:147,152,161). Bugün
Sümerlilere ait en az üç tür "ejderha öldürmeyle" ilgili söylence vardır. Bunlardan ikisinin kahramanları, su
tanrısı Enki ile Güney Rüzgarı tanrısı Ninurta'dır. Üçüncüsü ise St.Georges'un aslı olduğu düşünülen kahraman
Gılgamış'a aittir. Bu söylencede “Gılgamış ünlü birisi olmak için uzaklardaki yaşam ülkesine gitmeyi ve oradaki
sedir ağaçlarını kesip Uruk'a gitmeyi amaçlıyor. Ancak sedir ormanlarının koruyucusu korkunç canavar ejderha
Huvava'dır. Gılgamış uzun mücadelelerden sonra canavarı öldürerek, ülkesine geri döner.”
160
Hızır o sudan içmiş ve ölümsüzleşmiş. O günden sonra da Allah tarafından dara düşenlere,
zor durumda olanlara yardım için görevlendirilmiş…(Zübeyir Amberli, 52 yaşında, Üniversite ,
Antakya)
Antakya’nın mozaik kültürünün etkisi dinsel ritüellere ve simgelere de yansımıştır.
Kimliği konusunda farklı algılamalar olmasına karşın, Hızır inancına Hatay’da yaşayan bütün
etnik gruplarda rastlanmaktadır. Türk Sünnilerdeki Hızır, Nusayrilerde Hıdır, Hıristiyanlarda
ise St. Georges yada Mar Corcis olarak isimlendirilmektedir. St. Georges, Büyük Đskender,
Hz. Musa’nın isminin birlikte kullanıldığı bir çok Hızır söylencesi anlatılmaktadır (Bkz. Türk,
2002).
Hz. Musa ile Hızır Aleyhüsselamın buluştuğuna inanılan Samandağ’daki Nusayrilere
ait Hızır türbesini ve Đskanderun’daki St. Georges kilisesini bütün dinlerden ve etnik
gruplardan insanlar ziyaret ederek dilek dilemektedirler. Arsuz’daki Akçalı beldesinde
yaşayan Alevi Nusayriler, yumurta bayramını şenlik yaparak kutlarlar.Hıdırellez günü olan 6
mayısta yapılan St. Georges günü kutlamalarında kiliseler sadece Hıristiyanların değil Sünni
ve alevi Müslümanların da akınına uğramaktadır. Özellikle Đskenderun’daki St. Georges
kilisesi aynı gün ziyaretçi akınına uğrar. Her inançtan insan aynı inanç ve uygulamaları
yerine getirerek dilekler dilerler adaklar adarlar (Bkz. Türk, 2002).
El Zanaatları
Kentleşme ve sanayileşmeyle birlikte Antakya’da el zanaatı ustaları azalmış el
zanaatı ürünlerine olan ilgi de gitgide kaybolmaya yüz tutmuştur. Günümüzde turizme yönelik
olarak küçük çapta sürdürülen el zanaatları, ipek dokumacılığı, ağaç oymacılığı, hasır
örmeciliği ve defne yağı kullanılarak yapılan defne (gar) sabunu yapımıdır.
Đpek dokumacılığı, Samandağ ve Harbiye’de aile işletmeciliği şeklinde sürdürülmekte
ve büyük ilgi çekmektedir. 1900’lü yıllardan bu yana Antakya ‘da koza yetiştiriciliği ve koza
ipeği üretimi yapılmaktadır. Dokumacılığı daha sonra Ermeni ustalardan öğrenen bugünkü
ustalar aile işletmelerinde ürettikleri ham ipeklerle Antakya’yı yurt içi ve yurt dışında
tanıtmaktadırlar. Dut ağacını bölgede bol miktarda yetişmesi, ipekçiliği olumlu yönde
etkilemektedir. Geçmişte halkın büyük bölümünün geçim kaynağını oluşturan ipekçilik, son
yıllarda unutulmaya yüz tutmuş el zanaatlarından biridir.
Saf defne yağı (gar) ve saf zeytinyağından yapılan defne sabunu içine renk, koku ve
köpük için hiçbir kimyasal madde katılmadan atadan kalma geleneksel usullerle
üretilmektedir. Antakya’da bolca yetişen Defne bitkisinin tohumunun belirli aşamalardan
geçirilmesinden sonra elde edilen yağla zeytin yağının bileşimi ve köstük denilen katkı
maddesinin karışımıyla elde edilmektedir. Akdeniz kıyılarında yüzyıllardır yetişen defne,
sabun yapımı dışında yemeklere katılarak, şifalı çay olarak ve kapalı mekanlarda kötü
kokuyu kırmak için de kullanılmaktadır. Ortaçağ’da şairlere, sanatçılara ve bilginlere
giydirilen defne tacı güzeller güzeli Daphne’den (defne) gelmektedir. Bir su perisi (nympha)
olan Daphne, kendisini ana tanrıça olan Gaia’ya adadığı için erkeklerden kaçarmış. Tanrı
Apollon ona gönül vermiş, peşine düşmüş. Apollon kovalar Daphne kaçarmış. Apollon
Daphne’yi yakalayacağı zaman Daphne ırmak tanrısı olan babası Penesius’a kendisini
krtarması için yalvarmış. Babası Daphne’yi bulunduğu yerde Defne ağacı şekline sokmuş.
Bundan böyle Apollon defne ağacını kendi kutsal ağacı olarak benimsemiş. Apollon sazını
çalarken, korosunu yönetirken, defne dallarından yaptığı taçları başından eksik etmezmiş.
Harbiye’de eski uygarlıklara ait antik eserlerin taklitleri taş üzerine işlenerek
pazarlanmaktadır. Bugün Özalp ailesi tarafından sürdürülen bu zanaat, çok eski yıllardan
günümüze gelmiştir. Şeyh Ali Özalp, taşı işleme sanatını kendiliğinden öğrenmiş ve Fransız
işgali sırasında
becerisinin beğeni ve talep toplaması üzerine zanaat boyutuna
dönüşmüştür. Bir zanaat haline gelen heykeltıraşlık, sonraki yıllarda babadan oğula usta
çırak ilişkisiyle aktarılarak bir aile mesleği haline gelmiştir. Heykel ve motif yapımı için en
uygun malzeme olarak Şenköy’den getirilen kalker, Kayseri’nin alabastar taşı ve Antakya’nın
siyah mermer taşı olarak bilinen seyatit kullanılmaktadır. Bu taşlardan heykel ve çeşitli antik
dönem motiflerinin dışında, çeşitli süs eşyaları, kolyeler, ve üzerinde dua yazan muskalar
(amulet) de yapılmaktadır.
Ağaç işlemeciliği de Antakya’daki köklü zanaatlardandır ve özellikle mobilyacılığa
bağlı olarak gelişmiştir. Eski Antakya evlerinde kullanılan ahşap işçiliği artık evlerde
161
kullanılmamaktadır. Ancak ahşap yanında başka hammaddelerinde kullanılmasıyla yapılan
arabacılık, bıçakcılık, tekne yapımı biçiminde ağaç işleme zanaatı sürdürülmektedir. Özellikle
Arsuz ve Samandağ’da sürdürülen tekne yapımı sürdürülmektedir.
Metal işçiliği ise demircilik ve bakırcılık olarak sınırlı sayıda olmasına karşın varlığını
sürdüren zanaatlardır. Antakya’da babadan oğula geçen mesleklerden biridir. Demircilik. Çok
eskiye dayanan demircilik zaman, sabır, emek ve güç isteyen bir meslektir. Antakya Uzun
Çarşı’da bulunan “Demirciler Çarşısı”nın geçmişinin 200-300 yıllık olduğuna bakılırsa
mesleğin ne kadar eski ve köklü olduğu anlaşılır. Günümüzde demir işleyen ustalar bu
çarşıyı terk ederek Đskenderun çıkışındaki Küçük sanayi sitesine taşınmak zorunda
kalmışlardır. Aynı şekilde Bakırcılar Çarşısında da sadece iki işyeri bulunmaktadır. Bakırcılık
da Antakya’da yok olmakta olan bir meslek ve el zanaatıdır. Đlk bakır ustaları Ermenilerdir.
Bakırcılık Ermenilerden öğrenilerek bugüne aktarılmıştır. Bugün var olan iki işyerinde bakır
işlemesi yapılmamakta, Maraş ve Gaziantep’ten hazır olarak getirilen ürünler satılmaktadır.
Altınözü’nün Paslıkaya ve Antakya’ya bağlı Sofular köylerinde üretilen sap ve hasır
örme işleri turisler tarafından çok ilgi çekmektedir. Hasır tabak ve tepsiler Antakya’nın
simgesi haline gelmiştir. Bunların dışında Antakya’da varlığını, zor da olsa, sürdüren başka el
zanaatları da bulunmaktadır. Tenekecilik, kalaycılık, semercilik, kilim dokuma, bıçakçılık,
ayakkabıcılık, tandır ve toprak kap üretimi ve işleme cam işçiliği bunlar arasında sayılabilir.
162
Amanos Dağlarının Vejetasyonu
Dr. Hikmet Yolcu
Giriş
Günümüzde hızla gelişen sanayileşme ve artan insan nüfusu pek çok doğal alanı yok
etmiş, belli noktalarda varlığını koruyabilmiş alanları da tehdit altında tutmaktadır. Bilim ve
teknolojinin amacı ne olursa olsun mutlak bir tüketime ve bozulmaya neden olmaktadır. Đnsan
yararı söz konusu olduğunda kaynak tüketimi kaçınılmaz olmaktadır. Geleceğin güvence
altına alınabilmesi ve mevcut kaynakların uzun sureli kullanımının sağlanabilmesi modern
toplumların karşı karşıya olduğu en önemli sorunlardandır.
Bu gibi problemlerin çözümü için gerek uluslar arası düzeyde ve gerekse toplumsal
açıdan birtakım çabaların harcandığı bir gerçektir. Koruma söz konusu olunca kısa vadeli
yararlardan vazgeçmek gerekir ki buda yerel yönetimler ve yöre halkı açısından endişe verici
bir durum olarak algılanmaktadır.
Bu durumda korunacak doğal alanların doğru olarak saptanması ve öncelikli olan
alanlarda hızlı hareket edilmesi pek çok türün hızla yok olduğu bu süreçte yaşamsal önem
taşımaktadır.
Doğu Akdeniz bitki örtüsü içerisinde değerlendirilen kurakçıl meşe ormanları, kızıl
çam ve dağlık alanlardaki sedir ormanları zaman içinde bölgede yaşamış tüm uygarlıkların
tahribine az çok uğramıştır.
Amanos dağlarının toprak yapısı
Amanoslar Đskenderun körfezi kıyısında Türkiye sınırlarının en güney ucunda yer alan
kel dağın kuzeyinden başlayarak güneybatı-kuzeydoğu yönünde uzanan Amanos dağları,
amik ovası ile aşağı asi havzasının kuzeybatı kenarını kesintisiz olarak sınırlayan düzgün bir
dağ sırasıdır. Amanoslar üçüncü jeolojik zamanın ikinci yarısında oluşmuştur. Bu dağ
sırasının temelini paleozoike ait peridotit, serpantin ve gabro gibi yeşil kütleler
oluşturmaktadır. Üst örtüde ise aynı zamanda oluşmuş kalker bulunmaktadır. Özellikle doğu
yamaçlarda üst örtüde paleozoik kökenli kum taşı bulunmaktadır.
Amanos dağlarında beş tip toprak tanımlanmıştır: (Akman 1973)
1234-
5-
400 metreye kadarki yükseltilerde marndan oluşmuş ve erozyona uğramış toprak tipi dağlık
alanların alçak bölgeleri için tipiktir.
Kırmızı Akdeniz toprakları kireçtaşı üzerinde yüksek yağış ve ışık alan güney ve batı
bakılarında bulunan bu toprak orta derecede humus içerir.
Kahverengi kalkerli topraklar: humusça zengin bu toprak kızılçam ormanları altında
kireçtaşı ya da marn üzerinde oluşmuştur.
Kahverengi orman toprağı: serpantinit ofiolit veya kum taşından oluşmuş bu topraklar
dağların orta veya yüksek alanlarında kızılçam ve Qcervis ormanları altında
bulunmaktadır.toprak humusça zengin bir üst tabakaya sahiptir.
Yıkanmış kahverengi topraklar: kil içeriği daha yüksek olan bu topraklar kayın ormanları
altında 1200 metreden daha yüksek kuzey bakılarda ve yağışın 1500 mm’den yüksek olduğu
alanlarda bulunmaktadır.
Amanos dağlarının iklimsel özellikleri
Akdeniz iklimine sahip bölgeler yazın serin ve nemli hava akımını büyük ölçüde bloke
eden yüksek basınçlı subtropik bölgenin etkisi altına girer. Kışın batıda hüküm süren bir
alçak basınç zonu ekvatora doğru hareket eder ve sıklıkla gereğinden fazla yağış ile ılık
sıcaklıklar getirir. Bu yüzden doğu Akdeniz bölgesinde yağışların çoğu Ekim- Mart arasında
görülmektedir. Amanos dağları iklimi yıl içindeki kurak dönemin kırk günden az olduğu submediteran iklim tipi olarak tanımlanmıştır. (Atlan, 1976, Unesco-Fao, 1962)
163
Amanos dağlarının vejetasyonu
Amanoslarda toprak, iklim ve bitki ilişkilerine bağlı olarak deniz seviyesinden itibaren
dağların en yüksek kısımlarına kadar oluşan Akdeniz vejetasyon katları ve içerdikleri
vejetasyon tipleri yükselti basamaklarına göre aşağıda verilmiştir:
1-Sıcak Akdeniz Vejetasyon Katı: 0-500m arasında gelişmiş olan bu katta genellikle
Ceratonia siliqua (keçiboynuzu), Olea europaea (zeytin), Pistacia lentiscus (sakız)
Arbutus andrachne (sandal) Qercus coccifera (kermes meşesi) Myrtus communis
(mersin) Euforbia dendroides (sütleğen) Pinus brutia ( kızıl cam) Pinus halapensis (
Halep çamı) vejetasyon serileri ile karakterize edilir.
2- Asıl Akdeniz Vejetasyon Katı: 500–1000 m arasında çok iyi gelişen bu kat
ülkemizde başlıca Pinus brutia ( kızıl cam), Laurus nobilis (defne), Quercus ilex, ve
Quercus infectoria gibi vejetasyon serileri ile temsil edilir.
3- Üst Akdeniz Vejetasyon Katı: 1000–1500 m arasında gelişen bu kat bölgede
genellikle. Quercus cerris, Qercus infectoria ve Carpinus orientalis gibi yaprak döken
meşe türleri ve gürgen ormanları ile temsil edilir
4- Akdeniz Dağ Vejetasyon Katı: 1500–2000 m yükseklikler arasında gelişen bu
vejetasyon katı amanoslarda Pinus nigra (karaçam), Cedrus libani (sedir), Abies cilicica
(göknar) gibi vejetasyon serileri ile temsil edilir.
6-
yüksek dağ Akdeniz vejetasyon katı: 2000 m’den sonra daimi kar sınırına kadar gelişen tüm
vejetasyonları kapsar.
Vejetasyon herhangi bir coğrafik bölgenin bir kesimi üzerinde yaşama koşulları
birbirine benzeyen bitkilerin, bir arada toplanma şeklidir.bir bölgede yaşama koşulları ne
kadar değişik olursa vejetasyon tipleri de o kadar farklı olur.
Amanoslardaki vejetasyon çalışmaları ilk olarak Akman (1973) tarafından
başlatılmıştır. Akman Đskenderun hassa Dörtyol ve ıslahiye civarındaki Pinus brutia, Pinus
nigra, Quercus cerris, Carpinus orientalis ve Fagus orientalis
ten
oluşan farklı orman gruplarının ekolojik özelliklerini ortaya koymuştur. Daha sonra ise
Türkmen (1994) amanos dağlarının kuzeyindeki Dörtyol-Erzin kesiminde yangın sonrası
vejetasyon dinamiği ile ilgili bir çalışma yapmıştır. Çakan (1997) Hatay ili sınırları içerisinde
bulunan musa dağı ile kel dağlarının ekolojisi üzerine detaylı bir çalışma yapmıştır.
Bölgedeki en son vejetasyon çalışması Yolcu (2005) tarafından yapılmıştır. Yolcu Belen ile
musa dağı arasında bulunan Kızıl dağın ekolojisini ve bitki sistematiğini ortaya koymuştur.
Amanos dağlarında yapılan floristik çalışmalar sonucunda 91 familya 419
cins 880 tür ve türaltı takson tanımlanmıştır. Türkiye florasında 850 cinsin olduğu göz önüne
alınacak olursa amanosların Türkiyede bulunan bitki cinslerinin yarısını içerdiği görülür.
Amanos dağlarındaki yükselti, bakı ve topoğrafik özelliklerden dolayı pek çok
mikroklima bölgesi ve farklı habitatlar bulunur. Amanoslardaki habitatlarda yaşamını
sürdüren bitkilerin coğrafya bölgelerine göre dağılışı aşağıda verilmiştir. Akman (1973)
Mediteran
Avrupa_sibirya
Submediteran
Avrupa
Endemik
%57
%12
%4.5
%5
%3
164
Đran_turan
Kozmopolit
Diğer
%2.5
%2
%14
Avrupa Sibirya kökenli bitkilerin oranının doğu Akdaniz’de oldukça yüksek çıkması Akdeniz
bölgesinin bolkar dağları ve amanoslar arasında uzanan Anadolu diagonali olarak
adlandırılan bir göç yolu ile açıklanmıştır. Bu teoriye göre Avrupa-sibirya kökenli bazı bitki
türleri Pleistosenin buzul safhasında bu yolla güneye göç ederek amanos dağlarına
ulaşmışlardır. Günümüzde asıl yayılış alanı doğu Karadeniz ve orta Avrupa olan yaprak
döken bu türler amanos dağlarında yayılışlarının en güney noktasında bulunmaktadırlar.
Amanosların başlıca bitki toplulukları
Bölgede araştırma yapan tüm araştırıcılar, farklı ekolojik yapı gösteren her bir
birimde Braun-Blanquet (1964)'in sosyolojik ilişkilere dayandırdığı en küçük örneklik alan’
metodu kullanılarak arazi çalışması yapmışlardır. Örnek alanlardan yapılan vejetasyon
alımları sonucunda araştırma sahasındaki mevcut bitki birlikleri ortaya çıkarılmıştır. Birlik;
bitki sosyolojisi sistematiğinde temel birimdir. Aynı sistematikteki gibi soyut bir kavramdır.
Bitki birliğini pek çok şekilde tanımlanmıştır. Braun-Blanquet’ e göre birlik bazı ayırt edici ve
karakteristik türlerle floristik yapısı tayin edilmiş ve yaşadığı çevre ile denge halinde olan az
çok değişmeyen bir bitki grubudur.
Laurus nobilis (defne) bitki toplulukları
QUERCETALIA ILICIS ordosunda bulunan bu bu formasyonlar OLEOCERATONION alyansına dahil edilirler.
Bu bitki topluluğu Akdeniz kıyı şeridi boyunca bulunmasına rağmen en iyi gelişimini
Samandağ’da bulunan Musa dağındaki sert kalker kayalar üzerinde yapar. Burada defne çalı
formundan ağaç formuna geçmiştir.
Pinus brutia (kızılçam) bitki toplulukları
deniz seviyesinden başlar ve güneşli yamaçlarda 1100-1200m lere kadar çıkar. Buna
karşın güneşlenmenin az olduğu kuzey yamaçlarda 700-800m lerde son bulur. Bu kızıl
çamlar QUERCETEA ILICIS sınıfının QUERCETALIA ILICIS ordosuna bağlanır. Buradaki
tüm kızıl çam toplulukları PTOSIMOPAPPO-QUERCĐON ve GONOCITISO-PINION
alyansları içerisinde değerlendirilirler.
Amanosların alt seviyelerinde kalker kayalar üzerinde gelişen kızıl çamlarla en iyi
uyum sağlamış olan tür Myrtus communis (mersin)tir. Bu türün yanında Gonocitisus
pterocladus ve Cytisopsis doricnifolia gibi çalıların eşlik ettiği görülür.
Myrtus communis’ in kaybolması ile üst seviyelere geçişin göstergesidir. Burada
kızılçama eşlik eden ve QUERCETEA PUBESCENTĐS sınıfına ait Quercus cerris var
cerris, Cotinus coggyria, styrax officinalis, cercis siliquastrum, tanacetum cilicicum
gibi iştirakçilerin varlıgıyla kendilerini açıkça belli eder. Bu türler gölgeli yamaçlarda 600
güneşli yamaçlarda ise 900m ye kadar çıkmaktadır. Bu noktada birlik ikiye ayrılır.
Birinci birlik Pinus brutia-Glycyrrhiza flavescens birliğidir. Bu birliğe arsuz, kiseciğin
üst tarafları, ile serinyolun 600m üstündeki yüksetilerde rastlanır.
Đkinci bilik endemik bir birlik olarak kabul edilen Ptosimopappo-Quercetum
boissieri birliğidir. Floristik yapısı daha zengin olan bu birliğe eşlik eden iştirakçiler
Centaurea ptosimopappa, Quercus infectoria, centaurea cataonica ve Euphorbia
macrostegia dır.
Ostrya carpinifolia (kayacık ağacı) bitki toplulukları
165
Amanos dağlarındaki üst Akdeniz katında yer alan ver yaprak döken ormanlara ait
olan OSTRIO-QUERCION alyansında bulunur. Bu alyans QUERCO-CEDRETALĐA ordosu
ve QUERCETEA PUBESCENTIS sınıfında yer alır.
bu ağaç türünün oluşturduğu birlikler Amanosların 600-1400 metreleri arasında
devamlı olmayan bir vejetasyon katı oluşturur. Genellikle az yaygın fakat sık görünüşlüdür.
Yerel olarak talveglerde va zor girilebilir yarıkların içerisinde Pinus brutianın kaybolduğu
yerlerde görülür. Birliğe iştirak eden türlerin başında Fraxinus ornus subsp cilicica,
Quercus cerris var cerris ve Cornus sanguinea gelir. Birlik dağların kuzey yamaçlarında
iyi gelişmektedir.
Fagus orientalis (kayın) bitki toplulukları
OSTRIO-QUERCION alyansına dahil edilen bu birlik QUERCO-CEDRETALĐA ordosu ve
QUERCETEA PUBESCENTIS sınıfında yer alır.
Karışık ormanlar oluşturan kayın 40 m ye kadar boylanabilen bir ağaçtır. Amanos
dağlarının üst Akdeniz vejetasyon katında bulunan bu birliğin 1000-1400m ler arasında
orman toplulukları oluşturduğu görülür. Ancak Çakan (1997) tarafından Batıayaz’daki kayın
ormanlarının 500m ye kadar indiği rapor edilmiştir. Buradaki ağaç boyunun 9-10 metreye
ulaşması serin ve nemli özelliğe sahip mikroklima bölgelerinin varlığı ile açıklanmıştır. Birliğe
iştirak eden türlerin başında Viola cilicica, Verbascum discolor ve Carex digitata
sayılabilir. Birlik feldispat ve gabrodan oluşan ofiolit kayaç toplulukları üzerinde iyi gelişir.
Quercus cerris var cerris (saçlı meşe) bitki toplulukları
Saçlı meşe Amanos dağlarındaki üst Akdeniz katında yer alan ver yaprak döken
ormanlara ait olan OSTRIO-QUERCION alyansında bulunur. Bu alyans QUERCOCEDRETALĐA ordosu ve QUERCETEA PUBESCENTIS sınıfında yer alır.
Quercus cerris var cerris 25m ye kadar boylanabilen bir ağaç türü olup diğer meşe
türleri ile karışık yaprak döken ormanları oluşturur. kısmen ılıman ve nemli olan Akdeniz
katından Akdeniz dağ katına kadar geniş bir yayılış sergilemektedir. Amanoslarda orman
görünümü egemendir. Ayrıca Pinus brutia içerisinde buketler şeklinde gelişebilmektedir.
Bölgede tahribat fazla olduğu için karakteristik türlerinin sayısı fazla değildir. Ekolojik açıdan
gelişimini kalker kayalar üzerinde özellikle batı ve güney yamaçlarda iyi yapar. Toprak
derinliği ortadır organik madde bakımından zengindir ve erozyondan neredeyse hiç
etkilenmemiştir. Birlğin karakteristik türleri Primula vulgaris subsp sibthorpii, Asperula
stricta subsp monticola ve Trifolium davisi olarak sayılabilir.
Pinus nigra subsp nigra var caramanica bitki toplulukları
Kara çam Amanos dağlarındaki üst Akdeniz katında yer alan OSTRIO-QUERCION
alyansında bulunur. Bu alyans QUERCO-CEDRETALĐA ordosu ve QUERCETEA
PUBESCENTIS sınıfında yer alır.
Gri yada siyahımsı gövdeli olan kara çam 30m ye kadar boylanabilen bir ağaç
türüdür. Bölgenin ekolojik koşullarına göre 500-1800m arasında yayılış gösterir.
Amanoslarda iklim daha yağışlı ve nemli olduğu için 900m kadar inebilmektedir.
Pinus nigra subsp nigra var caramanica nın oluşturdğu bitki birlikleri peridotit, gabro
ve serpantinden oluşmuş ofiolit anakayalar üzerinde ve derin topraklarda iyi gelişim gösterir.
Kara çamın bölgedeki baskınlığı hemen dikkat çeker bununla beraber Amanos’larda kara
çama Amanos’larda pek çok yerde kodominant tür olarak Q. Cerris var. cerris’ in eşilk ettiği
görülür. Ayrıca kızıl dağda ve Musa dağındaki karaçamların altında endemik olan Centaurea
ptosimopappa çok yaygın olarak bulunmaktadır.
Çok sayıda endemik ve nadir bulunan taksonlarla karakterize edilen kara çam
ormanlarının Amanos’lardaki iştirakçilerinden bazıları Centaurea ptosimopappa, Asperula
stricta subsp stricta, Genista lydia var antiochia, Pilosella hoppeana subsp
testimonialis, Alyssum constellanum, fumana oligosperma ve Ferulago cassia dır.
166
Abies cilicica (göknar) bitki toplulukları
Göknar QUERCETEA PUBESCENTIS sınıfı içerisinde bulunan QUERCOCEDRETALIA LIBANI ordosu içerisinde dağerlendirilmektedir.
Abies cilicica Amanos dağlarının dağ katında özellikle Dumanlı dağ, Koyun meleten
dağı ve karagöz yaylalarında bulunmaktadır. Ancak buralarda göknar saf ormanlar
oluşturmaz daha çok buket şeklinde topluluklar meydana getirir. Bölgede yalnızca
iskenderunda karlık tepe ve arnavutoglu mıntıkalarında 1200m ye kadar inmekle beraber asıl
yayılışını 1600-2100m ler arasında yapmaktadır.
Göknar Amanos’larda değişik ana kayalar üzerinde; sert kalker, grovak ve serpantin
gelişebilmektedir. Toprak tipi kahverengi yıkanmış orman toprağıdır. Toprak derinliği 1525cm arasında değişebilmektedir.
Bitki sosyolojisi bakımından bunların yorumlanması çok tahrip edilmiş olmaları ve
aralıklı bulunmaları nedeniyle zordur. Genellikle Fagus orientalis, Pinus nigra ve bezende
Ostrya carpinifolia ile karışık olarak görülebilmektedir.
167
Amanos (Nur) Dağları
Önemli Bitki Alanları (ÖBA) No: 79
C5/6 Adana/ Hatay / Kahramanmaraş
36°38'K 36°17'D
BA 6055
411.031 ha
Kıyı bataklık, nemli gürgen, kayın, kayacık, meşe ormanları; alçak arazi zengin bitki türleri
içeren maki ve kızılcam ormanları; dağlık Akdeniz göknar, sedir ve karaçam ormanları; alçak
ve yüksek kesimlerdeki sarp kayalık bitki toplulukları; dağ step meraları
Deniz seviyesi - 2268 m
Toplam endemik takson: 251
Tehlike altında bulunan takson: 163 (161 endemik)
TABĐATI KORUMA ALANI
YABAN HAYATI KORUMA SAHASI
Önemli Kuş Alanı (OKA No. 81)
Bitkisel Çeşitlilik Merkezi (SWA No. 17)
•
•
•
•
Al: 14 Küresel Ölçekte Tehlike Altındaki Tür (l Bern Sözleşmesi Ek Liste I türü dahil)
A2:149 Avrupa Ölçeğinde Tehlike Altındaki Tür (2 Bern Sözleşmesi Ek Liste I türü
dahil)
B: Zengin Tür Çeşitliliği Đçeren Genel Habitatlar-18, 32, 33, 36, 41, 42, 43, 62
C2: Tehlike Altındaki Doğal Habitatlar - 41.7531, 41.7532, 41.7B2, 41.812, 41.881,
42.1952, 42.6643, 42.850,42.B12
Özet
Amanos (Nur) Dağları Önemli Bitki Alanı (OBA), Akdeniz Bölgesi'nin doğu ucunda, kuzeygüney yönünde 175 km uzanan bir dağ silsilesidir. Jeolojik yapısında kireçtaşı, ultrabazik
serpantin ve perdodit bulunan dağ silsilesi, Akdeniz kıyısından 2268 m'ye kadar yükselir.
Alanın olağanüstü zengin bitki örtüsü büyük bir çeşitlilik gösterin Maki ve alçak arazi kızılcam
(Pinus brutia) ormanları; doğu gürgeni (Carpinus orientab's), Avrupa kayını (Fagus sylvatica),
gürgen yapraklı kayacık (Ostıya carpinifob'a) ve saçlı meşe (Ouercus cerıis) ağırlıklı nemli
geniş yapraklı ormanlar; yüksek kesimlerde Toros göknarı (Abies cib'cica spp. alıcıca), sedir
(Cedrus ilhanı) ve karaçam (Pinus nigra ssp. pallasiana) ormanları. Dağların yüksek
kesimlerinde ve daha kurak doğu taraflarında açık çalı ve step mera toplulukları çok geniş
alanlar kaplar. Denize bakan yamaçların olağanüstü yağış alması, geniş kireçtaşı ve
ultrabazik kayalardan oluşan jeolojik yapısı ve Doğu Toroslar ile güneydeki Levantin
Dağlan'nın birleştiği noktada önemli bir konumda bulunması nedeniyle, OBA Türkiye'de
benzeri olmayan bir bitki örtüsü içerir. Bitki örtüsünde, Akdeniz Bölgesi'ne özgü tipik maki,
çam, sedir ve göknar ormanlanna, nemli geniş yapraklı ormanlara (Avrupa-Sibirya floristik
ele-manlarıyla birlikte) ek olarak; tür bakımından zengin serpantin frigana ve sarp kayalık
bitki topluluktan ve yine serpantin kayalar üzerinde gelişmiş çok önemli Centaurea
ptosimopappa-Pinus brutia ormanları yer alır. OBA florasında, aralannda yaklaşık 251'i
Türkiye'ye endemik olmak üzere yaklaşık 1580 takson kayıtlıdır. Alanda büyük çoğunluğunu
endemik bitkilerin oluşturduğu tehlike altında yaklaşık 163 takson bulunur. Endemik olmayan
taksonlann da hesaba katılmasıyla ÖBA'nın nadir bitki sayısı çok daha yükselir.
Bir bölümü Tabiatı Koruma Alanı ve Yaban Hayatı Koruma Sahası içinde yer alan ÖBA'nın
büyük çoğunluğu koruma altında değildir. Amanos Dağları, turizm amaçlı yatırımlar, yerleşim
alanlarının genişlemesi ve Adana-Gaziantep otoyol inşaatı gibi çeşitli nedenlerle, yer yer
tahrip edilmiştir. Yüksek kesimlerdeki meralarda görülen aşın otlatma da, alanın bitki örtüsü
için
bir
tehdit
oluşturmaktadır.
Alanın Tanıtımı
Amanos (Nur) Dağlan ÖBA'sı, Akdeniz kıyısına paralel olarak, kuzeyde Kahramanmaraş'tan
168
güneyde Suriye sınırına kadar 175 km uzanan bir dağ silsilesidir. Bu dağ silsilesi aslında
Suriye ve Lübnan'a kadar uzanan Levantin Dağları silsilesinin kuzey ucunu oluşturur.
Levantin Dağlan ile Amanos Dağlan birbirinden küçük Asi (tarihi adıyla "Orontes") Ovası ile
aynlır. Amanos Dağlan'nın doğu-batı yönünde genişliği 15-30 km arasında değişir. Denizden
yüksekliği ortalama 1500-2000 m olan dağ silsilesinin en önemli zirvesi, kuzey ucunda yer
alan Düldül Dağı'dır (2268 m). Diğer zirveler arasında, kuzeyden güneye doğru Çimen Dağı
(2259 m), Yağlıpınardazı (2168 m), Boz Dağ (2240 m), Karlık Tepe (1382 m) ve Kızıl Dağ
(Susuz Tepe, 1702 m) sayılabilir.
Amanos Dağları, çok çeşitli jeolojik formasyonlar içerir. Dağ silsilesi, iki önemli çöküntü
kuşağıyla sınırlanmıştır. Batıda Haruniye, Osmaniye, Dörtyol ve Đskenderun çöküntüsü
uzanır. Doğuda uzanan Hatay, Amik Gölü ve Gölbaşı graben formları ise, Doğu Afrika'daki
Rfit Vadisi-Kızıl Deniz-Ölü Deniz çöküntülerinin en kuzey ucunu oluşturur ve yeryüzündeki en
büyük tektonik çıkıntılardan biridir. Amanos Dağlan'nın orta ve kuzey bölümleri, kalınlığı 1000
m'yi bulan kireçtaşlarıyla kaplıdır. Kuzey-güney yönündeki derin ve geniş faylanma bu
kireçtaşı kayalarını birbirinden uzaklaştırmış ve değişik bölümlere ayırmıştır. Bu nedenle
alan, derin vadiler ve yüksek sarp kayalıklarla kesilmiş dik, çorak, ulaşılmaz ve izole olmuş
bir morfolojiye sahiptir. Geniş (gabro, dunit, peridodit, olivin, çoğunlukla serpantinleşmiş)
ultrabazik kayalar, silsilenin güney ucunda, büyük ölçüde Kızıldağ çevresinde yaklaşık 1000
km ve kuzeyde Dörtyol, Osmaniye ve Haruniye arasında aralıklı olarak uzanır. Daha küçük
bazalt, konglomera, grovak, fillit, kuvarsit, kumtaşı, şist ve şeyi açıklıklar alanın jeolojik
yapısına ve dolayısıyla bitki örtüsüne daha fazla çeşitlilik katar.
Alanda Doğu Akdeniz'e özgü iklim özellikleriyle birlikte bazı önemli farklılıklar da görülür.
Đskenderun Körfezi'nden dik bir şekilde yükselen Amanos Dağları, Akdeniz'den gelen nemli
havayı bloke eder. Bu nedenle dağların batı yamaçları, Türkiye'nin Akdeniz sahillerinde en
fazla yağış alan bölümlerinden biridir. Yıllık yağış miktarı yüksekliğin 1750 m'yi aştığı yerlerde
1700 mm'yi bulur. Aynı şekilde yaz aylarında da alana düşen yağış miktarı oldukça yüksektir
(Dörtyol'da yazın üç ay boyunca düşen yağış miktarı maksimum 111 mm'yi bulur). Buna
karşın, dağların rüzgar alan tarafında pek yağış olmaz ve kuzey yamaçlarda, Suriye çölleriyle
Güneydoğu Anadolu'da görülen iklimler arasında bir geçiş iklimi hakimdir (yıllık yağış miktarı
Kırıkhan'da 582 mm, Hassa'da 804 mm ve islahiye'de 757 mm'dir)
Büyük yükseklik farkları, özgün jeolojik yapı, çeşitli iklimsel özellikleri ve eşsiz fitocoğrafik
konumu gibi unsurların bir araya gelmesiyle, Amanos Dağları'nda nadir ve/veya endemik
türlerin yer aldığı benzersiz bitki örtüsü tipleri ortaya gkmıştır. Dağ silsilesinin bitki örtüsü
maki, orman ve dağ stebi olmak üzere üç ana kategoride incelenebilir.
Maki bitki örtüsü 600 m yüksekliğe kadar büyük ölçüde herdem yeşil, çalı topluluklarından
oluşur. Bu bitki örtüsü değişik topografik ve toprak özelliklerine bağlı olarak çeşitlilik gösterir.
Çoğunlukla Arbutus andrachne, Calytome villosa, Cistus creticus, Coti-nus coggygria, Erica
manipuliflora, Myrtus communis ssp. communis, Laurus nobilis, Phillyrea latifolia ssp.
orientalis, Pistada lentiscus, Pterebinthus ssp. pa-laestina, duercus cocdfera, Rhamnus
punctatus var. angustifolius ve Styrax offidnalis gibi türlerden bir ya da daha fazlasının hakim
olduğu topluluklar halinde bulunur.
Orman bitki örtüsü tipik bir şekilde, 350 m'den başlar ve 1900 m'ye kadar çıkar. Benzer
şekilde jeoloji, topografya, yükseklik farkları ve iklimsel özelliklere bağlı olarak, orman kuşağı
içinde hakim olan ağaç türleri de değişiklik gösterir. Alçak arazi kızılcam (Pinus brutia)
ormanları 200-700 m arasında ağırlık kazanır. Dağ silsilesinin güney ucundaki Hunzur
Burnu'nda olduğu gibi, bazı yerlerde deniz seviyesine kadar da inen kızılcam ormanları,
1000-1200 m yüksekliğe kadar gkar. Serpantin kayalar üzerinde gelişmiş kızılcam ormanları
169
özellikle önem taşır. Centaurea ptosimopappa-Pinus brutia serpantin ormanı, nem oranının
çok yüksek olduğu koşullarda yetişir. Bu ormanlar, başta Arbutus andrachne, Cotinus
coggygria, Gonocytisus pterodadus, Erica manipuliflora, Myrtus communis ve Pistada
terebinthus olmak üzere, tipik maki türleri bakımından zengindir. Genellikle yükseklerde
görülen kurak ortamlarda ise daha agk mazı meşesi-kızılçam (duercus injectoria ssp.
boissieri-Pinus brutia) kuru serpantin ormanları yer alır. Buna ek olarak Hedysarum varium
ve Glycyrrhiza falvescens-duercus cerris ile karışık kızılcam ormanlarına da rastlanır.
Serpantinler üzerinde gelişmiş kızılcam ormanları genellikle zengin bir flora içerir: Buralarda
Centaurea antiochia, C.spi-cata, Ferulago cassia, Isatis amam, I.davisii ve Onosma cassium
gibi diğer nadir ve endemik türlerle birlikte Centaurea ptosimopappa da yer alır.
Saçlı meşe (duercus cerris var. cerris) yüksek ormanı 600-900 m'de ve nadiren de 1800 m'ye
kadar yaygındır. Türkiye'de, bu tip, baltalık olarak işletilmeyen ormanlara pek
rastlanmadığından, bu habitatlar ekolojik bakımdan oldukça önemlidir.
Amanos Dağlan'nda bir dizi nemli, yaprağını döken orman tipi gelişmiştir. Bu ormanların
karakteristik türleri doğu gürgeni (Carpinus orientalis), doğu kayını (Fagus orientalis), gürgen
yapraklı kayacık (Ostrya carpinifolia) ve saçlı meşedir (duercus cer-ris). Nehir ve vadi
yatakları gibi daha nemli bölümlerde bu ormanlara, doğu kızılağaç (Alnus orientalis) ve çınar
(Platanus orientalis) da karışır. Sık doğu kayını (F.orientalis) ormanlarına, dağların kuzey
yamaçları üzerinde 1000-1800 m arasında rastlanır. Buralarda yer alan orman tiplerinden
bazıları; Ostrya-duercus cerris ormanı, Cornus sanguinea ssp. australis-Ostrya ormanı
(altbirlik olarak Carpinus orientalis ile birlikte) ve Fagus orientalis-Vidca crocea ormanı
şeklinde tanımlanabilir. Bu orman tipleri, çok daha nemli koşullarda (örneğin Dörtyol'un
doğusundaki kireçtaşı vadilerinde) balta girmemiş karakterde nemli ormanlar oluşturmuştur.
Bu ormanlar, Avrupa-Sibirya floristik elemanlarının genel yayılış merkezlerinden yüzlerce
kilometre uzakta bulunan, relikt popülasyonlarını içermesi nedeniyle önem taşır. Baskın olan
doğu kayını (F. orientalis) ve gürgen yapraklı kayacık (0.carpinifolia) dışında bu türlerin en
önemlileri arasmda; Acerplatanoides, Alnus incana, Atropa belladonna, Corylus avellana ssp.
avellana, Cyclamen coum, Galium odoratum, Gentiana asdepiadea, Ilex colchica, Inula
vulgaris (I.conyza), Juglans regia, Lathraea sguamaria, La-urocerasus offidnalis (Prunus
laurocerasus), Primula vulgaris (hem ssp. sibthorpii ve hem vulgaris), Rhododendron
ponticum, Staphylea pinnata, Tilia argen-tea ve Ulmus glabra sayılabilir. OBA, bu türlerin
çoğunun yayılış merkezlerinin doğu ucunu oluşturur. Bitki türleri bakımından zengin olan bu
nemli orman topluluklanndaki nadir türler arasında; Ajuga postii, Cyclamen pseudibericum
(birkaç istisna dışında yalnız Amanos Dağlan'nda sınırlı olarak bulunur), Danae racemosa
(Amanos silsilesinin yanı sıra komşu Lazkiye ve Kuzey Đran'da çok ilginç kopuk bir yayılış
gösterir), Paeonia kesrouanensis, Trifolium davisii ve Wuljenia orientalis sayılabilir.
Karaçam (Pinus nigra ssp. pallasiana) ormanı 1000-1500 m arasında yaygındır ve
çoğunlukla yaprağını döken çeşitli ağaç türleriyle birlikte bulunur. Bazı karaçam ormanlarında
altbirlik olarak Asperula cymulosa, Thlaspi oxeras ve çok lokal Trifolium davisii yer alır. Lokal
olarak bulunan Toros göknan (Abies dlidca spp. dlidca) ve sedir (Cedrus libani) toplulukları
yüksek kesimlerde yaygındır. Sedir-Doğu Anadolu sapsız meşesi (Cedrus libani-duercus
petraea ssp. pinnatiloba) ormanı 1400-1800 m arasındaki yamaçlarda, ince bir kireçtaşı
katmanı üzerinde yer alır. Akdeniz Abies cilidca-Vida crocea ormanı ise 1600-2100 m
arasında, daha çok gölge yamaçlar üzerinde ve genellikle doğu kayını (F.orientalis), gürgen
yapraklı kayacık (O.carpiniolia) ve karaçam (P.nigra ssp. pallasiana) ile birlikte bulunur.
Ağaç sınırının (1900 m) yukarısında bitki örtüsü, bodur çalılar ve otsu bitkiler bakımından
zengin bir flora içeren dağ step topluluklarına dönüşür. Bu bitki örtüsünde baskın olarak
bulunan taksonlar arasında; Acantholimon libanoticum, Alyssum con-densatum ssp. flexi'bile,
Astragalus macrourus, Cerasus prostrata var. prostrata, Ferula elaeochytris, Galatella amani,
Juniperus oxycedrus ssp. oxycedrus, Marrubium globosum ssp. globosum, Sedum albüm,
Thymus
kotschyanus
var.
glabrescens
ve
Verbascum
amanum
sayılabilir.
170
Amanos Dağları Türkiye'de ve belki de Avrupa'da benzeri görülmeyen son derece zengin bir
flora içerir. ÖBA'da yaklaşık 251'i Türkiye'ye endemik olmak üzere 1580 kadar takson
kayıtlıdır. Üzerinde uzun yıllar botanik araştırmalar sürdürülen Amanos Dağ-lan'ndan 98'den
fazla taksonun tip örneği toplanmıştır. Çoğu ÖBA'ya özgü olmak üzere alanda, ülke çapında
nadir, yaklaşık 163 takson bulunur. Buna karşın, bu taksonlardan bazılarına son yıllarda
yeniden rastlanamamıştır. Doğal yayılma alanlanndaki mevcut durumlarının belirlenmesi
gereken bu taksonlar arasında; Alkanna amana, Alyssum syriacum; Aristolochia brevilabris,
Draba haradjianii, Erodium absinthoides ssp. haradjianii, Knautia shephardii, Origanum
brevidens, Prangos scabrifolia, Pterocephalus shephardii, Rhyncocorys elephas ssp.
boissieri, Saponaria syriaca, Silene amana, Tanacetum depauperatum, Thlaspi syriacum ve
Verbascum postianum sayılabilir.
Amanos Dağlan fitocoğrafik ağdan olağanüstü özelliklere sahiptir. Dağ silsilesi Doğu
Karadeniz Dağlan'nın güney ucundan başlayarak, Munzur Dağlan ve Antitoroslar'a uzanan
ilginç floristik çapraz, Anadolu Diyagonali'nin güney ucunda yer alır. Bu diyagonalin yalnız
doğu ya da yalnız batı tarafında yer alan ya da, diagonal üzerinde sınırlı olarak bulunan
taksonların oranı oldukça yüksektir. Amanos Dağları aynı zamanda Levantin Dağları, Toros
Dağlan ya da Güneydoğu Anadolu Dağları'na özgü türlere de ev sahipliği yapar. OBA bitki
örtüsünün en önemli karakteristik özelliklerinden biri de, silsilenin batı taraflarındaki nemli
ormanlarda yer alan Öksin ve Avrupa-Sibirya floristik elemanları anklavlarını içermesidir.
NadirTürler
KÜRESEL ÖLÇEKTE TEHLĐKE ALTINDAKĐ TÜRLER [14 TAKSON] Acer monspessulanum
ssp. oksalianum [END, V], Alkanna amana [END, I], Alyssum dubertretii [END, I], Anthemis
halophila [END, V], Aristolochia brevilabris [END, I], Cyclamen pseudibericum [END, V], iris
xanthospuria [END, V], Isatis davisiana [END, E], I pinnatiloba [END, V], Lamium purpureum
var. aznavourii [END, E], Myosotis ramosissima ssp. uncata [END, I], Rhamnus punctatus
var. punctatus [END, Ex], Saponaria syriaca [END, I], Thlaspi dolichocar.
AVRUPA ÖLÇEĞĐNDE TEHLĐKE ALTINDAKĐ TÜRLER [149 TAKSON] Acanthus
dioscoridis var. perringii [END, R], Achillea spinulifolia [END, R], Aethionema capitatum
[END, R], Ajuga postii [END, R], Alchemilla buseriana [END, R], A sdadipophylla [END,
K\,Allium brevicaule [END, R], Aflavum ssp. tauricum var. pilosum [END, R], Agayi [END, R],
A phanerantherum ssp. dedduum [END, R], Afobertianum [END, K], Alnus glutinosa ssp.
antitaurica [END, R], A orientalis var. pubescens [END, R], Alyssum dlidcum [END, R],
Agiosnanum [END, K], A syriacum [END, K], A trapeziforme [END, R], Ankyropetalum
arsusianum [END, K], Anthemis arenicola var. arenicola [END, R], Atinctoria var. virescens
[END, R], Atiicornis [END, R], Asperula woronowii [END, R], Astragalus angustiflorus ssp.
amanus [END, R], A antiochianus [END, R], AJbarbeyanus [END, R], AJbombycalyx [END,
R], Acephalotes var. brevicalyx [END, R], A jcommagenicus [END, R], A cuspistipulatus
[END, R], A jdelbesii [END, R], A jdistinctissimus [END, R], A. plumosus var. akardaghicus
[END, R], AMebautii [END, R], Asyneuma linifolium ssp. eximium [END, R], Ballota saxatilis
ssp. brachyodonta [END, R], Bupleurum paudradiatum [END, R], B.polyactis [END, R], B
zonanı [END, R], Carduus amanus [END, K], Centaurea amanicola [END, R], C.antitauri
[END, R], Carifolia [END, R], Ctataonica [END, R], Cjdoddsii [END, K], Cfoliosa [END, K],
CJıaradjianii [END, R], Clycopifolia [END, R], Cptosimopappa [END, R], Cephalaria amana
[END, R], Ctaurica [END, R], Chamaecytisus cassius [END, R], Cdrephanolobus [END, R],
Cochlearia amana [END, R], Comperia comperiana [n/l], Corydalissolida ssp. taurico-la
[END, R], Crepis amanica [END, R], Crocus ada-nensis [END, R], Ccancellatus ssp.
cancellatus [END, R], Crudata mixta [END, R], Cymbocarpum amanum [END, R], Dorycnium
amani [END, R], Draba haradjianii [END, K], Eremopoa attalica [END, R], Erodium
absinthoides ssp. haradjianii [END, K], E. cedrorum ssp. cedrorum [END, R], Euphorbia
rhytidosperma [END, R], Fritillaria alfredae ssp. glaucoviridis [END, R], Galatella amani
[END, R], Galium canum ssp. antalyense [END, R], Gparvulum [END, R], Gsetuliferum
[END, R], G. tolosianum [END, R], Glycyrrhiza flavescens [END, R], Gypsophila
171
sphaerocephala var. syriaca [END, R], Hesperis aintabica [END, R], Hiera-dum autranii
[END, R], H harbeyi [END, R], H stri-gulosum [n/l], Hypericum monodenum [END, R], Isatis
amani [END, K], Ilockmanniana [[£ND, R], Johrenia dichotoma ssp. sintenisii [END, K],
Knautia shepardii [END, K], Lamium garganicum ssp. nepetifolium [END, R], Lathyrus
laxiflorus ssp. angustifoli-us [END, R], Leucocyclus Jbrmosus ssp. amanicus [END, R],
Micromeria cremnophila ssp. amana [END, R], Onobrychis sulphurea var. pallida [END, R],
Onosma lycaonicum [END, R], Opulchrum [END, R], Ophrys transhyrcana ssp. amanensis
[END, R], Origanum amanum [END, R], OJ}revidens [END, K], Para-caryum amani [END, R],
Pjacemosum var. scabri-dum [END, K], Pshepardii [END, R], Paronychia amani [END, K],
Phlomis amanica [END, K], Plongi folia var. bailanica [END, R], Phryna ortegioides [END, R],
Pimpinella isaurica [END, R], Pterocepha-lus shepardii [END, K], Rhyncocorys elephas ssp.
bo-issieri [END, K], Rumex amanus [END, R], Salvia aucheri var. aucheri [END, R],
Skronenburgi [END, R], Ssericeo-tomentosa [END, R], Stigrina [END, R], Satureja amam
[END, K], Scabiosa kurdica [END, R], Scaligera capillifolia [END, R], Scorzonera lacera
[END, R], Slasiocarpa [END, R], Scrophularia amana [END, R], Scutellaria glaphyrostachys
[END, R], Senecio farfarifolius [END, R], Sideritis condensata [END, R], S;7ene amana
[END, K], Sjcaramanica [END, R], S Jıaradjianii [END, R], SJndinata [END, R], Ssguamigera
ssp. vesiculifera [END, R], Stachys amanica [END, R],S/)etrotosmos [END, K], Spumi-la
[END, R], Symphytum aintabicum [END, R], Tono-cetı/m depauperatum [END, K],
TJıaradjianii [END, R], Teucrium lamiifolium ssp. lamiifolium [n/l], Thlaspi densiflorum [END,
R], Tjeigiissp. eigii [END, R], Tslegans [END, R], Tsyriacum [END, K], capitata [END, R],
Trifolium davisii [END, R], saeanum [END, R], Verbascum amanum [END, R], Vharbeyii
[END, K], Vdiscolor [END, R], l/, e/eono-rae [END, R], VJnfidelium [END, R], Vlinearilobum
[END, R], l/, meincheanum [END, R], Vjpinetorum [END, R], Vpostianum [END, K], l/,
scaposum [END, R], l/.toon [END, R], l/;b/o o7;öco [END, R], l/. isaurica [END, R]
ULUSAL ÖLÇEKTE NADĐR DĐĞER TÜRLER [O TAKSON]
Doğa Koruma
•
ÖBA'nın bir bölümü 29.05.1987 tarihinde ilanedilen Tekkoz-Kengerlidüz Tabiatı
Koruma Alanı veKale Yaban Hayatı Koruma Sahası (120.000 ha)içinde yer alır Alan,
leylek, kara leylek, ak pelikan ve çeşitli yırtıcı (an şahini, yoz atmaca ve küçük orman
kartalıvb.) popülasyonlarının, uluslararası öneme sahipgöç yolu üzerinde olması
nedeniyle, Nur DağlanÖnemli Kuş Alanı (OKA No. 81) olarak belirlenmiştir.
•
OBA, Levantin Bölgesi Yüksek Arazi Bitkisel Çeşitlilik Merkezi (SWA No. 17) olarak
tanımlanan bölgede yer alır.
•
Alanda Bern Sözleşmesi Ek Liste I'de yer alan üçtür bulunur: Anthemis halophila,
Comperia comperiana ve Teucrium lamiifolium.
•
Alanda bulunan Bern Sözleşmesi'ne göre TehlikeAltındaki Habitatlar: 42.7532 - Toros
Dağlan Akdeniz Bölgesi'nin alt kesimleri duercus pseudocerrisorman topluluktan,
41.7532 -Akdeniz Bölgesi'nin altkesimleri duercus boissieri orman topluluklan,41.7B2
- Toros Dağlan duercus brantii, Q. boissierive Q. libani step ormanlan, 41.812 Akdeniz Bölgesi'nin yukan kesimleri şerbetçi oto-Ostrya car-pinifolia orman
topluluklan, 41.881 -Akdeniz Bölgesi'nin alt kesimleri kanşık orman toplulukları,
42.1952 - Doğu Toroslar Abies cilicica ormanları, 42.6643 - Toros Dağları karaçam
ormanları, 42.85D
•
Doğu Akdeniz kızılcam ormanları, 42.B12 – Orta Toroslar sedir ormanları.
172
Tehditler ve Diğer Koruma Konuları
•
Adana-Gaziantep otoyolu inşaatı Bahçe veKömürler yakınlannda oldukça büyük bir
tahribata neden olmuştur.
•
ÖBA'da yer alan Đskenderun kıyısı ve Samandağı, TurizmBakanlığı tarafından Turizm
Merkezi ilan edilmiştir.
•
Dağ silsilesinin 1500 m yukarısında, merakuşağında yer yer yoğun otlatma zararları
görülmektedir.
•
Başta Đskenderun çevresi olmak üzere, dağ silsilesinin batı eteklerinde bozulmadan
kalabilmiş birkaç bataklık habitatı yer alır. Doldurma, kirlenme ve kurutma gibi
tehlikelerle karşı karşıya olan buçok önemli ve hassas sulakalan ekosistemleri
koruma altına alınmalıdır. Bu bataklıklar özellikle, içerdikleri kopuk iris xanthospuria
popülasyonları nedeniyle önemlidir.
Kaynaklar
Akman (1973); Akman (1995); Altan (1984); Atalay (1987); Çakan (1997); Düzenli ve Çakan
(1996); Mayer ve Aksoy (1998); Mili (1994); Türkmen ve Düzenli (1998).
Halil Çakan, Andrem Byfield
Bu kısım WWF Türkiye Web sayfası
http://www.wwf.org.tr/tr/alan.asp?alang=tr&atype=2&Error!
given.aid=79
adresinden alınmıştır.
173
No
bookmark
name

Benzer belgeler