Marksist teori 4

Transkript

Marksist teori 4
Marksist Teori
4
Ocak/Şubat
[2012]
Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına
İmtiyaz Sahibi: Şenol Sağaltıcı
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şenol Sağaltıcı
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt. No: 8/10 Aksaray/İstanbul
Tel: (0212) 529 15 94 Faks: (0212)529 06 75
e-posta: [email protected]
Baskı: Ceylan Matbaacılık Tel: (0212) 613 10 79
Abonelik: Yıllık 40 TL (Posta çekini yatırdıktan sonra bilgilerinizi e-posta veya faksla iletiniz.)
Posta Çeki: Songül Akbay 1600206
ISSN: 978 – 975 – 81 – 3421 – 2
İçindekiler
[5]
MARKSİST TEORİ’DEN
I.GENEL KONFERANS DEĞERLENDİRMESİ
[9]
ESP
ESP’NİN SİYASAL MİSYONU, SİYASAL ÖNDERLİK
ANLAYIŞI VE MÜCADELE ÇİZGİSİ
[13]
PARTİMİZİN ÖRGÜTSEL GELİŞİM STRATEJİSİ
[19]
[21]
[31]
PARTİMİZİN İDEOLOJİK GELİŞİMİ
DEVLETIN KÜRT POLİTİKASINDA “YENİ STRATEJİ”
Hacı Orman
[39]
ABD İŞBİRLİKÇİLİĞİNDE BÖLGESEL AKTÖRLÜK
Ziya Ulusoy
[47]
BURJUVA ANAYASAL ÇÖZÜM MÜ, DEVRİMCİ ÇÖZÜM MÜ
Şamil Elbruz
[59]
ASKERLİK SİSTEMİNDEKİ DEĞİŞMELER
Osman Tiftikçi
[69]
EZİLENLERİN ŞİDDETİ
Haydar Özkan
[81]
TARİHİ GÜLÜNÇLÜK:LİBERALLERİN ŞİDDET KARŞITLIĞI
Zafer Emektar
Bir kampanyanın dersleri
[87]
SES VER ŞİDDETİ DURDUR
Birsen Kaya
[93]
ENGELS’TE KADIN DEVRİMİ
Arif Çelebi
[107]
NEPAL’DE DEVRİMCİ MUHALEFETİN YOL HARİTASI
Zehra Akdağ
[111] PARTİNİN SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ HAKKINDA
Yoldaş Kiran
MARKSİST TEORİ’DEN
İnkârcı sömürgeci faşist zulüm ve katliamlar. Egemen
sınıfların, işçiler, emekçiler ve yoksullar üzerinde artan iktisadi-toplumsal terörü. Demokratik hak ve özgürlüklerin
en dar çerçeveye itilmesi. Fiili meşru mücadeleyle elde
edilmiş kazanımların kullanılamaz hale getirilmesi. Tıka
basa dolu hapishaneler, tecrit zorbalığı ve hasta tutsakların tedavilerinin engellenerek ölüme itilmeleri. Faşist
yasaların ezilenleri nefes alamaz hale getirecek biçimde
uygulanması. Dizginlerinden boşalmış yalana dayalı faşist psikolojik savaş. Durmak bilmeyen kadın cinayetleri!
Ve direniş. Ve mücadele. Ve büyüyen öfke!
İnkârcı sömürgeciliğin Roboski katliamına karşı ezilenlerin ayağa kalkışı ve hesap sorma ruhuyla öne atılışı. 21 Aralık’ta meydanları dolduran işçilerin, emekçi
memurların, yoksulların kabuklarını kırma, ileri yürüme
isteklerini ortaya koyuşları. Sayısız alan ve konuda boy
gösteren demokratik ve devrimci protestolar, direnişler,
eylemler. Mücadelenin değişik biçimlerini kullanma ihtiyacının en geniş kesimlerin ortak arzusuna dönüşmeye
başlaması. Sömürüye, faşizme ve inkârcı sömürgeciliğe
karşı birleşik savaşım görevinin omuzlanması ve ilk değerli pratik adımların atılması.
[5]
Marksist Teori
2012’ye girerken verili durumu
yansıtan olguların başta gelenleri
bunlardır. Durum, devlet-halk, ezenler-ezilenler, zenginler – yoksullar,
sömürenler - sömürülenler çelişkilerinin sertleşip derinleşmesi yönünde
ilerliyor. Bu koşullarda, sermaye, faşizm ve sömürgeciliğin işçilerin ve
ezilenlerin taleplerini ve mücadelelerini faşist terör ve kirli savaş yöntemleriyle boğma planı, rejim krizini
şiddetlendirmekten ve halklarımızın
demokratik ve devrimci enerjisinin
gelişmeler üzerindeki etkisini artırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Kürdistan’da kazanarak siyasi düzenlerini sağlamlaştıracakları
hayallerini kuranlar, gerilla savaşı
ve ulusal kitle hareketinin kahredici darbeleri altında en büyük hayal
kırıklığını ve şu da bu düzeyde bir
yenilgiyi tadacaklardır. Yaşanacak
tüm zorluklara, acılara ve geçici başarısızlıklara karşın, gelmekte olan
halkların baharıdır. 2012 devrimin
ilerleme yılı olacaktır.
Sevgili Okur,
Marksist Teori, yeni yılın bu ilk
sayısında gündemlerini saptarken,
yine sınıf mücadelesinin yakıcı sorun
ve ihtiyaçlarını esas aldı.
Bu çerçevede ilk dört metin mücadele mevzilerinde devrimci kitle
partisi olarak konumlanan ESP’nin
durumunu ve görevlerini ele alıyor.
Metinlerin ilki, 8-12 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilen ESP I. Genel
Konferansı’na dair parti genel merkezinin değerlendirmesini kapsıyor.
Diğerleri ise partinin 2 yıllık gelişi-
minin sorunlarını ele alan konferans
perspektiflerini yansıtıyor. Ki bu üç
metin, ESP Parti Meclisi’nde onaylanarak çalışmaların yol gösterici
belgeleri olarak ilan edildi. ESP’nin,
amaçlarıyla bağlı tarzda, geride bıraktığı iki yıllık dönemde politik,
örgütsel ve ideolojik gelişimini nasıl
değerlendirdiği ve önüne hangi görevleri çektiğine ışık tutan bu belgelerin ilgiyle ve dikkatle inceleneceğine inanıyoruz.
İzleyen dört yazı, mevcut koşullardaki AKP politikalarının iç ve uluslar
arası anlamını, hedeflerini, rejim krizine anayasal çözüm tartışmalarını ve
ordudaki gelişmelerin egemenlerin iç
mücadelesini aşan boyutlarını ele almakta. Bu dört metin, özgün ve birbirini bütünleyen yönleriyle tabloyu en
geniş perspektiften görme, algılama
olanağı sunuyor.
“Şiddet” sorunu tartışan iki yazı,
burjuva zihniyetin, ezilenlerin başkaldırı, özgürlük ve sosyal kurtuluş
hakkını sözlere hapsetme, sömürücü
egemenlerin şiddet tekelini meşrulaştırıp mutlaklaştırma saldırısına karşı
durmak kadar, mücadele araç ve biçimleri sorununa Marksist-Leninist
ilkesel yaklaşımı da ortaya koyuyor.
Kadın cinayetlerine ve genel olarak kadın cinsine yönelik devlet ve
erkek şiddetine karşı yürütülen kampanyanın derslerini ele alan yazı okura yeni ve daha büyük mücadeleler
için deney ve perspektif zenginliğiyle
donanma imkânı sunuyor.
“Engels’te kadın devrimi” başlıklı
yazının güçlü bir inceleme, kavrayış
[6]
Marksist Teori
ve ideolojik tartışma metni olarak
dikkat çekeceğini ve görüş açısı zenginliği kazandıracağına inanıyoruz.
Marksist Teori’nin enternasyonal
mücadelenin gelişimini ve yankılarını
okuruna taşımayı temel görevlerinden
biri saydığı biliniyor. Zehra Akdağ
yoldaşın “Nepal’de Devrimci Muhalefetin Yol Haritası” başlıklı yazısının ve
BNKP(M) Başkan Yardımcısı “Yoldaş
Kiran”a ait değerlendirmenin büyük
bir dikkatle inceleneceğine eminiz.
[7]
I. GENEL KONFERANS
DEĞERLENDİRMESİ
ESP
Yoldaşlar,
Genel Konferans, Haziran’dan beri Partimizin gündeminde bulunuyor. Önce Haziran’dan Kasım’a tartışmalar
ve hazırlığın yanı sıra bir ölçüde değiştirici pratik adımları da attığımız; sonra da 8-12 Kasım tarihinde 145 delegenin katıldığı beş gün süren Konferans olarak; akabinde
şimdi Konferans’ın açığa çıkardığı parti iradesini somutlaştırmak ve pratikleştirmek biçiminde Konferans gündemimizde bulunuyor. Önümüzdeki aylarda, parti iradesi
haline gelecek Konferans öngörülerini pratikleştirmeye
çalışacağız. Yani Konferans gündemimizden çıkmış olmayacak.
Bu birkaç cümlelik fotoğraf dikkatimizi “sürekliliğin”
önemine çekiyor.
Konferans değerlendirmesi söz konusu olduğunda
hepimizin aklına gelecek ilk soru, onun amacına ulaşıp
ulaşmadığı, partimizin yaşantısında bu “an” için oynaması
gereken, beklenen ve istenen rolü oynayıp oynamadığıdır?
Konferans delegelerinin çarpıcı kanısı, duygu ve düşüncesi Konferansın beklenen rolü oynadığı şeklindedir.
[9]
Marksist Teori
Kuşkusuz hazırlık süreci dahil Konferansın eksikleri söz konusu yapılmakta, somut olarak Konferansa dikkate
değer eleştiriler de yöneltilmektedir.
Bununla birlikte kuşkusuz Konferans
partimizin moral manevi birliğini sağlamış, parti çalışmasının bütünlüğü
gerçekliğinin önemini, partinin örgütsel ve siyasi gelişiminin yönünü açığa
çıkartmıştır.
Kendi verili durumundan memnun
olmayan partimiz, Konferans ile bu
durumu değiştirmeye girişmiş, değişim istek ve iradesini somutlaştırmıştır. Kuşkusuz gelişmenin eşitsizliği
bir gerçektir ve bu nedenle değişime
ayak uyduramama biçiminde bir direnç de vardır.
Parti, Konferansta kendini anlama, çözümleme ve kendi gelişimini
yönetme gücü kazandı. Konferans
partimizin misyonu ve vizyonuna dair belirsizlikleri ortadan kaldırmak,
partide düşünce birliğini kurmak, ihtiyaç duyulan iç aydınlanmayı sağlamak bakımından çarpıcı bir gelişme
sağladı. Fakat tabii ki bütün sorunlar
ortadan kalkmış değildir. Partinin varlık koşulunun anlaşılmasını, misyon
ve vizyonunun kavratılmasını hedefleyen ideolojik mücadele ve eğitim
çalışmalarının yürütülmesi görevleri
gözden kaçırılmamalıdır.
Parti, Konferans fotoğrafında kendi örgütsel gerçeğini çok canlı biçimde gördü. Konferans gerek partinin
örgütsel zayıflıklarının sergilenmesi
ve anlaşılması, gerekse de örgütsel
sorunlara çözümler oluşturma ve bir
örgütsel gelişim stratejisi belirlemek
bakımından üzerine düşeni güçlü bir
biçimde gerçekleştirmiştir. Şimdi
Konferanstan sonra örgütlenme sorunlarının bilincinde, onları çözümlemiş, çözüm yolları inşa etmiş, düşüncesi aydınlık, bu çözümleri uygulama
enerjisi, gücü ve iradesine sahip bir
partiye ulaşmış bulunuyoruz. Kuşkusuz Konferansın inşa ettiği örgütsel
gelişme stratejisini iller ve ilçeler düzeyinde somutlaştırarak pratik eylem
planlarına dönüştürme görevimiz var.
Hazırlık süreci ve Konferans tartışmalarında oluşan ideolojik atmosfer, devrimci eleştirinin harekete geçirilmesiyle belirlenmiştir. Devrimci
olmayan yaklaşımlar, tutum ve davranışlar, ilişki biçimleri, duygu ve
düşünceler devrimci eleştiriye hedef
olmuştur. Bizzat bu durumun kendisi partinin moralini dönüştürücü olmuş, devrimci enerjisini uyandırmış,
özgüvenini geliştirmiştir. Konferans
sağladığı tartışma ortamı ile partinin
sosyalist demokrasi anlayışını, parti
üye ve kadrolarına güvenini ortaya
koymuştur. Bu süreçte aynı zamanda
kadroların partiye güveni ve sahiplenme duygusu gelişmiş, kadrolar ve
parti özgüven kazanmıştır. Konferans
süreci parti kitlesinde parti platformlarına karşı oluşmuş güvensizliklerin
giderilmesi bakımından da önemli bir
rol oynamıştır.
Konferans genç kadrolar ile deneyimli kadroların bir bileşimi olarak gerçekleşmiş, partinin gençleşme
ihtiyacını açığa çıkartmıştır. Gelişmekte olan genç devrimcilerle deneyimli kadroların etkileşimi Konferan-
[ 10 ]
Marksist Teori
sımızın önemli bir gerçeği olmuştur.
Genç yoldaşların öğrenme isteği ve
Konferansın ilerleyen günlerinde açığa çıkan tartışma enerjileri dikkate
değer bir gerçektir. Konferansın parti
ve gençlik arasındaki yabancılaşmayı
aşan, parti ve gençliği buluşturan bir
platform olarak gerçekleşmesi kendi
başına çok değerli bir kazanımdır.
Kürt illerinden gelen delegelerin
Konferansa Kürt ulusal devriminin
havasını taşımaları, Konferansımızın
çarpıcı bir özelliği olarak kaydedilmelidir.
Konferansımız yüzde 43.5’lik (kotayı aşan) kadın delege katılımıyla
dikkat çekmiştir. Kadın yoldaşların
yüzde 43’lük tartışmalara katılım oranı parti içinde gelişen kadın inisiyatifini göstermiştir.
Son birkaç aylık dönem ele alındığında kadına yönelik şiddete karşı imza kampanyası, HDK süreci,
Hopa’yla ilgili yürüttüğümüz çalışmalar ve konferans hazırlıkları, bu
görevlerin aynı dönemde başarıyla
yürütülmüş olması partimizin gelişen yönünü göstermektedir. Devrimci özenin belirgin biçimde kendini
gösterdiği Konferans profesyonelce
düzenlenmişti. Hazırlık süreci dahil
Konferans partinin tartışma kültürünü
açığa çıkardı ve kurdu. Bizzat Konferansın kendisi bir nitelik biriktirme
süreci olarak gelişen hazırlıkların üst
bir düzeyi, tepe noktası oldu. Konferans divanının yönetim tarzı ve delegelerin çalışma disipliniyle parti cid-
diyetini ve disiplininin çıtasını partiye
gösterdi.
Konferans hazırlık sürecinde yönetici yoldaşların yazılı tartışmalara
katılım düzeyinin düşüklüğü, kadrolarımızdaki görüş açısı yorgunluğu
ve enerji eksikliğini yansıtan bir veri
olarak kabul edilmelidir. Keza İstanbul örgütümüzün Konferans hazırlık
süreci tartışmalarına beklenen ve istenen etkinlikte katılımını örgütleyemeyişimiz önümüzdeki sürecin görevleri bakımından dikkate alınmak
zorundadır.
Son olarak Konferans sürecinde
Parti örgütleriyle parti üyeleri arasındaki ilişkinin canlandığını ve sıklaştığını eklemeliyiz. Keza partimizin örgütlü olmadığı kimi alanlardaki parti
üyeleri ile ilişkilerin düzenlenmesi
yönüyle de Konferans olumlu bir rol
oynamıştır. Genel olarak parti üyelerinde partiyi sahiplenme, partiyle özdeşleşme duygusu yükselmiştir.
Yoldaşlar,
Konferansı başarıyla gerçekleştirmiş olmamız, kuşkusuz partimizin
ileriye doğru attığı bir adımdır. Şimdi
bu kazanıma basarak daha yükseğe
tırmanma imkanını yaratmış bulunuyoruz. Hepimizin bildiği gibi Konferansa parti tarihinde anlamını kazandıracak olan Konferans sonrası süreci
kazanmamızdır. Asıl ve temel olan
sürekliliktir.
[ 11 ]
ESP’NİN SİYASAL MİSYONU,
SİYASAL ÖNDERLİK ANLAYIŞI
VE MÜCADELE ÇİZGİSİ
I.
Konferansımız, kuruluş sürecinin bütün özgün dönemsel dezavantajlarına rağmen partimiz ESP’nin kurulmasını, güçlü bir siyasi kararlılık olarak görür. Kendi tarihimiz
içerisinde tuttuğu yerin bilincindedir. Kuruluş öncesinde
düşünsel yığınak ve kadrosal hazırlık eksikliğinin ve parti kitlemizin aydınlatılmasındaki yetersizliğin, çözümü
Konferansımıza değin sarkan bir dizi soruna yol açmış
olması, bu temel gerçeği değiştirmez.
ESP’nin kuruluşu, sosyalist hareketin mücadele araç
ve biçimleriyle kurduğu ilişkide, açık siyasal parti aracının reformist dejenerasyonuna karşı bir devrimci iradi
duruştur. ESP’nin kuruluş ve gelişimi, bu aracı devrimci bir tarzda içeriklendirerek, geçmişte farklı örneklerde açık siyasal parti aracının bir sınıf uzlaşması aracına
dönüştürülmesine yol açan reformist strateji ve programların pratik bir eleştirisini yapmaktadır. Partimiz, bu
olumsuz örneklerin devrimci saflarda yarattığı basıncı
ve uyandırdığı tereddütleri göğüsleyip aşarak ilerlemiş[ 13 ]
Marksist Teori
tir. Bu anlamda “bir ilk”i yaratmak
sorumluluğu Partimizin omuzlarında
olagelmiştir.
Mücadelenin farklı araçlarının
oluşturduğu bütünselliğin/orkestranın
içinde, ama kendi özgün rolünün-misyonunun da ayırdında olarak yürüteceği siyasal savaşımla ESP, bu çetin
görevin üstesinden gelerek bir yol
açacaktır.
II.
Konferansımız, ESP’nin misyonu
üzerine amaç açıklığının parti saflarında yayılmasına ve derinleşmesine
hizmet etmiştir. Kuruluş döneminden
bakiye iç aydınlanma sorununun çözümünde kapsamlı bir ileri adım olmuştur.
ESP, burjuvaziye ve diktatörlüğe
karşı açık siyasal iktidar savaşımında
işçi sınıfı ve ezilen milyonları aydınlatmayı, birleştirip örgütleyerek iradeleştirmeyi hedeflemektedir. Birleşik
devrimimizin eşitsiz gelişimi koşullarında, Kürdistan’dan yükselen ulusal
devrimci dalganın Batı’da politik karşılığının çok cılız kaldığı koşullarda
kurulan ESP, bir işçi-emekçi iradesi
yaratarak Türkiye halklarının politik
değişim talebine, programatik hedefi
olan “devrimci demokratik cumhuriyet” şiarıyla önderlik etmeyi misyonu
sayar.
Bu amaçla partimiz ESP, işçilerin
ve ezilenlerin farklı kesimlerinin yürüttüğü mücadelelerle ilişki içinde,
tüm bu toplumsal mücadelelerin devrimci stratejisi doğrultusunda yönlendirilmesi görevini hayata geçirmekle
yükümlüdür. ESP, devrimci rolünü,
öncelikle kitleleri bu doğrultuda birleştirip seferber ederek oynayacaktır.
ESP, yasalar içerisinde kurulmuş,
ancak kendisini yasalarla sınırlamayan
bir partidir. Düzene karşı fiili meşru
sokak mücadelesini, çizgisinin temeli
olarak görür. ESP, mevcut düzene karşı devrimci mücadelenin meşruluğunu
varlık sebebi sayar.
Konferansımız, ESP’nin devrim
stratejimizin içerisinde tuttuğu yerin
bilincindedir. ESP’yi önemsizleştiren
yaklaşımları ESP’nin rolünün ve misyonunun yüzeysel kavranması olarak
niteleyerek eleştirir. ESP’yi devrim
stratejimizin ilerletilmesi, mücadele
düzeyimizin yükseltilmesi hamlesi
olarak değerlendirir.
Konferansımız, ESP’nin devrimci
hareketin bir parçası olduğunu, devrimci ve sosyalist amaçlara bağlı olduğunu vurgular. ESP’nin devrimci sloganları geriye çeken, onları kitlelerin
verili bilincine ve gerçekliğine uyarlayan değil, aksine kitleleri bu yönde
değiştirmeye ve devrimcileştirmeye
çalışan bir parti; yani bir “devrimci kitle partisi” olduğunun altını çizer.
Konferansımız, ESP’nin ancak,
ayağını sokaklara sağlamca basarak
büyüyüp gelişebileceğinin altını çizmiştir. Çünkü her şeyden önce, sokaklar ve meydanlar, mülksüzlerin ve yoksulların kendisini ifade ettiği yerdir.
III.
Konferansımız, Güney Avrupa ve
ABD gibi kapitalist merkezlerde sınıf
mücadelesinin yükseldiği; Kuzey Af-
[ 14 ]
Marksist Teori
rika ve Ortadoğu’da bölgesel bir devrimci durumun yaşandığı bir süreçte
toplanarak, partinin pozisyonu ve gerçekliğini bu durumun ihtiyaçları üzerinden ele aldı.
Bu bölgesel ve ülkesel koşullarda
bir işçi-emekçi iradesi yaratmanın hayati önemine işaret eden Konferansımız, partiyi, bu rolünü oynayabilmesi
için tüm gücüyle kitlelere yöneltmiştir. Kitlelerle birlikte politika yapma,
kitleleri fethetme ve devrimcileştirme
rotasına işaret etmiştir.
Konferansımız, geride kalan iki
yıllık süreçte ESP’nin siyasal mücadele görevlerini layıkıyla yerine getiremediği fikrindedir. İki yıllık sürecin
değişik aşamalarında siyasal mücadele düzeyimiz farklılıklar arz etse de,
taşıdığı mücadele gücü bütün süreç
boyunca açığa çıkarılamamıştır. Konferansımız, iç gerilimimizi de artıran
bir dizi tartışmanın, bu yetersizlikten
kaynaklandığını düşünmektedir.
Siyasal mücadelede ortaya çıkan
bu tablo, partinin siyasal önderlik düzeyinde ve yönetme gücünde yaşanan
yetmezliklerle doğrudan bağlantılıdır. Bu yetmezlikler, iddia kaybı ve
siyasal kendiliğindencilik üretmiştir.
ESP’nin siyasal çizgisinin ve siyaset
tarzının şekillenmesinde ve kitleler
tarafından algılanmasında yetersizlikler açığa çıkmıştır.
Siyasal önderlik ve kurumsallaşma eksikliklerine dikkat çeken
Konferansımız, siyasal mücadele düzeyinin yükseltilmesini, partimizin
yaşadığı sorunların çözümünün öncelikle tutulması gereken halkası olarak
değerlendirir. Konferans, partimizin
gelişiminin motor gücünün siyasal
önderlik ve yönetme düzeyinin gelişimi olduğunun altını çizer.
ESP, işçi sınıfı ve ezilenlerin sorunları, talepleri, özlemleri doğrultusunda siyasal yaşama öncü müdahalelerde bulunur. Bu yoldan, bütün bu
kesimleri seferber eden bir devrimci
kitle partisini yaratmayı hedefler.
Devrimci bir kitle partisi, ancak öncü bir siyasal hat temelinde yürünerek yaratılabilir. Siyasal gelişmelere
zamanında ve doğru bir yönde müdahale etmeyen, edemeyen bir parti kaçınılmaz olarak olayların ve kitlelerin
peşinden sürüklenir. Oysa ESP, siyasal olayların gelişim yönünü etkileme
ve değiştirme iddiasında bir parti olmalıdır. Kitlelere öncülük ve giderek
önderlik etmelidir.
Partimizin siyasal müdahale düzeyi pratik olarak yükseltilmeli, kaydediciliğin, seyirciliğin, beklemeciliğin
her türlü belirtisine karşı uzlaşmaz bir
mücadele yürütülmelidir.
ESP, burjuvazinin siyasal gündemlerine ilgisiz ve kayıtsız kalmamalı, ezilenler adına müdahale etmelidir. Ancak ESP’nin önderleşmesinin
esas kanalı, işçilerin ve ezilenlerin
gündemlerini, burjuva siyasetin gündemlerinden bağımsız olarak ortaya
koyması ve bu temelde bir siyasal saflaşma yaratması olacaktır. İki yıllık
tarihimiz içinde ortaya çıkarttığımız
“Zam-vergi soygununa son”, “Ses
ver, Kadına yönelik şiddeti durdur”
gibi kampanyalar ve Hopa Direnişi,
[ 15 ]
Marksist Teori
bu siyasal önderlik anlayışının ifadesi
olmuştur.
Partimiz, siyasal önderlik anlayışını esasen işçilerin ve ezilenlerin
gündemlerini temel alma ve bunları
burjuvaziye dayatma temelinde geliştirmelidir.
Parti çalışmasının farklı bölümlerine dair zengin tartışmalar yürüten Konferansımız, her şeyden önce
“Partinin bir bütün olduğunu” vurgulamıştır. Parti bütünselliğini kemiren kesimciliğin, iktidar perspektifini
yitirmek anlamına geldiğini vurgulamıştır. Bizzat Konferansımız, hazırlık
süreci ve anıyla, parti bütünlüğünün
geliştirilmesinde önemli bir adım olmuştur.
IV.
İşçi sınıfının devrimci kitle partisi olarak ESP, toplumun bütün ezilen
kesimlerini sosyalizm programına
kazanma görüş açısından mücadele
eder.
Bütün ezilenleri birleştirme yeteneğine sahip yegane toplumsal aktörün
işçi sınıfı olduğu gerçeğinden hareketle, partimiz, ezilenlerin mücadeleci
birliğini sağlamak için, işçi sınıfı içinde siyasal faaliyeti yoğunlaştırmalıdır.
Bu görev, aynı zamanda ekonomik
mücadeleler içinde ortaya çıkan politik bilinç kıvılcımlarını birleştirmeyi
ve genelleştirmeyi de içerir.
İşçi sınıfının, burjuvaziden sınıfsal bağımsızlığını kazanması ve düzenden kopuşması ancak ve ancak
siyasal mücadele zemininde mümkün
olabilir. Konferansımız, işçi sınıfının
ücretli kölelik zincirlerini kırması ve
yönetici sınıf olması, iktidara yürümesi için onu siyasal sınıf bilinciyle
donatma kararlılığını ifade eder. Partimiz, bu amaçla, ülkenin bütün siyasal
gündemlerini işçi sınıfına taşımalı ve
onu sınıf çıkarlarına göre tutum almaya çağırmalıdır. Partimiz, işçi sınıfını
bütün ezilenlerin başına geçmeye ve
politik özgürlük mücadelesinin öncü
sınıfı olmaya hazırlamalıdır.
Konferansımız; Kürt sorunu, kadına yönelik şiddet, vb. politik sorunları
“işçi gündemi” saymayan, “işçi gündemlerini” esasen ekonomik-sendikal
mücadeleye indirgeyen yaklaşıma
karşı güçlü bir ideolojik mücadele
yürütülmesi görevini ortaya koyar.
Bu mücadele, işçi kitlelerinin siyasal
duyarsızlığına ve ilgisizliğine karşı
mücadelenin zemininde yürütülürse
sonuç alıcı olur.
Partimiz kuruluşundan itibaren
işçi sınıfı içinde parti çalışmasını bir
“kesim çalışması” olmaktan çıkartarak, bütün parti gövdesinin yürüttüğü
bir çalışma olarak örgütleme anlayışındadır. Ancak bu dönüşümü pratikte
gerçekleştirmiş olmaktan uzaktır. İşçi
Konferansımız bu anlayışı derinleştiren bir rol oynamakla birlikte pratik
bir ilerlemenin kaldıracı kılınamamıştır. 1. Genel Konferansımız, bu alanda
partinin sözüyle eylemi arasında ortaya çıkan açı farkının kesin bir devrimci kararlılıkla aşılması görevini ortaya
koyar:
a) Konferansımız, işçi sınıfı içerisinde parti çalışmasının şu ya da
bu parti kesiminin değil, bütün parti
[ 16 ]
Marksist Teori
örgütlerinin –MYK, il, ilçe, semt–
temel görevleri arasında olduğunu
vurgular. Bu alanda ortaya çıkan fiili
duyarsızlıklarla mücadele görevini
ortaya koyar. Her parti örgütünü; işçi
sınıfı içinde parti çalışmasını (üretim
ve yaşam alanlarında, sendikalarda)
somut olarak örgütlemeye, önüne
hedefler koymaya ve planlar yapmaya, her siyasal çalışmayı işçi sınıfına da taşımaya, işçi üyelerini üretim
alanlarında politik faaliyet yürütecek
tarzda konumlandırmaya çağırır. İşçi ve emekçi memur parti üyelerini,
parti örgütlerinde etkince yer almaya, işyerlerinde parti çalışmasını
başlatmaya ya da bu çalışmaları büyütmeye çağırır.
b) Konferansımız, sendikalar içindeki parti kuvvetlerinin belirli bir
dönemdir yönsüz ve perspektifsiz bırakılmış olmasını, mutlaka yenilgiye
uğratılması gereken bir zaaf olarak
saptar. MYK ve il örgütlerimizin sınıf sendikacılığı politikalarının oluşturulup geliştirilmesi ve partinin işçi
hareketine müdahalesini örgütleme
görevlerini vurgular.
c) Konferansımız, mühendisler,
güvencesiz eğitim ve sağlık emekçileri, atanamayan öğretmenler gibi
sosyal yıkım süreci içindeki sınıf kesimleri arasında parti çalışması başlatılması ihtiyacına işaret eder.
d) Sosyalist İşçi Meclisleri (SİM)
parti örgütünden bağımsız bir örgüt
olarak ele alınmamalıdır. Aksine, parti örgütlerinin yürüteceği çalışmaların
birleştirileceği bir pota olarak geliştirilmelidir.
V.
Konferansımız; Kürdistan çalışmamızın misyonunun öncelikle
ideolojik bir merkez olarak gelişme
eksenli olduğunu tespit eder. Kürdistan işçi sınıfının sosyalizm için mücadele etme hakkını temsil eden partimizin önüne, Kürt illerinde ulusal
gerçeklik temelinde sömürgeciliğe
karşı mücadelede sosyalist yurtsever
çizgide siyasi önderlik düzeyini yükseltme görevini koyar.
VI.
Konferansımız, toplumsal erkekliğe ve erkek egemen kapitalist düzene
karşı mücadele eden, “kadın devrimi”
şiarıyla yürüyen SKM’yi partimizin ve
kadın özgürlük mücadelesinin değerli
bir kazanımı ve parti kimliğimizin tanımlayıcı temel bir unsuru olarak görür. Kadınlar arasındaki parti çalışmasına karşı ilgisizlik ve direnci eleştirir.
SKM’leri yaygınlaştırma ve geliştirme
hattından yürüyen partimiz, bütün parti örgütlerinin önüne işçi, emekçi, genç
kadın kitleleri arasında parti çalışmasını geliştirme görevini koyar. Bu amaçla komite, komisyon, eğitim-çalışma
grupları vb. kurmaya çağırır.
VII.
ESP, en geniş gençlik kitlelerini
düzenin pençesinden kurtarmayı temel görevleri arasında görür. Konferansımız, gençliğe yönelik parti
çalışmasını örgütlemede ortaya çıkan
kararsızlığı eleştirir. Duraksamaksızın
bütün parti örgütlerinin siyasal olarak
kendilerine bağlı Gençlik Kollarını
kurması ihtiyacını vurgular.
[ 17 ]
Marksist Teori
Konferansımız, ESP’nin genç
üyelerini parti yaşamının ve faaliyetlerinin bütün düzeylerine katılmaya;
enerji, irade ve bilinçleriyle katkılarını en üst düzeyde sunmaya çağırır.
Partimizle sosyalist gençlik arasındaki ilişkilerin aktif, yoldaşça işbirliği
ve etkin siyasi koordinasyon temelinde geliştirilmesi ihtiyacına işaret eder.
Çok sayıda genç ESP kadrosunun eğitimi ve seferber edilmesi için bütün
parti örgütlerine çağrı yapar.
VIII.
Kent ve kır yoksullarını sermaye
talanına ve yıkımına karşı seferber
eden çevre mücadelelerine ilgisizlik,
partimiz bakımından kabul edilemez.
Partimiz, yoksulların özgücünün açığa çıkmasına ve demokratik siyasal
aydınlanmanın Anadolu’nun en ücra
köşelerine kadar yayılmasına zemin
oluşturan bu hareketin etkin bir bileşeni olmalıdır.
Van Depremi’ni fırsat bilen AKP
Hükümeti’nin konut yıkımlarına girişeceğini ilan etmesiyle, kent yoksullarının konut hakkı mücadelesi aciliyet ve önem kazanmıştır. Partimiz bu
alanda biriktirdiği mücadele düzeyine
uygun bir tarzda konumlanmalı ve
kent yoksullarının direnişlerine öncülük etmelidir.
IX.
Konferansımız, partimizin Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK)
kurucu çalışmalarına katılmasını ve
oynadığı rolü selamlar. Bu cephesel
birliğin devrimci-demokratik bir politik merkez olarak geliştirilmesi ve
Batı’da istikrarlı bir işçi-emekçi-ezilenler hareketinin kaldıracı olması
yönünde ilerletilmesi görev ve perspektifini partinin önüne koyar. Konferansımız, HDK’nın Batı’da rolünü
oynayabilmesi, “ekmek ve özgürlük
isyanlarına” hazırlığın bir kaldıracı
olabilmesi için ESP’nin görevlerinin
altını çizmiştir. Keza, HDK’nın halk
meclisleri temelinde il ve ilçelerde
inşasının yaşamsal önemine işaret etmiştir.
X.
Konferansımız, ESP’nin iki yıllık
tarihi içinde siyasal eğitimin örgütlenmesinde ortaya çıkan sınırlı ve geri
düzeyi eleştirir. Siyasal eğitimin sosyalist bir partinin iktidar perspektifini somutlayan en önemli kriterlerden
birisi olduğu açıktır. Konferansımız,
MYK başta gelmek üzere tüm parti
örgütlerini; parti programı ve temel
politikaları zemininde bir eğitim seferberliğine girişmeye çağırır. Her
parti binası bir eğitim mevzisine dönüştürülmelidir...
[ 18 ]
PARTİMİZİN ÖRGÜTSEL
GELİŞİM STRATEJİSİ
Konferansımız, partiyi, kitlelerin devrimci savaşımının ihtiyaçlarını yanıtlama ve kendini bir devrimci kitle
partisi olarak ilerletmenin gereklerine göre örgütlemeye;
kadro ve örgüt sorunlarını politik çalışmaları geliştirme
zemininde çözmeye çağırır.
Konferansımız, ESP’nin devrimci kitle partisi olarak
gelişebilmesi için, işçi sınıfı ve ezilenlerin egemen işbirlikçi burjuvaziye ve diktatörlüğe karşı açık politik iktidar
mücadelesinin aracı olma gerçekliğine dayanılmasını, bu
temelde devrimci kitle hareketini örgütlemenin aracı olarak kendisini merkezden yerellere doğru yeniden yapılandırmasının gerekliliğini ve aciliyetini vurgular.
Konferansımız, örgütsel niteliğin yükseltilmesini örgütsel gelişim stratejisinin temel bir hedefi olarak saptar.
Bu bakımdan parti örgütlerinin görev ve sorumluluklarının, işlevlerinin net olarak tanımlanmasını, keza çalışma
tarzları ve bütün çalışmalarının görev ve sorumluluklarının, rollerinin gereklerine uyarlanmasının belirleyici önemini vurgular. Yanı sıra örgütsel niteliğin yükseltilmesi
kapsamında; partinin örgütlülük düzeyinin geliştirilmesi,
bütün parti örgütlerimize parti politikalarını uygulama
[ 19 ]
Marksist Teori
yetenek ve iradesi kazandırılması,
parti ciddiyetinin yükseltilmesi, disiplinin güçlendirilmesi, örgütsel ve
siyasi denetimin sistematik biçimde
ve derinlikli tarzda geliştirilmesi, keza parti örgütlenmesinin bütün düzey
ve alanlarında kadrolaşma çalışmalarının örgütlenmesi görevlerinin reorganizasyon çalışmasındaki önceliğine
dikkat çeker.
Konferansımız, partinin örgütlülük düzeyinin düşüklüğünü ve hatta bir nevi iç örgütsüzlük yaşadığı
gerçekliğini kuvvetle vurgular. Parti
üyelerinin parti örgütlerinde örgütlenmesi görüş açısından hareketle
il yönetimleri başta gelmek üzere
bütün parti teşkilatlarını partiyi güçten düşüren iç örgütsüzlüğü yenmek
üzere derhal harekete geçmeye, bütün parti üyelerini ve yakınlık duyan
partimizle ilişkili emekçileri parti
çalışması yürütecek işyeri/havza/fabrika komisyonlarında, gazete dağıtım
gruplarında, okuma gruplarında vb.
örgütleyecek kapsamlı bir örgütlenme seferberliğini geliştirmeye çağırır.
Partinin örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi, örgütsel gelişim stratejisinin
temel hedef ve görevleri arasındadır.
Konferansımız, örgütsel kendiliğindenciliğin yenilgiye uğratılması
için yönetici parti örgüleri başta gelmek üzere tüm örgüt ve kadroların
kendi rollerine uygun konumlanmalarının ve tüm çalışmalarını görev ve
sorumluluklarının gereklerine göre
düzenlemelerinin ve kendi rollerini
oynamaya odaklanmalarının belirleyici önemini vurgular.
Partinin örgütlenme ve örgütleme
yeteneğinin geliştirilmesi ihtiyaç ve
perspektifinden parti örgütçülerini
eleştiren Konferansımız, parti örgütçülerini sistem kuran örgütçüler ve
kitle örgütçüleri olarak konumlandırmaya, parti kadrolarının ve örgütlerinin çalışma tarzını içe dönük
olmaktan çıkartarak, devrimci kitle
mücadelesinin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çağırır.
Konferansımız, kadrolaşma çalışmasının partinin süreğen temel görevleri arasında yer aldığına ve bu
bakımdan tüm parti örgütlerinin kendi düzeylerinde görev ve sorumluluklarının bulunduğuna dikkat çeker.
Kadrolaşma çalışması, düzgün parti işleyişinden ve parti organlarının
düzenli-verimli çalışmasından başlayarak, sosyalist basının sistematik
biçimde işlenmesi ve eğitim çalışması
gruplarının en yaygın biçimde örgütlenmesinden tutalım, parti sistematiğinin değişik düzeylerinde kendi
güçlerine dayanarak örgütlenmiş parti
okullarına değin bir dizi yöntemin etkin tarzda kullanımını kapsar.
Konferansımız, kadroların eğitimi
ve geliştirilmesinin partimizin yüzeyselliği aşmasında çok özel bir rol oynayacağını, profesyonel kadrolarla
profesyonel olmayan kadroların birlikte çalışmasının niteliğimizi geliştirmeye hizmet edeceğini vurgular.
Bu bakımdan örgüt sistematiğimizin
her düzeyinde yönetici olarak yer alan
kadroların, kadro yetiştirme ve kadro
eğitimi çalışmalarından geri durmasını eleştirir; parti kadrolarının tamamı-
[ 20 ]
Marksist Teori
nın kendi sorumluluk alanlarında yeni
kadrolar yetiştirme görevlerine dikkat
çeker, kadro eğitmeni ve kadro yetiştiricileri olarak görev ve sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltilmelerinin yönetici kadroları geliştirmenin
çok etkin ve verimli bir yol ve yöntemi olduğu gerçeğini hatırlatır.
Konferansımız, propaganda çalışmasının güçlendirilmesinin partimizin
politik gelişiminin hız ve güç kazanmasının temel bir koşulu olduğundan
hareketle, merkezi bir propaganda
komisyonunun kurulmasını keza il ve
ilçelerde, il ve bazı ilçe yöneticilerinin de yer alacağı propaganda komisyonlarının kurulmasını ve bir eğitim
seferberliğinin başlatılmasını, kadrolaşmaya önemli bir destek sunan
seminer ve tartışma toplantılarının
siyasal savaşımın güncel ihtiyaçlarıyla bağlı tarzda ve sistematik biçimde
düzenlenmesini talep eder.
Konferansımız, partiye yeni üyeler kazanma çalışmasının bütün parti
örgütlerinin, bütün kadro ve üyelerin
temel görevleri arasında yer aldığını
hatırlatır, yeni parti üyeleri kazanma
çalışmalarının sürekli ve sistematik
olarak yürütülmesinin partinin örgütsel ve siyasal gelişiminin zorunlu
koşulları arasında yer aldığını önemle
vurgular; il ve içe yönetimlerini örgütsel gelişim stratejilerini planlarken
somut dönemsel hedefler saptamaya,
keza aynı şekilde kadro ve profesyonel kadro yetiştirme hedeflerini belirlemeye çağırır.
Konferansımız, “mali sorunun” yanızca mali bir sorun olmadığını, bir ör-
gütlenme sorunu ve siyasal bir sorun
olduğu kadar, kitlelere güvenme ve
kitlelerin gücüne dayanma anlamında
ideolojik bir sorun olduğuna dikkat
çeker. Mali sorunun ancak gelirlerin
ve giderlerin örgütlenmesine dayanan
mali bir sistemin kurulması temelinde
çözülebileceğini kuvvetle vurgular. İl
ve ilçe yönetimlerini, saymanlıklarını
komisyonlar biçiminde yapılandırmaya; saymanlık komisyonlarına dayanarak üyelik aidatlarını düzenli biçimde
toplanmasını örgütlemeye ve disipline etmeye, keza benzer biçimde parti
dostlarının gönüllülüğüne dayalı süreğenleşmiş bir bağış sistemi kurmaya çağırır.
Kadro politikasının “görevin gereklerine uygunluk” yaklaşımına dayanması gerektiği temel görüş açısından hareketle Konferansımız, PM’nin
işlevsel bir niteliğe göre düzenlenmesi ihtiyacına dikkat çeker, PM
üyelerini, yaşamlarını mücadelenin
ve görevlerinin gerekliliğine göre düzenlemeye çağırır; MYK’nın partinin
siyasi ve örgütsel önderlik misyonunu oynayacak şekilde yapılanmasını,
Genel Merkez’in siyasal ve örgütsel
merkez tarzında örgütlenmesini, yardımcı örgütler ve teknik alt yapının
buna uygun olarak oluşturulmasının
belirleyici önemini vurgular.
Konferansımız, İSB dahil, görevleri tanımlanmış Genel Merkez’e bağlı komisyonların partimizin önderlik
sisteminin tamamlayıcı yardımcı örgütlenmeler olduğu gerçeğinden hareketle yapılandırılmalarının elzem
olduğunu hatırlatır.
[ 21 ]
Marksist Teori
Konferansımız, teknik alt yapıları
ve yardımcı kadrolarının oluşturulması dahil il yönetimlerinin, siyasal
ve örgütsel birer merkez veya “karargah” gibi işlevselleştirilmesinin
ESP’nin devrimci bir kitle partisi yolunda ilerleyişinin ve “yerelleşmesinin” temel sorun ve görevleri arasında
yer aldığına dikkat çeker.
Partinin il, ilçe yönetimleri ve
mahalle örgütleri altı aylık örgütsel
gelişim stratejileri oluşturarak parti
çalışmasının gelişimini yönetmelidirler. Örgütsel gelişim stratejileri; yeni
üyeler kazanma, yeni parti örgütleri
kurma (parti örgütlenmesinin dal budak salıp derinleşmesi ve yeni alanlara doğru yayılarak genişlemesi), yeni
kadrolar yetiştirme veya kadroların
siyasi, teorik ya da örgütsel formasyonlarını yükseltme, yeni olanaklar
bulma, açığa çıkartma, yeni araçlar
kurma vb. hedefleri zaman ayarlı olarak somutlaştırmalıdır.
Konferansımız, “işçi sınıfı içerisinde parti çalışması”nın il ve ilçe
yönetimleri başta gelmek üzere bütün
parti örgütlerimizin temel görevleri arasında yer aldığını hatırlatır, bu
alandaki görev ve sorumlulukların
SİM’lere ikame edilmesi vb. yaklaşımlarla ideolojik mücadeleye ve tüm
parti örgütlerini bu alandaki görevleri
ihmale son vermeye çağırır.
Konferansımız, gerek partinin örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi ve
gerekse işçi sınıfı içerisinde parti çalışmasının güçlendirilmesi bakımından,
işçi ve emekçi memur bileşenlerinin
il, ilçe yönetimleri, mahalle temsilci-
likleri ya da eğitim grupları, sosyalist
basını okuma ve dağıtım grupları, işyerleri, fabrikalar, atölyeler, okullarda
vb. ya da sendikalar içerisinde parti
çalışması yürütecek görev grupları
biçiminde parti örgütlerinde örgütlenmelerinin ertelenemez görevlerimiz
arasında olduğunu kuvvetle vurgular.
Konferansımız, Sosyalist İşçi
Meclisleri’nin partimizin örgütlenmesinin az çok yaygın olduğu illerde, ilçeler düzeyinde inşa edilmelerini ve tanımlandığı şekilde, işçi sınıfı
(emekçi memurlar dahil) içerisinde
parti çalışmasını ve partinin kitle politikasını güçlendirecek tarzda işlevselleştirilmelerini talep eder.
Parti Meclisi ve il meclislerinin
parti yaşamında sosyalist demokrasiyi etkin kılmaktaki rolüne dikkat
çeken Konferansımız, bu parti organlarının misyonuna uygun bir niteliğe
büründürülmesinin önemini ortaya
koymuştur. İl meclislerimizin, geniş
üye kitlemizin katılımıyla oluşan ve
işleyen yapısının geliştirilmesi perspektifi ortaya konulmuş, görev-yetki
tanımı ve çerçevesinin netleştirilmesi,
tanım ve yetkide il yönetimi ve diğer
yerel karar-yürütme organlarının yerine ikame edilmemesi gereğine işaret
edilmiştir.
Konferansımız, il meclisleri ve
SİM’lerden farklı olarak SKM’nin
özerk bir yapılanma olduğu gerçeğini kuvvetle vurgular. İl örgütlerimizin
bulunduğu bütün illerde SKM’leri
kurmaya, partinin örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi çalışmasının bir boyutu olarak ve keza hem işçi, emekçi,
[ 22 ]
Marksist Teori
genç kadınlar arasında parti çalışmasını hem de kadın kurtuluş mücadelesini geliştirebilmek için kadın üyelerimizi ilçelerde, semtlerde, yerleşim
ve üretim birimlerinde tanımlanmış
değişik görevler üstlenen SKM komisyonlarında örgütlemeye çağırır.
Gençliği kazanma ve gençliği örgütleme alanında yansıyan belirsizlik,
tereddüt ve kararsızlığı eleştiren Konferansımız, il ve ilçe yönetimlerini asgari üç dört gencin bir araya getirildiği her yerde duraksamaksızın Gençlik
Kollarını kurmaya, genç sosyalistlerin parti çalışmalarına katılımlarının
uygun biçimlerini bulmaya-yaratmaya, genç sosyalistler ile parti örgütleri
arasında her düzeyde etkin ve yoldaşça devrimci işbirliğini geliştirmeye ve
siyasi koordinasyonu güçlendirmeye
çağırır.
Önceden ilan edilen 41 ilde örgütlenme planının yürürlükte olduğunu
hatırlatan konferansımız, başta Ankara ve İzmir gelmek üzere il yönetimlerimizi çalışmalarını bölgesel örgütlenme merkezleri gibi geliştirmeye
çağırır ve bu yoldaki çalışmaların Genel Merkez tarafından denetlenmesini
ve koordine edilmesini talep eder.
Örgütsel gelişim stratejimiz hem
parti örgütlerimizin bulunduğu alanlarda yerleşim ve üretim birimi temelinde kitlelerin derinliklerine doğru
kök salmayı ve hem de yeni alanlara
açılarak, yayılarak genişlemeyi hedefler. Bu bakımdan Konferansımız, duraksamaksızın birkaç üyemizin olduğu il ve ilçelerde, il ve ilçe örgütlerinin
kurulmasını hazırlayacak-hizmet ede-
cek tarzda çalışacak temsilciliklerin
örgütlenmesini, keza örgütlenmemizi
derinleştirmek ve yayılarak kök salmak istediğimiz ilçelerde ise mahalle
temsilciliklerinin kurulmasını önerir.
Konferansımız, partiyi değişik
platform ya da kitle örgütlerinin özel
veya özgül alanlarına ilişkin parti
politikalarını geliştirmeye, bu yolda
parti üyelerini yerel düzeyde örgütlemeye, söz konusu kuruluşlardaki mücadeleyi ve parti kuvvetlerini merkezi
düzeyde koordine etmeye çağırır.
Konferansımız, partimizin siyasi gelişiminin temel itici güçlerinden birisi olarak kitle ajitasyonu
çalışmasının daha etkin biçimde örgütlenmesi ihtiyacını vurgular. Kitle
ajitasyonunun süreğen ve sistematik
biçimde geliştirilmesinin sınanmış
yöntemi olarak sosyalist basının değerlendirilmesinde kendini gösteren
ilgi kırılması ve ihmali eleştirir, tüm
parti örgütlerini örgütsel gelişim stratejilerini inşa ederken sosyalist basını
dağıtım-satış hedeflerini hareketi ileri
doğru itecek tarzda belirlemeye, gazete dağıtımı üzerinden ajitasyon ve
örgütlenme çalışmasınını geliştirmeye çağırır. Sosyalist basının dağıtımı
üzerinden kitle ajitasyonu çalışması
“yeni başlayanlar için” gerçek ve çok
etkin bir politika okuludur.
Konferansımız, parti yaşamında
kendini çarpıcı biçimde gösteren denetim zafiyetinin hemen ve derhal ortadan kaldırılmasının zorunluluğunu
kuvvetle vurgular. Parti merkezi’nin
yerel parti örgütlerinin siyasal ve örgütsel çalışmalarını belli aralıklarla
[ 23 ]
Marksist Teori
düzenli biçimde denetlemek, yerel
parti çalışmalarının gelişimine, sorunlarının aydınlatılmasına ve çözümüne katkıda bulunmakla mükellef
olduğunu hatırlatır.
Denetim zafiyetinin aşılması ve
parti çalışmalarının gelişiminin yönetilmesi açısından rapor sisteminin
etkin ve verimli tarzda örgütlenmesini, her düzeyde oluşturulan geçici ve
kalıcı örgütlerin rapor sistemine göre
çalışmasını ve keza denetimin eleştiri
ve özeleştiriyi güçlendirecek tarzda
geliştirilmesini talep eder.
Konferansımız, eğip bükmeden
devrimci eleştiriyi yardıma çağırmak-
tadır. Partimiz, eleştirinin devrimci
şiddetine ihtiyaç duyuyor. Eleştiri ve
özeleştiriyi kendini devrimci biçimde
yeniden üretmenin ve keza devrimci
tarzda yenilemenin temel bir yöntemi olarak benimseyen partimizi, bu
alandaki zafiyete son vermeye çağırır.
Bu bakımda eleştiri ve özeleştiri toplantılarının örgütlerin ve kadroların
gelişimine hizmet edecek tarzda düzenlenmesinin, çalışmaların değerlendirilmesi temelinde, kadro ve örgütleri
görev ve sorumluluklarını kavrama ve
uygulama yeteneklerini geliştirmeye
yöneltecek perspektifle geliştirilmesinin büyük önemini vurgular...
[ 24 ]
PARTİMİZİN İDEOLOJİK
GELİŞİMİ
Yoldaşlar!
Deyim uygunsa partimizi olağanüstü koşullarda kurduk. Durum ertelemeciliğe, idare-i maslahatçılığa, irade
zaafiyetine sürüklenmeye çok uygundu. Koşullara teslim
olunmadı, duraksanmadı. Bu berrak ve güçlü bir siyasi
kararlılıktı. Ne yazık ki aynı tutumu dönemin önümüze
koyduğu güncel siyasi görevler karşısında sergileyemedik. Partimizin temel niteliklerinden biri olması gereken
söz ve eylem tutarlılığını sağlayamadık. Kuruluş sürecinin kendine özgü koşullarını aşıp, politik önderlik anlayışımızın ve politik mücadele tarzımızın gereklerini yerine
getiremedik.
Sözümüzle eylemimiz arasındaki tutarsızlık, politik
görevler karşısında olduğu gibi devrimci yaşantımızın bir
çok alanında ortaya çıktı. Oysa ki, söz ile eylem arasındaki uyumdan gücünü alan manevi saygınlık, ideolojik bir
tutum olarak devrimci partilerin ve devrimci bireylerin
ayırdedici özelliklerindendir.
Konferansımız, söz ve eylem tutarsızlığı biçimindeki ideolojik zayıflıkla mücadelenin başta gelen görevlerimizden biri olduğuna dikkat çeker ve tüm partiyi bu
[ 25 ]
Marksist Teori
konuda yüksek bir irade sergilemeye
çağırır.
Kararların uygulanmasında kendini gösteren söz ve eylem uyumsuzluğunda, kararları yürütmekle sorumlu
kadro ve önderlik sorunu meselenin
odağında durmaktadır. Kararların uygulanmasının yönetimi, doğrudan parti önderliğinin görev ve sorumluluğundadır. Bu nedenledir ki, uygulama
süreçlerindeki siyasal ve örgütsel kararsızlıklar, bir dönem parti önderliği
düzeyinde bir güven ve doğal otorite
aşınmasına yol açmıştır. Denetimsizlik ve denetim zayıflığının eşlik ettiği
bu aşınma hali, partimizin iç ortamına
da yansımıştır. “Parti ruhu”, partinin
manevi birliği, günlük politik ve örgütsel yönetim ve denetim sorunlarından etkilenmiş, parti buna bağlı olarak
bir tür iç huzursuzluk hali yaşamıştır.
Partimiz gelişiminin belirli bir aşamasından itibaren, politik kararlarını
uygulama gücünü yükseltmesine bağlı olarak, bu çerçevedeki ideolojik zayıflığını aşma yoluna girmiştir.
Siyasal ve örgütsel gelişim süreçlerinde ortaya çıkan sorunlar ideolojik
açıdan kendilerini her düzeyde yansıtmışlardır. Bunun somut ifadeleri olarak, siyaset ve örgüt zemininde doğrudan karşılığı olan hesap vermek,
hesap sormak, sorumluluk üstlenmek,
devrimci ciddiyet ve devrimci tutarlılık gibi ideolojik duruşumuzu da
şekillendiren değerlerde zayıflamalar
yaşanmıştır.
ESP’nin kuruluşundan itibaren
görev üstlenme pratiğimiz genel
olarak yüksektir. Bir duraksamadan
veya bekle-görcülükten söz edilemez. Buna karşın hesap verme, hesap sorma ve sonuna kadar devrimci
tutarlılığa uygun olarak görevlerinin
arkasında durma pratiği, her düzeyde,
üstlenilen sorumluluğa denk değildir.
Parti sorun ve görevleriyle ilişkide,
kendini dışında görme eğilimleri, kritik anlarda lokal ya da genel sorumluluk üstlenmede zayıflık, iç yaşamımızın değişik dönemlerinde karşımıza
çıkan ideolojik sorunlardır. Yazık ki
bu süreçte partiye ve devrime karşı
sorumluluğun her eylemi ve ilişkiyi
yöneten bilinç düzeyinde kırılmalar
olmuştur. Sorumluluğunun altını devrimci ciddiyet ve tutarlılıkla dolduran,
yüksek sorumluluk bilincini dönemin
parolası olarak algılayan bir ideolojik
profil kadrolar düzeyinde genellik ve
yeterlilik kazanamamıştır.
Parti iç yaşamımızda hesap verme-hesap sorma süreçleri de üstlenilen sorumlulukla doğru orantılı gelişmemiştir. Yüzeysellik, denetimsizlik
veya denetim zayıflığı, uzlaşmacılık,
karşılaşılan sorunların sonuna kadar
üstüne gitmede kendiliğindencilik gibi önemli zayıflıklar bu durumun kimi
yansımalarıdır.
Eleştiri-özeleştiri mekanizmasını
işletmede yaşanan sorumsuzluk ve
iradesizlik ideolojik sorunlarımızın
bir diğeridir. Bu mekanizmanın işletilmemesinden doğan zayıflık parti
ve örgüt yaşamımızda gerilimlere,
bunun yarattığı uluorta eleştiriciliğe
yol açmıştır. Bunun yanı sıra, özeleştiride tutuculuğun geliştiğini de
söyleyebiliriz. Biliniyor ki, eleştiri
[ 26 ]
Marksist Teori
ve özelleştirinin içerik ve yöntemiyle somut değişim gücü ve güvenine
dönüşmediği, bütün parti ve kadroların kendini eleştiri ve özelde de özeleştiri süreçlerinin doğrudan içinde
görmediği durumlarda gerçek bir
ilerlemeden söz edilemez. Konferansımız buradan yola çıkarak, içinde
bulunduğumuz süreci, her düzeyde
parti örgütü ve kadrosu bakımından
bir eleştiri-özeleştiri süreci olarak
tanımlar. Konferansın ardından partinin ilk işlerinden birinin bu eleştiriözeleştiri toplantılarını örgütlemek
olduğunu hatırlatır.
Parti örgütlerinin ve kadroların disiplin düzeyindeki zayıflamalar, devrimci iş ve emek süreciyle kurulan ilişkilerin yüzeyselliği, iki yıllık süreçte
karşılaştığımız ideolojik aşınmalardandır. Günlük çalışma disiplinindeki
ihmal, tembellik ve kendiliğindencilikler iç yaşamımıza ve kitlelerle ilişkimize olumsuz yansımıştır. Bir işe
başlama inisiyatifi ve bitirme iradesinin gösterilmesi konusunda yaşanan
kendiliğindencilik düpedüz ideolojik
bir zayıflıktır. İşçi sınıfı mücadelesine ve ideolojisine inanan kadroların,
bir işçinin işinde gösterdiği zorunlu
disiplin ve titizliği, devrimci işlerinde ve iş niteliğinin yükseltilmesinde göstermemesi trajiktir. Bu açıdan
partimiz bakımından “kalifiye devrim
işçileri” potansiyeli ve pratiğinin bir
gerileme yaşadığını görmeliyiz. Bazen görev savma, bazen memur tarzıyla ya da bir işi yapmış olmak için
yapma gibi pratikler az değildir. Her
işin ve görevin çok önemli olduğu ve
en iyi şekilde yapılması gerektiği bilinci, bir proletarya partisini karakterize eden önemli özelliklerden biridir.
Konferansımız, tüm parti kadrolarını,
üyelerini ve örgütlerini böyle bir pratiği yükseltmeye çağırır.
Parti saflarımızda küçük burjuva
yaşam tarzının yansımalarını, devrimciliğin ve sosyalizm mücadelesinin
manevi, düşünsel, kültürel özelliklerini bir yaşam tarzına dönüştürmede
yaşanan sorunları hafife alamayız.
Kendine değişmez statükolar oluşturmak, düzenden kopuş yerine görünür-görünmez bağlar kurmak ve bunu kaçınılmaz saymak tanığı olunan
ideolojik geriliklerdir. Düzen kurmak
ve düzenini değiştirmede isteksizlik daha sık karşılaşılan sorunlardır.
Kendi gelişimi ve ufkuna “garantiligüvenceli” sınırlar çizme ve bunun
dışına çıkmama eğilimi bu geriliğin
bir başka görünümüdür. Konferansımız, saflarımızdaki devrimci nitelik
zayıflamasına işaret eden bu eğilimle
sabırlı, dönüştürücü, fakat kesinkes
kararlı bir mücadelenin öncelikli görevlerimiz arasında olduğuna dikkat
çeker.
Partimizin kuruluşu bir bakıma
devrimin somut ihtiyaçları zemininde
manevi birliğin yeni düzeyde kendini
ortaya koyması anlamına geliyordu.
Ağır saldırılar karşısında geliştirilen
direniş politik olduğu kadar, tasfiye
saldırılarına karşı ideolojik-moral bir
direnişti. Partimiz bu süreçten devrimci biçimde çıkmayı başardı. Ancak
kendini örgütlemek ve yönetmekteki
yetersizlikler, bunun yanı sıra bir dö-
[ 27 ]
Marksist Teori
nem açısından yaşanan politik gerileme bizi içe döndürdü. Bu durum, manevi birlik ve moral güçte kırılmalara
yol açtı. Başarısızlık duygusu, güven
ilişkilerinde aşınma, özelde parti önderliğine güvensizlik gibi sorunlar
boy verdi. Parti kuruluşu ve gelişimi
görevlerinin çok yönlü basıncı altında ortak akıl ve ruh yaratılmaya çalışıldı. Bu, yeni düzeyde örgütlenme
ve gelişimin zorlu görevleriyle iç içe
yürütülmek durumundaydı. Bu dönemde, yönetmedeki yetersizlikler,
yönetilmeye karşı isteksizlikle birleşerek, yöneten ve yönetilen kadrolarda bir moral yıpranmaya yol açtı.
Manevi birliğin ve kolektif ruhun
güçlü düzeyde oluşumunu kesen bir
sorun oldu bu. Yine zor dönemin, zor
koşullarına karşı devrimci metanet ve
dayanma gücünde gerilemeler görüldü. Partimiz kongre sonrası süreçte,
politik hareketinin gelişimine de bağlı
olarak iç manevi birliğini, aynı amaç
etrafında kenetlenen kadrolar profilini
düzeltme yoluna girmiştir.
Geride bıraktığımız süreçte iç
yaşamımızda, yoldaşlık ilişkilerinde
zayıflama, emek vermede yetersizlik
gibi zaaflar boy göstermiştir. Bu en
çarpıcı biçimde şehit ve tutsak ailelerimizle, ölüm orucu gazilerimizle, belirli bir yaşı aşmış veya ciddi bir hastalıkla mücadele eden yoldaşlarla ve
tutsak komünistlerle ilişkilerde yansımıştır. Günlük yaşamın devrimcileşmesinden doğan sorunlar yoldaşlık
ilişkilerine genel olarak yansımıştır.
Devrimci romantizm boşluğunu daha
sık olarak mekanikleşen iş ilişkileri,
devrimci duyarlılık yitimi ve özgün
bir yabancılaşma doldurmuştur! Bu
durum sadece iç ilişkilerimize yansımakla kalmamış, kitleye yabancılaşma, güvensizleşme eğilimlerini de
beslemiştir. Bu alanda yaşanan gerileme eğilimlerinin önüne geçilmesi ve
dava insanlarına özgü olan sevgi, güven ve kenetlenme ilişkilerinin içtenlikli bir güçle yükseltilmesi, ideolojik
arınma ihtiyacının önümüze koyduğu
öncelikli görevler arasındadır.
Yine bu kapsamda ele alınması
gereken başka bir sorun da, devrim
şehitlerinden, devrimci geleneğimizden, komünist hareketin birikiminden
öğrenme düzeyimizdeki zayıflamadır.
Devrim şehitleri gerçeği ve değeriyle kurulan düşünsel ve ruhsal bağ,
devrimci ideallerle, sosyalist moral
değerlerle ve tüm bunlarla özdeş olarak devrimle kurulan güncel ilişkinin
dolaysız yansımasıdır. Devrimci tutsaklarla kurulan ilişkilerde yer yer
ihmaller yaşanmıştır. Tutsakları politik olarak sahiplenme eylemlerindeki
düşüş, manevi-moral düzeyde de yıpranmalara yol açmıştır.
Bütün bunlarla apaçık bir ilişki
içinde ya da onların toplamda cisimleşmiş ifadesi olarak adanmışlık, feda
ruhu, militanlık gibi temel devrimci
özelliklerde yer yer ortaya çıkan zayıflamalar dönemin en temel ideolojik
sorunlarındandır. Bu niteliklere yönelik her önemsizleştirme çabası, bu niteliklerin geliştirilmesine yönelik her
ilgisizlik devrim kadrosu olma yöneliminin, devrimi örgütleme düşünce,
ruh ve pratiğinin darbelenmesinden
[ 28 ]
Marksist Teori
başka bir anlam taşımaz. Konferansımız, sorumluluk yüklenmiş yoldaşlardan ve gençliğinden başlayarak
tüm güçlerini bütün bu konularda
parlak örnekler yaratmış devrimci
ve sosyalist hareketimizden öğrenmeye, silkinmeye, yenilenmeye ve
anılan değerleri yükseltmeye çağırır.
Partimizin bu değerlerle özdeşliğini
vurgular.
Bütün bunların yanı sıra Konferansımız, partimize herhangi bir kitle
örgütü gibi yaklaşan, ESP'nin kitlelerin siyasal savaşıma seferberliğinde,
eğitiminde ve örgütlenmesinde oynayacağı rolü sıradanlaştıran yaklaşımları, mücadele edilmesi gereken ideolojik geriliklerden biri sayar. Bu görüş
açısı ve tutumların politik mücadeleyi
geliştirme konusunda oynayacağı pa-
sifleştirici işleve dikkat çeker. Tüm
yoldaşları ESP'nin etkin bir devrimci
odak olarak geliştirilmesinde emek
seferberliğine çağırır.
Konferansımız, işaret edilen tüm
ciddi sorunlara karşın, gözünü devrimci amaçlardan ayırmayan, kendini
yenileme ve aşma yöneliminden kopmayan, devrimci pratiğini geliştirme
istek ve doğrultusuna sıkıca tutunan
partimizin, özgürlük ve sosyalizm
savaşımında üzerine düşen görevleri
layıkıyla yerine getireceğine inanç ve
güvenini vurgular. Partimizin, Konferans delegelerinde cisimleşen gövdesinin ve tüm güçlerinin zorlu engellerin
ve insan üstü emek isteyen görevlerin
üstesinden geleceğine sarsılmaz güvenini ifade eder. Tüm bu konularda devrimci iradenin işlevine dikkat çeker...
[ 29 ]
DEVLETIN
KÜRT POLİTİKASINDA
“YENİ STRATEJİ”
Hacı Orman
Tayip Erdoğan’ın ağzından “terörle mücadele, siyasetle müzakere” olarak ifade edilen konseptin içeriği,
devlet bakanlarının peş peşe gelen açıklamalarıyla ve
daha önemlisi hükümetin dikkat çekici bir pervasızlıkla uyguladığı politikalarla ortaya çıkmış durumda. Bu
politika,“yurtta harp, cihanda harp” şeklinde ifade edilebilecek (hem ulusal, hem bölgesel boyutları bulunan)
maceracı bir militarizme, pantürkist ve panislamist bir
yönelime dayanıyor. Çeşitli nedenlerle ulusal, bölgesel
ve uluslararası konjonktürü elverişli, kendini de epeyce
kuvvetli gören AKP hükümetinin bu maceracı yöneliminin nasıl sonuçlanacağını bugünden bilmek kolay değil;
ama söz konusu konseptin öncelikle ve mutlaka Kürt
ulusal hareketinin askeri ve siyasi yenilgisini amaçladığı,
hatta esasen buraya yoğunlaştığı açıktır.
Arka arkaya gözaltı ve tutuklama terörü yaşanıyor,
devlet bakanları en pervasız üsluplarla bunların devam
edeceğini ilan ediyor, Uludere’de katledilen “sivillerin”
üzerinden bile başbakan BDP’ye karşı bayağılıkta sınır
[ 31 ]
Marksist Teori
tanımayan tarzda psikolojik savaş
yürütebiliyor, medya hizaya sokulmuş durumda, mahkemeler tam hız
cezalar yağdırıyor, Kürtler’e selam
vermek dahi tutuklanma gerekçesi,
bir yandan da sivil anayasa hazırlığından ve hatta “ileri demokrasi”den söz
ediliyor. Peki, bütün bunlar ne anlama geliyor? Öyle görünüyor ki, Türk
burjuva devleti, son yıllarda yaşadığı
bazı önemli değişimlerle “muktedir
olma” gücünü ziyadesiyle elde etmiş
hükümeti eliyle, bir bütün olarak Türkiye toplumunu bir çılgınlığın eşiğine
doğru sürüklüyor. Genellikle savaş
dönemlerinde görülebilecek türden
yöntemlerle, adeta cephe gerisi temizliği anlamına gelebilecek bir saldırı
dalgasına girişiyor. Bunu yaparken de
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki
de en ikiyüzlü, en riyakâr, en yalancı
ve fakat geniş yığınlar üzerinde de en
etkili söylemini devreye sokuyor; düzeyi ve kuralı olmayan bir psikolojik
savaş yürütüyor.
“Yeni Strateji”, kendilerinin de
zaman zaman açıkladığı gibi, Abdullah Öcalan’ı tecrit ederek ileride iradesi kırılmış bir müzakereci olarak
bekletmek, gerillaya askeri kayıplar verdirerek PKK’nin de iradesini
kırmak ve siyaset üzerindeki baskısını sıfıra yakın veya etkisi zayıf
bir noktaya doğru geriletmek, KCK
operasyonlarıyla Kürtler’e ve dostlarına nefes aldırmamak, kısacası gözü
kara, pervasız bir imha ve sindirme
politikasıyla “önünü temizleyerek”
Kürtler’i teslim olmaya zorlamak;
hiç değilse “pazarlık yapamaz” duru-
ma getirerek pazarlığa zorlamak!.. Bu
‘strateji’yi kuranlar, gerçekten sonuç
alabileceklerine inanıyorlar. Çünkü
askeri açıdan güçlendiklerini, polisin
ve ordunun son teknolojiyle teçhizatlandığını, resmi militarist güçler
arasında eşgüdüm ve koordinasyon
bulunduğunu, hükümetin ve siyasi
iradenin sağlam ve homojen olduğunu, Ortadoğu bölgesinin kaosta
ve dünya ekonomisinin krizde bulunduğunu biliyorlar; bütün bunların
da gerillayla ve Kürt halkıyla savaşı
kazanmak için yeterli geleceğini sanıyorlar. Halbuki bu politikanın, yani
askeri ve polisiye yöntemlere dayalı
“çözüm” anlayışının, Türk devletine
bir arpa boyu yol aldırmadığını tarih
ispatlamıştır. Buna rağmen AKP’nin
imhacı ve teslimiyet dayatıcı zihniyetinde ısrar etmesinin iki nedeni vardır: Birincisi, uluslararası ve bölgesel konjonktürü ve (elbette iç siyaset
dengelerini de) tamamen lehine görmektedir. Bölgesel ihtirasları bulunmaktadır ve hâlihazırdaki bir çatışma
ortamını bu ihtirasları için avantaj ve
fırsat saymaktadır. İkincisi de yeni
ve acemi (ama diğer yandan köklerini Osmanlı’da gören) bir siyasi güç
olmanın bütün ürkütücü hırsı, çiğliği
ve yorulmamış/yıpranmamış olmanın kof özgüveniyle doludur; devlet
adına yeni bir başlangıç yapabilecek
kudrette olduğuna inanmaktadır. Bilhassa polisin ve ordunun koordinasyonuna, teknolojik teçhizatına vurgu
yapmasında böylesine hastalıklı “iktidar psikolojisi”nin de etkisinden
söz edilebilir.
[ 32 ]
Marksist Teori
Öncelikle bu konsept, içeride ve
Öcalan üzerindeki tecrit ve baskı da
bölgede, 90’ların başına hiç benzebu konseptin diğer parçasıdır; bir yanmeyen bir politik konjonktürde, dodan eşgüdüm ve koordinasyonu zayıflayısıyla farklı bir zeminde gündeme
latarak siyasi karar mekanizmasını
geliyor. “Yeni strateji” ya da konsept,
bozmak, diğer yandan Öcalan’ı adı
“içeride” KCK operasyonlarıyla, bölkonulmamış bir işkenceyle cezalandıgede ise Suriye’yle ilişkilerde özetini
rıp onun da moralini bozmak, iradebuluyor. Devlet, “içeride” ilan edilmiş
sini kırmak, devlet karşısında düşük
özerklik durumunu fiili bir realiteye
profilli ve iddiasız bir görüşmeci dudönüşmeden engellemeye stratejik
rumuna getirmek! Ama dahası, KCK
önem biçiyor; Demokratik Toplum
operasyonları, muhalefeti “ele geçirKongresi’nden belediyelere, sivil topme” harekâtıdır. AKP Hükümeti, nasıl
lum örgütlenmeleri olarak tabir edilen
ki Ergenekon operasyonlarıyla, kençeşitli kitle örgütledisine alternatif
rinden fiili halk iniiktidar gücünün
askeri ..zaferler dizisi
siyatiflerine kadar
ve onunla öyle
bir çok örgütlenme
ya da böyle ilişyaşamadan Kürt ulusal
ve kurumsallaşmakilenen, (hatta
demokratik iradesini
yı “paralel devlet”
ilişkilenme olateslimiyete veya yenilgiye
girişimi olarak alsılığı bile yegılıyor ve bu paroterli görülüyor)
zorlamak imkânsızdır.
nayayla saldırıyor.
herkesi “ErgeKürdistan’ın
ve
nekon” torbasıTürkiye’nin
pek
nın içine koyup
çok kentinde gazeteciden yazara,
marjinalize ve kriminalize ederek topmüzisyenden sinemacıya, siyaset inlumun geniş kesimlerinde cuntacı gisanından insan hakları savunucusubi algılamalarını sağladıysa; şimdi de
na binlerce insanı tutuklayarak Kürt
toplumsal direniş ve mücadele güçhalk örgütlenmesini niteliksel zayıflerini parça parça “KCK” torbasının
lığa uğratmaya, daraltmaya, güçten
içine doldurarak toplumun algısında
düşürmeye çalışıyor, direncini düşü“bölücü” olarak damgalamaktadır.
rüyor, kurumlarını işleyemez duruma
Kabul etmek gerekir ki, Ergenekon
getirmeye niyetleniyor. Bir yandan
sürecinde, halkların vicdanında darda askeri zafer(ler) peşinde koşuyor;
beci ve cuntacı olarak görülen birçünkü “Kürt Savaşı”nın Türk askeçok kişi gözaltına alınıp bazıları da
ri ve siyasi otoritelerine öğrettiği en
tutuklanmıştı; ama bu esnada darbeci
önemli şey, bir askeri zafer ya da zave cuntacı kesimlerle ilgisi olmadığı
ferler dizisi yaşamadan Kürt ulusal
halde salt AKP’ye ya da onun bağlademokratik iradesini teslimiyete veya
şıklarına bir şekilde ters geldiği için
yenilgiye zorlamak imkânsızdır. Keza
tutuklanan insanlar olduğu iddiası da
[ 33 ]
Marksist Teori
bugün daha inandırıcı hale gelmiştir.
Çünkü KCK operasyonları adı altında
sürdürülen gözaltı ve tutuklama terörünün bir toplumsal muhalefet temizliği amacıyla yapıldığını, gözaltına
alınan birçok kişinin KCK’yle ilgisi
olmadığını bütün siyasi gözlemciler
görebilecek durumdadır.
Peki “muhalefeti ele geçirmek” ne
demektir? İktidarı ele geçirmiş, eskiden iktidar olanları alaşağı ederek
kendi erkini kurumsallaştırmış AKP
ve bağlaşıkları, muhalefeti neden ele
geçirsinler veya niçin bu çapta geniş
bir toplumsal muhalefet temizliğine
girişsinler? Ayrıca muhalefeti bastırmak ve sindirmekten farklı olarak
“muhalefeti ele geçirmek” ne anlama
geliyor? Bunun olası üç açıklaması,
ayrı ayrı veya birbiriyle ilişkili olarak,
mümkün olabilir.
Birincisi, bölgesel ölçekte bir savaş ihtimaline göre bugünden pozisyon almış olabilirler, dolayısıyla bir
savaş durumunda “cephe gerisi”ni
sağlam tutmayı önemseyeceklerdir.
Suriye’yle iplerin kopartılması kayda değer bir gelişmedir; ama İran’a
karşı konuşlandığı açık olan NATO
radarının bu topraklara yerleştirilmesi de öyledir. Makro politik aktörlerin mutfağında Ortadoğu için
nelerin pişirildiğini bilmiyoruz, büyük fotoğrafı görebilecek durumda
değiliz; fakat Arap halk ayaklanmalarıyla beraber dengelerin değiştiğini ve öteden beri “sınırları yeniden
çizmek” tartışmalarının, arayışlarının
varlığını biliyoruz. Türk burjuva devletinin özellikle Suriye’yle yakından
ilgilendiği ise açıktır. Bunun önemli
bir nedeni, resmi olarak Suriye sınırlarında bulunan topraklarda fiili bir
Kürt devletleşmesinin yaşanabileceği
korkusudur. Türk devleti 90’lar boyunca o zamanlar 36. paralel olarak
tabir edilen Güney Kürdistan’da yaşanan “De facto” durumun zamanla
nasıl “De jure” hale gelerek fiili Kürt
oluşumundan resmi Kürt devletine
dönüştüğünü acıyla gördü, yaşadı.
Bugün aynı tehlikeyi kaos içindeki
Suriye sınırlarında görmektedir; üstelik Suriye’de oluşabilecek bir Kürt
iradeleşmesi, “Kuzey Irak”takinden
farklı olarak, PKK’nin denetiminde olacaktır. Böyle bir ortam, açık ki
Türk devletinin asla kabul edemeyeceği bir duruma denk düşer. Diğer
yandan Türk devletinin Suriye’yle
adeta “savaş durumu”nda kalmasının
bir nedeni de, ABD ve AB’nin, BM
ve NATO’nun Ortadoğu konseptinin
içinde olmasıdır. Suriye’nin özellikle
Libya’ya benzer bir durum değişikliği yaşayıp yaşamayacağı, buna bağlı
olarak İran’ın pozisyonu ve örneğin
Rusya’nın yaklaşımı gibi konular,
yukarıda ifade edilen “büyük fotoğraf” kapsamındaki belirsizliklerdir ve
muhtemel bölgesel çatışma, savaş ve
işgal ihtimallerinin güncelliğini düşündürmektedir.
İkincisi, AKP hükümetinin muhalefeti sindirip bastırmak, toplumsal
hayatın tutarlı ve etkili demokratik
alanını silmek için kendince gerekli
gördüğü bir neden de, kuşkusuz, doğrudan doğruya Kürt halkına karşı başlattığı yeni kirli savaşın gerekleriyle
[ 34 ]
Marksist Teori
ilgilidir. Türk burjuva devleti gibi Kürt
savaşında defalarca askeri ve siyasi yenilgiye uğramış yaralı bir saldırganın,
son bir defa ve bu kez mutlak galibiyet
motivasyonuyla, adeta bir final savaşına giriyorken Türk metropollerinde
çatlak sesler duymaya da tahammülü
olmadığı anlaşılıyor. Ama devlet terörüne karşı toplumun demokratik tepkisini daha baştan kırmak için de, bütün
muhalif kesimleri KCK bağlantılı ilan
edip hapishaneyle tehdit ediyor. İktidarlar için her daim hazır bir sermaye
olan Türk şovenizminden küstahça yararlanıyor.
Üçüncü olarak ise, özellikle Kürdistan’da, içini boşalttığı toplumsal
direniş ve mücadele alanlarını kendi
rengiyle boyamaya, kendi kadroları
ve mekanizmalarıyla doldurmaya çalışıyor. İşte “muhalefeti ele geçirme”
hırsının şimdiki yoğunlaşma merkezi burasıdır. Gülen Cemaati’nin paralel devlet kurma konusundaki sıra
dışı ve çarpıcı deneyiminin sağladığı birikimle davranan hükümet (ve
devlet), “yeni strateji” çerçevesinde,
ulusal demokratik taleplerine yüz
çevirmiş bir Kürt kitlesi yaratmak
istemektedir! 90’lardan farklı olarak
ufkunu Kürt ulusal hareketini dağıtmakla, imha etmekle yetinmeyerek
toplumsal alanda kültürel ve sosyal
iktidarını kurmaya, boşluk doldurmaya yönelmektedir. Dikkat edilirse
Güneydoğu İşadamları ve Sanayicileri
Derneği üzerinden Kürt sermayesini,
TRT Kürtçe üzerinden kültürel alanı
parsellemekte, Kürdistan’da yüksek
oy oranına güvenmekte, aynı anda
Cemaat’in envai çeşit iktidarlaşma/
hegemonyalaşma taktik ve olanaklarından yararlanmaktadır. Dolayısıyla yeni strateji, kendisinin olmayan
Kürt’ü dağda öldürüp şehirde tutuklamanın yanında; kendi Kürt’ünü yaratma, onun üzerinden Kürdistan’da kurumsallaşma, Kürt toplumunu (elmayı
içinden kemiren kurtçuk gibi) bir yandan da içeriden yiyip bitirme konseptidir. Bu yönelim, yine 90’lı yıllardan
farklı olarak, fail-i meçhul cinayet,
gözaltında işkence ve kayıp etme, ev
ve sokak infazı gibi uygulamalara genellikle başvurmamayı; buna mukabil
daha ziyade tutuklama terörünü, ideolojik ve kültürel araçları devrede tutmayı içeriyor olabilir; en azından şu
ana değin öyle görülüyor. Fakat AKP
hükümetinin demokratik söylemini
bir anda nasıl savaş söylemine dönüştürdüğü, kapsayıcı gibi görünürken
ayrımcılıkta nasıl pervasızlaştığı hatırlandığında, bu zihniyetin işkencecilik ve infazcılık konusunda tavır değişikliğine girmekte beis görmeyeceği
de ihtimaller arasına giriyor.
AKP hükümetinin Kürt ulusal
sorununda devleti yeniden soktuğu
ve kararlılıkla uygulayacağını ortaya
koyduğu bu savaş rotası, açıktır ki,
kısa sürede sonuçlanması mümkün
olmayan, üstelik yürürlükte kaldığı sürece siyasetin ve sosyal hayatın
genelini ipotek altında tutacak bir durumdur. Bu yeni savaş konsepti devrede olduğu sürece, AKP’nin sandığı
gibi olağan bir ekonomik, siyasal,
toplumsal hayat imkânsızdır. Hükümetin ve devletin dikkat çekici bir bö-
[ 35 ]
Marksist Teori
bürlenmeyle konuşan yeni ideologları, kendinden emin kurmayları, tuhaf
bir cehalet ve cesaretle davranmaktalar. Daha önce defalarca denenmiş ve
sonuç vermemiş kirli savaş konsepti,
bu defa Kemalist generallerin değil de
kendilerinin öncülüğünde yapılıyor
diye, bazı değişikliklerle ve başka bir
siyasal konjonktürde hayata geçiriliyor diye, başarılı olmayacaktır. Kürt
halkının askeri ve siyasi kurumsallaşma düzeyinin, ama daha önemlisi
Kürt halkının ulaştığı bilinç ve kültür
düzeyinin, bu konseptin başarısını
imkânsız kıldığını göremeyecek kadar deneyimsizler; tarih ve hayat cahililer. Eski yenilgileri ve hüsranları
kendi deneyimleri olarak algılamıyorlar; başka bir devletin, başka bir
iktidarın yenilgisi olarak gören ham
bir ideolojik yaklaşıma sahipler. AKP
hükümetinin çeşitli politikalarında bu
ideolojik gözlüklerin, yer yer de muktedir psikolojisinin etkili olduğunu
Kürt hareketi gibi
tarihsel ve yapısal
boyutları olan
bir mücadelenin,
konjonktürün şehvetine
kapılmış dar bir ufukla
ele alınıyor olması,
AKP hükümetinin bu
maceracı serüvenini
hüsranlı bir sona
götürecektir.
gözden kaçırmamak gerekir. Kürt hareketi gibi tarihsel ve yapısal boyutları olan bir mücadelenin, konjonktürün
şehvetine kapılmış dar bir ufukla ele
alınıyor olması, AKP hükümetinin bu
maceracı serüvenini hüsranlı bir sona
götürecektir. Zira konjonktür değişir, bölgesel ve uluslararası güncellik
değişir, bazı geçici dengeler değişir;
ama bu arada “fırsatçı”lığı AKP’yi
amacına ulaştıramayacak, o tarihsel
ve yapısal boyut, bütün gerçekliğiyle
hâlâ ortada duracaktır. Cumhuriyet tarihinden bu yana öyle olmuştur. Daha
Cumhuriyet’in kuruluşunda yaşanan
tablo çarpıcıdır. 1920’lerde Kürtler’in
mecliste temsil edilmesi karşılığında destekleri alınıp 1921’deki kurucu anayasada Kürt ulusal varlığına
kısmen de olsa yer verildiği halde,
savaşın olağanüstü koşulları ortadan
kalktıktan sonra anayasanın 1924’de
nasıl değiştirildiğini ve ardından ilan
edilen Takrir-i Sükun Kanunu’yla
Kürt muhalefetinin acımasızca nasıl
bastırıldığını hatırlamak önemlidir.
Zira bunlara rağmen Kürt ulusal muhalefeti varlığını Cumhuriyet tarihi
boyunca sürdürmüş, gelinen aşamada uluslararası düzeyde bir silahlı ve
siyasi organizasyon haline gelmiştir.
Yakın tarihte ise, önce “açılım” politikasıyla ikna edici bir çözüm atmosferi yaratarak Kürtler’de rehavet
yaratılması, çeşitli müzakerelerle bazı hakları tanınarak silahlı gücünden
arındırılması, keza siyasi ve ideolojik olarak savunmasızlaştırılması yönünde davranan AKP hükümetinin,
kısa sürede, nasıl saldırganlaşarak en
[ 36 ]
Marksist Teori
pespaye kirli savaş diliyle konuştuğunu hatırlamak önemlidir. Hükümetin
açılım politikası, gerçekte ödün vererek çözülme sürecini başlatma, ardından da tasfiye etme politikasıydı.
Oysa Kürtler, 1920’lerden farklı olarak daha örgütlü, daha bilinçli, daha
deneyimliydi; en önemlisi de bu defa (politik özerklik bildirgesinde ifadesini bulan) net bir siyasi programa
sahipti. Dolayısıyla devlet, yeni bir
anayasa sürecinin eşiğinde, Kürtler’i
barışçıl yollardan silahsızlandırarak
tasfiye etme, ardından gerektiğinde
yeniden Takrir-i Sükûn siyasetini dayatma planını başarıya ulaştıramadı.
Ya burjuva demokratik çerçevede
olsa bile Kürt halkının kabul edeceği
gerçek bir demokratik çözüm geliştirme, dolayısıyla anayasayı da, iktidarı
da Kürtler’le paylaşma pozisyonuna
gelecekti; ya da Türk devletinin ve
Türk toplumunun en iyi bildiği, neredeyse ezberlediği, bu anlamda kendisi
için en kolayı olan savaş pozisyonuna geri dönecekti. İktidar tadını yeni
almış, üstelik bunu Kemalist generaller kliğini gerileterek elde etmiş
AKP zihniyeti, iktidarı başkalarıyla,
hele Kürtler’le paylaşmaya duygusal
bakımdan uzak olduğu gibi, siyaseten de içine girdiği devlet kalıbının
şeklini almakta gecikmedi. Devletleşti, devleti gibi şovenist, militarist,
zalim, imhacı ve inkârcı oldu. Devletin kabuğunu değiştirdi, görüntüsünü sivilleştirdi, kurumlarına kendi
kadrolarını doldurdu; ama o kurumlar
aynı işlevleriyle işlemeye devam etti.
Türkiye’de hele de 90’lardan itibaren
iktidar olmak isteyen klik, bu yönelimini daima kirli savaş konseptinde
aramıştır. Zira Kürt savaşı demek, askeri inisiyatifi, siyasi iradeyi, toplumsal meşruiyeti elinde toplamak demekti. Üstelik bütün partiler ve devlet
klikleri arasındaki tek eşgüdüm noktası da Kürt savaşı sayesinde sağlanabiliyordu. AKP de aynı yoldan gitti,
klikler mücadelesinden zaferle çıktığı
halde devasa ve taze iktidar gücünü
Kürtler’in üzerinde sınamaya, Kürt
ulusal mücadelesini gözüne kestirmeye, Türk milliyetçiliği ve Türk devlet
geleneği nezdinde iktidarını Kürt savaşıyla pekiştirme yönelimine girdi.
Şimdi mevcut siyasi, iktisadi,
toplumsal güç ilişkilerini hukukileştirecek yeni bir anayasa sürecinin öngününde, meclisteki Kürt iradesinin
varlığı bile Türk devletine fazla gelmektedir. Bir yandan da Kürtler’in
iradesinin yansımadığı bir anayasanın Türkiye’de ve dünyada anlamsız
karşılanacağı görülmektedir. Anayasa
görüşmeleri başlayıncaya değin Kürt
iradesinin olabildiğince geriletilmiş
olması amaçlanmaktadır. Nihayetinde devlet iradesiyle çözülebilecek
bir Kürt sorunu için Kürt halkı, Türk
milliyetçiliği ve Türk İslamcı mutaassıp kesimleri arasında bir konsensüsün sağlanmış olması zorunludur.
AKP bu üç sosyal kesimi de temsil
edebilme, kapsayabilme iddiasında
olmakla birlikte, böyle bir temsiliyet
imkânsızdır. Türk milliyetçiliğinin
CHP’de ve MHP’de ifadesini bulan
özgün varlığı, ama daha önemlisi
iradesini ancak ve sadece Abdullah
[ 37 ]
Marksist Teori
Öcalan’a verecek milyonlarca Kürt
gerçekliği, AKP’yi zorlayacaktır.
Devlet ve rejim, AKP’den CHP ve
MHP’ye değin kendi aralarında Türk
tarafının bütün toplumsal kesimlerini
de kapsayacak şekilde anlaşsalar bile, anlamlı bir konsensüs için eninde
sonunda Abdullah Öcalan’a gitmek
zorundadır. Şimdi çiçeği burnunda
iktidarın ham hayaller mevsimi yaşanıyor; tarih ve hayat bilgisi kıt bir hükümet, kendi Enver Paşasını çıkarma
pahasına, Tayip Erdoğan şahsında,
bir Deli Petro, bir Sezar bozuntusu
edalarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni
Türkiye İmparatorluğu’na dönüştürebileceğini zannediyor. Onlar ordularını yeni kurduklarını sanıyorlar ve
Kürdistan dağlarında henüz bir bozgun yaşamadılar. Daha Türkiye metropollerinde halkların “artık yeter”
çığlığını da duymadılar. Ve hep böyle
süreceğini sanmanın gaflet ve delaleti
içindeler...
[ 38 ]
ABD İŞBİRLİKÇİLİĞİNDE
BÖLGESEL AKTÖRLÜK
Ziya Ulusoy
AKP hükümetlerinin bölge politikası başlangıçta önceki hükümetlerin politikasının bir devamıydı: Bölgede
ABD ile NATO’nun savaşlarına katılarak ABD ve sistemin egemenliğinin jandarmalığını yapmak ve İsrail siyonizmiyle sıkı bir işbirliği içinde olmak, devamedegelen
politikanın iki temel stratejik öğesini oluşturuyordu.
28 Şubat öncesi Libya ziyareti ve D-8 birliğini başlatması, siyonist devletle stratejik anlaşmaya imza atmasına
rağmen, Erbakan’ın başbakanlıktan düşürülmesinin nedenlerinden biri olmuştu. Yine Başbakan Ecevit siyonist
devletin savaş katliamlarını soykırımla niteledikten hemen sonra özür dilemek zorunda bırakılmıştı. Çizgi dışı
bu iki deney, burjuva hükümetlerin iç güç olarak generallerin, dış güç olarak emperyalist sistemin lideri ABD’nin
çizdiği strateji dışına çıkamayacaklarını göstermişti.
Nitekim AKP de bu çizgiye sıkısıkıya bağlı kaldı. Fakat özellikle siyonist İsrail devletinin Gazze savaşından
itibaren ve Davutoğlu’nun resmen de dış politikanın sorumluluğuna atanmasından beri AKP hükümeti bölgeye
ilişkin strateji değişikliğine gittiği izlenimi vermeye çalışıyor.
[ 39 ]
Marksist Teori
AKP Hükümeti’nin yaratmaya çalıştığı bu izlenimin bir bölümü gerçek
değişikliğe tekabül ediyor. Bir bölümü de demagoji ve politikasının gerçek yüzünü gizlemeye yönelik.
Davutoğlu, bilindiği gibi politik
islam orijinli hareket içinde, kapitalist emperyalist sistem çerçevesinde
kalınarak, Türk burjuva devletinin
uygun stratejilerle, sistemin devletler
hiyerarşisinde dünya çapında önemli
bir ülke haline getirilebileceği iddiasındaki bir dış politika stratejisti. Bu
görüşleriyle Türk burjuva stratejistleri içinde en iddialısı.
Davutoğlu’nun görüşleri birkaç
esas üzerinden Türk burjuva devletini bölge ve dünyada nüfuz sahibi
kılmayı amaçlıyordu. O, komşularla
sıfır sorun politikasıyla, emperyalist sistemin bölgedeki merkez ülkesi olmak yoluyla ve Osmanlı’nın bir
dönem işgal altında tuttuğu ülkelerle
tarihi-kültürel bağlardan yararlanıp/
onlara liderlik ederek, bölgede lider
ve egemen emperyalistlerce onaylanmak zorunda kalınacak dünya siyasetinde etkili bir devlet haline getirmeyi
amaçlıyordu.
Revizyonist blokun dağılmasından sonra Türkiye’nin jeostratejik
öneminin azaldığını düşünerek kaygılanan Türk burjuvazisi ve askeri şeflerine, emperyalist sistemin
egemenlik stratejisinin geniş-bölge
üzerine yoğunlaştığını, bu nedenle
NATO ve Türkiye’nin stratejik öneminin azalmayıp arttığının teorisini
yapıyor, onların kaygılarını gidermeye çalışıyordu.
Bütün bu tezleriyle, üç stratejik
politika üzerinden burjuva devletin
amacına ulaşacağını ileri sürüyordu.
Sıfır Sorun Gitti
Savaş Maceracılığı Geldi
Bilindiği gibi ‘90’lı yıllarda revizyonist blokun dağılmasından sonra MGSB’de dış politika tehdidinin “Güney”den geldiği söylenerek,
ABD’nin “şer” devletleri olarak ilan
ettiği ve bir kısmı Irak, Suriye, İran
gibi Türkiye’ye doğrudan komşu olan
ülke rejimleri ile milliyetçi çatışma
içindeki Yugoslavya gibi ülkeler hedef alınıyordu. Ayrıca yenisömürge
devletlerdeki sistemi rahatsız eden
hareketler “terör” nitelemesiyle saldırı odağı haline getiriliyor, istikrarsızlığa düşen ülkelerde savaşla düzen
sağlanmaya çalışılıyordu.
NATO, ABD’nin savaş aygıtı olarak, yalnızca çatışmalı alanlarda değil, “politik istikrarsızlık, ekonomik
bunalım, doğa afetleri, barış sağlama”
gibi hallerde de askeri saldırı ve sistemin egemenliğini sağlamakla görevlendiriliyordu! Bosna’da, Kosova’da,
Somali’de ABD, NATO ve AB, askeri saldırıya başlayınca, Türk burjuva
devleti de en hevesli tarzda ve stratejik öneminin devam ettiği sevinciyle
onların yanında saf tutmuştu.Yetinmemiş, Kafkaslar’dan Balkanlar’a ABD
işbirlikçisi yeni iktidarların askeri
eğitmenlik görevini üstlenmiş ve yerine getirmişti.
ABD ve emperyalist devletler 11
Eylül’den sonra radikal islami hareketleri hedef alıp düşman cephenin
[ 40 ]
Marksist Teori
ön safına yerleştirince, bütün hükümetler bu politikayı benimsemişler,
ABD’nin Afganistan işgaline asker
vermişlerdi. Dönemin AKP hükümeti de bu politikaya büyük bir istekle
katılmıştı.
2003 sonrası Saddam iktidarı yıkılmış, Esad iktidarı 2003 Irak işgalini destekleyerek sistemle işbirliği
ihtiyacını ortaya koymuştu. Dahası
Esad ve İran molla iktidarları Kürt
hareketine karşı Türk egemen sınıflarıyla siyasi ve askeri işbirliğine girmişlerdi.
O koşullarda AKP hükümeti
ABD’nin Irak işgalini desteklemekle
kalmadı, ABD egemenliğini zayıflatmayacağı, tersine güçlendireceğini
hesaplayarak “komşularla sıfır sorun” politikasını uygulamaya koydu.
Kıbrıs sorununu uzlaşmayla çözmekten Ermenistan’la ilişki kurmaya,
Suriye ve Libya rejimlerini ABD’yle
uzlaştırma ve emperyalist sistem
içine çekmekten, İsrail-Suriye barışı için arabuluculuğa ve Hamas ile
Lübnan Hizbullah’ını ABD/İsrail’le
uzlaştırma girişimine, İran’ın nükleer silah sorununda barışçı çözüm için
arabuluculuğa kadar birçok girişim
bu dönemde yapıldı.
Bu politikanın alt başlığı içinde
Türk burjuvazisinin özgün çıkarlarını
yansıtan, PKK’ye karşı İran ve Suriye rejimleriyle sıkı bir işbirliği de
vardı. ABD emperyalizmi AKP’nin
sadakati karşısında bu özgün çıkarı
nedeniyle molla rejimiyle işbirliğine
göz yumdu. Hamas’la görüşmesine
soğuk baktıysa da ilişkileri bozmadı.
ABD yönetimi içinde generallerle ilişkileri önde tutmak isteyenler olduysa
da yönetimin baskın tavrı Türkiye’de
AKP hükümetiyle işbirliğini önde tutmaktı. AKP hükümet olarak ABD’nin
isteğiyle Güney federal Kürt yönetimini tanımaya da bu dönemde ısındı.
Kritik iki sorun İran ve Gazze’deki
Hamas yönetimiydi.
Hamas’ın uzlaşıcı bir çizgiye çekilmesini kabul etseler de iktidarını
siyonist rejim ve ABD kabullenmiyordu.
İran molla rejimini ve nükleer silah
geliştirmesini kabullenmeyen ABD,
İran-Suriye-Lübnan Hizbullahı ittifakını ABD egemenliği önünde engel
olarak görmeye, siyonist devlet için
tehlike saymaya devam etti. Bu nedenle İran molla rejiminin nükleer silah
çalışmasına karşı yaptırımları ve savaş
gerginliğini sürdürdü.
AKP hükümetinin komşularla sıfır sorun politikası, ABD’nin İran
molla rejimine yönelik tutumuyla ve
Arap ayaklanmaları sürecinde Libya ve Suriye’ye karşı ABD-AB’nin
savaş siyasetiyle çelişince çuvalladı.
Ermenistan’la ise Azerbaycan’ın sert
itirazları ve Dağlık Karabağ koşulu nedeniyle yürümedi. İsrail’le Gazze’ye
saldırısından sonra, AKP’nin siyonizme karşı tepkinin diplomasi alanında
itiraza ve liderliğe soyunmasıyla bozuldu. AKP hükümeti Mavi Marmara
katliamından sonra ilişkileri alt seviyeye indirdi. Libya’da önce Türk burjuvalarının müteahhitlik işlerini koruma kaygısıyla Başbakan “NATO’nun
Libya’da ne işi var” demecini verdi.
[ 41 ]
Marksist Teori
Ardından Fransa ve İngiltere elebaşılığında emperyalist savaş başlayınca,
savaş gemileriyle askeri ablukaya katılmakla kalmadı, emperyalizm işbirlikçisi gerici muhalefete ev sahipliği
yaptı ve para yardımında bulundu.
Suriye’de gerici bir iç savaşı doğrudan örgütleyen konuma geçti. Üstelik
Erdoğan “Suriye bizim iç sorunumuzdur” diyerek gerici iktidar savaşını
doğrudan örgütlemeyi açıkça savundu.
Irak’ta hükümet oluşumuna müdahale
etti. İran’a karşı NATO füze radarının
Türkiye’ye kurulmasını kabul etti.
Davutoğlu “İran’a karşı savaşa asla
katılmayacağız” demecini vermesine
rağmen, olası savaşın en önemli alan-
Ayağa kalkan Arap
halklarının Mısır, Tunus,
Yemen’deki devrimci
süreci devam ettirecek
mücadeleleri oralardaki
politik islamcı ve
emperyalizm işbirlikçisi
yeni burjuva partiler
kadar, AKP iktidarının
da bölgesel nüfuzuna
karşı mücadeleyi
güçlendirecek, bir
parçası olduğu
savaşlarda yayılmacı
niteliğini ortaya
koyacaktır.
larından birinin Türkiye olacağı şimdiden açığa çıkmıştır.
AKP hükümetinin İran, Suriye
ve Libya’da sıfır sorundan savaşçı
konuma geçmesi, öncelikle ABD ve
Avrupa emperyalistleriyle işbirliği
çizgisine bağlılığının kanıtı ve sonucudur. Avrupa emperyalistleriyle kimi
kez diplomatik ve ajitatif sürtüşmeyi
göze alan AKP, ABD ile sürtüşmeyi
asla göze almamakta, tersine bağlı
ve bağımlı kalmaya özel dikkat ve
çaba sarfetmektedir. Esad rejimiyle
barışçı işbirliğinden savaşı örgütleme
pozisyonuna geçmesinde muhalefetin Müslüman Kardeşler kanadıyla
ideolojik yakınlığının ve olası Kürt
özerkliğini engelleme gibi özgün
gerici çıkarının rolü olsa da, esasen
ABD’nin bölge egemenliği stratejisinin kendisine verilen rolünü yerine
getirmesi tayin edici etkendir. Kıbrıs
sorununda uzlaşmacı pozisyondan
uzlaşmazlığa ve Rum yönetiminin
doğal gaz aramasına savaş gemisiyle
gözdağı verme konumuna geçmiştir.
Bu ise AKP hükümetinin, eski hükümetlerin geleneksel şovenist politikasına geri dönüşüdür. Gürcistan Rusya
savaşında da, Rusya’yla barışçı ilişkiden, ABD ve NATO savaş gemilerinin Gürcistan kıyısına geçişine birkaç
gün içinde izin çıkararak savaşta taraf
pozisyonuna geçen AKP hükümetidir
ve bunu da ABD’ye bağımlılığının
gereği olarak yerine getirmiştir.
Komşu ülkelerle sıfır sorun siyasetinden, emperyalist işgal koalisyonu eklentisi ve savaş tehditçisi pozisyonuna geçmesi, AKP hükümetinin
[ 42 ]
Marksist Teori
bölge stratejisine ilişkin teorisindeki
temel politikalarından birinin iflası
anlamına geliyor. Gerçekte AKP, politik islamcı orijinine rağmen son derece pragmatist bir parti ve hükümettir. Yeri geldiğinde Davutoğlu’nun
eski Osmanlı coğrafyası ülkeleri ve
komşularla barışçı ilişkileri derin bir
strateji olarak değerlendirerek, bölge liderliğini ve dünya politikasında
önem kazanma teorisine göre davranır, yeri geldiğinde Kıbrıs’ta geleneksel şovenist politikaya geri dönüş
yapar. Ama sonuçta ABD’nin bölge
egemenliği stratejisine bağımlılığı
sıkı sıkıya uygular. Onun belirlediği
savaş ve işgal politikasını kendi kaderi yapar.
İsrail’le Rakip
“Merkez Ülke”
AKP’nin Gazze savaşından itibaren İsrail’le ilişkide izlediği rekabet,
bölgede en çok göze batan politikası
oldu.
AKP hükümeti, siyonist devletin
sömürgeci savaştaki uzlaşmaz keyfi
politikasına, Gazze savaşından bu yana
tavır aldı. Mavi Marmara katliamından
sonra diplomatik ilişkileri alt seviyeye
indirdi. Konya hava tatbikatı’na İsrail’i
katmadı. Bu önceki dönemin İsrail’le
stratejik işbirliğinden temkinli bir gerginlik politikasına geçiştir. Siyonist sömürgeciliğin zulmüne karşı ajitasyonu
iç toplumsal destek ve bölge halkları
ve burjuvazileri üzerinde nüfuz kazanma aracı yapan AKP, gerçekte İsrail’le,
ABD işbirlikçiliği konusunda bir rekabete girmiş bulunuyor.
Bu rekabette, siyonist devletten
heron ve diğer savaş malzemelerinin
alımını sürdürmesine ve Hamas’a,
İran’ın yaptığının tersine askeri yardımdan uzak durmaya titizlikle devam
etmesine rağmen, AKP hükümeti,
Filistin’de burjuva uzlaşıcı bir çözüm
için İsrail’e diplomatik ve siyasi baskı yapılmasını gerekli görüyor. Türk
burjuvazisi ve devletinin bölgesel
çapta muhataplarına göre ekonomik
ve askeri güçlülüğünü siyaseten de
değerlendirirken, siyonist sömürgeciliğin uzlaşmaz savaşçılığına karşı diplomatik-siyasi alanla sınırlı kalarak
atağa geçiyor, onu uzlaşmaya zorluyor, ABD’yi ise siyonizmin keyfiliğini desteklemekten vazgeçirmeye çalışıyor. Eğer sonuç alabilirse AKP, Türk
burjuvazisi ve devletini, ABD’nin
bölge egemenliğinin İsrail’den daha
öncelikli birincil dayanağı haline getirmeye çalışıyor. Bununla ABD’nin
Truva atı rolüyle birlikte, eskisinden
daha fazla Ankara’nın özgün gerici/
yayılmacı çıkarlarını gözetme imkanına da kavuşacağını hesaplıyor. Bu
politikası ve ters çevrilinceye kadar
İran’la uzlaşıcığı nedeniyle “eksen
kayması mı” sorusuyla karşılanmasına rağmen, AKP’nin, İsrail’le rekabetle sınırlı olduğu açığa çıkan siyaseti yine de geçmişten bir farklılığı
ifade ediyor.
AKP hükümeti bu politikasıyla
Arap halk ayaklanmalarının yarattığı ortamda bazı olanaklar yakalamış
durumda. ABD’nin Afganistan ve
Irak savaşlarında amaçladığı başarıyı
kazanamaması ve Arap halk ayaklan-
[ 43 ]
Marksist Teori
malarının Mısır, Tunus ve Yemen’de
en ABD’ci iktidarları sarsması, ona
bu fırsatı yaratmış durumda. Libya,
Suriye ve İran’la ilişkilerde hızla
ABD’ye sadakatini ispatlamasıyla bu fırsat birleştiğinde AKP’ye
İsrail’le rekabet imkanı sağlıyor.
Sarsılan ve yıkılma tehlikesi taşıyan
ABD’ci iktidarlar yerine, devrimci
veya antiABD’ci halkçı iktidarların
geçişini engellemek için, ABD (ve
Avrupa emperyalistleri), devrimci
ayaklanmaları, (en önemli unsurlarından birini politik islamcı burjuva
partilerin oluşturduğu) ordu ve parlamenter burjuva ittifakındaki iktidarla restorasyona dönüştürme politikası
izliyor. AKP iktidarı bu restorasyonda önemli bir aktör olarak rol alabilir. Nitekim alıyor da. İsrail’e teslim
olan eski ABD’ci iktidarların tersine
yeni iktidarlar ABD’ciliği sürdürseler de Arap halklarındaki ayağa kalkıştan sonra İsrail’e teslimiyetçiliği
sürdüremezler. Bu özellilkle Mısır
için daha fazla geçerlidir. Şimdi Arap
halklarının siyonist saldırganlığa tepkisini nüfuzu için kullanabilecek karşıdevrim cephesindeki birinci aday
AKP hükümeti ve Erdoğan’dır. Bu
nüfuzunu aynı zamanda karşıdevrimci restorasyon için kullanmakla, ABD
için geçmişe göre daha önemli hale
gelmiştir. Bu rolüyle siyonist devletin sömürgeci savaş uzlaşmazlığını
frenlemek ve onu uzlaşıcılığa çekmede AKP iktidarı güç kazanmıştır. Ayrıca Hamas’ı İsrail’le uzlaşıcığa yöneltmedeki rolü dikkate alındığında,
Filistin sorununda uzlaştırıcı çözüm
getirmede AKP iktidarı önemli fırsat
yakalamış durumdadır.
AKP iktidarı Arap devrimlerine
karşı burjuva restorasyonculuğuyla
da, parlamentarist özelliğiyle de bölgede önemli nüfuz kazanırken, siyonist savaş saldırganlığını frenleyecek
rolüyle Arap ve müslüman halklar
üzerindeki artan nüfuzunu iç politikada önemli bir kitle desteği aracına
dönüştürmeyi hedefleyecektir. Buna
karşın, Libya, Suriye ve İran’a karşı askeri saldırganlığıyla tepki toplayacaktır. Buralardaki politik islamcı
ve emperyalizm işbirlikçisi burjuva
gruplarla bu tepkiyi kısa vadede törpülese de, uzun vadede artmasına
engel olamayacaktır. Çünkü ayağa
kalkan Arap halklarının Mısır, Tunus,
Yemen’deki devrimci süreci devam
ettirecek mücadeleleri oralardaki
politik islamcı ve emperyalizm işbirlikçisi yeni burjuva partiler kadar,
AKP iktidarının da bölgesel nüfuzuna karşı mücadeleyi güçlendirecek,
bir parçası olduğu savaşlarda yayılmacı niteliğini ortaya koyacaktır. İsrail siyonizmini uzlaşmaya zorlama
tavrının yarattığı sempatiyi eritecektir. ABD’ci bölgesel jandarmalığına halklardaki tepkiyi büyütecektir.
AKP İsrail’den öncelikli ABD’ciliği
veya “merkez ülke” stratejisini ciddi bir olasılıkla başarıya ulaştıracak,
90 öncesi düzeyde jeostratejik önem
kazanacak, fakat halkların tepkisini
üzerine çekecektir. Bu stratejide yürürken, bölgenin diğer ABD’ci güçleriyle (Suudiler, Mısır) girişeceği olası rekabetin yol açacağı sonuçlar bir
[ 44 ]
Marksist Teori
yana, Kürt sorununda yalnızca içte
değil dışarıda da olası askeri maceracılığının, Kıbrıs sorununda yeniden
dönüş yaptığı şovenist maceracılığın,
içteki faşist politikasının Arap halkları nezdinde gelişen nüfuzunu eritmesi
gündeme gelecek ve AKP, ABD jandarmalığı ve askeri güç saldırganlığı
rolüyle halkların bilincinde hak ettiği
yeri alacaktır. Büyük devlet şovenizmini yalnızca askeri gücüyle değil,
yumuşak yöntemlerle de halklarımızda desteğe dönüştüren propagandasının ikinci yönü çökecektir.
Büyük Devlet Şovenizmini
Canlandırma Yönelimi
Eski Osmanlı coğrafyasındaki ülkelere liderlik hevesine gelince…Bilindiği gibi burjuva devletler rekabet
ve bunun için ulusal düşmanlıklarla
belirlenirler. Yalnızca dünya çapında
güç odağı olan az sayıdaki emperyalistler veya emperyalist birlikler liderliğinde bir araya gelebilir veya gruplaşabilirler.
Türk burjuvazisi bölgede en gelişkin burjuva sınıf olmasına, bölgedeki pazarlardan pay kapmasına
rağmen ekonomik olarak emperyalist
bir maddi güce sahip değildir. Dünya
tekellerinin bölge yatırım üssü olması
sayesinde kendisi de sermaye birikimini hızlandırmakta ama bölge pazarlarını paylaşıma katılan bir rol oynamamaktadır. Pazardan yararlanması
mali-ekonomik paylaşım gücü olduğu
anlamına gelmez. Bu maddi güçle bir
dönem Osmanlı işgali altında kalmış
ulusları, (ve Orta Asya ülkelerini)
kendi liderliğinde bir bölge örgütlenmesinde birleştiremez. Fransız ve
Alman emperyalistlerinin Avrupa’da
oynadığı rolün benzerini bölgede oynayamaz.
Bir ölçüde gelişen, fakat istikrarsız olacağı şimdiden açık olan siyasi
nüfuzu ve ABD işbirlikçiliği bölgesel siyasi ve askeri birliği gerçekleştiremez. Çünkü yerel burjuva iktidarlar sınıf doğaları gereğince rekabetçi
çekişmelerini emperyalist güç odaklarına yedeklenerek yansıtırlar, bölgesel güçlere yedeklenerek değil…
Politik islamcı partilerin önümüzdeki süreçte muhtemel iktidarları da,
onların pragmatik burjuva niteliklerinin doğası gereği, doğrudan Türk
burjuvazisinin AKP liderliğindeki
iktidarına yedeklenmelerine yol açmaz. Hele Libya ve Suriye’deki gibi
emperyalistlerin savaşıyla iktidara
geldikleri, gelecekleri devletlerde,
doğrudan ABD ve AB emperyalistlerine bağlanır veya Mısır ve diğer yerlerde onlara bağlanmayı tercih ederler. Bunu Libya’da şimdiden görmek
mümkün. Tunus’ta Ennahda’nın seçimle hükümete gelmesine rağmen
AB emperyalistlerine bağlanmayı
tercih etmesi de bunu göstermektedir. Bosna’da, Kosova’da ABD ve
AB’nin himayeci sömürgeciliğini
desteklediği oranda Türk burjuvazisi ve devletinin etkisinin sürebildiği
gerçeği de aynı durumu ifade ediyor.
Orta Asya ülkelerinin ise eski Osmanlı toprağı olmadıkları için değil,
ABD’nin dünyasal, Rusya’nın bölgesel gücü nedeniyle Türk devleti ve
[ 45 ]
Marksist Teori
burjuvazisinin etki sahasına girmedikleri geçmişte açığa çıkmıştı.
Bütün bu gerçeklerin ortaya koyduğu gibi, Davutoğlu’nun eski Osmanlı sömürgelerini nufuz alanlarına
dönüştürme stratejisi, ya da yer yer
dillendirilen “yeni Osmanlıcılık” ba-
şarı şansı olmayan bir propaganda
şiarıdır, dıştan çok, içte, islami duyguları ve büyük devlet şovenizmine
açlığı giderecek bir slogan olarak
AKP ve burjuvazinin toplumsal/siyasi desteğini güçlendirmeye hizmet
etmeye endekslidir...
[ 46 ]
BURJUVA ANAYASAL
ÇÖZÜM MÜ,
DEVRİMCİ ÇÖZÜM MÜ
Şamil Elbruz
AKP hükümeti Haziran 2011 genel seçimleriyle birlikte yeni anayasa hazırlığını tekrar gündeme taşıdı. Ergun
Özbudun ve ekibine ısmarlanan, ardından AKP yönetimince elden geçirilen yeni anayasa taslağı, hatırlanacağı
gibi 3 yıl önce apar topar rafa kaldırılmıştı. Üniversitelerde başörtüsü serbestisi için yapılan yasal düzenleme Anayasa Mahkemesi’nden dönmüş, AKP’ye kapatma davası
açılmış, kapatılmanın eşiğinden dönen hükümet partisi,
Anayasa Mahkemesi kararıyla “laiklik karşıtı eylemlerin
odağı” olarak damgalanmıştı. AKP, bu hamleler karşısında geri çekilerek yeni anayasa hazırlığını gündemden düşürmüştü.
Politik iktidarın içinde debelendiği rejim krizi ve karşı
karşıya olduğu yapısal açmazlar yeni anayasa sorununun
tekrar ele alınmasını mecbur kılıyordu. Nitekim 2012 yeni
anayasanın hazırlanacağı yıl olarak ilan edildi.
12 Eylül Anayasasının İflası
1980 askeri faşist darbesi devrimci mücadelenin kitlesel yükselişi koşullarında rejimin sürüklendiği derin
[ 47 ]
Marksist Teori
bunalıma geçici bir çözüm olmuştu. Türk burjuva devletinin varlığını
doğrudan tehdit eder düzeye varan
devrimci, sosyalist alternatif ezilmiş,
siyasi düzen tepeden tırnağa faşist
restorasyona tabi tutulmuştu. Burjuva
meclis eklentili yarı askeri faşist rejim
yapısına geçilirken, 12 Eylül anayasasıyla, hem olası her türlü devrimci
ve demokratik gelişmeyi bastıracak,
hem de generallerin sahne arkasından
politik iktidar tekelini teminat altına
alacak kurumsal ve hukuksal çerçeve
oluşturulmuştu.
Geride bıraktığımız on yıllarda,
12 Eylül anayasasıyla mühürlenen bu
çerçeve tamamen tıkanmakla kalmadı, Cumhuriyetin bütün tarihi giysisi dikiş tutmaz oldu. Ömrü 90 yıla
yaklaşan Cumhuriyetin bina edildiği
tek ulus, tek dil, tek mezhep, devletlü laiklik ve demokratik hak yasakları şeklindeki taşıyıcı kolonlar baştan
aşağıya çürüdü ve çökmeye yüz tuttu.
Egemenlerin birleştirici tarihsel resmi
ideolojisi olan Kemalizm çözülmeye
uğradı. Cumhuriyetin varoluş bunalımıyla eş anlamlı bir nitelik kazanan rejim krizi, Kürt ulusal savaşımı,
demokratik Alevi hareketi, işçi sınıfı
ve ezilenlerin mücadelesi ve politik
islamcı hareket tarafından koşullandı. Türkiye kapitalizminin emperyalist küreselleşmeye iktisadi ve siyasi
adaptasyonunun gerekleri ve egemenler arasındaki politik yarılma, krizin
daha da ağırlaşmasına yol açtı.
Kürt ulusal savaşımı, devletin
inkârcı-ırkçı yapısını ve resmi ideolojisini iflas ettirdi. Ulusal inkâr ve
asimilasyona dayalı Kemalist şoven
iktidar kodlarını bozdu. İsyanı askeri
imhayla yanıtlamaya koşullanmış geleneksel politikayı çökertti.
Demokratik alevi hareketi, devlet
güdümlü Sünniliğe dayalı mezhep ayrımcılığını sarstı, çıkmaza sürükledi.
Türk olmayan ulusal toplulukların
uyanış işaretleri tekçi-ırkçı devlet yapısında ve ideolojisinde yeni gedikler
açmaya başladı.
İşçi sınıfı ve ezilenlerin demokratik
savaşımları, antifaşist tepkiler ve devrimci mücadele faşist yasakları geriletti, diktatörlüğü meşruiyet krizine itti.
Politik islamcı parti ve tarikat örgütlenmelerinin toplumsal ve siyasal alanda güçlenmeleri, hükümete
gelmeleri ve devlet yönetimine ortak
olmaları devletlü laikliği giderek işlevsizleştirdi, iktidar bloğunda değişiklikleri kaçınılmaz kıldı.
Emperyalist küreselleşme şartlarında dünya tekellerinin ulusal çitlere
takılmaksızın sömürüsünü artırmayı,
Türk sermaye oligarşisinin uluslararası sermayeyle kaynaşmasını, iç pazarın bütünleşik dünya pazarının dolaysız unsuruna dönüşmesini içeren
Türkiye’nin mali ekonomik sömürgeleşme süreci, buna paralel olarak
emperyalizmin bölge politikalarında
Türk burjuva devletine biçtiği rol ve
AB’ye tam üyelik hedefli ilişkiler rejimin yeniden yapılandırılmasını gerektirdi. Böylece 12 Eylül anayasası
ıskartaya çıktı. Egemen sınıf içinde
rejim krizine yeni bir anayasayla çare bulma arayışları son yıllarda iyice
olgunlaştı.
[ 48 ]
Marksist Teori
Rejim Krizi, Bloklaşma
ve AKP’nin Yükselişi
Hem rejim krizinin bir ürünü, hem
de onu ağırlaştıran başlıca bir etmen
olarak, egemen sınıfın iki bloğa ayrılması 2000’lerde boyutlandı. Generallerin başını çektiği faşist yüksek
bürokrasi ile CHP ve MHP’nin yer aldığı “statükocu” blok süregelen devlet
yapısını korumayı program edindi. 12
Eylül anayasasının temel motiflerini,
faşist MGK diktatörlüğünün başlıca
kurumlarını, Kemalist resmi ideolojiyi
savunmakta birleşti. Sermaye oligarşisinin büyük bölümü ile politik islamcı sermaye, Gülen cemaati ve AKP
“değişimci” blokta yan yana geldiler.
Bloğun, devlet yapısını uluslararası ve
yerli tekelci burjuvazinin çıkarlarına
göre yeniden dizayn etme ve bu sayede rejim krizini aşma programı, ABD
ve AB emperyalistlerinin desteğini de
arkasında buldu.
İki blok arasındaki devlet kavgasının şiddetlendiği ve her ikisinin de
iç gerilimler taşıdığı koşullarda, AKP,
hükümet partisi olmaktan reel bir iktidar gücü olmaya uzanan basamakları
duraksamalarla tırmanmaya yöneldi.
O, 28 Şubat darbesinin politik İslamcı güçleri irade kırılmasına uğratması
sonucu sahne almıştı. Şeriat rejimi
amacından vazgeçtiğini garanti eden,
sermaye oligarşisinin çıkarlarına yaklaşan, ABD ve AB’yle işbirliğine açık
duran, emperyalist küreselleşmenin
gerektirdiği dönüşümleri benimseyen
yeni tipte bir politik islamcı çizgiyle ortaya çıkmıştı. Ekonomik krizin
toplumsal yüklerine karşı halkın bü-
yüyen tepkisi diğer burjuva partileri
unufak ederken, milyonların “değişim” beklentisini arkalayan AKP o
koşullarda tek başına hükümet olma
fırsatını yakalaşmıştı.
Rejimin iç dengelerinin yerinden
oynadığı ilk aşama Abdullah Gül’ün
Cumhurbaşkanı seçilmesinde somutlaştı. Ne ABD ve TÜSİAD’dan
vize alamayan darbe teşebbüsleri ve
kontra eylemleri, ne anayasa mahkemesinin “367” garabeti, ne de milyonluk cumhuriyet mitingleri Gül’ün
Cumhurbaşkanlığını engelleyebildi.
AKP’nin generaller partisinin Çankaya sorunu ve hükümet konusunda
bir referanduma çevirdiği 2007 genel
seçimlerinden güçlenerek çıkması ve
Çankaya tepesini ele geçirmesiyle
egemen sınıfın iki bloğu arasındaki
denge değişmeye başladı ve generaller partisi savunmaya itildi.
İktidar kompozisyonunun değişiminde ikinci aşama Ergenekon tutuklamalarından Balyoz davasına uzanan
gelişmelerde somutlaştı. Önce ABD
emperyalizmine sırt çeviren kontracı ve cuntacı askeri ve sivil kadroların elimine edilmesi, ardından darbe
tezgâhına katılan onlarca muvazzaf
generalin hapse tıkılması, 28 Şubat’ın
tersine, bu defa generaller katında bir
irade kırılması süreci yarattı.
12 Eylül 2010’daki referandumla
anayasanın bir dizi maddesinde gerçekleştirilen değişiklikler AKP’nin
gerçek bir iktidar gücü kazandığının,
generaller partisinin geriletilerek iktidar ayrıcalıklarının sınırlandırıldığının,
hamle üstünlüğünün artık “değişimci”
[ 49 ]
Marksist Teori
blokta olduğunun göstergesi niteliğindeydi. Nitekim AKP hükümeti Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi’nde politik
islamın iç düşman olarak tanımlanmasına da son verdi.
Kimi anları çatışmalı, kimi anlarıyla uzlaşmalı geçen iki hükümet
döneminin sonunda, AKP, 27 Mayıs
1960 darbesinin devirdiği Menderes
hükümetinden bugüne uzanan zaman
zarfında en işlevsel iktidar alanına
sahip burjuva siyasi parti oldu. Yeni
anayasa hazırlığına da üç yıl önceye
kıyasla farklılaşmış ve rejim içinde
güçlenmiş yeni konumundan girişti.
Yeni Burjuva Anayasaya
Yüklenen Misyon
AKP cumhuriyetin burjuva demokratik dönüşünün motoru değil,
hiç olmadı. Rejim krizi şartlarında
hükümete geldiğinde kendini egemenler arasındaki bloklaşma ortamında buldu. Onun yeni tipteki politik islamcı çizgisi bile devletin eski tipteki
yapısınca sindirilemedi. Hükümet
olarak varlığını korumak için, sahne
arkasından iktidar tekelini kullanan
faşist generaller partisiyle çatışmak
zorunda kaldı. Halk yığınlarının desteğine dayanmak, demokrasi özlemini arkalamak mecburiyetindeydi.
Sisteme kendi siyasi meşruiyetini
kabullendirecek anayasal ve yasal düzenlemelere başvurmak zorundaydı.
Burjuva “değişimci” bloğa yerleşen
AKP, rejim krizinin ve emperyalist
küreselleşme sürecinin sunduğu manevra imkânı zemininde hareket etti. Bütün bunlar, onu, taşıdığı politik
islamcı kimliğin antidemokratiklikle,
ezen ulus milliyetçiliğiyle, sermaye
ve devlet yanlılığıyla, emperyalizme işbirliğine yatkınlıkla karakterize
olan iç dinamiklerinin yer yer ötesine
geçen bir politik rota izlemeye itti.
AKP reel bir iktidar gücüne eriştikçe, izlediği politik çizginin gericiliği o denli ağır basmaya ve çıplak bir
gerçeklik olarak ortaya çıkmaya başladı. AKP propagandacıları ve burjuva liberal cenah tarafından yayılan
AKP eliyle demokratik anayasa yapılacağı yanılsaması bu gerçekliğe daha
fazla çarpar oldu.
Gerek Ergun Özbudun’a hazırlatılan eski taslağa, gerekse hükümetin
güncel politikalarına göz atmak, bugün AKP’nin hedeflediği tipte yeni
bir anayasanın içeriği ve kapsamı konusunda fikir vermeye yeter.
Eski taslağın AKP yönetimince
elden geçirilmiş versiyonu, 12 Eylül anayasasının “değiştirilmesi teklif
daha edilemez” ilk üç maddesini koruyordu. Vatandaşlık tanımını yine
“Türk” kimliğine atıfla yaparken,
anadilde eğitimi ve Kürtler için bireysel kültürel haklardan ötesini içermiyordu. Diyanet İşleri Bakanlığı’nın
varlığında ısrar ediyor, Alevlerin haklarını dışlıyordu. Kısmi bir esneme
olmasına karşın, söz, basın, toplantı,
örgütlenme ve eylem özgürlüğünü
faşist çerçeveye hapsetmekten vazgeçmiyordu. Sendikal örgütlenme ve
grev hakları üzerindeki yasakların çoğunu kaldırmıyordu. Eğitim ve sağlıkta ticarileştirmeye, özelleştirmeye,
toplumsal yararlı hizmetleri metalaş-
[ 50 ]
Marksist Teori
AKP yeni anayasayla,
hükümeti egemenlerin
asıl siyasi iktidar organı
kılmanın ve generaller
partisinin rejimdeki
ayrıcalıklı gücünü daha
da törpülemenin, laikliğin
yeniden tanımlanmasını
sağlamanın ve rejime
yaptığı politik islamcı aşının
tutmasını güvencelemenin
hukuki çerçevesini kurmayı
amaçlıyor. Bu hesap, rejim
krizine çözüm bulmayı
ve devlet mekanizmasını
dönüştürerek kendi
çıkarlarına daha dolaysızca
koşmayı isteyen TÜSİAD’çı
sermaye oligarşisinin, ABD
ve Avrupalı emperyalistlerin
programıyla örtüşüyor
tırmaya, yabancı sermaye hareketlerini engelsizleştirmeye daha elverişli
bir hukuki zemin getiriyordu.
Eski taslak, MGK’nın, Yüksek
Askeri Şura’nın, yüksek yargının ve
bürokrasisinin diğer üst kurullarının
teşekkülünde yürütmenin ve parlamentonun yetkisini artırmakla ve
böylece generaller partisinin iktidar
alanını daraltmakla beraber, MGK’yı
anayasadan çıkartmak, genelkurmayı
Milli Savunma Bakanlığı’na bağlamak ve askeri yargının bağımsızlığına
son vermek gibi daha önemli düzenlemelerden kaçınıyordu. Bu bakımdan
rejim içi dengelerin o dönemki maddi gerçekliğini yansıtıyordu. (Taslağın detaylı bir incelemesi için bkz.
Yeni Anayasa Krize Çözüm Olmaz,
Teoride Doğrultu Sayı: 28, Aralık
2007-Ocak 2008)
Görüldüğü gibi AKP’nin yeni
anayasa için bu ilk fiili girişiminin
esas amacı, hükümetin iktidar sahasının generaller partisi aleyhine
kısmen genişletilmesini resmileştirmekti. 12 Eylül 2010’da referanduma götürülen anayasal değişiklikler
de benzer bir amaç taşıyordu. Hükümet eden AKP, partinin kapatılmasını önlemeyi, başlıca devlet kurumları
üzerinde otorite kurmanın yolunu açmayı, gelecekteki politik hamlelerini
“statükocu” blok tarafından anayasal
oyunlarla bloke edilmesinin önünü
almayı hedefliyordu.
Yeni anayasa için ilk taslak da,
referandumda onaylanan değişiklik
maddeleri de, işçi sınıfı ve emekçilere, Kürt ulusuna, halklarımızın Alevi
bölüklerine, ulusal ve dinsel topluluklara faşist yasakların kısmi sınırlanmasından fazlasını getirmiyor,
faşist rejimin temel kurumsal yapısının tasfiyesini içermiyordu. Nitekim
faşist kurumsal yapıyı değiştirmeye
yönelmeyen AKP, kurumları kadrosal açıdan ele geçirmeye ve hegemonya altına almaya girişti. YÖK,
RTÜK, HSYK gibi faşist bürokrasi
merkezleri, Anayasa Mahkemesi’nin,
Yargıtay’ın ve MİT’in önemli bir bölümü AKP ve Gülen Cemaati kadrolarıyla dolduruldu. Zaten polis teşkilatı neredeyse bütünüyle AKP’nin ve
[ 51 ]
Marksist Teori
cemaatin politik ve operasyonel enstrümanına çevrilmişti. Mevcut devlet
aygıtının farklılaşan kadro bilemişinde adeta bir postkemalist döneme geçiş rüzgârı estirildi. Ne ki, bu devlet
kurumlarında yönetimin AKP’ye geçmesi hiçbir anlamlı demokratik sonuç
getirmedi.
Aynı süreçte tırmanan polis saldırıları, gazetecilerin ve bilim insanlarının ardı ardına tutuklanması, özel yetkili mahkemelerce yağdırılan cezalar
iktidar pastasına ortak olan AKP’nin
politik programının aynası oldu. Değil Kürt ulusal varlığının anayasaya
kaydedilmesini kabullenmek, AKP
yüzde 10 seçim barajını düşürmeye
bile pek niyetli olmadığını açığa vurdu. Öcalan ve PKK’yle görüşme masasını devirerek Kürt ulusal iradesini
kırmaya dönük yeni bir askeri-siyasi
saldırı konseptini uygulamaya soktu.
Açık ki, AKP’nin yeni anayasa
tasavvurunda rejimin burjuva demokratik dönüşümü yok. “70”lerde İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da faşist
rejimlerin burjuva düzen koşullarında
ya da reformcu yoldan tasfiyesinin
mühürü olan burjuva demokratik anayasalar bir yana, güdük bir burjuva
demokratik anayasal düzen dahi tasarlanmıyor. Kaldı ki, geçtiğimiz aylarda İtalya ve Yunanistan’da atanan
teknokrasi hükümetleri veya ABD’de
“Wall Street’i İşgal Et” hareketinin
maruz bırakıldığı sistematik polis şiddeti gibi örneklerde görüldüğü üzere,
temsili burjuva demokratik sistemin
kapitalist metropollerdeki çürüyüşü
emperyalist küreselleşmenin Türk bur-
juva devletini demokratik bir yapılanmaya ittiği savını yalanlıyor.
AKP yeni anayasayla, hükümeti
egemenlerin asıl siyasi iktidar organı kılmanın ve generaller partisinin
rejimdeki ayrıcalıklı gücünü daha da
törpülemenin, laikliğin yeniden tanımlanmasını sağlamanın ve rejime
yaptığı politik islamcı aşının tutmasını güvencelemenin hukuki çerçevesini kurmayı amaçlıyor. Bu hesap, rejim krizine çözüm bulmayı ve devlet
mekanizmasını dönüştürerek kendi
çıkarlarına daha dolaysızca koşmayı
isteyen TÜSİAD’cı sermaye oligarşisinin, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin programıyla örtüşüyor. Ayrıca, Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyetin
100. Yıl kutlamalarında devlet başkanı sıfatıyla Kanal İstanbul’u açarak
siyaseten “Yeni Türkiye”nin coğrafya
haritasına imzasını kazımayı hedeflediği anlaşılıyor; fakat iç ve uluslararası konjonktürel politik denklemler
bir devlet başkanlığa sistemine geçişi
kolaylaştırmaktan henüz uzak durumda bulunuyor.
Kürt Ulusal Dinamiğinin
Zorlayıcılığı
2012’de yeni anayasa yapımı etrafında meydana gelecek mücadelelerin
ve saflaşmaların öncelikli belirleyeninin Kürt ulusal sorunu olacağı gözler
önündedir.
Sömürgeci faşist devlet aklı, Kuzey Kürdistan’ı ayağa kaldıran ulusal
mücadelenin 30 yıllık imha ve inkâr
çizgisini iflas ettirmesinin ve rejimin
kırmızı çizgilerini boşa çıkarmasının
[ 52 ]
Marksist Teori
ardından, “Kürt yoktur” tutumunda
ancak “bireysel kültürel haklar”ı tanıma noktasına geriliyor ve bırakalım ulusal eşitliği, Kürt halkımızın
ulusal demokratik haklarını kabule
dahi yanaşmıyor. İpliği çoktan pazara çıkan “demokratik açılım”ın mimarı AKP de, bu açıdan aynı devlet
aklıyla buluşuyor. Kürt ulusal varlığının tanınması, anadilde eğitim
ve demokratik özerklik taleplerine
geleneksel ırkçı devlet refleksiyle
yaklaşıyor. Devlet-PKK görüşmelerinde Kürt ulusal demokratik hareketi liderliğinin anayasal ulusal statü
koşulundan geri adım atmaması, bu
kez doğrudan AKP’nin siyasi komutasında başlatılan inkârcı-sömürgeci
saldırı dalgasıyla yanıtlanıyor.
Yeni anayasa hazırlığında Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların, siyasi müzakerelerle olduğu kadar, silahlı mücadelelerle de yürütüleceği muhtemel
görünüyor. Devlet ulusal demokratik
hareketin iradesini kırmak ve onu bireysel kültürel haklar sınırında bir anlaşmayla silahsızlanmaya razı etmek
amacıyla elindeki tüm askeri, siyasi,
diplomatik kozları kullanırken, ulusal demokratik hareket de Kürt ulusal
varlığının anayasal statüye kavuşturulmasını devlete politik şiddetle dayatıyor.
Yeni anayasa hazırlık sürecinde
Kürt ulusal mücadelesinin ulaşacağı
düzeyin yaratacağı basıncın işbirlikçi tekelci burjuvazi ve devlet katında
oluşturacağı yeni çatlaklıkların çapı,
“değişim” bloğunu geri adıma zorlama gücü ve AKP’yi açmaza sok-
maktaki etkinlik derecesi, anayasaya
konunun nasıl kaydedileceğini de
belirleyecektir. Ve şurası açıktır ki,
vatandaşlık tanımında Kürt varlığını
içermeyen, anadilde eğitimi dışlayan
ve bölgesel özerkliğe kapı aralamayan
yeni bir anayasa, Kürt ulusal sorununu kısmi bir burjuva çözüm yoluna
sokma yeteneğinden ve asgari bir burjuva demokratik nitelikten yoksunluk
kadar, rejim krizine burjuva çözümün
ifadesi de olamayacaktır.
Burjuva Kamplaşmaya
Soldan Yedeklenme Riski
Rejim içi politik dalaşta bir dizi yasal ve fiili mevzisini kaybeden,
savunmaya ve giderek bir irade kırılması sürecine itilen buna karşın
iktidar aritmetiğinde halen önemli
yeri olan faşist generaller partisi, yeni anayasa yapımı sırasında 12 Eylül
Anayasası’nın ilk üç maddesini ve
ruhunu, Kemalist resmi ideolojinin
önceliğini ve hâlihazırda elinde tuttuğu iktidar ayrıcalıklarını olabildiğince
koruma kulvarında hareket edecektir.
Türkiye’de burjuva siyasi iklimin
geleneksel özellikleri bir askeri darbe ihtimalini tamamen devre dışı bırakmamasına rağmen, mevcut politik güç dengeleri dahilinde ve ABD
emperyalizmiyle Türk sermaye oligarşisinin onayından mahrum halde
bir darbenin yakın ihtimal olmadığı
açıktır. Faşist “statükocu” blok, CHP
ve MHP’nin öne çıkması, yüksek bürokrasinin Kemalist kadrolarının tavır
alması, aynı çizgideki “sivil” kuruluşların ve medya araçlarının seferber
[ 53 ]
Marksist Teori
edilmesi yoluyla politika yapmaya
ve Türk halkını saflaştırmaya ağırlık
verecektir. Bu faşist kampanyanın
söylemi, yer yer sözüm ona emperyalizm karşıtı demagojik veya zehirli
bir sosa da bulanarak “cumhuriyetin
kazanımlarını ve Atatürk devrimlerini
savunmak, laikliği korumak, dinciliğe
ve bölücülüğe geçit vermemek” gibi
başlıca argümanları barındıracaktır.
Generaller partisine karşı hamle üstünlüğünü ele geçirmiş ve eski iktidar aritmetiğinde bir değişim
AKP’nin geniş yığınlar
nezdinde meşruiyetini
kaybetmiş faşist 12 Eylül
anayasasını kendi kabuğu
içinde yenileme girişimini
ise demokratik haklara
ulaşmak için desteklenecek
bir adım olarak niteleyen
sol tandanslı yaklaşım
tekrar örgütleniyor
yaratmış olan burjuva “değişimci”
blok, rejimin yarı askeri karakterinin
silikleşeceği, hükümetin asıl siyasî
iktidar organı haline geleceği, uluslararası ve yerli sermaye tekellerinin son sözü söyleyeceği, Kemalist
resmî ideolojinin gevşetilmesiyle
neo-liberal bir ideolojik formun hakim kılınacağı türde bir devlet düzenine geçişi hızlandırmada işlevsel
bir anayasa için bastıracaktır. Kürtlere, Alevilere, ulusal ve dinsel top-
luluklara, düzen içi sol muhalefete
verilecek oldukça kontrollü ve dar
kapsamlı kimi tavizlerle, rejim krizini doğuran toplumsal ve siyasal
dinamiklerin hiç değilse yatıştırılmasına oynanacaktır. AKP propagandası, Cumhuriyetin restorasyonuna
demokratik makyaj malzemesi olan
“sivilleşme” vurgusunda yoğunlaşacaktır. “Değişim” bloğunun halk
desteğini arkalama arayışı, “yeni
Türkiye’yi kurmak, askerî vesayete
son verip sivilleşmeyi sağlamak, AB
normlarında demokrasiye geçmek”
söyleminde ifadesi bulacaktır.
Yeni anayasanın neyi nasıl kaydedeceğini, örneğin ilk üç maddenin
farklılaşması, MGK’nın kaldırılması,
generaller partisi ve ordunun kurumsal ayrıcalıklarına son verilmesi gibi
değişikliklerin anayasa metninde yer
bulup bulamayacağını, önümüzdeki
süreçte politik aktörler arasında şekillenecek güç ilişkileri belirleyecektir.
Hukuk, politik güç ilişkilerine ve nihayetinde toplumsal maddi yapılara
tabidir; bu ilişkilerin ve yapıların belli
bir kesitteki durumunu ve eğilimini
yansıtacaktır.
Egemenlerin birbirleriyle çelişki
halindeki her iki bloğu, ezilenlerin
bağımsız bir politik kuvvet olarak boy
göstermelerinin önünü almakta hemfikirken, halk yığınlarını kendi politik
çizgileri etrafında toplamakta rekabet
içindedir. 12 Eylül 2010 referandumunda belirginlik kazandığı gibi, çeşitli reformist sol parti ve çevrelerin
yeni anayasa yapım sürecinde burjuva “değişimci” ve faşist “statükocu”
[ 54 ]
Marksist Teori
bloklardan birine yedeklenme riski
günceldir.
Faşist rejimin yarı-askeri yapısının değişmesini devletin demokratikleştirilmesi temelindeki bir kazanımı, AKP’nin geniş yığınlar nezdinde
meşruiyetini kaybetmiş faşist 12 Eylül anayasasını kendi kabuğu içinde
yenileme girişimini ise demokratik
haklara ulaşmak için desteklenecek
bir adım olarak niteleyen sol tandanslı yaklaşım tekrar örgütleniyor.
Buna göre, sermaye hegemonyasında gerçekleştirilse dahi yeni bir
anayasanın yapımı solun gelişimini
kolaylaştıracaktır. Son referandumda
bazı reformist sol partilerin ve liberal
solcu aydınların “yetmez ama evet”
sloganı altında kümelenmeleri söz
konusu eğilime işaret ediyor. “Değişim” bloğuna yedeklenen bu eğilim,
devrimci gelişmeye inançsızlığı ve
sınıf işbirliği yönelimiyle, burjuvazinin yeni bir anayasaya biçtiği
rol hakkında ham hayaller yayarak
emekçi kitlelerde Cumhuriyetin anayasal restorasyonuna rıza üretme ve
mevcut devrimci imkanları heba etme misyonunu üstleniyor.
Tam burada 2. Dünya Savaşı’nı
takiben İtalyan Komünist Partisi’nin
utanç verici bir tavırla katolikliğin
yeni devletin bünyesine enjekte edilmesine dahi onay vererek, sosyalist
devrimin eşiğindeki İtalya’da burjuva demokratik anayasayla kapitalist
düzenin yeniden kuruluşuna angaje
oluşu akla geliyor. İtalyan Komünist
Partisi’nin sosyalizm yolunu açık tuttuğu savıyla yaldızladığı o anayasa-
nın, soğuk savaş başlar başlamaz partinin hükümetten kovulmasıyla veya
Batı Avrupa’nın en faal kontrgerilla
teşkilatının oluşturulmasıyla pekâlâ
bağdaştığı biliniyor.
Reformist sol cenahta diğer bir
eğilim ise daha ileri gitmek için cumhuriyetin kazanımlarına ve laikliğe
soldan sahip çıkmak, sivil dikta ve
emperyalizmle mücadele etmek adına
yeni anayasa yapımına adeta karşı duran bir konuma tekabül ediyor. Politik
mücadele, en gerici odak ilan edilen
AKP karşıtlığına, onun politik islamcı ve neo-liberal çizgisiyle hesaplaşmaya indirgeniyor. Ne rejim krizinin,
ne de halklardaki değişim isteğinin
derinliği kavranıyor. 2010 Referandumundaki sol argümanın “hayır” tavrı
bu eğilimi temsil ediyor. Ezilenlerin
antifaşist mücadelesini kötürümleştirmeye, emekçi zihinlere şoven ve
laikçi Kemalist zehrin boca edilişine
ortak olmaya götüren bu eğilim, her
türlü niyetten bağımsız olarak kitleleri faşizmin peşine takmak anlamına
geliyor.
Oldukça benzer bir ideolojik-politik bir yaklaşımla Kemalist tek parti
diktatörlüğünün pekişme sürecini destekler pozisyona düşen Şefik Hüsnü
liderliğindeki TKP’nin berbat oportünist hatalarından bir kez daha ders
alınması gerekiyor. Tek parti rejimi
kuyruğunda bir varoluş tarzına sürüklenen TKP’nin buna rağmen Kemalist
devletin demir yumruğu altında nasıl
ezildiği hâlâ ibretle hatırlanıyor.
“Birazcık demokrasi” için AKP’nin
politikasını ve Türk tipi laiklik için
[ 55 ]
Marksist Teori
CHP’nin politikasını ehven-i şer bulan bu iki ayrı eğilim son kertede aynı
varış noktasında buluşuyor: ezilenleri
egemenlerin karşısına dikmeye kilitlenmek yerine, egemenlerin kutbuna
payanda olmak.
Rejim krizine burjuva anayasal
çözüm arayışlarının ya da militaristfaşist iktidar ayrıcalıklarını koruma
çabalarının yörüngesine girmenin
devrimci ilkeler ve politikayla hiçbir
bağıntısının bulunmadığı yeterince
açıktır.
Devrimci Tutarlılığı
Politik Ataklıkla
Buluşturmak
Hukuk, sınıf mücadelesinin seyrindeki ve toplumsal ilişkilerdeki değişimlere bağlı olarak şekillenir; aynı
zamanda bu değişimleri frenleyici
veya ivmelendirici etkilerde bulunur.
Burjuva anayasalar devlet yapısının
faşist biçimlerinden demokratik biçimlere uzandığı bir çeşitlilik içinde
burjuvazinin toplumsal egemenliğini kayıt altına alırlar. En demokratik
burjuva anayasa bile kapitalist düzenin hukuki üst yapısını meydana getirir. Düzeni tehdit eden devrimci gelişmelerin varlığı burjuva-demokratik
bir anayasanın karşıdevrimci zoru
tırmandırma ihtiyacına uyarlanmasını ya da fiilen çiğnenmesini ve hatta
burjuvazinin bastırma iradesinin anayasayı çöpe atan bir askeri darbede
cisimleşmesini getirebilir.
Devrimci-sosyalist bir parti burjuvazinin egemenliğinin hukuki ifadesi
olan herhangi bir burjuva anayasayı
benimsemez. Çünkü o anayasa, isterse sermayenin politik iktidarının en
demokratik biçimlerini formüle ediyor olsun, devrimci-sosyalist partinin
yıkmayı program edindiği sömürü
düzeninin kendini meşrulaştırmasının
simgesidir. Devrimci ilke, her türden
burjuva anayasasının alternatifini sosyalist anayasayla veya devrimci geçiş
dönemlerine özgü halkçı-demokratik
anayasayla ifade etmektir. Burjuvademokratik iktidarın ve temsili parlamenter demokrasinin karşısına işçi
halk konseyleri iktidarı ve giderek
doğrudan demokrasiyle çıkmaktır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin gerçek talep ve
özlemlerinin karşılanmasını burjuvaanayasal dönüşümler değil, yalnızca
devrimci iktidar şartlarında yapılacak
anayasalar yansıtabilir.
Devrimci ilke devrimci politikaya
ışık tutar, fakat onun yerini alamaz.
Yeni anayasa muharebesinde egemenlerin iki kanadından birine soldan
yedeklenen eğilimlerin pratik eleştirisi de devrimci ilkeselliği taktiğe
ikame ederek yapılamaz. Egemenler
arası iktidar kapışması diyerek taktik
ilgisizlikte çakılmak, “an”daki devrimci imkanlara gözleri kapalılığın,
apolitikliğin ve soyut ilkeciliğin bir
tezahürüdür. Üstelik bu tarz bir yaklaşım, bugünkü askerî, siyasi ve kitlesel
gücüyle Kürt ulusal demokratik hareketinin – ezilenlerin mücadelesinde
başlıca bir bileşkenin – yeni anayasa
yapım denkleminde birinci derecede
belirleyici bir vektör olduğunu hiç
anlamamak demektir. (Kuşku yok
ki, yeni anayasa yapımı koşullarında
[ 56 ]
Marksist Teori
demokratik özerkliği ve anadilde eğitimi sömürgeciliğe dayatan ve Türk
halkı içinde Kürt ulusal demokratik
taleplerini meşru olduğu bilincini yayan mücadeleler devrimci demokratik
gelişmeye basamak olacaktır.)
Devrimci politik müdahale yeni
bir anayasa yapımına dair tartışma
atmosferinde emekçilerin politik dikkatindeki artışı bir devrimci imkan
olarak algılar. Ezilenlere iktidarın
zirvesindeki sivilleşmenin demokratikleşmeyle özdeş olmadığını, halkçı-demokratik bir anayasanın ancak
burjuvazinin iktidarını yıkacak bir
halk devriminin eseri olabileceğini
anayasa tartışmalarının somutluğunda gösterir. Düzenin burjuva-anayasal
restorasyonunun karşısında anti-emperyalist demokratik devrim programını ve sosyalizmi propaganda eder.
Fakat propaganda düzleminde kalmakla yetinmeyen devrimci politik
müdahale, ezilenlerin politik özgürlük, ulusal geleceğini belirleme hakkı, eşit yurttaşlık, toplumsal adalet ve
sosyal haklar eksenli çeşitli taleplerini
güncel mücadele konusu haline getirir. Bu güncel mücadeleleri işçi sınıfı
ve ezilenleri iradeleştirmenin, politik
savaşımın daha ileri evrelerine hazırlamanın kaldıracı yapar. Emekçilerin
devrimci-demokratik temelde saflaş-
tırılmasının ortaya çıkaracağı politik
güçle ve egemenler arasındaki çatlakları derinleştirmesiyle, bir dizi halkçıdemokratik kazanımı yeni anayasaya
kaydettirmeyi zorlar. Burjuva anayasaya geçirilecek böylesi kazanımları devrimci gelişmenin yan ürünleri
olarak değerlendirir. Bu reformları
ezilenlerin saflarında moral ve özgüven birikimi sağlayacak ve devrimci
hareketin büyümesini hızlandıracak
mevziler olarak kullanır.
Tam da burada hatırlanmalıdır ki,
Halkların Demokratik Kongresi, Kürt
ulusunun, işçi sınıfının, kadınların,
emekçilerin, yoksulların, gençliğin,
Alevilerin, ulusal ve dinsel toplulukların, kısacası bütün ezilenlerin yeni
anayasa yapım sürecinde kendi talepleriyle yükseltecekleri mücadelelerin
birleşik yatağı olma potansiyeline
sahiptir. Kongrenin bu bakımdan politik-pratik rolünü oynaması hem egemen sınıf bloklarından birine soldan
yedeklenme eğilimlerinin etkisizleştirilmesi, hem de ezilenlerin sermayeye, devlete karşı saflaştırılması yolunu döşeyecektir.
Devrimci perspektifin özü rejim
krizine burjuva-anayasal çözüm arayışının karşısına devrimci çözüm alternatifiyle çıkmak ve pratikte onu
örgütlemektir.
[ 57 ]
ASKERLİK SİSTEMİNDEKİ
DEĞİŞMELER
Osman Tiftikçi
Türk ordusu Osmanlı’dan günümüze değişimler geçirerek geldi. İçinde bulunduğumuz dönemde bu değişime
bir yenisi daha eklenmekte. Ordu ve diğer devlet kurumlarında sınıflar mücadelesi açısından önemli değişimler
yaşanmaktadır. Bu süreci tartışanların çoğu, olanları AKP
ve generaller arasındaki bir mücadele şeklinde değerlendiriyorlar. Örneğin muhalif kesim AKP’nin, Gülen cemaatinin kendi ordusunu kurmaya çalıştığını, taraftar kesim
ve liberaller ise T. Erdoğan ve AKP’nin siyasi sistemi demokratikleştirdiğini iddia ediyorlar. Ordudaki değişimler
AKP ile generaller arasındaki bir didişmeden ibaret değildir. Bu değişikliklerin daha temel ve tarihi nedenleri
vardır. Bu yazının, konuyu Erdoğan, Gülen - generaller
çatışması ekseninden çıkarıp, daha geniş bir çerçeve içinde tartışılmasına yardımcı olacağını umuyoruz.
Bugünkü modern ordunun temelleri II. Mahmut tarafından 1826’da Yeniçeriliğin tasfiyesiyle atıldı.
1908 İkinci Meşrutiyet ordunun gelişiminde de önemli
bir aşama oldu. Ordunun gelişiminde her aşama aynı za[ 59 ]
Marksist Teori
manda bir tasfiye demektir. II. Meşrutiyet Abdülhamit’in paşalarını tasfiye
ederek, askeri bazı ayrıcalıkları kaldırarak, genç İttihatçı subayları komuta
kademelerine getirerek yeni bir ordu
yarattı.
Kurtuluş savaşından sonra eski ordu tarihe karıştı ve ulusal temelde yeni bir ordu, Türkiye Cumhuriyeti’nin
ordusu kuruldu. Önceki ordu imparatorluk ordusuydu. Bu nedenle imparatorluğu ayakta tutacak biçimde
örgütlenmiş ve buna göre görevler
edinmişti. Bu ordu örneğin Osmanlıya karşı ulusal mücadeleleri bastırabilecek, rakip emperyalist güçlerle,
Rus, İngiliz, Fransızlarla savaşacak,
muhalif siyasi güçlerin iktidarı ele
geçirmelerini engelleyebilecek şekilde biçimlenmişti. Doğal olarak ideolojik biçimlenmesi de buna göreydi;
osmanlıcı, islamcı bir ideolojiydi bu.
Cumhuriyet ordusu ise; dağılan
imparatorluk ordusunun yerine önce Türkiye sol hareketine ve Kürtlere, sonra Yunanlılara karşı mücadele
içinde kurulmuştu ve esas olarak bu
bir iç savaş ordusuydu. “Yurtta sulh
cihanda sulh” deniliyordu. Bu slogan,
emperyalistlerle bir alıp vereceğimiz
yok, ülke içinde de kimseye sesini
çıkarttırmayacağız, muhalefete izin
vermeyeceğiz anlamına geliyordu.
Cumhuriyet’in ulusal ordusu, İttihatçı paşaların (Enver Paşa, Cemal paşa
gibilerin yanı sıra Kazım Karabekir,
Rauf Orbay gibi ünlüler dahil olmak
üzere), subayların ve İttihatçı imparatorluk ideolojisinin tasfiyesi üzerine
kurulmuştu.
Ordunun gelişiminde önemli diğer
bir aşama İkinci Dünya Savaşı döneminde başladı. Ordu iç savaş ordusu
olma özelliğini muhafaza etmekle birlikte, emperyalizme bağımlı ve onun
ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde yeniden biçimlendi. Alman ekolünün yerine Amerikan ekolü geldi ve
ordu üst kademesi 1950’de Menderes
hükümeti tarafından tasfiye edildi. Fakat esas tasfiye 27 Mayıs darbesiyle
birlikte geldi. Darbeden sonra 235 general ve amiral, 4 000 civarında subay
Amerika’dan alınan parayla ve Amerikalı komutanların bizzat katıldıkları
kararlarla tasfiye edildi.1 Atatürkçülük
hem resmi ideoloji olarak, hem de demokratik devrimci muhalefetin sahiplendiği bir ideoloji olarak altın devrini
1960’lı yıllarda yaşadı.
AKP iktidarı ile birlikte yaşananlar bu saydığımız aşamalara, bir yenisini ekliyor görünmektedir. Ordu
bir kere daha yeniden biçimlendirilmekte ve her yeni biçimlenmede olduğu gibi yeni bir tasfiye yaşanmaktadır. Bu tasfiye sadece şu an tutuklu
bulunan general ve subaylarla sınırlı
kalmayacak, büyük bir ihtimalle ordunun tüm komuta kademelerinde
bir alt üst oluş yaşanacaktır. Çünkü
orduya verilmek istenen yeni biçim
göz önüne alındığında, şu an var
olan bir çok subay, astsubay, general
Ordunun geçirdiği bu değişiklikler “Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi” isimli kitapta
ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu kitabın genişletilmiş üçüncü baskısı, yakında Akademi yayınlarından çıkacaktır.
1
[ 60 ]
Marksist Teori
kuru kalabalık durumundadır. Hatta
yaratılmak istenen profesyonel ordu
asker sayısında da önemli bir düşüşü
beraberinde getirecektir.
Hedef, Ücretli
Profesyonel Ordu
Ordu egemen sınıfın ihtiyaçlarına
göre biçimlenen, düzenin temel devlet
kurumudur. Her toplumsal-ekonomik
sistemin kendisine göre bir askerlik
sistemi, ordusu vardır. Bu askeri sistem üretici güçlerdeki gelişmeyle ve
bu gelişmenin askeri alana da yansımasıyla sürekli olarak değişir. Örneğin köleci bir toplumun ordusuyla, bu
ordunun savaş yöntemleriyle, feodal
bir toplumun ordusu, savaş yöntemleri arasında önemli farklar vardır.
Kapitalist sistemin ordusunun
ayırt edici özellikleri olarak şunlar
sayılabilir: Bu ordular ulusal, milli
ordulardır. Örneğin feodalizmin değişik aşiretlerden, farklı dini inançlardan, ulus aşamasına henüz erişmemiş
değişik halklardan oluşan karma karışık güçlerinin yerini; kabile, aşiret
farklarını, hatta dini farkları ortadan
kaldırmış ya da bunları ulusal bilincin
gerisine itmiş milli ordular alır. Feodalizmdeki gelişigüzel, ihtiyaca göre
belirlenen, angarya askerliğin yerini,
tüm toplumu kapsayan, süresi, koşulları yasalarla belirlenmiş, “vatani görev” olarak kutsallaştırılmış zorunlu
askerlik hizmeti alır.
Kapitalist ordular ekonomik olarak ücretli emeğin sömürülmesine
dayanırlar. İşçi sınıfından buraya değer aktarımı esas olarak iki yolla olur:
vergi olarak toplanan paralarla askeri
aygıt finanse edilir. Bunun yanı sıra
ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için
doğrudan askeriyeye üretim yapan
devlet fabrikaları kurulur.
Kapitalist sistemin ordularında feodal ayrıcalıklar, bunun yanı sıra feodal bağımlılıklar, köylülere yüklenen
angaryalar yoktur. Kapitalizmin ordusunda komutanlık, belirli soylu ailelere özgü, ya da devlet yöneticisinin
ihsanına bağlı bir iş değildir. Subaylık ücretle, maaşla yapılan, koşulları,
hakları yasalarla belirlenen, belli bir
eğitimden geçmiş özgür kişilerin bir
mesleği haline gelmiştir.
Kapitalist sistemin ordusunun,
öncekilerden farkları, bu farkların
nedenleri ve bu farkların sınıf mücadelesinin tarihi seyri açısından önemleri ayrı bir yazı konusu olacak kadar
geniştir. Örneğin asker ve subayların
eğitim sistemindeki değişiklikler,
yargılama ve cezalandırma siteminde
değişiklikler hatta kılık kıyafet değişiklikleri, yukarıda saydıklarımıza
eklenebilir.
Bütün bu değişikliklerin altında
egemen sınıf burjuvazinin ihtiyaçları
yatar. Ama her ülkenin burjuvazisi,
kendine özgü bir tarihi geçmişe sahip olduğu için ve değişik ihtiyaçlarla yüz yüze bulunduğu için, her
ülkenin askerlik sistemi diğerlerine
göre farklılıklar gösterir. Örneğin
bugün bile, bırakalım bağımlı ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki
önemli farkları, emperyalist ülkelerin askerlik sistemleri bile birbirinin
aynısı değildir. Örneğin Almanya’da
[ 61 ]
Marksist Teori
zorunlu askerlik vardır ama isteyen
askerliğini sivil hizmetlerde çalışarak
yapabilir. Fransa’da 2001 yılında zorunlu askerlik kaldırılıp profesyonel
orduya geçilmiştir. ABD’de Vietnam
savaşından sonra 1973’te zorunlu askerlik kaldırılmıştır. İngiltere ordusu
1960’tan beri gönüllülerden oluşmaktadır. Ama İsrail’de askerlik hala kadınlar için bile zorunlu hizmet durumundadır.
Tüm bu farklara rağmen, İkinci
Dünya savaşı sonrası için Emperyalist
ülkelerde şöyle bir genel eğilim saptanabilir: Zorunlu askerlikten, profesyonel gönüllü orduya geçilmektedir.
Bu süreç uluslararası emperyalist orduların oluşumu süreciyle birlikte yürümektedir. Örneğin değişik orduların
NATO’da şimdiye kadar olduğu gibi
yan yana durmaları yerine, bu güçlerin iç içe geçmesi süreci yaşanmaktadır. Tekrar belirtelim; bu bir genel eğilimdir ve askerliğin biçimi her ülkenin
burjuvazisinin ve emperyalist sermayenin genel ihtiyaçlarına göre değişiklikler göstermeye devam edecektir.
Sözünü ettiğimiz genel eğilimin
ortaya çıkmasında, yani zorunlu askerlikten vazgeçilmesinde, savaşlara
ve zorunlu askerliğe karşı toplumsal
tepkilerin rolü olmuştur. Ama bu sürecin ortaya çıkmasında kapitalizmin
üretici güçleri, tekniği geliştirmesi ve
eski sistemin artık ihtiyaçlara cevap
veremez hale gelmesi belirleyici etkendir. Nasıl ki teknik ilerleme üretim
için gereken işgücünü azaltır, daha az
sayıda işçiye gerek duyarsa, benzer
biçimde savaş araçlarındaki geliş-
meler de daha az sayıda ama daha
kaliteli, profesyonel askerlere ihtiyaç
doğurmaktadır. Ayrıca hem teknik gelişmelerin hem de değişen savaş koşullarının ürünü olarak, sınırlı süreli
(örneğin 15 aylık, iki yıllık) zorunlu
bir askerlik ihtiyaca cevap vermemekte, tersine yük olmaktadır. Emperyalist ülkelerin dünyanın dört bir
yanında bulundurdukları askeri güçlerin görevlerini yerine getirebilmeleri için askerliğin her hangi bir süreyle
kısıtlanmaması ve askerlerin değişik
tipte görevleri yerine getirebilecek
yetenekte, tecrübede olmaları gerekir.
Sistem süresiz askerliğe ihtiyaç duymaktadır. Zorunlu ve belirli bir süre
ile sınırlanmış askerlik, sistem için
işe yaramaz bir kalabalık yaratmaktadır. Bu nedenlerden dolayı zorunlu
askerliğin kaldırılması, gönüllü, özel
olarak eğitilmiş ücretli elemanlardan
kurulu profesyonel ve iyi silahlanmış
bir ordu, mevcut dönemde sistemin
tercihi haline gelmiştir.
Türk Ordusundaki
Değişim, Hem Dış
Dayatmaların Hem de
İçteki İhtiyaçların
Ürünüdür
Türk ordusu 1990’lı yıllara kadar
bir iç savaş ordusu olarak biçimlenmişti. Her ne kadar ordunun görevi
resmi olarak dış ve iç düşmanlara karşı ülkeyi koruma olarak ifade edilse
de, ordu bu yıllara kadar hep içteki
“düşmanlarla” uğraşmıştır. Sadece askeri birliklerin ülke genelinde konuşlandırılmasına ve 1960’tan itibaren
[ 62 ]
Marksist Teori
İç savaşa ve askeri darbe
yapmaya göre biçimlenmiş
olan ordu aynı zamanda,
Sovyetlere karşı ve Orta
Doğu’da emperyalizmin
çıkarlarını savunabilecek
şekilde biçimlenmişti. Türk
ordusu ülkedeki Amerikan
üsleri ve askerleriyle,
Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint
okyanusundaki Amerikan
deniz filolarıyla bir bütün
oluşturuyordu.
darbelerle yapılanlara bakmak bile
bunu görmeye yeter. Ordular sınırlarda değil, büyük şehirlerin göbeğinde
kuruludur ve şehirleri kuşatmış durumdadırlar. Başta Ankara’daki kritik
mevkiler, (parlamento, TRT gibi) olmak üzere, büyük illerdeki hedefleri
anında ele geçirebilecek, olası gösterilere anında müdahale edebilecek bir
konumda tutulmaktadır ordu.
İç savaşa ve askeri darbe yapmaya göre biçimlenmiş olan ordu aynı
zamanda, Sovyetlere karşı ve Orta
Doğu’da emperyalizmin çıkarlarını
savunabilecek şekilde biçimlenmişti.
Türk ordusu ülkedeki Amerikan üsleri
ve askerleriyle, Akdeniz, Kızıldeniz ve
Hint okyanusundaki Amerikan deniz
filolarıyla bir bütün oluşturuyordu. Bu
görevler için Türk erkek vatandaşlara
2 yıl gibi nispeten uzun bir zorunlu
askerlik hizmeti konulmuş ve ortaya
yaklaşık sekiz yüz bin kişilik bir ordu
çıkmıştı.
Doğu Bloğunun çökmesiyle birlikte Türk ordusuna yeni bir görev daha
verildi; NATO’nun ya da emperyalizmin istediği her yere koşturmak, buralara askeri müdahalede bulunmak. Bu
görev o yıllara kadar Kore’ye asker
yollanmasıyla sınırlı istisnai bir olgu
olarak kalmıştı. Şimdi bu iş sürekli
hale getirilmek istenmektedir. Bosna,
Afganistan, Somali, en son Libya ve
şimdi de Suriye bu işin daha şimdiden
genel bir kural haline geldiğini göstermektedir. Ve Türk ordusu, mevcut yapılanması, uyguladığı askerlik sistemi
ile bu görevi hakkıyla yerine getirebilecek durumda değildir.
Bu yeni ihtiyaç karşısında yetersiz
kalan ordu, iç tehlikelerle mücadele
konusunda da iyi durumda değildi.
Ordu, yaptığı 12 Eylül cuntası ile tüm
toplumsal kesimlerin tepkisini toplamış, işkenceler, idamlar, faili meçhuller, gözaltında kayıplar, hükümetleri
zorla yönlendirme çabaları ile gözden
iyice düşmüştü. Ama en önemlisi 3-5
çapulcu dediği Kürt direnişiyle 20-30
yıldır başa çıkamıyordu. Kürt sorunu
Orta Doğu’nun ve dünyanın gündeminden eksik olmayan temel meselelerden biri haline gelmişti. Bunların
yanı sıra orduya o ana kadar gördürülen ideolojik, toplumsal işlevleri de
ordu yerine getiremez haldeydi. Üstelik bu işlevleri devam ettirme gayreti
yararlı olmak bir yana kötü sonuçlar
doğuruyordu.
[ 63 ]
Marksist Teori
Özetle 2000’li yıllara gelindiğinde Türk ordusu kendisini bekleyen
uluslar arası ve ulusal sınırlar içindeki
görevlerini yerine getirebilmede yetersiz, ağır, kocaman, hantal bir yapı
durumundaydı.
Bu yazdıklarımızı biraz daha açalım.
Şimdi emperyalistlerle birlikte
dünyanın dört bir yanına müdahale
edebilecek, hatta uzun bir müddet buralarda kalıcı olabilecek askeri güçlere
ihtiyaç var. Doğal olarak bu yerlerde
görev yapacak askerlerin bazı özelliklere sahip olması gerekir. Örneğin
askerlik tecrübesi, acemi birliğinde attığı üç beş mermi ve burada kendisine
anlatılanlarla sınırlı olan, sabırsızlıkla
tezkere bekleyip gün sayan, moral olarak kendisini savaşa değil de askerden
sonra yapacağı özel işlere motive etmiş olan, askerliğe gelip geçici, devletin baskısından kurtulabilmek için
yapılması zorunlu bir iş olarak bakan
askerlerle bu görev gereğince yapılamaz. Bu iş için, profesyonel olan, iyi
bir maaş alan, iyi bir eğitimden geçmiş, hem modern silahları, hem de
kontrgerilla taktiklerini bilen askerler
gerekir. Yani NATO az ama öz, her
türlü göreve hazır, son derece hareketli askerlere ihtiyaç duymaktadır. Türk
ordusu ise şu haliyle bu ihtiyaca cevap verebilecek özellikte değildir. Bu
nedenle profesyonel askerlik, değişik
biçimlerde gönüllü askerlik en başta
NATO’nun bir isteğidir.
NATO’nun bu isteği Türk egemen
sınıflarının iç istemleriyle de çakışmaktadır. Yukarıda tanımladığımız
ruh hali içinde ve eğitim seviyesinde
olan askerlerle, Kürt hareketine karşı
başarılı olunamamaktadır. Bu başarısızlığı generaller bile, görev sırasında değil ama emekliliğe ayrıldıktan
sonra itiraf etmektedirler. Dolayısıyla
Kürtlere karşı savaşı devam ettirmek
isteyen egemen kesimler profesyonel
askerlere ihtiyaç duymaktadırlar.
Bunun yanı sıra ordu mevcut haliyle epeyce masraflı bir kurumdur.
Orduya ve onun faaliyetlerine çeşitli
kanallardan aktarılan paranın ne kadar olduğu bilinmemektedir. Orduya
MSB’ye bütçeden ayrılan payın yanı
sıra, örtülü ödenekten, vakıflardan
(en önemlileri Mehmetçik Vakfı ve
Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı), OYAK’tan, dolaylı vergilerden, vakıfların tekelinde olan silah
sanayinden, uluslar arası görevler nedeniyle dışarıdan gelen kaynaklardan
vs. para aktarılmaktadır. Ama bunlar
ne kontrol edilebiliyor ne de kamuoyuna açıklanıyor.
Profesyonel ve gönüllü askerlik
bu masrafları da düşürecektir. Türkiye egemen sınıfları optimum bir sayı
belirleyecekler, 1 milyona yakın insana masraf etmek zorunda kalmayacaklar, ekonomiden gereksiz yere işgücü çekilmeyecek ve hesaplara göre
can kayıpları da acemi askerin yerini
profesyonel askerin almasıyla daha da
düşecektir. Özetle profesyonel askerliğe geçerek ordu mevcut hantallıktan
ve gereksiz masraflardan kurtarılmak
istenmektedir.
Ordunun ideolojik, toplumsal rolüne ve bundaki değişmelere gelince.
[ 64 ]
Marksist Teori
Ordu, düzenin resmi ideolojisi
olan Atatürkçülüğün hem koruyucusu, hem zorla dayatıcısı, hem de yayıcısı idi. Gene ordu Kürtlere yönelik
asimilasyon politikalarının da önemli bir aracıydı. Askerlik süresi aynı
zamanda bir Türkleştirme, Türkçe
okuma yazma öğretme, Türk tarihini, Atatürk’ü öğretme süreciydi. Askerlik, “Her şey vatan için”, “Önce
vatan”, “Türk öğün çalış güven” gibi
sloganlarla yapılan yürüyüşlerle geçiyordu.
Sadece Kürtler değil, Türk ve diğer
uluslardan askerler de burada dayağın
cennetten çıkma olduğunu, emre itaati, üstlerine (çalışma hayatında da ona
ekmek veren(!) patrona) ses çıkarmaması gerektiğini öğreniyorlardı. Genel olarak eğitimde ve toplumda askerlik mesleği kutsanıyordu. Örneğin
Kemalist tarih yazıcıları Türkiye’de
ilericilik adına ne yapılmışsa tümünü
orduya mal etmeye çalışıyor, orduyu
sınıflar üstü kendi kafasına göre hareket eden bir kurum olarak gösteriyorlardı. Bu kesim orduya “milletin
göz bebeği” derken, milliyetçi-dindarlarımız, yani AKP’nin içinden çıktığı dini akım da orduya “Peygamber
Ocağı” diyordu. Yani birbirinin can
düşmanı görünen laikler ile dinci kesim ordunun yüceliği konusunda tam
bir görüş birliği içindeydiler. Hatta
resmi ideolojiye göre bütün Türkler
“asker millet”ti, her Türk asker olarak
doğardı. Askerlik ve ordu böylesine
yüceltiliyordu.2
Özetle yakın yıllara kadar Türk
ordusu Türkiye’deki emperyalizme
bağımlı sistemin askeri gücü olmanın
ötesinde, başka anlamlar ve görevler
ifade eden bir kurum durumundaydı.
Şimdi ordunun bu özellikleri üzerinde bir takım tadilat yapılmak istenmektedir. Çünkü Atatürkçülük
toplumun değişik kesimlerini düzene,
devlete bağlayan bir ideoloji olma niteliğini yitirmiştir. Kürtler, aydınlar,
Türkiye solu, hatta Alevilerin önemli
bir kısmı için artık Atatürkçülük ve
Kemalizm örneğin 1960’lı yıllardaki
işlevleri görmekten çok uzaktır. Ordu
Atatürkçülüğe sarıldıkça toplumdan
daha çok tecrit olmaktadır. Ayrıca
Atatürkçülük artık emperyalizm tarafından da tercih edilen bir ideoloji
olmaktan çıkmıştır. Çünkü bu ideolojinin, Amerikanın yeni gözdesi ılımlı
İslam denilen emperyalist işbirlikçisi islama karşı laik, genel olarak da
demokrat, ulusalcı kesimlerin elinde
anti-emperyalist yanları vardır. Bu
nedenlerden dolayı Atatürkçülük, en
azından onun sakıncalı yönleri tasfiye
edilmek istenmektedir.
Tarihi gerçekler hiç de böyle değildir. Örneğin Osmanlı Türkmen, Yörük aşiretlerinden olanları Yeniçeri yazmıyor, yani düzenli, sürekli ordusuna almıyordu. Dolayısıyla komutanlar da bu
aşiretlerden çıkmıyordu. Osmanlı II. Mahmut’tan sonra modern orduya geçtiğinde de Türklerin özel bir yeri olmamıştı. Paşalar Milliyetine göre değil, başka kriterlere göre belirleniyordu.
Örneğin Abdülhamit asker olarak en çok Arnavutlara güveniyordu. Dağlar askere gitmek
istemeyen Türklerle doluydu. Kurtuluş Savaşı sırasında da halkımız askerde değil, gene dağlardaydı. 1920 yılında kurulan İstiklal mahkemeleri halkı zorla askere almak ve asker kaçaklığını önlemek için kurulmuşlardı. Kurtuluş Savaşında Yunan işgaline karşı Ethem liderliğinde ilk
ciddi silahlı direnişi oluşturanlar da Türkler değil Çerkeslerdi.
2
[ 65 ]
Marksist Teori
Ordu eliyle uygulanagelen asimilasyon politikaları ve şoven politikalar da artık işlevini yitirmiş, tepki çeker hale gelmiş durumdadır.
Şimdi hem NATO’nun ihtiyaçlarına, hem de içteki ihtiyaçlara cevap
verebilen, tepki çeken ideolojik işlevlerini terk etmiş bir askeri yapılanmaya geçilmek istenmektedir. Hem
emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap
verebilecek hem de Kürtler başta olmak üzere iç düşmanlarla gerektiği
biçimde mücadele edebilecek, halkın
gözünde saygınlığını kazanmış bir ordu yaratılmaya çalışılıyor.
Değişimin Neresindeyiz?
Değişim süreci esas olarak Erbakan-Çiller hükümetinin 28 Şubat
1997’de muhtırayla düşürülmesinden
sonra başladı. Bu muhtırayla önce
Erbakan’ın duayeni olduğu Milli Görüş çizgisi tasfiye edildi. Bu tasfiyeden, Milli Görüş çizgisinin sağladığı
genel hava ve imkânlarla gelişmeye çalışan radikal islami akımlar da
paylarını aldılar. Nurcu, Süleymancı,
Işıkçı, Nakşî cemaatler bir yandan
tehditle, diğer yandan yeni imkanlar
sağlanarak Refah Partisi’nin altından
çekildi. Milli Görüş’e bir daha örgütlenme imkanı da tanınmadı. DYP ve
ANAP gibi partilerin tasfiye olmasıyla ortada kalan kitle ve düzenin sadık
liberal aydın kesimleri de, saydığımız
cemaatlere eklenerek AKP yaratıldı.
T. Erdoğan Amerika’da ve Avrupa’da
dolaşarak güven vermedik bir tane
egemen çevre bırakmadı. Emperyalist devletler, TÜSİAD ve burjuva
basın bu süreci ellerinden geldiğince
desteklediler. Sonuçta AKP, daha bir
yıllık bir parti bile değilken ve köklü
partiler yüzde 10-20 oy oranında gezinirken, katıldığı ilk seçimde yüzde
34 oy alarak tek başına iktidar oldu.
AKP iktidar olduğunda ordu iç disiplinini önemli ölçüde yitirmiş, karma karışık bir kurum durumundaydı.
Hem Balkanlar, Afganistan, Kafkasya,
Orta Asya gibi bölgeler için yeni güçlerin seferber edilmesi, hem de 1990’lı
yıllarda tırmandırılan kirli savaşa yeni
güçleri katabilmek için ordu ve ona
bağlı istihbarat kurumları her kesimle
yeni ilişkiler geliştirmişti. Bir yandan
dinciler, bir yandan eski MHP’liler,
öte yandan Kürt ağaları, PKK itirafçıları, ulusalcı kesimler, hatta mafia
çeteleri, kaçakçılar, kumarhaneciler
vs. bu ilişkiler ağı içine çekilmişti.
Sonuçta devlet içinde kendi egemenlik alanını kurmak ve genişletmek
isteyen çeteler, bunlar arasında görüş
ayrılıkları çıktı. Görüş ayrılıkları üst
komuta kademesine kadar yansıdı.
Öyle ki kendi istihbarat elemanlarını,
albaylarını, generallerini öldüren bir
yapı ortaya çıktı. Bu duruma çekidüzen verme girişimleri orduda belli
kesimlerin tepkisiyle karşılandı. Öyle
ki AKP’yi darbeyle devirmenin planları bile yapıldı. Ama ordu içindeki bu
karşı koyuşlar emperyalistler ve Türkiyeli egemen sınıflar tarafından hoş
karşılanmadı. Planlar açığa vuruldu
ve tutuklamalar başladı.
Şu anda durum kontrol altına alınmış, inisiyatif AKP eliyle egemen kesimlere geçmiş görünmektedir. Şimdi
[ 66 ]
Marksist Teori
de profesyonel orduya geçmenin, yani
emperyalizmin ve ülke içindeki mücadelenin ihtiyaçlarına yeterince cevap verebilecek bir dönüşümü sağlayabilmenin çalışmaları yapılmaktadır.
Bedelli Askerlik
Diğer bir tartışma konusu olan
“bedelli askerlik”, ordunun yeniden
yapılandırma çalışmasıyla doğrudan
ilgili değildir. Belli kesimler için askerlik yapmama ayrıcalığı her dönemde var olmuştur. Örneğin Osmanlı’da
ulema kesiminin, medrese öğrencilerinin askere gitmeme ayrıcalığı vardı.
Bedel ödeyen zengin çocukları da
askere alınmıyordu. İttihatçılar 1908
İkinci Meşrutiyetle birlikte alaylı subay uygulamasına son vermiş, ulema
kesiminin bu ayrıcalığını kaldırmış,
Abdülhamit’in bol keseden çoluk
çocuk dahil önüne gelene verdiği
rütbeleri iptal etmişti. Ama askere
gitmeme, zenginlerin her dönemde,
bir yolunu bularak yararlandıkları bir
ayrıcalık olmaya devam etmiştir, günümüzde de devam etmektedir. Sahte çürük raporu alma, torpilini bulup
askerliğini yapmış görünme, normal
günlük yaşantısını sürdürürken askerlik yapıyor görünme bu sayısız yöntemlerin bazılarıdır. Bedelli askerliği
de, zengin kesimin çocuklarını askerden muaf tutmak için başvurulan bir
yöntem olarak kabul etmek gerekir.
Çünkü saptanan bedeller sıradan bir
işçinin, köylünün, esnafın ödeyebileceği, hele de birkaç çocuk için ödeyebileceği miktardan çok fazladır.
AKP hükümetinin bedelli askerliği gündeme getirmesinin nedeni,
bir yandan sayısı 1 milyonu geçen
yükümlüyü askere alabilmenin imkansız oluşu, diğer yandan da şu ekonomik sıkışıklıkta devlete yeni bir
kaynak yaratabilme endişesidir. Bedel ödettirmekle hem devlet zorunlu
vatani görevden geri adım atmamış
olacak, hem binlerce işgücü ekonomiden çekilmeyecek, askeri bütçenin
yükü hafifleyecek, üstelik hazineye
para girecektir. Bedelli askerlik asker
sıkıntısı da yaratmayacaktır. Çünkü
nasıl olsa bedeli ödeyemeyip askere
gitmek zorunda olan milyonlarca fakir fukara çocuğu hep vardır.
[ 67 ]
EZİLENLERİN ŞİDDETİ
Haydar Özkan
Şiddetli denir asi ırmağa
ama kimse şiddetli demez
Onu sıkıştıran yatağına.
Bertold Brecht
Başbakan Erdoğan’ın “terörle arasına mesafe koymayanlar bedel ödeyecek” açıklamasından ve takip eden
gözaltı ve tutuklama dalgasından sonra, kendisini solda
sayan kalem erbabı arasında şiddeti kınama, şiddetin çıkmaz yol olduğunu ilan etme yarışı başladı. Oral Çalışlar,
“sol, şiddete karşı tavrını netleştirmeli” çağrısını yaparken, Roni Margulies “sosyalizmin şiddetle işi olmaz” diye ahkam kesiyor. Birikim dergisi ise egemenlere esaslı
bir selam çakarak “silah/la mücadeleye” girişiyor. Kendisine devlet zorbalığını değil, buna direnenlerin ellerindeki silahları dert ediniyor. (Sayı 271)
Şiddete karşı tavır alma çağrısı yapan bu sol liberal
koro “şiddet”in bir tanımını yapmaktan ısrarla kaçınıyor. Öyle ya, nedir şiddet? Bunca murat edilen şeyin ne
olduğunu tanımlamanız gerekmez mi? Marksist olma
iddiasındakiler de dahil, bu aydınların hiçbirisi şiddetin
[ 69 ]
Marksist Teori
tanımını yapmaya girişmiyorlar. Tek
bildikleri şiddetin kötü bir şey olduğu. Bir “mutlak olumsuz” olarak
kodlamaktan öteye şiddete dair hiçbir
tanımları yoktur.
Tartışma netliği için ilkin şiddet
kavramından ne anladığımızı ortaya
koyalım.
Şiddet, uzlaşmaz çelişkilerin toplumsal ifadesidir. Şiddet anları, uzlaşmaz çelişkilerin patlama anlarıdır.
Şiddet, çelişkinin bir tarafının diğerine uyguladığı ve bu çelişkiyle bağlı
zordur. Üretim ilişkileri ve onun tarafından belirlenen toplumsal ilişkiler
içerisinde birbirine zıt çıkarlara sahip
toplumsal güçler arasında cereyan
eden bir ilişki biçimidir. Egemen sınıf
ve ezilen sınıflar, ezen ulus ve ezilen
ulus vb. gerçekliğinde zorunlu olarak
var olan ve bir çelişkinin nesnel bağlarıyla koşullanan bir olgudur.
Ekonomik-siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın bu konumunu korumak ve ayrıcalıklarını sürdürmek için
sürekli ve sistematik olarak şiddete
ihtiyacı vardır. Egemen sınıf ilişkisi,
şiddetten bağımsız düşünülemez.
Birikim dergisi ise
egemenlere esaslı bir
selam çakarak “silah/
la mücadeleye” girişiyor.
Kendisine devlet
zorbalığını değil, buna
direnenlerin ellerindeki
silahları dert ediniyor
Herhangi bir toplumda en yaygın,
en sistematik şiddet biçimi; egemenlerin ezilenlere uyguladığı şiddettir.
Karakollar, hapishaneler, mahkemeler, kışlalar, istihbarat servisleri, kontrgerilla aygıtları, özel güvenlik birimleri vb. sayısız zor aygıtı toplumu bir
ağ gibi sarmıştır. Bunlar, egemen sınıfın anayasa ve yasalarıyla hukukileştirilmiş “şiddet tekeline” dayanırlar.
Bu şiddeti ezilen sınıflara karşı gündelik olarak uygularlar. Her gün yüzlerce insan burjuva yasaları çiğnediği
için gözaltına alınır vb. Ancak bu şiddet o kadar sıradanlaşmıştır ki, artık
“şiddet” olarak görünmez. “Kamu düzenini” korumak adına “normal” bir
edim sayılmaya başlanır. Ne zaman
ki çelişkinin ezilen tarafı bu şiddete
şiddetle yanıt verirse, “şiddete” dair
tartışmalar da o zaman başlar. Bahse
konu aydınlar da öncelikle ve esasen
bunu şiddet sayarlar.
Oysa ezenlerin şiddeti, ezilenlerin
her günkü yaşamında etinde ve kemiğinde hissettiği bir zorbalık zinciridir. Ücretli işçiyi patronuna boyun
eğmeye, her gün eve suyu sıkılmış
gibi gelmeye zorlar devletin kamçısı. Bir işçi, çocukluğundan ölümüne
kadar polis zorbalığını her daim ensesinde hisseder. Faşist yasa ve yasaklara karşı durduklarında dayakla,
copla, kurşunla, işkenceyle, gözaltında kaybedilmekle, kurşunlanmakla,
tecavüzle, hapishaneyle, işten veya
okuldan atılmakla, sürgünle yüz yüze
gelir ezilenler, emekçiler. Kürt halkının bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayanlar, ulusal varlığını
[ 70 ]
Marksist Teori
ve dilini inkâr edenler bu durumu sistematik devlet şiddetiyle sürdürdüler.
Şimdi ise bu şiddet tekelinin pratikte
parçalanmış olmasının bunalımı içindeler. “Her türlü şiddete” karşı çıkan
aydınlar, egemenlerin şiddet tekelini
yeniden sağlama çabalarına soldan
destek oluyorlar.
Bizzat devlet, örgütlenmiş şiddetten başka bir şey değildir. Ekonomik
olarak en güçlü sınıfın diğer sınıfları
ezme aracıdır. Devletin tüm zor aygıtları sürekli ve sistematik biçimde
ezilen sınıf, cins, ulus ve inançlar
üzerinde baskı uygular. Yer yer şiddet, bizzat egemen sınıfın iç mücadelelerinde de kullanılır.
Şiddete dair tartışmalarda egemen sınıf zorunun görmezden gelinmesi ve sadece ezilenlerin şiddetinin
konu edilmesi, soyut bir şiddet tartışması yürütülmesi meselenin esasını
oluşturur.
Demek ki, bu tartışmaları yürütenlerin sorunu genel olarak şiddetle
değil, ezilenlerin şiddetiyledir. Ezilenlerin şiddeti, burjuvazinin organik
aydınlarına, bizzat kendilerine (de)
yönelen bir tehdit olarak görünür. Aslında onlar yüce gönüllü insanlardır.
İşçilerin sömürülmesine, Kürt ulusunun inkâr edilmesine karşıdırlar!
Fakat aynı zamanda işçilerin başkaldırmasına, “yakıp yıkmasına”, Kürt
halkının ulusal özgürlük savaşı vermesine de karşıdırlar. Ortadadırlar.
Orta yolcudurlar. Ancak çelişkiler
keskinleştiğinde ve gerçekten bir tercih yapmak durumunda kaldıklarında devletten ve ezenlerden yana saf
tutmuşlardır, tutacaklardır. Kendilerini böyle bir tercih yapmak zorunda
bıraktığı; maskelerini soyup attığı
için de ezilenlerin şiddetinden nefret
ederler. Mağdurları severler, hesap
sormaya girişmedikleri sürece...
Anayasal-yasal düzen çerçevesi
işlemez hale gelirse, burjuvazi de “rutin olarak” uyguladığı şiddetin ötesine
geçer. “Devlet rutin dışına çıkar” (S.
Demirel) ve yasalarla sınırlanmamış
bir şiddet uygular. Burada, tıpkı devletlerin kuruluş aşamalarında görüldüğü gibi, “kurucu” bir şiddet, anayasalyasal düzeni kuran, egemen sınıfların
devlet sistemini kuran, koruyan veya
tahkim eden bir şiddet vardır. Takrir-i
Sükûn Yasası, 12 Eylül darbesi ve
1993’te doruğuna varan kirli savaş buna en çarpıcı örnekleri oluşturur.
Eğer egemen sınıfların hâkimiyetini
sağlamak üzere konulmuş yasalar bu
rolü oynamaz hale gelirse yasalar da
bir kenara atılır ve egemen sınıflar
kendilerini hiçbir kuralla sınırlamazlar. Kaybetmeye başladıklarını anladıklarında oyunun kurallarını değiştirirler. Düzenin liberal aydınlarınca
“şiddet” olarak tanımlanan bir diğer
durum da budur. Onlar devletin normal
işleyişine razıdırlar ancak sınıf mücadelesinin sertleşmesine ve ezilenlerin
başkaldırmasına karşı oldukları gibi,
devletin bastırıcı “olağanüstü” şiddetine de karşı çıkarlar. İşte onların “her
türlü şiddete karşı olmak” derken,
açıktan değil ama zımni olarak kast ettikleri bu iki tür şiddettir. Savunmaya,
muhafaza etmeye çalıştıkları ise anayasal-yasal düzenin olağan işleyişidir.
[ 71 ]
Marksist Teori
Dolayısıyla bu işleyişe içkin şiddeti
görmez, tanımlamaz ve eleştirmezler. Ancak onların görmedikleri bu
şiddet, ezilenlerin etinde ve kemiğinde her gün hissettikleri bir zorbalıktır
ve kendi karşıtını doğurur. Ve “günü
geldiğinde” Atina’da ya da Tunus’ta
olduğu gibi ezilen halk başkaldırır
ve yılların biriktirdiği öfkeyi devlet
güçlerine savurur.
Fakat yanlış anlaşılma olmasın,
düzenin aydınlarının devletin olağanüstü şiddetine protestoları tümüyle
biçimsel ve göstermeliktir. Bu olağanüstü durumu yaratan sınıf mücadelesinin gelişimini çözümlemek
yerine görüngülerle uğraşmayı tercih
ederler. Genelde, bu tür durumları
da ezilenlerin aşırılıklarıyla açıklama eğilimindedirler. Ezilenlerin şiddetinin devleti kışkırttığını ve böyle
davranmaya mecbur bıraktığını kabul
etmek tercihleridir. Onlar ancak fırtına dindikten, ezilenlerin direnişleri
olağanüstü devlet şiddetini göğüsleyip gerilettikten sonra ortaya çıkarlar.
Gerçeklerin söylediği şudur: “her
türlü şiddete karşı tavır almak” tezi ve
savunusu burjuvazinin hizmetindeki
bir demagojiden ibarettir. Bu, şiddet
kavramının sınıfsal ve sosyal içeriğinden dolayı böyledir. Zira şiddet
olgusu toplumsal çelişkilerle bağlıdır
ve kimse bu uzlaşmaz karşıt kutuplardan her ikisini birden savunamaz ya
da her ikisine birden karşı olamaz. Bu
çağrıyı yapanlar da gerçekte her türlü
şiddete karşı değillerdir. Bir kısmını
(devletin gündelik şiddetini) normal
ve olağan sayarlar, dolayısıyla meşru
görürler. Bizse onların normal ve olağan saydığı burjuva egemen sınıfların
devlet biçiminde örgütlenmiş diktatörlüğünü kabul edilemez sayıyor ve
buna karşı gelişen ezilenlerin şiddetini kaçınılmaz ve meşru sayıyoruz.
Şiddet, bir anomali ya da kaçınılabilir bir “mutlak kötü” değildir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere nesnel
üretim ve toplumsal ilişkilerden doğan ve kaçınılmaz bir olgudur. Sorun
bu çelişkilerin hangi tarafından baktığınızdır. Nesnel toplumsal gerçekliklere ve çelişkilere karşı “ahlaki tavır”
alma iddiası ya da çağrısı idealist bir
saçmalıktır.
Şiddet konusundaki harcı alem
yaklaşımın vardığı yer, devletin şiddet tekelini kutsamak ve şiddeti egemen sınıfların bir ayrıcalığı saymaktan
ibarettir. Bizim baktığımız yer, çelişkilerin ezilen tarafı olduğu için, tam
tersini düşünüyoruz: “şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası
uygun anda kullanmalıdırlar.” (Che
Guevara, Gerilla Savaşı: Bir Yöntem)
Şiddete dayalı mücadele biçimlerinin politik mücadeleden suni olarak
koparılması-ayrıştırılması belirli bir
politik çizginin ifadesidir. Nihayetinde her gerçek politik mücadelede
çelişkilerin tarafları örgütlenir, güç
biriktirir ve çelişkinin çözümü için
gücünü karşı tarafa dayatır. Zor, uzlaşmaz çelişkilerin çözümünde son
tahlilde belirleyici olan güçtür. Şiddete dayalı mücadele biçimlerini yadsıyan, devletin şiddet tekelini mutlak
sayanlar; bu nedenle, çelişkilerin,
[ 72 ]
Marksist Teori
ancak burjuva devlet iktidarının izin
verdiği ölçüde gündemleştirilmesi
ve çözülmesi imkanına cevaz vermiş
olurlar. Bunun anlamı, ezilenlerin silahsızlandırılmasıdır. Silahsızlanma
da, tıpkı silahlanma gibi öncelikle
ideolojiktir. Hükümet var gücüyle
ezilenlerin şiddetini savunan ve uygulayanlara devlet terörü uyguluyor.
Laçiner, İnsel, Margulies gibiler ise
bu saldırıya ideolojik cepheden katkı
sunuyorlar.
Terör, Terörizm
Şiddete dair tartışmanın, egemen
sınıfların “terör”, “terörizm” tanımlarının ve bu tanımları arkalayan ağır
devlet şiddetinin baskısı altında yapıldığı biliniyor. Her gün emekçi solunun ve Kürt yurtsever hareketinin
“kapısını çalan” siyasi polisin insanları akın akın F Tiplerine götürdüğü
bir dönemde “silah/la mücadeleyi”
ana gündemi yapanların siyasal koordinatları bellidir.
Egemen sınıflar, kendilerince uygulanan politik şiddeti meşru sayarken, ezilenlerin uyguladığı politik
şiddeti “terör” diye yaftalayarak en
ağır biçimde cezalandırırlar. Şiddeti
uygulayan kendileri olduğunda her
zaman bir gerekçe bulurlar. Oysa “terör” kodunu giydirdikleri her olayda
korku ve zorbalıkla akıl dışılığı örgütlerler, her türlü gerekçeyi yadsırlar:
“Terörün hiçbir amacı, rengi, dili, dini, vb. yoktur...” demagojisini sayısız
biçimde yinelerler. Gerçekte “terör”,
sömürücü, faşist ve emperyalist devletlere karşı ezilenlerce girişilen her
türlü şiddetin kodlanmış ve etrafına
dikenli teller çekilmiş kavramıdır. Bu
kavramın içeriği, sınıf mücadelesinin
seyrine göre değişir. Egemen sınıflarca bugün için tehlikeli görünmeyen
bir mücadele biçimi yarın “terör eylemi” sayılabilir. (Örneğin, Londra polisinin “işgal et” eylemcileri hakkında tuttuğu terör raporları, Hopa’daki
devlet şiddetine karşı dayanışma
eylemlerinin terör sayılması, Deniz
Gezmiş anmalarının birden bire “terör
propagandası” ilan edilmesi, molotof
kokteylinin bir polis şefinin isteğiyle
“likit bomba” ilan edilmesi, vb. vb.)
Terör’le kodlananın ezilenlerin
siyasal şiddeti olduğu herkesin malumudur. En çok da egemen sınıf aydınlarının. Onlar, çelişkilerin keskinleştiği bir anda tüm retoriği bir kenara
fırlatıp atmakta sakınca görmezler:
“hiçbir terör örgütü, terör olsun diye terör eylemi yapmaz. Amaç, her
zaman siyasidir.” (Ege Cansen, Hürriyet, 20.05.2009) Madem öyle, ne
demeye halkı “terörün amacı olmaz”
diye kandırıyorsunuz! Açıkça söylesenize, “terörle mücadele” dediğimiz
şey, ezilenlerin siyasi amaçlarını engelleme mücadelesidir diye!
Kürt ulusu, sırtındaki inkâr ve
sömürgecilik boyunduruğunu kırıp
atmaya girişirse bunun adı “bölücü
terör”dür. İşçi sınıfı, sırtındaki artı
değer sömürüsü ve onun koruyucusu
faşist zorbalık düzenini yıkıp atmaya
yönelirse bunun adı “yıkıcı terör”dür.
Egemen sınıfların bu tanımını kırıp
atmadan zihinler özgürleştirilemez.
Egemen sınıfların terör tanımına cep-
[ 73 ]
Marksist Teori
heden karşı durmayan, onu kökten
mahkum etmeyen hiç kimsenin entelektüel akıl sağlığını korumasına imkan yoktur. Komünist veya sosyalist
olmaktan söz etmiyoruz. Tutarlı demokrat olmak bile bu retle başlayabilir ancak.
Zora Dayalı Devrimler
Tartışması
Ezilenlerin baskı ve sömürüye karşı şiddetinin kaçınılmaz olarak ortaya
çıkacağı ve son derece meşru olduğu
konusunu kaydettiğimize göre, meselenin diğer boyutuna geçebiliriz. Şiddete dayalı mücadele araçları işçiler
ve ezilenler tarafından, onların örgütlü
öncü kuvvetleri tarafından kullanılmalı mıdır? Yararlı mıdır? Mücadeleyi
ilerletir mi?
Bu konuda düzen güçleri ve düzenin organik aydınları eskiden beri bir
“çıkmaz sokak” kavramına sahiptir.
Uğur Mumcu daha 1979’da yayınladığı silahlı devrimci hareketlerle
ilgili röportaj kitabına bu başlığı atmıştı. 2011’e geldik, o dönemde U.
Mumcu’nun kitabına konu olan hareketlerden gelen ama devlet terörüne
maruz kalışlarının ardından düzene
iltihak etmiş olan bireyler, örneğin
Ömer Laçiner’ler çıkmaz sokak edebiyatı yapar oldu!
Bu fikre göre, “silahlı mücadele
çıkmaz sokaktır. Başarı şansı yoktur. Ancak ve ancak devletin altyapısal olarak zayıf olduğu ülkelerde
istisnai başarı şansı vardır” (Birikim,
Emin Alper.) (Yazarımız, bu tespitiyle devletin altyapısının güçlendiği
Türkiye’de silahlı mücadelenin hiçbir
başarı şansı olmadığını ima ediyor olmalı! ) Devrimci hareketlerin yenildiği birçok örnek sıralanarak bu fikirler
kanıtlanmaya çalışılır vb.
Soruyu bir de tersinden, ezilenler
cephesinden bakarak soralım: Egemen sınıfların iktidarının zor kullanmadan yıkıldığı tek bir örnek var
mıdır? Şiddetsiz, gül bahçesinde,
egemen sınıfların silahlı zoruyla engellenmeye çalışılmadan gerçekleşen
tek bir devrim gösterilebilir mi?
Peki, kapitalizmden sosyalizme
“barışçıl geçiş” stratejisini savunan
partilerden tek biri bile başarılı olmuş mudur? Dünyanın herhangi bir
ülkesinde kapitalist sömürü düzeni
barışçıl yoldan ortadan kaldırılabilmiş
midir? Tersine, bunu savunan akımlar
(1920’lerde sosyal demokratlar ve
1950’lerde revizyonist KP’ler) bizzat
kapitalizm tarafından dönüştürülmemişler midir? Sosyalist ve halkçı devrimlerin hedeflerine ulaşmadaki başarısızlığı üzerine söz tüketenler, acaba
hiç, reformist stratejilerin hedeflerine
ulaşıp ulaşmadıklarını değerlendirmişler midir? Peki ama neden? Bu
teori hangi başarılı örneğe referans
vermektedir ki, zora dayalı devrimlerin imkansızlığını tartışabilmektedir?
Dolayısıyla, şiddete dayalı bir devrimin mümkün olmadığını, mümkün
olsa bile devletin iç savaşla yıkıldığı
bir toplumdan sosyalizm çıkamayacağını vaaz eden Laçinerler, Ahmet
İnseller bize, iç savaşsız, şiddetsiz bir
devrim örneği göstermeliler. Hiç değilse bunu denemeye çalışmalılar!
[ 74 ]
Marksist Teori
Devrimlerin ilk anının görece düşük bir şiddet düzeyinde gerçekleştiği
örneklerde dahi (1917 Rusya Ekim
Devrimi ve Macaristan 1919 devrimi)
egemen sınıflar iktidarı kaybettikleri
andan itibaren korkunç bir şiddet ve
yıkıcılıkla yeni rejime saldırmış ve ayrıcalıklarını geri istemişlerdir. Tarihsel
ölçekte ele alındığında da her devrim
emperyalist kapitalist dünya düzeninin
yıkılma korkusunu büyüttüğü için zorun devrimlerdeki rolü önemsizleşmemiş, aksine güçlenmiştir.
Sömürücülerin ayrıcalıklarından
gönüllü olarak vazgeçeceklerini sanmak, ayrıcalık kavramından da, sınıf
mücadelesinden de hiçbir şey anlamamaktır.
Dolayısıyla burada ilkesel sorun,
işçilerin ve ezilenlerin silahlı kurtuluş
hakkının tanınmasıyla ilgilidir. Egemen sınıfların devlet aygıtının işçilerin ve ezilenlerin zoruyla devrilmesi
ve iktidarın emekçi sınıflara geçişi
meselenin temelini oluşturur. Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin çözümünde
son tahlilde belirleyici olan zor aygıtlarını işçiler ve ezilenler de elde etmeli ve kullanmalı mıdır?
Bunun ötesi, strateji ve taktiklerle ilgili bir sorundur. “Öncü savaş”/“silahlı
propaganda”, “silahlı halk ayaklanması”, “kırdan kente uzun süreli halk
savaşı” silahlı devrim yolunun farklı
ideolojik-stratejik kulvarlarıdır. Ancak
burada meselenin özü, esası tartışıldığı
için bu nokta tali önemdedir.
Artık silahlı mücadelenin devri
geçti, söylemlerinin kofluğu apaçık
ortadadır. Örneğin Irak’ın ABD işbir-
likçisi yönetiminin başındaki Celal
Talabani şöyle buyuruyor:
“... dönem silahlı kurtuluş mücadelesi yapılması dönemi olmaktan
çıktı. Artık herhangi bir amaca ulaşmak için silah yerine siyasi yöntemler, diplomasi, kitle hareketleri vs. ve
özellikle iletişim araçları kullanılıyor.
Çağımız iletişim çağı. Mao’nun, Che
Guevara’nın, Ho Chi Minh’in döneminde değiliz.” (Aktaran, Cengiz
Çandar, Radikal)
“Silah yerine siyasi yöntemler.”
Ne dahice bir tespit! İyi ama zor, askeri biçimler ne zamandan beri “siyasi
yöntem”in karşıtına dönüştü? Yoksa “savaş, politikanın farklı araçlarla
devamıdır, şiddet araçlarıyla” derken
Clausewitz yanılıyor muydu? Örneğin
ABD, Irak’ı askeri zorun en gaddar biçimleriyle işgal ederken politika yapmıyor, “siyasi yöntem”i sürdürmüyor
da, salt “savaş” mı yürütüyordu? Acaba Talabani, işbirlikçi Irak ordusuyla
[ 75 ]
Sosyalist ve halkçı
devrimlerin hedeflerine
ulaşmadaki başarısızlığı
üzerine söz tüketenler,
acaba hiç, reformist
stratejilerin hedeflerine
ulaşıp ulaşmadıklarını
değerlendirmişler midir?
Marksist Teori
ya da kendi Peşmerge güçleriyle politika dışında bir şey mi yapıyor?
Diğer taraftan devrimci savaşlarda
diplomasinin kullanılmadığını kim
iddia edebilir? Talabani’nin adını andığı devrimci önderlerden Mao’nun
da, Ho Şi Minh’in de birer diplomasi
ustası olduğu biliniyor. Çin iç savaşı
sürecinde de, Vietnam ulusal kurtuluş
savaşı sürecinde de defalarca masalar
kuruldu, tarafların temsilcileri bir araya geldi, diplomatik savaşımlar yaşandı. Diplomasi ve silahlı savaş aynı
madalyonun iki yüzüdür.
Kitle hareketleri!.. Mısır’a bakalım. Devasa bir kitle hareketi yaşandı. Milyonlar sokaklara, meydanlara
indi. Mübarek zulmüne başkaldırdı.
Mübarek devrildi. Peki, ne oldu? Eski devlet aygıtı yerli yerinde durduğu
için Mübarek’in yerini ordu cuntası
(SCAF) aldı. Tahrir’e rağmen Müslüman Kardeşler’le anlaşarak yeni
bir yarı askeri rejim kurmaya girişti.
Yunanistan’da ulusun ezici çoğunluğunun açık eylemli reddine rağmen,
IMF-AB’nin dayattığı kriz paketi
“ulusu temsil eden” (!) burjuva parlamentodan geçti. Burjuva devlet aygıtına dokunmadan, nüfusun en geniş
kesimlerinin açık taleplerini karşılama olanağının dahi olmadığı bir kez
daha kanıtlandı. Peki, Mısır ve Yunan
egemenleri ezilenlerin taleplerini nasıl engelliyor? Elindeki zor araçlarının gücüyle değil mi?
Marx’ın o ünlü tespiti canlılığını
ve geçerliliğini bir kez de Mısır devriminin ve Yunanistan halk ayaklanmalarının deneyimiyle kanıtlıyor:
“... Fransa’daki gelecek devrim
girişiminin, şimdiye değin olduğu gibi, artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama
onu yıkmaya dayanacağını belirtiyorum. Kıta üzerindeki gerçekten halkçı
her devrimin ilk koşuludur bu. Kahraman Parisli arkadaşlarımızın girişmiş bulundukları şey de, işte budur.”
(K.Marx-F.Engels, Seçme Yazışmalar-2, sf. 45)
Çağımız iletişim çağı! Peki, iletişim araçları kimin elinde? Her biçimiyle medyanın, bizzat egemen sınıfların yönetme aygıtı olduğu bir gerçek
değil mi? Başbakan Erdoğan’ın medya patronlarıyla yediği akşam yemeğinin sonuçları dahi tek başına oldukça öğreticidir. Yüzlerce insan siyasal
nedenlerle hapsedilirken medya, polis
fezlekelerinden başka hiçbir şeyden
bahsetmemektedir.
Talabani’nin hangi gerekçesini tutsak elimizde kalıyor. Talabani’nin ve
benzerlerinin söylediklerinin özü özeti şuraya çıkıyor: Dünyanın egemenleriyle uzlaşın, onların “demokrasi
ve insan hakları” programını benimseyin, onlarla diplomasi yapın, onlar
size televizyonlarında yer versinler,
onların istediği kadarıyla bir değişim
gerçekleştirin. Bir başka ifadeyle,
“her şeyi” yapabilirsiniz, ama küçük
bir şey hariç, egemenlerin egemenlik
tahtına dokunmadan! Bunun için ezilenlerin şiddetinden uzak durmanız
yeter!
Buna karşın, dünyanın egemenleri
politik amaçları için silahı kullanmaya devam etsin. Filistin’de, Tamil’de
[ 76 ]
Marksist Teori
ulusal özgürlük talebini kan deryalarında boğsun, Kolombiya’da Alfonso
Cano’yu, Hindistan’da Kishenji’yi
katletsin, Irak’ı işgal etsin, Suriye’de
iç savaşı kışkırtsın, Libya’yı işgal
edip Kaddafi’yi öldürsün... Ama ezilenler, zorun değişik biçimlerinden ya
da daha teknik bir ifadeyle “silahtan”
uzak dursun! Ne mutlu silah/la mücadele eden Laçinergillere!
Esas sorun, üretim araçlarını ellerinde bulunduran ve dolayısıyla
egemen sınıf olan burjuvazinin zor
olmaksızın nasıl devrilebileceğidir?
Ama düzen aydınlarının zaten düzenle ve egemen sınıfla bir sorunu olmadığı için, tartışmayı şiddete odaklamak ideolojik bir tercih meselesi
haline geliyor.
Lenin “Partizan Savaşı”nda, tecrit bir mücadele tarzına indirgenmiş
bireysel şiddete karşıt olarak, işçiemekçi kitlelerinin ayaklanmalarından doğan ve onun parçası olan silahlı
grupları olumlar ve över. (1906) Bolşeviklerin bizzat örgütlediği silahlı
müfrezelerin deneyimleri devrimci hafızanın bir parçasıdır. Bireysel şiddet
eylemleriyle Çarlığın yıkılabileceğini
savunan Narodniklerle, 1905 devrimi
boyunca işçileri, ezilenleri silahlandıran ve silahlı halk ayaklanmasını örgütleyen Bolşevikler arasında birçok
bakımdan tezat vardır. Ama ezilenlerin
silahlı kurtuluş hakkını savunmakta
her ikisi de birleşir. 1905 devriminin
ardından “işçiler silaha sarılmamalıydı” eleştirisini yapan Menşevikler ise
Ekim Devrimi’nin ardından ise beyazların saflarına savrulmuşlardır.
Ezilenlerin silahlı kurtuluş hakkı, egemen sınıflara karşı ideolojikpolitik tutumun aynasıdır. Turnosol
kâğıdıdır. “Her türlü şiddet” karşıtlarının rengi, silahlı direnişler ya da
halk başkaldırıları yükseldikçe beyaza doğru döner ve düzen saflarındaki
yerleri netleşir.
Kitlelerin Özneleşmesi
Ömer Laçiner gibi şiddet karşıtı
retoriğe Marksizan bir form kazandırmaya çalışanlar, zora dayalı mücadele
biçimlerinin emekçi kitleleri “nesneleştirdiğini” öne sürerler. Onların büyük dertleri ise emekçilerin özneleşmesidir!
Oysa devrimler tarihinin gerçek
verileri kadar, güncel sınıf mücadelelerinin bilançosu da tam tersini ispatlıyor.
Küba Devrimi’nde köylüleri silahlandıran Castro, Batista diktatörlüğü
altında boğulan Küba halkına bir nefes kanalı açtı ve bu süreç ezilenleri
özneleştirdi. Gerçek bir halk devrimine (yukarıda Marx’ın değindiği
anlamda) yolu açtı. Mao, 1920’li ve
30’lu yıllar boyunca Çin’i saran ve
derinden sarsan köylü isyanlarını,
toprak mücadelelerini silahlandırdı.
Köylülerin özneleşmesine önderlik
etti. Onları Çin tarihinin etkin bir
öğesi haline getirdi. Ardından Uzun
Yürüyüşle Kızıl Ordu’yu Japon işgalcilerine karşı mücadelede mevzilendirdi ve halk devrimine giden yolu
açtı. Kolombiya’da Marulanda ve arkadaşları, kırlık bölgelerde başlamış
gelişmekte olan köylü isyanlarına ör-
[ 77 ]
Marksist Teori
gütlü bir biçim kazandırdılar ve Kolombiya yoksul köylüsünü siyasal bir
güç haline getirdiler.
Türkiye’de Mahirler, Denizler, İbrahimler egemen sınıfların iki tarihsel
bloğu tarafından parsellenmiş siyaset
sahnesinde ezilenlere bir yer açtılar.
1971 devrimci çıkışıyla Türkiye işçi
ve köylülerinin bağımsız bir güç olarak siyaset sahnesine çıkacağı kanal
yaratıldı.
Kürdistan’da, 12 Eylülcü faşist askeri zulüm koşullarında PKK 15 Ağustos 1984 atılımını örgütledi ve gerilla
savaşının sürekliliğini sağladı. Böylece giderek büyük halk kitleleriyle kucaklaşan bir direniş ateşi yaktı. 198990’dan itibaren serhildanlar başladı
ve ulusal direniş, bir ulusal devrime
dönüştü.
Her türlü şiddeti kınama yarışındaki aydınların iddiasının aksine, bu
örneklerin tümünde yoksul, emekçi,
ezilen halk kitleleri politikaya katılmanın bir yolunu buldular ve özneleştiler, özgürleştiler. Dün Kürdistan’da
halk kitleleri feodal ağaların ve aşiret
reislerinin tutsağıydı. Yerel seçimlerde
güçlü aşiret belediye başkanını seçerdi. Dün mutfağın esiri olan Kürt kadını bugün ordulaşmış, politik öncü olmuştur. Kürt toplumu devrimci yoldan
özgürleşmiş ve demokratik bir ulusal
bilinç etrafında örgütlenmiştir.
Laçiner ve benzerlerinin sorunu
koyuş tarzı, gerçekte, emekçilerin politikada yer almasını gerekli görmeyen, politikayı eğitimli ve varsıl sınıfların bir ayrıcalığı sayan bir çizgiyi
ele vermiyor mu?
Bu söylenenler, açık diktatörlük
rejimlerinin hüküm sürdüğü ve halk
kitlelerini köleleştirdiği ülkelerle mi
sınırlıdır? Burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkeler için bu söylenenler geçerli midir?
Burjuva demokrasisi, paranın tüm
politik yaşamı belirlemesi demektir.
Seçim kampanyalarını parası olanlar
yürütür. Burjuva partilerinin aynılaştığı, programlarının had safhada
benzeştiği koşullarda ezilen halkın
politikadan soğuması “demokrasiye”
ilgi duymaması anlaşılırdır. Bu ülkelerde emekçi, yoksul ve göçmenlere
bırakılan tek seçenek taleplerini ve
kendilerini görünür kılmak için isyan
etmektir. Paris, Atina, Londra örneklerinde “demokrasinin beşiği” olan
bu ülkelerde parlayan başkaldırılar bu
gerçeğin ifadeleridir.
Burjuva demokrasisinin varlığı sınıf mücadelesini ortadan kaldırmaz,
aksine daha açık hale getirir. Sınıf
karşıtlıklarını yalınlaştırır.
“Demokrasi ne denli gelişmişse,
burjuvazi için derin ve tehlikeli bir siyasal anlaşmazlık durumunda, insan
kırımı ya da iç savaşa o denli yakındır.” (Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky)
Burjuva demokrasisinin en gelişkin
olduğu ülkelerde bile, sınıf karşıtlıklarının keskinleştiği anlarda devlet çıplak bir burjuva diktatörlüğü olduğunu
sergilemekten geri durmaz. Örneğin
demokrasinin beşiği Yunanistan’da
ekonomik kriz, halkın büyük başkaldırısına rağmen, mali oligarşinin paketinin meclisten geçmesi ve
[ 78 ]
Marksist Teori
Papademos’un “teknokratlar hükümeti” adı altında açık mali oligarşi diktatörlüğünün kurulmasıyla noktalandı.
İtalya’da da benzer biçimde Monti
hükümeti kuruldu. Sadece bu örnekler
bile burjuva demokrasisine dair yanılsamaları ortaya serebilir.
Proletaryanın politikaya katılım
anları büyük kitle hareketleri, grevler,
halk başkaldırıları gibi biçimler alır
ve bu durumlarda ortaya çıkan “ayak
takımının şiddeti” kibar bayları epeyce ürkütecek düzeydedir!
Proletarya politik yaşama katıldığında, bunu kendi tarzında yapar.
Kendisine küçük burjuva aydınların
çizdiği sınırları değil, mücadelesinin meşruluğunu esas alır. O yüzden
işçi kitlelerinin yoksulluğundan ve
ezilmişliğinden doğup gelişen hareketler her zaman şu ya da bu ölçüde
“şiddetli”dir. Örnek isteyen 1989 Venezuela, 2001 Arjantin, 2003 Bolivya
ayaklanmalarına, Türkiye’de 1995’teki Gazi Ayaklanmasına, 2001’de patlak veren esnaf isyanına, Tunus, Mısır
ve Yemen’deki halk ayaklanmalarına,
Atina’da gençlik isyanı olarak başlayıp halk ayaklanmasına dönüşen sürece vb. vb. bakabilir.
Bu yüzden, örneğin AKP hükümeti, meşru kitle şiddetini özel yetkili
mahkemelerin birincil hedefi haline
getirdi. Neoliberal sömürü politikalarının bunalttığı emekçilerle sömürgeciinkârcı politikaların boyunduruğuna
başkaldıran Kürt ezilenlerinin sokaklarda, birleşik halk direnişinde buluşması egemenlerin güncel korkusudur.
Olasıdır ki böylesi bir halk ayaklanmasının öncelikli hedefi hükümeti devirmek olacaktır. Ancak hali hazırda
egemen sınıfların başka bir politik alternatifi olmadığı için, mevcut hükümetin sokağın baskısıyla devrilmesi
egemen sınıfları politik istikrarsızlık
ve bunalıma sürükleyecektir.
Şiddet tartışmasının tam da bu
an’da yoğunlaşması asla rastlantı değildir.
Şiddete karşı kategorik bir tavır almak, gerçekte ezilen kitlelerin
başkaldırısına sırtını dönmek, ona
karşı daimi bir tavır almak demektir.
“Barışçıllık” saplantısı, tipik bir orta
sınıf tavrıdır. Demokrasi mücadelesi
orta sınıf uysallığını aşıp yoksullara
mal olduğu oranda “şiddet karşıtlığı”
zırvalarının aşılması da kaçınılmazdır.
[ 79 ]
TARİHİ GÜLÜNÇLÜK:
LİBERALLERİN ŞİDDET
KARŞITLIĞI
Zafer Emektar
“Sosyalizmin şiddet ve terörle hiçbir ilişkisi yoktur...”
Roni Margulies söze böyle girmiş 7 Aralık 2011 tarihli
Taraf gazetesindeki makalesinde... Meramını dolaysız
anlatan bir “saptama” bu. Başkaca bir şey söylememiş
olsaydı da bu “saptama”nın anlam ve içeriği hakkında
bir tartışma yürütebilmek için yeterli malzemeye sahip
olacaktık. Ama yazar işimizi bu anlamda kolaylaştıran
başkaca “saptama”larda da bulunmuş.
“Şiddet kullanmak sosyalist topluma ulaşmanın siyasi bir yönetimi değildir ve olamaz”
“Şiddet eylemleri emekçi kitleleri dışlayan, kendi eylemlerine değil başkalarının kahramanlığına güvenmelerine yol açan eylemlerdir. Sosyalizme ise ancak büyük
emekçi kitlelerin eylemi yoluyla ulaşılabilir.”
Ayrıca bir de, tartıştığı konunun genel anlamının dışında
özel/kişisel pozisyonunun okur tarafından “saptanması”nı
isteyen bir bilgilendirme yapma gereği de duymuş: “siyasi bir yöntem olarak şiddet eylemleriyle işim olmaz.” Ne
diyelim. Demek ki var bir derdi ve bildiği!
[ 81 ]
Marksist Teori
Margulies yazısında “saptama”lar
yapmakla yetinmemiş. Tarihsel ve
güncel olgu/olaylara atıflar üzerinden yorumlar da yapmış. “Şiddet,
terör ve sosyalizm” hakkında. Zaten
makalesinin başlığı da bu. Onlardan
da meramını yansıtan bazı örnekler
alalım...
“Demek ki, genel grev, devrim,
kitlesel mücadele süreci (yani farklı düzeylerde şu anda Mısır’da ve
Yunanistan’da yaşanan süreç) sosyalizme ulaşmak açısından rolü iyi
olur” bir süreç değil, olmazsa olmaz
bir süreçtir.
“Bu süreci yaşamayan bir sınıfa,
kahraman öncüler, korkusuz kır/kent
gerillaları, Guevaralar, bilmem ne
kurtuluş orduları, ilerici subaylar filan tarafından sosyalizm sunulamaz.
Sunulursa o sunulan şey sosyalizm
değildir.”
Yorumlar meselesi de esasen bu
minvalde...
Peki ya “kanıt”lar? Olmaz mı?
Onlar da “ağırlıklı” olarak Troçki’den
ve “hafifçe” de Marx’tan... Lakin köşesinin yarısından fazlasını kapsayan
bu alıntı “kanıt”larını buraya aktarmamızın olanağı yok. Anlamlarına
gerektiği kadar değineceğiz...
Biz de sözümüzün esasına Che
Guevara’ya ait veciz bir “saptama”yla
girelim... Der ki Che: “Devrimcinin işi
devrim yapmaktır” ve sanırım Margulies bildiği bu sözle ne zaman karşılaşsa entelektüel dünyasında “yasak
alarmları” duyulmaya başlar otomatik
olarak... Yazdıkları da bunu doğrular
niteliktedir zaten.
Neden doğruluyor? Anlaşılıyor
ki yazarın sosyalizm kavrayışında
devrim, “yapılan” bir şey değildir.
Adeta nedensiz bir sonuç gibidir, ya
da öznesiz yüklem... “Genel grev”,
“devrim” (hatta), “kitlesel mücadele”
gibi kavramlar belli ki onun akıl yürütme sisteminde, “yapılan-yapılması
gereken” pratik şeylerin gerçek karşılığı değil, yalnızca “olan” şeylerdir.
Olan şeyler de olacaktır zaten bir gün
ve mutlaka! “Başkaları”nın bunları
“ayrıca”da yapması/yapmaya kalkışması da nereden çıkıyor? Bu düpedüz bozgunculuktur, maceracılıktır,
tarihin sosyalizme giden tekerine taş
koymaktır! Devlet, şiddet mi uyguluyor işçilere, emekçilere, onlar zaten buna “kitlesel mücadele” yoluyla
karşı koyacaklardır... Hatta gerekirse
kitlesel şiddetle devlete ve sömürücülere hadlerini bildireceklerdir bir gün
ve mutlaka! “Ulaşılacaksa sosyalizme” böyle ulaşılacaktır, başka türlüsü olamaz! Eşek değil ya bu devleti
yönetenler ve burjuvalar, devirlerinin
bittiğini, yolun sonuna geldiklerini er
geç anlayacaklardır bu “genel grev”
ve “kitlesel mücadele”nin gücü karşısında. Pes edeceklerdir sonunda, en
azından canlarını kurtarma pahasına!
Olması gereken olacaktır yani
sonuçta... Zaten bu bir “süreç”, olmakta olan bir “süreç”. Baksanıza
Yunanistan’a ve Mısır’a... Ama işte şu
“devrim yapıcıları” olmasa, şu “başkaları” şiddetle ve terörle sürece müdahale edip devletin ve diktatörlerin
ekmeğine yağ sürmese, ellerine koz
vermese, devlet terörü ve şiddetinin
[ 82 ]
Marksist Teori
daha güçlü örgütlenmesine meşruiyet
kazandırmasa, kışkırtmasalar militarizmi, devrimse devrim olacak neredeyse kazasız belasız, sosyalizme de
ulaşılacak mutlaka!
Roni Margulies’in “sosyalizme
ulaşma” tasavvurlarının yukarıdaki
türden açıklamalarla dolu olduğundan hiç kuşkumuz yok... Zihniyet
dünyasının ideolojik – politik kumaşı
buna oldukça uygun çünkü... Başkaca yazılarından da takip edilebilecek
bir mantık sürekliliğinden biliyoruz
ki Margulies, politik olarak giderek
“sıkı”laşan bir liberal, ideolojik olarak
da giderek “gevşeyen” bir sosyalizm
savunucusudur... “Marksist kırması” liberal aydınların bir türü olarak
Marguliesler de böyle “oluşuyor” ve
gelişiyor işte süreç içinde. Ne sosyalizmden vazgeçiliyor “kafa” olarak,
ne de liberalizmden pratik olarak. Bir
tür “suni denge” oluşuyor “kafa” ile
“el” arasında, diyalektik olarak! Ama
işte, devrim ve sosyalizm örgütlü, politik öznelerce süreç olarak “yapılan”
pratik bir faaliyet olduğu için, Margulies türü aydınların “gelecek teorisi”
giderek de hep “sağ”a çekmek zorunda kalıyor. Sosyalistliğin sağı, liberalliğin solu oluyor. Politik duruşlarını
belirleyen temel olgunun “pratik”
olarak liberalizm olması nedeniyledir
bu “denge kayması”... Sınıfsal diyalektiğin dengesini bulması mı diyelim
yoksa?
Ve bu nedenle Margulies’in “şiddet” ve “terör”ün geçmişi ve bugünü
hakkında “sosyalizm adına’ yazıp çizdiklerinde bir “ilke dengesi” bulmak
da olanaksızlaşıyor. O Marksizmin
ve devrimciliğin başta gelen politikpratik ilkelerinden birinin, tarihin
komünizme doğru ilerleyiş, “oluş”
güzergahlarının önünün örgütlenmiş
devrimci zorla/şiddetle de temizlenmeye çalışılması, kolaylaştırma çabası olduğundan habersizdir. Ya da biliyordur da, belki entelektüel bünyesi
kaldırmıyordur böyle bir gerçeklik
diyalektiğini! Yazısında “kahraman
öncüler, korkusuz kır/kent gerillaları, Guevaralar, bilmem ne kurtuluş
orduları, ilerici subaylar filan...” dediklerinin işleri üzerine ahkam keserken liberalizmin bildiğimiz “sırça
köşkü”nün içerisinden konuşmaktadır
Morgulies. “Terör” yaftasını yapıştırıvermektedir, andığı politik öznelerin
devrimci şiddet de içeren eylemleri
ve tarihsel hareket tarzlarına... Daha
da ötesi “bireysel terör” kategorisi
içinde değerlendirmektedir esasen bu
öznelerin işlevini...
“Kanıt” olsun diye Trokçi’den
yaptığı uzun alıntının içeriğinden anlıyoruz kurduğu bağıntının mantığını ve
meramını... Oysa söz konusu alıntıda
Troçki’nin söylediği şeylerin (1911
yılında) özü özeti şudur: bireysel terör
eylemleri komünistlerin amaçlarına
ulaşmak için benimseyebilecekleri
bir yöntem değildir. Ve bunu, terör
eylemlerinin kitlelerin örgütlenmesi ve savaştırılmasının yerine ikame
edilemeyeceği fikrini de ekleyebiliriz.
Troçki’nin zamanında bu söylediklerinin Marksizmin soruna ilişkin genel yaklaşımı açısından bir aykırılık
taşımadığı da açıktır üstelik. Ayrıca
[ 83 ]
Marksist Teori
Lenin, daha 1905 Rus Devrimi öncenin ve kolektif faaliyetin yapısı içine
sinde ve sürecinde “bireysel terör” ve
katmaya çalışmak, Lenin’in ifadesiy“terörizm” sorunuyla ilgili olarak hem
le, bu eylemlerini “soylulaştırmak”tır.
ilkesel ele alış açısından, hem de soruYani siyasal-toplumsal devrimin aynı
nun Rusya somutundaki görünümlerizamanda kurucu gücü haline getirmenin politik anlamı ve önemi açısından
ye çalışmaktır.
oldukça aydınlatıcı görüşler geliştirRoni Margulies’de böyle sağlam
miş ve analizler yapmıştır.
ve derin bir maddi dayanağa sahip taLenin’in söylediklerinin özü özerihsellik görüş açısının izlerini aramak
ti de şudur: Bireysel terör ve terörist
boşunadır. Ve böyle olduğu için, o,
eylemler sömürülen ve ezilen halk
Marksizmin, Che Guevara’nın adında
yığınlarının baskı ve zulme karşı
sembolize olan siyasal askeri stratejik
nefretlerinden, intikam isteklerinden
çizgi içinde üretilişine ve “yapılışı”na
ama aynı zamanda tümüyle uzak
da çaresizlik hissi
kalmaktadır, “ka‘Terör’ yaftasını
içerisinde bulufası” basmamakyapıştırıvermektedir,
nuyor olmalarıntadır. Kendi tüdan, maddi olaründen aydınlarda
andığı politik öznelerin
rak kendiliğinden
olduğu gibi, Mardevrimci şiddet de içeren
biçimde doğarlar
gulies de, “soyut
eylemleri
ve
tarihsel
ve örgütlenirler.
tarihselci”liğin
Bunlar ağır ve
teorik/düşünsel
hareket tarzlarına...
derin sınıf çekofluğuyla yaklişkileri altında
laşır
devrime,
parçalanan toplumsal yapının kaçınıldevrimin somutluğuna. Bu körlük
maz ürünlerinden, zorunlu görünümonu, örneğin Küba devrimi için bir
lerinden biridirler. Ve böyle olduğu
program ve strateji hazırlayan kurucu
için komünistler bu eylem biçimlerini
önder kadrolarının baştan itibaren bir
küçümsemezler, onları kullanan kitkitlesel mücadele çizgisi geliştirme
lelere sırtlarını dönmezler ve hele de
perspektifine ve pratik yönelimine sakategorik olarak “devrime karşı” bir
hip olduklarını, haliyle Marksist devmisyon asla atfetmezler. Yapmaya,
rimciliğin siyaset felsefesinin pratik
başarmaya çalıştıkları şey, sınıf savailkesine bağlı kaldıklarının inkârına
şımı biliminden ve pratik bilincinden
kadar götürür.
henüz ve doğal olarak habersiz bu kitMargulies de, evet, Küba’da devrilelerin önüne doğru hedefler koyarak,
min “olmuş” olduğunu “saptayacak”tır
aydınlatmak, eğitmek, onların objekmutlaka “tarihsel” olarak! Her şey olup
tif olarak bireysel terör ya da teröbittikten sonra “saptayacak”tır, ama
rizm biçimini alan yıkıcı enerjilerini
işte tam da bu nedenle anlamayacak,
partili/devrimci sosyalist örgütlenmeanlayamayacaktır... Anlayamaz, çün[ 84 ]
Marksist Teori
kü Küba devriminde onun teorik dünyasında yeri olmayan bir “somut”luk
vardır: Küba’da da devrim, devrimci
etkin özneler tarafından “yapılmış”tır,
“süreç” olarak! Devrimi pratik olarak
yapanlar olduğu için, devrim “tarihsel” olarak da olmuştur. Guevaralar’ı,
“bilmem ne kurtuluş orduları” da vb.
olduğu için Küba’da devrim yapılmıştır. “Yapılmayan” devrim dünyanın
hiçbir yerinde olmamıştır, şimdiye
kadar. Öncüsü/önderleri olmayan devrim de olmamıştır, olmaz! Öncüleri
savaşmayan, devrimci şiddeti örgütlemeyen devrim, kitlelerin şiddetini örgütleyemez, onları savaştıramaz, etkin
öznelere dönüşmelerinin koşullarını
yaratamaz, yapılamaz ve olmaz!
Sözde Marksizme, tarihsel materyalizm teorisine ne kadar sadık
olduğunu kanıtlamak için olsa gerek
Margulies, “sosyalizm kitlelerin kendi eseri olacaktır” gibi devrim-kitle
diyalektiğine dikkat çeken genel doğruları da dile getirmekte yazısında.
Aklınca “ilke dersi” veriyor “kahraman öncüler”den, “Guevaralar”dan
vb! sosyalizm için beklenti içine girecek olan kitlelere! Sakın ha diyor
emekçilere, devrim sizinle “olacak”,
sosyalizme de siz ulaşacaksınız, sizin
dışınızda zor araçlarını, şiddeti kullanmaya kalkan “başkalarını” işin içine karıştırmayın... Yoksa sosyalizme
sittin sene ulaşamazsınız, ona göre!
Belli ki devrim ve sosyalizm hakkında kendi “kafa”sının çok çalıştığına inanan yazar, kitleleri de bu
konularda “kafa”sız sanıyor! Ve sanıyor ki, kitleler devrimi ve sosyalizmi
“kafası çok çalışan” aydınlardan ve
“önder”lerden öğreniyor ve hatta onlardan bekliyorlar. İlişki tek yanlı ve
pasiftir. Yani, bu anlamda bile... Oysa
devrim ve sosyalizm mücadelelerinin
bütün tarihi gösteriyor ki, kitlelerin
kafaları, gerçek önderlerini yalnızca
“kafası çalışan”lar arasından seçmemek gerektiğini bilecek kadar iyi çalışır. Ve esasen “elleri” de iyi çalışanları arar, “kafa”sı “elleri”yle birlikte
devrime ve sosyalizme adanmış olan
“iyi çalışan”lardır, kitlelerin önderlik
beklediği insanlar. Margulies’in sandığı gibi onlar, “başkaları” da değildir
kitlelerin gözünde ve aklında. Çünkü
onları kitleler, kitlelerin mücadelesi
yaratmıştır özünde... Onlar kitlelerin
“kafa”sıdır aynı zamanda ve kitleler de onların eli... İlişki her zaman
çift yanlı bir bütündür... “Kafa”sında
devrim olanın “el”inde zor araçları
da olmak zorundadır... “El”inde zor
araçları olanların da, kafası aydınlık
olmak zorundadır... Kafasında devrim
ve elinde birkaç silah olan bir avuç
devrimci Küba dağlarında geleceğe
tutunduklarında önlerindeki karanlık
derindi. Ama o karanlığın içinde halk/
kitleler de vardı, yani tutunacak eller.
Bunu kavramak, Margulies’in teorik dünyasını aşıyor belli ki. Ama bu
onun sorunu, devrimin, sosyalizmin
ve kitlelerin değil!
Che Guevara, Margulies’in “başkaları” dedikleriyle kitleler arasındaki ilişkinin kendi somutluklarında
nasıl kurulduğunu anlatan çok özlü
bir deneyim aktarır: “kitleler bize
bilgeliklerini öğrettiler, biz de onla-
[ 85 ]
Marksist Teori
ra isyancılığımızı öğrettik.” Küba’da
devrim böyle yapıldı, yeni bir topluma buradan ulaşıldı, Bay Margulies’e
duyurulur.
Margulies’in adlarını zikrettiği Mısır ve Yunanistan’daki güncel deneyimin “şiddet, terör ve sosyalizm”le
ilişkisinin ne olduğu meselesine gelirsek, buralardaki halk/kitle isyanlarının ve devrimci süreçlerin sosyalizm
mücadelesinin geleceği bakımından
barındırdığı, açığa çıkardığı olanaklarla ilgili, olumlu anlamda bir dizi
şeye dikkat çekilebilir ve çekilmelidir de... “Devrimci iyimserlik” bilinci
esasen gerçeğin bu yanına bağlanmayı
da zorunlu kılar. Gelecek bu zeminde
kalınarak kurulabilir çünkü devrim ve
sosyalizm davası bakımından... Lakin
Mısır ve Yunanistan deneyiminin bugünkü düzeyi bize, “devrimci iyimserlik” bilincinin olgunlaşmış bir halini
sunmaktan uzak olduğunu, bu yönüyle henüz sürecin başında olduğumuzu
göstermektedir.
Böyledir, çünkü bir devrimci sürecin ilerleyişinin “kader tayini” bakımından belirleyici olan “devrimci
iyimserlik” ölçüsünün en objektif ve
maddi karşılığı devrimin önderlik gücü ve niteliğidir. Bu anlamıyla çubuğu bilinçli olarak “olumsuz” görünen
yanına doğru bükerek söylersek eğer;
Mısır ve Yunanistan devrimci kitle
süreçleri kendi özgünlükleri içinde
neredeyse “önderliksiz” bile kabul
edilebilirler. Bu “sağlama”mız devrimci iyimserliğimizin maddi temelini ortadan kaldırmaz ama Mısır ve
Yunanistan’nın “Guevaralara”, “bilmem ne kurtuluş orduları”na vs. ihtiyaçları olduğunu gösterir.
Bunu anlamayan/anlayamayan aklın devrimcilik adına tarihten öğrenebileceği pek bir şey yoktur. Haliyle Margulies’in yazıp çizdiklerinden
genel olarak emekçilerin, özel olarak
da Mısır ve Yunanistan’daki kitlelerin
öğrenebilecekleri bir şey de yoktur
esasen... Ve onun gibi düşünenler devrimcileşen ve devrimi daha bilinçli,
kararlı istemeye yönelen kitleler için
kelimenin gerçek anlamında “başkaları” olarak kalmaya mahkum olacaklardır... Bu da tarihin pratik derslerinden biridir...
[ 86 ]
Bir kampanyanın dersleri
SES VER ŞİDDETİ DURDUR
Birsen Kaya
“Kadınların tarihi her şeyden evvel
baskı altına alınışlarının
ve bunun gizlenişinin tarihidir.”
(Andre Michell)
ESP-Sosyalist Kadın Meclisleri, dört aya yakın bir
süreyi kapsayan çalışma yürüttü. Kadına yönelen şiddet
ve kadın cinayetlerine karşı “Ses Ver Şiddeti Durdur”
kampanyasını başarıyla tamamladı. SKM’nin çağrısına
üçyüz bin insan ses verdi. Üçyüz bin insan kadının tarihsel yok sayılmışlığına, yalnızlaştırılmasına, köleleştirilmesine isyanın sesi oldu. O sesler yüzlerce kadının
slogan sesinde Ankara’da, mitingde dondurucu soğuğa
rağmen bahar havasını taşıdı.
Kampanya; kadına dönük gizlenen baskının üzerindeki giz perdesinin kaldırılması anlamına geldi... Geniş
kadın kitleleri de baskının en vahşi biçimi olan şiddeti
gizlemeyerek, kutsal ev duvarları arasına hapsetmeye[ 87 ]
Marksist Teori
rek baskıya açık bir tutum almaya
yöneliyor... Artık kadını köleleştiren
baskı ve saldırılar gizli kalmayacak.
Kampanya bu mesajı verdi ve imza
veren yüzbinlerce kadın kendine dönük şiddeti bir sır, utanılacak bir ayıp
olmaktan çıkardı. Saklamanın yerine
mücadele isteği konuldu... Artık kol
kırılıp yen içinde kalmayacak...
Sosyalist kadınlar kampanyayla
heyacanla, enerjiyle birikmiş binlerce yıllık öfkenin yıkıcı gücüyle yüzbinlerce kadına siyasetin, toplumsal
yapının cinsiyetçi yüzünü teşhir edip
özgürleşmenin fethine çıktılar. Kutsal eşiğin ardında başlayan isyan,
eşik aşılarak kadın toplumsallaştı...
Sorun toplumsallaştı.. İsyan toplumsallaştı... SKM’lerin başlatmış olduğu “ses ver şiddeti durdur”, “şiddete
karşı 1 milyon imza” kampanyası
bu bakımdan iddialı bir çalışmadır.
SKM çalışmaya başlarken; kadına
yönelik şiddete karşı imza; toplumu
erkek egemenliğinin zorbalığına karşı taraflaştırmak, harekete geçirmek
anlamındadır dedi.
Tüm dünyada kadına yönelik şiddet ortalama olarak yüzde 10 oranında artmış durumda. Dünyanın yarısını
oluşturan biz kadınlar, erkek cinsinin
ve erkek egemenliğinin şiddeti altında yaşamaya mahkum ediliyoruz.
Türkiye’de ise son sekiz yılda şiddet
%1400 arttı. Türkiye istatistiklerine
bakarsak eğitimsiz kadınların %48′i,
eğitimli olanların ise %51’i fiziksel ve
sözlü şiddet görüyor. Üstelik bunu bir
diğer kişiye anlatamama oranı da yine
bir hayli yüksek.
Ezen cinsin tarih, devlet ve iktidarın tüm kuvvetlerini arkalayarak
kadın cinsine saldırması temel bir
toplumsal soruna dönüşmüştür. Öldürülen her kadınla bir cinsin geleceği, özgürlüğü, yaşam güvencesi
tehdit edilmektedir. Devlet, yargı,
erkek koalisyonu bu kanlı tablonun
esas sorumlularıdır. Kadın cinayetleri, toplumsal cinsiyet ayrımına dayanan ataerkil toplumsal ilişkileri yeniden üreten sistemin araçlarından,
yöntemlerinden biridir. Tarihle, felsefeyle, toplumbilimle, biyolojiyle
desteklenen, ideolojik olarak durmadan yeniden üretilen bir sistemdir bu.
Şiddet, cinsiyetçi ataerkil egemenliğin koruyucusudur. Erkek cinsin ekonomik üstünlüğüyle mülkiyet
sahipliği temeline dayanan bu şiddet,
kadının köleliğinin devam etmesi
için sistematik olarak erkek cinsin
uyguladığı baskıdır. Erkek egemen
sistemin en acımasız yüzüdür. Şiddet; kadınla erkek arasındaki eşitsiz
güç ilişkilerinin tarihsel göstergesidir. Erkeğin egemenlik aracıdır. Cinsiyetçi sistemin yapısal sorunudur.
Kadına yönelik cins kıyımına dönüşen şiddeti, sadece kadınların sorunu olarak görmek, sorunun toplumsal
ve politik niteliğini kavrayamamaktır. Böylesi tarihsel, toplumsal bir sorunun çözümü ancak ve ancak başta
kadınların, kadın örgütlerinin ve tüm
ezilen toplumsal kesimlerin devrimci
eyleminin konusu haline getirilmesiyle sağlanabilir. Devlet desteğiyle
toplumun yarısına yönelik yaşanan
cinsiyetçi kıyım karşısında özgün bir
[ 88 ]
Marksist Teori
mücadele hattı geliştirilmelidir. Bu
mücadele gelip geçici değil, süreğen
ve kararlı bir biçimde yürütülmelidir.
Bu şiddete karşı çıkmayan/çıkamayan başta kadın olmak üzere erkeğin
de, kadınların özgürleşmesi mücadelesinde sözü olamayacaktır. Sorunu
bir insana yöneltilen şiddet boyutundan çıkarıp, şiddetin kadının köleliğinin devamı olduğunu anlamak,
çözüme bir adım yaklaştıracaktır.
Ancak Türkiye’de kadınlar arasında demokratik cins bilincinde
bir gelişme var. Kadınlar yaşamlarından memnun değiller. Geçmişten
farklı olarak artık itiraz ediyorlar.
Bağımsız bir birey, insan olarak tanımlanmak istiyorlar ve haklarının
olduğunun bilincini her geçen gün
daha fazla kazanıyorlar. Toplumsal
kadınlık rollerini şu ya da bu düzeyde reddediyorlar. Mutsuz evliliklere
hapsolmak istemiyorlar. Toplumu
henüz değiştiremeseler de en azından kendi hayatlarını değiştirmek
istiyorlar. Erkek şiddeti, tam da bu
değişim isteğini boğmaya yöneliktir.
Katledilen kadınların bir kısmı aile
töresine uymadıkları, bir kısmı boşanmak istedikleri için öldürülüyor.
Erkek şiddetini destekleyen devlet
de ailenin mevcut durumunu korumaya çalışıyor. Kadınları katleden
“Aile reisleri” ile mahkeme reisleri
arasında oluşan kutsal ittifak, statükoyu korumayı hedefleyen gerici
bir ittifaktır. Kadını boğan ve isyan
ettiren bu koşulları değiştirme amaçlı mücadelesini “kadının görünmez
isyanı” olarak tanımlıyoruz. Amacı-
mız bu isyanı görünür kılmak ve toplumsal bir harekete dönüştürmektir.
“Kadına yönelik şiddet” kampanyasının özü, kadının evde yaşadığı
şiddetin toplu bir meşru müdafaayla,
bir kitle hareketiyle yanıtlanmasıdır.
Kadınların tek tek, yalıtık olarak yaşadığı şiddet olgusuna karşı, bütün
kadınları birleştiren bir kitle hareketi yaratmaktır. Kadın kitlelerinin
cins bilincinin ve devrimci enerjisinin uyandırılması için bu kampanya
önemli bir zemin yarattı.SKM nin
Siyasetin merkezine yürüme çağrısı kadın kitleriyle buluştu. Aynı zamanda sosyalist bir partinin kadın
özgürlük mücadelesiyle kurduğu
ilişki bakımından da kampanya yeni bir eşikti.Kadınların öncülüğü ve
iradesini kabul ederek, seferber olan
bir parti için, kadın önderleşmesinin
siyasi öznede belirginleşmesidir.
Kampanya yürüttükleri mücadelenin toplumdaki güçlü karşılığını
gören güçlerimize özgüven aşıladı.
Kitlelere gitme enerjisini tazeledi.
Partiyi belirli bir toplumsal sorunun
siyasi muhatabı olma yönünde geliştirdi.
Kampanya, hem toplumsal bilincin gelişimine, hem de duyarlılığın
artmasına hizmet etmiştir. Toplumsal
bir gündemi, somut siyasi çalışmaya
konu etmiştir.
İmza masaları, çalışmanın merkezlerinde duruyordu. Masalar, kitlelerle uzun vadeye yayılmış ve sürekli
temas noktaları olarak rol oynamıştır. İmza toplama çalışması aynı zamanda kampanya finali olan mitingin
[ 89 ]
Marksist Teori
de kitle katılımının örgütlenmesine
hizmet etmiştir. Diğer bir imza toplama kanalı ise birebir çalışma yürüten
gönüllü halkalarıydı. Parti kuvvetleri dışında kalan belirli bir kesimi de
imza gönüllüsü olarak örgütlemekte
kampanya başarı elde etti. Ancak bu
halkaların çapı, hedeflenen sayıya
ulaşmak bakımından yetersiz kaldı.
1 milyon imza hedefi gerçekleştirilemese de kampanyaya iddia ve
motivasyon katmıştır. Ayrıca bilinmelidir ki 1 milyon hedefi de ulaşılmaz ve imkansız değildi. Eğer kampanya başından itibaren son aylarda
yakalanan tempo, plan ve disiplinle
yürütülmüş olsaydı, 1 milyon hedefine de ulaşılabilirdi.
Marx, “Kadının durumu toplumun aynasıdır” der. ESP-SKM,
buradan hareketle kadına yönelik
şiddeti toplumsal bir sorun olarak
gördü. Sorun etrafında politik bir
saflaşma örgütledi: Kadına şiddete
karşı olan çoğunluk ve bunu savunan
azınlık. Devleti sorunun muhatabı
olarak teşhir tahtasına koydu: Şiddete maruz kalan kadınları korumayan
devletin bu şiddetteki sorumluluğunun altını çizdi.
SKM kampanya sürecinde dinamik, sürükleyici bir güç olarak konuyu parti gündemine taşıdı. Kampanyayı partiye mal etti. Tüm parti
örgütlerini harekete geçiren bir çalışma tarzı ortaya çıkardı.
Bu sorun ekseninde toplumu aydınlatmak, siyasi teşhir, ajitasyonun
yanı sıra, yine bu zeminde parti kuvvetlerini aydınlattı. Erkek atölyele-
rine somut siyasal bir biçim kazandırdı. Kadına yönelik şiddetle ilgili
olarak yapılan atölyeler, erkek sosyalistlerin kampanya çalışmalarına
katılım düzeyini artırdı.
Kampanyanın somut kazanımlarından birisi de erkek sosyalistlerin
bu siyasi mücadele içinde somut olarak değişmesi, dönüşmesi oldu. İmza
masalarında çalışan erkekler, şiddete
uğrayan sayısız kadınla yüzleşti, soruna dokundu, etkilendi. SKM partinin yarısıdır fikrinin kavranması,
aynı zamanda kadın kitleleri arasında parti çalışması anlayışının kavranmasına uygulamalı olarak hizmet
etti.
Bu çalışma aynı zamanda, kadınların kadrolaşmasının ve önderleşmesinin kitlelere dönük çalışma
içerisinde ve erkek egemen düzenle
siyasal mücadeleler içerisinde gerçekleşeceğini de bir kez daha gösterdi. Kitlelere gidildiğinde, düzenle
somut mücadelelere girişildiğinde,
bunun kadın inisiyatifini nasıl geliştirdiği, güçlendirdiği somut olarak
görüldü. Kitlelere bu yöneliş, kadın
yoldaşlar arasında kadın çalışmasına
ilgisizliği de kıran bir rol oynadı.
Özetle, yüzbinlerle yüz yüze geldiğimiz bu kampanya, hem kadın
hem erkek yoldaşları, bütün partiyi
belli ölçülerde değiştirdi. Yürünecek
yolu gösterdi.
Kampanya sürecinde bizimle temasa geçen, irtibat bilgilerini veren
binlerce kadın oldu. Bu teması canlı
kılmak, kadına yönelik şiddete karşı
mücadelede bu ilişkileri bir güce dö-
[ 90 ]
Marksist Teori
nüştürmek, hemen önümüzde duran
bir görevdir. SKM, bu amaçla yerel
kadın kurultayları düzenleyerek bu
güçlerle canlı bir ilişki kurmaya yönelecektir.
Kuşkusuz kadına yönelik şiddet,
cinayetlerden ibaret değil. Karakollarda, sokakta, okulda, medyada, savaş-
ta, kadının olduğu her yerde kadına
dönük şiddet sistematik olarak devam
ediyor. Kadın siyasetçiler TMY adaletsizliği ile dört duvar arasına konuyor. Dağlarda Kürt kadınları kimyasal
silahlarla katlediliyor. SKM, kadına
yönelik şiddetin tüm boyutlarıyla mücadelede etkin yerini alacaktır.
[ 91 ]
ENGELS’TE KADIN DEVRİMİ
Arif Çelebi
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”* adlı eseri ilk baskısının üzerinden beş çeyrek asır
geçmesine karşın, öneminden hiçbir şey kaybetmedi. O
günden bugüne Engels’in Morgan ve Bachofen’in araştırmalarını temel alarak incelediği konulara dair çok daha zengin bir bilimsel külliyat oluşmadı değil. Ancak bu
araştırmalar Engels’in eserinin önemini azaltmak bir yana, orada ortaya konan başlıca tezlerin altının daha kalın
çizilmesine hizmet etti.
“Kadın Devrimi”ne dair Teoride Doğrultu dergisinde
başlatılan ve Sosyalist Kadın dergisinde sürdürülmekte
olan tartışma konularının Engels’in eserinde yeri var mı?
Varsa hangi bakış açısıyla ele alınmış? Bu sorulara yanıt
bulmak amacıyla küçük bir kazı çalışmasının hiç de yabana atılmayacak yararları olabilir.
Tarihte belirleyici etken
“Materyalist anlayışa göre” der Engels, “tarihte son
tahlilde belirleyici etken, dolaysız yaşamın üretimi ve
yeniden üretimidir.” Engels bu cümlenin hemen deva* İnter Yayınları, Birinci Basım. Yazıda yer alan bütün alıntılar, ‘Tarih
Öncesi Uygarlık’ ve ‘Aile’ bölümlerinden alınmıştır.
[ 93 ]
Marksist Teori
mında “son tahlilde belirleyici etken” olan “üretim”in ikili karakteri
üzerinde durur. “Bu ise yine ikili
bir karaktere sahiptir. Bir yandan,
yaşam araçlarının gıda, giyim, barınak ve bunlar için gerekli aletlerin
üretimi; diğer yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belirli
bir tarihsel dönemin ve belirli bir
ülkenin insanlarının içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, üretimin
bu iki türü tarafından; bir yandan
emeğin, diğer yandan ailenin gelişme aşaması tarafından belirlenir.”
O halde bunlardan hangisinin, emeğin mi ailenin gelişiminin mi diğerine göre belirleyici etken olduğunu
tespit etmekte ölçümüz ne olacak?
Engels bu soruya şöyle yanıt verir:
“emek henüz ne kadar az gelişmiş,
ürünlerin miktarı, dolayısıyla toplumun zenginliği ne kadar kısıtlayıcıysa, toplum düzeni de o kadar çok
soy bağının egemenliği altında görünür.” Emek üretkenliğinin henüz
çok düşük olduğu, yani bir insanın
kendi yaşamını asgari düzeyde sürdürebileceği geçim araçlarını ancak
elde edebildiği, ortalama üretkenliğin henüz bir “fazla” oluşturmaya el
vermediği tarihin çok uzun bir döneminde, insanların içinde yaşadığı
toplumsal kurumlar türün üretimi
tarafından belirlenmiştir. Ne zamana kadar? Emeğin üretkenliği öyle
bir noktaya ulaşır ki, o günkü ortalama yaşam seviyesine göre toplum
asgari geçimin üzerinde bir farklılık
yaratır ve “onunla birlikte özel mülkiyet ve değişim, zenginlik farkları,
yabancı işgücünden yararlanma imkanı” sınıf karşıtlıklarının temelini
oluşturur. Soya dayalı eski toplum
düzeni ile bu yeni temel arasındaki
çelişkiler sonucunda “soy birlikleri
üzerine kurulu eski toplum, yeni gelişmiş toplumsal sınıfların çatışması
içinde parçalanır: yerini alt birlikleri
artık soy birlikleri değil, yerel birlikler olan devlet içinde birleşmiş yeni
bir topluma, aile sisteminin tamamen
mülkiyet sistemi tarafından belirlendiği ve bugüne kadar tüm yazılı tarihi
içeriğini oluşturan sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin bundan
böyle içinde özgürce geliştiği yeni
bir topluma bırakır.”
Engels’in kitabın birinci baskısına yazdığı önsöz, yukarıda aktarılan
bölümden de anlaşılıyor ki, hem materyalist tarih anlayışı, hem de konumuz özgülünde kadın devrimi bakımından büyük öneme sahiptir. Kadın
köleliğinin de, erkek egemenliğinin
de ezelden gelmediğini ve ebede gitmeyeceğini, kadının özgürlüğünün
de, köleliğinin de dolaysız yaşamın
üretimi ve yeniden üretimi tarafından
belirlendiğini, Engels en özlü biçimde
bu pasajda anlatır.
Tarihin ilk döneminde, soyun üretimi belirleyici etkendi ve bu nedenle
kadın erkeğe göre toplum içinde daha
özgür ve saygın konuma sahipti. Daha
sonra geçim araçları üretimi önem kazandı. Belirleyici üretim araçları süreç içinde erkeğin elinde kaldığı için,
kadın ikinci plana itildi ve erkek üretim araçları üzerindeki sahipliğini, soyun üretimi üzerindeki egemenliğinin
[ 94 ]
Marksist Teori
nedeni haline getirdi. Üretim araçları
gibi, kadın da türün üretim aracı olarak erkeğin mülkiyetine yazıldı.
Önce soyun üretimi daha sonra geçim araçları üretimi “belirli bir tarihsel dönemi ve belirli bir ülkenin içinde yaşadıkları toplumsal kurumları”
belirledi. Peki, tarihin yeni aşamasına
neyin üretimi damga vuracak? Soy
üretimi insanın doğaya tabi olduğu
dönemin ürünü. Geçim araçlarının
üretiminin belirleyici olduğu dönemde fazla emek zamanının onu yaratanların aleyhine toplumun bir bölümünce mülk haline getirilmesinin,
emek zamanının servetin kaynağı olmasının ifadesiydi. Ya sonra? Geçim
araçları üretimi ilelebet belirleyici
olmayacağına göre, hangi tür üretim
onun yerini alacaktır? Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, kadınların
özgürleşmesi için yeterli midir yoksa
bu özgürleşme, geçim araçları üretiminin, içinde yaşanılan toplumsal kurumlar üzerinde belirleyici bir etken
olmaktan çıkarılmasıyla mı sağlanabilir?
Sorulara yanıtları yazının sonuna
bırakıp devam edelim.
Soyun üretimi neden
belirleyiciydi?
İnsanlar daha en ilkel zamanlarda
“bireyin yetersiz savunma yeteneğinin yerine sürünün birleşik gücü ve
ortak çabası” ile varlıklarını sürdürebilir, türlerini devam ettirebilirlerdi.
Bu dönemde kadınla erkek arasında
herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmayan grup içi çok eşli cinsel birleşme
vardı. Daha sonra grup içi cinsel ilişkiye kimi sınırlamalar getirildi. Anne
ile erkek çocukları ve aynı anneden
doğma kardeşler arasında cinsel birleşme yasaklandı. Yine de çok eşlilik
devam etti.
“Grup ailenin tüm biçimlerinde,
bir çocuğun babasının kim olduğu
kesin değildir, ama annenin kim olduğu kesindir. O, toplumun tüm çocuklarına çocuklarım dese ve onlara
karşı analık görevleri olsa da yine de
diğerleri arasında kendi öz çocuklarını bilir. Böylece grup evliliği var
oldukça soyun izinin ancak anne üzerinden sürdürülebileceği ve böylece
yalnız kadın soy zincirinin tanındığı
açıktır.”
Soy zincirini bilmek neden bu
kadar önemliydi? Önemliydi çünkü
grup içinde en yakın akrabalık ilişkilerinden başlayarak, giderek genişleyen cinsel ilişki yasakları getirilmişti. Kardeşler ya da kuzenler arasında
cinsel ilişkiyi yasaklayabilmek için
soy zincirini bilmek zorunluydu.
Çoklu cinsel ilişkilerin devam ettiği
koşullarda babanın bilinmesi mümkün değildi, soy zinciri anne üzerinden oluşmak zorundaydı.
Peki, insanlar akrabalar arasında
cinsel ilişkiyi yasaklamaya neden
gitmişlerdi? Bu soruya kesin bir yanıt vermek çok da mümkün değil,
ancak varsayımlarda bulunulabilir.
Akrabalık dışı cinsel ilişkilerden
doğan çocukların diğerlerinden daha sağlıklı olmasının anlaşılmasıyla
yasaklama çemberinin genişlediğine
dair sav, en akla yatkın olanı. Hangi
[ 95 ]
Marksist Teori
nedenle olursa olsun “Ailenin tarihteki ilk gelişmesi, iki cins arasında
başlangıçta tüm aşireti kaplayan
evlilik ortaklığının hüküm sürdüğü
çemberin durmadan daralmasından
ibarettir. Önce daha yakın, sonra
gittikçe daha uzak, en sonunda salt
evlilik içi edinilmiş akrabalıkların
da ardı ardına dışlanmasıyla, nihayet her türden grup evliliği pratikte
olanaksız hale gelir.”
“Kadın egemenliği” mi?
“Kadınların” der Engels, “çoğunun ya da hepsinin bir ve aynı gense
mensup olduğu (çünkü soy zinciri kadın üzerinden izleniyordu) erkeklerin
ise çeşitli genslere bölündüğü (çünkü
gens içi cinsel ilişki yasak çemberi kısıtlandıkça gens dışı evlilik kural haline geliyordu) komünist ev idaresi ilk
çağlarda genel yaygınlığa sahip kadın egemenliğinin maddi temelidir.”
“Kadın egemenliği” sorunlu bir
kavramdır, zira o çağlarda herhangi
bir “egemenlik”ten söz etmek mümkün değildi. Engels, Morgan’ın kullandığı “ana hukuku” kavramına benzer nedenle itiraz eder. “Ana hukuku”
uygun bir terim değildir der, “çünkü
toplumun bu aşamasında hukuk anlamında bir hukuk henüz söz konusu
değildir.” Buna karşın “kısalığı yüzünden” bu terimi kullandığını yazar.
Hukuk gibi onu yaratan “egemenlik”
anlamında da bir egemenlik biçimi o
günkü toplumda yoktu. Engels’in de
egemenliği, hükümranlık anlamında
değil kadının belirleyici konumu anlamında kullanmış olduğu açıktır.
Tek eşlilik kimin eseri?
Engels çok evliliklerden tek eşliliğe geçişinin kadınların eseri olduğunu belirtir. “İktisadi yaşam
koşullarının gelişmesiyle yani eski
komünizmin altının oyulması ve nüfus yoğunluğunun artmasıyla eski
geleneksel cinsel ilişkiler saf niteliklerini yitirdikçe” der Engels, eski
biçim cinsel ilişkiler gittikçe “o kadar alçaltıcı ve ezici” hale gelmiş
olmalıydı. Bundan dolayıdır ki “sadece bir erkekle geçici ya da sürekli
evlilik” kadınlarca “o kadar ateşli
bir kurtuluş olarak” arzulanmış olsa gerekti. Eski grup içi çoklu cinsel
ilişkilerin çeşitli gelenek ve dinsel
ibadet (heterizm gibi) altında, erkek
için keyif, kadın için eziyet halini
alması, kadınları eziyetten kurtulmanın yollarını aramaya itmiş olmalı. Elbette bu yalnızca bir varsayım.
Bachofen ve Morgan’ın bu varsayımına Engels de katılır. Kesin olan bir
şey varsa o da altı oyulsa da, komünist ev idaresinin henüz sürdüğü ve
“ana hukuku”nun belirleyici olmaya devam ettiği koşullarda grup içi
çoklu evliliklerin tek eşliliğe kadar
daralmış olmasıdır. “Eşleşme evliliği” olarak adlandırılan bu evlilikte
aile büyüklerinin belirlediği erkek,
kadınla evlendirilir. Kişiler evliliği
sürdüremezlerse, boşanabilirler ve
boşandıktan sonra başkalarıyla tekrar evlenebilirler. Soy yine kadından
geçmekte, aile içinde kadının belirleyici konumu sürmekteydi. Bu tek eşliliğe geçiş, “kaynağını erkeklerden
alamazdı, çünkü erkeklerin aklına
[ 96 ]
Marksist Teori
“O zamanki toplum
töresine göre erkek, yeni
beslenme kaynağının,
hayvan sürüsünün, daha
sonra yeni iş aracının,
kölelerin sahibi” haline
geliyordu.
“Zenginlikler arttıkça,
bunlar bir yandan aile
içinde erkeğe kadından
daha önemli bir konum
veriyor, diğer yandan da
bu güçlenmiş konumu
kullanarak geleneksel
miras düzenini
çocukların yararına
devirme dürtüsü ortaya
çıkarıyordu.”
hiçbir zaman bugüne kadar bile fiili
grup evliliğin zevklerinden vazgeçmek gelmemiştir.”
Erkek egemenliği
nasıl doğdu?
Hayvancılığın, metal işlemeciliğinin, dokumacılığın ve tarım ekiminin
başlaması, insan işgücüne duyulan
ihtiyacı artırdı. Örneğin sürülerin evcilleştirilerek aile (gens ya da aşiret
anlamında) mülkiyetine alınmasıyla
birlikte, bunların bakımı için giderek
daha çok insana gereksinim duyuluyordu. Çünkü “aile hayvan sürüsü
kadar hızlı çoğalmıyordu, sürüye göz
kulak olmak için daha çok insan gerekiyordu, savaş esiri düşman bu iş için
kullanılabilirdi, üstelik tıpkı hayvan
sürüsü gibi çoğaltılabilirdi.” Böylece
esir almayla ilgili önceki adetler değişti. Eskiden erkekler ya öldürülüyor
ya da kabul edilirse galip gelen aşiretlere eşit statüyle alınıyorlardı. Kadınlarla evlendiriliyor ya da hayatta kalan çocuklarıyla birlikte yenen aşirete
dahil ediliyorlardı. “İnsan işgücü bu
aşamada henüz kendi bakım masraflarını kayda değer şekilde aşan bir
fazlalık” sağlamıyordu. Hayvancılık,
tarım vb. işlerin gelişmesiyle birlikte
insan işgücü “kayda değer bir fazlalık” sağlamaya başlamıştı. Bu nedenle esir erkekleri öldürmek ya da onları
kadınlar ve çocuklarla birlikte aşiretin
eşit bireyleri olarak kabul etmek yerine köleleştirme adedi doğdu.
Peki, oluşan bu “kayda değer fazlalık”, artan servet kime aitti? Başlangıçta hiç kuşkusuz ortak mülkiyet olarak gense. Fakat öyle kalmayacaktı.
“Eşleşme evliliği, aile içine yeni
bir unsur sokmuştu; öz annenin yanına, ispatlı delilli öz babayı.” Gens halen kadına göre belirleniyordu. Onunla
evli erkek başka bir gense bağlıydı.
Çocuklar annenin gensinden sayılıyordu. Baba öldüğünde, ya da koca ayrıldığında mirası çocuklarına değil bağlı
olduğu gensteki erkek kardeşlerine ya
da akrabalarına kalıyordu. Başlangıçta
bu miras, geçim üzerinde herhangi bir
etki yaratma düzeyinden uzak olduğu
[ 97 ]
Marksist Teori
için toplumsal hayattaki rolü önemsizdi. Ne ki, hayvancılık ve tarımla birlikte insan işgücüne duyulan ihtiyaç
artmış, bu da erkeğin toplum içindeki
önemini arttırmıştı. O zamanki işbölümüne göre yiyecek ve bunun için
gerekli iş araçlarını sağlamak esasen
erkeğe düşüyordu. Tıpkı ok ve yay,
av hayvanının kürkünden yapılmış
giysiler gibi. Şimdi bu yeni geçim ve
iş araçları da erkek öldüğünde ya da
boşandığında onun mirasçılarına kalıyordu. Bu artık gens için hayati önem
taşıyor bu geçim ve iş araçlarından
kadının ve çocukların yoksun kalması
demekti. Çünkü eski âdete göre kadına
ev eşyaları kalıyordu. Eskiden bunlar
önemliydi. Böylece gitgide “o zamanki toplum töresine göre erkek, yeni beslenme kaynağının, hayvan sürüsünün,
daha sonra yeni iş aracının, kölelerin
sahibi” haline geliyordu.
“Zenginlikler arttıkça, bunlar bir
yandan aile içinde erkeğe kadından
daha önemli bir konum veriyor, diğer yandan da bu güçlenmiş konumu
kullanarak geleneksel miras düzenini çocukların yararına devirme dürtüsü ortaya çıkarıyordu.” Çocuklar
anne gensine dâhil, baba ise başka
gense ait olduğu için öldüğünde ya
da boşandığında babanın bütün varlığı, kadının bağlı olduğu gensteki
erkek kardeşlerine kalıyordu. Bunu
gidermenin tek yolu çocukların baba soyuna bağlanması, kadına dayalı gensin ortadan kalkması, evlilikle
birlikte farklı genslere bağlığın ortadan kaldırılarak “aile birliği”nin kurulmasıydı.
Binlerce yıllık “analık hukuku”nun
yıkılışı böyle oldu. Ve bu “kadın cinsinin dünya tarihindeki yenilgisi oldu.
Erkek evde de dümeni ele geçirdi, kadın aşağılandı, köleleştirildi, erkeğin
keyfinin kölesi ve salt çocuk yapma
aleti haline geldi. Kadının sadakatini, yani çocukların babalığını garanti
altına almak için kadın erkeğin mutlak iktidarına terk (olundu) Erkek
onu öldürse sadece hakkını kullanmış
olur(du)”
Kadının nesneleşmesi
“Monogam aile” olarak adlandırılan ve halihazırdaki “aile” kavramına
kaynaklık eden aile tipi eşleşme evliliğinin içinden gelişmiş ve sonuçta
ona galebe çalmıştı. Bu aile biçimi
de tek eşliydi. Görünüşte böyleydi.
Gerçekte tek eşlilik yalnızca kadını
tanımlıyordu. Özellikle zengin ailelerde erkek bir dizi yolla çok eşliliği
sürdürüyordu. Monogam aile eşleşme evliliğinin her bakımdan ters yüz
edilmiş haliydi. Bu aile “erkeğin egemenliği üzerine kuruludur; kati amacı
babalığı şüphesiz çocuklar üretmektir
ve bu babalık gereklidir, çünkü bu çocuklar onun öz mirasçıları olarak buna göre babalarının servetine sahip
olacaktır.” Eşleşme evliliğinde kadının boşanma hakkı vardı, monogam
ailede ise bu hak ortadan kaldırılmıştı. Birinde komünal mülkiyet vardı,
diğeri erkeğin özel mülkiyeti üzerine
yükseliyordu.
Ailece edinilmiş servetin erkeğin
özel mülkü kabul edildiği ve mülkten yoksunlaştırılmış kadının erkeğin
[ 98 ]
Marksist Teori
yıldan fazla bir zaman sonra bile bukölesi sayıldığı monogomi “doğal
gün Anadolu’nun kimi bölgelerinde
koşullar üzerine değil iktisadi koşulve dünyanın birçok ülkesinde kadınlalar üzerine kurulu ilk aile biçimiydi”,
rın halen benzer koşullarda yaşamaya
ilkel doğal ortak mülkiyetin yerini özel
mahkûm edildiği biliniyor.
mülkiyete bırakmasının ürünüydü. Bu,
bir “egemenlik”in, ailede özel mülke
Erkeğin insanlığını
sahip olanın egemenliğinin ve onun
yitirmesi
kaçınılmaz ifadesi olarak “hukuk”un
doğuşu anlamına geliyordu. Egemen“Fuhuş” der Engels, “kadınlar
lik erkeğindi, hukuk da bu egemenliğin
arasında sadece kendini buna kaptızırhıydı. Kadın dış dünyadan giderek
ran bahtsızları alçaltır ve bunları sauzaklaştırıldı ve yatak odası- mutfaknıldığından çok daha az alçaltır. Buçocuk üçgenine hapsedildi; erkeğin
na karşılık o, tüm erkek dünyasının
ev zindanında bir çocuk doğurma alekarakterini alçaltır.” Kadının ezilti ve ev hizmetçisi haline getirildi. O
mesini, her kadın farklı şiddette ve
artık bir cinsel köle, erkeğin bir kulbirey olarak hisseder. Erkeğin ezmelanım nesnesiydi.
si ise “tüm erkek
Engels,
“kadın
dünyasının karakNerede kadına yönelik
aşağılandı, köleterinin” Engels’in
bir alçaltıcı davranış
leştirildi, erkeğin
deyimiyle alçaltılvarsa orada “tüm erkek
keyfinin kölesi ve
masını ifade eder.
salt çocuk yapma
Kadın şu ya da bu
dünyasının karakteri”
aleti haline geldi”
erkeğin tecavüzüalçalmaya devam eder.”
derken bu nesnene uğrar, şu ya bu
leşmeyi çarpıcı bierkeğin şiddetine
çimde ifade eder.
maruz kalır, bunu
Atina’da kadınların maruz kaldığı uyyapan erkek ise “tüm erkek dünyasıgulamaları aktararak bu nesneleşmeye
nın karakterini” yansıtır. İnsanlığını
somut örnekler verir: “Kızlar sadece
yitirme, yalnızca kadını her somut
eğirme, dokuma, dikiş, olsa olsa biraz
durumda ezen erkeğe özgü değildir,
da okuma yazma öğrenmekteydi. Neher erkek özel mülkiyete sahiplikle
redeyse kilit altındalar ve ancak diğer
yoksunlaştığı insanlığın izdüşümükadınlarla düşüp kalkabilirlerdi. Hadür. Hiçbir erkek bundan azade deremlik, evin ayrı bir kısmıydı, üst katta
ğildir. ‘Kadın dünyası’ gibi ‘erkek
ya da arka binadaydı, erkekler, özeldünyası’ da belirli bir dönemdeki
likle yabancılar oraya kolayca giretoplumsal koşulların ürünüdür ve kamezdi ve erkek konuk gelince kadınlar
dınlarla erkekler bu dünyanın somut
oraya çekilirdi. Yanlarında kadın köle
görünümleridir. Egemenlik “erkek
olmadan sokağa çıkamazlardı; evde
dünyasını” ve onun karşısında ezilresmen gözetim altındaydılar.” İki bin
mişlik “kadın dünyasını” temsil eder.
[ 99 ]
Marksist Teori
O erkek ya da kadın dünyası, devralınan geleneklerin ve içinde yaşanılan
toplumsal koşullara bağlı olarak her
bir erkek ve kadın bireyinin o dünyaları kendi eylemlerinde yeniden
üretmelerinin ifadesidir. Kuşkusuz
her erkek bireyin bireysel olarak kadın üzerindeki alçaltıcı egemenlikten
kendini kurtarma çabası önemlidir.
Ama erkek, egemenliğini üreten toplumsal koşullara saldırmadan kendini kurtaramaz. Çünkü nerede kadına
yönelik bir alçaltıcı davranış varsa
orada “tüm erkek dünyasının karakteri” alçalmaya devam eder. O halde
erkeğin insanlaşması ancak tam olarak tüm kadın dünyasının özgürleşmesiyle, erkek egemenliğinin kökünün kazınmasıyla mümkündür.
Cinsler arasındaki
çelişki uzlaşmaz mıdır?
Monogami ile birlikte kadın cinsi, erkek cinsin boyunduruğu altına
alınmıştı ve bu “o zamana kadar tüm
tarihin hiç bilmediği cinsler arası bir
çatışmanın ilanıydı”. Görüleceği gibi burada Engels doğrudan doğruya
“cinsler arası bir çatışma”dan söz
eder.
Engels bu çatışmayı “tarihte ortaya çıkmış ilk sınıf karşıtlığı” olarak tanımlar. Servetin artışı ile ortaya
çıkan özel mülkiyet erkeğin elinde
kalmıştı, kadın ise erkeğin kölesi, bir
“hiç”ti artık. Sınıf karşıtlığı bu nedenle, ilk formunu mülk sahibi erkek ile
mülkten yoksun kadın olarak göstermişti. Engels, ortaya çıkan çelişkiyi
“kadın-erkek antagonizması” yani
iki cins arasındaki uzlaşmaz çelişki
olarak tarif eder.
Monogam aile, “ilk sınıf karşıtlığını” iki cins arası çatışma, “cinsler
arası bir çatışma” olarak yansıttığı
içindir ki bugün de “onun tarihsel
kökenini sadakatle yansıtan ve erkeğin salt egemenliğinden kaynaklanan, erkekle kadın arasındaki keskin çatışmayı açıkça ortaya çıkaran
durumlar”la sık sık karşılaşırız. Böyle her durumda “uygarlığın başlangıcından beri sınıflara bölünmüş toplumun çözüp aşamadan içinde hareket
ettiği karşıtlık ve çelişkilerin minyatür
haldeki resmine sahibiz.” Görülüyor
ki Engels “cinsler arası” çelişkiden,
bu çelişkinin antagonist niteliğinden
bahseder ve çelişkinin çözümünü,
onu yaratan toplumsal temellerin yıkımında görür.
Kadın ezilmişliği emekçi
kadına mı özgüdür?
Engels’in söz konusu eserinde kadın şu ya bu sınıftan olarak değil, her
şeyden önce bir cins olarak vardır. Kadın ezilmişliği söz konusu olduğunda
bütün kadınları ayrım yapmaksızın
kadın cinsi ezilmişliğinin içinde sayar.
Ama ezilmişlikte bir sınıf farkından
söz ettiğinde de mülk sahibi ailelerin
kadınlarını kadın ezilmişliğinin, cinsel
köleliğin merkezine oturtur. Çünkü bu
ailelerde servet vardır ve o da erkeğin
elindedir. Çünkü erkek bu servetine
dayanarak fuhuş ya da başka biçimlerde çoklu cinsel ilişki olanağı bulurken, kadını servetini bırakacağı erkek
çocuk doğurma aleti olarak kullanır.
[ 100 ]
Marksist Teori
Şu ya da bu sınıftan aile içindeki kadın değil, bütün kadınlar geçim
kaynakları ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetten dıştalanmışlardı. Şu
ya da bu kadının değil bütün kadınların mülkiyetle ilişkisi erkeğe mülk
olma, erkeğin mirasını aktaracağı çocuklar üretmekten ibaretti. Daha zengin ailelerin bireyi olmak, daha zengin kocaya gitmek, kadının ezilmişlik
statüsünde niteliksel bir değişim yaratmıyordu. Yukarıda kölelik çağı
Atina’sında varlıklı ailelerde kadının
yerinin ne olduğunu aktarmıştık, Ortaçağlarda da kadın kölelik statüsünde
bir değişiklikten söz edilemez.
Ya kapitalizmde?
“Birçok evli çifti ve çocukları kapsayan eski komünist ev idaresinde,
kadınlara bırakılan ev idaresi, tıpkı
erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi kamusal toplumsal olarak
gerekli bir sanayiydi. Ataerkil aileyle
ve ondan daha çok monogam bireysel
aileyle birlikte bu değişti. Ev idaresi
komünal karakterini yitirdi. O artık
toplumu ilgilendirmiyordu. Bir özel
hizmet haline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın
bir hizmetçi oldu. Ancak zamanımızın
büyük sanayi ona –ve yalnızca proleter kadına– toplumsal üretim yolunu
yeniden açtı.”
Dikkat edilirse burada Engels kapitalist büyük sanayinin mülk sahibi,
burjuva ailelerin kadınlarına değil,
yalnızca proleter kadına toplumsal
üretime katılma yolunu açtığını belirtir. Dolayısıyla diğer kadınların aile
içindeki konumlarının dün ne idiyse
bugün de öyle kaldığını belirtir ve
şöyle devam eder; “modern bireysel
aile, kadının gizli ya da açık köleliği
üzerine kurulmuştur.” Şu ya da bu sınıftan kadının değil kadın cinsinin köleliğidir, sözünü ettiği. “Günümüzde”
der Engels, “erkek durumların büyük
çoğunluğunda en azından varlıklı sınıflarda, ailenin para kazananı, ekmek kazananı olmak zorundadır ve bu
durum ona hiçbir hukuki ekstra ayrıcalığa gereği olmayan egemen bir konum kazandırır. O, ailede burjuvadır;
kadın proletaryayı temsil eder.”
Açıktır ki, Engels para kazanmanın geçimin sadece erkek tarafından
sağlandığı bütün durumlarda, “en
azından varlıklı sınıflarda” erkeğe
burjuva, kadına proletarya payesi verir. Bugün burjuva ailede kadının da
gelir elde ediyor oluşu, mülk sahibi
olması vb. bu durumu değiştirmiştir.
İşçi ailesinde
cins çelişkisi yok mu?
Engels’e göre “Proletarya içinde
... monogaminin tüm temelleri ortadan kalkmıştır.” Peki, niye böyledir?
“Çünkü” der Engels, “burada monogaminin ve erkek egemenliğinin
tam da onu korumak için yaratılmış
olduğu hiçbir mülkiyet yoktur. Büyük
sanayi, kadını evden çıkarıp emek pazarına ve fabrikaya soktuğu ve onu
çoğunlukla ailenin ekmeğini kazanan
durumuna getirdiğinden beri proleterin evinde, erkek egemenliğinin son
kalıntıları da tüm temelini yitirmiştir.”
[ 101 ]
Marksist Teori
“Erkek egemenliğinin son kalıntıları da tüm temelini yitirmiştir” derken proleter ailede erkek egemenliğin
ortadan kalktığını mı söylemektedir
Engels? Hayır. Yalnızca o egemenliğin temelini yitirdiğinden söz eder.
Erkek egemenliğini yaratan erkeğin
para kazanan ve serveti özel mülkiyetine geçiren olmasıysa, kadın da
para kazanmaya başlıyor ve ortada
mülk edinilebilecek bir servet yoksa
bu egemenliğini önceki temeli, bu ailelerde ortadan kalkmış demektir. Ne
ki, bir şeyin varlık temelini yitirmesi
o şeyin hemen yok olacağı sonucunu getirmez. Aile, “toplumun içinde
hareket ettiği karşıtlık ve çelişkilerin
minyatür haldeki resmi”ni veriyorsa bize, çelişkinin ortadan kalkması
minyatürdeki yansımada çelişkinin
temelinin ortadan kalkmasıyla değil
“toplumun içinde hareket ettiği karşıtlık ve çelişkilerin” temellerini yitirmesi ile olanaklıdır.
Bu da yetmez. Engels, Morgan’dan
şunları aktarır: “Aile aktif unsurdur. O
hiçbir zaman durağan değildir, bilakis toplum alt bir basamaktan üst basamağa ilerledikçe, o da alt bir biçimden üst bir biçime ilerler. Buna karşın
“Bireysel aile” onu yaşatan bütün toplumsal
temelleriyle varlığını
sürdürdükçe, proleter
kadın, evin para kazananı olsa dahi, evin kölesi olmaya devam eder.
akrabalık sistemleri pasiftir, ailenin
zamanın akışı içinde kat etmiş olduğu
ilerlemeleri ancak uzun aralıklarla
kaydeder. Ve ancak aile radikal bir
şekilde değişince radikal bir değişikliğe uğrarlar.” Burada Morgan’dan
Marks’a geçer: “ve, diye ekler Marks,
genelde siyasi, hukuki, dini ve felsefi
sistemler için de aynı şey geçerlidir.”
Engels sözü şöyle bağlar. “Aile yaşamaya devam ederken akrabalık sistemi kemikleşir ve bu ikincisi bir alışkanlık olarak varlığını sürdürürken
aile onu aşar.”
Burjuva toplumda proleter ailenin konumu tam da böyledir. Üretim
araçları üzerinde özel mülkiyet ve bu
mülkiyetin doğan servetin babası belli
çocuklara aktarılması temeli üzerinde
kurulu monogami, proleter ailede varlık temelini yitirdi. Ne var ki, egemen
üretim biçimi ve onun temeli üzerinde yükselen hukuki, ideolojik, dinsel,
kültürel vb. üst yapı, toplumu biçimlendirmeye devam ettiği müddetçe
aile de egemen biçimin bütün özelliklerini sürdürmeye devam eder. Ama
aynı zamanda geçmişten devralınan
ve günün koşullarına göre üretilmeye
devam eden erkek egemenliğine dayalı gelenekler, kemikleşmiş alışkanlıklar olarak varlığını sürdürür.
Proleter ailede erkek egemenliğinin temelini yitirmesi ile kadının
aile içindeki pozisyonu arasındaki
çelişkiyi Engels şöyle aktarır: “büyük sanayi ona –ve yalnızca proleter
kadına– toplumsal üretim yolunu yeniden açtı. Fakat o şekilde ki, ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini
[ 102 ]
Marksist Teori
yerine getirirse, toplumsal üretimin
dışında kalır ve bir şey kazanamaz
ve toplumsal üretime katılmak ve
bağımsız para kazanmak isterse, aile görevlerini yerine getiremez. Ve
fabrikada nasıl ise kadın için tıp ve
hukuk kadar tüm işkollarında durum
öyledir.” Bir adım daha atalım. Kadın fabrikada çalışsa da tıp ya da hukuk alanında meslek edinse de “aile
görevleri” kamulaşmadığı ve onun
sırtında kaldığı müddetçe o bir de ev
işlerinde mesai tüketmek zorundadır.
“Modern bireysel aile, kadının açık
ya da gizli ev köleliği üzerine kurulmuştur ve modern toplum, molekülleri olarak salt bireysel aileden oluşan bir kütledir.”
Bu nedenle, “bireysel aile” onu
yaşatan bütün toplumsal temelleriyle
varlığını sürdürdükçe, proleter kadın,
evin para kazananı olsa dahi, evin kölesi olmaya devam eder.
Kadın sorunu salt işçiemekçi kadını mı
ilgilendirir?
Yukarıda değinildiği gibi Engels’in
bu konuya yaklaşımı açıktır, o meseleyi “emekçi kadına” daraltmaz, konuyu “cins çelişkisi” kapsamında alır.
Kaldı ki, “emekçi kadın” kavramı bütün işçi köylü, küçük mülk sahibi, serbest meslek sahibi ve ücret kazanmasa da “ev kadını” olarak ev içi hizmet
işi gören kadınları kapsadığına göre
toplumdaki kadınların ezici çoğunluğunu tanımlar. Yine de Engels, kadın
sorununu salt emekçilik yapıp yapmamaya göre ayırmaz. Atina örneğinde
olduğu gibi köle sahibi bir ailede,
kadın dış dünyadan soyutlanarak eve
kapatılarak bir cinsel köle olarak görülür. O kadının başka kölelere hükmediyor olması onun bir kadın olarak
erkek karşısında cinsel köle olduğu
gerçeğini değiştirmez.
Denebilir ki, bugün artık kadının
konumu değişmiştir. Varlıklı ailelerde kadın mülk sahibi olabilmekte,
miras bırakabilmektedir. Bugün artık
özellikle ileri kapitalist ülkelerde boşanma ve kürtaj hakkı da tanınmıştır.
Bu ailelerde kadınlar ev işlerini de
ücretli hizmetçilere yaptırmaktadırlar.
Kısacası Engels’in varlıklı ailelerde
kadının konumuna dair yaptığı tasvir,
bugün artık geçerli değildir. Kısacası
varlıklı ailelerde de, pek çok durumda
kadın da evin para kazananıdır. Kadının mülkiyet hakkını elde etmesi nedeniyle burjuva ailede de monogami
temelini yitirmiştir.
Doğrudur. Ama Engels’ten bu yana başka şeyler de oldu. Görüldü ki,
sermaye düzeninde erkek egemenliği salt bir aile içi egemenlik, kadın
salt bir aile içi köle değildir. Kadının
konumu yalnızca aile içindeki pozisyonuna bakarak değerlendirilemez.
Bugün şu ya da bu sınıftan aileye
mensup kadın değil, bütün bir kadın
cinsi şu ya da bu aileden erkekler tarafından değil bütün bir erkek cinsi
tarafından ezilmektedir. Fuhuş sektöründe çalışan şu ya bu kadın değil,
pornografi malzemesi yapılan şu ya
da bu kadın değil, şu ya da bu kadın
bedeni değil, genel olarak kadınlık,
erkeğe sunum malzemesi olarak rek-
[ 103 ]
Marksist Teori
lam nesnesi olarak sermaye yatırımı
konusu haline getirildi. Şu ya da bu
erkeğin kontrolündeki kadın değil genel olarak kadınlık erkeklik algısına
bir cinsel meta, bir cinsel nesne olarak
işlendi. Bundan dolayıdır ki, cinsel
şiddet-eziyet salt erkeğin “sahip olduğu” kadına yönelik bir fiil olmaktan
çıktı, her erkeğin her kadına yöneltebileceği bir saldırı haline geldi. Böylece kadın, önceki dönemlerde şu ya
da bu erkeğin ya da erkek grubunun
nesnesi iken sermayenin egemenliği
altında kadınlık, erkekliğin nesnesi
haline getirildi. Kadının nesneleştirilmesi toplumsallaştı. Bu nesneleşmenin bugün artık pek çok durumda
inceltilmesi, bu gerçeği değiştirmiyor.
Diğer yandan, ekonomik sömürü,
kadın haklarının en ileri olduğu ülkelerde dahi aynı işe eşit ücret vermeme
biçiminde devam ediyor. Sosyal dışlanmışlık kadınların yönetim kademelerinden uzak tutulmasıyla sürdürülüyor. Ev içi cinsel ve fiziksel şiddet de
bir genel sorun olarak devam ediyor.
Yalnızca işçi kadınların değil, genel olarak emekçi kadınların ezilenin ezileni olduğu, çalışma hayatına
katılmanın kadınları ev köleliğinden
kurtarmadığı, aksine ücretli emekçi
kadınlarda olduğu gibi bunun yalnızca çifte kölelik olduğu açıktır.
Hukuki eşitlik kazanmış bir burjuva kadın, sermaye egemenliği altında
kadının toplumsal nesneleşmesinden,
ezilmişliğinden payını alır. Ama o aynı zamanda sınıfsal olarak bu düzenin
sahibidir. O evde artık bir “proleter”
değildir. Bu nedenle hukuki eşitliğin
sağlandığı burjuva ailede, cins çelişkisi antagonist niteliğini yitirir. Ama o
cins çelişkisi sermaye düzeni altında
toplumsallaştırıldığı için, o yeni düzeyde antagonist bir nitelik kazanır.
Çelişki de ancak toplumsal düzeyde
çözülebilir.
Kadınların kurtuluşu
“Evlilikte erkeğin üstünlüğü onun
iktisadi üstünlüğünün basit sonucudur ve onunla birlikte kaybolur”, der
Engels. Bu iktisadi üstünlük üretim
araçlarının özel mülkiyetinden kaynaklanır. “Yaklaşan toplumsal devrim, kalıcı, miras bırakılabilecek en
önemli servetlerin –üretim araçlarının en azından çok büyük bölümünün– toplumsal mülkiyete dönüştürülerek tüm bu miras kaygılarını en aza
indirecektir.” Monogaminin iktisadi
temelleri böyle yok edilecektir.
Peki, bu, kadınların kurtuluş mücadelesini o güne kadar dondurmaları
gerektiği anlamına mı gelir?
Engels karşı görüştedir. “Proletaryayı ezen iktisadi baskının özgül
niteliği kendini tüm sertliğiyle ancak
kapitalist sınıfın tüm öz ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında
tam bir hukuki eşitlik kurulduktan
sonra gösterir.” Proletarya, her konuda ayrıcalıklara karşı hukuki eşitlik,
demokrasi mücadelesi vermeden “iktisadi baskının özgül niteliği”, proletarya ile burjuvazi arasındaki çıplak
çelişki kendini tüm açıklığıyla ortaya
sermez. O “ayrıcalıklar”, sömürü ve
baskının bütün sebebiymiş gibi görünür. Proletaryanın bu “hukuki eşitlik”
[ 104 ]
Marksist Teori
mücadelesi Engels’in o günkü koşullardaki tarifiyle “demokratik cumhuriyet” mücadelesini başarıya ulaştırması “iki sınıf arasında uzlaşmaz
karşıtlığı yok etmez, tersine üzerinde
sonuç alınıncaya kadar mücadele edileceği alanı hazırlar.”
Kadın hakları mücadelesine de
Engels tam da bu bakış açısıyla yaklaşır: “aynı şekilde, modern ailede
erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özgül karakteri ve ikisi arasında
gerçek bir eşitlik kurmanın zorunluluğu ve yolu da ancak her ikisi tamamen eşit hukuki haklara sahip olduğu zaman gün ışığına çıkacaktır.”
Görüleceği gibi erkek egemenliğinin
özgül karakteri onun özel mülkiyete
dayalı toplumsal düzen olduğunun
açığa çıkması için hukuki eşitlik mücadelesinin önemine vurgu yapar Engels. Ki bu kadının kurtuluş mücadelesinin, burjuva toplumun sınırları
içinde kadın cinsinin erkek cinsiyle
aynı hukuki haklara sahip olma mücadelesinden geçtiğini, yalnızca sermaye egemenliğine değil doğrudan
erkek egemenliğine karşı savaşımın
kadınların kurtuluş mücadelesinin
ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterir.
Sosyalizmde sorun
çözülecek mi?
Engels, “kadın kurtuluşunun ilk
önkoşulu”nu “tüm kadın cinsinin
yeniden kamusal sanayiye dönmesi”
olarak koyar. Ama bu, “toplumun iktisadi birimi olarak bireysel ailenin
ortadan kaldırılmasını gerektirir.”
Bu nasıl mümkün olacaktır? “Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete
geçmesiyle bireysel aile toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar, özel ev
idaresi toplumsal bir sanayiye dönüşür. Ancak bu yolla çocukların bakım
ve eğitimi ev içi işler bir kamu meselesi haline gelir, toplum ister evlilik
içi ister evlilik dışı olsun tüm çocuklara eşit şekilde bakar.”
Ne var ki, toplumsal hayatın bu
düzeye yükselmesi için emeğin üretkenliğinin aileyi bir iktisadi birim
olarak bütünüyle gereksizleştirecek,
çocuk bakım ve eğitimini bütünüyle
kamu işi haline getirecek denli gelişmesi gerekir. Sosyalizmin inşa sürecine girişmekle bunun hemen gerçekleşmeyeceği, komünizme doğru
alınması gereken bir yol olduğu açık.
Engels’in tarif ettiği toplum düzeni
komünizmde tam karşılığını bulabilir. Zira ailenin ortadan kalkması anlamına gelen onun bütünüyle iktisadi
birim olmaktan çıkarılışı toplumun
gelişkin bir üretkenlik düzeyine ulaşmasıyla mümkündür. Aile de tıpkı
devlet gibi süreç içinde sönecektir.
Nasıl ki sosyalizmden komünizme
geçiş sürecinde sınıf çatışması yeni
biçimler altında sürmeye devam edecekse, aile içinde de cins çatışması
eski geleneklerle harmanlanmış olarak yeni biçimlerde boy verecektir.
Deneyimler göstermiştir ki erkekler
geçmişten devraldıkları ayrıcalıkları
bırakmakta pek istekli davranmamışlardır. Çocuk bakımının ve ev işlerinin henüz bütünüyle kamu işi haline
gelmediği koşullarda bu işlerin ağır-
[ 105 ]
Marksist Teori
lıklı olarak kadın tarafından sürdürülmesi, kadının “yükü” paylaşmak
için bir erkek partnere, kocaya ihtiyaç
duyması, erkeğin aksine kadını eve ve
“aile”ye zımbalayan bağları belli bir
düzeyde korumaya zorlar. Böyle olduğu için hem çalıştığı hem de eve ve
aileye karşı sorumlulukları bir ölçüde
sürdükçe, kadın yönetim işlerinden
dışlanmaya ya da kendini yönetim
işlerinin dışında tutmaya devam eder.
Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesi, kadın-erkek arasındaki antagonist çelişkinin temellerini
yıkar. Ne ki, bu, çelişkinin ortadan
kalkması anlamına gelmez. Bunun
için ‘aile’nin bir gereklilik olmaktan
çıkması zorunludur. Bu da sosyalizmde kadın kurtuluş mücadelesinin hem geçmişten devralınan erkek
egemenliği ve kadın köleliğine dair
geleneklere, hem kadının aileyi geçindirme sorumluğunun ev bakımı
sorumluğuyla birleşmesinden ortaya
çıkan yeni ayrımcılık biçimlerine
karşı özel biçimde, cins mücadelesi
olarak örgütlenmesinin zorunluluğunu gösterir. Ama hem de, ailenin
bütünüyle iktisadi birim olmaktan
çıkmasına hizmet edecek düzeyde
emeğin üretkenliğinin geliştirilmesinin toplumun “herkesin ihtiyacına göre” seviyesine ulaştırılmasının
kadın kurtuluşunun olmazsa olmazı
olduğunu ortaya koyar.
En başta bugüne kadar insanların
içinde yaşadığı toplumsal kurumları
belirleyen iki tür üretimden bahsedilmişti; biri türün üretimi, diğeri geçim
araçlarının üretimi. İnsanlığın kurtuluşu ile birlikte kadının nihai kurtuluşu, hangi biçim altında olursa olsun,
geçim araçları üretimini belirleyici
olmaktan çıkarmak ve onun yerine
yararlanılabilir zaman üretimini koymaktır.
[ 106 ]
NEPAL’DE
DEVRİMCİ MUHALEFETİN
YOL HARİTASI
Zehra Akdağ
Nepal’de önderlik ettiği Halk Savaşı ile 240 yıllık
monarşiye son veren, uzunca bir dönem boyunca silahlı
devrim mücadeleleri bakımından dünyada en ön saflarda yürüyen Birleşik Nepal Komünist Partisi (Maoist) –
BNKP(M), 2006 yılında barış süreciyle birlikte başlayan
ve Prachanda-Bhattarai önderliğindeki hükümetin sosyal
demokrat politikalara dümen kırmasıyla ağırlaşan derin bir
iç krizle sarılıyor. İki çizgi mücadelesi olarak ifade edilen
bu süreç, bir yanda Başkan Pushpa Kamal Dahal “Prachanda” – Başkan Yardımcısı Baburam Bhattarai ikilisinin
önderliğindeki çoğunluğun, diğer yandan Genel Sekreter
Ram Bahadur Thapa “Badal” – Başkan Yardımcısı Mohan
Baidya “Kiran” önderliğindeki azınlığın arasında artık uzlaşma kaldırmayacak bir tartışmaya dek ilerledi.
Dergimiz yayına hazırlandığı günlerde Birleşik
NKP(M) önemli bir merkez komite toplantısına sahne
oluyordu. Bu toplantıda doğrudan partinin iç krizi konu
alınıyor. 24 Aralık’ta başlayan toplantıya öncelikle Prac[ 107 ]
Marksist Teori
handa “Yükselen Kriz Hakkında
Kısa Siyasi Rapor: Çözümü ve Gelecek Programları” başlıklı bir siyasi
rapor sundu. Raporun bütününü reddeden muhalefet önderi Baidya ise
28 Aralık’ta “Partinin Sorunları ve
Çözümü Hakkında” başlıklı ayrı bir
siyasi rapor hazırlayarak toplantıya
sundu. Baidya çizgisinin uluslararası sesi konumundaki Red Star (Kızılyıldız) dergisinin haberine göre bir
çok MK üyesi, gerçekte uzlaşmaz
iki belge etrafında dönen bu tartışmaların ayrılığı kesinleştirdiğini ancak adının konmadığını belirtiyor.
Tartışmanın ana ekseni aslında
2005 Rolpa Kongresi’ne dek gidiyor. Çin ve Hindistan arasında sıkışmış bulunan Nepal’de devrimin
halk savaşı yoluyla ilerletildiği hatta zafer kazandığı koşullarda dahi
süreklileştirilemeyeceği, savunulamayacağı düşüncesi, yıllarca Halk
Savaşına hakim olmuştu. Rolpa
Kongresi’yle birlikte bu durumdan,
kraliyete karşı burjuva 7 parti ittifakı ile ittifak temelinde çıkış sağlanmıştı. Maoist devrimciler riskli
bir ittifak ve seçim manevrasıyla
mücadelenin önünü açmıştı. Ancak
barış süreci BNKP(M) için burjuva
partilerin, ABD ve diğer emperyalist
güçlerin ve Hindistan yayılmacılığının bir çürütme koridoruna dönüştü. Anayasa ve orduların birleşmesi
ekseninde uzayıp giden tartışmalar
sürerken, hükümetten çekilme ve
dahil olma süreçleri ve halk eyleminin esasen bu çerçevede başvurulan bir yedek kuvvet olmakla sınırlı
tutulması, burjuvazi ve emperyalist
güçlerin iç çelişkilerinin ve süreci
tıkamalarının devrimci mücadelenin
büyütülmesine sunduğu önemli fırsatların değerlendirilememesi, Kurucu Meclis’teki varlığına ve hükümet
olduğu dönemlere rağmen halkın hiçbir temel ihtiyacına çözüm gücü olamaması, Hindistan-ABD müdahalesi
çekincesinin sürecin tümünde bir gölge gibi BNKP(M)’nin üzerinde dolaşması ve politikalarında belirleyici
olması, BNKP(M)’de sürece yayılan
bir irade aşınması ve özellikle son bir
yılda teslimiyetçi ve sosyal demokrat
politikaların ilerletilmesiyle birlikte
ilerledi. Parlamentodaki tartışmalarda
önemli bir zaman ve enerji kaybedilirken, barış sürecinin sürekli oyalamalarla zamana yayılması, bu süreçte Halk Kurtuluş Ordusu içerisinde
önemli bir erime yaşanmasını da getirdi. Barış süreciyle birlikte kadın savaşçı oranının % 40’lardan % 10’lara
düşüşü barış sürecinin HKO üzerindeki etkilerinin çarpıcı bir görünümüdür. BNKP(M) uluslararası alanda
da, Devrimci Enternasyonal Hareket
(RIM) başta olmak üzere kendisini
devrimci güçlerden giderek yalıtan ve
tersinden, bir yandan parti düzleminde revizyonist ve reformist güçlerle,
diğer yandan hükümet düzleminde
Hindistan yayılmacılığı ve ABD emperyalizmi başta gelmek üzere emperyalist güçlerle ilişkilerini geliştirdi.
Son olarak Hindistan Komünist Partisi (Maoist) önderliğinden Mallojula
Koteswara Rao ‘Kisanji’nin katledilmesine yönelik anlamlı bir tavra gi-
[ 108 ]
Marksist Teori
rilmemesi, kendisini yalıtmadaki özeninin göstergesiydi. Baidya grubunun
açıklamalarının ve kitle tabanının
basıncına yanıt olarak Hindistan’dan
ölümü araştırması için talepte bulunmakla yetindi ki talebin formülasyonu
bile ciddi bir ödün oldu.
Eski devlet aygıtının ordu ve bürokrasi dahil tüm aygıtlarıyla parçalanması hedefi yitirilerek, monarşinin
elinden doğrudan burjuvazinin eline
geçen bu aygıtın salt müzakereler
temelinde HKO tarafından emilmesi
iddiasıyla ilerlenmesi, Kurucu Meclisin “kurucu” niteliğini yitirerek daimi parlamenter bir yapılanmaya dönüşmesine seyirci kalınarak onun bir
parçası olunması, barış sürecine temel
olan anlaşmaların defalarca burjuva 7
parti ittifakınca bozulmasına rağmen
bu süreçlerin silahlı mücadeleye geri
dönüş için halk nezdinde meşruiyet
alanı açma biçiminde yanıtlanması
bir yana, planlanan kitle eylem çizgisinin dahi hayata geçirilmemesi,
BNKP(M)’yi giderek parlamenter
sistemin unsuru haline getirdi.
Bu sürece doğal olarak parti içinde
orta sınıf yaşam tarzı ve düşünüşün,
bürokratik işleyişin derinleşmesi eşlik etti. Parti tüm olanaklara rağmen
kongresini toplamadı. Giderek sosyal
demokrat yönelim parti içinde çoğunluk haline geldi.
Son bir yıl içinde atılan adımlar
bu siyasi ve ideolojik bocalama ve
kırılmayı teslimiyet düzeyine çıkardı.
Badal – Baidya muhalefetinin de temel güncel karşı çıkış noktaları olan
önemli tavizler ard arda sıralandı.
Konteynırların anahtar teslimi, Halk
Savaşı esnasında el konulan ve yoksul köylülerin kullanımına sunulan
toprakların mülk sahiplerine devredilmesi kararı, Hindistan ile imzalanan ve Hint burjuvazisine Nepal
aleyhine önemli ekonomik imtiyazlar sunan BIPPA anlaşması ve nihayet Kasım ayı başında Halk Kurtuluş
Ordusu’nun mutlak tasfiyesi anlamına gelen 7 maddelik bir anlaşmanın
imzalanması bu teslimiyet çizgisinin
ifadesidir.
Baidya ve Badal önderliğinde gelişen devrimci muhalefet, bu teslimiyet
çizgisini hedef alıyor. Ancak muhalefet
de sürecin bütünlüklü bir değerlendirmesini ve kendi tutumunun muhasebesini yapmış değil ve adım adım mevzi
kaybederek nicelik bakımından parti
içinde azınlık haline gelmiş durumda.
Merkez Komitesinin Koteswar toplantısı, BNKP(M)’nin ve Nepal’de Maoist devrimciler önderliğinde başlayan
devrimci mücadelenin seyri bakımından hayati öneme sahip. Devrimci muhalefet içerisinde Badal ve Chand’ın
kesin bir örgütsel ayrışmadan yana,
Baidya Gaujarel’in ise bekle-gör eğiliminde olduğu ifade ediliyor. BaidyaBadal muhalefeti merkez komitesinin
146 üyesinden 45’inin desteğine sahip.
Prachanda-Bhattarai hattı ise çoğunluğu temsil ediyor. Toplantı sürerken,
kararsızların bir kısmını ikna etme yönündeki girişimlerin başarılı olmadığı
ifade ediliyor.
Yayınladığımız belge, muhalefet
önderi Mohan Baidya Kiran’ın sunduğu siyasi rapordur. Muhalefet bu
[ 109 ]
Marksist Teori
belgeyi “yol haritası” olarak adlandırıyor. Prachanda’nın sunduğu siyasi
rapor ise henüz Nepal dili dışındaki
dillere çevrilmedi.
Nepal devriminin ve BNKP(M)’nin
gelişim seyrinin ideolojik, teorik, siyasi ve örgütsel boyutlarıyla incelenmesi
ve dersler çıkarılmasında olduğu ka-
dar, Nepalli devrimcilerle dayanışmanın doğru temelde ilerletilmesi bakımından da sürece ilişkin her iki tarafın
belli başlı belgelerinin incelenmesinin
yararlı olacağına inanıyoruz. Bu nedenle Kiran’ın raporunu, İngilizce çevirisinden Türkçeleştirerek okurlarla
paylaşıyoruz.
[ 110 ]
PARTİNİN SORUNLARI VE
ÇÖZÜMÜ HAKKINDA
Kiran Yoldaş - 27 Aralık 2011
1. Yeni bir rapor ihtiyacı:
Şu anda sınıf mücadelesi ciddi bir yol ayrımında ve bu
sınıf mücadelesi partimizdeki iki çizgi mücadelesine yansıyor. Nepal’de yeni demokratik halk devrimi ve komünist
hareketin tarihi yeni bir dönüm noktasında. Biz hayati türden bir doğum sancısı içindeyiz. Bir yandan 1996’da başlayan büyük halk savaşı sürecini parlamento bataklığına
doğru tasfiye etme komplosu pekiştirilirken, diğer yandan
devrimci çizgi Nepal yeni demokratik halk devrimine süreklilik kazandırmak için yeni bir kararlılıkla bu eğilime
karşı daha etkili biçimde yükseliyor.
Nepal halk devrimi ve komünist hareket tarihinde bir
dönem kapanmış ve yeni bir dönem başlamıştır. Ve bu süreç ilerlemektedir. Nepal devriminin görevlerini ileri taşımamız ve tamamlamamız için, sınıf mücadelesinde ve partinin iki çizgi mücadelesinde yeni ve daha ciddi tehditlerle
yüzleşmemizi gerektiren yeni bir tarihsel gereklilik doğmuştur. Tarih bizden açık bir kopuş ve net bir yanıt beklemektedir: bu tehditlerle yüzleşerek ve aşarak kararlıca ileri
[ 111 ]
Marksist Teori
mi yürünecek, yoksa gericiler önünde
boyun mu eğilecek?
Ancak devrimimiz sürüyor. Bu hayati süreçte yüce şehitlerimizin, kaybedilen ve gazi savaşçılarımızın ve
halkımızın tüm bir Nepal devriminde
ve büyük Halk Savaşı’nda sergilediği fedakarlık, katkılar ve eşi benzeri
görülmemiş cüret ve cesaret öyküleri
özel bir önem ve hak ettiği saygıyla
hatırlanmalıdır. Halkın kurtuluşu ve
devrim yolundaki yüce idealler ve
hayaller sert sınıf mücadelesi ve parti içindeki iki çizgi mücadelesinin
ayrılmaz parçaları olarak birbirine
bağlıdır. Ve bu idealleri ve hayalleri asla unutamayız. Başkan yoldaş
Prachanda’nın 24 Aralık 2011’de
merkez komitesi toplantısında sunduğu “Yükselen Kriz Hakkında Kısa
Siyasi Rapor: Çözümü ve Gelecek
Programları” başlıklı siyasi rapor
sınıf mücadelesinin ve iki çizgi mücadelesinin bu karmaşıklığını ve gerçekliğini kavramamakta ve kabul etmemektedir. Bu durum böylece ayrı
bir siyasi raporu gerektirmiştir.
2. Başkan yoldaşın
sunduğu rapor üzerine:
Başkan yoldaşın sunduğu rapordaki temel konular ve başlıca eğilimler
şöyle özetlenebilir:
Raporun dördüncü maddesi parti
içinde var olan birlik ve polemiklere
değinmiştir. Raporda şöyle denmektedir: “Parti içinde devrimin yönetici
ilkesi olarak MLM/Düşünce (Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Düşüncesi), onun temel önermelerinin
savunulması, uygulanması ve geliştirilmesi konusunda hiçbir resmi
tartışma yoktur, bu ilkeler partinin
nihai hedefi ve azami programı olarak sosyalizm ve komünizm, partinin
stratejisi olarak yeni halk demokrasisi ve asgari programı olarak onun
programı, federal halk cumhuriyeti
ve federal cumhuriyetin ülkenin şu
anki objektif durumu içinde partinin
temel taktikleri olarak benimsenmesi ve ulusal kurtuluş ve federal
cumhuriyete özellikle odaklanmak
üzere kitle ayaklanmasına gidiştir.
Ancak yukarıda değinilen hedeflerin başarılması için atılacak taktik
adımlar konusunda sıklıkla çelişkiler ve tartışmalar yaşanmıştır, bunlar
partinin bütünsel ideolojisini belli
koşullar altında kendine çekebilmiş
ve etkili olmuştur”. Nitekim burada
değinilen kimi konuları ele almak
gerekiyor. Partinin yönetici ilkelerinde Marksizm-Leninizm-Maoizm/
Mao Düşüncesi gibi paralel ve kafa
karıştırıcı ifadeler olmamalıdır. Bu
konuda uzun bir tartışma olmuştur
ve belli prosedürleri tamamlayarak
bu sorunları çözmekte anlaşılmıştır.
Bu bağlamda, bu sorunu belli işleyişle çözmenin ve “Maoizm” ifadesini
kullanmanın uygun olacağı biçiminde kendi görüşümüzü kaydetmiştik.
Yeni halk demokrasisini partinin
asgari program ve stratejisi olarak
ve sosyalizm ve komünizmi azami programı olarak benimsediğimiz
açıktır. Ama başkan yoldaş çeşitli medya açıklamalarında ve daha
özelde Kramvanga dergisine (Sayı 2,
[ 112 ]
Marksist Teori
Kasım/Aralık 2011) verdiği bir röportajda yeni demokratik halk devrimi
ile sosyalist devrim arasındaki ayrım
çizgisinin giderek inceldiğini ve yeni
demokratik halk devriminin tamamlanması görevi ile sosyalist devrimi
tamamlama görevinin bir tek görev
biçiminde merkezileştiğini belirtmiştir. Başkanın bu görüşleri devrimin
aşamaları, programları, strateji ve taktiklerine ilişkin sorunlarda büyük kafa
karışıklığı ve ciddi ideolojik sorunlar
yaratmıştır.
Eğer başkanın görüşleri tamamen
doğruysa, yeni demokratik halk devrimine dair konseptine komprador,
bürokratik ve kapitalist yönelim rehberlik etmektedir. Bu görüşler Nepal
gibi yarı feodal, yarı sömürge ve yeni
sömürge koşullardaki bir ülkenin gerçekliği ile bağdaşmaz.
Bu alıntıda partinin temel taktikleri olarak federal halk cumhuriyeti ve
federal cumhuriyet konusunda bir anlaşmazlık olmadığı belirtilmektedir.
Ama parti, alıntıda belirtildiği gibi bu
iki ifadeyi eş zamanlı olarak partinin
paralel taktikleri olarak benimsememiştir. Bu karşılıklı bir çelişkiyi açıkça ortaya koymaktadır.
Raporun beşinci maddesi iki çizgi
mücadelesi ya da anlaşmazlığın temel
konusunun, federal cumhuriyet taktiğinin kazanımların kurumsallaşması
mı, yoksa bunların gerici sistemde
kısmi reformlar olarak yaftalanarak
yok edilmesi mi biçiminde bir tartışmaya doğru tedricen sürüklendiğini
belirtmiştir. Bu kazanımları ortadan
kaldırma sorunu değildir, gerçek so-
run, demokratik cumhuriyeti partinin
stratejisi olarak kabul ederek parlamenter sisteme mi saplanıp kalınacağı, yoksa federal halk cumhuriyeti
kurulması için ileri mi yürüneceğidir.
“Kurumsallaşma ve yok etme”den
bahseden adı geçen rapor, “gerici sınıf ve onun partileri demokratik cumhuriyeti burjuva parlamenter bir cumhuriyete çevirmeye çalışırken bizimki
gibi bir proletarya partisi de onu yeni
demokratik halk cumhuriyetine çevirmeye çalışacaktır” diyen, merkez komitenin Chunwang toplantısında partinin kabul ettiği federal cumhuriyet
tutumuna karşı yöneltilmiştir.
Benzer biçimde, aynı raporun giriş
kısmında, barış, anayasa ve hükümetle ilgili taktikler mevcut iç mücadelenin ve parti içindeki çelişkilerin odak
noktası olarak alınıyor. Aynı zamanda
bu konunun partinin ideolojisi ve stratejisiyle ilgili bir ideolojik tartışmaya
sürüklendiği belirtiliyor. Bu büyük
ölçüde doğrudur. Ama ideoloji ve
strateji üzerine sorunlarımız karşılıklı
olarak iki zıt perspektif ve değerlere
dayanmaktadır.
Barış, anayasa ve hükümet kesinlikle ideoloji ve stratejiye integral
bir parça olarak bağlıdır. Başkan yoldaşın görüş açısından barışın anlamı
Halk Kurtuluş Ordusunu silahsızlandırmak, demokratik halk devrimini
teslim almak ve tasfiye etmektir; anayasanın anlamı parlamenter anayasa
yazmaktır ve hükümetin anlamı da
eski devlet mekanizmasına köleliğin
kabulüdür. Müzakerede uzlaşmalar
(‘al ve ver’) yapılır. Ama tüm bu sü-
[ 113 ]
Marksist Teori
reç boyunca sadece her şeyi vermiştir
fakat hiçbir şey almamıştır. Bu sadece bir uzlaşma değil mutlak bir teslimiyet ve kapitülasyondur. Koşullar
göstermiştir ki Kurucu Meclis taktik
olarak değil stratejik olarak ele alınmaktadır. Bu şekilde, yeni demokratik
halk devrimini ve kitle ayaklanmasını
sonlandırmaya ve tasfiye etmeye yönelik çabalar gösterilmektedir.
Aynı raporun beşinci maddesinde
Başkan yoldaş kitle ayaklanmasının
tekrar tekrar ve bilinçli girişimlere
rağmen hemen hayat bulmadığını belirtmiştir. Fakat bu doğru değildir. Bu
sadece onun iddiasıdır. Gerçekte hiçbir zaman bu yönde çaba veya yönelim göstermemiştir.
Şimdi sağcı revizyonizm komünist devrime içte ve dışta ciddi bir
tehdit oluşturmaktadır. Fakat başkan
yoldaşın raporunun beşinci maddesi “sağcı revizyonistlerin tehdidine”
karşı konacağını ve “mekanik ve
sekter bakış açısının” sadece karşıdevrime hizmet edeceğini belirtmiştir. Kolayca anlaşılabilir ki, saldırı
parti içinde süregiden iki çizgi mücadelesindeki devrimci çizgiye karşı
yöneltilmiştir.
Başkan yoldaşın raporu partinin
koşullarını çok kötümser bir tarzda
çizmiştir. Partinin tehlikeli bir biçimde çözülme ve tasfiyeye doğru
ilerlediğini belirterek, “gerçekte parti ölmektedir” demiştir. Kolektif karar, bireysel sorumluluk, demokratik
merkeziyetçilik, aidat sistemi, kota,
mali şeffaflık ve feda ve kararlılığın
üzerinden kişisel çıkarların buldozer
gibi geçtiğini belirterek kişisel çıkarların ve bencilce motiflerin partide
baskın hale geldiğini söylemiştir.
Bu konuları ortaya koyarak temel
sorunları ve konuları uzaklaştırmaya ve zayıflatmaya çalışmıştır. Fakat
gerçekte, kendisi tüm bu eğilimlerin,
trendlerin, sorunların ve bireysel çıkarların prototipi ve odak noktasıdır.
Benzer biçimde rapor bir yandan
partinin var olan refah sahibi sınıfı
ile işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi saklamaya çalışırken diğer yandan tüm
partinin ölmekte olduğunu belirtmiştir. Bu gerçeğin çarpıtılmasıdır,
çünkü tüm parti değil, sadece eski ve
tutucu güç ölmektedir. Gerçekte eski parti ölmektedir ve yeni bir parti
doğmaktadır.
Başkan yoldaşın raporunun beşinci ve sekizinci maddelerinde konteynırların anahtar tesliminin ve dört
maddeli ve yedi maddeli anlaşmaların ilgili parti komite ve organlarınca
oybirliğiyle kabul edildiği belirtiliyor. Bu beyaz bir yalandır. Gerçek
farklıdır. Partinin daimi komitesinin
toplantısında ordu entegrasyonu, dört
maddeli anlaşma ve dört maddeli anlaşmada adı geçen demokratik cumhuriyet anayasası ifadesine ilişkin
konulara şerh notları düşülmüştür.
Başka konularda da söz hakkını saklı
tutma ifade edilmiştir. Epey şaşırtıcı
olarak, Halk Kurtuluş Ordusu’nun şube sorumluları konteynır anahtarları
teslim edilirken haberdar edilmemişlerdir. Buna ek olarak, yoldaş Kiran
ve yoldaş Badal’ın merkez komiteye
bu konularda sunduğu mektuplarda
[ 114 ]
Marksist Teori
bunlar açıkça ifade edilmiştir. Başkanın raporu bu konularda hiçbir
tatmin edici cevap ve açıklık sunmamaktadır. Raporun sekizinci noktası,
dört madde anlaşması, konteynırların
anahtarları, yedi maddelik anlaşma,
mülkiyetlerin geri verilmesi, BIPPA
(Hindistan’la imzalanan İkili Yatırım Teşvik ve Koruma Anlaşması)
konularına ilişkin merkez komiteye
sunduğumuz mektuplarda ele aldığımız sorunlara değinmiştir, ancak
hataları kabul etmemiştir. Ve nihayet,
rapor Başkana sunulan, Halk Kurtuluş Ordusuyla ilgili sorunları ele
alma talepli mektuba değinmemiştir
bile. Rapor bu konuları tamamen yok
saymış ve bu konuların ciddiyetinin
altını oymuştur.
Başkan yoldaşın sunduğu raporun
dokuzuncu noktasında partinin mevcut
sorunlarını çözmek için on maddelik
öneri sunulmuştur. Yüzeyde bu öneriler uygun görünmektedir. Ama özde
sorunun düğüm noktasının farkında
değillerdir. Partinin mevcut problemleri esasen bakış açısı ve işleyişe ilişkindir. Bakış açısına ilişkin sorunlar
ideoloji, strateji, program ve siyasi
çizgi ile bağıntılıdır. İşleyişe ilişkin
sorunlar temelde demokratik merkeziyetçilikle ilişki içindedir. Sorunların
çözümü için temel tedavi olarak ulusal
kongre önerilmiştir. Tüm konularda
yoğun bir tartışma yürütülmeksizin,
doğru bir analiz ve değerlendirme
yapılmaksızın, özeleştiri yapılmaksızın ve tüm hata, zaaf ve eksiklikleri düzelterek bir öz-dönüşüm tercih
edilmeksizin partide bir güven ortamı
yaratmak zor olacaktır. Bu yapılmaksızın ulusal kongre sorunları çözemez.
Disiplini korumak ve demokratik
merkeziyetçiliği kurmak için öncelikle parti politikalarının, programlarının
ve siyasi çizgisinin devrimci olduğu
netleştirilmeli ve önderlik içinde güven ortamı oluşturulmalıdır. Birinci
önderlikten yoldaşlar ve başkaca sorumlu yoldaşlar tarafından parti disiplini ve işleyişi ihlal edilmiştir. Bu arka
cepheye karşılık, önderliğin durumun
ciddiyetine özel dikkat göstermesi ve
dönüşüme kararlı olduğunu ifade etmesi çok önemlidir.
Raporun sonuç bölümü “örgütsel
sağlamlaştırma ve halk seferberliği
programını” içermektedir. Halkın harekete geçirilmesine ilişkin program
soyuttur. Ve mücadeleye ilişkin programı dikkate almamaktadır. Bu programların kimi noktaları doğru olmakla birlikte bu tip bir program temel
sorunlar çözülmeden anlamsız olur.
Raporda değinmeyi gerektiren, en ilginç nokta ise emperyalizme ve yayılmacılığa karşı ve ulusal bağımsızlık
lehine hiçbir somut program ortaya
koymamasıdır. Bunun yerine dolaylı
olarak BIPPA’yı desteklemiştir.
Raporun bütününde Başkan yoldaş parti içinde var olan krizin temel
nedenini başka bir yerde arayarak boş
bir çaba harcamıştır. Gerçekte bu tip
bir krizin merkez üssü birinci önderliğin kendisidir. Bütüne dair bir özet
olarak, merkez komite toplantısına
sunulan rapor eklektik tarza dayanmakta ve sağcı oportünizme yönelim
göstermektedir. Sonuç olarak bu ra-
[ 115 ]
Marksist Teori
por mevcut sorunları ve partinin krizini çözemez.
3. Parti ve devrimin
sorunları üzerine:
a. Örgütsel sorun:
Şu anda demokratik merkeziyetçilik, eleştiri-özeleştiri sistemi, kolektif
karar alma süreçleri, bireysel sorumluluk, komite ve önderlik sistemi, çalışma tarzı ve prosedürleri, mali prosedürler, halka yönelik politika, parti
çalışanlarına yönelik politika ve uluslararası kardeşçe ilişkiler dahil her
şey karmakarışık durumdadır. Parti
yaşamındaki bu karışıklığın arkasındaki nedenler şunlardır: Partide üst
sınıf ve alt sınıf arasındaki yarılma,
partinin devrim ve sınıf mücadelesinin aracı olarak kullanılması yerine
reformizm ve uzlaşmanın aracı olarak
kullanılması, önderlikteki kimi sorumlu yoldaşlarda gelişen bürokratik,
uzlaşmacı ve anarşik eğilim, parti kararının en sıkı biçimde uygulanması
yerine birinci önderlik tarafından ihlali. Böylece öncelikle birinci önderliğin ve de tüm önderliğin tüm hata ve
zaafların düzeltilmesi yoluyla dönüştürülmesi gereklidir.
b. Barış ve anayasa hakkında:
Hepimiz barış ve anayasa yanlısıyız. Ama ülkenin ve halkın çıkarları
aleyhine bir barış ve anayasadan yana
değiliz. Ülkenin ve halkın lehine bir
barışın inşa edilmesi için, ulusal güvenlik politikasının formüle edilmesi,
halk anayasasının oluşturulması ve
ordunun onurlu biçimde entegrasyonu gereklidir. Ama bu konulara ciddi
dikkat göstermek yerine Halk Kurtuluş Ordusu aşağılayıcı ve hakaret edici biçimde çözülüyor. Halk Kurtuluş
Ordusu’nun entegrasyonu SSR (güvenlik sektörü reformu) modeli yerine
DDR (silahsızlandır, çöz ve rehabilite
et) modeli ile, bireysel başvuru ve silahsızlanma yoluyla yapılıyor. Halkın
lehine anayasa yazmak antifeodal ve
antiemperyalist özde bir federal halk
cumhuriyeti anayasası anlamına gelmeli, bu anayasa buna uygun devlet
yapılanmasını, işçi ve köylüler dahil
halkın haklarını, kadınlara, dalitlere ve Müslüman topluluklara özel
hakları güvenceleyecek, etnik ulusal
azınlıkların ve Madeşi topluluklarına
kendi kaderini tayin hakkını kabul
edecek ve etnik kendini yönetim ilkesini kuracaktır.
Şimdi bu tipten bir anayasa yapma
ihtimali azalmaktadır. Bunun nedeni,
iç ve uluslararası gericiliğin Birleşik
NKP (Maoist)’i parlamenter siyasetin
ve ulusal kapitülasyonun bataklığına
çekmek ve halkı bir kez daha aldatmak için ciddi bir konspirasyon yürütmesindendir.
c. Sokak, parlamento
ve hükümet üzerine:
Barış sürecini ve anayasa oluşturma sürecini halkın lehine bir süreç olarak ilerletme kararını benimsedik ve
bunun başarısızlığa uğraması halinde,
yeni bir devrimi hazırlamak için sokak, parlamento ve hükümet cephesini
kullanmamız gerekiyor. Ama bu cepheler doğru biçimde kullanılmıyor.
[ 116 ]
Marksist Teori
Son günlerde hiçbir mücadele
programı yok. Sokaklar fiilen boşalıyor. Bazı yoldaşların parlamento veya
Kurucu Meclis’te anayasanın çerçevelendirilmesinde anlamlı ve uygun
bir rol oynamasına rağmen, birinci
önderlik halkın çıkarına hiçbir etkili
rol oynamadı. Aksine önderlik, halka
karşı hareket etti. Parti oybirliğiyle
Başkan yoldaşın Kurucu Meclis’in
anlaşmazlık çözücü alt komitesinde
yer almamasına karar verdi ve Başkan yoldaş parti kararını yok saydığında, parti tekrar tekrar adı geçen alt
komitede yer almaya devam etmemesine dikkatini çekti. Şimdi dahi parti
kararına karşın bu alt komitededir ve
keyfi biçimde partinin tutumunu terk
etmiştir. Başkan yoldaş keyfi biçimde
bizim Kurucu Meclis’teki üyelerimizin çoğunluğunun verdiği mücadele
çerçevesinde kabul edilen belgelerden kimi konuları çıkarmıştır. Bürokratik ve komprador kapitalist sınıfın egemenliği artmaktadır ve bizzat
Başkan yoldaş bu sınıfı arkalamaktadır. Bu durum devam ederse Kurucu
Meclisin geçerliliği neredeyse sona
gelmiştir.
İktidardayken hükümet halkın,
ülkenin ve devrimin çıkarları doğrultusunda çalışmak yerine halkın,
ülkenin ve devrimin çıkarları aleyhine davranmıştır. Halk Savaşı süresince Maoist önderlere ve işçilere
yönelik açılan davaların geri çekilmesi ve düşürülmesi konusunda yapılan anlaşmaya rağmen bu konuda
hiçbir çaba gösterilmemiştir. Sonuç
olarak Halk Savaşı sırasında kendi-
lerine karşı açılan davalarda Maoist
liderleri ve işçileri tuzağa düşürmek
için komplolar örgütlenmektedir. İktidardayken ulusal bağımsızlığı korumaya almak yerine, yayılmacılığın
çıkarları lehine İkili Yatırım Koruma
ve Teşvik anlaşması (BIPPA) imzalanmıştır. Bu bağımsız ulusal ekonomiyi inşa etmede ek bir engel teşkil
etmiştir. Halk, onlar için devrimci
toprak reformları temelinde alternatif bir anlaşma yapılmaksızın, büyük
Halk Savaşı esnasında ele geçirdikleri topraklardan kovulmaktadır. İşçiler çıkarları için çalışmak yerine,
protesto haklarından mahkum edilmektedirler. Hükümetin önderliğinde
olan yoldaşlar partinin siyasi çizgisini, kararlarını, direktiflerini ve mekanizmasını büyük ölçüde yok sayarak
anarşik biçimde kendilerini ortaya
koymaktadır. Bu durumda partinin
iktidarda kalmaya devam etmesinin
hiçbir haklı nedeni yoktur.
d. İki çizgi mücadelesi üzerine:
Parti içinde sürmekte olan iki çizgi
mücadelesi bir dizi aşamadan geçmiştir. İki çizgi mücadelesinin düğüm noktası şunlardır: Demokratik cumhuriyetle tatmin mi olacağız, yoksa federal
halk cumhuriyetine mi ilerleyeceğiz;
devrimin parlamenter sistem yönünde
çözülmesi mi yoksa kitle ayaklanması
için hazırlık mı yapacağız; ulusal bağımsızlığımızı mı savunacağız, ulusal
kapitülasyonu mu seçeceğiz; halkın
kendi-kendini yönetimi ve yaşamına
ilişkin temel sorunları çözerek onurlu
bir ordu entegrasyonu temelinde bir
barış sürecini mi seçeceğiz, yoksa eski
[ 117 ]
Marksist Teori
devlet iktidarının karşısında diz mi çökeceğiz; antiemperyalizm ve antifeodalizm özlü bir anayasa mı yapacağız
yoksa gerici parlamenter bir anayasa
mı yapacağız?
Partide iki çizgi mücadelesi inişli çıkışlı biçimde ilerledi. Palungtar
plenumunun ardından merkez komite toplantısının yapıldığı zamana dek
parti devrimci bir siyasi çizgi benimsemişti. Bu siyasi çizgiyi uygulama
sorunu doğduğunda durum tersine
dönmeye başladı. Nisan 2011’deki
merkez komite toplantısında partinin
devrimci siyasi çizgisi aniden azınlık
statüsüne indi. Partimizin önderliğinde bir hükümetin oluşturulması sürecinden geçerek bugüne gelindiğinde
ise durum tam bir U dönüşü yaşadı.
Mayıs 2011’de daimi komitede ordunun entegrasyonu üzerine alınan
karar, Madeşi partileri ile imzalanan
dört maddeli anlaşma, konteynırların anahtarlarının teslimatına ilişkin
karar, yerel yönetimlere Halk Savaşı döneminde ele geçirilen toprak ve
mülkiyetin geri verilmesi emri, BIPPA ve ordu entegrasyonunu da içeren
7 maddelik anlaşma bu U dönüşünün
sonucu oldu.
Birinci önderlik iki çizgi mücadelesinin hangi yöne doğru ilerleyeceğinde belirleyici role sahip. Sınıf
mücadelesi gibi, iki çizgi mücadelesinde de birinci önderlik hem stratejide hem taktiklerde devrimci bir rol
oynamalıdır. Ancak şu anki iki çizgi
mücadelesinde birinci önderliğimiz
strateji ve taktiklerde tam tersi bir rol
oynamıştır. Mao’nun “yapılacak üç
şey ve yapılmayacak üç şeyine” tam
karşıt bir rol oynamıştır. Bu sürecin
bütününde birinci önderlik devrimci
saflarda devrimci siyasi çizgiye karşı
aldatma ve yalan söyleme, birini diğerine karşı oynama, kendisini geçirgen
ve soyut biçimde sunma, diğerlerini
zayıflatma politikası izleme, önderleri
ve çalışanları sahte vaatler ve güvencelerle çekerek sonra aldatma stratejisini benimsemiştir. Bu tip bir strateji
ancak sınıf düşmanının çıkarlarına
yarar ve yaramaktadır da.
Benzer biçimde birinci önderlik
iki çizgi mücadelesini sağlıksızlaştırmaya çalışmaktadır. Başkan yoldaş
Dhobighat anlayışının “kutsal olmayan ittifak” olduğunu söylüyor. Ama
kime karşı ve nasıl bir ilişki geliştirdiği şimdi açıktır. Kendi siyasi çizgisine muhalefet eden yoldaşlara karşı
temelsiz suçlamalarda bulunmuştur.
Devrimci liderleri ve işçileri bakanlık
mevkisi ve fırsatları alamadığı için
memnuniyetsiz olmakla suçlamıştır.
Bu şekilde ideoloji, ilkeler ve politikalar temelinde başlatılan iki çizgi
mücadelesinin altını oymuştur. Dhobighat anlaşmasına varıldığında ne
kadar korktuğunu ve endişelendiğini
herkes bilir. Dhobighat anlaşması gerçekleşirse kendi pozisyonunun zayıflayacağından ya da kaybedeceğinden
korkmuştur. Yani şimdi sorun mevkiiyle değil devrim, ilkeler ve politikalarla ilgilidir.
Şimdi parti içindeki iki çizgi mücadelesi varlıklı sınıf ile yoksun sınıf
arasındaki bir mücadeleye dönüşmektedir. Devrimci çizgi zayıflamakta ve
[ 118 ]
Marksist Teori
yenilmekteyken oportünist çizgi muzaffer olmaktadır. Parti hızlıca sağcı
oportünizme ve ulusal kapitülasyona
yönelmekte ve yönlendirilmektedir.
Halen vaktimiz var. Bizim cephemizden partiyi felaketten kurtarmak ve
devrimci çizgiye dönüştürmekte özel
bir rol oynamamız elzemdir. Ve bunu
yapmalıyız.
Küreselleşmiş emperyalizm ve
proleter devrimin bu çağında proleter
sınıfın önderlerinin sınıfsal statüsünü
yükseltme, sınıf düşmanlarının partiye sızması, ideolojik ve politik kısırlaştırılma süreçleri daha hızlı biçimde
gerçekleşmektedir. Hepimiz bu eğilime karşı uyanık olmalıyız.
e. Yeni demokratik devrim
anlayışı hakkında:
Demokratik cumhuriyetin kuruluşuna, federalizm ve laikliğin kurumsallaşmasına rağmen, ve partimizin
önderliği altında bir hükümetin kurulmasına rağmen, Nepal halen yarı-feodal ve yarı-sömürge durumundadır.
Devlet iktidarı halen komprador ve
bürokratik kapitalist sınıfın ve feodal sınıfın elindedir. Şimdi, bir yanda
komprador bürokratik kapitalist sınıf
ve Hindistan yayılmacılığı, diğer yanda Nepal halkı temel çelişki haline
gelmiştir.
Şu anda önümüzde ciddi bir sorun
ve tehdit durmaktadır. Sorun, parlamenter reformizm ve ulusal kapitülasyon karşısında boyun mu eğeceğimiz,
yoksa federal halk cumhuriyeti ve
ulusal bağımsızlık için mücadele mi
edeceğimiz sorunudur. Mevcut koşullarda bir halk anayasası yapmak, ulu-
sal bağımsızlığın korunması ve halkın
günlük yaşamının temel sorunlarının
çözümü yönünde hiçbir somut olasılık yoktur. Bu arka cepheye karşılık,
sıkı bir biçimde ülkenin, halkın ve
devrimin safında durmalıyız. Bundan
başka bir alternatif yoktur.
Yeni Demokratik Halk Devrimi
gerekli olduğu kadar mümkündür de.
Etkili biçimde hazırlık çalışmalarını
ilerletirsek, kitle ayaklanmasının geniş koşulları vardır. Bu bağlamda şu
konulara değinmeye değer: Öncelikle,
halk eski tarzda değil yeni biçimlerde yaşamak istiyor. Halk değişim ve
dönüşüm arıyor. Eğer anayasa kendi
çıkarlarına yapılmazsa halk mücadele etmek için sokağa çıkmak zorunda
kalacaktır. İkincisi, ulusal bağımsızlığın savunulması sorunu daha ciddi ve
tehdit edici hale gelmektedir. Emperyalizme karşı mücadele Nepal’de tarihi bir role ve geleneğe sahiptir. Nepal
halkı her türlü emperyalist ve Hindistan yayılmacı müdahale ve egemenliğinden kurtuluş istemektedir.
Üçüncüsü, tüm siyasi, ekonomik ve
kültürel alanlarda kriz derinleşmekte
ve yoğunlaşmaktadır. Bu gerici devlet
iktidarının krizidir. Bu kriz tüm sınıfları ve kesimleri etkilemektedir. Halk
bu krize dayanacak durumda değildir.
Dördüncüsü, Nepal parlamenter ve
gerici güçleri arasında iktidar ve mevki için kıyasıya bir mücadele ve kavga vardır. Tüm bir devlet iktidarı ve
mekanizması bu tipten çelişkilerden
etkilenmektedir. Beşincisi, bazı uluslararası güçler arasında Nepal’i kendi çıkarları için kullanmak için sert
[ 119 ]
Marksist Teori
bir rekabet vardır. Fakat bazı ülkeler
Nepal’in bağımsızlığına ve ulusal
onuruna saygı gösterme eğilimindedir ve göstermektedir. Altıncısı, partimiz halkın parlak bir geleceğe olan
umudunun merkezindedir. Fakat partide bazı ciddi sapmalar vardır ve bu
sapmalar derinleşmiştir. İki çizgi mücadelesi de çok çetinleşmekte ve güçlenmektedir. Bugünün ihtiyacı ülkeyi,
halkı ve devrimi odak noktası olarak
alarak, iki çizgi mücadelesini sağlıklı
ve dostça bir biçimde sürdürerek ve
kendimizi her türlü sapmadan kurtararak dönüşmek yoluyla birleşmek
ve partiyi birleştirmektir. Açıktır ki
ancak bu tarihsel ihtiyacı karşılarsak
parti çok güçlü olacaktır ve devrime
önderlik edebilecektir.
f. Program, politikalar
ve siyasi çizgi:
Program, politikalar ve siyasi çizgimizin özü yeni demokratik halk devrimi yoluyla ülkeyi yarı feodal ve yarı
emperyalist koşullardan kurtararak
büyük sosyalizm ve komünizm hedefini başarma yolunda ilerlemektir.
Temel taktiğimiz federal halk cumhuriyetinin kurulması, ulusal bağımsızlığın savunulması ve halkın yaşamına
ilişkin temel sorunların çözülmesi için
hazırlık yapmaktır. Palungtar’da partinin gelecek siyasi çizgisi ve eylem
planlarına ilişkin yapılan genişletilmiş toplantının ardından düzenlenen
merkez komite toplantısında alınan
kararlar esasen bugün bile doğrudur.
Bu kararlara dayalı olarak kimi ek değişikliklerle birlikte ilerlemeliyiz.
g. Sorunları çözmek için
asgari program hakkında:
Var olan sorunları çözmek için şu
önermeler yapılmıştır:
Kimi değişikliklerle birlikte Palungtar genişletilmiş toplantısının hemen ardından yapılan merkez komite
toplantısında kabul edilen siyasi çizgi
temelinde ilerlenmesi.
Şu konular üzerinde parti başkan
yardımcısı ve genel sekreter yoldaşların parti merkezine sunulan ve gündemleştirilen sorun ve konular doğru
biçimde analiz edilerek muhatap alınmalı ve çözülmeli: Dört-madde anlaşması, konteynırların anahtarlarının
teslimi, yerel yönetimlere el konulan
toprak ve mülkiyetin geri verilmesi,
ordunun entegrasyonu, yedi maddelik
anlaşma, BIPPA, vasıf dışı HKO üyelerinin talepleri, YCL ve gönüllüler
birliklerinde çalışan HKO savaşçıları
için uygun paket, önderliğin güvenliği için çalışan HKO üyelerinin daha önce kesinti yapılan maaşlarının
ödenmesi, yararlı savaşçıların sınıflandırılması ve emeklilik, iş ve onurlu
destek paketlerinin verilmesi.
Parti temsilcileri hükümetten çekilmeli. Parlamenter cephe daha etkin
ve sokak cephesine öncelik verilerek
yürütülmeli.
Federal halk cumhuriyeti temelinde antifeodal ve antiemperyalist özlü
bir anayasa yapılmalı. İşçi ve köylü
sınıfının çıkarları ve temsiliyeti, kadınlara, dalitlere ve Müslüman topluluklara özel haklar, etnik özerklik
kuralının ulusal azınlıklara ve Madeşi
topluluklara kendi kaderini tayin hak-
[ 120 ]
Marksist Teori
kı ile birlikte teorik olarak kabul edilmesi, devletin yeni temelde yeniden
yapılandırılması ve tam oranlı temsiliyet ve kapsayıcı sistem ile halkın
haklarının güvencelenmesi.
Barış sürecinin ülkenin ve halkın
çıkarları lehine ilerlemesi ve halk
anayasasının yapılmasına dair bir güvence yoksa HKO’nun entegrasyonu
ve halk-karşıtı anayasanın yapılması
gündeme alınmamalıdır. Farklı koşullarda devrim yeni bir yaklaşımla
ilerletilmelidir.
Ülkenin ulusal egemenliğinin ve
bağımsızlığının korunmasına ilişkin konulara ciddiyetle yaklaşılmalı
ve 1950 anlaşması dahil tüm eşitsiz
anlaşmaların ve sözleşmelerin iptali,
halk anayasasının yapılması, devrimci toprak reformları ve insanların
günlük yaşamını ilgilendiren diğer
yakıcı konuları konu alan mücadeleler yürütülmelidir.
Partide demokratik merkeziyetçilik, komite sistemi ve kolektif karar
alma mekanizmaları inşa edilmelidir
Parti içindeki kamuoyunu ilgilendiren muhalif görüşler halka açık
olmalıdır ve “eleştiride özgürlük, eylemde birlik” ilkesi uygulanmalıdır.
Partinin kültürel, siyasi ve örgütsel
yaşamını canlandırmak için bir asgari standart formüle edilmeli ve acilen
uygulanmalıdır ve yeni tipte bir parti
inşası için bir temel yaratılmalıdır.
Şu anda sınıf mücadelesini ilgilendiren sorunları çözmeye ve ancak bu
sorunlar ele alınıp çözülünce partinin
ulusal kongresinin hazırlıklarını yapmaya öncelik verilmeli.
Şehit ve kayıp savaşçıların ailelerine gereken saygıyı gösterme ve
geçim yardımı sağlamaya, engelli ve
yaralanmış savaşçıların tedavileri ve
geçim yardımı için uygun düzenlemeleri güvence altına almaya ve kayıp
savaşçıların durumlarını netleştirmeye özel dikkat gösterilmeli.
Partinin maliye ve hesap işlemleri
ve işleyişini bilimsel, güncel ve şeffaf hale getirmek, kışlaların hesaplarını ve mali işlemlerini açıklamak.
Halk Kurtuluş Ordusu tasarrufları ve
diğer mülkleri şeffaf hale getirilmelidir ve adil dağıtımları için anlaşma
yapılmalıdır.
4. Gelecek programları
ve eylem planı:
Gelecek programları ve eylem planı dört hazırlığa bağlıdır. Bunlar şu
şekilde sunulabilir:
İdeolojik ve siyasi hazırlık:
- Komprador ve bürokratik kapitalizm, feodalizm, emperyalizm ve
yayılmacılığa karşı direnmek, yeni
demokratik halk devrimi, federal
halk cumhuriyeti ve ulusal bağımsızlık lehine güçlü bir halk temelinin
yaratılması.
- Güvenilir kardeşçe iç ilişkileri
geliştirmek ve buna uygun olarak ülkenin ve halkın bağımsızlığı ve kurtuluşu için kamuoyu inşa etmek.
- Revizyonizmin her türüne ve
özellikle sağ revizyonizm, ulusal kapitülasyon ve neo-revizyonizme karşı etkili bir ideolojik mücadele başlatmak.
- Parti eğitimi başlatılmalı. Siyasi
eğitim için düzenlemeler yapılmalı.
[ 121 ]
Marksist Teori
Örgütsel hazırlık:
a. Parti:
- Hataların, zaafların ve eksikliklerin düzeltilmesi; parti dönüşüm yoluyla birleştirilmelidir.
- İki çizgi mücadelesini sağlıklı ve
dostça sürdürmek.
- İki çizgi mücadelesinin yürütülmesine ilişkin yeni bir işleyişin geliştirilmesi.
b. Halk gönüllüleri:
- Halk gönüllüleri merkezden yerel düzeye doğru örgütlü biçimde harekete geçirilmelidir.
- Somut programlar formüle edilerek halk gönüllüleri halkın hizmetine
ve halkın harekete geçirilmesine katılmalıdır.
c. Birleşik Cephe:
- Merkezi düzeyde eğilim duyan
yurtsever, cumhuriyetçi ve solcularla
halk cephesi oluşturulmalı.
- Yerel düzeyde yerel durum ve
ihtiyaçlar temelinde bir birleşik cephe
yaratılmalı.
d. Üç araç:
Yerel düzeyde partinin, halk gönüllülerinin ve birleşik cephenin görevleri örgütlü biçimde ilerletilmeli.
e. Kadro sorunları:
- Partinin tüm kaynakları eşit ve
adil biçimde dağıtılmalı.
- Merkezi, il ve ilçe düzeylerinde
ekonomik planların yapılması ve üretken faaliyetlerin örgütlenmesi.
5. Mücadeleye ilişkin
hazırlıklar:
Mücadele ve halkı harekete geçirme görevleri aşağıdaki konular üzerinde ilerletilmelidir:
Anayasanın yapılması
Ulusal bağımsızlığın savunulması;
1950 eşitsiz anlaşmasının lağvı, yukarı Karnali, Arun III ve BIPPA üzerine
anlaşma. Karşılıklı eşitlik ve anlama
temelinde yeni anlaşmaların talep
edilmesi ve sınır ihlallerinin protesto
edilmesi yoğunlaştırılmalı.
Halkın, geçim sorunları gibi yakıcı
sorunlarına hitap etmek ve enflasyon
(fiyat yükselmesi) ve karaborsaya karşı protesto.
Ev içi hizmetçilere (hali, gothala
ve haruwa), topraksız yaşayanlar ve
kamaiyalar (angarya emekçileri) dair
sorunların, devrimci toprak reformlarına odaklanarak çözümlenmesi.
Halk Kurtuluş Ordusu’nun vasıf dışı üyelerine yardım paketi veya
emeklilik; kışlaları terk etmiş ve YCL
içinde çalışan HKO savaşçılarına mali destek.
Şehitlerin ve kaybedilen savaşçıların ailelerinin sorunlarının çözümü;
ve gazi olmuş savaşçıların sorunlarının çözümü.
Halk Savaşı sürecinde Maoistlere
açılan her türlü suçlama ve dosyanın
geri çekilmesi veya düşürülmesi.
6. Diğer Hazırlıklar:
Diğer hazırlıklar değişik konular
temelinde ve onlara bağlıdır.
Program Akışı
Örgütlenme boyutu:
- Merkez Komite toplantısının
hemen sonrasında il ve ilçe düzeyinde toplantılar örgütlenmeli ve eylem
planları formüle edilmelidir.
[ 122 ]
Marksist Teori
- Değişik düzeylerde eğitim yürütülmelidir.
Mücadele boyutu:
- Somut bir mücadele programı
hazırlanmalı.
- Mücadele aşama bilgisi üzerinde
ilerletilmeli. Örgütlenme ve mücadeleye ilişkin görevlerin somutlanması
merkez veya daimi komite toplantısında belirlenmeli.
[ 123 ]

Benzer belgeler

Marksist Teori 18 - teorik dergiler

Marksist Teori 18 - teorik dergiler Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına İmtiyaz Sahibi: Şenol Sağaltıcı Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şenol Sağaltıcı Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami So...

Detaylı