Askeri Okulda Irtica Paranoyasi

Transkript

Askeri Okulda Irtica Paranoyasi
Eşekler Sınıfı
‘Askeri Okulda irtica Paranoyası’
Roman- Hatıra
Faruk Arslan
İÇİNDEKİLER
Eşekler Sınıfı
İÇİNDEKİLER
[Faruk Arslan]
ÖNSÖZ
TANITIM:
Birinci Bölüm: Odun Pazarı Duası
İkinci Bölüm: Kader-Denk Noktası
Üçüncü Bölüm: Beton Kemal!
Dördüncü Bölüm: Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati
Beşinci Bölüm: 307’in Sırrı
Altıncı Bölüm: Tommiks Nurullah!
Yedinci Bölüm: Asker çocuğu olmak
Sekizinci Bölüm: Eşekler Sınıfı’nın Lakapları
Dokuzuncu Bölüm: Kıbrıs Fatihi
Onuncu Bölüm: Pabucumun Onbaşısı, Çavuşu, Üstçavuşu ve
Başçavuşu
Onbirinci Bölüm: Everest Ferruh ve 314’ün Sırrı
Onikinci Bölüm: Kalorifer Dairesi’nde Sigaralı Namaz
Onüçüncü Bölüm: Cinlerin general tasfiyesi!
Ondördüncü Bölüm: Orhan Asteğmen
Onbeşinci Bölüm: İhlas Kitap Evi!
Onaltıncı Bölüm: 35. Madde
Onyedinci Bölüm: Namaz Kılma Modası!
Onsekizinci Bölüm: Kopya çetesi!
Ondokuzuncu Bölüm: Ilgaz Dağı Kampı
Yirminci Bölüm: Darbe geleneği
Yirmibirinci Bölüm: Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi?
Yirmi İkinci Bölüm: CIA-Mossad Operasyonu
Yirmi Üçüncü Bölüm: Said Nursi ve Nur Akımı!
Yirmidördüncü Bölüm: Yanlış giden bir şey var ama ne!
Yirmibeşinci Bölüm: Takiye Dönemi!
Yirmialtıncı Bölüm: Son Kış Tatili
Yirmiyedinci Bölüm: Operasyon Başlıyor!
Yirmisekizinci Bölüm: Köstebek, Muhbir ve Dost Kazıkları!
Yirmidokuzuncu Bölüm: Dayanılmaz İşkenceler!
Otuzuncu Bölüm: Yunus Peygamberin Duası
Otuzbirinci Bölüm: Kolumu kır abi!
Otuzikinci Bölüm: GATAkulli
Otuzüçüncü Bölüm: Rambo Ferruh!
Otuzdördüncü Bölüm: Genelkurmay’a dava!
Otuzbeşinci Bölüm: Kayserilinin Eşek şakası!
Otuzaltıncı Bölüm: Oğlum, Orduna Kavuşacaksın!
Otuzyedinci Bölüm: Halim Dağlar’ın Mektubu
Otuzsekizinci Bölüm: Yakazatan Ruhların Buluşması!
Otuzdokuzuncu Bölüm: Tokatlı Ünal’ın Mektubu
1
[Faruk Arslan]
12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA
Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü
konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını
kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal
Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York
Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde yüksek eğitim gördü ve
2011’de tamamladı.
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip
etti. Hazar'ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve
makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman
gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA
Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de
yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı.
Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un
kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar
Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14
ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları
hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler
Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik
Gazeteciler Derneği üyesidir.
2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini
üstlenirken, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta
ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca
editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla
sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek
gazetelerinde ve 2009’dan beri Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004
yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den
beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada
Türk’te 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet
medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve
iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak
Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede
İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.
Yayımlanmış Eserleri:
•
Matrix'in 11 Eylül Kurgusu
•
Hazar'ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları
•
Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu
•
Petrol Satrancı veya Hazar'da Petrol Kurdu
•
Kanada'ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada
•
Mesih'in Hızır' ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi
•
Keşmir' de Hz. İsa Efsanesi
•
September 11 Fiction of Matrix (English)
•
Vadi'nin Şifresi Çözülüyor veya Kurtlar Vadisi Fenomeni
•
Esra'rlı Sosyolojik Tahliller
•
Karakutu Ergenekon'un Karanlık İsmi: Tuncay Güney
•
Mason Bektaşiler
•
Eşekler Sınıfı: Askeri Okulda İrtica Paranoyası
•
İlk Muhacirler Azerbaycan
•
Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler
•
Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English)
•
Tevhid Havarisi Barnaba
•
Sociological Writings in the Canadian Perspective (English)
•
Merchant Splitting and Processing Plant: Business Plan
(English)
•
Teşkîlât-ı Ergenekon
•
Türkistan ve Ötesi : Gezdiklerim, Gördüklerim
•
Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj
2
ÖNSÖZ
Bireysel hafıza, toplumun ortak hafızası ve vicdanının, sembolü,
temsilcisi ve numunesine dönüşebilir. Güç sahibi elitin
kurumsallaştırdığı yanlışlıkları sorgular. Sosyal yapıyı kurgulayanların
yazdığı resmi tarihe yeni paradigmalar sunar. Ortak hafıza, bireylerin
hafızalarını ortaya koymaları sayesinde yavaş yavaş oluşur. Vicdan
ehli, elini vicdanına koyar ve ortak şuur ve aklın gereğini yapar.
Toplumun balık hafızası, bireysel hafızalarla unutulmuşluktan
kurtulur. Eşekler Sınıfı"nı yazmam, belki de benim hayatımda
yaptığım en büyük eşeklik! Unutulmuş bir acıyı, korkuyu, sevgiyi ve
drama-komediyi, derin çukurunda bırakmam gerekirdi. Bırakamadım.
İnanın kendimi çok zorladım unutmak için. Hiç hatırlamak
istemediğim geçmişim beni bir hayalet gibi yıllardır kovaladı.
Ruhumun iç barışını bulması için ne olursa olsun, yazmalıydım. Bu
eser, 1987"den beri son 24 yılda tam dört defa yazıldı ve çöpe atıldı.
Her defasında sıfırdan başladım. Askeriye yıllarını 'Minyeli Abdullah'
romanında olduğu gibi Mısır'da geçirerek romanlaştırmaya karar
vermiştim. 18 yaşında, Alanya'da inzivaya çekilip yazmaya başladım.
Hava Kuvvetlerinden emekli olduktan sonra Alanya'ya yerleşen
astsubay babam Osman “Kafayı yemiş bu çocuk" diyerek yazdıklarımı
çöpe attı, yılmadım. Alanya"da bir gün dükkamıza giren hırsız kasada
para bulamayınca kasanın yanında duran yazdığım kitabın nüshaları
bulunan çantayı götürmüştü. Babam,
‘Hırsız neyin kıymetli olduğunu biliyor'diye alay etti, bu takılmaya
aldırmadım. Hırsız çantayı Akdeniz'in serin sularına savurmuştu. Bir
gün sonra yazdığım kitabın nüshaları ıslak biçimde sahile vurmuştu.
Aldığım tüm not ve bigiler yok olmuştu. Artık sadece bireysel
hafızama güvenmeliydim. Bundan dolayı hata yapabilirdim. Yaptımsa
af ola... Sıfırdan inatla yeniden yazdım. 1980"lerin sonunda
tamamladığım ilk yazdığım romanımın adı “Ateşle Oynamak"tı.
Yayımlanması için 1990 Ağustos"unda Timaş"ın sahibi ve Zaman
gazetesi yazarı olarak tanıdığım Hekimoğlu İsmail'e götürdüm. Evinde
yaptığımız görüşmede şunları söyledi: “Oğlum ben meşhur bir
yazarım. Harp okulundan atılan bir evladımızın başıörtülü annesinin
gözyaşlarını köşe yazımda yazdım diye 163. Maddeden 3 yıl hüküm
giydim. Sen daha çok gençsin. Bu romanın nedeniyle gençliğini
hapishane köşelerinde çürütmene gönlüm elvermiyor.” Eğitimci ve
yazar Ali Çankırılı"ya verilen romanım yok edildi. Zaman gazetesinde
mazlumların kaleminden çıkan yüzlerce mağdur hikayesini kesip
saklayarak bir dosya oluşturmuştum. Bu dosyayı çoğaltıp 1990"da
İstanbul"da mağdur astsubayların kurduğu Re"sen Emekliler Derneği
aracılığıyla 450 milletvekiline sunduk. Hepsinin korkudan ödü patladı
desem yalan olmaz. Kimse askeriyeyi karşsına almak istemiyordu.
Haklılardı da. Militer ve totaliter bir demokrasi ile yönetiliyorduk.
Askeri vesayet rejimi altında politika yapan siyaset dünyasından aşırı
beklenti içinde olmak bizim safdilliğimizdi. Henüz subaylar ordudan
atılmaya başlamadığı için kamu oyu konuyla fazla ilgilenmiyordu. Kim
takardı astsubayları...
3
1990"lı yılların sonunda bu sefer araştırma-deneme tarzında kitabı
yeniden yazdım. Yeni ismi ‘Militer Demokrasi' idi. Bu defa ben
yetersiz bularak çöpe yolladım. Kimilerine göre ‘Amerikancı',
kimilerine göre ‘dinci', kimilerine göre ‘kafatasçı' denilerek ordu
içindeki dindar müslümanlara yönelik bir ekip tasfiye haraketi
yürütüyordu. Toplum hafızasını yitirmiş gibi şaşkındı, Genelkurmay
aymazlık içindeydi. Devlet içinde emir-komuta zinciri dışında bir odak,
onları orduda istemiyordu. Bu, bir tasfiye operasyonuydu ve her
tasfiye operasyonunun doğal sonucu yeni bir kadrolaşmaydı. Bu
kadar insan ordudan atılınca yerleri boş kalacak değildi ya! Ciddi bir
kadrolaşma gerçekleşti ve bugün de bu süreç devam ediyor.
Namaz kıldığı için, eşinin başı örtülü olduğu gibi sebeplerle ordudan
atılan epey kişi tanıdım. Onların, ordudan atıldıktan sonra yaşadıkları
bunalımlara şahit oldum. Psikolojisi bozulanları, eşlerinden ayrılanları,
Türkiye'yi terk edip başka ülkelere gidenleri, yabancı istihbarat
örgütlerinin "bize çalış" teklifleriyle karşılaşanları, hatta intihara
kalkışanları bilirim. Bütün yaşadıklarına rağmen içlerinde hayata
yeniden tutunan, kendisine yeni bir yol çizen, üstüne üstlük yeni
hayatlarında çok daha başarılı olup iyi kazanan, toplumda saygın
mevkiler edinenlere de rastladım. Bocalayan ve hayatda hiç bir dikiş
tutturamayan onlarca insanı yakından gözlemledim. Hepsine
toplumda cüzzamlı muamelesi yapıldı. Bazıları bu konuyu onur
meselesi yaptılar ve haklı bir hak mücadelesi yürüttüler. Henüz gasp
edilen haklarını aldıkları söylenemez. 2000"li yıllarda yazdığım
hikayenin adı ‘Harbiyeli Gazeteci' oldu. Ancak bitiremedim.
Astsubaylar, toplumda küçümsenir, aşağı seviyede görülür,
hayatlarına değer verilmezdi. Ordudan atıldığımı söylediğim pek çok
aydın arkadaşım, “İyi olmuş, astsubay olacakta ne yapacaktın?” diye
tepkiler vermişti. Onların hayatları hayat değil, mağduriyetleri küçük,
acıları kabul edilebilirdi. İşte bunu kabullenemezdim. Ordunun büyük
çoğunluğunu oluşturan çilekeş astsubaylara hep haksızlık ediliyordu.
Bugüne kadar medyada YAŞ kararları ile ordudan atılan subaylara hep
değinildi. Ancak astsubay ve askeri lise öğrencilerine fazla yer
verilmedi. Bu boşluğu, eksikliği doldurmalıydım. Her hayat bir
romandır, astsubay öğrencilerinin dramıda roman olmayı hak
ediyordu. Bu eser, çok sevdikleri askeri okullarından haksız yere atılan
üç binden fazla vatan evladının aziz hatırasına hasredilmiştir.
1987"den beri yedi bine yakın astsubay, üç binden fazla subayda aynı
kaderi paylaştı. Ayrıca annem Nehire Arslan gibi üzüntüsünden
ağlayarak kahrolan ve hayata gözlerini yuman nice mağdur annelere
ve halen ızdırap çeken yakınlarına ithaf olunur.
Faruk Arslan Toronto, Kanada 27 Haziran 2011
TANITIM:
“GATAkulli” numarasını ilk icat eden Ergenekon zanlılarından önce
“Eşekler Sınıfı”dır. Bir askeri okulda gerçekten yaşamış olan bu sınıfın
“Eşekbaşı”sı olarak Ferruh Kaplan, ‘eşekce’ sorular soruyor:
Ordumuzda Suriye’daki mezhepçi Baas rejimi benzeri Alevi-Sol-Mason
bir cunta mı var? 1986’da başlayan Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki irtica
operasyonu bir CIA-Mossad ürünü müydü? Bugüne kadar askeriye ile
ilişkisi kesilen on bine yakın dindar subay ve astsubaya kimler komplo
kurdu?YAŞ kararları alınırken komutanların önüne konan her dosyada
neden Turgay Cüce’nin ifadesi yer alıyordu? İşkence altında alınan
ifadelerin altını dolduran istihbarat elemanlarını Mossad mı
eğitti?Tahsin Şahinkaya 1 Numara mı? Askeri okullardan başlayarak
subay ve astsubayları yönlendiren Doğu Perinçek kimden emir
alıyordu? Orduya sızan yabancı güçler ve yerli işbirlikçilerinin
emrındekı ve emir-komuta zinciri dışındaki bu odak, dindarları neden
orduda istemiyordu? Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları kararı ile
askeri okulla ilişkisi kesilen dindar askeri öğrencilerin dramı, ilk defa
gerçek bir yaşam öyküsü ile yazılıyor.
4
Birinci Bölüm: Odun Pazarı Duası
Ferruh, Eskişehir Yıldıztepe Hava Kuvvetleri Lojmanlarında
Bademlik"e bakan tepenin üstünde oturmuş güneşin batışını
seyrediyordu. Açık kahve renkli şahin gözleri bir süredir yolda
kalmıştı.
Dört gözle postacıdan gelecek haberi bekliyordu...
Dile kolay, üç yıldır hayalini süsleyen askeri liseye belki de girecekti.
Şehit ve vazife malulü subay/astsubay, uzman jandarma, uzman
erbaş, erbaş ve er çocukları/öz kardeşleri ile muvazzaf veya emekli
subay/astsubay çocuklarında okul bitirme derecesi aranmıyordu.
İlkokul öğretmenlerine astoranot olacağını söylemişti ama aslında
oda babası gibi asker olmak istiyordu. Eskişehir Cumhuriyet Lisesi"nde
ortaokulu 1983 Haziran"ında yeni tamamlamıştı. Bıyıkları yeni
terlemiş henüz 14 yaşında bir delikanlıydı. Ergenlik dönemine adım
atalı bir ay bile olmamıştı. Mahallede genç erkek çocukları sık sık
‘milli’ olmaktan bahsederdi ama ne manaya geldiğini çözemezdi. Çok
saftı, utangaç, mahçup bir çocuktu. Muhallebi çocuğuydu,
çıtkırıldımdı, annesinin kuzusuydu, yumuşak huyluydu ama inatçı
inatçıydı.
Ortaokul öğretmenleri Ferruh"un hedefini bildikleri için fen ve
matematik derslerinde ortalamayı tuturmasında yardımcı olmuşlardı.
Okulun tüm bilgi yarışmalarında sınıfı adına seçilen isimdi. Sadece
kızların değil erkeklerinde iyi okuyabildiğini ispatlamıştı.
Sınıfındaki erkekler ya top oynar veya okulu eker sinemaya giderdi.
Biraz daha haylazsa eline sapanı alan kuş avlamaya çıkardı. Kızlar gibi
güzel okuduğu için sınıfındaki erkekler ona „
Kız Ferruh" diyordu. Zayıf bünyeliydi, çelimsizdi. Tüm kavgalarda sopa
yediği için şiddet olan yerden kaçardı. O"da oğlanlarla değil kızlarla
oynardı. İpler atlar, beş taş oynardı. Ortaokulun tüm sınıflarını
teşekkür ve takdir belgeleriyle geçmişti. Çok kitap okuyan, kitaplar
dünyasında yaşayan, içine kapanık, hiç konuşmayan, utangaç ve
asosyal bir kişiliği vardı. Kapalı bir kutuydu, "saf veya aptal" olduğunu
düşünenler çoktu. Su katılmamış bir kitap kurduydu. Eline ne geçse
okurdu. Teksas, Tommiks veya Zagor çizgi romanlarını da okurdu,
Victor Hugo"nun Sefillerini de.Seyyid Kutup"un Yoldaki İşaretler
kitabını da okurdu, Gırgır ve Fırt mizah dergilerini de. Roman okumayı
severdi. İlk okul çağlarından beri yüze yakın roman okuması galiba
hayal dünyasında dolaşmasına yol açıyordu. Hayal kurmak fakirin
ilacıydı.
Bu devrede ayrım yapmadan , Türk ve dünya klasiklerinden aşk
romanlarına kadar eline geçen herşeyi okuyordu. 11 Yaşında Ahmet
Cemil Akıncı'nın Peygamber Tarihi romanlarını, 12 Yaşında Seyyid
Kutub'un ' Yoldaki İşaretler'ini, 13. yaşında İmam Gazali'nin ' İhyaül
Ulum Din'ini, 14 yaşında Kutub'un ' Fizalil Kuran' tefsirini bitirmişti.
1980 ihtilalinde 12 yaşlarındaki akranlarına göre Ferruh"un okuma
alışkanlığı pek normal sayılmazdı.Gençlik okumuyordu.
5
Ortalama bir Türk genciydi. Sinemaya gitmeye bayılırdı. Kılıçoğlu
sinemasına gelen kaliteli filmler tercihiydi, ara sıra karate filmlerine
takılırdı. Asri sinemasında, döğüş filmleri arasına „parça" koyması
nedeniyle gençleri çekiyordu. Erotik sahnelere bakmaz, gözlerini
kapatırdı. Sokakta küçük iken misket oynardı ama oldukca sert geçen
futbol maçlarından uzak dururdu. Hergün başa bir renge bürünen kirli
Porsuk çayında yüzülemiyordu. Allahtan Eskişehir hamamlarındaki
havuzlar muhteşemdi. Her hafta sonu hamam uğrak yeriydi. 7 yaşında
yüzmeyi öğrenmişti, balık gibi yüzüyordu.
Ortaokul ve liselerde, öğrencilere askerî liselere girmeleri tavsiye
ediliyordu. 12 Eylül 1980 öncesi kol gezen anarşi zihinlerde halen çok
canlıydı. O yıllarda okumak zorlaşmıştı. Anarşi orta okullara kadar
sirayet etmişti. Sürekli çatışmaların olduğu bir ortamda ilk okulu
okuduktan sonra yaşanan 12 Eylül darbesini erişmişti. Terör bir günde
bitmişti. Korkusu ise bitmemişti. Ortaokula bu zor günlerde devam
etmişti.
Askerî okullar bir çıkış ya da kaçış kapısı gibiydi, çok rağbet edilen
okullardı. 1970"li yıllardan beri orada eğitim dışarıdaki o kargaşadan
biraz daha bağımsız olarak yürütülüyordu. Üniversite tahsili yapmanın
çok zor olduğu ve sürekli silâhlı çatışmalarda ölen öğrencilerin olduğu
bir dönemde aileler de çocuklarını askerî okullara yönlendirmeye
çalışıyordu. Hem de başarılı öğrenciler genellikle askerî okullara girme
gayreti içerisindeydi. Bu bakımdan askerî okullar çok revaçtaydı.Sakin,
sıradan bir yaşantısı olmasını, ordusuna, milletine hizmet etmeyi
hedefliyordu.
Ferruh"un dedesi, amcası, dayısı hep askerdi, bu nedenle silâhlı
kuvvetlere karşı ayrı bir sempatileri vardı. Orayı Cumhuriyetin bekçisi
olma konumu olarak görüyorlardı. Bu ailenin de tavrıydı.
Askerlik Ferruh"u daha çok “Peygamber ocağı” olması boyutuyla
cezbediyordu. Ortaokul 1. sınıfta Hasan adında bir Din Dersi
öğretmeni vardı. Namaz kılmayı ondan öğrenmişti. Dindar bir öğrenci
oluşu, çok hoşuna giderdi.
Ortaokul 3. Sınıfta Edebiyat öğretmeni Kemal bey model aldığı
insandı. Hem dindardı hem modern hemde çok kültürlü bir
entellektüeldi. O bir gün sınıfa bir Kuleli Askerî Lisesi talebesini
getirdi. O öğrenci bir yıl önce Cumhuriyet Lisesi ortaokulundan mezun
olmuş birisiydi.
Onu sınıfta üniformalarıyla görünce içine bir ateş düştü. Silâhlı
kuvvetlere girmek arzusu depreşti. Kuleli Askerî Lisesi için çok gayret
ederken bir gün de okulda Deniz Lisesinin broşürlerini gördü. Beyaz
üniformalı öğrenciler melek gibi gözüktü...
1983 yazı askeri okulların imtihanlarına hazırlıkla geçmişti. Babası,
sınıfındaki zengin çocukları ve pek çok akranı gibi ona özel hoca
tutamamıştı. Yeni açılan hazırlık dersanesi çok pahalıydı. Eskişehir 1.
Ana Jet Hava Üssünde Kıdemli Hava Kuvvetleri Başçavuşu olan babası
astsubay Orhan Kaplan"ın memur maaşı ancak boğazlarına yetiyordu.
Küçüklüğü yokluk içinde geçen babası çok tutumluydu, 20 yıldır aynı
televizyonu, çamaşır makinesi, buzdolabını, koltuk ve mobilyaları
kullanıyorlardı. Eve yeni bir şey alındığı nadirattandı.
6
Üç kardeştiler. Üç yaş büyük ağabeyi Örsan okumamıştı. Tüm
ortaokulu kuş avlamakla geçirmiş Örsan"ın okuması mucizeydi. Tüm
dersleri Beden Eğitim ve Müzik hariç sıfırdı.
Lise 1"de üst üste iki defa çakınca babası onu okuldan almış, Eskişehir
sanayisinde bir kamyon karasörcüsüne „ eti senin, kemiği benim"
diyerek çırak olarak vermişti.
Abisi artık kaçamak yapamıyordu. Asgari ücretin altında günde 16
saat çalıştıran ustasında insaf yoktu. Herün eli yüzü karalar içinde
geliyor, yorgunluktan sızarak uyuyordu. Örsan "ın anadan emdiği süt
burnundan gelmişti. Aldığı üç kuruşu kaybettiği enerjiyi almak için her
gün satın aldığı çikolatalara harcıyordu. Babası Orhan dalgasını
geçiyordu. Örsan, çocukluğundan beri haytaydı. Örsan"ın
yaramazlıkları nedeniyle epey bedel ödemişti Orhan. Ya Örsan"ın
sapanından çıkan taşın kırdığı bir camın bedeliydi bu. Ve yahutda
dövdüğü bir sokak çocuğunun anne veya babasından işittiği azar.
Öğretmenlerinden duyduğu sözleri hiç saymıyordu bile. „Siz nasıl
terbiye verdiniz bu çocuğa der" gibiydiler.
Orhan, şimdi keyifli keyifli intikam alıyordu. Aslında Örsan bir sanat
bir meslek öğrendiği için seviniyordu. Sanat altın bilezik sözünü
ezberlemişlerdi. Orhan, asla duygularını belli etmezdi. Sert yapılıydı.
Astığı astık, kestiği kestik, otariter bir ev erkeğiydi. Eşi veya herhangi
bir aile ferdi onun sözü üzerine söz söyleyemezdi.
Küçük iken Örsan"ı çok dövmüştü. Odaya haspetmişti. Sokağa sıkma
yasağı koymuştu. Hiç biri fayda vermedi. Ne yaptıysa tam tersini
yapan inatçı bir çocuktu. Ne dayaktan anlıyordu nede küfürden. Gece
yarısına yakın işten yorgun argın dönen Örsan"ın gülmeye mecali
kalmamış asık suratına artık tokat yerine acılı sözleri patlıyordu:
Okumazsan işte böyle ezilirsin. Kuş avlamaya benzemiyor değil mi?
Örsan"ın hazin durumu Ferruh"u daha fazla kamçılıyordu.
„Okumazsan ya çöpcü olursun yada abin gibi sanayide elleri paslı,
poposu isli bir işçi! " Bu sözleri sık sık tekrarlayan annesi Neslihan"dı.
Büyük oğlunun durumuna en fazla üzülen, iç geçiren oydu. Boş yere
dememişlerdi, „ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar" diye. Elinden
bir şey gelmiyordu. Babası Orhan kendi hatalarını kesinlikle kabul
etmez, hep anne Neslihan"ı suçlardı: Bu oğlanı bu hale getiren sensin.
Yeter, artık koruma şu serseriyi.
Hastaydı annesi. Hemde onbeş yıldır. Milyonda bir bulunan bir
romatizma türüne yakalanmıştı. Doktorlar çaresini henüz
bulamamıştı. İki günde bir veya en az haftada bir kez Kırmızı Toprak
ile Vişnelik mahalleleri arasında kurulu dev Eskişehir Hava Kuvvetleri
Hastanesi"ne giderdi. İlaç tedavilerinden bıkmıştı. Ne sıcak kum
tedavisi\ nede sıcak kaplıcalar eriyen kemiklerini durdurabiliyordu.
Yavaş yavaş ölüyordu. Tek gayesi ortanca oğlu Ferruh"un doktor olup
kendisine bakmasıydı. Bu hayalle yaşıyordu. Annesini hiç üzmeyen bu
oğlu onun için başkaydı.
Askeri okullara girmek 12 Eylül 1980 darbesinden beri her Türk
gencinin gayesi haline gelmişti. Bu okulların imtihanlarına hazırlık için
çıkartılan soru kitapçıkları, genel yetenek, zeka, fen ve matematik
sorularından oluşuyordu.
7
Satın alabildiği iki kitabı yalayıp yutmuştu. Daha fazlasına zaten
babasının gücü yetmiyordu. Gazete okumayı sever, günlük politikayı
yakından takip ederdi. 1983 yılının Mayıs ayı çok hareketli geçmişti.
TİKP davası sanıklarından Doğu Perinçek 12 yıl hapis cezasına
çarptırılmıştı, ama nedense serbest bırakılmıştı. 15 Mayıs"ta 12
Eylül'den sonra ilk siyasi parti olarak Milliyetçi Demokrasi Partisi
(MDP) kuruldu. Prof. Erdal İnönü, siyasi hayattan ve görevden
kaçamayacağını açıkladı, TÜBİTAK ve Boğaziçi Üniversitesi'ndeki
görevlerinden ayrıldı. Sol parti liderini mi seçmişti, yoksa atanmış
mıydı, bilemiyordu.21 Mayıs"ta Büyük Türkiye Partisi (BTP), Anavatan
Partisi (ANAP) ve Halkçı Parti (HP) kuruldu. 134 eski parlamenter
BTP'ye girdi. Şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek öldü. Tüm kitaplarını
okumuştu, hele de Çile adlı şiir kitabını. Sakarya Türküsü "nü
okumadan yatmazdı.
Bu sırada ülkenin siyasi yaşamı, her gün yeni bir baskı ile
karşılaşıyordu. Askeri yönetimden sivil demokrasiye geçmenin
sancıları yaşanıyordu.Erdal İnönü'nün liderliğinde Sosyal Demokrat
Parti (SODEP) kuruldu. 1 Haziran"da ise Milli Güvenlik Konseyi (MGK)
tarafından BTP kapatıldı. BTP'nin kurucularından Hüsamettin
Cindoruk, Mehmet Gölhan ve yasaklı siyasilerden Süleyman Demirel,
Sırrı Atalay ve İhsan Sabri Çağlayangil'in de aralarında bulunduğu 16
kişi Çanakkale'de bir askeri garnizonda (Zincirbozan) mecburi ikamete
tabi tutuldular.
8 Haziran"da MGK, ANAP ve HP'den yedişer üyeyi veto etti. MDP
kurucularından Necla Tekiner, Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kararı ile
kurucu üyelikten çıkarıldı.Doğru Yol Partisi (DYP) kuruldu. DYP'nin 30
üyesi de, MGK tarafından veto edildi. 23 Haziran"da SODEP'in 21
kurucusu MGK tarafından veto edildi. Erdal İnönü'de veto edilenler
arasındaydı. 27 Haziran"da SODEP Genel Başkanlığı'na zoraki olarak
Cezmi Karatay seçildi. Askerin siyasi yaşama müdahalesi devam
ediyordu.
29 Haziran"da Cumhurbaşkanı Kenan Evren, nihayet Genelkurmay
Başkanlığı görevinden ayrıldı, yerine Org. Nurettin Ersin atandı. Kara
Kuvvetleri Komutanlığı'na Org. Necdet Üruğ, MGK Genel
Sekreterliği'ne Org. Necip Torumtay getirildi.
Basın üzerinde asker sultası acımasızca işliyordu. Cumhuriyet ve Milli
Gazete kapatıldı. Her basılan nüsha önceden izin almak zorundaydı.
Akademi dünyasıda baskıdan nasibini alıyordu. Marmara
Üniversitesi'nde 79 öğretim üyesinin görevine son verildi. Bu arada
Muhafazakar Parti kurucusu 24 kişi veto edildi. 28 Temmuz"da
Devlet, Hisarbank'a el koydu. Ömer Çavuşoğlu ve Ahmet
Kozanoğlu'nun, sahip oldukları Güneş Gazetesi'ne ait hisselerini bir
süre önce Hisarbank'a devrettikleri anlaşıldı. Yeni kurulan Bizim Parti
kendisini feshederek, Türkiye Huzur Partisi'ne katılmaya karar verdi. 3
Ağustos"da Türkiye Huzur Partisi hakkında kapatma davası açıldı. 14
Ağustos"da Tercüman ve Milliyet Gazeteleri süresiz kapatıldı. 24
Ağustos"da Nokta Dergisi kapatıldı. 26 Ağustos"da Bir yazısından
dolayı hüküm giyen yazar Oktay Akbal cezaevine girdi. Çok geçmeden
27 Ağustos"da Nokta Dergisi ve Milliyet Gazetesi tekrar yayınlanmaya
başlandı. 2 Eylül"de en çok satan gazete Tercüman Gazetesi'nin
yayınına izin verildi. Bu gazeteyi okuyarak büyümüştü Ferruh.
Ferruh, Türkiye"da çalkantılı yaşam açık askeri vesayet altında
sürerken, 1983"ün Haziran ve Temmuz ayları boyu altı tane askeri
okul imtihanına girmişti. Babası elinden tutup, ilkokula
8
başlayan çocuk edasıyla her imtihana onu götürmüştü Eskişehir ile
Ankara arasındaki yolculuklarını trenle yapıyorlardı.
Ankara"da gecekondu semti Akdere"de kalan babasının üvey kız
kardeşi, halası Rasime"de kalıyorlardı. İki kız, üç oğlan dört evladını bu
bataklıkta büyüten Rasime hala, beş vakit namazını da ihmal
etmiyordu.
Gecekondu"da su yoktu, elektirikler sık sık kesiliyordu. Kanalizasyon
bulunmuyordu. Adı üstünde gece kondurulmuştu, derme çatma üç
göz bir evdi işte! Kocası baraj inşaatlarında çalışan bir ustaydı, sık sık
şehir dışında çalışıyordu.
Akdere ile Kızılay arasında mekik dokuyarak astsubay hazırlama
okullarının sınavlarına da girmişti. Her okul kendi imtihanını kendi
yapıyordu, merkezi bir imtihan sistemi yoktu. Jandarma Astsubay"ı
olmak için Güvercinlik"teki okulda önce ön sağlık, fizikî kabiliyet ve
değerlendirme testi ile mülakattan geçti. Ferruh, beşyüz metre
koşuda tökezleyerek yere çakıldığını ve koşuyu sonuncu olarak
tamamladığını esefle hatırladı. Yazılı imtihan sonucu artık ne olursa
olsun elendiği kesindi.
Çankırı"da bulunan Kara Astsubay Hazırlama okulu yazılı imtihanı
mükemmel geçmişti ama mülakatta astsubayın bir tanesi kafa
yapısına kafayı takmıştı. Ellerini arkasında kavuşturmuş çatık kaşlı
astsubay başçavuşun sözleri kulaklarında yankılandı:
Oğlum, senin kafan pek sivri. Biz sıfır tıraş ettik mi kabak gibi ortaya
çıkar, sırıtır. Senden asker olmaz.
Beyninden vurulmuştu. Kafasının üstünden adeta kaynar sular
boşalmıştı. Fiziki görünüşü, ilk defa sorun oluyordu. Kızgın kızgın
içinden bildiği küfürleri saydı ama dilinden geri döndü. Kendi kendini
teselli etmeye çalıştı: Aman sende, zaten karacı astsubay olmaya
meraklı olan kim?
Mamak"ta bulunan Mızıka Astsubay hazırlama Okulu sınavına
girmekten son anda vazgeçti. Müzik kabiliyeti olmadığını keşfetmesi
ortaokul 2. Sınıfta yaşadığı acı bir tecrübeye dayanıyordu. Müzik
hocaları „kurabiye" lakaplı Necla, sınıfta olan herkesin dersi geçmesi
için bir türkü öğrenip okumasını şart koşmuştu. Kız gibi utangaçtı.
Tüm sınıfın ortasına nasıl şarkı söyleyecekti. Zaten söyleyemedi de.
Ağrı Dağından Uçtum türküsünü ezberlemişti ezberlemesine ama
karga sesiyle ifa edememişti. Tüm sınıf daha ilk cümlesinde
gülmekten yerlere yatmıştı. Onuru kırılmıştı. İkinci cümleyi
okuyamadan ağlayarak sınıfı terketmişti.
Bir deri bir kemik olduğu için „kurabiye" denilen öğretmen Necla
hanım, gururu incinen delikanlıyı teselli edeceğine, „ Sıfır" diye peşi
sıra bağırmıştı. Her müzik dersi onun için artık bir işkenceye
dönüşmüştü. Yazılı sınavdan 10 çekip sınıfı geçti ama türkü söyleme
fiyaskosu zihninde bir psikolojik travma olarak kaldı.
Ortaokul bir ızdıraplı bekleyişe dönüşmüştü. Harp okuluna geçiş yapıp
subay olabileceği askeri liseleri heyecanla arzuluyordu. Kara
Kuvvetleri Komutanlığına bağlı İstanbul'daki Kuleli Askeri
9
Lisesi ilk tercihiydi.İzmir'deki Maltepe Askeri Lisesi ve Bursa'daki
Işıklar Askeri Lisesi"de olabilirdi. Havacı, karacı, denizci fark etmezdi.
Asker olsun yeterdi.
Aslında gönlünde yatan aslan denizci olmaktı. İstanbul
Heybeliada'daki Deniz Lisesi imtihanında büyük heyecan duymuştu.
Bembeyaz elbiseleri ile dolaşan genç bahriyeliler gözüne gökten yere
inmiş melekler gibi gözükmüştü.
Hele de o kılıçları yok muydu! Her 30 Ağustos"da mezun veren okulun
mezuniyet töreni için kılıç kuşanırlardı. O hafta sonu İstanbul"da,
Ankara"da, İzmir"de bembeyaz kılıçlı bahriyeliler dolaşırdı. Görenler
imrenirdi. O"da hayranlıkla bakmıştı.
„Ah" dedi dudaklarını kemirerek, „keşke bende onlardan olsam! "
İmtihan günü ana baba günü gibiydi. İmtihana 12 bin kişinin girdiğini
öğrendiğinde dili tutuldu. Alacakları sadece 120 öğrenciydi. Her Türk
asker doğar derlerdi ama her Türk gencinin kalıcı asker olabilmek için
bu kadar ter döktüğünü bilmiyordu. At yarışından beter imtihandı.
Heyecandan soruları doğru yapıp yapmadığını dahi kestiremiyordu.
Elinden geleni yapmıştı ama rekabet had safhadaydı. Denizci olma
hülyası erken tükenmişti.
Beklediği imtihan sonuçları bir türlü posta kutusuna düşmüyordu. Her
gelen mektubu postacının elinden kapıyordu. Sonunda Deniz Lisesi
sınavının sonucu beyaz bir zarfta postacının elinde gözüktü.
„Müjdemi isterim", dedi postacı. Öyle bir gülümsedi ki okulu kazandı
sandı.
Hasretle yolunu gözlediği zarfı bir çırpıda açtı.Yüzü ekşidi, yanakları
kızardı. Postacı ters bir cevap geldiğini anlamakta gecikmedi:
Üzülmeyin, bir daha ki sefere inşallah! Ne olmuş?
„ Bininci olmuşum, 12 bin kişi içinden"...
Eee, hiç fena sayılmaz. İlk 1200 kişi içine girmişsin. Buda başarıdır.
Ama yetmiyor. İlk 120 içine girmem gerekiyordu. On kat daha fazla iyi
olmalıydım.
Postacı, Temmuz ayı boyunca hep kötü haberler getirdi. Jandarma ve
Çankırı Astsubay okulları sınavlarının mülakatlarından geçememişti.
Kuleli ve Işıklar Askeri liselerinde ne asil nede yedek listedeydi. Geriye
bir tek okul kalmıştı: Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) bünyesinde
Genelkurmay Başkanlığı "na bağlı olarak faaliyet gösteren Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulu.
1983 yılının Ağustos ayının ilk haftası yaşanıyordu. Bu okulu sınavına
girmeye annesinin „sağlıkcı ol" baskısı nedeniyle son anda karar
vermişti. Hazırlama okulu, ortaokuldan sonra üç yıldı. Sağlık Astsubay
Meslek Yüksek (Sınıf) Okuluna öğrenci yetiştirmek amacıyla
kurulmuştu.
10
Haziran ayının son günlerinde hem sözlü mülakat hemde yazılı sınava
girmişti. Spor olsun diye sadece barfiks, şınav ve mekik çektirmişlerdi.
Ankara'nı Dışkapı semtinde bulunan okul GATA"nın bittiği köşede
başlıyordu. Hem içindeydi hem değildi. Aralarında bir duvar vardı.
Okulun bir köşesi, Konya ile Samsun yoluna bakıyordu.Otobüsle EGO
ile gelinebiliyordu. Halk arasında EGO espri konusuydu.
Baş harflerinden yola çıkılarak Ankara Belediyesi"nin otobüs servisi
„Erken Gelen Oturur" diye çözümleniyordu. Çünkü ağzına kadar yolcu
dolduruluyordu, otobüs sayısı yetersizdi.
Bu durumda boşluğu dolmuşlar dolduruyordu. Hemen Ulus"un yanı
başında Bentderesi mevkinden veya Hacı Bayram Veli Camisi
arkasından kalkan dolmuşlara binmek yeterliydi. Ayrıca KonyaSamsun yolu üzerinden Dışkapı/Ulus yönüne giden dolmuşlara
binerek Etlik kavşağından önce Dışkapı"ya ulaşmak kolaydı. Buradan
tekrar Etlik yönüne giden dolmuş ve otobüslere binerek GATA
Hastanesi önünde iniliyordu. Trenle gelecek olursanız, tren garın
önünden geçen Etlik-Sıhhiye dolmuşlarına binerek ulaşabilirdi. Ayrıca
Kızılay veya Ulus istikametine giden otobüs veya dolmuşlara binip
buradan tekrar Etlik yönüne giden dolmuş veya otobüslere binerek
GATA Hastanesi yakınında veya önünde inmek gerekiyordu.
Askeri okul sınavlarına gire gire mülakatda sorulan soruları artık
ezberlemişti. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının isimleri
mutlaka çıkıyordu. „ Neden asker olmak istiyorsun?" klasik bir
soruydu. Babanızın asker olması aslında mülakatı geçmeniz için yeterli
bir sebepti.
Yazılı imtihan bu sefer mükemmel geçmişti. Nede olsa altı yazılı askeri
okul sınavına girmişti ve sorular oldukca benzerdi. Postacıyı heyacanla
ve merakla artık kapıda beklemiyordu. Zaten postacıda umudunu
yitirmiş, fazla ümit vermeden, gülücük dağıtmadan mektubunu usulca
kutuya atıyordu.
Zarfı bu sefer isteksizce açtı, farkında olmadan avazı çıktığı kadar
bağırdı. Birden duyduğu sevinç çığlığıyla irkilen postacı az kalsın kafası
üstü yere kapaklanıyordu. Askeri lojmandaki tüm komşular kapıya
çıkmıştı: Ne oluyordu?
Ne oldu, kazandın mı? dedi postacı kekeleyerek...
„Nihayet evet" dedi, ağzı kulaklarına varırken. „Hemde asil listeden,
32. olmuşum". „Kutlarım, sonunda muradına erdin. Eee, ne demişler
sabreden muradına ermiş. "
Derin düşüncelere daldı: Şimdi ne yapmalıyım, çok şükür talih bana
da güldü. İyi bir asker olup vatanıma, milletime hizmet edeceğim.
Hem sıhhiyeci olursam hasta anneme de bakarım.
Postacı güngörmüş bir ihtiyardı, emekliliği için şafak sayıyordu.
Ağzından şeker şerbet bal damlıyordu, son öğüdü suyun akıp yolunu
bulması gibi hemencecik yerine, heyecanlı kalbe dökülüverdi:
11
„Hemen bir abdest al, aşağıda Odun Pazar "ındaki Ulu Cami"ye git.
Hz. Hızır'ın oraya her sabah namazında geldiği rivayet olunur. Hem
bugün cuma, Cuma namazında Allah"a şükret, dua et ki, seni orada
doğru insanlarla karşılaştırsın..."
Uzun zamandır unuttuğu namazı hatırladı Ferruh. 12 yaşında iken
babası Orhan, günde bir simit parası vererek namaz kılmasını isterdi.
Bu bir rüşvetti.
Baba dindardı, pek çok dini kitap satın alır, okumaları için mükafatlar
koyardı. Hepsini okumuştu, bir sene boyunca namazını aksatmadan
kılmıştı.
Abisi Örsan ve iki yaş küçük kardeşi Fehmi, simit parasını almak için
namaz kılmadıkları halde yalan söylüyordu. Annesi Neslihan babaları
onları dövmesin diye bu yalana şahitlik yapıyordu. Simit parası
karşılığı namaza bir süre devam etmiş, daha sonra abisi ve kardeşinin
oyununa kendiside katılmıştı. Namazı bırakmıştı. Cumadan cumaya,
bayramdan bayrama gider olmuştu.
Aslında bu yalandan dolayı hacalet çekiyordu. Utancı zamanla
kaybolmuştu, alışmıştı. 12 yaşında iken mahalle camisinde Kur"an"i
Kerim okumayı eli sopalı hoca efendiden iki günde öğrenmişti. Abisi
ve kardeşi ise yine kirişi kırmıştı.
Ne olduysa ergenlik çağına girdiği 13 yaşında olmuş, babasının
baskıcı, zorba kararlarına ters haraket etme psikolojisi, iç güdüsü
bilinç altında oluşmuştu. Bunda Örsan"ın liseden alınarak sanayide
ağır şartlarda çalışmaya zorlanmasının etkisi büyüktü. Ondan gizliden
gizliye nefret ediyordu. Aynı zamanda çok seviyor ve saygı duyuyordu.
Karmakarışık duygular içindeydi. Babası orduda yirmi yıldır beş vakit
namazını aksatmadan kılan ender askerlerdendi. Nasıl hidayete
erdiğini bir çok defa uzun uzun anlatmıştı. Zihninin derinliklerine
kazınan hikayeyi babasından defalarca dinlediği halde ayrıntıda
gizlenen şeytanı henüz göremiyordu. Orhan astsubay, üstçavuş
rütbesinde iken Malatya"da Erhaç Hava Üssünde görev yapıyordu.
Askeri lojmanlarda kalıyorlardı. Ferruh henüz üç yaşında olmalıydı.
Yörenin tanınmış İslam alimi Muhammed Kutluğ"un sohbetlerinden
birine, iş arkadaşı onu götürmüştü. O zamana kadar içki içen, eğlence
partilerini kaçırmayan Orhan, bir sohbetde dine dönmüştü. Allah'a
kulluk ve ibadet etmeden, yaratışının asıl gayesinden habersiz bu
zamana kadar boş yere yaşamıştı. Annesi halen o günün şokunu
atlatamamıştı. Babası heyecanla eve gelen kocasının yüzündeki
değişikliği sezmişti. Orhan Üstçavuş hanım Neslihan"a emir askeri gibi
emir etti:
„Hanım, yarından tezi yok, hemen kapanacaksın. Ertesi gün hep
beraber beş vakit namaza başlıyoruz"
Artık her hafta bir İslami kitap bitiren ve arkadaşlarına brifing veren
Orhan bey, üssün en sevilen astsubayı olmuştu. Bölük komutanı
Özgür yüzbaşı ve tuğay komutanı Ali Er dahi beş vakit namaza
başlamıştı. Üsse mescid yaptırılması için birlikteki er, erat, subay ve
astsubaylar, gönül rızasıyla kendi maaşlarından kesinti yapılmasına
razı olmuşlardı. Muhasebeye bakan Orhan astsubay, üssün gurur
kaynağı olan mescidin yapımıyla bizzat ilgilenmiş, Cuma namazlarını
12
kıldırması için erlerden imam hatip mezunu bir imamda ayarlamıştı.
Kur"an bilmeyenlere Kur"an öğretilmesi gibi hizmetlerle askeriye
gerçek bir peygamber ocağına çevrilmişti.
1970"li yılların başıydı. O günlerde Kara Kuvvetleri komutanlığından
cumhurbaşkanlığına geçmeye hazırlanan Faruk Gürler Paşa, görevi
olmadığı halde ziyaret için geldiği Erhaç üssünü denetliyordu.
„Bu da bizim mescidimiz" diye gururla takdim edilen askeri kurumun
gayri resmi camisi, Faruk Paşayı gürletti: Ne mescid be adam! Ne işi
var burada? Askere koğuş lazım. Hemen kapatın burayı, koğuş yapın.
Bu mescidin yapılmasında kim rol oynadıysa hakkında hemen
soruşturma açılsın. Tuğay ve bölük komutanı şok geçiriyordu. Kelle
isteniyordu. Üzülselerde Orhan astsubayın kellesi altın tepside Faruk
Gürler"e sunuldu. 28 gün katıksız hapis cezası alan astsubayın, ferdi
haraket ettiği, arkasında herhangi bir örgüt olmadığına kanat getirildi.
Bu raporu yazan 1. amiri Özgür yüzbaşı ile birlikte namaza
başlamışlardı. Hapse atılan Orhan astsubayı, henüz hücre hapsinin
ikinci gününde ziyaret eden tugay komutanı Ali Er, ordu adına gayri
resmi sözlü özür diledi ve ekledi:
„Sen kötü bir şey yapmadın. Seni günah keçisi yaptık, kusura bakma!
Çık buradan evine git, benden 28 gün izinlisin. Hadi memleketine git,
ortada dolaşma ki, seni hem üstlerimize hemde kaldığın lojmandaki
çevrene hapiste gösterebilelim."
Orhan Astsubay, Malatya"da daha fazla tutulmayarak Eskişehir"e
gönderilmişti. Beş yıl süresince lojmana alınmadı. Sakıncalı görüldü.
Orduda namaz kılanlar az sayıdaydı. İrticai bir tehdit olarak
algılanmıyordu. Bu hikayeyi kaç defa babasından dinlediğini
hatırlamıyordu.Neden uyardığını anlamamıştı.Yıldıztepe"den Odun
Pazarı "na inerken tek düşüncesi, aklını başından alan cebindeki
askeri okula kabul mektubuydu. Ulu Cami"nin manevi dinamikleri ve
manevi atmosferi müthişti. O, dileğini, hülyasını aracısız sadece
Rabbinin dikkatine sunacak, paylaşacak ve yardım isteyecekti. Ondan
başkası yardım edemezdi.
Odun Pazar"ındaki kitapçıları dolaştı, bir küçük dua kitabı satın aldı.
Nasıl dua edeceğini bilmiyordu. Cuma namazının makbul saati sayılan
eşref vaktini nasıl yakalayacağını da bilmiyordu. Kitapdan alel acele
okuduğu, aklında kalan bir duayı yaptı. İhlaslı ve samimiydi, ancak
takvalı olduğunu düşünmüyordu. Takvalı asker olmak için dua etti.
Bilerek veya bilmeyerek işlediği hatalar ve günahlarını bağışlanması
için yalvardı. Merhametlilerin en merhametlisinden merhamet diledi.
Askeri okulda her türlü kötü şeylerin şerrinden koruması için Allah"a
sığındı. Doğru yoldaki insanlarla beraber yol yürümeyi arzuladı.
Gözünden iki damla yasş dökülürken kitapdaki en etkili bulduğu,
ezberlediği cümleyi mırıldanıyordu: Allahım!"Kimsesiz kimse yok,
herkesin var kimsesi,Kimsesiz kaldık medet ey, kimsesizler kimsesi"
Odun Pazarı"ında yaptığı duanın kabul olduğundan habersiz, 1 Eylül
1983"de Ankara"ya doğru Eskişehir'den sabah 10 sularında kalkan
Kurtuluş Gece Expresi ile yollandı.
13
İkinci Bölüm: Kader-Denk Noktası
GATA"da tam tekamüllü sağlık kontrolünden geçip, 24 doktorun
imzasıyla her taraflı sağlam raporu almak zorundaydı. GATA"yı askeri
okul öğrenci adayları doldurmuştu, ana baba günüydü. Her
poliklinikte en az iki saatlik sıra vardı. Hepsine teker teker uğruyor,
askeri hekimleri hayranlıkla izliyordu. Babası Orhan, on beş gündür
onun yanındaydı.Yoklanmadık vücud azası kalmamıştı. 24 imzalı
raporu tamamlamak tam bir ay sürüyordu. Deniz Lisesi, Maltepe
Lisesi ve Işıklar"da öğrenci adaylarının ve ailelerinin askeri
yatakhanede kalmalarına izin veriliyordu. GATA"da bu lüks
sunulmamıştı. Ankara"da akrabası bulunmayan bir Anadolu evladının
başkentte otelde bir ay gecelemesi küçük bir servetti.
Üstelik sağlık raporundan sağlam çıkmak mucizelere kalmıştı.
Girenlerin yarısı eften püften bahanelerle eleniyordu. En fazla tenasül
uzuvlarını yoklayan Bevliyeciden tırsmıştı Ferruh. Ona „Deli Hikmet"
diyorlardı. Muayene odasına aldığı 12 askeri öğrenci adayını sıraya
dizmişti. Bir külotla kalmışlardı. Sağlam bir küfür savurdu Hikmet,
ardından noktayı koydu: „Lan soytarılar, çıkarın külotları, mallara
bakacağız"
Malın ne olduğunu hepsi anlamıştı. Utangaç utangaç indirdiler
donları. Kimse birbirininkine bakamıyordu. Yüzleri kızarmıştı. Deli
Hikmet kahkahayı patlattı:
„Ulan bunlarınki kalkmamış. Hemşireler gelin buraya. Elleyin şunları,
hepsini iki dakikada dimdik istiyorum"
Yüzlerindeki kızarıklık morartıya dönüştü. Ferruh, cinsel organının
ovuşturan hemşirenin yüzünü hiç hatırlamıyordu. Ancak gülüşleri
kulağına geliyordu. Bir dakikada kalkanlara mükafat verdi Deli
Hikmet:
„ Aferin sınavı geçtiniz. Sizlerde sadece iki adet yuvarlak bilye var mı,
onu yokluyacağım"
İki dakika veya daha uzun sürede kalkanları ise başka testler
bekliyordu. Belli ki, yarısı sakat raporu ile postalanacaktı. Sağlam
mührünü ve imzayı alır almaz kapıya ter içinde koştu Ferruh. Kapıda
bekleyen babası gülüyordu, içeride neyin yoklandığını biliyordu.
Erkekliği olmayanlar askeri okula giremezdi.
Öğrenci adaylarının en fazla çekindiği diğer iki poliklinik göz uzmanı ve
dahiliyeydi. Girenlerin yarısı elenerek çıkıyordu. Bel açıklığı çekilen
röntgen filminde tesbit ediliyordu. Omurilik disklerinde hafif bir
kayma bile affedilmiyordu. Bu testide başarıyla geçen Ferruh"un göz
polikliniğinde zorlu sınav bekliyordu.
„Psikopat Ahmet" denilen askeri hekimin ünü adını geçmişti. Sanki
göz muayanesi yapılmıyordu da, kıyamet günü Zebani tarafından
ahiret soruları soruluyordu. Odasına aldığı bir düzine adayın 17
14
önce gözlerinin içine çıplak gözle bakarak tek tek süzen Psikopat
Ahmet, henüz aletle muayene başlamadan en az üç kişiyi sakata
çıkartıyordu. Gözden göze muayene uzmanıydı! Ferruh ve diğer
adayların gözlerinin iyi görüp görmediği mevcut teknoloji ile yarım
saatde yoklandı. En az üç ile beş kişiyi de bu aşamada eliyordu
Psikopat Ahmet. Sakat raporu verecekleri ile sağlam raporu
yazacakları iki farklı odaya alıyordu. Her 24 kişiye baktığında yarım
saat mola vererek imzaları atıyordu.
Ferruh, sakata ayrılanlar arasında olduğunu 6. Hissiyle hissetti. Daha
doğrusu hekimin vücud dilindeki hareketlerden ve askeri hemşireye
verdiği sert talimatdan sonuç çıkardı. Sağlam mührü basılacak
adaylara Psikopat Ahmet, çok kibar davranıyordu, hemşireye bir
beyefendi gibi emrediyordu:
„ Lütfen, bu arkadaşımızı yan odaya alır mısınız?"
Sakat raporu verilecekler mevzu bahis olduğu zaman hekim
asabileşiyordu:
„Hemşire! Götür bunu, al yan tarafa! "
Psikopat Ahmet, tipini beğenmediklerine de geçit vermiyordu. Asker
dediğin yakışıklı olmalı, gözleri çakmak çakmak bakmalıydı. Gözleri
uyuşuk, mıymıntı bakanlara hiç acımıyordu. Ferruh, ikinci grubun
bulunduğu odaya yönlendirildiğinde bir anda yıkıldı, hayal kırıklığına
uğradı.
„ Hayır, hayır, bu hikaye burada bitemez" diye kızgın kızgın söylendi.
Sakin olmalıydı. Kısacak hayatı gözünün önünden film şeridi gibi geçti.
Gözleri bozuk değildi cam gibiydi, şahinlerden iyi görüyordu. Eleme
oyununu bozmalıydı. Aksi taktirde, birazdan „askeri okula
elverişsizdir" yazısı rapora basılacaktı.
Bu kaderin denk noktası dendiğı yerdi, zamandı, andı. Kader feleğinin
çarkı değişebilirdi, çünkü cüzi irade akıl saikiyle devreye giriyordu.
Levhi mahfuzda kayıtlı anı değiştirmeye kadir olan Allah, kulların
duası ve gayretiyle yazılımı yenileyebilirdi. İçinden kuvvetle bir „ Allah
en güzel vekildir" çekti.
Hemşire, onu kaybedenlerin odasına teslim ettiğinde tuvalete gitme
bahanesiyle odaya hiç girmedi. Sağlam raporu yazılanların odasına
kimseye hissettirmeden usulca geçti. Odada bekleyen on askeri
öğrenci adayı vardı. Sayı 12"ye ulaşınca doktor gelip raporu
imzalayacaktı.
Nitekim geldi ve imzaladı. Adayların gözlük, lens kullanmasını
gerektirecek bir görme bozukluğu yoktu. Ayrıca gözünde şaşılık, renk
körlüğü gibi hastalık bulunmuyordu.
15
İmzaladıktan sonra içeridekileri saydı: 13. Halbuki 12 olmalıydı. Öbür
odada 12 elenmiş aday göndermişti, burada sayı 13 olamazdı. Bir kere
imzalamıştı, tükürdüğünü yalayamazdı. Öğrencileri sıraya dizip tek tek
yeniden gözlerine baktı. Böğürerek konuşuyordu:
„Arkadaşlar, içinizde bir uyanık var. Ben külyutmam. Kim olduğunu
bilemiyorum ama helal olsun!!! "
Ferruh, derin bir „oh" çekti. Demek ki, anlasada kulağından tutup yan
odaya göndermeyecekti.
Tahmininde yanılmamıştı, sakata ayrılanlar odasından çıkanlar
ağlıyordu. Sırf emin olmak için kapıda beklemişti Ferruh. Haklı
çıkmıştı, Psikopat Ahmet, boş yere milleti eliyordu. Kurban olmaktan
son anda yırtmıştı!
Raporu tamamlaması bir haftayı buldu. Sonuçta karar verilmişti:
Vücut yapısı düzgündü. Her bakımdan sağlam ve fiziksel görünüşü
kusursuzdu. Göğüs kafesinde şekil bozukluğu yoktu. Düz taban
değildi. Vücudunun herhangi bir yerinde dikkati çekecek ve göz
estetiğini bozucu yara, yanık, leke, kellik, frengi ve cilt hastalığından iz
bulunmuyordu. Türkçe'yi kusursuz konuşuyordu. Dilinde kekemelik,
pepemelik,pelteklik, tutukluk yoktu. Duymasında en ufak bir kusura
rastlanmamıştı.Kalp, böbrek, karaciğer rahatsızlıkları ve tüberküloz
geçirmemişti. En fazla Psikiyatri polikliniğindeki doktora şaşırmıştı.
Doktor her gelene soruyordu:
„ Oğlum akli dengende bir bozukluk var mı?!
„ Yok komutanım! "
„Aile efradında frengi gibi bir bulaşıcı hastalık veya akıl hastalığı var
mı?
„ Elbette de yok komutanım! "
„Peki oğlum, ailende hiç intihar eden oldu mu?"
„ Hayır, olmadı Komutanım!"
„Geç, sağlam"
Sonunda GATA"dan "Askeri Öğrenci Olur" kaydını içeren sağlık
raporunu almıştı.
İş bununla bitmiyordu. İki kefilin imzaldığı yüklenme senedi olmadan
kesin kayıt yaptıramıyordu. Yüklenme senedinde yazan meblağ bir
milyon beşyüz ben Türk Lirasıydı. Bu para ile taşrada rahatlıkla iki göz
bir apartman dairesi alınabilirdi. Ferruh babasının elinden belgeyi
kaparak çir çırpıda okudu:
Silahlı Kuvvetler adına öğrenci olarak okulun giriş şartlarına uygun
şekilde kayıt ve kabulüm yapıldığı takdirde, astsubay çıkıncaya kadar,
yürürlükte bulunan veya öğrenim süresi içerisinde çıkacak kanun,
tüzük, yönetmelik, yönerge ve sair mevzuat hükümlerini kabul
ettiğimi, bunlara
16
aynen uyacağımı, öğrencilik sıfatımın devamı süresince
evlenmeyeceğimi, karı koca gibi yaşamayacağımı taahhüt ve beyan
ederim.
Taahhütlerime aykırı hareket etmem, beyanlarımın gerçek dışı
olduğunun tespit edilmesi, herhangi bir nedenle öğrenimi
kendiliğimden terk etmem, okul yönetmelik veya yönergelerine göre
okul idaresine ibraz ettiğim belgelerden herhangi birinin gerçeğe
aykırı olduğunun anlaşılması, derslerden başarı gösterememem, okul
yönetmelik ve yönergelerine aykırı harekette bulunmam, yetkili
merciler veya mahkemelerce hakkımda verilen herhangi bir ceza
nedeniyle yetkili merci veya kurullarca ittihaz olunan karara istinaden
okuldan çıkarılmam halinde, Silahlı Kuvvetler adına askeri öğrenci
olarak öğrenime başladığım tarihten ilişiğimin kesilmesine kadar Milli
Savunma Bakanlığınca zimmetime tahakkuk ettirilecek tazminatı
(yiyecek [yemek pişirme ve su masrafları dahil], giyim, kuşam, öğrenci
aylığı, kitap ve kırtasiye, vize, diploma, sınav ve benzeri harçlar,
öğretim ve eğitimin gerektirdiği ulaşım hizmetleri, şahsım için yapılan
ilaç ve tedavi giderleri, barındırma giderleri [aydınlatma, ısıtma,
temizlik, yakıt, yatı masrafları ve benzeri masraflar], atış giderleri) sarf
tarihinden tahsil tarihine kadar geçen süre için hesap edilecek kanuni
faizi ile birlikte ayrıca hükme gerek kalmaksızın Hazine emrine
ödeyeceğimi şimdiden kabul eyler, yüklenirim. Bu yüklenme
senedinde yazılı bütün hususlar için meydana çıkacak ihtilaflardan
dolayı, ANKARA Mahkemeleri ile icra dairelerinin salahiyetini kabul ve
taahhüt ederim.
Reşit ise Öğrencinin Değil ise Velisinin İmzası Açık Adresi
Bu senedi babası Orhan imzalayacaktı. Zor kısım, ikinci sayfada yer
alan kefalet senediydi. Babası parayı ödemezse onun yerine ödeyecek
bir kefil gerekliydi.İki belgede noterden tasdikli yapılmalıydı. Kelafet
senedini Ferruh bir solukta bitirdi:
Askeri öğrenci olarak kayıt-kabul olunan Orhan oğlu Ferruh Kaplan"ın
babası tarafından verilen yukarıda yazılı yüklenme senedindeki
taahhütlerine aykırı hareket etmesi sebebi ile okulla ilişiğinin
kesilmesi halinde, bu öğrenci adına tahakkuk edecek okul masraflarını
sarf tarihinden itibaren tahsil tarihine kadar geçen süre içinde hesap
edilecek kanuni faizi ile birlikte 1,501,000TL (Bir Milyon Beşyüzbirbin
TL) "yi geçmemek üzere müteselsil kefil ve müşterek borçlu sıfatı ile
ödeyeceğimi, çıkacak ihtilaflardan dolayı ANKARA Mahkemeleri ve
İcra Dairelerinin salahiyeti olduğunu beyan, kabul ve taahhüt ederim.
Müteselsil Kefil ve Borçlunun İmzası Açık adresi
Ankara"da tek akrabaları Akdere"de oturan halası Rasime ve kocası
Abdullah beydi. Babası Orhan, üvey kardeşini çok severdi. Astsubay
okulundan ilk mezun olduğunda dört Ankara"da Etimegut"da Hava
üssünde görev yapmıştı. Yeni evli iken Akdere"de aynı gecekonduyu
17
paylaşmışlardı. Çocuk sayısı artınca önce Cebeci, daha sonra ise Yeni
Mahalle"de kirada oturmuştu. Eski günleri andılar iki kardeş. Aynı
anadan doğma farklı babadan olmaydılar. Abdullah bey, „ Karaoğlan"
dediği Bülent Ecevit"in aşığı sol görüşlü bir işçiydi. Babası Orhan ise
1970"lerde MSP Lideri Necmeddin Erbakan"a oy vermişti. 1983"de
Turgut Özal"ın kurduğu ANAP"a oy vereceğini söylüyordu. Ecevit ve
Erbakan"ın partileri 12 Eylül askeri darbesinden sonra kapatılmış,
kendileri de siyasi yasaklıydılar. Babası ve Abdullah beyin siyasi
kavgaları hiç bitmek bilmezdi.
Orhan bey, Ecevit"den hiç hoşlanmazdı. Abdullah bey ise Erbakan"ı
günahı kadar sevmezdi. Tek anlaştıkları konu Demokrat Parti"si
kapatılan lider Süleyman Demirel"in ihtirasının ülkeyi uçuruma
sürüklediğiydi. Demirel nefretinde birleşiyorlardı.
Ferruh, konunun ne zaman kefalet meselesine geleceğini merak
ediyor, bağrışmaya dönüşen siyasi tartışmayı endişe ile izliyordu.
Sonunda, „askerlerin 12 Eylül ile ülkeyi kaostan kurtardığını" söyleyen
Orhan Astsubay, taşı gediğine koydu: Akan kanlar durdu, yaşasın
ordumuz!
Abdullah beyin askere saygısı sonsuzdu. Sağ ve sol kavganın yok ettiği
1968 kuşağını kayıp nesil olarak görüyordu. 1982"de referanduma
sunulan anayasaya bu nedenle „Evet" demişti. Askeri yönetimin sona
ererek bir an önce demokratik seçimlerin yapılması arzusuydu. Darbe
lideri Kenan Evren"in cumhurbaşkanı olmasına bu nedenle fazla
aldırış etmiyordu. Zaten tüm cumhurbaşkanları asker kökenliydi. Ha
bir fazla ha bir eksik! Önemli olan sivillerin tekrar ülkeyi yönetmesi,
askerin kışlasına dönmesiydi.Belki Ecevit tekrar döner diye umut
ediyordu. Orhan başçavuş lafı döndürüp dolaştırıp nihayet oğlunun
gireceği askeri liseye ve kefil konusuna getirdi. Abdullah beyin ilk
tepkisi halk arasında yaygın bir atasözüydü:
„İşin yoksa şahit ol, paran çok ise kefil ol"
Orhan astsubay, asker sözü vererek kesin konuştu:
„Asıl kefil benim, merak etme eğer oğlum atılırsa sana kalmaz bu
borç"
Abdullah bey itiraz etmedi ve ertesi gün notere gidip imzayı verdi. Bir
sorun daha çözülmüştü. Askeri okulun şartları bunlardan ibaret
değildi. Aile üyelerini de araştırıyorlardı. Kendisi dışında anne, baba
ve kardeşleri, tutum ve davranışları ile yasa dışı siyasi, yıkıcı, bölücü,
ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış
veya karışmamış olmalıydı.Toplumca ayıp sayılan ve toplumca uygun
görülmeyen kazanç yollarında geçmişte ve halen çalışmamalıydı. Aile
üyeleri, kusursuz bir ahlak ve karaktere sahip olmalıydı.Dürüst bir
yaşam düzeyinde olmaları yeterli değildi.Yüz kızartıcı fiillerinin
bulunmaması elzemdi.Yapılacak arşiv araştırması ve güvenlik
soruşturma sonucunda şüpheli yada sakıncalı halleri bulunmamalıydı.
18
Kendisi, anne, baba ve kardeşleri dahil, taksirli suçlar hariç olmak
üzere; affa veya zaman aşımına uğramış yahut para cezasına çevrilmiş
veya ertelenmiş, hükümlülüklerine ilişkin kayıtları adli sicilden
çıkartılmış olsa bile, bir cürümden hükümlü bulunmamak veya
soruşturma altında olmamalıydı.Okuduğu okullardan ahlak ve disiplin
sebepleri ile çıkarılması halinde askeri okula girmesi mümkün değildi.
Üstüne üstlük, okula karşı uygun nitelikte, yani dürüst bir yaşam
düzeyinde, yüz kızartıcı fiilleri bulunmayan sorumlu bir veli göstermek
zorundaydı.
Tüm engelleri aşılmıştı. Ferruh, 12 Eylül 1983"de askeri okulun
nizamiyesinden içeri girdiğinde kendini dünyanın en şanslı, mutlu ve
huzurlu ferdi olarak hissediyordu.
19
Üçüncü Bölüm: Beton Kemal!
Nizamiyeden sivil kıyafetler ile girdiler içeri. 1983 devresi toplam 60
kişiydi. Akşam saat 8.00"e kadar teslim olmaları gerekiyordu. 12
Eylüldü. 1980 darbesinin 3. Yıldönümü.
Öğleden sonra saat 4 civarıydı. Babası bu sefer gelmemişti. Annesinin
gelmesine babası izin vermemişti. Tek başınaydı.
Bir valiz temiz çamaşır koymuştu annesi. Babasının „herşeyi
verecekler, hiç bir şey koyma" sözlerine aldırış etmemişti. Etrafına bir
göz attı. İki, üç valizle gelen bile vardı. Çoğunun saçları uzundu. Kimse
kestirmeye kıyamamıştı ama başlarına gelecekleri az çok tahmin
ediyorlardı. Birazdan sivil hayata veda edeceklerdi. Uzun saçlara
elveda! Hemde bir ömür boyu.
Saçlar onbeş günde bir sıfıra yakın 3 numara tıraş edilecekti. Sivil
kıyafetler depoda emanete kaldırılacak ve memleketlerine giderken
iade edilecekti. Hemde bir daha getirmemek üzere. Sivil don bile
giymek yasak olacaktı. Uzun yasak listesiyle henüz tanışmamışlardı.
İlk onbeş dakikada olan olmuştu. Alındıkları bir küçük odada askeri
berber onları bekliyordu. Makineyle sıfır tıraş edilen saçlar, kafaları
kabak gibi ortaya çıkarmıştı. Çok komik bir manzaraydı. Sivil kıyafetler
ve asker tıraşı kafalar. Ayna gibi parlamışlardı.
İlk dostluklar kurulmaya başlamıştı. Aynı kaderi paylaşıyorlardı.
Birbirlerine bakıp gülüşüyorlardı. Ferruh, yanındaki sandalyede
oturan Denizlili Ufuk"u pek sevmişti. Sürekli espiri yapıyordu. Kısa bir
tanışma faslı yaşandı, memleketini sormuştu ona.
Ferruh memur çocuğuydu. Diyar diyar gezmişti. Ankara doğumluydu.
Babası ve annesi has Çorumluydu. Çocukluğu ilk okul 1. sınıfa kadar
Malatya"da geçmişti. İlkokul 2. Sınıftan itibaren ortaokulu bitirene
kadar ise Eskişehir"in üç ayrı mahallesinde yaşamıştı. Ülkü İlkokulu,
Fatih Sultan Mehmet İlkokulu ve Cumhuriyet Lisesi"nin ortaokulunda
geçen 9 yılı düşündü. Bu şehir iliklerine kadar işlemişti. „Babamın
doğduğu veya benim doğduğum yer değil, doyduğum yer daha
önemlidir" diye içinden geçirdi.
Nereli olmak burada çok önemliydi. Dostluklar memleketlere göre
şekillenirdi. Memleket muhabbeti nasıl başlarsa öyle devam edecekti.
Kısa bir tahlilden sonra Ferruh, nihayet nereli olduğuna karar verdi:
„Eskişehirliyim"
„Ben Denizliliyim. Bu okulu asil listeden 1. olarak kazandım"
„Memnun oldum. Bende asil liste 32. Sıradan girdim"
Ferruh sol tarafında bulunan kızıl saçlı Tuncay"ya sordu: Ya sen!
„Ben Kululuyum. Konya"ya bağlı olsada Ankara"ya daha yakındır.
Yedek listeden 30. sıradan geldim buraya. Hiç umudum yoktu. Son
anda çağırdılar."
20
Ferruh şaşırmıştı. Yedek listeden 30. sıradan gelen varsa, bu asil
listeden 30 kişinin sağlık raporunda elenmesi anlamına geliyordu.
GATA"yı hatırladı hemen:
„ Vay Psikopat Ahmet vay! Gözden sakatladı milleti. Kimbilir kimlerin
kanına girdi!" „Dikkat" diye yüksek sesle bağıran Ramazan astsubayın
çığlığıyla hepsi ister istemez ayağa fırladı. Bir öğrenci halen
sandalyede oturuyordu ki, astsubayın sesi yeniden duyuldu:
„Kandıralı! Sende kalk!"
Bu tabirin saftorikler için kullanıldığını henüz bilmiyorlardı. O arkadaşı
gerçekten „Kandıralı" sanmışlardı. Bu beldenin nerede olduğu
konusunda herhangi bir fikirleri yoktu.
İçeri giren komutanın omzunda üç tane yıldız vardı. Heybetli duruşu
ürkütücüydü. Geniş omuzları, iki metreyi bulan boyuyla dev bir
cüssesi vardı. Hele o sert bakışları, zıpkın gibiydi. Kimdi bu subay?
Niçin gelmişti? Ne konuşacaktı? Çok geçmeden konuşmaya başlayan
yüzbaşı tok ve gür sesiyle kendisini tanıttı:
„Benim adım Mustafa Kemal Akkarpart. Sizin devrenizin sınıf
subayıyım. Saçı uzun kimseyi görmeyeceğim. Akşam yemeği saat
6.00"da yenecek. Saat 7.00"de herkesi gazinoda istiyorum."
Kısa ve öz bir konuşmaydı. Hepsi tırsmıştı. Bu adam kaya gibi sertti.
Hiç yontulmamıştı. Kafalarına balyoz gibi ineceği belliydi. Ses tonu
taştanda ağırdı. Taviz vermez bir görüntüsü vardı. Dayak atmak için
elini kaldırsa, kafa uçururdu. Duruşu bir heykeli andırıyordu.
Mavi gözlü, sarışın güzeli, bembeyaz tenli Bursalı Nurullah Ünal,
lakabı hemen yapıştırdı: „Beton Kemal! "
Şaşkınlığı ve şoku üzerinden henüz atamamış 1983 devresi ilk toplu
kahkahayı patlattı. Hepsi bu lakabı tutmuştu, sevmişti. Berber salonu
bir anda tek bir sesle çınladı:
„Beton Kemal! "
Aceleyle içeri giren Ramazan astsubay asayişe hakim olmak ister bir
edayla, üç defa tekrarlayan toplu sesi susturdu:
„Neler oluyor burada? Duymamış olayım! "
Ses tonu pek ciddi olmadığını gösteriyordu. Kemal yüzbaşıya takılan
lakabı duymuştu, anlaşılan oda beğenmişti. Öğrenciler bir isim taktı
mı, ondan kurtuluş yoktu, ilelebet kalırdı. Akşam saat 6.00"ya doğru
berber salonunda saçı kırpılan ve gazinoda biriken öğrenci sayısı 50"yi
geçmişti. Yemekhane"ye komşu olan gazinoda TRT 1"de „Kara
Şimşek" dizisi oynuyordu. Üst sınıfların yeni eğitim ve öğretim
dönemine başlayışı 13 Eylül olduğu için yeni öğrencilerden başka
kimse gazinoda bulunmuyordu. Sivil kıyafetlerle son günlerini geçiren
1983 devresi, ast olmanın dayanılmaz ezikliğini henüz hissetmemişti.
Okul ıssızdı. 24
21
Yemekhane"ye girip, tablotlardan gözlere yemekleri doldurmaya
başladılar. Ferruh"un gözüne menünün yazılı olduğu kara tahtanın en
altındaki ibare ilişti: 4500 Kalori. Yedikleri herşeyin kalorisi
hesaplanıyordu. Kaç kalori alıp kaç kalori harcayacakları belliydi. Bol
kepçeden koyan beyaz önlüklü sivil memur ahçılar, oldukca güleç
yüzlüydü. Hele yaşı 60"larda olan bir tanesi her servisi yaptığında tek
tek her öğrenciye hatırlatıyordu:
„Çocuklar! Fazlası var. İkinciye gelip alabilirsiniz. Çekinmeyin sakın."
Ferruh, ahçıları ve yemekleri çok sevmişti. Fırında tavuk, yoğurtlu
ıspanak, tomates çorbası, pirinç pilavı ve tulumba tatlısı en sevdiği
yemeklerdi. İkinci tur, hatta tulumba tatlısından üçüncü tur alışlarına,
ahçılar gülümseyerek yanıt vermişti. „Bol kepçeli bir askeri okula
düştük" düşüncesinde birleşen öğrencilerin sevinci görmeğe değerdi.
Asker karanavasının kötü olduğuna dair askerliğini yapmış
akrabalarından hepsi pek çok berbat hikayeler dinlemişlerdi.
Yemeği fazla kaçırmışlardı, saat 7.00 olmak üzereydi. Ramazan
astsubayın sesi ile irkildiler: „Haydi çocuklar hemen gazinoya! "
Beton Kemal gelmeden gazinoya doluştular. Halen üç kişi eksikti.
Ramazan astsubay bağırdı: „Dikkat!"
Ayağa fırlayan öğrenciler henüz esas duruşta durmasını bilmiyordu.
Kürsüye geçmeden önce tok bir sesle öğrencileri rahatlatan
yüzbaşıydı:„Rahat! Oturun."
Kemal Yüzbaşı, ağır ağır konuşmaya başladı:
Aileleriniz size bizlere emanet etti ve vatana, millet faydalı bir asker
olmanızı istediler. Dört yıl boyunca sizin 1. derecede amiriniz benim.
Nasıl bir yola çıktığınızı anlatmak istiyorum. Sağlık Astsubayları, Türk
Silahlı Kuvvetleri içinde yer alan sağlık sınıfının sıhhiye teknisyenleri
grubunu oluşturuyor. Amacı, askeri öğrencilerine temel askerlik
bilgileri yanında, temel meslek bilgilerini teorik ve pratik çalışmalarla
pekiştirmektir. Bütün kuvvet komutanlıklarına bu alandan eleman
yetiştirilmektedir. Hangi kuvvete dahil olacağınızı sınıf okulunda
seçeceğiz.Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu"na ortaokul mezunu
olarak katılmış bulunuyorsunuz. Sınavlardan geçerek geldiniz. Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulunda eğitim süresi 3 yıldır. Eğitimini
tamamlayan öğrenciler Sağlık Astsubay Sınıf Okuluna sınavsız olarak
geçiş yaparlar. 1 yıl eğitimlerini tamamladıktan sonra Sağlık Astsubayı
olarak mezun olurlar. Mezunlar bütün kuvvet komutanlıklarına
ihtiyaca göre dağıtım yapılırlar. Eğer bu askeri okuldan atılırsanız,
veliniz veya kefiliniz masraflarınızı ödeyecektir. Başarısızlık,
disiplinsizlik ve benzeri sebeplerle ayrılan öğrenciler için alınacak
tazminatda "yiyecek, giyim, kuşam, öğrenci aylığı, kitap ve kırtasiye,
vize, diploma, sınav ve benzeri harçlar, öğretim ve eğitimin
gerektirdiği ulaşım hizmetleri, ilaç ve tedavi ve barındırma giderleri"
gibi masraf kalemleri bulunur. Hepinizin 100 puan disiplin notu var.
Yasakların listesi size dağıtılacak. Suç işleyen cezalandırılır. Affımız
yoktur. Disiplin notu 30 puan düşen Yüksek Disiplin Kurulu"na
çıkartılır. 20 puanda buradan verilirse, okulla ilişkiniz kesilir. Ailenizin
yüzünü kızartmak istemiyorsanız kurallara uyun.
Salondan çıt çıkmıyordu. Buz gibi hava esiyordu. Beton Kemal,
öğrencileri sanki hipnotize etmişti. Kısa konuşmayı seven bir
komutandı, ama üslubu çok etkili ve korkutucuydu.
22
Dördüncü Bölüm: Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati
İlk gece zor geçmişti. Pek çoğu sabaha kadar uyuyamamıştı. Tek bir
yatakhanede çift katlı ranzalarda yatıyorlardı. Sabahın köründe saat
6.00"da kalkmaya alışmamışlardı. Elinde palaska ile koğuşa giren
nöbetçi astsubay çavuş Nuri bangır bangır bağırıyordu:
„Uyuşuk tembeller! Kalkın! Burası asker ocağı, ananızın kucağı değil.
Tavuklar sizi! " Ranzanın demirinde çıngıldayan palaska seslerini
duyan yataktan hopluyordu. Beş dakika içinde yatağında kimse
kalmamıştı. Soyundukları dolapların başında geçirdikleri beş
dakikadan sonra ise alel acele koğuş dışına çıkarıldılar. Kahvaltı
6.30"da başlayıp saat 7.00"de sonlanıyordu. Yeni öğrencileri 6.15"de
yemekhane başına diken yeni mezun astsubay Nuri, zafer kazanmış
bir komutan edasıyla şiştikce şişmişti. Yemekhane kapılarını açana
kadar 15 dakika süresince tek sıra halinde dışarıda bekleyen
öğrenciler, Nuri astsubaya lakap takmakta gecikmediler:
„Horoz ne olacak! "
O günden sonra Nuri astsubay asla ismi ile anılmadı: Horoz geldi,
horoz gitti. Aman dikkat çocuklar! Bu akşam horoz nöbetçi!
Saat 7.00"de başlayan etüd için sınıfa giden 1983 devresi, 45 dakika
sonra serbest kaldı. Dün akşam geç saatlerde 3 öğrenci daha devreye
dahil olmuştu. 60 kişi tamamdı. Halen üstlerindeki sivilleri
çıkartmamışlardı. İlk içtimaya saat 8.00"de çıkan öğrenciler, 8.30"a
kadar Beton Kemal"in gelmesini heyecanla bekledi.
Yarım saatdir devreyi en az üç defa sayan, boy uzunluğuna göre 15
kişi önde dörtlü sıraya dizen Ramazan astsubay, defalarca rahat, hazır
ol eğitimi yaptırdı ama nafile çaba!
Birdenbire sessiz sedasız bitiveren Beton Kemal"a ilk tekmilini,
arkasında sanki eğitimli bir bölük varmış gibi verdi:
„Rahat! Hazır ol! Dikkat! Ramazan Yıldız. Sağlık Astsubay Hazırlama
Okulu, 60 mevcudiyle emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım! "
Selamı alan yüzbaşı, „Rahat" demişti ama zaten herkes oldukca
rahattaydı. Net konuştu:
„ Bir hafta boyunca yanaşık düzen eğitiminden geçirileceksiniz. Hiç bir
şey bilmediğiniz için bugünkü laubali halinizi cezalandırmıyorum.
Yılışıklığı sevmem. Yanaşık düzen eğitiminde yılışanlar, bir hafta
sonraki Kurban bayramında vereceğimiz dört günlük bayram tatilinde
memleketine gidemez."
Memleket izni sürpriz olmuştu. Bu kadar kısa sürede izin verileceği
akılllarına gelmemişti.
Kış sömestirine kadar bir daha anne ve babalarını görmeyi
ummuyorlardı. Beton Kemal"in boru gibi yüksek olan sesiyle
memleket hayallerinden uyandılar:
23
„Memleketi görmek isteyen yanaşık düzende yılışmaz! Boy
uzunluğunuza göre bugün oluşturulan içtima düzenini esas alarak
sizlere okul numaralarınızı vereceğim. Şimdi „sıra açıl" komutunu
verdiğim zaman ilk sıra beş adım yürüyerek ileri çıkacak. İkinci sıra üç
adım, üçüncü sıra bir adım yürüyecek, son sıra ise yerinde kalacak.
Anlaşıldı mı?"
Cılız bir ses duyuldu: „ Anlaşıldı. "
Olmadı tekrar gür sesle söyleyin: „Anlaşıldı mı?
Bu sefer yüksek bir ses okulu çınlattı: „Anlaşıldı"
„Sıra açıl!"
İlk denemede sıralar düzgün açılmıştı. Beton Kemal söylüyor,
Ramazan Astsubay yazıyordu.
„ 301. Adın ne oğlum?
„Ahmet Süle."
„Bundan sonra adın 301 Ahmet Süle"
„302. Adın ne oğlum?"
„Berhan Yüzbaşı"
„Bundan sonra adın 302 Berhan Yüzbaşı"
Sıradan giderek isimlere numara vermeye devam etti. 303 Ali Nar,
304 Mustafa Özdemir, 305 Levent Ataseven, 306 Uğur Sarıca, 307"
diyen Beton Kemal aniden duraksadı. Birden duygulandığı görüldü.
Sesi titriyordu. Ramazan astsubaya dönerek kararını verdi:
„Bu numarayı atlayalım. Boş kalsın bu devrede."
Numara atlandı ama herkesi bir meraktır sardı. Neden acaba? 307"in
sırrı neydi? Numaralandırmaya devam edildi. 308 Hasan Kabasakal.
309 Tuncay Yıldırım, 310 Nurullah Ünal, 311 Ünal İpekçi, 312
Muammer Yıldırım, 313 Engin Taşcı, 314 Ferruh Kaplan.
Beton Kemal, tekrar durdu ve 314 Ferruh"un gözlerinin içine baktı.
Ramazan astsubaya dönerek yarı ciddi yara şakaya benzeyen bir espiri
yaptı:
„İnşallah, buda evvelki 314"e benzemez!"
Al sana başka bir sır daha! Evvelki 314"den kasıt mezun olan 1983
devresindeki 314 olmalıydı.
24
Numaralandırma bitene kadar devam etti: 315 Ufuk Yılmaz, 316 Onur
Şahin, Gazi Altun, 318 Halil Doğan, 319 Yıldırım Akıncı, 320 Arif
Düğüm, 321 Hakan İnan, 322 Mustafa Dolu, 323 Mensur Irmaksever,
324 Hasan İpek, 325 Ercan Çetinkaya, 326 Şeref Yavuz, 327Aytekin
Ürkmez, 328 Lokman Koçdoğan, 329 Levent Sevim, 330 Faruk Fikret
Otuzoğlu, 331 Hayrettin Erkmen.
İlk 30 kişi tamamlanmıştı ki, Beton Kemal"in sesi tekrar duyuldu:
„Bunlar A sınıfı olsun. Uzunlar. Kalan 30 kişi B sınıfı. Kısalar."
B sınıfının numaralandırılması da oracıkta bitirildi: 332 İlhan Ünalan,
333 İrfan Tüysüz (Şahin), 334 Galip Deniz, 335 Salih Özdemir, 336
Fikret Gündüz, 337 Ünal Bingül, 338 Hasan Keskin, 339 Mesut
Sinoplu, 340 Halis Deniz, 341 Mahmut Uludoğan, 342 Muhammed
Güngör, 343 Aykut Ağır, 344 Tayfun Genç, 345 Tayyup Doğan, 346
Tuncay Hacısomanoğlu, 347 Ömer Faruk Soydan, 348 Mesut Öztürk,
349 Turan Çiftçi, 350 Turgut Tarihçi, 351 Ekrem Eraslan, 352 Osman
Kürşat Beşikçi, 353 Tayyar Mülazımoğlu, 354 İdris Kılınç, 355 Vahap
Duru, 356 İsmail Kenan Boyacıoğlu, 357 Bülent Özçelik, 358 Bülent
Altunbaş, 359 Sedat Özdemir, 360 İbrahim Şahiner, 501 Çetin Koçak.
502 Reverend Çinçin. Beton Kemal, emir komutunu bu sefer tersten
verdi:
„Geriye Dön. Sıra Kapan"
Hiç beklemeden ne yapılacağını özetledi:
„Şimdi Ankara'nın Abidinpaşa semtinde bulunan askeri dikim evine
gideceğiz. Dahili ve harici olarak giyeceğiniz askeri elbiseler, kışlık ve
yazlıklar, iç çamaşırlarınıza kadar size sayı ile teslim edilecek. Haydi,
koşar adım otobüse marş marş. "
Dikimevi"nde herkes vücud yapısına göre askeri elbiselerine kavuştu.
Göz kararı ile karar veren uzman bir sivil memur, hangi numaralı
elbise ve şapkanın öğrenciye uyacağını kestiriyordu. Yüzde 90 tahmini
tutuyordu. A"dan Z"ye diş macunundan kışlık ve yazlık ayakkabıya
kadar her türlü ihtiyaçları ile donatılmışlardı. Şapka numarası
konusunda Ferruh sıkıntı çekiyordu. Kendisine uyan harici elbise
şapkasını bulamamıştı.
Beton Kemal duruma müdahale etti:
„Oğlum, senin kafan sivri. En büyük numarayı alacaksın, yani 58."
İç çamaşır ve külotların teslim alımında sağlam bir patırtı koptu.
Dizlerin altına kadar inen uzun mu uzun albay donlarını gören
kahkahayı kopartıyordu. Her öğrenciye 8 adet albay donu verildi.
25
Ancak kimsenin bu donları kullanmaya niyeti yoktu. Herkes aynı
fikirdeydi. Bunu ilk dile getiren 304 Mustafa Özdemir oldu:
„Albay donuymuş, istese general donu olsun giymem arkadaş. Soytarı
mıyız biz?"
Olay mahaline intikal eden Beton Kemal"in Osmanlı tokadı
Mustafa"nın sol yanağında şakladı. İki seksen sırtı üstü yere
kapaklanan zavallı Mustafa, ayağa kalkamadı. Gülüşmeler bir anda
sonlandı, devre ciddiyete büründü. Buz gibi havada Beton Kemal"in
soğuk sesi duyuldu:
„Soytarılar sizi!. Size ne veriliyorsa giyeceksiniz. Her gün don kontrolü
yapacağım. Hele bir giymeyen olursa. "
Bu kısa tehdit devrenin sütliman olmasına yetmişti. Artık kimse espiri
yapmıyor, sessizce ne verilirse onu alıp susuyordu. Üç saat süresince
kendilerine verilen askeri valizi ağzına kadar doldurmuşlardı.
Okula dönüşte de kimse ağzını açmadı. Konuşup iki çift laf ederlerse
başlarına ne geleceği belli olmazdı. Korkmuş, tırsmışlardı. En önde bir
karış suratla heykel gibi donuk oturan Beton Kemal, kendisine takılan
lakabı sonuna kadar hak ediyordu. Simasında hiç bir mimik, küçücük
bir insani haraket, duygularını yansıtan bir işaret yoktu. Şakası hiç
yoktu. Yemekhanede yenen öğle yemeği bitmeye yakın „Dikkat" sesi
duyuldu. Tüm öğrenciler ayağa kalktı. Beton Kemal içeri girmişti.
Nöbetçi astsubay Horoz Nuri, yemek duasını yaptırdı:
„Tanrımıza Hamd Olsun"
Tüm öğrenciler gür sesle tekrarladı.
„Milletimiz Var Olsun"
Yemekhane tekrar çınladı. Beton Kemal tok sesiyle onayladı:
„Afiyet Olsun! "
„Sağol"
Bu yemek duasını bundan sonra her yemekten sonra yapılacağını yeni
öğreniyorlardı. Onlar Dikimevinde vakit geçirirken okulun diğer
öğrencileri de gelmeye başlamıştı. Bu nedenle yemekhanenin yarısı
dolmuştu. Saat akşam 7.00"ye kadar geri kalanıda yaz tatili izni bitimi
nedeniyle teslim olacaktı. 2. ve 3. sınıfları ilk defa görüyorlardı. Sınıf
okulu denen tek pırpırlı astsubay öğrencileri 4. sınıftı. Oldukca
fiyakalıydılar. Bir yıl sonra mezun olacaklardı.
Okulun toplam öğrenci sayısı 323 idi. 2. sınıflar 80 kişiydi. Üçüncü
sınıflar 90, son sınıflar ise 97 kişiydi. 60 kişi olan 1. sınıflar en altta
astlardı. Bunun ne demek olduğunu akşamleyin 8.00"de etüd saati
sırasında 2. sınıflardan Hüsnü ve Necati isimli iki öğrenci içeri girince
anladılar.
26
Hüsnü, kendisini hemen tanıttı:
„Benim adım Psikopat Hüsnü. Bu lakaba neden layık görüldüğümü
kısaca anlatayım. Astların üstlere saygısızlığını asla affetmem.
Çarparım. İlk kural: Sizden üst bir sınıfın yanından geçerken esas
duruşta olacaksınız ve önce siz selam vereceksiniz. 6 metre önceden
hazırlığa başlıyacaksınız. Şapkanız kafanızda ise şapkayla, yoksa
başınızla. Zaten dışarıda şapkasız dolaşını çarparım. Selam vermeyen,
geç veren veya laubali davrananın ifadesini hemen alırım.
İlk kuralın dehşetini henüz hazmedememiş iken Psikopat Hüsnü, son
gazla devam etti.
„İkinci kural: İki yakanızı birleştiren kopçalarınız her zaman ilikli
olacak. Ayakkabılarınız boyalı ve parlak olacak.Her gün tıraş
olacaksınız, her akşam dişlerinizi fırçalayıpta yatacaksınız. Saçı ve
tıraşı uzun bir öğrenci görürsem, anında çarparım. Dişini
fırçalamayının dişlerini dökerim.
Sert ve dik bakışlı Necati söze karışarak, hem kim olduğunu söyledi,
hemde karın ağrılarını: „Benim adım Çatlak Necati. Neden mi
çatlağım? Çünkü kurallara uymayının başında çat diye biterim.
Kafasını çatlatırım, patlatırım. 2. sınıflara komutanım diyeceksiniz. Abi
mabi laflarıyla yılışanları hiç sevmem. Çarparım. Üst sınıfların
koğuşuna, sınıfına, yanına yaklaşmayacaksınız.
Psikopat Hüsnü, sözü gediğine koyarak son sözü söyledi:
„Askerlikte mantık yoktur. Üst her zaman haklıdır. Haksız olduğu
zamanda haklıdır. Siz astsınız ve üstleriniz ne diyorsa onu
yapacaksınız.Eğer içinizden biriniz bizi sınıf subayınıza veya herhangi
bir komutana şikayet ederse, bu okulu bitiremez. Çünkü her gün
atacağım dayaklara dayanamaz. Sizin bu okulda ilk saygı
göstereceğiniz üsttünüz, 2. sınıfdaki komutanlarınızdır.
Üstün her zaman haklı olduğunu derilerine, belleklerine kazıdılar. Aksi
halde şiddet usülleriyle kafalarını kırarak kazıyacaklar vardı. Şaka
yapmadıkları açıktı. Dayanılmaz astlık başlamıştı.
27
Beşinci Bölüm: 307’in Sırrı
Çevrilmiş bir binanın içerisinde, askerî eğitimin getirdiği çok alışık
olmadığı emirler, tahkirler, şunu yap, bunu yapmalar, ana kuzusu
delikanlılar için cehennem azabına dönüşüyordu. Annelerin
merhametli elllerinde, „el bebek, gül bebek" büyütülmüşlerdi. Pek
çoğunun babaları bir fiske bile vurmamış, sert bir emirle zorla bir iş
yaptırmamıştı. Ferruh ve
1.sınıf öğrencilerinin yarısından çoğu daha ilk üç gün içinde
canlarından bezmişti.
Ruhlarına ağır gelen halleri saymakla tükenmezdi." Kimse görmesin"
diye saklanacak kuytu bir köşe, bir delik, sığınacak bir kapı aranıyordu.
Ama dört duvar açık hava hapishanesi gibi duran minnacık bu okul
sınırları içinde sanki 24 saat gözetleniyorlardı.
2. sınıflar başlarında cehennem zebanileri gibi her yerde bitiveriyordu.
Onlara çarpılma endişesiyle sınıfta ise sınıfta koğuşta ise koğuşta
kalıyor, dışarıda gezmekten ödleri patlıyordu. En korkunç korku filmi
bile daha az ürkütücüydü. Sınıftan veya koğuştan adımlarını dışarı
attıklarında kendilerini dövmek için bahane arayan psikopat 2. sınıflar
köşede saklanmış bekliyordu. „Selamı düzgün vermedin", „az saygı
gösterdin", „bana yan baktın" gibi gerekçelerle bir köşeye çekip
abanıyorlardı.
Her akşam etüdlerden önce ve yatmadan önce en az 10 adet 1. sınıf
öğrencisinin dayakla cezalandırılması mutat uygulamaydı. Okul, bir
kabusa dönüşmüş, tam bir girdap haline gelmişti.
Ferruh, bu durumda tutunacak bir dal arar hale geldi. 5 gün sonra
baktı ki o yalnızlığın ortasında tutunacak tek bir dal var, o da Rabbine
yönelmek.
Mahalle ve ortaokul arkadaşlarından da yanında can yoldaşı olan
birisi yoktu. Her gece bir „yat vakti" vardı. Saat 9.00 olduğunda hepsi
tavuk gibi yatağa giriyorlardı. Nöbetçi subay dolaşır ve herkesin
yattığından emin olur ve odasına çekilirdi. Işıklar söndürülür, herkes
uykuya geçerdi.
Ferruh, okuldaki 5. gün yatma vaktinden önce abdestini aldı ve
yatağında yatar vaziyette beklemeye başladı. Ondan sonra nöbetçi
subay gidince, kalktı ve yatağın örtüsünü/pikeyi serip o günkü
namazlarının tamamını, yattığı koğuşun bir kenarında kaza namazı
olarak kıldı. Öyle müthiş bir rahatlık yaşadı ki, anlatılamazdı.
Namaz, onun için bir çıkış yolu olmuş oldu ve kendi kendine asker ve
şeref sözü vermişti: „Ben akşamları bu şekilde namazlarımı ne olursa
olsun kılacağım."
Bu şekilde namazlarını kılmaya başladı. Ailesinden ne bir telefon nede
bir mektup gelmişti. Zaten aileriyle görüşme izni sınırlıydı. Telefon
yazdıracaksın, sıra bekleyeceksin...
Ama öyle bir Zat var ki, ne zaman seccadeyi serseniz huzuruna
ulaşmanız mümkündü. Bu çok büyük bir rahatlık verdi Ferruh"a. O ruh
hali muhteşemdi...
28
Ferruh"u gören üç kişi daha kendi kendine,„namaz kılmak galiba
yasak değil" düşüncesiyle namaza başlamıştı. Bu şekilde koğuşta veya
koridorda namaz kılma devam ederken, koğuştan bir kaç arkadaşı
daha onları görmüştü. 312 Muammer Yıldırım:
“Sen namaz mı kılıyorsun?” diye sordu. Ferruh biraz endişe ile,
“Hayrola, niçin soruyorsun?” dedi. Muammer Uşaklıydı. Anadolu
çocuğuydu, öğrenciler arasındaki meşhur ifadeyle „köyden yarın"
gelmişti. Heyecanla bir çırpıda kalbini, ruhunu döktü:
“Ben de kılmak istiyorum, sen nasıl yapıyorsan, bana da söyle”
Ferruh durumu anlattı. 312 Muammer, o gün o dakika namaza
başladı.
Bir tarafta aileden ayrılık, bir tarafta yabancı insanlarla bir arada
olmak zordu. Her öğrencinin ruh hali aynı değildi. Eskişehir'den
beraber geldiği Sivrihisar'ın köyünden 331 Hayrettin "in, Van"dan
köyünden çıkmış gelmiş Mensurun, Sivas'ın Gürünlüsü Bülent'in
havası bambaşkaydı. Bir an önce Ankaralılara benzemek ve Batılı
değerlere sadık çakı gibi laik asker olmak hedefleriydi.
Neticede böyle bir ortamda kendini yabancı hissetme, kendini oraya
uygun bulamama hali yaşanıyordu. Gurbette olma hali Urfa
biberinden daha acıydı...
O yalnızlık içerisinde bir çıkış yolu pek çok Anadolu çocuğu tarafından
aranıyordu. Daha muhafazakar bir aileden gelenleri namazı kılma
noktasına getiren bir sorgulama, kulluk arayışına geçilmişti. Onun
getirdiği bir suçluluk hali de vardı. Namazı kılamama Ferruh ve
Muammer"de ciddî sıkıntıya sebep oluyordu.
Zaman içerisinde üst sınıflarda diğer koğuşlarda bazı öğrencilerinde
bir şekilde namaz kılmaya çalıştıklarını öğrenmişlerdi. Ferruh ve
Muammer yalnız olmadıklarına sevindiler.
Kısa sürede devrelerinden 356 Kenan Boyacıoğlu ve 329 Levent
Sevim"de namaz kılanlar kafilesine katıldı. Meğer ikiside ortaokulda
iken beş vakit namaz kılıyordu. İlk günlerde habire artan
yasaklarınden tırsmıştılar. Ferruh ve Muammer cesaret alarak kafiliye
katıldılar. Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati, her ne kadar içki, sigara,
uyuşturucu, kumar, karı kız düşkünlüğü dahil bilumum günahları
irtikap etselerde, namaz kılanlara saygı duyuyorlardı. Ferruh ve
Muammer, 1. sınıflarda Hüsnü"den dayak yemeyen ender
öğrencilerdi. Namaz, bu psikopatlardan tek kaçış yoluydu. Galiba
şöyle düşünüyorlardı:
‘Namaz kılana dokunmayayım, yukarıdan çarpılırım'
29
Okula geldiklerinin beşinci günü, onları bir sürpriz bekliyordu. Beton
Kemal, dahili değil harici elbiselerini giymelerini talep etmişti. Saat
8.30"da dahili üniformaları ile çıktıkları içtima alanından merasim
erken bitmişti. Bir saat içinde içtima meydanında tekrar
toplanacaklardı.
Neler oluyordu? Kimse konuşmuyordu. Otobüse binerek GATA"ya
yola düştüler. Zaten hemen yanı başlarındaydı. 10 dakika içinde
GATA"nın tören meydanına ulaşmışlardı. GATA içindeki Tıp
fakültesinde okuyan Harbiyeliler, Hemşire Yüksek Okulu"nda
okuyanlar kızlar ve Hemşire kolejinde tahsil alan askeri hemşirelere
adaylarıda aynı alana toplanmıştı.
Het taraf bayraklarla doınatılmıştı. Bayram mı vardı, yoksa yas mı belli
değildi.
GATA komutanı Tüm general Necati Kölan, kırmızı halıların üzerinde
yürüyerek kürsüye geldi. Duygu dolu bir konuşma yaparken, dört
askeri jandarmanın taşıdığı ay yıldız bayrak sarılı tabut tören alanına
getirildi.
Bu bir şehit cenazesi olmalıydı. Genç bir astsubayın cenazesi. Sınıf
okulundan bir öğrenci elinde çerçevelenmiş bir resim tutuyordu.
Resmin altında ne yazdığını cenaze yanlarından geçerken Ferruh
okuyabildi:
‘307 Hasan Kara. 1983 Mezunu Sağlık Astsubayı"’
İki pırpırlı şehit Hasan Astsubay Çavuş, henüz mezun olalı bir hafta
geçmiş iken, cenazesi GATA"ya getirilmişti. İlk görev yeri olan
Diyarbakır'a otobüsle giderken, yolculuk şehir girişine indirilmişti. Eli
silahlı bir grup asker tıraşından tanıdığı Hasan Kara"yı bir kenara
ayırmıştı. Yolcuların gözü önünde kurşuna dizilen Hasan"ın
vücudunda tam 32 kurşun sayılmıştı.
Hasan"ın niçin öldürüldüğünü o gün kimse anlayamadı. Kürt
kelimesini hayatlarında hiç duymamışlardı. Dolayısıyla „Kürt ayrılıkcı"
ifadesi sakıncalı olurdu, „Kürt kökenli terörist" tanımından ziyade
„eşkiya" tarifi daha az baş ağrıtıcıydı. Nitekim GATA Komutanı Kölan,
konuşmasında, „bir kaç çapulcu eşkiya" ifadesini kullanmıştı. Peki
neden sorusuna cevap vermemişti. Körpecik Hasan"a sıkılan kurşun,
bir intikam, bir nefret işareti değil miydi? Beton Kemal"in gözlerinden
iki damla gözyaşı düştüğünü Ferruh gözlemlemişti. 308 Hasan Kara"ya
dört sene boyunca amirlik yapmıştı. Henüz kıta hayatına başlamadan,
askerlik vazifesinin ilk gününde kahpece katledilmesi, ona çok
dokunmuştu. Cenazenin getirilmesi ve kaldırılması arasında üç gün
geçmişti. İşte tam bu sırada onlara yaka numaraları verilmişti. Hasan,
henüz adı duyurulmamış PKK terörünün adı medyaya duyurulmamış
ilk şehidiydi. Resmi makamlar, 1984 Eruh baskınına kadar PKK"lı
teröristlerin şehit ettiği askerleri basından gizleme yolunu tercih
etmişti. Askeri mantığa göre yok sayınca sorunda yok oluyordu.
Ülkede Kürt olduğu kabul edilmediği gibi etnik ayrımcı terör
faaliyetlerine başlamış PKK"da görülmez geliniyordu. 307 Hasan
Kara"nın sırrı anlaşılmıştı. O, PKK terörüne kurban verilen ilk
masumdu, belki de ilk şehitrlerdendi. 1983 devresinde onun
numarasını boş bırakan Beton Kemal, sessizce şehidi anıyordu.
30
Altıncı Bölüm: Tommiks Nurullah!
Beton Kemal, 307 Hasan Kara"nın daha mesaisine başlamadan şehit
edilmesinde kendisininde kusuru olduğunu düşünmüyor değildi.
Sağlıkcı olacak diye bu astsubay adaylarını ciddi bir askeri eğitimden
geçirmiyorlar, silah kullanmayı sınırlı öğretiyorlardı. Oysa karacılar
hastane veya revirde görevlendirilmiyordu, kıtada diğer astsubaylar
gibi asker eğitimi ile meşgul oluyorlardı. Dağda terörist avına
gönderildiklerini yeni yeni duyuyordu. Topu topu hayatında sadece
yaz kamplarında iki defa ellerine silah almışlardı. Birinci Dünya
Savaşı"ndan kalmış M1 denilen Kırıkkale silahlarıyla üçer kurşun
kullanmalarına izin verilmişti, o kadar. Okula geldikleri ilk ayda
gördükleri intibak eğitimi dışında askeri eğitim almamışlardı.
Beton Kemal, bu sefer askeri eğitimi sıkı tutmaya karar vermişti.
Yanaşık düzen eğitimini veren Ramazan astsubaydan kısa sürede
uygun ve tören adımında yürümeyi, düzgün selam vermeyi, oturmayı,
kalkmayı, dönmeyi taze asker adaylarına öğretmişti. Beş gün
sabahtan akşama kadar süren eğitim süreci sonucunda çakı gibi asker
olmuşlardı.
Günde beş defa içtima yapılmasından ve her defasında sayılmaktan
artık gına gelmişti. Her akşam İstiklal Marşı okunarak gün sona
eriyordu. Dahili elbiselerle yapılan eğitimde silah kullanmak hariç
yanaşık düzenin her ince noktasını bellemişlerdi. Her sabah ve akşam
içtimasından sonra tören yürüyüşü yaparak Beton Kemal"in önünden
geçiyorlardı. Ciddiyetle selam duran Beton Kemal, tören yürüyüşünde
bacaklarını sıkı çekmeyenlere bağırıyordu:
‘Kız gibi yürüme. Çek bacaklarını çek’
Kurban bayramı izni gelip çatmıştı. İlk defa harici elbiselerini
giyeceklerdi.1. Sınıf olduklarını belirten tek şerit pırpırı becerenler
kendi dikiyor, beceremeyenler terziye götürüyordu.
Haftada bir gün çamaşır ve terziye iç ve dış çamaşır verme hakları
vardı. Çamaşırlar karışmasın diye her birine Numara ve isimlerini
yazmışlar veya iğne iplikle işlemişlerdi. Yine de her seferinde
birilerinin mutlaka bir şeyleri kaybolurdu.Çamaşırhaneye verdiğiniz
çamaşırları temiz ve tam olarak geri almak bir mucize
sayılırdı.Çamaşırları daha kirli, eksik ve yün iç fanilayı küçülmüş olarak
geri almak gayet normaldi.
Büyük gün gelmişti. İzin günü izkarpinleri boyadılar, tıraş oldular,
kravatlar bağlandı. Ellerine deri eldiveni aldılar. Bu saçma bir
zorunluluktu. Sabahın 9.00"unda içtima meydanını tüm okul tam
kadro doldurdu.
Sınıf astsubayları ‘sıra açıl’ komutuyla öğrencileri yokluyordu. Sıra
Ferruh’a geldiğinde az kalsın heyecandan kalbi duracaktı. Ramazan
astsubay, hiç acımadı:
‘Oğlum, bıyıkların terlemiş. Seni bu halde izne çıkartamam. Git koğuşa
hemen, kes gel’ Kulaklarına inanamıyordu. Aynada o kadar bakmıştı,
zor zahmet bıyıklarını görebiliyordu. Eğer uzun olsaydı bu güne kadar
2 sınıflar kesin kestirir, bir tonda dayak atardı. Çaresiz koğuşun yolunu
tuttu. Kafasını umutsuzca salladı, kara kara düşünüyordu:
31
„Emir demiri keser, anladık bunu! Nerede mantık var bu askerlikte
zaten. Bu yaşta bıyık kesersem, yarın hergün sakal tıraşı keser olurum
ki, işte alimallah o zaman yandım valla!"
Bir koşuda gitti geldi. Permatik’in bıyıklara acımazıszca keskin ve sert
vuruşuna aldırmadı. İlk defa tıraş yapıyordu acemiydi, dudak ucu hafif
kanadı. Beton Kemal gelmeden içtima meydanında yerini aldı.
Beton Kemal, tekmili aldıktan sonra, sıra açıl komutuyla bir kontrolü o
yaptı. Boyalı olan ayakkabılar güneşte ışıldıyordu, parlaklıkları göz
kamaştırıyordu. Ferruh’un sağ yanında duran Nurullah’a gelince
duraksadı. Ağzından dökülen iki sözcük, bir lakabı daha doğruyordu:
Sen Tommiks misin?
Nurullah utancından kızarmıştı. Sıfır tıraştan sonra geçen bir haftada
çıkan saçlarını alnının tam ortasında ikiye bölmüş, sağlı sollu iki
kenara inek yalamış gibi yatırmıştı. Tay yayınevlerinin ünlü çizgi
romanın kahramanı yüzbaşı Tommiks’te aynen saçlarını böyle
ayırıyordu.
Tüm devre gülmemek dişleriyle dudaklarını ısırıyordu. Gülmek demek
ceza demekti. Ceza demek memleket iznini okulda tek başına
geçirmek anlamına geliyordu. Nurulllah, ne diyeceğini bilemedi.
Beton Kemal daha fazla üstelemedi ama Nurullah’ın adı değişmişti.
Bundan sonra onu yakın arkadaşları ‘Tommiks’ diye anacaktı. Ona
kızanlar ise ‘Topmiks’ diye çağıracaktı.
Peki Beton Kemal, ‘Tommiks’i nereden biliyordu? Demek ki Teksas ve
Tommiks türevi çizgi romanlarının hastasıydı. Bu romanları okuyan
gençlik, aşırı duygusal ve romantik olurdu. Espiri anlayışları gelişirdi.
Beton Kemal, neden çok ciddiydi? Bilmedikleri acaba ne sırları vardı!.
Galiba tanıştıkları ilk haftada ilk defa espiri yapıyordu ama bunu dahi
ciddiye almışlardı.
İlk izne çıkış, arkasında gizemli bir sır ve ömür boyu kalacak bir lakap
bırakmıştı.
32
Yedinci Bölüm: Asker çocuğu olmak
Ferruh, asker çocuğu olmasının askeri okulda kendisine avantaj
sağlayacağını sanmıştı. Fena yanılmıştı. Memleketin hasına ve tek
birine sahip olmak esastı. Memleketin bu kadar önemli olduğunu,
hemşericiliğin tavan yaptığını acı tecrübelerle öğrenmişti.Memleket
bunalımına girmişti. „Nereliyim ben’ diye şakaklarını zorladı.
Bulamadı. Babası gibi Çorumlumuydu, yoksa annesi gibi Amasyalı mı?
Üç kardeşte farklı kentlerde doğmuşlardı. Ailenizdeki tüm bireylerin
doğum yeri farklıydı.
Ankara’dan Eskişehir’e 302 model eski bir otobüsle gelirken
heyecanlıydı. Askeri üniforma ile arkadaşlarına hava atacaktı. Oysa
arkadaşlarının hepsi asker çocuğuydu. Ömürleri askeri lojman, askeri
üs, orduevi, askeri sinemada geçiren, hep askeri berbere tıraş olan
asker çocukları.
Asker çocuğu ne demekti! Memleketinin olmaması demekti. Nüfus
cüzdanında yazılı kütük memleket miydi? Baba veya annenin
memleketiydi orası. Doğum yeri memur çocuğu için hiçbir şey ifade
etmezdi. O şehirden geçerken annesi evladına, "Bak yavrum sen şu
hastanede doğdun" derdi, o kadar.
Ferruh, aslında doğduğundan beri asker olduğunu yeni yeni
farkediyordu. Asker çocuğu olmak, ailedeki herkesin asker gibi
yaşaması demekti. Zira sizin yapacağınız bir hata "X şunu yapmış"
şeklinde değil "Y komutanın çocuğu şunu yapmış" şeklinde
konuşulacaktı.
Babasının her gittiği şehirde bir önceki şehirle anılmışlardı.Ankara’da
iken ‘Çorumlu çocuk’, Malatya’da iken ‘Ankaralı çocuk’, şimdide
‘Eskişehirli çocuk’tu. Okul değiştirme rekorları kırmıştı. Liseye gidene
kadar 8 yıllık eğitim sürecinde 7 ayrı okulda okumuştu. Okulun ilk
günlerinden hep nefret etmişti
Herkes birbirini tanır iken, asker çocuğu„benim gibi yeni bir var mı?
diye bakınıp ilk irtibatı onla kurmaya çabalardı. Muhtemelen ismi sınıf
listesine yazılmamış olurdu. En alta kalemle eklerdi. İlk bir hafta böyle
misafir sanatçı gibi okula gidip gelirdi.
Babanız emekli olana kadar evinizin size ait olmaması, oturacağınız
evi seçememeniz, poster yapıştırırken bile "Demirbaşa zarar
vermeyelim" kaygısı taşımak demekti asker çocuğu olmak. Yaşıtlarınız
gününü gün ederken, sizin babanızla Doğu’da şark hizmeti
yapmaktı.Vatan sevgisini kitaplardan okuyarak değil, bizzat yaşayarak
öğrenmekti. Tüm bunlara rağmen dışarıdan bakan gözler, sizing
sadece kamplarda nasıl eğlendiğinizi görürdü. Ordu evlerinde nasıl
ucuza kola içtiğinizi sorgulardı. Lojmanların devlete yük olduğundan
dem vururdu. Askeri araçlardan bedava istifade ettiğinizi diline
pelesenk ederdi. Babanız maaşının ne kadar yüksek olduğunun
dedikodusunu yapardı. Askerlik zamanımız geldiğinde babamızın size
torpil yapacağını konuşurlardı. Oysa geçici erlik değil ömürboyu
askerlik hizmeti için ter döküyordu. Her şeye rağmen asker çocuğu,
babasının mesleğiyle gurur duyardı. Mesai aracı lojmana girdiğinde,
tek tip elbiseli insanlar arasından babanızı bulup, koşarak boynuna
sarılmak isterdiniz. Ferruh, babasının kendisi üzerinde ne kadar emek
sarf ettiğini daha yeni anlamıştı.
33
Namaz kılmayı bıraktığı için babası çok üzülürdü. Şimdi namaza
yeniden hemde askeri okulda başladığını duyunca kimbilir ne kadar
sevinecekti.
Tam tersi oldu. Hem babası hem de çevredekiler “Orada namaz kılma,
namaz kıldığın tesbit edilirse okuldan atılırsın” diye telkinlerde
bulundular Ferruh’a.
Hattı bazı dine uzak yakın çevre akrabalar, namaza nasıl başladığına
pek anlam veremiyordu. Hocalardan, camiden pek haz etmeyen
komşuları Sedat yüzbaşı, babasını uyarmıştı:
“Yahu, bu çocuk nereden dine meyletti. Bıraksın namazı, niyazı. Bak
sonra atarlar ha!” Böylesine mantıksız bir mantık hayatında
duymamıştı Ferruh. Namaz kılıyor diye peygamber ocağından hiç
insan atılır mıydı? Hem de hırsızları, soysuzları, hortumcuları,
homosekseülleri duruyor iken.
Babasının kulağına Sedat yüzbaşı karpuz kabuğu kaçırmıştı. Oysa
Sedat yüzbaşıda lojmanda asker çocukları grubuyla birlikte
Ramazanlarda teravihe giderdi. O dönemde 14 yaşının getirdiği bir
sorgulama süreci vardı. Çevrede ölenlerin nereye gittiğini merak
ediyordu Ferruh. Herkes bir şeyler söylüyordu...
12 Eylül öncesi sivil savaş yaşandığı ve binlerce”gencin yok yere
birbirini öldürdüğü evlerinde sık sık konuşulurdu. Ancak asla askerler
ve asker çocukları, 12 Eylül’e ve mimarlarına toz
kondurmuyordu.Oysa ekonomi"den medyaya, sivilden akademik
hayata kadar, toplum 12 Eylül postal darbesiyle yaralanmıştı.
Ferruh, bir gün Teksas Tommik çizgi romanlarının satıldığı ikinci el
dükkanda DEV SOL’a ait bir broşür buldu. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Elleri ile gözlerini oğuşturdu, ama inanamadı. Bilanço ağırdı: TBMM
kapatıldı,Anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit
vuruldu ve mallarına el konuldu. 650 bin kişi gözaltına alındı.1 milyon
683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.71
bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.98 bin 404
kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı. 7 bin kişi için idam
cezası istendi.517 kişiye idam cezası verildi.Haklarında idam cezası
verilenlerden 50’si asıldı. 18’i sol görüşlü, 8’i sağ görüşlü, 23’i adli
suçluydu, 1’i Asala militanıydı.İdamları istenen 259 kişinin dosyası
Meclis’e gönderildi.
Cezaevlerinde 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.171 kişinin
“işkenceden öldüğü” belgelendi.Cezaevlerinde toplam 299 kişi
yaşamını yitirdi.14 kişi açlık grevinde öldü.16 kişi “kaçarken”
vuruldu.95 kişi “çatışmada” öldü.73 kişiye “doğal ölüm raporu”
verildi. Gözaltında ve cezaelerinde 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.
388 bin kişiye pasaport verilmedi.30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için
işten atıldı.14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.30 bin kişi “siyasi mülteci”
olarak yurtdışına gitti. 937 film “sakıncalı” bulunduğu için
yasaklandı.23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.3 bin 854
öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine
son verildi.
34
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.Gazetecilere 3
bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.31 gazeteci cezaevine girdi.300
gazeteci saldırıya uğradı.3 gazeteci silahla öldürüldü.Gazeteler 300
gün yayın yapamadı.13 büyük gazete için 303 dava açıldı.39 ton
gazete ve dergi imha edildi.
12 Eylül’e laf söyletmeyenlerden biride Ferruh’un babası Orhan
astsubaydı. Kenan Evren’ı can siperane savunur, ‘ülkeyi terörden
kurtardı’ der dururdu. Din bilinmeyen mefhumdu. 68 kuşağı dinsizlik
girdabında anarşist olmuş, hıncını devletten, kendi insanından almıştı.
Bu derdi gören Kenan Evren, din derslerini mekteplerde zorunlu
kılarak dinden bir neslin daha uzak yetişmesini engellemek istemişti.
Komünizmin ilacı din olabilirdi. Ara sıra gaflar yapsada, Evren inançsız
değildi.
Orhan astsubay, 15 yıldır sıkı bir Necmeddin Erbakan hastasıydı, ateşli
bir Milli Selamet Partisi hayranıydı. Babasını ne olmuşsa Turgut Özal’ı
sever hale gelmişti. Elinde dolmakalemle halk adamı gibi konuşan bu
tombul adam çok sempatikti.
22Ekim"de MDP Lideri Turgut Sunalp, ANAP Lideri Turgut Özal ve HP
Lideri Necdet Calp TRT'de açık oturuma katıldılar. Özal hepsini mars
etti.
24 Ekim’de Diyarbakır eski Belediye Başkanlarından Mehdi Zana 24 yıl
hapis cezasına çarptırıldı. Günaydın ve Tan Gazeteleri kapatıldı. Kenan
Evren’in ekranlara çıkarak asker kökenli paşa Necdet Calp’tan yana
görüş bildirmesi, askere kızgın olan halkın teveccühünü daha fazla
Özal’a yöneltmişti. Genel seçimler, 6 Kasım’da yapıldı. MGK'nın
seçimlere katılmasına izin verdiği 3 partiden ANAP birinci parti, HP
ikinci, MDP ise üçüncü parti oldu. Halkü Evren"in şahsında darbe
yapan orduyu cezalandırdı. Seçimden hemen sonra Tan ve Günaydan
Gazetelerinin yayınına izin verildi.
24 Kasım’da üç yıl aradan sonra TBBM açıldı. Başbakan Bülend Ulusu
istifa etti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Hükümeti kurma görevini
ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'a verdi. 2 Aralık"da
Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ndeki yerini almak için, Genelkurmay
Başkanı Org. Nurettin Ersin görevinden istifa etti. Org. Necdet Üruğ
Genelkurmay Başkanı, Org. Haydar Saltuk Kara Kuvvetleri, Org. Halil
Sözer Hava Kuvvetleri Komutanı oldular. 4 Aralık’ta ANAP'lı
Necmettin Karaduman, TBMM Başkanlığı'na seçildi. 6 Aralık’ta 3 yıldır
görev yapan Milli Güvenlik Konseyi, Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ne
dönüştü.
Aralık ayı, baş döndürücü bir hızda politikanın seyrini değiştirmişti. 20
eski Bakan ve 80 eski parlamenter DYP'ye girdi. 12 Aralık’ta kapatılan
Büyük Türkiye Partisi (BTP)'nin 18 kurucu üyesi DYP'ye girdi. 13 Aralık
1983’de Turgut Özal'ın kurduğu Kabine, Cumhurbaşkanı tarafından
onaylandı.18 Aralık’ta Erdal İnönü, yeniden SODEP Genel
Başkanlığı'na seçildi. Artık kimlerin politika yapabileceği hem askerler
hemde halk tarafından onaylanmıştı.
Tüm bu hengamede 21 Aralık"ta Ankara'da bir arabaya yerleştirilen
bombanın patlaması sonucu 100'den fazla binanın camları kırıldı.
Olayı İslami Dava Örgütü üstlendi. Yapılan operasyonlarda 9 kişi
yakalandı. Ankara ve İstanbul'da ele geçirilen militanların 'Hizbul
Dava-i İslami' örgütü
35
üyesi oldukları ileri sürüldü. Bu irtica adlı gulyabaninin hortlatıldığı ilk
sahte operasyondu. 24 Aralık’da Turgut Özal Hükümeti’nin TBMM'de
güvenoyu almasına gönderilmiş bir gözdağıydı.
Bu devrede askeri okulda hayat oldukca monoton ve kendi olağan
seyrinde tekdüze çizgide geçiyordu. Bütün bunlar olurken, Ferruh
kendini dini bir araştırmaya, namaz kılmaya ve kulluk yapma sürecine
yönlendirmişti. Nihayetinde parti pırtı hepsi boştu. Ölüm her faniyi
yakalayacaktı.Neticede bu dini kabul ediyorsak, gereklerini de
yaşamamız gerektiği noktasında Ferruh, içsel süreç yaşıyordu.
Ortaokul 1. sınıfta başlayan bu yolculukla askeri lisede 5 vakit namaz
kılar hale gelmişti.
Dört günlük tatilin ardından okula dönüşte babası ondan namazını
mezun olduktan sonra kılmasını rica etti. Yalvardı sanki. Oysa daha
geçen sene namaz kılsın diye yalvarıyordu. İnatçıydı Ferruh. İnandığı
husustan asla geri dönmezdi. Kötü bir şey yapmıyordu ki, sadece
inandığı dinin olmazsa olmazıydı, namaz.
Önceki devrelerde namaz kılanlar yok denecek kadar azdı. 3.
Sınıflardan Kadir, Mikail, Ali ve Osman abileri, 2. Sınıflardan İlyas ve
Cavit abileri dışında namaz kılan neredeyse yoktu. Okulda o zamana
kadar koğuşta namaz kılma gibi bir uygulama olmamıştı. Zaten herkes
korkarak ve çekinerek geliyordu bu okula. Önemli bir kısmı zaten bu
meselelerle alâkası olmayan insanlardı, öyle ailelerden gelmişlerdi.
Bir gün namaz kılarken, İlyas ve Kadir, 'nöbetçi subay'a yakalandı.
Mehmet Tıbıkoğlu adlı bodur boylu yüzbaşı kızarak kükredi:
"Siz namaz kılmak için kimden izin aldınız?"
Sesleri çıkmıyordu. Hemen yaka numaraları alındı ve savunmaları
istendi. Gelen suç isnadı komikti:
‘Sınıfta olmanız gereken saatde koğuşta ne yapıyordunuz?’
Savunmada yazılan cevap soru kadar saçmaydı:
‘Sıcak sular akmıyordu, nöbetçi askeri aramaya gitmiştim’
Kimse ceza almadı. Galiba mantıksızlığa mantıksızca yanıt verilirse
sorun bazen çıkmıyordu. Genellikle savunmalar ‘iş olsun’ diye alınır,
mutlaka ceza verilirdi. Bir gün alıkoyma, iki gün haftasonu izne çıkma
yasağı veya iki hafta katıksız izin iptali gibi formüller vardı. Namaz
kılmaktan ceza vermek istemeyen Yüzbaşı Mehmet Tıbık, anlaşılan
hassas davranmıştı.
Bunun nedenini kendi kendilerine soruyorlardı. Ankara’nın Keskin
ilçesinden olan İlyas Aslan ve Bursalı olan Kadir Bilmiş asker
çocuklarıydılar. Mehmet Tıbık, asker çocuklarını çok severdi. Asker
çocuğu olmak nihayet işe yaramıştı.
36
Sekizinci Bölüm: Eşekler Sınıfı’nın Lakapları
1983 devresinin uzunlar A sınıfı, kısa sürede yaramazlıkları ile ün
yapmaya başladı. Türkiye’de sinemalarda Hababam Sınıfı filmlerinin
kasırgası esiyordu. Roman olarak ilk defa 1950’de Dolmuş dergisinde
basılan eser, önce tiyatrolarda, 1970 sonlarından itibaren beyaz
perdede yerini almıştı. Eserin yazarı Rıfat Ilgaz öğretmen olduğu için
kendisinden ve görev yaptığı okullardan,öğrencilerinden etkilenerek
bu eseri yazmıştı. Romanda değişik şehirlerden gelen,değişik
düşünceleri olan,uslanmaz,haylaz bir sınıfın öğrencileri ve onların
başlarına gelen olaylar anlatılıyordu. 1983 devresinin Uzunlar A sınıfı,
kendisine rol model olarak bu hayali veya gerçek sınıfın haşarı
öğrencilerini almıştı. Öğrenciler birbirlerine lakap takıyordu. Her
akşam ders çalışmak için etüd sonrası sınıfta kalan 336 Ünal Bingül,
birde sabahın dördünde yatağından kalkıp ders çalışıyordu.
İstanbul’un Kuzguncuk semtinden gelmişti, aslen Erzurum’un
dadaşyiğit delikanlısıydı. Yetimdi. Asker çocuğuydu ama babası doğu
hizmetini yaparken şehit olmuştu. Annesi saçını süpürge ederek onu
büyütmüş, maddi durumu elvermediği için 14 yaşında askeri okula
sokmuştu. Okulda başarı olmak zorundaydı. Bu anne vasiyeti idi.
Kısalar B sınıfında yer alan Ünal’ın lakabı, Hababam Sınıfı filminden
esinlenen Çinçin soyadı bulunan 502 Leverent tarafından konulmuştu:
‘İnekçi’
Teneffüslerde bahçeden ot kesip kitap ve defterlerinin arasına ot
koymak sınıf arkadaşlarının en büyük keyfiydi. Sınıfa gelipte kitabında
ot bulan Ünal’ın şaşkın halini görmek için sınıfın köşe ucunda
bekleşen devredaşları, özellikle Uzunlar A sınıfı haytaları, el çırparak
tempo tutuyordu:
İnekçi, inekçi. Mööööö!
Yüzü kızaran Ünal’ı biraz daha kızdırmak için tutulan tempo Kısalar B
sınıfını da etkiliyordu. Tüm sınıf koro halinde saldırıyordu:
İnek Şaban. İnekçi, ot ye, mööööööööö!
Ünal, tüm eleştirilere aldırmadan herhangi bir imtihan olmadığı halde
yine sınıfta geceliyordu. Kimse onu yatağında görmemişti. Sabahın
köründe yine ders çalışmak için kalkan İnekçi Ünal, günde dört
saatden fazla uyumuyordu. İnek Şaban tiplemesinin tam tersine saf
salak değil çalışkandı. Dürüsttü, efendiydi, terbiyeliydi. Çok az
konuşur, hiç gıybet yapmazdı. Okulda hayat kendi sisteminde akıp
gidiyordu. Her gün sınıf okulundan biri okul nöbetçisi olurdu. Nöbetçi
subay ve nöbetçi astsubayı da katacak olursanız, üç nöbetçi amir
bulunurdu. Öğrenciler kendi koğuşlarda gece yat saati olan 9.00’dan
birer saat aralıkla sabah kalk saati olan 6.00’ya kadar nöbet tutardı.
Okulun nizamiye ve dış duvarlarını koruyan er ve erat ise iki saatde bir
değişen devriye nöbeti tutuyordu.
37
Her sınıftan bazı öğrencileri sınıf temizliği ve mutfakta nöbetçi öğrenci
olarak görevlendirmek Beton Kemal’in icadıydı. Mutfak’ta nöbetçi
öğrenci iken vezirparmağı, gemici fasulye, dalyan köfte, kaşar çıkması,
en şanlı ün sayılırdı. Çünkü nöbetçi öğrenciler depodan zulaya mal
taşırdı. Yemeklerin fazlası kaçırılır ve gece 9.00’dan sonra gizlice yenir,
iç edilirdi. Bu nedenle koğuşa fareler dadanmıştı. Dolaplarda yemek
saklamak, yiyecek bulundurmak yasaktı. Bulunduğu taktirde bir hafta
sonu izinsizlik cezası verilir, disiplin notundan 3 puan düşülürdü.
Yemekhane nöbetçiliği bazen angarya olurdu.Mutfak nöbetçi öğrenci
iken ıspanak, kapuska, üzüm hoşafı, kılçıklı fasulye çıkması, en sinir
bozucu durumdu. Yemekhanede her sınıf kendi sınıfıyla otururdu.
En gıcığı, ağzında demir dişlekler bulunan 317 Suat ile yemekte aynı
masada oturmaktı.. Uzunlar A sınıfının lakap takıcı Tommiks Nurullah,
Suatın lakabını okulun ilk ayı tamamlanmadan koymuştu bile. Tüm
sınıfın onayından geçen lakap ‘Dişlek’ti...
Dişlek’in sıra arkadaşı 316 Onur, yemeğin yarısını dağıtıp, tüm masayı
kızağa çekerdi. Sıkça ‘fazlası var, bana gönderin’ der, masadakileri
bıktırıp, kalan yemeği tek başına yerdi. Bu nedenle Uzunlar A Sınıfı
lakap uzmanı Tommik Nurullah, adını hemen belirlemişti:
‘Obur’
Öğrenciler sadece koğuş nöbeti tutardı. Gece yatakhane nöbetinin 910 nöbeti olması, en kebabıydı. Çünkü zaten kimse 10’dan önce
uyumadığı için nöbet tutanın yoklama vermek dışında işi
olmazdı.Gece koğuş nöbetinin 3 - 4 nöbeti olması ise en berbatıydı.
Geceliği çıkartıp elbise giyip, birde botları bağlamak tam bir
işkenceydi. O saatde kalan bir daha uyuyamazdı. Elbiseyi çıkart
gecelik giy desen tekrar giyinmeye az kalırdı. Saat 6.00’da kalk olduğu
için gece baykuşu gibi kalır, tüm gün hortlak gibi esneyerek gezerdi.
Sabahın 7.00’sinde hasta olanlar revire viziteye çıkardı. Muayene
müracaat bölüğünde çarpılmadan günü sağ-salim bitirmek için işin
uzmanı olmak gerekliydi. Doktor sırası üç saate ancak gelirdi. Çoğu
numaradan hastaydı. Bu duruma vakıf olan Yüzbaşı Mehmet Tıbık,
hasta adaylarını bir güzel çarpardı. Hem de 1 metre 50’lik kısacık
boyuyla.
Sabah sakal tıraşı olup, öğlen taburda sakaldan çarpılmak Vanlı 323
Mensur ile Çerkez kökenli 335 Salih’e mahsustu. İkisininde sabah
kestiği sakal öğleye kadar uzuyordu. Mavi gözü çakmak çakmak
bakardı. Anadolu’nun masum utangaç çocuğuydu. Mensur’un lakabı
Van kedisine atıfla Leverent Çincin tarafından konulmuştu: ‘Sakallı’
Lakapsız öğrenci gittikce azalıyordu. Salih’in lakabı, dini konulardaki
tavizsiz çıkışı ve ağır molla tavırları nedeniyle dört ayda oluştu.
Namazı göstere göstere kılardı. Şeriatın Kur’an olduğunu net bir dille
açıklardı. İslami konulara vakıftı, tarikat mensubuydu. 332 ‘Komik’
İlhan, Kısalar B sınıfının lakap koyucusuydu. ‘Komik’ lakabını sonuna
kadar hak ediyordu. Tipi, görüntüsü, konuşması, duruşu, her şeyi
komediydi. Şaka ve espirileri sınıfı gülmekten kırıp geçirirdi. Ağzını
açtığı anda gülmeye başlarlardı. Çerkez Salih’in lakabını koyu dini
tartışmaların yaşandığı bir sırada koyuvermişti:
‘Molla’
38
Dokuzuncu Bölüm: Kıbrıs Fatihi
1983 devresinin Sınıf Astsubayı Ramazan Yılmaz denizci kıdemli
kadameli başçavuştu. Astsubaya lakabı, Eşekler Sınıfı tarafından daha
ilk haftada konulmuştu:
‘Kıbrıs Fatihi’
Çünkü kendisini böyle tanımlardı. 1974’de Kıbrıs savaşında katılmış,
gazi olmuştu. Anlattığı kahramanlık hikayelerini son dört ayda yirmi
defa dinlemiş, artık ezberlemişlerdi. Her seferinde hikayenin bir
parçasını anlatır, pehlivan hikayeleri gibi „devamı yarın der, tam
heyecanlı yerinde keser bırakırdı. İlk sömester tamamlanmış,
karnelerini alıp evlerine, memleketlerine gideceklerdi. Son haftada
ders olmazdı. Dersleri dolduran Ramazan astsubay nihayet hikayenin
tamamını baştan sona bir defada o gün şöyle anlattı:
1974 Temmuzunda gemiler Deniz Kurdu tatbikatındaydı. Ben de ilk
Türk muhribi TCG Berk gemisindeydim. Geminin personeli Gölcük
Tersanesinde yapım aşamasından itibaren bulunduğundan tüm
çekirdek personel olarak tanımladığımız arkadaşlarla Marmaris, sonra
Kuşadası'na geldik. Oradan da çıkartma için hareket ettik. Fakat
gemide Deniz Harp Okulu öğrencileri vardı. Onları Sığacık Limanı'na
bıraktıktan sonra gece 01: 00 sırasında komutan gemi personelini
toplayıp konuştu. "Bu tatbikat değildir, şimdi Taşucu'na gidip orada
bekleyen çıkarma gemilerini de alarak Kıbrıs’a hareket edeceğiz.
Gazânız mübarek olsun." Sadece üç kelime ile harekâta katılmış
olduk. Hazırlıklıydık. O gün için yetiştirilmiştik... Taşucu’na gittik.
Çıkarma gemileri, TCG Ertuğrul, Erkin, Donatan gibi büyük gemiler,
sivil Truva gemisi vardı. Bizi bekliyordu. Onları da aldık ve Kıbrıs"a
intikale başladık. Ortada çıkarma gemileri, etrafında Hisar Sınıfı
gemiler, en dışta biz, komador gemisi, TCG Berk gemisi (Denizaltıya ve
uçaklara karşı gemilerin etrafında daire çizerek ilerliyorduk.) Bir ara
üstümüze bir F-5 pike yaptı. Geminin üstüne kadar geldi. Sonra
yükseldi. İleriye kadar gittikten sonra tekrar dönüp pike yaptı.
"Tamam, şimdi ateş edecek" dedim. Soğuk terler döktük.!. Biz kıç
taraftan el salladık. Sonra uzaklaştı. 20 Temmuz sabahı Kıbrıs’a
yaklaşırken, tepemizden onlarca uçak ve helikopter geçti. Girne"den
içerlere ilerledi. Aynı anda Tepe Sınıfı muhripler, Beşparmak Dağlarını
bombalamaya başladı. Ortalık duman ve sise büründü. Birçok
kahramanlıklar yazıldı. Biz de boş durmadık. Kıbrıs'ın etrafı savaş
sahası ilan edilmişti. Toplar havaya çevrili, eller tetikte, su bombaları,
torpidolar hazır beklerken, sonarda yabancı denizaltı yakalandı.
Denizaltı alarmı verildi. Su bombası değişik derinliklere ayarlanmış
vaziyette 4 tane atıldı ve geminin altı hasar görmesin diye hızla
uzaklaşıldı.
39
Tekrar dönüp geldiğimizde, su üstünde geniş yağ birikintileri görüldü.
Bu, denizaltının yaralandığının veya battığının işaretiydi. Sonradan
öğrendiğimize göre bir Rus denizaltısı ağır yaralı olarak, Boğazlardan
geçerek, Rusya"ya doğru gitmişti. Daha sonra bir denizaltı alarmı
daha verildi. İki adet su bombasının derinlik fünyesi hazırlandı.
Diğerleri ayarlanmadı. Fakat denize atan buton başında Silah Subayı
Üstğm Rüştü Sinanoğlu heyecanlanıp yanlışlıkla bütün su bombalarını
(7 adet ) denize boşalttı. Bizim gemiyi denizaltılara karşı silahsız
bıraktı. Sonradan duyduğumuza göre alttaki denizaltının da Türk
denizaltısı Cerbe olduğu söyleniyordu. Çıkarma gemileri askerleri ve
araçları sahile boşalttıktan sonra, biz çıkarma gemilerine refakat
ederek tekrar Mersin"e geldik. Orada bekleyen çıkarma gemilerini
alarak ve ikmal yaparak tekrar Kıbrıs"a hareket ettik. Yolda
seyrederken Baf açıklarında TCG Kocatepe ve Mareşal Fevzi Çakmak
gemisinin Türk uçaklarınca vurulduğunu öğrendik.
Kıbrıs açıklarında bir adet de İngiliz muhribi gördük. Kendi personelini
ve eşlerini almaya gelmişler. Gemilerimizin vurulduğunu telsizden
duyuyorduk ve kahroluyorduk. Pilotlar kendi arasında konuşuyordu.
1. Pilot : -Bunlar Türk gemisi değil mi ? Baksana geminin burnunda,
orta direkte ve kıç tarafta Türk bayrakları var. 2. Pilot : -Evet ama emir
öyle, şaşırtma olabilir. Ateş. Aşağıdan gemi telsizinden gelen ses : Ateş etmeyin. Biz Türk gemisiyiz. (küfür sesleri) Daha sonrada
sessizlik.
TCG Kocatepe 21 Temmuz 1974 de battı. Elliye yakın şehit verildi. Elli
senedir savaşa girmediğimiz için, muhabere hatalarından ve başka
nedenlerden gemimizi ve arkadaşlarımızı kaybettik. Ruhları şâd olsun.
Muharrem astsubay hikayenin bu kısmında derih bir iç geçirir, sonra
ağır ağır
kendi gemimizi batırışımızın nedenlerini sayardı:
Deniz Kuvvetlerinin, gemilerin mevkilerini Harekât Şube ve Hava
Kuvvetlerine bildirmemesi (Kocatepe ve M. Fevzi Çakmak gemilerini,
(Ada'nın arkasına Baf Bölgesine, Yunan adalarından hücümbotlar
geliyor) diyerek gönderiliyor. İki hücumbot yakalandı. Bunlar daha
sonra, TCG Berk eşliğinde Türkiye’ye getirildi. Biri İstanbul Deniz
Müzesi'ne sonra da Gölcük Donanma Komutanlığı önüne konuldu.
40
Tepe Sınıfı gemilerin uçaklara değil de sadece sahil bombardımanına
elverişli silahları bulunması (daha sonra bunlar telafi edildi.
Uçaksavarlar monte edildi. Her gemiye havacı irtibat subayı verildi ve
gemilerin güvertesine uçakların görebileceği bez pano parola
konuldu. Daha sonra Karakol Filotilla Komodoru Dz. Alb. Fikri
Topsever, TCG. Kocatepe'nin personelini kurtarmayı teklif etti.
Gitmek için izin istiyor, Genelkurmay izin vermiyordu. Karakol Filotilla
Komodoru, kendi insiyatifiyle Kocatepe'yi aramak için karar verdi.
Geminin direğine Kızılay bayrağı çekildi ve Baf açıklarına doğru
hareket edildi. Yolda seyrederken, TCG Kocatepe’nin battığı haberini
aldık. Bölgeye yaklaştıkça su yüzünde yüzen can yeleklerini gördükçe
hüzünlendik. İlerledikçe can salları içinde personelleri gördük. Vasıta
motorumuzu indirerek, arkadaşlarımızı kurtarmaya başladık. Vasıta
motoruna üç kişi indik. Denizde ve güneşte kalmak personeli
yıpratmış, derileri soyulmuş, kızarmışlardı.
Kazazedeleri vasıta motoruna, oradan da gemiye çıkardık. Kocatepe
gemisinin personelini kurtarma sırasında bir İngiliz gemisi de geldi.
Helikopter ile iki vasıta motoru vardı. Onlar da bir taraftan kurtardı
(daha sonra onları Kıbrıs’a hastanede bakımlarını yaptırıp biz
Mersin"e intikal esnasında tekrar bizim gemiye taşıdılar.) İki Rus
gemisi de harekât başından beri uzaktan bizleri izliyordu. Kurtarma
çalışmalarına, cansalı - personel göstermek için, bir adet Türk
pervaneli uçak ile bir adet Fransız yolcu uçağı da katıldı. Yolcu uçağı,
duman kandili - işaret fişeği atarak, can sallarının bulunduğu yeri
işaret fişeği ile işaretliyordu. Uzun müddet bize yardım etti. İngiliz
helikopteri ve vasıta motorları, kazazedeleri topluyordu. İngiliz gemisi
70 kişi , biz TCG Berk 35 kişi toplamıştık. Personelin bir kısmı açığa
sürüklenmiş, sivil gemiler kurtarmış. Tüm personeli kurtardıktan
sonra Mersin"e geldik. İskeleye yanaştık. Yolda bir arkadaşımızı daha
şehit verdik. Yaralıları ve şehidimizi gemiden, Pakistan"dan gelen
askerler çıkardı. Akşam olunca alışveriş yapmak için Mersin"e çıktık.
Hayat eskisi gibi devam ediyordu. Bütün eğlence yerleri açık, son
model arabalar caddelerde tur atıyordu. Cebimize baktık, ay sonu
olduğu için para kısıtlı, düşünceyle gemimize döndük.
Ramazan astsubayın gözleri bunları anlatırken sık sık yaşardı. A
sınıfının muziplik üstadı Tommiks, hemen bir beyaz mendil uzatıverdi.
Gözyaşlarını silen astsubay, tongaya düştüğünü beş dakika sonra
anladı. Birden ciddileşti:
‘Ulan dürziler! Yine beni ağlattınız. Bu mendilde nereden çıktı?’
Kopan kahkahanın gürültüsü Beton Kemal’i sınıfa getirmişti. Onu
görür görmez hemen yüksek sesle bir ‘dikkat’ çekildi. Sınıftan çıt
çıkmıyordu. Sert ve haşin bakışından bir nebze fırlattı ve fısıltıyla
söylendi:
‘Astsubayım, sen bu serserilere uyma! Hepsi eşek bunların!’
41
Daha Beton Kemal sınıfı yeni terketmişti ki, Ahmet Süle’nin ender
çıkan sesi duyuldu: ‘Komutanım, tayininizin çıktığı doğru mu? ‘
Kızaran bozaran Kıbrıs Fatihi’nin en kızdığı soru buydu. 9 yıldır görev
yaptığı bu okulu çok seviyordu.
Kıbrıs Fatihi Ramazan’ın tayininin çıktığı söylentisi, günlük öğrenci
asparagasıydı. Söylenti üstüne astsubayın sınıfın yarısını çarpıp, hafta
sonu izinsiz bırakması, sıradan hale gelmişti. Ama bu sefer ceza
vermedi ve sazanlık yapan Ahmet’in kulağını çekmekle yetindi.
Bu sırda okula yeni gelen astteğmen Şakir Sırrı’nın kulakları pek
büyüktü, kepçe gibiydi. 8 ay bu okulda kalacak ast teğmene lakabı,
tanışma ziyaretinin ilk dakikasında kondu:
‘Kepçe’
‘Kepçe’ sınıf asteğmenleriydi. Uzunlar A Sınıfı, adlarının dört ay içinde
Eşekler sınıfına çıkmış olmasına aldırmıyordu. Koydukları lakaplardan
kimse kurtulamıyor, herkes nasibini alıyordu.
‘Eşekler’ ismini sınıfa koyan bizzat Beton Kemaldi. Sınıf bir gün okula
yeni atanmış genç, güzel, alımlı Güzin Hoca’yı dersten ağlayarak
kaçırmıştı. Azgınlaşan sınıfın şehvetli bakışları karşısında kendisini
çıplak hisseden zavallı Güzin Hoca, soluğu Beton Kemal’in yanında
aldı. Sınıfa hışımla giren Beton Kemal’in Osmanlı tokadıyla ilk defa sıra
dayağına çekilmişlerdi. O zamana kadar sadece heybetiyle korkutan
yüzbaşı, elinin ağırlığını yüzlerine hissettirmişti.Hızını alamayan Beton
Kemal sınıftan çıkarken gürledi.
‘Bu daha başlangıç. Terbiyesizler. Ben sizlere bunun hesabını
soracağım, Eşekler Sınıfı...’ Beton Kemal, sınıftan süratle çıktı. Güzin
Hoca’ya yaptıklarının cezası bu kadarla kalacaksa iyiydi. Sınıfın
yaramazları beş dakika geçen derin sessizlikten sonra tempo tutarak
amigoluk yapmaya başladı:
‘Yaşa var ol Eşekler’
Sınıfın 30 askeri öğrenciside hep birlikte tekrarladı:
‘Yaşşa Eşekler’
Koridorun sonunda bekleyen Beton Kemal, sesleri duymuştu. Hızlı
adımlarla içeriye daldı. Eşekler Sınıfı’nın adını kesinleştirdi. Sakin sakin
ama oldukca ciddi ve ağır konuştu:
„ 15 günlük kış tatili iznine gidiyorsunuz. Size hak ettiğiniz cezayı
dönüşte vereceğim.
Eşekler Sınıfı olmanın bir bedeli vardır. Bu okula eşeğide bağlasanız
mezun olur. Önemli olan insan olabilmektir. Eşeklik yapmaya devam
ederseniz, ‘Eşekler Sınıfı’ olarak tarihe geçersiniz.
42
Onuncu Bölüm: Pabucumun Onbaşısı, Çavuşu,
Üstçavuşu ve Başçavuşu
Sömester tatili zehir olmuştu. Ferruh, takdir getirdiği için sınıfta ilk
beşe girdiğini sanıyordu ama hiç sevinenemişti. Nasıl bir ceza ile
karşılaşacaklarını bilemiyorlardı. Eğer toplu olarak Yüksek Disiplin
Kurulu’na verilirlerse, toptan okuldan atılmaları bile mümkündü.
Hayalet gibi Eskişehir sokaklarında dolaştı. Okul ve arkadaşları
burnunda tütüyordu. Eskişehir ve lojmanlar artık ona pek yabani
geliyordu.
Dönüşte nizamiyede nöbetçi subay olarak onları Yüzbaşı Ahmet
Coşkun karşıladı. Bu adamı oldum olası hiç sevememişti. Ruhsuz,
donuk bir subaydı. Ertesi gün ilk derste ‘Eşekler Sınıfı’nın endişeli
bekleyişi sonlandı.
Güzin Hoca’ya yapılan terbiyesizliğin cezası olarak Eşekler Sınıfı’nı
toplu olarak üç hafta sonu izinsizlik cezasına çarptırılmışlardı. Ayrıca
herkes Cumartesi ve Pazar Ankara’da izin kullanırken, onlar normal
ders varmış gibi sınıfta etüd yapacaklardı.
Bunun nedeni Güzin Hoca’ya ‘Of yavrum, hepsi senin mi?’ diye derste
laf atan 310 Tommiks Nurullah Ünal’ın ismini vermemeleriydi. Ayrıca
‘Yesinler Seni’ diyen ‘Mastürbasyon’ lakaplı
303 Ali Nar’da korunanlar arasındaydı. İki suçluyu teslim etmedikleri
için toplu dayak yemeyi göze almışlardı, şimdi de toplu ceza
çekiyorlardı.
Eşekler Sınıfı, prensip olarak sınıfından kimseyi dışarı ispiyon etmezdi.
Sır içerde kalırdı. Bu nedenle sınıf başkanları sık sık dayak yerdi. Sınıf
başkanından hıncını alamayan subay, astsubay veya üst sınıf kolluk
görevlisi, tüm sınıfı sıra dayağından geçirirdi Yinede tek kelime
alamazdı.
‘İnekçi’ Ünal Bingül, beklendiği gibi okul birincisi olmuştu. Okul ikincisi
328 Lokman Koçdoğandı. Gece yarısı kalkıp uykuda uyuma hastalığı
olduğu için ‘ Hortlak’ lakabı ona layık görülmüştü. Normalde askeri
okula girememesi gerekirdi. Anlaşılan uykuda gezme rahatsızlığını
söylememişti veya gözden kaçmıştı. Akşam altını ıslatanlar bile vardı.
Sabahlayein kalktıklarında koğuşta ağır bir sidik kokusu duyarlardı.
Dişlek Gazi, utancından sabah erkenden kalkar, sidikli çarşafı çıkardı,
ama nafile çaba! Kokunun nereden geldiği belliydi. İlk yılın ikinci
yarısında Gazi, nihayet altına ıslatmamayı başardı!
Okul beşincisi Ferruh Kaplandı. İlk sömestirde okul başarıları belli
olmadığı için Beton Kemal, rastgele sınıf başkanları seçmişti. Toplu
ceza almamıza yol açan A sınıfı başkanı ‘Mastürbasyon Ali’ nöbet
yazma görevini, yeni Koğuş kıdemlisi Ferruh’a istemeye istemeye
teslim etti. Kolunun üstüne tek şerit çekilerek öğrenci onbaşısı rütbesi
verildi. Devir teslim töreni sancılı geçti. Sınıfın en uslusu, utangacı, hiç
konuşmayan asosyal ferdi başkan olamazdı. İki şerit alan Arif, sınıf
başkanıydı.
‘Mastürbasyon Ali’ isyankar biçimde gürledi:
‘Pabucumun çavuşu, kim takar seni!’
Benzer sorun devre başkanlığı devrinde de yaşanıyordu. ‘İnek Şaban’
diye dalga geçilen, okul birincisi Ünaldı. Asosyal olan Ünal’ın dört ay
boyunca hiç arkadaşı olmamıştı. Devre arkadaşları ile iki çift laf
etmişliği yoktu. Her dersten 10 çektiği için kıskanılırdı. Yalnız dolaşırdı.
43
Lakap üstadı ‘Komik’ İlhan, öğrenci üstçavuşu rütbesini simgeleyen üç
şerit ve kırmızı kolluğu verirken günün esprisini patlattı:
‘Pabucumun üst çavuşunun emir ve görüşlerine hazırım, tabi ağzını
açarda emrederse’
B sınıfının çavuşluk görevi, beş zayıf dersi bulunan ‘Molla’ Salih’ten
alınarak Ömer Faruk Soydan’a teslim edildi. Öğrenci onbaşısı rütbesi
kola işlenen tek şeritti. İlk ona giren 6 kişi daha rütbeli hale geliyordu.
Beton Kemal, üç tanesi A, üç tanesi B sınıfından 6 onbaşıya vizite
onbaşısı, çamaşır onbaşısı, koğuş onbaşısı gibi görevler veriyordu.
Öğrenci onbaşısı, çavuşu ve üstçavuşu, koğuş nöbetinden muaf
tutuluyordu. Zaten kıdemli olmanın tek kazancıda nöbetten
kurtulabilmekti. Her 6 günde bir gelen bir saatlik koğuş nöbeti can
sıkıcıydı. Üstelik nöbette uyunduğu taktirde bir hafta sonu izinsizlik 3
disiplin notu kırılması cezası veriliyordu. Her gece nöbetçi subayı,
nöbetçi astsubayı veya nöbetçi sınıf okulu öğrencisinden mutlaka
birisi koğuşları denetlemeye gelirdi.
Beton Kemal’e yeni kıdemlilerin öğrenciler arasında itibarsız
görüldüğü iletilmişti.
Buna hiddetlenen sınıf yüzbaşı, ilk sabah ki içtimada devreyi haşladı:
‘Derslerinde başarılı olan ve disiplin notu 15’den aşağıda bulunanlar
kıdemli olabilir. Disiplin notu kötü olanlar derslerinde başarılı olsalar
bile kıdemli yapılmayacaktır. Onbaşı, çavuş ve üstçavuş kıdemi
verdiklerim bundan sonra komutanınızdır. Bana gösterdiğiniz saygıyı
onlarada göstereceksiniz. En küçük bir şikayet alırsam, Ankara’nın
yüzünü hiç biriniz göremezsiniz.’
‘Mum olmuştu devre, hemde erimiş halde Beton Kemal’i dinliyordu.
Devredeki öğrencilerden sırtıboz, asla uslanmaz tipler
homurdanıyordu. Saf ve utangaç buldukları yeni kıdemlileri içlerine
sindiremiyorlardı. Hazmedemezlerdi, tembel, asalak ve hasetlerdi.
304
Mustafa Kara, gözünü karartmıştı.
‘Şu sümsük Ferruh’a mı şimdi komutanım diyeceğim’ diye mırıldandı.
Beton Kemal, Mustafa’nın itirazını nasıl duyduysa 12 metre uzaktan
duymuştu.
Tok ve sert bir sesle çağırdı:
‘303 Mustafa’
Koşarak yüzbaşının önünde duran Mustafa sertce elini şapkasının
önüne götürdü ve fiyakalı bir selam verdi. Ancak bu sırada üç adım
önündeki öğrenciye doğru ilerleyen Beton Kemal’in Osmanlı tokadı
Mustafa’nın sağ yanağında yankılı biçimde şakladı:
Şakkkkkkk...
İki seksen yere uzanan Mustafa, ayağa kalkamadı. Beton Kemal,
hışırdayarak bağırdı:
‘Şimdi anlaşıldı mı?’
44
Onbirinci Bölüm: Everest Ferruh ve 314’ün Sırrı
Okulun ikinci sömestirinin henüz ikinci gününde GATA’ya bir şehit
cenazesi daha getirildi. Yeni mezunlardan bir Sağlık astsubayı daha
kırsalda şehit olmuştu. Cenazede, 1983 mezunu devrenin 314 numara
sahibi Ferruh’u buldu. Yeni 314’ü merak etmişti. Uzun boylu, yakışıklı,
cıva gibi bir komandoydu.
“Ben 1983’lü 314’üm. Devremiz Askeri Hababam sınıfıydı, ben de
lideri Şabanım” diye kendini tanıttı. Ferruh, cevap veremeden ekledi:
Kurala göre 314 numaralı öğrencinin yeni devrenin lideri olması
gerekir. Bu 12 yıldır devam eden bir süreçtir. Şaban astsubay,
Ferruh’u beğenmemişti.
Sen pek sünepe, pısırık, içine kapanık ve zayıfsın. Senden Hababam
Sınıfı lideri olmaz.
Zaten sınıfımızın adı Hababam değil Eşekler Sınıfı. Bende koğuşun
başkanı, yani eşekbaşıyım.
Şaban, Eşekler sınıfı esprisine bayılmıştı ama yine de Ferruh’tan emin
değildi:
Senden eşekbaşı da olmaz. Çünkü pek eşeğe benzemiyorsun. Galiba
biraz katırsın!
A Sınıfı, resmen eşeklik bayrağını Şaban’ların 1983 devresinden
devraldı. Kısa sürede yaptığı yaramazlıklarla adını Hababam değilsede
Eşekler sınıfı olarak pekiştirdi. Ders ve disiplin notu nedeniyle Ferruh,
birden koğuş kıdemlisi oluverdi. Esasen sınıfın gerçek lideri ‘Çinçin’
lakaplı cesur yürekti, sürekli dayak yiyen Ferruh’unda korumasıydı.
Eşekler sınıfı neler yapmıyordu ki... Kuralları bozmak adetleriydi.. Ama
hiçbir zaman suçluyu ele vermezdi. Kim yaptı denilince toplu olarak
ayağa kalkardı, toplu ceza alırdı. Eşekler sınıfına başkan olmak
Ferruh’a pahalıya mal olmuştu. Her akşam 2 adet 45 dakikalılık
sabahleyinde bir adet 50 dakika süren etüd denilen serbest ders
çalışma saatlerinde sınıfın sessizliğini sağlamak sınıf başkanının
göreviydi. Gürültü edenlerin isimleri yazılmalı ve asayişi sağlayan
nöbetçi subay, astsubay ve kolluk görevlisi öğrenci amirine
verilmeliydi. Verilmese kabak başkanın başında patlardı. Toplu ceza
talimlerine sebep olan hususlardan başlıcasıydı buydu. Devre
arkadaşlarının suçunu ispiyon etmesi halinde bu sefer dayağı
devrenin kabadayılarından yiyordu. Suçlu kim olursa olsun, ne yapmış
bulunursa bulunsun dışarı karşı arkadaşları onları koruyorlardı. İsmi
veren başkan suçlu sayılıyordu. İsmi vermeyen Ferruh veya Arif, her
gün boş yere dayak yiyordu. Çünkü, Eşekler sınıfı hiç susmuyor, asla
sessiz bir etüd yapmıyordu. Zaten toplu dayak yemeye alışmışlardı.
Yüzler, deriler kösele gibi olmuş, kalınlaşmıştı.
Atatürkçülük ve İnkilap Tarihi dersine giren bodur boylu Numan
hanım ve onun Edebiyat dersi, tek dalga geçemedikleri öğretmen ve
sınıftı. Çok sert üsluplu olan Numan Hoca, kadındı ama asker gibi
söver, hatta döverdi. Haşarı öğrencilerin yaka numarasını alır, sınıf
subayına verir, bu öğrencileri birde Beton Kemal döverdi. Üstelik
hafta sonu izinsizlik veya alıkoyma cezasıda cabasıydı.
45
Numan Hoca, ideal Atatürkcü askerler yetiştirmek için haddinden
fazla çabalardı. Ders kitaplarının satır satır ezberlenmesini istiyordu.
Sınavlarda kitapda veya derste öğrettikleri kelime kelime yazılmazsa,
geçerli not vermiyordu. Kopya çekmeye asla müsade etmezdi. Eşekler
Sınıfı lakabını koynakta gecikmemişti. Götü yere yakın bir şeytandı bu
kadın:
‘Güdek’
Ferruh, Numan Hoca’nın dersini harfiyen ezberlemişti. İlk sömester
her sınavdan 100 çekmişti. Bu nedenle Numan Hoca sınıfa örnek
Atatürkcü olarak hep Ferruh’u model gösterirdi.
İkinci sömester’in ikinci sınavında çok zor sorular soran Numan
Hoca’dan sadece üç kişi 100 almıştı. 30 kişilik sınıfın 20’si 4 almıştı, 7
kişi ise 60’ı zor kurtarmıştı. Bunlardan biride 301 Ahmet Süle’ydi.
Devrenin en uzunu olan Süle’nin sulak arazide büyüdüğünü varsayan
devre arkadaşları lakabını ‘Sırık’ olarak belirlemişti.
Sırık Ahmet, son sınavda iki sıra önündeki sırada oturan Ferruh’tan
kopya çekmişti. Daha doğrusu arka sırada oturan Tuncay’ın kağıdını
olduğu gibi Ferruh yapmıştı, Hasan Kabasakal kopyalamıştı, Ahmet’de
onlardan olduğu gibi kopyalamıştı. Bu durumda Tuncay, Hasan ve
Ahmet’inde 100 alması gerekirdi, oysa 60’da kalmışlardı.
Sırık Ahmet dilini tutamadı, Numan Hoca’ya sert bir dille bağırdı:
Hoca, Ferruh ile benim kağıdım aynıydı. Sende adalet yok, haksızlık
yapıyorsun.
Numan Hoca kopyayı yakalamış olmanın sevinci ile fırçayı bastı:
‘Sus! Otur yerine terbiyesiz. Hem Ferruh’tan kopya çekiyor, hemde
hak iddia ediyor. Üstelik kopya çekmeyide başaramıyor. Ferruh,
Everest tepesi gibi ulaşılmaz bir dağ, tepe. Sen ise çukursun. Sen ona
yetişebilir misin? İsterse boyun 3 metre olsun!’
Eşekler sınıfı gülmekten kopmuştu. İlk kahkahayı Tommiks Nurullah
attı, Çincin onu takip etti, espri anlama özürlüsü Hortlak Lokman bile
gülüyordu. Toplu olarak bir ses duyuldu: ‘Everest, Everest, Everest!’
Ferruh’un lakabı konmuştu. Zaten sivri ve düz kafalı olduğu için bazı
devre arkadaşları ona 2. sömester başından beri ‘sivri zeka’ diyordu,
ama Numan Hoca’nın tanımlaması ‘çuk’ diye oturmuştu. Bundan
sonra Ferruh’a ismi ile hitap edilmedi, adı „’Everest’ olarak kaldı.
Okulda hayat monotonlaşmaya başlamıştı. Her haftanın son günü
olan cuma mektup günüydü. Ailelerden gelen mektuplar hasretle,
gözyaşı ile beklenirdi. Sınıf subay ve astsubayı mektupları satır satır
okur, uygun görmediklerini vermezdi, uygun görülen zarfın üzerinde
zaten kırmızı bir mühür olurdu:
Askeri öğrenci mektubudur. Uygun görülmüştür.
46
Ferruh gibi hiç mektup alamayıp, boynu bükük kalanlarda vardı. Ana
kuzusu Bülent gibi her hafta en az üç mektup alıp, göstere göstere
okuyan, hava atanlarda.
Ferruh, dört aydır tek mektup ve telefon gelmeyince kendi kendine
mektup yazmaya karar vermişti. Böylece arkadaşları arasında küçük
düşmemiş olacaktı. Mektubu gelmek ailesi tarafından sevilmek
anlamına da geliyordu. Mektup alamamak yetim olmakla eşdeğerdi.
Evden para geldiğini duyuru panosundaki listede okuyan bir arkadaşın
herkese haber vermesi, borç isteyenlerin sıraya girmesine yol açardı.
Bazı öğrencilere her hafta ailelerinden para gelirdi. Parayı sınıf
odasında alıp çıkarken, kapı önünde bekleyen bir düzine arkadaşın
borç istemesinden kaçış yoktu. Bu arada 799 TL olan devletin verdiği
aylık öğrenci maaşını, neden sürekli 700 TL olarak alındığını kimse
merak etmezdi. Lavabolarda bulunmamasına karşın, öğrenci
maaşından ayda 20 TL sabun parası kesilmesine Everest Ferruh bir
anlam veremiyorlardı. Mantıksız bir meslek olan askerlikte mantık
aramak abesle iştigaldi.
Öğrencilerin en fazla nefes aldığı zaman hafta sonu tatiliydi.
Ankara'da evci çıkacağı yakın bir akrabası olmak cumartesi akşamları
okula dönmeden geceyi dışarıda geçirebilmek ve sivil kıyafet
giyebilmek anlamına geliyordu. Tatile kalan günleri bir günde dört kez
sayıp, zamanın yavaş geçtiğini düşünme, değişmez öğrenci
psikolojisiydi.
1. sınıf öğrencilerinin Ankara"da her hafta gittikleri değişmez mekan
Cebeci Askeri Sinemasıydı. Otobüs ve dolmuş parası vermemek için ta
Dışkapı’dan Kızılay’a kadar yürümek zor gelmezdi. Ancak yolda elliden
fazla üstte selam vermek zorlarına gider, keşke sivil olsaydık moduna
girilirdi.Buna rağmen sinemaya mutlaka gidilirdi. Ankara’da sanki
garnizon dışına kaçacakmış gibi bütün gün geberesiye gezen Ufuk ve
Sırık Ahmet ile gezmemek elzemdi.
Denizli şivesiyle konuşan Ufuk Yılnaz’ın garsona, ‘Abi beni köfte yap’
siparişine, ‘Abi benide yap’ demesi, günün komedisiydi. 315 Ufuk’un
lakabını sıra arkadaşı 314 Ferruh tarafından hemen oracıkta vermişti:
‘Saftorik Horoz’
10 Kasım’da Anıtkabir’e giderek taşı toprağı selamlamak ilginç bir
deneyimdi. Okuldaki atamızın heykeli önünde ateş yakarak nöbet
beklemek, öğrencilerin en nefret ettiği zaman dilimleriydi. 19
Mayıs’ta ise gençlerin hipodromda gösterilere götürüleceği aylar
öncesinden duyurulmuştu. Beden Eğitimi öğretmeni Nihat Gülşen,
Eşekler Sınıfını gösterilere hazırlıyordu. Eşeklerden birer basketbol ve
futbol takımı çıkarmayı başarmıştı Gülşen Hoca. Birinci Futbol Ligi
hakemi olan Nihat Hoca, sınıfı sırıksıklam terleyene kadar koştururdu.
Sanki cambaz olacaklarmış gibi haraketler yaptırırdı. Sıkı palavracıydı.
Fenerbahçe ile Ankara Gücü maçını satması için Fenerbahçe
Kulubü’nden aldığı araba rüşvetini ballandıra ballandıra anlatırdı.
Herkes arabanınn anahtarını aldığını acaba bu defa itiraf edecek mi
diye heyecanla beklerken, asla inanamadıkları, yaptığı civanmertliği
yüzüncü defa tekrarlardı: ‘Anahtarları Ali Şen’in yüzüne fırlattım. Ben
bildiğiniz satılık hakemlerden değilim’
47
Futbol federasyonundan verilen uçak bileti parasını iç edip, kendi
arabasıyla maç yönetmeye giden bir hakem için bu kadar dürüstlük
fazla lüks kaçıyordu.
Tören ve merasimlerde soytarılık yapmamak için silahlı gösteri takımı,
folklor, tiyatro ve boru trampet takımı dâhil hiçbir yere seçilmemek
için azami derecde beceriksiz olmak gerekiyordu. Ferruh, tiyatroya
yazılmak zorunda kalmıştı.
Sabah kahvaltısında, azgınlığı bastırıcı ilâç (şap) var şayihasının doğru
mu yoksa yalan mı olduğunu kimse bilmiyordu. Bu kadar erkeğin
olduğu bir toplu yaşama mekanında erkeklik kabiliyetlerini
törpülemenin zararı olmazdı. Sonra mazallah içimizde homolar
türerdi!
İşin doğrusu, her öğün yenen küçük ekmeklerin içine büyümeyi
artıran ekstra vitaminler konduğuydu. Zira Feruh’un boyu ilk
sömsterda birden bire 20 santimetre uzamıştı. Uzunlar daha uzun
hale gelmiş, kısalar sınıfıda yeterince boy atmıştı. Bir senede yetişkin
erkek olmuşlardı.
Şap yalanına inanarak, aç karnına gösteri yapmak, öğle kumanyasıyla
akşamı zor etmek, aşırı kuruntulu öğrencilerin şapşallığıydı. Sürekli
kantinden yemek yemeğe kimsenin harçlığı dayanmazdı.
‘Karavanadan yemiyecem’ diye inat edenlerde sonunda yelkenleri
suya indirirdi. Hafta sonu okula dönüşte sinemada seyredilen filmler
anlatılır, Kızılay’da kızlara hava atan, asılan ve çarpılanlar ballandıra
ballandıra çapkınlık maceralarını üçünün üstüne beş koyarak sallardı.
Üst sınıfların en büyük heyecanı, sivillerle dolaşmaktı. İzinde sivil
giyinmek yasak olduğu için bu yasağın nasıl çiğneneceğine dair yollar
aranırdı. Üst sınıfa geçmenin göstergesi, askeri inzibatlara
yakalanmadan Kızlay’da sivil olarak gezebilmekti. Yakalananların iki
hafta sonu izinsizlik cezası alacağı kesin olmasına rağmen, üst
devrelerin yüzde 90’ı sivil gezerdi.
1. sınıfların sivil gezmesi ise kesinlikle yasaktı, sivil gezen üstlere
yakalanma riski yüksekti. Okulda her öğrenci sınıf geçmenin kolay,
sınıfta kalmanın zor olduğunu bilirdi. Sınıfta kalanlar kesinlikle aptal
olanlar veya zeka seviyelerinde kusur bulunanlardı. Buna karşın çok
ders çalışmak ya da kopya çekmeye uğraşmak ayrıca aptallık olarak
algılanırdı.
Dört zayıfı olanların sömestre tatiline gönderilmeyeceği yalanı, her
dönem sonu uydurulurdu. Kesinlikle doğru çıkmasada süslenip
bezenerek yeniden fırına verilirdi. İnanan olduğu sürece dedikodu
yayanlar, dalga geçmeye devam ederdi. Yalanı çıkaran arkadaşın
akşamüstü (doğrudur) diye kendi de inanarak, diretmesi, tam bir
komediydi. Yalancı yalanına sonunda kendiside inanırdı.
Biyoloji laboratuarındaki iskeletin, kimsesiz bir öğretmenin iskeleti
olduğu dedikodusu yayılırdı.Bunun yalan olduğunu bilindiği halde,
hergün iskelete merhaba, ne haber denir, tokalaşmaya devam
edilirdi.
Derslerde başarı notu karnede en yüksek 100 ile gösterilirdi. Ahlâk
notunun en yüksek 4 ile gösterilmesi anlaşılmaz bir durumdu. Kimse
yakınlarını bunu izah edemez ve disiplinli olduğuna inandıramazdı.
48
Matematikci Haluk Hocadan tam not 100 almak imkansızdı. 90 almak
bile mucize iken 100 alamadığı için 313 Laz Trabzonlu Engin Akay’ın
itiraz etmesine kimse anlam veremezdi. Ayıp ettiğini söyleyince
tahtaya kaldırılan Engin tüm soruları çözerdi.
Enseye tam 10 tokat atarak seven veya döven Haldun Binbaşı’nın
sözlüleri insanı gülme komasına sokardı. Sözlü notunu dört parçaya
bölen Binbaşının dörte bir artı veya dörtde bir eksilerin nasıl
topladığını ve dörte dördü bulduğunu çözebilen yoktu.
Soruyu sözlüde çözende çözemeyende enseye 10 tokat yiyerek yerine
otururdu. Coğrafya sınavına en az 80 alacak kadar iyi çalıştıkları halde
en yüksek not her zaman 70 idi. Yüzbaşı Ahmet Hocanın kitaptaki
resim altlarından soru sormasına herkes gıcıktı. 58 almak için gece
gündüz ders çalışırlardı.
Atilla Hocanın dersinde süt dökmüş kedi gibi sakin olmak zorunluydu.
Çok sert bir asker olan yüzbaşıdan Eşekler Sınıfı bile tırsardı,
yaramazlık biraz sıkardı. Saffet Hocanın dersinde sululuk yapmak ise
serbestti.
Herkesin ad ve soyadının Ramazan astsubayca ‘eşekoğlu eşek’ olarak
değiştirilmesi gayet normaldi. Duydukları en hafif küfür veya iltifat
buydu. Haftalık ders programındaki ‘Komutan Saati’nin boş geçmesi,
Beton Kemal’in bir klasiğiydi. İç Hizmet Kanunu dersine de asla
gelmezdi. İmtihanda sorulacak soruların tiyolarını verdiği bir dersten
sonra ipucu verdiği soruları sorardı. Herkes yüksek notla geçerdi.
Askeri okula artık alışmışlardı.
Üst sınıfların veya nöbetçi amirin sabahın 6.00’sında koğuşta biterek
"Ağalar ne len bu sizden çektiğimiz. Bu gün yatakhaneleri dolaştım,
gördüklerim karşısında tek sizden rencide oldum. Yılan gibi kıvrılma,
doğrul doğrul" diye bağır çığır olması ve ‘Pat Pat Pat...’ diye
palaskayla ranzaları dövüp öğrencileri kaldırması, sıradandı,
adiyattandı.
49
Onikinci Bölüm: Kalorifer Dairesi’nde Sigaralı
Namaz
Namaz kılmak, 2. sömester sonlarına doğru, Ramazan ayı başında 3.
sınıfların öğrenci amiri Yüzbaşı Mehmet Tıbık ve 2. sınıfların sınıf
komutanı Yüzbaşı Ahmet Coşkun tarafından yasaklanmıştı. Asıl yasağı
koyanın Okul Komutanı Tuğggeneral Hıdır Dervişoğlu olduğu
konuşuluyordu.
Bu iddia öğrenciler arasında hızla yayılmıştı. Öğrenciler ayaklı gazete
gibiydiler. Bir haber fısıltı gazetesinde manşet oldu mu, hiç kimse
yayılmasını engelleyemezdi. Hiç bir yasakta çiğnenmediği taktirde
baldan tatlı olmazdı. Namaz yasak ilan edilince namaz kılmaya ilgi son
derece arttı. Hayatında namaz kılmayacak öğrenciler sırf yasağı
delmek için namaz kılmaya başladılar.
Namaz kılanlar, kaçak namaz kılacakları yeri keşfetmekte
gecikmediler. Okulun ısıtıldığı kazan dairesi veya namı diğer kalorifer
dairesi, yeni mescitleri oldu. Yasaklandığı için ayrı bir keyif veriyordu.
Kaçak kaçak namaz kılmak kadar zevkli ne olabilirdi!
Tabii ki kaçak kaçak sigara içmekLKomutanların hiç bilmediği, gizli
Kalorifer dairesi köşesini ilk keşfedenler namaz kılanlar değil, kaçamak
sigara içenlerdi. Artık aynı mekanı paylaşmak zorundaydılar. Nede
olsa ikiside yasaktı. Duman altında namaz kılan öğrencilerden bazısı
bir süre sonra sigaraya başlıyordu. Sigara içenlerden bazısı ise
namaza... Karşı koğuşta bulunan 3. sınıftan ‘Fantom’ lakaplı
İbrahim'den çifti elli beş kuruşa Bafra sigarası almak modaydı. Biraz
parası olanlar Samsun ve Maltepe alırdı. Parası olmayanlar filtresiz
Birinciye talim ederdi. 1. sınıflara sigara fahiş fiyatdan satılıyordu.
Güya astların sigara içmesine asla müsade edilmiyordu. Elbette işin
içinde rant vardı. Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati’nin en fazla sopa
attığı 1. sınıf öğrenciler sigara içenlerdi. Halbuki ikiside koyu
tiryakiydi.
Aslında Bafrayı bırakın Birinci bile bulsa öğrenciler tavdı. Hüsnü ve
Necati’den dayak yeme bahasına kaçak sigara içebilmek yiğitlikti.
Samsun ve Maltepe lüks ve pahalı kategorisine giriyordu.
Kaçakçılardan Marlboro bulan ve okula sokmayı başaran el üstünde
tutulurdu. Bir kaç günlüğüne Gırgır’daki salak sakar çizgi roman
kahramanı en kahraman Rıdvan kabul edilirdi. Sigara bitince kimse
Marlboroluyu tanımazdı.
Ancak satın aldığı sigaraları, koğuştan yirmi adım sonra ‘Öf Öf lakaplı
lümpen Mehmet'e çarpılıp, kaptırmak içten bile değildi. 2. sınıfların
külyutmaz uyanığıydı. ‘Öf Öf’, 1. sınıflardan arakladığı veya el koyduğu
sigaraları beleşten içer, sigaraya beş kuruş para
harcamazdı.İstanbul’un moda semtinden askeri okula düşmüş, hafif
yumuşakcalardandı, hızlı sosyeteydi. Dayak yememe karşılığı kuzu
kuzu sigaraları teslim ederdi en altdaki astlar ve garip 1. sınıflar. Oysa
dayak atmaya kıyamazdı. Hüsnü’nün oluşturduğu azrail imajını
kullanıyordu, o kadar. 1. sınıfların 2. sınıflardan ödü patlardı...
Külot içinde gizlenen sigarayı üst sınıfa yakalatmadan kazan dairesi
kapısından, lombar ağzından geçirebilmek beceri isterdi. İyi gizlediği
için veya sigara yok deyip yakalattığı için bir de üstüne katmerli sopa
yemek işin doğasında vardı.
50
Üst sınıfta kollayacak kabadayı bir hemşerisinin olması tek kurtuluş
çaresiydi. Nereli olmak bu nedenle çok önem kazanıyordu.
Eskişehirlilerden fazla kabadayı çıkmıyordu. Ferruh’u koruyan kimse
yoktu. O’da kimsesizler kimsesi olan yaradanına sığınıyordu.
Astlar, ilk köteği kimin attığını asla unutmazdı. Bir gün sivil hayatta
köşeye sıkıştırıp Psikopat Hüsnü’yü eşekten su gelinceye kadar
dövmek hepsinin hayaliydi. Aşırı haşarılar ve elebaşılar hergün düzenli
olarak sopa yerdi. Kötek çetelesi tutmakta ısrar ederlerdi. En fazla
sopa yiyenler, 2. sınıf olmayı dört gözle beklerdi. Gelecek sene 1.
sınıflara kötek atma sırası onlara gelecekti. Her sınıfta elebaşı kimse
gözdağı vermek için olmadık sebeplerden acımazsızca dövülürdü.
Yiğitlik yapıp gıkını bile çıkarmazdı.
Koridorlarda üst sınıfa denk gelmemek için köşe buca kaçıyorlardı.
Aksi halde sudan bahanelerle çarpılırdı astlar. Üst sınıfı, arkadaşına
benzetip, selam vermediği için çarpılmak en acı koyanıydı. Bazen
güneşten veya gazinodaki ışıktan gözleri kamaştığı için üst sınıfı
tanımadıkları oluyordu. Astlar gazinoda en arkada oturur, bir üst sınıf
geldi mi kalkıp yer vermek zorundaydı. Aksi halde saygısızlıktan sopa
yerdi.
Dalgınlıkla selam vermeden yakınından geçilen üst sınıf tarafından
çarpılmamak bir mucizeydi, lütufdu. Bazı üstler bu denli aşırı askerliği
sevmez, astları sıkıştırmazdı. Kimin psikopat kimin efendi olduğunu
anlamak için bir araba sopa yemek gerekiyordu.
Kısa zamanda kimin neci olduğu fısıltı halinde yayılırdı. Uzunlar
sınıfının kabadayısı hemen tespit edilmişti. Ankaralı 304 Mustafa, 316
Onur ve 329 Levent, her gün mutlaka sınıfta veya koğuşta 2. Sınıflar,
enderde olsa 3. Sınıflar tarafından ya fırçalanır, ya küfür yer veya
bayılıncaya kadar dövülürdü.
Çatlak Necati, Ankara’nın Çinçin Bağlar’ından gelen 502 Leverent
Çinçin’e kafayı takmıştı. Devrenşn en kısa boylusu ama en atiği, en
sportif olanıydı. Kısa boyuyla kabadayı idi. Çingenelerin çoğunlukta
olduğu bu semtin ahalisi belki çok fakirdi ama delikanlıları
kabadayıydı. Leverent, karate ve güreşle meşgul olmuştu. Vurduğunu
deviren, sözü özü bir, kanı deli akan bir koçtu. Böyle mert gençler, üst
sınıflarca cezalandırılması, burnu sürtülmesi gereken başı dik, burnu
büyük, sırtı sopaya dayanıklı olarak görülürdü. Psikopat Hüsnü’de
Leverent’in üstünde güç denemesi yapardı. Bayılmadan uzun süre
dayak yiyebilen sağlam bir delikanlıydı. Leverent’in adını soyadı
nedeniyle ‘Çinçin’ olarak koymuşlardı. Zamanla devredeki
arkadaşlarıda bu lakaba alıştı. Çinçin artık devrenin korkulan, dayak
yiye yiye pişen, olgunlaşan, bileği bükülmez delikanlısıydı. Mustafa ve
Onur’da yedikleri dayaklarla kaşarlanmıştı.
Hüsnü, Çinçin’e asla güç yetiremez. En sonunda yorulur, kan ter
içinde bırakırdı. Her akşam koğuşta Necati veya Hüsnü’nün çığlıkları
duyulurdu:
‘Gel bakîm buraya lan Çinçin!’
Çinçin’i çarpan üst sınıfları tek durduracak daha bir üst sınıftı. 3.
Sınıfın kabadayısı Tozkopran Kubilay, kurtarıcı melekti. 1. sınıfların
koğuşuna girerek Çinçin’i ellerinden kurtarırdı. Hüsnü ve Necati,
Kubilaydan tırsardı. İkisinide mum gibi yapar, dövmeden önce sağlam
bir söverdi. Bu uyarı en fazla bir hafta işe yarardı. Sonrası, eski tas eski
hamam...
51
Sopayı görmemek için kör olmak gerekirdi ama komutanlar hiç
birşeyden haberleri yokmuş gibi davranırdı. Zaten kimse korkusundan
onlara şikayet edemezdi. Ferruh, dayaktan önce sırtlarının sonra
okulun cehenneme döndürülmesine artık dayanamıyordu.
Çok çarpan üst sınıfları mezun olunca aynı birliğe düşerlerse
yapacaklarını biliyor, diş biliyorlardı. Aynı gemiye düşersem denize
atmazsam bana yuh desinler sözü yaygındı. Genellikle bu sözler
mezun olduktan sonra unutulur, eski düşmanlar bazen dost olurdu.
Öğrencilik yıllarındaki astlık ve üstlük ilişkisini ölene kadar sürdüren
sadece karacılardı. Havacılar ve denizciler kin tutmazdı.
Bir yıl boyunca yediği sopaları, gelecek Eylül dönemi başında
gecikmeden alt sınıfa fazlasıyla pas etmek geleneksel bir
uygulamaydı.Yemekten, sınıftan veya koğuştan çıkışta üst sınıftan
birinin akşam beni yatakhane önünde gör demesi gelen dayağın
habercisiydi.
Gör demişse, görülecekti, kaçış yoktu. Akşamüstü yenilen sopanın
nedenini sabaha kadar düşünsenizde, çoğu zaman bulmanız mümkün
değildi. Çünkü bazen dayağın sebebi olmazdı. Sizin tipinizi,
haraketinizi beğenmiyen üstün canı dayak atmak istemiş
olabilirdi.Veya o gün sınıf subayından dayak yemiş, zayıf bir not almış
olabilirdi. İntikamını, hıncını birinden almalıydı.
Çok rastlanmamakla birlikte, üst sınıfın sopa atmadan astların kusuru
için nasihat etmesi, üstün ali cenaplığındandı. 3. Sınıflarda
Tozkoparan Kubilay, böyle abilerdendi. 2. sınıfta iken çok esmiş
yağmıştı, şimdi ise 1. sınıflara dayaksız nasihat hocalığı yapıyordu.
Öğrenciler arasında kavga sebebi genellikle aynı kıza aşık olmaktan
kaynaklanırdı. GATA’da bulunan askeri hemşire okulu sevgili
devşirilen yegane kaynaktı. Aynı ortamları paylaştıkları için sık sık
birbirlerine aşık olurlardı. Hafta sonu izinlerde sinemaya veya
pastaneye giderlerdi. Aşk mektupları iki okul arasında özel paralı
ulaklar tarafından taşınırdı. İki okulda da Anatomi dersine giren
Neriman hoca çöpçatanlık yapmaya bayılırdı. Mektupları para karşılığı
taşırdı.
Diğer ana kavga sebebi futboldu. Hafta sonu 1. ligde kaybeden dört
büyük takım taraftarları önce ağız kavgası çıkardı, sonrasında taraflar
kafa yumruk birbirine girerdi. Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı
ve Trabzon Sporlular, maç muhabbetini birbirlerinin boğazına
yapışarak sonuçlandırırdı. Böyle durumlara anında müdahale eden
Kubilay, oldukca babacan davranırdı. Kız meselesinde çok net
konuşurdu:
‘Bir kız için bugün devrenizdeki arkadaşını satan, yarın vatanını da
satar!’
Futbol kavgasının galibi olmazdı. Taraftarlar gelecek hafta yeniden
kavga etmek üzere zorla ayrılırdı. Kavgaya Psikopat Hüsnü veya Çatlak
Necati müdahale ettiyse, kesin olarak tüm sınıfın sıra dayağından
geçirilmesi adettendi. Suçlu tüm sınıftı. Tokatlıyarak yorulduğu için
genellikle palaska kullanırdı. Bu dayak ders olmazdı, en uzağı iki hafta
sonra toplu dayak merasimi yinelenirdi.
Kısa boylu bir üst sınıfın sizi eğerek veya kendisi yükseğe çıkarak size
sopa atması kadar insanı alçaltan bir durum olamazdı. 2. sınıflardan
Atom Karınca Sülo, bu tür üstlerin en gıcığıydı. Sigara içenleri
affetmezdi, birde namaz kılanları. Nede olsa ikiside suçtu.
52
Onüçüncü Bölüm: Cinlerin general tasfiyesi!
1984’ün 25 Mart’ında yapılan yerel seçimler, yeni bir Türkiye’nin
doğuşunu haber veriyordu. ANAP %45'in üzerinde oy alarak yine
birinci parti oldu. İstanbul Belediye Başkanlığı'nı ANAP'lı Bedrettin
Dalan kazandı. Yurtdışından getirilen ithal mallar vitrinleri süslemeye
başladı. Bu kritik dönemde iki önemli olay yaşanıyordu. Türkiye’nin en
zengini Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı İşadamı Vehbi Koç, tüm
işlerini oğlu Rahmi Koç'a devretti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı,
DYP'nin kapatılması için dava açtı. Askeri vesayet, kimin siyaset yapıp
kimin yapmıyacağına karar veriyordu.
Kenan Evren’in yurdun değişik kentlerinde yaptığı konuşmalarda dini
mesajlar vermesi sayesinde askeri okullarda namaz kılmaya ve oruç
tutmaya göz yumuluyordu. ‘Anadoluda bacılarımız saçlarını yemek
içine tüyleri kaçmasın diye türbanla değil tülbentle saçlarının bir
kısmını göstererek örterler’ sözleri problemliydi, ama olsun buna da
şükürdü.
Sağlık Astsubay Okul’unda Ramazan ayının girmesiyle ortaya iftar ve
sahur problemleri çıkmıştı. Okullar Komutanı Hıdır Paşa, din karşıtı,
aşırı laik bir paşaydı. Rakı sofrası kurulmadan öğle ve akşam yemeğine
oturmadığı dedikodusu öğrenciler arasında yayılmıştı. Mayısın son
haftasıydı ve on gün sonra yaz tatili iznine çıkılacaktı. Ramazan ayının
ilk on günü okulda karşılanacaktı. Okul Komutanı Hıdır Paşa, hem
namaz kılmayı hemde oruç tutmayı yasaklayan sözlü bir talimat verdi.
Ortada yazılı bir emir yoktu, keyfi bir durumdu. Oruç tutanlar tespit
ediliyor ve okuldan atılmakla tehdit ediliyordu. Buna rağmen
öğrenciler, akşam yemeğini ekmek arası sandevice çevirerek
yemekhane dışına kaçırıyor ve sahur yapıyordu. Kahvaltı ve öğle
yemeklerinde de aynı usulle yedekleme yapılıyordu. Yasak oruç
tutmayı durduramamış, tam tersine yasağa ilgi olduğu için oruç
tutanları artırmıştı. Ancak namaz kılmaya taviz verilmedi. Namaz
kılma mekanları komutanlar tarafından basıldı ve namaz kılmak
imkansız hale geldi.
Aynı yılın yazında, 26 Temmuz’da Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.
Nebahat Koru'nun derse başörtüsü ile girmesi, kıyafet kanunu
tartışmalarını alevlendirdi. MDP İzmir Milletvekili Işılay Saygın ve bir
grup kadın milletvekili Koru'yu eleştirdi. Bu yaşanan ilk başörtüsü
kriziydi. 4 Eylül 1984’de Tercüman Gazetesi süresiz kapatıldı, 10 gün
sonra tekrar açıldı.5 Eylül’de Uludağ Üniversitesi'nde bir grup kız
öğrenci, başörtülerini çıkarmadıkları için Üniversiteden çıkarıldılar. 8
Kasım’da başörtüsünü çıkarmayan Doç. Nebahat Koru, Ege
Üniversitesi'nden atıldı. Bu kamu oyuna yansıyan en önemli ve ilk
başörtüsü kriziydi.
1984’ün son ayında büyük tartışmalara yol açan ve günlerce
kamuoyunu meşgul eden Boğaziçi Köprüsü'nün satılması gerçekleşti.
Köprü'nün 10 milyar liralık hisse senetleri bir saatte bitti. 15 Aralık’ta
Yurtdışındaki kaçak solcular işbirliği yaparak eylemlerini
sürdüreceklerini açıkladılar. PKK, TİP, TKEP, TKP, TKSP ve TSİP birlikte
çalışacaklarını ilan ettiler. İsveç'te ele geçirilen bazı belgelerde,
PKK'nın ASALA ile işbirliği yaptığı ortaya çıktı. Yasadışı DEV-SOL örgüt
üyesi 9'u kadın 34 militan ve yasadışı MLSP/B örgüt üyesi 21 militan
yakalandı. 12 Eylül, solun ve ülkücülerin tepesine binmişti, soluk
aldırmıyordu.
Aşırı solun temizlenmesine devam ediliyordu. Ordu bünyesinde kalan
solcu subay ve astsubaylar, sessizliğe bürünmüş, takiye yapıyordu.
Medya haberlerinin çoğu çakmaydı.
53
ASALA terör örgütünün TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile işbirliği
yaptığı tespit edildi. Diplomatlarımıza yönelik saldırılarda ASALA terör
örgütünün, uluslararası mafya örgütleriyle ortak çalıştığı ortaya çıktı.
19 Şubat’da 624 sanıklı PKK Mardin davası sonuçlandı. 22 kişi idama
mahkum olurken, 25 kişide ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Türkiye’de olup bitenler Eşekler sınıfını hiç mi hiç ilgilendirmiyordu.
Ferruh’un ise tek bir derdi vardı:
Namazı ve orucu yasaklayan Okul Komutanı Hıdır Paşadan intikam
almak.
Bunu nasıl yapacaktı? Odun Pazar’ın gördüğü sahaflar çarsısı aklına
geldi. Burada eski kitaplar satılırdı. Kitapçıya cinleri kontrol
edebileceği kuvvetli duaların olduğu bir kitabın olup olmadığını sordu.
Ferruh’a bön bön bakan kitapçı, hemen üç kitap buldu.
‘Al bunları oku. Muhyiddin Arabi’nin Gizli İlimler Hazinesi adlı kitabı 3
cilt halinde tercüme edilerek basılmıştı. Ama bu kitapları hiç bir yerde
bulamazsın’
Ferruh, hazine bulmuş define meraklısı gibi sevindi. Hemen eve
giderek üç kitabıda su içer gibi çabucak bitirdi. Aradığını bulmuştu.
Müslüman cinleri kontrol altına almanın bir yolu vardı. Ancak cinler
uzun yaşadığı için daha sonra cinler yaşlanan insanları kontrol altına
almaya başlıyordu. Risk büyüktü.
Formül şöyleydi: 7777 defa Ayetel Kürsi okunup bir bardağa
üflenecekti. Daha sonra ayetleri dinlemeye gelen cinlere emir
verilebilecekti.
Bu kadar ayeti okumak tam üç gününü aldı. Cinin gelip gelmediğini
bilmiyordu ama duasını yaptı: Allahım Hıdır Paşa’ya hidayet nasip et.
Eğer ıslah olması mümkünse ıslah eyle. Eğer ıslah olması mümkün
değilse müslüman cinlerinin onu biraz korkutmsına izin ver.
Sonucu çok merak ediyordu. Okula döndüğünde din düşmanı paşayı
görmek istemiyordu.
Yaz tatilinin ortasında İzmit’in Karamürsel semtinde bulunan askeri
öğrencilerin toplu yaz kampına çağrıldılar. Ankara tren garından
haraket eden tren, 1. ve 2. Sınıf öğrencilerini kampa taşıdı. Konserve
yol kumanyaları verilmişti. Çadırda kampetde yatıyorlardı. Burada
kıdemli ayrımı yapılmadan herkes nöbet tutuyordu. Her iki günde bir
gecede iki saat nöbet sırası geliyordu.
Beş bin astsubay öğrencisinin toplandığı koca tugay deniz kenarına
kurulmuştu. Tüm askeri liseli astsubay öğrencileri buradaydı. Sabah
6.00’da kalkılıyor ve sabah kahvaltısı saat 7’de başlıyordu. Saat
8.00’de kadar beş kilometre sabah koşusu vardı. Öğlene kadar güneş
altında yapılan yanaşık düzen eğitiminden sonra öğleden sonra silah
kullanma eğitimine geçiliyordu. Akşam saat 4 ile5 arasına ise denize
grime molası konmuştu. Ancak deniz kirliliği ve deniz anası istilası
bahaneleriyle denize girme işlemi bir hafta geç başlatıldı.
Akşam yemeğinden sonra yapılan 3 kilometrelik akşam koşusundan
sonra pestilleri çıkıyordu. Her hafta bir defa gece intikalı eğitimi
yapılıyordu. Gecenin köründe kampetlerinden kaldırılan beş bin
öğrenci iki saat yürütüldükten sonra çadırlarına dönüyordu. Gece
4.00’de dönülen çadırda artık uyumak mümkün değildi. Zaten gölün
kenarı olduğu için etraf yılan kaynıyordu. Uyumaya alışamadıkları
kampetlerin rahatsızlığı da çabasıydı. Haftada bir gün gün yemekhane
nöbeti geliyor, tüm gün patates soyuyorlardı.
54
Tugay dışındaki meyve bahçelerine dalmaya giden askeri öğrencilerin
ertesi gün cezalandırılması çok acımasızca olmuştu. Önce sıra
dayağına çekilen beş öğrenci, üstlerinde kışlık palto ve 30 kilo
ağırlığındaki eşya ve sırt çantasıyla silah omuza vaziyetinde sabahtan
akşama kadar güneş altında bekletildi. Bayılana kadar bu işlem
sürdürüldü.
Bu kamp ortamında namaz kılmaya yer bulmak neredeyse imkansızdı
veya namaz kılmaya derman kalmıyordu. Ferruh, bir haftadır namaz
kılacak kuytu bir köşe arıyordu. Sonunda buldu. Çalıların kapattığı
ormanda gizli bir mekan buldu. Mekana girmesi ile irkilmesi bir oldu.
Başka biri daha buradaydı. İkisi birden sordu:
Sen ne yapıyorsun burada?
İkisi birden gülmeye başladı. Ve yeniden sordular birbirlerine.
Namaz kılmak için yer mi arıyordun?
Tekrar katıla katıla güldüler. Sıra tanışma faslına gelmişti:
Ben Ahmet Vahdi Türker. Elektronik astsubay okulundan.
Bende Ferruh Kaplan. Sağlık astsubay okulundan.
Bu buluşma aslında veya belki de 40 yıl sürecek sağlam bir dostluğun
ilk temasıydı.
Aynı kaderi paylaşacak iki dostun, iki arkadaşın kaynaşma vesilesi
namazla olmuştu.
55
Ondördüncü Bölüm: Orhan Asteğmen
İkinci sınıfa başlamak için okuldan nizamiyye giren Ferruh’un merak
ettiği tek husus vardı: Hıdır Paşa görevinde duruyor muydu?
Nöbetçi askere hemen sorusunu yöneltti:
Okul komutanı olan Hıdır Paşa okulda mı?
Asker şaşkın şaşkın bakakaldı.
Haberin yok mu?
Neden?
Paşa, haziran ayında kalp krizi geçirdi. Sizlere ömür.
Ya! Peki nasıl olmuş?
Kimse bilmiyor. Yatağında ölü bulunmuş. Ağzı kaymış, yamulmuş.
Ağzından köpük çıkıyormuş. Önce zehirlendiğini sanmışlar ama resmi
raporda kalp krizi yazıyormuş.
Sen nereden biliyorsun?
Tüm okul bunu konuşuyor. Cenazesi çoktan kaldırıldı. Okula da yeni
bir paşa atandı.
Ferruh, hem çok korkmuştu hemde azıcık sevinmişti. Kendi kendine
düşündü:
Müslüman cinler fazla korkuttu galiba!
Okulda bahar havası vardı. Despot Paşa’nın zulmü ortadan kalkmış,
herkes rahat bir nefes almıştı.
Bu arada okula lakap takmaya utandıkları bir ast teğmen tayin
olmuştu: Orhan Kıtay Asteğmen. Eşekler Sınıfı, ilk defa biriyle dalga
geçmiyordu. Henüz 24 yaşındaki bu subayın yüzünden nur akıyordu.
Alnında secde izni vardı. Sözleri tatlı ve yumuşak, sesi dokunaklı ve
etkileyiciydi. Tarih dersine giriyordu.
Sık sık ecdatın adaletini anlatırdı. Anekdot ve fıkralarla zengin
hitabetini süslerdi. Tarih kitabının yüzünü açmayan Eşekler sınıfı,
onun sayesinde tarihi sevdi. Bir gün bir soru sordu: Çocuklar biliyor
musunuz, Osmanlı evlerinin dış duvarlarına neden “Ya Hafız!”
levhaları asılırmış?
Sınıf çıt çıkarmadan onun ağzından dökülecek baldan tatlı nağmeleri
dinliyordu: “Ey büyük koruyucu!” manasını taşıyan bu levhalar ile
evler ve içindekiler Allah’a emanet
56
edilirmişte ondan. Bir gün bu levhalardan birini gören ve şaşıran
İngiliz Büyükelçisi, Keçecizade Fuat Paşa’ya sormuş: “Paşam bunlar
nedir?” Fuat Paşa, İngiliz’in anlayacağı şekilde şöyle bir cevap vermiş:
“O gördükleriniz, Osmanlı sigorta şirketlerinin levhalarıdır.” Sınıfta
kahkaha tufanı koptu. Birden kapıdan içeri iren Beton Kemal’i son
anda fark ettiler. Eşekler Sınıfı yine bir yaramazlık, eşeklik yapmış
sanmıştı:
Bu eşekler yine ne halt karıştırıyor?
Komutanım, anlattığım espriye güldüler. Ben bu sınıftan çok
memnunum.
Beton Kemal, inanmaz tavırlarla kapıya yürüdü ve sertçe çarpıp çıktı.
Orhan asteğmen, 1. sınıfların takım subayıydı. Tarih hocası bulunana
kadar Eşekler Sınıfı’na geçici öğretmen tayin edilmişti. Bu sınıftan
şikayet etmeyen tek hocaydı.
İstanbul'un fethine mazhar olarak peygamberimizin iltifatını hak
etmiş ve mucizesini doğrulatmış Fatih Sultan Mehmet, en sevdiği
hükümdardı. Dersi işlemeye devam etti:
Sultan Fatih, tarihçiler tarafından yalnızca Türk tarihinin değil, İslâm
hatta, dünya tarihinin en büyük devlet adamlarından biri kabul edilir.
Askerlikte ve siyasette, ilim ve kültürde, sanat ve edebiyattaki
derinliğiyle, benzeri bugün bile çok azdır. Böylece Rönesans
hükümdarlarının modeli olarak gösterilmiştir. Osmanlı Devleti’ni,
gerek toprak ve gerekse teşkilat bakımından imparatorluk hâline
getiren, O’dur. Osmanlılar, bir memleketi fethedince, bu memleket
halkı, Osmanlı vatandaşı sayılırdı. Osmanlı hâkimiyetini tanıdığına ve
hukukuna riâyet edeceğine dair söz vererek önceki hayatını devam
ettirirdi. Osmanlı Devleti de, zimmî denilen bu gayrımüslim
vatandaşların can ve mal emniyeti ile din hürriyetini teminat altına
alırdı. Kanun önünde Müslüman vatandaş ile gayrimüslim vatandaş
arasında bir fark yoktu. Bu husus, devletin veya hükümdarın
gayrimüslim tebaya bir ihsanı vasfında olmadığı gibi; milletlerarası bir
anlaşmanın gereği de değildi. Şer’î hukuka dayanan bir iç hukuk
düzenlemesi idi. Bu bakımdan hiçbir hükûmet, bunu sınırlandıramaz
veya kaldıramaz; gayrimüslimler de bu haklarından vazgeçemezdi.
Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimler azınlık değil, vatandaştır. Azınlık
mefhumunun bize girişi XX. asırda ulus devlet telâkkisiyle olmuştur.
Çünki modern dünyada azınlık çoğunlukla çatışır. Halbuki
Osmanlılarda her millet, kendi kompartmanında yaşar; çalışma,
yükselme faaliyetleri ve sosyal mobilite kendi kompartmanında yürür.
Meselâ Ermeni bir gencin ideali, kendi milleti içindeki yönetici sınıfa
girmektir. Kompartmanlar arasında geçiş ancak o dine giriş ile olur.
Farklı millet mensuplarının, birbiriyle evlenmesi düşünülemez; aynı
mahallede yaşaması nâdirdir; münasebetleri sınırlıdır. Dolayısıyla
aralarında çatışma, didişme, kimlik isbatı, asimilasyon gibi problemler
doğmaz. Doğarsa, hükûmet bunu önler.
57
Osmanlı Barışı“ böyle sağlanmıştır. Bunun adı hoşgörü değil,
tesâmuhtur. Hoşgörüde tahammül etmek mânâsı olduğundan bir
hafiflik vardır. Müsâmaha ise, toleranstaki iyi niyetli bir sabrı ifade
etmeye daha elverişlidir. İstanbul"u fethettiğinde, gayrımüslimleri
müslüman olmak veya şehri terketmek tercihiyle karşı karşıya
bırakması teklifinde bulunanlara Fatih Sultan Mehmed’in verdiği
tarihî bir cevap vardır: “Din-i mübîn-i İslâmı, Şâri teâlâdan daha ziyade
himâyeye kalkışmak ne cüretkârlıktır” Yani dinin sahibi olan Allah
dururken, İslâmiyet’i korumak size mi düştü? Halbuki O, bunu
istememiştir. Buna benzer bir hadise de Balkanlarda yaşanmıştır.
Sultan Fatih’in, Rumeli’deki fetihleri Sırp hududuna dayanınca,
Ortodoks mezhebindeki Sırpların kralı Brankoviç, Katolik Macarlar ile
Osmanlılar arasında kaldı. Bir elçi Sultan Fatih"e, bir elçi de Macar
kralı Hunyad Yanoş’a gönderdi. Sırbistan, idarelerine terk edilirse, Sırp
halkının dinlerine ne gibi muamele edeceklerini sordurdu. Macar
kralı, bütün Ortodoks kiliselerini yıktırıp, yerine Katolik kiliseleri
yaptıracağını söyledi.
Sultan Fatih’in cevabı, her zamanki gibi emsalsizdi: “Her câminin yanı
başında bir kilise inşa olunup, herkesin kendi dinine göre ibâdette
bulunmasına müsaade ederim”. Böylece Sırbistan, Osmanlı
hâkimiyetine girmiştir. Bir sonraki hafta derse gelirken Orhan
Asteğmen, Sultan Fatih ile Patrik Gennadios’u tasvir eden bir gravürü
sınıfa getirdi. Türkler İstanbul’u fethettiğinde, halk Katoliklerle
birleşmek hususunda ikiye ayrılmıştı. Patrik II. Athanasios, buna karşı
çıktığı için azledildiğinden makamı boştu. Bizans başvekili Notaras,
“İstanbul’da kardinal külâhı (yani Katolik hâkimiyeti) görmektense,
Türk sarığını (Müslüman hâkimiyetini) tercih ederim” diyordu. Sultan
Fatih, Gennadios adında münzevi bir papazı hayat boyu Ekümenik
Patrik (bütün Ortodoksların patriği) tayin edip kendisine vezir
rütbesiyle protokolde yer verdi. Vazife tevdii esnâsında, Bizans’tan
kalma ananevî merâsimler tatbik olundu. Padişah, patriği ayakta
karşılayıp uğurladı. Kendisine âsâ ve has ahırdan at hediye edildi.
Bu sebeple Sultan Fatih, ekseri tarihçilerce Patrikhânenin ikinci
kurucusu ve Doğu Roma İmparatoru olarak görülür. Çünkü imparator,
patriği tayine salâhiyetli tek makamdır. Artık imparatorun yerini
padişah almıştı. Böylece Rusya dışındaki bütün Ortodokslar yeniden
İstanbul Patriği’nin nüfuzu altına girmiş oldu. Önceleri Draman
semtinde bulunan patriklik, 1587’de Fener’e taşındı. O zamandan beri
Fener Patrikhânesi diye anıldı. Sultan Fatih’in patrikhâneyi himayesi,
Osmanlılara Hıristiyan dünyasında büyük siyasî ve sosyal avantajlar
sağladı. Bugün bile Amerika’nın Moskova patriğine karşı Fener
patriğine teveccühünün arkasında bu politika yatar.
Ecdadımız ilim adamlarına layık oldukları itibar ve hürmeti
gösterirlerdi. Kendilerinin yetkili olmadıkları hususlarda daima ilim
adamlarının görüş ve düşüncelerine göre hareket etmişlerdir.
Aradan üç ay eçmişti. Orhan asteğmen Eşekler Sınıfı’nın sevgilisiydi.
Bazıları ona ‘Molla’ lakabını takmakta gecikmemişti. Yine de onu can
kulağıyla dinliyorlardı. 2. sınıfın ilk sömesteri sonlanmak üzereydi.
Osmanlı fıkralarına bayılan sınıf, dersi kaynatmak için asteğmeni
dolduruşa getirir ve dersi fıkra ile geçirirdi.
58
Lakabı Kanuni olan Sultan Süleyman ile ilgili anekdot talebini
kıramazdı asteğmen Kıtay. Bu fıkrayı Orhan Kıtay, yine kutsal bir
görev edasıyla anlattı:
“Kanuni Sultan Süleyman vefatından kısa bir süre önce, yanında
bulunan küçük bir çekmecenin de beraberinde gömülmesini vasiyet
etmişti. Vefat ettiği zaman vasiyetin yerine getirilmesi için çekmece
mezarın başına getirildi. Aralarında ünlü din bilgini Ebussuud
Efendi’nin de bulunduğu, ulema, gömülürdü, gömülmezdi diyerek
aralarında tartışmaya başladılar. Çünkü İslami geleneklerde ölünün
eşyasının mezara gömülmesi yoktu. Bu arada nasıl oldu ise çekmece
yere düştü ve kapağı açıldı. İçinden bir takım kağıtlar etrafa dağıldı.
Baktılar ki bunlar Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatta iken devlet işleri
ile ilgili manevi hükümlerin cevaplarını aldığı Ebussuud Efendi’nin
fetvaları. Belli ki Kanuni mahşerde kendisinden hesap sorulduğu
zaman “Ya Rabbim işte her şeyi şer’i şerifin fetvası ile yaptım”
diyeceği anlamına geliyordu. Bunları gören Ebussuud Efendi’nin
ağlamaya başladı ve şöyle dedi:
“Ah Süleyman, sen kendini kurtarmışsın iş bize kalmış.”
Tarih bilinci ile İslam bilinci at başı giden değerlerdi. Bugüne kadar
okulda sadece Osmanlı’yı reddiye edebiyatı üzerine anlatılan inkilap
tarihi menkibeleri dinlemişlerdi. Namazlarını hiç kaçırmayan Orhan
asteğmenin sağlam duruşu, özgüveni hepsini etkilemişti. Bu subay,
gökten yere inmiş bir melek olmalıydı, belki de ölümsüzlük şerbetini
içmiş Hızır’dı! Kimbilir...
Orhan asteğmen, hafta sonu izinlerinde vaktini kitap okuyarak
değerlendirmek isteyenlerle teneffüste görüşüyordu. Yüzde 50’lik bir
Anadolu kültürüyle yetişerek bu okula gelen kesim, namazdan,
kitapdan korkuyordu.
Orhan Kıtay, Eşekler Sınıfı’na kitap okumayı sevdiren ender
subaylardandı.
59
Onbeşinci Bölüm: İhlas Kitap Evi!
2.sınıfta iken Ferruh’un dilindeki düğüm çözülmüştü.Yırtıcı, atılgan,
sosyal biri haline gelmişti. Askeri okulun sosyalleştirme başarısı
mükemmeldi. Babasının tabiriyle ' Kabak çiçeği gibi açılmıştı'.
Zamanla Ferruh, Orhan asteğmenin etrafında oluşan takva sahibi
devre arkadaşları ve 3. sınıftan namaz kılan arkadaşlarıyla irtibat
kurmaya başladı. 3. sınıflardan Ankara’nın Keskin ilçesinden İlyas
Aslan’ın sesi çok güzeldi. Teneffüslerde dindar 2. sınıfları toplar,
bahçede onlara ilahi okurdu. Bir gün onlara hafta sonu nereye
gittiklerini sordu. Cevapları beklemeden kendinden bahsetti:
“Hacı Bayram’da kitap okuyan arkadaşlar var, güzel bir ortam var, ben
oraya gidiyorum... Siz de gelin”
Ferruh, hayatının yönünü değiştiren bir karar verdiğini bilemezdi.
İlyas’ın bahsettiği yer Ulus’taki Hacı Bayram Cami’nin hemen yanı
başında yıllardır faaliyet gösteren İhlas Kitap Evi idi. Buraya onu
Orhan asteğmen, bir hafta sonu izninde getirmişti. Hafta sonu izne
çıkınca Hacı Bayram’a gezmeye gidiliyor, İhlas Kitabevi uğrak yer
yapılıyordu. 1. sınıflardan İsa Aydoğdu ile gezerken Ferruh, çok güzel
hazırlanmış dinî konularda kitaplarla karşılaştılar. Dinimizi öğreniriz
diye o kitaplardan aldılar.
Kitapçı da ilgilendi. “Sizin okul komutanı tanıdıktır, o da bunları okur”
dedi ve onlara başka kitaplar da verdi. İki poşet kitapla Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulu’na döndüler.
Kapıda ‘Kepçe’ lakaplı asteğmen vardı, biraz cins fikirliydi. “Siz bunları
nereden buldunuz?” diye sordu. Onlarda durumu olduğu gibi anlattı.
“Siz bunları nasıl getirirsiniz? Sizi bölük komutanınıza bildireceğim ve
büyük bir ihtimalle başınıza bir iş gelebilir, okuldan bile atılabilirsiniz!”
dedi.
Daha okula “Bismillah” demeden atılma tehlikesi olunca İsa çok
şaşırdı. Gerçekten de komutana bildirdi. 1984 yılının sonbaharıydı.
Ferruh’un ikinci senesinde ilk 4 ayı geride kalmıştı. Beton Kemal,
kitaplara fazla aldırış etmedi ve ceza vermedi.
Ferruh’un ve namaz kılan tüm arkadaşlarının dersleri gayet iyiydi.
Gurbet psikolojisiyle kendilerini derse vermişlerdi. Komutanlarının
ilgisini de çekiyorlardı, çünkü çalışkan ve disiplinli öğrencilerdi.
1.
sınıfların sınıf subayı ve bölük komutanı Ahmet Coşkun İsa
Aydoğdu’yu makamına çağırdı ve gürledi:
60
“Siz bu kitapları getirmişsiniz, ama bunlar bu okulda olmaz. Ben bunu
üstlerime bildirsem başınıza büyük iş gelir. Ama ben bildirmeyeceğim.
Ya bunları yakacağız, imha edeceğiz; ya da benim odamda duracak,
giderken memleketinize götüreceksiniz”
İsa, tıfıl boyu ve büyük kara gözleri ile dikkati çeken bir öğrenciydi.
“Evimize götürürüz. Ben haftasonu evciye çıkınca götürürüm.” dedi.
Ankara’da birinci dereceden akrabası bulunanlar Cumartesi günleri
yatılı kalabiliyordu. Buna evci çıkmak deniyordu.
Ancak Ahmet yüzbaşı kitapları vermedi ve komutanlık katında, orada
kaldı. Ahmet yüzbaşının dine ters biri olduğunu bilmiyorlardı. Kitapları
gözden geçiren yüzbaşı ertesi gün tüm okulu toplayarak konuşma
yaptı. Şunları söyledi:
‘Araplar biz Türkleri sırtımızdan hançerledi. Laik cumhuriyetimiz din
temellerini ret ederek kuruldu. Atatürk bize bu ülkeyi bağıiladı. Onu
korumak ve kollamak bizim boynumuzun borcudur. Türk
müslümanlığı Araplardan farklıdır. Ezanın Türkçe okunması daha
iyidir. Dini yaşamak iyi olmakla birlikte bunu kalpten yaşamak gerekir.
‘
Sınıf yüzbaşıları bundan sonra dini konularda hiç konuşmamayı
yeğlediler. Neyse ki, ilk dalgalanma bu şekilde atlatılmıştı. Yavaş yavaş
1. ve 2. sınıf koğuşlarındaki öğrenciler,
Ferruh ve arkadaşlarının namaz kıldığını öğrenmeye başladı. 3.
Sınıflardan Mikail ve Ali, radikal tarikatlara mensuptu. Siyasal İslam’ı
savunuyor, Milli Görüş’ten Hasan El Benna’dan Ali Şeriati’den
Muhammed Abduh’tan bahsediyorlardı. Türkiye’nın İslam ülkesi
olmadığı için Darül Harb olduğunu, Cuma namazı kılınamayacağını
savunuyorlardı. Aynı sınıftan Cavit ve İlyas’ın başını çektiği namaz
kılanlar grubu daha ılımlıydı. 4. Sınıflarda namaz kılan ise sadece
Osman ve Kadir adlı iki öğrenci vardı. Onlarda ılımlılar grubuna
dahildi.
Okulda kimse kimseye direkt bir kişinin namaz kılması gerektiği
konusunda herhangi gibi bir telkinde bulunmuyordu. Ancak şöyle bir
tablo vardı: Namaz kılanlar Millî Selâmet Partisi mensubu, kısaca da
“Selâmetçi” olarak tanımlanırdı. Oysa Necmeddin Erbakan taraftarları
azınlıktı ve pek sevilmiyorlardı. Açıkca İslam devleti kurmaktan
bahsederdi. Onlara göre asıl mücahit onlardı ve okuldan atılma
furyası başlasa ilk hedef de onlar olacaktı!
Öğrenciler arasında radikal siyasi İslam ve ılımlı sufi İslam
gruplaşmasını ılımlılar kazanmıştı. 1985’in sonuna doğru okuldaki 320
öğrenciden üçte biri namaz kılmaya başlamıştı. Bunlardan sadece altı
tanesi siyasi İslam’ı reklam eden tiplerdi ve taraftar kazanamıyorlardı.
Sık sık cihatdan bahseden bu tipler itici geliyordu. Bu arada namaz
kılanlar çoğalıyordu. Çünkü namaz kılanlar derslerinde daha
başarılıydılar. Namaz kılmak moda haline gelmişti. Derslerinde başarılı
olmak isteyen öğrenciler, namaz kılanların cenahına koşuyor ve onları
taklit ediyordu.
Ferruh ve arkadaşları birazda bunun rahatlığını yaşıyordu. Artık
dışarda, hafta sonu izne çıktıklarında da öğrenci kıyafetleriyle
camilerde namaz kılmaya başladılar. Önceden çekiniyorlardı...
61
Bir hafta sonu izne çıkarken, üçüncü sınıf talebesi Keskinli İlyas,
otobüste Ferruh, Muammer ve Ünal ile ilgilendi, sohbet etti.
Normalde okulda sınıflar arasında da ast-üst ilişkileri vardı.
Üstümüzde birisi, bizi adam yerine koyuyor, bizimle konuşuyor, diye
çok sevindiler. Bu çok önemli bir hadiseydi. Normalde onları
gördüklerinde selâm vermeleri gerekirdi. İlyas’ın dindar 2. sınıf
öğrencileriyle ilgilendiğini duymuşlardı, ama hiç onların grubuna
katılmamışlardı. Sokakta bir ast sınıf öğrencisi, daha üstteki öğrenciye
selâm vermezse, okula döndüğünde başına işler gelebilirdi. Öyle
haller vardı. Belki kanunî bir boyutu olmasa da, okulun yerleşmiş
gelenekleri vardı.
Otobüsten indiklerinde İlyas, “Nereye gideceksiniz?” diye sordu.
Onlarda “ Ulus Çarşısına gideceğiz” dediler. İlyas, “İyi ben de oraya
gidiyorum, beraber gidelim” dedi.
Nereye giderlerse o da onlarla beraber dolaşıyordu. Namaz vakti
geldi, onu atlatıp camiye gitmek istiyorlardı. Oysa onunda namaz
kıldığını duymuşlardı. İlyas, her halde onların hallerinden dindar
olduklarını anlamış, bırakmak istemiyordu. En sonunda her yeri
dolaştılar, namaz vakti geçiyordu.
Başka bir mazeret uyduramadılar ve “Namaz kılacağız” dediler. O da,
“Ben de namaz kılıyorum” dedi. Bunu duyunca çok mutlu olmuşlardı.
“Ama burada zor olur, benim dayım var, onun evine götüreyim orada
kılalım. Orada abdest almanız daha kolay olur” dedi.
Onlarda iyi dediler. Dayısının evi diye gittikleri yer, Demetevlerde 4.
Cadde üzerinde Hilal Apartmanıydı.
Öyle bir ortamda kendilerini buldular ki, sanki Rusya’da ezana hasret,
Komünizm baskısı altında inleyen bir insan, ilk defa ezan sesi
duyuyordu.
Öyle bir hal yaşadılar ki, kelimelerle anlatılamazdı. Çok farklı dinî
duyguların yaşandığı bir ortamdı. Akşama kadar dinî meselelerden
bahsedildi. Risâle-i Nur okundu, Bediüzzaman’dan bahsedildi. İhlas
Kitabevinde görüp tanıdıkları Hüseyin Hoca ve Nurettin beyde
oradaydı. O zamana kadar Bediüzzaman ismini Ferruh duymuş ve
kitaplarını kaçak kaçak park köşelerinde okumaya başlamıştı. Bu
kitapları ona tavsiye eden Hüsyen Hocaydı. Ancak Muammer ve Ünal
ilk defa duyuyorlardı.
Duysalarda, hep olumsuz anlamda kırık dökük bilgiler elde etmişlerdi.
Ferruh, babasının telkiniyle, Said Kürdî’nin devlete isyan edenlerden
olduğunu sanıyordı. Ta ki İhlas Kitabevinde Hüseyin Hoca ile tanışana
kadar. Gençlik Rehberi ve İhlas Risalesi ile kırmızı kaplı eserleri
okumaya başlamıştı.
Sedat yüzbaşı, Eskişehir’deki bir sohbetlerinde ondan ve
takipçilerinden anarşist insanlar gibi bahsetmişti. Babası Orhan beye
göre, Risalelere Kur’andan fazla önem veren Nurcular, Said Nursi’yi
peygamberimizin üzerine çıkaran sapık insanlardı. Babası Tercüman
gazetesi okur ve orada anlatılanları da Ferruh’a anlatırdı. Hatta,
“Aman bu insanlara bulaşmayın” derdi. Nurculardan bahsedilince
Ferruh’un arkadaşları önce tedirgin oldular, ama duyduklarıyla orada
gördükleri arasında çok fark vardı. Melek gibi insanlardı...
62
Okula ilk geldiğindeki ötekilik duygusu ne kadar yabancı bir duygu ise,
orada hissettiği duygu da o kadar huzur vericiydi. Candan ve
samimiydi. Hakikaten içinde bulunmaktan mutlu olduğu bir ortamdı.
Akıllarına gelen bütün soruları sordular. Onlar da güzel açıklamalarda
bulundular. Akşama kadar kendilerini huzurlu hissettiler, namazlarını
da kıldıkları bir ortam oldu orası.
Okula dönüş vakti geldi, ama oradan ayrılmak o kadar zor geldi ki...
Hüseyin Hoca, askeri okul öğrencisinin ev köşelerinde sohbete
katılmasının yanlış anlaşılacağını söyledi ve onları İhlas Kitabevinin
arkasındaki sohbet odasına davet etti. Beraber çay içtikleri bir
ortamdan, çok kasvetli gelen bir ortama dönmek sıkıcıydı. Ferruh,
yolda arkadaşlarına şöyle dedi:
“Biz böyle bir şeye girdik, ama başımıza bir iş gelebilir.”
Muammer cevaben dedi ki:
‘Ben burada kendimi öyle huzurlu hissettim ki, ne olursa olsun,
devam edeceğim.’
Ünal ekledi:
‘Al benden de o kadar. Bende geleceğim.’
Ferruh, can arkadaşlarıyla aynı duyguları paylaştığı için sevinçten
deliye döndü:
“Madem birlikte başladık, ben de devam edeceğim. Her hafta sonu en
az bir gün İhlas Kitabevine gidelim ve Hüseyin Hocayı dinleyelim.
Gelen gelemeyenlere dinlediği sohbeti hafta içi anlatsın.”
İlyas’ın ilahi okuma kabiliyetine ilk orada şahit olmuşlardı. İlyas,
genelde hafta sonları Keskin’deki akrabasının evine gidiyordu. Sözü
astlık üstlük meselesine getirdi:
Çocuklar, ben sizinle birlikte gelemem. Birincisi ast ile üsttün
arasındaki hiyerarşiyi yok sayarak sivilde sarmaş dolaş olmamız askeri
disiplinle bağdaşmaz. Okulda sizinle böyle samimi dolaşamam. Bizi
böyle görürlerse yanlış anlayabilirler. İkincisi benim hasta bir anam
var, her hafta sonu benim yolumu gözler.
Mesaj alınmıştı. Sonraki hafta, kimsenin çağırmasına ihtiyaç kalmadan
kendileri gittiler oraya. Sağ olsunlar, oradaki ağabeyler de çok yakın
alâkadar oluyorlardı.
Daha sonra öğrendiler ki, neredeyse bir yıldır devredaşları İzmirli
İsmail Kenan Boyacıoğlu’da buraya geliyordu. Aylardır onları ‘sadece
kitap okuyorlar’ diyerek götürmek istediği yerdi. Ertesi hafta onunla
da orada buluştular. Ve zaman içerisinde Sağlık Astsubay Hazırlama
okulu 2.sınıftan 6 kişi oldular.
Orada hem dinî anlayışları, hem de imanî konulara bakışları güçlendi,
yenilendi. O güçlendikçe korkuları da azaldı. Bu defa, ilk etapta gece
bütün namazları kaza etmek yetmemeye başladı, bunu yeterli
görmediler. Arkadaşlarıyla Ferruh beraber ortak tavırlar geliştirmeye
başladılar.
Ceplerinde naylon seccadeler taşımaya başladılar ve buldukları
boşluklarda namazları vaktinde kılmaya başladılar. Zaten sabah ve
yatsıda problem yaşanmıyordu. Diğer vakitleri de okulun
terzihanesinde, boş buldukları herhangi bir mekanda, spor salonunda,
yemekhanede,
63
merdiven altlarında, namaz kılan sivil memurların odalarında, nerede
boş vakit ve yer bulurlarsa namazlarını kılıyorlardı.
Kısa sürede bütün namazlarım vaktinde kılan aynı sınıftan 6-7 kişi
olmuşlardı. Hazırlama okulunun 3. sınıfına gelince bu durum, onlar
için bir iman dâvâsına dönüştü. Devredeki arkadaşların yarısından
çoğu dine sarıldı. Bir taraftan kendileri yaşarken, bir yandan da okul
arkadaşlarına ‘bu hakikatleri nasıl anlatırız’ diye gayret göstermeye
başladılar. Ve yavaş yavaş uygun olan arkadaşlarını yönlendirmeyi
başardılar.. 2. senenin sonuna geldiklerinde öyle bir nokta oldu ki, bir
Ramazan gününde teravih namazında 60 kişiyle cemaat yapıp, okulun
yatakhanesinde namaz kıldıkları oluyordu.
Atılmaktan korkmamalarının bir sebebi de sınıf subayları Beton
Kemaldi. Taş gibi bir yüreğe sahip olduğu sanılan yüzbaşı aslında
yufka yürekli biriydi. Ferruh, bir senedir Eşekler sınıfının ve tüm
devrenin koğuş kıdemlisiydi. Her sabah saat 8.00’de içtimaya
çıkılmadan önce komutana günlük nöbet defterini imzalatıyor ve
tekmil veriyordu:
314 Ferruh Kaplan. Okulda vukuat yoktur. Devremiz emir ve
görüşlerinize hazırdır komutanım!
64
Onaltıncı Bölüm: 35. Madde
Beton Kemal, eski Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un
damadıydı. Bu nedenle dokunulmazlığı vardı. Kara Harp Okulu’nda
lakabı ‘Daşşaklı’ydı.
1970’lerin en kudretli iki generali vardı. Faruk Gürler ve Muhsin Batur.
Her paşa gibi Batur’da siyaseti beceremedi. Halk Yakoben anlayışta
tepeden inen asker politikacılardan nefret ediyordu. 11 Şubat
1986’da Muhsin Batur, SHP'den istifa ederek siyasi yaşama veda etti.
Gürler de rezil olarak tarihe karıştı.
3. sınıfın başladığı 1985 sonbaharında ülke Kürt etnik terörü
ensesinde hissetmeye başlamıştı. 1986’nın ilk gününde PKK örgütü
üyesi 48 militan, güvenlik güçlerine teslim oldu. 7 Mart’da Lazkiye'de
4 kişinin saldırısına uğrayan ve yaylım ateşine tutulan PKK örgütü
lideri Abdullah Öcalan, yaralı olarak kurtuldu. 12 Mart’da Hükümet,
12 Eylül öncesi yasaklı siyasetçilerin konuşma yasağını kaldırdı. 18
Mart’da solun önde gelen bazı isimlerinin ve PKK'dan kopan bazı
kişilerin katılımıyla yurtdışında kurulan 'Sol Birlik' adı altındaki yeni
örgüt, Türkiye'ye karşı eylem kararı aldı. Sol Birlik adlı örgütte, Behice
Boran, Ahmet Kaçmaz, Kemal Burkay, Teslim Töre, Haydar Kutlu ve
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın eşi Kesire Öcalan yer alıyordu. Bu sırada
Siirt'te düzenlenen bir operasyonla 12 PKK üyesi terörist yakalandı.
Kürdistan Ulusal Cephesi (ERNK) lideri terörist Mahsun Korkmaz
Siirt'te ölü olarak ele geçirildi. Mahsun Korkmaz, Öcalan'ın celladı
olarak tanınıyordu. Irak ve Suriye, PKK terör örgütüne karşı olduklarını
açıkladılar. 3 Nisan"da öldürülen ERNK lideri Mahsun Korkmaz'ın
yerine Selahattin Çelik'in getirildi. 10 Ağustos 1986"da Türk Silahlı
Kuvvetleri, karadan ve havadan yaptığı operasyonla Kuzey Irak'ta
bulunan PKK'nın 22 kampını yerle bir etti. 300 teröristin öldürüldüğü
açıklandı. Bugüne kadar yapılan en çaplı operasyondu.
4 Mayıs’ta MDP Olağanüstü Kongresi'nde fesih kararı alındı. Böylece,
İhtilal'den sonra askerlerin desteğiyle kurulan MDP'nin ömrü bitmiş
oldu. MDP'nin 93 Milletvekili bağımsız oldu.
Siyasi Partiler, 93 bağımsız milletvekilini kapmak için büyük bir
mücadeleye girdi. Milletvekili transferleri her gün gündemdeydi. 18
bağımsız milletvekili ANAP, 22 bağımsız milletvekili ise DYP'ye geçti.
Askeri lisede hayat tekdüze devam ediyordu. Beton Kemal, İç Hizmet
Kanunu ve Askeri Ceza Kanunu derslerine giriyordu. İç Hizmet
Kanunu’nun 35. Maddesi üzerinde en az üç ders durdu.
Sivillerin bu maddeyi çok tartıştığını bilmiyorlardı. Ülkeyi çeşitli
evrelerden geçirten meşhur kanun maddesi olan 35. madde neydi?
Öncelikle neyin ne olduğunu bilmek lazımdı.
4.1.1961 Kabul tarihli 211 sayılı kanun no su olan TSK İç Hizmet
Kanunu’nun 1. Maddesi şöyle tanımlanmıştı: Türk silahlı kuvvetleri:
Kara (Jandarma dâhil), Deniz, Hava kuvvetleri subay, askeri memur,
astsubay, erbaş ve erler ile askeri öğrencilerden teşekkül eden ve
seferde ihtiyatlarla ikmal edilen, kadro ve kuruluşlarla teşkilatı
gösterilen silahlı devlet kuvvetidir.
Bu maddeye başkomutanlık, genelkurmay başkanlığı vs diye görev ve
yetkiler açıkça gösterilmiş ve 35 maddeye kadar askerlik, rütbeler,
nizam,tüzükler, hizmet, vazife, emir, amir, üst tabiri, kıta,
65
disiplin, ast, amirin vazifeleri gibi çeşitli maddeleri işledikten sonra 35
maddeye gelinmişti. Ordunun umumi vazifeleri C bendinde açıkca
yazılmıştı:
Madde 35- Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile
tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini Korumak ve kollamaktır.
Madde açıkçası kimseye gel memlekette ihtilal yap dememekle
birlikte; İç hizmet yönetmeliğinin 1. maddesi - disiplin başlığı altında;
Yurt ve Milletin saadet ve selametini ve istiklalini temin etmek ve
Cumhuriyeti korumak ,ancak disiplini mükemmel olan Silahlı
Kuvvetlerle kabildir, diyordu.
Kanunun 85. maddesi ile 86. Maddelerinde, „Umumi vazifeler’
vuzuha kavuşturulmuştu:
1- Mesleğe karşı vazifeler ve vasıfları başlığın altında
85-Vazifesi;Türk Yurdu ve Cumhuriyeti içi ve dışa karşı lüzumunda
silahla korumak olan Silahlı Kuvvetlerde her asker kendine düşeni
öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarf
ederek yapmaya mecburdur.
86-Asker, kendisinden beklenen vazifeleri hakkıyla yapabilmek için
yüksek ahlak ve kuvvetli maneviyata sahip olmalıdır.
Her askerde bulunması lazım gelen ahlaki ve manevi vasıflar ise,şu
başlık altında toplanmıştır;
a-Cumhuriyete Yurda ve Millete karşı sevgi ve bağlılık. b-İtaat.
c-Sebat ve mukavemet. ç-İlgili kitap da (ç) harfi yoktur. d-Cesaret ve
şecaat. e-Canını esirgememek. f-Harbe hazırlık. g-İyi geçinmek
ğ-Bu maddede (ğ) harfi yoktur. h-İyi ahlak sahibi olmak.. ı- Bu
maddede (ı) harfi yoktur. i-Sır saklamak. j-Emel ve fikir birliği. kBirbirine yardım. l-Tavır ve hareket. m-İntizam ve severlik.
n-Diğer millet askerleriyle bir arada bulunduğunda iyi
geçinmek..olarak toplanmış uzun açıklamalarıyla belirtilmiştir.
Tekrar 35. maddeye dönecek olursak bu maddenin açıklamalarında
şunlar dikkati çekiyordu: 69
66
Bu madde ile Silahlı Kuvvetlerin ana görevi belli edilmektedir. Silahlı
kuvvetler Türk yurdunu (vatanını) ve Anayasa ile tayin edilmiş olan
Türkiye Cumhuriyetini (Türkiye devletini) kollamak ve korumakla
görevlidir.
Türk yurdunun sınırları çeşitli anlaşmalarla saptanmış (iç hizmet
kanunu madde -2), Türkiye cumhuriyetinin genel esasları ise Anayasa
ile tayin edilmiştir.
Türk kara, deniz ve hava sınırlarına vaki olacak bir tecavüz ve tehlike
Türk silahlı kuvvetleri tarafından def edileceği gibi, Türkiye
cumhuriyeti anayasasıyla tayin edilmiş olan devletin esas ve
niteliklerini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya matuf
hareketlerde yine silahlı kuvvetler tarafından bertaraf edilecektir.
Türkiye cumhuriyeti hudutları dahilinde baş gösteren ayaklanma,
vatan ve cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli (fiilli) bir kalkışma veya
ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve dıştan tehlikeye düşüren
veya anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve
hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri
halinde ve bozulan kamu düzenini sağlamak ve genel güvenliği
korumak için anayasanın 122. maddesi gereğince ilan edilen
sıkıyönetimle birlikte Silahlı kuvvetlere görev verilebilir. Bu gibi
ahvalde Türk Silahlı Kuvvetlerine düşen görevin nelerden ibaret
olduğu 1402 sayılı sıkıyönetim kanununda gösterilmiştir.
Bunun devamında ise sıkıyönetimi gerektiren haller ve askerin hangi
hallerde kullanılacağı anlatılmaktaydı.
Aslında bu maddeler, askere darbe yapın, muhtıra verin demiyordu.
Ferruh ve arkadaşlarını kendilerini devletin sahibi gibi hissediyorlardı.
Her Türk asker doğardı ve her Türk devletini asker yönetirdi. Bundan
doğal ne vardı ki zaten. Türk ordusu peygamber ocağı olduğuna göre
namaz kılmalarından doğal bir şey olmazdı. En azından devletin sahibi
olarak öyle sanıyorlardı.
Ya hem namaz kılmak hemde asker olmak isterlerse ne olacaktı?
Dindar olmak ile Mehmetçik olmak paralel duygulardı. Her Türk erkek
evladı asker ve şehit olmak için yaratılmıştı. O halde kimse namaz
kılmalarını engelleyemezdi.
Namaz kılma modası başlamıştı bir kere.
Durdurmak kimin haddine.
67
Onyedinci Bölüm: Namaz Kılma Modası!
Okulda mescit yoktu. Okulda namaz kılma modası engellenemez
boyuta ulaşmıştı. Yasak olan şeye ilgi vardı. Devrelerindeki bir kısım
arkadaşları “Bu kadar abartmayın. Çok abartırsanız bu iş de
engellenir” gibi uyarılar alıyorlardı.
Ferruh ve arkadaşları yavaş yavaş frene bastılar. Ama artık çok da
okuldan atılırız korkusu kalmamıştı. Belki de bugüne kadar hiç
sorgulanmış olmalarından dolayı rahattılar. Bir atılma riskiyle karşı
karşıya olduklarını düşünmüyorlardı. Hiç konuşmayan, utangaç
Ferruh, 3. sınıfta tam bir patlama yaşamıştı.
Ferruh’un dilini asıl açan anahtar Said Nursi’nin Risale-i Nur’ları
olmuştu. Bu mükemmel yapıtı bulduktan sonra diğer kitapları
değersiz ve önemsiz görmeye başlamıştı. 130 parça, altıbin küsür
sayfa bu eseri bir yıl içinde tam anlamadan okudu. Nursi, ‘Kim bu
eseri bir yıl içinde okursa devrin İslam alimi olabilir veya münazara
yapabilir.’ demişti.
Alim olmamıştı, ama imanını taklididen tahkikiye çevirmişti. Artık
neye inandığını biliyordu. Bu kitaplardaki üstün edebiyat sayesinde
hitabeti gelişmişti, artık konuşmaktan, görüşlerini topluluk içinde dile
getirmekten çekinmiyordu. Kırmızı kitaplar kaderini çizen eserlerdi.
Artık konuşurken utangaçlıktan kıpkırmızı olan yanaklarında güller
açıyor ve dudaklarından hikmetli sözler dökülüyordu. Bu kitaplarla ilk
karşılaştığı yer olan İhlas Kitabevini hiç unutmuyordu.
Üçüncü sınıfa geldiklerinde Risâleleri okuyan 7-8 kişi olmuşlardı.
Haftasonu öğrendiklerini okulda namaz kılan diğer arkadaşlarına
anlatıyorlardı, hepsine bu bilgiler ilginç geliyordu. 60 kişilik
devrelerinden böylece toplam 30-40 kişi geldi o sohbetlerde bulundu.
Kimi korkudan devam etmek istemedi, kimi devam etti.
Artık üçüncü sınıfta okulda da kendi aralarında zaman zaman
programlar yapıyor, alt sınıflara anlatabilmek için bazı metodlar
geliştiriyorlardı. Bu arada da derslerine çok asılıyorlardı. Derslerinde
zayıf olanları aralarına almıyorlardı. Onu da artık bu meseleye bir
vesile olarak görüyorlardı. Diğer taraftan disiplin konusunda çok
hassas davranıyorlardı. Belki diğerlerinin hassasiyetinden çok daha
hassas davranıyorlardı ki, dâvâlarına zarar gelmesin. İş biraz daha
şahsî meseleden dâvâ meselesine dönüşmüştü.
Böyle bir ruh haliyle çekirdek bir ekip oluşmuştu. Dönemin şartları
içerisinde okuldaki hocaları, öğretmenleri, dinden uzaktılar. Edebiyat
öğretmenleri Nuran hanım ve Anatomi Hocaları Şermin Hanım,
hemşire kolejinden kız arkadaşları edinmeyi ve dünyevî yaşantıyı
telkin ediyordu. Orhan Kıtay asteğmenin görev süresi dolmuştu. Onun
gibi vatanperver, millî değerlere sahip ve mukaddesatçı bir teğmen
bir daha gelmedi. Zaten son 6 ayında bazı öğrencilerin şikayeti
üzerine derslerden alınmış, planlama bölümünde kızağa çekilmişti ve
öğrencilerle konuşması yasaklanmıştı.
‘Gözlük’ lakabını taktıkları bir de İlahiyatçı bir teğmen vardı. Hatta bir
ara Din Dersi öğretmeni olarak ders veriyordu. Kalabalık öğretim
topluluğu içerisinde bir kaç kişi sadece onlara manevî değerleri
hatırlatır konumdaydı.
68
Namaz kılanlar derslerde çok iyiydi ve okulun örnek askerleri olarak
lanse ediliyordu. Tüm devrelerin başarılı ilk on öğrencisinin hepsi
namaz kılanlardı. Bu olumlu ortamda 3. sınıftaki ağabeyleri alt
sınıflara çok yardımcı oluyordu. Onlarında çok sevdiği bir ortam
oluşmuştu. Öyle bir noktaya gelinmişti ki, bazı astsubay ve subaylar
haricinde, meselâ bölük komutanları artık namaz kıldıklarını
biliyorlardı. Devre arkadaşları biliyorlardı, ama onlara çok da
muhabbetleri vardı. Çünkü yeri geldiğinde onların derslerine yardım
ediyorlardı, yeri geldiğinde onların işlerini görüyorlardı.
Her eğitim sömestir başında “Okul Teşkilâtı” diye bir teşkilât seçilirdi.
Derslerinde başarılı, disiplinli öğrencileri sınıf subayları ödüllendirirdi.
Son sınıfta bu ekip oylama ile seçilirdi, ders ve disiplin durumu iyi
olanlara oy verilirdi. “Okul teşkilâtı”na rütbeler verilirdi ve sınıf
okulundan nöbeti devir teslimle resmen onlar devralırdı.. En üst
rütbedeki başçavuş olur, onun altındaki üstçavuş, sonrası çavuş ve
onbaşı kollukları takan yaklaşık 20 kişilik ekibi, bütün okulun
sınıflarının başında amir konumunda onlar yönetirlerdi. Bu 20 kişilik
grubun tamamının namaz kılanlar oluşması, komutanları rahatsız
etmeye başlamıştı.
Namaz kılanlar, artık alt sınıflarda onların çok alışık olmadığı, onların
sorunlarını çözmeye çalışan, onlara tepeden bakmayan, ezmeye
çalışmayan, biraz daha insanî davranmaya çalışan „üst sınıfta okuyan
öğrencilerden oluşmuştu. Bu yapıdan dolayı namaz kılanları çok
seviyorlardı. Öğrencilerin uhrevî hayatlarının kurtulması tek
endişeleriydi. Risâle-i Nurun verdiği bir bakış açısıyla insanların
ahiretinin kurtulması ve özellikle o baştan onlara çok kasvetli gelen
ortamdan insanların kurtulması eksenli bir hayat tarzı oluşmaya
başladı. Ferruh ve arkadaşlarının tamamı böyleydi. Artık başlarına
gelecek herhangi bir şeyden de fazla bir korkuları kalmamıştı. Artık
hafta sonları üç-dört yerde sohbetler düzenleniyordu.
Bölük komutanları, sınıf subayları onlardan çok memnundu. Bazı
aileler ise evlatlarının dindarlaştığını görerek hem sevinmiş hemde
ürkmüştü.
Ferruh, eve tatilde Risâle götürdüğünde babasının nasıl şiddetli karşı
çıktığını hatırlıyordu. İlk defa 2. sınıfın yaz tatilinde hazırlık
sınıfındayken götürmüştü risâleyi. Orhan astsubay, bu işe çok
karşıydı. Bir defasında “Meyve Risâlesi”nin üstüne “Düşman Geliyor”
diye bir kitabın kabını kaplayıp o şekilde eve götürmüştü. Babası evde
yokken okuyordu.
Bir gün abdest almaya giderken babası eve geldi ve gelir gelmez kitabı
gördü, evirdi çevirdi. “Bunu sen nerden aldın?” diye sordu. Hangi
üçkâğıtçı, sahtekâr sana bunu verdiyse onlar senin geleceğini
karartıyorlar” diye kızdı. Manevî güzellikleri yaşatan insanlara öyle bir
lâf söylemesi damarına dokunmuştu. İlk defa babasına biraz karşılık
verdi. Aralarında ilk defa dini bir konuda bir çatışma oldu. Sonraki ilk
izinde de bu sefer ortada artık ne kadar perde varsa yırtılsa iyidir
diyerek Risâle-i Nur eserlerinden “Sözler”i çıkartıp masanın üzerine
koydu. Artık gizlisi saklısı kalmadı. Ne zaman izne 15 gün gittiyse 15
gün odasında Risâle okuyordu. Babası geliyor, bakıyordu. İnatçı
olduğunu biliyordu. Üzerine gidersem tersini yapar endişesini
taşıyordu. Fazla ilişmemeye başladı.
Bir gün yaz tatilindeyken Beton Kemal evi aradı. Babası çıktı telefona.
Bölük komutanı Ferruh hakkında öyle güzel şeyler anlattı ki, kulak
misafiri olan Ferruh kulaklarına inanamadı. Beton Kemal gibi kimseye
iltifat etmeyen bir subay Ferruh’u anlatıyordu:
69
Dersleri mükemmel. Disiplin durumu çok iyi. Böyle bir evlât
yetiştirdiğiniz için size teşekkür ediyorum...
Orhan astsubay çok mutlu olmuştu. Böyle bir tebriki hiç
beklemiyordu. O oğlunun başına bir iş gelecek diye düşünürken, böyle
güzel bir haber duymanın getirdiği bir rahatlama ile kendinden geçti.
Ondan sonra Ferruh biraz daha rahat ettik aile içerisinde. Okulla arası
iyi, komutanla arası iyi, namazını düzgün kılan Ferruh ile ilk defa
iftihar etti.
3. sınıfın son günlerinde bir Ramazan günü, Ahmet Coşkun adlı
nöbetçi subayı Ferruh’u merdiven altında namaz kılarken yakaladı.
Kimse buraya gelmez diye genelde burada namazını kılardı. Nöbetçi
komutan namazın bitmesini bekledi.
“Sen namaz kılmak için kimden izin aldın?” dedi.
Biraz sendeleyen Ferruh, toparlanarak sınıf subayı Beton Kemal’in
arkasına sığınmayı denedi: “Bölük komutanımızın haberi var.”
Beton Kemal pek dininde diyanetinde olmayan bir insandı, ama
Ferruh’u çok severdi. Namaz kıldığını da bildiği halde önünü açar,
mümkün mertebe de gayretli, çalışkan talebeler diye onun gibileri
himaye etmeye çalışırdı.
Nöbetçi subay, “Say bakalım Atatürk ilkelerini” dedi. Ferruh,
normalde sabahtan akşama kadar Atatürk ilkelerini sayardı, ama o an
sadece ikisi aklına geldi. Ondan sonrasını sayamadı. İsmini,
numarasını bildiği halde, sorarak aldı:
“Ben seni bölük komutanına bildireceğim, sana göstereceğim” diye
tehdit etti. Neticede bölük komutanına bildirmişti. Sınıf komutanı
meseleyi çok ciddiye almadı. Harp okulunda iken iki komutanın
birbiriyle kavgalı olduğunu öğrenmişti. Beton Kemal, Ahmet
Coşkun’dan daha hızlı terfi alınca okulda ondan daha kıdemli hale
gelmişti. Biri önyüzbaşı biri kıdemli yüzbaşıydı.
O gün iki yüzbaşının ağız kavgasına şahit oldu Ferruh. Beton Kemal,
ağzını bozmuştu:
Eşek herif! Ferruh, geçen kış tatilinde Uludağ kayak tatilini hak eden
üç öğrenciden biriydi. Ben emri imzalamıştım. Yurt dışında olduğum
sırada benim emrimi dinlemeyerek Ferruh’u listeden çıkartmışsın. Bu
haksızlık, adaletsizlik. Çocuk namaz kılıyor diye mi ödülden mahrum
ettin?
Ahmet yüzbaşı itiraf etti: Evet. Namaz kılan yobazların Uludağda
kayak kursunda ne işi var? Ben iptal ettim. Kendisine de giderken okul
öğrenci komutanlığı vekaletimi bıraktığımı söyledim. Gönlünü
aldım.Yuttu enayi!
Beton Kemal, iyice kızmıştı: Dünya görüşünü işine karıştırmışsın. Bir
daha benim öğrencilerime müdahale ettiğini görmeyeceğim. Kendi
dini inançlarını veya inançsızlığını kendine sakla.
Ferruh, şok olmuştu. Ahmet yüzbaşının katı bir din karşıtı olduğunu
yeni öğrenmişti.
70
Bu süreç böylece devam etti. Artık kaşarlanmıştı. Hafta sonları Risâle
okumaya gidiyordu. Her geçen gün aynı duygu düşüncedeki
öğrencilerin sayısı artıyordu. Tabiî bir taraftan da risk artıyordu.
Komutanlık katına her çıktığında ona düşman gözüyle bakan Ahmet
Coşkun, sınıf komutanı olduğu 4. sınıftan namaz kılanları tek tek
odasına çağırarak tehdit etti. Hepsi namazı terk etmek zorunda
kaldılar.
Ferruh, en çok kendisini ilk defa sohbete götüren Keskinli İlyas'ın
namazı bırakmasına üzülmüştü.
71
Onsekizinci Bölüm: Kopya çetesi!
3. sınıf Eşekler Sınıfı’nın eşeklikte zirveye çıktığı sene olmuştu. En
büyük keyifleri yataktan sabahları geç kalkmak ve sabah kahvaltısını
geç yapmaktı. Sabahın 6.00’sında çalan kalk borusunun ardından
koğuşa gelen nöbetçi astsubay, nöbetçi öğrenci, en sonda nöbetçi
subay asla onları yataktan zamanında kaldıramazdı. Palaska ile
ranzalar dövülür, onlar uyanmazdı. Saat 6.30’u geçince Eşekler
Sınıfı’ndan beş kişi yataktan kalkar, 7’ye 10 kala ise kalanları. Saat
7’de biten kahvaltı, genelde aynı saatde başlayan etüd saatinde
ekmek arasına konan kahvaltılıklarla yapılırdı. Bu mutat tembelliğin
tek istisnası Beton Kemal’in nöbetçi amir olduğu günlerdi.
Geç kalkanların numarası alınıp ceza verilmesine rağmen Eşekler
Sınıfı, ceza alma kahramanlığı bahasına kaldırılamazdı. Bunu bilen
subay ve astsubaylar, onların koğuşuna hiç girmeyip karizmayı
çizdirmemeyi yeğlerdi.
Eşekler Sınıfı, bir gece sınıf toplu biçimde okul duvarlarından atlayıp
firar etmişti. Ankara’nın Dışkapı semtinde Rock konserini izlemeye
giden sınıfın son yatış yoklamasını Cuma günü olduğu için gece
11.00’de verilecekti. Nöbetçi Komutan “sarhoş“ lakaplı Ayfer
Yılmaz’dı. Kimse ne iş yaptığını bilmezdi, istihbaratçı olduğunu 3
senedir gizlemeyi başarıyordu. Bir şişe rakı ve meze aldın mı sabaha
kadar içer, uyurdu. O nöbetçi iken kimse nöbet tutmazdı. Ama o
akşam büyük kaçışı hissetmiş gibi erken yat yoklaması istedi. Ferruh,
dışarıya iki tane adam salıp 30 kişilik Eşekler Sınıfı’nı konserden
toplatırken, komutanı iki saat zor idare etmişti. Tam yoklama verince
komutan şok olmuştu.
30kişilik sınıfın 20’si sınıfta çakma noktasına gelmişti. Bir çare
bulunmalıydı. ‘Kara’ lakaplı 304 Mustafa ve ‘Obur’ lakaplı Onur,
sınavlardan önce sınav sorularını öğretmenler odasından çalmayı
önerdi. Ferruh, buna karşı çıktı. Lokman, Muammer, Ünal, Berhan,
Halil ve Arif de, bu aptallığa karşı çıktılar. Hepsi namaz kılan, disiplinli
ve başarılı öğrencilerdi. Kopya çekmeye ihtiyaçları yoktu. Ancak sınıfın
gizli toplantısında çoğunluk soru hırsızlığından yana oy kullandı. Üç
kişilik çalma ekibini, beş kişilik gözetleme heyeti koruyacaktı. Herkes
uyudukta sonra her imtihan öncesi gece 1.00’de sorular çalınacaktı.
Mikrobiyoloji, Patoloji, Fizyoloji, Halk Sağlığı herkesin belalı
dersleriydi. Atatürkçülük ve edebiyat derslerinden zorlanmayan azdı.
Matematik can sıkıyordu. Sorular sınavlardan önce ustalıkla çalındı.
Öğretmenler odasının anahtarı kopyalanmıştı. Her hocanın dolabının
açmak için maymuncuk kullanılıyordu. Eldiven kullanan usta hırsızlar,
Mustafa, Onur ve Levent idi. İz bırakmıyorlardı. Levent, Güzin hocanın
dolabındaki çikolataları yemese ruhları bile duymayacaktı. Ancak
hocalar birbirinden kuşku duyuyordu. Kimsenin aklına öğrenciler
gelmedi.
Eşekler Sınıfı, 3. sınıfın 1. sömesterin sonunda tüm zayıfları
düzeltmişti. Herkes 9 ile 10 çekiyordu. Kopya çekmeyi bile
beceremeyen üç beş kişi ise 7 ile yetiniyordu. Sınıfın üstün ders
başarısı hocaların
72
dikkatini çekiyordu. Sözlülerde halen zayıf olan öğrencilerin yazılılarda
nasıl yüksek not aldığını hiçbiri çözemedi. Bazen soruları dolabına
koymayan uyanık hocalarda çıkıyordu. Onunda çaresi bulunmuştu.
Yazılıdan sonra kağıtlar gece yarısı sınıfa getiriliyor, başarılı öğrenciler
soruların cevaplarını tahtaya yazıyor, kağıtlar düzeltiliyordu. Hocaların
tam uyanmasın diye bazı çok zayıf öğrencilerin kağıtlarını tam
düzeltmesine izin verilmiyordu. Bu sır, Eşekler Sınıfı’nın en büyük
sırrıydı. Kimse dışarı sızdıramazdı. Sızdırsa sınıfın okuldan toptan
atılması için Yüksek Disiplin Kurulu’na çıkartılacakları kesindi.
Leverent Çinçin, bir defasında ileri gitmiş. Neriman hocanın dolabına
işemişti.
Beton Kemal, Eşekler Sınıfı’nın nasıl olupta okulun en başarılı sınıfı
haline geldiğini çözemeyenlerdendi. Bir defasında Ferruh’u çok
sıkıştırmış, ağzından laf alamamıştı. 2. sömesterde devam eden soru
hırsızlığı, okuldan atılacağına kesin gözüyle bakılan bazı öğrencileri
bile taktirlik hale getirmişti.
Ancak sınıfın disiplin notunu kopya ile düzeltmek imkansızdı. Sınıfta
15 ceza puanı sınırında bulunmayan sadece beş öğrenci vardı: Ferruh,
Lokman, Berhan, Halil, Arif ve Muammer. Bu nedenle sınıfın
kıdemlileri oluyorlardı.
3. sınıfın sonunda öğretmenler odasının anahtarı gizli bir törenle altan
gelen 2. sınıfın yaramaz 2 öğrencisine devredildi. Ancak bu öğrenciler
daha ikinci soru hırsızlığında yakalandılar ve hemen okuldan atıldılar.
Eşekler Sınıfı ise yakayı yine kurtarmayı başardı.
Eşekler Sınıfı’nın öğretmenlere yaptığı terbiyesizlikler nedeniyle sık sık
toplu halde hafta sonu izne çıkmama cezası alıyorlardı. Beton Kemal,
sınıfın kaçmasını önlemek için hafta sonu ders yapar gibi etütler
koymuştu. Ferruh’u da nöbetçi amirine kontrol defterini imzalatma
görevi verilmişti. Eşekler, buna da çare bulmakta gecikmedi.
Komutanların imzalarının sahte atılmasını yine Kara Mustafa üzerine
aldı. Sınıf, hafta sonları hep kaçmayı başardı. Hele büyük takımların
Ankara’da futbol maçı varsa sınıfı okulda tutmak imkansızdı. Sınıfta
etüd saatlerinde sessizliği sağlamak imkansızdı. Nöbetçi subay ve
öğretmenler gürültü yapanların isimlerini sınıf başkanlarından
istediğinde başkan isim veremezdi. Verse kendi sınıf arkadaşlarından
bir araba dayak yerdi veya yalnızlığa mahkum edilirdi. İsim
vermeyince ya sadece başkan nöbetçi amirinden sopa yer veya tüm
sınıf sıra dayağına çekilirdi. Sınıfın en çok dayak yiyen başkanları Arif,
Lokman, Halil, Berhan ve Ferruh’tu.
Beton Kemal, Eşekler Sınıfı’nı adam etmeyi başaramamıştı. Bir gün
patladı:
Bu okula eşeğide bağlasanız mezun oluyor. Okul tarihinin gördüğü en
büyük eşeklersiniz!.
73
Ondokuzuncu Bölüm: Ilgaz Dağı Kampı
3. sınıfın yaz tatili uzundu. Karamürsel kampı 1. ve 2. sınıflar içindi.
Geçen yılki yaz kampına ilk defa Harbiye öğrencileri getirildiği,
astsubay öğrencilerini eğittiği için çok tartışmalı ve kavgalı geçmişti.
Ağır komando eğitiminden geçirilmişler, dikenli arazide alçak
sürünme ile süründürülmüşlerdi. Tuzlu denize vücutları dikenlerle
yara bere içinde iken sokulmuşlardı. Tek güzel hatıra Gölcükte
gittikleri Amerikan askeri üssünde gördükleriydi. Burası Türkiye’nin
gelişmiş modern teknolojilerle donatılmış en mükemmel üssüydü.
Ferruh ve arkadaşları hafta sonu izni vesilesiyle gittikleri Gölcük’te
sandal sefası yapmıştı. Ancak bu sefa onlara pahalıya patlamıştı.
Onları gören tüm askeri öğrenciler sandalla gezmeye kalkınca ortalık
karışmıştı. Mehmet Tıbık yüzbaşı, sandal macerasını ilk kim başlattı
soruşturmasını başlatınca tüm oklar Ferruh’u göstermişti. Güdek
boylu Mehmet Tıbık’tan 35’şer tokat dayak yemişlerdi Ferruh ve
arkadaşları. 1985 yaz kampından geride kalan hatıra, yedikleri
dayaktı.
Ferruh, İhlas Kitabevinden Hüseyin Hoca’ya 1986 yaz tatili için
kendilerine kitap okuyacakları sessiz ve ıssız bir mekan ayarlamasını
talep etti.
Hüseyin Hoca’nın oğlu Ankara Üniversitesi Hukuk fakültesine
okuyordu. Yozgat’ın Yapraklı ilçesindendiler. Aklına yayladaki evleri
geldi:
Yapraklı’ya gidin. Orada bizim evde misafirimiz olursunuz. Sonra
oğlum sizi yaylaya çıkartır. Ara sıra gelir size ekmek ve erzak getirir.
Ayrıca Elektronik astsubaydan dört öğrencide kamp yapmak istiyor.
Jandarma’dan da biri var. Ilgaz dağlarının büyüsü size bekliyor.
Ferruh çok sevinmişti. Elektronik astsubay okulundan Ahmet Türker,
Mustafa Pala, Ahmet Akar, Özgür Yorulmaz ve Jandarma astsubay
okulundan Eyüp Gezer ile birlikte altı kişi olmuşlardı. Hepsi Hüseyin
Hoca’nın sohbetlerinin müdavimiydiler.
Ankara’dan önce Çankırı’ya giden otobüse bilet aldılar. Ancak
hesaplamayı iyi yapamamışlardı. Öğle namazı geçmek üzereydi.
Yollarda dinlenme tesisleri vardı ama mescitleri yoktu. 1986’nın yazı
yaşanıyordu. Mustafa Pala, isyan bayrağını kaldırdı: Arkadaşlar!
Namaz kılmamız lazım. Otobüs muavinine söyleyelim, yolda dursun
bir yerde. Muavin, hepsi 15 ve 16 yaşlarında, asker tıraşlı gençlere
uzaydan gelmişler gibi baktı:
Ne namazı be kardeşim! Çişiniz geldiyse sabredin yarım saat sonra
duracağız.
Ahmet Türker sertleşti:
Allah’ın emir namazı kılacağız. Vakti geçirmemiz haramdır.
74
Konuşmaları duyan şoför sıkı bir küfrü kalayı basmıştı:
Ulan çoluk çocukla uğraşıyoruz. Durmuyorum.
Mustafa Pala, kesin kararını vermişti.
Şoför çek kenara, biz iniyoruz.
İnerseniz, size burada bırakır, giderim.
Gidiyorsan git be kardeşim!
Otobüs acı bir frenle yolun kenarında durdu. Gençlerin çantalarını
muavin yolun kenarına sertçe attı. Otobüs haraket ederken otobüs
içindeki yolculukta çalkantı başlamıştı. 60 yaşlarında ak sakallı bir
amca şoföre kızıyordu:
Pırlanta gibi gençleri niye yolda bıraktın şoför. Hiç Allah’tan
korkmuyor musun? Senden sadece namaz kılmak için beş dakika
istediler.
Tüm yolcular bağrışarak konuşmaya başladılar. Yaşlı bir nine son
noktayı koydu:
Şoför dur, bende namazımı kılmadım. Bu otobüs bu gençleri almadan
giderse kaza yapar. Henüz bir kilometre bile gitmeyen otobüsün
dönüş yaparak geri geldiğini gören altı genç, şaşırmıştı. Yolda kalmayı
göze alarak bir risk almışlardı. Gözleri karaydı. Samimiydiler. Bu ihlaslı
davranış otobüsü geri çevirmeye yetmişti.
Aslında ceplerinde geriye dönecek kadar bile paraları yoktu.
Yürüyerek Ankara’ya dönmeleri bir haftalarını alırdı. Zaten ceplerinde
karınlarını doyuracak paraları da bulunmuyordu. Otobüsün geri
gelmesine çölde devesini içinde su kırbasıyla kaybeden bedevinin gibi
sevinmişlerdi.
Namazlarını kılmalarını bekleyen otobüs yolcuları sanki hayatlarında
ilk defa namaz kılan genç görüyorlardı. Çankırı"da onları Hüseyin
Hoca’nın oğlu Yusuf karşıladı. Evlerine götürüp karınlarını doyurdu.
Çankırı’da geziye çıktıklarında hiç bir yol ve sokakta asfalt olmadığını
hayretle görmüşlerdi.
Ahmet Türker merakla sordu:
Neden Çankırı hiç gelişmemiş? Sadece şehir merkezinde Atatürk’ün
büstüne giden daracık yolda asfalt var.
Yusuf bey avukat olmak üzereydi. Belli ki bildiği pek çok şey vardı.
Sessiz sedasız başını salladı:
Çankırı’nın 50 yıllık gelişmeme cezası var.
75
Ne cezasıymış bu?
Atatürk vermiş cezayı. Kente geldiğinde ağalar iyi karşılamamış
paşayı. Kasten ne asfalt döşüyorlar nede herhangi bir yatırım
yapılıyor. Çankırı Astsubay okulundan başka devletin ilimize yaptığı
hiç bir yatırım yok.
Bu saçmalığa akıl sır erdirememişlerdi.
Öğleden sonra bir eşeğe yükledikleri kahvaltılık peynir, zeytin ve 10
ekmekle Ilgaz dağlarının tepesindeki yaylaya doğru yola koyuldular.
Şehirde olmayan yol yaylada hiç yoktu. Toprak yolu bile açılmamıştı.
Keçi patikalarından geçerek eşekleri ile birlikte yaylaya vardıklarında
akşam olmuştu. Üç saat olmuştu halen yürüyorlardı. Ilgaz’ın uca
dağları, çok havadardı. Konaklayacakları yayla evinde yatacakları
yatak, yemek yapacakları tüp ve tava yoktu. Kaşık ve çatal
bulunmuyordu. Boş tahta bir kulübeydi, o kadar.
Yusuf, ‘size iyi akşamlar. Ben ara sıra uğrarım’ dedi ve gözden
kayboldu. İyi ki yanlarında peynir ekmek getirmişlerdi. Karınlarını
doyuracakları bir günlük erzakları vardı. Ya sonra? Bunu hiç
düşünmemişlerdi. Ceplerindeki para ancak memleketlerine otobüs
bileti almaya yeterdi. Ne yiyip içeceklerdi.
Mustafa Pala karamsar değildi:
Endişelenmeyin. Allah bizim rızkımızı gönderir. Yayladaki köylü ne
yiyorsa bizde ondan yeriz. Ormanda gider mantar toplarız, yabani
meyveler buluruz.
Bu fikir hepsinin hoşuna gitmişti. Yanlarında İhlas Kitabevinden satın
aldıkları Sözler, Mektubat, Lemalar, Tarihçeyi Hayat, Mesnevi Nuriye
ve Şualardan başka kitap yoktu.
Ferruh bunda bir hikmet var diye söylendi. Ahmet Akar tasdikledi:
Ne güzel her birimize bir kitap düşüyor. Sırayla aramızda değişerek
okuruz.
Özgür destekledi:
Diyorum ki, bir hafta içinde bu kitapların hepsini bitirelim. Güne bir
kitap. Ne dersiniz?
Eyüp onayladı:
Ben varım arkadaşlar. Nöbetçi sistemi ile yemek hazırlayalım. Her gün
biri ne yiyeceğimizi ormandan bulsun, getirsin.
İkinci günde mantar yediler. Üçüncü gün ormanda buldukları dağ
eriklerini. Üçüncü gün dağ elmalarını. Dördüncü gün, sabırları
kalmadı. Mustafa Pala söylendi:
76
Yahu arkadaşlar. Dört gündür buradayız. Köylü bizi hiç sormaz.
Ziyaretimize gelmez. Bir yufka getirmez. Bacalarından duman çıkıyor.
Demek ki ocaklarında kazan kaynıyor. Bir şeyler yapmalıyız.
Ferruh, çözüm önerdi:
Kapılarını çalıp isteyelim.
Ahmet Türk, bu öneriyi beğenmedi:
Benim daha iyi bir fikrim var. İçimizden biri namaz vakitlerinde ezan
okusun. Ezanda keramet vardır. Elbet sesimizi duyan köylü gelir,
halimizi hatırımızı sorar.
Kim okusun diye herkes birbirinin gözünün içine baktı.
Ahmet Türk, sessizliği bozdu:
Arkadaşlar. Ben aslında İmam Hatipliyim. Askeri okula girebilmek için
düz ortaokulu dışarıdan bitirdim. Biliyorsunuz İmam Hatiplileri
almıyorlar. Ezanı ben okurum, ama sırayla bir başkası olsun.
Ahmet"in okuduğu ezan yaylanın derin sessizliğini bozdu. Birden bir
köylü değil 10 köylü kaldıkları barakaya akın etti. Hal hatır hoş
sohbetten sonra cemaate namaz kıldırdı gençler. Köylü namazı
kıldıktan sonra evlerine dağıldı. Mustafa Pala, yine söylenmeye
başladı: Anlaşılan ezanda işe yaramadı.
Tam o sırada iki köylü ellerinde iki tencere yemek ufukta göründü.
Yeni pişirilmiş saç yufkası ile yoğurtta getirmişlerdi. Altı genç, açlıktan
midelerinin kuruduğunu hiç fark ettirmeden teşekkür ettiler.
Yemeklere öyle bir yumuldular ki, sanki aylardır aç kalmışlardı.
Yemekler ardı arkasına geliyordu. Sıraya koymuşlardı. Onlar ezan
okuyor, yayla ahalisine namaz kıldırıyor, köylüde onları besliyordu.
Artık kitap okumalarında verim artmıştı.
Cuma günü olmuştu, ilçeye namaza gitmeye karar verdiler. En yakın
ilçe Yapraklı, piyade yürüyüşüyle üç saat uzaklığındaydı. Sabah
namazından sonra çıkarlarsa ancak öğlen vakti ilçede olurlardı.
Gerçektende Yapraklı merkez camisinde Cuma namazına kılı kılına
yetiştiler. Camide yaşlılardan başka cemaat yoktu. Topu topu 20
ihtiyar. Yaşları 60 yaşı üzerindeydi. İlçenin orta yaşlıları, gençleri,
çocukları neredeydi? İmam bir yandan hutbeyi okuyor, bir yandan
gözlerini altı genç adamdan çekemiyordu. Hepsinin üzerinde kırmızı
renkte birer askeri tişört vardı ve saçlar asker tıraşıydı. Aslında kim
oldukları kabak gibi meydandaydı. Namaz biter bitmez, daha cemaat
yerinden kımıldamadan imam caminin kapısına koştu ve dev
cüssesiyle kapıda dikildi:
Durun gençler! Siz kimsiniz, nereden gelirsiniz, nereye gidersiniz?
77
Ahmet Türker, bir nefeste kim olduklarını ve yaylada ne yaptıklarını
açıkladı. İmam çok memnun olmuştu. Kendisini tanıttı:
Bana balcı Osman hoca derler. Evim aha şuracıkta. Sizi kesinlikle bir
yere bırakmam Öğlen birlikte Allah ne verdiyse yiyelim. Sonra nereye
gitmek isterseniz oraya gidersiniz.
Zaten karınları zil çalıyordu. Bu teklifi geri çevirmek hiç birinin aklının
ucundan bile geçmedi.
İmamın eşi sanki geleceklerini biliyormuş gibi mükellef bir sofra
hazırlamıştı. Şaşırma sırası gençlere gelmişti.
Bu sofra bizim için mi?
Balcı Osman başıını salladı:
Sizin geleceğiniz dün akşam rüyamda bana bildirildi. Eşime öğlen
misafirlerimiz olacak dedim, oda sabah namazından beri sizin için
yemek yapıyor.
Kim bildirdi, niye bildirdi gibi abuk sabuk sorular sormadılar. Allah
onlara rızıklarını gönderiyordu. Yemek faslından sonra çay, daha
sonra koyu bir dini sohbet başladı. İmamın kütüphanesindeki kırmızı
risaleler gözlerinden kaçmamıştı. Demek ki bu ihtiyar imam, Nur
talabesiydi.
Ahmet Türker, meramını gidermek istedi.
Balcı amcam! Neden caminizde hiç genç yok.
İmamın yarasına parmak basılmıştı. Dertli dertli konuştu:
Gençlerimizi 12 Eylül öncesi ya ülkücülere ya komünistlere kaptırdık.
Bugün kimisi hapiste kimisi mezarda. Ülkemizde 1960’ta başlayan
askeri darbeler zinciri, bir kaç nesli esir aldı. Yıllardır sizin gibi altın bir
neslin gelmesini beklerim. Üstadımız geleceğinizi haber vermişti. Balcı
Osman, gençleri evinin bahçesindeki bal peteklerine, arı kovanlarına
götürdü. Bir bal peteğini çıkartıp sarmaladı ve gençlere uzattı.
Benim tek mal varlığım bu. Alın afiyetle yiyin.
Amca biz bunu alamayız.
Lütfen, alın ve bana dua edin. Allah sizin gibi gençlerin sayısını
artırsın. Siz bu devrin Ashabı Kehfisiniz. Şükür ki, 300 yıllık uyku sona
erdi. Artık bundan sonra ölsemde gam yemem. Ilgaz kampı,
unutulmaz hatıralarla sona ermişti. Balcı Osman ve aç kaldıklarında
okudukları ezanın kerameti, hafızalarında hayatları boyunca
unutamayacakları izler bıraktı.
78
Yirminci Bölüm: Darbe geleneği
1986 yaz tatilini geçirmek için Eskişehir’e gitmeden önce Ferruh,
askeri darbelerle ilgili ne kadar kitap varsa Ankara’da kitapları dolaştı
ve satın aldı. Okudukları karşısında dehşete kapılıyordu. Ülkede
meğerse asker ve yargı vesayeti vardı ve bunun kaynağı ve mimarı 27
Mayıs 1960 darbesiydi. Askeri okulda onlara asla bunlardan
bahsetmemişlerdi.
27 Mayıs darbesi sadece millete ve sivil iradeye karşı yapılmamış aynı
zamanda Ordunun üst kademesini de tasfiye etmişti. Darbeyi
yapanlar genç subaylar cuntasıydı. 38 kişilik Milli Birlik Komitesinde, 5
general, 8 albay, 8 yarbay, 11 binbaşı, 6 yüzbaşı bulunuyordu.
Darbe ile birlikte, Devletin ve TSK’nın yönetimi Milli Birlik Komitesinin
eline geçmişti. Bu durumdan rahatsız olan üst komuta kademesi ve
generaller tarafında 06 Ocak 1961 tarihinde “Silahlı Kuvvetler Birliği”
adı ile yeni cunta oluşturulmuş ve darbeciler arasında da bölünme ve
mücadele başlamıştı.
Milli Birlik Komitesinin bir kısım üyeleri Silahlı kuvvetlerin fiili
iktidarının devam etmesini isterken; Silahlı kuvvetler Birliği
mensupları iktidarın sivillere teslim edilmesi, ancak inkilaplarda etkili
olamazlarsa fiili müdahale yapılmalıdır fikrini savunmuşlardı.
Darbenin şekli konusundaki bu kutuplaşma 12 Mart 1971 tarihine
kadar devam etmişti.
1960 ihtilalini takiben, Ağustos 1960-Şubat 1961 tarihleri arasında,
darbeye destek vermeyen 235 general ile 5000 üst rütbeli subayın
Silahlı Kuvvetlerle ilişiği kesilmişti. Yani, darbe taraftarı olmayanlar
tasfiye edilmiş, geriye Devlet yönetiminde Silahlı Kuvvetlerin devamlı
söz sahibi olmasını isteyenler kalmıştı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
darbe ve müdahalelere liderlik eden kadrolar, 1960 ihtilaline egemen
olan zihniyeti benimseyen askerler olmuştu. Bu kadrolar hem
birbirleri ile mücadele etmiş, hem de devletin yönetimine müdahale
etmişlerdi. Cunta içi mücadelenin ilk belirtisi; 14'lerin tasfiyesi olarak
askeri ve siyasi tarihimizde yerini almıştı. Reformlar yapılmadan önce
iktidarın sivillere teslim edilmemesini savunan ve Başını Alparslan
Türkeş, Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı’nın çektiği 14 subay, 13
Kasım 1960'ta emekliye sevk edilmişti.
Cunta içi mücadelenin ikinci eylemi; 22 Şubat 1962 darbe girişimiydi.
15 Ekim 1961 tarihinde yapılan millet vekili genel seçim sonuçlarını
içine sindiremeyip Silahlı kuvvetlerin yönetime gelmesi için
direndiklerinden dolayı aktif görevlerinden alınan Albay Talat
Aydemir"in başını çektiği bir grup, atamalarının durdurulması ve
taleplerinin yerine getirilmesi ve cunta karşıtlarının cezalandırılması
için darbe girişiminde bulunmuştu. Bu girişimde 1962 Ağustosunda
mezun olacak Kara Harp Okulu Subay sınıfının 600 mevcutlu subay
taburu aktif rol almıştı. Başarısız kalmış olan bu girişim sonucunda
girişimin içinde bulunan genç subaylar tart edildi. Liderler emekliye
sevk edildi. Ceza kovuşturulması yapılmaması için 30 Nisan 1962
tarihinde kanun çıkarıldı.
Cunta içi mücadelenin üçüncü eylemi; 20/21 Mayıs 1963 darbe
girişimiydi. Gerekçe 22 Şubat darbe girişiminin aynıydı. Talat Aydemir,
Bnb. Fethi Gürcan, Yb. Osman Deniz ve Ütgm. Erol
79
Dinçer liderliğinde yapılan girişim başlamadan bastırılmış, Talat
Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmiş, darbe girişiminde aktif rol alan
1459 Harbiyeli de Kara Harp Okulundan atılmıştı.
Cunta içi mücadelenin dördüncü eylemi; 12 Mart Muhtırası ve
devrimci solcu grubun Silahlı kuvvetlerden tasfiyesi olmuştu. 1969
yılında Demokrat Partililere iadei itibar için kanun teklifi hazırlanması
ve akabinde de ekim 1969'da yapılan genel seçimlerde Adalet
Partisinin tek başına iktidar olması nedeniyle, Ordu içindeki, 27 Mayıs
darbesinin gerçek lideri E. Korg. Cemal Madanoğlu’nun liderliğinde
“Milli Demokratik Devrimciler” olarak örgütlenen cunta, 1969
seçimlerinden sonra henüz hükümet kurulmadan darbe yapılması
taraftarı idi. Cuntacılar yine iki gruba bölünmüştü, bir tarafta siyasi
partilerin demokrasi anlayışının oyalamacadan ileri gidemeyeceğini
ve çözümün “ulusalcı-devrimci yöntem” olarak ifade edilen ilkeler
doğrultusunda parlamento dışı muhalefetle mümkün olduğunu
düşünen “Milli Demokratik Devrimciler”; diğer tarafta da
Genelkurmay Başkanı ve 1. ordu Komutanının başını çektiği, sol bir
devrimi engelleme girişimcileriydi.
Milli Demokratik Devrimcilerin 9 Mart 1971 tarihinde darbe
yapacağının açığa çıkması üzerine, Genelkurmay Başkanlığı, 10 Mart
1971 tarihinde bütün orgeneral ve korgeneralleri Ankara"da
“Genişletilmiş Komuta Konseyi” adı verilen bir toplantıya davet edildi.
Bu toplantıda durum müzakere edildi. Toplantı sonucunda, Milli
demokratik Devrimcilerin liderlerinin ordudan ilişkileri kesildi.
Hükümete de meşhur 12 Mart 1971 Muhtırası verildi. Muhtıranın
altında, 1960 ihtilalinde tasfiye edilmeyen genç generallerden ve aktif
albaylardan olan, Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, Kara
Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora.
Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur"un
imzası vardı. Asker, Muhtıra ile, inkılap kanunlarını uygulayacak
kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin kurulmasını istiyor; bu husus
süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri
kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak
ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya
üzerine almaya kararlı olduğunu bildiriyordu. Sonuçta Demirel
Hükümeti düşürüldü. Partiler üstü “Teknotratlar Hükümetleri” ,
koalisyonlar, 1980'lere uzanan siyasi istikrarsızlık, anarşi, kargaşa ve
sıkıyönetimler süreci başlamış oldu.
Artık, Türk Silahlı kuvvetlerinde siyasete müdahale Üst Komuta
kademesi vasıtasıyla yapılıyordu. Genç subaylardan oluşan cuntalar
TSK’nın yönetiminden uzaklaştırılmıştı. Yani Cuntanın başı
Genelkurmay Başkanları olmuştu. Diğer bir ifadeyle, 27 Mayıs 1960
ihtilalinin darbeci genç kadroları artık Silahlı Kuvvetlerin komuta
kademelerini işgal edebilecek rütbelere ulaşmıştı. Ama, genç
kadrolarda solculuk moda olmuş, TSK içinde sol ideoloji kökleşip
gelişmeye başlamıştı.
İkinci büyük Askeri Darbe emir komuta zinciri içinde, TSK’nın bütünün
katılımı ile 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilmişti. Bu darbe,
TSK’nin komuta kademesi tarafından planlı ve sitemli bir şekilde
gerçekleştirilmişti. Sonucunda, TBMM’i fesih edildi. Hükümet
görevden alındı. Partiler kapatıldı. Parti ileri gelenleri tutuklandı,
arkasından yargılandı. 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı.
Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel
Komutanından oluşan “Milli Güvenlik Konseyi” yasama ve yürütme
yetkisini bünyesinde topladı. Konseyin atadığı üyelerden Danışma
Meclisi oluşturuldu. Yeni bir anayasa yapıldı.
07 Kasım 1982 tarihinde halkoyuna sunulan yeni Anayasa %92 evet
oyu ile kabul edildi. Temel Kanunların tamamı değiştirldi. Sağdan,
soldan 1980 öncesi terör ve anarşiye karışmış örgütlerin mensupları
yargı önüne çıkarıldı. 650 bin kişi gözaltına alındı. Açılan 210 bin
davada 230 bin kişi
80
yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi, 50'si infaz edildi. 300 kişi
kuşkulu bir şekilde öldü. 177 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için
işten çıkarıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi
mülteci olarak yurt dışına gitti.
06 Ekim 1983 tarihinde genel seçimler yapıldı. Yönetim sivillere
devredildi. Ancak Milli Güvenlik Kurulu vasıtasıyla milli ve siyasi irade
sürekli kontrol altında bulunduruldu. 12 Eylül Cuntası Konsey üyeleri,
1960 darbesi yapıldığında albay ve yarbay rütbelerinde bulunan ve
darbe karşıtı olmadığı için orduda kalan subaylardı. Yani darbeci
geleneğin temsilcileri idiler. Her darbeden sonra olduğu gibi, TSK’nin
içinde darbeci geleneği sürdürecek geleceğin komutanlarını
örgütleyerek ve görevi onlara teslim ederek görevden ayrıldı. Daha
doğrusu 1960'tan beri süre gelen ihtilal cuntasını pekiştirdi. Yeni
cuntanın bariz zihniyeti, 1960'lı yıllarda varlığını hissettiren “Milli
demokratik Devrim” taraflarından ordu içinde kalanlarla, 1970-1980
yılları arasında Silahlı kuvvetlerin içinde örgütlenip de 1980
darbesinden sonra tasfiyeden kendini korumuş seküler-sol-kavmiyetçi
zihniyet sahipleri olmuştu. Bu cuntaların siyasete müdahalesi için
gerekli yasal düzenlemeler yapılmıştı. Siyasî istikrarın sağlandığı
dönemlerde, saman altından, Milli güvenlik kurulu vasıtasıyla etkisini
sürdüren bu cuntalar, siyasî istikrarın bozulduğu dönemlerde aktif
olarak yönetime müdahale ediyorlardı.
1986 yazı orduda yeni çalkantıların başladığını gösteren emareler
vardı. Basının darbeci kalemleri orduyu kışkırtmaya çalışıyordu. Yine
söylem irtica idi. Askeri okullarda namaz kılanların artması
şişirtilmeye başlıyordu.
81
Yirmibirinci Bölüm: Enver Paşa mı, Mustafa Kemal
mi?
3.sınıfın sonunda başlayan yaz tatilinde bol bol kitap okuyup kendini
geliştiren Ferruh, Yıldıztepe Hava Lojmanlarındaki komşusu yüzbaşı
Sedat ile sohbet etmeye bayılıyordu. İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük en
sevdiği derslerdi. Osmanlı yıkılırken yaşananlar, yeni cumhuriyeti
kuran kadrolar ve dış devletlerin Türkiye üzerindeki nüfuz
mücadelesini hocaları pek anlatmıyordu.
Türk ordusu üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan İngiliz, Amerikan,
Fransız ve Almanların pozisyonunu çok merak ediyordu.
Sedat Yüzbaşı, çok bilmiş istihbaratçı edasıyla sözü ele aldı:
NATO sonrası ordumuz tamamı ile Amerikan merkezli İngiliz & Fransız
yörüngesine girdi! Yan Washington ve Londra tarafından yönlendirilir
olduk. Bu arada Fransız Büyük Mason Locasının askeriyede etkinliği
nedeniyle Oyak & Renault üzerinden Fransız derin devleti Türkiye
içine yerleşti. MİT üzerinden İngiliz & Fransız statükosu, "Yüksek
Yargı" ve "Medya"ya hakim oldu. İngiliz ve Fransızlar, Türkiye içinde
varlıklarını kalıcı kılmak amacı ile başta okul, sermaye ve medya,
yayınevi yatırımlarına hız verdi. 1980"den sonra oluşan medya
düzeninde tekelcilik oluşturuldu. İngiliz ve Fransızlar da kendi
otoritelerini sorgulamayan "Atatürkçü" adı altında, beyaz yakalı
"Frankofon" bir nesil yaratmayı başardı. Ferruh, 1. Dünya savaşı
öncesi ve sırasında Almanya ile kurulan derin ilişkilerin nasıl bu denli
kopartıldığnı merak ediyordu. Aklına geleni dilinden çıkardı:
‘Ya Almanlar’
2. Dünya savaşından sonra Amerikalıların özel görevler verdiği
Hitler’in Gestapo’su eski SS üyelerinin kurduğu bir örgüt olan ODESSA
(Organisation Der Ehemaligen SS-Angehörügen) Murat Bayrak’ı
Yugoslavya’dan Türkiye’ye kaçırdı. Gladyo eğitim kampları ve
organizasyonunda etkin rol oynayan Nazi Generali Reinhard Gehlen
ile irtibattaydı. Almanların BND"sini ve derin devletini 1952’de kuran
Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de Gladyoları örgütleyen en derin
istihbaratçıydı.
‘12 Eylül öncesi ülkücüler Hitler artıklarının oyuncağı mı oldular yani?’
Ülkücüleri gaza getirmekle görevli Murat Bayrak, Türkiye’deki tüm
faaliyetlerini “Hançer Birliği” adına yürüttü. Bayrak, 12 Eylül darbesi
sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi olmasına karşın
tutuklanmayan tek isimdi. Onun gibi serbest bırakılan diğer isimlerdi
Özel Harpçiydi ve Gladyo’ya çalışıyordu. Yugoslavya göçmeni Bayrak
aynı zamanda CIA ajanları ve Gladyo yapılanmasında kilit rol oynayan
Paul Henze ile Frank Terpil ile de bağlantılı idi. Bayrak MHP’den önce
Adalet Partisi’nde de milletvekilliği yapmıştı.
82
‘Peki ya Alparslan Türkeş bu süreçte nerede konuşlandı?’
2. Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş’in
yakın dostu olacak olan Ruzi Nazar ABD’ye götürüldü. Türkeş’e NATO
kamplarında eğitim verilirken, kendi isteği üzerine ‘Ergenekon’ kod
adı verildi. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman
ordularına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA
içerisinde görevlendirildi. Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon
Şefliğine kadar yükseldi. Enver Altaylı gibi Özbek kökenlileri MİT’de
kritik görevlere getirdi. Türk Kontragerillasını finanse eden Rockfeller,
Özel Harp Dairesi ile özel ilişkiler geliştirdi. Üst düzey subaylarımızı
eğittiler, beyinlerini yıkadılar ve kendi halkını ve dinini dahi iç düşman
görecek kodlarla robotlaştırdılar.
‘Almanlar ülkemizde nasıl çalışıyor?’
Alman istihbaratı ülkemizde dört vakfı, şirketleri ve diplomatik
dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla mükemmel çalışır. Bu vakıflar,
Hıristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) Kondrad Adenauer Vakfı, Sosyal
Demokrat Parti"nin (SPD) Friedrich Ebert Vakfı, Özgürlükçü Libera
Parti"nin ( FDP) Friedrich Naumann Vakfı ve Yeşiller Partisi’ne ait
Henrich Bölll Vakfı. Kürt sorununun siyasileştirilmesi ve Aleviliğin
İslam’dan ayrılarak ayrı bir din haline getirilmesi üzerinde
yoğunlaşmışlardır. Dünya altın borsasını elinde bulunduran
Almanların bir hedefide Türklerin kendi altın madenini çıkartıp,
işlemesini engellemektir.
‘Peki ya Alman BND’si, yani istihbaratı...’
1970’den beri Almanya’da 42 bin 664 kişi, Alman derin devleti için
ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman
sayısı 9 bin 822’dir. Almanya’da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde
kullandığı ajan sayısı onbinleri geçti. Hedefledikleri Türk veya Kürtleri,
Alman sempatizanı, etki ajanı ve ücretli ajan yapma kategorileri
bulunuyor. Bayan kullanma, zenginleştirme ve kasetli şantaj en fazla
kullandıkları yöntemler. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı
dinliyor. Kimin ne gibi zafiyeti olduğunu, nasıl ele geçirilebileceğini
biliyor. Türkiye’de kullandıkları üst düzey üç ajana verdikleri kod lakap
isimler, “Baron”, “Kumarbaz” ve “Tilki”.
‘Üç askeri darbe sonrası tasfiye edilenler Almanların nüfuz ajanları
mıydı?’
Türk Devleti içinde, ordu içinde ne kadar Osmanlı & Türk ya da Alman
& Türk arka planlı bürokrat var ise hepsi değişik bahaneler öne
sürülerek 27 Mayıs 1960 askeri darbesinde tasfiye edildi. Bunların bir
kısmının sol görüşlü olduğu iddia edildi. Tam 243 general rütbeli,
7200 ise subay ve astsubay.
Ferruh, Sedat yüzbaşının verdiği bu bilgide tuhaflık bulmuştu. Soğuk
savaş döneminde kurulan NATO’nun Gladyoları içinde en güçlüleri
Türkiye ve Almanya’da kurulmuştu. Tüm Gladyoların finansörü
Rockfeller Grubu’ydu. Eğer Almanya gladyosu çökertilmek istenirse
Almanya ekonomisi batabilir ve AT dağılırdı. Türk gladyosunu yöneten
ve finanse eden Koç grubuda ülke
83
ekonomisinin yarısına sahipti. Uzun yıllar Alman Gladyo’suna Türk
Gladyosunu kontrol ve idare görevi verilmişti. Bu nedenle ülkemizde
en fazla ajana sahip ülke Almanya’ydı. O halde Almanların tasfiye
edildiği doğru olamazdı.
Ferruh, Sedat yüzbaşıyı köşeye sıkıştıran zorlu sorusunu bir nefeste
sordu:
‘Ben NATO eğitimli subaylar darbe yapıyor biliyordum. İstihbarata
Karşı Koyma dersimize giren Yarbay İhsan beyin anlattıklarına göre,
1953’de NATO’ya gönderilen Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp’inde
içlerinde bulunduğu 17 subaydan 14 tanesi 1960’da darbenin
planlamasında yer aldı.’
Sedat yüzbaşı kızmıştı, tane tane konuşmaya başladı:
Eksik biliyorsun. Kore savaşında beş bin şehit verdikten sonra yeni
süper üç ABD’nin güdümüne girmeye başladık. Askeri lojistikler artık
oradan hibe geliyordu. ABD’nin eski yapıyı tasfiye ederek, kendi
patronluğunu benimseyecek kadrolar kurmak istemesi normal
görülebilir. Bu nedenle 1960 darbesi zorunluluktu. 1980 darbesi ise
sağ ve sol iç savaşı nedeniyle kaçınılmazdı. Kenan Evren ile birlikte
dönemin kuvvet komutanları Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat
Tümer, Sedat Celasun, Bedrettin Demirel ve Ali Haydar Saltık
yönetime el koymaya mecburdu.
‘ Alman ekibin safdışı bırakıldığına emin misiniz?’
DP iktidarı döneminde de, asker darbe yapacak iddiası üzerinden
birçok Türk & Alman arka planlı subay tasfiye edildi. Atatürk hayatta
iken Alman arka planlı "ve arkadaşları" diye adları tarih kitaplarında
geçen "milli mücadele"nin lider kadrosu zaten tasfiye edilmişti.
Menderes, “Odunu diksem milletvekili yaparım” diye kükrediği
günlerde, TSK içinde darbeci avına çıkıp, ordu içinde büyük bir tasfiye
yaptı. Yanlış adamları attı. Darbeyle alakası olmayan komutanları,
İngilizler & Fransızlar adına, sırf Osmanlı, Alman perde arkalı diye
tasfiye etti, ama buna rağmen askeri bir darbe ile yıkılmaktan
kurtulamadı. Yani korktuğu başına geldi. 27 Mayıs 1960 İhtilali
sonrasında İngilizler, "ateşteki kestaneler"i toplamak için kullandıkları
ve artık kendileri için de büyük sorun olmaya başlamış DP'yi tasfiye
etmek için "Atatürk" adı üzerinden "ordu" ile uzlaştı. Yalnız bu defa
da, hem Türk Devleti hem de ABD içindeki teşhis edilememiş Alman
linki, İngilizler'in bu operasyonunu bozmak için 27 Mayıs'ı hızla
sulandırdı. Darbeler tarihindeki çalkantı, evdeki hesabın çarşıya
uymaması, devlet içindeki İngiliz - Alman rekabeti yüzündendir.
19602ta, darbeyi yapan ordunun itibarı ile oynayıp, Yassıada
Mahkemeleri'ni "bebek, don" iddiaları üzerinden yıpratmaya
çalıştılar. Hesapta Menderes ve arkadaşlarının asılması yok iken,
astırarak Menderes'i mağdur, Menderes'i asanları ise sırf operasyonu
İngilizler yaptı diye zalim göstermeye çalıştılar.
84
İngilizler de, Talat Aydemir ve arkadaşlarını bir askeri darbe ihtimali
üzerinden provoke edip astırdıktan sonra, DP'nin devamı olan AP'den
kendilerince Menderes ve arkadaşları için özür dilemiş oldular. Deniz
Gezmiş ve arkadaşları da, NATO & İngiliz statükosunu tehdit ettikleri,
yani operasyon "Alman arka planlı" olduğu için İngilizler tarafından
asılarak cezalandırılmışlardır. Ki, bu da solcu cenah arasında NATO'ya
ve İngilizler'e, İngiliz arka planlı ABD'ye olan öfkeyi daha da
artırmıştır.
DP Hükümeti, 15 general ve 150 albayı tasfiye ettiği tam da o
günlerdi. Hem de TBMM’ye bile sorma ihtiyacı hissetmeden Kore’ye
asker gönderme kararı aldı. Netice: 706 şehit (neye göre şehit), 2 bin
111 yaralı, 219 tutsak ve 168 kayıpla Türkiye, Kore’de, BM gücünün
en ağır kaybına uğrayan birliği oldu. Bu sayılar, Türk kuvvetlerinin
Kore’deki mevcudunun yüzde 66’sını oluşturuyordu. Türkiye’nin,
DP’nin oldu bittisi ile Kore Savaşı’na katılışının ödülü, 18 Şubat
1952’de geldi, NATO’ya girdik. Haliyle NATO da bizim içimize girdi.
DP, TSK’yı amaca giden yolda taşeronlaştırmak istiyordu, akibeti idam
sehpası oldu. Bu bağlamda basit bir soru: Menderes ve arkadaşları,
askeri bir darbe ile devrilmemiş olsalardı, Yüce Divan’da
yargılanmayacaklar mıydı?! Bir diğeri: İdam cezası uygulanmamış
olsaydı, Menderes ve arkadaşları hapis yatmayıp, ellerini kollarını
sallayıp ortalık yerde dolaşabilecekler miydi?! Ben sana söylüyeyim,
Hayır. Yüce Divanda yargılanacaklardı.
Ferruh, en fazla merak ettiği ve asla soramadığı soruyu sona
saklamıştı:
85
Peki Mustafa Kemal, "İngilizlerin adamı mıydı?"
Hiddetlenmeye, sakin olmaya çalışan Sedat yüzbaşı, ağır ağır
kendinden emin bir tonla konuşuyordu: İşte bu; I. Dünya Savaşı'nı
kaybeden ve "Enver Paşa" üzerinden Osmanlı'nın patronluğuna
oynamış Almanların uydurduğu en büyük "kuyruklu yalan"dır! Neden
mi?! Anlatayım: I. Dünya Savaşı sonrasında, "küre"nin "yönlendiren
devlet" koltuğuna İngiliz ve Fransızlar oturdu. Neden? Almanlar'ın
planlama hatası sonucu savaşı kaybettiğimiz için... Niçin? Almanlar
detayda boğulup, ormanda kayboldukları için... Niye? Eşyanın tabiatı
gereği işler böyle yürüdüğü için... İngilizler yerine Almanlar savaşı
kazansa idi, tabeladaki isim dışında ne değişecekti?! Ne var ki, II.
Dünya savaşı öncesinde ve sonrasında da Almanlar benzer hatalar
yaptı. Samsun'a çıkılması kararını veren Mustafa Kemal değil, Türk &
Alman ortak mutfağı idi. Vahdettin haindi / değildi tartışmaları bir
kenara, İngilizler "İstanbul"u işgal etmeden önce Bab-ı Ali'yi "İttihat
Terakki" ve Enver Paşa üzerinden Almanlar yönlendiriyordu. İngilizler
işgal ettikten sonra Londra! Osmanlı iki yüzyıl önce çökmeye
başlamıştı. Yani Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkması için karar veren,
hayatı boyunca öldürülme korkusu yaşamış bir zavallı olan Vahdettin
değil, o sırada Osmanlı'yı idare eden "Türk & Alman mutfağı" idi. O
mutfak, çekirdek kadro karar aldı ve Vahdettin de o kararı
"onaylamak zorunda olduğu için" onayladı. Sonra İngilizler, yakalama
kararı aldı ve Vahdettin o kararı da onayladı. Çünkü noter" ya da
"onay makamı"nda Vahdettin oturduğu ve o dönem işler öyle
yürüdüğü için ve/veya öyle olması gerektiği için öyle oldu.
Şimdi tam bu noktada cevabı aranması gerekli soru şu olmalıydı: I.
Dünya Savaşı öncesi ya da sonrasında, Almanlar ile Türkler "milli
mücadele" için ortak planlama yaptı diye Mustafa Kemal,
Cumhuriyet'i ilan ettikten sonra ne yapmalıydı; 'Cumhuriyet'i ilan
etmek yerine, İngiliz ve Fransızlar ile çatışmayı derinleştirip, maceraya
mı atılsaydı?! Ya da Almanlar yeniden ayağa kalkacak diye Hitler &
Mussolini'nin peşine mi takılsaydı?! Yeni kurulan Cumhuriyet'in
işletim programı "milli" değil "eklektik"tir, derseniz doğru! Dönemin
şartları gereği Avrupa'dan yapılan "yönetsel nakiller"de "doku
uyuşması" var mı yok
86
mu testleri yapılamamıştır. O nakillerden bir kısmını bünye reddetmiş,
bugün de kullanımda değildir, kullanımda olanların bir kısmı da şu
anda çalışmamaktadır. Filhakika, Almanlar, Mustafa Kemal'i
İngilizler'in adamı olarak görüp, göstermeye çalışırken, Enver Paşa'yı
"kendi adamları" olarak gördüğü için toz kondurmazlar. Kaldı ki, Enver
Paşa da bir "Türk subayı"dır, aynen Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi!
Yalnız Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasında her ikisinin de "asker"
olmasının ötesinde "çok önemli" farklar vardır. Şöyle ki: 1- Mustafa
Kemal, kendisine verilen her görevi başarı ile yerine getirmiştir.
Geldiği her makama tırnakları ile kazıyarak gelmiştir. Enver Paşa ise
saraya damat olup ve Almanlar'ın desteğini alarak paraşütle en
tepeye getirilmiştir. Askerlikten ziyade siyaset ile ilgilidir. İyi bir asker
değildir. 2- Mustafa Kemal'in arkasında Çanakkale Zaferi vardır, Enver
Paşa'nın arkasında Sarıkamış Zaferi! 3- Mustafa Kemal "vatanı
kurtarmak için konuşmak dışında bir şeyler yapılması gerektiğine, tam
bağımsız Türkiye'ye inanır". Enver Paşa ise "Almanlar dışında bir
çözüme kapalıdır". Osmanlı'ya "Enverland" denilmesinden mutludur.
4- Almanlar, I. Dünya Savaşı'nı kaybettikten sonra, Enver Paşa
Türkiye'yi terk etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal ise "çağın
ruhu"na hitap ederek, yeni bir devlet kurmuş ve başına da geçmiştir.
Devlet ve devletler katında bitmek tükenmek bilmez "İngiliz & Alman
rekabeti" üzerinden hadiseye bakacak olursak... Almanlar "Yüksek
siyaset" liginde Atatürk'ün arka planında, "İngiliz & Fransız statükosu"
olduğunu iddia ederler. "Yüksek siyaset ligi"nde "kafa karışıklığı"na
yol açmamak için de Enver Paşa üzerinden kendilerini ifade ederler.
Yalnız bu iddiaları da öncekiler gibi doğru değil, kasıtlı. Çünkü, Atatürk
hayatta iken böylesi bir şehir efsanesi yok idi. İngiliz & Fransız
statükosu "Atatürk" adını II. Dünya Savaşı sonrasında sahiplendi.
Almanlar'ın Hitler üzerinden Avrupa'da yaptığı öküzce katliamların
ardından Anadolu'da "Atatürk" adı özellikle öne çıkartıldı.
"Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi?!" diye hala soran kaldı ise işte
cevabım: "Tartışmasız Mustafa Kemal"! Türk olduğu, Atatürk olduğu
için değil, hak ettiği için, gerçek yetenek sahibi olduğu için, "cesaret,
feraset, adalet" timsali olduğu için... Onun için inatlaşmaya gerek yok,
yiğidin hakkını yiğide teslim etmek adına "Mustafa Kemal" tek
seçenek! Mehmed Akif'i de yanına koyduk mu, tablo tamamlanır.
87
"Yüzde 50" operasyonu biter, yüzde 100 başlar!- Bu bakımdan, daha
önce de altını çizdiğim gibi Türkiye içinde "Neo Enver Paşalar" aramak
ya da "Yeni Enver Paşalar" yaratmaya çalışmak doğru değil! Sonra bu
yanlış adımlar beraberinde" Almanya içinde de benzer arayışları"
gündeme getirir ki, doğru olmaz, yakışık almaz! Ki, İsmet Paşa da
Almanlar'ın adamı olarak bilinir. Gazi'nin ölümü üzerine yerine
TBMM'nin tam desteği ile seçilen İsmet Paşa, II. Dünya Savaşı'nda
Türkiye'yi büyük bir maceradan korumuştur.
Unutma oğlum! Hülasa, Atatürk Türkiyesi’nin, laik çağdaş Türkiye"nin
bekçileri bizleriz! Ama Enver Paşa şehit oldu diyecekti diyemedi. Ama
Osmanlıyı batıran İttihat ve Terakki’nin A takımıydı, Cumhuriyeti
kuran ise B takımı. Yoktu birbirlerinden farkları.
Ferruh, engin bilgisiyle kendisini aydınlatan Sedat yüzbaşının
açıklamalarından büyük zevk alıyordu. Saatinin gece yarısını geçtiğini
yeni farkettiler. Kapıyı çalan annesi Neslihandı. ‘Oğlum, geç oldu, eve
gel artık’
‘İyi geceler yüzbaşım’
88
Yirmi İkinci Bölüm: CIA-Mossad Operasyonu
1986 yılı Ağustos ayının ilk iki haftası çok hızlı geçmişti. Ferruh,
Sedat Yüzbaşı’yı dört dörtlük vatansever bir Türk subayı olarak
bulurdu, ancak onda hoşuna gitmeyen bir yan vardı. Ateistti, yani
dinsiz. Laik olduğunu söylüyordu ama sanki laiklik ile dinsizliği
özdeşleştiriyordu. Milliyetçi, vatansever bir subay nasıl olurda Allah’a
inanmazdı! Bunu çözümleyemiyordu.
Ferruh, Ulu Cami’nde Cuma namazını kılarken, asker oldukların her
hallerinden belli iki astsubay ile tanışmıştı: Halim Dağlar ve Necdet
Öz. Kısa sohbet muhabbetten sonra onu Eskişehir’de Yunus Emre
caddesinde bulunan bekar astsubay evlerine çağırdılar. Son on
gününü çok ihlaslı ve samimi müslüman olarak bulduğu bu genç
astsubaylarla geçirdi.
İki ayrı evde dörder dörder kalıyorlardı. Birbirlerine olan saygıları ve
sevgileri öz kardeşten öteydi. Said Nursi’nin yazdığı kırmızı kaplı
Risalei Nurları okuyorlardı. Muhammed Dahhak Hocaefendi’nin vaaz
kasetlerini dinliyorlardı.
15 Ağustos günkü yaptığı ziyaretde Halim beyin yüzü kireç gibiydi.
Necdet beyin ağzını ise bıçak açmıyordu. Sehpanın üzerinde duran
gazeteye gözü ilişti. Ne olduğunu anlamakta gecikmedi.
Son iki gündür Hürriyet gazetesinde sanki düğmeye basılmış gibi iki
yazı dizisi yayınlanmıştı. Birisi Said Nursi, diğeri Muhammed Dahhak
Hocaefendi hakkında karalama kampanyasıydı. Dahhak Hoca’nın hiç
bir yerde resmini bulamadıkları için Nisan 1986’da Büyük Çamlıca
Kur’an Kursu’nda verdiği görüntülü vaazından bir resim almışlardı.
Resim net değildi. Öcü bir imaj oluşturma telaşı gözlemleniyordu.
Halim Dağlar, kısık bir sesle konuştu:
İki hocayıda dört kadınla evli göstermişler. Halbuki ikiside Allah’ın
rızasını kazanmak için İslami hizmetlerde bulunan bekar insanlar.
Yalanın biri bin para. Çamur at izi kalsın anlayışı. Ferruh, Hürriyet’deki
diziyi satır satır altını çizerek okudu. Elinde gazete evden içeri
girdiğinde babası Orhan Astsubay ile Sedat yüzbaşının onu salonda
beklediklerini gördü. Yüzleri asık ve ciddiydi.
Babası Orhan, hiç olmadığı kadar durgun ve düşünceliydi. Söze
tersten bir soru ile başladı: Bak oğlum, biz neden askeri lojmanda
oturuyoruz, biliyor musun?
Daha ucuz ve konforlu olduğu için.
Hayır. 12 Eylül 1980 darbesinde Kenan Evren ve darbeci Hava
Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, sivilde yaşayan askeri
personelin acillen askeri lojmanlara alınması için ek inşaatlar
başlatılmasına karar verdiler.
89
Kısa sürede genişletilen Yıldıztepe Hava Lojmanları, otuz bin kişinin
yaşadığı dev bir kente dönüştü. 12 Eylül bazılarını zengin etti.
Bunlardan birincisi ve en başında Ortadoğu’nun en zengin generali
ünvanına sahip olan Tahsin Şahinkaya’dır. Kaleseramik ve
Kaleterasit"den sipariş verilen inşaat malzemeleri ile yapılan inşaatlar,
olmadık periyodlarla sık yenilenen, her yıl müsrifce yeniden tamir
edilen askeri binalar, lojmanlar, üslerin rantı hep Şahinkaya’nın
cebine akar.
Orhan Astsubay, Şahinkaya’yı şöyle tanımladı:
Ayakkabı 38, şapka 58, boy 1.58. Tam korkulacak bir tip yani.
Kim o baba?
O tam bir bir numaradır. Siviller darbeci diye hep Kenan Evren’e
söverler ama aslında deveyi hamuduyla götüren ve ülkeyi perde
arkasından gizli cemiyetlerle yöneten Tahsin’dir.
Ferruh, umursamadan omzunu silkti:
Bana ne bundan şimdi!
Ortadoğu’nun en zengin generalidir, tabii ülkemizinde en varlısı.
Geçen yıl İsviçre’de Milliyet gazetesinin patron Aydın Doğan ile komşu
olmuş, bir villa satın almıştı. Memur maaşıyla Karunlar gibi yaşıyor.
Oğlu Londra’da dev bir malikane görmüş, İsviçre’deki villayı satıp bu
saray yavrusunu satın almışlar.
Nasıl bu kadar zengin oluyor bu general baba?
F 16 savaş uçaklarının TAİ’deki yapım ihalesinde 23 milyon dolar
rüşvet aldı. Kimisi sadece 2 milyon dolar diyor ama inanmıyorum.
Ülkenin bütçesinin onda biri bu adamın cebine çalışıyor. Yıllarca Hava
Kuvvetlerinin C 130 Yük Taşıma uçakları, bu adamın Kıbrıs’taki
deposundan ülkeye kaçak mallar soktu. Düşünebiliyor musun,
devletin uçağı ve benziniyle kaçakçılık yapıyor.
Peki neden kimse yazmıyor, bağımsız yargıda savcılar uyuyor mu?
Kış uykusundan beter ölüm uykusu bu. Dönemin Halkçı Parti
Milletvekili Cüneyt Canver, yolsuzlukta Tahsin Şahinkaya’yı işaret
eden kuşkular üzerine Meclis’e araştırma önergesi verdi. Bizde
sevindik, nihayet yargılanacak sandık.
Sonra ne oldu?
300 sayfalık dosyası arabasından çalındı Canver’in. Korkutular tabii.
“Değerli bir Türk generalinin hakkındaki dedikoduların doğru olmadığı
ortaya çıksın diye önerge verdim” dedi. Şahinkaya, kurulan araştırma
komisyonunda, Anayasa’nın geçici 15’inci maddesindeki hüküm
nedeniyle ANAP ve bağımsız milletvekillerinin oylarıyla aklandı.
Sonraki yıllarda Şahinkaya, Time Dergisi’nin “dünyanın en zengin 50
generali” listesine girdi.
Bunlar hiç hesap vermeyecek mi baba?
90
Bunun birde ahireti var, büyük mahkemesi var, ama inanmıyorlar ki.
İnansalar tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemezlerdi. Beni biliyorsun,
bedava verseler bile ordudan evime bir litre benzini haram diye
getirmedim. Devir şerefsizlerin devri. Sisteme ya uyacaksın, ya
gözlerini kapatacaksın.
Başka ne gibi yolsuzlukları vardı bu generalin?
F-16 uçaklarının alımında yolsuzluk yaptı. Hava Kuvvetleri Komutanı
iken bu Kuvvetin ihale ve alımlarının belli şirketlere verilmesi için
nüfus kullanıp çıkar sağlamaktan, haksız iktisap yoluyla çok sayıda
taşınır ve taşınmaz mal edinilmiş olmaya, yurt dışında ve sırdaş
hesaplarda parası olmaya kadar uzanıyor.
Başka?
Ayrıca birtakım holdinglerle kendisinin ve yakınlarının ortaklık ilişkisi
içinde olduğu iddiaları vardır. Bu iddialara göre Şahinkaya’nın eşi ve
çocukları, Kalebodur, Kaleterasit ve Bagfaş Şirketlerinin
ortaklarındandır. Yine eşi daha sonra Bagfaş tarafından Denizcilik
Bankasından satın alınan İş-Kur'un da kurucu ortağıdır. İleri sürülen
iddialara karşı savunmaya geçen şirketlerden ilki (Kalebodur Şirketi)
Şahinkaya ve yakınlarının ortak olduğu ikincisi ise (Kayalar Şirketi)
Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın ihalelerini en çok alan şirkettir.
Oğlum, ben dürüst bir askerim ama herkes benim gibi değil.
Namussuzlara aldırma sen!
Bilmem mi baba! Senin gibi dürüst askerleri görmesem asker olmak
istemezdim. Askerin politika ile uğraşması demek ki kendi ceplerini
doldurmak içinmiş.
Sen sen ol, sakın siyasete bulaşma, paşa paşa okulunu oku, etliye
sütlüye karışma. Oldu mu oğlum?
Ferruh ağzını açmaya vakit bulamadan, babası lafı getirmek istediği
noktaya çekti ve taşı gediğine koydu:
Oğlum, aslında seninle başka bir konuyu konuşacağız. Namaz kılmanla
ilgili. Bu sefer durum çok ciddi! Sedat bey MİT’den kendisine ulaşan
bir rapor nedeniyle burada. Onu dikkatlice dinlemeni ve dediklerine
harfiyen uymanı istiyorum. Çünkü Şahinkaya ve şürakası, sanıyorum
işin içindeler. Ülkeyi onlar yönetiyor. 12 Eylül darbesinde kimseye
acımadılar, yine acımazlar.
Ferruh, elindeki gazeteyi masanın üstüne bıraktı. Sedat yüzbaşı, hiç
olmadığı kadar ciddiydi: Gazetedeki haberi gördüğüne göre durumu
izah etmem kolaylaşacak. Bu bir işaret fişeğidir. Hürriyet gazetesi,
MİT’den gönderilen servis haberi sayfalarına koydu, o kadar. Bak,
oğlum! Orduda namaz kılmanızı kesinlikle istemiyorlar. Büyük
operasyon hazırlığı var. Kim emirlere uymazsa gözünün yaşına
bakılmadan, rütbesi, başarısı, torpili, akrabası kim olursa olsun,
atacaklar. Sistem harekete geçti mi, fil gibidir, önüne kim gelirse ezer
geçer.
Şaşırma sırası Ferruh’a gelmişti. Saf saf sordu:
‘Kim istemiyor namaz kılmamı. Bu benim ahiretimle ilgili bir ibadet.
Kimse karışamaz.’
91
Baban senin aşırı dikbaşlı ve çok inatçı olduğunu söylediği için ben
konuşmaya karar verdim. Sana durumu tüm netliği ile izah etmeden
sanırım ikna edemeyeceğim.
‘Allah’ın emri namazın Peygamber Ocağı’mız ordumuzda
cezalandırılması kabul edilemez!’ Dikkatli dinle! CIA ve MOSSAD’ın
yıkıcı ve bölücü örgütlerle ilgili uzmanları Türk ordusunda dinci bir
yapılanmanın temellerinin atıldığını tespit etmiş. Türk istihbaratı şok
yaşıyor.
‘Ne yani, yabancı istihbaratlar istiyor diye her namazı kılanı aşırı dinci
diye mi damgalayacaklar?’
Sedat yüzbaşı daha açık konuşmaya başladı. Türk subayları bu
endişeyi dile getirdi. Bende oradaydım. Aşırı ile ılımlıyı, tarikatçı ile
tarikata bağlı olmayanı sınıflandırmamız gerekli. Ayrıca kimin zararlı
ve yıkıcı olduğuna karar vermemiz için uzun soluklu istihbarat
raporları hazırlanacak. Bu iş çocuk oyuncağı değil!
‘Halen anlayamadım. Neden biz yabancı istihbaratların uşaklığını
yapıyoruz?’
Geçen günkü konuşmamızı hatırlıyorsun değil mi? Ülkemizde çeşitli
istihbarat ve devletlerin nüfuz elde etme savaşı yaşanıyor. Amerikan,
İngiliz ve Alman istihbarat servislerinin yaptıkları operasyonları
"kamufle etmek" için genellikle MOSSAD ismi kullanılır. İsrail ve
yahudiler günah keçisidir. Taşıma suyla iş gören CIA, MOSSAD"ın
raporlarını dinler ama Türkiye üzerinden yönlendirilen işlerde
faaliyetleri "gizli"dir. Her nedense yaptığı her şey ortada olan bir
"servis"tir. Kısacası bu CIA ile MOSSAD’ın ortak operasyonu, icraata
dökecek olanlar ise Türk istihbarat subayları. NATO üyesiyiz, gelen
emirlere direnme gücümüz bulunmuyor. Alman Genelkurmay
başkanlığı’ndan da benzer bir rapor geldi. Ordunuzu gerici
unsurlardan temizleyin diyorlar.
‘ABD ve İsrail’in emelleri açık tamam, ama Almanları pekala neden
halen takıyorsunuz?!’ Güzel soru. NATO üyesi ülkelerde CIA ve
MOSSAD’ın ortak yapımı olan Gladyo örgütleri vardır. Özel Harp
Daire’mizin özel yetiştirilmiş subayları özel operasyonlarda
değerlendirilir. En teşkilatlı ve güçlü Gladyo İtalya, Türkiye ve
Almanya’da kuruldu. ABD, en güçlü ve derin güç Alman Gladyosu
üzerinden Türkiye’yi koordine ediyor. Çünkü Almanya’da üç
milyondan fazla Türk vatandaşımız yaşıyor. Bunların çoğunluğu aşırı
Kürt ve Alevi kökenli, pek çoğu ülkücü ve aşırı dinci. Bölücü ve yıkıcı
örgütlere üye çok gurbetçi vatandaşımız bulunuyor. Alman istihbaratı,
CIA ve MOSSAD üzerinden operasyon yapar. Aslında operasyonu
yapan CIA’dir, yerli taşeronlar kullanır. Korkarım, kurunun yanında
yaşta yanacak.
‘Koskoca Osmanlının torunları olarak biz neden kendi istihbaratımızı
oluşturamıyoruz?’ ‘Ordumuz istihbaratının bir zafiyeti vardır. Kendi
üretmediği analiz ve istihbarat ile yola çıkar!’
‘Bana şunu söyler misiniz, bizi nasıl bir operasyon bekliyor? Çünkü
namaz kılmaktan taviz vermeyeceğim. Bari hazırlıklı olalım.’
İstanbul’da geçen hafta Harp Akademileri Komutanlığı’nda tüm askeri
okulların komutanları ve istihbaratçılarının katıldığı bir toplantı
düzenlendi. CIA ve MOSSAD elemanları birer sunum yaptılar. Orduda
‘ Nurcu ve Dahhak Örgütü’ yapılanması varmış. Namaz kılanların
çoğunluğu bu
92
illegal örgütden. Bireysel namaz kılanlara bir sözümüz yok, ama örgüt
üyesi namaz kılanları temizleyeceğiz.
Ferruh, ikisi arasında farkın ne olduğunu kavrayamamıştı.
Kekeleyerek meramını iletmek istedi:
‘Tarikatlar bu ülkenin, milletin özünde, kökünde vardır. Gerçi Nurcular
bu devrin tarikat devri olmadığını söyler ve tarikatcılığı keskin bir dille
ret ederler ama! Şu Dahhak çakma geliyor bana!’
Aması maması yok, biz onların tarikatçı olduğuna karar verdik ise,
öyleler! İtiraz kabul etmiyoruz! İç tehdit unsurları içinde yer alıyorlar.
Milli Stratejik Konsept Belgesi’nde bu durum açıkca belirtiliyor.
Genelkurmay’ın kurmay karargah kadrosu bu belgeyi hazırlar, Milli
Güvenlik Kurulu üzerinden Bakanlar Kurulu’na tavsiye eder. Daha
doğrusu dikta ile kabul ettirir.
Peki onlar bu vatanın çocuğu değil mi? Bu ülkeye uzaydan gelmediler,
milli servetlerini hortumlayan, soyup soğana çeviren hırsız, soysuz,
düzenbaz da değiller. Hele hele ülkemizin başına tebelleş olmuş
yabancı istihbaratlar, sömürgeci tufeyliler, eşkiyalarda değiller. Hem
nasıl tespit edeceksiniz, alınlarında ‘Nurcu’ veya ‘Dahhakcı’ mı
yazıyor?
Offf oğlum of! Seninle işimiz var.
Beni ikna edecek yeterli deliliniz var mı?
Pekala daha açık konuşacağım ve son defa uyarıyorum. Önümüzdeki
ay boyunca CIA ve MOSSAD elemanları, 400 kadar istihbaratçı
subayımızı eğitecekler. Eylül ayı sonlarında tüm askeri okullarda sınıf
subayları değiştirilecek ve dini örgütler ve tarikatlar konusunda
uzmanlaşmış bu istihbarat elemanlarımız, öğrenciden sorumlu 1.
amirler olacaklar. 6 ay sizleri, yani namaz kılanları izleyecekler. Hiç
hissettirmeyecekler. Peşinize öğrenci ve sivil ajan takacaklar. Raporlar
düzenli olarak tutulacak. Kış sömesterinden sonra operasyon
başlıyacak.
‘Bunu nasıl anlıyacağım?’
Yazılı basında işaret fişeğini görürsün. Askeri okullarda irtica gündeme
getirilecek.
Halen anlayamadım. Diyelim ki, kendimi gizledim Namazı bıraktım.
Bohem bir hayat yaşamaya başladım. 6 ay sonra beni tespit
edemediler. Atılmayacak mıyım? Kimseyi bulamadılarsa, yok olanı
nasıl var edecekler? Eskiden namaz kılıyor olmam suç unsuru
oluşturmaya devam edecek mi? Namaz kılmak bildiğim kadariyle İç
Hizmet Kanunu ve Askeri Ceza Kanunu'nda suç değil.
Zurnanın zırt dediği yerde işte burası. Disiplin notunuzu kırarak size
atacaklar. Minareyi çalan kılıfını uydurur.
Peki nasıl tesbit edileceğiz?
Anket yapılacak. Bu ankete bir kaç öğrenci doğru cevap yazsa, arkası
çorap söküğü gibi gelir. Ne demek bu?
Şu demek. Namaz kılan bir Dahhakcı, Nurcu veya tarikatcı, dini bir
örgüte üye olduğunu ankete yazar. Niçin yazar? Atılmaktan korktuğu
için yazar. Yazmazsa atılacağını anket öncesi komutanları söyler.
Fakirse anlaşmayı kabul eder. Çünkü okul tazminatını ödeyemeyecek
bir
93
aileye mensuptur. Veya atılmanın ailesi üzerinde yapacağı utancı
kaldıramaz. Bundan sonra ihbarcının vereceği her isim örgütcü kabul
edilir.
Diyelim ki, böyle oldu. İtirafcının verdiği isimler direndi. Nasıl
ispatlayacaklar?
İşkence ile ifade alır, imzalatır ve ispatlarlar.
Ama bu haksızlık, insafsızlık değil mi? Adalet bunun neresinde?
„Oğlum, sen hangi yüzyılda, hangi orduda yaşıyorsun. Üst her zaman
haklıdır, astın haklı olduğu durumlarda da üstün haklı olduğu ilkesi
uygulanır."
Ferruh, Sedat yüzbaşının ağzından mümkün olduğu kadar fazla laf
kopartmaya çalışıyordu. Ketum sanılan istihbaratçıların boşboğaz
olduğunu yeni öğreniyordu. Kendilerine olan aşırı özgüvenleri
istihbaratçıların en büyük zafiyetiydi. Salağa yatarak sormayı
sürdürdü: Anketde ne gibi sorular olacak?
Açıkcası anketi gördüm. Namaz kılıp kılmadığını soruyorlar. Askeri
okula hazırlanırken hangi özel dersleri, kimden aldığnız, bir eve veya
dershaneye gitmediğiniz ve bunların kime ait olduğu soruluyor. Eğer
herhangi bir vakfa üye bir dershane ise, sakın yazma. Çünkü irticacı
dershane listesi epey uzun.
Başka!
Bazı öğrenciler ortaokulda İmam hatipde okur iken dışarıdan düz
ortaokul imtşhanlarınıda veriyor. İki tane ortaokul veya lise diploması
oluyor. İmam hatip mezunu olduğunu gizliyor. Biliyorsunuz, bu
okulların mezunlarını askeri okullara almıyoruz. Bu resmen bizi
aldatmak. Bunu tesbite yönelik bir soru olacak. İşi merkezinden
araştırmak için zaten askerlik şubeleri görevlendirildi.
Gerçekten inanılmaz şeyler bunlar. Dindar her öğrenci hedef demek
ki. Başka metotlarda var mı?
Elbette var. İçki içmeyen, kız arkadaşı olmayan, kumar oynamayan
her askeri öğernci potansiyel tehdittir.
Anlamadım niye veye neye karşı tehdit?
Laik, sosyal ve hukuk devletine karşı virüstür. Batı anlayışında
medenice yaşamayan asker haindir, sisteme uymaz. Doku uyuşmazlığı
yaşamamak için kanser hücrelerin kesilmesi zaruridir.
Ferruh, ‘Hırsızlık yapmayan, devleti talan etmeyen insan neden
kanserl i olsun?’ diye içinden geçirdi ama dilini ısırdı, sustu. Tepkisini
farklı bir soruyla verdi:
Yine anlamadım ya, neyse... Son sorum: CIA’yı anlıyorum. ABD’ye
gebeyiz. Peki neden MOSSAD?
Hiç bozuntuya vermeyen Sedat yüzbaşı, akıl ve mantık dairesinde net
bir yanıt sundu: MOSSAD, Filistin Kurtuluş Örgütü ve HAMAS’ı
birbirine düşürme konusunda son derece başarılı oldu. Pek çok İslam
ülkesinde MOSSAD’ın aşırı dinci örgütlenmelere karşı başarılı
94
olduğu taktikler uygulanıyor. Bizdeki ‘Nurcu Dahhak’ yapılanmasının
HAMAS gibi olduğunu rapor ettiler. Çok tehlikelilermiş. Eğer
durdurulmazlarsa 20 sene sonra devleti ele geçireceklerini rapor
ettiler. Nasıl bir örgüt olduklarını bilmiyoruz, ama emin ol ortaya
çıkartacağız.
Ya böyle bir örgüt yoksa! Ya bu ütopik bir yalansa! Yalanlara inanmak
zorundayız, öyle mi? Biz askeriz, verilen emri uygularız. İçi boşsa
doldururuz. Dolu ise boşaltırız. Emri sorgulamayız.
Ya emri verenler CIA ve MOSSAD’daki istibarat uzmanları İslam ve
müslüman düşmanı ise ne olacak?
Hımmm... Bunu hiç düşünmemişim. Herhalde büyüklerimiz
düşünmüştür. Askerler hata yapmaz. Ayrıca Türk olmakla gurur
duyarım ama bizi arkadan vuran çöl bedevisi Arapları sevmem.
Müslümanlarda medeniyet yok, İslam ülkelerinin hepsi geri kalmış.
Neden ? Müslüman oldukları için. Uzak olsunlar. Takunyalılar
gericidir, asla da ilerici olamayacaklar. Amma yaptınız komutanım. Bu
hamur çok su götürür, size saygım nedeniyle tartışmayacağım. Peki
sizce ülkemizde CIA ve MOSSAD’daki dostlarınızın, stratejik
müttefiklerimizin ülkemizde en fazla nefret ettiği veya sevmediği dini
lider kim?
Tabii ki, Said Nursi veya Kürdi denen köylü... Takipçilerine Nurcu
diyorlar. Tarikatcılar. Ölüsü dirisinden daha tehlikeli hale geldi. Sessiz
ve şiddetsiz bir direniş sergiliyorlar. Yoksa çoktan takipçilerini mezara
postalamıştık.
Peki Türk ordusu neden bu adama şiddetle karşı?
Atatürk, saltanat ve halifelikle birlikte tüm tekke ve zaviyeleri kapattı,
cumhuriyetin bir mollalar, hacı hocalar devleti olmasını engelledi.
Bizde bu emanetin bekçileriyiz. Din Afyondur, uyuşturur. Bizi geri
götürmüştür. Batılı olabilmek için dini toplumdan atmalıyız. Nurcular,
laik cumhuriyetin en büyük baş belasıdır. Medeniyetimizi tehdit
ediyorlar. Askeriyede dindar müslüman istemiyoruz. Hiyerarşiyi
bozuyorlar. Şeyhine tapan adam komutanını dinlemez. Said Nurside
bir şeyhdir, şeyhlere alerjimiz var.
‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ diye bir söz duymuştum amma...
Ne şeyhi, ne şeytanı oğlum! Komutanınız, Atatürk sizin tek
rehberinizdir. ‘Öl dese’, öleceksiniz.
Ölürsek şehit olur muyuz, pisi pisine Niyazi olmayalım da?
Senin kafan sulanmış oğlum! Bu kafayı düzeltmezsen seni nizamiye
önüne koyarlar, bilmiş ol!
Ferruh, Said Nursi’yi ve Nurcuları az çok tanıyordu. Daha iyi
öğrenmeye o gün karar verdi. CIA ve MOSSAD'ın nefret ettiği adam ve
Nurcular, mutlaka iyi olmalıydı. Ters mantık böyle söylüyordu. Ferruh,
en fazla merak ettiği soruyu sordu:
İrtica operasyonunu yürütme görevi hangi paşaya tevdi edildi?
Kara Kuvvetleri Komutanı Oreneral Necdet Öztorun, bizzat ilgileniyor.
Şu NATO eğitimli meşhur paşamız mı?
95
ABD’nin Türk ordusundaki en kudretli paşasıdır.
Bizim paşamız mı, onların mı?
Ne farkeder, NATO üyesiyiz. Komutan gereken emirleri çok gizli
notuyla tüm askeri okulların ve kıtaların ilgili makamlarına iletti.
Ya diğer kuvvetler?
Eşgüdümlü, koordine merkezi diğer kuvvetlerin istihbaratları ile bilgi
paylaşımına gidecek. İrtica ne demek?
Geriye gitmek ve çöl kanunu ile yönetilmek demektir!
Çöl kanunu ne demek?
Sende sıktın ama... Kur"an, şeriat devleti isteyenlerin kitabı yani.
O kitap tüm müslümanların 14 asrı aydınlatan kitabı.
Laik devletde Kur"an tanımayız.
O halde irtica ile mücadele ile Kur"an ile savaş aynı kapıya çıkar. Siz
Allah"a kafa tutuyorsunuz.
Nihayet anladın...
Peki ne yapmalıyım?
Takiyye yapmalısın?
Olduğun gibi görünmek tehlikeliyse olmadığın gibi görünmelisin.
Ama bu münafıklık değil mi?
Şii ve Alevi kültüründe hayatın ve inandığın değerler tehlikede ise
takiyye yapmak caizdir. Ama biz sünniyiz.
Olsun be oğlum! Ne yapmayacağını biliyorum: Kesinlikle namaz
kılmayacaksın. Kendini hiç olmazsa önümüzdeki fırtınalı dönemde bir
yıl gizlemeni tavsiye ederim.
Ben olmadığım gibi olamam ki...
Olacaksın. Hemen kendine hemşire kolejinden bir kız arkadaş edin.
Mektuplaşın ve hafta sonu buluşun, gezin, tozun. Dolabında porno
dergileri yakalat ve ceza al ki, kayıtlara dinci olmadığın işlensin. Farklı
görüşten arkadaşlarla yakınlaş, diskolara, barlara git, eğlen. Onlar
seninle ilgili medeni biri diye rapor verirse, yırtarsın. Sigara içmekten
ceza al. Takip çizelgesinde sigara içenlerin Nurcu olamayacağı yazıyor.
Buda ciddi bir gösterge.
Ben bunları yaparsam doğru yoldan saparım.
Senin yolda kalırsan fişlenirsin ve okuldan atılırsın. Tercih senin...
96
Yirmi Üçüncü Bölüm: Said Nursi ve Nur Akımı!
Ferruh, Eskişehir’den Ankara’ya dönüşü hiç sevmiyordu. Bu sefer koşa
koşa geldi. Sedat yüzbaşının yerin dibine batırdığı dindar
müslümanları, Kur’an’ı, peygamberimizi ve kitaplarından pek çoğunu
okuduğu Said Nursi’yi kime soracağını biliyordu:
Hacı Bayram’daki İhlas Kitabevinin gediklisi Hüseyin Hoca’ya!
Otobüs terminalinden iner inmez Ulus’a geçti. Hacı Bayram Veli
Cami’inde öğle namazını kıldı. İhlas kitap evinin arka odasında yapılan
Risale sohbetlerinde sık sık beyin fırtınası yaşanırdı.
Her zaman olduğu gibi cami cemaatından on kişiye yakın bir topluluk
birikmişti. Çaylarını yudumlarken, birbirlerine hal hatır soruyorlardı.
Hoş beşten kısa süre sonra sohbet başlardı. Hüseyin Hoca, Said
Nursi’yi görmüş erenlerden biriydi. Tam canan sohbetini başlatacaktı
ki Ferruh ileri atıldı:
Hocam! Bize Said Nursi’yi anlatır mısınız? Kırmızı kitapların yazarı
gerçekte kimdir, kim değildir?
Hüseyin Hoca, 17 yaşına henüz basmamış bu yağız delikanlıyı kırmadı.
Belli ki, bu soruyu sınamak veya kınamak için değil, öğrenmek için
soruyordu. Ağır ağır konuşmaya başladı: Onun kitapları sekizyüz küsur
defa bu ülkede mahkemeye verildi. Hepsinden beraat etti. Çünkü
siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçan üstad, İslam’ı elmas
hakikatlarını asla cam parçaları ile değiştirmedi. Bin yıldır İslam’a
hizmet eden Türk milletinin ve ordusunun bir gün tekrar aynı görevi
ifa edeceğini hissi kablel vuku veya kerametiyle biliyordu. Bu nedenle
asla bu millete ve ordusuna sövmedi, sövdürmedi.
Said Nursî “çağın yetiştirdiği adam” değildir. Çağın bütün şartları
aleyhinde olduğu halde dik durmuş, diri ve diriltici olmuştur. Ne
iktidardan medet ummuştur ne de çoğunluk peşinde koşmuştur.
Yazdıkları cezaevi hücrelerinde sigara kâğıtlarına gizlice
yazılmış,okuma yazma bilmeyen köylüler tarafından da aşkla
çoğaltılmış ve okunmuştur. “Çağa rağmen yetişmiş” ve “çağı
yetiştiren” adamdır.
Said Nursî “dindar” değildir. “Dindarlık” dine dışarıdan bakanların icat
ettiği bir tanımdır. “Dinin emir ve gereklerini yerine getirmede
başkalarına göre daha ileri giden”leri tanımlamak için kullanılır. Oysa
“din” “Allah’a borçluluk bilinci”dir, “Alemlerin Rabbinin kendisine her
an yapmakta olduğu sayısız iyiliklere şükürle karşılık verme aşkı”dır.
Bu bilinç ve aşk dışarıdan gözlenemez; ölçülemez. Açığı ya da koyusu
olmaz. Bu bilinçle ve bu aşkla yaşamak adam olmanın standardıdır.
İyiliğe karşı nankörlük etmeyi, borcunu inkâr edecek denli duyarsız
olmayı “adam”lık diye tarif edenlerin biraz daha “koyusu”, az daha
sofusu değildir “dini yaşayanlar”; yani dindar değildirler. Said Nursî,
“ben dindar bir cumhuriyetçiyim” sözünü mahkemede savunması
sırasında söyledi.
97
Sözde cumhuriyetçilerin anlayacağı dil üzerinden konuştu, o kadar.
Eserlerinde “dinimiz bunu gerektirir”, “nitekim dinimiz emreder ki..”
yollu bir hitap ve üslup bulunmaz.
Said Nursî “din adamı” değildir. “Din adamlığı” ruhbaniyetin bir
şekilde uygulandığı, dini yaşamanın bir “iş” haline getirildiği
toplumlarda vardır. Din adamlarının özel kıyafetleri, özel statüleri
vardır ve özel bir sınıftan gelirler. Kilise ve havralarda rahip ve
hahamlar özel kıyafetleriyle, İran"ın Kum şehrinde “molla”lar ancak
kendilerinin giyebildiği siyah ya da beyaz sarıklar ve rüzgârda salınan
pelerinleriyle bir “din adamı”dır. Diyanet İşleri Başkanlığı kıyafeti,
imama özel cübbe ve sarık diye bir şey yoktu eskilerde.
Peygamberimiz (asm) arkadaşları arasında bir ziyaretçinin “hanginiz
Muhammed?” diye sormak zorunda kalacağı kadar “sıradan”dı. Ne
özel postu vardı ne pelerini vs. Din, din adamlarının mesleğidir. Özel
rütbeleri ve özel mekânları da vardır. Bir takım ayrıcalıkları ve
dokunulmazlıkları olur. Ne özel kıyafetlidir Said Nursî ne özel bir
sınıftan, soydan geldiğini vurgular. Hayatın ortasında acıkan, üşüyen,
öfkelenen, seven, gerekirse savaşan bir “adam”dır sadece. “Din
adamı” değil, “dinin adamı”dır. “Allah"a karşı borçluluk bilinci”ni
iliklerine kadar hisseden bir “insan”dır sadece. “Namaz kılmak iyidir
ama her gün beşer defa olduğundan bitmiyor, usanç veriyor” diyen
bir adam için “empati” kuracak kadar kalenderdir. “Namaz farzdır,
kılacaksın!” şeklindeki üstenci tutum ve tavrı hiçbir alanda
göstermemiştir.
Said Nursî “din âlimi” de değildir. “Din bilginliği” yenilerde türetilmiş
seküler bir sınıflandırmadır. Dine göre yaşamayı hayatın özel bir
alanına öteleyen, bazılarının özel hobisine indirgeyen bir
tanımlamadır. Din yaşamak içindir.Yaşamak ise herkese düşer.
Kur"ân"a muhatap olmak herkesin işidir. Vahyin iniş üssü haline
getirilebilecek akıl herkeste vardır. Dinî konularda bazılara
bazılarından daha çok şey bilebilir. Olsa olsa bu “din âlimliği” diye
tarif edilebilir. Allah"a borçlu olarak yaşamak ise kimsenin
uzmanlığına bırakılacak kadar karmaşık değildir. İyilik karşısında
mahcup olmak özel bir ilgi alanı olacak kadar seçmeli bir iş değildir.
Allah"a karşı borçlu olma sırrının farkına varmak, adamı “âlim” eyler,
“bilgin” kılar. Said Nursî, işte bu yüzden “din âlimi” değil, “âlim”dir,
“bilge”dir. Güllerin soluşuna üzülecek kadar, vahşi hayvanların sesine
alışacak kadar hayatın içindedir. Kalbinin sonsuzluk sevdasını hissedip
yazacak denli, ihtiyarlığın hüzünlerini ve hastaların acılarını görecek
kadar özüne iner varlığın. Söyledikleri “dinî konular”la sınırlı değildir.
Nefsi olan, kalbi olan, gökleri gören, ölüme üzülen, denizleri seven,
güllere meftun herkese söyler sözünü. Söylediği ancak “din
adamları”nın uzmanlık sahasına giren “dinî” detaylar değildir. Varlığın
dilini çözer Said Nursî. Varoluşa dair konuşur.
Said Nursî, bir “şeyh” değildir. Ömrü boyunca yanındaki herkese, her
öğrencisine “kardeşim” diye hitap etmiştir. Hiçbir talebesiyle “şeyhmürid” ilişkisi içinde olmamıştır. Bu konuda “İhlas ve Uhuvvet
Risalelerini meraklısı okuyabilir.
98
Said Nursî “milliyetçi” değildir. Bir insanın soyu üzerinden
yüceltilmesini ya da yerilmesini her “akıl sahibi” olmak üzerine farz
olan her “iman ehli” gibi esastan ve usûlden reddetmiştir. Türkiye"de
Türk ırkı üzerinden üretilen ve sistematikleştirilen rejim ırkçılığına
kendisi Kürt olduğu için değil mümin olduğu için karşı durmaktadır.
Kürt olduğu için Türkçülüğe karşı çıkanlar, Kürt oldukları için
Kürtçülük yapmayı hak görürler kendilerine... Said Nursî’nin “açılımcı
görüşleri” Kürt halkı hatırına değil, Kur’ân’ın hatırınadır. Birilerinin
sandığı gibi “müsbet milliyetçiliği” de önermiş değildir. Sadece bu
zamanda milliyetçilik fikri üzerinden zevklenen ve nemalanan kişi ve
grupların, soya yükledikleri yücelikten devşirdikleri lezzeti, Allah"a kul
olma lezzetine şefkatli bir üslupla dönüştürmeyi hedefleyen bir dil
kullanmıştır. Yani “müsbet milliyetçilik” Said Nursî’ye “terk edilen
milliyetçilik”tir. En olumlu ırkçılık, öldürülen ırkçılıktır.
Said Nursî, Said Nursî’ci değildir. Hatıraları ve menkıbeleriyle
özlenecek, kerametleri ve kahramanlıkları ile anılacak bir tarihsel
figüre indirgenemez. Said Nursî’nin hatıraları, en meraklısını bile
tatmin edecek ayrıntılarıyla Risâle-i Nur’dadır. Bizzat kendisi
tarafından yazılmıştır. Yakın tarihte yaşamış hiç kimsenin hayatı hem
de kendi kaleminden içinin sesini yansıtacak berraklıkta, hüzünlerinin
ve sevinçlerinin her kıpırtısını satırlara akıtacak şeffaflıkta yazılmış
değildir. Dolayısıyla, Said Nursî bir arkeolojik kazı konusu
yapılmayacak kadar orta yerde ve diridir. Son Şahitler gibi tarihsel
çalışmalar da, ancak Said Nursî"nin kişiliğinin yansıdığı aynalar
gözüyle okunabilir, okunmalı. Kerameti ve kahramanlığı üzerinden
Said Nursî’cilik yapılmasına da ihtiyaç duymaz Said Nursî; hayatı hece
hece herkesin elinin altındadır. Söylediklerinin ve söyleyeceklerinin
hepsi hemen şimdi ve burada anlaşılır olarak okunabilir niteliktedir.
Risale-i Nur’u okuyan herkes şimdi ve burada Said Nursî ile
konuşabilir. Dolayısıyla, Risâle-i Nur ortada dururken, hiç kimse Said
Nursî varisliğine, halifeliğine soyunamaz. Buna hiç gerek yoktur, hele
de bunu Risale-i Nur’a rağmen, hele bir de Said Nursî’yi aşarak ya da
yedeğine alarak yapmak kimseye düşmez.
Said Nursî, devletten itibar ve mezar bekleyen biri değildir. Resmî
iade-i itibarlara ihtiyacı yoktur. Mezarının yokluğu da kendi duası ve
temennisidir. Hayatında istemediği türbeleşmeyi ölümünden sonra
hiç istemez. Said Nursî’yi ziyaret etmek isteyen mezar taşına değil
kitaplarının sayfalarına baksa yeter de artar bile. Zaten sağlığında da,
kendisini kendisi için ziyarete gelenlere, kendi canlı bedenini her yıl
biri ölmüş Said’lerin başında bekleyen bir mezar taşı olarak tarif eden
Said Nursî, “mezar taşı”nı değil, “satır başı”nı göstermiştir. Gidin,
Risâle okuyun kardeşim demiştir. Ve hâlâ demektedir.
Said Nursî, Risale-i Nur takıntısı olan biri de değildir. Kendi yazdığı
kitaplar Kur’ân’ı anlamak ve yaşamak içindir. Risale-i Nur’un hatırı
Kitab’ı okutmaya kadardır. Eğer Risale-i Nur da, kendisinin de
şikayetçi olduğu kimi “tefsirler” “ahkâm kitapları” Kur’ân’a pencere
değil perde
99
oluyorsa okunmamalıdır. Risâle-i Nur’u okuyanların ilk anladığı ise
Kur’ân’dır-kendileri bunun farkında olmasa bile.
Said Nursî İslamcı değildir. İslamcılık Oryantalistlerin ürettiği bir
terimdir. Her şartta, her zaman, her yerde “Müslümanlardan yana
olmak” demektir. Kimi Batılılar kendi şablonları ancak bu kadarını
taşıdığı için, Müslümanları İslam etiketi üzerinden taraftarlık yapacak,
İslam"ın ırkçılığını üretecek içeriksizler olarak görmek istemiştir,
görmüştür. İnsanın içine doğru derin ve zorlu bir yolculuk olan iman
etme serüvenini sadece dışa vuran, sadece kalıpta kalan kuru bir
tarafgirliğe hapsetmek istemişlerdir. Oysa İslam olmak insan
olmaktan geçer. İnsan olmayı atlayarak Müslüman olursak, sadece
“Müslümanlardan yana” olan bir politik kitleye dönüşürüz. Müslüman
zulmün karşısındadır; zulmü yapan Müslüman da olsa. Müslüman
mazlumdan yanadır, zulmedilen kâfir de olsa. Yani, mümin yaşama
kodlarını dışarıdaki siyasal kalıplardan değil, vicdanının Rabbiyle
sıcacık temasından alır. İşte bu yüzden Said Nursî"nin iman etmenin
inceliğini yeni baştan inşa ettiği, yenilediği Risale-i Nur"da “biz
Müslümanlar” söylemi yoktur.
Risale-i Nur söylemi, “bil ey nefsim!”dir. Yani, nefsi olan herkes Risalei Nur’un rahlesine oturur. Ne cemaat şartı vardır, ne kıyafet şartı ne
de siyasal taraftarlık şartı.
Ferruh, ‘işte bu dedi’ içinden. Kalbi, ruhu, zihni tatmin olmuştu.
Peki irtica ne demektir?
Hüseyin Hoca, derin bir iç çekti:
31 Mart Vakası ile başlayan muhalefetin adıdır, oğlum!
Ne olmuştu ki!
31 Mart ile 2. Abdulhamit devrildi, İttihat ve Terakki fiilen iktidara
katıldı. İttihat ve Terakki karşıtı muhalefet dağıtıldı. Abdulhamit'e
göre 31 Mart'ı tertipleyenler, İngilizci Kamil Paşa'nın oğlu Sait Paşa ve
Prens Sabahattin yanlısı İsmail Kemal'dir. İsyanın elebaşısı Hamdi
Çavuş'u kandıran onlardır. İttihatçılar tarafından 31 Mart'a karıştığı
iddia edilen isimler arasında Ahrar Fırkası lideri Prens Sabahattin,
Mevlanzade Rıfat, Rıza Nur, Dr. Nihat Reşat Belger, Said Nursi, Rasim
Hoca, Ahrar Fırkası Sekreteri Ferruh Alkent gibi isimler de vardı. Hepsi
Abdulhamit karşıtıdır, önceleri İttihatçılarla teşrik-i mesai içinde iken
ters düştüler.
Said Nursi ile ne alakası var?
31Mart Vakası sırasında Mevlanzade Rıfat ile Mısır'a firar eden Rıza
Nur, Milli Mücadele'de Sinop Mebusluğu, Sağlık ve Milli Eğitim
Bakanlığı yaptı. Lozan'da ikinci adamdı. 31 Mart davasında suçlu
bulundu, ancak cezası kaldırıldı. İsyancıları yatıştırmak için büyük çaba
harcadığı halde tutuklanan Said Nursi beraat etti. Sonraki yıllarda
Enver ve Talat paşalarla dost kaldı.1908'de sürgünden döndüğünde
Hürriyet kahramanı olarak karşılanan Rasim Hoca ise 31 Mart
Davası'nda mahkum edildi. Prens Sabahattin'e yakındı. Ona göre 31
Mart, ne Meşrutiyete ne Meclise karşıdır, "Olsa olsa İttihat ve
Terakki'nin Meşrutiyet aleyhtarı tavırlarına karşı çıkmak, yani irtica
sayılabilir. İrtica bu tarihten sonra ağızlara sakız oldu.
100
Biraz daha açar mısınız?
Romanımızın en güçlü yazarlarından Peyami Safa, Türk Düşüncesi
adıyla bir dergi neşrederdi. 1 Mayıs 1959'da neşredilen beşinci sayısı
irtica sayısı olarak yayınlandı. "İrtica nedir" başlıklı ilk yazı Peyami
Safa'nındı. Şöyle bir tarif yaptı Safa:
İrtica, Fransızca "reaction" karşılığıdır. Kelimenin diğer Batı
dillerindeki kökeni "reakt"tır. Yani, "tesire karşı, amele karşı"
manasına gelmektedir. Buna, "aksülamel, aksi tesir, tepki" de deriz.
Bunu sosyal hayata uygulayanlar, "gerilik" anlamını uygun
görmüşlerdir. Türk Dil Kurumu bugün irticanın karşısına; "gericilik"
yazmaktadır. Reaksiyon ise; "tepki"dir. Kelimenin reaksiyon
karşılığındaki anlamı tamamen silinmiş, yerini gericilik almıştır.
Siyasî ve sosyal hayatımızda bu denli önemli bir yer tutan, darbelerin
ve daha pek çok siyasî, idarî ve askerî hareketin çıkış noktasını
oluşturan bir kavramın böyle tek kelime ile anılması, karşılanması
gerçekten hayrete şayandır. Devletin sözlüğündeki tek kelimelik ve
tek anlamlı bir kelime bütün bir devlet hayatının da, millet hayatının
da en sancılı konularından birini teşkil etmektedir.
Türk Düşüncesi dergisinin yazar kadrosunda akl-ı selimi temsil eden
önemli isimler yer almaktaydı. Ordinaryüs Profesör Ali Fuat
Başgil'den, yine aynı unvanlı Hilmi Ziya Ülken'e, İsmayıl Hakkı
Baltacıoğlu'ndan, Bediüzzaman'ın avukatı Bekir Berk'e pek çok isim bu
sayıda yazı yayınlamışlar ve hepsi; irtica yoktur, ancak böyle bir
yaygara altında dine ve dindarlara hücum vardır, diye feryat
etmişlerdi.
İrtica bazen, böyle üst düzey karanlık eylemlerle, katillerle bazen de
bir çocuğun elindeki bir dinî kitapla gündeme gelmektedir. Gündemin
daima gizli veya açık önceliği bu kavrama mahsustur. Ancak siyasî ve
idarî hayatımızdaki yerini henüz dolduracak bir kavram
keşfedilmemiş, icat edilmemiştir.
Elbette, bütün yaşanılanlardan ve yakın tarihimizdeki tecrübeden
devletin, dine ve millete karşı bir önyargı içinde olduğu, dini dışladığı,
dindarlara zarar verdiği anlamı çıkarılamaz. Zira bu vatanda
Selçukluyu da, Osmanlı'yı da, Türkiye'yi de ayakta tutan, devleti
devlet yapan asıl ve aslî unsur dindir, Müslümanlıktır.
Devletin ve milletin çok şükür İslâm üzerine var olduğunun en önemli
delili, "azınlık cemaatleri" kavramının Yahudileri, Ermenileri, Rumları,
Süryanileri vs. diğer gayr-ı Müslim unsurları ifade ediyor olmasıdır.
Buradaki mücadele ve muhalefet biçimi din ile devlet arasında
cereyan etmemekte, tamamen siyasî görüşlerin, politik hesap ve
çıkarların, siyasal ve toplumsal hedefleri olan kişilerin ve kurumların
çok sert ve nihayet biraz da acımasız bir söylemi ve eylemi olarak
vuku bulmaktadır.
İrticanın gündemde en çok yer işgal etmesi, bilhassa siyasî yelpazenin
sağında yer alan siyasî partilerin iktidarda olduğu dönemlere denk
gelmektedir.
Bunun önemli bir örneğini, Adnan Menderes'in iktidarı CHP'den
alması ve CHP'nin bir daha iktidar yüzünü seçimler vasıtasıyla
göremeyeceğinin anlaşılması üzerine vukua gelen olaylar
1
101
teşkil eder. Henüz ihtilâl gerçekleşmemiş, 27 Mayıs sabahı, bir
bayram şenliğine dönmemiştir. Memleketin en önemli meselesi
irticadır. Her yerde patlak veren olayların tek adı vardır. Nihayet bu
irtica buhranının sona ermesi için, ağır darbenin iktidara, hükümete,
başbakana, millete, devlete indirilmesi şart olmuştur.
Ferruh, saf saf sordu:
Neden irtica kelimesini kullanıyorlar?
Haramzadelerin, kirli ve karanlık emeller besleyenlerin, dini kendi
karanlık emellerine alet edenlerin yegâne ve en önemli muhalifi
milletimizdir. Bu ülkede irtica ile anılan en doğru kelimeler yaygara ve
paranoyadır. İrtica, işte bu vasıflara sahip güruhun tek silahıdır, onu
hiç kaybetmek istemiyorlar.
Kavramlar karmaşası yaşanıyordu. İrtica, laiklik ve dindarlık... Bir
yerde yanlış giden bir şeyler vardı ama ne!
102
Yirmidördüncü Bölüm: Yanlış giden bir şey var ama
ne!
1987 başında Cumhurbaşkanı Evren, 'kızların, başörtüyle okullara
giremiyeceğini' söyledi. Hemen ardından YÖK, türban yasağının
devam etmesi yönünde bir karar aldı. Adana'da Cumhurbaşkanı
Evren'in de katıldığı Rektörler düzeyindeki toplantıda, türbanın
kesinlikle yasaklanmasına dair karar alındı. 15 Üniversite yönetimi,
YÖK'ün getirdiği türban yasağını uygulama kararı aldı. İran İslam
Cumhuriyeti'nin Sesi Radyosu'nda yayınlanan Mollalar bildirisinde
'Türkiye'de türbanın yasaklanması' kınandı.
Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin başını çektiği kara propaganda
kampanyasında, Federal Almanya'nın Köln şehrinde Cemalettin
Kaplan'ın (Kara ses) Türkler arasında irtica kampanyası sürdürdüğü
ortaya atıldı. Ortam gerildi. 18 Ocak’da Konya Ereğlisi'nde türban
yasağı ile ilgili olarak çıkan olaylarda 17 kişi gözlem altına alındı. Bu
esnada Tahran'da yayın yapan bir radyo, Türkiye'deki müslümanları
isyana çağırdı.
28 Şubat’da Türk Silahlı Kuvvetleri, Güneydoğu sınırında PKK
militanlarına yönelik 'Bahar Harekatı'na başladı. 1 Mart’da İzmit'te
DEV-SOL örgütüne yönelik yapılan operasyonda 15 militan yakalandı.
Ordu zaman zaman imajını düzeltmek, din düşmanı olmadığını
maskelemek için çakma haberler yaptırıyordu.
Ferruh, medyada çıkan askeri okul ve ordu hakkındaki haber ve yazı
dizilerini kaçırmaz, çıkan her kitabı heyecanla okurdu.
"Evladım sen sorularını bırak, biz onlara güzel güzel cevap verir
göndeririz, ta buralara kadar gelip de yorulma!" demişti İrfan Tınaz
Paşa. Kime? Genç ve toy gazeteci Ahmet Tezcan’a. Askeri okulda
hayatın nasıl geçtiğini anlatan bir yazı dizisi, işte böyle başlamıştı.
Heybeliada'ya gitti. Deniz Harp Okulu henüz Tuzla'ya taşınmamıştı.
İhtilal sonrasıydı. Gazeteciliğe başlayalı bir yıl bile olmamıştı.
Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Burhan Felek'in dudaklarının nemi,
Konsey Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in elinin üzerinde
kuramamıştı. Hâlâ gazeteler kapatılıyor, "Bir Bilen"den haber uçuran
köşe yazarları hapse atılıyor, Türkiye halkın "Beşi Bir Yerde" dediği
paşalar tarafından yönetiliyordu.
Böyle bir ortamda gazete yönetimi Genelkurmay Başkanlığı'na
başvurmuş, Harp Okulları'ndaki askeri eğitimle ilgili bir yazı dizisi için
izin talep etmişti. İzin verilmişti. Gerçi gazetede Ergin Konuksever gibi
cephe tecrübesi olan ustalar da vardı ama ne hikmetse bu röportajı
askerliğini bile yapmamış Ahmet Tezcan gibi bir çaylağın yapması
uygun görülmüştü.
Elimde Genelkurmay izniyle makam odasına girdiğimde Deniz Harp
Okulu Komutanı İrfan Tınaz Paşa böyle demişti işte:
"Evladım sen sorularını bırak, biz onlara güzel güzel cevap verir
göndeririz, ta buralara kadar gelip de yorulma!"
Ödü patladı. İşi kaçırmamak için titreyen bacaklarımın üstünde
diklendi.
103
"Ben buraya mülakat yapmaya gelmedim komutanım, röportaj
yapmak istiyorum!"
"Ne farkı var?" diye sordu. Anlattı. Bir subayın nasıl yetiştiğini
gözlerimle görmek, onların arasında yaşamak, mümkünse onlar gibi
giyinip eğitime çıkarak gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi
aktarmak istediğini söyledi.
"O kadar uzun boylu değil." dedi. "Tamam anladım, gel, gör,
misafirimiz ol ama üniformayı unut!"
Dinlenme tesislerindeki bir müstakil evi ona ayırdılar. "Emrine" bir
çavuş verdiler, her sabah saat 05.00'te beni uyandırıp kahvaltı getirsin
diye ve bir hafta misafir ettiler.
Üç Harp Okulu'nda da birer hafta kaldı ve röportajlar yaptı Ahmet
Tezcan. 30 günlük yazı dizisi hazırlayan Tezcan"a bir askeri piyango
bana çıkmıştı işte. Yavuz zırhlısının gölgesinde bembeyaz bir haftayı
Deniz Harp Okulu'nda yaşadı. Gözlerini sabaha boru sesiyle değil de
Diana Ross'un o günlerde pek meşhur olan Endless Love şarkısıyla
açan Hava Harp Okulu'nda gökyüzü kadar mavi günler geçirdi.
Ankara'da sadece bir sınıfı Deniz ve Hava Harp Okulları'ndaki bütün
öğrenci mevcudu kadar olan Kara Harp Okulu'nda toprağın rengine
büründü. Unutulmaz anlar yaşadı ve 30 gün boyunca yazdı.
Deniz Harp Okulu'nda "komutanım" yoktu, "efendim" vardı. Genelde
sahil yörelerinden öğrenci geliyordu. Sadece NATO derslerine
giremeyen Libyalı Arap öğrenciler, ailelerinden gelen yaklaşık 500
doları hafta sonlarında son kuruşuna kadar bizim çocuklarla
harcıyorlardı. Hava Harp Okulu'nda teknolojinin ve çağdaşlığın her
yeni versiyonu derhal öğrencilere aktarılıyordu. Okulun müzik
odasından genel yayın yapılıyor, yerine göre Vivaldi'nin Dört Mevsimi,
yerine göre Louis Armstrong'un Squeeze Me şarkısı çalınıyor, kardeş
okul Florence Nightingale Hemşirelik Yüksekokulu ile birlikte
halkoyunları ve modern dans gösterileri sahneleniyordu. Kara Harp
Okulu'nda ise yine teknoloji hakimdi, yine "değişen dünya"
öğrencilere aktarılıyordu ama diğerleri kadar rahat ve konforları
yoktu.
Her sınıfı diğer okulların mevcudu kadardı. Anadolu'nun her
yöresinden gelmiş çocuklar vardı. Deniz ve Hava'daki çocuklara
imrenmişti, Kara'dakileri ise hemen benimsemişti. Diğerlerinde
olmayan bir şey vardı onlarda.
Bir sabah okul komutanı çağırdı. Öğrencinin adeta taparca sevdiği
ufak tefek bir adamdı. "Bana bak gasteci!" dedi elini omzuma
koyarak: "Bugün seni camiye götürsünler, camimizin resmini çek ve
yayınla. Yayınla ki bizi dinsiz gibi anlatan şom ağızlıların ağzı
kapansın." Götürdüler. Çekti. Küçük ama muhteşem sevimli ve
bakımlı bir camiydi. Okul komutanı ile konsey üyesi olan Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin bayram namazlarını bu
camide öğrenciyle birlikte kılıyordu.
Okulun kurmay başkanıyla cami üzerine yaptığı sohbette "Manevi
destek olmadan maddi imkan hiçtir." demişti. Bu sözü başlığa çekerek
yazdı o bölümü. Gerçi "Aman ne yaptın, keşke
104
yazmasaydın o sözümü" diye telaşlı bir telefon aldım kurmay
başkanından ama, korktuğuna uğramadı, terfi alıp Paşa olduğunu
öğrendi birkaç yıl sonra.
Sonra, neler olduysa bir şeyler değişivermişti. O günlerde Deniz ve
Hava Harp Okulu komutanı olanlar kuvvet komutanı da oldular. Deniz
Harp Okulu Heybeli'den taşındı. Kara Harp Okulu'na uğramak nasip
olmadı ya da çat kapı gidecek acemi cesaretim kalmadı. Kulaklarında
Kara Harp Okulu kurmay başkanının sözü çın çın çınlıyordu:
"Manevi destek olmadan maddi imkan hiçtir!"
Yalanı yok, onun de içimde yanardağlar patlıyordu. Beynini kemiren
soruyla baş başa kalıyordu.
Bir yerde bir şeyler yanlış oluyor ama ne? Ne? Ne?
Ne olduğunu 1986 ve 1987 yılında anlayacaklardı...
Bu yıllar orduda tam bir kırılma noktasıydı.
105
Yirmibeşinci Bölüm: Takiye Dönemi!
1986 eylülünde sınıf okuluna başlayan Ferruh ve 1987 mezunu olacak
devre, ilk adım olarak askerlik yemini edecekti. Bir eli silahta ve bir eli
devre arkadaşının belinde yemin tekrarlanacaktı. Bu yemin askerliğe
adım atan tüm öğrencilere son sınıf başında mutlaka yaptırılırdı.
Beton Kemal, gözetiminde bir hafta süren yemin töreni provasından
sonra okul komutanın katıldığı büyük törende askerlik yeminini
ettiler. Artk Türk ordusuna resmen girmişlerdi. Bundan sonraki adım
bağlı olacakları kuvvet komutanlığını kura ile çekmekti. Okulda başarı
sırasına göre bir torbaya konan kuralar çekildi.
60 kişilik devrede, 11 havacı, 13 denizci, 11 jandarma ve 35 karacı
sağlık astsubayı belirlenecekti. Herkes havacı olmak için dua
ediyordu. Çünkü havacılar kesinlikle hastane ve revirde görev
yapıyordu ve askeri saçmalıklar ve ast üst gerginliği en az seviyedeydi.
Hepsi teknik elemandı ve karşılıklı saygı anlayışıyla işler yürüyordu.
Denizciler gemide ve denizaltılarda görev yapıyordu. Onlarda da sıkı
askerlik kuralları yoktu. Birbirlerine abi ve kardeş diye hitap
ediyorlardı. Jandarma karacılarda durum karışıktı. Kıtaya gönderilen
sağlık astsubayının sıhhiyeci olacağına garanti yoktu. Tugayın veya
bölüğün ihtiyacına göre, asker eğitme görevide verilebilirdi, dağda
terörist kovalama görevide. Askeri hiyerarşi en üst düzeyde
uygulanıyordı. Ast ve üst ilişkileri manyaklık seviyesindeydi. Bir üst
rütbedeki bir alt rütbedekine küfredebiliyor, hatta dövebiliyordu.
Mecburi Şark hizmeti denizciler dışında hepsinde vardı. 15 yıllık
mecburi hizmeti tamamlamadan istifa edemeyecekleri döneme
girmişlerdi.
Kurayı ilk çeken okul birincisi Ünal Bingül, havacı olunca şapkayı
havaya fırlattı. Bu Ünal"dan beklenmeyen bir sevinç gösterisiydi.
Lokman ve Arif, karacı kurası çekince moralleri sıfırın altına indi. Sıra
Ferruh’a gelmişti. Havacı kurası çektiğine inanamadı, oda Ünal gibi
kepi havaya fırlattı ve merdivenlerden aşağıya hopladı. Beton Kemal,
kızmıştı: Arkadaşlar kontrollü sevinelim. Hiç bir kuvvetin diğerinden
farkı yoktur.
En yakın arkadaşları Muammer ve Ünal, denizci, Ömer Faruk
jandarma, Çinçin Levent, Berhan, Halil, İrfan, Vahap, Muhammed,
Kenan ve Salih karacı olmuşlardı.
GATA"nın 24 kliniğinde yapacakları 15’er günlük sıhhıye stajı hızlı
başlamıştı. Üçer kişilik gruplara ayrılan devre, her sabah otobüslerle
GATA’ya bırakılır, akşam toplanıyordu. Everest Ferruh, Saftorik Ufuk
ve Artist Onur ile aynı gruba düşmüştü.
İlk klinikleri Ortapedi idi. Bu kliniğin müdürü Ömer Şarlak paşaydı.
Kimseye taviz vermeyen, ağzı küfürlü, aksi bir adamdı. Notu çok
düşüktü. 70’dan yukarıyı kimseyi layık görmezdi.
15 gün boyunca Şarlak’ın gözüne gözükmemek için köşe bucak
kaçıyorlardı. Her sabah doktorlar, tıp fakültsi, hemşire yüksek okulu,
hemşire koleji ve sağlık astsubayı öğrencileriyle
106
hastaları tek tek dolaşan Şarlak, raporları dinliyor ve yorum
yapıyordu. 25 kişilik heyetin en sonuna geçiyorlardı.
Kafası sivri bir hastanın önünde duran Şarlak, tüm heyeti imtihan
etmeye karar verdi. Kafatası uzmanıydı. Her kafatası yapısının içindeki
beynin zekasını etkilediğine inanırdı. Bu hastanın kafa yapısını bana
anlatın diye dayattı. Kimse bilemedi. Tam izah edecekti ki, Ferruh’u
gördü: Oğlum, gel bakayım buraya!
Esas duruşa geçen Ferruh, beyaz önlükler içinde tir tir titriyordu.
Acaba bir suç mu işlemişti? Şarlak, heyete dönerek altın bulmuş gibi
sordu:
Şu kafayı görüyor musunuz?
Görüyoruz hocam!
Bana bu kafa yapısının özelliklerini ve içindeki beyni, zeka yapısını
anlatın.
Heyet sus pus olmuşlardı. Cevap yoktu. Tek tek sordu. Yine bir bilgi
çıkmadı. Ferruh, heyecanla ne çıkacak diye bekliyordu. Şarlak, yanıt
alamayacağını görünce kendi anlatmaya karar verdi. Önce hepsine
ağır küfürlerle sövdü, saydı. Bu onun karakteriydi. Küfür etmek için
bahane arardı. Anlatmaya başladı:
Bu kafa milyonda bir bulunur. Adı Serapra Sefolika. Sivri yapısı ile
beynin ve zekanın sivriliği birbiriyle örtüşür. Müthiş hafızaları vardır.
Ezber kabiliyetleri mükemmeldir. Gördükleri ve duyduklarını asla
unutmazlar.
Ferruh"a dönerek sordu: Oğlum, sen ya okul birincisi veya ikincisi
olmasın.
Evet komutanım, ikinciyim.
Ben size demedim mi?
Ufuk ve Onur, duyduklarına inanamıyorlardı. Yıllardır Everest diye
dalga geçtikleri Ferruh"un kafası ender bulunan cinstendi. Devrede
günün espirisi idi: Şarlak Paşa onaylı Everest...
Sıra not almaya gelmişti. Korkuyorlardı. Sözlü yapan Şarlak paşa epey
terletirdi. Odasından içeri girdiler. Şarlak paşa üç delikanlıyı süzdü ve
espiriyi yaptı:
Bizim sivri kafa da burada. Bu kafaya soru sormaktan içtinap ederim.
Zaten ne sorsam eminim hepsini bilecektir. Yanındakiler. Size de soru
sormuyorum. Sivrinin yanında dolaşırsanız, bir şeyler öğrenirsiniz.
Getirin bakayım, not defterlerini?
Ferruh’a 100, Ufuk ve Onur’a 80 yazmıştı.
Ferruh, yıllardır kafasıyla dalga geçen Onur’a takıldı: Kafam sayesinde
80 aldın, naber!
107
Dahiliye kliniğinde başlarından geçen hadise ibretlikti. Omuzunda iki
yıldız bulunan üst düzey bir generali safra kesesi ameliyatı yapmışlardı
ama kendine gelememiş, komada yatıyordu. Ferruh ve ekibinin
görevi, her yarım saatde bir nabız ve tansiyon almaktı. Nöbet sırası
Ferruh"a geldiğinde paşanın nabzı yavaşladı, tansiyonu üçe düştü.
Yani hasta ölüyordu. Ferruh, hemen doktorlara haber vermesi için
Ufuk ve Onur’u gönderdi. İşte tam bu sırada koma halinde bilinci
olmayan hasta bağırmaya başladı:
Nolur götürmeyin beni, gitmek istemiyorum. Cehennemde yanmak
istemiyorum. Bir şans daha verin bana, geri döneyim. Söz, iyi bir
müslüman olacağım.
Anlaşılan Azrail odadaydı. Paşanın amel defteri, gayet açıkki solundan
verilmişti ve gideceği ebedi durak olan cehnnem kendisine
gösterilmişti. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Kıpkırmızıydı. Dehşet içindeydi. En az iki dakika çırpındı, durdu. Sonu
kötü biten bir ölüme şahit olmuştu.
Ferruh, nabız ve tansiyonun sıfıra indiğini defalarca ölçtü. Doktorlar
geldiğinde kalbi durmuştu. Kalp masajı yaparak geri döndürmeye
çalıştılar. Olmadı. Elektirikli şoka da cevap vermedi. En son çare olarak
kalbinin üstüne adranalin iğnesi yapıldı. Çabalar yetmedi, vade
dolmuştu.
Okula dönen devreyi acı bir sürpriz bekliyordu. Sınıf komutanları
Kemal Akkarpart’ın tayini çıkmıştı. Ahmet Coşkun dışında tüm öğrenci
amiri yüzbaşılar değişmişti. Yeni komutanların görevine başlaması
hızlı oldu. Tüm okul içtima alanında toplandı. Yeni gelen bir yüzbaşı
konuşma yapacaktı. Kendini Tayfun Atmaca olarak tanıtan yüzbaşı, bir
acayip konuştu:
Ben, Kıbrıs fethine 1974’de teğmen rütbesinde katılmış bir fatihim.
Bugüne kadar Kıbrıs’ta görev yapıyordum. Biliyorum, öğrenciler yeni
gelenlere hemen bir lakap takarlar. Boş yere uğraşmayın, ben size
lakabımı söyleyeyim. Beni lakabım Orospu Çocuğudur. Bana
istediğiniz kadar küfredebilirsiniz, lakabımı da kullanabilirsiniz. Hiç
gocunmam. Buraya özel gönderildim. Bu yıl sonunda bazı öğrenciler
bu okulu bitiremeyecek, atılacaklar. Kimin hakkında konuştuğumu
kendileri anlamıştır. Ayaklarını denk alsınlar, artık meydan boş değil,
ben varım.
Mesaj alınmıştı. Ferruh, Sedat yüzbaşının Eskişehir’deki lojman
evlerinde kendisine söylediklerini hatırladı. Yeni gelen subaylar
istihbarahat elemanıydı ve operasyon yapmaları için özel
gönderilmişlerdi.
Kendini tanıtan ikinci yüzbaşı Atilla Kaya, uzun boylu, dev gibi bir
adamdı. Az konuştu, öz konuştu: Beni yakında zaten icraatlarımla
tanıyacaksınız. Yeni öğrenci amirinizim.
Üçüncü yüzbaşı sınıf okuluna subay olarak gönderilmişti. Kısa boylu,
tankçı bir yüzbaşıydı. İsmi Serdar Sarı idi. Ferruh, ertesi sabah nöbet
defterini imzalatırken maruzatını arz etti: Komutanım, siz yeni
geldiniz, yeni insanlarla belki çalışmak istersiniz. Ben dört yıldır bu
görevi yapıyorum Sizden müsade istiyorum. Bu görevi başkasına
verin. Bende sıradan bir öğrenci olmak, nöbet tutmak istiyorum.
108
Hayır olmaz oğlum! Kemal yüzbaşı sana bunca yıldır güvenmişse
bende güveniyorum. Görevinize aynen devam ediniz.
Ferruh, arkadaşlarını toplayarak Sedat yüzbaşının önerdiği takiye
yöntemleri konusunda istişare yapmak istedi. Bir çırpıda durumu
özetledi:
Yeni subaylar buraya özel bir görevle geldiler. Amaçları dindar
müslümanları ordudan temizlemek. Bizi en az 6 ay izleyecekler. Bir
anket yapacaklar ve kasıtlı sorular soracaklar. Toplantıya katılanlar
içinde Elektronik Astsubay okulundan GATA’da Tıp Aletleri
Teknisyenliği kursu için gelen Ahmet Türker de vardı. Öne atıldı:
Durum çok ciddi gözüküyor.
Arkadaşları Ahmet’i Karamürsel kampındaki doğal mescitlerinde
görmüşlerdi ama tanımıyorlardı.
Çinçin işkillendi: Kim bu arkadaş?
Ferruh, Ahmet Vahdi’yi tanıttı. Ünal söze girdi:
Takiye yapmak benim fıtratıma ters. Neysem oyum. Beğenmeyen atar
mı, satar mı, bilemem. Berhan, Ferruh’u destekledi:
Ben Ferruh ne derse onu derim, ne yaparsa onu yaparım.
Muammer onayladı:
Ferruh’un aldığı istihbarahat ile yeni yüzbaşıların daha ilk günden
yaptığı konuşmalar örtüşüyor. Bizi zor günler bekliyor. Benim önerim,
haftasonları bir daha asla İhlas Kitabevi ve sohbetlere gitmeyelim.
Ömer Faruk tastikledi:
Bende aynı fikirdeyim. Bizi takip ettireceklerdir. Üç yıldır okulda gizli
namaz kılıyoruz, elbette isimlerimiz ellerindedir.
Mustafa Dolu epey korkmuştu:
Ben bundan sonra ne namaz kılarım nede sohbete giderim, bana
eyvallah arkadaşlar.
Mustafa kalktı, gitti ve bir daha da aralarına gelmeyecekti. Vahap
şaşırmıştı:
Biz kimiz ki bizi takip etsinler yahu! Sıradan namaz kılan gençleriz.
Koskoca ordu bizden mi korkuyor şimdi? Güldürmeyin beni!
109
Çinçin, durumun vahametini anlamakta saflık yapanlara ders olacak
bilgiyi vermek zorunda kaldı:
Arkadaşlar bugüne kadar size söylemedim. Benim abim Polis
Akademisi mezunu. Yeni kurulan Emniyet İstihbarat Terörle Mücadele
bölümünde memur. Ferruh’un anlattığına benzer bilgi, onlarında
elinde var.
Ferruh, Sedat yüzbaşının verdiği bilgileri sonuna kadar paylaştı:
Orduda yuvalanmış derin bir sol grup, CIA ve Mossad’ın desteğiyle
dindar müslümanlara karşı gizli bir savaş yürütüyor. Bunlar
Suriye’deki Baas yönetimi tarzı bir diktatörlük peşindeler.
Bilmiyorsanız söylüyeyim. Suriye’de yüzde 12 oranında Nusayri Alevisi
vardır, ülkenin yüzde 80 nüfusun sözü geçmez. Bunlar İslam dini
düşmanıdır, bizdeki derviş Alevi müslümanlara benzemezler. Ülkede
Nusayrilerin borusu öter. İktidar, ordu, polis ve istihbarat ellerindedir.
Ülkenin tüm serveti onlara akar. Esad ailesi tam firavundur. Hapise
düşen diri çıkmaz. Bizdeki Baascılarında Psikolojik savaş merkezleri
var. Hücre yapılarına askeri okullardan eleman devşiriyorlar.
Çinçin son kararını vermişti:
Bundan sonra beni namaz kılarken göremeyeceksiniz. Sizlerle
dostluğumu da kesiyorum.
Eğer kız arkadaş edinirsem, barlara, diskolara gidersem hiç
şaşırmayın. Hatta içki içsem bile... Ferruh aynı fikirde olmakla birlikte
kararsızdı:
Namaz kılmazsak, arkadaşları nasıl birarada tutabileceğiz,
bilemiyorum. Namazları günlük kılmayalım, gece yarısı kalkıp hepsini
kaza edelim.
Berhan onayladı:
Ben varım buna!
Öneri Muammer’inda aklına yatmıştı:
Zaten her akşam bir arkadaşımızın mutlaka gece koğuş nöbeti oluyor.
Namazı bırakırsak kendimizi muhafaza edemeyiz.
Ünal’da kervana katıldı:
Bana uyar!
Ömer Faruk ve Halil’de aynı görüşteydi, ancak Kenan’ın içinde
bulunduğu diğer beş kişi namazı tamamen bırakmayı yeğledi. Hepsi
sohbetlere gidilmemesi konusunda hemfikirdi. Çinçin tekrar ortaya
atıldı:
Bu önlemler yetmez. Namazı kesin bırakmazsanız bu hemen çakılır.
Hepimiz yalandanda olsa kendimize hayali bir kız arkadaş bulalım. Aşk
mektupları yazalım, yazışalım. Herkes bizim nasıl ehli dünya
olduğumuzu görmeli. Ferruh senin kalemin iyi. Bence karşı cinsin
cevabi aşk mektuplarını sen kaleme al. Dışarıdan postalarız,
komutanlarda okur. Bende bizimkileri yazayım.
Ferruh öneriyi beğenmişti:
110
Harika bir proje. Ama ileriye gitmeyelim. Çakma kız arkadaşlar
gerçeğe dönüşmesin ve bizi zinaya sürüklemesin.
Çinçin’in önerileri bitmemişti:
Sigara içmeye başlayalım. İçmesenizde cebinizde Maltepe veya
Samsun paket taşıyın. Ayrıca sigara içmekten ceza almak
zorundasınız. Komutanlar başka türlü bize inanmaz.
Ferruh, bu teklife de açıktı:
Tamam cebimizde taşıyalım, tek tük içip gösteri yapalım, cezada
alalım ama sakın tiryaki olmayalım.
Muammer ve Ömer Faruk, sigara içmeyi aşırı tedbir olarak görüyordu.
Onun dışındaki tüm arkadaşlar bundan sonra ceplerinde sigara
taşıyacak, pasif olarak içeceklerdi.
Takiye yöntemleri hemen uygulamaya konuldu. Ferruh, Şirine adlı
hayali bir hemşire koleji ile aşk yaşıyordu. Herkesin bir aşığı vardı.
Mektuplar arada gidip gelmeye başladıkca, herkes bu tiyatroya
inanmıştı. Hatta Ferruh, aşk mektpları yazarı olarak ünlendi. Kara
Mustafa’da, Artist Onur’da aşık oldukları hemşirelere aşk
mektuplarını Ferruh’a yazdırıyordu.
Sigara içmekten ceza almaya başlamışlardı. Kalorifer dairesinde tüm
öğrenciler gizli sigara içerdi. Yakalanılması halinde cezası bir hafta
sonu izinsizlik ve 3 ceza notunun kırılması idi. Atilla yüzbaşı, baskın
yapmış ve sigara içenlerin sigaralarını ve yaka numaralarını almıştı.
Ertesi gün hepsinden savunma istendi. Ferruh, bir gün iftiharla sigara
içtiğini itiraf edeceğini rüyasında görse inanmazdı. Ancak yeni sınıf
subayı Sedat yüzbaşı, buna inanmadı:
Oğlum, sen üç yıldır sigara içmemişsin. Kayıtlarda yok. Sınıf
arkadaşlarına özenti mi başladı? Sana ceza vermiyorum ki, siciline
işlenmesin. Bembeyaz sicile sigara yakışmıyor.
Ferruh, sigara içmekten ceza alamadığı için çok üzgündü. Bari
dolabımda porno dergisi yakalatayım diye uğraştı ama Serdar yüzbaşı
bunu da ceza verecek bir suç olarak görmedi.
O günlerde annesi Neslihan hanım çok hastalanmış ve GATA’ya
yatırılmıştı. Ferruh, her gün annesini ziyaret ediyor ve kazaya bıraktığı
namazlarını ara sıra kaçamak yaparak GATA mescidinde kılıyordu.
Hayatında yaptığı en büyük hataydı!
İstihbarahat subayları, GATA’da yatan hasta görüntüsünde sürekli
mescitteydi, öğrenci avlamaya çalışıyordu. Bunlardan biride
üstteğmen Gürkandı.
GATA'da tedavi gördüğünü söyleyen güya Tekirdağ'da görevli bir
üstteğmen olan Gürkan, tecrübesiz bir Özel Harp subayı olduğunu
belli ediyordu. Ferruh’un yanına mescitte yaklaşarak İBDAC adlı yeni
kurdukları örgüte katılmasını istedi.
111
Ferruh, saflığa vurarak tüm projelerini öğrendi. Ordudan dindar
olduğu için atılmak üzere olduğunu söylüyordu ama tipi, davranış
tarzı, kullandığı jargon müslümanca değildi.
Güya şeriat devleti kuracaklardı ve askeriyede yapılanıyorlardı.
Komünist Troçki’nin öğreti ile Said Nursi’nin öğretileri
birleştirilmişti.Gürkan, Nurculuk damarından girerek Ferruh’u
avlamak istiyordu. Diğer Nurcu kardeşlerimizinde kendilerine
katılmak zorunda olduğunu dile getirdi. Özel harbin subayları bu
kadar aptal mıydı yoksa muhataplarını geri zekalı mı sanıyorlardı?
En iyi müslüman onlardı. Ajan kardeşimiz dersini iyi çalışmamıştı;
herhalde ilk göreviydi. O kadar çok açık verdi ki, Ferruh gülmemek için
kendimi zor tuttu.
En fazla herşeyi yazadığı not defterine gülmüştü. Şerait devleti
kuracağını ve hedeflerini cebinde taşıyan kimseyi hayatımda
görmemişti. Hemde kimse anlamasın diye Rusca!
Özel Harp subayları, projelerini sahneye koyarak 1989'da Akdoğuş
diye kaçak yayınlanan bir dergi çıkartacaktı. Tüm samimi müslüman
ve kanat önderlerine savaş açacaklardı. Güya onlar koyun müslüman
yetiştiriyordu, aksiyoner tepkici değillerdi, şiddete karşıydılar,
sokaklara dökülmüyorlardı.
Güya kendileri radikal müslümanlardı. Mehmet Kırkıncı'dan Mahmut
Ustaoğlu'na kadar hepsi güya İslamın Türkiye'ye gelmesini
istemeyenlerdi ve temizlenmeliydi. En başta da Fethullah Gülen.
Müslümanı müslümana kırdırma taktiğiydi. Henüz 17 yaşında iken bu
salakların planını anlayan Ferruh’u kandıramadılarda, basiret sahibi,
iyi eğitimli ve bilinçli dindar müslümanları mı aldatacaklardı?
Ancak Ferruh, Gürkan’ı küçümsemekle hata yapmıştı. Annesinin
yattığı kliniğe giden Gürkan üsteğmen annesi Neslihan hanımdan
oğlunun ne kadar dindar bir çocuk olduğunu öğrenmişti. Annesi
oğlundan iftiharla bahsetmiş ve dindar oğlunun okuduğu kırmızı
Risaleler ve gittiği sohbetler sayesinde bilinçli bir müslüman haline
geldiğini anlatmıştı.
Gürkan’ın yazıdğı rapor iğrençti: Annesi başörtülü bir gerici. Oğlunun
koyu dindar müslüman olduğunu ve illegal örgütlerin sohbet adlı
toplantılarında gittiğini onayladı.
Annesi Neslihan, Ferruh’a Gürkan üstteğmene neler anlattığını
söylediğinde, Ferruh’ın yüzü kızardı, morardı. Belli etmemeye çalıştı.
Annesi, kendisini ordudan atmaya çalışan istihbaratçılara oğlunu
kendi diliyle ihbar ettiğini öğrense çok üzülürdü.
112
Yirmialtıncı Bölüm: Son Kış Tatili
Ferruh, Ocak 1987 başında kış tatili için memleketi Eskişehir’e
gelmişti. Aylardır bir halı üzerinde namaz kılmamıştı. Hemen Odun
Pazar’ındaki Ulu Cami"ye koştu. Yıldıztepe Hava lojmanlarında derin
bir korku subay ve astsubaylara hakimdi. Ellerini Yaradanına açan
Ferruh, derin düşüncelere daldı:
Bir subayı çocuğunu elinden tutup camiye götüremiyordu.
Götürmeye cesaret edenler, ancak terfilerinden vaz geçen,
emekliliğini bekleyen ya da YAŞ kararlarıyla sessizce re’sen emekli
edilmeyi göze alan astsubay ve subaylardı.
Camiye giden veya çocuğunu götüren bir subay veya astsubay, TSK'da
hemen ‘irticacı' damgasını yer, ordudan ihraç listesine yazılırdı. Ne
ordu mensupları ne de devlet yöneticileri, kendi halkından
korkmamalıydı.
Onlar; halk için, halka hizmet için vardılar. Esasen onların varlık sebebi
de halktı. Halkından kopuk bir devlet ve ordu, asla huzur bulamaz,
başarılı olamazdı. Türkiye'nin sancısı buydu. Peki neden dinine
düşmandı ordu. Neden Osmanlı mirasını ret ediyordu. Neden sahte
yazıldığı her halinden belli. Lşme lşme dmkülen çakma bir inkilap
tarihi ile toplum kandırılıyordu. Koskoca Türkiye neden cumhuriyet
tarihine sıkıştırılıyordu. Zaten 1923 ile 1950 arasını araştırmakta
yasaktı.
Kişi bilmediğinin cahiliydi. Silahlı Kuvvetler mensuplarının yeterli din
eğitimi alt yapısı olmadığı gibi din öğretimi konusunda da son derece
zayıf yetiştikleri kesindi.
Bu eğitim ve bilgi yetersizliği, onları inanç konusunda hata yapmaya
ve yanlış icraatlarda bulunmaya sevk ediyordu. Neredeyse dini kitap
okumak, dini konuları konuşmak, dini yaşamak, bir suç gibi
algılanıyordu.
Ne yazık ki, ordu içinde, dini ve dini yaşantıyı bir irtica gibi gören
anlayış hakimdi. Bu algı ve anlayışın kalkması, irtica korkusundan ve
kaygısından uzak, dini doğru öğrenmek, anlamak ve yaşamakla
mümkündü. Ferruh"un kafası sorularla doluydu:
Askeri okullarda okuyan öğrenciler, bu halkın çocukları değil miydi?
Ordu bu halkın ordusu, asker bu halkın askeri ise, bu tecrid niyeydi?
Ülkesine hizmet etmek üzere yetiştirilen bu subay ve astsubaylar, bu
ülkenin insanlarıyla gönül gönüle, omuz omuza olduğu zaman daha iyi
hizmet etmiş olmazlar mıydı? Dış mihraklara ve düşmanlara karşı
elbirliği içinde, daha koordineli, güçlü ve güvenli hareket etmezler
miydi? Halkına yabancı bir ordu düşünülebilir miydi?
Bu ikilemi ortadan kaldırmak bu kadar zor muydu?
12 Eylül darbecileri Din ve Ahlak Kültürü adında bir dersi Milli Eğitim
okullarına koymuştu. Buna Din eğitimi değil de din öğretimi demek
daha doğru olurdu.
113
Genel liselerde bile „din kültürü ve ahlak bilgisi' dersi çok yetersizken
TSK'de bu seviye daha da düşüktü. Zaten yeterli ve gerekli dini bilgiler
verilseydi, ordu mensupları içinde din olgusu hala bir tehdit unsuru
olmaz, bir irtica aracı olarak görülmezdi.
Askeri okullarda, TSK mensupları arasında dini kitaplar satın almak,
okumak, bulundurmak ve dini yaşamaya çalışmak son derece
sakıncalı ve adeta bir suçmuş gibi telakki ediliyordu. Ailelerin devreye
girip dini bilgileri takviye etmeleri, devlet ve özel okullarda mümkün
ve normaldi. Ancak askeri okullarda böyle bir teşebbüs, öğrencinin
okuldan ilişiğinin kesilmesine kadar giderdi. Zaten öğrenciler askeri
okullara alınırken sıkı bir soruşturma geçirmekte, dindar olan,
camiyle, cemaatle, İslami faaliyetlerle ilgisi bulunan ailelerin çocukları
önceden elenmekteydi.
Kasvetli düşüncelerle eve dönen Ferruh, komşuları Sedat yüzbaşı ile
babası Orhan astsubayın tavla oynadıklarını gördü. Odasına çekilmek
istedi. Sedat yüzbaşının homurtusunu duydu: Senin oğlan galiba yine
camiden geliyor.
Orhan astsubay gururla gerildi: Çok şükür, oğlum dindar ve ülkesini
Allah'ı sever gibi seven bir genç.
Astsubayım kendine gel. Senin oğlanı okuldan yakında atacaklar.
Nereden biliyorsun?
İstihbarat raporlarını okudum. Senin oğlanda listede.
Ferruh, birden kulak kesildi. Ne oluyordu?
Lütfen daha açık konuşur musunuz?
Çantasından bir belge çıkartan Sedat yüzbaşı, ağır ağır içinden bir
paragrafı okumaya başladı: Her yerde, özellikle askeri okullarda irtica
var kampanyası başlatılsın. Sadece eşi kapalı olan, namaz kılan değil,
sağcı, milliyetçi, yarın irticaya kaçması veya size engel olması
muhtemel herkesi yazın, ilgili mercilere şikâyet edin, onların adına
dinci dergiler, gazeteler gönderin, akrabalarının adını öğrenin, onların
isimleriyle başlarını belaya sokacak mektuplar, kartlar gönderin.
Bu saçmalık ama. Ben kendi halinde namaz kılan bir öğrenciyim.
Devlete ne zararım var? Oğlum, anlamıyorsun. Orduda sizin gibi
mensup istemiyor üst düzey komutanlar. Bak sana bir kaç cümle daha
aktaryım:
114
‘Okullarda namaz öğrencilere kız arkadaşlıklarını teşvik edin,
yapabiliyorsanız, Osmanlı hayranlığını kırın. Cinsel konularda sınırları
zorlayın, çünkü bu konu insan zaafının başında gelir.’
Buda ne demek şimdi?
Emir yukarıdan geliyor. Ama çok gizli damgasıyla ve özel ulakla geldi.
Yani resmi yoldan gelmedi, kayıtlarda yok.
Kim bunlar komutanım?
Sedat yüzbaşı, başka bir özel mektup açtı ve bir paragrafını okudu:
“Arkadaşlar çok çalışsın bizim olmayan bu devlet mutlaka bizim
olacaktır, Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini
tamamen değiştirecek bir Türkiye Bektaşiliği yaratmak zorundayız.
Mason Bektaşiler Alevileri kullanmalıdır.”
Mason Bektaşi veya Aleviler mi? Benim Alevilerle bir sorunum yok ki.
Namaz kılan pek çok Alevi arkadaşımız var aramızda. Mason
Bektaşileri tanımıyorum.
Sorun bu işte! Yanlış adamları namaza alıştırmışsınız. Derin bir nasıra
basmışsınız. Üst düzey komutanlarımızda dine alerjisi olan Mason
Bektaşi çoğunluktadır. Bak sana bir kaç satır daha okuyayım, gerisini
sen anla:
‘Mason Bektaşi olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin, dine
soğuk olmayan herkesin anti laik olma ihtimali uzun vadede de olsa
olabilir. Bektaşi olmayan birlik komutanlarını, yoksa laikleri sıkıştırın,
çokça eğlence düzenleyin, dansöz ve içkiye zorlayın. Din ve
milliyetçilik duygusunu zayıflatan yolların neler olduğu açık bularak
kullanın ............................................................................... ’
Başka ne gibi saçmalıklar var bu emirlerde veya özel kararlarda?
Sedat yüzbaşı okumayı sürdürdü:
Türklerin üstün bir ulus olduğu safsatasını yıkın. Hanımlarınız dekolte
giysin diğerlerinin hanımlarını açık giymeye teşvik etsin.
Bunlar ordunun resmi görüşü olamaz.
Değil zaten. V. K. ve Ç. D.’ın başını çektiği grubun toplantısında
alınmış kararlar. Toplantıya sadece Alevi Bektaşi istihbaratçılar katıldı.
Bende Aleviyim. Babanı severim. Sizde Çorumlusunuz, hemşeriyiz
diye sana bunları söylüyorum.
Lütfen hepsini okur musunuz?
Bir kısmını daha aktarayım ama bunlar aramızda gizli kalacak.
115
Peki! Söz veriyorum.
- Mason Bektaşiler bu ülkede bir gurur kaynağı olana kadar, yani
memleketi avucumuza alana kadar herkes kendisini gizleyecek.
- Muhittin Fisunoğlu, korgeneral iken, ‘ben karımı oynata zıplata bu
noktaya geldim’ demişti. Bizim için de ölçü bu olmalıdır"
- Deşifre olmuş Mason Bektaşiler ... Sevgi desinler insanlık desinler
ama ülke için oynadığımızı belli etmesinler.
- Bunu dışında hiç kimse ateist olsa bile güvenilmeyecek...
- Hal hatır soranlara, "Allah’ a şükür" densin. Bizi dinci sansınlar...
- PKK’ya karşı savaşanlara el altından şu mesajı gönderin, "sakın ha
ölmeyin, bırakın Atatürkçü olsa da Anadolu köylüleri ölsün"
- Herkes, çalıştığı yerde irtica var yaygarası koparsın... İrtica korkusu
olan mektuplar iş adreslerine postalansın...
Peki MİT bunları bimiyor mu? Bu resmen ayrımcılıki bölücülük,
orduda ikilik demek!
Biliyor. Elimde olan MİT raporuna göre: Hava Kuvvetleri Komutanlığı
bünyesinde illegal- etnik yapılanma vardı ve içerisinde kurmay
subaylar, askeri öğrenciler ve sivil unsurlar ‘karargâh evleri’ adı
verilen bir çatı altında hücre şeklinde örgütleniyor.
Bunları neden tasfiye etmiyorlarda namaz kılanlarla uğraşıyorlar?
Çok inatçı bir çocuksun. Sana yapıyı daha net anlatayım ama başka
soru sorma:
Evvela şunu peşinen biliyoruz: Hiç bir terör örgütü, istihbarat desteği
almadan, yabancı istihbaratların kontrolüne girmeden ve kara
ekonomiden nasiplenmeden yaşayamaz.
12 Eylül 1980 darbesi sonrası yapıyı kuran Milli Birlik Komitesi
Konseyi, sol ve sağ örgütleri yeniden kurguladı. Davasına sadık Türk
solu ve sağı işlerine gelmedi. Bu nedenle, “çakma derin” sol ve sağ
yapılanmalar oluşturuldu.
Türk ekonomisinin yüzde 70’i kara veya kaçak ekonomidir.
Uyuşturucu, silah, insan ve bilumum mal kaçakçılığı, o yıllarda
emniyet, asker, medya, yargı ve istihbaratın “kara koyunları”
tarafından yürütülür, ‘mafya bozuntuları’ kullanılır. Kirli işler kirlenmiş
kişilerle yapılır veya defosu olmayanlarda defo açılarak iş görülür.
Türk İntikam Tuğayları’nda (TİT) heyecanlı ülkücüler devşirildi.
Abdullah Çatlı. Mehmet Ali Ağca, Haluk Kırcı gibi. Mafya babası
Dündar Kılıç, Dev Sol ve DHKP-C"nin finansörüdür. İki koluda aslında
yöneten aslında Özel Harbin istihbarat subaylarıdır.
116
Babalar operasyonu ile Kılıç’ın başı derde girdiğinde avukatlığını
Tahsin Şahinkaya’nın avukatı ve akrabası Mümin Kavalalı yapmıştı.
Banker Bako skandalında ülkeyi soyan elit grubu savunan avukat,
Hüsameddin Cindoruk idi. Şahinkaya’ya, İsviçre’deki villasını neden
silah kaçakçısı Avni Musullulu’ya aldırdı. Ermeni kökenli uyuşturucu
kralları Behçet Cantürk ve halen ABD’de kaçak yaşayan İstanbul
Emniyet eski Müdürü Şükrü Balcı ile derin ekonomik ilişkileri var. Bu
paialarımızı sorgulamak, yargılamak anayasamızın 15. maddesine
aykırıdır. Suçtur.
Ancak kayıtlarımız sağlamdır. MİT’de saklı pek çok dinleme
kasetlerimiz bulunuyor. Kozmik odada saklanıyor, yani artık devletin
derin hafızasında duruyorlar. Bu bilgiler, çok gizli MİT raporlarında
mevcuttur. İstihbaratçı Mehmet Eymür, gerekli araştırmayı yaptı ve
tehlikenin boyutları konusunda gereken uyarıda bulundu.
Ordudaki solcuları kontrol ve yönlendirmek için yeni bir sisteme
ihtiyaç duyulduğunda paşalarımız, 1960 ve 70’li yıllarda olduğu gibi
Doğu Perinçek ile anlaşma yaptı. Oysa Dev Gençciler, geçmşte
Perinçek’i “işbirlikçi” ve “sahte devrimci” olmakla suçlamıştı
Milletimizin hafızaları balık gibidir. Aptallar çoktur. Aynı yerden
defalarca sokulur, yinede deliğe elini uzatır. 12 Mart 1971
muhtırasından sonra Perinçek’in ihtilalci örgütü ile ilişkisi tespit edilen
subaylar, “Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü” ve “Şafak
Subaylar grubu” davalarından yargılandı. Perinçek, 1980 öncesindeki
yayınlarıyla Ordu’yu ve MİT’i hedef alıp, her iki kurumda oluşturduğu
zaafiyetlerle Türkiye’nin 12 Eylül 1980’e gelmesine katkı sağladı.
1985’de hapisten çıkartılan Perinçek’e, sol örgütleri birbirine
düşürme, parçalama ve provokasyonlar için “saftorik devşirme”
görevi tekrar verildi. Hemde Atatürkçülük ve ilericilik söylemleriyle.
Cibilli veya ideolojik din düşmanılar. Zaten bu yüzden seçildiler. PKK’yı
kontrol için devşirilen subaylar, Perinçek’in hücre evlerinde
yetiştirdiği ‘Marksist’ ve ‘Maocu’ subaylardan seçiliyor. Perinçek’in
PKK ilgisi, elebaşısı Abdullah Öcalan’la farklı zeminlerde dostluğa
dayanıyor.
Perinçek’in “Faşist ordu” diye ordumuzu küçümsesine bakma. TSK’yı
zaafa düşürecek her türlü yayını Perinçek’in 2000’e Doğru dergisinin
sayfalarında görmek mümkündür. Karanlık yayınlarında Perinçek,
tıpkı 1980 öncesinde olduğu gibi, yine kontrgerilla dizileri ve infaz
haberleri yayınlıyor. Terör mücadelesindeki askerlerin motivasyonunu
kırmıigibi gözüküyor. Oysa asıl hedef saf veya şartlanmış solcu beyin
takımını avlamak. Bunları bu sayede etrafında toplamayı başardı.
Perinçek’in kime çalıştığını, Özel Harp ve yabancı istihbaratlarla
ilişkisini anlayan, yaptığı dezenformasyonlara dayanamayan onu terk
ediyor. Bu adamlara sen sen ol kesinlikle bulaşma. Yabancı
istihbaratlar, özellikle CIA ve Mossad ile ortak çalışıyorlar.
Sedat yüzbaşı. Uzun ve derin konuşmasını bitirdiğinde Ferruh ve
Orhan astsubayın ağzı açık kalmıştı. PKK demek ki ordu tarafından
kullanılıyordu. Bu işi yapan Perinçek ve ekibine devlet gebeydi.
Onlarda yabancı istihbaratlara gebeydi. Bu nasıl bir çarpık ilişkiydi
böyle? Orhan Astsubay kararını vermişti ve sert bir dille bunu oğluna
tebliğ etti:
Oğlum, kesinlikle bir rekat bile gizli veya açık namaz kılmayacaksın.
Mezun olduktan sonra ileride kılarsın.
Ferruh’un Eskişehir’den Ankara’ya okula dönüşü hüzünlü olmuştu.
Çok sevdiği okuluna bu sefer ayakları gitmiyordu. Nizamiyede uzun
bir kuyruk olduğunu gördü. Sıraya geçti ve en arkadaki Çinçin’e sordu:
117
Neler oluyor burada, Çinçin?
Atilla yüzbaşı arama yapıyor.
Ne arıyormuş?
Allah’tan belasını!
Bu yorumu duyanlar toplu halde gülmeye başlayınca Atilla yüzbaşı
işkillendi:
Hey, en arkadakiler, kesin tıraşı!
Ortama yeniden ölü sessizliği hakim oldu.
Aranma sırası Ferruh’a geldiğinde Atilla yüzbaşı, öne atıldı ve sert
konuştu:
Bırak asker, onu ben arayacağım!
Ferruh, kötü bir şeyler olacağını sezinliyordu.
İki valizi darmadağan eden yüzbaşı, define bulmuş serseriler gibi
sevindi.
İşte buldum!
Bulduğu astsubay çavuş pırpırları dikili havacıların yaz kıyafetiydi.
Annesi Neslihan hanım, bu yaz Ağustos’da mezun olacağını bildiği için
babasına her yıl verilen havacı kumaşından elbise dikmiiti. Nede olsa
terziydi. Ferruh, acaba ne diyecek diye idamını bekleyen mahkumlar
gibi boynunu büktü.
Atilla yüzbaşı, önüne getirilen sanığı kafada peşinen mahkum eden
taraflı hakimler gibi hükmünü verdi:
Sen bu kıyafeti giyemeyeceksin. Hak etmiyorsun. Buna el koyuyorum.
Ferruh, fırtanın ilk esintisini duymuştu. Anlaşılan idam fermanı
imzalanmıştı.
‘Ağzımla kuş tutsam, bu murdar adam beni atacak’ diye içinden
geçirdi.
118
Yirmiyedinci Bölüm: Operasyon Başlıyor!
1987’in Şubat ayının ilk haftası idi. Yüksek tirajlı Nokta dergisi kapak
haberini ‘Askeri Okulda İrtica’ konusuna ayırmıştı. Tören adımı ile
yürüyen bölükten başı ileri fırlayan karikatür molla tipi mide
bulandırıcıydı. Kafasında take, kir bir sakal, seyrek dişler, elinde tesbih
ile irticayı simgeliyordu.
Haberde, Elektronik astsubay okulundan üç öğrencinin hafta sonu
Ankara"nın Abidinpaşa semtinde gittikleri bir evin fotoğrafıda yer
alıyordu. Öğrencilerin ad ve soyadlarının baş harfleri verilmişti.
Ferruh, A.V.T baş harfli kamp arkadaşını hemen tanımıştı. Ilgaz
dağında yaptıkları kampta tanıştığı diğer iki isim M.P ve E.T’de
haberde geçen isimlerdi. Gittikleri evde güya İ.K ile buluşuyorlardı.
Örgüt evi izlenimi verilen mekan, Dev Sol ve Dev Genç gibi sol tandaslı
illegal yasadışı örgütlerin evlerine benzer bir tanımla anlatılıyordu.
Güya burada devleti bölmek ve yıkmak amacıyla ideolojik eğitim
veriliyordu.
Nokta"nın askeri istihbaratdan aldığı belli servis haberi, yıldırım
hızıyla basında alıntılandı. Artık gündem orduda irticaydı. Hürriyet ve
Milliyet gazeteleri bir yerden işaret almış gibi ortak manşetler atmaya
başladılar. “Yine bunların düğmesine basıldı” diye ifade edilecek
şekilde yayın yapmaya başladılar.
Gazeteler 1987’nin tüm Şubat ayı boyunca hemen hergün “Orduda
irtica”, “Laiklik elden gidiyor”, “Laikliğin kalesi olan ordu elden
gidiyor” şeklinde manşetler atmaya başladılar.
Tam o günlerde Kenan Evren Adana’da bir konuşma yaptı:
“Silâhlı Kuvvetler’de olan bitenin farkındayız ve bunun gereği
yapılacaktır”
Bu konuşma sanki bir işaret gibiydi. Ondan sonra Silâhlı Kuvvetler’de
bütün birliklere Askerî İstihbarattan, Genelkurmaydan oluşturulmuş
bir heyetti. “Yıkıcı ve bölücü faaliyetler” konulu konferanslar
verilmeye başladı.
Tüm askeri okullarda aynı şey yapıldı. Sabah saat 9’da başlanıyor,
akşama kadar sürüyordu. İlk başta yarım saatliğine komünizm ile ilgili
çalışmalardan bahsettikten sonra yıkıcı bölücü faaliyetler adı altında,
irticai faaliyetler başlığı gündeme geliyordu. Akşama kadar o irticai
faaliyetler adı altında Nakşibendiler, Süleymancılar, Nurcular
anlatılıyordu. Hepsi iç düşmandı.
GATA’nın en büyük salonunda Tıp Fakültesi, Hemşire Yüksek Okulu,
Askeri Hemşire Koleji ve Sağlık Astsubay sınıf okulu öğrencileri
toplandı. Ortapedi Kliniği Başdörektörü Prof. Dr. Tuğ general Ömer
Şarlak paşa bir konuşma yaptı. Neden GATA Konutanı Tüm general
Necati Kölan değilde Şarlak konuşuyordu?
Şarlak Paşa, ‘ Deli Kafatascı’ lakabıyla meşhurdu. Herkesin kafa
yapısına göre üstün veya üstün olmadığına bir bakışta karar verirdi.
Konuşması daha ziyade bir takdimden ibaretti. Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İbrahim Ağah Çubukcu’yu tanıttı:
‘Laik cumhuriyetimizin modern din aydını sizleri aydınlatacak’
Ferruh, salonun en arkasında uykuya dalmıştı. Konuşması yalan dolan
dolu olan bir din profesörünü ilk defa örüyordu. Ayetleri ve hadisleri
böylesine hoyratca çarpıtan birinin imanından şüphe edilirdi.
119
Bodur Mehmet Tıbık, arkada uyayanları görmüştü. Ferruh ensesine
inen bir şaplak ile gözlerini dört açıverdi:
‘Kandıralı, sen bilhassa dinle! En öne geç bakayım!’
Ferruh, zoraki biçimde en ön sandalyeye oturunca Çubukçu’yu can
kulağıyla dinlemeye başladı:
Çocuklar! Sizin okumanız, vatanınız için nöbet beklemeniz, hastalara
şifa dağıtmanız birer ibadettir. Bu nedenle namaz kılmanıza, oruç
tutmanıza Allah"ın ihtiyacı yoktur. Bu ibadetler sizden düşer,
muafsınız.
Ferruh, içinden küfretmemek için dilini ısırdı. Namaz ve oruçla ilgili
fetva veren Çubukcu, resmen bu kadar insanın vebalini üzerine
alıyordu. Bu saçma fetvayla çocuk mu kandırıyordu. İç düşman
brifinginde ayrıntılara geçildiğinde kürsüye Albay İrfan geçti. Tüm
tarikatları ve cematleri irticai örgüt olarak anlattı. PKK ve ASALA ile
Nurcuları aynı kefeye koydu. Kendilerine göre yaptıkları tasniflerle
Nurcular başlığına gelindiğinde epey uzun bir süre bu konuyu işledi.
Ferruh, Nurcuların Said Nursi"nin ölümünden sonra sekiz farklı
cemaate, gruba ayrıldığını ilk defa duyuyordu. Yazıcılar, Okuyucular,
Kurtoğlu cemaati, daha bilmem ne! Listede Dahhakcılar yoktu.
Ertesi gün operasyonun en vurucu anı gelip çatmıştı. Sağlık Astsubay
hazırlama ve Sınıf okulunun tamamı yemekhanede toplandı. Sıra CIA
ve MOSSAD’ın sorularını hazırladığı ankete gelmişti.
Atilla yüzbaşı anket yapılmadan önce sert konuştu:
“İrticai faaliyetlerle uzaktan yakından ilgisi olan varsa bize bildirsin.
Eğer bu şekilde bildirirseniz biz sizi affedeceğiz. Biri size yazarsa
yandınız. Biz tesbit eder ve bu durumu ortaya çıkarırsak okuldan
atacağız”
Bu anketin yapılacağını Ferruh, 6 ay önce öğrenmişti. Kuleli Askerî
Lisesinde, Deniz Astsubay Okulunda ve Deniz Lisesinde aynı anket,
Kasım 1986’da yapılmıştı. Kendilerine sıra 1987’de Şubat’ın ikinci
haftası gelmişti.
Fırtınanın geldiği zaten aşikardı. Okulda 15 gün önce tüm izinleri iptal
edilmişti, istihbarat ekibi okulda sürekli öğrenciler üzerinde bu
çalışmayı yapıyordu.
Fakir öğrenciler atılmaktan çok korkmuştu. Kimisi annem başörtülü,
kimisi diyordu, kimisi ise dedem sakallı. Bir başkası, sanki suçmuş gibi
‘Babam namaz kılıyor’ diye ankete yazdı. Korktukları, aileleriyle ilgili
neler varsa hepsini teker teker söylüyorlardı. Ankette dişe dokunur
şekilde ihbarda bulunan öğrenciler ve velileri ile ilgili bir sorgulama
sürecine başlamıştı.
Ferruh, kendisi ve namaz kılan arkadaşları ile ilgili birşey çıkacağı
noktasında ciddî endişeliydi, ama bir hafta geçmiş ses seda
çıkmamıştı. Ferruh, tufanı atlattık diye sevinirken, artık birşey çıkacağı
endişesi azalmışken bir gün nöbetçi öğrenci hiç alâkasız bir vakitte
“Öğrenci Amiri seni çağırıyor” dedi.
120
‘Dev Deli Dumrul’ lakaplı Atilla yüzbaşı, Bodur Mehmet Tıbık ve
‘Karamurat’ Ahmet Coşkun yüzbaşılar onu bekliyordu.
Bodur Mehmet, çok sert bir ifadeyle:
Sen ne yapmışsın be oğlum!
Ferruh, kıpkırmızı olmuştu. Diyecek tek kelime bulamadı.
O zaman Ferruh, anladı ki birşeyler olmuş. Bodur, insani yönü olan bir
yüzbaşıydı. Krize giren Ferruh’u rahatlatmak istedi. Kısık sesle
konuşuyordu:
Ailenden yana filan kötü bir haber yok, merak etme! Okulda sana
düşman olan öğrenci var mı?
Ferruh, hızlı biçimde düşündü. 4 yıldır devresinin koğuş nöbetlerini
yazıyordu ve sınıf başkanıydı. Elbette pek çok öğrenci ona ister
istemez kin biliyordu. Tahminde bulundu: Komutanım, Eskişehirliler
beni sevmez. Onlara en kötü nöbetleri yazdığımı düşünüyorlar. Kabul
edersiniz bizim Eşekler sınıfını idare etmek kolay değil!
Yok oğlum, bunu kast etmiyorum.
Atilla yüzbaşı, bu kadar kibarlığa daha fazla dayanamadı ve baklayı
ağzından çıkardı:
“ Hergün okulda vukuat yoktur tekmili veren 314 Ferruh Kaplan!
Okulda asıl vukuat sensin! ” Anlamadın komutanım.
Anlayacaksın.
Ahmet Coşkun, masasının üzerinde duran Nokta dergisinin Şubat’ın
ilk haftasında çıkan irtica sayısını Ferruh’a fırlatır gibi uzattı:
Göz at bakalım. Bu haber dosyasıyla senin bir ilgin var mı?
Nokta dergisinin 11 Şubat 1987’de yayımladığı 5. Sayısında kapak
dosya haberinin başlığı: Askeri Okulda İrtica’ydı. 3 dakika içinde
gözden geçiren Ferruh, bir çırpıda cevabı yapıştırdı: Yok komutanım.
Bu öğrenciler Elektronik astsubay okulundanmış...
Atilla yüzbaşı, turnayı gözünden vuran avcı gibi çığlık kopardı:
Bir tanesi değil. A.V.T. bir yıldır bizim okulda okuyan Ahmet Vahdi
Türker mi?
Bilmiyorum komutanım.
Bodur Mehmet, 'gizli' ibareli bir evrakı sümenin altından çıkardı:
“Burada sizin şimdiye kadar irtibat kurduğunuz kimseler, içinde
bulunduğunuz faaliyetler, hepsi yazılı. Atılmanıza yetecek kadar
bilgiye sahibiz, ancak ben sizleri kurtarmaya çalışacağım. Sen liseden
itibaren neler yaşadığını, kimlerle görüştüğünü bize anlatacaksın.”
Blöf yaptığı her halinden belliydi. Yalan söylemeyi beceremezdi.
Ferruh, net konuştu:
121
“Neyi anlatmamı istediğinizi anlamadım.”
Bodur, bu sefer biraz sertleşti:
“Benim canımı sıkma, asabımı bozma, ben sizin için uğraşıyorum”
Amerikan filmlerinde olduğu gibi iyi polis, kötü polis oynuyorlardı.
Kötü polis konumundaki Atilla yüzbaşı, bir kâğıt uzattı:
Geçmişinizi yazılı olarak anlatacaksın. Seni tekrar çağıracağız. Şimdi
çıkabilirsin. ‘Emredersiniz komutanım’
Ferruh, başı ile selam verdikten sonra sert bir asker dönüşü yaptı.
İçlerinde bir köstebek veya bir muhbir vardı. Veya anketdeki sorulara
bazı öğrenciler ahmakca cevaplar vermiş olmalıydı.
122
Yirmisekizinci Bölüm: Köstebek, Muhbir ve Dost
Kazıkları!
Öğrenciler arasında bir veya birden fazla köstebek veya muhbirin
olduğu kesindi. Namaz kılan öğrencilere tek tek operasyon
yapılacağını anlatan Ferruh, anlaşılan 6 aydır boşuna konuşmuştu.
Kısa bir soruşturmadan sonra bir köstebek birde muhbir bulundu. İki
kişide atılmaktan korkarak abartılı bilgiler sunmuşlardı.
Köstebek’in adı bir alt devreden 3. sınıftan Ufuktu. Parlak bir
Bursalıydı. Kısa bir araştırmadan sonra köstebeklik sebebi bulundu.
Tüm dersleri zayıf olan Ufuk, nedense okuldan atılmaktan yırtmıştı. 2.
Sınıfın sonunda kapı önüne konması gereken Ufuk ile Atilla yüzbaşı
anlaşılan gizli bir anlaşma yapmıştı. 1986 Eylül’ünde 3. Sınıfa başlayan
Ufuk, nasıl olmuşsa 10 zayıf dersini yaz bütünleme sınavlarında
başarıyla vermişti. Bu imkansızdı. Başarısızlıktan çoktan atılması
gerekirdi.
3. sınıf başında birdenbire değişen Ufuk, 6 aydır güya namaz kılıyordu.
Oysa gerçekten namaz kılanların namazı tamamen bıraktığını sağır
sultan bile duymuştu. 3. sınıfın geçmişte namaz kılan uyanık
Kayserilileri Musa ve Adem’i adım adım izlemişti. Düzenli olarak
yüzbaşıya rapor vermişti. Günde kaç defa tuvalete gittikleri bile
kaydedilmişti. Namaz kıldıklarını görmemişti ama raporunda eskiden
namaz kılıyorlardı diye yazmıştı.
Adem, son bir haftadır şüphelendiği Ufuk’u takip ediyordu. Bu defa
roller değişmişti. Komutan katına sık sık çıktığını sivil bir memurdan
öğrenmişti. O gün kendiside bir gölge gibi Ufuk’un peşine takıldı. 007
James Bond gibi sessizdi. Kapı aralığından gelen sesler karşısında
irkildi.
Duyduklarına, anahtar deliğinden gördüklerine inanamadı Adem.
Ufuk ile Atilla yüzbaşı arasındaki ilişki iğrençti. Ufuk’un lakabı zaten
‘Top’du. Diğer sınıflardan toplarla buluştuğu biliniyordu. Az sayıda da
olsa okulda gay öğrenci vardı. Kimse onları sevmezdi. Atilla yüzbaşı,
durumdan vazife çıkararak top Ufuk’u epey kullanmıştı.
Ufuk’un düzenli olarak Atilla yüzbaşının odasına uğradığı artık
kesinleşmişti. Durumu Ferruh’a anlatan Adem ve Musa, bundan sonra
ne yapacaklarını kestiremiyorlardı:
Dövsünler mi, yoksa sövsünler miydi?
Ferruh, sakin olmaya çağırıyordu. Ahmet Vahdi duruma el koydu ve
kararını verdi:
Onunla ben kibarca konuşacağım. Köstebekliğe son vermesini
isteyeceğim. Dövmek, sövmek bizim yöntemimiz değil. Cezasını Allah
versin.
Kendi devrelerindeki muhbirin kim olduğunu anlamakta gecikmedi
Ferruh. 1. sınıftan beri kendisine düşman olan bazı devre arkadaşları,
devrede kimlerin namaz kıldığını rapor etmiş olmalıydı. Ferruh’u asıl
yaralayan dost kazıklarıydı. 1. sınıftan beri namazlarını hiç
aksatmayan Kenan Boyacıoğlu, anketde çözülenlerdendi. Lakabı
‘Kibarcık’ olan İzmirli İsmail Kenan, nazik konuşma stili ve kadife gibi
ince sesiyle herkesin dostu, arkadaşıydı. Kırk yıl düşünce ondan zarar
geleceğini tahmin edemezlerdi. Ahlak ve fazilet abidesiydi. Ağzına
küfür aldığını işiten olmamıştı. Hem derslerinde
123
başarılı hem disiplinliydi. 6 ay önce kendilerine operasyon yapılacağını
ilk onunla paylaşmış ve karşı strateji belirlemişlerdi.
Kibar Kenan, yüzünden düşen bin parça biçimde Ferruh ile özel
görüşmek istedi. Lafı uzatmadan, gevelemeden anketde ne yazdığını
Ferruh’a söyledi:
Ben bu okula İzmir’de özel bir dershanede hazırlanarak geldim. 2.
sınıftan itibaren seninle beraber gittiğimiz İhlas Kitap Evi ve
katıldığımız Risale sohbetlerini ankette yazdım. Çok pişmanım. Seni
hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm dostum!
Neden yaptın Kenan! Bana düzgün namaz kılmayı, kamil insan olmayı
sen öğrettin!
Benim ailem çok fakir Ferruh. Eve yüklü bir tazminat borcu ile yüzü
yerde dönersem, annemin yüzüne bakamam. Bu utançla yaşayamam.
Affet beni, hakkını da helal et!
Nasıl olursa arkadaşlarını hiç düşünmezsin!
Atilla yüzbaşı bana anlaşma teklif etti. Geçmiş yıllarda namaz
kıldığımızı biliyorlar. Bana bir suçlu muamelesi yaptı. Bir asker çocuğu
olarak şehit olan babamın yüzünü kara çıkartmamam gerektiğini
vurguladı. Ne doğru ne yanlış düşünemedim. Lütfen beni affet!
Kibar Kenan, bir eşeklik yapmıştı. Hemde Eşekler Sınıfına taş çıkartan
cinsten bir eşeklik! Affedilmesi zordu. Kenan gibi bir arkadaş kırk bin
defa hata yapsada affedilirdi...
Ferruh, Kibar Kenan’ın içinde bulunduğu psikolojiyi anlamıştı. Ne
diyebilirdi:
Hakkım benden yana sana helal olsun! Başka kimsenin ismini verdin
mi?
Kırşehirli ‘Gevrek’ Halil ve Konyalı ‘Uzun’ Berhan Yüzbaşı’yı biliyorlar.
Başka kaynaklardan amma.
Nasıl kaynakmış bu?
Sanırım 2. sınıflardan bir öğrenci bir kağıt imzalamış ve tüm namaz
kılanların listesini vermiş. Sen nereden biliyorsun bunu?
Atilla yüzbaşı, direncimi kırmak için bana gösterdi. Yelkenleri suya
indirdim. Direnemezdim.
Ferruh, namaz kılanları sızdıran ismi bulmakta ecikmedi. İkinci dost
kazığı Denizlili Serhatden gelmişti. Hemde dev bir kazık. 2. sınıftaki
öğrencilerden en güvendiği isimdi. Güvendiği dağlara karlar yağmıştı.
Askeri okula girdiğinde namaz kılan Serhat, muhafazakar bir ailenin
mensubuydu. Annesi ve babası Demokrat Parti’nin kurucularındandı.
Aslen Aydınlıydılar. Adnan Menderes ile uzaktan akrabalıkları bile
vardı.
Atilla yüzbaşı ile anketden önce anlaşma yapanlardandı Serhat.
Utancından artık selam dahi vermiyordu. Onun tarafından
satıldıklarını anlamaları, bu nedenle kolay olmuştu. İki aydır ortalarda
görünmüyordu. Namaz kılanlarla ilişkiyi koparmıştı. Atilla yüzbaşı, 2.
sınıfların ve 1. sınıftan namaz kılanların tam listesini ondan almıştı. 3.
sınıftan Adem ve Musa’nın ve namaz kılan diğer ekibin ve 4. sınıftan
124
ise Ferruh’un adını verdiği kesindi. Okulda geçen yıl namaz kılan 80
kişi vardı. Serhat, aşağı yukarı her namaz kılanı tanıyordu.
Serhat için yapılabilecek bir şey yoktu. Konuşmayı dahi kabul
etmiyordu. Kendisini kurtarmıştı, o kadar. Başkasının başına ne
geleceği onu ilgilendirmiyordu. Atilla yüzbaşının hazırladığı belgeyi
imzalamıştı. Bu belgede okulda bir örgüt kurulduğu yazılıydı: Namaz
Kılanlar Örgütü. Hemde 80 kişilik bir örgüt.
Atilla yüzbaşının postası, Ahmet Vahdi Ferruh’u derin düşüncelerden
uyandırdı:
Ahmet Vahdi Türker, seni yüzbaşım odasına çağırıyor.
Ahmet, düzgün ve sesli bir topuk ve baş selamı ile odaya girdi. Ayakta
duran ve arkası dönük olan yüzbaşı, birden bire döndü. Elinde beylik
tabancası vardı. Hiç beklemeden silahı Ahmet’in alnına dayadı:
Beni kızdırıyorsun. İşlerime karışıyorsun. Seni burada vururum. Ailene
eğitim zayiatı olarak bildiririm. Bir daha benim muhbirlerimi tehdit
etme!
Ahmet, şok olmuştu. Hiç sesini çıkartamadı. Klasik bir cevap verdi:
Emredersiniz komutanım!
Ahmet yaşadıklarını hemen Ferruh’a anlattı ve noktayı koydu. Bundan
sonra çok dikkatli olmalıyız. Bu adamlar bizi öldürür ve ailelerimize
eğitim zayiatı olduğumuzu bildirir... Bundan sonra kartlar açık
oynanacaktı. Silahlar, kılıçlar çekilmişti. ‘Yeni bir strateji belirlemezsek
sonumuz geldi’ diye düşündü, Ferruh.
Fırtına kasırgaya dönüşmek üzereydi. Önüne çıkanları yutmaya
kadirdi. Ümitsizliğe düşmek için her türlü sebep vardı. Ferruh, bu gibi
hallerde Said Nursi’nin ne yaptığını hatırladı ve onun yaptığı duayı
tekrarladı:
‘Elhamdülillahi Ala Külli Hal’
Her türlü durumda sana şükreder, hamd ederim.
125
Yirmidokuzuncu Bölüm: Dayanılmaz İşkenceler!
Nokta dergisinin 22 Şubat 1987’de yayımladığı 7. Sayı, Askeri
Okullarda 2. İrtica Operasyonu başlığını taşıyordu. İlk operasyon 1986
sonbaharında Deniz Lisesi’nde yapılmış ve onlarca askeri öğrenci
okuldan atılmıştı.
İstihbaratçı subaylar, elde ettikleri tüm bilgileri kasıtlı olarak basına
sızdırıyordu. Eşzamanlı olarak dindarlara yönelik iki koldan savaş
açılmıştı. Bu ülkede eğitim almak isteyen başörtülü kızlara ve askeri
okulda namaz kılanlara yaşama hakkı verilmemeliydi. Düğmeye bir
yerlerden basılmıştı.
Askeri okullarda fırtınanın kasırgaya dönüştüğü günlerde,
üniversitelerde de başörtüsü dramı yaşanıyordu. Prof. Dr. İhsan
Doğramacı YÖK’ün kurucusu ve efsanevi başkanıydı. Üniversitelerde
başörtüsü yasağının uygulanmaya başladığı günlerdi. 1987'in 28
Şubat’ıydı. İstanbul Üniversitesi’nin muhteşem kapısının önünde,
Beyazıt Meydanı’nda başörtüsü eylemi vardı. Prof. Doğramacı da
oradaydı. Henüz yeni çıkmış Zaman Gazetesi"nin genç muhabiri
Ahmet Ayhan, Doğramacı’nın yanına yaklaşarak sorusunu yöneltti:
Muhabir: Efendim, niçin bu başörtüsü yasağı?
Doğramacı: Çocuğum, söyle bakayım sen hangi gazetenin
muhabirisin?
Muhabir: Zaman efendim.
Doğramacı: Zaman’ı tersinden oku bakayım çocuğum, ne çıkıyor?
Muhabir: Namaz efendim.
Doğramacı: Hah, sen git evinde namazını kıl çocuğum.
Aynı günlerde Cumhuriyet gazetesine demeç veren siyasi yasaklı
Süleyman Demirel, 'Atatürk laik bir cumhuriyet kurmamış' diyordu.
Binbir suratttı. Maske takmış oy için halka şöyle göz kırpıyordu:
"T.C. Devleti, kuruluşta dini olan bir devlettir. 1928'e kadar anayasa
"devletin dini İslamdır" diyor. 1928'de 'dini islamdır' kısmı kaldırılıyor.
14 sene sonra 1937'de 'laiktir' tabiri geliyor. Din sözünün geçtiği
yerde laik dinle idare edildiği gibi bir mana anlaşılacaksa, o anayasa
laik değildir. T.C. Devleti laik değildir. Çünkü T.C. Devleti anayasanın
24. maddesinde din eğitimi mecburi yapılıyor."
Basının hergün tartıştığı konu laiklikti. Özal’dan haz etmeyen askerler,
başörtüsünü serbest kılmasına gıcık olmuşlardı. Sahneye yine yılların
müsveddesi ‘Çoban Sülo’ sürülecekti. Parlatılması ve cahil aptal halkın
aldatılması lazımdı. İyi bir demagog ve gözbağcısı olan Demirel,
saflıkla ve eşeklikte zirve yapmış halkı, verdiği demeçle kandırmayı
başarıyordu:
"Şu laikliği tarif etmek lazım. Anayasanın hiçbir yerinde tarif
edilmiyor. Laiklik sadece Ceza Kanunu'nun 163. maddesinde bir
cümle ile geçiliyor" diyen Demirel, "Her askeri müdahale öncesinde
irtica ve laiklik çiğneniyor gerekçesi vardır. 1980 dahil. 6 Eylül 1980
tarihinde yapılan Konya mitinginde suç bulunmadığına göre doğru mu
yapılıyor? Dönüyorum geliyorum, bu miting 12 Eylül 1980'de
çıkartılan ihtilal beyannamesinde ihtilal gerekçesi olarak gösteriliyor.
Suç sabit oluncaya kadar kimse suçlu değildir"
Demirel, Türkiye'nin Derviş Vahdeti ve Derviş Mehmet korkusundan
kurtulması gerektiğini belirtiyor, bir yerlere mesaj veriyordu:
126
"Dinin ve dindarlığın bir tehlike kaynağı olabileceği korkusundan
kurtulmalıdır. Eğer din bir tehlike kaynağı ise, milletin yüzde 60'ı
namaz kılıyor, yüzde 99'u da müslüman. Kendi milletinden korkan
devlet olur mu?"
Süleyman Demirel 1987'de Nurculara ait Köprü dergisinde 'irtica
kampanyaları'nın bir sıtma nöbeti gibi tekrar ettiğini söylerken Nurcu
geçiniyordu. Yeni Asya cemaatinden Mehmet Kutlular’a ‘en büyük
Nurcu benim’ demişti. Cevşeni okumayı ihmal etmediğini ileri
sürmüştü. Nursi’nin Risalelerinde bahsettiği kurtarıcının kendisi
olduğuna saf Mehmet beyi inandırmıştı. Ağzı laf yapmayı biliyordu:
"İrticanın da, laikliğin de, bunların sınırlarının da vuzuha
kavuşturulması lazımdır. 'Vardır, yoktur'dan evvel, var olan nedir,
olmayan nedir? Herkesin kendine göre bir laiklik anlayışı var. Bir kişi
tabii olan haklarını kullanıyor veya fevkalade mantıklı şeyler söylüyor.
'Laiklik çiğneniyor' diyorsunuz. Bu kişiye göre değişiyor. Bunun da bir
vuzuha kavuşması lazım.
Bana göre, laiklik din ve vicdan hürriyetini sınırlamamalı. Din ve
vicdan hürriyetini daraltamazsınız. 'Laiklik çiğneniyor' diye yapılan
tartışmalar bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı
altına alıyor. Bir hakkın kullanılmasına mani olunuyor. Bunları Türkiye
ortadan kaldırabilmeli. Bu tartışmaları da hoş hoşgörüyle yapmalı.
Herkes ne düşündüyse söylemeli."
Süleyman Demirel, 1980'lerde çeşitli dergilere verdiği söyleşilerde
ilginç açıklamalar yapmıştı. "Bugün Türkiye'yi birarada tutan en büyük
bağ, millet bağı olarak söylüyorum. Müslümanlıktır. Allaha şükür
müslümanız. Ve bizi millet yapan bağ olduğu için müslümanız değil.
Müslümanlığımız bizi millet yapmıştır. Kim bunu tahribe kalkarsa
altında kalır" demişti.
Bu sırada gazeteler çıldırmış gibi dindar müslümanlara saldırıyordu.
Bu basını yönlendiren Özel Harp Dairesi’nin Psikolojik Savaş birimi
olmalıydı. Bir asırdır kullanılmakla tükenmeyen sermayeleri, yine
irtica idi. Zaten, hep böyle olmuştu. 27 mayıs öncesi, 12 Mart ve 12
Eylül öncesi gazetelerde yer alan manşetler ve haberler, yapılan
yorumlar, birbirinin fotokopisi gibiydi:
Ankara’nın bazı semtlerinde irtica beyannameleri dağıtan kadınlar
görüldü.
Nurcuların faaliyet sahası genişliyor.
Nurcubaşı yine gezilere başladı.
Hazine, Şeriatçı çevrelere akıtılıyor.
Ülkemizde 52.000 Kur’an kursu var.
Çocukların ileri düşünce eğilimleri yok ediliyor.
2 din okulu basıldı.
Süleymancılar, kiralık katillere adam vurduruyor.
Nurcu imam, ‘gerdek gecesi karısını kesen Cennet’e gider’ diyerek,
karısını kesti.
Önce basın, dindar askeri öğrencilerin üzerine geldi. Manşetleri attı,
haberleri yaptı. Bu durumu meydana çıkaran gazetelerle sorgulamayı
yürütenler arasında bir bağ, birliktelik olduğu aşikardı. Manşetlerin
ardından Kenan Evren, Adana'da meşhur konuşmasını yaptı:
'Ordudaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Bunun için
önlemlerimizi alıyoruz.'
127
12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren ise, şiddetli irtica (!) düşmanıydı. Ve o
günlerde sık sık Cumhuriyet gazetesinin manşetindeydi. 9 Ocak 1987
Cuma günü, Cumhuriyet yine 8 sütuna manşet çekmişti:
“Evren: irtica var”
Darbeci Paşa yine dini konularda Kemalist gözlükle ve dahi sözlükle
fetva vermekteydi: “Allah’la kul arasına kimse giremez. O hale geldi
ki, sanki kadının Müslüman olması demek örtünmek demektir. Bütün
öteki şartlar ortadan kalktı. Müslümanlığın şekilcilikle alakası yok.
Onu anlatamamışız.”
Ardından şer güçlerin başının ezileceğini söyledi. Aynı günkü
Cumhuriyet’te 8 sütunluk Evren haberinin hemen altında tek sütunluk
bir Demirel haberi yer aldı:
“Demirel: Başörtüde ideoloji aramak yanlış, laiklik baş bağlanınca
zedelenen bir şey değildir.”, diyordu.
Ve Güneri Civaoğlu Sabah gazetesinde “Generaller irtica için Evren’e
başvurdu” başlığı ile bir haber yayınladı. Ortalık yine irtica yaygarası
ile bulandırılmıştı...
Bu bombardıman altında Sağlık Astsubay Okul’unda inanılmaz ve
dayanılmaz işkenceler dönemi başladı. ‘Dev’ lakaplı istihbaratçı Atilla
yüzbaşı işi biliyordu. Önce en zayıf halkadan başladı. En altdaki ast
öğrenciler üzerinde despotluk kurdu. Okulda ilk senesini geçiren 1.
sınıflar henüz 14 veya 15 yaşlarında körpe tazelerdi. İçlerinde ergenlik
çağına ermeyen sübyanlar bile vardı.
Serhat’ın listesinde bulunan 1. sınıftan namaz kılanlar komutanlık
katına çıkartıldı ve ayrı ayrı odalara alındılar. 80 kişilik devrede 10 kişi
gizli namaz kılıyordu. Açıktan namaz kılan, Nakşibendi tarikatı
mensubu beş kişi ise çağrılmadı. Sorulanmaya alınan 10 kişi, devrede
en başarılı öğrencilerdi, ilk ondu. Model alınan öğrencilerdi.
Çağrılmayan beş namaz kılan ise en başarısız, kırık notları fazla
öğrencilerdi. Bu ilginç bir durumdu.
Dayak sesleri koridorları çınlatıyordu. Kısa süre sonra çözülmeler
yaşandı. Öğrenciler, artık önlerine ne gelirse imzalayacakları kıvama
gelmişti. Hepsi çocuk yaştaydı.
Balıkesirli Ahmet Akar’ın 1 metre 45 santimetre boyu vardı. Sadece
42 kiloydu. Atilla yüzbaşının bir tokadıyla adeta uçmuş, odanın öteki
ucundaki duvara başını çarpmıştı. Kafası yarılmış, kaşı açılmıştı.
Hayatı, gözünün önünden film şeridi gibi geçti.
Filmin her tarafında gözü önüne dedesi geldi Hem yetim hem
öksüzdü. Anne ve babası kanserden genç yaşta arka arkaya vefat
etmişti. Onu büyüten dedesinin köyünde sadece bir sarı ineği vardı.
Okula girerken imzaladığı yüklenme senedini karşılayacak durumda
değildi. Kırılan kafası için değil dedesi için gözyaşı döküyordu. Okuldan
atılırsa dedesinin ne yapacağını biliyordu:
‘Tek geçim kaynağı sarı ineği satar zavallı’ Öylede yapacaktı...
128
Ahmet ve 9 arkadaşı, babalarından yemedikleri dayağı Atilla
yüzbaşıdan yediler. Eşekten su gelinceye kadar dövüldüler. Namaz
kılanların örgütüne dahil olduklarını itiraf ettiler. Hazırlanan ifadeleri
okumadan imzaladılar. Atilla yüzbaşı, 2. sınıflardan hangi abilerinin
kendileri ile ilgilendiğini sormuştu. Aldıkları cevaplar soruşturmanın
büyümesini sağladı. Çorumlu Engin, Sinoplu Mehmet, Hataylı İsa ve
Tokatlı Türker topun ağzındaydı. Atilla yüzbaşı, dört ismi derhal
komutanlık katında kurulan nezaret hücrelerine aldırdı. Tuhaf olanı,
Nakşibendi tarikatına mensup ve Süleyman Efendi’nin talabesi
olduğunu bildikleri üç öğrenciyle komutanlar ilgilenmemişti. Oya
çağrılan namazlarını göstermeden gizli kılıyor, tarikata bağlı
arkadaşları açıkca göstere göstere kılıyorlardı.
Sorguda sorulan sorular sertleşti:
'Sizler hangi hücredensiniz, kimlerle bir aradasınız, ne tip organize
faaliyetler yürütüyorsunuz?'
Hepsi şok olmuşlardı. Böyle bir soru beklemiyorlardı. Sus pus kalıp
doyasıya dayak yediler. Çorumlu Engin, Sungurlu’dan meşhur bir Alevi
dedesinin torunuydu. Peygamber soyundan geliyordu ama ata
babaları sünni müslüman değildi. Okul birincisiydi. Kısa boyu, kızıla
çalan sarışın saçları ile farklı bir tipolojiye sahipti. Devresinde
efendiliği, disiplini ve kibarlığı ile herkesin kalbini kazanmıştı. Kalp ve
gönül kıranın müslüman olamayacağına inanırdı. Atilla yüzbaşı ona
vurmadı, başka yerden vurdu:
‘Hiç dedenden utanmadın mı? Sünnilerle Aleviler bir olur mu hiç!
Dedenin yüzünü kara çıkardın. Bir Alevi hiç beş vakit namaz kılar mı?
Sen aslına ihanet eden bir hainsin.’
Engin, Aleviliği hiç bilmiyordu. Dedesi ilkokul mezunuydu. Cahil bir
Alevi dedesiydi. Babası laik bir müslümandı. Hayatında hiç oruç
tutmamış, namaz kılmamıştı, bir defa olsun camiye veya cumaya
gitmemişti. Namaz kılan öğrencilerin hep başarılı, temiz, dürüst,
güvenilir, dost canlısı öğrencilerden oluşmasından etkilenmişti.
Namaz kılanlar grubuna katılmasının tek sebebi iyi arkadaş çevresiydi.
Artık o, Sünnilerle aynı örgütde bir Alevi torunuydu.
Çakmak çakmak bakan büyük gözleriyle dikkati çeken Hataylı İsa’da
çok zeki bir çocuktu. Okul 3.’süydü. Namaz kıldığını bilmeyen yoktu.
Zaten hiç saklamamıştı. Babası cami imamıydı, dedesi ise müftü.
Osmanlı döneminde de ata babaları hep benzer görevler yapmış bir
sofu sülalesiydiler. İsa, namaz kılmanın neden suç olduğubu bir türlü
anlayamamıştı. Diklendi:
‘Namaz kılanlarla uğraşırsanız, Allah’da sizle uğraşır.’
Bu cesur çıkışı yüzbaşı anlaşılan beklemiyordu. Arka arkaya patlayan
20 tokat sonununda İsa bayılmıştı. Kan revan içinde odadan dışarı
çıkartılıp revirde tedaviye götürüldü.
Sıra Tokatlı Türker Şahin’e gelmişti. Güreşci ve karateciydi. Okul
beşincisiydi. Yapılı vücudundan zaten bunu anlamak mümkündü.
Okulu temsilen katıldığı askeri okullar arasındaki güreş yarışmasında
altın madalya getirmişti. Devrenin en çok sevilen öğrencisiydi. Atilla
yüzbaşı, kabadayı görünümlü Türker’i iyi ezerse devrenin geri
kalanının tırsacağını biliyordu. Burnunu kırmak için hususi gayret
gösteriyordu. En azından burnunu yere yere
129
sürtmeli, onu inletmeli, yalvartmalıydı. Türker’e atılan dayak saatler
sürdü. Vücudunda göğermemiş tek nokta bile kalmadı. Türker
konuşmuyordu. Mertti. İnandığından taviz vermezdi. Atilla yüzbaşı,
yorulmuştu. Odaya giren ‘O. Çocuğu’ lakaplı Tayfun yüzbaşı dayağa
devam etti.
Türker, burnuna aşırı darbe almıştı. Tayfun yüzbaşının burnuna attığı
20’den fazla sert tokattan sonra burnu nihayet kırıldı. Acilen GATA’ya
götürülen Türker’in tedavisi yapıldı. Kulak Burun Boğaz polikliniğinde
yapılan tedavide askeri doktorun sakat raporu yazmaması
sağlanmalıydı.
Tayfun yüzbaşı hastanın Türker’in başında bizzat giderek, rapora
‘merdivenden düştü’ yazdırdı. Türker, bu ahlaksız işbirliğini kulağıyla
duymuştu. Kendisini ‘Kıbrıs kahramanı’ olarak satan Tayfun,
üstteğmen rütbesindeki doktorun kulağına eğilerek durumu izah
etmişti. Üstlüğünü kullanarak sahtekarlık yapıyordu. Yaptığı eşeklikte
utanmadan şikayet etmeyi de ihmal etmedi:
‘Bu eşek, irticai örgüte bulaşmış. Konuşturmaya çalışıyoruz. Zaten
atacağız.’
Türker, asla konuşmadı. Namaz kılan arkadaşlarının tam listesini
isteyen yüzbaşılara acıyarak baktı. Kendisini dini bir örgüte yazmak
isteyen savunma ve ifade tutanaklarını yırttı, attı. Komutanların hiç
bir oyununa gelmedi. Tayfun yüzbaşı ile GATA’dan okula dönerken,
son sözünü söyledi:
‘Ben ordumuzu Peygamber Ocağı sanıyordum. Anne ve babamı
çağrın, bu okuldan kendi isteğimle çıkmak istiyorum. Sizin atmanızı
bekleyemem.’ Yüzbaşı çark etti ve Türker’i attırmadı. Mert ve onurlu
insanları severdi...
Sinoplu Mehmet, diğer üç arkadaşı kadar sağlam çıkmamıştı. İlk üç
tokatda ‘ yeter’ dedi. Ne istiyorlara yapmaya razıydı. Zaten tıfıl bir
çocuktu. Okul 2.cisi olmasına herkes şaşırmıştı. Çok saf ve aptal
görünüşlüydü, ama sivri zekaydı. Ezberleme kabiliyeti müthişti.
Fotoğraflayan bir hafızaya sahipti. Bir defa okuduğunu olduğu gibi
ezberlerdi. Devresinde namaz kılan diğer 12 öğrenciyi ihbar etti. 3.
sınıflardan namaz kılan beş isim verdi. Bu girişimiyle kendini kurtardı.
Atilla yüzbaşı anlaşma teklifinde bulunmuş, istediğini verirse onu
atmayacağına dair asker sözü vermişti. Soruşturma her geçen gün
büyüyordu.
3. sınıflardan ilk çağrılanlar Kayserili iki kafadar Musa ve Adem oldu.
Onları Hüseyin, Özgür ve Burak izledi. Beş öğrencinin ortak özelliği
gizli namaz kılmaları ve devrenin en başarılı ilk beşinde yer
almalarıydı. Açıktan namaz kılan tarikat mensupları yine sorgulamaya
çağrılmamıştı. Beş öğrencide ‘Nuh’ dedi ‘peygamber’ demedi. Üç gün
süren dayak ve işkenceler para etmedi. Ağızlarından tek kelime
alamadılar.
Sağlık Astsubay Hazırlama okulunda tamamlanan ilk ön soruşturma
sınıf okuluna sıçramıştı.
3. sınıflar konuşmuyorsa, 4. sınıftan konuşacak korkak öğrenciler
bulanabilirdi. Komutanlar, üst sınıfların ast sınıflarla ilgilendiğini
anlamakta gecikmemişti. Abi kardeş ilişkisi, bir süre sonra şeyh mürid
ilişkisine dönüyor olmalıydı. Namaz kılanların süratle artışına başka
açıklama bulamıyorlardı. Bunca yıldır nasılda uyumuşlardı.
130
Otuzuncu Bölüm: Yunus Peygamberin Duası
4. sınıf öğrencileri Ferruh, Ünal, Berhan, Ahmet ve Halil sıranın
kendilerine geldiğini hisssediyorlardı. Atilla yüzbaşı, çok profesyonel
çalışıyordu. Sınıf okulunda oldukları için sonbahar başında resmen
askerlik yemini etmişlerdi. Bu nedenle Atilla yüzbaşının kendilerini
atması öyle kolay değildi. Genelkurmay Kararı gerekliydi. Karargahı
ikna edebilmesi için yeterli ve geçerli belge oluşturmalıydı. Sahte veya
gerçek farketmezdi.
Hazırlama okulundaki öğrencileri uzaklaştırmak veya okuldan
çıkarmak için anne ve babalarını okula çağırması yetmişti. Ailelerini
ikna etmesi zor olmamıştı. Elinde öğrencilere zorla imzalatılmış ifade
tutanakları vardı.
Atilla ve Tayfun yüzbaşı, eğer namaz kılan çocuklarını velileri kendi
rızasıyla okuldan alırsa sicillerine bu suçlarının işlenmeyeceği ve
ileride devlet memuru olabilecekleri kartını kullanıyorlardı. İrticai suç
yok sayılacaktı. Öğrenci, disiplinsiz gerekçesiyle okuldan çıkarılacaktı
Ancak ciddi bir sorun vardı. Atılmak istenen öğrencilerin tamamı hem
çok başarılı hemde okulda bugüne kadar hiç bir suça bulaşmamış
oldukları için disiplin notları süperdi. Devrelerinin ilk onunda yer alan
öğrencilerin hepsi kıdemliydi. Disiplin notu 15 puan altı kırılanlar
ancak kıdemli olabiliyordu. Namaz kılanlar içinde 15 notun üzerinde
hiç bir öğrenci bulunmuyordu. Hepsi takdir ve teşekkür alanlardı. Bu
öğrenciler kapı önüne konursa devreler, geri kalan displinsiz başarısız
eşekler tarafından yönetilecekti. Ayrıca Yüksek Disiplin Kurulu’na
çıkartılabilmeleri için disiplin notlarının en az 26 not kırılmış olması
gerekiyordu. Bu kurul’a çıkartılmadan öğrencinin kırık disiplin notuna
20 puan eklenmesi kurallara aykırıydı.
Hazırlama okulunda kırk kadar namaz kılan öğrenci tespit etmişlerdi.
Bunlardan 21 tanesinin okulla ilişiklerini kesmek istiyorlardı. İkna
operasyonu başarılı olmuştu. Velilerin yarısı ise direnmişti. İkna
olanlar içinde Çorumlu Engin’in Alevi Dedesi Hıdır beyde vardı. Nasıl
olupta torununun sünni irticai bir örgüte üye olduğunu pek
anlayamamıştı.
Muğla’nın Yatağan ilçesinden Özgür’ün babası koyu Atatürkçü ve laik
bir lise öğretmeniydi. Oğlunu sıkı bir Atatürk hayranın olarak
yetiştirmişti. Aile boyu CHP’ye oy verirlerdi. Oğlu irticacı olamazdı.
Atilla yüzbaşı, en fazla durumu kabullenemeyen Özgür’ün babası
Selami beyle uğraşmıştı. Hayal kırıklığına uğrayan babayı değişik bir
noktadan vurdu:
‘ Oğlun aynı zamanda 3. sınıfların B sınıfı imamı. Yani elebaşı. Hiç
kurtuluş şansı yok. Biz atacağız, en iyisi siz paşa paşa alın. Bizi
yormayın lütfen. Siz aydın bir insansınız. Oğlunuz zehirlenmiş. Burada
kalırsa onun kafasını yıkayanların elinde kalır!’
Yüzbaşı, can alıcı cümleyle Selami beyi nakavt yaptı:
Oğlunun 'vatan haini' ilan edilmesini sanırım istemezsin. Eğer biz
atarsak kimsenin yüzüne bakamazsın. 'Namaz kılmayı alışkanlık haline
getiren oğlunla CHP’li çevrende hep utanacaksın.
131
Öğrenciler birbiri ile Okul Disiplin Kurulu’nda yüzleştiriliyordu.
Hazırlama okulundaki 1., 2. ve 3. sınıf öğrencileri yüzleştirildiler.
Atilla yüzbaşı, tüm öğrencilerden biribiri aleyhine ifadeler almıştı.
“Bizi derslere götürdü, orada Said Nursî’nin kitapları okunuyordu”
tarzında suçlamalardı bunlar.
Sorgulama süreci okulda devam etti. Yaklaşık 45 gün. Bu sefer Okul
Komutanın başkanlığında, büyük bir heyet, bir U masa etrafında
öğrencileri tek tek sorguya geçti.
Okulun tabur komutanları, bölük komutanları hepsi öğrencilerin
etrafını çevirmişti. Bir albay soru soruyordu, diğerini yüzbaşı
soruyordu... Öğrenciler, saçma sapan sorulara cevap veriyorlardı.
Bu yetmedi, askerî istihbarattan elemanları çağırdılar. Oradan da
birşey çıkmadı, MİT’ten elemanlar çağırdılar. Artık bu öğrenciler
tecrite dilmiş, derslere girmiyor, sürekli sorgulanıyorlardı.
“Siz hangi hücrenin içindesiniz, bir ihtilâl hazırlığınız var mı, silâhlı
kuvvetlerde nasıl bir yapılanma içerisindesiniz?” diye sanki siyasî bir
teşkilâtmışlar gibi tabi sorulan sorular onlara çok garip geliyordu.
Çünkü yaşları 14 ile 17 yaş arasındaki astsubay okulu öğrencilerinin
orduyu ele geçirme, insanları kontrol altına alma gibi girişimde
bulunmaları komediydi. Böyle bir yaklaşım koskoca subaylara
yakışmıyordu.
İllegal örgütle mücadele odaklı sorgulama yaptılar. Bir hücre faaliyeti,
bir teşkilâtlanma, ileriye dönük bir plan var mı diye hep bunların
üzerinde durdular.
Neler oluyordu?
Ferruh’un ifadesi alınması için davet edilen en son öğrencilerdendi.
Yüksek Disiplin Kurulu’na çağırıyorlardı. Hiç sorgulanmadan doğrudan
mahkemeye çıkarıldı. Okul Komutanı başkanlık ediyordu. Tün
subaylar tam kadro oradaydı. Ayakta duran Albay Ayfer Yılmaz’ın
okulun istihbarat subayı olduğunu ilk defa orada öğrendi. Sarhoş
lakaplı havacı albay, nöbetçi olduğunda kimsenin okulda nöbet
tutmayıp uyuduğunu hatırladı. Meğerse hepsini uyutmuştu. Ayfer
Albay, tatlı tatlı yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
Okulun imamı bu adam. 52 öğrenciden aldığımız ifadelerde bu açıkca
görülüyor. Lider yani. Tüm namaz kılanları organize ediyor, verdiği
emirleri hepsi dinliyor.
Esas duruşta bekleyen Ferruh, gülmek istedi gülemedi, ağlamak istedi
ağlayamadı. Albay gayet ciddi biçimde iddialarını sıralamayı sürdürdü:
Ankara’nın değişik semtlerinde bulunan örgütün 11 evini yönetiyor.
Bunlar hücre evler. Kimse kimseyi tanımıyor ama bu adam herkesi
tanıyor.
Ferruh, kimden bahsedildiğini kavramaya çalışıyordu. Albayın hayal
gücü çok kuvvetliydi. Okul komutanı sessizliği bozarak sorusunu
sordu:
Oğlum, bu iddialara ne diyorsun?
Çok saçma. Ben Ankara’yı bilmem. 11 ev ve 11 semtden bahsetti
Albay. Kızılay ve Akdere’den başka semt tanımam. Kızılay’daki
sinemalara her hafta giderim, birde Akdere’de oturan halamın evine
ziyarete. Bunun dışında söylenenleri duymadım, görmedim,
bilmiyorum.
İddialarını sahte belgelerle inanılır hale getiren ekibin başında sarhoş
havacı albay Ayfer Yılmaz ve Atilla yüzbaşı vardı. İşkenceyle, dayakla
istediği bilgiyi yaşı küçük öğrencilerden zorla kopartmışlardı.
Ayfer Yılmaz köpürdü, Ferruh’u sorgularken açık konuştu:
Oğlum, sana burada üç maymunu oynatmam. Ben 12 Eylülde nice
komünistlere, ülkücü baba yiğitlere işkence yaptım, istersem sana
Atatürk’ü öldürdüğünü bile söyletirim.
Ferruh, ne diyeceğini bilemedi:
Namaz kılmak suçsa, evet ben bu suçu işledim ama kimseye
göstermeden kıldım. Namaz kılmanın reklamını yapmadım, öğrenmek
isteyenlere elbette yardımcı oldum.
132
Ayfer Albay, daha da kızmıştı:
İyi bir halt yemiş gibi anlatıyor. Şimdi seni burada öyle bir döverim ki,
tüm kemiklerin kırılır. Okulun komutanı, net konuştu:
“Yalan söylüyorsun”
Ferruh elindeki tüm kartları oynamaya niyetliydi:
Komutanım, ben bu devrede 4 yıl boyunca başkanlık ve koğuş
kıdemliliği yaptım. Nöbetleri yazdım. Amirlerimin en güvendiği, en
başarılı, en disiplinli asker ve öğrenci oldum. Bu zamana kadar bana
inanan komutanlarım herhalde basiretsiz değildi.
Atilla yüzbaşı sözü ele aldı ve taşı gediğine koydu:
İşte bu yüzden çok tehlikelisin ya! Sınıfındaki diğer eşekler gibi aptal
olsan daha iyiydi. Derecen var, söyledklerimizi anlamayacak kadar
geri zekalı değilsin.
Okul komutanının gözleri faltaşı gibi açıldı:
Oğlum sen aynı zamanda iyi bir tiyatrocuymuşsun. İki defa başrol
oynamışsın. Yaşar Kemal’in İnce Memed oyununda Memed ve
Yelkovansız Saat oyununda aydın öğretmeni canlandırmışsın. Buda
benim imzaladığım takdir belgesi. Bak burada tiyatro yok, gerçek
hayattayız.
Ferruh, sosyal çalışmalarındaki başarısının önüne bu şekilde gelmesini
hiç beklemiyordu. Okul komutanı önündeki dosyayı fırlattı ve bağırdı:
Bak seni kitap haline getirdik. Tam 52 sayfa. Bu öğrencilerin
anlattıkları da mı sahte?
Tek tek sayfaları çeviren Ferruh, beklemediği bir tabloyla
karşılaşmamıştı. Namaz kılan her öğrenciden aleyhinde ifade almayı
başaran Atilla yüzbaşı pis pis sırıtıyordu. Ferruh, hiç bozuntuya
vermeden sakince tepkisini koydu:
Bu ifadeler işkence ile alınmıştır ve geçersizdir.
Ayfer Albay patladı:
Seni öldüreceğim. Liderler konuşmaz bilirim. Arkadaşlarına hava
atmak için konuşmuyorsun değil mi?
Ferruh, albayın yüzüne manasız manasız baktı. Bu bakış albayı
çıldırtmaya yetmişti, Ferruh’un boğazına sarıldı.
Seni kesin burada öldüreceğim.
Ferruh, esas duruşta ölüyordu. Kıravatından asılarak sıkan albay, 50
saniyede onu nefessiz bırakmıştı. 18 yaşına henüz basmamıştı, kısa
hyatı gözünün önünden film şeridi gibi geçti. Ölümü göze almıştı,
inatçıydı, tek kelime etmeyecek, kimseyi satmayacaktı. En son
gözünün önüne annesi Neslihan hanımın siması geldi. Ondanda geçti.
Öbür tarafta buluşuruz kısmetse diye düşündü. Albay, Ferruh’taki
kararlılığı gözünden okuyacak kadar tecrübeliydi. İkisinden biri pes
edecekti. Ama kim?
Birden aklında Yunus peygamberin (AS) balık karnında yaptığı dua
geldi. La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin.
İçinden Ayfer Albayın gözlerinin içine sertce bakarak 3 defa okudu.
Son nefesini vermek üzereydi.
Zalimler üzerinde etkili bir duaydı. Bu duayı samimi biçimde
içselleştiren Ferruh, son çare olarak yapmıştı. Onu duyacak
kimsesizler kimsesine sığınmıştı. Tüm şartların, sebeblerin sükut ettiği
noktada sebeblerin Yaratıcısından başka onu kurtaracak kimse yoktu.
Pes eden Ayfer Albay kıravatı gevşetti:
Bu deli. Elimde kalacak ölecek.
Aradan bir yıl geçecek, Alanya’da görüp tanıdığı Said Nursi’nin
talabesi Abdurrahman Hoca’ya bu olayı Ferruh anlattığında ilginç bir
yorumda bulunacaktı:
‘Oğlum sen şehit olmuşsun. Şu anda ikinci hayatını yaşıyorsun.
Şehitler ölmez, ölmediklerini bilirler ama farklı hayat diliminde
yaşadıklarını bilmezler’
Ferruh, okuldan atılacağını hissettiği için artık Ayfer albayın
bağırmalarının altında kalmadı, kendini ezdirmedi. Onun bağırmasına
karşılık aynı şekilde karşılık verdi ve “Hayır yalan
133
söylemiyoruz. Biz bu vatana hizmet için buradayız. Bizim için vatanın
her yeri hizmet yeridir. Hizmet edeceksek, dışarıda da bu vatan için
hizmet ederiz. Ama sizin bizi atıp, burada bıraktığınız insanların bir
çoğu, bizim kadar bu millete, bu vatana hizmet edebilecek kişiler
değildir. Biz burada kalmak için alçalmayız” dedi.
Tabiî bu sefer o sert ifadelerin karşısında Ayfer Albay yumuşadı ve
“Evlâdım, oğlum, biz öyle yapar mıyız? Sizi kurtarmak istiyoruz”
demeye başladı.
Sonradan da bunu ifadede yazıp, “Ben burada kalmak istemiyorum,
dışarda vatana hizmet etmek istiyorum dedi” demek suretiyle
Ferruh’un ifadelerini çarpıtmak istedi.
Ferruh’u özel bir hücreye alıp ilgilenmeye başladı. Çocuk kandırır gibi
konuşuyordu:
Bak oğlum. Biz senle aynı kuvvetlerde Havacı olarak birlikte
çalışacağız. Gel itiraf et. Tüm yapıyı bize anlat, isimleri ver. Bende seni
kurtarayım.
Ferruh, saatine baktı, öğle namazı geçiyordu. Abdesti vardı. Ayfer
albaya döndü:
Sen çık dışarı, beni biraz yalnız bırakta düşüneyim.
Ayfer Albay, sevinçle dışarı fırladı. Sesi duyuluyordu.
Ferruh konuşmayı kabul etti. Başardım...
Öğle ve ikindi namazlarını birleştirerek kılan Ferruh, biraz sonra
gelecek Ayfer Yılmaz ile dalga geçmeye karar verdi.
Deli numarası yaparak adamı deli edecekti.
Ayfer Albay, gururlu bir edayla içeri girdi ve sordu:
Haydi konuş bakalım.
Neyi?
Dahhak örgütünü.
Benim bir civcivim vardı, adını Dahhak koymuştum. Pazardam
almıştım. Okulda saklıyorum. Şimdi büyüdü piliç oldu. Tüm arkadaşım
sakladığım yere gelip ara sıra severler. Bizim böyle bir örgütümüz var
ama inanın zararsızdır.
Ulan sen benle dalga mı geçiyorsun?
Yok komutanım. Konuşuyorum işte!
Evladım. Sen zeki bir çocuksun, deli değilsin. Gel güzel güzel anlat.
Peki. Pilicimi geçenlerde kestik, bir parti düzenledik mutfakta. Dahhak
öldü komutanım. Anlaşıldı, sen konuşmayacaksın. O halde sana
Mamak cezaevinde nasıl işkence yapacağımı anlatayım, belki bu dilini
çözer.
Anlatayım: Seni önce falakaya yatıracağım. Ayak tabanı, ellerin içi gibi
vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb.
vurularak gerçekleştirilir. Ayak tabanların ve el ayaların patlar, kaba
yerlerin ezilir, morarır, sonrada tırnaklarını sökeriz. El ve ayaklarını
kırarım, sakat kalırsın.
Ferruh, bir kahkaha kopardı. Valla film gibi, anlat, anlat.. Başka ne
yaparsın?
Çırılçıplak soyarım seni, kurt köpeğini üzerine salalarım. Köpeğin ilk
kaptığı yer bacak arasında penisin olur, hadım kalırsın. Çocuk sahibi
olamazsın, homo olursun.
Güldürmeyin komutanım, bu kadar zalim olamazsınız. Bunlar
filmlerde olur.
Cop sokarım götüne. Copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu senin
makatına zorla sokarım. Sonra bu copu sana yalatırım. Götüne kola
şişesi takar, kan alırım.
Ferruh, zorla gülmeye çalışıyordu ama anlatılan işkenceler oldukca
ürkütücüydü. Hiç bozuntuya vermemeye çalıştı:
Yapamazsınız bunları komutanım. Siz manyak mısınız?
Sus lan! Daha bitmedi. Çırılçıplak soyundururum seni ve erkeklik
organına bir ip takarım.
İpin diğer ucunu alıp hızla koşarım, sende acılar içinde zorunlu olarak
peşimden koşarsın.
İşte bu çok komik, gerçekten. Oyun oynamayı seviyorsunuz veya
küçük iken babanız size oyuncak almamış, mahallede hiç ip
atlamamışsınız.
Ulan sana pisliğini yediririm. Yüzüne işerim, yağmur yağıyor sanırsın.
Çok eğlenceli olur, sizinki bence çok küçüktür.
134
Öyle mi? Sana tecavüz edersem görürsün boyunu. Üzerinden tüm
gardiyanları geçiririm, bir daha insan yüzüne çıkamazsın.
Elbette Ferruh’un olmayan bir örgütü itiraf etmesi mümkün değildi.
Yılmaz’ın gün boyunca anlattığı işkence yöntemlerini gülerek dinledi,
adamı sinir etti.
Ayfer Albay son sözünü söyledi:
Ben seni yarın Mamak Cezaevindeki özel işkence odamda bülbüller
gibi konuşturacağım... 12 Eylül darbesinden sonra pek çok sağ ve sol
militanı ezdim ve ağızlarından istediğim ifadeyi aldım.
Ferruh, dalgasını yeterince geçmişti, artık canı sıkılmaya başlamıştı.
Kovma zamanı gelmişti: Yürü anca gidersin.
Burası sözün bittiği yerdi. Ayfer albay, kapıyı sertce çarparak çıktı.
Umudunu kesmişti.
135
Otuzbirinci Bölüm: Kolumu kır abi!
İnsanî, insanların uhrevî hayatını düşünen, onlara o anlamda destek
vermeye çalışan bir gayretin orduya yansıması, acımasızca hadım
edilmişti. Sorgu içerisinde de neticede namaz kıldığında şüphe edilen
bazı öğrenciler hakkında dişe dokunur bir suçlama ortaya çıkmadı.
Listelerinde 58 öğrenci vardı. Bunlardan biride 3. Sınıfın en başarılı
öğrencilerden devre 2.cisi Hüseyin Bilir idi.
Bazılarının kaderini aleyhlerinde ifade veren 3 öğrencinin ifadesi
belirledi. Hazırlama okulundan olanlara önce okuldan bir ay geçici
uzaklaştırma kararı çıktı. Hazırlama okulundan 18 kişinin defteri
hemen dürüldü. Tazminat ödememeleri karşılığında aileler evlatlarını
okuldan kendi rızalarıyla geri çekmeyi kabul ettiler. Hepsine birer
kağıt imzalatıldı. Asıl zor hayat sivil hayatda başlıyordu. En yakın
dostları, akrabaları, mahalle arkadaiları bile onlara vebalı muamelesi
yapıyordu.
Gittikleri camilerde insanlar hep onları suçluyordu:
“Namaz kılmasaydın kardeşim, ibadetini sonra yapardın, orada rütbeli
olurdun başkalarının namaz kılmasına vesile olurdun, daha iyi değil
miydi, hiç mi kafanız çalışmadı?”
Sivil hayatda kimse onları sahiplenmedi. En fazla vefa bekledikleri,
anlamaları gerektiğini düşündükleri mütedeyyin insanlardan acı sözler
işittiler. Hatta, bazıları onlara yaptıklarının yanlışlığından bahsettiler.
İçlerinde Hüseyin Bilir’in hikayesi en katı kalpleri bile sızlatmaya
yeterdi. Fakir bir ailenin çocuğuydu. Namaz kıldığını gören, duyan
olmamıştı. Okul ikincisi olmak için gece gündüz çalışmıştı. Onu
kıskanan devresindeki tembeller, onuda namaz kılanlar örgütüne
dahil edip, sınıf yüzbaşıları Tayfun’a bildirmişlerdi. Ancak ciddi bir
sorun vardı. İhbarcı öğrencilerin dışında hiç bir öğrenciden onun
aleyhinde delil olabilecek bir ifade kopartamamışlardı. Çünkü Hüseyin
herkese iyilik eden bir melekti.
Tayfun yüzbaşı, komutanı olduğu devreyi topladı. Açıkca isim vererek
tehdit savurdu:
İçinizde bazıları kurtulduğunu sanıyor. Haklarında delil bulamadım
ama ben onları yinede atacağım. Yataklarını dolaplarını bozacağım,
disiplinsizlik cezası verip atacağım. İsim vereyim: Hüseyin Bilir.
Hüseyin yıllardır bu komutana her sabah vukuat tekmili veren başarılı
bir öğrenciydi. Devresindeki koğuş nöbetlerini yazıyordu. En küçük bir
disiplin cezası dahi bugüne kadar almamıştı.
Tayfun yüzbaşı, kendi lakabını kendisi koyan bir şerefsizdi: Lakabı
Orospu çocuğuydu. Bunu daha sene başındaki ilk görüşmelerinde
devreye ilan etmişti. Kendisine devrenin istediği kadar küfür etme
özgürlüğü vermişti. Yani kulağıyla duysa tınmıyordu.
Yapacağını yaptı. Ertesi gün Hüseyin’in yatak ve dolabını bozup ceza
verdi. Oysa Hüseyin, her sabah yatağını gerdirir, üzerine bozuk para
atar, zıplamadan ayrılmazdı. Çünkü Tayfun yüzbaşı yatak düzenini
bozuk para atarak kontrol ederdi. Dolabı devrenin en düzenlisiydi.
Ayakkabıları her zaman boyalı, saçı her zaman kısaydı.
Tayfun yüzbaşı yediği haltı açıkca ifade etti. Tüm devre duydu:
Yatağını ve dolabını ben bozdum ve ceza aldın. Sene sonuna kadar
hergün bozacağım ve ceza alacaksın. Sene sonunda yatak
bozukluğundan displin notun bozulacak ve disiplin kurulunda okuldan
atılacaksın.
Herkes buz kesmişti Böylesine orospu çocukluğu görülmemişti.
Hüseyin çaresizdi. Gözünden yaş eksik olmuyordu. Onu gören herkes
ağlıyordu. Bu nasıl komutandı? Bu saçmalıktan bir kurtuluş yolu
olmalıydı. Hüseyin bu çareyi kendi buldu. Ama ne çare! Bulduğu
yöntem şuydu: Kolunu kıracak ve bir ay hava değişimi alarak okulu
terk edecekti.
Peki kolunu kim ve nasıl kıracaktı?
136
Ferruh’a başvurdu ve yalvardı:
Kolumu kır abi!
Ferruh, kendinde olmayarak ağlamaya başladı. Göz yaşı ceyhunlar gibi
akıyordu. Bu nasıl bir civanmertlikti? Ama nasıl kırabilirdi ki. Bu nasıl
bir Kerbala idi. Yezitlerin kim olduğu belliydi ama Yezitliklerine kılıf
uyduruyorlardı.
Bakmaya kıyamadığı Hüseyin’in kolunu bırakın kırmayı, saçının bir tek
teline dahi zarar gelmesine dayanamazdı. Öz kardeşinden daha fazla
sevdiği, edep ve terbiye abidesi bir delikanlıydı. Gözü kara bir yiğitti.
‘Ne olur abi!’ dedi Hüseyin ve ekledi:
Sen kırmazsan, kim yapar bunu?
Koğuşa gittiler ve iki ranzayı yanyana getirip araya Hüseyin’in kolunu
koydular. Ferruh, dolaptan botunu çıkardı ve gözlerini kapayarak
sertce iki darbe indirdi. Kol morarmıştı ama kırılmamıştı. Hüseyin
acıdan inliyordu, gözünden yağmur gibi yaş boşanıyordu.
Gürültülere Muammer ve Çinçin koşup gelmişti. Çinçin, ortada tuhaf
bir hal olduğunu hemen anlamıştı:
Ne oluyor kuzum! Burada ne yapıyorsunuz?
Ferruh durumu izah etti. Çinçin çok soğukkanlıydı:
Olmaz ki böyle! Kol böyle kırılmaz. Siz bu işi bana bırakın! Bahçede
büyük bir taş var, havuzun hemen yanında. Oraya gidelim, kolu taşa
yatıralım ve başka bir taşla vurup bir defada kırayım. Botla çocuğa çok
acı çektiriyorsun.
Muammer şaşkındı:
Bu bir cinnet hali ama! Göz göre göre kol mu kırılır? Manyak mı bu
yüzbaşınız?
Manyak ne kelime abi. Su katılmamış adinin biri.
Bahçedeki taşın arasına konan Hüseyin’in kolunu gerçektende Çinçin
bir vuruşta taşla kırdı. İşi başarmanın verdiği pişkinlikle bundan sonra
ne yapacaklarını söyledi:
Ferruh, sen ortadan toz ol. Seni görmesin nöbetçi amir, yoksa
şüphelenir. Ciple GATA’ya acile kaldıracağız. Orada alçıya aldırır, gece
geliriz.
Nöbetçi amir numarayı yutmuştu. Hüseyin’in merdivenden düştüğü
palavrasına inanmıştı. Üç saat sonra Hüseyin ve Çinçin aynı ciple
döndüler.
Ferruh ve Muammer heyecanla sonucu bekliyorlardı. Çinçin, sanki çok
normal bir vakadan dönüyormuş gibi raporu verdi:
Arkadaşlar. Haberler iyi. Kolu iyi kırmışım. Ön kol kemiğinin ikiside
kırılmış. Gerçi biri kırılsa daha iyi olurdu ama ne yapalım, kader.
Peki rapor ne oldu?
İki ay hava değişimi aldı. Direkt eve gidiyor Hüseyin. Yarın Orospu
Çocuğu Tayfun yüzbaşının yüz halini çok merak ediyorum. Şişecek
şerefsiz!
Ertesi gün Tayfun yüzbaşı Hüseyin’in yatağını ve dolabını yine
bozmuştu ama faka basmıştı. Hüseyin revirde yatıyordu, koğuşa hiç
gitmemişti. Sabah içtimada yoklama alırken, Hüseyin revirde diye
rapor verilince uyandı.
Ne oldu ona?
Devre birincisi Engin cevapladı:
Dün akşam kolu kırıldı komutanım. Acile kaldırıldı. Hava değişimi aldı,
tam 2 ay. Eve gitmeye hazırlanıyor.
Tayfun yüzbaşıda şafak atmıştı. Emir verdi:
Hemen buraya çağırın onu, hemen şimdi. Kimse dağılmasın,
konuşacağız.
Hüseyin kolu alçılı biçimde geldi, başıyla selam verdi.
Anlat bakalım, kolun nasıl kırıldı?
Merdivenden düştüm komutanım!
Onu sen benim külahıma anlat. Ben külyutmam. Kendin kırdın değil
mi?
Hüseyin sessiz kaldı, cevap vermedi.
137
Susmanı anlıyorum. Sen bir kahramansın. Hemde çok mertsin. Helal
olsun sana. Okuldan atılmamak için kendi kolunu kıracak kadar
cesaretlisin. Şimdi sana herkesin huzurunda bir teklifim olacak.
Emredin komutanım!
İstihrahatını iptal edeceğim, tabii senin rızanla. Derslerine kolun alçılı
biçimde gireceksin. Geri kalmayacaksın. Sen bu okulu bitirmeyi hak
ediyorsun. Seni okuldan atamam. Böylesine gözü kara bir öğrencim
olduğu için gurur duyuyorum.
Emredersiniz komutanım. Teklifinizi kabul ediyorum.
Hüseyin derslere kolu alçılı olarak girdi ve mezun oldu.
Onun yaptığı kahramanlık destana dönüştü. Orospu çocuğu Tayfun
yüzbaşıyı dize getiren civanmert olarak herkes önünde saygıyla eğildi.
Herkes Hüseyin kadar deli cesaretine sahip değildi. 23 öğrenci Yüksek
Disiplin Kurulu’nda disiplin notlarının yükseltilerek okuldan
atılmalarını için son defa çıkarıldı. Ferruh, komutan katında bekleyen
öğrenciler içinden Yasin, Amme, Tebareke ve Esmaül Hüsna okudu.
Daha sonra yanlarına giderek ellerini havaya kaldırmalarını söyledi ve
onlara ortak bir beddua yaptırdı:
Yarabbi! Sen kimsesizler kimsesisin. Biz garibiz, huzuruna geldik.
Hakkımızda hayırlı olanı nasip eyle. Bize zulmedenleri ıslah olmaları
mümkün değilse kahreyle. İki yakaları biraraya ne bu dünyada nede
öbür dünyada gelmesin. Yaşasın zalimler için cehennem! Zalimleri
Allahım sana havale ediyoruz.
23 kişi birden yüksek sesle amin dedi.
Tayfun yüzbaşı merak ederek dışarı çıktı:
Ne oluyor burada? Ne amini bu!
Ortama yeniden sessizlik hakim oldu. Ölüm sessezliği veya fırtınadan
önceki karanlık. Haftasonu izne çıkan Ferruh olayı İhlas Kitap Evi’nden
Hüseyin Hoca’ya anlattı.. Teselli etti: “Kardeşim herşey takdir-i İlâhî,
İnşallah daha hayırlı kapılar açılır önünüze... Bu Cenâb-ı Hakk"ın
takdiridir, hiç endişe etmeyin. Bir kapıyı kapatan Cenâb-ı Hak, başka
bir kapıyı açar.”
Bu duyduğu destek mahiyetinde tek konuşma oldu. Müthiş bir
rahatlama hissetti, dünyayı bağışlasalar bu kadar sevinmezdi. Kendi
kendine söylendi:
“Demek ki biz çok da anormal değilmişiz”
Aksi sözler, “Bizde anormallik mi var?” sorularını akla getiriyordu. Asıl
anormallik kendilerini sorgulayanlardaydı. Kol kırmak zorunda
bırakanlardaydı.
138
Otuzikinci Bölüm: GATAkulli
1986 yılına kadar askeri okullarda namaz kılmaya müsade edilmişti.
GATA’daki mescid ibadete açıktı. Ancak burada namaz kılanlar
fişleniyordu. Ferruh, ordudan atılacağını anlayana kadar bu mescitte
çok ender namaz kılmıştı. Askeri öğrencilerin GATA’ya hastalık
numarasıyla kaçışları,’GATAkulli’ denilen kaçış yöntemi meşhurdu.
Patenti GATA’da öğrenim görmüş eski öğrencilere aitti.
Eşekler Sınıfının en büyük icadıydı bu GATA’ya hastalık numarasıyla
kaçış. 4 sene içinde 9 kişi GATA’ya zor dönemlerde delilik numarasıyla
kaçmış, hava değişimi veya rapor almıştı. Tıp bilgileri sağlam olduğu
için doktorlar numaraları çakmıyordu. Çoğu sahte intihar girişimleri
ile psikolojik travmadan rapor alır, okuldan atılmaktan yırtardı.
Disiplin notu düşenleri kurtarmanın en kestirme yolu ‘GATAkulli’ydi.
Beton Kemal, bu numaraları pek yutmazdı ama doktor raporlarını
iptal etmezdi. Komünist Kara Mustafa’nın bir keresinde intihar
girişimi süsüyle GATA raporu almasına çok kızmıştı. Çünkü Mustafa
yanlış metotla intihar girişiminde bulunmuştu. Beton Kemal dalgasını
geçmişti:
Oğlum, sen intihar etmesini de bilmiyorsun. Eğer ölmek istiyorsan
kolundaki damarları camla dikey değil, yatay keseceksin. Bunca yıldır
sana anatomiyi öğretemediler.
15 Mart 1987’de GATA’ya Ferruh’ta hastalık bahanesiyle kaçtı.
Necdet Öztorun, Kara Kuvvetleri Komutanı idi. Genelkurmay başkanı
olmaya çantada keklik gözüyle bakıyordu, hatta davetiyeleri bile
bastırmıştı. Rahmetli Özal’ın Cumhurbaşkanı Evren ile anlaşıp
Öztorun’u tasfiye etmesine altı ay vardı. Öztorun, inanılması güç bir
hukuksuzluğa imzasını attı. Tüm askeri okullarda ve orduda irticacı
büyük bir örgüt kurulduğunu iddia ederek düğmeye bastı. Öztorun,
NATO eğitimliydi ve derin yapının üst düzey yöneticisiydi.
Düğmeye basmadan önce en son ABD ve İsrail’e uğramıştı. Emir milli
değildi, dışarıdan geliyordu.
Ferruh, GATA’daki hayali Dahhak örgütünin lideri olmakta suçlandı,
hem de henüz 17 yaşında. 330 kişilik okulun yarısı güya ona itaat
ediyordu, emir komuta zincirinde hiyerarşiyi bozmuştu. Halbuki 4
sene boyunca her sabah komutanlara ‘okulda vukuat vardır veya
yoktur’ tekmili veriyordu. Sabahtan beri nezaretdeydi.
Eşekler sınıfı, Ferruh’u nezaretten gece kurtarmaya karar vermişti.
Ama istemedi. Kaçarsa suçlu durumuna düşerdi. Aklına ‘GATAkulli’
geldi. Normal viziteye çıkıp ‘deli numarası’ yapmaya karar verdi.
O sabah, nasıl olduysa her zamanki doktor hastalanmış, yerine GATA
Tıp’tan doktor adayı bir öğrenci gelmişti. Simasında göz kamaştırıcı bir
nur vardı, parıldıyordu. Doğruları anlattı. Birden gürledi:
‘O şerefsiz Atilla yüzbaşı buraya da mı geldi?
O mübarek doktor, Ferruh’u GATA’ya yatırması için Ömer Faruk
adında bir doktora sevk etti. Sevk ettiği doktor da kendisi gibiydi.
Acaba Hızırla mı karşılaşmıştı?.
GATA’ya doktor onu askeri ciple gönderdi. Sabah 8.00 olupta mesai
başlamadan, Ayfer albay onu ciple Mamak cezaevine götürmeden
kapağı GATA psikiyatri kliniğine atmak zorundaydı. Saat 7.30’da gece
nöbetini sonlandırmadan doktor Ömer Faruk’u buldu. Bir çırpıda olan
biteni ayrıntılarıyla anlattı. Aralarında yaman bir pazarlık başladı:
Lütfen bana Kataleptik şizofreni teşhisi koyunuz ki. Burada uzun süre
kalabileyim.
Olmaz Ferruh. Meslek hayatımı tehlikeye atamam. Bu dediğin hastalık
çocuk yailarda başlar ve gelişir. Askeri okula bu hastalıkla girmen
mümkün değil. Sana daha gerçekci bir teşhis yazayım.
Nedir o?
Akut Reaktif Deprasyon.
139
Yani!
Gördüğün baskılar sonucu akut olark ortaya çıkmış olan geçici
bunalım.
Peki öyle olsun, hemen yatırıyor musun beni?
Evet. Ama içeride iyi deli numarası yapman lazım. Doktorlar
anlamasın.
Pembe salona yatan Ferruh, kadın ve erkek karışık kalınan bu
mekanda astsubay ve subaylar, eşleri v esker çocouklarından oluşan
elli kişilik bir hasta topluluğu ile karşılaştı. Tek kişilik odaya
yerleştirilmeden once ayakkabı bağcıkları ve kemerini hemşire istedi.
Espiriyi patlattı: Korkmayın intihar etmem.
Belli olmaz.
Yemekler müthiş çıkıyordu. Üç öğün yemek, iki öğün snack. Jimlastik
salonu, sauna, tenis kortu, spor salonu, resim atülyesiü televizyon
salonu, yüzme havuzu ile burası adeta cennetti. Ferruh rahatlamıştı:
Oh be deli olmak varmış!
Farklı doktorların muayenesinden geçen Ferruh, deli numarasını
mükemmel yapıyordu. Gülerken ağlamak, ağlarken gülmek, abuk
sabuk konuşmak, bağırarak şarlı söylemek, birden susmak delilerin
ortak haraket tarzıydı. Ortama uymuştu.
Deliler içinde tek arkadaşı Van’daki teröristlerle çatışmadan gelen
Selami yüzbaşıydı. Cesur insandı yüzbaşı defalarla çatışmaya girmişti:
Van Çatak’ta bir çatışmada yaralanmıştı. Bir seferinde asker olan
terörist, tipili bir gece de kendisini öldürmeyi planlamıştı. Asker
kendisini fark eden astsubayı öldürmüş Yüzbaşıya ulaşamayacağını
anlayınca da hemen gidip koğuşunda yatağına yatmıştı. Her şeye
rağmen teröristi ortaya çıkarmayı başardı Selami Yüzbaşı.
Çalışkandı, işine titizdi, işini iyi biliyordu. En sorunlu bölge olmasına
rağmen nasılsa Selami yüzbaşı var diye Dargeçit’ten
endişelenmiyorlardı ildeki Komutanları; ama Sakıncalı Yüzbaşı Selami
namaz kılıyordu bunu hiç kimseden gizlemiyordu ama bağnaz bir
insan değildi, asla suçlandığı türden art niyetleri yoktu. Eşi kapalıydı
yüzbaşının, Boğaziçi üniversitesi mezunu hanımefendi bir kadındı.
Kapalıydı ama herkesten daha çok sosyal ve moderndi. Her şeye
rağmen sakıncalıydılar. İle gittikleri zaman orduevinde kalamıyorlardı,
restoranında yemek yiyemiyorlardı. Peki ama Dargeçit Jandarma
komutanı herhangi bir otelde kime neye ve niye güvenerek kalacaktı?
Dananın kuyruğu PKK elebaşısı Abdullah Öcalanı 1 Mart 1987’de
yakaladığı zaman kopmuştu. Eline kelepçeyi takmış, askeri
helikoptere bindirmişti. Gururla enselediği elebaşısını Ankara’ya
gönderiyordu. Ancak Genelkurmay’dan gelen telefonla irkilmişti.
‘Ne yaptın sen. Bizim adam o.Hemen serbest bırak. Helikopterle
Suriye sınırına götür. Bırak gitsin.’
Yüzbaşının geçirdiği depresyon bununla sınırlı değildi. Ertesi günü Van
kırsalında çıktıkları operasyonda timi pusuya düşürülmüştü. 11
askerinin hepsi şehit edilmişti. Kendisini de öldü diye bırakmışlardı.
Teröristlerin konuşmalarına şahit olmuştu. Onları satan er kendi
postasıydı. Asıl kuşkusu ise infaz emrinin bizzat Genelkurmay’dan
gelme ihtimaliydi. Bu şüphe beynini kemirmiş, soluğu GATA
Psikiyatride almıştı. Kime güveneceğini bilemiyordu. Selami ile
Ferruh’un dostluğu doktorların gözünden kaçmamıştı. Pembe salonda
aklı başında gözüken ikisi vardı. Doktorlar yanlarına geldiğinde konu
değiştiriyorlardı.
Haftada bir gün yapılan delilerle doktorların ortak toplantısında oyun
sona erdi. Doktorlar delilere sorunu olan var mı diye soruyorlardı.
Kimse parmak kaldırmayınca Ferruh, bir çıkıntılık yapmak istedi:
TRT 2 yayınlarına yeni başladı ama burada çekmiyor. Acaba ayarlaya
bilir misiniz?
Tüm deliler katılasya gülmeye başladı. Gülme krizi doktorlara da
sıçradı. Başhekin gülerek salonu yatıştırmaya çalıştı:
Susun ama. Gayet normal bir istek bu.
Ferruh o zaman anladı ki, ondan başka televizyon seyreden deli
yoktu.
140
Birden başdeli ünvanlı 18 yaşındaki Yeşim ayağa fırladı. Genç yaşta
Devsol akımı içine girmişti, dava arkadaşları komünist gençlerin
tecavüzüne uğrayınca dengesini yitirmişti.
Subay kızıydı. Abuk sabuk konuşur, ara sırada kafiyeli şiirler okurdu.
Ferruh için bir şiir yazmıştı:
Elem tere fiş Kem gözlere şiş Elimde var bir iş Sık sık gelen çiş Herkes
hasta mafiş
Şiir nasıl bitecek diye herkes heyecanla bekliyordu. Yeşim, Ferruh’u
işaret ederek son noktayı koydu:
Burada herkes deli, o değil.
Ferruh morarmıştı. Doktorlar sustu, delilerin hepsi Ferruh’a
bakıyordu. Başhekim toplantıdan sonra Ferruh’u odasına çağırdı.
Bak oğlum. Senin hsta olmadığını biliyorum. Taburcu olma vaktin
geldi.
Ferruh, başından geçenleri saklamadan anlattı ve ekledi:
Okula dönersem bana işkence yapacaklar ve okuldan atacaklar.
Hayır yapmayacaklar ve atmayacaklar.
Nereden biliyorsunuz?
Bak sana bir mektup göstereceğim. Suçladığın Atilla yüzbaşı, yani
öğrenci amiriniz yazmış. Ferruh gözlerine inanamıyordu. Okulun en
başarılı, disiplinli ve örmek öğrencisidir yazıyordu.
İnanmıyorum komutanım. Buda numara olmalı. Bana lütfen hava
değişimi verin, memleketime gideyim.
Olmaz. Seni mutlaka okula geri istiyorlar.
O halde istihrahat verin.
Peki. 21 gün yeter mi?
Yeter.
Ferruh, ‘GATAkulli’ sayesinde işkenceden kurtulmuştu. Okula
dönüşünde arkadaşları tarafından kahraman gibi karşılandı. Deli
olmayı sevmişti. Numaraya devam kararı aldı. Gazinoda istihrahatını
dolduruyordu. Yakası bağırı açıktı, elinde sigarayla, tam psikopatlara
benziyordu.
Okul Komutanı, bir hafta sonu odasına çağırdı:
Oğlum, gel istihrahatını iptal edelim. Derslerinden geri kalma.
Olmaz komutanım. Dersler zaten neredeyse bitti ve tüm notlarım
yüze yakın.
Seni atmak istemiyoruz. Ama böyle kendini dağıtırsan olmaz. Topla
artık kendini. Emredersiniz komutanım.
Sonuçta, raporumun bittiği gün Genelkurmay Kararı ile okuldan
ayrıldı Ferruh. O gün, 12 Nisandı yani doğum günü. Aynı zamanda
Beraat kandiliydi, beraatı, kurtuluşu eline verilmişti.
Bir aylık sürenin sonunda haklarında GATA’nın bağlı olduğu
Genelkurmay Başkanlığı’nın onayıyla ve amirlerin kanaatine
dayanarak namaz kılmayı alışkanlık haline getirmek, başkalarına dinî
telkinde bulunmak ve Said Nursî’nin eserlerini okumayı alışkanlık
haline getirme gerekçesiyle işlem yapıldı ve kesin ordudan ihraç
kararı verildi.
Koğuşta 12 rekat şükür namazı kıldı.
141
Otuzüçüncü Bölüm: Rambo Ferruh!
Bir hafta önceden atılacağını anlamıştı Ferruh. Son haftasonu iznine
Ankara’ya çıktığında Anafartalar çarşısından bir Amerikan kotu, mavi
bir tişört birde kurşun kolye satın almıştı. Amerikan spor ayakkabısı
takımı tamamlıyordu.
Atilla yüzbaşının gözünü korkutacaktı. İlk Kan filmi modaydı. Bu
filmde, kendini ölüme gönderen ve satan komutanından intikam
almak isteyen Rambo, kurşun bir intikam kolyesi takıyordu. Amerikan
askerlerini kurtarmak isterken ölen Vietnamlı kadının boynundaki
kolyeydi bu. Ferruh, aynısından satın almıştı.
Sivil kıyafetleri giyerek son defa Hüseyin Hoca’yı ziyaret etti.
Ferruh’un ruh halini beğenmemişti:
Oğlum, bir çılgınlık yapmayacaksın değil mi?
Bunca zulme maruz kaldım. Yapmamam için mantıklı bir sebep
gösterin.
Bak oğlum. Said Nursi, 1925’de Mustafa Kemal’in askerleri dinsizliği
yayıyor diye ayaklanan Şeyh Said ondan destek istediğinde hemen
‘Hayır’ cevabını verdi. Biliyor musun, neden? Hayır. Neden?
Türk ordusuna silah çekilmez dedi. Çünkü Kur’anda bahsi geçen bir
millet Allah’ı sever, Allah’ı severden kasıt Türk Milletidir. Bin yıldır
İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Yine yapacaktır. Türk ordusu ne
yaparsa yapsın ona lanet okumamış, beddua etmemiştir.
Tam olarak ne demiş?
Demiş ki, Gizli Fesad Cemiyeti bin sene boyunca İslamiyetin ve
Kur’anın elinde şan ve şerefle şöhret bulan, şimşek gibi parlayan bir
elmas kılınç olan Türk milleti ve Türkçülük düşüncesi ve Türk
ordusunu, geçici bir dönem İslamiyetin bir kısım Şeairine (Ezan,
Kur’an, İmam-Hatip, başörtüsü gibi dinin simgelerine) karşı
kullanmaya çalıştı. Fakat tam muvaffak olamadı. Sonunda geri
çekilmeye mecbur kaldı. Çünkü, kahraman ordu, dizginini bu
gurubunun elinden 21. yüzyıla girerken kurtarmayı başaracak.
Ümitli olalım ama ne zaman kadar?
Hüseyin Hoca, uzunca bir vaaz etti:
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da 50 yıl içinde yani materyalist,
Darwinist ve ateist felsefelerin insanlar üzerindeki etkisinin 10 yıl gibi
kısa bir süre içinde yok olacağına işaret etti. Bu tarihin başlangıncı ise
Hicri 1421 yani 2001 yılına denk geliyor. Miladi 2008 yılında, Kuran
ahlakının tam galibiyeti dönemi başlayacak. 2012 veya 2013 yılında
kahraman Türk ordusu, fesat komitesinin boynuna taktığı kementi
çıkaracak ve İslam’a yeniden hizmet edecek.
Ferruh’un kafası iyice karışmıştı. Türk ordusunun boynunda kement
olduğunu anlaması için 2008 yılına kadar beklemeli miydi?
Boynundan kementi tamamen atacağı 2012 yılına kadar yaşayacağına
kim garanti verebilirdi?
Atilla yüzbaşıyı sadece korkutmak, kalbine korku salmak istiyordu.
Eşyalarını hazırladı ve Nizamiyede bekleme odasına koydu. Sivil
kıyafetleri ve kurşun kolyesiyle komutanlık katına çıktı.
Atilla yüzbaşı görüşmek istemiyordu.
Ferruh zorla girdi:
Size veda etmeye geldim yüzbaşı! Bravo çok başarılı iş çıkardınız, eğer
Allah ömür verirde yaşarsanız terfiler de alırsınız.
Kısa kes. Müslümanlığını yaşa diye seni sivil hayata postaladım. Git
nerede istersen orada İslam’ı yaşa ama burada orduda olmaz!
Çok teşekkür ederim ama bunun hesabını elbet bir gün ödeyeceksiniz.
Odada bulunan komutanın posta eri asker müdahale etti:
142
Komutanımıza karşı terbiyesizlik yapıyorsun. Esas duruşta bile
değilsin, selam vermeden konuşman zaten kurallara aykırı.
Ben artık asker değilim. Bu adamın karşısında esas duruştada
durmam, selamda vermem. Defol çık git yav!
Gidiyorum ama öbür tarafta dört elimde yakanızda olacak.
Ferruh içini boşaltmış, biraz rahatlamıştı.
Nizamiye gerisine bile bakmadan hızlı adımlarla yürüdü. Tam valizleri
yüklenip kapıdan çıkıyordu ki, bir cip hızla yanında durdu. Atilla
yüzbaşının postasıydı:
Komutan seni istiyor.
Ben artık sivilim, gelmem.
Geleceksin, gerekirse silahımla seni zorla götürürüm.
El mecburdu. Atilla yüzbaşı, Ferruh’u endişeli gözlerle ama sert bir yüz
ifadesiyle karşıladı: Biraz önce ne demek istedin sen?
Öbür tarafa inanıyorsanız Allah’ın sizden hesap soracağını söyledim.
Onu demiyorum. Ötekini...
Başka bir kastım yok.
Peki boynundaki bu kurşun kolye nedir?
Rambonun intikam kurşunu!
Yani benden intikam mı alacaksın!
Ferruh, sağlam bir kahkaha attı ve lafı gediğine koydu:
Ne oldu, korktun mu komutan!
Çık dışarı, defol git. Gözüm seni bir daha görmesin. Git nerede
istiyorsun, müslümanlığını yaşa ama Türk ordusu laiktir, laik kalacak,
burada olmaz!
143
Otuzdördüncü Bölüm: Genelkurmay’a dava!
Ferruh, babası Orhan astsubayı okul nizamiyesinin çıkışında onu
beklerken buldu. Hiç konuşmadılar. Doğruca Akdere’deki halası
Rasime’nin evine yollanmak için önce Dışkapı ile Ulus arasındaki
dolmuşa, sonrada Bentderesi’nden kalkan dolmuşa bindiler.
Ferruh, Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı 18
yaşına girdiği gün mahkemeye veren az sayıda vatandaştan biriydi.
Ünal Bingül ve Berhan Yüzbaşı’da dava etmişti.
Askeri Savcılığın yetki sınırlarını, Yüksek Askeri İdari Mahkemesi’nde
davaların nasıl görüldüğünü bilmiyorlardı. 15 günde dava açarlarsa
yürütmeyi durdurma kararı aldırabilir ve okuluna geri dönebilirdi.
Genelkurmay’a, Askeri Ceza Kanunu’nda olmayan ‘İrticai Faaliyetler’
adlı suç icat edilmişti. Hukukta usulsüzlük yapılıyordu. Ferruh, 20
Nisan 1987’de verdiği dava dilekçsinde, Askeri liseden disiplinsizlik
iddiasıyla ayırmalarına hiç disiplin suçu olmaması nedeniyle itiraz
ediyordu.
Dört mesele daha vardı. Okuma hakları ellerinden alınmıştı. Bu
anayasal bir suçtu ve insan haklarına aykırıydı. Memuriyet hakkı
ellerinden alınıyordu. Dışarıda da birşeyler yapabilmelerinii
engelleyecek uygulamalar ortaya konulmuştu. Fişlenmişlerdi, artık
devlet memuru olmayı bırakın, sivil olduğunu sandıkları belediyelerde
bile işe girmelerine engel olunuyordu. Diplomalarını vermemişler,
dışarıda sağlık memuru olmalarının önüne geçmişlerdi. Bu şartlarda
üniversite imtihanına bile girmeleri imkansızdı. Çünkü mezun
oldukları lise, onlara yardımcı olmuyordu.
Ferruh’un asker olan babası Orhan astsubay, Ankara’da 12 Eylül’ün
intikamını alma peşindeki ülkücü avukatlara, ‘şov yapmaya gerek yok’
diyerek davayı vermedi. Görüşü ilginçti:
‘Biz hızlı ve dürüst solcu bir avukat bulalım’
Devre arkadaşı Ünal Bingül, tam bu sırada imdatına yetişti:
‘Benim tanıdığım bir avukat var. Uzaktan tanıdığımız olur. Evi Oran
sitesinde. Yarın için randevu aldım, beraber gidelim’
Allah’tan halasının telefonunu Ünal’a vermişti.
Akşamı Akdere’de halasında geçiren Ferruh ve Orhan astsubay, tam
zamanında Çankaya’daki Oran sitesinde avukat ve hakim çiftin
evlerini buldu. Kapının önüne atılmış gazete Feruh’un gözünden
kaçmadı:
‘Bu avukat Cumhuriyet gazetesi okuru. Bunların çoğu din düşmanı
olur’
‘Önyargılı olma, oğlum! İnsanlığını kaybetmesin yeter. Sol görüşlü
insanlarda adaletperestlik duygusu güçlüdür.’
Nitekim avukat Berrin Gözen, tıpkı babasının tariff ettiği gibi çıktı.
Hikayelerini anlatan Ferruh ve Ünal’ı dikkatle dinleyen Berrin
Hanım’ın gözleri yaşardı.
Kocası Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nde askeri hakim Turgut
Albaydı. Önce kocası konuştu:
Sizi hangi yasadışı örgüte üye olmakla suçluyorlar?
Ünal omzunu silkti:
Hiç bilmiyorum. Hayatımda örgüt üyesi olmadım. Herhangi bir örgüte
ait olan veya olmayan örgütsel bir bröşür dahi okumadım.
Ferruh bir tahminde bulundu:
Said Nursi’nin Nurcularından sayıyor olsalar tam Nurcu değiliz.
Nursi’nin her kitabını okuyan Nurcu olmuyor. Atilla yüzbaşı Dahhakcı
diye bir örgütden bahsetti. Ben böyle bir örgüte üye değilim.
Dahhakcılar diye bir örgüt olduğunu da sanmıyorum.
Ünal ekledi:
144
Ferruh ile ben, bu devrenin en başarılı, çalışkan, disiplinli, örnek
Atatürkçü diye gösterilen öğrencileriyiz. Ben sadece bir hafta namaz
kıldım, o kadar.
Ferruh, suçunu itiraf etti:
Ben daha uzun namaz kıldım. Dört yıl boyunca kıldım, ama gizli
kıldım. Yanı başımdaki sıra arkadaşım Ufuk Yılmaz bile namaz kıldığımı
bilmiyordu. Kimseye namaz reklamı yapmadım. Berrin Hanım, saflığı
yüzlerine okunan iki genci pek sevmişti:
Çocuklar namaz kılmak suç değil ki? Rahat olun.
Turgut Albay’ın de kanı iki gence ısınmıştı:
‘MİT ve Genelkurmay’da araştırma yapacağım, eğer bir örgüt üyesi
değilseniz davayı alırız’ Ertesi gün Ünal Bingül’den gelen telefon umut
doluydu:
Müjde Ferruh. Berrin hanım davayı aldı. MİT ve Genelkurmay’da
Dahhak diye bir dini örgüt veya illegal yapılanma bilgisi yokmuş.
Berrin ve Turgut Gözen çifti, inançsız olmalarına veya öyle
gözükmelerine rağmen inanç hürriyetini samimi biçimde
savunuyorlardı.
Ferruh’un çok hoşuna gitmişti:
Her kesimde iyi insanlarımız var. Allah bu ülke insanını eskiden olduğu
gibi birlik etsin. Ferruh Alanya’ya, Ünal İstanbul’a yola çıktılar. Bir
daha görüşemediler.
O sürede mahkeme süreci oldu, tekrar okula alınmaları için uğraşanlar
oldu. O sırada Ferruh, askerî hakimlikten emekli birine bu olayları
anlatınca hüngür hüngür ağladı:
“Ben bu olaya sahip çıkacağım” dedi.
Daha sonradan da o hakim Askerî İdare Mahkemesinin görevlileriyle
konuştu, orada da bu işe biraz sahip çıkan yapılar vardı.
Daha sonra Alanya’da tanıştığı askeri bir hakim Ferruh’a “Biz bile
namazlarımızı kapıları kilitleyip kılıyoruz. Size ne oldu, siz kendinizi ne
zannediyorsunuz, orada nasıl namaz kılarsınız?” şeklinde fırça attı.
Önceleri onlara sahip çıkacağını söyleyen şahıs, hadisenin Said Nursî
bağlantısını öğrenince ürktü, sahip çıkmaktan vazgeçti.
15 gün içinde yürütmenin durdurulması için yaptıkları başvuru ret
edilmişti. Mahkeme süreci uzayacaktı.
GATA Komutanı Onur Noyan Paşa, Gözen çiftinin aile dostlarıydı. Karı
koca bir gece komutana misafirliğe gitmişti. Berrin hanım lafı
döndürüp dolaştırıp Ünal ve Ferruh’a getirdi: ‘Bu başarılı çocukları
neden ordudan usülsüzce atıyorsunuz?’
Necati Kölan saklamadan net cevap verdi:
Çok basit. Namaz kılanları orduda istemiyoruz.
20 Mart 1989’da Yüksek Asker İdari Mahkemesi’ne aktarılan Necati
Kölan’ın bu sözleri olay oldu. GATA Psikiyatri Kliniği’ne Atilla
yüzbaşının Ferruh Kaplan hakkında 20 Mart 1987’de gönderdiği resmi
mektup, açık bir delildi. Bu mektupda Ferruh’u psikiyatri’den çıkartma
telaşına düşen yüzbaşı şunları yazmıştı:
‘ Ferruh Kaplan. Okulumuzun en disiplinli, başarıü örnek bir askeri
öğrencisidir. İçinde yaşadığı depresyonu aştığına inanıyorum.’
Muhsin Batur’un damadı Yüzbaşı Mustafa Kemal Akkarpart, 3 sene
boyunca Ferruh ve Ünal’ın 1. amiriydi. Mahkemeye intikal eden
mektubu okundu:
‘Faruk, Ünal, Halil, Berhan adam gibi öğrencilerdi. Bu sınıfta çok eşek
vardı. Eğer bunları attılarsa, geriye kalan eşekleri mezun etmelerine
gerek yoktu.
Tam Eşekler Sınıfı’nı tarif eden bir mektupdu. ‘Taşşaklı Beton’ Kemal,
yine sözünü esirgememişti.
Beş hakimli, bir askeri savcılı mahkemenin Mart 1989’daki son
duruşmasında Ferruh, savunma konuşmasını, ‘samimiyet testi’
üzerine kurmuştu.
GATA’da bir hırsızlık şebekesi, bir cunta olduğunu, başında Atilla adlı
homoseksüel bir yüzbaşı bulunduğunu söylediğinde tüm hakimler
katılasıya gülmeye başladı.
145
Deli olduğunu düşünmüş olmalıydılar. Deliller, olaylar ve isimleri
açıkladığında, hepsi buz kesti.
Çünkü 4 yıl boyunca okul ikincisi olarak komutan vekiliydi ve tüm
hadiselere vakıftı.
Askeri Ceza Kanunu’nda ‘irticai faaliyet’ diye tanımlanan bir suç
olmadığını kanun maddelerini ezberden okuyarak aktardı.
Şaşkınlıkları arttı.
Ferruh, bir konuşma metni hazırlamamıştı, aklına ne geliyorsa aktardı:
“Namaz kılmak suçsa bu suçu işledim ama dört yıl yanımdaki sıra
arkadaşımın namazımı gizli kıldığım için bu suçtan haberi olmadı.Ya
hırsızları, PKK soruşturmasını örtbast edenleri, orduyu hortumlayıp
yıpratan cuntacıları tercih edeceksiniz veya rüşvet yemeyen, hırsızlık
yapmayan namuslu, başarılı, disiplinli asker olan benim gibileri
seçeceksiniz. Hukukta usülsüzlük yapıyorsunuz, beni okuluma iade
etmek mevcut kanun gereğidir.”
Hakimler sus pus olmuşlar soru sormuyorlardı.
Askeri Savcı ayağa kalkmasıyla oturması bir oldu. İki kelime kullandı:
‘Suçu sabit’
Ferruh, avukatına baktı. Yüksek sesle söylendi:
‘Genelkurmay’ı mahkemeye ben verdim, burada ben değil
Genelkurmay’ın hukuksuzluğu yargılanmıyor mu?’
‘Hakimlerin onbaşı kadar yetkileri yok mu acaba?’ diye içinden
eseflendi, üzüldü.
Bir Hakim sözü ele aldı:
Oğlum üyesi olduğun Dahhak örgütünü anlat! Orduya sızmaya mı
çalışıyordunuz?
Bir defa böyle bir örgüt yok, hiç olmadı. İkincisi, ben öz be öz Anadolu
çocuğuyum. Asker çocuğuyum. Bir insanın, kendi memleketindeki
bazı müesseselere girmesine sızma denmez. Ordu kurumu bu ülkeye
ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten
olmayanlar yaptılar. Ben milletin bir ferdiyim, kendi milletim için var
olan orduya sızmadım; hakkımdı, girdim. Kadrolaşma, sızma, çoğalma
türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları
sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına
saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere
sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdir.
Hakimler ciddileşmişti, yorum yapmadılar.
Konuşmasının buraya kadar olan kısmı etkili olmamıştı. Taktik
değiştirip kendisinden sonra duruşmaya girecek okul birincisi devre
arkadaşı Ünal Bingül’ü savundu:
“Biraz sonra karşınıza gelecek arkadaşın lakabı ‘inekçi’dir. 4 yıl
boyunca sabah dörtte yatağından kalktı, gece 12’de yattı, kimse onu
yatağında görmedi. Askeri okullar tarihinde görülmemiş bir not ve
disiplin ortalaması var. Hiç namaz kılmadı, benim arkadaşlarıma
karışmadı, asosyaldi. Tek hatası başarılı olmaktır. Dindar öğrenciler
üzerinde operasyon yapan homoseksüel istihbaratçı Atilla yüzbaşı,
tüm namaz kılanlar en başarılı öğrenciler olduğu için onu da dindar
sanmış olmalı. Başarısız öğrencileri muhbir olarak kullandı. Hadi ben
suçluyum bari bu arkadaşımızın emeğini çöpe atmayın.”
Avukat Berrin’in gözleri doldu, Ferruh’un gözlerinden öptü. Ferruh’un
gönlünü almak için bir jest yaptı:
‘Bu davayı kazanamazsak avukatlığı bırakırım’
Dava kaybedilmişti. 15 ün sonra gelen yanıtta sunulan gerekçeyi
avukatları kendilerine postalamadı.
Ünal Bingül’de okuluna iade edilmedi. Liseyi dışarıdan bitirme
imtihanlarına girdi ve bir yılda bitirdi. Bu süre zarfında TİMAŞ’ta
çalıştı. İstanbul Hukuk’u 1990’da kazandı ve 1994’de birincilikte
bitirdi. Daha sonra savcı ve hakim oldu.
Demek ki inekçiliğe devam ediyordu.
146
Otuzbeşinci Bölüm: Kayserilinin Eşek şakası!
"Pısırık, sessiz" Ferruh, nasıl olmuşta 4 yıl sonra okulun yarısının lideri
olmak ve askeri hiyararşiyi bozarak disiplinsizliğe yol açmakla
suçlanmıştı. 15 yaşına kadar hiç konuşmayan biriyken, haksızlığa
susmayı sindiremeyen ve yüksek sesle düşünen biri haline gelmişti.
Askeriyenin " mantıksızlığa itaat" dahil tüm kurallarına uymuştu.
Kader, onun bu sınırlar içine hapsolmasına anlaşılan razı değildi. Bu
nedenle aslında askeriyeden ayrıldığına hiç üzülmemişti. Buna
rağmen her gece kabuslar görüyordu. Rüyasında hep askeriyeye geri
döndüğünü hayal ediyordu. Anlaşılan bilinçaltı mantıksız ayrılışı asla
kabullenememişti, hazmedememişti.
12 Nisan 1987'de yaşanan beraat kandili günü beraatını eline
tutuşturmuşlardı. Çok sevdiği askeriyeden “İrtica “ diye bir suç Askeri
Ceza Kanunu’nnda henüz bulunmadığı için “Disiplinsizlik” gerekçesiyle
kapı önüne konmuştu. 18 yaşına girdiği günde bu bir şaka olmalıydı.
Kader ağlarını onun için çoktan örmüştü. 14 yaşında, bıyıkları henüz
terlememiş yeni yetme ergenliğe yeni girmiş bir delikanlı iken askeri
liseye girmişti. Tek ideali ve gayesi vatanına hizmet etmekti. 4 yıl
boyunca başarıdan başarıya koşmuş, komutanları onu 'en başarılı
öğrenci, en örnek asker, model Atatürkcü' olarak lanse etmişti. Ne
olmuşsa olmuş elinde küçük bir valiz baba ocağının yolunu tutmuştu.
“Askeriyeden ancak namussuzlar, şerefsizler, hırsızlar ve vatan
hainleri kovulur” düşüncsi topluma hakimdi. Masum olduğunu nasıl
anlatacaktı?
O, sadece Allah'a kulluk görevini yerine getirmek istemiş, babasının
öğütlerini tutarak yalan söylememiş, hırsızlık yapmamış, askeriyenin
kurallarını bozmamış, 4 yıl boyunca disiplin abidesi olarak
gösterilmişti. Bunun neticesinde hep koğuş başkanı yapılmıştı. Bunca
yıl komutanların sevgilisi ve el üstünde tutulan bir öğrenci olup, kapı
dışarı atılan başka bir askeri öğrenci var mıydı acaba? Siyaset
yapmamıştı, siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçmıştı; sadece dinini
dindar olarak yaşamaya azimliydi. Nereden geldiği belli olmayan bir
tufan onu çok sevdiği okulundan kopartıyor ve Türk Ordusuna hizmet
etme şerefinden alıkoyuyordu. Utanıyordu, hacalet çekiyordu, ama
başı dikti, kötü bir şey yapmamıştı.
Annesi Neslihan oğlu Ferruh’u karşısınnda askeri değil sivil kıyafette
boynu bükük görünce hem şaşırdı, hemde sevindi. Ancak bu neşesi
uzun sürmedi. Babası Orhan, annesine hiç bir şey anlatmamıştı. Sert
bir asker olmasına rağmen vicdanlı bir insandı. Orduda namazlarını 20
yıl boyunca hiç bir engellemeye maruz kalmadan kılmıştı.
Ferruh, günlük tutmaya devam ediyordu. İki yüzlü hayatı bu kırmızı
kaplı deftere ve tarihe not olarak düşüyordu:
1 Temmuz 1987’de Başbakan Özal ile ters düşen Kara Kuvvetleri
Komutanı Org. Necdet Öztorun istifa etti. Org. Necip Torumtay,
KKK'na getirildi. Genelkurmay Başkanı olmayı bekleyen, kutlama
gecesi davetiyelerini bile bastıran Öztorun, Sabah gazetesine verdiği
demeçte Özal’ı sert bir dille eleştiriyordu:
‘Ordudan irticacıları temizledim diye benden intikam alıyor.’
18 Mart 1989’da Ferruh, askeri okuldaki arkadaşı 3. sınıflardan
Adem’den bir mektup aldı. Mektupta inanılmaz bir müjde vardı:
Ferruh, hemen Sağlık Astsubay Okulu’na geri dön. Bizim masum
olduğumuzu anlamışlar, geri çağırıyorlar. Ben önümüzdeki hafta
gideceğim. Sende gel.
Kısa ve öz olan mektuba en fazla sevinen Neslihan hanımdı. Orhan
astsubay, emekli olalı az olmuştu ama askeriyede sabit bir görüşün bu
kadar hızlı değişmiş olabileceğine inanamıyordu. Şüphesini dile
getirdi:
Hanım, daha geçenlerde senle Örsan’ın askerlik yaptığı Tandoğan
Astsubay orduevinde gece kalmak istedik. Başörtülüsün diye seni içeri
almadılar.
147
Olsun bey. Baksana arkadaşıda gidip teslim olacakmış. Sende oğlanı
götür. Hiç gitmezseniz asla doğru mu yoksa yanlış bilgi mi
öğrenemeyiz. İki elim yakanda olur iki taraftada. Oğlanı böyle mahzun
bırakma!
Çaresizdi Orhan bey. Gidecekti. İnanmasada, eşi ve oğlunun gönlü
olsu diye gidecekti.
Hemen hazırlandılar ve ertesi gün için otobüs bileti alıp soluğu 20
Mart’da Ankara’da aldılar. Ferruh, okulun nizamiyesinden içeri zafer
kazanmış bir komutan edasıyla girdi. Komutan katına çıkıp ‘Deli
Hikmet’ lakaplı Okul Komutanı Albayla görüşmek için sekterin yanında
beklediler.
Deli Hikmet, ikiliyi ayakta karşıladı. Ferruh’un verdiği baş selamını
almadı. Küfürlü ağzı rahat durmadı:
Oğlum sen gerçekten Eşeksin. Eşekler Sınıfı’nın ‘Eşekbaşı’sı olduğunu
bir kez daha kanıtladın.
Deli Hikmet babası Orhan astsubaya döndü:
Ya sen! Bu orduda 25 yıl görev yaptın. Biz mevcut namaz kılanları
atmaya çalışıyoruz. Buda gelmiş teslim olmaya. Götümle gülerim bu
duruma. Defolun gidin gözümün önünden. Okulu hemen terk edin. Bu
orduda sizin gibileri asla barındırmayacağız.
Kaynar sular boşalmıştı başlarından. Orhan astsubay gıkını bile
çıkartamamıştı. Adem’in mektubundan bahsedememişlerdi bile.
Gerisin geri İzmir marşıyla döndüler, arkalarına bakmadan.
Koridorda Ferruh’u gören Malatyalı Muharrem astsubay çok mutlu
olmuştu:
Hayrola Eşekbaşı! Sizin Eşekler Sınıfı’nı mezun ettik, sen hariç...
Durumu iki cümlede izah eden Ferruh, Deli Hikmet’in sert tavrını
üzüntü ile özetledi.
Orhan astsubay, meslekdaşından bir ricada bulundu:
Bizim Alanya’daki dükkana hırsız girdi. Oğlanın okuldan çıkarılma
belgeside çalınanlar arasında. Yeniden çıkartmanız mümkün mü?
Oğlan nerede okuduğunu dahi ispatlayamıyor. Muharrem’in gözleri
doldu. Hemen müdahale etti.
Deli Hikmet sizi burada görmesin. Siz aşağıda lobide bekleyin. Kısa bir
dilekçe yazın. Ben hemen personel işlerinden alırım. Öğrenci amiri ve
okul komutanınada imzalatırım, merak etme...
Gerçektende bir saat içinde belge hazırdı. Muharrem astsubayı
beklerken, okulda konuşulan konulara Ferruh vakıf olmuştu. Nöbetçi
sınıf okulu öğrencisi Ferhat ile koyu bir muhabbete koyulmuşlardı. O.
Çocuğu Tafun yüzbaşının açığa alındığını Ferruh duymuştu ama
nedenini bilmiyordu. Ferhat olayı özetledi:
1.
sınıftan bir öğrencinin yatak istihratını numara yapıyor diye
iptal etti psikopat. Çocuk sancılar içinde derse girdi. 2. gün içinde
öldü. Meğerse apandisi patlamış. Revirde yatsa doktor anlar,
hastaneye anında kaldırırdı. İki gün içinde çocuğun tüm iç organlarına
patlayan apandisin cerahatı yayılmış. Babası astsubaymış oğlanın.
Tayfun yüzbaşıyı askeri mahkemeye verdi. Görevi ihmal ve kötüye
kullanmaktan açığa alındı yüzbaşı. Herhalde hapis cesası alacak ve
ordudan Yüksek Askeri Şura kararı ile uzaklaştırılacak.
Ya Atilla yüzbaşı ne oldu?
Onun hali daha beter. Ölümcül bir hastalığa yakalandı. Bağırsak
kanseri GATA’da yatıyor. Doktorlar 6 ay ömür vermiş. Acılar içinde
kıvranıyor. Büyük abdestini yapamıyorlarmış. Hemşireler boru ile
yaptırıyor. Bağırsağını delmişler, oradan yani. Hiçbir şey yiyemiyor.
Dev cüsseli adam eridi. Görsen tanıyamazsın. Anlayacağın boklar
içinde yaşıyor. ( Not: Atilla yüzbaşı, kanserden kurtulmayı başardı.
Balıkesirli Ahmet Akar, atıldıktan yıllar sonra askerlik görevini yaptığı
birlikte kendini ordudan atan Atilla yüzbaşı ile aynı mekanda çalıştı.
Onu tanımadı. Masterda yapan Ahmet Akar, TÜPRAŞ’ta halen Şube
Müdürü olarak çalışıyor) Ferruh, Atilla’nın GATA’da çektiği acıları az
bile bulmuştu. Şöyle düşündü:
Hak etmişti ama. O kadar mazlum bedduası alan iflah mı alacaktı!
148
Valla zaten okulda herkes sizi konuşuyor. Çarpıldı diyorlar.
Dememişler boş yere, ‘ alma
mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ diye
Bir de Ayfer Yılmaz vardı, hani şu sarhoş istihbaratçı albay...
General olmayı beklerken emekli edildi geçen ağustosta. Hakkında
soruşturma vardı.
Okuldaki iaşe ve ibade ihalelerini yakın akrabalarına verdiriyormuş.
Emekli oldu ama yargılanması sürüyor.
Desene terfi bekleyenlerin hepsi Allah’tan cezalarını bulmuşlar.
Ferruh, birden bedduanın sahiplerini hatırladı. Okuldan atılan 23
kişiye Yüksek Disiplin Kurulu önünde toplu beddua ettirmişti. Ama ne
beddua! Önce Yasin, Amme ve Tebarake surelerini okumuş, sonra
esmaül hüsnayı bağıra bağıra tekrarlamıştı. Bunları içinden okuyarak
yapmamıştı, yüksek sesle okumuştu ki tüm zalimler duysunlar. Nasıl
olsa atılmaları kesindi. İpleri koparmışlardı. Yapılan dualar sonrası 23
kişi ellerini toplu olarak kaldırmıştı. Ferruh, yaptıtdığı kısa ve öz duayı
daha dün gibi hatırlıyordu:
Rabbim, ıslah olmaları mümkünse ıslah eyle, eğer mümkün değilse
kahreyle. Amin.
Muharrem astsubay’ın tok sesle verdiği cevap Ferruh’u tekrar
kendine getirdi.
Belasını bulmakta ne kelime! Hepsi cin şeytan çarpmış gibi kahroldu.
Deli Hikmet bu nedenle sinirli. Her gün başıma bir bela gelecek diye
sinir krizleri eçiriyor. Bugün seni karşısında görünce cin çarpmış
şeytana dönmüştür. Azap meleği geldi diye tırsmıştır.
Ben ona ne yaptım ki!
Son iki yıldır okula gelen her öğrenciye aylarca sizden bahsediyorlar.
Kara listeye fena alınmışsınız. Sizle ilişki kuran direkt okuldan
atılmakla tehdit ediliyor.
Ferruh gülme krizine girmişti. Kopardığı kahkaha lobinin öteki
ucundan duyuldu.
Konuşmaları dinleyen Orhan astsubay lafı gediğine koydu:
Oğlum, sende kalmış gelmişsin teslim olmaya...
Baba, beni Kayserili Adem kandırdı. Sanırım şaka yaptı. Biraz şakacıdır
da...
Buna Eşek şakası derler
Ben Eşekbaşıyım ya, eşek şakasından anlarım ancak...
Oğlum, sen eşek oğlu eşeksin. Beni buaraya sürükledin ya bende
eşeğin danıskasıyım. Alanya’ya dönüş yolunda hiç konuşmadılar.
Orhan astsubay, bir daha bu konuyu açmamak üzere kapatmıştı.
Alanya’ya indiklerinde tek cümle kurdu:
Yaşadıklarımızı annene ben anlatacağım. Bu günden sonra askeri
okula dönüş ile ilgili tek kelime duymak istemiyorum.
Orhan astsubay, Alanya’da sevilen bir insandı. Tüm partilere eşit
yakınlıkta durmaya çalışsada, Özalcı olarak tanınıyordu. Eski bir Milli
Selametci olduğunu bilen pek yoktu. Üç ay önce Alanya’da gelen
Necmeddin Erbakan, bir ev sohbetinde babasında Alanya belediye
başkanlığı önerisinde bulunmuştu. Ancak babası ret etmişti. Ticaret
yapıyordu ve ticaretinin Erbakancı yaftasıyla bozulmasını istemiyordu.
Erbakan ısrarcıydı:
Komutan sizi bari Belediye encümeni adayı yapsak...
Orhan komutan, bu teklifede iltifat etmemişti. Yerel seçim
atmosferine giren ülkede insanların kafası karışıktı. Son altı yıldır
Özalcı olan babası, bu seçimde Refah partisini desteklemişti.
Minibüslerini seçim gezisinde kullandırmıştı. Ferruh, her gün işlediği
günlüğü kapattı. Türkiye’de en fazla yabancı gazetenin satıldığı 3.
büyük gazete bayisi idiler. Türkçe gazeteler az satılıyordu, çünkü Türk
müşteri azdı. Zaman gazetesine aboneydi. Her gün gazeteyi son
kelimesine kadar okuyordu. Babası sinir olsa da.
149
Otuzaltıncı Bölüm: Oğlum, Orduna Kavuşacaksın!
Alanya, cennetin dünyadaki numunesiydi. Ferruh, Alanya'ya şehir
dışından otobüsle her girişinde varmadan önce bir Yasin okurdu.
Ankara’da fiyaskoyla sonuçlanan okula dönme macerasından dönüşte
adetini değiştirmedi. Bu kentin fitnelerinden kendisini koruması için
Allah'a sığındı. Ziya Gökalp'ın görmeden ölmeyi talihsizlik olarak
nitelendirdiği bu eşi benzeri bulunmayan nadide belde, dünyanın tüm
cazibadar güzelliklerine sahipti.
Rehavet, “Adanmış Ruh” için öldürücü bir zehirdi. Ferruh, bunun ne
demek olduğunu yıllarca ifade edememiş ama iliklerine kadar
hissetmişti. Okuduğu kitaplar, dinlediği vaazlarla beş vakit namaza
nasıl başladığını daha dün gibi hatırlıyordu. İçine kapanık bir çocukluk
dönemi yaşamıştı. 12 yaşında namaz kılması için babası para verirdi,
parayı alır ama kılmazdı. 14 yaşında namazını düzenli kılmaya
başladıktan sonra huzuru, mutluluğu yakalamıştı. Kimseye kul ve köle
olmayıp sadece O'na iltica ettikten sonra dengesini kurmuş ve saadeti
Allah'a kul olduğunu anladıktan sonra bulmuştu. Beş vakit namazı
camide kıldığı için babası Orhan ismini “Cami Kuşu” koymuştu.
Sivil hayatın cazibesi çabuk sönmüştü. İnsanlar kavgacı, küfürbaz,
sahtekar ve bencildi. Orduda temiz insan sayısı yüzde 80’lerde iken,
sivil hayatda iyi insan sayısı yüzde 20’lerdeydi. Herkes devleti soyuyor,
birbirini aldatıyordu. Vergi veren yoktu. Kaçak ekonomi korkunç
boyuttaydı.
Babası iyi ki bir bakkal dükkkanı açmıştı, bir işi vardı. Sivilde müracaat
edilen işyerleri askeri okuldan atılmış olduklarını öğrendiğinde vebalı
muamelesi yapıyordu. Hatta dindar da olsa bahane hazırdı:
“Kardeşim ben çok arzu ederdim, ama şartlar çok sıkıntılı, siz başka iş
arasanız”
Çaresiz ve zavallı bırakılmış öğrencilerin anarşiye, şiddete sürüklemek
için elden gelen herşey yapılmıştı. Önleri tamamen tıkanmış,
cemiyette artık onlara dindar insanlar dahi yabancı hale gelmişti.
Ferruh, paradoksal durumu tahlil ederken neredeyse ağlayacaktı:
‘Risâle-i Nur’ların vermiş olduğu hakikatler olmasa insanın anarşiye
bulaşmaması neredeyse imkânsız.’
Okuldan atılır atılmaz askerlik noktasında “yoklama kaçağı”
konumuna düşürülmüşlerdi ve askerlik şubesinden aramaya
başladılar. Tazminat ödenmesi gerektiği gerekçesiyle Maliye
Bakanlığından insanlar kapılarına dikilmeye başladı. Mahkeme
sonuçlanana kadar toplam 1.5 milyon olan okul yüklenme senedini
ödemeye başlamamıştı.
Mahkemeden sonuç kağıdı gelmeden GATA Saymanlığı’ndan tazminat
talebi geldi. Uyarı mektubunda tamamı ödenirse faiz alınmayacağı
belirtiliyordu. Taksitle ödenmesi durumunda fazi binecekti. Ülkede
enflasyon yüzde 80, banka fazileri yüzde 90’dı. Her sene katlanarak
büyüyecek tazminat, hayata başlamasına engel oluyordu. Orhan
astsubay, net konuştu:
Oğlum, bu parayı ben değil sen ödeyeceksin. Ayda 100 TL yatır veya
50 TL, anlaşma yap... Bütün okuma emeklerinin boşa gitti tablosunun
yanında, bir taraftan GATA saymanlığı her ay gönderdiği mektupla
sıkıştırıyordu. Ödemeye gücü yetmedi aylarda mahkemeye veririz
mektubu alıyordu. İki ayda bir yatırdığı oluyordu. Böylelikle
mahkemeye verilmekten kurtuluyordu.
Bir taraftan Alanya Askerlik Şubesi, asker kaçağısın diye mektup
yolladı. Bakaya kalmıştı. Akranları askeri okuldan okuduğu yıllarda
henüz askere alınmamış olduğu için okuduğu 4 yıllık askeri okul yılları
askerlikten sayılmamıştı. Kendi kendine soruyordu:
Ne yani 4 yıl boyunca askeri lisede askercilik mi oynadık?
Okuma hakkı elinden alınmıştı. Devlet memuru olamıyordu. Kimse iş
vermiyordu. Hayatta başarılı olmak için önü tamamen kapatılmıştı.
Yapacak hiçbir şeyin yok hali moral bozucuydu.
150
Kitaplar dünyasında yaşamını sürdürürken, bunları nasıl
uygulayacağını düşünür, ama bir çare bulamazdı. Üniversite okumaya
gitmek yerine esnaf olmayı seçtiği için kendini hiç affetmiyordu. Oysa
okumak istiyordu. Üniversite hazırlık dersanelerine gidememişti.
Liseyi dışarıdan bitirmek zorundaydı. Yeniden lise okumak çok ağır
gelmişti. Oysa Ünal Bingül, Berhan Yüzbaşı ve Ahmet Türker bunu
başarmıştı. Ünal, İstanbul Hukuk’a, Berhan’da Konya Tıp’a girmişti.
Ahmet’te zoru seçenlerdendi. Hacettepe Üniversitesi’nde Psikoloji
okuyordu. Ankara’nın Çincin semtinde bir gecekonduda kalıyordu.
Akşamları ise Otobüs terminalinde tuvalet bekçiliği yaparak okul
harçlığını çıkartıyordu. Ahmet’in ‘yanıma atla gel, sende oku’teklifini
geri çevirmişti.
Alanya'dan üniversiteye gitmek gençleri pek sarmıyordu. Alanya Lisesi
birincisi bile üniversiteyi kazanamamıştı. Almanca, İngilizce ve Arapça
kurslarına giderek hiç olmazsa dil öğrenerek kendini geliştirmek
istemişti. Alanya'ya Alman ağırlıklı turist geldiği için Almancası üç
senede mükemmel hale gelmişti.
Müşterilerinin yüzde 90'ı Almandı ve pek çok Alman dostlara sahipti.
Alman dostları, 18 yaşlarında bir gencin içki içmemesini, kız arkadaş
sahibi olmamasını, sigara ve uyuşturucu kullanmamasını asla
anlayamadı. Böyle bir gencin yeryüzünde var olabileceğine bile onu
tanımadan önce inanmak istemiyorlardı. Akranları olan gençler
nefsinin dilediklerini serbestce yaparken Ferruh’un saf duruşu,
Almanları çok etkiliyordu. Hele namazlarını camide kıldığını ve hiç
kaçırmadığını öğrendiklerinde pes ediyor ve hayranlıklarını
gizlemiyorlardı. Babası Orhan, oğlunu tanıtırken, “Bir deli veya bir
Veli” diye sunardı. Kendi aralarında konuşurlarken ise, “Alanya'ya
işlediği günahlardan ötürü gökten taş yağmıyorsa senin gibi imanlı
gençlerden dolayıdır” derdi. “Senin nefsini zabdetme iradene
hayranım” diye eklerdi babası Orhan.
Aklını başından alacak pek çok nimete sahipti. Daha genç yaşta eve,
arabaya, işe kavuşmuştu. Rahatı yerinde genç bir esnaftı. Ancak para
saymaktan bıkmıştı. Günde 20 saat çalışıyor, eve bile gidemeden,
dükkanın önündeki kanapede kıvrılıp yatıyordu. Komşu restaurantda
yaz akşamları her gece dansöz çıkartıldığı ve orkestra eşliğinde canlı
müzik olduğu için uyuduğunu sandığı dört saatde de aslında tilki
uykusuna yatıyordu.
Yılın 8 ayı Alanya'da aktif turizmin yaşandığı ve gece sabahlara kadar
hayatın durmadığı yıllardı. Oluk oluk para akıyordu ve zenginliği her
geçen yıl artıyordu Ferruh ve ailesinin. Allah'ın yardımının kesintisiz
akmasının sırrını Ferruh, Alllah yolunda infak ettiklerine bağlardı. O,
Allah yolunda harcar, Allah'ta ona on mislini verirdi. Bu sırrı
anlamayan babası ve kardeşlerinden yardım yaptığını gizleyen Ferruh,
her tuttuklarının altın olmasına şaşıran babasının bu işi kendi
zekasıyla izah etmesini kafasıyla onaylardı. Oysa veren O'ydu, yapan
O'ydu. Beş vakit namazı 20 yaşından beri kılan babası, iş Allah
yolunda harcamaya gelince biraz cimri davranırdı. Onu
ayıplamıyordu.
Yıllarca sadakanın sadece camiden çıkarken dilenciye verilen üç beş
kuruş olduğu zihinlere kazınmıştı. Allah Rasulu ve sahabeleri,
ömürlerini ve servetlerini bu yola sarfedip Kuran'da önerilen en
hayırlı ticaretle O'nun merhametine mazhar olurken bugünün
müslümanları dilencileri zengin etmekle bu ağır yükün kalkacağını
sanıyordu. Ne Zekat veren vardı, ne de hakkıyla sadaka veren...
Ferruh, Alanya İmam Hatip Lisesi'nde öğretmen olan Abdülkadir
Şahin'le 1987'de tevafuken bir cami çıkışında tanıştı. Hemen
birbirlerine ısınmışlardı. Alanya'da gençlere ve esnaflara yönelik bir
sohbet grubu başlatmışlardı. Kış aylarında grubun sohbetlerine
katılan Ferruh, bahar, yaz ve sonbahar aylarında dükkandan
çıkamıyordu. Şahin Hoca, sürekli ziyaretine gelerek bu açığını
kapatmaya çalışıyordu. 1988'de Alanya'nın köylerinden fakir
öğrencilerin okutulması amacıyla kentte getirilmesi ve bu amaçla bir
yurt binasının yapılmasına karar verdiklerinde sohbet gruplarına
devam edenler işçi, memur gibi dar gelirli insanlardı.
İçlerinde tek esnaf Ferruhtu.
151
Tek arabası olanda Ferruhtu. Hepsi samimiydiler. Postanede çalışan
küçük bir memur bir maaşını ortaya koydu. İnşaatlarda çalışan su
tesisati işçisi tesisat işlerini ücretsiz yapacağını söyledi. Bir başka işçi
amele olarak ücret almadan gece gündüz çalılşacağını vaat etti.
Boğazını zor doyuran küçük esnaf, memur ve bir kaç gençle yola
çıkılmıştı. Koca yurt binasını nasıl yapacaklardı? Arsa Alanya'da
pahalıydı. Şahin Hoca, Doktor Sabri adlı hayırsever bir Alanyalının
annesi adına cami yaptırmak istediğini duymuştu. Oysa Alanya cami
kaynıyordu. Süleyman Hilmi Tunahan'ın talabeleri ve devamcıları
Alanya'nın her köyüne, köşesine onlarca cami yaptırmıştı.
Üç bin kişilik Kestel köyünde 13 cami vardı. Kuran Kursu sayısı da çok
fazlaydı. Ancak camilerde cemaat yoktu. Herkes ‘hayır olsun’ diye
cami yaptırırken kimse camiyi nasıl cemaatle dolduracağını
hesaplamamıştı. Şahin Hoca, defalarca Sabri beyin dişci ofisine
giderek bunları konuşmuştu. Sabri bey, fakir öğrencileri okutmak için
yurt yaptırmak fikrine sıcak bakmakla birlikte önceleri pek ikna
olmadı.
Şahin Hoca, Sabri beyin peşini bırakmadı. Fethullah Gülen
Hocaefendinin İzmir ve İstanbul'daki vaazlarına götürüp getirdikce
Sabri beyin fikri, cami yaptırmaktan yurt yaptırmaya kaydı. Kendi
arsasını verdi. Ve inşaat başladı. İnşaatın ilerlemesi önceleri yavaştı.
İnşaatın su, elektrik masrafları bile toplanan himmetden çıkmıyordu.
Şahin Hoca, Mühendis Mehmet ve Mustafa beyleri ve bazı Hacı Turan
abileride işin içine kattı.
Birlikte ziyaret ettikleri bir Hacı abinin oğullarını Alanya'nın çirkef
hayatına nasıl kaptırdığını ağlayarak anlatmasını Ferruh hiç bir zaman
unutamayacaktı. Hacı abi, “oğullarımı yaşadıkları sefil hayatdan
kurtarın tüm servetim sizin hayırlı işlerde harcansın” diye yalvarmış,
adeta vasiyet etmişti. Ama oğullarını kurtarmak için çok geç kalmıştı.
Herkesin bir el vermesiyle inşaatın kabası kısa sürede tamamlanmıştı.
İnşaata tuğla geldiğini, yağmur yağacağı için hemen tuğlaları,
kerpiçleri içeri almaları gerektiğini soluk soluğa dükkana gelerek Şahin
Hoca Ferruh’a söylemişti. Arabaya atlayarak bir çırpıda inşaata
vardılar. Tüm gece sabaha kadar üç kişi içeri tuğla taşıdılar. Yağmur
gece yarısı başladığı için sırılsıklam olmuşlardı.
Kötü haber sabaha karşı geldi. Şahin Hoca'nın 3 yaşındaki oğlu
oturdukları apartmanın beşinci katından, balkondan aşağıya
düşmüştü, hemen hastaneye kaldırmışlardı.
Şahin Hoca, elini açıp ızdıraplı bir dua etti:
“Rabbim senin rızan için yağmurun altında tuğla taşıdık, yavrumu
bana bağışla”
Ferruh, ‘amin’ dedi.
Hastaneye vardıklarında doktorun allak bullak olmuş simasıyla
karşılaştılar. Yerde kum birikintisi üzerine beşinci katdan aşağıya
çakılan yavrunun burnu bile kanamamıştı, ne bir kırık vardı nede bir
çıkık. Doktor, bunun fizik kurallarıyla açıklanamayacağını ısrarla
söylüyordu. Şahin Hoca'ya dönerek, “yavrunuzu Allah ve melekleri
korumuş olmalı.” dedi. Çocuk hemen taburcu edildi. Şahin Hoca ile
Ferruh şaşkın bakışlarla birbirlerine baktılar.
Yurt hizmetinin arkasında Allah'ın inayeti vardı ve onun rızası uğrunda
çalışanları yüzüstü bırakmayacaktı. Sabri bey, bu olayı, İlahi bir işaret
kabul edip işe sımsıkı sarıldı. Kaba inşaatdan sonra asıl masraflı işler
başlıyordu. Hiç bir masraftan çekinmeyerek Türkiye'de yapılan yurtlar
içinde en modern ve zevkli döşenmiş yurdunu Alanya'ya kazandırdı.
Samimi niyetlerle başlayan yurt bitmişti, ama ortada talabe yoktu.
İstanbul'dan yeni mezun olan ve yurda müdür olarak gelen Cuma
Kılıç'la birlikte Alanya'nın köylerinde fakir öğrenci bulma seferleri
böylece başladı. Ferruhtan başka esnafın arabası olmadığı için öğrenci
arama turları Ferruh’un 1955 model Chevrolet'i ile yapılıyordu. Kısa
sürede 1989 ile 1990 eğitim öğretim yılında Alanya'daki liselerde
burslu okutulacak ve yurtda mesken masrafları himmetlerden
karşılanacak 60 fakir öğrenci bulunmuştu. Cuma Hoca ve arkadaşları
yurtda birer amele gibi çalışıyordu. Müdürde, hademede Cuma
Hoca'ydı.
Ferruh, 12 yurt öğrenciyi Chevrolet'ine bindirerek gece yarısı yaylada
kampa gizlice götürdüğü günü asla unutamayacaktı. Gevrel Halil ve
Ahmet Vahdi’de yanına çalışmaya
152
gelmişlerdi. Onların yardımı ve desteğiyle babası ve kardeşlerinden
habersiz bir hizmet daha yapmıştı. Başka araba olmadığı için 12
öğrenciyi bir arabaya sıkıştırması trafik kuralı ihlaliydi. Üstelik henüz
ehliyeti bile yoktu. 2 sene ehlliyetsiz araba kullandıktan sonra Ferruh
ehliyet almıştı, Ancak ehliyet aldığı gün yine talabeleri yaylaya başka
bir kampa çıkartırken emniyet kemeri takmadığı için ceza almıştı.
Cuma Hoca, Ömer'in Alanya gibi müstehcenlik ve ahlaksızlığın
dizboyu olduğu bir beldenin tam ortasında esnaflık yaparak kendisini
harcamasını içine sindiremiyordu.
Her fırsatta Ferruh’a bu düşüncesini söylüyor ve Alanya'dan
kurtulmasını, hicret etmesini salık veriyordu. 1990 ile 1991 eğitim
öğretim yılında yurt binasının Alanya Süper Lisesi yapılması için Milli
Eğitim Bakanı Köksal Toptan'dan izin koparmışlardı, üstelik resmi
açılışı bakan yapacaktı. Yaptıda.
Hayatın hızlı akışı içinde Ferruh, askeriyeye ait gördüğü kabusa benzer
rüyaları görmez olmuştu. Ancak Neslihan hanım, oğlunun 'namaz
kıldığım için ayırdılar' gerekçesini asla kabullenemedi. Buna rağmen
öfkesini gizleyerek ' Herşeyde bir hikmet vardır' demekle yetindi.
Okulun ilk üç senesinde namazlarını kılması için teşvik eden Orhan
beyin son sene okula giderken namaz kılmayı bu yıl bırakmasını
tavsiye ettiği aklına geldi Ferruh'un. Babasının hissettiği bazı
duyumlara aldırmamıştı. Babasını ilk defa dinlememişti. Allah'ın emri,
babamın emrinin üstündedir' diye düşünmüştü. Babası ise
mantıksızda olsa askeriyede itaatın şart olduğunu
belirtmiş, yaklaşan tufanın oğlunu da telef etmesini önlemek
istemişti. Tedbir almış bile olsa kaza kadere dönüşebilirdi. Kadere tam
iman etmiş bir aileye mensuptu Ferruh. Babasını anlayışlı bulduğu için
şükretti.
Ancak annesi Neslihan, kadınlığın verdiği duygusallıkla aynı derecede
hislerini gizleyememişti. Gözyaşı sel olup akmıştı. Oğlu için kurduğu
tüm planları suya düşmüştü. Mezun olur olmaz yaşayacağı evden,
evleneceği kıza kadar herşeyini oysa ayarlamıştı. İlk tayin yeri İzmir’de
Askeri Çiğli Hastanesi olacaktı. Babasının 1980’den beri taksidini
ödediği Balçova’daki kooperatif evinde kira ödemeden kalacaktı.
Kader bu planları anlaşılan Ferruh için yazmamıştı.
Alanya'da yaşadığı ilk iki yılda annesi üzerinden burukluğu atamadı.
Yataklara düştü. Binbir emekle büyüttüğü ve vatana hizmete yolladığı
oğlunun askeriyeden dışlanması onu çaresi bulunmaz bir hastalığa
düçar etti. 2 yıl içinde Ferruh, annesinin gün gün erimesini gözyaşları
içinde seyretti. Tedavi kabul etmiyordu bu hassas kadın. ' Olamaz,
benim oğlumu ordudan atamazlar, bu zulümdür' diyordu başka bir
şey demiyordu.
Ferruh"un tesellesi yetmiyordu:
'Anne, hayat devam ediyor. Allah rızkımı nerede vermişse orada
yerim. Demek ki hakkımda hayırlısı bu imiş'
Bu sözleri ney dinler gibi dinleyen Neslihan hanım, umut doluydu:
'Döneceksin benim güzel mazlum, saf, masum oğlum, çok sevdiğin
orduna geri döneceksin' Günler günleri kovaladı ve Neslihan hanım,
yataktan kalkamaz hale geldi. kortizonlu ağır ilaçlar kullanıyordu. Üç
aydır çamaşırlar birikmişti. Üç yetişkin oğlunun ev işlerini
göremiyordu. İyileşmek için kortizonlu ilacından iki yerine beş
tanesini birden attı. Zehirlenmişti
Zehirlendiğini ona çğleden sonra yemek götüren Ferruh fark etti.
Acilen Alanya Devlet Hastanesine kaldırıldı. Hamen midesi yıkandı.
Ancak beş saat içinde can verdi. Son üç günde yemeyi içmeyi
kesmişti. Aç karnına aldığı ilaçları yan etki yapmış ve zehirlenmişti.
Son içtiği kortizonlu ilacın özü zaten zehirdi.
Ölüm günü ve dakikalarına şuurunu kaybetmiş olarak giren Neslihan
hanımın Ferruh"u son görüşü bir önceki akşamdı. Saçlarını okşamış ve
onu yine teselli etmişti. Son 2 yıldır askeriye defterini Ferruh
tamamen kapatmış, ama annesi kapatmamıştı. Annesi'nin son
sözlerini hatırladı: Oğlum orduna döneceksin!
153
Ferruh, annesini kaybetmiş, işte şimdi öksüz ve yetim kalmıştı.
'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar' diye boş yere söylememişlerdi.
Hayatın tüm ağırlığını annesi öldükten sonra omuzunda hissetmeye
başladı. Meğerse bu güne kadar bu yükü çeken, üzerine gelen
sıkıntıları göğüsleyen annesiymişte, haberi yoktu. Babalar acımasız
oluyordu. Veya böyle olmaları toplumda öngörülmüştü. Babalar
ağlamazdı. Babası sert mizaçlı biriydi, asla sevdiğini belli etmezdi.
Emrine itaat esasdı. Emekli olduktan sonrada adetlerini
değiştirmemişti. Askerlik ruhuna işlemişti. Sabah 6'da evde herkes
yatağından asker gibi kalkmalıydı, kalkmazsa zorla kaldırırdı.'
Doğduğumdan beri askerim' diye düşündü ve yanaşık düzen
eğitiminde sık sık tekrarladıkları ' her Türk asker doğar' yürüyüş
nakaratını hatırladı. Mantıksızda olsa babasının emirlerini yerine
getirmezse asker fırçası yerdi. Askeriyede hep namuslu ve dürüst
insanlarla muhatap olmuş Orhan bey, sivil hayatda önceleri çok
bocalamıştı. Aldatmayı, yalanı, üçkağıtçılığı, sahtekarlığı asla
affetmezdi. Oysa sivil hayatda bunlar toplumun gündelik
alışkanlıklarıydı. Ferruh, babasının bakkal dükkanında herkesi halen
asker olarak görmesine içinden gülerdi. Ama asla terbiyesizlik
yapmazdı.
Bir keresinde dayanamamıştı, yarı şaka yollu sözünü söyledi:
'Baba müşterileri bari asker gibi fırçalama, adam isterse bizden almaz,
eğer günlük fırça çekme ihtiyacın hasıl oluyorsa, fırçayı bana çek, ben
kaldırırım'
Kızdığı zaman babasının karşısında kaymakam olsa fırçayı yemesi
Allah'ın emriydi.
Alanya'da zaten Zabıta amirinden, emniyet müdürüne, kaymakama
kadar asker fırçasını yemeyen kalmamıştı. Bu nedenle Orhan bey'in
Alanya'daki ismi ' Komutan' olarak kalmıştı. Ferruh, kendisine
Alanyalıların ismi yerine ' komutanın oğlu' diye hitap etmesine
alışmıştı. 1990’ün Temmuz ayı yaşanıyordu. Bir gün dükkanlarına
ürün satmak için çıkan kamyondan eski hava astsubayı Turgay Cüce
çıktı. Orhan astsubay, bu genç astsubayın ordudan atıldığını hayretle
öğrendi ve gerekçesini sordu. Ferruh"u tanımayan Turgay,
yaşadıklarını sansürsüz anlattı:
1989’da Etimesgut hava ikmal komutanlığına görev diye çağırıldım.
Gözlerim bağlandı ve hücre hapsine atıldım. Hücrede 28 gün işkence
gördüm. Soğuk betonda yatırıldım. Lambalar gece gündüz açıktı. 28.
Gün gözlerim bağlı olarak götürüldüğün işkence odasında tenasül
uzvuma elektrik bağlandı. Bekardım. Kısır kalmaktan, hiç çocuğumun
olmamasından korktum. Ne getirirlerse imzalayacaklarını söyledim.
Boş kağıda imza attım.
Ferruh, burada çıldırmıştı:
Sen eşek misin, aptal mısın? Hiç boş kağıda imza atılır mı?
Orhan astsubay, oğlu Ferruh’u Turgay’a tanıştırdı ve başından
geçenleri bir çırpıda anlattı. Ferruh, sakinleşmemişti. Hiddetle sordu:
Peki boş kağıdı nasıl doldurduklarını biliyor musun?
Turgat Cüce, yapmış olduğu cüceliğin boyutlarını kestirememişti.
Suçluluk duyusuyla başını salladı. Yaptığı eşekliğin onbinlerce insanı
mağdur edebileceği hiç aklına elmemişti. Ağlayarak anlatıyıordu:
Nasıl doldurduklarını atılma dosyamda gördüm. Oysa beni
atmayacaklarına dair şeref sözü, asker sözü vermişlerdi. Türk
ordusunda Dahhakcı bir yapılanma olduğunu kabul etmişim. İmamlık
sistemi var demişim. Tarikatda üst mertebede olan astsubayların
subaylara emir verdiğini vurgulamışım. Orduda askeri hiyerarşiyi yok
eden disiplini bozan bir dinci yapılanmaymış bu. En kötüsü
Dahhakcıların, yani tarikatın ilkokul mezunu lideri emir vermeden
ordua kimsenin kılını kıpırdatmayacağı ileri sürülmüş. Hava
Kuvvetlerinden hiç bir uçak kalkmayacak, Kara kuvvetleri tamkları
yürütemeyecek, topçular topları kullanmayacakmış. Bu deli
saçmalarına kim inanır değil mi?
Sen su katılmamış bir eşeksin Turgay abi!
Orhan astsubay dayanamamıştı:
154
Oğlum, sen benim oğlandan daha eşek mişsin! Benim oğlan hiç
olmazsa susma hakkını kullanmış, susmuş. Başka ne sordular sana?
Bana Eskişehir 1. Ana jet üssünde namaz kılan astsubayların isimlerini
sordular Kimlerin ismini verdin?
Sadece dört ikişinin. Halim Dağlar, Necdet Öz, Nedim Özüak ve
İbrahim Aşık...
İyi halt yemişsin, aferin!...
Bundan sonra YAŞ kararı ile atılan tüm subay ve astsubayların
dosyasının birinci sayfasına Turgay Cüce"nin ifadesi konacaktı. Boş
kağıda atılmış bir imza ve içi insani şeytanlar tarafından doldurulmuş
yalancı bir metinle binlerce insanın kanına girilecekti.
Hiç bir askeri irade ve sivil politikacı bu saçmalığa direnemeyecekti.
Öyle ya, orduda hiyerarşi düzenini bozan dini bir yapılanma vardı!
İmam olan astsubayı subayların dinlemek zorunda olduğu gulyabani
bir yapı. En baştaki imama göre uçak kaldıran, tank yürüten bir ordu
mu olurdu? Ordu için bu felaketti. Tabii doğru olması şartıyla. Kurmay
zekası ile övünen omuzu bol apoletli subaylarda akıl tutulması veya
ideolojik körlük mü vardı? Kendilerini dalgaya alan bir ifadeye hemen
hepsi koşulsuz iman ediyordu. Veya öylesi işlerine geliyordu. Oysa
ortada koskoca bir yalan vardı ama kimse kalkışıp kral çıplak
diyemiyordu.
155
Otuzyedinci Bölüm: Halim Dağlar’ın Mektubu
1986 ve 1987’de askeri okullarda başlayan irtica bahanesiyle ‘orduda
temizlik’ operasyonu görevde olan astsubay ve subaylara sıçratılmıştı.
Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla nizamiye önüne konanlar
disiplinsizlikle suçlanıyordu ama hiçbiri disiplinsiz değildi. Tasfiyenin
gerçek sebebi, askerş personel kişilerin namaz kılması veya eşlerinin
başlarının örtülü olmasıydı. Anayasanın 125. Maddesi YAŞ kararlarına
yargı yolunu kapattığı için haklarını arama ve adil yargılanma şansları
yoktu. Askeri öğrencilerin yalandanda olsa Yüksek Askeri İdari
Mahkemesi’ne gitme şansları vardı. Ferruh, kendisi gibi dava
açanlardan kazanan askeri öğrenci henüz duymamıştı.
Oysa atılanların hemen hepsi en çalışkan, en disiplinli, vazifesine en
çok bağlı, sağlam karakterli, Devletini ve Milletini seven,
Cumhuriyetin temel ilkelerine bağlı personeldi. Emsallerine örnek
gösterilebilecek, birliğin lokomotifi niteliğine sahip kişilerdi. Birlikleri
disiplinli, eğitimli ve bakımlı idi. İşlerini takip ve kontrole ihtiyaç
göstermeden yapan ve güvenilebilen kişilerdi. Çoğu başka amirleri
tarafından da her görevinde örnek gösterilmiş, şahsî dosyaları taktir
ve teşekkürle dolu kişilerdi. Hemen tamamının amirinden alınmış
disiplin cezası dahi yoktu. Ortak yanları, iman ve ameli ile samimî
birer Müslüman olmaları, bazılarının da eşlerinin, inançlarının gereği
giyinmeleri idi. Bu nitelikleri de, alenen sergilendiği için değil, gayret
edilirse ve yaşantıları mercek altına alındığı zaman anlaşılabilirdi.
Mesele disiplinli - disiplinsiz meselesi değildi. Meselenin Milletimiz ve
Devletimiz için daha değişik ve ciddi boyutu bulunmaktaydı. Yanlışı
olanlar tasfiye edilenler değil, tasfiye edenlerdi.
Savaş eğitimi görmüş, açık gizli muharebe ve mukavemet
faaliyetlerini kuramsal ve fiili alanda meleke haline getirmiş, her
kuvvetten, her sınıftan, her meslekten her rütbe ve yaştan binlerce
insan, sadece kuşku duyulduğu için ordudan atılıyordu. Tasfiyeciler,
kendi değer yargılarıyla tehlike olarak değerlendirdiği , potansiyel
tehdit olarak vehmettiği , hiçbir yasada yazılı bir suç isnat
edemedikleri halde, dindar ordu mensuplarını suçluymuş gibi görüp
gösteriyorlardı.
Kendilerini hem kanun koyucu, hem yargıç hem de icracı yerine
koyarak, savunma ve hatta suçunun ne olduğunu öğrenme hakkı dahi
vermeden; silahını-teçhizatını, unvanını- makamını, maaşını-özlük
haklarını , kimliğini-itibarını, bir anda ve ansızın, derisini yüzer gibi
üzerinden sıyırıp alarak nizamiyenin önüne koyuyorlardı.
Bunca insanın hayallerini maddi ve manevî dünyasını alt üst ediyor,
ailesi ve çoluk çocuğu ile bunalıma itiyorlardı. Ayrıca da özel resmî
kurum ve kuruluşlarda istihdam edilmelerini de zecrî tedbirlerle
önlüyorlardı. Halbuki, bu insanlar kötü ve gerçekten potansiyel tehdit
unsuru olsalardı, yetenekleri itibariyle; şimdiye kadar en azından, her
birinin neferliğini yaptığı bir tabur oluştururlardı; daha da beteri,
PKK’nın 10 misli gücünde bir örgütle Devletin karşısına çıkarlardı.
Bu insanlar gösterilmek istenildiği gibi Devlet ve Rejim için tehdit
olsalardı ve isteselerdi; örtü mağduru olarak üniversitelere
sokmadıkları öğrencileri, yeşil sermaye deyip batırmaya çalıştıkları
müteşebbisleri, şeraitçi-tarikatçı damgası vurarak kapattırdıkları
eğitim kurumlarındaki öğretmen ve öğrencileri, imam hatip liselileri,
mürteci diye tanıttıkları dindar insanları ve kamu kurum ve
kuruluşlarından tasfiye ettikleri memurları örgütleyebilirlerdi. Ve
devlet içinden yeni bir devlet çıkarabilirlerdi.
Ama onlar, yasal platformdan hiç ayrılmadan, adalet arıyorlardı.
Yargılanmak istiyorlardı. Ordum, Milletim ve Devletim diyorlardı.
Çabalıyorlar, durumlarını anlatmak için kitaplar yazıyorlar, derneksel
faaliyetler yürütüyorlardı. Kendilerine bu muameleyi reva görenlere
156
hınç bile duymuyorlardı. “Vallahû azizün intikam” diyerek
meselelerini yaratıcıya havale ediyorlardı. İrtica yaygarası koca bir
yalandan ibaretti.
Onlar, Milletin has evlâtlarıydılar, hepsi bşrer pırlantaydı. Onlar
sadece kimseye zarar vermeden, inançlarını yaşamak isteyen, sağdansoldan gelen akımlara göre eğilip bükülmeden doğru bildikleri
istikamette ilerlemek istiyorlardı. Onların üzerine atılan çamura değil
çamur atanlara bakmaz elzemdi. Esas bu sıfat kanunsuz emir veren
amirlere yaraşırdı.
Örtüleri sebep gösterilerek üniversitelere ve İmam hatip Liselerine
alınmayan öğrenciler, üniversitelere girişlerine engeller konulan
Meslek Lisesiler, Kamu Kurumlarından ve hatta bazı özel
kuruluşlardan çıkarılan memur ve hizmetliler gibi; YAŞ kararları ile
Türk Silahlı Kuvvetlerinden tasfiye edilen subay ve astsubaylara
haksızlık edilmişti.
En tehlikelisi ise, TSK’daki kadrolaşmaydı. Dinî duyarlığı yüksek
personeli, cımbızla çeker gibi alıp dışarıya koyunca dengeler alt üst
olmuitu. Yeni alınan personeli mercek altına alıp, dinî eğitim aldığı
konusunda en küçük bir şüphe duydukları ve hatta ailesinde bu
özellikleri taşıyan fertlerin bulunduğunu tespit ettikleri kişileri
bünyeye sokmuyorlardı. Her fırsatta yetkili yetkisiz ağızlardan irtica ile
mücadele andı içiriyorlardı. Terfi ve tefeyyüz imkânını irtica ile en iyi
mücadele ettiğini ispatlamak isteyenlere tanıyorlardı. Bu
uygulamaları yıllarca devam ettirince meydan boş kalmıştı.
Millete yabancı ideoloji ve felsefeler, İslâm dışı din ve inançlar, daha
duyulmayan bilinmeyen nice sapkın fikir ve düşünceler, orduda
kendilerine uygun ortam buluyor, bulacaktı. TSK personeline
materyalist düşünce hakim olabilirdi, olacaktı.
Milletin değer yargıları ve inancı ile TSK personelinin değer yargısı
arasındaki makas orta vadede iyice açılıp, taban tabana zıt hale
dönüşebilirdi. O zaman, yani 15-20 sene sonra TSK’nin muvazzaf
kadroları Milletin çoğunun değerlerine yabancı hale gelip rejimin,
Devletin ve Milletin tepesinde zapt edilmez bir güç haline
dönüşebilirdi. Millet ile Bürokrasi arasında iktidar (saltanat)
mücadelesi sürüp gidebilirdi.
Bu gidişe dur denilmeliydi. Ordunun içinde, emir-komuta zinciri
dışında ayrı bir teşkilâtlanma içine girenler hariç, inanç özgürlüğü
tanınmalı ve inançlar korunmalıydı. TSK’nin ve bürokrasinin rejime ve
devlet yönetimine müdahalesi kesin çizgilerle önlenmeliydi. TBMM ve
Hükümet, TSK’de oluşmakta olan bu kadrolaşmayı mercek altına
almalıydı. Millet tercihini seçtiği temsilcilerle belli etmeliydi. Meclis
de Ordumuz dahil bütün icrayı kontrolü altında bulundurmalıydı.
Devlet, Milletin tercihlerine göre yönetilmeliydi. Mağdurların hakkını
aramayan ve TSK’deki kadrolaşmayı araştırıp engelleyici tedbirleri
almayan Hükümet ve TBMM’nin tarih önünde sorumlu olacaktı.
Zaman gazetesinde çıkan YAŞ mağduru hikayeleri hergün okuyan,
bunları kesip dosyalayan Ferruh, mağdurların nasıl bir mücadele içşne
girmesigerektiğinş kestiremiyordu. Bir çıkış yolu ararken, 12 Ağustos
1990’da Eskişehir’de tanıdığı havacı astsubay Halim Dağlar’dan bir
mektup aldı. 1985 ve 1986 yaz aylarını Halim Dağlar ve Necdet Öz’ün
kaldığı Yunus Emre Caddesin"deki iki bekar evinde geçirmişti. Yüksek
Askeri Şura kararları ile ordudan her ikiside atılmıştı. Anayasanın 125.
Maddesi gereği YAŞ kararları yargıya kapalı olduğu için mahkemeye
verememişlerdi. Halim Dağlar mektubunda yaşadıklarını ayrıntılı
biçimde yazmıştı:
“1987 yılında, Silahlı Kuvvetler beni bin 200 kişi arasından seçerek, 16
arkadaşımla birlikte F16 projesi çerçevesinde Amerika"ya eğitime
gönderdi. 1 yıl sonra döndüm ve F16 projesinin kurucuları arasına
girdim. 1988"de evlendim, eşim başörtülüydü. 1989"da Etimesgut
hava ikmal komutanlığına görev diye çağırıldım ama gözlerim
bağlandı ve hücre hapsine atıldım. Hücrede 28 gün işkence gördüm.
Ben işkence görürken eşim GATA’da doğum yapmış, bana baba
olduğumu, eşime de hapiste olduğumu söylemediler. 1990 Yüksek
Askeri Şura’da ordudan disiplinsizlik suçuyla atıldım ”
Halim Dağlar ve arkadaşlarını namaz kıldıkları için ihbar eden Turgay
Cüce adındaki meslektaşlarının ağır işkenceler altında boş kağıda imza
attığından habersizdi. Turgat Cüce
157
adına doldurulan kağıt bundan sonra her YAŞ kararı dosyasının en
üstüne konacaktı. Hiç bir Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanı,
cumhurbaşkanı, başbakan veya bakanlar haklarını savumayacaktı.
Cüce’nin imzasını taşıyan itirafnamede hiç kimsenin itiraz
edemeyeceği bir suçlama vardı: Askeri hiyerarşiyi ihlal. Bir molla,
komutanlardan daha üstün. İmamı dinliyor, komutanı dinlemiyorlar.
Silahlı kuvvetlerin en parlak mensuplarından biriyken, en verimli
döneminde YAŞ kararıyla ordudan atılmıştı Halim Dağlar. Eğer onun
gibi örnek ve başarılı bir askeri attılarsa, orduda namaz kılan kimseyi
bırakmayacaklardı. Ferruh, fırtanın bittiğini sanmıştı, oysa anlaşılan
yeni başlıyordu.
Halim Dağlar, onu İstanbul’a davet ediyor ve yeni kurulan Metin
Tokcan ve Muharrem Menekşe başkanlığında kurulan Re’sen
Emekliler Derneği’inde mücadele etmeye çağırıyordu. Halim beyin
hikayesi yürekleri burkan cinstendi:
30 Ağustos 1980’de Gaziemir Hava Astsubay Okulu’ndan, uçak bakım
motor teknisyeni olarak mezun olan Dağlar, Eskişehir, Malatya ve
Ankara’da görev yaptı. 1986’da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en iddialı
projelerinden F16 projesinde görev yapmak üzere seçildi. Bu proje
için bin 200 aday vardı. Sonuçta 16 kişilik ekibin arasına girmeyi
başardı. Uçak motor kursu için Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde 1
yıllık bir eğitim sürecinden geçti. Kursu başarıyla bitirip tekrar
Türkiye"ye döndükten sonra F16 projesinin kurucuları arasında yer
aldı. Ankara’da bulunan, eski adıyla Mürted, yeni adıyla Akıncılar F16
üssünde görev yapmaya başladı.
Halim Dağlar’ı, F16 gibi çok kritik bir görevden, önce hücreye
ardından da çok sevdiği mesleğinden atılmaya götüren süreç 1988
yılındaki evliliğinden sonra başladı. 1988’de evlenen Halim Bey’in eşi
başörtülüydü. İlk başlarda her şey yolunda gibi görünürken,
evlendikten bir yıl sonra, 28 Kasım 1989’da Etimesgut hava ikmal
komutanlığına görev kaydıyla çağırıldı. Burada kendine verilecek
görevi beklerken, gözleri bağlanarak hücreye atıldı. Hapse atıldığı gün,
hamile eşinin doğum için GATA’ya gittiğinden haberi yoktu. Eşine de
kocasının durumu haber verilmedi.
Halim Bey’in eşi Nurten hanım sezeryanla doğum yaptı ancak eşinin
görevinin bırakıp böylesine önemli bir günde yanına gelmemesine,
hatta bir telefon bile etmemesine çok bozuldu! Oysa genç astsubayın
eşinin durumundan haberi bile yoktu. Kendisine bir oğlunun olduğu
ancak 10 gün sonra haber verildi.
Halim Dağlar’ın 28 günlük hücre hapsi tam bir işkence sürecine
çevrildi. Hücreye atıldığının ilk dört günü kimseyle görüştürülmedi, ne
ile suçlandığını bile bilmiyordu. 4. günün sonunda, gözleri bağlanarak
sorguya götürüldü. Eşinin neden başörtülü olduğunu ve nasıl bir
irticai yapılanmanın içinde olduğunu sordular. Kendisinden kimlere
bağlı çalıştığına dair isim isteniyordu.
Kimseye bağlı olmadığını, mesleğinde başarılı olduğunu ve eşinin
kendi tercihi ile başını örttüğünü söylediğinde ağır hakaretlerle sorgu
odasından çıkarıldı. Sorgunun devamında yaşadıklarını Halim bey
mektubunda şöyle anlatıyordu:
“Bana 7 gün uykusuzluk cezası verdiler. Yatağımı hücreden aldılar. Bir
sandalye ve soğuktan donmamam için bir battaniye verdiler. Çünkü
kasım ayıydı ve Ankara’da kar yağıyordu. 7 gün boyunca gece gündüz
10 dakikada bir nöbetçi asker kapıyı açıp uyumayacaksınız diyordu.
Uykusuzluğa bir de açlık ekleniyordu, çünkü hücrede verdikleri
yemeği, içine ilaç koyup iradem dışında konuştururlar diye fazla
yiyemiyordum. En çok ağrıma giden, başarılı bir astsubayken bir anda
vatan haini muamelesi görmek oldu.”
7 gün sonunda uykusuzluk cezası kaldırıldı genç astsubayın. Hücrede
kaldığı 28 gün boyunca odanın ışıkları 24 saat açık tutuldu, pencereler
ise tahtalarla kapalıydı. Dışarısı ile hiçbir irtibat kurulmasına izin
verilmedi. Halim Bey, tuvalete bile gözleri bağlı ve askerlerin
kollarında gidip geldiğini anlatıyordu. Devam eden sorgularda
ordudan atılacağı ve Mamak askeri cezaevine gönderileceği, eğer
konuşmazsa orada yıllarca kalacağı söylenmişti.
158
O ise sürekli ülkesine hizmet etmek istediğini söylüyordu. Bunun
üzerine sorgudaki subaylar, “Sen devlete hizmet etmek istiyorsan,
senin gibilerin isimlerini ver yoksa F16 pilotu da olsan bizim
gözümüzde bir hiçsin” demişlerdi.
Bütün işkence ve hakaretlere rağmen Halim Dağlar, hakkındaki
iddiaları kabul etmedi. Kendisiyle ilgili hazırlanan iddiaların tamamını
reddetti. Sonuçta 28 günlük işkence ve hücre hapsinden sonuç
çıkmade ve evine gönderildi.
Evine geldiğinde onu, görevde zanneden ancak perişan halde
karşısında bulan eşi karşıladı. Nurten Hanım’ın psikolojisi bozuldu.
Halim Bey 29 günlük olan oğlu Yusuf’u da ilk kez görmüştü. Ağustos
1990’daki YAŞ toplantısında ordudan atılan Halim Bey bir süre iş
bulamadı. Aldığı çok iyi eğitime rağmen bütün kapılar yüzüne
kapandı. Zaman gazetesi ona Kadıköy temsilciliğini önermişti. Hiç
gazetecilik tecrübesş yoktu ama iyi bir idareciydi. Aslında hayatında
yaşadığı mağduriyetleri çok fazla dillendiren bir isim değildi. Gördüğü
haksızlıklara rağmen devletine karşı bir küskünlüğü ve kırgınlığı yoktu.
Sadece kendisinin değil kendi gibi pek çok başarılı astsubay
arkadaşının, haksız yere hem işkence gördüğünü hem de ordudan
atıldığını belirtiyordu.
Halim bey mektubunu ilginç bir notla bitirmişti:
Ferruh, Türkiye’nin ve Türk Ordusu’nun yıpranmasını istemiyorum.
Silahlı kuvvetlere ve ülkeme bir sitemim yok. Benim tepkim ordunu
içinde yuvalanmış cuntacılara, darbecilere karşıdır. Bu adamlardan
ordumuzu kurtaramazsak, ülkemiz demokrasi yüzü göremeyecektir.
Senin gibi başarılı bir öğrencinin okuması lazım. Alanya köşelerinde
çok para kazansan ne olacak? Eğer okumaz isen, sana hakkımı helal
etmiyorum.
Bu mektup, Ferruh’u can evinden vurmuştu. İstanbul’a gitmeliydi.
Ama nasıl?
159
Otuzsekizinci Bölüm: Yakazatan Ruhların
Buluşması!
Ferruh, annesi Neslihan’ı ahirete uğurladıktan sonra Alanya’da uzun
süre kalmayı düşünmüyordu. Annesi hayatta iken Alanya’dan
ayrılamazdı. Annesi onun yüzünden ölmüştü. Askeri okuldan ayrılışına
dayanamamıştı. Babası Orhan komutan, annesinin kullandığı ilaç
kutsundaki hapların hepsini bir defada yutarak intihar ettiğini ileri
srürüyordu. Ferruh buna inanmıyordu. Annesi inançlı bir kadındı,
intihar edenin cehenneme gideceğini bilirdi. Vicdan azabı içinde
kavruluyordu Ferruh. Psikolojik bunalıma, depresyona girmişti.
Annesinin kendi yüzünden intihar etmiş olabileceğini
kabullenemiyordu.
Annesinin ölümünün ardından 40 gün boyunca ruhu için Yasin,
Tebareke, Amme surelerini ve esmaül hüsna okuyup dua etmişti. Son
nefesinde hakkını helal ettirmeyi dileyemediği için içinde bir ukde
kalmıştı. Bir nevi kendisini annesinin katili gibi hissediyordu. Annesi
ordudan ayrılışını içinde sindiremediği için kendisini yiyip bitirmişti.
Asil bir kadındı, haksızlığa asla tahammül edemezdi. Başını henüz
genç kız iken örtmüş ve namazlarını, son 2 yıl hariç hiç kaçırmamıştı.
Hastalıklara yakalandığından beri namazlarını ve orucunu ihmal
etmişti.
Ferruh, bundan dolayıda kendisini suçluyordu. Annesinin dengesini,
okulundan ayrılması bozmuştu. Üstelik diplomasını vermedikleri için
üniversiteye girme şansıda yoktu. Çocuklarına çok düşkün olan
annesi, abisi ve kardeşinden okumadıkları halde fazla endişelenmezdi.
Kendi üstüne neden bu kadar düştüğünü hiç anlayamamıştı.
Çocukluğundan beri kendisine ayrı bir yakınlığı vardı. Abisi ve
kardeşleri onu incittiği halde Ferruh bir defa bile annesine ' Öf
dememişti.
Annesine benzeyen özellikleri vardı. Duygusal, ince ruhlu ve
merhametliydi. Kardeşleri ise babasına benzemişti. Ferruh,
kardeşlerinin aksine saf ve zayıf bir çocuk olduğunu, sokaklarda hep
dayak yiyerek eve geldiğini hatırladı. Kavgacılığı sevmezdi. Annesi,
Ferruh"un kendisini koruyamayacak acziyetde olduğunu bildiği için
annelik şefkatinin tüm kanatlarını üzerine germişti. Problemli bir
çocuktu. Her yemeği yemezdi, annesi zorla yedirirdi. Aynı zamanda
keçi gibi inatçıydı, karar verdiği husustan dünya alem birlik olsa
dönmezdi. Onun nazını bir tek annesi çekerdi.
Tam bir ana kuzusuydu. Babası bu muhabbete sinir olurdu. Zaten onu
muhallebi çocukluğundan kurtarmak için askeri liseye vermiş ve
annesinden koparmadan adam gibi yetişemeyeceğine inanmıştı.
Neslihan hanım ile Ferruh arasındaki duygusal bağ çok güçlüydü,
annesine bir şey olsa hisseder, eline bir diken batsa annesi aynı acıyı
duyardı. Annesi ona acır, şefkat duyar; oda annesine acır, merhamet
eder saygıda kusur etmezdi. Annesinin ruhuna bağışlanması için
hediye ettiği dua ve Kuran'ların nasıl bir etki yaptığından habersizdi
Ferruh. Annesinin intihar ettiği mahallede konuşuluyordu. Hatta
babası Orhan astsubay ve abisi Örsan dahi aynı fikirdeydi. İntihar edip
kendi canına kıyanların cehenneme gittiğini hadislerden okumuştu.
Bunu kabullenemiyordu. Annesi inançlı bir kadındı. Asla kendini
öldürecek bir müslüman değildi.
Annesinin kendi durumuna üzüldüğü için intihar etmiş
olabileceğinden endişe etmiyor değildi.
Bu nedenle vicdan azabı çekiyordu. En önemlisi ölmeden önce
annesinin hakkını helal edip etmediğini bilmiyordu. Ya helal
etmediyse... Bu ihtimal, en büyük endişesiydi. Anne ve babasından
helallik alamayanların feci sonları aklına geliyordu.
Bu duygularla yatağa her akşam içli içli ağlayarak gidiyordu. O
akşamın sabahı ezan okunmadan önce Alanya'daki evlerine bir nur
indiğini rüyasında farketti. Gözlerini açtı,
160
bunun bir rüya olmadığını anladı. Ancak sanki yatağa çiviyle çakılmış
gibi kalkamıyordu. Oysa o nur evlerinde, mutfaklarındaydı, ışığı
gözlerini kamaştırıyordu.
Ne olduğunu öğrenmek için büyük bir merak duyuyordu, ama her
zaman fişek gibi kalktığı yatağından doğrulamıyordu. Bedeni
kalkamasada ruhu vardı. İlk defa ruhunu bedeninden ayrı gördü.
Ruhu bedenini terkederek dışarı çıktı. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı,
bedeniyle ruhu artık iki parçaydı.
Ruh olmadan beyni nasıl çalışıyordu, gözleri nasıl ruhunu
izleyebiliyordu, anlayamadı Ferruh. Ama odasından çıktıktan sonra
artık ruhu duruma hakim oldu. Artık ruh gözüyle görüyordu. Ruhlar
aleminde farklı bir boyuta geçmişti. Oturma odasını geçen ruhu
mutfakta duran nurdan ışığı görünce sendeledi. Bu ışık annesi
Neslihan hanımın ruhuydu.
' Olmaz, ruhlar, ruhlar aleminde hapistir, Allah'ın izni olmadan dışarı
çıkamaz. Sakın bu cin olmasın diye tedirgin oldu. Ruhu bu endişeleri
içinden geçirirken annesi ona bakıp sadece tebessüm ediyordu. Yüzü
ay parçası gibi berrak ve sevimliydi. Tebessüm ederken sanki
simasında güller açıyordu. Başındaki başörtüsünden ayağına kadar
bembeyaz, şeffaf bir suretteydi.
Ferruh’un ruhu, halen tatmin olmamıştı. ‘Acaba Kur'an ruhlar
hakkında ne diyor’ diye televizyonun üzerindeki Kuran'ı eline aldı ve
sayfalarını karıştırmaya başladı. Bir yandanda mutfaktaki ruh halen
duruyor mu diye kaşını kaldırıp bakıyordu.
Hasan Basri Çantay'ın tercümeli Kuran'ında ruhlarla ilgili ayeti buldu.
peygamberimize ruhtan sormuşlardı ve cevaben ruhlarla ilgili pek az
bir ilmin verildiği söylenmişti.
Annesinin ruhunun yanına gitmeye ruhu çekinirken annesinin ruhu iki
elini açıp gel, korkma işareti yaptı. Yavaş adımlarla ilerledi ve
annesinin eline yapışıp öptü, alnın üstüne koydu. Anne hakkını helal
et, ölmeden önce bunu söyleyemediğim için ruhum daraldı, vicdan
azabı çekiyordum dedi Ferruh’un ruhu.
Annesinin ruhu ' biliyordum, bunun için geldim' der gibi başını salladı
ve hakkını helal ettiğini gözleriyle bildirdi. Ferruh’un ruhu, annesine
sarılırken sırtında biraz sertlik hissetti. Son yıllarda kılamadığı
namazlarını eda ettiğini telepatik olarak hissettirdi. Annesinin ruhu
onunla dünya kelamıyla konuşmuyor, ancak zihinler arası ifade
etmeyi düşündükleri gidiyor, cevabı hemen geliyordu.
Bir nevi ruhlar arası telepatik bir görüşme yaşanıyordu. Midesindeki
sertliğin sebebini son yıllarda eksik tuttuğu Ramazan oruçlarının
telafisi olarak izah etti annesi. Neden 40 gün sonra gelebildiğine ise,
boynunu büküp, hesabın çok zorlu geçtiğini anlatmak istedi.
Ferruh’unn ruhu heyecanla diğer odada yatan babası ve
kardeşlerinide uyandırmak için teklifte bulundu. Annesinin ruhu '
Olmaz' diye şiddetle başını salladı. Onların bu görüşmeyi hak
etmediğini dile getirdi.
Fazla zamanları yoktu. Annesinin ruhu, Ferruh’un ruhuna namazlarını
eksiksiz kılmasını, oruçlarını tutmasını, Allah'ı ve Rasulünü severek ve
sadece Allah'ın rızasını tahsil etmek için yaşamasını istedi. Birde ona
dua etmesini ve Kuran okumayı sürdürmesini diledi. Sabah ezanı
okunmak üzereydi ve izinli olduğu süre bitmişti.
Ana ve oğul tekrar birbirlerine sarıldılar. Annesinin nurdan ışık
halesine gelmiş ruhu ezanın ' Allahu Ekber' sedasıyla kaybolurken,
Ferruh’un ruhu hızla bedenine geri döndü.
Ferruh, ruhuna kavuşur kavuşmaz kan ter içinde ayağa fırladı. Hızlı
adımlarla mutfağa koştu. Annesinin ruhu gitmişti. Hemen temiz bir
abdest alıp sabah namazını huşuyla kıldı, ardından tesbihatı yaptı ve
annesine tekrar dua etti.
Gördükleri rüya değildi. Yakazaten annesinin ruhuyla kendi ruhu
görüşmüşlerdi. İçine büyük bir ferahlama hasıl oldu, inşirah doldu.
Artık içindeki ukde yok olmuştu. Annesi iyi bir yere gitmişti, aksi halde
ruhlar aleminden bu dünyaya gelmek için izin alamazdı. Allah,
kendisine bu ihsanı, inayeti sunmuşsa bir hikmeti olmalıydı. Nail
olduğu mazhariyeti nefsinin keramet olarak algılamaması, bir istidraç,
yalancı bir iltifat olarak kabul etmesi için Allah'a sığındı.
161
Herşeyin hayırlısını bilen ve hakkında takdir eden Rabbi yine duasını
kabul buyurmuş, hakkında hayırlı olanı istediği için tevekkülünü ve
sabrını mükafatlandırmıştı.
Ferruh, Alanya'ya hapsolacak bir ruh olmadığını hissediyordu.
Buradan ayrılmasına tek engel annesi ve ona olan sevgisiydi. Annesi
yaşasaydı, onu kırıp asla yanı başından ayrılamazdı. Annesi hangi ulvi
gerekçe olursa olsun oğlunu yaban ellere bırakmazdı. Bu nedenle
"annemin ölümü hakkımda hayırlı olanmış" diye düşündü Ferruh.
'Aynı zamanda onun hakkında da hayırlı olmalı ki ruhu nur saçıyordu'
diye aklından geçirdi ve gülümsedi. Bundan sonra annesinin ölümünü
hiç dert etmiyecekti. Peygamberimizde yetimdi, kimsesizdi. Ama O,
kimsesizler kimsesine iltica ettiği için güçlüydü. 'Allah'ı bulan neyi
kaybetmiştir, O'nu bulamayan neyi bulmuştur.' diye içinden geçirdi.
Alllah'a teslim olup sadece O'na kulluk ettiği ve sadece O'ndan yardım
istediği için yine O'na şükretti. Hüzünlü, çile ve zahmetlerle dolu uzun
bir gurbete çıkacağı kalbine ilham olmuştu. Bu zorlu hicret içinde
hicret için çok güçlü bir imana sahip olmalıydı,. Bu nedenlede
şekerleme tarzında iltifata ihtiyacı vardı. Rabbi, ihtiyacını görmüş ve
annesinin ruhunu ona göndererek mutmain olmasını dilemişti.
Allah'ın inayet ve ihsanı ümitsizliğe düşmeden indiği için şanslıydı
Annesinin son sözlerini hatırladı: Oğlum orduna döneceksin! Kudsiler
ordusuna bir nefer olarak yazılmak istiyordu. Bu orduya nasıl
yazılacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey vardı, bu ordu henüz
Alanya'dan asker, alperen yazmıyordu. Ortada böyle bir orduda
gözükmüyordu.
162
Otuzdokuzuncu Bölüm: Tokatlı Ünal’ın Mektubu
Ferruh, okuldan ayrılan veya mezun olan tüm arkadaşlarına
mektuplar yazmıştı. Kayserili Adem’in başına iş açan mektubunu
saymazsa, sadece iki kişiden cevap gelmişti. Hepsini çok özlemişti.
Mektuplardan birini yazan Muğla"dan Yatağanlı Özgürdü. Koyu
Atatürkçü olan öğretmen babasının ona namazı yasakladığını, evden
çıkmasına izin vermediğini yazıyordu. Babasına inat gizli gizli namaz
kılmaya devam etmekle kalmamış, ablasına da namaz kılmayı
öğretmişti. Elbette babası küplere binmişti. Ankara Üniversitesi
Uluslar arası İlişkiler bölümünü kazandığını sevinçle müjdeliyordu.
Babası ablasının başörtüsü takması karşısında adeta çıldırmıştı.
Ablasıda hemşirelik yüksek okulunu kazanmıştı. Babası onlara
Ankara"da bir ev tutmuştu. Bacı kardeş artık rahat ve özgürce
namazlarını kılabileceklerdi. En fazla bacısı başını örtebileck diye
seviniyor ama üniversitelerde artan başörtüsü yasağından
endişeleniyordu.
İkinci gelen mektup, okuldan atılmayıp, mezun olan Tokatlı Ünal
İpekçi’ye aitti. Komando lakaplı Ünal, okul yılları boyunca onu sürekli
döven Komünistlere karşı korumuştu. Atletik yapılıydı, yakışıklıydı,
güçlüydü. Kimse ona yan gözle bakamazdı. 16.01.1990, Salı tarihini
taşıyan mektubu Ferruh on defa okumuş, her okuduğunda
gözyaşlarını tutamamıştı. Mektup, Yunus Emre’nin iki ayrı dörtlüğü ile
başlıyordu:
Hakka Aşık olan kişi Akar gözlerinin yaşı Pür nur olur içi dışı Söyler
Allah deyu deyu.
Doğruya varmayınca Mürşide yetmeyince Hak nasip etmeyince Sen
derviş olamazsın.
Selamün aleyküm diye devam eden mektupda şunlar yazıyordu:
Kutlu yolun yolcusu, sevgili dost! Bataklıklar içinde açan güzel kokulu
bir gül. Yaratıcımızı bize hissettirip, karanlıklar ve bataklıklar
içerisinden bizleri aydınlığa, güzele, refahlığa, saadete uzanan yolun
kapısına Allah"ın rızasıyla ulaştıran, muhterem kardeşim!
Bu ithamlar seni tarif için yetersiz kalıyor. Çilekeş kardeşim.
Görünüşte uzun gibi görünsede gerçekte göz açıp kapanıncaya kadar
geçen o kısa sürede, senden ayrı kaldığımız müddetde her ne kadar
senle irtibat kuramassak bile sen bizim gönlümüzdeki yerini daima
muhafaza ettin.
Rabbimin izniyle bu günlere kadar geçen süre içinde kendimizi
muhafaza ettik. Fakat sağımızdan ve solumuzdan gelen fırtınalar,
nefsani ve şeytani arzular bizden bir şeyler aldı. Bir fırtınalı havada
batan geminin enkaz parçalarına tutunan mürettabat gibi bizde
çevremizde bulunan ‘dava adamı’ kardeşlerimizle irtibatı kesmemeye
çalışarak ayakta kalmaya gayret ediyoruz. Tabii ki, Allah’ın izni ve
inayetiyle...
Sevgili kardeşim, bu geçen süre içerisinde yaptıklarımızı,
gördüklerimizi anlatmak bu küçücük mektup sayfalarına sığmaz.
Yalnız kısaca gördüğüm kardeilerden durumları hakkında senide
haberdar etmek istiyorum. Muammer kardeşim denizaltıcılığa iyice
alışamadıysa da, sabır edenlerden. O’da Gölcük’e annesini getirdi, bir
ev tuttular beraberce oturuyorlar. Onun için ev bir huzur yuvası.
Hizmetini daha iyi yapabilmekte. Hemde bekar olarak mücadele
etmekte.
Ercan kardeş evlendi, eşiyle birlikte Gölcük’e yerleşti. O’da Allah’ın
izniyle düzelecek. Ömer kardeşim biliyorsun Ankara’da diş kursunda.
Kursu Şubat’da bitiyor. 5 yıla yakın Zonguldak’ta olacağını söyledi. İki
üç ayda bir onu görebiliyoruz. Muammer annesi ile
163
kaldığı için artık eskisi gibi seyahat edemiyor. Lokmanda evlendi,
ancak henüz düğünü yapmadı. Onun ifadesine göre oda bu mart
ayında Ankara’ya kursa gelecekmiş. Yada Doğu’ya tayin isteyecek.
Bizim komando Levent’in göğsüne halen o iman ateşi yanmakta.
Fakat çevreside ona destek olacak kimseyi bulamamaktan büyük bir
yalnızlık ve üzüntü içinde. İnşallah Levent’de kursa gelecek. İrfan’da
Levent’den farksız. Tüm kardeşler kıtaya gittiklerinden beri derin bir
yalnızlık içerisindeler. O eski havasını teneffüs ettiğimiz birlik ve
beraberlik duygusundan eser yok. İrfan iyice bunalmış, mücadele
etmek için bir vesile, bir vasıta arıyor. Sarılığa yakalanmıştı, hastaneye
yatmıştı ama şimdi iyi. Kursa gelmek için çalışıyordu. Ekrem kardeşte
öyle. Anlayacağın görüştüğüm tüm kardeşlerin sana selamı var.
Ekremde büyük bir uyanma var. İnanıyorum ki, o biraz daha istekli
davranarak ortamı bulacak. En son görüştüğümüzde inançlı 3 kişiyle
aynı evde kaldıklarını söyledi. Kenan’ın bir hemşire ile evlendiğini
duydum. İnşallah, içinde bulunduğu suçluluk duygusundan kurtulur
da eski günlerde olduğu gibi gerçek bir ‘dava adamı’ olur. Muhammet
ise Kars’ta çile dolduruyor.
Gelelim diğerlerine. Nurallah bir hemşire ile evlendi. Ağrı’ya tayin
oldu. Ahmet Süle Bolu’da, bir öğretmen ile evlendiğini duydum.
Mustafa Dolu, gemide. En son gördüğümde durumu pek iyi değildi.
Ortam onu iyice sürüklemiş. Salih Özdemir bir Kur’an kursu hocası ile
evlendi. Onun durumu çok iyi, mücadeleye devam ediyor. Birliği
Konya’dan İstanbul’a taşındı. Şimdi İstanbul’da ailesi ile oturuyor.
Mesut Öztürk, Tuncay Yıldırım ve İdris evlendiler. Tabii başka
evlenenlerde var ama onları burada anlatmayı uygun bulmuyorum.
Gelelim senle birlikte okuldan ayrılan Halil Doğan, Berhan Yüzbaşı ve
Ünal Bingöl’e. Halil kardeş, askerliğini yaptıktan sonra Muammere bir
mektup atmıştı. Kendisine göre bir iş arıyordu. Daha sonra ben
Ömer’den öğrendim, bir inşaatda çalışmış ve hastalanmış.
Hastanede yatmış, iyileşmiş ve memleketine dönmüş. Şu andaki
durumu hakkında başka bilgim yok ama oda evlenecekti.
Berhan’dan şöyle haberdar oldum. Vanlı Mensurla Ankara’da
görüştük. Erzurum’da gezerken Mensur, Berhan’ı görmüş. Bir süre
göz göze bakışmışlar. Berhan’ın yanında arkadaşları varmış,
konuşmadan ayrılmışlar. Mensur, Berhan’ın Erzurum Üniversitesi Tıp
fakültesinde okuduğunu söyledi. Ünal Bingöl ise, büyük bir mücadele,
istek ve azimle en sonunda İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültsini
kazandı. Şimdilerde manevi durumu iyi. Timaş Yayınevi’nde
Hekimoğlu İsmail’in yanında çalışıyordu. Üniversiteye başlayınca
devam etmedi. Derslerine çalışıyor. İnşallah sizin gibi kardeşlerimiz
gün gelecek irtica çığırtganlığı yapan, ne olduğu belirsiz mahlukların
boğazına, yakasına yapışıp hesap soracaksınız...
Bu arada 08.01.1990’da gönderdiğin mektup 16.01.1990’de elime
geçti. Hemen cevap yazmak istedim. Tabii, ne kadar mutlu olduğumu
ifade edemem. Ama bu bir kaç satır mektuplada senin mutluluğunu
tasavvur edebiliyorum. Mektup içine sana ait Zaman gazetesinde
çıkan iki makalenin küpürlerini koyuyorum. Bu iki diğer arkadaşlarıma
da gösterdim. Artık senden böyle haberdar olduk.
Kardeşim gelelim benim durumuma. Bende bu gemide ayakta
durmaya çalışıyorum. Biliyorsun kurada Deniz Kuvvetlerini çekmiştim.
Gemideki subay ve astsubayların halini görsen, çıldırırsın. Buradaki
insanların ömrü mutfakla tuvalet arasında geçiyor. Geminin salonu
kahvehaneden beter. Kağıt, tavla, okey, kumar oynamak normal bir
iş. Toplumda normaller anormel, anormeller normal gösterildiği için
içki içenler, kumar oynayanlar, karı kızla fuhuş yapanlar ilerici ve
medeni! Arada bir porno film oynatılıyor ve toplu seyrediliyor.
Anlayacağın tam bir pislik yuvası. Ben buraya seyyar hapishane
diyorum. İnşallah bu ortam bizim için ‘Medreseyi Yusufiye’miz olur.
Tek tesellim gemide bir revirin olması. Revirde bir yatak, lavabo,
buzdolabı, kitap raflığı ve çalışma masası var. Yani kendimş
yetiştirmem için herşey hazır. Fakat bu imkanı tam anlamıyla
değerlendiremiyorum. Herşeyden önce istemek lazım. İnşallah
sizlerin duasıyla. Allah’ın izniyle daha iyi değerlendireceğiz. İman
Allah’ı bildirir, aşk Allah’ı buldurur.
164
İnşallah bulacağız. Gerçek dava adamı, hizmetinden boş vakit bulursa
özel işlerini yapar. Biz ise özel işlerimizden boş vakit kalırsa Allah’ın
davasına hizmet ediyoruz. Gemideki diğer arkadaşların imkanları
benim imkanlarımdan daha az ve kısıtlı. Çünkü bizim revirimiz var,
onların hiç bir ieyleri yok. Namaz kılmak için fırsat kollayıp kimseye
görünmeden namazlarını kılmaya çalışıyorlar. Boynuzsuz koyunun
boynuzlu koyundan hesabını soracağı zaman herhalde imkanı
olmayanlar imkanı olanlardan hesap soracaklardır.
Satırlarıma son verirken, ailene selam eder, manevi desteğini ve
duanı bizden esirgemeyip devam etmesini diliyorum.
Selamlar, tekrar Selamün Aleyküm.
Seni unutmayn kardeşin Ünal
Ferruh artık Alanya’da kalamazdı. Ünal’ın mektubu beyninde
şimşekler çaktırmıştı. Bu dünyaya para kazanıp, zengin olmak, lüks bir
hayat yaşamak için gelmemişti. Onu bu kente bağlayan tek bağı olan
annesi ölmüştü. Aklı hep annesinin yakazaten gördüğü rüyadaydı.
Oğlum, orduna döneceksin demişti annesi Neslihan hanım. Ama
nasıl? Ferruh’un ruhu bu orduya nasılsa intisap edeceğini
hissediyordu. Kös kös Alanya’da beklemekle hayalini kurduğu aksiyon
merkezli kutlu yola giremezdi. Derviş olamazdı. Bu nedenle bir gün
aniden valizlerini topladı ve İstanbul'a bir otobüs bileti aldı. Babası
Orhan, oğluna çok güveniyordu. Nereye ve niçin gittiğini sormadı.
'Okumak, ilim öğrenmek için yollar aramaya gidiyorum ve paraya
ihtiyacım yok, Allah ilim peşinde koşanın rızkını verir' demişti sadece.
Babası annesinin ölümünden beri Ferruh"un dengesini kaybettiğini,
kaba ifadeyle delirdiğini sanıyordu. Bu nedenle ' İstanbul'a gider, biraz
hava alır, sonra kendi ayakları üzerinde duramayacağını, hayat
şartlarının çetin olduğunu anlayınca tıpış tıpış geri döner diye
düşünüyordu. ‘Eğer okumanın yollarını bulursa, okur, aç kalırsa
babam der ocağa döner’ dedi içinden Orhan bey.
Oğullarının hepsi birbirinden inatçıydı ve üzerilerine gidince tam
tersini yapmak gibi huyları vardı. Bu huy dedelerinde,
babaannelerinde ve kendisinde de vardı. Bu nedenle serbest bırakıp,
kendi kararlarını kendilerinin almasını teşvik ediyordu.
Allah kimseyi rızıksız bırakmazdı. Ferruh’un İstanbul'da tanıdığı tek
arkadaşı askeri okul yıllarından aynı kaderi paylaştıkları, İstanbul
Üniversitesi Psikoloji bölümünde okuyan Ahmet'ti. Hacettepe
üniversitesinde aşık olduğu kız Halide onu terk ettikten sonra
psikolojik bunalıma giren Ahmet, yatay geçişle İstanbul’a gelmişti.
Bilinmezliğe yelken açan Ferruh, 'Hicretde keramet vardır' hadisini
takip etmeye ve madem Türk ordusuna asker olmaya liyakatlı değil,
kudsiler ordusu nerede ise bu orduyu bulup, yazılmaya ant içmişti. Bu
sırada annesinin ' Oğlum orduna döneceksin!' sözleri aklından
çıkmıyordu. Alanya’dan İstanbul’a doğru yol alan otobüs bir hicret
garibini taşıyordu.
Kaderin rüzgarına kendisini bırakan Ferruh’un yüzünde acı bir
tebessüm belirdi. Gülümsedi, gözleri daldı, sebeblerin yaratıcına
hayatını bağlamıştı ve asla bu teslimiyetden pişmanlık duymuyordu.
Hicretde keramet olduğuna inanırdı.
Hiç bir sebep hikmetsiz değildi, her işte bir hayır vardı ve zincirleme
reaksiyon gibi hayır hayırı takip ediyordu. Her şerde dahi bir hayır
vardı. Yaratılan herşey ya doğrudan veya neticeleri itibariyle güzeldi.
Önemli olan samimi niyet, yaptığını sadece Allah'ın rızasını kazanmak
ve merhametine mazhar olabilmek için yapmaktı. Bu saflığını
kaybetmediği sürece Allah'ın ihsan ve inayetinin yetiştiğine kısa
ömründe pek çok defa şahit olmuştu. İşte bu temiz duygularla
1990'nın Ağustos'unun ilk günlerinde elinde bir valiz Topkapı otobüs
terminaline indiğinde koca İstanbul'da tanıdığı tek arkadaşı Ahmet
Türker’i onu beklerken buldu.
Ferruh, Alanya'dan hicret edip İstanbul’a geldiği için şükrediyordu.
Alanya’dan İstanbul’a hicretin, hicret içinde hicretlerinden bir hicret
olduğunu bilmiyordu. Hakkı kaldırmak için samimi bir hicret niyetiyle
yola çıktığını biliyordu. Allah rızası odaklı yaşamak hicretinin
merkezinde yer alıyordu.
165

Benzer belgeler