HF127 - Hayatım Futbol

Transkript

HF127 - Hayatım Futbol
2
5Ni
SAN2
01
4-SAYI
1
27
Bi
RDE
Vi
N
Ç
Ö
K
Ü
Ş
Ü
A
l
t
ı
nç
a
ğb
i
t
t
i
,
d
ü
ş
ü
şb
a
ş
l
a
d
ı
.
S
o
ny
ı
l
l
a
r
d
af
u
t
b
o
l
d
ü
n
y
a
s
ı
n
a
d
a
mg
a
s
ı
n
ı
v
u
r
a
nB
a
r
c
e
l
o
n
a
,
Ma
r
t
i
n
oi
l
es
e
z
o
n
uk
u
p
a
s
ı
z
k
a
p
a
mar
i
s
k
i
y
l
ek
a
r
ş
ı
k
a
r
ş
ı
y
a
D
ü
ş
e
n
i
nD
o
s
t
uP
u
l
i
s
R
e
a
l
B
a
y
e
r
nr
e
k
a
b
e
t
i
Ma
v
i
l
e
r
D
ü
ş
ü
nP
e
ş
i
n
d
e
Yayın Koordinatörü
Katalunya’da serbest düşüş
İlker Yılmaz
Futbol dünyasında her döneme damgasını vuran takımlar olur. Kadrolarındaki
oyuncular bölgelerinin en iyileri olarak anılır, her kupa müzeye götürülür,
sahadaki futbol bir ekol haline gelir. İşte son yılların Barcelona’sı için de
bunu demek pekâla mümkün. Katalan ekibin 2000’lı yılların ortasından
itibaren başlayan yükselişi, kazanılan La Liga şampiyonlukları, Kral Kupaları,
Şampiyonlar Ligi’ne koyulan ambargo ve Kıtalararası başarı… Kısa bir ifadeyle
bir futbol takımının kazanabileceği her şeyi kazanan bir futbol takımı.
Bunun yanında kaleden başlayarak sahadaki her oyuncunun birer yıldız
gibi parlaması, Lionel Messi’nin kendisine hayran bırakan performansları
ve başarıya götüren yoldaki en büyük faktörlerden biri olan tiki taka… Peki
satırlarca methiyeler dizebileceğimiz bu takıma bugünlerde neler oluyor?
Pep Guardiola sonrası kısa süreli Vilanova döneminin ardından Tata Martino
ile yoluna devam eden Katalan devi nasıl oldu da sezonu kupasız kapama
tehlikesiyle karşı karşıya kalabildi? Sahadaki oyunun gerilediği gerçeği,
futbolculardan daha önceki senelerde alınan verimin düştüğü yönündeki
eleştiriler, yaşanan krizler ve tabii ki Martino’nun bu işin altından kalkabilecek
kalibrede olmadığı yorumları… İşte Barcelona denince akla artık bunlar
geliyor. Biz de Hayatım Futbol’da bir devin çöküşüne bir nebze değinmek
istedik. Emre Çelik de bu serbest düşüşün tüm etkenlerini sizler için inceledi.
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Emre Çelik
Fırat Topal
Orhan Uluca
Salih Demirci
Sedat Çıtrak
Sercan Ergün
Keyifli okumalar,
Cantürk Temelli
[email protected]
[email protected]
#127 BU SAYIDA
Barcelona Özel
Yönetememek
Kan uyuşmazlığı
Maviler dev düşün peşinde
Roberto Martinez önderliğinde iyi bir sezon geçiren Everton,
Şampiyonlar Ligi’ne doğru koşuyor
Kral, siyah canavara karşı
Şampiyonlar Ligi’nde eşleşen Real Madrid ile Bayern Münih
rekabeti uzun senelere dayanıyor
Futbol topuna bağlı bir hayat
Annesi hayat kadını olan babasını ise hiç tanımayan
Hintli Rajib Roy’un Old Trafford hayali gerçek olabilir
Düşenin dostu Tony Pulis
Ekim ayında sadece 4 puanı olan Crystal Palace’ı şaha
kaldıran adam; Tony Pulis
Bir zamanlar Brezilya sahillerindeydik #3
Türkiye ve daha birçok takımın katılım hakkı elde ettiği halde
gidemediği turnuva; 1950 Dünya Kupası
Kısapas
HF127
SPORUN KANATLARI
Türk Hava Yolları, destekçisi olduğu tüm spor dallarını ve sporcuları “Wings of
Sports” aracılığı ile sporseverlerle buluşturuyor
Türk Hava Yolları’nın, geçmişten günümüze yer
aldığı etkinlikler, fotoğraf albümleri, haberler
ve videoları güncelleyerek bir arşiv halinde
meraklılarının beğenisine sunduğu www.
wingsofsports.com platformu kanatlanmaya
başladı.
spor arenasında adından sıklıkla söz ettiriyor.
Geniş uçuş ağı ve yüksek kalite standartları ile
dünyanın lider havayolu şirketleri arasında yer alan
Türk Hava Yolları, küresel vizyonu doğrultusunda
Türkiye’de ve dünyada sporcu, takım ve
organizasyonlara bilfiil destek vererek toplum
nezdinde spor kültürünün gelişmesine katkıda
bulunuyor.
Bu proje kapsamında, yer aldığı sponsorluk
faaliyetleri ve sporla ilgili çeşitli etkinlikleri sosyal
medya ve internet üzerinden duyurmayı planlayan
Türk Hava Yolları, Twitter’da @wingsofsports
hesabının yanı sıra www.wingsofsports.com web
adresi üzerinden de doğru ve güncel haberleri
sporseverlerle paylaşmayı amaçlıyor.
Her geçen yıl spor sponsorluk faaliyetlerini daha
da genişleterek özellikle Türk sporu ve dünya
çapındaki önemli organizasyonlara destek olan
Türk Hava Yolları, bu yöndeki faaliyetleri ile küresel
Proje ile ilgili daha detaylı bilgiye;
www.wingosfsports.com ve twitter.com/
wingsofsports web linkleri üzerinden
ulaşabilirsiniz.
İsmini, Türk Hava Yolları’nın geniş kanatlarından
alan “Wings Of Sports”, spor tutkunlarını www.
wingsofsports.com platformu üzerinden tüm
merak ettiklerine ulaştırıyor.
Emre Çelik
Barcelona Özel HF127
KAN UYUŞMAZLIĞI
Barcelona 2007/08 sezonundan bu yana ilk defa bir sezonu kupasız kapatmaya son
derece yakın. Şampiyonlar Ligi’ne veda eden, Copa del Rey’de finalde kaybeden ve La
Liga’da da şampiyonluk umutlarını mucizelere bırakan Barça’nın bu başarısızlığında
Gerardo Martino’nun payı ne?
2003’te Radomir Antic ve Joan Gaspart’ın
gidişiyle yeni bir sayfa açan ve o dönemden bu
yana Avrupa futbolunda istikrarlı şekilde söz
sahibi olan Katalanlar, 2006’daki Şampiyonlar
Ligi şampiyonluğu sonrası yaşanan 2 senelik
ufak krizin ardından Pep Guardiola ile bambaşka
bir periyoda girmiş ve kulüp tarihinin en başarılı
dönemini yaşamıştı. Katalan hocanın ayrılmasının
ardından beklenen şekilde düşüşe geçen Barça,
geçen sezon sadece La Liga şampiyonluğu ile
yetinmek zorunda kalırken düşüş bu sezon da
devam ediyor. Saha içinde beklenen çizgiden
uzaklaşan ve özellikle Ocak ayından sonra serbest
düşüşe geçen Barcelona, artık Pep Guardiola
dönemindeki ‘kusursuzluğu’ mumla arıyor. Dahası
bir taraftan da saha dışı problemler Barcelona’nın
peşini bırakmıyor.
Sezona Tata Martino ile başlayan Katalanlar,
La Liga’da yapılan 14’te 14’ün ardından
şampiyonluğun en büyük favorisi olarak sivrilmişti.
Bu periyotta başta Real Madrid olmak üzere
ligin dişli ekiplerinden bir kısmını da dize getiren
Barcelona, Tata Martino ile özellikle hücumda yeni
alternatifler denerken son yıllarda hiç olmadığı
kadar kanatları alternatif olarak kullanan bir
takım görüntüsündeydi. Hatta öyle ki Gerard
Pique, 4-1’lik Valladolid galibiyetinin ardından
La Gazetta dello Sport’a “Pep ve Tito ile büyük
başarılar yakaladık ama bir noktadan sonra
tiki-taka sisteminin esiri olduk. Bağlılığımızı
biraz abarttık. Martino da aynı felsefeye sahip
ama alternatifleri reddetmiyor. Eğer baskı
altındaysanız arada sırada uzun top oynamanızda
bir sakınca yoktur. Böylelikle biraz dinlenme
şansına da sahip olursunuz. Futbolda sürekli
gelişim halinde olmazsanız, tahmin edilir bir
takım olursunuz.” sözleriyle bunu açıkça ortaya
koymuştu. Mascherano da “Artık 3 pasla kaleye
gitme imkânımız varsa 20 pas yapmıyoruz.” dedi.
4-0’lık Granada galibiyetinin ardından Granada
kalecisi Roberto’nun “Barcelona kontra ataklarda
kusursuzdu.” sözü de Barcelona’daki değişimin
etkilerinin hissedildiğini açıkça gösteriyordu.
Barcelona geride kalan yıllara nazaran daha
fazla uzun top denerken oyunu da daha fazla
genişletmeye çalışan ve kenar ortalarını sıklıkla
deneyen bir takım olmuştu. Hücumda bu
alternatif yaratma isteği, özellikle sezonun ilk
bölümünde de Atletico ile oynanan Süper Kupa
maçında Neymar’ın, Sevila maçında Dani Alves’in
ve Sociedad maçında Messi’nin golleri ile bariz
bir biçimde etkilerini hissettirmeye başlamıştı.
Fakat bu alternatif yaratma çabası, Katalan
medyası tarafından çok da olumlu karşılanmadı.
Rayo Vallecano ile oynanan 5’inci hafta maçında
Barcelona tam 5 yıl sonra ilk kez bir maçta topla
oynama oranında %50’nin altında kalınca da
Martino eleştirilerden nasibini aldı. Halbuki
Katalanlar 4-0’lık farklı bir galibiyet almayı
başarmıştı ve Paco Jemez’in Rayo Vallecano’sunun
2012/13’te La Liga’da Barcelona’nın ardından en
fazla topla oynayan takım olduğu gerçeği de göz
ardı edilmişti.
Medyada eleştiriler durmuyor
Benzer bir eleştiri de Martino’nun rotasyon
stratejisi üzerineydi. Gerardo Martino özellikle
üç kulvarda mücadele edildiğine ve sezonun son
çeyreğine zinde girmenin önemine sürekli vurgu
yaparak ilk 11’deki isimleri devamlı bir şekilde
rotasyona soktu, maçların son bölümlerinde as
oyuncularını sürekli kenara aldı. Hatta öyle ki
Barcelona, Granada’ya 1-0 mağlup olunca Sport
“Güle güle şampiyonluk, güle güle Tata, güle güle”
manşetiyle 13 Nisan günü okuyucularının karşısına
çıktı.
Messi ve Neymar da bu rotasyon furyasından
nasibini aldı. 4-1’lik Real Sociedad maçında 80’de
kenara gelen Messi, hocasına gözle görülür bir
tepki gösterirken Martino’nun açıklaması “Kafa
kafaya giden bir maç olsaydı elbette Messi’yi
çıkarmazdım. Fakat sezonun geri kalanını da
düşünmek zorundayım.” oldu. Messi ortamı
yatıştıran açıklamalar yaparak konuyu kapattı
ama İspanyol basınının ‘oyuncuların rotasyondan
memnun olmadığı’ yönündeki iddiaları uzun bir
süre sürdü. Aslında özellikle 34’lük Xavi’nin, yerine
alternatif yaratılana kadar idareli kullanılması
fazlasıyla önemliydi. Martino’nun hamlesi de
bu yönde oldu. Hem Xavi’yi her maç zorlamadı
hem de Sergi Roberto’yu bir taraftan takıma
adapte edebilmek için elinden geleni yaptı. Fakat
Martino’nun temkinli, oyuncuların ise Martino’ya
destek olan nitelikteki açıklamalarına ve 14
galibiyete rağmen medyada Martino’ya yönelik
eleştiriler devam etti. Bunun altında yatan ana
neden de Ocak ayında açıkça ortaya çıktı.
Neymar transferinde usülsüzlük yaptığı iddia edilen Sandro Rossel
başkanlığı bırakması kulüpteki krizlere yenisini ekledi.
Messi’nin sakatlığına rağmen Barcelona’nın
Kasım-Aralık periyodunu minimum kayıpla
atlatması ve liderliğini sürdürmesi bir bakıma
Katalan ekibinin sezonun ilk yarısını istenen
yerde bitirmesini sağladı. Hatta Martino’nun
sezon başından itibaren üretmeye çalıştığı
hücumdaki B planı çerçevesinde ‘hava toplarında
etkili klasik bir santrfor’ alınacağı, Arjantinli
hocanın, yönetimden bu yönde talebi olduğu
da Katalan gazeteleri tarafından ortaya kondu.
Lâkin Neymar transferinde yapılan usulsüzlük
iddiasından dolayı Sandro Rosell’in istifası ve Ocak
ayının büyük çoğunluğunda yaşanan yönetimsel
krizler, Barcelona’da transferin arka plana
atılmasına ve bir bakıma Gerardo Martino’nun
umursanmamasına sebep oldu. Ligde üst üste
alınan Atletico ve Levante beraberliklerinde
ise Martino’ya yönelik eleştirinin dozajı arttı.
Aslında Levante maçında Katalanlar son derece
iyi bir oyun sergileyip sadece son vuruşlarda
başarısız olmuştu. Fakat Martino’nun geleceği
bile sorgulanmaya başlandı. Martino bu periyotta
yaptığı “Rosell ile devam etmeyi tercih ederdim.”
ve “Futbolda kimsenin yeri garanti değil.”
açıklamalarıyla ilk defa imalı da olsa yönetimi
hedef alan açıklamalarda bulundu.
“Yönetimle problemimiz yok”
Aslında Martino’nun hatalarından biri de Ocak
ayının sonuna kadar alttan alarak sessiz kalması
ve yönetimle olan ilişkisine dair korkak adımlar
atması oldu. Sezon başında Martino’nun yakın
çevresi “Stoper alınmasını çok istedi. Hatta
kaleci de istedi.” derken Martino, “Stoper
transferine ihtiyacımız yok. Puyol, Pique, Bartra
ve Mascherano var. Zorda kalırsam Adriano
ile Song’u, hatta Busquets’i de oynatabilirim.”
sözleriyle bunu yalanladı. Hakeza Eylül ayından
itibaren de ‘transfer istemedim’ yönündeki
açıklamalarla bu tutumunu destekledi. Yönetimle
arasında problem olduğuna dair soruları ise sürekli
yalanlayarak geçirdi. Hatta Ocak ayının sonunda
sezonun tamamlanmasının ardından kapıya
koyulacağı yönündeki iddialara ise “Yönetim bana
çok fazla destek oluyor. Fakat henüz geleceğe
dair oturup yeni bir sözleşmeye dair konuşmadık.”
dedi. Fakat bu açıklama bir nevi kırılma anı
oldu. Bartomeu ve Zubizarreta da Martino’nun
kesinlikle ayrılmayacağını ve Arjantinli hocanın
arkasında olduklarını söyleseler de Martino’ya yeni
sözleşme teklif edilmedi.
Panik havası
Bu noktadan sonra ise Martino’ya beklenen
sözleşme teklifinin gelmemesinin Arjantinli teknik
adamı baskı altına aldığını söylemek mümkün.
Bir nevi kafasını %100 takıma veremeyen
Martino, bir yandan da önce Valdes, ardından da
Neymar ile Pique’nin sakatlığından dolayı saha
içinde de kısıtlandı. Tüm bunların aynı dönemde
üst üste gelmesi ve o dönemin sezonun son
düzlüğüne girilmeden önceki en kritik virajı
olması ise Barcelona’yı etkileyen en önemli saha
dışı faktörlerden birisi oldu. Baskı altında hata
yapan Martino, sezon başında söylediği “Duran
top savunmamızı geliştirmeliyiz” açıklamasına
rağmen bu konuda adım atmadı. Yine aynı şekilde
“Neymar’ı sahte 9 gibi kullanabiliriz.” sözü başta
olmak üzere sezon başında açıkladığı ve uyguladığı
birçok prensibi resmen baskıdan dolayı unuttu.
Martino saha dışında değil saha kenarında da bu
dağınıklıktan dolayı ölümcül hatalara imza attı.
Özellikle Anoeta’da Sociedad ile ve Jose Zorilla’da
Valladolid ile oynanan maçta Katalanlar hiçbir
şey üretemezken Martino da oyunu kenardan
izlemekle yetindi. Şampiyonlar Ligi’ndeki Atletico
Madrid serisinde ve Real Madrid ile oynanan Copa
del Rey finalinde de beklenen farkı yaratmaktan
uzak bir görüntü çizdi. Rotasyon stratejisini
sürdürdü ama burada da tercih hataları yaptı.
Örneğin Atletico Madrid ile oynanan iki maçın
arasındaki Betis karşılaşmasında belki Neymar’ı
dinlendirdi ama Xavi başta olmak üzere birçok
as oyuncusunu ilk 11’de kullandı. Betis gibi ligin
en zayıf halkalarından birine karşı oyuncularını
kullanarak takımını gereksiz şekilde yordu.
Neymar konusunda da büyük hatalar yaptı ve
tıpkı Barcelona’nın adının altında ezildiği gibi
Neymar’ın repütasyonunu da kaldıramadı.
Formsuz olduğu dönemde kesmekten çekindi,
formda olduğu zamanlarda erken değişikliklerle
ve zaman zaman da kulübede kullanmasıyla
Neymar’ın istikrar kazanmasını baltaladı. Dahası
sezon başında yaptığı “Transfere ihtiyacımız yok.”
Önce Valdes sonra da Pique’yi sakatlıklarla
kaybeden Tata’ya son darbede Neymar’dan geldi.
açıklaması başta olmak üzere takım kötü gittikçe
Martino’nun sezonun ilk periyodundaki sözleri de
aleyhinde kullanılmaya başlandı.
Avrupa’ya ayak uyduramadı
Şurası kesin; Gerardo Martino, Barcelona’nın
başına geçtiği ilk günden itibaren “Messi
tarafından getirildi.” iddiasıyla başlayan görevinde
yönetim ve basınla olan ilişkilerini yönetmek
konusunda başarısız oldu. Açıklamalarını hep
aynı yönde yaparak çizgisini hiç bozmasa da
bu bile Martino’nun eleştirilmesini, “Takıma
müdahale etmeyerek tepki koyuyor” iddialarının
ortaya çıkmasını engelleyemedi. Bir nevi Bale
transferini eleştirmesinin ardından Ancelotti’nin
yaptığı “Avrupa’nın dinamikleri başkadır. Güney
Amerika’ya benzemez.” sözlerinde olduğu gibi
Avrupa’ya ve Barcelona’ya ayak uyduramadı.
Sergiletmeye çalıştığı futbol açısından yaptığı
başlangıç umut verici olsa da işin içine krizler
girdikçe ve bu krizlerden doğan eleştirilerin dozu
arttıkça Martino baskı altında ezildi. Arjantinli
hoca, Granada ve Real Madrid mağlubiyetlerinin
ardından yazılıp çizilenlere göre de muhtemelen
sezon sonunda ayrılacak. Fakat Barcelona için
tüm sorunların kaynağını teknik adamda aramak
ve sadece Martino’nun gönderilip yerine başka bir
isim getirilerek takımın toparlanacağını düşünmek
de fazlasıyla hatalı olacaktır.
Emre Çelik
Barcelona Özel HF127
YÖNETEMEMEK
Saha dışında Neymar krizi ve transfer yasağı gibi
problemlerle uğraşan Barcelona’da sorunların kaynağı
çok daha eskiye dayanıyor
Son 1 yılda deyim yerindeyse serbest düşüşe
geçen Katalan ekibi, büyük resme bakıldığı
zaman yaklaşık 4 yıldır sahne arkasında çok ciddi
problemlerle uğraşmak durumunda kaldı. Hatta
öyle ki Pep Guardiola’nın takımın başında olduğu
dönemde bile yönetim-teknik ekip arası süren
çekişmelerin bir bakıma Guardiola’nın takımdan
ayrılmasına, devam eden süreçte Abidal’in kapıya
konulmasına, Puyol ve Valdes’in sözleşmelerini
yenilememe kararları almasına ve hatta Messi
hakkında bile takımdan ayrılacağı yönünde
spekülasyonlar doğmasına sebep oldu. Hatta
Katalanlara göre Rosell ile başlayan ve artçısı
Bartomeu ile devam eden süreç, kulüp tarihinin en
kötü yönetimi kabul edilen 2000-2003 arasındaki
Joan Gaspart’ı bile geride bırakmış durumda.
Algı yanılgısı
Barcelona’nın en büyük problemlerinden birinin
hiç şüphesiz 3 kulvarda mücadele etmeye yetecek
kadar derinlikte ve kalitede bir kadro derinliğine
sahip olmadığını göstermek doğru olacaktır.
Elbette son derece olan bu problemde akla ilk
olarak teknik ekiplerin transfer konusunda istekte
bulunmaması, Barça gibi bir takımın talep oldukça
transfer yapmakta zorlanmayacağı akıllara geliyor
fakat kazın ayağının öyle olmadığını söylemek
gerek. Özellikle stoper konusundan başlamak
gerekirse Pep Guardiola’nın 2011’de Thiago Silva’yı
istediği fakat bu talebi yerine getirilmeyince
yönetimle arasının açılmaya başladığı bilinen
bir gerçek. Bu talep yerine getirilseydi Pep’in
ayrılıp ayrılmayacağı bilinmezdi ama şurası kesin
ki belli bir yaşa gelmiş olan Puyol’a bu kadar
yüklenilmeyecek, tecrübeli oyuncunun bu kadar
çabuk tükenmesine engel olunacaktı. Daha
da önemlisi yapılmayan transferlerin yönetim
ve teknik ekip arasında bir güvensizlik ortamı
yarattığı da ortada.
Transfer konusunda Guardiola döneminde ve
sonrası yönetimin izlediği strateji ise bir nevi
‘Başarı ortada, hamleye gerek yok’ düşüncesiyle
Pep, Tito ve Tata’ya kurulan baskılar, suçu
teknik ekiplere yönlendirme oldu. Guardiola’nın
son sezonunda Villa, Pedro ve Alexis’in
sakatlıklarından dolayı Iniesta, Tello ve hatta
Cuenca’nın kanat forvet oynamasına rağmen
Chelsea’ye kaybedilen Şampiyonlar Ligi Yarı
Finali’ne ve La Liga’daki ikinciliğe rağmen diğer
kulvarlarda -UEFA Süper Kupa, Copa del Rey,
İspanya Süper Kupa ve FIFA Dünya Kulüpler
Kupası- gelen şampiyonluklar yönetimin “Her
sezon bu kadar şanssız olunmaz. Ekstra sakatlıklar
yaşanmasa tüm kulvarlarda başarılı olurduk.”
minvalinde konuşmasına sebep oldu. Hakeza
Tito Vilanova döneminde gelen başarısızlıklar
da kadroya ve transfer eksikliğine değil Tito’nun
hastalığı ile yaşanan sakatlıklara bağlandı. Öyle
ki toplanda Bayern Münih karşısında alınan
7-0’lık ağır hezimete rağmen bile kadronun
yeterli olduğu görüşü ve Messi’nin sakatlığı ön
plana çıkarıldı. Barcelona yönetimi bu iddiasını
desteklemek için de 100 puanla elde edilen La Liga
şampiyonluğunu gösterdi. Bu açıdan elde edilen
şampiyonluğun Barcelona adına kısa vadede
bir kazanç olmasına rağmen uzun vadede ciddi
bir algı yanılgısına sebep olduğunu ve takımı
etkileyen son derece derin sorunların paspas altına
süpürülmesine yol açtığını söylemek yanlış olmaz.
Dahası Başkan Sandro Rosell ve Futbol Direktörü
Andoni Zubizarreta’nın yönetimindeki idarenin
yapılmayan transfer kadar yapılan transferlerde
de başarısız oldu. Halbuki Bayern hezimetinin
ardından tıpkı Şampiyonlar Ligi ve Copa del Rey’de
olduğu gibi La Liga da kaybedilseydi belki de
sorunların çözümünde daha derine inilebilirdi.
Çalışma ortamı yaratamama
Barcelona yönetiminin son 4 yılda özellikle
sırıtan bir diğer hatası da hem oyuncuları hem
de teknik ekipleri memnun edememe olarak
göstermek yanlış olmayacaktır. Pep Guardiola ile
yaşanan ciddi problemlerin 2013’teki atışma ile
su üstüne çıkmasını takiben 4 kez Ballon d’Or’u
kazanan Messi ile yaşanan sözleşme problemi ve
Arjantinlinin sözleşme sorunundan dolayı Javier
Faus’a yönelik sarf ettiği “Barcelona dünyanın
en büyük kulübü. En iyi yöneticilerin Barcelona’yı
yönetmesi gerekiyor. Futbolu bilmeyen insanların
değil” sözleri bu konuda başı çekiyor. Bu
yaşananlardan dolayı Messi’nin etkilenmemesi
imkânsız denebilir. İşin Barcelona adına daha da
kötüsü ise bu atışmaların ve sorunların Messi ile
sınırlı kalmaması. Her ne kadar rahatsızlıklarını
açıkça dile getirmeseler de ayrılacakları dönem
dönem iddia edilen Andres Iniesta ve Dani Alves;
ayrılma kararını çoktan alan Victor Valdes ve
Carles Puyol başta olmak üzere birçok oyuncunun
yönetimle anlaşamadığı bilinen bir gerçek. Takımın
ana parçaları ve Barcelona geleneklerinde son
derece önem taşıyan ‘babaların’ mutsuz olmaları
da takımı etkileyen son derece önemli bir faktör.
Oyuncuların yanı sıra özellikle Gerardo Martino için
Guardiola’nın Barcelona
kadrosunda görmek
istediği Thiago Silva,
2012/13 sezonu başında
Paris Saint-Germain’e tam
42 milyon euro bonservis
bedeliyle transfer oldu.
Son yıllarında
sakatlıklarla
boğuşan Puyol, bu
sezon sadece 12
maçta forma giydi.
Kaptan 2012/13
sezonunda da 22
kez Barcelona
formasını giymişti.
“Barcelona dünyanın en büyük kulübü. En iyi
yöneticilerin Barcelona’yı yönetmesi gerekiyor.
Futbolu bilmeyen insanların değil” Lionel Messi.
de aynı problemin görülmesi de Barça’da huzursuz
bir ortam oluşmasında zincirin son parçasını
oluşturuyor.
Barcelona’da sağlıklı bir ortamın
korunmamasındaki en büyük etkenlerden
bir diğeri de yönetimin sebep olduğu krizler.
Ana hatlarıyla yine Guardiola’nın ayrılmasıyla
başlayan, Abidal’e yüz çevrilmesiyle süren,
Neymar transferindeki usulsüzlük iddiasıyla
devam eden ve son olarak da FIFA tarafından
verilen iki dönem transfer cezasıyla takip edilen
bu süreçte Barcelona bir türlü saha dışındaki
krizlerden kendisini izole edemedi. Guardiola’nın
gidişinin ardından ve 2013’te yaşanan GuardiolaRosell-Vilanova atışmasını takiben oyuncuların
büyük bir bölümü ‘Biz işimize bakıyoruz’ diyip
Vilanova’nın teknik adamlık melekelerini övse
de takımın içinde herkesin bu konuda hem fikir
olmaması kuvvetle muhtemel. Hakeza Abidal’in
gidişinde de oyuncuların “Karar duyanlara saygı
duyulmalı” açıklamalarına rağmen Neymar
konusundan doğan Rosell’in ayrılması da sevilip
sevilmemesinden bağımsız bir şekilde Rosell’in
istifasının ardından “Biz saha içine odaklanmaya
çalışıyoruz ve elimizden geldiğince bunun için
çalışacağız” açıklamalarının satır aralarından
oyuncuların bu yaşananlardan etkilendiklerini
görmek mümkün. Üzerine gelen ve geçici olarak
kaldırılan transfer yasağında da aynı durumdan
bahsetmek doğru olacaktır. Kısacası Barcelona
yönetiminin mevcut sorunları çözememekle
kalmayıp yeni krizler yarattığı da ortada. İnsan
doğası gereği de sürekli gündemi meşgul eden bu
denli büyük krizlerden oyuncuların etkilenmemesi
neredeyse imkansız.
Gelecek?
Barcelona’daki düşüşün, saha içindeki hataların
da sebebi olarak yönetimi ana sorumlu ilan etmek
yanlış olmayacaktır. 2010’dan bu yana yönetime
yakınlaşan ve bir nevi Barcelona yönetiminin
sesi olan Mundo Deportivo bunu çok fazla dile
getirmese de bu 4 yıllık süreçte muadiline oranla
daha tarafsız kalan Sport’un, kulübün en büyük
efsanesi Johan Cruyff’un ve Barcelona’nın önde
gelen isimlerinin de ağırlıklı olarak bu yöndeki
görüşleri sorunun yönetim kaynaklı olduğunu ve
uzun vadeli bir çözüm için köklü bir değişikliğin
Sallanan Bartomeu yönetiminin karşısında en
kuvvetli aday şimdiden seçim çalışmalarına
başlayan Agustín Benedito.
şart olduğunu belirtiyor. Bu açıdan bakıldığında
bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne veda, Copa del Rey
Finali’ndeki mağlubiyet ve mucizelere kalan La
Liga’da şampiyonluk elde edilemeyeceği gerçeği,
yani kulübün dibi görmesi uzun vadede Barcelona
için çok daha faydalı olacaktır. Bir diğer ifadeyle
Barcelona’nın toparlanması, gerçekleri görebilmesi
için dibi görmesi gerekiyordu ve bu sezon da
dibi görecek gibi duruyor. En azından 2008’de
yaşanan kökten bir değişimin bir benzerinin
yaşanması için hale hazırdaki sorunun asıl kaynağı
olan yönetimin elinin güçlenmemesi son derece
kritik. Zaten başkanlık seçimleri 2016’da olacak
olsa da Katalan ekibinin kulislerinde de erken
seçim yapılabileceği iddiaları gün geçtikçe artıyor.
2010’daki seçimde Rosell’den sonra en fazla
oyu alan Agustín Benedito seçim çalışmalarına
başladı. Rosell ve devamı niteliğindeki Bartomeu
yönetiminin en azılı rakibi Joan Laporta’nın ise
sezonun resmen sona ermesinin ardından devreye
gireceği; ya adaylığını ortaya koyacağı ya da bir
ismi destekleyeceği Katalan medyasında sıklıkla
yer alıyor. Fakat bu noktada da Barcelona’yı şöyle
bir sorun beklemekte; eğer olur da seçim yapılır
ve yeni bir yönetim kulübün idaresini devralırsa
transferler ve yapılacak hamleler aksayacak
ve transfer yasağının durdurulması yönündeki
kararın o dönem sonlanma ihtimali Barça’nın elini
kolunu bağlayabilir. Ayrıca yönetim değişse de
değişmese de Barcelona’nın bu krizden çıkmak
ve toparlanmak adına yapacağı hamlelerde acele
etmeden doğru adımlar atması da şart. Katalan
ekibi her türlü imkana sahip olsa da atılacak
yanlış adımlar bu kötü gidişin süresini daha da
uzatacakır.
Sercan Ergün
İngiltere HF127
MAViLER ‘DEV’ DÜŞÜN PEŞiNDE
David Moyes yönetiminde son yıllarda Premier League’in en istikrarlı takımlardan biri
haline gelen Everton, İskoç menajerin takımdan ayrılmasıyla bu sezon başında yeni
bir döneme girdi. Wigan’da yaptıklarıyla Ada’da tüm futbol otoritelerinin beğenisini
kazanmış olan Roberto Martinez önderliğindeki The Toffees bu sezon çok farklı bir
görüntü çiziyor ve Devler Ligi’ni zorluyor
Liverpool şehrinin mavi yakasında bu sene işler
gayet iyi gidiyor. Ezeli rakipleri Kırmızılar Brendan
Rodgers yönetiminde 24 yıl sonra şampiyonluk için
yarışırken, onlar da Devler Ligi rüyasının peşindeler.
Bu hayale koşarken de geminin dümeninde
Wigan ile dört sezon boyunca düşük bütçeyle
pozitif futbol oynanabildiğini herkese kanıtlayan
İspanyol menajer Roberto Martinez var. 11 yıllık
Moyes dönemi sona erer ermez Everton’ın yolunu
tutan İspanyol hoca, geçtiğimiz sezon Manchester
City’i devirerek FA Cup’ı Wigan’a kazandırmış ve
kulüp tarihine geçmişti. Everton’a ayak bastığında
herkes işinin daha zor olduğunu söylüyordu o ise
aksini kanıtlamaya hazırdı. Transfer döneminde
ufak tefek hamlelerle istediği takımı inşa etmek
için kolları sıvadı. İlk olarak Barcelona çıkışlı Gerard
Deulofeu’yu kiralayan Martinez, Chelsea’den
sezon başladıktan sonra yine kiralık olarak
Romelu Lukaku’yu Liverpool’un mavi yakasına
getirdi. Geniş Manchester City kadrosunda yer
bulması zor görünen Gareth Barry de onun kiralık
transfer tercihlerindendi. Eski öğrencilerine
yönelen İspanyol, Wigan’dan James McCharty,
Antolin Alcaraz ve Arouna Kone’yi de 26 milyon
euronun üzerinde bir bedelle takımına katmıştı.
Bu isimlerin maliyetini de Moyes’un peşinden
Manchester United’a giden Marouane Fellaini
karşılıyordu. Her ne kadar Kone’den sakatlığı
sebebiyle sezon boyunca faydalanamasa da işler
Everton için bu sezon kusursuza yakın olacaktı ve
onun eksikliği hissedilmeyecekti.
Tüm kadrodan maksimum verim!
Martinez yapılan bu transferlerle geçtiğimiz
sezonlarda Everton’da yaşanan gol sıkıntısını
aşmak ve rotasyon için daha geniş ve alternatifli
bir kadro kurma amacındaydı. Fellaini’nin kaybı
takım için mutlak kritikti ancak Martinez’in
planlarında bu bir eksiklik değildi. Wigan
günlerinde elindeki kısıtlı kadroyu en pragmatik
şekilde kullanarak lige tutunan İspanyol, oyun
planını daha çok kanatları kullanma öncelikli bir
4-2-3-1 sistemi üzerine kurdu. Ligde oynadığı
ilk üç maçtan da beraberlik ile ayrılan Everton
sonraki üç maçı ise kazanarak çıkışa geçti. 5
Ekim’de Manchester City’e karşı 3-1’lik mağlubiyet
yenilmezlik serisinin sonu anlamına gelse de
takım umut veriyordu. Tüm Avrupa’nın aksine
devre arası tatilinin olmadığı İngiltere’de maç
takviminin en yoğun olduğu Aralık ayında sadece
bir kez kaybettiler; o da Tim Howard’ın penaltı
yaptırarak oyundan atıldığı Sunderland maçıydı.
Lig kupasından Eylül ayında elenen takım –ki bu
kupaya Premier Lig takımlarının verdiği önem
ayrıca tartışılır- yoluna ligde emin adımlarla
ilerledi. Everton akademisinin ürünü Ross Barkley
nihayet bu sezon yeteneklerini sergilerken bir
diğer yetenekli adam, La Masia mahsülü Delofeu
da ona eşlik ediyordu. Takımın geçtiğimiz yıllarda
yaşadığı yaratıcılık sorununu bu genç oyuncular
çözerken, başrolde oyununu bambaşka bir
seviyeye taşıyan Belçikalı Mirallas vardı. Skor
kağıdına yansıyan katkısı dışında enerjisi ile de
takımı sürükleyen oyuncuya Romelu Lukaku da
eklenince Everton hedefe yürüyen bir takım kimliği
kazanmıştı. Mikel Arteta’nın ve daha öncesinde
Tim Cahill’in takımdan ayrılması sonrası kadronun
en tecrübeli isimlerinden biri haline gelen Leon
Osman, Moyes’un, zamanında yalnızca 60 bin
pound bedelle takıma kattığı Seamus Coleman
–ki ligde 6 gol, 2 asiste imza atan bir sağ beke
sahip olduğunuzu düşünün- ve Bainsy’nin
yüksek performansları kadro istikrarıyla birleşince
ortaya Everton tarihinin en iyi takımlarından biri
çıkmış oldu. Hem de hiç yararlanamadığı Gibson,
Kone ve sezonu kapatana kadar harika maçlar
çıkaran Kosta Rikalı Ovieodo’nun sakatlıklarının
da rotasyonu ne kadar zorladığı ortadayken 10
Lukaku, Oviedo, Mirallas ve Deulofeu bu sezonki
başarıda kadronun en kilit isimlerinden oldu.
maç üzeri oynayan 18 oyuncu ile Devler Ligi bileti
kovalamanın ne kadar zor ve yetenek isteyen bir iş
olduğu ortadayken.
İstatistiklerde parlayan Everton
Peki böyle zor görünen bir şeyi Everton nasıl kolay
kılıyordu. Aslında cevabı basit, çünkü Fellaini’nin
bir çeşit Premier League bug’ı olduğu ve ileride
formsuz Jelavic’in tek başına gol kovaladığı
tahmin edilebilir bir 4-4-1-1’in aksine Martinez;
Mirallas’ın sağ taraftan, Baines’in ise McGeady’nin
transferine kadar Pienaar ile kullandığı sol taraftan
sürüklediği topları Lukaku ile buluşturma üzerine
kurduğu sistemi başarıyla işletti. Oyun planını
topa sahip olma ve kısa pas oyununu rakip yarı
sahada yaparak oyunu kontrol etme üzerine kuran
İspanyol çalıştırıcı, Wigan’daki kısıtlı kadrosunun
aksine Everton’da daha geniş ve yetenekli bir
oyuncu grubuna sahip olmanın avantajlarını
kullandı. Özellikle savunma dörtlüsünde yakalanan
istikrara mevcut kadroya eklemlenen doğru
parçalar Mavileri Premier Lig’de yarışmacı bir
kimliğe büründürdü. Gollerinin üçte ikisini oyun içi
aksiyonlar ve oyuncuların bireysel becerilerinden
bulan Everton ,attığı toplam 57 golün, 12’sini ise
duran toplardan buldu. Maç başına 424 pası %82
isabet oranıyla yapan takım ataklarının %73’ünü
de kanatlardan yapıyor. Goodison Park’ta toplanan
42 puan onları ligin en iyi dördüncü iç saha takımı
yaparken bu aynı zamanda rakiplerinin de onlara
karşı daha agresif bir oyun tarzı benimsemelerini
neden oluyor. Kısacası Everton bu sezon
istatistiklerde adeta parlıyor.
27 yıl sonra gelen seri
Kritik maçlarda rakibin yetenekli oyuncularını
–Suarez, Aguero gibi- durdurmakta ve hava
toplarını savunmakta sorun yaşasalar da şu
an puan tablosunda 5. sırada olmaları kimse
için şaşırtıcı değil. 12 Nisan’da Sunderland
deplasmanında alınan 1-0’lık galibiyet Everton için
27 yıl sonra ilk kez üst üste alınan yedinci galibiyet
anlamına geliyordu ki bu da aslında Martinez’in
takımının ne noktada olduğunun kanıtı gibiydi.
Moyes da kim ki!
Geride bıraktığımız 19 Nisan Pazar günü oynanan
Everton-Manchester United maçı öncesi rakamlara
göz attığımızda ise ilginç istatistikler karşımıza
çıkmaya devam ediyor.Geçen sezon Moyes
yönetiminde 30.hafta itibariyle 51 puan alabilen
Maviler –ki son beş sezonun en yüksek rakamıbu sezon Martinez ile aynı dönemde 57 puan
toplamıştı. İki menajerin son iki sezondaki Everton
kariyerlerini karşılaştırdığımızda Moyes’un Everton
ile 34.hafta sonunda %41.2 kazanma oranıyla 56
puana, Martinez’in ise bu oranı %55.9’a çekerek
66 puana ulaştığını görüyoruz.Federasyon ve Lig
Kupası’ndaki maçlar dahil edildiğinde bu oran
%57.5’e kadar çıkıyor. Martinez’in bir sezonluk
performansı ile Moyes’un istikrarlı bir yapı
oturtarak ligdeki olağan şüphelileri bir kenara
bıraktığımızda yarattığı ‘’baş altı’’ takım imajını
karşılaştırmak ne kadar doğru bilinmez ama kesin
olan bir şey var ki rakamlar maçtan önce İspanyol
çalıştırıcıdan yanaydı. Goodison Park’tan çıkan
sonuç ise bu istatistiklerin ışığında pek de şaşırtıcı
olmadı.Manchester United’a karşı iç sahada alınan
2-0’lık galibiyet 4.sıradaki Arsenal ile aradaki
puan farkını korurken bu yenilgi zaten tartışılan
Moyes’un Manchester kariyerinin sonu anlamına
geldi.
35.hafta itibariyle Everton, Martinez ile tam
69 puan toplamış durumda.Peki bu ne anlama
geliyor? Everton geçen sezon Premier Lig’i ezeli
rakibi Liverpool’un 2 puan üstünde bitirmiş ama
yalnızca 63 puan toplayabilmişti. Aynı Everton
12 Nisan’da Sunderland’i deplasmanda 1-0 mağlup
eden Everton tam 27 yıl sonra ilk kez Premier
League’de üst üste 7’nci maçını kazanıyordu.
Moyes yönetiminde Şampiyonlar Ligi vizesi aldığı
2004/05 sezonunda ligi 18 galibiyet-61 puanla
şampiyon Chelsea’nin tam 34 puan gerisinde
4.sırada bitirmiş fakat bu kez de o sezon parlayan
Villareal onlara ön elemede geçit vermemişti.
11 sezon boyunca Everton menajerliği yapan
Moyes’un Premier League’de topladığı ve 2007/08
sezonuna ait olan en yüksek puanın 65 olduğu
göz önüne alındığında Martinez’in başarısı
ortaya çıkıyor.Everton kariyeri boyunca Liverpool,
Manchester United, Arsenal ve Chelsea’ye karşı hiç
kazanamayan Moyes -Big Four’a karşı oynadığı 47
maçta 0 galibiyet, 18 beraberlik, 29 mağlubiyetmu yoksa bu sezon aynı dörtlüye karşı alınabilecek
24 puandan 14’ünü, hem de selefi Moyes’un
11 yıl çalıştığı Everton’a Manchester United’ın
başında dönen David Moyes 90 dakikanın sonunda
sahadan boynu bükük bir şekilde ayrılıyordu.
United’ını iki maçta da gol yemeden mağlup eden
Martinez mi? Cevap apaçık ortada.
Martinez etkisi
Tabii bu kadar güzelliğin içinde bazen tökezlemiyor
da değil Everton. Misal Manchester United zaferi
öncesi Tony Pulis yönetiminde bu sezonun sürpriz
ekiplerinden biri haline gelen Crystal Palace
karşısında alınan iç saha yenilgisi Everton’ın Devler
Ligi hayaline ufak da olsa bir darbe vurmuştu.
Ancak herkesin bu ufak darbenin atlatılacağına
olan inanç yüksek seviyedeydi, öyle de oldu. Çünkü
bu yıl izlediğimiz takım geçmiş sezonlardan
oldukça farklı. Everton soyunma odasındaki asıl
farkı yaratan ise bir menajer değişikliğinden
daha fazlası. Beklenen çıkışı bu sezon yapan
Ross Barkley, Martinez için ‘’Roberto, Moyes’a
benziyor. İkisi de antrenmanlarda ipleri elinde
tutmayı seviyor ancak yeni menajerin taktik
yönünün daha ağır bastığını söyleyebilirim. Onun
yönetiminde daha fazla taktik çalışma yapıyoruz
ki bu aslında benim için oldukça iyi çünkü hala
gencim ve öğrenecek çok şeyim var.’’ diyerek
aslında “Martinez etkisini” açıklıyordu. Takımın
başarılı sol kanat oyuncusu Baines de Martinez
için şu sözlerle adeta methiyeler diziyordu:
Martinez daha pozitif bir adam. Her biri birbirinden
bağımsız senaryolardan
bir şekilde olumlu bir
şeyler çıkarıyor.Benim
için en büyük değişim
oyun anlayışımızdaki
farklılık. Artık rakibe göre
bir oyun planı yapmak
zorunda hissetmiyoruz
kendimizi. Yeni menajer
kendine güveniyor
ve kafasındaki
taslağa inanıyor.
En önemlisi
bize inanıyor.
Bize
değişmemiz gerekmediğini, yalnızca sebatkar bir
şekilde gelişmeye ve denemeye devam etmemizi
söylüyor, ta ki olmak istediğimiz noktaya gelene
kadar. ’Yaptığın şeye devam et, taviz verme,
böylelikle daha iyi olacaksın’ Felsefesi bu. Ayrıca
başından beri bize Şampiyonlar Ligi hedefinden
bahsetti, bunu söylemekten kesinlikle çekinmedi.
Gelir gelmez çıtayı en yükseğe koydu.Belki sıradan
bir sezon yaşayacaktık –yeni bir menajer, onun ilk
sezonu ve geçiş süreci- ama o bunu kabul etmek
istemedi. Daha önce yapmadığımız kadar iyisini
yapmamızı istedi,biz de yaptık.
İspanyol menajerin tahtaya taktik yazıp
yenilgilerden sonra ‘’önündeki maçlara bakan’’
bir hocadan daha fazlası olduğu ortada. Bunu
Swansea ve Wigan günlerinde kanıtlasa da asıl
sınavı verdiği Everton’da şu ana kadar istediklerini
sahaya yansıtan bir takıma sahip ve kendini
şimdiden tüm Avrupa’ya kanıtladı.
Zor ama imkansız değil
Son üç sezonu sırasıyla 13, 15 ve 16 galibiyetle
tamamlayan Everton son üç maçına girerken
20 galibiyetle puan tablosunda kendine 5.
sırada yer buldu. Geçen sezon iç sahada 42, dış
sahada ise sadece 21 puan toplayabilen takım
bu sezon daha dengeli bir görüntü çiziyor.Yine
de takımın Şampiyonlar Ligi hedefi için direkt
rakiplerinden olan Tottenham karşısında iki
maçtan da galibiyet çıkaramaması an itibariyle
hedeflerinden bir adım uzakta olmalarını
neden oldu. İçeride bir diğer şampiyonluk adayı
Manchester City, dışarıda sezonun flaş ekibi
Southampton ve hala düşme korkusu yaşayan
Hull City ile kalan maçlarındaki zorlu fikstür
göz önüne alındığında Everton’ın işi gerçekten
zor. Ancak onlar artık bir Britanyalıdan
daha Britanyalı (veya Adalı) olan İspanyol
menajerleriyle sonuna dek Devler Ligi rüyasının
peşinde olacaklardır.
Sedat Çıtrak
Futbol Kültürü HF127
FUTBOL TOPUNA
BAĞLI BİR HAYAT
Babasını tanımıyor. Annesi ise fahişelikle hayatını kazanıyor. Hindistan’ın Kolkata
bölgesinde tüm bu zorluklara karşı mücadele veren 16 yaşındaki Rajib Roy’un futbol
yetenekleri Manchester United’ın dikkatini çekti. Artık genç Hintli güzel bir gelecek
çizebilmek bu karanlıktan sıyırabilmek için mücadele verecek
Dünyaca ünlü futbolcuların geçmişlerinde fakir
olması artık çoğu kesim tarafından normal
karşılanabilecek bir durum haline geldiği ortada.
Öyle ki Maradona, Ronaldinho, Cristiano Ronaldo
ve daha birçok dünya yıldızının hikayeleri hep
benzer şekilde başlıyor. Ronaldo topu asla
bırakmaz, onunla uyurdu. Diego Maradona 30
Ekim 1960 tarihinde fakir bir ailenin çocuğu
olarak Buenos Aires’te doğdu… Ortak noktaları
hep fakirlikti ve hepsinin çıkış yolu olarak seçtiği
tek şey meşin yuvarlaktı. Fakat Hindistan’ın
fuhuş bölgesi olarak bilinen Kolkata kentindeki
gecekondu mahallesinde yaşayan 16 yaşındaki
Hintli Rajib Roy’un hikayesi ise ilginç olması bir
kenara aslında bir o kadar da dramatik.
Manchester United’ın dünyanın dört bir
tarafında faaliyet gösteren scout ekipleri yani
bir diğer anlamıyla yetenek avcılarının son keşfi,
daha şimdiden tüm dünyanın ilgisini çekmeyi
başardı. Peki 16 yaşındaki bu çocuk ne kadar
yetenekli? Bunun cevabını verebilmemiz için
henüz erken. Zira dünyanın ilgisini çeken şey de
zaten yeteneklerinden çok, bir film senaryosuna
Rajib Roy ve annesi.
benzeyen hayat hikayesi.
Şampiyonada dikkat çekti
Babasını hiç tanımamış ve annesi hayat kadını
olan 11 çocuklu ailenin en küçüğü Rajib Roy,
Hindistan‘ın en fakir bölgelerinden biri olan
Kolkata şehrinin gecekondu mahallesinde
tek gözlü bir odada yaşıyor. Kokata’nın arka
sokaklarında çıplak ayakla futbol oynayan Rajib
Roy’un tek isteği bu imkansızlıklar içinde bir
gün futbolcu olup ailesini rahat bir yaşama
kavuşturmak. Bu hayalinin gerçekleşmesinin
ilk adımı ise annesinin iki yıl önce kendisini seks
emekçilerinin çocuklarına hizmet veren bir yerel
okula göndermesiyle gerçekleşti.
Nagpur’da bu yıl yapılan Ulusal Gecekondu
Futbolu Ligi’ni kazanan Batı Bengal takımının en
önemli parçası olan Rajib Roy, Hindistan genelinde
düzenlenen futbol şampiyonası için Goa şehrine
çağrılarak, Durbar Mahila Samanwaya Committee
(DMSC)’nin bünyesindeki 31 futbolcudan biri
olmayı başardı.
Burada Durbar Mahila Samanwaya Committee’nin
(DMSC) kurucusu Dr. Samarjit Jana, seks emekçileri
ve ailelerinin yaşamına katkıda bulunmak adına
Rajib gibi çocukları topluma dahil etmenin en
etkili yolunun spor olduğuna inanmış ve çocukları
futbola teşvik ederek bir anlamda umut kapısını
aralamıştı.
Hikayenin bu kadar dikkat çekmesinin en önemli
nedenlerinden biri ise şampiyonayı izlemek
için Hindistan’ın Goa şehrine gelen Manchester
United scoutlarıydı. Burada izledikleri ve yetenekli
gördükleri 11 isim arasında Rajib Roy’un da oluyor
olmasını DMSC kurucusu Dr. Jana şöyle açıklıyordu
“Onun rüyası bir futbol kariyeri inşa etmek.
İngiltere Premier League’de oynamak ve iyi bir
akademik kariyere sahip olmak istiyor. Şimdi bu
hayali için büyük bir adım attı ve birçok kişiye de
örnek oldu”
Manchester United tarafından
denenecek olan Rajib Roy İngiltere’de
15 günlük bir kamp programı geçirecek.
İmkansızlıktan fazlası
Hindistan’dan denenmek için getirilen 11 çocuk
ile birlikte İngiltere’de kendisini göstermeye
çalışacak olan Rajib, yaklaşık 15 gün eğitim alacak.
İnsanların imkansızlıklar içinde bu başarıyı nasıl
yakaladığını sorduklarında ise cevabını kendisinin
de bilmediğini, sadece hocasının Manchester
United tarafından seçildiğini söylediğinde çok
şaşırdığını söylüyor. İmkansızlık demişken;
Goa’daki şampiyonaya çağrılan herkes uçakla
giderken kendisi tren ile gitmek zorunda kalmış ve
bu yüzden turnuvaya geç katılabilmişti.
“Kendimi bu hayale adadım”
Henüz 16 yaşında olan bu genç adam daha
şimdiden o küçük omuzlarında kocaman bir yük
taşıyor. Hem hayallerini gerçekleştirmek, hem de
annesini ve kardeşlerini kurtarmanın onun için ne
kadar önemli olduğunu ise şu sözleriyle açıklıyor,
“İnsanlar bana annemle ilgili ne hissettiğimi
sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum.
Annem bana yiyecek almam için para verdiğinde
ben forma ve ayakkabılar aldım. Oldukça zor
zamanlardı ama hedefime ulaşmak için yapmak
zorundaydım. Büyük çocukları izlemeye başladım
ve onlar gibi olmak istediğimi fark ettim. Sonra
televizyonda maçları izlemeye başladım. Yıldız
futbolcular gibi olmaya karar verdim ve kendimi bu
hayale adadım”
Şimdi sıra Düşler tiyatrosu olarak anılan Old
Trafford’da bir gün oynayabilmek için tüm
hünerleri sergileme zamanı. Eğer futbol
yetenekleri yeterli görülürse, Manchester United
ile hayatını değiştirecek olan o kontrata imza
atacak. Manchester United taraftarı olan Rajib
Roy’un idolü ise odasında posteri bulunan, kendisi
gibi yoksul bir mahallede keşfedilip şimdilerde
Chelsea forması giyen dünya yıldızı Oscar.
Kim bilir belki de gün gelecek kendisi gibi aynı
umudu taşıyan çocukların idolü olarak odalarının
duvarlarında kendi posterleri yer alacak.
Roy’un kardeşi ve annesiyle
yaşadığı tek odalı evi.
Orhan Uluca
Futbol Kültürü HF127
KRAL SiYAH CANAVARA KARŞI
Tarihi başarılarla dolu dünyanın en yaldızlı iki kulübü Real Madrid ve Bayern Münih,
geçtiğimiz salı 21. kez Avrupa kupalarında karşı karşıya geldi. Dostluk maçlarının
dahi önemsendiği bu rekabet içerisinde yaşanılanlara yakından bakmakta fayda var
Almanlar “Königliche” takısıyla krallığa vurgu
yaparken aynı zamanda Real Madrid söz konusu
olduğunda Avrupa Kupaları tarihinde en fazla
müzesine kupa götürmüş ayrıntısını da her zaman
içeriye sıkıştırırlar. Kral takısını kupa beyi olarak
da yansıtırlar. İspanyollar ise “La bestia Negra”
(Siyah Canavar) lakabıyla andıkları Bayern Münih’i
kupalara gidilen yolda en büyük engel olarak
görürler. Pek çok kez bu iki takımın eşleşmesinden
zaferle ayrılan kupaya da uzanmıştır. Sadece bir
kez Şampiyonlar Ligi serüveninde aynı gruba
düşen iki dev takımın iki doksan dakikasında da
Bayern Münih farklı galip ayrıldı. Bunun dışında iki
dev ekip 9 kez eliminasyon sistemi içerisinde karşı
karşıya gelirken 5 kez Bayern Münih, 4 kez de Real
Madrid turu geçen taraf olmayı başardı.
Bu ikili, Bavyera ekibi 1976 yılında üst üste üçüncü
kez Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kaldırırken ilk kez
yarı finalde birbirlerine rakip oldular. Bayern Münih
ile üç kez üst üste şampiyon olup ardından Real
Madrid’e giden Paul Breitner ile yakın arkadaşı
Uli Hoeness’in rakip olması ise başlı başına bir
hikaye konusu. Bu eşleşme dünya çapında futbol
denildiğinde akla hemen gelen bu iki büyük
kulübün tarihteki ilk resmi karşılaşmaları olurken
maçların içeriği de geleceğe ışık tutuyordu. İlk
karşılaşma berabere biterken, Bayern Münih
evindeki maçı kazanarak adını üst üste üçüncü
kez finale yazdırma başarısını gösteriyordu.
Ancak eşleşmenin hikayesi bununla sınırlı değildi.
1-1 biten ilk maçın içerisinde Real Madrid’in
Arjantinli forveti Roberto Martinez’in kaleci Sepp
Maier ile çarpışması sonucu burnunun kanaması
taraftarları da hareketlendirmişti. Bunun üzerine
de beyaz bereli bir taraftar sahaya girerek hakemin
çenesine yumruk atınca oyun durmak zorunda
kaldı. Beyazların mabedi Bernabeu stadı ise bu
yaşanılanlar sonrası ilk yargılamada 5 yıl süreyle
kapatıldı ancak yapılan itiraz sonucu bu ceza 3
maça indi. Rövanş mücadelesi ise kısmen olaysız
geçti ve hatırda kalan sadece Amancio’nun kırmızı
kartı oldu. Hikaye bu şekilde başladı..
Olmayan dostluğun maçı da olmaz!
1976’daki ilk eşleşmenin ardından 5 Ağustos
1980 yılında Bayern Münih ile Real Madrid, Münih
Olimpiyat Stadı’nda bir dostluk maçında karşı
karşıya geldi. Nasıl ki Bayern, Johann Cruyff’ün
jubilesinde, jubile maçı dinlemeden 8-0 gibi
ezici bir skorla Ajax’ı devirdiyse burada da Real
Madrid’i 9-1 yenerek evlerine göndermekte sakınca
görmüyordu. Real Madrid Teknik Direktörü Vujadin
Boskov’un “9 maç 1 gol farkla yenilmektense 1 maç
9 gol farkla yenilmek iyidir” sözü de unutulmazlar
arasında yerini aldı. Bu maçın rövanşı ise 1981
yazında gerçekleşen “Trofeo Santiago Bernabeu”
turnuvasında oynandı. Tam anlamıyla intikam
amacıyla davet edilen Bayern Münih’in yaşadığı
sorunlar Real maçıyla sınırlı kalmadı. Özellikle
Bayern Münih’in genç menajeri Uli Hoeness’in,
Dinamo Tiflis ile oynanan turnuvanın üçüncülük
maçında Rummenigge ve Breitner’ın atılması
sonrası, takımı sahadan çekmesi gündemi uzun
süre meşgul etti. O dönemin oyuncularından
Klaus Augenthaler ise Real maçının olağandışı
koşullarından bahsederken Camacho’nun KarlHeinz Rummenigge’ye yaptığı sert müdahaleden
sonra takım olarak sahadan çekilmeyi dahi
düşündüklerini söylemişti. Nihayetinde Real
Madrid’in tek hedefi 9-1’in rövanşını almak
olmuştu.
Bayern, Real’i 9-1’le hezimete uğrattı.
finalde sahadan 2-1 galip ayrılan Porto oluyordu.
Bayern ise Real Madrid’i ikinci kez kupanın dışına
itme başarısıyla yetinecekti. İki ekip arasındaki
yarı final eşleşmesi yine beklendiği gibi kıran
kırana anlara sahne oldu. Öyle ki omzuna krampon
darbesi alan Bayernli Augenthaler’in yere diz
çöküp ellerini başının üstüne koyarak “Boğa
güreşi değil, futbol oynuyoruz” mesajı rekabetin
içeriğini yansıtan kare olarak hafızalarda kaldı.
Augenthaler’in, kendi kalesine attığı gol sonucu
1-0 kaybedilen ikinci maçın içerisinde Hugo
Sanchez’in sert faulüne karşılık vermesi sonucu
gördüğü kırmızı kart ise belki de Bayern’i finalde
mağlubiyete götüren en önemli ayrıntıydı. Bir yıl
9 yıl sonra ikinci buluşma...
İlk resmi karşılaşmadan 9 yıl sonra 1987 yılında
yine Şampiyon Kulüpler Kupası’nın yarı finalinde
ikinci kez birbirlerine rakip oldular. İlk maçı 4-1
kazanan Bavyera ekibi rövanşı 1-0 kaybetse de
finale ulaşan takım oldu. Ancak kupaya uzanan
1987’nin Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalinde
karşılaşan iki takımın maçında Bayern sahadan 4-1
galip ayrılıyordu. Hans Dörfner ise bu pozisyondan
yararlanamamıştı.
sonra bu kez aynı kupanın çeyrek finalinde eşleşen
bu ikiliden Real Madrid ilk zaferini yaşadı. İlk maçı
deplasmanda oynayan beyazlar ilk yarıda 3-0
geriye düşmesine rağmen 85. ve 90. dakikalarda
Hugo Sanchez ve Butragueno’nun golleriyle
avantaj yakalayıp evinde de 2-0 ile rakibini
geçerek adını yarı finale yazdıran takım oldu.
Dönemin Bayern Münih Teknik Direktörü ise daha
sonra Real Madrid’in başına geçip 32 yıl sonra
Şampiyonlar Ligi kupasını getirecek olan Jupp
Heynckes idi. Leo Beenhaker ile girdiği mücadeleyi
kaybeden Heynckes burada kaybetmiş olsa da
2013 yılında tarih yazarak bu kupayı Bayern Münih
ile kaldıracaktı.
2000’deki yarı final eşleşmesinde ilk maçı 2-0
kazanan Real Madrid, deplasmanda Anelka’nın
attığı gol sayesinde finale koşuyordu.
Şampiyonlar Ligi eşleşmeleri
Şampiyonlar Ligi öncesi Kupa 1’de 3 kez birbirlerine
rakip olan Real ve Bayern’de durum 2-1 Almanların
lehineydi. Şampiyonlar Ligi onlara bir yıl içerisinde
Avrupa Kupaları’nda 4 kez karşılaşma fırsatını da
verdi. 2000 yılında gruplarda karşılaşan ikilinin
maçlarında Bayern üstünlüğü göze çarpıyordu.
Öyle ki Almanlar rakibini her iki maçta da farklı
mağlup etmeyi başardı. İki maçta da rakip ağlara
dört gol bırakan Hitzfeld’in öğrencileri yarı finalde
yine Real Madrid’i gördüğünde muhtemelen
şanslı bir kura çektiklerini düşünüyorlardı. Oysa
Vicente Del Bosque yönetiminde yıldızlardan
oluşan bir kadro ile uyumu geç yakalayan Real
Madrid daha yeni ısınıyordu. Anelka’nın golü ve
Jeremies’in kendi kalesine attığı golle ilk maçta
işi kısmen bitiren Real Madrid’i yine de zorlu bir
rövanş maçı bekliyordu. Bayern Münih ise efsane
ismi Lothar Matthaeus’u ABD’ye yollarken Alman
oyuncunun Bayern formasıyla çıktığı son maçında
ise Real Madrid karşısında mucize bekliyordu.
Maçın hemen başında Carsten Jancker’in golüyle
öne geçen kırmızılılar mucizeye inanmıştı ama
Anelka’nın golüyle beraber Bayern Münih’in
umutları da tükendi. Bavyeralılar sahadan 2-1
galibiyetle ayrılsa da Real Madrid gruplarda
yaşadığı hezimetin aksine Bayern Münih’i yarı
finalde eleyip finale adını yazdırmayı başardı.
Elber ve Kahn faktörü
1999 Şampiyonlar Ligi finalini Manchester United
karşısında trajik bir sonla kapatan, 2000’de Real’e
son dörtte elenen Bayern takip eden sezonda
yarı finalde yine İspanyollarla eşleşti. İspanya’da
1-0, Almanya’da da 2-1 kazanan Bayern finale
koşuyordu. Deplasmanda Giovanni Elber’in
golünün önemine dikkat çekilse de Oliver Kahn’ın
muhteşem performansı da akıllarda bir yere
kazındı. Daha formda olan ve daha güçlü kadroya
sahip olan Real Madrid’i 99 trajedisinin yarattığı
hırs ve Oliver Kahn’ın muhteşem performansı
durdurur. Bir yıl aradan sonra bu iki ekip bu sefer
çeyrek finalde karşılaşırlar. 2000 yılında guruplarda
başlayan Devler Ligi serüveni üç yıl boyunca üst
üste iki takımı çeyrek ve yarı finallerde buluşturur.
2000’de Bayern’i geçen Real kupayı kaldırırken
2001’de ise Real’i geçen Bayern kupayı kazanır.
Bir yıl sonra yine kupanın sahibini bu eşleşme
belirleyecektir.
Uli Hoeness’in alaycı yaklaşımı
2002’de Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde bu iki
ekip eşleştiğinde Uli Hoeness’in Real Madrid’e
olan alaycı tanımlamaları gündemdeydi. Madrid
kulübünün tam bir sirk olduğunun üzerinde
duran efsane menajer görüntünün aksine Bayern
Münih ile Real arasında kulüp yapısı ve içeriği
açısından devasa farkların bulunduğunu dile
getirdi. Oliver Kahn ise “yıldızlar topluluğu” Real
Madrid kafilesinin iyi bir film çevirebileceğini
fakat futbol oynayamayacağını iddia ederken
kalesinde de en fazla bir gol göreceğine dair
meydan okuyan tavırlar içerisindeydi. İlk maçı
Bayern 2-1 kazanırken belki Kahn bir golden fazla
yemedi ama ikinci maçta Real Madrid, Titan’ı
yanıltarak iki gol atıp kalesinde gol görmeden
tur için gerekli skoru aldığında ise tüm bu sözler
anlamını yitirmiş oldu. 1999/00 sezonunda
başlayıp üç yıl arka arkaya yarı final ve çeyrek
finallerde eşleşen iki takım birlikteliğine, bir yıl
ara verdikten sonra 2004 yılında yeniden devam
etti. Şampiyonlar Ligi ikinci tur eşleşmesinde…
Bugün de kadrosunda bulundurduğu Perulu golcü
Claudio Pizarro’nun “Bu palyaçolara en az beş gol
atarız” demeci yine ters tepti. Öte yandan özel
hayatında sorunlar yaşayan Oliver Kahn’ın oldukça
yavaş gelen Roberto Carlos’un frikiğini kolunun
altından kaçırması ise unutulmaz hatalar arasında
yerini aldı. Maç bu golle 1-1 biterken Real Madrid
kendi evinde böyle bir hata yapmadan 1-0 maçı
kazanınca yine tur atlayan takım oldu. Dünya
devlerinin klasikleşen bu eşleşmelerine bu maçtan
sonra 3 yıl ara verildi.
Ottmar Hitzfeld’in Real Madrid aşkı
Bayern Münih yönetimi Felix Magath ile yolları
ayırdığında Şampiyonlar Ligi’nde gruplardan
çıkmıştı. 2007 yılında, 5 Bundesliga Şampiyonluğu,
2 Şampiyonlar Ligi finali oynatan ve 2001’de bu
kupayı kazanan Ottmar Hitzfeld’i ikna etmek
isteyen Uli Hoeness’in elindeki en büyük koz
ise ikinci turda rakibin Real Madrid olmasıydı.
Hitzfeld, bir dönem kendisine Real Madrid’den
gelen teklifleri kabul etmese de tam bir Real
Madrid hayranıydı. Çocukluğundan bu yana
hayranı olduğu takımın karşısına çıkmak onu
heyecanlandırdığı için de bu teklifi kabul ettiğini
dile getirmişti. 2002 ve 2004 yenilgilerinin
ardından bu sefer Bayern kararlıydı ama sahasında
oynadığı ilk maçın son anlarına girilirken Real
Madrid 3-1 öne geçmiş, iyi bir avantaj yakalamıştı.
2007’de iki ekip 2. turda karşılaşmış. İlk maç 3-1 Real
lehine devam ederken Van Bommel 88’de fileleri
havalandırınca sevincini böyle yaşamıştı.
Ancak mücadelenin son anlarında Mark van
Bommel, Bayern’e avantajı getiren golü atıp o
unutulmaz kol geçirme hareketini yapıyordu.
İkinci maçta ise Şampiyonlar Ligi tarihine geçecek
bir olay yaşandı. Roberto Carlos ile Salihamidzic
arasında kıyasıya rekabet ölçülü bir şekilde devam
ederken ikinci maçta Salihamidzic’in Brezilyalıdan
topu çalıp golü hazırlaması Devler Ligi tarihinin
en erken golüne sebebiyet verdi. 10 saniye dahi
olmadan Salihamidzic’in pasını gole çeviren Roy
Makaay bugün dahi ligin en erken golünü atan
futbolcu konumunda.
Jose Mourinho da çare olamadı
Avrupa Kupalarında Real Madrid bir kez olsun
Bayern Münih’in evinde maç kazanamadı. Bugün
eşleşme öncesi baktığımız vakit Bayern’in evinde
oynanan 10 maçın 9’unda Almanlar sahadan
zaferle ayrılırken sadece 1 maç berabere bitmiş.
(Oliver Kahn’ın inanılmaz hatasının ardından
Roberto Carlos’un frikik golü sonrası…) Bu
gerçeği Jose Mourinho da değiştiremedi. 2012
yılında deplasmanda 2-1 kaybeden Mourinnho
yönetimindeki Real Madrid kendi evinde aynı
skorla kazansa da penaltı atışları sonrası finale
gidemedi. Şimdi merak edilen ise bu sezon
yarı finaldeki ilk maçı kendi evinde 1-0 kazanan
Real Madrid’in, Almanya’da Bayern karşısındaki
şanssızlığını kırıp kıramayacağı…
Salih Demirci
İngiltere HF127
DÜŞENiN DOSTU
TONY PULIS
Ekim ayında küme düşmüş sayılan Crystal Palace, Tony Pulis’le şaha kalktı. Stoke’un
vazgeçtiği Galli hoca sezonun en iyisi olmaya aday
Kenarda eşofmanları ve şapkasıyla biraz eğreti
duran Tony Pulis, sezon sonunda Stoke’tan
ayrılırken tribünler memnundu. Mark Hughes’ün
işbaşına gelişi takımın hedef büyütme arzusunu
ortaya koyuyordu, zira yakın zamanda tabeladaki
rakiplerine yakın transfer harcaması yapmış
olmalarına rağmen sürprizsiz futbol ve orta sıra
takımı vasfı değişmemişti. Her şey beklentilere
göre belirleniyordu ve zirve ligde geçen 5 sezonun
ardından Tony Pulis’in payına bir kuru teşekkür
düşmüştü.
Şimdilerdeyse Stoke topladığı 44 puanla 10.
sırada, Tony Pulis’in takımı Crsytal Palace ise 1
puanla hemen onların arkasında. ‘Asla küme
düşmeyen’ menajer, Ekim ayı sonunda devraldığı
takımıyla üst üste 5 maç kazandı ve sezonun
menajeri yarışında Brendan Rodgers ile çekişiyor.
Geçtiğimiz günlerde Everton deplasmanında
alınan 3 puan, Palace’ın ulaştığı seviyeyi
çarpıcı şekilde gösterdi. İçeride bir şekilde gol
yemiyorlardı ama dışarıda 3 gol atabileceklerini
(2-3) kimse öngörmüyordu. Erteleme maçında
karşılaştıkları rakiplerini belki de Şampiyonlar
Ligi biletinden ettiler, öncesinde ise Chelsea’yi
çaresiz bırakarak yenmişler ve şampiyonluk
yarışını şekillendirmişlerdi. Son olarak da West
Ham deplasmanında kazanınca düşme hattıyla
aralarına 13 puanlık fark koydular, oysa Pulis iş
başına geldiğinde yalnızca 4 puanları vardı.
Stoke’tan Palace’a
Premier League’e bu sezon yükselen Crystal
Palace, Ian Holloway’ın görevden ayrılmasıyla
sonuçlanan süreçte her biri en az 2 farklı üst üste
7 yenilgi almıştı. Sonrasında ise çıktıkları 21 lig
maçının 15’inde 1’den fazla gol yemediler. Evleri
Selhurst Park’ta 1-0’lık galibiyetlere abone oldular
ve maç başına 2 puana yaklaşarak Tony Pulis
döneminde zirveye oynayan takımlara mahsus bir
performans sergilediler.
56 yaşındaki Galli teknik adam, yirmi yılı aşan
antrenörlük kariyerinde hiç küme düşmedi. Bunu
nasıl başardığını da geçtiğimiz 5 yılda Premier
League takipçilerine gösterdi. Sıklıkla kötü
şöhretli olsa da Pulis’in zamanında Stoke City,
çoğunluğu fiziksel olarak üstün oyunculardan
kurulu kadrosuyla ligin ikili mücadeleleri kazanma
oranı en yüksek takımıydı. Yüksek toplarda daima
çok başarılıydı, öyle ki bazı maçlarda oyuncuların
birbirine pas istatistikleri açıklandığında kaleci
Begovic’ten santrafor Crouch’a giden toplar ilk
sırada çıkıyordu. Uzun paslar, sert müdahaleler
ve duran toplar ile evlerinde onlardan puan almak
zordu.
Sezonun menajeri?
Hala zor ama artık Crystal Palace’ı yenmek de
çok zor. Bu kez elinde Stoke’taki kadar fizik
güç ağırlıklı bir kadro yoktu ama yine benzer bir
oyunu ortaya koymayı başardı. Antalyaspor ve
Gençlerbirliği’nden tanıdığımız Mile Jedinak’ın
önemli parçalarından biri olduğu kadroya başta
sezonun yıldızlarından Jason Puncheon olmak
üzere kendi tarzına uygun eklemeler yaptı.
Takımlarından dışlanmış futbolcular ve alt lig
oyuncularından kurulu kadro, ilkbahar geldiğinde
ligin en iyi kontra atak takımlarından biri oldu.
Stoke’a göre daha az uzun top, daha dirençli
savunma ve nispeten yerden pasların çoğunlukta
olduğu oyun tarzlarıyla neredeyse her rakibe diş
geçirmeyi başardılar. Bitime üç hafta kala Liverpool
ve Everton’ın ardından Mart-Nisan döneminin
en formda takımı durumundalar ve aynı şekilde
Tony Pulis, sezonun menajeri yarışında Roberto
Sezona çok kötü bir başlangıç yapan Crystal Palace
Kasım ayı geldiğinde sadece 4 puan toplayabilmişti.
Martinez ve Brendan Rodgers’a kafa tutuyor.
Hikâyenin arka planındaki kahramanları da
tanıdık. Bir süredir Manchester United’daki krizin
düğümünü çözmeye çalışan Alex Ferguson,
kendisine telefon ederek Palace’ın teklifini kabul
edip etmeme hakkında fikrini soran Tony Pulis’e
olumlu yanıt vererek lig yarışının şekillenmesine
etki etmeyi başardı. Galli hoca, dediğine göre
Alex Ferguson ve Stoke’tan eski başkanı
Peter Coates’le konuşana dek teklife olumsuz
bakıyormuş. Nihayetinde Kasım ayı geldiğinde
yalnızca 4 puanı olan bir takımın sorumluluğunu
üstlenmek, temiz kariyerine bir çarpı koymak
anlamına gelebilirdi. Ama Tony Pulis bir kez daha
düşenin dostu olduğunu gösterdi.
Tony Pulis ile Premier League
STOKE CITY
2008/09 - 12. sıra (İlk sezon)
2009/10 - 11. sıra
2010/11 - 13. sıra (FA Cup’ta final)
2011/12 - 14. sıra (Avrupa Ligi’nde son 32)
2012/13 - 13. sıra
CRYSTAL PALACE
2013/14 - 11. sıra (35. hafta itibariyle)
Fırat Topal
Dünya Kupası HF127
BİR ZAMANLAR BREZİLYA SAHİLLERİNDEYDİK #3
BREZiLYA GEMiSiNE
SIRTINI DÖNENLER
Serinin ilk 2 maddesinde sevinç ve trajedinin iç içe
olduğu 2 maça yer verdik. Bu sefer kupaya adım atmayı
bile başaramayan ülkelerin ilginç hikayelerini buraya
taşıyoruz. Serinin 3. halkası, Türkiye’nin de içinde olduğu
ve Brezilya gemisine sırtını dönenlerle ilgili
1950 Dünya Kupası’nın başlama vuruşu
yapıldığında turnuvada 14 takım vardı.
Bakıldığında 14 rakamı bir turnuva düzenlemek
için elverişli bir rakam değil. Zira eleme
karşılaşmalarından başlayarak, açılış maçı olan
Brezilya-Meksika mücadelesine kadar birçok
takım turnuvaya katılmaktan vazgeçmiş, hatta
bunlardan bazıları son anda gerçekleşmişti. Bu
yüzden de 16 takımın katılması planan turnuva
2 eksikle başlamak zorunda kaldı. 1930’da
Uruguay’daki ilk turnuvada toplam 13 takım yer
almış. 4 gruba ayrılan takımlardan gruplarını
birinci sırada bitirenler kura çekimi ile birbirleriyle
eşleşmişlerdi. Toplamda 18 maç oynandıktan
sonra şampiyon belli olmuştu. Savaş öncesinde
Avrupa’da düzenlenen 2 turnuvada ise grup
sistemi terk edilmiş ve doğrudan tek maçlı eleme
usulüne geçilmişti. 1934’te 17, 1938’de 18 maç
oynandı. Brezilyalılar ise maç sayısını artırmak
istiyorlardı, zira organizasyon sırasında harcadıkları
parayı çıkarmak zorundalardı ve maç biletleri de
onların en büyük kaynağı olacaktı. Bu sebeple
tekrar 4’lü grup sistemi benimsendi ve grup
maçları sonucu ilk sırayı alan 4 takım yeni bir grup
oluşturdu. Brezilya’daki turnuvada toplam 22 maç
oynandı. Aslında her şey yolunda gitse bu sayı 27
olacaktı.
Brezilya ile İtalya, ev sahibi ve son şampiyon
olarak turnuvaya katılma biletini aldılar. Kalan
14 biletin 7’sini Avrupa, 6’sını Amerika ve 1’ini de
Asya kıtası alacaktı. Almanya ve Japonya 2. Dünya
Savaşı’nın mağlup ve yaralarını sarmakla meşgul
ülkeleri olarak eleme maçlarına dahil edilmediler.
Demir Perde’nin birçok ülkesi de elemelere
katılmadı. 1934 finalisti Çekoslovakya ve 1938
finalisti Macaristan bu ülkelerin önde gelenleriydi.
Britanya’da ise ilginç bir eleme macerası yaşandı.
İlk kez, İskoçya, Galler ve İrlanda takımları
elemelerde bağımsız olarak mücadele etme hakkı
elde ettiler. Ama İrlanda’da şöyle bir problem vardı.
Hem Kuzey İrlanda hem de İrlanda Cumhuriyeti
federasyonları İrlanda’yı kendilerinin temsil ettiğini
iddia ediyordu ve oynayacakları maçlar için, bazen
aynı oyuncuları kadrolarına çağırıyordu. Hatta bu
sebeple, o yıllarda bazı futbolcular her 2 ülkenin
de formasını giymiştir. Belfast merkezli Kuzey
İrlanda Futbol Federasyonu (IFA), elemelerde tüm
adayı temsil etti, ama aslen sınırın diğer tarafında
doğmuş 4 oyuncuyu kullanmıştı. Dublin merkezli
Britanya Şampiyonası’nda grubu
lider tamamlayıp Brezilya bileti alan
İngiltere Milli Takımı...
İrlanda Cumhuriyeti Federasyonu ise (FAI) bir
başka eleme grubunda mücadele etti.
1950 Britanya Şampiyonası’nda İngiltere grup
lideri İskoçya da grup ikincisi olarak Brezilya
biletini aldı, ancak İskoçya, daha eleme maçları
başlamadan önce grubu ancak 1. bitirmeleri
halinde kupaya gideceklerini beyan etmişti.
Türkiye, 2. grupta Suriye ile Ankara’da oynadığı
maçı kazandı ve Suriye rövanş öncesi elemelerden
çekildiğini açıkladı, böylece ay-yıldızlılar için ilk
Dünya Kupası fırsatı doğmuştu. Final turunda
rakip Avusturya’ydı ve Avusturya da daha maçlar
oynanmadan havlu attı. Kupa için henüz yeterli
tecrübeye sahip olmadıklarını beyan etmişlerdi.
Böylece Türkiye finaller biletini aldı. Belçika’nın
çekilmesiyle de İsviçre turnuvaya katılm hakkı elde
etti. Güney Amerika’nın 4 kontenjanı için ise tek
bir maç dahi oynanmamıştı. 7. Grupta Arjantin,
8. Grupta da Ekvador ve Peru katılmayacaklarını
açıkladılar, böylece Uruguay, Paraguay, Bolivya
ve Şili Brezilya sahillerinin yolunu tuttu. Kuzey
Amerika’dan da Meksika ve ABD, Küba’yı saf dışı
ederek güneye inmişti. Asya’da da hiçbir eleme
maçı oynanmamıştı. Çünkü Burma, Filipinler ve
Endonezya elemelere girmemiş, piyango, grubun
geri kalan tek takımı Hindistan’a vurmuştu.
2. el kupa bileti
Brezilya Futbol Federasyonu ve organizasyon
komitesi finallerdeki grupları belirlemeye
hazırlanırken iade haberleri ardı ardına geldi.
Türkiye, turnuva yolculuğunun getireceği yüksek
masraflar sebebiyle çekilme kararı aldı. Bu arada
İskoçlar da yaptıkları açıklamanın arkasında
durdular ve katılım hakkından feragat ettiler. Bu
iki takımın yeri, elemeleri geçemeyen Fransa ve
İrlanda Cumhuriyeti’ne teklif edildi. Mayıs ayında
Dublin’e ulaşan telgrafta 1 ay sonraki turnuvaya
davet edildikleri yazıyordu, ancak Hazine
Bakanı MJ Kenny, toplam 2.700 pound tutacak
masrafların federasyonu batıracağını söyleyerek
teklifi reddetti. Bunun üzerine FIFA, İspanya
engelini geçemeyen Portekiz’e başvurdu, ancak
onlar da, okyanusun bir kıyısından öbür kıyısına
gitmeye yanaşmadılar. Fransa ise daveti kabul etti
ve Dünya Kupası grup kuraları 15 takımla çekildi.
22 Mayıs 1950’de Rio de Janeiro’da çekilen
kuradan sonra 2 önemli gelişme yaşandı. İtalya,
Paraguay ve İsveç’le aynı grupta mücadele edecek
olan Hindistan turnuvaya gitmekten vazgeçti.
Bu kararın sebebi, üzerinden 64 yıl geçmesine
rağmen hala kesinlik kazamadı. Bu konuda 3
söylenti mevcut. Birincisi ve en fazla inanılmak
isteneni, FIFA’nın Hintli oyuncuların çıplak ayakla
sahaya çıkma isteğini reddetmiş olmasıdır. Bu
görüşü savunan çok fazla insan olsa da, çok
sağlam temellere dayandıklarını söyleyemeyiz.
Zira Hindistan 1948 Olimpiyat Oyunları’nda
da mücadele etmiş ve Fransa karşısına çıkan
oyuncularının bazıları çorapla, bazıları da çıplak
ayakla oynamıştır (Fransa maçı 2-1 kazanmıştır).
Ayrıca, aynı izin 1952 Olimpiyatları’nda da
verilmiştir (Yugoslavya 10-1 kazanmıştır),
dolayısıyla bu görüş gerçekleri yansıtmamaktadır.
Öne sürülen nedenlerden ikincisi ise mali külfettir.
Ancak burada da önemli bir ayrıntı vardır ki,
organizasyon komitesi Hindistan’ın bütün
masraflarını karşılamayı teklif etmiştir. 50 bin
rupilik bedel çeşitli yardım organizasyonlarından
toplanacaktır. Son sebep ise federasyonun ve
futbolcuların Dünya Kupası’na çok da önem
vermemesidir. Hakikaten, takım kaptanı Sailen
Manna, sonraları yaptığı açıklamada, “Açıkçası
Dünya Kupası nedir hiçbir fikrimiz yoktu, belki bize
daha iyi anlatılsa katılmayı düşünebilirdik, ancak
bizim için olimpiyatlar en yüksek seviyeydi ve daha
yukarıda bir organizasyonu düşünemiyorduk”
diyerek ülkesinin kupaya bakışını ortaya koymuştur.
Kupanın başlamasına az bir süre kala çekildiğini
açıklayan Hindistan’ın neden böyle bir karar aldığı
hala gizemini koruyor.
Gide gide Brezilya
Turnuvanın başlangıcına çok az bir süre kalan son
fire ise Fransa ile verildi. Aslında Fransa, 2014
Dünya Kupası’nda da zaman zaman karşımıza
çıkacak zorlu coğrafi koşullara karşı duran tek
takım olmuştur. Zira, organizasyon yetkilileri
grupları düzenlerken, şehirlerin birbirine olan
uzaklıklarını hesaba katmadan davranmış böylece
takımlar iki maç arasında gereksiz uzunluktaki
mesafeleri kat etmek zorunda kalmışlardır.
Örneğin Meksika ilk maçını Rio’da, Brezilya’ya karşı
oynadıktan sonra, izleyen maçı için, 1500 kilometre
uzaklıktaki Porto Alegre’nin yolunu tutmuştur.
İsviçre, sadece 3 gün içinde önce Belo Horizonte’de
sonra da 600 kilometre uzaktaki São Paulo’da
maç yapmıştır. İspanyollar turnuvayı Curitiba’da
açmış, 4 gün sonra 850 kilometre yol gidip, Rio’da
ikinci maçlarını oynamıştır. İşte genele yayılan
bu uygulama yüzünden Fransa, organizasyon
komitesine fikstürü yeniden düzenlemesi için
başvuru yapmış ama kapı yüzüne kapanmıştır.
Onlar da reste rest çekmiş ve turnuvanın
başlamasına haftalar kala çekilme kararı almıştır.
Böylece 4. Grup sadece Uruguay ve Bolivya’dan
oluşmuştur.
O yıllarda, FIFA’nın turnuvadan çekilen ülkelere
herhangi bir yaptırımının olmaması da, iade
sayısının bu kadar yüksek olmasının sebeplerinden
birisidir. Zira, bugün böyle bir hareketin, o milli
takım için çok ciddi sonuçlar doğuracağını tahmin
edebiliriz.

Benzer belgeler