HF127 - Hayatım Futbol
Transkript
HF127 - Hayatım Futbol
2 5Ni SAN2 01 4-SAYI 1 27 Bi RDE Vi N Ç Ö K Ü Ş Ü A l t ı nç a ğb i t t i , d ü ş ü şb a ş l a d ı . S o ny ı l l a r d af u t b o l d ü n y a s ı n a d a mg a s ı n ı v u r a nB a r c e l o n a , Ma r t i n oi l es e z o n uk u p a s ı z k a p a mar i s k i y l ek a r ş ı k a r ş ı y a D ü ş e n i nD o s t uP u l i s R e a l B a y e r nr e k a b e t i Ma v i l e r D ü ş ü nP e ş i n d e Yayın Koordinatörü Katalunya’da serbest düşüş İlker Yılmaz Futbol dünyasında her döneme damgasını vuran takımlar olur. Kadrolarındaki oyuncular bölgelerinin en iyileri olarak anılır, her kupa müzeye götürülür, sahadaki futbol bir ekol haline gelir. İşte son yılların Barcelona’sı için de bunu demek pekâla mümkün. Katalan ekibin 2000’lı yılların ortasından itibaren başlayan yükselişi, kazanılan La Liga şampiyonlukları, Kral Kupaları, Şampiyonlar Ligi’ne koyulan ambargo ve Kıtalararası başarı… Kısa bir ifadeyle bir futbol takımının kazanabileceği her şeyi kazanan bir futbol takımı. Bunun yanında kaleden başlayarak sahadaki her oyuncunun birer yıldız gibi parlaması, Lionel Messi’nin kendisine hayran bırakan performansları ve başarıya götüren yoldaki en büyük faktörlerden biri olan tiki taka… Peki satırlarca methiyeler dizebileceğimiz bu takıma bugünlerde neler oluyor? Pep Guardiola sonrası kısa süreli Vilanova döneminin ardından Tata Martino ile yoluna devam eden Katalan devi nasıl oldu da sezonu kupasız kapama tehlikesiyle karşı karşıya kalabildi? Sahadaki oyunun gerilediği gerçeği, futbolculardan daha önceki senelerde alınan verimin düştüğü yönündeki eleştiriler, yaşanan krizler ve tabii ki Martino’nun bu işin altından kalkabilecek kalibrede olmadığı yorumları… İşte Barcelona denince akla artık bunlar geliyor. Biz de Hayatım Futbol’da bir devin çöküşüne bir nebze değinmek istedik. Emre Çelik de bu serbest düşüşün tüm etkenlerini sizler için inceledi. Editör Cantürk Temelli Yazarlar Emre Çelik Fırat Topal Orhan Uluca Salih Demirci Sedat Çıtrak Sercan Ergün Keyifli okumalar, Cantürk Temelli [email protected] [email protected] #127 BU SAYIDA Barcelona Özel Yönetememek Kan uyuşmazlığı Maviler dev düşün peşinde Roberto Martinez önderliğinde iyi bir sezon geçiren Everton, Şampiyonlar Ligi’ne doğru koşuyor Kral, siyah canavara karşı Şampiyonlar Ligi’nde eşleşen Real Madrid ile Bayern Münih rekabeti uzun senelere dayanıyor Futbol topuna bağlı bir hayat Annesi hayat kadını olan babasını ise hiç tanımayan Hintli Rajib Roy’un Old Trafford hayali gerçek olabilir Düşenin dostu Tony Pulis Ekim ayında sadece 4 puanı olan Crystal Palace’ı şaha kaldıran adam; Tony Pulis Bir zamanlar Brezilya sahillerindeydik #3 Türkiye ve daha birçok takımın katılım hakkı elde ettiği halde gidemediği turnuva; 1950 Dünya Kupası Kısapas HF127 SPORUN KANATLARI Türk Hava Yolları, destekçisi olduğu tüm spor dallarını ve sporcuları “Wings of Sports” aracılığı ile sporseverlerle buluşturuyor Türk Hava Yolları’nın, geçmişten günümüze yer aldığı etkinlikler, fotoğraf albümleri, haberler ve videoları güncelleyerek bir arşiv halinde meraklılarının beğenisine sunduğu www. wingsofsports.com platformu kanatlanmaya başladı. spor arenasında adından sıklıkla söz ettiriyor. Geniş uçuş ağı ve yüksek kalite standartları ile dünyanın lider havayolu şirketleri arasında yer alan Türk Hava Yolları, küresel vizyonu doğrultusunda Türkiye’de ve dünyada sporcu, takım ve organizasyonlara bilfiil destek vererek toplum nezdinde spor kültürünün gelişmesine katkıda bulunuyor. Bu proje kapsamında, yer aldığı sponsorluk faaliyetleri ve sporla ilgili çeşitli etkinlikleri sosyal medya ve internet üzerinden duyurmayı planlayan Türk Hava Yolları, Twitter’da @wingsofsports hesabının yanı sıra www.wingsofsports.com web adresi üzerinden de doğru ve güncel haberleri sporseverlerle paylaşmayı amaçlıyor. Her geçen yıl spor sponsorluk faaliyetlerini daha da genişleterek özellikle Türk sporu ve dünya çapındaki önemli organizasyonlara destek olan Türk Hava Yolları, bu yöndeki faaliyetleri ile küresel Proje ile ilgili daha detaylı bilgiye; www.wingosfsports.com ve twitter.com/ wingsofsports web linkleri üzerinden ulaşabilirsiniz. İsmini, Türk Hava Yolları’nın geniş kanatlarından alan “Wings Of Sports”, spor tutkunlarını www. wingsofsports.com platformu üzerinden tüm merak ettiklerine ulaştırıyor. Emre Çelik Barcelona Özel HF127 KAN UYUŞMAZLIĞI Barcelona 2007/08 sezonundan bu yana ilk defa bir sezonu kupasız kapatmaya son derece yakın. Şampiyonlar Ligi’ne veda eden, Copa del Rey’de finalde kaybeden ve La Liga’da da şampiyonluk umutlarını mucizelere bırakan Barça’nın bu başarısızlığında Gerardo Martino’nun payı ne? 2003’te Radomir Antic ve Joan Gaspart’ın gidişiyle yeni bir sayfa açan ve o dönemden bu yana Avrupa futbolunda istikrarlı şekilde söz sahibi olan Katalanlar, 2006’daki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu sonrası yaşanan 2 senelik ufak krizin ardından Pep Guardiola ile bambaşka bir periyoda girmiş ve kulüp tarihinin en başarılı dönemini yaşamıştı. Katalan hocanın ayrılmasının ardından beklenen şekilde düşüşe geçen Barça, geçen sezon sadece La Liga şampiyonluğu ile yetinmek zorunda kalırken düşüş bu sezon da devam ediyor. Saha içinde beklenen çizgiden uzaklaşan ve özellikle Ocak ayından sonra serbest düşüşe geçen Barcelona, artık Pep Guardiola dönemindeki ‘kusursuzluğu’ mumla arıyor. Dahası bir taraftan da saha dışı problemler Barcelona’nın peşini bırakmıyor. Sezona Tata Martino ile başlayan Katalanlar, La Liga’da yapılan 14’te 14’ün ardından şampiyonluğun en büyük favorisi olarak sivrilmişti. Bu periyotta başta Real Madrid olmak üzere ligin dişli ekiplerinden bir kısmını da dize getiren Barcelona, Tata Martino ile özellikle hücumda yeni alternatifler denerken son yıllarda hiç olmadığı kadar kanatları alternatif olarak kullanan bir takım görüntüsündeydi. Hatta öyle ki Gerard Pique, 4-1’lik Valladolid galibiyetinin ardından La Gazetta dello Sport’a “Pep ve Tito ile büyük başarılar yakaladık ama bir noktadan sonra tiki-taka sisteminin esiri olduk. Bağlılığımızı biraz abarttık. Martino da aynı felsefeye sahip ama alternatifleri reddetmiyor. Eğer baskı altındaysanız arada sırada uzun top oynamanızda bir sakınca yoktur. Böylelikle biraz dinlenme şansına da sahip olursunuz. Futbolda sürekli gelişim halinde olmazsanız, tahmin edilir bir takım olursunuz.” sözleriyle bunu açıkça ortaya koymuştu. Mascherano da “Artık 3 pasla kaleye gitme imkânımız varsa 20 pas yapmıyoruz.” dedi. 4-0’lık Granada galibiyetinin ardından Granada kalecisi Roberto’nun “Barcelona kontra ataklarda kusursuzdu.” sözü de Barcelona’daki değişimin etkilerinin hissedildiğini açıkça gösteriyordu. Barcelona geride kalan yıllara nazaran daha fazla uzun top denerken oyunu da daha fazla genişletmeye çalışan ve kenar ortalarını sıklıkla deneyen bir takım olmuştu. Hücumda bu alternatif yaratma isteği, özellikle sezonun ilk bölümünde de Atletico ile oynanan Süper Kupa maçında Neymar’ın, Sevila maçında Dani Alves’in ve Sociedad maçında Messi’nin golleri ile bariz bir biçimde etkilerini hissettirmeye başlamıştı. Fakat bu alternatif yaratma çabası, Katalan medyası tarafından çok da olumlu karşılanmadı. Rayo Vallecano ile oynanan 5’inci hafta maçında Barcelona tam 5 yıl sonra ilk kez bir maçta topla oynama oranında %50’nin altında kalınca da Martino eleştirilerden nasibini aldı. Halbuki Katalanlar 4-0’lık farklı bir galibiyet almayı başarmıştı ve Paco Jemez’in Rayo Vallecano’sunun 2012/13’te La Liga’da Barcelona’nın ardından en fazla topla oynayan takım olduğu gerçeği de göz ardı edilmişti. Medyada eleştiriler durmuyor Benzer bir eleştiri de Martino’nun rotasyon stratejisi üzerineydi. Gerardo Martino özellikle üç kulvarda mücadele edildiğine ve sezonun son çeyreğine zinde girmenin önemine sürekli vurgu yaparak ilk 11’deki isimleri devamlı bir şekilde rotasyona soktu, maçların son bölümlerinde as oyuncularını sürekli kenara aldı. Hatta öyle ki Barcelona, Granada’ya 1-0 mağlup olunca Sport “Güle güle şampiyonluk, güle güle Tata, güle güle” manşetiyle 13 Nisan günü okuyucularının karşısına çıktı. Messi ve Neymar da bu rotasyon furyasından nasibini aldı. 4-1’lik Real Sociedad maçında 80’de kenara gelen Messi, hocasına gözle görülür bir tepki gösterirken Martino’nun açıklaması “Kafa kafaya giden bir maç olsaydı elbette Messi’yi çıkarmazdım. Fakat sezonun geri kalanını da düşünmek zorundayım.” oldu. Messi ortamı yatıştıran açıklamalar yaparak konuyu kapattı ama İspanyol basınının ‘oyuncuların rotasyondan memnun olmadığı’ yönündeki iddiaları uzun bir süre sürdü. Aslında özellikle 34’lük Xavi’nin, yerine alternatif yaratılana kadar idareli kullanılması fazlasıyla önemliydi. Martino’nun hamlesi de bu yönde oldu. Hem Xavi’yi her maç zorlamadı hem de Sergi Roberto’yu bir taraftan takıma adapte edebilmek için elinden geleni yaptı. Fakat Martino’nun temkinli, oyuncuların ise Martino’ya destek olan nitelikteki açıklamalarına ve 14 galibiyete rağmen medyada Martino’ya yönelik eleştiriler devam etti. Bunun altında yatan ana neden de Ocak ayında açıkça ortaya çıktı. Neymar transferinde usülsüzlük yaptığı iddia edilen Sandro Rossel başkanlığı bırakması kulüpteki krizlere yenisini ekledi. Messi’nin sakatlığına rağmen Barcelona’nın Kasım-Aralık periyodunu minimum kayıpla atlatması ve liderliğini sürdürmesi bir bakıma Katalan ekibinin sezonun ilk yarısını istenen yerde bitirmesini sağladı. Hatta Martino’nun sezon başından itibaren üretmeye çalıştığı hücumdaki B planı çerçevesinde ‘hava toplarında etkili klasik bir santrfor’ alınacağı, Arjantinli hocanın, yönetimden bu yönde talebi olduğu da Katalan gazeteleri tarafından ortaya kondu. Lâkin Neymar transferinde yapılan usulsüzlük iddiasından dolayı Sandro Rosell’in istifası ve Ocak ayının büyük çoğunluğunda yaşanan yönetimsel krizler, Barcelona’da transferin arka plana atılmasına ve bir bakıma Gerardo Martino’nun umursanmamasına sebep oldu. Ligde üst üste alınan Atletico ve Levante beraberliklerinde ise Martino’ya yönelik eleştirinin dozajı arttı. Aslında Levante maçında Katalanlar son derece iyi bir oyun sergileyip sadece son vuruşlarda başarısız olmuştu. Fakat Martino’nun geleceği bile sorgulanmaya başlandı. Martino bu periyotta yaptığı “Rosell ile devam etmeyi tercih ederdim.” ve “Futbolda kimsenin yeri garanti değil.” açıklamalarıyla ilk defa imalı da olsa yönetimi hedef alan açıklamalarda bulundu. “Yönetimle problemimiz yok” Aslında Martino’nun hatalarından biri de Ocak ayının sonuna kadar alttan alarak sessiz kalması ve yönetimle olan ilişkisine dair korkak adımlar atması oldu. Sezon başında Martino’nun yakın çevresi “Stoper alınmasını çok istedi. Hatta kaleci de istedi.” derken Martino, “Stoper transferine ihtiyacımız yok. Puyol, Pique, Bartra ve Mascherano var. Zorda kalırsam Adriano ile Song’u, hatta Busquets’i de oynatabilirim.” sözleriyle bunu yalanladı. Hakeza Eylül ayından itibaren de ‘transfer istemedim’ yönündeki açıklamalarla bu tutumunu destekledi. Yönetimle arasında problem olduğuna dair soruları ise sürekli yalanlayarak geçirdi. Hatta Ocak ayının sonunda sezonun tamamlanmasının ardından kapıya koyulacağı yönündeki iddialara ise “Yönetim bana çok fazla destek oluyor. Fakat henüz geleceğe dair oturup yeni bir sözleşmeye dair konuşmadık.” dedi. Fakat bu açıklama bir nevi kırılma anı oldu. Bartomeu ve Zubizarreta da Martino’nun kesinlikle ayrılmayacağını ve Arjantinli hocanın arkasında olduklarını söyleseler de Martino’ya yeni sözleşme teklif edilmedi. Panik havası Bu noktadan sonra ise Martino’ya beklenen sözleşme teklifinin gelmemesinin Arjantinli teknik adamı baskı altına aldığını söylemek mümkün. Bir nevi kafasını %100 takıma veremeyen Martino, bir yandan da önce Valdes, ardından da Neymar ile Pique’nin sakatlığından dolayı saha içinde de kısıtlandı. Tüm bunların aynı dönemde üst üste gelmesi ve o dönemin sezonun son düzlüğüne girilmeden önceki en kritik virajı olması ise Barcelona’yı etkileyen en önemli saha dışı faktörlerden birisi oldu. Baskı altında hata yapan Martino, sezon başında söylediği “Duran top savunmamızı geliştirmeliyiz” açıklamasına rağmen bu konuda adım atmadı. Yine aynı şekilde “Neymar’ı sahte 9 gibi kullanabiliriz.” sözü başta olmak üzere sezon başında açıkladığı ve uyguladığı birçok prensibi resmen baskıdan dolayı unuttu. Martino saha dışında değil saha kenarında da bu dağınıklıktan dolayı ölümcül hatalara imza attı. Özellikle Anoeta’da Sociedad ile ve Jose Zorilla’da Valladolid ile oynanan maçta Katalanlar hiçbir şey üretemezken Martino da oyunu kenardan izlemekle yetindi. Şampiyonlar Ligi’ndeki Atletico Madrid serisinde ve Real Madrid ile oynanan Copa del Rey finalinde de beklenen farkı yaratmaktan uzak bir görüntü çizdi. Rotasyon stratejisini sürdürdü ama burada da tercih hataları yaptı. Örneğin Atletico Madrid ile oynanan iki maçın arasındaki Betis karşılaşmasında belki Neymar’ı dinlendirdi ama Xavi başta olmak üzere birçok as oyuncusunu ilk 11’de kullandı. Betis gibi ligin en zayıf halkalarından birine karşı oyuncularını kullanarak takımını gereksiz şekilde yordu. Neymar konusunda da büyük hatalar yaptı ve tıpkı Barcelona’nın adının altında ezildiği gibi Neymar’ın repütasyonunu da kaldıramadı. Formsuz olduğu dönemde kesmekten çekindi, formda olduğu zamanlarda erken değişikliklerle ve zaman zaman da kulübede kullanmasıyla Neymar’ın istikrar kazanmasını baltaladı. Dahası sezon başında yaptığı “Transfere ihtiyacımız yok.” Önce Valdes sonra da Pique’yi sakatlıklarla kaybeden Tata’ya son darbede Neymar’dan geldi. açıklaması başta olmak üzere takım kötü gittikçe Martino’nun sezonun ilk periyodundaki sözleri de aleyhinde kullanılmaya başlandı. Avrupa’ya ayak uyduramadı Şurası kesin; Gerardo Martino, Barcelona’nın başına geçtiği ilk günden itibaren “Messi tarafından getirildi.” iddiasıyla başlayan görevinde yönetim ve basınla olan ilişkilerini yönetmek konusunda başarısız oldu. Açıklamalarını hep aynı yönde yaparak çizgisini hiç bozmasa da bu bile Martino’nun eleştirilmesini, “Takıma müdahale etmeyerek tepki koyuyor” iddialarının ortaya çıkmasını engelleyemedi. Bir nevi Bale transferini eleştirmesinin ardından Ancelotti’nin yaptığı “Avrupa’nın dinamikleri başkadır. Güney Amerika’ya benzemez.” sözlerinde olduğu gibi Avrupa’ya ve Barcelona’ya ayak uyduramadı. Sergiletmeye çalıştığı futbol açısından yaptığı başlangıç umut verici olsa da işin içine krizler girdikçe ve bu krizlerden doğan eleştirilerin dozu arttıkça Martino baskı altında ezildi. Arjantinli hoca, Granada ve Real Madrid mağlubiyetlerinin ardından yazılıp çizilenlere göre de muhtemelen sezon sonunda ayrılacak. Fakat Barcelona için tüm sorunların kaynağını teknik adamda aramak ve sadece Martino’nun gönderilip yerine başka bir isim getirilerek takımın toparlanacağını düşünmek de fazlasıyla hatalı olacaktır. Emre Çelik Barcelona Özel HF127 YÖNETEMEMEK Saha dışında Neymar krizi ve transfer yasağı gibi problemlerle uğraşan Barcelona’da sorunların kaynağı çok daha eskiye dayanıyor Son 1 yılda deyim yerindeyse serbest düşüşe geçen Katalan ekibi, büyük resme bakıldığı zaman yaklaşık 4 yıldır sahne arkasında çok ciddi problemlerle uğraşmak durumunda kaldı. Hatta öyle ki Pep Guardiola’nın takımın başında olduğu dönemde bile yönetim-teknik ekip arası süren çekişmelerin bir bakıma Guardiola’nın takımdan ayrılmasına, devam eden süreçte Abidal’in kapıya konulmasına, Puyol ve Valdes’in sözleşmelerini yenilememe kararları almasına ve hatta Messi hakkında bile takımdan ayrılacağı yönünde spekülasyonlar doğmasına sebep oldu. Hatta Katalanlara göre Rosell ile başlayan ve artçısı Bartomeu ile devam eden süreç, kulüp tarihinin en kötü yönetimi kabul edilen 2000-2003 arasındaki Joan Gaspart’ı bile geride bırakmış durumda. Algı yanılgısı Barcelona’nın en büyük problemlerinden birinin hiç şüphesiz 3 kulvarda mücadele etmeye yetecek kadar derinlikte ve kalitede bir kadro derinliğine sahip olmadığını göstermek doğru olacaktır. Elbette son derece olan bu problemde akla ilk olarak teknik ekiplerin transfer konusunda istekte bulunmaması, Barça gibi bir takımın talep oldukça transfer yapmakta zorlanmayacağı akıllara geliyor fakat kazın ayağının öyle olmadığını söylemek gerek. Özellikle stoper konusundan başlamak gerekirse Pep Guardiola’nın 2011’de Thiago Silva’yı istediği fakat bu talebi yerine getirilmeyince yönetimle arasının açılmaya başladığı bilinen bir gerçek. Bu talep yerine getirilseydi Pep’in ayrılıp ayrılmayacağı bilinmezdi ama şurası kesin ki belli bir yaşa gelmiş olan Puyol’a bu kadar yüklenilmeyecek, tecrübeli oyuncunun bu kadar çabuk tükenmesine engel olunacaktı. Daha da önemlisi yapılmayan transferlerin yönetim ve teknik ekip arasında bir güvensizlik ortamı yarattığı da ortada. Transfer konusunda Guardiola döneminde ve sonrası yönetimin izlediği strateji ise bir nevi ‘Başarı ortada, hamleye gerek yok’ düşüncesiyle Pep, Tito ve Tata’ya kurulan baskılar, suçu teknik ekiplere yönlendirme oldu. Guardiola’nın son sezonunda Villa, Pedro ve Alexis’in sakatlıklarından dolayı Iniesta, Tello ve hatta Cuenca’nın kanat forvet oynamasına rağmen Chelsea’ye kaybedilen Şampiyonlar Ligi Yarı Finali’ne ve La Liga’daki ikinciliğe rağmen diğer kulvarlarda -UEFA Süper Kupa, Copa del Rey, İspanya Süper Kupa ve FIFA Dünya Kulüpler Kupası- gelen şampiyonluklar yönetimin “Her sezon bu kadar şanssız olunmaz. Ekstra sakatlıklar yaşanmasa tüm kulvarlarda başarılı olurduk.” minvalinde konuşmasına sebep oldu. Hakeza Tito Vilanova döneminde gelen başarısızlıklar da kadroya ve transfer eksikliğine değil Tito’nun hastalığı ile yaşanan sakatlıklara bağlandı. Öyle ki toplanda Bayern Münih karşısında alınan 7-0’lık ağır hezimete rağmen bile kadronun yeterli olduğu görüşü ve Messi’nin sakatlığı ön plana çıkarıldı. Barcelona yönetimi bu iddiasını desteklemek için de 100 puanla elde edilen La Liga şampiyonluğunu gösterdi. Bu açıdan elde edilen şampiyonluğun Barcelona adına kısa vadede bir kazanç olmasına rağmen uzun vadede ciddi bir algı yanılgısına sebep olduğunu ve takımı etkileyen son derece derin sorunların paspas altına süpürülmesine yol açtığını söylemek yanlış olmaz. Dahası Başkan Sandro Rosell ve Futbol Direktörü Andoni Zubizarreta’nın yönetimindeki idarenin yapılmayan transfer kadar yapılan transferlerde de başarısız oldu. Halbuki Bayern hezimetinin ardından tıpkı Şampiyonlar Ligi ve Copa del Rey’de olduğu gibi La Liga da kaybedilseydi belki de sorunların çözümünde daha derine inilebilirdi. Çalışma ortamı yaratamama Barcelona yönetiminin son 4 yılda özellikle sırıtan bir diğer hatası da hem oyuncuları hem de teknik ekipleri memnun edememe olarak göstermek yanlış olmayacaktır. Pep Guardiola ile yaşanan ciddi problemlerin 2013’teki atışma ile su üstüne çıkmasını takiben 4 kez Ballon d’Or’u kazanan Messi ile yaşanan sözleşme problemi ve Arjantinlinin sözleşme sorunundan dolayı Javier Faus’a yönelik sarf ettiği “Barcelona dünyanın en büyük kulübü. En iyi yöneticilerin Barcelona’yı yönetmesi gerekiyor. Futbolu bilmeyen insanların değil” sözleri bu konuda başı çekiyor. Bu yaşananlardan dolayı Messi’nin etkilenmemesi imkânsız denebilir. İşin Barcelona adına daha da kötüsü ise bu atışmaların ve sorunların Messi ile sınırlı kalmaması. Her ne kadar rahatsızlıklarını açıkça dile getirmeseler de ayrılacakları dönem dönem iddia edilen Andres Iniesta ve Dani Alves; ayrılma kararını çoktan alan Victor Valdes ve Carles Puyol başta olmak üzere birçok oyuncunun yönetimle anlaşamadığı bilinen bir gerçek. Takımın ana parçaları ve Barcelona geleneklerinde son derece önem taşıyan ‘babaların’ mutsuz olmaları da takımı etkileyen son derece önemli bir faktör. Oyuncuların yanı sıra özellikle Gerardo Martino için Guardiola’nın Barcelona kadrosunda görmek istediği Thiago Silva, 2012/13 sezonu başında Paris Saint-Germain’e tam 42 milyon euro bonservis bedeliyle transfer oldu. Son yıllarında sakatlıklarla boğuşan Puyol, bu sezon sadece 12 maçta forma giydi. Kaptan 2012/13 sezonunda da 22 kez Barcelona formasını giymişti. “Barcelona dünyanın en büyük kulübü. En iyi yöneticilerin Barcelona’yı yönetmesi gerekiyor. Futbolu bilmeyen insanların değil” Lionel Messi. de aynı problemin görülmesi de Barça’da huzursuz bir ortam oluşmasında zincirin son parçasını oluşturuyor. Barcelona’da sağlıklı bir ortamın korunmamasındaki en büyük etkenlerden bir diğeri de yönetimin sebep olduğu krizler. Ana hatlarıyla yine Guardiola’nın ayrılmasıyla başlayan, Abidal’e yüz çevrilmesiyle süren, Neymar transferindeki usulsüzlük iddiasıyla devam eden ve son olarak da FIFA tarafından verilen iki dönem transfer cezasıyla takip edilen bu süreçte Barcelona bir türlü saha dışındaki krizlerden kendisini izole edemedi. Guardiola’nın gidişinin ardından ve 2013’te yaşanan GuardiolaRosell-Vilanova atışmasını takiben oyuncuların büyük bir bölümü ‘Biz işimize bakıyoruz’ diyip Vilanova’nın teknik adamlık melekelerini övse de takımın içinde herkesin bu konuda hem fikir olmaması kuvvetle muhtemel. Hakeza Abidal’in gidişinde de oyuncuların “Karar duyanlara saygı duyulmalı” açıklamalarına rağmen Neymar konusundan doğan Rosell’in ayrılması da sevilip sevilmemesinden bağımsız bir şekilde Rosell’in istifasının ardından “Biz saha içine odaklanmaya çalışıyoruz ve elimizden geldiğince bunun için çalışacağız” açıklamalarının satır aralarından oyuncuların bu yaşananlardan etkilendiklerini görmek mümkün. Üzerine gelen ve geçici olarak kaldırılan transfer yasağında da aynı durumdan bahsetmek doğru olacaktır. Kısacası Barcelona yönetiminin mevcut sorunları çözememekle kalmayıp yeni krizler yarattığı da ortada. İnsan doğası gereği de sürekli gündemi meşgul eden bu denli büyük krizlerden oyuncuların etkilenmemesi neredeyse imkansız. Gelecek? Barcelona’daki düşüşün, saha içindeki hataların da sebebi olarak yönetimi ana sorumlu ilan etmek yanlış olmayacaktır. 2010’dan bu yana yönetime yakınlaşan ve bir nevi Barcelona yönetiminin sesi olan Mundo Deportivo bunu çok fazla dile getirmese de bu 4 yıllık süreçte muadiline oranla daha tarafsız kalan Sport’un, kulübün en büyük efsanesi Johan Cruyff’un ve Barcelona’nın önde gelen isimlerinin de ağırlıklı olarak bu yöndeki görüşleri sorunun yönetim kaynaklı olduğunu ve uzun vadeli bir çözüm için köklü bir değişikliğin Sallanan Bartomeu yönetiminin karşısında en kuvvetli aday şimdiden seçim çalışmalarına başlayan Agustín Benedito. şart olduğunu belirtiyor. Bu açıdan bakıldığında bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne veda, Copa del Rey Finali’ndeki mağlubiyet ve mucizelere kalan La Liga’da şampiyonluk elde edilemeyeceği gerçeği, yani kulübün dibi görmesi uzun vadede Barcelona için çok daha faydalı olacaktır. Bir diğer ifadeyle Barcelona’nın toparlanması, gerçekleri görebilmesi için dibi görmesi gerekiyordu ve bu sezon da dibi görecek gibi duruyor. En azından 2008’de yaşanan kökten bir değişimin bir benzerinin yaşanması için hale hazırdaki sorunun asıl kaynağı olan yönetimin elinin güçlenmemesi son derece kritik. Zaten başkanlık seçimleri 2016’da olacak olsa da Katalan ekibinin kulislerinde de erken seçim yapılabileceği iddiaları gün geçtikçe artıyor. 2010’daki seçimde Rosell’den sonra en fazla oyu alan Agustín Benedito seçim çalışmalarına başladı. Rosell ve devamı niteliğindeki Bartomeu yönetiminin en azılı rakibi Joan Laporta’nın ise sezonun resmen sona ermesinin ardından devreye gireceği; ya adaylığını ortaya koyacağı ya da bir ismi destekleyeceği Katalan medyasında sıklıkla yer alıyor. Fakat bu noktada da Barcelona’yı şöyle bir sorun beklemekte; eğer olur da seçim yapılır ve yeni bir yönetim kulübün idaresini devralırsa transferler ve yapılacak hamleler aksayacak ve transfer yasağının durdurulması yönündeki kararın o dönem sonlanma ihtimali Barça’nın elini kolunu bağlayabilir. Ayrıca yönetim değişse de değişmese de Barcelona’nın bu krizden çıkmak ve toparlanmak adına yapacağı hamlelerde acele etmeden doğru adımlar atması da şart. Katalan ekibi her türlü imkana sahip olsa da atılacak yanlış adımlar bu kötü gidişin süresini daha da uzatacakır. Sercan Ergün İngiltere HF127 MAViLER ‘DEV’ DÜŞÜN PEŞiNDE David Moyes yönetiminde son yıllarda Premier League’in en istikrarlı takımlardan biri haline gelen Everton, İskoç menajerin takımdan ayrılmasıyla bu sezon başında yeni bir döneme girdi. Wigan’da yaptıklarıyla Ada’da tüm futbol otoritelerinin beğenisini kazanmış olan Roberto Martinez önderliğindeki The Toffees bu sezon çok farklı bir görüntü çiziyor ve Devler Ligi’ni zorluyor Liverpool şehrinin mavi yakasında bu sene işler gayet iyi gidiyor. Ezeli rakipleri Kırmızılar Brendan Rodgers yönetiminde 24 yıl sonra şampiyonluk için yarışırken, onlar da Devler Ligi rüyasının peşindeler. Bu hayale koşarken de geminin dümeninde Wigan ile dört sezon boyunca düşük bütçeyle pozitif futbol oynanabildiğini herkese kanıtlayan İspanyol menajer Roberto Martinez var. 11 yıllık Moyes dönemi sona erer ermez Everton’ın yolunu tutan İspanyol hoca, geçtiğimiz sezon Manchester City’i devirerek FA Cup’ı Wigan’a kazandırmış ve kulüp tarihine geçmişti. Everton’a ayak bastığında herkes işinin daha zor olduğunu söylüyordu o ise aksini kanıtlamaya hazırdı. Transfer döneminde ufak tefek hamlelerle istediği takımı inşa etmek için kolları sıvadı. İlk olarak Barcelona çıkışlı Gerard Deulofeu’yu kiralayan Martinez, Chelsea’den sezon başladıktan sonra yine kiralık olarak Romelu Lukaku’yu Liverpool’un mavi yakasına getirdi. Geniş Manchester City kadrosunda yer bulması zor görünen Gareth Barry de onun kiralık transfer tercihlerindendi. Eski öğrencilerine yönelen İspanyol, Wigan’dan James McCharty, Antolin Alcaraz ve Arouna Kone’yi de 26 milyon euronun üzerinde bir bedelle takımına katmıştı. Bu isimlerin maliyetini de Moyes’un peşinden Manchester United’a giden Marouane Fellaini karşılıyordu. Her ne kadar Kone’den sakatlığı sebebiyle sezon boyunca faydalanamasa da işler Everton için bu sezon kusursuza yakın olacaktı ve onun eksikliği hissedilmeyecekti. Tüm kadrodan maksimum verim! Martinez yapılan bu transferlerle geçtiğimiz sezonlarda Everton’da yaşanan gol sıkıntısını aşmak ve rotasyon için daha geniş ve alternatifli bir kadro kurma amacındaydı. Fellaini’nin kaybı takım için mutlak kritikti ancak Martinez’in planlarında bu bir eksiklik değildi. Wigan günlerinde elindeki kısıtlı kadroyu en pragmatik şekilde kullanarak lige tutunan İspanyol, oyun planını daha çok kanatları kullanma öncelikli bir 4-2-3-1 sistemi üzerine kurdu. Ligde oynadığı ilk üç maçtan da beraberlik ile ayrılan Everton sonraki üç maçı ise kazanarak çıkışa geçti. 5 Ekim’de Manchester City’e karşı 3-1’lik mağlubiyet yenilmezlik serisinin sonu anlamına gelse de takım umut veriyordu. Tüm Avrupa’nın aksine devre arası tatilinin olmadığı İngiltere’de maç takviminin en yoğun olduğu Aralık ayında sadece bir kez kaybettiler; o da Tim Howard’ın penaltı yaptırarak oyundan atıldığı Sunderland maçıydı. Lig kupasından Eylül ayında elenen takım –ki bu kupaya Premier Lig takımlarının verdiği önem ayrıca tartışılır- yoluna ligde emin adımlarla ilerledi. Everton akademisinin ürünü Ross Barkley nihayet bu sezon yeteneklerini sergilerken bir diğer yetenekli adam, La Masia mahsülü Delofeu da ona eşlik ediyordu. Takımın geçtiğimiz yıllarda yaşadığı yaratıcılık sorununu bu genç oyuncular çözerken, başrolde oyununu bambaşka bir seviyeye taşıyan Belçikalı Mirallas vardı. Skor kağıdına yansıyan katkısı dışında enerjisi ile de takımı sürükleyen oyuncuya Romelu Lukaku da eklenince Everton hedefe yürüyen bir takım kimliği kazanmıştı. Mikel Arteta’nın ve daha öncesinde Tim Cahill’in takımdan ayrılması sonrası kadronun en tecrübeli isimlerinden biri haline gelen Leon Osman, Moyes’un, zamanında yalnızca 60 bin pound bedelle takıma kattığı Seamus Coleman –ki ligde 6 gol, 2 asiste imza atan bir sağ beke sahip olduğunuzu düşünün- ve Bainsy’nin yüksek performansları kadro istikrarıyla birleşince ortaya Everton tarihinin en iyi takımlarından biri çıkmış oldu. Hem de hiç yararlanamadığı Gibson, Kone ve sezonu kapatana kadar harika maçlar çıkaran Kosta Rikalı Ovieodo’nun sakatlıklarının da rotasyonu ne kadar zorladığı ortadayken 10 Lukaku, Oviedo, Mirallas ve Deulofeu bu sezonki başarıda kadronun en kilit isimlerinden oldu. maç üzeri oynayan 18 oyuncu ile Devler Ligi bileti kovalamanın ne kadar zor ve yetenek isteyen bir iş olduğu ortadayken. İstatistiklerde parlayan Everton Peki böyle zor görünen bir şeyi Everton nasıl kolay kılıyordu. Aslında cevabı basit, çünkü Fellaini’nin bir çeşit Premier League bug’ı olduğu ve ileride formsuz Jelavic’in tek başına gol kovaladığı tahmin edilebilir bir 4-4-1-1’in aksine Martinez; Mirallas’ın sağ taraftan, Baines’in ise McGeady’nin transferine kadar Pienaar ile kullandığı sol taraftan sürüklediği topları Lukaku ile buluşturma üzerine kurduğu sistemi başarıyla işletti. Oyun planını topa sahip olma ve kısa pas oyununu rakip yarı sahada yaparak oyunu kontrol etme üzerine kuran İspanyol çalıştırıcı, Wigan’daki kısıtlı kadrosunun aksine Everton’da daha geniş ve yetenekli bir oyuncu grubuna sahip olmanın avantajlarını kullandı. Özellikle savunma dörtlüsünde yakalanan istikrara mevcut kadroya eklemlenen doğru parçalar Mavileri Premier Lig’de yarışmacı bir kimliğe büründürdü. Gollerinin üçte ikisini oyun içi aksiyonlar ve oyuncuların bireysel becerilerinden bulan Everton ,attığı toplam 57 golün, 12’sini ise duran toplardan buldu. Maç başına 424 pası %82 isabet oranıyla yapan takım ataklarının %73’ünü de kanatlardan yapıyor. Goodison Park’ta toplanan 42 puan onları ligin en iyi dördüncü iç saha takımı yaparken bu aynı zamanda rakiplerinin de onlara karşı daha agresif bir oyun tarzı benimsemelerini neden oluyor. Kısacası Everton bu sezon istatistiklerde adeta parlıyor. 27 yıl sonra gelen seri Kritik maçlarda rakibin yetenekli oyuncularını –Suarez, Aguero gibi- durdurmakta ve hava toplarını savunmakta sorun yaşasalar da şu an puan tablosunda 5. sırada olmaları kimse için şaşırtıcı değil. 12 Nisan’da Sunderland deplasmanında alınan 1-0’lık galibiyet Everton için 27 yıl sonra ilk kez üst üste alınan yedinci galibiyet anlamına geliyordu ki bu da aslında Martinez’in takımının ne noktada olduğunun kanıtı gibiydi. Moyes da kim ki! Geride bıraktığımız 19 Nisan Pazar günü oynanan Everton-Manchester United maçı öncesi rakamlara göz attığımızda ise ilginç istatistikler karşımıza çıkmaya devam ediyor.Geçen sezon Moyes yönetiminde 30.hafta itibariyle 51 puan alabilen Maviler –ki son beş sezonun en yüksek rakamıbu sezon Martinez ile aynı dönemde 57 puan toplamıştı. İki menajerin son iki sezondaki Everton kariyerlerini karşılaştırdığımızda Moyes’un Everton ile 34.hafta sonunda %41.2 kazanma oranıyla 56 puana, Martinez’in ise bu oranı %55.9’a çekerek 66 puana ulaştığını görüyoruz.Federasyon ve Lig Kupası’ndaki maçlar dahil edildiğinde bu oran %57.5’e kadar çıkıyor. Martinez’in bir sezonluk performansı ile Moyes’un istikrarlı bir yapı oturtarak ligdeki olağan şüphelileri bir kenara bıraktığımızda yarattığı ‘’baş altı’’ takım imajını karşılaştırmak ne kadar doğru bilinmez ama kesin olan bir şey var ki rakamlar maçtan önce İspanyol çalıştırıcıdan yanaydı. Goodison Park’tan çıkan sonuç ise bu istatistiklerin ışığında pek de şaşırtıcı olmadı.Manchester United’a karşı iç sahada alınan 2-0’lık galibiyet 4.sıradaki Arsenal ile aradaki puan farkını korurken bu yenilgi zaten tartışılan Moyes’un Manchester kariyerinin sonu anlamına geldi. 35.hafta itibariyle Everton, Martinez ile tam 69 puan toplamış durumda.Peki bu ne anlama geliyor? Everton geçen sezon Premier Lig’i ezeli rakibi Liverpool’un 2 puan üstünde bitirmiş ama yalnızca 63 puan toplayabilmişti. Aynı Everton 12 Nisan’da Sunderland’i deplasmanda 1-0 mağlup eden Everton tam 27 yıl sonra ilk kez Premier League’de üst üste 7’nci maçını kazanıyordu. Moyes yönetiminde Şampiyonlar Ligi vizesi aldığı 2004/05 sezonunda ligi 18 galibiyet-61 puanla şampiyon Chelsea’nin tam 34 puan gerisinde 4.sırada bitirmiş fakat bu kez de o sezon parlayan Villareal onlara ön elemede geçit vermemişti. 11 sezon boyunca Everton menajerliği yapan Moyes’un Premier League’de topladığı ve 2007/08 sezonuna ait olan en yüksek puanın 65 olduğu göz önüne alındığında Martinez’in başarısı ortaya çıkıyor.Everton kariyeri boyunca Liverpool, Manchester United, Arsenal ve Chelsea’ye karşı hiç kazanamayan Moyes -Big Four’a karşı oynadığı 47 maçta 0 galibiyet, 18 beraberlik, 29 mağlubiyetmu yoksa bu sezon aynı dörtlüye karşı alınabilecek 24 puandan 14’ünü, hem de selefi Moyes’un 11 yıl çalıştığı Everton’a Manchester United’ın başında dönen David Moyes 90 dakikanın sonunda sahadan boynu bükük bir şekilde ayrılıyordu. United’ını iki maçta da gol yemeden mağlup eden Martinez mi? Cevap apaçık ortada. Martinez etkisi Tabii bu kadar güzelliğin içinde bazen tökezlemiyor da değil Everton. Misal Manchester United zaferi öncesi Tony Pulis yönetiminde bu sezonun sürpriz ekiplerinden biri haline gelen Crystal Palace karşısında alınan iç saha yenilgisi Everton’ın Devler Ligi hayaline ufak da olsa bir darbe vurmuştu. Ancak herkesin bu ufak darbenin atlatılacağına olan inanç yüksek seviyedeydi, öyle de oldu. Çünkü bu yıl izlediğimiz takım geçmiş sezonlardan oldukça farklı. Everton soyunma odasındaki asıl farkı yaratan ise bir menajer değişikliğinden daha fazlası. Beklenen çıkışı bu sezon yapan Ross Barkley, Martinez için ‘’Roberto, Moyes’a benziyor. İkisi de antrenmanlarda ipleri elinde tutmayı seviyor ancak yeni menajerin taktik yönünün daha ağır bastığını söyleyebilirim. Onun yönetiminde daha fazla taktik çalışma yapıyoruz ki bu aslında benim için oldukça iyi çünkü hala gencim ve öğrenecek çok şeyim var.’’ diyerek aslında “Martinez etkisini” açıklıyordu. Takımın başarılı sol kanat oyuncusu Baines de Martinez için şu sözlerle adeta methiyeler diziyordu: Martinez daha pozitif bir adam. Her biri birbirinden bağımsız senaryolardan bir şekilde olumlu bir şeyler çıkarıyor.Benim için en büyük değişim oyun anlayışımızdaki farklılık. Artık rakibe göre bir oyun planı yapmak zorunda hissetmiyoruz kendimizi. Yeni menajer kendine güveniyor ve kafasındaki taslağa inanıyor. En önemlisi bize inanıyor. Bize değişmemiz gerekmediğini, yalnızca sebatkar bir şekilde gelişmeye ve denemeye devam etmemizi söylüyor, ta ki olmak istediğimiz noktaya gelene kadar. ’Yaptığın şeye devam et, taviz verme, böylelikle daha iyi olacaksın’ Felsefesi bu. Ayrıca başından beri bize Şampiyonlar Ligi hedefinden bahsetti, bunu söylemekten kesinlikle çekinmedi. Gelir gelmez çıtayı en yükseğe koydu.Belki sıradan bir sezon yaşayacaktık –yeni bir menajer, onun ilk sezonu ve geçiş süreci- ama o bunu kabul etmek istemedi. Daha önce yapmadığımız kadar iyisini yapmamızı istedi,biz de yaptık. İspanyol menajerin tahtaya taktik yazıp yenilgilerden sonra ‘’önündeki maçlara bakan’’ bir hocadan daha fazlası olduğu ortada. Bunu Swansea ve Wigan günlerinde kanıtlasa da asıl sınavı verdiği Everton’da şu ana kadar istediklerini sahaya yansıtan bir takıma sahip ve kendini şimdiden tüm Avrupa’ya kanıtladı. Zor ama imkansız değil Son üç sezonu sırasıyla 13, 15 ve 16 galibiyetle tamamlayan Everton son üç maçına girerken 20 galibiyetle puan tablosunda kendine 5. sırada yer buldu. Geçen sezon iç sahada 42, dış sahada ise sadece 21 puan toplayabilen takım bu sezon daha dengeli bir görüntü çiziyor.Yine de takımın Şampiyonlar Ligi hedefi için direkt rakiplerinden olan Tottenham karşısında iki maçtan da galibiyet çıkaramaması an itibariyle hedeflerinden bir adım uzakta olmalarını neden oldu. İçeride bir diğer şampiyonluk adayı Manchester City, dışarıda sezonun flaş ekibi Southampton ve hala düşme korkusu yaşayan Hull City ile kalan maçlarındaki zorlu fikstür göz önüne alındığında Everton’ın işi gerçekten zor. Ancak onlar artık bir Britanyalıdan daha Britanyalı (veya Adalı) olan İspanyol menajerleriyle sonuna dek Devler Ligi rüyasının peşinde olacaklardır. Sedat Çıtrak Futbol Kültürü HF127 FUTBOL TOPUNA BAĞLI BİR HAYAT Babasını tanımıyor. Annesi ise fahişelikle hayatını kazanıyor. Hindistan’ın Kolkata bölgesinde tüm bu zorluklara karşı mücadele veren 16 yaşındaki Rajib Roy’un futbol yetenekleri Manchester United’ın dikkatini çekti. Artık genç Hintli güzel bir gelecek çizebilmek bu karanlıktan sıyırabilmek için mücadele verecek Dünyaca ünlü futbolcuların geçmişlerinde fakir olması artık çoğu kesim tarafından normal karşılanabilecek bir durum haline geldiği ortada. Öyle ki Maradona, Ronaldinho, Cristiano Ronaldo ve daha birçok dünya yıldızının hikayeleri hep benzer şekilde başlıyor. Ronaldo topu asla bırakmaz, onunla uyurdu. Diego Maradona 30 Ekim 1960 tarihinde fakir bir ailenin çocuğu olarak Buenos Aires’te doğdu… Ortak noktaları hep fakirlikti ve hepsinin çıkış yolu olarak seçtiği tek şey meşin yuvarlaktı. Fakat Hindistan’ın fuhuş bölgesi olarak bilinen Kolkata kentindeki gecekondu mahallesinde yaşayan 16 yaşındaki Hintli Rajib Roy’un hikayesi ise ilginç olması bir kenara aslında bir o kadar da dramatik. Manchester United’ın dünyanın dört bir tarafında faaliyet gösteren scout ekipleri yani bir diğer anlamıyla yetenek avcılarının son keşfi, daha şimdiden tüm dünyanın ilgisini çekmeyi başardı. Peki 16 yaşındaki bu çocuk ne kadar yetenekli? Bunun cevabını verebilmemiz için henüz erken. Zira dünyanın ilgisini çeken şey de zaten yeteneklerinden çok, bir film senaryosuna Rajib Roy ve annesi. benzeyen hayat hikayesi. Şampiyonada dikkat çekti Babasını hiç tanımamış ve annesi hayat kadını olan 11 çocuklu ailenin en küçüğü Rajib Roy, Hindistan‘ın en fakir bölgelerinden biri olan Kolkata şehrinin gecekondu mahallesinde tek gözlü bir odada yaşıyor. Kokata’nın arka sokaklarında çıplak ayakla futbol oynayan Rajib Roy’un tek isteği bu imkansızlıklar içinde bir gün futbolcu olup ailesini rahat bir yaşama kavuşturmak. Bu hayalinin gerçekleşmesinin ilk adımı ise annesinin iki yıl önce kendisini seks emekçilerinin çocuklarına hizmet veren bir yerel okula göndermesiyle gerçekleşti. Nagpur’da bu yıl yapılan Ulusal Gecekondu Futbolu Ligi’ni kazanan Batı Bengal takımının en önemli parçası olan Rajib Roy, Hindistan genelinde düzenlenen futbol şampiyonası için Goa şehrine çağrılarak, Durbar Mahila Samanwaya Committee (DMSC)’nin bünyesindeki 31 futbolcudan biri olmayı başardı. Burada Durbar Mahila Samanwaya Committee’nin (DMSC) kurucusu Dr. Samarjit Jana, seks emekçileri ve ailelerinin yaşamına katkıda bulunmak adına Rajib gibi çocukları topluma dahil etmenin en etkili yolunun spor olduğuna inanmış ve çocukları futbola teşvik ederek bir anlamda umut kapısını aralamıştı. Hikayenin bu kadar dikkat çekmesinin en önemli nedenlerinden biri ise şampiyonayı izlemek için Hindistan’ın Goa şehrine gelen Manchester United scoutlarıydı. Burada izledikleri ve yetenekli gördükleri 11 isim arasında Rajib Roy’un da oluyor olmasını DMSC kurucusu Dr. Jana şöyle açıklıyordu “Onun rüyası bir futbol kariyeri inşa etmek. İngiltere Premier League’de oynamak ve iyi bir akademik kariyere sahip olmak istiyor. Şimdi bu hayali için büyük bir adım attı ve birçok kişiye de örnek oldu” Manchester United tarafından denenecek olan Rajib Roy İngiltere’de 15 günlük bir kamp programı geçirecek. İmkansızlıktan fazlası Hindistan’dan denenmek için getirilen 11 çocuk ile birlikte İngiltere’de kendisini göstermeye çalışacak olan Rajib, yaklaşık 15 gün eğitim alacak. İnsanların imkansızlıklar içinde bu başarıyı nasıl yakaladığını sorduklarında ise cevabını kendisinin de bilmediğini, sadece hocasının Manchester United tarafından seçildiğini söylediğinde çok şaşırdığını söylüyor. İmkansızlık demişken; Goa’daki şampiyonaya çağrılan herkes uçakla giderken kendisi tren ile gitmek zorunda kalmış ve bu yüzden turnuvaya geç katılabilmişti. “Kendimi bu hayale adadım” Henüz 16 yaşında olan bu genç adam daha şimdiden o küçük omuzlarında kocaman bir yük taşıyor. Hem hayallerini gerçekleştirmek, hem de annesini ve kardeşlerini kurtarmanın onun için ne kadar önemli olduğunu ise şu sözleriyle açıklıyor, “İnsanlar bana annemle ilgili ne hissettiğimi sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Annem bana yiyecek almam için para verdiğinde ben forma ve ayakkabılar aldım. Oldukça zor zamanlardı ama hedefime ulaşmak için yapmak zorundaydım. Büyük çocukları izlemeye başladım ve onlar gibi olmak istediğimi fark ettim. Sonra televizyonda maçları izlemeye başladım. Yıldız futbolcular gibi olmaya karar verdim ve kendimi bu hayale adadım” Şimdi sıra Düşler tiyatrosu olarak anılan Old Trafford’da bir gün oynayabilmek için tüm hünerleri sergileme zamanı. Eğer futbol yetenekleri yeterli görülürse, Manchester United ile hayatını değiştirecek olan o kontrata imza atacak. Manchester United taraftarı olan Rajib Roy’un idolü ise odasında posteri bulunan, kendisi gibi yoksul bir mahallede keşfedilip şimdilerde Chelsea forması giyen dünya yıldızı Oscar. Kim bilir belki de gün gelecek kendisi gibi aynı umudu taşıyan çocukların idolü olarak odalarının duvarlarında kendi posterleri yer alacak. Roy’un kardeşi ve annesiyle yaşadığı tek odalı evi. Orhan Uluca Futbol Kültürü HF127 KRAL SiYAH CANAVARA KARŞI Tarihi başarılarla dolu dünyanın en yaldızlı iki kulübü Real Madrid ve Bayern Münih, geçtiğimiz salı 21. kez Avrupa kupalarında karşı karşıya geldi. Dostluk maçlarının dahi önemsendiği bu rekabet içerisinde yaşanılanlara yakından bakmakta fayda var Almanlar “Königliche” takısıyla krallığa vurgu yaparken aynı zamanda Real Madrid söz konusu olduğunda Avrupa Kupaları tarihinde en fazla müzesine kupa götürmüş ayrıntısını da her zaman içeriye sıkıştırırlar. Kral takısını kupa beyi olarak da yansıtırlar. İspanyollar ise “La bestia Negra” (Siyah Canavar) lakabıyla andıkları Bayern Münih’i kupalara gidilen yolda en büyük engel olarak görürler. Pek çok kez bu iki takımın eşleşmesinden zaferle ayrılan kupaya da uzanmıştır. Sadece bir kez Şampiyonlar Ligi serüveninde aynı gruba düşen iki dev takımın iki doksan dakikasında da Bayern Münih farklı galip ayrıldı. Bunun dışında iki dev ekip 9 kez eliminasyon sistemi içerisinde karşı karşıya gelirken 5 kez Bayern Münih, 4 kez de Real Madrid turu geçen taraf olmayı başardı. Bu ikili, Bavyera ekibi 1976 yılında üst üste üçüncü kez Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kaldırırken ilk kez yarı finalde birbirlerine rakip oldular. Bayern Münih ile üç kez üst üste şampiyon olup ardından Real Madrid’e giden Paul Breitner ile yakın arkadaşı Uli Hoeness’in rakip olması ise başlı başına bir hikaye konusu. Bu eşleşme dünya çapında futbol denildiğinde akla hemen gelen bu iki büyük kulübün tarihteki ilk resmi karşılaşmaları olurken maçların içeriği de geleceğe ışık tutuyordu. İlk karşılaşma berabere biterken, Bayern Münih evindeki maçı kazanarak adını üst üste üçüncü kez finale yazdırma başarısını gösteriyordu. Ancak eşleşmenin hikayesi bununla sınırlı değildi. 1-1 biten ilk maçın içerisinde Real Madrid’in Arjantinli forveti Roberto Martinez’in kaleci Sepp Maier ile çarpışması sonucu burnunun kanaması taraftarları da hareketlendirmişti. Bunun üzerine de beyaz bereli bir taraftar sahaya girerek hakemin çenesine yumruk atınca oyun durmak zorunda kaldı. Beyazların mabedi Bernabeu stadı ise bu yaşanılanlar sonrası ilk yargılamada 5 yıl süreyle kapatıldı ancak yapılan itiraz sonucu bu ceza 3 maça indi. Rövanş mücadelesi ise kısmen olaysız geçti ve hatırda kalan sadece Amancio’nun kırmızı kartı oldu. Hikaye bu şekilde başladı.. Olmayan dostluğun maçı da olmaz! 1976’daki ilk eşleşmenin ardından 5 Ağustos 1980 yılında Bayern Münih ile Real Madrid, Münih Olimpiyat Stadı’nda bir dostluk maçında karşı karşıya geldi. Nasıl ki Bayern, Johann Cruyff’ün jubilesinde, jubile maçı dinlemeden 8-0 gibi ezici bir skorla Ajax’ı devirdiyse burada da Real Madrid’i 9-1 yenerek evlerine göndermekte sakınca görmüyordu. Real Madrid Teknik Direktörü Vujadin Boskov’un “9 maç 1 gol farkla yenilmektense 1 maç 9 gol farkla yenilmek iyidir” sözü de unutulmazlar arasında yerini aldı. Bu maçın rövanşı ise 1981 yazında gerçekleşen “Trofeo Santiago Bernabeu” turnuvasında oynandı. Tam anlamıyla intikam amacıyla davet edilen Bayern Münih’in yaşadığı sorunlar Real maçıyla sınırlı kalmadı. Özellikle Bayern Münih’in genç menajeri Uli Hoeness’in, Dinamo Tiflis ile oynanan turnuvanın üçüncülük maçında Rummenigge ve Breitner’ın atılması sonrası, takımı sahadan çekmesi gündemi uzun süre meşgul etti. O dönemin oyuncularından Klaus Augenthaler ise Real maçının olağandışı koşullarından bahsederken Camacho’nun KarlHeinz Rummenigge’ye yaptığı sert müdahaleden sonra takım olarak sahadan çekilmeyi dahi düşündüklerini söylemişti. Nihayetinde Real Madrid’in tek hedefi 9-1’in rövanşını almak olmuştu. Bayern, Real’i 9-1’le hezimete uğrattı. finalde sahadan 2-1 galip ayrılan Porto oluyordu. Bayern ise Real Madrid’i ikinci kez kupanın dışına itme başarısıyla yetinecekti. İki ekip arasındaki yarı final eşleşmesi yine beklendiği gibi kıran kırana anlara sahne oldu. Öyle ki omzuna krampon darbesi alan Bayernli Augenthaler’in yere diz çöküp ellerini başının üstüne koyarak “Boğa güreşi değil, futbol oynuyoruz” mesajı rekabetin içeriğini yansıtan kare olarak hafızalarda kaldı. Augenthaler’in, kendi kalesine attığı gol sonucu 1-0 kaybedilen ikinci maçın içerisinde Hugo Sanchez’in sert faulüne karşılık vermesi sonucu gördüğü kırmızı kart ise belki de Bayern’i finalde mağlubiyete götüren en önemli ayrıntıydı. Bir yıl 9 yıl sonra ikinci buluşma... İlk resmi karşılaşmadan 9 yıl sonra 1987 yılında yine Şampiyon Kulüpler Kupası’nın yarı finalinde ikinci kez birbirlerine rakip oldular. İlk maçı 4-1 kazanan Bavyera ekibi rövanşı 1-0 kaybetse de finale ulaşan takım oldu. Ancak kupaya uzanan 1987’nin Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalinde karşılaşan iki takımın maçında Bayern sahadan 4-1 galip ayrılıyordu. Hans Dörfner ise bu pozisyondan yararlanamamıştı. sonra bu kez aynı kupanın çeyrek finalinde eşleşen bu ikiliden Real Madrid ilk zaferini yaşadı. İlk maçı deplasmanda oynayan beyazlar ilk yarıda 3-0 geriye düşmesine rağmen 85. ve 90. dakikalarda Hugo Sanchez ve Butragueno’nun golleriyle avantaj yakalayıp evinde de 2-0 ile rakibini geçerek adını yarı finale yazdıran takım oldu. Dönemin Bayern Münih Teknik Direktörü ise daha sonra Real Madrid’in başına geçip 32 yıl sonra Şampiyonlar Ligi kupasını getirecek olan Jupp Heynckes idi. Leo Beenhaker ile girdiği mücadeleyi kaybeden Heynckes burada kaybetmiş olsa da 2013 yılında tarih yazarak bu kupayı Bayern Münih ile kaldıracaktı. 2000’deki yarı final eşleşmesinde ilk maçı 2-0 kazanan Real Madrid, deplasmanda Anelka’nın attığı gol sayesinde finale koşuyordu. Şampiyonlar Ligi eşleşmeleri Şampiyonlar Ligi öncesi Kupa 1’de 3 kez birbirlerine rakip olan Real ve Bayern’de durum 2-1 Almanların lehineydi. Şampiyonlar Ligi onlara bir yıl içerisinde Avrupa Kupaları’nda 4 kez karşılaşma fırsatını da verdi. 2000 yılında gruplarda karşılaşan ikilinin maçlarında Bayern üstünlüğü göze çarpıyordu. Öyle ki Almanlar rakibini her iki maçta da farklı mağlup etmeyi başardı. İki maçta da rakip ağlara dört gol bırakan Hitzfeld’in öğrencileri yarı finalde yine Real Madrid’i gördüğünde muhtemelen şanslı bir kura çektiklerini düşünüyorlardı. Oysa Vicente Del Bosque yönetiminde yıldızlardan oluşan bir kadro ile uyumu geç yakalayan Real Madrid daha yeni ısınıyordu. Anelka’nın golü ve Jeremies’in kendi kalesine attığı golle ilk maçta işi kısmen bitiren Real Madrid’i yine de zorlu bir rövanş maçı bekliyordu. Bayern Münih ise efsane ismi Lothar Matthaeus’u ABD’ye yollarken Alman oyuncunun Bayern formasıyla çıktığı son maçında ise Real Madrid karşısında mucize bekliyordu. Maçın hemen başında Carsten Jancker’in golüyle öne geçen kırmızılılar mucizeye inanmıştı ama Anelka’nın golüyle beraber Bayern Münih’in umutları da tükendi. Bavyeralılar sahadan 2-1 galibiyetle ayrılsa da Real Madrid gruplarda yaşadığı hezimetin aksine Bayern Münih’i yarı finalde eleyip finale adını yazdırmayı başardı. Elber ve Kahn faktörü 1999 Şampiyonlar Ligi finalini Manchester United karşısında trajik bir sonla kapatan, 2000’de Real’e son dörtte elenen Bayern takip eden sezonda yarı finalde yine İspanyollarla eşleşti. İspanya’da 1-0, Almanya’da da 2-1 kazanan Bayern finale koşuyordu. Deplasmanda Giovanni Elber’in golünün önemine dikkat çekilse de Oliver Kahn’ın muhteşem performansı da akıllarda bir yere kazındı. Daha formda olan ve daha güçlü kadroya sahip olan Real Madrid’i 99 trajedisinin yarattığı hırs ve Oliver Kahn’ın muhteşem performansı durdurur. Bir yıl aradan sonra bu iki ekip bu sefer çeyrek finalde karşılaşırlar. 2000 yılında guruplarda başlayan Devler Ligi serüveni üç yıl boyunca üst üste iki takımı çeyrek ve yarı finallerde buluşturur. 2000’de Bayern’i geçen Real kupayı kaldırırken 2001’de ise Real’i geçen Bayern kupayı kazanır. Bir yıl sonra yine kupanın sahibini bu eşleşme belirleyecektir. Uli Hoeness’in alaycı yaklaşımı 2002’de Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde bu iki ekip eşleştiğinde Uli Hoeness’in Real Madrid’e olan alaycı tanımlamaları gündemdeydi. Madrid kulübünün tam bir sirk olduğunun üzerinde duran efsane menajer görüntünün aksine Bayern Münih ile Real arasında kulüp yapısı ve içeriği açısından devasa farkların bulunduğunu dile getirdi. Oliver Kahn ise “yıldızlar topluluğu” Real Madrid kafilesinin iyi bir film çevirebileceğini fakat futbol oynayamayacağını iddia ederken kalesinde de en fazla bir gol göreceğine dair meydan okuyan tavırlar içerisindeydi. İlk maçı Bayern 2-1 kazanırken belki Kahn bir golden fazla yemedi ama ikinci maçta Real Madrid, Titan’ı yanıltarak iki gol atıp kalesinde gol görmeden tur için gerekli skoru aldığında ise tüm bu sözler anlamını yitirmiş oldu. 1999/00 sezonunda başlayıp üç yıl arka arkaya yarı final ve çeyrek finallerde eşleşen iki takım birlikteliğine, bir yıl ara verdikten sonra 2004 yılında yeniden devam etti. Şampiyonlar Ligi ikinci tur eşleşmesinde… Bugün de kadrosunda bulundurduğu Perulu golcü Claudio Pizarro’nun “Bu palyaçolara en az beş gol atarız” demeci yine ters tepti. Öte yandan özel hayatında sorunlar yaşayan Oliver Kahn’ın oldukça yavaş gelen Roberto Carlos’un frikiğini kolunun altından kaçırması ise unutulmaz hatalar arasında yerini aldı. Maç bu golle 1-1 biterken Real Madrid kendi evinde böyle bir hata yapmadan 1-0 maçı kazanınca yine tur atlayan takım oldu. Dünya devlerinin klasikleşen bu eşleşmelerine bu maçtan sonra 3 yıl ara verildi. Ottmar Hitzfeld’in Real Madrid aşkı Bayern Münih yönetimi Felix Magath ile yolları ayırdığında Şampiyonlar Ligi’nde gruplardan çıkmıştı. 2007 yılında, 5 Bundesliga Şampiyonluğu, 2 Şampiyonlar Ligi finali oynatan ve 2001’de bu kupayı kazanan Ottmar Hitzfeld’i ikna etmek isteyen Uli Hoeness’in elindeki en büyük koz ise ikinci turda rakibin Real Madrid olmasıydı. Hitzfeld, bir dönem kendisine Real Madrid’den gelen teklifleri kabul etmese de tam bir Real Madrid hayranıydı. Çocukluğundan bu yana hayranı olduğu takımın karşısına çıkmak onu heyecanlandırdığı için de bu teklifi kabul ettiğini dile getirmişti. 2002 ve 2004 yenilgilerinin ardından bu sefer Bayern kararlıydı ama sahasında oynadığı ilk maçın son anlarına girilirken Real Madrid 3-1 öne geçmiş, iyi bir avantaj yakalamıştı. 2007’de iki ekip 2. turda karşılaşmış. İlk maç 3-1 Real lehine devam ederken Van Bommel 88’de fileleri havalandırınca sevincini böyle yaşamıştı. Ancak mücadelenin son anlarında Mark van Bommel, Bayern’e avantajı getiren golü atıp o unutulmaz kol geçirme hareketini yapıyordu. İkinci maçta ise Şampiyonlar Ligi tarihine geçecek bir olay yaşandı. Roberto Carlos ile Salihamidzic arasında kıyasıya rekabet ölçülü bir şekilde devam ederken ikinci maçta Salihamidzic’in Brezilyalıdan topu çalıp golü hazırlaması Devler Ligi tarihinin en erken golüne sebebiyet verdi. 10 saniye dahi olmadan Salihamidzic’in pasını gole çeviren Roy Makaay bugün dahi ligin en erken golünü atan futbolcu konumunda. Jose Mourinho da çare olamadı Avrupa Kupalarında Real Madrid bir kez olsun Bayern Münih’in evinde maç kazanamadı. Bugün eşleşme öncesi baktığımız vakit Bayern’in evinde oynanan 10 maçın 9’unda Almanlar sahadan zaferle ayrılırken sadece 1 maç berabere bitmiş. (Oliver Kahn’ın inanılmaz hatasının ardından Roberto Carlos’un frikik golü sonrası…) Bu gerçeği Jose Mourinho da değiştiremedi. 2012 yılında deplasmanda 2-1 kaybeden Mourinnho yönetimindeki Real Madrid kendi evinde aynı skorla kazansa da penaltı atışları sonrası finale gidemedi. Şimdi merak edilen ise bu sezon yarı finaldeki ilk maçı kendi evinde 1-0 kazanan Real Madrid’in, Almanya’da Bayern karşısındaki şanssızlığını kırıp kıramayacağı… Salih Demirci İngiltere HF127 DÜŞENiN DOSTU TONY PULIS Ekim ayında küme düşmüş sayılan Crystal Palace, Tony Pulis’le şaha kalktı. Stoke’un vazgeçtiği Galli hoca sezonun en iyisi olmaya aday Kenarda eşofmanları ve şapkasıyla biraz eğreti duran Tony Pulis, sezon sonunda Stoke’tan ayrılırken tribünler memnundu. Mark Hughes’ün işbaşına gelişi takımın hedef büyütme arzusunu ortaya koyuyordu, zira yakın zamanda tabeladaki rakiplerine yakın transfer harcaması yapmış olmalarına rağmen sürprizsiz futbol ve orta sıra takımı vasfı değişmemişti. Her şey beklentilere göre belirleniyordu ve zirve ligde geçen 5 sezonun ardından Tony Pulis’in payına bir kuru teşekkür düşmüştü. Şimdilerdeyse Stoke topladığı 44 puanla 10. sırada, Tony Pulis’in takımı Crsytal Palace ise 1 puanla hemen onların arkasında. ‘Asla küme düşmeyen’ menajer, Ekim ayı sonunda devraldığı takımıyla üst üste 5 maç kazandı ve sezonun menajeri yarışında Brendan Rodgers ile çekişiyor. Geçtiğimiz günlerde Everton deplasmanında alınan 3 puan, Palace’ın ulaştığı seviyeyi çarpıcı şekilde gösterdi. İçeride bir şekilde gol yemiyorlardı ama dışarıda 3 gol atabileceklerini (2-3) kimse öngörmüyordu. Erteleme maçında karşılaştıkları rakiplerini belki de Şampiyonlar Ligi biletinden ettiler, öncesinde ise Chelsea’yi çaresiz bırakarak yenmişler ve şampiyonluk yarışını şekillendirmişlerdi. Son olarak da West Ham deplasmanında kazanınca düşme hattıyla aralarına 13 puanlık fark koydular, oysa Pulis iş başına geldiğinde yalnızca 4 puanları vardı. Stoke’tan Palace’a Premier League’e bu sezon yükselen Crystal Palace, Ian Holloway’ın görevden ayrılmasıyla sonuçlanan süreçte her biri en az 2 farklı üst üste 7 yenilgi almıştı. Sonrasında ise çıktıkları 21 lig maçının 15’inde 1’den fazla gol yemediler. Evleri Selhurst Park’ta 1-0’lık galibiyetlere abone oldular ve maç başına 2 puana yaklaşarak Tony Pulis döneminde zirveye oynayan takımlara mahsus bir performans sergilediler. 56 yaşındaki Galli teknik adam, yirmi yılı aşan antrenörlük kariyerinde hiç küme düşmedi. Bunu nasıl başardığını da geçtiğimiz 5 yılda Premier League takipçilerine gösterdi. Sıklıkla kötü şöhretli olsa da Pulis’in zamanında Stoke City, çoğunluğu fiziksel olarak üstün oyunculardan kurulu kadrosuyla ligin ikili mücadeleleri kazanma oranı en yüksek takımıydı. Yüksek toplarda daima çok başarılıydı, öyle ki bazı maçlarda oyuncuların birbirine pas istatistikleri açıklandığında kaleci Begovic’ten santrafor Crouch’a giden toplar ilk sırada çıkıyordu. Uzun paslar, sert müdahaleler ve duran toplar ile evlerinde onlardan puan almak zordu. Sezonun menajeri? Hala zor ama artık Crystal Palace’ı yenmek de çok zor. Bu kez elinde Stoke’taki kadar fizik güç ağırlıklı bir kadro yoktu ama yine benzer bir oyunu ortaya koymayı başardı. Antalyaspor ve Gençlerbirliği’nden tanıdığımız Mile Jedinak’ın önemli parçalarından biri olduğu kadroya başta sezonun yıldızlarından Jason Puncheon olmak üzere kendi tarzına uygun eklemeler yaptı. Takımlarından dışlanmış futbolcular ve alt lig oyuncularından kurulu kadro, ilkbahar geldiğinde ligin en iyi kontra atak takımlarından biri oldu. Stoke’a göre daha az uzun top, daha dirençli savunma ve nispeten yerden pasların çoğunlukta olduğu oyun tarzlarıyla neredeyse her rakibe diş geçirmeyi başardılar. Bitime üç hafta kala Liverpool ve Everton’ın ardından Mart-Nisan döneminin en formda takımı durumundalar ve aynı şekilde Tony Pulis, sezonun menajeri yarışında Roberto Sezona çok kötü bir başlangıç yapan Crystal Palace Kasım ayı geldiğinde sadece 4 puan toplayabilmişti. Martinez ve Brendan Rodgers’a kafa tutuyor. Hikâyenin arka planındaki kahramanları da tanıdık. Bir süredir Manchester United’daki krizin düğümünü çözmeye çalışan Alex Ferguson, kendisine telefon ederek Palace’ın teklifini kabul edip etmeme hakkında fikrini soran Tony Pulis’e olumlu yanıt vererek lig yarışının şekillenmesine etki etmeyi başardı. Galli hoca, dediğine göre Alex Ferguson ve Stoke’tan eski başkanı Peter Coates’le konuşana dek teklife olumsuz bakıyormuş. Nihayetinde Kasım ayı geldiğinde yalnızca 4 puanı olan bir takımın sorumluluğunu üstlenmek, temiz kariyerine bir çarpı koymak anlamına gelebilirdi. Ama Tony Pulis bir kez daha düşenin dostu olduğunu gösterdi. Tony Pulis ile Premier League STOKE CITY 2008/09 - 12. sıra (İlk sezon) 2009/10 - 11. sıra 2010/11 - 13. sıra (FA Cup’ta final) 2011/12 - 14. sıra (Avrupa Ligi’nde son 32) 2012/13 - 13. sıra CRYSTAL PALACE 2013/14 - 11. sıra (35. hafta itibariyle) Fırat Topal Dünya Kupası HF127 BİR ZAMANLAR BREZİLYA SAHİLLERİNDEYDİK #3 BREZiLYA GEMiSiNE SIRTINI DÖNENLER Serinin ilk 2 maddesinde sevinç ve trajedinin iç içe olduğu 2 maça yer verdik. Bu sefer kupaya adım atmayı bile başaramayan ülkelerin ilginç hikayelerini buraya taşıyoruz. Serinin 3. halkası, Türkiye’nin de içinde olduğu ve Brezilya gemisine sırtını dönenlerle ilgili 1950 Dünya Kupası’nın başlama vuruşu yapıldığında turnuvada 14 takım vardı. Bakıldığında 14 rakamı bir turnuva düzenlemek için elverişli bir rakam değil. Zira eleme karşılaşmalarından başlayarak, açılış maçı olan Brezilya-Meksika mücadelesine kadar birçok takım turnuvaya katılmaktan vazgeçmiş, hatta bunlardan bazıları son anda gerçekleşmişti. Bu yüzden de 16 takımın katılması planan turnuva 2 eksikle başlamak zorunda kaldı. 1930’da Uruguay’daki ilk turnuvada toplam 13 takım yer almış. 4 gruba ayrılan takımlardan gruplarını birinci sırada bitirenler kura çekimi ile birbirleriyle eşleşmişlerdi. Toplamda 18 maç oynandıktan sonra şampiyon belli olmuştu. Savaş öncesinde Avrupa’da düzenlenen 2 turnuvada ise grup sistemi terk edilmiş ve doğrudan tek maçlı eleme usulüne geçilmişti. 1934’te 17, 1938’de 18 maç oynandı. Brezilyalılar ise maç sayısını artırmak istiyorlardı, zira organizasyon sırasında harcadıkları parayı çıkarmak zorundalardı ve maç biletleri de onların en büyük kaynağı olacaktı. Bu sebeple tekrar 4’lü grup sistemi benimsendi ve grup maçları sonucu ilk sırayı alan 4 takım yeni bir grup oluşturdu. Brezilya’daki turnuvada toplam 22 maç oynandı. Aslında her şey yolunda gitse bu sayı 27 olacaktı. Brezilya ile İtalya, ev sahibi ve son şampiyon olarak turnuvaya katılma biletini aldılar. Kalan 14 biletin 7’sini Avrupa, 6’sını Amerika ve 1’ini de Asya kıtası alacaktı. Almanya ve Japonya 2. Dünya Savaşı’nın mağlup ve yaralarını sarmakla meşgul ülkeleri olarak eleme maçlarına dahil edilmediler. Demir Perde’nin birçok ülkesi de elemelere katılmadı. 1934 finalisti Çekoslovakya ve 1938 finalisti Macaristan bu ülkelerin önde gelenleriydi. Britanya’da ise ilginç bir eleme macerası yaşandı. İlk kez, İskoçya, Galler ve İrlanda takımları elemelerde bağımsız olarak mücadele etme hakkı elde ettiler. Ama İrlanda’da şöyle bir problem vardı. Hem Kuzey İrlanda hem de İrlanda Cumhuriyeti federasyonları İrlanda’yı kendilerinin temsil ettiğini iddia ediyordu ve oynayacakları maçlar için, bazen aynı oyuncuları kadrolarına çağırıyordu. Hatta bu sebeple, o yıllarda bazı futbolcular her 2 ülkenin de formasını giymiştir. Belfast merkezli Kuzey İrlanda Futbol Federasyonu (IFA), elemelerde tüm adayı temsil etti, ama aslen sınırın diğer tarafında doğmuş 4 oyuncuyu kullanmıştı. Dublin merkezli Britanya Şampiyonası’nda grubu lider tamamlayıp Brezilya bileti alan İngiltere Milli Takımı... İrlanda Cumhuriyeti Federasyonu ise (FAI) bir başka eleme grubunda mücadele etti. 1950 Britanya Şampiyonası’nda İngiltere grup lideri İskoçya da grup ikincisi olarak Brezilya biletini aldı, ancak İskoçya, daha eleme maçları başlamadan önce grubu ancak 1. bitirmeleri halinde kupaya gideceklerini beyan etmişti. Türkiye, 2. grupta Suriye ile Ankara’da oynadığı maçı kazandı ve Suriye rövanş öncesi elemelerden çekildiğini açıkladı, böylece ay-yıldızlılar için ilk Dünya Kupası fırsatı doğmuştu. Final turunda rakip Avusturya’ydı ve Avusturya da daha maçlar oynanmadan havlu attı. Kupa için henüz yeterli tecrübeye sahip olmadıklarını beyan etmişlerdi. Böylece Türkiye finaller biletini aldı. Belçika’nın çekilmesiyle de İsviçre turnuvaya katılm hakkı elde etti. Güney Amerika’nın 4 kontenjanı için ise tek bir maç dahi oynanmamıştı. 7. Grupta Arjantin, 8. Grupta da Ekvador ve Peru katılmayacaklarını açıkladılar, böylece Uruguay, Paraguay, Bolivya ve Şili Brezilya sahillerinin yolunu tuttu. Kuzey Amerika’dan da Meksika ve ABD, Küba’yı saf dışı ederek güneye inmişti. Asya’da da hiçbir eleme maçı oynanmamıştı. Çünkü Burma, Filipinler ve Endonezya elemelere girmemiş, piyango, grubun geri kalan tek takımı Hindistan’a vurmuştu. 2. el kupa bileti Brezilya Futbol Federasyonu ve organizasyon komitesi finallerdeki grupları belirlemeye hazırlanırken iade haberleri ardı ardına geldi. Türkiye, turnuva yolculuğunun getireceği yüksek masraflar sebebiyle çekilme kararı aldı. Bu arada İskoçlar da yaptıkları açıklamanın arkasında durdular ve katılım hakkından feragat ettiler. Bu iki takımın yeri, elemeleri geçemeyen Fransa ve İrlanda Cumhuriyeti’ne teklif edildi. Mayıs ayında Dublin’e ulaşan telgrafta 1 ay sonraki turnuvaya davet edildikleri yazıyordu, ancak Hazine Bakanı MJ Kenny, toplam 2.700 pound tutacak masrafların federasyonu batıracağını söyleyerek teklifi reddetti. Bunun üzerine FIFA, İspanya engelini geçemeyen Portekiz’e başvurdu, ancak onlar da, okyanusun bir kıyısından öbür kıyısına gitmeye yanaşmadılar. Fransa ise daveti kabul etti ve Dünya Kupası grup kuraları 15 takımla çekildi. 22 Mayıs 1950’de Rio de Janeiro’da çekilen kuradan sonra 2 önemli gelişme yaşandı. İtalya, Paraguay ve İsveç’le aynı grupta mücadele edecek olan Hindistan turnuvaya gitmekten vazgeçti. Bu kararın sebebi, üzerinden 64 yıl geçmesine rağmen hala kesinlik kazamadı. Bu konuda 3 söylenti mevcut. Birincisi ve en fazla inanılmak isteneni, FIFA’nın Hintli oyuncuların çıplak ayakla sahaya çıkma isteğini reddetmiş olmasıdır. Bu görüşü savunan çok fazla insan olsa da, çok sağlam temellere dayandıklarını söyleyemeyiz. Zira Hindistan 1948 Olimpiyat Oyunları’nda da mücadele etmiş ve Fransa karşısına çıkan oyuncularının bazıları çorapla, bazıları da çıplak ayakla oynamıştır (Fransa maçı 2-1 kazanmıştır). Ayrıca, aynı izin 1952 Olimpiyatları’nda da verilmiştir (Yugoslavya 10-1 kazanmıştır), dolayısıyla bu görüş gerçekleri yansıtmamaktadır. Öne sürülen nedenlerden ikincisi ise mali külfettir. Ancak burada da önemli bir ayrıntı vardır ki, organizasyon komitesi Hindistan’ın bütün masraflarını karşılamayı teklif etmiştir. 50 bin rupilik bedel çeşitli yardım organizasyonlarından toplanacaktır. Son sebep ise federasyonun ve futbolcuların Dünya Kupası’na çok da önem vermemesidir. Hakikaten, takım kaptanı Sailen Manna, sonraları yaptığı açıklamada, “Açıkçası Dünya Kupası nedir hiçbir fikrimiz yoktu, belki bize daha iyi anlatılsa katılmayı düşünebilirdik, ancak bizim için olimpiyatlar en yüksek seviyeydi ve daha yukarıda bir organizasyonu düşünemiyorduk” diyerek ülkesinin kupaya bakışını ortaya koymuştur. Kupanın başlamasına az bir süre kala çekildiğini açıklayan Hindistan’ın neden böyle bir karar aldığı hala gizemini koruyor. Gide gide Brezilya Turnuvanın başlangıcına çok az bir süre kalan son fire ise Fransa ile verildi. Aslında Fransa, 2014 Dünya Kupası’nda da zaman zaman karşımıza çıkacak zorlu coğrafi koşullara karşı duran tek takım olmuştur. Zira, organizasyon yetkilileri grupları düzenlerken, şehirlerin birbirine olan uzaklıklarını hesaba katmadan davranmış böylece takımlar iki maç arasında gereksiz uzunluktaki mesafeleri kat etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin Meksika ilk maçını Rio’da, Brezilya’ya karşı oynadıktan sonra, izleyen maçı için, 1500 kilometre uzaklıktaki Porto Alegre’nin yolunu tutmuştur. İsviçre, sadece 3 gün içinde önce Belo Horizonte’de sonra da 600 kilometre uzaktaki São Paulo’da maç yapmıştır. İspanyollar turnuvayı Curitiba’da açmış, 4 gün sonra 850 kilometre yol gidip, Rio’da ikinci maçlarını oynamıştır. İşte genele yayılan bu uygulama yüzünden Fransa, organizasyon komitesine fikstürü yeniden düzenlemesi için başvuru yapmış ama kapı yüzüne kapanmıştır. Onlar da reste rest çekmiş ve turnuvanın başlamasına haftalar kala çekilme kararı almıştır. Böylece 4. Grup sadece Uruguay ve Bolivya’dan oluşmuştur. O yıllarda, FIFA’nın turnuvadan çekilen ülkelere herhangi bir yaptırımının olmaması da, iade sayısının bu kadar yüksek olmasının sebeplerinden birisidir. Zira, bugün böyle bir hareketin, o milli takım için çok ciddi sonuçlar doğuracağını tahmin edebiliriz.