LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı
Transkript
LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı
LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı Ankara - 2013 LaborComm 2013 4. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı The 4th International Labor and Communication Conference 3-4 Mayıs 2013, Ankara Bildiriler Kitabı Derleyen Aylin Aydoğan LaborComm 2013 – 4. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, 8. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali Kapsamında Düzenlenen Bir Etkinliktir. LaborComm 2013 - 4. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, Bildiriler Kitabı. Derleyen: Aylin Aydoğan Basım Yeri ve Tarihi: Ankara, 2013. ISBN No: 978-605-85244-0-8 www.laborcomm. org [email protected] Laborcomm LaborComm LaborComm 2013 Düzenleyicileri: - Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Bilişim ABD. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Bilişim ABD. Türkiye Gazeteciler Sendikası Çankaya Belediyesi EMO Ankara Şubesi İMO Ankara Şubesi BMO Genel Merkezi LaborComm 2013 Düzenleme Komitesi: - Doç. Dr. Funda Başaran Özdemir Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir Prof. Dr. Nurcan Törenli Turgut Dedeoğlu Çağrı Kaderoğlu Bulut Dr. Aylin Aydoğan Zuhal Kırmızıoğlu Alkım Özaygen Zafer Kıyan Dr. Hakan Yüksel İÇİNDEKİLER Sunuş Ali C. Gedik Müziğin Yeni İletişim Teknolojilerinde Madde ve Meta olarak Görünümü Aslı Kayhan Toplumsal Çatışma ve Dayanışma Hattında Alternatif Bir İletişim Modelinin Olanakları ve Yöntem Sorunu Eminalp Malkoç Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri Gökçe Arslan Sendikaların Sosyal Medya Kullanımları: Türkiye, Konfederasyonlarının Sosyal Medya Kullanım Analizi ABD ve Britanya İşçi Gökçe Baydar Beyaz Yakalı Örgütlenmesinde Yeni İletişim Teknolojileri Olanakları: Türkiye Örnekleri Gülcan Seçkin, Hüseyin Çelik Gençlik ve Güzellik Sermayesi”nin Ticari ve İletişimsel Değeri Hakan Yüksel Enformasyon Toplumu Belgelerinin “Güvencesiz ve Esnek” İnsanı İhsan Koluaçık, Nesrin Kula Türk Sinemasında İşçi Temsili: 1960lı Yıllara Sosyolojik ve İdeolojik Bir Bakış Örsan Şenalp The Dramatic Rise of Peer-to-Peer Communication within the Emancipatory Movements: Reflections of an International Labour, Social Justice and Cyber Activist Özlem Şendeniz Toplumsal Hareketler Repertuarı Merkezinde Kayma Tahir Olcay Kıraç Türkiye’de Gazetecilik Mesleğine İlişkin Örgütlenmeler (1908-1938) Zafer Kıyan Kültürel Ürünleri Meta Olarak Yeniden Düşünmek Sunuş IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, yedi ayrı oturumda sunulan bildirilerle, bir çağrılı konuşmacının sunumuyla ve medyada örgütlenme sorunlarının ele alındığı özel bir panel ile 3-4 Mayıs 2013 tarihlerinde Ankara’da gerçekleşti. İlki 2010 yılında 5. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında toplanan konferans o tarihten itibaren olduğu gibi 2013’te de emek ve iletişim üzerine düşünen, çalışan ve siyaset üreten akademisyenlerin ve aktivistlerin üretimlerini ve tartışmalarını paylaştıkları bir platform oldu. IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nın ana odağı kapitalizmin küresel krizi bağlamında iletişim alanındaki yeni yaklaşımları ve bunların emekten ve toplumsal muhalefetten yana anlamlarını tartışmaya açmaktı. Bu bağlamda da konferans kapsamında, emek örgütlerinin iletişim teknolojilerini ve yeni iletişim teknolojilerini kullanma biçimlerinden toplumsal muhalefetin yeni iletişim teknolojilerini örgütlenme ve direniş amacıyla nasıl kullandıklarına, ofis çalışanlarının bir başka ifadeyle beyaz yakalıların örgütlenmesinden bir direniş biçimi olarak hactivizme, yeni iletişim teknolojileri alanında cinsiyetçiliğin görünür olduğu durumlara ve bununla mücadele pratiklerine kadar farklı başlıkların ele aldığı oturumlar yer aldı. Ayrıca, iletişim ve emek tartışmalarında iletişim endüstrisinin ürünlerinin metalaşması ve iletişim alanında son yıllarda yaşanan değişimleri anlamak ve açıklamak için sıklıkla başvurulan yaklaşımlardan olan enformasyon toplumu kuramı da konferansta tartışılan konular arasındaydı. IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda sunulan bildirilerden oluşan bu kitap da konferansın bu tematik çeşitliliğini yansıtır nitelikte hazırlandı. Toplam 12 bildiriyi kapsayan kitapta, konferansta konuşulan, tartışılan başlıkların tamamına ilişkin metinlerin araştırmacılara ve okurlara ulaştırılması amaçlandı. Sadece uzun soluklu araştırmalarının henüz devam etmesi ve konferansa katkıları yapılandırılmış bir bildiri olmaktan ziyade ilk bulguların paylaşılması niteliğinde olan katılımcıların ve deneyim paylaşımı ve sorunların çözümüne yönelik fikir alışverişi odaklı medyada örgütlenme sorunlarının tartışıldığı panelin metinleri bu kitaba dahil edilemedi. IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, Türkiye Gazeteciler Sendikası, BMO Genel Merkezi, EMO Ankara Şubesi, İMO Ankara Şubesi ve Çankaya Belediyesi’nin katkılarıyla ve çok sayıda gönüllünün emeğiyle mümkün olabildi. Elbette ki çalışmalarıyla konferansa katkı sağlayan araştırmacıların emeği ve katkısı da konferansa zenginlik ve güç kattı. Bu kitap vesilesiyle emeklerini ve katkılarını esirgemeyen tüm dostlarımıza, katılımcılarımıza ve gönüllülerimize teşekkür ederim. Aylin Aydoğan Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Bildiri Metinleri Müziğin Yeni İletişim Teknolojilerinde Madde ve Meta olarak Görünümü Ali C. Gedik Dokuz Eylül Üniversitesi, Müzik Bilimleri Bölümü Giriş Bu çalışmada yeni iletişim teknolojilerinde müziğin sayısal formatlardaki görünümü üzerine yaygın olduğu kadar problemli olduğunu düşündüğümüz iki tezi ve bu tezlerden türetilen iktisadi ve siyasi çıkarımları tartışmak istiyoruz. Birinci tez, müziğin sayısal olarak temsil edilmesinin müziğin maddeden arındırılması anlamına geldiği tezidir (Attali, 2005). İkinci tez de müziğin bu formatlar sayesinde kapitalizmin işleyiş yasalarına aykırı bir görünüm halini aldığı, yani meta olmaktan çıktığı tezidir. Bu tezlerin dayandığı temel olgu ise sayısal bir müzik temsili olan MP3 formatı ve eşler arası (peer-to-peer) dosya paylaşımı yazılımları sayesinde müzik dosyalarının internette özgürce paylaşılabilir hale gelmesidir. Böylece bu olgunun iktisadi olarak müzik endüstrisini ciddi bir krize sürüklediği, siyasi olarak da antikapitalist bir karakter taşıdığı sonucuna varılır (Wayne, 2006). Birinci tezle yani müziğin maddeden arınması tezine dair temel itirazımız şudur: Müziğin herhangi bir temsili zaten üst düzey bir soyutlamaya karşılık geldiği için, bu temsilin ezberde, notasyonda, anolog veya sayısal bir ortamda olması müziğin maddiliği konusunda herhangi bir fark teşkil etmez. Kuzey Hindistan geleneksel sanat müziğine kaynaklık eden Brahmin rahiplerin kuşaktan kuşağa sözel olarak aktardıkları Vedik ilahilerinin tarihsel olarak yazının icadından öncesine dayandığı bilinmektedir (Ruckert, 2004). Bu anlamda bugün icra edilen Vedik ilahileri aynı zamanda dünyada bilinen en eski müzik ‘kayıtları’dır. Benzer bir biçimde müziğin benzeşik (analog) olarak radyo yayınlarıyla elektromanyetik dalga formatında temsili ile sayısal olarak bilgisayarda temsili arasında müziğin maddeden arınması anlamında bir fark yoktur. Son kertede canlı bir Vedik ilahisi icrası olsun, lambalı bir radyoda veya internetten özgürce indirilmiş bilgisayarda çalınan bir müzik parçası olsun müzik ancak ya canlı bir icrada doğrudan ya da bir kayıtta hoparlör yardımıyla dolaylı olarak havada titreşen partiküllerin kulak zarına ulaşması ve sinirsel olarak beyne aktarılmasıyla algılanabilecek son derece maddi bir sürecin sonucunda ortaya çıkar. İkinci tezle, yani müziğin MP3 formatıyla birlikte meta olmaktan çıktığı tezine dair itirazımız ise şöyledir: Bugün yaygın olarak internetten indirilen müziklerin neredeyse tamamı kapitalist üretim tarzı içinde üretilmektedir. Tersinden söylenecek olursa kapitalist bir toplumsal formasyon içinde kapitalizm dışı bir üretim tarzında üretilmiş herhangi bir müziğin yaygınlığından söz etmek mümkün değildir. Bu tezin yaygınlığının nedeni ise P2P sayesinde özgürce MP3 paylaşımının müzik endüstrisinin krizine neden olduğu argümanıdır. Bu argüman iki nedenle problemlidir. Birincisi, müzik endüstrisi varolan krizine çözüm olarak yine interneti ve sayısal müzik formatlarını başarılı bir biçimde kullanmaya başlamıştır (Taylor, 2001). İkincisi, krizin nedenini doğrudan MP3 paylaşımına bağlanması çok kestirme bir yaklaşımdır. Leyshon ve arkadaşlarının (2005) gösterdiği gibi müzik endüstrisindeki krizin temelleri MP3 öncesine dayanmaktadır ve değişen kültürel tercihlerle ilişkilidir. Sonuç olarak bu tartışma aslında kapitalist bir toplumsal formasyonda kültür alanındaki teknolojik bir gelişmenin baskıcı veya özgürleştirici bir karaktere sahip olup olmadığına dair eski bir tartışmayı yeni teknolojiler üzerinden yürütmek anlamına gelmektedir. Bu anlamda çalışmamızda medya çalışmaları ve siyasi-iktisat yanında kültürel çalışmaların bir bileşeni olan popüler müzik çalışmaları ve etnomüzikoloji disiplininin kazanımlarından da yararlanılmıştır. Temel yaklaşımımız Stuart Hall’un (1986) popüler kültür alanını sınıf mücadelesinin bir alanı, yani hegemonyanın inşa edilip korunduğu zemin olarak gördüğü “garantisiz marksizm” yaklaşımıdır. Diğer bir deyişle popüler kültür alanı ne yukarıdan dayatılan yapılar ne de aşağıdan inşa edilen pratiklerdir. Ancak bu yaklaşımı popüler kültürü kazananın ya da kaybedenin olmadığı bir bahis olarak görülmesine dair bir rezervle birlikte kullanıyoruz. Bu rezerv de kapitalist bir toplumsal formasyonda kazananın daima burjuvazi olduğu itirazıdır (Gedik, 2009). Madde ve Meta Olarak Müzik Jacques Attali henüz müziğin sayısal formatta temsili ve paylaşımına dair argümanlarını dile getirmeden önce müziğin kendine içkin özel durumunu şu şekilde ifade eder: “Onu kaybetmeden verebiliriz; kullandıkça eskimez; paylaşıldığında hiçbir şey kaybedilmez; kimse onu duyan tek kişi olmakla bir şey kazanmaz; değeri, onu üretmek için harcanan zamana bağlı olmaz” (Attali, 2005, s. 83). Attali’nin yaklaşımını tartışmak için Marx’ın kapitalist üretim ilişkileri içinde müziğin konumuna dair önermesi yol açıcı olacaktır: Piyano üreticisi sermayeyi yeniden üretir; piyanist ise emeğini sadece gelirle takas eder. Fakat piyanist müzik üretip müzik zevkimizi tatmin etmez mi? Hatta böylece belirli bir ölçüde müziksel tatmini üretmez mi? Aslında üretir: onun emeği bir şeyler üretir; ancak ekonomik anlamda bu onun emeğini, hayalinde saçmalıklar üreten bir delinin üretkenliğinden daha fazla üretken emek yapmaz (Marx ve Engels, 1996, s. 91). Marx’a göre üretken emeğin koşulu artı-değer üretmesidir ve kendi deyişi ile bu durum emekçi için bir talih değil tam aksine bir talihsizliktir: “Kendi yazdığı şarkısını satan şarkıcı bir kadın, üretken olmayan bir emekçidir. Ama bu aynı şarkıcı kadın, eğer bir organizatör tarafından, kendisine para kazandırsın diye şarkı söylemesi için işe alınmışsa üretken bir emekçidir; çünkü sermaye üretmektedir.” (Marx ve Engels, 1996, s.92). Sonuç olarak Marx sadece müzik değil genel olarak maddi-olmayan üretim olarak sınıflandırdığı alanda eğitim, sanat ve bilim emekçilerinin meta üretimlerinin kapitalist üretim içindeki yerinin ihmal edilebilir düzeyde kaldığını belirtir. Attali (2005) böylece Marx’ın müziğe dair yaklaşımında aciz kaldığı sonucunu çıkartır. Marx en fazla bugünkü müzik endüstrisinin kapitalist üretim içinde kapladığı hacmi tahmin edememekle suçlanabilirdi; aynı 1800’lerde yeterince çevreci veya feminist olmadığı konusunda suçlanabileceği gibi(?). O zaman dönüp Marx’ın aciz kaldığı ama Attali’nin 2000’lerde hakkından geldiği müziğe dair problemlere tekrar dönmek gerekiyor. Attali aşağıda italik olarak gösterilen önermelerle bu problemlerin hakkından gelmektedir. Onu kaybetmeden verebiliriz; kullandıkça eskimez: Müzik maddi-olmayan bir üretim olsa da müziksel ürün de Marx’ın genel olarak emek için söylediği gibi beynin, sinirlerin ve kasların harcanmasının ürünüdür. Canlı bir icrada veya bir notasyonda somutlanmış olsa harcanan müzisyenlerin emeğidir. Paylaşıldığında hiçbir şey kaybedilmez; kimse onu duyan tek kişi olmakla bir şey kazanmaz: Paylaşıldığında hiçbir şey kaybedilmeseydi, müzik telifi 1789 Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkan bir kavram olmazdı. Müzik dinlemenin kazandırdığı bir şey olmasaydı bu kez de müziğin bir kullanım değeri olmazdı. Değeri, onu üretmek için harcanan zamana bağlı olmaz: Engels’in belirttiği gibi sadece herhangi bir insan emeği değil müziğe dair emek de insanlık tarihinde insan elinin emek üzerinden gelişmesinin kollektif ürünüdür ve bu sayede “... insan eli, Raphael resimlerini, Thorsvalden heykellerini, Paganini müziğini bir mucize olarak ortaya koyabilecek yetkinliğe ulaşmıştır.” (Marx ve Engels, 1996, s.80). Eğer müziğin değeri onu üretmek için harcanan zamana bağlı olmasaydı bugün insanlar her çalgının virtüözü haline gelmiş icracıları dinlemek için konser salonlarını doldurmak yerine, sokak çalgıcılarını zengin ederlerdi. Attali bu argümanlara dayanarak müziğin “maddeden arındırılmış” olduğunu öne sürer. Oysa Marx Kapital’in daha ilk cümlelerinde “maddeden arındırılmış” olanın da ne kadar maddi olduğunu yazıyordu: “Meta herşeyden önce… şu ya da bu türden insan gereksinimlerini gideren bir şeydir. Bu gereksinimlerin niteliği, örneğin ister mideden, ister hayalden çıkmış olsun, bir şey değiştirmez.” (Marx ve Engels, 1996, s.94). Elbette tüm bu tartışmalar müzik endüstrisinin asıl gelir kaynağını oluşturan popüler müzikler üzerinden gerçekleşmektedir. Bu nedenle tartışmaya poüler müzik çalışmaları üzerinden devam etmek gereklidir. Eğer sayısal temsilinden önce müziğin değişim değerini kaybettiğini düşünmüyorsak, odaklanmamız gereken müziğin kullanım değeridir. Aşağıda Tablo 1 ve 2’de sunulan veriler ise müziğin kullanım değerine dair önemli ipuçları sunmaktadır. Müzikle birlikte hangi aktivitelerde bulunuyorsunuz? sorusuna verilen yanıtlar Asla (%) Bazen (%) Sık(%) Sabah uyanınca 43 37 20 Banyo yaparken 58 28 14 Egzersiz yaparken 25 36 39 Çalışırken 22 47 32 Ev işi yaparken 4 31 64 Dinlenirken 12 51 37 Yemek yerken 25 61 15 Toplumsal ilişki kurarken 6 48 46 Romantik ortamlarda 17 59 25 Okurken 56 36 – Yatmaya hazırlanırken 64 25 11 Araba, bisiklet kullanırken, koşarken 8 46 46 Tren, otobüs ya da uçakta 34 47 19 Kaynak: Juslin, 2004. Tablo 1. Tablo 2. 11 yaşındaki çocuklardan toplanan veriler. Yanıtlar “Müzik dinlerken, ...” sözüyle başlamaktadır Yatıştırıcı …, öncesinde heyecanlandıysam, beni gerçekten yatıştırır. …, daha az yalnız hissederim. …, kendimi daha iyi hissetmemi sağlar. Yoğunlaştırıcı …, gözlerimi kapatmaktan hoşlanırım. …, çeşitli temaları takip ederim. Duygusal …, müzikte ne tür duygular ifade edildiğine dikkat ederim. …, benim için her şeyin ötesinde bir hissediş meselesidir. Mesafeli …, müzik biçemini belirlemekten zevk alırım( Halk , caz ya da barok müzik olup olmadığını söylemekten). …, müzik parçasının yapısını kavramaya çalışırım( tekrarlar, çeşitlemeler). Biyolojik …, gerçekten içimde hissederim. …, farklı bir vücut pozisyonu düşlerim. …, tartımın beni büyülediği zamanlar vardır. …, bazen kalbim daha hızlı atar, tüylerim diken diken olur, mideme ağrılar girer. Duygulu …, hayal kurmaktan hoşlanırım. …, geçmişe ait şeyler hatırlarım. …, kendimi düşünmeme neden olur. Kaynak: Behne 2002. Dinleyicilerle görüşmeler üzerinden yapılan bir çalışmanın sonucu yine müziğin kullanım değerine ilişkin önemli bilgiler veriyor. Bu çalışmada benliğin ve benlik kimliğinin oluşturulmasında müziğin rolü şu şekilde ortaya konuyor (Denora, 2002): Belirli bir duygusal moda girmek için müzik dinleme Benlik inşası olarak müzik dinleme Müziksel beğeninin kimlik, duygu ve hafıza temelinde ele aldığı daha kuramsal bir çalışmada ise müziğin toplumsal işlevi 4 başlıkta özetleniyor (Frith, 1987): Popüler yanıtlamasıdır. Popüler müzik bizim özel ve kamusal duygusal yaşantılarımız arasındaki ilişkiyi düzenlememizi sağlar. Müzik hem özel hem de kamusal alanda aşk, nefret vb. duygularımızı ifade etmemiz için bir araç olabilmektedir. Popüler müzik hafızamızı biçimlendirir ve zaman algımızı organize eder. Müzik bir yandan şimdiki anı unutmamızın bir yolunu sunarken bir yandan da geçmişimizi hatırlamak için anahtar bir rol üstlenebilir. Popüler müzik sahip olduğumuz bir şeydir. Bir anlamda kendi kimliğimize sahip çıkmamızın bir yoludur. müzikten hoşlanmamızın nedeni kimliğimize dair soruları Müziğin bir madde olarak insan fizyolojisi ile ilişkisi ise aşağıdaki şekillerde sunulmuştur (Gedik 2007). Şekil 1. Beynin yan görünümü. Motor korteks: Hareket, ayakla ritm tutma, dans etme ve bir çalgı çalma. İşitsel korteks: Sesleri işitmenin, algılamanın ve analiz etmenin ilk safhası. Görsel korteks: Nota okuma, bir icracıyı izleme. Prefrontal korteks: Çalgı çalma ya da dans etmeye dair duyusal geri besleme Şekil 2. Beynin yanal kesiti. Corpus callosum: Sol ve sağ yarı küreyi birbirine bağlar. Hippocampus: Müzik, müziksel deneyimler ve bağlamları için hafıza. Nucleus Accumbens ve Amygdala: Müziğe duygusal tepkiler. Beyincik: Ayakla ritm tutma, dans etme ve bir çalgı çalma Müziğin yeni iletişim teknolojilerindeki görünümüne dair tezlerin odaklandığı nokta ise müzik endüstrisinin bu yolla krize girmesi ve bu nedenle bu yeni görünümlerin antikapitalist bir karakter taşıdığı tezidir. Bu anlamda yukarıda müziğin maddiliği üzerine yürüttüğümüz tartışmaya bir de müziğin meta olarak bu yeni teknolojilerdeki görünümü tartışmasının eklenmesi gerekmektedir. Diğer yandan yukarıda tartıştığımız gibi müziğin maddiliğinin müziğin sayısal temsili ile ortadan kalktığı söylenemez. Leyshon ve arkadaşlarının (2005) gösterdiği gibi müzik endüstrisinin krizi MP3 ve P2P teknolojilerinden çok öncesine denk gelir. Burada krtik olan nokta insanların boş zaman örgütlenmesinde müziğin eskiden olduğu kadar merkezi bir yere sahip olmamasıdır. Yine yeni teknolojilerle ilişkili olarak ortaya çikan bilgisayar oyunların, sosyal ağlar, sinema, TV vb. bu anlamda müziğe ayrılan zamana veya müziğin boş zamana dair merkezi rolünü kaybetmesine neden olmuştur. Diğer yandan Leyshon ve arkadaşları (2005) bu gelişmelere karşı müziğin yeni iletişim teknolojilerindeki müzik endüstrisi aleyhine gelişmelere karşı endüstrinin aynı teknolojileri kullanarak hızla önlem aldıklarını da göstermişlerdir. Taylor’ın (2001) bu anlamda verdiği örnekler henüz 2000’lerin başında dahi bu önlemlerin ne derece başarılı olduğunu ortaya koymaktadır. Raymond Williams’ın (2003) belirttiği gibi herhangi bir teknolojinin toplumu doğrudan belirlediği tezi bir teknolojik determinizmdir. Bu nedenle teknoloji dahil herhangi bir insan etkinliğinin ne tür bir anlam taşıyacağı, yani özgürleştirici veya baskıcı bir karakter taşıyıp taşımayacağı son kertede sınıf mücadeleleri sonucuna bağlı olacaktır. Diğer yandan müzik dahil herhangi bir üretim biçiminin kapitalizm içinde anti-kapitalist bir anlam taşıdığını öne sürebilmek ancak Marx’ın ünlü 1859 önsözünün yeniden reformist bir yorumuyla mümkün olabilir. Kaynakça Attali, J. (2005) Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği. Çev. Gülüş Gülcügil Türkmen. İstanbul: Ayrıntı. Behne, K. (2002) The Development of "Musikerleben" in Adolescence: How and Why Young People Listen to Music. Perception and Cognition of Music. Eds.: I. Deliège, J. Sloboda, Reprint, The Psychology Press. Hove., 143-160. Denora, T. 2002. Music in Everyday Life , reprint, New York: Cambridge University Press, , p. 181 Frith, S. (1987) Towards an Aesthetic of Popular Music, Music and Society: The Politics of Composition, Performance and Reception, Eds.: R. Leppert, S. McClary. Cambridge: Cambridge University Press, 133-149. Gedik, A.,C. (2009) Differences of Taste in Popular Music: An fMRI Study, MSc Thesis, Dokuz Eylül University, İzmir. Gedik, A. C. (2009) Popüler Müzikte Sınıf Mücadelesi: Redictio Ad Absurdum, Gelenek, Aylik Marksist Dergi, Temmuz 2009, sayı:103, 63-69. Hall, S. (1986) The Problem of Ideology-Marxism without Guarantees. Journal of Communication Inquiry, Vol. 10, Nr. 2 Juslin, P.N. and Laukka, P. (2004) Expression, Perception, and Induction of Musical Emotions: A Review and a Questionnaire Study of Everyday Listening. Journal of New Music Research, 33(3), 217-238. Leyshon, A., Webb, P., French, S., N. Thrift and L. Crewe (2005) On the reproduction of the musical economy after the Internet, Media Culture Society; 27; 177 Marx, Engels, Lenin (1996) Sanat ve Edebiyat üzerine. Çev. Aziz Çalışlar. İstanbul: Evrensel. Ruckert, G.E. (2004) Music in North India. New York: Oxford Unv. Press. Taylor, T. (2001) Strange Sounds: Music, Technology and Culture, London and New York: Routledge. Wayne, M. (2006). Marksizm ve Medya Araştırmaları: Anahtar Kavramlar, Çağdaş Eğilimler. Çev. Barış Cezar. İstanbul: Yordam. Williams, R. (2003) Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim. Çev. Ahmet Ulvi Türkbağ. Ankara: Dost. Toplumsal Çatışma ve Dayanışma Hattında Alternatif Bir İletişim Modelinin Olanakları ve Yöntem Sorunu Aslı Kayhan Kocaeli Üniversitesi Giriş Türkiye’de özellikle son otuz yıldır yaşanan etnisite, din, mezhep ve toplumsal cinsiyetin ana ekseni olduğu toplumsal çatışmalar, bölünmeler ve karşılaşmalar sosyoloji ve/veya siyaset bilimi alanında, ‘kimlik’ merkezli araştırmaların konuları oldu. Üretimin ve deneyimin içinde oluşan bilginin üretilebilmesi ve toplumsal olanın bilgisi ile ilişkilendirilebilmesi için emek kesiminin deneyimine dair bilginin toplanması ve değerlendirilmesi gereklidir. Bu nedenle emek kesiminin anlatılarına ulaşmayı ve bu anlatıları alternatif bir kamusal alanın inşasının olası koşulları doğrultusunda tartışmak gereğinden doğan bir alan çalışmasına yöneldik. Bu hedefe uygun olarak, demografisi çeşitlilik arz eden en az son otuz yıldır yoğun göç almakta olan, iktisadi olarak istihdam alanları açısından gelişmiş olan ve çatışma ve dayanışma örneklerine rastlanan kentler seçildi. Bu kentler özellikle son otuz yıllık süreçte ortaya çıkan sermaye birikimi süreçlerindeki değişime paralel olarak gerek kırdan kente, gerekse bölgeler arasındaki göçlerin yaşandığı ve sermaye birikim süreçlerinde aldıkları rollerin farklılıkları gözetilerek seçilmiş yerlerdir. Daha açık ifade ile bölgelerinin en çok göç alan kentleri olmaları, çatışma ve dayanışma örneklerinin olması ve ülke ekonomisindeki paylarının büyüklüğü nedeniyle şeçilmişlerdir. Bu şehirler şunlardır: İstanbul-Kocaeli (Havzası), Bursa, İzmir-Manisa (Havzası), Adana –Mersin (Havzası), Gaziantep-Hatay (Havzası), Antalya, Kahramanmaraş. Bu kentlerdeki imaalat sanayi işçileriyle görüşüyoruz.(Gıda, Metal, Petrokimya, Tekstil gibi) Sözü edilen şehirlerde, toplumsal çatışmayı ve dayanışmayı üreten koşulları anlamak, incelemek, analiz etmek üzere araştırmanın odağına alınan grubun emek kesimi olmasının temel nedenleri şöyle açıklanabilir: Birincisi, emek kesimi özellikle çerçevesini çizdiğimiz şehir merkezlerinde süregiden göç ve istihdam olanaklarının genişliği ve çeşitliliği bağlamında farklı kimlik ve kültür arka planlarını bir arada yakalayabileceğimiz heterojen bir yapıya sahiptir. Tabii bu sorunun arkasındaki toplumsal süreçler konumuzu belirleyen temel durum. Burada çoğumuzun bildiği bu süreçlerin özellikle bizim çalışmamız açısından değerlendirmesini kısaca yapmak isterim. Bu değerlendirme neden özellikle imalat sanayiini seçtğimizi de gösterecektir. Bir dünya sistemi olarak kapitalizmin aslında 1960’ların ortalarında kendini belirgin bir biçimde hissettirmeye başlayan ve giderek derinleşen kriz eğilimleri, 1980’lere kadar iktisat politikası uygulayıcıları tarafından, eldeki mevcut iktisat politikası ve finansal araçlarla önlenmeye çalışılsa da, bu kriz eğilimlerinin aslında Fordizm olarak da adlandırılan bir sermaye birikim tarzının krizi olduğunun farkına varılmıştı. Kapitalist firmaların, kâr oranlarını tekrar yükseltmek için bu gelişmelere tepkisi bir kaç kanaldan geliştirilmiştir. İlki yukarıda da belirtildiği gibi, fiyat artışları yoluyla reel ücretleri düşürerek maliyetlerini aşağı çekmekti. Hüküm süren yüksek oranlardaki işsizlik, var olan emek gücüne göre iş bulma imkânlarının zorlaşması neticesinde işçilerin bir rekabet süreci içersine sokulması, bu politikaların uygulanmasında önemli bir çerçeve sağlamaktaydı. İç içe giden ve ücret maliyetlerini düşürmeye yönelik bu stratejilerden bir diğeri, üretim birimlerini esas itibariyle gelişmiş kapitalist ülkelerde konumlandıran kapitalist şirketlerin, bu üretim faaliyetlerinin önemli bir bölümünü, teknolojik gelişmelerin sağladığı avantajlardan da yararlanarak, dünyanın düşük ücretli bölgelerine, ülkelerine kaydırmaları oldu. Bir taraftan da gelişmiş ülkelerdeki ücretleri baskılama fırsatını da sunan, "küreselleşme" olarak döneme damgasını vuran bu strateji, aynı zamanda, azgelişmiş ülkelerde o zamana kadar uygulanan ithal ikameci politikaların da sona ermesi anlamına geliyordu. Kâr oranlarını arttırma yönünde tamamen yeni bir sermaye birikimi tarzının ana unsurlarını belirleyen bu stratejilerin en önemlilerinden biri de, yine gelişen teknolojilerin verdiği imkânlardan da yararlanarak, işçilere yaptırılan işin yükünü arttırmak, diğer bir ifadeyle işçinin çalışma temposunu arttırarak, emek verimliliğini yükseltmeye çalışmak olmuştur. Bu strateji kendisini hem belli bir işkolundaki ana firmaların ölçek küçültmeye giderek işçilerinin yüzde 10-20’lere varan oranlardaki kısmını işten çıkartarak göstermiş; hem de birçok ülkede ve Türkiye’de taşeronlaşma olarak adlandırılan bir olgunun giderek yaygınlık kazanmaya başlamasını beraberinde getirmiştir. Taşeronlaşma, bilindiği gibi, ana firmanın, yapılan üretimin bir kısmını, esas itibariyle ana firma bünyesinde faaliyetlerini sürdürmek kaydıyla, başka bir firmaya yaptırmasıdır. Genellikle güvencesiz koşullarda, çok düşük ücretlerle, günde 10-12 saatleri bulan çalışma süreleriyle birlikte uygulanan bu yöntem kâr oranlarının arttırılması doğrultusunda kapitalist firmalara önemli imkânlar tanımaktadır. Bu projenin genel perspektifi bakımından bu gelişmeler çerçevesinde bir noktayı vurgulamakta yarar var. Bir bütün olarak dünya ekonomisine hâkim olan kapitalist sistemde kâr, üretim süreçlerinden ve işçinin emek gücü üzerinden elde edilir. Bu perspektiften bakıldığında bir bütün olarak kârların ve kâr oranlarının belirlenmesinde, üretimde çalışan emek gücü miktarı, emek gücüne ödenen ücretler ile ondan elde edilen ürünün değeri arasındaki fark asli rol oynarlar. Nitekim yukarıda sözü edilen stratejilerin esas itibariyle üretken emeğin istihdam edildiği imalat sektörlerinde yoğunlaşması bu nedenledir. Bu projede gerçekleştirilen alan çalışmasında da görüşme yapılan işçilerin imalat sektörlerinden oluşması, yani üretken emek kesimine dâhil olan işçilerin içinde bulundukları durumu kendi deneyimlerinden yola çıkarak değerlendirmelerinin odağa alınmasının nedeni de budur. Dolayısıyla çalışmada temel sorularımız; Dünyada emek süreçlerinin, yeryüzü üzerindeki iş gücünün dağılımının ve coğrafi hareketliliğinin de dönüşüme uğramakta olduğu süreçte Türkiye’de üretim ve emek süreçlerindeki parçalanma dönüşüm ve yeniden yapılanma dinamikleri nasıl yaşanmaktadır? Bu süreçte Türkiye’de aynı dönemde mülksüzleştirme politikalarının toplumsal dinamikler içindeki etnik ve mezhebe dayalı ayrımlar ve çatışmalarla ilişkisi nasıl cereyan etmektedir ve bu ilişki nasıl bir dinamik taşımaktadır? Yani belirli gruplar proleterleştiriliyor mu bu bir ivme taşıyor mu? İşçi sınıfının ayrıştırılması parçalanması ne şekilde biçimleniyor? Alternatif bir iletişim modelinin imkân alanlarını ve koşullarını sorgularken sorgulamaya çıktığımız alanda soruyu yönelttiğimiz grup ve kişileri araştırmanın bizlerle birlikte olacak özneleri olarak tanımladık. Bu “araştırmacı ve sorgulayan özne” olarak danıştıklarımızın problemleri tanımladıkları koşulları ve deneyimleri üzerinden dinamik bir iletişim ilişkisini üretebildikleri bir süreç olarak araştırma yöntemini biçimlendirdik. Bu yöntem arayışının arka planında uzun ve kaçınılmaz farkları içeren nitel ve nicel yöntemin epistemolojileri yeralır. Bir diğer deyişle, 19. Yüzyılın toplumsal bilgiyi “tanımlama” ve “ölçme” tartışmasının; objektiflk ve subjeketiflik dikotomosinde üretilen; açıklama, yorumlama, içerden, dışardan bakış tartışmaları aslında ontolojik bir fark içerir. Toplumsal gerçekliğin inşası; öznelerin algılarında mı, sosyal gerçekliğin nesnel dialektik ilişkisinde mi gerçekleşir? (Özuğurlu;2009) Burada 1980’ler sonrası postmodern algı kapitalist hegemonyayla uzlaşı içinde emek kesimlerini sadece dünyaları anlaşılmaya ya da serimlenmeye çalışılan ötekileştirci etnografik çalışmalara kayışı. Ölçülebilir, genelleştirici ve “doğal olarak”tabii toplumsal gerçekliği yöneten bilginin ise başka bir yerde üretilebileceğini vurgular. Oysa üretici emek sadece ihtiyaç nesnelerini üretmenin bilgisine değil, tüm toplumsal gerçekliği üretmenin de bilgisine sahiptir. Bunu görebilmenin yolu hakim söylemin dışındaki kültürel formlara ve yaşam biçimlerine bakmaktan geçer. Bunun için de nitel çalışma bu analizi yapmayı kolaylaştırır. Ancak, bu çalışma için de nitel yöntem uygun görünse bile, deneyim ve ham bilgi toplamaktan fazlasına ihtiyaç duyan doğası gereği başka açılımlara ihtiyaç duymaktadır. Yol son derece dar bir patika; sadece “yalnızlaştırılmış” ve “ayrıştırılmış” çalışan kesimlerin yaşam tarzlarını ve deneyimlerine odaklanarak sosyal gerçekliği flexible ve unstable görme yanılgısına düşmeden, gerçekliğin a priori nedenselliğini çerçevesinde onlarla dünyalarını yeniden tartışarak dönüştürücü, alternative bir bilgi paylaşım ağı kurmak. Bu teknik farklı disiplinlerdeki yöntemlerden beslenerek oluşturuldu. İlki dönüştürücü eğitim yetişkin eğitimi ya da ezilenlerin pedagojisi gibi çalışmalar aslında yaygınlaşarak güçlenmiş baskın ideolojinin edinimleri ve söylemlerine karşı diyaloga ve eleştiriye açık bir yeniden öğrenim ve edinim süreci öneren yöntemler (Mezirow; 2000). Anlamın oluşması sürecinin merkezindeki söylemin toplumsal bir öğrenim süreci olarak görüldüğü çalışmalar da kritik olaylar, metaforların açımlanması, kavram haritalaması, bilinç yükselme çalışmaları, yaşam öyküleri ve toplumsal harekete katılım gibi yöntemlerle eğitim çalışmalarını geliştirmişlerdir. İster sohbet, söyleşi, biçimlerinde olsun ister dayanışma ve direnme süreçlerinde olsun bütün tartışmalar anlamanın ve anlam oluşturmanın bir öğrenme ve edinim süreci olduğunu bize göstereceğini düşündük ve öyle de oluyor. Yaptığımız alan araştırması bir eğitim çalışması olmamakla beraber biz de öğrenilmiş ve edinilmiş anlamların söylem ve tavır alma biçimlerinin eleştirel bir çözülmeye uğraması, yaratıcı ve diyaloga açık bir iletişim tarzının oluşmasına odaklandığımız için bu çalışmalar bizi besledi. Üretim süreçlerinin nesnel gelişimi ile sosyal sınıfların varlığı arasındaki ilişki sorununu açığa çıkaran önemli alanlardan biri olan işçi sınıfının kendi konumunu tarif etme biçimi bizim çalışmamızın da önemli bir parçasıdır. Üretim sürecinin bizzat bilgisine sahip olan bu kesimin hem fabrikada hem iş yaşamı dışında bu durumu nasıl yaşamakta olduğunun bilgisini sadece bir anlatı olarak değil belirli müdahalelerle onların duruma bakma biçimlerini de farklılaştıran bir tartışma tekniği ile almaya çalıştık. Çünkü oradaki varlığımızın sadece bir “veri toplayıcılığı” olmadığını bir bilgiyi birlikte ve yeniden üreten taraflar olduğumuzu düşündük. Ancak, bunu görüştüğümüz kişilerle aramızdaki mesafeyi koruyarak yaptık. (Coşkun, 2013; Fantasia,1989). Burada bize Michale Burawoy’un bir etnograf olarak kuram ve kavramsallaştırmaları yol gösterici oldu. Kısaca değinirsek, Burawoy; işçi sınıfının bilincine dair “kendi-için-sınıf” kavramıyla yalnızca eğitim, siyaset gibi konulara gönderme yapılarak üretim sürecinin bu konudaki belirleyici etkisinin ihmal edildiğini söyler(Burawoy,2000). Üretim süreci açık ve seçik olarak işçi sınıfının konum algısını belirler. Bu nedenle üretim sürecini belirleyen düzenlemelerin de bir politik ve ideolojik süreç olduğunu görerek “emek rejimi” kavramını geliştirir. Biraz daha açmak gerekirse; işin örgütlenmesi ideolojik ve politik sonuçlara yol açar, çünkü erkek ve kadınlar üretim esnasında belirli toplumsal ilişkileri ve o ilişkilere dair deneyimleri de yeniden üretirler. Aynı zamanda, bu ilişkileri düzenleyen ayırt edici ideolojik ve politik aygıtlar da mevcuttur. (Burawoy;1987). Çalışma ve sorgulamamızın önemli kilit kavramlarından biri de dayanışma kavramıdır. Biz bütün kimlik ayrımları ve çatışmaları içinde mücadele sürecindeki dayanışmanın alternatif bir iletişim oluşturup oluşturmadığına ya da bu tür bir potansiyelin muhtemel koşullarına odaklanmaktayız. Klasik sosyolojinin ağırlıklı olarak cemaat veya topluluklar üzerinden tartıştığı bir olgu olarak dayanışma örüntüleri daha çok modern öncesine ait olarak belirlenmiş ve yorumlanmıştır. Oysa biz modern öncesi gelenekle ilişkilendirilmiş değil tarihin bir ürünü olarak insanın nesnel toplumsal ilişkilerinin doğasındaki deneyimi olarak gördüğümüz dayanışma pratiğini hareket ve devinim halinde bir durum olarak görmekteyiz. Bu analizimizin ve çalışmamızın özgün yanını oluşturan bir ayrımdır. Bu dayanışma pratiğinin analizini geçmiş ve bugüne ait deneyimleriyle bizzat var eden işçi sınıfının kendilerinden istemenin bu araştırmaya en uygun yöntem olacağını düşündük. Böylece kendimizi de çalışan insanlar olarak bir geçmişimiz ve deneyimlerimiz ve analizlerimiz olduğunu yine pek çok benzer geçmiş ve deneyimlerle ilişkilendirebileceğimiz örnekler ve hikâyeler üzerinden yola çıkarak eleştirel sorgulayan bir tartışma zeminini açabileceğimizi gördük.. Bu da araştırma öznelerinin kendi dünyalarını anlamlandırma biçimlerini (metaforlar, alegoriler, gelenekler, direniş biçimleri, kabullenme tarzları vs.) özgürce ifade etmesinin ötesinde buradan kendi dünyalarına dönük yeni bir bakış açısı geliştirmelerinin ve dönüştürücü bilgi üretmelerinin sağladığını zaman zaman gözlemledik. Kaynakça Burawoy, M. et al (2000). Global Ethnography: forces, connections and imaginations in a postmodern world. London:University of California Press. Burawoy,M. (1987). The Politics of Production: Factor Regimes Under Capitalism and Socialism. London: Versus. Coşkun, M. K. (2013). Sınıf Kültür ve Bilinç,. Ankara : Dipnot. Fantasia, R. (1989). Cultures of Solidarity. London: University of California Press Mezirow J. (2000). Learning To Think Like an Adult Core Concepts of Transformation Theory Learning as Transformation. Critical Perspectives on a Theory in Progress. In: Mezirow. Jack et. al. (Hg.). San Francisco: Jossey-Bass, 3-33. Özuğurlu M. (2009). Sınıf Çözümlemesinin Temel Sorunsalları. Praksis Dergisi, 8, 29-50. Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri Eminalp Malkoç İTÜ, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Giriş Meslek, 15 Aralık 1924 ile 1 Eylül 1925 tarihleri arasında haftalık resimli bir gazete kimliğiyle toplam 38 sayı olarak yayımlanmıştır. Gazetede, başyazar Muhittin Birgen ile birlikte Memduh Şevket (Esendal), Ziyaettin Fahri (Fındıkoğlu), Sadri Ethem, Zeki Cemal (Bakiçelebioğlu) ve daha birçok ismin imzalarını taşıyan yazılar çıkmıştı. Meslek gazetesi, ticaret ve sanayi alanlarındaki hareketlilikleri kapsar şekilde ekonomik gelişmeleri kamuoyuna yansıtmış; haber niteliğindeki yazılarla düşünce yazılarına da yer vermişti. Muhittin Birgen aracılığı ile “iktisadi bir gazete” olarak tanımlanan Meslek, adından da anlaşılacağı üzere mesleki temsil düşüncesinin savunulduğu süreli bir yayın organı idi. Meslekçilik, mesleki temsil düşüncesi ve mesleki temsil hareketlerinin doğal bir esprisi olarak gazete tarafından meslek kuruluşları/örgütlenmeleri takip edilmişti (Arıkan, 2007, ss. 60-63; Koraltürk, 2001, ss. 83-86)1. Bu çizgide baro, muallimler cemiyeti ve diğer meslek örgütleri hakkında yazı ve haberler yayınlanmıştı. Meslek gazetesinde çeşitli esnaf cemiyetleriyle meslek örgütleri hakkında yazı ya da haberler yayınlanırken başta Zeki Cemal olmak üzere çeşitli yazarların kaleminden “amele hayatı”, “amele hareketleri” ve “amele tarihi” gibi başlıklar altında Türkiye’deki işçi sınıfının geçmişi ve örgütlenmeleri değerlendirilmişti. İşçi tarihinin yapraklarını aralayan ve işçilerle ilgili güncel olaylara yer veren gazete, zaman zaman işçiler hakkındaki tarihsel gelişmelerle güncel ve popüler haberlere oldukça eleştirel yaklaşmıştı. Meslek, özellikle 1925 yılının işçilerle ilişkili gelişme ve olaylarını aktarırken Türkiye ile sınırlı kalmamış, bazı sayılarında bu sınıfla ilgili dünyadaki tarihsel olayları ya da işçileri etkileyen güncel gelişmeleri kamuoyuna aktarmıştı2. Bu çalışma, Muhittin Birgen, meslekçilik, erken Cumhuriyet döneminde meslek örgütlenmeleri ile ekonomik yapılanma gibi konular açısından oldukça değerli -ve hatta 1 Meslek gazetesinde tıp alanıyla ilgili yazılar da çıkmıştı. Bunlar Türk doktorluğu, Anadolu’da Yunan doktorları, doktor jenerasyonlarının çekişmesi, Tıp Fakültesi ve sorunları hakkındaydı (Özel, 2006, ss. 253-258). 2 Meslek gazetesindeki dış dünyadan haberlere örnekler: Meslek gazetesi, 1918 yılından itibaren Avrupa’nın önemli meselelerinden birinin sınıf mücadeleleri olduğunu ve bu mücadelenin merkezi durumunda Rusya’nın bulunduğunu, Üçüncü Enternasyonel’in kontrolünde burjuvaya karşı şiddetli bir mücadelenin yürütüldüğünü yazmıştı. Gazeteye göre Rusya’da işçilerle köylüler arasında menfaat çatışması bulunuyordu ve bu kesimler arasındaki uçurum giderek artıyordu. Aralarındaki anlaşmazlıkların yanında Rusya’da şehirli, işçi ve köylünün durumunun iyi olmadığı ileri sürülmüştü (M. 15 Kanun-ı Evvel 1340/Aralık 1924, s. 18). Meslek, İngiltere’de Mesai Fırkası’nın kongresini, Nisan sonlarında haber yapmıştı. Mesai Fırkası, kongre sırasında iktidarda iken sosyalist programı uygulamakta zayıf ve aciz kaldığı eleştirilerine maruz kalmıştı (M. 28 Nisan 1925 s. 4). bilimsel- verileri içeren Meslek gazetesinin işçilere yönelik yayınlarını ve işçi sınıfına yaklaşımını incelemektedir. Basın-işçi ilişkileri hakkında yapılmış bilimsel çalışmalara katkıda bulunmak düşüncesiyle hazırlanan bu araştırma, Meslek özelinde basındaki işçi algısını ön plana çıkartarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında işçi sınıfına farklı ve objektif yaklaşmaya çalışan yayın organlarının bulunduğunu, bunların aynı zamanda işçilere yönelik toplumsal algının bir boyutunu oluşturduklarını ortaya koymayı amaçlamaktadır3. Meslek Gazetesinin İşçi Sınıfına Yaklaşımı İstanbul’da istikrarsız da olsa küçük çapta bazı sanayi girişimlerinin göze çarptığı 1924 sonlarında çıkmaya başlayan Meslek, meslek örgütlenmelerini izlemiş ve bu yapılanmalara “tedkik ve takip ideceğiz ve onlara daha şuurlu bir yolun nerelerden geçtiğini göstermeye çalışacağız” iddiasıyla yaklaşmıştı. Gazetede avukat, öğretmen ve diğer çalışan kesimlerin meslek örgütlenmeleriyle birlikte işçi yapılanmaları da değerlendirilmişti (M. 15 Aralık 1924, ss. 23-24). Meslek’in açıklamasıyla Türkiye’de “amele hayatı uyanmaya başlayalı çok az zaman olmuş”tu ve “amele cemiyetlerinin teşkilatı da çok yeni” idi. Bununla birlikte “şurada burada hayli iyi şerait içinde kurulmuş amele cemiyetlerine tesadüf” ediliyordu. Fakat işçilerin sendikacılık açısından bilgi ve donanımları yeterli düzeyde olmadığından böyle örgütlenmelerden yeterince yararlanamadıkları gibi işçilerin bilgi eksiklikleri ya da düşünsel donanımsızlıkları çeşitli parti veya şahıslar tarafından istismar edilmelerine yol açıyordu. Gazete bu perspektiften yaklaşarak Sosyalist Hilmi’yi ön plana çıkarmış ve ona çeşitli suçlamalar getirirken bir yandan da işçi örgütlenmelerine siyasi fırka müdahalelerinin bu örgütlerin (ya da böyle yapılanmaların) geleceğini olumsuz yönde etkileyeceğini ileri sürmüştü. Meslek’te “…gerek amele gerek herhangi bir meslek mensubları için ilk söyleyeceğimiz şey, kendi meslek işlerini, bizzat o mesleğin içinden yetişmiş ve meslekde elan fiili bir rol sahibi insanlara tevdi etmek mecburiyetindedirler” görüşü işlenmiş ve bu noktadan hareketle Şirket-i Hayriye memurlarının kurdukları cemiyetin başına gazeteci Ethem Ruhi’yi getirmeleri eleştirilmişti (M. 15 Kanun-ı Evvel 1340/Aralık 1924, s. 23; M. 13 Kanun-ı Sani/Ocak 1341/1925, s. 18). Nitekim Ocak ortalarında gazetede geçim sorunu içinde olan işçilerin sosyal-siyasal ve kültürel çizgide kendilerini geliştiremedikleri belirtilmiş ve her ne olursa olsun “kendi işlerini kendileri derecesinde” başarıyla bir başkasının yürütemeyeceği vurgulanarak işçilere “Kendinizi idare ediniz aranıza yabancı sokmayınız!” önerisiyle seslenilmişti (M. 13 Ocak 1925, s. 18). Meslek devleti kurulmasını savunan gazete, 1925’in ilk aylarında, siyasi amele fırkasının kurulması gündeme geldiğinde, sayısı az olan işçilerin gözlerini açık tutarak 3 İşçilere yönelik farklı bir bakış açısını Süleyman Nazif, 8 Ocak 1925 tarihli Son Telgraf’ta şu sözlerle ortaya koymuştu: “Tamir edilmekte olan bir kaldırım mürûrü ubûru [geliş gidişi] işkâl ediyordu [zorlaştırıyordu]. Çalışan ameleden birinin biraz öteye çekilerek, yol vermesini nâzikâne ihtar eden, temiz giyinmiş, kibâr tavırlı bir adama o işçi müteazzım [büyüklük taslayan] ve kaba bir edâ ile şu cevabı verdi: -Ben ameleyim. Ve amele efendidir. İşime sen karışamazsın. Dünyada hiçbir millet-i mütemeddine [gelişmiş milletler] yoktur ki efrâdının seviye-i akliye ve ilmiyesi aynı derecede olsun. Bu tefâvüt [farklı oluş], tabakat-ı içtimâiyede de farkı icâb eder. Dünya devam ettikçe sınıflar ihtilaf edecektir. Avrupa’daki amele burjuvaziye karşı hüsn-i niyet ve muhabbet beslemez. Fakat hiçbir yerde bir kaldırım ırgadı, kendine sınıfen ve imlan mütefevvik [üstün] bir vatandaşın daima geçebileceği bir yoldaki hakk-ı mürûrunu [geçiş hakkı] nez’ etmeye [kaldırmaya] kadir değildir. Ve bu onun hatırına bile gelmez, meğer ki sarhoş ola! ... Bu zavallı kaldırımcıyı İştirakçi Hilmi nâmıyla bir zaman İstanbul’un sathında bir kasırga gibi geçip gitmiş olan mahlûk bir terbiyesiz, mütecâviz ve bedmest [kötü sarhoş] etmişti…” (Demirel, 1994, s. 48). kuvvetli meslek örgütleri oluşturmalarını tavsiye etmiş ve siyasi fırka oluşumuyla kazançlı çıkamayacaklarını değerlendirerek “... bir takım politikacıların ve mesleksiz tufeylilerin bu defada millet mefkuresi sırtından kalkıp amele mefkuresi sırtına binerek o suretle geçinmeleri demek olacaktır” yorumunu yapmıştı. İlginçtir; işçi hakları doğrultusunda politikaya bulaşan işçilerin ellerindeki nasırların yumuşayacağı ve işçi menfaatlerine ihanet edeceklerinin şüphesiz olduğu kesinlik taşıyan ifadelerle gazetenin satırlarına yansıtılmıştı (M. 13 Ocak 1925, s. 18). Meslek’in işçilere yönelik yaklaşımı, özel yer ayırdığı -hatta bilimsel düzeyde incelemeler niteliğinde ele alınabilecek- kömür havzalarıyla kömür işçileri hakkındaki yayınlarında da görülebilmektedir. Gazetenin tanımlamasıyla kömür havzalarındaki bütün madencilerin başlıca sermayesi ellerindeki ruhsatlarla ucuz ücretle istihdam ettikleri işçilerdi (M. 10 Mart 1925, s. 4). Bunun yanında Ereğli kömür havzasındaki işçi kitlesi, genel sanayi [sanayi-i umumiye] işçileri ve özel sanayi [sanayi-i hususiye] işçileri olmak üzere iki başlık altında sınıflandırılmıştı. Genel sanayi işçileri tesviyeci, tornacı, marangoz gibi sanat sahiplerinden özel sanayi işçileri ise kazmacı, tamirci, yıkayıcı, lağımcı ve yükleyicilerden [tahmilci] oluşuyordu. Kömür işçilerinin % 90’ını oluşturan özel sanayi işçileri madenlerde iş bulamadıklarında asıl meslekleri olan çiftçiliğe dönmekteydiler ki bunlar için aslında işçilik geçici bir ara formüldü. Bu noktada Meslek, işçi sınıfını yaratmak için bu iki yönlülüğe son verilmesi gerektiğinin altını çizmişti. Ayrıca gazete, limandaki nakliye ve yükleme-boşaltma işlerini yürüten, hemen tamamı Ereğli halkından olan işçiler hakkında da yaptıkları işlerden kazançlarına kadar oldukça doyurucu bilgileri kamuoyuna aktarmıştı (M. 3 Mart 1925, s. 8). Kömür havzasındaki işçilerin geldikleri yöre ya da bölgeye göre farklı işlerde çalıştıklarını belirleyen gazete, çalışma şekillerinin farklılığının paralelinde değişen bir ücretlendirmenin geçerli olduğunu ortaya koymuştu. Meslek, kömür madenlerinin işletme ve çalışma şekilleri hakkında oldukça gerçekçi hatta ayrıntılı bir çerçeve oluşturduktan sonra Amele Kanunu’nun çalışma saati ilgili sekizinci ve ücretlendirmeye yönelik on birinci maddelerini4 aynen aktararak çelişkiyi ve çarpıklığı ortaya koyacaktı (M. 7 Nisan 1925, s. 2). Öte yandan gazetenin aktardıklarına göre 17 Mart 1925 tarihinde TBMM’de Ticaret Vekaleti Bütçesi görüşülürken Yusuf Akçura, Zonguldak-Ereğli kömür havzasındaki bazı sorunları gündeme getirmişti. Bu sorunlar arasında madenlerdeki çalışma saati fazlalığı, işçilerin eski dönem araçlarıyla madenlerde taşıma yapmaları ve sağlık şartlarının olumsuzluğu vardı. Ortaya atılan bu sorunlar karşısında Ticaret Vekili Ali Cenani Bey, bir yandan buradaki işletmenin yeniden düzenlenmesi gereğini dile getirmiş, diğer yandan Akçura’ya “… Amele Kanununun sekizinci maddesinde saat-i mesai 8 saat olarak tesbit edilmiştir. Bu sekiz saat memleketimiz için muvafık mıdır, değil midir? Bu başka bir meseledir. Ancak ben zannediyorum ki kanun tamamiyle tatbik edilmektedir. Edilmesi lazımdır…” ifadeleriyle cevap vermişti5. Meslek ise TBMM’de kömür havzası için hazırlanan kanunda çalışma 4 Madde 8: Mesai-i yevmiye ale-l-ıtlak [genel olarak] sekiz saattir. Bu müddetten fazla çalışmaya hiçbir işçi icbar edilemez. Sâât-i mesai [çalışma saatleri] haricinde tarafeynin rıza ve muvafakatiyle iki kat ücrete tabidir. Tahte-l-arz [yer altı] mesafede nüzül ve suud [inmek ve çıkmak] için geçen müddet sekiz saate dahildir. Madde 11: Maden ocaklarında çalışan amelenin hadd-ı asgari ücreti ocak amil (vergi tahsilinden sorumlu kimse) ve mültezimleriyle Amele Birliği ve İktisat Vekaleti tarafından müntahab [seçilmiş] üç zat marifetiyle tayin olunur. 5 Görüşmeler sırasında Yusuf Akçura uzun uzun incelemelerini anlatmış ve “Elyevm bir amele kanunu bilhassa Zonguldak Kömür Havzası hakkında yapılmış 10 Eylül 1337 tarihli Amele Kanunu mevcuttur. İhtisasat ve müşahedatım bu kanuna tevafuk etmemektedir” demişti. TBMM tutanaklarına göre Ali Cenani Bey “Efendiler! Ereğli madenleri bu memleketin en mühim servetidir” diyerek söze başlamış, bununla birlikte maden işletmelerinin durumlarının iyi olmadığını anlatmıştı. Çalışma saati konusunda ise “Buyuruyorlar ki, saati mesai sekizdir. Evet, Amele Kanununun sekizinci maddesi, mesai müddetini sekiz saat olarak tespit etmiştir. Sekiz saat mesai bizim memleket için nafi [menfaatli] midir, değil midir? O meseleyi Mesai Kanununda münakaşa edeceğiz. O ayrı bir meseledir. Bugün iktisat alemlerinde başka türlü nazariyeler vardır. Fakat şimdi kanunun saatinin 8 saat olarak belirlendiğini ve Ticaret Vekaleti tarafından düzenlenerek TBMM’ye gönderilen kanunda da madenler için 8 saat çalışma süresinin kabul edildiğini hatırlatmıştı. Ancak gazetenin incelemeleri, madenlerde çalışan işçilerin bir kısmının bu saatin altında faaliyet gösterdiğini, % 85’i aşan orandaki bir işçi kitlesinin ise çok daha fazla, 10 ya da 12 saat çalıştığını gün ışığına çıkarmıştı (M. 31 Mart 1925, s. 11). Meslek’in Perspektifinden Türkiye İşçilerinin Geçmişi Zeki Cemal’in Kaleminden İştirakçi Hilmi ve İşçi Örgütlenmeleri Meslek’te Zeki Cemal Bey’in Türkiye’deki işçilerin geçmişiyle ilgili yazıları, bir dizi olarak yayımlanmıştı6. Yazar, işçi hareketlerinde elebaşı olarak nitelendirdiği Hüseyin Hilmi Bey’in “Nihayet sözde bir Sosyalist Fırkası” kurduğunu ve bu partinin 20 Temmuz 1335 [1919]’teki kongresinde kabul ettiği tüzükle ünvanını Türkiye Sosyalist Fırkası olarak belirlediğini yazmaktadır. Bu tüzükte Hilmi Bey “la-yen-azl [azlolunamaz] ve daimi reis” olarak kabul edilmişti (M. 5 Mayıs 1925 s. 11). Zeki Cemal Bey, ülkede sermaye ve işçi diye kuvvetli iki kitlenin şekillenmesine/ayrılmasına neden olan ve işçileri siyasi-sosyal mücadeleye iten Hilmi Bey’in hayatının şaşırtıcı olduğunu ifade etmişti. Hilmi Bey, Meşrutiyet öncesindeki İstibdat devrinde İzmir’de “sivil taharri” memuru idi. Zeki Cemal Bey, “ayrıca hususi hafiyelik vazifeleriyle meşgul olmaya başla”yan Hilmi Bey’in, oradaki yüksek dereceli memurlarla arasının iyi olduğunu ve mesleği icabı İzmir’de küçükten büyüğe herkesin tanıdığı şahsiyetler arasına girdiğini vurgulamıştı. İzmir günlerinde Baha Tevfik ile tanışan Hilmi Bey, babasının ölüm haberi üzerine onunla birlikte İstanbul’a gelmişti. Babasından miras kalan evi 800 liraya satmış ve taharri memuriyetinden istifa etmiş; bir süre sonra Romanya’ya seyahat gerçekleştirmişti. Zeki Cemal Bey, Hüseyin Hilmi’nin Bükreş’te kırmızı gömlek giyen ve tezahürat yapan insanlarla karşılaştığını biraz alaylı bir üslupla aktarmıştı. Hüseyin Hilmi Bey, oldukça eğitimli bir hanım olan kaldığı otelin sahibinden bu insanların işçi ve sosyalist olduklarını öğrenmişti. Yazarın anlatımı çerçevesinde Hilmi Bey, bu hanımdan ilk derslerini alırken bu düzeni Türkiye’ye uygulamayı düşünmüştü. Yazarın yine alaylı üslubuyla 20 günlük gezinin sonrasında “Hilmi Efendi Romanya’dan Sosyalist Hilmi Arkadaş olarak İstanbul’a gelmişdir” (M. 5 Mayıs 1925, s. 11). Hilmi Bey’in İstanbul’a geldiği günlerde Meşrutiyet ilan edilmişti ki bu gelişme onun hareket alanını genişletecekti. Evin satışından kalan parayla Baha Tevfik ile İştirak7 gazetesini çıkartarak propagandaya başlayacaktı. Öte yandan Zeki Cemal, sosyalizmi savunan yazıları Baha Tevfik’in yazdığını, imzayı Hüseyin Hilmi’nin attığını ileri sürmüştü8. Baha Tevfik’in de İstanbul’da kötü şöhretiyle tanındığının altını çizmiş, İttihat ve Terakki iktidara geçtiği tespit ettiği şekil, sekiz saattir. O halde kanunun ahkamını tatbik etmelidir ve tatbik edilmektedir. Ocakların dahilinde yapılan işler götürü veriliyor. Oradaki amele bu işleri götürü olarak almıştır” açıklamasını yapacaktı. (TBMM ZC, 17.3.1341, ss. 551-561). 6 Zeki Cemal’in dört bölümlük dizisi, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri adlı bu araştırmanın kaleme alınmasından birkaç ay önce başka bir eserde yayınlanmıştır (Erdem, 2012, ss. 216-227). 7 Gazeteyi Osmanlı Sosyalist Fırkası çıkarmıştı. Sahibi ve Mesul Müdürü Hüseyin Hilmi idi (Duman, 2000, s. 443). 8 Süleyman Nazif de “Hilmi’nin İştirak gazetesini Baha Tevfik yazardı” diyecekti (Demirel, 1994, s. 49). zaman hiçbir maddi menfaate sahip olamadıklarını ve bu fırkaya muhalefet ettiklerini belirtmişti. Ahmet Samim Bey’in İttihatçılar tarafından öldürülmesi üzerine İştirak gazetesinin sahipleri özel bir sayı çıkartarak İttihat ve Terakki’ye karşı bütün kin ve garezlerini sergilemişlerdi9. Bunun üzerine İttihat ve Terakki hükümeti, İştirak gazetesini kapatmış ve Hilmi Arkadaş Bilecik’e sürülmüştü10. Böylece gazete ve sahibinin etkinliklerine son verilmişti (M. 5 Mayıs 1925, s. 11). Hilmi Arkadaş ise Bilecik’te sürgün bulunan Şeyhülislam Mustafa Sabri Hoca ile tanışmış ve onunla dostluk kurmuştu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İttihatçılar iktidardan düşünce Mustafa Sabri Hoca ile Hilmi Arkadaş yeniden İstanbul’a geleceklerdi. Zeki Cemal Bey, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın iktidarı sırasında, Mustafa Sabri Hoca aracılığı ile Hilmi Arkadaş’ın değerinin arttığını vurgulamıştı. Ayrıca onun Çatalca Mutasarrıflığı görevini kabul etmediğini, asıl isteğinin kırmızı gömlekli bir işçi kitlesinin başına geçmek olduğunu yine alaycı bir üslupla anlatmıştı. İstanbul’un işgal altına girdiği bu süreçte Hilmi Arkadaş, İstanbul’a gelen ve “ameleci” olarak tanınan Doktor Refik Nevzat ile birleşerek yeni bir Sosyalist Fırkası Nizamnamesi hazırlamıştı. Fakat Hilmi Arkadaş’ın kendisini daimi başkan olarak tüzüğe koyması yüzünden bu birliktelik uzun sürmeyecekti. Diğer yandan Hilmi Arkadaş, Şeyhülislam Mustafa Sabri Hoca ile yine kendisini çok seven Dahiliye Nazırı Ali Rıza Paşa’yı ikna ederek fırka tüzüğünün değiştirilmeden Heyet-i Vükela’da kabul edilmesini sağlamıştı (M. 5 Mayıs 1925, s. 11). Bu aşamadan sonra Hilmi Arkadaş yardımlaşma (teavün) sandıkları etrafında toplanan işçilere yönelecekti. O sıralarda Kasımpaşa Seyr-i Sefain Fabrikası işçileri bir yardım sandığı etrafında toplanmışlardı. Ayrıca Yedikule’deki debbağhane işçileri de örgütlenme sürecindeydiler. Anadolu Şimendifer memur ve işçileri de bir cemiyet kurmuşlardı. Hilmi Arkadaş bu yapılanmalarla temasa geçerek faaliyetlerine başlamıştı. İşçi sınıfının geçmişini İştirakçi Hilmi’ye odaklanarak aktarırken sürekli olarak onun Romanya’da kaldığı otelin önünde gördüğü kırmızı gömlekli işçi kitlesinin bir benzerini Türkiye’de oluşturup başına geçmekten başka bir şey istemediğini alaylı şekilde vurgulayan Zeki Cemal Bey, 12 Mayıs tarihli yazısında fırkanın tüzüğünü, fırkaya giriş şartlarını ve fırkanın şube teşkilatını yayınlanmıştı11 (M. 12 Mayıs 1925, ss. 14-15). 26 Mayıs tarihli makalesinde ise Sosyalist Fırkası’nın programı içinde Hüseyin Hilmi’nin menfaatinin okuyucular tarafından rahatlıkla fark edilebileceğini yazmış ve programın hükümetin 9 Ahmet Samim, 9-10 Haziran 1910 gecesi öldürülmüştü. Bunun üzerine İştirak gazetesiyle Servet-i Fünun dergisi özel yayın yapmışlardı (Hastaş, 2012, ss. 74-77). 10 Süleyman Nazif, İştirakçi Hilmi’nin ilk kez Kastamonu’ya sürüldüğünü ve Balkan Savaşı’nın çıkışından hemen önce tekrar İstanbul’a dönebildiğini, daha sonra İttihat ve Terakki tekrar iktidara gelince yeniden sürüldüğünü yazmaktadır (Demirel, 1994, s. 49). Farklı kaynaklarda sırasıyla Sinop, Bilecik, Çorum ve Bala’da sürgün hayatı yaşadığı yazmaktadır (Erkek, 2012, s. 113; Erdem, 2012, ss. 60, 62). 11 Bu tüzükte fırka mebusları “sermayedaran sınıfının her dürlü tahakkümünü hükümete karşı protesto ve bütçenin bilcümle tahsisat-ı mesturesini reddedecektir” deniliyordu. İşçi hak ve siyasi özgürlükleriyle yaşam şartlarının iyileştirilmesi ve sınıf mücadelesinin kolaylaştırılması için çalışacakları söyleniyordu. Fırkanın adı ve daimi reis olarak Hüseyin Hilmi tanımlandıktan sonra fırka kurucularına beş senelik siyasi genel muamelatı düzenleme yetkisi verilmişti. Fırka kongresinin yetkisi tanımlandıktan sonra program ortaya konulmuştu. Programda seçim süresinin iki seneye indirilmesi, basın hürriyetiyle toplumsal-sosyal hürriyetin sağlanması, din ve mezhebin hususi meseleler olarak anlaşılması, ücretsiz eğitim ve idam cezasının kalkması dikkat çeken maddeler arasındadır. İnsanların doğal ihtiyacı olan maddelerden vergi alınmaması, işçi ve çiftçilerin ödedikleri vergilerin kaldırılması, banka, maden ve benzeri kurumların devletçe işletilmesi, işçilerin korunması, sekiz saat mesai yapmaları, tatil hakları ve çocukların (14 yaşından küçük erkek ve 16 yaşından küçük kız çocukların) çalıştırılmamaları diğer göze çarpan konulardandı. Bunların yanında iş yerlerinin denetimi, grev ve sigorta haklarına yer verilmişti. incelenmesinden kaçırılarak onaylatılması çabalarını, görüşlerini destekleyen veriler olarak sunmuştu. Özetle yazar, Hilmi Arkadaş’ı samimi olmamakla suçlamıştı. Ancak yazarın aktardığına göre onun programdaki bütün menfaatçi hedeflerine rağmen Sosyalist Fırkası işçilerce benimsenmiş ve işçi çevreleri (Tramvay, Şirket-i Hayriye, Haliç, Kazlıçeşme ve Debbağhane gibi) partiye kayıt olmaya başlamışlardı (M. 26 Mayıs 1925, s. 9). Zeki Cemal Bey’in anlatımıyla, fırkaya kayıtların 50 kişiye ulaşmadığı bir sırada Kazlıçeşme Debbağhane amelesi kendileri bile nedenini bilmeden grev ilan etmiş ardından fırkaya kayıt olmuşlardı. Bunun üzerine Hilmi Arkadaş, işçi temsilcilerini davet ederek grevin sebebini öğrenmeye çalışmıştı. Bu arada işçilerin greve giderken parasız oldukları ve bu nedenle amele hamisi olan fırkadan yardım bekledikleri ortaya çıkmıştı. Geliri 5 lirayı aşmayan fırkanın Sirkeci’de Hocapaşa’da ufak bir yer kiraladığını anlatan Zeki Cemal Bey, partinin parasının bulunmadığının altını çizmişti. Bunun yanında olumsuz şartların geçerliliğine rağmen Hüseyin Hilmi Arkadaş’ın yakaladığı fırsatı kullandığını ve kısa süre içinde 800 altın lira bulduğunu belirtmişti. Bu meblağın desteğiyle 10 gün süren grevden sonra Hilmi Arkadaş, fabrika sahipleriyle görüşerek işçiler lehine bir anlaşma imzalamayı başaracaktı. Bu başarının sonucunda fırka, 90 işçiyi birden kazanmıştı. Bu arada Zeki Cemal Bey, gidişatı değiştiren 800 liralık meblağın kaynağının meçhul olduğunu sık sık hatırlatmayı ihmal etmemişti. Komünistlerden paranın sağlandığı söylentilerini ise Hilmi Arkadaş’ın o cepheye pek hizmet etmediği gerekçesiyle inandırıcı bulmamıştı. Ancak sonuç itibariyle bu meblağın yarattığı olanaklarla grev başarıyla tamamlanmış ve Sosyalist Fırkası, İstanbul işçileri arasında ciddi bir popülarite kazanmıştı (M. 26 Mayıs 1925, s. 9). Debbağhane’deki grevden beş-on gün sonra Kasımpaşa Tersane Fabrikası’nda çalışan işçiler greve gitmiş ve hemen Sosyalist Fırkası’na geçmişlerdi. Hilmi Arkadaş, grev nedenini araştırdığında yine belirgin bir etkenle karşılaşmamış fakat işçilerin daha önce oluşturdukları yardım sandığında büyük miktarda para olduğunu öğrenmişti. Bu parayı fırkaya geçirdikten sonra ameleye günlük yevmiye olarak dağıtmaya başlayacaktı. Toplam miktarın 400 liraya düştüğü sıralarda fabrika ile anlaşma sağlanmıştı. Ulaşılan bu sonucun paralelinde Hilmi Arkadaş, fabrikanın bütün işçilerini fırkaya üye yapmayı başarmıştı. Zeki Cemal Bey, bu iki grevden sonra Hüseyin Hilmi Arkadaş’ın göğsünü gererek dolaşmaya başladığını yazacaktı. Hilmi Arkadaş’ın Mustafa Sabri Hoca aracılığı ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidarı tarafından da saygın biri olarak kabul edildiğini ve bu fırka ile Hüseyin Arkadaş’ın arasının gayet iyi olduğunu da aktarmıştı. Zeki Cemal’in anlattıklarına göre, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın lideri Sadık Bey, Hilmi Arkadaş’a İngilizlere sunulmak üzere tavsiye mektubu vermişti. Burada Hilmi Arkadaş için “Deli doludur ama Sosyalistlikten falan anlamaz kendisinden de çok istifade edilir” yazıyordu. Bunun üzerine İngiliz İşgal Kuvvetleri yetkililerince Hilmi Arkadaş için bir izin kağıdı düzenlenmişti ki bu izin ona İstanbul’da geniş bir hareket olanağı sağlayacaktı. Oysa o tarihe kadar Hüseyin Hilmi Arkadaş’ın faaliyetlerinden rahatsız olan İngilizler, onu engellemek kararında idiler. Böylece İştirakçi Hilmi ve partisi bir engeli daha aşmıştı (M. 26 Mayıs 1925, s. 9). Bu dönemde Hilmi Arkadaş, Tramvay işçilerinden Vatman Kenan Efendi ile tanışacaktı. Kenan Efendi, Tramvay işçilerinin kötü durumu nedeniyle örgütlenme süreci başlatmış ve “Vatman İttihadı Cemiyeti”ni kurduktan sonra Hilmi’den yardım istemişti. Bu arada Hilmi’ye Tramvay işçileri hakkında bilgi de vermiş (M. 26 Mayıs 1925 s. 9); işçilerle temastan önce örgütlenme için güçlü bir gerekçe ve işçi yararına bir sonuç oluşturmak gerektiğini söylemişti. O günlerde Tramvay işçileri en fazla 50 kuruş yevmiye ile haftalık tatil olmaksızın sabah altıdan gece yarısına kadar çalışmak zorundaydılar. Oldukça olumsuz şartların hüküm sürdüğü bu ortamda Hilmi Arkadaş ve Kenan Efendi, önce 50-60 kişilik bir işçi grubuyla görüşmüşlerdi. Ardından Hilmi Arkadaş, Kenan Efendi’yi yanına alarak işgal kuvvetleri kumandanlarından İngiliz Miralay Maxwell’e giderek yardım istemişti12. Maxwell, şirket temsilcilerini davet ederek odasında Hilmi Arkadaş ve Kenan Efendi’yle toplanmalarını sağlamıştı. Maxwell, işçilere 1 lira yevmiye verilmesini istemiş fakat şirket buna uygun davranmayınca Hilmi Arkadaş, 10 Mayıs 1336[1920]’da tramvay işçilerinin grevini başlatmıştı (M. 26 Mayıs 1925, s. 10). Böylece Tramvay Şirketi’nin Şişli, Beşiktaş ve Aksaray depolarında grev kararı alınmış ve işçiler, birden şirkete karşı tavır almayı uygun bulmasalar bile baskı oluşturmanın zorunluluğuyla greve yönelmişlerdi. İşçi reisleri, en azından birkaç tramvay çıkarmaya çalışsalar da işçilerin yanlarında anahtar ve kol gibi ekipmanları götürmelerinden dolayı başarılı olamamışlar ve dolayısıyla sert bir grev kendisini göstermişti. Şirketin müracaat edeceği mahallere Hilmi Arkadaş daha önce ulaşarak işçilerin zor şartlarını anlatmıştı. Bu arada Tramvay Şirketi, Hilmi Arkadaş hakkında araştırma yaparak, onun İngilizlerle Hürriyet ve İtilaf Fırkası tarafından saygın bir şahıs olarak görüldüğünü anlayınca işçilerle görüşmeyi tercih edecekti. Görüşmeler sırasında, işçilerin hemen işbaşı yapmaları şartıyla işçi taleplerinin kabul edileceği bildirilmişti. Fakat 5 günlük görüşmeler işçiler açısından olumlu sonuçlar vermeyince ikinci kez grev ilan edilecekti (M. 2 Haziran 1925 s. 9). İşçi kesiminin sürekli greve gitmesi dönemin sadrazamı Damat Ferit Paşa’yı rahatsız etmişti. Bundan dolayı Hilmi Arkadaş’ı görüşmek üzere çağırttırmış; görüşmelerde işçilerin durumunu öğrenince şirket temsilcileri ile Hilmi Arkadaş’ı Baltalimanı’ndaki yalısında bir araya getirmişti. Bu görüşmeye şirket adına Hanzez ve Kifner (ya da Keyfner?), Damat Ferit Paşa’yı temsilen Polis Müdürü Hasan Tahsin Bey katılmışlardı. Görüşmeler sonunda tarifeye % 20 zam yapılırken işçinin yevmiyesi asgari 100 kuruş olarak belirlendi. Şirket bazı işçi taleplerini yerine getirmeyi de üzerine almıştı. Bu bağlamda haftada bir gün tatil, daimi işçilerin gece işlerine % 25 zam, 9 saatten fazla çalışmaya bir yevmiye ile % 25 zam, iş sırasında yaralananlara tam yevmiye, hastalananlara 3 gün birer yevmiye, 3-10 güne kadar yarımşar yevmiye, 10 günden 3. ayın son gününe kadar tam yevmiye verilmesi, hastaların evine doktor gönderilmesi ve yevmiyeli hizmetliler için bir ihtiyat ve yardım sandığı kurulması şirketçe kabul edilmişti. İşçilerse 18 Mayıs günü işe döneceklerdi. Yazara göre bu sonuç, Hilmi Arkadaş ve Sosyalist Fırkası için güçlü bir reklam olmuştu. Fırkaya kayıtlar ciddi derecede artmış ve Tramvay Şirketi, Şirket-i Hayriye ile Haliç İdarelerine mensup üst düzey memurlar yüksek giriş ücretleriyle partiye kayıt olmuşlardı. Hatta üye olmayan memurlar şirketlerin baskısıyla üye yapılmışlardı. Tramvay Şirketi’nin İşletme Müdürü Jile’de bunlar arasında yer almıştı. Bu başarının ardından fırkanın genel merkezi olarak Divanyolu’nda bir konak kiralanmış ve Reis Hilmi Arkadaş’a Sosyalist Fırkası armasını taşıyan kırmızı bir araba tahsis edilmişti (M. 2 Haziran 1925, s. 9). Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi ve Tramvay Amelesi Meslek gazetesinin -Zeki Cemal’in yazıları dışında kalan- işçi tarihi ile ilgili verileri, büyük ölçüde Tramvay işçileriyle kömür havzalarının çalışanları13 üzerinde toplanmaktadır. Nitekim 12 Süleyman Nazif, İngilizlerle işbirliği hakkında “İngilizlere istinâd ederek, amele sınıfının mukadderâtına mütehakkimâne ve hâkimâne vaz’-ı yed ediyordu [el koyuyordu]” diye yazmıştı (Demirel, 1994, s. 49). 13 Meslek gazetesinin 1925 başlarındaki anlatımıyla, Zonguldak-Ereğli deniz işçileri arasında dört sene öncesine kadar kahyalık düzeni geçerliydi. Bu düzen 1337 [1921] yılı başlarında Zonguldak Madeni Amele Müfettişliği’nce esasen özel kanunla kaldırılmış, kahyalığın pratik uygulamasına son verilmişti. Bundan sonra yeni bir talimatname hazırlanıncaya kadar bir süre deniz işçilerinin düzenlemeleri müfettişlikle Maden Müdürlüğü tarafından ortak yürütülmüştü. 1923 yılında -bir buçuk sene evvel- ise özel bir talimatname ile Deniz Nakliyat ve Tahmilat Derneği faaliyete geçirilmişti. Bu yapılanma ile işçilerin durumu bir ölçüde düzeltilmişti. Dernek özellikle işçiler ve ailelerinin sağlık hizmetleri açısından olumlu adımlar atmıştı. Deniz işçilerinin sayı ve Meslek’te, işçilerin örgütlenme ve birleşme çalışmalarında Tramvay işçilerinin öncü oldukları ifade edilerek yayın açısından onlara özel yer ayrıldığı vurgulanmıştı. Tramvay Şirketi’nde çoğunluğunu biletçiler, kontroller ve vatmanların oluşturduğu süpürücüler, istasyon memurlarıyla yol müfettişlerini kapsayan birçok farklı alanda çalışan personel bulunuyordu ki Meslek bunların hepsini Tramvay işçileri olarak tanımlamıştı. Tramvay işçileri günde 18-20 saat çalışmak zorunda kaldıkları zaman örgütlenmeye yönelmişlerdi. Bu aşamaya geçiş, işçilerin çabuk anlaşabilmelerinin ve büyük kısmının okuma yazma bilmesinin doğal sonucuydu (M. 21 Nisan 1925, s. 11). Çünkü Tramvay Şirketi, kendisine gelir getirecek biletçilerle, tramvay arabalarını teslim edecekleri vatmanların akıllı ve okuyup yazma bilenlerden oluşmasına özen göstermiş, şirkete girmek isteyen personel adaylarını sıkı sınavlardan geçirmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinden Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasıyla başlayacak Mütareke devrine kadar uzanan süreçte ülke şartlarına paralel olarak işe alınanların eğitim seviyeleri düşmüş ve şirket, işçileri istediği gibi yoğun ve zor şartlar altında çalıştırmıştı. Hatta çalışan personelin yedekleri (ihtiyat amelesi) bile hazır bekletilmiş, bu yedek işçiler çalıştıkları takdirde yevmiye almışlardı. Mütareke döneminin başlarında ordudaki zabit, ihtiyat zabiti ve askerlerin terhis edilmesiyle işsizliğin giderek yoğunlaştığı ortam içinde Tramvay Şirketi ihtiyat zabitleri ile emekli subayları istihdam edecekti. Ordu disiplininden gelen bu çalışan grubu önceki işçilerin yaşadıkları sorunlarla karşılaştıklarında bir yandan çalışırken bir yandan da memnuniyetsizliklerini ortaya koymuşlardı. Yine bu dönemde işçiler arasında örgütlenme fikri filizlenmişti (M. 28 Nisan 1925, s. 9). Gazete “İşte bu sıralarda ortaya Sosyalist Hilmi dereden tepeden toplama malumatıyla elde ettiği Sosyalist fikirlerini memleketimizde tatbik için saha ararken… evvela Tramvaycılarla temas etmiş ve onları cemiyet teşkili için kandırmaya muvaffak olduktan sonra şimendiferciler, Şirket-i Hayriye amelesi ile İstanbul’daki bilumum mesleklere mensup amele sınıflarıyla da temas iderek İstanbul’da muhtelif mesleklere mensup müttehid bir amele kitlesi vücuda getirmeye muvaffak olmuşdur” ifadeleriyle Sosyalist Hilmi’yi eleştirel bir yaklaşımla süreç içerisinde konumlandırmıştı14. Sosyalist Hilmi aracılığıyla gerçekleştirilen örgütlenme sayesinde işçiler, sekiz saat çalışma, her sene birer elbise verilmesi gibi taleplerini Tramvay Şirketi’ne kabul ettirmişlerdi. Bunların yanında amele hakkında karar verecek iki işçi ve iki şirket temsilcisinden oluşan bir heyet (kontranket) kurulması ve yardım (teavün) sandığı oluşturulması kararları alınmıştı (M. 21 Nisan 1925, s. 11). Tramvay işçileri, bu ilk grev sürecinde bir yandan hakiki ihtiyaçlarını incelemiş bir yandan da şirketten isteyebileceklerini belirlemişlerdi. Gazetenin yaklaşımıyla grevin başarısı, grevin çok güzel bir şey olduğu kanaatini yaratmıştı. Hatta diğer şirketlerin işçilerinde de güzel beklentiler ve ümitler uyandırmıştı (M. 28 Nisan 1925, s. 9). Meslek, Tramvay işçilerine Sosyalist Hilmi’nin yaptırdığı ilk grevin ses getirmesi sonucunda “müttehid amele kitlesinin” sayısının birden bire arttığını değerlendirmişti. Gazetenin değerlendirmesine göre, bu artıştan güç alan Sosyalist Hilmi, 1 Temmuz 1335 [1919] tarihinde Sosyalist Fırkası’nı kurmuş ve İdrak15 adlı günlük bir gazete çıkarmıştı (M. 21 Nisan 1925, s. 11; M. 28 Nisan 1925, s. 9). Ancak Hilmi’nin Tramvay amelesine yaptırdığı kadrolarının düzenlenmesinden onların barınma ve mesai giysilerine kadar başarılı sonuçlara ulaşan derneğe, gazete tarafından oldukça olumlu/yüksek bir not verilmişti (M. 3 Mart 1925, s. 8). 14 Sosyalist Hilmi’ye Meslek gazetesindeki gibi yaklaşan, sosyalizm hakkında bilgisinin yetersiz olduğunu ve onun Baha Tevfik’in etkisinde kaldığını ileri süren farklı kaynaklar bulunmaktadır (Erkek, 2012, ss. 111-116). 15 1919 Nisan’ında çıkmaya başlayan gazetenin sahibi Hüseyin Hilmi idi. Mehmet Latif mesul müdürlüğü üstlenmişti (Duman, 2000,s. 402). ikinci grevin başarısızlığı, Sosyalist Fırkası’nın kapanmasına ve işçilerin dağılmasına yol açacak kadar etkili olmuştu. Öte yandan Tramvay Şirketi, işçi örgütlenmesini bölmek için Amele Sıyanet Cemiyeti’ni kurduracaktı. Tramvay Şirketi, işçileri Sıyanet Cemiyeti’ne kaydetmeye ve bu cemiyetin çatısı altında toplamaya çalışmış ancak başaramamıştı. Bunun üzerine Sıyanet Cemiyeti’ne mensup yüksek memurlarla kontroller aracılığı ile cemiyete üye olmayan biletçilerle işçilere baskı uygulanmıştı. Çalışanların haklarında raporlar tutulmuş, soruşturma süresince işsiz-yevmiyesiz bırakılmışlardı. Bu uygulamaların etkisiyle Sosyalist Hilmi’nin tramvay ve elektrik işçilerinden elli kadar arkadaşı, Amele Birliği’ni kurmuşlardı. Bu noktadan sonra Amele Birliği ile Sıyanetçilerin mücadelesi yaşanmıştı. Amele Birliği ise 32 dernek ve 7000 işçilik bir kuvvete dönüşecekti. Ancak bir süre sonra Amele Birliği, işçi olmayanların müdahaleleriyle hükümsüz bırakılınca karşısında güçlü bir örgüt kalmayan Tramvay Şirketi, Amele Sıyanet Cemiyeti’nden desteğini çekmiş, dolayısıyla bu örgüt de dağılmıştı. Tramvay Şirketi’nin baskısı ve Sosyalist Hilmi zamanındaki grev sırasında verilen sözlerin tutulmaması gibi çeşitli neden, etken ya da dinamikler işçileri tekrar hareketlendirecekti. Bu arada işçiler hükümete bağlılıklarını göstermek, sosyalizm ya da komünizmle alakaları olmadığı mesajını vermek amacıyla Halk Fırkası’nın himayesini kabul etmişlerdi. İstanbul Halk Fırkası, işçilerin bu taleplerine karşılık onların başına İstanbul Mutemedi Sadi Bey’i getirmişti. Sadi Bey işçilerin güvenini kazanmak ve cemiyet üyelerini artırmak için Tramvay Şirketi’nin eski taahhütlerini tutması doğrultusunda 12 maddelik bir liste hazırlamıştı. Listenin Tramvay Şirketi’ne verilmesinden sonra görüşme süreci başlamış ancak bir süre sonra şirket sebepsiz bir şekilde görüşmeleri kesmişti. Meslek, o günlerde yine işçi olmayanlar tarafından Amele Teali Cemiyeti’nin 100 kadar Tramvay işçisinin desteğiyle kurulduğunu hatırlatmıştı. Gazete işçilerin işçi olmayanların elinde oyuncak olmamak için başka bir örgüt kurmaya yönelmeleri yüzünden yeni cemiyetin varlık gösteremediğini yazmıştı (M. 21 Nisan 1925, s. 11). Meslek’ten İşçi Haberleri Panaroması Mesai Kanunu ve İşçi Sorunları Hakkındaki Haberler Meslek gazetesinde diğer günlük gazetelerin başyazılarını ana hatlarıyla tanıtan özel bölümlere yer verilmişti. Bunların yanında diğer gazetelerden doğrudan haber aktarımları da gerçekleştiren Meslek aracılığıyla çeşitli güncel işçi/amele haberleri kamuoyuna yansıtılmıştı. Nitekim 1925 yılı başlarında siyasi bir amele fırkası kurma girişiminin söz konusu olduğu16 yönünde İkdam referans gösterilerek okuyucular bilgilendirilmişlerdi (M. 13 Ocak 1925, s. 18). Şubat ortalarında ise TBMM’nin Ticaret Encümeni’nde bir Mesai Kanunu düzenlendiği ve bundan dolayı işçilerin 13 Şubat’ta Amele Teali Cemiyeti’nde bir toplantı yaptıkları kamuoyuna aktarılmıştı. Meslek, bu toplantıya 39 işçi örgütü temsilcisinin katıldığı söylentisini satırlarına taşımış ve bunlardan sadece 14 örgütün adlarının Meslek cephesinde 16 İkdam, 8 Ocak 1925 tarihinde bir yanda Şark Şimendifer amelesinin şirkete yeni bir talep listesi verdiğini haber yaparken bir yanda da “Yeni Bir Fırka” manşetiyle işçilerin siyasi bir fırka kurup haftalık bir gazete çıkartacaklarını yazmıştı (İ. 8 Kanun-ı Sani 1341/Ocak 1925, s. 1). Ahmet Cevdet ertesi gün bu haberi “Amale Partisi Münasebetiyle” başlığı altında köşesine taşıyacaktı (İ. 9 Ocak 1925, s. 1). Gazete 10 ve 15 Ocak’ta bu haberin bazı basın organlarını telaşa düşürdüğünü ya da harekete geçirdiğini, bazı yayın organlarının ise bu haberin asılsız olduğunu ileri sürdüklerini yazmış ve kendi haberinin arkasında durmuştu (İ. 10 Ocak 1925, s. 3; İ. 15 Ocak 1925, ss. 1,3) bilindiğine dikkat çekmişti17. Ayrıca komünistlerin toplantıya katılarak Sendikalar Kanunu’nun gerekliliğini savunduklarını belirtmişti. Gazetenin haberine göre bu toplantıda 19 kişilik bir komisyon seçilmiş ve bu komisyonun işçi görüşleri doğrultusunda bir rapor hazırlayarak genel kurula sunması öngörülmüştü. Meslek, bazı gazetelerin haberlerine dayanarak, bu komisyonun raporunda İzmir İktisat Kongresi kararlarının temel alınacağını yazmıştı. Meslek yorumlarında, işçilerin bu toplantı sırasında kimlerin kendilerinden olup olmadığını görmüş olmaları gerektiğini söylerken kendi görüşünü tekrarlamış ve işçilerin kendi menfaatlerini en iyi kendilerinin takdir edecekleri mantığı ile kendi işlerini kendilerinin yapmalarını, kişi, grup ya da partilerin amaçlarına araç olmamalarını tavsiye etmişti (M. 17 Şubat 1925, s. 3). 24 Şubat tarihli Meslek’te seçilen 19 kişilik komisyonun hazırladığı düzenlemenin o günlerde bir toplantıda ele alındığı haber yapılmıştı. Ayrıca Tramvay İşçileri Cemiyeti Reisi Sadi Bey’in Akşam gazetesine verdiği demeç üzerinde durulmuştu. Sadi Bey, aşırıcıların/müfritlerin önce kanunun protestosunu ve yeni bir tasarının hazırlanarak Ankara’ya gönderilmesini istediklerini, ılımlıların/mutedillerin buna razı olmadıklarını, bir süre sonra aşırıcıların kendi görüşlerinden vazgeçtiklerini anlatmıştı. Toplantıda Ankara’ya bir heyet gönderilmesine, bu heyetin başkentteki amelenin katılımıyla orada çalışmasına ve ilgilileri aydınlatmasına karar verilmişti. Gazetede ise bu kanun düzenlemesinin vereceği sonuçlardan emin olunmadığı, o günün işçi örgütlerinin de etkili ve faydalı olacak düzeyde bulunmadıklarının düşünüldüğü ifade edilmiş; hatta bundan dolayı kanun ile yapılan tadilatın gazete satırlarına yazılmasına gerek görülmediği aktarılmıştı. Bundan sonra her işçi cemiyetinin başında bir politikacı ya da rehberin olduğu ileri sürülerek “Amele namına hareket idenlerin kimler olduklarını, ne meslekde bulunduklarını, ne yapmak istediklerini bilmek kifayet ider… Şayed politika yapmak lazım ise onu bile proletarya kendisi cemaat halinde yapmalı ve içinden bir takımlarının ayrılub politikacılığı meslek ittihaz etmelerine mani olmalıdırlar” şeklindeki gazetenin klasik görüşü vurgulanmıştı (M. 24 Şubat 1925, s. 2). Meslek, 1925’in ilk aylarında Reji İdaresi’nin devir-teslim muamelesine başlamasından dolayı işçi haberlerini takip eden bir görevlisini Reji işçileri ile görüştürmüştü. O sıralarda gazetede Reji İdaresi hakkında çeşitli istatistiksel veriler (çalışan sayısı gibi) aktarılmıştı18. Öte yandan devir işlemleri kadrolu olmayan işçi ve hizmetliler arasında endişe yaratırken memurların endişelerinin az olduğu ve özellikle eski ve kadrolu memurların yüksek tazminat alabilecekleri anlatılmıştı. Muhabirin anlatımına göre daha önce Reji’deki işçi hayatı canlı ve işçi hareketleri kuvvetli iken makineleşmeyle birlikte kadın işçi toplamının artmasından dolayı işçi hareketi zayıflamıştı. Bunun sebebi kadınların işçi örgütleri ile bağlarının zayıf olmasıydı. Ayrıca işçi hareketindeki zayıflık biraz da işçilerin iki grup olmasından kaynaklanmıştı. Merkez yaprak anbarı işçileri ayrı bir cemiyet oluşturmuşlardı. Bu şartları işçilerin ağzından yorumsuz aktardığını belirten Meslek gazetesi, işçi liderlerinin daha fazla çalışarak işçileri tek çatıda toplayabilecekleri ve kadın işçilere birleşmeninörgütlenmenin önemini anlatabilecekleri konusunda olumlu bir temenni içinde olduğunu ifade etmişti (M. 3 Mart 1925, s. 4). Mart sonu işçi haberleri açısından yoğun geçmişti. Nitekim gazetenin sütunları arasından Şark Şimendiferleri Teavün Sandığı’ndaki 60.000 liranın eski işçilere 17 Gazetenin ifadesiyle bu örgütler şunlardı: “Mürettibin, Bahriye Birliği, Sanatkaran, Tahmil ve Tahliye Maden Kömürü, Cibali Tütün, Şark Şimendiferleri, Anadolu Bağdad Şimendiferleri, Balat Un Fabrikası, Şirket-i Hayriye İstinye Dok, Tramvay, Seyr-i Sefain, Perukarlar, Kaptan Makinist, cemiyetleridir”. 18 Meslek’in aktardığına göre Reji İdaresi’nin iki fabrikası ile yaprak anbarı işçi ve memurlarının toplamı 1.300 civarında idi. Bunlar arasında işçi sayısı yaklaşık 1.150 kişi idi. Gazetenin bilgilerine göre bunların 600’ü kadın, 550’si erkek olarak hesaplanmaktaydı. Amele reisi Giritli Rıza ve muavini makinist Şevket efendilerdi. bölüştürüleceği ve Şark Şimendiferleri İdaresi’nin yeni bir yardımlaşma sandığı kuracağı haberleri çıkacaktı (M. 31 Mart 1925, s. 12). Yine Mart sonlarında İstanbul’da bazı gazetelerin -Takrir-i Sükun Kanunu’nun ilk uygulamalarına denk düşen bir dönemdikapatılması matbaa işçilerini zor duruma düşürmüştü. Meslek ise o günlerde bu meslek grubunu mercek altına almıştı. İşi olan dizgicilerin bir gündeliklerini işsiz kalan matbaa çalışanlarına ayırdıklarının altını çizen gazete, örgütlenmenin ve dayanışmanın önemine vurgu yapmıştı. Aynı yazıda yazar ve muhabirlerin, dizgicilerle karşılaştırması yapılmıştı ki bu karşılaştırma örgütlü matbaa çalışanlarının yazar ve muhabirlere göre çok daha başarılı görülmelerini sağlayacaktı (M. 24 Mart 1925, s. 11). Mayıs’ın ilk haftası çıkan sayısında Meslek, 1 Mayıs kutlamaları hakkında kamuoyunu bilgilendirmişti. Gazetenin haberine göre işçiler, 1 Mayıs günü kutlama yapmak için İstanbul Valiliği’ne başvurmuşlar fakat valilik sadece işçilerin cemiyet merkezlerinde toplanarak resmi kabul yapmalarına izin vermişti. Bunun üzerine çeşitli cemiyetlere mensup işçiler Amele Teali Cemiyeti’nde toplanmışlardı. Gazete, törende konuşmaların yapıldığı ve işçilerin “yaşasın cumhuriyet” diye bağırdıklarını haber yapmıştı (M. 5 Mayıs 1925, s. 4). Meslek, 1925 yılı içinde kırsal kesimdeki işçiler hakkında da dolaylı veriler aktarmıştı. Nitekim Ahmet Şevket, 7 Temmuz tarihli yazısında 1925 yılında işçi -kırsalda/çiftlikte çalışanların- ücretlerinin arttığını yazmıştı (M. 7 Temmuz 1925, s. 1). Gazetenin son sayılarından birine göre, 14 Ağustos 1925 Cuma günü Tütün Depo ve Fabrikaları İşçileri Teavün Cemiyeti Beşiktaş Şubesi törenle açılacaktı. Tören sırasında işçiler adına Abdülkadir Ziya Bey bir konuşma yapmıştı. Davetlilere pasta ve çay ikram edilmişti (M. 18 Ağustos 1925, s. 18). Tramvay Amelesi Meslek gazetesinin çıkmaya başladığı dönemde, Tramvay işçilerinin talepleri doğrultusunda şirkete karşı yürüttükleri mücadele ve taraflar arasındaki sürtüşme halen sürmekteydi. Nitekim 27 Ocak tarihli Meslek, o hafta Tramvay işçilerinin bazı taleplerini içeren bildiriler dağıttıklarını ve bunların polis tarafından toplanması nedeniyle grev kararı üzerinde düşündüklerini, gerekirse böyle bir karar alabileceklerini kamuoyuna taşımıştı. Haber içinde bazı noktalar ön plana çıkarılmış; bu faaliyetin CHF’nin İstanbul mutemetlerinden Sadi Bey’in başında bulunduğu tramvay işçisi grubunca yürütüldüğünün altı çizilmişti. Ayrıca “Sadi Bey denilen zat da -eğer yanılmıyorsak- bugün hala hükümet fırkasının İstanbul mutemetlerindendir. Beyannameleri toplatan da hükümettir” vurgusuna ihtiyaç duyulmuştu. İlginçtir; gazete, Tramvay çalışanlarının siyasi fırkalarla “hususi kimseler” tarafından parçalandıklarını ve bu şekilde parça parça olan işçi kesiminin haklarını müdafaanın ve “amelenin fena yollardan yürümesine mani” olmanın imkanı bulunmadığını ileri sürmüştü. Amelenin işlerine meslekten olmayanları karıştırmamaları gerektiği belirtilirken fırkaların işçilerden ellerini çekmelerinin zorunlu olduğu savunulmuştu (M. 27 Ocak 1925, s. 3). 24 Şubat tarihli Mesai Kanunu ile ilgili yayınlanan haberin içinde Akşam gazetesinden bir alıntı yapılmış ve bu alıntıdaki haber, Meslek gazetesinin genel yaklaşımını destekleyen bir gelişme olarak yorumlanmıştı. Akşam, biri siyasi fırka mensubu, biri avukat ve biri işçi olmak üzere üç kişinin imzaladığı ve işçilerin bazı taleplerinden oluşan bir mektubun Tramvay Şirketi’ne gönderildiğini, şirketin ise sadece işçiye hitaben cevap yazarak kendisini görüşmeye davet ettiğini haber olarak yayınlamıştı. Meslek cephesinde Tramvay Şirketi’nin bu hareket tarzı çok anlamlı bulunmuştu. Sık sık olduğu gibi işçilere sırtlarından kimseyi geçindirmemeleri, işlerini en iyi şekilde sadece kendilerinin takip edebilecekleri hatırlatılmıştı (M. 24 Şubat 1925, s. 2). Gazetenin Mart sonundaki haberi, Tramvay Amelesi Reisi ve Halk Fırkası mutemetlerinden Sadi Bey, Dava Vekili Ramiz ve Vatman Yaşar Efendi’den oluşan heyetle Tramvay Şirketi’nin görüşmelerinin başladığı yönündeydi. Görüşmeler, şirketin işçilere verdiği ve kaynağı geçmiş senelere uzanan gerçekleştirilmemiş taahhütlerini yerine getirmesi ve zam yapılması gibi konular etrafında toplanıyordu (M. 31 Mart 1925, s. 12). Mayıs başlarında gazetenin yayınladığı haberlerden sürecin kesintiye uğradığı ve İstanbul’a gelen Nafia Vekili Sırrı Bey’in tarafların görüşlerini değerlendirerek yeniden görüşmelerin başlamasını istediği anlaşılmaktadır (M. 5 Mayıs 1925, s. 4). Haziran başlarında işçiler İstanbul Valiliği’ne başvurarak talep listesi vereceklerdi. Talepleri, işçiyi şirket nezdinde temsil edecek bir heyet, anket ve kontranketin adaletli bir şekle sokulması, cezalandırma ve işten atılmaların önüne geçilmesi, yevmiyelerine zam yapılması, çalışma saatlerinin 8 saate çekilmesi, yol ve gece işçilerinin durumlarının düzeltilmesi, çalışma ekipmanlarının kontrol edilmesi ve yenilenmesi, yardım sandığının amele ihtiyaçları için hazır tutulması, yardım sandığına katılım şartlarıyla birlikte böyle sandıkların nizamnamelerinin düzenlenmesi, şirketin geçmişteki sözlerini yerine getirmesi, ayakkabı ve elbise talepleri, işçilerin terfi ve ödüllerinin uzman heyetlerce değerlendirilmesi ve işçilere yönelik uygulamaların hükümet tarafından incelenmeye alınması gibi konulardan oluşuyordu. Bundan sonra İstanbul Valisi tarafların temsilcilerini vilayete davet edecekti (M. 9 Haziran 1925, s. 2). Liman Amelesi 1925 Mart’ında Meslek gazetesi, işçiler hakkında yeni bir haberi sütunlarına taşımıştı. Buna göre, İstanbul Limanı Tahmil ve Tahliye Amele Cemiyeti19, yükleme-boşaltma ücretlerine % 30 zam yapmaya karar vermişti. Ayrıca Meslek, bu gelişmeyi ekonomik durgunluk içindeki İstanbul limanı için bir tehlike olarak yorumlayan gazete değerlendirmelerine yer vermişti (M. 10 Mart 1925, s. 4; M. 17 Mart 1925, s. 9). Gazete, bir hafta sonra cemiyetin ücret politikasını ve işçilerin çalışmalarının nasıl ücretlendirildiği hakkındaki açıklamaları yeniden gündeme getirecekti. Yükleme-boşaltma işçilerinin ücretlerinin fazla görünse dahi haftalık çalışma olanaklarının azlığını göz önüne alan gazetenin değerlendirmeleri, cemiyete ve işçilere destek olacak nitelikteydi. Diğer yandan deniz yükleme-boşaltma ücretleri meselesini irdeleyen gazete, İstanbul Limanı Tahmil ve Tahliye Amele Cemiyeti’ni “… içinde kuvvetli bir meslek ahlakı teşekkül etmekde olan bir teşkilatla karşılaşdık” manşetiyle kamuoyuna tanıtacaktı. Yazıda, işçiler arasında bir dayanışma sağlaması ve işçi menfaatlerini, işçiler üzerinden savunması gibi nedenlerle aslında Meslek’in ileri sürdüğü düşünce ve ilkelere uygun düşmesi nedeniyle- bu işçi yapılanması “şuurlu cemiyet” olarak bir hayli övülmüştü. Gazetenin incelemesinde cemiyetin “Umum Deniz ve Maden Kömürü Tahmil ve Tahliye Amelesinin Tavr-ı Hareket ve Ücret-i Yevmiyeleriyle İdare-i Dahiliyelerine Dair Talimatname”yi hazırlamış olduğu belirtilmiş ve cemiyetin nizamnamesi de yayınlanmıştı. Nizamnamede cemiyetin yasal kimliği çerçevesinde hangi işçilerin bu örgüte üye olabilecekleri, üyelik şartları20, yükleme-boşaltma işçilerinin çalışma süreçlerindeki hiyerarşileri ve temel çalışma prensipleri21, işçilerin ücretli çalışma koşulları, cemiyetin 19 Gazete 17 Mart’ta İstanbul Umum Deniz İşçileri Tahmil Tahliye Cemiyeti adını kullanmıştı. 20 Nizamnamede kayıtlı işçi olmak ve 18 yaşından küçük olmamak şartlarının yanında “hukuk-ı medeniyeden mahrum olmamak, Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetinde bulunmak” gibi koşullar vardı. 21 “Amele götürüldüğü işde tembellik ve itaatsizlik etmeyecek ve işin şartı ve kaidesi ne ise o yolda çalışacak; terbiye ve edebe muhalif serkeşlik etmeyecekdir” gibi prensipler geçerli idi. doktor ve eczanesinin kullanımı, cemiyetin işçiler üzerindeki yaptırımları sıralanmıştı (M. 17 Mart 1925, s. 9). Mart sonlarında, daha önce yükleme ve boşaltma işçileri ile madenciler arasında ortaya çıkan ve işçilerin 12 maddelik talep listesi hazırlamalarına yol açan ihtilaflar doğrultusunda gerçekleştirilecek görüşmelerin Sanayi ve Mesai Müdüriyeti’nde başlayacağı haberleri gazetede çıkmıştı (M. 31 Mart 1925, s. 12). Havagazı Şirketi Amelesi Gazete 1925 Mart sonlarında Dolmabahçe Havagazı Şirketi ile işçiler arasındaki yevmiyelerin yükseltilmesi anlaşmazlığı hakkında kamuoyuna bilgi vermişti. Ayrıca % 30 zam taleplerine yönelik olan görüşmelerin kesilmesi nedeniyle işçilerin 26 Mart Perşembe günü grev ilan ettikleri haber yapılmıştı (M. 24 Mart 1925, s. 7). Gazeteye göre Mart’ın son günlerinde greve son verilmiş ve görüşmeler yeniden başlatılmıştı. İşçiler Gazcı Faik, Gazcı Ahmet ve Gazcı Mevlüt adlı temsilcileri görüşmeleri yürütmek üzere seçmişlerdi (M. 31 Mart 1925, s. 12). Şirket-i Hayriye Amelesi Nisan sonlarında gazetenin gündemine Şirket-i Hayriye işçileri girmişti. Şirket-i Hayriye İdaresi biletlerinde fiyat artışına gidebilmek için hükümete başvurmuş; ayrıca bilet fiyatlarındaki artışın yanında işçilerine zam yapacağı vaadinde bulunmuştu. Hükümetin onayıyla bilet fiyatları yükseltildikten sonra ücretlerine zam yapılmayınca işçiler şirkete başvurmuşlar fakat şirket, ücret artışını kabul etmemişti. Bundan dolayı işçiler konuyu İstanbul Valiliği’ne taşıma kararı almışlardı (M. 21 Nisan 1925, s. 12). Yine aynı dönemde Şirket-i Hayriye işçileri, kısa süre içinde hayata geçirmek üzere Amele Kooperatif Şirketi kurmuşlardı (M. 21 Nisan 1925, s. 12). Gazete Şirket-i Hayriye işçileri hakkında Ağustos ortalarına doğru yeni bir haber yayınlamıştı. Buna göre işçiler yaşadıkları şartların düzeltilmesi için bir liste hazırlamışlar ve sonrasında İstanbul Valiliği aracılığıyla görüşmelere gidilmişti. Taraflar bazı maddelerde uzlaşmışlardı. Nitekim 10 Ağustos günü yapılan görüşmelerde ateşçilerden ve kömürcülerden bünyesi yıprananların az ve küçük işlerde çalıştırılmaları ancak maaşlarının azalmaması, ateşçi ve kömürcülere birer gömlek ve ayakkabı verilmesi gibi konular şirket tarafından kabul edilmişti. Ayrıca köprüde ser-memurluk odasında bir sağlık odası ve memuru bulundurulacak ve doktor her gün amelenin bulunduğu vapurlarla fabrikayı gezerek hastaları muayene edecekti. Şirket, haftalık tatilin yanında senelik 15 günlük izinler düzenleyecekti. Uzlaşılan konulara karşılık ateşçilere zam yapılması tarafların tartıştıkları bir mesele olmuştu. Çünkü şirketin 1 lira ücret artışı işçilerce yeterli bulunmamıştı. Şirket temsilcileri yetkileri sınırlı olduğundan işçi temsilcilerinden süre istemişler ve konu bir sonraki toplantıya ertelenmişti. Bu arada Meslek gazetesi, sadece Şirket-i Hayriye ateşçi ve kömürcülerinin değil, genel itibariyle diğer şirketlerde aynı konumda çalışan işçilerin durumunun da bir hayli kötü olduğunu belirtmişti (M. 11 Ağustos 1925, s. 4). 17 Ağustos’a gelindiğinde şirket daha önceki taahhütleriyle görüşmeler sırasında kabul ettiği çeşitli konu ve maddelerden caydığı için toplantıya gerek kalmamış ve Vali Vekili Hasan Beyin müdahalesi ile görüşmeler sonlandırılmıştı. Dolayısıyla Vilayet aracılığı ile Şirket-i Hayriye’nin işçilerle yürüttüğü görüşmeler resmen kesilmiş ve işçiler hareketlerinde serbest bırakılmışlardı. İşçiler ise 24 saat içinde gelecekleri hakkında kararlarını vereceklerdi (M. 18 Ağustos 1925, s. 18). Taraflar arasındaki en büyük sorunun şirketin Hasköy fabrikasındaki gayr-ı Müslimleri işten çıkarmak istememesi ve memurlar arasındaki adaletsiz ücret oranları olduğu anlaşılmaktaydı. Nitekim Ethem Ruhi Bey basın demecinde işçilerin mağduriyetlerinin hükümet tarafından da görüldüğünü, ancak Mesai Kanunu yürürlüğe girmediğinden hükümetin sürece müdahale yetkisini kendisinde bulmadığını, işçilerin ise Tatil-i Eşgal Kanunu çerçevesinde hareket ettiklerini açıklamıştı. İşçilerin geleceklerine yönelik bir karar alacağını, grev kararı verilirse kanunen 24 saat öncesinde vilayetin ve polisin haberdar edileceğini sözlerine eklemişti. Meslek ise şirket yönetiminin grevi kışkırtmak istediğini ileri sürmüş, buna karşı işçilere sağduyu ve sabrı elden bırakmamalarını tavsiye etmiş hatta bunun gerekli olduğunun altını çizmişti. Bu arada Polis Müdürü Ekrem Bey’in talimatıyla grev ve karışıklık ihtimaline karşı polis hazırlıklara başlayarak önlemler alacaktı (M.18 Ağustos 1925, s. 18). İşçiler grev kararı aldıklarında onların yerlerine gemilere bindirilen askerlerin işçilerin işlerini yapmaları nedeniyle grev etkisiz geçecekti. Meslek, işçilerin grevin başarılabileceğini ya da başarılamayacağını yani sonunu iyi hesaplayamadıklarını değerlendirmişti. Gazeteye göre şirketin işçi bulup bulamayacağı ve ihtiyat kasası olmayan işçilerin greve ne kadar dayanabilecekleri düşünülmemişti. Gazete bu görüşleri ileri sürerken, Cumhuriyet’in de Ethem Ruhi’yi sorumlu tuttuğunu anımsatacaktı22. Bu koşullar altında Meslek, kendi prensipleri çerçevesinde, mesleki işlerin yürütülmesinde o mesleğe ait olma yaklaşımını yeniden öne çıkartmıştı. Gazete, Şirket-i Hayriye işçilerini kendi mesleklerinden olmayan Ethem Ruhi’yi lider seçmelerinden dolayı daha önce eleştirdiğini, buna karşılık yeterince şuurları gelişmemiş saf kalpli işçilerin Meslek gazetesine İkdam aracılığıyla cevap verdiklerini anlatmıştı. Ethem Ruhi’nin şahsıyla ilgili olmamakla birlikte Cumhuriyet ile aynı görüşte olduğunu ortaya koyan Meslek, işçilere klasik söylemiyle seslenerek kendilerini başkalarına teslim etmemelerini, kendi mücadelelerini kendi dinamikleriyle kendilerinin vermeleri gerektiğini tekrarlamıştı. Gazete Şirket-i Hayri işçilerinin bir yardım sandığıyla kooperatif kurmaya, bilinçlenmeye ihtiyaçları olduğunu savunmuştu (M. 25 Ağustos 1925, s. 4). Sonuç 1924 yılının son günlerinde yayın hayatına giren ve 1925 sonbaharına kadar faaliyetini sürdüren Meslek gazetesi, dönemin farklı ve renkli yayın organlarından biri olacaktı. Çeşitli hikaye ya da öykülerin yayınlanmasına kadar oldukça geniş yayın yelpazesine sahip olsa da temelde ekonomik alan içinde kalan resimli bir gazete kimliğini taşıyacaktı. Mesleki temsil ve meslek devleti gibi düşünceleri kamuoyuna yansıtan ve birçok farklı konuyu ya da alanı mercek altına alan gazete bilimsel düzeyde değerlendirilebilecek özel inceleme yazıları da yayınlamıştı. İstatistiksel çalışmaların yer yer önemini vurgulayan gazete, işçi sınıfıyla da yakından ilgilenmişti. Meslek gazetesinin, dünya genelinde işçi sınıfını etkileyen tarihsel, teorik yazıları ya da haber niteliğindeki aktarımları bir yana bırakılırsa, Türkiye’deki işçilere yönelik yayınları, bu sınıfın geçmişi, hayat şartları ve faaliyetleri olarak tematik açıdan üç başlıkta ele alınabilir. Bu başlıkları taşıyan yazı ya da incelemelerde, işçi sınıfına tarafsız ve kendi ilkeleriyle yaklaşmaya çalışan gazete, çalışanların olumsuz yaşam şartlarına yer vermeyi ihmal etmemişti. 22 Ağustos sonlarında bu grev haberleri yüzünden Cumhuriyet gazetesi, Ethem Ruhi ile mahkemelik olmuştu. Dava, o günlerde başlamış, ilerleyen günlerde sürmüştü (C. 31 Ağustos 1925, ss.1-2; C. 7 Eylül 1925, s.3). Meslek, tarihsel, teorik ve güncel yazı ya da haberlerle işçi sınıfı üzerinde her türlü kişi, grup ya da kurumların tahakkümüne karşı çıkmıştı. Bu noktadan hareket eden gazete İştirakçi Hilmi ve Ethem Ruhi gibi isimleri yoğun düzeyde eleştirmişti. İşçilerin kendi çalışmalarını, etkinliklerini ya da mücadelelerini toplu ve örgütlü olarak yürütmeleri gerektiğini savunan gazete, işçilerin kendilerinin de bir ya da birkaç kişilik küçük gruplar halinde böyle sorumlukları üstlenmelerini uygun bulmayacaktı. Genellikle işçi örgütlenmelerinin son derece önemli, yararlı ve hatta gerekli olduğunu vurgulayan Meslek, Türkiye’de işçilerin yeterli bilgi birikimi ve donanıma sahip olmadıklarını kalın çizgilerle belirtmişti. Sonuç olarak, Türkiye’de mesleki temsil programını savunan ve erken Cumhuriyet dönemi basınının farklı kimliklerinden birini taşıyan Meslek gazetesi, savunduğu görüşlerle işçilere yönelik algının gerçekçi ve objektif bir boyutunu oluşturmaya çalışmıştı. Kaynakça Ahmet Cevdet (1925). Amele Partisi Münasebetiyle. İkdam, 9 Kanun-ı Sani 1341, 1. Ahmet Şevket (1925). Yeni İstihsal Senesinin Meydana Koyduğu Hakikatlerden: Makineleşmek”. Meslek, 7 Temmuz 1925, 1. Arıkan, Zeki (2007). Tarihimiz ve Cumhuriyet, Muhittin Birgen (1885-1951). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Demirel, Yücel (1994). İştirakçi Hilmi (Çevriyazı). Toplumsal Tarih, Haziran 1994 / S.6, 4849. Duman, Hasan (2000). Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928). Ankara: Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı. Erdem, Hamit (2012). Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İştirakçi Hilmi. İstanbul: Sel Yayıncılık. Erkek, Mehmet Salih (2012). Bir Meşrutiyet Aydını Ethem Nejat 1887-1921. İstanbul: Kitap Yayınevi. Hastaş, Mehmet T. (2012). Ahmet Samim, II. Meşrutiyet’te Muhalif Bir Gazeteci. İstanbul: İletişim Yayınları. Koraltürk, Murat (2001). Meslek Gazetesi ve Dizini. Müteferrika, Yaz 2001 / S.19, 83-130. Özel, Sabahattin (2006). Meslek Gazetesi’nin Gözüyle Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türk Doktorluğu ve Tıp Fakültesi. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, Yıl:5 / S.10, 253-258. TBMM Zabıt Ceridesi (TBMM ZC). C.2, İ:80, 17.3.1341, s.551-561. Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-1, Meslek. 5 Mayıs 1925, 11. Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-2, Meslek. 12 Mayıs 1925, 14-15. Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-3”, Meslek. 26 Mayıs 1925, 9-10. Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-5[4]. Meslek. 2 Haziran 1925, 9. Süreli Yayınlar: Cumhuriyet (C), İkdam (İ), Meslek (M). Sendikaların Sosyal Medya Kullanımları: Türkiye, ABD ve Britanya İşçi Konfederasyonlarının Sosyal Medya Kullanım Analizi Gökçe Arslan Pamukkale Üniversitesi, ÇEEİ Bölümü Giriş Günümüz dünyası, tarihi bir takım değişimlerden geçmektedir. Birbirini besleyen ardışık fenomenler, “Bilgi Teknolojileri Devrimi” ve “Küreselleşme” yaşadığımız zamanların “bilgi çağı” ve içinde bulunduğumuz toplumun da “bilgi toplumu” olarak anılmasını sağlamaktadır. Özellikle bilgisayar ve mobil teknolojiler ile yaygınlaşan yeni iletişim teknolojilerinin toplumu ve bireyi etki altına alma süreci aşamalı olarak önce internetle ve şimdi de sosyal medya ile gerçekleşmektedir. Kapitalizm 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeniden yapılanmıştır. Bu yeni ekonomik sistemde, birden fazla ülkede üretim ve yönetim birimleri bulunan ve yüksek derecede örgütlü iş çevreleri ve çokuluslu şirketler ortaya çıkmıştır. Bunlar, işçiler arasında rekabet ve ayrım yaratarak çalışma ve yaşam koşullarının dünya çapında bütün işçiler için daha da kötüleşmesine neden olmaktadır. Günümüz kapitalizminde, işçiler kayıt dışılık ve esnek çalışma gibi ciddi sorunların ve yoksulluğun pençesinde yaşam mücadelesi vermektedir. Dolayısıyla, işçileri örgütleyecek bir dayanışmaya bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Endüstri çağına ait olarak görülen ve “dinozorlaşmış” kurumlar olarak nitelendirilen sendikalar, yapılarında köklü değişim ve dönüşümü gerçekleştirmede yeniden yapılanan kapitalizmin küresel şirketleri kadar hızlı olamamışlardır. Sendikalaşma oranlarında ve sendika üyeliklerinde inişler yaşanmakta, toplu sözleşmelerin etkileri gitgide azalmakta ve grev etkileri ve sayıları düşmektedir. Sendikaların ciddi güç kaybı içinde olduklarını gösteren bu durum “sendikal kriz” olarak adlandırılmaktadır. Bu noktada, yeni iletişim olanakları, krizi aşmak üzere ihtiyaç duyulan güçlü ve etkileşimli katılım, dayanışma ve örgütlenmenin oluşmasına katkı sağlayan çıkış araçları olarak görülmektedir. Yeni iletişim olanaklarının en günceli ve en etkilisi olarak görülen sosyal medya, dünyada bazı sendikalar tarafından farklı, yenilikçi ve deneysel şekillerde kullanılmaktadır. Bu, sosyal medyanın bireylerin yaşamında olduğu gibi sendikaların da gündelik kullanımının bir parçası haline gelmekte olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla akla “Türkiye’deki sendikalar sosyal medyayı örgütlenme ve mücadele aracı olarak ne kadar önemsemekte ve onu krizden çıkış için nasıl kullanmaktadır?” sorusu gelmektedir. Bu çalışmada, üç farklı ülkenin temsil alanı en geniş üç işçi sendikaları konfederasyonunun sosyal medya ağlarındaki hesaplarının analiz edilmesi amaçlanmıştır. Çalışma, ülkelerin genel sendikal durumlarını yansıttığı düşünülerek konfederasyonlarla sınırlandırılmıştır. Böylesi bir çalışmanın gelişmişlik düzeyleri ve sendikal geçmişleri farklı üç ülkede sendikaların örgütlenme ve mücadele aracı olarak sosyal medya kullanımlarının gelmiş olduğu noktayı göstermesi konusuna ışık tutacağı düşünülmektedir. Bu amaçla, Türkiye’den yaklaşık 696 bin (Çelik, 2013) emekçiyi temsil eden “Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu” (Türk-İş), Amerika Birleşik Devletleri’nde 12,2 milyon (afl-cio.org, 2013) emekçiyi temsil eden “The American Federation of Labor and Congress of Industrial Organizations” (AFL-CIO) ve Britanya’dan yaklaşık 6 milyon (tuc.org.uk, 2013) emekçiyi temsil eden “The Trades Union Congress”in (TUC) sosyal medya hesapları çalışmada inceleme konusu olarak seçilmiştir. İnternet ve Sosyal Medya Yeni iletişim teknolojilerini de kapsayan bilgi teknolojileri devrimi, ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal bütün alanlarda ve küreselleşme süreci sayesinde neredeyse tüm dünyada derinlemesine hissedilmiştir. Özellikle bilgisayar ve mobil teknolojiler ile yaygınlaşan yeni iletişim teknolojilerinin en etkilisi ve yaygını internet, sanayi devriminin yarattığı denli önemli değişikliklere yol açmış ve bunu çok kısa bir zamanda gerçekleştirmiştir (Tutal-Cheviron, 2004, s. 60). İnternet, küresel ölçekte ve seçilen zamanda çoktan çoğa haberleşmeyi sağlayan ilk iletişim aracı olmuştur. Batıda matbaanın yayılması MacLuhan’ın (1962) deyimiyle “Gutenberg Galaksisi”ni yarattıysa, Castells’in (2001) söylemiyle internet de içinde bulunduğumuz dünyayı “İnternet Galaksisi”ne dönüştürmüştür. Uzaktaki bilgiler internet sayesinde saniyeler içinde yayılmakta, uzaktaki olaylar gerçek zamanlı görüntülerle topluma sunulmaktadır. İnternetin gelişimi mikro-işlemcili bilgisayarların gelişimiyle paralel ilerlemiş, her iki teknoloji de birbirinden beslenerek yayılmışlardır. İnternet ilk defa 1960’lı yılların sonunda askeri amaçla ortaya çıkmış ve önceleri bilim insanları, akademisyenler gibi kısıtlı sayıdaki kullanıcılar tarafından kullanılmıştır. Ancak internetin geniş kitlelere yayılması, 1980’lerin sonunda Tim Berners-Lee ve ekibi tarafından önce hiper metin işaretleme dilinin (hyper text markup language - html) kullanılması ve sonrasında da dünya çapında ağ anlamına gelen, internet adreslerinin başına eklediğimiz www (world wide web, Web 1.0) olarak tanımladığımız bilgi paylaşım sisteminin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Web’in ilk sürümünde kullanıcılar günümüze göre oldukça edilgen bir konumda bulunmaktaydı. Web 1.0 yalnızca metne dayanan içerikleri destekleyen bir ortam sağlamaktaydı. Yazılım teknolojisini bilen az sayıdaki kişiler büyük bir okuyucu kitlesi için durağan ve etkileşimi düşük web sayfaları hazırlamaktaydı (Köseoğlu, 2012, s. 59). Buna rağmen web 1.0 ile kitle iletişimindeki gibi merkezi tek bir yer olan, gönderen kontrollü, tek yönlü bilgi akışı da sağlanmamaktadır. Web ortamında her bir kişi gönderici herhangi bir kişi ya da bir topluluk da alıcı konumuna geçebilmektedir. Dolayısıyla merkezin belli olmadığı, çoklu merkezli veya merkezsiz bir iletişim söz konusudur. Böylece kullanıcıların denetim yeteneği artmış, mesajları istediği yer, zaman ve miktarda alabilme tercihine sahip olabilmişlerdir (Şahin’den aktaran Şeker, 2005, s. 384). Sonuçta, internet 90’lı yıllardan itibaren toplumsal değişimi önemli ölçüde ivmelendirmeye başlamıştır. Esas değişim ise, kullanıcı etkileşimini daha ileriye taşıyarak kullanıcıların içerik yaratımına katkıda bulunmasını sağlayan yeni nesil internet, web 2.0 ile gelmiştir. Terim ilk olarak Tim O’Reilly tarafından tanıtılmıştır (O’Reilly, 2005). Daha sonra Eijkman (2008, s. 94) web 2.0 ‘ı daha ayrıntılı olarak “kullanıcıların bilgiyi birden çok kaynaktan faydalanarak işbirliğiyle yarattığı, paylaştığı ve yeniden yarattığı güçlü kolektif zekayı ve organize eylemi teşvik eden internet hizmetlerinin yeni bir eğilimi” şeklinde tanımlamıştır. Benzer bir tanım da Haenlein & Kaplan’dan (2010, s. 61) gelmektedir: “Sosyal medya, kullanıcı katkılı içeriği oluşturmaya ve değiştirmeye izin veren ve Web 2.0’ın ideolojik ve teknolojik temelleri üzerine inşa edilmiş bir grup Internet tabanlı uygulamadır.” Web 2.0 ‘ın temel avantajı olarak kullanıcıların ağı sadece kullanmalarını değil aynı zamanda ağın içeriğine katkıda bulunmalarını kolaylaştırdığı görülmektedir (Hwang ve diğerleri, 2009, s. 3). Bu durum kullanıcıların Web 2.0 uygulamaları aracılığıyla daha fazla sosyal paylaşımda bulunmalarına yol açmaktadır. Dolayısıyla literatürde “Web 2.0” ve “sosyal medya” birbirinin yerine kullanılan terimler olarak kavram kargaşasına yol açabilmektedir. Web 2.0, sosyal medyanın temelini oluşturan etkileşimli internet siteleri için gerekli olan altyapıyı sağlayan internet tabanlı teknolojilere verilen addır. Sosyal medya terimi ise söz konusu Web 2.0 uygulamalarının toplumsal boyutlarına ve yol açtığı etkilere gönderme yapmaktadır (Köseoğlu, 2012, s. 60). Dolayısıyla Web 2.0 sosyal medyanın teknolojik boyutu ile ilgilidir ve iki kavram farklı disiplinlere aittir. Sosyal medya platformlarının araştırma için çok geniş ve çok değişken olması kesin bir sınıflandırma ve örnekleme yapılmasını engellemektedir. Bu nedenle kısaca bu çalışmaya konu olan sosyal medya araçları üzerinden bazı bilgiler paylaşılacaktır. Bloglar, web-log sözcüğünün kısaltılmasından türemiş, “post” denen kısa fikir ve bilgi yazılarını içeren çevrimiçi günlüklerdir (Anderson, 2007, s. 7). Blogger, wordpress ve Tumblr en yaygın blog platformlarından bazılarıdır. 2011 yılı sonu itibariyle dünya çapında 181 milyon blog izlenmektedir. Genel olarak, 6,7 milyon insan blog web sitelerinde, 12 milyon insan da sosyal ağlar üzerinden blog yayınlamaktadır (Nielsen, 2012). İçerik Toplulukları, belirli içeriklerin organize edilmesini ve paylaşılmasını sağlayan türden web siteleridir. Video içerikli paylaşım sitelerinine en güzel örnek, her ay 1 milyardan fazla tekil kullanıcısıyla YouTube’tur (youtube.com, “statistics”). Fotoğraf içerikli paylaşım sitelerine örnek olabilecek Flickr’ın Haziran 2011 itibariyle 51 milyon kayıtlı üyesi ve 80 milyon ziyaretçi sayısı bulunmaktadır (advertising.yahoo.com, “Flikr”). Pinterest de kullanıcıların ilgi alanları ve hobilerini içeren görüntü paylaşımlarına izin veren 10.4 milyon kayıtlı kullanıcısı olan bir fotoğraf paylaşım sitesidir (The Week Staff, 2012). Sosyal ağlar, kullanıcıya kişisel içerik değiş tokuşu yapabilme ve diğer kullanıcılarla iletişim kurabilme olanağı veren, kişisel web sitesini inşa etme olanağı sağlayan uygulamalardır (Köseoğlu, 2012, s.60). Kuşkusuz sosyal ağların en yaygını, dünyayı daha açık ve bağlı yapmak misyonuyla 2004 yılında yola çıkmış Facebook’tur. Aralık 2012 itibariyle Facebook’un yüzde 82’si Amerika ve Kanada dışından olan bir milyardan fazla aylık aktif kullanıcısı bulunmaktadır ve bu kullanıcıların 618 milyonu mobil cihazlarıyla Facebook’a bağlanmaktadır (newsroom.fb.com, “Key Facts”). Google’ın diğer tüm servisleriyle bağlantılı yeni sosyal ağ platformu Google+ ise 2012 yılının son çeyreği itibariyle 343 milyon aktif kullanıcısıyla facebook’un ardından ikinci olmuştur (Kosner, 2013). Bir diğer popüler uygulama Twitter ise kullanıcıların en son hikayeleri, fikirleri, görüşleri ve ilginç haberi gerçek zamanlı paylaştığı bir bilgi ağıdır (twitter.com, “about”). Kullanıcıların 140 karakter ile “tweet” adlı paylaşımlarda bulunduğu için mikro-blog olarak adlandırılan Twitter’ın 2012’nin ikinci yarısı itibariyle dünya çapında tüm internet kullanıcılarının yüzde 36’ına karşılık olan tahminen 485 milyon kullanıcısı bulunmaktadır (Holt, 2013). Sosyal medyadaki konumlamasını farklı bir şekilde yapmış LinkedIn; profesyonellerin birbirleriyle iletişim kurmalarını ve şirketlerin iş ilanlarına ve en son haberlere erişimini kolaylaştırmayı amaçlamakta ve 200 milyon üyesiyle dünyanın en büyük profesyonel sosyal iletişim ağı olmaktadır (linkedin.com, “about us”). Özellikle son yıllarda ise sosyal ağların küresel bir fenomen haline geldiği rahatlıkla söylenebilir. Bunda, zamanla geliştirilen teknolojilerle sosyal ağların blog yazımını, fotoğraf, video ve flash destekli oyunları da bünyelerinde barındırmaya başlamalarının etkisi yadsınamamaktadır. Ayrıca bilgisayar teknolojisinin yanında cep telefonu, akıllı telefon, tablet bilgisayar gibi mobil teknolojilerin de gelişmesiyle, internete bağlanan cihazların çeşitliliğinin artışı da sosyal ağların kullanımını arttıran faktörler arasında sayılmaktadır. Aralarında Amerika, Britanya ve Türkiye’nin de bulunduğu 21 ülkeyi kapsayan Pew Research Center’ın (PRC) Aralık 2012’de sonuçlarını açıkladığı araştırmaya göre sosyal ağlar dünya genelinde popülerleşmiştir: Sosyal ağları kullanıyor musunuz sorusuna Amerikalıların %50’si, Britanyalıların %52’si, Türklerin ise %35’i evet demiştir (s. 1). Sosyal ağ kullanıcıları daha çok gençlerden oluşmaktadır: Amerikalıların %80’i, Britanyalıların %94’ü, Türklerinse %69’u 18-30 yaşları arasındadır (s. 3). Dünyada geniş çoğunluk en az bir cep telefonu kullanıcısıdır. Cep telefonu sahiplerinin oranı Amerika’da %86, Britanya’da %92, Türkiye’de %85’tir. Cep telefonuyla internet kullanımı oranlarıysa Amerika’da %51, Britanya’da %52, Türkiye’de ise %26’dır. Akıllı telefonuyla internet kullananların Amerika’da %60’ı, Britanya’da %68’i ve Türkiye’de %67’si düzenli olarak sosyal ağ sitelerini kontrol ettiklerini söylemişlerdir (s. 5). Şekil 1. Sosyal Ağ Kullanıcılarının Oranı Kaynak: PEW Research, 2012. Şekil 2. Yaş Dağılımına Göre Sosyal Ağ Kullananlar (PEW Research, 2012) Kaynak: PEW Research, 2012. Şekil 3. Cep Telefonu, İnternet ve Sosyal Ağ Kullanımı (PEW Research, 2012) Kaynak: PEW Research, 2012. Amerikalıların %47’si ve Britanyalıların %36’sı sosyal ağ sitelerinde toplumsal konularda paylaşımda bulunurken; Amerikalıların %37’si ve Britanyalıların %30’u politika hakkında paylaşımda bulunmaktadır. Türkiye’de ise sosyal ağ sitelerini kullananların %63’ü buralarda toplumsal sorunlarla ilgili fikirlerini açıklarken ve %57’si politikayla ilgili görüşlerini paylaşmaktadır (s. 4). Dolayısıyla, Türkiye’de sosyal ağ sitelerinin kamuoyunu ilgilendiren konuların tartışıldığı ve insanların bu konular hakkındaki görüşlerini paylaştığı sanal kamusal alanlar olma yolunda ilerlediklerini söyleyebilmekteyiz. Şekil 4. Politik görüş ve Toplumsal Konularla İlgili Fikir Paylaşım Oranları Kaynak: PEW Research, 2012. Küresel Ekonomi ve Sendikal Kriz Gelişmiş kapitalist ülkelerde, 1960’ların ikinci yarısından itibaren başlayan sermayenin genişleme süreci ticaret hacmindeki ve yatırımlardaki daralmaya koşut olarak durmuş, bu süreç 1970’lerin başındaki petrol şoku ile birleşince, kapitalist sistem açısından kârlar düşmüş, durgunlukla beraber enflasyon (stagflasyon) vb. sonuçlarla ortaya çıkaran bir krize dönüşmüştür. Kriz, Keynesçi politikalardan vazgeçilip, yeni liberal politikaları gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak (ABD, İngiltere, vd.) tüm sisteme süreç içinde egemen kılmıştır (Sazak, 2006: 10). Yeni liberalizmin yükselişi biçiminde de adlandırılan bu süreç, sermayenin kârlılığını yeniden üretebilmek ve kapitalizmin girdiği krizi aşabilmek amacı ile şirket yöneticileri ve ulusal devletler eliyle alınan bir dizi önlemler olarak ortaya çıkması biçiminde bir yol izlemektedir (Kart, 2011: 1176). Bu dönemde alınan somut neo-liberal önlemler şunlardır: Sanayi ve ticarette serbestleşme, uluslararası pazarlarda genişleme, küresel finansal akımlar üzerindeki kontrollerin kaldırılması, devletin küçülmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, Kamu harcamalarının azaltılması (özellikle de sosyal harcamaların), ekonominin kuralsızlaştırılması (deregulasyon), artan işsizlik riskinde bile enflasyonu kontrol altında tutmak için parasalcı (monetarist) tedbirler, örgütlü emeğin üzerine sıkı kontrol (Steger, 2003: 41). Bilgi teknolojileri devrimi, yeni liberal ekonomik politikalar ve küreselleşmeyle beraber, sermayenin küresel rekabet adına dayattığı yeni koşullar, üretim organizasyonundaki, sektörel yapıdaki ve emeğin yapısındaki değişimlerle sendikaların üye sayıları azalmış, temsil yetenekleri gerilemiştir. Sendikaların ciddi güç kaybı içinde olduklarını gösteren bu durum “sendikal kriz” olarak adlandırılmaktadır. Müftüoğlu (2006: 142-145) sendikaları kapitalist sistemdeki dönüşümle birlikte krize sürükleyen başlıca nedenleri şu şekilde sıralamaktadır: Devletin düzenleyici işlevini işçi sınıfı ve sendikaları baskılamak için kullanması. Sendikaların da mücadeleci anlayıştan uzaklaşmış olmaları İşsizliğin artmasıyla sendikaların üye kaybetmesi ve işsizlikle artan yedek işgücünün sendikaların pazarlık güçlerini azaltması Sendikaların örgütlenmede sanayi sektöründeki emek gücünü temel almaları, tarım ve hizmet sektöründe örgütlenecek stratejiler geliştirmemeleri Sermayenin sosyal hakları düşürme stratejisiyle üretimi ucuz emek ve hammadde bölgelerine kaydırarak uluslararasılaştırması ve sendikaların bu stratejiye karşı koyacak şekilde örgütlenememesi Küçük işletmelerin ve taşeronların artan rolü Emeğin üretkenliğini arttırmak için geliştirilen “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi yeni yönetim teknikleri Süreli sözleşme, kısmi süreli çalışma, tele çalışma, çağrı üzerine çalışma, stajyer çalıştırma, eve iş verme gibi esnek ve düzensiz çalışma biçimleri Emek gücünün değişen yapısı, beyaz yakalıların, kadınların ve gençlerin daha fazla istihdam edilmesi Sendikaların Sosyal Medya Kullanımları Sosyal medya, anında mesajlaşmanın hediyesi olan hızı ve her kullanıcının istediği platformda özgürce paylaşımda bulunabilmesiyle günümüz dünyasına geniş bir demokratik alan sunmaktadır. Arap baharı gibi toplumsal olayların direkt sebebi olmasa da tetikleyicisi olarak görülmesi sosyal medyanın kitleleri harekete geçirebilen gücüne dikkat çekmiştir. Sosyal medya, örgütleyicilerin benzer fikirli insanları az bir maliyetle harekete dahil etmesini sağlamaktadır (Papic ve Noonan, 2013). Benzer bir görüş de sosyal medyayla beraber “suskunluk sarmalının” kırılmış olduğu görüşüdür. Suskunluk sarmalı teorisinde Elisabeth Noelle-Neumann(1974); kitle iletişim araçlarının, özellikle de ana akım medyanın, belirlediği gündemin toplumun egemen genel düşüncesini yansıttığını varsayan insanların, kendi düşüncelerinin çoğunlukla bu görüşlerden farklı olduğunda toplum tarafından dışlanmaktan korktuğu ve bunlara karşı çıkıp aksini savunmak için kendilerinde yeterli gücü ve imkanları bulamadıklarında sessiz kalmayı tercih ettiklerini savunmaktadır (Yaylagül, 2006, s. 81, 82; Erdoğan ve Alemdar, 2002, s. 237,238). Sosyal medya ise kullanıcı katkılı içeriği sayesinde herkesin her konuda fikrini açıkladığı küresel bir kamusal alana dönüşmektedir. Ana akım medyada yer almayan ve dolayısıyla yaygın olmadığını düşündüğümüz bir görüşün, sosyal medyada çok fazla destek aldığını görmek insanları fikirlerini açıklamak konusunda cesaretlendirmektedir. İnsanlar, herhangi bir konuyla ilgili karşıt görüşlerini sosyal medyada çekincesizce paylaşabilmektedirler. Savundukları görüşlerin etrafında birleşen insanlar seslerini eskisinden daha kolay dünyaya duyurabilmekte ve kendileri gibi düşünen başkalarını da taraftar olarak etraflarında toplayıp egemen görüş karşısında kamuoyunun ciddi bir aktörü olabilmektedir (Seçkin, 2012). Bu durum “Arap Baharı” özelinde Bostancı (2012) tarafından şu şekilde özetlenmektedir: Benzer fikirler ve mutlaka bundan çok daha güçlü duygular ile rejime muhalif olan çevreler, kendi güçlerinin ne ölçüde bulunduğu ve rejimi değiştirmek bakımından gerekli kitlesel desteğin varlığı konularında somut verilerle desteklenmiş bir kanaate sahip değildiler. Çünkü despot rejimlerde kamusal müzakerenin çok sınırlı oluşu muhalefet potansiyeli hakkındaki bilgiyi örttüğü gibi, bu yöndeki örgütlenmeler de sıkı takibat dolayısı ile sınırlıdır. Herkes kendi yalnız dünyasında sessiz ama yalıtılmış bir öfke ile yaşamaya mecbur bırakılır. İşte tam da böyle bir ortamda, sosyal medya, iktidarların denetleyemediği bu mecra, muhalif güçlerin kendi cesameti ve iktidarı dönüştürme kapasitesi hakkında onlara güçlü bir esin verdi. Düşündüklerinden, sandıklarından çok daha kalabalıktılar. Keza sosyal medya, hızla örgütlenme ve sokağa çıkma bakımından eşsiz bir ağ oluşturucuydu. Twitter, Facebook, mail grupları, cep telefonu sms’leri, Batı ülkelerindeki işlevlerinden çok farklı bir amaca yönelik olarak kullanıldılar. Onlar devrimci güçlerin suretlerini ve eylemlerini seyrettikleri bir aynaya dönüşmüştü. Suskunluk sarmalı kırılmıştı. Mısır yönetiminin olayları bastırmak için hemen internete yasak getirmesi, cep telefonu şebekelerini kapatması, sosyal medyayı kontrol etmeye çalışması dikkat çekicidir. Ancak bu tezlerin aksine suskunluk sarmalının sosyal medya için de işlerliğini sürdürdüğünü savunan bir görüş de bulunmaktadır. Hatta bu etkinin çevrimiçinde çevrimdışıdan çok daha güçlü olduğu varsayılmaktadır. İnsanlar sosyal medyada yalnızca yabancıların değil kendi arkadaşlarının da paylaştığı görüşleri ve tutumları görmektedir. Böylece rağbet görmeyen bir politikacıyı alenen desteklemek gibi popüler olmayan bir fikri ifade etmek daha da zorlaşmaktadır (Litvinenko, 2012, s. 185). Litvinenko, bu durumu Rusya’daki Aralık 2011 seçim protestolarında yaşanan olaylarla örneklemektedir: Facebook’da hükumet yanlısı düşüncelerin yansıtmasının hoş görülmediği bir ortamda ünlü bir TV spikeri hükümet partisini açıkça desteklediği için Facebook ve Twitter’da şiddetli kınamaya maruz kalmıştır. Ardından çevrimiçi protestolar çevrimdışı mitinglerine dönüşmüş ve sonradan birçok katılımcı durum güncellemelerine bunun katıldıkları ilk gösteri olduğunu yazmıştır. Yine çevrimiçi iletişimin çevrimdışı aktivizme dönüşmesindeki başarı suskunluk sarmalı teorisi ile açıklanmaktadır: Bir kişi "yeterli çoğunluk"ta arkadaşının gösteriyi desteklediği hissine kapıldığında o da gitmeye karar vermektedir ( s. 186). Bu iki görüşün ortasında duran bir başka görüşe göre ise yaşadığımız çağda sosyal medya, artık geleneksel medya ve siyasetin dışında gündem belirleyen bir araç konumundadır. Artık herkes her konuda rahatça konuşabilmekte ve bir anda istenilen bir konuda aynı görüşten birçok kişi toplanarak baskın tarafı oluşturabilmektedir. Buna göre, suskunluk sarmalı “seslilik/çığırtkanlık sarmalı”na dönüşmektedir. Bu durum bir araç olarak sosyal medyanın kullanımına bağlanmaktadır. Ortada geçerliliği olan sorun ya da amaç için baskın olumlu taraflar oluşturulabil inildiği gibi olumsuz baskın taraflar da oluşabilmektedir (Öztürk, 2011). Buradaki olumsuz yan, sosyal medyanın denetimsiz bir ortam olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanlar, sosyal medya aracılığıyla yüz yüze olmamanın verdiği cesaretle bilgisayar başında fütursuzca hareket edebilmektedirler. Bu da, aşırı kamplaşmaların ve nefret gruplarının oluşmasına zemin hazırlayan bir alan olarak karşımıza çıkabilmektedir. Sosyal medyada bir fikir dile getiriliyorsa mutlaka karşıt bir fikir de bulunmaktadır ve bu çoğu zaman sert bir üslupta karşımıza çıkmaktadır (Erbaş, 2012). Yine de çevrimiçi bu çok seslilik demokrasi açısından olumlu bir şekilde değerlendirilmelidir. Toplumsal örgütlerin önemli bir aktörü olarak sendikalar da sosyal medyanın kamuoyu oluşturmada alternatif medya olarak gücünün farkına varmaktadırlar. Sosyal medya, sendikalara geniş bir kitleye ulaşma, yaygın kampanyalar örgütleme, şeffaflaşma ve üye sayısını artırma gibi konularda azımsanamayacak birçok fırsat sunmaktadır (Şenalp, 2012). Sosyal medya, sendikalar ve emek açısından ana akım medyada yer almayan haberleri içerebilmektedir. Hatta sosyal medyada ses getiren bir haber, normalde ana akım medyada kendine yer bulamayacak olsa dahi, sırf sosyal medya ile haber değeri arttığı için ana akım medyada da kendisine yer bulmaktadır. Örnek olarak, Radikal Gazetesi’nin 29.11.2010 tarihli haberini gösterebiliriz (Pehlivan, 2010): Facebook’a emekçi rakip: UnionBook Facebook rüzgârı, sendikaları da etkiliyor. Türkiye’de de ilk defa Birleşik Metal-İş bir mitingini sosyal ağdan örgütledi. Dün Gebze’de yapılan ‘Kuralsız Çalışmaya Son’ mitinginin tüm kampanyası Facebook ‘tan yürütüldü. Benzer örneklerin dünyada artması, sendikaların enternasyonal dayanışmasının da sosyal ağlara taşınmasını beraberinde getirdi. Tamamen Facebook’u örnek alan ve onun gibi örgütlenen UnionBook, birkaç aylık olmasına rağmen hızla yayılıyor. Şimdiden 30 dilde içeriğe sahip UnionBook’a Türkiye ‘den de yoğun katılım var. Hafta sonu İstanbul’a gelen UnionBook ile Avrupa’da yaygın olan LabourStart temsilcileri, bu yeni dayanışma ağını Türkiyeli sendikacılarla tartıştı. LabourStart temsilcisi Eric Lee, İrlanda’da sendika rozeti taktığı için işten atılan 20 yaşındaki Joanne Delaney’ın sosyal ağ üzerinden dünya çapında gelen destek sayesinde işe geri dönmesini örnek göstererek, “Küçük bir sorunda bile etkili sonuçlar alıyoruz” dedi. Benzer bir kampanyayı Tez Koop-İş, Kipa’da örgütlenmek amacıyla Facebook üzerinden organize etmişti. Yapılan eylemler normalde gazetelerde zor yer bulmaktayken, eylemin Facebook ile örgütlenmesi ana akım medyaya göre haber değeri taşımaktadır. Dolayısıyla ana akım medyada bundan dolayı yer bulabilmektedir. Daha çarpıcı bir durum, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) İstanbul Milletvekili Metin Külünk’ün TBMM Başkanlığı’na sunduğu havacılık sektöründe grev ve lokavt yapılmamasını öngören kanun teklifinin Meclis’te gündeme alınmasından dolayı 29 Mayıs 2012’de Türkiye Sivil Havacılık Sendikası’nın (Hava-İş) Türk Hava Yolları çalışanları ile aldığı grev kararı sonucu yaşanmıştır (Milliyet, 2012). THY çalışanlarına destek vermek amacıyla RedHack gece 03.00′ten itibaren THY’nin resmi internet sitelerine erişimi engellemiş, 104 sefer iptal edilmiştir. Sosyal medyada o günün en çok konuşulan konusu THY Grevi olmuş, #THYgrevde hashtagi gün boyunca Türkiye’de TT listesinin en üst sırasında yer alırken, dünyada da ikinci sıraya kadar yükselmiştir. Birçok ünlü isim de hashtagin yayılması için yardımcı olarak daha büyük bir etkinin yaratılması sağlanmıştır. Türk Hava Yolları’na yönelik tepkiler, yönetiminin “yasa dışı” olarak nitelendirdiği eyleme katılan çalışanların işlerine son verildiğini bildiren SMS’in ekran görüntüsünün Twitter’da paylaşılmasının ardından daha da artmıştır (Atasoy, 2012). Şekil 5. Resim 1 THY Grevi Dünya Çapında “Trend Topic” Kaynak: http://tinypic.com/view.php?pic=2sbvlab&s=6#.Uqz5JVtdVqU, 29.05.2012. Şekil 6. Resim 2 THY’nin çalışanlara gönderdiği SMS görüntüsü Kaynak: https://twitter.com/search?q=%23thygrevde&mode=photos, 29.05.2012. Şekil 7. Ertesi günlerde çıkan gazetelerden birinin ilk sayfası Kaynak: https://twitter.com/search?q=%23thygrevde&mode=photos, 01.06.2012. Bu arada ana akım medya sosyal medyada yaratılan bu gündem sayesinde konuyu ele almış ancak bazı yayın organları şirket yanlısı haberlerle dikkat çekmiştir. İşten atılan işçi sayısının 305 rakamına ulaşması da kamuoyunda tepkiyle karşılanmıştır. Daha sonra başlatılan “305 İşçinin İşe Geri İadesi” süreci de ilk zamanki yoğunlukta olmasa da sosyal medyada kendine yer bulmaktadır. Sosyal medyanın sağladığı bu kısmen demokratik sayılabilecek ortamda sendikalar kendi alternatif çözümlerini aramalıdırlar. Kendi içeriklerini kendileri üretmeliler hatta gerekirse eğitimlerle üyelerinin de sosyal medya okuryazarı olmalarını sağlamalılardır. “Yurttaş gazeteciliği” kavramından yola çıkıldığında, her sendikalı işçinin birer emek muhabiri olarak işyerlerindeki problemler ve hak ihlallerini paylaşabilmesi, dijital aktivizmi yaygınlaştırmak ve emeğe odaklı yurttaş gazeteciliği için ciddi bir önem taşımaktadır (Uçkan, 2012). Diğer bir yandan da, sosyal ağ sitelerinin gizlilik politikası ve iş modeli, aktivizm ve sendikal faaliyetler açısından büyük problemler oluşturabilmektedir. Kullanıcılara ait olabildiğince bilgiyi bünyelerinde barındırdıklarından, büyük firmalar ve ilgili üçüncü taraflar tarafından bu bilgiler satın alınabilmektedirler. Örneğin Facebook’un devletler ve gizli servisler ile işbirliğine gittiği de bilinmektedir. Dolayısıyla bu uygulamaların, neyi, kiminle ne kadar paylaşıldığı düşünmeden bilinçsizce kullanımı dayanışma ağına katılacak işçi ve aktivistler için ciddi riskler taşımaktadır (Şenalp, 2012). Bunun önüne geçmek için 2010 yılında, Labour Start projesiyle sosyal ağ sitelerinin emek-sendika odaklı bir alternatifi olarak Unionbook kurulmuştur. Dünyanın çeşitli yerlerinden beş binin üzerinde sendika üyesi, yönetici, uzman ve sendikal alanda çalışan araştırmacı bu site üzerinden birbiriyle bağlantı kurmaktadır (Pantland, 2011). Eric Lee’nin kurucusu olduğu Labour Start’ın yürüttüğü sendikaların internet kullanımına ilişkin araştırmanın sonuçlarına göre 2013 yılı için %86,7’lık oran ile Facebook, sendikal hareket içerisinde kullanılan sosyal ağlar arasında popüler olmaya devam etmektedir (Twitter %45.8, YouTube %39.8, LinkedIn %42.1, Google+ %26.6)1. Şekil 8. Sendika Üyelerinin Sosyal Ağ Kullanım Oranları Kaynak: Labour Start, 2013. Aynı araştırmaya göre üyeler sendikalarının bir sosyal ağda bulunup bulunmadıklarını şu oranlarla bildirmişlerdir: Facebook %91,7; Twitter %51,6; YouTube %28,8; LinkedIn %8,9; UnionBook %8,4; Flickr %7,8; Google+ %5,5; Myspace %0,8; diğer %5,2’dir. 1 Bu veriler araştırmanın yalnızca İngilizce konuşan deneklerle yapılan kısmını içermektedir. Şekil 9. Sendikaların Sosyal Ağ Kullanımları Kaynak: Labour Start, 2013. Ayrıca araştırma internete erişilen araçların artık bilgisayarlarla sınırlı kalmadığını, akıllı telefonların da yaygınlaşmaya başladığını göstermektedir. İnternete erişilen araçların oranları: Masaüstü %74,8; dizüstü %69; tablet %23,5; akıllı telefon %48,5; diğer %2,1. Şekil 10. Sendika Üyelerinin İnternet Erişimi İçin Kullandığı Araçlar Kaynak: Labour Start, 2013. Türkiye, ABD ve Britanya İşçi Konfederasyonlarının Sosyal Medya Kullanım Analizi Bu çalışmada, üç farklı ülkenin temsil alanı en geniş üç işçi sendikaları konfederasyonunun, sosyal medya ağlarındaki hesapları analiz edilmiştir. Çalışma, ülkelerin genel sendikal durumlarını yansıttığı düşünülerek konfederasyonlarla sınırlandırılmıştır. Sosyal medya hesaplarına konfederasyonların web sitelerindeki bağlantılardan ulaşılmış ve analizler 10.04.13-21.04.13 tarihlerinde yapılmıştır. Çalışmanın, gelişmişlik düzeyleri ve sendikal geçmişleri farklı üç ülkede, sendikaların örgütlenme ve mücadele aracı olarak sosyal medya kullanımlarının gelmiş olduğu noktaya ışık tutması amaçlanmaktadır. Türkiye’den yaklaşık 696 bin (Çelik, 2013) emekçiyi temsil eden Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk-İş), internet sitesinde bağlantıları verilen Facebook, Twitter, You Tube ve Google+ hesapları incelenmiştir. Türk-İş’in web sitesine girildiğinde ana sayfadan önce sosyal medyaya yönlendirici bir “pop-up” pencere çıkmaktadır. Bu site kullanıcılarını sosyal medya hesaplarına yönlendirmesi açısından iyi bir uygulamadır. Ayrıca site içinde de sosyal medya için bağlantılar ana sayfada mevcuttur. Şekil 11. Türk-İş Web Sitesi ve Facebook sayfasından ekran görüntüleri Türk-İş’in Facebook’a katılış tarihi 02.11.2011’dir. Profil fotoğrafı olarak konfederasyonun logosu kullanılmaktadır ayrıca kapak görseli kullanılmamaktadır. Görseller galerisinde de yapılan etkinliklerin fotoğrafları ilgili haberlerle paylaşılmıştır. Hakkında kısmında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Facebook sayfası verilerine göre 605 kişi sayfayı beğenmiş, 48 kişi Türk-İş hakkında konuşmuş, 94 kişi de Türk-İş genel merkezinden yer bildiriminde bulunmuştur. Genelde internet sitesi haber metinlerinin paylaşıldığı sayfada, paylaşılan yorum yapılabilmektedir. Yapılan yorumlar çoğunlukla eleştiridir ve bu eleştirilere sayfa yöneticisi tarafından hiç cevap verilmemiştir. Eleştiriler genellikle mevcut Türk-İş genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun AKP hükümetinin emek politikalarındaki baskıcı tutumuna sessiz kalmasına yöneliktir. Şekil 12. Türk-İş Facebook Sayfasından İki Adet Paylaşım ve Altındaki Yorumlar Türk-İş’in Twitter sayfasında ise Facebook gibi web sitesinde yayınlanan haberler paylaşılmaktadır. Kurumsal kimlik öğesi olarak logo yine kullanıcı resminde yer almakta fakat arka plan twitter’ın varsayılan düzenindedir. Görseller galerisinde yalnızca IndustriALL’un (Uluslararası Sanayi Sendikaları Federasyonu) Kuruluş Kongresinde Havacılık Hizmetlerine Getirilen Grev Yasağı hakkında yaptığı konuşmanın bir videosu bulunmaktadır. Twitter’ın kendine özgü olan ve etkileşim sağlamaya yarayan “#hastag, @mention, retweet” gibi araçlarına neredeyse hiç başvurulmamıştır. Şekil 13. Türk-İş Twitter Sayfası Ekran Görüntüsü Türk-İş’in You Tube kanalının açılış tarihi 03.10.11 olmasına rağmen “Türk-iş Konfederasyonu 2008 - 2011 Eylemleri” adında yalnızca 1 video barındırmaktadır ve 1 abonesi bulunmaktadır. 6 dakika 10 saniyelik marşlı bir propaganda klibi olan video 1.449 kişi tarafından izlenmiş ve videoya hiç yorum yapılmamıştır. Şekil 14. Türk-İş You Tube kanalı ve paylaşılan videonun ekran görüntüleri Şekil 15. Türk-İş You Tube kanalında paylaşılan videonun ekran görüntüleri Şekil 16. Türk-İş Google+ Sayfası Ekran Görüntüsü Türk-İş’in Google+ hesabında da yine diğer hesaplarında olduğu gibi web sitesindeki haberler içerik olarak kullanılmıştır. Kullanıcı fotoğrafı bölümünde de yine konfederasyonun logosu kullanılmış, diğer bölümler varsayılan düzende bırakılmıştır. Hakkında kısmında bilgi bulunmamakta ve görüntü galerisinde logo ve web sitesinde paylaşılan fotoğraflar bulunmaktadır. Türk İş Konfederasyonu Google+ içerisinde 38 kullanıcının çevresinde görünmektedir. Şekil 17. AFL-CIO Web Sitesi Ana Sayfa ve Facebook Sayfalarının ekran görüntüleri Amerika Birleşik Devletleri’nde 12,2 milyon (afl-cio.org, 2013) emekçiyi temsil eden The American Federation of Labor and Congress of Industrial Organizations’ın (AFL-CIO) web sayfasında hangi sosyal medya hesaplarının olduğunu gösterir bir bağlantı kartı vardır. Kart sayfanın tam ortasında görünür bir şekilde yerleştirilmiştir. AFL-CIO’un bir blogu, Facebook, Twitter, You Tube, Flikr, Pinterest hesapları vardır. AFL-CIO Facebook hesabının hakkında kısmı ayrıntılı şekilde doldurulmuş ve sayfaya yorum yazarken uyulması istenen kurallar belirtilmiştir. Facebook zaman tüneline tüm önemli tarihler kaydedilmiştir. Bu güncelleme nedeniyle Facebook ağına katılış tarihi bulunmamaktadır. Bu köklü bir kuruluş olarak konfederasyonun Facebook’tan da eski olduğuna vurgu yapan bir artı değer sağlamaktadır. Facebook verilerine göre sayfayı 64.625 kişi beğenmiş, 39.164 kişi sayfa hakkında konuşmuş ve 86 kişi genel merkezden yer bildirmiştir. Profil ve kapak fotoğrafları bulunmaktadır ve zaman zaman yenileriyle güncellenmektedir. AFL-CIO gerçek üyelerinin fotoğraflarını kullanmaktadır. Hatta bir yüz olarak fotoğrafta kullanılan üye, kendi Facebook hesabıyla fotoğrafına yorum yapmıştır. Bu da aidiyet duygusu yaratmak açısından iyi bir uygulamadır ve kullanılan slogan “Çalışma Hepimizi bağlar/Work Connects us all” ile de uyuşmaktadır. Facebook sayfasında günde birden çok paylaşımda bulunulmaktadır. Bu paylaşımların içeriği çok çeşitlilik göstermektedir. Sendika ürünleri reklamlarından, toplumsal duyarlılığı fazla olan olaylara (Boston’da yaşanan patlama) kadar birçok paylaşım gözlemlenmiştir. Görsel olarak infonograf, fotoğraf, grafik ve karikatür kullanılmaktadır. Facebook’tan diğer sosyal medya platformlarında yapılan kampanyalar da duyurulmaktadır. Ayrıca araştırmalar için yapılan online anket yönlendirmeleri de paylaşılanlar arasındadır. Şekil 18. AFL-CIO kullanmaktadır. sosyal medya iletişim kampanyasında gerçek üyelerini Şekil 19. AFL-CIO Facebook paylaşımlarından örnekler AFL-CIO’nun Twitter hesabının 35,017 takipçisi, 5,843 takip edileni ve 14,004 tweet’i bulunmaktadır. Hesabın onaylanmış olduğunu gösteren mavi tik işareti sahte hesap tehdidinden kurumu korumaktadır. Görseller kurum kimliği ile bağdaştırılmıştır. Diğer sosyal ağlarındaki gibi gerçek üyelerin fotoğrafları, logo ve logo ile uyumlu arka plan gözlenmektedir. Etkileşim açısından sayfa incelendiğinde, Twitter’a özgü etiketleme uygulaması #hasgtag’ler yardımıyla ortak konu başlıkları oluşturulup önceden kararlaştırılan günlerde belirlenen etiket üzerinden sohbet(chat) edildiği görülmektedir. Bu da gündem oluşturma (agenda setting) için Twitter’ın ne kadar yararlı olabildiğine örnek oluşturmaktadır. Şekil 20. AFL-CIO Twitter Sayfasından Ekran Görüntüsü ve Facebook’ta Twitter Hesabındaki Etkinliğin Paylaşımı AFL-CIO’nun You Tube Kanalının açılış tarihi 10.07.06’dır. Bu kanalın haricinde yalnızca Latin Amerikalılar için İspanyolca videolar içeren başka bir kanalı daha bulunmaktadır ancak bu çalışmada genel amaçlı kanal dikkate alınacaktır. You Tube kanalının 1529 abonesi bulunmaktadır. Kanalda bulunan videolar toplamda 1.210.841 defa izlenmiştir. Kanalda en çok göze çarpan dezavantajlı gruplar denilen göçmenlerin, siyahilerin, kadınların, ve çocukların içinde bulunduğu gerçek üyelerin hikayelerini barındırmasıdır. Görsel olarak diğer ağlardaki gibi kurumsal kimliği içeren logo ve renkler You Tube kanalında da bulunmaktadır. Şekil 21. AFL-CIO You Tube Kanalı ve Videolarından ekran Görüntüleri AFL-CIO’nun Google+ hesabında ağın henüz yeni olmasından dolayı fazla etkileşim gözlenmemekte buna rağmen paylaşımların yoğunluğu fark edilmektedir. Hesap henüz 23 kullanıcının çevresinde görülmektedir. Burada da kullanıcı fotoğrafında logo, kapak fotoğrafında da gerçek üyelerin fotoğrafları kullanılmaktadır. Şekil 22. AFL-CIO Google+ Sayfasının Ekran Görüntüsü AFL-CIO’nun Flickr hesabı daha çok alan/gösteri fotoğraflarını içermekte; akıllı telefonlarda fotoğraf uygulaması olan Instagram’da da daha çok gösteri ve etkinliklerin fotoğrafları bulunmaktadır. Konfederasyonun Pinterest hesabı ise pano (pinboard) özelliğiyle farklı konu başlıklarının altında birçok görsel barındırmaktadır. Örneğin örgütlenmeye çağrı yapan görseller, “Sendikaya Git/Go Union”, “Harekete Geç/Take Action” gibi başlıklar altında bulunmaktadır. Şekil 23. AFL-CIO Pinterest Sayfasından Ekran Görüntüsü AFL-CIO’nun bir blogu da bulunmakta ve burada da politika ve emek haberleri gibi daha ciddi haberler paylaşılmaktadır. Şekil 24. AFL-CIO Blog Sayfası Ekran Görüntüsü Britanya’dan yaklaşık 6 milyon (tuc.org.uk, 2013) emekçiyi temsil eden “The Trades Union Congress”in (TUC) web sitesinde bulunan bağlantılardan Facebook, Twitter, You Tube ve Flickr sosyal ağ hesaplarına erişilmiştir. Şekil 25. TUC’un 5 farklı Facebook Hesabının Ekran Görüntüleri Facebook’ta TUC beş farklı hesaba sahiptir. İlki konfederasyonla ilgili haberlerin bulunduğu ana hesap, ikincisi “Touchstone blog” adlı kamu siyaseti konularını içeren blogun Facebook güncellemelerini içeren hesap, üçüncüsü Ulusal Sağlık Servisini korumak için yapılan Sendika koalisyon kampanyalarının güncellemelerini içeren hesap, dördüncüsü TUC online kampanya eylem ağı güncellemelerini içeren hesap ve beşincisi de TUC’nin daha iyi stajlar için yürüttüğü kampanyasının güncellemelerini içeren hesaptır. Bu strateji aynen Twitter’da da yürütülmektedir. Kampanyaların mesajlarının tek bir yerden verilmesi ve karışıklığa neden olmaması açısından iyi bir uygulama gibi görünmektedir. Ancak bu çalışmada yalnızca ana hesap incelenecektir. Şekil 26. TUC Ana Facebook Hesabı Hakkında Bölümü ve Etkinlik Sayfası Ekran Görüntüsü Twitter’a bakıldığında TUC’nin çeşitli kullanımı burada da kendini göstermektedir. Farklı mesajları içeren, farklı kanallar, kümelenmeyi önlemekte ancak iletişimin bölünmüşlüğü de kurumsal kimliğin gücünü sosyal medyada azaltmış görünmektedir. Üyeler; nereyi neden takip edeceğini ve iletişime geçmek istediğinde ise muhatap olarak tek bir TUC hesabı olmadığından hesapları karıştırabilir. Ancak Twitter’ın retweet (geri tweet atma) özelliği sayesinde tüm hesapların birbirlerinin gönderilerini retweet ederek paylaştıkları görülmektedir. Şekil 27. TUC Twitter Hesapları Şekil 28. TUC Ana Twitter Hesabı Ekran Görüntüsü TUC’nin You Tube kanalına katılma tarihi 18.03.09’tur. Bu tarihten itibaren yüklenen videolar 102.363 defa görüntülenmiştir. Kanalın 167 abonesi bulunmaktadır. Kanalın tanıtım bölümünde TUC hakkında kısa bir bilgi verilmiş, kullanıcı resmini yerine logo kullanılmıştır. İçeriğe bakıldığında videoların bir stratejiyle değil amaca yönelik kullanıldığı görülmektedir. Videolar; kongre konuşmaları, üye hikayeleri, kampanya tanıtımları ve miting görüntülerinden oluşmaktadır. Şekil 29. TUC You Tube Kanalı Ekran Görüntüsü TUC’nin bulunmaktadır. Flickr hesabında ise daha çok protesto yürüyüşleri görüntüleri Şekil 30. TUC Flickr Hesabı Ekran Görüntüsü Sonuç Türk İş’in sosyal medya hesapları genel olarak aynı içeriği kullanmaktadır. Bu durum sosyal ağ sitelerinin ve web sayfasının birbirleriyle bağlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak, sosyal medya hesapları web sitelerinin bir uzantısı görünümü vermektedir. Etkileşim açısından Türk-İş’in Facebook sayfası, daha fazla yorum yazıldığı için, diğer sosyal ağlardaki hesaplarına oranla daha etkindir. Ancak yine de Etkileşim özelliklerinden yararlanıldığını söyleme çok zordur. Örneğin yapılan yorumlara cevap verilmemektedir. Sosyal medya hesaplarının da web siteleri gibi sendikal faaliyetlere ilişkin bilgi aktarımı amacıyla kullandıkları gözlenmektedir. Bu nedenle, sendikaların internet kullanımının sendikal faaliyetlere ve karar alma süreçlerine katılımı desteklediğini ileri sürmek zordur. Görsel içeriklere yeterli yer verilmemekte, kurumsal kimlik öğeleri (logo hariç) yeterince kullanılmamaktadır. Örgütlenme açısından yalnızca yaklaşmakta olan 1 Mayıs için alanlara çağrı yapılmakta bunun dışında bir faaliyet gözlenmemektedir. AFL-CIO’nun bütünleşik kurumsal iletişimi hemen hemen her sosyal ağ’da kurum kimliğini belirtmektedir. Logoda kullanılan sarı renk tüm diğer ağ hesaplarının çeşitli yerlerinde kullanılmaktadır. Ayrıca, AFL-CIO’nun yüz olarak gerçek üyelerini kullanması kurumsal aidiyet duygusunu arttırmaktadır. Aynı zamanda bu strateji, sendikacılıkta bireyselleşmeyi ve atomizasyonu desteklediği için eleştirilebilir. Ancak resimlerle kullanılan slogan “Çalışma Hepimizi Bağlar / Work Connects us all” dayanışmaya vurgu yaparak bu bireyselleşmeyi “hepimiz ve biz” söylemleriyle kırmaya çalışmaktadır. TUC’nun sosyal medya stratejisi çeşitli kullanımları içermektedir. Sadece Facebook ağı içerisinde beş farklı amaca hizmet eden sayfa bulunmaktadır. Bu farklı mesajları içeren, farklı kanallar, mesajların kümelenerek karışmasını önlese de bölünmüş iletişim faalyetleri kurumsal kimliğin etkisini sosyal medyada azaltmaktadır. Kuşkusuz sendikaların internet kullanımlarında, içinde bulundukları ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel özellikleri belirleyici olmaktadır. Türkiye’deki sendikaların makro ve mikro düzeyde birçok sorunu bulunmaktadır. Hukuksal engeller, dönüşen iş yaşamı ve emek, hükümetin baskıcı politikaları, maddi yetersizlikler, yapısal dengesizlik bunlardan yalnızca bazılarıdır. Ancak, bu çalışmada vurgulanmak istenen sendikaların yetersizliklerin içinde dahi mücadeleci ve örgütleyici ruhu kaybetmeyerek yaratıcı ve üretken olmalardır. En azından iletişim stratejilerini buna göre yapılandırmaları için gelişmiş ülkelerdeki uygulamaların Türkiye’deki sendikalara açacağı yeni ufuklar önemlidir. Ayrıca ciddi bir üye kaybının ardından yeni yasayla gelen baraj sistemine göre temsil yeteneğini kaybetmek istemeyen Türk İşçi Sendikaları gelecek dönemlerde hızla yeni üye arayışına gireceklerdir. Yeni örgütlenme stratejilerinde sosyal medya da eğer akıllıca kullanılırsa çok önemli bir araç olacaktır. Sosyal medya, sendikalar için yalnızca yeni üye arayacakları bir araç değil aynı zamanda hali hazırdaki üyeleriyle iletişimlerini güçlendirecekleri bir havuz ve tartışma platformudur. Son olarak, bu araştırmanın sonucunda Türk-İş özelinde ve Türkiye’deki işçi sendikaları genelinde sosyal medyanın kullanılmasına karşın bunun herhangi bir politik ya da bir stratejik dayanağının olmadığı açıkça görülmektedir. Sendikalar kendi faaliyetlerini ve davalarını kendi üyelerine ve kamuoyuna duyurmak amacıyla interneti web siteleri aracılığıyla uzun süredir kullanmaktadırlar ancak sosyal medya çağında hala etkileşimli uygulamalar kullanımı konusunda kısıtlı kalmaktadırlar. Bu da interneti ve sosyal medyayı sendikalar açısından geleneksel medyanın bir uzantısına indirgemektedir. Oysaki sendikaların güç kazanmak için emeğin dönüşen doğasına uygun şekilde genç ve kadın emeğine, beyaz yakalı emeğe, kayıt dışı emeğe, göçmen emeğine, engelli emeğe ve işsizlere ulaşmak için internet ve sosyal medyayı da içine alan yeni iletişim stratejileri geliştirmesi gerekmektedir. Kaynakça 2013 Annual Survey of Trade Union use of the Net – Summary. (2013). Labour Start. http://www.labourstart.org/2013SurveyResults.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 02.04.2013) About Twitter. Twitter. https://twitter.com/about adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013) Anderson, P. (2007) What is Web 2.0? Ideas, technologies and implications for education, JISC Technology and Standards Watch, s. 1-64. Atasoy, B. (2012, Mayıs 29) THY, Sosyal Medya Krizinin Tam Ortasında. sosyalmedya.co. http://sosyalmedya.co/thy-sosyal-medya-krizi/ adresinden alınmıştır. (Erişim Tarihi: 29.05. 2012) Britain’s unions. TUC. http://www.tuc.org.uk/tuc/unions_main.cfm adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.02.2013) Bostancı, M. N. (2011, Şubat 2). Suskunluk sarmalı kırıldı mı?. Zaman. http://www.zaman.com.tr/yorum_mnaci-bostanci-suskunluk-sarmali-kirildi-mi_1087740.html adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 30.04.2013) Buzz in the blogosphere: Millions more bloggers and blog readers (2012, Ağustos 8). Nielsen. http://www.nielsen.com/us/en/newswire/2012/buzz-in-the-blogosphere-millions-morebloggers-and-blog-readers.html adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013) Castells, M. (2001) The Internet Galaxy, Oxford: Oxford University Press. Çelik, A. (2013, Ocak 29) Sendikasızlaştırma İstatistikleri, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi. http://t24.com.tr/yazi/sendikasizlastirma-istatistikleri/6172 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 30.01.2013) Eijkman, H. (2008) Web 2.0 as a non-foundational network-centric learning space, Campus Wide Information Systems, 25, 2, s. 93-104. Erbaş, P. (2012, Eylül 22) İşte Türkiye’nin sosyal medya profili! Facebook’un tahtı sallanıyor mu?. HaberTurk. http://www.haberturk.com/medya/haber/778565-iste-turkiyenin-sosyalmedya-profili adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 18.04.2013) Erdoğan, İ. ve Alemdar K. (2002) Öteki Kuram Kitle İletişimine Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Ankara: Erk. Pehlivan, İ. (2010, Kasım 29) Facebook’a emekçi rakip: UnionBook. Radikal. http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1030605&categoryid =80 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20.04.2013) Flickr, Yahoo Adversiting Solution, http://advertising.yahoo.com/article/flickr.html adresinden alınmıştır (Erişim tarihi 10.04.2013) Hakkımızda, Linkedin, http://www.linkedin.com/about-us adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013) Holt, R. (2013, Ocak 30) Half a billion people sign up for Twitter. The Telegraph. http://www.telegraph.co.uk/technology/9837525/Half-a-billion-people-sign-up-forTwitter.html#mm_hash adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013) Hwang J., Altman J., Kim K. (2009) Structural Evolution of the Web 2.0 Service Network, TEMP Discussion Paper, 14, s. 1-22. Kart, E. (2011) Küreselleşen ekonomide “yeni çalışan tipi”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 8, 1, s. 1172-1188. Key Facts (2013) Facebook Newsroom. http://newsroom.fb.com+/Key-Facts adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi10.04.2013) Köseoğlu, Ö. (2012) Sosyal Ağ Sitesi Kullanıcılarının Motivasyonları Facebook Üzerine Bir Araştırma, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 7, 2, 58-81. Litvinenko, A. (2012) Role of social media in political mobilization in Russia On the example of parliamentary elections 2011. CeDEM 12 Conference for E-Democracy and Open Government. Austria. s. 180-188. McLuhan, M. (1962). The Gutenberg Galaxy: The Making of Typographic Man. Toronto: University of Toronto Press. Müftüoğlu, Ö. (2006). Kriz ve Sendikalar. Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar. Sazak, F. (der.) içinde. Ankara: Epos Yayınları. s. 117-155. Noelle-Neumann, E. (1974). The spiral of silence: a theory of public opinion. Journal of Communication, 24, s. 43–51. O’Reilly, T. (2005, Ekim 30) What Is Web 2.0, Design Patterns and Business Models for the Next Generation of Software. http://oreilly.com/web2/archive/what-is-web-20.html adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 15.04.2013) Öztürk, Ç. (2011, Ekim 23). Sessizlikten, sesliliğe gidiş. T24 Bağımsız İnternet Gazetesi. http://t24.com.tr/haber/sessizlikten-seslilige-gidis/176718 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 22.04.2013). Pantland, W. (2011, Temmuz 11) UnionBook: Use it or lose it. Cyberunions. http://cyberunions.org/unionbook-use-it-or-lose-it/ adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20.04,2013) Papic, M. Noonan, S. (2011, Şubat 3) Social Media as a Tool for Protest, http://www.stratfor.com/weekly/20110202-social-media-tool-protest adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 19.04.2013) Sazak, F. (der.) (2006) Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar. Ankara: Epos Yayınları. Seçkin, M. (2012, Ağustos 10). Suskunluk Sarmalı devri kapanıyor mu?. medyaloji.net. http://www.medyaloji.net/haber/suskunluk_sarmali_devri_kapaniyor_mu_.htm adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 22.04.2013) Social Networking Popular Across Globe (2012, Aralık 12) Pew Research Centre. http://www.pewglobal.org/files/2012/12/Pew-Global-Attitudes-Project-Technology-ReportFINAL-December-12-2012.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 13.04.2013) Steger, M. B. (2003). Globalization : A Very Short Introduction. New York: Oxford University Press. Şeker, Bektaş, T. (2005). Bilgi Teknolojilerindeki Gelişmeler Çerçevesinde Bilgiye Erişimin Yeni Boyutları. S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 13. s. 377-391. Şenalp, Ö. (2012, Mayıs 1) Yeni Sosyal Medya Tabandan ve güçlü bir uluslararası sendikal hareket inşa etmek. Sendika üyeleri ve militan aktivistler için kullanma kılavuzu. TIENetherlands ve NetwOrganisation. http://tie.wikia.com/wiki/YEN%C4%B0_SOSYAL_MEDYA_Tabandan_ve_g%C3%BC%C 3%A7l%C3%BC_bir_uluslararas%C4%B1_sendikal_hareket_in%C5%9Fa_etmek adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20.04.2013) The Week Staff (2012, Şubat 14) The web’s growing Pinterest ‘obsession’: By the numbers, The Week. http://theweek.com/article/index/224399/the-webs-growing-pinterest-obsessionby-the-numbers adresinden alınmıştır. (Erişim Tarihi, 10.04.2013) Tutal-Cheviron, N. (2004). Küreselleşme Söylemleri ve İletişimin Mitleştirilmesi. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi. 19. s. 46-69. Uçkan, Ö. (2012, Aralık 22 ). Sendikalar ve Sosyal Medya. Emek Dünyası. 39. Bölüm. http://www.youtube.com/watch?v=h2PfI-KHfu8 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 25.04.2013) What the AFL-CIO Does, http://www.aflcio.org/About/What-the-AFL-CIO-Does adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.02.2013) Kosner, A. W. (2013 Ocak 26) Watch Out Facebook, With Google+ at #2 and YouTube at #3, Google, Inc. Could Catch Up. http://www.forbes.com/sites/anthonykosner/2013/01/26/watchout-facebook-with-google-at-2-and-youtube-at-3-google-inc-could-catch-up/ adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013) Yaylagül, L. (2006) Kitle İletişim Kuramları. Ankara: Dipnot Yayınları. YouTube Viewership Statistics, http://www.youtube.com/yt/press/statistics.html adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi10.04.2013) Beyaz Yakalı Örgütlenmesinde Yeni İletişim Teknolojileri Olanakları: Türkiye Örnekleri Gökçe Baydar Hacettepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi Giriş Günümüzde ekonominin önemli bir parçası olan beyaz yakalılar, küreselleşme ve neoliberal politikalar nedeniyle giderek artan bir şekilde esnek ve güvencesiz bir iş yaşamı deneyimlemektedirler. Beyaz yakalıların bugün karşılaştığı bu sorunlar, 1980 ve 1990’larda yükselişe geçen yeni ekonomi mitiyle de bağlantılıdır. Rekabet avantajının fikirler sayesinde edinildiği bir ekonomide bilgi-yoğun işler önem kazandıkça bu işi yapabilen beyaz yakalılar da önem kazanmıştır (Bora & Erdoğan, 2011: 20-1). Buna eşlik edecek şekilde yeni ekonomi miti, beyaz yakalılara işin ve hazzın aynı anda deneyimlendiği bir iş yaşamı vaat etmiş ve esnek çalışma koşullarını bir rüya gibi aktarmıştır. Yeni ekonominin bu vaatleri, özellikle Türkiye koşullarında gerçekleşmemektedir. Üniversite eğitimine zor koşullar altında kabul edilen, devam eden ve bitiren beyaz yakalı genç nüfus iş olanaksızlıkları ve yetersiz istihdam politikaları nedeniyle çoğunlukla uzun bir işsizlik süreci geçirmekte; bu süreçten geçtikten sonra esnek çalışma koşulları, prim üzerinden maaş almak, zorlaşan performans kriterleri tarafından belirlenen bir iş yaşamına dahil olmaktadırlar. Özellikle bankalar, iş merkezleri, plazalar başta olmak üzere kaygı, güvencesizlik ve iş yükü altında ezildikleri mekanlarda çalışma yaşamlarına devam etmektedirler. Esnek çalışma özgürleştirmek yerine, işin hayatın her anında söz konusu olduğu bir işe bağımlılık yaratmıştır (İnce, 2013). Bu nedenle beyaz yakalıların kendi sorunlarının neler olduğu, bunlar hakkında bir araya gelebilme olanakları ve bu olanakların ne kadar ve nasıl gerçekleştirildiği önemlidir. Beyaz yakalıların çalışma koşulları ve bu koşullar altında nasıl bir kolektivite oluştuğunu / oluşmadığını saptamak Türkiye’deki sınıf örgütlenmesine ilişkin de veri sağlamış olacaktır. Bu bağlamda Türkiye’deki beyaz yakalıların büyük ölçüde İnternet üzerinden örgütlendikleri Plaza Eylem Platformu, BİÇDA ve Kaç Bize Gel oluşumları ele alınacak, bu oluşumların kendi internet siteleri ve sosyal medya hesapları aracılığıyla yeni iletişim teknolojilerini bir araya gelmek için nasıl kullandıkları aktarılacaktır. Çalışmanın kapsamı gereği geniş bir sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi tartışmasına yer vermek mümkün olmasa da, çalışma incelenecek görece yeni oluşumların mücadelesini görünür kılmak açısından önemlidir. Çalışmanın bu sayede beyaz yakalı örgütlenmesinde ne gibi olanakların yaratılabileceğine, iletişim teknolojilerinin örgütlenmede nasıl bir yeri olabileceğine ilişkin tartışmalara kaynaklık etmesi amaçlanmıştır. Beyaz Yakalılar ve Türkiye’de Beyaz Yakalı Olmak Beyaz yakalı olmak, basitçe orta sınıfa işaret eder. Kültürel bir açıklama ile, beyazyakalılık bir eğitim sermayesini, en azından üniversite mezunu olmayı gerektirir. Kol emeğinden farklı oluşu zihinsel emek kavramı ile ifade edilen bir çalışma pratiğine işaret eder. Zihinsel emek olarak kategorilendirilen emeğin çalışmaları, neoliberalleşen dünyanın giderek daha fazla hizmet üretimine ve bunu yapacak beyaz yakalılara ihtiyacı olması ile karşı karşıyadır. Bu durum maddi olmayan emeğin (beyaz yakalıların) giderek daha vasıfsız işlere de koşulması anlamında bir vasıfsızlaşma geçirmesi anlamına gelir: örneğin çağrı merkezi çalışanları, işlem operatörleri vs... Günümüzde beyaz yakalıların durumu, yeni kapitalizmin iş kültürü ile de doğrudan bağlantılıdır. Sennett, Karakter Aşınması’nda "Uzun Vade Yok" sloganının hakim olduğu günümüz iş kültürünün karakter üzerindeki etkilerinden bahseder. Çalışma vadelerindeki geçicilik ile kurumlar işe yaramazlık konusunda kaygı üretmekte (Sennett, 2011, s.113), bu yüzden çalışanlar sürekli kendini yenilemek zorunda kalmakta, "becerileri tükenmekte" ve işe yaramazlık kâbusuyla baş etmek zorundadırlar (Sennett, 2011, s.63). Bu geçicilik bir güvencesizlik olarak yorumlanabilir, çünkü güvencesizliğin bir boyutu da işten çıkarmanın çok kolay olmasıdır (Yücesan Özdemir, 2010, s. 9). Beyaz yakalıların günümüzde içinde yaşadıkları iş yaşamı sadece geçici ve esnek istihdam üzerine değil, aynı zamanda kaynağını bu geçicilikten alacak şekilde yüksek ve belirsiz performans kriterlerinin hüküm sürdüğü bir "çalışanlar arası rekabet" üzerine şekillenmektedir. Bu rekabeti geçemeyenlerin daha uzun süreli istihdama geçemediği bir durum söz konusudur. Bu rekabet, sınıf örgütlenmesinin neden gerçekleşmediğine ilişkin yaygın bir açıklama temelini oluşturur: Yeni kapitalizmin yeni insanı bireyselleşmiş, girişimci ve tekil hareket eden bir bireydir. Türkiye’de bunun nasıl gerçekleştiğine ilişkin bir açıklama, kaynağını aynı zamanda 1980’lerin politik ve sosyo-ekonomik ikliminden almalıdır. Özal dönemi ile ideolojilere mesafeli sinik bir öznenin yaygınlaşması, “gemisini kurtaran kaptan”, “başarı hikayesi” kahramanı olabilmek için kendine yatırım yapmak, risk almak gerektiren bir yeni insan anlatısı ortaya çıkar. Emek sürecinin esnekleşmesi, kısa süreli taahhütler ve kişiye özel sözleşmeler Türkiye’de de yaşanır. Bu şekilde yaşanan mekana, işe, insani ilişkilere bağlılık erozyona uğrar ve aidiyetleri gelgeçleştirir. Bu durumda, insanın başka insanlar, kolektif kişilikler, zaman mekan ve hatta kendi emeği ile kurduğu ilişkinin kodlarını değiştiren hegemonik süreçler söz konusudur (Erdoğan, 2011, s. 104). Bu bireyci kişiliğin yarattığı iş kültürü, aşağıdaki oluşumlar ele alınırken değinileceği gibi, Türkiye’de "servis hakkı için bile bir araya gelememek" (Kaç Bize Gel) şeklinde deneyimlenmektedir. Kolektivite Olanakları ve Yeni İletişim Teknolojileri Türkiye’de emek örgütlenmeleri önündeki engeller, büyük ölçüde yukarıda bahsedilen bireyselleşmiş başarı ve haz odaklı kariyer vaadindeki yeni ekonomi mitinden kaynaklanmaktadır. Bunun yanısıra, neo-liberal devletin kolektif iş hukuku üzerinde uyguladığı “baskıcı devlet pratikleri” de (Yücesan Özdemir ve Özdemir, 2008, s. 97) Türkiye’de emeğin örgütlenmesinde bir diğer engelleyici unsur olarak karşımıza çıkar. Hem bu yapısal durum hem de iş kültüründeki bireysellik, örgütlenmelerin sendika bazından çıkarak farklı oluşumlara yönelmelerine sebep olmuş gibi görünmektedir. Sendikal mücadelenin yanısıra giderek görünürlüğü artan oluşumlar bunun kanıtıdır. Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği, Gerçeğe Çağrı ve bu çalışmada ele alınanlar gibi beyaz yakalı oluşumlar bunun kanıtı gibidir. Bu tip oluşumların kendini büyük ölçüde İnternet üzerinden var edebilmesinin nedeni de, beyaz yakalıların sahip olduğu zihinsel ve kültürel sermaye nedeniyle yeni medya ile oldukça entegre bir yaşam sürmeleri olabilir. Bunun yanı sıra, Binark PEP üzerine olan çalışmasında (2010) kariyerizm mitinin kolektiviteyi engelleyici bir unsur olarak görev yaptığını, Tanıl Bora vd Beyaz Yakalı İşsizliği üzerine yaptıkları çalışmada (2011) beyaz yakalıların kendini geleneksel anlamda işçi olarak görmediğini, bu yüzden de sendikal kolektiviteye sıcak bakmadığını bulgulamıştır. Bunun izlerini çalışmada incelenen üç grupta da görmek mümkündür. Kısaca söylenirse, hem kolektivitenin sendikal oluşum biçimlerinin beyaz yakalılara sıcak gelmemesi, hem de devletin neoliberalleştikçe sendikal hakların kazanımlarının azalması, çalışanları yeni kolektivite imkanları aramaya itmiştir. Bu da beyaz yakalılar söz konusu olduğunda büyük ölçüde İnternet teknolojileri aracılığıyla gerçekleşmektedir. Türkiye Örnekleri: Plaza Eylem Platformu, BİÇDA, Kaç Bize Gel Plaza Eylem Platformu (PEP): PEP, üç sene önce IBM’deki işten çıkarmalarda örgütlenen sigortacı, bankacı ve araştırma şirketi işçilerinden oluşmaktadır ama kendilerinin ifade ettiğine göre "kapıları tüm plaza işçilerine açık". Kendilerini tanıttıkları metinde "Birçoğumuzun içinde çalıştığı afili binaların, içi bizi, dışı sizi yakar!" ifadesini kullanıyorlar. İlk olarak 2008’de önce Second Life’ta IBM önünde sanal eylem yaparak, sonra IBM Türk Limited Şirket önünde, haksız işten çıkarmalara karşı yaptıkları basın açıklaması ile dikkat çektiler. Sendikal mücadelelerini kazanana kadar iki yıl boyunca her çarşamba plaza önünde toplanan IBM işçilerine destek verdiler. Şekil 1. IBM işçilerine destek için yapılan Second Life sanal eylemi Kaynak: Kafa Ayarı, http://kafaayari.files.wordpress.com/2008/11/ibmiscileri.jpg PEP, kendi internet sitelerinden ve diğer araştırmaların konusu oldukça kendilerinin de ifade ettiği gibi IBM çalışanlarına destek verenler ile Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği’nin kesişmesiyle oluşan bir grup. Bu oluşuma gerek duymalarının nedenini sendikalarla bir yere varamamak, yeterince kazanım elde etmemek olarak aktardıkları gibi, aynı zamanda bir beyaz yakalıyı işçi olduğuna ikna edememek gibi daha geniş bir sorunu da dile getiriyorlar, ki bu sorun söz konusu çalışmada yer alan diğer oluşumların da anlatılarında yer alan bir sorundur. Yaptıkları diğer eylemlerden önemli bir örneği Binark çalışmasında PEP üyesi Gözde’nin anlattığı şekliyle aktarmak mümkün: Belli bir gün ve saat belirleyip bankaların çağrı merkezlerini arayarak kendilerini tanıttıklarını ve çağrı merkezi çalışanlarını mücadeleye davet ettiklerini belirtiyorlar. Çağrı merkezleri kayıt altına alındığı için telefonu kapatama kuralı nedeniyle çağrı merkezi çalışanları telefonu kapatamdıklarını ve belli durumlarda çok iyi tepkiler aldıkları da bu görüşmede aktarılanlar arasında yer alır (Binark, 2010). Bunun yanı sıra, her seferinde ayrı bir başlık altında Deneyim Paylaşımı Atölyeleri düzenleyerek deneyimlerini paylaşan ekip, bunun beşincisini Nisan 2013’te gerçekleştirdi. Bunu internet siteleri ve sosyal medya üzerinden duyurmaktalar. Sitenin üst tarafındaki sekmelerde Eylem/Etkinlik başlığı altında hangi broşürleri nerede dağıttıklarını anlatıyorlar, broşürleri görsel olarak burada paylaşıyorlar. Bazen egemen dili kendilerine uyarlayarak bir mizah yarattıklarını bu tip eylem broşürlerinde görebiliyoruz. Örneğin işçi hakkı olan kıdem tazminatını almaları için işçilere uyarıda bulunurken bir banka kredisi reklamı gibi broşürü görmek mümkün: Şekil 2. PEP’in banka kredisi reklamına benzer hazırladığı broşür Sitede ayrıca Deneyim Paylaşımı Atölyesi, Emeğin Birikimi, Genel, Haber Var, İş Hukuku sekmeleri yer alıyor. Ocak 2013’te gerçekleşen 4. Deneyim Paylaşım Atölyesinin metin çağrısında şu ifade yer alıyor: Yüzlerce yere cv gönderip, onlarca yerle görüşme yapıyoruz ve “Pazartesi gel, başla” sözünü çok uzun süredir duymuyoruz. Kimin dışarıda bırakıldığını en iyi biz biliyoruz. İşe alım süreçlerinin sınavları, testleri, denemeleri, “yaratıcı” yöntemleri ile “objektif”leştirilen halinin ne kadar objektif olduğunu soralım. Katılın, beraber sohbet edelim, üzerine düşünelim ve üretime dönüştürelim. 1 Mayıs’ta “Turnikeler Ayırır Meydanlar Birleştirir” sloganıyla yürüdüler ve internet sitesi anasayfasında da bu görseli kullanıyorlar. Emeğin Birikimi sekmesinde ise Emek hakkında yazılan kitap/makalelerin eleştirisi üzerinde duruyorlar. Örneğin Sennett ve Gorz kitapları üzerine incelemelere denk gelmek mümkün. Bunun yanısıra, “Dershanede öğretmen olmak”, “Bilgi işçileri haklarını istiyor” gibi başlıklara yer verdikleri Plaza Postası adındaki bültenleri yayınlıyorlar. Üçüncüsü Haziran 2012’de, Dördüncüsü Kasım 2012’de yayınlandı. Şekil 3. Plaza Eylem Platformu’nun bültenlerinden 3. sayı kapağı Bilişim Çalışanları Derneği Ağı (BİÇDA) BİÇDA, bilişim çalışanlarının oluşturduğu bir dayanışma ağı. Sitelerinde "Biz Kimiz?" isimli bir sekmede soruyu şu şekilde yanıtlıyorlar: Kimimiz sistemci, kimimiz yazılımcı, kimimiz ağcı, kimimiz kablocu, kimimiz işletmen, kimimizse ağır işçiydik. Yoğun çalışıyor, çoğunlukla fazla mesailere kalıyor, neredeyse 7/24 bizi çalıştıran kurumlara hizmet ediyorduk. Ne yaptığımızın, niye yaptığımızın belki çok farkında değildik ama ağır işlerimize karşın işverene göre, proje yöneticisi, yetkili yazılım uzmanı, kıdemli sistem mühendisiydik ve tabii ki biz bir aileydik. Yarınların daha iyi olacağı, önümüzde sınırsız kariyer olanakları olduğu söylendi. Bir kısmımız inandı, bazılarımız uyandı ama süreç değişmedi. (...) Bir gün kendimizi, bizden olan diğer arkadaşlara sorunlarımızı anlatırken bulduk. Evet sorunlar aynıydı, ya çözüm? İşte bu çözümleri geliştirmek, dayanışmak, birbirimize omuz vermek, tüm şartlandırmaları ve ünvanları bir kenara atıp işçi olduğumuzun iyice bilincine varmak, haklarımız ve ilgili mevzuat konusunda bilgilenmek, birbirimizi eğitmek, işsiz kalanlara bir danışma, başvuru adresi olmak için, Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı’nı kurmak için bir araya geldik. (...) koskoca sektörde tek başımıza kalmamak için, sizleri de Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı’nı ilmek ilmek örmeye çağırıyoruz. Bilişim çağında, dayanışma ağında birleşelim! (BİÇDA, 2013). BİÇDA’nın bu açıklamasındaki özellikle ilk satırlar, aslında yeni ekonomi mitinin Türkiye’de gerçekleşmediğinin bilişim işçileri özelinde bir kanıtını sunar niteliktedir. Olumlu ama belirsiz düzeylere işaret eden ünvanlar ve hep yarının daha iyi kariyer olanakları vaadi, neredeyse 7/24 yoğun çalışılan bir yaşamı beraberinde getirmektedir. BİÇDA, esnekliğin özgürlük değil, tersine özgürlük kısıtlayıcı şekilde işlev gördüğüne işaret ederek bunun karşısında yer almak için oluşan bir dayanışma ağıdır. Özellikle objektif olmayan performans kriterlerini sorun ettiklerine ilişkin net ifadeler mevcut ki bu da yeni iş kültürünün yarattığı “işe yaramazlık kabusu”na denk düşmektedir. Ayrıca sendikal haklarını kullanmaya kalktığında işten atılmak gibi Türkiye’nin birçok yerinden gelen haber üzerine bir tavır alıyorlar ve bu gruplara destek oluyorlar, örneğin Yurtiçi Kargo çalışanlarını ziyarete gitmişler. Bu kapsamda güvencesizliği, sendikal hak ve performans kriterleri üzerinden tartışıyorlar. Mobbinge, işyerinde cinsel ayrımcılığa ilişkin yazılar da mevcut. Şekil 4. yazı BİÇDA sitesinde “Performans Değerlendirmesi Ne Kadar Analitik” başlıklı BİÇDA, sosyal medyayı da en etkin kullanan oluşumlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Friendfeed, Twitter, Facebook kullanıyorlar, ayrıca googlegroup adreslerini vererek mail grubuna dahil olabilmeye çağırıyorlar. Sitelerinde, haberler, makaleler, videolar, deneyimler, söyleşiler, kara mizah, linkler alt sekmeleri mevcut. Ayrıca ayda bir olmak üzere bülten yayınlıyorlar ve siteden erişmek mümkün; ancak en sonuncu bülten Ekim 2012’ye ait. "Kara mizah" sekmesinde sistemi eleştiren mizahi yazılar yer alıyor. Örneğin Ofis Kuralları başlıklı bir yazıda şu ifadeler yer alıyor: Hastalık Durumları: Herhangi bir hastalığınız durumunda doktor raporu artık kanıt olarak kabul görmeyecektir. Doktora kadar gidebilen, işine de gidebilir. İzin Günleri: Her çalışanın senede 104 izin günü vardır. Bunlara Cumartesi ve Pazar denir. Başka bir deyişle, görece yeni bir mizahi eleştiri dili üzerinden muhalifliklerini sağlamlaştırıyorlar. Bu dilin bu jenerasyona ve yeni medya ile entegre bir kuşağa ait olduğu iddia edilebilir. Bunun yanısıra diğer oluşumlardan farklı olarak kendi işleriyle ilgili eğitimleri kendi aralarında aktarıyorlar. Oluşturdukları googlegroup üzerinden bu eğitimlere katılım sağlamayı amaçlıyorlar: "BİÇDA Eğitimleri. Herşeyin paralı olduğu sistemde uzmanlığı sadece kendine saklayanlara inat!". Bu şekilde aslında sektör içi bir dayanışmanın daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Kaç Bize Gel: Kendilerini "Plaza ve büro işçilerinin dayanışma örgütü" olarak tanımlıyorlar. İnternet anasayfalarında yer alan çağrı şu şekilde: Pazartesilerden nefret ediyorsan, serviste uyumaktan boynun tutulmuşsa, kuru fasulyeyi, pastırmalı yumurtayı özlediysen, Kaç Bize Gel... “Plaza ve Büro Çalışanları İçin Hayatta Kalma Rehberi” başlıklı broşürü sitede “manifesto” olarak yer alıyor ve burada net bir şekilde kaygı ve güvencesizlik deneyimlerini sistem ile ilişkilendiriyorlar: Üretici güçler, çalışanlar, biz işçiler tarihimizin hemen hiçbir döneminde bu kadar örgütsüz ve saldırılara karşı savunmasız durumda değil idik. İşsizlik ve işini kaybetme korkusu ile her geçen gün daha da sinerek yaşamak sıradanlaşmış durumda. Bir şekilde işsiz kalma derdini yaşamamış bir çalışan varsa da, işini kaybetme korkusu hayatını zapturapt altına almamış tek bir çalışan kalmadı artık (Kaç Bize Gel broşür). Şekil 5. Kaç Bize Gel rehberi Kadın büro çalışanı Çoğu aslında iki, üç milyar kazanıp onun iki katı kazanıyormuş gibi yaşamaya çalışıyor. Gültepe’de oturup “Levent’te oturuyorum” diyen arkadaşlarım var. Uçakla şuraya tatile gidemedim diye utanan insanlar var. “Evet maaşım yetmiyor, Kanyon’dan alışveriş yapamıyorum, Gültepe’de oturuyorum” diyebilecekleri bir kimliğe ihtiyaçları var. Kaç Bize Gel, bir yere çağıran değil de öncelikle kendine çağıran, kimliğine çağıran bir oluşum (Nilay Vardar haberi, 2013, bianet.org). Erkek büro çalışanı: Korkunç bir rekabetçilik, özgüven kırıcı bir çalışma ortamı var. Yapamadın, beceremedin, performans sistemleri... Çoğu psikologa gidiyor; antidepresanlar veriliyor. Halbuki bu bir sistem problemi. Büro çalışanları başarı motivasyonuyla, “yükseleceğim” hırsıyla pompalanıyorlar. Oysa sadece yüzde 10’u hayal ettiği yere ulaşabilecek. Yüzde 90’ı zaten hayal kırıklığı içinde yaşıyor (Nilay Vardar haberi, 2013, bianet.org). Kendi durumları ve koşullarının yanısıra çalışanları ilgilendiren haberlere yer vererek, daha geniş bir çalışan sınıfına destek verdiler, yakın zamanda Koç Üniversitesi çalışanlarını destekleyici bir tutum takındılar, "K.Ü Çalışanlarının Yanındayız" gibi Facebook gruplarına destek verdiler. Bununla paralellik gösterecek şekilde erkek bir Kaç Bize Gel üyesi şunu söylüyor: "Son beş yılda Burger King, IBM, çeşitli çağrı merkezleri çalışanlarının direnişleriyle karşılaştık. Çalışanlar içerisinde bir arayış başladı. Bir araya gelmek artık bir hayal değil, zorunluluk." (Kaç Bize Gel üyesi; Vardar 2013). Sonuç Üç oluşumun da ortak noktalarını, olumsuz iş koşulları ve güvencesizliği kapsayan iş yaşamıyla ilgili sorunlardan bahsetmek ve aktif bir hak mücadelesine çağırmak oluşturuyor. Ortak sorunlar arasında fiziksel ve psikolojik mobbing, ve belki de mobbing içinde sıralanabilecek şekilde objektif olmayan performans kriterleri, hakları olan izni almada karşılaştıkları sıkıntılar ve işin iş dışı zamana da taşması bulunuyor. Bunun neden olduğu güvencesizlik ve kaygı her oluşum tarafından dile getiriliyor. Kendi öznel durumlarını nesnel durumla bağlantılandırabildikleri için kabaca bir sınıf bilincinin varlığından bahsetmenin mümkün olduğu söylenebilir. Hatta beyaz yakalılar, sahip oldukları eğitsel ve kültürel sermaye ile kendi durumlarının analizini çok iyi yapıyorlar. Kendilerinin de belirttiği üzere, kimliklerine ve konumlarına ilişkin bir farkındalık yaratmayı amaçlıyorlar. Örneğin Kaç Bize Gel bir itirafa çağırırcasına davet ediyor ve "kendinin bir işçi olduğunu fark etmek ve fark ettirmek"ten bahseden PEP üyeleri de bu durumla paralellik gösteriyor. PEP’in öznel deneyimlerini Deneyim Paylaşım Atölyeleri’nde birbirlerine aktarmaları, beyaz yakalı sınıf içinde deneyimin birikmesi ve aktarılması açısından önemli bir nokta gibi görünüyor. Benzer şekilde BİÇDA, üyelerinin deneyimlerini "Deneyimler" başlığında anlatmalarını sağlıyor. Bunun dışında paylaştıkları haberler taşeronlaşma, yeni sosyal güvence düzenlemeleri gibi konular üzerine oluyor. Bu şekilde aynı zamanda bir haber ağı işlevi gören bu oluşumlar, beyaz yakalı örgütlenmesinin kendi aralarında bağlarını güçlendirerek genişlemesine hizmet etme kapasitesini taşımaktadır. Bunun nedeni, eylemlerinin internet ortamı ile sınırlı kalmaması ve gündelik hayatta da deneyim paylaşımı atölyeleri vb bazlarda bir araya gelebilmeleridir. Anlatılarında göze çarpan ve örgütlenme ile ilgili bir sorun, beyaz yakalıların kendini işçi olarak tanımlamaya mesafeli bakmaları olarak tanımlanabilecek genel bir sorundur. Başka bir deyişle Plaza Eylem Platformu’nda bile "Biz işçi olmamak için üniversite okuduk" gibi ifadeler, meseleye geniş bir mücadele alanı olarak bakmak konusunda belli sıkıntılar olduğuna işaret eder niteliktedir; ancak bunun yanısıra PEP’in içinde olan Elvan da 2009’daki görüşmesinde bu sorunun var olduğunu hatırlatarak örgütlenmede sıkıntı yarattığını aktarmış: "Öbürküsü IBM’de çalışandan maden işçisi mi olur diyor, işçi miyim diyor, onlar benimle aynı sınıfta değil diyor. Söyleme sakın demek istiyor, bazısı açık açık söylüyor" (Elvan, 7.3.2009; aktaran Binark, 2010). Gerçeğe Çağrı, Uyanma Saati vb diğer oluşumların da eylemlerinin görünür olmaya başladığı günümüzde onlarla da bağlantı halinde oldukları, en azından İnternet paylaşımlarında kendini belli ediyor. Bu genellikle, bir oluşumun hazırladığı bilgilendirici bir sunumun diğer oluşumlar tarafından da internet yoluyla paylaşımı şeklinde gerçekleşiyor. Bunun yanısıra hepsi, iş ve iş yaşamıyla ilgili haberlere yer vererek haberin konusu olan durumu gerektiğinde eleştiriye tabi tutuyor. Bu çalışmanın yapıldığı günlerde hepsinin gündemine oturan "İşe İade Davalarını Önleyici Tedbirler Konferansı"nı ağır şekilde eleştirmeleri, her oluşumun sitesinde ve sosyal medya ortamlarında ayrı bir hareketlilik yarattı. (Söz konusu konferans için bkz. Hürriyet Gazetesi, http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23086129.asp). Odağa alınan üç oluşum da bu konuya ilişkin haberler, kendi yazıları veya başka yazarların yazılarını link yoluyla paylaşarak önemli ölçüde bu konferansın bir "düzenin yüzsüzlüğü" olduğuna dikkat çektiler. Bu odaktan bakıldığında, yeni iletişim teknolojilerine beyaz yakalıları bir araya getirerek kolektiviteyi mutlak şekilde yaratacak kadar olumlayıcı bir nitelik atfetmek de yeni medyanın kolektivite oluşturmadaki kapasitesini tamamen gözardı etmek de yanlış olacaktır. Bu çalışmanın en önemli eksikliği, kolektivitenin yaratılıp yaratılmamasında daha ayrıntılı bir nitel tekniğe ihtiyaç duyulmasıdır. Kolektivite önündeki engelleri daha iyi ortaya çıkarabilmek, derinlemesine görüşme veya katılımlı gözlem gibi nitel teknikleri de gerektirmektedir. Kaynakça Bora, T. ve Erdoğan, N. (2011). Cüppenin Kılıcın ve Kalemin Mahcup Yoksulları: Yeni Kapitalizm Yeni İşsizlik ve Beyaz Yakalılar, Boşuna mı Okuduk? (Bora, Tanıl vd.. der.)içinde. İstanbul: İletişim Yayınları. Binark, M. (2010). "Plaza Eylem Platformu Örneğinde Bilişim Sektöründe Emek Gücünün Örgütlenmesi ve Yeni Medya Ortamının Kullanımı". Laborcomm 2010 Bildiriler Kitabı. Erdoğan, N. (2011). Hadım Edilen Karakter ve Sancılı Dil: Beyaz Yakalı İşsizliğine Dair Notlar, Boşuna mı Okuduk? (Bora, Tanıl vd., der.) içinde. İstanbul: İletişim Yayınları. Hürriyet Gazetesi, "Çalışanları çok kızdıran toplantı" http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23086129.asp (Erişim tarihi: 20.04.2013). haberi, İnce, S. (6 Ocak 2013). "Burnout: Modern Köleler ve Hastalığı". Birgün, http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1321281411&news_code=13574651 49&year=2013&month=01&day=06#.UXJszLXwk2g (Erişim 20.04.2013) Kaç Bize Gel Hayatta Kalma Rehberi: http://kacbizegel.com/wp-content/uploads/Kac-bizegel-brosur-1.pdf Plaza Eylem Platformu internet sitesi http://plazaeylemplatformu.wordpress.com/ Sennett, R. (2011). Yeni Kapitalizmin Kültürü. Çev. Aylin Onacak. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Vardar, N. (26 Ocak 2012). "Turnikeleri Açın, Plaza İşçileri http://bianet.org/bianet/bianet/135678-turnikeleri-acin-plaza-iscileri-gececek Geçecek!" (Erişim Tarihi: 20.04.2013) Vardar, N. (29 Ocak 2013). "Büro Çalışanları: http://bianet.org/bianet/toplum/143969-buro-calisanlari-kac-bizegel#.UQmfYFR2MIY.facebook Kaç Bize Gel" (Erişim Tarihi: 16.04.2013) Yücesan-Özdemir, G. ve Özdemir, A. M. (2008). Sermayenin Adaleti: Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika. Ankara: Dipnot. Yücesan-Özdemir, G. (2010). Ekmek ve Gül: Güvencesiz Çalışan Kadınların Sağlığı. Türk Tabipleri Birliği Dergisi Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi (37) : 9-12. “Gençlik ve Güzellik Sermayesi”nin Ticari ve İletişimsel Değeri Gülcan Seçkin Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi RTS Bölümü Hüseyin Çelik İstanbul Arel Üniversitesi İletişim Fakültesi, Görsel İletişim Tasarımı Bölümü Giriş Nitelikli insan ya da insan sermayesi denildiğinde üretim ilişkileri içinde talep edildiği yere uygun temel özelliklere, donanımlara sahip iş gücü olarak tanımlanmaktadır. Pek çok alanda, çalışan profili tarif edilirken, açıkça söylenmeyen ancak arananlar arasında bilinç biçiminin, düşünce dünyasının yapılan işin zihniyetleriyle örtüşmesi, en azından çatışmaması gibi nitelikler olduğu kadar, beyinden bedene uzanan nitelikler de, başlı başına aranmaktadır. Yaşla ifade edilen fiziksel gençlikle birlikte öne çıkan güzellik, fiziksel formundalık kriterlerini içermektedir. Özellikle tüm hizmet sektörlerinde (neşeli, hareketli, heyecanlı, kendini adayan, yaratıcı, eğitimli, iletişim teknolojilerini kullanan, hitȃbeti güzel gibi nitelikleri taşıyacak) genç, güzel, bakımlı, asgari ücret ya da biraz üstünde ücrete razı, on sekiz, yirmili yaşlarında enerjik kadın ve erkekler imaj ve görünüşleriyle olumlu, güler yüzlü, enerjik olmak, güven ve istikrarı temsil etmek üzere çalıştırılmaktadırlar. Orta yaş grubundaki kadınlar ve erkekler genç görünmek için giyim ve makyaja daha fazla dikkat etmekte ve bunu sağlayıcı ürünler satın almaktadır. Kozmetik endüstrisi gençlik ve güzelliğe yatırım yapmaya çağırırken, yaşamsal bir gerçeklik haline getirilen bu durumu tüm mal ve hizmet sektörleriyle, medya endüstrisi ile birlikte fasılasız işlemektedir. Herkes genç görünmeye çalışmak zorundadır. Orta yaş ölümcül bir durumda olmaya, sektörlerin birçoğunda işgücü olarak çekiciliğini kaybetmiş bir konumda görülmektedir. Özellikle hizmet sektörlerinde hemen her an, sadece çok genç, güzel, enerjik, bakımlı, asgari ücrete tabi işgücü ile yüz yüze gelinmektedir. Neo iktisadın moda deyimiyle hem işverenin, hem de yanında çalıştırdığı kişilerin gençlik, güzellik ve çekiciliği (fiziksel bakımlılık, görünüş, zayıflık, çekicilik, bir örnek şıklık ya da bireysel şıklık, vb...) ‘işin ve iş performansının’, hem çalışan, hem de işveren için çoğalan bir gelir elde edebilmenin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmektedir. Moda, kozmetik, eğlence gibi gençlik ve güzelliğe dayalı işleyen sektörlerin dışında, hava yolları, hastaneler, oteller, inşaat firmaları, alış veriş merkezleri, sigorta şirketleri, özel güvenlik servisleri, araba galerileri (show room), yeme-içme yerleri, reklam, satış, pazarlama işleri, idari işler ve tüm diğer çok çeşitli hizmet birimlerinde çalışan genç kadın ve erkeklerin giderek birörnek yaş ve fizik koşullarında oldukları gözlenmektedir. Bu çalışmada, Ankara’da iki özel hastanenin halkla ilişkiler birimlerinde, otomobil tanıtım (oto showroom) ve pazarlama bölümlerinde, üç büyük inşaat firmasının ev tanıtımpazarlama birimlerinde, danışma ve sekreteryada hastalarla/müşterilerle iletişim halindeki kadın ve erkek çalışanlar gözlemlenmiş, zaman ayırabilenlerle görüşülmüş ve erişilebilen işveren ya da temsilcisi yöneticilerle görüşülmüştür. Böylece, her gün karşılaşılan bu tabloyu çok uzun süredir gözlemlemekle başlayan, yüz yüze görüşerek sürdürülen etnografik bir çalışma yürütülmüş, gündelik hayatın her ayrıntısına seslenen diğer hizmet alanlarında da bu çerçevede yoğun gözlemler yapılmıştır. Hizmet sektörlerinde giderek çok yer bulan, belli fizik ölçülerindeki çok genç, güzel kadın ve erkeklerin çalışma koşullarına bütüncül bakmaya çalışırken öncelikle, tüm tüketiciler, çalışanlar ve çalıştıranlar açısından ürün ve hizmeti sunan işgücünün gençlik ve güzelliğinin önemi, iletişimsel ve ticari özellikleri üzerinde durulmuştur. Epistemolojik ve metodolojik bir yaklaşım olarak uygun ve verimli bulunan eleştirel ekonomi politik bir yaklaşımla konunun analizi yapılmaya çalışılmıştır. Üretim ilişkilerinin tüm taraflarını kuşatan kökleşmiş bir durum bir ayağını açıklamakla sınırlı kalınarak ele alınmıştır. Gençlik ve Güzellik Sermayesi Kadınları göstergebilimsel açıdan inceleyenler kadınlığın kendisinin çoğu birbiriyle çelişen başka anlamların göstereni olduğunu söylerler (Williamson, 1998:137). Bu açıdan düşünüldüğünde toplumda kadınların, hayatın tarihin dışındaymış gibi görünen yanını (kişisel ilişkiler, aşk ve cinsellik) temsil ettiğini iddia eder. Kadınlar aynı zamanda “kitle kültürü” nün arenasıdır (Williamson, 1998:139). Kapitalizm boş zamanların, eğlence endüstrisinin malzemesi olarak kadını kullanılır. Bu şekilde kadını işçilere verilen paranın geri döndürülmesinde, hatta borçlu hale gelmesine mahkûm eder. Kadın ev, aşk ve cinsellik anlamına geliyorsa, anlamına gelmediği şeyler genel olarak para, iş, sınıf ve siyasettir (Williamson, 1998:139). Bu şekilde kadınların uğraştığı alanlarla erkeklerin uğraştığı alanlar kategorize edilir. Kadın boş zamanların değerlendirilmesinde araç olarak mesai dışı anlarda kapitalizmin sunduğu alanlarda para elde etmenin aracı olur. Berger’in kadın çözümlemesinde, kadının problematik benliğinin toplumsal temelleri olduğunu ve bunların kadının kapitalist toplumun çok özgül koşullarda değişim değeri taşıyor olmasından kaynaklandığını ileri sürer (Berger’de aktaran Franco, 1998:160). Bu değişim değeri kadının kapitalist dünyasında meta olarak kullanılmasını sağlar. Kadınlara dayatılan kadınlık rolü, güzellik ve estetikle eklemlenir böylece pazarda satışının daha kolay olması sağlanır. Bu satıştan kar elde eden kapitalist sistem bunu defalarca yapmaya devam eder. Örneğin kadınlar, toplumsalın içinde baştan çıkarılması gereken, toplumsalla ilişkisi baştan çıkarıcı olan insanlar olarak işaretlenir (Franco, 1998:161). Kitle kültüründe kadınlara bazı şeyler dayatılır. Aşk romanları söz konusu olduğunda kadınlara zekâlarından feragat etmeleri istenir (Franco, 1998:161). Bu güzellik dayatması moda olgusuyla devam ederek, kadınları “highlight”, yani ön plana çıkarma girişimiyle kendini tekrar tekrar üretir. Modanın yüzyıllar süren gösteri amacıyla teşhirci amaçlar taşıması durumu giderek evrilerek “bir yenilik masalı” olarak konumlandırılır. Kadın giyimi sık sık, genellikle büyük çaplı değişimler geçirmiştir, bir an göğüsler ön plana çıkarılırken, bir başkasında bel, yine bir başkasında bacaklar ön plana çıkarılmıştır. Erotik cazibe merkezini sürekli değiştiren, bu ani libidinal yer değiştirmeler kadın bedenini erkeğindekine oranla çok daha istikrarsız ve belli bir yerle sınırlanmamış kılmıştır. Ayrıca kadın cinselliğini yüzergezer niteliğini de oluşturan modadır (Silverman, 1998:189). Bu değişimler ve farklılaşmalar kadın bedeninin her yanını cinsel çağrışımlara ve arzulara açık olmasını düşündürür. Kadın modasında güzellik sermayesi kadın vücudunun her yerinde somutlaşır ve meta haline gelir. Kadınların yanı sıra, günden güne erkeğin genç, yakışıklı, bakımlı olması modanın, kozmetiğin, reklamın konusu olarak çok çarpıcı bir biçimde yükselmeye devam ederken, benzer şekilde pek çok sektörde gençliği, yakışıklılığı, enerjisi ve bakımlılığı ile işgücü olarak tercih edildiği gözlenmektedir. İş yapma gücüne işaret eden genç, enerjik, dinamik bir durumda oluş işi yapma kapasitesini artıracak özellikler olduğu kadar, olumlu bir sunuş, duruş, müşteriler karşısında olumlu, etkileyici bir iletişim değeri, dolayısıyla ticȃri bir değer taşımaktadır. Diğer sahip olduğu sermayeleriyle birlikte, beklenen, fiziksel görünüşü, giyimi, tavrıyla olumlu, ikna edici, cezbedici bir bileşim oluşturmasıdır. Erkek ve kadınların iş yerlerine, marka ve imajına aidiyet ve bağlılık duygusunu temsil edecek ya da vurgulayacak bir biçimde tasarlanmış bir örnek kıyafetler ya da belli şıklık kriterlerine uygun kıyafetler içinde emek zamanını pazarlarken ürün ve hizmet sunumunun yüzü, temsilcisi olarak işlev görmektedirler. Hizmet sektörlerinde kasa başında, bilgisayar başında, ayakta, telefonda, ürün ve hizmetin gerektirdiği biçimde hareket halinde tüm bedeniyle gençlik ve güzellik çağının tüm değerini kullanarak çalışan iş gücü sıradan bir hoş gerçeklik manzarası olarak gündelik yaşamın bir gereğine dönüşmektedir. Her endüstride, her yerde, her konumda en başta gelen bir çalışan niteliğidir diye bir genelleme yapılamasa da emek girdisi ile ilgili bir özelliğe dikkat çekilmektedir. Örneğin reklam endüstrisi gibi sektörlerde yapılan çalışmalarda açıkça tanımlanmamış (ascriptive) önemli niteliklerden biri sayılan çalışanın yakışıklılığının, güzelliğinin, sosyal sermayenin yanında çok güzel, çok iyi görünüme sahip olmanın firmanın başarısına, gelişmesine olumlu bir etkisi olduğu sonucuna varılmıştır ( Bosman ve Pfann, vd. 1997:18). Çin’de 1980’lerden beri yaşanan dramatik (ekonomik, sosyo kültürel, politik..) toplumsal değişim ve dönüşümlerin bu son yıllarına bakıldığında kozmetik cerrahinin çok büyük bir hızla büyüdüğü görülmektedir. Gündelik yaşamın her alanında aşırı bir rekabet olduğu için kadınlar giderek daha çok kozmetik cerrahiye başvurmaktadırlar. Bunu sosyal başarı, kariyerde başarı fırsatlarını yakalamak, şanslarını yükseltmek için güzellik sermayesi kazanmak üzere yatırım yapmak olarak görmektedirler (Wen Hua, 2013:6). Çok çekici genç insanların, özellikle de fiziksel çekiciliği olan kadınların suça meyil gösterme eğilimleri sorgulanmıştır. Çok çekici genç yetişkinin bu fiziksel sermayesi ile iş bulma koşulları ve ücreti arasında olumlu bir ilişki olduğunu bulgulayan araştırmalar yapılmıştır. Psikoloji literatüründe insanların çekici özellikleri olan insanlarla etkileşim içinde olmayı tercih ettiği, okullarda çekici görünüme sahip çocukların da daha çok ilgi gördüğü ortaya konulmuştur (Mocan ve Tekin, 2006:29). Güzellik, emek piyasasının pek çok yerinde işe alınma konusunda, açıkça tanımlanmasa da bir avantajdır. Genç, çekici, güzel gibi fiziksel sermayenin daha fazla bir üretkenlik taşıdığı (productive) düşünülmektedir. Mikro ekonomik analizler yaparak çeşitli demografik özellikler ve emek piyasasının özelliklerinin yanında genç-güzel çekici görünüşün çalışanın kazancı, çalışma koşulu üzerinde etkisi/rolü, varlığı araştırmaktadırlar. Eğitim, yüksek zekâ önemli ve çok değerli olmakla birlikte özellikle genel olarak emek piyasasında bazen açıkça tanımlanan, gençlik ve güzellik bazen de örtük olarak aranan bir işçi profili özelliğidir. Hizmet sektörlerinin pek çok yerinde gençlik ve güzellik, çekici bir görünüş hali devamlı olarak aranan bir çalışan niteliği halindedir. Genç, güzel çekici insanlar neden daha şanslıyı araştıran ve açıklayan ekonomi kitapları yazılmaktadır. Princeton University Press’in bastığı Daniel Hammermesh’in Beauty Pays: Why Attractive People are More Successful, kitabı, Oxford University Press’in bastığı Deborah Rhode’in The Beauty Bias: The Injustice of Appearance in Life and Law, başlıklı çalışması, Penguin: Allen Lane’in bastığı Catherine Hakim’in Honey Money: The Power of Erotic Capital’i (Basic Books’dan da Erotic Capital: The Power of Attraction in the Boardroom and the Bedroom”adıyla yayımlanmıştır. Ekonomistler, emek araştırmaları bölümleri konuyla ilgili mikroekonomik araştırmalar ve analizler yapmaktadır. Emek piyasasında güzelliğin önemi düşünüldüğünden de fazladır. Sadece güzelliğin ana iş koşulu olduğu, güzellik üzerinden ücret alınan eğlence, seks işçiliği, moda, kozmetik, müşteri hizmetlerine odaklı sektörler değil hiç beklenmedik alanlarda dahi karşılık görmektedir. Çin’de yapılan araştırmalarda eşi güzel, genç ve çekici olan kocaların diğer kocalardan yüzde on daha fazla kazandığı bulgulanmıştır. Çekici, güzel insanların çekici olmayanlardan daha kolay kredi aldığı, yasal konularda daha fazla kolaylıkla ve incelikle karşılaştıkları saptanmıştır. Amerika’da pek çok insan ayrıma uğramış hissine kapıldıklarını belirtmişlerdir. Yaş, ırk, etnik kimlik kadar görünüşlerinden dolayı da ayrıma (lookism) uğradıklarını belirtmişlerdir. Emek piyasasında ayrımcılıkla ilgili pek çok ekonomist çalışma yapmıştır. Bulgular Gençlik, güzellik, yakışıklılık ölçüleri, modellik gibi işlerde önemli olabilir ancak hosteslikte, hastane danışmalarında, market kasalarında, seyahat şirketlerinde, otel halkla ilişkilerinde esasen hayatȋ koşul değildir. Ancak, genç, güzel, çekici kadın ve erkeğin dayanıklı, daha dinamik ve enerjik çalışabilmesi yanında, müşteriye iltifat edici bir iletişim aracı olarak fiziksel sermayesini kullanması, iletişimin duygusal yanını beslemesi işleri daha verimli ilerletmektedir. Böylece genç, güzel olanın okşayıcılığı, gerilimi azaltıcı, olumlu duyguları besleyici bir özellik olarak işe koşulmaktadır. Genç ve güzel kadın ve erkekler, tüketiciyle yüz yüze geldiklerinde ikna edici oldukları, olumlu bir yaklaşımla karşılandıkları için sigorta şirketleri, bankalar bu tür çalışanları tercih etmektedirler. Araba showroomlarında dahi bu yola başvurulmaktadır. Genç, güzel, hoş görünüşlü olmanın iletişimi, müşteriler için çekici bir iletişim doğurmaktadır. Müşteriyi, sunulan mal ya da hizmete daha açık kılmaktadır. Bu iletişimde metaa dönüşen, ticarileşen bedenler, bu ticari iletişimin unsuru olmaktadır. Mal ve hizmet, finans başta olmak üzere hemen her sektörde gençlik ve güzellik iletişimi genç işgücünün ucuza ve uzun saatler çalışma gibi özelliklerinin ayrılmaz bir bileşeni olarak aranmaktadır. Yapılan bir gözlemde araştırmacı şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Ankara’da bulunan özel Koru hastanesine kapıdan ilk girildiğinde içeride iki farklı sınıfın çalıştığı açıkça görülmektedir. Bunlardan birincisi beyaz önlükleri ile doktorlar. İkincisi ise genç güzel, bakımlı makyajları, kıyafetleri ile hemen dikkat çeken çalışanlardı. Bu kesim görünümleriyle ilgi odağı haline geliyorlardı. Onlarla konuşan kadın ve erkek hastalar ile onların yakınları dertlerini anlatırlarken daha sakin bir üslup kullanıyorlar ve onların direktifleriyle hastalarını yönlendiriyorlardı. Mini etekli, apartman topuklu bol makyajıyla genç adeta hastalıklara meydan okur görünümündeydiler Bu şekilde işletmenin sağlık dağıttığı imajı veriliyordu. Güzel ve alımlı bu genç kızlar ile görüşüldüğünde bu işin çok zahmetli olduğunu ve çok yorulduklarını baştan aktardılar. Sabah çok erken kalkmak zorunda olduklarını, hazırlıklar ve makyajın çok uzun sürdüğünü söylediler. Üzerlerindeki giysiler ve makyaj masrafının bir bölümünün hastane tarafından karşılandığını eklediler. Bu durum hastane yönetiminin bu şekilde görünmelerini teşvik ettiğini göstermektedir. Erkek çalışanlarda aynı şekilde fiziksel olarak iyi ve hareketli görünmelerinin hem hastalara hem de işletme için yararlı olduğunu belirttiler. Kadın çalışanlar fazla ücret almadıklarını, yaptıkları işin bir bakıma halkla ilişkiler faaliyeti olduğunu ve hastalarla ilgilenmenin zorluklarını anlattılar. ‘Biz her gün bin bir türlü hastalıklarla karşılaşıyoruz ve riskli bir çalışma ortamında çalışıyoruz. Buna rağmen çok az ücret alıyoruz’ dediler. Bazı çalışanlar asgari ücretin altında, eskiler ise asgari ücret, daha eskiler ise asgari ücretin biraz üzerinde ücret aldıklarını söylediler. Aldıkları ücret konusunda birbirlerinden habersizdiler, yani bir çalışan diğer bir çalışanın aldığı ücreti bilmiyordu. Çalışanlar gençlik ve güzelliklerinin farkındaydılar. Ancak, emeklerinin karşılığını tam olarak alamadıklarını düşünüyordu. Çalışanların hem güzellik sermayelerini, hem de fiziksel çabalarını emek olarak sergilemeleri sayesinde gençlerden birkaç şekilde faydalanma ve karların bu şekilde maksimize edilmesi söz konusu oluyordu. Gençlik ve güzellik sermayesinin bir şekilde emeğe yansıtılması, çalışanlar arasında iş ve yükseliş başarılarının artmasına ve rekabetin artık bu alana çekilmesine neden olmaktaydı. Çalışanlar bu şekilde daha kolay yükseleceklerini ve daha fazla para alacaklarını düşünüyorlardı. Kitle iletişim araçlarında özellikle televizyonun içeriğinde yer alan gençlik ve güzellik olgusu her alanda çalışan insanların bu içerikte yer alan güzel aktörlere ve aktristlere benzeme çabaları, onlara öykünmeleri sonucunu doğuruyordu. Bu nedenle çalışanların aralarında bir önceki akşam yayınlanan televizyon dizisinde yer alan yakışıklı erkekler ve güzel kadınlar ile ilgili konuşmalar yaptıklarını ve Beren Saat’in kolyesi, erkek aktörün yakışıklı halinin ve davranışlarının mevzu bahis olduğunu söylüyorlardı. Eski ve yeni medyanın sunum ve içeriklerinde de gençlik ve güzelliğin çok önemli olduğunu, yükselmenin en önemli aracı haline geldiği, itibar kazanma ve takdir görme aracı olduğu devamlı üretilmekteydi.” Servis sektörü başta olmak üzere pek çok sektörde çalıştırılan genç kadın ve erkeklerin emek zamanı bir başına satın alınmamakta, aynı zamanda gençliğin görselliği, çekiciliği, bedensel estetiği ticarileşen bir iletişim değeri taşımaktadır. Satılan sadece emek zamanı değil, bedensel, zihinsel emek ve güzellik kapitali birlikte işe koşulmaktadır. Sonuç Yapılan görüşme ve gözlemlerden çıkan o ki, insanlar güzel ve çok çekici insanların görüşlerine daha çok kapılabilmekte, onlar tarafından ikna edilmeye daha meyilli olmaktadırlar. Daha duygusal kararlar alabilmektedirler. Çalıştıranlar açısında gençliğin enerjisi, zamanı, dinamizmi olabildiğince işe yansıtılmakla değer yaratılmaya çalışıldığı gibi, pazarlanan ve pazarlayıcı unsurlar olarak da gençlik, güzelliğin enerjisi, olumlu dili ciddi bir iletişim değeri, pazarlama değeri taşımaktadır. Çok çekici genç insanların görünüşe önem veren legal emek piyasasında daha olumlu bir tavırla karşılandığı, bu fiziksel niteliklerden yoksun olanların nisbeten ücretlerine de yansıdığı sonucuna ulaşılmaktadır. Cinsel çekiciliğin ve gençliğin başlı başına iletişimsel bir değeri vardır. Mesajın daha akıcı olmasını sağlamaktadır. Gençlik ve güzellik gündelik yaşamda da avantajlı olmakta ve işleri kolaylaştırmaktadır. Güzel bir insana daha iyi davranılmakta, daha çok kolaylık sağlanmaktadır. Suça yönelme, suçun cezalandırılması gibi olgularla fiziksel çekicilik arasında ilişki olup olmadığını araştıran çalışmalar yapılmıştır. Suç işleyen çok çekici genç kadınlara yargılama sonucunda daha olumlu cezalar verildiği gözlenmiştir. Piyasa ekonomisinde kadınlara dayatılan kadınlık rolünün güzellik ile eklemlenerek ticari bir değer taşımaya başlamıştır. Günümüzde hem erkek hem de kadınların iş güçlerinin yanında gençlik ve güzelliklerinin de satılması, sadece iş gücünün parasal bir değer taşımaması, iş gücü ve gençlik ile güzelliklerin birbirini tamamlayan unsurlar olarak kullanılması söz konusu olmaktadır. Yapılan gözlemlerde gençlik ve güzelliğinde bir iş gücü olarak değerlendirildiği ve ödenen ücretin buna göre yapılandırıldığı anlaşılmaktadır. İş gücünün bu şekilde evrilmesi, yani sadece emeğin karşılığında bir ücret ödenmediği, insan davranışları, gençlik ve güzelliğin, kılık, kıyafet ve kişisel bakımları karşılığında da ücret almaları durumu söz konusudur. Gençlik ve güzellik sermayesi iş yerlerinde bir avantaj olarak kullanılmakta ve bu nedenle bu avantajı kullananlar daha yüksek ücret almaktadırlar. Bu araştırmada nitelikleri ayrı bir konu olmak üzere, çok genç kadın ve erkeklerin ucuz iş gücünden enerjik, genç ve güzel olma özellikleriyle, hem işveren, hem müşteri hem de kendi iş ve yükseliş başarılarının koşulu-yolu olarak faydalanıldığı sonucuna varılmıştır. Bu gençlik ve güzellik pazarlaması, imaj ve görünüş dayatması, reklam ve pazarlamanın en köklü kollarından olan eski ve yeni medyanın tüm sunum ve içeriklerinde, gençlik ve güzelliğin paha biçilmez değer, yükselme, kazanma koşulu olarak aralıksız olarak yeniden üretilmektedir. Bebeğin, çocuğun, gencin, masumiyeti, gençliği, güzelliği ve enerjisi hem iş gücü, hem tüketici kitle olarak, reklam ve pazarlama aracı olarak piyasalar tarafından arzulanmaktadır. Bebekler, gençler, hayvanlar artık masum güzel olamazlar. Reklamın, pazarlamanın, emek sektörlerinin metaı durumundadırlar. Kaynakça Bosman Ciska m., Gerard A. Pfann, Jeff E. Biddle, Daniel S. Hamermesh, (1997). Business Success and Businesses’Beauty Capital, National Bureau of Economic Research, NBER Working Paper, No:6083, Labor Studies. Cambridge. İ.T. 10 Nisan 2013. Franco, J. (1998). Kadınların İçerilmesi: Kuzey Amerika ve Meksika Popüler Anlatısıyla İlgili Bir Araştırma, Eğlence İncelemeleri, Modleski, T. (der.) içinde. İstanbul: Metis. Hakim Catherine, (2011). Honey Money: The Power of Erotic Capital, London: Allen Lane, Penguin Books. Hammermesh, Daniel, (2011) Beauty Pays: Why Attractive People are More Successful, New Jersey: Princeton University Press. McDowell Linda, (2009). Working Bodies: Interactive Service Employment and Workplace Identities, Wiley &Blackwell publishing, West 2009 http://books.google.com.tr/books?id=S6VjPiLhwiEC&printsec=frontcover&dq=labour+in+se rvice+sectors&hl=tr&sa=X&ei=4DaBUbbxOIWqO9_ygYAB&ved=0CEMQ6AEwBA Mocan Naci, Erdal Tekin, (2006). Ugly Criminals, National Bureau of Economic Research, NBER Working Paper, No:6083, Labor Studies. Cambridge. http://www.nber.org/papers/w12019 http://www.nber.org/papers/w12019.pdf?new_window=1 e.t. 10 Nisan 2013. Modleski, Tania (1998). Eğlence İncelemeleri, İstanbul: Metis. Rhode, Deborah, (2010) The Beauty Bias: The Injustice of Appearance in Life and Law, Oxford: Oxford University Press. Silverman, K. (1998). Moda Bir Söylemden Parçalar, Eğlence İncelemeleri, Modleski, T. (der.) içinde. İstanbul: Metis. Wen Hua, (2013). Buying Beauty: Cosmetic Surgery in China, Hong Kong: Hong Kong University Press. Williamson, J. (1998). Kadın Bir Adadır: Dişilik ve Sömürgecilik, Eğlence İncelemeleri, Modleski, T. (der.) içinde. İstanbul: Metis. Enformasyon Toplumu Belgelerinin “Güvencesiz ve Esnek” İnsanı Hakan Yüksel Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi Giriş Kapitalizmin 1970’lerdeki krizinin ardından sermaye birikimindeki tıkanıklığı aşabilmek adına kapsamlı bir yeniden yapılandırma sürecine girilirken, bu dönemde fikirleri baskın çıkmaya başlayan bazı kuramcıların yaşanan meşakkatli dönüşümü daha adil ve müreffeh enformasyon toplumunun doğum sancısı olarak nitelendirmesi, krizin nedenlerini örtmüş ve yeniden yapılandırmayı meşrulaştırmıştır. Oysa sanayi toplumu gibi üzerinde uzlaşılan tarihsel-toplumsal bir olgunun aksine, literatürde kapitalist toplumların üretim kalıplarındaki değişimi kabul eden ama buna dayanarak yeni bir toplum doğduğunu iddia etmenin yanılgı olacağını dile getiren, toplumsal gerçekliği farklı bir perspektiften anlamlandıran görüşler de bulunmaktadır. Dolayısıyla, enformasyon toplumu kavramsallaştırmasının, toplumsal mücadele sürecinde toplumsal gerçekliği belli bir perspektiften anlamlandıran ideoloji yüklü bir söylem olduğu iddia edilebilir. Yeniden yapılandırma-enformasyon toplumu ilişkisi literatürde kapsamlı biçimde ele alınmıştır. Enformasyon toplumunun, kapitalizmin yeniden yapılandırılma sürecinde sermayenin çıkarlarını doğallaştıran bir söylem olduğunu baştan ortaya koyan bu çalışmada konunun görece az çalışılmış bir boyutuna odaklanılacaktır. Çalışmanın temel varsayımı, yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki önemli unsurlardan biri olan enformasyon toplumu söyleminin, ideoloji yüklü anlamlarla insanları belli yönde düşünmeye ve davranmaya ittiği, belli bir “ideal insan” tasavvurunu öne çıkardığı, söylemin somutlaştığı enformasyon toplumu politika belgelerinde de gerçek yaşam koşulları içindeki gerçek insanların değil, belli şekilde düşünen ve eyleyen söz konusu “ideal insanın” esas alındığı ve toplumsal düzenlemelerin bu doğrultuda gerçekleştirildiğidir. Makro düzeydeki toplumsal dönüşümler, mikro düzeyde insanların anlamlandırmaları ve eylemleriyle mümkün olduğundan, günümüz kapitalizmini ve bu çerçevede insanların güvencesiz ve esnek çalışma koşullarına sevk edilmesini anlamak açısından böylesi bir çözümleme önemlidir. Varsayımın doğruluğu, 1990’lı yıllarda yayınlanan Avrupa Birliği (AB) enformasyon toplumu politika belgeleri incelenerek somutlaştırılmaya çalışılacaktır. Zira AB kapitalizmin ileri aşamasındaki pek çok ulusu bünyesinde topladığı gibi benimsediği enformasyon toplumu politikaları küresel eğilimleri yansıtmaktadır (Kaitatzi-Whitlock, 2000, s. 53; Başaran, 2004, ss.11-12). AB’nin oldukça geniş ve karmaşık bir örgütlenme olması nedeniyle AB içinde de Komisyon’a odaklanılacaktır.1 Bütçeyi denetleyen, ortak politikaların yönetimi ve icrasında geniş yetkileri olan, AB çapındaki görüşleri topladıktan sonra mevzuat oluşturma süreçlerini 1 Komisyon metinlerine odaklanmakla birlikte, 1994 tarihli Bangemann Raporu önemli bir istisna teşkil eder. Doğrudan Komisyon tarafından değil de, Komisyon’un etkin üyelerinden Martin Bangemann’ın liderliğindeki Üst Düzey Uzmanlar Grubu’nca (ÜDUG) hazırlanan belge, 1990’larda AB’nin “İncil”i hâline gelmiş (Preston, 2003, s. 40) ve sonraki yıllarda hazırlanan Komisyon belgelerine dayanak oluşturmuştur. Bu yüzden çalışmaya dâhil edilmiştir. başlatan Komisyon (Goodwin ve Spittle, 2002, s. 231; Başaran, 2004, s. 29), en yüksek yönetim ve icra organı olarak AB’nin “kalbi ya da beyni” olarak nitelenir (Koray, 2005, s. 261). Komisyon’un AB’de enformasyon toplumu projesinin “sahiplenicisi” olduğu (Törenli, 2004, s. 197), AB’nin önceliklerini yansıttığı gibi üye ülkelerin politikalarının eşgüdümünü sağladığı da belirtilir (Henten vd., 1996, s. 178; Preston, 2003, s. 34). Çalışmanın kapsamının 1990’larsa sınırlandırılması, AB’de enformasyon toplumunu anlamlandırmaya yönelik söylemsel mücadelenin hararetli tartışmalar eşliğinde bu dönemde gerçekleşmesi nedeniyledir. Bunun sonucunda 1990’ların sonunda enformasyon toplumuna ilişkin belli bir anlam çerçevesi oluşturulmuştur ki, politikalarda toplumsal kaygılardan ziyade piyasa güçlerine öncelik verilmesini (Michalis, 2007, s. 139) bununla ilişkilendirebiliriz. Dahası, 1990’lar gibi toplumsal dönüşümün hızlı seyrettiği, çatışan aktörlerin yeni anlamlar için mücadele ettiği kırılma anları söylemleri çözümlemek açısından daha elverişlidir çünkü egemen anlamlar henüz doğallaşmadığından ideolojik niteliklerini tespit etmek daha kolaydır (Fairclough, 1996, s. 106). 1990’larda AB’de yaşanan söylemsel mücadele bir kırılmayken, söylemin kökeni daha öncesine, 1970’lerde bazı kuramcıların enformasyon toplumunun doğuşunu öne sürmelerine kadar uzanır ki, onların eserleri söyleme üzerinde yükseldiği bilgi temelini sunar.2 Söylemin toplumsal planda zemin kazanması bu sayede gerçekleşir. 1970’lerdeki kuram metinlerini söylemin ilk dönemiyle ve kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının başlangıçtaki meşrulaştırılmasıyla ilişkilendirmek mümkünken, 1990’lardaki enformasyon toplumu politika belgelerini söylemin ikinci dönemiyle ve yeniden yapılandırmanın konsolidasyonuyla ilişkilendirebiliriz. Burada 1990’lara odaklanıyor olsak da, enformasyon toplumu dolayımıyla politika belgelerinde toplumsal faaliyetlerin yeniden düzenlenmesini etkin biçimde çözümleyebilmek ve tutarlı çıkarımlarda bulunmak için söylemin gelişimine değinmek ve kuramcıların metinlerini incelemek gerekir. Bu ilk dönemde enformasyon toplumuna ilişkin getirilen anlam çerçevesi sonraki gelişmeleri etkilemiştir. Ayrıca baştan belirtmek gerekir ki, toplumsal mücadele sürecinde farklı söylemlerin varlığını ve nesnel dünyadaki söylemsel olmayan maddi unsurların belirleyiciliğini hesaba kattığımızda insanların illâ enformasyon toplumu gibi egemen çıkarlarla ilişkili söylemler doğrultusunda hareket eden programlanmış robotlara dönüştüklerini söylemek mümkün değildir. Buna karşılık, kapitalist toplumlardaki eşitsiz güç ilişkilerini göz önüne aldığımızda, toplumsal gerçekliği birebir biçimlendirmeseler bile egemen söylemleri yadsımak zordur çünkü – enformasyon toplumu örneğinde görüldüğü üzere – insanların faaliyetlerine ilişkin toplumsal düzenlemelerin gerçekleştirilmesinde bunların belli bir etkinliği söz konusudur. Bu kapsamda çalışma dört bölümden oluşmaktadır. Konunun tarihsel-toplumsal bağlamını aktarabilmek için öncelikle kapitalizmin yeniden yapılandırılması ve enformasyon toplumu söyleminin gelişimine değinilecektir. Ardından söylemin politika süreçlerine yansımasına bakılacak ve son olarak politika belgelerinde yer alan insan tasavvuru çözümlenecektir. 2 ABD’de 1950’lerin sonundan itibaren ekonomide ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde bilginin, enformasyonun ve teknolojinin giderek önem kazandığını belirten bazı iktisatçıların bulunduğunu belirtmek gerekir. Bunların içinde en önemlisi 1962’de ABD’de Bilginin Üretimi ve Dağıtımı isimli bir eser yayınlayan Fritz Machlup’tur. Ancak Machlup’un amacı ekonomide bilginin/enformasyonun ağırlığını ölçmektir. Yeni bir toplumun doğduğu iddiasında bulunmaz. Kapitalizmin Yeniden Yapılandırılması İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Taylorizm ve Fordizm’in fabrikalardaki (ve toplum genelindeki) hâkimiyetinin genişlemesiyle kitlesel üretilen malların, Refah Devleti politikalarıyla garantilenen kitlesel taleple tüketildiği döngü üstünde yükselen kesintisiz ve yüksek ekonomik büyüme dönemi, 1970’lerin başında sona erer ve kapitalizm krize girer.3 Krizin ardından başlayan yeniden yapılandırma sürecini kabaca şu başlıklarla ele alabiliriz; Küresel piyasa ve belirsizlikleri öne çıkar. Kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsünün kırılmasıyla şirketler ulusal sınırlar dâhilindeki devletçe garantilenmiş talep yerine, küresel piyasadaki belirsiz ve değişken talebe göre üretime yönelirler. Buna koşut olarak uluslararası alanda serbest ticaret öncelikli gündem maddelerinden biri hâline gelir ve gümrük duvarlarının düşürülmesi için çoktaraflı görüşmelere başlanır. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bu sürecin sonunda 1994’te kurulur. Gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) ithal ikamesini bırakarak, dışa açık büyümeyi benimsemeleri tavsiye edilir, şart koşulur (Keyder, 1981, s. 38). Hizmetler sektörü ve teknoloji öne çıkar. Küresel piyasadaki gelişmeleri yakından izlemek, talepteki değişimleri hızlıca saptadıktan sonra üretimi anında buna göre uyarlamak belirleyici olunca şu teknolojiler ve hizmetler önem kazanır; Piyasayı izlemek ve (farklı ülkelere yayılan) üretimi yönlendirmek için dört bir yandan enformasyon aktarımı ve işlenmesine imkân tanıyan enformasyon ve iletişim teknolojileri (EİT) ve telekomünikasyon hizmetleri öne çıkar (Harvey, 2010, s. 183; Kumar, 2004, s. 20; Geray, 2003, ss. 79-81). Üretimi hızla ayarlayabilmek ve stokları anlık biçimde izleyebilmek için otomasyon üretim sistemleri, yazılım ve teknoloji hizmetleri önem kazanır (Hobsbawm, 1996, s. 466; Harvey, 2010, ss. 168, 180); Küresel piyasadaki değişken talebi yanıtlayabilmek, gerektiğinde talep yaratmak adına için ürün geliştirme süreçleri hızlanır ve ürün yelpazesi genişlerken (Hobsbawm, 1996: s. 466; Taymaz, 1993, ss. 32-33; Harvey, 2010, s. 168), tüketicileri etkilemek için tasarım, paketleme ve reklam hizmetleri öne çıkar (Geray, 2003, ss. 69-70). Üretim ve tüketimin küreselleşmesine koşut olarak arka plandaki bankacılık, sigortacılık, lojistik gibi hizmetler de sınırlar ötesine taşar (Geray, 2003, s. 63; Harvey, 2010, s. 185). Hizmetler ticaretinin uluslararası planda önem kazanması nedeniyle DTÖ’nün kurulduğu dönemde çoktaraflı Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması (GATS) da imzalanır (Geray, 2003, ss. 63, 65; Kıyan ve Yüksel, 2011). 3 Esnek üretim yöntemleri öne çıkar. Kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsü, üretimdeki vasıfsız, rutin ve yabancılaştırıcı işi yapan işçilerin, üretim katlanırken isyan etmelerini önlemek için güçlü sendikalar çevresinde örgütlenerek, toplu sözleşme yoluyla yüksek ücretler almasıyla mümkün oluyordu (Holloway, 2006, s. 368; Koch, 2006, ss. 2627; Ansal, 2013, s. 11). Döngü kırılınca emek sermayenin sırtındaki yüke dönüşür. Sendikaları kenara iterek, emeği diğer üretim faktörleri gibi talebe göre ayarlamak isteyen şirketler (Harvey, 2010, s. 174) şu uygulamalara yönelirler; Taymaz (1993), krize dair farklı kuramsal perspektiflerden yapılan farklı açıklamaları özetler. Taşeronlaşma yaygınlaşır (Harvey, 2010, ss. 171, 174, 179; Geray, 2003, s. 69). Şirketler böylece çalışanlarına karşı sosyal güvenlik, kıdem gibi sorumluluklarından sıyrılır. Doğrudan üretim faaliyetleri kadar eskiden şirket bünyesinde sağlanan hukuk, muhasebe, pazarlama gibi hizmetler de dışarıya ihale edilir (Harvey, 2010, ss. 180-181) ki, bu da hizmetler ticaretinin bir diğer boyutudur. İşçilerden esneklik beklenir. Kendi işleri yanında başka işleri yapmaları (işlevsel esneklik), talebe göre çalışmaları ve gerektiğinde işten çıkarılmaya direnmemeleri (sayısal esneklik), ücretlerin kâra göre ayarlanmasını kabul etmeleri (ücret esnekliği) istenir (Taymaz, 1993, s. 33; Harvey, 2010, ss. 174-175). Emek maliyeti düşük olduğundan doğrudan yatırımlar ya da taşeronlar vasıtasıyla üretim GOÜ’lere kaydırılır (Hobsbawm, 1996, s. 477; Taymaz, 1993, s. 33). Bu yüzden gelişmiş ülkelerdeki fabrikalar azalır, işsizlik yükselir (Hobsbawm, 1996, s. 478; Harvey, 2010, ss. 174-175). Devletin ekonomiden çekilmesi söz konusu olur. Kriz öncesinde gelişmiş ülkelerde devlet, artı-değerden aldığı yüksek vergilerle kitlesel talebi ve geniş sosyal harcamaları finanse ediyordu. Krizle birlikte Refah Devleti yükünden kurtulan sermayenin daha fazla yatırım yapacağı, yeni işlerin çıkacağı ve refahın yayılacağı öne sürülür (Keyder, 1981, s. 29). Eğitim, sağlık, güvenlik, iletişim gibi devletçe sunulan kamu hizmetlerinin, kâr mantığıyla hareket eden özel sektöre bakir birikim alanları olarak açılması için geniş kapsamlı özelleştirmeler ve serbestleştirmeler gerçekleştirilir (Geray, 2003, ss. 62-63, 95-97). Kamu hizmetlerinin sermayeye açılması hizmetler ticaretinin bir diğer boyutudur. Piyasanın önünü açan neo-liberal düzenlemeler gerçekleştirilirken, iş yasaları “esnekleştirilir”.4 Enformasyon Toplumu Söyleminin Gelişimi Söylemi toplumsal mücadele sürecinde toplumsal gerçekliğin belli bir perspektiften anlamlandırılması olarak tanımlarsak, enformasyon toplumunun söylem olmadığını iddia etmek zordur. Enformasyon toplumu kavramsallaştırmasını getiren kuramcılar, yeniden yapılandırmayı öyle bir şekilde anlamlandırırlar ki, toplumsal dönüşümü coşkuyla karşılanması gereken bir ilerleme olarak görmek gerekir. Esasında onların çalışmaları sosyal bilimlerin egemen çıkarlar doğrultusunda seferber edilmesinin tipik örneklerindendir.5 4 Başka bir açıdan bakınca devletin ekonomiden çekildiğini söylemenin kısmen doğru olduğu iddia edilebilir; sonuçta şirketlerin önünü açan düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için piyasanın devlete ihtiyacı vardır. Aynı durum uluslararası planda da geçerlidir; küreselleşme nedeniyle ulus-devletlerin etkinlik alanı kısıtlanırken (Hobsbawm, 1996: 489; Harvey, 2010: 189), küreselleşmenin önünü açan da başta gelişmiş ülkeler olmak üzere ulus-devletlerin hükümetleridir. Ayrıca sermayenin ihtiyaç duyduğu her anda (mesela 1980’lerdeki bütçe/borç krizlerinde, borsa çöküşlerin, vs...) devletin ekonomiye müdahale etmekten geri kalmadığına da dikkat çekilir (Hobsbawm, 1996: 475; Harvey, 2010: 193). Üşür (1997: 317) ise, devletin müdahalelerinin arttığını, değişenin müdahale biçimleri olduğunu vurgular. 5 Sosyal bilimlerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştikleri, toplumu yönlendirmeye yarayan “yönetim teknolojileri” işlevi gördükleri, ürettikleri bilgilerin insanları belli konumlara yerleştiren söylemlere dayanak sağladığı Foucault’ya atıf yapılarak sıkça vurgulanır (Hall, 1997, s. 49; Cevizci, 1999, s. 364; Tekelioğlu, 1999, s. 47; Atayurt, 2003, s. 8). Fairclough (1995, ss. 87, 91, 103-105) da egemenlerin bir tür toplumsal mühendislik çabası olarak nitelendirilebilecek “söylemin teknolojizasyonuna” başvurduklarını, mevcut toplumsal pratiklerin değişimi için bilgi ürettiklerini aktarır. Lichtman (2012, ss. 146-147) ise, artan insan olanaklarına karşın, bu olanakları fiilen engelleyen ve çarpıtan toplumsal yapılar arasındaki çelişki derinleşirken, kapitalizmin kendisi hakkındaki eleştirileri etkisiz kılacak ve meşruiyetini yeniden üretecek kuramlara ihtiyaç duyduğunu belirtir. Toplumsal dönüşümü anlamlandırma gayretindeki insanların kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını görmelerini engelleyen bir anlam çerçevesi sunan enformasyon toplumu kuramcılarının savlarını kabaca şu başlıklarla aktarabiliriz; Sanayiden hizmetler sektörüne istihdam kayışı, tarımdan sanayiye doğru olandan geri kalmayan bir dönüşümdür (Bell, 1973, ss. 124-128; Toffler, 1981a, ss. 31-34; Toffler, 1981b, ss. 19-20). Bu nedenle istihdamdaki kayışı gösteren istatistikler sıkça vurgulanır (Bell, 1973, ss. 129-132; Bell, 1999, ss. 218, 221; Toffler, 1981a, s. 251). Yükselen hizmetler sektöründeki insanlar enformasyon işlerler (Bell, 1973, ss. 116, 127-128, 467; Bell, 1999, s. 219). Şirketler ürün geliştirme ve üretimi yönlendirmeyle ilgilendiğinden, sanayi üretimi bile aslında enformasyona tâbidir (McLuhan, 2009, s. 28). EİT’ler multimedya, veri depolama, uzaktan alışveriş gibi yeni hizmet alanları açmaktadır (McLuhan ve Powers, 2001, ss. 139, 147). Refahın artmasıyla eğitim, sağlık ve eğlence hizmetleri de yaygınlaşacaktır (Bell’den aktaran Webster, 2006, ss. 50-51). Zenginlik kaynağı olarak emeğin yerini enformasyon almaktadır (Bell, 1999, s. 217). Mülkiyet, iktidar ve sömürünün sonu gelmiştir. Enformasyon işleyerek üretimi planlamak ve yönlendirmek, bilfiil üretimden önemli olunca üretim araçlarının mülkiyeti kadük kalır.6 Toplum, devlette ve özel sektörde kilit konumlarda bulunan yüksek eğitimli uzmanların kuramsal bilgiye dayanarak aldığı, nesnel ve tarafsız kararlarla yönlendirilmektedir (Bell, 1973, ss. 34-35, 43, 51-52, 99-100, 164, 362). Dolayısıyla bu kararlara karşı çıkmaya gerek yoktur. Koşulların hızla değiştiği yeni toplumda hızla enformasyon işlemek yaşamsalken, iş yerlerindeki hiyerarşi ve kurallarda diretmek de boşunadır (Toffler, 1981b, ss. 121-125; McLuhan, 2009, s. 27).7 Enformasyon işleyenler, akılcı ve yaratıcı işlerle kendilerini geliştirdiklerinden (McLuhan, 1964, s. 58; Toffler, 1981b, s. 335), yabancılaşma ve sömürüden bahsetmek zordur. Gerçek anlamda toplumsal eşitliğin sağlanması yakındır. İşlendikçe eksilmek yerine artan enformasyonu (Bell, 1999, s. 217; Masuda, 2009, s. 132) saklamak gereksizdir. İnsanlar, ilkel çağlardaki besin toplayıcıları gibi bilgi/enformasyon toplayacaklardır (McLuhan, 1964, s. 358). Uzak yerlerde yaşayanlar, ‘eve bağımlı’ engelliler ve kadınlar, EİT’ler sayesinde toplumsal faaliyetlere istedikleri zaman ve yerden katılabileceklerdir (Bell, 1999, s. 219; Toffler, 1981a, s. 395; McLuhan ve Powers, 2001, s. 192). Demokrasi gelişecektir çünkü EİT’ler sayesinde insanlar seslerini başkalarına ve yöneticilere kolayca duyurabileceklerdir (Toffler, 1981b, s. 236; McLuhan ve Powers, 2001, ss. 141-142, 193; Masuda, 2009, s. 133). EİT yatırımları, büyük sanayi tesisleri kurmaktan daha ucuz olduğundan GOÜ’lerin geri kalmışlıktan kurtulması daha kolay olacaktır (Toffler, 1981a, ss. 396, 403; 6 Bell (1973, s. 294) “Günümüzde mülkiyet sadece yasal bir kurgudur” derken, McLuhan ve Powers (2001, s. 219) EİT’lerle birbirine bağlanan “Küresel Köy”de mülkiyetin ortaklaşa olduğunu belirtirler. Toffler (1981b, s. 187) bolluk nedeniyle mal-mülk kavramlarının önemsizleşeceğini vurgular. 7 Bu koşullar altında şirketlerin örgütlenmelerini anlatmak için McLuhan (1964, s. 356) “Her ne kadar otomatize fabrika sürekli girdi ve çıktılar yüzünden bir ağaç gibi olsa da, bu gerektiğinde meşeden akça ağaca ya da cevize dönüşebilen bir ağaçtır” derken, Toffler (1981a, s. 327) “Örgütler, koşullar gerektirdiğinde, duruma göre değişik biçimler alabilirler, tıpkı ısı değişince şekil değiştiren, ısı eski haline dönünce de yine eski şeklini alan plastik bir madde gibi. […] Bir futbol takımı düşünün, yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla kalmıyor, bir düdük çalınca basketbol, bir düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” ifadelerini kullanır. McLuhan ve Powers, 2001, s. 167). Toplumsal eşitlik ve demokrasi bu ülkelerde de sağlanacaktır. Yeniden yapılandırma kapsamında fabrikaların kapanmasına veya GOÜ’lere gönderilmesine, küreselleşen ve esnekleşen üretimi planlama ve denetlemenin enformasyon yoğun işleri artırmasına, bu kapsamda hizmetler sektörünün istihdam ve hacim anlamında yükselişine, EİT’lerin yaygınlaşmasına ve etkileşimli yayın imkânı sunmasına, dolaşımdaki enformasyonun artmasına şahit olan gelişmiş ülkelerdeki sıradan insanlar için enformasyon toplumu kuramcılarının söyledikleri birer savdan öte gerçeğin kendisi gibi görünür. Oysa yaşanan toplumsal dönüşümün bu şekilde anlamlandırılması oldukça tartışmalıdır. Enformasyon toplumu kuramcılarına yöneltilen eleştiriler şu başlıklar altında toplanabilir: Teknolojik belirleyicilikten muzdarip oldukları öne sürülebilir (Üşür, 1997, ss. 306, 312-313) çünkü teknolojiyi boşlukta gelişmiş ve sonradan topluma dâhil olarak tüm düzeni değiştirmiş bir güç olarak değerlendirirler.8 EİT’lerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştiğini ve evrildiğini göremezler.9 Hizmetler sektörüyle sanayinin sistematik bağını göremezler. Sanayi şirketlerinde hizmetlerin daha önceden de önem arz ettiğini, hizmetler sektöründeki istihdamın aslan payının aslında sanayi üretimiyle ilgili hizmetlerde yer aldığını, istihdamdaki asıl kayışın sanayiden değil, tarımdan hizmetlere doğru olduğunu gösteren kanıtlar vardır.10 Hizmetler sektöründeki işlerin niteliğini abarttıkları belirtilir. Yeni hizmet işlerinin hepsinde enformasyon işlenmediği gibi, çoğunluğu rutin, vasıf gerektirmeyen, geçici niteliktedir, tıpkı fast-food restoranlarda veya veri girişinde çalışmak gibi (Kumar, 2004, ss. 40-41). Enformasyon işleyen beyaz yakalıların da taylorizasyondan muzdarip olduğu belirtilir (Kumar, 2004, ss. 33-34).11 8 Toffler (1981, s. 29) “Önemli ekonomik gerçeklerin arkasında değişimin o büyük, homurdanan makinesi, teknoloji yatıyor” der. McLuhan, “Teknoloji, insan duyularından herhangi bir tanesini öne çıkmaya zorlar; aynı anda öteki duyular ise ya zayıflatılır ya da geçici olarak tümüyle ortadan kaldırılır. Bu süreç, insanoğlunun kendi uzantılarına, ilahi niteliğin bir biçimi olarak tapınma eğilimini bir kez daha hayata geçirir. Yeterince ileri gidildiğinde de böylelikle insanoğlu ‘kendi makinesinin bir yaratığı’ haline gelir” ifadelerini kullanır. (McLuhan ve Powers, 2001, s. 25). Bell ise temkinli bir tavırla değişimin rasyonelleşmeden kaynaklandığını belirtir ancak bunu sağlayan teknolojik verimlilik olduğu için aynı teknolojik belirleyici tavır onda da görülür (Webster, 2006, ss. 44-45). Bell (1999, ss. 213, 216), Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi kitabının 1976 tarihli baskısında da ikircikli bir tavır sergiler. Sanayi öncesi toplumdan sanayi toplumuna ve daha sonra da sanayi sonrası topluma geçişi teknolojinin karakterindeki önemli değişikliklere bağlar. Sanayi sonrası toplumunun ana ekseni olarak fikri teknolojiyi [intellectual technology] gösterir. Ama ardından yine teknolojinin tüm toplumsal değişimlerin birincil belirleyicisi olmadığını vurgular. 9 Mimarisi ve standartları toplumsal güç ilişkileri doğrultusunda gelişen teknolojiye ilişkin düzenlemeler de yansız değildir. Örneğin, internetten veri alma hızını artıran ama veri göndermeyi azaltan ADSL teknolojisi, kurumsal yayıncılara avantaj sağlamaktadır (Geray, 2003, s. 137). Telekomünikasyon ağının mülkiyetine sahip işleticiler ve yayıncı şirketler de, ağ tarafsızlığını kaldırarak, bedelini ödeyenlerin verilerinin internette daha hızlı iletilmesini talep etmektedirler (Mirrless, 2009, ss. 30-31). 10 McKinlay ve Starkey (2006, ss. 346-347, 350-351), 1950 ve 1960’larda otomobil üreticisi Ford’ta finans bölümünün, üretim ve ürün geliştirmeden daha önemli hâle geldiğini, her kararın finansal açıdan meşrulaştırılması gerektiğini belirtirler. Diğer yandan 1971’de çalışan nüfusun yarısı hizmetler sektöründe görünmesine rağmen bunun ancak yüzde 23,1’lik kısmı nihai tüketime dair hizmetlerde, gerisiyse sanayi üretimiyle ilişkili hizmetlerdedir (Webster, 2006, s. 50). Britanya gibi sanayileşmiş bir ülkede 1840-1980 yıllarında mavi yakalıların sayısının aynı kaldığını, istihdam kayışının tarımdan hizmetler sektörüne olduğunu gösteren veriler vardır (Webster, 2006, s. 47). 11 EİT’lerle Taylorizm’in daha önceleri dokunulmayan faaliyet alanlarına ve işçi gruplarına uzandığını söyleyebiliriz ki, zaten bu teknolojileri üreten şirketlerden Olivetti de ürünlerini bu gerekçeyle pazarlamaktadır. Patent ve fikri mülkiyet hakları enformasyonun serbest dolaşımını engellemektedir (Geray, 2003, ss. 70-71; Üşür, 1997, s. 313; Nalbantoğlu, 2001, s. 15). Bilginin iktidarla ilişkili biçimde geliştiğine dair savlar dikkate alındığında, uzmanların sahip olduğu “nesnel kuramsal” bilgiye dayanarak iktidarın aşılmasını öne sürmek zordur. Teknoloji, yayıncılığı ve herkesin sesini duyurmasını kolaylaştırsa da, bazı görüşlerin bastırılması teknik bir mesele değildir. Ayrıca bolca bulunan enformasyonun niteliği düşük olduğundan beyinleri çöple dolacak insanların bilinçlenmekten uzak oldukları iddia edilebilir (Nalbantoğlu, 2001, s. 22; Nalbantoğlu, 2009, s. 420; Üşür, 1997, s. 320). GOÜ’lerdeki azgelişmişliğin nedenlerini anlamaktan acizdirler çünkü uluslararası güç ilişkilerine ve politika süreçlerine değinmemektedirler (Başaran, 2004). Keza, gelişmiş ülkelerin önde gittiği, GOÜ’lerinse geriden geldiği, enformasyon toplumuna doğru giden çizgisel bir tarih anlayışından muzdariptirler. Şirket başkanı Franco de Benedetti şöyle demektedir: “İlk fabrikaların taylorizasyonu… emek gücünün denetlenmesini sağladı ve üretim süreçlerinin bunu izleyen mekanizasyonu ve otomasyonu açısından zorunlu bir öngereklilikti… Enformasyon teknolojisi, temelde Taylorcu örgütlenmenin ilişmediği beyaz yakalı işçiler düzeyinde emek gücünün eşgüdümüne ve denetimine yönelik bir teknolojidir” (aktaran Kumar, 2004, ss. 33-34). Hizmetler sektöründeki çalışma koşullarının ağırlığını gösteren en iyi örneklerden biri Türkiye’nin en büyük telekomünikasyon şirketlerinden Turkcell’in çağrı merkezlerine ilişkindir. Çalışanlar günde 11-12 saat konuşmak zorunda kalmakta, kendilerinden her aramada sanki saatlerdir telefon başında değillermiş gibi aynı performansı göstermeleri beklenmekte, her gün gelen 200 aramayı 2 dakika içinde sonuçlandırmaları istenmekte, tuvalet için sadece 4-7 dakika izin alabilmekte, çeşitli performans testlerinden geçmeleri gerekmektedir (Ekrem ve Sarısaltık, 2006). Bunun yanında üretim hattında da Taylorizm’in konumu pekişmiştir. Stoksuz ve piyasadaki anlık talebe göre üretim yapılan düzende, mal ve hizmet akışının kesintisiz olması gerekir ki, bu durum işçilerin tavır ve davranışlarının sürekli uyumunu şart koşar. Batılı ülkelerden çok daha önce bu tarz bir üretime yönelen Japonların bunu sağlamak için attıkları adımlarla işçilerin kendi çıkarlarının şirketle bütünleştiğini düşünmesini sağladıkları, Taylorizm’e zihinsel ve manevi bir boyut ekleyerek işçileri durmaksızın çalışan ama aynı zamanda “gülümseyen robotlar” hâline soktukları öne sürülür (Boje ve Winsor, 2006, s. 332). Söylemin Politika Süreçlerine Yansıması Belirttiğimiz üzere enformasyon toplumu söylemini iki dönemde inceleyebiliriz ki, literatürde bu yönde başka eğilimler de vardır. Geray (2003, ss. 123-124) enformasyon toplumu literatürünü, 1970’lerdeki kuram metinleri ve 1990’lardaki politika belgeleri şeklinde ikiye ayırır. Enformasyon toplumu politikaları da ikiye ayrılarak, ilk dönemin kuramcıların 1970’lerdeki yükselişini izlediği, ikincininse 1990’lara tekabül ettiği belirtilir (Ducatel vd., 2000, ss. 2-6). Burada söylemin 1990’lardaki vurgularını ve politika süreçlerine yansımasını AB belgelerine bakarak sorgulayacağız.12 Söylemin siyasete etkisi 1990’larda tavan yapar. Akademi, medya ve sanayideki “itibarlı” kişiler yeni bir devrimden konuşurken, siyasetçiler kayıtsız kalamamış ve pek çok ülkede enformasyon toplumu politikaları hazırlanmıştır (Goodwin ve Spittle, 2002, s. 226; Henten vd., 1996, s. 177). Büyük anlatıların “buharlaştığı” bu dönemde enformasyon toplumu en yeni ve en etkin büyük anlatı olmuştur (Servaes, 2003, ss. 18, 27). Egemenler farklı platformlarda enformasyon toplumunun amaç bellenmesini sağlamaya ve karşıt anlamlandırmaları bastırmaya çalışmışlardır.13 Enformasyon toplumu 1990’larda AB için iktisadi ve siyasi bütünleşme perspektifinin göbeğine oturur, Ortak Pazar’dan sonraki en önemli ortak hedefe dönüşür (Michalis, 2007, s. 153) çünkü AB’nin kronik dertlerinin devası görülür. 1990’larda AB’de işsizlik ve büyümeye dair sorunlar ağırlaşırken, ticari rakipler ABD ile Japonya’nın gerisinde kalma tehlikesi peyda olmuştur (European Commission [EC], 1993, ss. 1d, 2-4, 40; EC, 1995, s. 1; EC, 1996a, ss. 2, 12-15). Bunun karşısında, kuram metinlerini hatırlatır biçimde, dünya ekonomisinin bağımlı olduğu ana kaynağın enformasyon olduğu (EC, 1997a, s. 12), ekonomik başarının enformasyon işlemek ve iletmekten geçtiği (EC, 1993, ss. 3, 60-61, 104, 107) belirtilir. Enformasyon toplumunu gündeme getiren EİT’ler “ekonomik büyümeyi teşvik etmekte, rekabet gücünü artırmakta, yeni fırsatlar yaratmakta ve istihdam potansiyeli sunmaktadır” (EC, 1993, ss. 104-105; EC, 1994, s. 1; EC, 1996a, ss. 12-13). 12 Enformasyon toplumu hedefiyle 1970 ve 1980’lerde gerçekleştirilen siyasi girişimlerden öne çıkanları şöyledir; 1972’de Japonya Bilgisayar Kullanımını Geliştirme Enstitüsü’nün hükümete sunduğu Enformasyon Toplumu Planı – 2000 Yılına Doğru Ulusal Bir Amaç isimli rapor ve ardından gelen Fifth Generation Computing Initiative, Wired Cities ve HDTV programları; 1978’de Fransa’da hazırlanan Toplumun Enformatizasyonu raporu (diğer adıyla Nora-Minc Raporu) ve bunu izleyen Minitel’i yaygınlaştırma girişimleri; Almanya’daki genişbant erişim planları; Danimarka’daki televizyonu ve telekomünikasyonu bütünleştirilmiş ağda sunmaya dair eylem planı; Britanya’da 1982’nin “enformasyon teknolojileri yılı” ilanı; Britanya ve ABD’deki telekomünikasyonu özelleştirmeye yönelik girişimler (Başaran, 2004, ss. 9-10). AB’de öne çıkansa, 1979’da Komisyon’un Yeni Enformasyon Teknolojisinin Meydan Okuması Karşısında Avrupa Toplumu: Komisyon’un Yanıtı belgesini yayınlanması ve 1983’te Enformasyon Teknolojisi ve Telekomünikasyon Görev Gücü’nün kurulmasıdır ki, bu oluşum 1986’da 13’üncü Genel Müdürlüğe [Directorate General] dönüşür (Garnham, 1997, s. 325). AB’de telekomünikasyon sektörünün serbestleştirilmesi girişimleri 1980’lerin ortasında başlarken, söylemsel düzeyde “Avrupa’nın sinir ağları” metaforu sıkça kullanılır (Kaitatzi-Whitlock, 2000, s. 51; Preston, 2003, s. 39). 1980’lerdeki ar-ge programlarında “ağ toplumundan” ve “genişbant bağlantılardan” bahsedilir (Servaes, 2003, s. 11). 13 Geray ve Başaran-Özdemir (2011, s. 615), 1990’ların başından beri küresel siyasette “bilgi tabanlı ekonomi” söyleminin başrolde olduğu belirtirler. Enformasyon toplumu söyleminin “bilgi tabanlı ekonomi söyleminin” şemsiyesi altındaki pek çok söylemden biri olduğunu belirten Geray ve Başaran-Özdemir, AB, Dünya Bankası, IMF gibi kapitalizmin önde gelen aktörlerinin kendi söylemlerini nasıl uluslararası dolaşıma soktuklarını ve kabul ettirdiklerini sorgularlar. Bilgi tabanlı ekonomi söyleminin söylemsel ve maddi düzeylerde bağımlılık ilişkilerini yeniden ürettiğini ortaya koydukları gibi Türkiye’de karşı-hegemonik söylemlerin nasıl marjinalleştirildiğini gösterirler. Teknolojinin getirilerinin gerçekleşmesi, hızla gerekli düzenlemelerin gerçekleştirilmesine, yani piyasanın önünün açılmasına bağlıdır. Enformasyon toplumunu kurma görevini özel sektöre veren AB, kamunun rolünü şirketlerin işini kolaylaştırmakla sınırlandırır (EC, 1993, s. 109; EC, 1994, ss. 1, 2, 8; EC, 1997a, s. 9; ÜDUG [Bangemann Raporu] , 1994, ss. 35, 40). Eski düzenlemelerin hükümsüz kaldığı, rekabeti sağlayacak “açık ve şeffaf” yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğu belirtilir (EC, 1993, ss. 23, 49, 52, 71, 104-105; EC, 1996b, ss. 2-5; ÜDUG, 1994, s. 12). En başta yapılması gerekense – enformasyon toplumunun altyapısını oluşturan – telekomünikasyonun serbestleştirilmesidir ki, bunun “enformasyon toplumuna yönelişin göbeğinde” yer aldığı (EC, 1996a, s. 22), “enformasyon toplumundaki piyasa güçlerinin böylece serbest kalabileceği” (EC, 1993, s. 109) belirtilir. Serbestleşmeyle gelecek rekabet sayesinde fiyatlar düşecek, hizmet kalitesi artacak, yeni hizmet ve uygulamalar ortaya çıkacaktır (EC, 1996b, ss. 3, 8; EC, 1996d, s. 2; ÜDUG, 1994, s. 14). “Gerekenler” hızla yapılmadığında AB’yi “ekonomik yıkım” beklemektedir. Enformasyon toplumuna ilk girenler ödülleri kaparken, geride kalanlar 10 yıl içinde yatırım ve istihdamda büyük sorunlarla karşılaşacaktır (ÜDUG, 1994, ss. 6, 8). Bu nedenle, ABD ve Japonya, enformasyon altyapılarına ve hizmetlerine yatırım yaparak geçişi hızlandırmaya çalışmaktadır (EC; 1993, ss. 21, 29, 107-108; ÜDUG, 1994, ss. 10, 24).14 Tüm bunlara bakarak, AB’nin 1990’larda enformasyon toplumuna ilişkin çizdiği çerçeveyi şu şekilde özetleyebiliriz; Enformasyon toplumuna teknolojinin getirilerine uygun düzenlemelerle yanıt verildiğinde geçilecektir. Düzenlemeler özel sektörün önünü açmaya yönelik olduğundan enformasyon toplumu piyasa üstünde yükselecektir. Piyasa yanlısı düzenlemeler hemen yapılmazsa ekonomik gerçekleşeceğinden başka türlü bir enformasyon toplumu mümkün değildir. 14 yıkım 1993’te ABD Başkan Yardımcısı Al Gore tarafından açıklanan Ulusal Enformasyon Altyapısı: Eylem Gündemi başlıklı raporda enformasyon toplumu politikalarına çok daha geniş devlet desteği vaat edilir (Başaran, 2004, s. 10). Sınırlı enerji kaynaklarına sahip olmasının yarattığı zorlukları enformasyon hizmetlerine yoğunlaşarak aşmaktan yana olan Japonya, stratejisini tamamlamak için mikroçipler, bilgisayarlar ve robotlar geliştirmeye yönelir, tüketici elektroniğinde öne çıkar (Garnham, 1997, s. 324). Enformasyon toplumunun bu şekilde tanımlanması, anlamın kapanmasına yol açmaktadır. Bunu perçinlemek için enformasyon toplumuna geçiş sıkça Sanayi Devrimi’yle kıyaslanır (EC, 1993, ss. 20, 52, 104; EC, 1994, s. 1; EC, 1995, s. 6; EC, 1996a, s. 1; EC, 1996d, s. 3; ÜDUG, 1994, s. 5). Sanayi Devrimi’ni kaçıranların akıbeti ortadayken, enformasyon toplumunun başka türlü bir tanımı için müzakere talep etmek zorlaşır. Bu açıdan AB belgelerinde de uyum gösterilmesi gereken kaçınılmaz bir süreç vardır. AB belgelerinde toplumsal uyumun güçleneceği, insanların toplumsal ve ekonomik hayata katılımının artacağı (EC, 1996a, ss. 2, 23), kültürel çeşitliliğin güçleneceği ve herkesin sesini duyurabileceği (EC, 1993, s. 108; EC, 1996b, ss. 10-11; ÜDUG, 1994, s. 6), siyasete katılımın artacağı (EC, 1996a, s. 24), devletin daha etkin ve şeffaf hâle geleceği (EC, 1996b, s. 10; EC, 1997a, s. 4) de vurgulanır. Ancak bunlar kendi başlarına birer amaç olmaktan çok, piyasanın işleyişiyle yakalanacak refahın ve teknolojik gelişmenin sonuçlarıdır. Enformasyon Toplumundaki İnsana Dair Tasavvurlar Enformasyon toplumu kuramları ve politika belgelerinde yeniden yapılandırılan kapitalizmin piyasayı iyice toplumsal hayatın merkezine yerleştirmesi meşrulaştırılmaktadır. Ancak kuram metinlerine ve politika belgelerine daha farklı bir gözle baktığımızda aynı zamanda farklılaşan toplumsal faaliyetleri yerine getirmeleri için insanların daha farklı niteliklerle tasavvur edildikleri de görebiliriz. Öncelikle kuram metinlerindeki insan tasavvurlarına bakacak olursak, kabaca şu başlıkların öne çıktığını söyleyebiliriz; Tarihinin en eğitimli insanları enformasyon toplumundakilerdir. EİT’lerle hızla enformasyon işlemek eğitimli olmayı gerektirmektedir. Üniversite eğitimi alanların sayısı artarken (Bell, 1973, ss. 216-217, 234-239), iş yerinde çalışırken enformasyon işlemek de insanları eğitmektedir (McLuhan, 1964, s. 58). Toplumsal statünün tepesine tırmanmak da artık mülkiyetten değil, eğitimden geçmektedir ki, bunu üniversitelerde kuramsal bilgiyle donanan ve karar alıcı konumuna gelen uzmanlar örneğinde görürüz. Koşulların değişkenliği nedeniyle yıllarca aynı işte çalışarak emekli olmak imkânsız olmuştur. İşin sürekli farklılaşması söz konusudur (Toffler, 1981b, ss. 99-102). Dönemsel sözleşmeler ve proje bazlı işler bunun yansımasıdır. Bu, monotonluktan kurtulma ve özgürleşme olarak görülür (Toffler, 1981b, s. 131). Dönemsel çalışacak insanların yeniden işgücünü katılabilmeleri sürekli kendilerini geliştirmelerini bağlıdır. Hayat boyu eğitim kaçınılmazdır (Toffler, 1981b, ss. 340-346). EİT’ler uzaktan eğitim fırsatları sunmaktadır. İnsanlar işleri üzerinde denetim kurmuştur. Taylorizm ve Fordizm’i tarihe gömecek şekilde, değişimin hızı karşısında hızla yanıt verebilmek için eğitimli insanlar inisiyatif almaktadırlar (Toffler, 1981a, s. 439; Toffler, 1981b, s. 336). İnsanlar kendilerini tatmin ettikleri işlerde, kendilerini gerçekleştirmek için çalışınca (McLuhan, 1964, s. 347), iş zamanı-boş zaman ayrımı ortadan kalkmıştır (Toffler, 1981a, ss. 308-311, 343-344). İnsanlar evden çalışabileceklerinden (Toffler, 1981b, s. 335; McLuhan ve Power, 2001, s. 147), yaşadıkları yere aidiyetleri ve cemaat ilişkileri güçlenecektir. Ancak hızlı değişim nedeniyle çekirdek ailenin tehdit altında olduğu, boşanmaların artacağı da vurgulanır (Toffler, 1981a, ss. 282-283, 301; McLuhan ve Powers, 2001, s. 147). Herkesin sesini duyurabilmesiyle “alt-kültür patlaması” yaşanacaktır (Toffler, 1981b, ss. 238, 252, 256). Herkesi denetleyen ve kısıtlayan Büyük Birader’den korkmaya gerek yoktur. Herkes kendine göre ürün ve hizmetlere ulaşabilecektir (McLuhan ve Powers, 2001, ss. 141-142). Bolluğun artması ve mülkiyetin önemi kaybetmesiyle insanlar birbirleriyle kıyasıya rekabet eden bireyler olmaktan çıkmıştır (Bell, 1973, ss. 303-309, 362, 425, 433, 444, 481-482). Değişimin hızlı seyretmesi yüzünden insanların uyum sağlama yetilerini geliştirmeleri ve esnek olmaları gerekmektedir.15 Kuramdaki yaklaşım belli ölçüde politika belgelerinde de korunur. Ancak yeniden yapılandırmanın önündeki muhalefetin kalkması ve konsolidasyon sürecine girilmesi nedeniyle piyasanın artık insan hayatında daha da belirleyici olduğu çok daha net ifade edilir. Hemen enformasyon toplumuna geçmek isteyen AB, insanların enformasyon tabanlı yeni ürün ve hizmetleri kullanması ister ama beklediğini bulamaz. AB, değişim yüzünden insanların kendilerini “tehdit altında” hissettiğini saptadıktan sonra (EC, 1995, ss. 8, 50) bunu gidermek için 1990’ların ikinci yarısında “umutlarına ve endişelerine daha iyi yanıt vererek, insanı enformasyon toplumu politikasının merkezine koymayı” öncelik olarak kabul eder (EC; 1996b, s. 1; EC, 1996d, ss. 4-5). “Önce İnsan” anlayışı belgelerin başlığına çıkar (EC, 1996a; EC, 1997b) ve “enformasyon toplumu insanlar için olmalı, enformasyonun gücünü serbest bırakmak amacıyla insanlar için ve insanlar tarafından kullanılmalı” denir (EC, 1996a, ss. 2, 23). Artık “toplumsal kabul görmesi” enformasyon toplumuna geçiş açısından kilit önemde görülmektedir (EC, 1996d, s. 3; Törenli, 2004, s. 198) ve insanların istihdam, eğitim ve uyumu sorgulanmaktadır. Törenli (2004, ss. 198, 200) 2000 yılından sonraki belgelerde “insan mühendisliğine yönelişten” bahseder. Ancak Preston (2003), AB’deki değişimin retorik düzeyde kaldığını, altyapı yatırımları ve piyasa yanlısı düzenlemelere öncelik tanınmasının sürdüğünü, mali kaynakların bu alanlara ayrıldığını belirtir. Enformasyon toplumuna geçişte AB’nin insandan yana dertleri bundan ibaret değildir; ihtiyaç duyduğu insanlar ortada yoktur. Bunu “iki vitesli emek pazarı” yakınmasında, demode olan eski vasıflara kolayca ulaşılırken, talep edilen yeni vasıfları taşıyanların bulunamamasında görürüz (EC, 1993, ss. 138, 140, 146; EC, 1996a, ss. 1, 16). EİT’leri herkes satın alıp kullanabileceğinden, uzun vadede bir ülkenin başarısı, halkının bilgisi ve EİT’leri kullanmadaki yetkinliğiyle belirlenecektir (EC, 1996a, s. 23) ve bu yüzden insan kaynaklarına yatırım yapılmalıdır (EC, 1993, ss. 137, 155; EC, 1996a, ss. 2, 10; EC, 1997b, ss. 14-15). İnsanların öncelikle yeni teknolojileri bilmesi, bilgisayar okuryazarı olması gerekmektedir (EC, 1995, s. 13; EC, 1996a, s. 16; EC, 1996c, s. 18; EC, 1997a, s. 11). Zira yeni işler EİT’lerle ilişkili olacaktır (EC, 1993, ss. 21, 121; EC, 1996a, ss. 13-14; EC, 1996d, ss. 2, 10; EC, 1997b, s. 13).16 Bunun yanında esnek, hareketli, dile dair yetenekleri olan, Avrupa’nın avantajlarını kullanabilecek (EC, 1993, s. 164), yaratıcılığa, yeni fikirlere, hızlı iletişim kurma 15 Toffler (1981b, s. 38) “Yaşamını sürdürebilmek ve gelecek korkusuna yakalanmamak için birey, eskisine göre daha kolay uyum yapabilmeli, daha yetenekli olmalıdır. Hız dürtüsü nedeniyle şimdi sallanan eskimiş temellerin – din, ulus, topluluk, aile veya meslek – yerine üstüne basabileceği, tümüyle yeni kavramlar bulmalıdır” demektedir. Uyum sağlayamayanların akıbetini McLuhan ve Powers’dan (2001, s. 186) öğreniriz; “Hızla yaklaşan bu gelecekte, rolünü […] iyi oynamayan kişinin durumu ne olacaktır? Bugün olduğu gibi o zaman da o varolmayan bir kişi olacaktır”. Toffler (1981b, s. 63) ayrıca “Geleceğin insanları geçmişin insanlarından daha hızlı yaşayacaklarsa, esnek olmak zorundalar. Engel koşucularına benzerler: Eğer engelleri aşmak istiyorlarsa, öteberiyle yüklü olmamaları gerekir. Teknolojinin yararlarını elde ederken, öteberiyle yüklenme sorumluluğunu da taşımamalıdırlar. Hızlı değişimin belirsizlikleri arasında yaşamlarını sürdürebilmeleri için, hafif yolculuk etmesini öğrenmek zorundadırlar” demektedir. 16 AB, EİT’lerle bağlantılı yeni hizmetlerin istihdam yaratacağını sıkça ifade eder (EC, 1993, ss. 21, 121; EC, 1996a, ss. 13-14; EC, 1996d, ss. 2, 10; EC, 1997b, s. 13). İleri teknoloji kullanan ülkelerde ve şirketlerde istihdamın azalmadığı, aksine kullanmayanlara kıyasla olumlu olduğu belirtilir (EC, 1993, s. 105; EC, 1996a, s. 13). Teknoloji nedeniyle kaybedilecek işler vasıfsız ve istenmeyen türdendir (EC, 1996a, s. 13). ve ekip çalışmasında bulunma yetisine sahip insanlar arzulanmaktadır (EC, 1995, ss. 13, 37; EC, 1996b, s. 5). Yeni dönemin başarılı iş örgütlenmesi olarak “esnek şirkete” işaret edilir (EC, 1996a, s. 7) ki, burada hiyerarşi son bulmuş, pek çok farklı birimi bünyesinde barındıran ağ yapısı ve ademimerkeziyet öne çıkmıştır (EC, 1993, s. 8; EC, 1995, s. 6). Bu yapıda statik işlev tabanlı vasıflar işe yaramadığından, esneklik ve değişimi öngörme yetisi önem kazanmıştır (EC, 1996a, s. 6). Başka bir deyişle, koşulları kestirdikten sonra buna göre kendini ayarlayan ve gerekli vasıfları geliştiren bir insana vurgu yapılmaktadır. İşin farklılaşmasının Taylorizm ve Fordizm’i bitirdiği, insanların işleri üzerinde denetim sahibi olduğu (EC, 1993, ss. 68, 178; EC, 1995, s. 37), işin entelektüel nitelik kazanmasıyla (EC, 1995, s. 6) verimlilik ve iş tatmininin arttığı (EC, 1996a, s. 1) belirtilir. AB, kuramdaki iyimserliği paylaşmaktadır. Ancak dönüşümün tamamen olumlu yönde olmadığı da belirtilir. Yeni teknolojilerin üretim sürecinde insanın önemini artırmasına karşın işçileri iş örgütlenmesindeki değişikliklerden daha fazla zarar görebilir hâle getirdiği çünkü “işçilerin karmaşık bir ağın içindeki yalnız bireyler” olduğu belirtilir (EC, 1995, s. 6). Ayrıca enformasyon toplumunda “insanlar giderek artan çeşitlilikte fiziksel nesne, toplumsal durum, coğrafi ve kültürel bağlamla karşı karşıya kalacakları” gibi “farklı yorumlamalara ve kısmi çözümlemelere açık bölük pörçük ve eksik enformasyon yığınıyla uğraşmak zorunda kalacaklardır” (EC, 1995, s. 9). Dolayısıyla tüm bileşenlerin farkında olmak ve doğruyu bulmak kolay değildir. Yine de insanlardan değişimi izlemeleri, anlamaları ve yönetmeleri istenir (EC, 1995, s. 9). Diğer yandan hızlı değişen koşullara göre esnekliğin, iş güvencesinin tırpanlanması olduğu AB belgelerinde açıkça ortaya konur. “İnsanların yaşamları boyunca dört ya da beş kez iş alanlarını değiştirmek zorunda kalacakları” belirtilir (EC, 1993, s. 140), işlerin garanti olmadığı vurgulanır (EC, 1996c, s. 5). Bu açıdan bakınca Refah Devleti döneminden kalma iş güvencesi ve sosyal güvenlik anlayışı kadük kalır. Zaten AB de işsizlik sorununun kökeninde eskiden kalma düzenlemeleri ve insanların buna dayanarak yanlış davranışlar geliştirmelerini görür. “Yeni bir başlangıç için yeni vasıflar sunmak yerine işsizlerin çoğuna genellikle gelir yardımı sağlandığından, işsizlik uzun dönemli işsizliğe ve toplumsal dışlanmaya dönüşmüştür” (EC, 1996a, s. 15). Yani, tembellik için para ödenen insanlar tembelliğe alışmaktadır. Oysa AB, “uzun süreli işsizlik ve vasıf kaybından muzdarip 9 milyon kişi ve uzun dönemli işsizliğe ilerleyen daha milyonlarcası yerine okuryazarlık, hesaplama ve bilgisayar okuryazarlığı geliştirmeye çalışan 9 milyon kişiye sahip olmak” istemektedir (EC, 1996a, ss. 18-19). Yeni ihtiyaçlara ve değişime uygun yeni istihdam politikaları, işsizlikten “kısmen sorumlu olan davranışsal ve yapısal katılıkları ortadan kaldıracaktır” (EC, 1993, s. 18). Bu yüzden “Avrupa için hiçbir şey teslimiyet, taahhütten kaçınma ve pasifliği besleyen yapılar ve görenekleri korumaktan daha tehlikeli olamaz” denir (EC, 1993, s. 1). Enformasyon toplumu için gerekli vasıfları geliştirmek tüm işsizler için “bir hak ve zorunluluk” olarak görülür (EC, 1996a, s. 19). Kamunun cebini boşaltan ama işsizliğe çare olamayan doğrudan yardımların kesilmesi, bunun yerine vasıf edindirme çabalarının desteklenmesi istenir (EC, 1993, ss. 13, 15, 137, 141, 147; EC, 1997a, s. 12). Dahası AB, sosyal güvenliği toplumsal adaletsizliğin kaynağında görür; çalışanları korurken, iş arayanlara ve emek pazarına yeni girenlere köstek olduğu, işsizlerin aleyhine çifte standart yarattığı belirtilir (EC, 1993, ss. 146, 153). Başka bir deyişle AB, toplumsal eşitliği sosyal güvencelerin tırpanlanmasında bulur. Keza, kısmi zamanlı çalışmayı ve süreli sözleşmeleri zorlaştıran toplu sözleşme kuralları ve sisteminin dönüştürülmesi talep edilir (EC, 1993, s. 146; EC, 1996a, s. 11; EC, 1997b, s. 10). Yeni iş örgütlenmesinde işveren olgusunun karmaşıklaştığı, işin mekânının ve zamanının farklılaştığı, ücretlendirme biçimlerinin değiştiği, eskiden net olan tanımların muğlaklaştığı belirtilerek, iş yasalarının demode ve hükümsüz kaldıkları vurgulanır (EC, 1996a, ss. 8-9). AB belgelerindeki piyasa odaklı anlayışın iyice belirginleştiği ifadelerden biri iş güvencesinin kaynağının da piyasada görülmesidir; “Çalışanlar için güvence kavramının tekil iş yerindeki güvencenin ötesinde, istihdam edilebilme ve emek piyasasına dayanan bir güvenceye daha fazla odaklanarak geliştirilmesi ve genişletilmesi gerekiyor. Değişim dâhilinde bir güvenceye odaklanmalı, değişime karşı güvenceye değil” denir. (EC, 1996a, s. 10). Ancak AB, iş güvencesini emek piyasasında istihdam edilebilir konumda olmak diye tanımlarken, insanı olduğu kadar piyasayı da idealize etmekte, piyasanın tökezlemelerini görmemektedir. İnsanlar kendilerini geliştirseler bile makroekonomik dengeler uygun olmadığında yeni bir iş olmayacağından işsizlik sorununun süreceği eleştirisine tatmin edici bir yanıt verememektedir (EC, 1996a, s. 19). Bunun yerine insanların esnek emek piyasası için sürekli kendilerini geliştirmelerine zemin oluşturacak hayat boyu eğitim vurgulanır (EC, 1993, s. 12), 1996 yılı AB çapında “Hayat Boyu Eğitim Yılı” ilan edilir. Keza şirketlerden çalışanların eğitimine önem vermeleri istenir (EC, 1993, s. 142; EC, 1995, ss. 25-26, 49). Ancak AB’nin kendisi bile sözleşmelerin kısa dönemli yapıldığı ortamda şirketlerden bir süre sonra gidecek çalışanların eğitimine harcamada bulunmalarını istemenin sorunlu olduğunu kabul ederek, yatırımı şirketin çekirdeğindeki çalışanlarla sınırlandırır (EC, 1996a, s. 18). Yani “insana yatırım” esasında sadece seçkinlere yatırımdan ibarettir. ‘Sıradan’ insanlarsa kendi başlarınadır. Bununla birlikte AB toplumsal eşitsizliklerin giderilmesinde önemli yol alındığı düşüncesindedir. EİT’lerin sunduğu uzaktan eğitim olanağıyla kendini geliştirmek isteyenlerin önü açılmıştır. Kırsal bölgelerde yaşayanlar, engelliler ve ev kadınları için uzaktan eğitim imkânları vurgulanır (EC, 1993, s. 88; ÜDUG, 1994, s. 26). Keza, EİT’ler uzaktan iş yapmaya da olanak tanımaktadır ki, AB bunun geliştirilmesini hedefler (EC, 1993, ss. 23, 25, 88, 111; EC, 1997a, s. 11; EC, 1997b, ss. 9-10; ÜDUG, 1994, s. 25). Yani, AB’nin amaçladığı enformasyon toplumunda herkesin kendini eğitme imkânı olduğu gibi, her yerde de iş vardır. Fakat bu tasavvurun keskinleştirilmesi için herkesin EİT’lerle erişim imkânına sahip olması gerekmektedir ki, bu yüzden enformasyon toplumunun önündeki “en büyük risk çift katmanlılık” olarak tanımlanır (ÜDUG, 1994, s. 7). Sonuç 1990’lı yıllara ait AB enformasyon toplumu politika belgelerinde insanlar – hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde – EİT’lere hâkim olan, bunları etkin biçimde kullanarak enformasyon işleyen ve zenginlik üreten bireyler olarak tasavvur edilirler. İnsanlar artık kol emeği yerine zihinsel emek harcanan, daha tatminkâr işlerde çalışmaktadır. AB’ye göre Taylorizm ve Fordizm’in sonu gelmiştir. Ancak insanı bu şekilde tasavvur eden AB’nin taylorizasyonun artık beyaz yakalılara da sirayet ettiği, üretim hattındaysa daha da baskın hâle geldiği yönündeki eleştirileri dikkate aldığını pek göremeyiz. İnsanların EİT’lere hâkimiyeti de yeniden yapılandırılan kapitalizmin işleyişi açısından üzerinde durulması gereken bir noktadır. Zira AB’nin hemen enformasyon toplumuna geçebilmesi için insanların enformasyon tabanlı yeni ürün ve hizmetleri sıkça kullanması gerekmektedir. Enformasyon toplumu ancak bu taleple kök salabilecektir. Ancak bu noktada Pleios (2012, s. 246) önemli bir değerlendirmede bulunur; günümüzde üretimde ve tüketimde kullanılan teknolojiler giderek benzeşmektedir ve iş yerinde teknolojiye dair gereken pek çok vasıf iş dışında toplumsallaşarak öğrenilmektedir. Yani insanlar satın alacakları ürün ve hizmetlerle sadece şirketlerin serpilmesini sağlamayacaklar aynı zamanda vasıf edineceklerdir. İnsana dair özellikle vurgulanan bir başka unsursa çalışma koşulların kökten değişmesidir. Değişimin hızlanması koşut olarak aynı iş yerinde bir ömür boyu aynı işi yaptıktan sonra emekli olmanın artık mümkün olmadığı, insanların yaptıkları işlerin ve çalıştıkları şirketlerin sürekli değiştiği belirtilir. Kısa dönemli sözleşmeler ve proje çalışmaları bunun yansıması olarak görülür. Ancak işin bu şekilde değerlendirilmesi insanın – sözleşmesi ya da projesi bitince – düzenli olarak işsiz kalmasını getirir ki, AB de bunu açıkça kabul eder. Bununla birlikte istihdam edilebilme umuduyla yeniden emek piyasasına dönenlerin, tekrar işe girebilmelerinin talep edilen yeni vasıfları edinebilmelerine bağlı olduğunu da belirtir. Bu yüzden enformasyon toplumundaki insanların sürekli kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir. Hayat boyu eğitimin onca vurgulanmasını bu tasavvurlarla ilişkilendirebileceğimiz gibi günümüzde sayıları artan sertifika programlarını, kursları, dershaneleri, sınavları buna bağlayabiliriz. Nasıl ki, Taylorizm ve Fordizm insanın ruhunu ezmiş ve makinenin değiştirilebilir birer dişlisi hâline getirmişse, enformasyon toplumu da insanı kişisel gelişim makinesine dönüştürmektedir. Böylesi bir tasavvur, insanı muktedir ve piyasayı da sorunlardan muaf almaktadır. Öncelikle AB kendini geliştiren herkesin emek piyasasında istihdam edilebilme imkânı yakalayacağını düşünmektedir. Bu nedenle makro ekonomik dengeler istihdam yaratmaya uygun değilse, kendilerini geliştirseler bile insanların işsiz kalmaya devam edeceği eleştirilerine yanıt vermekten kaçınmaktadır. Bu noktada AB’nin EİT’ler sayesinde yeni istihdam alanları açılacağını umduğunu ve uzaktan çalışmanın gelişmesini beklediğine dikkat etmek gerekir. Keza teknoloji aynı zamanda herkesin kendini geliştirme imkânına sahip olmasının da anahtarı olarak görülür çünkü uzaktan eğitim istenilen yer ve zamanda vasıf edinmeyi mümkün kılmaktadır. Tüm bunlar kapitalizmin ekmeğine yağ sürecek şekilde enformasyon toplumunda toplumsal sorunların kişiselleştirildiğini ve eşitsizliğin gizlendiğini göstermektedir. Buna göre etrafta onca iş olmasına ve herkes için kendini geliştirme imkânı bulunması rağmen hâlâ işsiz insanlar varsa, bunlar iş edinememelerinin sebebini kendilerinde aramalıdırlar. İşsizliği kişiselleştirilmesini, Refah Devleti döneminde kalma sosyal güvenlik rejiminin mahkûm edilmesinde, insanlara verilen işsizlik yardımlarının insanların tembelleşmesinin ve işsizliği tercih etmelerinin nedeni olarak gösterilmesinde de görürüz. AB’ye göre yapılması gereken işsizlerin cebine para koymak yerine onların talep edilen vasıfları edinmesini sağlamaktır. Böylece insanların emek piyasasında istihdam edilebilme umuduyla birbiriyle rekabet eden bireyler olarak tasavvur edildiklerini söyleyebiliriz. Yeni iş güvencesi AB’ye göre istihdam edilebilir konumda olmak, talep edilen vasıflara sahip olmaktır. Kapitalizm, piyasadaki herkesin eşit koşullarda olup olmadığını bakmaksızın, eşitliği insanların piyasaya eşit erişime sahip olmalarıyla tanımlar. Bu noktada enformasyon toplumunda EİT’ler herkese iş ve eğitim imkânı sunuyorsa, ekonomik ve toplumsal faaliyetler giderek bunlar aracılığıyla gerçekleşiyorsa, o zaman eşitlik adına EİT’lere herkesin erişimini sağlamak gerekir ki, AB de zaten bunu başlıca amaçlarından biri olarak kabul eder. Ancak yine EİT’lere erişim imkânına sahip olan herkesin eşit koşullarda olup olmadığına bakılmamaktadır. Keza, kapitalizmin üstünde yükseldiği liberal öğreti açısından insanların eşit koşullarda rekabet ettiği yerlerden birisi piyasaysa, diğeri de seçim sandığıdır ki, EİT’ler sayesinde artık insanların tercihlerini çok kolay ve sık duyurması mümkün olmuştur. Dolayısıyla AB belgelerine göre esnek çalışma nedeniyle iş güvencesinin yitirilmesinden korkmaya gerek yoktur. Piyasada talep edilen vasıfları edinmek için kendini geliştirenler ve bu noktada diğer insanlardan daha iyi olanlar için her zaman iş güvencesi olacaktır. İnsana dair böylesi bir tasavvur, gerçek dünyadaki olumsuzlukları görmezden geldiği gibi kapitalizmin dünya görüşünden kaynaklanmakta ve onu güçlendirmektedir. Kaynakça Adomi, E. E. (der.) (2011). Handbook of Research on Information Communication Technology Policy: Trends, Issues and Advancements, Volume 2. Hershey & New York: Information Science Reference. Ansal, H. (2013). Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (Post-Fordizm’de Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?). http://www.birlesikmetal.org/kitap/kitap_99/1999-3.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 4 Nisan 2013). Atayurt, U. (2003). Ferda Keskin ile Michel Foucault’nun Eseri Üzerine. Virgül, 67, 8-11. Başaran, F. (2004). Enformasyon Toplumu Politikaları ve Gelişmekte Olan Ülkeler. İletişim Araştırmaları, 2(2), 7-31. Bell, D. (1973). The Coming of Post Industrial Society. New York: Basic Books. Bell, D. (1999). The Coming of Post Industrial Society, Modernity, Critical Concepts, Volume 4. Waters, M. (der.) içinde London & New York: Routledge. 213-224. Beynon, H ve Nichols, T. (der.) (2006a). The Fordism of Ford and Modern Management: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) (2006b). Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. Boje, D. M. ve Winsor, R. D. (2006). The Resurrection of Taylorism: Total Quality Management’s Hidden Agenda”, The Fordism of Ford and Modern Management: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) içinde Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. 329-342. Cevizci, A. (1999). Felsefe Sözlüğü. Paradigma, İstanbul. Ducatel, K, Webster, J. ve Herrmann, W. (der.) (2000). The Information Society in Europe. Lanham: Rowman & Littlefield Publishers. Ducatel, K., Webster, J. ve Herrmann, W. (2000). Information Infrastructures or Societies? The Information Society in Europe. Ducatel, K, Webster, J. ve Herrmann, W. (der.) içinde Lanham: Rowman & Littlefield Publishers. 1-17. Ekrem, E. ve Sarısaltık, S. (2006). Turkcell Kuralsız http://www.gercegecagrimerkezi.org/2006/09/turkcell-kuralsyz-calythyyor/ alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) Çalışıyor. adresinden European Commission. (1993). Growth, Competitivenes, Employment; The Challenges and Ways Forward into the 21st Century. [COM(93) 700 Final], Brussel. European Commission. (1994). Europe’s Way to the Information Society; An Action Plan. [COM (94) 347 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1994:0347:FIN:EN:PDF adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) European Commission. (1995). Teaching and Learning; Towards the Learning Society. [COM(95) 590 Final]. http://eur- lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1995:0590:FIN:EN:PDF alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) adresinden European Commission. (1996a). Living and Working in the Information Society; People First. [COM(96) 389 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0389:FIN:EN:PDF adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) European Commission. (1996b). The Information Society: From Corfu to Dublin; The New Emerging Priorities & The Implications of the Information Society for European Union Policies – Preparing the Next Steps. [COM(96) 395 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0395:FIN:EN:PDF adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) European Commission. (1996c). Learning in the Information Society; Action Plan for a European Education Initiative (1996-98). [COM(96) 471 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0471:FIN:EN:PDF adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) European Commission. (1996d). Europe at the Forefront of the Global Information Society; Rolling Action Plan. [COM(96) 607 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0607:FIN:EN:PDF adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) European Commission. (1997a). Cohesion and the Information Society. [COM(97) 7 Final]. http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1997:0007:FIN:EN:PDF adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) European Commission. (1997b). The Social and Labour Market Dimension of the Information Society; People First – The Next Steps. [COM(97) 390 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1997:0390:FIN:EN:PDF adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) Fairclough, N. (1995). Critical Discourse Analysis: The critical study of language. London & New York: Longman. Fairclough, N. (1996), Language and Powerb New York: Longman. Garnham, N. (1997). Europe and the Global Information Society: The History of a Troubled Relationship. Telematics and Informatics, 14(4), 323-327. Geray, H. (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları. Ankara: Ütopya. Geray, H. ve Başaran-Özdemir, F. (2011), Reproducing Dependency: How Hegemonic Discourses Shape ICT Policies in the Periphery. Handbook of Research on Information Communication Technology Policy: Trends, Issues and Advancements, Volume 2. Adomi, E. E. (der.) içinde. Hershey & New York: Information Science Reference. 599-615. Goodwin, I. ve Spittle, S.(2002). The European Union and the information society: Discourse, power and policy. New Media & Society, 4(2), 225-249. Hall, S. (1997). The Work of Representation. Representation: Cultural Representations and Signifying Practices. Hall, S. (der) içinde. London: Sage. 13-65. Hall, S. (der) (1997). Representation: Cultural Representations and Signifying Practices. London: Sage. Harvey, D. (2010). Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri. Çev., Sungur Savran. İstanbul: Metis. Henten, A., Skouby, K. E. ve Falch, M. (1996). European Planning for an Information Society. Telematics and Informatics, 13 (2-3), 177-190. Hobsbawm, E. (1996). Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı. İstanbul: Sarmal Yayınevi. Holloway, J. (2006). The Red Rose of Nissan. Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) içinde Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. 367-389. Kaitatzi-Whitlock, S. (2000). A ‘redundant information society’ for the European Union? Telematics and Informatics, 17(1-2), 39-75. Keyder, Ç. (1981). Kriz Üzerine Notlar. Toplum ve Bilim, 14, 3-43. Kıyan, Z. ve Yüksel, H. (2011). GATS ve Küreselleşen Kamu Hizmetleri: Türkiye ve Türk Telekom Örneği. Amme İdaresi Dergisi, 44(1), 25-49. Koch, M. (2006). Roads to Post-Fordism: Labour Markets and Social Structures in Europe. Hampshire & Burlington: Ashgate. Koray, M. (2005). Avrupa Toplum Modeli. Ankara: İmge. Kumar, K. (2004). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları. Çev., Mehmet Küçük. Ankara: Dost Kitabevi. Lichtman, R. (2012). Liberal İdeolojinin Marksist Eleştirisi: Eleştirel Toplumsal Kuram Üzerine Denemeler. Çev., Şükrü Alpagut. İstanbul: Yordam Kitap. Mansell, R. (der.) (2009). The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1. London & New York: Routledge. Masuda, Y. (2009). Computopia, Rebirth of Theological Synergism. The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1. Mansell, R. (der.) içinde London & New York: Routledge. 128-138. McKinlay, A. Ve Starkey, K. (2006). After Henry: Continuity and Change in Ford Motor Company. Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) içinde Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. 345-366. McLuhan, M. (1964). Understanding Media. New York: McGraw-Hill. McLuhan, M. (2009). Effects of the Improvements of Communication Media. , The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1. Mansell, R. (der.) içinde London & New York: Routledge. 27-36. McLuhan, M. ve Powers, B. R. (2001). Global Köy. Çev., Bahar Öcal Düzgören. İstanbul: Scala Yayıncılık. Michalis, M. (2007). From Unification Communications. Lanham: Lexington Books. to Coordination: Governing European Mirrlees, T. (2009). Media Capitalism, the State and 21st Century Media Democracy Struggles, An Interview with Robert McChesney. Relay, A Socialist Project Review, 26, 3035. Nalbantoğlu, H. Ü. (2001). Yeni’ Ekonomi Koşullarında ‘İnsan’. Defter, 44, 11-23. Nalbantoğlu, H. Ü. (2009). Arayışlar: Bilim, Kültür, Üniversite. İstanbul: İletişim. Pleios, G. (2012). Communication and Symbolic Capitalism: Rethinking Marxist Communication Theory in the Light of the Information Society. tripleC., 10(2), 230-252. Preston, P. (2003). European Union ICT Policies: Neglected Social and Cultural Dimensions. The European Information Society: A Reality Check. Servaes, J. (der.) içinde Bristol & Portland: Intellect. 33-57. Servaes, J. (2003). The European Information Society: A Wake-Up Call. The European Information Society: A Reality Check. Servaes, J. (der.) içinde Bristol & Portland: Intellect. 11-32. Servaes, J. (der.) (2003). The European Information Society: A Reality Check. Bristol & Portland: Intellect. Taymaz, E. (1993). Kriz ve Teknoloji. Toplum ve Bilim, 56-61, 5-41. Tekelioğlu, O. (1999). Moderniteye Sıkışan Teknolojileri”ne Bir Bakış. Doğu-Batı, 9, 41-50. Özgürlük: Foucault’nun “Kendilik Toffler, A. (1981a). Üçüncü Dalga. Çev., Ali Seden. İstanbul: Altın Kitaplar. Toffler, A. (1981b). Şok. Çev., Selâmi Sargut. İstanbul: Altın Kitaplar. Törenli, N. (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye. Ankara: Bilim ve Sanat. ÜDUG (1994). Europe and the Global Information Society. (Bangemann Raporu). http://www.epractice.eu/files/media/media_694.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013) Üşür, İ. (1997). Ma’lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Herşey Katılaşıyor. Türk-İş Yıllığı 97: 1990’ların Bilançosu [Değerlendirme Yazıları]. Ankara: Türk-İş Araştırma Merkezi. Waters, M. (der.) (1999). Modernity, Critical Concepts, Volume 4. London & New York: Routledge. Webster, F. (2006). Theories of the Information Society. London: Routledge. Türk Sinemasında İşçi Temsili: 1960lı Yıllara Sosyolojik ve İdeolojik Bir Bakış İhsan Koluaçık Afyon Kocatepe Üniversitesi Nesrin Kula Afyon Kocatepe Üniversitesi Giriş 1896 yılında Lumiere Kardeşler tarafından Fransa’da icat edilen sinematografın İstanbul’a girişi, Osmanlı’nın son dönemlerine rastlamaktadır. Türkiye’de sinemayla ilgilenen ilk isim Enver Paşa olmuştur. Enver Paşa I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’yı ziyaretinde Alman ordusunun Ordu Film Dairesi kurduğunu görmüş, sinemanın ne kadar önemli bir araç olduğunun farkına varmış ve Türkiye’de Bir Ordu Film Dairesi kurulmasını sağlamıştır. Ordu Film Dairesi’nin başına önce Sigmund Weinberg, sonrasındaysa yardımcısı olan Fuat Uzkınay getirilmiştir. Fuat Uzkınay ile göreve gelmesiyle birlikte birçok kaynakta Türk Sinemasının ilk filmi olarak gösterilen 1914 yapımı “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı belge filmi çekilmiştir. İlk dönem çekilen filmlerin tamamı belge film niteliğindedir ve devletin desteğiyle gerçekleştirilmiştir. 1922 yılında Muhsin Ertuğrul ile birlikte Türk Sineması açısından yeni bir dönem başlamış ve Türk Sineması Türk Tiyatrosu’nun etkisi altına girmiştir. Ertuğrul daha çok kendi oyunlarının filmlerini çekmiştir. Bu dönemin belirleyici özellikleri, kentsel, tek parti döneminin kültür ideolojisiyle ve siyasetiyle bütünleşmiştir. 1922 yılından 1939 yılına kadar geçen 17 yıllık Muhsin Ertuğrul dönemiyle ilgili Alim Şerif Onaran (1999, s. 20) “Türk Sineması” adlı çalışmasında şu tespitleri yapmıştır: Tiyatrocular deyimiyle çoğul olarak ifade ettiğimiz halde bu döneme, oyuncular dışında tek bir tiyatrocu, Muhsin Ertuğrul egemendir. Dünyanın hiçbir ülkesinde, o ülkenin sinemasına 17 yıl süreyle tek bir sanatçının egemen olması görülmemiştir. Bunun nedeni, o yıllarda, sinemamızda, stüdyo çalışmalarımızda deneyimli yönetmen olarak Ertuğrul’dan başkasını bulunmaması, bulunsa da böyle bir işe ilgi duymamasıdır. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber Türk Sineması yeni bir döneme girmiştir. 1939 ile 1952 yılları arasını kapsayan ve Tiyatrocular Döneminden, Sinemacılar Dönemine geçişi simgeleyen bu dönem; sinema tarihçileri tarafından “Geçiş Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde Muhsin Ertuğrul’un dışında birçok yönetmen ortaya çıkmıştır. Bu yönetmenlerin çektiği filmler konu açısından Tiyatrocular Döneminden çok da farklı olmamakla birlikte, özellikle Mısır ve Amerikan melodramları Türk Sinemasını etkisi altına almıştır. Çekilen birçok film, ya Mısır ya da Amerikan melodramlarını yeniden çevrimleridir. Toplumsal ve siyasal konular hemen hemen hiç işlenmemiştir. Erman Şener (Şener’den akt. Uçakan; 1977, s. 19) bu dönemi şöyle değerlendirmiştir; “Türkiye’de kuruluş halindeki sinema, kendisini içinde yaşadığı toplumun bir köşesi saymamakta, olaylara sırt çevirip, kendi türkülerini söylemeye devam etmektedir.” 1950li yıllara kadar Türk Sinemasında ortaya çıkan gelişmeleri genel olarak değerlendirmek gerektiğinde, Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde oyunlar, filmler egemen ideoloji tarafından saptanmış, toplumsal ve siyasal konular egemen ideolojinin istediği biçimde ele alınmıştır. Toplumun istekleri ve onunla ilişki kurarak bir sinema gerçekleştirebilme noktasında eksik kalınmıştır (Ayça; 1994, s. 44). 1950li yıllar Türk Sineması için yeni bir dönemin başlangıcını ve toparlanmayı simgelemektedir. Ömer Lütfi Akad’ın 1952 yılında yapmış olduğu “Kanun Namına” adlı filmiyle başlayan bu dönem, Sinemacılar Dönemi olarak ifade edilmiştir. Bu dönemin bir diğer adı da Yeşilçam Dönemi’dir. Yeşilçam Dönemi birçok tartışmayı da beraberinde getirmesine rağmen, Türk Sinema’sını 1980li yıllara kadar etkisi altına almayı başarmıştır. 1950 yılında tek parti iktidarının sona ermesiyle beraber toplumsal yaşamda büyük değişikliler olmuştur. 1950lerdeki özellikle iki olay Türk Sinemasını önemli ölçüde etkilemiştir. Bunlardan birincisi; kırdan kente göçün artması ve kentlerin bu aşırı göçlerle beraber kırsallaşması; diğeri ise, kentlerle sınırlı sinema salonlarının kırsal alanlara yayılmasıdır. Siyasi alandaki popülist politikalar sinemada da karşılığını bulmuştur. Böylelikle popülist Yeşilçam Sineması ortaya çıkmıştır. Kırsal alandaki sinema sahipleri Yeşilçam’ı istedikleri gibi yönlendirmeye başlamışlardır. Bölge yapımcıları kendi istedikleri doğrultuda sipariş filmler ve hemen hemen birbirinin aynı olan bir sürü film çektirmişlerdir. Engin Ayça (Ayça’dan akt Uçakan; 1977, s. 19) Türk Sineması’nın içine düştüğü durumun nedenini devletin sinemaya gerekli desteği vermemesi olarak görmüş ve Yeşilçam hakkında şunları söylemiştir: Devlet, sahne sanatlarını ve orkestraları parasal olarak desteklerken, sinema alanını ticaret ilişkileri içinde gelişmeye bırakmıştır. Bunun sonucu olarak, Yeşilçam ticari, dolayısıyla halk kitlelerinin isteklerine, beklentilerine uyan, popüler filmler üretmek durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu, Yeşilçam’ı giderek, dönemin siyasetiyle uyum içinde, popülist bir çizgi izlemeye kadar götürmüştür. Yeşilçam ticari bir sinemadır. Yeşilçam popüler bir sinemadır. Yeşilçam popülist bir sinemadır. Yeşilçam halkın geleneksel sözlü kültür yapısına eklemlenmiş, onunla bütünleşmiş bir sinemadır. Yukarda sayılanların tamamı Türk Sineması’nda kalburüstü yapımların artmasını engellemiştir. Yine Amerikan ve Mısır filmlerinin yeniden çevrimleri yapılmaya devam etmiş, bölge yapımcılarının istedikleri tarzda gişe başarısı elde edebilecek filmler yapılmış, onların istediği oyuncular sinemalarda boy göstermiş (böylelikle yıldız sistemi kendiliğinden oluşmuş), kişisel konular tekrar edilmiş, Türk Sineması toplum meselelerinden son sürat uzaklaşmıştır. Türk Sineması açısından bir Rönesans olacağı düşünülen Yeşilçam dönemi, hayal kırıklığından öteye geçememiştir. 1960’lar Türk Sineması 1950’lerdeki Demokrat Partinin iktidarıyla birlikte Türkiye’de değişim rüzgârları kendini göstermeye başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçerli olan ekonomi politik yaklaşımda keskin bir dönüşüm meydana gelmiş ve o zamana kadar uygulanmakta olan devletçi ve üretim esaslı politikanın yerini, özel sektör destekli ve tüketime dayalı ekonomi politik yaklaşıma bırakmıştır. Böylece kapitalist ekonomik sisteme eklemlenme işlemi hızlandırılmıştır. Özel girişimin devlet eliyle desteklenmesi, zengin olmayı ve fırsatçılığı ön plana çıkaran politikalar, toplumsal ve kültürel anlamda gerçekleşecek olan değişimlerin de önünü açmıştır. 1950lerle birlikte özellikle kentlerde Amerikan kültürünün ve buna bağlı olarak gelişen tüketim kültürünün kendisine bir alan bulduğunu belirtmek gerekmektedir. Kırsal kesimdeyse kentin cazibesi kendisini göstermiş ve kırdan kente göçün yoğun bir şekilde yaşanmaya başladığı döneme girilmiştir. Bu durum, hem kırdan kente göç eden insanlarda hem de kentte yaşayan insanlarda travmatik sorunları da beraberinde getirmiştir (Aydın; 1997, s. 21). 27 Mayıs 1960 darbesi bütün bu değişim ve dönüşümlerin söz konusu şekilde devam etmesine dair bir eleştirinin sonucu olmuştur. 1960 askeri darbesiyle beraber Türkiye’nin hem siyasi, hem toplumsal, hem de ekonomik yapısı yeniden değişime uğramıştır. Bu durum sanatsal alanda da kendisini göstermiş ve 1960-65 yılları arasında “toplumcu bir sanat” anlayışının yeşermesini sağlayabilecek sosyo-politik altyapıyı hazırlamıştır. Darbeyi izleyen yıllarda özellikle “ilerici” olarak tanımlanan “kentsoylu orta tabakalar arasındaki yakınlaşma, toplumcu ve demokratik öğeler taşıyan bir Anayasanın kabulü, sanayi burjuvazisinin ticaretle zenginleşen tabakalara karşı sağladığı üstünlük ve planlı ekonomiye geçiş” (Daldal; 2003, s. 104), bu altyapının temel taşlarını oluşturmuştur. 27 Mayıs darbesiyle birlikte Türkiye’nin gündemine giren yeni görüşler, Türk Sineması’nda da yankısını bulmuştur. Bu yeni görüşleri destekleyen 1961 Anayasası, sinemaya görece özerk bir ortam sunmuş ve daha önce tabu olan, korkulan, konular ele alınıp işlenmiştir. Artık Türk Sineması’nda sinemacılar toplumsal konulara eğilmişler, eleştirmenler ve yönetmenler sinemanın öz ve biçiminde “dil” sorununu ele alabilmişlerdir. Sinemanın ticari bir araç olduğu fikri az da olsa birkaç yönetmen tarafından kırılmaya başlanmıştır. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamında gerçekleştirilen bu yeniliklere rağmen, Türk Sineması’nda yozlaşma durmamıştır. Bu dönemi Mukadder Çakır Aydın (1997, s. 13) şöyle özetlemektedir: Dönem 1965’lere dek süren özerk yapısına rağmen, yozluktan pek uzaklaşılamayan bir dönemdir. Sıradan aile filmleri, arabesk melodramlar, sulu güldürüler en büyük ağırlığı oluşturur. Yaşanılan film enflasyonu, çok sayıda dar bütçeli, düzeyi düşük filmler anlamına gelir. Harcamalar az tutularak, mümkünse aynı anda iki film çekilmektedir. Tamamen ticari amaçlı, Anadolu’ya çalışan ‘paravan’ yapıdaki küçük yapım şirketleri bu işin öncülüğünü yürütmektedirler. Uyarlama ve taklide dayalı, belirli kalıplarda el çabukluğu ile kotarılan filmler, konusu birbirinden türetilmiş, torna işi ürünlere benzemektedir. Furyalar, fotoroman uyarlamaları, diziler, ilerleyen yıllarda moda olacak salon güldürülerinin, polisiye ve dinsel filmlerin, westernlerin ve cinsel filmlerin başlangıcı olur. Her furya birkaç mevsim sürüp sona erer. Yıldızcılık bu dönemin en tipik olgularındandır. Bu dönemde sinemacılar oldukça çok para kazanırlar ve bu olanaklara göre alınan sonuç yetersizdir. Bu dönemde yozlaşmaya devam eden Türk Sineması’na alternatif sinema denemeleri de yapılmıştır. 1960ların özgürlükçü ortamında çeşitli yönetmenler Avrupa’daki sinema akımlarının da etkileriyle, sinemada yeni arayışlara girmişlerdir. Bu arayışlardan ilki Toplumcu Gerçekçi Sinema anlayışı olmuştur. Toplumcu Gerçekçi Sinema Toplumcu Gerçekçi Sinema tanımlaması Türk Sinema tarihini yazanlar tarafından çok fazla tercih edilmemiştir. Hatta toplumcu gerçekçi bir dönemin varlığı bile tartışılmaktadır. Çünkü bu ilk “toplumsal gerçekçi” hareketle ilgili estetik ve toplumsal boyutları göz önüne bulundurulduğunda tam bir uzlaşma sağlandığı söylenememektedir. Bununla birlikte toplumcu gerçekçi sinemayla ilgili bir manifestonun da olmayışı, bu tartışmayı daha da ateşlemiştir (Daldal; 2003, s. 105). Ancak özellikle 1960 ile 1965 arasındaki dönemde böyle bir sinema anlayışından söz etmek gerekmektedir. Öncülüğünü başta Metin Erksan, Halit Refiğ, Memduh Ün, Ertem Göreç gibi yönetmenlerin yapmış olduğu Toplumcu Gerçekçi sinema anlayışının kaynaklarından bahsedecek olduğumuzda ikiye ayırmak doğru olacaktır. İlk kaynak Dünya Sinemasını derinden etkileyen İtalyan Yeni Gerçekçilik akımıdır. İkinci kaynak ise kuşkusuz ki Türk Edebiyatı’ndaki toplumcu harekettir. Toplumcu Gerçekçi Sinema; özellikle Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Vedat Türkali gibi usta yazarlarla başlayan toplumcu hareketin sinemadaki yansıması olarak görülmüştür. İlk önce bir köy edebiyatı oluşturulmuş, sonra şehir, kırsaldan kente göçün getirdikleri, kentteki işçilerin, emekçilerin yaşayışları Türk edebiyatının konusu olduğu gibi Türk Sinemanın da konusu olmuştur. Mesut Uçakan, “Türk Sineması’nda İdeoloji” adlı çalışmasında durumu biraz daha politize ederek, Marksist zihniyetin Türk Sineması’nda yansımalarını bulduğunu ve bu durumun toplumcu gerçekçiliğin kaynağını oluşturduğunu belirtmiştir (Uçakan; 1977, s. 24); “Marksist tavır, aynı dönemde sinemada ‘Toplumcu Gerçekçilik’ adı ile boy attı. Önceleri pratiğini vermeye başlayan bu zihniyetin teorik tartışmaları daha sonra (Susuz Yaz’dan sonra ) açığa çıkmıştır.” Yukarda Mesut Uçakan’ın da belirttiği gibi tüm bu hareketliliğe rağmen Türk Sineması’nda bu oluşumun bir teorik altyapı ürünü olduğu söylemek mümkün değildir. İlk önce pratiğini vermeye başlayan filmler, Toplumcu Gerçekçilik adını almaya hak kazanmıştır. Bu noktada Nijat Özön daha ağır bir eleştiri getirmiş ve toplumsal gerçekçilik adıyla anılabilecek bir akımın Türk Sineması’nda hiçbir zaman var olamadığını ifade etmiştir. Çünkü bu dönemde çekilen filmler, kaynağını o dönemin toplumsal, kültürel üretim ilişkilerinden almış olsalar da bilinçli, dürüst ve derinlemesine bir gerçeklik hedefi ortaya koyamamışlardır ve sadece sansürün el verdiği ölçüde toplumsal konulara dokunabilen filmlerden bahsetmek mümkün olmuştur. Özön (Özön’den akt. Vardar; 2006, s. 40) “bu işi moda olduğu için bile yapanlar vardı” biçiminde özetleyerek, bu durumun Batı’da bir moda olduğunu ve bunun Türk Sineması’nda da yansımasını bulduğunu belirtmiştir. Scognamillo (1998, s. 52) da Toplumcu Gerçekçi bir akımın varlığından söz etmenin mümkün olmadığı noktasında hemfikir olmakla birlikte, daha çok bir “formül” veya “kodlama” olarak değerlendirmiştir. Kendisinden sonra gelecek olan kuramsal yaklaşımlara ortam hazırlayan bir etiket niteliği taşıdığını ifade etmiştir. 1965 yılına gelindiğinde Türk Sineması’ndaki Toplumcu Gerçekçi anlayış yavaş yavaş etkisini yitirmeye başlamıştır. 1965 yılında yapılan seçimlerde Adnan Menderes’in Demokrat Partisi’nin devamı olan Adalet Patisi’nin seçimleri kazanmasıyla beraber Türkiye yeniden sağ ideolojinin hâkim olduğu bir ortama sürüklenmiştir. Bu noktada Adalet Partisi’nin ipleri eline almasıyla beraber, toplumsal gerçekçi sinema anlayışına ket vurulmuştur. Bir süre sonra, toplumsal gerçekçi film çeken yönetmenler, Yeşilçam ortamında film çekemez duruma gelmişlerdir. Yeşilçam’daki para babaları ya da Yeşilçam ağaları toplumsal gerçekçi filmlerden ürküntü duymuşlardır. Sinemanın kitlesel bir sanat olmasından dolayı sosyal sorunların açıkça ve çarpıcı bir dille anlatılması egemen çevreleri rahatsız etmiştir. Toplumcu Gerçekçi filmler çeken yönetmenlerin hemen hemen hepsi ideolojik bir amaç gütmemelerine rağmen Marksist etiketi yiyip film yapmaları engellenmiştir. Toplumcu Gerçekçi anlayışın etkisini yitirmesinin bir diğer nedeni, bu anlayışı temsil eden yönetmenlerin ya da eleştirmenlerin kendi içlerinde birbirleriyle çatışmalarıdır. Bu dönemden sonra Türk Sineması’nda toplumsal konular eksik olmamış ve yeni sinema anlayışları etkili olmaya başlamıştır. Devrimci Sinema Hemen hemen Ulusal Sinema ile aynı dönemde ortaya çıkan Devrimci Sinema, dönemin bir diğer tartışma grubunu oluşturmaktadır. Aslında Türk Sineması’nda Devrimci Sinema tartışmaları, Toplumcu Gerçekçi sinemayla birlikte başlamıştır. Her iki grubun da ortaya çıkmasında en önemli etken, 1961 Anayasası sonrasında kurulan Türkiye İşçi Partisi ve dünyadaki gelişimine paralel olarak yeniden yeşermekte olan antiemperyalist, ulusal kalkınmacı sosyalist harekettir. 1965 yılında İstanbul’da kurulan sinematek çevresinde bir araya gelen Onat Kutlar, Şakir Eczacıbaşı, Hüseyin Baş, Jak Şalom… gibi çoğu sinema yazarı isimler, öncelikle, sinema sanatının ortaya çıkmasında etkili olan filmler başta olmak üzere, Yeni Gerçekçilik, Yedi Dalga… gibi akımların içinde yer almış yönetmenlerin (Godard, Antonioni, Fellini, Truffaut … vb.) filmlerini izlenmiş ve filmler üzerinden tartışmalar yaparak, dönemin Türk Sineması’na ilişkin tespitlerde bulunmuşlardır. Devrimci Sinema grubu, film izleyip tartışmalar yapmanın yanı sıra; kitap, afiş, fotoğraf, senaryo, arşivcilik, film gösterimleri gibi birçok etkinlik düzenlemiş ve Türkiye’de batılı anlamda bir sinema kültürünün oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Yayın organları olan “Yeni Sinema” dergisi sayesinde yurtdışında çekilen filmlerin en önemlilerinin Türkiye’de tanıtılmasında ve gösterim şansı bulmasında önayak olmuşlardır. Sinematek etrafında toplanan Devrimci Sinemacılar, Yeşilçam’ın basmakalıp yapısının dışında, ulusal yapıda emperyalizme karşı ve ilerici bir sinemanın ilk savunucudurlar. Yeşilçam sistemini acımasızca eleştiren Devrimci Sinemacılara göre, asıl sorun içinde bulunulan sistemin kökten değiştirilmesidir. Yeşilçam’ı bir şeylerin sebebi olarak değil, sinema piyasasını da içine alan kapitalist düzenin siyasi, iktisadi ve ahlaki sonucu olarak görmüşlerdir. Hollywood ve Yeşilçam’ı aynı kefeye koyan ve her ikisinin de uyuşturucu sineması olduğunu savunan Devrimci sinemacılar, “toplumdaki sınıfsal çatışmaları sergileyen, ezilen sınıfların haklarını savunan, geri kalmışlığın ve yoksulluğun sorgulandığı, gelişmiş bir dil kullanan” (Esen; 2010, s. 74) bir sinema önermişlerdir. Böylece dönemin Türk Sineması’nın içinde bulunduğu durum eleştirilmiş; sinemaya gerçekçi ve politik bir yaklaşımın gerekliliği savunulmuştur. Bu anlamda, Yeşilçam sisteminin tamamen değişebilmesi için, sistemin politik eylemler yapılması gerekliliğinden bahsedilmiştir. Bu durumda öncelikle yapılması gereken şeylerin başında, politik eyleme geçebilecek kitleyi oluşturmak gelmektedir. Kitleyi yaratabilme noktasında bilincin içten mi, yoksa dıştan mı olması gerektiği kaygısı sinematekçileri ikiye bölmüştür. Bu durumu, Mesut Uçakan (1977, s. 74) “Bu husus (strateji), devrimci zümreyi siyasi hayatta olduğu kadar sinemada da ikiye ayırmıştır. Ya, bizzat bugünkü Türk Sineması’nın içine girerek, mevcut kuralların elverdiği nispette devrime yararlı filmler yapmak veya bu günkü sinemanın tamamen dışında yapım ve dağıtım örgütleri kurarak, kendi başına bir devrimci sinema piyasası oluşturmak.” şeklinde değerlendirmektedir. 1960’ların sonuna doğru Sinematek’ten ayrılarak “Genç Sinema” dergisini kuran grup, Yeşilçam dışında bir sinema piyasası oluşturmayı düşünmüş, bağımsız yapımlar yapmayı amaçlamıştır. Bu istekleri doğrultusunda 8 mm ve 16 mm kısa filmler çekip bunların halkla buluşması için kısa film yarışmaları düzenlemişlerdir. Aralarında Mutlu Parkan, Ahmet Soner, Jak Şalom … gibi isimlerin de olduğu “Genç Sinema” dergisi etrafında toplanan Sinemacılar, 67 ilde dağıtım şebekeleri kurmayı hayal etmişler, ama bunun o zaman gerçekleşemeyeceğini görünce kendilerine ait, 8 mm ve 16 mm kameralarla grev, miting görüntüleriyle belgesel filmler çekmişlerdir. Daha sonra da çeşitli parti, dernek, birlik ve kulüplerde gösterimler düzenleyerek militan sinema yapmayı amaçlamışlardır. Sinematek derneğinde devam eden Onat Kutlar ve arkadaşları ise sinemada Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz, Ömer Lütfi Akad, Süreyya Duru, Ertem Eğilmez… gibi yönetmenlerle yakın ilişkilere girmiş, Türk Sineması üzerine sempozyumlar, açıkoturumlar, seminerler, özel gösterimler düzenlemişlerdir. Devrimci sinemacılar dönemin politik olaylarından (1968 sonrasında tüm dünyada ortaya çıkan sol hareketler), özellikle İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden ve Fransız Yeni Dalga akımlarından önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Zaten Sinematek kurulması fikri, Fransız Yeni Dalga Hareketi’nin ortaya çıkışından esinlenilerek yapılmıştır. Ama pratikte Fransız Yeni Dalga Hareketi’nin yaptığı gibi, ne film çekme, ne de bu filmleri dağıtma olanağı bulunmuştur. Devrimci sinema anlayışı ilk meyvesini vermek için kurulduktan sonra bazı kaynaklara göre üç bazılarına göreyse beş sene1 beklemek zorunda kalmıştır. 1970 yılında çekilen “Umut” filmi Türk Sineması’nda Yeni Gerçekçi akımın en önemli yansıması olarak gösterilmiştir. Yılmaz Güney’in yönettiği “Umut” filminde, sistemin bozukluğu ve insanların bu sistem içinde adalet beklememeleri gerektiği Yeni Gerçekçilik’e özgü şiirsel bir dille seyircileriyle buluşturulmuştur. Böylelikle, sinema-politika ilişkisi bağlamında doğrudan politik göndermeler yapılmıştır. Zaten Devrimci sinemacıların amacı, sinema yaparak halkı aydınlatmak, onların politikleşmelerine katkıda bulunmak ve onları eyleme geçirmek olmuştur. Bu bağlamda, Devrimci sinemacılara kadar, Türk Sineması’nda politik temaları bu kadar açıkça kullanan bir sinema anlayışı görülmemiştir. Halk Sinemasından Ulusal Sinemaya Ulusal sinema kavramından önce Halk sineması kavramı ortaya atılmıştır ve halk sineması “halka dönük sinema” olarak nitelendirilmiştir. Bu akımı savunanlara göre devlet tiyatroya gösterdiği ilgiyi sinemaya göstermemiştir ve Türk Sineması kendi olanaklarıyla gelişmek zorunda kalmıştır. Özellikle Türk Sineması seyircisinin desteğiyle ayakta durabilmiş ve buna bağlı olarak da halk sinemasının işlevi, seyircinin istedikleri ve gereksinimleri doğrultusunda film yapmak olmuştur. Yeşilçam’a düşen görev halkın büyük çoğunluğunun özlemlerini gerçekleştirmektir. Oysa bu filmler halkı bilinçlendirmeye yönelik, toplumsal ve siyasal kaygılar taşıyan filmler değil, tam tersine halkı eğlendirici ve oyalayıcı, günlük boşalımını sağlayıcı isteklerden oluşmuştur. Halit Refiğ’in (1971, s. 87) Halk sineması tezi şöyledir: Türk Sineması yabancı sermaye tarafından kurulmadığı için emperyalizm sineması, milli kapitalizm tarafından kurulmadığı için burjuva sineması, devlet tarafından kurulmadığı için devlet sineması değildir… Türk Sineması Türk halkının doğrudan doğruya film seyretme ihtiyacından doğan ve sermaye değil emeğe dayanan bir sinema olduğu için halk sinemasıdır. Halk Sineması bazı budalaların yazdığı gibi ne aklının ekonomik refahının gerçekleştirmesine fikir ve estetik planda destek olan sineması ne de emekçi sınıfların ağırlığını koyduğu, giderek insanlığın sinema ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş bir sinemadır. Bu teknik tanımlardan birisi halkçı sinema, ikincisi ise bir devlet sineması için yapılabilir. Halit Refiğ’in bu tanımlamasından yola çıktığımızda Türk Sineması’nın sosyoekonomik yapısı, işçinin yapımcıya, yapımcının işletmeciye, işletmecinin ise seyirciye (halka) bağlı olduğu bir zincir gibidir ve her biri diğerine bağlıdır. Bu filmler gerçek sermayelerle değil, işletmecilerden alınan avanslarla yapıldığı, yani halkın parasıyla çekildiği için, ne devlet sineması ne de bir sınıfın sinemasıdır. Yani filmler her yönüyle halkın zevklerini duygu ve düşüncelerini içermek zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Sinemaya Toplumcu Gerçekçi olarak başlayan Halit Refiğ, bir süre sonra fikirlerini değiştirmiş ve toplumcu gerçekçi filmler yapmaktan vazgeçmiştir. Halit Refiğ, halkçı sinema yapmaya başladığı dönemlerde, Toplumcu Gerçekçi anlayışta çektiği filmlerini sakat şeklinde değerlendirmiştir, böylece o dönem yapmış olduğu işleri reddetmiş ve batı özentisi bir dönemden vazgeçildiği şeklinde yorumlamıştır. Refiğ’e göre; Türk halkı, Toplumcu Gerçekçi yönetmenler tarafından yanlış değerlendirilmiş, toplumcu gerçekçiliği yanıltma olarak görmüş ve buna bağlı olarak da kendi öz değerlerinden kopmuş bir sinema (Scognamillo; 1998, s. 52) olarak yorumlamıştır. Refiğ, Toplumcu gerçekçi ya da batı etkisindeki Türk yönetmenlerin, Türk toplum yapısıyla ilgili yapmış oldukları analizleri geçersiz olarak nitelendirmiş, batılı terimlerle Türk toplum yapısının açıklanamayacağını ve toplumsal değerler açısından 1 Bazı kaynaklar Yılmaz Güney’in “Seyithan”(1968) filmini, bazıları da “Umut” (1970) filmini Devrimci sinemanın ilk pratiği olarak yorumlamıştır. birbirlerinden tamamen farklı olduklarını savunmuştur. Bundan dolayı Türk Sineması kaynağını Türk kültürüne ait kaynaklardan almalıdır. Refiğ (1971, s. 88), “Ulusal Sinema Kavgası” adlı çalışmasında bu konuyla ilgili şunları belirtmiştir: Sinemanın kapalı ekonomik yapısı onu Türk sanatlarıyla kaynaştırmıştır ve daha da kaynaştırmalıdır. Bunlar, Anadolu halk resimleri, Türk halk hikayeleri, meddah, ortaoyunu ve Karagöz gibi geleneklerimiz ve kültürlerimizdir. Tüm bu sanatlar gibi Türk Sineması da fazla bir değişime açık değildir. Çünkü Türk toplumu batılı olmuş bir toplum değildir. Scognamillo (1998, s. 53) halk sinemasını ideolojik bir kuram olmaktan çok ekonomik ve estetik bir kuram olarak değerlendirmiştir. Her ne kadar birbirleriyle aynı olmasalar da Yeşilçam sinemasını önemsemiş ve Yeşilçam’ın halk sinemasının oluşmasında önemli katkılarının olduğunu savunmuştur. Böylelikle estetik ve ekonomik kriterler göz önüne alındığında Halk sinemasının temellerinde Yeşilçam sinemasının varlığı kabul edilmiştir (Refiğ: 1971, ss. 90-91). Ama bir süre sonra Halk sineması da içinde bulunulan dönemin ruhuna uygun olarak yozlaşmıştır. Böylece ulusal niteliği yitirilmiş ve birbirinin aynısı olan filmler yapılmıştır. Bu da onun sonunu getirmiştir. Başını Halit Refiğ ve Metin Erksan’ın çektiği yönetmenlerin ortaya attığı Halk sineması tezi, Ulusal sinema tezinin öncülüdür. Halk sinemasıyla ortaya atıkları bu düşünceleri, Ulusal sinemayla beraber teorileştirmişler. Ulusal sinema görüşü, 1966-1967 yıllarında, Yeşilçam’ın halkı sadece eğlendiren ve oyalayan filmlerinin karşısına teorik altyapısı Metin Erksan, Halit Refiğ gibi yönetmenler ve Türk Film Arşivi gibi kurumlar tarafından oluşturulan bir akım olarak çıkmıştır. Prof. Dr. Jur. Alim Şerif Onan (2001, s. 240) “Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” isimli kitabında Ulusal Sinema Akımını destekleyenlerin hangi tezle ortaya çıktıklarını şöyle belirtmektedir: Türk insanının bin yıllık kültürünün oluşturduğu bir davranış bütünlüğü, kendi sorunlarını vurgulamada kendine özgü bir deyiş özelliği vardır. Sinemada bu özelliği belirleyen bir görsel anlatım aracı olmalıdır. “Nasıl bir Fransız Sineması, bir Amerikan Sineması, Bir İngiliz Sineması, Bir Hint Sineması ya da Japon Sineması varsa, sessiz olarak gösterildiğinde bile kendi özelliklerini belirleyen bir Türk Sineması ortaya koymakla ancak Ulusal sinema yaptığımızı savunabiliriz” diyorlardı bu görüşü destekleyenler. Ulusal sinema yaklaşımı, hem toplumcu gerçekçi sinemaya, hem de sonrasında gün geçtikçe yozlaşan halk sinemasına bir tepkinin ürünü olarak doğmuştur. Ama ulusal sinema yaklaşımını özü itibariyle, Sinematek’in başını çekmiş olduğu batılı anlayışta film yapımına, tepkinin bir ürünü olarak görmek gerekmektedir. Çünkü batılı anlayışta yapılan sanatsal üretimlerin halktan kopuk olduğu ve Türk ulusunu yansıtmadığı eleştirisi sıklıkla işlenmiştir. Bunun karşısına ise, emperyalist yayılma karşısında ulusal bağımsızlığı temel alan ve emperyalizmi sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir bağlama da oturtan bir tezle ortaya çıkmışlardır. Türk Sinemasının ulusal hedeflere ulaşmak için milli kaynaklardan ve halkından başka bir desteğinin olmadığını savunmuşlardır (Sağıroğlu; 1966, s. 29). Eğer halktan destek gelmezse, bilinçli bir devlet politikası güdülmeli ve yaşatılmalıdır (Refiğ; 1971, s. 92). Ulusal Sinemacılar kendi tezlerine bilimsel bir altyapı bulmak için, Kemal Tahir’e sarılmışlardır. Ulusal Sinema yanlıları Türk toplumunun Orta Asya’dan getirdiği kültürü, kendi bünyesinde erittiği ve başkalaştırdığı İslam kültürüyle de yoğurarak, geleneklerin ağır bastığı ortamda belirli siyasi ve toplumsal bilince ulaşması gerektiğini, içinde bulunduğu ekonomik sorunları da bu bilinç içinde çözümlemesi gerektiği savıyla yola çıkmışlardır. Özellikle Kemal Tahir etrafında toplanan Ulusal Sinemacılar, tüm sanatlar için ulusallığı savunmuşlardır. Ulusal Sinemacılar arasında Metin Erksan, Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz Batıbeki, Duygu Sağıroğlu… gibi birçok yönetmen gösterilse de bu grup homojen bir yapıya sahip değildir. 1960’lı yıllarda yapmış oldukları filmler, ideolojik olarak yekpare olmasa da kullanmış oldukları dilin benzerliği sayesinde Ulusal sinema akımı içinde yer almışlardır. Engin Ayça (Atam ve Görücü; 1994, s. 49) Görüntü dergisinde yaptığı röportajda bu grubu şöyle değerlendirmiştir: Diyelim ki Akad, bu fikirleri benimsemiştir, o eğilimlere yakındır ama militanı değildir. Aynı şekilde Yılmaz ve Erksan da. Bunları konjüktür içinde bir araya gelmiş belli çizgi etrafında buluşmuş insanlar olarak görmek gerekiyor. Bazıları ulusal lafını tutmuştur bazıları da milli lafını. Aralarında farklar vardır, ama ikisi de Sinematek’in batılı düşünüşüne karşıdır. 1960’ların sonundan itibaren ulusal sinema akımı etkisini giderek kaybetmiş ve yerini, bir anlamda devamı olan, milli sinema akımına bırakmıştır. Teorik olarak aynı kaynaklardan beslenen Ulusal ve Milli sinema akımlarında ideolojik bir ayrım söz konusu olmuştur. Ulusal sinemacıların Osmanlıcı ve Kemal Tahir etkisinde geliştirmiş olduğu anlayışın karşısında, Milli sinemacıların Osmanlıcı olmanın yanında, dini motiflere daha fazla atıf yapan ve milliliği de dinsel motiflerle ören anlayışı bulunmaktadır (Aydın; 1997, s. 18). Bu iki anlayış ilk başta birbirlerine mesafeli yaklaşmış olsalar da, Batılı anlayışı simgeleyen Sinematek karşıtlığı noktasında birleşmişlerdir. Türk Sinemasında İşçi Temsili Türk Sinemasında işçi temsili iki şekilde olmuştur. İlki, ana karakterin işçi olduğu ama bu durumun melodramik öykü içinde sadece arka planda kaldığı ve ana öyküye yan öykü katabilecek nitelik kazandırdığı filmler (ki bunların sayısı yüzlercedir ve toplumsal bir bilinç aşılama noktasında son derece zayıftır), ikincisi ana karakteri işçi olmakla birlikte iş, işçi ve işveren temelli sorunları önceleyen ve var olan ekonomik sistemi eleştiren filmler; yani işçilerin ana karakter olduğu ve işçi sorunlarına değinen filmler. Bunun dışında ikincil karakterlerin işçi olduğu filmler de bulunmaktadır, ama konu yukarıda belirtilen ikilikler bağlamında ele alınacaktır. Türk Sinema tarihinde işçi temsili konusuna bakıldığında 1960 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmak gerekmektedir. 1960 Öncesi Türk Sinemasında İşçi Temsili Türk Sineması’nda işçinin ele alınması ve onun sosyo-ekonomik sorunlarına yönelik filmlerin yapılması için öncelikle sansür mekanizmasının aşılması gerekmiştir. Özellikle 1950 öncesinde Türk Sineması’ndan ziyade Türkiye’nin konumu göz önüne alındığında işçi haklarını savunmanın dahi çok zor olduğu koşullardan geçilmiştir. Çünkü işçi haklarına dair bir şeylerin yapılması ideolojik bir yaklaşımı da beraberinde getirmek zorundadır. Türk Sineması’nın ilk yıllarında egemen ideolojinin dışında filmler yapmanın mümkün olmadığı göz önüne alındığında, işçi ya da bir başka toplumsal sorunu işleyen filmin yapılmasının zorluğu daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Nezih Coş (1974, s. 5) dönemi şöyle değerlendirmiştir: İşçinin kendi doğal hakları yasaklanırken, ‘işçi’ sorunlarından söz eden filmlerin yapımı oldukça güçtü. Grevin suç sayıldığı, işçilerin örgütlenmelerinin durdurulmuş bulunduğu Cumhuriyet yıllarında ve sonrası sesli sinema döneminde, tek sinemacımız Muhsin Ertuğrul’un polis sansürünü aşıp da ‘tabu’ olan işçi sorunlarına yaklaşmaması, hele sinemanın henüz başladığı yıllar olduğu düşünülürse doğaldı. Bu durum tabi ki, sadece sinemayla sınırlı kalmamaktadır. Sanatın her alanında toplumsal konular göz ardı edilmiştir. Özellikle bu dönemde toplumcu gerçekçi bir edebiyatın eksikliği kendini göstermiştir. 1950lerle birlikte sinemacılar döneminin başlaması, Türk Sinemasının olgunlaşmasında oldukça önemlidir, çünkü Türk Sineması yavaş yavaş bir dil oluşturma kaygısı gütmüştür, ama yine de toplumsal anlamda işçi sorunlarına değinen filmlere pek rastlanmamaktadır. 1953 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönetmiş olduğu “Halıcı Kız” filminde Heyecan Baran halı tezgâhında çalışan dokuma işçisi olarak görülmektedir. Bu kapsamda 1950’li yıllarda işçi temasını fon olarak da olsa işleyen ilk film “Halıcı Kız”dır. Ama babası tarafından halıcı tezgâhından uzaklaştırılmıştır. Toplumcu köy edebiyatının oluşmasına paralel olarak, köy sorunlarını işleyen filmlere yine bu dönemde rastlanmaktadır. Özellikle 1952 yılında Metin Erksan’ın yönetmiş olduğu “Âşık Veysel’in Hayatı/Karanlık Dünya” o döneme kadar ki Türk Sineması düşünüldüğünde köy yaşamını bir sorun olarak ele almak gayretini gösteren ilk film olmuştur (Scognamillo; 1973, s. 10). Bunun dışında güncel siyasi konulara değinilmiş, particilik tartışmaları, Kurtuluş Savaşı dönemi ve Kore Savaşına dair filmler yapılmıştır (Coş; 1974, s. 5). 1960 Sonrası Türk Sinemasında İşçi Temsili: Çalışmada daha önce de belirtildiği gibi, Türk Sineması’nın toplumsal konulara eğilimi 1960lı yıllarda artmaktadır. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, sonrasında yeni anayasanın kabulü, sansürün sınırlandırılması, toplumsal özgürlükler noktasında alınan ivme, sol düşüncenin daha gür bir biçimde dillendirilmeye başlanması ve askeri darbe sonrasında tam da nerede olduğu anlaşılamayan, netleşemeyen ideolojik durum, Türk Sineması’nın 1960 sonrasında geçirmiş olduğu evrimde oldukça önemli yer kaplamaktadır. Rıza Kıraç (2008, s. 64) dönemi şöyle değerlendirmektedir: Sol düşüncenin dillendirilmeye başlanmasıyla birlikte, Yeşilçam’da (özellikle köylü edebiyatından uyarlamalarla) ‘iktidarların’ henüz netleşmeyen politik ideolojik perspektiflerine ‘ters düşen’ konularda filmler yapılmaya başlandı. Buradaki gariplik, iktidar partilerinin ve askerlerin ideolojik tutumlarının belli kriterlerinin olmaması, olamamasıdır. Sinemacılar bu konuda bürokrasiyi ve sansür kurumlarını süreç içinde eğitti. Mizah gibi görünse de bu tarihsel bir gerçektir. 1960 sonrası yeni anayasayla birlikte işçilerin grev, lokavt gibi hakları kazanmış olmasının yanında siyasal bir örgüt olarak Türkiye İşçi Partisinin kurulmuş olması, Türk siyasal yaşamındaki en önemli dönüm noktalarından birisini oluşturmaktadır. 1960 darbesiyle birlikte sinemacıların politik bir yapılanma etrafında birleşmeye başladıkları görülmektedir. Özellikle batıda ve üçüncü dünya ülkelerindeki sol/sosyalist hareketlerin politik yapılanmada oynamış olduğu rol çok önemlidir. Bu sayede özgürlük, eşitlik, sosyal adalet, iş, işçi, sendika, grev gibi temalar Türk Sineması’nda karşılığını bulmaya başlamıştır. 1963 yılında kurulan SİNE-İŞ (sinema işçileri sendikası) sonrasında Ar Film Stüdyolarında gerçekleşen grev ve 1964 yılında çekilen ilk grev filmi olan “Karanlıkta Uyananlar” Türk Sinemasının izlemiş olduğu politik süreci özetlemesi bağlamında oldukça önemlidir (Kıraç: 2008, s. 78). Türk Sinemasında işçi temsilleri özellikle 1960 ile 1965li yıllar arasında kendini göstermiştir. Bu yıllar arasında iki türlü işçi temsili söz konusudur: İlki yan kahramanı işçi olan filmler, ikincisi de ana kahramanı işçi olan filmler. Yan kahramanı işçi olan filmlerde işçi, ana hikâyenin içinde yan karakter olarak bulunmakta ve işçi sorunlarına çok az değinilmektedir. Mesela Memduh Ün’ün “Ayşecik” filminde işçi özelliği yaşlı baba da toplanmıştır. Atıf Yılmaz’ın “Ayşecik Şeytan Çekici” de anne-babası ayrı olan Ayşecik’e fabrikada işçi olarak çalışan babası bakmaktadır. Bu filmlerde popülist bir çizgi izlenerek çocuk kahramanlar çerçevesinde işçi aileler anlatılmıştır. Ama, bunlar tam anlamıyla iş-işçi sorunlarını ele alan filmler değildir. Atıf Yılmaz’ın Orhan Kemal’den uyarlamış olduğu “Suçlu” adlı filmde İstanbul’un varoşlarında yaşayan bir ailenin öyküsü filme aktarılmış ve filmde işçi olarak yaşlı ve alkolik baba gösterilmiştir. İşçinin yan kahraman olarak alındığı filmlerin bir bölümünde işçi sorunlarından ekonomik olanlara vurgu yapılmıştır. Metin Erksan’ın “Gecelerin Ötesi” (1960), Halit Refiğ’in “Şehirdeki Yabancı” (1963) … gibi filmler toplumsal gerçekçilik akımının önemli temsilcileri olarak görülmüştür. Bunların dışında 1962 yılında Metin Erksan’ın “Acı Hayat” filminde Kasımpaşa Tersanesi’nde çalışan bir kaynak işçisi olarak Ayhan Işık’ı görmek mümkün olmuştur. Fakir işçinin bir piyango biletiyle zengin olup sınıf atlaması gerçeklikten uzak bir dille aktarılmıştır. Orhan Nevzat Pesen’in 1962 yılında John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” adlı romanından uyarladığı “İkimize Bir Dünya” adlı filminde Orhan Günşiray ve Kadir Savun inşaat işçisi rollerini oynamıştır. Ana kahramanı işçi olan filmlerin başında gelen, Memduh Ün’ün 1961 yılında çektiği “Kırık Çanaklar”, Ertem Göreç’in 1961 yılında çektiği “Otobüs Yolcuları”, yine Ertem Göreç’in 1964 yılında yönettiği “Karanlıkta Uyananlar”, Atıf Yılmazın sinemaskop tekniğiyle çektiği “Toprağın Kanı”, Ertem Göreç’in “Yiğit Yaralı Olur”, Duygu Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” filmleri, 1960lı yılların ortalarında birer “tatlı su kahramanları” olarak değil de, gerçeklerden yola çıkarak toplumsal sorunları, daha özgün konular içinde işçileri ve işçi sorunlarını işleyen filmler olmuşlardır. Araştırma İçin İncelenen Filmler Kırık Çanaklar 1961 yılında Memduh Ün’ün, Edmon Morris’in “Tahta Çanaklar” adlı tiyatro eserinden sinemaya uyarladığı film, konunun ele alınışı itibariyle kendisinden sonra çekilecek birçok filme kaynak oluşturması bakımında önem taşımaktadır. Filmde yoksul bir işçi ailesinin bir komşu kadının dedikodusu yüzünden dağılıp, sonra da gerçek anlaşılınca bir araya geliş öyküsü melodramik öğelere dayanılarak anlatılmıştır. Filmin ana karakteri Cemal bir işçi sınıfına dâhildir. Ama ne Cemal’in bir işçi statüsünde fabrikada kamyon şoförü olarak çalışması, ne de Cemal tarafından evden kovulan karısı Sabahat’in bir fabrikada çalışması filmin ana konusunu oluşturmamaktadır. Filmin içinde işçilerin sorunlarına (az para kazanma, iş güvenliği… gibi) ve patron/işçi ikilemine değinilmiş olsa da, bu durum film içinde çok fazla yer tutmamıştır. Filmin temel izleğinde aile içi sorunlar, evlilik, namus gibi konular bulunmaktadır. Bütün bu konular filmin dramatik yapısının temelini oluşturmaktadır. İşçi sorunları ise dramatik yapının güçlenmesinde yan unsur olarak göze çarpmaktadır. Cemal ile patronun sürtüşmeleri sınıfsal bir temelden uzak olarak, Cemal’in kişisel/psikolojik özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Vitesi tutmayan kamyon son anda durarak büyük bir kazadan atlatılmıştır ve Cemal kamyondan inerek “kabahat benim değil beni bu hurda makineyle yola çıkaranın” diyerek patronuna atıfta bulunmaktadır. İnşaata iş yerine geldiğinde oradakilerle dertleşip, durumu ifade ederken kâtip efendi “son günlerde senin dilin çok uzadı” diye tehdit etmiştir. Bunun sonucunda tartışmaya başlamışlar, son olarak da kâtip efendi Cemal’e; “beğenmiyorsan çeker gidersin” sözünü söylemiştir. Bunun üzerine iki taraf birbirine girerek kavgaya tutuşmuşlardır. Filmde Cemal ve Sabri karakterleri iş koşullarının kötülüğünden rahatsızlık duyup, bundan dolayı isyan etmek isteyen, ama çevresindeki diğer işçiler tarafından işten atılma korkusundan dolayı, sürekli engellenen işçi profilini sergilemişlerdir. Karanlıkta Uyananlar Türk Sineması’ndaki işçi temsilini en iyi biçimde sunan ve kendisinden sonraki birçok filme ilham kaynağı olan “Karanlıkta Uyananlar” filmi, 1964 yılında Ertem Göreç tarafından çekilmiştir. Türk Sineması açısından düşünüldüğünde işçi, grev, sendika gibi konularda yapılmış olan tek dürüst ve başarılı sinema örneği olarak betimlenmiştir (Coş; 1974, s. 14). Filmin ismi, güneşin doğuşuyla fabrikalarda çalışmaya giden insanları ifade etmesi bağlamında “Karanlıkta Uyananlar” olmuştur. Film bir işçi kahramanının değil, topyekûn boya fabrikasında çalışan işçilerin öyküsünü anlatmaktadır. Türkiye’de işçi sınıfı üzerine yapılmış ilk film olma özelliğini taşımaktadır. Filmde bir boya fabrikasında çalışan işçilerle, babasının ölümünden sonra işin başına geçen ve işçilerden yana olan genç bir patronun öyküsü anlatılmaktadır. Film bir boya fabrikasında çalışan işçilerin dayanışmasını ve dayanışmayla birlikte sınıf bilincinin ortaya çıkmasını anlatmaktadır. Filmde fabrika sahibinin işlerini görmek için meclisi devreye sokması, vergi kaçırmak için yaptığı sahtekârlıklar, gerçekçi ve yalın bir dille anlatılmaktadır. Filmde fabrika sahibi Şeref kendisi de işçilikten fabrikatörlüğe yükselmesine rağmen, işçileri hor görmüş, diğer fabrikatörlerle rekabet edemeyince iflas edip ve kalp krizi geçirerek ölmüştür. İşçiler, alacaklı firmaların kapıya dayanmasına engel olup ve fabrikayı işgal etmişlerdir. Artık kendileri yönetecek, kendileri üretecek ve içeride kalmış alacaklarını böylece tahsil edeceklerdir. Filmde bir boya fabrikasında daha önce söz verilmesine rağmen ücret zamlarının gerçekleşmemesi ve sendika üyesi olan işçilerin işten çıkarılması, geriye kalanların ise işten atılma korkusuyla sendikaya girmekten çekinmeleri, başta Nuri Baba olmak üzere işçilerin greve gitme kararı almaları, patronun işçilerin arasına ihbarcıları yerleştirmiş olması, patronun oğlu Turgut’un işçi mahallesinden arkadaşlarıyla kurmuş olduğu yakın dostluğun babasının ölümünden sonra fabrika başına geçmesiyle sonuçlanmasına bağlı olarak bozulması, Turgut’un yakın arkadaşı ve aynı zamanda fabrikada işçi olan Ekrem’in işçileri sendikalı olmaya ve greve katılmaya ikna etme çabaları ve sonunda iş yerinde grevin başlaması ve sarı sendikacılık son derece başarılı bir biçimde işlenmiştir. Filmle ilgili bir diğer ayrıntının ise, halktan birçok oyuncu kullanılmasının yanında, filme 1960 sonrası kurulan sendikalar tarafında gönüllü olarak destek verilmesi ve figüran açığının bu şekilde giderilmesi olduğu görülmektedir. Bununla birlikte filmde 1960ların İstanbul’unda çok kültürlü bir toplum yapısının olduğunu gösterilmeye çalışılmıştır. Özellikle Rum, Yahudi ve Ermeni yurttaşların varlığı, filmde isimlerden yola çıkılarak ulaşılabilecek bir diğer önemli unsuru oluşturmakta ve hepsinin en büyük endişesinin bir gün işsiz kalabilme korkusu olduğu gösterilmektedir. Film, sınıfsal dayanışma içinde etnik grupların hiçbir öneminin olmadığını vurgulaması bağlamında oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Vedat Türkali, Ertem Göreç ikilisinin işçi üzerine kurulmuş olan sömürü mekanizmasından yola çıkarak ülkenin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi ve dışa bağımlı hale getirilmesi de dâhil olmak üzere, birçok sorunu gündeme getiren filmin sonunda vurgulanan konunun, işçi sınıfının birliği olduğu görülmektedir. Bu birlik içte ve dışta işçi sınıfını sömürenlerin yenilmesi ve işçi sınıfının kazanması anlamına gelmektedir. Bu film, dışa bağımlı sermayecilere karşı erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, çocuğuyla dayanışma içinde olan, grev yapan ve haklarını sonuna kadar savunan “ ‘bu milleti soymaya, köle etmeye gelenlerin karşılarında biz varız …’ diye haykıran bir sınıfın bilinçlenme hikâyesidir…” şeklinde özetlemek mümkündür (Coş; 1974, s. 14). Vedat Türkali’nin senaryosu; sınıf çatışması, yerli ve yabancı sermaye ayrımı, sendikal örgütlenme ve grev… gibi, sadece filmin çekildiği 60’larda değil bugün bile üzerinde rahatça konuşulamayan konular hakkında cesur bir izleğe sahiptir. Nitekim Türk Sinemasının bu ilk işçi hareketi yahut grev filmi yasaklanmış ve ancak bir takım müdahalelerle sınırlı bir gösterim imkânı bulabilmiştir. Filmin sonunda bilinç ve özgüven kazanarak, kapitalizme karşı kenetlenen işçiler üzerinden 68 kuşağının itirazcı, gerektiğinde düzene karşı duran, ezilen ve sahipsiz kalanın yanında yer alan karakteristiği yansıtılmıştır. Bitmeyen Yol Duygu Sağıroğlu’nun 1965 yılında yönetmiş olduğu “Bitmeyen Yol” filmi Türk Sineması’nda Anadolu’dan büyük kente göç eden işçi temsilini en iyi biçimde yansıtma özelliğine sahiptir. Altı kişiden oluşan grubun Haydarpaşa’dan itibaren başlayan serüvenleri toplumcu gerçekçi bir dille sinemaya yansıtılmıştır. Köyden kente göç eden ve köyde artık karınların doymayacağını düşünen bir grup insanın görüntüsü yakın çekimde verilmiştir. Büyükşehir’in yüzlerinde yaratmış olduğu şaşkınlık ifadesine dikkat çekilmek istenmiştir. Köyden gelenler İstanbul’un gecekondu mahallelerinde hemşerilerinin yanlarına gidip orada iş aramaya başlarlar. Filmin sonunda ana kahraman Ahmet iş ararken kendisine kötü davranan işverenlerden birisini öldürür ve hapse düşer. Filmde başta işsizlik teması olmak üzere, kır-kent ayrımı; katı, kopuk, bencilce yaşanan ilişkiler, birbirlerini ezerek iş bulmaya çalışan işsizler ordusu, işçilerin çalışma koşullarının zorlukları, işverenin gözünde işçinin durumu, işçi haklarının savunul(ama)ması, makineleşme, yabancılaşma, sendika, sigorta… gibi konular işlenmiştir. Sağıroğlu büyük kentin işçilerinin hikâyesini, çok fazla sulandırmadan, Türk Sinemasında bir çok örneğin içine düştüğü gibi melodrama kurban etmeden, olabildiğince somut ve gerçekçi bir dille izleyiciye verebilmiştir (Coş; 1974, s. 12). Özellikle filmin başında bir gecekondu semti görüntülenmiş ve oradaki evlerden birinde yaşayan Güllü Bacı’nın evinde son bulmuştur. Makal’ın (1987:34) deyimiyle “kamera, önceleri yeni sanayi bölgeleri içinde oluşan, sonraları her yerde ortaya çıkan, fakat henüz büyük bir oylum gösteremeyen gecekondu ve burada yaşananlara ilk kez bu denli yakın plandan bakmaktadır.” Film de Güllü Bacının kızlarından gündelikçi Fatma’nın sınıf atlama özlemini verirken, Fatma’nın evin hanımının kıyafetlerini giyip, makyaj yapması, küçük bir tekstil atölyesinde çalışan Cemile’nin diktiği kıyafete göz ucuyla bakması ve ürettiği şeyi hiçbir zaman giyemeyeceğini bile bile hala bu işi yapıyor olması, yani ürettiği ürüne yabancılaşması İtalyan Yeni Gerçekçiliğine has son derece yalın bir dille verilmiştir. Filmde değinilen bir diğer durum ise dış göçtür. Özellikle Cemile’nin kocasının Almanya’dan yazdığı mektup sahnesi ve Ahmet’in İstanbul’da iş ararken “İş ve İşçi Bulma Kurumu”‘ nun yanından geçerken yurtdışına işçi gönderen bir iş takipçisi tarafından yolunun kesilip, onu belli bir miktar para karşılığında Almanya’ya gönderebileceğini söylemesi bu durumun en iyi örneklerinden birisi (Makal; 1987, s. 34) olmaktadır. Filmde dikkati çeken bir diğer bölüm ise Ahmet’in iş ararken yola yazılmış olarak gördüğü Türk İş’in “Petrol millileştirilecektir” sloganıdır. Ama hemen arkasından mobil firmasının petrol taşıyan tanker görüntüsü gelmektedir. Sendikaların ne demek istediğini anlatan en güzel örneklerden başında gelmektedir. Bir diğer önemli husus da sonrasında Milli sinema akımı içinde yer alacak olan Duygu Sağıroğlu’nun ideolojik olarak gideceği yönü göstermesi bağlamındaki önemidir. Filmde işçi görüntülerine sıkça yer verilmiştir. Bunlar özellikle küçük ölçekli atölyelerde çalışan işçilerin gerçek görüntüleridir ve hiçbir müdahale yapılmadan (belgesel edasıyla) gösterilmiştir. Özellikle genç ve çocuk işçilerin çokluğu dikkat çekmektedir. İnşaatlarda çalışanlar, hamallar, tamircide çalışanlar, demir taşıyanlar, ayakkabı boyayanlar… gibi bir çok işçi figürü film içinde gösterilmiştir. Seçilen bu kareler kapitalizmin ilkel koşullarının Türkiye’de nasıl yaşandığını göstermesi bağlamında önemlidir. Filmin sonunda Ahmet’in fabrikatörü öldürüp, hırsızlık yapmaya yönelmesini manidar bulan Nezih Coş (1974, s. 12) şunları belirtmiştir; “Bu şematik sonuç, bireysel düzeyde dahi çözüm değildir, ama herhalde düşündürücüdür ve en azından bir tavır olarak yerinde bir etki gücü sağlar. Yol Bitmemiş’tir, gelecek yolların ağzında işçi köylü Ahmetlere, güllü Bacı’nın gecekondusunda okuma öğrenen küçük Osman gibiler de katılabilecektir.” Sonuç Türk sinemasında işçi temsillerine genel olarak baktığımızda, başarılı olarak görebileceğimiz birkaç örneğin dışında dönemin popülist politikalarına paralel olarak yapılan, içleri boşaltılmış, ideolojik yönden saptırıcı, sosyo ekonomik problemleri göz ardı eden melodramik ve polisiye öğelerle takviye edilmiş daha çok yan karakterler ya da yan temalar üzerinden işçi sorunlarını ele alan filmler yapılmıştır. Türkiye’de gerçek anlamda bir işçi sınıfının oluşamaması bu durumunun en önemli nedenidir. Bununla birlikte ele alınan dönem düşünüldüğünde sol/sosyalist hareketlerin etkilerine ve dünyadaki sol/sosyalist siyasetin gelişmesine rağmen, Türkiye’deki yansıması geçmişe göre ümit verici ama olması gerekenden çok uzak olduğu görülmektedir. İncelenen filmlerde Cemal (Kırık Çanaklar), Ekrem (Karanlıkta Uyananlar) ve Ahmet (Bitmeyen Yol) karakterlerinin işçi temsilleri olarak görülmektedir. Cemal karakteri (Turgut Özatay) mesleğinin fabrikada işçilik olmasının dışında, Türk toplumundaki erkek karakterlerden bir farkı görülmemektedir. Film, ikili ahlak anlayışı, toplumda kadına ve erkeğe atfedilen roller … vb. açısından geleneksel ataerkil ideolojinin devamlılığını sağlamaktadır. Ekrem karakteri (Beklan Algan) Karanlıkta Uyananlar filminde güçlü, sendikalaşmaktan yana, dayanışmaya inanan, sınıf bilincine sahip, kitleleri etkileyen bir işçi sınıfı temsili olarak tanımlanmaktadır. Filmde işçi karakterin temsili olumlu bir şekilde sunulmaktadır. Yan karakter olan işçilerde aynı bilince sahip olarak tanımlanmaktadır. Son olarak Ahmet (Fikret Hakan) karakteri Bitmeyen Yol filminde köyden kente göç etmiş, ezik, korkak, şaşkın, sınıf bilincine sahip olmayan, kolayca yönlendirilen bir işçi temsili olarak görülmektedir. Bu anlamda Ekrem karakteri ile zıt özellikler taşımaktadır. Ancak yönetmen (Duygu Sağıroğlu) izleyicinin Ahmet karakteri ile özdeşleşmesini sağlayarak, ideolojik bakış açısını, işçi karakterden yana olacak şekilde, ortaya koymuştur. Seçilen filmlere bakıldığında, daha önce belirtilen karakterin işçi olduğu ama işçi sınıfı sorunlarına değinmeyen filmlere örnek olarak Kırık Çanaklar filmi gösterilebilmektedir. Diğer iki filme bakıldığında işçi sınıfı sorunlarının filme konu edildiği ancak Bitmeyen Yol filminin konuya daha olumsuz/umutsuz yaklaştığı görülmektedir. Bitmeyen Yol ve Karanlıkta Uyananlar filmlerinin çekim teknikleri, kurgu ve sinemada anlamın oluşturulması açısından Sovyet Sineması, İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Şiirsel Gerçeklik akımlarından etkilendiği görülmektedir. Sonuç olarak, 1960lar Türk Sinemasındaki akımlar dönemin filmlerine yansımaktadır. Toplumcu Gerçekçi yaklaşımla başlayan, ulusal ve devrimci sinema ile devam eden süreç Türk Sinemasında toplumsal konulara eğilen ve özellikle işçi karakterleri konu edinen filmlerin yapılmasını beraberinde getirmiştir. Bu filmlerdeki işçi karakterlerin temsili, güçlü/güçsüz, etken/edilgen olsa dahi, işçi sınıfına ait sorunların tartışılması için bir zemin hazırlamıştır. Bunun sonucunda işçilerin sorunları, sınıf çatışması, yerli ve yabancı sermaye ayrımı, sendikal örgütlenme ve grev… gibi konular Türk Sinemasında ilk örneklerini vermiştir. Daha sonraki dönemlerde Türk Sinema tarihine bakıldığında, işçi temsilleri ve işçi sorunları anlamında bu dönemi aşan filmlerin çekil(e)mediği görülmektedir. Kaynakça Atam, Z. ve Görücü, B. (1994). Türk Sinemasının Periyodizasyonu/ Engin Ayça ile Söyleşi. Görüntü Dergisi, Sayı:2. Ayça, Engin (1996), Yeşilçam’a Bakış, Türk Sineması Üzerine Düşünceler, İstanbul: Doruk Yayınları. Aydın, M. Ç. (1997). 1960’lar Türkiye’sinde Sinemadaki Akımlar. 25. Kare Sinema Dergisi, Sayı:21. Coş, N. (1974). Türk Sinemasında İşçi. Yedinci Sanat Dergisi. İstanbul: Eko Matbaası. Daldal; A. (2003). Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik: Bir Tanım Denemesi. Birikim Dergisi, Sayı: 172. Esen, Ş. (2010). Türk Sinemasının Kilometre Taşları. İstanbul: Agora Yayınları. Kıraç, R. (2008). Film İcabı Türk Sinemasına İdeolojik Bir Bakış. Ankara: De Ki Yayınları. Makal, O. (1987). Sinemada Yedinci Adam Türk Sinemasında İç ve Dış Göç Olayı. İzmir: Marş Matbaası. Onaran, A. Ş. (1999). Türk Sineması Cilt: I. Ankara: Kitle Yayınları. Refiğ, H. (1971). Ulusal Sinema Kavgası, İstanbul: Hareket Yayınları. Sağıroğlu, D. (1966), Türk Sineması Üzerine. Görüntü Dergisi, İstanbul: Robert Koleji Sinema Kulübü Yayın Organı. Scognamillo, G. (1998). Türk Sinemasında Tartışmalar/Polemikler/ Kuramlar. Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi, Sayı:4. Scognamillo, G. (1973). Türk Sinemasında Köy Filmleri. Yedinci Sanat Dergisi, Sayı: 4. Uçakan, M. (1977). Türk Sinemasında İdeoloji. İstanbul: Düşünce Yayınları. Vardar, B. (2006), Türkiye’de Sinemanın Gelişimi ve Ulusal Sinema Tartışmaları, Sinematürk Dergisi, Sayı: 2. The Dramatic Rise of Peer-to-Peer Communication within the Emancipatory Movements: Reflections of an International Labour, Social Justice and Cyber Activist Örsan Şenalp Introduction In 2011 the world witnessed the beginning of the first truly transnational and global grass-roots uprising. Peer to peer self-organising, on-line connectivity, horizontality, and commitment to non-violence have become the common characteristics of the rising global movement. Progressive and revolutionary civil society organisations and trade unions have played a crucial role in the uprisings that took place in Tunisia, Egypt, Iceland, Greece, Spain, Israel, Chile, the UK, the US as well as many other places. This constellation might explain why 2012 has begun as a year in which the transnational capital and ruling elite have gathered around a consensus on various types of authoritarian and neoliberal state capitalism. More and more divorce between capitalism and democracy followed the market failure deepening in the West. While imperial confrontations among the elite forces taking the form of military conflicts, the common offensive against the poor and working classes structurally and strategically increased. The violence has been hardened against the peaceful social opposition almost everywhere. Not only austerity, flexslavery and proletarianisation have spread throughout the world; peaceful public space occupations were violently evicted, militarisation, surveillance and criminalisation captured all domains of social life, strikes were banned, and even as happened in Marikana tragedy in South Africa, tens of striking workers have been massacred by the police forces in cold blood.1 On the other hand, 15M and Occupy movements have reached a sustainable phase within 2012. After 15O, May 1 General Strike and Global May/Spring mobilisations a lot of experience has been gained.2 September 17, the first anniversary of Occupy Wall Street (OWS) and current autumn mobilisations have proved the sustainability that the young movement has achieved.3 A week before these lines are written Global Noise mobilisation took place marking, this time, the first anniversary of the October 15 uprising. There have been many local and national mobilisations for various causes between October 12 and 20. October 13 was the global day of action. The Global Noise mobilisations were organised in more than 30 countries and 230 cities around the world making a huge meaningful noise against the ruling class brutality. There have been and will be many other initiatives and mobilisations taking place during this autumn and winter. Meanwhile we have been observing the formation of larger alliances among more traditional progressive forces. Important spaces and convergence processes have been initiated, launched by radical democratic as well as revolutionary alter-forces especially in Europe. In November 2012 there were two events taking place: Agora 99 in Madrid, November 1-4 and Firenze 10+10 in Florence Italy, November 8-11.4 The objective in these gatherings was enabling constructive interaction between non-representational new movements and progressive NGO networks and unions, and defining the common ground and common mobilisations. It has hoped that these would be much larger than the ones set for so far. Unions from Greece, Spain, and Portugal had already called for a simultaneous general strikes on November 14. In the paper I give a personal review on some of the important spaces of convergence and mobilisations which took place in 2011 and 2012 and currently being planned: like, 15O, Joint Social Conferences, Hub Meetings of Indignados, Global May, Agora 99 and Florence 10+10 among others. I also deliver my observations on the dramatic rise of peer to peer (P2P) communication as well as increasing involvement of new generation activists and spreading of P2P relational dynamics within in these spaces and mobilisations. Such developments might allow radical reformist and revolutionary forces to invent a methodology for working together which might in return make it possible to form transnationally connected and strong alliances between horizontal and less vertical forms of agency; so called movement of movements. General Assemblies, Transnational Working Groups and Hub Meetings Since the Seattle and the first World Social Forum in Porto Alegre, global solidarity and justice activists have been intensively using email lists, Skype meetings, video-sharing, websites and other software available in order to organise alter- or anti-summits as well as reach out the public. However since 2004, with the arrival of high capacity servers and fibreglass cables that allows storing and transmitting of much larger amount of information, the available online tools for activism have become more and more sophisticated, interactive and accessible. The new Web (Web 2.0) has opened up the cyberspace for users’ participation, by producing content, self-publishing and sharing; without any computer programming knowledge. The neoliberal offensive and the deepening of capitalist crisis has been triggering radical politicisation of cyber-activism during the late 80s and 90s.5 The first generation participants of the P2P movement was leading an underground fight against the commodification of the Internet, against the intellectual property regime launched by GATS through the WTO.6 GATS was providing the legal framework for what has been called ‘the second enclosure’ of cyberspace and allowing private capital to build the client-server model Web (World Wide Web) on top of the unprofitable distributed network known as the Internet.7 Part of this first generation P2P activism was transformed into the Free and Open Source Software and Access to Free Knowledge movements. Various groups has generated amazingly useful tools and projects as result of the struggle in this filed (like Linux, Wikipedia, Copy Left, Creative Commons, TOR, Telekommunisten etc). The cyber activism had to be performed on the terrain of capital, the Web, in order to make an impact. As radical left cyber-activists who were collaborating in the globalisation of the Zapatista movement, fighting against the NAFTA (and GATT) also by utilizing the new Web.8 This has allowed the reaching out to the new activists, including non-cyber ones. This emergent collaboration and cross- fertilisation had been extended via Seattle and the World Social Forum yet it remained limited because of the form of the Web at the time. This situation has changed radically while the great anti-war movement of 2003 and Social Forum movements were in decline during the second half of the 2000s. After the arrival of the new Web such interaction and cross-fertilisation among the cyber-activists and social justice activists has brought about the newest social movements (like the Pirates movement, hacker groups Anonymous and LulzSec, Wikileaks – just to mention the more widely known ones).9 15M, widely known as the Indignados, and Occupy movements have created transnational political spaces for closer collaboration among cyber, semi-cyber and non cyber activists; those who involved in union and community organising, issue campaigns, progressive NGO sector, previously non-active but politicised independent individuals and small-scale new generation political collectives. Following the 2007 crisis, and most recently during the protests in Wisconsin, US, and the student revolts in Europe in 2010, there was a rapid increase in the interactions between these activisms, internet based media activists and digital artists. Following the dramatic events in Tunisia and Egypt last year these interactions had suddenly gave rise to deployment of both free and open source software and new Web based tool for the practice of transnational organising, decision making, visioning, strategy forming, reach out and logistics. The actions of Anonymous and Wikileaks have reflected this connectivity and solidarity between the newest movements and uprisings. Wikileaks released the material that triggered the Arab spring and Anonymous attacked Egyptian governments official sites, both stayed in solidarity with uprisings everywhere, and the visual material shared with speed of light among thousands of activists. Anonymous created massive media channels for its own net. It produced very effective artistic video messages to declare support, make a public statement, call for action (or what they call ‘operations’).10 When the protesters in Wisconsin and Tahrir hailed each other, visuals of the event were shared among millions on the Web.11 Live video streaming channels were on air and watched by tens of thousands of people across the world during the mass occupations at Puerta Del Sol Square in Madrid, messages shared among Athens, Iceland, and London. There were already online and real world communication being established since then, between these spaces, groups and rebels. Even after most Spanish city squares were occupied for several weeks, starting from May 15, 2011, with explicit reference to the Tahrir Square, not many would guess that these occupations and regular citizen assemblies – comparable to previous Latin American experiences – was actually being systematically spread to many European cities and beyond the Atlantic. Following the international assemblies organised in Lisbon and Paris, October 15 announced as the date of the ‘Global Revolution’ – a day of massive global mobilisation. First ties were established in the United States and then were formed the first truly international/transnational networks of online and offline working groups and committees. These networks were covering the Mediterranean, European and American regions. An ‘International Road to Dignity’ graphic was reflected the crucial points on the timetable.12These groups gathered, shared, worked and discussed on a regular basis in order to build the movement and organise the October 15 mobilisation. They have created a peer to peer communication infrastructure for mobilisations and actions but also developed the practice of ‘real democracy’ at the international level. Assembly protocols, methodologies, designs, signs, rules, etc. were formulated, experimented, tested and improved across European cities. This knowledge and experience crossed the Atlantic during the summer 2011. People’s assemblies started to pop up in American cities and Adbusters Magazine made the first call to Occupy Wall Street on the September 17, 2011.13 Just before the Wall Street occupation in September 17, 2011, in Barcelona Indignados were holding a transnational Hub Meeting to exchange information and ideas on local situations and preparations, visions and future perspectives toward 15O and after. On the same day that Wall Street was occupied, the European Trade Union Confederation (ETUC) and European trade unions organised a mass mobilisation in Poland to protest the meeting of the European finance ministers.14 Yet no connection was made between these two deeply connected events that could have increased the impact of both. As a result, that day and for the following couple of weeks, there was almost no media coverage of these two big and related events. People around the world did not hear much about what happened in Wall Street or Poland and could not see the connection. However, after several weeks of non-violent resistance by those occupying the Zuccotti Park in Wall Street, they were severely attacked by the police; mainstream media could not ignore what was happening. This eruption of unavoidable mass media attention, coming mainly by international rivals of the BBC and the CNN, like Russia Today (RT), the Chinese news channel CCTV, as well as Al Jazeera, fed into the massive global mobilisations on the 15th of October, and concomitant occupations of more than 1,000 central city squares in more than 90 countries across five continents.15 Outrage, occupy, strike, blockupy The work and plans around the idea of a Global Spring mobilisations in 2012 began to crystallise towards the end of 2011.16 First after the success of the Oakland General Strike on November 2. This historical event not only prepared the ground for the Mayday General Strike plans but also made it possible for the West Coast dockworkers’ union (ILWU) to get a stronger position vis-à-vis the company in dispute, and certainly played a role in the union winning the battle under-way.17 Since January 2012, Occupy General Assemblies (GAs) began organising the first federal level General Strike in US history, which took place on May 1, international worker’s day, symbol of the 8-hour-day struggle and the unity of subaltern classes. Indignados in Europe both encouraged and responded to this call with a call to form popular worker/citizen assemblies that would gather on Mayday beside or after the mobilisations organised by unions, in order to give support to the labour movement struggle in general.18 On the other hand, beginning December 2011, the 15M and Occupy Movements in Europe were organising a day of global mobilisation on the May 12 (#12M), the anniversary of the ‘Spanish Revolution’ begun at Puerta del Sol square in Madrid a year ago on 15 May.19Another idea on an ‘open source’ and indefinite global transition strikes on 15 May (#15M) was also launched.20 Many initiatives have been undertaken to link the dynamics of the new movement to organised groups – like resisting workers, unions, campaign groups and NGO networks – in order to increase the magnitude of the spring mobilisations and the strikes. Connecting to the 1M, 12M and 15M actions, many groups that were linked to or acted in solidarity with the Occupy and 15M Movements in Europe initiated the European mirror image of OWS: The Blockupy action, to take place in Germany May 16-19.21 Massive mobilisations were planned to protest, block and occupy the Frankfurt Financial Centre and the European Central Bank (ECB), which were seen as the European Head Office of Goldman Sachs. In the USA, anti-G8 and anti-NATO mobilisations were planned in Chicago for the May 15-21 in tandem with these preceding mobilisations.22 A second hub meeting was held in Milan on March 30-31 April 1, 2012. Activists from many European cities and camps at this meeting, shared information and discussed strategies planned for May 2012.23 In this second meeting Global Spring/Global May working group and Blockupy organisation gave updates and a Skype call was made to a Mayday organiser from OWS. Subjects for analysis discussed in the workshops were austerity policies, debt, privatisations, the anti-democratic wave, the rise of the right wing. Analyses were shared horizontally and brought back to local groups and collectives involved. Since there was no organisational representation, or aim at decision-making during these meetings, no irresolvable disputes arose coming from ideological, traditional, or cultural diversity. The assembly style of working was adopted by all and participants were individuals. Therefore it was easier and faster to work and reach a consensus. Everybody could join in spontaneous support, mentioning promising initiatives about which they had information, and also raise points regarding the methodology. Since formal representation was not an issue, in practice the meeting was mainly one of exchange and providing feedback to the coming initiatives. The main impact of such organised network meetings, however, comes when interlinked individuals bring back the information and consensual analyses to the local assemblies and groups. At the end of the second Hub Meeting, support for Global Spring, 12M and 15M mobilisations was agreed with full consensus. There was a big support to Mayday in the US Blockupy, although there were concerns about the dedication to non-violence in Frankfurt, horizontality in the planning of the mobilisation, and collaboration with vertical organisations and groups. The successful organising of and global support given the Oakland General Strike took the discontent in the North, which has been growing since the Seattle 1999 and made a quantum leap with the OWS, even a step further. It underlined the historical roots of the current moment of the global uprising and strengthened connectivity, communication and solidarity among various forces. Since around the free fall of Lehman Brothers in 2008, the general strike had already made a spectacular return in Europe.24 However the Mayday General Strike in the US has actually awakened the legacy of ideas like ‘One Big Union’, ‘Shorter Working Day’, ‘International Strike’ and highlighted the ties connecting the old, new, newer and the newest progressive and revolutionary movements. Hundreds of millions marching around the world have given a strong echo to this ‘happening’, and allowed us to visualise clear images of new generation of actions and general strikes that could start radical processes of social change.25 Although these ambiguous plans of the self-organised masses did not find a strong resonance among a large part of the hierarchically ‘organised’ forces, for the time being, the new generation of activists has gained an immense amount of experience and confidence. In Frankfurt municipal government had issued a strong ban on all the protests in the whole of Frankfurt-am-Main. Police repression was very heavy and the issuing of such a ban for all protests had not happened since the Nazis were in power, indicating the depth of undemocratic rule dominating the old continent. Meanwhile, in the US, Obama was moving the venue of the G8 from his home town to Camp David. Under such conditions the Blockupy managed to block the ECB and to get a 30-thousand strong rally on the 19th.26 The above-mentioned mobilisations and actions were the international ones directly organised by non-representational groups including Occupy, 15M and those who collaborated with them as in Blockupy mobilisation. In order to uncover the real number of the local, national and regional events, direct actions, mobilisations and strikes organised by these groups – and their impact – we need an intensive and systematic study. European fellowship of the ring? A month before Mayday 2012, on March 28-29, the next phase of an important experiment took place at the International Trade Union Building in Brussels, which hosts the established global union structures of the ITUC, the ETUC and associated union internationals. Among the participants of the 2nd Spring Social Conference there were more than 140 representatives of around 40 progressive organisations, unions, and NGO networks based in Europe.27 The first edition of the Conference had been held at the same venue in March 2011 by participants in the ‘Joint Social Conference’ process. The Joint Social Conference initiative was officially born out of the European Social Forum in Malmö in 2009. Yet the roots of the process can be traced back to the foundation of the Labour and Globalisation Network (L&G) during the World Social Forum in 2007.28 L&G is a loose network of labour and union activists originally aimed at making labour more visible within the social forum processes. Since the Malmö ESF, several social movements, NGO networks and labour unions have become involved in the JSC process, have developed mutual trust and recognition, and have experimented with innovative ways of working together. The first conference was a product of some years of work, was not easy to put together and establish outreach. It was a difficult experiment of collaboration in reaching concrete results, because of the differences in cultures, ideologies, ways of working and different interests. But lessons have been learned and mutual trust and recognition gained. Besides, the increasing pressure of the crisis and mobilisations on the streets contributed to a much more successful second edition. During the 2nd Spring Social Conference many people, including the ETUC General Secretary, repeated the need for a Europe-wide general strike and joint actions, in order to be able to resist capital and change the balance of power, although stating that it would very hard to realise these. However, standing closer to southern European union positions, as well as the Indignados and Occupy movements’ actions, the General Secretary of the largest European union federation, the European Public Services Unions (EPSU), declared that even today such transnational strikes are possible if we only bring existing struggles together and link the national general strikes on going. At the end of the day, there was no direct support for a Mayday strike in the US or Europe, nor a call for mobilisation as proposed by 12M and 15M. But the effort was relatively successful and a fairly strong final document, with exciting content, was produced.29Regardless of the difficulties and interest conflicts (predictable with the combination of actors involved) a common analysis, resistance and mobilisations were identified. After the end of the conference an inter-network meeting gathered with the same participants and others, to work on a call for organising an Alter Summit in the foreseeable future.30 The call was made to build a Europe-wide social movement, sharing a common ground of analysis, and defining collective actions and alternatives against the austerity policies, deregulations, privatisations and anti-democratic measures in Europe as well as globally. The cornerstones for building such a movement were identified as May 5-6, 2012TNI-CEO conference that took in Brussels, 17-20 May Blockupy for Global Change mobilisation in Frankfurt, 5-19 May Subversive Forum in Zagreb and Florence 10+10 to be organised between November 8-11, 2012.31 Individual activists joined the meeting and raised calls for support to the M1GS, 12M and 15M global actions organised by the Occupy and 15M Movements. Participants from the Indignados and Occupy movements reported on the conference to the 2nd Hub Meeting gathering in Milan mentioned before, right after the event on March 30. As I said, both the Spring Social Conference and Hub Meeting participants endorsed and declared active support to the Blockupy action, which was inspired by the OWS and 15M and organised by a wider coalition of forces, including Occupy groups in Germany. Some of the participating networks, like ATTAC and Transform, NGOs like CEO and TNI among others, have linked the outcomes of the conference to another process launched in collaboration with political actors like the European Left, that took place on the March 3031.32On 5 and 6 May 2012, following this process of interaction, another important alliance- building event was organised in Brussels, this time by Corporate Europe Observatory (CEO)and the Transnational Institute. Around 300 participants from across Europe came together to see the possibilities of taking collaboration among activists, unions, movements and networks one step further. They produced an inspiring statement calling for a halt to the EU Austerity Treaty.33 The two-day ‘EU in Crisis Conference’ marked CEO’s 15th anniversary. Following two days of discussion and debate, a new Pan-European network to fight against the EU’s austerity policies, and support a fairer, greener, more democratic Europe, was launched. There were calls made to support the occupation of the European Central Bank on the 17-20 May and the Global Day of Action on 12 May.34 There were also calls made to support the ‘No’ campaign in the Irish Referendum on the Austerity Treaty that took place on 31 May 2012. Significant elements of the transnational water justice movement were also at present in the conference. The valuable experience of these actors in terms of transnational alliance building contributed to the convergence. A new campaign to challenge the push for the privatisation of water services was launched, including support for the campaign for a European Citizens’ Initiative, stating that ‘Water and sanitation are human rights! Water is a public good, not a commodity.’35 Other important European networks emerging and linking with this process of wider alignment around similar issues were European Alternatives and Another Road for Europe.36 During the TNI-CEO event these networks engaged actively in the Alter Summit process and the Florence 10+10 space. Whilst the European Alternative network puts a strong emphasis on alternatives, commons and the grass-roots, the Another Road for Europe network consists of European political parties and research networks. After the May mobilisations during the spring of 2012, a series of real world, cyber evaluations and re-evaluations took place. These evaluations helped to digest the experiences of the May mobilisations and to draw lessons as well as to re-energise for the autumn. During the spring and end of the summer in the Northern hemisphere many actions were organised, mainly in the US and Spain. But maybe more importantly all evicted Occupy camps have developed their own online spaces and tools to keep in touch with local activists. Several important web portals were developed and launched.37Developing new communication channels, local networks have built closer links among the previously-created spaces for international communication and coordination among 15M and Occupy assemblies, camps, and networks in different continents. Building on previous experiences, new ideas for dates and content of the global mobilisations were discussed, and an international workgroup was formed – this time with even closer and wider international participation from varying localities. A Global Noise action took place in a distributed way. A new international road to dignity was drawn up for the rest of 2012 and 2013, linking the cornerstones towards the aim of global change.38 At the end of August participants of the almost all above mentioned progressive, and less-horizontal networks, organised a preparatory meeting on Skype in order to come up with a draft programme for the September 14-17 preparatory meeting and to work on it in Milan towards Florence 10+10.39 The Milan meeting was relatively successful in terms of the convergence of ideas and cultures. An online per-convergence process – which is embedded in the preparatory work of five thematic groups established – and last group to work on the convergence. Groups and individual actors were asked to come up with proposals for a common vision, strategy and action, in order to improve the convergence at Florence and move further on a shared concrete path.40 The Milan meeting coincided with the anniversary of Occupy Wall Street. Right after the opening session for the meeting, Occupy and 15M activists who were participating provided individual inputs into the globalNOISE preparations, an Agora99 meeting, and working methods of the movement. During the following days they made suggestions for the working themes and the methodology for Florence 10+10, They worked on several possible ideas about how to involve Occupy 15M networks in the space created in Florence.41 On the other hand, according to the decision taken by the transnational assembly at the end of Blockupy action in Frankfurt, a workgroup was formed in order to coordinate the organisation of a transnational and transversal meeting in Madrid, called Agora 99. Agora 99 has been organised as an open meeting by collectives and individuals taking part in 15M, Occupy and Blockupy movements. Florence is an open space for organisations, unions, networks and individual activists, whilst Agora99 is for political collectives, groups and individuals joining Occupy and 15M assemblies, mainly to work on practical issue. It is based on self-representation. And whilst Florence focuses on Europe, Debt, Commons, Labour and Social Rights, Democracy, the themes of the Agora 99 gathering are Debt, Crisis and Democracy. Suggesting the P2P dynamics behind the event some of the slogans on the banners are P2P Democracy, P2P Agora.42 While the Madrid event organisers made direct reference to P2P, organisers of the Florence event have opened the preparatory process to online participation of individuals, networks and NGOs. This is done by using open pads next to the email lists. There are also ideas being mentioned, in relation to Florence, like using the German Pirates’ Liquid Democracy software which is developed and used especially for P2P policy and decision making.43 Conclusion The new methods and tools of communication and self-organising that have been experimented with and developed by the new-generation activists in creating a shared feeling and experience, strategy and tactics, public space and political impact. Information-gathering and exchanges before making proposals to the local General Assemblies about the mobilisations, action or alternative initiatives to be taken forward have been representing varying combinations of direct democracy powered by P2P relational dynamics and tools, which were developed and adopted by the previous and current generation activists, including those active in Anonymous and Pirate party movements. Activist from different movements need to reflected upon these new knowledge and experience in order to strengthen international level practices in order to contribute to most radical social change possible. Following the summer 2012, political momentum has been rising again. Elections in the US, Israel, and the power transition in China have made visible that intra-class conflicts are getting more and more difficult to handle for the ruling elite, in global term. Workers, students, farmers, immigrants all the segments of oppressed getting increasingly politicised and organised. Therefore the coming months and years are potentially be full of tension between the people and rulers, as well as within the ruling classes. The increase in military confrontations between China and Japan, Turkey and Syria, Israel & US against Iran, reveal these fraternal conflicts. In most of the cases these militarised intra-class conflicts hit hardest the innocent civilians, the poor, children and elderly. Yet the hope is always there. At the time of writing, the International General Strike for November 14 has been set to take place in Greece, Spain and Portugal. Important spaces of convergences organised for Agora 99 and Firenze 10+10 in order to interlink the work that has been done, seek for collaboration and possibility of larger mobilizations, and start a discussion on building a transnational unionism. Another important platforms New Unionism Network has launched a discussion on how to build global unionism from the scratch, based on individual membership. These might be the signals of the coming of stronger alliances between various types of actors. Who knows, maybe this time it will be possible to achieve forming a ’Fellowship of the Ring’, using Tolkien’s fictive image as a metaphor. A force that can attract the eye of the Mordor, murderous 1% in our case, to herself, and expand from the Middle Earth (Europe) towards the Mediterranean, Middle East, the Americas and across the world. Charge a glorious battle against the common enemy who declared economic, social, political, cultural and military class war at the 99% and the planet itself.44 References 1 http://www.amandlapublishers.co.za/home-page/1522-amandla-editorial-comment–a-brutaltragedy-that-should-never-have-happened 2 #15O: http://15october.net/ and http://map.15october.net/ , #11.11.11:http://www.facebook.com/events/179186642163285/, #1MGS:http://www.occupymay1st.org/ and http://maydaynyc.org/, #Global May:http://www.globalmay.org/en (# sign refers to the online aspects of the movement. # is a symbol used for tweet campaigns on Twitter) 3 #17S: http://s17nyc.org/, OWS: http://occupywallst.org/ 4 Agora 99: http://99agora.net., globalNOISE:http://www.globalnoise.net Florence 10+10: http://Florence1010.eu, 5 Cyberpunk movement: http://en.wikipedia.org/wiki/Cyberpunk, movements:http://p2pfoundation.net/Category:Movements P2P 6 K. Milberry (2009) ‘Geeks and Global Justice: Another (Cyber)World is Possible’http://geeksandglobaljustice.com/wp-content/Milberry-Dissertation-for-Library.pdf, Networks of Dissent: A Typology of Social Movements in a Global Age:http://www.csudh.edu/dearhabermas/langmanbk01.htm 7 M. Berlinguer (2010) ‘The Effects of the Open Source Movement on the Development of Politics and Society’: http://transform-network.net/journal/issue062010/news/detail/Journal/knowledge-is-a-common-good.html 8 GNU: http://www.gnu.org, Linux: http://en.wikipedia.org/wiki/Linux, Wikipedia:http://en.wikipedia.org/wiki/Linux, Copy Left: http://www.gnu.org/copyleft/ , Creative Commons: http://creativecommons.org/, TOR: https://www.torproject.org/, Telekommunisten: http://telekommunisten.net/ 9 Pirate Parties International: http://www.pp-international.net/, Wikileaks:http://wikileaks.org/, Anonymous Central: http://anoncentral.tumblr.com/ 10www.youtube.com/results?q=annymous%20operation&aq=f&sugexp=chrome,mod%3D0 &um=1&ie=UTF-8&sa=N&tab=w1&gl=NL 11 https://sites.google.com/site/meydantahrirtowisconsin/ 12 http://takethesquare.net/tag/tahrir-puerta-del-sol/ 13 http://www.adbusters.org/blogs/adbusters-blog/occupywallstreet.html 14 http://www.etuc.org/a/8894 15 Interactive map:http://map.15october.net/, Videos:http://roarmag.org/2011/10/globalrevolution-mass-protests-in-1000-cities-invideos/?utm_source=feedburner&utm_medium=feed&utm_campaign=Feed%3A+roarmag+ %28Reflections+on+a+Revolution%29 16 http://snuproject.wordpress.com/2011/11/10/lets-begin-with-altering-the-systempeacefully-by-joining-social-mobilisations/ 17 For Oakland Strike: http://occupyoakland.org/2011/10/general-strike-mass-day-ofaction/, http://www.guardian.co.uk/world/blog/2011/nov/03/occupy-oakland-general-strikelive 18 http://snuproject.wordpress.com/2012/04/26/indignados-join-calls-for-global-solidarityon-may-day/ 19 http://www.facebook.com/SpanishRevolution 20 https://n-1.cc/pg/groups/1010883/15m-global-strike/ 21 http://blockupy-frankfurt.org/ 22 http://occupyamerica.crooksandliars.com/diane-sweet/chicagospring-occupy-nato-may-1221, http://occupywallst.org/archive/May-19-2012/ 23 Hub Meetings: http://bcnhubmeeting.wordpress.com/, report from Milan Hub Meeting: http://17to19m.blogsport.eu/2012/04/05/report-from-international-activist-hubmeeting-2-0-in-milan/ 24 http://snuproject.wordpress.com/2011/11/21/boaventura-santos-return-of-the-generalstrike-english-and-spanish-via-peter-waterman/ 25 http://en.wikipedia.org/wiki/15_October_2011_global_protests, http://cryptome.org/info/ows-16/ows-16.htm 26 http://snuproject.wordpress.com/2012/05/24/blockupy-frankfurt-fotos-video-report-andreflection-occupy-amsterdam/ 27 JSC: http://www.jointsocialconference.eu/?lang=fr, ITUC: http://ituc.org/ ETUC: http://www.etuc.org, 28 Video interview . with Marco Berlinguer: http://www.youtube.com/watch?v=DXGz58xSFh8, P. Waterman on the L&G Network:http://www.nottingham.ac.uk/cssgj/documents/working-papers/wp008.pdf 29 Resisting Financial Dictatorship – Reclaiming Democracy and Social Rights!http://www.jointsocialconference.eu/sites/www.jointsocialconference.eu/IMG/pdf/201 2-03-30_-_jsc_-_en_-_final_political_declaration.pdf 30 http://www.altersummit.eu/Call-for-an-alternative-summit,2.html 31 http://www.altersummit.eu/sites/www.altersummit.eu/IMG/pdf/ROADMAP_ALTER_SUM MIT_Eng.pdf 32 http://transform-network.net/uploads/tx_news/Alter-Summit_process.pdf 33 http://www.corporateeurope.org/blog/stop-eus-antidemocratic-austerity-policies-differenteurope 34 http://blockupy-frankfurt.org/en/node/95/,http://www.peoplesassemblies.org/2012/05/may12th-globalmay-statement 35 http://www.right2water.eu 36 European Alternatives: http://www.euroalter.com, Another Europe:http://www.anotherroadforeurope.org/index.php/en/the-appeal Road for 37 Interoccupy.net: http://interoccupy.net/, Occupy.net: http://occupy.net/. 38 http://www.google.nl/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=2&ved=0CC8QFjAB&u rl=http%3A%2F%2Finteroccupy.net%2Fttsinternational%2Fminutes%2Fminutes-of-aug18th-occupy15mindigne-international-network-meeting%2F&ei=eil4ULmGKaW0QXzkoE4&usg=AFQjCNF7c_rneKRIFScbYUnQFw4PGMtYNg&sig2=Ajc8fExhqL HCHSluWrEY3Q 39 Minutes of the Skype meeting: http://snuproject.wordpress.com/2012/08/27/alter-forcesare-converging-in-europe-to-fight-back-against-the-1-join-in-the-struggle-for-justice-andsolidarity/, Actual Program:http://Florence1010.eu/images/docs/3_Milano_program_1416sept_EN.pdf 40 Open pad for proposals: http://Florence1010.titanpad.com/3 41 Indignados’ report:: http://titanpad.com/milanoFlorence15moccupy, Official report:http://Florence1010.eu/index.php/en/partecipate-2/milan-international-seminar/96report-of-the-milan-meeting, full video report: http://openfsm.net/projects/occupy15mFlorence/oiFlorence-milano-videoreport 42 http://99agora.net/ 43 http://techpresident.com/news/wegov/22154/how-german-pirate-partys-liquid-democracyworks 44 J.J.R.Tolkien: ://en.wikipedia.org/wiki/J._R._R._Tolkien,http://en.wikipedia.org/wiki/The _Lord_of_the_Rings 45 TNI: http://www.tni.org/, TIE-Netherlands: www.tie-netherlands.nl, JSC:http://www.jointsocialconference.eu, Social Network Unionism:http://snuproject.wordpress.com, GAIA: https://n-1.cc/pg/groups/943821/globalalliance-for-immediate-alteration-gaia/, #15O: http://15october.net/ andhttp://map.15october.net/, #11.11.11:http://www.facebook.com/events/179186642163285/, #Global May:http://www.globalmay.org/en, #globalNOISE: http://www.globalnoise.net Toplumsal Hareketler Repertuarı Merkezinde Kayma Özlem ŞENDENİZ Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Giriş Çalışmada taraflara, sebeplere ya da sonuçlara değil, toplumsal hareketlerin kullandığı repertuarın değişimine odaklanılmıştır. Kısaca toplumsal hareketler repertuarının oluşumu ve toplumsal hareketler ile iletişim araçları arasında ki bağlantı, sonra da dijital iletişim araçları ile donanmış günümüz dünyasında toplumsal hareketlerin yükselişini ve internet araçlarının toplumsal hareketler repertuarı merkezinde yol açtığı değişim belirlenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda repertuar merkezinde ki kayma, yerel eksenli çevreci bir toplumsal hareket olan Fındıklı HES Muhalefeti ve onun repertuarını kullanımı üzerinden incelenmiştir. Dünden Bugüne Toplumsal Hareketler Repertuarı Toplumlar iletişim temelidir. Toplumsal hareketler de topluma ulaşmakta iletişimi kullanırlar. Toplumsal hareketleri inceleme çabasını bu iletişim temelli üzerinden ilerletmek için kullanacağımız araç “Toplumsal hareketler repertuarı”dır. Repertuar kavramı Tilly’den (2008) ödünç alınmıştır. Özünde repertuar kavramı, toplumsal hareketlerin değişim taleplerinin sisteme ve kitleye iletim araçları toplamını karşılamaktadır. Eylem ve iletişim araçları toplamı olarak da ortaya konabilecek olan repertuar üzerinden, iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin toplumu ve toplumsal hareketleri nasıl etkilediği görülebilmektedir. Shirky’nin aktarımıyla, bir teknoloji normalleştiğinde, daha sonra genelleştiğinde ve en sonunda görünmez olacak kadar yaygınlaştığında –yani sıradanlaştığında- gerçekten derin değişimler gerçekleşmektedir (Shirky, 2010, s. 95). Sıradanlaşmış “yeni” iletişim teknolojileri normalleştiğinde toplumsal hareketler repertuarı bu araçları kapsayarak genişler. Literatürde toplumsal hareketler tarihi 1750’ler ile birlikte başlatılmaktadır. Aslında toplumdaki direnişin, çatışmanın tarihi çok eskilere götürülebilir hatta muhalefetin tarihi toplumun varlığıyla başlatılabilir ancak 1750 öncesinde Arrighi, Hopkins ve Wallerstein’ nın belirtmiş olduğu kendiliğinden baskı karşısında oluşan başkaldırılar olmuş ve bu başkaldırılar isyan, ayaklanma ve kaçış biçimlerini almıştır (Arrighi, Hopkins ve Wallerstein, 2004, s. 35). 1750 Tarihini ayrıksı kılan nedir? Neden bu tarihten sonra baskı karşısında ki direniş ve mücadele biçimleri toplumsal hareketler olarak adlandırılmaya başlanmıştır? Sonuçta sanayi devriminin eşiğinde, toplumların çalkantılarla boğuşmakta olduğu bu dönemde vergi ayaklanmaları, ekmek ayaklanmaları, seçim mücadeleleri, grevler hem örgütlülük düzeyinde hem de süreklilik bakımından artarak gelişmiştir (Çetinkaya, 2008, s. 18). Pek çok etkenin hesaba katılabileceği bu gelişim ve değişimde iletişim üzerine odaklanan bir çözümleme farklı bir bakış açısı sunmaktadır. 1750’de değişenin –değişkenlerden birinin- basım devriminin sıradanlaşması, kitlelere göreli olsa da yayılması olarak belirlenebilir. Aydınlanmanın, matbaanın yaygınlaşması ile 130 ilişkilendirilmesi gibi, okuryazarlığın tabana yayılması ile toplumsal hareketlerin ortaya çıkması da ilişkilendirilebilinir. Elbette basım devriminin içerisinde medyadan ve basından daha fazlası bulunmaktadır. Zira toplumlar McLuhan’nın belirttiği gibi “her zaman iletişimin içeriğinden çok, insanların iletişimde kullandıkları iletişim araçlarının doğasınca biçimlendirilmiştir” (McLuhan’dan aktaran: Şener, 2006, s. 11). Basım devrimi ile haberlerin, bilgilerin vericilerinin değişmesi alıcıda –birey de- köklü bir değişime yol açmıştır; Okuyan bir kamu doğası gereği yalnızca daha fazla dağılmış değildir; ayrıca dinleyen bir kamuya göre daha atomistik ve bireyciydi. … Toplumsal dayanışma azalırken daha uzakta gerçekleşen olaylara vekâletten katılım çoğaldı; ayrıca yerel bağlar gevşerken daha büyük kolektif birimlerle olan bağlar güçlendi. Basılı malzemeler, savunucularının tek bir yerel bölgede bulunmayacağı ve uzaklardaki görünmez bir kamuya seslenen amaçlara sessizce bağlanmayı teşvik etti. Yeni grup kimliği biçimleri daha eski, daha çok yerelleşmiş bir sadakat bağıyla yarışmaya başladı (Eisenstein, 2010, ss. 157-158). Burada belirginleşen bireye yönelik “dünyanın geri kalanından haberdar olunabileceği” vaadidir. Basım devriminin sonucunda ilk gazete biçimlerinin dolaşıma girmesi, bireyin dolaysız çevresinin ötesinde duran, fakat kendisinin yaşamıyla bir ilişkisi, hatta potansiyel olarak ona etkisi olan olaylar dünyası duygusunun doğuşuna yardımcı olmuştur (Thompson, 2010, s. 176). Bu duygu toplumsal hareketleri güçlü kılacak olan kitlelerin motivasyon kaynaklarından birinin; “dünyanın geri kalanından etkilenme ve onu etkileyebilme hissinin” bizatihi kökenidir. Bugün olağan gelen tüm bu enformasyon dolaşımının 17. yüzyılda henüz netleşmeye başladığı sırada basın devriminin getirdiği yenilikler arasında küçük broşürler, afişler ve çizimler gibi propaganda araçlarının olduğu da hatırlanırsa toplumsal hareketlerin neden 17. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığı daha iyi anlaşılabilir. 18. Yüzyıl toplumsal hareketler repertuarını Tilly şöyle sıralamıştır; Tohum alımları (yiyecek isyanları), yasak tarla ve ormanların istilası, bariyer ve engellerin yıkımı, makinelerin kırılması, charivari (gürültü patırtı çıkarmak), serenatlar, dışarı atmalar, vergi görevlilerinin ve diğer yabancı … kovulması, rakip köylerin gençleri arasındaki kavgalar, istila, özel evlerin yağmalanması ve yıkımı, zorunlu aydınlatmalar, kişilerin etrafında bir araya gelişler, kamusal davalar ve yargılama süreçleri (Tilly’den aktaran: Gümrükçü, 2007, s. 107). 19. yüzyılla gelindiğinde iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişim ve normalleşme hızında ki artış ile birlikte zaman ve mekanın anlıklaşmasının ilk örnekleri belirginleşmeye başlamıştır. Karşımızda kapitalizm anlatılarında sıklıkla rastladığımız demir yollarının ve telgraf tellerinin çevrelediği bir dünya bulunmakta ve toplumsal hareketler bizatihi bu dünyanın içerisinde yer almaktadır. Dünyanın bu “yeni” haline ayak uydurması gereken toplumsal hareketler de pek tabii, repertuarını yeni iletişim araçlarını kapsayacak şekilde genişletmiştir. Bu doğrultuda 19. yüzyıl toplumsal hareketler repertuarı; “işyeri grevleri, gösteriler, seçim kampanyaları, toplanmalar, bildiri kortejleri, programlı kalkışmalar, yasama meclislerinin istilası” (Tilly’den aktaran: Gümrükçü, 2007, s. 108) vb. eylemlerden oluşmaktadır. Toplumsal hareketler repertuarının yanında hareketleri açıklama girişimlerine de değinmek gerekmektedir. 1848’i ve 19. yüzyıl toplumsal hareketlerini açıklamada öne çıkan paradigma Gustave le Bon’un “Crowd” –Kalabalıklar- yaklaşımıdır. Kalabalıklar yaklaşımı, toplumsal hareketleri kitle psikolojisi ile yorumlarken, olumsuzlamalarda bulunmaktadır. Le Bon’a göre; “kalabalıklar her zaman bilinçsizdir, ama bu bilinç kaybı belki de onların güçlerinin sırlarından biridir” (Le Bon, 1896, s. xi -4-). Toplumsal hareketleri, kalabalıklar yaklaşımı ile irdeleyen Le Bon irrasyonellik sonucuna varır. Dipten gelen dalga metaforu ile anılan toplumsal hareketler 20. Yüzyılın başında geri çekilen bir dalga misali güç kaybetmiştir. Bu dönemde toplumsal hareketlerin bir kolu olan 131 ulusalcı bağımsızlık hareketleri etkinliklerini sürdürmeye devam etmiş, yüzyılın ikinci yarısında ise dipten gelen dalga var gücü ile kıyılarda yükselmiştir. 1968 ve sonrası toplumsal hareketleri, hareketlerde yaşanan değişimi anlamlandırabilmek için literatürde 68 ve sonrası toplumsal hareketler “Yeni Toplumsal Hareketler” olarak anılmaya başlamıştır. Toplumun ihtiyaçlarından doğan ve daha geniş kitlelere ulaşma çabası içinde olan toplumsal hareketlerin bu değişiminde Laclau modern toplumda yaşanan üç keskin değişimin etkili olduğunu söylemektedir: İkinci Dünya Savaşı sonrasında çağdaş toplumlarda yükselen yeni hegemonik formasyon, emek sürecinde, devlet biçimlerinde, kültürel düzeyde ve toplumsal ilişkilerde köklü bir değişime yol açmıştır. Yeni hegemonik formasyonu ortaya çıkaran süreç üç temel gelişme üzerinde ilerlemektedir. İlki; ekonomik düzeyde yaygın birikim rejiminden yoğun birikim rejimine geçişte toplumsal ilişkilerin metalaşması olgusudur. … Bu sürece yol açan, ikinci unsur ise Refah Devletidir. …Sürece yol açan son unsur ise: kitle iletişim araçlarına bağlı olarak yaygınlaşan yeni kültürel kimliklerin ortaya çıkışıdır (Laclau’dan aktaran: Çorakçı, 2008, ss. 41-42). Kitle iletişim araçlarına bağlanan yeni kültürlerin ortaya çıkışı, aynı zamanda kitlelere ulaşma hedefi ile içsel toplumsal hareketler repertuarının, kitle iletişim araçlarını kapsamasını zorunlu kılmıştır. Sonuçta radyo, televizyon, telefon ve sinema gibi toplumsal hareketler repertuarı merkezinde önemli yer tutan araçlar 1968’e gelindiğinde çoktan normalleşmişlerdi. ‘68 sonrası toplumsal hareketleri açıklama çabası içinde “Kalabalıklar Yaklaşımı” yetersiz, eksik ve aslında isabetsiz kalmıştır. Ortaya ortak özellikleri paylaşan, iki farklı toplumsal hareketler paradigması “Kaynak Mobilizasyonu Teorisi ” ve “Yeni Toplumsal Hareketler Yaklaşımı” çıkmıştır. Zira ‘68 hareketi içindeki aktörler en başta, klasik paradigmanın tepkisel, anomik ve köksüz aktör imajına uymamaktadırlar. Mücadeleleri ekonomik olmaktan çok, kimliği rahatça ifade edebilme, katılım ve sivil haklar gibi kavramlar çerçevesinde, kültürel alanda gerçekleşmektedir (Cohen ve Arato’dan aktaran: Çayır, 1999, s. 15). Bu anlamda, yeni toplumsal hareketler ile birlikte, toplumsal hareketlerin merkezi sosyoekonomik alandan, sosyo-kültürel alana taşınmıştır. Melucci’nin vurguladığı biçimde; “Toplumsal çatışmalar geleneksel ekonomik\endüstriyel sistemden kültürel alana kaymaktadır: bu çatışmalar bireysel kimliği, günlük hayattaki zaman ve mekanı, bireysel hareketin motivasyonu ve kültürel modellerini etkilemiştir (1999, s. 88). ‘68 dalgasının tekrar geriye çekildiği ‘80’ler de iletişim teknolojileri çağ değiştirmiş; dijital çağa geçmiş ve akabinde ‘90’lı yılların ortasında internetin normalleşmesi gerçekleşmiştir. Tarihsel çizgide az çok belirginleştiği üzere iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler normalleştiğinde, toplumun iletişim kültüründe devrim yaşanmaktadır. Toplumsal hareketler repertuarı da “devrim” araçları olan yeni iletişim teknolojilerini kapsayarak genişlemektedir. Süreçte yeni repertuar elemanları ile güçlenen toplumsal hareketler yükselişe geçmekte ve hareketleri anlamlandırma çabaları ile toplumsal hareketler paradigmaları oluşturulmaktadır. Bu çizgide, bugün için toplumsal hareketler repertuarının internet ve dijital iletişim araçlarını kapsayarak genişlediği söylenebilir. Ancak söz konusu olan öncüllerinden çok daha etkin bir değişimdir. Toplumsal hareketler repertuarı merkezinde bir kayma yaşanmaktadır. İnternet ve dijital teknolojiyi repertuarına dahil eden toplumsal hareketler sadece hızlı ve ucuz iletişimin anlık ve sınırsız halini bünyesine dahil etmemiştir. Lance Bennet dijital iletişim araçlarının uluslararası eylemciliği değiştirdiğini öne sürmüş olduğu noktalar toplumsal hareketler paradigması açısından da önemlidir. Bennet’e göre değişen noktalar şunlardır: Eski toplumsal hareketlere özgün nispeten yoğun ağlar yerine eylemciler arasında iletişim ve koordinasyon için hayati önem taşıyan gevşek yapılı bağlar kurmak; 132 Yerel meselelerin hareketlerin söylemi içine sokulması için geniş bir bakış açısı geliştirmek suretiyle bir bütün olarak hareketle yerel eylemcilerin özdeşleşmesini zayıflatmak; Toplumsal hareketlere kişisel katılım üzerindeki ideoloji etkisini azaltmak; Toplumsal hareket eylemcilerinin merkezleri olan kayıtlı, sürgit ve zengin kaynaklı yerele ulusal örgütlerin görece öneminin azalması; Toplumsal hareketler avantajlarının artması; Hızla değişen yakın hedeflere kalıcı kampanyaların (küreselleşme karşıtlığı yada çevrenin korunması gibi) düzenlenmesinin desteklenmesi; Eski yüz yüze etkinlikleri sanal etkinliklerle birleştirmek (Bennett’ten aktaran: Tilly, 2008, s. 169). içinde kaynakları yetersiz örgütlerin stratejik “Bir bütün olarak hareketle yerel eylemcilerin özdeşleşmesini zayıflatmak” hariç tutulursa Bennet’in değiştiğini öne sürdüğü noktalar, toplumsal hareketler repertuarının merkezinde yaşanan kayma varsayımımız ile bağdaşmaktadır. Söylenebilir ki 2000 sonrası toplumsal hareketler repertuarında araçsal ve alansal keskin kaymalar gözlemlenmektedir. Toplumsal hareketler; çoğulcu anlayışı, farkındalık bilicini ve demokratik yönelimleri merkeze almış; alansal olarak sivil toplum merkezine kaymıştır. Araçsal kayma, internet araçlarının toplumsal hareketler repertuarına dâhil olması ile gerçekleşmiş ve içeriğine eylemselliği de ciddi oranlarda dahil etmiştir. Söylenebilir ki bugün topluma ulaşmayı hedefleyen her hareket -toplumsal, ticari, siyasi vb.- interneti kullanmak, sanal eylemsellikler yaratmak durumundadır. Fındıklı HES Muhalefeti Örneğinde İnternet Araçlarının Kullanımı Teoride internet ve dijital iletişim araçlarının toplumsal hareketler merkezinde kayma yaptığı çıkarsamasının pratikte ki iz düşümleri, bir yerel eksenli çevreci toplumsal hareket olan Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı üzerinden belirlenmeye çalışılmıştır. Fındıklı HES Muhalefeti Rize’nin Fındıklı ilçesi merkezlidir1. HES kısaltması nehir tipi hidroelektirik santrallerini karşılamak için kullanılır. Doğu Karadeniz Bölgesi 2000’li yıllarda HES projelerinin bir nevi saldırısına uğradığında, çevreci toplumsal hareket grupları oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda çalışma da incelenen Fındıklı HES Muhalefeti’ni yönlendiren, Fındıklı Dereleri Koruma Platformu ve Dereleri Koruma Platformu aynı zamanda Fındıklı 1 Eski adı Viçe olan Fındıklı ilçesi, bugün Rize ilinin Artvin sınırında bulunmaktadır. İlçe merkezi iki dere vadisinin ortasında kuruludur. Doğu Karadeniz’de bu coğrafi yerleşkeye sahip tek ilçe olduğu için ilçenin Lazca adı Türkçeleştirilirken “Çifte Dere” konulması tartışılmış, Fındıklı’da karar kılınmıştır. Bir dönem ismine kaynaklık etmesi düşünülen Çifte dere’ler Arılı ve Çağlayan vadileri HES projleri ile birlikte ilçenin direniş sahaları haline gelmiştir. Fındıklı iİlçesinin toplam nüfusu 15.556 olup, merkezde 9.909 kişi yaşamaktadır. Nüfusun etnik yapısının %10’unu Hemşinli’ler ve %90’nını Laz’lar oluşturmaktadır. Halkın sosyal yaşantısı zengindir, köyde yaşayan nüfus yazın bahçesinde çalışırken, kışları ilçede ya da farklı bir şehirde yaşamaktadır. Halkı modern bir yaşantı biçimine sahiptir. Giyimi, yaşamı ve davranışı ile köylü kentli ayrımı yapmak olanaksızdır. %98 üzerinde okur-yazar olan ilçe halkı, okula ve okumaya çok önem vermektedir (rizeozelidare.gov.tr). İlçe ekonomisi bölge şartlarına bağlı olarak; başta çay ve fındık olmak üzere kısmen narenciye, meyvecilik, su ürünleri, arıcılık ve hayvancılık (findikli.bel.tr) temellidir. Çiftçilik asli geçim kaynağıdır, tarım dışında çalışan kesimin büyük kısmını ise memur ve işçiler oluşturmaktadır. Lakin genç nüfusun büyük çoğunluğu işsiz olduğundan, ilçe sürekli göç vermektedir (lazibore.com). 133 HES Muhalefetinin sivil toplum uzantısını oluşturmaktadır. Toplumsal hareketlerin günümüz karakteristiğine bu noktadan bir bağlantı çıkarılabilir; bugün bir sivil toplum kuruluşu ile birlikte anılmayan toplumsal hareket yoktur. Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı üzerine yapılan incelemede repertuar elemanları 11 kalem altında toplanmıştır: “afiş ve pankartlar; duvar yazıları; el ilanları; e-posta; internet araçları –internet siteleri ve sosyal ağ grupları-; miting, yürüyüş ve protesto eylemleri; sinema ve televizyon; semboller –lazca, tulum ve horon-; paneller, yüz yüze görüşmeler ve bilgilendirme toplantıları; ulusal medya; yerel medya. İnternet araçlarının toplumsal hareketler repertuarı merkezinde yarattığı kaymaya odaklanıldığı için diğer kalemlere çalışma içerisinde değinilmeyecektir. İnternet Sitelerinin Kullanımı Fındıklı HES Muhalefetinin kullandığı internet araçları iki kısma ayrılabilir; internet siteleri ve sosyal ağlar. İnternet siteleri gerekli ekipmana sahip bireyler için arama motorları aracılığıyla kolayca varılan bilgi kapılarıdır. İnternet sitelerinin kullanım alanı incelemesi için öncelikle internetin kitle iletişiminde yarattığı değişimlere bakmak gerekli; İnternet göreceli olarak “özgür” bir ortamdır. Kullanıcıyı etkin kılarak ve içeriğin denetlenmesini zorlaştırarak toplumdaki “alternatif” ya da karşıt görüşlere, yaşamlara, bakışlara, duruşlara ifade ve iletişim imkanı tanımaktadır. Belirli konular ve temalar etrafında oluşturulan binlerce sanal cemaat, tartışma grubu, e-posta zincirleri, sohbet odaları, birey, grup ya da örgütler tarafından kurulan web siteleri İnternetin toplumsal çeşitliliği yansıtan diğer yüzünü oluşturmaktadır (Şener, 2006, s. 61). İnternetin toplumsal çeşitliliği ve toplumsal hareketleri kolayca yansıtabiliyor oluşunun arka planında küresel yayın maliyetini sıfıra indirmiş (Shirky, 2010, s. 13) olması bulunmaktadır. İnternet bu açıdan toplumsal hareketlerin ve bireylerin aktif olarak yer aldıkları sanal bir kamusal alana benzemektedir. İnternet ile birlikte sosyal iletişimin yapısında değişim yaşanmıştır. Mesela, Shirky ; internetin sunduğu gelecekte, yayıncılığın kitlesel olarak amatörleşeceğini ve “Bunu neden yayınlayalım?’dan ‘Neden olmasın?’a geçiş yaşanacağını” (Shirky, 2010, s. 57) öngörmüştür. Bu aşamanın internet siteleri ve sosyal ağların ortak kümesinde gerçeklik bulduğu söylenebilir. Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı incelemesi kapsamında hareketi yönlendiren sivil toplum kuruluşlarını resmi internet siteleri incelenmiştir: Fındıklıdereleri.com ve derelerinkardeşliği.com. Fındıklı Derelerini Koruma Platformu; fındıklıdereleri.com Bugün reelde var olan bir örgütlenmenin sanal alemde de var olmaması neredeyse imkansızdır. Fındıklı HES Muhalefetinin yönlendiricisi olan Fındıklı Derelerini Koruma Platformu’da (FDKP) bunun bir istisnası değildir. FDKP’nin resmi internet sitesi fındıklıdereleri.com bir sanal eylemsellik biçimi olan elektronik imza kampanyası ile öne çıkmaktadır. Elektronik imza, online dilekçe gibi internet ile birlikte gelişen sistem araçlarındandır. Sorunsal etrafında kaç kişinin toplandığını, kaç kişinin talebin, dileğin altına imza attığını internet ortamında göstermektedir. FDKP tarafından fındıklıdereleri.com internet sitesi üzerinden yürütülen elektronik imza kampanyasına 7188 imza toplanmıştır. (20 Nisan 2013 tarihi itibari ile) Resmi internet siteleri, amaçları doğrultusunda kitleleri bilinçlendirmek –kısmi manipülasyon uygulamak- için dosya paylaşımlarını kullanmaktadır. Fındıklıdereleri sitesi bu bağlamda, “neden? niçin? nasıl?” sorularını dosyalarla cevaplamaya çalışmaktadır. 134 “Neden istemiyoruz?” ve “Deklarasyon” linkleri ile ulaşılan iki metin, internet siteleri aracılığıyla toplumsal hareketlerin yayınladığı manifestolara birer örnek teşkil etmektedir. Sitede ayrıca, HES ve HES muhalefeti ile ilgili dosyalar, haberler paylaşılmaktadır. Ayrıca forum sayfasıyla birlikte site kullanıcılarına etkin olarak sorunsal etrafında konuşma, tartışma haber ve fotoğraf paylaşmasına olanak sağlamaktadır. Derelerin Kardeşliği Platformu: Derelerin kardeşliği.org FDKP’den farklı olarak Derelerin Kardeşliği Platformu, Fındıklı ilçesi merkezli değildir. Aktif üyeleri ve genel olarak oluşturmak istedikleri HES karşıtı muhalefet ağı ortak paydası üzerinden örgütlenmektedir. Bir internet aracı olarak repertuar içerisinde derelerinkardeşliği.org’un kullanımı daha çok fotoğraf, video, haber, HES raporları, mahkeme kararları ve deklarasyonların yayınlanması aracılığıyla kitleye bilgi ulaştırmak üzerinedir. Derelerin kardeşliği sitesinin 20 Nisan 2013 tarihinde yayınladığı verilere göre, 227 üyesi, 257 yayınlanmış haberi ve 259565 ziyaretçisi vardır Spesifik olarak Fındıklı HES Muhalefeti ile ilgili 51 adet haber bulunmaktadır (Bunlar 01 Eylül 2011- 22 Kasım 2005 arasında yayınlanmış haberlerdir). Bu noktada resmi internet sitelerinin kullanımında ki durgunluğa dikkat etmek gerekir. Söz gelimi derelerinkardeşliği.com 3 Kasım 2011 tarihinde yayınladığı verilere göre, 201 üyesi, 257 yayınlanmış haberi ve 100277 ziyaretçisi vardı (Şendeniz, 2012, s. 69). Geçen süre zarfında haber sayısında bir değişme yaşanmamış fakat ziyaretçi sayısı ikiye katlanmıştır. Hatırlanması gereken internet sitelerinin aranarak bulunduğudur. Toplumsal hareketlerin hedef kitlesi asli ve ikincil olarak ikiye ayrılabilinir. Asli hedef kitle toplumsal hareketlerin etrafında oluştuğu sorunsaldan doğrudan etkilenecek olanlardan oluşurken, ikincil hedef kitlede sorunsaldan dolaylı olarak etkilenecek olanlar, hatta etkilenmeyecek olanlar bulunmaktadır. Fındıklı HES Muhalefeti örneğinden devam ederek Fındıklı halkının yani ilçeye yapılacak HES’lerden doğrudan etkilenecek olanların asli hedef kitleye dahilken genel olarak HES’lerle karşı olanlar, çevreci hareketler içerisinde olanlar vb. kişiler ikincil hedef kitleye dahildirler. İnternet sitelerinin kullanımı konusunda da sorunsaldan ya da toplumsal hareketin varlığından haberdar olmak gerekmektedir. Sosyal ağlar ise asli ve ikincil hedef kitle ayrımını silikleştirmektedir. Sosyal Ağların Kullanımı Günlük hayatta dahil olan sosyal ağlar, kullanıcıların ağın sağladığı imkanlar doğrultusunda veri paylaştığı, ileti alışverişinde beğeni ve tercihler doğrultusunda hareket ettikleri iletişim ve etkileşimi kolaylaştırıcı portalardır. Sosyal ağların toplumsal hareketlere sağladığı avantajlar arasında hızlı, etkin ve ucuz iletişim, kitlesel amatörleşme, örgütlenme kolaylığı ve kendi kendine yayıncılığın sıradanlaşması bulunmaktadır. Sosyal ağlar ile birlikte toplumsal hareketlerde örgütlülük ve grup yapısı değişmiştir. Bugün aynı düşüncedeki insanları bulmanın maliyeti düşmüştür ve daha da önemlisi, bunu yapmak artık profesyonellik gerektirmemektedir (Shirky, 2010, s. 60). Dünyanın her yerinde sorunsal olarak gördükleri “hikayeleri”ni paylaşan insanlar, kitleleri yönlendirmekte, toplumsal hareketlerin “yeni” haline dahil olmaktadırlar. Oral’ın belirttiği gibi; “İnternet aynı ilgilere sahip insanların sanal ortamda bir araya geldiği bilgi paylaştığı, yeni grup ve topluluklar oluşturduğu sanal bir ortamdır” (Oral, 2005, s. 91) ve bu sanal ortam da reel sosyal becerilerimize uygun iletişim araçları geliştirilmiş, örgütlenme kolaylaşmış 135 bulunmaktadır. Shirky’nin Paquet’ten aktardığı üzere, yeni sosyal araçların grup örgütlenmesinde yarattığı esas avantaj, “gülünç şekilde grup oluşturma”dır; Yeni iletişim ağlarımız –internet ve cep telefonları- birer grup oluşturma platformudur ve e-posta listelerinden kameralı telefonlara, bu ağlar için oluşturulan birçok araç bu gerçeği doğal karşılıyor ve bunu birçok şekilde genişletiyor. Gülünç şekilde kolay grup oluşturmak önem taşıyor; çünkü paylaşan, işbirliği yapan ya da uyum içinde hareket eden bir grubun parçası olma arzusu işlem maliyetlerinin daima kısıtladığı temel bir insan içgüdüsüdür (Shirky, 2010, s. 51). Gülünç bir biçimde kolay grup kurma ile birlikte kitlesel amatörleşme de değerlendirilmelidir. Bir anlamda kamerası ya da klavyesi olan bir birey tek kişilik kar amacı gütmeyen bir kurum gibi faaliyet göstermeye başlamış ve kendi kendine yayıncılık artık normal bir durum olmuştur (Shirky, 2010, s. 71). Bu bağlamda medya da değişmiştir; Fotoğraflarda, e-postalarda, MySpace sayfalarında ve benzer mecralarda kendimize dair verdiğimiz enformasyonun sosyal görünürlülüğümüzü nasıl önemli ölçüde arttırdığını ve bir birimizi bulmamız, ama aynı zamanda herkesin gözleri önünde didik didik incelenmemizi de nedenli kolaylaştırdığını gösteriyor. Medyanın eski sınırlarının tümüyle ortadan kalktığını ve gücün büyük bölümünün biçimlendirici kitlede toplandığını gösteriyor. Bir hikayenin bir anda nasıl yerelden küresele dönüşebileceğini gösteriyor. Aynı zamanda bir grubun doğru dava uğruna seferber edilebilmesinin kolaylığını ve hızını da gösteriyor (Shirky, 2010, s. 16). Kitlelerin sorunsal doğrultusunda seferber olması, medyanın sınırlarının muğlaklaşması, bir hikayenin yerelden küresele ve tam tersi bir biçimde küreselden yerele transfer hızının artması toplumsal hareketler repertuarının en güçlü araçlarından biri olan medya ile sosyal ağlar arasında doğrudan bağlantı kurmaktadır. Kitlesel amatörleşmenin ve gülünç bir biçimde kolay grup kurmanın dolaylı sonucu, kitlenin izleyici kültüründe yarattığı değişikliktir. Sosyal ağlar ve internet siteleri ile oluşan ilgi ve beğeniye göre gruplaşma yayıncılık anlayışını değiştirmiştir. İzleyicilerin geneline ve kitle kültürüne yayın anlamına gelen “broadcasting”in yerine, dar olarak tanımlanmış gruplar ve beğeni kültürüne yönelik yayıncılık, “narrowcasting” güçlenmiştir (Uluç, 2008, s. 306). Bir sorun etrafında örgütlenen yapıların internet uzantıları, sosyal ağların ve web sayfalarının sunduğu kolaylıkla gruplar oluşturmakta, kendi kendine yayıncılık kültürünün yaygınlaşması ile “narrowcasting” yayıncılık toplumsal hareketler repertuarı içerisinde yer bulmaktadır. Her iki yayıncılık anlayışı iletişim ve kültürün insanların beğeni ve kanaatleri üzerinde manipüle edici etkisine sahiptir ancak narrowcasting belirli kitleye, belirli yayını yaparak manipülasyonun derecesinde oransal artış sağlamaktadır. Sosyal ağlar üzerinde kişinin tercih ve beğenisine göre gruplaşması, grup içerisindeki yayıncılığın bir narrowcasting yayıncılık örneği olmasına ve sonuçta “toplumlarda kültürlerin gelişmesini ve gerek kendi gerekse diğer toplumlarda yaygınlaşmasını ve gelişmesini sağlamanın yanı sıra, kitlelerin beğeni ve tercihlerini, inanç ve kanaatlerini, ilgi ve dikkatlerinde hatta düşünce ve duyarlılıklarında farklılıklar oluşması sonucunu doğurmaktadır” (Ergün, 2005, ss. 183-184). Sosyal ağlar farklılık ve benzerlikleri yönlendirmeyi kolaylaştırmaktadır. Türkiye’de kalabalık bir kullanıcı kitlesine sahip olan facebook örneğinde olduğu gibi, öğrenme taklit boyutuna inse dahi söz konusu olan bir “öğrenme”dir. Facebook taklit üzerinde önemli bir kurgu sağlamıştır. Taklidin iki nedeni vardır: dışlanma korkusu ve öğrenme isteği (NoelleNeumann, 1998, s. 65). Facebook üzerinden ileti paylaşımı taklidin iki yönünü ve “beğeni”yi içerisinde barındıran bir yapılanmadır. “İnsanlar başkalarının davranışlarını gözlemler, böyle bir olasılıktan haberdar olurlar ve uygun bir fırsatta bu davranışları taklit ederler (NoelleNeumann, 1998, s. 65). Sosyal ağlar uygun zamanı, anlık hale getirmiştir. Sosyal ağlar ile birlikte taklit – öğrenme ilişkisinde dışlanma korkusu da anlık hale gelmiş ve beğeni- moda algısı ile içselleşmiştir. Bu bağlamda sosyal bir ağ içerisinde taklit ya da öğrenme odağına dayanan toplumsal hareketler, eş zamanlı olarak moda algısı ile desteklenmektedir ve sosyal ağlar üzerinde dışlanma korkusu, moda algısı ile birleşmektedir. Coelho’nun bir hikayesinde 136 yer verdiği gibi; “moda sadece –sizin dünyanıza aidim, sizin ordunuzla aynı üniformayı giyiyorum ateş etmeyin- demenin bir yoludur” (Coelho, 2008, s. 10). Moda algısı, taklit, öğrenme ve dışlanma korkusu toplumsal hareket aktörleri açısından daha geniş bir kitleye ulaşmayı kolaylaştırmaktadır. Çünkü sosyal ağlar üzerinde sorunsalların asli ve ikincil hedef kitleleri birbirleri ile sürekli dirsek temas halindedirler. Çoğu sosyal ağ reel kimliklerin sanal aleme taşınması üzerine kurgulanmaktadır. Çalışma içinde baz alınan Facebook’ta kullanıcılarını gerçek kimliklerini, gerçek arkadaşlarını, ilgilerini sanal aleme taşımaya teşvik etmektedir. Sosyal ağlar ve örneğimizde Facebook, toplumsal hareketler açısından taklit, narrowcasting, kolay grup kurma, grup, etkinlik ve ileti paylaşımının görünür kılınmasını kolaylaştırması ve moda algısı yaratması ile yeni kamusal alan, internetteki, etkin bir muğlaklaşmış reellik alanıdır. Bu reelik alanı ayrıca veri paylaşım hızını ve kendiliğndenliğini artırmaktadır. Zira İnternet siteleri üzerinden veriye ulaşmak için onu aramak gerekirken sosyal ağlarda hali hazırda onaylanmış arkadaş, grup ve sayfalardan kullanıcının sayfasına veri akışı kendiliğinden sağlanır. Bireysel kullanıcıların sayfaları üzerinden paylaşılan iletiler kullanıcıların daha önceden seçtiği ağlara anlık olarak iletilir. Bir sosyal ağ üzerinden bakıldığında, veri dağılımı herkesin herkesle bağlı olmasına binaen yoğunluğu, arama ile ulaşılan verinin yani görece seyrek ağın sunduğundan fazladır. Böylece toplumsal hareketler açısından hem asli hedef kitleyi hem de ikincil hedef kitleyi saran iletişim yoğunluğu benzersiz bir kamusal alan içerisinde oturur. İnternete paylaşılmış bir veri, sosyal ağ kullanıcısı tarafından üyesi olduğu bir grubun sayfasına veya mail-grubuna gönderildiğinde grubun diğer üyelerince aranmasına gerek kalmadan ulaşılabilinir kılınmış olur. Sosyal ağ üzerinde oluşan, yoğun ve seyrek ağlar ile asli ve ikincil hedef kitle arasındaki ilişki yoğun kümeli şebeke üzerinde görülebilir. Şekil 1. Yoğun Kümeli Şebeke; ağın, herkesin herkese bağlı olması halinde sahip olacağından daha az bağlantısı vardır Kaynak: Shirky, 2010, s. 189. Asli hedef kitle sorunsalla yakınlık bakımından birbiri ile iletişim halinde olması yüksek kişilerden oluşacaktır. Buda onları yoğun kümeli şebekeye yerleştirirken, ikincile hedef kitlede olanlar seyrek yoğunlukta şebekeye yerleşeceklerdir. Yani asli hedef kitle ile bir ya da iki bağlantı noktası bulunan ağları seyrek kümeli şebekeler olarak yoğun kümeli 137 şebekelerin etrafına yerleştirerek sosyal ağlar üzerinde örgütlenen grupların iletişim ağları arasındaki ilişki çözümlenebilir. Toplumsal hareketlerin asli ve ikincil hedef kitlesi arasındaki etkileşim sadece facebook grupları üzerinden değil, bizzat bireysel kullanıcıların ana sayfaları üzerinden de izlenebilir. Facebook örneğinde verinin kullanıcının onayladığı “arkadaşlar”ından birinin sayfasında paylaşılması, veriyi kullanıcının ana sayfasında da görünür kılmaktadır. Bu noktada kullanıcı veriyi kullanıp kullanmayacağını tercih eder. Kullanıcı veriyi görmezden gelebileceği gibi, incelemeyi de seçebilir. Taklit ya da öğrenme inceleme aşamasından sonra gelir. Bir verinin beğenilmesi kullanıcı tarafından da kendi arkadaşlarına iletilmesi sonucunu doğurabilir. İletinin kullanıcı tarafından paylaşılması verinin içeriğinin beğenilmesine, veriyi paylaşan arkadaşı taklit etme “dışlanma korkusu ve moda ile ilintili olarak” ve öğrenme olgusuna bağlıdır. Kullanıcı bu olgulardan birinin veya hepsinin etkisi ile veriyi paylaşmayı seçtiğinde süreç bu kullanıcının veriyi paylaştığı “arkadaş” ve grup listesi üzerindeki kullanıcılar tarafından tekrar yaşanır. Ancak verinin kullanıcıların dikkatini çekmesi, toplumsal hareketler araçlarının genelinin etkinliği ile orantılıdır. Tek başına internet araçları sorunsal etrafında örgütlenmeyi geniş bir kitleye taşısa bile farkındalık, taraftarlık, eylemsellik ve sonuca ulaşma konularında eksik kalır. Bu çalışmada sosyal ağlar üzerindeki Fındıklı HES Muhalefeti örnek grup incelemelerinde facebook sosyal ağı üzerinden örgütlenmiş olan; “Viçe de HES’e Geçit Yok” Fındıklı HES Muhalefeti grubu incelenmiştir. Viçe de HES’e Geçit Yok Facebook Grubu Viçe de HES’e Geçit Yok facebook grubunun 20 Nisan 2013 tarihi itibari ile 1703 üyesi; “beğeneni” bulunmaktadır. Bu bağlamda grubun etrafında 1703 kişilik yoğun şebeke ve bu 1703 kişinin bağlantılı olduğu seyrek şebekeler toplamı bulunmaktadır. Grubun varlığı kullanıcıya, sorunsalla ilgilenen insanlara ulaşabileceği bir kapı aralamaktadır. Bu durumun kullanıcı açısından sonuçları; gruba üye olan kullanıcının kişisel sayfasındaki bilgilere, “sorunsal” ile ilgilendiğini yansıtabilmesi; ilgi ve beğenisinin yanında arkadaş grubunun ilgi ve beğenisi ile ortak paydada bir taklit ve öğrenme merkezine kavuşması ve son olarak sorunsal ile ilgili haber, video, resim, bildirim ve benzeri iletilerin arasından paylaşmayı seçtiklerini kendi “arkadaş” listesine ileterek döngüye dahil olabilmesidir. İnternet üzerinde paylaşılan verinin kullanıcıların dikkatini çekmesi, toplumsal hareketler araçlarının genelinin etkinliği ile orantılıdır. Facebook grubu kurmak, iletileri bu grup üzerinden paylaşmak farkındalık yaratmak için yeterli değildir. Eş zamanlı olarak potansiyel alıcıların sayfalarındaki veriler arasında sorunsalın iletisinin kaybolmaması için iletinin dikkat çekmesini sağalmak gerekir. Viçe de HES’e Geçit Yok facebook grubu, adlandırılmasında kullanılan “Viçe” kelimesi ile –Fındıklı ilçesinin Lazca karşılığı- Fındıklı HES Muhalefeti repertuarının sembolik araçlarından biri olan dilin -binaen kültürünkullanımını yönlendirmektedir. Amaç asli hedef kitle için olduğu kadar, ikincil hedef kitle içinde birleştiriciliğin ve dikkat çekiciliğin oranını artırmaktır. Örnek oalrak duvar yazıları ele alınabilir. Duvarlar fiziksel çevrenin parçaları olarak mekana bağımlıdırlar. Bu bağlamda Fındıklı HES Muhalefeti kapsamında, Fındıklı’nın duvarlarını toplumsal hareketler iletişim repertuarına dahil ederken, duvar yazılarının ulaşım sınırları ve hedef kitlesi Fındıklı’da yaşayan halk olarak belirlemek makül görünmektedir. Ancak internet araçlarının kullanımının artışı ile birlikte diğer repertuar elemanları ile birleşen duvar yazıları internet kamusal alanındaki paylaşımlara dahil olmuştur. 138 Şekil 2. Fındıklı HES Muhalefeti toplumsal hareketler repertuarından duvar yazısı örneği Kaynak: Viçe de HES’e Geçit Yok facebook grubu. İnternet ile birlikte repertuar elemanları arasındaki bağlantının eskiye göre sıkılaşmış olduğu sadece duvar yazıları örneğinde değil tüm, repertuar elemanları arasında ki ilişkilerde görülmektedir. Repertuar elemanları zaten birbirlerine bağlıydılar ancak internet bu bağlantıyı her ana yaymış, gücünü ve işlevselliğini artırmıştır. Söz gelimi eylem araçlarından mitinglerin hazırlık süreçleri, oluş anları, ve gerçekleşmelerinin akabinde ki haber değerleri ile diğer repertuar elemanları ile arasındaki bağlantı geçmişte de vardı. Bugün olan ise internet ortamında geçmişteki mitingin hazırlığı sırasında dağıtılan el ilanının, mitingin gerçekleşmesinden sonra yayınlanan gazete haberleri ile birlikte, miting alanına asılan afiş ve pankart fotoğrafları ile eş zamanlı olarak bulunmasıdır. İnternet ve özelde sosyal ağlar sadece repertuar elemanlarının yayılması, yayınlanması açısından kullanılan araçlar değildir. Sanal eylemselliklerin de oluştuğu portalardır. Burada reel bir eylemin sanal ortamda hazırlanışından söz edilecektir. Birincisi reeldeki eylem için örgütlenme aracı olarak internetin kullanımıdır. Anlık iletilerin bağlantılı olunan kişisel sayfalarda hızla yayılması ile toplumsal hareketlerin kitleleri mobilize etmek için kullandığı araçlarda değişim yaşanmıştır. Çalışma içerisinde “Hara Köyü Protesto Eylemi” -hazırlık aşaması 5 Aralık 2011’de başlamış olan ve 6 Aralıkta düzenlenen protesto gösterisi ile 8 Aralık’ta organize edilemeye başlanan ve 9 Aralıkta gerçekleşen protesto eyleminin- Viçe de HES’e Geçit Yok grubu üzerinden organizasyonun mobilize edilişi incelenmiştir.2 5 Aralık; Düzenlenmesi planlanan “Hara Köyü Protesto Eylemi”ne dair grupta duyurular paylaşılmıştır; “Hayde Basın Açıklamasına! Rize-Fındıklı Arılı Vadisinde Hara köyünde Dere Islahı adı altında 4m. yüksekliğinde beton duvarla Dere yatağı kanala alınmak istenmektedir. Yarın (6 Aralık 2011) Saat 12.00 da HARA Köyünde köylüler Derelerine sahip çıkmak için bir basın açıklaması yapacaklardır. HES’leri yaptırtmayan köylüler şimdi de HES’lerin alt kaynağı olan bu duvarları yaptırtmayacak. Hayde Yaşam Savunucuları Hara Köylülerine Destek Vermeye.” ve “Doğasını, Suyunu, Geleceğini Savunanlar 06.12.2011 Salı Günü Saat 12.00’da Hara Köyünde Buluşuyoruz.. (…) Dereler Özgürdür Özgür Akacak!” 6 Aralık’ ta “(…) Dereler Özgürdür Özgür Akacak!” duyurusu yinelenmiştir. Gün içerisinde 2 Fındıklı da HES’e Geçit Yok facebook grubu paylaşımlarına ulaşmak için bakınız ; https://www.facebook .com/p ermalink.php?story_fbid=201413699940753&id=118245908218749#!/pages/V%C4%B0%C3%87E-deHESe-Ge%C3%A7it-Yok/118245908218749 139 grup üzerinden paylaşılan diğer bağlantılarda “Hara Köyü Protesto Eylemi”ne dair gelişmeler verilmiştir. Bu paylaşımlar arasında yerel medyaya eylemin yansıyışı da bulunmaktadır. Bunlar; Fındıklıhaber.com bağlantılı “Fındıklı’da dere ıslah çalışması protesto edildi6\12\2011 Fındıklı Haber”, aktifhaber.com bağlantılı “Köylülerden gizli HES çalışması protestosu” ve pazar53.com bağlantılı “Bu kez dere ıslahını protesto ettiler” başlıklı video eklentili haberlerdir. Yerel medyanın internet araçlarını kullanarak sınırlarını genişletmesi ve toplumsal hareketler repertuarının hem yerel medya hem de sosyal medyayı eş zamanlı kullanarak sınırlarını genişletmesi ile Fındıklı HES Muhalefeti asli ve ikincil hedef kitlesine yapılan eylemin başarısı aktarılmaktadır. Diğer repertuar elemanlarının internet ile beraber kullanımının hedef kitlelerin iç içe geçmesini kolaylaştırıcı bir yanı bulunmaktadır. 8 Aralık; Arılı deresine sahip çıkalım videosu; “Doğasını, Suyunu, Geleceğini Savunanlar Yarın Saat 12.00’da Hara’da Buluşuyoruz! Derelerimize Geleceğimize Sahip Çıkalım! Dereler Bizimle Özgür Akacak” ek yorumu ve “Arılı deresi kenarları yaklaşık 5 metre yükseklikteki beton duvarlarla kanallara hapsediliyor. İnsanlar ve vahşi yaşam su kaynaklarından uzaklaştırılıyor. 8 Aralık perşembe günü Hara’da olacağız... deremize ve geleceğimize sahip çıkmak için....” video açıklaması ile paylaşılmıştır.3Günün son paylaşımı; 6 Aralık 2011 18.22 adlı “Bu olayların tekrarlanmaması için, doğa hepimizin, dereler hepimizin sahip çıkalım sesimizi duyuralım” açıklamalı ve “Dere ıslahına hayır diyen yiğit Fındıklı halkı” yorumlu videodur. 9 Aralık; Gerçekleştirilen ikinci protesto eyleminin yerel ve ulusal medyaya yansımaları duyurmaya, sorunsalla ilişkin ilgi, dikkat ve farkındalığı artırmaya yönelik paylaşımlar yapılmıştır. Rizedeyiz.com bölgesel haber sitesindeki “HES Karşıtı Çevreciler Eylem Yaptı” başlıklı haber linki “Direne Direne Kazanacağız!” ve findiklihaber.com da yayınlanan “Fındıklı Derelerine Sahip Çıkıyor 09\12\2011” başlıklı haber linki “Dereler Özgür Akacak! Direnenler Kazanacak!” yorumu ile paylaşılmıştır. Bu haber linklerinin ardından “Hara Eylemi CNN akşam haberlerinde” duyurusu ve bahsi geçen haberin kendisi; “HES Protestosunda Tansiyon Yükseldi!” ve “HES Protestosunda Tansiyon Yükseldi CNN TÜRK video” linkleri ve “Direne Direne Kazanacağız!” yorumu ile paylaşılmıştır. Genelde toplumsal hareketler açısından da, Fındıklı HES Muhalefeti kapsamında gerçekleştirilen bir eylemin, Fındıklı HES Muhalefeti sorunsalı etrafında örgütlenmiş bir facebook grubu üzerinden duyurulması, mobilize edilmesi, başarısının paylaşılması ve etkisinin artırılması aşamaları “Hara Köyü Protesto Eylemi” örneğinde olduğu gibi gerçekleşmektedir. Sonuçta bir kamusal alan olarak internet, sosyal becerilerimize uygun yeni iletişim araçları ve bağlantı alanları ile toplumsal hareketler repertuarını değiştirmiş ve sosyal ağlar belki de bu değişikliklerin uygulandığı ve insanların sosyal becerilerinin bir birine uyum sağladığı en yaygın kullanım alanını oluşturmuştur. Bu çalışmaya temel teşkil eden Toplumsal Hareketler Repertuarının Dönüşümü: Fındıklı HES Muhalefeti Örneği yüksek lisans tezinde 164 kişilik örneklem üzerinde anket çalışması yapılmıştır. Fındıklı HES Muhalefeti içerisinde benzer toplumsal hareket örgütlenmelerinde olduğu gibi, facebook grup üyeliği ve internet örgütlenmesine dahil olma arasında bir ilişki bulunmaktadır. Fındıklı HES Muhalefeti internet örgütlenmesine dahil olan 57 kişinin 53’ü (%93) facebook gruplarını kullandıklarını belirtmiştir. İnternet örgütlenmesine dahil olan 53 kişinin 42’si (%79,2) ve internet örgütlenmesine dahil olmayan facebook grubu kullanan katılımcıların 14’dü (%40) facebook iletilerinin dikkat çekme oranını “her zaman” olarak belirtmiştir. İnternet örgütlenmesine katılım ve internet araçlarının kullanım ilişişinin korelasyon analizi sonuçları ise şöyledir; internet örgütlenmesine dahil olan katılımcıların 3 “Arılı Deresine Sahip Çıkalım” videosu eş zamanlı olarak pek çok kişisel facebook hesabı üzerinden de paylaşılmıştır. 140 internet sitesi kullanımı; pozitif ve düşük şiddetli (,276) facebook grup kullanımı; pozitif ve yüksek şiddetli (,576) haber siteleri üzerinden yorum ve tartışma grupları kullanımı; pozitif ve düşük şiddetlidir (,041). Buradan çıkan sonuç Fındıklı HES Muhalefeti içerisinde sosyal ağların kullanımının diğer internet araçlarının kullanımına göre daha yüksek orana sahip olduğudur. Fındıklı HES Muhalefeti açısından bu sonuçlar üzerinden konuşulursa facebook gruplarının, Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı internet araçları içerisinde daha merkezi konumda olduğu görülmektedir. Mantıken bir yerel eksenli toplumsal hareket olarak Fındıklı HES Muhalefeti belirli bir coğrafi sınır içerisinde etkinlik göstermeli ve repertuarının hedef kitlesinde bölge insanı bulunmalıdır. Ancak internetin sınırsızlaştırması ile birlikte yerelden ulusalla, “küreselle” geçiş ucuz ve zahmetsiz hale gelmiştir. Bu doğrultuda Fındıklı HES Muhalefeti Repertuarının etki sınırları da genişlemiş, ulusallaşmıştır. Facebook grup kullanımı coğrafi dağılımı internet sitelerine göre daha geniştir. Haber siteleri üzerinden yorum ve tartışma grupları kullanımında ise internet örgütlenmesine katılım ve coğrafi dağılım açısından fark bulunmaktadır. Haber siteleri üzerinden forum ve tartışma gruplarını kullanan 56 kişiden 21’i (%36) internet örgütlenmesine dahildir ve coğrafi dağılımda 56 kişiden 20’si (%36) Rize ilinde ikamet ederken 36 kişi (%54) diğer şehirlerde yaşamaktadır. Bu durumda yerel eksenli bir toplumsal hareket olan Fındıklı HES Muhalefeti’nin ikincil hedef kitle ile en büyük bağı “haber akışı” aracılığıyla sağlanırken asli hedef kitle, ikincil hedef kitle ayrıştırmasını yoğun ve seyrek yoğunluklu ağlar üzerinden okunması ile facebook gruplarının coğrafi dağılımı (facebook gruplarını kullanan katılımcıların %60’ının Fındıklı’da ikamet ettiği görülmektedir) birbirini destekleyen verilerdir. Bu bağlamda bakıldığında ankete katılanlardan Fındıklı ilçesi ile olan bağlantılarını “HES Muhalefetinden Dolayı Fındıklı’dan Haberdarım” ve “Diğer” seçenekleri ile açıklayanları kesin bir biçimde Fındıklı HES Muhalefetinin ikincil hedef kitlesine yerleştirmek uygundur. Ayrıca “HES Muhalefetinden Dolayı Fındıklı’dan Haberdarım” cevabını veren 29 kişiden 13’ü (%44,8) ve “Diğer” cevabını veren 20 kişiden 7’sinin (%35) Fındıklı HES Muhalefeti facebook gruplarını kullandıklarını belirtmesi yeni iletişim araçlarıyla değişen toplumsal hareketler repertuarının Fındıklı HES Muhalefeti tarafından başarılı bir biçimde uygulandığını göstermektedir. Ayrıca Fındıklı HES Muhalefeti facebook grup örgütlenmesi ve anket katılımcılarının veri paylaşım alanları incelenmiştir. Sonuçlar göstermektedir ki, facebook gruplarını kullanan katılımcıların %86’sı ve facebook gruplarını kullanmayan katılımcıların %14’dü Fındıklı HES Muhalefeti ile ilgili iletileri kişisel facebook sayfalarında paylaşmaktadırlar. “Diğer” ileti paylaşımları istisna tutulduğunda facebook gruplarını kullanan kişiler yoğunlukla Fındıklı HES Muhalefeti iletilerini farklı mecralarda paylaşmaktadırlar. Buradan asli ve ikincil hedef kitleler arasında ki bağlantı daha net görülebilmektedir. Toplumsal Hareketler Repertuarı Merkezi Toplumsal hareketler repertuarı elemanları çok yönlü ve iç içe geçmiştirler. Ancak bir el ilanı ile ulusal medyada yayınlanan yazın aynı kalemde yer almamaktadır. Etki alanı açısından diğer elemanları yönlendiren, merkezde olan araçlar bulunmaktadır ve internet araçları toplumsal hareketler merkezinde kaymaya neden olmuştur. Fındıklı HES Muhalefeti repertuarının tamamının etki alanı incelendiğinde kayma varsayımını destekleyici sonuçlara ulaşılmıştır. Alan çalışmasında katılımcılara yöneltilen, “Sizce Fındıklı HES Muhalefeti’nin kullandığı hangi araç daha etkilidir?” sorusu ile repertuarın merkezi belirlenmeye çalışılmıştır. Anket katılımcılarına göre Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı içerisinde miting ve yürüyüşler (%31,1) en önemli araçtır. İkinci sıradaki ulusal medya (%29,9) ve üçüncü sırada internet araçları ve facebook grupları (%28,7) bulunmaktadır. Etkililik sıralamasındaki ilk üç aracın, 141 oranları arasındaki fark çok azdır. Bu sonuç internet araçlarının Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı içerisinde merkezi bir konumda olduğunu göstermekte ve 2000 sonrası toplumsal hareketler içerisinde repertuar merkezlerinin kaymış olduğu varsayımını desteklemektedir. Fındıklı HES Muhalefeti içerisinde etkililik derecesi yüksek araçların yaş grupları bazında değerlendirmesi göstermektedir ki genç nesil ulusal medya, internet araçları ve facebook gruplarını tercih ederken orta yaş ve üzeri kesim miting ve yürüyüşleri tercih etmektedir. Ters orantılı bu ilişkinin değişikliklere adaptasyonun gençler için daha kolay olması ile ilgisi vardır. Ayrıca orta yaş ve üzeri kesimin internet öncesi dönem toplumsal hareketler repertuarına aşina olmalarından ötürü miting ve yürüyüşleri tercih etmeleri olasıdır. Ulusal medya ise, ulusal sınırlar içerisindeki en güçlü medya kanalı olmasından dolayı her yaştan katılımcının tercihi olmuştur. Bu veriler ile bağlantılı olarak yaş grupları bazında ikamet edilen şehir ve haber kaynağında internet araçlarının kullanımı ilişkisi incelendiğinde, Fındıklı HES Muhalefeti açısından ikincil hedef kitleye dahil olan, Rize dışında ikamet edenlerin ve 18-25 yaş arası katılımcıların yoğun bir biçimde haber kaynağı olarak interneti kullandıkları görülmektedir. İnternettin mekânsal sınırsızlığı ve gençler arasında yaygın kullanımı, sonuç üzerinde destekleyici etki yapmaktadır. Sonuçta biçimde 2000 sonrası toplumsal hareketlerin küreselden yerele veya yerelden küresele transferinin hızlanmış olması da internet araçlarının sunduğu mekânsal sınırsızlığının sonuçları arasındadır. Sonuç “Toplumsal Hareketler Repertuarının Dönüşümü; Fındıklı HES Muhalefeti Örneği” yüksek lisans tezinden yararlanarak oluşturulan bu çalışmada temel varsayım toplumsal hareketler repertuarının gelişen iletişim araçlarını kapsayarak genişlediği ve bu genişlemenin toplumsal hareketler teorisinde değişime yol açtığıdır. Bu doğrultuda 2000 sonrası toplumsal hareketler repertuarı internet ve dijital iletişim araçlarını kapsayarak genişlemiştir. Ancak internet araçları diğer repertuar elemanları ile etkileşimi doğrultusunda, bütün repertuar içerisinde merkezileşmektedir. Buda toplumsal hareketler repertuarı merkezinde kaymaya neden olmaktadır. Bugün toplumsal hareketler rüzgarı yeniden güçlenmektedir. Düz bir çıkarsama ile kapıda paradigmal bir değişimin olduğu da söylenebilir. Bu değişimi anlayabilmek toplumsal hareketlerin topluma ulaşma araçlarını analiz etmekten geçmektedir. Toplumsal hareketler merkezinde, internet araçları merkezileşirken bu araçların sağladığı avantajları ve dezavantajları görmek gerekir. Sonuçta yerel ya da küresel her toplumsal hareket internet araçlarının sunduğu bağlantı noktalarından ve araçlarından faydalanmaktadır. Burada iki olumsuz noktaya değinmeden geçilmemelidir; sanal eylemsellikler gerçek eylemler ile aynı değildir. Sanal rakamların, internet üzerinden katılımların şişirme olabileceği unutulmamalıdır. Bir diğer olumsuz nokta ise Çoban’ın kullandığı kavramsallaştırma ile sosyal ağların panoptikon (2009) bir gözetleme alanı olarak okunabilirliğidir. Ancak yeni kamusallıklar sağlayan internet ve sosyal medya toplumsal ağlara; kendi kendine yayıncılık, gülünç bir biçimde kolay grup kurma, ikincil ve asli hedef kitleler arasında bağlantıyı kolaylaştırma, sınırsız, ucuz, anlık iletim gibi araçlar sağlamakta, bir nevi toplumsal hareketler için geçmişte sahip olmadığı araçları vererek, ona alan açmaktadır. Dolayısı ile internet “doğru” bir dava etrafında toplanan insanların görmezden gelemeyeceği bir toplumsal hareketler repertuarı olarak merkezileşmektedir. 142 Kaynakça Arrighi, G., Hopkins, T. K., ve Wallerstein, I., (2004). Sistem Karşıtı Hareketler, Çev. C. Kanat, B. Somay ve S. Sökmen, İstanbul: Metis, 2. Basım. Gümrükçü, S. B., (2007) Bir Toplumsal Hareketin Doğuşu: Küreselleşme Karşıtı Hareketlerin Türkiye’de Ortaya Çıkışı, Dokuz Eylül Üniversitesi: Yüksek Lisans Tezi, http://www.belgeler.com/blg/152p/bir-toplumsal-hareketin-dogusu-kuresellesme-karsitihareketlerin-turkiye-de-ortaya-cikisi-the-rise-of-a-social-movement-the-emergence-ofantiglobalisation-movements-in-turkey adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 13 Aralık 2011). Le Bon, G., (1896). The Crowd: A Study of the Popular Mind, New York: The Macmillan. Melucci, A., (1999). “Çağdaş Hareketlerin Sembolik Meydan Okuması”, Yeni Sosyal Hareketler, İstanbul: Kaknüs. s. 81-88 Noelle- Neumann, E., (1998). Kamuoyu Suskunluk Sarmalının Keşfi, Çev. Murat Özkök, Ankara: Dost. Oral, B., (2005) İnternet ve Eğitim, İnternet ve Toplum, Ankara: Anı. Çetinkaya, Y. D., (2008). Tarih ve Kuram Arasında Toplumsal Hareketler, Toplumsal Hareketler Tarih, Teori ve Deneyim, Der. Y. Doğan Çetinkaya, İstanbul: İletişim. s.15-65 Çoban, B., (2009). Yeni Panoptikon, Gözün İktidarı ve Facebook, Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, http://independent.academia.edu/bariscoban/Papers/613980/ Yeni_Panoptikon_Gozun_Iktidari_ ve_Facebook adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 07 Aralık 2011). Çorakçı, E., (2008). Modern ve Postmodern Kimlikler Bağlamında Yeni Toplumsal Hareketler, Gazi Üniversitesi: Tez, http://www.belgeler.com/blg/1b5r/modern-vepostmodern-kimlikler-baglaminda-yeni-toplumsal-hareketler-new-social-movement -incontext-of-modern-and-postmodern-identities adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 12 Kasım 2011). Eisenstein, E. (2010). Okuma Kamusunun Yükselişi, İletişim Tarihi Teknoloji-KültürToplum, Ed. David Crowley ve Paul Heyer, Çev; Berkay Ersöz, Ankara: Phonix. S.148-160 Ergün, F. S., (2005). “İnternet ve Hukuk”, İnternet ve Toplum, Ed. Ahmet Tarcan, Ankara; Anı. Coelho, P., (2008). The Winner Stands Alone, Çev. Margaret Jull Costa, London: Harper. Çayır, K., (1999). Toplumsal Sahnenin Yeni Aktörleri: Yeni Sosyal Hareketler, Yeni Sosyal Hareketler, içinde İstanbul: Kaknüs. s.13-16 Shirky, C., (2010). Herkes Örgüt İnternet Gruplarının Gücü, Çev. Pınar Şiraz, İstanbul: Optimist. Şendeniz, Ö., (2012). Toplumsal Hareketler Repertuarının Dönüşümü: Fındıklı HES Muhalefeti Örneği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Bölümü. Şener, G., (2006). Küresel Kapitalizmin Yeni Kamusal Alanı Olarak İnternet: Yeni Toplumsal Hareketlerin İnterneti Kullanımı, Marmara Üniversitesi: Doktora Tezi, http://www.belgeler.com/blg/14u7/kuresel-kapitalizmin-yeni-kamusal-alani-olarak-int ernetyeni-toplumsal-hareketlerin-interneti-kullanimi-internet-as-a-new-public-sphere-in-the-age- 143 of-global-capitalism-the-use-of-internet-by-new-social-movements (Erişim Tarihi 20 Kasım 2011). adresinden alınmıştır Thompson, J. B., (2010). Haber Ticareti, İletişim Tarihi Teknoloji-Kültür-Toplum, David Crowley ve Paul Heyer (der.) Çev. Berkay Ersöz, içinde, Ankara: Phonix. 174-179. Tilly, C., (2008). Toplumsal Hareketler, İstanbul: Babil. Uluç, G., (2008) Küreselleşen Medya:uj İktidar ve Mücadele Alanı –Olanaklar-SorunlarTartışmalar, İstanbul: Anahtar, 2. Basım. “Fındıklı” http://www.rizeozelidare.gov.tr/default_B0.aspx?content=361 alınmıştır (Erişim Tarihi 16.02.2013). adresinden Rize İli, Fındıklı İlçesi, İlçemiz Hakkında Tanıtıcı Bilgiler http://www.lazibore.com / findiklitanitim.asp adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 16.02.2013). “Sosyal ve Ekonomik Durumu” http://www.findikli.bel.tr/Ilcemiz/Sosyal-ve-EkonomikDurumu-619.html adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 16.02.2013). 144 Türkiye’de Gazetecilik Mesleğine İlişkin Örgütlenmeler (1908-1938) Tahir Olcay Kıraç Giriş Basın, varlık nedeni olarak bağımsızlığını korumak için tarihsel süreçte pek çok yönteme başvurmuştur. Mesleki örgütlenmelerin de bu yöntemlerden biri olduğu söylenebilir. Türkiye’de basın sektöründeki ilk örgütlenme, yüzyıldan biraz daha uzun bir süre önce başlamıştır. Ancak “mesleki örgütlenmelerin bu yöntemlerden biri olduğu” varsayımı, tarihsel olarak cumhuriyet öncesi-sonrası Türkiye’sinde Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin ortaya çıkışındaki toplumsal koşullar ve bu örgütlenmeyi tetikleyen gelişmeler ayrıntılı biçimde irdelenerek sınanmalıdır. Burada sorulması gereken soru, sözü edilen bu örgütlenme girişiminin ne ölçüde “özgül” yani güç-iktidar ilişkilerinden yalıtık olduğudur. O tarihte basın, varlık nedeni olan bağımsızlığını korumak için mi örgütlenmiştir? Yoksa aslında kendi varlığını, varoluşunu dayandırdığı “özgül çıkarlarını sürdürmek için iktidara eklemlenmek isteyen bir basın örgütlenmesiyle -bütünü temsil etmeye soyunan- mi karşı karşıyayız? Çalışma bu soruların ardından giderek toplumsal kuramlar ışığında Türkiye basınındaki ilk örgütlenmeyi, Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ni ele almaktadır. Araştırma, doğal olarak bu dönemle sınırlı kalmayarak tarihsel bir perspektifte, konuya ilişkin belgelerden, tanıklıklardan ve dönemin gazetelerindeki haber ve yazılardan hareket edilerek toplumsal-siyasal değişimler sürecinde Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin biçimlenmesinde hangi dinamiklerin, gelişmelerin, kararların rol oynadığını; kısaca basıniktidar-toplum ilişkilerinin tarihsel-toplumsal dinamiklerini ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu sayede basın-iktidar-toplum ilişkilerine tarihsel bir akış olarak bakan yaklaşımlara da bir yanıt oluşturmak hedeflenmektedir. Daha sonra ise Osmanlı Matbuat Cemiyeti bağlamında basın-iktidar ilişkileri değerlendirilecek, Türk basınındaki kırılmalar ve uzlaşmalar, tarihsel süreç içinde ele alınarak siyasal gelişmeler ve bu gelişmelerin Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ni biçimlendirici “etkisinin” sınırlılıklarını değerlendirme olanağı sağlayacak toplumsal-tarihsel bir zemin, daha doğrusu bir artalan bilgisi oluşturulmaya çalışılacaktır. Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye Girişimi Makedonya’daki ayrılıkçı hareketlerin çoğalması ile birlikte Manastır’da gelişen olaylar, 23 Temmuz günü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin meşrutiyeti ilan etmesiyle yeni bir boyut kazanmıştır (Akşin, 2001: 112). Bir gün sonra ise II. Abdülhamit ülke genelinde meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmış ve Kanunu Esasi’ye1 dönülmüştür. 1 1876’da Abdülaziz tahttan indirilmiş ve yerine V. Murat geçmiştir. 3 Ay sonra da onun yerine II. Abdülhamit geçmiş ve 23 Aralık 1876’da ilk anayasa olan Kanunu Esasi ilan edilmiştir. Böylece Osmanlı topraklarında meşruti dönem başlamıştır. Yaklaşık bir yıl sonra ise II. Abdülhamit, Ruslarla devam eden savaşı öne sürerek sıkıyönetim ilan etmiş ve istibdat dönemi başlamıştır (İnuğur, 1993: 254-256). 145 Hürriyetin ilanına giden yolda gazeteler, fikrî temellerin hazırlanması gibi kritik bir görev üstlenmiştir. Basına böylesi önemli bir görev yüklenmesinin gerisindeki düşünsel yapı, basının kamuoyu yaratılmasındaki etkisi olarak öne çıkmaktadır. Osmanlı aydınlarının, gazetelerin bu işlevini güçlü biçimde kavrayıp kullandıkları görülmektedir. Nitekim İnalcık, (5) meşrutiyet için çalışanların elindeki en önemli aracın gazeteler olduğuna değinmektedir2. Hürriyetin ilanı olarak da anılan bu dönem Osmanlı topraklarında görülmemiş bir basın yayın hareketliliğinin yaşanmasına neden olmuştur. Anayasal düzenlemeye dönüşün, sansürün tamamen ortadan kalkması ve özgür bir gazetecilik için uygun bir iklim olarak anlaşıldığı açıktır. Keza gazeteciler adeta bayram havası içinde bu özgürlük rüzgârından paylarını almak için hemen bir araya gelmişlerdir (Yalman, 1970: 62). Gazeteciler, lokantanın bahçesinde ayaküstü bir takım kararlar almış ve hemen matbaaların yolunu tutmuştur. İstibdat sona erdiğine göre artık özgür gazeteciliğin önünde engel kalmamıştır. Bunun üzerine gazetelere gelen sansür memurlarına “artık sansürün kalktığını, gazete sansürlemenin suç” olduğunu söylemişlerdir (Yalman, 1970: 62). Böylece ilk kez gazeteler sansürsüz olarak yayınlanmıştır. O gün toplanarak Cemiyet tüzüğünü de belirleyen gazeteciler, genel kurulu toplayamadıkları için bu önemli girişim resmi bir nitelik kazanamamıştır (Benice, 1966: 7-8). Bu dönemde fikir beyan etmek öyle önemli hale gelmiştir ki pek çok kişi gazeteciliğin aynı zamanda belli bir maddi altyapı gerektirdiğini de unutarak bu işe girişmiş, doğal olarak da çoğu girişim uzun soluklu olamamıştır (Koloğlu, 1992: 144). İskit, (142) buradaki temel motivasyonun, “halkı uyandırıcı yayın” yapma gayesi olduğundan bahsederken, Ahmed Emin Yalman (62) ise durumu “fikir beyan etmek bir salgın halini almıştı” sözleriyle özetlemektedir. Ahmet İhsan Tokgöz (152-153) de “basın patlamasını çok tuhaf” bulduğunu kaydetmektedir. Tokgöz’ün bu tespiti aslında dönemin basın yapısı hakkında fikir vermesi açısından değerlidir. Çünkü basın-iktidar bağlılaşmasının dolaysız biçimde ortaya çıktığını birinci elden söylemektedir. Kaldı ki gücünü siyasi bir kaynaktan alan bir gazete ayakta kalıyorsa bu siyasi gücün, iktidarda bulunanların siyasi görüşü üzerine temellendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sonucu ne olursa olsun, gazetecilerin hürriyetin ilanını bile haber vermeden önce mesleki bir örgütlenmeye gitme çabası dikkate değer bir atılımdır ve basın-iktidar ilişkisinde zor’un niteliği konusunda önemli bir göstergedir. O döneme ilişkin yapılan araştırmalarda, hürriyetin ilanını takip eden günlerde yapılan yayınların “halkı uyandırıcı” şeklinde tanımlanıyor olması, en azından başında bu örgütlenmenin, gazetelerin varlık nedeni olan bağımsızlıklarını elde etme amacı ile kurulmaya çalışıldığını düşündürebilir. Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye’ye, azınlıkları temsil eden gazetelerin de dâhil edilmeleri (Aydın, 2007: 558) ve ayrılmaları durumunda yerlerine yine aynı şekilde temsili sağlayacak bir başkasının seçilmesi de bu gayenin var olduğunu doğrular gibi görünmektedir. Ancak, yalnızca gazetelerin temsil ettiği siyasi gruplar açısından bir değerlendirme yapıldığında bile bu yaklaşımın yanlış olduğu görülecektir. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte gazete sayılarında 8-10 kata varan artışların yaşanması basın özgürlüğü taleplerinin karşılandığını göstermek açısından yeterli bir dayanak noktası sağlamamaktadır. Çünkü öncelikle göz önünde bulundurulması gereken nokta, söz konusu dönemde fiili bir iktidarsızlık (İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin denetleme iktidarı olarak da tanımlanan) yaşanmakta olduğudur (Akşin, 2001: 126). Dönemde yayınını sürdüren ya da yayın hayatına 2 İnalcık (2010: 5) basının önemine vurgu yaparken, onun bugün de kamuoyu yaratmada en önemli araç olduğu görüşünü dile getirmektedir. Bu görüşüne uygun olarak 1861’de ilk Türk gazetesinin çıkışını düşünsel bir devrim olarak nitelemektedir. Ona göre, batılılaşma hareketi ilk olarak bu özel gazetelerde tartışılmış ve bu sayede Jön Türklerin kontrolündeki gazeteler, hürriyetin ilanına giden yolda en önemli kurumsal yapı olarak öne çıkmıştır. 146 yeni başlayan gazetelerin tamamına yakını ya saray ya da artık iyice güçlenmeye başlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sözcülüğünü yapar konumdadır. Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye’nin üyeleri açısından yapılacak bir değerlendirme de basın-iktidar ilişkisini birebir yansıtacak bir oluşum göstermekte olduğudur. Hüseyin Cahit Yalçın, Abdullah Zühtü ve Ahmed Emin Yalman gibi isimlerin yanı sıra meşrutiyetin ilanının ardından yurda dönerek mesleklerini sürdürme olanağı bulan gazetecilerin büyük bölümü Jön Türkler hareketi içinde yer almışlardır. Meşrutiyetin ilanına giden yolda bu hareketin motoru olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile organik bir bağları olduğu hemen görülmektedir. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdeğini oluşturan grubun asker kökenli oluşu ve iktidarı devralışının ardından gazetelerde yazmaya devam eden subayların oluşu da bu organik ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Keza Cemiyet içinde temsil edilen gayrimüslimlere ait gazetelerin sahiplerinin de Jön Türkler hareketinin başlangıcında onlara maddi yardım sağladığı bilinmektedir (Zürcher, 2005: 38)3. Öyleyse bu dönemde aslında Meşrutiyet rejiminde basın özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir. Burada söz konusu olan en fazla filli iktidarsızlık dönemi için geçerli olan kısmi bir özgürlüktür ve aslında basınla iktidar arasındaki marazi bir ilişki varlığını sürdürmektedir. Dönemin gazetelerinde, basının içinde bulunduğu duruma ilişkin olarak kaleme alınan yazılar, genel olarak, gazetecilik mesleğinin ilkeleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Özellikle eleştiri dozunun arttığına ilişkin şikâyetler ve yorumda sınır tanımayan çeşit ve bolluktaki gazetelerde şahsi fikirlerin kamuoyunun fikri gibi sunulmak istendiğine yönelik eleştiriler de göze çarpmaktadır. Servet-i Fünun’un 31 Ağustos 1908 tarihinde yayınlanan başmakalesi tamamen bu konuya ayrılmış ve “şahsiyat” diye tanımlanan kişisel düşüncelerin kamunun fikriymiş gibi sunulması kıyasıya eleştirilmiştir (Yalçın, 1908c). Hüseyin Cahit Yalçın tarafından kaleme alınan bir makalede, şahsiyat kavramının nasıl ele alınacağı ve bunun gazetecilik pratikleri açısından nasıl anlaşılması gerektiğini açıklanmaya çalışılmaktadır (Yalçın, 1908a). Daha sonra yine Hüseyin Cahit Yalçın tarafından kaleme alınan bir başka yazı ise, Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye’nin kuruluş amaçlarından bir tanesini de basın özgürlüklerini sınırlamak olarak belirtmektedir (Yalçın, 1908b). Cahit’e göre basın özgürlükleri sınırsız değildir ve kontrolsüz olduğu takdirde suiistimal edilebilecek bir güç olduğundan sınırlandırılması gerekmektedir. Hüseyin Cahit, Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye’nin kuruluş amacını işte bu “kontrolsüz olduğu takdirde istibdada yol açabilecek” gücü sınırlamak olarak anlatmaktadır. Cemiyet de bu sınırlamaları belirleyecek olan iktidar unsuru olacaktır. Cahit, basının sınırlandırılması için önceliğin yasal düzenlemelerde olduğunu söylese de basın özgürlüğü açısından sıkıntı yaratmayacak bir yasal düzenlemenin mümkün olmadığını belirterek, basını denetleyerek sınırlandırma görevinin “kamuoyuna” verilmesi gerektiğini belirtmektedir (Yalçın, 1908b). Kamuoyu adına bu işi üstlenecek mekanizma ise “cemiyet”tir ve cemiyet içinde oluşturulacaktır. Burada cemiyetin kurulmasında önderlik rolü üstlenen dönemin önemli gazetecilerin özdenetim mekanizmaları kurmak gayreti içinde oldukları açıkça görülmektedir. Bu da aslında siyasal iktidara yakınlaşmak için atılacak bir adımın hazırlığı olarak değerlendirilmelidir. 1917 Yılında resmiyet kazanan Cemiyet tüzüğünün son maddesine göre Cemiyet kimlerin gazeteci sayılacağına ilişkin belirleyici bir rol talep etmektedir (Matbuat Kulübü Nizamnamesi, 1919). Ayrıca yine gazetelerdeki tartışmalardan anlaşıldığı kadarıyla basının iktidardan bağımsız olarak kendi içinde bir özdenetim kurması gerektiği fikri yine bu yapılanma içinde kabul görmüş bir düşünce olarak belirmektedir. Başka bir deyişle burada temel motivasyonun, basın özgürlüklerinden doğabilecek sıkıntıları önlemek değil, sansür 3 Zürcher, (38) bunu belirtmekle birlikte, İstanbul Yahudilerinin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yardımlarını daha çok Osmanlıcılık çerçevesinde görülmesi ve abartılmaması gerektiğini de vurgulamaktadır. 147 mekanizmasının kurulması ile bu mekanizmaya dönük çerçevenin belirlenmesinde söz sahibi olabilmek için siyasal iktidara yakınlaşmak arzusu olduğu görülmektedir. Ahmet Emin Yalman’ın (85) kendi çalıştığı gazete de dâhil olmak üzere pek çok yayın organının yabancılardan para yardımı aldıklarını anılarında belirtmesi, temelde bir gazetenin varlığını sürdürebilmesinin, iktidar ile ilişkisinin niteliğinde yattığını göstermesi açısından dikkat edilmesi gereken konulardan bir diğeridir. Söz konusu gazetelerin yalnızca satışlardan gelecek para ile çıkarılmasının güçlüğü bir yana, İttihat ve Terakki Cemiyeti hükümeti nezdinde prestiji olan yabancı güçlerden para yardımı alarak varlıklarını sürdürme yoluna gittikleri açıktır. Ancak burada ana amacın iktidardan bağımsızlık için bir ekonomik destek aramak olduğu elbette ki söylenemez. Tam tersine Yalman’ın da ifade ettiği gibi gazetelerin duruma göre yabancı sermaye kaynağını seçtiği görülmektedir. Buradan da o dönemde hangi yabancı devletin iktidarla arası iyi ise sözünün daha çok geçtiği ve onun tercih edildiği şeklinde bir çıkarım yapmak yerinde olacaktır. Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin Kuruluşu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarda olduğu dönemde basına karşı yaklaşımı, kendinden önceki iktidarla benzer biçimde işlevsel-araçsal olmaktan öteye gitmemiştir. 31 Mart olayı gibi siyasal anlamda önemli sonuçlar veren olaylar da muhalefeti susturmaya yönelik girişimler için iyi bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. 1909 Matbuat Kanunu ve daha sonra bu kanunda yapılan değişikliler, Kanuni Esasi’de yapılan değişiklikler hep basının aleyhine düzenlemeler olarak hayata geçirilmiştir (İskit, 1943). Öyle ki basına yönelik bu baskılar gazeteci cinayetlerine kadar varmış ve Ahmet Samim’le başlayan suikastlarda çok sayıda gazeteci yaşamını yitirmiştir (Topuz, 2003; Kabacalı, 1990). Meşrutiyet dönemindeki kısa özgürlük dalgasının ardından gelen baskı ve sansür dönemine dünyayı kasıp kavuran savaş da eklenince gazeteciler, bir çatı örgütü altında toplanma arzuları ertelemek zorunda kalmışlardır. Ancak ironik bir biçimde bu çatı örgütünün kurulmasını tetikleyen olay da yine savaşın kendisi olarak öne çıkmaktadır. Alman Gazeteciler Birliği’nin, I. Dünya Savaşı’nın Almanya için sıkıntılı döneminin başladığı 1917 yılında sadık müttefikleri Osmanlı Devleti’nden gazetecileri cephe gezisine davet etmeye karar verdiği görülmektedir (Benice, 1966: 8). Ancak Alman Gazeteciler Birliği, Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren gazeteleri temsil edecek nitelikte bir muhatap bulamamaktan dolayı duydukları hoşnutsuzluk Alman Büyükelçiliği ve oradan da Hariciye Nezareti’ne ulaşmıştır (Aydın, 2007: 563). Bunun üzerine yeniden bir araya gelen Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye üyeleri, hükümetin de desteğini alarak Cemiyet’e yasal statü kazandırmayı başarmıştır. Hızlıca bir araya gelen gazeteciler, Şeyh-ül muharririn Mahmut Sadık önderliğinde Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ni kurarak geçici bir yönetim kurulu oluşturmuştur (İnuğur, 2002: 106). Bu toplantıda alınan kararlar gereği oluşturulan geçici yönetim kurulunu başkanlığına Mahmut Sadık seçilirken, Yunus Nadi ikinci başkan, Ahmet Emin de genel sekreterliğe getirilmiştir. İnuğur’un (106) aktardığına göre Cemiyet ilk kongresini 15 Şubat 1917’de Beyoğlu’ndaki Galatasaraylılar Yurdu’nda toplamış, kongre başkanlığına Halit Ziya, sekreterliklere de Hüseyin Ragıp ve İsmail Suphi getirilmiştir. 1921 yılında yayınlanan Cemiyet tüzüğünde ise kuruluş tarihi 25 Haziran 1917 olarak verilmektedir. Kongrede oluşan yönetim kurulunda Hüseyin Cahit’in başkanlığına getirildiği görülmektedir. Genel sekreterliği Ahmet Emin üstlenirken yönetim kurulu ise Yunus Nadi, Mahmut Sadık, Celal Nuri, Ahmet Ağaoğlu, Muhittin, Hüseyin Ragıp, Enis Tahsin, Kazım Şinasi, İsmail Müştak, Davit Fresko, Hüseyin Tosun, Keçeran ve Margaritis’ten oluşmuştur. 148 Bu yönetim kurulunun yapısının, 1908 yılındaki ilk yönetim kurulu ile hemen hemen aynı olduğu ilk bakışta görülmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı topraklarındaki iktidarını tam olarak pekiştirdiği ve Almanya ile ilişkilerin doruk noktasına çıktığı bu dönemde kurulan derneğin de İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı ile uzlaşmayı sağlayabilecek isimlerden oluştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Neticede Alman Basın Birliği, Türk meslektaşlarını cepheye davet ederek gelişmeleri yerinde izleme olanağını müttefiklerine sunmak ihtiyacı hissetmiş ve bu arzu Türk basınındaki ilk meslek örgütünün meşru bir zemine kavuşmasını sağlamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, gönüllü olarak yer aldığı savaşta kendi kararını meşrulaştıracak bu girişimin somut adımı niteliğindeki çatı örgütünün kuruluş çalışmalarına açık destek vermiştir. Bu girişim bile tek başına meslek örgütünün kuruluşunda, örgütün kendi varlığını teminat altına almak ya da siyasi iktidar karşısında belli bir bağımsızlık elde etmek gibi bir amaç olmadığını söylemek için yeterli veriyi sunmaktadır. 9 Yıl boyunca siyasi iktidarın kendi karşısında örgütlü bir basın istememesi nedeniyle kurulamayan Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin, iktidar çağrısı ve desteği ile bir ay gibi kısa bir süre içinde kurulması ve kongresini yaparak kurumsal bir çatı örgüt haline gelmesi bu görüşü desteklemektedir. Meşrutiyetin ilanının ardından, İttihat ve Terakki Cemiyeti kendi görüşlerini yansıttığı sürece gazetelerin varlığını ve sayılarının artışını desteklese de, karşısında muhalefeti yükseltebilecek nitelikte örgütlü bir basın istememiştir. Bu da meslek örgütü girişiminin kısa süre içinde sönümlenerek ertelenmesine yol açmıştır. 1917 Yılına gelindiğinde ise bu kez iktidar örgütlü bir basından yana tavır koymuştur. Bekleneceği üzere de Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin, kendi güdümünde bir yapılanma olması ön şartını yerine getirmesi bu süreci hızlandırmıştır. Baskı ve sansür altında gazetecilik mesleğini iktidarın izin verdiği ölçü ve alanlarda yapabilen basın da kendi üzerine düşeni yaparak, iktidar ile uzlaşma şansı yakaladığı anda bunu kullanmış ve çatı örgütünü kurarak, Türkiye basın tarihindeki ilk kurumsal meslek örgütlenmesini oluşturmuştur. Bununla birlikte basın tarihi araştırmaları yapan yazarların önemli bölümü aksini söylese de Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin kurulmasına neden olan davete icabet edilememiştir. Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin Heyet-i Merkeziyesi’nin 1918 Yılı Faaliyet Raporu (13-14) bu seyahatin yapılamadığını ortaya koymaktadır. Aslında cepheden haber veren bir gazeteci vardır ancak bu seyahat Cemiyet’in kuruluşundan 2 yıl kadar önceye dayanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa girmesinin ardından Alman hükümeti, Osmanlı basınından bir gazetecinin de cephede bulunmasını talep etmiştir. Ahmet Emin Yalman’ın (220) aktardığına göre Almanca bildiği için kendisi bu göreve seçilmiştir. Yalman, kendisine tevdi edilen bu görev nedeniyle heyecanlıdır ve aslında hiç yapılmamış bir röportajı yazmaya itiraz etmek bir yana büyük bir sevinçle kabul etmiştir. Üstelik bu sahte röportaj gazetede yayınlanmıştır. Yayınlandıktan sonra başka gazetelerin de hakkında yorumlarda bulunduğu bu mülakat aslında Ahmet Emin (Yalman) Bey’i sınav amacı taşımaktadır. Enver Paşa yazıyı beğenmiş ve Ahmet (Emin Yalman) Bey’i Almanya’ya göndermeye karar vermiştir (Yalman, 1970: 221). Ahmet Emin (Yalman) Bey de, Almanların deyimi ile “silah kardeşi” olarak, anılarında da oldukça uzun bir yer ayırdığı cephe haberlerini yazarken, Türk basın tarihinin belki de ilk “iliştirilmiş gazetecilik”4 örneğini, I. Dünya Savaşı’nda Alman siperlerinde vermiştir. 4 İliştirilmiş gazetecilik (embedded journalism) kavramı 2003 yılında Koalisyon güçlerinin Irak’ı işgali sırasında geliştirilen bir kavramdır. İşgal güçleri, güvenlik gerekçesi ile savaş hattında çalışmak isteyen gazetecilere koalisyon güçlerine akreditasyon şartı getirmişlerdi. Buna göre cephede savaşacak gazeteci, koalisyon güçlerinin yanında ve güvenlikleri gerekçesiyle onların için verdiği bölgelerde görev yapabilecekti. Aynı zamanda yazacağı haberlerde de koalisyon güçlerinin hayatını ve harekâtın bir bölümünü ya da tamamına tehlikeye atmaması gerekiyordu. Ancak bu uygulama, hem iliştirilmiş gazetecilerin ABD ordusu tarafından belirleniyor olması, hem 149 Seyahat gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, Cemiyet yasal bir dernek olarak Türk basın tarihindeki yerini almıştır ve tarihindeki en faal dönemini de kuruluşunu izleyen bir kaç yıl içinde yaşamıştır. Faaliyet açısından yoğun olan bu döneme ilişkin belgeler yok denecek kadar azdır. Ancak kısıtlı da olsa ulaşılan belgelerde Cemiyet’in o dönemde sıkıntısı iyice artan gazete kâğıdı dağıtım işini üstlendiği görülmektedir (Osmanlı Matbuat Cemiyeti Heyet-i Merkeziyesinin 1918 Yılı Faaliyet Raporu, 1918: 5). Kısıtlı miktardaki kağıdın dağıtım işinin Cemiyet’e verilmiş olması da yine Cemiyet’in iktidar ile ilişkisinde hiyerarşik bir düzenin varlığına işaret etmektedir. Cemiyet’in kâğıdı vereceği basın kuruluşunu iktidar adına seçiyor olması gibi bir durumun kolayca ortaya çıkabileceği varsayılmalıdır. Kötü niyet öngörülemeyeceği ve kanıtlanamayacağı için böyle yapılıp yapılmadığı, iktidarın suyuna giden gazetelere mi kâğıt sağlandığı belirlenemese de, bu mekanizma başlı başına marazi bir ilişkinin varlığını doğrular niteliktedir. Nitekim Cemiyet tüzüğünün bazı maddeleri, Cemiyet’in açıkça iktidar adına basını kontrol altında tutma amacını ortaya koymaktadır5. Cemiyet’in 1917 yılındaki kuruluşundan mütareke dönemine kadar oldukça faal bir dönem geçirdiği görülmektedir. Başta kağıt dağıtım işinin üstlenilmesi gibi çeşitli faaliyetlerin Cemiyet tarafından gerçekleştirilmesi, aynı zamanda iktidar nezdinde de Cemiyet’in arzu ettiği yeri aldığını göstermektedir. Mütarekenin ardından İttihat ve Terakki Cemiyet’i iktidarının son bulması, Cemiyet açısından da durumu ciddi biçimde değiştirmiştir. Ortaya çıkan iktidar boşluğu dönemi, Cemiyet’i de etkilemiş görünmektedir. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Osmanlı Matbuat Cemiyeti üyelerinin takındığı tavır, tipik “uzlaşmacı” tavrı yansıtmaktadır. Gazetecilerin yeni siyasi ortama ayak uydurmalarının ise fazla vakit almadığı görülmektedir. Cemiyet, üçüncü kongresini vaktinden önce, Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan bir ay sonra gerçekleştirmiştir. Bu davranışın ardında büyük bir olasılıkla ortaya çıkan yeni siyasi durumu analiz etmek ve bu yeni duruma ayak uydurmak için nasıl bir yol izleneceğini belirlemek düşüncesi yatmaktadır. Cemiyet, yönetim kurulunu yenileyerek değişmekte olan iktidar dengelerine kendini uyarlama yolunu seçmiştir. Savaşın sona ermesinin ardından ortaya çıkan iktidar boşluğundan etkilenen Cemiyet’in de bir boşluğa düştüğünü söylemek mümkündür. Fiili işgal ortamı içinde Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ne mensup gazetecilerin önemli bir kısmının 4 Aralık 1918’de kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti’ne de üye olduğu görülmektedir (Topuz, 2003: 98). Mütareke yani bırakışma, savaşan taraflar için silahların bırakılması anlamına gelirken, basın dünyası içinde de sanki kalemlerin bırakılması gibi bir anlam kazanmıştır. Dernek üyeleri, İngiliz hükümetine bir mektup göndererek Amerikan mandası için aracılık edilmesi teklifinde bulunmuştur (Topuz, 2003: 99). 22 Ağustos 1919’da Vakit’te Ahmet Emin imzası ile yayımlanan başyazıda, Osmanlı’nın bağımsızlığının kesin olarak sağlanabilmesi için belirli bir süre Amerikan mandasına geçilmesi gerektiği vurgulanmaktadır (Emin, 1919). Cemiyet, bu girişim ile mandacı akıma katılmakla kalmayıp, bir anlamda onun yol göstericiliğine de soyunmuştur. İktidar boşluğu içinde kendine bir alan açma çabası içinde olan Cemiyet, kendi varlığını korumak için Amerikan mandasını kabul etmeye meyilli duran Saray’a, ihtiyacı olan akıl hocasının var olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bunu da gerek yayınları, gerekse mandacı akım içinde üstlendiği aktif rol ile göstermeye çalışmaktadır. Bu çabalarına karşılık Cemiyet’in arzu ettiği ilişkileri kurmayı başardığını söylemek zordur. Amerikan mandası istemekteki temel amaç orta vadede tam bağımsızlığı sağlayacak bir güce geçici olarak yaslanmak şeklinde algılanmaktaydı. Bunun da İstanbul’u işgal etmiş olan ve başını de savaş hattından gelen haberlerin denetleniyor olması nedeniyle 21. yüzyıl’daki en kapsamlı sansür mekanizmalarından biri olarak kabul edilmiştir. 5 Tüzüğün tam metni için bkz. Tarık Zafer Tunaya, 1998: 512-515. 150 İngiltere’nin çektiği Avrupalı devletlerin emperyalist amaçları ile bir çatışma yaratması kaçınılmazdır. Nitekim mütarekenin ilerleyen günlerinde işgal güçlerinin basına uyguladığı sansür ile Cemiyet’in iyice güçsüzleştiği görülmektedir. Bir anlamda Cemiyet yanlış ata oynamış ve kaybetmiştir. Mütareke dönemi de daha önceki dönemlerden farksız olarak sansürün ağır olarak yaşandığı başka bir dönem olarak göze çarpmaktadır. Hükümet sansürünün yanında işgalci sansürü o kadar ağır boyutlara ulaşmıştır ki bazı gazeteler sayfalarında boş sütunlarla yayımlanmıştır (Sertel, 1977: 74). Pek çok gazete kapatılmış ve gazeteciler de yazdıkları yüzünden sürgüne gönderilmiştir. Bunun sonucunda basın etkisizleşmiş, işlevini büyük ölçüde yitirmiştir. Milli Mücadele Dönemi İzmir’in Yunan askerlerince işgal edilmesi, tarihin akışında çok önemli bir kırılma yaratmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıkarak başlattıkları Milli Mücadele’de basının yapısını üç parçalı olarak değerlendirmek mümkündür. Birincisi Milli Mücadele yanlısı gazeteler, ikincisi Milli Mücadele karşıtı gazeteler ve üçüncü ve en büyük grup ise tarafsız kalmaya çalışan gazetelerdir. Bu üç akımın da Osmanlı Matbuat Cemiyeti çatısı altında temsil ediliyor olması önemlidir. Cemiyet bir yandan Ankara hükümeti ile ilişkilerini sıcak tutmaya çalışmakta ve Milli Mücadele’ye destek vermekte bir yandan da İstanbul’da sarayı ve dolayısıyla işgal güçlerini kızdırmamaya çalışmaktadır. Cemiyet’in tutumu ayakta kalabilmek için tüm iktidar grupları ile uzlaşabilmeyi sağlayacak bir yol arayışından geçiyor gibi görünmektedir. Temel olarak o dönemde ortaya çıkan iktidar boşluğunda, Cemiyet’in de boşluğa düştüğü söylenebilir. İstanbul ve Ankara’da temsil edilen iki ayrı iktidar odağının varlığı, başkentteki fiili işgal, Yunan birliklerinin Anadolu’daki ilerleyişi gibi gelişmeler ele alındığında, Cemiyet’in tüm bu dönüşümlere karşı nasıl tepki vereceğini tam olarak belirleyemediği görülmektedir. Bunun yerine Cemiyet’e aidiyet duygusunu artıracak adımlar atılmak istenmiş, bir anlamda varlığını sağlama alma amacı ile yekpare bir görüntü verilmesi hedeflenmiştir. Osmanlı Matbuat Cemiyeti, Milli Mücadele dönemiyle birlikte hızla değişen siyasal iklime aynı ölçüde hızlı bir şekilde uyum yeteneği kazandığını göstermiştir. 30 Mayıs 1919 Tarihinde toplanan kongrede Velid Ebüzziya başkanlığa seçilmiş ve ismini Türk Matbuat Cemiyeti olarak değiştirmiştir. Benice’ye göre (9) bu tutum, milli kurtuluş için savaşların yanında aynı bayrak altında yer alarak Türk basın tarihinde “şerefli” bir sayfa açılmıştır. Bununla birlikte İstanbul’da faaliyet gösteren bu gazetecilerin büyük bölümünün Malta’ya sürülmesi ile birlikte Cemiyet, etkinliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Cemiyet, 8 Nisan 1921 tarihinde yeni bir kongre yaparak adını Matbuat Cemiyeti olarak değiştirmiştir. Cemiyetin adındaki “Osmanlı” ifadesinin kaldırılması yeni ulusalcı akıma verilen bir mesaj olarak algılanabilir. Hilafetçi ya da İttihatçı damgası yiyerek iktidarı eline almakta olan yeni hareket tarafından dışlanmak istemeyen Cemiyet, Osmanlıcı görüntüsünden kurtulmak için öncelikli olarak ismindeki bu ibareyi kaldırmayı uygun görmüştür. Kongreye sunulan mazbatada, Cemiyet’in kendini nasıl tanımladığı konusuna da yer verilmiştir. Buna göre Cemiyet, tüm gazeteci cemiyetlerini birleştirdiğine göre bir “lig”, gazeteci maddi ve manevi haklarını aradığına göre bir “sendika” ve üyelerinin toplu bir hayat verecek bir teşkilat kurması nedeniyle de bir “kulüp” olarak tanımlanmaktadır (Matbuat Cemiyeti, 1921). Ayrıca matbuat kulübünün yanı sıra bir yardımlaşma sandığı kurulması da karara bağlanmıştır. Bu girişimler, Cemiyet’e aidiyet duygusunun sağlanması ve bağlılığın artırılmasına yönelik girişimlerdir. Tüzüğe mesleki pratiklere ve sosyal haklara ilişkin kimi maddelerin eklenmesi de bu çabaların bir ürünüdür. 151 Cemiyet, her ne kadar Milli Mücadele’ye destek veren isimleri öne çıkartan bir görünüm sergilese de Ankara’da güçlenmeye başlayan yeni iktidar odağı ile ilişkilerini istenen düzeye taşımayı başaramamıştır. Cemiyet mensubu gazeteler bu desteklerini yayınlarına yeterince yansıtamamıştır. Örneğin ülkede İttihat karşıtlığı yayıldığı için Ankara, Cemiyet üyesi gazetelere, İttihatçılarla bağları olmadığına yönelik bir beyanname yollamıştır. Cemiyet Başkanı Velid Ebüzziya ise bu beyannamenin İstanbul’daki iktidarı kızdırabileceği için yayımlamaktan çekinmiştir (Özkaya, 1985: 885-886). Kendi varlığını önceleyen böyle bir tutum içinde Cemiyet’in yeni iktidar ile istenen ilişkileri geliştirememesi de beklenen bir sonuç olmalıdır. Nitekim Ankara hükümetinin de basına yaklaşımının tamamen araçsal olduğu hemen görülecektir. Mustafa Kemal’in, bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşmasında basının gücünden faydalanmanın gerekliliğine inandığı görülmektedir. Bu nedenle Anadolu hükümetinin resmi yayın organı olacak gazeteler çıkarılsa da Anadolu’nun sesinin dışarıdan da duyulması için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Bu nedenle hem içeriye hem de dışarıya düzenli haber akışını sağlayacak bir haber ajansı kurulması talimatını vermiştir (Topuz, 2003: 138-139). Daha sonra vakit geçirmeden Anadolu Ajansı kurulmuş ve kuruluşu da Mustafa Kemal tarafından tüm idare, kuruluş ve sivil toplum örgütlerine duyurulmuştur. Ancak, Milli Mücadele kapsamında bu yeterli değildir. Mustafa Kemal’in, basını tam olarak kontrolü altında olan bir propaganda aracı olarak yeniden düzenlemek istediği görülmektedir. İstanbul basını tüm çabalarına karşın, Anadolu’daki hareketin önderinin güvenini tam olarak kazanamamıştır. Mustafa Kemal, İstanbul basınını güvenilmez bulmasa bile tamamen kontrol altında tutulmasının zorluğunu görmüş olmalı ve bu nedenle yeni hareketin kendi basın gücünü oluştururken İstanbul basınını da bunun dışında tutmuştur. Hükümetin kendi propaganda aracı olmasına karşılık basını kontrol edecek bir üstyapı kurumuna ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır. İstanbul’daki Matbuat Cemiyeti, hazihazırda bunu sağlayabilecek bir kurum olsa da, Mustafa Kemal’in güvenini kazanamamış olmasının yanı sıra pratikte kontrol edilmesinin zorluğu nedeniyle bu görevi yerine getirmekten uzaktır. Ayrıca Cemiyet’in yönetiminde bulunan başta Hüseyin Cahit gibi isimlerin eski ittihatçılar olması, Ankara Hükümeti açısından yeni bir oluşuma ihtiyaç duyulmasına yol açmıştır. Bu kurum da Anadolu Ajansı’nın kurulmasından yaklaşık bir ay sonra kurulan Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi olmuştur. İktidar kendi çizdiği yolda basını tek ses halinde Milli Mücadele’nin yanında olacak biçimde şekillendirmekte ve görevlendirmektedir. Basının buna verdiği tepki ise tam bir itaatle, üstün bir görev bilinci sergilemektir. Cumhuriyet Dönemi Ulusal Kurtuluş Savaşı, her şeyden önce mütarekeye karşı doğan bir tepki, işgale karşı merkezi bir karşı koyuş olarak ortaya çıkmıştır. Amasya Tamimi ile bu karşı koyuşun esasları belirlenmiş, Erzurum Kongre’sinde ise bu mücadelenin ulusal bir karakteri olduğu vurgulanmıştır. Sivas kongresinde de müdafaa-i hukuk ilkeleri ortaya konmuştur (Tanör, 2002: 223). Bu dönemi ulus-devlete giden yolda temellerin atıldığı bir dönem olarak ele almak mümkündür. Ankara’da ulusal bir meclis kurulmuş ve Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı verilirken, bir kesim bu girişimi, saltanat ve hilafet kurtarılıncaya kadar geçici bir önlem olarak görmüştür. Berkes (480), Misak-ı Milli belgesinin, Osmanlı Devleti’nin sona erdiğini ilan eden belge olduğunu söylemektedir. Milli Mücadele hareketinin başarıya ulaşmasının ardından yeni iktidarın siyasal yapıda köklü değişiklikler yapacağı kısa bir süre içinde anlaşılmıştır. Aslında bunun çok önceden kendi belli eden işaretleri yeterince anlaşılamamıştır. Yeni rejim laiklik temelinde yükselen bir cumhuriyet olarak belirmektedir. Yani yeni bir ulus-devlet projesi yürürlüğe konacaktır. 152 Bunun ilk adımı olarak saltanat kaldırılmıştır. Saltanatın kaldırılmasına Cemiyet’in yaklaşımı çok belirsizdir. Temelde Cemiyet’i temsil eden gazetecilerin eski ittihatçı kökenlerinden gelen gerilim noktası, Ankara-İstanbul ayrımı ile güçlenmiş ve Cemiyet’i iktidarla çatışmaya sürüklemiştir. Bunun yanında Mustafa Kemal’in tam bağımlı homojen bir basın yaratma isteği ile İstanbul’daki yapılanmanın yerine bir yenisini Ankara’da kurma isteği, Cemiyet’i siyasal iktidar nezdinde zayıf düşürmüştür. Saltanatın kaldırılması gibi önemli bir konuda Cemiyet’in bir kez daha orta yolcu bir tutum takınması, Cemiyet’in bu konumundan ileri gelmektedir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilanı ile aslında ulus devlete giden yolda hukuki adımlar da atılmaya başlamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşması halinde yeni devletin nasıl bir devlet olacağı, ipuçlarını bu adımlarda kendini göstermektedir. Berkes’e (504) göre o süreçte pek çok kimse bu sorunu düşünmeyi savaşın sonucuna endekslemiştir. Savaşın zaferle sonuçlanması ile birlikte “şimdi ne olacak” sorusu akılları kurcalamaya başlamıştır. Kurtuluş Savaşı, 9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasıyla zaferle sonuçlanmış, Ankara açısından artık yeni ulus-devlet projesini saklamaya olanak kalmamıştır. İngiltere’nin, Lozan Barış Görüşmeleri’ne hem İstanbul hem de Ankara hükümetlerini davet etmesi, Ankara’da güçlü bir tepki ile karşılanmıştır. İkili davetin doğurduğu tepki, Mustafa Kemal’e saltanatı beklediğinden daha kolay bir biçimde kaldırma olanağı sağlamıştır. Lozan’a iki hükümet de davet edildiğinde, Mustafa Kemal’in buna tepkisi “Türkiye devleti yalnızca ve ancak BMM tarafından temsil olunur” şeklinde olmuştur. Hemen ardından 30 Ekim 1922’de, meclise İzmir mebusu Doktor Rıza Nur tarafından hazırlanan ve yetmiş sekiz arkadaşının imzasını taşıyan bir önerge verilmiş ancak mecliste iki gün süren görüşmelerden sonuç alınamamıştır. Buradaki temel sorun hilafet makamının duruma ilişkin net ifadelerin bulunmayışı olarak göze çarpmaktadır (Demirel, 2007: 484). Mustafa Kemal, teklifin okunmasının ardından meclis genel kurulunda yaptığı konuşmada “gerekirse bir kaç kafanın da kesilebileceğini” sözlerine ekleyerek 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması tasarısının yasalaşmasını sağlamıştır (Berkes, 2008: 504; Sezgin, 1984: 103). Saltanatın kaldırılması konusunda mecliste muhafazakar milletvekillerinin karşı çıkmalarına karşın İkinci Grup üyeleri de tasarıya destek verince, tasarı aynı gün oy birliğiyle yasalaşmıştır (Demirel, 2007: 483). Matbuat Cemiyeti’nin, saltanatın kaldırılmasına tam olarak destek verdiğini söylemek zordur. Buna karşın Milli Mücadele’nin tam bir askeri zaferle sonuçlanmasının ardından siyasal iktidarı tam olarak eline geçiren Ankara’nın buradaki iradesine de muhalefet etmişlerdir. Bu tavrın temelinde İstanbul-Ankara ayrımının yattığını söylemek mümkündür. Milli Mücadele’nin başlarından itibaren Matbuat Cemiyeti, Mustafa Kemal’in güvenini kazanma konusunda başarılı olamamıştır. Cemiyet’in başkanlığına seçilen isimlerin Milli Mücadele yanlısı ya da doğrudan bu mücadele içinde yer alan isimlerden seçilmesi bile bunu sağlamaya yetmemiştir. Cemiyet’in üyelerinin önden gelen isimlerinin büyük bölümünün ittihatçı kökenlerinin bununla ilişkisi olduğunu söylemek gerekir. Bunun yanında Mustafa Kemal’in tam bağımlı homojen bir basın yaratma isteği ile İstanbul’daki yapılanmanın yerine bir yenisini Ankara’da kurma isteği, Cemiyet’i siyasal iktidar nezdinde zayıf düşürmüştür. Saltanatın kaldırılmasına karşın Lozan Barış Görüşmelerine seçilen heyetteki isimler üzerinden başlayan muhalefet dalgasının Ankara Hükümeti’ni zorladığı görülmektedir. Lozan’a gönderilen heyetin başkanı olarak İsmet Paşa’nın seçilmesi, Mustafa Kemal ile Milli Mücadele’nin diğer dört lideri Rauf (Orbay) Bey, Kazım Karabekir, Refet Bey (Bele) ve Ali Fuat (Cebesoy) arasında görüş ayrılıklarının belirmesine neden olmuştur (Güz, 2008: 116). Rauf Bey, Lozan Barış Görüşmeleri’nin sonuçlanmasının ardından istifa ederek muhalefet 153 saflarına katılmıştır. Bu da Cemiyet’e, iyice etkisiz bir konumda iken cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce İzmit’te bir toplantıya davet edildiğinde, Ankara ile ilişkileri düzeltme şansı vermiştir. Ankara’nın yeni rejim için İstanbul’da etkili olacak bir propaganda aracına, Cemiyet’in de yeni iktidar nezdinde onaylanmaya ihtiyacı vardır. Bu davet tam da bu karşılıklı çakırlara hizmet eden önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Toplantıya Tevhid-i Efkar’dan Velid Ebuzziya, Vakit’ten Ahmet Emin, Akşam’dan Falih Rıfkı, İkdam’dan Yakup Kadri, Tanin’den İsmail Müştak, İleri’den Suphi Nuri ve Kılıçzade Hakkı katılmışlardır (Akkoyun, 1996: 122). Ankara Hükümeti’nin İstanbul temsilcisi Adnan (Adıvar) Bey ile eşi Halide Edip Hanım’ın yanı sıra Hilal-i Ahmer Cemiyeti Başkanı Hamit Bey de toplantı salonunda yer almıştı (Arar, 1997: 33). Davet edilen gazetecilerin daha çok Milli Mücadele yanlısı isimlerden seçilmiş olması dikkat çekicidir. Bu toplantının Cemiyet açısından Ankara ile son iyi ilişkiler dönemini temsil ettiği söylenebilir. Cemiyet üyeleri, bu toplantının ardından Cumhuriyet’i öven yazılar yayınlamış ve iktidarla geçici bir barış tesis etmiştir. Sonrasında ise hilafetin kaldırılması ile başlayan süreç Cemiyet’in tasfiyesine giden bir süreç olmuştur. Mustafa Kemal’in tek adamlığa giden bir rejimin temellerini atıyor olduğuna yönelik eleştiriler ile birlikte ittihatçı kökenlerinin getirdiği karşıtlık, Cemiyet üyelerini bir zamanlar mücadele ettikleri halifenin yanında siyasal mücadeleye itmiştir. Bunun sonucunda gazeteciler İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştır (Topuz, 2003). Yeni rejimin basına işlevsel-araçsal yaklaşımı, yeni başkentin Ankara seçilmesi ile birleşince Cemiyet’in artık işlevsizleşmesi kaçınılmazdır. Lozan Barış Görüşmeleri’nin kesintiye uğramasının ardından 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de Türk İktisat Kongresi toplanmıştır. Cemiyet’in bu kongreye gösterdiği ilgi de dikkate değerdir. İzmit basın toplantısının ardından iktidara yaklaşabilmek için önemli bir fırsat yakalamış olan İstanbul basını, İzmir İktisat Kongresi’ni “İktisat misakı” olarak değerlendirmiştir. Aslında İstanbul basınının bu yaklaşımı çok da şaşırtıcı değildir. Bir kere İstanbul’daki gazete ve gazetecilerin neredeyse tamamı, burjuvazinin ya doğrudan birer üyesi ya da burjuvazi ile organik bağları olan kesimleri temsil etmektedir. Dolayısıyla İzmir İktisat Kongresi’nde ortaya çıkan ittifak, onları da yararına olan yeni bir ekonomik düzenin habercisidir. Bunun yanında iktidarla yakınlaşma süreci içine girilmişken, ilişkilerin daha da geliştirilebilmesi açısından yeni bir fırsattır ve İstanbul basını bu fırsatı kaçırmamıştır. Bununla birlikte bu bahar havası kısa sürmüş, başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması ile birlikte ekonomik çıkarların çatışması temelinde, zaten var olan gerilimi daha da artırmıştır. Mustafa Kemal siyasal rakiplerini saf dışı ettikten sonra cumhuriyetin ilanının önünde bir engel kalmamıştır. Bu nedenle artık İstanbul basınına ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü hem artık siyasal olarak kamuoyunu yönlendirebilecek bir güce erişmiş hem de kurumsal anlamda İstanbul’daki Matbuat Cemiyeti’nin yerini alacak kurumlara Ankara’da sahiptir. Görüldüğü gibi İstanbul Basını ve Matbuat Cemiyeti, cumhuriyetin ilanı sürecinde tamamen muhalif konuma itilmiştir. Cemiyet’in söz sahibi gazetecileri, kendilerini otoriterleşen bir iktidar karşısında bulmuşlar ve zaten kurumsal anlamda Ankara hükümetinin kendilerini gözden çıkardığını da anladıklarından muhalefet saflarına katılmışlardır. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Osmanlı geleneğinin son kurumsal yapılarından birinin daha kaldırılmasına sıra gelmiştir. Yeni rejimin laiklik temelinde yükselebilmesi için bu yapının da tasfiyesi gerekmektedir. Hilafetin kaldırılması süreci, İstanbul basını ve dolayısıyla Matbuat Cemiyeti açısından da bir tasfiye süreci olmuştur. Ankara’daki muhalefetin, hilafetin yanında bir görüntü çizmesi, aslında yeni rejimin niteliği ile ilgili görünmektedir. Böyle bir tavır takınmalarında, rejimin hızla tek adamlığa giden bir görüntü veriyor olmasının etkili olduğu söylenebilir. Muhalefet bu süreç içinde tek adamlığa giden rejimin karşısında durabilecek olan tek iktidar odağını -burada yüzyılların geleneği ve kişisel bağlılıkların 154 etkisini de yok saymamak gerekir- halifede görmüş, Ankara’nın dışladığı İstanbul basını ve onun temsilcisi olan Matbuat Cemiyeti’ni de bu muhalefetin sözcüsü konumuna getirmiştir. Hilafetin kaldırılması ile ilgili tartışmalar sırasında İstanbul gazetelerinde Londra’daki İslam Cemiyeti Komitesine mensup Ağa Han ile Emir Ali’nin hilafetle ilgili kaleme aldıkları bir mektubun yayınlandığı görülmektedir. 24 Kasım 1923 tarihli ve Londra çıkışlı mektup6 Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e hitaben yazılmış ve hilafetin Türklerin elinde tutulması gerektiğini belirtmektedir (Tunçay, 1999: 72; Topuz, 2002: 144). Mektubun yayınlanmasının ardından meclise, İstiklâl Mahkemesi kurularak sorumluların yargılanması için bir önerge verilmiş ve İsmet Paşa’nın girişimi sonucu 8 Aralık 1923 tarihinde cumhuriyet döneminin ilk İstiklâl Mahkemesi İstanbul’da kurulmuştur (Tunçay, 1999: 83). Böyle bir girişimin hedefi açıkça muhalefeti susturmak, onun temsilcisi olan basına da gözdağı vermektir. Nitekim iki ay süren yargılamalar sonunda, İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey 5 yıl kürek cezasına çarptırılmış, gazeteciler ise beraat etmiştir (Topuz, 2002: 145; Tunçay, 1999: 85). Mahkemenin beraat kararı vermesinin ardından, İstanbul basını ile hükümet arasında yeni bir diyaloğun başladığı görülmektedir. İhsan Bey, İstanbul basını ile Ankara arasındaki buzların erimesi için bir toplantı organize etmiştir. 4 Şubat 1924’de İzmir’de yapılan toplantıya katılan gazeteciler şunlardır: İkdam sahibi Ahmet Cevdet, Tanin başyazarı H.Cahit, İleri sahibi Celal Nuri İleri, Akşam başyazarı Necmettin Sadak, Vakit başyazarı Mehmet Asım Us, Tercüman-ı Hakikat başyazarı Hüseyin Şükrü ve Vatan yazarı Ahmet Emin Yalman (Yalman, 1970: 101). Toplantıda Mustafa Kemal, basın mensuplarına yeni rejimin siyasî aşamalarının henüz bitmemiş olduğunu belirterek, kendilerinden Ankara ile uyumlu bir yayın faaliyetinde bulunmalarını istemiştir. Burada verdiği mesaj açıktır: Tek seslilik şarttır (Topuz, 2003: 146). Bu toplantı, iktidarın artık Cemiyet’i kontrol altına almak için doğrudan girişimlere başladığını göstermektedir. Bu gelişmelere paralel olarak 7 Mayıs 1924’te Cumhuriyet yayımlamaya başlamış ve Ankara, İstanbul basını içinde fiilen ağırlığını koyma yolunda önemli bir adım atmıştır. Matbuat Cemiyeti içinde etkin bir konumda olan İleri ile birlikte Cumhuriyet, Kemalizm’in İstanbul’daki en önemli köprübaşı olmuştur. 1924 yılındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası girişimi, Şeyh Sait isyanı ile ilişkilendirilerek muhalefet tamamen susturulmuştur. Basın da bundan nasibini almış ve Takrir-i Sükûn Kanunu ile basının sesi tamamen kısılmıştır. Kanunun yürürlüğe girmesi ile birlikte tek parti rejimi resmi olarak kurulmuş, muhalefet susturulmuş ve basın tam olarak kontrol altına alınmıştır. Aslında tek maddelik bir yasa olarak da değerlendirilebilecek bu yasanın muğlak yapısı, basına karşı yıldırma politikasına dönüşmüştür. Kanun, muhalefetin ve onun sözcüsü konumundaki basının susturulması için bir araç olarak kullanılmıştır. Kanun gereği İstiklal Mahkemeleri yeniden kurulmuş, gazeteciler yeniden yargılanmış, sonraki dönemde de pek çok gazete kapatılmıştır (Tunçay: 1999; Topuz: 2003). İlk aşamada Takrir-i Sükûn yasasına dayanarak Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, İstiklal, Sebilürreşat, Aydınlık, Orak Çekiç, Presse du Soir, Sadayı Hak (İzmir), Sayha (Adana), İstikbal (Trabzon) ve Kahkaha gazete ve dergileri kapatılmıştır (Topuz, 2008: 148). Hüseyin Cahit, adı geçen gazetelerin kapatıldığı gün Takrir-i Sükun Kanunu’nu protesto etmek amacıyla “Karilerimle Kısa Bir Hasbihal” başlıklı yazısında, “Siyasiyat” adlı köşesinde bundan böyle artık siyasi yazılar yazmayarak hatıra, ilmi makale ve hikayeler yazacağını açıklamıştır (Türker, 2000: 231). Bu tutumu onu kurtarmaya yetmemiş ve Hüseyin Cahit İstiklâl Mahkemeleri’nde boy gösteren -yeniden- ilk gazeteci olmuştur (Topuz, 2003: 130). Hüseyin Cahit’in ardından iki gazeteci daha, Zekeriya (Sertel) Bey ve Cevat Şakir 6 Mektubun tam metni için bkz. Ateş, 1998: 98-99. 155 (Kabaağaçlı) Bey yargılanmış ve üçer yıl sürgün cezası almışlardır (Topuz, 2003: 84). Gazetecilerin tutuklanarak yargılanmaları yurt genelinde devam ederken, Vatan Gazetesi kapatılmış ve Ahmet Emin (Yalman), Ahmet Şükrü (Esmer), İstiklal Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı İsmail Müştak (Mayakon) ve İleri Gazetesi’nden Suphi Nuri (İleri) Beylerin tutuklanmasına karar verilmiştir (Güz, 2008: 252). Mahkemelerin aldığı kararlar ve sonuçları, Matbuat Cemiyeti’nin tamamen tasfiye edildiğini göstermektedir. Gazeteciler beraat etse de mahkeme sonucunu olumlu yorumlamak mümkün değildir. Çünkü Ahmet Emin’in bir daha gezetecilik yapmamaya söz vermesi karşılığında beraatine karar verildiği anlaşılmaktadır (Topuz, 2003: 154). Sonraki on yılda araba lastiği ticareti ve reklam metni yazarlığı ile uğraşarak geçimini sağlamıştır (Kabacalı, 1990: 122). Ankara, yeni rejimin oluşturulması için muhalif sesleri kısmakla kalmamış, yanında görmediği gazetecilerin mesleklerini yapmasını da engellemiştir. Cemiyet de bu girişim içinde açık hedeflerden biridir ve siyasal iktidar Cemiyet’i tasfiye etme planını tavizsiz bir biçimde uygulamıştır. Devamında ise 1926 yılında Mustafa Kemal’e yönelik suikast girişimi, basındaki son muhalif seslerin kısılmasını sağlamıştır (Güz: 2008). Artık Cemiyet tamamen iktidarın kontrolündeki bir kurum haline dönüşmüştür. 1926 yılında yapılan kongre ile faaliyet alanını da daraltarak İstanbul Matbuat Cemiyeti ismini almıştır (Benice, 1966: 11). Örneğin Ankara Hükümeti latin harflerinin kabulünde İstanbul basını ve Cemiyet’in tam desteğini almıştır. 1930’daki Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminin ardından da basını kurumsal anlamda kontrol altına alma amacıyla sürdürülen girişimler 1931 Matbuat Kanunu ile sonuçlanmıştır. Bu uzun dönem boyunca Cemiyet’in kayda değer bir faaliyette bulunduğunu söylemek zordur. Cemiyet’in iktidara bağlılaşmasının hangi boyutlarda olduğunu gösteren olaylardan biri, 1935 yılında düzenlenmesine karar verilen Birinci Basın Kongresi öncesinde gerçekleşmiştir. İstanbul Matbuat Cemiyeti, kongrenin açılışında Atatürk’e7 bağlılıklarını bildiren bir mesaj çekmiştir. Atatürk, bu mesaja verdiği yanıtta “İstanbul Basın Kurumu’na” başlığını kullanınca, İstanbul Matbuat Cemiyeti acil bir toplantı ile ismini İstanbul Basın Kurumu olarak değiştirmiştir (Benice, 1966: 12). Cemiyetin, iktidardan doğrudan talimat alan, doğrudan iktidara bağlı bürokratik bir kuruluş gibi tavır takındığı görülmektedir. Bu oluşumda kurumun genel sekreterliği görevini üstlenen Benice (12), Cemiyet’in bu davranışını normal ve yapılması gereken bir davranış olarak ele almaktadır. Matbuat Kanunu’nun 50. Maddesi de sürekli olarak basın aleyhine yorumlanarak kapatma cezaları verilmiş, muhalif girişimlerin daha başlamadan bitirilmesine çalışılmıştır. Cemiyetin bu tavrı ile artık etkisizlikten, sönümlenme sürecine geçtiği söylenebilir. Nitekim 1935 yılında yapılan Birinci Basın Kongresi’nde bir çatı örgütü olarak Basın Birliği’nin kurulması kararlaştırılmıştır (Birinci Basın Kongresi, 1975). Kongrede yapılan konuşmaların ve sunumların büyük bölümünde basının devlet eliyle düzenlenmesi görüşü hakimdir. Bu hem mesleki pratikler açısından hem de bir iş kolu olarak gazetecilerin kurumsal bir yapı altında temsil edilmesi açısından geçerlidir (Birinci Basın Kongresi, 1975). Basın, açık biçimde iktidarın elinde olduğu sürece yararlı olabilecek bir araç olarak görülmektedir. Yani basına işlevsel araçsal yaklaşım değişmemiş, aksine güçlenmiştir. Bu kongrede alınan karar ancak üç yıl sonra hayata geçirilebilmiştir. 27 Haziran 1938 tarihinde kabul edilen yasa ile Türk Basın Birliği resmi olarak kurulmuştur. Basın Kurumu, kendini feshederek bu yeni birliğe katılarak birliğin İstanbul şubesi görevini üstlenmiştir (Benice, 1966: 13; İskit, 1943: 294). Böylece Türkiye’nin ilk basın örgütü fiilen 7 21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen Soyadı Kanunu uyarınca Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM kararı ile “Atatürk” soyadı verilmiştir. Araştırmanın devamında, bu değişikliğe uygun olarak Atatürk soyadı kullanılmıştır. 156 sönümlenmiştir. İktidar eli ile kurulan yeni çatı örgütü Türk Basın Birliği de pek uzun ömürlü olmamış ve 1946 yılında kendini feshetmiştir (Benice, 1966: 13). Sonuç Tarihsel süreç içinde bakıldığında Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin temel olarak basın açısından iktidara eklemlenmenin bir aracı olarak ele alınması gerekmektedir. 1908 yılından 1938 yılına kadar geçen sürede ortaya çıkan ekonomi-politik gelişmeler, siyasal iktidarın olduğu kadar örgütün yapısını da doğrudan etkilemiştir. Her iktidar egemenliğini pekiştirmek ve iktidarını güçlendirmek için basını bir aygıt olarak kullanmak istemiştir. Bu aygıtı kontrol edebilmek için de belli mekanizmalar geliştirilmiş, mesleki çatı örgütü bunlardan biri olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirdiği dönemde “toplumun genel çıkarları” temelinde bir gazetecilik yürütülmüştür. İktidar, basını kendine bağlamak isterken, basın da benzer biçimde iktidara bağlılaşarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Örgütlenme de bunun önemli araçlarından biri olarak kullanılmıştır. Sonraki dönemlerde Cemiyet, siyasal gelişmelere ustalıkla ayak uydurarak kendini yeni durumlara kolaylıkla uyarlamıştır. Milli Mücadele Hareketi başladığında benzer bir çizgi takip etmiş, dışlandığında ise yine örgütlenmenin saflarını sıklaştırarak, iktidara kullanabileceği yekpare bir meslek örgütü olduğu mesajını vermek istemiştir. Yeni kurulan rejim tarafından dışlanan Cemiyet, iktidar ile uzlaşabilecek isimler tarafından temsil edilen bir yapıya geçerek iktidara eklemlenmenin yollarını aramıştır. Baskı dönemlerinde ise gazetecilik mesleğinin önüne çıkan engeller ve basın özgürlüğünün kısıtlanma girişimleri karşısında ise Cemiyet sessiz kalmıştır. Tamamen etkisiz kaldığı dönemin ardından ise Cemiyet’in, iktidarın bir aygıtı gibi hareket ettiği, resmi ideolojinin propaganda aracı olarak görev yaptığı görülmektedir. Basının tüm kurumları ile yeniden yapılandırılarak iktidara bağlı homojen bir basın oluşturulması planları çerçevesinde kendine biçilen rolü varlığını koruyacak biçimde yerine getirmeyi başarmıştır. Bu tavrı ile bir süre sonra iktidarın basın üzerindeki baskı ve kontrol aracı haline dönüşmüştür. İktidar, eğer onu kabul eden biri varsa iktidar olabilecektir. Türk Basın Birliği de iktidara bu olanağı sunarken, basının gücünü de iktidarın hizmetine sunarak, hem kendinin, hem de örgüt çatısı altında temsil edilen basın kuruluşlarının varlıklarını sürdürmesini sağlamak istemiştir. Ancak bu yaklaşımın “kendi hedefleri” içinde bile başarıya ulaştığını söylemek zordur. Kısaca denebilir ki bu yapılanma “siyasetin gölgesinde gazetecilik” kavramının kurumsal yapılanması olarak var olmuş, araçsal olarak işlevsizleştiğinde yani siyasal iktidarlar için yeni araçsal-politik olanaklar doğduğunda da sönümlenmiştir. Kaynakça “Matbuat Kulübü Nizamnamesi.” (1919). İstanbul: Ahmet İhsan ve Şükerası Matbaacılık-ı Osmanlı Şirketi. “Birinci Basın Kongresi.” (1975). Ankara: Basın-Yayın Genel Müdürlüğü. Akkoyun, Turan (1996). “Atatürk Devri İzmir Basını ve Kamuoyu Üzerindeki Tesiri.” http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-34/ataturk-devri-izmir-basini-ve-kamuoyu-uzerindeki-tesiri Erişim tarihi: 01.02.2014. Akşin, Sina (2001). Jön Türkler İttihat ve Terakki. Ankara: İmge Kitabevi. 157 Arar, İsmail (1997). Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı. İstanbul: Yenigün Haber Ajansı. Ateş, Nevin Yurtever (1998). Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. İstanbul : Der Yayınları. Aydın, Hakan (2007). “Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye. Kuruluşu ve Basında Tartışmalar.” Türkiyat Araştırmaları Dergisi 27: 553-569. Benice, E. İzzet (1966). Türk Basın Birliği Ana Tüzüğü. İstanbul: Bakış Matbaası. Berkes, Niyazi (2008). Türkiye’de Çağdaşlaşma. İstanbul: YKY. Demirel, Ahmet (2007). Birinci Meclis’te Muhalefet İkinci Grup. İstanbul: İletişim Yayınları. Güz, Nurettin (2008). Türkiye’de Basın-İktidar İlişkileri (1920-1927). Ankara: Turhan Kitabevi. İnalcık, Halil (2010). “II. Meşrutiyet: Anayasa Rejimi Geliyor, Cumhuriyet Yolu Açılıyor.” 100. Yılında Jön Türk Devrimi. (der.) Sina Akşin vd. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 3-10. İnuğur, M. Nuri (2002). Türk Basın Tarihi. İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti. İskit, Server (1943). Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikaları. Ankara: Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü Yayınları. Kabacalı, Alpay (1990). Başlangıcından Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü. İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti. Koloğlu, Orhan (1992). Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın. İstanbul: İletişim Yayınları. Matbuat Cemiyeti (1921). Kongre Zabıtları. İstanbul: Orhaniye Matbaası. Osmanlı Matbuat Cemiyeti Heyet-i Merkeziyesi (1918). 1918 Yılı Faaliyet Raporu. İstanbul: Vakit Matbaası. Özkaya, Yücel (1985). “Milli Mücedele’nin Başında Basın ve Mustafa Kemal Paşa’nın Basınla İlişkileri.” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 1(3): 871-911. Sertel, Zekeriya (1977). Hatırladıklarım. İstanbul: Remzi Kitabevi. Sezgin, Ömür (1984). Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu. Ankara: Birey ve Toplum Yayınları. Tanör, Bülent (2002). Türkiye’de Kongre İktidarları 1918-1920. İstanbul: YKY. Tokgöz, Ahmet İhsan (1993). Matbuat Hatıralarım. İstanbul: İletişim Yayınları. Topuz, Hıfzı (2003). Türk Basın Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi. Tunaya, Tarık Zafer (1998). Türkiye’de Siyasal Partiler-1. İstanbul: İletişim Yayınları. Tunçay, Mete (1999). Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması. İstanbul : Cem Yayınevi. Türker, Hasan. (2000). Türk Devrimi ve Basın. İzmir: Dokuz Eylül Yayınları. Yalçın, Hüseyin Cahit (1908a, Eylül 2). “Serbestî-i Matbuat. ” Tanin. Yalçın, Hüseyin Cahit (1908b, Eylül 12). “Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye.” Tanin. Yalçın, Hüseyin Cahit (1908c, Ağustos 31). “Matbuat ve Tesiratı.” Servet-i Fünun. 158 Yalman, Ahmet Emin (1970). Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim - 1. İstanbul: Yenilik Basımevi. Yalman, Ahmet Emin (2 Ağustos 1919,). “Müzaheret ve Kabiliyet.” Vakit. Zürcher, Erik Jan (2005). Milli Mücadelede İttihatçılık. (çev.) Nüzhet Salihoğlu. İstanbul: İletişim Yayınları. 159 Kültürel Ürünleri Meta Olarak Yeniden Düşünmek Zafer Kıyan Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi Giriş Kapitalizm, meta üretiminin genişlemesi üzerine kurulu bir üretim sistemidir. Bunun anlamı, o ana kadar meta olmayan şeylerin veya nesnelerin zaman içerisinde meta formuna dönüştürülmesi, sermayenin bu dönüşüme dair bitip tükenmek bilmeyen bir çaba içerisinde olmasıdır. Şimdilerde kültürel ürünlerle ilgili olup bitenler, yani bunların meta formu içine sokulmaya çalışılması, sermayenin bu alana da sızmış olduğunu göstermektedir. Nitekim günümüzde kültürü dolayımlayan ve onu kültürel bir ürün olarak konumlayan büyük bir endüstri söz konusudur. Bu endüstriyi anlayabilmek, bu endüstri içindeki meta üretim sürecini anlayabilmekten geçmektedir. Bu, kültürel ürünlerin meta olup olmadığı ve eğer meta iseler bu formu neden ve nasıl kazandıkları tartışmalarını gündeme getirmektedir. Bu çalışma, hemen her gün dinlediğimiz bir müzik eserinin, okuduğumuz bir gazetenin, kitabın ya da derginin, seyrettiğimiz bir dizinin veya filmin kısaca şu ya da bu şekilde tükettiğimiz kültürel ürünlerin meta olup olmadığına dair bir araştırmanın1 sorularını ve başlangıç noktalarını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Tartışmanın meta bağlamında yapılmasının geçerli bir nedeni var. Kapitalist üretim, her şeyden önce bir meta üretim sistemidir. Meta, bu üretim sisteminin dayanak noktasını oluşturan “artık değer”in üretilme aracı, aynı zamanda da artık değer de dâhil “değer”in taşıyıcısıdır. En özet haliyle denebilir ki, kapitalist toplumlarda birikim, metaların2 üretimi ve mübadelesi yoluyla elde edilen bu artık değerin bir bölümünün tekrardan üretime sürülmesiyle gerçekleşmektedir. Bu bakımdan, kapitalizm için herhangi bir nesnenin ya da şeyin meta olup olmadığı önemlidir. Söylemesi bile fazla, kültürel ürünlerin meta olup olmaması da bu önemin kapsamındadır. Marx, Kapital’deki analizini sahip olduğu önem nedeniyle meta tartışmasıyla başlatır: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta yığını’ olarak görünür; bunun basit biçimi tek bir metadır. Bu nedenle, incelememiz, metanın analiziyle başlıyor” (Marx, 2011: 49). 1 Bu konudaki tartışma eski bir tartışmadır. Kökleri 20 yy. başlarında etkili olan Frankfurt Okulu’na kadar uzanmaktadır. Nitekim sıklıkla başvurulan “kültür endüstrisi” kavramı bu Okul’un temsilcilerine aittir. Bunlardan biri olan Adorno şöyle yazmıştır: “Kültür endüstrisi ifadesi ilk kez, [Okul’un bir diğer önemli temsilcisi] Horkheimer ile benim 1947 yılında Amsterdam’da yayımladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği kitabında kullanılmıştır” (2009: 109). 2 Meta Arapça kökenli bir kelimedir. Kelimenin çoğulu “emtia”dır. Ancak okuma rahatlığı açısından emtia yerine kelimeye Türkçe çoğul eki olan “lar” eklenecek ve “metalar” şeklinde kullanılacaktır. Meta kelimesi ayrıca “metaın” ya da “metaa” kullanımlarında olduğu gibi kendisine gelen eklerde araya koruyucu ünsüzler, yani kaynaştırma harfleri almamaktadır. Ancak yine okumada kolaylık olması açısından kelimeye gelen eklerde koruyucu ünsüzler kullanılacaktır. Örneğin, metaın yerine “metanın”, metaa yerine “metaya” gibi kullanımlar tercih edilecektir. 160 Marx, Kapital’de açılışı bu şekilde yaptıktan hemen sonra metanın sahip olduğu özellikler üzerinde durur. Buna göre bir meta kullanım değeridir; ayrıca mübadelede bir değere sahiptir (Marx, 2011: 49-54). Bunlar o an için herhangi tikel bir metanın sahip olması gereken özellikler olarak sunulur ve daha fazla ayrıntıya girilmez. Hatta o kadar girilmez ki, ilk başta metanın neden bunlara sahip olması gerektiği pek anlaşılmaz3. Ama geri kalan bölümlerde Marx, kapitalist üretim biçiminin işleyişinin bütünlüklü bir açıklamasını sundukça, başta değer olmak üzere birçok kavram açık hale gelir; böylece metanın sözü edilen özelliklere neden ve nasıl sahip olduğu da açıklığa kavuşur. Dikkat edilirse Marx, kapitalist üretim için sonuç olan bir şeyi analizinin başına koymaktadır4. Başka bir ifadeyle meta, Marx’ın analizinin başlangıcını oluşturur ama o sadece bir sonuçtur. Hâlbuki geride bütün bir kapitalist üretim süreci yatmaktadır. Denebilir ki Marx, önce bu sonuç olandan, yani metadan başlayıp ardından onu ortaya çıkaran üretim biçiminin bütünlüklü bir analizini yapar. Meta, tam da bu nedenle ancak kapitalist üretim biçimi içinde ve bu üretimin bütünü dikkate alındığında anlaşılabilmektedir. Kültürel ürünlerin metalığı tartışılırken, genel bir eğilim olarak, bu durum göz ardı edilir. Konuyu ele alan çalışmalarda (Wayne, 2009; Fuchs, 2009; Çakmur, 1998; Mosco, 1996; Miège, 1989; Smythe, 1977) kapitalist üretimin bütünü, yani “kapitalist metayı” biçimlendiren, bu niteliği kazandıran süreç genellikle dikkate alınmaz. Daha çok, nesnelerin meta olduktan sonra kazandıkları özelliklerden hareket edilir ve kültürel ürünlerin meta olup olmadıkları bunlara bakılarak analiz edilir. Bu türden bir yaklaşımda sorun, bu özelliklere başvurulması değildir. Bunlar gerçekten de herhangi tikel bir metanın sahip olması gereken özelliklerdir. Buradaki sorun, kapitalist üretim sürecinde metanın bu özellikleri neden ve nasıl kazandığı üzerinde durulmamasıdır (Golding ve Murdock, 2002). Bunun bir sonucu olarak, ilk baktıkları anda kültürel ürünler araştırmacılara hemen meta olarak görünmekte ama bunların neden ve nasıl meta formuna kavuştukları açıklanmamaktadır. Haliyle, çoğu kere yanlış sonuçlara varılabilmektedir. Bu bazen Smythe’de (1977: 3) olduğu gibi “izleyicinin metalaşması”na kadar varan aşırı, zorlama yorumlara neden olabilmektedir. Metanın göründüğünden daha fazla anlama sahip olması nedeniyle bu türden değerlendirmelere dikkatli yaklaşmak gerekmektedir. Nitekim Marx, metanın ilk bakışta kolayca anlaşılan bir şey gibi göründüğünü, ancak ayrıntılı bir analizin onun göründüğünden çok daha karmaşık bir şey olduğunu göstereceğine dikkati çeker (Marx, 2011: 81). Marx’ın analizleri temelinde biliyoruz ki, kapitalist toplumlarda nesnelerin hepsi değil ancak bir kısmı meta formu kazanabilmektedir. Peki, neden hepsi değil de bir kısmı? Marx, bir ürünün meta olarak var olabilmesi için belirli koşulların varlığının gerekli olduğuna dikkati çeker (Marx., 2011: 171, 172). Belli ki, kapitalist üretimin tarihsel-toplumsal sürecinde ancak bir dizi faktör bir araya geldiğinde nesneler meta formu kazanabilmekte ve sözü edilen özelliklere sahip olabilmektedirler. Bunların neler olduğunu görmenin yolu evvela kapitalist üretimin bütününe bakmaktan geçmektedir. Bu yapıldığı zaman, kültürel ürünlerle Marx’ın ortaya koyduğu meta üretimi arasındaki fark hemen görülecektir. 3 Harvey (2010: 21) Kapital’in ilk bölümleriyle ilgili durumu şöyle tasvir eder: “İlk bölümlerde [Marx] kavramlarını doğrudan kullanır ve art arda sıralayıverir. Nitekim bu kavramlar a priori, hatta keyfi yapılar gibi görünür. Bu yüzden ilk okumada şunu düşünmek olağandışı sayılmaz: Tüm bu farklılıklar nereden geliyor? Niçin onları bu şekilde kullanıyor? Pek çok yerde neden bahsettiğini anlayamazsınız.” 4 Bu, Marx’ın kullandığı soyutlama yönteminin bir sonucudur. Bir yöntem olarak soyutlama (abstraction) açısından önemli olan, bütünü oluşturan parçalardan, bütünü en iyi temsil edebilecek parçayı çekip almaktır (Ollman, 2006: 47). Marx’ın kapitalist üretim tarzını açıklamak üzere metadan başlaması tam olarak bu pratiğe karşılık gelir. Marx açısından bir bütün olarak kapitalizmi temsil edebilecek en güçlü parça metaydı ve analiz bununla başlamalıydı. 161 Örneğin, kültürel bir ürün olarak Marx’ın Kapital’ini ele alalım. Kendi ürününün üreticisi (ya da emekçisi, işçisi) olan Marx, Kapital’ini yazarken ya da üretirken üretim sürecinde herhangi bir kapitalist onun ürettiği değere el koymadı. Marx, zaten bir artık-değer de üretmiş değildi. Doğrudan bir sömürüye maruz kalmadı. Emeği, niteliksel olarak farklıydı, yani zihinsel bir emek sarf etmekteydi. Üstelik zihinsel olan bu emeği de emek gücü kategorisinde kapitalist tarafından bir ücret karşılığında satın alınmadığı için metalaşmış da değildi. Kapital, aynı zamanda herhangi bir metada olduğu şekliyle artık-değer anlamında bir değerin taşıyıcısı da değildi. Bu açıdan, kültürel ürünleri orasından burasında çekiştirip “Prokrustes yatağı”na5 uydururcasına meta formu içine yerleştirmek yerine, bu ürünleri üreticisi olan insanın özgünlüğü bağlamında ve “kendi özgünlükleri” içinde ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bir başka ifadeyle Bu çalışmada, böyle bir yol izlenerek önce kapitalist üretimin bütünü dikkate alınarak nesnelerin meta formunu neden ve nasıl kazandıklarına, yani buradaki “seçme işlemine”, zihinsel emeğin sahibi ile üretim araçlarının sahibi arasındaki ilişkiye bakılacak, ardından da buna dayanılarak kültürel ürünlerin farklı üretim ilişkileri içinde üretilmeleri sürecinde meta formu kazanıp kazanmadıkları, kazanıyorlarsa neye göre kazandıkları belirlenmeye çalışılacaktır. Kültürel Ürünlerin Meta Olması ve İki Aşamalı Üretim Süreci Kültürel ürünlerin meta oldukları fikrine daha dikkatli yaklaşılması gerekir. Bu, onların meta oldukları görüşünün reddi anlamına gelmez. Daha çok, bu ürünlerin tamamının değil ancak bir kısmının ve o da belirli koşullar altında meta haline gelebildiği anlamına gelir. Bunun nedeni, bu ürünlerin son derece farklı üretim ilişkileri içinde üretilmeleri ve genel değil özel ürünler (Wayne, 2009: 37) olmalarıdır. Bu üzerinde durulması gereken bir noktadır. Kültürel ürünlerin büyük bir çoğunluğu günümüzde medya endüstrisi içinde üretilmektedir. İlk elden, bu endüstri içinde üretilen kültürel ürünleri “içerik” ve ona ortam oluşturan “araçlar”la birlikte düşünmek gerekir. Başka bir ifadeyle, bu ürünler ona uygun ortam oluşturan araçlarla birlikte tüketilirler. Örneğin bir müzik eseri, radyo veya mp3 çalarda dinlenir; dizi ya da filmler televizyonda seyredilir; haberler gazetede okunur vb.6 Bunlar öz ve biçim olarak birbirlerinden kolayca ayrılamazlar. İçerik, araç olmadan da var olabilir ancak genel bir tüketim nesnesine ancak bu araçlar yoluyla, yani “nesnelleştiğinde” kavuşur. Benzer şekilde aracın kendisi de içerik olmadan var olabilir ancak o da genel bir tüketim aracına ancak içerikle birlikte dönüşür. Kısaca her biri, ötekini tüketim nesnesine kendisi aracılığıyla dönüştürür. İçerik, tüketimin içsel nesnesini sağlarken araç da dışsal nesnesini sağlar. Birkaç istisna dışında kültürel ürünlerin genellikle bu yolla tüketildikleri söylenebilir. 5 “Prokrustes yatağı” metaforu, mitolojik bir efsaneye dayanır. Yunan mitolojisinde kendisinden bir canavar olarak söz edilen Prokrustes, işkence yatağıyla ünlüdür. Efsaneye göre Prokrustes, evinde, yoldan geçenleri misafir eder, sonra da onlara yatakta işkence ederdi. Prokrustes’in işkence yöntemi, yatağa yatanlardan uzun olanlarının fazla bölümlerinin kesilmesine, kısa olanların ise kol ve bacaklarından çekilip uzatılarak yatağa uydurulmasına dayanmaktaydı (Carpenter, 2002: 166). Metaforun bu haliyle kullanımında Dobb’dan (2000: 14) yararlanılmıştır. 6 Yöndeşmeyle birlikte kültürel ürünlerin tüketilebildiği araçlardaki çeşitlilik de artmıştır. Örneğin, bir müzik parçası radyo ve mp3 çaların yanı sıra bilgisayar veya televizyon gibi araçlar yoluyla da dinlenebilmektedir. Aynı şekilde bir haber, gazetenin yanı sıra, internete bağlı bir bilgisayarda da okunabilmektedir. 162 Kültürel ürünlere ortam oluşturan bu araçlar metadırlar. Bugün bir radyonun, televizyonun ya da bilgisayarın üretimi tamamen kapitalist üretim mantığına göre gerçekleşmektedir; bu nedenle bütün yönleriyle metaların taşıdıkları özelliklere sahiptirler. Metalaşmanın getirdiği farklılık-çeşitlilik, büyük ölçüde içeriğin kendisinden kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki, kültürel ürünler içerik olarak farklı, bu araçlarla birlikte farklı görünümlere sahiptir. Şöyle ki, içerik olarak ele alındıklarında birçok kültürel ürünün meta olup olmadığı kuşkuludur. Ancak bu ürünler onlara ortam oluşturan araçlarla, yani teknolojiyle birlikte düşünüldüğünde, tüm farklılıklarına rağmen bunların “tuhaf” bir biçimde metalaştıklarına tanık olunur. Örneğin, içerik olarak bir müzik eseri onu ortaya çıkaranın elinden çıkıp bir CD içine sokulduğunda meta formunu kazanabilmektedir. Ya da bir kitap, yazarının elinden çıkıp basılı bir ürün haline getirildiğinde meta formuna ulaşabilmektedir. Burada iki aşamalı bir üretim söz konusudur. Birinci aşama, ilk ürünün ortaya çıkarılmasıdır ki burada ağırlıklı olarak maddi olmayan (ama varoluşunu maddi üretime borçlu olan) “yaratıcı” emek söz konusudur. İkincisi ise bu ürünün teknolojik bir araçla birliğinin sağlanmasıdır ki burada da ağırlıklı olarak meta üretimi söz konusudur. İddiam o ki, kültürel ürünler ikinci üretim süreci içinde tam olarak meta formuna kavuşabilmekte tanımlama yerindeyse “kültürel meta” haline gelebilmektedir. Başka bir ifadeyle kültürün üretimi gibi bir bağlamda ideolojik olanla (içerikle) ekonomik olanı (aracı) birleştiren de bu ikinci aşamadır. Yukarıda verilen örneğe geri dönersek, Marx’ın Kapital’i yazma süreci ilk üretim sürecinde gerçekleşir. Buradaki üretim her yönüyle o kadar farklıdır ki, ürünü meta olarak tanımlamak için gerçekten de onu Prokrutes yatağına yatırmak gerekebilir. Bununla birlikte, Kapital’in bütün düzenlemelerinin yapılıp basıma uygun hale getirilmesi ve basılması ikinci üretim sürecine girer. Bu üretim sonrasında da ürünün meta olarak tanımlanmaması için bir neden kalmaz. Dikkat edilirse, birinci aşamada üretilen kullanım değerleri ikinci aşamada değişim değerlerine dönüştürülmektedir. Kültürel ürünlerin bu görünümü, bu ürünlerin meta oldukları fikrine neden daha dikkatli yaklaşılması gerektiğine açıklık kazandırır. Ama burada herhangi bir genelleme yapmamak önemlidir. Zira bu ürünler her zaman var olan üretim biçimine göre ortaya çıkmayabilirler. Burada olsa olsa genel bir eğilimden söz edilebilir. Öte taraftan, her iki üretim sürecini birbirinden her zaman bağımsız, ayrı ayrı alanlar olarak da düşünmemek gerekir. Yani, kullanım değerleri her zaman birinci alanda, bunların mübadele değerlerine dönüştürülmesi ise her zaman ikinci alanda gerçekleşir denemez. Arada farklı şekillerde geçişler veya sızmalar olabilir. Burada önemli olan, bütün karmaşıklığına rağmen sermayenin bu ürünleri metalaştırma gayreti içinde olduğunu bilmektir. Sermayenin asıl mücadelesi ilk üretim alanını şu ya da bu şekilde kontrol altına alma noktasında (artık değer ikincisinde somutlaştığı daha doğrusu “el konulabilir” hale geldiği için) düğümlenmektedir. Sermayenin bunu başarabildiği alanlar da vardır. Örneğin bazı yazarların ve müzisyenlerin yayınevlerine ve müzik şirketlerine bağlı olarak çalışmaları, büyük bütçeli belgesel ya da filmlerin medya şirketleri içinde çekilmeleri, yazılım programlarının bilişim şirketleri içinde üretilmeleri bunlardan sadece birkaçıdır. Kültürel ürünleri bu şekilde meta olarak ele alırken bu ürünlerin (emek-gücü) gibi özel, kendine has meta olduklarını dikkate almak gerekir. Zira bu ürünler meta olmalarının yanı sıra diğer metaların üretimi ve satışı için de işlev görebilmektedir (Fuchs, 2009; Schiller, 163 1999). Aynı zamanda bu ürünler, anlamı üreten ve yayan araçlar olma işlevine de sahip olabilmektedir7. Sonuç Görülüyor ki kültürel ürünler sermaye birikimi açısından birden fazla işleve sahip olabilmektedir ve sermaye de çok farklı özellikler sergileyen bu ürünlere karşı değişik yollara başvurarak onlardan farklı şekillerde yararlanabilmektedir. Ama arayış devam etmektedir. Kapitalizm, kendi varlığının devamı açısından o ana kadar metalaştıramadığı nesneleri metalaştırma yönünde zorunlu bir eğilime sahip olduğu sürece de bu arayış devam edecektir8. Bu çerçevede kültürel ürünlerin meta olması tartışmasında aşağıdaki sorular son derece önemlidir: Kültürel ürünler nedir? Genel özellikleri nelerdir? Diğer ürünlerden hangi yönlerden ayrılırlar? Kültürel ürünler homojen bir kategori midir? Eğer değilse bu homojen olmama durumu nasıl açıklanmalıdır? Hangi alt kategorilerden bahsedilebilir? Bu alt kategorilerin belirleyenleri nelerdir? Kültürel ürünler nasıl üretilmektedirler? Üretim süreçleri nasıl açıklanabilir? Üretimleri diğer ürünlerden farklı mıdır? Üretim süreçlerinde teknolojinin etkisi nedir? Kültürel ürünler meta mıdır? Bu ürünlerin meta olup olmadıkları neden önemlidir? Bu ürünlerin meta analizi hangi kuramsal düzeyde yapılmalıdır? Marx’ın Kapital’de klasik meta üretimi için kullandığı kavramsal çerçeve bu ürünler için de geçerli midir? Yoksa yeni bir kuramsal zemine ve kavramsal sete mi ihtiyaç var? 7 Ürünlerin bu özelliğiyle ilgili olarak Kültürel Çalışmalar adı altında geniş bir literatür birikmiş durumdadır. 8 Kapitalizmin bu yöndeki eğiliminin ne kadar güçlü olduğunu gösteren örneklerden biri CNN’de, 24 Mayıs 2012 tarihinde yayınlanan bir haberde görülebilir. Haber, bir annenin oğlunu elmasa çevirmesinden bahsediyor. Buna göre, Hong Kong’da yaşayan Eva Wu isimli bir anne, erken yaşta ölen oğlunu hep hatırlamak için ilginç bir yönteme başvuruyor. Anne, boynunda taşımak amacıyla ölen oğlunun küllerini elmasa çevirtip haç formundaki bir kolyeye monte ettiriyor. Habere göre bu işi yapan Hong Kong’da Algordanza adlı bir şirket. İsveç merkezli şirket 2007 yılından beri, ölenlerin küllerini laboratuarda belli işlemlerden geçirerek elmasa (yani metaya) dönüştürüyor. Şirket yetkilisi Scott Fong külleri elmasa dönüştürme işlemini şu şekilde anlatıyor: “Ölen kişiden alınan 200 gram kül İsviçre’deki laboratuara gönderiliyor. Filtreden geçirilen kül %99 oranında saflaştırılarak karbona dönüştürülüyor. Daha sonra işlemden geçirilerek ipeksi, siyah bir grafite dönüştürülüyor. Volkan sıcaklığında bir makine, saflaştırılmış külü 9 saatlik bir işlem sonrasında sentetik bir elmasa dönüştürüyor.” Fong, ayrıca küllerden oluşturdukları elmasın fiyatının çok pahalı olmadığını ekliyor. Wu ise kolyeyi boynuna taktıktan sonra huzur bulduğunu belirtiyor (Inocencio, 2012). 164 Kültürel ürünlerin kullanım değeri nedir? Genişleyen kapitalizm koşullarında kültürel ürünlerin kullanım değeri nasıl bir değişime uğradı? Bu ürünlerin kullanım değerlerinin değişiminde hangi dinamikler etkili oldu? Sermaye bu ürünlerden hangi açılardan yararlanmaktadır? Kültürel gelmektedirler? ürünler hangi koşullarda mübadele değerine sahip hale Genişleyen kapitalizm koşullarında kültürel ürünler nasıl mübadele değerine sahip oldu? Bu ürünlerin mübadele değeri kazanmasında hangi dinamikler etkili oldu? Kültürel ürünler üretim-dolaşım süreci içerisinde nasıl değer kazanmaktadır? Genişleyen kapitalizm koşullarında kültürel dolaşımında nasıl değişimler gerçekleşti? ürünlerin üretim- Bu değişimin dinamikleri (sermayenin tüm alanları bir meta üretim alanı olarak örgütleme mücadelesi) nelerdir? Emek-değer kuramı bu ürünler için de geçerli midir? Bu ürünlerde artık değer nasıl açığa çıkmaktadır ya da çıkmakta mıdır? Tüm bu soruların yanıtlarından yola çıkarak günümüz kapitalizmine dair ne söylenebilir? Kapitalizmin günümüzde kazandığı form nasıl bir toplumsal değişim sürecini imlemektedir? 165 Kaynakça Adorno, W. T., (2009), Kültür Endüstrisi: Kültür Yönetimi, J. M. Bernstein (der.), İstanbul: İletişim Yayınları. Carpenter, H. T., (2002), Antik Yunan’da Sanat ve Mitoloji, İstanbul: Homer Kitapevi. Çakmur, B., (1998), “Kültürel Üretimin Ekonomi Politiği: Kültürün Metalaşmasında Genel Eğilimler”, Kültür ve İletişim, C. 1., No. 2., ss. 111-148. Dobb, M. (2000), “Önsöz.” Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, P. Sweezy (der.) İstanbul: Kaynak Yayınları. ss. 11-14. Fuchs, C., (2009), “A Contribution to Theoretical Foundations of Critical Media and Communication Studies”, Javnost-The Public, C. 16, No. 2, ss. 5-24. Harvey, D., (2010), Marx’ın Kapital’i İçin Klavuz, İstanbul: Metis Yayınları. Marx, K., (2011), Kapital C. 1, İstanbul: Yordam Kitap. Inocencio, R., (2012), “Business Turns the Dead edition.cnn.com/2012/05/24/business/hong-kong-deaddiamond/index.html?iref=mpstoryview (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2012). into Diamonds” Miege B., (1989), The Capitalization of Cultural Production. New York: International General. Mosco, V., (1996), The Political Economy of Communication, London: SAGE Publication. Ollman, B., (2006), Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, İstanbul: Yordam Kitap. Schiller, D., (1999), Digital Capitalism. USA: MIT Press. Smythe, D. W., (1977), “Communications: Blindspot of Western Marxism”, Canadian Journal of Political and Social Theory, C. 1., No. 3., ss. 1-27. Wayne, M., (2009), Marksizm ve Medya Araştırmaları: Anahtar Kavramlar, Çağdaş Eğilimler, İstanbul: Yordam Kitap. 166 LaborComm 2014 Bildiriler Kitabı LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı ISBN No: 978-605-85244-0-8 167