LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı

Transkript

LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı
LaborComm 2013 Bildiriler Kitabı
Ankara - 2013
LaborComm 2013
4. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı
The 4th International Labor and Communication Conference
3-4 Mayıs 2013, Ankara
Bildiriler Kitabı
Derleyen
Aylin Aydoğan
LaborComm 2013 – 4. Uluslararası İşçi ve İletişim
Konferansı, 8. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali
Kapsamında Düzenlenen Bir Etkinliktir.
LaborComm 2013 - 4. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, Bildiriler Kitabı.
Derleyen: Aylin Aydoğan
Basım Yeri ve Tarihi: Ankara, 2013.
ISBN No: 978-605-85244-0-8
www.laborcomm. org
[email protected]
Laborcomm
LaborComm
LaborComm 2013 Düzenleyicileri:
-
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Bilişim ABD.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Bilişim ABD.
Türkiye Gazeteciler Sendikası
Çankaya Belediyesi
EMO Ankara Şubesi
İMO Ankara Şubesi
BMO Genel Merkezi
LaborComm 2013 Düzenleme Komitesi:
-
Doç. Dr. Funda Başaran Özdemir
Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir
Prof. Dr. Nurcan Törenli
Turgut Dedeoğlu
Çağrı Kaderoğlu Bulut
Dr. Aylin Aydoğan
Zuhal Kırmızıoğlu
Alkım Özaygen
Zafer Kıyan
Dr. Hakan Yüksel
İÇİNDEKİLER
Sunuş
Ali C. Gedik
Müziğin Yeni İletişim Teknolojilerinde Madde ve Meta olarak Görünümü
Aslı Kayhan
Toplumsal Çatışma ve Dayanışma Hattında Alternatif Bir İletişim Modelinin Olanakları ve
Yöntem Sorunu
Eminalp Malkoç
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek Gazetesinin
Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri
Gökçe Arslan
Sendikaların Sosyal Medya Kullanımları: Türkiye,
Konfederasyonlarının Sosyal Medya Kullanım Analizi
ABD
ve
Britanya
İşçi
Gökçe Baydar
Beyaz Yakalı Örgütlenmesinde Yeni İletişim Teknolojileri Olanakları: Türkiye Örnekleri
Gülcan Seçkin, Hüseyin Çelik
Gençlik ve Güzellik Sermayesi”nin Ticari ve İletişimsel Değeri
Hakan Yüksel
Enformasyon Toplumu Belgelerinin “Güvencesiz ve Esnek” İnsanı
İhsan Koluaçık, Nesrin Kula
Türk Sinemasında İşçi Temsili: 1960lı Yıllara Sosyolojik ve İdeolojik Bir Bakış
Örsan Şenalp
The Dramatic Rise of Peer-to-Peer Communication within the Emancipatory Movements:
Reflections of an International Labour, Social Justice and Cyber Activist
Özlem Şendeniz
Toplumsal Hareketler Repertuarı Merkezinde Kayma
Tahir Olcay Kıraç
Türkiye’de Gazetecilik Mesleğine İlişkin Örgütlenmeler (1908-1938)
Zafer Kıyan
Kültürel Ürünleri Meta Olarak Yeniden Düşünmek
Sunuş
IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, yedi ayrı oturumda sunulan bildirilerle, bir çağrılı
konuşmacının sunumuyla ve medyada örgütlenme sorunlarının ele alındığı özel bir panel ile
3-4 Mayıs 2013 tarihlerinde Ankara’da gerçekleşti.
İlki 2010 yılında 5. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında toplanan
konferans o tarihten itibaren olduğu gibi 2013’te de emek ve iletişim üzerine düşünen, çalışan
ve siyaset üreten akademisyenlerin ve aktivistlerin üretimlerini ve tartışmalarını paylaştıkları
bir platform oldu.
IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nın ana odağı kapitalizmin küresel krizi
bağlamında iletişim alanındaki yeni yaklaşımları ve bunların emekten ve toplumsal
muhalefetten yana anlamlarını tartışmaya açmaktı. Bu bağlamda da konferans kapsamında,
emek örgütlerinin iletişim teknolojilerini ve yeni iletişim teknolojilerini kullanma
biçimlerinden toplumsal muhalefetin yeni iletişim teknolojilerini örgütlenme ve direniş
amacıyla nasıl kullandıklarına, ofis çalışanlarının bir başka ifadeyle beyaz yakalıların
örgütlenmesinden bir direniş biçimi olarak hactivizme, yeni iletişim teknolojileri alanında
cinsiyetçiliğin görünür olduğu durumlara ve bununla mücadele pratiklerine kadar farklı
başlıkların ele aldığı oturumlar yer aldı. Ayrıca, iletişim ve emek tartışmalarında iletişim
endüstrisinin ürünlerinin metalaşması ve iletişim alanında son yıllarda yaşanan değişimleri
anlamak ve açıklamak için sıklıkla başvurulan yaklaşımlardan olan enformasyon toplumu
kuramı da konferansta tartışılan konular arasındaydı.
IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı’nda sunulan bildirilerden oluşan bu kitap
da konferansın bu tematik çeşitliliğini yansıtır nitelikte hazırlandı. Toplam 12 bildiriyi
kapsayan kitapta, konferansta konuşulan, tartışılan başlıkların tamamına ilişkin metinlerin
araştırmacılara ve okurlara ulaştırılması amaçlandı. Sadece uzun soluklu araştırmalarının
henüz devam etmesi ve konferansa katkıları yapılandırılmış bir bildiri olmaktan ziyade ilk
bulguların paylaşılması niteliğinde olan katılımcıların ve deneyim paylaşımı ve sorunların
çözümüne yönelik fikir alışverişi odaklı medyada örgütlenme sorunlarının tartışıldığı panelin
metinleri bu kitaba dahil edilemedi.
IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı, Türkiye Gazeteciler Sendikası, BMO
Genel Merkezi, EMO Ankara Şubesi, İMO Ankara Şubesi ve Çankaya Belediyesi’nin
katkılarıyla ve çok sayıda gönüllünün emeğiyle mümkün olabildi. Elbette ki çalışmalarıyla
konferansa katkı sağlayan araştırmacıların emeği ve katkısı da konferansa zenginlik ve güç
kattı. Bu kitap vesilesiyle emeklerini ve katkılarını esirgemeyen tüm dostlarımıza,
katılımcılarımıza ve gönüllülerimize teşekkür ederim.
Aylin Aydoğan
Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü
Bildiri
Metinleri
Müziğin Yeni İletişim Teknolojilerinde Madde ve Meta olarak Görünümü
Ali C. Gedik
Dokuz Eylül Üniversitesi, Müzik Bilimleri Bölümü
Giriş
Bu çalışmada yeni iletişim teknolojilerinde müziğin sayısal formatlardaki görünümü üzerine
yaygın olduğu kadar problemli olduğunu düşündüğümüz iki tezi ve bu tezlerden türetilen
iktisadi ve siyasi çıkarımları tartışmak istiyoruz. Birinci tez, müziğin sayısal olarak temsil
edilmesinin müziğin maddeden arındırılması anlamına geldiği tezidir (Attali, 2005). İkinci tez
de müziğin bu formatlar sayesinde kapitalizmin işleyiş yasalarına aykırı bir görünüm halini
aldığı, yani meta olmaktan çıktığı tezidir. Bu tezlerin dayandığı temel olgu ise sayısal bir
müzik temsili olan MP3 formatı ve eşler arası (peer-to-peer) dosya paylaşımı yazılımları
sayesinde müzik dosyalarının internette özgürce paylaşılabilir hale gelmesidir. Böylece bu
olgunun iktisadi olarak müzik endüstrisini ciddi bir krize sürüklediği, siyasi olarak da antikapitalist bir karakter taşıdığı sonucuna varılır (Wayne, 2006).
Birinci tezle yani müziğin maddeden arınması tezine dair temel itirazımız şudur:
Müziğin herhangi bir temsili zaten üst düzey bir soyutlamaya karşılık geldiği için, bu temsilin
ezberde, notasyonda, anolog veya sayısal bir ortamda olması müziğin maddiliği konusunda
herhangi bir fark teşkil etmez. Kuzey Hindistan geleneksel sanat müziğine kaynaklık eden
Brahmin rahiplerin kuşaktan kuşağa sözel olarak aktardıkları Vedik ilahilerinin tarihsel olarak
yazının icadından öncesine dayandığı bilinmektedir (Ruckert, 2004). Bu anlamda bugün icra
edilen Vedik ilahileri aynı zamanda dünyada bilinen en eski müzik ‘kayıtları’dır. Benzer bir
biçimde müziğin benzeşik (analog) olarak radyo yayınlarıyla elektromanyetik dalga
formatında temsili ile sayısal olarak bilgisayarda temsili arasında müziğin maddeden arınması
anlamında bir fark yoktur. Son kertede canlı bir Vedik ilahisi icrası olsun, lambalı bir radyoda
veya internetten özgürce indirilmiş bilgisayarda çalınan bir müzik parçası olsun müzik ancak
ya canlı bir icrada doğrudan ya da bir kayıtta hoparlör yardımıyla dolaylı olarak havada
titreşen partiküllerin kulak zarına ulaşması ve sinirsel olarak beyne aktarılmasıyla
algılanabilecek son derece maddi bir sürecin sonucunda ortaya çıkar.
İkinci tezle, yani müziğin MP3 formatıyla birlikte meta olmaktan çıktığı tezine dair
itirazımız ise şöyledir: Bugün yaygın olarak internetten indirilen müziklerin neredeyse
tamamı kapitalist üretim tarzı içinde üretilmektedir. Tersinden söylenecek olursa kapitalist bir
toplumsal formasyon içinde kapitalizm dışı bir üretim tarzında üretilmiş herhangi bir müziğin
yaygınlığından söz etmek mümkün değildir. Bu tezin yaygınlığının nedeni ise P2P sayesinde
özgürce MP3 paylaşımının müzik endüstrisinin krizine neden olduğu argümanıdır. Bu
argüman iki nedenle problemlidir. Birincisi, müzik endüstrisi varolan krizine çözüm olarak
yine interneti ve sayısal müzik formatlarını başarılı bir biçimde kullanmaya başlamıştır
(Taylor, 2001). İkincisi, krizin nedenini doğrudan MP3 paylaşımına bağlanması çok kestirme
bir yaklaşımdır. Leyshon ve arkadaşlarının (2005) gösterdiği gibi müzik endüstrisindeki
krizin temelleri MP3 öncesine dayanmaktadır ve değişen kültürel tercihlerle ilişkilidir.
Sonuç olarak bu tartışma aslında kapitalist bir toplumsal formasyonda kültür
alanındaki teknolojik bir gelişmenin baskıcı veya özgürleştirici bir karaktere sahip olup
olmadığına dair eski bir tartışmayı yeni teknolojiler üzerinden yürütmek anlamına
gelmektedir. Bu anlamda çalışmamızda medya çalışmaları ve siyasi-iktisat yanında kültürel
çalışmaların bir bileşeni olan popüler müzik çalışmaları ve etnomüzikoloji disiplininin
kazanımlarından da yararlanılmıştır. Temel yaklaşımımız Stuart Hall’un (1986) popüler kültür
alanını sınıf mücadelesinin bir alanı, yani hegemonyanın inşa edilip korunduğu zemin olarak
gördüğü “garantisiz marksizm” yaklaşımıdır. Diğer bir deyişle popüler kültür alanı ne
yukarıdan dayatılan yapılar ne de aşağıdan inşa edilen pratiklerdir. Ancak bu yaklaşımı
popüler kültürü kazananın ya da kaybedenin olmadığı bir bahis olarak görülmesine dair bir
rezervle birlikte kullanıyoruz. Bu rezerv de kapitalist bir toplumsal formasyonda kazananın
daima burjuvazi olduğu itirazıdır (Gedik, 2009).
Madde ve Meta Olarak Müzik
Jacques Attali henüz müziğin sayısal formatta temsili ve paylaşımına dair argümanlarını dile
getirmeden önce müziğin kendine içkin özel durumunu şu şekilde ifade eder: “Onu
kaybetmeden verebiliriz; kullandıkça eskimez; paylaşıldığında hiçbir şey kaybedilmez; kimse
onu duyan tek kişi olmakla bir şey kazanmaz; değeri, onu üretmek için harcanan zamana bağlı
olmaz” (Attali, 2005, s. 83).
Attali’nin yaklaşımını tartışmak için Marx’ın kapitalist üretim ilişkileri içinde müziğin
konumuna dair önermesi yol açıcı olacaktır:
Piyano üreticisi sermayeyi yeniden üretir; piyanist ise emeğini sadece gelirle takas eder. Fakat
piyanist müzik üretip müzik zevkimizi tatmin etmez mi? Hatta böylece belirli bir ölçüde
müziksel tatmini üretmez mi? Aslında üretir: onun emeği bir şeyler üretir; ancak ekonomik
anlamda bu onun emeğini, hayalinde saçmalıklar üreten bir delinin üretkenliğinden daha fazla
üretken emek yapmaz (Marx ve Engels, 1996, s. 91).
Marx’a göre üretken emeğin koşulu artı-değer üretmesidir ve kendi deyişi ile bu
durum emekçi için bir talih değil tam aksine bir talihsizliktir: “Kendi yazdığı şarkısını satan
şarkıcı bir kadın, üretken olmayan bir emekçidir. Ama bu aynı şarkıcı kadın, eğer bir
organizatör tarafından, kendisine para kazandırsın diye şarkı söylemesi için işe alınmışsa
üretken bir emekçidir; çünkü sermaye üretmektedir.” (Marx ve Engels, 1996, s.92).
Sonuç olarak Marx sadece müzik değil genel olarak maddi-olmayan üretim olarak
sınıflandırdığı alanda eğitim, sanat ve bilim emekçilerinin meta üretimlerinin kapitalist üretim
içindeki yerinin ihmal edilebilir düzeyde kaldığını belirtir.
Attali (2005) böylece Marx’ın müziğe dair yaklaşımında aciz kaldığı sonucunu
çıkartır.
Marx en fazla bugünkü müzik endüstrisinin kapitalist üretim içinde kapladığı hacmi
tahmin edememekle suçlanabilirdi; aynı 1800’lerde yeterince çevreci veya feminist olmadığı
konusunda suçlanabileceği gibi(?). O zaman dönüp Marx’ın aciz kaldığı ama Attali’nin
2000’lerde hakkından geldiği müziğe dair problemlere tekrar dönmek gerekiyor. Attali
aşağıda italik olarak gösterilen önermelerle bu problemlerin hakkından gelmektedir.
Onu kaybetmeden verebiliriz; kullandıkça eskimez: Müzik maddi-olmayan bir üretim
olsa da müziksel ürün de Marx’ın genel olarak emek için söylediği gibi beynin, sinirlerin ve
kasların harcanmasının ürünüdür. Canlı bir icrada veya bir notasyonda somutlanmış olsa
harcanan müzisyenlerin emeğidir.
Paylaşıldığında hiçbir şey kaybedilmez; kimse onu duyan tek kişi olmakla bir şey
kazanmaz: Paylaşıldığında hiçbir şey kaybedilmeseydi, müzik telifi 1789 Fransız Devrimi ile
birlikte ortaya çıkan bir kavram olmazdı. Müzik dinlemenin kazandırdığı bir şey olmasaydı
bu kez de müziğin bir kullanım değeri olmazdı.
Değeri, onu üretmek için harcanan zamana bağlı olmaz: Engels’in belirttiği gibi
sadece herhangi bir insan emeği değil müziğe dair emek de insanlık tarihinde insan elinin
emek üzerinden gelişmesinin kollektif ürünüdür ve bu sayede “... insan eli, Raphael
resimlerini, Thorsvalden heykellerini, Paganini müziğini bir mucize olarak ortaya
koyabilecek yetkinliğe ulaşmıştır.” (Marx ve Engels, 1996, s.80). Eğer müziğin değeri onu
üretmek için harcanan zamana bağlı olmasaydı bugün insanlar her çalgının virtüözü haline
gelmiş icracıları dinlemek için konser salonlarını doldurmak yerine, sokak çalgıcılarını zengin
ederlerdi.
Attali bu argümanlara dayanarak müziğin “maddeden arındırılmış” olduğunu öne
sürer. Oysa Marx Kapital’in daha ilk cümlelerinde “maddeden arındırılmış” olanın da ne
kadar maddi olduğunu yazıyordu: “Meta herşeyden önce… şu ya da bu türden insan
gereksinimlerini gideren bir şeydir. Bu gereksinimlerin niteliği, örneğin ister mideden, ister
hayalden çıkmış olsun, bir şey değiştirmez.” (Marx ve Engels, 1996, s.94).
Elbette tüm bu tartışmalar müzik endüstrisinin asıl gelir kaynağını oluşturan popüler
müzikler üzerinden gerçekleşmektedir. Bu nedenle tartışmaya poüler müzik çalışmaları
üzerinden devam etmek gereklidir. Eğer sayısal temsilinden önce müziğin değişim değerini
kaybettiğini düşünmüyorsak, odaklanmamız gereken müziğin kullanım değeridir. Aşağıda
Tablo 1 ve 2’de sunulan veriler ise müziğin kullanım değerine dair önemli ipuçları
sunmaktadır.
Müzikle birlikte hangi aktivitelerde bulunuyorsunuz? sorusuna verilen yanıtlar
Asla (%)
Bazen (%)
Sık(%)
Sabah uyanınca
43
37
20
Banyo yaparken
58
28
14
Egzersiz yaparken
25
36
39
Çalışırken
22
47
32
Ev işi yaparken
4
31
64
Dinlenirken
12
51
37
Yemek yerken
25
61
15
Toplumsal ilişki kurarken
6
48
46
Romantik ortamlarda
17
59
25
Okurken
56
36
–
Yatmaya hazırlanırken
64
25
11
Araba, bisiklet kullanırken, koşarken
8
46
46
Tren, otobüs ya da uçakta
34
47
19
Kaynak: Juslin, 2004.
Tablo 1.
Tablo 2. 11 yaşındaki çocuklardan toplanan veriler. Yanıtlar “Müzik dinlerken, ...”
sözüyle başlamaktadır
Yatıştırıcı
…, öncesinde heyecanlandıysam, beni gerçekten yatıştırır.
…, daha az yalnız hissederim.
…, kendimi daha iyi hissetmemi sağlar.
Yoğunlaştırıcı
…, gözlerimi kapatmaktan hoşlanırım.
…, çeşitli temaları takip ederim.
Duygusal
…, müzikte ne tür duygular ifade edildiğine dikkat ederim.
…, benim için her şeyin ötesinde bir hissediş meselesidir.
Mesafeli
…, müzik biçemini belirlemekten zevk alırım( Halk , caz ya da
barok müzik olup olmadığını söylemekten).
…, müzik parçasının yapısını kavramaya çalışırım( tekrarlar,
çeşitlemeler).
Biyolojik
…, gerçekten içimde hissederim.
…, farklı bir vücut pozisyonu düşlerim.
…, tartımın beni büyülediği zamanlar vardır.
…, bazen kalbim daha hızlı atar, tüylerim diken diken olur,
mideme ağrılar girer.
Duygulu
…, hayal kurmaktan hoşlanırım.
…, geçmişe ait şeyler hatırlarım.
…, kendimi düşünmeme neden olur.
Kaynak: Behne 2002.
Dinleyicilerle görüşmeler üzerinden yapılan bir çalışmanın sonucu yine müziğin
kullanım değerine ilişkin önemli bilgiler veriyor. Bu çalışmada benliğin ve benlik kimliğinin
oluşturulmasında müziğin rolü şu şekilde ortaya konuyor (Denora, 2002):

Belirli bir duygusal moda girmek için müzik dinleme

Benlik inşası olarak müzik dinleme
Müziksel beğeninin kimlik, duygu ve hafıza temelinde ele aldığı daha kuramsal bir
çalışmada ise müziğin toplumsal işlevi 4 başlıkta özetleniyor (Frith, 1987):

Popüler
yanıtlamasıdır.

Popüler müzik bizim özel ve kamusal duygusal yaşantılarımız arasındaki
ilişkiyi düzenlememizi sağlar. Müzik hem özel hem de kamusal alanda aşk, nefret vb.
duygularımızı ifade etmemiz için bir araç olabilmektedir.

Popüler müzik hafızamızı biçimlendirir ve zaman algımızı organize eder.
Müzik bir yandan şimdiki anı unutmamızın bir yolunu sunarken bir yandan da
geçmişimizi hatırlamak için anahtar bir rol üstlenebilir.

Popüler müzik sahip olduğumuz bir şeydir. Bir anlamda kendi kimliğimize
sahip çıkmamızın bir yoludur.
müzikten
hoşlanmamızın
nedeni
kimliğimize
dair
soruları
Müziğin bir madde olarak insan fizyolojisi ile ilişkisi ise aşağıdaki şekillerde
sunulmuştur (Gedik 2007).
Şekil 1.
Beynin yan görünümü. Motor korteks: Hareket, ayakla ritm tutma, dans etme
ve bir çalgı çalma. İşitsel korteks: Sesleri işitmenin, algılamanın ve analiz etmenin ilk
safhası. Görsel korteks: Nota okuma, bir icracıyı izleme. Prefrontal korteks: Çalgı
çalma ya da dans etmeye dair duyusal geri besleme
Şekil 2. Beynin yanal kesiti. Corpus callosum: Sol ve sağ yarı küreyi birbirine bağlar.
Hippocampus: Müzik, müziksel deneyimler ve bağlamları için hafıza. Nucleus
Accumbens ve Amygdala: Müziğe duygusal tepkiler. Beyincik: Ayakla ritm tutma,
dans etme ve bir çalgı çalma
Müziğin yeni iletişim teknolojilerindeki görünümüne dair tezlerin odaklandığı nokta
ise müzik endüstrisinin bu yolla krize girmesi ve bu nedenle bu yeni görünümlerin antikapitalist bir karakter taşıdığı tezidir. Bu anlamda yukarıda müziğin maddiliği üzerine
yürüttüğümüz tartışmaya bir de müziğin meta olarak bu yeni teknolojilerdeki görünümü
tartışmasının eklenmesi gerekmektedir. Diğer yandan yukarıda tartıştığımız gibi müziğin
maddiliğinin müziğin sayısal temsili ile ortadan kalktığı söylenemez.
Leyshon ve arkadaşlarının (2005) gösterdiği gibi müzik endüstrisinin krizi MP3 ve
P2P teknolojilerinden çok öncesine denk gelir. Burada krtik olan nokta insanların boş zaman
örgütlenmesinde müziğin eskiden olduğu kadar merkezi bir yere sahip olmamasıdır. Yine
yeni teknolojilerle ilişkili olarak ortaya çikan bilgisayar oyunların, sosyal ağlar, sinema, TV
vb. bu anlamda müziğe ayrılan zamana veya müziğin boş zamana dair merkezi rolünü
kaybetmesine neden olmuştur.
Diğer yandan Leyshon ve arkadaşları (2005) bu gelişmelere karşı müziğin yeni
iletişim teknolojilerindeki müzik endüstrisi aleyhine gelişmelere karşı endüstrinin aynı
teknolojileri kullanarak hızla önlem aldıklarını da göstermişlerdir. Taylor’ın (2001) bu
anlamda verdiği örnekler henüz 2000’lerin başında dahi bu önlemlerin ne derece başarılı
olduğunu ortaya koymaktadır.
Raymond Williams’ın (2003) belirttiği gibi herhangi bir teknolojinin toplumu
doğrudan belirlediği tezi bir teknolojik determinizmdir. Bu nedenle teknoloji dahil herhangi
bir insan etkinliğinin ne tür bir anlam taşıyacağı, yani özgürleştirici veya baskıcı bir karakter
taşıyıp taşımayacağı son kertede sınıf mücadeleleri sonucuna bağlı olacaktır. Diğer yandan
müzik dahil herhangi bir üretim biçiminin kapitalizm içinde anti-kapitalist bir anlam taşıdığını
öne sürebilmek ancak Marx’ın ünlü 1859 önsözünün yeniden reformist bir yorumuyla
mümkün olabilir.
Kaynakça
Attali, J. (2005) Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği. Çev. Gülüş Gülcügil
Türkmen. İstanbul: Ayrıntı.
Behne, K. (2002) The Development of "Musikerleben" in Adolescence: How and Why Young
People Listen to Music. Perception and Cognition of Music. Eds.: I. Deliège, J. Sloboda,
Reprint, The Psychology Press. Hove., 143-160.
Denora, T. 2002. Music in Everyday Life , reprint, New York: Cambridge University Press, ,
p. 181
Frith, S. (1987) Towards an Aesthetic of Popular Music, Music and Society: The Politics of
Composition, Performance and Reception, Eds.: R. Leppert, S. McClary. Cambridge:
Cambridge University Press, 133-149.
Gedik, A.,C. (2009) Differences of Taste in Popular Music: An fMRI Study, MSc Thesis,
Dokuz Eylül University, İzmir.
Gedik, A. C. (2009) Popüler Müzikte Sınıf Mücadelesi: Redictio Ad Absurdum, Gelenek,
Aylik Marksist Dergi, Temmuz 2009, sayı:103, 63-69.
Hall, S. (1986) The Problem of Ideology-Marxism without Guarantees. Journal of
Communication Inquiry, Vol. 10, Nr. 2
Juslin, P.N. and Laukka, P. (2004) Expression, Perception, and Induction of Musical
Emotions: A Review and a Questionnaire Study of Everyday Listening. Journal of New Music
Research, 33(3), 217-238.
Leyshon, A., Webb, P., French, S., N. Thrift and L. Crewe (2005) On the reproduction of the
musical economy after the Internet, Media Culture Society; 27; 177
Marx, Engels, Lenin (1996) Sanat ve Edebiyat üzerine. Çev. Aziz Çalışlar. İstanbul: Evrensel.
Ruckert, G.E. (2004) Music in North India. New York: Oxford Unv. Press.
Taylor, T. (2001) Strange Sounds: Music, Technology and Culture, London and New York:
Routledge.
Wayne, M. (2006). Marksizm ve Medya Araştırmaları: Anahtar Kavramlar, Çağdaş Eğilimler.
Çev. Barış Cezar. İstanbul: Yordam.
Williams, R. (2003) Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim. Çev. Ahmet Ulvi Türkbağ.
Ankara: Dost.
Toplumsal Çatışma ve Dayanışma Hattında Alternatif Bir İletişim
Modelinin Olanakları ve Yöntem Sorunu
Aslı Kayhan
Kocaeli Üniversitesi
Giriş
Türkiye’de özellikle son otuz yıldır yaşanan etnisite, din, mezhep ve toplumsal cinsiyetin ana
ekseni olduğu toplumsal çatışmalar, bölünmeler ve karşılaşmalar sosyoloji ve/veya siyaset
bilimi alanında, ‘kimlik’ merkezli araştırmaların konuları oldu. Üretimin ve deneyimin içinde
oluşan bilginin üretilebilmesi ve toplumsal olanın bilgisi ile ilişkilendirilebilmesi için emek
kesiminin deneyimine dair bilginin toplanması ve değerlendirilmesi gereklidir. Bu nedenle
emek kesiminin anlatılarına ulaşmayı ve bu anlatıları alternatif bir kamusal alanın inşasının
olası koşulları doğrultusunda tartışmak gereğinden doğan bir alan çalışmasına yöneldik.
Bu hedefe uygun olarak, demografisi çeşitlilik arz eden en az son otuz yıldır yoğun
göç almakta olan, iktisadi olarak istihdam alanları açısından gelişmiş olan ve çatışma ve
dayanışma örneklerine rastlanan kentler seçildi. Bu kentler özellikle son otuz yıllık süreçte
ortaya çıkan sermaye birikimi süreçlerindeki değişime paralel olarak gerek kırdan kente,
gerekse bölgeler arasındaki göçlerin yaşandığı ve sermaye birikim süreçlerinde aldıkları
rollerin farklılıkları gözetilerek seçilmiş yerlerdir. Daha açık ifade ile bölgelerinin en çok göç
alan kentleri olmaları, çatışma ve dayanışma örneklerinin olması ve ülke ekonomisindeki
paylarının büyüklüğü nedeniyle şeçilmişlerdir. Bu şehirler şunlardır: İstanbul-Kocaeli
(Havzası), Bursa, İzmir-Manisa (Havzası), Adana –Mersin (Havzası), Gaziantep-Hatay
(Havzası), Antalya, Kahramanmaraş. Bu kentlerdeki imaalat sanayi işçileriyle
görüşüyoruz.(Gıda, Metal, Petrokimya, Tekstil gibi)
Sözü edilen şehirlerde, toplumsal çatışmayı ve dayanışmayı üreten koşulları anlamak,
incelemek, analiz etmek üzere araştırmanın odağına alınan grubun emek kesimi olmasının
temel nedenleri şöyle açıklanabilir: Birincisi, emek kesimi özellikle çerçevesini çizdiğimiz
şehir merkezlerinde süregiden göç ve istihdam olanaklarının genişliği ve çeşitliliği
bağlamında farklı kimlik ve kültür arka planlarını bir arada yakalayabileceğimiz heterojen bir
yapıya sahiptir.
Tabii bu sorunun arkasındaki toplumsal süreçler konumuzu belirleyen temel durum.
Burada çoğumuzun bildiği bu süreçlerin özellikle bizim çalışmamız açısından
değerlendirmesini kısaca yapmak isterim. Bu değerlendirme neden özellikle imalat sanayiini
seçtğimizi de gösterecektir.
Bir dünya sistemi olarak kapitalizmin aslında 1960’ların ortalarında kendini belirgin
bir biçimde hissettirmeye başlayan ve giderek derinleşen kriz eğilimleri, 1980’lere kadar
iktisat politikası uygulayıcıları tarafından, eldeki mevcut iktisat politikası ve finansal araçlarla
önlenmeye çalışılsa da, bu kriz eğilimlerinin aslında Fordizm olarak da adlandırılan bir
sermaye birikim tarzının krizi olduğunun farkına varılmıştı. Kapitalist firmaların, kâr
oranlarını tekrar yükseltmek için bu gelişmelere tepkisi bir kaç kanaldan geliştirilmiştir. İlki
yukarıda da belirtildiği gibi, fiyat artışları yoluyla reel ücretleri düşürerek maliyetlerini aşağı
çekmekti. Hüküm süren yüksek oranlardaki işsizlik, var olan emek gücüne göre iş bulma
imkânlarının zorlaşması neticesinde işçilerin bir rekabet süreci içersine sokulması, bu
politikaların uygulanmasında önemli bir çerçeve sağlamaktaydı.
İç içe giden ve ücret maliyetlerini düşürmeye yönelik bu stratejilerden bir diğeri,
üretim birimlerini esas itibariyle gelişmiş kapitalist ülkelerde konumlandıran kapitalist
şirketlerin, bu üretim faaliyetlerinin önemli bir bölümünü, teknolojik gelişmelerin sağladığı
avantajlardan da yararlanarak, dünyanın düşük ücretli bölgelerine, ülkelerine kaydırmaları
oldu. Bir taraftan da gelişmiş ülkelerdeki ücretleri baskılama fırsatını da sunan,
"küreselleşme" olarak döneme damgasını vuran bu strateji, aynı zamanda, azgelişmiş
ülkelerde o zamana kadar uygulanan ithal ikameci politikaların da sona ermesi anlamına
geliyordu.
Kâr oranlarını arttırma yönünde tamamen yeni bir sermaye birikimi tarzının ana
unsurlarını belirleyen bu stratejilerin en önemlilerinden biri de, yine gelişen teknolojilerin
verdiği imkânlardan da yararlanarak, işçilere yaptırılan işin yükünü arttırmak, diğer bir
ifadeyle işçinin çalışma temposunu arttırarak, emek verimliliğini yükseltmeye çalışmak
olmuştur. Bu strateji kendisini hem belli bir işkolundaki ana firmaların ölçek küçültmeye
giderek işçilerinin yüzde 10-20’lere varan oranlardaki kısmını işten çıkartarak göstermiş; hem
de birçok ülkede ve Türkiye’de taşeronlaşma olarak adlandırılan bir olgunun giderek
yaygınlık kazanmaya başlamasını beraberinde getirmiştir. Taşeronlaşma, bilindiği gibi, ana
firmanın, yapılan üretimin bir kısmını, esas itibariyle ana firma bünyesinde faaliyetlerini
sürdürmek kaydıyla, başka bir firmaya yaptırmasıdır. Genellikle güvencesiz koşullarda, çok
düşük ücretlerle, günde 10-12 saatleri bulan çalışma süreleriyle birlikte uygulanan bu yöntem
kâr oranlarının arttırılması doğrultusunda kapitalist firmalara önemli imkânlar tanımaktadır.
Bu projenin genel perspektifi bakımından bu gelişmeler çerçevesinde bir noktayı
vurgulamakta yarar var. Bir bütün olarak dünya ekonomisine hâkim olan kapitalist sistemde
kâr, üretim süreçlerinden ve işçinin emek gücü üzerinden elde edilir. Bu perspektiften
bakıldığında bir bütün olarak kârların ve kâr oranlarının belirlenmesinde, üretimde çalışan
emek gücü miktarı, emek gücüne ödenen ücretler ile ondan elde edilen ürünün değeri
arasındaki fark asli rol oynarlar. Nitekim yukarıda sözü edilen stratejilerin esas itibariyle
üretken emeğin istihdam edildiği imalat sektörlerinde yoğunlaşması bu nedenledir.
Bu projede gerçekleştirilen alan çalışmasında da görüşme yapılan işçilerin imalat
sektörlerinden oluşması, yani üretken emek kesimine dâhil olan işçilerin içinde bulundukları
durumu kendi deneyimlerinden yola çıkarak değerlendirmelerinin odağa alınmasının nedeni
de budur.
Dolayısıyla çalışmada temel sorularımız;

Dünyada emek süreçlerinin, yeryüzü üzerindeki iş gücünün dağılımının ve
coğrafi hareketliliğinin de dönüşüme uğramakta olduğu süreçte Türkiye’de üretim ve
emek süreçlerindeki parçalanma dönüşüm ve yeniden yapılanma dinamikleri nasıl
yaşanmaktadır?

Bu süreçte Türkiye’de aynı dönemde mülksüzleştirme politikalarının toplumsal
dinamikler içindeki etnik ve mezhebe dayalı ayrımlar ve çatışmalarla ilişkisi nasıl cereyan
etmektedir ve bu ilişki nasıl bir dinamik taşımaktadır? Yani belirli gruplar
proleterleştiriliyor mu bu bir ivme taşıyor mu?

İşçi sınıfının ayrıştırılması parçalanması ne şekilde biçimleniyor?
Alternatif bir iletişim modelinin imkân alanlarını ve koşullarını sorgularken
sorgulamaya çıktığımız alanda soruyu yönelttiğimiz grup ve kişileri araştırmanın bizlerle
birlikte olacak özneleri olarak tanımladık. Bu “araştırmacı ve sorgulayan özne” olarak
danıştıklarımızın problemleri tanımladıkları koşulları ve deneyimleri üzerinden dinamik bir
iletişim ilişkisini üretebildikleri bir süreç olarak araştırma yöntemini biçimlendirdik.
Bu yöntem arayışının arka planında uzun ve kaçınılmaz farkları içeren nitel ve nicel
yöntemin epistemolojileri yeralır. Bir diğer deyişle, 19. Yüzyılın toplumsal bilgiyi
“tanımlama” ve “ölçme” tartışmasının; objektiflk ve subjeketiflik dikotomosinde üretilen;
açıklama, yorumlama, içerden, dışardan bakış tartışmaları aslında ontolojik bir fark içerir.
Toplumsal gerçekliğin inşası; öznelerin algılarında mı, sosyal gerçekliğin nesnel dialektik
ilişkisinde mi gerçekleşir? (Özuğurlu;2009) Burada 1980’ler sonrası postmodern algı
kapitalist hegemonyayla uzlaşı içinde emek kesimlerini sadece dünyaları anlaşılmaya ya da
serimlenmeye çalışılan ötekileştirci etnografik çalışmalara kayışı. Ölçülebilir, genelleştirici ve
“doğal olarak”tabii toplumsal gerçekliği yöneten bilginin ise başka bir yerde üretilebileceğini
vurgular. Oysa üretici emek sadece ihtiyaç nesnelerini üretmenin bilgisine değil, tüm
toplumsal gerçekliği üretmenin de bilgisine sahiptir. Bunu görebilmenin yolu hakim söylemin
dışındaki kültürel formlara ve yaşam biçimlerine bakmaktan geçer. Bunun için de nitel
çalışma bu analizi yapmayı kolaylaştırır. Ancak, bu çalışma için de nitel yöntem uygun
görünse bile, deneyim ve ham bilgi toplamaktan fazlasına ihtiyaç duyan doğası gereği başka
açılımlara ihtiyaç duymaktadır. Yol son derece dar bir patika; sadece “yalnızlaştırılmış” ve
“ayrıştırılmış” çalışan kesimlerin yaşam tarzlarını ve deneyimlerine odaklanarak sosyal
gerçekliği flexible ve unstable görme yanılgısına düşmeden, gerçekliğin a priori
nedenselliğini çerçevesinde onlarla dünyalarını yeniden tartışarak dönüştürücü, alternative bir
bilgi paylaşım ağı kurmak.
Bu teknik farklı disiplinlerdeki yöntemlerden beslenerek oluşturuldu. İlki dönüştürücü
eğitim yetişkin eğitimi ya da ezilenlerin pedagojisi gibi çalışmalar aslında yaygınlaşarak
güçlenmiş baskın ideolojinin edinimleri ve söylemlerine karşı diyaloga ve eleştiriye açık bir
yeniden öğrenim ve edinim süreci öneren yöntemler (Mezirow; 2000). Anlamın oluşması
sürecinin merkezindeki söylemin toplumsal bir öğrenim süreci olarak görüldüğü çalışmalar da
kritik olaylar, metaforların açımlanması, kavram haritalaması, bilinç yükselme çalışmaları,
yaşam öyküleri ve toplumsal harekete katılım gibi yöntemlerle eğitim çalışmalarını
geliştirmişlerdir. İster sohbet, söyleşi, biçimlerinde olsun ister dayanışma ve direnme
süreçlerinde olsun bütün tartışmalar anlamanın ve anlam oluşturmanın bir öğrenme ve edinim
süreci olduğunu bize göstereceğini düşündük ve öyle de oluyor.
Yaptığımız alan araştırması bir eğitim çalışması olmamakla beraber biz de öğrenilmiş
ve edinilmiş anlamların söylem ve tavır alma biçimlerinin eleştirel bir çözülmeye uğraması,
yaratıcı ve diyaloga açık bir iletişim tarzının oluşmasına odaklandığımız için bu çalışmalar
bizi besledi.
Üretim süreçlerinin nesnel gelişimi ile sosyal sınıfların varlığı arasındaki ilişki
sorununu açığa çıkaran önemli alanlardan biri olan işçi sınıfının kendi konumunu tarif etme
biçimi bizim çalışmamızın da önemli bir parçasıdır. Üretim sürecinin bizzat bilgisine sahip
olan bu kesimin hem fabrikada hem iş yaşamı dışında bu durumu nasıl yaşamakta olduğunun
bilgisini sadece bir anlatı olarak değil belirli müdahalelerle onların duruma bakma biçimlerini
de farklılaştıran bir tartışma tekniği ile almaya çalıştık. Çünkü oradaki varlığımızın sadece bir
“veri toplayıcılığı” olmadığını bir bilgiyi birlikte ve yeniden üreten taraflar olduğumuzu
düşündük. Ancak, bunu görüştüğümüz kişilerle aramızdaki mesafeyi koruyarak yaptık.
(Coşkun, 2013; Fantasia,1989). Burada bize Michale Burawoy’un bir etnograf olarak kuram
ve kavramsallaştırmaları yol gösterici oldu. Kısaca değinirsek, Burawoy; işçi sınıfının
bilincine dair “kendi-için-sınıf” kavramıyla yalnızca eğitim, siyaset gibi konulara gönderme
yapılarak üretim sürecinin bu konudaki belirleyici etkisinin ihmal edildiğini
söyler(Burawoy,2000). Üretim süreci açık ve seçik olarak işçi sınıfının konum algısını
belirler. Bu nedenle üretim sürecini belirleyen düzenlemelerin de bir politik ve ideolojik süreç
olduğunu görerek “emek rejimi” kavramını geliştirir. Biraz daha açmak gerekirse; işin
örgütlenmesi ideolojik ve politik sonuçlara yol açar, çünkü erkek ve kadınlar üretim esnasında
belirli toplumsal ilişkileri ve o ilişkilere dair deneyimleri de yeniden üretirler. Aynı zamanda,
bu ilişkileri düzenleyen ayırt edici ideolojik ve politik aygıtlar da mevcuttur. (Burawoy;1987).
Çalışma ve sorgulamamızın önemli kilit kavramlarından biri de dayanışma
kavramıdır. Biz bütün kimlik ayrımları ve çatışmaları içinde mücadele sürecindeki
dayanışmanın alternatif bir iletişim oluşturup oluşturmadığına ya da bu tür bir potansiyelin
muhtemel koşullarına odaklanmaktayız. Klasik sosyolojinin ağırlıklı olarak cemaat veya
topluluklar üzerinden tartıştığı bir olgu olarak dayanışma örüntüleri daha çok modern
öncesine ait olarak belirlenmiş ve yorumlanmıştır. Oysa biz modern öncesi gelenekle
ilişkilendirilmiş değil tarihin bir ürünü olarak insanın nesnel toplumsal ilişkilerinin
doğasındaki deneyimi olarak gördüğümüz dayanışma pratiğini hareket ve devinim halinde bir
durum olarak görmekteyiz. Bu analizimizin ve çalışmamızın özgün yanını oluşturan bir
ayrımdır.
Bu dayanışma pratiğinin analizini geçmiş ve bugüne ait deneyimleriyle bizzat var eden
işçi sınıfının kendilerinden istemenin bu araştırmaya en uygun yöntem olacağını düşündük.
Böylece kendimizi de çalışan insanlar olarak bir geçmişimiz ve deneyimlerimiz ve
analizlerimiz olduğunu yine pek çok benzer geçmiş ve deneyimlerle ilişkilendirebileceğimiz
örnekler ve hikâyeler üzerinden yola çıkarak eleştirel sorgulayan bir tartışma zeminini
açabileceğimizi gördük.. Bu da araştırma öznelerinin kendi dünyalarını anlamlandırma
biçimlerini (metaforlar, alegoriler, gelenekler, direniş biçimleri, kabullenme tarzları vs.)
özgürce ifade etmesinin ötesinde buradan kendi dünyalarına dönük yeni bir bakış açısı
geliştirmelerinin ve dönüştürücü bilgi üretmelerinin sağladığını zaman zaman gözlemledik.
Kaynakça
Burawoy, M. et al (2000). Global Ethnography: forces, connections and imaginations in a
postmodern world. London:University of California Press.
Burawoy,M. (1987). The Politics of Production: Factor Regimes Under Capitalism and
Socialism. London: Versus.
Coşkun, M. K. (2013). Sınıf Kültür ve Bilinç,. Ankara : Dipnot.
Fantasia, R. (1989). Cultures of Solidarity. London: University of California Press
Mezirow J. (2000). Learning To Think Like an Adult Core Concepts of Transformation
Theory Learning as Transformation. Critical Perspectives on a Theory in Progress. In:
Mezirow. Jack et. al. (Hg.). San Francisco: Jossey-Bass, 3-33.
Özuğurlu M. (2009). Sınıf Çözümlemesinin Temel Sorunsalları. Praksis Dergisi, 8, 29-50.
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit: Meslek
Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi
Hareketleri
Eminalp Malkoç
İTÜ, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü
Giriş
Meslek, 15 Aralık 1924 ile 1 Eylül 1925 tarihleri arasında haftalık resimli bir gazete
kimliğiyle toplam 38 sayı olarak yayımlanmıştır. Gazetede, başyazar Muhittin Birgen ile
birlikte Memduh Şevket (Esendal), Ziyaettin Fahri (Fındıkoğlu), Sadri Ethem, Zeki Cemal
(Bakiçelebioğlu) ve daha birçok ismin imzalarını taşıyan yazılar çıkmıştı. Meslek gazetesi,
ticaret ve sanayi alanlarındaki hareketlilikleri kapsar şekilde ekonomik gelişmeleri
kamuoyuna yansıtmış; haber niteliğindeki yazılarla düşünce yazılarına da yer vermişti.
Muhittin Birgen aracılığı ile “iktisadi bir gazete” olarak tanımlanan Meslek, adından
da anlaşılacağı üzere mesleki temsil düşüncesinin savunulduğu süreli bir yayın organı idi.
Meslekçilik, mesleki temsil düşüncesi ve mesleki temsil hareketlerinin doğal bir esprisi olarak
gazete tarafından meslek kuruluşları/örgütlenmeleri takip edilmişti (Arıkan, 2007, ss. 60-63;
Koraltürk, 2001, ss. 83-86)1. Bu çizgide baro, muallimler cemiyeti ve diğer meslek örgütleri
hakkında yazı ve haberler yayınlanmıştı.
Meslek gazetesinde çeşitli esnaf cemiyetleriyle meslek örgütleri hakkında yazı ya da
haberler yayınlanırken başta Zeki Cemal olmak üzere çeşitli yazarların kaleminden “amele
hayatı”, “amele hareketleri” ve “amele tarihi” gibi başlıklar altında Türkiye’deki işçi sınıfının
geçmişi ve örgütlenmeleri değerlendirilmişti. İşçi tarihinin yapraklarını aralayan ve işçilerle
ilgili güncel olaylara yer veren gazete, zaman zaman işçiler hakkındaki tarihsel gelişmelerle
güncel ve popüler haberlere oldukça eleştirel yaklaşmıştı. Meslek, özellikle 1925 yılının
işçilerle ilişkili gelişme ve olaylarını aktarırken Türkiye ile sınırlı kalmamış, bazı sayılarında
bu sınıfla ilgili dünyadaki tarihsel olayları ya da işçileri etkileyen güncel gelişmeleri
kamuoyuna aktarmıştı2.
Bu çalışma, Muhittin Birgen, meslekçilik, erken Cumhuriyet döneminde meslek
örgütlenmeleri ile ekonomik yapılanma gibi konular açısından oldukça değerli -ve hatta
1
Meslek gazetesinde tıp alanıyla ilgili yazılar da çıkmıştı. Bunlar Türk doktorluğu, Anadolu’da Yunan
doktorları, doktor jenerasyonlarının çekişmesi, Tıp Fakültesi ve sorunları hakkındaydı (Özel, 2006, ss. 253-258).
2
Meslek gazetesindeki dış dünyadan haberlere örnekler: Meslek gazetesi, 1918 yılından itibaren Avrupa’nın
önemli meselelerinden birinin sınıf mücadeleleri olduğunu ve bu mücadelenin merkezi durumunda Rusya’nın
bulunduğunu, Üçüncü Enternasyonel’in kontrolünde burjuvaya karşı şiddetli bir mücadelenin yürütüldüğünü
yazmıştı. Gazeteye göre Rusya’da işçilerle köylüler arasında menfaat çatışması bulunuyordu ve bu kesimler
arasındaki uçurum giderek artıyordu. Aralarındaki anlaşmazlıkların yanında Rusya’da şehirli, işçi ve köylünün
durumunun iyi olmadığı ileri sürülmüştü (M. 15 Kanun-ı Evvel 1340/Aralık 1924, s. 18). Meslek, İngiltere’de
Mesai Fırkası’nın kongresini, Nisan sonlarında haber yapmıştı. Mesai Fırkası, kongre sırasında iktidarda iken
sosyalist programı uygulamakta zayıf ve aciz kaldığı eleştirilerine maruz kalmıştı (M. 28 Nisan 1925 s. 4).
bilimsel- verileri içeren Meslek gazetesinin işçilere yönelik yayınlarını ve işçi sınıfına
yaklaşımını incelemektedir. Basın-işçi ilişkileri hakkında yapılmış bilimsel çalışmalara
katkıda bulunmak düşüncesiyle hazırlanan bu araştırma, Meslek özelinde basındaki işçi
algısını ön plana çıkartarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında işçi sınıfına farklı ve objektif
yaklaşmaya çalışan yayın organlarının bulunduğunu, bunların aynı zamanda işçilere yönelik
toplumsal algının bir boyutunu oluşturduklarını ortaya koymayı amaçlamaktadır3.
Meslek Gazetesinin İşçi Sınıfına Yaklaşımı
İstanbul’da istikrarsız da olsa küçük çapta bazı sanayi girişimlerinin göze çarptığı 1924
sonlarında çıkmaya başlayan Meslek, meslek örgütlenmelerini izlemiş ve bu yapılanmalara
“tedkik ve takip ideceğiz ve onlara daha şuurlu bir yolun nerelerden geçtiğini göstermeye
çalışacağız” iddiasıyla yaklaşmıştı. Gazetede avukat, öğretmen ve diğer çalışan kesimlerin
meslek örgütlenmeleriyle birlikte işçi yapılanmaları da değerlendirilmişti (M. 15 Aralık 1924,
ss. 23-24).
Meslek’in açıklamasıyla Türkiye’de “amele hayatı uyanmaya başlayalı çok az zaman
olmuş”tu ve “amele cemiyetlerinin teşkilatı da çok yeni” idi. Bununla birlikte “şurada burada
hayli iyi şerait içinde kurulmuş amele cemiyetlerine tesadüf” ediliyordu. Fakat işçilerin
sendikacılık açısından bilgi ve donanımları yeterli düzeyde olmadığından böyle
örgütlenmelerden yeterince yararlanamadıkları gibi işçilerin bilgi eksiklikleri ya da düşünsel
donanımsızlıkları çeşitli parti veya şahıslar tarafından istismar edilmelerine yol açıyordu.
Gazete bu perspektiften yaklaşarak Sosyalist Hilmi’yi ön plana çıkarmış ve ona çeşitli
suçlamalar getirirken bir yandan da işçi örgütlenmelerine siyasi fırka müdahalelerinin bu
örgütlerin (ya da böyle yapılanmaların) geleceğini olumsuz yönde etkileyeceğini ileri
sürmüştü.
Meslek’te “…gerek amele gerek herhangi bir meslek mensubları için ilk
söyleyeceğimiz şey, kendi meslek işlerini, bizzat o mesleğin içinden yetişmiş ve meslekde
elan fiili bir rol sahibi insanlara tevdi etmek mecburiyetindedirler” görüşü işlenmiş ve bu
noktadan hareketle Şirket-i Hayriye memurlarının kurdukları cemiyetin başına gazeteci Ethem
Ruhi’yi getirmeleri eleştirilmişti (M. 15 Kanun-ı Evvel 1340/Aralık 1924, s. 23; M. 13
Kanun-ı Sani/Ocak 1341/1925, s. 18). Nitekim Ocak ortalarında gazetede geçim sorunu içinde
olan işçilerin sosyal-siyasal ve kültürel çizgide kendilerini geliştiremedikleri belirtilmiş ve her
ne olursa olsun “kendi işlerini kendileri derecesinde” başarıyla bir başkasının yürütemeyeceği
vurgulanarak işçilere “Kendinizi idare ediniz aranıza yabancı sokmayınız!” önerisiyle
seslenilmişti (M. 13 Ocak 1925, s. 18).
Meslek devleti kurulmasını savunan gazete, 1925’in ilk aylarında, siyasi amele
fırkasının kurulması gündeme geldiğinde, sayısı az olan işçilerin gözlerini açık tutarak
3
İşçilere yönelik farklı bir bakış açısını Süleyman Nazif, 8 Ocak 1925 tarihli Son Telgraf’ta şu sözlerle ortaya
koymuştu: “Tamir edilmekte olan bir kaldırım mürûrü ubûru [geliş gidişi] işkâl ediyordu [zorlaştırıyordu].
Çalışan ameleden birinin biraz öteye çekilerek, yol vermesini nâzikâne ihtar eden, temiz giyinmiş, kibâr tavırlı
bir adama o işçi müteazzım [büyüklük taslayan] ve kaba bir edâ ile şu cevabı verdi: -Ben ameleyim. Ve amele
efendidir. İşime sen karışamazsın. Dünyada hiçbir millet-i mütemeddine [gelişmiş milletler] yoktur ki efrâdının
seviye-i akliye ve ilmiyesi aynı derecede olsun. Bu tefâvüt [farklı oluş], tabakat-ı içtimâiyede de farkı icâb eder.
Dünya devam ettikçe sınıflar ihtilaf edecektir. Avrupa’daki amele burjuvaziye karşı hüsn-i niyet ve muhabbet
beslemez. Fakat hiçbir yerde bir kaldırım ırgadı, kendine sınıfen ve imlan mütefevvik [üstün] bir vatandaşın
daima geçebileceği bir yoldaki hakk-ı mürûrunu [geçiş hakkı] nez’ etmeye [kaldırmaya] kadir değildir. Ve bu
onun hatırına bile gelmez, meğer ki sarhoş ola! ... Bu zavallı kaldırımcıyı İştirakçi Hilmi nâmıyla bir zaman
İstanbul’un sathında bir kasırga gibi geçip gitmiş olan mahlûk bir terbiyesiz, mütecâviz ve bedmest [kötü sarhoş]
etmişti…” (Demirel, 1994, s. 48).
kuvvetli meslek örgütleri oluşturmalarını tavsiye etmiş ve siyasi fırka oluşumuyla kazançlı
çıkamayacaklarını değerlendirerek “... bir takım politikacıların ve mesleksiz tufeylilerin bu
defada millet mefkuresi sırtından kalkıp amele mefkuresi sırtına binerek o suretle geçinmeleri
demek olacaktır” yorumunu yapmıştı. İlginçtir; işçi hakları doğrultusunda politikaya bulaşan
işçilerin ellerindeki nasırların yumuşayacağı ve işçi menfaatlerine ihanet edeceklerinin
şüphesiz olduğu kesinlik taşıyan ifadelerle gazetenin satırlarına yansıtılmıştı (M. 13 Ocak
1925, s. 18).
Meslek’in işçilere yönelik yaklaşımı, özel yer ayırdığı -hatta bilimsel düzeyde
incelemeler niteliğinde ele alınabilecek- kömür havzalarıyla kömür işçileri hakkındaki
yayınlarında da görülebilmektedir. Gazetenin tanımlamasıyla kömür havzalarındaki bütün
madencilerin başlıca sermayesi ellerindeki ruhsatlarla ucuz ücretle istihdam ettikleri işçilerdi
(M. 10 Mart 1925, s. 4). Bunun yanında Ereğli kömür havzasındaki işçi kitlesi, genel sanayi
[sanayi-i umumiye] işçileri ve özel sanayi [sanayi-i hususiye] işçileri olmak üzere iki başlık
altında sınıflandırılmıştı. Genel sanayi işçileri tesviyeci, tornacı, marangoz gibi sanat
sahiplerinden özel sanayi işçileri ise kazmacı, tamirci, yıkayıcı, lağımcı ve yükleyicilerden
[tahmilci] oluşuyordu. Kömür işçilerinin % 90’ını oluşturan özel sanayi işçileri madenlerde iş
bulamadıklarında asıl meslekleri olan çiftçiliğe dönmekteydiler ki bunlar için aslında işçilik
geçici bir ara formüldü. Bu noktada Meslek, işçi sınıfını yaratmak için bu iki yönlülüğe son
verilmesi gerektiğinin altını çizmişti. Ayrıca gazete, limandaki nakliye ve yükleme-boşaltma
işlerini yürüten, hemen tamamı Ereğli halkından olan işçiler hakkında da yaptıkları işlerden
kazançlarına kadar oldukça doyurucu bilgileri kamuoyuna aktarmıştı (M. 3 Mart 1925, s. 8).
Kömür havzasındaki işçilerin geldikleri yöre ya da bölgeye göre farklı işlerde
çalıştıklarını belirleyen gazete, çalışma şekillerinin farklılığının paralelinde değişen bir
ücretlendirmenin geçerli olduğunu ortaya koymuştu. Meslek, kömür madenlerinin işletme ve
çalışma şekilleri hakkında oldukça gerçekçi hatta ayrıntılı bir çerçeve oluşturduktan sonra
Amele Kanunu’nun çalışma saati ilgili sekizinci ve ücretlendirmeye yönelik on birinci
maddelerini4 aynen aktararak çelişkiyi ve çarpıklığı ortaya koyacaktı (M. 7 Nisan 1925, s. 2).
Öte yandan gazetenin aktardıklarına göre 17 Mart 1925 tarihinde TBMM’de Ticaret Vekaleti
Bütçesi görüşülürken Yusuf Akçura, Zonguldak-Ereğli kömür havzasındaki bazı sorunları
gündeme getirmişti. Bu sorunlar arasında madenlerdeki çalışma saati fazlalığı, işçilerin eski
dönem araçlarıyla madenlerde taşıma yapmaları ve sağlık şartlarının olumsuzluğu vardı.
Ortaya atılan bu sorunlar karşısında Ticaret Vekili Ali Cenani Bey, bir yandan buradaki
işletmenin yeniden düzenlenmesi gereğini dile getirmiş, diğer yandan Akçura’ya “… Amele
Kanununun sekizinci maddesinde saat-i mesai 8 saat olarak tesbit edilmiştir. Bu sekiz saat
memleketimiz için muvafık mıdır, değil midir? Bu başka bir meseledir. Ancak ben
zannediyorum ki kanun tamamiyle tatbik edilmektedir. Edilmesi lazımdır…” ifadeleriyle
cevap vermişti5. Meslek ise TBMM’de kömür havzası için hazırlanan kanunda çalışma
4
Madde 8: Mesai-i yevmiye ale-l-ıtlak [genel olarak] sekiz saattir. Bu müddetten fazla çalışmaya hiçbir işçi
icbar edilemez. Sâât-i mesai [çalışma saatleri] haricinde tarafeynin rıza ve muvafakatiyle iki kat ücrete tabidir.
Tahte-l-arz [yer altı] mesafede nüzül ve suud [inmek ve çıkmak] için geçen müddet sekiz saate dahildir. Madde
11: Maden ocaklarında çalışan amelenin hadd-ı asgari ücreti ocak amil (vergi tahsilinden sorumlu kimse) ve
mültezimleriyle Amele Birliği ve İktisat Vekaleti tarafından müntahab [seçilmiş] üç zat marifetiyle tayin olunur.
5
Görüşmeler sırasında Yusuf Akçura uzun uzun incelemelerini anlatmış ve “Elyevm bir amele kanunu bilhassa
Zonguldak Kömür Havzası hakkında yapılmış 10 Eylül 1337 tarihli Amele Kanunu mevcuttur. İhtisasat ve
müşahedatım bu kanuna tevafuk etmemektedir” demişti. TBMM tutanaklarına göre Ali Cenani Bey “Efendiler!
Ereğli madenleri bu memleketin en mühim servetidir” diyerek söze başlamış, bununla birlikte maden
işletmelerinin durumlarının iyi olmadığını anlatmıştı. Çalışma saati konusunda ise “Buyuruyorlar ki, saati mesai
sekizdir. Evet, Amele Kanununun sekizinci maddesi, mesai müddetini sekiz saat olarak tespit etmiştir. Sekiz saat
mesai bizim memleket için nafi [menfaatli] midir, değil midir? O meseleyi Mesai Kanununda münakaşa
edeceğiz. O ayrı bir meseledir. Bugün iktisat alemlerinde başka türlü nazariyeler vardır. Fakat şimdi kanunun
saatinin 8 saat olarak belirlendiğini ve Ticaret Vekaleti tarafından düzenlenerek TBMM’ye
gönderilen kanunda da madenler için 8 saat çalışma süresinin kabul edildiğini hatırlatmıştı.
Ancak gazetenin incelemeleri, madenlerde çalışan işçilerin bir kısmının bu saatin altında
faaliyet gösterdiğini, % 85’i aşan orandaki bir işçi kitlesinin ise çok daha fazla, 10 ya da 12
saat çalıştığını gün ışığına çıkarmıştı (M. 31 Mart 1925, s. 11).
Meslek’in Perspektifinden Türkiye İşçilerinin Geçmişi
Zeki Cemal’in Kaleminden İştirakçi Hilmi ve İşçi Örgütlenmeleri
Meslek’te Zeki Cemal Bey’in Türkiye’deki işçilerin geçmişiyle ilgili yazıları, bir dizi olarak
yayımlanmıştı6. Yazar, işçi hareketlerinde elebaşı olarak nitelendirdiği Hüseyin Hilmi Bey’in
“Nihayet sözde bir Sosyalist Fırkası” kurduğunu ve bu partinin 20 Temmuz 1335 [1919]’teki
kongresinde kabul ettiği tüzükle ünvanını Türkiye Sosyalist Fırkası olarak belirlediğini
yazmaktadır. Bu tüzükte Hilmi Bey “la-yen-azl [azlolunamaz] ve daimi reis” olarak kabul
edilmişti (M. 5 Mayıs 1925 s. 11).
Zeki Cemal Bey, ülkede sermaye ve işçi diye kuvvetli iki kitlenin
şekillenmesine/ayrılmasına neden olan ve işçileri siyasi-sosyal mücadeleye iten Hilmi Bey’in
hayatının şaşırtıcı olduğunu ifade etmişti. Hilmi Bey, Meşrutiyet öncesindeki İstibdat
devrinde İzmir’de “sivil taharri” memuru idi. Zeki Cemal Bey, “ayrıca hususi hafiyelik
vazifeleriyle meşgul olmaya başla”yan Hilmi Bey’in, oradaki yüksek dereceli memurlarla
arasının iyi olduğunu ve mesleği icabı İzmir’de küçükten büyüğe herkesin tanıdığı şahsiyetler
arasına girdiğini vurgulamıştı. İzmir günlerinde Baha Tevfik ile tanışan Hilmi Bey, babasının
ölüm haberi üzerine onunla birlikte İstanbul’a gelmişti. Babasından miras kalan evi 800 liraya
satmış ve taharri memuriyetinden istifa etmiş; bir süre sonra Romanya’ya seyahat
gerçekleştirmişti.
Zeki Cemal Bey, Hüseyin Hilmi’nin Bükreş’te kırmızı gömlek giyen ve tezahürat
yapan insanlarla karşılaştığını biraz alaylı bir üslupla aktarmıştı. Hüseyin Hilmi Bey, oldukça
eğitimli bir hanım olan kaldığı otelin sahibinden bu insanların işçi ve sosyalist olduklarını
öğrenmişti. Yazarın anlatımı çerçevesinde Hilmi Bey, bu hanımdan ilk derslerini alırken bu
düzeni Türkiye’ye uygulamayı düşünmüştü. Yazarın yine alaylı üslubuyla 20 günlük gezinin
sonrasında “Hilmi Efendi Romanya’dan Sosyalist Hilmi Arkadaş olarak İstanbul’a gelmişdir”
(M. 5 Mayıs 1925, s. 11).
Hilmi Bey’in İstanbul’a geldiği günlerde Meşrutiyet ilan edilmişti ki bu gelişme onun
hareket alanını genişletecekti. Evin satışından kalan parayla Baha Tevfik ile İştirak7 gazetesini
çıkartarak propagandaya başlayacaktı. Öte yandan Zeki Cemal, sosyalizmi savunan yazıları
Baha Tevfik’in yazdığını, imzayı Hüseyin Hilmi’nin attığını ileri sürmüştü8. Baha Tevfik’in
de İstanbul’da kötü şöhretiyle tanındığının altını çizmiş, İttihat ve Terakki iktidara geçtiği
tespit ettiği şekil, sekiz saattir. O halde kanunun ahkamını tatbik etmelidir ve tatbik edilmektedir. Ocakların
dahilinde yapılan işler götürü veriliyor. Oradaki amele bu işleri götürü olarak almıştır” açıklamasını yapacaktı.
(TBMM ZC, 17.3.1341, ss. 551-561).
6
Zeki Cemal’in dört bölümlük dizisi, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Basının İşçilere Bakışından Bir Kesit:
Meslek Gazetesinin Perspektifinden Türkiye’deki İşçi Sınıfının Geçmişi ve İşçi Hareketleri adlı bu araştırmanın
kaleme alınmasından birkaç ay önce başka bir eserde yayınlanmıştır (Erdem, 2012, ss. 216-227).
7
Gazeteyi Osmanlı Sosyalist Fırkası çıkarmıştı. Sahibi ve Mesul Müdürü Hüseyin Hilmi idi (Duman, 2000, s.
443).
8
Süleyman Nazif de “Hilmi’nin İştirak gazetesini Baha Tevfik yazardı” diyecekti (Demirel, 1994, s. 49).
zaman hiçbir maddi menfaate sahip olamadıklarını ve bu fırkaya muhalefet ettiklerini
belirtmişti.
Ahmet Samim Bey’in İttihatçılar tarafından öldürülmesi üzerine İştirak gazetesinin
sahipleri özel bir sayı çıkartarak İttihat ve Terakki’ye karşı bütün kin ve garezlerini
sergilemişlerdi9. Bunun üzerine İttihat ve Terakki hükümeti, İştirak gazetesini kapatmış ve
Hilmi Arkadaş Bilecik’e sürülmüştü10. Böylece gazete ve sahibinin etkinliklerine son
verilmişti (M. 5 Mayıs 1925, s. 11). Hilmi Arkadaş ise Bilecik’te sürgün bulunan Şeyhülislam
Mustafa Sabri Hoca ile tanışmış ve onunla dostluk kurmuştu. Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra İttihatçılar iktidardan düşünce Mustafa Sabri Hoca ile Hilmi Arkadaş yeniden İstanbul’a
geleceklerdi.
Zeki Cemal Bey, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın iktidarı sırasında, Mustafa Sabri Hoca
aracılığı ile Hilmi Arkadaş’ın değerinin arttığını vurgulamıştı. Ayrıca onun Çatalca
Mutasarrıflığı görevini kabul etmediğini, asıl isteğinin kırmızı gömlekli bir işçi kitlesinin
başına geçmek olduğunu yine alaycı bir üslupla anlatmıştı. İstanbul’un işgal altına girdiği bu
süreçte Hilmi Arkadaş, İstanbul’a gelen ve “ameleci” olarak tanınan Doktor Refik Nevzat ile
birleşerek yeni bir Sosyalist Fırkası Nizamnamesi hazırlamıştı. Fakat Hilmi Arkadaş’ın
kendisini daimi başkan olarak tüzüğe koyması yüzünden bu birliktelik uzun sürmeyecekti.
Diğer yandan Hilmi Arkadaş, Şeyhülislam Mustafa Sabri Hoca ile yine kendisini çok seven
Dahiliye Nazırı Ali Rıza Paşa’yı ikna ederek fırka tüzüğünün değiştirilmeden Heyet-i
Vükela’da kabul edilmesini sağlamıştı (M. 5 Mayıs 1925, s. 11). Bu aşamadan sonra Hilmi
Arkadaş yardımlaşma (teavün) sandıkları etrafında toplanan işçilere yönelecekti. O sıralarda
Kasımpaşa Seyr-i Sefain Fabrikası işçileri bir yardım sandığı etrafında toplanmışlardı. Ayrıca
Yedikule’deki debbağhane işçileri de örgütlenme sürecindeydiler. Anadolu Şimendifer
memur ve işçileri de bir cemiyet kurmuşlardı. Hilmi Arkadaş bu yapılanmalarla temasa
geçerek faaliyetlerine başlamıştı.
İşçi sınıfının geçmişini İştirakçi Hilmi’ye odaklanarak aktarırken sürekli olarak onun
Romanya’da kaldığı otelin önünde gördüğü kırmızı gömlekli işçi kitlesinin bir benzerini
Türkiye’de oluşturup başına geçmekten başka bir şey istemediğini alaylı şekilde vurgulayan
Zeki Cemal Bey, 12 Mayıs tarihli yazısında fırkanın tüzüğünü, fırkaya giriş şartlarını ve
fırkanın şube teşkilatını yayınlanmıştı11 (M. 12 Mayıs 1925, ss. 14-15). 26 Mayıs tarihli
makalesinde ise Sosyalist Fırkası’nın programı içinde Hüseyin Hilmi’nin menfaatinin
okuyucular tarafından rahatlıkla fark edilebileceğini yazmış ve programın hükümetin
9
Ahmet Samim, 9-10 Haziran 1910 gecesi öldürülmüştü. Bunun üzerine İştirak gazetesiyle Servet-i Fünun
dergisi özel yayın yapmışlardı (Hastaş, 2012, ss. 74-77).
10
Süleyman Nazif, İştirakçi Hilmi’nin ilk kez Kastamonu’ya sürüldüğünü ve Balkan Savaşı’nın çıkışından
hemen önce tekrar İstanbul’a dönebildiğini, daha sonra İttihat ve Terakki tekrar iktidara gelince yeniden
sürüldüğünü yazmaktadır (Demirel, 1994, s. 49). Farklı kaynaklarda sırasıyla Sinop, Bilecik, Çorum ve Bala’da
sürgün hayatı yaşadığı yazmaktadır (Erkek, 2012, s. 113; Erdem, 2012, ss. 60, 62).
11
Bu tüzükte fırka mebusları “sermayedaran sınıfının her dürlü tahakkümünü hükümete karşı protesto ve
bütçenin bilcümle tahsisat-ı mesturesini reddedecektir” deniliyordu. İşçi hak ve siyasi özgürlükleriyle yaşam
şartlarının iyileştirilmesi ve sınıf mücadelesinin kolaylaştırılması için çalışacakları söyleniyordu. Fırkanın adı ve
daimi reis olarak Hüseyin Hilmi tanımlandıktan sonra fırka kurucularına beş senelik siyasi genel muamelatı
düzenleme yetkisi verilmişti. Fırka kongresinin yetkisi tanımlandıktan sonra program ortaya konulmuştu.
Programda seçim süresinin iki seneye indirilmesi, basın hürriyetiyle toplumsal-sosyal hürriyetin sağlanması, din
ve mezhebin hususi meseleler olarak anlaşılması, ücretsiz eğitim ve idam cezasının kalkması dikkat çeken
maddeler arasındadır. İnsanların doğal ihtiyacı olan maddelerden vergi alınmaması, işçi ve çiftçilerin ödedikleri
vergilerin kaldırılması, banka, maden ve benzeri kurumların devletçe işletilmesi, işçilerin korunması, sekiz saat
mesai yapmaları, tatil hakları ve çocukların (14 yaşından küçük erkek ve 16 yaşından küçük kız çocukların)
çalıştırılmamaları diğer göze çarpan konulardandı. Bunların yanında iş yerlerinin denetimi, grev ve sigorta
haklarına yer verilmişti.
incelenmesinden kaçırılarak onaylatılması çabalarını, görüşlerini destekleyen veriler olarak
sunmuştu. Özetle yazar, Hilmi Arkadaş’ı samimi olmamakla suçlamıştı. Ancak yazarın
aktardığına göre onun programdaki bütün menfaatçi hedeflerine rağmen Sosyalist Fırkası
işçilerce benimsenmiş ve işçi çevreleri (Tramvay, Şirket-i Hayriye, Haliç, Kazlıçeşme ve
Debbağhane gibi) partiye kayıt olmaya başlamışlardı (M. 26 Mayıs 1925, s. 9).
Zeki Cemal Bey’in anlatımıyla, fırkaya kayıtların 50 kişiye ulaşmadığı bir sırada
Kazlıçeşme Debbağhane amelesi kendileri bile nedenini bilmeden grev ilan etmiş ardından
fırkaya kayıt olmuşlardı. Bunun üzerine Hilmi Arkadaş, işçi temsilcilerini davet ederek grevin
sebebini öğrenmeye çalışmıştı. Bu arada işçilerin greve giderken parasız oldukları ve bu
nedenle amele hamisi olan fırkadan yardım bekledikleri ortaya çıkmıştı. Geliri 5 lirayı
aşmayan fırkanın Sirkeci’de Hocapaşa’da ufak bir yer kiraladığını anlatan Zeki Cemal Bey,
partinin parasının bulunmadığının altını çizmişti. Bunun yanında olumsuz şartların
geçerliliğine rağmen Hüseyin Hilmi Arkadaş’ın yakaladığı fırsatı kullandığını ve kısa süre
içinde 800 altın lira bulduğunu belirtmişti. Bu meblağın desteğiyle 10 gün süren grevden
sonra Hilmi Arkadaş, fabrika sahipleriyle görüşerek işçiler lehine bir anlaşma imzalamayı
başaracaktı. Bu başarının sonucunda fırka, 90 işçiyi birden kazanmıştı. Bu arada Zeki Cemal
Bey, gidişatı değiştiren 800 liralık meblağın kaynağının meçhul olduğunu sık sık hatırlatmayı
ihmal etmemişti. Komünistlerden paranın sağlandığı söylentilerini ise Hilmi Arkadaş’ın o
cepheye pek hizmet etmediği gerekçesiyle inandırıcı bulmamıştı. Ancak sonuç itibariyle bu
meblağın yarattığı olanaklarla grev başarıyla tamamlanmış ve Sosyalist Fırkası, İstanbul
işçileri arasında ciddi bir popülarite kazanmıştı (M. 26 Mayıs 1925, s. 9).
Debbağhane’deki grevden beş-on gün sonra Kasımpaşa Tersane Fabrikası’nda çalışan
işçiler greve gitmiş ve hemen Sosyalist Fırkası’na geçmişlerdi. Hilmi Arkadaş, grev nedenini
araştırdığında yine belirgin bir etkenle karşılaşmamış fakat işçilerin daha önce oluşturdukları
yardım sandığında büyük miktarda para olduğunu öğrenmişti. Bu parayı fırkaya geçirdikten
sonra ameleye günlük yevmiye olarak dağıtmaya başlayacaktı. Toplam miktarın 400 liraya
düştüğü sıralarda fabrika ile anlaşma sağlanmıştı. Ulaşılan bu sonucun paralelinde Hilmi
Arkadaş, fabrikanın bütün işçilerini fırkaya üye yapmayı başarmıştı.
Zeki Cemal Bey, bu iki grevden sonra Hüseyin Hilmi Arkadaş’ın göğsünü gererek
dolaşmaya başladığını yazacaktı. Hilmi Arkadaş’ın Mustafa Sabri Hoca aracılığı ile Hürriyet
ve İtilaf Fırkası iktidarı tarafından da saygın biri olarak kabul edildiğini ve bu fırka ile
Hüseyin Arkadaş’ın arasının gayet iyi olduğunu da aktarmıştı. Zeki Cemal’in anlattıklarına
göre, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın lideri Sadık Bey, Hilmi Arkadaş’a İngilizlere sunulmak
üzere tavsiye mektubu vermişti. Burada Hilmi Arkadaş için “Deli doludur ama Sosyalistlikten
falan anlamaz kendisinden de çok istifade edilir” yazıyordu. Bunun üzerine İngiliz İşgal
Kuvvetleri yetkililerince Hilmi Arkadaş için bir izin kağıdı düzenlenmişti ki bu izin ona
İstanbul’da geniş bir hareket olanağı sağlayacaktı. Oysa o tarihe kadar Hüseyin Hilmi
Arkadaş’ın faaliyetlerinden rahatsız olan İngilizler, onu engellemek kararında idiler. Böylece
İştirakçi Hilmi ve partisi bir engeli daha aşmıştı (M. 26 Mayıs 1925, s. 9).
Bu dönemde Hilmi Arkadaş, Tramvay işçilerinden Vatman Kenan Efendi ile
tanışacaktı. Kenan Efendi, Tramvay işçilerinin kötü durumu nedeniyle örgütlenme süreci
başlatmış ve “Vatman İttihadı Cemiyeti”ni kurduktan sonra Hilmi’den yardım istemişti. Bu
arada Hilmi’ye Tramvay işçileri hakkında bilgi de vermiş (M. 26 Mayıs 1925 s. 9); işçilerle
temastan önce örgütlenme için güçlü bir gerekçe ve işçi yararına bir sonuç oluşturmak
gerektiğini söylemişti. O günlerde Tramvay işçileri en fazla 50 kuruş yevmiye ile haftalık tatil
olmaksızın sabah altıdan gece yarısına kadar çalışmak zorundaydılar. Oldukça olumsuz
şartların hüküm sürdüğü bu ortamda Hilmi Arkadaş ve Kenan Efendi, önce 50-60 kişilik bir
işçi grubuyla görüşmüşlerdi. Ardından Hilmi Arkadaş, Kenan Efendi’yi yanına alarak işgal
kuvvetleri kumandanlarından İngiliz Miralay Maxwell’e giderek yardım istemişti12. Maxwell,
şirket temsilcilerini davet ederek odasında Hilmi Arkadaş ve Kenan Efendi’yle toplanmalarını
sağlamıştı. Maxwell, işçilere 1 lira yevmiye verilmesini istemiş fakat şirket buna uygun
davranmayınca Hilmi Arkadaş, 10 Mayıs 1336[1920]’da tramvay işçilerinin grevini
başlatmıştı (M. 26 Mayıs 1925, s. 10). Böylece Tramvay Şirketi’nin Şişli, Beşiktaş ve
Aksaray depolarında grev kararı alınmış ve işçiler, birden şirkete karşı tavır almayı uygun
bulmasalar bile baskı oluşturmanın zorunluluğuyla greve yönelmişlerdi.
İşçi reisleri, en azından birkaç tramvay çıkarmaya çalışsalar da işçilerin yanlarında
anahtar ve kol gibi ekipmanları götürmelerinden dolayı başarılı olamamışlar ve dolayısıyla
sert bir grev kendisini göstermişti. Şirketin müracaat edeceği mahallere Hilmi Arkadaş daha
önce ulaşarak işçilerin zor şartlarını anlatmıştı. Bu arada Tramvay Şirketi, Hilmi Arkadaş
hakkında araştırma yaparak, onun İngilizlerle Hürriyet ve İtilaf Fırkası tarafından saygın bir
şahıs olarak görüldüğünü anlayınca işçilerle görüşmeyi tercih edecekti. Görüşmeler sırasında,
işçilerin hemen işbaşı yapmaları şartıyla işçi taleplerinin kabul edileceği bildirilmişti. Fakat 5
günlük görüşmeler işçiler açısından olumlu sonuçlar vermeyince ikinci kez grev ilan
edilecekti (M. 2 Haziran 1925 s. 9).
İşçi kesiminin sürekli greve gitmesi dönemin sadrazamı Damat Ferit Paşa’yı rahatsız
etmişti. Bundan dolayı Hilmi Arkadaş’ı görüşmek üzere çağırttırmış; görüşmelerde işçilerin
durumunu öğrenince şirket temsilcileri ile Hilmi Arkadaş’ı Baltalimanı’ndaki yalısında bir
araya getirmişti. Bu görüşmeye şirket adına Hanzez ve Kifner (ya da Keyfner?), Damat Ferit
Paşa’yı temsilen Polis Müdürü Hasan Tahsin Bey katılmışlardı. Görüşmeler sonunda tarifeye
% 20 zam yapılırken işçinin yevmiyesi asgari 100 kuruş olarak belirlendi. Şirket bazı işçi
taleplerini yerine getirmeyi de üzerine almıştı. Bu bağlamda haftada bir gün tatil, daimi
işçilerin gece işlerine % 25 zam, 9 saatten fazla çalışmaya bir yevmiye ile % 25 zam, iş
sırasında yaralananlara tam yevmiye, hastalananlara 3 gün birer yevmiye, 3-10 güne kadar
yarımşar yevmiye, 10 günden 3. ayın son gününe kadar tam yevmiye verilmesi, hastaların
evine doktor gönderilmesi ve yevmiyeli hizmetliler için bir ihtiyat ve yardım sandığı
kurulması şirketçe kabul edilmişti. İşçilerse 18 Mayıs günü işe döneceklerdi. Yazara göre bu
sonuç, Hilmi Arkadaş ve Sosyalist Fırkası için güçlü bir reklam olmuştu. Fırkaya kayıtlar
ciddi derecede artmış ve Tramvay Şirketi, Şirket-i Hayriye ile Haliç İdarelerine mensup üst
düzey memurlar yüksek giriş ücretleriyle partiye kayıt olmuşlardı. Hatta üye olmayan
memurlar şirketlerin baskısıyla üye yapılmışlardı. Tramvay Şirketi’nin İşletme Müdürü
Jile’de bunlar arasında yer almıştı. Bu başarının ardından fırkanın genel merkezi olarak
Divanyolu’nda bir konak kiralanmış ve Reis Hilmi Arkadaş’a Sosyalist Fırkası armasını
taşıyan kırmızı bir araba tahsis edilmişti (M. 2 Haziran 1925, s. 9).
Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi ve Tramvay Amelesi
Meslek gazetesinin -Zeki Cemal’in yazıları dışında kalan- işçi tarihi ile ilgili verileri, büyük
ölçüde Tramvay işçileriyle kömür havzalarının çalışanları13 üzerinde toplanmaktadır. Nitekim
12
Süleyman Nazif, İngilizlerle işbirliği hakkında “İngilizlere istinâd ederek, amele sınıfının mukadderâtına
mütehakkimâne ve hâkimâne vaz’-ı yed ediyordu [el koyuyordu]” diye yazmıştı (Demirel, 1994, s. 49).
13
Meslek gazetesinin 1925 başlarındaki anlatımıyla, Zonguldak-Ereğli deniz işçileri arasında dört sene öncesine
kadar kahyalık düzeni geçerliydi. Bu düzen 1337 [1921] yılı başlarında Zonguldak Madeni Amele
Müfettişliği’nce esasen özel kanunla kaldırılmış, kahyalığın pratik uygulamasına son verilmişti. Bundan sonra
yeni bir talimatname hazırlanıncaya kadar bir süre deniz işçilerinin düzenlemeleri müfettişlikle Maden
Müdürlüğü tarafından ortak yürütülmüştü. 1923 yılında -bir buçuk sene evvel- ise özel bir talimatname ile Deniz
Nakliyat ve Tahmilat Derneği faaliyete geçirilmişti. Bu yapılanma ile işçilerin durumu bir ölçüde düzeltilmişti.
Dernek özellikle işçiler ve ailelerinin sağlık hizmetleri açısından olumlu adımlar atmıştı. Deniz işçilerinin sayı ve
Meslek’te, işçilerin örgütlenme ve birleşme çalışmalarında Tramvay işçilerinin öncü oldukları
ifade edilerek yayın açısından onlara özel yer ayrıldığı vurgulanmıştı.
Tramvay Şirketi’nde çoğunluğunu biletçiler, kontroller ve vatmanların oluşturduğu
süpürücüler, istasyon memurlarıyla yol müfettişlerini kapsayan birçok farklı alanda çalışan
personel bulunuyordu ki Meslek bunların hepsini Tramvay işçileri olarak tanımlamıştı.
Tramvay işçileri günde 18-20 saat çalışmak zorunda kaldıkları zaman örgütlenmeye
yönelmişlerdi. Bu aşamaya geçiş, işçilerin çabuk anlaşabilmelerinin ve büyük kısmının
okuma yazma bilmesinin doğal sonucuydu (M. 21 Nisan 1925, s. 11). Çünkü Tramvay
Şirketi, kendisine gelir getirecek biletçilerle, tramvay arabalarını teslim edecekleri
vatmanların akıllı ve okuyup yazma bilenlerden oluşmasına özen göstermiş, şirkete girmek
isteyen personel adaylarını sıkı sınavlardan geçirmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın
öncesinden Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasıyla başlayacak Mütareke devrine kadar uzanan
süreçte ülke şartlarına paralel olarak işe alınanların eğitim seviyeleri düşmüş ve şirket, işçileri
istediği gibi yoğun ve zor şartlar altında çalıştırmıştı. Hatta çalışan personelin yedekleri
(ihtiyat amelesi) bile hazır bekletilmiş, bu yedek işçiler çalıştıkları takdirde yevmiye
almışlardı.
Mütareke döneminin başlarında ordudaki zabit, ihtiyat zabiti ve askerlerin terhis
edilmesiyle işsizliğin giderek yoğunlaştığı ortam içinde Tramvay Şirketi ihtiyat zabitleri ile
emekli subayları istihdam edecekti. Ordu disiplininden gelen bu çalışan grubu önceki işçilerin
yaşadıkları sorunlarla karşılaştıklarında bir yandan çalışırken bir yandan da
memnuniyetsizliklerini ortaya koymuşlardı. Yine bu dönemde işçiler arasında örgütlenme
fikri filizlenmişti (M. 28 Nisan 1925, s. 9). Gazete “İşte bu sıralarda ortaya Sosyalist Hilmi
dereden tepeden toplama malumatıyla elde ettiği Sosyalist fikirlerini memleketimizde tatbik
için saha ararken… evvela Tramvaycılarla temas etmiş ve onları cemiyet teşkili için
kandırmaya muvaffak olduktan sonra şimendiferciler, Şirket-i Hayriye amelesi ile
İstanbul’daki bilumum mesleklere mensup amele sınıflarıyla da temas iderek İstanbul’da
muhtelif mesleklere mensup müttehid bir amele kitlesi vücuda getirmeye muvaffak olmuşdur”
ifadeleriyle Sosyalist Hilmi’yi eleştirel bir yaklaşımla süreç içerisinde konumlandırmıştı14.
Sosyalist Hilmi aracılığıyla gerçekleştirilen örgütlenme sayesinde işçiler, sekiz saat
çalışma, her sene birer elbise verilmesi gibi taleplerini Tramvay Şirketi’ne kabul ettirmişlerdi.
Bunların yanında amele hakkında karar verecek iki işçi ve iki şirket temsilcisinden oluşan bir
heyet (kontranket) kurulması ve yardım (teavün) sandığı oluşturulması kararları alınmıştı (M.
21 Nisan 1925, s. 11). Tramvay işçileri, bu ilk grev sürecinde bir yandan hakiki ihtiyaçlarını
incelemiş bir yandan da şirketten isteyebileceklerini belirlemişlerdi. Gazetenin yaklaşımıyla
grevin başarısı, grevin çok güzel bir şey olduğu kanaatini yaratmıştı. Hatta diğer şirketlerin
işçilerinde de güzel beklentiler ve ümitler uyandırmıştı (M. 28 Nisan 1925, s. 9).
Meslek, Tramvay işçilerine Sosyalist Hilmi’nin yaptırdığı ilk grevin ses getirmesi
sonucunda “müttehid amele kitlesinin” sayısının birden bire arttığını değerlendirmişti.
Gazetenin değerlendirmesine göre, bu artıştan güç alan Sosyalist Hilmi, 1 Temmuz 1335
[1919] tarihinde Sosyalist Fırkası’nı kurmuş ve İdrak15 adlı günlük bir gazete çıkarmıştı (M.
21 Nisan 1925, s. 11; M. 28 Nisan 1925, s. 9). Ancak Hilmi’nin Tramvay amelesine yaptırdığı
kadrolarının düzenlenmesinden onların barınma ve mesai giysilerine kadar başarılı sonuçlara ulaşan derneğe,
gazete tarafından oldukça olumlu/yüksek bir not verilmişti (M. 3 Mart 1925, s. 8).
14
Sosyalist Hilmi’ye Meslek gazetesindeki gibi yaklaşan, sosyalizm hakkında bilgisinin yetersiz olduğunu ve
onun Baha Tevfik’in etkisinde kaldığını ileri süren farklı kaynaklar bulunmaktadır (Erkek, 2012, ss. 111-116).
15
1919 Nisan’ında çıkmaya başlayan gazetenin sahibi Hüseyin Hilmi idi. Mehmet Latif mesul müdürlüğü
üstlenmişti (Duman, 2000,s. 402).
ikinci grevin başarısızlığı, Sosyalist Fırkası’nın kapanmasına ve işçilerin dağılmasına yol
açacak kadar etkili olmuştu. Öte yandan Tramvay Şirketi, işçi örgütlenmesini bölmek için
Amele Sıyanet Cemiyeti’ni kurduracaktı. Tramvay Şirketi, işçileri Sıyanet Cemiyeti’ne
kaydetmeye ve bu cemiyetin çatısı altında toplamaya çalışmış ancak başaramamıştı. Bunun
üzerine Sıyanet Cemiyeti’ne mensup yüksek memurlarla kontroller aracılığı ile cemiyete üye
olmayan biletçilerle işçilere baskı uygulanmıştı. Çalışanların haklarında raporlar tutulmuş,
soruşturma süresince işsiz-yevmiyesiz bırakılmışlardı. Bu uygulamaların etkisiyle Sosyalist
Hilmi’nin tramvay ve elektrik işçilerinden elli kadar arkadaşı, Amele Birliği’ni kurmuşlardı.
Bu noktadan sonra Amele Birliği ile Sıyanetçilerin mücadelesi yaşanmıştı. Amele Birliği ise
32 dernek ve 7000 işçilik bir kuvvete dönüşecekti. Ancak bir süre sonra Amele Birliği, işçi
olmayanların müdahaleleriyle hükümsüz bırakılınca karşısında güçlü bir örgüt kalmayan
Tramvay Şirketi, Amele Sıyanet Cemiyeti’nden desteğini çekmiş, dolayısıyla bu örgüt de
dağılmıştı.
Tramvay Şirketi’nin baskısı ve Sosyalist Hilmi zamanındaki grev sırasında verilen
sözlerin tutulmaması gibi çeşitli neden, etken ya da dinamikler işçileri tekrar
hareketlendirecekti. Bu arada işçiler hükümete bağlılıklarını göstermek, sosyalizm ya da
komünizmle alakaları olmadığı mesajını vermek amacıyla Halk Fırkası’nın himayesini kabul
etmişlerdi. İstanbul Halk Fırkası, işçilerin bu taleplerine karşılık onların başına İstanbul
Mutemedi Sadi Bey’i getirmişti. Sadi Bey işçilerin güvenini kazanmak ve cemiyet üyelerini
artırmak için Tramvay Şirketi’nin eski taahhütlerini tutması doğrultusunda 12 maddelik bir
liste hazırlamıştı. Listenin Tramvay Şirketi’ne verilmesinden sonra görüşme süreci başlamış
ancak bir süre sonra şirket sebepsiz bir şekilde görüşmeleri kesmişti. Meslek, o günlerde yine
işçi olmayanlar tarafından Amele Teali Cemiyeti’nin 100 kadar Tramvay işçisinin desteğiyle
kurulduğunu hatırlatmıştı. Gazete işçilerin işçi olmayanların elinde oyuncak olmamak için
başka bir örgüt kurmaya yönelmeleri yüzünden yeni cemiyetin varlık gösteremediğini
yazmıştı (M. 21 Nisan 1925, s. 11).
Meslek’ten İşçi Haberleri Panaroması
Mesai Kanunu ve İşçi Sorunları Hakkındaki Haberler
Meslek gazetesinde diğer günlük gazetelerin başyazılarını ana hatlarıyla tanıtan özel
bölümlere yer verilmişti. Bunların yanında diğer gazetelerden doğrudan haber aktarımları da
gerçekleştiren Meslek aracılığıyla çeşitli güncel işçi/amele haberleri kamuoyuna yansıtılmıştı.
Nitekim 1925 yılı başlarında siyasi bir amele fırkası kurma girişiminin söz konusu olduğu16
yönünde İkdam referans gösterilerek okuyucular bilgilendirilmişlerdi (M. 13 Ocak 1925, s.
18).
Şubat ortalarında ise TBMM’nin Ticaret Encümeni’nde bir Mesai Kanunu
düzenlendiği ve bundan dolayı işçilerin 13 Şubat’ta Amele Teali Cemiyeti’nde bir toplantı
yaptıkları kamuoyuna aktarılmıştı. Meslek, bu toplantıya 39 işçi örgütü temsilcisinin katıldığı
söylentisini satırlarına taşımış ve bunlardan sadece 14 örgütün adlarının Meslek cephesinde
16
İkdam, 8 Ocak 1925 tarihinde bir yanda Şark Şimendifer amelesinin şirkete yeni bir talep listesi verdiğini
haber yaparken bir yanda da “Yeni Bir Fırka” manşetiyle işçilerin siyasi bir fırka kurup haftalık bir gazete
çıkartacaklarını yazmıştı (İ. 8 Kanun-ı Sani 1341/Ocak 1925, s. 1). Ahmet Cevdet ertesi gün bu haberi “Amale
Partisi Münasebetiyle” başlığı altında köşesine taşıyacaktı (İ. 9 Ocak 1925, s. 1). Gazete 10 ve 15 Ocak’ta bu
haberin bazı basın organlarını telaşa düşürdüğünü ya da harekete geçirdiğini, bazı yayın organlarının ise bu
haberin asılsız olduğunu ileri sürdüklerini yazmış ve kendi haberinin arkasında durmuştu (İ. 10 Ocak 1925, s. 3;
İ. 15 Ocak 1925, ss. 1,3)
bilindiğine dikkat çekmişti17. Ayrıca komünistlerin toplantıya katılarak Sendikalar
Kanunu’nun gerekliliğini savunduklarını belirtmişti. Gazetenin haberine göre bu toplantıda 19
kişilik bir komisyon seçilmiş ve bu komisyonun işçi görüşleri doğrultusunda bir rapor
hazırlayarak genel kurula sunması öngörülmüştü. Meslek, bazı gazetelerin haberlerine
dayanarak, bu komisyonun raporunda İzmir İktisat Kongresi kararlarının temel alınacağını
yazmıştı. Meslek yorumlarında, işçilerin bu toplantı sırasında kimlerin kendilerinden olup
olmadığını görmüş olmaları gerektiğini söylerken kendi görüşünü tekrarlamış ve işçilerin
kendi menfaatlerini en iyi kendilerinin takdir edecekleri mantığı ile kendi işlerini kendilerinin
yapmalarını, kişi, grup ya da partilerin amaçlarına araç olmamalarını tavsiye etmişti (M. 17
Şubat 1925, s. 3).
24 Şubat tarihli Meslek’te seçilen 19 kişilik komisyonun hazırladığı düzenlemenin o
günlerde bir toplantıda ele alındığı haber yapılmıştı. Ayrıca Tramvay İşçileri Cemiyeti Reisi
Sadi Bey’in Akşam gazetesine verdiği demeç üzerinde durulmuştu. Sadi Bey,
aşırıcıların/müfritlerin önce kanunun protestosunu ve yeni bir tasarının hazırlanarak
Ankara’ya gönderilmesini istediklerini, ılımlıların/mutedillerin buna razı olmadıklarını, bir
süre sonra aşırıcıların kendi görüşlerinden vazgeçtiklerini anlatmıştı. Toplantıda Ankara’ya
bir heyet gönderilmesine, bu heyetin başkentteki amelenin katılımıyla orada çalışmasına ve
ilgilileri aydınlatmasına karar verilmişti. Gazetede ise bu kanun düzenlemesinin vereceği
sonuçlardan emin olunmadığı, o günün işçi örgütlerinin de etkili ve faydalı olacak düzeyde
bulunmadıklarının düşünüldüğü ifade edilmiş; hatta bundan dolayı kanun ile yapılan tadilatın
gazete satırlarına yazılmasına gerek görülmediği aktarılmıştı. Bundan sonra her işçi
cemiyetinin başında bir politikacı ya da rehberin olduğu ileri sürülerek “Amele namına
hareket idenlerin kimler olduklarını, ne meslekde bulunduklarını, ne yapmak istediklerini
bilmek kifayet ider… Şayed politika yapmak lazım ise onu bile proletarya kendisi cemaat
halinde yapmalı ve içinden bir takımlarının ayrılub politikacılığı meslek ittihaz etmelerine
mani olmalıdırlar” şeklindeki gazetenin klasik görüşü vurgulanmıştı (M. 24 Şubat 1925, s. 2).
Meslek, 1925’in ilk aylarında Reji İdaresi’nin devir-teslim muamelesine
başlamasından dolayı işçi haberlerini takip eden bir görevlisini Reji işçileri ile görüştürmüştü.
O sıralarda gazetede Reji İdaresi hakkında çeşitli istatistiksel veriler (çalışan sayısı gibi)
aktarılmıştı18. Öte yandan devir işlemleri kadrolu olmayan işçi ve hizmetliler arasında endişe
yaratırken memurların endişelerinin az olduğu ve özellikle eski ve kadrolu memurların
yüksek tazminat alabilecekleri anlatılmıştı. Muhabirin anlatımına göre daha önce Reji’deki
işçi hayatı canlı ve işçi hareketleri kuvvetli iken makineleşmeyle birlikte kadın işçi toplamının
artmasından dolayı işçi hareketi zayıflamıştı. Bunun sebebi kadınların işçi örgütleri ile
bağlarının zayıf olmasıydı. Ayrıca işçi hareketindeki zayıflık biraz da işçilerin iki grup
olmasından kaynaklanmıştı. Merkez yaprak anbarı işçileri ayrı bir cemiyet oluşturmuşlardı.
Bu şartları işçilerin ağzından yorumsuz aktardığını belirten Meslek gazetesi, işçi liderlerinin
daha fazla çalışarak işçileri tek çatıda toplayabilecekleri ve kadın işçilere birleşmeninörgütlenmenin önemini anlatabilecekleri konusunda olumlu bir temenni içinde olduğunu ifade
etmişti (M. 3 Mart 1925, s. 4).
Mart sonu işçi haberleri açısından yoğun geçmişti. Nitekim gazetenin sütunları
arasından Şark Şimendiferleri Teavün Sandığı’ndaki 60.000 liranın eski işçilere
17
Gazetenin ifadesiyle bu örgütler şunlardı: “Mürettibin, Bahriye Birliği, Sanatkaran, Tahmil ve Tahliye Maden
Kömürü, Cibali Tütün, Şark Şimendiferleri, Anadolu Bağdad Şimendiferleri, Balat Un Fabrikası, Şirket-i
Hayriye İstinye Dok, Tramvay, Seyr-i Sefain, Perukarlar, Kaptan Makinist, cemiyetleridir”.
18
Meslek’in aktardığına göre Reji İdaresi’nin iki fabrikası ile yaprak anbarı işçi ve memurlarının toplamı 1.300
civarında idi. Bunlar arasında işçi sayısı yaklaşık 1.150 kişi idi. Gazetenin bilgilerine göre bunların 600’ü kadın,
550’si erkek olarak hesaplanmaktaydı. Amele reisi Giritli Rıza ve muavini makinist Şevket efendilerdi.
bölüştürüleceği ve Şark Şimendiferleri İdaresi’nin yeni bir yardımlaşma sandığı kuracağı
haberleri çıkacaktı (M. 31 Mart 1925, s. 12). Yine Mart sonlarında İstanbul’da bazı
gazetelerin -Takrir-i Sükun Kanunu’nun ilk uygulamalarına denk düşen bir dönemdikapatılması matbaa işçilerini zor duruma düşürmüştü. Meslek ise o günlerde bu meslek
grubunu mercek altına almıştı. İşi olan dizgicilerin bir gündeliklerini işsiz kalan matbaa
çalışanlarına ayırdıklarının altını çizen gazete, örgütlenmenin ve dayanışmanın önemine
vurgu yapmıştı. Aynı yazıda yazar ve muhabirlerin, dizgicilerle karşılaştırması yapılmıştı ki
bu karşılaştırma örgütlü matbaa çalışanlarının yazar ve muhabirlere göre çok daha başarılı
görülmelerini sağlayacaktı (M. 24 Mart 1925, s. 11).
Mayıs’ın ilk haftası çıkan sayısında Meslek, 1 Mayıs kutlamaları hakkında kamuoyunu
bilgilendirmişti. Gazetenin haberine göre işçiler, 1 Mayıs günü kutlama yapmak için İstanbul
Valiliği’ne başvurmuşlar fakat valilik sadece işçilerin cemiyet merkezlerinde toplanarak resmi
kabul yapmalarına izin vermişti. Bunun üzerine çeşitli cemiyetlere mensup işçiler Amele
Teali Cemiyeti’nde toplanmışlardı. Gazete, törende konuşmaların yapıldığı ve işçilerin
“yaşasın cumhuriyet” diye bağırdıklarını haber yapmıştı (M. 5 Mayıs 1925, s. 4).
Meslek, 1925 yılı içinde kırsal kesimdeki işçiler hakkında da dolaylı veriler aktarmıştı.
Nitekim Ahmet Şevket, 7 Temmuz tarihli yazısında 1925 yılında işçi -kırsalda/çiftlikte
çalışanların- ücretlerinin arttığını yazmıştı (M. 7 Temmuz 1925, s. 1). Gazetenin son
sayılarından birine göre, 14 Ağustos 1925 Cuma günü Tütün Depo ve Fabrikaları İşçileri
Teavün Cemiyeti Beşiktaş Şubesi törenle açılacaktı. Tören sırasında işçiler adına Abdülkadir
Ziya Bey bir konuşma yapmıştı. Davetlilere pasta ve çay ikram edilmişti (M. 18 Ağustos
1925, s. 18).
Tramvay Amelesi
Meslek gazetesinin çıkmaya başladığı dönemde, Tramvay işçilerinin talepleri doğrultusunda
şirkete karşı yürüttükleri mücadele ve taraflar arasındaki sürtüşme halen sürmekteydi.
Nitekim 27 Ocak tarihli Meslek, o hafta Tramvay işçilerinin bazı taleplerini içeren bildiriler
dağıttıklarını ve bunların polis tarafından toplanması nedeniyle grev kararı üzerinde
düşündüklerini, gerekirse böyle bir karar alabileceklerini kamuoyuna taşımıştı. Haber içinde
bazı noktalar ön plana çıkarılmış; bu faaliyetin CHF’nin İstanbul mutemetlerinden Sadi
Bey’in başında bulunduğu tramvay işçisi grubunca yürütüldüğünün altı çizilmişti. Ayrıca
“Sadi Bey denilen zat da -eğer yanılmıyorsak- bugün hala hükümet fırkasının İstanbul
mutemetlerindendir. Beyannameleri toplatan da hükümettir” vurgusuna ihtiyaç duyulmuştu.
İlginçtir; gazete, Tramvay çalışanlarının siyasi fırkalarla “hususi kimseler” tarafından
parçalandıklarını ve bu şekilde parça parça olan işçi kesiminin haklarını müdafaanın ve
“amelenin fena yollardan yürümesine mani” olmanın imkanı bulunmadığını ileri sürmüştü.
Amelenin işlerine meslekten olmayanları karıştırmamaları gerektiği belirtilirken fırkaların
işçilerden ellerini çekmelerinin zorunlu olduğu savunulmuştu (M. 27 Ocak 1925, s. 3).
24 Şubat tarihli Mesai Kanunu ile ilgili yayınlanan haberin içinde Akşam gazetesinden
bir alıntı yapılmış ve bu alıntıdaki haber, Meslek gazetesinin genel yaklaşımını destekleyen
bir gelişme olarak yorumlanmıştı. Akşam, biri siyasi fırka mensubu, biri avukat ve biri işçi
olmak üzere üç kişinin imzaladığı ve işçilerin bazı taleplerinden oluşan bir mektubun
Tramvay Şirketi’ne gönderildiğini, şirketin ise sadece işçiye hitaben cevap yazarak kendisini
görüşmeye davet ettiğini haber olarak yayınlamıştı. Meslek cephesinde Tramvay Şirketi’nin
bu hareket tarzı çok anlamlı bulunmuştu. Sık sık olduğu gibi işçilere sırtlarından kimseyi
geçindirmemeleri, işlerini en iyi şekilde sadece kendilerinin takip edebilecekleri hatırlatılmıştı
(M. 24 Şubat 1925, s. 2). Gazetenin Mart sonundaki haberi, Tramvay Amelesi Reisi ve Halk
Fırkası mutemetlerinden Sadi Bey, Dava Vekili Ramiz ve Vatman Yaşar Efendi’den oluşan
heyetle Tramvay Şirketi’nin görüşmelerinin başladığı yönündeydi. Görüşmeler, şirketin
işçilere verdiği ve kaynağı geçmiş senelere uzanan gerçekleştirilmemiş taahhütlerini yerine
getirmesi ve zam yapılması gibi konular etrafında toplanıyordu (M. 31 Mart 1925, s. 12).
Mayıs başlarında gazetenin yayınladığı haberlerden sürecin kesintiye uğradığı ve İstanbul’a
gelen Nafia Vekili Sırrı Bey’in tarafların görüşlerini değerlendirerek yeniden görüşmelerin
başlamasını istediği anlaşılmaktadır (M. 5 Mayıs 1925, s. 4).
Haziran başlarında işçiler İstanbul Valiliği’ne başvurarak talep listesi vereceklerdi.
Talepleri, işçiyi şirket nezdinde temsil edecek bir heyet, anket ve kontranketin adaletli bir
şekle sokulması, cezalandırma ve işten atılmaların önüne geçilmesi, yevmiyelerine zam
yapılması, çalışma saatlerinin 8 saate çekilmesi, yol ve gece işçilerinin durumlarının
düzeltilmesi, çalışma ekipmanlarının kontrol edilmesi ve yenilenmesi, yardım sandığının
amele ihtiyaçları için hazır tutulması, yardım sandığına katılım şartlarıyla birlikte böyle
sandıkların nizamnamelerinin düzenlenmesi, şirketin geçmişteki sözlerini yerine getirmesi,
ayakkabı ve elbise talepleri, işçilerin terfi ve ödüllerinin uzman heyetlerce değerlendirilmesi
ve işçilere yönelik uygulamaların hükümet tarafından incelenmeye alınması gibi konulardan
oluşuyordu. Bundan sonra İstanbul Valisi tarafların temsilcilerini vilayete davet edecekti (M.
9 Haziran 1925, s. 2).
Liman Amelesi
1925 Mart’ında Meslek gazetesi, işçiler hakkında yeni bir haberi sütunlarına taşımıştı. Buna
göre, İstanbul Limanı Tahmil ve Tahliye Amele Cemiyeti19, yükleme-boşaltma ücretlerine %
30 zam yapmaya karar vermişti. Ayrıca Meslek, bu gelişmeyi ekonomik durgunluk içindeki
İstanbul limanı için bir tehlike olarak yorumlayan gazete değerlendirmelerine yer vermişti (M.
10 Mart 1925, s. 4; M. 17 Mart 1925, s. 9).
Gazete, bir hafta sonra cemiyetin ücret politikasını ve işçilerin çalışmalarının nasıl
ücretlendirildiği hakkındaki açıklamaları yeniden gündeme getirecekti. Yükleme-boşaltma
işçilerinin ücretlerinin fazla görünse dahi haftalık çalışma olanaklarının azlığını göz önüne
alan gazetenin değerlendirmeleri, cemiyete ve işçilere destek olacak nitelikteydi. Diğer
yandan deniz yükleme-boşaltma ücretleri meselesini irdeleyen gazete, İstanbul Limanı Tahmil
ve Tahliye Amele Cemiyeti’ni “… içinde kuvvetli bir meslek ahlakı teşekkül etmekde olan bir
teşkilatla karşılaşdık” manşetiyle kamuoyuna tanıtacaktı. Yazıda, işçiler arasında bir
dayanışma sağlaması ve işçi menfaatlerini, işçiler üzerinden savunması gibi nedenlerle aslında Meslek’in ileri sürdüğü düşünce ve ilkelere uygun düşmesi nedeniyle- bu işçi
yapılanması “şuurlu cemiyet” olarak bir hayli övülmüştü.
Gazetenin incelemesinde cemiyetin “Umum Deniz ve Maden Kömürü Tahmil ve
Tahliye Amelesinin Tavr-ı Hareket ve Ücret-i Yevmiyeleriyle İdare-i Dahiliyelerine Dair
Talimatname”yi hazırlamış olduğu belirtilmiş ve cemiyetin nizamnamesi de yayınlanmıştı.
Nizamnamede cemiyetin yasal kimliği çerçevesinde hangi işçilerin bu örgüte üye
olabilecekleri, üyelik şartları20, yükleme-boşaltma işçilerinin çalışma süreçlerindeki
hiyerarşileri ve temel çalışma prensipleri21, işçilerin ücretli çalışma koşulları, cemiyetin
19
Gazete 17 Mart’ta İstanbul Umum Deniz İşçileri Tahmil Tahliye Cemiyeti adını kullanmıştı.
20
Nizamnamede kayıtlı işçi olmak ve 18 yaşından küçük olmamak şartlarının yanında “hukuk-ı medeniyeden
mahrum olmamak, Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetinde bulunmak” gibi koşullar vardı.
21
“Amele götürüldüğü işde tembellik ve itaatsizlik etmeyecek ve işin şartı ve kaidesi ne ise o yolda çalışacak;
terbiye ve edebe muhalif serkeşlik etmeyecekdir” gibi prensipler geçerli idi.
doktor ve eczanesinin kullanımı, cemiyetin işçiler üzerindeki yaptırımları sıralanmıştı (M. 17
Mart 1925, s. 9).
Mart sonlarında, daha önce yükleme ve boşaltma işçileri ile madenciler arasında
ortaya çıkan ve işçilerin 12 maddelik talep listesi hazırlamalarına yol açan ihtilaflar
doğrultusunda gerçekleştirilecek görüşmelerin Sanayi ve Mesai Müdüriyeti’nde başlayacağı
haberleri gazetede çıkmıştı (M. 31 Mart 1925, s. 12).
Havagazı Şirketi Amelesi
Gazete 1925 Mart sonlarında Dolmabahçe Havagazı Şirketi ile işçiler arasındaki yevmiyelerin
yükseltilmesi anlaşmazlığı hakkında kamuoyuna bilgi vermişti. Ayrıca % 30 zam taleplerine
yönelik olan görüşmelerin kesilmesi nedeniyle işçilerin 26 Mart Perşembe günü grev ilan
ettikleri haber yapılmıştı (M. 24 Mart 1925, s. 7). Gazeteye göre Mart’ın son günlerinde greve
son verilmiş ve görüşmeler yeniden başlatılmıştı. İşçiler Gazcı Faik, Gazcı Ahmet ve Gazcı
Mevlüt adlı temsilcileri görüşmeleri yürütmek üzere seçmişlerdi (M. 31 Mart 1925, s. 12).
Şirket-i Hayriye Amelesi
Nisan sonlarında gazetenin gündemine Şirket-i Hayriye işçileri girmişti. Şirket-i Hayriye
İdaresi biletlerinde fiyat artışına gidebilmek için hükümete başvurmuş; ayrıca bilet
fiyatlarındaki artışın yanında işçilerine zam yapacağı vaadinde bulunmuştu. Hükümetin
onayıyla bilet fiyatları yükseltildikten sonra ücretlerine zam yapılmayınca işçiler şirkete
başvurmuşlar fakat şirket, ücret artışını kabul etmemişti. Bundan dolayı işçiler konuyu
İstanbul Valiliği’ne taşıma kararı almışlardı (M. 21 Nisan 1925, s. 12). Yine aynı dönemde
Şirket-i Hayriye işçileri, kısa süre içinde hayata geçirmek üzere Amele Kooperatif Şirketi
kurmuşlardı (M. 21 Nisan 1925, s. 12).
Gazete Şirket-i Hayriye işçileri hakkında Ağustos ortalarına doğru yeni bir haber
yayınlamıştı. Buna göre işçiler yaşadıkları şartların düzeltilmesi için bir liste hazırlamışlar ve
sonrasında İstanbul Valiliği aracılığıyla görüşmelere gidilmişti. Taraflar bazı maddelerde
uzlaşmışlardı. Nitekim 10 Ağustos günü yapılan görüşmelerde ateşçilerden ve kömürcülerden
bünyesi yıprananların az ve küçük işlerde çalıştırılmaları ancak maaşlarının azalmaması,
ateşçi ve kömürcülere birer gömlek ve ayakkabı verilmesi gibi konular şirket tarafından kabul
edilmişti. Ayrıca köprüde ser-memurluk odasında bir sağlık odası ve memuru bulundurulacak
ve doktor her gün amelenin bulunduğu vapurlarla fabrikayı gezerek hastaları muayene
edecekti. Şirket, haftalık tatilin yanında senelik 15 günlük izinler düzenleyecekti.
Uzlaşılan konulara karşılık ateşçilere zam yapılması tarafların tartıştıkları bir mesele
olmuştu. Çünkü şirketin 1 lira ücret artışı işçilerce yeterli bulunmamıştı. Şirket temsilcileri
yetkileri sınırlı olduğundan işçi temsilcilerinden süre istemişler ve konu bir sonraki toplantıya
ertelenmişti. Bu arada Meslek gazetesi, sadece Şirket-i Hayriye ateşçi ve kömürcülerinin
değil, genel itibariyle diğer şirketlerde aynı konumda çalışan işçilerin durumunun da bir hayli
kötü olduğunu belirtmişti (M. 11 Ağustos 1925, s. 4). 17 Ağustos’a gelindiğinde şirket daha
önceki taahhütleriyle görüşmeler sırasında kabul ettiği çeşitli konu ve maddelerden caydığı
için toplantıya gerek kalmamış ve Vali Vekili Hasan Beyin müdahalesi ile görüşmeler
sonlandırılmıştı. Dolayısıyla Vilayet aracılığı ile Şirket-i Hayriye’nin işçilerle yürüttüğü
görüşmeler resmen kesilmiş ve işçiler hareketlerinde serbest bırakılmışlardı. İşçiler ise 24 saat
içinde gelecekleri hakkında kararlarını vereceklerdi (M. 18 Ağustos 1925, s. 18).
Taraflar arasındaki en büyük sorunun şirketin Hasköy fabrikasındaki gayr-ı
Müslimleri işten çıkarmak istememesi ve memurlar arasındaki adaletsiz ücret oranları olduğu
anlaşılmaktaydı. Nitekim Ethem Ruhi Bey basın demecinde işçilerin mağduriyetlerinin
hükümet tarafından da görüldüğünü, ancak Mesai Kanunu yürürlüğe girmediğinden
hükümetin sürece müdahale yetkisini kendisinde bulmadığını, işçilerin ise Tatil-i Eşgal
Kanunu çerçevesinde hareket ettiklerini açıklamıştı. İşçilerin geleceklerine yönelik bir karar
alacağını, grev kararı verilirse kanunen 24 saat öncesinde vilayetin ve polisin haberdar
edileceğini sözlerine eklemişti. Meslek ise şirket yönetiminin grevi kışkırtmak istediğini ileri
sürmüş, buna karşı işçilere sağduyu ve sabrı elden bırakmamalarını tavsiye etmiş hatta bunun
gerekli olduğunun altını çizmişti. Bu arada Polis Müdürü Ekrem Bey’in talimatıyla grev ve
karışıklık ihtimaline karşı polis hazırlıklara başlayarak önlemler alacaktı (M.18 Ağustos 1925,
s. 18).
İşçiler grev kararı aldıklarında onların yerlerine gemilere bindirilen askerlerin işçilerin
işlerini yapmaları nedeniyle grev etkisiz geçecekti. Meslek, işçilerin grevin başarılabileceğini
ya da başarılamayacağını yani sonunu iyi hesaplayamadıklarını değerlendirmişti. Gazeteye
göre şirketin işçi bulup bulamayacağı ve ihtiyat kasası olmayan işçilerin greve ne kadar
dayanabilecekleri düşünülmemişti. Gazete bu görüşleri ileri sürerken, Cumhuriyet’in de
Ethem Ruhi’yi sorumlu tuttuğunu anımsatacaktı22. Bu koşullar altında Meslek, kendi
prensipleri çerçevesinde, mesleki işlerin yürütülmesinde o mesleğe ait olma yaklaşımını
yeniden öne çıkartmıştı. Gazete, Şirket-i Hayriye işçilerini kendi mesleklerinden olmayan
Ethem Ruhi’yi lider seçmelerinden dolayı daha önce eleştirdiğini, buna karşılık yeterince
şuurları gelişmemiş saf kalpli işçilerin Meslek gazetesine İkdam aracılığıyla cevap verdiklerini
anlatmıştı. Ethem Ruhi’nin şahsıyla ilgili olmamakla birlikte Cumhuriyet ile aynı görüşte
olduğunu ortaya koyan Meslek, işçilere klasik söylemiyle seslenerek kendilerini başkalarına
teslim etmemelerini, kendi mücadelelerini kendi dinamikleriyle kendilerinin vermeleri
gerektiğini tekrarlamıştı. Gazete Şirket-i Hayri işçilerinin bir yardım sandığıyla kooperatif
kurmaya, bilinçlenmeye ihtiyaçları olduğunu savunmuştu (M. 25 Ağustos 1925, s. 4).
Sonuç
1924 yılının son günlerinde yayın hayatına giren ve 1925 sonbaharına kadar faaliyetini
sürdüren Meslek gazetesi, dönemin farklı ve renkli yayın organlarından biri olacaktı. Çeşitli
hikaye ya da öykülerin yayınlanmasına kadar oldukça geniş yayın yelpazesine sahip olsa da
temelde ekonomik alan içinde kalan resimli bir gazete kimliğini taşıyacaktı. Mesleki temsil ve
meslek devleti gibi düşünceleri kamuoyuna yansıtan ve birçok farklı konuyu ya da alanı
mercek altına alan gazete bilimsel düzeyde değerlendirilebilecek özel inceleme yazıları da
yayınlamıştı. İstatistiksel çalışmaların yer yer önemini vurgulayan gazete, işçi sınıfıyla da
yakından ilgilenmişti.
Meslek gazetesinin, dünya genelinde işçi sınıfını etkileyen tarihsel, teorik yazıları ya
da haber niteliğindeki aktarımları bir yana bırakılırsa, Türkiye’deki işçilere yönelik yayınları,
bu sınıfın geçmişi, hayat şartları ve faaliyetleri olarak tematik açıdan üç başlıkta ele alınabilir.
Bu başlıkları taşıyan yazı ya da incelemelerde, işçi sınıfına tarafsız ve kendi ilkeleriyle
yaklaşmaya çalışan gazete, çalışanların olumsuz yaşam şartlarına yer vermeyi ihmal
etmemişti.
22
Ağustos sonlarında bu grev haberleri yüzünden Cumhuriyet gazetesi, Ethem Ruhi ile mahkemelik olmuştu.
Dava, o günlerde başlamış, ilerleyen günlerde sürmüştü (C. 31 Ağustos 1925, ss.1-2; C. 7 Eylül 1925, s.3).
Meslek, tarihsel, teorik ve güncel yazı ya da haberlerle işçi sınıfı üzerinde her türlü
kişi, grup ya da kurumların tahakkümüne karşı çıkmıştı. Bu noktadan hareket eden gazete
İştirakçi Hilmi ve Ethem Ruhi gibi isimleri yoğun düzeyde eleştirmişti. İşçilerin kendi
çalışmalarını, etkinliklerini ya da mücadelelerini toplu ve örgütlü olarak yürütmeleri
gerektiğini savunan gazete, işçilerin kendilerinin de bir ya da birkaç kişilik küçük gruplar
halinde böyle sorumlukları üstlenmelerini uygun bulmayacaktı.
Genellikle işçi örgütlenmelerinin son derece önemli, yararlı ve hatta gerekli olduğunu
vurgulayan Meslek, Türkiye’de işçilerin yeterli bilgi birikimi ve donanıma sahip olmadıklarını
kalın çizgilerle belirtmişti. Sonuç olarak, Türkiye’de mesleki temsil programını savunan ve
erken Cumhuriyet dönemi basınının farklı kimliklerinden birini taşıyan Meslek gazetesi,
savunduğu görüşlerle işçilere yönelik algının gerçekçi ve objektif bir boyutunu oluşturmaya
çalışmıştı.
Kaynakça
Ahmet Cevdet (1925). Amele Partisi Münasebetiyle. İkdam, 9 Kanun-ı Sani 1341, 1.
Ahmet Şevket (1925). Yeni İstihsal Senesinin Meydana Koyduğu Hakikatlerden:
Makineleşmek”. Meslek, 7 Temmuz 1925, 1.
Arıkan, Zeki (2007). Tarihimiz ve Cumhuriyet, Muhittin Birgen (1885-1951). İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları.
Demirel, Yücel (1994). İştirakçi Hilmi (Çevriyazı). Toplumsal Tarih, Haziran 1994 / S.6, 4849.
Duman, Hasan (2000). Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928). Ankara:
Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı.
Erdem, Hamit (2012). Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İştirakçi Hilmi. İstanbul: Sel Yayıncılık.
Erkek, Mehmet Salih (2012). Bir Meşrutiyet Aydını Ethem Nejat 1887-1921. İstanbul: Kitap
Yayınevi.
Hastaş, Mehmet T. (2012). Ahmet Samim, II. Meşrutiyet’te Muhalif Bir Gazeteci. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Koraltürk, Murat (2001). Meslek Gazetesi ve Dizini. Müteferrika, Yaz 2001 / S.19, 83-130.
Özel, Sabahattin (2006). Meslek Gazetesi’nin Gözüyle Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türk
Doktorluğu ve Tıp Fakültesi. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, Yıl:5 / S.10, 253-258.
TBMM Zabıt Ceridesi (TBMM ZC). C.2, İ:80, 17.3.1341, s.551-561.
Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-1,
Meslek. 5 Mayıs 1925, 11.
Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-2,
Meslek. 12 Mayıs 1925, 14-15.
Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-3”,
Meslek. 26 Mayıs 1925, 9-10.
Zeki Cemal (1925). Amele Hareketleri: Memleketimizde Amele Hareketlerinin Tarihi-5[4].
Meslek. 2 Haziran 1925, 9.
Süreli Yayınlar: Cumhuriyet (C), İkdam (İ), Meslek (M).
Sendikaların Sosyal Medya Kullanımları: Türkiye, ABD ve Britanya İşçi
Konfederasyonlarının Sosyal Medya Kullanım Analizi
Gökçe Arslan
Pamukkale Üniversitesi, ÇEEİ Bölümü
Giriş
Günümüz dünyası, tarihi bir takım değişimlerden geçmektedir. Birbirini besleyen ardışık
fenomenler, “Bilgi Teknolojileri Devrimi” ve “Küreselleşme” yaşadığımız zamanların “bilgi
çağı” ve içinde bulunduğumuz toplumun da “bilgi toplumu” olarak anılmasını sağlamaktadır.
Özellikle bilgisayar ve mobil teknolojiler ile yaygınlaşan yeni iletişim teknolojilerinin
toplumu ve bireyi etki altına alma süreci aşamalı olarak önce internetle ve şimdi de sosyal
medya ile gerçekleşmektedir.
Kapitalizm 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeniden yapılanmıştır. Bu yeni
ekonomik sistemde, birden fazla ülkede üretim ve yönetim birimleri bulunan ve yüksek
derecede örgütlü iş çevreleri ve çokuluslu şirketler ortaya çıkmıştır. Bunlar, işçiler arasında
rekabet ve ayrım yaratarak çalışma ve yaşam koşullarının dünya çapında bütün işçiler için
daha da kötüleşmesine neden olmaktadır. Günümüz kapitalizminde, işçiler kayıt dışılık ve
esnek çalışma gibi ciddi sorunların ve yoksulluğun pençesinde yaşam mücadelesi
vermektedir. Dolayısıyla, işçileri örgütleyecek bir dayanışmaya bugün her zamankinden daha
fazla ihtiyaç duyulmaktadır.
Endüstri çağına ait olarak görülen ve “dinozorlaşmış” kurumlar olarak nitelendirilen
sendikalar, yapılarında köklü değişim ve dönüşümü gerçekleştirmede yeniden yapılanan
kapitalizmin küresel şirketleri kadar hızlı olamamışlardır. Sendikalaşma oranlarında ve
sendika üyeliklerinde inişler yaşanmakta, toplu sözleşmelerin etkileri gitgide azalmakta ve
grev etkileri ve sayıları düşmektedir. Sendikaların ciddi güç kaybı içinde olduklarını gösteren
bu durum “sendikal kriz” olarak adlandırılmaktadır. Bu noktada, yeni iletişim olanakları, krizi
aşmak üzere ihtiyaç duyulan güçlü ve etkileşimli katılım, dayanışma ve örgütlenmenin
oluşmasına katkı sağlayan çıkış araçları olarak görülmektedir.
Yeni iletişim olanaklarının en günceli ve en etkilisi olarak görülen sosyal medya,
dünyada bazı sendikalar tarafından farklı, yenilikçi ve deneysel şekillerde kullanılmaktadır.
Bu, sosyal medyanın bireylerin yaşamında olduğu gibi sendikaların da gündelik kullanımının
bir parçası haline gelmekte olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla akla “Türkiye’deki
sendikalar sosyal medyayı örgütlenme ve mücadele aracı olarak ne kadar önemsemekte ve
onu krizden çıkış için nasıl kullanmaktadır?” sorusu gelmektedir.
Bu çalışmada, üç farklı ülkenin temsil alanı en geniş üç işçi sendikaları
konfederasyonunun sosyal medya ağlarındaki hesaplarının analiz edilmesi amaçlanmıştır.
Çalışma, ülkelerin genel sendikal durumlarını yansıttığı düşünülerek konfederasyonlarla
sınırlandırılmıştır. Böylesi bir çalışmanın gelişmişlik düzeyleri ve sendikal geçmişleri farklı
üç ülkede sendikaların örgütlenme ve mücadele aracı olarak sosyal medya kullanımlarının
gelmiş olduğu noktayı göstermesi konusuna ışık tutacağı düşünülmektedir. Bu amaçla,
Türkiye’den yaklaşık 696 bin (Çelik, 2013) emekçiyi temsil eden “Türkiye İşçi Sendikaları
Konfederasyonu” (Türk-İş), Amerika Birleşik Devletleri’nde 12,2 milyon (afl-cio.org, 2013)
emekçiyi temsil eden “The American Federation of Labor and Congress of Industrial
Organizations” (AFL-CIO) ve Britanya’dan yaklaşık 6 milyon (tuc.org.uk, 2013) emekçiyi
temsil eden “The Trades Union Congress”in (TUC) sosyal medya hesapları çalışmada
inceleme konusu olarak seçilmiştir.
İnternet ve Sosyal Medya
Yeni iletişim teknolojilerini de kapsayan bilgi teknolojileri devrimi, ekonomik, siyasal,
kültürel ve toplumsal bütün alanlarda ve küreselleşme süreci sayesinde neredeyse tüm
dünyada derinlemesine hissedilmiştir. Özellikle bilgisayar ve mobil teknolojiler ile
yaygınlaşan yeni iletişim teknolojilerinin en etkilisi ve yaygını internet, sanayi devriminin
yarattığı denli önemli değişikliklere yol açmış ve bunu çok kısa bir zamanda
gerçekleştirmiştir (Tutal-Cheviron, 2004, s. 60). İnternet, küresel ölçekte ve seçilen zamanda
çoktan çoğa haberleşmeyi sağlayan ilk iletişim aracı olmuştur. Batıda matbaanın yayılması
MacLuhan’ın (1962) deyimiyle “Gutenberg Galaksisi”ni yarattıysa, Castells’in (2001)
söylemiyle internet de içinde bulunduğumuz dünyayı “İnternet Galaksisi”ne dönüştürmüştür.
Uzaktaki bilgiler internet sayesinde saniyeler içinde yayılmakta, uzaktaki olaylar gerçek
zamanlı görüntülerle topluma sunulmaktadır.
İnternetin gelişimi mikro-işlemcili bilgisayarların gelişimiyle paralel ilerlemiş, her iki
teknoloji de birbirinden beslenerek yayılmışlardır. İnternet ilk defa 1960’lı yılların sonunda
askeri amaçla ortaya çıkmış ve önceleri bilim insanları, akademisyenler gibi kısıtlı sayıdaki
kullanıcılar tarafından kullanılmıştır. Ancak internetin geniş kitlelere yayılması, 1980’lerin
sonunda Tim Berners-Lee ve ekibi tarafından önce hiper metin işaretleme dilinin (hyper text
markup language - html) kullanılması ve sonrasında da dünya çapında ağ anlamına gelen,
internet adreslerinin başına eklediğimiz www (world wide web, Web 1.0) olarak
tanımladığımız bilgi paylaşım sisteminin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Web’in ilk sürümünde
kullanıcılar günümüze göre oldukça edilgen bir konumda bulunmaktaydı. Web 1.0 yalnızca
metne dayanan içerikleri destekleyen bir ortam sağlamaktaydı. Yazılım teknolojisini bilen az
sayıdaki kişiler büyük bir okuyucu kitlesi için durağan ve etkileşimi düşük web sayfaları
hazırlamaktaydı (Köseoğlu, 2012, s. 59). Buna rağmen web 1.0 ile kitle iletişimindeki gibi
merkezi tek bir yer olan, gönderen kontrollü, tek yönlü bilgi akışı da sağlanmamaktadır. Web
ortamında her bir kişi gönderici herhangi bir kişi ya da bir topluluk da alıcı konumuna
geçebilmektedir. Dolayısıyla merkezin belli olmadığı, çoklu merkezli veya merkezsiz bir
iletişim söz konusudur. Böylece kullanıcıların denetim yeteneği artmış, mesajları istediği yer,
zaman ve miktarda alabilme tercihine sahip olabilmişlerdir (Şahin’den aktaran Şeker, 2005, s.
384). Sonuçta, internet 90’lı yıllardan itibaren toplumsal değişimi önemli ölçüde
ivmelendirmeye başlamıştır.
Esas değişim ise, kullanıcı etkileşimini daha ileriye taşıyarak kullanıcıların içerik
yaratımına katkıda bulunmasını sağlayan yeni nesil internet, web 2.0 ile gelmiştir. Terim ilk
olarak Tim O’Reilly tarafından tanıtılmıştır (O’Reilly, 2005). Daha sonra Eijkman (2008, s.
94) web 2.0 ‘ı daha ayrıntılı olarak “kullanıcıların bilgiyi birden çok kaynaktan faydalanarak
işbirliğiyle yarattığı, paylaştığı ve yeniden yarattığı güçlü kolektif zekayı ve organize eylemi
teşvik eden internet hizmetlerinin yeni bir eğilimi” şeklinde tanımlamıştır. Benzer bir tanım
da Haenlein & Kaplan’dan (2010, s. 61) gelmektedir: “Sosyal medya, kullanıcı katkılı içeriği
oluşturmaya ve değiştirmeye izin veren ve Web 2.0’ın ideolojik ve teknolojik temelleri
üzerine inşa edilmiş bir grup Internet tabanlı uygulamadır.” Web 2.0 ‘ın temel avantajı olarak
kullanıcıların ağı sadece kullanmalarını değil aynı zamanda ağın içeriğine katkıda
bulunmalarını kolaylaştırdığı görülmektedir (Hwang ve diğerleri, 2009, s. 3). Bu durum
kullanıcıların Web 2.0 uygulamaları aracılığıyla daha fazla sosyal paylaşımda bulunmalarına
yol açmaktadır. Dolayısıyla literatürde “Web 2.0” ve “sosyal medya” birbirinin yerine
kullanılan terimler olarak kavram kargaşasına yol açabilmektedir. Web 2.0, sosyal medyanın
temelini oluşturan etkileşimli internet siteleri için gerekli olan altyapıyı sağlayan internet
tabanlı teknolojilere verilen addır. Sosyal medya terimi ise söz konusu Web 2.0
uygulamalarının toplumsal boyutlarına ve yol açtığı etkilere gönderme yapmaktadır
(Köseoğlu, 2012, s. 60). Dolayısıyla Web 2.0 sosyal medyanın teknolojik boyutu ile ilgilidir
ve iki kavram farklı disiplinlere aittir.
Sosyal medya platformlarının araştırma için çok geniş ve çok değişken olması kesin
bir sınıflandırma ve örnekleme yapılmasını engellemektedir. Bu nedenle kısaca bu çalışmaya
konu olan sosyal medya araçları üzerinden bazı bilgiler paylaşılacaktır.
Bloglar, web-log sözcüğünün kısaltılmasından türemiş, “post” denen kısa fikir ve bilgi
yazılarını içeren çevrimiçi günlüklerdir (Anderson, 2007, s. 7). Blogger, wordpress ve Tumblr
en yaygın blog platformlarından bazılarıdır. 2011 yılı sonu itibariyle dünya çapında 181
milyon blog izlenmektedir. Genel olarak, 6,7 milyon insan blog web sitelerinde, 12 milyon
insan da sosyal ağlar üzerinden blog yayınlamaktadır (Nielsen, 2012).
İçerik Toplulukları, belirli içeriklerin organize edilmesini ve paylaşılmasını sağlayan
türden web siteleridir. Video içerikli paylaşım sitelerinine en güzel örnek, her ay 1 milyardan
fazla tekil kullanıcısıyla YouTube’tur (youtube.com, “statistics”). Fotoğraf içerikli paylaşım
sitelerine örnek olabilecek Flickr’ın Haziran 2011 itibariyle 51 milyon kayıtlı üyesi ve 80
milyon ziyaretçi sayısı bulunmaktadır (advertising.yahoo.com, “Flikr”). Pinterest de
kullanıcıların ilgi alanları ve hobilerini içeren görüntü paylaşımlarına izin veren 10.4 milyon
kayıtlı kullanıcısı olan bir fotoğraf paylaşım sitesidir (The Week Staff, 2012).
Sosyal ağlar, kullanıcıya kişisel içerik değiş tokuşu yapabilme ve diğer kullanıcılarla
iletişim kurabilme olanağı veren, kişisel web sitesini inşa etme olanağı sağlayan
uygulamalardır (Köseoğlu, 2012, s.60). Kuşkusuz sosyal ağların en yaygını, dünyayı daha
açık ve bağlı yapmak misyonuyla 2004 yılında yola çıkmış Facebook’tur. Aralık 2012
itibariyle Facebook’un yüzde 82’si Amerika ve Kanada dışından olan bir milyardan fazla
aylık aktif kullanıcısı bulunmaktadır ve bu kullanıcıların 618 milyonu mobil cihazlarıyla
Facebook’a bağlanmaktadır (newsroom.fb.com, “Key Facts”). Google’ın diğer tüm
servisleriyle bağlantılı yeni sosyal ağ platformu Google+ ise 2012 yılının son çeyreği
itibariyle 343 milyon aktif kullanıcısıyla facebook’un ardından ikinci olmuştur (Kosner,
2013). Bir diğer popüler uygulama Twitter ise kullanıcıların en son hikayeleri, fikirleri,
görüşleri ve ilginç haberi gerçek zamanlı paylaştığı bir bilgi ağıdır (twitter.com, “about”).
Kullanıcıların 140 karakter ile “tweet” adlı paylaşımlarda bulunduğu için mikro-blog olarak
adlandırılan Twitter’ın 2012’nin ikinci yarısı itibariyle dünya çapında tüm internet
kullanıcılarının yüzde 36’ına karşılık olan tahminen 485 milyon kullanıcısı bulunmaktadır
(Holt, 2013). Sosyal medyadaki konumlamasını farklı bir şekilde yapmış LinkedIn;
profesyonellerin birbirleriyle iletişim kurmalarını ve şirketlerin iş ilanlarına ve en son
haberlere erişimini kolaylaştırmayı amaçlamakta ve 200 milyon üyesiyle dünyanın en büyük
profesyonel sosyal iletişim ağı olmaktadır (linkedin.com, “about us”).
Özellikle son yıllarda ise sosyal ağların küresel bir fenomen haline geldiği rahatlıkla
söylenebilir. Bunda, zamanla geliştirilen teknolojilerle sosyal ağların blog yazımını, fotoğraf,
video ve flash destekli oyunları da bünyelerinde barındırmaya başlamalarının etkisi
yadsınamamaktadır. Ayrıca bilgisayar teknolojisinin yanında cep telefonu, akıllı telefon,
tablet bilgisayar gibi mobil teknolojilerin de gelişmesiyle, internete bağlanan cihazların
çeşitliliğinin artışı da sosyal ağların kullanımını arttıran faktörler arasında sayılmaktadır.
Aralarında Amerika, Britanya ve Türkiye’nin de bulunduğu 21 ülkeyi kapsayan Pew Research
Center’ın (PRC) Aralık 2012’de sonuçlarını açıkladığı araştırmaya göre sosyal ağlar dünya
genelinde popülerleşmiştir: Sosyal ağları kullanıyor musunuz sorusuna Amerikalıların
%50’si, Britanyalıların %52’si, Türklerin ise %35’i evet demiştir (s. 1). Sosyal ağ kullanıcıları
daha çok gençlerden oluşmaktadır: Amerikalıların %80’i, Britanyalıların %94’ü, Türklerinse
%69’u 18-30 yaşları arasındadır (s. 3). Dünyada geniş çoğunluk en az bir cep telefonu
kullanıcısıdır. Cep telefonu sahiplerinin oranı Amerika’da %86, Britanya’da %92, Türkiye’de
%85’tir. Cep telefonuyla internet kullanımı oranlarıysa Amerika’da %51, Britanya’da %52,
Türkiye’de ise %26’dır. Akıllı telefonuyla internet kullananların Amerika’da %60’ı,
Britanya’da %68’i ve Türkiye’de %67’si düzenli olarak sosyal ağ sitelerini kontrol ettiklerini
söylemişlerdir (s. 5).
Şekil 1.
Sosyal Ağ Kullanıcılarının Oranı
Kaynak: PEW Research, 2012.
Şekil 2.
Yaş Dağılımına Göre Sosyal Ağ Kullananlar (PEW Research, 2012)
Kaynak: PEW Research, 2012.
Şekil 3.
Cep Telefonu, İnternet ve Sosyal Ağ Kullanımı (PEW Research, 2012)
Kaynak: PEW Research, 2012.
Amerikalıların %47’si ve Britanyalıların %36’sı sosyal ağ sitelerinde toplumsal
konularda paylaşımda bulunurken; Amerikalıların %37’si ve Britanyalıların %30’u politika
hakkında paylaşımda bulunmaktadır. Türkiye’de ise sosyal ağ sitelerini kullananların %63’ü
buralarda toplumsal sorunlarla ilgili fikirlerini açıklarken ve %57’si politikayla ilgili
görüşlerini paylaşmaktadır (s. 4). Dolayısıyla, Türkiye’de sosyal ağ sitelerinin kamuoyunu
ilgilendiren konuların tartışıldığı ve insanların bu konular hakkındaki görüşlerini paylaştığı
sanal kamusal alanlar olma yolunda ilerlediklerini söyleyebilmekteyiz.
Şekil 4.
Politik görüş ve Toplumsal Konularla İlgili Fikir Paylaşım Oranları
Kaynak: PEW Research, 2012.
Küresel Ekonomi ve Sendikal Kriz
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, 1960’ların ikinci yarısından itibaren başlayan sermayenin
genişleme süreci ticaret hacmindeki ve yatırımlardaki daralmaya koşut olarak durmuş, bu
süreç 1970’lerin başındaki petrol şoku ile birleşince, kapitalist sistem açısından kârlar
düşmüş, durgunlukla beraber enflasyon (stagflasyon) vb. sonuçlarla ortaya çıkaran bir krize
dönüşmüştür. Kriz, Keynesçi politikalardan vazgeçilip, yeni liberal politikaları gelişmiş
kapitalist ülkelerden başlayarak (ABD, İngiltere, vd.) tüm sisteme süreç içinde egemen
kılmıştır (Sazak, 2006: 10). Yeni liberalizmin yükselişi biçiminde de adlandırılan bu süreç,
sermayenin kârlılığını yeniden üretebilmek ve kapitalizmin girdiği krizi aşabilmek amacı ile
şirket yöneticileri ve ulusal devletler eliyle alınan bir dizi önlemler olarak ortaya çıkması
biçiminde bir yol izlemektedir (Kart, 2011: 1176). Bu dönemde alınan somut neo-liberal
önlemler şunlardır: Sanayi ve ticarette serbestleşme, uluslararası pazarlarda genişleme,
küresel finansal akımlar üzerindeki kontrollerin kaldırılması, devletin küçülmesi, kamu
işletmelerinin özelleştirilmesi, Kamu harcamalarının azaltılması (özellikle de sosyal
harcamaların), ekonominin kuralsızlaştırılması (deregulasyon), artan işsizlik riskinde bile
enflasyonu kontrol altında tutmak için parasalcı (monetarist) tedbirler, örgütlü emeğin üzerine
sıkı kontrol (Steger, 2003: 41).
Bilgi teknolojileri devrimi, yeni liberal ekonomik politikalar ve küreselleşmeyle
beraber, sermayenin küresel rekabet adına dayattığı yeni koşullar, üretim organizasyonundaki,
sektörel yapıdaki ve emeğin yapısındaki değişimlerle sendikaların üye sayıları azalmış, temsil
yetenekleri gerilemiştir. Sendikaların ciddi güç kaybı içinde olduklarını gösteren bu durum
“sendikal kriz” olarak adlandırılmaktadır.
Müftüoğlu (2006: 142-145) sendikaları kapitalist sistemdeki dönüşümle birlikte krize
sürükleyen başlıca nedenleri şu şekilde sıralamaktadır:

Devletin düzenleyici işlevini işçi sınıfı ve sendikaları baskılamak için
kullanması. Sendikaların da mücadeleci anlayıştan uzaklaşmış olmaları

İşsizliğin artmasıyla sendikaların üye kaybetmesi ve işsizlikle artan yedek
işgücünün sendikaların pazarlık güçlerini azaltması

Sendikaların örgütlenmede sanayi sektöründeki emek gücünü temel almaları,
tarım ve hizmet sektöründe örgütlenecek stratejiler geliştirmemeleri

Sermayenin sosyal hakları düşürme stratejisiyle üretimi ucuz emek ve
hammadde bölgelerine kaydırarak uluslararasılaştırması ve sendikaların bu stratejiye karşı
koyacak şekilde örgütlenememesi

Küçük işletmelerin ve taşeronların artan rolü

Emeğin üretkenliğini arttırmak için geliştirilen “toplam kalite”, “tam zamanlı
üretim” ve “kalite çemberleri” gibi yeni yönetim teknikleri

Süreli sözleşme, kısmi süreli çalışma, tele çalışma, çağrı üzerine çalışma,
stajyer çalıştırma, eve iş verme gibi esnek ve düzensiz çalışma biçimleri

Emek gücünün değişen yapısı, beyaz yakalıların, kadınların ve gençlerin daha
fazla istihdam edilmesi
Sendikaların Sosyal Medya Kullanımları
Sosyal medya, anında mesajlaşmanın hediyesi olan hızı ve her kullanıcının istediği
platformda özgürce paylaşımda bulunabilmesiyle günümüz dünyasına geniş bir demokratik
alan sunmaktadır. Arap baharı gibi toplumsal olayların direkt sebebi olmasa da tetikleyicisi
olarak görülmesi sosyal medyanın kitleleri harekete geçirebilen gücüne dikkat çekmiştir.
Sosyal medya, örgütleyicilerin benzer fikirli insanları az bir maliyetle harekete dahil etmesini
sağlamaktadır (Papic ve Noonan, 2013).
Benzer bir görüş de sosyal medyayla beraber “suskunluk sarmalının” kırılmış olduğu
görüşüdür. Suskunluk sarmalı teorisinde Elisabeth Noelle-Neumann(1974); kitle iletişim
araçlarının, özellikle de ana akım medyanın, belirlediği gündemin toplumun egemen genel
düşüncesini yansıttığını varsayan insanların, kendi düşüncelerinin çoğunlukla bu görüşlerden
farklı olduğunda toplum tarafından dışlanmaktan korktuğu ve bunlara karşı çıkıp aksini
savunmak için kendilerinde yeterli gücü ve imkanları bulamadıklarında sessiz kalmayı tercih
ettiklerini savunmaktadır (Yaylagül, 2006, s. 81, 82; Erdoğan ve Alemdar, 2002, s. 237,238).
Sosyal medya ise kullanıcı katkılı içeriği sayesinde herkesin her konuda fikrini
açıkladığı küresel bir kamusal alana dönüşmektedir. Ana akım medyada yer almayan ve
dolayısıyla yaygın olmadığını düşündüğümüz bir görüşün, sosyal medyada çok fazla destek
aldığını görmek insanları fikirlerini açıklamak konusunda cesaretlendirmektedir. İnsanlar,
herhangi bir konuyla ilgili karşıt görüşlerini sosyal medyada çekincesizce
paylaşabilmektedirler. Savundukları görüşlerin etrafında birleşen insanlar seslerini eskisinden
daha kolay dünyaya duyurabilmekte ve kendileri gibi düşünen başkalarını da taraftar olarak
etraflarında toplayıp egemen görüş karşısında kamuoyunun ciddi bir aktörü olabilmektedir
(Seçkin, 2012). Bu durum “Arap Baharı” özelinde Bostancı (2012) tarafından şu şekilde
özetlenmektedir:
Benzer fikirler ve mutlaka bundan çok daha güçlü duygular ile rejime muhalif olan çevreler,
kendi güçlerinin ne ölçüde bulunduğu ve rejimi değiştirmek bakımından gerekli kitlesel desteğin
varlığı konularında somut verilerle desteklenmiş bir kanaate sahip değildiler. Çünkü despot
rejimlerde kamusal müzakerenin çok sınırlı oluşu muhalefet potansiyeli hakkındaki bilgiyi
örttüğü gibi, bu yöndeki örgütlenmeler de sıkı takibat dolayısı ile sınırlıdır. Herkes kendi yalnız
dünyasında sessiz ama yalıtılmış bir öfke ile yaşamaya mecbur bırakılır. İşte tam da böyle bir
ortamda, sosyal medya, iktidarların denetleyemediği bu mecra, muhalif güçlerin kendi cesameti
ve iktidarı dönüştürme kapasitesi hakkında onlara güçlü bir esin verdi. Düşündüklerinden,
sandıklarından çok daha kalabalıktılar. Keza sosyal medya, hızla örgütlenme ve sokağa çıkma
bakımından eşsiz bir ağ oluşturucuydu. Twitter, Facebook, mail grupları, cep telefonu sms’leri,
Batı ülkelerindeki işlevlerinden çok farklı bir amaca yönelik olarak kullanıldılar. Onlar devrimci
güçlerin suretlerini ve eylemlerini seyrettikleri bir aynaya dönüşmüştü. Suskunluk sarmalı
kırılmıştı. Mısır yönetiminin olayları bastırmak için hemen internete yasak getirmesi, cep
telefonu şebekelerini kapatması, sosyal medyayı kontrol etmeye çalışması dikkat çekicidir.
Ancak bu tezlerin aksine suskunluk sarmalının sosyal medya için de işlerliğini
sürdürdüğünü savunan bir görüş de bulunmaktadır. Hatta bu etkinin çevrimiçinde
çevrimdışıdan çok daha güçlü olduğu varsayılmaktadır. İnsanlar sosyal medyada yalnızca
yabancıların değil kendi arkadaşlarının da paylaştığı görüşleri ve tutumları görmektedir.
Böylece rağbet görmeyen bir politikacıyı alenen desteklemek gibi popüler olmayan bir fikri
ifade etmek daha da zorlaşmaktadır (Litvinenko, 2012, s. 185). Litvinenko, bu durumu
Rusya’daki Aralık 2011 seçim protestolarında yaşanan olaylarla örneklemektedir:
Facebook’da hükumet yanlısı düşüncelerin yansıtmasının hoş görülmediği bir ortamda ünlü
bir TV spikeri hükümet partisini açıkça desteklediği için Facebook ve Twitter’da şiddetli
kınamaya maruz kalmıştır. Ardından çevrimiçi protestolar çevrimdışı mitinglerine dönüşmüş
ve sonradan birçok katılımcı durum güncellemelerine bunun katıldıkları ilk gösteri olduğunu
yazmıştır. Yine çevrimiçi iletişimin çevrimdışı aktivizme dönüşmesindeki başarı suskunluk
sarmalı teorisi ile açıklanmaktadır: Bir kişi "yeterli çoğunluk"ta arkadaşının gösteriyi
desteklediği hissine kapıldığında o da gitmeye karar vermektedir ( s. 186).
Bu iki görüşün ortasında duran bir başka görüşe göre ise yaşadığımız çağda sosyal
medya, artık geleneksel medya ve siyasetin dışında gündem belirleyen bir araç
konumundadır. Artık herkes her konuda rahatça konuşabilmekte ve bir anda istenilen bir
konuda aynı görüşten birçok kişi toplanarak baskın tarafı oluşturabilmektedir. Buna göre,
suskunluk sarmalı “seslilik/çığırtkanlık sarmalı”na dönüşmektedir. Bu durum bir araç olarak
sosyal medyanın kullanımına bağlanmaktadır. Ortada geçerliliği olan sorun ya da amaç için
baskın olumlu taraflar oluşturulabil inildiği gibi olumsuz baskın taraflar da oluşabilmektedir
(Öztürk, 2011). Buradaki olumsuz yan, sosyal medyanın denetimsiz bir ortam olmasından
kaynaklanmaktadır. İnsanlar, sosyal medya aracılığıyla yüz yüze olmamanın verdiği cesaretle
bilgisayar başında fütursuzca hareket edebilmektedirler. Bu da, aşırı kamplaşmaların ve nefret
gruplarının oluşmasına zemin hazırlayan bir alan olarak karşımıza çıkabilmektedir. Sosyal
medyada bir fikir dile getiriliyorsa mutlaka karşıt bir fikir de bulunmaktadır ve bu çoğu
zaman sert bir üslupta karşımıza çıkmaktadır (Erbaş, 2012). Yine de çevrimiçi bu çok seslilik
demokrasi açısından olumlu bir şekilde değerlendirilmelidir.
Toplumsal örgütlerin önemli bir aktörü olarak sendikalar da sosyal medyanın
kamuoyu oluşturmada alternatif medya olarak gücünün farkına varmaktadırlar. Sosyal medya,
sendikalara geniş bir kitleye ulaşma, yaygın kampanyalar örgütleme, şeffaflaşma ve üye
sayısını artırma gibi konularda azımsanamayacak birçok fırsat sunmaktadır (Şenalp, 2012).
Sosyal medya, sendikalar ve emek açısından ana akım medyada yer almayan haberleri
içerebilmektedir. Hatta sosyal medyada ses getiren bir haber, normalde ana akım medyada
kendine yer bulamayacak olsa dahi, sırf sosyal medya ile haber değeri arttığı için ana akım
medyada da kendisine yer bulmaktadır. Örnek olarak, Radikal Gazetesi’nin 29.11.2010 tarihli
haberini gösterebiliriz (Pehlivan, 2010):
Facebook’a emekçi rakip: UnionBook
Facebook rüzgârı, sendikaları da etkiliyor. Türkiye’de de ilk defa Birleşik Metal-İş bir mitingini
sosyal ağdan örgütledi. Dün Gebze’de yapılan ‘Kuralsız Çalışmaya Son’ mitinginin tüm
kampanyası Facebook ‘tan yürütüldü. Benzer örneklerin dünyada artması, sendikaların
enternasyonal dayanışmasının da sosyal ağlara taşınmasını beraberinde getirdi. Tamamen
Facebook’u örnek alan ve onun gibi örgütlenen UnionBook, birkaç aylık olmasına rağmen hızla
yayılıyor. Şimdiden 30 dilde içeriğe sahip UnionBook’a Türkiye ‘den de yoğun katılım var.
Hafta sonu İstanbul’a gelen UnionBook ile Avrupa’da yaygın olan LabourStart temsilcileri, bu
yeni dayanışma ağını Türkiyeli sendikacılarla tartıştı. LabourStart temsilcisi Eric Lee, İrlanda’da
sendika rozeti taktığı için işten atılan 20 yaşındaki Joanne Delaney’ın sosyal ağ üzerinden dünya
çapında gelen destek sayesinde işe geri dönmesini örnek göstererek, “Küçük bir sorunda bile
etkili sonuçlar alıyoruz” dedi. Benzer bir kampanyayı Tez Koop-İş, Kipa’da örgütlenmek
amacıyla Facebook üzerinden organize etmişti.
Yapılan eylemler normalde gazetelerde zor yer bulmaktayken, eylemin Facebook ile
örgütlenmesi ana akım medyaya göre haber değeri taşımaktadır. Dolayısıyla ana akım
medyada bundan dolayı yer bulabilmektedir.
Daha çarpıcı bir durum, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) İstanbul Milletvekili Metin
Külünk’ün TBMM Başkanlığı’na sunduğu havacılık sektöründe grev ve lokavt yapılmamasını
öngören kanun teklifinin Meclis’te gündeme alınmasından dolayı 29 Mayıs 2012’de Türkiye
Sivil Havacılık Sendikası’nın (Hava-İş) Türk Hava Yolları çalışanları ile aldığı grev kararı
sonucu yaşanmıştır (Milliyet, 2012).
THY çalışanlarına destek vermek amacıyla RedHack gece 03.00′ten itibaren THY’nin
resmi internet sitelerine erişimi engellemiş, 104 sefer iptal edilmiştir. Sosyal medyada o
günün en çok konuşulan konusu THY Grevi olmuş, #THYgrevde hashtagi gün boyunca
Türkiye’de TT listesinin en üst sırasında yer alırken, dünyada da ikinci sıraya kadar
yükselmiştir. Birçok ünlü isim de hashtagin yayılması için yardımcı olarak daha büyük bir
etkinin yaratılması sağlanmıştır. Türk Hava Yolları’na yönelik tepkiler, yönetiminin “yasa
dışı” olarak nitelendirdiği eyleme katılan çalışanların işlerine son verildiğini bildiren SMS’in
ekran görüntüsünün Twitter’da paylaşılmasının ardından daha da artmıştır (Atasoy, 2012).
Şekil 5.
Resim 1 THY Grevi Dünya Çapında “Trend Topic”
Kaynak: http://tinypic.com/view.php?pic=2sbvlab&s=6#.Uqz5JVtdVqU, 29.05.2012.
Şekil 6.
Resim 2 THY’nin çalışanlara gönderdiği SMS görüntüsü
Kaynak: https://twitter.com/search?q=%23thygrevde&mode=photos, 29.05.2012.
Şekil 7. Ertesi günlerde çıkan gazetelerden birinin ilk sayfası
Kaynak: https://twitter.com/search?q=%23thygrevde&mode=photos, 01.06.2012.
Bu arada ana akım medya sosyal medyada yaratılan bu gündem sayesinde konuyu ele
almış ancak bazı yayın organları şirket yanlısı haberlerle dikkat çekmiştir. İşten atılan işçi
sayısının 305 rakamına ulaşması da kamuoyunda tepkiyle karşılanmıştır. Daha sonra
başlatılan “305 İşçinin İşe Geri İadesi” süreci de ilk zamanki yoğunlukta olmasa da sosyal
medyada kendine yer bulmaktadır.
Sosyal medyanın sağladığı bu kısmen demokratik sayılabilecek ortamda sendikalar
kendi alternatif çözümlerini aramalıdırlar. Kendi içeriklerini kendileri üretmeliler hatta
gerekirse eğitimlerle üyelerinin de sosyal medya okuryazarı olmalarını sağlamalılardır.
“Yurttaş gazeteciliği” kavramından yola çıkıldığında, her sendikalı işçinin birer emek
muhabiri olarak işyerlerindeki problemler ve hak ihlallerini paylaşabilmesi, dijital aktivizmi
yaygınlaştırmak ve emeğe odaklı yurttaş gazeteciliği için ciddi bir önem taşımaktadır (Uçkan,
2012).
Diğer bir yandan da, sosyal ağ sitelerinin gizlilik politikası ve iş modeli, aktivizm ve
sendikal faaliyetler açısından büyük problemler oluşturabilmektedir. Kullanıcılara ait
olabildiğince bilgiyi bünyelerinde barındırdıklarından, büyük firmalar ve ilgili üçüncü taraflar
tarafından bu bilgiler satın alınabilmektedirler. Örneğin Facebook’un devletler ve gizli
servisler ile işbirliğine gittiği de bilinmektedir. Dolayısıyla bu uygulamaların, neyi, kiminle ne
kadar paylaşıldığı düşünmeden bilinçsizce kullanımı dayanışma ağına katılacak işçi ve
aktivistler için ciddi riskler taşımaktadır (Şenalp, 2012).
Bunun önüne geçmek için 2010 yılında, Labour Start projesiyle sosyal ağ sitelerinin
emek-sendika odaklı bir alternatifi olarak Unionbook kurulmuştur. Dünyanın çeşitli
yerlerinden beş binin üzerinde sendika üyesi, yönetici, uzman ve sendikal alanda çalışan
araştırmacı bu site üzerinden birbiriyle bağlantı kurmaktadır (Pantland, 2011).
Eric Lee’nin kurucusu olduğu Labour Start’ın yürüttüğü sendikaların internet
kullanımına ilişkin araştırmanın sonuçlarına göre 2013 yılı için %86,7’lık oran ile Facebook,
sendikal hareket içerisinde kullanılan sosyal ağlar arasında popüler olmaya devam etmektedir
(Twitter %45.8, YouTube %39.8, LinkedIn %42.1, Google+ %26.6)1.
Şekil 8.
Sendika Üyelerinin Sosyal Ağ Kullanım Oranları
Kaynak: Labour Start, 2013.
Aynı araştırmaya göre üyeler sendikalarının bir sosyal ağda bulunup bulunmadıklarını
şu oranlarla bildirmişlerdir: Facebook %91,7; Twitter %51,6; YouTube %28,8; LinkedIn
%8,9; UnionBook %8,4; Flickr %7,8; Google+ %5,5; Myspace %0,8; diğer %5,2’dir.
1
Bu veriler araştırmanın yalnızca İngilizce konuşan deneklerle yapılan kısmını içermektedir.
Şekil 9.
Sendikaların Sosyal Ağ Kullanımları
Kaynak: Labour Start, 2013.
Ayrıca araştırma internete erişilen araçların artık bilgisayarlarla sınırlı kalmadığını,
akıllı telefonların da yaygınlaşmaya başladığını göstermektedir. İnternete erişilen araçların
oranları: Masaüstü %74,8; dizüstü %69; tablet %23,5; akıllı telefon %48,5; diğer %2,1.
Şekil 10. Sendika Üyelerinin İnternet Erişimi İçin Kullandığı Araçlar
Kaynak: Labour Start, 2013.
Türkiye, ABD ve Britanya İşçi Konfederasyonlarının Sosyal Medya Kullanım Analizi
Bu çalışmada, üç farklı ülkenin temsil alanı en geniş üç işçi sendikaları konfederasyonunun,
sosyal medya ağlarındaki hesapları analiz edilmiştir. Çalışma, ülkelerin genel sendikal
durumlarını yansıttığı düşünülerek konfederasyonlarla sınırlandırılmıştır. Sosyal medya
hesaplarına konfederasyonların web sitelerindeki bağlantılardan ulaşılmış ve analizler
10.04.13-21.04.13 tarihlerinde yapılmıştır. Çalışmanın, gelişmişlik düzeyleri ve sendikal
geçmişleri farklı üç ülkede, sendikaların örgütlenme ve mücadele aracı olarak sosyal medya
kullanımlarının gelmiş olduğu noktaya ışık tutması amaçlanmaktadır.
Türkiye’den yaklaşık 696 bin (Çelik, 2013) emekçiyi temsil eden Türkiye İşçi
Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk-İş), internet sitesinde bağlantıları verilen Facebook,
Twitter, You Tube ve Google+ hesapları incelenmiştir. Türk-İş’in web sitesine girildiğinde
ana sayfadan önce sosyal medyaya yönlendirici bir “pop-up” pencere çıkmaktadır. Bu site
kullanıcılarını sosyal medya hesaplarına yönlendirmesi açısından iyi bir uygulamadır. Ayrıca
site içinde de sosyal medya için bağlantılar ana sayfada mevcuttur.
Şekil 11. Türk-İş Web Sitesi ve Facebook sayfasından ekran görüntüleri
Türk-İş’in Facebook’a katılış tarihi 02.11.2011’dir. Profil fotoğrafı olarak
konfederasyonun logosu kullanılmaktadır ayrıca kapak görseli kullanılmamaktadır. Görseller
galerisinde de yapılan etkinliklerin fotoğrafları ilgili haberlerle paylaşılmıştır. Hakkında
kısmında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Facebook sayfası verilerine göre 605 kişi sayfayı
beğenmiş, 48 kişi Türk-İş hakkında konuşmuş, 94 kişi de Türk-İş genel merkezinden yer
bildiriminde bulunmuştur. Genelde internet sitesi haber metinlerinin paylaşıldığı sayfada,
paylaşılan yorum yapılabilmektedir. Yapılan yorumlar çoğunlukla eleştiridir ve bu eleştirilere
sayfa yöneticisi tarafından hiç cevap verilmemiştir. Eleştiriler genellikle mevcut Türk-İş genel
Başkanı Mustafa Kumlu’nun AKP hükümetinin emek politikalarındaki baskıcı tutumuna
sessiz kalmasına yöneliktir.
Şekil 12. Türk-İş Facebook Sayfasından İki Adet Paylaşım ve Altındaki Yorumlar
Türk-İş’in Twitter sayfasında ise Facebook gibi web sitesinde yayınlanan haberler
paylaşılmaktadır. Kurumsal kimlik öğesi olarak logo yine kullanıcı resminde yer almakta
fakat arka plan twitter’ın varsayılan düzenindedir. Görseller galerisinde yalnızca
IndustriALL’un (Uluslararası Sanayi Sendikaları Federasyonu) Kuruluş Kongresinde
Havacılık Hizmetlerine Getirilen Grev Yasağı hakkında yaptığı konuşmanın bir videosu
bulunmaktadır. Twitter’ın kendine özgü olan ve etkileşim sağlamaya yarayan “#hastag,
@mention, retweet” gibi araçlarına neredeyse hiç başvurulmamıştır.
Şekil 13. Türk-İş Twitter Sayfası Ekran Görüntüsü
Türk-İş’in You Tube kanalının açılış tarihi 03.10.11 olmasına rağmen “Türk-iş
Konfederasyonu 2008 - 2011 Eylemleri” adında yalnızca 1 video barındırmaktadır ve 1
abonesi bulunmaktadır. 6 dakika 10 saniyelik marşlı bir propaganda klibi olan video 1.449
kişi tarafından izlenmiş ve videoya hiç yorum yapılmamıştır.
Şekil 14. Türk-İş You Tube kanalı ve paylaşılan videonun ekran görüntüleri
Şekil 15. Türk-İş You Tube kanalında paylaşılan videonun ekran görüntüleri
Şekil 16. Türk-İş Google+ Sayfası Ekran Görüntüsü
Türk-İş’in Google+ hesabında da yine diğer hesaplarında olduğu gibi web sitesindeki
haberler içerik olarak kullanılmıştır. Kullanıcı fotoğrafı bölümünde de yine konfederasyonun
logosu kullanılmış, diğer bölümler varsayılan düzende bırakılmıştır. Hakkında kısmında bilgi
bulunmamakta ve görüntü galerisinde logo ve web sitesinde paylaşılan fotoğraflar
bulunmaktadır. Türk İş Konfederasyonu Google+ içerisinde 38 kullanıcının çevresinde
görünmektedir.
Şekil 17. AFL-CIO Web Sitesi Ana Sayfa ve Facebook Sayfalarının ekran görüntüleri
Amerika Birleşik Devletleri’nde 12,2 milyon (afl-cio.org, 2013) emekçiyi temsil eden
The American Federation of Labor and Congress of Industrial Organizations’ın (AFL-CIO)
web sayfasında hangi sosyal medya hesaplarının olduğunu gösterir bir bağlantı kartı vardır.
Kart sayfanın tam ortasında görünür bir şekilde yerleştirilmiştir. AFL-CIO’un bir blogu,
Facebook, Twitter, You Tube, Flikr, Pinterest hesapları vardır.
AFL-CIO Facebook hesabının hakkında kısmı ayrıntılı şekilde doldurulmuş ve
sayfaya yorum yazarken uyulması istenen kurallar belirtilmiştir. Facebook zaman tüneline
tüm önemli tarihler kaydedilmiştir. Bu güncelleme nedeniyle Facebook ağına katılış tarihi
bulunmamaktadır. Bu köklü bir kuruluş olarak konfederasyonun Facebook’tan da eski
olduğuna vurgu yapan bir artı değer sağlamaktadır. Facebook verilerine göre sayfayı 64.625
kişi beğenmiş, 39.164 kişi sayfa hakkında konuşmuş ve 86 kişi genel merkezden yer
bildirmiştir. Profil ve kapak fotoğrafları bulunmaktadır ve zaman zaman yenileriyle
güncellenmektedir. AFL-CIO gerçek üyelerinin fotoğraflarını kullanmaktadır. Hatta bir yüz
olarak fotoğrafta kullanılan üye, kendi Facebook hesabıyla fotoğrafına yorum yapmıştır. Bu
da aidiyet duygusu yaratmak açısından iyi bir uygulamadır ve kullanılan slogan “Çalışma
Hepimizi bağlar/Work Connects us all” ile de uyuşmaktadır. Facebook sayfasında günde
birden çok paylaşımda bulunulmaktadır. Bu paylaşımların içeriği çok çeşitlilik
göstermektedir. Sendika ürünleri reklamlarından, toplumsal duyarlılığı fazla olan olaylara
(Boston’da yaşanan patlama) kadar birçok paylaşım gözlemlenmiştir. Görsel olarak
infonograf, fotoğraf, grafik ve karikatür kullanılmaktadır. Facebook’tan diğer sosyal medya
platformlarında yapılan kampanyalar da duyurulmaktadır. Ayrıca araştırmalar için yapılan
online anket yönlendirmeleri de paylaşılanlar arasındadır.
Şekil 18. AFL-CIO
kullanmaktadır.
sosyal
medya
iletişim
kampanyasında
gerçek
üyelerini
Şekil 19. AFL-CIO Facebook paylaşımlarından örnekler
AFL-CIO’nun Twitter hesabının 35,017 takipçisi, 5,843 takip edileni ve 14,004
tweet’i bulunmaktadır. Hesabın onaylanmış olduğunu gösteren mavi tik işareti sahte hesap
tehdidinden kurumu korumaktadır. Görseller kurum kimliği ile bağdaştırılmıştır. Diğer sosyal
ağlarındaki gibi gerçek üyelerin fotoğrafları, logo ve logo ile uyumlu arka plan
gözlenmektedir. Etkileşim açısından sayfa incelendiğinde, Twitter’a özgü etiketleme
uygulaması #hasgtag’ler yardımıyla ortak konu başlıkları oluşturulup önceden kararlaştırılan
günlerde belirlenen etiket üzerinden sohbet(chat) edildiği görülmektedir. Bu da gündem
oluşturma (agenda setting) için Twitter’ın ne kadar yararlı olabildiğine örnek oluşturmaktadır.
Şekil 20. AFL-CIO Twitter Sayfasından Ekran Görüntüsü ve Facebook’ta Twitter
Hesabındaki Etkinliğin Paylaşımı
AFL-CIO’nun You Tube Kanalının açılış tarihi 10.07.06’dır. Bu kanalın haricinde
yalnızca Latin Amerikalılar için İspanyolca videolar içeren başka bir kanalı daha
bulunmaktadır ancak bu çalışmada genel amaçlı kanal dikkate alınacaktır. You Tube
kanalının 1529 abonesi bulunmaktadır. Kanalda bulunan videolar toplamda 1.210.841 defa
izlenmiştir. Kanalda en çok göze çarpan dezavantajlı gruplar denilen göçmenlerin, siyahilerin,
kadınların, ve çocukların içinde bulunduğu gerçek üyelerin hikayelerini barındırmasıdır.
Görsel olarak diğer ağlardaki gibi kurumsal kimliği içeren logo ve renkler You Tube
kanalında da bulunmaktadır.
Şekil 21. AFL-CIO You Tube Kanalı ve Videolarından ekran Görüntüleri
AFL-CIO’nun Google+ hesabında ağın henüz yeni olmasından dolayı fazla etkileşim
gözlenmemekte buna rağmen paylaşımların yoğunluğu fark edilmektedir. Hesap henüz 23
kullanıcının çevresinde görülmektedir. Burada da kullanıcı fotoğrafında logo, kapak
fotoğrafında da gerçek üyelerin fotoğrafları kullanılmaktadır.
Şekil 22. AFL-CIO Google+ Sayfasının Ekran Görüntüsü
AFL-CIO’nun Flickr hesabı daha çok alan/gösteri fotoğraflarını içermekte; akıllı
telefonlarda fotoğraf uygulaması olan Instagram’da da daha çok gösteri ve etkinliklerin
fotoğrafları bulunmaktadır. Konfederasyonun Pinterest hesabı ise pano (pinboard) özelliğiyle
farklı konu başlıklarının altında birçok görsel barındırmaktadır. Örneğin örgütlenmeye çağrı
yapan görseller, “Sendikaya Git/Go Union”, “Harekete Geç/Take Action” gibi başlıklar
altında bulunmaktadır.
Şekil 23. AFL-CIO Pinterest Sayfasından Ekran Görüntüsü
AFL-CIO’nun bir blogu da bulunmakta ve burada da politika ve emek haberleri gibi
daha ciddi haberler paylaşılmaktadır.
Şekil 24. AFL-CIO Blog Sayfası Ekran Görüntüsü
Britanya’dan yaklaşık 6 milyon (tuc.org.uk, 2013) emekçiyi temsil eden “The Trades
Union Congress”in (TUC) web sitesinde bulunan bağlantılardan Facebook, Twitter, You
Tube ve Flickr sosyal ağ hesaplarına erişilmiştir.
Şekil 25. TUC’un 5 farklı Facebook Hesabının Ekran Görüntüleri
Facebook’ta TUC beş farklı hesaba sahiptir. İlki konfederasyonla ilgili haberlerin
bulunduğu ana hesap, ikincisi “Touchstone blog” adlı kamu siyaseti konularını içeren blogun
Facebook güncellemelerini içeren hesap, üçüncüsü Ulusal Sağlık Servisini korumak için
yapılan Sendika koalisyon kampanyalarının güncellemelerini içeren hesap, dördüncüsü TUC
online kampanya eylem ağı güncellemelerini içeren hesap ve beşincisi de TUC’nin daha iyi
stajlar için yürüttüğü kampanyasının güncellemelerini içeren hesaptır. Bu strateji aynen
Twitter’da da yürütülmektedir. Kampanyaların mesajlarının tek bir yerden verilmesi ve
karışıklığa neden olmaması açısından iyi bir uygulama gibi görünmektedir. Ancak bu
çalışmada yalnızca ana hesap incelenecektir.
Şekil 26. TUC Ana Facebook Hesabı Hakkında Bölümü ve Etkinlik Sayfası Ekran
Görüntüsü
Twitter’a bakıldığında TUC’nin çeşitli kullanımı burada da kendini göstermektedir.
Farklı mesajları içeren, farklı kanallar, kümelenmeyi önlemekte ancak iletişimin
bölünmüşlüğü de kurumsal kimliğin gücünü sosyal medyada azaltmış görünmektedir. Üyeler;
nereyi neden takip edeceğini ve iletişime geçmek istediğinde ise muhatap olarak tek bir TUC
hesabı olmadığından hesapları karıştırabilir. Ancak Twitter’ın retweet (geri tweet atma)
özelliği sayesinde tüm hesapların birbirlerinin gönderilerini retweet ederek paylaştıkları
görülmektedir.
Şekil 27. TUC Twitter Hesapları
Şekil 28. TUC Ana Twitter Hesabı Ekran Görüntüsü
TUC’nin You Tube kanalına katılma tarihi 18.03.09’tur. Bu tarihten itibaren yüklenen
videolar 102.363 defa görüntülenmiştir. Kanalın 167 abonesi bulunmaktadır. Kanalın tanıtım
bölümünde TUC hakkında kısa bir bilgi verilmiş, kullanıcı resmini yerine logo kullanılmıştır.
İçeriğe bakıldığında videoların bir stratejiyle değil amaca yönelik kullanıldığı görülmektedir.
Videolar; kongre konuşmaları, üye hikayeleri, kampanya tanıtımları ve miting
görüntülerinden oluşmaktadır.
Şekil 29. TUC You Tube Kanalı Ekran Görüntüsü
TUC’nin
bulunmaktadır.
Flickr
hesabında
ise
daha
çok
protesto
yürüyüşleri
görüntüleri
Şekil 30. TUC Flickr Hesabı Ekran Görüntüsü
Sonuç
Türk İş’in sosyal medya hesapları genel olarak aynı içeriği kullanmaktadır. Bu durum sosyal
ağ sitelerinin ve web sayfasının birbirleriyle bağlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Ancak, sosyal medya hesapları web sitelerinin bir uzantısı görünümü vermektedir. Etkileşim
açısından Türk-İş’in Facebook sayfası, daha fazla yorum yazıldığı için, diğer sosyal ağlardaki
hesaplarına oranla daha etkindir. Ancak yine de Etkileşim özelliklerinden yararlanıldığını
söyleme çok zordur. Örneğin yapılan yorumlara cevap verilmemektedir. Sosyal medya
hesaplarının da web siteleri gibi sendikal faaliyetlere ilişkin bilgi aktarımı amacıyla
kullandıkları gözlenmektedir. Bu nedenle, sendikaların internet kullanımının sendikal
faaliyetlere ve karar alma süreçlerine katılımı desteklediğini ileri sürmek zordur. Görsel
içeriklere yeterli yer verilmemekte, kurumsal kimlik öğeleri (logo hariç) yeterince
kullanılmamaktadır. Örgütlenme açısından yalnızca yaklaşmakta olan 1 Mayıs için alanlara
çağrı yapılmakta bunun dışında bir faaliyet gözlenmemektedir.
AFL-CIO’nun bütünleşik kurumsal iletişimi hemen hemen her sosyal ağ’da kurum
kimliğini belirtmektedir. Logoda kullanılan sarı renk tüm diğer ağ hesaplarının çeşitli
yerlerinde kullanılmaktadır. Ayrıca, AFL-CIO’nun yüz olarak gerçek üyelerini kullanması
kurumsal aidiyet duygusunu arttırmaktadır. Aynı zamanda bu strateji, sendikacılıkta
bireyselleşmeyi ve atomizasyonu desteklediği için eleştirilebilir. Ancak resimlerle kullanılan
slogan “Çalışma Hepimizi Bağlar / Work Connects us all” dayanışmaya vurgu yaparak bu
bireyselleşmeyi “hepimiz ve biz” söylemleriyle kırmaya çalışmaktadır.
TUC’nun sosyal medya stratejisi çeşitli kullanımları içermektedir. Sadece Facebook
ağı içerisinde beş farklı amaca hizmet eden sayfa bulunmaktadır. Bu farklı mesajları içeren,
farklı kanallar, mesajların kümelenerek karışmasını önlese de bölünmüş iletişim faalyetleri
kurumsal kimliğin etkisini sosyal medyada azaltmaktadır.
Kuşkusuz sendikaların internet kullanımlarında, içinde bulundukları ülkenin sosyal,
ekonomik ve kültürel özellikleri belirleyici olmaktadır. Türkiye’deki sendikaların makro ve
mikro düzeyde birçok sorunu bulunmaktadır. Hukuksal engeller, dönüşen iş yaşamı ve emek,
hükümetin baskıcı politikaları, maddi yetersizlikler, yapısal dengesizlik bunlardan yalnızca
bazılarıdır.
Ancak, bu çalışmada vurgulanmak istenen sendikaların yetersizliklerin içinde dahi
mücadeleci ve örgütleyici ruhu kaybetmeyerek yaratıcı ve üretken olmalardır. En azından
iletişim stratejilerini buna göre yapılandırmaları için gelişmiş ülkelerdeki uygulamaların
Türkiye’deki sendikalara açacağı yeni ufuklar önemlidir. Ayrıca ciddi bir üye kaybının
ardından yeni yasayla gelen baraj sistemine göre temsil yeteneğini kaybetmek istemeyen Türk
İşçi Sendikaları gelecek dönemlerde hızla yeni üye arayışına gireceklerdir. Yeni örgütlenme
stratejilerinde sosyal medya da eğer akıllıca kullanılırsa çok önemli bir araç olacaktır. Sosyal
medya, sendikalar için yalnızca yeni üye arayacakları bir araç değil aynı zamanda hali
hazırdaki üyeleriyle iletişimlerini güçlendirecekleri bir havuz ve tartışma platformudur.
Son olarak, bu araştırmanın sonucunda Türk-İş özelinde ve Türkiye’deki işçi
sendikaları genelinde sosyal medyanın kullanılmasına karşın bunun herhangi bir politik ya da
bir stratejik dayanağının olmadığı açıkça görülmektedir. Sendikalar kendi faaliyetlerini ve
davalarını kendi üyelerine ve kamuoyuna duyurmak amacıyla interneti web siteleri
aracılığıyla uzun süredir kullanmaktadırlar ancak sosyal medya çağında hala etkileşimli
uygulamalar kullanımı konusunda kısıtlı kalmaktadırlar. Bu da interneti ve sosyal medyayı
sendikalar açısından geleneksel medyanın bir uzantısına indirgemektedir. Oysaki sendikaların
güç kazanmak için emeğin dönüşen doğasına uygun şekilde genç ve kadın emeğine, beyaz
yakalı emeğe, kayıt dışı emeğe, göçmen emeğine, engelli emeğe ve işsizlere ulaşmak için
internet ve sosyal medyayı da içine alan yeni iletişim stratejileri geliştirmesi gerekmektedir.
Kaynakça
2013 Annual Survey of Trade Union use of the Net – Summary. (2013). Labour Start.
http://www.labourstart.org/2013SurveyResults.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi
02.04.2013)
About Twitter. Twitter. https://twitter.com/about adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi
10.04.2013)
Anderson, P. (2007) What is Web 2.0? Ideas, technologies and implications for education,
JISC Technology and Standards Watch, s. 1-64.
Atasoy, B. (2012, Mayıs 29) THY, Sosyal Medya Krizinin Tam Ortasında. sosyalmedya.co.
http://sosyalmedya.co/thy-sosyal-medya-krizi/ adresinden alınmıştır. (Erişim Tarihi: 29.05.
2012)
Britain’s unions. TUC. http://www.tuc.org.uk/tuc/unions_main.cfm adresinden alınmıştır.
(Erişim tarihi 10.02.2013)
Bostancı, M. N. (2011, Şubat 2). Suskunluk sarmalı kırıldı mı?. Zaman.
http://www.zaman.com.tr/yorum_mnaci-bostanci-suskunluk-sarmali-kirildi-mi_1087740.html
adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 30.04.2013)
Buzz in the blogosphere: Millions more bloggers and blog readers (2012, Ağustos 8). Nielsen.
http://www.nielsen.com/us/en/newswire/2012/buzz-in-the-blogosphere-millions-morebloggers-and-blog-readers.html adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013)
Castells, M. (2001) The Internet Galaxy, Oxford: Oxford University Press.
Çelik, A. (2013, Ocak 29) Sendikasızlaştırma İstatistikleri, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi.
http://t24.com.tr/yazi/sendikasizlastirma-istatistikleri/6172 adresinden alınmıştır. (Erişim
tarihi 30.01.2013)
Eijkman, H. (2008) Web 2.0 as a non-foundational network-centric learning space, Campus
Wide Information Systems, 25, 2, s. 93-104.
Erbaş, P. (2012, Eylül 22) İşte Türkiye’nin sosyal medya profili! Facebook’un tahtı sallanıyor
mu?. HaberTurk. http://www.haberturk.com/medya/haber/778565-iste-turkiyenin-sosyalmedya-profili adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 18.04.2013)
Erdoğan, İ. ve Alemdar K. (2002) Öteki Kuram Kitle İletişimine Yaklaşımların Tarihsel ve
Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Ankara: Erk.
Pehlivan, İ. (2010, Kasım 29) Facebook’a emekçi rakip: UnionBook. Radikal.
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1030605&categoryid
=80 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20.04.2013)
Flickr, Yahoo Adversiting Solution, http://advertising.yahoo.com/article/flickr.html adresinden
alınmıştır (Erişim tarihi 10.04.2013)
Hakkımızda, Linkedin, http://www.linkedin.com/about-us adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi
10.04.2013)
Holt, R. (2013, Ocak 30) Half a billion people sign up for Twitter. The Telegraph.
http://www.telegraph.co.uk/technology/9837525/Half-a-billion-people-sign-up-forTwitter.html#mm_hash adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013)
Hwang J., Altman J., Kim K. (2009) Structural Evolution of the Web 2.0 Service Network,
TEMP Discussion Paper, 14, s. 1-22.
Kart, E. (2011) Küreselleşen ekonomide “yeni çalışan tipi”, Uluslararası İnsan Bilimleri
Dergisi, 8, 1, s. 1172-1188.
Key Facts (2013) Facebook Newsroom. http://newsroom.fb.com+/Key-Facts adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi10.04.2013)
Köseoğlu, Ö. (2012) Sosyal Ağ Sitesi Kullanıcılarının Motivasyonları Facebook Üzerine Bir
Araştırma, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 7, 2, 58-81.
Litvinenko, A. (2012) Role of social media in political mobilization in Russia On the example
of parliamentary elections 2011. CeDEM 12 Conference for E-Democracy and Open
Government. Austria. s. 180-188.
McLuhan, M. (1962). The Gutenberg Galaxy: The Making of Typographic Man. Toronto:
University of Toronto Press.
Müftüoğlu, Ö. (2006). Kriz ve Sendikalar. Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar.
Sazak, F. (der.) içinde. Ankara: Epos Yayınları. s. 117-155.
Noelle-Neumann, E. (1974). The spiral of silence: a theory of public opinion. Journal of
Communication, 24, s. 43–51.
O’Reilly, T. (2005, Ekim 30) What Is Web 2.0, Design Patterns and Business Models for the
Next Generation of Software.
http://oreilly.com/web2/archive/what-is-web-20.html
adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 15.04.2013)
Öztürk, Ç. (2011, Ekim 23). Sessizlikten, sesliliğe gidiş. T24 Bağımsız İnternet Gazetesi.
http://t24.com.tr/haber/sessizlikten-seslilige-gidis/176718 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi
22.04.2013).
Pantland, W. (2011, Temmuz 11) UnionBook: Use it or lose it. Cyberunions.
http://cyberunions.org/unionbook-use-it-or-lose-it/ adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi
20.04,2013)
Papic, M. Noonan, S. (2011, Şubat 3) Social Media as a Tool for Protest,
http://www.stratfor.com/weekly/20110202-social-media-tool-protest adresinden alınmıştır.
(Erişim tarihi 19.04.2013)
Sazak, F. (der.) (2006) Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar. Ankara: Epos
Yayınları.
Seçkin, M. (2012, Ağustos 10). Suskunluk Sarmalı devri kapanıyor mu?. medyaloji.net.
http://www.medyaloji.net/haber/suskunluk_sarmali_devri_kapaniyor_mu_.htm
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 22.04.2013)
Social Networking Popular Across Globe (2012, Aralık 12) Pew Research Centre.
http://www.pewglobal.org/files/2012/12/Pew-Global-Attitudes-Project-Technology-ReportFINAL-December-12-2012.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 13.04.2013)
Steger, M. B. (2003). Globalization : A Very Short Introduction. New York: Oxford
University Press.
Şeker, Bektaş, T. (2005). Bilgi Teknolojilerindeki Gelişmeler Çerçevesinde Bilgiye Erişimin
Yeni Boyutları. S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 13. s. 377-391.
Şenalp, Ö. (2012, Mayıs 1) Yeni Sosyal Medya Tabandan ve güçlü bir uluslararası sendikal
hareket inşa etmek. Sendika üyeleri ve militan aktivistler için kullanma kılavuzu. TIENetherlands
ve
NetwOrganisation.
http://tie.wikia.com/wiki/YEN%C4%B0_SOSYAL_MEDYA_Tabandan_ve_g%C3%BC%C
3%A7l%C3%BC_bir_uluslararas%C4%B1_sendikal_hareket_in%C5%9Fa_etmek
adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 20.04.2013)
The Week Staff (2012, Şubat 14) The web’s growing Pinterest ‘obsession’: By the numbers,
The Week. http://theweek.com/article/index/224399/the-webs-growing-pinterest-obsessionby-the-numbers adresinden alınmıştır. (Erişim Tarihi, 10.04.2013)
Tutal-Cheviron, N. (2004). Küreselleşme Söylemleri ve İletişimin Mitleştirilmesi. Gazi
Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi. 19. s. 46-69.
Uçkan, Ö. (2012, Aralık 22 ). Sendikalar ve Sosyal Medya. Emek Dünyası. 39. Bölüm.
http://www.youtube.com/watch?v=h2PfI-KHfu8 adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi
25.04.2013)
What the AFL-CIO Does, http://www.aflcio.org/About/What-the-AFL-CIO-Does adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 10.02.2013)
Kosner, A. W. (2013 Ocak 26) Watch Out Facebook, With Google+ at #2 and YouTube at #3,
Google, Inc. Could Catch Up. http://www.forbes.com/sites/anthonykosner/2013/01/26/watchout-facebook-with-google-at-2-and-youtube-at-3-google-inc-could-catch-up/
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 10.04.2013)
Yaylagül, L. (2006) Kitle İletişim Kuramları. Ankara: Dipnot Yayınları.
YouTube Viewership Statistics, http://www.youtube.com/yt/press/statistics.html adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi10.04.2013)
Beyaz Yakalı Örgütlenmesinde Yeni İletişim Teknolojileri Olanakları:
Türkiye Örnekleri
Gökçe Baydar
Hacettepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi
Giriş
Günümüzde ekonominin önemli bir parçası olan beyaz yakalılar, küreselleşme ve neoliberal
politikalar nedeniyle giderek artan bir şekilde esnek ve güvencesiz bir iş yaşamı
deneyimlemektedirler. Beyaz yakalıların bugün karşılaştığı bu sorunlar, 1980 ve 1990’larda
yükselişe geçen yeni ekonomi mitiyle de bağlantılıdır. Rekabet avantajının fikirler sayesinde
edinildiği bir ekonomide bilgi-yoğun işler önem kazandıkça bu işi yapabilen beyaz yakalılar
da önem kazanmıştır (Bora & Erdoğan, 2011: 20-1). Buna eşlik edecek şekilde yeni ekonomi
miti, beyaz yakalılara işin ve hazzın aynı anda deneyimlendiği bir iş yaşamı vaat etmiş ve
esnek çalışma koşullarını bir rüya gibi aktarmıştır.
Yeni ekonominin bu vaatleri, özellikle Türkiye koşullarında gerçekleşmemektedir.
Üniversite eğitimine zor koşullar altında kabul edilen, devam eden ve bitiren beyaz yakalı
genç nüfus iş olanaksızlıkları ve yetersiz istihdam politikaları nedeniyle çoğunlukla uzun bir
işsizlik süreci geçirmekte; bu süreçten geçtikten sonra esnek çalışma koşulları, prim üzerinden
maaş almak, zorlaşan performans kriterleri tarafından belirlenen bir iş yaşamına dahil
olmaktadırlar. Özellikle bankalar, iş merkezleri, plazalar başta olmak üzere kaygı,
güvencesizlik ve iş yükü altında ezildikleri mekanlarda çalışma yaşamlarına devam
etmektedirler. Esnek çalışma özgürleştirmek yerine, işin hayatın her anında söz konusu
olduğu bir işe bağımlılık yaratmıştır (İnce, 2013).
Bu nedenle beyaz yakalıların kendi sorunlarının neler olduğu, bunlar hakkında bir
araya gelebilme olanakları ve bu olanakların ne kadar ve nasıl gerçekleştirildiği önemlidir.
Beyaz yakalıların çalışma koşulları ve bu koşullar altında nasıl bir kolektivite oluştuğunu /
oluşmadığını saptamak Türkiye’deki sınıf örgütlenmesine ilişkin de veri sağlamış olacaktır.
Bu bağlamda Türkiye’deki beyaz yakalıların büyük ölçüde İnternet üzerinden
örgütlendikleri Plaza Eylem Platformu, BİÇDA ve Kaç Bize Gel oluşumları ele alınacak, bu
oluşumların kendi internet siteleri ve sosyal medya hesapları aracılığıyla yeni iletişim
teknolojilerini bir araya gelmek için nasıl kullandıkları aktarılacaktır. Çalışmanın kapsamı
gereği geniş bir sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi tartışmasına yer vermek mümkün olmasa da,
çalışma incelenecek görece yeni oluşumların mücadelesini görünür kılmak açısından
önemlidir. Çalışmanın bu sayede beyaz yakalı örgütlenmesinde ne gibi olanakların
yaratılabileceğine, iletişim teknolojilerinin örgütlenmede nasıl bir yeri olabileceğine ilişkin
tartışmalara kaynaklık etmesi amaçlanmıştır.
Beyaz Yakalılar ve Türkiye’de Beyaz Yakalı Olmak
Beyaz yakalı olmak, basitçe orta sınıfa işaret eder. Kültürel bir açıklama ile, beyazyakalılık
bir eğitim sermayesini, en azından üniversite mezunu olmayı gerektirir. Kol emeğinden farklı
oluşu zihinsel emek kavramı ile ifade edilen bir çalışma pratiğine işaret eder. Zihinsel emek
olarak kategorilendirilen emeğin çalışmaları, neoliberalleşen dünyanın giderek daha fazla
hizmet üretimine ve bunu yapacak beyaz yakalılara ihtiyacı olması ile karşı karşıyadır. Bu
durum maddi olmayan emeğin (beyaz yakalıların) giderek daha vasıfsız işlere de koşulması
anlamında bir vasıfsızlaşma geçirmesi anlamına gelir: örneğin çağrı merkezi çalışanları, işlem
operatörleri vs...
Günümüzde beyaz yakalıların durumu, yeni kapitalizmin iş kültürü ile de doğrudan
bağlantılıdır. Sennett, Karakter Aşınması’nda "Uzun Vade Yok" sloganının hakim olduğu
günümüz iş kültürünün karakter üzerindeki etkilerinden bahseder. Çalışma vadelerindeki
geçicilik ile kurumlar işe yaramazlık konusunda kaygı üretmekte (Sennett, 2011, s.113), bu
yüzden çalışanlar sürekli kendini yenilemek zorunda kalmakta, "becerileri tükenmekte" ve işe
yaramazlık kâbusuyla baş etmek zorundadırlar (Sennett, 2011, s.63). Bu geçicilik bir
güvencesizlik olarak yorumlanabilir, çünkü güvencesizliğin bir boyutu da işten çıkarmanın
çok kolay olmasıdır (Yücesan Özdemir, 2010, s. 9).
Beyaz yakalıların günümüzde içinde yaşadıkları iş yaşamı sadece geçici ve esnek
istihdam üzerine değil, aynı zamanda kaynağını bu geçicilikten alacak şekilde yüksek ve
belirsiz performans kriterlerinin hüküm sürdüğü bir "çalışanlar arası rekabet" üzerine
şekillenmektedir. Bu rekabeti geçemeyenlerin daha uzun süreli istihdama geçemediği bir
durum söz konusudur. Bu rekabet, sınıf örgütlenmesinin neden gerçekleşmediğine ilişkin
yaygın bir açıklama temelini oluşturur: Yeni kapitalizmin yeni insanı bireyselleşmiş, girişimci
ve tekil hareket eden bir bireydir.
Türkiye’de bunun nasıl gerçekleştiğine ilişkin bir açıklama, kaynağını aynı zamanda
1980’lerin politik ve sosyo-ekonomik ikliminden almalıdır. Özal dönemi ile ideolojilere
mesafeli sinik bir öznenin yaygınlaşması, “gemisini kurtaran kaptan”, “başarı hikayesi”
kahramanı olabilmek için kendine yatırım yapmak, risk almak gerektiren bir yeni insan
anlatısı ortaya çıkar. Emek sürecinin esnekleşmesi, kısa süreli taahhütler ve kişiye özel
sözleşmeler Türkiye’de de yaşanır. Bu şekilde yaşanan mekana, işe, insani ilişkilere bağlılık
erozyona uğrar ve aidiyetleri gelgeçleştirir. Bu durumda, insanın başka insanlar, kolektif
kişilikler, zaman mekan ve hatta kendi emeği ile kurduğu ilişkinin kodlarını değiştiren
hegemonik süreçler söz konusudur (Erdoğan, 2011, s. 104).
Bu bireyci kişiliğin yarattığı iş kültürü, aşağıdaki oluşumlar ele alınırken değinileceği
gibi, Türkiye’de "servis hakkı için bile bir araya gelememek" (Kaç Bize Gel) şeklinde
deneyimlenmektedir.
Kolektivite Olanakları ve Yeni İletişim Teknolojileri
Türkiye’de emek örgütlenmeleri önündeki engeller, büyük ölçüde yukarıda bahsedilen
bireyselleşmiş başarı ve haz odaklı kariyer vaadindeki yeni ekonomi mitinden
kaynaklanmaktadır. Bunun yanısıra, neo-liberal devletin kolektif iş hukuku üzerinde
uyguladığı “baskıcı devlet pratikleri” de (Yücesan Özdemir ve Özdemir, 2008, s. 97)
Türkiye’de emeğin örgütlenmesinde bir diğer engelleyici unsur olarak karşımıza çıkar.
Hem bu yapısal durum hem de iş kültüründeki bireysellik, örgütlenmelerin sendika
bazından çıkarak farklı oluşumlara yönelmelerine sebep olmuş gibi görünmektedir. Sendikal
mücadelenin yanısıra giderek görünürlüğü artan oluşumlar bunun kanıtıdır. Çağrı Merkezi
Çalışanları Derneği, Gerçeğe Çağrı ve bu çalışmada ele alınanlar gibi beyaz yakalı oluşumlar
bunun kanıtı gibidir. Bu tip oluşumların kendini büyük ölçüde İnternet üzerinden var
edebilmesinin nedeni de, beyaz yakalıların sahip olduğu zihinsel ve kültürel sermaye
nedeniyle yeni medya ile oldukça entegre bir yaşam sürmeleri olabilir.
Bunun yanı sıra, Binark PEP üzerine olan çalışmasında (2010) kariyerizm mitinin
kolektiviteyi engelleyici bir unsur olarak görev yaptığını, Tanıl Bora vd Beyaz Yakalı İşsizliği
üzerine yaptıkları çalışmada (2011) beyaz yakalıların kendini geleneksel anlamda işçi olarak
görmediğini, bu yüzden de sendikal kolektiviteye sıcak bakmadığını bulgulamıştır. Bunun
izlerini çalışmada incelenen üç grupta da görmek mümkündür.
Kısaca söylenirse, hem kolektivitenin sendikal oluşum biçimlerinin beyaz yakalılara
sıcak gelmemesi, hem de devletin neoliberalleştikçe sendikal hakların kazanımlarının
azalması, çalışanları yeni kolektivite imkanları aramaya itmiştir. Bu da beyaz yakalılar söz
konusu olduğunda büyük ölçüde İnternet teknolojileri aracılığıyla gerçekleşmektedir.
Türkiye Örnekleri: Plaza Eylem Platformu, BİÇDA, Kaç Bize Gel
Plaza Eylem Platformu (PEP):
PEP, üç sene önce IBM’deki işten çıkarmalarda örgütlenen sigortacı, bankacı ve araştırma
şirketi işçilerinden oluşmaktadır ama kendilerinin ifade ettiğine göre "kapıları tüm plaza
işçilerine açık". Kendilerini tanıttıkları metinde "Birçoğumuzun içinde çalıştığı afili binaların,
içi bizi, dışı sizi yakar!" ifadesini kullanıyorlar. İlk olarak 2008’de önce Second Life’ta IBM
önünde sanal eylem yaparak, sonra IBM Türk Limited Şirket önünde, haksız işten çıkarmalara
karşı yaptıkları basın açıklaması ile dikkat çektiler. Sendikal mücadelelerini kazanana kadar
iki yıl boyunca her çarşamba plaza önünde toplanan IBM işçilerine destek verdiler.
Şekil 1.
IBM işçilerine destek için yapılan Second Life sanal eylemi
Kaynak: Kafa Ayarı, http://kafaayari.files.wordpress.com/2008/11/ibmiscileri.jpg
PEP, kendi internet sitelerinden ve diğer araştırmaların konusu oldukça kendilerinin de
ifade ettiği gibi IBM çalışanlarına destek verenler ile Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği’nin
kesişmesiyle oluşan bir grup. Bu oluşuma gerek duymalarının nedenini sendikalarla bir yere
varamamak, yeterince kazanım elde etmemek olarak aktardıkları gibi, aynı zamanda bir beyaz
yakalıyı işçi olduğuna ikna edememek gibi daha geniş bir sorunu da dile getiriyorlar, ki bu
sorun söz konusu çalışmada yer alan diğer oluşumların da anlatılarında yer alan bir sorundur.
Yaptıkları diğer eylemlerden önemli bir örneği Binark çalışmasında PEP üyesi
Gözde’nin anlattığı şekliyle aktarmak mümkün: Belli bir gün ve saat belirleyip bankaların
çağrı merkezlerini arayarak kendilerini tanıttıklarını ve çağrı merkezi çalışanlarını
mücadeleye davet ettiklerini belirtiyorlar. Çağrı merkezleri kayıt altına alındığı için telefonu
kapatama kuralı nedeniyle çağrı merkezi çalışanları telefonu kapatamdıklarını ve belli
durumlarda çok iyi tepkiler aldıkları da bu görüşmede aktarılanlar arasında yer alır (Binark,
2010).
Bunun yanı sıra, her seferinde ayrı bir başlık altında Deneyim Paylaşımı Atölyeleri
düzenleyerek deneyimlerini paylaşan ekip, bunun beşincisini Nisan 2013’te gerçekleştirdi.
Bunu internet siteleri ve sosyal medya üzerinden duyurmaktalar. Sitenin üst tarafındaki
sekmelerde Eylem/Etkinlik başlığı altında hangi broşürleri nerede dağıttıklarını anlatıyorlar,
broşürleri görsel olarak burada paylaşıyorlar. Bazen egemen dili kendilerine uyarlayarak bir
mizah yarattıklarını bu tip eylem broşürlerinde görebiliyoruz. Örneğin işçi hakkı olan kıdem
tazminatını almaları için işçilere uyarıda bulunurken bir banka kredisi reklamı gibi broşürü
görmek mümkün:
Şekil 2.
PEP’in banka kredisi reklamına benzer hazırladığı broşür
Sitede ayrıca Deneyim Paylaşımı Atölyesi, Emeğin Birikimi, Genel, Haber Var, İş
Hukuku sekmeleri yer alıyor.
Ocak 2013’te gerçekleşen 4. Deneyim Paylaşım Atölyesinin metin çağrısında şu ifade
yer alıyor:
Yüzlerce yere cv gönderip, onlarca yerle görüşme yapıyoruz ve “Pazartesi gel, başla” sözünü çok
uzun süredir duymuyoruz. Kimin dışarıda bırakıldığını en iyi biz biliyoruz. İşe alım süreçlerinin
sınavları, testleri, denemeleri, “yaratıcı” yöntemleri ile “objektif”leştirilen halinin ne kadar
objektif olduğunu soralım. Katılın, beraber sohbet edelim, üzerine düşünelim ve üretime
dönüştürelim.
1 Mayıs’ta “Turnikeler Ayırır Meydanlar Birleştirir” sloganıyla yürüdüler ve internet
sitesi anasayfasında da bu görseli kullanıyorlar.
Emeğin Birikimi sekmesinde ise Emek hakkında yazılan kitap/makalelerin eleştirisi
üzerinde duruyorlar. Örneğin Sennett ve Gorz kitapları üzerine incelemelere denk gelmek
mümkün. Bunun yanısıra, “Dershanede öğretmen olmak”, “Bilgi işçileri haklarını istiyor”
gibi başlıklara yer verdikleri Plaza Postası adındaki bültenleri yayınlıyorlar. Üçüncüsü
Haziran 2012’de, Dördüncüsü Kasım 2012’de yayınlandı.
Şekil 3.
Plaza Eylem Platformu’nun bültenlerinden 3. sayı kapağı
Bilişim Çalışanları Derneği Ağı (BİÇDA)
BİÇDA, bilişim çalışanlarının oluşturduğu bir dayanışma ağı. Sitelerinde "Biz Kimiz?" isimli
bir sekmede soruyu şu şekilde yanıtlıyorlar:
Kimimiz sistemci, kimimiz yazılımcı, kimimiz ağcı, kimimiz kablocu, kimimiz işletmen,
kimimizse ağır işçiydik. Yoğun çalışıyor, çoğunlukla fazla mesailere kalıyor, neredeyse 7/24 bizi
çalıştıran kurumlara hizmet ediyorduk. Ne yaptığımızın, niye yaptığımızın belki çok farkında
değildik ama ağır işlerimize karşın işverene göre, proje yöneticisi, yetkili yazılım uzmanı,
kıdemli sistem mühendisiydik ve tabii ki biz bir aileydik. Yarınların daha iyi olacağı, önümüzde
sınırsız kariyer olanakları olduğu söylendi. Bir kısmımız inandı, bazılarımız uyandı ama süreç
değişmedi. (...) Bir gün kendimizi, bizden olan diğer arkadaşlara sorunlarımızı anlatırken bulduk.
Evet sorunlar aynıydı, ya çözüm? İşte bu çözümleri geliştirmek, dayanışmak, birbirimize omuz
vermek, tüm şartlandırmaları ve ünvanları bir kenara atıp işçi olduğumuzun iyice bilincine
varmak, haklarımız ve ilgili mevzuat konusunda bilgilenmek, birbirimizi eğitmek, işsiz kalanlara
bir danışma, başvuru adresi olmak için, Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı’nı kurmak
için bir araya geldik. (...) koskoca sektörde tek başımıza kalmamak için, sizleri de Bilişim ve
İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı’nı ilmek ilmek örmeye çağırıyoruz. Bilişim çağında,
dayanışma ağında birleşelim! (BİÇDA, 2013).
BİÇDA’nın bu açıklamasındaki özellikle ilk satırlar, aslında yeni ekonomi mitinin
Türkiye’de gerçekleşmediğinin bilişim işçileri özelinde bir kanıtını sunar niteliktedir. Olumlu
ama belirsiz düzeylere işaret eden ünvanlar ve hep yarının daha iyi kariyer olanakları vaadi,
neredeyse 7/24 yoğun çalışılan bir yaşamı beraberinde getirmektedir. BİÇDA, esnekliğin
özgürlük değil, tersine özgürlük kısıtlayıcı şekilde işlev gördüğüne işaret ederek bunun
karşısında yer almak için oluşan bir dayanışma ağıdır.
Özellikle objektif olmayan performans kriterlerini sorun ettiklerine ilişkin net ifadeler
mevcut ki bu da yeni iş kültürünün yarattığı “işe yaramazlık kabusu”na denk düşmektedir.
Ayrıca sendikal haklarını kullanmaya kalktığında işten atılmak gibi Türkiye’nin birçok
yerinden gelen haber üzerine bir tavır alıyorlar ve bu gruplara destek oluyorlar, örneğin
Yurtiçi Kargo çalışanlarını ziyarete gitmişler. Bu kapsamda güvencesizliği, sendikal hak ve
performans kriterleri üzerinden tartışıyorlar. Mobbinge, işyerinde cinsel ayrımcılığa ilişkin
yazılar da mevcut.
Şekil 4.
yazı
BİÇDA sitesinde “Performans Değerlendirmesi Ne Kadar Analitik” başlıklı
BİÇDA, sosyal medyayı da en etkin kullanan oluşumlardan biri olarak karşımıza
çıkıyor. Friendfeed, Twitter, Facebook kullanıyorlar, ayrıca googlegroup adreslerini vererek
mail grubuna dahil olabilmeye çağırıyorlar. Sitelerinde, haberler, makaleler, videolar,
deneyimler, söyleşiler, kara mizah, linkler alt sekmeleri mevcut. Ayrıca ayda bir olmak üzere
bülten yayınlıyorlar ve siteden erişmek mümkün; ancak en sonuncu bülten Ekim 2012’ye ait.
"Kara mizah" sekmesinde sistemi eleştiren mizahi yazılar yer alıyor. Örneğin Ofis Kuralları
başlıklı bir yazıda şu ifadeler yer alıyor:
Hastalık Durumları: Herhangi bir hastalığınız durumunda doktor raporu artık kanıt olarak kabul
görmeyecektir. Doktora kadar gidebilen, işine de gidebilir. İzin Günleri: Her çalışanın senede
104 izin günü vardır. Bunlara Cumartesi ve Pazar denir.
Başka bir deyişle, görece yeni bir mizahi eleştiri dili üzerinden muhalifliklerini
sağlamlaştırıyorlar. Bu dilin bu jenerasyona ve yeni medya ile entegre bir kuşağa ait olduğu
iddia edilebilir. Bunun yanısıra diğer oluşumlardan farklı olarak kendi işleriyle ilgili
eğitimleri kendi aralarında aktarıyorlar. Oluşturdukları googlegroup üzerinden bu eğitimlere
katılım sağlamayı amaçlıyorlar: "BİÇDA Eğitimleri. Herşeyin paralı olduğu sistemde
uzmanlığı sadece kendine saklayanlara inat!". Bu şekilde aslında sektör içi bir dayanışmanın
daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz.
Kaç Bize Gel:
Kendilerini "Plaza ve büro işçilerinin dayanışma örgütü" olarak tanımlıyorlar. İnternet
anasayfalarında yer alan çağrı şu şekilde:
Pazartesilerden nefret ediyorsan, serviste uyumaktan boynun tutulmuşsa, kuru fasulyeyi,
pastırmalı yumurtayı özlediysen, Kaç Bize Gel...
“Plaza ve Büro Çalışanları İçin Hayatta Kalma Rehberi” başlıklı broşürü sitede
“manifesto” olarak yer alıyor ve burada net bir şekilde kaygı ve güvencesizlik deneyimlerini
sistem ile ilişkilendiriyorlar:
Üretici güçler, çalışanlar, biz işçiler tarihimizin hemen hiçbir döneminde bu kadar örgütsüz ve
saldırılara karşı savunmasız durumda değil idik. İşsizlik ve işini kaybetme korkusu ile her geçen
gün daha da sinerek yaşamak sıradanlaşmış durumda. Bir şekilde işsiz kalma derdini yaşamamış
bir çalışan varsa da, işini kaybetme korkusu hayatını zapturapt altına almamış tek bir çalışan
kalmadı artık (Kaç Bize Gel broşür).
Şekil 5.
Kaç Bize Gel rehberi
Kadın büro çalışanı
Çoğu aslında iki, üç milyar kazanıp onun iki katı kazanıyormuş gibi yaşamaya çalışıyor.
Gültepe’de oturup “Levent’te oturuyorum” diyen arkadaşlarım var. Uçakla şuraya tatile
gidemedim diye utanan insanlar var. “Evet maaşım yetmiyor, Kanyon’dan alışveriş
yapamıyorum, Gültepe’de oturuyorum” diyebilecekleri bir kimliğe ihtiyaçları var. Kaç Bize Gel,
bir yere çağıran değil de öncelikle kendine çağıran, kimliğine çağıran bir oluşum (Nilay Vardar
haberi, 2013, bianet.org).
Erkek büro çalışanı:
Korkunç bir rekabetçilik, özgüven kırıcı bir çalışma ortamı var. Yapamadın, beceremedin,
performans sistemleri... Çoğu psikologa gidiyor; antidepresanlar veriliyor. Halbuki bu bir sistem
problemi. Büro çalışanları başarı motivasyonuyla, “yükseleceğim” hırsıyla pompalanıyorlar.
Oysa sadece yüzde 10’u hayal ettiği yere ulaşabilecek. Yüzde 90’ı zaten hayal kırıklığı içinde
yaşıyor (Nilay Vardar haberi, 2013, bianet.org).
Kendi durumları ve koşullarının yanısıra çalışanları ilgilendiren haberlere yer vererek,
daha geniş bir çalışan sınıfına destek verdiler, yakın zamanda Koç Üniversitesi çalışanlarını
destekleyici bir tutum takındılar, "K.Ü Çalışanlarının Yanındayız" gibi Facebook gruplarına
destek verdiler. Bununla paralellik gösterecek şekilde erkek bir Kaç Bize Gel üyesi şunu
söylüyor: "Son beş yılda Burger King, IBM, çeşitli çağrı merkezleri çalışanlarının
direnişleriyle karşılaştık. Çalışanlar içerisinde bir arayış başladı. Bir araya gelmek artık bir
hayal değil, zorunluluk." (Kaç Bize Gel üyesi; Vardar 2013).
Sonuç
Üç oluşumun da ortak noktalarını, olumsuz iş koşulları ve güvencesizliği kapsayan iş
yaşamıyla ilgili sorunlardan bahsetmek ve aktif bir hak mücadelesine çağırmak oluşturuyor.
Ortak sorunlar arasında fiziksel ve psikolojik mobbing, ve belki de mobbing içinde
sıralanabilecek şekilde objektif olmayan performans kriterleri, hakları olan izni almada
karşılaştıkları sıkıntılar ve işin iş dışı zamana da taşması bulunuyor. Bunun neden olduğu
güvencesizlik ve kaygı her oluşum tarafından dile getiriliyor. Kendi öznel durumlarını nesnel
durumla bağlantılandırabildikleri için kabaca bir sınıf bilincinin varlığından bahsetmenin
mümkün olduğu söylenebilir. Hatta beyaz yakalılar, sahip oldukları eğitsel ve kültürel
sermaye ile kendi durumlarının analizini çok iyi yapıyorlar.
Kendilerinin de belirttiği üzere, kimliklerine ve konumlarına ilişkin bir farkındalık
yaratmayı amaçlıyorlar. Örneğin Kaç Bize Gel bir itirafa çağırırcasına davet ediyor ve
"kendinin bir işçi olduğunu fark etmek ve fark ettirmek"ten bahseden PEP üyeleri de bu
durumla paralellik gösteriyor. PEP’in öznel deneyimlerini Deneyim Paylaşım Atölyeleri’nde
birbirlerine aktarmaları, beyaz yakalı sınıf içinde deneyimin birikmesi ve aktarılması
açısından önemli bir nokta gibi görünüyor. Benzer şekilde BİÇDA, üyelerinin deneyimlerini
"Deneyimler" başlığında anlatmalarını sağlıyor.
Bunun dışında paylaştıkları haberler taşeronlaşma, yeni sosyal güvence düzenlemeleri
gibi konular üzerine oluyor. Bu şekilde aynı zamanda bir haber ağı işlevi gören bu oluşumlar,
beyaz yakalı örgütlenmesinin kendi aralarında bağlarını güçlendirerek genişlemesine hizmet
etme kapasitesini taşımaktadır. Bunun nedeni, eylemlerinin internet ortamı ile sınırlı
kalmaması ve gündelik hayatta da deneyim paylaşımı atölyeleri vb bazlarda bir araya
gelebilmeleridir.
Anlatılarında göze çarpan ve örgütlenme ile ilgili bir sorun, beyaz yakalıların kendini
işçi olarak tanımlamaya mesafeli bakmaları olarak tanımlanabilecek genel bir sorundur. Başka
bir deyişle Plaza Eylem Platformu’nda bile "Biz işçi olmamak için üniversite okuduk" gibi
ifadeler, meseleye geniş bir mücadele alanı olarak bakmak konusunda belli sıkıntılar
olduğuna işaret eder niteliktedir; ancak bunun yanısıra PEP’in içinde olan Elvan da 2009’daki
görüşmesinde bu sorunun var olduğunu hatırlatarak örgütlenmede sıkıntı yarattığını aktarmış:
"Öbürküsü IBM’de çalışandan maden işçisi mi olur diyor, işçi miyim diyor, onlar benimle
aynı sınıfta değil diyor. Söyleme sakın demek istiyor, bazısı açık açık söylüyor" (Elvan,
7.3.2009; aktaran Binark, 2010).
Gerçeğe Çağrı, Uyanma Saati vb diğer oluşumların da eylemlerinin görünür olmaya
başladığı günümüzde onlarla da bağlantı halinde oldukları, en azından İnternet
paylaşımlarında kendini belli ediyor. Bu genellikle, bir oluşumun hazırladığı bilgilendirici bir
sunumun diğer oluşumlar tarafından da internet yoluyla paylaşımı şeklinde gerçekleşiyor.
Bunun yanısıra hepsi, iş ve iş yaşamıyla ilgili haberlere yer vererek haberin konusu olan
durumu gerektiğinde eleştiriye tabi tutuyor. Bu çalışmanın yapıldığı günlerde hepsinin
gündemine oturan "İşe İade Davalarını Önleyici Tedbirler Konferansı"nı ağır şekilde
eleştirmeleri, her oluşumun sitesinde ve sosyal medya ortamlarında ayrı bir hareketlilik
yarattı.
(Söz
konusu
konferans
için
bkz.
Hürriyet
Gazetesi,
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23086129.asp). Odağa alınan üç oluşum da bu konuya
ilişkin haberler, kendi yazıları veya başka yazarların yazılarını link yoluyla paylaşarak önemli
ölçüde bu konferansın bir "düzenin yüzsüzlüğü" olduğuna dikkat çektiler.
Bu odaktan bakıldığında, yeni iletişim teknolojilerine beyaz yakalıları bir araya
getirerek kolektiviteyi mutlak şekilde yaratacak kadar olumlayıcı bir nitelik atfetmek de yeni
medyanın kolektivite oluşturmadaki kapasitesini tamamen gözardı etmek de yanlış olacaktır.
Bu çalışmanın en önemli eksikliği, kolektivitenin yaratılıp yaratılmamasında daha ayrıntılı bir
nitel tekniğe ihtiyaç duyulmasıdır. Kolektivite önündeki engelleri daha iyi ortaya
çıkarabilmek, derinlemesine görüşme veya katılımlı gözlem gibi nitel teknikleri de
gerektirmektedir.
Kaynakça
Bora, T. ve Erdoğan, N. (2011). Cüppenin Kılıcın ve Kalemin Mahcup Yoksulları: Yeni
Kapitalizm Yeni İşsizlik ve Beyaz Yakalılar, Boşuna mı Okuduk? (Bora, Tanıl vd..
der.)içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.
Binark, M. (2010). "Plaza Eylem Platformu Örneğinde Bilişim Sektöründe Emek Gücünün
Örgütlenmesi ve Yeni Medya Ortamının Kullanımı". Laborcomm 2010 Bildiriler Kitabı.
Erdoğan, N. (2011). Hadım Edilen Karakter ve Sancılı Dil: Beyaz Yakalı İşsizliğine Dair
Notlar, Boşuna mı Okuduk? (Bora, Tanıl vd., der.) içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.
Hürriyet
Gazetesi,
"Çalışanları
çok
kızdıran
toplantı"
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23086129.asp (Erişim tarihi: 20.04.2013).
haberi,
İnce, S. (6 Ocak 2013). "Burnout: Modern Köleler ve Hastalığı". Birgün,
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1321281411&news_code=13574651
49&year=2013&month=01&day=06#.UXJszLXwk2g (Erişim 20.04.2013)
Kaç Bize Gel Hayatta Kalma Rehberi: http://kacbizegel.com/wp-content/uploads/Kac-bizegel-brosur-1.pdf
Plaza Eylem Platformu internet sitesi http://plazaeylemplatformu.wordpress.com/
Sennett, R. (2011). Yeni Kapitalizmin Kültürü. Çev. Aylin Onacak. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Vardar, N. (26 Ocak 2012). "Turnikeleri Açın, Plaza İşçileri
http://bianet.org/bianet/bianet/135678-turnikeleri-acin-plaza-iscileri-gececek
Geçecek!"
(Erişim Tarihi: 20.04.2013)
Vardar,
N.
(29
Ocak
2013).
"Büro
Çalışanları:
http://bianet.org/bianet/toplum/143969-buro-calisanlari-kac-bizegel#.UQmfYFR2MIY.facebook
Kaç
Bize
Gel"
(Erişim Tarihi: 16.04.2013)
Yücesan-Özdemir, G. ve Özdemir, A. M. (2008). Sermayenin Adaleti: Türkiye’de Emek ve
Sosyal Politika. Ankara: Dipnot.
Yücesan-Özdemir, G. (2010). Ekmek ve Gül: Güvencesiz Çalışan Kadınların Sağlığı. Türk
Tabipleri Birliği Dergisi Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi (37) : 9-12.
“Gençlik ve Güzellik Sermayesi”nin Ticari ve İletişimsel Değeri
Gülcan Seçkin
Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi RTS Bölümü
Hüseyin Çelik
İstanbul Arel Üniversitesi İletişim Fakültesi, Görsel İletişim Tasarımı Bölümü
Giriş
Nitelikli insan ya da insan sermayesi denildiğinde üretim ilişkileri içinde talep edildiği yere
uygun temel özelliklere, donanımlara sahip iş gücü olarak tanımlanmaktadır. Pek çok alanda,
çalışan profili tarif edilirken, açıkça söylenmeyen ancak arananlar arasında bilinç biçiminin,
düşünce dünyasının yapılan işin zihniyetleriyle örtüşmesi, en azından çatışmaması gibi
nitelikler olduğu kadar, beyinden bedene uzanan nitelikler de, başlı başına aranmaktadır.
Yaşla ifade edilen fiziksel gençlikle birlikte öne çıkan güzellik, fiziksel formundalık
kriterlerini içermektedir. Özellikle tüm hizmet sektörlerinde (neşeli, hareketli, heyecanlı,
kendini adayan, yaratıcı, eğitimli, iletişim teknolojilerini kullanan, hitȃbeti güzel gibi
nitelikleri taşıyacak) genç, güzel, bakımlı, asgari ücret ya da biraz üstünde ücrete razı, on
sekiz, yirmili yaşlarında enerjik kadın ve erkekler imaj ve görünüşleriyle olumlu, güler yüzlü,
enerjik olmak, güven ve istikrarı temsil etmek üzere çalıştırılmaktadırlar. Orta yaş grubundaki
kadınlar ve erkekler genç görünmek için giyim ve makyaja daha fazla dikkat etmekte ve bunu
sağlayıcı ürünler satın almaktadır. Kozmetik endüstrisi gençlik ve güzelliğe yatırım yapmaya
çağırırken, yaşamsal bir gerçeklik haline getirilen bu durumu tüm mal ve hizmet sektörleriyle,
medya endüstrisi ile birlikte fasılasız işlemektedir. Herkes genç görünmeye çalışmak
zorundadır. Orta yaş ölümcül bir durumda olmaya, sektörlerin birçoğunda işgücü olarak
çekiciliğini kaybetmiş bir konumda görülmektedir. Özellikle hizmet sektörlerinde hemen her
an, sadece çok genç, güzel, enerjik, bakımlı, asgari ücrete tabi işgücü ile yüz yüze
gelinmektedir.
Neo iktisadın moda deyimiyle hem işverenin, hem de yanında çalıştırdığı kişilerin
gençlik, güzellik ve çekiciliği (fiziksel bakımlılık, görünüş, zayıflık, çekicilik, bir örnek
şıklık ya da bireysel şıklık, vb...) ‘işin ve iş performansının’, hem çalışan, hem de işveren için
çoğalan bir gelir elde edebilmenin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmektedir. Moda,
kozmetik, eğlence gibi gençlik ve güzelliğe dayalı işleyen sektörlerin dışında, hava yolları,
hastaneler, oteller, inşaat firmaları, alış veriş merkezleri, sigorta şirketleri, özel güvenlik
servisleri, araba galerileri (show room), yeme-içme yerleri, reklam, satış, pazarlama işleri,
idari işler ve tüm diğer çok çeşitli hizmet birimlerinde çalışan genç kadın ve erkeklerin
giderek birörnek yaş ve fizik koşullarında oldukları gözlenmektedir.
Bu çalışmada, Ankara’da iki özel hastanenin halkla ilişkiler birimlerinde, otomobil
tanıtım (oto showroom) ve pazarlama bölümlerinde, üç büyük inşaat firmasının ev tanıtımpazarlama birimlerinde, danışma ve sekreteryada hastalarla/müşterilerle iletişim halindeki
kadın ve erkek çalışanlar gözlemlenmiş, zaman ayırabilenlerle görüşülmüş ve erişilebilen
işveren ya da temsilcisi yöneticilerle görüşülmüştür. Böylece, her gün karşılaşılan bu tabloyu
çok uzun süredir gözlemlemekle başlayan, yüz yüze görüşerek sürdürülen etnografik bir
çalışma yürütülmüş, gündelik hayatın her ayrıntısına seslenen diğer hizmet alanlarında da bu
çerçevede yoğun gözlemler yapılmıştır. Hizmet sektörlerinde giderek çok yer bulan, belli
fizik ölçülerindeki çok genç, güzel kadın ve erkeklerin çalışma koşullarına bütüncül bakmaya
çalışırken öncelikle, tüm tüketiciler, çalışanlar ve çalıştıranlar açısından ürün ve hizmeti
sunan işgücünün gençlik ve güzelliğinin önemi, iletişimsel ve ticari özellikleri üzerinde
durulmuştur. Epistemolojik ve metodolojik bir yaklaşım olarak uygun ve verimli bulunan
eleştirel ekonomi politik bir yaklaşımla konunun analizi yapılmaya çalışılmıştır. Üretim
ilişkilerinin tüm taraflarını kuşatan kökleşmiş bir durum bir ayağını açıklamakla sınırlı
kalınarak ele alınmıştır.
Gençlik ve Güzellik Sermayesi
Kadınları göstergebilimsel açıdan inceleyenler kadınlığın kendisinin çoğu birbiriyle çelişen
başka anlamların göstereni olduğunu söylerler (Williamson, 1998:137). Bu açıdan
düşünüldüğünde toplumda kadınların, hayatın tarihin dışındaymış gibi görünen yanını (kişisel
ilişkiler, aşk ve cinsellik) temsil ettiğini iddia eder. Kadınlar aynı zamanda “kitle kültürü” nün
arenasıdır (Williamson, 1998:139). Kapitalizm boş zamanların, eğlence endüstrisinin
malzemesi olarak kadını kullanılır. Bu şekilde kadını işçilere verilen paranın geri
döndürülmesinde, hatta borçlu hale gelmesine mahkûm eder.
Kadın ev, aşk ve cinsellik anlamına geliyorsa, anlamına gelmediği şeyler genel olarak
para, iş, sınıf ve siyasettir (Williamson, 1998:139). Bu şekilde kadınların uğraştığı alanlarla
erkeklerin uğraştığı alanlar kategorize edilir. Kadın boş zamanların değerlendirilmesinde araç
olarak mesai dışı anlarda kapitalizmin sunduğu alanlarda para elde etmenin aracı olur.
Berger’in kadın çözümlemesinde, kadının problematik benliğinin toplumsal temelleri
olduğunu ve bunların kadının kapitalist toplumun çok özgül koşullarda değişim değeri taşıyor
olmasından kaynaklandığını ileri sürer (Berger’de aktaran Franco, 1998:160). Bu değişim
değeri kadının kapitalist dünyasında meta olarak kullanılmasını sağlar. Kadınlara dayatılan
kadınlık rolü, güzellik ve estetikle eklemlenir böylece pazarda satışının daha kolay olması
sağlanır. Bu satıştan kar elde eden kapitalist sistem bunu defalarca yapmaya devam eder.
Örneğin kadınlar, toplumsalın içinde baştan çıkarılması gereken, toplumsalla ilişkisi baştan
çıkarıcı olan insanlar olarak işaretlenir (Franco, 1998:161). Kitle kültüründe kadınlara bazı
şeyler dayatılır. Aşk romanları söz konusu olduğunda kadınlara zekâlarından feragat etmeleri
istenir (Franco, 1998:161).
Bu güzellik dayatması moda olgusuyla devam ederek, kadınları “highlight”, yani ön
plana çıkarma girişimiyle kendini tekrar tekrar üretir. Modanın yüzyıllar süren gösteri
amacıyla teşhirci amaçlar taşıması durumu giderek evrilerek “bir yenilik masalı” olarak
konumlandırılır.
Kadın giyimi sık sık, genellikle büyük çaplı değişimler geçirmiştir, bir an göğüsler ön
plana çıkarılırken, bir başkasında bel, yine bir başkasında bacaklar ön plana çıkarılmıştır.
Erotik cazibe merkezini sürekli değiştiren, bu ani libidinal yer değiştirmeler kadın bedenini
erkeğindekine oranla çok daha istikrarsız ve belli bir yerle sınırlanmamış kılmıştır. Ayrıca
kadın cinselliğini yüzergezer niteliğini de oluşturan modadır (Silverman, 1998:189). Bu
değişimler ve farklılaşmalar kadın bedeninin her yanını cinsel çağrışımlara ve arzulara açık
olmasını düşündürür. Kadın modasında güzellik sermayesi kadın vücudunun her yerinde
somutlaşır ve meta haline gelir.
Kadınların yanı sıra, günden güne erkeğin genç, yakışıklı, bakımlı olması modanın,
kozmetiğin, reklamın konusu olarak çok çarpıcı bir biçimde yükselmeye devam ederken,
benzer şekilde pek çok sektörde gençliği, yakışıklılığı, enerjisi ve bakımlılığı ile işgücü olarak
tercih edildiği gözlenmektedir. İş yapma gücüne işaret eden genç, enerjik, dinamik bir
durumda oluş işi yapma kapasitesini artıracak özellikler olduğu kadar, olumlu bir sunuş,
duruş, müşteriler karşısında olumlu, etkileyici bir iletişim değeri, dolayısıyla ticȃri bir değer
taşımaktadır. Diğer sahip olduğu sermayeleriyle birlikte, beklenen, fiziksel görünüşü, giyimi,
tavrıyla olumlu, ikna edici, cezbedici bir bileşim oluşturmasıdır.
Erkek ve kadınların iş yerlerine, marka ve imajına aidiyet ve bağlılık duygusunu
temsil edecek ya da vurgulayacak bir biçimde tasarlanmış bir örnek kıyafetler ya da belli
şıklık kriterlerine uygun kıyafetler içinde emek zamanını pazarlarken ürün ve hizmet
sunumunun yüzü, temsilcisi olarak işlev görmektedirler. Hizmet sektörlerinde kasa başında,
bilgisayar başında, ayakta, telefonda, ürün ve hizmetin gerektirdiği biçimde hareket halinde
tüm bedeniyle gençlik ve güzellik çağının tüm değerini kullanarak çalışan iş gücü sıradan bir
hoş gerçeklik manzarası olarak gündelik yaşamın bir gereğine dönüşmektedir.
Her endüstride, her yerde, her konumda en başta gelen bir çalışan niteliğidir diye bir
genelleme yapılamasa da emek girdisi ile ilgili bir özelliğe dikkat çekilmektedir. Örneğin
reklam endüstrisi gibi sektörlerde yapılan çalışmalarda açıkça tanımlanmamış (ascriptive)
önemli niteliklerden biri sayılan çalışanın yakışıklılığının, güzelliğinin, sosyal sermayenin
yanında çok güzel, çok iyi görünüme sahip olmanın firmanın başarısına, gelişmesine olumlu
bir etkisi olduğu sonucuna varılmıştır ( Bosman ve Pfann, vd. 1997:18).
Çin’de 1980’lerden beri yaşanan dramatik (ekonomik, sosyo kültürel, politik..)
toplumsal değişim ve dönüşümlerin bu son yıllarına bakıldığında kozmetik cerrahinin çok
büyük bir hızla büyüdüğü görülmektedir. Gündelik yaşamın her alanında aşırı bir rekabet
olduğu için kadınlar giderek daha çok kozmetik cerrahiye başvurmaktadırlar. Bunu sosyal
başarı, kariyerde başarı fırsatlarını yakalamak, şanslarını yükseltmek için güzellik sermayesi
kazanmak üzere yatırım yapmak olarak görmektedirler (Wen Hua, 2013:6).
Çok çekici genç insanların, özellikle de fiziksel çekiciliği olan kadınların suça meyil
gösterme eğilimleri sorgulanmıştır. Çok çekici genç yetişkinin bu fiziksel sermayesi ile iş
bulma koşulları ve ücreti arasında olumlu bir ilişki olduğunu bulgulayan araştırmalar
yapılmıştır. Psikoloji literatüründe insanların çekici özellikleri olan insanlarla etkileşim içinde
olmayı tercih ettiği, okullarda çekici görünüme sahip çocukların da daha çok ilgi gördüğü
ortaya konulmuştur (Mocan ve Tekin, 2006:29).
Güzellik, emek piyasasının pek çok yerinde işe alınma konusunda, açıkça
tanımlanmasa da bir avantajdır. Genç, çekici, güzel gibi fiziksel sermayenin daha fazla bir
üretkenlik taşıdığı (productive) düşünülmektedir. Mikro ekonomik analizler yaparak çeşitli
demografik özellikler ve emek piyasasının özelliklerinin yanında genç-güzel çekici görünüşün
çalışanın kazancı, çalışma koşulu üzerinde etkisi/rolü, varlığı araştırmaktadırlar. Eğitim,
yüksek zekâ önemli ve çok değerli olmakla birlikte özellikle genel olarak emek piyasasında
bazen açıkça tanımlanan, gençlik ve güzellik bazen de örtük olarak aranan bir işçi profili
özelliğidir. Hizmet sektörlerinin pek çok yerinde gençlik ve güzellik, çekici bir görünüş hali
devamlı olarak aranan bir çalışan niteliği halindedir.
Genç, güzel çekici insanlar neden daha şanslıyı araştıran ve açıklayan ekonomi
kitapları yazılmaktadır. Princeton University Press’in bastığı Daniel Hammermesh’in Beauty
Pays: Why Attractive People are More Successful, kitabı, Oxford University Press’in bastığı
Deborah Rhode’in The Beauty Bias: The Injustice of Appearance in Life and Law, başlıklı
çalışması, Penguin: Allen Lane’in bastığı Catherine Hakim’in Honey Money: The Power of
Erotic Capital’i (Basic Books’dan da Erotic Capital: The Power of Attraction in the
Boardroom and the Bedroom”adıyla yayımlanmıştır. Ekonomistler, emek araştırmaları
bölümleri konuyla ilgili mikroekonomik araştırmalar ve analizler yapmaktadır.
Emek piyasasında güzelliğin önemi düşünüldüğünden de fazladır. Sadece güzelliğin
ana iş koşulu olduğu, güzellik üzerinden ücret alınan eğlence, seks işçiliği, moda, kozmetik,
müşteri hizmetlerine odaklı sektörler değil hiç beklenmedik alanlarda dahi karşılık
görmektedir. Çin’de yapılan araştırmalarda eşi güzel, genç ve çekici olan kocaların diğer
kocalardan yüzde on daha fazla kazandığı bulgulanmıştır. Çekici, güzel insanların çekici
olmayanlardan daha kolay kredi aldığı, yasal konularda daha fazla kolaylıkla ve incelikle
karşılaştıkları saptanmıştır. Amerika’da pek çok insan ayrıma uğramış hissine kapıldıklarını
belirtmişlerdir. Yaş, ırk, etnik kimlik kadar görünüşlerinden dolayı da ayrıma (lookism)
uğradıklarını belirtmişlerdir. Emek piyasasında ayrımcılıkla ilgili pek çok ekonomist çalışma
yapmıştır.
Bulgular
Gençlik, güzellik, yakışıklılık ölçüleri, modellik gibi işlerde önemli olabilir ancak hosteslikte,
hastane danışmalarında, market kasalarında, seyahat şirketlerinde, otel halkla ilişkilerinde
esasen hayatȋ koşul değildir. Ancak, genç, güzel, çekici kadın ve erkeğin dayanıklı, daha
dinamik ve enerjik çalışabilmesi yanında, müşteriye iltifat edici bir iletişim aracı olarak
fiziksel sermayesini kullanması, iletişimin duygusal yanını beslemesi işleri daha verimli
ilerletmektedir. Böylece genç, güzel olanın okşayıcılığı, gerilimi azaltıcı, olumlu duyguları
besleyici bir özellik olarak işe koşulmaktadır. Genç ve güzel kadın ve erkekler, tüketiciyle yüz
yüze geldiklerinde ikna edici oldukları, olumlu bir yaklaşımla karşılandıkları için sigorta
şirketleri, bankalar bu tür çalışanları tercih etmektedirler. Araba showroomlarında dahi bu
yola başvurulmaktadır. Genç, güzel, hoş görünüşlü olmanın iletişimi, müşteriler için çekici bir
iletişim doğurmaktadır. Müşteriyi, sunulan mal ya da hizmete daha açık kılmaktadır. Bu
iletişimde metaa dönüşen, ticarileşen bedenler, bu ticari iletişimin unsuru olmaktadır. Mal ve
hizmet, finans başta olmak üzere hemen her sektörde gençlik ve güzellik iletişimi genç
işgücünün ucuza ve uzun saatler çalışma gibi özelliklerinin ayrılmaz bir bileşeni olarak
aranmaktadır. Yapılan bir gözlemde araştırmacı şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Ankara’da bulunan özel Koru hastanesine kapıdan ilk girildiğinde içeride iki farklı
sınıfın çalıştığı açıkça görülmektedir. Bunlardan birincisi beyaz önlükleri ile doktorlar.
İkincisi ise genç güzel, bakımlı makyajları, kıyafetleri ile hemen dikkat çeken çalışanlardı.
Bu kesim görünümleriyle ilgi odağı haline geliyorlardı. Onlarla konuşan kadın ve erkek
hastalar ile onların yakınları dertlerini anlatırlarken daha sakin bir üslup kullanıyorlar ve
onların direktifleriyle hastalarını yönlendiriyorlardı. Mini etekli, apartman topuklu bol
makyajıyla genç adeta hastalıklara meydan okur görünümündeydiler Bu şekilde işletmenin
sağlık dağıttığı imajı veriliyordu. Güzel ve alımlı bu genç kızlar ile görüşüldüğünde bu işin
çok zahmetli olduğunu ve çok yorulduklarını baştan aktardılar. Sabah çok erken kalkmak
zorunda olduklarını, hazırlıklar ve makyajın çok uzun sürdüğünü söylediler. Üzerlerindeki
giysiler ve makyaj masrafının bir bölümünün hastane tarafından karşılandığını eklediler. Bu
durum hastane yönetiminin bu şekilde görünmelerini teşvik ettiğini göstermektedir. Erkek
çalışanlarda aynı şekilde fiziksel olarak iyi ve hareketli görünmelerinin hem hastalara hem de
işletme için yararlı olduğunu belirttiler. Kadın çalışanlar fazla ücret almadıklarını, yaptıkları
işin bir bakıma halkla ilişkiler faaliyeti olduğunu ve hastalarla ilgilenmenin zorluklarını
anlattılar. ‘Biz her gün bin bir türlü hastalıklarla karşılaşıyoruz ve riskli bir çalışma ortamında
çalışıyoruz. Buna rağmen çok az ücret alıyoruz’ dediler. Bazı çalışanlar asgari ücretin altında,
eskiler ise asgari ücret, daha eskiler ise asgari ücretin biraz üzerinde ücret aldıklarını
söylediler. Aldıkları ücret konusunda birbirlerinden habersizdiler, yani bir çalışan diğer bir
çalışanın aldığı ücreti bilmiyordu. Çalışanlar gençlik ve güzelliklerinin farkındaydılar. Ancak,
emeklerinin karşılığını tam olarak alamadıklarını düşünüyordu. Çalışanların hem güzellik
sermayelerini, hem de fiziksel çabalarını emek olarak sergilemeleri sayesinde gençlerden
birkaç şekilde faydalanma ve karların bu şekilde maksimize edilmesi söz konusu oluyordu.
Gençlik ve güzellik sermayesinin bir şekilde emeğe yansıtılması, çalışanlar arasında iş ve
yükseliş başarılarının artmasına ve rekabetin artık bu alana çekilmesine neden olmaktaydı.
Çalışanlar bu şekilde daha kolay yükseleceklerini ve daha fazla para alacaklarını
düşünüyorlardı. Kitle iletişim araçlarında özellikle televizyonun içeriğinde yer alan gençlik ve
güzellik olgusu her alanda çalışan insanların bu içerikte yer alan güzel aktörlere ve aktristlere
benzeme çabaları, onlara öykünmeleri sonucunu doğuruyordu. Bu nedenle çalışanların
aralarında bir önceki akşam yayınlanan televizyon dizisinde yer alan yakışıklı erkekler ve
güzel kadınlar ile ilgili konuşmalar yaptıklarını ve Beren Saat’in kolyesi, erkek aktörün
yakışıklı halinin ve davranışlarının mevzu bahis olduğunu söylüyorlardı. Eski ve yeni
medyanın sunum ve içeriklerinde de gençlik ve güzelliğin çok önemli olduğunu, yükselmenin
en önemli aracı haline geldiği, itibar kazanma ve takdir görme aracı olduğu devamlı
üretilmekteydi.”
Servis sektörü başta olmak üzere pek çok sektörde çalıştırılan genç kadın ve erkeklerin
emek zamanı bir başına satın alınmamakta, aynı zamanda gençliğin görselliği, çekiciliği,
bedensel estetiği ticarileşen bir iletişim değeri taşımaktadır. Satılan sadece emek zamanı
değil, bedensel, zihinsel emek ve güzellik kapitali birlikte işe koşulmaktadır.
Sonuç
Yapılan görüşme ve gözlemlerden çıkan o ki, insanlar güzel ve çok çekici insanların
görüşlerine daha çok kapılabilmekte, onlar tarafından ikna edilmeye daha meyilli
olmaktadırlar. Daha duygusal kararlar alabilmektedirler. Çalıştıranlar açısında gençliğin
enerjisi, zamanı, dinamizmi olabildiğince işe yansıtılmakla değer yaratılmaya çalışıldığı gibi,
pazarlanan ve pazarlayıcı unsurlar olarak da gençlik, güzelliğin enerjisi, olumlu dili ciddi bir
iletişim değeri, pazarlama değeri taşımaktadır.
Çok çekici genç insanların görünüşe önem veren legal emek piyasasında daha olumlu
bir tavırla karşılandığı, bu fiziksel niteliklerden yoksun olanların nisbeten ücretlerine de
yansıdığı sonucuna ulaşılmaktadır. Cinsel çekiciliğin ve gençliğin başlı başına iletişimsel bir
değeri vardır. Mesajın daha akıcı olmasını sağlamaktadır. Gençlik ve güzellik gündelik
yaşamda da avantajlı olmakta ve işleri kolaylaştırmaktadır. Güzel bir insana daha iyi
davranılmakta, daha çok kolaylık sağlanmaktadır. Suça yönelme, suçun cezalandırılması gibi
olgularla fiziksel çekicilik arasında ilişki olup olmadığını araştıran çalışmalar yapılmıştır. Suç
işleyen çok çekici genç kadınlara yargılama sonucunda daha olumlu cezalar verildiği
gözlenmiştir.
Piyasa ekonomisinde kadınlara dayatılan kadınlık rolünün güzellik ile eklemlenerek
ticari bir değer taşımaya başlamıştır. Günümüzde hem erkek hem de kadınların iş güçlerinin
yanında gençlik ve güzelliklerinin de satılması, sadece iş gücünün parasal bir değer
taşımaması, iş gücü ve gençlik ile güzelliklerin birbirini tamamlayan unsurlar olarak
kullanılması söz konusu olmaktadır.
Yapılan gözlemlerde gençlik ve güzelliğinde bir iş gücü olarak değerlendirildiği ve
ödenen ücretin buna göre yapılandırıldığı anlaşılmaktadır. İş gücünün bu şekilde evrilmesi,
yani sadece emeğin karşılığında bir ücret ödenmediği, insan davranışları, gençlik ve
güzelliğin, kılık, kıyafet ve kişisel bakımları karşılığında da ücret almaları durumu söz
konusudur. Gençlik ve güzellik sermayesi iş yerlerinde bir avantaj olarak kullanılmakta ve bu
nedenle bu avantajı kullananlar daha yüksek ücret almaktadırlar.
Bu araştırmada nitelikleri ayrı bir konu olmak üzere, çok genç kadın ve erkeklerin
ucuz iş gücünden enerjik, genç ve güzel olma özellikleriyle, hem işveren, hem müşteri hem de
kendi iş ve yükseliş başarılarının koşulu-yolu olarak faydalanıldığı sonucuna varılmıştır. Bu
gençlik ve güzellik pazarlaması, imaj ve görünüş dayatması, reklam ve pazarlamanın en
köklü kollarından olan eski ve yeni medyanın tüm sunum ve içeriklerinde, gençlik ve
güzelliğin paha biçilmez değer, yükselme, kazanma koşulu olarak aralıksız olarak yeniden
üretilmektedir.
Bebeğin, çocuğun, gencin, masumiyeti, gençliği, güzelliği ve enerjisi hem iş gücü,
hem tüketici kitle olarak, reklam ve pazarlama aracı olarak piyasalar tarafından
arzulanmaktadır. Bebekler, gençler, hayvanlar artık masum güzel olamazlar. Reklamın,
pazarlamanın, emek sektörlerinin metaı durumundadırlar.
Kaynakça
Bosman Ciska m., Gerard A. Pfann, Jeff E. Biddle, Daniel S. Hamermesh, (1997). Business
Success and Businesses’Beauty Capital, National Bureau of Economic Research, NBER
Working Paper, No:6083, Labor Studies. Cambridge. İ.T. 10 Nisan 2013.
Franco, J. (1998). Kadınların İçerilmesi: Kuzey Amerika ve Meksika Popüler Anlatısıyla
İlgili Bir Araştırma, Eğlence İncelemeleri, Modleski, T. (der.) içinde. İstanbul: Metis.
Hakim Catherine, (2011). Honey Money: The Power of Erotic Capital, London: Allen Lane,
Penguin Books.
Hammermesh, Daniel, (2011) Beauty Pays: Why Attractive People are More Successful,
New Jersey: Princeton University Press.
McDowell Linda, (2009). Working Bodies: Interactive Service Employment and Workplace
Identities,
Wiley
&Blackwell
publishing,
West
2009
http://books.google.com.tr/books?id=S6VjPiLhwiEC&printsec=frontcover&dq=labour+in+se
rvice+sectors&hl=tr&sa=X&ei=4DaBUbbxOIWqO9_ygYAB&ved=0CEMQ6AEwBA
Mocan Naci, Erdal Tekin, (2006). Ugly Criminals, National Bureau of Economic Research,
NBER
Working
Paper,
No:6083,
Labor
Studies.
Cambridge.
http://www.nber.org/papers/w12019
http://www.nber.org/papers/w12019.pdf?new_window=1 e.t. 10 Nisan 2013.
Modleski, Tania (1998). Eğlence İncelemeleri, İstanbul: Metis.
Rhode, Deborah, (2010) The Beauty Bias: The Injustice of Appearance in Life and Law,
Oxford: Oxford University Press.
Silverman, K. (1998). Moda Bir Söylemden Parçalar, Eğlence İncelemeleri, Modleski, T.
(der.) içinde. İstanbul: Metis.
Wen Hua, (2013). Buying Beauty: Cosmetic Surgery in China, Hong Kong: Hong Kong
University Press.
Williamson, J. (1998). Kadın Bir Adadır: Dişilik ve Sömürgecilik, Eğlence İncelemeleri,
Modleski,
T.
(der.)
içinde.
İstanbul:
Metis.
Enformasyon Toplumu Belgelerinin “Güvencesiz ve Esnek” İnsanı
Hakan Yüksel
Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi
Giriş
Kapitalizmin 1970’lerdeki krizinin ardından sermaye birikimindeki tıkanıklığı aşabilmek
adına kapsamlı bir yeniden yapılandırma sürecine girilirken, bu dönemde fikirleri baskın
çıkmaya başlayan bazı kuramcıların yaşanan meşakkatli dönüşümü daha adil ve müreffeh
enformasyon toplumunun doğum sancısı olarak nitelendirmesi, krizin nedenlerini örtmüş ve
yeniden yapılandırmayı meşrulaştırmıştır. Oysa sanayi toplumu gibi üzerinde uzlaşılan
tarihsel-toplumsal bir olgunun aksine, literatürde kapitalist toplumların üretim kalıplarındaki
değişimi kabul eden ama buna dayanarak yeni bir toplum doğduğunu iddia etmenin yanılgı
olacağını dile getiren, toplumsal gerçekliği farklı bir perspektiften anlamlandıran görüşler de
bulunmaktadır. Dolayısıyla, enformasyon toplumu kavramsallaştırmasının, toplumsal
mücadele sürecinde toplumsal gerçekliği belli bir perspektiften anlamlandıran ideoloji yüklü
bir söylem olduğu iddia edilebilir.
Yeniden yapılandırma-enformasyon toplumu ilişkisi literatürde kapsamlı biçimde ele
alınmıştır. Enformasyon toplumunun, kapitalizmin yeniden yapılandırılma sürecinde
sermayenin çıkarlarını doğallaştıran bir söylem olduğunu baştan ortaya koyan bu çalışmada
konunun görece az çalışılmış bir boyutuna odaklanılacaktır. Çalışmanın temel varsayımı,
yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki önemli unsurlardan biri olan enformasyon
toplumu söyleminin, ideoloji yüklü anlamlarla insanları belli yönde düşünmeye ve
davranmaya ittiği, belli bir “ideal insan” tasavvurunu öne çıkardığı, söylemin somutlaştığı
enformasyon toplumu politika belgelerinde de gerçek yaşam koşulları içindeki gerçek
insanların değil, belli şekilde düşünen ve eyleyen söz konusu “ideal insanın” esas alındığı ve
toplumsal düzenlemelerin bu doğrultuda gerçekleştirildiğidir. Makro düzeydeki toplumsal
dönüşümler, mikro düzeyde insanların anlamlandırmaları ve eylemleriyle mümkün
olduğundan, günümüz kapitalizmini ve bu çerçevede insanların güvencesiz ve esnek çalışma
koşullarına sevk edilmesini anlamak açısından böylesi bir çözümleme önemlidir.
Varsayımın doğruluğu, 1990’lı yıllarda yayınlanan Avrupa Birliği (AB) enformasyon
toplumu politika belgeleri incelenerek somutlaştırılmaya çalışılacaktır. Zira AB kapitalizmin
ileri aşamasındaki pek çok ulusu bünyesinde topladığı gibi benimsediği enformasyon toplumu
politikaları küresel eğilimleri yansıtmaktadır (Kaitatzi-Whitlock, 2000, s. 53; Başaran, 2004,
ss.11-12). AB’nin oldukça geniş ve karmaşık bir örgütlenme olması nedeniyle AB içinde de
Komisyon’a odaklanılacaktır.1 Bütçeyi denetleyen, ortak politikaların yönetimi ve icrasında
geniş yetkileri olan, AB çapındaki görüşleri topladıktan sonra mevzuat oluşturma süreçlerini
1
Komisyon metinlerine odaklanmakla birlikte, 1994 tarihli Bangemann Raporu önemli bir istisna teşkil eder.
Doğrudan Komisyon tarafından değil de, Komisyon’un etkin üyelerinden Martin Bangemann’ın liderliğindeki
Üst Düzey Uzmanlar Grubu’nca (ÜDUG) hazırlanan belge, 1990’larda AB’nin “İncil”i hâline gelmiş (Preston,
2003, s. 40) ve sonraki yıllarda hazırlanan Komisyon belgelerine dayanak oluşturmuştur. Bu yüzden çalışmaya
dâhil edilmiştir.
başlatan Komisyon (Goodwin ve Spittle, 2002, s. 231; Başaran, 2004, s. 29), en yüksek
yönetim ve icra organı olarak AB’nin “kalbi ya da beyni” olarak nitelenir (Koray, 2005, s.
261). Komisyon’un AB’de enformasyon toplumu projesinin “sahiplenicisi” olduğu (Törenli,
2004, s. 197), AB’nin önceliklerini yansıttığı gibi üye ülkelerin politikalarının eşgüdümünü
sağladığı da belirtilir (Henten vd., 1996, s. 178; Preston, 2003, s. 34).
Çalışmanın kapsamının 1990’larsa sınırlandırılması, AB’de enformasyon toplumunu
anlamlandırmaya yönelik söylemsel mücadelenin hararetli tartışmalar eşliğinde bu dönemde
gerçekleşmesi nedeniyledir. Bunun sonucunda 1990’ların sonunda enformasyon toplumuna
ilişkin belli bir anlam çerçevesi oluşturulmuştur ki, politikalarda toplumsal kaygılardan ziyade
piyasa güçlerine öncelik verilmesini (Michalis, 2007, s. 139) bununla ilişkilendirebiliriz.
Dahası, 1990’lar gibi toplumsal dönüşümün hızlı seyrettiği, çatışan aktörlerin yeni anlamlar
için mücadele ettiği kırılma anları söylemleri çözümlemek açısından daha elverişlidir çünkü
egemen anlamlar henüz doğallaşmadığından ideolojik niteliklerini tespit etmek daha kolaydır
(Fairclough, 1996, s. 106).
1990’larda AB’de yaşanan söylemsel mücadele bir kırılmayken, söylemin kökeni daha
öncesine, 1970’lerde bazı kuramcıların enformasyon toplumunun doğuşunu öne sürmelerine
kadar uzanır ki, onların eserleri söyleme üzerinde yükseldiği bilgi temelini sunar.2 Söylemin
toplumsal planda zemin kazanması bu sayede gerçekleşir. 1970’lerdeki kuram metinlerini
söylemin ilk dönemiyle ve kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının başlangıçtaki
meşrulaştırılmasıyla ilişkilendirmek mümkünken, 1990’lardaki enformasyon toplumu politika
belgelerini söylemin ikinci dönemiyle ve yeniden yapılandırmanın konsolidasyonuyla
ilişkilendirebiliriz. Burada 1990’lara odaklanıyor olsak da, enformasyon toplumu dolayımıyla
politika belgelerinde toplumsal faaliyetlerin yeniden düzenlenmesini etkin biçimde
çözümleyebilmek ve tutarlı çıkarımlarda bulunmak için söylemin gelişimine değinmek ve
kuramcıların metinlerini incelemek gerekir. Bu ilk dönemde enformasyon toplumuna ilişkin
getirilen anlam çerçevesi sonraki gelişmeleri etkilemiştir.
Ayrıca baştan belirtmek gerekir ki, toplumsal mücadele sürecinde farklı söylemlerin
varlığını ve nesnel dünyadaki söylemsel olmayan maddi unsurların belirleyiciliğini hesaba
kattığımızda insanların illâ enformasyon toplumu gibi egemen çıkarlarla ilişkili söylemler
doğrultusunda hareket eden programlanmış robotlara dönüştüklerini söylemek mümkün
değildir. Buna karşılık, kapitalist toplumlardaki eşitsiz güç ilişkilerini göz önüne aldığımızda,
toplumsal gerçekliği birebir biçimlendirmeseler bile egemen söylemleri yadsımak zordur
çünkü – enformasyon toplumu örneğinde görüldüğü üzere – insanların faaliyetlerine ilişkin
toplumsal düzenlemelerin gerçekleştirilmesinde bunların belli bir etkinliği söz konusudur.
Bu kapsamda çalışma dört bölümden oluşmaktadır. Konunun tarihsel-toplumsal
bağlamını aktarabilmek için öncelikle kapitalizmin yeniden yapılandırılması ve enformasyon
toplumu söyleminin gelişimine değinilecektir. Ardından söylemin politika süreçlerine
yansımasına bakılacak ve son olarak politika belgelerinde yer alan insan tasavvuru
çözümlenecektir.
2
ABD’de 1950’lerin sonundan itibaren ekonomide ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde bilginin,
enformasyonun ve teknolojinin giderek önem kazandığını belirten bazı iktisatçıların bulunduğunu belirtmek
gerekir. Bunların içinde en önemlisi 1962’de ABD’de Bilginin Üretimi ve Dağıtımı isimli bir eser yayınlayan
Fritz Machlup’tur. Ancak Machlup’un amacı ekonomide bilginin/enformasyonun ağırlığını ölçmektir. Yeni bir
toplumun doğduğu iddiasında bulunmaz.
Kapitalizmin Yeniden Yapılandırılması
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Taylorizm ve Fordizm’in fabrikalardaki (ve toplum
genelindeki) hâkimiyetinin genişlemesiyle kitlesel üretilen malların, Refah Devleti
politikalarıyla garantilenen kitlesel taleple tüketildiği döngü üstünde yükselen kesintisiz ve
yüksek ekonomik büyüme dönemi, 1970’lerin başında sona erer ve kapitalizm krize girer.3
Krizin ardından başlayan yeniden yapılandırma sürecini kabaca şu başlıklarla ele alabiliriz;

Küresel piyasa ve belirsizlikleri öne çıkar. Kitlesel üretim-kitlesel tüketim
döngüsünün kırılmasıyla şirketler ulusal sınırlar dâhilindeki devletçe garantilenmiş talep
yerine, küresel piyasadaki belirsiz ve değişken talebe göre üretime yönelirler. Buna koşut
olarak uluslararası alanda serbest ticaret öncelikli gündem maddelerinden biri hâline gelir
ve gümrük duvarlarının düşürülmesi için çoktaraflı görüşmelere başlanır. Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ) bu sürecin sonunda 1994’te kurulur. Gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) ithal
ikamesini bırakarak, dışa açık büyümeyi benimsemeleri tavsiye edilir, şart koşulur
(Keyder, 1981, s. 38).

Hizmetler sektörü ve teknoloji öne çıkar. Küresel piyasadaki gelişmeleri
yakından izlemek, talepteki değişimleri hızlıca saptadıktan sonra üretimi anında buna göre
uyarlamak belirleyici olunca şu teknolojiler ve hizmetler önem kazanır;
Piyasayı izlemek ve (farklı ülkelere yayılan) üretimi yönlendirmek için
dört bir yandan enformasyon aktarımı ve işlenmesine imkân tanıyan
enformasyon ve iletişim teknolojileri (EİT) ve telekomünikasyon
hizmetleri öne çıkar (Harvey, 2010, s. 183; Kumar, 2004, s. 20; Geray,
2003, ss. 79-81).
Üretimi hızla ayarlayabilmek ve stokları anlık biçimde izleyebilmek
için otomasyon üretim sistemleri, yazılım ve teknoloji hizmetleri önem
kazanır (Hobsbawm, 1996, s. 466; Harvey, 2010, ss. 168, 180);
Küresel piyasadaki değişken talebi yanıtlayabilmek, gerektiğinde talep
yaratmak adına için ürün geliştirme süreçleri hızlanır ve ürün yelpazesi
genişlerken (Hobsbawm, 1996: s. 466; Taymaz, 1993, ss. 32-33;
Harvey, 2010, s. 168), tüketicileri etkilemek için tasarım, paketleme ve
reklam hizmetleri öne çıkar (Geray, 2003, ss. 69-70).
Üretim ve tüketimin küreselleşmesine koşut olarak arka plandaki
bankacılık, sigortacılık, lojistik gibi hizmetler de sınırlar ötesine taşar
(Geray, 2003, s. 63; Harvey, 2010, s. 185). Hizmetler ticaretinin
uluslararası planda önem kazanması nedeniyle DTÖ’nün kurulduğu
dönemde çoktaraflı Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması (GATS) da
imzalanır (Geray, 2003, ss. 63, 65; Kıyan ve Yüksel, 2011).

3
Esnek üretim yöntemleri öne çıkar. Kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsü,
üretimdeki vasıfsız, rutin ve yabancılaştırıcı işi yapan işçilerin, üretim katlanırken isyan
etmelerini önlemek için güçlü sendikalar çevresinde örgütlenerek, toplu sözleşme yoluyla
yüksek ücretler almasıyla mümkün oluyordu (Holloway, 2006, s. 368; Koch, 2006, ss. 2627; Ansal, 2013, s. 11). Döngü kırılınca emek sermayenin sırtındaki yüke dönüşür.
Sendikaları kenara iterek, emeği diğer üretim faktörleri gibi talebe göre ayarlamak isteyen
şirketler (Harvey, 2010, s. 174) şu uygulamalara yönelirler;
Taymaz (1993), krize dair farklı kuramsal perspektiflerden yapılan farklı açıklamaları özetler.
Taşeronlaşma yaygınlaşır (Harvey, 2010, ss. 171, 174, 179; Geray,
2003, s. 69). Şirketler böylece çalışanlarına karşı sosyal güvenlik,
kıdem gibi sorumluluklarından sıyrılır. Doğrudan üretim faaliyetleri
kadar eskiden şirket bünyesinde sağlanan hukuk, muhasebe, pazarlama
gibi hizmetler de dışarıya ihale edilir (Harvey, 2010, ss. 180-181) ki, bu
da hizmetler ticaretinin bir diğer boyutudur.
İşçilerden esneklik beklenir. Kendi işleri yanında başka işleri yapmaları
(işlevsel esneklik), talebe göre çalışmaları ve gerektiğinde işten
çıkarılmaya direnmemeleri (sayısal esneklik), ücretlerin kâra göre
ayarlanmasını kabul etmeleri (ücret esnekliği) istenir (Taymaz, 1993, s.
33; Harvey, 2010, ss. 174-175).
Emek maliyeti düşük olduğundan doğrudan yatırımlar ya da taşeronlar
vasıtasıyla üretim GOÜ’lere kaydırılır (Hobsbawm, 1996, s. 477;
Taymaz, 1993, s. 33). Bu yüzden gelişmiş ülkelerdeki fabrikalar azalır,
işsizlik yükselir (Hobsbawm, 1996, s. 478; Harvey, 2010, ss. 174-175).

Devletin ekonomiden çekilmesi söz konusu olur. Kriz öncesinde gelişmiş
ülkelerde devlet, artı-değerden aldığı yüksek vergilerle kitlesel talebi ve geniş sosyal
harcamaları finanse ediyordu. Krizle birlikte Refah Devleti yükünden kurtulan sermayenin
daha fazla yatırım yapacağı, yeni işlerin çıkacağı ve refahın yayılacağı öne sürülür
(Keyder, 1981, s. 29). Eğitim, sağlık, güvenlik, iletişim gibi devletçe sunulan kamu
hizmetlerinin, kâr mantığıyla hareket eden özel sektöre bakir birikim alanları olarak
açılması için geniş kapsamlı özelleştirmeler ve serbestleştirmeler gerçekleştirilir (Geray,
2003, ss. 62-63, 95-97). Kamu hizmetlerinin sermayeye açılması hizmetler ticaretinin bir
diğer boyutudur. Piyasanın önünü açan neo-liberal düzenlemeler gerçekleştirilirken, iş
yasaları “esnekleştirilir”.4
Enformasyon Toplumu Söyleminin Gelişimi
Söylemi toplumsal mücadele sürecinde toplumsal gerçekliğin belli bir perspektiften
anlamlandırılması olarak tanımlarsak, enformasyon toplumunun söylem olmadığını iddia
etmek zordur. Enformasyon toplumu kavramsallaştırmasını getiren kuramcılar, yeniden
yapılandırmayı öyle bir şekilde anlamlandırırlar ki, toplumsal dönüşümü coşkuyla
karşılanması gereken bir ilerleme olarak görmek gerekir. Esasında onların çalışmaları sosyal
bilimlerin egemen çıkarlar doğrultusunda seferber edilmesinin tipik örneklerindendir.5
4
Başka bir açıdan bakınca devletin ekonomiden çekildiğini söylemenin kısmen doğru olduğu iddia edilebilir;
sonuçta şirketlerin önünü açan düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için piyasanın devlete ihtiyacı vardır. Aynı
durum uluslararası planda da geçerlidir; küreselleşme nedeniyle ulus-devletlerin etkinlik alanı kısıtlanırken
(Hobsbawm, 1996: 489; Harvey, 2010: 189), küreselleşmenin önünü açan da başta gelişmiş ülkeler olmak üzere
ulus-devletlerin hükümetleridir. Ayrıca sermayenin ihtiyaç duyduğu her anda (mesela 1980’lerdeki bütçe/borç
krizlerinde, borsa çöküşlerin, vs...) devletin ekonomiye müdahale etmekten geri kalmadığına da dikkat çekilir
(Hobsbawm, 1996: 475; Harvey, 2010: 193). Üşür (1997: 317) ise, devletin müdahalelerinin arttığını, değişenin
müdahale biçimleri olduğunu vurgular.
5
Sosyal bilimlerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştikleri, toplumu yönlendirmeye yarayan “yönetim
teknolojileri” işlevi gördükleri, ürettikleri bilgilerin insanları belli konumlara yerleştiren söylemlere dayanak
sağladığı Foucault’ya atıf yapılarak sıkça vurgulanır (Hall, 1997, s. 49; Cevizci, 1999, s. 364; Tekelioğlu, 1999,
s. 47; Atayurt, 2003, s. 8). Fairclough (1995, ss. 87, 91, 103-105) da egemenlerin bir tür toplumsal mühendislik
çabası olarak nitelendirilebilecek “söylemin teknolojizasyonuna” başvurduklarını, mevcut toplumsal pratiklerin
değişimi için bilgi ürettiklerini aktarır. Lichtman (2012, ss. 146-147) ise, artan insan olanaklarına karşın, bu
olanakları fiilen engelleyen ve çarpıtan toplumsal yapılar arasındaki çelişki derinleşirken, kapitalizmin kendisi
hakkındaki eleştirileri etkisiz kılacak ve meşruiyetini yeniden üretecek kuramlara ihtiyaç duyduğunu belirtir.
Toplumsal dönüşümü anlamlandırma gayretindeki insanların kapitalizmin yeniden
yapılandırılmasını görmelerini engelleyen bir anlam çerçevesi sunan enformasyon toplumu
kuramcılarının savlarını kabaca şu başlıklarla aktarabiliriz;

Sanayiden hizmetler sektörüne istihdam kayışı, tarımdan sanayiye doğru
olandan geri kalmayan bir dönüşümdür (Bell, 1973, ss. 124-128; Toffler, 1981a, ss. 31-34;
Toffler, 1981b, ss. 19-20). Bu nedenle istihdamdaki kayışı gösteren istatistikler sıkça
vurgulanır (Bell, 1973, ss. 129-132; Bell, 1999, ss. 218, 221; Toffler, 1981a, s. 251).

Yükselen hizmetler sektöründeki insanlar enformasyon işlerler (Bell, 1973, ss.
116, 127-128, 467; Bell, 1999, s. 219). Şirketler ürün geliştirme ve üretimi
yönlendirmeyle ilgilendiğinden, sanayi üretimi bile aslında enformasyona tâbidir
(McLuhan, 2009, s. 28). EİT’ler multimedya, veri depolama, uzaktan alışveriş gibi yeni
hizmet alanları açmaktadır (McLuhan ve Powers, 2001, ss. 139, 147). Refahın artmasıyla
eğitim, sağlık ve eğlence hizmetleri de yaygınlaşacaktır (Bell’den aktaran Webster, 2006,
ss. 50-51). Zenginlik kaynağı olarak emeğin yerini enformasyon almaktadır (Bell, 1999, s.
217).

Mülkiyet, iktidar ve sömürünün sonu gelmiştir. Enformasyon işleyerek üretimi
planlamak ve yönlendirmek, bilfiil üretimden önemli olunca üretim araçlarının mülkiyeti
kadük kalır.6 Toplum, devlette ve özel sektörde kilit konumlarda bulunan yüksek eğitimli
uzmanların kuramsal bilgiye dayanarak aldığı, nesnel ve tarafsız kararlarla
yönlendirilmektedir (Bell, 1973, ss. 34-35, 43, 51-52, 99-100, 164, 362). Dolayısıyla bu
kararlara karşı çıkmaya gerek yoktur. Koşulların hızla değiştiği yeni toplumda hızla
enformasyon işlemek yaşamsalken, iş yerlerindeki hiyerarşi ve kurallarda diretmek de
boşunadır (Toffler, 1981b, ss. 121-125; McLuhan, 2009, s. 27).7 Enformasyon işleyenler,
akılcı ve yaratıcı işlerle kendilerini geliştirdiklerinden (McLuhan, 1964, s. 58; Toffler,
1981b, s. 335), yabancılaşma ve sömürüden bahsetmek zordur.

Gerçek anlamda toplumsal eşitliğin sağlanması yakındır. İşlendikçe eksilmek
yerine artan enformasyonu (Bell, 1999, s. 217; Masuda, 2009, s. 132) saklamak
gereksizdir. İnsanlar, ilkel çağlardaki besin toplayıcıları gibi bilgi/enformasyon
toplayacaklardır (McLuhan, 1964, s. 358). Uzak yerlerde yaşayanlar, ‘eve bağımlı’
engelliler ve kadınlar, EİT’ler sayesinde toplumsal faaliyetlere istedikleri zaman ve yerden
katılabileceklerdir (Bell, 1999, s. 219; Toffler, 1981a, s. 395; McLuhan ve Powers, 2001,
s. 192).

Demokrasi gelişecektir çünkü EİT’ler sayesinde insanlar seslerini başkalarına
ve yöneticilere kolayca duyurabileceklerdir (Toffler, 1981b, s. 236; McLuhan ve Powers,
2001, ss. 141-142, 193; Masuda, 2009, s. 133).

EİT yatırımları, büyük sanayi tesisleri kurmaktan daha ucuz olduğundan
GOÜ’lerin geri kalmışlıktan kurtulması daha kolay olacaktır (Toffler, 1981a, ss. 396, 403;
6
Bell (1973, s. 294) “Günümüzde mülkiyet sadece yasal bir kurgudur” derken, McLuhan ve Powers (2001, s.
219) EİT’lerle birbirine bağlanan “Küresel Köy”de mülkiyetin ortaklaşa olduğunu belirtirler. Toffler (1981b, s.
187) bolluk nedeniyle mal-mülk kavramlarının önemsizleşeceğini vurgular.
7
Bu koşullar altında şirketlerin örgütlenmelerini anlatmak için McLuhan (1964, s. 356) “Her ne kadar otomatize
fabrika sürekli girdi ve çıktılar yüzünden bir ağaç gibi olsa da, bu gerektiğinde meşeden akça ağaca ya da cevize
dönüşebilen bir ağaçtır” derken, Toffler (1981a, s. 327) “Örgütler, koşullar gerektirdiğinde, duruma göre değişik
biçimler alabilirler, tıpkı ısı değişince şekil değiştiren, ısı eski haline dönünce de yine eski şeklini alan plastik bir
madde gibi. […] Bir futbol takımı düşünün, yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla kalmıyor, bir düdük
çalınca basketbol, bir düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” ifadelerini kullanır.
McLuhan ve Powers, 2001, s. 167). Toplumsal eşitlik ve demokrasi bu ülkelerde de
sağlanacaktır.
Yeniden yapılandırma kapsamında fabrikaların kapanmasına veya GOÜ’lere
gönderilmesine, küreselleşen ve esnekleşen üretimi planlama ve denetlemenin enformasyon
yoğun işleri artırmasına, bu kapsamda hizmetler sektörünün istihdam ve hacim anlamında
yükselişine, EİT’lerin yaygınlaşmasına ve etkileşimli yayın imkânı sunmasına, dolaşımdaki
enformasyonun artmasına şahit olan gelişmiş ülkelerdeki sıradan insanlar için enformasyon
toplumu kuramcılarının söyledikleri birer savdan öte gerçeğin kendisi gibi görünür. Oysa
yaşanan toplumsal dönüşümün bu şekilde anlamlandırılması oldukça tartışmalıdır.
Enformasyon toplumu kuramcılarına yöneltilen eleştiriler şu başlıklar altında toplanabilir:

Teknolojik belirleyicilikten muzdarip oldukları öne sürülebilir (Üşür, 1997, ss.
306, 312-313) çünkü teknolojiyi boşlukta gelişmiş ve sonradan topluma dâhil olarak tüm
düzeni değiştirmiş bir güç olarak değerlendirirler.8 EİT’lerin kapitalizmin ihtiyaçları
doğrultusunda geliştiğini ve evrildiğini göremezler.9

Hizmetler sektörüyle sanayinin sistematik bağını göremezler. Sanayi
şirketlerinde hizmetlerin daha önceden de önem arz ettiğini, hizmetler sektöründeki
istihdamın aslan payının aslında sanayi üretimiyle ilgili hizmetlerde yer aldığını,
istihdamdaki asıl kayışın sanayiden değil, tarımdan hizmetlere doğru olduğunu gösteren
kanıtlar vardır.10

Hizmetler sektöründeki işlerin niteliğini abarttıkları belirtilir. Yeni hizmet
işlerinin hepsinde enformasyon işlenmediği gibi, çoğunluğu rutin, vasıf gerektirmeyen,
geçici niteliktedir, tıpkı fast-food restoranlarda veya veri girişinde çalışmak gibi (Kumar,
2004, ss. 40-41). Enformasyon işleyen beyaz yakalıların da taylorizasyondan muzdarip
olduğu belirtilir (Kumar, 2004, ss. 33-34).11
8
Toffler (1981, s. 29) “Önemli ekonomik gerçeklerin arkasında değişimin o büyük, homurdanan makinesi,
teknoloji yatıyor” der. McLuhan, “Teknoloji, insan duyularından herhangi bir tanesini öne çıkmaya zorlar; aynı
anda öteki duyular ise ya zayıflatılır ya da geçici olarak tümüyle ortadan kaldırılır. Bu süreç, insanoğlunun kendi
uzantılarına, ilahi niteliğin bir biçimi olarak tapınma eğilimini bir kez daha hayata geçirir. Yeterince ileri
gidildiğinde de böylelikle insanoğlu ‘kendi makinesinin bir yaratığı’ haline gelir” ifadelerini kullanır. (McLuhan
ve Powers, 2001, s. 25). Bell ise temkinli bir tavırla değişimin rasyonelleşmeden kaynaklandığını belirtir ancak
bunu sağlayan teknolojik verimlilik olduğu için aynı teknolojik belirleyici tavır onda da görülür (Webster, 2006,
ss. 44-45). Bell (1999, ss. 213, 216), Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi kitabının 1976 tarihli baskısında da
ikircikli bir tavır sergiler. Sanayi öncesi toplumdan sanayi toplumuna ve daha sonra da sanayi sonrası topluma
geçişi teknolojinin karakterindeki önemli değişikliklere bağlar. Sanayi sonrası toplumunun ana ekseni olarak
fikri teknolojiyi [intellectual technology] gösterir. Ama ardından yine teknolojinin tüm toplumsal değişimlerin
birincil belirleyicisi olmadığını vurgular.
9
Mimarisi ve standartları toplumsal güç ilişkileri doğrultusunda gelişen teknolojiye ilişkin düzenlemeler de
yansız değildir. Örneğin, internetten veri alma hızını artıran ama veri göndermeyi azaltan ADSL teknolojisi,
kurumsal yayıncılara avantaj sağlamaktadır (Geray, 2003, s. 137). Telekomünikasyon ağının mülkiyetine sahip
işleticiler ve yayıncı şirketler de, ağ tarafsızlığını kaldırarak, bedelini ödeyenlerin verilerinin internette daha hızlı
iletilmesini talep etmektedirler (Mirrless, 2009, ss. 30-31).
10
McKinlay ve Starkey (2006, ss. 346-347, 350-351), 1950 ve 1960’larda otomobil üreticisi Ford’ta finans
bölümünün, üretim ve ürün geliştirmeden daha önemli hâle geldiğini, her kararın finansal açıdan
meşrulaştırılması gerektiğini belirtirler. Diğer yandan 1971’de çalışan nüfusun yarısı hizmetler sektöründe
görünmesine rağmen bunun ancak yüzde 23,1’lik kısmı nihai tüketime dair hizmetlerde, gerisiyse sanayi
üretimiyle ilişkili hizmetlerdedir (Webster, 2006, s. 50). Britanya gibi sanayileşmiş bir ülkede 1840-1980
yıllarında mavi yakalıların sayısının aynı kaldığını, istihdam kayışının tarımdan hizmetler sektörüne olduğunu
gösteren veriler vardır (Webster, 2006, s. 47).
11
EİT’lerle Taylorizm’in daha önceleri dokunulmayan faaliyet alanlarına ve işçi gruplarına uzandığını
söyleyebiliriz ki, zaten bu teknolojileri üreten şirketlerden Olivetti de ürünlerini bu gerekçeyle pazarlamaktadır.

Patent ve fikri mülkiyet hakları enformasyonun serbest dolaşımını
engellemektedir (Geray, 2003, ss. 70-71; Üşür, 1997, s. 313; Nalbantoğlu, 2001, s. 15).

Bilginin iktidarla ilişkili biçimde geliştiğine dair savlar dikkate alındığında,
uzmanların sahip olduğu “nesnel kuramsal” bilgiye dayanarak iktidarın aşılmasını öne
sürmek zordur.

Teknoloji, yayıncılığı ve herkesin sesini duyurmasını kolaylaştırsa da, bazı
görüşlerin bastırılması teknik bir mesele değildir. Ayrıca bolca bulunan enformasyonun
niteliği düşük olduğundan beyinleri çöple dolacak insanların bilinçlenmekten uzak
oldukları iddia edilebilir (Nalbantoğlu, 2001, s. 22; Nalbantoğlu, 2009, s. 420; Üşür, 1997,
s. 320).

GOÜ’lerdeki azgelişmişliğin nedenlerini anlamaktan acizdirler çünkü
uluslararası güç ilişkilerine ve politika süreçlerine değinmemektedirler (Başaran, 2004).
Keza, gelişmiş ülkelerin önde gittiği, GOÜ’lerinse geriden geldiği, enformasyon
toplumuna doğru giden çizgisel bir tarih anlayışından muzdariptirler.
Şirket başkanı Franco de Benedetti şöyle demektedir: “İlk fabrikaların taylorizasyonu… emek gücünün
denetlenmesini sağladı ve üretim süreçlerinin bunu izleyen mekanizasyonu ve otomasyonu açısından zorunlu bir
öngereklilikti… Enformasyon teknolojisi, temelde Taylorcu örgütlenmenin ilişmediği beyaz yakalı işçiler
düzeyinde emek gücünün eşgüdümüne ve denetimine yönelik bir teknolojidir” (aktaran Kumar, 2004, ss. 33-34).
Hizmetler sektöründeki çalışma koşullarının ağırlığını gösteren en iyi örneklerden biri Türkiye’nin en büyük
telekomünikasyon şirketlerinden Turkcell’in çağrı merkezlerine ilişkindir. Çalışanlar günde 11-12 saat
konuşmak zorunda kalmakta, kendilerinden her aramada sanki saatlerdir telefon başında değillermiş gibi aynı
performansı göstermeleri beklenmekte, her gün gelen 200 aramayı 2 dakika içinde sonuçlandırmaları istenmekte,
tuvalet için sadece 4-7 dakika izin alabilmekte, çeşitli performans testlerinden geçmeleri gerekmektedir (Ekrem
ve Sarısaltık, 2006). Bunun yanında üretim hattında da Taylorizm’in konumu pekişmiştir. Stoksuz ve piyasadaki
anlık talebe göre üretim yapılan düzende, mal ve hizmet akışının kesintisiz olması gerekir ki, bu durum işçilerin
tavır ve davranışlarının sürekli uyumunu şart koşar. Batılı ülkelerden çok daha önce bu tarz bir üretime yönelen
Japonların bunu sağlamak için attıkları adımlarla işçilerin kendi çıkarlarının şirketle bütünleştiğini düşünmesini
sağladıkları, Taylorizm’e zihinsel ve manevi bir boyut ekleyerek işçileri durmaksızın çalışan ama aynı zamanda
“gülümseyen robotlar” hâline soktukları öne sürülür (Boje ve Winsor, 2006, s. 332).
Söylemin Politika Süreçlerine Yansıması
Belirttiğimiz üzere enformasyon toplumu söylemini iki dönemde inceleyebiliriz ki, literatürde
bu yönde başka eğilimler de vardır. Geray (2003, ss. 123-124) enformasyon toplumu
literatürünü, 1970’lerdeki kuram metinleri ve 1990’lardaki politika belgeleri şeklinde ikiye
ayırır. Enformasyon toplumu politikaları da ikiye ayrılarak, ilk dönemin kuramcıların
1970’lerdeki yükselişini izlediği, ikincininse 1990’lara tekabül ettiği belirtilir (Ducatel vd.,
2000, ss. 2-6). Burada söylemin 1990’lardaki vurgularını ve politika süreçlerine yansımasını
AB belgelerine bakarak sorgulayacağız.12
Söylemin siyasete etkisi 1990’larda tavan yapar. Akademi, medya ve sanayideki
“itibarlı” kişiler yeni bir devrimden konuşurken, siyasetçiler kayıtsız kalamamış ve pek çok
ülkede enformasyon toplumu politikaları hazırlanmıştır (Goodwin ve Spittle, 2002, s. 226;
Henten vd., 1996, s. 177). Büyük anlatıların “buharlaştığı” bu dönemde enformasyon toplumu
en yeni ve en etkin büyük anlatı olmuştur (Servaes, 2003, ss. 18, 27). Egemenler farklı
platformlarda enformasyon toplumunun amaç bellenmesini sağlamaya ve karşıt
anlamlandırmaları bastırmaya çalışmışlardır.13
Enformasyon toplumu 1990’larda AB için iktisadi ve siyasi bütünleşme perspektifinin
göbeğine oturur, Ortak Pazar’dan sonraki en önemli ortak hedefe dönüşür (Michalis, 2007, s.
153) çünkü AB’nin kronik dertlerinin devası görülür. 1990’larda AB’de işsizlik ve büyümeye
dair sorunlar ağırlaşırken, ticari rakipler ABD ile Japonya’nın gerisinde kalma tehlikesi peyda
olmuştur (European Commission [EC], 1993, ss. 1d, 2-4, 40; EC, 1995, s. 1; EC, 1996a, ss.
2, 12-15). Bunun karşısında, kuram metinlerini hatırlatır biçimde, dünya ekonomisinin
bağımlı olduğu ana kaynağın enformasyon olduğu (EC, 1997a, s. 12), ekonomik başarının
enformasyon işlemek ve iletmekten geçtiği (EC, 1993, ss. 3, 60-61, 104, 107) belirtilir.
Enformasyon toplumunu gündeme getiren EİT’ler “ekonomik büyümeyi teşvik etmekte,
rekabet gücünü artırmakta, yeni fırsatlar yaratmakta ve istihdam potansiyeli sunmaktadır”
(EC, 1993, ss. 104-105; EC, 1994, s. 1; EC, 1996a, ss. 12-13).
12
Enformasyon toplumu hedefiyle 1970 ve 1980’lerde gerçekleştirilen siyasi girişimlerden öne çıkanları
şöyledir; 1972’de Japonya Bilgisayar Kullanımını Geliştirme Enstitüsü’nün hükümete sunduğu Enformasyon
Toplumu Planı – 2000 Yılına Doğru Ulusal Bir Amaç isimli rapor ve ardından gelen Fifth Generation
Computing Initiative, Wired Cities ve HDTV programları; 1978’de Fransa’da hazırlanan Toplumun
Enformatizasyonu raporu (diğer adıyla Nora-Minc Raporu) ve bunu izleyen Minitel’i yaygınlaştırma girişimleri;
Almanya’daki genişbant erişim planları; Danimarka’daki televizyonu ve telekomünikasyonu bütünleştirilmiş
ağda sunmaya dair eylem planı; Britanya’da 1982’nin “enformasyon teknolojileri yılı” ilanı; Britanya ve
ABD’deki telekomünikasyonu özelleştirmeye yönelik girişimler (Başaran, 2004, ss. 9-10). AB’de öne çıkansa,
1979’da Komisyon’un Yeni Enformasyon Teknolojisinin Meydan Okuması Karşısında Avrupa Toplumu:
Komisyon’un Yanıtı belgesini yayınlanması ve 1983’te Enformasyon Teknolojisi ve Telekomünikasyon Görev
Gücü’nün kurulmasıdır ki, bu oluşum 1986’da 13’üncü Genel Müdürlüğe [Directorate General] dönüşür
(Garnham, 1997, s. 325). AB’de telekomünikasyon sektörünün serbestleştirilmesi girişimleri 1980’lerin
ortasında başlarken, söylemsel düzeyde “Avrupa’nın sinir ağları” metaforu sıkça kullanılır (Kaitatzi-Whitlock,
2000, s. 51; Preston, 2003, s. 39). 1980’lerdeki ar-ge programlarında “ağ toplumundan” ve “genişbant
bağlantılardan” bahsedilir (Servaes, 2003, s. 11).
13
Geray ve Başaran-Özdemir (2011, s. 615), 1990’ların başından beri küresel siyasette “bilgi tabanlı ekonomi”
söyleminin başrolde olduğu belirtirler. Enformasyon toplumu söyleminin “bilgi tabanlı ekonomi söyleminin”
şemsiyesi altındaki pek çok söylemden biri olduğunu belirten Geray ve Başaran-Özdemir, AB, Dünya Bankası,
IMF gibi kapitalizmin önde gelen aktörlerinin kendi söylemlerini nasıl uluslararası dolaşıma soktuklarını ve
kabul ettirdiklerini sorgularlar. Bilgi tabanlı ekonomi söyleminin söylemsel ve maddi düzeylerde bağımlılık
ilişkilerini yeniden ürettiğini ortaya koydukları gibi Türkiye’de karşı-hegemonik söylemlerin nasıl
marjinalleştirildiğini gösterirler.
Teknolojinin
getirilerinin
gerçekleşmesi,
hızla
gerekli
düzenlemelerin
gerçekleştirilmesine, yani piyasanın önünün açılmasına bağlıdır. Enformasyon toplumunu
kurma görevini özel sektöre veren AB, kamunun rolünü şirketlerin işini kolaylaştırmakla
sınırlandırır (EC, 1993, s. 109; EC, 1994, ss. 1, 2, 8; EC, 1997a, s. 9; ÜDUG [Bangemann
Raporu] , 1994, ss. 35, 40). Eski düzenlemelerin hükümsüz kaldığı, rekabeti sağlayacak “açık
ve şeffaf” yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğu belirtilir (EC, 1993, ss. 23, 49, 52, 71, 104-105;
EC, 1996b, ss. 2-5; ÜDUG, 1994, s. 12). En başta yapılması gerekense – enformasyon
toplumunun altyapısını oluşturan – telekomünikasyonun serbestleştirilmesidir ki, bunun
“enformasyon toplumuna yönelişin göbeğinde” yer aldığı (EC, 1996a, s. 22), “enformasyon
toplumundaki piyasa güçlerinin böylece serbest kalabileceği” (EC, 1993, s. 109) belirtilir.
Serbestleşmeyle gelecek rekabet sayesinde fiyatlar düşecek, hizmet kalitesi artacak, yeni
hizmet ve uygulamalar ortaya çıkacaktır (EC, 1996b, ss. 3, 8; EC, 1996d, s. 2; ÜDUG, 1994,
s. 14).
“Gerekenler” hızla yapılmadığında AB’yi “ekonomik yıkım” beklemektedir.
Enformasyon toplumuna ilk girenler ödülleri kaparken, geride kalanlar 10 yıl içinde yatırım
ve istihdamda büyük sorunlarla karşılaşacaktır (ÜDUG, 1994, ss. 6, 8). Bu nedenle, ABD ve
Japonya, enformasyon altyapılarına ve hizmetlerine yatırım yaparak geçişi hızlandırmaya
çalışmaktadır (EC; 1993, ss. 21, 29, 107-108; ÜDUG, 1994, ss. 10, 24).14
Tüm bunlara bakarak, AB’nin 1990’larda enformasyon toplumuna ilişkin çizdiği
çerçeveyi şu şekilde özetleyebiliriz;

Enformasyon toplumuna teknolojinin getirilerine uygun düzenlemelerle yanıt
verildiğinde geçilecektir.

Düzenlemeler özel sektörün önünü açmaya yönelik olduğundan enformasyon
toplumu piyasa üstünde yükselecektir.

Piyasa yanlısı düzenlemeler hemen yapılmazsa ekonomik
gerçekleşeceğinden başka türlü bir enformasyon toplumu mümkün değildir.
14
yıkım
1993’te ABD Başkan Yardımcısı Al Gore tarafından açıklanan Ulusal Enformasyon Altyapısı: Eylem
Gündemi başlıklı raporda enformasyon toplumu politikalarına çok daha geniş devlet desteği vaat edilir (Başaran,
2004, s. 10). Sınırlı enerji kaynaklarına sahip olmasının yarattığı zorlukları enformasyon hizmetlerine
yoğunlaşarak aşmaktan yana olan Japonya, stratejisini tamamlamak için mikroçipler, bilgisayarlar ve robotlar
geliştirmeye yönelir, tüketici elektroniğinde öne çıkar (Garnham, 1997, s. 324).
Enformasyon toplumunun bu şekilde tanımlanması, anlamın kapanmasına yol
açmaktadır. Bunu perçinlemek için enformasyon toplumuna geçiş sıkça Sanayi Devrimi’yle
kıyaslanır (EC, 1993, ss. 20, 52, 104; EC, 1994, s. 1; EC, 1995, s. 6; EC, 1996a, s. 1; EC,
1996d, s. 3; ÜDUG, 1994, s. 5). Sanayi Devrimi’ni kaçıranların akıbeti ortadayken,
enformasyon toplumunun başka türlü bir tanımı için müzakere talep etmek zorlaşır. Bu açıdan
AB belgelerinde de uyum gösterilmesi gereken kaçınılmaz bir süreç vardır.
AB belgelerinde toplumsal uyumun güçleneceği, insanların toplumsal ve ekonomik
hayata katılımının artacağı (EC, 1996a, ss. 2, 23), kültürel çeşitliliğin güçleneceği ve herkesin
sesini duyurabileceği (EC, 1993, s. 108; EC, 1996b, ss. 10-11; ÜDUG, 1994, s. 6), siyasete
katılımın artacağı (EC, 1996a, s. 24), devletin daha etkin ve şeffaf hâle geleceği (EC, 1996b,
s. 10; EC, 1997a, s. 4) de vurgulanır. Ancak bunlar kendi başlarına birer amaç olmaktan çok,
piyasanın işleyişiyle yakalanacak refahın ve teknolojik gelişmenin sonuçlarıdır.
Enformasyon Toplumundaki İnsana Dair Tasavvurlar
Enformasyon toplumu kuramları ve politika belgelerinde yeniden yapılandırılan kapitalizmin
piyasayı iyice toplumsal hayatın merkezine yerleştirmesi meşrulaştırılmaktadır. Ancak kuram
metinlerine ve politika belgelerine daha farklı bir gözle baktığımızda aynı zamanda farklılaşan
toplumsal faaliyetleri yerine getirmeleri için insanların daha farklı niteliklerle tasavvur
edildikleri de görebiliriz. Öncelikle kuram metinlerindeki insan tasavvurlarına bakacak
olursak, kabaca şu başlıkların öne çıktığını söyleyebiliriz;

Tarihinin en eğitimli insanları enformasyon toplumundakilerdir. EİT’lerle hızla
enformasyon işlemek eğitimli olmayı gerektirmektedir. Üniversite eğitimi alanların sayısı
artarken (Bell, 1973, ss. 216-217, 234-239), iş yerinde çalışırken enformasyon işlemek de
insanları eğitmektedir (McLuhan, 1964, s. 58). Toplumsal statünün tepesine tırmanmak da
artık mülkiyetten değil, eğitimden geçmektedir ki, bunu üniversitelerde kuramsal bilgiyle
donanan ve karar alıcı konumuna gelen uzmanlar örneğinde görürüz.

Koşulların değişkenliği nedeniyle yıllarca aynı işte çalışarak emekli olmak
imkânsız olmuştur. İşin sürekli farklılaşması söz konusudur (Toffler, 1981b, ss. 99-102).
Dönemsel sözleşmeler ve proje bazlı işler bunun yansımasıdır. Bu, monotonluktan
kurtulma ve özgürleşme olarak görülür (Toffler, 1981b, s. 131).

Dönemsel çalışacak insanların yeniden işgücünü katılabilmeleri sürekli
kendilerini geliştirmelerini bağlıdır. Hayat boyu eğitim kaçınılmazdır (Toffler, 1981b, ss.
340-346). EİT’ler uzaktan eğitim fırsatları sunmaktadır.

İnsanlar işleri üzerinde denetim kurmuştur. Taylorizm ve Fordizm’i tarihe
gömecek şekilde, değişimin hızı karşısında hızla yanıt verebilmek için eğitimli insanlar
inisiyatif almaktadırlar (Toffler, 1981a, s. 439; Toffler, 1981b, s. 336). İnsanlar kendilerini
tatmin ettikleri işlerde, kendilerini gerçekleştirmek için çalışınca (McLuhan, 1964, s. 347),
iş zamanı-boş zaman ayrımı ortadan kalkmıştır (Toffler, 1981a, ss. 308-311, 343-344).

İnsanlar evden çalışabileceklerinden (Toffler, 1981b, s. 335; McLuhan ve
Power, 2001, s. 147), yaşadıkları yere aidiyetleri ve cemaat ilişkileri güçlenecektir. Ancak
hızlı değişim nedeniyle çekirdek ailenin tehdit altında olduğu, boşanmaların artacağı da
vurgulanır (Toffler, 1981a, ss. 282-283, 301; McLuhan ve Powers, 2001, s. 147).

Herkesin sesini duyurabilmesiyle “alt-kültür patlaması” yaşanacaktır (Toffler,
1981b, ss. 238, 252, 256). Herkesi denetleyen ve kısıtlayan Büyük Birader’den korkmaya
gerek yoktur. Herkes kendine göre ürün ve hizmetlere ulaşabilecektir (McLuhan ve
Powers, 2001, ss. 141-142).

Bolluğun artması ve mülkiyetin önemi kaybetmesiyle insanlar birbirleriyle
kıyasıya rekabet eden bireyler olmaktan çıkmıştır (Bell, 1973, ss. 303-309, 362, 425, 433,
444, 481-482).

Değişimin hızlı seyretmesi yüzünden insanların uyum sağlama yetilerini
geliştirmeleri ve esnek olmaları gerekmektedir.15
Kuramdaki yaklaşım belli ölçüde politika belgelerinde de korunur. Ancak yeniden
yapılandırmanın önündeki muhalefetin kalkması ve konsolidasyon sürecine girilmesi
nedeniyle piyasanın artık insan hayatında daha da belirleyici olduğu çok daha net ifade edilir.
Hemen enformasyon toplumuna geçmek isteyen AB, insanların enformasyon tabanlı
yeni ürün ve hizmetleri kullanması ister ama beklediğini bulamaz. AB, değişim yüzünden
insanların kendilerini “tehdit altında” hissettiğini saptadıktan sonra (EC, 1995, ss. 8, 50) bunu
gidermek için 1990’ların ikinci yarısında “umutlarına ve endişelerine daha iyi yanıt vererek,
insanı enformasyon toplumu politikasının merkezine koymayı” öncelik olarak kabul eder
(EC; 1996b, s. 1; EC, 1996d, ss. 4-5). “Önce İnsan” anlayışı belgelerin başlığına çıkar (EC,
1996a; EC, 1997b) ve “enformasyon toplumu insanlar için olmalı, enformasyonun gücünü
serbest bırakmak amacıyla insanlar için ve insanlar tarafından kullanılmalı” denir (EC, 1996a,
ss. 2, 23). Artık “toplumsal kabul görmesi” enformasyon toplumuna geçiş açısından kilit
önemde görülmektedir (EC, 1996d, s. 3; Törenli, 2004, s. 198) ve insanların istihdam, eğitim
ve uyumu sorgulanmaktadır. Törenli (2004, ss. 198, 200) 2000 yılından sonraki belgelerde
“insan mühendisliğine yönelişten” bahseder. Ancak Preston (2003), AB’deki değişimin
retorik düzeyde kaldığını, altyapı yatırımları ve piyasa yanlısı düzenlemelere öncelik
tanınmasının sürdüğünü, mali kaynakların bu alanlara ayrıldığını belirtir.
Enformasyon toplumuna geçişte AB’nin insandan yana dertleri bundan ibaret değildir;
ihtiyaç duyduğu insanlar ortada yoktur. Bunu “iki vitesli emek pazarı” yakınmasında, demode
olan eski vasıflara kolayca ulaşılırken, talep edilen yeni vasıfları taşıyanların
bulunamamasında görürüz (EC, 1993, ss. 138, 140, 146; EC, 1996a, ss. 1, 16). EİT’leri herkes
satın alıp kullanabileceğinden, uzun vadede bir ülkenin başarısı, halkının bilgisi ve EİT’leri
kullanmadaki yetkinliğiyle belirlenecektir (EC, 1996a, s. 23) ve bu yüzden insan kaynaklarına
yatırım yapılmalıdır (EC, 1993, ss. 137, 155; EC, 1996a, ss. 2, 10; EC, 1997b, ss. 14-15).
İnsanların öncelikle yeni teknolojileri bilmesi, bilgisayar okuryazarı olması gerekmektedir
(EC, 1995, s. 13; EC, 1996a, s. 16; EC, 1996c, s. 18; EC, 1997a, s. 11). Zira yeni işler
EİT’lerle ilişkili olacaktır (EC, 1993, ss. 21, 121; EC, 1996a, ss. 13-14; EC, 1996d, ss. 2, 10;
EC, 1997b, s. 13).16 Bunun yanında esnek, hareketli, dile dair yetenekleri olan, Avrupa’nın
avantajlarını kullanabilecek (EC, 1993, s. 164), yaratıcılığa, yeni fikirlere, hızlı iletişim kurma
15
Toffler (1981b, s. 38) “Yaşamını sürdürebilmek ve gelecek korkusuna yakalanmamak için birey, eskisine göre
daha kolay uyum yapabilmeli, daha yetenekli olmalıdır. Hız dürtüsü nedeniyle şimdi sallanan eskimiş temellerin
– din, ulus, topluluk, aile veya meslek – yerine üstüne basabileceği, tümüyle yeni kavramlar bulmalıdır”
demektedir. Uyum sağlayamayanların akıbetini McLuhan ve Powers’dan (2001, s. 186) öğreniriz; “Hızla
yaklaşan bu gelecekte, rolünü […] iyi oynamayan kişinin durumu ne olacaktır? Bugün olduğu gibi o zaman da o
varolmayan bir kişi olacaktır”. Toffler (1981b, s. 63) ayrıca “Geleceğin insanları geçmişin insanlarından daha
hızlı yaşayacaklarsa, esnek olmak zorundalar. Engel koşucularına benzerler: Eğer engelleri aşmak istiyorlarsa,
öteberiyle yüklü olmamaları gerekir. Teknolojinin yararlarını elde ederken, öteberiyle yüklenme sorumluluğunu
da taşımamalıdırlar. Hızlı değişimin belirsizlikleri arasında yaşamlarını sürdürebilmeleri için, hafif yolculuk
etmesini öğrenmek zorundadırlar” demektedir.
16
AB, EİT’lerle bağlantılı yeni hizmetlerin istihdam yaratacağını sıkça ifade eder (EC, 1993, ss. 21, 121; EC,
1996a, ss. 13-14; EC, 1996d, ss. 2, 10; EC, 1997b, s. 13). İleri teknoloji kullanan ülkelerde ve şirketlerde
istihdamın azalmadığı, aksine kullanmayanlara kıyasla olumlu olduğu belirtilir (EC, 1993, s. 105; EC, 1996a, s.
13). Teknoloji nedeniyle kaybedilecek işler vasıfsız ve istenmeyen türdendir (EC, 1996a, s. 13).
ve ekip çalışmasında bulunma yetisine sahip insanlar arzulanmaktadır (EC, 1995, ss. 13, 37;
EC, 1996b, s. 5).
Yeni dönemin başarılı iş örgütlenmesi olarak “esnek şirkete” işaret edilir (EC, 1996a,
s. 7) ki, burada hiyerarşi son bulmuş, pek çok farklı birimi bünyesinde barındıran ağ yapısı ve
ademimerkeziyet öne çıkmıştır (EC, 1993, s. 8; EC, 1995, s. 6). Bu yapıda statik işlev tabanlı
vasıflar işe yaramadığından, esneklik ve değişimi öngörme yetisi önem kazanmıştır (EC,
1996a, s. 6). Başka bir deyişle, koşulları kestirdikten sonra buna göre kendini ayarlayan ve
gerekli vasıfları geliştiren bir insana vurgu yapılmaktadır. İşin farklılaşmasının Taylorizm ve
Fordizm’i bitirdiği, insanların işleri üzerinde denetim sahibi olduğu (EC, 1993, ss. 68, 178;
EC, 1995, s. 37), işin entelektüel nitelik kazanmasıyla (EC, 1995, s. 6) verimlilik ve iş
tatmininin arttığı (EC, 1996a, s. 1) belirtilir. AB, kuramdaki iyimserliği paylaşmaktadır.
Ancak dönüşümün tamamen olumlu yönde olmadığı da belirtilir. Yeni teknolojilerin
üretim sürecinde insanın önemini artırmasına karşın işçileri iş örgütlenmesindeki
değişikliklerden daha fazla zarar görebilir hâle getirdiği çünkü “işçilerin karmaşık bir ağın
içindeki yalnız bireyler” olduğu belirtilir (EC, 1995, s. 6). Ayrıca enformasyon toplumunda
“insanlar giderek artan çeşitlilikte fiziksel nesne, toplumsal durum, coğrafi ve kültürel
bağlamla karşı karşıya kalacakları” gibi “farklı yorumlamalara ve kısmi çözümlemelere açık
bölük pörçük ve eksik enformasyon yığınıyla uğraşmak zorunda kalacaklardır” (EC, 1995, s.
9). Dolayısıyla tüm bileşenlerin farkında olmak ve doğruyu bulmak kolay değildir. Yine de
insanlardan değişimi izlemeleri, anlamaları ve yönetmeleri istenir (EC, 1995, s. 9).
Diğer yandan hızlı değişen koşullara göre esnekliğin, iş güvencesinin tırpanlanması
olduğu AB belgelerinde açıkça ortaya konur. “İnsanların yaşamları boyunca dört ya da beş
kez iş alanlarını değiştirmek zorunda kalacakları” belirtilir (EC, 1993, s. 140), işlerin garanti
olmadığı vurgulanır (EC, 1996c, s. 5). Bu açıdan bakınca Refah Devleti döneminden kalma iş
güvencesi ve sosyal güvenlik anlayışı kadük kalır. Zaten AB de işsizlik sorununun kökeninde
eskiden kalma düzenlemeleri ve insanların buna dayanarak yanlış davranışlar geliştirmelerini
görür. “Yeni bir başlangıç için yeni vasıflar sunmak yerine işsizlerin çoğuna genellikle gelir
yardımı sağlandığından, işsizlik uzun dönemli işsizliğe ve toplumsal dışlanmaya
dönüşmüştür” (EC, 1996a, s. 15). Yani, tembellik için para ödenen insanlar tembelliğe
alışmaktadır. Oysa AB, “uzun süreli işsizlik ve vasıf kaybından muzdarip 9 milyon kişi ve
uzun dönemli işsizliğe ilerleyen daha milyonlarcası yerine okuryazarlık, hesaplama ve
bilgisayar okuryazarlığı geliştirmeye çalışan 9 milyon kişiye sahip olmak” istemektedir (EC,
1996a, ss. 18-19). Yeni ihtiyaçlara ve değişime uygun yeni istihdam politikaları, işsizlikten
“kısmen sorumlu olan davranışsal ve yapısal katılıkları ortadan kaldıracaktır” (EC, 1993, s.
18). Bu yüzden “Avrupa için hiçbir şey teslimiyet, taahhütten kaçınma ve pasifliği besleyen
yapılar ve görenekleri korumaktan daha tehlikeli olamaz” denir (EC, 1993, s. 1).
Enformasyon toplumu için gerekli vasıfları geliştirmek tüm işsizler için “bir hak ve
zorunluluk” olarak görülür (EC, 1996a, s. 19). Kamunun cebini boşaltan ama işsizliğe çare
olamayan doğrudan yardımların kesilmesi, bunun yerine vasıf edindirme çabalarının
desteklenmesi istenir (EC, 1993, ss. 13, 15, 137, 141, 147; EC, 1997a, s. 12). Dahası AB,
sosyal güvenliği toplumsal adaletsizliğin kaynağında görür; çalışanları korurken, iş arayanlara
ve emek pazarına yeni girenlere köstek olduğu, işsizlerin aleyhine çifte standart yarattığı
belirtilir (EC, 1993, ss. 146, 153). Başka bir deyişle AB, toplumsal eşitliği sosyal
güvencelerin tırpanlanmasında bulur. Keza, kısmi zamanlı çalışmayı ve süreli sözleşmeleri
zorlaştıran toplu sözleşme kuralları ve sisteminin dönüştürülmesi talep edilir (EC, 1993, s.
146; EC, 1996a, s. 11; EC, 1997b, s. 10). Yeni iş örgütlenmesinde işveren olgusunun
karmaşıklaştığı, işin mekânının ve zamanının farklılaştığı, ücretlendirme biçimlerinin
değiştiği, eskiden net olan tanımların muğlaklaştığı belirtilerek, iş yasalarının demode ve
hükümsüz kaldıkları vurgulanır (EC, 1996a, ss. 8-9).
AB belgelerindeki piyasa odaklı anlayışın iyice belirginleştiği ifadelerden biri iş
güvencesinin kaynağının da piyasada görülmesidir; “Çalışanlar için güvence kavramının tekil
iş yerindeki güvencenin ötesinde, istihdam edilebilme ve emek piyasasına dayanan bir
güvenceye daha fazla odaklanarak geliştirilmesi ve genişletilmesi gerekiyor. Değişim
dâhilinde bir güvenceye odaklanmalı, değişime karşı güvenceye değil” denir. (EC, 1996a, s.
10). Ancak AB, iş güvencesini emek piyasasında istihdam edilebilir konumda olmak diye
tanımlarken, insanı olduğu kadar piyasayı da idealize etmekte, piyasanın tökezlemelerini
görmemektedir. İnsanlar kendilerini geliştirseler bile makroekonomik dengeler uygun
olmadığında yeni bir iş olmayacağından işsizlik sorununun süreceği eleştirisine tatmin edici
bir yanıt verememektedir (EC, 1996a, s. 19).
Bunun yerine insanların esnek emek piyasası için sürekli kendilerini geliştirmelerine
zemin oluşturacak hayat boyu eğitim vurgulanır (EC, 1993, s. 12), 1996 yılı AB çapında
“Hayat Boyu Eğitim Yılı” ilan edilir. Keza şirketlerden çalışanların eğitimine önem vermeleri
istenir (EC, 1993, s. 142; EC, 1995, ss. 25-26, 49). Ancak AB’nin kendisi bile sözleşmelerin
kısa dönemli yapıldığı ortamda şirketlerden bir süre sonra gidecek çalışanların eğitimine
harcamada bulunmalarını istemenin sorunlu olduğunu kabul ederek, yatırımı şirketin
çekirdeğindeki çalışanlarla sınırlandırır (EC, 1996a, s. 18). Yani “insana yatırım” esasında
sadece seçkinlere yatırımdan ibarettir. ‘Sıradan’ insanlarsa kendi başlarınadır.
Bununla birlikte AB toplumsal eşitsizliklerin giderilmesinde önemli yol alındığı
düşüncesindedir. EİT’lerin sunduğu uzaktan eğitim olanağıyla kendini geliştirmek
isteyenlerin önü açılmıştır. Kırsal bölgelerde yaşayanlar, engelliler ve ev kadınları için
uzaktan eğitim imkânları vurgulanır (EC, 1993, s. 88; ÜDUG, 1994, s. 26). Keza, EİT’ler
uzaktan iş yapmaya da olanak tanımaktadır ki, AB bunun geliştirilmesini hedefler (EC, 1993,
ss. 23, 25, 88, 111; EC, 1997a, s. 11; EC, 1997b, ss. 9-10; ÜDUG, 1994, s. 25). Yani, AB’nin
amaçladığı enformasyon toplumunda herkesin kendini eğitme imkânı olduğu gibi, her yerde
de iş vardır. Fakat bu tasavvurun keskinleştirilmesi için herkesin EİT’lerle erişim imkânına
sahip olması gerekmektedir ki, bu yüzden enformasyon toplumunun önündeki “en büyük risk
çift katmanlılık” olarak tanımlanır (ÜDUG, 1994, s. 7).
Sonuç
1990’lı yıllara ait AB enformasyon toplumu politika belgelerinde insanlar – hiç de şaşırtıcı
olmayan bir şekilde – EİT’lere hâkim olan, bunları etkin biçimde kullanarak enformasyon
işleyen ve zenginlik üreten bireyler olarak tasavvur edilirler. İnsanlar artık kol emeği yerine
zihinsel emek harcanan, daha tatminkâr işlerde çalışmaktadır. AB’ye göre Taylorizm ve
Fordizm’in sonu gelmiştir. Ancak insanı bu şekilde tasavvur eden AB’nin taylorizasyonun
artık beyaz yakalılara da sirayet ettiği, üretim hattındaysa daha da baskın hâle geldiği
yönündeki eleştirileri dikkate aldığını pek göremeyiz.
İnsanların EİT’lere hâkimiyeti de yeniden yapılandırılan kapitalizmin işleyişi
açısından üzerinde durulması gereken bir noktadır. Zira AB’nin hemen enformasyon
toplumuna geçebilmesi için insanların enformasyon tabanlı yeni ürün ve hizmetleri sıkça
kullanması gerekmektedir. Enformasyon toplumu ancak bu taleple kök salabilecektir. Ancak
bu noktada Pleios (2012, s. 246) önemli bir değerlendirmede bulunur; günümüzde üretimde
ve tüketimde kullanılan teknolojiler giderek benzeşmektedir ve iş yerinde teknolojiye dair
gereken pek çok vasıf iş dışında toplumsallaşarak öğrenilmektedir. Yani insanlar satın
alacakları ürün ve hizmetlerle sadece şirketlerin serpilmesini sağlamayacaklar aynı zamanda
vasıf edineceklerdir.
İnsana dair özellikle vurgulanan bir başka unsursa çalışma koşulların kökten
değişmesidir. Değişimin hızlanması koşut olarak aynı iş yerinde bir ömür boyu aynı işi
yaptıktan sonra emekli olmanın artık mümkün olmadığı, insanların yaptıkları işlerin ve
çalıştıkları şirketlerin sürekli değiştiği belirtilir. Kısa dönemli sözleşmeler ve proje çalışmaları
bunun yansıması olarak görülür. Ancak işin bu şekilde değerlendirilmesi insanın – sözleşmesi
ya da projesi bitince – düzenli olarak işsiz kalmasını getirir ki, AB de bunu açıkça kabul eder.
Bununla birlikte istihdam edilebilme umuduyla yeniden emek piyasasına dönenlerin, tekrar
işe girebilmelerinin talep edilen yeni vasıfları edinebilmelerine bağlı olduğunu da belirtir. Bu
yüzden enformasyon toplumundaki insanların sürekli kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir.
Hayat boyu eğitimin onca vurgulanmasını bu tasavvurlarla ilişkilendirebileceğimiz gibi
günümüzde sayıları artan sertifika programlarını, kursları, dershaneleri, sınavları buna
bağlayabiliriz. Nasıl ki, Taylorizm ve Fordizm insanın ruhunu ezmiş ve makinenin
değiştirilebilir birer dişlisi hâline getirmişse, enformasyon toplumu da insanı kişisel gelişim
makinesine dönüştürmektedir.
Böylesi bir tasavvur, insanı muktedir ve piyasayı da sorunlardan muaf almaktadır.
Öncelikle AB kendini geliştiren herkesin emek piyasasında istihdam edilebilme imkânı
yakalayacağını düşünmektedir. Bu nedenle makro ekonomik dengeler istihdam yaratmaya
uygun değilse, kendilerini geliştirseler bile insanların işsiz kalmaya devam edeceği
eleştirilerine yanıt vermekten kaçınmaktadır. Bu noktada AB’nin EİT’ler sayesinde yeni
istihdam alanları açılacağını umduğunu ve uzaktan çalışmanın gelişmesini beklediğine dikkat
etmek gerekir. Keza teknoloji aynı zamanda herkesin kendini geliştirme imkânına sahip
olmasının da anahtarı olarak görülür çünkü uzaktan eğitim istenilen yer ve zamanda vasıf
edinmeyi mümkün kılmaktadır.
Tüm bunlar kapitalizmin ekmeğine yağ sürecek şekilde enformasyon toplumunda
toplumsal sorunların kişiselleştirildiğini ve eşitsizliğin gizlendiğini göstermektedir. Buna göre
etrafta onca iş olmasına ve herkes için kendini geliştirme imkânı bulunması rağmen hâlâ işsiz
insanlar varsa, bunlar iş edinememelerinin sebebini kendilerinde aramalıdırlar. İşsizliği
kişiselleştirilmesini, Refah Devleti döneminde kalma sosyal güvenlik rejiminin mahkûm
edilmesinde, insanlara verilen işsizlik yardımlarının insanların tembelleşmesinin ve işsizliği
tercih etmelerinin nedeni olarak gösterilmesinde de görürüz. AB’ye göre yapılması gereken
işsizlerin cebine para koymak yerine onların talep edilen vasıfları edinmesini sağlamaktır.
Böylece insanların emek piyasasında istihdam edilebilme umuduyla birbiriyle rekabet
eden bireyler olarak tasavvur edildiklerini söyleyebiliriz. Yeni iş güvencesi AB’ye göre
istihdam edilebilir konumda olmak, talep edilen vasıflara sahip olmaktır. Kapitalizm,
piyasadaki herkesin eşit koşullarda olup olmadığını bakmaksızın, eşitliği insanların piyasaya
eşit erişime sahip olmalarıyla tanımlar. Bu noktada enformasyon toplumunda EİT’ler herkese
iş ve eğitim imkânı sunuyorsa, ekonomik ve toplumsal faaliyetler giderek bunlar aracılığıyla
gerçekleşiyorsa, o zaman eşitlik adına EİT’lere herkesin erişimini sağlamak gerekir ki, AB de
zaten bunu başlıca amaçlarından biri olarak kabul eder. Ancak yine EİT’lere erişim imkânına
sahip olan herkesin eşit koşullarda olup olmadığına bakılmamaktadır. Keza, kapitalizmin
üstünde yükseldiği liberal öğreti açısından insanların eşit koşullarda rekabet ettiği yerlerden
birisi piyasaysa, diğeri de seçim sandığıdır ki, EİT’ler sayesinde artık insanların tercihlerini
çok kolay ve sık duyurması mümkün olmuştur.
Dolayısıyla AB belgelerine göre esnek çalışma nedeniyle iş güvencesinin
yitirilmesinden korkmaya gerek yoktur. Piyasada talep edilen vasıfları edinmek için kendini
geliştirenler ve bu noktada diğer insanlardan daha iyi olanlar için her zaman iş güvencesi
olacaktır. İnsana dair böylesi bir tasavvur, gerçek dünyadaki olumsuzlukları görmezden
geldiği gibi kapitalizmin dünya görüşünden kaynaklanmakta ve onu güçlendirmektedir.
Kaynakça
Adomi, E. E. (der.) (2011). Handbook of Research on Information Communication
Technology Policy: Trends, Issues and Advancements, Volume 2. Hershey & New York:
Information Science Reference.
Ansal, H. (2013). Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (Post-Fordizm’de Üretim
Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?). http://www.birlesikmetal.org/kitap/kitap_99/1999-3.pdf
adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 4 Nisan 2013).
Atayurt, U. (2003). Ferda Keskin ile Michel Foucault’nun Eseri Üzerine. Virgül, 67, 8-11.
Başaran, F. (2004). Enformasyon Toplumu Politikaları ve Gelişmekte Olan Ülkeler. İletişim
Araştırmaları, 2(2), 7-31.
Bell, D. (1973). The Coming of Post Industrial Society. New York: Basic Books.
Bell, D. (1999). The Coming of Post Industrial Society, Modernity, Critical Concepts, Volume
4. Waters, M. (der.) içinde London & New York: Routledge. 213-224.
Beynon, H ve Nichols, T. (der.) (2006a). The Fordism of Ford and Modern Management:
Fordism and Post-Fordism, Volume 1. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar
Publishing.
Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) (2006b). Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism
and Post-Fordism, Volume 1. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing.
Boje, D. M. ve Winsor, R. D. (2006). The Resurrection of Taylorism: Total Quality
Management’s Hidden Agenda”, The Fordism of Ford and Modern Management: Fordism
and Post-Fordism, Volume 1. Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) içinde Cheltenham &
Northampton: Edward Elgar Publishing. 329-342.
Cevizci, A. (1999). Felsefe Sözlüğü. Paradigma, İstanbul.
Ducatel, K, Webster, J. ve Herrmann, W. (der.) (2000). The Information Society in Europe.
Lanham: Rowman & Littlefield Publishers.
Ducatel, K., Webster, J. ve Herrmann, W. (2000). Information Infrastructures or Societies?
The Information Society in Europe. Ducatel, K, Webster, J. ve Herrmann, W. (der.) içinde
Lanham: Rowman & Littlefield Publishers. 1-17.
Ekrem,
E.
ve
Sarısaltık,
S.
(2006).
Turkcell
Kuralsız
http://www.gercegecagrimerkezi.org/2006/09/turkcell-kuralsyz-calythyyor/
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
Çalışıyor.
adresinden
European Commission. (1993). Growth, Competitivenes, Employment; The Challenges and
Ways Forward into the 21st Century. [COM(93) 700 Final], Brussel.
European Commission. (1994). Europe’s Way to the Information Society; An Action Plan.
[COM
(94)
347
Final].
http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1994:0347:FIN:EN:PDF
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
European Commission. (1995). Teaching and Learning; Towards the Learning Society.
[COM(95)
590
Final].
http://eur-
lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1995:0590:FIN:EN:PDF
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
adresinden
European Commission. (1996a). Living and Working in the Information Society; People First.
[COM(96)
389
Final].
http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0389:FIN:EN:PDF
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
European Commission. (1996b). The Information Society: From Corfu to Dublin; The New
Emerging Priorities & The Implications of the Information Society for European Union
Policies – Preparing the Next Steps. [COM(96) 395 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0395:FIN:EN:PDF
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
European Commission. (1996c). Learning in the Information Society; Action Plan for a
European Education Initiative (1996-98). [COM(96) 471 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0471:FIN:EN:PDF
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
European Commission. (1996d). Europe at the Forefront of the Global Information Society;
Rolling
Action
Plan.
[COM(96)
607
Final].
http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1996:0607:FIN:EN:PDF
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
European Commission. (1997a). Cohesion and the Information Society. [COM(97) 7 Final].
http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1997:0007:FIN:EN:PDF
adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
European Commission. (1997b). The Social and Labour Market Dimension of the Information
Society; People First – The Next Steps. [COM(97) 390 Final]. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=COM:1997:0390:FIN:EN:PDF
adresinden
alınmıştır. (Erişim tarihi 29 Mart 2013)
Fairclough, N. (1995). Critical Discourse Analysis: The critical study of language. London &
New York: Longman.
Fairclough, N. (1996), Language and Powerb New York: Longman.
Garnham, N. (1997). Europe and the Global Information Society: The History of a Troubled
Relationship. Telematics and Informatics, 14(4), 323-327.
Geray, H. (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni Medya
Politikaları. Ankara: Ütopya.
Geray, H. ve Başaran-Özdemir, F. (2011), Reproducing Dependency: How Hegemonic
Discourses Shape ICT Policies in the Periphery. Handbook of Research on Information
Communication Technology Policy: Trends, Issues and Advancements, Volume 2. Adomi, E.
E. (der.) içinde. Hershey & New York: Information Science Reference. 599-615.
Goodwin, I. ve Spittle, S.(2002). The European Union and the information society: Discourse,
power and policy. New Media & Society, 4(2), 225-249.
Hall, S. (1997). The Work of Representation. Representation: Cultural Representations and
Signifying Practices. Hall, S. (der) içinde. London: Sage. 13-65.
Hall, S. (der) (1997). Representation: Cultural Representations and Signifying Practices.
London: Sage.
Harvey, D. (2010). Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri. Çev., Sungur
Savran. İstanbul: Metis.
Henten, A., Skouby, K. E. ve Falch, M. (1996). European Planning for an Information
Society. Telematics and Informatics, 13 (2-3), 177-190.
Hobsbawm, E. (1996). Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı. İstanbul: Sarmal
Yayınevi.
Holloway, J. (2006). The Red Rose of Nissan. Patterns of Work in the Post-Fordist Era:
Fordism and Post-Fordism, Volume 1. Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) içinde Cheltenham &
Northampton: Edward Elgar Publishing. 367-389.
Kaitatzi-Whitlock, S. (2000). A ‘redundant information society’ for the European Union?
Telematics and Informatics, 17(1-2), 39-75.
Keyder, Ç. (1981). Kriz Üzerine Notlar. Toplum ve Bilim, 14, 3-43.
Kıyan, Z. ve Yüksel, H. (2011). GATS ve Küreselleşen Kamu Hizmetleri: Türkiye ve Türk
Telekom Örneği. Amme İdaresi Dergisi, 44(1), 25-49.
Koch, M. (2006). Roads to Post-Fordism: Labour Markets and Social Structures in Europe.
Hampshire & Burlington: Ashgate.
Koray, M. (2005). Avrupa Toplum Modeli. Ankara: İmge.
Kumar, K. (2004). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma, Çağdaş Dünyanın Yeni
Kuramları. Çev., Mehmet Küçük. Ankara: Dost Kitabevi.
Lichtman, R. (2012). Liberal İdeolojinin Marksist Eleştirisi: Eleştirel Toplumsal Kuram
Üzerine Denemeler. Çev., Şükrü Alpagut. İstanbul: Yordam Kitap.
Mansell, R. (der.) (2009). The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1.
London & New York: Routledge.
Masuda, Y. (2009). Computopia, Rebirth of Theological Synergism. The Information Society:
Critical Concepts in Sociology, Volume 1. Mansell, R. (der.) içinde London & New York:
Routledge. 128-138.
McKinlay, A. Ve Starkey, K. (2006). After Henry: Continuity and Change in Ford Motor
Company. Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1.
Beynon, H. ve Nichols, T. (der.) içinde Cheltenham & Northampton: Edward Elgar
Publishing. 345-366.
McLuhan, M. (1964). Understanding Media. New York: McGraw-Hill.
McLuhan, M. (2009). Effects of the Improvements of Communication Media. , The
Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1. Mansell, R. (der.) içinde
London & New York: Routledge. 27-36.
McLuhan, M. ve Powers, B. R. (2001). Global Köy. Çev., Bahar Öcal Düzgören. İstanbul:
Scala Yayıncılık.
Michalis, M. (2007). From Unification
Communications. Lanham: Lexington Books.
to
Coordination:
Governing
European
Mirrlees, T. (2009). Media Capitalism, the State and 21st Century Media Democracy
Struggles, An Interview with Robert McChesney. Relay, A Socialist Project Review, 26, 3035.
Nalbantoğlu, H. Ü. (2001). Yeni’ Ekonomi Koşullarında ‘İnsan’. Defter, 44, 11-23.
Nalbantoğlu, H. Ü. (2009). Arayışlar: Bilim, Kültür, Üniversite. İstanbul: İletişim.
Pleios, G. (2012). Communication and Symbolic Capitalism: Rethinking Marxist
Communication Theory in the Light of the Information Society. tripleC., 10(2), 230-252.
Preston, P. (2003). European Union ICT Policies: Neglected Social and Cultural Dimensions.
The European Information Society: A Reality Check. Servaes, J. (der.) içinde Bristol &
Portland: Intellect. 33-57.
Servaes, J. (2003). The European Information Society: A Wake-Up Call. The European
Information Society: A Reality Check. Servaes, J. (der.) içinde Bristol & Portland: Intellect.
11-32.
Servaes, J. (der.) (2003). The European Information Society: A Reality Check. Bristol &
Portland: Intellect.
Taymaz, E. (1993). Kriz ve Teknoloji. Toplum ve Bilim, 56-61, 5-41.
Tekelioğlu, O. (1999). Moderniteye Sıkışan
Teknolojileri”ne Bir Bakış. Doğu-Batı, 9, 41-50.
Özgürlük:
Foucault’nun
“Kendilik
Toffler, A. (1981a). Üçüncü Dalga. Çev., Ali Seden. İstanbul: Altın Kitaplar.
Toffler, A. (1981b). Şok. Çev., Selâmi Sargut. İstanbul: Altın Kitaplar.
Törenli, N. (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye. Ankara: Bilim
ve Sanat.
ÜDUG (1994). Europe and the Global Information Society. (Bangemann Raporu).
http://www.epractice.eu/files/media/media_694.pdf adresinden alınmıştır. (Erişim tarihi 29
Mart 2013)
Üşür, İ. (1997). Ma’lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Herşey Katılaşıyor. Türk-İş Yıllığı 97:
1990’ların Bilançosu [Değerlendirme Yazıları]. Ankara: Türk-İş Araştırma Merkezi.
Waters, M. (der.) (1999). Modernity, Critical Concepts, Volume 4. London & New York:
Routledge.
Webster,
F.
(2006).
Theories
of
the
Information
Society.
London:
Routledge.
Türk Sinemasında İşçi Temsili: 1960lı Yıllara Sosyolojik ve İdeolojik Bir
Bakış
İhsan Koluaçık
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Nesrin Kula
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Giriş
1896 yılında Lumiere Kardeşler tarafından Fransa’da icat edilen sinematografın İstanbul’a
girişi, Osmanlı’nın son dönemlerine rastlamaktadır. Türkiye’de sinemayla ilgilenen ilk isim
Enver Paşa olmuştur. Enver Paşa I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’yı ziyaretinde Alman
ordusunun Ordu Film Dairesi kurduğunu görmüş, sinemanın ne kadar önemli bir araç
olduğunun farkına varmış ve Türkiye’de Bir Ordu Film Dairesi kurulmasını sağlamıştır. Ordu
Film Dairesi’nin başına önce Sigmund Weinberg, sonrasındaysa yardımcısı olan Fuat
Uzkınay getirilmiştir. Fuat Uzkınay ile göreve gelmesiyle birlikte birçok kaynakta Türk
Sinemasının ilk filmi olarak gösterilen 1914 yapımı “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin
Yıkılışı” adlı belge filmi çekilmiştir. İlk dönem çekilen filmlerin tamamı belge film
niteliğindedir ve devletin desteğiyle gerçekleştirilmiştir.
1922 yılında Muhsin Ertuğrul ile birlikte Türk Sineması açısından yeni bir dönem
başlamış ve Türk Sineması Türk Tiyatrosu’nun etkisi altına girmiştir. Ertuğrul daha çok kendi
oyunlarının filmlerini çekmiştir. Bu dönemin belirleyici özellikleri, kentsel, tek parti
döneminin kültür ideolojisiyle ve siyasetiyle bütünleşmiştir. 1922 yılından 1939 yılına kadar
geçen 17 yıllık Muhsin Ertuğrul dönemiyle ilgili Alim Şerif Onaran (1999, s. 20) “Türk
Sineması” adlı çalışmasında şu tespitleri yapmıştır:
Tiyatrocular deyimiyle çoğul olarak ifade ettiğimiz halde bu döneme, oyuncular dışında tek bir
tiyatrocu, Muhsin Ertuğrul egemendir. Dünyanın hiçbir ülkesinde, o ülkenin sinemasına 17 yıl
süreyle tek bir sanatçının egemen olması görülmemiştir. Bunun nedeni, o yıllarda, sinemamızda,
stüdyo çalışmalarımızda deneyimli yönetmen olarak Ertuğrul’dan başkasını bulunmaması,
bulunsa da böyle bir işe ilgi duymamasıdır.
II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber Türk Sineması yeni bir döneme girmiştir.
1939 ile 1952 yılları arasını kapsayan ve Tiyatrocular Döneminden, Sinemacılar Dönemine
geçişi simgeleyen bu dönem; sinema tarihçileri tarafından “Geçiş Dönemi” olarak
adlandırılmıştır. Bu dönemde Muhsin Ertuğrul’un dışında birçok yönetmen ortaya çıkmıştır.
Bu yönetmenlerin çektiği filmler konu açısından Tiyatrocular Döneminden çok da farklı
olmamakla birlikte, özellikle Mısır ve Amerikan melodramları Türk Sinemasını etkisi altına
almıştır. Çekilen birçok film, ya Mısır ya da Amerikan melodramlarını yeniden çevrimleridir.
Toplumsal ve siyasal konular hemen hemen hiç işlenmemiştir. Erman Şener (Şener’den akt.
Uçakan; 1977, s. 19) bu dönemi şöyle değerlendirmiştir; “Türkiye’de kuruluş halindeki
sinema, kendisini içinde yaşadığı toplumun bir köşesi saymamakta, olaylara sırt çevirip,
kendi türkülerini söylemeye devam etmektedir.”
1950li yıllara kadar Türk Sinemasında ortaya çıkan gelişmeleri genel olarak
değerlendirmek gerektiğinde, Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde oyunlar, filmler egemen
ideoloji tarafından saptanmış, toplumsal ve siyasal konular egemen ideolojinin istediği
biçimde ele alınmıştır. Toplumun istekleri ve onunla ilişki kurarak bir sinema
gerçekleştirebilme noktasında eksik kalınmıştır (Ayça; 1994, s. 44).
1950li yıllar Türk Sineması için yeni bir dönemin başlangıcını ve toparlanmayı
simgelemektedir. Ömer Lütfi Akad’ın 1952 yılında yapmış olduğu “Kanun Namına” adlı
filmiyle başlayan bu dönem, Sinemacılar Dönemi olarak ifade edilmiştir. Bu dönemin bir
diğer adı da Yeşilçam Dönemi’dir. Yeşilçam Dönemi birçok tartışmayı da beraberinde
getirmesine rağmen, Türk Sinema’sını 1980li yıllara kadar etkisi altına almayı başarmıştır.
1950 yılında tek parti iktidarının sona ermesiyle beraber toplumsal yaşamda büyük
değişikliler olmuştur. 1950lerdeki özellikle iki olay Türk Sinemasını önemli ölçüde
etkilemiştir. Bunlardan birincisi; kırdan kente göçün artması ve kentlerin bu aşırı göçlerle
beraber kırsallaşması; diğeri ise, kentlerle sınırlı sinema salonlarının kırsal alanlara
yayılmasıdır. Siyasi alandaki popülist politikalar sinemada da karşılığını bulmuştur.
Böylelikle popülist Yeşilçam Sineması ortaya çıkmıştır. Kırsal alandaki sinema sahipleri
Yeşilçam’ı istedikleri gibi yönlendirmeye başlamışlardır. Bölge yapımcıları kendi istedikleri
doğrultuda sipariş filmler ve hemen hemen birbirinin aynı olan bir sürü film çektirmişlerdir.
Engin Ayça (Ayça’dan akt Uçakan; 1977, s. 19) Türk Sineması’nın içine düştüğü durumun
nedenini devletin sinemaya gerekli desteği vermemesi olarak görmüş ve Yeşilçam hakkında
şunları söylemiştir:
Devlet, sahne sanatlarını ve orkestraları parasal olarak desteklerken, sinema alanını ticaret
ilişkileri içinde gelişmeye bırakmıştır. Bunun sonucu olarak, Yeşilçam ticari, dolayısıyla halk
kitlelerinin isteklerine, beklentilerine uyan, popüler filmler üretmek durumuyla karşı karşıya
kalmıştır. Bu, Yeşilçam’ı giderek, dönemin siyasetiyle uyum içinde, popülist bir çizgi izlemeye
kadar götürmüştür. Yeşilçam ticari bir sinemadır. Yeşilçam popüler bir sinemadır. Yeşilçam
popülist bir sinemadır. Yeşilçam halkın geleneksel sözlü kültür yapısına eklemlenmiş, onunla
bütünleşmiş bir sinemadır.
Yukarda sayılanların tamamı Türk Sineması’nda kalburüstü yapımların artmasını
engellemiştir. Yine Amerikan ve Mısır filmlerinin yeniden çevrimleri yapılmaya devam
etmiş, bölge yapımcılarının istedikleri tarzda gişe başarısı elde edebilecek filmler yapılmış,
onların istediği oyuncular sinemalarda boy göstermiş (böylelikle yıldız sistemi kendiliğinden
oluşmuş), kişisel konular tekrar edilmiş, Türk Sineması toplum meselelerinden son sürat
uzaklaşmıştır. Türk Sineması açısından bir Rönesans olacağı düşünülen Yeşilçam dönemi,
hayal kırıklığından öteye geçememiştir.
1960’lar Türk Sineması
1950’lerdeki Demokrat Partinin iktidarıyla birlikte Türkiye’de değişim rüzgârları
kendini göstermeye başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçerli olan ekonomi
politik yaklaşımda keskin bir dönüşüm meydana gelmiş ve o zamana kadar uygulanmakta
olan devletçi ve üretim esaslı politikanın yerini, özel sektör destekli ve tüketime dayalı
ekonomi politik yaklaşıma bırakmıştır. Böylece kapitalist ekonomik sisteme eklemlenme
işlemi hızlandırılmıştır. Özel girişimin devlet eliyle desteklenmesi, zengin olmayı ve
fırsatçılığı ön plana çıkaran politikalar, toplumsal ve kültürel anlamda gerçekleşecek olan
değişimlerin de önünü açmıştır. 1950lerle birlikte özellikle kentlerde Amerikan kültürünün ve
buna bağlı olarak gelişen tüketim kültürünün kendisine bir alan bulduğunu belirtmek
gerekmektedir. Kırsal kesimdeyse kentin cazibesi kendisini göstermiş ve kırdan kente göçün
yoğun bir şekilde yaşanmaya başladığı döneme girilmiştir. Bu durum, hem kırdan kente göç
eden insanlarda hem de kentte yaşayan insanlarda travmatik sorunları da beraberinde
getirmiştir (Aydın; 1997, s. 21).
27 Mayıs 1960 darbesi bütün bu değişim ve dönüşümlerin söz konusu şekilde devam
etmesine dair bir eleştirinin sonucu olmuştur. 1960 askeri darbesiyle beraber Türkiye’nin hem
siyasi, hem toplumsal, hem de ekonomik yapısı yeniden değişime uğramıştır. Bu durum
sanatsal alanda da kendisini göstermiş ve 1960-65 yılları arasında “toplumcu bir sanat”
anlayışının yeşermesini sağlayabilecek sosyo-politik altyapıyı hazırlamıştır. Darbeyi izleyen
yıllarda özellikle “ilerici” olarak tanımlanan “kentsoylu orta tabakalar arasındaki yakınlaşma,
toplumcu ve demokratik öğeler taşıyan bir Anayasanın kabulü, sanayi burjuvazisinin ticaretle
zenginleşen tabakalara karşı sağladığı üstünlük ve planlı ekonomiye geçiş” (Daldal; 2003, s.
104), bu altyapının temel taşlarını oluşturmuştur.
27 Mayıs darbesiyle birlikte Türkiye’nin gündemine giren yeni görüşler, Türk
Sineması’nda da yankısını bulmuştur. Bu yeni görüşleri destekleyen 1961 Anayasası,
sinemaya görece özerk bir ortam sunmuş ve daha önce tabu olan, korkulan, konular ele alınıp
işlenmiştir. Artık Türk Sineması’nda sinemacılar toplumsal konulara eğilmişler, eleştirmenler
ve yönetmenler sinemanın öz ve biçiminde “dil” sorununu ele alabilmişlerdir. Sinemanın
ticari bir araç olduğu fikri az da olsa birkaç yönetmen tarafından kırılmaya başlanmıştır.
1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamında gerçekleştirilen bu yeniliklere
rağmen, Türk Sineması’nda yozlaşma durmamıştır. Bu dönemi Mukadder Çakır Aydın (1997,
s. 13) şöyle özetlemektedir:
Dönem 1965’lere dek süren özerk yapısına rağmen, yozluktan pek uzaklaşılamayan bir
dönemdir. Sıradan aile filmleri, arabesk melodramlar, sulu güldürüler en büyük ağırlığı
oluşturur. Yaşanılan film enflasyonu, çok sayıda dar bütçeli, düzeyi düşük filmler anlamına gelir.
Harcamalar az tutularak, mümkünse aynı anda iki film çekilmektedir. Tamamen ticari amaçlı,
Anadolu’ya çalışan ‘paravan’ yapıdaki küçük yapım şirketleri bu işin öncülüğünü
yürütmektedirler. Uyarlama ve taklide dayalı, belirli kalıplarda el çabukluğu ile kotarılan filmler,
konusu birbirinden türetilmiş, torna işi ürünlere benzemektedir. Furyalar, fotoroman
uyarlamaları, diziler, ilerleyen yıllarda moda olacak salon güldürülerinin, polisiye ve dinsel
filmlerin, westernlerin ve cinsel filmlerin başlangıcı olur. Her furya birkaç mevsim sürüp sona
erer. Yıldızcılık bu dönemin en tipik olgularındandır. Bu dönemde sinemacılar oldukça çok para
kazanırlar ve bu olanaklara göre alınan sonuç yetersizdir.
Bu dönemde yozlaşmaya devam eden Türk Sineması’na alternatif sinema denemeleri
de yapılmıştır. 1960ların özgürlükçü ortamında çeşitli yönetmenler Avrupa’daki sinema
akımlarının da etkileriyle, sinemada yeni arayışlara girmişlerdir. Bu arayışlardan ilki
Toplumcu Gerçekçi Sinema anlayışı olmuştur.
Toplumcu Gerçekçi Sinema
Toplumcu Gerçekçi Sinema tanımlaması Türk Sinema tarihini yazanlar tarafından çok fazla
tercih edilmemiştir. Hatta toplumcu gerçekçi bir dönemin varlığı bile tartışılmaktadır. Çünkü
bu ilk “toplumsal gerçekçi” hareketle ilgili estetik ve toplumsal boyutları göz önüne
bulundurulduğunda tam bir uzlaşma sağlandığı söylenememektedir. Bununla birlikte
toplumcu gerçekçi sinemayla ilgili bir manifestonun da olmayışı, bu tartışmayı daha da
ateşlemiştir (Daldal; 2003, s. 105). Ancak özellikle 1960 ile 1965 arasındaki dönemde böyle
bir sinema anlayışından söz etmek gerekmektedir.
Öncülüğünü başta Metin Erksan, Halit Refiğ, Memduh Ün, Ertem Göreç gibi
yönetmenlerin yapmış olduğu Toplumcu Gerçekçi sinema anlayışının kaynaklarından
bahsedecek olduğumuzda ikiye ayırmak doğru olacaktır. İlk kaynak Dünya Sinemasını
derinden etkileyen İtalyan Yeni Gerçekçilik akımıdır. İkinci kaynak ise kuşkusuz ki Türk
Edebiyatı’ndaki toplumcu harekettir. Toplumcu Gerçekçi Sinema; özellikle Yaşar Kemal,
Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Vedat Türkali gibi usta yazarlarla başlayan
toplumcu hareketin sinemadaki yansıması olarak görülmüştür. İlk önce bir köy edebiyatı
oluşturulmuş, sonra şehir, kırsaldan kente göçün getirdikleri, kentteki işçilerin, emekçilerin
yaşayışları Türk edebiyatının konusu olduğu gibi Türk Sinemanın da konusu olmuştur. Mesut
Uçakan, “Türk Sineması’nda İdeoloji” adlı çalışmasında durumu biraz daha politize ederek,
Marksist zihniyetin Türk Sineması’nda yansımalarını bulduğunu ve bu durumun toplumcu
gerçekçiliğin kaynağını oluşturduğunu belirtmiştir (Uçakan; 1977, s. 24); “Marksist tavır,
aynı dönemde sinemada ‘Toplumcu Gerçekçilik’ adı ile boy attı. Önceleri pratiğini vermeye
başlayan bu zihniyetin teorik tartışmaları daha sonra (Susuz Yaz’dan sonra ) açığa çıkmıştır.”
Yukarda Mesut Uçakan’ın da belirttiği gibi tüm bu hareketliliğe rağmen Türk
Sineması’nda bu oluşumun bir teorik altyapı ürünü olduğu söylemek mümkün değildir. İlk
önce pratiğini vermeye başlayan filmler, Toplumcu Gerçekçilik adını almaya hak kazanmıştır.
Bu noktada Nijat Özön daha ağır bir eleştiri getirmiş ve toplumsal gerçekçilik adıyla
anılabilecek bir akımın Türk Sineması’nda hiçbir zaman var olamadığını ifade etmiştir.
Çünkü bu dönemde çekilen filmler, kaynağını o dönemin toplumsal, kültürel üretim
ilişkilerinden almış olsalar da bilinçli, dürüst ve derinlemesine bir gerçeklik hedefi ortaya
koyamamışlardır ve sadece sansürün el verdiği ölçüde toplumsal konulara dokunabilen
filmlerden bahsetmek mümkün olmuştur. Özön (Özön’den akt. Vardar; 2006, s. 40) “bu işi
moda olduğu için bile yapanlar vardı” biçiminde özetleyerek, bu durumun Batı’da bir moda
olduğunu ve bunun Türk Sineması’nda da yansımasını bulduğunu belirtmiştir. Scognamillo
(1998, s. 52) da Toplumcu Gerçekçi bir akımın varlığından söz etmenin mümkün olmadığı
noktasında hemfikir olmakla birlikte, daha çok bir “formül” veya “kodlama” olarak
değerlendirmiştir. Kendisinden sonra gelecek olan kuramsal yaklaşımlara ortam hazırlayan bir
etiket niteliği taşıdığını ifade etmiştir.
1965 yılına gelindiğinde Türk Sineması’ndaki Toplumcu Gerçekçi anlayış yavaş yavaş
etkisini yitirmeye başlamıştır. 1965 yılında yapılan seçimlerde Adnan Menderes’in Demokrat
Partisi’nin devamı olan Adalet Patisi’nin seçimleri kazanmasıyla beraber Türkiye yeniden sağ
ideolojinin hâkim olduğu bir ortama sürüklenmiştir. Bu noktada Adalet Partisi’nin ipleri eline
almasıyla beraber, toplumsal gerçekçi sinema anlayışına ket vurulmuştur. Bir süre sonra,
toplumsal gerçekçi film çeken yönetmenler, Yeşilçam ortamında film çekemez duruma
gelmişlerdir. Yeşilçam’daki para babaları ya da Yeşilçam ağaları toplumsal gerçekçi
filmlerden ürküntü duymuşlardır. Sinemanın kitlesel bir sanat olmasından dolayı sosyal
sorunların açıkça ve çarpıcı bir dille anlatılması egemen çevreleri rahatsız etmiştir. Toplumcu
Gerçekçi filmler çeken yönetmenlerin hemen hemen hepsi ideolojik bir amaç gütmemelerine
rağmen Marksist etiketi yiyip film yapmaları engellenmiştir. Toplumcu Gerçekçi anlayışın
etkisini yitirmesinin bir diğer nedeni, bu anlayışı temsil eden yönetmenlerin ya da
eleştirmenlerin kendi içlerinde birbirleriyle çatışmalarıdır. Bu dönemden sonra Türk
Sineması’nda toplumsal konular eksik olmamış ve yeni sinema anlayışları etkili olmaya
başlamıştır.
Devrimci Sinema
Hemen hemen Ulusal Sinema ile aynı dönemde ortaya çıkan Devrimci Sinema, dönemin bir
diğer tartışma grubunu oluşturmaktadır. Aslında Türk Sineması’nda Devrimci Sinema
tartışmaları, Toplumcu Gerçekçi sinemayla birlikte başlamıştır. Her iki grubun da ortaya
çıkmasında en önemli etken, 1961 Anayasası sonrasında kurulan Türkiye İşçi Partisi ve
dünyadaki gelişimine paralel olarak yeniden yeşermekte olan antiemperyalist, ulusal
kalkınmacı sosyalist harekettir.
1965 yılında İstanbul’da kurulan sinematek çevresinde bir araya gelen Onat Kutlar,
Şakir Eczacıbaşı, Hüseyin Baş, Jak Şalom… gibi çoğu sinema yazarı isimler, öncelikle,
sinema sanatının ortaya çıkmasında etkili olan filmler başta olmak üzere, Yeni Gerçekçilik,
Yedi Dalga… gibi akımların içinde yer almış yönetmenlerin (Godard, Antonioni, Fellini,
Truffaut … vb.) filmlerini izlenmiş ve filmler üzerinden tartışmalar yaparak, dönemin Türk
Sineması’na ilişkin tespitlerde bulunmuşlardır. Devrimci Sinema grubu, film izleyip
tartışmalar yapmanın yanı sıra; kitap, afiş, fotoğraf, senaryo, arşivcilik, film gösterimleri gibi
birçok etkinlik düzenlemiş ve Türkiye’de batılı anlamda bir sinema kültürünün oluşmasına
katkıda bulunmuşlardır. Yayın organları olan “Yeni Sinema” dergisi sayesinde yurtdışında
çekilen filmlerin en önemlilerinin Türkiye’de tanıtılmasında ve gösterim şansı bulmasında
önayak olmuşlardır.
Sinematek etrafında toplanan Devrimci Sinemacılar, Yeşilçam’ın basmakalıp
yapısının dışında, ulusal yapıda emperyalizme karşı ve ilerici bir sinemanın ilk
savunucudurlar. Yeşilçam sistemini acımasızca eleştiren Devrimci Sinemacılara göre, asıl
sorun içinde bulunulan sistemin kökten değiştirilmesidir. Yeşilçam’ı bir şeylerin sebebi olarak
değil, sinema piyasasını da içine alan kapitalist düzenin siyasi, iktisadi ve ahlaki sonucu
olarak görmüşlerdir. Hollywood ve Yeşilçam’ı aynı kefeye koyan ve her ikisinin de
uyuşturucu sineması olduğunu savunan Devrimci sinemacılar, “toplumdaki sınıfsal
çatışmaları sergileyen, ezilen sınıfların haklarını savunan, geri kalmışlığın ve yoksulluğun
sorgulandığı, gelişmiş bir dil kullanan” (Esen; 2010, s. 74) bir sinema önermişlerdir. Böylece
dönemin Türk Sineması’nın içinde bulunduğu durum eleştirilmiş; sinemaya gerçekçi ve
politik bir yaklaşımın gerekliliği savunulmuştur. Bu anlamda, Yeşilçam sisteminin tamamen
değişebilmesi için, sistemin politik eylemler yapılması gerekliliğinden bahsedilmiştir. Bu
durumda öncelikle yapılması gereken şeylerin başında, politik eyleme geçebilecek kitleyi
oluşturmak gelmektedir. Kitleyi yaratabilme noktasında bilincin içten mi, yoksa dıştan mı
olması gerektiği kaygısı sinematekçileri ikiye bölmüştür. Bu durumu, Mesut Uçakan (1977, s.
74) “Bu husus (strateji), devrimci zümreyi siyasi hayatta olduğu kadar sinemada da ikiye
ayırmıştır. Ya, bizzat bugünkü Türk Sineması’nın içine girerek, mevcut kuralların elverdiği
nispette devrime yararlı filmler yapmak veya bu günkü sinemanın tamamen dışında yapım ve
dağıtım örgütleri kurarak, kendi başına bir devrimci sinema piyasası oluşturmak.” şeklinde
değerlendirmektedir.
1960’ların sonuna doğru Sinematek’ten ayrılarak “Genç Sinema” dergisini kuran grup,
Yeşilçam dışında bir sinema piyasası oluşturmayı düşünmüş, bağımsız yapımlar yapmayı
amaçlamıştır. Bu istekleri doğrultusunda 8 mm ve 16 mm kısa filmler çekip bunların halkla
buluşması için kısa film yarışmaları düzenlemişlerdir. Aralarında Mutlu Parkan, Ahmet
Soner, Jak Şalom … gibi isimlerin de olduğu “Genç Sinema” dergisi etrafında toplanan
Sinemacılar, 67 ilde dağıtım şebekeleri kurmayı hayal etmişler, ama bunun o zaman
gerçekleşemeyeceğini görünce kendilerine ait, 8 mm ve 16 mm kameralarla grev, miting
görüntüleriyle belgesel filmler çekmişlerdir. Daha sonra da çeşitli parti, dernek, birlik ve
kulüplerde gösterimler düzenleyerek militan sinema yapmayı amaçlamışlardır.
Sinematek derneğinde devam eden Onat Kutlar ve arkadaşları ise sinemada Yılmaz
Güney, Atıf Yılmaz, Ömer Lütfi Akad, Süreyya Duru, Ertem Eğilmez… gibi yönetmenlerle
yakın ilişkilere girmiş, Türk Sineması üzerine sempozyumlar, açıkoturumlar, seminerler, özel
gösterimler düzenlemişlerdir.
Devrimci sinemacılar dönemin politik olaylarından (1968 sonrasında tüm dünyada
ortaya çıkan sol hareketler), özellikle İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden ve Fransız Yeni Dalga
akımlarından önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Zaten Sinematek kurulması fikri, Fransız Yeni
Dalga Hareketi’nin ortaya çıkışından esinlenilerek yapılmıştır. Ama pratikte Fransız Yeni
Dalga Hareketi’nin yaptığı gibi, ne film çekme, ne de bu filmleri dağıtma olanağı
bulunmuştur. Devrimci sinema anlayışı ilk meyvesini vermek için kurulduktan sonra bazı
kaynaklara göre üç bazılarına göreyse beş sene1 beklemek zorunda kalmıştır. 1970 yılında
çekilen “Umut” filmi Türk Sineması’nda Yeni Gerçekçi akımın en önemli yansıması olarak
gösterilmiştir. Yılmaz Güney’in yönettiği “Umut” filminde, sistemin bozukluğu ve insanların
bu sistem içinde adalet beklememeleri gerektiği Yeni Gerçekçilik’e özgü şiirsel bir dille
seyircileriyle buluşturulmuştur. Böylelikle, sinema-politika ilişkisi bağlamında doğrudan
politik göndermeler yapılmıştır. Zaten Devrimci sinemacıların amacı, sinema yaparak halkı
aydınlatmak, onların politikleşmelerine katkıda bulunmak ve onları eyleme geçirmek
olmuştur. Bu bağlamda, Devrimci sinemacılara kadar, Türk Sineması’nda politik temaları bu
kadar açıkça kullanan bir sinema anlayışı görülmemiştir.
Halk Sinemasından Ulusal Sinemaya
Ulusal sinema kavramından önce Halk sineması kavramı ortaya atılmıştır ve halk sineması
“halka dönük sinema” olarak nitelendirilmiştir. Bu akımı savunanlara göre devlet tiyatroya
gösterdiği ilgiyi sinemaya göstermemiştir ve Türk Sineması kendi olanaklarıyla gelişmek
zorunda kalmıştır. Özellikle Türk Sineması seyircisinin desteğiyle ayakta durabilmiş ve buna
bağlı olarak da halk sinemasının işlevi, seyircinin istedikleri ve gereksinimleri doğrultusunda
film yapmak olmuştur. Yeşilçam’a düşen görev halkın büyük çoğunluğunun özlemlerini
gerçekleştirmektir. Oysa bu filmler halkı bilinçlendirmeye yönelik, toplumsal ve siyasal
kaygılar taşıyan filmler değil, tam tersine halkı eğlendirici ve oyalayıcı, günlük boşalımını
sağlayıcı isteklerden oluşmuştur. Halit Refiğ’in (1971, s. 87) Halk sineması tezi şöyledir:
Türk Sineması yabancı sermaye tarafından kurulmadığı için emperyalizm sineması, milli
kapitalizm tarafından kurulmadığı için burjuva sineması, devlet tarafından kurulmadığı için
devlet sineması değildir… Türk Sineması Türk halkının doğrudan doğruya film seyretme
ihtiyacından doğan ve sermaye değil emeğe dayanan bir sinema olduğu için halk sinemasıdır.
Halk Sineması bazı budalaların yazdığı gibi ne aklının ekonomik refahının gerçekleştirmesine
fikir ve estetik planda destek olan sineması ne de emekçi sınıfların ağırlığını koyduğu, giderek
insanlığın sinema ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş bir sinemadır. Bu teknik tanımlardan
birisi halkçı sinema, ikincisi ise bir devlet sineması için yapılabilir.
Halit Refiğ’in bu tanımlamasından yola çıktığımızda Türk Sineması’nın sosyoekonomik yapısı, işçinin yapımcıya, yapımcının işletmeciye, işletmecinin ise seyirciye (halka)
bağlı olduğu bir zincir gibidir ve her biri diğerine bağlıdır. Bu filmler gerçek sermayelerle
değil, işletmecilerden alınan avanslarla yapıldığı, yani halkın parasıyla çekildiği için, ne
devlet sineması ne de bir sınıfın sinemasıdır. Yani filmler her yönüyle halkın zevklerini duygu
ve düşüncelerini içermek zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır.
Sinemaya Toplumcu Gerçekçi olarak başlayan Halit Refiğ, bir süre sonra fikirlerini
değiştirmiş ve toplumcu gerçekçi filmler yapmaktan vazgeçmiştir. Halit Refiğ, halkçı sinema
yapmaya başladığı dönemlerde, Toplumcu Gerçekçi anlayışta çektiği filmlerini sakat şeklinde
değerlendirmiştir, böylece o dönem yapmış olduğu işleri reddetmiş ve batı özentisi bir
dönemden vazgeçildiği şeklinde yorumlamıştır. Refiğ’e göre; Türk halkı, Toplumcu Gerçekçi
yönetmenler tarafından yanlış değerlendirilmiş, toplumcu gerçekçiliği yanıltma olarak görmüş
ve buna bağlı olarak da kendi öz değerlerinden kopmuş bir sinema (Scognamillo; 1998, s. 52)
olarak yorumlamıştır. Refiğ, Toplumcu gerçekçi ya da batı etkisindeki Türk yönetmenlerin,
Türk toplum yapısıyla ilgili yapmış oldukları analizleri geçersiz olarak nitelendirmiş, batılı
terimlerle Türk toplum yapısının açıklanamayacağını ve toplumsal değerler açısından
1
Bazı kaynaklar Yılmaz Güney’in “Seyithan”(1968) filmini, bazıları da “Umut” (1970) filmini Devrimci
sinemanın ilk pratiği olarak yorumlamıştır.
birbirlerinden tamamen farklı olduklarını savunmuştur. Bundan dolayı Türk Sineması
kaynağını Türk kültürüne ait kaynaklardan almalıdır. Refiğ (1971, s. 88), “Ulusal Sinema
Kavgası” adlı çalışmasında bu konuyla ilgili şunları belirtmiştir:
Sinemanın kapalı ekonomik yapısı onu Türk sanatlarıyla kaynaştırmıştır ve daha da
kaynaştırmalıdır. Bunlar, Anadolu halk resimleri, Türk halk hikayeleri, meddah, ortaoyunu ve
Karagöz gibi geleneklerimiz ve kültürlerimizdir. Tüm bu sanatlar gibi Türk Sineması da fazla bir
değişime açık değildir. Çünkü Türk toplumu batılı olmuş bir toplum değildir.
Scognamillo (1998, s. 53) halk sinemasını ideolojik bir kuram olmaktan çok ekonomik
ve estetik bir kuram olarak değerlendirmiştir. Her ne kadar birbirleriyle aynı olmasalar da
Yeşilçam sinemasını önemsemiş ve Yeşilçam’ın halk sinemasının oluşmasında önemli
katkılarının olduğunu savunmuştur. Böylelikle estetik ve ekonomik kriterler göz önüne
alındığında Halk sinemasının temellerinde Yeşilçam sinemasının varlığı kabul edilmiştir
(Refiğ: 1971, ss. 90-91). Ama bir süre sonra Halk sineması da içinde bulunulan dönemin
ruhuna uygun olarak yozlaşmıştır. Böylece ulusal niteliği yitirilmiş ve birbirinin aynısı olan
filmler yapılmıştır. Bu da onun sonunu getirmiştir.
Başını Halit Refiğ ve Metin Erksan’ın çektiği yönetmenlerin ortaya attığı Halk
sineması tezi, Ulusal sinema tezinin öncülüdür. Halk sinemasıyla ortaya atıkları bu
düşünceleri, Ulusal sinemayla beraber teorileştirmişler. Ulusal sinema görüşü, 1966-1967
yıllarında, Yeşilçam’ın halkı sadece eğlendiren ve oyalayan filmlerinin karşısına teorik
altyapısı Metin Erksan, Halit Refiğ gibi yönetmenler ve Türk Film Arşivi gibi kurumlar
tarafından oluşturulan bir akım olarak çıkmıştır. Prof. Dr. Jur. Alim Şerif Onan (2001, s. 240)
“Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” isimli kitabında Ulusal Sinema Akımını destekleyenlerin
hangi tezle ortaya çıktıklarını şöyle belirtmektedir:
Türk insanının bin yıllık kültürünün oluşturduğu bir davranış bütünlüğü, kendi sorunlarını
vurgulamada kendine özgü bir deyiş özelliği vardır. Sinemada bu özelliği belirleyen bir görsel
anlatım aracı olmalıdır. “Nasıl bir Fransız Sineması, bir Amerikan Sineması, Bir İngiliz
Sineması, Bir Hint Sineması ya da Japon Sineması varsa, sessiz olarak gösterildiğinde bile kendi
özelliklerini belirleyen bir Türk Sineması ortaya koymakla ancak Ulusal sinema yaptığımızı
savunabiliriz” diyorlardı bu görüşü destekleyenler.
Ulusal sinema yaklaşımı, hem toplumcu gerçekçi sinemaya, hem de sonrasında gün
geçtikçe yozlaşan halk sinemasına bir tepkinin ürünü olarak doğmuştur. Ama ulusal sinema
yaklaşımını özü itibariyle, Sinematek’in başını çekmiş olduğu batılı anlayışta film yapımına,
tepkinin bir ürünü olarak görmek gerekmektedir. Çünkü batılı anlayışta yapılan sanatsal
üretimlerin halktan kopuk olduğu ve Türk ulusunu yansıtmadığı eleştirisi sıklıkla işlenmiştir.
Bunun karşısına ise, emperyalist yayılma karşısında ulusal bağımsızlığı temel alan ve
emperyalizmi sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir bağlama da oturtan bir tezle
ortaya çıkmışlardır. Türk Sinemasının ulusal hedeflere ulaşmak için milli kaynaklardan ve
halkından başka bir desteğinin olmadığını savunmuşlardır (Sağıroğlu; 1966, s. 29). Eğer
halktan destek gelmezse, bilinçli bir devlet politikası güdülmeli ve yaşatılmalıdır (Refiğ;
1971, s. 92).
Ulusal Sinemacılar kendi tezlerine bilimsel bir altyapı bulmak için, Kemal Tahir’e
sarılmışlardır. Ulusal Sinema yanlıları Türk toplumunun Orta Asya’dan getirdiği kültürü,
kendi bünyesinde erittiği ve başkalaştırdığı İslam kültürüyle de yoğurarak, geleneklerin ağır
bastığı ortamda belirli siyasi ve toplumsal bilince ulaşması gerektiğini, içinde bulunduğu
ekonomik sorunları da bu bilinç içinde çözümlemesi gerektiği savıyla yola çıkmışlardır.
Özellikle Kemal Tahir etrafında toplanan Ulusal Sinemacılar, tüm sanatlar için ulusallığı
savunmuşlardır.
Ulusal Sinemacılar arasında Metin Erksan, Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz Batıbeki,
Duygu Sağıroğlu… gibi birçok yönetmen gösterilse de bu grup homojen bir yapıya sahip
değildir. 1960’lı yıllarda yapmış oldukları filmler, ideolojik olarak yekpare olmasa da
kullanmış oldukları dilin benzerliği sayesinde Ulusal sinema akımı içinde yer almışlardır.
Engin Ayça (Atam ve Görücü; 1994, s. 49) Görüntü dergisinde yaptığı röportajda bu grubu
şöyle değerlendirmiştir:
Diyelim ki Akad, bu fikirleri benimsemiştir, o eğilimlere yakındır ama militanı değildir. Aynı
şekilde Yılmaz ve Erksan da. Bunları konjüktür içinde bir araya gelmiş belli çizgi etrafında
buluşmuş insanlar olarak görmek gerekiyor. Bazıları ulusal lafını tutmuştur bazıları da milli
lafını. Aralarında farklar vardır, ama ikisi de Sinematek’in batılı düşünüşüne karşıdır.
1960’ların sonundan itibaren ulusal sinema akımı etkisini giderek kaybetmiş ve yerini,
bir anlamda devamı olan, milli sinema akımına bırakmıştır. Teorik olarak aynı kaynaklardan
beslenen Ulusal ve Milli sinema akımlarında ideolojik bir ayrım söz konusu olmuştur. Ulusal
sinemacıların Osmanlıcı ve Kemal Tahir etkisinde geliştirmiş olduğu anlayışın karşısında,
Milli sinemacıların Osmanlıcı olmanın yanında, dini motiflere daha fazla atıf yapan ve
milliliği de dinsel motiflerle ören anlayışı bulunmaktadır (Aydın; 1997, s. 18). Bu iki anlayış
ilk başta birbirlerine mesafeli yaklaşmış olsalar da, Batılı anlayışı simgeleyen Sinematek
karşıtlığı noktasında birleşmişlerdir.
Türk Sinemasında İşçi Temsili
Türk Sinemasında işçi temsili iki şekilde olmuştur. İlki, ana karakterin işçi olduğu ama bu
durumun melodramik öykü içinde sadece arka planda kaldığı ve ana öyküye yan öykü
katabilecek nitelik kazandırdığı filmler (ki bunların sayısı yüzlercedir ve toplumsal bir bilinç
aşılama noktasında son derece zayıftır), ikincisi ana karakteri işçi olmakla birlikte iş, işçi ve
işveren temelli sorunları önceleyen ve var olan ekonomik sistemi eleştiren filmler; yani
işçilerin ana karakter olduğu ve işçi sorunlarına değinen filmler. Bunun dışında ikincil
karakterlerin işçi olduğu filmler de bulunmaktadır, ama konu yukarıda belirtilen ikilikler
bağlamında ele alınacaktır. Türk Sinema tarihinde işçi temsili konusuna bakıldığında 1960
öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmak gerekmektedir.
1960 Öncesi Türk Sinemasında İşçi Temsili
Türk Sineması’nda işçinin ele alınması ve onun sosyo-ekonomik sorunlarına yönelik filmlerin
yapılması için öncelikle sansür mekanizmasının aşılması gerekmiştir. Özellikle 1950
öncesinde Türk Sineması’ndan ziyade Türkiye’nin konumu göz önüne alındığında işçi
haklarını savunmanın dahi çok zor olduğu koşullardan geçilmiştir. Çünkü işçi haklarına dair
bir şeylerin yapılması ideolojik bir yaklaşımı da beraberinde getirmek zorundadır. Türk
Sineması’nın ilk yıllarında egemen ideolojinin dışında filmler yapmanın mümkün olmadığı
göz önüne alındığında, işçi ya da bir başka toplumsal sorunu işleyen filmin yapılmasının
zorluğu daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Nezih Coş (1974, s. 5) dönemi şöyle
değerlendirmiştir:
İşçinin kendi doğal hakları yasaklanırken, ‘işçi’ sorunlarından söz eden filmlerin yapımı oldukça
güçtü. Grevin suç sayıldığı, işçilerin örgütlenmelerinin durdurulmuş bulunduğu Cumhuriyet
yıllarında ve sonrası sesli sinema döneminde, tek sinemacımız Muhsin Ertuğrul’un polis
sansürünü aşıp da ‘tabu’ olan işçi sorunlarına yaklaşmaması, hele sinemanın henüz başladığı
yıllar olduğu düşünülürse doğaldı.
Bu durum tabi ki, sadece sinemayla sınırlı kalmamaktadır. Sanatın her alanında
toplumsal konular göz ardı edilmiştir. Özellikle bu dönemde toplumcu gerçekçi bir edebiyatın
eksikliği kendini göstermiştir. 1950lerle birlikte sinemacılar döneminin başlaması, Türk
Sinemasının olgunlaşmasında oldukça önemlidir, çünkü Türk Sineması yavaş yavaş bir dil
oluşturma kaygısı gütmüştür, ama yine de toplumsal anlamda işçi sorunlarına değinen
filmlere pek rastlanmamaktadır. 1953 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönetmiş olduğu “Halıcı
Kız” filminde Heyecan Baran halı tezgâhında çalışan dokuma işçisi olarak görülmektedir. Bu
kapsamda 1950’li yıllarda işçi temasını fon olarak da olsa işleyen ilk film “Halıcı Kız”dır.
Ama babası tarafından halıcı tezgâhından uzaklaştırılmıştır. Toplumcu köy edebiyatının
oluşmasına paralel olarak, köy sorunlarını işleyen filmlere yine bu dönemde rastlanmaktadır.
Özellikle 1952 yılında Metin Erksan’ın yönetmiş olduğu “Âşık Veysel’in Hayatı/Karanlık
Dünya” o döneme kadar ki Türk Sineması düşünüldüğünde köy yaşamını bir sorun olarak ele
almak gayretini gösteren ilk film olmuştur (Scognamillo; 1973, s. 10). Bunun dışında güncel
siyasi konulara değinilmiş, particilik tartışmaları, Kurtuluş Savaşı dönemi ve Kore Savaşına
dair filmler yapılmıştır (Coş; 1974, s. 5).
1960 Sonrası Türk Sinemasında İşçi Temsili:
Çalışmada daha önce de belirtildiği gibi, Türk Sineması’nın toplumsal konulara eğilimi 1960lı
yıllarda artmaktadır. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, sonrasında yeni anayasanın kabulü,
sansürün sınırlandırılması, toplumsal özgürlükler noktasında alınan ivme, sol düşüncenin
daha gür bir biçimde dillendirilmeye başlanması ve askeri darbe sonrasında tam da nerede
olduğu anlaşılamayan, netleşemeyen ideolojik durum, Türk Sineması’nın 1960 sonrasında
geçirmiş olduğu evrimde oldukça önemli yer kaplamaktadır. Rıza Kıraç (2008, s. 64) dönemi
şöyle değerlendirmektedir:
Sol düşüncenin dillendirilmeye başlanmasıyla birlikte, Yeşilçam’da (özellikle köylü
edebiyatından uyarlamalarla) ‘iktidarların’ henüz netleşmeyen politik ideolojik perspektiflerine
‘ters düşen’ konularda filmler yapılmaya başlandı. Buradaki gariplik, iktidar partilerinin ve
askerlerin ideolojik tutumlarının belli kriterlerinin olmaması, olamamasıdır. Sinemacılar bu
konuda bürokrasiyi ve sansür kurumlarını süreç içinde eğitti. Mizah gibi görünse de bu tarihsel
bir gerçektir.
1960 sonrası yeni anayasayla birlikte işçilerin grev, lokavt gibi hakları kazanmış
olmasının yanında siyasal bir örgüt olarak Türkiye İşçi Partisinin kurulmuş olması, Türk
siyasal yaşamındaki en önemli dönüm noktalarından birisini oluşturmaktadır. 1960 darbesiyle
birlikte sinemacıların politik bir yapılanma etrafında birleşmeye başladıkları görülmektedir.
Özellikle batıda ve üçüncü dünya ülkelerindeki sol/sosyalist hareketlerin politik yapılanmada
oynamış olduğu rol çok önemlidir. Bu sayede özgürlük, eşitlik, sosyal adalet, iş, işçi, sendika,
grev gibi temalar Türk Sineması’nda karşılığını bulmaya başlamıştır. 1963 yılında kurulan
SİNE-İŞ (sinema işçileri sendikası) sonrasında Ar Film Stüdyolarında gerçekleşen grev ve
1964 yılında çekilen ilk grev filmi olan “Karanlıkta Uyananlar” Türk Sinemasının izlemiş
olduğu politik süreci özetlemesi bağlamında oldukça önemlidir (Kıraç: 2008, s. 78).
Türk Sinemasında işçi temsilleri özellikle 1960 ile 1965li yıllar arasında kendini
göstermiştir. Bu yıllar arasında iki türlü işçi temsili söz konusudur: İlki yan kahramanı işçi
olan filmler, ikincisi de ana kahramanı işçi olan filmler.
Yan kahramanı işçi olan filmlerde işçi, ana hikâyenin içinde yan karakter olarak
bulunmakta ve işçi sorunlarına çok az değinilmektedir. Mesela Memduh Ün’ün “Ayşecik”
filminde işçi özelliği yaşlı baba da toplanmıştır. Atıf Yılmaz’ın “Ayşecik Şeytan Çekici” de
anne-babası ayrı olan Ayşecik’e fabrikada işçi olarak çalışan babası bakmaktadır. Bu
filmlerde popülist bir çizgi izlenerek çocuk kahramanlar çerçevesinde işçi aileler anlatılmıştır.
Ama, bunlar tam anlamıyla iş-işçi sorunlarını ele alan filmler değildir. Atıf Yılmaz’ın Orhan
Kemal’den uyarlamış olduğu “Suçlu” adlı filmde İstanbul’un varoşlarında yaşayan bir ailenin
öyküsü filme aktarılmış ve filmde işçi olarak yaşlı ve alkolik baba gösterilmiştir.
İşçinin yan kahraman olarak alındığı filmlerin bir bölümünde işçi sorunlarından
ekonomik olanlara vurgu yapılmıştır. Metin Erksan’ın “Gecelerin Ötesi” (1960), Halit
Refiğ’in “Şehirdeki Yabancı” (1963) … gibi filmler toplumsal gerçekçilik akımının önemli
temsilcileri olarak görülmüştür. Bunların dışında 1962 yılında Metin Erksan’ın “Acı Hayat”
filminde Kasımpaşa Tersanesi’nde çalışan bir kaynak işçisi olarak Ayhan Işık’ı görmek
mümkün olmuştur. Fakir işçinin bir piyango biletiyle zengin olup sınıf atlaması gerçeklikten
uzak bir dille aktarılmıştır. Orhan Nevzat Pesen’in 1962 yılında John Steinbeck’in “Fareler ve
İnsanlar” adlı romanından uyarladığı “İkimize Bir Dünya” adlı filminde Orhan Günşiray ve
Kadir Savun inşaat işçisi rollerini oynamıştır.
Ana kahramanı işçi olan filmlerin başında gelen, Memduh Ün’ün 1961 yılında çektiği
“Kırık Çanaklar”, Ertem Göreç’in 1961 yılında çektiği “Otobüs Yolcuları”, yine Ertem
Göreç’in 1964 yılında yönettiği “Karanlıkta Uyananlar”, Atıf Yılmazın sinemaskop tekniğiyle
çektiği “Toprağın Kanı”, Ertem Göreç’in “Yiğit Yaralı Olur”, Duygu Sağıroğlu’nun
“Bitmeyen Yol” filmleri, 1960lı yılların ortalarında birer “tatlı su kahramanları” olarak değil
de, gerçeklerden yola çıkarak toplumsal sorunları, daha özgün konular içinde işçileri ve işçi
sorunlarını işleyen filmler olmuşlardır.
Araştırma İçin İncelenen Filmler
Kırık Çanaklar
1961 yılında Memduh Ün’ün, Edmon Morris’in “Tahta Çanaklar” adlı tiyatro eserinden
sinemaya uyarladığı film, konunun ele alınışı itibariyle kendisinden sonra çekilecek birçok
filme kaynak oluşturması bakımında önem taşımaktadır. Filmde yoksul bir işçi ailesinin bir
komşu kadının dedikodusu yüzünden dağılıp, sonra da gerçek anlaşılınca bir araya geliş
öyküsü melodramik öğelere dayanılarak anlatılmıştır. Filmin ana karakteri Cemal bir işçi
sınıfına dâhildir. Ama ne Cemal’in bir işçi statüsünde fabrikada kamyon şoförü olarak
çalışması, ne de Cemal tarafından evden kovulan karısı Sabahat’in bir fabrikada çalışması
filmin ana konusunu oluşturmamaktadır. Filmin içinde işçilerin sorunlarına (az para kazanma,
iş güvenliği… gibi) ve patron/işçi ikilemine değinilmiş olsa da, bu durum film içinde çok
fazla yer tutmamıştır. Filmin temel izleğinde aile içi sorunlar, evlilik, namus gibi konular
bulunmaktadır. Bütün bu konular filmin dramatik yapısının temelini oluşturmaktadır. İşçi
sorunları ise dramatik yapının güçlenmesinde yan unsur olarak göze çarpmaktadır. Cemal ile
patronun sürtüşmeleri sınıfsal bir temelden uzak olarak, Cemal’in kişisel/psikolojik
özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Vitesi tutmayan kamyon son anda durarak büyük bir kazadan atlatılmıştır ve Cemal
kamyondan inerek “kabahat benim değil beni bu hurda makineyle yola çıkaranın” diyerek
patronuna atıfta bulunmaktadır. İnşaata iş yerine geldiğinde oradakilerle dertleşip, durumu
ifade ederken kâtip efendi “son günlerde senin dilin çok uzadı” diye tehdit etmiştir. Bunun
sonucunda tartışmaya başlamışlar, son olarak da kâtip efendi Cemal’e; “beğenmiyorsan çeker
gidersin” sözünü söylemiştir. Bunun üzerine iki taraf birbirine girerek kavgaya
tutuşmuşlardır.
Filmde Cemal ve Sabri karakterleri iş koşullarının kötülüğünden rahatsızlık duyup,
bundan dolayı isyan etmek isteyen, ama çevresindeki diğer işçiler tarafından işten atılma
korkusundan dolayı, sürekli engellenen işçi profilini sergilemişlerdir.
Karanlıkta Uyananlar
Türk Sineması’ndaki işçi temsilini en iyi biçimde sunan ve kendisinden sonraki birçok filme
ilham kaynağı olan “Karanlıkta Uyananlar” filmi, 1964 yılında Ertem Göreç tarafından
çekilmiştir. Türk Sineması açısından düşünüldüğünde işçi, grev, sendika gibi konularda
yapılmış olan tek dürüst ve başarılı sinema örneği olarak betimlenmiştir (Coş; 1974, s. 14).
Filmin ismi, güneşin doğuşuyla fabrikalarda çalışmaya giden insanları ifade etmesi
bağlamında “Karanlıkta Uyananlar” olmuştur. Film bir işçi kahramanının değil, topyekûn
boya fabrikasında çalışan işçilerin öyküsünü anlatmaktadır. Türkiye’de işçi sınıfı üzerine
yapılmış ilk film olma özelliğini taşımaktadır. Filmde bir boya fabrikasında çalışan işçilerle,
babasının ölümünden sonra işin başına geçen ve işçilerden yana olan genç bir patronun
öyküsü anlatılmaktadır.
Film bir boya fabrikasında çalışan işçilerin dayanışmasını ve dayanışmayla birlikte
sınıf bilincinin ortaya çıkmasını anlatmaktadır. Filmde fabrika sahibinin işlerini görmek için
meclisi devreye sokması, vergi kaçırmak için yaptığı sahtekârlıklar, gerçekçi ve yalın bir dille
anlatılmaktadır. Filmde fabrika sahibi Şeref kendisi de işçilikten fabrikatörlüğe yükselmesine
rağmen, işçileri hor görmüş, diğer fabrikatörlerle rekabet edemeyince iflas edip ve kalp krizi
geçirerek ölmüştür. İşçiler, alacaklı firmaların kapıya dayanmasına engel olup ve fabrikayı
işgal etmişlerdir. Artık kendileri yönetecek, kendileri üretecek ve içeride kalmış alacaklarını
böylece tahsil edeceklerdir.
Filmde bir boya fabrikasında daha önce söz verilmesine rağmen ücret zamlarının
gerçekleşmemesi ve sendika üyesi olan işçilerin işten çıkarılması, geriye kalanların ise işten
atılma korkusuyla sendikaya girmekten çekinmeleri, başta Nuri Baba olmak üzere işçilerin
greve gitme kararı almaları, patronun işçilerin arasına ihbarcıları yerleştirmiş olması, patronun
oğlu Turgut’un işçi mahallesinden arkadaşlarıyla kurmuş olduğu yakın dostluğun babasının
ölümünden sonra fabrika başına geçmesiyle sonuçlanmasına bağlı olarak bozulması,
Turgut’un yakın arkadaşı ve aynı zamanda fabrikada işçi olan Ekrem’in işçileri sendikalı
olmaya ve greve katılmaya ikna etme çabaları ve sonunda iş yerinde grevin başlaması ve sarı
sendikacılık son derece başarılı bir biçimde işlenmiştir.
Filmle ilgili bir diğer ayrıntının ise, halktan birçok oyuncu kullanılmasının yanında,
filme 1960 sonrası kurulan sendikalar tarafında gönüllü olarak destek verilmesi ve figüran
açığının bu şekilde giderilmesi olduğu görülmektedir. Bununla birlikte filmde 1960ların
İstanbul’unda çok kültürlü bir toplum yapısının olduğunu gösterilmeye çalışılmıştır. Özellikle
Rum, Yahudi ve Ermeni yurttaşların varlığı, filmde isimlerden yola çıkılarak ulaşılabilecek
bir diğer önemli unsuru oluşturmakta ve hepsinin en büyük endişesinin bir gün işsiz kalabilme
korkusu olduğu gösterilmektedir. Film, sınıfsal dayanışma içinde etnik grupların hiçbir
öneminin olmadığını vurgulaması bağlamında oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Vedat Türkali, Ertem Göreç ikilisinin işçi üzerine kurulmuş olan sömürü
mekanizmasından yola çıkarak ülkenin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi ve dışa bağımlı
hale getirilmesi de dâhil olmak üzere, birçok sorunu gündeme getiren filmin sonunda
vurgulanan konunun, işçi sınıfının birliği olduğu görülmektedir. Bu birlik içte ve dışta işçi
sınıfını sömürenlerin yenilmesi ve işçi sınıfının kazanması anlamına gelmektedir. Bu film,
dışa bağımlı sermayecilere karşı erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, çocuğuyla dayanışma içinde
olan, grev yapan ve haklarını sonuna kadar savunan “ ‘bu milleti soymaya, köle etmeye
gelenlerin karşılarında biz varız …’ diye haykıran bir sınıfın bilinçlenme hikâyesidir…”
şeklinde özetlemek mümkündür (Coş; 1974, s. 14).
Vedat Türkali’nin senaryosu; sınıf çatışması, yerli ve yabancı sermaye ayrımı,
sendikal örgütlenme ve grev… gibi, sadece filmin çekildiği 60’larda değil bugün bile
üzerinde rahatça konuşulamayan konular hakkında cesur bir izleğe sahiptir. Nitekim Türk
Sinemasının bu ilk işçi hareketi yahut grev filmi yasaklanmış ve ancak bir takım
müdahalelerle sınırlı bir gösterim imkânı bulabilmiştir. Filmin sonunda bilinç ve özgüven
kazanarak, kapitalizme karşı kenetlenen işçiler üzerinden 68 kuşağının itirazcı, gerektiğinde
düzene karşı duran, ezilen ve sahipsiz kalanın yanında yer alan karakteristiği yansıtılmıştır.
Bitmeyen Yol
Duygu Sağıroğlu’nun 1965 yılında yönetmiş olduğu “Bitmeyen Yol” filmi Türk Sineması’nda
Anadolu’dan büyük kente göç eden işçi temsilini en iyi biçimde yansıtma özelliğine sahiptir.
Altı kişiden oluşan grubun Haydarpaşa’dan itibaren başlayan serüvenleri toplumcu gerçekçi
bir dille sinemaya yansıtılmıştır. Köyden kente göç eden ve köyde artık karınların
doymayacağını düşünen bir grup insanın görüntüsü yakın çekimde verilmiştir. Büyükşehir’in
yüzlerinde yaratmış olduğu şaşkınlık ifadesine dikkat çekilmek istenmiştir. Köyden gelenler
İstanbul’un gecekondu mahallelerinde hemşerilerinin yanlarına gidip orada iş aramaya
başlarlar. Filmin sonunda ana kahraman Ahmet iş ararken kendisine kötü davranan
işverenlerden birisini öldürür ve hapse düşer.
Filmde başta işsizlik teması olmak üzere, kır-kent ayrımı; katı, kopuk, bencilce
yaşanan ilişkiler, birbirlerini ezerek iş bulmaya çalışan işsizler ordusu, işçilerin çalışma
koşullarının zorlukları, işverenin gözünde işçinin durumu, işçi haklarının savunul(ama)ması,
makineleşme, yabancılaşma, sendika, sigorta… gibi konular işlenmiştir. Sağıroğlu büyük
kentin işçilerinin hikâyesini, çok fazla sulandırmadan, Türk Sinemasında bir çok örneğin içine
düştüğü gibi melodrama kurban etmeden, olabildiğince somut ve gerçekçi bir dille izleyiciye
verebilmiştir (Coş; 1974, s. 12). Özellikle filmin başında bir gecekondu semti görüntülenmiş
ve oradaki evlerden birinde yaşayan Güllü Bacı’nın evinde son bulmuştur. Makal’ın
(1987:34) deyimiyle “kamera, önceleri yeni sanayi bölgeleri içinde oluşan, sonraları her yerde
ortaya çıkan, fakat henüz büyük bir oylum gösteremeyen gecekondu ve burada yaşananlara ilk
kez bu denli yakın plandan bakmaktadır.” Film de Güllü Bacının kızlarından gündelikçi
Fatma’nın sınıf atlama özlemini verirken, Fatma’nın evin hanımının kıyafetlerini giyip,
makyaj yapması, küçük bir tekstil atölyesinde çalışan Cemile’nin diktiği kıyafete göz ucuyla
bakması ve ürettiği şeyi hiçbir zaman giyemeyeceğini bile bile hala bu işi yapıyor olması,
yani ürettiği ürüne yabancılaşması İtalyan Yeni Gerçekçiliğine has son derece yalın bir dille
verilmiştir.
Filmde değinilen bir diğer durum ise dış göçtür. Özellikle Cemile’nin kocasının
Almanya’dan yazdığı mektup sahnesi ve Ahmet’in İstanbul’da iş ararken “İş ve İşçi Bulma
Kurumu”‘ nun yanından geçerken yurtdışına işçi gönderen bir iş takipçisi tarafından yolunun
kesilip, onu belli bir miktar para karşılığında Almanya’ya gönderebileceğini söylemesi bu
durumun en iyi örneklerinden birisi (Makal; 1987, s. 34) olmaktadır.
Filmde dikkati çeken bir diğer bölüm ise Ahmet’in iş ararken yola yazılmış olarak
gördüğü Türk İş’in “Petrol millileştirilecektir” sloganıdır. Ama hemen arkasından mobil
firmasının petrol taşıyan tanker görüntüsü gelmektedir. Sendikaların ne demek istediğini
anlatan en güzel örneklerden başında gelmektedir. Bir diğer önemli husus da sonrasında Milli
sinema akımı içinde yer alacak olan Duygu Sağıroğlu’nun ideolojik olarak gideceği yönü
göstermesi bağlamındaki önemidir.
Filmde işçi görüntülerine sıkça yer verilmiştir. Bunlar özellikle küçük ölçekli
atölyelerde çalışan işçilerin gerçek görüntüleridir ve hiçbir müdahale yapılmadan (belgesel
edasıyla) gösterilmiştir. Özellikle genç ve çocuk işçilerin çokluğu dikkat çekmektedir.
İnşaatlarda çalışanlar, hamallar, tamircide çalışanlar, demir taşıyanlar, ayakkabı boyayanlar…
gibi bir çok işçi figürü film içinde gösterilmiştir. Seçilen bu kareler kapitalizmin ilkel
koşullarının Türkiye’de nasıl yaşandığını göstermesi bağlamında önemlidir. Filmin sonunda
Ahmet’in fabrikatörü öldürüp, hırsızlık yapmaya yönelmesini manidar bulan Nezih Coş
(1974, s. 12) şunları belirtmiştir; “Bu şematik sonuç, bireysel düzeyde dahi çözüm değildir,
ama herhalde düşündürücüdür ve en azından bir tavır olarak yerinde bir etki gücü sağlar. Yol
Bitmemiş’tir, gelecek yolların ağzında işçi köylü Ahmetlere, güllü Bacı’nın gecekondusunda
okuma öğrenen küçük Osman gibiler de katılabilecektir.”
Sonuç
Türk sinemasında işçi temsillerine genel olarak baktığımızda, başarılı olarak görebileceğimiz
birkaç örneğin dışında dönemin popülist politikalarına paralel olarak yapılan, içleri
boşaltılmış, ideolojik yönden saptırıcı, sosyo ekonomik problemleri göz ardı eden melodramik
ve polisiye öğelerle takviye edilmiş daha çok yan karakterler ya da yan temalar üzerinden işçi
sorunlarını ele alan filmler yapılmıştır. Türkiye’de gerçek anlamda bir işçi sınıfının
oluşamaması bu durumunun en önemli nedenidir. Bununla birlikte ele alınan dönem
düşünüldüğünde sol/sosyalist hareketlerin etkilerine ve dünyadaki sol/sosyalist siyasetin
gelişmesine rağmen, Türkiye’deki yansıması geçmişe göre ümit verici ama olması
gerekenden çok uzak olduğu görülmektedir.
İncelenen filmlerde Cemal (Kırık Çanaklar), Ekrem (Karanlıkta Uyananlar) ve Ahmet
(Bitmeyen Yol) karakterlerinin işçi temsilleri olarak görülmektedir. Cemal karakteri (Turgut
Özatay) mesleğinin fabrikada işçilik olmasının dışında, Türk toplumundaki erkek
karakterlerden bir farkı görülmemektedir. Film, ikili ahlak anlayışı, toplumda kadına ve
erkeğe atfedilen roller … vb. açısından geleneksel ataerkil ideolojinin devamlılığını
sağlamaktadır. Ekrem karakteri (Beklan Algan) Karanlıkta Uyananlar filminde güçlü,
sendikalaşmaktan yana, dayanışmaya inanan, sınıf bilincine sahip, kitleleri etkileyen bir işçi
sınıfı temsili olarak tanımlanmaktadır. Filmde işçi karakterin temsili olumlu bir şekilde
sunulmaktadır. Yan karakter olan işçilerde aynı bilince sahip olarak tanımlanmaktadır. Son
olarak Ahmet (Fikret Hakan) karakteri Bitmeyen Yol filminde köyden kente göç etmiş, ezik,
korkak, şaşkın, sınıf bilincine sahip olmayan, kolayca yönlendirilen bir işçi temsili olarak
görülmektedir. Bu anlamda Ekrem karakteri ile zıt özellikler taşımaktadır. Ancak yönetmen
(Duygu Sağıroğlu) izleyicinin Ahmet karakteri ile özdeşleşmesini sağlayarak, ideolojik bakış
açısını, işçi karakterden yana olacak şekilde, ortaya koymuştur.
Seçilen filmlere bakıldığında, daha önce belirtilen karakterin işçi olduğu ama işçi sınıfı
sorunlarına değinmeyen filmlere örnek olarak Kırık Çanaklar filmi gösterilebilmektedir.
Diğer iki filme bakıldığında işçi sınıfı sorunlarının filme konu edildiği ancak Bitmeyen Yol
filminin konuya daha olumsuz/umutsuz yaklaştığı görülmektedir. Bitmeyen Yol ve Karanlıkta
Uyananlar filmlerinin çekim teknikleri, kurgu ve sinemada anlamın oluşturulması açısından
Sovyet Sineması, İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Şiirsel Gerçeklik akımlarından etkilendiği
görülmektedir.
Sonuç olarak, 1960lar Türk Sinemasındaki akımlar dönemin filmlerine yansımaktadır.
Toplumcu Gerçekçi yaklaşımla başlayan, ulusal ve devrimci sinema ile devam eden süreç
Türk Sinemasında toplumsal konulara eğilen ve özellikle işçi karakterleri konu edinen
filmlerin yapılmasını beraberinde getirmiştir. Bu filmlerdeki işçi karakterlerin temsili,
güçlü/güçsüz, etken/edilgen olsa dahi, işçi sınıfına ait sorunların tartışılması için bir zemin
hazırlamıştır. Bunun sonucunda işçilerin sorunları, sınıf çatışması, yerli ve yabancı sermaye
ayrımı, sendikal örgütlenme ve grev… gibi konular Türk Sinemasında ilk örneklerini
vermiştir. Daha sonraki dönemlerde Türk Sinema tarihine bakıldığında, işçi temsilleri ve işçi
sorunları anlamında bu dönemi aşan filmlerin çekil(e)mediği görülmektedir.
Kaynakça
Atam, Z. ve Görücü, B. (1994). Türk Sinemasının Periyodizasyonu/ Engin Ayça ile Söyleşi.
Görüntü Dergisi, Sayı:2.
Ayça, Engin (1996), Yeşilçam’a Bakış, Türk Sineması Üzerine Düşünceler, İstanbul: Doruk
Yayınları.
Aydın, M. Ç. (1997). 1960’lar Türkiye’sinde Sinemadaki Akımlar. 25. Kare Sinema Dergisi,
Sayı:21.
Coş, N. (1974). Türk Sinemasında İşçi. Yedinci Sanat Dergisi. İstanbul: Eko Matbaası.
Daldal; A. (2003). Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik: Bir Tanım Denemesi. Birikim
Dergisi, Sayı: 172.
Esen, Ş. (2010). Türk Sinemasının Kilometre Taşları. İstanbul: Agora Yayınları.
Kıraç, R. (2008). Film İcabı Türk Sinemasına İdeolojik Bir Bakış. Ankara: De Ki Yayınları.
Makal, O. (1987). Sinemada Yedinci Adam Türk Sinemasında İç ve Dış Göç Olayı. İzmir:
Marş Matbaası.
Onaran, A. Ş. (1999). Türk Sineması Cilt: I. Ankara: Kitle Yayınları.
Refiğ, H. (1971). Ulusal Sinema Kavgası, İstanbul: Hareket Yayınları.
Sağıroğlu, D. (1966), Türk Sineması Üzerine. Görüntü Dergisi, İstanbul: Robert Koleji
Sinema Kulübü Yayın Organı.
Scognamillo, G. (1998). Türk Sinemasında Tartışmalar/Polemikler/ Kuramlar. Yeni İnsan
Yeni Sinema Dergisi, Sayı:4.
Scognamillo, G. (1973). Türk Sinemasında Köy Filmleri. Yedinci Sanat Dergisi, Sayı: 4.
Uçakan, M. (1977). Türk Sinemasında İdeoloji. İstanbul: Düşünce Yayınları.
Vardar, B. (2006), Türkiye’de Sinemanın Gelişimi ve Ulusal Sinema Tartışmaları, Sinematürk
Dergisi,
Sayı:
2.
The Dramatic Rise of Peer-to-Peer Communication within the
Emancipatory Movements: Reflections of an International Labour, Social
Justice and Cyber Activist
Örsan Şenalp
Introduction
In 2011 the world witnessed the beginning of the first truly transnational and global
grass-roots uprising. Peer to peer self-organising, on-line connectivity, horizontality, and
commitment to non-violence have become the common characteristics of the rising global
movement. Progressive and revolutionary civil society organisations and trade unions have
played a crucial role in the uprisings that took place in Tunisia, Egypt, Iceland, Greece, Spain,
Israel, Chile, the UK, the US as well as many other places.
This constellation might explain why 2012 has begun as a year in which the
transnational capital and ruling elite have gathered around a consensus on various types of
authoritarian and neoliberal state capitalism. More and more divorce between capitalism and
democracy followed the market failure deepening in the West. While imperial confrontations
among the elite forces taking the form of military conflicts, the common offensive against the
poor and working classes structurally and strategically increased. The violence has been
hardened against the peaceful social opposition almost everywhere. Not only austerity, flexslavery and proletarianisation have spread throughout the world; peaceful public space
occupations were violently evicted, militarisation, surveillance and criminalisation captured
all domains of social life, strikes were banned, and even as happened in Marikana tragedy in
South Africa, tens of striking workers have been massacred by the police forces in cold
blood.1
On the other hand, 15M and Occupy movements have reached a sustainable phase
within 2012. After 15O, May 1 General Strike and Global May/Spring mobilisations a lot of
experience has been gained.2 September 17, the first anniversary of Occupy Wall Street
(OWS) and current autumn mobilisations have proved the sustainability that the young
movement has achieved.3 A week before these lines are written Global Noise mobilisation
took place marking, this time, the first anniversary of the October 15 uprising. There have
been many local and national mobilisations for various causes between October 12 and 20.
October 13 was the global day of action. The Global Noise mobilisations were organised in
more than 30 countries and 230 cities around the world making a huge meaningful noise
against the ruling class brutality. There have been and will be many other initiatives and
mobilisations taking place during this autumn and winter.
Meanwhile we have been observing the formation of larger alliances among more
traditional progressive forces. Important spaces and convergence processes have been
initiated, launched by radical democratic as well as revolutionary alter-forces especially in
Europe. In November 2012 there were two events taking place: Agora 99 in Madrid,
November 1-4 and Firenze 10+10 in Florence Italy, November 8-11.4 The objective in these
gatherings was enabling constructive interaction between non-representational new
movements and progressive NGO networks and unions, and defining the common ground and
common mobilisations. It has hoped that these would be much larger than the ones set for so
far. Unions from Greece, Spain, and Portugal had already called for a simultaneous general
strikes on November 14.
In the paper I give a personal review on some of the important spaces of convergence
and mobilisations which took place in 2011 and 2012 and currently being planned: like, 15O,
Joint Social Conferences, Hub Meetings of Indignados, Global May, Agora 99 and Florence
10+10 among others. I also deliver my observations on the dramatic rise of peer to peer (P2P)
communication as well as increasing involvement of new generation activists and spreading
of P2P relational dynamics within in these spaces and mobilisations. Such developments
might allow radical reformist and revolutionary forces to invent a methodology for working
together which might in return make it possible to form transnationally connected and strong
alliances between horizontal and less vertical forms of agency; so called movement of
movements.
General Assemblies, Transnational Working Groups and Hub Meetings
Since the Seattle and the first World Social Forum in Porto Alegre, global solidarity
and justice activists have been intensively using email lists, Skype meetings, video-sharing,
websites and other software available in order to organise alter- or anti-summits as well as
reach out the public. However since 2004, with the arrival of high capacity servers and
fibreglass cables that allows storing and transmitting of much larger amount of information,
the available online tools for activism have become more and more sophisticated, interactive
and accessible. The new Web (Web 2.0) has opened up the cyberspace for users’
participation, by producing content, self-publishing and sharing; without any computer
programming knowledge.
The neoliberal offensive and the deepening of capitalist crisis has been triggering
radical politicisation of cyber-activism during the late 80s and 90s.5 The first generation
participants of the P2P movement was leading an underground fight against the
commodification of the Internet, against the intellectual property regime launched by GATS
through the WTO.6 GATS was providing the legal framework for what has been called ‘the
second enclosure’ of cyberspace and allowing private capital to build the client-server model
Web (World Wide Web) on top of the unprofitable distributed network known as the
Internet.7 Part of this first generation P2P activism was transformed into the Free and Open
Source Software and Access to Free Knowledge movements. Various groups has generated
amazingly useful tools and projects as result of the struggle in this filed (like Linux,
Wikipedia, Copy Left, Creative Commons, TOR, Telekommunisten etc).
The cyber activism had to be performed on the terrain of capital, the Web, in order to
make an impact. As radical left cyber-activists who were collaborating in the globalisation of
the Zapatista movement, fighting against the NAFTA (and GATT) also by utilizing the new
Web.8 This has allowed the reaching out to the new activists, including non-cyber ones. This
emergent collaboration and cross- fertilisation had been extended via Seattle and the World
Social Forum yet it remained limited because of the form of the Web at the time. This
situation has changed radically while the great anti-war movement of 2003 and Social Forum
movements were in decline during the second half of the 2000s. After the arrival of the new
Web such interaction and cross-fertilisation among the cyber-activists and social justice
activists has brought about the newest social movements (like the Pirates movement, hacker
groups Anonymous and LulzSec, Wikileaks – just to mention the more widely known ones).9
15M, widely known as the Indignados, and Occupy movements have created
transnational political spaces for closer collaboration among cyber, semi-cyber and non cyber
activists; those who involved in union and community organising, issue campaigns,
progressive NGO sector, previously non-active but politicised independent individuals and
small-scale new generation political collectives. Following the 2007 crisis, and most recently
during the protests in Wisconsin, US, and the student revolts in Europe in 2010, there was a
rapid increase in the interactions between these activisms, internet based media activists and
digital artists. Following the dramatic events in Tunisia and Egypt last year these interactions
had suddenly gave rise to deployment of both free and open source software and new Web
based tool for the practice of transnational organising, decision making, visioning, strategy
forming, reach out and logistics.
The actions of Anonymous and Wikileaks have reflected this connectivity and
solidarity between the newest movements and uprisings. Wikileaks released the material that
triggered the Arab spring and Anonymous attacked Egyptian governments official sites, both
stayed in solidarity with uprisings everywhere, and the visual material shared with speed of
light among thousands of activists. Anonymous created massive media channels for its own
net. It produced very effective artistic video messages to declare support, make a public
statement, call for action (or what they call ‘operations’).10
When the protesters in Wisconsin and Tahrir hailed each other, visuals of the event
were shared among millions on the Web.11 Live video streaming channels were on air and
watched by tens of thousands of people across the world during the mass occupations at
Puerta Del Sol Square in Madrid, messages shared among Athens, Iceland, and London.
There were already online and real world communication being established since then,
between these spaces, groups and rebels. Even after most Spanish city squares were occupied
for several weeks, starting from May 15, 2011, with explicit reference to the Tahrir Square,
not many would guess that these occupations and regular citizen assemblies – comparable to
previous Latin American experiences – was actually being systematically spread to many
European cities and beyond the Atlantic.
Following the international assemblies organised in Lisbon and Paris, October 15
announced as the date of the ‘Global Revolution’ – a day of massive global mobilisation. First
ties were established in the United States and then were formed the first truly
international/transnational networks of online and offline working groups and committees.
These networks were covering the Mediterranean, European and American regions. An
‘International Road to Dignity’ graphic was reflected the crucial points on the
timetable.12These groups gathered, shared, worked and discussed on a regular basis in order
to build the movement and organise the October 15 mobilisation. They have created a peer to
peer communication infrastructure for mobilisations and actions but also developed the
practice of ‘real democracy’ at the international level. Assembly protocols, methodologies,
designs, signs, rules, etc. were formulated, experimented, tested and improved across
European cities. This knowledge and experience crossed the Atlantic during the summer
2011. People’s assemblies started to pop up in American cities and Adbusters Magazine made
the first call to Occupy Wall Street on the September 17, 2011.13 Just before the Wall Street
occupation in September 17, 2011, in Barcelona Indignados were holding a transnational Hub
Meeting to exchange information and ideas on local situations and preparations, visions and
future perspectives toward 15O and after.
On the same day that Wall Street was occupied, the European Trade Union
Confederation (ETUC) and European trade unions organised a mass mobilisation in Poland to
protest the meeting of the European finance ministers.14 Yet no connection was made
between these two deeply connected events that could have increased the impact of both. As a
result, that day and for the following couple of weeks, there was almost no media coverage of
these two big and related events. People around the world did not hear much about what
happened in Wall Street or Poland and could not see the connection. However, after several
weeks of non-violent resistance by those occupying the Zuccotti Park in Wall Street, they
were severely attacked by the police; mainstream media could not ignore what was
happening. This eruption of unavoidable mass media attention, coming mainly by
international rivals of the BBC and the CNN, like Russia Today (RT), the Chinese news
channel CCTV, as well as Al Jazeera, fed into the massive global mobilisations on the 15th of
October, and concomitant occupations of more than 1,000 central city squares in more than 90
countries across five continents.15
Outrage, occupy, strike, blockupy
The work and plans around the idea of a Global Spring mobilisations in 2012 began to
crystallise towards the end of 2011.16 First after the success of the Oakland General Strike on
November 2. This historical event not only prepared the ground for the Mayday General
Strike plans but also made it possible for the West Coast dockworkers’ union (ILWU) to get a
stronger position vis-à-vis the company in dispute, and certainly played a role in the union
winning the battle under-way.17
Since January 2012, Occupy General Assemblies (GAs) began organising the first
federal level General Strike in US history, which took place on May 1, international worker’s
day, symbol of the 8-hour-day struggle and the unity of subaltern classes. Indignados in
Europe both encouraged and responded to this call with a call to form popular worker/citizen
assemblies that would gather on Mayday beside or after the mobilisations organised by
unions, in order to give support to the labour movement struggle in general.18 On the other
hand, beginning December 2011, the 15M and Occupy Movements in Europe were organising
a day of global mobilisation on the May 12 (#12M), the anniversary of the ‘Spanish
Revolution’ begun at Puerta del Sol square in Madrid a year ago on 15 May.19Another idea
on an ‘open source’ and indefinite global transition strikes on 15 May (#15M) was also
launched.20 Many initiatives have been undertaken to link the dynamics of the new
movement to organised groups – like resisting workers, unions, campaign groups and NGO
networks – in order to increase the magnitude of the spring mobilisations and the strikes.
Connecting to the 1M, 12M and 15M actions, many groups that were linked to or
acted in solidarity with the Occupy and 15M Movements in Europe initiated the European
mirror image of OWS: The Blockupy action, to take place in Germany May 16-19.21 Massive
mobilisations were planned to protest, block and occupy the Frankfurt Financial Centre and
the European Central Bank (ECB), which were seen as the European Head Office of Goldman
Sachs. In the USA, anti-G8 and anti-NATO mobilisations were planned in Chicago for the
May 15-21 in tandem with these preceding mobilisations.22
A second hub meeting was held in Milan on March 30-31 April 1, 2012. Activists
from many European cities and camps at this meeting, shared information and discussed
strategies planned for May 2012.23 In this second meeting Global Spring/Global May
working group and Blockupy organisation gave updates and a Skype call was made to a
Mayday organiser from OWS. Subjects for analysis discussed in the workshops were austerity
policies, debt, privatisations, the anti-democratic wave, the rise of the right wing. Analyses
were shared horizontally and brought back to local groups and collectives involved. Since
there was no organisational representation, or aim at decision-making during these meetings,
no irresolvable disputes arose coming from ideological, traditional, or cultural diversity. The
assembly style of working was adopted by all and participants were individuals. Therefore it
was easier and faster to work and reach a consensus. Everybody could join in spontaneous
support, mentioning promising initiatives about which they had information, and also raise
points regarding the methodology. Since formal representation was not an issue, in practice
the meeting was mainly one of exchange and providing feedback to the coming initiatives.
The main impact of such organised network meetings, however, comes when interlinked
individuals bring back the information and consensual analyses to the local assemblies and
groups. At the end of the second Hub Meeting, support for Global Spring, 12M and 15M
mobilisations was agreed with full consensus. There was a big support to Mayday in the US
Blockupy, although there were concerns about the dedication to non-violence in Frankfurt,
horizontality in the planning of the mobilisation, and collaboration with vertical organisations
and groups.
The successful organising of and global support given the Oakland General Strike took
the discontent in the North, which has been growing since the Seattle 1999 and made a
quantum leap with the OWS, even a step further. It underlined the historical roots of the
current moment of the global uprising and strengthened connectivity, communication and
solidarity among various forces.
Since around the free fall of Lehman Brothers in 2008, the general strike had already
made a spectacular return in Europe.24 However the Mayday General Strike in the US has
actually awakened the legacy of ideas like ‘One Big Union’, ‘Shorter Working Day’,
‘International Strike’ and highlighted the ties connecting the old, new, newer and the newest
progressive and revolutionary movements. Hundreds of millions marching around the world
have given a strong echo to this ‘happening’, and allowed us to visualise clear images of new
generation of actions and general strikes that could start radical processes of social change.25
Although these ambiguous plans of the self-organised masses did not find a strong
resonance among a large part of the hierarchically ‘organised’ forces, for the time being, the
new generation of activists has gained an immense amount of experience and confidence.
In Frankfurt municipal government had issued a strong ban on all the protests in the
whole of Frankfurt-am-Main. Police repression was very heavy and the issuing of such a ban
for all protests had not happened since the Nazis were in power, indicating the depth of
undemocratic rule dominating the old continent. Meanwhile, in the US, Obama was moving
the venue of the G8 from his home town to Camp David. Under such conditions the Blockupy
managed to block the ECB and to get a 30-thousand strong rally on the 19th.26
The above-mentioned mobilisations and actions were the international ones directly
organised by non-representational groups including Occupy, 15M and those who collaborated
with them as in Blockupy mobilisation. In order to uncover the real number of the local,
national and regional events, direct actions, mobilisations and strikes organised by these
groups – and their impact – we need an intensive and systematic study.
European fellowship of the ring?
A month before Mayday 2012, on March 28-29, the next phase of an important experiment
took place at the International Trade Union Building in Brussels, which hosts the established
global union structures of the ITUC, the ETUC and associated union internationals. Among
the participants of the 2nd Spring Social Conference there were more than 140 representatives
of around 40 progressive organisations, unions, and NGO networks based in Europe.27
The first edition of the Conference had been held at the same venue in March 2011 by
participants in the ‘Joint Social Conference’ process. The Joint Social Conference initiative
was officially born out of the European Social Forum in Malmö in 2009. Yet the roots of the
process can be traced back to the foundation of the Labour and Globalisation Network (L&G)
during the World Social Forum in 2007.28 L&G is a loose network of labour and union
activists originally aimed at making labour more visible within the social forum processes.
Since the Malmö ESF, several social movements, NGO networks and labour unions have
become involved in the JSC process, have developed mutual trust and recognition, and have
experimented with innovative ways of working together. The first conference was a product
of some years of work, was not easy to put together and establish outreach. It was a difficult
experiment of collaboration in reaching concrete results, because of the differences in
cultures, ideologies, ways of working and different interests. But lessons have been learned
and mutual trust and recognition gained. Besides, the increasing pressure of the crisis and
mobilisations on the streets contributed to a much more successful second edition.
During the 2nd Spring Social Conference many people, including the ETUC General
Secretary, repeated the need for a Europe-wide general strike and joint actions, in order to be
able to resist capital and change the balance of power, although stating that it would very hard
to realise these. However, standing closer to southern European union positions, as well as
the Indignados and Occupy movements’ actions, the General Secretary of the largest
European union federation, the European Public Services Unions (EPSU), declared that even
today such transnational strikes are possible if we only bring existing struggles together and
link the national general strikes on going.
At the end of the day, there was no direct support for a Mayday strike in the US or
Europe, nor a call for mobilisation as proposed by 12M and 15M. But the effort was relatively
successful and a fairly strong final document, with exciting content, was
produced.29Regardless of the difficulties and interest conflicts (predictable with the
combination of actors involved) a common analysis, resistance and mobilisations were
identified.
After the end of the conference an inter-network meeting gathered with the same
participants and others, to work on a call for organising an Alter Summit in the foreseeable
future.30 The call was made to build a Europe-wide social movement, sharing a common
ground of analysis, and defining collective actions and alternatives against the austerity
policies, deregulations, privatisations and anti-democratic measures in Europe as well as
globally. The cornerstones for building such a movement were identified as May 5-6,
2012TNI-CEO conference that took in Brussels, 17-20 May Blockupy for Global Change
mobilisation in Frankfurt, 5-19 May Subversive Forum in Zagreb and Florence 10+10 to be
organised between November 8-11, 2012.31
Individual activists joined the meeting and raised calls for support to the M1GS, 12M
and 15M global actions organised by the Occupy and 15M Movements. Participants from the
Indignados and Occupy movements reported on the conference to the 2nd Hub Meeting
gathering in Milan mentioned before, right after the event on March 30. As I said, both the
Spring Social Conference and Hub Meeting participants endorsed and declared active support
to the Blockupy action, which was inspired by the OWS and 15M and organised by a wider
coalition of forces, including Occupy groups in Germany.
Some of the participating networks, like ATTAC and Transform, NGOs like CEO and
TNI among others, have linked the outcomes of the conference to another process launched in
collaboration with political actors like the European Left, that took place on the March 3031.32On 5 and 6 May 2012, following this process of interaction, another important alliance-
building event was organised in Brussels, this time by Corporate Europe Observatory
(CEO)and the Transnational Institute. Around 300 participants from across Europe came
together to see the possibilities of taking collaboration among activists, unions, movements
and networks one step further. They produced an inspiring statement calling for a halt to the
EU Austerity Treaty.33 The two-day ‘EU in Crisis Conference’ marked CEO’s 15th
anniversary. Following two days of discussion and debate, a new Pan-European network to
fight against the EU’s austerity policies, and support a fairer, greener, more democratic
Europe, was launched. There were calls made to support the occupation of the European
Central Bank on the 17-20 May and the Global Day of Action on 12 May.34 There were also
calls made to support the ‘No’ campaign in the Irish Referendum on the Austerity Treaty that
took place on 31 May 2012. Significant elements of the transnational water justice movement
were also at present in the conference. The valuable experience of these actors in terms of
transnational alliance building contributed to the convergence. A new campaign to challenge
the push for the privatisation of water services was launched, including support for the
campaign for a European Citizens’ Initiative, stating that ‘Water and sanitation are human
rights! Water is a public good, not a commodity.’35 Other important European networks
emerging and linking with this process of wider alignment around similar issues were
European Alternatives and Another Road for Europe.36 During the TNI-CEO event these
networks engaged actively in the Alter Summit process and the Florence 10+10 space. Whilst
the European Alternative network puts a strong emphasis on alternatives, commons and the
grass-roots, the Another Road for Europe network consists of European political parties and
research networks.
After the May mobilisations during the spring of 2012, a series of real world, cyber
evaluations and re-evaluations took place. These evaluations helped to digest the experiences
of the May mobilisations and to draw lessons as well as to re-energise for the autumn. During
the spring and end of the summer in the Northern hemisphere many actions were organised,
mainly in the US and Spain. But maybe more importantly all evicted Occupy camps have
developed their own online spaces and tools to keep in touch with local activists. Several
important web portals were developed and launched.37Developing new communication
channels, local networks have built closer links among the previously-created spaces for
international communication and coordination among 15M and Occupy assemblies, camps,
and networks in different continents. Building on previous experiences, new ideas for dates
and content of the global mobilisations were discussed, and an international workgroup was
formed – this time with even closer and wider international participation from varying
localities. A Global Noise action took place in a distributed way. A new international road to
dignity was drawn up for the rest of 2012 and 2013, linking the cornerstones towards the aim
of global change.38
At the end of August participants of the almost all above mentioned progressive, and
less-horizontal networks, organised a preparatory meeting on Skype in order to come up with
a draft programme for the September 14-17 preparatory meeting and to work on it in Milan
towards Florence 10+10.39 The Milan meeting was relatively successful in terms of the
convergence of ideas and cultures. An online per-convergence process – which is embedded
in the preparatory work of five thematic groups established – and last group to work on the
convergence. Groups and individual actors were asked to come up with proposals for a
common vision, strategy and action, in order to improve the convergence at Florence and
move further on a shared concrete path.40 The Milan meeting coincided with the anniversary
of Occupy Wall Street. Right after the opening session for the meeting, Occupy and 15M
activists who were participating provided individual inputs into the globalNOISE
preparations, an Agora99 meeting, and working methods of the movement. During the
following days they made suggestions for the working themes and the methodology for
Florence 10+10, They worked on several possible ideas about how to involve Occupy 15M
networks in the space created in Florence.41
On the other hand, according to the decision taken by the transnational assembly at the
end of Blockupy action in Frankfurt, a workgroup was formed in order to coordinate the
organisation of a transnational and transversal meeting in Madrid, called Agora 99. Agora 99
has been organised as an open meeting by collectives and individuals taking part in 15M,
Occupy and Blockupy movements. Florence is an open space for organisations, unions,
networks and individual activists, whilst Agora99 is for political collectives, groups and
individuals joining Occupy and 15M assemblies, mainly to work on practical issue. It is based
on self-representation. And whilst Florence focuses on Europe, Debt, Commons, Labour and
Social Rights, Democracy, the themes of the Agora 99 gathering are Debt, Crisis and
Democracy. Suggesting the P2P dynamics behind the event some of the slogans on the
banners are P2P Democracy, P2P Agora.42 While the Madrid event organisers made direct
reference to P2P, organisers of the Florence event have opened the preparatory process to
online participation of individuals, networks and NGOs. This is done by using open pads next
to the email lists. There are also ideas being mentioned, in relation to Florence, like using the
German Pirates’ Liquid Democracy software which is developed and used especially for P2P
policy and decision making.43
Conclusion
The new methods and tools of communication and self-organising that have been
experimented with and developed by the new-generation activists in creating a shared feeling
and experience, strategy and tactics, public space and political impact. Information-gathering
and exchanges before making proposals to the local General Assemblies about the
mobilisations, action or alternative initiatives to be taken forward have been representing
varying combinations of direct democracy powered by P2P relational dynamics and tools,
which were developed and adopted by the previous and current generation activists, including
those active in Anonymous and Pirate party movements. Activist from different movements
need to reflected upon these new knowledge and experience in order to strengthen
international level practices in order to contribute to most radical social change possible.
Following the summer 2012, political momentum has been rising again. Elections in
the US, Israel, and the power transition in China have made visible that intra-class
conflicts are getting more and more difficult to handle for the ruling elite, in global term.
Workers, students, farmers, immigrants all the segments of oppressed getting increasingly
politicised and organised. Therefore the coming months and years are potentially be full of
tension between the people and rulers, as well as within the ruling classes. The
increase in military confrontations between China and Japan, Turkey and Syria, Israel & US
against Iran, reveal these fraternal conflicts. In most of the cases these militarised intra-class
conflicts hit hardest the innocent civilians, the poor, children and elderly. Yet the hope is
always there. At the time of writing, the International General Strike for November 14 has
been set to take place in Greece, Spain and Portugal. Important spaces of convergences
organised for Agora 99 and Firenze 10+10 in order to interlink the work that has been done,
seek for collaboration and possibility of larger mobilizations, and start a discussion on
building a transnational unionism. Another important platforms New Unionism Network has
launched a discussion on how to build global unionism from the scratch, based on individual
membership. These might be the signals of the coming of stronger alliances between various
types of actors. Who knows, maybe this time it will be possible to achieve forming
a ’Fellowship of the Ring’, using Tolkien’s fictive image as a metaphor. A force that can
attract the eye of the Mordor, murderous 1% in our case, to herself, and expand from the
Middle Earth (Europe) towards the Mediterranean, Middle East, the Americas and across the
world. Charge a glorious battle against the common enemy who declared economic, social,
political, cultural and military class war at the 99% and the planet itself.44
References
1 http://www.amandlapublishers.co.za/home-page/1522-amandla-editorial-comment–a-brutaltragedy-that-should-never-have-happened
2
#15O: http://15october.net/ and http://map.15october.net/ ,
#11.11.11:http://www.facebook.com/events/179186642163285/,
#1MGS:http://www.occupymay1st.org/ and http://maydaynyc.org/,
#Global
May:http://www.globalmay.org/en (# sign refers to the online aspects of the movement. # is a
symbol used for tweet campaigns on Twitter)
3 #17S: http://s17nyc.org/, OWS: http://occupywallst.org/
4 Agora
99: http://99agora.net.,
globalNOISE:http://www.globalnoise.net
Florence
10+10: http://Florence1010.eu,
5 Cyberpunk
movement: http://en.wikipedia.org/wiki/Cyberpunk,
movements:http://p2pfoundation.net/Category:Movements
P2P
6 K. Milberry (2009) ‘Geeks and Global Justice: Another (Cyber)World is
Possible’http://geeksandglobaljustice.com/wp-content/Milberry-Dissertation-for-Library.pdf,
Networks of Dissent: A Typology of Social Movements in a Global
Age:http://www.csudh.edu/dearhabermas/langmanbk01.htm
7 M. Berlinguer (2010) ‘The Effects of the Open Source Movement on the Development of
Politics
and
Society’: http://transform-network.net/journal/issue062010/news/detail/Journal/knowledge-is-a-common-good.html
8 GNU: http://www.gnu.org,
Linux: http://en.wikipedia.org/wiki/Linux,
Wikipedia:http://en.wikipedia.org/wiki/Linux, Copy Left: http://www.gnu.org/copyleft/ ,
Creative
Commons: http://creativecommons.org/,
TOR: https://www.torproject.org/,
Telekommunisten: http://telekommunisten.net/
9 Pirate
Parties
International: http://www.pp-international.net/,
Wikileaks:http://wikileaks.org/, Anonymous Central: http://anoncentral.tumblr.com/
10www.youtube.com/results?q=annymous%20operation&aq=f&sugexp=chrome,mod%3D0
&um=1&ie=UTF-8&sa=N&tab=w1&gl=NL
11 https://sites.google.com/site/meydantahrirtowisconsin/
12 http://takethesquare.net/tag/tahrir-puerta-del-sol/
13 http://www.adbusters.org/blogs/adbusters-blog/occupywallstreet.html
14 http://www.etuc.org/a/8894
15 Interactive map:http://map.15october.net/, Videos:http://roarmag.org/2011/10/globalrevolution-mass-protests-in-1000-cities-invideos/?utm_source=feedburner&utm_medium=feed&utm_campaign=Feed%3A+roarmag+
%28Reflections+on+a+Revolution%29
16
http://snuproject.wordpress.com/2011/11/10/lets-begin-with-altering-the-systempeacefully-by-joining-social-mobilisations/
17 For
Oakland
Strike: http://occupyoakland.org/2011/10/general-strike-mass-day-ofaction/, http://www.guardian.co.uk/world/blog/2011/nov/03/occupy-oakland-general-strikelive
18
http://snuproject.wordpress.com/2012/04/26/indignados-join-calls-for-global-solidarityon-may-day/
19 http://www.facebook.com/SpanishRevolution
20 https://n-1.cc/pg/groups/1010883/15m-global-strike/
21 http://blockupy-frankfurt.org/
22 http://occupyamerica.crooksandliars.com/diane-sweet/chicagospring-occupy-nato-may-1221, http://occupywallst.org/archive/May-19-2012/
23 Hub Meetings: http://bcnhubmeeting.wordpress.com/, report from Milan Hub
Meeting: http://17to19m.blogsport.eu/2012/04/05/report-from-international-activist-hubmeeting-2-0-in-milan/
24
http://snuproject.wordpress.com/2011/11/21/boaventura-santos-return-of-the-generalstrike-english-and-spanish-via-peter-waterman/
25
http://en.wikipedia.org/wiki/15_October_2011_global_protests,
http://cryptome.org/info/ows-16/ows-16.htm
26 http://snuproject.wordpress.com/2012/05/24/blockupy-frankfurt-fotos-video-report-andreflection-occupy-amsterdam/
27 JSC: http://www.jointsocialconference.eu/?lang=fr,
ITUC: http://ituc.org/
ETUC: http://www.etuc.org,
28 Video
interview
.
with
Marco
Berlinguer: http://www.youtube.com/watch?v=DXGz58xSFh8, P. Waterman on the L&G
Network:http://www.nottingham.ac.uk/cssgj/documents/working-papers/wp008.pdf
29 Resisting Financial Dictatorship – Reclaiming Democracy and Social
Rights!http://www.jointsocialconference.eu/sites/www.jointsocialconference.eu/IMG/pdf/201
2-03-30_-_jsc_-_en_-_final_political_declaration.pdf
30 http://www.altersummit.eu/Call-for-an-alternative-summit,2.html
31
http://www.altersummit.eu/sites/www.altersummit.eu/IMG/pdf/ROADMAP_ALTER_SUM
MIT_Eng.pdf
32 http://transform-network.net/uploads/tx_news/Alter-Summit_process.pdf
33 http://www.corporateeurope.org/blog/stop-eus-antidemocratic-austerity-policies-differenteurope
34 http://blockupy-frankfurt.org/en/node/95/,http://www.peoplesassemblies.org/2012/05/may12th-globalmay-statement
35 http://www.right2water.eu
36
European
Alternatives: http://www.euroalter.com,
Another
Europe:http://www.anotherroadforeurope.org/index.php/en/the-appeal
Road
for
37 Interoccupy.net: http://interoccupy.net/, Occupy.net: http://occupy.net/.
38
http://www.google.nl/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=2&ved=0CC8QFjAB&u
rl=http%3A%2F%2Finteroccupy.net%2Fttsinternational%2Fminutes%2Fminutes-of-aug18th-occupy15mindigne-international-network-meeting%2F&ei=eil4ULmGKaW0QXzkoE4&usg=AFQjCNF7c_rneKRIFScbYUnQFw4PGMtYNg&sig2=Ajc8fExhqL
HCHSluWrEY3Q
39 Minutes of the Skype meeting: http://snuproject.wordpress.com/2012/08/27/alter-forcesare-converging-in-europe-to-fight-back-against-the-1-join-in-the-struggle-for-justice-andsolidarity/, Actual Program:http://Florence1010.eu/images/docs/3_Milano_program_1416sept_EN.pdf
40 Open pad for proposals: http://Florence1010.titanpad.com/3
41 Indignados’
report:: http://titanpad.com/milanoFlorence15moccupy,
Official
report:http://Florence1010.eu/index.php/en/partecipate-2/milan-international-seminar/96report-of-the-milan-meeting, full video report: http://openfsm.net/projects/occupy15mFlorence/oiFlorence-milano-videoreport
42 http://99agora.net/
43 http://techpresident.com/news/wegov/22154/how-german-pirate-partys-liquid-democracyworks
44 J.J.R.Tolkien: ://en.wikipedia.org/wiki/J._R._R._Tolkien,http://en.wikipedia.org/wiki/The
_Lord_of_the_Rings
45 TNI: http://www.tni.org/,
TIE-Netherlands: www.tie-netherlands.nl,
JSC:http://www.jointsocialconference.eu, Social
Network
Unionism:http://snuproject.wordpress.com, GAIA: https://n-1.cc/pg/groups/943821/globalalliance-for-immediate-alteration-gaia/,
#15O: http://15october.net/ andhttp://map.15october.net/,
#11.11.11:http://www.facebook.com/events/179186642163285/,
#Global
May:http://www.globalmay.org/en, #globalNOISE: http://www.globalnoise.net
Toplumsal Hareketler Repertuarı Merkezinde Kayma
Özlem ŞENDENİZ
Ankara Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
Giriş
Çalışmada taraflara, sebeplere ya da sonuçlara değil, toplumsal hareketlerin kullandığı
repertuarın değişimine odaklanılmıştır. Kısaca toplumsal hareketler repertuarının oluşumu ve
toplumsal hareketler ile iletişim araçları arasında ki bağlantı, sonra da dijital iletişim araçları
ile donanmış günümüz dünyasında toplumsal hareketlerin yükselişini ve internet araçlarının
toplumsal hareketler repertuarı merkezinde yol açtığı değişim belirlenmeye çalışılmıştır. Bu
bağlamda repertuar merkezinde ki kayma, yerel eksenli çevreci bir toplumsal hareket olan
Fındıklı HES Muhalefeti ve onun repertuarını kullanımı üzerinden incelenmiştir.
Dünden Bugüne Toplumsal Hareketler Repertuarı
Toplumlar iletişim temelidir. Toplumsal hareketler de topluma ulaşmakta iletişimi kullanırlar.
Toplumsal hareketleri inceleme çabasını bu iletişim temelli üzerinden ilerletmek için
kullanacağımız araç “Toplumsal hareketler repertuarı”dır. Repertuar kavramı Tilly’den (2008)
ödünç alınmıştır. Özünde repertuar kavramı, toplumsal hareketlerin değişim taleplerinin
sisteme ve kitleye iletim araçları toplamını karşılamaktadır. Eylem ve iletişim araçları toplamı
olarak da ortaya konabilecek olan repertuar üzerinden, iletişim teknolojilerinde yaşanan
gelişmelerin toplumu ve toplumsal hareketleri nasıl etkilediği görülebilmektedir. Shirky’nin
aktarımıyla, bir teknoloji normalleştiğinde, daha sonra genelleştiğinde ve en sonunda
görünmez olacak kadar yaygınlaştığında –yani sıradanlaştığında- gerçekten derin değişimler
gerçekleşmektedir (Shirky, 2010, s. 95). Sıradanlaşmış “yeni” iletişim teknolojileri
normalleştiğinde toplumsal hareketler repertuarı bu araçları kapsayarak genişler.
Literatürde toplumsal hareketler tarihi 1750’ler ile birlikte başlatılmaktadır. Aslında
toplumdaki direnişin, çatışmanın tarihi çok eskilere götürülebilir hatta muhalefetin tarihi
toplumun varlığıyla başlatılabilir ancak 1750 öncesinde Arrighi, Hopkins ve Wallerstein’ nın
belirtmiş olduğu kendiliğinden baskı karşısında oluşan başkaldırılar olmuş ve bu başkaldırılar
isyan, ayaklanma ve kaçış biçimlerini almıştır (Arrighi, Hopkins ve Wallerstein, 2004, s. 35).
1750 Tarihini ayrıksı kılan nedir? Neden bu tarihten sonra baskı karşısında ki direniş ve
mücadele biçimleri toplumsal hareketler olarak adlandırılmaya başlanmıştır? Sonuçta sanayi
devriminin eşiğinde, toplumların çalkantılarla boğuşmakta olduğu bu dönemde vergi
ayaklanmaları, ekmek ayaklanmaları, seçim mücadeleleri, grevler hem örgütlülük düzeyinde
hem de süreklilik bakımından artarak gelişmiştir (Çetinkaya, 2008, s. 18). Pek çok etkenin
hesaba katılabileceği bu gelişim ve değişimde iletişim üzerine odaklanan bir çözümleme
farklı bir bakış açısı sunmaktadır.
1750’de değişenin –değişkenlerden birinin- basım devriminin sıradanlaşması, kitlelere
göreli olsa da yayılması olarak belirlenebilir. Aydınlanmanın, matbaanın yaygınlaşması ile
130
ilişkilendirilmesi gibi, okuryazarlığın tabana yayılması ile toplumsal hareketlerin ortaya
çıkması da ilişkilendirilebilinir. Elbette basım devriminin içerisinde medyadan ve basından
daha fazlası bulunmaktadır. Zira toplumlar McLuhan’nın belirttiği gibi “her zaman iletişimin
içeriğinden çok, insanların iletişimde kullandıkları iletişim araçlarının doğasınca
biçimlendirilmiştir” (McLuhan’dan aktaran: Şener, 2006, s. 11). Basım devrimi ile haberlerin,
bilgilerin vericilerinin değişmesi alıcıda –birey de- köklü bir değişime yol açmıştır;
Okuyan bir kamu doğası gereği yalnızca daha fazla dağılmış değildir; ayrıca dinleyen bir
kamuya göre daha atomistik ve bireyciydi. … Toplumsal dayanışma azalırken daha uzakta
gerçekleşen olaylara vekâletten katılım çoğaldı; ayrıca yerel bağlar gevşerken daha büyük
kolektif birimlerle olan bağlar güçlendi. Basılı malzemeler, savunucularının tek bir yerel bölgede
bulunmayacağı ve uzaklardaki görünmez bir kamuya seslenen amaçlara sessizce bağlanmayı
teşvik etti. Yeni grup kimliği biçimleri daha eski, daha çok yerelleşmiş bir sadakat bağıyla
yarışmaya başladı (Eisenstein, 2010, ss. 157-158).
Burada belirginleşen bireye yönelik “dünyanın geri kalanından haberdar
olunabileceği” vaadidir. Basım devriminin sonucunda ilk gazete biçimlerinin dolaşıma
girmesi, bireyin dolaysız çevresinin ötesinde duran, fakat kendisinin yaşamıyla bir ilişkisi,
hatta potansiyel olarak ona etkisi olan olaylar dünyası duygusunun doğuşuna yardımcı
olmuştur (Thompson, 2010, s. 176). Bu duygu toplumsal hareketleri güçlü kılacak olan
kitlelerin motivasyon kaynaklarından birinin; “dünyanın geri kalanından etkilenme ve onu
etkileyebilme hissinin” bizatihi kökenidir.
Bugün olağan gelen tüm bu enformasyon dolaşımının 17. yüzyılda henüz netleşmeye
başladığı sırada basın devriminin getirdiği yenilikler arasında küçük broşürler, afişler ve
çizimler gibi propaganda araçlarının olduğu da hatırlanırsa toplumsal hareketlerin neden 17.
yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığı daha iyi anlaşılabilir. 18. Yüzyıl toplumsal hareketler
repertuarını Tilly şöyle sıralamıştır;
Tohum alımları (yiyecek isyanları), yasak tarla ve ormanların istilası, bariyer ve engellerin
yıkımı, makinelerin kırılması, charivari (gürültü patırtı çıkarmak), serenatlar, dışarı atmalar,
vergi görevlilerinin ve diğer yabancı … kovulması, rakip köylerin gençleri arasındaki kavgalar,
istila, özel evlerin yağmalanması ve yıkımı, zorunlu aydınlatmalar, kişilerin etrafında bir araya
gelişler, kamusal davalar ve yargılama süreçleri (Tilly’den aktaran: Gümrükçü, 2007, s. 107).
19. yüzyılla gelindiğinde iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişim ve normalleşme
hızında ki artış ile birlikte zaman ve mekanın anlıklaşmasının ilk örnekleri belirginleşmeye
başlamıştır. Karşımızda kapitalizm anlatılarında sıklıkla rastladığımız demir yollarının ve
telgraf tellerinin çevrelediği bir dünya bulunmakta ve toplumsal hareketler bizatihi bu
dünyanın içerisinde yer almaktadır. Dünyanın bu “yeni” haline ayak uydurması gereken
toplumsal hareketler de pek tabii, repertuarını yeni iletişim araçlarını kapsayacak şekilde
genişletmiştir. Bu doğrultuda 19. yüzyıl toplumsal hareketler repertuarı; “işyeri grevleri,
gösteriler, seçim kampanyaları, toplanmalar, bildiri kortejleri, programlı kalkışmalar, yasama
meclislerinin istilası” (Tilly’den aktaran: Gümrükçü, 2007, s. 108) vb. eylemlerden
oluşmaktadır.
Toplumsal hareketler repertuarının yanında hareketleri açıklama girişimlerine de
değinmek gerekmektedir. 1848’i ve 19. yüzyıl toplumsal hareketlerini açıklamada öne çıkan
paradigma Gustave le Bon’un “Crowd” –Kalabalıklar- yaklaşımıdır. Kalabalıklar yaklaşımı,
toplumsal hareketleri kitle psikolojisi ile yorumlarken, olumsuzlamalarda bulunmaktadır. Le
Bon’a göre; “kalabalıklar her zaman bilinçsizdir, ama bu bilinç kaybı belki de onların
güçlerinin sırlarından biridir” (Le Bon, 1896, s. xi -4-). Toplumsal hareketleri, kalabalıklar
yaklaşımı ile irdeleyen Le Bon irrasyonellik sonucuna varır.
Dipten gelen dalga metaforu ile anılan toplumsal hareketler 20. Yüzyılın başında geri
çekilen bir dalga misali güç kaybetmiştir. Bu dönemde toplumsal hareketlerin bir kolu olan
131
ulusalcı bağımsızlık hareketleri etkinliklerini sürdürmeye devam etmiş, yüzyılın ikinci
yarısında ise dipten gelen dalga var gücü ile kıyılarda yükselmiştir. 1968 ve sonrası toplumsal
hareketleri, hareketlerde yaşanan değişimi anlamlandırabilmek için literatürde 68 ve sonrası
toplumsal hareketler “Yeni Toplumsal Hareketler” olarak anılmaya başlamıştır. Toplumun
ihtiyaçlarından doğan ve daha geniş kitlelere ulaşma çabası içinde olan toplumsal hareketlerin
bu değişiminde Laclau modern toplumda yaşanan üç keskin değişimin etkili olduğunu
söylemektedir:
İkinci Dünya Savaşı sonrasında çağdaş toplumlarda yükselen yeni hegemonik formasyon, emek
sürecinde, devlet biçimlerinde, kültürel düzeyde ve toplumsal ilişkilerde köklü bir değişime yol
açmıştır. Yeni hegemonik formasyonu ortaya çıkaran süreç üç temel gelişme üzerinde
ilerlemektedir. İlki; ekonomik düzeyde yaygın birikim rejiminden yoğun birikim rejimine geçişte
toplumsal ilişkilerin metalaşması olgusudur. … Bu sürece yol açan, ikinci unsur ise Refah
Devletidir. …Sürece yol açan son unsur ise: kitle iletişim araçlarına bağlı olarak yaygınlaşan
yeni kültürel kimliklerin ortaya çıkışıdır (Laclau’dan aktaran: Çorakçı, 2008, ss. 41-42).
Kitle iletişim araçlarına bağlanan yeni kültürlerin ortaya çıkışı, aynı zamanda kitlelere
ulaşma hedefi ile içsel toplumsal hareketler repertuarının, kitle iletişim araçlarını kapsamasını
zorunlu kılmıştır. Sonuçta radyo, televizyon, telefon ve sinema gibi toplumsal hareketler
repertuarı merkezinde önemli yer tutan araçlar 1968’e gelindiğinde çoktan normalleşmişlerdi.
‘68 sonrası toplumsal hareketleri açıklama çabası içinde “Kalabalıklar Yaklaşımı”
yetersiz, eksik ve aslında isabetsiz kalmıştır. Ortaya ortak özellikleri paylaşan, iki farklı
toplumsal hareketler paradigması “Kaynak Mobilizasyonu Teorisi ” ve “Yeni Toplumsal
Hareketler Yaklaşımı” çıkmıştır. Zira ‘68 hareketi içindeki aktörler en başta, klasik
paradigmanın tepkisel, anomik ve köksüz aktör imajına uymamaktadırlar. Mücadeleleri
ekonomik olmaktan çok, kimliği rahatça ifade edebilme, katılım ve sivil haklar gibi kavramlar
çerçevesinde, kültürel alanda gerçekleşmektedir (Cohen ve Arato’dan aktaran: Çayır, 1999, s.
15). Bu anlamda, yeni toplumsal hareketler ile birlikte, toplumsal hareketlerin merkezi sosyoekonomik alandan, sosyo-kültürel alana taşınmıştır. Melucci’nin vurguladığı biçimde;
“Toplumsal çatışmalar geleneksel ekonomik\endüstriyel sistemden kültürel alana
kaymaktadır: bu çatışmalar bireysel kimliği, günlük hayattaki zaman ve mekanı, bireysel
hareketin motivasyonu ve kültürel modellerini etkilemiştir (1999, s. 88).
‘68 dalgasının tekrar geriye çekildiği ‘80’ler de iletişim teknolojileri çağ değiştirmiş;
dijital çağa geçmiş ve akabinde ‘90’lı yılların ortasında internetin normalleşmesi
gerçekleşmiştir. Tarihsel çizgide az çok belirginleştiği üzere iletişim teknolojilerinde yaşanan
gelişmeler normalleştiğinde, toplumun iletişim kültüründe devrim yaşanmaktadır. Toplumsal
hareketler repertuarı da “devrim” araçları olan yeni iletişim teknolojilerini kapsayarak
genişlemektedir. Süreçte yeni repertuar elemanları ile güçlenen toplumsal hareketler yükselişe
geçmekte ve hareketleri anlamlandırma çabaları ile toplumsal hareketler paradigmaları
oluşturulmaktadır. Bu çizgide, bugün için toplumsal hareketler repertuarının internet ve dijital
iletişim araçlarını kapsayarak genişlediği söylenebilir. Ancak söz konusu olan öncüllerinden
çok daha etkin bir değişimdir. Toplumsal hareketler repertuarı merkezinde bir kayma
yaşanmaktadır.
İnternet ve dijital teknolojiyi repertuarına dahil eden toplumsal hareketler sadece hızlı
ve ucuz iletişimin anlık ve sınırsız halini bünyesine dahil etmemiştir. Lance Bennet dijital
iletişim araçlarının uluslararası eylemciliği değiştirdiğini öne sürmüş olduğu noktalar
toplumsal hareketler paradigması açısından da önemlidir. Bennet’e göre değişen noktalar
şunlardır:

Eski toplumsal hareketlere özgün nispeten yoğun ağlar yerine eylemciler
arasında iletişim ve koordinasyon için hayati önem taşıyan gevşek yapılı bağlar kurmak;
132


Yerel meselelerin hareketlerin söylemi içine sokulması için geniş bir bakış
açısı geliştirmek suretiyle bir bütün olarak hareketle yerel eylemcilerin özdeşleşmesini
zayıflatmak;
Toplumsal hareketlere kişisel katılım üzerindeki ideoloji etkisini azaltmak;

Toplumsal hareket eylemcilerinin merkezleri olan kayıtlı, sürgit ve zengin
kaynaklı yerele ulusal örgütlerin görece öneminin azalması;

Toplumsal hareketler
avantajlarının artması;

Hızla değişen yakın hedeflere kalıcı kampanyaların (küreselleşme karşıtlığı
yada çevrenin korunması gibi) düzenlenmesinin desteklenmesi;

Eski yüz yüze etkinlikleri sanal etkinliklerle birleştirmek (Bennett’ten aktaran:
Tilly, 2008, s. 169).
içinde
kaynakları
yetersiz
örgütlerin
stratejik
“Bir bütün olarak hareketle yerel eylemcilerin özdeşleşmesini zayıflatmak” hariç
tutulursa Bennet’in değiştiğini öne sürdüğü noktalar, toplumsal hareketler repertuarının
merkezinde yaşanan kayma varsayımımız ile bağdaşmaktadır.
Söylenebilir ki 2000 sonrası toplumsal hareketler repertuarında araçsal ve alansal
keskin kaymalar gözlemlenmektedir. Toplumsal hareketler; çoğulcu anlayışı, farkındalık
bilicini ve demokratik yönelimleri merkeze almış; alansal olarak sivil toplum merkezine
kaymıştır. Araçsal kayma, internet araçlarının toplumsal hareketler repertuarına dâhil olması
ile gerçekleşmiş ve içeriğine eylemselliği de ciddi oranlarda dahil etmiştir. Söylenebilir ki
bugün topluma ulaşmayı hedefleyen her hareket -toplumsal, ticari, siyasi vb.- interneti
kullanmak, sanal eylemsellikler yaratmak durumundadır.
Fındıklı HES Muhalefeti Örneğinde İnternet Araçlarının Kullanımı
Teoride internet ve dijital iletişim araçlarının toplumsal hareketler merkezinde kayma
yaptığı çıkarsamasının pratikte ki iz düşümleri, bir yerel eksenli çevreci toplumsal hareket
olan Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı üzerinden belirlenmeye çalışılmıştır. Fındıklı HES
Muhalefeti Rize’nin Fındıklı ilçesi merkezlidir1. HES kısaltması nehir tipi hidroelektirik
santrallerini karşılamak için kullanılır. Doğu Karadeniz Bölgesi 2000’li yıllarda HES
projelerinin bir nevi saldırısına uğradığında, çevreci toplumsal hareket grupları oluşmaya
başlamıştır. Bu bağlamda çalışma da incelenen Fındıklı HES Muhalefeti’ni yönlendiren,
Fındıklı Dereleri Koruma Platformu ve Dereleri Koruma Platformu aynı zamanda Fındıklı
1
Eski adı Viçe olan Fındıklı ilçesi, bugün Rize ilinin Artvin sınırında bulunmaktadır. İlçe merkezi iki dere
vadisinin ortasında kuruludur. Doğu Karadeniz’de bu coğrafi yerleşkeye sahip tek ilçe olduğu için ilçenin Lazca
adı Türkçeleştirilirken “Çifte Dere” konulması tartışılmış, Fındıklı’da karar kılınmıştır. Bir dönem ismine
kaynaklık etmesi düşünülen Çifte dere’ler Arılı ve Çağlayan vadileri HES projleri ile birlikte ilçenin direniş
sahaları haline gelmiştir. Fındıklı iİlçesinin toplam nüfusu 15.556 olup, merkezde 9.909 kişi yaşamaktadır.
Nüfusun etnik yapısının %10’unu Hemşinli’ler ve %90’nını Laz’lar oluşturmaktadır. Halkın sosyal yaşantısı
zengindir, köyde yaşayan nüfus yazın bahçesinde çalışırken, kışları ilçede ya da farklı bir şehirde yaşamaktadır.
Halkı modern bir yaşantı biçimine sahiptir. Giyimi, yaşamı ve davranışı ile köylü kentli ayrımı yapmak
olanaksızdır. %98 üzerinde okur-yazar olan ilçe halkı, okula ve okumaya çok önem vermektedir
(rizeozelidare.gov.tr). İlçe ekonomisi bölge şartlarına bağlı olarak; başta çay ve fındık olmak üzere kısmen
narenciye, meyvecilik, su ürünleri, arıcılık ve hayvancılık (findikli.bel.tr) temellidir. Çiftçilik asli geçim
kaynağıdır, tarım dışında çalışan kesimin büyük kısmını ise memur ve işçiler oluşturmaktadır. Lakin genç
nüfusun büyük çoğunluğu işsiz olduğundan, ilçe sürekli göç vermektedir (lazibore.com).
133
HES Muhalefetinin sivil toplum uzantısını oluşturmaktadır. Toplumsal hareketlerin günümüz
karakteristiğine bu noktadan bir bağlantı çıkarılabilir; bugün bir sivil toplum kuruluşu ile
birlikte anılmayan toplumsal hareket yoktur.
Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı üzerine yapılan incelemede repertuar elemanları
11 kalem altında toplanmıştır: “afiş ve pankartlar; duvar yazıları; el ilanları; e-posta; internet
araçları –internet siteleri ve sosyal ağ grupları-; miting, yürüyüş ve protesto eylemleri; sinema
ve televizyon; semboller –lazca, tulum ve horon-; paneller, yüz yüze görüşmeler ve
bilgilendirme toplantıları; ulusal medya; yerel medya. İnternet araçlarının toplumsal
hareketler repertuarı merkezinde yarattığı kaymaya odaklanıldığı için diğer kalemlere çalışma
içerisinde değinilmeyecektir.
İnternet Sitelerinin Kullanımı
Fındıklı HES Muhalefetinin kullandığı internet araçları iki kısma ayrılabilir; internet siteleri
ve sosyal ağlar. İnternet siteleri gerekli ekipmana sahip bireyler için arama motorları
aracılığıyla kolayca varılan bilgi kapılarıdır. İnternet sitelerinin kullanım alanı incelemesi için
öncelikle internetin kitle iletişiminde yarattığı değişimlere bakmak gerekli;
İnternet göreceli olarak “özgür” bir ortamdır. Kullanıcıyı etkin kılarak ve içeriğin denetlenmesini
zorlaştırarak toplumdaki “alternatif” ya da karşıt görüşlere, yaşamlara, bakışlara, duruşlara ifade
ve iletişim imkanı tanımaktadır. Belirli konular ve temalar etrafında oluşturulan binlerce sanal
cemaat, tartışma grubu, e-posta zincirleri, sohbet odaları, birey, grup ya da örgütler tarafından
kurulan web siteleri İnternetin toplumsal çeşitliliği yansıtan diğer yüzünü oluşturmaktadır
(Şener, 2006, s. 61).
İnternetin toplumsal çeşitliliği ve toplumsal hareketleri kolayca yansıtabiliyor
oluşunun arka planında küresel yayın maliyetini sıfıra indirmiş (Shirky, 2010, s. 13) olması
bulunmaktadır. İnternet bu açıdan toplumsal hareketlerin ve bireylerin aktif olarak yer
aldıkları sanal bir kamusal alana benzemektedir.
İnternet ile birlikte sosyal iletişimin yapısında değişim yaşanmıştır. Mesela, Shirky ;
internetin sunduğu gelecekte, yayıncılığın kitlesel olarak amatörleşeceğini ve “Bunu neden
yayınlayalım?’dan ‘Neden olmasın?’a geçiş yaşanacağını” (Shirky, 2010, s. 57) öngörmüştür.
Bu aşamanın internet siteleri ve sosyal ağların ortak kümesinde gerçeklik bulduğu
söylenebilir. Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı incelemesi kapsamında hareketi yönlendiren
sivil toplum kuruluşlarını resmi internet siteleri incelenmiştir: Fındıklıdereleri.com ve
derelerinkardeşliği.com.
Fındıklı Derelerini Koruma Platformu; fındıklıdereleri.com
Bugün reelde var olan bir örgütlenmenin sanal alemde de var olmaması neredeyse
imkansızdır. Fındıklı HES Muhalefetinin yönlendiricisi olan Fındıklı Derelerini Koruma
Platformu’da (FDKP) bunun bir istisnası değildir. FDKP’nin resmi internet sitesi
fındıklıdereleri.com bir sanal eylemsellik biçimi olan elektronik imza kampanyası ile öne
çıkmaktadır. Elektronik imza, online dilekçe gibi internet ile birlikte gelişen sistem
araçlarındandır. Sorunsal etrafında kaç kişinin toplandığını, kaç kişinin talebin, dileğin altına
imza attığını internet ortamında göstermektedir. FDKP tarafından fındıklıdereleri.com internet
sitesi üzerinden yürütülen elektronik imza kampanyasına 7188 imza toplanmıştır. (20 Nisan
2013 tarihi itibari ile) Resmi internet siteleri, amaçları doğrultusunda kitleleri bilinçlendirmek
–kısmi manipülasyon uygulamak- için dosya paylaşımlarını kullanmaktadır. Fındıklıdereleri
sitesi bu bağlamda, “neden? niçin? nasıl?” sorularını dosyalarla cevaplamaya çalışmaktadır.
134
“Neden istemiyoruz?” ve “Deklarasyon” linkleri ile ulaşılan iki metin, internet siteleri
aracılığıyla toplumsal hareketlerin yayınladığı manifestolara birer örnek teşkil etmektedir.
Sitede ayrıca, HES ve HES muhalefeti ile ilgili dosyalar, haberler paylaşılmaktadır. Ayrıca
forum sayfasıyla birlikte site kullanıcılarına etkin olarak sorunsal etrafında konuşma, tartışma
haber ve fotoğraf paylaşmasına olanak sağlamaktadır.
Derelerin Kardeşliği Platformu: Derelerin kardeşliği.org
FDKP’den farklı olarak Derelerin Kardeşliği Platformu, Fındıklı ilçesi merkezli değildir.
Aktif üyeleri ve genel olarak oluşturmak istedikleri HES karşıtı muhalefet ağı ortak paydası
üzerinden örgütlenmektedir.
Bir
internet
aracı olarak repertuar
içerisinde
derelerinkardeşliği.org’un kullanımı daha çok fotoğraf, video, haber, HES raporları, mahkeme
kararları ve deklarasyonların yayınlanması aracılığıyla kitleye bilgi ulaştırmak üzerinedir.
Derelerin kardeşliği sitesinin 20 Nisan 2013 tarihinde yayınladığı verilere göre, 227 üyesi,
257 yayınlanmış haberi ve 259565 ziyaretçisi vardır Spesifik olarak Fındıklı HES Muhalefeti
ile ilgili 51 adet haber bulunmaktadır (Bunlar 01 Eylül 2011- 22 Kasım 2005 arasında
yayınlanmış haberlerdir).
Bu noktada resmi internet sitelerinin kullanımında ki durgunluğa dikkat etmek gerekir.
Söz gelimi derelerinkardeşliği.com 3 Kasım 2011 tarihinde yayınladığı verilere göre, 201
üyesi, 257 yayınlanmış haberi ve 100277 ziyaretçisi vardı (Şendeniz, 2012, s. 69). Geçen süre
zarfında haber sayısında bir değişme yaşanmamış fakat ziyaretçi sayısı ikiye katlanmıştır.
Hatırlanması gereken internet sitelerinin aranarak bulunduğudur. Toplumsal hareketlerin
hedef kitlesi asli ve ikincil olarak ikiye ayrılabilinir. Asli hedef kitle toplumsal hareketlerin
etrafında oluştuğu sorunsaldan doğrudan etkilenecek olanlardan oluşurken, ikincil hedef
kitlede sorunsaldan dolaylı olarak etkilenecek olanlar, hatta etkilenmeyecek olanlar
bulunmaktadır. Fındıklı HES Muhalefeti örneğinden devam ederek Fındıklı halkının yani
ilçeye yapılacak HES’lerden doğrudan etkilenecek olanların asli hedef kitleye dahilken genel
olarak HES’lerle karşı olanlar, çevreci hareketler içerisinde olanlar vb. kişiler ikincil hedef
kitleye dahildirler. İnternet sitelerinin kullanımı konusunda da sorunsaldan ya da toplumsal
hareketin varlığından haberdar olmak gerekmektedir. Sosyal ağlar ise asli ve ikincil hedef
kitle ayrımını silikleştirmektedir.
Sosyal Ağların Kullanımı
Günlük hayatta dahil olan sosyal ağlar, kullanıcıların ağın sağladığı imkanlar doğrultusunda
veri paylaştığı, ileti alışverişinde beğeni ve tercihler doğrultusunda hareket ettikleri iletişim ve
etkileşimi kolaylaştırıcı portalardır. Sosyal ağların toplumsal hareketlere sağladığı avantajlar
arasında hızlı, etkin ve ucuz iletişim, kitlesel amatörleşme, örgütlenme kolaylığı ve kendi
kendine yayıncılığın sıradanlaşması bulunmaktadır.
Sosyal ağlar ile birlikte toplumsal hareketlerde örgütlülük ve grup yapısı değişmiştir.
Bugün aynı düşüncedeki insanları bulmanın maliyeti düşmüştür ve daha da önemlisi, bunu
yapmak artık profesyonellik gerektirmemektedir (Shirky, 2010, s. 60). Dünyanın her yerinde
sorunsal olarak gördükleri “hikayeleri”ni paylaşan insanlar, kitleleri yönlendirmekte,
toplumsal hareketlerin “yeni” haline dahil olmaktadırlar. Oral’ın belirttiği gibi; “İnternet aynı
ilgilere sahip insanların sanal ortamda bir araya geldiği bilgi paylaştığı, yeni grup ve
topluluklar oluşturduğu sanal bir ortamdır” (Oral, 2005, s. 91) ve bu sanal ortam da reel
sosyal becerilerimize uygun iletişim araçları geliştirilmiş, örgütlenme kolaylaşmış
135
bulunmaktadır. Shirky’nin Paquet’ten aktardığı üzere, yeni sosyal araçların grup
örgütlenmesinde yarattığı esas avantaj, “gülünç şekilde grup oluşturma”dır;
Yeni iletişim ağlarımız –internet ve cep telefonları- birer grup oluşturma platformudur ve e-posta
listelerinden kameralı telefonlara, bu ağlar için oluşturulan birçok araç bu gerçeği doğal
karşılıyor ve bunu birçok şekilde genişletiyor. Gülünç şekilde kolay grup oluşturmak önem
taşıyor; çünkü paylaşan, işbirliği yapan ya da uyum içinde hareket eden bir grubun parçası olma
arzusu işlem maliyetlerinin daima kısıtladığı temel bir insan içgüdüsüdür (Shirky, 2010, s. 51).
Gülünç bir biçimde kolay grup kurma ile birlikte kitlesel amatörleşme de
değerlendirilmelidir. Bir anlamda kamerası ya da klavyesi olan bir birey tek kişilik kar amacı
gütmeyen bir kurum gibi faaliyet göstermeye başlamış ve kendi kendine yayıncılık artık
normal bir durum olmuştur (Shirky, 2010, s. 71). Bu bağlamda medya da değişmiştir;
Fotoğraflarda, e-postalarda, MySpace sayfalarında ve benzer mecralarda kendimize dair
verdiğimiz enformasyonun sosyal görünürlülüğümüzü nasıl önemli ölçüde arttırdığını ve bir
birimizi bulmamız, ama aynı zamanda herkesin gözleri önünde didik didik incelenmemizi de
nedenli kolaylaştırdığını gösteriyor. Medyanın eski sınırlarının tümüyle ortadan kalktığını ve
gücün büyük bölümünün biçimlendirici kitlede toplandığını gösteriyor. Bir hikayenin bir anda
nasıl yerelden küresele dönüşebileceğini gösteriyor. Aynı zamanda bir grubun doğru dava
uğruna seferber edilebilmesinin kolaylığını ve hızını da gösteriyor (Shirky, 2010, s. 16).
Kitlelerin sorunsal doğrultusunda seferber olması, medyanın sınırlarının
muğlaklaşması, bir hikayenin yerelden küresele ve tam tersi bir biçimde küreselden yerele
transfer hızının artması toplumsal hareketler repertuarının en güçlü araçlarından biri olan
medya ile sosyal ağlar arasında doğrudan bağlantı kurmaktadır.
Kitlesel amatörleşmenin ve gülünç bir biçimde kolay grup kurmanın dolaylı sonucu,
kitlenin izleyici kültüründe yarattığı değişikliktir. Sosyal ağlar ve internet siteleri ile oluşan
ilgi ve beğeniye göre gruplaşma yayıncılık anlayışını değiştirmiştir. İzleyicilerin geneline ve
kitle kültürüne yayın anlamına gelen “broadcasting”in yerine, dar olarak tanımlanmış gruplar
ve beğeni kültürüne yönelik yayıncılık, “narrowcasting” güçlenmiştir (Uluç, 2008, s. 306). Bir
sorun etrafında örgütlenen yapıların internet uzantıları, sosyal ağların ve web sayfalarının
sunduğu kolaylıkla gruplar oluşturmakta, kendi kendine yayıncılık kültürünün yaygınlaşması
ile “narrowcasting” yayıncılık toplumsal hareketler repertuarı içerisinde yer bulmaktadır. Her
iki yayıncılık anlayışı iletişim ve kültürün insanların beğeni ve kanaatleri üzerinde manipüle
edici etkisine sahiptir ancak narrowcasting belirli kitleye, belirli yayını yaparak
manipülasyonun derecesinde oransal artış sağlamaktadır. Sosyal ağlar üzerinde kişinin tercih
ve beğenisine göre gruplaşması, grup içerisindeki yayıncılığın bir narrowcasting yayıncılık
örneği olmasına ve sonuçta “toplumlarda kültürlerin gelişmesini ve gerek kendi gerekse diğer
toplumlarda yaygınlaşmasını ve gelişmesini sağlamanın yanı sıra, kitlelerin beğeni ve
tercihlerini, inanç ve kanaatlerini, ilgi ve dikkatlerinde hatta düşünce ve duyarlılıklarında
farklılıklar oluşması sonucunu doğurmaktadır” (Ergün, 2005, ss. 183-184).
Sosyal ağlar farklılık ve benzerlikleri yönlendirmeyi kolaylaştırmaktadır. Türkiye’de
kalabalık bir kullanıcı kitlesine sahip olan facebook örneğinde olduğu gibi, öğrenme taklit
boyutuna inse dahi söz konusu olan bir “öğrenme”dir. Facebook taklit üzerinde önemli bir
kurgu sağlamıştır. Taklidin iki nedeni vardır: dışlanma korkusu ve öğrenme isteği (NoelleNeumann, 1998, s. 65). Facebook üzerinden ileti paylaşımı taklidin iki yönünü ve “beğeni”yi
içerisinde barındıran bir yapılanmadır. “İnsanlar başkalarının davranışlarını gözlemler, böyle
bir olasılıktan haberdar olurlar ve uygun bir fırsatta bu davranışları taklit ederler (NoelleNeumann, 1998, s. 65). Sosyal ağlar uygun zamanı, anlık hale getirmiştir. Sosyal ağlar ile
birlikte taklit – öğrenme ilişkisinde dışlanma korkusu da anlık hale gelmiş ve beğeni- moda
algısı ile içselleşmiştir. Bu bağlamda sosyal bir ağ içerisinde taklit ya da öğrenme odağına
dayanan toplumsal hareketler, eş zamanlı olarak moda algısı ile desteklenmektedir ve sosyal
ağlar üzerinde dışlanma korkusu, moda algısı ile birleşmektedir. Coelho’nun bir hikayesinde
136
yer verdiği gibi; “moda sadece –sizin dünyanıza aidim, sizin ordunuzla aynı üniformayı
giyiyorum ateş etmeyin- demenin bir yoludur” (Coelho, 2008, s. 10). Moda algısı, taklit,
öğrenme ve dışlanma korkusu toplumsal hareket aktörleri açısından daha geniş bir kitleye
ulaşmayı kolaylaştırmaktadır. Çünkü sosyal ağlar üzerinde sorunsalların asli ve ikincil hedef
kitleleri birbirleri ile sürekli dirsek temas halindedirler.
Çoğu sosyal ağ reel kimliklerin sanal aleme taşınması üzerine kurgulanmaktadır.
Çalışma içinde baz alınan Facebook’ta kullanıcılarını gerçek kimliklerini, gerçek
arkadaşlarını, ilgilerini sanal aleme taşımaya teşvik etmektedir. Sosyal ağlar ve örneğimizde
Facebook, toplumsal hareketler açısından taklit, narrowcasting, kolay grup kurma, grup,
etkinlik ve ileti paylaşımının görünür kılınmasını kolaylaştırması ve moda algısı yaratması ile
yeni kamusal alan, internetteki, etkin bir muğlaklaşmış reellik alanıdır. Bu reelik alanı ayrıca
veri paylaşım hızını ve kendiliğndenliğini artırmaktadır. Zira İnternet siteleri üzerinden
veriye ulaşmak için onu aramak gerekirken sosyal ağlarda hali hazırda onaylanmış arkadaş,
grup ve sayfalardan kullanıcının sayfasına veri akışı kendiliğinden sağlanır. Bireysel
kullanıcıların sayfaları üzerinden paylaşılan iletiler kullanıcıların daha önceden seçtiği ağlara
anlık olarak iletilir. Bir sosyal ağ üzerinden bakıldığında, veri dağılımı herkesin herkesle bağlı
olmasına binaen yoğunluğu, arama ile ulaşılan verinin yani görece seyrek ağın sunduğundan
fazladır. Böylece toplumsal hareketler açısından hem asli hedef kitleyi hem de ikincil hedef
kitleyi saran iletişim yoğunluğu benzersiz bir kamusal alan içerisinde oturur. İnternete
paylaşılmış bir veri, sosyal ağ kullanıcısı tarafından üyesi olduğu bir grubun sayfasına veya
mail-grubuna gönderildiğinde grubun diğer üyelerince aranmasına gerek kalmadan
ulaşılabilinir kılınmış olur. Sosyal ağ üzerinde oluşan, yoğun ve seyrek ağlar ile asli ve
ikincil hedef kitle arasındaki ilişki yoğun kümeli şebeke üzerinde görülebilir.
Şekil 1. Yoğun Kümeli Şebeke; ağın, herkesin herkese bağlı olması halinde sahip
olacağından daha az bağlantısı vardır
Kaynak: Shirky, 2010, s. 189.
Asli hedef kitle sorunsalla yakınlık bakımından birbiri ile iletişim halinde olması
yüksek kişilerden oluşacaktır. Buda onları yoğun kümeli şebekeye yerleştirirken, ikincile
hedef kitlede olanlar seyrek yoğunlukta şebekeye yerleşeceklerdir. Yani asli hedef kitle ile bir
ya da iki bağlantı noktası bulunan ağları seyrek kümeli şebekeler olarak yoğun kümeli
137
şebekelerin etrafına yerleştirerek sosyal ağlar üzerinde örgütlenen grupların iletişim ağları
arasındaki ilişki çözümlenebilir.
Toplumsal hareketlerin asli ve ikincil hedef kitlesi arasındaki etkileşim sadece
facebook grupları üzerinden değil, bizzat bireysel kullanıcıların ana sayfaları üzerinden de
izlenebilir. Facebook örneğinde verinin kullanıcının onayladığı “arkadaşlar”ından birinin
sayfasında paylaşılması, veriyi kullanıcının ana sayfasında da görünür kılmaktadır. Bu
noktada kullanıcı veriyi kullanıp kullanmayacağını tercih eder. Kullanıcı veriyi görmezden
gelebileceği gibi, incelemeyi de seçebilir. Taklit ya da öğrenme inceleme aşamasından sonra
gelir. Bir verinin beğenilmesi kullanıcı tarafından da kendi arkadaşlarına iletilmesi sonucunu
doğurabilir. İletinin kullanıcı tarafından paylaşılması verinin içeriğinin beğenilmesine, veriyi
paylaşan arkadaşı taklit etme “dışlanma korkusu ve moda ile ilintili olarak” ve öğrenme
olgusuna bağlıdır. Kullanıcı bu olgulardan birinin veya hepsinin etkisi ile veriyi paylaşmayı
seçtiğinde süreç bu kullanıcının veriyi paylaştığı “arkadaş” ve grup listesi üzerindeki
kullanıcılar tarafından tekrar yaşanır. Ancak verinin kullanıcıların dikkatini çekmesi,
toplumsal hareketler araçlarının genelinin etkinliği ile orantılıdır. Tek başına internet araçları
sorunsal etrafında örgütlenmeyi geniş bir kitleye taşısa bile farkındalık, taraftarlık,
eylemsellik ve sonuca ulaşma konularında eksik kalır.
Bu çalışmada sosyal ağlar üzerindeki Fındıklı HES Muhalefeti örnek grup
incelemelerinde facebook sosyal ağı üzerinden örgütlenmiş olan; “Viçe de HES’e Geçit Yok”
Fındıklı HES Muhalefeti grubu incelenmiştir.
Viçe de HES’e Geçit Yok Facebook Grubu
Viçe de HES’e Geçit Yok facebook grubunun 20 Nisan 2013 tarihi itibari ile 1703 üyesi;
“beğeneni” bulunmaktadır. Bu bağlamda grubun etrafında 1703 kişilik yoğun şebeke ve bu
1703 kişinin bağlantılı olduğu seyrek şebekeler toplamı bulunmaktadır. Grubun varlığı
kullanıcıya, sorunsalla ilgilenen insanlara ulaşabileceği bir kapı aralamaktadır. Bu durumun
kullanıcı açısından sonuçları; gruba üye olan kullanıcının kişisel sayfasındaki bilgilere,
“sorunsal” ile ilgilendiğini yansıtabilmesi; ilgi ve beğenisinin yanında arkadaş grubunun ilgi
ve beğenisi ile ortak paydada bir taklit ve öğrenme merkezine kavuşması ve son olarak
sorunsal ile ilgili haber, video, resim, bildirim ve benzeri iletilerin arasından paylaşmayı
seçtiklerini kendi “arkadaş” listesine ileterek döngüye dahil olabilmesidir.
İnternet üzerinde paylaşılan verinin kullanıcıların dikkatini çekmesi, toplumsal
hareketler araçlarının genelinin etkinliği ile orantılıdır. Facebook grubu kurmak, iletileri bu
grup üzerinden paylaşmak farkındalık yaratmak için yeterli değildir. Eş zamanlı olarak
potansiyel alıcıların sayfalarındaki veriler arasında sorunsalın iletisinin kaybolmaması için
iletinin dikkat çekmesini sağalmak gerekir. Viçe de HES’e Geçit Yok facebook grubu,
adlandırılmasında kullanılan “Viçe” kelimesi ile –Fındıklı ilçesinin Lazca karşılığı- Fındıklı
HES Muhalefeti repertuarının sembolik araçlarından biri olan dilin -binaen kültürünkullanımını yönlendirmektedir. Amaç asli hedef kitle için olduğu kadar, ikincil hedef kitle
içinde birleştiriciliğin ve dikkat çekiciliğin oranını artırmaktır. Örnek oalrak duvar yazıları ele
alınabilir. Duvarlar fiziksel çevrenin parçaları olarak mekana bağımlıdırlar. Bu bağlamda
Fındıklı HES Muhalefeti kapsamında, Fındıklı’nın duvarlarını toplumsal hareketler iletişim
repertuarına dahil ederken, duvar yazılarının ulaşım sınırları ve hedef kitlesi Fındıklı’da
yaşayan halk olarak belirlemek makül görünmektedir. Ancak internet araçlarının kullanımının
artışı ile birlikte diğer repertuar elemanları ile birleşen duvar yazıları internet kamusal
alanındaki paylaşımlara dahil olmuştur.
138
Şekil 2. Fındıklı HES Muhalefeti toplumsal hareketler repertuarından duvar yazısı
örneği
Kaynak: Viçe de HES’e Geçit Yok facebook grubu.
İnternet ile birlikte repertuar elemanları arasındaki bağlantının eskiye göre sıkılaşmış
olduğu sadece duvar yazıları örneğinde değil tüm, repertuar elemanları arasında ki ilişkilerde
görülmektedir. Repertuar elemanları zaten birbirlerine bağlıydılar ancak internet bu bağlantıyı
her ana yaymış, gücünü ve işlevselliğini artırmıştır. Söz gelimi eylem araçlarından mitinglerin
hazırlık süreçleri, oluş anları, ve gerçekleşmelerinin akabinde ki haber değerleri ile diğer
repertuar elemanları ile arasındaki bağlantı geçmişte de vardı. Bugün olan ise internet
ortamında geçmişteki mitingin hazırlığı sırasında dağıtılan el ilanının, mitingin
gerçekleşmesinden sonra yayınlanan gazete haberleri ile birlikte, miting alanına asılan afiş ve
pankart fotoğrafları ile eş zamanlı olarak bulunmasıdır.
İnternet ve özelde sosyal ağlar sadece repertuar elemanlarının yayılması, yayınlanması
açısından kullanılan araçlar değildir. Sanal eylemselliklerin de oluştuğu portalardır. Burada
reel bir eylemin sanal ortamda hazırlanışından söz edilecektir. Birincisi reeldeki eylem için
örgütlenme aracı olarak internetin kullanımıdır. Anlık iletilerin bağlantılı olunan kişisel
sayfalarda hızla yayılması ile toplumsal hareketlerin kitleleri mobilize etmek için kullandığı
araçlarda değişim yaşanmıştır. Çalışma içerisinde “Hara Köyü Protesto Eylemi” -hazırlık
aşaması 5 Aralık 2011’de başlamış olan ve 6 Aralıkta düzenlenen protesto gösterisi ile 8
Aralık’ta organize edilemeye başlanan ve 9 Aralıkta gerçekleşen protesto eyleminin- Viçe de
HES’e Geçit Yok grubu üzerinden organizasyonun mobilize edilişi incelenmiştir.2
5 Aralık; Düzenlenmesi planlanan “Hara Köyü Protesto Eylemi”ne dair grupta
duyurular paylaşılmıştır; “Hayde Basın Açıklamasına! Rize-Fındıklı Arılı Vadisinde Hara
köyünde Dere Islahı adı altında 4m. yüksekliğinde beton duvarla Dere yatağı kanala alınmak
istenmektedir. Yarın (6 Aralık 2011) Saat 12.00 da HARA Köyünde köylüler Derelerine sahip
çıkmak için bir basın açıklaması yapacaklardır. HES’leri yaptırtmayan köylüler şimdi de
HES’lerin alt kaynağı olan bu duvarları yaptırtmayacak. Hayde Yaşam Savunucuları Hara
Köylülerine Destek Vermeye.” ve “Doğasını, Suyunu, Geleceğini Savunanlar 06.12.2011 Salı
Günü Saat 12.00’da Hara Köyünde Buluşuyoruz.. (…) Dereler Özgürdür Özgür Akacak!” 6
Aralık’ ta “(…) Dereler Özgürdür Özgür Akacak!” duyurusu yinelenmiştir. Gün içerisinde
2
Fındıklı da HES’e Geçit Yok facebook grubu paylaşımlarına ulaşmak için bakınız ; https://www.facebook
.com/p ermalink.php?story_fbid=201413699940753&id=118245908218749#!/pages/V%C4%B0%C3%87E-deHESe-Ge%C3%A7it-Yok/118245908218749
139
grup üzerinden paylaşılan diğer bağlantılarda “Hara Köyü Protesto Eylemi”ne dair gelişmeler
verilmiştir. Bu paylaşımlar arasında yerel medyaya eylemin yansıyışı da bulunmaktadır.
Bunlar; Fındıklıhaber.com bağlantılı “Fındıklı’da dere ıslah çalışması protesto edildi6\12\2011 Fındıklı Haber”, aktifhaber.com bağlantılı “Köylülerden gizli HES çalışması
protestosu” ve pazar53.com bağlantılı “Bu kez dere ıslahını protesto ettiler” başlıklı video
eklentili haberlerdir. Yerel medyanın internet araçlarını kullanarak sınırlarını genişletmesi ve
toplumsal hareketler repertuarının hem yerel medya hem de sosyal medyayı eş zamanlı
kullanarak sınırlarını genişletmesi ile Fındıklı HES Muhalefeti asli ve ikincil hedef kitlesine
yapılan eylemin başarısı aktarılmaktadır. Diğer repertuar elemanlarının internet ile beraber
kullanımının hedef kitlelerin iç içe geçmesini kolaylaştırıcı bir yanı bulunmaktadır.
8 Aralık; Arılı deresine sahip çıkalım videosu; “Doğasını, Suyunu, Geleceğini
Savunanlar Yarın Saat 12.00’da Hara’da Buluşuyoruz! Derelerimize Geleceğimize Sahip
Çıkalım! Dereler Bizimle Özgür Akacak” ek yorumu ve “Arılı deresi kenarları yaklaşık 5
metre yükseklikteki beton duvarlarla kanallara hapsediliyor. İnsanlar ve vahşi yaşam su
kaynaklarından uzaklaştırılıyor. 8 Aralık perşembe günü Hara’da olacağız... deremize ve
geleceğimize sahip çıkmak için....” video açıklaması ile paylaşılmıştır.3Günün son paylaşımı;
6 Aralık 2011 18.22 adlı “Bu olayların tekrarlanmaması için, doğa hepimizin, dereler
hepimizin sahip çıkalım sesimizi duyuralım” açıklamalı ve “Dere ıslahına hayır diyen yiğit
Fındıklı halkı” yorumlu videodur. 9 Aralık; Gerçekleştirilen ikinci protesto eyleminin yerel ve
ulusal medyaya yansımaları duyurmaya, sorunsalla ilişkin ilgi, dikkat ve farkındalığı
artırmaya yönelik paylaşımlar yapılmıştır. Rizedeyiz.com bölgesel haber sitesindeki “HES
Karşıtı Çevreciler Eylem Yaptı” başlıklı haber linki “Direne Direne Kazanacağız!” ve
findiklihaber.com da yayınlanan “Fındıklı Derelerine Sahip Çıkıyor 09\12\2011” başlıklı
haber linki “Dereler Özgür Akacak! Direnenler Kazanacak!” yorumu ile paylaşılmıştır. Bu
haber linklerinin ardından “Hara Eylemi CNN akşam haberlerinde” duyurusu ve bahsi geçen
haberin kendisi; “HES Protestosunda Tansiyon Yükseldi!” ve “HES Protestosunda Tansiyon
Yükseldi CNN TÜRK video” linkleri ve “Direne Direne Kazanacağız!” yorumu ile
paylaşılmıştır.
Genelde toplumsal hareketler açısından da, Fındıklı HES Muhalefeti kapsamında
gerçekleştirilen bir eylemin, Fındıklı HES Muhalefeti sorunsalı etrafında örgütlenmiş bir
facebook grubu üzerinden duyurulması, mobilize edilmesi, başarısının paylaşılması ve
etkisinin artırılması aşamaları “Hara Köyü Protesto Eylemi” örneğinde olduğu gibi
gerçekleşmektedir. Sonuçta bir kamusal alan olarak internet, sosyal becerilerimize uygun yeni
iletişim araçları ve bağlantı alanları ile toplumsal hareketler repertuarını değiştirmiş ve sosyal
ağlar belki de bu değişikliklerin uygulandığı ve insanların sosyal becerilerinin bir birine uyum
sağladığı en yaygın kullanım alanını oluşturmuştur.
Bu çalışmaya temel teşkil eden Toplumsal Hareketler Repertuarının Dönüşümü:
Fındıklı HES Muhalefeti Örneği yüksek lisans tezinde 164 kişilik örneklem üzerinde anket
çalışması yapılmıştır. Fındıklı HES Muhalefeti içerisinde benzer toplumsal hareket
örgütlenmelerinde olduğu gibi, facebook grup üyeliği ve internet örgütlenmesine dahil olma
arasında bir ilişki bulunmaktadır. Fındıklı HES Muhalefeti internet örgütlenmesine dahil olan
57 kişinin 53’ü (%93) facebook gruplarını kullandıklarını belirtmiştir. İnternet örgütlenmesine
dahil olan 53 kişinin 42’si (%79,2) ve internet örgütlenmesine dahil olmayan facebook grubu
kullanan katılımcıların 14’dü (%40) facebook iletilerinin dikkat çekme oranını “her zaman”
olarak belirtmiştir. İnternet örgütlenmesine katılım ve internet araçlarının kullanım ilişişinin
korelasyon analizi sonuçları ise şöyledir; internet örgütlenmesine dahil olan katılımcıların
3
“Arılı Deresine Sahip Çıkalım” videosu eş zamanlı olarak pek çok kişisel facebook hesabı üzerinden de
paylaşılmıştır.
140
internet sitesi kullanımı; pozitif ve düşük şiddetli (,276) facebook grup kullanımı; pozitif ve
yüksek şiddetli (,576) haber siteleri üzerinden yorum ve tartışma grupları kullanımı; pozitif ve
düşük şiddetlidir (,041). Buradan çıkan sonuç Fındıklı HES Muhalefeti içerisinde sosyal
ağların kullanımının diğer internet araçlarının kullanımına göre daha yüksek orana sahip
olduğudur. Fındıklı HES Muhalefeti açısından bu sonuçlar üzerinden konuşulursa facebook
gruplarının, Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı internet araçları içerisinde daha merkezi
konumda olduğu görülmektedir.
Mantıken bir yerel eksenli toplumsal hareket olarak Fındıklı HES Muhalefeti belirli
bir coğrafi sınır içerisinde etkinlik göstermeli ve repertuarının hedef kitlesinde bölge insanı
bulunmalıdır. Ancak internetin sınırsızlaştırması ile birlikte yerelden ulusalla, “küreselle”
geçiş ucuz ve zahmetsiz hale gelmiştir. Bu doğrultuda Fındıklı HES Muhalefeti Repertuarının
etki sınırları da genişlemiş, ulusallaşmıştır. Facebook grup kullanımı coğrafi dağılımı internet
sitelerine göre daha geniştir. Haber siteleri üzerinden yorum ve tartışma grupları kullanımında
ise internet örgütlenmesine katılım ve coğrafi dağılım açısından fark bulunmaktadır. Haber
siteleri üzerinden forum ve tartışma gruplarını kullanan 56 kişiden 21’i (%36) internet
örgütlenmesine dahildir ve coğrafi dağılımda 56 kişiden 20’si (%36) Rize ilinde ikamet
ederken 36 kişi (%54) diğer şehirlerde yaşamaktadır. Bu durumda yerel eksenli bir toplumsal
hareket olan Fındıklı HES Muhalefeti’nin ikincil hedef kitle ile en büyük bağı “haber akışı”
aracılığıyla sağlanırken asli hedef kitle, ikincil hedef kitle ayrıştırmasını yoğun ve seyrek
yoğunluklu ağlar üzerinden okunması ile facebook gruplarının coğrafi dağılımı (facebook
gruplarını kullanan katılımcıların %60’ının Fındıklı’da ikamet ettiği görülmektedir) birbirini
destekleyen verilerdir. Bu bağlamda bakıldığında ankete katılanlardan Fındıklı ilçesi ile olan
bağlantılarını “HES Muhalefetinden Dolayı Fındıklı’dan Haberdarım” ve “Diğer” seçenekleri
ile açıklayanları kesin bir biçimde Fındıklı HES Muhalefetinin ikincil hedef kitlesine
yerleştirmek uygundur. Ayrıca “HES Muhalefetinden Dolayı Fındıklı’dan Haberdarım”
cevabını veren 29 kişiden 13’ü (%44,8) ve “Diğer” cevabını veren 20 kişiden 7’sinin (%35)
Fındıklı HES Muhalefeti facebook gruplarını kullandıklarını belirtmesi yeni iletişim
araçlarıyla değişen toplumsal hareketler repertuarının Fındıklı HES Muhalefeti tarafından
başarılı bir biçimde uygulandığını göstermektedir.
Ayrıca Fındıklı HES Muhalefeti facebook grup örgütlenmesi ve anket katılımcılarının
veri paylaşım alanları incelenmiştir. Sonuçlar göstermektedir ki, facebook gruplarını kullanan
katılımcıların %86’sı ve facebook gruplarını kullanmayan katılımcıların %14’dü Fındıklı
HES Muhalefeti ile ilgili iletileri kişisel facebook sayfalarında paylaşmaktadırlar. “Diğer”
ileti paylaşımları istisna tutulduğunda facebook gruplarını kullanan kişiler yoğunlukla
Fındıklı HES Muhalefeti iletilerini farklı mecralarda paylaşmaktadırlar. Buradan asli ve
ikincil hedef kitleler arasında ki bağlantı daha net görülebilmektedir.
Toplumsal Hareketler Repertuarı Merkezi
Toplumsal hareketler repertuarı elemanları çok yönlü ve iç içe geçmiştirler. Ancak bir el ilanı
ile ulusal medyada yayınlanan yazın aynı kalemde yer almamaktadır. Etki alanı açısından
diğer elemanları yönlendiren, merkezde olan araçlar bulunmaktadır ve internet araçları
toplumsal hareketler merkezinde kaymaya neden olmuştur. Fındıklı HES Muhalefeti
repertuarının tamamının etki alanı incelendiğinde kayma varsayımını destekleyici sonuçlara
ulaşılmıştır. Alan çalışmasında katılımcılara yöneltilen, “Sizce Fındıklı HES Muhalefeti’nin
kullandığı hangi araç daha etkilidir?” sorusu ile repertuarın merkezi belirlenmeye çalışılmıştır.
Anket katılımcılarına göre Fındıklı HES Muhalefeti repertuarı içerisinde miting ve yürüyüşler
(%31,1) en önemli araçtır. İkinci sıradaki ulusal medya (%29,9) ve üçüncü sırada internet
araçları ve facebook grupları (%28,7) bulunmaktadır. Etkililik sıralamasındaki ilk üç aracın,
141
oranları arasındaki fark çok azdır. Bu sonuç internet araçlarının Fındıklı HES Muhalefeti
repertuarı içerisinde merkezi bir konumda olduğunu göstermekte ve 2000 sonrası toplumsal
hareketler içerisinde repertuar merkezlerinin kaymış olduğu varsayımını desteklemektedir.
Fındıklı HES Muhalefeti içerisinde etkililik derecesi yüksek araçların yaş grupları
bazında değerlendirmesi göstermektedir ki genç nesil ulusal medya, internet araçları ve
facebook gruplarını tercih ederken orta yaş ve üzeri kesim miting ve yürüyüşleri tercih
etmektedir. Ters orantılı bu ilişkinin değişikliklere adaptasyonun gençler için daha kolay
olması ile ilgisi vardır. Ayrıca orta yaş ve üzeri kesimin internet öncesi dönem toplumsal
hareketler repertuarına aşina olmalarından ötürü miting ve yürüyüşleri tercih etmeleri olasıdır.
Ulusal medya ise, ulusal sınırlar içerisindeki en güçlü medya kanalı olmasından dolayı her
yaştan katılımcının tercihi olmuştur. Bu veriler ile bağlantılı olarak yaş grupları bazında
ikamet edilen şehir ve haber kaynağında internet araçlarının kullanımı ilişkisi incelendiğinde,
Fındıklı HES Muhalefeti açısından ikincil hedef kitleye dahil olan, Rize dışında ikamet
edenlerin ve 18-25 yaş arası katılımcıların yoğun bir biçimde haber kaynağı olarak interneti
kullandıkları görülmektedir. İnternettin mekânsal sınırsızlığı ve gençler arasında yaygın
kullanımı, sonuç üzerinde destekleyici etki yapmaktadır. Sonuçta biçimde 2000 sonrası
toplumsal hareketlerin küreselden yerele veya yerelden küresele transferinin hızlanmış olması
da internet araçlarının sunduğu mekânsal sınırsızlığının sonuçları arasındadır.
Sonuç
“Toplumsal Hareketler Repertuarının Dönüşümü; Fındıklı HES Muhalefeti Örneği” yüksek
lisans tezinden yararlanarak oluşturulan bu çalışmada temel varsayım toplumsal hareketler
repertuarının gelişen iletişim araçlarını kapsayarak genişlediği ve bu genişlemenin toplumsal
hareketler teorisinde değişime yol açtığıdır. Bu doğrultuda 2000 sonrası toplumsal hareketler
repertuarı internet ve dijital iletişim araçlarını kapsayarak genişlemiştir. Ancak internet
araçları diğer repertuar elemanları ile etkileşimi doğrultusunda, bütün repertuar içerisinde
merkezileşmektedir. Buda toplumsal hareketler repertuarı merkezinde kaymaya neden
olmaktadır.
Bugün toplumsal hareketler rüzgarı yeniden güçlenmektedir. Düz bir çıkarsama ile
kapıda paradigmal bir değişimin olduğu da söylenebilir. Bu değişimi anlayabilmek toplumsal
hareketlerin topluma ulaşma araçlarını analiz etmekten geçmektedir. Toplumsal hareketler
merkezinde, internet araçları merkezileşirken bu araçların sağladığı avantajları ve
dezavantajları görmek gerekir. Sonuçta yerel ya da küresel her toplumsal hareket internet
araçlarının sunduğu bağlantı noktalarından ve araçlarından faydalanmaktadır. Burada iki
olumsuz noktaya değinmeden geçilmemelidir; sanal eylemsellikler gerçek eylemler ile aynı
değildir. Sanal rakamların, internet üzerinden katılımların şişirme olabileceği
unutulmamalıdır. Bir diğer olumsuz nokta ise Çoban’ın kullandığı kavramsallaştırma ile
sosyal ağların panoptikon (2009) bir gözetleme alanı olarak okunabilirliğidir. Ancak yeni
kamusallıklar sağlayan internet ve sosyal medya toplumsal ağlara; kendi kendine yayıncılık,
gülünç bir biçimde kolay grup kurma, ikincil ve asli hedef kitleler arasında bağlantıyı
kolaylaştırma, sınırsız, ucuz, anlık iletim gibi araçlar sağlamakta, bir nevi toplumsal
hareketler için geçmişte sahip olmadığı araçları vererek, ona alan açmaktadır. Dolayısı ile
internet “doğru” bir dava etrafında toplanan insanların görmezden gelemeyeceği bir toplumsal
hareketler repertuarı olarak merkezileşmektedir.
142
Kaynakça
Arrighi, G., Hopkins, T. K., ve Wallerstein, I., (2004). Sistem Karşıtı Hareketler, Çev. C.
Kanat, B. Somay ve S. Sökmen, İstanbul: Metis, 2. Basım.
Gümrükçü, S. B., (2007) Bir Toplumsal Hareketin Doğuşu: Küreselleşme Karşıtı
Hareketlerin Türkiye’de Ortaya Çıkışı, Dokuz Eylül Üniversitesi: Yüksek Lisans Tezi,
http://www.belgeler.com/blg/152p/bir-toplumsal-hareketin-dogusu-kuresellesme-karsitihareketlerin-turkiye-de-ortaya-cikisi-the-rise-of-a-social-movement-the-emergence-ofantiglobalisation-movements-in-turkey adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 13 Aralık 2011).
Le Bon, G., (1896). The Crowd: A Study of the Popular Mind, New York: The Macmillan.
Melucci, A., (1999). “Çağdaş Hareketlerin Sembolik Meydan Okuması”, Yeni Sosyal
Hareketler, İstanbul: Kaknüs. s. 81-88
Noelle- Neumann, E., (1998). Kamuoyu Suskunluk Sarmalının Keşfi, Çev. Murat Özkök,
Ankara: Dost.
Oral, B., (2005) İnternet ve Eğitim, İnternet ve Toplum, Ankara: Anı.
Çetinkaya, Y. D., (2008). Tarih ve Kuram Arasında Toplumsal Hareketler, Toplumsal
Hareketler Tarih, Teori ve Deneyim, Der. Y. Doğan Çetinkaya, İstanbul: İletişim. s.15-65
Çoban, B., (2009). Yeni Panoptikon, Gözün İktidarı ve Facebook, Yeditepe Üniversitesi
İletişim Fakültesi Dergisi, http://independent.academia.edu/bariscoban/Papers/613980/
Yeni_Panoptikon_Gozun_Iktidari_ ve_Facebook adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 07
Aralık 2011).
Çorakçı, E., (2008). Modern ve Postmodern Kimlikler Bağlamında Yeni Toplumsal
Hareketler, Gazi Üniversitesi: Tez, http://www.belgeler.com/blg/1b5r/modern-vepostmodern-kimlikler-baglaminda-yeni-toplumsal-hareketler-new-social-movement
-incontext-of-modern-and-postmodern-identities adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 12 Kasım
2011).
Eisenstein, E. (2010). Okuma Kamusunun Yükselişi, İletişim Tarihi Teknoloji-KültürToplum, Ed. David Crowley ve Paul Heyer, Çev; Berkay Ersöz, Ankara: Phonix. S.148-160
Ergün, F. S., (2005). “İnternet ve Hukuk”, İnternet ve Toplum, Ed. Ahmet Tarcan, Ankara;
Anı.
Coelho, P., (2008). The Winner Stands Alone, Çev. Margaret Jull Costa, London: Harper.
Çayır, K., (1999). Toplumsal Sahnenin Yeni Aktörleri: Yeni Sosyal Hareketler, Yeni Sosyal
Hareketler, içinde İstanbul: Kaknüs. s.13-16
Shirky, C., (2010). Herkes Örgüt İnternet Gruplarının Gücü, Çev. Pınar Şiraz, İstanbul:
Optimist.
Şendeniz, Ö., (2012). Toplumsal Hareketler Repertuarının Dönüşümü: Fındıklı HES
Muhalefeti
Örneği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Bölümü.
Şener, G., (2006). Küresel Kapitalizmin Yeni Kamusal Alanı Olarak İnternet: Yeni Toplumsal
Hareketlerin
İnterneti
Kullanımı,
Marmara
Üniversitesi:
Doktora
Tezi,
http://www.belgeler.com/blg/14u7/kuresel-kapitalizmin-yeni-kamusal-alani-olarak-int ernetyeni-toplumsal-hareketlerin-interneti-kullanimi-internet-as-a-new-public-sphere-in-the-age-
143
of-global-capitalism-the-use-of-internet-by-new-social-movements
(Erişim Tarihi 20 Kasım 2011).
adresinden
alınmıştır
Thompson, J. B., (2010). Haber Ticareti, İletişim Tarihi Teknoloji-Kültür-Toplum, David
Crowley ve Paul Heyer (der.) Çev. Berkay Ersöz, içinde, Ankara: Phonix. 174-179.
Tilly, C., (2008). Toplumsal Hareketler, İstanbul: Babil.
Uluç, G., (2008) Küreselleşen Medya:uj İktidar ve Mücadele Alanı –Olanaklar-SorunlarTartışmalar, İstanbul: Anahtar, 2. Basım.
“Fındıklı”
http://www.rizeozelidare.gov.tr/default_B0.aspx?content=361
alınmıştır (Erişim Tarihi 16.02.2013).
adresinden
Rize İli, Fındıklı İlçesi, İlçemiz Hakkında Tanıtıcı Bilgiler http://www.lazibore.com /
findiklitanitim.asp adresinden alınmıştır (Erişim Tarihi 16.02.2013).
“Sosyal ve Ekonomik Durumu” http://www.findikli.bel.tr/Ilcemiz/Sosyal-ve-EkonomikDurumu-619.html
adresinden
alınmıştır
(Erişim
Tarihi
16.02.2013).
144
Türkiye’de Gazetecilik Mesleğine İlişkin Örgütlenmeler (1908-1938)
Tahir Olcay Kıraç
Giriş
Basın, varlık nedeni olarak bağımsızlığını korumak için tarihsel süreçte pek çok yönteme
başvurmuştur. Mesleki örgütlenmelerin de bu yöntemlerden biri olduğu söylenebilir.
Türkiye’de basın sektöründeki ilk örgütlenme, yüzyıldan biraz daha uzun bir süre önce
başlamıştır. Ancak “mesleki örgütlenmelerin bu yöntemlerden biri olduğu” varsayımı, tarihsel
olarak cumhuriyet öncesi-sonrası Türkiye’sinde Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin ortaya
çıkışındaki toplumsal koşullar ve bu örgütlenmeyi tetikleyen gelişmeler ayrıntılı biçimde
irdelenerek sınanmalıdır.
Burada sorulması gereken soru, sözü edilen bu örgütlenme girişiminin ne ölçüde
“özgül” yani güç-iktidar ilişkilerinden yalıtık olduğudur. O tarihte basın, varlık nedeni olan
bağımsızlığını korumak için mi örgütlenmiştir? Yoksa aslında kendi varlığını, varoluşunu
dayandırdığı “özgül çıkarlarını sürdürmek için iktidara eklemlenmek isteyen bir basın
örgütlenmesiyle -bütünü temsil etmeye soyunan- mi karşı karşıyayız? Çalışma bu soruların
ardından giderek toplumsal kuramlar ışığında Türkiye basınındaki ilk örgütlenmeyi, Osmanlı
Matbuat Cemiyeti’ni ele almaktadır.
Araştırma, doğal olarak bu dönemle sınırlı kalmayarak tarihsel bir perspektifte,
konuya ilişkin belgelerden, tanıklıklardan ve dönemin gazetelerindeki haber ve yazılardan
hareket edilerek toplumsal-siyasal değişimler sürecinde Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin
biçimlenmesinde hangi dinamiklerin, gelişmelerin, kararların rol oynadığını; kısaca basıniktidar-toplum ilişkilerinin tarihsel-toplumsal dinamiklerini ortaya koymayı hedeflemektedir.
Bu sayede basın-iktidar-toplum ilişkilerine tarihsel bir akış olarak bakan yaklaşımlara da bir
yanıt oluşturmak hedeflenmektedir. Daha sonra ise Osmanlı Matbuat Cemiyeti bağlamında
basın-iktidar ilişkileri değerlendirilecek, Türk basınındaki kırılmalar ve uzlaşmalar, tarihsel
süreç içinde ele alınarak siyasal gelişmeler ve bu gelişmelerin Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ni
biçimlendirici “etkisinin” sınırlılıklarını değerlendirme olanağı sağlayacak toplumsal-tarihsel
bir zemin, daha doğrusu bir artalan bilgisi oluşturulmaya çalışılacaktır.
Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye Girişimi
Makedonya’daki ayrılıkçı hareketlerin çoğalması ile birlikte Manastır’da gelişen olaylar, 23
Temmuz günü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin meşrutiyeti ilan etmesiyle yeni bir boyut
kazanmıştır (Akşin, 2001: 112). Bir gün sonra ise II. Abdülhamit ülke genelinde meşrutiyeti
ilan etmek zorunda kalmış ve Kanunu Esasi’ye1 dönülmüştür.
1
1876’da Abdülaziz tahttan indirilmiş ve yerine V. Murat geçmiştir. 3 Ay sonra da onun yerine II. Abdülhamit
geçmiş ve 23 Aralık 1876’da ilk anayasa olan Kanunu Esasi ilan edilmiştir. Böylece Osmanlı topraklarında
meşruti dönem başlamıştır. Yaklaşık bir yıl sonra ise II. Abdülhamit, Ruslarla devam eden savaşı öne sürerek
sıkıyönetim ilan etmiş ve istibdat dönemi başlamıştır (İnuğur, 1993: 254-256).
145
Hürriyetin ilanına giden yolda gazeteler, fikrî temellerin hazırlanması gibi kritik bir
görev üstlenmiştir. Basına böylesi önemli bir görev yüklenmesinin gerisindeki düşünsel yapı,
basının kamuoyu yaratılmasındaki etkisi olarak öne çıkmaktadır. Osmanlı aydınlarının,
gazetelerin bu işlevini güçlü biçimde kavrayıp kullandıkları görülmektedir. Nitekim İnalcık,
(5) meşrutiyet için çalışanların elindeki en önemli aracın gazeteler olduğuna değinmektedir2.
Hürriyetin ilanı olarak da anılan bu dönem Osmanlı topraklarında görülmemiş bir
basın yayın hareketliliğinin yaşanmasına neden olmuştur. Anayasal düzenlemeye dönüşün,
sansürün tamamen ortadan kalkması ve özgür bir gazetecilik için uygun bir iklim olarak
anlaşıldığı açıktır. Keza gazeteciler adeta bayram havası içinde bu özgürlük rüzgârından
paylarını almak için hemen bir araya gelmişlerdir (Yalman, 1970: 62). Gazeteciler, lokantanın
bahçesinde ayaküstü bir takım kararlar almış ve hemen matbaaların yolunu tutmuştur. İstibdat
sona erdiğine göre artık özgür gazeteciliğin önünde engel kalmamıştır. Bunun üzerine
gazetelere gelen sansür memurlarına “artık sansürün kalktığını, gazete sansürlemenin suç”
olduğunu söylemişlerdir (Yalman, 1970: 62). Böylece ilk kez gazeteler sansürsüz olarak
yayınlanmıştır. O gün toplanarak Cemiyet tüzüğünü de belirleyen gazeteciler, genel kurulu
toplayamadıkları için bu önemli girişim resmi bir nitelik kazanamamıştır (Benice, 1966: 7-8).
Bu dönemde fikir beyan etmek öyle önemli hale gelmiştir ki pek çok kişi gazeteciliğin
aynı zamanda belli bir maddi altyapı gerektirdiğini de unutarak bu işe girişmiş, doğal olarak
da çoğu girişim uzun soluklu olamamıştır (Koloğlu, 1992: 144). İskit, (142) buradaki temel
motivasyonun, “halkı uyandırıcı yayın” yapma gayesi olduğundan bahsederken, Ahmed Emin
Yalman (62) ise durumu “fikir beyan etmek bir salgın halini almıştı” sözleriyle
özetlemektedir. Ahmet İhsan Tokgöz (152-153) de “basın patlamasını çok tuhaf” bulduğunu
kaydetmektedir. Tokgöz’ün bu tespiti aslında dönemin basın yapısı hakkında fikir vermesi
açısından değerlidir. Çünkü basın-iktidar bağlılaşmasının dolaysız biçimde ortaya çıktığını
birinci elden söylemektedir. Kaldı ki gücünü siyasi bir kaynaktan alan bir gazete ayakta
kalıyorsa bu siyasi gücün, iktidarda bulunanların siyasi görüşü üzerine temellendiğini
söylemek yanlış olmayacaktır.
Sonucu ne olursa olsun, gazetecilerin hürriyetin ilanını bile haber vermeden önce
mesleki bir örgütlenmeye gitme çabası dikkate değer bir atılımdır ve basın-iktidar ilişkisinde
zor’un niteliği konusunda önemli bir göstergedir. O döneme ilişkin yapılan araştırmalarda,
hürriyetin ilanını takip eden günlerde yapılan yayınların “halkı uyandırıcı” şeklinde
tanımlanıyor olması, en azından başında bu örgütlenmenin, gazetelerin varlık nedeni olan
bağımsızlıklarını elde etme amacı ile kurulmaya çalışıldığını düşündürebilir. Cemiyet-i
Matbuat-ı Osmaniye’ye, azınlıkları temsil eden gazetelerin de dâhil edilmeleri (Aydın, 2007:
558) ve ayrılmaları durumunda yerlerine yine aynı şekilde temsili sağlayacak bir başkasının
seçilmesi de bu gayenin var olduğunu doğrular gibi görünmektedir.
Ancak, yalnızca gazetelerin temsil ettiği siyasi gruplar açısından bir değerlendirme
yapıldığında bile bu yaklaşımın yanlış olduğu görülecektir. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte
gazete sayılarında 8-10 kata varan artışların yaşanması basın özgürlüğü taleplerinin
karşılandığını göstermek açısından yeterli bir dayanak noktası sağlamamaktadır. Çünkü
öncelikle göz önünde bulundurulması gereken nokta, söz konusu dönemde fiili bir
iktidarsızlık (İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin denetleme iktidarı olarak da tanımlanan)
yaşanmakta olduğudur (Akşin, 2001: 126). Dönemde yayınını sürdüren ya da yayın hayatına
2
İnalcık (2010: 5) basının önemine vurgu yaparken, onun bugün de kamuoyu yaratmada en önemli araç olduğu
görüşünü dile getirmektedir. Bu görüşüne uygun olarak 1861’de ilk Türk gazetesinin çıkışını düşünsel bir
devrim olarak nitelemektedir. Ona göre, batılılaşma hareketi ilk olarak bu özel gazetelerde tartışılmış ve bu
sayede Jön Türklerin kontrolündeki gazeteler, hürriyetin ilanına giden yolda en önemli kurumsal yapı olarak öne
çıkmıştır.
146
yeni başlayan gazetelerin tamamına yakını ya saray ya da artık iyice güçlenmeye başlayan
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sözcülüğünü yapar konumdadır.
Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye’nin üyeleri açısından yapılacak bir değerlendirme de
basın-iktidar ilişkisini birebir yansıtacak bir oluşum göstermekte olduğudur. Hüseyin Cahit
Yalçın, Abdullah Zühtü ve Ahmed Emin Yalman gibi isimlerin yanı sıra meşrutiyetin ilanının
ardından yurda dönerek mesleklerini sürdürme olanağı bulan gazetecilerin büyük bölümü Jön
Türkler hareketi içinde yer almışlardır. Meşrutiyetin ilanına giden yolda bu hareketin motoru
olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile organik bir bağları olduğu hemen görülmektedir. Aynı
zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdeğini oluşturan grubun asker kökenli oluşu ve
iktidarı devralışının ardından gazetelerde yazmaya devam eden subayların oluşu da bu
organik ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Keza Cemiyet içinde temsil edilen gayrimüslimlere
ait gazetelerin sahiplerinin de Jön Türkler hareketinin başlangıcında onlara maddi yardım
sağladığı bilinmektedir (Zürcher, 2005: 38)3. Öyleyse bu dönemde aslında Meşrutiyet
rejiminde basın özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir. Burada söz konusu olan en fazla
filli iktidarsızlık dönemi için geçerli olan kısmi bir özgürlüktür ve aslında basınla iktidar
arasındaki marazi bir ilişki varlığını sürdürmektedir.
Dönemin gazetelerinde, basının içinde bulunduğu duruma ilişkin olarak kaleme alınan
yazılar, genel olarak, gazetecilik mesleğinin ilkeleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Özellikle
eleştiri dozunun arttığına ilişkin şikâyetler ve yorumda sınır tanımayan çeşit ve bolluktaki
gazetelerde şahsi fikirlerin kamuoyunun fikri gibi sunulmak istendiğine yönelik eleştiriler de
göze çarpmaktadır. Servet-i Fünun’un 31 Ağustos 1908 tarihinde yayınlanan başmakalesi
tamamen bu konuya ayrılmış ve “şahsiyat” diye tanımlanan kişisel düşüncelerin kamunun
fikriymiş gibi sunulması kıyasıya eleştirilmiştir (Yalçın, 1908c). Hüseyin Cahit Yalçın
tarafından kaleme alınan bir makalede, şahsiyat kavramının nasıl ele alınacağı ve bunun
gazetecilik pratikleri açısından nasıl anlaşılması gerektiğini açıklanmaya çalışılmaktadır
(Yalçın, 1908a). Daha sonra yine Hüseyin Cahit Yalçın tarafından kaleme alınan bir başka
yazı ise, Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye’nin kuruluş amaçlarından bir tanesini de basın
özgürlüklerini sınırlamak olarak belirtmektedir (Yalçın, 1908b). Cahit’e göre basın
özgürlükleri sınırsız değildir ve kontrolsüz olduğu takdirde suiistimal edilebilecek bir güç
olduğundan sınırlandırılması gerekmektedir. Hüseyin Cahit, Cemiyet-i Matbuat-ı
Osmaniye’nin kuruluş amacını işte bu “kontrolsüz olduğu takdirde istibdada yol açabilecek”
gücü sınırlamak olarak anlatmaktadır. Cemiyet de bu sınırlamaları belirleyecek olan iktidar
unsuru olacaktır. Cahit, basının sınırlandırılması için önceliğin yasal düzenlemelerde
olduğunu söylese de basın özgürlüğü açısından sıkıntı yaratmayacak bir yasal düzenlemenin
mümkün olmadığını belirterek, basını denetleyerek sınırlandırma görevinin “kamuoyuna”
verilmesi gerektiğini belirtmektedir (Yalçın, 1908b). Kamuoyu adına bu işi üstlenecek
mekanizma ise “cemiyet”tir ve cemiyet içinde oluşturulacaktır. Burada cemiyetin
kurulmasında önderlik rolü üstlenen dönemin önemli gazetecilerin özdenetim mekanizmaları
kurmak gayreti içinde oldukları açıkça görülmektedir. Bu da aslında siyasal iktidara
yakınlaşmak için atılacak bir adımın hazırlığı olarak değerlendirilmelidir.
1917 Yılında resmiyet kazanan Cemiyet tüzüğünün son maddesine göre Cemiyet
kimlerin gazeteci sayılacağına ilişkin belirleyici bir rol talep etmektedir (Matbuat Kulübü
Nizamnamesi, 1919). Ayrıca yine gazetelerdeki tartışmalardan anlaşıldığı kadarıyla basının
iktidardan bağımsız olarak kendi içinde bir özdenetim kurması gerektiği fikri yine bu
yapılanma içinde kabul görmüş bir düşünce olarak belirmektedir. Başka bir deyişle burada
temel motivasyonun, basın özgürlüklerinden doğabilecek sıkıntıları önlemek değil, sansür
3
Zürcher, (38) bunu belirtmekle birlikte, İstanbul Yahudilerinin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yardımlarını daha
çok Osmanlıcılık çerçevesinde görülmesi ve abartılmaması gerektiğini de vurgulamaktadır.
147
mekanizmasının kurulması ile bu mekanizmaya dönük çerçevenin belirlenmesinde söz sahibi
olabilmek için siyasal iktidara yakınlaşmak arzusu olduğu görülmektedir.
Ahmet Emin Yalman’ın (85) kendi çalıştığı gazete de dâhil olmak üzere pek çok yayın
organının yabancılardan para yardımı aldıklarını anılarında belirtmesi, temelde bir gazetenin
varlığını sürdürebilmesinin, iktidar ile ilişkisinin niteliğinde yattığını göstermesi açısından
dikkat edilmesi gereken konulardan bir diğeridir. Söz konusu gazetelerin yalnızca satışlardan
gelecek para ile çıkarılmasının güçlüğü bir yana, İttihat ve Terakki Cemiyeti hükümeti
nezdinde prestiji olan yabancı güçlerden para yardımı alarak varlıklarını sürdürme yoluna
gittikleri açıktır. Ancak burada ana amacın iktidardan bağımsızlık için bir ekonomik destek
aramak olduğu elbette ki söylenemez. Tam tersine Yalman’ın da ifade ettiği gibi gazetelerin
duruma göre yabancı sermaye kaynağını seçtiği görülmektedir. Buradan da o dönemde hangi
yabancı devletin iktidarla arası iyi ise sözünün daha çok geçtiği ve onun tercih edildiği
şeklinde bir çıkarım yapmak yerinde olacaktır.
Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin Kuruluşu
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarda olduğu dönemde basına karşı yaklaşımı, kendinden
önceki iktidarla benzer biçimde işlevsel-araçsal olmaktan öteye gitmemiştir. 31 Mart olayı
gibi siyasal anlamda önemli sonuçlar veren olaylar da muhalefeti susturmaya yönelik
girişimler için iyi bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. 1909 Matbuat Kanunu ve daha sonra bu
kanunda yapılan değişikliler, Kanuni Esasi’de yapılan değişiklikler hep basının aleyhine
düzenlemeler olarak hayata geçirilmiştir (İskit, 1943). Öyle ki basına yönelik bu baskılar
gazeteci cinayetlerine kadar varmış ve Ahmet Samim’le başlayan suikastlarda çok sayıda
gazeteci yaşamını yitirmiştir (Topuz, 2003; Kabacalı, 1990). Meşrutiyet dönemindeki kısa
özgürlük dalgasının ardından gelen baskı ve sansür dönemine dünyayı kasıp kavuran savaş da
eklenince gazeteciler, bir çatı örgütü altında toplanma arzuları ertelemek zorunda
kalmışlardır. Ancak ironik bir biçimde bu çatı örgütünün kurulmasını tetikleyen olay da yine
savaşın kendisi olarak öne çıkmaktadır.
Alman Gazeteciler Birliği’nin, I. Dünya Savaşı’nın Almanya için sıkıntılı döneminin
başladığı 1917 yılında sadık müttefikleri Osmanlı Devleti’nden gazetecileri cephe gezisine
davet etmeye karar verdiği görülmektedir (Benice, 1966: 8). Ancak Alman Gazeteciler
Birliği, Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren gazeteleri temsil edecek nitelikte bir muhatap
bulamamaktan dolayı duydukları hoşnutsuzluk Alman Büyükelçiliği ve oradan da Hariciye
Nezareti’ne ulaşmıştır (Aydın, 2007: 563). Bunun üzerine yeniden bir araya gelen Cemiyet-i
Matbuat-ı Osmaniye üyeleri, hükümetin de desteğini alarak Cemiyet’e yasal statü
kazandırmayı başarmıştır. Hızlıca bir araya gelen gazeteciler, Şeyh-ül muharririn Mahmut
Sadık önderliğinde Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ni kurarak geçici bir yönetim kurulu
oluşturmuştur (İnuğur, 2002: 106). Bu toplantıda alınan kararlar gereği oluşturulan geçici
yönetim kurulunu başkanlığına Mahmut Sadık seçilirken, Yunus Nadi ikinci başkan, Ahmet
Emin de genel sekreterliğe getirilmiştir. İnuğur’un (106) aktardığına göre Cemiyet ilk
kongresini 15 Şubat 1917’de Beyoğlu’ndaki Galatasaraylılar Yurdu’nda toplamış, kongre
başkanlığına Halit Ziya, sekreterliklere de Hüseyin Ragıp ve İsmail Suphi getirilmiştir. 1921
yılında yayınlanan Cemiyet tüzüğünde ise kuruluş tarihi 25 Haziran 1917 olarak
verilmektedir.
Kongrede oluşan yönetim kurulunda Hüseyin Cahit’in başkanlığına getirildiği
görülmektedir. Genel sekreterliği Ahmet Emin üstlenirken yönetim kurulu ise Yunus Nadi,
Mahmut Sadık, Celal Nuri, Ahmet Ağaoğlu, Muhittin, Hüseyin Ragıp, Enis Tahsin, Kazım
Şinasi, İsmail Müştak, Davit Fresko, Hüseyin Tosun, Keçeran ve Margaritis’ten oluşmuştur.
148
Bu yönetim kurulunun yapısının, 1908 yılındaki ilk yönetim kurulu ile hemen hemen aynı
olduğu ilk bakışta görülmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı topraklarındaki
iktidarını tam olarak pekiştirdiği ve Almanya ile ilişkilerin doruk noktasına çıktığı bu
dönemde kurulan derneğin de İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı ile uzlaşmayı
sağlayabilecek isimlerden oluştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Neticede Alman Basın
Birliği, Türk meslektaşlarını cepheye davet ederek gelişmeleri yerinde izleme olanağını
müttefiklerine sunmak ihtiyacı hissetmiş ve bu arzu Türk basınındaki ilk meslek örgütünün
meşru bir zemine kavuşmasını sağlamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, gönüllü olarak yer
aldığı savaşta kendi kararını meşrulaştıracak bu girişimin somut adımı niteliğindeki çatı
örgütünün kuruluş çalışmalarına açık destek vermiştir. Bu girişim bile tek başına meslek
örgütünün kuruluşunda, örgütün kendi varlığını teminat altına almak ya da siyasi iktidar
karşısında belli bir bağımsızlık elde etmek gibi bir amaç olmadığını söylemek için yeterli
veriyi sunmaktadır.
9 Yıl boyunca siyasi iktidarın kendi karşısında örgütlü bir basın istememesi nedeniyle
kurulamayan Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin, iktidar çağrısı ve desteği ile bir ay gibi kısa bir
süre içinde kurulması ve kongresini yaparak kurumsal bir çatı örgüt haline gelmesi bu görüşü
desteklemektedir. Meşrutiyetin ilanının ardından, İttihat ve Terakki Cemiyeti kendi
görüşlerini yansıttığı sürece gazetelerin varlığını ve sayılarının artışını desteklese de,
karşısında muhalefeti yükseltebilecek nitelikte örgütlü bir basın istememiştir. Bu da meslek
örgütü girişiminin kısa süre içinde sönümlenerek ertelenmesine yol açmıştır. 1917 Yılına
gelindiğinde ise bu kez iktidar örgütlü bir basından yana tavır koymuştur. Bekleneceği üzere
de Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin, kendi güdümünde bir yapılanma olması ön şartını yerine
getirmesi bu süreci hızlandırmıştır. Baskı ve sansür altında gazetecilik mesleğini iktidarın izin
verdiği ölçü ve alanlarda yapabilen basın da kendi üzerine düşeni yaparak, iktidar ile uzlaşma
şansı yakaladığı anda bunu kullanmış ve çatı örgütünü kurarak, Türkiye basın tarihindeki ilk
kurumsal meslek örgütlenmesini oluşturmuştur. Bununla birlikte basın tarihi araştırmaları
yapan yazarların önemli bölümü aksini söylese de Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin
kurulmasına neden olan davete icabet edilememiştir. Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin Heyet-i
Merkeziyesi’nin 1918 Yılı Faaliyet Raporu (13-14) bu seyahatin yapılamadığını ortaya
koymaktadır.
Aslında cepheden haber veren bir gazeteci vardır ancak bu seyahat Cemiyet’in
kuruluşundan 2 yıl kadar önceye dayanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında
savaşa girmesinin ardından Alman hükümeti, Osmanlı basınından bir gazetecinin de cephede
bulunmasını talep etmiştir. Ahmet Emin Yalman’ın (220) aktardığına göre Almanca bildiği
için kendisi bu göreve seçilmiştir. Yalman, kendisine tevdi edilen bu görev nedeniyle
heyecanlıdır ve aslında hiç yapılmamış bir röportajı yazmaya itiraz etmek bir yana büyük bir
sevinçle kabul etmiştir. Üstelik bu sahte röportaj gazetede yayınlanmıştır. Yayınlandıktan
sonra başka gazetelerin de hakkında yorumlarda bulunduğu bu mülakat aslında Ahmet Emin
(Yalman) Bey’i sınav amacı taşımaktadır. Enver Paşa yazıyı beğenmiş ve Ahmet (Emin
Yalman) Bey’i Almanya’ya göndermeye karar vermiştir (Yalman, 1970: 221). Ahmet Emin
(Yalman) Bey de, Almanların deyimi ile “silah kardeşi” olarak, anılarında da oldukça uzun
bir yer ayırdığı cephe haberlerini yazarken, Türk basın tarihinin belki de ilk “iliştirilmiş
gazetecilik”4 örneğini, I. Dünya Savaşı’nda Alman siperlerinde vermiştir.
4
İliştirilmiş gazetecilik (embedded journalism) kavramı 2003 yılında Koalisyon güçlerinin Irak’ı işgali sırasında
geliştirilen bir kavramdır. İşgal güçleri, güvenlik gerekçesi ile savaş hattında çalışmak isteyen gazetecilere
koalisyon güçlerine akreditasyon şartı getirmişlerdi. Buna göre cephede savaşacak gazeteci, koalisyon güçlerinin
yanında ve güvenlikleri gerekçesiyle onların için verdiği bölgelerde görev yapabilecekti. Aynı zamanda yazacağı
haberlerde de koalisyon güçlerinin hayatını ve harekâtın bir bölümünü ya da tamamına tehlikeye atmaması
gerekiyordu. Ancak bu uygulama, hem iliştirilmiş gazetecilerin ABD ordusu tarafından belirleniyor olması, hem
149
Seyahat gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, Cemiyet yasal bir dernek olarak Türk
basın tarihindeki yerini almıştır ve tarihindeki en faal dönemini de kuruluşunu izleyen bir kaç
yıl içinde yaşamıştır. Faaliyet açısından yoğun olan bu döneme ilişkin belgeler yok denecek
kadar azdır. Ancak kısıtlı da olsa ulaşılan belgelerde Cemiyet’in o dönemde sıkıntısı iyice
artan gazete kâğıdı dağıtım işini üstlendiği görülmektedir (Osmanlı Matbuat Cemiyeti Heyet-i
Merkeziyesinin 1918 Yılı Faaliyet Raporu, 1918: 5). Kısıtlı miktardaki kağıdın dağıtım işinin
Cemiyet’e verilmiş olması da yine Cemiyet’in iktidar ile ilişkisinde hiyerarşik bir düzenin
varlığına işaret etmektedir. Cemiyet’in kâğıdı vereceği basın kuruluşunu iktidar adına seçiyor
olması gibi bir durumun kolayca ortaya çıkabileceği varsayılmalıdır. Kötü niyet
öngörülemeyeceği ve kanıtlanamayacağı için böyle yapılıp yapılmadığı, iktidarın suyuna
giden gazetelere mi kâğıt sağlandığı belirlenemese de, bu mekanizma başlı başına marazi bir
ilişkinin varlığını doğrular niteliktedir. Nitekim Cemiyet tüzüğünün bazı maddeleri,
Cemiyet’in açıkça iktidar adına basını kontrol altında tutma amacını ortaya koymaktadır5.
Cemiyet’in 1917 yılındaki kuruluşundan mütareke dönemine kadar oldukça faal bir
dönem geçirdiği görülmektedir. Başta kağıt dağıtım işinin üstlenilmesi gibi çeşitli
faaliyetlerin Cemiyet tarafından gerçekleştirilmesi, aynı zamanda iktidar nezdinde de
Cemiyet’in arzu ettiği yeri aldığını göstermektedir. Mütarekenin ardından İttihat ve Terakki
Cemiyet’i iktidarının son bulması, Cemiyet açısından da durumu ciddi biçimde değiştirmiştir.
Ortaya çıkan iktidar boşluğu dönemi, Cemiyet’i de etkilemiş görünmektedir. 30 Ekim
1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Osmanlı Matbuat Cemiyeti
üyelerinin takındığı tavır, tipik “uzlaşmacı” tavrı yansıtmaktadır. Gazetecilerin yeni siyasi
ortama ayak uydurmalarının ise fazla vakit almadığı görülmektedir. Cemiyet, üçüncü
kongresini vaktinden önce, Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan bir ay sonra gerçekleştirmiştir.
Bu davranışın ardında büyük bir olasılıkla ortaya çıkan yeni siyasi durumu analiz etmek ve bu
yeni duruma ayak uydurmak için nasıl bir yol izleneceğini belirlemek düşüncesi yatmaktadır.
Cemiyet, yönetim kurulunu yenileyerek değişmekte olan iktidar dengelerine kendini uyarlama
yolunu seçmiştir.
Savaşın sona ermesinin ardından ortaya çıkan iktidar boşluğundan etkilenen
Cemiyet’in de bir boşluğa düştüğünü söylemek mümkündür. Fiili işgal ortamı içinde Osmanlı
Matbuat Cemiyeti’ne mensup gazetecilerin önemli bir kısmının 4 Aralık 1918’de kurulan
Wilson Prensipleri Cemiyeti’ne de üye olduğu görülmektedir (Topuz, 2003: 98). Mütareke
yani bırakışma, savaşan taraflar için silahların bırakılması anlamına gelirken, basın dünyası
içinde de sanki kalemlerin bırakılması gibi bir anlam kazanmıştır. Dernek üyeleri, İngiliz
hükümetine bir mektup göndererek Amerikan mandası için aracılık edilmesi teklifinde
bulunmuştur (Topuz, 2003: 99). 22 Ağustos 1919’da Vakit’te Ahmet Emin imzası ile
yayımlanan başyazıda, Osmanlı’nın bağımsızlığının kesin olarak sağlanabilmesi için belirli
bir süre Amerikan mandasına geçilmesi gerektiği vurgulanmaktadır (Emin, 1919). Cemiyet,
bu girişim ile mandacı akıma katılmakla kalmayıp, bir anlamda onun yol göstericiliğine de
soyunmuştur. İktidar boşluğu içinde kendine bir alan açma çabası içinde olan Cemiyet, kendi
varlığını korumak için Amerikan mandasını kabul etmeye meyilli duran Saray’a, ihtiyacı olan
akıl hocasının var olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bunu da gerek yayınları, gerekse
mandacı akım içinde üstlendiği aktif rol ile göstermeye çalışmaktadır. Bu çabalarına karşılık
Cemiyet’in arzu ettiği ilişkileri kurmayı başardığını söylemek zordur. Amerikan mandası
istemekteki temel amaç orta vadede tam bağımsızlığı sağlayacak bir güce geçici olarak
yaslanmak şeklinde algılanmaktaydı. Bunun da İstanbul’u işgal etmiş olan ve başını
de savaş hattından gelen haberlerin denetleniyor olması nedeniyle 21. yüzyıl’daki en kapsamlı sansür
mekanizmalarından biri olarak kabul edilmiştir.
5
Tüzüğün tam metni için bkz. Tarık Zafer Tunaya, 1998: 512-515.
150
İngiltere’nin çektiği Avrupalı devletlerin emperyalist amaçları ile bir çatışma yaratması
kaçınılmazdır. Nitekim mütarekenin ilerleyen günlerinde işgal güçlerinin basına uyguladığı
sansür ile Cemiyet’in iyice güçsüzleştiği görülmektedir. Bir anlamda Cemiyet yanlış ata
oynamış ve kaybetmiştir.
Mütareke dönemi de daha önceki dönemlerden farksız olarak sansürün ağır olarak
yaşandığı başka bir dönem olarak göze çarpmaktadır. Hükümet sansürünün yanında işgalci
sansürü o kadar ağır boyutlara ulaşmıştır ki bazı gazeteler sayfalarında boş sütunlarla
yayımlanmıştır (Sertel, 1977: 74). Pek çok gazete kapatılmış ve gazeteciler de yazdıkları
yüzünden sürgüne gönderilmiştir. Bunun sonucunda basın etkisizleşmiş, işlevini büyük
ölçüde yitirmiştir.
Milli Mücadele Dönemi
İzmir’in Yunan askerlerince işgal edilmesi, tarihin akışında çok önemli bir kırılma
yaratmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıkarak başlattıkları Milli
Mücadele’de basının yapısını üç parçalı olarak değerlendirmek mümkündür. Birincisi Milli
Mücadele yanlısı gazeteler, ikincisi Milli Mücadele karşıtı gazeteler ve üçüncü ve en büyük
grup ise tarafsız kalmaya çalışan gazetelerdir. Bu üç akımın da Osmanlı Matbuat Cemiyeti
çatısı altında temsil ediliyor olması önemlidir. Cemiyet bir yandan Ankara hükümeti ile
ilişkilerini sıcak tutmaya çalışmakta ve Milli Mücadele’ye destek vermekte bir yandan da
İstanbul’da sarayı ve dolayısıyla işgal güçlerini kızdırmamaya çalışmaktadır. Cemiyet’in
tutumu ayakta kalabilmek için tüm iktidar grupları ile uzlaşabilmeyi sağlayacak bir yol
arayışından geçiyor gibi görünmektedir. Temel olarak o dönemde ortaya çıkan iktidar
boşluğunda, Cemiyet’in de boşluğa düştüğü söylenebilir. İstanbul ve Ankara’da temsil edilen
iki ayrı iktidar odağının varlığı, başkentteki fiili işgal, Yunan birliklerinin Anadolu’daki
ilerleyişi gibi gelişmeler ele alındığında, Cemiyet’in tüm bu dönüşümlere karşı nasıl tepki
vereceğini tam olarak belirleyemediği görülmektedir. Bunun yerine Cemiyet’e aidiyet
duygusunu artıracak adımlar atılmak istenmiş, bir anlamda varlığını sağlama alma amacı ile
yekpare bir görüntü verilmesi hedeflenmiştir.
Osmanlı Matbuat Cemiyeti, Milli Mücadele dönemiyle birlikte hızla değişen siyasal
iklime aynı ölçüde hızlı bir şekilde uyum yeteneği kazandığını göstermiştir. 30 Mayıs 1919
Tarihinde toplanan kongrede Velid Ebüzziya başkanlığa seçilmiş ve ismini Türk Matbuat
Cemiyeti olarak değiştirmiştir. Benice’ye göre (9) bu tutum, milli kurtuluş için savaşların
yanında aynı bayrak altında yer alarak Türk basın tarihinde “şerefli” bir sayfa açılmıştır.
Bununla birlikte İstanbul’da faaliyet gösteren bu gazetecilerin büyük bölümünün Malta’ya
sürülmesi ile birlikte Cemiyet, etkinliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Cemiyet, 8 Nisan 1921
tarihinde yeni bir kongre yaparak adını Matbuat Cemiyeti olarak değiştirmiştir. Cemiyetin
adındaki “Osmanlı” ifadesinin kaldırılması yeni ulusalcı akıma verilen bir mesaj olarak
algılanabilir. Hilafetçi ya da İttihatçı damgası yiyerek iktidarı eline almakta olan yeni hareket
tarafından dışlanmak istemeyen Cemiyet, Osmanlıcı görüntüsünden kurtulmak için öncelikli
olarak ismindeki bu ibareyi kaldırmayı uygun görmüştür. Kongreye sunulan mazbatada,
Cemiyet’in kendini nasıl tanımladığı konusuna da yer verilmiştir. Buna göre Cemiyet, tüm
gazeteci cemiyetlerini birleştirdiğine göre bir “lig”, gazeteci maddi ve manevi haklarını
aradığına göre bir “sendika” ve üyelerinin toplu bir hayat verecek bir teşkilat kurması
nedeniyle de bir “kulüp” olarak tanımlanmaktadır (Matbuat Cemiyeti, 1921). Ayrıca matbuat
kulübünün yanı sıra bir yardımlaşma sandığı kurulması da karara bağlanmıştır. Bu girişimler,
Cemiyet’e aidiyet duygusunun sağlanması ve bağlılığın artırılmasına yönelik girişimlerdir.
Tüzüğe mesleki pratiklere ve sosyal haklara ilişkin kimi maddelerin eklenmesi de bu
çabaların bir ürünüdür.
151
Cemiyet, her ne kadar Milli Mücadele’ye destek veren isimleri öne çıkartan bir
görünüm sergilese de Ankara’da güçlenmeye başlayan yeni iktidar odağı ile ilişkilerini
istenen düzeye taşımayı başaramamıştır. Cemiyet mensubu gazeteler bu desteklerini
yayınlarına yeterince yansıtamamıştır. Örneğin ülkede İttihat karşıtlığı yayıldığı için Ankara,
Cemiyet üyesi gazetelere, İttihatçılarla bağları olmadığına yönelik bir beyanname yollamıştır.
Cemiyet Başkanı Velid Ebüzziya ise bu beyannamenin İstanbul’daki iktidarı kızdırabileceği
için yayımlamaktan çekinmiştir (Özkaya, 1985: 885-886). Kendi varlığını önceleyen böyle bir
tutum içinde Cemiyet’in yeni iktidar ile istenen ilişkileri geliştirememesi de beklenen bir
sonuç olmalıdır. Nitekim Ankara hükümetinin de basına yaklaşımının tamamen araçsal
olduğu hemen görülecektir.
Mustafa Kemal’in, bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşmasında basının gücünden
faydalanmanın gerekliliğine inandığı görülmektedir. Bu nedenle Anadolu hükümetinin resmi
yayın organı olacak gazeteler çıkarılsa da Anadolu’nun sesinin dışarıdan da duyulması için
çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Bu nedenle hem içeriye hem de dışarıya düzenli haber
akışını sağlayacak bir haber ajansı kurulması talimatını vermiştir (Topuz, 2003: 138-139).
Daha sonra vakit geçirmeden Anadolu Ajansı kurulmuş ve kuruluşu da Mustafa Kemal
tarafından tüm idare, kuruluş ve sivil toplum örgütlerine duyurulmuştur. Ancak, Milli
Mücadele kapsamında bu yeterli değildir. Mustafa Kemal’in, basını tam olarak kontrolü
altında olan bir propaganda aracı olarak yeniden düzenlemek istediği görülmektedir. İstanbul
basını tüm çabalarına karşın, Anadolu’daki hareketin önderinin güvenini tam olarak
kazanamamıştır. Mustafa Kemal, İstanbul basınını güvenilmez bulmasa bile tamamen kontrol
altında tutulmasının zorluğunu görmüş olmalı ve bu nedenle yeni hareketin kendi basın
gücünü oluştururken İstanbul basınını da bunun dışında tutmuştur. Hükümetin kendi
propaganda aracı olmasına karşılık basını kontrol edecek bir üstyapı kurumuna ihtiyaç
duyulduğu anlaşılmaktadır. İstanbul’daki Matbuat Cemiyeti, hazihazırda bunu sağlayabilecek
bir kurum olsa da, Mustafa Kemal’in güvenini kazanamamış olmasının yanı sıra pratikte
kontrol edilmesinin zorluğu nedeniyle bu görevi yerine getirmekten uzaktır. Ayrıca
Cemiyet’in yönetiminde bulunan başta Hüseyin Cahit gibi isimlerin eski ittihatçılar olması,
Ankara Hükümeti açısından yeni bir oluşuma ihtiyaç duyulmasına yol açmıştır. Bu kurum da
Anadolu Ajansı’nın kurulmasından yaklaşık bir ay sonra kurulan Matbuat ve İstihbarat
Müdüriyet-i Umumiyesi olmuştur. İktidar kendi çizdiği yolda basını tek ses halinde Milli
Mücadele’nin yanında olacak biçimde şekillendirmekte ve görevlendirmektedir. Basının buna
verdiği tepki ise tam bir itaatle, üstün bir görev bilinci sergilemektir.
Cumhuriyet Dönemi
Ulusal Kurtuluş Savaşı, her şeyden önce mütarekeye karşı doğan bir tepki, işgale karşı
merkezi bir karşı koyuş olarak ortaya çıkmıştır. Amasya Tamimi ile bu karşı koyuşun esasları
belirlenmiş, Erzurum Kongre’sinde ise bu mücadelenin ulusal bir karakteri olduğu
vurgulanmıştır. Sivas kongresinde de müdafaa-i hukuk ilkeleri ortaya konmuştur (Tanör,
2002: 223). Bu dönemi ulus-devlete giden yolda temellerin atıldığı bir dönem olarak ele
almak mümkündür. Ankara’da ulusal bir meclis kurulmuş ve Mustafa Kemal’in önderliğinde
Kurtuluş Savaşı verilirken, bir kesim bu girişimi, saltanat ve hilafet kurtarılıncaya kadar
geçici bir önlem olarak görmüştür. Berkes (480), Misak-ı Milli belgesinin, Osmanlı
Devleti’nin sona erdiğini ilan eden belge olduğunu söylemektedir.
Milli Mücadele hareketinin başarıya ulaşmasının ardından yeni iktidarın siyasal yapıda
köklü değişiklikler yapacağı kısa bir süre içinde anlaşılmıştır. Aslında bunun çok önceden
kendi belli eden işaretleri yeterince anlaşılamamıştır. Yeni rejim laiklik temelinde yükselen
bir cumhuriyet olarak belirmektedir. Yani yeni bir ulus-devlet projesi yürürlüğe konacaktır.
152
Bunun ilk adımı olarak saltanat kaldırılmıştır. Saltanatın kaldırılmasına Cemiyet’in yaklaşımı
çok belirsizdir. Temelde Cemiyet’i temsil eden gazetecilerin eski ittihatçı kökenlerinden gelen
gerilim noktası, Ankara-İstanbul ayrımı ile güçlenmiş ve Cemiyet’i iktidarla çatışmaya
sürüklemiştir. Bunun yanında Mustafa Kemal’in tam bağımlı homojen bir basın yaratma
isteği ile İstanbul’daki yapılanmanın yerine bir yenisini Ankara’da kurma isteği, Cemiyet’i
siyasal iktidar nezdinde zayıf düşürmüştür. Saltanatın kaldırılması gibi önemli bir konuda
Cemiyet’in bir kez daha orta yolcu bir tutum takınması, Cemiyet’in bu konumundan ileri
gelmektedir.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilanı ile aslında ulus devlete giden yolda hukuki
adımlar da atılmaya başlamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşması halinde yeni devletin
nasıl bir devlet olacağı, ipuçlarını bu adımlarda kendini göstermektedir. Berkes’e (504) göre o
süreçte pek çok kimse bu sorunu düşünmeyi savaşın sonucuna endekslemiştir. Savaşın zaferle
sonuçlanması ile birlikte “şimdi ne olacak” sorusu akılları kurcalamaya başlamıştır. Kurtuluş
Savaşı, 9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasıyla zaferle sonuçlanmış,
Ankara açısından artık yeni ulus-devlet projesini saklamaya olanak kalmamıştır.
İngiltere’nin, Lozan Barış Görüşmeleri’ne hem İstanbul hem de Ankara hükümetlerini
davet etmesi, Ankara’da güçlü bir tepki ile karşılanmıştır. İkili davetin doğurduğu tepki,
Mustafa Kemal’e saltanatı beklediğinden daha kolay bir biçimde kaldırma olanağı
sağlamıştır. Lozan’a iki hükümet de davet edildiğinde, Mustafa Kemal’in buna tepkisi
“Türkiye devleti yalnızca ve ancak BMM tarafından temsil olunur” şeklinde olmuştur. Hemen
ardından 30 Ekim 1922’de, meclise İzmir mebusu Doktor Rıza Nur tarafından hazırlanan ve
yetmiş sekiz arkadaşının imzasını taşıyan bir önerge verilmiş ancak mecliste iki gün süren
görüşmelerden sonuç alınamamıştır. Buradaki temel sorun hilafet makamının duruma ilişkin
net ifadelerin bulunmayışı olarak göze çarpmaktadır (Demirel, 2007: 484).
Mustafa Kemal, teklifin okunmasının ardından meclis genel kurulunda yaptığı
konuşmada “gerekirse bir kaç kafanın da kesilebileceğini” sözlerine ekleyerek 1 Kasım
1922’de saltanatın kaldırılması tasarısının yasalaşmasını sağlamıştır (Berkes, 2008: 504;
Sezgin, 1984: 103). Saltanatın kaldırılması konusunda mecliste muhafazakar
milletvekillerinin karşı çıkmalarına karşın İkinci Grup üyeleri de tasarıya destek verince,
tasarı aynı gün oy birliğiyle yasalaşmıştır (Demirel, 2007: 483).
Matbuat Cemiyeti’nin, saltanatın kaldırılmasına tam olarak destek verdiğini söylemek
zordur. Buna karşın Milli Mücadele’nin tam bir askeri zaferle sonuçlanmasının ardından
siyasal iktidarı tam olarak eline geçiren Ankara’nın buradaki iradesine de muhalefet
etmişlerdir. Bu tavrın temelinde İstanbul-Ankara ayrımının yattığını söylemek mümkündür.
Milli Mücadele’nin başlarından itibaren Matbuat Cemiyeti, Mustafa Kemal’in
güvenini kazanma konusunda başarılı olamamıştır. Cemiyet’in başkanlığına seçilen isimlerin
Milli Mücadele yanlısı ya da doğrudan bu mücadele içinde yer alan isimlerden seçilmesi bile
bunu sağlamaya yetmemiştir. Cemiyet’in üyelerinin önden gelen isimlerinin büyük
bölümünün ittihatçı kökenlerinin bununla ilişkisi olduğunu söylemek gerekir. Bunun yanında
Mustafa Kemal’in tam bağımlı homojen bir basın yaratma isteği ile İstanbul’daki
yapılanmanın yerine bir yenisini Ankara’da kurma isteği, Cemiyet’i siyasal iktidar nezdinde
zayıf düşürmüştür.
Saltanatın kaldırılmasına karşın Lozan Barış Görüşmelerine seçilen heyetteki isimler
üzerinden başlayan muhalefet dalgasının Ankara Hükümeti’ni zorladığı görülmektedir.
Lozan’a gönderilen heyetin başkanı olarak İsmet Paşa’nın seçilmesi, Mustafa Kemal ile Milli
Mücadele’nin diğer dört lideri Rauf (Orbay) Bey, Kazım Karabekir, Refet Bey (Bele) ve Ali
Fuat (Cebesoy) arasında görüş ayrılıklarının belirmesine neden olmuştur (Güz, 2008: 116).
Rauf Bey, Lozan Barış Görüşmeleri’nin sonuçlanmasının ardından istifa ederek muhalefet
153
saflarına katılmıştır. Bu da Cemiyet’e, iyice etkisiz bir konumda iken cumhuriyetin ilanından
kısa bir süre önce İzmit’te bir toplantıya davet edildiğinde, Ankara ile ilişkileri düzeltme şansı
vermiştir. Ankara’nın yeni rejim için İstanbul’da etkili olacak bir propaganda aracına,
Cemiyet’in de yeni iktidar nezdinde onaylanmaya ihtiyacı vardır. Bu davet tam da bu
karşılıklı çakırlara hizmet eden önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Toplantıya Tevhid-i
Efkar’dan Velid Ebuzziya, Vakit’ten Ahmet Emin, Akşam’dan Falih Rıfkı, İkdam’dan Yakup
Kadri, Tanin’den İsmail Müştak, İleri’den Suphi Nuri ve Kılıçzade Hakkı katılmışlardır
(Akkoyun, 1996: 122). Ankara Hükümeti’nin İstanbul temsilcisi Adnan (Adıvar) Bey ile eşi
Halide Edip Hanım’ın yanı sıra Hilal-i Ahmer Cemiyeti Başkanı Hamit Bey de toplantı
salonunda yer almıştı (Arar, 1997: 33). Davet edilen gazetecilerin daha çok Milli Mücadele
yanlısı isimlerden seçilmiş olması dikkat çekicidir.
Bu toplantının Cemiyet açısından Ankara ile son iyi ilişkiler dönemini temsil ettiği
söylenebilir. Cemiyet üyeleri, bu toplantının ardından Cumhuriyet’i öven yazılar yayınlamış
ve iktidarla geçici bir barış tesis etmiştir. Sonrasında ise hilafetin kaldırılması ile başlayan
süreç Cemiyet’in tasfiyesine giden bir süreç olmuştur. Mustafa Kemal’in tek adamlığa giden
bir rejimin temellerini atıyor olduğuna yönelik eleştiriler ile birlikte ittihatçı kökenlerinin
getirdiği karşıtlık, Cemiyet üyelerini bir zamanlar mücadele ettikleri halifenin yanında siyasal
mücadeleye itmiştir. Bunun sonucunda gazeteciler İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştır
(Topuz, 2003). Yeni rejimin basına işlevsel-araçsal yaklaşımı, yeni başkentin Ankara
seçilmesi ile birleşince Cemiyet’in artık işlevsizleşmesi kaçınılmazdır.
Lozan Barış Görüşmeleri’nin kesintiye uğramasının ardından 17 Şubat 1923
tarihinde İzmir’de Türk İktisat Kongresi toplanmıştır. Cemiyet’in bu kongreye gösterdiği ilgi
de dikkate değerdir. İzmit basın toplantısının ardından iktidara yaklaşabilmek için önemli bir
fırsat yakalamış olan İstanbul basını, İzmir İktisat Kongresi’ni “İktisat misakı” olarak
değerlendirmiştir. Aslında İstanbul basınının bu yaklaşımı çok da şaşırtıcı değildir. Bir kere
İstanbul’daki gazete ve gazetecilerin neredeyse tamamı, burjuvazinin ya doğrudan birer üyesi
ya da burjuvazi ile organik bağları olan kesimleri temsil etmektedir. Dolayısıyla İzmir İktisat
Kongresi’nde ortaya çıkan ittifak, onları da yararına olan yeni bir ekonomik düzenin
habercisidir. Bunun yanında iktidarla yakınlaşma süreci içine girilmişken, ilişkilerin daha da
geliştirilebilmesi açısından yeni bir fırsattır ve İstanbul basını bu fırsatı kaçırmamıştır.
Bununla birlikte bu bahar havası kısa sürmüş, başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması ile
birlikte ekonomik çıkarların çatışması temelinde, zaten var olan gerilimi daha da artırmıştır.
Mustafa Kemal siyasal rakiplerini saf dışı ettikten sonra cumhuriyetin ilanının önünde
bir engel kalmamıştır. Bu nedenle artık İstanbul basınına ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü hem
artık siyasal olarak kamuoyunu yönlendirebilecek bir güce erişmiş hem de kurumsal anlamda
İstanbul’daki Matbuat Cemiyeti’nin yerini alacak kurumlara Ankara’da sahiptir. Görüldüğü
gibi İstanbul Basını ve Matbuat Cemiyeti, cumhuriyetin ilanı sürecinde tamamen muhalif
konuma itilmiştir. Cemiyet’in söz sahibi gazetecileri, kendilerini otoriterleşen bir iktidar
karşısında bulmuşlar ve zaten kurumsal anlamda Ankara hükümetinin kendilerini gözden
çıkardığını da anladıklarından muhalefet saflarına katılmışlardır.
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Osmanlı geleneğinin son kurumsal yapılarından birinin
daha kaldırılmasına sıra gelmiştir. Yeni rejimin laiklik temelinde yükselebilmesi için bu
yapının da tasfiyesi gerekmektedir. Hilafetin kaldırılması süreci, İstanbul basını ve dolayısıyla
Matbuat Cemiyeti açısından da bir tasfiye süreci olmuştur. Ankara’daki muhalefetin,
hilafetin yanında bir görüntü çizmesi, aslında yeni rejimin niteliği ile ilgili görünmektedir.
Böyle bir tavır takınmalarında, rejimin hızla tek adamlığa giden bir görüntü veriyor olmasının
etkili olduğu söylenebilir. Muhalefet bu süreç içinde tek adamlığa giden rejimin karşısında
durabilecek olan tek iktidar odağını -burada yüzyılların geleneği ve kişisel bağlılıkların
154
etkisini de yok saymamak gerekir- halifede görmüş, Ankara’nın dışladığı İstanbul basını ve
onun temsilcisi olan Matbuat Cemiyeti’ni de bu muhalefetin sözcüsü konumuna getirmiştir.
Hilafetin kaldırılması ile ilgili tartışmalar sırasında İstanbul gazetelerinde Londra’daki
İslam Cemiyeti Komitesine mensup Ağa Han ile Emir Ali’nin hilafetle ilgili kaleme aldıkları
bir mektubun yayınlandığı görülmektedir. 24 Kasım 1923 tarihli ve Londra çıkışlı mektup6
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e hitaben yazılmış ve hilafetin Türklerin elinde
tutulması gerektiğini belirtmektedir (Tunçay, 1999: 72; Topuz, 2002: 144). Mektubun
yayınlanmasının ardından meclise, İstiklâl Mahkemesi kurularak sorumluların yargılanması
için bir önerge verilmiş ve İsmet Paşa’nın girişimi sonucu 8 Aralık 1923 tarihinde cumhuriyet
döneminin ilk İstiklâl Mahkemesi İstanbul’da kurulmuştur (Tunçay, 1999: 83). Böyle bir
girişimin hedefi açıkça muhalefeti susturmak, onun temsilcisi olan basına da gözdağı
vermektir. Nitekim iki ay süren yargılamalar sonunda, İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri
Bey 5 yıl kürek cezasına çarptırılmış, gazeteciler ise beraat etmiştir (Topuz, 2002: 145;
Tunçay, 1999: 85).
Mahkemenin beraat kararı vermesinin ardından, İstanbul basını ile hükümet arasında
yeni bir diyaloğun başladığı görülmektedir. İhsan Bey, İstanbul basını ile Ankara arasındaki
buzların erimesi için bir toplantı organize etmiştir. 4 Şubat 1924’de İzmir’de yapılan
toplantıya katılan gazeteciler şunlardır: İkdam sahibi Ahmet Cevdet, Tanin başyazarı H.Cahit,
İleri sahibi Celal Nuri İleri, Akşam başyazarı Necmettin Sadak, Vakit başyazarı Mehmet Asım
Us, Tercüman-ı Hakikat başyazarı Hüseyin Şükrü ve Vatan yazarı Ahmet Emin Yalman
(Yalman, 1970: 101). Toplantıda Mustafa Kemal, basın mensuplarına yeni rejimin siyasî
aşamalarının henüz bitmemiş olduğunu belirterek, kendilerinden Ankara ile uyumlu bir yayın
faaliyetinde bulunmalarını istemiştir. Burada verdiği mesaj açıktır: Tek seslilik şarttır (Topuz,
2003: 146). Bu toplantı, iktidarın artık Cemiyet’i kontrol altına almak için doğrudan
girişimlere başladığını göstermektedir. Bu gelişmelere paralel olarak 7 Mayıs 1924’te
Cumhuriyet yayımlamaya başlamış ve Ankara, İstanbul basını içinde fiilen ağırlığını koyma
yolunda önemli bir adım atmıştır. Matbuat Cemiyeti içinde etkin bir konumda olan İleri ile
birlikte Cumhuriyet, Kemalizm’in İstanbul’daki en önemli köprübaşı olmuştur.
1924 yılındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası girişimi, Şeyh Sait isyanı ile
ilişkilendirilerek muhalefet tamamen susturulmuştur. Basın da bundan nasibini almış ve
Takrir-i Sükûn Kanunu ile basının sesi tamamen kısılmıştır. Kanunun yürürlüğe girmesi ile
birlikte tek parti rejimi resmi olarak kurulmuş, muhalefet susturulmuş ve basın tam olarak
kontrol altına alınmıştır. Aslında tek maddelik bir yasa olarak da değerlendirilebilecek bu
yasanın muğlak yapısı, basına karşı yıldırma politikasına dönüşmüştür. Kanun, muhalefetin
ve onun sözcüsü konumundaki basının susturulması için bir araç olarak kullanılmıştır.
Kanun gereği İstiklal Mahkemeleri yeniden kurulmuş, gazeteciler yeniden
yargılanmış, sonraki dönemde de pek çok gazete kapatılmıştır (Tunçay: 1999; Topuz: 2003).
İlk aşamada Takrir-i Sükûn yasasına dayanarak Tevhid-i Efkar, Son Telgraf, İstiklal,
Sebilürreşat, Aydınlık, Orak Çekiç, Presse du Soir, Sadayı Hak (İzmir), Sayha (Adana),
İstikbal (Trabzon) ve Kahkaha gazete ve dergileri kapatılmıştır (Topuz, 2008: 148). Hüseyin
Cahit, adı geçen gazetelerin kapatıldığı gün Takrir-i Sükun Kanunu’nu protesto etmek
amacıyla “Karilerimle Kısa Bir Hasbihal” başlıklı yazısında, “Siyasiyat” adlı köşesinde
bundan böyle artık siyasi yazılar yazmayarak hatıra, ilmi makale ve hikayeler yazacağını
açıklamıştır (Türker, 2000: 231). Bu tutumu onu kurtarmaya yetmemiş ve Hüseyin Cahit
İstiklâl Mahkemeleri’nde boy gösteren -yeniden- ilk gazeteci olmuştur (Topuz, 2003: 130).
Hüseyin Cahit’in ardından iki gazeteci daha, Zekeriya (Sertel) Bey ve Cevat Şakir
6
Mektubun tam metni için bkz. Ateş, 1998: 98-99.
155
(Kabaağaçlı) Bey yargılanmış ve üçer yıl sürgün cezası almışlardır (Topuz, 2003: 84).
Gazetecilerin tutuklanarak yargılanmaları yurt genelinde devam ederken, Vatan Gazetesi
kapatılmış ve Ahmet Emin (Yalman), Ahmet Şükrü (Esmer), İstiklal Gazetesi’nin sahibi ve
başyazarı İsmail Müştak (Mayakon) ve İleri Gazetesi’nden Suphi Nuri (İleri) Beylerin
tutuklanmasına karar verilmiştir (Güz, 2008: 252).
Mahkemelerin aldığı kararlar ve sonuçları, Matbuat Cemiyeti’nin tamamen tasfiye
edildiğini göstermektedir. Gazeteciler beraat etse de mahkeme sonucunu olumlu yorumlamak
mümkün değildir. Çünkü Ahmet Emin’in bir daha gezetecilik yapmamaya söz vermesi
karşılığında beraatine karar verildiği anlaşılmaktadır (Topuz, 2003: 154). Sonraki on yılda
araba lastiği ticareti ve reklam metni yazarlığı ile uğraşarak geçimini sağlamıştır (Kabacalı,
1990: 122). Ankara, yeni rejimin oluşturulması için muhalif sesleri kısmakla kalmamış,
yanında görmediği gazetecilerin mesleklerini yapmasını da engellemiştir. Cemiyet de bu
girişim içinde açık hedeflerden biridir ve siyasal iktidar Cemiyet’i tasfiye etme planını
tavizsiz bir biçimde uygulamıştır.
Devamında ise 1926 yılında Mustafa Kemal’e yönelik suikast girişimi, basındaki son
muhalif seslerin kısılmasını sağlamıştır (Güz: 2008). Artık Cemiyet tamamen iktidarın
kontrolündeki bir kurum haline dönüşmüştür. 1926 yılında yapılan kongre ile faaliyet alanını
da daraltarak İstanbul Matbuat Cemiyeti ismini almıştır (Benice, 1966: 11). Örneğin Ankara
Hükümeti latin harflerinin kabulünde İstanbul basını ve Cemiyet’in tam desteğini almıştır.
1930’daki Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminin ardından da basını kurumsal
anlamda kontrol altına alma amacıyla sürdürülen girişimler 1931 Matbuat Kanunu ile
sonuçlanmıştır. Bu uzun dönem boyunca Cemiyet’in kayda değer bir faaliyette bulunduğunu
söylemek zordur. Cemiyet’in iktidara bağlılaşmasının hangi boyutlarda olduğunu gösteren
olaylardan biri, 1935 yılında düzenlenmesine karar verilen Birinci Basın Kongresi öncesinde
gerçekleşmiştir. İstanbul Matbuat Cemiyeti, kongrenin açılışında Atatürk’e7 bağlılıklarını
bildiren bir mesaj çekmiştir. Atatürk, bu mesaja verdiği yanıtta “İstanbul Basın Kurumu’na”
başlığını kullanınca, İstanbul Matbuat Cemiyeti acil bir toplantı ile ismini İstanbul Basın
Kurumu olarak değiştirmiştir (Benice, 1966: 12). Cemiyetin, iktidardan doğrudan talimat
alan, doğrudan iktidara bağlı bürokratik bir kuruluş gibi tavır takındığı görülmektedir. Bu
oluşumda kurumun genel sekreterliği görevini üstlenen Benice (12), Cemiyet’in bu
davranışını normal ve yapılması gereken bir davranış olarak ele almaktadır. Matbuat
Kanunu’nun 50. Maddesi de sürekli olarak basın aleyhine yorumlanarak kapatma cezaları
verilmiş, muhalif girişimlerin daha başlamadan bitirilmesine çalışılmıştır.
Cemiyetin bu tavrı ile artık etkisizlikten, sönümlenme sürecine geçtiği söylenebilir.
Nitekim 1935 yılında yapılan Birinci Basın Kongresi’nde bir çatı örgütü olarak Basın
Birliği’nin kurulması kararlaştırılmıştır (Birinci Basın Kongresi, 1975). Kongrede yapılan
konuşmaların ve sunumların büyük bölümünde basının devlet eliyle düzenlenmesi görüşü
hakimdir. Bu hem mesleki pratikler açısından hem de bir iş kolu olarak gazetecilerin
kurumsal bir yapı altında temsil edilmesi açısından geçerlidir (Birinci Basın Kongresi, 1975).
Basın, açık biçimde iktidarın elinde olduğu sürece yararlı olabilecek bir araç olarak
görülmektedir. Yani basına işlevsel araçsal yaklaşım değişmemiş, aksine güçlenmiştir.
Bu kongrede alınan karar ancak üç yıl sonra hayata geçirilebilmiştir. 27 Haziran 1938
tarihinde kabul edilen yasa ile Türk Basın Birliği resmi olarak kurulmuştur. Basın Kurumu,
kendini feshederek bu yeni birliğe katılarak birliğin İstanbul şubesi görevini üstlenmiştir
(Benice, 1966: 13; İskit, 1943: 294). Böylece Türkiye’nin ilk basın örgütü fiilen
7
21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen Soyadı Kanunu uyarınca Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM kararı ile
“Atatürk” soyadı verilmiştir. Araştırmanın devamında, bu değişikliğe uygun olarak Atatürk soyadı kullanılmıştır.
156
sönümlenmiştir. İktidar eli ile kurulan yeni çatı örgütü Türk Basın Birliği de pek uzun ömürlü
olmamış ve 1946 yılında kendini feshetmiştir (Benice, 1966: 13).
Sonuç
Tarihsel süreç içinde bakıldığında Osmanlı Matbuat Cemiyeti’nin temel olarak basın
açısından iktidara eklemlenmenin bir aracı olarak ele alınması gerekmektedir. 1908 yılından
1938 yılına kadar geçen sürede ortaya çıkan ekonomi-politik gelişmeler, siyasal iktidarın
olduğu kadar örgütün yapısını da doğrudan etkilemiştir. Her iktidar egemenliğini pekiştirmek
ve iktidarını güçlendirmek için basını bir aygıt olarak kullanmak istemiştir. Bu aygıtı kontrol
edebilmek için de belli mekanizmalar geliştirilmiş, mesleki çatı örgütü bunlardan biri
olmuştur.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirdiği dönemde “toplumun genel
çıkarları” temelinde bir gazetecilik yürütülmüştür. İktidar, basını kendine bağlamak isterken,
basın da benzer biçimde iktidara bağlılaşarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Örgütlenme
de bunun önemli araçlarından biri olarak kullanılmıştır. Sonraki dönemlerde Cemiyet, siyasal
gelişmelere ustalıkla ayak uydurarak kendini yeni durumlara kolaylıkla uyarlamıştır. Milli
Mücadele Hareketi başladığında benzer bir çizgi takip etmiş, dışlandığında ise yine
örgütlenmenin saflarını sıklaştırarak, iktidara kullanabileceği yekpare bir meslek örgütü
olduğu mesajını vermek istemiştir. Yeni kurulan rejim tarafından dışlanan Cemiyet, iktidar ile
uzlaşabilecek isimler tarafından temsil edilen bir yapıya geçerek iktidara eklemlenmenin
yollarını aramıştır.
Baskı dönemlerinde ise gazetecilik mesleğinin önüne çıkan engeller ve basın
özgürlüğünün kısıtlanma girişimleri karşısında ise Cemiyet sessiz kalmıştır. Tamamen etkisiz
kaldığı dönemin ardından ise Cemiyet’in, iktidarın bir aygıtı gibi hareket ettiği, resmi
ideolojinin propaganda aracı olarak görev yaptığı görülmektedir. Basının tüm kurumları ile
yeniden yapılandırılarak iktidara bağlı homojen bir basın oluşturulması planları çerçevesinde
kendine biçilen rolü varlığını koruyacak biçimde yerine getirmeyi başarmıştır. Bu tavrı ile bir
süre sonra iktidarın basın üzerindeki baskı ve kontrol aracı haline dönüşmüştür.
İktidar, eğer onu kabul eden biri varsa iktidar olabilecektir. Türk Basın Birliği de
iktidara bu olanağı sunarken, basının gücünü de iktidarın hizmetine sunarak, hem kendinin,
hem de örgüt çatısı altında temsil edilen basın kuruluşlarının varlıklarını sürdürmesini
sağlamak istemiştir. Ancak bu yaklaşımın “kendi hedefleri” içinde bile başarıya ulaştığını
söylemek zordur. Kısaca denebilir ki bu yapılanma “siyasetin gölgesinde gazetecilik”
kavramının kurumsal yapılanması olarak var olmuş, araçsal olarak işlevsizleştiğinde yani
siyasal iktidarlar için yeni araçsal-politik olanaklar doğduğunda da sönümlenmiştir.
Kaynakça
“Matbuat Kulübü Nizamnamesi.” (1919). İstanbul: Ahmet İhsan ve Şükerası Matbaacılık-ı
Osmanlı Şirketi.
“Birinci Basın Kongresi.” (1975). Ankara: Basın-Yayın Genel Müdürlüğü.
Akkoyun, Turan (1996). “Atatürk Devri İzmir Basını ve Kamuoyu Üzerindeki Tesiri.”
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-34/ataturk-devri-izmir-basini-ve-kamuoyu-uzerindeki-tesiri
Erişim tarihi: 01.02.2014.
Akşin, Sina (2001). Jön Türkler İttihat ve Terakki. Ankara: İmge Kitabevi.
157
Arar, İsmail (1997). Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı. İstanbul: Yenigün Haber Ajansı.
Ateş, Nevin Yurtever (1998). Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası. İstanbul : Der Yayınları.
Aydın, Hakan (2007). “Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye. Kuruluşu ve Basında Tartışmalar.”
Türkiyat Araştırmaları Dergisi 27: 553-569.
Benice, E. İzzet (1966). Türk Basın Birliği Ana Tüzüğü. İstanbul: Bakış Matbaası.
Berkes, Niyazi (2008). Türkiye’de Çağdaşlaşma. İstanbul: YKY.
Demirel, Ahmet (2007). Birinci Meclis’te Muhalefet İkinci Grup. İstanbul: İletişim Yayınları.
Güz, Nurettin (2008). Türkiye’de Basın-İktidar İlişkileri (1920-1927). Ankara: Turhan
Kitabevi.
İnalcık, Halil (2010). “II. Meşrutiyet: Anayasa Rejimi Geliyor, Cumhuriyet Yolu Açılıyor.”
100. Yılında Jön Türk Devrimi. (der.) Sina Akşin vd. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları. 3-10.
İnuğur, M. Nuri (2002). Türk Basın Tarihi. İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti.
İskit, Server (1943). Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikaları. Ankara: Basın ve Yayın
Umum Müdürlüğü Yayınları.
Kabacalı, Alpay (1990). Başlangıcından Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü. İstanbul:
Gazeteciler Cemiyeti.
Koloğlu, Orhan (1992). Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Matbuat Cemiyeti (1921). Kongre Zabıtları. İstanbul: Orhaniye Matbaası.
Osmanlı Matbuat Cemiyeti Heyet-i Merkeziyesi (1918). 1918 Yılı Faaliyet Raporu. İstanbul:
Vakit Matbaası.
Özkaya, Yücel (1985). “Milli Mücedele’nin Başında Basın ve Mustafa Kemal Paşa’nın
Basınla İlişkileri.” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 1(3): 871-911.
Sertel, Zekeriya (1977). Hatırladıklarım. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Sezgin, Ömür (1984). Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu. Ankara: Birey ve
Toplum Yayınları.
Tanör, Bülent (2002). Türkiye’de Kongre İktidarları 1918-1920. İstanbul: YKY.
Tokgöz, Ahmet İhsan (1993). Matbuat Hatıralarım. İstanbul: İletişim Yayınları.
Topuz, Hıfzı (2003). Türk Basın Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Tunaya, Tarık Zafer (1998). Türkiye’de Siyasal Partiler-1. İstanbul: İletişim Yayınları.
Tunçay, Mete (1999). Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması. İstanbul :
Cem Yayınevi.
Türker, Hasan. (2000). Türk Devrimi ve Basın. İzmir: Dokuz Eylül Yayınları.
Yalçın, Hüseyin Cahit (1908a, Eylül 2). “Serbestî-i Matbuat. ” Tanin.
Yalçın, Hüseyin Cahit (1908b, Eylül 12). “Cemiyet-i Matbuat-ı Osmaniye.” Tanin.
Yalçın, Hüseyin Cahit (1908c, Ağustos 31). “Matbuat ve Tesiratı.” Servet-i Fünun.
158
Yalman, Ahmet Emin (1970). Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim - 1. İstanbul:
Yenilik Basımevi.
Yalman, Ahmet Emin (2 Ağustos 1919,). “Müzaheret ve Kabiliyet.” Vakit.
Zürcher, Erik Jan (2005). Milli Mücadelede İttihatçılık. (çev.) Nüzhet Salihoğlu. İstanbul:
İletişim Yayınları.
159
Kültürel Ürünleri Meta Olarak Yeniden Düşünmek
Zafer Kıyan
Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi
Giriş
Kapitalizm, meta üretiminin genişlemesi üzerine kurulu bir üretim sistemidir. Bunun anlamı,
o ana kadar meta olmayan şeylerin veya nesnelerin zaman içerisinde meta formuna
dönüştürülmesi, sermayenin bu dönüşüme dair bitip tükenmek bilmeyen bir çaba içerisinde
olmasıdır. Şimdilerde kültürel ürünlerle ilgili olup bitenler, yani bunların meta formu içine
sokulmaya çalışılması, sermayenin bu alana da sızmış olduğunu göstermektedir. Nitekim
günümüzde kültürü dolayımlayan ve onu kültürel bir ürün olarak konumlayan büyük bir
endüstri söz konusudur. Bu endüstriyi anlayabilmek, bu endüstri içindeki meta üretim sürecini
anlayabilmekten geçmektedir. Bu, kültürel ürünlerin meta olup olmadığı ve eğer meta iseler
bu formu neden ve nasıl kazandıkları tartışmalarını gündeme getirmektedir.
Bu çalışma, hemen her gün dinlediğimiz bir müzik eserinin, okuduğumuz bir
gazetenin, kitabın ya da derginin, seyrettiğimiz bir dizinin veya filmin kısaca şu ya da bu
şekilde tükettiğimiz kültürel ürünlerin meta olup olmadığına dair bir araştırmanın1 sorularını
ve başlangıç noktalarını ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Tartışmanın meta bağlamında yapılmasının geçerli bir nedeni var. Kapitalist üretim,
her şeyden önce bir meta üretim sistemidir. Meta, bu üretim sisteminin dayanak noktasını
oluşturan “artık değer”in üretilme aracı, aynı zamanda da artık değer de dâhil “değer”in
taşıyıcısıdır. En özet haliyle denebilir ki, kapitalist toplumlarda birikim, metaların2 üretimi ve
mübadelesi yoluyla elde edilen bu artık değerin bir bölümünün tekrardan üretime
sürülmesiyle gerçekleşmektedir. Bu bakımdan, kapitalizm için herhangi bir nesnenin ya da
şeyin meta olup olmadığı önemlidir. Söylemesi bile fazla, kültürel ürünlerin meta olup
olmaması da bu önemin kapsamındadır.
Marx, Kapital’deki analizini sahip olduğu önem nedeniyle meta tartışmasıyla başlatır:
“Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta yığını’
olarak görünür; bunun basit biçimi tek bir metadır. Bu nedenle, incelememiz, metanın
analiziyle başlıyor” (Marx, 2011: 49).
1
Bu konudaki tartışma eski bir tartışmadır. Kökleri 20 yy. başlarında etkili olan Frankfurt Okulu’na kadar
uzanmaktadır. Nitekim sıklıkla başvurulan “kültür endüstrisi” kavramı bu Okul’un temsilcilerine aittir.
Bunlardan biri olan Adorno şöyle yazmıştır: “Kültür endüstrisi ifadesi ilk kez, [Okul’un bir diğer önemli
temsilcisi] Horkheimer ile benim 1947 yılında Amsterdam’da yayımladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği
kitabında kullanılmıştır” (2009: 109).
2
Meta Arapça kökenli bir kelimedir. Kelimenin çoğulu “emtia”dır. Ancak okuma rahatlığı açısından emtia
yerine kelimeye Türkçe çoğul eki olan “lar” eklenecek ve “metalar” şeklinde kullanılacaktır. Meta kelimesi
ayrıca “metaın” ya da “metaa” kullanımlarında olduğu gibi kendisine gelen eklerde araya koruyucu ünsüzler,
yani kaynaştırma harfleri almamaktadır. Ancak yine okumada kolaylık olması açısından kelimeye gelen eklerde
koruyucu ünsüzler kullanılacaktır. Örneğin, metaın yerine “metanın”, metaa yerine “metaya” gibi kullanımlar
tercih edilecektir.
160
Marx, Kapital’de açılışı bu şekilde yaptıktan hemen sonra metanın sahip olduğu
özellikler üzerinde durur. Buna göre bir meta kullanım değeridir; ayrıca mübadelede bir
değere sahiptir (Marx, 2011: 49-54). Bunlar o an için herhangi tikel bir metanın sahip olması
gereken özellikler olarak sunulur ve daha fazla ayrıntıya girilmez. Hatta o kadar girilmez ki,
ilk başta metanın neden bunlara sahip olması gerektiği pek anlaşılmaz3. Ama geri kalan
bölümlerde Marx, kapitalist üretim biçiminin işleyişinin bütünlüklü bir açıklamasını
sundukça, başta değer olmak üzere birçok kavram açık hale gelir; böylece metanın sözü
edilen özelliklere neden ve nasıl sahip olduğu da açıklığa kavuşur.
Dikkat edilirse Marx, kapitalist üretim için sonuç olan bir şeyi analizinin başına
koymaktadır4. Başka bir ifadeyle meta, Marx’ın analizinin başlangıcını oluşturur ama o
sadece bir sonuçtur. Hâlbuki geride bütün bir kapitalist üretim süreci yatmaktadır. Denebilir
ki Marx, önce bu sonuç olandan, yani metadan başlayıp ardından onu ortaya çıkaran üretim
biçiminin bütünlüklü bir analizini yapar. Meta, tam da bu nedenle ancak kapitalist üretim
biçimi içinde ve bu üretimin bütünü dikkate alındığında anlaşılabilmektedir.
Kültürel ürünlerin metalığı tartışılırken, genel bir eğilim olarak, bu durum göz ardı
edilir. Konuyu ele alan çalışmalarda (Wayne, 2009; Fuchs, 2009; Çakmur, 1998; Mosco,
1996; Miège, 1989; Smythe, 1977) kapitalist üretimin bütünü, yani “kapitalist metayı”
biçimlendiren, bu niteliği kazandıran süreç genellikle dikkate alınmaz. Daha çok, nesnelerin
meta olduktan sonra kazandıkları özelliklerden hareket edilir ve kültürel ürünlerin meta olup
olmadıkları bunlara bakılarak analiz edilir. Bu türden bir yaklaşımda sorun, bu özelliklere
başvurulması değildir. Bunlar gerçekten de herhangi tikel bir metanın sahip olması gereken
özelliklerdir. Buradaki sorun, kapitalist üretim sürecinde metanın bu özellikleri neden ve nasıl
kazandığı üzerinde durulmamasıdır (Golding ve Murdock, 2002). Bunun bir sonucu olarak,
ilk baktıkları anda kültürel ürünler araştırmacılara hemen meta olarak görünmekte ama
bunların neden ve nasıl meta formuna kavuştukları açıklanmamaktadır. Haliyle, çoğu kere
yanlış sonuçlara varılabilmektedir. Bu bazen Smythe’de (1977: 3) olduğu gibi “izleyicinin
metalaşması”na kadar varan aşırı, zorlama yorumlara neden olabilmektedir.
Metanın göründüğünden daha fazla anlama sahip olması nedeniyle bu türden
değerlendirmelere dikkatli yaklaşmak gerekmektedir. Nitekim Marx, metanın ilk bakışta
kolayca anlaşılan bir şey gibi göründüğünü, ancak ayrıntılı bir analizin onun göründüğünden
çok daha karmaşık bir şey olduğunu göstereceğine dikkati çeker (Marx, 2011: 81).
Marx’ın analizleri temelinde biliyoruz ki, kapitalist toplumlarda nesnelerin hepsi değil
ancak bir kısmı meta formu kazanabilmektedir. Peki, neden hepsi değil de bir kısmı? Marx,
bir ürünün meta olarak var olabilmesi için belirli koşulların varlığının gerekli olduğuna
dikkati çeker (Marx., 2011: 171, 172). Belli ki, kapitalist üretimin tarihsel-toplumsal
sürecinde ancak bir dizi faktör bir araya geldiğinde nesneler meta formu kazanabilmekte ve
sözü edilen özelliklere sahip olabilmektedirler. Bunların neler olduğunu görmenin yolu evvela
kapitalist üretimin bütününe bakmaktan geçmektedir. Bu yapıldığı zaman, kültürel ürünlerle
Marx’ın ortaya koyduğu meta üretimi arasındaki fark hemen görülecektir.
3
Harvey (2010: 21) Kapital’in ilk bölümleriyle ilgili durumu şöyle tasvir eder: “İlk bölümlerde [Marx]
kavramlarını doğrudan kullanır ve art arda sıralayıverir. Nitekim bu kavramlar a priori, hatta keyfi yapılar gibi
görünür. Bu yüzden ilk okumada şunu düşünmek olağandışı sayılmaz: Tüm bu farklılıklar nereden geliyor?
Niçin onları bu şekilde kullanıyor? Pek çok yerde neden bahsettiğini anlayamazsınız.”
4
Bu, Marx’ın kullandığı soyutlama yönteminin bir sonucudur. Bir yöntem olarak soyutlama (abstraction)
açısından önemli olan, bütünü oluşturan parçalardan, bütünü en iyi temsil edebilecek parçayı çekip almaktır
(Ollman, 2006: 47). Marx’ın kapitalist üretim tarzını açıklamak üzere metadan başlaması tam olarak bu pratiğe
karşılık gelir. Marx açısından bir bütün olarak kapitalizmi temsil edebilecek en güçlü parça metaydı ve analiz
bununla başlamalıydı.
161
Örneğin, kültürel bir ürün olarak Marx’ın Kapital’ini ele alalım. Kendi ürününün
üreticisi (ya da emekçisi, işçisi) olan Marx, Kapital’ini yazarken ya da üretirken üretim
sürecinde herhangi bir kapitalist onun ürettiği değere el koymadı. Marx, zaten bir artık-değer
de üretmiş değildi. Doğrudan bir sömürüye maruz kalmadı. Emeği, niteliksel olarak farklıydı,
yani zihinsel bir emek sarf etmekteydi. Üstelik zihinsel olan bu emeği de emek gücü
kategorisinde kapitalist tarafından bir ücret karşılığında satın alınmadığı için metalaşmış da
değildi. Kapital, aynı zamanda herhangi bir metada olduğu şekliyle artık-değer anlamında bir
değerin taşıyıcısı da değildi.
Bu açıdan, kültürel ürünleri orasından burasında çekiştirip “Prokrustes yatağı”na5
uydururcasına meta formu içine yerleştirmek yerine, bu ürünleri üreticisi olan insanın
özgünlüğü bağlamında ve “kendi özgünlükleri” içinde ele almak daha doğru bir yaklaşım
olacaktır.
Bir başka ifadeyle Bu çalışmada, böyle bir yol izlenerek önce kapitalist üretimin
bütünü dikkate alınarak nesnelerin meta formunu neden ve nasıl kazandıklarına, yani buradaki
“seçme işlemine”, zihinsel emeğin sahibi ile üretim araçlarının sahibi arasındaki ilişkiye
bakılacak, ardından da buna dayanılarak kültürel ürünlerin farklı üretim ilişkileri içinde
üretilmeleri sürecinde meta formu kazanıp kazanmadıkları, kazanıyorlarsa neye göre
kazandıkları belirlenmeye çalışılacaktır.
Kültürel Ürünlerin Meta Olması ve İki Aşamalı Üretim Süreci
Kültürel ürünlerin meta oldukları fikrine daha dikkatli yaklaşılması gerekir. Bu, onların meta
oldukları görüşünün reddi anlamına gelmez. Daha çok, bu ürünlerin tamamının değil ancak
bir kısmının ve o da belirli koşullar altında meta haline gelebildiği anlamına gelir. Bunun
nedeni, bu ürünlerin son derece farklı üretim ilişkileri içinde üretilmeleri ve genel değil özel
ürünler (Wayne, 2009: 37) olmalarıdır. Bu üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Kültürel ürünlerin büyük bir çoğunluğu günümüzde medya endüstrisi içinde
üretilmektedir. İlk elden, bu endüstri içinde üretilen kültürel ürünleri “içerik” ve ona ortam
oluşturan “araçlar”la birlikte düşünmek gerekir. Başka bir ifadeyle, bu ürünler ona uygun
ortam oluşturan araçlarla birlikte tüketilirler. Örneğin bir müzik eseri, radyo veya mp3 çalarda
dinlenir; dizi ya da filmler televizyonda seyredilir; haberler gazetede okunur vb.6
Bunlar öz ve biçim olarak birbirlerinden kolayca ayrılamazlar. İçerik, araç olmadan da
var olabilir ancak genel bir tüketim nesnesine ancak bu araçlar yoluyla, yani
“nesnelleştiğinde” kavuşur. Benzer şekilde aracın kendisi de içerik olmadan var olabilir ancak
o da genel bir tüketim aracına ancak içerikle birlikte dönüşür. Kısaca her biri, ötekini tüketim
nesnesine kendisi aracılığıyla dönüştürür. İçerik, tüketimin içsel nesnesini sağlarken araç da
dışsal nesnesini sağlar. Birkaç istisna dışında kültürel ürünlerin genellikle bu yolla
tüketildikleri söylenebilir.
5
“Prokrustes yatağı” metaforu, mitolojik bir efsaneye dayanır. Yunan mitolojisinde kendisinden bir canavar
olarak söz edilen Prokrustes, işkence yatağıyla ünlüdür. Efsaneye göre Prokrustes, evinde, yoldan geçenleri
misafir eder, sonra da onlara yatakta işkence ederdi. Prokrustes’in işkence yöntemi, yatağa yatanlardan uzun
olanlarının fazla bölümlerinin kesilmesine, kısa olanların ise kol ve bacaklarından çekilip uzatılarak yatağa
uydurulmasına dayanmaktaydı (Carpenter, 2002: 166). Metaforun bu haliyle kullanımında Dobb’dan (2000: 14)
yararlanılmıştır.
6
Yöndeşmeyle birlikte kültürel ürünlerin tüketilebildiği araçlardaki çeşitlilik de artmıştır. Örneğin, bir müzik
parçası radyo ve mp3 çaların yanı sıra bilgisayar veya televizyon gibi araçlar yoluyla da dinlenebilmektedir.
Aynı şekilde bir haber, gazetenin yanı sıra, internete bağlı bir bilgisayarda da okunabilmektedir.
162
Kültürel ürünlere ortam oluşturan bu araçlar metadırlar. Bugün bir radyonun,
televizyonun ya da bilgisayarın üretimi tamamen kapitalist üretim mantığına göre
gerçekleşmektedir; bu nedenle bütün yönleriyle metaların taşıdıkları özelliklere sahiptirler.
Metalaşmanın getirdiği farklılık-çeşitlilik, büyük ölçüde içeriğin kendisinden
kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki, kültürel ürünler içerik olarak farklı, bu araçlarla birlikte
farklı görünümlere sahiptir. Şöyle ki, içerik olarak ele alındıklarında birçok kültürel ürünün
meta olup olmadığı kuşkuludur. Ancak bu ürünler onlara ortam oluşturan araçlarla, yani
teknolojiyle birlikte düşünüldüğünde, tüm farklılıklarına rağmen bunların “tuhaf” bir biçimde
metalaştıklarına tanık olunur. Örneğin, içerik olarak bir müzik eseri onu ortaya çıkaranın
elinden çıkıp bir CD içine sokulduğunda meta formunu kazanabilmektedir. Ya da bir kitap,
yazarının elinden çıkıp basılı bir ürün haline getirildiğinde meta formuna ulaşabilmektedir.
Burada iki aşamalı bir üretim söz konusudur. Birinci aşama, ilk ürünün ortaya
çıkarılmasıdır ki burada ağırlıklı olarak maddi olmayan (ama varoluşunu maddi üretime
borçlu olan) “yaratıcı” emek söz konusudur. İkincisi ise bu ürünün teknolojik bir araçla
birliğinin sağlanmasıdır ki burada da ağırlıklı olarak meta üretimi söz konusudur. İddiam o ki,
kültürel ürünler ikinci üretim süreci içinde tam olarak meta formuna kavuşabilmekte
tanımlama yerindeyse “kültürel meta” haline gelebilmektedir. Başka bir ifadeyle kültürün
üretimi gibi bir bağlamda ideolojik olanla (içerikle) ekonomik olanı (aracı) birleştiren de bu
ikinci aşamadır.
Yukarıda verilen örneğe geri dönersek, Marx’ın Kapital’i yazma süreci ilk üretim
sürecinde gerçekleşir. Buradaki üretim her yönüyle o kadar farklıdır ki, ürünü meta olarak
tanımlamak için gerçekten de onu Prokrutes yatağına yatırmak gerekebilir. Bununla birlikte,
Kapital’in bütün düzenlemelerinin yapılıp basıma uygun hale getirilmesi ve basılması ikinci
üretim sürecine girer. Bu üretim sonrasında da ürünün meta olarak tanımlanmaması için bir
neden kalmaz. Dikkat edilirse, birinci aşamada üretilen kullanım değerleri ikinci aşamada
değişim değerlerine dönüştürülmektedir.
Kültürel ürünlerin bu görünümü, bu ürünlerin meta oldukları fikrine neden daha
dikkatli yaklaşılması gerektiğine açıklık kazandırır. Ama burada herhangi bir genelleme
yapmamak önemlidir. Zira bu ürünler her zaman var olan üretim biçimine göre ortaya
çıkmayabilirler. Burada olsa olsa genel bir eğilimden söz edilebilir. Öte taraftan, her iki
üretim sürecini birbirinden her zaman bağımsız, ayrı ayrı alanlar olarak da düşünmemek
gerekir. Yani, kullanım değerleri her zaman birinci alanda, bunların mübadele değerlerine
dönüştürülmesi ise her zaman ikinci alanda gerçekleşir denemez. Arada farklı şekillerde
geçişler veya sızmalar olabilir.
Burada önemli olan, bütün karmaşıklığına rağmen sermayenin bu ürünleri
metalaştırma gayreti içinde olduğunu bilmektir. Sermayenin asıl mücadelesi ilk üretim alanını
şu ya da bu şekilde kontrol altına alma noktasında (artık değer ikincisinde somutlaştığı daha
doğrusu “el konulabilir” hale geldiği için) düğümlenmektedir. Sermayenin bunu başarabildiği
alanlar da vardır. Örneğin bazı yazarların ve müzisyenlerin yayınevlerine ve müzik
şirketlerine bağlı olarak çalışmaları, büyük bütçeli belgesel ya da filmlerin medya şirketleri
içinde çekilmeleri, yazılım programlarının bilişim şirketleri içinde üretilmeleri bunlardan
sadece birkaçıdır.
Kültürel ürünleri bu şekilde meta olarak ele alırken bu ürünlerin (emek-gücü) gibi
özel, kendine has meta olduklarını dikkate almak gerekir. Zira bu ürünler meta olmalarının
yanı sıra diğer metaların üretimi ve satışı için de işlev görebilmektedir (Fuchs, 2009; Schiller,
163
1999). Aynı zamanda bu ürünler, anlamı üreten ve yayan araçlar olma işlevine de sahip
olabilmektedir7.
Sonuç
Görülüyor ki kültürel ürünler sermaye birikimi açısından birden fazla işleve sahip
olabilmektedir ve sermaye de çok farklı özellikler sergileyen bu ürünlere karşı değişik yollara
başvurarak onlardan farklı şekillerde yararlanabilmektedir. Ama arayış devam etmektedir.
Kapitalizm, kendi varlığının devamı açısından o ana kadar metalaştıramadığı nesneleri
metalaştırma yönünde zorunlu bir eğilime sahip olduğu sürece de bu arayış devam edecektir8.
Bu çerçevede kültürel ürünlerin meta olması tartışmasında aşağıdaki sorular son
derece önemlidir:

Kültürel ürünler nedir?
Genel özellikleri nelerdir?
Diğer ürünlerden hangi yönlerden ayrılırlar?

Kültürel ürünler homojen bir kategori midir?
Eğer değilse bu homojen olmama durumu nasıl açıklanmalıdır?
Hangi alt kategorilerden bahsedilebilir?
Bu alt kategorilerin belirleyenleri nelerdir?

Kültürel ürünler nasıl üretilmektedirler?
Üretim süreçleri nasıl açıklanabilir?
Üretimleri diğer ürünlerden farklı mıdır?
Üretim süreçlerinde teknolojinin etkisi nedir?

Kültürel ürünler meta mıdır?
Bu ürünlerin meta olup olmadıkları neden önemlidir?
Bu ürünlerin meta analizi hangi kuramsal düzeyde yapılmalıdır?
Marx’ın Kapital’de klasik meta üretimi için kullandığı kavramsal
çerçeve bu ürünler için de geçerli midir?
Yoksa yeni bir kuramsal zemine ve kavramsal sete mi ihtiyaç var?
7
Ürünlerin bu özelliğiyle ilgili olarak Kültürel Çalışmalar adı altında geniş bir literatür birikmiş durumdadır.
8
Kapitalizmin bu yöndeki eğiliminin ne kadar güçlü olduğunu gösteren örneklerden biri CNN’de, 24 Mayıs
2012 tarihinde yayınlanan bir haberde görülebilir. Haber, bir annenin oğlunu elmasa çevirmesinden bahsediyor.
Buna göre, Hong Kong’da yaşayan Eva Wu isimli bir anne, erken yaşta ölen oğlunu hep hatırlamak için ilginç
bir yönteme başvuruyor. Anne, boynunda taşımak amacıyla ölen oğlunun küllerini elmasa çevirtip haç
formundaki bir kolyeye monte ettiriyor. Habere göre bu işi yapan Hong Kong’da Algordanza adlı bir şirket.
İsveç merkezli şirket 2007 yılından beri, ölenlerin küllerini laboratuarda belli işlemlerden geçirerek elmasa (yani
metaya) dönüştürüyor. Şirket yetkilisi Scott Fong külleri elmasa dönüştürme işlemini şu şekilde anlatıyor: “Ölen
kişiden alınan 200 gram kül İsviçre’deki laboratuara gönderiliyor. Filtreden geçirilen kül %99 oranında
saflaştırılarak karbona dönüştürülüyor. Daha sonra işlemden geçirilerek ipeksi, siyah bir grafite dönüştürülüyor.
Volkan sıcaklığında bir makine, saflaştırılmış külü 9 saatlik bir işlem sonrasında sentetik bir elmasa
dönüştürüyor.” Fong, ayrıca küllerden oluşturdukları elmasın fiyatının çok pahalı olmadığını ekliyor. Wu ise
kolyeyi boynuna taktıktan sonra huzur bulduğunu belirtiyor (Inocencio, 2012).
164

Kültürel ürünlerin kullanım değeri nedir?
Genişleyen kapitalizm koşullarında kültürel ürünlerin kullanım değeri
nasıl bir değişime uğradı?
Bu ürünlerin kullanım değerlerinin değişiminde hangi dinamikler etkili
oldu?
Sermaye bu ürünlerden hangi açılardan yararlanmaktadır?

Kültürel
gelmektedirler?
ürünler
hangi
koşullarda
mübadele
değerine
sahip
hale
Genişleyen kapitalizm koşullarında kültürel ürünler nasıl mübadele
değerine sahip oldu?
Bu ürünlerin mübadele değeri kazanmasında hangi dinamikler etkili
oldu?

Kültürel ürünler üretim-dolaşım süreci içerisinde nasıl değer kazanmaktadır?
Genişleyen kapitalizm koşullarında kültürel
dolaşımında nasıl değişimler gerçekleşti?
ürünlerin
üretim-
Bu değişimin dinamikleri (sermayenin tüm alanları bir meta üretim
alanı olarak örgütleme mücadelesi) nelerdir?
Emek-değer kuramı bu ürünler için de geçerli midir?
Bu ürünlerde artık değer nasıl açığa çıkmaktadır ya da çıkmakta mıdır?

Tüm bu soruların yanıtlarından yola çıkarak günümüz kapitalizmine dair ne
söylenebilir?
Kapitalizmin günümüzde kazandığı form nasıl bir toplumsal değişim
sürecini imlemektedir?
165
Kaynakça
Adorno, W. T., (2009), Kültür Endüstrisi: Kültür Yönetimi, J. M. Bernstein (der.), İstanbul:
İletişim Yayınları.
Carpenter, H. T., (2002), Antik Yunan’da Sanat ve Mitoloji, İstanbul: Homer Kitapevi.
Çakmur, B., (1998), “Kültürel Üretimin Ekonomi Politiği: Kültürün Metalaşmasında Genel
Eğilimler”, Kültür ve İletişim, C. 1., No. 2., ss. 111-148.
Dobb, M. (2000), “Önsöz.” Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, P. Sweezy (der.) İstanbul:
Kaynak Yayınları. ss. 11-14.
Fuchs, C., (2009), “A Contribution to Theoretical Foundations of Critical Media and
Communication Studies”, Javnost-The Public, C. 16, No. 2, ss. 5-24.
Harvey, D., (2010), Marx’ın Kapital’i İçin Klavuz, İstanbul: Metis Yayınları.
Marx, K., (2011), Kapital C. 1, İstanbul: Yordam Kitap.
Inocencio,
R.,
(2012),
“Business
Turns
the
Dead
edition.cnn.com/2012/05/24/business/hong-kong-deaddiamond/index.html?iref=mpstoryview (Erişim tarihi: 24 Mayıs 2012).
into
Diamonds”
Miege B., (1989), The Capitalization of Cultural Production. New York: International
General.
Mosco, V., (1996), The Political Economy of Communication, London: SAGE Publication.
Ollman, B., (2006), Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, İstanbul: Yordam
Kitap.
Schiller, D., (1999), Digital Capitalism. USA: MIT Press.
Smythe, D. W., (1977), “Communications: Blindspot of Western Marxism”, Canadian
Journal of Political and Social Theory, C. 1., No. 3., ss. 1-27.
Wayne, M., (2009), Marksizm ve Medya Araştırmaları: Anahtar Kavramlar, Çağdaş
Eğilimler, İstanbul: Yordam Kitap.
166
LaborComm 2014
Bildiriler Kitabı
LaborComm 2013
Bildiriler Kitabı
ISBN No: 978-605-85244-0-8
167