Vecihi Journal
Transkript
Vecihi Journal
BÜLTENİ 2016 KIŞ SAYI: 1 ÜCRETSİZDİR Vecihi Hürkuş kimdir? BULMACA YENİ DÜNYA DÜZENİ: KAPİTALİZM Kültür sanat ajandası ÇİZGİ DİLİ MİLANO VENTILATION TECHNIC 1 Wakeboard 24 Cvsair Bülteni Vecihi İçindekiler SAYI 01 - KIŞ Diyabet SAHİBİ CVS HAVALANDIRMA SİSTEMLERİ A.Ş. ADINA Tolga YOLCU YAYIN KURULU Tayfun DİNÇ Leyla CİVELEK Alev KAHRAMAN Murat PARLAK 26 Gerdanlık Şehir MARDİN 16 İstanbul’a 18 adlarını verenler SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Tayfun DİNÇ [email protected] YÖNETİM YERİ Cumhuriyet Mah. Kartal Cad No: 101/1 Kartal İstanbul YAYINA HAZIRLIK Safran Yayıncılık A.Ş. 0212 290 33 44 [email protected] Beybi Giz Plaza, Dereboyu Cad. Meydan Sk. No: 28 Kat: 2 34398 Maslak / İSTANBUL Kültür Sanat Ajandası 10 Farenin Tarihi Ve Dönüşümü BASKI YERİ Portakal Baskı İt. İh. San ve Tic. A.Ş. Huzur Mh. Tomurcuk Sk. No: 5/1 Sarıyer / İSTANBUL 0212 332 28 01 pbx 36 Dergide yer alan makalelerdeki fikirler yazarlarına aittir. Yazılar kaynak gösterilerek yayınlanabilir. Vecihi Cvsair’in şirket içi bültenidir. Ücretsizdir, para ile satılmaz. Vecihi Hürkuş kimdir? 04 Yeni dünya düzeni: Kapitailzm 42 ÇİZGİ DİLİ 3 NEDEN VECİHİ Vecihi Hürkuş Türk pilot ve mühendis. Türk havacılık tarihinin en önemli ismidir. İstiklal Savaşı’nın çalkantılı yıllarında savaşa girmiş, esir düşmüş, kaçmayı başarmış, ganimet kalan motorlardan uçak yapmış. Savaş sonrası uçak üretimine devam etmiş ama hep engellerle karşılaşmış. Koşmuş, yılmamış alternatif yollar deneyerek hayallerinin peşinden koşmuş. Vecihi Bey, üretken, çalışkan, azimli yapısıyla hem kendi hayatına anlam katmış hem de topraklarında yaşadığı, suyunu tükettiği ülkesinin gelişmesi yolunda canı pahasına tehlikelerle yüz yüze gelmekten korkmamıştır. Yurt içinde havacılık için eğitim gönüllüsü olmuş, uluslararası standartlara sahip ve zamanının çok ilerisinde uçaklar imal ederek, bunları uçurmuştur. Uçuş müsaadesini verebilecek yetkinliğe sahip birimler o zamanın genç Türkiye Cumhuriyeti’nde olmadığından, uçağını parçalara ayırıp, tren vagonlarında Prag’a götürmüş, orada tekrar toplayarak uçuş müsaadesi almaya hak kazanmıştır. Bu yaptığı, doğru bildiğine ve doğru yaptığına inanan insanın azmidir. Bizde bu bakış açısındaki insanların suretini, ekip olarak her birimizde gördüğümüzden VECİHİ ismini kendimize kılavuz olarak aldık. Ve yola başladık.... Yerli imalat ürünleri üretmek geliştirmek, ürünleri geliştirmek, uluslararası arena da söz sahibi olmuş firmaların hep bir adım önünde olma yarışına girdik. Zamanla onları geçip, kendimizi kendimizle yarışır halde bulduk. Onur duyduk. Gururlandık. Bu ülkenin okullarında okumuş genç, pırıl pırıl zihinlere sahip mühendisleriz. Devamlı araştırma geliştirme içerisindeyiz. İçinde bulunduğumuz gerilimli rekabet yarışında Vecihi Hürkuş’un hayatındaki kesitleri her zora düştüğümüzde, her yeni adımı atmaya niyetlendiğimizde, hatırlamak için siz değerli müşteri dostlarımızla iletişim amaçlı hayata geçirdiğimiz dergiye VECİHİ ismini koymaktan başka yolumuz kalmadığını anladık ve mutlu olduk. Bu kadar sert ve çetin şartlar içerisinde ailelerimizin bize verdiği ve yıllardır üzerinde yaşadığımız Anadolu’nun, havasından suyundan edindiğimiz duygusallığımız, insan severliğimizde eklenince, Vecihi adının bizlerin tam karşılığı olduğunu düşündük. 1977 yılında Ertem Eğilmez’in çektiği Gülen Gözler filminin en çok dikkat çeken sahnelerinden birisi de ailenin büyük kızı Fikret’e aşık olan Pilot Vecihi’nin sahneleridir. Eğilmez usta muhtemeldir ki karakteri özellikle pilot yapmış ve özellikle ismini Vecihi koymuştur. Bugün bir çok insan Vecihi ismini Şener Şen’in canlandırdığı karakterden biliyor. Şener Şen ustanın ekibimizde yarattığı derin saygı bir yana, film içinde Münir Özkul ile yaşadıkları, saygı, sevgi, şeref sınırlarını aşmadan arzulu, istekli ve sabırlı olmanın aşkı aşk yapan duygular olduğunu yıllarca içimize işledi. Bu aşkla tasarladığımız derginin ismi için tek bir fikir çıktı tüm ekibimizden. VECİHİ Vecihi Hürkuş (1896 - 1969) 18 Ocak 1896’da İstanbul’da doğdu. Babası İstanbullu bir aileden Gümrük Müfettişi Ali Feham Bey, annesi Zeliha Niyir Hanım’dır. Üç kardeşin ortancası olan Vecihi çok canlı ve hareketli bir çocuktur. Bebek’te okudu, Üsküdar’da Füyuzati Osmaniye Rüştiye’sinde ve Üsküdar Paşakapısı İlkokulu İdadisinde okudu, sanata olan ilgisinden Tophane Sanat Okulu’na geçti ve bu mektebi bitirdi. 1912’de Balkan Harbi’ne eniştesi Kurmay Albay Kemal Bey’in yanında gönüllü olarak katıldı. Edirne’ye giren kuvvetler içinde yer aldı. Balkan Harbi sonunda İstanbul Ordu Kumandanlığı tarafından Beykoz Serviburun’daki esir kampına kumandan oldu. Tayyareci olmak istiyordu. Yaşı küçük olduğundan makinist mektebine aldılar. Tayyare Makinist Mektebi’nden Küçük Zabit (Gedikli/ Astsubay) olarak mezun oldu. Makinist olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat cephesine gönderildi. Orada 2 Şubat 1916 tarihinde bir uçak kazasında yaralanarak İstanbul’a döndü. Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’ne girerek tayyareci oldu. Pilot olarak ilk uçuşu 21 Mayıs 1916 tarihindedir. 15 Kasım 1916 tarihinde tayyarecilik tahsilini bitirerek pilot diplomasını aldı. 1917 sonbaharında Kafkas Cephesi’ne, 7. Tayyare Bölüğü’ne atandı. Orada bir Rus uçağı düşürerek Kafkas Cephesi’nde uçak düşüren ilk tayyareci oldu. 8 Ekim 1917 günü bir hava savaşında yaralanarak düşünce, Rus’lara esir olmadan önce uçağını teslim etmemek için yaktı. Esir olarak Hazar Denizi’ndeki Nargin Adası’na gönderildi. Azeri Türklerinin yardımı ile adadan yüzerek kaçtı. Nargin Adası’nın karşısındaki Bakü, Rus işgali altında olduğundan, savaşa katılmayan İran’da karaya çıktılar. Birlikte kaçtığı istihkâm Teğmeni Salih Bey ile 2,5 ayda yaya olarak Süleymaniye üzerinden Musul’a geldiler. İstanbul’a geldiğinde savaşın sonları idi. Başkent İstanbul Hava Müdafaa Bölüğü’ne tayin oldu. Vecihi Bey İstanbul hava müdafaasına katıldı. İstanbul işgal edilince esaretten dönen askerlerin arasında gizlice Harem’den kalkan bir gemiyle Mudanya’ya, oradan Bursa ve Eskişehir üzerinden Konya’ya giderek Kurtuluş Savaşı’na katılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda Vecihi Hürkuş, “Sivil Pilot”tur. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan, İzmir / Seydiköy Hava Meydanını işgal eden tayyareci olmuş, TBMM’den üç defa takdirname alarak kırmızı şeritli İstiklal Madalyası kazanmıştır. Kurtuluş Savaşı içinde Akşehir’de Jandarma Komutanı Ratıp Bey’in kızı Hadiye Hanım’la evlendi. İzmir’de Gönül, İstanbul’a döndüklerinde de Sevim isimli iki kızı olmuştur. Savaş sonrası İzmir’de Seydiköy’de açılan tayyare okulunda yeni tayyarecileri eğitime başlamış, tam o sırada 1923 yılı başlarında İzmit mıntıkası Tayyare bölüğüne atanmış. Üç ay sonra İzmir’de Binbaşı Fazıl’ın eğitim uçuşu sırasında düşüp ölmesiyle yeniden İzmir’e çağrılmış, kara ve deniz okulunda öğretmenliğinden başka fen işleri ile de uğraşmış. Savaşta çekilen yoklukların giderilmesi amacı ve havacılığı millileştirme düşünceleri başlamıştı. Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu tayyaresini almaya görevlendirilmiş ve hizmet karşılığı bu uçağa “Vecihi” adının verilmesi, 1919’dan beri uçak projeleri yapan Hürkuş’ta uçak inşa etmek düşüncesini yeniden canlandırmıştır. 5 Ganimet olarak Yunanlılardan ellerine geçen pek çok motordan yararlanarak projesini hazırlayıp ilk uçağı Vecihi K VI’yı imal etmiştir. Uçağı için uçuş müsaadesi istemiş, uçabilirlik sertifikası için bir teknik heyet oluşturulmuş, ancak teknik heyetin içerisinde tayyareyi uçuracak ve kontrol edecek personel bulunmadığından gecikmiştir. Sonunda teknik heyetten birinin “Vecihi, biz sana bu lisansı veremeyiz, uçağına güveniyorsan atla, uç, bizi de kurtar” sözü üzerine Hürkuş, 28 Ocak 1925’de uçağı Vecihi K VI ile ilk uçuşunu yapar. İzin almadan uçtuğu için cezalandırılınca, istifa ederek hava kuvvetlerinden ayrılıp Ankara’ya gider ve kurulmakta olan Türk Tayyare Cemiyeti’ne (T.T.C.) katılır. T.T.C. Fen şubesini organize etmekle görevlendirilir. Gazi Mustafa Kemal’in “İstikbal göklerdedir...” yönermesiyle havacı bir kuşak yetiştirmek için kurulan Türk Tayyare Cemiyeti, halkın bağışları ile yaşayan bir kuruluş olacaktı. Bunun için bir okul açmak, milli bir hava sanayi kurmak amacındaydı. Hürkuş, yaptığı uçağını geri alıp, T.T.C.’nin bağış toplama faaliyetlerinde kullanarak halka havacılık sevgisini aşılamak istiyordu ama uçağını geri almayı başaramadı. Bağış toplamak için bir madalya tüzüğü hazırlandı. Bağışa göre bronz, gümüş, altın ve elmaslı madalya verilecek, 10.000 TL bağışlayanın adı da alınacak uçağa ad olarak verilecekti. Türk Tayyare Cemiyetine ilk yardım Ceyhan ilçesinden gelmiş, 10.000 TL telgrafla bağışlanmış, alınan ilk uçağa da Ceyhan adı verilmiştir. Hürkuş’un uçakla yurtiçi bağış gezileri de bu uçakla başlamıştır. Bu arada Avrupa havacılığının incelemek için bir heyetle Hürkuş, ikinci kez Avrupa’ya gider. Almanya’da Junkers ve Rohrbach uçak fabrikalarını ziyaret ederler. Bu fabrikalar Türkiye’de anonim şirket halinde tayyare fabrikası kurmak fikrindeydiler. Fransa’da da Breguet, Potez, Hanriot gibi birçok fabrikaları ziyaret etmişler, Hürkuş da bu fabrikaların uçaklarıyla tecrübe uçuşları yapmış, Potez 25 tipindeki rekor tayyaresiyle akrobasi uçuşundan sonra fabrika tarafından Atlantik Okyanus geçiş uçuşu yapması için teklif yapılmış, fakat Fransız Aero Kulübü’nün baskısı ile teklif suya düşmüştür. Türkiye’ye dönüşte 19 Ekim 1925’de Tayyare Cemiyeti Yönetim Kurulu istifa etmiş, cemiyetin tasarı ve projeleri suya düşmüş, elindeki tayyare, vasıta ve elemanları hava kuvvetlerine verilerek havacılıkla ilgisi kesilmiş oluyordu. Hürkuş’un da tekrar hava kuvvetlerinde görev alması istenince istifa etmiştir. Milli Savunma Bakanlığı, Kayseri’de Tayyare Onarım ve Motor Anonim Şirketi (TOMTAŞ) adında bir fabrika kurmak için anlaşır. Hürkuş, TOMTAŞ’ın teklifini kabul ederek Almanya’ya gider. Hürkuş, Almanya’da Junkers A.20 tayyarelerinde bazı noksanlıklar bulur, onların düzeltilmesi ile Junkers A.35’lerin yapımını da üstlenir. 18 Temmuz 1926’da telgrafla memlekete çağrılır, Junkers A.35’in satın alınması için tecrübe uçuşu istenir. Junkers bu uçuşun özellikle Hürkuş tarafından yapılmasını, uçağının zamanın en modern ve yüksek ateş kudretinde iki kişilik av tayyaresi, savaşta her tarafa ateş saçabilme gücü olduğunun kanıtlanması için Fransızların gözde uçağı Nieuport Delage ile savaşını ister. 1 Ağustos 1926 da temsili savaş yapılır, savaşı Junkers A.35 ile Hürkuş kazanır. Hürkuş yurda döndükten sonra, TOMTAŞ emrinde biri 14 kişilik 3 motorlu Junkers G.24, diğeri altı kişilik tek motorlu Junkers F.13 yolcu tayyareleriyle Ankara - Kayseri arasında ulaşım uçuşları yapar. Tarih 1927’dir. Hürkuş’un bu uçuşlarının, yurdumuzda ilk hava yolları uçuşları olduğu düşünülebilir. Hürkuş, TOMTAŞ’a, Junkers A.35’in kanatlarına benzin depoları ilavesi ile havada kalma süresini uzatarak Ankara-Tahran uçuşunu direkt yaparak, İran devletine uçağı göstermek ve hükümetimizin rızasıyla devletimizin ihtiyacından fazlasının yabancı devletlere de satılabilmesi fikrini açmış. Bu yapılırsa hem devletimiz şereflenecek, hem de TOMTAŞ’a büyük faydası sağlayacaktı. O sırada henüz TOMTAŞ fabrikası teşekkül etmemiş ve Junkers A.35 tayyaresi de TOMTAŞ’a devredilmemiş olduğundan bu uçuşu reddedilmişti. 16 Eylül 1926 tarihinde Türkiye’de ilk paraşüt gösterisi Ankara’da yapıldı. Vecihi Hürkuş’un kullandığı Junkers F–13 uçağından Alman paraşütçü Heinke’nin 700 m irtifadan yaptığı 178. atlayışı Gazi Mustafa Kemal ve Ankaralılar izlediler. Milli havacılığımız için güzel bir başlangıç olan TOMTAŞ ne yazık ki 1928 yılına kadar çalışmalarına devam edebildi. Kötü yönetimi yüzünden 1928’de iflas etmiş, daha doğrusu iflas ettirilmiştir. Hürkuş 1925’de Kurtuluş Savaşı öncesi İstanbul’da iken sevdiği, Mustafa Kemal’in yanına Anadolu’ya geçtiği için ailesi tarafından kendisine verilmeyen İhsan Hanım’la anlaşmış, eşinden ayrılarak onunla evlenmiş ve 1927’de Perran isimli bir kızı daha doğmuştur. Bir yıllık aradan sonra Hürkuş, Türk Hava Kurumu’ndaki eski görev yeri olan Teknik Şubeye döner. 1930 yılı Sanayi Kongresi Ankara’da toplanmış, Halkevi’nde de Yerli Mallar Sergisi açılmıştır. Hürkuş burada yerli malı uçaklarının resim ve maketleri ile üstten kanatlı kapalı kabinli Vecihi K-XI tipi uçak modelinin minyatürünü sergiler ve büyük ilgi görür. Kurumda boş durmaz, yeni uçak model ve tiplerini tasarlamaya devam eder. 7 1930 yılı yıllık iznini iki ay ücretsiz olarak uzatıp Kadıköy’de bir keresteci dükkânını kiralayarak, üç ay içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı Vecihi XIV uçağını inşa etmiştir. İlk uçuşunu 16 Eylül 1930’da Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu karşısında yapmıştır. Uçak iki kişilik, tek motorlu spor ve eğitim uçağıdır. Uçağı ile birlikte uçarak Ankara’ya dönmüş, Ankara üzerinde bir gösteri yapmış, Başbakan İsmet İnönü ve bazı komutanlar tarafından uçağı incelenerek tebrik edilmiş. Uçabilirlik sertifikası verilmesi için İktisat Bakanlığı’na müracaat ederek müsaade istemiştir. 14 Ekim 1930’da, “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını almış. Hürkuş, bunun üzerine bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu uçağa istenen belgenin alınması amacıyla Çekoslovakya’ya gönderilmesi için müsaade almıştır. Uçak Ankara’da sökülmüş, Demiryolu vagonları ile Haydarpaşa’ya, Sirkeci’den de Prag’a gönderilmiştir. Hürkuş, 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz tayyare gelmemişti. Tayyareye ait statik raporu gibi resmi evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile uçuşun kontrolü tamamlanmıştır. Hürkuş 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle, başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır. 25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelmiştir. Hürkuş, uçağının atıl kalmaması için Posta İdaresi ile çeşitli görüşmelerde bulunur. İlk kurulmak istenen posta hattı Ankara-Erzurum ile Ankara-İstanbul arasında düşünülür. Bu arada Türk Hava Kurumu yeni bir turne planlar. Ankara’dan başlayan uçuş Aksaray, Konya, Manavgat, Antalya, Fethiye, Muğla, Aydın, Denizli, Uşak, Eskişehir, Adapazarı, İzmit ve Yeşilköy’de tamamlanır. Uçuş büyük bir başarıyla tamamlanmıştır. Kurum şubeleri bağışlarla zenginleşmiştir, ama 3 Kasım 1931 tarihli telgrafla büyük yardımcısı makinisti Hamit’in işine son verilir Hürkuş’a ödenen uçuş tazminatı kesilerek Vecihi XIV uçağı uçuştan men edilir. Bundan sonraki uçuşların Milli Savunma Bakanlığı tarafından verilecek uçakla gerçekleştirileceği bildirilir. Bu durum Hürkuş’un kurum’dan tekrar ayrılmasına neden olur. Gezileri sırasında gençlikte oluşturduğu uçma sevgisi ile bir havacılık okulu açmayı düşünür. 21 Nisan 1932’de İlk Türk Sivil Havacılık Okulu’nu kurar. İkisi kız olmak üzere 12 öğrenci kaydolur. 27 Eylül 1932’de eğitim ve öğretime başlanır. Okulun gayesi Türk gençliğini havacılığa alıştırmak, tayyareci kuşaklar yetiştirerek Türkiye Cumhuriyeti hava ordusunun yedek gücü olmaktı. Okulun motorlu ve motorsuz iki şubesi vardı. Eğitim teorik ve uygulamalı olarak yapılıyordu. Büyük bir atölyesi vardı. Kalamış’ta bir hangar ve uçuş alanı olarak kullandıkları küçük bir sahası, bir de Fikirtepesi’nde uçuş alanları vardı. İlk 12 öğrenci Sait, Tevfik, Muammer, Abdurrahman, Salih, Osman, Rıza, Hikmet, Hüseyin, Kenan, Eribe ve Türkiye’nin ilk kadın pilotu olan Bedriye (Gökmen) idi. Öğrencilerin eğitim sırasında hiçbir kazası olmamıştır. Zor koşullarda eğitim yaparken bazı kurumların, örneğin Tekel İdaresi’nin ve İş Bankası’nın reklâmlarını yapmış, bazı vatansever yetkili kuruluşların da yardımları olmuştur. Nuri Demirağ Bey, bir tayyare yapımı için 5.000 TL vermiş, böylece 1933’de adı “Nuri Bey” olan “Vecihi XVI” kapalı kabin uçağı yapılmıştır. Aynı yıl tek satıhlı “Vecihi XV” uçağını da inşa etmişler ve 30 Ağustos 1933’de iki Vecihi XIV, iki tane Vecihi XV ve Nuri Bey Vecihi XVI uçakları ile öğrencileri, İstanbul göklerinde gösteri uçuşu yapmış ve okulda, bir de “Vecihi SK-X” adlı, uçak motoru ile çalışan deniz botu yapılmıştır. Öğrencilerinden Sait Bayav, Tevfik Artan, Muammer Öniz, Osman Kandemir, ilk kadın tayyarecimiz Bedriye Gökmen ve kızı (yeğeni) Eribe yalnız uçmayı başarmışlardır. Vecihi Sivil Tayyare Okulu parasal sorunlardan ve yetiştirdiği öğrencilerin diplomalarına denklik verdirememiş olmasından kapanmıştır. 1935 yılı başlarında Türk Hava Kurumu Başkanı Fuat Bulca, çağrılı olarak Rusya’ya gider. Orada sivil havacılığın durumunu görür ve dönüşünde Atatürk’e anlatır. Atatürk, gezdiği her yerde kendisini havadan saygıyla izleyen, gazetelerdeki yazılardan izlediği Hürkuş hakkında da Fuat Bey’den bilgi ister. Aldığı cevaplar karşısında Büyük Atamız: “Ya, öyle mi? O halde Türk Kuşu namı ile yeni bir çalışma yolu açın ve Vecihi’den faydalanın!” emrini verir. Hürkuş Ankara’ya çağrılır. O da uçağına atlayarak Ankara’ya gelir. Hürkuş bu durumdan çok sevinçlidir. Türk Kuşu’nda yapılması düşünülenler, onun gerçekleştirmek istediği şeylerdir. Başöğretmen olarak amatör gençleri çalıştırmak, Etimesgut hangarlarını yapmak, yaz kampı için uçuş sahası İnönü’nün bulunması ve okulunda yetiştirdiği öğrencilerinden Sait Bayav, Tevfik Artan ve Muammer Öniz’in Rusya’ya eğitime gönderilmesi onun mutluluğu olur. Ne yazık ki 29 Ekim 1936’da yeğeni Eribe’nin paraşütünün açılmaması nedeniyle düşmesi ve 30 Ekim 1936 günü şehit olması onu çok üzmüştür. 9 Türk Hava Kurumu, 1937 sonbaharında mühendislik eğitimi için Hürkuş’u Almanya’ya gönderir. Vecihi Hürkuş, Weimar Mühendislik Mektebi’ne ihtisas sınıfından başlatılmış, bir buçuk yıl sonra da mezun olmuştur. 27 Şubat 1939’da Tayyare Makine Mühendisliği diplomasını almıştır. Türkiye’ye döndüğünde Bayındırlık Bakanlığına başvurarak, “Tayyare Mühendisliği Ruhsatnamesini” almak istedi. Ancak yetkililer, “iki yılda mühendis olunmaz” diye bir gerekçe ile kabul etmemişlerdir. Mühendisliğini Danıştay kararı ile kabul ettirir. Türk Hava Kurumu’nda da yönetim değişmiş, vazifeleri başkalarına verilmiştir. O günkü koşullarda teknik imkânın olmadığı Van’a tayin edilir. Bunun üzerine istifa ederek kurumdan ayrılır. 1942 Yılında “Vecihi Havada” kitabını yayınlar. Bu kitabında, 1915-1925 yılları arasında Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk döneminde yaşadıklarını, ilk uçağını nasıl yaptığını anlatır. Havacılıktan uzun bir ayrılıktan sonra 1947’de Kanatlılar Birliği’ni kurdu. Gençlerin büyük ilgi gösterdiği bir kuruluş oldu. 1948’de Türk Hava Kurumu’ndan Magister tipi bir öğrenim uçağı temin ettiler. Kızı Gönül’ün Yazı İşleri Müdürü olduğu “Kanatlılar” adlı aylık bir dergiyi, 12 sayı çıkarttılar. Büyük çoğunluğu üniversite öğrencileri olan Kanatlılar Birliği fazla yaşayamadı. 1951’de beş arkadaşıyla birlikte havadan zirai ilaçlama yapmak üzere “Türk Kanadı” adı ile bir şirket kurmuş, Sait Bayav ve Muammer Öniz’le İngiltere’ye giderek Auster MK-V tipi üç uçak almışlar. Türkiye’ye döndükten sonra ortaklar arasında çıkan anlaşmazlık üzerine Hürkuş, haklarından vazgeçerek şirketten ayrılır. 1952’de Paro mamasının reklâmını yapmak için tekrar İngiltere’ye giderek Percival Proctor V tipi dört kişilik hafif turist tipi tayyare alır. Bu tayyare ile değişik müesseselerin reklâmını yaptı. Paro bebek maması, Puro sabunu gibi gıda ve malzemeleri ufak kâğıt paraşütlerle uçaktan dağıtarak, kanatlarına taktığı patiskalar üzerine banka isimlerini yazarak reklâmcılık yaptı. 6 Ağustos 1954’de “40. Hizmet Yılı”nı kutlamak için Yeşilköy Uluslararası Havaalanı’nın salonunda “Türk Havacılar Bayramı” adıyla bir jübile yapıldı. 29 Kasım 1954’de Hürkuş Hava Yolları’nı kurdu. Türk Hava Yolları’nın seferden kaldırdığı uçaklardan sekiz tayyare Ziraat Bankası’ndan kredi ile satın alınmıştı. Bir takım güçlüklerle uğraşarak hava yollarının sefer yapmadığı yerlere seferler koyarak, izin vermediklerinde gazete taşıyarak çalışmak istedi, ama kazalar, kaçırılmalar, sabotajlar sonunda Hürkuş Hava Yolları’nın uçakları uçuştan men edildi. Buna rağmen elinde kalan son uçağını (TC-ERK) da Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün emrinde kullanarak Güney Doğu Anadolu’da toryum, uranyum ve fosfat arayarak zor doğa koşullarında çalıştı. Hayatının sonlarında çok sıkıntı çekmiş, borçlandırılmış, uçamayacak duruma düşürülen uçaklarının sigorta giderleri ve bunların faizleri borcuna eklenmiş, icra takipleri ve davalar neden ile vatana hizmet tertibinden kendisine bağlanan çok yetersiz maaşına bile haciz konmuştur. Ankara’da anılarını yazarken, beyin kanamasından komaya girdi. Gözleri ve kalbi göklerde olan Vecihi Hürkuş, insanların aya ayak basmak üzere dünyadan ayrıldığı gün olan 16 Temmuz 1969 tarihinde Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu. Ankara, Cebeci Asri Mezarlığı’nda defnedildi. Kaynaklar •Kaynak: tayyarecivecihi.com KÜLTÜR SANAT AJANDASI BASEL ODA ORKESTRASI & HÉLÈNE GRIMAUD I. Stravinsky Oda Konçertosu, Mi bemol Majör “Dumbarton Oaks” J. S. Bach Klavsen Konçertosu No. 1, Re minör BWV 1052 S. Prokofyev Senfoni No. 1, Re Majör Op. 25 “Klasik” W. A. Mozart Piyano Konçertosu No. 20, Re minör KV 466 Yer: Tarih: Saat: İş Sanat Kültür Merkezi 19 Ocak 2016 20:30 Bilet Kategorileri 175 TL / 120 TL /80 TL/ İndirim 70 TL/ Öğrenci 20 TL Günümüzün Rönesans kadını olarak tarif edilen Hélène Grimaud, sadece piyanistik becerilere sahip tutku dolu bir müzisyen değil, aynı zamanda şiirsel ifadesi ve emsalsiz teknik kontrolüyle de enstrümanın ötesine uzanabilen çok yönlü bir süper yetenek. 1987’deki başarılı Tokyo çıkışının ardından ünlü şef Daniel Barenboim’un daveti üzerine Orchestre de Paris ile sahne alarak müzikal kariyerine etkili bir başlangıç yapan Fransız sanatçı, gerçekleştirdiği çok sayıdaki kaydıyla da aralarında Choc du Monde de la musique, Diapason d’Or, Grand Prix du disque, Midem Classical ve Echo Klassik’in bulunduğu ödüllere layık görüldü. Bu olağanüstü piyaniste gecede uluslararası orkestra sahnesinin en heyecan uyandıran oluşumlarından Basel Oda Orkestrası eşlik edecek. Geçtiğimiz sezon Beethoven’in 9. Senfonisi’ni kaydeden ve böylelikle bestecinin tüm senfonilerini diskografisine ekleyen topluluğun iki de Echo Klassik ödülü bulunuyor. 11 AVISHAI COHEN İLE BİR GECE Yer: Tarih: Saat: İş Sanat Kültür Merkezi 22 Ocak 2016 20.30 Bilet Kategorileri 75 TL /60 TL /50 TL/ İndirim 40 TL/ Öğrenci 20 TL Dünyaca ünlü caz sanatçısı Avishai Cohen klasik müzik dünyasına doğru yeni bir maceraya atıldığı orkestral projesi “Avishai Cohen ile Bir Gece” ile ilk kez İş Sanat’a konuk oluyor. 1997 yılında Chick Corea tarafından keşfedilen ve kısa sürede kendine özgü stiliyle caz dünyasının önde gelen sanatçıları arasında yerini alan Cohen, engin müzikal birikimi, eşsiz besteleri ve caz müziğini kendine has tarzıyla şekillendiren, yenilikçi projeleriyle her türden dinleyiciyi heyecanlandıran ve ilham veren bir isim. Echo Caz ödüllü sanatçı 2013 çıkışlı albümü Almah’da triosu ve yaylı çalgılar kuartetini buluşturduğu çalışmalarını bir adım daha ileriye taşıyarak bu kez triosunu yaylı çalgılar orkestrasıyla bir araya getiriyor. Caz, klasik ve dünya müziklerinin muhteşem bir ittifakına yol açan bu özgün bir proje için sahneyi Stuttgart Oda Orkestrası ile paylaşan Avishai Cohen, dinleyicilere özgürlük ve duygu dolu muhteşem bir deneyim sunuyor. KÜLTÜR SANAT AJANDASI BİFO İLE MAHLER 2 Yer: Tarih: Saat: İstanbul Lütfi Kırdar ICEC 14 OCAK 2016 20.00 Bilet Kategorileri 130 / 85 / 65 / 45 TL İndirim 40 TL/ Öğrenci 20 TL SASCHA GOETZEL şef WIENER SINGAKADEMIE Viyana Konzerthaus Korosu HEINZ FERLESCH sanat yönetmeni ve koro şefi ÇİĞDEM SOYARSLAN soprano ELENA ZHIDKOVA mezzosoprano BİFO’nun her yıl yeni başyapıtlar ekleyerek genişlettiği repertuvarının bu sezonki önemli yapıtlarından biri de Mahler’in 2. Senfoni’si, bir başka adı ile: Diriliş. Bestecinin en sevilen ve başarı kazanan yapıtlarından biri olan bu senfoninin gerek müzikal, gerekse felsefi açıdan önemi büyüktür. Mahler, bu senfonide geleceği görür, dünyasını yeniden kurar, müziği sözle birleştirir, koral senfonide yepyeni bir sayfa açar. BİFO Mahler’in dünyasını, sizlere dünyaca ünlü solistlerin eşliğinde sunacağı bu konserde, Wiener Singakademie ile birlikte Çiğdem Soyarslan ve Elena Zhidkova’ya eşlik edecek. İstanbul’dan dünyaya açılan en başarılı seslerden biri olan Çiğdem Soyarslan, İstanbul’da düzenlenen ve tüm opera dünyasının dikkatlerini üzerine toplayan Siemens Opera Yarışması da dahil olmak üzere, Viyana ve Sofya’da düzenlenen yarışmalarda birincilikler elde etti; Frankfurt, Viyana, Nancy ve Linz’te başroller oynadı. Sanatçı bu sezon BİFO ile Mahler’in 2. Senfoni’sini seslendirmenin yanı sıra Amsterdam ve yine Viyana’nın büyük sahnelerinde La bohème, La clemenza di Tito ve Schubert’in Lazarus’u gibi önemli yapıtlarda sahneye çıkacak. Rus mezzosoprano Elena Zhidkova ise opera tutkunlarının heyecanla beklediği bir diğer yıldız. Wagner ve Berg’in kaleminden çıkmış en zor roller dahil olmak üzere üstlendiği her rolü ustaca seslendirmesi ile opera sahnelerinin aranan sanatçılarından biri olan Zhidkova’nın yoğun opera temsili programının yanı sıra orkestra eşlikli yapıtlardaki performansı da mükemmel olarak nitelendiriliyor. 13 SHREK THE MUSICAL Broadway’in Yeşil Devi sömestirde İstanbul’da! Shrek The Musical, orijinal dilinde Türkçe üstyazı ile sahnede! Kalbi de en az kendisi kadar dev olan Shrek’in beyaz perdeden Broadway’e taşınan öyküsü, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’ne taşınıyor. Shrek’le tanışmamıza vesile olan şimdilik toplam dört filmin animasyon dünyasındaki yeri ve önemini tartışmaya gerek bile yok. DreamWorks tarafından William Steig’in 1990 tarihli, Shrek! isimli kitabından uyarlanan serinin ilk ayağı, animasyon filmlerinin hasılat rekorlarına yeni bir çıta koydu. Aynı zamanda endüstrinin kalite standartlarını da hayli yukarı çekti. Sadece çocukların değil, her yaş kategorisinden izleyicinin fenomeni haline gelen Shrek’in bu başarısı, yeşil devin, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlara da konuk olmasını sağladı. Shrek’in güçlü kolları sonunda Broadway’e kadar uzandı. Dünyanın en prestijli sahnesi, Shrek ve arkadaşlarının hikayesini tam bir yıl boyunca misafir etti. Eleştirmenlere ise bu harika müzikal uyarlamaya tam puan vermek düştü. Jeanin Tesari’nin bestelediği müzikleri, David Lindsay-Abaire’nin yazdığı şarkı sözleri ile ilk saniyesinden son saniyesine kadar benzersiz bir deneyim yaşatan Shrek Müzikali, çok prestjli Tony Ödülleri’nin yıldızlarından biri oldu. Tim Hatley’nin tasarladığı harika kostümler, Shrek Müzikali’ne En İyi Kostüm dalında fazlasıyla hak edilmiş bir ödül getirdi. Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde deneyimleme şansını yakalayacağınız Shrek Müzikali, toplam 22 şov boyunca her yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10 konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu ve canlı orkestrası ile müzikal tarihinin en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından biri olan Shrek Müzikali’ni orijinal dilinde, Türkçe üstyazı ile beraber izleme şansını kaçırmayın. KÜLTÜR SANAT AJANDASI 4, 3, 2, 1, Zero. Geleceğe Geri Sayım Başladı! S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Akbank Sanat işbirliğiyle 20. yüzyılın en büyük uluslararası sanat ağı ZERO’nun yenilikçi ve dinamik ruhunu galerilerinde ağırlıyor. 2 Eylül 2015 itibariyle S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyarete açılan ZERO. Geleceğe Geri Sayım sergisi, II. Dünya Savaşı sonrası dünyaya hakim olan durağan ve olumsuz atmosfere bir cevap olarak doğan ve adını bir roketin kalkmasından önceki geri sayımdan alan ZERO akımına odaklanıyor. Sergi, 1957 yılında Almanya’da doğan ZERO’nun kurucuları Heinz Mack, Otto Piene, Günther Uecker’in eserleri ile akımın tinsel öncülüğünü üstlenmiş önemli sanatçılar Yves Klein, Piero Manzoni ve Lucio Fontana’nın farklı tekniklerde ürettiği 100’ün üzerinde eseri bir araya getiriyor. Küratörlüğünü ZERO Vakfı Kurucu Yöneticisi ve küratör Mattijs Visser’in üstlendiği sergi, ZERO’nun omurgasını oluşturan Işık, Zaman, Boşluk, Renk ve Hareket temaları etrafında şekilleniyor. ZERO enerjisini S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi galerilerine taşıyan serginin etkinlik programında 3 Eylül Perşembe günü gerçekleşecek küratör Mattijs Visser eşliğinde sergi turu da yer alıyor. Sempozyum, konferans, film gösterimleri, sanatçı konuşmaları, Yer: Sakıp Sabancı Müzesi Adres: Sakıp Sabancı Cad. No:42 Emirgan Sarıyer İstanbul Telefon: 012 277 22 00 workshop’lar, çocuk atölyeleri, rehberli turlar ve sesli rehber ile zengin bir içerik sunacak ZERO sergisi, kapsamlı kataloğuyla da önemli bir hafıza oluşturacak. Akıma odaklanan 2014 yapımı “ZERO Saati - ZERO Sanat Akımı” isimli belgesel ise, sergi boyunca hazırlanan Türkçe altyazılar eşliğinde SSM konferans salonunda ziyaretçiler ile buluşacak. ZERO sergisi, 10 Ocak 2016 tarihine kadar SSM’de ziyaret edilebilecek. 15 YOLDAN ÇIKAN OYUN Drama Sahnesi / Tiyatro BU OYUNDA BIR TERSLİK VAR! Hayatta her şeyin ters gittiği anlar vardır. “Devamı çorap söküğü gibi geldi…” tanımının en bahtsız hali diyebileceğimiz bu durum, biri bitmeden diğerinin başladığı talihsizliklerin her zaman can sıkıcı bir şekilde hayatımızda yer edeceğini kanıtlamaz. Dört bir yanınızın kaosla çevrili oluşu, karnınız ağrıyana kadar güleceğiniz anları da beraberinde getirebilir. 23 Kasım’dan itibaren Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde sahnelenecek Yoldan Çıkan Oyun’da, her şeyin ters gitmesinden dolayı çok memnun olacaksınız. Lerzan Pamir’in yönettiği, Mehmet Ergen’in ise yapımcılığını üstlendiği Yoldan Çıkan Oyun’un çok ilginç bir hikayesi var. İngiltere’nin meşhur mu meşhur West End sahnesinin son dönemlerdeki en başarılı oyunlarından biri olan Yoldan Çıkan Oyun, galasını 2014 yılında West End Duchess Theater’da yaptı. Fakat oyunun geçmişi biraz daha eskiye dayanıyor… Cornley Polytechnic Drama Society isimli tiyatro grubunun, 1920’lerde yaşanmış bir cinayet hikayesini sahnelemek istemesiyle başlayan olay örgüsü, oyunun karakterlerinin başına zor gelecek sonsuz terslikleri getiriyor. Bu terslikler, oyunun karakterlerini zorluklarla dolu bir serüvene doğru iterken, Yoldan Çıkan Oyun izleyicileri ise bu birbirinden komik tersliklere kahkahayla karşılık vermek durumunda kalıyorlar. Bu yıl Laurunce Olivier Ödülleri’nden En İyi Komedi ödülüyle dönen, whatsonstage. com’un 2014 yılında En İyi Yeni Komedi seçtiği Yoldan Çıkan Oyun, Tom Hardy ve J.J. Abrams’ın da aralarında bulunduğu birbirinden ünlü isimleri tiyatro salonuna çekmeyi başardı. Yoldan Çıkan Oyun’u yakın çekime alarak bu hikayenin adımlarını anlatalım. - Henry Lewis, Jonathan Sayer ve Henry Shields üçlüsünün yaratıcısı olduğu oyunun kökleri bir pub’ın üst katında sergilenen oyuna dayanıyor. - Bir gecede iki seans sergilenen oyunun başarısı, o günlerde çağrı merkezi, bar ve Gourmet Burger Kitchen’da çalışan üçlüyü ilgi odağı haline getiriyor. - Bu başarı, Yoldan Çıkan Oyun’u bir pub’ın üst katındaki odadan prestijli West End sahnesine taşıyor. - Michael Green’in 1964 tarihli kitabı The Art of Coarse Acting’den ilham alınarak hayata geçen oyunun etkilendiği karakterler ise; Buster Keaton, Charlie Chaplie ve Mr. Bean. Nisan 2016’ya kadar her pazartesi izleyebileceğiniz oyun, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’ndeki Drama Sahnesi’nde olacak! Yazan: Henry Lewis, Jonathan Sayer, Henry Shields Çeviren: Mehmet Ergen Yöneten: Lerzan Pamir Dekor Tasarım: Behlüldane Tor Kostüm Tasarım: Gül Sağer Işık Tasarım: Kemal Yiğitcan Ses Tasarım: Orhan Enes Kuzu Reji Asistanı: Zari Azimi Yapım Asistanı: Çağla Özavcı Oynayanlar: Bartu Küçükçağlayan, Defne Koldaş, Gökçen Gökçebağ, Güliz Gençoğlu, Kemal Kayaoğlu, Kubilay Çamlıdağ, Öner Erkan, Sarp Apak *Bu etkinlik 8 yaş ve üzeri izleyiciler için uygundur. GEZİ Gerdanlık Şehir MARDİN YAZI VE FOTOĞRAFLAR: MEHMET ÖREN Doğal güzelliklere, tarihi zenginliklere ve önemli kültürel varlıklara sahip, birçok eski uygarlığa beşiklik yapmış gizemli bir şehir olan, “İnsanlığın Kültür Mirası” olarak da tanımlanan Mardin, 12.000 yıllık tarihi birikimi ile Subari, Sümer, Babil, Akad, Mitani, Asur, Pers, Roma, Bizans, Emevi, Abbasi, Hamdani, Selçuklu, Artuklu, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Osmanlı’lar gibi birçok eski uygarlığa ev sahipliği yapmış, farklı kültürleri, dinleri ve dilleri içinde harmanlamış, yoğurmuş dünyanın sayılı “SİT” şehirlerinden birisidir. Binlerce yıl öncesine dayanan çok zengin bir mozaiktir. Farklı milletlerin ve dinlerin bugün bile bir arada yaşıyor olması Mardin şehrini tarihi ve kültürel doku açısından da, dinler tarihi açısından da önemli kılıyor. Kronolojik olarak Mardin’in tarihi yaşam seyri bu şekilde. Bu kronolojiyi detaylandırmak istemiyorum ama Mardin’i çekici kılan bütün o medeniyetlerin bütününden arta kalanlar. “GECE GERDANLIK, GÜNDÜZ MEZARLIK” Mardin’e dair duyduğum sözlerin başında “Gece gerdanlık, gündüz mezarlık” sözü gelir. Mezarlık kelimesi kimilerince soğuk bir kelime gibi de dursa... Anlatılmak istenen o değildir. Nusaybin’den Mardin’e bir gece karanlığında yol alırken bu sözün haklılığını çokça düşünmüşümdür. Gece her yer karanlık ve sessiz. Şehrin etrafına yayıldığı Mardin Kalesi bir kadın boynunu andırır. Eğer bu kocaman gerdanlığı göremiyorsanız ya da fark edemiyorsanız… Mardin’in bir havaalanı var, en kısa zamanda atlayın bir uçağa. Gündüz ise bir mezarlık kadar sessizdir, çünkü burası Güneydoğu ve burası yazın 40 derece sıcaklığı rahatlıkla görür. İnsanlar taş binalardaki serinlikten dışarıya zaruret hasıl olmadıkça çıkmak bile istemezler. Bu söz öyle etkilemişti ki, oturup şu satırları yazmıştım. 17 BİR ARADA ÇOK DİN, ÇOK MİLLET DAR SOKAKLAR, SERİN AVLULAR Geniş avlulu çift katlı taş binalar kadar bu binaların gölgelediği sokaklar da serindir, yazın sıcağında. Kışlarını bildiğimi söyleyemem ama kışında sıcak olduğunu söyleyenleri biliyorum. O sıcakta Mardin’e gidilir mi? Düşüncenizi silin kafanızdan ve mutlaka Mardin’i görün. Bir tepeye kurulmuş olmasından, yer sıkıntısından daralan sokakların bir çoğuna arabanızla giremezsiniz. Bu yüzdendir ki, hala belediyenin kadrolu eşekleri toplar çöpleri. TAŞ ABİDELER ŞEHRİ Mardin’e gidin sokakları dolaşın. Sivil mimari örneklere daha yakından bakın, merdivenlerden çıkın, avlulardan geçin. Kasımiye Medresesi’ne, Zinciriye Medresesi’ne, Ulu Cami’ye, Kırklar Kilisesine, Deyrülzafaran Manastırı’na gidin. Muhteşem taş işçiliğini görün. Rengarenk boyanmış, her biri farklı bir kültüre ait kapı desenlerini seyredin. Yalnız bu kapılar, Mardin denilince bir çoğumuzun aklına gelen “Mardin Kapı şen olur” türküsündeki kapılar değildir. Çünkü sanıldığı gibi türkü Mardin türküsü değil, Diyarbakır türküsüdür. Bir Keldanî, bir Süryanî, bir Türk, bir Arap, bir Kürt’le konuşun. Çarşıya inin ince ince dokunan telkârikârlar izleyin. Susayınca bir bardak hayatı (meyan kökü şerbeti) yaşlı bir satıcının sırtında taşıdığı gümüş ibrikten için. Bir Mardin kıyısından geniş Mezopotamya’yı seyredin. Medeniyetin başladığı topraklardasınız, Mezopotamya’da. Bir ucu Harran’a çıkar, bir ucu Hasankeyf’e, Diyarbakır’a. Sonra Nusaybin’e geçin, Savur’a, Midyat’a… mimarileriyle her biri küçük bir Mardin’dir bu ilçeler. Tabi bu sözleri eski Mardin için söylüyorum. Yeni Mardin’den söz etme gereği duymuyorum bile. Kimsenin de benim düşündüğümün tersine bir sav öne sürmeyeceğinden eminim. Şehir Sit alanı ilan edileli beri, yeni yaşam alanı Yeni Mardin olmuş. Ve aslında iyi ki de olmuş. Çünkü daha Mardin’i göremeyenlerin çok olduğunu biliyorum. Mardin’e… Senin gözlerinden seyrediyorum, Ey güzel gözlü kız, Güzel gözlerinle güzel görünür elbet Bu çamur tarlaları arasındaki geçmiş Gerdanlığı gerdanına takıp öyle bakıyorum sana Fakat güzel gözlü kız Senin gözünle bakmıyor bana, Gerdanına taktığım gerdanlık şehir. Tutsak ve çıplağım ve ansızın yalnız… Ve şimdi bak bana güzel gözlü kız Senin gözlerinle seyrediyorum Şehrin eteklerinden gerdanlığı. AKTÜEL İstanbul’a adlarını verenler İstanbul coğrafi konumu, ekonomik önemi ve taşıdığı tarihi mirasıyla önemli bir yerleşim birimi. Tarihi boyunca çeşitli milletlerin hâkimiyetine giren kente, bu milletler tarafından farklı isimler verilmiş. Latinler Makedonya, Süryaniler Aleksandra, Yahudiler Vizendovina, Ruslar Tekfuriye, Araplar Kostanti-niye-i Kübra, İranlılar Kayser Zemin, Hintliler Taht-ı Rum demişler. Türkler de fetihten sonra İslambol, Dersaadet, Darü’s-Saade, Daru’l-Hilafe, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, Asitane-i Saadet şeklinde isimlendirmişler. Kendi isimlerinin her birinin nasıl birer anlamı varsa semtlerinin isimleri de farklı öykülerle oluşmuştur. Bazı semtlerin isimleri antik dönemden, bazılarının ki Bizans, Roma, Osmanlı dönemlerinden geliyor. Bazıları oralarda yaşayan kişilerden, bazıları da dikilen bir sütun ya da taştan, yapılan işlerden, o dönemde yaygın mesleklerden, tarihi olaylardan alıyor adını. İstanbul’un her bir semtinin tarihsel gerçekliklerin yanı sıra birçok rivayet sonucu oluşmuş isimleri de var. Biz ilk olarak isimlerini dönemlerinin önemli şahsiyetlerinden alan semtlere bakalım istedik. 19 ALİBEYKÖY: ALTUNİZADE: AYAZAĞA BAYRAMPAŞA Alibeyköy ismini zamanında İstanbul’a yerleşen Karesi Beyliği Emirlerinden Gazi Evrenos Bey’in oğlu Ali Bey‘den aldı. Osmanlı’nın daha henüz devlet olmadığı, hükümdarlarına emir dendiği dönemde Orhan Bey zamanında Osmanlı’ya bağlanan Karesi Beyliği, Rumeli’deki fetihlerde öncü olarak görev almıştı. Fatih Sultan Mehmet’de Ali beyi başarılarından ötürü ödüllendirmek için şimdi bizim Alibeyköy dediğimiz bu araziyi verdi. Ali bey de bu araziyi çiftlik olarak kullandı. Şuan bildiğimiz Alibeyköy, o zamanlar Ali beye ait devasa bir mısır çiftliğiydi. Şimdi kimsenin ne anlama geldiğini bilmediği bir mısır heykeli bulunuyor. Altunizade Mahallesi, 19. yüzyılın ikinci yarısında Altunizade İsmail Zühdi Paşa tarafından kurulmuştur. Semtin adı da Altunizade İsmail Zühdi Paşa’dan gelmektedir. İstanbul’un köklü ailelerinden birisine mesup Seyyîd İsmâil Zühtü (Altûnîzâde), deniz ticareti yapar. Sultan II. Mahmut kendisine “vay Altunizade vay” diye hitap ederek iltifatta bulunur ve “Altunizade” lakabını almış olur. İsmail Zühdi Paşa semtin camisini, karakolunu, hamamı ve akaretlerini 1866 yılında inşa ettirmiştir. Camii’nin minaresinde ve kubbesinde bulunan altın hilaller Altunizade’den Kırım Savaşı’na gidenlerin anısı üzerine Sultan tarafından semte hediye edilmiştir. Caminin önünde bir çeşme, Altunizade ailesine ait bir mezarlık yer alır. Ayazağa Mahallesi adını orta Asya Kıpçak Türklerinden Eksük oğlu Artuk, Artuk oğlu İlgazi, İlgazi oğlu Ayaz neslinden Ayaz Paşa’nın torunu, Ayaz Ağa’dan alır. Ayaz Ağa İstanbul doğumludur. Semtin 300 yıllık bir geçmişi olduğu bilinir. Ayazağa merkez camisinin de 300 yıl önce yapıldığı bilinmektedir. İlçeye 1927’de Bulgaristan’dan gelen göçmenler sağmal inekler yetiştirmek için çiftlikler kurduğundan dolayı bölge Sağmalcılar olarak anıldı. Osmanlı döneminde semtte çıkan kolera salgınından çok kişi ölünce, IV. Murad’ın sadrazamlarından Bayram Paşa’nın burada bir çiftlik sahibi olmasından esinlenilerek Sağmalcılar adı Bayrampaşa olarak değiştirildi. Bayrampaşa eskiden enginar bahçeleriyle ünlü olduğu için böyle bir heykel yapmışlar. AKTÜEL BEBEK: Küçük bir balıkçı köyü olarak, tarihinin Hıristiyanlık öncesi döneme kadar gittiği sanılan semtin bilinen en eski adının, çeşitli kaynaklarda çeşitli şekillerde yazılan (Challae, Chilai, Khile) Skallai (iskeleler) sözcüğünün bozulmuş bir biçimi olan Hallai olduğu ileri sürülmektedir. Osmanlı döneminde Bebek’e ve Bebek adının kökenine ait ilk bilgiler İstanbul’un fethi’nin hemen öncesine gider.İstanbul’un kuşatılması sırasında ve Rumeli Hisarı yapılırken bu yörede Bizans egemenliğinin zayıfladığı, hatta buradaki balıkçı köylerinin Galata’ya bağlı oldukları sanılmaktadır. Başta Evliya Çelebi olmak üzere, bazı kaynaklar, II. Mehmed’in Rumeli Hisarı’nın yapımı ve kuşatma sırasında asayişi sağlamak üzere buraya Bebek Çelebi adlı veya lakaplı bir bölükbaşı tayin ettiğini; Bebek Çelebi’nin semtte bir köşk ve bir bahçe kurduğunu, ölümünden sonra semtin onun adıyla anıldığını yazmaktadır. BEYAZIT: BEYOĞLU: BOMONTİ: Sultan II. Beyazıt’ın buraya kendi ismiyle anılacak bir külliye yaptırmasından sonra semt, Beyazıt olarak anılmaya başladı. II. Bâyezîd veya II. Beyazıt ayrıca bilinen adıyla Sultân Bayezid-î Velî Osmanlı İmparatorluğu’nun sekizinci padişahıdır. Babası Fatih Sultan Mehmed annesi Sitti Mükrime Hatunya da Emîne Gül-Bahar Vâlide Hatûn’dur. Yavuz Sultan Selim’in de babasıdır. Tahta geçtiğinde 511.000 km²’si Asya’da, 1.703.000 km²’si Avrupa’da olmak üzere toplam 2.214.000 km² olan imparatorluk toprakları, ölümünde yaklaşık 2.375.000 km² idi. Bizans döneminde yerleşim alanı olmayan bu kesime; karşı yaka öte anlamına gelen Pera’dan kaynaklanan Peran Bağları deniliyordu. Beyoğlu adının ortaya çıkışına ilişkin çeşitli rivayetlerden biri Fatih Sultan Mehmed zamanında Pontus prenslerinden Aleksios Komnenos’un İslamiyet’i kabul ederek burada oturmasına dayanır. İkinci rivayet ise burada oturan kişinin Pontus prensi değil, Kanuni zamanındaki Venedik elçisi Andre Giritti’nin oğlu Luigi Giritti olduğudur. Üçüncü rivayet ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde burada oturan Venedik elçisine yazışmalarda Beyoğlu dendiği için semtin Beyoğlu adını aldığı yönündedir. Semt adını, 1902 yılında Bomonti Kardeşlerin burada kurdukları Bomonti Bira Fabrikası’ndan almıştır. Bu bina daha sonra İstanbul Tekel Bira Fabrikası olarak anılmıştır. Kent nüfusunun küçük bir bölümünü Ermeniler ve Gürcüler oluşturmaktadır. Burada Katolik Gürcülere ait günümüzde hala Gürcüler tarafından kullanılan tarihi kilise mevcuttur. AKTÜEL 021 Tanıtım videomuzu izlediniz mi? video.cvsair.com.tr SİNEMA Denizin Ortasında Creed: (Rocky 7) İyi Bir Dinozor Vizyon Tarihi: 01 Ocak 2016 Yapımı : 2015 - ABD Tür : Dram Süre: 121 Dak. Yönetmen : Ron Howard Vizyon Tarihi: 08 Ocak 2016 Yapımı : 2015 - ABD Tür : Dram , Spor Süre: 95 Dak. Yönetmen : Ryan Coogler Oyuncular : Sylvester Stallone, Michael B. Jordan , Graham McTavish, Tessa Thompson, Phylicia Rashad Senaryo : Ryan Coogler Yapımcı : Sylvester Stallone , Robert Chartoff Vizyon Tarihi: 15 Ocak 2016 Yapımı : 2015 - ABD Tür : Animasyon, Aile, Komedi Süre: 89 Dak. Yönetmen : Peter Sohn Seslendirenler : Anna Paquin, Steve Zahn, Frances McDormand, Sam Elliott, Jeffrey Wright Senaryo : Meg LeFauve Yapımcı : John Lasseter, Denise Ream Film Özeti Eski bir boksör olan büyükbabası Apollo Creed’in kazandığı şampiyonlukların getirdiği servetin sayesinde zengin bir ailede büyüyen ama bu hayatı reddederek boksör olma hayalleri kuran genç bir boksörün, onu yetiştirmesi için Rocky Balboa’nın peşine düşmesini anlatıyor. Film Özeti İyi kalpli bir Apatosaurus olan Arlo,talihsiz olaylar sonucunda ailesinden ayrı düşer ve uzun bir yolculuğa başlar. Yolda kendine hiç beklemediği bir yoldaş bulur, bu bir insandır... Disney’in 2016 yılının ilk ayında vizyona girmesi beklenen animasyonu, “dinozorlar yok olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu” sorusunu keyifli bir anlatımla irdeliyor. Oyuncular : Chris Hemsworth, Ben Whishaw, Cillian Murphy, Brendan Gleeson, Michelle Fairley Senaryo : Edward Zwick, Marshall Herskovitz, Peter Morgan, Rick Jaffa, Charles Leavitt, Amanda Silver Yapımcı : Brian Grazer, Paula Weinstein Film Özeti Herman Melville’in ünlü Moby Dick romanına ilham kaynağı olan olay 1820’de geçiyor. Owen Chase (Chris Hemsworth) ve arkadaşları gemileriyle balina avına çıkarlar, ancak dev bir İspermeçet balinasının saldırısına uğradıktan sonra gemileri batar. Gemilerini kaybeden mürettebatın en yakın karaya ulaşabilmek için önünde binlerce mil vardır. 23 Carol Kötü Kedi Şerafettin Vizyon Tarihi: 29 Ocak 2016 Yapımı : 2015 - İngiltere Tür : Dram, Romantik Süre: 118 Dak. Yönetmen : Todd Haynes Oyuncular : Cate Blanchett, Rooney Mara, Sarah Paulson, Kyle Chandler, Jake Lacy Seslendirenler : Blanca Camacho Senaryo : Phyllis Nagy Yapımcı : Tessa Ross, Christine Vachon Vizyon Tarihi: 05 Şubat 2016 Yapımı : 2016 - Türkiye Tür : Animasyon, Aksiyon , Komedi Süre: 82 Dak. Yönetmen : Ayşe Ünal, Mehmet Kurtuluş Seslendirenler: Demet Evgar, Okan Yalabık, Uğur Yücel, Ayşen Gruda, Ahmet Mümtaz Taylan Senaryo: Levent Kazak, Bülent Üstün Yapımcı: Michael Favelle, Mehmet Kurtuluş Film Özeti 1950’li yıllarda New York’ta geçen hikâye, evli, çocuklu ve zengin, ancak eşiyle sorunlar yaşayan, orta yaşa yaklaşmakta olan bir kadın olan Carol ile genç bir tezgâhtar olan Therese arasında tesadüfen tanışmalarıyla başlayan, ancak günden güne tutkulu bir yakınlığa dönen ilişki anlatılıyor. Carol eşinden boşanıp kızının velayetini almak istese de kocası Harge, onun Therese ile olan ilişkisinin sınırlarından gitgide kuşkulanmaya başlayacak ve kızını bırakmak istemeyecektir. Film Özeti Sefahati meşhur, marazı bol Beyoğlu’nda geçen bir İstanbul serüveni! Alelade bir Mart sabahı, kahramanların en antisi, kedilerin en fenası Kötü Kedi Şerafettin, kadim yancıları Fare Rıza ve Martı Rıfkı ile akşama mangal hazırlığı yapmaktadır. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymaz… Şero, aynı gün, babası Tonguç tarafından evden kovulacağı, göz koyduğu manitanın ölümüne sebep olacağı, bir dizi düşmanının saldırısına uğrayacağı, hayatında ilk kez aşık olacağı, baba olduğunu öğrense de kabullenemeyeceği gibi, mangal planları da bu “ufak aksiliklerle” altüst olacaktır. Bizans Oyunları Geym of Bizans (Kahpe Bizans 2) Vizyon Tarihi: 15 Ocak 2016 Yapımı : 2016 - Türkiye Tür : Komedi Yönetmen : Gani Müjde Oyuncular : Tolgahan Sayışman, Tuvana Türkay, Gürkan Uygun, Ünal Yeter, Gonca Vuslateri Senaryo : Gani Müjde Yapımcı : Şükrü Avşar Film Özeti İlki 2000 yılında vizyona giren ve izlenme rekorları kıran Kahpe Bizans filminin 15 yıl aradan sonra gelen ikinci filmi. SPOR WAKE BOARD 25 Kablolu Su Kayağı her yaştaki insanın yapabileceği, kayarken çok heyecan veren, vücudun bütün kaslarını çalıştıran ve son zamanlarda aktif bir şekilde yayılmaya başlayan su sporların dalıdır. Extreme spor dalına girmesine rağmen ve ilgili spor dallarından en emniyetli olanlardan biridir. Kablolu Su Kayağının doğuşu 1950’lere dayanır: Münihli bir mühendis olan Bay Bruno Rixen hayatında ilk kez su kayağını denemiş ve bu spordan çok hoşlanmıştır. Ancak su kayağı yapmak için tekne kullanmak istememiş ve dolayısıyla telesiyej gibi hareket edecek bir sisteme ihtiyaç olduğunu tespit etmiştir. Rixen böylece, su kayakçılarının suyun üzerinde bir kablo sistemi tarafından çekildikleri bir su kayağı mekanizması yapmıştır. Kablolu su kayağın kullanım prensipleri motorlu teknenin arkasında yapılan su kayağın prensipleri ile hemen hemen aynıdır. Farklılık ise sadece sporcunun suyun üstünde gidebilmek için kullandığı araçtır (kablo veya motorlu tekne). Yani motorlu teknenin arkasında kayılarak yapılan bütün akrobasiler ve engeller kablolu su kayağında hemen hemen aynıdır, sadece sporcu motorlu teknenin yerine kabloyu çeken direk ve makara sistemini kullanıyor. Bu yüzden de bu spor dalın ismi “Kablolu su kayağı” olmuştur. Kablolu su kayağı yarattığı hareket mekanizması sayesinde motorlu tekne ile yapılan su kayağına göre birçok avantajı vardır. Birincisi, hız sabit olduğundan yeni başlayanlar su kayağına daha çabuk adapte oluyorlar. Ayrıca kablolu su kayağı sisteminde 5-6 kişi birden kayabilir, motorlu tekne ile yapılan su kayağında ise teknenin arkasında maksimum iki kişi kayabiliyor. Önemli avantajlardan biri de ücret! Motorlu tekne ile yapılan su kayağı yapabilmek için özel bir motorlu tekneyi kiralamak gerekir ki bu çok maliyetlidir. Kablolu su kayağın maliyeti ise çok daha düşüktür ve bu yüzden de kayanlara yansıyan ücret daha azdır. Bu olgu kablolu su kayağın popülariteyi kazanmasında önemli etken olmuştur. Avantajlardan diğer de kablolu su kayağın tamamen ekolojik olmasıdır. Kablolu sistem sadece ve sadece elektrik tüketerek çalışmaktadır ve çevreyi kirletmez. Bundan ötesi kablolu su kayağı yapılan göletlerde doğal yolla yılda ortalama olarak 9 tona kadar oksijen karıştırılmaktadır. Dolaysıyla kablolu su kayağı ekolojiye destek olduğunu da söyleyebiliriz. Kablolu su kayağı öğrenilmesi kolay bir spor dalıdır. İlk defa deneyenler 1-2 saat sonra çok emin bir şekilde kayabiliyorlar. Ayrıca 7 yaşından 80 yaşına kadar olan herkimse kablolu su kayağı kolayca öğrenebilir ve yapabilmektedir. Klasik su kayağı birçok su sporunu barındırdığı için ekstrimal su sporu olarak kabul edilmekte. Ancak özel parklarda kurulan kablolu su kayağı sayesinde bu spor dalı ekstrimal heyecanını ve hissini koruyarak daha güvenli ve kolay ulaşılabilir hale geldi. Kablolu su kayağını yaparken yaralanma riskiniz motorlu tekne ile yapılandan daha düşüktür. Ve riskin azalması ile kayanlar hiçbir şey kaybetmiyor, hatta daha fazla akrobasileri yapabiliyorlar. Şu anda dünyada toplamda yaklaşık 250 adet wake-park bulunmaktadır. Bunlar Almanya, Fransa, Büyük Britanya, ABD ve Türkiye olmak üzere 30 farklı ülkelerde bulunmaktadırlar. Kablolu su kayağı uluslararası spor dalı olarak da kabul görmüş ve 2001 yılından itibaren uluslararası wake-board şampiyonaları da yapılmaktadır. SAĞLIK Diyabet (Şeker Hastalığı) yaşadığımız yüzyılın en ciddi sağlık sorunlarından biridir. Dünyada ortalama her 100 erişkinden 6’sının diyabetli olduğu, 1985 yılında 30 milyon, olan diyabetli sayısının 2025 yılında 380 milyona ulaşacağı, tahmin edilmektedir. Dünya üzerinde yaklaşık her 10 saniyede 1 kişi, yılda yaklaşık 3.8 milyon kişi diyabete bağlı nedenlerle hayatını kaybetmektedir. DİYABET Gülhan Kuzu Coşansu (ŞEKER HASTALIĞI) 27 Türkiye’de ise her 100 kişiden 7’sinde aşikar diyabet, bir o kadar kişide de ileride diyabet olma olasılığı yüksek olan “bozulmuş şeker toleransı- gizli şekeri” vardır. Yani her 100 kişiden yaklaşık 15’i diyabetten etkilenmektedir. Diyabet genellikle açlık kan şekeri yükseldiğinde teşhis edilmektedir. Oysa bilimsel veriler diyabetin klinik tanıdan yaklaşık 10-12 yıl önce başladığını ve yeni tanı alan diyabetlilerin %21’inde göz, %18 ‘inde böbrek, %12’sinde ise sinir harabiyeti ve %20 ’sinde cinsel fonksiyon bozukluğu gelişmiş olduğunu göstermektedir. Başlangıçtan itibaren ilerleyici bir hastalık olan diyabette erken tanı ve tedaviye erken başlamak hayati önem taşır. Erken tanı için hastalık risk faktörlerinin bilinmesi ve gereken taramaların yapılması gerekir. Fazla kilolu ve 45 yaşın üstündeki bireylerde mutlaka bir sağlık kuruluşunda gerekli testlerin yapılması gerekir. Fazla kilolu ve 45 yaşın altındaki bireylerde ise aşağıda belirtilen risk faktörlerinin varlığında gerekli testler yapılır ve bu testler önerilen sıklıkta tekrarlanır. DİYABET RİSK FAKTÖRLERİ Fazla kilolu olmak (BKİ 25 ve üstünde*) • Hareketsiz bir yaşam tarzı, • Birinci derece akrabalarda (anne, baba, kardeş) diyabet varlığı, • Daha önceden herhangi bir zamanda kan şekerinin yüksek bulunmuş olması • Gebelik sırasında diyabet tanısı almış olmak ve 4 kilonun üstünde bebek doğurmak • Hipertansif olmak (≥140/90 mmHg), • HDL kolesterol düzeyinin <35 mg/dl ve / veya trigliserid düzeyinin >250 mg/dl olması, *Beden Kitle İndeksi (BKİ)= kilo/boy(m)2 GİZLİ ŞEKER Klinik olarak diyabetin ortaya çıkmasından önce pek çok kişide kan şekeri normal sınırların (70-100 mg/dl) üstünde olabilir. Ancak bu yükseklik diyabet tanısı (126 mg/dl ve üstü) koyduracak kadar yüksek değildir. Normalde açlık kan şekerinin 100 mg/dl’yi geçmemesi gerekir. Açlık kan şekeri 100-125 mg/ dl arasında ise veya yapılan şeker yükleme testinde SAĞLIK 2. saat sonucu 140-199 mg/dl arasında ise bu durum “pre-diyabet” yani gizli şeker olarak adlandırılır. Türkiye’deki 5 milyonun üzerindeki şeker hastasından 2,5 milyonunun gizli şeker hastası olduğu tahmin edilmektedir. Bu kişiler uzun yıllar (10-15 yıl) hiç bir ciddi bir belirti vermeden hayatlarını sürdürebilirler. Bunun yanı sıra bu kişilerde kilo almaya eğilim, sık acıkma, sinirlilik, açlığa tahammülsüzlük, hızlı yeme ve yemek sonrasında yorgunluk , uyku hali gibi belirtiler görülebilir. Bu belirtileri gösteren kişilerde her zaman açlık kan şekeri değeri yüksek çıkmayabilir. Böyle bir durumda mutlaka tokluk kan şekeri (yemekten 2 saat sonra) ölçümü yaptırmak gerekir. Gizli şekeri olan bireyler diyabetli olmaya adaydır. Bu bireyler aynı zamanda kalp-damar hastalıkları için de yüksek risk taşırlar. Ancak, gizli şeker erken teşhis edilirse kişinin diyabet olmasının önüne geçilebilir ya da diyabetin başlaması geciktirilebilir. Diyabet için önemli riskler olan genetik yatkınlık ve yaş değiştirilemese de beslenme ve egzersiz gibi yaşam tarzı alışkanlıkları değiştirilebilir. Alınan enerji miktarının harcanandan fazla olması durumunda obezite riski ve dolaylı olarak da tip 2 diyabet riski artmaktadır. Obeziteden bağımsız olarak diyetle alınan yağların özellikle de doymuş yağların diyabete yatkınlığı arttırdığı bilinmektedir. Bu bağlamda diyabet riskinin azaltılması ideal kiloya ulaşmak ve bu kiloyu korumayı gerektirir. Kalori gereksiniminin yağı azaltılmış, karbonhidrattan zengin ve lifli besinlerle karşılanması halinde diyabetin önlenebileceğini gösteren kanıtlar mevcuttur. Erişkinlerde sedanter yaşam biçimi diyabet gelişimi için son derecede önemlidir. Düzenli fiziksel aktivitenin yüksek riskli bireylerde diyabetin gelişmesini anlamlı olarak azalttığı bilinmektedir. Öneriler günde en az 30 dakika ya da haftada en az 150 dakika orta düzeyde egzersiz yapılmasına işaret etmektedir. Özetle, pek çok bilimsel araştırma diyabet için yüksek risk taşıyan bireylerde yaşam tarzı alışkanlıklarındaki değişimlerle (kilo kaybı, yağ tüketimini özellikle doymuş yağ oranının azaltmak, lifli gıdaları tercih etmek ve düzenli egzersiz yapmak) diyabet gelişme riskinin yaklaşık %60 oranında azaldığını göstermektedir. 29 BİLİYOR MUSUNUZ? Parfümlerin ana maddeleri Tenimizde kalması için parfümlerin içinde fiksatör (sabitleyiciler) dediğimiz malzemeler kullanmak zorundayız. Doğada en güçlü fiksatörler hayvanlarda var. Bir cins kedinin (Misk Kedisi -Civettictis Civietta)anüsünün etrafındaki salgıdan, bir cins geyiğin (Misk GeyiğiMoschus Moschiferus) testislerinin hemen üzerindeki bezeden, bir cins balinanın dışkısı veya kusarak attığı bir şeylerden elde ediliyor. Koku dediğimizde ilk aklımıza gelen Misk, bir cins geyiğin testislerinin hemen üzerindeki bezeden çıkartılıyor. Zaten misk kelimesi de köken olarak testise kadar gidiyor. Amber, ‘Physeter macrocephalus’ isimli balinanın, denize attığı salgı muhteviyatındaki amberin denizden veya yakalanan balinalardan toplanması yoluyla elde ediliyor. Küçük - çocuk (Etimoloji) - KÜÇÜK sözünün Türkiye Türkçesi dışındaki Türk lehçelerinin varında köpek yavrusu anlamına geldiğini, küçük sözü yerine öbür Türk lehçelerinde kiçine, kiçik, kiçkine sözlerinin kullanılıyor olduğunu, Türkiye Türkçesinde Köpek çağırırken kullanılan küçü küçü sözlerinin küçük sözünden türediğini, “evin kiçigi (ufağı) olacağına, itin küçüğü ol!” deyiminin Türkistan’da yaygın kullanıldığını. - Çocuk / çoçka sözlerinin eski Türkçede ve öbür Türk lehçelerinde hâlâ domuz Yavrusu anlamında kullanıldığını… Çocuk “domuz yavrusu, her şeyin küçüğü” [ Divan-i Lugat-it Türk (1070) ] Çocuk/çoçka “domuz yavrusu” [ Codex Cumanicus (1300) ] Çoçka/çoçğa “aynı anlamda” [ Kitab-ı Mecmu-ı Tercüman-ı Türkî (1900) ] Çuçak “cüce” [ Pavet de Courteille, Dictionnaire Turc Oriental (1500 yılından önce) ] DÜŞÜNCE Arşimet Yasası (taç problemi) Bir gün Syrakuzai’de kuyumcular, hükümdara altından bir taç yaparlar. Kuyumcuların, altının bir kısmını gizleyip yerine taca gümüş karıştırdıklarından şüphelenir. Hükümdar, Arşimet’i çağırtıp: -İşte tacım, der. Bunda ne kadar gümüş olduğunu anla, yalnız tacı bozma. Arşimet, bu zor meseleyi çözebilmek için geceli gündüzlü düşünür. Ve böyle de yapar.Altına gümüş karıştırıldığı anlaşılır. Arşimet, her ikisinden de taşan suyu tartarak, taçta ne kadar gümüş olduğunu hesaplar. Böylece, hırsızlık ortaya çıkar. Herkes şaşar. En çok şaşan, hırsızlar olur. Çünkü bunlar çok usta kuyumcular oldukları için, dünyada kimsenin altına gümüş karıştırıldığının farkına varamayacağını düşünmüşlerdi. Belki bu sadece bir hikayedir. Bunu anlatan Syrakuzaililer, cahil insanlardı. Yemek yerken, gezinirken, hatta hamamda bile, aklı fikri bu meselededir. Herkes uyuduğu halde, bu mesele kendisine rahat vermez. Bir gün Arşimet’in hamamda eve çırılçıplak koşarak sevinç içinde, “Eureka!” yani “Buldum!” diye bağırdığı söylenir.Gerçekten de meselenin çözümünü bulmuştu. Arşimet yavaş yavaş banyoya girdiği zaman, su kenarlarından taşar. Bu da kendisine, bir defa da tacı su dolu bir kaba batırmayı düşündürür. Taç suya batırılınca suyun bir kısmı taşar. Bunun üzerine aynı ağırlıkta bir altın külçesi bulup aynı şeyi tekrarlamayı düşünür. Eğer saf altının taşırdığı su tacınki kadarsa, demek taç saf altındandır. Fazlaysa, taca gümüş karıştırılmıştır. Çünkü gümüş, altından hafiftir. Cahiller içinse, bir bilginin nasıl düşündüğünü anlamak zordur. Arşimet’ten söz açılınca, akıllara hep banyo geldiği gibi, bir gün Newton’un sözü olduğunda da, ağaçtan düşen elmayı hatırlayacaklardır.Bir bilginin hakkında böyle hikayeler anlatıldığına göre, insanlar bilimin gücüne, aklın kuvvetine inanıyorlar demektir. DÜŞÜNCE BİLGELİĞE GİDEN YOL KARL JASPERS YAZI: Münür Kunduracı ŞİMDİ, kendi insani durumumuza bir göz atalım. Her daim belli ahvalimiz vardır. Bu haller değişir, fırsatlar ortaya çıkar. Eğer bu fırsatlar kaçırılırsa, asla geri gelmezler. Ben kendim, bu hali değiştirmeye çalışabilirim. Her ne kadar anlık görünüşleri değişse ve ezici gücü gözden kaybolsa da gerçekte aynı kalan bazı haller söz konusudur: Ölmeliyim, acı çekmeliyim, mücadele etmeliyim, kadere bağlıyım, kendimi merhametsizce suçun içine çekerim. Varoluşumuzun bu temel hallerini, nihai haller olarak adlandırırız. Bir başka deyişle, bu haller, değiştiremeyeceğimiz ya da kaçınamayacağımız hallerdir. Şüphe ve merakla beraber, bu nihai hallerin idrakinde olmak, felsefenin en esaslı kaynağıdır. Günlük yaşamımızda gözlerimizi kapatarak veya onlar hiç olmamış gibi yaşayarak, onlardan sık sık kaçınırız. En sonunda, ölmemiz gerektiğini unuturuz, suçumuzu unuturuz ve feleğin merhametine bağlı olduğumuzu da. Sadece somut durumlarla yüzleşir ve onları lehimize çeviririz, uygulanabilir ilgilerimizin tahrikiyle, onlara, dünyada eylemde bulunarak ve plan yaparak tepki veririz Fakat bu nihai durumlara, ya onları gizlemeyle ya da –onları gerçekten kavradıysak- ümitsizlik ve yeniden doğuşla karşılık veririz: varlık bilincimizde bir değişiklikle, kendimiz oluruz… Nihai durumlar – ölüm, kader, suç ve dünyanın belirsizliği - beni başarısızlık 33 gerçeğiyle karşı karşıya koyar. Eğer dürüstsem tanımamamın imkânsız olduğu bu mutlak başarısızlığa karşı ne yaparım? İnsan için önemli olan şey, başarısızlık karşısındaki tutumdur: başarısızlığın insandan saklı kalıp kalmadığı ya da en sonunda, yalnızca nesnel olarak insanı altedip etmediğidir; kişinin, varoluşunun değişmez sınırıyla onu anlaşılması güç görüp görmediğidir; onunla akıl almaz çözümlerde ve tesellilerde kapışıp kapışmadığı ya da dürüstçe yüzleşip yüzleşmediğidir. İnsanın başarısızlığına yaklaşma biçimi, kişinin ne olacağını belirler. Nihai durumlarda insan, bütün fani dünyevi varoluşun üzerinde ve onlara rağmen, ya hiçliği kavrar ya da gerçek varlığı algılar. Ancak dünyada mümkün olan ümitsizlik, dünyanın ötesine işaret eder. Ya da farklı bir şekilde ifade edersek, insan kurtarılmayı arar. Bu kurtarılma, büyük evrensel kurtuluş dinlerinin vaat ettiğidir. Onlar, kurtuluş hakikatinin ve gerçekliğinin nesnel teminatıyla karakterize edilirler. Onların yolu, bireysel bir ihtida -din değiştirme- hareketine götürür. Felsefe bunu sağlayamaz. Hal böyleyken, felsefe, kurtarılmaya paralel olarak, dünyayı aşmadır… Felsefi bir hayat sürdürme isteği, bireyin, içinde kendisini bulduğu karanlıktan, kaynaklanır, ya da sevgisiz bir biçimde boşluğa bakarkenki terk edilmişlik hissinden, dünya meşgalesiyle tükendiği ve korku içinde aniden uyanarak, kendine: “Ben neyim, neyi beceremiyorum, ne yapmalıyım?” diye sorduğu zamanki kendini ihmalden doğar. Söz konusu kendini ihmalcilik, makine çağı tarafından şiddetlendirilmiştir. Zaman saatleriyle, -ister insan gücüne dayalı ister sadece mekanik olsun- insanı insan olarak daha az tamamlayan meslekleriyle bu kendini ihmalcilik, kişiyi, kendisinin makinenin bir orada bir burada manevra yapan bir parçası olduğunu düşünmeye götürebilir. Serbest bırakıldığındaysa, bir hiç olduğunu, kendisiyle hiçbir şey yapamayacağını hissetmesine sebep olur. Tam kendine gelmeye başladığı esnada, bu devasa dünya, onu yeniden anlamsız işin ve anlamsız boş vaktin kişiyi tamamen tüketen çarklarına çeker. Ancak böyle insan, kendini ihmalciliğe meyillidir. Kişi; dünya, alışkanlıklar, münasebetsiz banallikler ve herkesin geçtiği yollar tarafından hezimete uğramak istemiyorsa, kendini burada sözü edilen ihmalcilikten çekip çıkarmalıdır. Felsefe, bizim birincil kaynağımızı uyandırma, tekrar kendimize giden yolu bulma ve içsel eylemle kendimize yardım etme kararıdır. Descartes ve Felsefe İlya Yayınları 202 sayfa Suçluluk Sorunu Almanya’nın Siyasal Sorumluluğu Üzerine İthaki Yayınları 160 sayfa Nietzsche Nasıl Felsefe Yapıyordu? Alfa Yayınları 576 sayfa TARİH 35 OSMANLILARDA BİLİMSEL KÜLTÜRÜN GELİŞMESİNE SEKTE VURAN HAREKETLER Mirim Çelebi Doğu’da Batlamyus’un Almajest’i üzerine bina edilmiş bilgilerle kitap yazdığı sırada Batı’da Kopernik bin sene ilim âlemine hâkim olan Batlamyus sistemini yıkmaya çalışıyordu. HHH Fatih Sultan Mehmet, ta gençliğinden beri din ve metafizik hususunda büyük bir merak ve tecessüs göstermiştir. Mesela Hurufiler tarikatı dervişlerinden bazı kimseler Osmanlı’ya gelerek, padişahın iltifatına mazhar olmuşlar ve sarayda oturmaya başlamışlardır. Fatih’in bunlarla sıkı münasebetini gören Veziri Azam Mahmut Paşa Edirne Müftüsü ve Müderrisi Fahrettin Acemi’ye durumu anlatmış ve padişah’ı Hurufiliğe eğiliminden alı koymak için bir çare bulmasını rica etmiştir. Bunun üzerine müftü bu dervişlerin sözlerini, padişahın konağında gizli bir yerden dinledikten sonra ortaya çıkıp kendileriyle tartışmaya başlayınca kaçıp saraya sığınan bu adamları oradan zorla alarak, camide inançları aleyhine verdiği bir vaazın arkasından onları ahaliye yaktırmıştır. HHH 1576-1580 yılları arasında Takyeddin bin Mehmed bin. Ahmed III. Murad’ın hocası Sadettin Efendi’ye bir rasathane kurulması gerektiğini anlatmış, o da Hünkârı ikna ederek Tophane sırtlarında bir rasathane kurdurtmuştur. Hoca Saadettin ile vaktin Şeyhülislamı olan Ahmet Şemseddin Efendi’nin arasındaki düşmanlık yüzünden bu Şeyhülislam Efendi padişaha sunduğu bir arizada gökleri rasat etmenin uğursuz ve her nerede bu işe teşebbüs edildiyse, devletin mahiv ve harap olduğunu söyleyerek ilim düşmanlığını göstermesi üzerine 987 yılı zilhiccesinin 4. Perşembe günü Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa’ya rasathanenin derhal yıkılması irade olunmuş ve bu kurum bir gece içinde yerle bir edilmiştir. HHH Avusturyalılarla Osmanlılar arasında geçen bir savaşta Petervaradin’de şehit düşen (1716) Sadrazam Damat Ali Paşa’nın yalnız katalogu 4 cilt tutan kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine bunlar arasında bulunan felsefe, tarih, astronomi kitaplarının kütüphaneler vakfının caiz olmayacağına dair Şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendi’nin fetva verdiğini görüyoruz. HHH III. Murad zamanında 120 medrese, 89 hastane ve 9000 öğrenci vardı ancak öğrencilerin ders çalışmadıklarından, zevk ve sefaya daldıklarından şikâyet edilmekteydi. TEKNOLOJİ FARENİN TARİHİ VE DÖNÜŞÜMÜ 37 BUGÜN BİLGİSAYARLARIN YANINDA VAZGEÇİLMEZ BİR PARÇA OLAN FAREYİ İLK OLARAK DOUGLAS ENGELBART VE STEVE JOBS ADLI KİŞİLER YAPMIŞ. DOUGLAS 40 YIL ÖNCE MOUSE DENEN MUCİZEVİ MEKANİZMAYI İCAT EDEN, STEVE İSE BU TEKNOLOJİYİ EVLERİMİZE SOKAN KİŞİ. BULUŞUNUN ADININ FARE OLMASININ SEBEBİ DE KABLOSUNU BİR FARENİN KUYRUĞUNA BENZETMESİYMİŞ Douglas Engelbart’ın amacı, bilgisayarın sadece deneyimli bilim adamları tarafından kullanılan ulaşılmaz oyuncak değil, herkesin kolayca kullanabileceği bir yardımcı haline gelmesine ön ayak olmakmış. Profesör Engelbart, ilk mouse prototipini 1965’te hazırlamış. İki tekerlekli bu tahta alet, 1970’te “görüntüleme sistemleri için X-Y yer gösterici sistem” adıyla patent almış. Farenin kullanılabilmesi için bir grafik arabirim de yazmış, ancak o zamanlar yazılımlar için patent verilmiyormuş. Bu yüzden bugün bu sektörün kaymağını o değil uyanık Bill amca toplamakta. Buluşunun adının fare olmasının sebebi de kablosunu bir farenin kuyruğuna benzetmesiymiş. Aslında düşününce, klavye, monitör gibi parçalar arasında biraz garip bir isim. Aynı günlerde Apple için klavye ve kasa üreten şirketin sahibi Dean Hovey, Jobs’a artık daha fazlasını yapmak istediğini söylemiş. Steve Jobs’un cevabı “yapmamız gereken bir fare üretmek”, Dean Hovey’in tepkisi ise “hıı?” olmuş. Apple o sıralarda Lisa ve Macintosh kod adlı iki bilgisayar üzerinde çalışıyormuş ve Steve Jobs’un amacı bu fare denen şeyi piyasaya sürmekmiş. Bu sayede bilgisayarın sadece klavye tuş kombinasyonlarını ezberleyebilenlerin tekelinden çıkacağını, çok daha geniş bir kullanıcı kitlesine ulaşacağını, farenin bilgisayar dünyasında bir devrim olacağını düşünüyormuş. Yalnız ortada bir problem varmış: Xerox’un kendi teknolojisiyle ürettiği fareler yaklaşık 400 dolara maloluyormuş, sürekli bozuluyormuş ve temizlemesi imkansızmış. Douglas Engelbart’ın icadı olan farenin torunu olan bu yeni nesil fare, teknoloji için mucizevi, piyasa için facia bir ürünmüş anlayacağınız. Steve Jobs’un hedefi 10 ile 30 dolar arasında bir paraya maledilebilecek, hergün saatlerce kullanılsa bile bozulmayacak ve düzgün bir yüzey olmasa bile çalışacak bir fareymiş. O sıralarda Jobs için çalışan Jim Sachs şöyle diyor: “Yeterince uyumadığını ya da diyetinde lif konusunu abartıp vitaminsiz kaldığını düşünmüştük. Ama saat başına ödediği 25 dolar için eğer istiyorsa güneş enerjisiyle çalışan ekmek kızartma makinesi geliştirmeye bile hazırdık!” Düşünürseniz, ekmek kızartma makinesi daha kolay olabilirmiş. Steve Jobs’un istediği şey, Silikon Vadisi’nin en ışıl ışıl adamlarının hazırladığı teknolojiyi alıp çalışırlığını Douglas Engelbart defalarca artırmak ve fiyatını yüzde 90 aşağıya çekmekmiş çünkü! Farenin tasarımı, az önce bahsettiğimiz Jim Sachs’ın da kurucularından olduğu Hovey-Kelley adlı firmaya verilmiş. Firma, Stanford’dan mezun ve çoğu Silikon Vadisi’nde çalışmış bilgisayar TEKNOLOJİ STEVE JOBS dahilerinden kuruluymuş. Yani fare, büyürken de doğduğu yerden fazla uzaklaşamamış. Ortak özellikleri, geleneksel ürün geliştirme metodlarına ve bilgisayarcı stereotipine sinir olmalarıymış. Bütün bilgisayarcıların inek olması gerekmediğini düşünüyorlarmış yani. İlk prototip 1980 baharında yapılmış. Farenin gövdesi bir tereyağı kutusu, topu da bir roll on deodorantın topuymuş. Dizayn için kullanılan tek alışılmadık malzeme bunlar değilmiş: Dean Hovey’in buzdolabı ile arabasının vites sistemi de fare için kendini feda eden şeyler arasındaymış. Bu tuhaf malzemeleri kullanmışlar, çünkü bir tasarım hazırlamanın ve sonra da ona uygun parçalar yaptırmanın uzun ve pahalı bir süreç olacağını tahmin etmişler. Birşeyler söküp uygun gördükleri parçaları birbirine yapıştırmak çok daha kolay görünmüş. Zaten bu tür uygulamalar, hayal gücü geniş, bütçesi dar mucitlerin sürekli yaptıkları şeylermiş. Bozulan buzdolabını tamir etmek, yeni bir parça döktürmekten çok daha ucuza çıkıyormuş. Xerox’un faresi, topu masaya bastırarak çalışıyormuş. Dean Hovey, ofisinin yamuk masasında topların nasıl kaydığını görünce kendilerini kurtaracak fikri bulmuş; topun bastırılması değil, kaydırılması gerekiyormuş. Jim Sachs’ın da daha önce tesadüfen öğrencileriyle birlikte yuvarlanan topların yerini ve hareketleri belirleyen ufak bir mekanizma hazırlamış olması işlerini iyice kolaylaştırmış ve masrafları düşürmüş. Ancak hala sürüyle problem varmış; hala hem ucuz hem de milimetrik derecede hassas bir ürün yapamamışlar. Elektronik cihazlar ya pahalı ve hassas ya da ucuz ve dan dun oluyormuş. Kuyruk bile başlıbaşına bir problemmiş; elektrik kabloları ya kalın ya da kırılgan oluyormuş. Minicik oynar parçaları yerleştirecekleri plastik kabın dışı basit, içi ise incik cincik olmalıymış. “Yeter artık” deyip bırakmamaları enteresan. Bu sorunların çoğunu çözerlerken öğrencilerin çok yardımını görmüşler. Gerekli çözümlerin bulunması uzun ve zor olmuş ancak çözümler bir kere bulununca bunların seri üretime geçmemesi için hiçbir sebep de yokmuş. İlk Xerox faresinden beri büyük problem olan kirlenme ve bir süre sonra çalışamama sorunu ise bugün hala optik fare almamış kişilerin haftada bir kullandıkları yerinden çıkan halka ile çözülmüş. Bu fikir, buzdolabı motoru söküldükten sonra ister istemez projeye dahil olan Dean Hovey’in karısı tarafından bulunmuş. Her şey bitince sıra artık farenin nasıl görüneceğine gelmiş. İşin ilginci, ilk düşünülen yuvarlak formlu farelerin Apple tarafından reddedilmesiymiş. Tamamen köşeli ve ergonomiyle uzaktan yakından hiç alakası olmayan bir tasarım kabul edilmiş hangi akla hizmetse artık. İnsanların hangi tuşun ne yaptığını hatırlayamamaları konusunda duyulan endişeler abartılıp Xerox’un üç tuş sayısı da teke indirilmiş. Kullanıcının tuşa ne kadar basması gerektiğini anlamasını sağlayan pratik, bilgisayara hükmettiğini hissettiren psikolojik faydaları olan “klik” sesi ise fareye keyfî olarak eklenmiş. Projenin tamamıyla bitmesi 1981’in ilk aylarını bulmuş. Hovey-Kelley’in araştırmaları, fareyi seri üretilebilen, güvenilir ve ucuz bir bilgisayar parçası haline getirmiş. Pahalı Lisa serisinin piyasadan kaldırılmasıyla Macintosh 1984’te satışa çıkmış ve grafik arabirim - fare ikilisi, bilgisayar kullanımını kökten değiştirmiş. Microsoft, Apple arabirimine Windows ile cevap vermiş ve kendi faresini üretmiş, hatta baş tasarımcı da Apple’ın faresini tasarlayan Jim Yurchenco’ymuş. 39 GÜNÜMÜZÜN MODERN ‘FARE’lerİ Wedge Touch Mouse Apple Magic Mouse 2 Yeni Magic Mouse 2, tümüyle şarj edilebilir olduğu için geleneksel pilleri kullanma zorunluluğunuz ortadan kalkıyor. Şimdi daha hafif. Üstelik, yerleşik pili ve pürüzsüz alt yüzeyi sayesinde daha az sayıda hareketli parçaya ve optimize edilmiş bir yüzey tasarımına sahip. Tüm bu özellikleriyle Magic Mouse 2, hareketlerinizi daha kolay takip ediyor ve yüzey üzerinde hareket ederken çok daha az direnç gösteriyor. Multi-Touch yüzeyi, oldukça basit kaydırma hareketleriyle web sayfaları veya belgeler arasında gezinebilmenizi sağlıyor. Magic Mouse 2, kutudan çıkar çıkmaz kullanıma hazır. Mac’iniz ile otomatik olarak eşleşmeye de. Touch Mouse Şık ve cüretkâr, Touch Mouse bugün pencere yönetimi için optimize edilmiş bir, iki veya üç parmakla yapılan hareketlere tepki veren, dokunmaya duyarlı büyük bir yüzey içermektedir: yerleştirme, hareket ettirme, küçültme ve büyütme, web sayfası üzerine ileri ve geri gitme, görevler arasında geçiş yapma ve benzerleri. Touch Mouse ürününü kullanmayı öğrenmek kolay ve eğlencelidir, ancak touch hareketlerine alışırken bir yandan da eski farenizle yaptığınız gibi işaret etmeye ve tıklatmaya devam edebilirsiniz. Wedge Touch Mouse başka aygıtlara benzemez. Cebinize sığacak kadar küçük olma özelliğiyle, kompakt çerçevesi hareket halindeyken dizüstü bilgisayarınız veya Windows 8 tabletiniz için mükemmel bir arkadaştır. Ustalıklı ve sade tasarım, size akıcı, dört yönlü kaydırma imkanı sunar. Ayrıca Bluetooth teknolojisi, kablo karışıklığı veya vericiler olmaksızın her yerden kullanabileceğiniz anlamına gelir. Dahası, Wedge Touch Mouse, bilgisayarınız veya tabletiniz hazırda bekletmede veya kapalıysa, pil gücünü muhafaza etmek için “Sırt Çantası Modu”na (esas olarak bir düşük güç modu) giriyor. Farenizi, kapanıp kapanmadığından endişe etmeden çantanıza koyabilirsiniz, çünkü artık ihtiyaç duyulmadığını kendi kendine algılar. Arc Touch Mouse Arc Touch Mouse güzelliği ve fonksiyonu bir araya getirir. Dokunsal geri bildirim (kaydırma hızına işaret eden ışık titreşimi) tamamen hissederek, belgelerde veya web sayfalarında ihtiyaç duyduğunuz kadar hızlı veya dikkatli bir şekilde düşey olarak kaymanızı sağlar. Ayrıca, yenilikçi, eğilebilir kuyruğu, Arc Touch Mouse’u hareket halindeyken kullanım için mükemmel hale getirir. Açmak için bükün, kapatmak için düzleştirin ve çantanıza atın. Varlığını hissetmeyeceksiniz bile. MODA 2016 kış modası geçmişe yolculuk yaptırıyor ZEYNEP YILDIZ 2016 kış modası bize farklı renk ve modelleriyle geniş bir yelpaze açıyor. 2016 ağırlıkla geçmişe yolculuk yaptırıyor. Süet, püskül, çizgili grafik desenli elbise ve pantolonlar karşımıza çıkacak. Bu kış denemekten çekindiğiniz her ürün gardırobunuzda yer almalı. ABD donanmasından moda dünyasına yansıyan kruvaze ceketler, 2016 kışına hâkim durumda. Kısa ve uzun her boy bulmak mümkün. Kış aylarının soğukluğunu üzerimizden atacak canlı renklere yer açılacak. Sarı, fuşya, portakal reni favoriler arasında… 2016 kışında dilerseniz baştan aşağı deri de giyinebilirsiniz. Deriyi her koleksiyonda görmek mümkün Kalın boğazlı kazaklarınızı desenli cesur minilerinizle kombinleyebilirsiniz. Kadifenin asil duruşu da 2016 kışında vitrinlerde göz kamaştırmaya devam edecek Patcwork tekniğiyle hazırlanmış tasarımlar gündemde... Rengârenk giyinmeyi sevenlerin tercihi olacağı kesin. En fazla dikkat çeken ürünler ise gotik tarzı siyah, tül, dantel ve derinin kombinleri. İri düğmeler 2016 kışında işlevinin yanı sıra aksesuar konumunda. Büyük kemerler de birçok kıyafete ayrı bir hava katıyor. 41 SİYAH BEYAZ 80’LER (Valentino) (Jeremy Scott) KRUVAZE CEKET / KABAN (Chloe) KÜRK PUNK MİLİTER (Balenciaga) (DSquared2) (Isabel Marant) KAPİTONE KADİFE (Fendi) (Ralph Lauren) EKONOMİK GÖRÜŞ YENİ DÜNYA DÜZENİ: KAPİTALİZM YAZI: A.Taner Agün Kapitalizm, özel mülkiyete ve özel teşebbüse dayanan bir ekonomi sistemidir. Bu sistemde ekonomik aktivitelerin hepsi değilse de çok büyük bir kısmı kar amacı güden özel bireyler ya da özel kuruluşlar tarafından yürütülür. Üretimin araçları, örneğin ham madde, sermaye ve diğer gerekli araçlar büyük oranda bireyler tarafından sahiplenilir. Kapitalizm, özel mülkiyete ve özel teşebbüse dayanan bir ekonomi sistemidir. Bu sistemde ekonomik aktivitelerin hepsi değilse de çok büyük bir kısmı kar amacı güden özel bireyler ya da özel kuruluşlar tarafından yürütülür. Üretimin araçları, örneğin ham madde, sermaye ve diğer gerekli araçlar büyük oranda bireyler tarafından sahiplenilir. Kapitalizmde ekonominin bir kısmı kamuya ait olabilir. Hükümet kamu sağlığı ve güvenliği, rekabetin sağlanması ve çevrenin korunması gibi belli bazı düzenlemeleri özel sektör üzerinde uygulayabilir. Ancak böyle düzenlemelerin genelde negatif sonuçları olur. Kurallar genellikle bireylerin ve kurumların normal şartlarda gerçekleştirmeyecekleri uygulamaları zorunlu tutar. Kapitalizm altında ekonomik alışverişler kar amacı güden özel bireyler veya firmalar arasında olur. Hem özel mülkiyet fikri hem de kar amacı fikri aslında kapitalizm öncesinde prensipleri ekonomide uygulanmış pek çok doktrin veya dinin kurallarına aykırıdır. Ancak 1700’lerde, insanların ekonomik çıkarları dahil olmak üzere şahsi çıkarlarının peşinden gidebilme özgürlüklerinin olması gibi bazı argümanlar güçlü bir şekilde ifade edilmiştir. 1714’de Bernard Mandeville (1670 – 1733) tarafından yazılan “Arıların Hikayesi” (The Fabe of the Bees) böylesi argümanlara bir örnektir. Mandeville’nin öyküsü, kendilerinin ne kadar bencil olduklarını anlayan ve bir reforma gitmeye ve diğerlerinin de iyiliğini düşünerek yaşamaya karar veren arıların bulunduğu bir arı kovanının hikayesidir. Ancak bu reform felaketle sonuçlanır. Askerler, hizmetçiler, tüccarlar, ve diğer pek çok arı kovandan atılır zira artık onların hizmetine ihtiyaç yoktur. Aslında Mandeville kovanın eski bencil ve kibirli haliyle çok daha iyi çalıştığını anlatmaya çalışmaktadır. Toplumun tamamının iyiliğinin, insanların teker teker kendi çıkarlarının gözetebilmelerinden geçtiği fikri on ADAM SMITH sekizinci yüzyılda liberal ekonomik düşüncenin temel taşı olmuştur. Bu yüzyılın ortasında bir gurup Fransız düşünür, fizyokratlar, bu fikri ekonomik teorilerine eklemlendirdiler. Merkantilizme karşı çıkarak gerçek zenginliğin ne ticarette ne de imalatta olduğunu, zenginliğin temellerinin tarımsal üretim olduğunu iddia ederler. Dahası bu zenginliğin geliştirilmesinin ekonomiye müdahale edici düzenlemelerden ve kısıtlamalardan değil kısıtlanmayan özgür girişimden geçtiğini iddia ederler. Hükümetlere, ekonomik düzenleme ve kısıtlamaları kaldırmaları ve insanlara pazarda rekabet edebilmeleri için serbest bırakmaları tavsiyesinde bulunurlar. Şu ifade fizyokratların fikirlerini özetler: 43 “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” (laissez faire, laissez passer) Laissez faire fikrinin en esaslı ve etkili savunması Adam Smith ‘in “Milletlerin Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Hakkında Araştırma” (1776) isimli çalışmasıdır. Smith (1723 – 1790) İskoçyalı bir ekonomist ve filozoftur. Merkantilizme ve monopoliye karşı duruşu sebebiyle fizyokratlarla aynı fikirdedir. Ona göre iktisadi rekabet üzerindeki herhangi bir kısıtlama, kamuya faydalı olmaktan çok uzak olduğu gibi, insanlardan sadece az bir kısmının çıkarlarına hizmet edecektir. Bu durum pek çok insan için rekabetin engellenmesi, fiyatların yükselmesi ve kıtlığın artması demektir. Bir çare olarak, Smith, bireylerin pazarda serbestçe rekabet edebilmelerini sağlayacak bir ekonomi politikasını önerir. Bu yalnızca herkese eşit fırsat tanıması sebebi ile en adil olan bir piyasa değil, aynı zamanda en verimli uygulama olacaktır. Çünkü şahsi çıkardan başka (yani kar amacından başka)insanları diğer insanlar için mal veya hizmet üretmeye motive edebilecek bir şey yoktur. Smith’in de dediği gibi kasaplar ve fırıncılar hayırsever olduklarından dolayı bize yiyecek vermezler, kendi çıkarları olduğu için bunu yaparlar. Kendimizi de, onların insanlığı üzerine düşünmeye değil, kendi çıkarlarını ne kadar düşünüyor oldukları üzerine kafa yormaya sevk etmeliyiz. Ona göre ekonomi üzerindeki kısıtlamalar, sınırlandırmalar ve ayrıcalıklar kaldırılırsa bu insanları kar etmek için mal veya hizmet üretip satmaya teşvik eder. Kar edebilmek için üreticiler rakiplerinden ya daha kaliteli ya da daha ucuz mallar üretmek zorundadırlar, aksi takdirde insanlar ürünleri almayacaklardır. Serbest bırakılmış şahsi çıkarlar dolaylı olarak kamunun iyiliği için çalışacaktır çünkü mallar daha fazla, daha kaliteli ve/veya daha ucuz olacaktır. Smith’in tabiriyle sanki görünmeyen bir el, kendi çıkarlarını düşünen rakiplerin, toplumun genelinin ortak çıkarlarına hizmet etmelerini sağlayacaktır. Smith merkantilistlere karşı çıkarak ülkeler arasında serbest ticaretin olması gerektiğini savunmuştur. Eğer yabancı topraklarda insanlar istediğimiz bir mal veya hizmeti bizlere, aynı ürünü veya hizmeti kendimiz ürettiğimiz takdirde ortaya çıkacak maliyetten daha az bir maliyetle satmak istiyorsa, bu ticaretin gerçekleşmesi gerekmektedir. Yurt dışından ithal edilen ürünlere konulacak vergiler yurt içindeki üretimi destekliyor ve koruyor olabilir ancak bu aynı zamanda yerli tüketimci için az sayıda, düşük kalitede ve pahalı malların tüketilmesi zorunluluğu demek olduğundan büyük bir maliyeti de beraberinde getirir. Bu nedenle ülkeler arasında barışçıl ve serbest ticaret uzun dönemde insanlar için en faydalı olandır. Smith’in bakış açısına göre iktisadi değişimlerde devletin fonksiyonu olabildiğince az olmalıdır. Ona göre devletin yalnızca üç temel görevi vardır. Birincisi ülkeyi yabancı işgalinden korumak, ikincisi özellikle özel mülkiyet hakkını koruyarak adaleti ve düzeni sağlamak, üçüncüsü de özel girişimcilerin vermeyeceği veya veremeyeceği yollar, köprüler, kanallar, limanlar gibi, şimdilerde ekonomistlerin altyapı dedikleri ve iş faaliyetlerinin yürütülmesi için gerekli olan unsurları ve halk için eğitimi bir kamu hizmeti olarak sağlamaktır. Diğer bütün sektörler için en iyisi, kendi çıkarlarını düşünen girişimcilerin kar amacı güderek rekabet ettikleri serbest piyasaya bırakılmalarıdır. Rakipler kendi çıkarları doğrultusunda nasıl uygun görüyorlarsa o yönde hareket etmelidirler. Bu anlamda Smith ve diğer pek çok kapitalizm savunucusu liberal bir duruş sergilemişlerdir. Modern dünyada üç çeşit kapitalizm görülmektedir. Bunlar teşebbüs kapitalizmi, Sosyal kapitalizm ve kolektif kapitalizmdir. Teşebbüs kapitalizmi daha çok Anglo - Amerikan ülkelerde görülür ve saf kapitalizm olarak da nitelendirilir. Bu model dünyanın geri kalanında Amerika’da ve İngiltere’de olduğu kadar kabul görmez. Temelleri Adam Smith’in fikirlerine çok yakın olan bu model Milton Friedman tarafından da güncellenmiştir. Sosyal kapitalizm ise orta ve batı Avrupa tarafından geliştirilmiş bir modeldir. Almanya doğum yeridir. Avusturya, Benelüks ülkeleri, İsveç, Fransa ve pek çok İskandinav ülkesinde bu model görülür. Büyük oranda Friedrich List (1789 – 1846) fikirlerine dayanmaktadır. Teşebbüs kapitalizmine göre daha esnek ve pragmatik kurallara sahiplerdir. Örneğin List, yeni doğan endüstrilerin devlet tarafından yurt dışı rekabetten korunması gerekebileceğini söyler. Bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesi bazen faydalı olabilir. Bu modelin ana teması pazarın toplumsal oluşudur. Bu pazardaki rekabet disiplininin, toplumun birliği ve dayanışması için gerekli ihtiyaçlarla kaynaştırılmasıdır. Son olarak kolektif kapitalizmin ana vatanı ikinci dünya savaşı sonrası Japonya’dır. Çinin de dahil olduğu Doğu Asya Kaplanlarının benimsediği bu model iş birliğine dayalı uzun dönem ilişkilere vurgu yapar. Bu ekonomiyi cansız bir fiyat mekanizmasına değil ilişkisel Pazar denilen bir mekanizmaya bırakmayı öngörmekten geçer. Örneğin Japonya’da sermaye ve finans sektörü çok yakın ilişki ve ortaklıklar içerisindedirler. Bu nedenle yatırımlarını uzun dönemli yapabilme ve büyük karlar gözetebilme yeteneğine sahiptirler. Bu ve bunun gibi bağlantılar, ilişkiler ve ortaklıklar ekonomiye bir çeşit istikrar sağlar. Kaynaklar: 1. Oxford, Dictionary of Economics. (Black, Hashimzade, Myles) 2. Terence Ball – Richard Dagger (Political Ideologies and The Democratic Ideal) 3. Politics (Andrew Heywood) DÜNYA ŞEHİRLERİ STİLİN ADI MİLANO Lombardia bölgesinin başkenti, İtalya’nın ikinci büyük şehri Milano; prestij sahibi kültürel gelenekleri, konservatuarları, sanat akademileri, dünyanın en meşhur opera binalarından biri olan La Scala’sı, meşhur sanat galerileri ve alışveriş merkezleriyle Avrupa’nın en gözde şehirleri arasında gösteriliyor. Dünyanın üç büyük katedralinden Duomo Katedrali, müzisyenlerin rüyası meşhur opera binası La Scala, içinde Leonardo da Vinci’nin “Son Aksam Yemeği” tablosunun bulunduğu Santa Maria delle Grazie Bazilikasi, eşsiz Como Gölü’ne yakınlığı, Paris ve New York ile birlikte moda başkentlerinden biri olması ile Milano, İtalyan kültürünü yansıtan en güzel şehirlerden... HAVAALANINDAN ULAŞIM Türk Hava Yolları, İstanbul’dan Milano’ya haftanın her günü karşılıklı üç sefer düzenliyor. Uçuşlar hakkında detaylı bilgi için www.thy.com web sitesini ziyaret edebilirsiniz. Malpensa Havaalanı’ndan kent merkezine ulaşım taksiyle 80 Euro tutuyor. Daha hesaplı bir ulaşımı tercih ederseniz, her 10 dakikada bir havaalanından kalkan otobüslerin ücreti, kişi başı 7 Euro; Malpensa Express treniyle ulaşım ise 11 Euro. Yol ortalama 45 dakika sürüyor. 45 NEYİ MUTLAKA GÖRMELİ-YAPMALI Museo Nazionale della Siensa e della Tecnologia Leonardo da Vinci (Leonardo da Vinci, Ulusal Bilim ve Teknoloji Müzesi) Via San Vittero, 21 Rönesansın dahisi Leonardo da Vinci’nin daha önce Koç Müzesi’nde gördüğümüz bilimsel ve teknolojik çalışmaları çok daha kapsamlı olarak Milano’daki bu müzede sergileniyor. Üç bölümden oluşan müzenin ana binasında; ölçüm, fizik, optik, elektrik, astronomi, saat yapımı, radyo-iletişim ve metalurji çalışmaları sergileniyor. Demiryolu Binası’nda, farklı döneme ait 21 lokomotif ve taşıma elemanı; Hava ve Deniz Taşımacılığı Binası’nda ise deniz mürettebatı eğitim gemisi “Ebe”, “Conte Biancamano” köprüsü ve İtalyan Donanması’na ait deniz altı “Enrico Toti” sergileniyor. Duomo Piazza Del Duomo Milanolular’ın buluşma noktası Duomo (Katedral), Hristiyan aleminin en büyük 3. kilisesi. Barok ve neo-gotik cepheyi kaplayan 3500 heykel, 135 sivri kule ve 5 bronz kapı Duomo’nun görkemli yapısının başrol oyuncuları. Duomo ziyaretinizin hakkını vermek için mutlaka asansörle en tepeye çıkın ve Alpler’le kucaklaşan uçsuz bucaksız manzaranın keyfini çıkarın. Santa Marie delle Grazie Piazza S. Maria dele Grazie, 2 Milano’ya gittiğinizde sanat adına yapmanız gereken ilk şey Leonardo da Vinci’nin 1943’teki bombalara rağmen varlığını korumayı başaran ve defalarca yenilenen İsa’nın “Son Akşam Yemeği” tablosunu görmek olmalı. Leonardo da Vinci, 1482’de geldiği Milano’da az sayıda eser (10’dan DÜNYA ŞEHİRLERİ az) üretti. Bunlardan biride dünyaca ünlü “Son Yemek”ti. Leonardo da Vinci, “Mona Lisa”dan sonra en ünlü eseri olan bu yapıtı Santa Marie delle Grazie Kilisesi’nin duvarına yapmıştı. Bu tabloyu görmek için en az bir hafta öncesinden randevu almanız gerektiğini belirtmekte yarar var. Teatro alla Scala Piazza della Scala 1776 yılında çıkan bir yangın sonucu yıkılan Teatro Regio Ducale’nin yerine, neoklasik stiliyle tanınan mimar Guiseppe Piermarini tarafından 1778 yılında inşa edilen Teatro alla Scala perdelerini ilk kez 1778’de Antonio Salieri’nin yazdığı L’Europe operasıyla açtı. Bugüne kadar Manon Lescaut ve Madame Butterfly gibi önemli operalara ev sahipliği yapmış. Hala faal olan binanın hemen bitişiğinde ise; kültür meraklıları için bir de opera müzesi bulunuyor. La Scala’ya son gün bilet neredeyse imkansız, imkan olursa da 450 Euro’dan başlıyor. Salon 11 bölüme ayrılıyor. Birinci bölümün fiyatları 230 Euro civarında. Koltuk sırtlarına yerleştirilen ekranlardan dil seçimi yapabiliyor ve böylece orijinal dilinde seslendirilen operanın librettosunu takip edebiliyorsunuz. Galeri Vittorio Emanuele II Piazza del Duomo ve Piazza dela Scala’yı birbirine bağlayan Galleria Vittorio Emanuele II, 47 m uzunluğunda, 2 kanatlı, tepesi camdan, içi işlemeler ve heykellerle bezeli belki de dünyanın en güzel alışveri merkezinin yer aldığı bir geçit. Birleşik İtalya’nın ilk kralının adını taşıyan pasaj, 1861’de tasarlanmış ve Giuseppe Mengoni tarafından 1865-1877 yılları arasında inşa edilmiş. İçerisinde yer alan oteli, kafeleri ve mağazalarıyla gün boyu binlerce kişiyi ağırlayan Galleria, adeta Milano’nun gözbebeği. Palazzo di Brera ve Pinacoteca di Brera (Brera Ulusal Sanat Galerisi) Via Brera, 28 Salıdan pazara 08:30-19:15 arası açıktır. 1809’da kurulan ve Milano’nun en prestijli koleksiyonlarından birini barındıran Brera Sanat Galeri’sinde Piero della Francesca, Signorelli, EI Greco, Caravaggio, Rubens, Rembrandt, Van Dyck, Tiepolo, Canaletto ve Guardi’nin çalışmalarının yanı sıra 15. - 16. yüzyıl Lombardia Okulu resimleri çok iyi muhafaza edilmiştir. Nehir kıyısında yürüyüş yapın. Milano’da aslında her şey yürüyüş mesafesinde. Şehir merkezine en uzak noktalardan Navigli’ye yani nehre bile yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Küçük nehirlerin çevrelerinde sıralanan tezgahlar, size kimi zaman Ortaköy’ü, kimi zaman da Bodrum barlar sokağını anımsatıyor. Güzel bir havada akşamüstü Navigli’ye giderek; elinizde dondurmanız tezgahları gezmenizi ve zamanınız varsa salaş bir “trattorria”da lezzet molası vermenizi tavsiye ederiz. YEME-İÇME İtalya denince akla ilk peynir, pizza, makarna ve şarap gelir. Milano’ya kadar gitmişken zengin lezzetleriyle ünlü İtalyan mutfağının hakkını vermek lazım. İtalyanlar’ın enteresan bir yeme alışkanlığı var. Sabah bir fincan espressoyla ayakta atıştırılan bir kruvasan, ardından öğle yemeği, saat19:00- 21:00 arası aperatif saatinde içkiyle birlikte ufak atıştırmalıklar ve sadece 23:00’e kadar servis yapan restoranlardan birinde 21:00 civarı güzel bir yemek. Kısacası, İtalyanlar her daim atıştırmayı seviyor. Boğazınıza düşkünseniz bu tempoya çabucak ayak uydurabilirsiniz. Muhteşem İtalyan dondurmalarına da yer ayırmayı unutmayın. Hemen belirtelim. Aimo e Nadia ve Trussardi alla Scala şu sıralar kentin en iyi restoranlarının başında geliyor. KONAKLAMA Milano’da şehir merkezine yakın bir otelde konaklarsanız hemen her yere yürüyerek gidebilirsiniz. 47 Eğer şehir merkezinden uzak bir yerde kalmayı kalmayı planlıyorsanız ulaşım için taksi ya da treni tercih edebilirsiniz. ALIŞ-VERİŞ Milano denince akla ilk gelenlerden biri şüphesiz alışveriş. Moda’nın dünyadaki sayılı merkezlerinden biri olan Milano’da dünyaca ünlü markaların kendi mağazası hatta neredeyse her bölgede birkaç butiği bulunuyor. Milano’nun ana alışveriş merkezini oluşturan sokaklar Via dele Spiga, Va Manzoni, Via Sant Andrea ve Via Montenapoleone ya da İtalyanlar’ın deyimiyle “Altın Dörtlü” de yer alan markaların koleksiyonlarının tamamını görmek mümkün. Eğer daha alternatif tasarımlardan hoşlanıyor ve ünlü modaevlerinin fiyatlarını pahalı buluyorsanız Ticinese bölgesindeki butikleri ve Vintage mağazaları keşfedebilirsiniz. Quadrilatero d’Oro...Gucci, Prada, Versace, Valentino, Dolce & Gabbana gibi dünyaca ünlü markayı bulabileceğiniz alışveriş cenneti. Sant’Andreaise Armani, Fendi, Trussardi ve Missoni vitrinleriyle dolu. LaRinascente; Creed, Aesop ve Dr Hauschka gibi dünyaca ünlü kozmetik ürünleri ve Louis Vuitton, Fendi, Chloé ve Dior gibi markalara ev sahipliği yapıyor. 10 Corso Como Vogue’un efsanevi editörü Franca Sozzani’nin kızkardeşine ait yarı kitapevi, yarı butik/galeri. 10 Corso Como orijinalliğiyle mutlaka görülmesi gereken bir nokta. OTELLER Hotel Straf Via San Raffaele, 3 Straf, Duomo’nun hemen ara sokağındaki bir keşif. Doğal ve ham materyallerin çağdaş sanat eserleriyle bir araya getirildiği sürrealist otel, 64 odalı modern ve zarif bir butik otel. Otel dekorasyonunda kullanılan eskitilmiş aynalar, parlatılmış pirinç, bakır ve siyah kayrak taşı oldukça ilgi çekici. Herbiri farklı tasarlanan otel odalarının bazılarında “masaj ve aroma terapi köşeleri” bulunuyor. Principe Di Savoia Piazza della Repubblica, 17 Giorgio Armani, Principe di Savoia için “50’lerin lüksünü taşıyor” diyerek güzel bir özet yapmış. “The Leading Hotels of the World” üyesi otel, Milano’nun saray-oteli sayılıyor. Principe di Savoia’da geçmişin asaleti hakim. Yakın zamanda odalarının büyük bölümünün yenilendiği otelin, mozaik duvarlı banyoları ve “Acqua di Parma” vücut bakımı ürünleri kadınların kalbini fethederken; ahşap bir modüle monte mini bar, flat tv ve bilgisayar da özellikle erkek müşterilere hitap ediyor. Principe di Savoia, en eski otel oluşuyla Milanolular için ne kadar önemliyse; müdavimleri için de alternatifsiz ve vazgeçilmez. Hotel The Gray 6 Via San Raffaele Galleria Vittorio Emanuele’nin tam karşısında yer alan bu 21 odalı otel, Via Montenapoleone’de alışverişle dolu bir günden sonra kalınabilecek en doğru adreslerden biri. Gucci mağazalarının tasarımcısı Guido Ciompi tarafından dekore edilen otel ultra modern bir çizgiye sahip. “Le Noir” adlı otel restoranı da iddialı. RESTORANTLAR La Risacca 6 Via Marcona, 6 Şehirde lezzetlerini denemeden ayrılmamanız gereken restoranlardan bir diğeri de La Risacca 6. La Risacca’da balıklar olağanüstü lezzetli. Mekanda balık yemek istemeyenler için et çeşitleri de mevcut. Özellike damak tadına düşkün turistler bu restorana her Milano’ya gittiklerinde uğruyor. Obika Via Mercato,28 Dünyanın ilk “mozarella barı” olma özelliğini taşıyan Obika’da bu harika peynirin farklı lezzetlerle kombinasyonunu tatmanız mümkün. Modern çizgilere sahip şık ve samimi dekorasyonu da Obika’nın belirgin özelliklerinden biri. Yöresel bir tat olan Mozarella peynirine ilginç bir konseptle yepyeni kimlikler kazandıran Obika’da fiyatlar kişi başı 25 Euro cicarında. Cracco-Peck Via Victor Hugo 4, Tel: (02) 87 67 74 (info) Eskiden Cracco Peck olarak hizmet vermiş olan restoranın artık tek bir sahibi var; şef Carlo Cracco. Üstelik hala Milano’nun en iyilerinden. Menüde yinelemelerden kaçınan Cracco’nun tadım menüsünde bile domates dahil hiçbir malzeme yeniden kullanılmıyor. Pazar hariç hergün akşam yemeği servisi için açık olan Cracco şık bir restoran. Fiyatlar içki hariç kişi başı 150- 200 Euro civarı. Rezervasyon yaptırmak şart. Antica Trattoria della Pesa Viale Pasubio 10, Tel: (02) 655 5741 Servis saatleri: 12:30 - 14:30 & 1 9:30 - 23:00 Risotto’larıyla ünlü Milano bölgesine has yemekler sunan tipik bir İtalyan restoranı. Antika lambaların ve mobilyaların hakim olduğu mekan koyu renk ahşapla kaplı duvarlarıyla nostaljik bir atmosfere sahip. Risotto dışında “Bollito” Antico Trattoria della Pesa’nın denenmesi gereken lezzetleri arasında. Fiyatlar içki hariç kişi başı 50 Euro civarı. Rezervasyon yaptırmak şart. BULMACA Mağara Demokrasi Yarışma rekabet Ucu yanık odun Yapma, etme Yedek (kısa) 7 Soldaki şarkıcı soyadı Levazım (kısa) Değerli bir taş Serbest bırakma İsrail’in plakası (İng.) Halk dilinde hala Akarsuyun çok hızlı aktığı yer Genişlik Kanun çalma mızrabı Yemin Halk Bir içecek İlaç, merhem 9 2 Radyumun simgesi Eski bir tahıl ölçeği Gürültü, patırtı Kemal Tahir’in bir romanı Merkep Akciğerden duyulan pataloji ses Sivasın bir ilçesi Zayıflamak Balıkesir’in bir ilçesi Tarla sınırı Bromun simgesi 1 Osmanlıların bir deniz savaşı Lezzet Kültür Sulama arabası Bir bağlaç Dökme demir Yemek, yiyecek Protein sentezi asidi Asalak bir böcek Yük Meydan Bir sayı 5 Macun Malik “Ceyhun Atuf .......” (resimdeki şair) Çocuk dilinde gezme İ Bir kadın ismi “Kerem ......“ (aktör) Yad etme İlaç 8 Kırmızı Yazılmış kitaplar, yazılar İnce urgan Hitit Güç Ne Rusça evet yapacağını bilememe Alçak kimse Bir tür baharat Bankaya para yatıran kimse 4 Geminin arkası 12 Hatalı basılmış pullar Koca Mülkiyet, taşınır taşınmaz varlık Cennet Bale adımı Geri dönen Sıcak değil 11 Bir zeka oyunu Siyah Radyasyon Bir çeşit peynir Bir kebap çeşidi Hane Parça parça, ayrılmış, yırtık Güney Afrika plakası Yetersiz Bir nota Sebze, meyve pazarı Hicap Hindistan prensi Yemek Belirti Kum falı Yay silahı Merhale Türe 10 İnsansız hava aracı (kısa) Arı kovanı 6 Huysuz, şirret kadın Siv Avuç Çare Tuzak Tahıl tozu vcar Batarya Yük gemisi Radonun simgesi Yağ yağmuru Bir uzvumuz Öküz yemliği Alfabenin 11. harfi 3. Tekil kişi Yabancı 3 Krom’un simgesi Dış karşıtı Yanmış madde artığı Kadife 1 ANAHTAR SÖZCÜK 2 3 4 5 6 7 Öç, düşmanlık, garez 8 9 10 11 12 Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar. OTOPARKLAR ARTIK NEFES ALACAK... www.cvsair.com.tr Cvsair, tüm kapalı otopark alanları için araçlardan çıkan kirli gazları ve olası bir yangın durumunda oluşan tehlikeli dumanı tahliye eden optimum sistemleri dizayn eder, bu tasarımlara uygun ürünlerin üretim ve satışını yapar. +90 216 417 12 48 ARMADA ALIŞVERİŞ VE İŞ MERKEZİ, CROWNE PLAZA, ÖNAY GARDEN RECIDENCE, SİNPAŞ İSTANBUL SARAYLARI, ACIBADEM BODRUM HASTANESİ, AIRPORT BLUE BOUTIQUE KONUTLARI REZIDANS, ÖNAY GARDEN REZIDANS, RADISSON BLU HOTEL, SELÇUKLU KONGRE MERKEZİ, SİNPAŞ LİVA REZİDANS, PLAZA OFİS MERKEZİ, ARMADA AVM OTOPARK, ASTAY 16/9 REZİDANS, SİNHAŞ BOSPHORUS CITY, MERİNOS ÇARŞAMBA OTOPARK, TRİO ÖĞRENCİ YURDU, SİNPAŞ AQUACITY 2010, TERRACITY AVM, HAN PLUS, UMA PRESTİJ KONUTLARI, UMİ PLAZA İŞ MERKEZİ, VELEDROM SPOR HANE PLUS REZİDANS, ANADOLU ADLİYE SARAYA, FER YAPI İSTWEST REZİDANS, KENT PLUS CENTRIUM REZIDANS, METROCITY AVM OTOPARK SALONU, YTÜ TEKNOPARK OTOPARK, KENT PLUS NEWPORT REZİDAN, BÜYÜK ARENA SPOR SALONU, MAR G PLUS REZIDANS