Vecihi Journal

Transkript

Vecihi Journal
BÜLTENİ
2016 KIŞ SAYI: 1
ÜCRETSİZDİR
Vecihi Hürkuş
kimdir? BULMACA
YENİ DÜNYA DÜZENİ: KAPİTALİZM
Kültür sanat ajandası
ÇİZGİ DİLİ
MİLANO
VENTILATION TECHNIC
1
Wakeboard
24
Cvsair Bülteni Vecihi
İçindekiler
SAYI 01 - KIŞ
Diyabet
SAHİBİ
CVS HAVALANDIRMA
SİSTEMLERİ A.Ş. ADINA
Tolga YOLCU
YAYIN KURULU
Tayfun DİNÇ
Leyla CİVELEK
Alev KAHRAMAN
Murat PARLAK
26
Gerdanlık
Şehir
MARDİN 16
İstanbul’a 18
adlarını verenler
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Tayfun DİNÇ
[email protected]
YÖNETİM YERİ
Cumhuriyet Mah.
Kartal Cad No: 101/1
Kartal İstanbul
YAYINA HAZIRLIK
Safran Yayıncılık A.Ş.
0212 290 33 44
[email protected]
Beybi Giz Plaza, Dereboyu Cad.
Meydan Sk. No: 28 Kat: 2 34398
Maslak / İSTANBUL
Kültür Sanat
Ajandası
10
Farenin Tarihi
Ve Dönüşümü
BASKI YERİ
Portakal Baskı İt. İh. San ve Tic. A.Ş.
Huzur Mh. Tomurcuk Sk. No: 5/1
Sarıyer / İSTANBUL
0212 332 28 01 pbx
36
Dergide yer alan makalelerdeki fikirler
yazarlarına aittir.
Yazılar kaynak gösterilerek yayınlanabilir.
Vecihi Cvsair’in şirket içi bültenidir.
Ücretsizdir, para ile satılmaz.
Vecihi
Hürkuş
kimdir?
04
Yeni dünya
düzeni:
Kapitailzm
42
ÇİZGİ DİLİ
3
NEDEN VECİHİ
Vecihi Hürkuş Türk pilot ve mühendis. Türk
havacılık tarihinin en önemli ismidir. İstiklal Savaşı’nın
çalkantılı yıllarında savaşa girmiş, esir düşmüş,
kaçmayı başarmış, ganimet kalan motorlardan uçak
yapmış. Savaş sonrası uçak üretimine devam etmiş
ama hep engellerle karşılaşmış. Koşmuş, yılmamış
alternatif yollar deneyerek hayallerinin peşinden
koşmuş. Vecihi Bey, üretken, çalışkan, azimli
yapısıyla hem kendi hayatına anlam katmış hem de
topraklarında yaşadığı, suyunu tükettiği ülkesinin
gelişmesi yolunda canı pahasına tehlikelerle yüz
yüze gelmekten korkmamıştır. Yurt içinde havacılık
için eğitim gönüllüsü olmuş, uluslararası standartlara
sahip ve zamanının çok ilerisinde uçaklar imal
ederek, bunları uçurmuştur. Uçuş müsaadesini
verebilecek yetkinliğe sahip birimler o zamanın
genç Türkiye Cumhuriyeti’nde olmadığından,
uçağını parçalara ayırıp, tren vagonlarında Prag’a
götürmüş, orada tekrar toplayarak uçuş müsaadesi
almaya hak kazanmıştır. Bu yaptığı, doğru bildiğine
ve doğru yaptığına inanan insanın azmidir. Bizde bu
bakış açısındaki insanların suretini, ekip olarak her
birimizde gördüğümüzden VECİHİ ismini kendimize
kılavuz olarak aldık. Ve yola başladık....
Yerli imalat ürünleri üretmek geliştirmek, ürünleri
geliştirmek, uluslararası arena da söz sahibi olmuş
firmaların hep bir adım önünde olma yarışına
girdik. Zamanla onları geçip, kendimizi kendimizle
yarışır halde bulduk. Onur duyduk. Gururlandık. Bu
ülkenin okullarında okumuş genç, pırıl pırıl zihinlere
sahip mühendisleriz. Devamlı araştırma geliştirme
içerisindeyiz. İçinde bulunduğumuz gerilimli rekabet
yarışında Vecihi Hürkuş’un hayatındaki kesitleri
her zora düştüğümüzde, her yeni adımı atmaya
niyetlendiğimizde, hatırlamak için siz değerli müşteri
dostlarımızla iletişim amaçlı hayata geçirdiğimiz
dergiye VECİHİ ismini koymaktan başka yolumuz
kalmadığını anladık ve mutlu olduk.
Bu kadar sert ve çetin şartlar içerisinde ailelerimizin
bize verdiği ve yıllardır üzerinde yaşadığımız
Anadolu’nun, havasından suyundan edindiğimiz
duygusallığımız, insan severliğimizde eklenince, Vecihi
adının bizlerin tam karşılığı olduğunu düşündük.
1977 yılında Ertem Eğilmez’in çektiği Gülen Gözler
filminin en çok dikkat çeken sahnelerinden birisi de
ailenin büyük kızı Fikret’e aşık olan Pilot Vecihi’nin
sahneleridir. Eğilmez usta muhtemeldir ki karakteri
özellikle pilot yapmış ve özellikle ismini Vecihi
koymuştur. Bugün bir çok insan Vecihi ismini Şener
Şen’in canlandırdığı karakterden biliyor. Şener Şen
ustanın ekibimizde yarattığı derin saygı bir yana, film
içinde Münir Özkul ile yaşadıkları, saygı, sevgi, şeref
sınırlarını aşmadan arzulu, istekli ve sabırlı olmanın aşkı
aşk yapan duygular olduğunu yıllarca içimize işledi. Bu
aşkla tasarladığımız derginin ismi için tek bir fikir çıktı
tüm ekibimizden.
VECİHİ
Vecihi Hürkuş (1896 - 1969)
18 Ocak 1896’da İstanbul’da doğdu. Babası
İstanbullu bir aileden Gümrük Müfettişi Ali
Feham Bey, annesi Zeliha Niyir Hanım’dır.
Üç kardeşin ortancası olan Vecihi çok canlı
ve hareketli bir çocuktur. Bebek’te okudu,
Üsküdar’da Füyuzati Osmaniye Rüştiye’sinde ve
Üsküdar Paşakapısı İlkokulu İdadisinde okudu,
sanata olan ilgisinden Tophane Sanat Okulu’na
geçti ve bu mektebi bitirdi.
1912’de Balkan Harbi’ne eniştesi Kurmay
Albay Kemal Bey’in yanında gönüllü olarak
katıldı. Edirne’ye giren kuvvetler içinde
yer aldı. Balkan Harbi sonunda İstanbul
Ordu Kumandanlığı tarafından Beykoz
Serviburun’daki esir kampına kumandan oldu.
Tayyareci olmak istiyordu. Yaşı küçük
olduğundan makinist mektebine aldılar. Tayyare
Makinist Mektebi’nden Küçük Zabit (Gedikli/
Astsubay) olarak mezun oldu. Makinist olarak
Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat cephesine
gönderildi. Orada 2 Şubat 1916 tarihinde bir
uçak kazasında yaralanarak İstanbul’a döndü.
Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’ne girerek
tayyareci oldu. Pilot olarak ilk uçuşu 21 Mayıs 1916
tarihindedir. 15 Kasım 1916 tarihinde tayyarecilik
tahsilini bitirerek pilot diplomasını aldı.
1917 sonbaharında Kafkas Cephesi’ne, 7.
Tayyare Bölüğü’ne atandı. Orada bir Rus uçağı
düşürerek Kafkas Cephesi’nde uçak düşüren ilk
tayyareci oldu.
8 Ekim 1917 günü bir hava savaşında
yaralanarak düşünce, Rus’lara esir olmadan önce
uçağını teslim etmemek için yaktı. Esir olarak
Hazar Denizi’ndeki Nargin Adası’na gönderildi.
Azeri Türklerinin yardımı ile adadan yüzerek
kaçtı. Nargin Adası’nın karşısındaki Bakü, Rus
işgali altında olduğundan, savaşa katılmayan
İran’da karaya çıktılar. Birlikte kaçtığı istihkâm
Teğmeni Salih Bey ile 2,5 ayda yaya olarak
Süleymaniye üzerinden Musul’a geldiler.
İstanbul’a geldiğinde savaşın sonları idi.
Başkent İstanbul Hava Müdafaa Bölüğü’ne tayin
oldu. Vecihi Bey İstanbul hava müdafaasına
katıldı. İstanbul işgal edilince esaretten dönen
askerlerin arasında gizlice Harem’den kalkan bir
gemiyle Mudanya’ya, oradan Bursa ve Eskişehir
üzerinden Konya’ya giderek Kurtuluş Savaşı’na
katılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda Vecihi Hürkuş,
“Sivil Pilot”tur.
Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu
yapan, İzmir / Seydiköy Hava Meydanını
işgal eden tayyareci olmuş, TBMM’den üç
defa takdirname alarak kırmızı şeritli İstiklal
Madalyası kazanmıştır.
Kurtuluş Savaşı içinde Akşehir’de
Jandarma Komutanı Ratıp Bey’in kızı Hadiye
Hanım’la evlendi. İzmir’de Gönül, İstanbul’a
döndüklerinde de Sevim isimli iki kızı olmuştur.
Savaş sonrası İzmir’de Seydiköy’de açılan
tayyare okulunda yeni tayyarecileri eğitime
başlamış, tam o sırada 1923 yılı başlarında İzmit
mıntıkası Tayyare bölüğüne atanmış. Üç ay sonra
İzmir’de Binbaşı Fazıl’ın eğitim uçuşu sırasında
düşüp ölmesiyle yeniden İzmir’e çağrılmış,
kara ve deniz okulunda öğretmenliğinden
başka fen işleri ile de uğraşmış. Savaşta çekilen
yoklukların giderilmesi amacı ve havacılığı
millileştirme düşünceleri başlamıştı.
Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu
tayyaresini almaya görevlendirilmiş ve hizmet
karşılığı bu uçağa “Vecihi” adının verilmesi,
1919’dan beri uçak projeleri yapan Hürkuş’ta
uçak inşa etmek düşüncesini yeniden
canlandırmıştır.
5
Ganimet olarak Yunanlılardan ellerine
geçen pek çok motordan yararlanarak
projesini hazırlayıp ilk uçağı Vecihi K VI’yı
imal etmiştir. Uçağı için uçuş müsaadesi
istemiş, uçabilirlik sertifikası için bir
teknik heyet oluşturulmuş, ancak teknik
heyetin içerisinde tayyareyi uçuracak ve
kontrol edecek personel bulunmadığından
gecikmiştir. Sonunda teknik heyetten birinin
“Vecihi, biz sana bu lisansı veremeyiz,
uçağına güveniyorsan atla, uç, bizi de kurtar”
sözü üzerine Hürkuş, 28 Ocak 1925’de uçağı
Vecihi K VI ile ilk uçuşunu yapar.
İzin almadan uçtuğu için cezalandırılınca,
istifa ederek hava kuvvetlerinden ayrılıp
Ankara’ya gider ve kurulmakta olan Türk
Tayyare Cemiyeti’ne (T.T.C.) katılır. T.T.C. Fen
şubesini organize etmekle görevlendirilir.
Gazi Mustafa Kemal’in “İstikbal göklerdedir...”
yönermesiyle havacı bir kuşak yetiştirmek
için kurulan Türk Tayyare Cemiyeti, halkın
bağışları ile yaşayan bir kuruluş olacaktı.
Bunun için bir okul açmak, milli bir hava
sanayi kurmak amacındaydı. Hürkuş, yaptığı
uçağını geri alıp, T.T.C.’nin bağış toplama
faaliyetlerinde kullanarak halka havacılık
sevgisini aşılamak istiyordu ama uçağını geri
almayı başaramadı.
Bağış toplamak için bir madalya tüzüğü
hazırlandı. Bağışa göre bronz, gümüş, altın
ve elmaslı madalya verilecek, 10.000 TL
bağışlayanın adı da alınacak uçağa ad olarak
verilecekti. Türk Tayyare Cemiyetine ilk
yardım Ceyhan ilçesinden gelmiş, 10.000
TL telgrafla bağışlanmış, alınan ilk uçağa da
Ceyhan adı verilmiştir.
Hürkuş’un uçakla yurtiçi bağış gezileri de
bu uçakla başlamıştır.
Bu arada Avrupa havacılığının incelemek
için bir heyetle Hürkuş, ikinci kez Avrupa’ya
gider. Almanya’da Junkers ve Rohrbach uçak
fabrikalarını ziyaret ederler. Bu fabrikalar
Türkiye’de anonim şirket halinde tayyare
fabrikası kurmak fikrindeydiler. Fransa’da da
Breguet, Potez, Hanriot gibi birçok fabrikaları
ziyaret etmişler, Hürkuş da bu fabrikaların
uçaklarıyla tecrübe uçuşları yapmış, Potez
25 tipindeki rekor tayyaresiyle akrobasi
uçuşundan sonra fabrika tarafından Atlantik
Okyanus geçiş uçuşu yapması için teklif
yapılmış, fakat Fransız Aero Kulübü’nün
baskısı ile teklif suya düşmüştür.
Türkiye’ye dönüşte 19 Ekim 1925’de
Tayyare Cemiyeti Yönetim Kurulu istifa
etmiş, cemiyetin tasarı ve projeleri suya
düşmüş, elindeki tayyare, vasıta ve
elemanları hava kuvvetlerine verilerek
havacılıkla ilgisi kesilmiş oluyordu.
Hürkuş’un da tekrar hava kuvvetlerinde
görev alması istenince istifa etmiştir.
Milli Savunma Bakanlığı, Kayseri’de
Tayyare Onarım ve Motor Anonim Şirketi
(TOMTAŞ) adında bir fabrika kurmak için
anlaşır. Hürkuş, TOMTAŞ’ın teklifini kabul ederek Almanya’ya
gider. Hürkuş, Almanya’da Junkers A.20 tayyarelerinde bazı
noksanlıklar bulur, onların düzeltilmesi ile Junkers A.35’lerin
yapımını da üstlenir.
18 Temmuz 1926’da telgrafla memlekete çağrılır, Junkers
A.35’in satın alınması için tecrübe uçuşu istenir. Junkers bu
uçuşun özellikle Hürkuş tarafından yapılmasını, uçağının
zamanın en modern ve yüksek ateş kudretinde iki kişilik av
tayyaresi, savaşta her tarafa ateş saçabilme gücü olduğunun
kanıtlanması için Fransızların gözde uçağı Nieuport Delage ile
savaşını ister. 1 Ağustos 1926 da temsili savaş yapılır, savaşı
Junkers A.35 ile Hürkuş kazanır.
Hürkuş yurda döndükten sonra, TOMTAŞ emrinde biri
14 kişilik 3 motorlu Junkers G.24, diğeri altı kişilik tek
motorlu Junkers F.13 yolcu tayyareleriyle Ankara - Kayseri
arasında ulaşım uçuşları yapar. Tarih 1927’dir. Hürkuş’un
bu uçuşlarının, yurdumuzda ilk hava yolları uçuşları olduğu
düşünülebilir.
Hürkuş, TOMTAŞ’a, Junkers A.35’in kanatlarına benzin
depoları ilavesi ile havada kalma süresini uzatarak
Ankara-Tahran uçuşunu direkt yaparak, İran devletine
uçağı göstermek ve hükümetimizin rızasıyla devletimizin
ihtiyacından fazlasının yabancı devletlere de satılabilmesi
fikrini açmış. Bu yapılırsa hem devletimiz şereflenecek,
hem de TOMTAŞ’a büyük faydası sağlayacaktı. O sırada
henüz TOMTAŞ fabrikası teşekkül etmemiş ve Junkers A.35
tayyaresi de TOMTAŞ’a devredilmemiş olduğundan bu uçuşu
reddedilmişti.
16 Eylül 1926 tarihinde Türkiye’de ilk paraşüt gösterisi
Ankara’da yapıldı. Vecihi Hürkuş’un kullandığı Junkers F–13
uçağından Alman paraşütçü Heinke’nin 700 m irtifadan
yaptığı 178. atlayışı Gazi Mustafa Kemal ve Ankaralılar
izlediler.
Milli havacılığımız için güzel bir başlangıç olan TOMTAŞ ne
yazık ki 1928 yılına kadar çalışmalarına devam edebildi. Kötü
yönetimi yüzünden 1928’de iflas etmiş, daha doğrusu iflas
ettirilmiştir.
Hürkuş 1925’de Kurtuluş Savaşı öncesi İstanbul’da iken
sevdiği, Mustafa Kemal’in yanına Anadolu’ya geçtiği için ailesi
tarafından kendisine verilmeyen İhsan Hanım’la anlaşmış,
eşinden ayrılarak onunla evlenmiş ve 1927’de Perran isimli
bir kızı daha doğmuştur.
Bir yıllık aradan sonra Hürkuş, Türk Hava Kurumu’ndaki
eski görev yeri olan Teknik Şubeye döner.
1930 yılı Sanayi Kongresi Ankara’da toplanmış,
Halkevi’nde de Yerli Mallar Sergisi açılmıştır. Hürkuş burada
yerli malı uçaklarının resim ve maketleri ile üstten kanatlı
kapalı kabinli Vecihi K-XI tipi uçak modelinin minyatürünü
sergiler ve büyük ilgi görür. Kurumda boş durmaz, yeni uçak
model ve tiplerini tasarlamaya devam eder.
7
1930 yılı yıllık iznini iki ay ücretsiz olarak uzatıp
Kadıköy’de bir keresteci dükkânını kiralayarak, üç ay
içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı Vecihi
XIV uçağını inşa etmiştir. İlk uçuşunu 16 Eylül 1930’da
Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu
karşısında yapmıştır. Uçak iki kişilik, tek motorlu spor ve
eğitim uçağıdır. Uçağı ile birlikte uçarak Ankara’ya dönmüş,
Ankara üzerinde bir gösteri yapmış, Başbakan İsmet
İnönü ve bazı komutanlar tarafından uçağı incelenerek
tebrik edilmiş. Uçabilirlik sertifikası verilmesi için İktisat
Bakanlığı’na müracaat ederek müsaade istemiştir.
14 Ekim 1930’da, “Tayyarenin teknik vasıflarını
tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika
verilmemiştir” cevabını almış. Hürkuş, bunun üzerine
bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu uçağa istenen
belgenin alınması amacıyla Çekoslovakya’ya gönderilmesi
için müsaade almıştır. Uçak Ankara’da sökülmüş, Demiryolu
vagonları ile Haydarpaşa’ya, Sirkeci’den de Prag’a
gönderilmiştir.
Hürkuş, 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz
tayyare gelmemişti. Tayyareye ait statik raporu gibi resmi
evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte
edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü
yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile
uçuşun kontrolü tamamlanmıştır.
Hürkuş 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer
tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle,
başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir
pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır.
25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye
gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelmiştir.
Hürkuş, uçağının atıl kalmaması için Posta İdaresi ile çeşitli
görüşmelerde bulunur. İlk kurulmak istenen posta hattı
Ankara-Erzurum ile Ankara-İstanbul arasında düşünülür.
Bu arada Türk Hava Kurumu yeni bir turne planlar.
Ankara’dan başlayan uçuş Aksaray, Konya, Manavgat, Antalya,
Fethiye, Muğla, Aydın, Denizli, Uşak, Eskişehir, Adapazarı,
İzmit ve Yeşilköy’de tamamlanır. Uçuş büyük bir başarıyla
tamamlanmıştır. Kurum şubeleri bağışlarla zenginleşmiştir,
ama 3 Kasım 1931 tarihli telgrafla büyük yardımcısı
makinisti Hamit’in işine son verilir Hürkuş’a ödenen uçuş
tazminatı kesilerek Vecihi XIV uçağı uçuştan men edilir.
Bundan sonraki uçuşların Milli Savunma Bakanlığı tarafından
verilecek uçakla gerçekleştirileceği bildirilir. Bu durum
Hürkuş’un kurum’dan tekrar ayrılmasına neden olur.
Gezileri sırasında gençlikte oluşturduğu uçma sevgisi
ile bir havacılık okulu açmayı düşünür. 21 Nisan 1932’de
İlk Türk Sivil Havacılık Okulu’nu kurar. İkisi kız olmak üzere
12 öğrenci kaydolur. 27 Eylül 1932’de eğitim ve öğretime
başlanır. Okulun gayesi Türk gençliğini havacılığa alıştırmak,
tayyareci kuşaklar yetiştirerek Türkiye Cumhuriyeti hava
ordusunun yedek gücü olmaktı.
Okulun motorlu ve motorsuz iki şubesi vardı. Eğitim teorik
ve uygulamalı olarak yapılıyordu. Büyük bir atölyesi vardı.
Kalamış’ta bir hangar ve uçuş alanı olarak kullandıkları küçük
bir sahası, bir de Fikirtepesi’nde uçuş alanları vardı.
İlk 12 öğrenci Sait, Tevfik, Muammer, Abdurrahman, Salih,
Osman, Rıza, Hikmet, Hüseyin, Kenan, Eribe ve Türkiye’nin
ilk kadın pilotu olan Bedriye (Gökmen) idi. Öğrencilerin
eğitim sırasında hiçbir kazası olmamıştır. Zor koşullarda
eğitim yaparken bazı kurumların, örneğin Tekel İdaresi’nin
ve İş Bankası’nın reklâmlarını yapmış, bazı vatansever yetkili
kuruluşların da yardımları olmuştur.
Nuri Demirağ Bey, bir tayyare yapımı için 5.000 TL vermiş,
böylece 1933’de adı “Nuri Bey” olan “Vecihi XVI” kapalı kabin
uçağı yapılmıştır.
Aynı yıl tek satıhlı “Vecihi XV” uçağını da inşa etmişler ve
30 Ağustos 1933’de iki Vecihi XIV, iki tane Vecihi XV ve Nuri
Bey Vecihi XVI uçakları ile öğrencileri, İstanbul göklerinde
gösteri uçuşu yapmış ve okulda, bir de “Vecihi SK-X” adlı, uçak
motoru ile çalışan deniz botu yapılmıştır.
Öğrencilerinden Sait Bayav, Tevfik Artan, Muammer Öniz,
Osman Kandemir, ilk kadın tayyarecimiz Bedriye Gökmen ve
kızı (yeğeni) Eribe yalnız uçmayı başarmışlardır. Vecihi Sivil
Tayyare Okulu parasal sorunlardan ve yetiştirdiği öğrencilerin
diplomalarına denklik verdirememiş olmasından kapanmıştır.
1935 yılı başlarında Türk Hava Kurumu Başkanı Fuat Bulca,
çağrılı olarak Rusya’ya gider. Orada sivil havacılığın durumunu
görür ve dönüşünde Atatürk’e anlatır. Atatürk, gezdiği her
yerde kendisini havadan saygıyla izleyen, gazetelerdeki
yazılardan izlediği Hürkuş hakkında da Fuat Bey’den bilgi ister.
Aldığı cevaplar karşısında Büyük Atamız: “Ya, öyle mi? O halde
Türk Kuşu namı ile yeni bir çalışma yolu açın ve Vecihi’den
faydalanın!” emrini verir.
Hürkuş Ankara’ya çağrılır. O da uçağına atlayarak Ankara’ya
gelir. Hürkuş bu durumdan çok sevinçlidir. Türk Kuşu’nda
yapılması düşünülenler, onun gerçekleştirmek istediği
şeylerdir.
Başöğretmen olarak amatör gençleri çalıştırmak, Etimesgut
hangarlarını yapmak, yaz kampı için uçuş sahası İnönü’nün
bulunması ve okulunda yetiştirdiği öğrencilerinden Sait
Bayav, Tevfik Artan ve Muammer Öniz’in Rusya’ya eğitime
gönderilmesi onun mutluluğu olur. Ne yazık ki 29 Ekim
1936’da yeğeni Eribe’nin paraşütünün açılmaması nedeniyle
düşmesi ve 30 Ekim 1936 günü şehit olması onu çok
üzmüştür.
9
Türk Hava Kurumu, 1937 sonbaharında mühendislik
eğitimi için Hürkuş’u Almanya’ya gönderir. Vecihi Hürkuş,
Weimar Mühendislik Mektebi’ne ihtisas sınıfından
başlatılmış, bir buçuk yıl sonra da mezun olmuştur. 27
Şubat 1939’da Tayyare Makine Mühendisliği diplomasını
almıştır. Türkiye’ye döndüğünde Bayındırlık Bakanlığına
başvurarak, “Tayyare Mühendisliği Ruhsatnamesini” almak
istedi. Ancak yetkililer, “iki yılda mühendis olunmaz” diye
bir gerekçe ile kabul etmemişlerdir.
Mühendisliğini Danıştay kararı ile kabul ettirir.
Türk Hava Kurumu’nda da yönetim değişmiş, vazifeleri
başkalarına verilmiştir. O günkü koşullarda teknik imkânın
olmadığı Van’a tayin edilir. Bunun üzerine istifa ederek
kurumdan ayrılır.
1942 Yılında “Vecihi Havada” kitabını yayınlar. Bu
kitabında, 1915-1925 yılları arasında Birinci Dünya
Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk döneminde
yaşadıklarını, ilk uçağını nasıl yaptığını anlatır.
Havacılıktan uzun bir ayrılıktan sonra 1947’de
Kanatlılar Birliği’ni kurdu. Gençlerin büyük ilgi gösterdiği
bir kuruluş oldu.
1948’de Türk Hava Kurumu’ndan Magister tipi bir
öğrenim uçağı temin ettiler. Kızı Gönül’ün Yazı İşleri
Müdürü olduğu “Kanatlılar” adlı aylık bir dergiyi, 12 sayı
çıkarttılar. Büyük çoğunluğu üniversite öğrencileri olan
Kanatlılar Birliği fazla yaşayamadı.
1951’de beş arkadaşıyla birlikte havadan zirai ilaçlama
yapmak üzere “Türk Kanadı” adı ile bir şirket kurmuş, Sait
Bayav ve Muammer Öniz’le İngiltere’ye giderek Auster
MK-V tipi üç uçak almışlar. Türkiye’ye döndükten sonra
ortaklar arasında çıkan anlaşmazlık üzerine Hürkuş,
haklarından vazgeçerek şirketten ayrılır. 1952’de Paro
mamasının reklâmını yapmak için tekrar İngiltere’ye
giderek Percival Proctor V tipi dört kişilik hafif turist tipi
tayyare alır. Bu tayyare ile değişik müesseselerin reklâmını
yaptı. Paro bebek maması, Puro sabunu gibi gıda ve
malzemeleri ufak kâğıt paraşütlerle uçaktan dağıtarak,
kanatlarına taktığı patiskalar üzerine banka isimlerini
yazarak reklâmcılık yaptı.
6 Ağustos 1954’de “40. Hizmet Yılı”nı kutlamak için
Yeşilköy Uluslararası Havaalanı’nın salonunda “Türk
Havacılar Bayramı” adıyla bir jübile yapıldı.
29 Kasım 1954’de Hürkuş Hava Yolları’nı kurdu. Türk
Hava Yolları’nın seferden kaldırdığı uçaklardan sekiz
tayyare Ziraat Bankası’ndan kredi ile satın alınmıştı.
Bir takım güçlüklerle uğraşarak hava yollarının sefer
yapmadığı yerlere seferler koyarak, izin vermediklerinde
gazete taşıyarak çalışmak istedi, ama kazalar, kaçırılmalar,
sabotajlar sonunda Hürkuş Hava Yolları’nın uçakları
uçuştan men edildi.
Buna rağmen elinde kalan son uçağını (TC-ERK) da
Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün emrinde kullanarak
Güney Doğu Anadolu’da toryum, uranyum ve fosfat
arayarak zor doğa koşullarında çalıştı.
Hayatının sonlarında çok sıkıntı çekmiş,
borçlandırılmış, uçamayacak duruma düşürülen
uçaklarının sigorta giderleri ve bunların faizleri borcuna
eklenmiş, icra takipleri ve davalar neden ile vatana hizmet
tertibinden kendisine bağlanan çok yetersiz maaşına bile
haciz konmuştur.
Ankara’da anılarını yazarken, beyin kanamasından
komaya girdi. Gözleri ve kalbi göklerde olan Vecihi Hürkuş,
insanların aya ayak basmak üzere dünyadan ayrıldığı
gün olan 16 Temmuz 1969 tarihinde Gülhane Askeri Tıp
Akademisi Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu.
Ankara, Cebeci Asri Mezarlığı’nda defnedildi.
Kaynaklar
•Kaynak: tayyarecivecihi.com
KÜLTÜR SANAT AJANDASI
BASEL ODA ORKESTRASI & HÉLÈNE GRIMAUD
I. Stravinsky Oda Konçertosu,
Mi bemol Majör “Dumbarton Oaks”
J. S. Bach Klavsen Konçertosu No. 1, Re minör BWV 1052
S. Prokofyev Senfoni No. 1, Re Majör Op. 25 “Klasik”
W. A. Mozart Piyano Konçertosu No. 20, Re minör KV 466
Yer:
Tarih: Saat: İş Sanat Kültür Merkezi
19 Ocak 2016
20:30
Bilet Kategorileri
175 TL / 120 TL /80 TL/ İndirim 70 TL/ Öğrenci 20 TL
Günümüzün Rönesans kadını olarak tarif edilen
Hélène Grimaud, sadece piyanistik becerilere
sahip tutku dolu bir müzisyen değil, aynı zamanda
şiirsel ifadesi ve emsalsiz teknik kontrolüyle de
enstrümanın ötesine uzanabilen çok yönlü bir
süper yetenek. 1987’deki başarılı Tokyo çıkışının
ardından ünlü şef Daniel Barenboim’un daveti
üzerine Orchestre de Paris ile sahne alarak müzikal
kariyerine etkili bir başlangıç yapan Fransız sanatçı,
gerçekleştirdiği çok sayıdaki kaydıyla da aralarında
Choc du Monde de la musique, Diapason d’Or,
Grand Prix du disque, Midem Classical ve Echo
Klassik’in bulunduğu ödüllere layık görüldü. Bu
olağanüstü piyaniste gecede uluslararası orkestra
sahnesinin en heyecan uyandıran oluşumlarından
Basel Oda Orkestrası eşlik edecek. Geçtiğimiz sezon
Beethoven’in 9. Senfonisi’ni kaydeden ve böylelikle
bestecinin tüm senfonilerini diskografisine ekleyen
topluluğun iki de Echo Klassik ödülü bulunuyor.
11
AVISHAI COHEN
İLE BİR GECE
Yer:
Tarih: Saat: İş Sanat Kültür Merkezi
22 Ocak 2016
20.30
Bilet Kategorileri
75 TL /60 TL /50 TL/ İndirim 40 TL/ Öğrenci 20 TL
Dünyaca ünlü caz sanatçısı Avishai Cohen
klasik müzik dünyasına doğru yeni bir maceraya
atıldığı orkestral projesi “Avishai Cohen ile Bir
Gece” ile ilk kez İş Sanat’a konuk oluyor. 1997
yılında Chick Corea tarafından keşfedilen ve kısa
sürede kendine özgü stiliyle caz dünyasının önde
gelen sanatçıları arasında yerini alan Cohen, engin
müzikal birikimi, eşsiz besteleri ve caz müziğini
kendine has tarzıyla şekillendiren, yenilikçi
projeleriyle her türden dinleyiciyi heyecanlandıran
ve ilham veren bir isim. Echo Caz ödüllü sanatçı
2013 çıkışlı albümü Almah’da triosu ve yaylı
çalgılar kuartetini buluşturduğu çalışmalarını bir
adım daha ileriye taşıyarak bu kez triosunu yaylı
çalgılar orkestrasıyla bir araya getiriyor. Caz, klasik
ve dünya müziklerinin muhteşem bir ittifakına
yol açan bu özgün bir proje için sahneyi Stuttgart
Oda Orkestrası ile paylaşan Avishai Cohen,
dinleyicilere özgürlük ve duygu dolu muhteşem
bir deneyim sunuyor.
KÜLTÜR SANAT AJANDASI
BİFO İLE MAHLER 2
Yer:
Tarih: Saat: İstanbul Lütfi Kırdar ICEC
14 OCAK 2016
20.00
Bilet Kategorileri
130 / 85 / 65 / 45 TL
İndirim 40 TL/ Öğrenci 20 TL
SASCHA GOETZEL şef
WIENER SINGAKADEMIE Viyana Konzerthaus Korosu
HEINZ FERLESCH sanat yönetmeni ve koro şefi
ÇİĞDEM SOYARSLAN soprano
ELENA ZHIDKOVA mezzosoprano
BİFO’nun her yıl yeni başyapıtlar ekleyerek genişlettiği
repertuvarının bu sezonki önemli yapıtlarından biri de Mahler’in
2. Senfoni’si, bir başka adı ile: Diriliş. Bestecinin en sevilen
ve başarı kazanan yapıtlarından biri olan bu senfoninin gerek
müzikal, gerekse felsefi açıdan önemi büyüktür. Mahler, bu
senfonide geleceği görür, dünyasını yeniden kurar, müziği
sözle birleştirir, koral senfonide yepyeni bir sayfa açar.
BİFO Mahler’in dünyasını, sizlere dünyaca ünlü solistlerin
eşliğinde sunacağı bu konserde, Wiener Singakademie ile
birlikte Çiğdem Soyarslan ve Elena Zhidkova’ya eşlik edecek.
İstanbul’dan dünyaya açılan en başarılı seslerden biri olan
Çiğdem Soyarslan, İstanbul’da düzenlenen ve tüm opera
dünyasının dikkatlerini üzerine toplayan Siemens Opera
Yarışması da dahil olmak üzere, Viyana ve Sofya’da düzenlenen
yarışmalarda birincilikler elde etti; Frankfurt, Viyana, Nancy ve
Linz’te başroller oynadı. Sanatçı bu sezon BİFO ile Mahler’in
2. Senfoni’sini seslendirmenin yanı sıra Amsterdam ve yine
Viyana’nın büyük sahnelerinde La bohème, La clemenza di Tito
ve Schubert’in Lazarus’u gibi önemli yapıtlarda sahneye çıkacak.
Rus mezzosoprano Elena Zhidkova ise opera tutkunlarının
heyecanla beklediği bir diğer yıldız. Wagner ve Berg’in
kaleminden çıkmış en zor roller dahil olmak üzere üstlendiği
her rolü ustaca seslendirmesi ile opera sahnelerinin aranan
sanatçılarından biri olan Zhidkova’nın yoğun opera temsili
programının yanı sıra orkestra eşlikli yapıtlardaki performansı
da mükemmel olarak nitelendiriliyor.
13
SHREK THE MUSICAL
Broadway’in Yeşil Devi sömestirde
İstanbul’da! Shrek The Musical, orijinal
dilinde Türkçe üstyazı ile sahnede!
Kalbi de en az kendisi kadar dev olan Shrek’in beyaz
perdeden Broadway’e taşınan öyküsü, Zorlu Performans
Sanatları Merkezi’ne taşınıyor.
Shrek’le tanışmamıza vesile olan şimdilik toplam dört
filmin animasyon dünyasındaki yeri ve önemini tartışmaya
gerek bile yok. DreamWorks tarafından William Steig’in
1990 tarihli, Shrek! isimli kitabından uyarlanan serinin ilk
ayağı, animasyon filmlerinin hasılat rekorlarına yeni bir çıta
koydu. Aynı zamanda endüstrinin kalite standartlarını da hayli
yukarı çekti. Sadece çocukların değil, her yaş kategorisinden
izleyicinin fenomeni haline gelen Shrek’in bu başarısı,
yeşil devin, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlara da konuk
olmasını sağladı.
Shrek’in güçlü kolları sonunda Broadway’e kadar uzandı.
Dünyanın en prestijli sahnesi, Shrek ve arkadaşlarının
hikayesini tam bir yıl boyunca misafir etti. Eleştirmenlere ise
bu harika müzikal uyarlamaya tam puan vermek düştü. Jeanin
Tesari’nin bestelediği müzikleri, David Lindsay-Abaire’nin
yazdığı şarkı sözleri ile ilk saniyesinden son saniyesine kadar
benzersiz bir deneyim yaşatan Shrek Müzikali, çok prestjli
Tony Ödülleri’nin yıldızlarından biri oldu. Tim Hatley’nin
tasarladığı harika kostümler, Shrek Müzikali’ne En İyi Kostüm
dalında fazlasıyla hak edilmiş bir ödül getirdi.
Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde deneyimleme
şansını yakalayacağınız Shrek Müzikali, toplam 22 şov
boyunca her yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10
konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu ve canlı orkestrası
ile müzikal tarihinin en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından
biri olan Shrek Müzikali’ni orijinal dilinde, Türkçe üstyazı ile
beraber izleme şansını kaçırmayın.
KÜLTÜR SANAT AJANDASI
4, 3, 2, 1, Zero.
Geleceğe Geri Sayım Başladı!
S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi (SSM),
Akbank Sanat işbirliğiyle 20. yüzyılın
en büyük uluslararası sanat ağı
ZERO’nun yenilikçi ve dinamik ruhunu
galerilerinde ağırlıyor.
2 Eylül 2015 itibariyle S.Ü. Sakıp Sabancı
Müzesi’nde ziyarete açılan ZERO. Geleceğe Geri Sayım
sergisi, II. Dünya Savaşı sonrası dünyaya hakim olan
durağan ve olumsuz atmosfere bir cevap olarak doğan
ve adını bir roketin kalkmasından önceki geri sayımdan
alan ZERO akımına odaklanıyor. Sergi, 1957 yılında
Almanya’da doğan ZERO’nun kurucuları Heinz Mack,
Otto Piene, Günther Uecker’in eserleri ile akımın tinsel
öncülüğünü üstlenmiş önemli sanatçılar Yves Klein,
Piero Manzoni ve Lucio Fontana’nın farklı tekniklerde
ürettiği 100’ün üzerinde eseri bir araya getiriyor.
Küratörlüğünü ZERO Vakfı Kurucu Yöneticisi ve küratör
Mattijs Visser’in üstlendiği sergi, ZERO’nun omurgasını
oluşturan Işık, Zaman, Boşluk, Renk ve Hareket temaları
etrafında şekilleniyor.
ZERO enerjisini S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi
galerilerine taşıyan serginin etkinlik programında 3
Eylül Perşembe günü gerçekleşecek küratör Mattijs
Visser eşliğinde sergi turu da yer alıyor. Sempozyum,
konferans, film gösterimleri, sanatçı konuşmaları,
Yer: Sakıp Sabancı Müzesi
Adres: Sakıp Sabancı Cad. No:42
Emirgan Sarıyer İstanbul
Telefon: 012 277 22 00
workshop’lar, çocuk atölyeleri, rehberli turlar ve sesli
rehber ile zengin bir içerik sunacak ZERO sergisi,
kapsamlı kataloğuyla da önemli bir hafıza oluşturacak.
Akıma odaklanan 2014 yapımı “ZERO Saati - ZERO
Sanat Akımı” isimli belgesel ise, sergi boyunca
hazırlanan Türkçe altyazılar eşliğinde SSM konferans
salonunda ziyaretçiler ile buluşacak. ZERO sergisi, 10
Ocak 2016 tarihine kadar SSM’de ziyaret edilebilecek.
15
YOLDAN ÇIKAN OYUN
Drama Sahnesi / Tiyatro
BU OYUNDA BIR TERSLİK VAR!
Hayatta her şeyin ters gittiği anlar vardır. “Devamı çorap
söküğü gibi geldi…” tanımının en bahtsız hali diyebileceğimiz
bu durum, biri bitmeden diğerinin başladığı talihsizliklerin
her zaman can sıkıcı bir şekilde hayatımızda yer edeceğini
kanıtlamaz. Dört bir yanınızın kaosla çevrili oluşu, karnınız
ağrıyana kadar güleceğiniz anları da beraberinde getirebilir.
23 Kasım’dan itibaren Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde
sahnelenecek Yoldan Çıkan Oyun’da, her şeyin ters
gitmesinden dolayı çok memnun olacaksınız.
Lerzan Pamir’in yönettiği, Mehmet
Ergen’in ise yapımcılığını üstlendiği Yoldan
Çıkan Oyun’un çok ilginç bir hikayesi var.
İngiltere’nin meşhur mu meşhur West
End sahnesinin son dönemlerdeki en başarılı
oyunlarından biri olan Yoldan Çıkan Oyun,
galasını 2014 yılında West End Duchess
Theater’da yaptı. Fakat oyunun geçmişi biraz
daha eskiye dayanıyor…
Cornley Polytechnic Drama Society isimli
tiyatro grubunun, 1920’lerde yaşanmış bir
cinayet hikayesini sahnelemek istemesiyle
başlayan olay örgüsü, oyunun karakterlerinin
başına zor gelecek sonsuz terslikleri
getiriyor. Bu terslikler, oyunun karakterlerini
zorluklarla dolu bir serüvene doğru iterken,
Yoldan Çıkan Oyun izleyicileri ise bu
birbirinden komik tersliklere kahkahayla
karşılık vermek durumunda kalıyorlar.
Bu yıl Laurunce Olivier Ödülleri’nden En
İyi Komedi ödülüyle dönen, whatsonstage.
com’un 2014 yılında En İyi Yeni Komedi
seçtiği Yoldan Çıkan Oyun, Tom Hardy ve
J.J. Abrams’ın da aralarında bulunduğu
birbirinden ünlü isimleri tiyatro salonuna
çekmeyi başardı.
Yoldan Çıkan Oyun’u yakın çekime alarak
bu hikayenin adımlarını anlatalım.
- Henry Lewis, Jonathan Sayer ve Henry
Shields üçlüsünün yaratıcısı olduğu oyunun
kökleri bir pub’ın üst katında sergilenen
oyuna dayanıyor.
- Bir gecede iki seans sergilenen oyunun
başarısı, o günlerde çağrı merkezi, bar ve
Gourmet Burger Kitchen’da çalışan üçlüyü
ilgi odağı haline getiriyor.
- Bu başarı, Yoldan Çıkan Oyun’u bir
pub’ın üst katındaki odadan prestijli West
End sahnesine taşıyor.
- Michael Green’in 1964 tarihli kitabı
The Art of Coarse Acting’den ilham alınarak
hayata geçen oyunun etkilendiği karakterler
ise; Buster Keaton, Charlie Chaplie ve Mr.
Bean.
Nisan 2016’ya kadar her pazartesi
izleyebileceğiniz oyun, Zorlu Performans
Sanatları Merkezi’ndeki Drama Sahnesi’nde
olacak!
Yazan: Henry Lewis, Jonathan Sayer,
Henry Shields
Çeviren: Mehmet Ergen
Yöneten: Lerzan Pamir
Dekor Tasarım: Behlüldane Tor
Kostüm Tasarım: Gül Sağer
Işık Tasarım: Kemal Yiğitcan
Ses Tasarım: Orhan Enes Kuzu
Reji Asistanı: Zari Azimi
Yapım Asistanı: Çağla Özavcı
Oynayanlar: Bartu Küçükçağlayan, Defne
Koldaş,
Gökçen Gökçebağ, Güliz Gençoğlu, Kemal
Kayaoğlu,
Kubilay Çamlıdağ, Öner Erkan, Sarp Apak
*Bu etkinlik 8 yaş ve üzeri izleyiciler için uygundur.
GEZİ
Gerdanlık Şehir
MARDİN
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: MEHMET ÖREN
Doğal güzelliklere, tarihi zenginliklere ve önemli
kültürel varlıklara sahip, birçok eski uygarlığa beşiklik
yapmış gizemli bir şehir olan, “İnsanlığın Kültür
Mirası” olarak da tanımlanan Mardin, 12.000 yıllık
tarihi birikimi ile Subari, Sümer, Babil, Akad, Mitani,
Asur, Pers, Roma, Bizans, Emevi, Abbasi, Hamdani,
Selçuklu, Artuklu, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve
Osmanlı’lar gibi birçok eski uygarlığa ev sahipliği
yapmış, farklı kültürleri, dinleri ve dilleri içinde
harmanlamış, yoğurmuş dünyanın sayılı “SİT”
şehirlerinden birisidir. Binlerce yıl öncesine dayanan
çok zengin bir mozaiktir. Farklı milletlerin ve dinlerin
bugün bile bir arada yaşıyor olması Mardin şehrini
tarihi ve kültürel doku açısından da, dinler tarihi
açısından da önemli kılıyor. Kronolojik olarak
Mardin’in tarihi yaşam seyri bu şekilde. Bu kronolojiyi
detaylandırmak istemiyorum ama Mardin’i çekici kılan
bütün o medeniyetlerin bütününden arta kalanlar.
“GECE GERDANLIK, GÜNDÜZ MEZARLIK”
Mardin’e dair duyduğum sözlerin başında
“Gece gerdanlık, gündüz mezarlık” sözü gelir. Mezarlık
kelimesi kimilerince soğuk bir kelime gibi de dursa...
Anlatılmak istenen o değildir. Nusaybin’den Mardin’e
bir gece karanlığında yol alırken bu sözün haklılığını
çokça düşünmüşümdür. Gece her yer karanlık ve
sessiz. Şehrin etrafına yayıldığı Mardin Kalesi bir
kadın boynunu andırır. Eğer bu kocaman gerdanlığı
göremiyorsanız ya da fark edemiyorsanız… Mardin’in
bir havaalanı var, en kısa zamanda atlayın bir uçağa.
Gündüz ise bir mezarlık kadar sessizdir, çünkü
burası Güneydoğu ve burası yazın 40 derece
sıcaklığı rahatlıkla görür. İnsanlar taş binalardaki
serinlikten dışarıya zaruret hasıl olmadıkça çıkmak
bile istemezler. Bu söz öyle etkilemişti ki, oturup şu
satırları yazmıştım.
17
BİR ARADA ÇOK DİN, ÇOK MİLLET
DAR SOKAKLAR, SERİN AVLULAR
Geniş avlulu çift katlı taş binalar kadar bu binaların
gölgelediği sokaklar da serindir, yazın sıcağında. Kışlarını
bildiğimi söyleyemem ama kışında sıcak olduğunu
söyleyenleri biliyorum. O sıcakta Mardin’e gidilir mi?
Düşüncenizi silin kafanızdan ve mutlaka Mardin’i görün.
Bir tepeye kurulmuş olmasından, yer sıkıntısından daralan
sokakların bir çoğuna arabanızla giremezsiniz. Bu yüzdendir
ki, hala belediyenin kadrolu eşekleri toplar çöpleri.
TAŞ ABİDELER ŞEHRİ
Mardin’e gidin sokakları dolaşın. Sivil mimari
örneklere daha yakından bakın, merdivenlerden
çıkın, avlulardan geçin. Kasımiye Medresesi’ne,
Zinciriye Medresesi’ne, Ulu Cami’ye, Kırklar Kilisesine,
Deyrülzafaran Manastırı’na gidin. Muhteşem taş işçiliğini
görün. Rengarenk boyanmış, her biri farklı bir kültüre
ait kapı desenlerini seyredin. Yalnız bu kapılar, Mardin
denilince bir çoğumuzun aklına gelen “Mardin Kapı şen
olur” türküsündeki kapılar değildir. Çünkü sanıldığı gibi
türkü Mardin türküsü değil, Diyarbakır türküsüdür.
Bir Keldanî, bir Süryanî, bir Türk, bir Arap, bir Kürt’le
konuşun. Çarşıya inin ince ince dokunan telkârikârlar
izleyin. Susayınca bir bardak hayatı (meyan kökü şerbeti)
yaşlı bir satıcının sırtında taşıdığı gümüş ibrikten
için. Bir Mardin kıyısından geniş Mezopotamya’yı
seyredin. Medeniyetin başladığı topraklardasınız,
Mezopotamya’da. Bir ucu Harran’a çıkar, bir ucu
Hasankeyf’e, Diyarbakır’a.
Sonra Nusaybin’e geçin, Savur’a, Midyat’a…
mimarileriyle her biri küçük bir Mardin’dir bu ilçeler.
Tabi bu sözleri eski Mardin için söylüyorum.
Yeni Mardin’den söz etme gereği duymuyorum bile.
Kimsenin de benim düşündüğümün tersine bir sav öne
sürmeyeceğinden eminim. Şehir Sit alanı ilan edileli
beri, yeni yaşam alanı Yeni Mardin olmuş. Ve aslında iyi
ki de olmuş. Çünkü daha Mardin’i göremeyenlerin çok
olduğunu biliyorum.
Mardin’e…
Senin gözlerinden seyrediyorum,
Ey güzel gözlü kız,
Güzel gözlerinle güzel görünür elbet
Bu çamur tarlaları arasındaki geçmiş
Gerdanlığı gerdanına takıp
öyle bakıyorum sana
Fakat güzel gözlü kız
Senin gözünle bakmıyor bana,
Gerdanına taktığım gerdanlık şehir.
Tutsak ve çıplağım ve ansızın yalnız…
Ve şimdi bak bana güzel gözlü kız
Senin gözlerinle seyrediyorum
Şehrin eteklerinden gerdanlığı.
AKTÜEL
İstanbul’a
adlarını
verenler
İstanbul coğrafi konumu, ekonomik önemi ve taşıdığı
tarihi mirasıyla önemli bir yerleşim birimi. Tarihi boyunca
çeşitli milletlerin hâkimiyetine giren kente, bu milletler
tarafından farklı isimler verilmiş. Latinler Makedonya,
Süryaniler Aleksandra, Yahudiler Vizendovina, Ruslar
Tekfuriye, Araplar Kostanti-niye-i Kübra, İranlılar Kayser
Zemin, Hintliler Taht-ı Rum demişler. Türkler de fetihten
sonra İslambol, Dersaadet, Darü’s-Saade, Daru’l-Hilafe,
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, Asitane-i Saadet şeklinde
isimlendirmişler. Kendi isimlerinin her birinin nasıl birer
anlamı varsa semtlerinin isimleri de farklı öykülerle
oluşmuştur. Bazı semtlerin isimleri antik dönemden,
bazılarının ki Bizans, Roma, Osmanlı dönemlerinden
geliyor. Bazıları oralarda yaşayan kişilerden, bazıları
da dikilen bir sütun ya da taştan, yapılan işlerden, o
dönemde yaygın mesleklerden, tarihi olaylardan alıyor
adını. İstanbul’un her bir semtinin tarihsel gerçekliklerin
yanı sıra birçok rivayet sonucu oluşmuş isimleri de var. Biz
ilk olarak isimlerini dönemlerinin önemli şahsiyetlerinden
alan semtlere bakalım istedik.
19
ALİBEYKÖY:
ALTUNİZADE:
AYAZAĞA
BAYRAMPAŞA
Alibeyköy ismini zamanında İstanbul’a yerleşen Karesi Beyliği
Emirlerinden Gazi Evrenos Bey’in
oğlu Ali Bey‘den aldı. Osmanlı’nın daha henüz devlet olmadığı,
hükümdarlarına emir dendiği
dönemde Orhan Bey zamanında
Osmanlı’ya bağlanan Karesi Beyliği, Rumeli’deki fetihlerde öncü
olarak görev almıştı. Fatih Sultan
Mehmet’de Ali beyi başarılarından
ötürü ödüllendirmek için şimdi
bizim Alibeyköy dediğimiz bu
araziyi verdi. Ali bey de bu araziyi çiftlik olarak kullandı. Şuan
bildiğimiz Alibeyköy, o zamanlar
Ali beye ait devasa bir mısır çiftliğiydi. Şimdi kimsenin ne anlama geldiğini bilmediği bir mısır
heykeli bulunuyor.
Altunizade Mahallesi, 19. yüzyılın
ikinci yarısında Altunizade İsmail
Zühdi Paşa tarafından kurulmuştur. Semtin adı da Altunizade İsmail Zühdi Paşa’dan gelmektedir.
İstanbul’un köklü ailelerinden
birisine mesup Seyyîd İsmâil
Zühtü (Altûnîzâde), deniz ticareti
yapar. Sultan II. Mahmut kendisine “vay Altunizade vay” diye
hitap ederek iltifatta bulunur ve
“Altunizade” lakabını almış olur.
İsmail Zühdi Paşa semtin camisini,
karakolunu, hamamı ve akaretlerini 1866 yılında inşa ettirmiştir.
Camii’nin minaresinde ve kubbesinde bulunan altın hilaller
Altunizade’den Kırım Savaşı’na
gidenlerin anısı üzerine Sultan
tarafından semte hediye edilmiştir. Caminin önünde bir çeşme,
Altunizade ailesine ait bir mezarlık
yer alır.
Ayazağa Mahallesi adını orta
Asya Kıpçak Türklerinden
Eksük oğlu Artuk, Artuk oğlu
İlgazi, İlgazi oğlu Ayaz neslinden Ayaz Paşa’nın torunu, Ayaz
Ağa’dan alır. Ayaz Ağa İstanbul doğumludur. Semtin 300
yıllık bir geçmişi olduğu bilinir.
Ayazağa merkez camisinin de
300 yıl önce yapıldığı bilinmektedir.
İlçeye 1927’de Bulgaristan’dan
gelen göçmenler sağmal inekler yetiştirmek için çiftlikler
kurduğundan dolayı bölge
Sağmalcılar olarak anıldı. Osmanlı döneminde semtte çıkan kolera salgınından çok kişi
ölünce, IV. Murad’ın sadrazamlarından Bayram Paşa’nın burada bir çiftlik sahibi olmasından
esinlenilerek Sağmalcılar adı
Bayrampaşa olarak değiştirildi.
Bayrampaşa eskiden enginar
bahçeleriyle ünlü olduğu için
böyle bir heykel yapmışlar.
AKTÜEL
BEBEK:
Küçük bir balıkçı köyü olarak, tarihinin Hıristiyanlık öncesi döneme kadar
gittiği sanılan semtin bilinen en eski
adının, çeşitli kaynaklarda çeşitli
şekillerde yazılan (Challae, Chilai,
Khile) Skallai (iskeleler) sözcüğünün
bozulmuş bir biçimi olan Hallai olduğu ileri sürülmektedir. Osmanlı
döneminde Bebek’e ve Bebek adının
kökenine ait ilk bilgiler İstanbul’un
fethi’nin hemen öncesine gider.İstanbul’un kuşatılması sırasında ve
Rumeli Hisarı yapılırken bu yörede Bizans egemenliğinin zayıfladığı, hatta
buradaki balıkçı köylerinin Galata’ya
bağlı oldukları sanılmaktadır. Başta
Evliya Çelebi olmak üzere, bazı kaynaklar, II. Mehmed’in Rumeli Hisarı’nın
yapımı ve kuşatma sırasında asayişi
sağlamak üzere buraya Bebek Çelebi
adlı veya lakaplı bir bölükbaşı tayin ettiğini; Bebek Çelebi’nin semtte
bir köşk ve bir bahçe kurduğunu,
ölümünden sonra semtin onun adıyla
anıldığını yazmaktadır.
BEYAZIT:
BEYOĞLU:
BOMONTİ:
Sultan II. Beyazıt’ın buraya kendi ismiyle anılacak bir külliye
yaptırmasından
sonra
semt,
Beyazıt olarak anılmaya başladı.
II. Bâyezîd veya II. Beyazıt ayrıca
bilinen adıyla Sultân Bayezid-î
Velî Osmanlı İmparatorluğu’nun
sekizinci padişahıdır. Babası Fatih Sultan Mehmed annesi Sitti Mükrime Hatunya da Emîne
Gül-Bahar
Vâlide
Hatûn’dur.
Yavuz Sultan Selim’in de babasıdır. Tahta geçtiğinde 511.000
km²’si Asya’da, 1.703.000 km²’si
Avrupa’da olmak üzere toplam
2.214.000 km² olan imparatorluk toprakları, ölümünde yaklaşık
2.375.000 km² idi.
Bizans döneminde yerleşim alanı
olmayan bu kesime; karşı yaka öte
anlamına gelen Pera’dan kaynaklanan Peran Bağları deniliyordu.
Beyoğlu adının ortaya çıkışına ilişkin çeşitli rivayetlerden biri Fatih
Sultan Mehmed zamanında Pontus prenslerinden Aleksios Komnenos’un İslamiyet’i kabul ederek
burada oturmasına dayanır. İkinci
rivayet ise burada oturan kişinin
Pontus prensi değil, Kanuni zamanındaki Venedik elçisi Andre
Giritti’nin oğlu Luigi Giritti olduğudur. Üçüncü rivayet ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde
burada oturan Venedik elçisine
yazışmalarda Beyoğlu dendiği
için semtin Beyoğlu adını aldığı
yönündedir.
Semt adını, 1902 yılında Bomonti
Kardeşlerin burada kurdukları Bomonti Bira Fabrikası’ndan almıştır.
Bu bina daha sonra İstanbul Tekel
Bira Fabrikası olarak anılmıştır.
Kent nüfusunun küçük bir
bölümünü Ermeniler ve Gürcüler
oluşturmaktadır. Burada Katolik
Gürcülere ait günümüzde hala
Gürcüler tarafından kullanılan tarihi kilise mevcuttur.
AKTÜEL
021
Tanıtım videomuzu izlediniz mi?
video.cvsair.com.tr
SİNEMA
Denizin Ortasında
Creed: (Rocky 7)
İyi Bir Dinozor
Vizyon Tarihi: 01 Ocak 2016
Yapımı : 2015 - ABD
Tür : Dram
Süre: 121 Dak.
Yönetmen : Ron Howard
Vizyon Tarihi: 08 Ocak 2016
Yapımı : 2015 - ABD
Tür : Dram , Spor
Süre: 95 Dak.
Yönetmen : Ryan Coogler
Oyuncular : Sylvester Stallone, Michael B. Jordan ,
Graham McTavish, Tessa Thompson, Phylicia Rashad
Senaryo : Ryan Coogler
Yapımcı : Sylvester Stallone , Robert Chartoff
Vizyon Tarihi: 15 Ocak 2016
Yapımı : 2015 - ABD
Tür : Animasyon, Aile, Komedi
Süre: 89 Dak.
Yönetmen : Peter Sohn
Seslendirenler : Anna Paquin, Steve Zahn, Frances
McDormand, Sam Elliott, Jeffrey Wright
Senaryo : Meg LeFauve
Yapımcı : John Lasseter, Denise Ream
Film Özeti
Eski bir boksör olan büyükbabası Apollo Creed’in
kazandığı şampiyonlukların getirdiği servetin
sayesinde zengin bir ailede büyüyen ama bu hayatı
reddederek boksör olma hayalleri kuran genç bir
boksörün, onu yetiştirmesi için Rocky Balboa’nın
peşine düşmesini anlatıyor.
Film Özeti
İyi kalpli bir Apatosaurus olan Arlo,talihsiz
olaylar sonucunda ailesinden ayrı düşer ve uzun bir
yolculuğa başlar. Yolda kendine hiç beklemediği bir
yoldaş bulur, bu bir insandır... Disney’in 2016 yılının
ilk ayında vizyona girmesi beklenen animasyonu,
“dinozorlar yok olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu”
sorusunu keyifli bir anlatımla irdeliyor.
Oyuncular : Chris Hemsworth, Ben Whishaw, Cillian
Murphy, Brendan Gleeson, Michelle Fairley
Senaryo : Edward Zwick, Marshall Herskovitz, Peter
Morgan, Rick Jaffa, Charles Leavitt, Amanda Silver
Yapımcı : Brian Grazer, Paula Weinstein
Film Özeti
Herman Melville’in ünlü Moby Dick romanına
ilham kaynağı olan olay 1820’de geçiyor. Owen Chase
(Chris Hemsworth) ve arkadaşları gemileriyle balina
avına çıkarlar, ancak dev bir İspermeçet balinasının
saldırısına uğradıktan sonra gemileri batar. Gemilerini
kaybeden mürettebatın en yakın karaya ulaşabilmek
için önünde binlerce mil vardır.
23
Carol
Kötü Kedi Şerafettin
Vizyon Tarihi: 29 Ocak 2016
Yapımı : 2015 - İngiltere
Tür : Dram, Romantik
Süre: 118 Dak.
Yönetmen : Todd Haynes
Oyuncular : Cate Blanchett, Rooney Mara, Sarah
Paulson, Kyle Chandler, Jake Lacy
Seslendirenler : Blanca Camacho
Senaryo : Phyllis Nagy
Yapımcı : Tessa Ross, Christine Vachon
Vizyon Tarihi: 05 Şubat 2016
Yapımı : 2016 - Türkiye
Tür : Animasyon, Aksiyon , Komedi
Süre: 82 Dak.
Yönetmen : Ayşe Ünal, Mehmet Kurtuluş
Seslendirenler: Demet Evgar, Okan Yalabık, Uğur Yücel,
Ayşen Gruda, Ahmet Mümtaz Taylan
Senaryo: Levent Kazak, Bülent Üstün
Yapımcı: Michael Favelle, Mehmet Kurtuluş
Film Özeti
1950’li yıllarda New York’ta geçen hikâye, evli,
çocuklu ve zengin, ancak eşiyle sorunlar yaşayan, orta
yaşa yaklaşmakta olan bir kadın olan Carol ile genç bir
tezgâhtar olan Therese arasında tesadüfen tanışmalarıyla
başlayan, ancak günden güne tutkulu bir yakınlığa dönen
ilişki anlatılıyor. Carol eşinden boşanıp kızının velayetini
almak istese de kocası Harge, onun Therese ile olan
ilişkisinin sınırlarından gitgide kuşkulanmaya başlayacak
ve kızını bırakmak istemeyecektir.
Film Özeti
Sefahati meşhur, marazı bol Beyoğlu’nda geçen bir
İstanbul serüveni! Alelade bir Mart sabahı, kahramanların
en antisi, kedilerin en fenası Kötü Kedi Şerafettin, kadim
yancıları Fare Rıza ve Martı Rıfkı ile akşama mangal
hazırlığı yapmaktadır. Ne var ki evdeki hesap çarşıya
uymaz… Şero, aynı gün, babası Tonguç tarafından evden
kovulacağı, göz koyduğu manitanın ölümüne sebep
olacağı, bir dizi düşmanının saldırısına uğrayacağı,
hayatında ilk kez aşık olacağı, baba olduğunu öğrense
de kabullenemeyeceği gibi, mangal planları da bu “ufak
aksiliklerle” altüst olacaktır.
Bizans Oyunları Geym
of Bizans (Kahpe Bizans 2)
Vizyon Tarihi: 15 Ocak 2016
Yapımı : 2016 - Türkiye
Tür : Komedi
Yönetmen : Gani Müjde
Oyuncular : Tolgahan Sayışman, Tuvana Türkay, Gürkan
Uygun, Ünal Yeter, Gonca Vuslateri
Senaryo : Gani Müjde
Yapımcı : Şükrü Avşar
Film Özeti
İlki 2000 yılında vizyona giren ve izlenme rekorları
kıran Kahpe Bizans filminin 15 yıl aradan sonra gelen
ikinci filmi.
SPOR
WAKE
BOARD
25
Kablolu Su Kayağı her yaştaki insanın yapabileceği, kayarken çok heyecan
veren, vücudun bütün kaslarını çalıştıran ve son zamanlarda aktif bir
şekilde yayılmaya başlayan su sporların dalıdır. Extreme spor dalına
girmesine rağmen ve ilgili spor dallarından en emniyetli olanlardan biridir.
Kablolu Su Kayağının doğuşu 1950’lere dayanır:
Münihli bir mühendis olan Bay Bruno Rixen
hayatında ilk kez su kayağını denemiş ve bu spordan
çok hoşlanmıştır. Ancak su kayağı yapmak için tekne
kullanmak istememiş ve dolayısıyla telesiyej gibi
hareket edecek bir sisteme ihtiyaç olduğunu tespit
etmiştir. Rixen böylece, su kayakçılarının suyun
üzerinde bir kablo sistemi tarafından çekildikleri bir
su kayağı mekanizması yapmıştır.
Kablolu su kayağın kullanım prensipleri motorlu
teknenin arkasında yapılan su kayağın prensipleri ile
hemen hemen aynıdır. Farklılık ise sadece sporcunun
suyun üstünde gidebilmek için kullandığı araçtır
(kablo veya motorlu tekne). Yani motorlu teknenin
arkasında kayılarak yapılan bütün akrobasiler ve
engeller kablolu su kayağında hemen hemen aynıdır,
sadece sporcu motorlu teknenin yerine kabloyu
çeken direk ve makara sistemini kullanıyor. Bu
yüzden de bu spor dalın ismi “Kablolu su kayağı”
olmuştur. Kablolu su kayağı yarattığı hareket
mekanizması sayesinde motorlu tekne ile yapılan
su kayağına göre birçok avantajı vardır. Birincisi, hız
sabit olduğundan yeni başlayanlar su kayağına daha
çabuk adapte oluyorlar. Ayrıca kablolu su kayağı
sisteminde 5-6 kişi birden kayabilir, motorlu tekne
ile yapılan su kayağında ise teknenin arkasında
maksimum iki kişi kayabiliyor. Önemli avantajlardan
biri de ücret! Motorlu tekne ile yapılan su kayağı
yapabilmek için özel bir motorlu tekneyi kiralamak
gerekir ki bu çok maliyetlidir. Kablolu su kayağın
maliyeti ise çok daha düşüktür ve bu yüzden de
kayanlara yansıyan ücret daha azdır. Bu olgu kablolu
su kayağın popülariteyi kazanmasında önemli
etken olmuştur. Avantajlardan diğer de kablolu su
kayağın tamamen ekolojik olmasıdır. Kablolu sistem
sadece ve sadece elektrik tüketerek çalışmaktadır
ve çevreyi kirletmez. Bundan ötesi kablolu su kayağı
yapılan göletlerde doğal yolla yılda ortalama olarak
9 tona kadar oksijen karıştırılmaktadır. Dolaysıyla
kablolu su kayağı ekolojiye destek olduğunu da
söyleyebiliriz. Kablolu su kayağı öğrenilmesi kolay bir
spor dalıdır. İlk defa deneyenler 1-2 saat sonra çok
emin bir şekilde kayabiliyorlar. Ayrıca 7 yaşından 80
yaşına kadar olan herkimse kablolu su kayağı kolayca
öğrenebilir ve yapabilmektedir. Klasik su kayağı
birçok su sporunu barındırdığı için ekstrimal su sporu
olarak kabul edilmekte. Ancak özel parklarda kurulan
kablolu su kayağı sayesinde bu spor dalı ekstrimal
heyecanını ve hissini koruyarak daha güvenli ve kolay
ulaşılabilir hale geldi. Kablolu su kayağını yaparken
yaralanma riskiniz motorlu tekne ile yapılandan
daha düşüktür. Ve riskin azalması ile kayanlar hiçbir
şey kaybetmiyor, hatta daha fazla akrobasileri
yapabiliyorlar. Şu anda dünyada toplamda yaklaşık
250 adet wake-park bulunmaktadır. Bunlar Almanya,
Fransa, Büyük Britanya, ABD ve Türkiye olmak üzere
30 farklı ülkelerde bulunmaktadırlar. Kablolu su
kayağı uluslararası spor dalı olarak da kabul görmüş
ve 2001 yılından itibaren uluslararası wake-board
şampiyonaları da yapılmaktadır.
SAĞLIK
Diyabet (Şeker Hastalığı) yaşadığımız
yüzyılın en ciddi sağlık sorunlarından biridir.
Dünyada ortalama her 100 erişkinden
6’sının diyabetli olduğu, 1985 yılında 30
milyon, olan diyabetli sayısının 2025 yılında
380 milyona ulaşacağı, tahmin edilmektedir.
Dünya üzerinde yaklaşık her 10 saniyede 1
kişi, yılda yaklaşık 3.8 milyon kişi diyabete
bağlı nedenlerle hayatını kaybetmektedir.
DİYABET
Gülhan Kuzu Coşansu
(ŞEKER HASTALIĞI)
27
Türkiye’de ise her 100 kişiden 7’sinde aşikar
diyabet, bir o kadar kişide de ileride diyabet olma
olasılığı yüksek olan “bozulmuş şeker toleransı- gizli
şekeri” vardır. Yani her 100 kişiden yaklaşık 15’i
diyabetten etkilenmektedir.
Diyabet genellikle açlık kan şekeri yükseldiğinde
teşhis edilmektedir. Oysa bilimsel veriler diyabetin
klinik tanıdan yaklaşık 10-12 yıl önce başladığını
ve yeni tanı alan diyabetlilerin %21’inde göz, %18
‘inde böbrek, %12’sinde ise sinir harabiyeti ve %20
’sinde cinsel fonksiyon bozukluğu gelişmiş olduğunu
göstermektedir. Başlangıçtan itibaren ilerleyici bir
hastalık olan diyabette erken tanı ve tedaviye erken
başlamak hayati önem taşır. Erken tanı için hastalık
risk faktörlerinin bilinmesi ve gereken taramaların
yapılması gerekir. Fazla kilolu ve 45 yaşın üstündeki
bireylerde mutlaka bir sağlık kuruluşunda gerekli
testlerin yapılması gerekir. Fazla kilolu ve 45 yaşın
altındaki bireylerde ise aşağıda belirtilen risk
faktörlerinin varlığında gerekli testler yapılır ve bu
testler önerilen sıklıkta tekrarlanır.
DİYABET RİSK FAKTÖRLERİ
Fazla kilolu olmak (BKİ 25 ve üstünde*)
• Hareketsiz bir yaşam tarzı,
• Birinci derece akrabalarda (anne, baba, kardeş)
diyabet varlığı,
• Daha önceden herhangi bir zamanda
kan şekerinin yüksek bulunmuş
olması
• Gebelik sırasında diyabet tanısı almış olmak ve 4
kilonun üstünde bebek doğurmak
• Hipertansif olmak (≥140/90 mmHg),
• HDL kolesterol düzeyinin <35 mg/dl ve / veya
trigliserid düzeyinin >250 mg/dl olması,
*Beden Kitle İndeksi (BKİ)= kilo/boy(m)2
GİZLİ ŞEKER
Klinik olarak diyabetin ortaya çıkmasından önce
pek çok kişide kan şekeri normal sınırların (70-100
mg/dl) üstünde olabilir. Ancak bu yükseklik diyabet
tanısı (126 mg/dl ve üstü) koyduracak kadar yüksek
değildir. Normalde açlık kan şekerinin 100 mg/dl’yi
geçmemesi gerekir. Açlık kan şekeri 100-125 mg/ dl
arasında ise veya yapılan şeker yükleme testinde
SAĞLIK
2. saat sonucu 140-199 mg/dl arasında ise bu durum
“pre-diyabet” yani gizli şeker olarak adlandırılır.
Türkiye’deki 5 milyonun üzerindeki şeker
hastasından 2,5 milyonunun gizli şeker hastası
olduğu tahmin edilmektedir. Bu kişiler uzun
yıllar (10-15 yıl) hiç bir ciddi bir belirti vermeden
hayatlarını sürdürebilirler. Bunun yanı sıra bu
kişilerde kilo almaya eğilim, sık acıkma, sinirlilik,
açlığa tahammülsüzlük, hızlı yeme ve yemek
sonrasında yorgunluk , uyku hali gibi belirtiler
görülebilir. Bu belirtileri gösteren kişilerde her
zaman açlık kan şekeri değeri yüksek çıkmayabilir.
Böyle bir durumda mutlaka tokluk kan şekeri
(yemekten 2 saat sonra) ölçümü yaptırmak gerekir.
Gizli şekeri olan bireyler diyabetli olmaya adaydır.
Bu bireyler aynı zamanda kalp-damar hastalıkları için
de yüksek risk taşırlar. Ancak, gizli şeker erken teşhis
edilirse kişinin diyabet olmasının önüne geçilebilir
ya da diyabetin başlaması geciktirilebilir. Diyabet
için önemli riskler olan genetik yatkınlık ve yaş
değiştirilemese de beslenme ve egzersiz gibi yaşam
tarzı alışkanlıkları değiştirilebilir.
Alınan enerji miktarının harcanandan fazla olması
durumunda obezite riski ve dolaylı olarak da tip
2 diyabet riski artmaktadır. Obeziteden bağımsız
olarak diyetle alınan yağların özellikle de doymuş
yağların diyabete yatkınlığı arttırdığı bilinmektedir.
Bu bağlamda diyabet riskinin azaltılması ideal kiloya
ulaşmak ve bu kiloyu korumayı gerektirir. Kalori
gereksiniminin yağı azaltılmış, karbonhidrattan zengin
ve lifli besinlerle karşılanması halinde diyabetin
önlenebileceğini gösteren kanıtlar mevcuttur.
Erişkinlerde sedanter yaşam biçimi diyabet
gelişimi için son derecede önemlidir. Düzenli
fiziksel aktivitenin yüksek riskli bireylerde diyabetin
gelişmesini anlamlı olarak azalttığı bilinmektedir.
Öneriler günde en az 30 dakika ya da haftada en az
150 dakika orta düzeyde egzersiz yapılmasına işaret
etmektedir.
Özetle, pek çok bilimsel araştırma diyabet
için yüksek risk taşıyan bireylerde yaşam tarzı
alışkanlıklarındaki değişimlerle (kilo kaybı, yağ
tüketimini özellikle doymuş yağ oranının azaltmak,
lifli gıdaları tercih etmek ve düzenli egzersiz yapmak)
diyabet gelişme riskinin yaklaşık %60 oranında
azaldığını göstermektedir.
29
BİLİYOR MUSUNUZ?
Parfümlerin ana maddeleri
Tenimizde kalması için parfümlerin içinde fiksatör
(sabitleyiciler) dediğimiz malzemeler kullanmak
zorundayız. Doğada en güçlü fiksatörler hayvanlarda var.
Bir cins kedinin (Misk Kedisi -Civettictis Civietta)anüsünün
etrafındaki salgıdan, bir cins geyiğin (Misk GeyiğiMoschus Moschiferus) testislerinin hemen üzerindeki
bezeden, bir cins balinanın dışkısı veya kusarak attığı bir
şeylerden elde ediliyor. Koku dediğimizde ilk aklımıza
gelen Misk, bir cins geyiğin testislerinin hemen üzerindeki
bezeden çıkartılıyor. Zaten misk kelimesi de köken olarak
testise kadar gidiyor. Amber, ‘Physeter macrocephalus’
isimli balinanın, denize attığı salgı muhteviyatındaki
amberin denizden veya yakalanan balinalardan
toplanması yoluyla elde ediliyor.
Küçük - çocuk (Etimoloji)
- KÜÇÜK sözünün Türkiye Türkçesi dışındaki Türk
lehçelerinin varında köpek yavrusu anlamına geldiğini,
küçük sözü yerine öbür Türk lehçelerinde kiçine,
kiçik, kiçkine sözlerinin kullanılıyor olduğunu, Türkiye
Türkçesinde Köpek çağırırken kullanılan küçü küçü
sözlerinin küçük sözünden türediğini, “evin kiçigi (ufağı)
olacağına, itin küçüğü ol!” deyiminin Türkistan’da yaygın
kullanıldığını.
- Çocuk / çoçka sözlerinin eski Türkçede ve öbür Türk
lehçelerinde hâlâ domuz Yavrusu anlamında kullanıldığını…
Çocuk “domuz yavrusu, her şeyin küçüğü” [ Divan-i
Lugat-it Türk (1070) ] Çocuk/çoçka “domuz yavrusu” [
Codex Cumanicus (1300) ] Çoçka/çoçğa “aynı anlamda”
[ Kitab-ı Mecmu-ı Tercüman-ı Türkî (1900) ] Çuçak “cüce”
[ Pavet de Courteille, Dictionnaire Turc Oriental (1500
yılından önce) ]
DÜŞÜNCE
Arşimet Yasası (taç problemi)
Bir gün Syrakuzai’de kuyumcular,
hükümdara altından bir taç
yaparlar. Kuyumcuların, altının bir
kısmını gizleyip yerine taca gümüş
karıştırdıklarından şüphelenir.
Hükümdar, Arşimet’i çağırtıp: -İşte
tacım, der. Bunda ne kadar gümüş
olduğunu anla, yalnız tacı bozma.
Arşimet, bu zor meseleyi
çözebilmek için geceli
gündüzlü düşünür.
Ve böyle de yapar.Altına gümüş karıştırıldığı anlaşılır.
Arşimet, her ikisinden de taşan suyu tartarak, taçta ne
kadar gümüş olduğunu hesaplar. Böylece, hırsızlık ortaya
çıkar. Herkes şaşar. En çok şaşan, hırsızlar olur. Çünkü
bunlar çok usta kuyumcular oldukları için, dünyada kimsenin
altına gümüş karıştırıldığının farkına varamayacağını
düşünmüşlerdi. Belki bu sadece bir hikayedir. Bunu anlatan
Syrakuzaililer, cahil insanlardı.
Yemek yerken,
gezinirken,
hatta hamamda
bile, aklı fikri
bu meselededir.
Herkes uyuduğu
halde, bu mesele
kendisine rahat
vermez.
Bir gün Arşimet’in hamamda
eve çırılçıplak koşarak sevinç
içinde, “Eureka!” yani “Buldum!”
diye bağırdığı söylenir.Gerçekten
de meselenin çözümünü bulmuştu.
Arşimet yavaş yavaş banyoya
girdiği zaman, su kenarlarından
taşar. Bu da kendisine, bir
defa da tacı su dolu bir kaba
batırmayı düşündürür. Taç suya
batırılınca suyun bir kısmı
taşar. Bunun üzerine aynı
ağırlıkta bir altın külçesi bulup
aynı şeyi tekrarlamayı düşünür.
Eğer saf altının taşırdığı su
tacınki kadarsa, demek taç
saf altındandır. Fazlaysa, taca
gümüş karıştırılmıştır. Çünkü
gümüş, altından hafiftir.
Cahiller içinse, bir bilginin nasıl düşündüğünü anlamak
zordur. Arşimet’ten söz açılınca, akıllara hep banyo geldiği
gibi, bir gün Newton’un sözü olduğunda da, ağaçtan düşen
elmayı hatırlayacaklardır.Bir bilginin hakkında böyle hikayeler
anlatıldığına göre, insanlar bilimin gücüne, aklın kuvvetine
inanıyorlar demektir. DÜŞÜNCE
BİLGELİĞE GİDEN YOL
KARL JASPERS
YAZI: Münür Kunduracı
ŞİMDİ, kendi insani durumumuza bir göz
atalım. Her daim belli ahvalimiz vardır. Bu haller
değişir, fırsatlar ortaya çıkar. Eğer bu fırsatlar
kaçırılırsa, asla geri gelmezler. Ben kendim, bu
hali değiştirmeye çalışabilirim. Her ne kadar
anlık görünüşleri değişse ve ezici gücü gözden
kaybolsa da gerçekte aynı kalan bazı haller
söz konusudur: Ölmeliyim, acı çekmeliyim,
mücadele etmeliyim, kadere bağlıyım,
kendimi merhametsizce suçun içine çekerim.
Varoluşumuzun bu temel hallerini, nihai haller
olarak adlandırırız. Bir başka deyişle, bu haller,
değiştiremeyeceğimiz ya da kaçınamayacağımız
hallerdir. Şüphe ve merakla beraber, bu nihai
hallerin idrakinde olmak, felsefenin en esaslı
kaynağıdır. Günlük yaşamımızda gözlerimizi
kapatarak veya onlar hiç olmamış gibi yaşayarak,
onlardan sık sık kaçınırız. En sonunda, ölmemiz
gerektiğini unuturuz, suçumuzu unuturuz ve
feleğin merhametine bağlı olduğumuzu da.
Sadece somut durumlarla yüzleşir ve onları
lehimize çeviririz, uygulanabilir ilgilerimizin
tahrikiyle, onlara, dünyada eylemde bulunarak
ve plan yaparak tepki veririz Fakat bu nihai
durumlara, ya onları gizlemeyle ya da –onları
gerçekten kavradıysak- ümitsizlik ve yeniden
doğuşla karşılık veririz: varlık bilincimizde bir
değişiklikle, kendimiz oluruz…
Nihai durumlar – ölüm, kader, suç ve
dünyanın belirsizliği - beni başarısızlık
33
gerçeğiyle karşı karşıya koyar. Eğer dürüstsem
tanımamamın imkânsız olduğu bu mutlak
başarısızlığa karşı ne yaparım?
İnsan için önemli olan şey, başarısızlık
karşısındaki tutumdur: başarısızlığın insandan
saklı kalıp kalmadığı ya da en sonunda, yalnızca
nesnel olarak insanı altedip etmediğidir; kişinin,
varoluşunun değişmez sınırıyla onu anlaşılması
güç görüp görmediğidir; onunla akıl almaz
çözümlerde ve tesellilerde kapışıp kapışmadığı
ya da dürüstçe yüzleşip yüzleşmediğidir. İnsanın
başarısızlığına yaklaşma biçimi, kişinin ne
olacağını belirler.
Nihai durumlarda insan, bütün fani dünyevi
varoluşun üzerinde ve onlara rağmen, ya hiçliği kavrar
ya da gerçek varlığı algılar. Ancak dünyada mümkün
olan ümitsizlik, dünyanın ötesine işaret eder.
Ya da farklı bir şekilde ifade edersek, insan
kurtarılmayı arar. Bu kurtarılma, büyük evrensel
kurtuluş dinlerinin vaat ettiğidir. Onlar, kurtuluş
hakikatinin ve gerçekliğinin nesnel teminatıyla
karakterize edilirler. Onların yolu, bireysel bir
ihtida -din değiştirme- hareketine götürür.
Felsefe bunu sağlayamaz. Hal böyleyken, felsefe,
kurtarılmaya paralel olarak, dünyayı aşmadır…
Felsefi bir hayat sürdürme isteği, bireyin,
içinde kendisini bulduğu karanlıktan, kaynaklanır,
ya da sevgisiz bir biçimde boşluğa bakarkenki
terk edilmişlik hissinden, dünya meşgalesiyle
tükendiği ve korku içinde aniden uyanarak,
kendine: “Ben neyim, neyi beceremiyorum, ne
yapmalıyım?” diye sorduğu zamanki kendini
ihmalden doğar. Söz konusu kendini ihmalcilik,
makine çağı tarafından şiddetlendirilmiştir.
Zaman saatleriyle, -ister insan gücüne dayalı
ister sadece mekanik olsun- insanı insan olarak
daha az tamamlayan meslekleriyle bu kendini
ihmalcilik, kişiyi, kendisinin makinenin bir
orada bir burada manevra yapan bir parçası
olduğunu düşünmeye götürebilir. Serbest
bırakıldığındaysa, bir hiç olduğunu, kendisiyle
hiçbir şey yapamayacağını hissetmesine sebep
olur. Tam kendine gelmeye başladığı esnada,
bu devasa dünya, onu yeniden anlamsız işin
ve anlamsız boş vaktin kişiyi tamamen tüketen
çarklarına çeker.
Ancak böyle insan, kendini ihmalciliğe
meyillidir. Kişi; dünya, alışkanlıklar, münasebetsiz
banallikler ve herkesin geçtiği yollar tarafından
hezimete uğramak istemiyorsa, kendini burada
sözü edilen ihmalcilikten çekip çıkarmalıdır.
Felsefe, bizim birincil kaynağımızı uyandırma,
tekrar kendimize giden yolu bulma ve içsel
eylemle kendimize yardım etme kararıdır.
Descartes ve Felsefe
İlya Yayınları
202 sayfa
Suçluluk Sorunu
Almanya’nın Siyasal
Sorumluluğu Üzerine
İthaki Yayınları
160 sayfa
Nietzsche Nasıl
Felsefe Yapıyordu?
Alfa Yayınları
576 sayfa
TARİH
35
OSMANLILARDA BİLİMSEL
KÜLTÜRÜN GELİŞMESİNE
SEKTE VURAN HAREKETLER
Mirim Çelebi Doğu’da Batlamyus’un Almajest’i
üzerine bina edilmiş bilgilerle kitap yazdığı sırada
Batı’da Kopernik bin sene ilim âlemine hâkim olan
Batlamyus sistemini yıkmaya çalışıyordu.
HHH
Fatih Sultan Mehmet, ta gençliğinden beri din ve
metafizik hususunda büyük bir merak ve tecessüs
göstermiştir. Mesela Hurufiler tarikatı dervişlerinden
bazı kimseler Osmanlı’ya gelerek, padişahın
iltifatına mazhar olmuşlar ve sarayda oturmaya
başlamışlardır. Fatih’in bunlarla sıkı münasebetini
gören Veziri Azam Mahmut Paşa Edirne Müftüsü ve
Müderrisi Fahrettin Acemi’ye durumu anlatmış ve
padişah’ı Hurufiliğe eğiliminden alı koymak için bir
çare bulmasını rica etmiştir. Bunun üzerine müftü bu
dervişlerin sözlerini, padişahın konağında gizli bir
yerden dinledikten sonra ortaya çıkıp kendileriyle
tartışmaya başlayınca kaçıp saraya sığınan bu
adamları oradan zorla alarak, camide inançları
aleyhine verdiği bir vaazın arkasından onları
ahaliye yaktırmıştır.
HHH
1576-1580 yılları arasında Takyeddin bin
Mehmed bin. Ahmed III. Murad’ın hocası Sadettin
Efendi’ye bir rasathane kurulması gerektiğini
anlatmış, o da Hünkârı ikna ederek Tophane
sırtlarında bir rasathane kurdurtmuştur. Hoca
Saadettin ile vaktin Şeyhülislamı olan Ahmet
Şemseddin Efendi’nin arasındaki düşmanlık
yüzünden bu Şeyhülislam Efendi padişaha sunduğu
bir arizada gökleri rasat etmenin uğursuz ve her
nerede bu işe teşebbüs edildiyse, devletin mahiv
ve harap olduğunu söyleyerek ilim düşmanlığını
göstermesi üzerine 987 yılı zilhiccesinin 4. Perşembe
günü Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa’ya rasathanenin
derhal yıkılması irade olunmuş ve bu kurum bir gece
içinde yerle bir edilmiştir.
HHH
Avusturyalılarla Osmanlılar arasında geçen
bir savaşta Petervaradin’de şehit düşen (1716)
Sadrazam Damat Ali Paşa’nın yalnız katalogu 4 cilt
tutan kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine
bunlar arasında bulunan felsefe, tarih, astronomi
kitaplarının kütüphaneler vakfının caiz olmayacağına
dair Şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendi’nin fetva
verdiğini görüyoruz.
HHH
III. Murad zamanında 120 medrese, 89 hastane
ve 9000 öğrenci vardı ancak öğrencilerin ders
çalışmadıklarından, zevk ve sefaya daldıklarından
şikâyet edilmekteydi.
TEKNOLOJİ
FARENİN TARİHİ
VE DÖNÜŞÜMÜ
37
BUGÜN BİLGİSAYARLARIN YANINDA VAZGEÇİLMEZ BİR PARÇA OLAN FAREYİ İLK OLARAK DOUGLAS
ENGELBART VE STEVE JOBS ADLI KİŞİLER YAPMIŞ. DOUGLAS 40 YIL ÖNCE MOUSE DENEN MUCİZEVİ
MEKANİZMAYI İCAT EDEN, STEVE İSE BU TEKNOLOJİYİ EVLERİMİZE SOKAN KİŞİ. BULUŞUNUN ADININ FARE
OLMASININ SEBEBİ DE KABLOSUNU BİR FARENİN KUYRUĞUNA BENZETMESİYMİŞ
Douglas Engelbart’ın amacı, bilgisayarın sadece
deneyimli bilim adamları tarafından kullanılan
ulaşılmaz oyuncak değil, herkesin kolayca
kullanabileceği bir yardımcı haline gelmesine ön ayak
olmakmış. Profesör Engelbart, ilk mouse prototipini
1965’te hazırlamış. İki tekerlekli bu tahta alet,
1970’te “görüntüleme sistemleri için X-Y yer gösterici
sistem” adıyla patent almış. Farenin kullanılabilmesi
için bir grafik arabirim de yazmış, ancak o zamanlar
yazılımlar için patent verilmiyormuş. Bu yüzden
bugün bu sektörün kaymağını o değil uyanık Bill
amca toplamakta.
Buluşunun adının fare olmasının sebebi de
kablosunu bir farenin kuyruğuna benzetmesiymiş.
Aslında düşününce, klavye, monitör gibi parçalar
arasında biraz garip bir isim.
Aynı günlerde Apple için klavye ve kasa üreten
şirketin sahibi Dean Hovey, Jobs’a artık daha
fazlasını yapmak istediğini söylemiş. Steve Jobs’un
cevabı “yapmamız gereken bir fare üretmek”,
Dean Hovey’in tepkisi ise “hıı?” olmuş. Apple o
sıralarda Lisa ve Macintosh kod adlı iki bilgisayar
üzerinde çalışıyormuş ve Steve Jobs’un amacı bu
fare denen şeyi piyasaya sürmekmiş. Bu sayede
bilgisayarın sadece klavye tuş kombinasyonlarını
ezberleyebilenlerin tekelinden çıkacağını, çok
daha geniş bir kullanıcı kitlesine ulaşacağını,
farenin bilgisayar dünyasında bir devrim olacağını
düşünüyormuş.
Yalnız ortada bir problem varmış: Xerox’un kendi
teknolojisiyle ürettiği fareler yaklaşık 400 dolara
maloluyormuş, sürekli bozuluyormuş ve temizlemesi
imkansızmış. Douglas Engelbart’ın icadı olan farenin
torunu olan bu yeni nesil fare, teknoloji için mucizevi,
piyasa için facia bir ürünmüş anlayacağınız. Steve
Jobs’un hedefi 10 ile 30 dolar arasında bir paraya
maledilebilecek, hergün saatlerce kullanılsa bile
bozulmayacak ve düzgün bir yüzey olmasa bile
çalışacak bir fareymiş.
O sıralarda Jobs için çalışan Jim Sachs şöyle
diyor: “Yeterince uyumadığını ya da diyetinde lif
konusunu abartıp vitaminsiz kaldığını düşünmüştük.
Ama saat başına ödediği 25 dolar için eğer istiyorsa
güneş enerjisiyle çalışan ekmek kızartma makinesi
geliştirmeye bile hazırdık!” Düşünürseniz, ekmek
kızartma makinesi daha kolay olabilirmiş. Steve
Jobs’un istediği şey, Silikon Vadisi’nin en ışıl ışıl
adamlarının hazırladığı teknolojiyi alıp çalışırlığını
Douglas Engelbart
defalarca artırmak ve fiyatını yüzde 90 aşağıya
çekmekmiş çünkü!
Farenin tasarımı, az önce bahsettiğimiz Jim
Sachs’ın da kurucularından olduğu Hovey-Kelley
adlı firmaya verilmiş. Firma, Stanford’dan mezun
ve çoğu Silikon Vadisi’nde çalışmış bilgisayar
TEKNOLOJİ
STEVE JOBS
dahilerinden kuruluymuş. Yani fare, büyürken
de doğduğu yerden fazla uzaklaşamamış. Ortak
özellikleri, geleneksel ürün geliştirme metodlarına
ve bilgisayarcı stereotipine sinir olmalarıymış.
Bütün bilgisayarcıların inek olması gerekmediğini
düşünüyorlarmış yani.
İlk prototip 1980 baharında yapılmış. Farenin
gövdesi bir tereyağı kutusu, topu da bir roll on
deodorantın topuymuş. Dizayn için kullanılan
tek alışılmadık malzeme bunlar değilmiş: Dean
Hovey’in buzdolabı ile arabasının vites sistemi de
fare için kendini feda eden şeyler arasındaymış. Bu
tuhaf malzemeleri kullanmışlar, çünkü bir tasarım
hazırlamanın ve sonra da ona uygun parçalar
yaptırmanın uzun ve pahalı bir süreç olacağını
tahmin etmişler. Birşeyler söküp uygun gördükleri
parçaları birbirine yapıştırmak çok daha kolay
görünmüş. Zaten bu tür uygulamalar, hayal gücü
geniş, bütçesi dar mucitlerin sürekli yaptıkları
şeylermiş. Bozulan buzdolabını tamir etmek, yeni bir
parça döktürmekten çok daha ucuza çıkıyormuş.
Xerox’un faresi, topu masaya bastırarak
çalışıyormuş. Dean Hovey, ofisinin yamuk masasında
topların nasıl kaydığını görünce kendilerini
kurtaracak fikri bulmuş; topun bastırılması değil,
kaydırılması gerekiyormuş. Jim Sachs’ın da daha önce
tesadüfen öğrencileriyle birlikte yuvarlanan topların
yerini ve hareketleri belirleyen ufak bir mekanizma
hazırlamış olması işlerini iyice kolaylaştırmış ve
masrafları düşürmüş.
Ancak hala sürüyle problem varmış; hala hem
ucuz hem de milimetrik derecede hassas bir ürün
yapamamışlar. Elektronik cihazlar ya pahalı ve hassas
ya da ucuz ve dan dun oluyormuş. Kuyruk bile
başlıbaşına bir problemmiş; elektrik kabloları ya kalın
ya da kırılgan oluyormuş. Minicik oynar parçaları
yerleştirecekleri plastik kabın dışı basit, içi ise incik
cincik olmalıymış. “Yeter artık” deyip bırakmamaları
enteresan.
Bu sorunların çoğunu çözerlerken öğrencilerin
çok yardımını görmüşler. Gerekli çözümlerin
bulunması uzun ve zor olmuş ancak çözümler bir
kere bulununca bunların seri üretime geçmemesi
için hiçbir sebep de yokmuş. İlk Xerox faresinden
beri büyük problem olan kirlenme ve bir süre
sonra çalışamama sorunu ise bugün hala optik fare
almamış kişilerin haftada bir kullandıkları yerinden
çıkan halka ile çözülmüş. Bu fikir, buzdolabı motoru
söküldükten sonra ister istemez projeye dahil olan
Dean Hovey’in karısı tarafından bulunmuş.
Her şey bitince sıra artık farenin nasıl
görüneceğine gelmiş. İşin ilginci, ilk düşünülen
yuvarlak formlu farelerin Apple tarafından
reddedilmesiymiş. Tamamen köşeli ve ergonomiyle
uzaktan yakından hiç alakası olmayan bir tasarım
kabul edilmiş hangi akla hizmetse artık. İnsanların
hangi tuşun ne yaptığını hatırlayamamaları
konusunda duyulan endişeler abartılıp Xerox’un
üç tuş sayısı da teke indirilmiş. Kullanıcının tuşa
ne kadar basması gerektiğini anlamasını sağlayan
pratik, bilgisayara hükmettiğini hissettiren psikolojik
faydaları olan “klik” sesi ise fareye keyfî olarak
eklenmiş.
Projenin tamamıyla bitmesi 1981’in ilk aylarını
bulmuş. Hovey-Kelley’in araştırmaları, fareyi seri
üretilebilen, güvenilir ve ucuz bir bilgisayar parçası
haline getirmiş. Pahalı Lisa serisinin piyasadan
kaldırılmasıyla Macintosh 1984’te satışa çıkmış ve
grafik arabirim - fare ikilisi, bilgisayar kullanımını
kökten değiştirmiş. Microsoft, Apple arabirimine
Windows ile cevap vermiş ve kendi faresini üretmiş,
hatta baş tasarımcı da Apple’ın faresini tasarlayan
Jim Yurchenco’ymuş.
39
GÜNÜMÜZÜN MODERN ‘FARE’lerİ
Wedge Touch Mouse
Apple Magic Mouse 2
Yeni Magic Mouse 2, tümüyle şarj edilebilir olduğu için geleneksel pilleri
kullanma zorunluluğunuz ortadan kalkıyor. Şimdi daha hafif. Üstelik, yerleşik
pili ve pürüzsüz alt yüzeyi sayesinde daha az sayıda hareketli parçaya ve
optimize edilmiş bir yüzey tasarımına sahip. Tüm bu özellikleriyle Magic
Mouse 2, hareketlerinizi daha kolay takip ediyor ve yüzey üzerinde hareket ederken çok
daha az direnç gösteriyor. Multi-Touch yüzeyi, oldukça basit kaydırma hareketleriyle web
sayfaları veya belgeler arasında gezinebilmenizi sağlıyor. Magic Mouse 2, kutudan çıkar
çıkmaz kullanıma hazır. Mac’iniz ile otomatik olarak eşleşmeye de.
Touch Mouse
Şık ve cüretkâr, Touch Mouse bugün
pencere yönetimi için optimize edilmiş bir, iki
veya üç parmakla yapılan hareketlere tepki
veren, dokunmaya duyarlı büyük bir yüzey
içermektedir: yerleştirme, hareket ettirme,
küçültme ve büyütme, web sayfası üzerine
ileri ve geri gitme, görevler arasında geçiş
yapma ve benzerleri. Touch Mouse ürününü
kullanmayı öğrenmek kolay ve eğlencelidir,
ancak touch hareketlerine alışırken bir
yandan da eski farenizle yaptığınız gibi işaret
etmeye ve tıklatmaya devam edebilirsiniz.
Wedge Touch Mouse başka aygıtlara benzemez. Cebinize sığacak kadar küçük olma
özelliğiyle, kompakt çerçevesi hareket halindeyken dizüstü bilgisayarınız veya Windows
8 tabletiniz için mükemmel bir arkadaştır. Ustalıklı ve sade tasarım, size akıcı, dört yönlü
kaydırma imkanı sunar. Ayrıca Bluetooth teknolojisi, kablo karışıklığı veya vericiler olmaksızın
her yerden kullanabileceğiniz anlamına gelir. Dahası, Wedge Touch Mouse, bilgisayarınız
veya tabletiniz hazırda bekletmede veya kapalıysa, pil
gücünü muhafaza etmek için “Sırt Çantası Modu”na
(esas olarak bir düşük güç modu) giriyor.
Farenizi, kapanıp kapanmadığından
endişe etmeden çantanıza
koyabilirsiniz, çünkü artık ihtiyaç
duyulmadığını kendi kendine algılar.
Arc Touch Mouse
Arc Touch Mouse güzelliği ve fonksiyonu bir araya getirir.
Dokunsal geri bildirim (kaydırma hızına işaret
eden ışık titreşimi) tamamen hissederek,
belgelerde veya web sayfalarında
ihtiyaç duyduğunuz kadar hızlı
veya dikkatli bir şekilde düşey
olarak kaymanızı sağlar. Ayrıca,
yenilikçi, eğilebilir kuyruğu, Arc
Touch Mouse’u hareket halindeyken
kullanım için mükemmel hale getirir.
Açmak için bükün, kapatmak için
düzleştirin ve çantanıza atın. Varlığını
hissetmeyeceksiniz bile.
MODA
2016 kış modası
geçmişe yolculuk
yaptırıyor
ZEYNEP YILDIZ
2016 kış modası bize farklı renk ve modelleriyle geniş
bir yelpaze açıyor. 2016 ağırlıkla geçmişe yolculuk
yaptırıyor. Süet, püskül, çizgili grafik desenli elbise
ve pantolonlar karşımıza çıkacak. Bu kış denemekten
çekindiğiniz her ürün gardırobunuzda yer almalı.
ABD donanmasından moda
dünyasına yansıyan kruvaze ceketler,
2016 kışına hâkim durumda. Kısa ve
uzun her boy bulmak mümkün. Kış
aylarının soğukluğunu üzerimizden
atacak canlı renklere yer açılacak.
Sarı, fuşya, portakal reni favoriler
arasında…
2016 kışında dilerseniz baştan
aşağı deri de giyinebilirsiniz. Deriyi her
koleksiyonda görmek mümkün Kalın
boğazlı kazaklarınızı desenli cesur
minilerinizle kombinleyebilirsiniz.
Kadifenin asil duruşu da 2016
kışında vitrinlerde göz kamaştırmaya
devam edecek Patcwork tekniğiyle
hazırlanmış tasarımlar gündemde...
Rengârenk giyinmeyi sevenlerin tercihi
olacağı kesin.
En fazla dikkat çeken ürünler
ise gotik tarzı siyah, tül, dantel ve
derinin kombinleri. İri düğmeler
2016 kışında işlevinin yanı sıra
aksesuar konumunda. Büyük
kemerler de birçok kıyafete ayrı bir
hava katıyor.
41
SİYAH BEYAZ 80’LER (Valentino)
(Jeremy Scott)
KRUVAZE CEKET / KABAN (Chloe)
KÜRK PUNK MİLİTER (Balenciaga)
(DSquared2)
(Isabel Marant)
KAPİTONE KADİFE (Fendi)
(Ralph Lauren)
EKONOMİK GÖRÜŞ
YENİ DÜNYA DÜZENİ:
KAPİTALİZM
YAZI: A.Taner Agün
Kapitalizm, özel
mülkiyete ve özel
teşebbüse dayanan
bir ekonomi sistemidir.
Bu sistemde ekonomik
aktivitelerin hepsi
değilse de çok büyük bir
kısmı kar amacı güden
özel bireyler ya da özel
kuruluşlar tarafından
yürütülür. Üretimin
araçları, örneğin
ham madde, sermaye
ve diğer gerekli
araçlar büyük oranda
bireyler tarafından
sahiplenilir.
Kapitalizm, özel mülkiyete ve özel
teşebbüse dayanan bir ekonomi sistemidir.
Bu sistemde ekonomik aktivitelerin hepsi
değilse de çok büyük bir kısmı kar amacı
güden özel bireyler ya da özel kuruluşlar
tarafından yürütülür. Üretimin araçları,
örneğin ham madde, sermaye ve diğer
gerekli araçlar büyük oranda bireyler
tarafından sahiplenilir.
Kapitalizmde ekonominin bir kısmı
kamuya ait olabilir. Hükümet kamu
sağlığı ve güvenliği, rekabetin sağlanması
ve çevrenin korunması gibi belli bazı
düzenlemeleri özel sektör üzerinde
uygulayabilir. Ancak böyle düzenlemelerin
genelde negatif sonuçları olur. Kurallar
genellikle bireylerin ve kurumların
normal şartlarda gerçekleştirmeyecekleri
uygulamaları zorunlu tutar.
Kapitalizm altında ekonomik alışverişler
kar amacı güden özel bireyler veya firmalar
arasında olur. Hem özel mülkiyet fikri
hem de kar amacı fikri aslında kapitalizm
öncesinde prensipleri ekonomide
uygulanmış pek çok doktrin veya dinin
kurallarına aykırıdır. Ancak 1700’lerde,
insanların ekonomik çıkarları dahil
olmak üzere şahsi çıkarlarının peşinden
gidebilme özgürlüklerinin olması gibi
bazı argümanlar güçlü bir şekilde ifade
edilmiştir. 1714’de Bernard Mandeville
(1670 – 1733) tarafından yazılan “Arıların
Hikayesi” (The Fabe of the Bees) böylesi
argümanlara bir örnektir. Mandeville’nin
öyküsü, kendilerinin ne kadar bencil
olduklarını anlayan ve bir reforma gitmeye
ve diğerlerinin de iyiliğini düşünerek
yaşamaya karar veren arıların bulunduğu
bir arı kovanının hikayesidir. Ancak bu
reform felaketle sonuçlanır. Askerler,
hizmetçiler, tüccarlar, ve diğer pek çok arı
kovandan atılır zira artık onların hizmetine
ihtiyaç yoktur. Aslında Mandeville kovanın
eski bencil ve kibirli haliyle çok daha iyi
çalıştığını anlatmaya çalışmaktadır.
Toplumun tamamının iyiliğinin,
insanların teker teker kendi çıkarlarının
gözetebilmelerinden geçtiği fikri on
ADAM SMITH
sekizinci yüzyılda liberal ekonomik
düşüncenin temel taşı olmuştur. Bu yüzyılın
ortasında bir gurup Fransız düşünür,
fizyokratlar, bu fikri ekonomik teorilerine
eklemlendirdiler. Merkantilizme karşı
çıkarak gerçek zenginliğin ne ticarette
ne de imalatta olduğunu, zenginliğin
temellerinin tarımsal üretim olduğunu
iddia ederler. Dahası bu zenginliğin
geliştirilmesinin ekonomiye müdahale edici
düzenlemelerden ve kısıtlamalardan değil
kısıtlanmayan özgür girişimden geçtiğini
iddia ederler. Hükümetlere, ekonomik
düzenleme ve kısıtlamaları kaldırmaları ve
insanlara pazarda rekabet edebilmeleri için
serbest bırakmaları tavsiyesinde bulunurlar.
Şu ifade fizyokratların fikirlerini özetler:
43
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.”
(laissez faire, laissez passer)
Laissez faire fikrinin en esaslı ve etkili
savunması Adam Smith ‘in “Milletlerin
Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri
Hakkında Araştırma” (1776) isimli
çalışmasıdır. Smith (1723 – 1790) İskoçyalı
bir ekonomist ve filozoftur. Merkantilizme
ve monopoliye karşı duruşu sebebiyle
fizyokratlarla aynı fikirdedir. Ona göre
iktisadi rekabet üzerindeki herhangi bir
kısıtlama, kamuya faydalı olmaktan çok
uzak olduğu gibi, insanlardan sadece az
bir kısmının çıkarlarına hizmet edecektir.
Bu durum pek çok insan için rekabetin
engellenmesi, fiyatların yükselmesi ve
kıtlığın artması demektir.
Bir çare olarak, Smith, bireylerin
pazarda serbestçe rekabet edebilmelerini
sağlayacak bir ekonomi politikasını önerir.
Bu yalnızca herkese eşit fırsat tanıması
sebebi ile en adil olan bir piyasa değil,
aynı zamanda en verimli uygulama
olacaktır. Çünkü şahsi çıkardan başka
(yani kar amacından başka)insanları diğer
insanlar için mal veya hizmet üretmeye
motive edebilecek bir şey yoktur. Smith’in
de dediği gibi kasaplar ve fırıncılar
hayırsever olduklarından dolayı bize
yiyecek vermezler, kendi çıkarları olduğu
için bunu yaparlar.
Kendimizi de, onların insanlığı üzerine
düşünmeye değil, kendi çıkarlarını ne
kadar düşünüyor oldukları üzerine
kafa yormaya sevk etmeliyiz. Ona
göre ekonomi üzerindeki kısıtlamalar,
sınırlandırmalar ve ayrıcalıklar kaldırılırsa
bu insanları kar etmek için mal veya
hizmet üretip satmaya teşvik eder. Kar
edebilmek için üreticiler rakiplerinden
ya daha kaliteli ya da daha ucuz mallar
üretmek zorundadırlar, aksi takdirde
insanlar ürünleri almayacaklardır. Serbest
bırakılmış şahsi çıkarlar dolaylı olarak
kamunun iyiliği için çalışacaktır çünkü
mallar daha fazla, daha kaliteli ve/veya
daha ucuz olacaktır. Smith’in tabiriyle
sanki görünmeyen bir el, kendi çıkarlarını
düşünen rakiplerin, toplumun genelinin
ortak çıkarlarına hizmet etmelerini
sağlayacaktır.
Smith merkantilistlere karşı çıkarak
ülkeler arasında serbest ticaretin olması
gerektiğini savunmuştur. Eğer yabancı
topraklarda insanlar istediğimiz bir mal
veya hizmeti bizlere, aynı ürünü veya
hizmeti kendimiz ürettiğimiz takdirde
ortaya çıkacak maliyetten daha az bir
maliyetle satmak istiyorsa, bu ticaretin
gerçekleşmesi gerekmektedir. Yurt
dışından ithal edilen ürünlere konulacak
vergiler yurt içindeki üretimi destekliyor
ve koruyor olabilir ancak bu aynı zamanda
yerli tüketimci için az sayıda, düşük
kalitede ve pahalı malların tüketilmesi
zorunluluğu demek olduğundan büyük
bir maliyeti de beraberinde getirir. Bu
nedenle ülkeler arasında barışçıl ve
serbest ticaret uzun dönemde insanlar
için en faydalı olandır.
Smith’in bakış açısına göre iktisadi
değişimlerde devletin fonksiyonu
olabildiğince az olmalıdır. Ona göre
devletin yalnızca üç temel görevi vardır.
Birincisi ülkeyi yabancı işgalinden
korumak, ikincisi özellikle özel mülkiyet
hakkını koruyarak adaleti ve düzeni
sağlamak, üçüncüsü de özel girişimcilerin
vermeyeceği veya veremeyeceği yollar,
köprüler, kanallar, limanlar gibi, şimdilerde
ekonomistlerin altyapı dedikleri ve iş
faaliyetlerinin yürütülmesi için gerekli
olan unsurları ve halk için eğitimi bir
kamu hizmeti olarak sağlamaktır. Diğer
bütün sektörler için en iyisi, kendi
çıkarlarını düşünen girişimcilerin kar
amacı güderek rekabet ettikleri serbest
piyasaya bırakılmalarıdır. Rakipler kendi
çıkarları doğrultusunda nasıl uygun
görüyorlarsa o yönde hareket etmelidirler.
Bu anlamda Smith ve diğer pek çok
kapitalizm savunucusu liberal bir duruş
sergilemişlerdir.
Modern dünyada üç çeşit kapitalizm
görülmektedir. Bunlar teşebbüs kapitalizmi,
Sosyal kapitalizm ve kolektif kapitalizmdir.
Teşebbüs kapitalizmi daha çok Anglo
- Amerikan ülkelerde görülür ve saf
kapitalizm olarak da nitelendirilir. Bu model
dünyanın geri kalanında Amerika’da ve
İngiltere’de olduğu kadar kabul görmez.
Temelleri Adam Smith’in fikirlerine çok
yakın olan bu model Milton Friedman
tarafından da güncellenmiştir. Sosyal
kapitalizm ise orta ve batı Avrupa tarafından
geliştirilmiş bir modeldir. Almanya doğum
yeridir. Avusturya, Benelüks ülkeleri, İsveç,
Fransa ve pek çok İskandinav ülkesinde bu
model görülür. Büyük oranda Friedrich List
(1789 – 1846) fikirlerine dayanmaktadır.
Teşebbüs kapitalizmine göre daha esnek
ve pragmatik kurallara sahiplerdir. Örneğin
List, yeni doğan endüstrilerin devlet
tarafından yurt dışı rekabetten korunması
gerekebileceğini söyler. Bu nedenle
devletin ekonomiye müdahalesi bazen
faydalı olabilir. Bu modelin ana teması
pazarın toplumsal oluşudur. Bu pazardaki
rekabet disiplininin, toplumun birliği
ve dayanışması için gerekli ihtiyaçlarla
kaynaştırılmasıdır. Son olarak kolektif
kapitalizmin ana vatanı ikinci dünya savaşı
sonrası Japonya’dır. Çinin de dahil olduğu
Doğu Asya Kaplanlarının benimsediği
bu model iş birliğine dayalı uzun dönem
ilişkilere vurgu yapar. Bu ekonomiyi cansız
bir fiyat mekanizmasına değil ilişkisel
Pazar denilen bir mekanizmaya bırakmayı
öngörmekten geçer. Örneğin Japonya’da
sermaye ve finans sektörü çok yakın ilişki
ve ortaklıklar içerisindedirler. Bu nedenle
yatırımlarını uzun dönemli yapabilme
ve büyük karlar gözetebilme yeteneğine
sahiptirler. Bu ve bunun gibi bağlantılar,
ilişkiler ve ortaklıklar ekonomiye bir çeşit
istikrar sağlar.
Kaynaklar:
1. Oxford, Dictionary of Economics. (Black, Hashimzade, Myles)
2. Terence Ball – Richard Dagger (Political Ideologies and The
Democratic Ideal)
3. Politics (Andrew Heywood)
DÜNYA ŞEHİRLERİ
STİLİN ADI
MİLANO
Lombardia bölgesinin başkenti, İtalya’nın ikinci büyük şehri Milano;
prestij sahibi kültürel gelenekleri, konservatuarları, sanat akademileri,
dünyanın en meşhur opera binalarından biri olan La Scala’sı, meşhur sanat
galerileri ve alışveriş merkezleriyle Avrupa’nın en gözde şehirleri arasında
gösteriliyor.
Dünyanın üç büyük katedralinden Duomo Katedrali, müzisyenlerin rüyası
meşhur opera binası La Scala, içinde Leonardo da Vinci’nin “Son Aksam
Yemeği” tablosunun bulunduğu Santa Maria delle Grazie Bazilikasi, eşsiz
Como Gölü’ne yakınlığı, Paris ve New York ile birlikte moda başkentlerinden
biri olması ile Milano, İtalyan kültürünü yansıtan en güzel şehirlerden...
HAVAALANINDAN ULAŞIM
Türk Hava Yolları, İstanbul’dan Milano’ya haftanın her günü karşılıklı üç
sefer düzenliyor. Uçuşlar hakkında detaylı bilgi için www.thy.com web sitesini
ziyaret edebilirsiniz.
Malpensa Havaalanı’ndan kent merkezine ulaşım taksiyle 80 Euro tutuyor.
Daha hesaplı bir ulaşımı tercih ederseniz, her 10 dakikada bir havaalanından
kalkan otobüslerin ücreti, kişi başı 7 Euro; Malpensa Express treniyle ulaşım
ise 11 Euro. Yol ortalama 45 dakika sürüyor.
45
NEYİ MUTLAKA GÖRMELİ-YAPMALI
Museo Nazionale della Siensa e della Tecnologia
Leonardo da Vinci (Leonardo da Vinci, Ulusal Bilim ve
Teknoloji Müzesi)
Via San Vittero, 21
Rönesansın dahisi Leonardo da Vinci’nin daha önce Koç
Müzesi’nde gördüğümüz bilimsel ve teknolojik çalışmaları
çok daha kapsamlı olarak Milano’daki bu müzede sergileniyor.
Üç bölümden oluşan müzenin ana binasında; ölçüm, fizik,
optik, elektrik, astronomi, saat yapımı, radyo-iletişim ve
metalurji çalışmaları sergileniyor. Demiryolu Binası’nda, farklı
döneme ait 21 lokomotif ve taşıma elemanı; Hava ve Deniz
Taşımacılığı Binası’nda ise deniz mürettebatı eğitim gemisi
“Ebe”, “Conte Biancamano” köprüsü ve İtalyan Donanması’na
ait deniz altı “Enrico Toti” sergileniyor.
Duomo
Piazza Del Duomo
Milanolular’ın buluşma noktası Duomo (Katedral),
Hristiyan aleminin en büyük 3. kilisesi. Barok ve neo-gotik
cepheyi kaplayan 3500 heykel, 135 sivri kule ve 5 bronz
kapı Duomo’nun görkemli yapısının başrol oyuncuları.
Duomo ziyaretinizin hakkını vermek için mutlaka asansörle
en tepeye çıkın ve Alpler’le kucaklaşan uçsuz bucaksız
manzaranın keyfini çıkarın.
Santa Marie delle Grazie
Piazza S. Maria dele Grazie, 2
Milano’ya gittiğinizde sanat adına yapmanız gereken
ilk şey Leonardo da Vinci’nin 1943’teki bombalara rağmen
varlığını korumayı başaran ve defalarca yenilenen İsa’nın
“Son Akşam Yemeği” tablosunu görmek olmalı. Leonardo
da Vinci, 1482’de geldiği Milano’da az sayıda eser (10’dan
DÜNYA ŞEHİRLERİ
az) üretti. Bunlardan biride dünyaca ünlü “Son Yemek”ti.
Leonardo da Vinci, “Mona Lisa”dan sonra en ünlü eseri olan
bu yapıtı Santa Marie delle Grazie Kilisesi’nin duvarına
yapmıştı. Bu tabloyu görmek için en az bir hafta öncesinden
randevu almanız gerektiğini belirtmekte yarar var.
Teatro alla Scala Piazza della Scala
1776 yılında çıkan bir yangın sonucu yıkılan Teatro Regio
Ducale’nin yerine, neoklasik stiliyle tanınan mimar Guiseppe
Piermarini tarafından 1778 yılında inşa edilen Teatro alla
Scala perdelerini ilk kez 1778’de Antonio Salieri’nin yazdığı
L’Europe operasıyla açtı. Bugüne kadar Manon Lescaut
ve Madame Butterfly gibi önemli operalara ev sahipliği
yapmış. Hala faal olan binanın hemen bitişiğinde ise; kültür
meraklıları için bir de opera müzesi bulunuyor. La Scala’ya son
gün bilet neredeyse imkansız, imkan olursa da 450 Euro’dan
başlıyor. Salon 11 bölüme ayrılıyor. Birinci bölümün fiyatları
230 Euro civarında. Koltuk sırtlarına yerleştirilen ekranlardan
dil seçimi yapabiliyor ve böylece orijinal dilinde seslendirilen
operanın librettosunu takip edebiliyorsunuz.
Galeri Vittorio Emanuele II
Piazza del Duomo ve Piazza dela Scala’yı birbirine
bağlayan Galleria Vittorio Emanuele II, 47 m uzunluğunda,
2 kanatlı, tepesi camdan, içi işlemeler ve heykellerle bezeli
belki de dünyanın en güzel alışveri merkezinin yer aldığı
bir geçit. Birleşik İtalya’nın ilk kralının adını taşıyan pasaj,
1861’de tasarlanmış ve Giuseppe Mengoni tarafından
1865-1877 yılları arasında inşa edilmiş. İçerisinde yer alan
oteli, kafeleri ve mağazalarıyla gün boyu binlerce kişiyi
ağırlayan Galleria, adeta Milano’nun gözbebeği.
Palazzo di Brera ve Pinacoteca di Brera
(Brera Ulusal Sanat Galerisi)
Via Brera, 28
Salıdan pazara 08:30-19:15 arası açıktır. 1809’da
kurulan ve Milano’nun en prestijli koleksiyonlarından birini
barındıran Brera Sanat Galeri’sinde Piero della Francesca,
Signorelli, EI Greco, Caravaggio, Rubens, Rembrandt, Van
Dyck, Tiepolo, Canaletto ve Guardi’nin çalışmalarının yanı
sıra 15. - 16. yüzyıl Lombardia Okulu resimleri çok iyi
muhafaza edilmiştir.
Nehir kıyısında yürüyüş yapın.
Milano’da aslında her şey yürüyüş mesafesinde. Şehir
merkezine en uzak noktalardan Navigli’ye yani nehre bile
yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Küçük nehirlerin çevrelerinde
sıralanan tezgahlar, size kimi zaman Ortaköy’ü, kimi zaman
da Bodrum barlar sokağını anımsatıyor. Güzel bir havada
akşamüstü Navigli’ye giderek; elinizde dondurmanız
tezgahları gezmenizi ve zamanınız varsa salaş bir
“trattorria”da lezzet molası vermenizi tavsiye ederiz.
YEME-İÇME
İtalya denince akla ilk peynir, pizza, makarna ve şarap
gelir. Milano’ya kadar gitmişken zengin lezzetleriyle ünlü
İtalyan mutfağının hakkını vermek lazım. İtalyanlar’ın
enteresan bir yeme alışkanlığı var. Sabah bir fincan
espressoyla ayakta atıştırılan bir kruvasan, ardından öğle
yemeği, saat19:00- 21:00 arası aperatif saatinde içkiyle
birlikte ufak atıştırmalıklar ve sadece 23:00’e kadar servis
yapan restoranlardan birinde 21:00 civarı güzel bir yemek.
Kısacası, İtalyanlar her daim atıştırmayı seviyor. Boğazınıza
düşkünseniz bu tempoya çabucak ayak uydurabilirsiniz.
Muhteşem İtalyan dondurmalarına da yer ayırmayı
unutmayın. Hemen belirtelim. Aimo e Nadia ve Trussardi
alla Scala şu sıralar kentin en iyi restoranlarının başında
geliyor.
KONAKLAMA
Milano’da şehir merkezine yakın bir otelde
konaklarsanız hemen her yere yürüyerek gidebilirsiniz.
47
Eğer şehir merkezinden uzak bir yerde
kalmayı kalmayı planlıyorsanız ulaşım
için taksi ya da treni tercih edebilirsiniz.
ALIŞ-VERİŞ
Milano denince akla ilk gelenlerden
biri şüphesiz alışveriş. Moda’nın
dünyadaki sayılı merkezlerinden biri
olan Milano’da dünyaca ünlü markaların
kendi mağazası hatta neredeyse her
bölgede birkaç butiği bulunuyor.
Milano’nun ana alışveriş merkezini
oluşturan sokaklar Via dele Spiga,
Va Manzoni, Via Sant Andrea ve Via
Montenapoleone ya da İtalyanlar’ın
deyimiyle “Altın Dörtlü” de yer alan
markaların koleksiyonlarının tamamını
görmek mümkün. Eğer daha alternatif
tasarımlardan hoşlanıyor ve ünlü
modaevlerinin fiyatlarını pahalı
buluyorsanız Ticinese bölgesindeki
butikleri ve Vintage mağazaları
keşfedebilirsiniz.
Quadrilatero d’Oro...Gucci,
Prada, Versace, Valentino, Dolce &
Gabbana gibi dünyaca ünlü markayı
bulabileceğiniz alışveriş cenneti.
Sant’Andreaise Armani, Fendi,
Trussardi ve Missoni vitrinleriyle dolu.
LaRinascente; Creed, Aesop ve Dr
Hauschka gibi dünyaca ünlü kozmetik
ürünleri ve Louis Vuitton, Fendi, Chloé
ve Dior gibi markalara ev sahipliği
yapıyor.
10 Corso Como Vogue’un efsanevi
editörü Franca Sozzani’nin kızkardeşine
ait yarı kitapevi, yarı butik/galeri. 10
Corso Como orijinalliğiyle mutlaka
görülmesi gereken bir nokta.
OTELLER
Hotel Straf
Via San Raffaele, 3
Straf, Duomo’nun
hemen ara
sokağındaki bir
keşif. Doğal ve
ham materyallerin
çağdaş sanat
eserleriyle bir araya
getirildiği sürrealist
otel, 64 odalı
modern ve zarif
bir butik otel. Otel
dekorasyonunda
kullanılan eskitilmiş aynalar, parlatılmış
pirinç, bakır ve siyah kayrak taşı oldukça
ilgi çekici. Herbiri farklı tasarlanan otel
odalarının bazılarında “masaj ve aroma
terapi köşeleri” bulunuyor.
Principe Di Savoia
Piazza della Repubblica, 17
Giorgio Armani,
Principe di Savoia
için “50’lerin
lüksünü taşıyor”
diyerek güzel
bir özet yapmış.
“The Leading
Hotels of the World” üyesi otel, Milano’nun
saray-oteli sayılıyor. Principe di Savoia’da
geçmişin asaleti hakim. Yakın zamanda
odalarının büyük bölümünün yenilendiği
otelin, mozaik duvarlı banyoları ve “Acqua
di Parma” vücut bakımı ürünleri kadınların
kalbini fethederken; ahşap bir modüle
monte mini bar, flat tv ve bilgisayar da
özellikle erkek müşterilere hitap ediyor.
Principe di Savoia, en eski otel oluşuyla
Milanolular için ne kadar önemliyse;
müdavimleri için de alternatifsiz ve
vazgeçilmez.
Hotel The Gray
6 Via San Raffaele
Galleria Vittorio Emanuele’nin tam
karşısında yer alan bu 21 odalı otel, Via
Montenapoleone’de alışverişle dolu bir
günden sonra kalınabilecek en doğru
adreslerden biri. Gucci mağazalarının
tasarımcısı Guido Ciompi tarafından dekore
edilen otel ultra modern bir çizgiye sahip.
“Le Noir” adlı otel restoranı da iddialı.
RESTORANTLAR
La Risacca 6
Via Marcona, 6
Şehirde lezzetlerini denemeden
ayrılmamanız gereken restoranlardan bir
diğeri de La Risacca 6. La Risacca’da balıklar
olağanüstü lezzetli. Mekanda balık yemek
istemeyenler için et çeşitleri de mevcut.
Özellike damak tadına düşkün turistler
bu restorana her Milano’ya gittiklerinde
uğruyor.
Obika
Via Mercato,28
Dünyanın ilk “mozarella barı” olma
özelliğini taşıyan Obika’da bu harika
peynirin farklı lezzetlerle kombinasyonunu
tatmanız mümkün. Modern çizgilere sahip
şık ve samimi dekorasyonu da Obika’nın
belirgin özelliklerinden biri. Yöresel bir
tat olan Mozarella peynirine ilginç bir
konseptle yepyeni kimlikler kazandıran
Obika’da fiyatlar kişi başı 25 Euro cicarında.
Cracco-Peck
Via Victor Hugo 4,
Tel: (02) 87 67 74 (info)
Eskiden Cracco
Peck olarak
hizmet vermiş
olan restoranın
artık tek bir
sahibi var; şef
Carlo Cracco.
Üstelik hala Milano’nun en iyilerinden.
Menüde yinelemelerden kaçınan
Cracco’nun tadım menüsünde bile domates
dahil hiçbir malzeme yeniden kullanılmıyor.
Pazar hariç hergün akşam yemeği servisi
için açık olan Cracco şık bir restoran.
Fiyatlar içki hariç kişi başı 150- 200 Euro
civarı. Rezervasyon yaptırmak şart.
Antica Trattoria della Pesa
Viale Pasubio 10,
Tel: (02) 655 5741
Servis saatleri: 12:30 - 14:30 & 1
9:30 - 23:00
Risotto’larıyla
ünlü Milano
bölgesine
has yemekler
sunan tipik
bir İtalyan
restoranı.
Antika lambaların ve mobilyaların hakim
olduğu mekan koyu renk ahşapla kaplı
duvarlarıyla nostaljik bir atmosfere sahip.
Risotto dışında “Bollito” Antico Trattoria
della Pesa’nın denenmesi gereken
lezzetleri arasında. Fiyatlar içki hariç
kişi başı 50 Euro civarı. Rezervasyon
yaptırmak şart.
BULMACA
Mağara
Demokrasi
Yarışma
rekabet
Ucu yanık
odun
Yapma,
etme
Yedek (kısa)
7
Soldaki
şarkıcı soyadı
Levazım
(kısa)
Değerli
bir taş
Serbest
bırakma
İsrail’in
plakası
(İng.)
Halk dilinde
hala
Akarsuyun
çok hızlı
aktığı yer
Genişlik
Kanun
çalma
mızrabı
Yemin
Halk
Bir içecek
İlaç,
merhem
9
2
Radyumun
simgesi
Eski bir
tahıl ölçeği
Gürültü,
patırtı
Kemal
Tahir’in bir
romanı
Merkep
Akciğerden
duyulan
pataloji ses
Sivasın bir
ilçesi
Zayıflamak
Balıkesir’in
bir ilçesi
Tarla sınırı
Bromun
simgesi
1
Osmanlıların
bir deniz
savaşı
Lezzet
Kültür
Sulama
arabası
Bir bağlaç
Dökme
demir
Yemek,
yiyecek
Protein
sentezi
asidi
Asalak bir
böcek
Yük
Meydan
Bir sayı
5
Macun
Malik
“Ceyhun Atuf
.......”
(resimdeki şair)
Çocuk
dilinde
gezme
İ
Bir kadın
ismi
“Kerem ......“
(aktör)
Yad etme
İlaç
8
Kırmızı
Yazılmış
kitaplar,
yazılar
İnce urgan
Hitit
Güç
Ne
Rusça evet
yapacağını
bilememe Alçak kimse
Bir tür baharat
Bankaya para
yatıran kimse
4
Geminin
arkası
12
Hatalı
basılmış
pullar
Koca
Mülkiyet, taşınır
taşınmaz varlık
Cennet
Bale adımı
Geri dönen
Sıcak değil
11
Bir zeka
oyunu
Siyah
Radyasyon
Bir çeşit
peynir
Bir kebap
çeşidi
Hane
Parça parça,
ayrılmış,
yırtık
Güney Afrika
plakası
Yetersiz
Bir nota
Sebze,
meyve
pazarı
Hicap
Hindistan
prensi
Yemek
Belirti
Kum falı
Yay silahı
Merhale
Türe
10
İnsansız
hava aracı
(kısa)
Arı kovanı
6
Huysuz,
şirret kadın
Siv
Avuç
Çare
Tuzak
Tahıl tozu
vcar
Batarya
Yük gemisi
Radonun
simgesi
Yağ yağmuru
Bir uzvumuz
Öküz
yemliği
Alfabenin
11. harfi
3. Tekil kişi
Yabancı
3
Krom’un
simgesi
Dış karşıtı
Yanmış
madde
artığı
Kadife
1
ANAHTAR SÖZCÜK
2
3
4
5
6
7
Öç,
düşmanlık,
garez
8
9
10
11
12
Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler;
evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.
OTOPARKLAR
ARTIK NEFES
ALACAK...
www.cvsair.com.tr
Cvsair, tüm kapalı otopark alanları için
araçlardan çıkan kirli gazları ve olası bir yangın
durumunda oluşan tehlikeli dumanı tahliye eden
optimum sistemleri dizayn eder, bu tasarımlara
uygun ürünlerin üretim ve satışını yapar.
+90 216 417 12 48
ARMADA ALIŞVERİŞ VE İŞ MERKEZİ, CROWNE PLAZA, ÖNAY GARDEN RECIDENCE, SİNPAŞ İSTANBUL SARAYLARI, ACIBADEM BODRUM HASTANESİ, AIRPORT
BLUE BOUTIQUE KONUTLARI REZIDANS, ÖNAY GARDEN REZIDANS, RADISSON BLU HOTEL, SELÇUKLU KONGRE MERKEZİ, SİNPAŞ LİVA REZİDANS,
PLAZA OFİS MERKEZİ, ARMADA AVM OTOPARK, ASTAY 16/9 REZİDANS, SİNHAŞ BOSPHORUS CITY, MERİNOS ÇARŞAMBA OTOPARK, TRİO ÖĞRENCİ YURDU,
SİNPAŞ AQUACITY 2010, TERRACITY AVM, HAN PLUS, UMA PRESTİJ KONUTLARI, UMİ PLAZA İŞ MERKEZİ, VELEDROM SPOR
HANE PLUS REZİDANS, ANADOLU ADLİYE SARAYA, FER YAPI İSTWEST REZİDANS, KENT PLUS CENTRIUM REZIDANS, METROCITY AVM OTOPARK
SALONU, YTÜ TEKNOPARK OTOPARK, KENT PLUS NEWPORT REZİDAN, BÜYÜK ARENA SPOR SALONU, MAR G PLUS REZIDANS

Benzer belgeler