1980`lerden Bugüne Kamu Hizmetinde Başkalaşım ve İdare

Transkript

1980`lerden Bugüne Kamu Hizmetinde Başkalaşım ve İdare
İdare Hukukunda Metalaş(tır)ma Serüveni: 1980’lerden Bugüne Kamu
Hizmetinde Başkalaşım ve İdare Hukukunun Bu Dönemeçteki Kimlik
Sorunsalına Bakışlar
“Eğer ki köhne metâ’ız, revâcımız yoktur,
Revaca da o kadar ihtiyâcımız yoktur”
Nâbi1
Sedat Çal2
I. Giriş
1980’lerden bu yana toplumsal yaşamın üzerindeki etkisini giderek artan oranda
gösteren ‘piyasacı’ ekonomik yapılanmalar, hukuksal boyutta kimi dönüşümleri de
kaçınılmaz olarak beraberinde getirmiştir. Piyasa yanlısı yaklaşım çerçevesinde, öncelikle reel
ekonomi alanlarında kamu tarafından sunulan nihai veya ara malların özelleştirilmesine
gidilmiş3, aynı yolda sermaye yetersizliği gerekçelerine dayanılarak altyapı sektörlerindeki
kamu hizmetlerinin özel girişimciler eliyle gerçekleştirilmesine yönelinmiştir.4 Kamu
hizmetlerinin sunumunda bedelsizlik sorunu5, Anayasa Mahkemesince 1985 yılında köprü
gelirlerinin kamusal bağlamdan soyutlanarak bir piyasa kavramı olan ‘fiyat’ üzerinden
1
"Bende yok sabr-u sükûn, sende vefâdan zerre;
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre."
“Nâbi” mahlasını içeren “nâ” ve “bî” ibarelerinin ikisi de “yok” anlamına gelmektedir (bkz.
http://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%A2bi). Nâbi, böylece kendi mahlasına yukarıdaki dizeler
üzerinden bir tür nazire yapmaktadır. Burada, metalaşma sürecinin kamu hizmetlerine yönelik
‘yoklaştırma’ çağrışımı bağlamında yer vermeyi uygun gördüm.
2
Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı (bu
bölüme ilişkin eleştiri ve yorumlar için: [email protected]).
3
“Geriye dönüp baktığımız zaman Özal dönemi özelleştirmelerinin, aslında, kapsamlı ve hızlı
bir program uygulamasından çok, böyle bir yöntemle ilk kez karşılaşan kamuoyunun tepkisinin
yatıştırılması ve deyim yerindeyse bundan sonraki uygulamalara “alıştırılması” amacına yönelik
olduğunu söyleyebiliriz” (Kurmuş, O. (2009). Bir Bilim Olarak İktisat Tarihinin Doğuşu, İstanbul:
Yordam Yayıncılık, s. 20). Kısaca, halk arasındaki deyişle, “turpun asıl büyüğü heybede.”
4
1980’lerden başlayarak kamunun sermaye yetersizliği gerekçesiyle özel kesimin altyapı
(özelikle enerji) sektöründe etkinlik göstermesine yol açan bu gelişimin eleştirisi ve giderek finansman
(sermaye) darlığı gerekçesinin geçersizliği yahut başka deyişle aldatmaya yönelik bir ‘efsunlu mitos’
olarak yanıltıcı ve gerçekleri saptırıcı biçimde kullanılmasına yönelik ayrıntılı bir irdeleme için bkz. Çal,
S. (2008). Türkiye’de Kamu Hizmeti ve İmtiyazın Dönüşüm Öyküsü, Ankara: Türkiye Odalar ve Borsalar
Birliği (TOBB) Yayını.
5
Bkz. Gözler, K. (2009). İdare Hukuku, İkinci Baskı (Cilt: 2), Bursa: Ekin Yayıncılık, s. 341-352.
1
tanımlanmasıyla6 hukuksal bağlamdaki bir dönüşümün de ilk işaretini vermiştir.7 Nihayet,
kamu hizmetlerinin özel girişim eliyle görülmesi bağlamında ortaya çıkan uluslararası tahkim
bunalımının8 1999 yılındaki Anayasa değişikliğiyle9 sonuçlanması, bir sorunu gidermeye
çalışırken türlü diğer sorunların kapısını aralamıştır.10 Nitekim, yatırım tahkimi dikkate
alındığında, metalaştırma yolundaki adımların peşinde gidilerek imtiyaz sözleşmelerinin özel
hukuk sözleşmesi biçiminde nitelendirilmesiyle ortaya çıkan uluslararası boyutun ne denli
kamusal zararlar doğurabileceği, son on yılda ülkemize karşı yabancı –yahut, yabancı
görünümlü yerli11- yatırımcılar eliyle açılan yatırım tahkimi davalarının serencamına bakılarak
gözlenebilmektedir.12
Öte yandan, devletin üretici değil, düzenleyici ve denetleyici işlev görmesi gereğine
odaklanan piyasacı anlayış13, idare hukuku bağlamında kamu hizmeti/kolluk ayrımına 14
6
Kamusal alana alınma ile fiyat terimi arasındaki ilişki bağlamında ayrıntılı bir değerlendirme
için bkz. Karahanoğulları, O. (2002). Kamu Hizmeti (Kavram ve Hukuksal Rejim), Ankara: Turhan
Kitabevi, s. 235.
7
Anılan yargı kararı için bkz. Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin 26 Haziran, 2005 tarih ve E.
1984/9, K. 1985/4 sayılı kararı. Öte yandan, AYM’nin burada benimsediği “fiyat” yaklaşımına karşıt bir
yaklaşım bağlamında, kamu hizmetlerinde maliyetleri dikkate almayan bir “kamu fiyatı”nın sözkonusu
edilebilmesi ve bunun İtalya’daki uygulamasına yönelik çarpıcı bir ayrıntı için bkz. Özay, İ. H. (2004).
Günışığında Yönetim, İstanbul: Filiz Kitabevi, s. 238, 239.
8
Bkz. Çal, S. (2009, Ekim). Uluslararası Tahkimin 10. Yılı: 'Kapıldım Sana Bir Mecnun
Gibi', Cumhuriyet Enerji, Sayı 18, s. 12-13.
9
Bkz. Çal, S. (2002). Anayasa Değişikliği Sonrasında Kamu Hizmeti Kavramının
İrdelenmesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 51, Sayı 2, s.163-197.
10
Ayrıntılı bilgi için bkz. Çal, S. (2009). Uluslararası Yatırım Tahkimi ve Kamu Hukuku İlişkisi,
Ankara: Seçkin Yayıncılık; keza, bkz. Çal, S. (2008). Uluslararası Yatırım Tahkimine Yönelik Kimi
Eleştirilerin Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 57, Sayı 4, s.135-190.
11
Zonguldak ili Alaplı ilçesinde kurulması öngörülen, doğalgaza dayalı bir elektrik üretim
santraline ilişkin olarak 1998 yılında imzalanmış imtiyaz sözleşmesi tahtında açılan ve 2012 yılında
sonuçlanan yatırım tahkimi davası, buna bir örnektir (http://www.taraf.com.tr/haber/alapli-100milyon-dolarlik-davayi-kaybetti.htm adresinden ulaşılmıştır).
12
Örneğin, bkz. Çal, S. (2009, 2 Eylül). Yatırım tahkimi davalarında bir son gelişme: Europe
Cement - Türkiye Davası, Dünya Gazetesi.
13
Anayasamızda açıkça değinilen sosyal devlet ilkesi bağlamında konuyu ele alan bir görüşe
göre;
“(b)u durumda, sosyal devlet ilkesinin kabul edilmiş olduğu bir anayasal sistemde; kamu
hizmetlerinin sona erdirilmesi ve onun yerine ekonomik kolluk faaliyetlerine ağırlık verilmesi, Anayasa
tarafından öngörülmüş olan bu devlet sisteminin kanunlarla değiştirilmesi anlamına da gelecektir!
Diğer taraftan, Anayasa’nın açık hükümleri ile İdare Hukuku’nda kabul edilmiş olan kamu
hizmeti ilkeleri bir yana bırakılsa bile; ekonomik yapısı ve gelir dağılımı bozuk (=halkı fakir), özel
sektörü güçsüz ve en nihayetinde de, İdaresinin denetim yapma imkanının ve gücünün –özellikle
teknik ve mali nedenlerden dolayı- çok sınırlı olduğu ülkemizde, (...) farklı ekonomik sistemler için
öngörülmüş olan bu devlet yapısının uygun görülmemesi gerektiği de, söylenebilecektir” (bkz.
Ayaydın, C. (2008). İdare Hukukuna Giriş, Cilt II, İstanbul: Yenilik Basımevi, s. 81).
14
İdare hukuku alanında ve daha da önemlisi burada işbu çalışma içerisinde belli bir dar ölçüde
değinmeye çalıştığımız üzere ekonomik yaşamın içinde önem taşıyan bu iki temel kurucu kavrama
yönelik ayrıntılı bilgi için bkz. Çal, S. (2011) Türk İdare Hukukunda Ruhsat, İkinci Baskı, Ankara: Seçkin
Yayıncılık, s. 156-206; keza, bkz. Karahanoğulları, O. Kamu Hizmeti (Kavram ve Hukuksal Rejim), age,
s. 72-80.
2
gönderme yapmak zorunluluğuyla öne çıkmaktadır. 1980’lerden bu yana süregelen piyasacı
anlayış, kamu hizmetlerinin piyasaya devrine yönelik uzun yürüyüşün başlangıç adımlarını
kendi içinde bir başarıyla gerçekleştirdikten sonra, bu kez gözünü kolluk etkinliklerinin
piyasalaştırmasına dikmiş görünmektedir. Elektrik enerjisi sektörü dahil kimi alanlarda
denetimin özel girişimciler eliyle yürütülmesine ilişkin girişimler sürmektedir ve kolluk
etkinliğine ilişkin olarak 2012 yılında verilen bir Anayasa Mahkemesi kararı 15, sürecin
gidişine yönelik yeni göndermeler ve ilginç çağrışımlar içermektedir. Kolluk etkinliklerinde
bedel alınması ise, hukukun piyasalaştırmaya yönelik dönüşümü tahtında oldukça radikal bir
adımı temsil ediyor sayılabilir. Kamu hizmeti kavramının kolluk etkinliklerini de içeren
boyutta ele alınabileceğine ve kamu hizmetini piyasalaştırma girişimlerinin kolluk
etkinliklerini kapsayan denli bir derinlikte değerlendirilebilmesine yönelik gelişmeler, kamu
gücü kullanımını içeren ‘düzenleyici devlet’ işlevinin dahi ‘piyasaya açılması’ yönündeki
olası adımların izdüşümlerini ortaya koymaktadır. Bu durumda, hukukun toptan
metalaştırılmasına değin gidebilecek bir kuramsal altyapının kurgulanmaya çalışıldığı
izlenimleri doğabilmektedir.
Piyasalaştırma yönündeki girişimlerin hukuksal bağlamdaki iki temel sorunundan söz
etmek zorunludur denilebilir. İlk olarak; kamusal alana alınma sonucunda kamu hukukunun
uygulanmasına bağlı kılınan mal ve hizmet üretimleri yukarıda belirtilen dönüşümle piyasa
oyuncularına bırakılırken16, kamu hukuku yahut başka deyişle kamu gücü ayrıcalıklarının 17
15
Bkz. AYM’nin 5 Temmuz, 2012 tarih ve E. 2011/27, K. 2012/101 sayılı kararı (6 Ekim, 2012
tarih ve 28433 sayılı Resmi Gazete (RG)’de yayımlanmıştır). Anılan karar, enerji sektöründeki denetim
etkinliklerinin özel kesim eliyle görülmesine yönelik yasal düzenlemenin Anayasa’ya aykırılığına
ilişkindir. Karara karşı oy yazan bir üye, Anayasa’nın 47. maddesinin son fıkrasındaki “Devlet, kamu
iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden
hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceği veya
devredilebileceği kanunla belirlenir” hükmünde geçen “hizmetler” teriminin denetim etkinliklerini de
kapsadığı görüşüyle anılan iptal kararına karşı çıkmıştır. Burada vahim olan nokta, Anayasamızın sözü
geçen maddesindeki “hizmetler” terimine kolluk etkinliklerini de içeren bir anlam yüklenmesi ve
böylece kolluk etkinliklerini bütünüyle özel hukuk sözleşmeleri üzerinden özel kesime devretmeye
cevaz veren bir anlayışın ortaya çıkmış bulunmasıdır. Hukukçu olmadığı görülen sayın üyenin
değindiğimiz işbu görüşü ve anlayışı şayet ileride diğer üyelerce de benimsenirse, kanımca gerçekten
pek vahim bir yanlışlığa düşülecektir.
16
Piyasa kavramı, çoğu kez siyaset dışı, piyasada yer alan oyuncuların kendi iç dinamiklerinde
beliren bir oyun kurgusu gibi algılanabilmekle birlikte, aslında gerçek böyle değildir. “İktisat ve siyaset
hep el ele gider. Gerçekten de ilk iktisatçılar, bilim dallarına “ekonomi politik” adını vermişlerdi (...)
(Neoklasik iktisatçılara göre, bütün bu sonuçları anonim “piyasa güçleri” belirler, ancak buna
kanmayın: “Piyasa” dedikleri şey, bazı insanların çıkarlarının diğerlerinin zararı pahasına genişletildiği
toplumsal bir kurumdur zaten). Ekonomideki farklı oyuncular, kendi ekonomik çıkarlarını öne
çıkarmak için siyasi nüfuzlarını ve güçlerini kullanırlar. Toplumsal grupların (kendileri için olumsuz da
olsa) ekonomik sonuçlara ne kadar tahammül edecekleri de siyasi etkenlere bağlıdır: bu sonuçları
“doğal” ya da “kaçınılmaz” görüp görmedikleri ve değişimi gerçekleştirebilecek güce sahip olup
olmadıklarını hissetmeleri gibi” (Stanford, J. (2009). Herkes için İktisat – Kapitalist Sömürüyü Anlama
Kılavuzu, ( Tuncel Öncel Çevirisi), İstanbul: Yordam Yayıncılık, s. 32).
17
Bkz. Atay, E. E. (2012). İdare Hukuku, 3. Bası, Ankara: Turhan Kitabevi, s. 420-435; Gözler, K.
(2009). İdare Hukuku, İkinci Baskı, Cilt 2, Bursa: Ekin Yayıncılık, s. 87-92. Kamu gücü (kudreti)
konusunda ayrıntılı bir irdeleme için bkz. Okay Tekinsoy, Ö. (2011). İdare Hukukunda Kamu Düzeni
Kavramı, İstanbul: On İki Levha Yayınları.
3
piyasaya hizmet verme sürecindeki varlıkları süregelmektedir. Özel kişi lehine
kamulaştırmalar18, bunlara sadece bir örnektir. Nitekim, bir görüşe göre, çağdaş kitle
demokrasilerinde dahi “devletlerin kamu yararını korumak ya da geliştirmekten çok özel
çıkarlara hizmet etme eğilimi son derece ağır basmaktadır” ve modern devletler “kamu
mallarının sağlayıcı olmaktan çok özel malların baş tedarikçisi” olarak, “uygulamada
danışıklı çıkar gruplarının özel tercihlerini sağlamak üzere” işlev görmektedir.19 Dolayısıyla,
kamu hukuku, kamu yararı kavramı20 üzerinden ‘piyasaya hizmet etme işlevine’ gerektiği
zamanlarda davet edilmeye devam ediyor durumdadır. Keza, ikinci olarak; kamusal alandaki
mal ve hizmet üretimleri piyasalaştırılırken, piyasanın temel kuralı olan ‘yarışmacılık ilkesi’21
serbest piyasa kavramına karşıt biçimde bertaraf edilebilmektedir.22 Dolayısıyla, bir yanda
hukukun dönüşümünden söz edilirken, diğer yanda anılan sürecin ‘piyasalaştırmanın zorunlu
kıldığı bir dönüşümü’ ortaya koymadığı da savlanabilecektir. Böylece, açık bir çelişkinin
doğduğu söylenebilir.
Giderek, piyasacı bir yaklaşımın uluslararası andlaşmalar boyutuyla da ayrıca ele
alınması zorunludur. Bu bağlamda, siyasal sınırlar içindeki piyasalaştırma ile sınır aşırı
piyasalaştırma arasındaki ikiliğe (dikotomiye) dikkat çekilmesi gerekmektedir. Uluslararası
uyuşmazlık çözüm mekanizmalarının işlevselliği ise, bu noktada değinilmesi gerekli bir diğer
özelliği ortaya koymaktadır. Nihayet, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) nezdinde hizmet
ticaretinin serbestleştirilmesine yönelik girişimler ve piyasalaştırmanın uluslararası boyuta
taşınması bağlamında küresel ekonomik etkileşimler sürecini topluca değerlendirmek,
irdelenmesi gereken bir diğer önemli noktadır.
Bu noktada, kamu hizmetinin metalaştırılmasına yönelik olarak 1980’lerden bu yana
içinden geçtiğimiz süreci özetleyen bir görüşü alıntılamak istiyorum:
“Böylece yirmi yıl içinde üçüncü “paradigma değişimi” dalgası ile karşı karşıya
kalınmıştır: 1980'lerin başında “public administration” (kamu yönetimi) yerine “public
management”, (kamu işletimi) 1980'lerde bunun yerine “new public management” (yeni
18
Özel kişi lehine kamulaştırmaya yönelik eleştirel bir çalışma için bkz. Kızıl Erkelli, N. (1998).
Kamulaştırma Fenomeni, İdare Hukuku İlimleri Dergisi (İHİD), Yıl 9, Sayı 1-3.
19
Gray, J. (2004). Post-Liberalizm, (Müfit Günay Çevirisi), Ankara: Dost Kitabevi, s. 22.
20
Kavrama yönelik ayrıntılı bir çalışma için bkz. Çakmak, N. M. (2013). İdare Hukukunda
Kuramsal Olarak Kamu Yararı, Ankara: Seçkin Yayıncılık.
21
Neoliberalizmin özelliklerine değinen bir çalışmada değinildiği üzere, “(p)iyasanın
egemenliğinin tanınmasının birinci kuralı, engellenmemiş bir rekabetçiliğin ekonomide egemen
kılınmasını gerektirir” (bkz. Kurmuş, Bir Bilim Olarak İktisat Tarihinin Doğuşu, age., s. 17). Aynı yoldaki
bir diğer görüşe göre de, “(r)ekabet (acımasız, affı olmayan, ölümüne rekabet), kapitalizmin temel
özelliğidir” (Stanford, Herkes için İktisat – Kapitalist Sömürüyü Anlama Kılavuzu, age., s. 131).
22
İmtiyaz sözleşmeleri uygulamasının piyasa anlayışına aykırı biçimde yarışmacılık ilkesini
gözetmediğine –ve hatta daha da vahim olarak, keyfiyetin idare hukuku öğretisinde nasılsa
olumlanabildiğine- yönelik bir çalışma için bkz. Çal, Sedat (2010). "Intuitu Personae" veya İmtiyaz
Sözleşmelerinde İdarenin İmtiyazcıyı Seçme Hakkı Üzerine, Ankara Barosu Dergisi, Yıl 68, Sayı 2010/3,
s. 49-115.
4
kamu işletimi) ve 1990'ların sonlarında bunun da yerine “public governance” (kamu
yönetişimi).”23
Nihayet, küreselleşme ve küresel yönetişim bağlamındaki bir diğer eleştirel görüşe
göre de, “(...) pozitif yönlerine rağmen küreselleşmenin genel etkisi dünya düzenini üçüncü
binyılın gayri insani yönetişim biçimlerine hazırlamak olmuştur.”24
Çalışma, öz olarak, yukarıda değinilen hususları bütüncül bir bakış içerisinde sunmayı
öngörmektedir ve aralarındaki ilintiyi ortaya koyarak, sonuçta karşılaşılan ilgi çekici örüntüyü
genel çizgileriyle irdelemeye girişme denemesi niteliğindedir.25 Bu bağlamda, kamu
hizmetlerinde metalaştırmaya ilişkin gelişmeler ve bunların doğurduğu sonuçlar ele
alınmakta, kamu hizmeti kavramına kolluk etkinliklerinin de dahil edilerek metalaştırma
girişimlerinin en temel devlet işlevlerini kapsamaya yönelmesi bağlamındaki ultra-liberal
söylem yahut kurgulama çabalarına değinilmektedir. Kamusallığın hukuk alanından
uzaklaştırılması olarak da betimlenebilecek bu girişimlerin uluslararası tahkim ve küresel
yönetişim mekanizmalarıyla örtüştürülmesi ise, konunun bir diğer boyutunu işlemeyi
öngörmektedir. Yine, metalaştırma söylemlerinin ülkemizdeki ekonomik alana ilişkin türlü
uygulamalarla çelişmesi gerçeğine dikkat çekerek, piyasalaştırmanın asıl olarak kendi
içindeki ilginç ve tuhaf tutarsızlığına yer verilmektedir.
II. İlgili Temel Kavramlar: Meta-Metalaştırma, Meta/Değer ve Kamu
Hizmeti/Kolluk
Meta, Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, isim olarak “mal, ticaret malı” veya “ticaret,
sermaye” anlamlarına gelmektedir.26 Meta kavramı bağlamında Marx’a yer vermek doğal
olarak kaçınılmazdır.27 Filozofa göre, “(m)eta, her şeyden önce, bizim dışımızda bir nesnedir
ve, taşıdığı özellikleriyle, şu ya da bu türden insan gereksinmelerini gideren bir şeydir.”28
Metayı doğuran gereksinimin niteliğini önemsiz bulan Marx’ın ilgilendiği husus, “(...)
insanların metaları satın alması ve bu eylemin insanların nasıl yaşadığı konusunda belirleyici
23
Güler, B. A. (2009). Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye, Praksis Dergisi, Sayı 9, Kış–Bahar
2009, s. 101 (alıntılanan metinde yapılan bir yollamaya burada yer verilmemiştir)
(http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/009-03.pdf).
24
Falk, R. A. (2005). Dünya Düzeni Nereye?, (Neşenur Domaniç / Nusret Arhan Çevirisi),
İstanbul: Metis Yayınları, s. 222.
25
Doğa bilimlerinin aksine, insanı konu edinen toplumsal bilimlerde irdeleme, “ele aldığı
(içinde insan olan) bir şeyin, hangi bütünün bir parçası olduğunu aramakla” başlar (bkz. Russel
Ackoff’tan aktaran: Cansen, E. (2013, 4 Eylül). İktisatçılar iktisatla ilgilensin, Hürriyet Gazetesi.
(http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24642531.asp).
26
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.522d8d055a4
b19.4n8935427 (Erişim Tarihi: 9 Eylül, 2013).
27
Değer kavramını Marx’ın ortaya koymadığı ve bu konulara daha evvelce değinmiş olmakla
öncülü olan (Ricardo başta gelmek üzere) pek çok yazardan etkilenmekle beraber kendisinin tarihi
ve ekonomiyi birlikte sentezleyerek özgün bir kuram oluşturduğu hususu hakkında bkz.
Schumpeter, J. A. (2010). Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, (Hasan İlhan Çevirisi), 3. Baskı,
Ankara: Alter Yayıncılık, s. 32-60.
28
Marx, K. (2011). Kapital, (Alaattin Bilgi Çevirisi), 10. Baskı, Cilt I, Ankara: Sol Yayınları, s. 47.
5
olmasıdır. (...) “Bir şeyin yararlılığı” en iyi şekilde “kullanım değeri” olarak
kavramsallaştırılabilir.”29 Metanın iki boyutu vardır; kullanım değeri ve değişim (mübadele)
değeri.30 Meta bağlamında yer verilen “kullanım değeri” terimi, doğal olarak, insanlar
arasındaki toplumsallığa ve işbölümüne de yollama yapmaktadır.31
Yine, meta ile değer ilişkisi bağlamında konuya eğilmek gerektiğinde, Marx’a göre;
“(g)ereksinmelerini kendi emeğinin ürünü ile doğrudan doğruya karşılayan kimse,
gerçekte, kullanım-değeri yaratır, ama meta yaratmamıştır. Meta üretmek için, o kimsenin
yalnızca kullanım-değeri değil, başkaları için kullanım-değerleri, toplumsal kullanımdeğerleri üretmesi gerekir.(... Bir ürünün meta olabilmesi için, kullanım-değeri olacağı başka
bir kimseye, değişim yoluyla devredilmesi gerekir).”32
Emek ile değer kavramları arasındaki ilişkiye gelince, öncelikle halk arasındaki bir
deyişe yer verelim: “Marifet iltifata tâbidir, iltifatsız meta zayidir.” Bu yaklaşımı anılan
ilişkiye uygulayabiliriz; kısacası, ““(e)konomik değer”, diğer bireylerin iltifat etmesi ve talip
olmasına bağlı olarak belirlenir, aksi halde ortada “ziyan olan” bir mal-üretim var
demektir.”33 Benzer bir görüşe Marx’ın da yer verdiğini savlamak olanaklıdır. Nitekim,
Marx’a göre, meta üretmek için, toplumsal kullanım-değerleri üretiliyor olunması gerekir.
“Hiçbir nesne, “yararlı birşey değilse”, değere sahip olamaz. Yararsız ise, onda bulunan
emek de yararsızdır; bu emek, emek sayılmaz ve bu yüzden değer yaratmaz.”34
Öte yandan, Marksist kuramda değer ile fiyat kavramları arasında bir farklılaşmanın
varlığına ve keza bunun önemli bir sorun olarak algılanmakta olduğuna da ayrıca değinelim.
29
Harvey, D. (2012). Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, (Bülent O. Doğan Çevirisi), İstanbul: Metis
Yayınları, s. 30.
30
“Bir meta ancak ona sahip olan kişi için doğrudan yararlı olduğunda kullanım değeridir.
Benzer şekilde bir meta ancak doğrudan yararlı olmayıp sadece başka bir meta elde etmek için
değişim amaçlı kullanıldığında bir değişim değeridir” (Cleaver, H. (2008) Kapital’i Politik Olarak
Okumak, (Münevver Çelik Çevirisi), İstanbul: Otonom Yayıncılık, s. 140). Öte yandan, meta insan
emeğiyle ortaya çıktığına göre bir çalışmanın ürünüdür ve çalışma teriminin kökeni ilginç çağrışımlara
uygun görünümdedir. “Çünkü kelimenin anlamı, işkence –Fransızcadaki travailler (çalışmak)
kelimesinin kökeni, Latince tripaliare, üç çatallı (palium) tripalium ile işlence yapmaktan gelmektediranlamından yola çıkarak, XVI. yüzyılda eski Fransızca iki kelimenin yerine geçmiştir: bunlardan biri
labourer (daha çok, toprak işlemek), diğeri de ouvrer’dir (daha çok, iş yapmak, giderek kadın işlerini
kapsar hale gelecektir). Çalışma (travail), XVII. yüzyılda hâlâ, sıkıntı, bitkinlik, bıkkınlık, acı çekme ve
aynı zamanda aşağılanma anlamlarını içermeyi sürdürmüştür” (Febre, L. (1995). Uygarlık, Kapitalizm
ve Kapitalistler, (Mehmet Ali Kılıçbay Çevirisi), Ankara: İmge Kitabevi, s. 109, 110).
31
“(...) (H)er kişinin nihai amacı türsel doğasını gerçekleştirmek ve geliştirmektir. Bir kişi
ihtiyaçlarını ve kapasitelerini, ancak belirli bir yaşam biçimine katılmak yoluyla, bir toplum içinde
başkalarıyla etkileşim ve iletişim kurarak karşılayabilir ve kullanabilir. Bu anlamda her kişi, doğası
gereği toplumsal bir varlıktır” (Buğra, A. (2010). Devlet-Piyasa Karşıtlığının Ötesinde, (Bahadır Sina
Şener Çevirisi), 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 29).
32
Marx, Kapital, age., s. 52, 53.
33
Bkz. Çal, S. (2008). Halkbilim, Ekonomi ve Hukuk Üçgeninde Bir Gezinti, Kazancı Hakemli
Hukuk Dergisi, Kasım-Aralık 2008, Sayı 51-52, s. 25.
34
Bkz. Marx, Kapital, age., s. 53.
6
Ancak, bu çalışmanın içeriği ve kapsamı nedeniyle, doğal olarak, anılan sorunun35 ayrıntıları
üzerinde durulmayacaktır. Yine değinelim ki; “Marx, arz ve talep ilişkisiyle çok fazla
ilgilenmez. Onun bilmek istediği şey, arz ve talep dengede olduğu anda örneğin gömlek ile
ayakkabı arasındaki meta mübadele oranını nasıl yorumlayacağımızdır.”36
Ekonomik değer ile emek arasındaki bağlantı konusunu bir an için bir yana bırakarak,
daha başka açıdan bir yaklaşımda bulunmak yararlı olabilecektir. Marx’ın da belirttiği üzere,
“değer”in ancak ve sadece değişim (mübadele)37 sırasında görünür hale geldiğine yukarıda
değinilmişti. Dolayısıyla, “değer”i oluşturan başlıca öge, toplumda o “şey”e yönelik ortaya
çıkan istemdir. Diğer yandan, ‘değerin parayla temsili’ olarak nitelenen38 fiyat kavramının
tarihsel sürecini oldukça ilginç irdelemeler üzerinden çarpıcı biçimde aktaran Huberman, bir
tür kamu fiyatına benzer içerikli bu gelişim öyküsünü aktarırken, ondördüncü yüzyılda Paris
Üniversitesi rektörü olan Jehan Buridan’ın şu sözlerine de yer veriyor: “Bir şeyin değeri kendi
içsel değerine göre ölçülmemelidir... İnsanların ihtiyaçlarını hesaba katmak ve nesnelere bu
ihtiyaçla ilişkilerine göre değer biçmek gerekir.”39
Yine, Butler’in aynı noktaya dolaylı yoldan değindiği söylenebilecek söylemiyle, “bir
şeyin değeri, getireceği şey kadardır.”40 Bir başka deyişle, değer, toplumdaki diğer bireylerin
o “şey” karşılığında kendilerinin vazgeçmeye yahut sunmaya hazır olduğu diğer “şey”ler
üzerinden oluşan bir olgudur. Sözgelimi, komşunuzun elması için bir armuttan vazgeçmeye
hazır olmanıza karşın, bir diğer komşunuz kendi elindeki üç adet armuttan vazgeçmeyi
öneriyorsa, bu üç kişilik “piyasa”da bir elmanın değişim değeri “üç armut” olarak
tescillenmiş olacaktır, kuşkusuz, sadece “ilgili piyasa” bağlamında ve münhasıran “o anki
piyasa değeri/fiyatı” anlamında.41
Öte yandan, meta üretiminde emeğin konumuna değinen Marx, buna yönelik olarak da
şu ifadelere yer vermektedir:
35
Gerçekten, sözgelimi Berksoy’a göre, “Marksist iktisatta değerlerden fiyatlara geçişte sorun
vardı” (bkz. Taner B. (2012). içinde Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, (İbrahim Ekinci ve Hakan Güldağ
tarafından hazırlanan Söyleşi Kitabı), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 216. Divitçioğlu’na göre de,
fiyat-değer açmazı Marksist kuramın bir temel sonunu olarak görünmektedir (bkz. age., s. 164, 165);
zira, “(f)iyat görmek gerekiyor. En sonunda iş geliyor bireye kalıyor. Bireyin davranışlarına dayanıyor.
Oradan da her şey çıkar. Çünkü beklentiler belli değil” (age., s. 133). Marksist kuram bağlamında fiyat
ve talep (istem) ilişkisine –yahut, daha doğru bir deyişle ‘sorunsalına’- yönelik dikkat çekici bir
kuramsal irdeleme için ayrıca bkz. Selik, M. (1982). Marksist Değer Teorisi, Ankara: Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No. 484, s. 128-134.
36
Harvey, Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, age., s. 38.
37
“Almanca “mübadele” anlamına gelen “tauschen” kelimesinin “aldatmak” anlamına gelen
“täuschen”le aynı kökten gelmesi ilginçtir” (Huberman, L. (2012). Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla,
12. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 74). Ticari ilişki yahut sözleşme kurmak eyleminin bireyler
arasındaki karşılıklı tatmin içeren tek ilişki türü olarak betimlenebileceği yaklaşımı yerine anılan
yaklaşımın bir ‘aldatmacalık’ kurgusunu yahut nitelemesini içermesi dikkat çekicidir.
38
Bkz. Harvey, Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, age., s. 55.
39
Age., s. 76.
40
Aktaran: Marx, Kapital, age., s. 49, 7 no.lu dipnot.
41
Bkz. Çal, Halkbilim, Ekonomi ve Hukuk Üçgeninde Bir Gezinti, age, s. 32.
7
“Emeğin her ürünü, her toplumsal durumda, bir kullanım değeridir; ama ancak bir
toplumun gelişmesinin belirli bir tarihsel çağında bu ürün, meta halini alır; bu çağ, yararlı
bir nesnenin üretimi için harcanan emeğin, bu nesnenin nesnel niteliklerinden birisi, yani
onun değeri olarak ifade edildiği çağdır.”42
Yukarıda da vurguladığımız üzere, bir “şey”in değeri, toplumdaki isteme
dayanmaktadır. Başka bir deyişle, bu istemi oluşturan “değer yargılarına” göre belirlendiği de
savlanabilir. Dolayısıyla, bu değer algılamasındaki değişiklik, değer üzerinde ansızın yıkıcı
bir etki doğuruvermektedir. Özetle, değer kavramında saklı temel öge, kurucu dayanağının bir
tür “inanç”, bir “yargı” olmasıdır ve bu “fiktif” olma keyfiyeti, tüm yapının kırılganlığını ve
bir anlamda –şairin sözünden ilhamla söylersek- “hayal meyal şeylerden”43 oluştuğu
söylenebilecek niteliğini vurgular. Bu durumun ekonomideki izdüşümü ise çarpıcıdır: Borsa
değerlerindeki artış/azalışlar, her gün ileriye yönelik beklentilerin ve bunların da katkısıyla
şekillenen değer yargılarıyla dalgalanır. Yine, finans dünyasındaki işleyişe bakıldığında,
sözgelimi taşınmaz değerlerinde ansızın gerçekleşiveren düşüşler, bu değerleri güvenceye
bağlayan para/kredi piyasalarında çöküşe ve bankacılık/finans sektöründeki iflaslara neden
olabilmektedir.44 Beklentilere dayalı değerlerin taşınmaz piyasalarında veya borsa fiyatlarında
yarattığı “balonlar”, bir zaman sonra ileriye yönelik beklentilerin türlü ekonomi-politik yahut
toplumsal-kültürel nedenlerden ötürü hacim yitirmesi nedeniyle patlamakta ve bir tür ‘saadet
zinciri’ niteliğinden dolayı kaçınılmaz biçimde iniş-çıkışlar yaşanmaktadır ki bu onun doğası
gereğidir denilebilir.
Şu halde, söylenebilir ki, ekonomik bunalım olarak da anılan bu gelişim, serbest
piyasa düzeninin kaçınılmaz kaderidir ve bunalımlara ilişkin bir sigorta –kamunun ekonomik
müdahaleleri dışında- yoktur.45 Bu süreçte gözlenen olgulardan biri, emlak değerlerindeki
aşırı oynamalardır ve dayandığı temel de sadece ve sadece toplumdaki değer yargılarıdır.
Yani, burada esas alınan temel, toplumu oluşturan bireylerin değer yargılarından başka bir şey
değildir ve bu “sanal” temele dayanan piyasaların en ufak bir esintide “hâk ile yeksan (yerle
bir) olması” şaşırtıcı sayılmamak gerekir. “Şeyh uçmaz, müridi uçurur” deyişine benzer
şekilde, “değer”i toplumun algılamaları oluşturur ve çıkardığı gibi de düşürüverir; beklentiye
dayalı algılara ilişkin bir esintiyle tüm değer yargıları, beklentiler, velhasıl her şey aniden yön
42
Marx, Kapital, age., s. 72.
Dize, ünlü şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı’nın iyi bilinen “Otuzbeş Yaş” başlıklı şiirinden alıntıdır ve
aşağıda yer verilen son dizesindeki ibareden hareketle değinirsek, metalaşma karşısındaki biçare
yalnızlığımıza da bir naif gönderme yapıyor gibidir:
“ Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.”
44
Bkz. Çal, Halkbilim, Ekonomi ve Hukuk Üçgeninde Bir Gezinti, age., s. 33, 34.
45
Bkz. Yalçın, C. (2013, 20 Ağustos). Kriz ekonomisinden çektiklerimiz, Hürriyet Gazetesi,
(http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/24554214.asp).
43
8
değiştirebilir.46 Tam bu noktada ayrıca ve önemle değinelim ki, “(i)ktisat bilimi ne devlet
politikalarından, ne etik yargılardan, ne de sosyal psikolojiden yalıtılabilir.”47
Marx’ın belirttiği bağlamdaki meta ile metalaşma veya metalaştırma kavramlarının
yerine göre farklılaştığı, yahut farklı bağlamlarda birbirinden ayrılan bir işleve sahip
kılınabildiği de söylenmelidir. Sözgelimi, enerji, bir meta mıdır? Marx’ın tanımına bakılırsa,
‘başkasının kullanımı için üretim’ ibaresi bağlamında, enerjinin ‘üretildiği ve dolaşıma
sokulduğu’ hususu yeterince açıktır. Ancak, bu özelliğinden ötürü enerjinin bir meta, yahut
başka deyişle ticari nitelikte bir mal olarak ele alınması, gerçekliği pek yansıtmıyor. Zira,
aslına bakılırsa, enerjinin bir meta olarak kabul edilmesi, özellikle enerji tüketen ülkelerin
üzerinde ısrarla durdukları ve küresel andlaşmalar üzerinden de bu kurguyu baskıladıkları bir
husustur. Bu baskılar Enerji Şartı Sözleşmesi (EŞS) üzerinden yaşama geçirilmiştir, ki
ülkemiz de ne hikmetse –aynen, kendisini her nasılsa gelişmiş ülke sayarak OECD (zenginler)
kulübünde yer almasına benzer- EŞS’ne üye olmuştur, hâlen de üyesidir. Oysa, sözgelimi
Rusya Federasyonu, daha en başından itibaren bütün hazırlık çalışmalarında etkin biçimde yer
alarak ve keza imza atarak sürecin bir ‘seçkin’ üyesi olmakla beraber, daha sonra bu sürecin
içinde kendisinin avcı değil av olduğunun ayırdına varabilmiş ve anılan Sözleşme’yi kendi
Meclisi’nde (Duma) onaylamamış, giderek 2008 yılında da Sözleşme’den imzasını çekmiştir.
Buna yönelik en temel gerekçesi ise, enerjinin bir “meta” olmadığı, aksine, politik siyasaya
uygun biçimde kullanılacak bir manevra aleti olduğu yönündeki görüşleridir48. Şu halde,
özetle, bir nesnenin “meta” olması Marx’ın değindiği tanıma uygun biçimde yorumlandığında
enerjiye ‘meta’ demek zorunda kalınacak iken, stratejik veya türlü diğer gerekçelerle meta
konumuna düşürülmeksizin, üretimi kamusal elde tutarak da bir mal dolaşıma
çıkarılabilmektedir ve lâkin bu ikinci durumda enerjinin metalaştırıldığı söylenmemektedir.49
Ben bu noktanın da daha ilerisine giderek, daha farklı bir diğer görüşün
kurgulanabilmesi yahut savlanabilmesi olasılığını burada denemek istiyorum: Varsayalım ki,
enerji sektöründe üretimi kamusal alanda tutmaksızın ve fakat ağır biçimde kamu denetimi
altında bulundurarak, sözgelimi yabancı sermayeye dahi kapatıp özel kesimdeki ulusal tüzel
veya gerçek kişiler eliyle sektörü denetime alarak; yahut, sektörün her bir adımını ağır bir
gözetim-denetim etkinliğiyle bürokratik tasalluta maruz bırakan yasal düzenlemeyi getirerek
hareket ediliyor olunsun. Böylesi koşullarda, ‘özel kesim enerji sektöründe üretimi
46
Bkz. Çal, Halkbilim, Ekonomi ve Hukuk Üçgeninde Bir Gezinti, age., s. 33, 34.
Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, (İbrahim Ekinci ve Hakan Güldağ tarafından hazırlanan Söyleşi
Kitabı). (2012). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 204.
48
Çal, Uluslararası Yatırım Tahkimi ve Kamu Hukuku İlişkisi, age, s. 106-109. Rusya Devlet
Başkanı Putin’in henüz Saint Petersburg Belediye Başkan Yardımcılığı dönemindeyken yazdığı doktora
tezi için bkz. Putin, V. (2006). Strategic Planning for Rehabilitation of the Mineral Resources Base of
the Region During the Formation of Market Relations (St. Petersburg and Leningrad Oblast),
((Rusça’dan İngilizce’ye) Kaj Hobér Çevirisi), The Uppsala Yearbook of East European Law, Uppsala
Üniversitesi, Wildy, Simmonds and Hill Publishing.
49
Bir hizmetin kamu tarafından herhangi bir karşılıklılık ilişkisine girilmeksizin, veya başka bir
deyişle, maliyet bedelini ve/veya kârı mutlaka yahut en azından birebir içermeksizin halka sunulması
durumunda bir metadan söz edilemeyeceğine ilişkin olarak bkz. hemen aşağıdaki 53 no.lu dipnot.
47
9
gerçekleştiriyor’ gerekçesiyle mutlaka bir metalaştırmanın belirdiğini ileri sürmek kabul
görmeyebilir.
Belki burada konunun enerji sektörünü içerdiği gerekçesiyle hâlâ meta niteliğini
taşıdığı savını benimsemek olanaklı görülebilir. O nedenle konuyu değiştirelim ve sözgelimi
çimento sektörü örneğini ele alalım: Özel kesim eliyle çimento üretimi yapılmasında meta
niteliğini görmek kolaydır denilebilir. Ne var ki, anılan etkinlik ticari nitelikle, özel kişiler
arasında ve görece rekabetçi koşullar tahtında gerçekleştirilirken bu savı ileri sürmek görece
kolay olsa da, kimi durumlarda çimentonun yurt dışına satışı yasaklanabilmektedir ve buna
gerekçe olarak dış satım yüzünden yurt içindeki gereksinimin karşılanamaması ve bundan
ötürü fiyatların orantısız yükselişi gösterilebilmektedir.50 Böylesi bir durumda, çimento
üretimi özel kesim eliyle yapılmakla beraber, klasik kuramsal bağlamıyla ‘meta’ niteliği
içermesine karşın, metanın genelde olumsuzlanan algısı veya kavramsallaştırılması
bağlamında çimentonun bir meta olarak nitelendirilmemesi gerekir diyebiliriz. Zira, artık
burada tecimsel bir mal değil, kamusal müdahaleye bağlı kılınmış bir nesne söz konusudur.
Anılan müdahale dolayımıyla denilebilir ki, üretim kamu elinde olmaksızın da, denetim veya
yasal düzenleme (ki, bu terim ‘regülasyon’ olarak da belirtilmektedir) yoluyla kamusal
bağlama çekilen bir nesne, artık meta niteliğini en azından tam (kâmil) biçimde içermekten
beridir.
Şayet yukarıdaki ikinci örneğe de “çimento, yeterince rekabetçi bir alan değildir, o
nedenle zaten oligopolcü bir piyasada meta bağlamındaki bir piyasalaşma söz konusu
edilemez” denilerek karşı çıkılacaksa, bunda belli bir haklılık payı görülebilecektir. O halde,
buradaki irdelememiz bakımından yeni bir örnek vermenin zamanıdır: İlgili yasal
düzenlemeye göre, çok sayıda ürünün dış satıma konu edilmesi yasaklanmıştır. Sözgelimi,
erik ağacının “kütük, tomruk, kereste, kalas ve taslak olarak ihracı” yasaktır. Yine, kimyasal
olmayan gübrelerin dış satımı ön izne bağlıdır.51 Buradaki örnekler, içeride tecimsel nitelik
içeren ürünlere meta sıfatını yapıştırmamıza olanak verebilirken, dış satımının yasaklanması
bu ürünlerin kimi gerekçelerle kamusal alana alınıverdiğini, piyasalaşmanın tam olarak
gerçekleşmesine izin verilmeyebildiğini gösteriyor. Bu meyanda, yine, sözgelimi ekmek
üretimi ve satışındaki piyasa denetimlerinin yahut fiyat sınırlamalarının örnek verilebilmesi
de olanaklıdır. Dolayısıyla, değinmek gerekir ki, piyasa konusu bir ürün bağlamında “meta”
algısına dikkat etmek gerekiyor. Ayrıca, yine değinelim ki, öğretide kamu hizmeti kavramının
50
51
Nitekim, ülkemizde bu yöndeki bir gelişme 2006 yılında yaşanmıştır (bkz. Çimento karteline
ihracat freni.., (2006, 14 Temmuz) (http://www.ensonhaber.com/Ekonomi/5165/cimento-kartelineihracat-freni...html).
Bkz.
İhracı
Yasak
ve
Ön
İzne
Bağlı
Mallara
İlişkin
Tebliğ
(İhracat
96/31)(http://www.ekonomi.gov.tr/index.cfm?sayfa=mevzuat&icerik=739E50AD-19DB2C7D-3D027497881DB9AE); keza, bkz. İhracı Yasak ve Ön İzne Bağlı Mallara İlişkin Tebliğ
Mevzuatı (http://www.hububatbirlik.org/tr/ihracat-kontrolleri-ve-ihraci-yasak-on-izneve-kayda-bagli-mallar-hakkinda-bilgi-verebilir-misiniz). Böylece, sözgelimi belki tarımsal
amaçlı kullanım ve ülkenin tarımsal üretimini artırma amacıyla “tezek” adı verilen hayvan gübresi ülke
dışına izinsiz satılamazken, aynı ürünün kimi yörelerimizde ısınma amaçlı kullanılabilmesi ilginç bir
çelişkiyi gündeme getiriyor ve anılan yasağın ne gibi bir işleve hizmet ettiğini sorgulatırken, büyük
olasılıkla gülümsetiyor da!
10
tanımlanabilmesine yönelik olarak kamusal alana alma gereksinimlerine veya uygulamalarına
bir ölçüt bağlamında yer verilebilmektedir52 (bu konuyu ilerideki paragraflarda kamu hizmeti
tanımıyla ilintili olarak kısaca ele almaktayız).
Şu halde, metalaşma kavramını Marx’ın ortaya koyduğu tanımdan daha başka bir
“algılama” veya “perspektif” ışığında ele almak yahut yorumlamak zorunluluğu doğmaktadır
denilebilir. Buradaki kastım şudur: Meta’yı ‘başkası için kullanım değeri yaratmak’ anlayışı
üzerinden tanımladığımız sürece kamu hizmetlerini her halükârda meta saymak gerekecektir.
Ancak, meta, kullanım değeri değil ve fakat değişim değeri üzerinden ele alındığında, asıl
olarak kastedildiğini sandığım anlama bürünecektir. Özetle, ‘kamu hizmetleri bağlamında
metalaşma sakıncalıdır’ önermesine geçiş yaparken, bundan murat edilen husus, kamu
hizmetinin doğal olarak bir kullanım değeri yaratacağı ve fakat değişim değeri olarak bir
‘karşılıklılık’ ilişkisi yahut saiki (itkisi) içermeksizin sunulması gerekeceğidir. 53 Nitekim,
benzer bir algılamanın öğretide –dolaylı biçimde olsa dahi- ele alınmış bulunduğu ve
maliyetleri dikkate almak zorunda bırakılmayan bir “kamu fiyatı” terimiyle
kavramsallaştırıldığı hususu dikkat çekmelidir.54 Böylece, kamu hizmetlerinin bedelsiz veya
bedel konulmak zorunda kalınsa dahi maliyetten bağımsız olarak ve herkesin erişimine olanak
sağlayacak denli bir kamu fiyatlandırması içinde sunulması anlayışına varılabilecektir. Bu
noktada artık metalaşmadan söz edilememesi gerektiği savlanabilir. Önemle değinelim ki,
burada özet olarak belirtmeye çalıştığımız husus, metalaştırma olgusunun piyasalaşma
içerisinde değişime bağlı kılınması ve dolayısıyla bu algının temel olarak piyasada kamusal
müdahale olmaksızın bir değişime konu edilmesinden ötürü, erişiminin en azından kimi
kesimler itibariyle olanaksız kalabilmesi sorunsalıdır.
Öte yandan, hangi kamu hizmetlerine bedel biçilmeyip hangilerinin kamu
fiyatlandırmasına bağlı kılınacağı sorunu ise, ilgili kamu hizmetinin niteliğine göre
belirlenmesi gerekecek bir husustur denilebilir. Şöyle ki, tüketildikçe daha fazla tüketmeyi
kamçılayabilen türden bir nesnenin veya hizmetin kamu fiyatına bağlı kılınması, bu türden bir
nitelik içermeyenlerde ise bedelsiz sunumun esas alınması gerektiği savlanabilir görünüyor.
Bunlardan birincisine kimi kentlerde belediyelerce ekmek üretimi ve satışı yahut evsel
52
Bkz. Karahanoğulları, Kamu Hizmeti (Kavram ve Hukuksal Rejim), age, s. 62-65.
“(M)etalaşma sürecinin koşullarından biri olarak aktarılan, ürünlerin onları kullanım değeri
olarak tüketecek kişilere değişim yoluyla devredilmesi konusu (...) bir boyut() açısından önemlidir. Bu
boyut, metalaşma sürecinin diğer iki temel koşulu olan üretime ücretli emeğin dahil edilmesi ve
ürünün toplumsal yararlılığının bulunmasının kapitalist toplum düzeninde değişim yoluyla devri
içermeksizin de gerçekleşebilmesidir. Örneğin, kamu sektöründe istihdam edilen emek tarafından
yapılan üretimlerde bir ücret ödemesi söz konusu olduğu halde, üretilen ürünler son kullanıcılarına
değişim yoluyla değil, doğrudan devlet eliyle devrediliyor olabilir. Böyle bir durumda, üretilen ürünler
piyasadaki diğer metalarla ilişkiye girmemekte, rekabet dolayımıyla üretim fiyatları ve değerlerin
oluşumu söz konusu olmamakta, dolayısıyla, bu ürünler meta formunu almamaktadır. Bu bağlamda,
metaların son kullanıcılarına değişim yoluyla devredilmesi metalaşma sürecinin olmazsa olmaz
koşullarından biridir” (bkz. (Marx’a –sanırım ki en azından kısmen- bir yollamayla) Yılmaz, G. (2013)
Suyun Metalaşması, İstanbul: Evrensel Yayıncılık, s. 41).
54
Bkz. Özay, Günışığında Yönetim, age., s. 238, 239.
53
11
kullanım suyu sağlama hizmeti55, ikincisine ise eğitim hizmeti yahut atık su hizmeti veya çöp
toplama hizmeti56 gibi örnekler verilebilmesi düşünülebilir.
Bu noktada kamu hizmeti kavramına değinmek artık bir zorunluluk olmaktadır. İdare
hukuku yazınında sıklıkla yer verilen ünlü ifadesinde Truchet, kimsenin kamu hizmeti için
tartışmasız bir tanım veremediğini, yasa koyucunun bunu dert edinmediğini, yargıçların
değerlendirme serbestliklerini kaybetmemek için tanımlamak istemediğini, öğretinin ise
başaramadığını savunmaktaydı.57 Üzerinde tartışmasız bir tanımı yapılamamış olduğu sıklıkla
idare hukuku kitaplarında vurgulanmakta olan bu kavrama, bir tanım denemesi olarak daha
önceki bir çalışmamda sunduğum tanımdan58 hareketle kısaca değinmek istiyorum. Buna
göre, kamu hizmeti;
“toplumdaki bir gereksinimin rekabet içerisinde gerektiği gibi tam olarak tatmin
edilememesi durumunda, kamusal güvenlik gerekçeleriyle rekabet unsurunun aranmayacağı
durumlar kapsama alınmak üzere, idare tarafından anılan gereksinimi tatmin etmek amacıyla
yürütülen etkinliklerdir.”
Kamu hizmeti kavramına yüklenen anlamın ve bu bağlamda yapılan tanımın ne
olduğu önemlidir. Zira, kamu hizmeti tartışmaları yapılırken çoğu kez bu terime hangi
anlamların yüklendiği gözden kaçırılabilmekte, bu nedenle tartışmaların sağlıklı biçimde
55
Nitekim, kamu hizmetinde metalaşmayla ilgili yakın zamanlarda sohbet ettiğim bir dostum,
Rusya Federasyonu’nda ülkemizi temsilen ekonomi müşaviri olarak görev yaparken ziyaret ettiği bir
Rus ailesinin evinde boşa akan musluğu haber verdiği ev sahibinin, evlerde kullanım suyunun bedelsiz
olduğunu belirterek hiç de ‘oralı olmadığını’ belirtmekteydi.
56
Gerek yargıda (bkz. AYM’nin 26 Ocak, 2011 tarih ve E. 2009/42, K. 2011/26 sayılı kararı (14
Mayıs, 2011 tarih ve 27934 sayılı RG’de yayımlanmıştır) ve gerek öğretide çöp toplama hizmetinin
bedelsiz olmasını bu hizmetin görev olarak yasayla belediyelere verilmesi yönünden açıklamaya
çalışan görüşler gözleniyor (bkz. Yayla, Y. (2009). İdare Hukuku, İstanbul: Beta Yayıncılık, s 79-82,
özellikle s. 79’daki 156 no.lu dipnot; Gözler, K. İdare Hukuku, Cilt II, age., s. 304-315). Kamu
hizmetlerinde bedel sorununa bu yaklaşımla eğilmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Kanımca esas
olan, yasayla kamu idaresine görev olarak bir hizmetin verilmiş olması ve böylece bir zorunluluğun
doğmuş olması değil, anılan ‘zorunluluğun’ halka sunulan hizmetin niteliğinden doğmasıdır. Kısaca
değinirsek; “bireyin bu etkinlikten yararlanma konusunda zorunlu tutulup tutulmaması asıl ayrım
ölçütüdür. Zira, idarenin hizmet kurmakla yasal olarak yükümlü kılındığı yerlerde pekâlâ bireyin buna
zorlanamaması gibi hususlar belirebilir. Örneğin, özel sağlık hizmetlerinin yürütülmesi gerçeği dikkate
alındığında, devletin sağlık hizmetlerini kurma zorunluluğu bireye mutlaka devlet hastanelerinden
yararlanma zorunluluğunu getirmez. Dolayısıyla, bireye sunulan etkinlik karşısında bedel isteyememe
ilkesini, temel olarak “devletin bireye zorunlu kıldığı etkinlikler ”bağlamında düşünmek gerekir. Bu
durumlarda, devletin hem bir etkinliği zorunlu kılması, hem de karşılığında bedel vermeye zorlaması
gibi bir keyfiyet düşünülemez” (bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Çal, S. (2012). “İdari Etkinliklere Paha
Biçmek” ya da Anayasa Mahkemesi’nin İki Kararının Çağrıştırdıkları, Anayasa Mahkemesi’nin 50.
Yılına Armağan, (Editörler: Alparslan Altan / Engin Yıldırım / Erdal Tercan / Hikmet Tülen / Ali Rıza
Çoban), Ankara: Anayasa Mahkemesi Yayını,, s. 579).
57
Bkz. Didier Truchet (Label de Service Public et Status de Service Public, AJDA, 1982, s.
428)’den aktaran: Karahanoğulları, Kamu Hizmeti (Kavram ve Hukuksal Rejim), age, s. 6, 9 no.lu
dipnot; Gözübüyük, Ş. / Tan, T. (1998). İdare Hukuku, Cilt I, Ankara:nTurhan Kitabevi, s. 433.
58
Bkz. Çal, S. (2007). Kamu Hizmeti: Bir Tanım Denemesi, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, Cilt 11, Sayı 1-2, s. 622.
12
yürütülebilmesi de olanaksız kalabilmektedir. Nitekim, sosyal bilimlerde çoğu kez kavramlar
ve tanımlar üzerinde uzlaşılmaksızın girişilen tartışmaların sağlıklı sonuçlar doğuramayacağı
kuşku götürmez.59 Bu önemli noktaya değinmiş olmakla, artık vurgulamak gerekirse, kamu
hizmeti tartışmalarına asıl olarak ‘kamu hizmetlerini görme veya gördürme yöntemlerinin’
konu edildiği söylenebilir. Bu nedenle, ilerleyen satırlarda kamu hizmetinin özellikle özel
kesim eliyle görülmesi bağlamındaki kimi görüşlere ve tartışmalara kısaca yer vermek
istiyorum. Ancak, bu yoldaki bir eleştirel görüşe öncelikle yer vermeden geçemeyeceğim:
“(...) Türk kamu hizmeti mevzuatında kamu hizmetleri konusunda ortaya çıkan
çeşitlenme, asıl olarak, hizmetin görülüş yöntemlerinin çeşitlenmesi ile ortaya çıkmaktadır.
Bu da, aslında, farklı metalaşma biçimleri anlamına gelen farklı görülüş yöntemlerinin,
hizmetleri farklı “nitelik”lere sahip kılmasından başka bir sonuca yol açmamaktadır. Aslında
bu çeşitlenme herkesin gözünün önünde yaşanan bir gelişmedir. Bu nedenle de bunu
görebilmek için derin araştırmalara da gereksinim bulunmamaktadır. Ancak, bu gelişmeyi
görebilmek ve analiz edebilmek için gerekli kavram setine pozitivist idare hukuku literatürü
sahip değildir. Herhalde, asıl sorun da budur.”60
Hemen bu konuya giriş aşamasında değinelim ki, yukarıdaki paragrafta değinilen
“kamu hizmetinin özel kesim eliyle görülmesi” yaklaşımının içerdiği önermede geçen ‘kamu’
ve ‘özel kesim’ ibarelerini kısaca ele almakta yarar vardır. İdare hukuku öğretisinde kamu
eliyle hizmet görmeden bahsedilirken buradaki ‘kamu’ ibaresiyle kamu tüzel kişiliklerinin
kastedildiğini, özel kesim denildiğinde de özel kişiler veya özel hukuk tüzel kişilerinin
belirtildiği söylenebilir. Yine, kamu hukuku tüzel kişisi / özel hukuk tüzel kişisi ayrımına
gidilirken; ilkinin kamu yararını, ikincisinin ise özel çıkarı amaçladığı ve hatta kâr amacını
güttüğü savlanmaktadır.61 Bu yaklaşımın mutlak doğru bir kapsamı içermediği söylenmelidir.
Zira, kamu tüzel kişisi olmayan –başka bir deyişle, özel hukuk tüzel kişisi konumundaki- her
bir varlığın kâr amacı taşıması söz konusu değildir. Pek çok sivil toplum kuruluşu buna örnek
gösterilebilir. Keza, yararlanıcıları bizatihi kendi üyeleri olan bir kooperatif62 (sözgelimi süt
ürünleri toplayan işleyen ve satan bir kooperatifin Ege bölgemizde işlev gördüğü
anımsanabilir, yahut hatta yapı kooperatifleri dahi bu bağlamda örneklenebilir) veya kimi özel
vakıflarda görülebildiği üzere, kâr amacını içermeyebilen, yahut içerse dahi bu kârı geniş
kitlesine dağıtıyor olmakla bizatihi kendisini kamusal boyuta yükseltebilen durumlardan söz
edilebilecektir.
Özetle, ‘kamu’ denildiğinde klasik idare hukuku söylemiyle kamu tüzel kişilerini
algılayan ve ‘özel kesim’ terimiyle de ticari şirketlerden oluşan bir algıya geçerek “kamu
hizmetini özel kesim eliyle sunma” konusuna eğilen bir yaklaşım, gerçekliğin sadece bir
59
Bu hususa ilişkin bir alıntı için bkz. ileride 118 no.lu dipnot.
Ataay, F. (2007). Kamu Yönetimi Reformu ve Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması, içinde
Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması, Ankara: De ki Yayınevi, s. 29-72.
61
Bkz. Gözler, K. (2009). İdare Hukuku, İkinci Baskı, Cilt 1, Bursa: Ekin Yayıncılık, s. 161, 162.
62
Nitekim, Buchanan’a göre, Rusya gibi ülkelerin Batı kapitalizm biçimlerini birebir taklit
etmeksizin, ekonomik etkinliği merkezden radikal biçimde uzaklaştırıp kooperatiflere vs. aktarması
gerekmektedir (bkz. Gray, J. (2004). Post-Liberalizm, (Müfit Günay Çevirisi), Ankara: Dost Kitabevi, s.
340).
60
13
kısmını içerir, ama bir bütün olarak ele alındığında ‘mutlak doğru’yu yahut başka deyişle,
gerçekliğin tümünü içeren bütüncül kapsamı ıskalayacaktır. Şu halde, kamu hizmetini özel
kesim eliyle sunma konusundaki eleştirel yaklaşım, bahsedilen özel kesimin yukarıda
değindiğimiz türden –kâr amacını gütmeyebilen- kimi özel hukuk tüzel kişilerini içeriyorsa,
yerine göre kendi savında yerleşik geçerliliğini yitirebilecektir. Dolayısıyla, sözünü ettiğimiz
eleştirel yaklaşımların ‘kamu hizmetlerini ticari kaygılar içerisindeki piyasa ilişkilerine
mahkum kılan’ durumlara özgülenmesi gerekliliği, anılan savların tutarlılığı bakımından
kanımca önemli bir husus olarak dikkate alınmalıdır.
İdari kamu hizmetlerinde kamusal yürütümün kural olduğu, sınai ve ticari kamu
hizmetlerinin ise kural olarak özel kişiler eliyle yürütütüldüğü söylenmektedir.63 Bununla
birlikte, her şeyden önce kamu hizmetleri sınıflamasında yer verilen anılan ayrımı eleştirmek
mümkündür ve sözgelimi Ataay’a göre, “Türk mevzuatında böyle bir kavram yoktur. Bu
kavram, Fransız mevzuatında bulunmaktadır ve Türk idare hukuku doktrinine de bu yolla
girmiştir.”64
Ne var ki, idare hukukunda özel kişiler eliyle kamu hizmeti yürütülmesine yönelik
eleştiriler bulunmakla birlikte, yukarıdaki paragraflarda da değinildiği üzere, özel kişilerin
tümü kâr amacına yönelmemektedir. Bu nedenle, özel kişi eliyle yürütümü kâr amaçlı
olmakla eleştiren görüşlerin, bu türden ayrıksı durumları dikkate alarak eleştiri kapsamını bu
yönde daraltmaları gerekecektir.
Kamu hizmetlerinin özel kesim eliyle görülmesine yönelik bir görüşe göre;
“(g)ünümüzde, kamu hizmetleri, artık, “özel kişilere gördürme” yoluyla
metalaştırılmaya çalışılmaktadır. (...) Günümüzde, bir başka baskın eğilim, kamu
hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesinde özel hukuk sözleşmelerinin tercih edilmesidir. (...)
“(K)amu hizmetlerini özel kişilere özel hukuk sözleşmeleriyle gördürme” anlayışı, asıl
olarak, devletin hizmetin kamu yararı doğrultusunda düzenlenmesi için elindeki en önemli
araçların elinden alınması anlamına gelmektedir.”65
Öte yandan, kamu hizmetinin metalaştırılması sürecine değinen bir başka görüşe göre;
“(b)ugünkü dönüşümün anahtar teması ise, “kamu-özel ortaklığı”dır (public-private
partnership). (...) (T)üm kamu hizmetlerinin özelleşmesinin dayandırıldığı ana kavram (olan)
(k)amu-özel ortaklığında özel sektöre düşen, piyasaya açılmış kamu hizmetlerini piyasa
mantığıyla yürütmek; devlete düşen ise bunun için özel sektöre yetki vermektir. Bugünkü
63
Karahanoğulları, Kamu Hizmeti (Kavram ve Hukuksal Rejim), age., s. 310, 311.
Ataay, F. (2011, 2 Şubat); Pozitivist Kamu Hizmeti Teorisinin Çıkmazlarında,
(http://farukataay.blogspot.com/2011/02/kamu-hizmeti.html).
65
Ataay, F. (2007). Kamu Yönetimi Reformu ve Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması, içinde
Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması, Ankara: De ki Yayınevi, s. 29-72.
64
14
“yönetişim” anlayışına dayalı kamu reformunun anafikri olan bu “ortaklık” ile birçok
kamusal hizmet alanı özel sektöre açılmıştır.”66
Bu bölüm itibariyle, son olarak, kamu hizmeti ile sosyal devlet ilkesi arasındaki sıkı
ilişki bağlamında –şairin “o karanlıkta biz”67 dizesinden çağrışımla- öğretideki bir görüşe
kulak verirsek, “... bu küreselleşmişlikte sosyal devlet gitmiş buharlaşmış oluyor. Dolayısıyla,
bitmiş bir süreç var (,...) bundan sonraki işimiz zor.”68
III. Kamu Hizmeti ve Meta İlişkisi: Bir Matris Denemesi
Kamu hizmeti ile metalaşma arasındaki ilişkiyi yahut ilintiyi bir matris yapısı
üzerinden kurgulamak ve anlamaya çalışmak daha doğru ve kolay olacaktır kanısındayım.
Zira, metalaşma kavramının irdelenmesi sonrasında bu tür bir yaklaşımın gerekli ve nihayet
giderek zorunlu dahi olduğu söylenebilir.
Matrisimizin ilk köşesinde öncelikle kamu hizmeti kavramının belirmesi bakımından
toplumsal gereksinim kavramına yönelik irdelemeye yer vereceğim. Buna göre, gereği gibi
tatmin edilmek suretiyle toplumda beliren gereksinimleri yeterli biçimde karşıladığı sürece,
bir etkinlik konusunun kamu hizmeti kavramı içerisinde kamusal boyuta taşınması söz konusu
olmayacak veya bu yönde bir kamusal gereksinim belirmiyor olacaktır denilebilir.69
Matrisin diğer köşesine rekabet kavramını koyabiliriz. Kamu hizmeti kavramının
tanımına bağlı olarak, çerçevenin içinde rekabet kavramının yer almasına bundan önceki bir
çalışmamda70 ayrıntılı biçimde değinmiştim. Böylece, bir etkinliğin toplumda işleyen ve
işlevsel nitelikteki bir rekabete açık bulunması durumunda kamusal alana alınması keyfiyetine
gereksinim duyulmayacağı; zira, toplumsal gereksinimlerin bu yolla karşılanmakta olduğunun
varsayılabileceği yahut bu yönde bir “karine”ye dayanılabileceği de yine savlanabilecektir.
Kuşkusuz, karine teriminin belirlediği üzere, bu savın aksini ortaya koymak olanaklıdır ve
böylesi bir durumda kamu hizmeti kavramına duyulan gereksinim kendisini gösteriyor
olacaktır; ancak, böylesi bir keyfiyetin mutlaka ortaya konulması gibi bir önkoşula bağlı
kılındığını da unutmamak gerekiyor. Rekabetin doğası gereği söz konusu olamadığı doğal
tekel alanlarında ise, bu açıklamanın da öngördüğü üzere, toplumsal gereksinimlerin yeterli
biçimde tatmin edilmesi olanağından pek söz edilemeyecektir; zira, ortada tekelci gücün
rekabetsiz eylemlerine ve sömürüsüne açık bir alan bulunmaktadır. Önemle vurgulamak
66
Özdek, Y. (2005, 14 Mart). Ceza Reformunun Görünmeyen Yüzü: Hapishanelerde Zorla
Çalıştırma, (http://www.sendika.org/2005/03/ceza-reformunun-gorunmeyen-yuzu-hapishanelerdezorla-calistirma-yasemin-ozdek/).
67
Dize, Atila İlhan’a aittir.
68
Soysal, M. (2013). Anayasal Demokrasi ve Üniter Devlet, içinde Küreselleşen Dünyada
Anayasal Demokrasi, (Editör: Muhammed Erdal), Lefkoşa: Yakın Doğu Üniversitesi Yayını, s. 314.
69
Bkz. Çal, S. (2009). Kamu Hizmeti Kavramı Üzerine Kimi Düşünceler, içinde Prof. Dr. Hüseyin
Hatemi’ye Armağan, İstanbul: Vedat Yayıncılık, s. 1829-1906 (http://www.idare.gen.tr/cal-khdusunceler.pdf).
70
Bkz. Çal, S. (2007). Kamu Hizmeti: Bir Tanım Denemesi, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, Cilt 11, Sayı 1-2 , s. 559-655.
15
gerekirse, böylesi bir tekelci yapının olağan koşullarda kamunun elinde bulundurulması
beklenir. Ne var ki, son dönemlerin özelleştirme “furyasında” bunların özel tekel konumuna
geçirilmesine pekâlâ izin verilebildiği de bilinmektedir (sözgelimi, araç muayene
istasyonları71 gibi tekelci; yahut, Türk Telekom örneğindeki gibi –en azından- oligopolcü
yapılar) ve bu yeni düzende devlete biçilen görev, anılan özel tekelleri denetlemekle sınırlıdır.
Matrisin bir diğer köşesinde ise karşılıklılık ilkesine yer vermek gerekiyor. Metalaşma
tanımında yer verildiği üzere, başkası için yahut pazar için üretim yapmak, doğasında
karşılıklılık özelliğini barındırıyor. Aslında, karşılıklı olma özelliği insan davranışlarının ve
giderek canlı davranışlarının belki tümüne yansıtılabilecek bir niteliktedir.72 Karşılığın
mutlaka para cinsinden olmasını herhalde aramak zorunluluğu mutlak bir kabul olarak
sayılamasa gerektir. Bu gözle bakıldığında, karşılık içermeyen bir canlı davranışını varsaymak
zordur; çünkü moral, manevi, tinsel tatminler de bir karşılık niteliğini içerecektir, ki en
altruist yahut şövalye ruhlu hareketleri karşılık içermekten yoksun saymak olanağı sanırım ki
bulunamayacaktır. Bu durumun vergileme yahut sosyal güvenlik gibi pek çok alanda ilginç
sonuçlar doğuracağı öngörülebilir. Nitekim, ikinci evini konaklama amacıyla yakın
akrabasına veren kişi, bundan bir gelir elde etmese dahi, kira almış gibi gelir vergisine bağlı
kılınabilmekte (burada bir “manevi tatmin karşılığı” herhalde esas alınıyor sayılsa gerektir),
yahut bahçesindeki ağaçlara bakması için aynı yerdeki evi bedelsiz olarak birisinin
oturmasına açan kişi, buradan sanki bir kira bedeli alıyor gibi vergilemeye maruz
bırakılabilmektedir (burada da “para dışında bir çıkar sağlama - karşılıklılık ilişkisi”
varsayılsa gerektir).
Keza, süreklilik içinde haftanın bir günü çalışan temizlikçi gündelikçilerin
sigortalanması zorunlu kılınırken, evlerde aynı işi daha bir sürekli biçimde eyleyen “eşlerin”
salt bu hizmetleri dolayısıyla sigortalanması zorunluluğu öngörülmemektedir.73 5510 sayılı
Kanun’un “Sigortalı sayılmayanlar” başlıklı 6(c) fıkrasında “Ev hizmetlerinde çalışanlar
(ücretle ve sürekli olarak çalışanlar hariç)” denilmektedir.74 Buna göre, ücretli ve sürekli
çalışanlar sigorta kapsamında yer almaktadır, ki karşılığın “ücret” olarak belirlenmiş olması
buradaki başlıca yahut temel ayırıcı ögedir ve böylece karşılığın türüne göre bir ayrım
yapıldığı gözlenmektedir. Oysa, ücret türü olmaksızın da bir “karşılık” pekâlâ söz konusu
71
Bkz. Çal, S. (2008). Araç Muayene Hizmetinin 'Özelleştirilmesi', Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt 57, Sayı 2, s. 63-113.
72
Karşılıklılık kavramına yönelik bir çalışma için bkz. Çal, S. (2009). Reciprocity and Provisional
Application under the Energy Charter Treaty: Legal Aspects, içinde European Energy Law Report
VI (Editörler M. Roggenkapmp ve U. Hammer), Intersentia, s. 189-226 (http://www.idare.gen.tr/calreciprocity.pdf).
73
Nitekim, aynı durum bir gazete haberinde de vurgulanmaktadır (bkz. Kızılot, Ş. (2013, 2
Kasım). Bana bir ev, kendine de ikinci bir hanım al, Hürriyet Gazetesi.
(http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25028670.asp).
74
Bkz. Eve çağırdığınız temizlikçi için 150 bin TL ceza ödeyebilirsiniz. (2013, 26 Eylül). Odatv
Gazetesi.
(http://www.odatv.com/n.php?n=eve-cagirdiginiz-temizlikci-icin-150-bin-tl-cezaodeyebilirsiniz-2609131200).
16
edilebilecektir. Sözgelimi, fuhuş bağlamında para karşılığı cinsel ilişki kurma75 ile tek taş
yüzük armağanı karşılığında aynı türden bir ilişkiye girmenin kıyaslanması gibi bir durumu
böylece –bir çay kaşığı ironiyle karışık- düşünmek gereklidir76. Giderek Yunanistan tarafından
Avrupa Birliği’ne sunulan milli gelir hesaplamalarının bir dönem aniden olağanüstü artış
göstermesi üzerine konu incelendiğinde, artışın nedeni olarak ev hanımlarının evdeki
etkinliklerini “gelir karşılığı” sunduklarının kabul edilivermesi anlayışına77 geçiş yapıldığı
hususu yine belli belirsiz bir ironiyle karışık gözlenmiş ve böylece ironi yüklü eleştirilere,
giderek hatta “milli geliri artırmak aşkına eşler arasındaki etkinliklerin sayısını çoğaltmak”
gibi daha ileri derecedeki kimi hicivlere de konu edilmişti.78
Yine, karşılıklılık ilişkisi çerçevesinde bir konunun ‘meta’ya dönüştüğü yahut
dönüşebildiği yaklaşımı kabul görecekse, konaklama sektöründeki son zamanların
tartışmalarını düşünmek gerekebilir. ‘Apart ev’ adı verilen ve günlük kiralandığı söylenen
yerlerle ilgili olarak devlet tarafından denetim yapılması gereğine dikkat çekilmesi79, ‘coach
75
Öğretideki bir görüşte, devletin kendi belirlediği ve denetlediği yerler dışında para karşılığı
cinsel ilişkiye girilmesine karşı adli ve idari kolluk yetkilerini devreye sokacağı belirtilmektedir (bkz.
Ayaydın, İdare Hukukuna Giriş, age., s. 104). Bununla birlikte, özel yaşama yönelik bu kamusal
müdahalenin gerekçesi kamu sağlığını korumak ise, ilişkinin para karşılığı yapılmasına bağlı kılınması
anlamlı olmamaktadır; zira, kamu sağlığı böylesi bir edim karşılığına bulunulmaksızın da dikkate
alınmayı gerektirebilir nitelik içerebilir, ki bu durumda özel yaşamın korunması ilkesi kolaylıkla kamu
tarafından ihlal edilebilir konuma gelecektir.
76
Böylece, varoşlarda TCK m. 227 aracılığıyla cezalandırılan “fuhşa aracılık etme” suçu, Etiler
semtine geçildiğinde “düzeyli beraberlik” nitelemesiyle magazin basınına konu olma dışında bir
yaptırıma bağlı kılınmıyor görünümdedir, ki özünde bu iki eylemin “karşılıklılık” ilişkisi bağlamında ne
gibi bir fark içerdiğini çözebilmek zor görünüyor (hemen değinelim ki, her ne kadar Kanun’un ilgili
maddesi “fuhuş yapma”yı değil, “fuhşa aracılığı” ceza yaptırımına bağlıyor ve böylece yukarıdaki
değerlendirme “boşa çıkıyor” gibi görünse dahi, aslında bu irdelemenin mantığı geçerliğini hâlâ
koruyor sayılsa gerektir. Zira, TCK m. 227/2 son cümlesine göre “(f)uhşa sürüklenen kişinin
kazancından yararlanılarak kısmen veya tamamen geçimin sağlanması, fuhşa teşvik sayılır”; buna
göre de, varoşlarda fuhuş yoluyla gelir elde edenin geçimini sağladığı yakını bu maddeye göre ceza
yaptırımına bağlı kılınacak iken, örneğimizdeki Etiler sakininin aynı durumdaki yakını için bu yönde bir
yaptırıma bugüne değin rastlamadığımı belirteyim). Kaldı ki, çıkar karşılığı ilişkiye girilmesine ‘bireyin
vücudunu metalaştırma’ gözüyle bakılıyorsa, siyasal ilişkilerin Cemil Meriç ifadesiyle “boğazına kadar
lağım banyosundan geçen” (bkz. Meriç, Ü. (2004). Babam Cemil Meriç, 4. Baskı, İstanbul: İletişim
Yayınları, s. 102) görünümüyle inceleşen bağlamında ‘burada metalaşan kimdir veya nedir?’ sorusuna
kalın bir yanıt beklenir.
77
“Ev içi topluluğunun (aile veya genişlemiş aile),ticari değişim ve hesaplanabilirlik üzerinde
değil, ortaklaşma üzerinde temellenen bir topluluk olmasından dolayı, ev içi çalışmanın
ücretlendirilmesi bu son zamanlara kadar düşünülmemişti” (Gorz, A. (2007). İktisadi Aklın Eleştirisi,
(Işık Ergüden Çevirisi), 2. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 268).
78
Hemen değinelim ki, milli gelir hesaplamalarında istatistik saptırmalarına gidilmesinin
ülkemizde de yaşandığı belirtilmektedir (bkz. Kurmuş, Bir Bilim Olarak İktisat Tarihinin Doğuşu, age.,
s. 23, 24). Keza, anılan ölçümlemelerde aile içindeki etkinliklere yer verilmediğine yönelik bilgi için
bkz. Stanford, Herkes için İktisat – Kapitalist Sömürüyü Anlama Kılavuzu, age., s. 33.
79
Bkz. Öğünç, P. (2013, 8 Kasım). Tophane'de evi 'basılan' bir kadın anlatıyor, Radikal Gazetesi.
(http://www.radikal.com.tr/turkiye/tophanede_evi_basilan_bir_kadin_anlatiyor-1159754).
17
surfing’80 adı verilen uygulamalardaki karşılıklılık ilişkisini gündeme getirebilir. Böylece,
evinde bir yabancıyı konaklatan kişiye karşı, kendisi de konuğunun evinde kalma hakkına
kavuşmuş olmakla çıkar sağlayarak ticari türden olduğu ileri sürülebilecek bir ilişkiye girdiği
ve vergilenecek bir çıkar elde ettiği –benzer bir mantıkla- savlanabilir. Dolayısıyla, meta ile
ticari nitelikteki ilişkiler ve giderek vergileme arasında ayrıca bir bağ kurulabildiği
söylenebilir.
Bu itibarla, kamu hizmetlerinin yürütülmesinde karşılıklılık ilişkisine nerede ve hangi
ölçüde yer verilmekte olduğuna bakarak bir yargıya varmak olanağından söz edilebilir. Bu
meyanda değinmek gerekirse, topluma sunulan etkinliklerin kamusal boyuta alındığı ve kamu
hizmeti sıfatına kavuşturulduğu anlarda bedel konusu tartışma konusu edilegelmiştir. Kamu
hizmetlerinin kimilerinde bedel alınabileceği öğretide kabul görmektedir; bu durum, genelde
‘ticari ve sınai hizmetler’ denilen kamu hizmetlerine özgülenmekle beraber81, öğretide anılan
ayrıma dayanılmasını sert biçimde eleştiren, oldukça dikkat çekici görüşler de bulunuyor82. Bu
bedelin içinde sadece maliyet değil, ayrıca kâr ögesinin de bulunduğu hususu, AYM’nin –
yukarıda değindiğim- Boğaz köprüsü konulu kararı üzerinden henüz 1985’lerde
belirginleşmiş oldu. Öğretide buna yönelik epeyce eleştiri de getirildi.83 Giderek öğretiden
kimi yazarlar tarafından, “madem ki halk otobüsleri –göreceli ucuzluğuna karşın- kâr da dahil
olmak üzere belediye otobüsleriyle aynı bedel karşılığı hizmet veriyor, öyleyse belediyenin
görünürde kâr etmediği belki savlanabilecek fiyatlarında kâr ögesi esasen vardır” şeklinde,
ilginç sayılabilecek yaklaşımların ileri sürüldüğü anımsanacaktır.84
Bu anlamda, kamu hizmetinin sunucusu bakımından bu etkinliğin bir ‘karşılıklılık
ilişkisi’ içerisinde gerçekleştiği savlanabilecek görünüyor. Ne var ki, asıl soru şudur: Salt bu
yaklaşıma dayanarak, keyfiyetin metalaşma özelliğini yansıttığı ileri sürülebilir mi? Burada
bir not düşmek gerekiyor: Aslında kamu hizmetini sunarken bedel alınabilse ve dahi kâr
edilebilse de, bunun bir amaç değil ‘sonuç’ olacağını öğretide vurgulayanlar vardır85, ki
sanırım bu keyfiyetin yukarıda değindiğim “kamu hizmeti kamu eliyle sunulduğunda dahi
içinde belli ölçekte bir kâr ögesi bulunur, halk otobüsleriyle ilişkili olarak yapılan
kıyaslamadan görüldüğü ve anlaşıldığı üzere” şeklindeki anlayışın çürütülememesinden ileri
gelen bir tür ‘savunma refleksi’ olduğu da belki varsayılabilir. Sonuç olarak, doğrusu, konuyu
80
Anılan terim, uluslararası ölçekte insanların birbirlerinin evinde bedelsiz misafir edilmelerine
karşılıklılık ilkesi uyarınca olanak sağlamayan bir gönüllü uygulamayı belirtmektedir. Buradaki
karşılıklılık birebir değil, tüm üyeleri arasında bir tür çaprazlama yoluyla gerçekleşmektedir.
81
Atay, İdare Hukuku, age, s. 587; Günday, M. (2003). İdare Hukuku, 8. Baskı, Ankara: İmaj
Yayıncılık, s. 302.
82
Bkz. Ataay, F. (2011, 2 Şubat). Pozitivist Kamu Hizmeti Teorisinin Çıkmazlarında.
(http://farukataay.blogspot.com/2011/02/kamu-hizmeti.html) (Erişim Tarihi: 22 Ekim, 2013).
83
Bkz. Yayla, Y. (1986). Sosyal Devletten İktisadi Devlete (veya Kamu Hizmetinin Sonu), Hukuk
Araştırmaları, İstanbul: Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ocak-Nisan 1986, Cilt 1, Sayı 1,
s. 33-37.
84
Özay, Günışığında Yönetim, age., s. 239, 464 no.lu dipnot. Bu yaklaşımın isabetsiz
sayılabileceğine yönelik bir eleştiri için bkz. Çal, Türkiye’de Kamu Hizmeti ve İmtiyazın Dönüşüm
Öyküsü, age., s. 20, 69 no.lu dipnot.
85
Bkz. Günday, İdare Hukuku, age., s. 302.
18
belki şöyle açıklamak olasıdır: Kamu hizmetini sunan ‘kamu’ ise, burada kâr edilmesi gibi bir
‘amaç’ olamayacağı gibi86, kâr edilmesine izin dahi verilmeyecek biçimde, sadece zarar
etmeyecek denli bir bedelin belirlenmesini ilke edinmek sanırım ki çok daha yerinde ve doğru
olacaktır.87 Zira, “amaç olmasa dahi, kâr da edilebilsin” içerikli bir serzenişe bir kez izin
verildiğinde, artık o kârın “nerede” veya “hangi sınırda” durdurulabileceği hususu önemli bir
soru işaretine dönüşür; öyle ki, ülkemizde bu “kârlı kamu işletmeciliği”88 yaklaşımının ne
denli kötüye kullanılabildiği yerel yönetimlerin ve dahi merkezi idarenin uygulamalarından
gözlenebilir (örneğin, İstanbul Boğaz Köprüsü geçiş bedelleri89 ile Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin doğalgaz sayaç bedelleri konusundaki uygulamaları).90 Kuşkusuz, burada göz
ardı edilmemesi gereken husus, belirtilen kötüye kullanımların hemen hepsinin doğal tekel
alanlarında gerçekleşiyor olmasıdır. İşte, rekabet boyutunun vurgulanmasındaki ve matrisimiz
içinde yer verilmesindeki etkinlik yahut işlevsellik boyutu, bu bağlamda yeniden bir
düşünmeyi gerektiriyor denilebilir. Şu halde, mevcut yaklaşımlar anılan etkinliklerden kâr
elde edilmesini kamu hizmeti kavramının içinde görebildiğine göre, karşılıklılık ilişkisi
anlamında bir metalaşma, öğretinin bu anlayışı bakımından kavramın kendi doğasına
yerleştirilmiş yahut içselleştirilmiş durumda görünüyor.
Matrisin bir başka boyutunda ise yurt içi / yurt dışı metalaşma işlevleri gündeme
geliyor. Bir etkinlik konusunu yurt içinde metalaşma boyutuna taşımak ve fakat sınırötesi
86
Bkz. Atay, İdare Hukuku, age., s. 590.
Nitekim, Fransız Devlet Şûrası’nın da aynı ilkeyi benimseyerek, zorunlu olmayan kamu
hizmetlerinden bedel alınabilmekle beraber, istenecek tutarın maliyeti aşamayacağı kararına vardığını
görüyoruz (bkz. Karahanoğulları, Kamu Hizmeti (Kavram ve Hukuksal Rejim), age., s. 229).
88
Kârlı etkinlik alanlarının kamusal alanda, kamunun elinde veya tekelinde tutulması ve
böylece devlete gelir kaynağı sağlanması yollu kimi görüşleri içinde bulunduğumuz dönem ve çağda
öğretimizin hâlâ savunuyor, benimseyebiliyor olması hayli dikkat çekicidir (bkz. Çakmak, N. M. (2013).
İdare Hukukunda Kuramsal Olarak Kamu Yararı, Ankara: Seçkin Yayıncılık, s. 449). Açık biçimde ve
altını çizerek ifade etmeliyim ki, bu yaklaşımı tümüyle tutarsız ve kabul edilemez buluyorum (devletin
tekel kurarak gelir odaklı yaklaşımına karşı görüş için bkz. Çal, Kamu Hizmeti Kavramı Üzerine Kimi
Düşünceler, age.). İyice vurgulamalı ki, “... çağdaş devlet kâr amacı güden bir “ticari şirket” değil,
toplumun ve bireylerin mutluluğu için görev yapan bir cihazdır” (bkz. Ayaydın, İdare Hukukuna Giriş,
age., s. 177).
89
Köprü gelirlerinin yetersizliğini sorun edindiği gözlenen “gelir odaklı” bir yaklaşıma göre,
Boğaz köprüsünden geçişte tek yön yerine her iki yön için de ayrı bedel alınarak ve araç başına alınan
–gereğinden düşük olduğu savlanan-bedeller artırılarak çok daha fazla gelir elde edilmesi
gerekmektedir. (bkz. Üçışık, F. (2013). Ekonomi Hukuku Sorunları ve Çözüm Önerileri, İstanbul: Ötüken
Neşriyat, s. 143-145). Gelir çoğaltmacı bu yaklaşımların, köprüden geçmeyi zorunlu kılıp
geçmeyenden zorla daha yüksek haraç alması yönlü Deli Dumrul destanındaki uygulamayı
çağrıştırmaktan daha da öte, halk arasında iyi bilinen bir muzip espriye ayrıca bir naif yollama
yaptığını düşünmemek zordur. Buna göre, bir ülkenin padişahı halkının sabır sınırını yoklamak üzere
sürekli biçimde köprü harçlarını artırır, dahası köprüye bir zebani koyarak geçenleri dövdürür,
nihayetinde üstüne bir taciz ettirir; sabrı sınanan halktan epeydir beklenen şikâyet nihayet bu
noktada gelir: “Tek zebani yetişemediğinden hizmet aksıyor ve kuyruk oluşuyor; mümkünse zebani
sayısı artırılsın!”
90
Ülkemizdeki uygulamalara bakıldığında, kamu hizmeti sunumunda “bedelsizlik” ilkesi bir
yana, “sanki “idare” değil de gözünü para hırsı bürümüş muhtekir bir tüccar” görüntüsü ortaya
çıkmaktadır (bkz. Özay, Günışığında Yönetim, age., s. 240).
87
19
işlemler bakımından meta anlayışına tamamen yabancı kılmak gibi bir siyasetin izlenmesi de
olanaklıdır. Bu yönde bir örneği enerji bağlamında gözleyebiliriz (bu konu yukarıda ayrıntılı
biçimde ele alınmaktadır). Keza, Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait bir devlet şirketinin Amerika
Birleşik Devletleri (ABD)’ndeki altı adet limanın işletmeciliğini üstlenmesi söz konusu
olduğunda, konu yabancı bir şirketin ABD limanlarını işletmesine yönelik ulusal güvenlik
tasalarını gündeme getirmekle ABD Kongresi’nde eleştiriye uğramış ve süreç
tamamlanamamış91, anılan Dubai şirketi sonuçta söz konusu limanlara yönelik haklarını bir
Amerikan şirketine satmak zorunda bırakılmıştır92. Buradaki örnek, kimi ülkelerin yabancı
sermaye konusunda başkalarına verdiği özgürlükçü küresel yabancı sermaye önerilerini
kendileri için uygulamaktan kaçınmaları bağlamında ülkemizdeki kimi yeni-Mevlanacı türden
kimi ‘kısıtlamasız yabancı sermaye’ savunularına yönelik bir yollamayı93 da sanırım içeriyor
durumdadır.
Metalaşmanın uluslararası ilişkiler bağlamındaki diğer boyutu, mal ve hizmet
üretimi/değişimi bağlamında gözlenebilecek metalaşmadır ve kısmen emek konulu bir
metalaştırmaya gönderme yapar. Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel
savaşları engellemenin en iyi yolu olarak devletlerin birbirine ekonomik çıkarlarla
bağlantılanması (buna “kardeşlenmesi” diyebilmeyi isterdik, ama Anadolu kültüründeki
kardeşleme değildir burada gözlenen) yahut başka bir deyişle askeri güce dayalı
sömürgeciliğin artık sürdürülemez olması anlayışından hareketle yeni bir tür ‘çıkar
hedonizmi’
kurgulanmaya
geçilmiş,
sömürgeciliğin
yeni
türü
de
böylece
kurumsallaştırılmıştır. Bretton Woods uzlaşmasının ikiz kardeşine ek olarak da DTÖ
yapılandırılmış olup94; “IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün ortak yanı, “serbest ticareti”
güçlendirmek ve gelişmekte olan ülkeleri küresel ekonomiye bağlamaktır.”95 DTÖ üzerinden,
küresel ticarete yönelik olarak bağlayıcı nitelik içermek üzere küresel bir ilke ve kurallar
bütünü, düzenli ve sürekli biçimde gerçekleştirilen türlü müzakere turları aracılığıyla, çok
91
Sanger, D. E. (2006, 10 Mart). Under Pressure, Dubai Company Drops Port Deal, New York
Times
Gazetesi,
(http://www.nytimes.com/2006/03/10/politics/10ports.html?pagewanted=all&_r=0).
92
Bkz. King, N. Jr. / Hitt, G. (2006, 12 Aralık). Dubai Ports World Sells U.S. Assets, The Wall
Street Journal Gazetesi. (http://online.wsj.com/article/SB116584567567746444.html).
93
Anılan yollama, Mevlana’nın “ne olursan ol, yine gel” şeklindeki iyi bilinen dizelerinedir.
94
Uluslararası ticarete ilişkin küresel yönetişim kurgusunun gelişimi hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz. Çal, Uluslararası Yatırım Tahkimi ve Kamu Hukuku İlişkisi, age., s. 77-80. Bir kaynaktaki ifadeye
göre; “1980’lerin sonunda ABD Kongresi’ne hakim olan BM (Birleşmiş Milletler) karşıtı havanın bir
diğer göstergesi olarak DTÖ BM’den örgütsel anlamda ayrı kuruldu. (IMF ve Dünya Bankası
kuruluşlarından itibaren yönetsel anlamda ve faaliyetlerinde bütünüyle özerk olmasına rağmen,
resmiyette BM sistemine dahildi.) Küreselleşmeyi eleştirenler bu kuruluşların rolüne ilişkin çeşitli
itirazları öne çıkarmışlardır. Bu itirazların en şiddetlisi, sağlıksız özel sektör yatırımlarının
desteklenmesi, yoksul ülkeleri ihmal eden politikaların teşvik edilmesi, gelir eşitsizliklerinin
büyütülmesi ve kamu hizmetlerine yapılan mali harcamaların engellenmesi yönündeki eğilimlerle
ilişkilidir” (Falk, Dünya Düzeni Nereye?, age., s. 114).
95
Weissman, R. (2004). IMF Hakkında Yirmi Soru, içinde Küresel Ekonomi ve Demokrasi,
(Hazırlayan: Kevin Danaher), (Bilal Çölgeçen Çevirisi), İstanbul: Metis Yayınları, s. 96, 97.
20
katmanlı halkalar görünümündeki bir pozitif hukuk paketine devşirilmeye çalışılmaktadır.96
Buradaki temel amaç, “... doğrudan yatırımlar yoluyla gerçekleştirilen hizmet ihracatını
tekelinde tutan gelişmiş kapitalist ülkelerin azgelişmiş ülkelerdeki hizmet sanayilerine yatırım
yapabilmelerinin koşulu hizmet sanayilerinin serbestleştirilmesidir.”97 Bu yeni düzen, metanın
küresel pazar içerisinde değişime sunulmasını öngörmektedir; ama, büyük güçlerin akıllı
siyasetinin ve çıkarlarının kısıtları gözetilmek kaydıyla.98 Emek sömürüsü ülkesel sınırlar
içinde başka türlü cereyan ederken, uluslararası düzlemde anılan kurgu daha başka
metalaştırmalara ve ilkelere dayandırılmakta, kuralları koyan yahut daha doğru deyişle
dayatan küresel güçler, dayatılanlara kendi çıkarlarını baskılamaktadır.99 Anılan baskılama
süreci kendilerine dayatılan ülkelerin içten devşirmeli kimi yarı aydınlarının işbu oluşuma
katkısını gözlemek de zor değildir.
Sonuçta, uluslararası mal ticareti gelişmiş ülkelerin çıkarlarını koruyacak biçimde
yüksek teknoloji içeren mallara yönelmekte, yüksek teknolojiyi sürekli geliştiren ülkeler
üretimlerini gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde yaptırarak oradaki ucuz iş gücünü
kullanmaktadır. “Bu çerçevede merkez-çevre ikiliği yeni boyutlar kazanmakla birlikte, çevre
ülkelerin merkez ülkelere olan bağımlılığı daha da güçlenerek sürmektedir.”100 Böylece,
üretimin çevreye olumsuz etkileri gibi istenmeyen kesimi ayıklanmakta, Avrupa’daki işçi
göçmenlerin yarattığı toplumsal kültürel doku uyuşmazlığı yahut etnik bütünlüğü bozucu
gelişmeler gibi kendi algılarında beliren sorunlar da önlenmektedir. “Üretimi kendi evinden
uzakta yaptır”101 şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, ne var ki, küresel meta olarak mal
96
Bkz. Kennedy, K. C. (2003). A WTO Agreement on Investment: A Solution in Search of a
Problem?, University of Pennsylvania Journal of International Economic Law (UPJIEL), C. 24, Sy. 1, s.
96.
97
Güzelsarı, S. (2009). Küresel Kapitalizmin “Anayasası”: GATS, Praksis Dergisi, Sayı 9, Kış–
Bahar 2009, s. 119.
98
“Özellikle ABD’nin inisiyatifiyle gündeme getirilen, hizmetler ticaretini uluslararası
platformlara getirme ve GATT’ın uluslararası mal ticaretine uygulanan temel prensiplerine benzer
prensiplere bağlama çabaları, gelişmekte olan ülkeler tarafından başlangıçta desteklenmemekle
beraber, söz konusu ülkeler çıkarlarının gözetileceğinin kabul edilmesinin ve emek-yoğun sektörlerde
avantajlı olduklarının anlaşılmasının ardından tutumlarını yumuşatmışlardır” (Hizmet Ticaretinin
Serbestleştirilmesi Özel İhtisas Komisyonu Raporu. (2000). Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara:
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarlığı, s. 9). Burada, gelişmekte olan ülkeler bağlamında
değinilen varsayımın ne denli yerinde veya doğru olduğu yahut uygulamalara bakıldığında ne denli
isabetle gerçekleştiril(ebil)diği hususu üzerinde durmakta yarar vardır kanısındayım.
99
Bkz. Pauwelyn, J. (2005, Haziran). The Sutherland Report: A Missed Opportunity for Genuine
Debate on Trade, Globalization and Reforming the WTO, Journal of International and Economic Law
(JIEL), C. 8, Sy. 2, s. 330, 331. Anılan görüşe göre, gelişmekte olan ülkelerin de uluslararası ticarette
etken duruma geldikleri anda oyunun kuralları birdenbire değiştirilivermekte ve tekstil yahut tarım
ürünleri gibi gelişen ülkelerin göreli üstünlük sağlayabildikleri alanlara kota kısıtları getirilmektedir
(bkz. age.).
100
Dikmen, A. A. (2011). Makine, İş, Kapitalizm ve İnsan, Ankara: Tan Kitabevi, s. 229.
101
Genellikle enerji sektöründe kullanılan “Not In My Back Yard (NIMBY) (İngilizce olan bu
sözler “benim arka bahçemde değil” şeklinde aktarılabilir)” ibaresi, çevreye sorun yaratan enerji
yatırımlarının başka coğrafyalarda gerçekleştirilmesi eğilimini ortaya koymaktadır. Halktan birisinin
(Ankara’dan araç tamircisi Turgay A.) kendi kişisel öyküsüne veya gözlemine dayanarak bana muzipçe
21
üretimini bir türlü tarım ürünlerine yaygınlaştırmamaktadır.102 Diğer yandan, küresel hizmet
ticaretini düzenlemeye yönelik Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) müzakereleri
ülkeler arasında hâlâ sürmekte ve adım adım ilerlemektedir.103 Ancak, burada da emeğin
metalaşması küresel güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda belirleniyor durumdadır ve
vasıfsız emeğin serbest dolaşımı henüz bir hayaldir.104 Denklem bir tür şu şekilde
kurgulanıyor denilebilir: Vasıfsız emeğe kendi ülkesinde ve habitatında hizmet verdirilecek,
bu sayede çevre ve sair kültürel sorunlar taşeron üretici konumuna sokulan az gelişmiş
ülkelerde bırakılarak yüksek refahlı tüketici ülkelere taşınmayacak, vasıflı emek ise ancak
gereksinildiği ölçüde ülkesel sınırlar arasında dolaşabilecektir; böylelikle, vasıflı emeğin
kendi ülkesindeki yetiştirme bedeli (maliyeti) de az gelişmişlerin üzerinde bırakılacaktır.
Uluslararası mal ve hizmet üretiminin küresel boyutu böylece bir tür metalaştırılma üzerinden
küresel sömürü çizgisini –eski emperyal dönemlerin çağdaş görünümüyle- sürdürüyor
olmaktadır.105
Bir diğer konu ise, gelir dağılımının ülkemizdeki görece perişan boyutudur ve bunun
da ötesinde, gelir dağılımı ortalamasının altında kalanlara yönelik kamu hizmeti alanlarındaki
düzenleyici işlevin yeterince yerine getirilmesi zorunluluğu hususudur.106 Şöyle açabiliriz bu
söylediği şu sözler, aslında küresel kurguyu oldukça başarıyla yansıtıyor sayılabilir: “Eşini annesinin
evinde sevmek daha doğru; nikah vs. hepsine tamam, ama orada yaşasın.”
102
Tarım ürünleri konusunda gelişmiş ülkelerin izlediği korumacı siyasete yönelik ayrıntılı bilgi
için bkz. Bello, W. (2004). DTÖ’yü İyileştirme Yanlış Bir Gündem, içinde Hadi Bunu Küreselleştirin!,
(Derleyenler: Kevin Danaher / Roger Burbach), (Özlem Dalkıran Çevirisi), İstanbul: Metis Yayınları,
s. 116, 117.
103
Ayrıntılı bilgi için bkz. Erol, P. (2002, 4 Temmuz). Hizmet Ticareti Genel Anlaşması GATS ve
Tüm Hizmetlerin Kapitalist Çevrime Dahil Edilmesi. (http://www.antimai.org/gr/peodtu.htm)
(Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün 3-5 Temmuz 2002 tarihlerinde
düzenlediği Uluslararası Konferans’ta sunulmuştur).
104
Ortaçağ Avrupası’nda köylülerin çoğunun “serf” olduğu, köylerini terkedemeyen ve
“toprağından ayrı satılamayan” bu serflere adını veren kelimenin ise Latince “köle” anlamını taşıyan
“servus”tan geldiği anımsandığında (bkz. Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, age., s. 15),
günümüzdeki küresel ekonomik düzenin taşları daha bir yerine oturuyor ve anlaşılıyor sayılabilir.
105
“Çarpıcı servet ve güç eşitsizlikleri, emperyal savaşlar, sömürünün yoğunlaşması, giderek
artan devlet baskıcılığı: Eğer bunlar günümüz dünyasının özellikleriyse, bunlar aynı zamanda
neredeyse iki yüzyıldır Marksizmin etkin biçimde uğraştığı ve düşüncelerini ortaya koyduğu konulardır.
Bunlardan günümüzde bazı dersler çıkarılmış olması beklenirdi. Marx kendisini kabul etmiş olan
İngiltere’de, topraklarından sökülen köylülerin kentli işçilere dönüştürülme sürecinde yaşanan özellikle
olağanüstü şiddet karşısında dehşete kapılmıştı; bugün Brezilya, Çin, Rusya ve Hindistan da böyle bir
süreçten geçmektedir. (...) Hunt’a göre, Çin dünyanın fabrikası olurken, “Guangzhou ve Şanghay gibi,
özel, iktisadi olarak serbest bölgeler, tüyler ürpertici bir şekilde 1840’ların Manchester ve
Glasgow’unu anımsatmaktadır” (Eagleton, T. (2011). Marx Neden Haklıydı?, (Oya Köymen Çevirisi),
İstanbul: Yordam Kitap, s. 23, 24)
106
Gelir dağılımı bozukluğu sadece ülkemizde değil, kıta Avrupası’na (özellikle orta-kuzey
Avrupa) görece keskin bir serbest piyasa ekonomisini benimseyen ABD’de de iç açıcı bir görünümde
değildir. “Dünya ekonomisinin Süpermen'i ABD nüfusunun %1’i, yani bu ülkenin elit takımı veya
kendilerine ayrıcalıklı bir konum tanımlanmış takım, Amerika’da üretilen mal ve hizmet değerlerin
%25’ine sahip, geri kalan %99’u mütevazı bir gelir ile geçinmek zorunda, buna adil bir dağılım
denebilir mi?” (bkz. Yalçın, Kriz ekonomisinden çektiklerimiz, age.) Bu dengesizliği gidermeye yönelik
olarak özellikle sağlık siyasetinde daha adil bir yaklaşımı uygulamaya çalışan Obama yönetiminin
22
konuyu: Ülkede gelir dağılımı ziyadesiyle bozuksa ve dahi bu bozukluğu eşitlikçilik
içermeyen107 imtiyazlı kitleler yahut siyasal yandaşlar üzerinden hukuka takla attırılarak
yaratanlar bizatihi kendilerini serbest piyasacı olarak sunmakta pervasız liberal savlı siyasal
(tekelci) yapılar108 ise, dengesiz gelir dağılımıyla birlikte önemli bir halk kitlesinin yetersiz
gelire mahkum kılınması gerçeği karşısında, kamu hizmeti etkinliklerine erişimi
bedellendirmenin kendi içerisinde çelişkiler doğuracağı da açıktır.109 Başka bir deyişle, kamu
hizmetini metalaştırıp da yararlanıcı kitleyi adaletli dengeli bir gelir dağılımından yoksun
kılacak tekelci uygulamaların altına imza atmak, kendi içinde yeterinden fazla çelişkili ve
sağlık reformu önerisine yasama kanadından ciddi itirazların geldiği, bu nedenle 2013 yılı itibariyle
gelişmelere bakıldığında ABD bütçesinin onaylanmadığı ve yürütmeye kepenk kapattıran bir devlet
bunalımına yol açtığı anımsanacaktır (bkz. US begins government shutdown as budget deadline
passes. (2013, 1 Ekim). (http://www.bbc.co.uk/news/world-us-canada-24343698)). Yine; “Dünya
Bankası araştırma biriminin baş ekonomisti Branko Milanoviç’e göre, dünyada yaşayan bireyler
arasındaki eşitsizlik çok sarsıcı. ‘Yirmi birinci yüzyılın başında, en zengin yüzde 5’lik kesim, toplam
küresel gelirin üçte birini alıyordu, yani en fakir yüzde 80’in aldığı kadar’” (Bauman, Z. (2013).
Modernite, Kapitalizm ve Sosyalizm, (F. Doruk Ergun Çevirisi), İstanbul: Say Yayınları, s. 67).
107
“Eşitlikçiliğin” (evrenselcilik, bireycilik ve iyimserlikle birlikte) kuramsal liberalizmin dört
temel ögesinden birini oluşturduğuna ilişkin bkz. Gray, J. (2004). Post-Liberalizm, (Çeviren: Müfit
Günay), Ankara: Dost Kitabevi, s. 306.
108
Önemle vurgulayalım ki, “(ş)effaflığın olmadığı yerde kapitalizm olmaz.” (Sencer Divitçioğlu
Anlatıyor, (İbrahim Ekinci ve Hakan Güldağ tarafından hazırlanan Söyleşi Kitabı) (2012). İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, s. 195).
109
Burada konuyu iki farklı açıdan değerlendirmek olanaklıdır: İlki, düşük gelirli toplumsal
kesimlerin metalaştırılan mal veya hizmetlere erişim için yeterli gelirden yoksun kalmaları
sorunundan kaynaklanıyor, ki burada meta bedelleri olağan koşullara göre belirlense dahi, anılan
kesimlerin meta erişimi olanağı –değindiğimiz koşullardan bağımsız olarak- kendiliğinden kısıtlanmış
duruma geliyor. İkinci boyut ise, haksız kazançlarıyla gelir dağılım dengesizliğini yaratan kesimlerin,
elde ettikleri emeksiz ve dolayısıyla haksız kazançlara dayanarak, anılan bedellerin fiyatlandırılması
sürecinde fütursuzca yüksek pey sürmelerinden ötürü, bedellerin olağan koşullara görece çok daha
yüksek düzeye erişmelerine neden olmaları ve bu yüzden dar gelirli kesimlerin daha da yoksunluğa
düşmelerine yol açmalarıdır. Yoksulların yandığı yüksek fiyatlar cehennemine giden yoldaki taşları,
böylece, haksız kazanç sahipleri bizzat –belki farkında dahi olmaksızın- bir güzel döşüyor durumdadır.
Haksız kazançların meta bedelini nasıl yükselttiğine ve yoksulların meta erişimini nasıl kısıtlayıp
zorlaştırdıklarına yönelik bir irdeleme bağlamında, daha önceki bir çalışmamdan şu satırlara yer
vermeyi uygun buluyorum:
“Gayrimeşru yollardan gelir sağlayan bir kesim, sizin vazgeçmeye hazır olduğunuzdan daha
fazlasını kolaylıkla önerebileceğinden, bir malın değeri-fiyatı çok daha yukarılara çıkmış olabilir ve bu
durum, sizin emekle kazandığınız gelirinizi daha fazla emek sarfederek çoğaltma zorunluluğuyla karşı
karşıya bırakabilir. Sözgelimi, yolsuzluk ekonomisinden beslenenlerin varlığı halinde, bir ildeki
gayrimenkul fiyatları emekle kazanılan gelirlerin karşılayamayacağı derecelere erişmiş olabilir!
Nitekim, göreli olarak ne sanayisi veya ticaret yapısı ne de üretim boyutuyla öne çıkan, “öğrenci ve
memur kenti” niteliğiyle tebarüz eden Ankara’nın kimi gözde semtlerinde bu türden gelişmelerin
varlığı düşündürücü olabilir.
Dolayısıyla, gayrimeşru ekonominin dolaylı etkisi bağlamında ele almak gerekirse, bu durum
emeğiyle hayat süren diğer insanlar üzerinde emek sömürüsü anlamına da gelebilecektir ve
toplumdaki yolsuzluklar –bu açıdan da- tüm bireyleri ilgilendirmek durumundadır.” (bkz. Çal,
Halkbilim, Ekonomi ve Hukuk Üçgeninde Bir Gezinti, age., s. 32, 33).
23
tutarsız, dahası, giderek ahlaksızdır; derin bir vicdansızlığa götürür.110 Bu düzende “taşlar
bağlı, itler serbest” şeklindeki halk arasında iyi bilinen deyişe yollamada bulunmak herhalde
pek olasıdır. Bu durumun beraberinde getireceği bir başka söylemi hemen burada anımsamak
da ayrıca yerinde olacaktır:
“... (B)ugünün gösterişli devletlerini gözden geçirince, bunlar içinde benim gördüğüm
tek şey şudur aldanmıyorsam: Zenginler cumhuriyet, halk egemenliği gibi parlak sözler
altında yoksulların kuyusunu kazıyorlar.”111
Dahası, sözgelimi alkol konusunda fevkalade duyarlılık göstererek alkol karşıtlığını
pekiştiren yasal düzenlemelere gidilirken, devlet eliyle dengesiz ve adaletsiz bir gelir
dağılımına neden olunmasının yoksullar üzerindeki “kronik alkol bağımlılığına eş düzeydeki”
olumsuz etkilerine yönelik bilimsel araştırmaların ortaya konulması112, sanırız yeterince ironik
ve giderek trajik sayılsa gerektir.
Dolayısıyla, gelir dağılımındaki bozukluk giderilmeksizin girişilen bir metalaşma
süreci, ayrıca ve sert biçimde eleştirilmek gerekir.113 Özetle, bundan meramım şudur: Devlet
eliyle özel tekel yaratmayın114; gelir dağılımı bozuk ülkelerde siyasal güdülerle kimilerine
özgülenmiş imtiyazlı özel işletmeler yaratırsanız, zaten bozuk olan durumu daha da
vahimleştirirsiniz! “Muhafazakâr” savlı ve “inan odaklı”115 vesayet söylemleri üzerinden işbu
110
“İçinde bulunduğumuz (neoliberal) küreselleşme dalgası, spekülatif rantlarla büyüyen
uluslararası finans sermayesi ile ulusötesi şirketlerin tekelci kârlarını ve yatırımlarını güvenceye alan
bir dünya görüşünü sergilemektedir. Söz konusu neoliberal küreselleşme, gezegenimizi alınıp satılacak
bir ticari meta olarak değerlendirmekte ve bir yanda teknolojik atılımlar ve refah, diğer yanda da
yoksulluk ve eşitsizlik üretmektedir” (Yeldan, E. (2008). Küreselleşme, Kim İçin?, İstanbul: Yordam
Kitap, s. 29, 30). Ancak, küreselleşme terimine yüklenebilen olumsuzluk bağlamında hemen değinelim
ki, “(...) artan bağlantılılık ve birbirine bağımlılık anlamında küreselleşme, eski tarihi bir süreçtir”
(Chanda, N. (2009). Küreselleşmenin Sıradışı Öyküsü, (Dilek Cenkçiler Çevirisi), Ankara: ODTÜ
Yayıncılık, s. 266).
111
More, T. (2011). Utopia, (Sabahattin Eyüpoğlu / Vedat Günyol / Mîna Urgan Çevirisi), 13.
Baskı, İstanbul: TİBKY, s. 102.
112
Poverty saps mental capacity to deal with complex tasks, say scientists. (2013, 29 Ağustos)
The Guardian Gazetesi. (http://www.theguardian.com/science/2013/aug/29/poverty-mentalcapacity-complex-tasks).
113
Benzer yoldaki bir ifadeye göre, rekabet ve dengeli gelir dağılımı gerçekleştirilmiş bir toplum
düzeninde bireylerin gereksinimlerini kamusal hizmet sunumlarına bağlı kılınmaksızın da tam olarak
karşılayabilmesi olanaklı sayılabilir (bkz. Ayaydın, İdare Hukukuna Giriş, age., s. 155).
114
Doğal tekellerin kamu sahipliğinde bulunmasını, (adalet, altyapı, eğitim, polis, müzecilik gibi)
“moral tekel” adını verdiği kamu mallarının da yine devlet yönetiminde olmasını savunan L. Walras’a
göre, yapay tekeller oluşmasına izin verilmemelidir; böylece, geriye kalan alanlarda başlangıç
koşullarının eşitliği sayesinde fırsat eşitliği yaratan tam rekabetçi bir piyasa düzeni doğabilecek ve
adalet sağlanabilecektir (bkz. Eren, E. (2011). L. Walras’ın İktisadi Düşüncesi ve Yansımaları:
“Fansa’nın K. Marx’ı mı, Kapitalizmin Savunucusu mu?”, içinde İktisadı Felsefeyle Düşünmek,
(Derleyenler: Ozan İşler / Feridun Yılmaz), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 149, 150).
115
Şu sözler, tarihin türlü coğrafyalardaki çağdaş devlet görünümleri altında bir hazin
tekerrürüne işaret ediyor sayılabilir mi? “... kilise serfleri böylesine kötü kullanmasa, köylüleri bu
kadar fazla soymasa, hayır için bu kadar gereklilik de olmayacaktı... Kilise ve soylular egemen
sınıflardı. Toprağa ve toprakta bulunan kudrete el koymuşlardı. Kilise manevi yardım, soylular ise
24
özellikleri özellikle vurgulanmakta ve siyasal-bürokratik oligarşi tarafından bu yönde ağır
biçimde baskılanan toplumlar bakımından belki de özellikle değinilmesi, giderek iyice ve
sıkıca –en az günde beş vakitlik bir reçete üzerinden, aç karna- ‘idrak edilmesi’ gereken bir
gerçek varsa, aşağıdaki sözler herhalde buna yönelik sayılmalıdır: “Daha az farklılık huzur
getirir.”116 Dahası, “(s)ürekli geçen olmak ıstıraptır; sürekli öndekinin önüne geçmek
mutluluktur; ve yarışı bırakmak ölümdür.”117
Öte yandan, gelir dağılımı dengeli olsa dahi, toplumdaki ortalama gelirin altında yer
alacak bir kesim mutlaka var olacaktır. Nitekim, kapitalist düzlemde kâr elde etme yahut
metalaşma ve benzeri sorunlar bağlamında adaletsizlikten söz ederken, toplumdaki ekonomik
ilişkiler ve üretim sürecinde herkesin her zaman kazançlı konumda bulunacağını varsaymak
doğru değildir. Kimi girişimcilerin yahut değişim değeri yaratıcılarının mutlaka kendi
üretimlerine sürekli bir kararlılık içinde istem yaratabilmeleri veya bu istemle karşılaşmaları
olanaksızdır. Cansen’in fizik terimleri ve kavramlarıyla açıklamaya çalıştığı üzere, ‘tam
istikrar’ veya “tam denge” ancak ‘mutlak ve sonsuz ölüm” durumunda gerçekleşebilir bir
keyfiyettir. Toplumsal yaşamda iktisadi ve malî ilişkiler var olduğu sürece “dengesizlik”
daima gözlenecek ve sonucunda bir ‘yitirenler kümesi’ yahut ‘kaybedenler kulübü’ size içli
bir hüzünle varoşlardan nazar eyliyor olacaktır. “Göz görmeyince gönül katlanır” denilir
kültürümüzde; ancak, yüksek güvenlikli sitelerde huzurla oturuyor olmak, vicdanlara kara
katran sürülmesini gerektirmez. “Değerlerimize saygı” sözünü bayrak ederek azamet, haşmet
ve hışımla sallandıranların gelir dağılımı adaletsizliğine vicdanlarını kapatabilmeleri ise
herhalde bir büyük trajedi olarak nitelendirilebilir. “Koyunların otlak haline getirilen
topraklardan itilen yoksul köylüleri yer haline getirildiği bir toplumda, hırsızlığı adam asarak
önlemenin imkânı yoktur.”118
askeri koruma sağlıyordu. Bunun karşılığında çalışan sınıftan emek olarak ücret alıyorlardı. Bu
dönemin bilgili tarihçilerinden Profesör Boissonade olayı şöyle özetliyor: “Feodal sistem, son kertede,
çok zaman hayalî olan bir koruma karşılığında çalışan sınıfları aylak sınıfların insafına bırakan ve
toprağı işleyenlere değil, gasbetmeyi becerebilenlere veren bir örgütlenmeye dayanıyordu” (bkz.
Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, age., s. 24, 25). Giderek, Kilise’nin servet ve mülkiyet
denetimi gerekçesiyle dünyevi otoritesine yargı yetkisini de katmak istemi dikkat çekicidir (bkz.
Wood, E. M. (2008). Yurttaşlardan Lordlara – Eskiçağlardan Ortaçağlara Batı Siyasi Düşüncesinin
Toplumsal Tarihi. (Oya Köymen Çevirisi), İstanbul: Yordam Yayıncılık, s. 191). Woods’un ifadesiyle,
“Ortaçağ’da Hıristiyan çoğunluğun yoksulluğu, Kilise’nin zenginliğiyle keskin bir tezat oluşturuyordu”
(age., s. 194); günümüzün küresel coğrafyasında Müslüman çoğunluğun orantısız yoksulluğu ile bu
kesimlerin “siyasal yahut kanaat önderliğini” yapan kimi ‘elitlerin’ göz kamaştıran varsıllığı arasındaki
çelişkiyi açıklama gereksinimi ise ortadadır.
116
Aşkun, İ. C. ( 1991). Türkiye’de Ekonomik Kamu Düzeni Kavramına Bağlı Örgütsel Yönetimin
Atatürkçü Düşünce ve Kişilik Temelinde Konumuna İlişkin Bir İnceleme, Atatürk Yolu Dergisi, Cilt 2, Sy.
7, s. 425 (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/784/10085.pdf).
117
Hobbes’tan aktaran: Gray, J. (2004). Post-Liberalizm, (Müfit Günay Çevirisi), Ankara: Dost
Kitabevi, s. 16. Anılan ifade, aslında olması gereken bir toplum düzeninin temel kurgusunu büyük bir
isabetle ve özlü, gerçekten olağanüstü büyüleyici sözlerle ortaya koyuvermektedir. Yeterince
anlaşılabildiğini ümit etmek istiyorum.
118
Buğra, A. (2011). Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, 5. Baskı, İstanbul:
İletişim Yayınları, s. 20. Öyle görünüyor ki, ekonomik sömürü üzerinden daha da azgınlaştırılan gelir
dağılımı dengesizliğinin geniş yoksul kitlelerde tepkiye yol açmaması için “adam asarak önleme”
25
Özetle, “(d)önüşüm oldukça entropi hiç bir zaman sıfır olmaz.”119 Demek istediğim, bu
düzende belli adaletsizlik mutlaka var olacaktır. Ne var ki, bu eksikliği yahut sakıncayı
gidermenin yolunu bulmak da toplumcu siyasetle pekâlâ olanaklıdır ve öngörülebilecektir.
Kaldı ki, Anayasamızın 2. maddesinde yer verilen ‘sosyal devlet’ ilkesi, tam da bu amaçla
öngörülmüş sayılsa gerektir.
İşte, hemen yukarıda değindiğimiz bu kesimin temel gereksinimleri karşılayan
hizmetlere erişebilmesi mutlaka olanaklı kılınmak gerekir. Bunun bir yolu, Batı ülkelerinin
yakın zamanlarda modalaştırılan “evrensel hizmet” kavramı olabilir; yahut, yasal
düzenlemeler yoluyla belli miktarda tüketimin maliyetinin de altında çok az bedelle sunulması
ve aradaki eksik bedelden kaynaklanan fiyat farkının yüksek tüketimli kesimlere tarife
yoluyla yansıtılması da öngörülebilir. Aslında, bu durum zaten uygulanmakta olan bir
husustur, ancak sanırım dikkatleri yeterince çekmemektedir. Örneğin, posta hizmetleri
bakımından bir dağın başındaki tek eve gidecek mektuba ayrı bir yüksek bedel
biçilmemektedir. Yine, sözgelimi şehir içi toplu taşımada kısa veya uzun mesafe ayrımı
yapmaksızın sabit bir indi-bindi ücreti alınmasını da aynı bakışla açıklamak mümkün
görünüyor.120
Dolayısıyla, kamu hizmetinde metalaştırmayı mutlaka ‘kamu eliyle hizmet sunumunu
zorunlu sayan’ bir yaklaşım üzerinden açıklayabilmenin gerekmediği savlanabilir
kanısındayım. Bir kamu hizmeti metalaştırılmasın denildiğinde, o hizmetin mutlaka kamu
tarafından sunulmasını ileri sürmenin ve kamu elinde tutulması gereklidir şeklinde bir
anlayıştan hareket etmenin yerindeliği kuşkuludur. Keza, bu bağlamda kamu hizmetinin özel
kesim eliyle sunulmasını ‘vatandaşı müşteriye dönüştürmek’ şeklinde kategorik bir
olumsuzlamayla karşılamak121 da ‘mutlak doğru’ niteliğinde görülebilecek, yahut böyle
yerine daha ince ve kurnaz siyasetler geliştirilebilmekte; bu amaçla inanç dizgelerine başvurularak
oradan alınan yardımla tepkiler önlenmekte yahut baskılanmakta, sonuçta bir tür ‘sadaka siyasası’
başarıyla yürütülebilmektedir.
119
Cansen, E. (2013, 21 Eylül). Nerede borç varsa orada alacak da vardır, Hürriyet Gazetesi.
(http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24755768.asp).
120
Görece çok düşük bir bedelle kent içindeki toplu taşıma olanaklarından (metro, otobüs veya
dolmuş) yararlananlar, bunun ancak ve sadece diğer bireylerin taşıma maliyetlerini kendileriyle
birlikte üstleniyor olmasından kaynaklandığını, dolayısıyla toplumcu siyasanın bir ürünü yahut getirisi
olduğunu yeterince idrak edebilmekte midir, üzerinde düşünülesi bir konudur. Bireyselciliğin
olumsuzluğunu merak edenler, sanırım durumun ayırdına toplu taşıma yerine bireysel yolculuğun
maliyetini üstlenmeye başladıklarında ancak varabileceklerdir.
121
Bkz. Çakmak, İdare Hukukunda Kuramsal Olarak Kamu Yararı, age., s. 449. “Devletin siyasal
işleyişi ile ilgili kamu yararı yorumları, somut olarak görülen hizmetteki kamu yararından farklı
olabilmektedir” diyerek, sözgelimi çöp toplama hizmetinin özel kesim elinde düzgün işlemesi
durumunda dahi kamu yararına aykırılıktan söz edilebileceğini savlayan bu görüşe (bkz. age., s. 450)
katılma olanağını göremiyorum. Bu savı ileri sürebilmek için pek çok koşulun ortaya konularak
tartışılması gereklidir kanısındayım. Örneğin, çöp toplama hizmetinin maliyetini kim karşılamaktadır,
yararlananlardan hizmet karşılığı bir bedel alınmakta mıdır, yoksa sadece ilgili belediye tarafından
maliyeti –genel vergiler yoluyla alınarak- karşılanan bir hizmet mi söz konusudur? Bunlar gibi daha
pek çok soruya verilecek yanıtlardan sonra bir değerlendirmeye ancak gidilebilir düşüncesindeyim.
26
olduğu savlanabilecek bir görüş olmamak gerekir. Kaldı ki, bu çalışma içerisinde değinildiği
üzere, kamu eliyle sunulan kamu hizmetlerinde kimi zaman rastlanabilen bedel alma
uygulamalarının özel kesim eliyle sunulan benzer hizmetlerden çok daha ileri gidebildiği ve
devletin kimi durumlarda mühtekir tüccar gibi davranabildiği de bir başka gerçektir. Şu halde,
kamu hizmetlerinin metalaştırılmasına karşı önlemleri kurgulayarak da özel kesim eliyle
sunulması olasılığı düşünülmek durumundadır. Kaldı ki, hukukumuzda özel kesim eliyle
kamu hizmetinin yürütülmekte olduğu hususu pozitif düzenlemelere yansımış olmanın yanı
sıra, virtüel kamu hizmeti anlayışıyla da en azından öğretideki kimi görüşler içerisinde
değiniliyor durumdadır.122
Sonuç olarak, kamu hizmetinde metalaştırma konusuna değinirken öncelikle kamu
hizmeti kavramına ne gibi bir anlam yüklendiği veya tanımının ne şekilde yapıldığı özellikle
dikkate alınmak zorundadır.123 Metalaştırma kavramı, keza, önemle ve dikkatle belirlenmek
durumundadır. Meta olma veya metalaşma ibarelerinin tanım gereği olumsuzluk yüklenmesi
mutlak bir zorunluluk olmasa gerektir, ki bir şarkıdaki “dile düştün, yoz oldun”124 deyişinden
esinlenerek, metalaşmanın bu tür bir olumsuzluk içermesinin zorunlu olmadığı hususuna
değinmek istiyorum. Bu noktada, kamu hizmetinin metalaştırılması söylemi itibariyle
olumsuzluk yükleyebileceğim iki boyuta hemen aşağıda yer vererek meramımı aktarmaya
çalışacağım.
Kamu hizmeti olarak belirlenen yahut algılanan bir mal/hizmet sunumunun toplumda
tüm kesimlerin rahatça, kolayca ve tatmin edici biçimde gerçekleştirilmesi söz konusu olduğu
sürece bir sorundan söz etmek zorlaşır. Dolayısıyla, asıl sorulması gereken, ortada bu türden
bir sunumun gerçekleşip gerçekleşmediğidir. Hatta daha da önemlisi, böylesi bir durumla
karşılaşıldığında, nedenlerine yönelik bir irdelemeye mutlaka gidilmesi gereksinimidir.
Çalışma içinde değindiğim üzere, rekabet kavramı gerek kamu hizmeti kavramının
belirlenebilmesinde yahut giderek oluşumunda etkendir ve dikkate alınması gerekir. Rekabet
kavramının metalaşma bağlamındaki tartışmalara bir başka önemli katkısı yine bu çerçevede
beliriyor: Güncel siyaset katkılı veya nedenli rekabetsizliğin kendi cürmünce oluşturduğu
gelir dağılımı dengesizliği ve daha da önemlisi bu dengesizliğin emeksiz gelirlerin pervasızca
pey sürmelerinden ötürü fiyat artırımlarına125 neden olması, kamu hizmetlerine yönelik kimi
kesimleri daha da yoksunlaştırabilmektedir.
122
Ayrıntılı bilgi için bkz. Çal, Türk İdare Hukukunda Ruhsat, age, s. 177-202.
Sosyal bilimlerde tanımın önemine ilişkin olarak burada kısa bir alıntıya yer vereceğim:
“İktisadi yazı ve konuşmalarda çok yanlış bulunur. Çünkü konunun içinde adı geçen şeylerin “tanımı”
yapılmadan veya tanımı üzerinde mutabık kalınmadan söze başlanır. Çoğu kez, bir konuyu anlatan,
onun anlattıklarına itiraz eden veya bunları okuyan ve dinleyenler kullanılan iktisadi kavramlardan
farklı şeyler kasteder veya anlar. Bu yüzden olacak Profesör Steve Hanke bir makalesine “iktisadi bir
tartışmada söylenenlerin %90’ı ya yanlıştır ya da konuyla ilgili değildir” demişti. Allah iktisadi
makale okuyanlara yardımcı olsun” (bkz. Cansen, E. (2013, 30 Ekim). Yüksek katma değerli ürünler,
Hürriyet Gazetesi.). Buradan esinlenerek, bu çalışmayı okuyanlara ol babda sabır dilemek zorunda
kalmayacağımı ümit ediyorum ve diliyorum.
124
Bkz. Cem Karaca’nın “Nöbetçinin Türküsü” adlı şarkısı.
125
Tam bu aşamada Huberman’ın Ortaçağ Avrupasındaki “helal fiyat” kavramına yaptığı
yollama dikkati çekmelidir ve özellikle günümüzdeki saptırılmış inan odaklı söylemlerin neredeyse her
123
27
Bu nedenlerden ötürü, kamu hizmetindeki metalaşmayı ele alırken, konu, kamu
hizmetinin sunumuna gelip dayanmaktadır. Önümüze getirilen sorunsalı şöyle özetleyebiliriz:
Kamu hizmeti sunumunu özel kesim yapabilir mi, yoksa kamu eliyle yürütülmesi zorunlu
mudur? Buna verilebilecek bir yanıtı –yukarıdaki tüm tartışmalar, düşünceler, görüşler
ışığında birlikte kurgulamaya çalışalım: Dengeli bir gelir dağılımının yer etmiş bulunduğu bir
toplumsal yapıda, kamu hizmeti rekabet içinde tatmin edici biçimde halka sunulabiliyor ve
rekabetle oluşan “meta” bedelini en düşük gelirli kesim dahi ödeyebiliyor bir konumda
gözleniyorsa, burada özel kesim eliyle yürütmeye kategorik karşıtlığı açıklayabilmek güçtür.
Şimdi bir adım daha ileri giderek varsayalım ki, değindiğimiz bu ortamdaki kamu hizmeti
fiyatları toplumun çok sınırlı bir nüfustan oluşan en alt gelir kümesinin erişemeyeceği
düzeyde gerçekleşiyor olsun. Bu durumda, kamu hizmetine meta fiyatı üzerinden erişemeyen
kesimin bu erişimini sağlamak üzere ya evrensel kamu hizmeti yaklaşımıyla hareket etmek
veya eksik kalan hizmet sunumunu kamu eliyle yürütmek seçenekleri değerlendirilebilir.
Buradaki ‘erişimsiz kitle’ eğer dikkati çeken bir boyuta varmışsa ve toplumun geniş
kesimlerini etkileyen dereceye yükselmişse, o aşamada kamu eliyle yürütmeyi gerektiren bir
durumun belirdiği savlanabilir, kuşkusuz, bu duruma getiren nedenleri ortadan kaldırmak
olanağı126 söz konusu değilse.
Kuşkusuz, tüm bu olasılıkları yukarıda değindiğimiz matris denklemi içinde ayrıca
değerlendirmek gerekecektir, ki bunlardan birisi ve belki en önemlisi, ulusal bağlamda meta
olarak yer edebilecek bir nesnenin yahut hizmetin uluslararası metaya dönüştürülmesi
durumunda belirebilecek ulusal güvenlik yahut ulusal çıkar tasaları hususudur. Sözgelimi, bu
bağlamda konuya değindiği varsayılabilecek bir yoruma göre, “(e)lektrik enerjisi konusunda
Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm, büyük ölçüde ulusal kamu tekelinin yerini bölgesel özel
tekellerin almasından ibaret görünmektedir.”127
Burada diğer matris ögeleri dikkate alınarak sıralanabilecek çok sayıdaki permütasyon
(sıralanım) seçeneklerine (tekelci/tekelsiz, yahut tüketildikçe daha yüksek tüketimi
beraberinde getirebilen veya bu nitelikte olmayan gibi) ayrıca değinmekten kaçınıyorum; zira,
aksi durumda bu bölümü bir kitap hacmine dönüştürme sakıncası doğabilecektir.128
nesneye veya etkinliğe helal sıfatını yapıştırmayı tartışırken nedense helal fiyat kavramına aniden
yabancılaşmasını –sahte içerikli tartışmalarla kasıtlı biçimde saptırıldığını düşündüğüm- gündeme
mutlaka getirmelidir (bkz. Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, age., s. 73-76).
126
Sözgelimi, önemli vergi indirimleri sağlanarak veya devlet yardımları yoluyla maliyetlerin
düşmesine yol açmak gibi.
127
Ataay, F. (2009). Enerji Sektöründe Özelleştirme: Rekabetçi Bir Piyasada Yönetişim mi?,
Praksis Dergisi, Kış–Bahar 2009, Sayı 9, s. 235, 236.
128
Bu konularda ayrıntılı kimi bilgiler sunan bir değerlendirme olarak, idare hukuku alanında az
rastlanan türden, analitik ve kapsamlı bir irdeleme niteliğindeki oldukça dikkat çekici bir çalışmaya
bakılabilir (bkz. Ataay, F. (2007). Kamu Yönetimi Reformu ve Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması,
içinde Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması, Ankara: De ki Yayınevi).
28
IV. Kamu Hizmetine Yönelik ‘Metalaştırma’ Bağlamında Ülkemizden Kimi
Manzaralar
Metalaştırma çabaları ülkede serbest rekabetçi bir liberal ekonomi yaklaşımının
benimsendiğini ve uygulandığını ilk elde düşündürebilir, ki rasyonel akıl yahut mantık da
bunu gerektirir aslında! Lâkin, gerçek pek de öyle değil görünüyor. Zira, ülkemizdeki kimi
uygulamalara bakıldığında, liberal bir ekonomi anlayışının keskin geçerliğini savlamak öyle
sanıldığı denli kolay olmasa gerektir. Ruhsat kısıtları ve girişim engelleri pekâlâ gözler
önünde yaşanan bir gerçeklik olarak karşımızda tüm haşmetiyle belirebiliyor 129 ve bir tür
Ortaçağ karanlığı dönemlerinin kimi arkaik uygulamalarını130 anımsatıyor. Bu durumda,
metalaştırmayı belli bir grup imtiyazlı ticaret erbabına yönlendirebilmek üzere önce meta
alanına taşımak ve hemen ardından da bu ayrıcalıklı yandaşların önüne Roma gladyatör
arenalarında aslanların önüne atılan canlı mahkûmlar benzetmesi bağlamındaki bir
uygulamanın konusu olarak düşünmek olasıdır, giderek olanaklıdır. Aşağıda buna ilişkin göze
çarpan kimi örneklere değinerek konunun önemini vurgulamaya çalışacağım. Verilen
örnekler, kamu hizmetinin metalaştırılması bağlamında ülkemizin son 30 yılda vardığı
noktayı ve geçirdiği başkalaşımı –burada ‘dönüşüm’ demek yerine özellikle anılan terimi
kullanmam, daha uygun düşen bir tanımlamayı içerdiği kanısına varmamdan ötürüdür- çarpıcı
biçimde gözler önüne sermektedir sanırım.
İlk olarak, temelinde bilimsel gerçeği aramayı amaçlayan yahut amaçlaması gereken
üniversite eğitimini ele almak istiyorum. Bu bağlamda öncelikle akademik yayınlara
değinilebilir. Hemen değinmek gerekirse, akademik dünyada ve özellikle de kamu
üniversitelerinde görev yapan öğretim üyelerinin sözgelimi ders kitaplarını özel yayınevleri
aracılığıyla yayımlatmaları belki metalaştırma bağlamında eleştiriye bağlı kılınmayabilir.
Ancak, akademik ağırlıklı monografik çalışmaların daha ziyade akademik dünyaya
yöneldiğini dikkate alır görünmeksizin, bunları da özel kesimin yayınevleri üzerinden
“piyasa”ya sunmak, herhalde kamusal niteliği ağır basan bir içeriğin meta biçiminde
sunulması bağlamında değerlendirilebilir. Oysa, akademik içeriği ağır basan bu tür çalışmaları
üniversitelerin elektronik ortamda kitap biçimiyle yayımlayabilmesi ve bunların ağ erişimine
açık tutulması pekâlâ olanaklıdır. Üstelik, akademik niteliğin belirlenebilmesi bakımından, bu
yöndeki bir gelişme, özel kesimin doğal olarak tecimsel nitelikli bir değerlendirmeyle kitap
yayımlamasına göre çok daha uygun bir hareket tarzı olacaktır; zira, yayımlanabilmesi için
gerekecek bir akademik kurul kararıyla bilimsel niteliği ortaya konulabilmiş demektir. Keza,
bu bağlamda ayrıca, ‘çuvaldızı kendimize batırarak’ eklemek gerekirse, işbu çalışmanın yer
aldığı kitap da bir özel yayınevi tarafından yayımlanmaktadır. Özetle, akademik çalışmaları
kamusal boyutlu olarak görmek ve bunların meta şekline dönüştürülmeksizin, okuruyla ağ
129
Bkz. Çal, Türk İdare Hukukunda Ruhsat, age, s. 89-134.
Bkz. Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, age., s. 151. Bir başka kaynakta yer
verildiği şekliyle, Ortaçağ’daki feodal düzende “(...) çiftçi buğdayını senyörün değirmeninde öğütmek,
ekmeğini senyöre ait fırında pişirmek (...) durumundaydı” (bkz. Tawney, R. H. (1938). Religion and the
Rise of Capitalism, Londra, s. 37’den aktaran: Güriz, A. (1969). Teorik Açıdan Mülkiyet Sorunu, Ankara:
AÜHF Yayını, s. 74).
130
29
erişimi üzerinden bedelsiz olarak buluşmasına olanak tanımak gerekliliğine kendince naif bir
yollamada bulunmakta yarar vardır.131
Bu bağlamda değinmek gerekirse, bilimde asıl amaç bilime katkı sağlamaktır ve bu
itkiyle yola çıkılması elzemdir. Esasen, bilim adamının davranış biçimi temel olarak bir Zülfü
Livaneli şarkısını anımsatır, tıpkı anılan şarkıda “seher vakti çık dağlara; güneş topla benim
için” denildiği gibi ve fakat bilime adanmış bir yaşam sadece seherde değil, 24 saatin her
anında güneşten beslenmiş çiçekleri arar bulur ve nektarını –keçiboynuzu yemeye benzerdamıtır, sonucunda özümsediğini bilimsel yapıt olarak topluma sunar. Başka bir deyişle, kaya
kovuğunda yerleşik arı gibi bal vermenin ‘toplum hizmeti’dir bilim alanı. Bal gibi de
bedavadır aslında, olması gerekir; para için, değişim değeri olarak, yahut başka deyişle
‘satmak için’ bilim yapılmaz.132 Yapılırsa, o artık bir ‘meta’ olur; ama, yazık da olur!133
Keza, kamu hizmeti niteliği hukukumuzda tartışmasız benimsenen sağlık hizmetine
yönelik bir diğer metalaşma örneği, kamu elindeki sağlık verilerinin bir özel girişimciye
‘satılması’ haberiyle ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK),
vatandaşların sağlık verilerine yönelik istatistik bilgilerini –kişilik bilgilerini gizleyerekbedelsiz biçimde kamuoyunun erişimine açmak yerine, “gelir elde etmek” üzere kimi özel
sektör kuruluşlarına ‘satabilmektedir’.134 Sağlık konusunda bireylere ilişkin verilerin
“satışı”135, doğrusu, kamu hizmeti görmekle yükümlü kamu kurumlarının bu görevlerini
yürütmeyi metalaştırmaya dönüştürme konusundaki başarıları bağlamında son derece ilgi
çekici ve fakat aynı derecede talihsiz –giderek kanımca Anayasa’ya açık biçimde aykırı- bir
örnek uygulama olarak karşımızdadır. Türkiye İstatistik Kurumu türlü istatistik verilerini
doğru bir uygulamayla ağ erişimine açarak bedelsiz biçimde kamuoyuna sunmaktayken,
vatandaşların sağlık verilerinin satışa konu edilebilmesi ve bir tür meta alanına alınması,
herhalde kabul edilemeyecek bir husustur. Kamu idaresinin “görevi”, özel sektör de dahil
olmak üzere, kamuoyunu bilgilendirmektir, veri satmak değil. Devlet bir kez “satış”a
131
Akademik bir monografi çalışması olmasına karşın özel kesimden bir yayınevi eliyle
yayımlanan çok yakın tarihli bir çalışmada, kamusallığa ve kendince naif beklentilere yer verilirken,
burada değindiğimiz özeleştirinin yapılması herhalde daha uygun ve kendi içinde tutarlı olurdu (bkz.
Çakmak, İdare Hukukunda Kuramsal Olarak Kamu Yararı, age.).
132
Burada İl Han Özay hocamızın ironisine yer vermemek olmazdı: “Yazmak kötü yol düşmek
gibidir” diyerek söze başlayan Özay, “önce kendiniz için, sonra eş-dost için, nihayet para için
yazarsınız” dedikten sonra devam ediyor; “ben çok şükür hâlâ kendim için yazıyorum” (bkz. Özay,
Günışığında Yönetim, age., s. 25).
133
Hemen değinelim ki, bu satırların yazarı iki adet monografik hukuk kitabı dışında bir hukuk
kitabı ve çoğu kitap hacmine yakın yirmiden fazla hukuk makalesini ağ erişimine bedelsiz sunmuş
bulunmaktadır (bkz. http://www.idare.gen.tr/cal-yayinlar.htm).
134
Bkz. SGK'dan 2,4 milyarlık iş gölge şirketin başlıklı habere ilişkin açıklama. (2013, 4 Ağustos)
Gazete A24. (http://www.gazetea24.com/sondakikahaber/sgkdan-24-milyarlik-is-golge-sirketinbaslikli-habere-iliskin-aciklama_463297.html).
135
Bkz. “SGK’nın 21 Eylül, 2012 tarihli Başkanlık Makam Oluru ile yürürlüğe koyduğu Usül ve
Esaslar”
(http://www.sgk.gov.tr/wps/portal/tr/genel_saglik_sigortasi/gss_bilgi_bankasi/gss_sozlesme_ve_pro
tokoller/usul_ve_esaslar)
30
başladığında, doludizgin varılacak yerin neresi olabileceğine olağanüstü bir örnektir anılan
uygulama ve tüyler ürpertici, ürkütücü niteliktedir.
Hemen yukarıda değindiğimiz “kamu idaresinin satış hevesi”, metalaştırma yolundaki
bu hızlı gidişle, ‘kimsesiz vatandaşların cesedi üzerinde satışa değin varabilir mi’ sorusunu
akla düşürmeye yetkindir. Nitekim, özel kesimin “kadavra” ticaretiyle ilgilendiği ve tıp
öğreniminde kullanılacak yeterli kadavranın ülkemizde bulunamaması nedeniyle yurtdışından
kadavra getirerek kamu üniversiteleri dahil satışa sunduğu bilinmektedir.136 Dolayısıyla,
insanın ‘bizatihi kendi bedeni’ dahi bir ‘meta’ olarak işlev görebilmektedir. Şu halde,
metalaşmada sınır çizgisi ‘hayalleri aşabilecek’ denlidir. Özetle, önümüdeki uygulamalara
bakılırsa, kamu eliyle metalaştırma bağlamında insan bedenine tasalluta varan bir
metalaştırma aşkına ‘kurban gitmek’, sanki ‘kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın’
denilebilecek bir olası noktaya varmış görünüyor.
Vatandaş olarak metalaşma sürecinden nasibimizi ‘süreli şakûlî vaziyette’ yani
‘yaşarken’ yeterinden çok aldığımız gibi, ‘sonsuz ufkî vaziyete’137 geçtiğimiz ‘ölümden öteye
yol’da da metalaştırma zulmünden bir kurtuluş mümkün görünmüyor. Karşımıza getirilen iç
karartıcı manzaraya göre, ölüm sonrası defin işlemleri dahi metalaştırmaya kurban edilmiş
durumdadır. Nitekim, belediyelerin türlü kamusal etkinliklerini kolaylıkla ve fütursuzca
“bedellendirme” becerileri, defin sürecine yönelik olarak daha bir rahatsız edici düzeye
getirilebilmektedir. Defin için yer göstermek zorunluluğunu bir kamusal yükümlülük olarak
üzerinde taşıyan belediyelerin, bu işlemlerini kamu hizmeti görünümü altında –ki burada bir
kamu hizmetinden çok, kamu sağlığını korumaya yönelik bir kolluk etkinliğinden söz
edebilmek çok daha uygun ve giderek gerekli olacaktır kanısındayım138- “fiyatlandırması”,
anılan bedellerin aslında malî yükümlülük niteliği taşıması gerekliliği düşünülürse, Belediye
Meclislerinin kararıyla değil ve fakat Anayasa’nın 73. maddesi uyarınca ancak ve sadece
yasayla belirlenebilmesini gerektirecektir.139 Dahası, kamu eliyle metalaştırma da yetmemekte
ve belediyelerimiz bu becerilerini özel kesime yönlendirerek, özel mezarlık işletmeciliği gibi
‘yaratıcı çözümler’ üzerinden hareket etmeye dahi girişebilmektedir.140
Ülkemizde mebzul miktarda kamu taşınmazı bulunurken “büyükşehirlerde 10 bin TL
ile 50 bin TL arasında değişen, Anadolu’da da 5 bin TL’yi bulan mezarlık fiyatlarını aşağı
çekmek için” İmar Kanunu taslağında değişiklik öngörülerek “İmar planlarında mezarlık
136
Bkz. Hacettepe Üniversitesi tarafından kimi kadavra organlarının alımına yönelik duyuru
(http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/ilanlar/eskiilanlar
/2013/06/20130628.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/ilanlar/eskiilanlar/2013/06/201306
28-3.htm).
137
Buradaki metaforlar, ülkemizin usta edebiyatçıları arasında yer alan Haldun Taner’in
“Memeli Hayvanlar” adlı öyküsünden alınmıştır.
138
Aynı görüşte bkz. Ayaydın, İdare Hukukuna Giriş, age., s. 184, 185.
139
Bu konuya ilişkin bir Anayasa Mahkemesi kararını eleştiren ve konuyu ayrıntılı biçimde
irdeleyen bir çalışma için bkz. Çal, “İdari Etkinliklere Paha Biçmek” ya da Anayasa Mahkemesi’nin İki
Kararının Çağrıştırdıkları, age.
140
Bkz.
Mezarlar
da
özelleştiriliyor.
(2013,
17
Ekim).
Odatv
Gazetesi.
(http://www.odatv.com/n.php?n=mezarlar-da-ozellestiriliyor-1710131200).
31
alanı olarak belirlenen yerlerin özel mülkiyete tâbi kısımları mülkiyet sahiplerince özel
mezarlık olarak yapılıp işletilebilir” hükmünün eklenmesi, üstelik bunun da “düşük gelirli
vatandaşların da durumunu düşünerek” ifadesiyle bir büyük naiflik görünümüyle sanki
“büyükşehir çalışıyor ve sizi düşünüyor” sloganı bağlamında gerçekleştirilmeye çalışılması141,
eleştiriye bağlı kılınması gereken bir isabetsiz tutumdur ve kamu hizmetinde metalaştırmanın
vardığı düzeye sadece bir örnektir. Oysa, anılan Bakanlık kamu mülkiyetindeki uçsuz
bucaksız arazilerde mezarlık alanları oluşturarak gömü işlemlerini bedelsiz biçimde
gerçekleştirmeyi çok kolayca öngörebilirdi.142 Bu durum, İl Han Özay hocamızın kamu
hizmetleri bağlamında “kamu idaresinin verdiği en iyi kamu hizmeti ölü gömme
faaliyetidir”143 yargısını da artık geçersiz kılmaya adaydır. Böylece, ironiyle değinirsek, kamu
idaremiz artık “gömü” deyince ‘gömü bulmuş bir hazine arayıcısı’ kıvamına gelmekle bir
metasever konumuna geçiyor gibidir, ki keyfe keder bu ‘keyfiyet’ güzel ve stratejik
yalnızlıktaki ülkemizde ‘nebbaşhane’ çağrışımlarını hemen zihinlere düşürüveriyor.
Eğitim etkinliğine yönelik metalaştırma bağlamında bir kaç örneğe de ayrıca yer
verilebilir. Özellikle yerleşke biçiminde kurulan üniversitelerde, öğrencilere hizmet vermesi
öngörülen kantinlerin veya türlü diğer gereksinimlere yönelik gıda veya malzeme satan ticari
işletmelerin ürünlerini –rekabetsizliğin doğal sonucu olarak, yerleşke dışında kent içerisindeki
rekabetçi fiyatlara görece- öğrenci için yüksek sayılabilecek fiyatlardan satmalarına üniversite
yönetimlerince izin verilmesi, eleştiriye açıktır. Nitekim, bu durumun öğrencilerin tepkisine
yol açtığı da görülmektedir144 ve kanımca büyük ölçüde haklılık payını da içermektedir.
Üniversitelerin veya orta dereceli okulların genel bütçeden yetersiz ödenek almaları ve bu
nedenle hizmet vermekte zorlanmaları bir gerçektir. Ne var ki, bu durumu gerekçe göstererek
öğrenciyi ‘müşteri’ algılamasına bağlı kılmanın ve giderek rekabetsiz ortamlar üzerinden gelir
elde etmeyi öncelleyen yaklaşımlarla ortaya çıkmanın haklı görülebilecek bir yönü yoktur.
Yine, gerek özel ve gerek kamu üniversitelerinde metalaşma eğilimine örnek olarak
ikinci eğitimi veya yaz okullarını göstermek düşünülebilir. Nitekim, bu yöndeki bir haberde,
bir özel üniversitenin yaz okulu için ders başına ücret alma uygulamasına gittiği ve fakat dava
edilmesi sonucunda uygulamanın yargıdan döndüğünü görmekteyiz.145 Eğitimin
141
Özel mezarlık işletmeciliğine geçişte kampanyalar ve reklamlar da artık gözlenebilecektir
sanki, sözgelimi “sizi özledik, bekliyoruz” gibi bir tanıtım sözü şaşırtıcı sayılmayabilir, ki yine ironiyle
aktarmak isterim güzel ülkemden yaratıcı bir mezar taşı yazısını: “Biz de geziyorduk siz gibi; Siz de
geleceksiniz biz gibi” (ibare, Boyabat mezarlığındaki bir mezar taşında kazılıdır ve 2013 Ekim ayındaki
Kurban Bayramı vesilesiyle bu satırların yazarınca tanık olunmuştur).
142
Nitekim, 24 Nisan, 1930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu (6 Mayıs, 1930 tarih
ve 1489 sayılı RG’de yayımlanmıştır)’nun 212’nci maddesine göre, “her şehir ve kasaba belediyesi
şehir ve kasabanın haricinde ve meskenlerden kafi miktar uzakta olmak üzere şehir ve kasabanın
nüfusuna ve senelik vefiyatı umumiyesine nisbetle lazım gelen bir veya müteaddit mezarlık mahalli
tesisine mecburdur.”
143
Bkz. Özay, Günışığında Yönetim, age., s. 257.
144
Bkz. Böyle olur İTÜ’nün boykotu. (2013, 19 Ekim). Odatv Gazetesi,
(http://www.odatv.com/n.php?n=boyle-olur-itunun-boykotu-1910131200).
145
Bkz. Gökçe, D. (2013, 5 Ağustos). Özel üniversiteleri şoke edecek 'yaz okulu' kararı, Hürriyet
Gazetesi, (http://www.hurriyet.com.tr/egitim/24461432.asp).
32
metalaştırılması bağlamında konuyu özellikle irdeleme gereksinimi duyuyorum: Bilindiği
üzere, metalaştırıcı yaklaşımın dayandığı temel felsefe, toplumdaki işbölümünün ve
bireylerarası etkinliklerin en verimli biçimde bu yolla gerçekleşeceğini, toplumsal kaynakların
böylece en az savurganlıkla işlev göreceğini varsayar. Eğitimin metalaştırılması ise, dar gelirli
kesimin ikinci kuşağında yeteneğe ve zekâya bağlı biçimde eğitim alarak toplumun
geleceğinde yer aldığı zaman en etkin verimi ortaya koymasına engel olabilen bir sonucu
doğurabilmektedir. Şöyle ki, bugünün varlıklı ailelerinin bol parasal olanaklarıyla çocuklarına
sağladıkları yüksek nitelikli eğitim fırsatlarından yoksun bırakılan dar gelirli kesimin görece
çok daha yetenekli çocukları, böylece toplumsal katma değeri daha yükseğe çıkarmaktan
alıkonulmuş duruma gelebilmektedir. Bu ise, yeterince açık olduğu üzere, toplumsal
çıkarların gerektiği gibi gözetilmemesi demektir. Sözgelimi, Karadeniz bölgesinde
zahmetsizce yetiştirilen çay tarımını Konya ovasında gerçekleştirmeye çalışmak nasıl bir
toplumsal savurganlık ise, eğitimde fırsat eşitliğini sağlamamak da aynı derecede toplumsal
refahı baltalamak ve israf anlamına gelecektir. Dolayısıyla, eğitimde fırsat eşitliğinden
yararlandırılmayan her çocuk, toplumun aslında kendi ayağına sıktığı bir ‘domdom
kurşunu’dur. Uzun bir tarihteki geçmişimize taşra cehaletini anımsatan biçimde öykünürken,
Osmanlı’nın yükseliş dönemlerindeki ‘liyakate dayalı yükselme’ kurgusu ve becerisini
anımsamakta herhalde yarar vardır. Aynı beceriyi 2000’li yılların demokrasilerinde nasılsa
gerçekleştirememenin toplumsal bedeli ise ağırdır ve korkarım “kirvem, hallarımı aynı böyle
yaz; rivayet sanılır belki”146 demek zorunda bırakacaktır.
Bu noktaya değin, kamu hizmeti algılamasına bağlı kılınan eğitim ve sağlık gibi kimi
alanlarda idarece sunulan hizmetlerin metalaştırmaya kurban gitmesi savlarına yönelik
görüşlere değinildi. ‘Bundan daha elim ve vahim olmak üzere’, ülkemizde idarenin yerine
getirdiği kolluk etkinliklerinde metalaştırmaya yönelen bir eğilimin varlığını altını çizerek
kuvvetlice vurgulamak gerekiyor. İdarenin kolluk hizmeti niteliğindeki denetim etkinliklerini
özel kesim eliyle gördürmeye yönelen uygulamalar oldukça dikkat çekicidir. Öncelikle
değinelim ki, idare hukuku öğretisinde, kolluk etkinlikleri karşılığı bedel alınmayacağını
genel olarak kabul eden bir anlayış gözleniyor.147 Nitekim, öğretideki bir görüşe göre, idare,
kolluk yetkilerini “idareye malî yarar sağlamak amacıyla kullanırsa, yapılan kolluk işlemi amaç
unsuru yönünden sakat olur.”148
Ne var ki, bu anlayışa karşıt hükümler getiren kimi yasal düzenlemeler de
görülebilmekte, giderek keyfiyet Anayasa yargısınca dahi benimsenebilmektedir. “Kolluk
etkinliklerini ücretlendirme”, böylece, hukukun ne olduğunu söylemeye yetkin kılınan
Anayasa yargısınca onaylanıyor durumdadır. Bu bağlamda, sözgelimi, idare bireyleri hem
tohumluklarını idareye başvurarak belgelendirmeye veya muayene ettirmeye zorunlu
kılmakta, üstüne bir de idarenin ‘keyfe keder’ belirleme yetkisine sahip kılındığı türlü
146
Dize, Ahmet Arif’in “Otuzüç Kurşun” adlı şiirinden alınmıştır.
Ayaydın, İdare Hukukuna Giriş, age., s. 106.
148
Bkz. Kalabalık, H. (2004). İdare Hukuku Dersleri, İstanbul: Değişim Yayınları, s. 218. Ayrıca
bkz. Duran, L. (1987). Peştamallık ve Ulûfe ya da Kolluk Yetkisinin Paraya Çevrilmesi, AİD, C. 20, Sy. 1,
s. 4-13.
147
33
‘ücretleri’ ödemeye zorlamaktadır149, ki buna ancak “haraç” adı verilebilir. Yine, sözgelimi
üniversitelerin yerleşkelerine araçlarıyla girebilmek için öğretim üyeleri ve öğrencilerin araç
tanıtım pulu almaları zorunlu tutulmakta ve bu pulları vermenin karşılığında da idarece keyfe
keder belirlenen türlü düzeylerdeki bedellerin ödenmesi öngörülebilmektedir.150 Bir başka
örnek, gazete haberlerine yansıdığı üzere, bireylerin kimlik kartlarını değiştirmeye yönelik
girişimlerdir ve karşılığında alınması düşünülen bedel, halkta gözlenen tepkiler üzerine çok
daha düşük bir tutara indirilmiştir.151
Öte yandan, öğretide, ‘yapı ruhsatı’ veya ‘sürücü belgesi’ almak gibi, idarenin kamu
gücü kullanarak zorunlu kıldığı kolluk etkinliklerinin bireylere kişisel yararlar (kazanımlar)
da sağlayabileceği ve bu durumlarda ‘belli bir ücret istenebileceğini’ ileri süren görüşlere
rastlanmaktadır.152 Yukarıda örneklenen türden etkinliklerin idarece kamu gücü kullanılarak
bireylere zorla sunulduğu ve sözü edilen belgelerin bireyler istemeksizin onlara verildiği
açıktır. Bu türden etkinlikleri ‘bireyler kendi kazanımları için istemektedir’ gibi bir anlayışa
nasıl ulaşılabildiğini anlayabilmek zordur. Sözgelimi, gece yarısı dışarıdan sesler duyarak
kendi güvenliği için kolluk güçlerini yardıma çağıran kişi örneğindeki gibi, bireylerin kimi
kolluk etkinliklerini bizzat kendilerinin istemeleri durumunda bir tür kişisel yarar elde ettikleri
belki varsayılabilir; ancak, bu durumda en azından bireye zorla dayatılan bir husus olmadığı
belki söylenebilir. Oysa, sürücü belgelerini bireyler evde eşine veya ailesine göstermek için
değil, kolluk güçleri bu belge olmaksızın araç kullanmayı hukuksal yaptırıma bağladığı için
almak zorunda bırakılmaktadır. Keza, yapı ruhsatı, bireylerin kendi kullanacakları sağlam
binalar yapabilmek için kendilerinin arzu ettiği bir belge değil, idarenin hukuksal yaptırım
silahıyla zorladığı ve alınmaması durumunda binanın yıkımına değin giden bir süreci dayattığı
için alınmaktadır.
Dolayısıyla, bireylerin kolluk niteliğindeki etkinliklerden bir ‘kazanım’ elde ettiğini
savlamanın hiç bir biçimde anlamlı sayılamayacağı kanısına varmaktayım ve bu yöndeki
görüşümü burada özellikle vurgulamak istiyorum. Özetlersem; kolluk yetkilerinin
kullanılmasını kamu hizmeti görünümü altında bedellendirerek halka zorla dayatmanın bizi
getirdiği nokta, kamu hizmetlerindeki metalaştırma eğilimleri tahtında eriştiğimiz engin
149
Bkz. Çal, “İdari Etkinliklere Paha Biçmek” ya da Anayasa Mahkemesi’nin İki Kararının
Çağrıştırdıkları, age.
150
Bu yöndeki uygulamalara, sözgelimi, Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe yerleşkesinde ve
keza Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin yerleşkesi ile Ankara Üniversitesi’nin Cebeci yerleşkesinde
rastlandığını bizzat gözlemlerime dayanarak söyleyebiliyorum. Hemen değineyim ki, anılan
yükümlülüğe maruz bırakılmayı hukuka aykırı gördüğüm için bir yıldır araç pulunu almamakta ısrar
etmekteyim ve bunun sonucunda üniversite kimlik kartımı yerleşkenin giriş kapılarında sorulduğu
zaman göstermek suretiyle ‘durmak yok yola devam’ ilkesine ‘biat’ eylemekteyim. Öyle sanıyorum ki,
idarelerin bu yöndeki girişimlerinin yasal ve giderek Anayasal dayanaksızlığını savlamak, anılan
uygulamalara zorlanan tüm bireylerin üzerinde düşünmesi gereken bir husustur.
151
Yenilenecek ehliyetler için ücret belli oldu. (2013, 17 Ekim Hürriyet Gazetesi, 17 Ekim, 2013
(http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/24926725.asp).
152
Bkz. Ayaydın, İdare Hukukuna Giriş, age., s. 107.
34
ufukları ortaya koymaktadır ve idaremiz böylece bireylere sanki bir tür ‘yıldıza engin
bakılmaz’ sözünü153 anımsatmaktadır.
V. Son söz yerine:
“İktisat, yaşam –sizin yaşamınız- hakkındadır.”154 İktisat alanı ve ekonomik sömürü
iyice anlaşılmadan ne demokrasiyi, ne sosyal devleti ve ne de kamu hizmetlerini yeterince
kavrayabilmek mümkün olabilir. Geniş halk kitlelerinin türlü aldatmacalarla gündem
saptırılarak sömürülmesi, aslında tam da bu ekonomik bağlamda gerçekleşmektedir. Siyasal
özgürlükler alanında coşkuyla sallanan bayrakların sözde özgürlükçü savları, konu ekonomik
sömürüye geldiğinde nedense naftalin kokusuna bürünerek bir tür ‘dokunamamazlık
sendromu’na yakalanmaktadır. Kanımca, kamu hizmetlerinde metalaşmayı işte bu altyapısal
bilgi açılımı ışığında yorumlamak gerekir ve gerek ülke içindeki gerek küresel ölçekli
gelişmeler ancak böylelikle değerlendirebilir.
153
Anılan söz, aslında ‘kamyon edebiyatı’ denilen türün başyapıtı olabilecek denlidir ve 2000’li
yılların ortalarında Ankara Bilkent kavşağına doğru gitmekte olan bir kamyonun arkasında yazılı
olmakla dikkatimi çekmiştir.
154
Stanford, Herkes için İktisat – Kapitalist Sömürüyü Anlama Kılavuzu, age., s. 28.
35

Benzer belgeler