PDF - toplum ve demokrasi dergisi

Transkript

PDF - toplum ve demokrasi dergisi
T
ur
i
zm Sekt
ör
ündeKadı
nGi
r
i
ş
i
mci
l
er
i
nRi
s
kAl
maDeneyi
ml
er
i
TOPLUM ve DEMOKRASİ
6 Aylık, Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi
Yıl 10, Sayı 21, Ocak-Haziran, 2016
ISSN: 1307-4687
TÜRKİYE’DE DEĞİŞEN
TOPLUM VE SİYASET
Sayı Editörü
Yrd. Doç. Dr. Rana Gürbüz
Gaziantep Üniversitesi
Islahiye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergi Sahibi
Yayın
Ali Kamalak
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ali Kamalak
Tlf. (Phone): +90 542 524 49 36
E-mail: [email protected]
Genel Yayın Koordinatörü
Prof. Dr. Hüseyin Gül
Adres: Süleyman Demirel Üni. İİBF
Tlf. (Phone): +90 246 211 30 97
GSM: +90 533 638 92 25
Editör
Doç. Dr. İhsan Kamalak
Adres: Mersin Üniversitesi, İİBF,
Kamu Yönetimi Bölümü, Çiftlikköy
Merkez Kampusu, Mezitli, Mersin
Tlf. (Phone): (324) 361 00 01/5368
GSM: +90 410 02 75
E-mail: [email protected]
URL: www.toplumvedemokrasi.org.tr
Editör Yardımcısı
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Arap
Adres: Dokuz Eylül Üniversitesi, İİBF
Tlf. (Phone): +90 232 412 06 20
GSM: +90 505 673 11 69
E-mail: [email protected]
Abonelik
Tek dergi fiyatı 15 TL’dir. Üç sayı
içeren yıllık bireysel abone ücreti 40
TL’dir. Yurtdışı için dergi fiyatı 15 € ve
yıllık abonelik fiyatı da 40 €’dur.
Kurumsal abonelik ücreti ise yıllık 100
TL’dir.
Havale: Akbank, Mersin Üniversitesi
Şubesi (Şube kodu: 956); Hesap No:
4556; Hesap Sahibi: Ali Kamalak
Yayın Türü: Yaygın süreli yayın
Dergi Kapak Tasarımı: Yrd. Doç.
Murat Çeliker
Dergi Web
Harun Çakır
Tasarımı:
Öğr.
Dizgi: Öğr. Gör. Harun Çakır
Gör.
Kurulu: Mehmet Albayrak (SDÜ-TEF),
Ayşe Alican (SDÜ-FEF), Murat Altun (Uni. of
Minnesota), İbrahim Arap (DEÜ-İİBF), S. Ulaş
Bayraktar (Mersin Üni.-İİBF), Ruhi Demiray
(ODTÜ-İİBF), H. Haluk Erdem (Gazi Üni.-Eğitim
Fakültesi), Ayşe Dercioğulları Ergun (MAKÜSYO), Cem Ergun (MAEU-FEF), Aykan Erdemir
(ODTÜ-Sosyoloji), Özlem Gölgelioğlu (ODTÜ-İİBF),
Mahmut Güler (Trakya Üni.-İİBF), Atilla Güney
(Mersin Üni.-İİBF), İhsan Kamalak (Mersin Üni.İİBF), H. Eylem Kaya (SDÜ-FEF), Hakan M. Kiriş
(SDÜ-İİBF), Yasemin Sarıkaya Levent (Mersin Üni.Mimarlık Fak.), Çağlar Özbek (Muğla Üni.-FEF),
Zülfikar Özdoğan (ODTÜ), Umut Rıza Özkan
(ODTÜ-İİBF), İbrahim Sarıtaş (Gazi Üni.-İİBF),
Ümit Sönmez (London School of Econ.), Hasan
Engin Şener (ODTÜ-İİBF), Merih Taşkaya (Akdeniz
Üni.-İletişim Fakültesi), Hamdi Turşucu (Gazi
Üni.-İİBF), Koray Tütüncü (AİB-İİBF), Devrim Gül
Vural (SDÜ-FEF), Ümit Yazmacı (CRPS-Panthéon
Sorborne), Bediz Yılmaz (Mersin Üni.-İİBF), Cevdet
Yılmaz (SDÜ-FEF), Levent Yılmaz (DEÜ-İİBF)
Danışma
Kurulu: Prof. Dr. Muhittin Acar
(Hacettepe Üni.-İİBF), Prof. Dr. Şinasi Aksoy
(ODTÜ-İİBF), Prof. Dr. Kubilay Aktulum (SDÜGSF), Prof. Dr. Adalet Alada (İ.Ü.-SBF), Doç. Dr.
Metin Altıok (Mersin Üni. İİBF), Prof. Dr. Ayşe
Güneş Ayata (ODTÜ-İİBF), Prof. Noorjahan
Begum (Haydarabat Üni., Hindistan), Aydın Cıngı
(SODEV Başkanı), Doç. Dr. Koray Çalışkan
(Boğaziçi Üni. İİBF), Prof. Dr. Oya Çitçi (TODAİE),
Doç. Dr. Cem Deveci (ODTÜ-İİBF), Prof. Dr. Murat
Ali Dulupçu (SDÜ-İİBF), Prof. Dr. Hayriye Erbaş
(Ankara Üni. DTCF), Prof. Dr. Ercan Eyüboğlu
(İstanbul Aydın Üni.), Prof. Dr. Atilla Göktürk
(DEÜ Üni.-İİBF), Prof. Dr. Korel Göymen (Sabancı
Üni.), Prof. Dr. Songül Sallan Gül (SDÜ-FEF), Prof.
Dr. Birgül Ayman Güler (AÜ-SBF), Prof. Dr.
Firdevs
Gümüşoğlu
(MSGSÜ-FEF),
Prof.
Dr.
Muharrem Güneş (Mustafa Kemal Üni), Prof. Dr.
Nazife Güngör (Üsküdar Üni.), Prof. Dr. Hasan B.
Kahraman (Kadir Has Üni.), Ercan Karakaş (Kültür
Eski Bakanı-SODEV Onursal Başkanı), Prof. Dr.
Raşit Kaya (ODTÜ-İİBF), Prof. Dr. Fuat Keyman
(Sabancı Üni.), Prof. Dr. Kemal Kocabaş (DEÜFEF), Prof. Dr. Aziz Konukman (Gazi Üni.-İİBF),
Prof. Dr. Meryem Koray (YTÜ), Prof. Dr. Oğuz
Makal (Beykent Üni.), Dr. Philippe Marliere
(University College-London), Doç. Dr. Mehmet
Okyayuz (ODTÜ-İİBF), Yrd. Doç. Dr. Engin Önen
(Ege Üni.-FEF), Prof. Dr. Metin Özuğurlu (AÜ-SBF),
Prof. Dr. Yeşim Ediz Şahin (DEÜ-İİBF), Prof. Dr.
Burhan Şenatalar (Bilgi Üni.), Doç. Dr. Mihriban
Şengül (Malatya Üni.-İİBF), Prof. Dr. Muammer
Tuna (Muğla Üni.-FEF), Erol Tuncer (Eski
Milletvekili, SDD Başkanı), Prof. Dr. Utku Utkulu
(DEÜ-İİBF), Doç. Dr. Yılmaz Üstüner (ODTÜİİBF), Prof. Allan Williams (London Metropolitan
Üni.), Prof. Dr. Onur Yıldırım (ODTÜ-İİBF), Prof.
Dr. Gökay Yıldız (MAKÜ), Prof. Dr. Hüseyin M.
Yüceol (Mersin Üni-İİBF)
İçindekiler
Çalışmalar
Yazarlar
Sayfa
Rana Gürbüz
Sunuş
i
Selver Dikkol
Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve
Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya
Yönelik Bir Deneme
1
Cihan Palancı
Biyo-İktidarı Spinoza İle Okumak
Melehat Kutun
Gürgen
13
Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar:
“Hukukun Üstünlüğün”den “Dost”ların
Demokrasisine
23
Yasemin Karaca
İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar
Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında Mersin
Starbucks Örneği
53
Utku Sayın & Suad
Sakallı Gümüş
7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri
Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı
Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi
69
Eylem Çamuroğlu
Çığ
Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve
Aleniyet İlkesi
91
Yonca Altındal &
Songül Sallan Gül
Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk
Alma Deneyimleri
115
Sunuş
Rana Gürbüz
Yrd. Doç.
Gaziantep Üniversitesi
Islahiye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
E-posta: [email protected]
Müphem zamanlardan geçiyoruz. Toplumbilimci, içinde yaşadığı
dünyayı kavramaya çalışırken, yüzyılların bırakmış olduğu pedagojik tortuyla
edinmiş olduğu alışkanlık gereği, durum tespiti yapıp adlandırma, onun
üzerinden dönemleştirme ve olguları teşhis etme eğilimindedir. Müphem
zamanlarda, bu adlandırma ve teşhis zorlaşır, gerçeklik ile görüngüler
arasındaki bağlantı verili kuramsal ve kavramsal teçhizatla kurulamaz hale
gelir, katı olan, bütün ara niteliksel dönüşümleri bir çırpıda atlayıp buharlaşmış
görünür.
Toplumsal ilişkilerin görünür niteliğinin altındaki gerçekliliğin kalın bir
sis tabakasıyla örtüldüğü yeni bin yılın başında kapitalizm, tarihindeki en uzun
ve en derin krizlerden biriyle karşı karşıya. Yarım yüzyıla yaklaşan bir zamandır
aralıksız ve acımasız biçimde uygulamaya konulan neo-liberal iktisat politikaları
krizle birlikte iflas etmiş durumda. Söz konusu iktisat politikalarının
savunucuları, serbest piyasa ile bireysel hak ve özgürlükleri aynı potada
harmanlayan tuhaf bir “demokrasi” söylemini canhıraş savunuyorlardı. Gelinen
noktada, krizi aşmada bedel ödemesi istenen emekçilerin direnişi karşısında
giderek otoriterleşen siyasal rejimlerle karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Bir
başka deyişle, bugünlerde, özellikle batı toplumbilim yazınında hararetle
tartışılan,
demokrasinin
krizi,
giderek
katmerleşen
iktisadi
krizin
yansımasından başka bir şey olmasa gerek. Bu uzun erimli krizin yarattığı
toplumsal altüst oluşlar, sermayenin emekçi sınıflara karşı yükselttiği
ulusal/yerel düzeydeki saldırılar, bir zamanlar çok revaçta olan küreselleşme
söylemlerine karşı yeniden güçlenen ulus devletler ve hemen her kıtada
uluslararası savaşlar, toplumbilimler açısından inanılmaz ölçüde malzeme
zenginliği sağlarken, diğer yandan, tam da dönemin müphemliğinden kaynaklı
olarak muazzam bir kafa karışıklığı ve ideolojinin bilimsel analizle ikame
edilmesi tehlikesinin tohumlarını içerisinde barındırıyor.
Gürbüz, R., 2016, “Sunuş”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. i-ii.
Sunuş, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. i-ii.
Her türeden belirlenimin görünmez olduğu, mantıksal açıklamaların
şüpheciliğin duvarlarına çarpıp yerle yeksan olduğu bu koşullarda, ontolojik
olarak maddi insan emeğinden yola çıkan yaklaşımların yerine conatus gibi
psiko-ontolojik çıkışı, toplumsal bütünün yerine parçalı açıklamaları öneren,
her türden belirlenimi özcülük olarak mahkum edip, olumsallığı yücelten
Spinozacılığın çağdaş formülasyonları toplumsal bilimlerde rağbet görüyor. Kriz
karşısında radikal kuramsal bir bakış açısı önermek yerine, sinizimle cilalanmış,
entelektüel-seçkinci duruşu salık veren bu türden yaklaşımların tercihe şayan
olması, tam da giderek otoriterleşen siyasal ilişkilere uygun biçimde popülist
ve içten içe otoriter bir “akademisyen tipi”ni de yeniden üretiyor.
Görünür olanla toplumsal gerçekliğin bu denli ters yüz olduğu
koşullarda, bilişim teknolojilerinde yaşanan gelişimin özellikle kitle iletişim
araçlarında ve onların kullanımında yarattığı dönüşümün toplumsal ilişkiler
üzerindeki etkisi de söz konusu ilişkileri müphemleştiriyor. Bu değişimin
yarattığı sanal iletişim biçimleri ve görünürdeki simulark benzeri yaşamlar, bir
yandan maddi toplumsal gerçekliğin yerine bu türden hiper-gerçeklikleri ikame
ederken, şaşırtıcı bir biçimde bilim insanlarını da bu tersyüz oluşun nedenlerini
araştırmak yerine varolanı veri kabul edip incelemeye yönelten, sanal
gerçekliği veri kabul eden, bir tür hiper-ampirizme sevk ediyor.
Toplum ve Demokrasi Dergisi’nin bu sayısı, burada kısaca değindiğimiz
müphem zamanların farklı boyutlarına kıyısından değinmeye çalışan mütevazı
çalışmalardan oluşuyor. İyi okumalar dileğiyle.
ii
Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum
ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya
Yönelik Bir Deneme
Selver Dikkol
Arş. Gör.
Mersin Üniversitesi
E-posta: [email protected]
Özet: Bu çalışmada, Spinoza’nın Akıl/Beden ve Bourdieu’nün Yapı/Fail kavramsal
çerçevesi ekseninde tekil birey ve toplumsal birey arasındaki ilişkisel durumun
tartışılması amaçlanmaktadır. Çalışmanın temel problemini bir ‘var kalma istenci’ olarak
bireyde bulunan conatus ile toplumsal ilişkilerde pratik yatkınlıklar olarak işleyen habitus
kavramları bağlamında birey/toplum ve akıl/beden ikiliğinin nasıl ele alınabileceği sorusu
oluşturmaktadır. Bu problem çerçevesinde conatusa sahip bireyin ruh-beden
paralelliğinde yaşamaya çalıştığı tekil hayatından yola çıkarak, kendi habitusu içerisinde
sürdürmeye çalıştığı toplumsal hayatı ekseninde yapı-fail ilişkisi ele alınacaktır.
Çalışmada conatusun içerdiği fail olma durumu ile habitusun içerdiği yapı arasında bir
yerde olan bireyin varlığına odaklanılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Conatus, Habitus, Yapı, Fail, Akıl, Beden
From Conatus to Habitus: A Try to Surpass the Duality Between
Individual/Society and Mind/Body
Abstract: In this study, the relationality between one individual and social individual is
discussed into the framework of Spinoza’s Mind/Body and Bourdieu’s Structure/Agent.
The main problem of the study is how individual/society and mind/body duality can be
discussed in context of conatus as a desire to continue existing and habitus as
dispositions in social relations. Within the frame of this problem, structure/agent
relationship is argued in the axis of individual’s social life named habitus by also taking
into account the conatus that the individual has got to live his/her own single life. In the
study it is focused on the individual who is an agent and has a conatus and also who is
living in a structuring structure namely in habitus.
Keywords: Conatus, Habitus, Structure, Agent, Mind, Body
Giriş
Kuşkusuz ki birey ve toplum arasındaki ilişkinin seyrini anlamak her
çağda düşünürlerin odak noktası haline gelmiştir. Belki de bunun önemli
sebeplerinden bir kaçı toplumsal değişimin dinamiklerini anlamaya çalışmak;
bireylerin toplamından daha fazlasını ifade eden toplum olgusu içerisinde
bireyin durumunu açıklayabilmek veya şimdilerde özellikle ‘özne’ kavramı
Dikkol, S., 2016, “Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”,
Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 1-11.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 1-11.
üzerinden bireyin toplum üzerindeki etki gücünü kavrayabilmektir. Temel bir
sorunsal olarak birey/toplum arasındaki ilişki ise özellikle sosyolojide düalist bir
anlayışla yapısalcılık/öznelcilik temelinde tartışılmaktadır. Toplumsal yapıların
bireyleri belirlediğine veya bireylerin toplumsal yapıları belirlediğine yönelik çift
kutuplu tartışma günümüzde de güncelliğini korumaktadır.
Birey ve toplum arasındaki bu müphem ilişkiye yönelik söz konusu
düalist yaklaşımı eleştiren Bourdieu ise içinde hem bireyin hem de toplumun
faal olduğu bir alan teorisi geliştirir. Her iki olgunun da birbirini nasıl etkilediğini
ve ürettiğini anlamak için ‘yapılandıran yapı’ olarak tanımladığı habitus
kavramını Aristoteles’ten günümüze taşır. Bu kavram içerisinde birey hem
toplumsaldır hem de özneldir. Yani ne sadece biri ne de sadece ötekidir. Tıpkı
17. yüzyılda bireyi hem akıl hem de beden bütünlüğü ekseninde ele alan
Spinoza gibi Bourdieu de ikili mefhumları aşmaya girişmiştir. Bireyin hayatına
devam etmesinin temelinde yatan yaşam arzusunu conatus olarak tanımlayan
Spinoza da akıl ile beden arasındaki paralelliği içkin bir felsefe ile kanıtlamaya
çalışır.
Bu iki düşünürün çalışmalarının kesiştiği ortak zeminlerden ilham alan
bu çalışmada da kendinden menkul olarak yaşayan birey ile toplumsal hattı
içerisinde eyleyen birey ekseninde bir tartışma yürütülmektedir. Çalışmada,
düalist bir yaklaşımdan uzak, neden-sonuç ilişkisinin ötesinde var olanı
anlamaya yönelik bir çaba sözkosunudur. Bu çaba doğrultusunda, Spinoza
felsefesi ile Bourdieu sosyolojisi bağlamında bireyin tekilliği ile toplumsallığı
arasındaki ilişkisellik her iki düşünürün kavram seti ekseninde açıklanmaya
çalışılmaktadır.
Bireyin Ayak İzleri Olarak Conatus ve Toplumsal Eyleyici Olan Birey
“Her şey kendi varlığında devam etmek için elinden gelen bütün
çabaları yapar” der Spinoza (2014: 137). Conatus olarak adlandırdığı bu çaba
Spinoza’nın kendi felsefesinin temel kavramlarından birisidir. Her şeyde var
olan bu çaba elbette insanda da vardır. Zorunlu olarak kendiliğinden olan bu
istenç, her bireyde özgün biçimde bulunduğundan Spinoza tekilliklerden
bahseder. Conatusta bulunan gücün, yani insanın kendi varlığında devam
edebilmesi için ihtiyacı olan gücün, insanda duygulanışlar yoluyla kazanıldığını
belirtir. “Zihin, bedenin duygulanışlarının fikirleri aracılığıyla kendi hakkında
içten bir bilgiye zorunlu olarak sahip olduğundan, kendi çabası için de içten bir
bilgiye sahiptir (Spinoza, 2014:139). Bu içten bilgi ile beden duygulanır ve aklın
da harekete geçmesini sağlar ve nihayetinde ikisi birden, aynı anda değişir.
Spinoza bu duygulanışların ortaya çıkardığı tavırlara iyi veya kötü demez. Onlar
olsa olsa sevinç ve keder olarak nitelenen ve conatusa ya güç katan ya da onu
zayıflatan duygulanışlardır. Ancak unutulmamalıdır ki bu süreç içten bilgi ile
başlar. Dolayısıyla bu durumda birey etkindir. Spinoza için bir de bireyin
edilgen olduğu duygulanışlar vardır ki onlar da sevinç ve keder doğurabilir fakat
bu duygulanımlar dıştan gelen bir nedene bağlı olduğundan burada birey
pasiftir (Spinoza, 2014: 178).
2
Dikkol, S., 2016, “Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
Spinoza’ya göre birey, sahip olduğu conatus gereği sürekli olarak
kendisine sevinç verenin peşinde olacaktır. Böylece sevinç duydukça yaşama
gücü de artacaktır. Tersine olarak da birey kendisini kederlendiren şeylerden
sürekli kaçacaktır ki bu güç zayıflamasın. Böylece insanı sevindiren şeyler
faydalı, kederlendiren şeyler ise zararlı olarak tanımlanacaktır. Bu önermeler
silsilesi ile Spinoza, bireyin sürekli olarak kendisine faydalı olanın peşinde
koştuğunu ve kendisine zararlı olan şeylerden de kaçtığını belirtir. Böylece
bilgi-sevinç-keder kavramalarıyla yeniden düşünüldüğünde conatus, bireyin
hem zihinsel hem de bedensel anlamda varlığını sürdürme çabası olarak
nitelenebilir. Zira conatusun temel dinamiği bilmektir. Buradan yine bireyin
aktif ve pasif durumlarından bahsetmek gerekir. Eğer birey kendi içten bilgisi
ile duygulanırsa bu onun uygun bir fikir ile duygulandığını gösterir. Ve bu uygun
fikir insanı zaten yararlı olana götüreceğinden insan sonuç olarak aktif bir halde
olacaktır. Böylece, eğer birey, bilgisi olmadan bir şey yapmak durumunda
kalmış ise bu onun pasif olduğunu, tersine bilgisi olduğu için bir şey yapması
durumunda da aktif olduğunu gösterir (Spinoza, 2014: 215).
Spinoza’da aktif veya pasif hallerde bulunan birey, toplumsal bağlamda
yeniden ele alındığında Bourdieu’nün toplumsal eyleyici kavramını da
tartışmaya dahil etmek mümkün olur. Nesnelleştirilebilir şeyler olarak yapılar
içerisinde eyleyen bireyi düşündüğümüzde pasiflik durumu daha bir somutluk
kazanır. Ancak aynı birey - Bourdieu’nün fail dediği- yapılar içinde kendi
çıkarına göre davranmaya olanak veren stratejiler geliştirerek hareket eder.
Bourdieu kendi faydası için hareket etmek anlamına gelen bu duruma illusio
der. Spinoza (2014: 212), “Aklın Tabiata aykırı olan hiçbir şey istemeyeceği
için, öyle ise o herkesin kendi kendisini sevmesini, kendi faydasını, kendisine
gerçekten faydalı olan şeyi aramasını, insanı gerçekten daha büyük bir
yetkinliğe götüren her şeye karşı iştahı olmasını ve mutlak olarak söylenirse,
herkesin kendisinde bulunduğu kadar kendi varlığını korumaya çalışmasını
ister.” der. Burada bireysel bir var kalma mücadelesi vardır. Bourdieu
sosyolojisi ekseninde düşünüldüğünde bu var kalma çabası toplumsal alanların
varlığı ile önem kazanır. Bourdieu için alan, bazı iktidar biçimlerine gömülü
konumlar arasındaki tarihsel nesnel bağıntılar bütününden oluşur ve ödüllere
inanan, etkin olarak bunların peşinden koşan oyuncular var olduğu ölçüde var
olan bir oyun mekânıdır (Bourdieu ve Wacquant, 2014: 25-28). Yani toplumsal
eyleyici her alanda var kalamaya çalışmaz. Alana dair bir takım ödüller
tarafından motive edilmesi gerekir. Başka bir deyişle, tıpkı Spinoza’nın
savunduğu gibi yalnızca kendisi için faydalı olacağını düşündüğü veya sezdiği
toplumsal ilişkilere katılım sağlar. Bu açıdan Bourdieu ve Wacquant’nın (2014:
105) da belirttiği üzere bireyin bir illusio’su (çıkarı) olması onun belirli bir
toplumsal oyunun onun için bir anlam taşıdığını, kazanıp kaybedebileceklerinin
önemli ve peşinde koşulmaya değer olduğunu kabul etmesidir.
Kendi varlığında yaşamaya devam etmenin bireysel çabası içinde olan
ve aynı zamanda toplumsal bir varlık olarak kendi çıkarının (faydasının)
peşinde koşan insanın ‘dışarısı’ ile olan ilişkisini hem Spinoza’da hem de
Bourdieu’de var olan benzer nosyonlarla açıklamak mümkündür. İnsanın pasif
3
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 1-11.
konumda olmasına neden olan şeyi Spinoza dış nedenler olarak tanımlar. Bu
nedenler ise Bourdieu’de yapılardır, kurumlardır, alanlardır. Ancak Bourdieu
toplumsal uzamdaki bu yapılar ve fail arasında Spinoza kadar keskin bir ayrım
yapmaz. Bourdieu’de birey tamamen pasif değildir. Yapılar içinde veya yapılar
karşısında eyleyecek gücü vardır. Bu açıdan Spinoza ile benzerlik yalnızca
‘seçim’ noktasında kurulabilir. Zira Bourdieu’de bireyin seçim yaptığını sandığı
noktalarda yatkınlıklar devreye girer, dolayısıyla tamamen rasyonel bir seçim
yapmaz. Çoğu zaman zihinsel yatkınlıkları ile hareket eder. Spinoza’da bu
durum şöyle işler: “İnsan kendi istediklerini ve iştahlarını bilmekte, ama belli
bir şeyi istemesinin gerçek nedenlerini bilmemekte, bu yüzden de özgürce,
nedensiz olarak istediğini sanmaktadır” (Bumin, 2012: 70).
Bourdieu fail olarak tanımladığı bireyin “neden öyle değil de böyle
davrandığı”na yönelik sorular sorarken ‘çıkar (fayda)’ kavramını işe koşar ve
failin seçimlerinin mekanik olmadığını anlatmaya girişir. Bu açıdan conatus ve
faillik arasında ilişkisel bir yaklaşım kurulabilir.
Conatusa Sahip Birey ve Yapıyı İçselleştiren Fail
Spinoza felsefesi çerçevesinde tanımlanagelen bireyin kendiliğinden
sahip olduğu var kalma çabası olarak conatus, duygulanışlar teorisi
çerçevesinde ele alındığında esasen bireysel bir çaba olarak görülür. Tüm
varlıklarda kendisini gösteren conatusun bireye özgü hali toplumsallaştığında,
başka bir deyişle her biri birer conatusa sahip bireyler toplumsal uzamda
karşılaştıklarında, karşı karşıya geldiklerinde, ortak bir mefhumu paylaşmak
durumunda kalırlar. Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı habitus tam bu noktada
işlevsellik kazanır. Zira kendi duygulanışlarıyla sürekli bir var olma çabası
halinde olan birey tıpkı kendisi gibi çabalayan başka insanlarla aynı ortamları,
aynı mekanları veya aynı doxaları paylaşır. Böylece asgari bir düzeyde de olsa
bireyler sürekli bir karşılaşma halindedir. Etik ve erdem açısından bireyi belli
bir yerde konumlandıran Spinoza, bu karşılaşmalarda imgeler üzerinde durur.
Bu imgelerin yarattığı duygulanışlar üzerinden etik bir tartışma yürütür.
Meseleyi toplumsal düzleme taşıdığımızda ise karşımıza bireyin içinde var
olduğu koca bir toplumsal evren çıkar. Zira pek çok Paul ve bir o kadar da
Pierre vardır orada ve bunların her biri birbirleriyle farklı duygulanımlar ve
imgeler düzleminde karşılaşır. Habitus kavramı da bu karşılaşma biçimlerinin
sosyolojik yaklaşımını kavramamıza olanak sağlar. Böylece toplumsal varlığı
hem tek tek bireyler olarak hem de birbiriyle ilişki içerisinde olan eyleyiciler
olarak ele almak mümkün olacaktır.
Her bir bireyin var kalmak için çabaladığını sürekli akılda tutarak ve
bireyin sadece akılla değil duygulanımlar yoluyla da hareket ettiğini hesaba
katarak birey ve yapı arasındaki ilişkisellik kavranabilir. Burada kullanılan yapı
kavramı, bizzat bireyin kendisi tarafından oluşturulmamış, bireyin içine
doğduğu ancak bireyin eylemlerini kimi zaman doğrudan kimi zaman ise dolaylı
olarak etkileyen sistematik şemalara referans verir. Habitus kavramında ise bu
şemalar ile onlar içinde eyleyen bireyler arasında devamlılığı sağlayan
4
Dikkol, S., 2016, “Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
pratiklere odaklanılır. Habitus, içinde bulunduğu faaliyetleri sergilemek,
hareket etmek, karar vermek ve hissetmek için bedenin gerek duyduğu
yetenek, kapasite ve anlayıştır (Stam, 2009: 707). Habitus kavramı ile
Bourdieu bireysel ve toplumsal olanı aynı bünyede toplar ve böylece nesnel
olan ile öznel olanı karşıtlık ekseninde değil, tam tersine ilişkisel eksende ele
alır. Wacquant’a göre habitus bağdaştırıcı bir nosyondur; birey ve toplum
arasındaki kabullenilmiş dualist yaklaşımı bertaraf ederek ‘dışsal olanın
içselleştirilmesi, içsel olanın dışsallaşması’ pratiğinden hareketle oluşur
(Wacquant, 2004: 316).
Hem bireyselliğin hem de toplumsallığın bin bir çeşit kesişme alanı
bulduğu habituslar içerisinde insanlar, tıpkı Spinoza’nın da belirttiği gibi sonsuz
sayıda duygulanışlarla yönlendirilerek her karşılaşmayı kendine özgü ve çeşitli
kılar. Her insan bu dünyada özgün bir yörüngeye ve konuma sahiptir çünkü
emsalsiz bir kombinasyon şemasını içselleştirir (Wacquant, 2004: 317). Bu
yüzden de “ habitusun buğuyla, müphemlikle göbek bağı vardır”, belirsizlik,
değişkenlik, ucu açıklık içerir, doğaçlamadır (Bourdieu, 2014: 129-130). Bu şu
demektir, insanlar belli bir yapı içerisinde nasıl hareket edeceklerini bilirler ama
her defasında bu hareketler için ayrıca bir düşünme pratiğine ihtiyaç duymazlar
ve içselleştirmiş oldukları şemaları devreye sokarlar. Motor davranışlarda
olduğu gibi insanlar örneğin işe hangi yollardan gideceğini bilir. Bunun üzerinde
ayrıca düşünüp her defasında aynı kararı vermezler, ayakları onları zaten oraya
götürür. Böylece birey yapıyı - kendisinin dışındaki sistemi - içselleştirir ama
bunu tamamen edilgen bir halde yapmaz. İçinde zaten var olan conatusla
birlikte birey içsel bir yatkınlık sergiler. Bourdieu habitus için “kültürel
bilinçdışı”, “alışkanlık oluşturan güç”, “temel, derinlemesine içselleştirilmiş
büyük örüntüler”, “zihinsel alışkanlık”, “zihinsel ve bedensel algı, beğeni ve
eylem şemaları”, “düzenli doğaçlamaların üretici ilkesi” gibi ifadeleri kullanır
(Swartz, 2013: 144).
Görüldüğü gibi habitus kavramı içerisinde hem beden hem de akıl
vardır. Özellikle ‘zihinsel ve bedensel algı’ ifadesi Spinoza’nın zihin ve beden
paralelliğini hatırlatır. Benzer bir durum ‘içselleştirilmiş örüntüler’ söyleminde
de görülür. Zira Ergün’nün de belirttiği üzere Spinoza’da içsellik bireye içkin
olan, onun tabiatıyla uyuşan, varlıkta sürme çabasına katkıda bulunandır
(Ergün, 2014: 18). Dolayısıyla habitusa, Spinoza’nın her bireyde kendine özgü
olarak varolagelen zihin-beden birliğinin toplumsal tezahürü olarak
yaklaşılabilir.
Yapı-Fail İkiliği ile Akıl-Beden Paralelliği
Spinoza’nın duygulanışların Akla etki ederek onu yönlendirebileceğine
dair ileri sürdüğü önermeler, içinde yaşıyor olduğumuz modernitenin temel
argümanı olan “akıl ile hareket” etme veya “aklın egemenliği” iddiası ile çelişir.
Spinoza beden ve akıl arasındaki etkileşimi ve paralelliği ‘duygulanış’
(affection) kavramı ile açıklar: “Duygulanış deyince Bedenin etkileme (tesir
etme) gücünün artmasına veya eksilmesine, tamamlanması ya da indirilmesine
5
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 1-11.
sebep olan bu Beden duygulanışlarını, aynı zamanda bu duygulanışların
fikirlerini anlıyorum” (Spinoza, 2014: 131). İnsanın aynı anda hem
duygulanması hem de fikirlenmesi durumu, Spinoza’nın insan bedenini ve aklını
birbirinden kopuk iki şey gibi değil aksine sürekli bir etkileşim ve devinim
halinde olan bir bütün olarak ele almasının sonucudur. Conatus kavramı
ekseninde bu paralellik yeniden düşünüldüğünde önerme daha anlaşılır olabilir.
Var kalma çabasının itici bir gücü olarak Sevinç, Spinoza tarafından, aklı daha
büyük bir yetkinliğe geçiren tutku olarak tanımlanır (Spinoza, 2014: 140).
Esasen Spinoza tüm duygulanışların kökenini üç temel duygulanış olan Sevinç,
Keder ve Arzu’da görür. Bir şeyin kendi varlığında devam etmesi için gerekli
duygulardan biri olan Sevinç özelinde bakıldığında akıl ve beden arasındaki eş
zamanlı değişimi anlamak mümkün olur. Bedenin sevinç ile duygulanışı, aklın
da aynı anda bu duygulanışın fikriyle çevrelenmesi bir bütünlük durumuna
işaret eder. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da bu sürecin
herhangi bir neden-sonuç ilişkisi neticesinde ortaya çıkmamasıdır. Başka bir
deyişle, akıl, bedenin duygulanması sonucunda bu duygulanışın fikrine sahip
olmaz. Tersine ikisi aynı anda hem duygulanır hem de fikirlenir ve birbirine
içkin iki olgu olarak işlerler. Bu içkinliği Spinoza’nın ifadelerinden anlamak
mümkündür: “İnsan zihnini meydana getiren fikrin objesi bir beden ise, bu
bedende zihin tarafından kavranamayan hiçbir şey olmayacaktır. … İnsan
Zihnini teşkil eden fikrin objesi bedendir” (Spinoza, 2014: 88-89). Bireysel
ölçekte ve tekil olan bu içkinlik, beden ve akıl arasında bir üstünlük durumu
olmadığını, ikisinin birbirine eş zamanlı bir etkileşim halinde olduğunu vurgular.
Beden ve akıl arasındaki bu karşılıklı ilişkiyi Bourdieu’cü toplumsal
bağlamda ele almak mümkündür. Bireye özgü içkinlik olgusu, Bourdieu’de
içselleştirme olarak tezahür eder. Bireyin toplumsal uzamda kendisine dışsal
olan yapıları içselleştirdiğini ve bunların birer habitus olarak işlediğini söyleyen
Bourdieu için bu süreç, sadece zihinsel değil aynı zamanda bedensel bir
süreçtir; fiziksel ve zihinsel yatkınlıklar kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır
(Swartz, 2013: 154). Benzer bir ifadeyi Spinoza’da da görmek mümkündür:
“Zihnin yatkınlıkları hep Bedenin yatkınlıklarına bağlıdır” (Spinoza, 2014: 134).
Hem bireyin yapıyı içselleştirmesi hem de bedenin ve zihnin bütünsel bir pratik
içinde hareket etmesi, Bourdieu’nün habitus kavramında ifade bulur. Bu
içselleştirme süreci Spinoza’da upuygun olmayan bilginin edinilme süreci ile
benzerlik gösterir. Spinoza, upuygun ve upuygun olmayan bilginin kaynağı
olarak içsel ve dışsal dünya ayrımı yapar. İnsanın doğal varlığına yönelik bu
vurgunun farklı bir ifadesini, Bourdieu'de görmek mümkündür. Spinoza’nın
upuygun olmayan bilgi dediği mefhumun kaynağı olan bu dış dünyadan gelen
bilgi de Bourdieu için yanlış bilgidir. Zira, Bourdieu’ye göre toplumsal dünyanın
sıradan deneyimi bir bilgidir ancak ‘bilincin kendiliğinden oluşu’ fikri bir
yanılsamadır çünkü ilk bilgi yanlış-tanımadır ve beyinlere zaten yerleşmiş olan
bir düzenin kabul edilmesidir (Bourdieu, 2015: 256). Bu anlamda beden ve akıl
arasındaki birbirine eş zamanlı yürüyen etkileşimin kaynakları hem Spinoza’da
hem Bourdieu’de çoğu zaman dışsaldır ve bu nedenle içselleştirme ile içkinlik
arasındaki ince farkın sürekli olarak akılda tutulmasında fayda vardır.
6
Dikkol, S., 2016, “Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
İmge ve Sembolik Düzlem
Dışsal olan ve Spinoza’nın upuygun olmayan, Bourdieu’nün de yanlıştanıma dediği fikirler bağlamında tartışılabilecek bir başka düzlemin imge,
hayal ve sembol gibi kavramlar tarafından sağlandığı görülür. Spinoza
felsefesinde imgeler önemli bir yer tutar. Spinoza, insanların çoğunlukla
upuygun bir fikre sahip olmamasını dış cisimleri hayal etmesine bağlar
(Spinoza, 2014: 104). Dışımızdaki dünyada var olan cisimleri hayal etmemiz,
onların birer imge olarak aklımızda olması, yine upuygun olmayan fikirlerin bir
sonucudur. Fikirler ve duygulanışlar arasındaki etkileşimi ve paralelliği yeniden
düşündüğümüzde yanlış imgelerin yol açacağı ve birer yanılsamadan ibaret
olacak olan duygulanışların da niteliğini tahmin edebiliriz. Spinoza insan
zihninin çok şeyi algı ile kavramaya elverişli olduğunu ve bedenin yaptığından
daha fazla bu şeylere biçim verebildiğini belirtir (Spinoza, 2014: 96). Bu
ifadeden anlaşılacağı üzere, şeylere biçim vermek, onları olduğu gibi
algılamaktan ziyade kendisine göre yorumlamayı içerir. Bu duruma en iyi örnek
Spinoza’nın insanların kendilerinin hür olduğunu sanmalarına yönelik
önermeleridir. Upuygun fikirden doğan imgeler dünyası içinde insanın özgür
olamayacağını belirtir. Zorunluluklarla kuşatılmış insan özgürlük yanılsaması
tarafından köleleştirilmiştir ancak durumun bilincine varması ve bu
zorunluluklar bütünü içinde kendi yerini kavraması halinde bu yanılsamayı
aşabilir (Kayıran, 2014: 166). Bourdieu’de bu yanılsama, nesnel olasılıkları
yanlış hesaplayan grupların veya bireylerin hayalleri ekseninde farklı bir açıdan
tartışılabilir. Bourdieu, özellikle eğitim alanında mevcut olan rekabet ortamına
yaptığı vurguda yapıların (eğitim arzı ile iş piyasası) birbiriyle
uyumsuzluğundan doğan hayal kırıklığından bahseder (Swartz, 2013: 158160). Eğitim alanında çok çalışırsa başarılı olabileceğine inanan bireyin hesaba
katmadığı kültürel, simgesel, ekonomik sermaye gibi farklı boyutların varlığının
bu hayal kırıklığındaki payı büyüktür. Hesaplarını bireysel ölçekte tutan, sınıfsal
kimliğinin nesnel koşullarını hesaba katmadan özgür olduğunu varsayan,
zengin olma hayalleri kuran ve bir gün mutlaka çok başarılı olacağını düşünen
bireylerin bu büyük hayalleri bu açıdan birer yanılsamadır.
Yine bireysel ölçekte ve tekil olarak ele alınan imgelerle düşünme
meselesinin toplumsal boyutta nereye düştüğü Spinoza’nın Paul ve Pierre
karşılaşması örneğinden hareketle tartışılabilir (Spinoza, 2014: 98). Bu iki
insanın karşılaşmasının yarattığı duygulanış ve sonrasında birbirlerine dair
fikirlerden doğan imgesel hatırlama, toplumsal varlıkların ortak mefhumlarını
oluşturan bir etkileşime doğru yönelir. Zira toplumda pek çok Paul ve Pierre
vardır ve bu karşılaşmalar sonsuz sayıda duygulanışlar içerir. Duygulanışlarda
ortaklaşma, yani duygudaşlık meselesi ise insanları ortak bir zeminde birbirine
yaklaştırabilir. İmgelerden ve duygulanışlardan başlayarak gelişen bu ortak
mefhumlarda sembolik anlamlar da gelişir. Meseleye daha toplumsal bir
genişlikte baktığımızda bu sembolik anlamların günlük yaşam pratiklerinde
işlediğini görebiliriz. Sahip olunan soy isim, karşılıklı verilen hediyeler, şanşeref olgusu, namus, saygınlık görme, ritüeller, armağanlar, vs gibi toplumsal
uzamın sembolik düzleminde işleyen pratik ilişkilerdir. Bireysel ilişkilerin
7
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 1-11.
imgesel düzeyde analizi için işlevsel olan Spinoza felsefesi ekseninde bireyler
arası imgelemleri tartışmak mümkünken, Bourdieu’nün sembolik iktidar kuramı
ekseninde de birey ve yapı arasındaki simgesel uzamı analiz etmek
mümkündür.
Bellek ve Tarih
Spinoza’nın imgelerle düşünme önermesi beraberinde ‘hatırlama ve
hayal etme’ durumlarını da açıklamaktadır. Bireylerin karşılaşmalarından
doğan duygulanımlar sonraki benzer anlarda yeniden hatırlanacak ve hayal
edilecektir. Başka bir deyişle “duygulanımlar ve bunların sonucunda ortaya
çıkan duygular, az çok derin, az çok tekrar harekete geçirilebilir izler bırakır;
eski sevinçler ya da kederler, bağıntılarla yeni nesnelere sirayet eder…”
(Lordon, 2014: 35). Bu durumda bellek önem kazanmaktadır. Bir yaşanmışlık,
karşılaşma ve duygu alıverişi sırasında oluşan bağ tekrar hatırlanma suretiyle
kurulur ve bu durum bireyin gelecek yaşamını da etkiler. Spinoza zaman ile
ilgili olan önermelerinde tarihten bahsetmez ancak bireyin içinde bulunduğu
‘an’dan ve ‘süre’den bahseder. Zaman Spinoza için ‘gerçek’ anlamda ölçülebilir
birşey olmaktan öte, mental bir araçtır (Hallett, 1928:284) ve her birey için
mental
süre
farklı
olduğundan
gerçek
(ölçülebilir)
bir
süreden
bahsedilememektedir. Buradan hareketle, zamanın her birey için tekil olduğu
ve geçmiş duygulanımların gelecek ilişkileri etkilediği önermesi toplumsal
düzlemde yeniden ele alındığında bireylerin toplumdaki diğer bireyleri etkileme
veya onlardan etkilenme durumu gündeme gelir. Zira, Bourdieu’nün habitus
kavramı ekseninde düşünüldüğünde toplumsal fail, geçmiş toplumsal
deneyimleri duyarlılıklar ve kategoriler olarak bünyesinde taşıyan bir
tarihselliğe sahiptir (Wacquant, 2011: 82). Bireysel ve kolektif tarih bedene
yerleştiği için toplumsal yapı mental bir yapıya döner ve tıpkı Naom
Chomsky’nin ‘yaratıcı gramer’ dediği şeyde olduğu gibi, hem fail tarafından
üretilir hem de failin bunu üretmesinin koşulları önceden yaratılır (Wacquant,
2004: 316). Yatkınlıklar olarak bedene işleyen habitus, belli bir zamanda belli
bir yerde nasıl davranılacağının, nasıl konuşulacağının ve nasıl hareket
edileceğinin bilgisini sağlayan bir geçmiş zaman yaşanmışlıklar silsilesidir.
Ancak Spinoza’nın da belirttiği üzere ‘insanlar hür değillerdir, hür olduklarını
zannederler çünkü hareketlerinin şuuruna sahiplerdir ama onları gerektiren
nedenleri bilmezler’ (Spinoza, 2014: 109). Habitusa sahip bireyler de neden
böyle davrandıklarını sorgulamaksınız bir yatkınlık içinde hareket ederler ve
kendilerini yapılandıran yapıları tekrar tekrar yapılandırırlar. Bu da, nesnelcilik
ve öznelciliğe meydan okuyarak, yapıların bireylerde ve bireyler aracılığıyla
ifade bulduğunu, yapıların tam da bireylerin içinde, ama davranışlar, arzular,
inançlar ve duygular biçiminde mevcut olduğunu düşünmeyi gerektirir (Lordon,
2014: 31).
8
Dikkol, S., 2016, “Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
Tekil - Kolektif Tekil
Duygulanışlar, imgeler yani beden ve akıl ekseninde Spinoza
felsefesinde insan, tekil bir varlıktır. Spinoza insanın, tekil varlığın,
bedensel/zihinsel özerkliğini onu kuşatan zorunluluklar içinde düşünür
(Kayıran, 2014: 169). Evrensel insan hakları söyleminde ifadesini bulan bu
tekillik, bireyin bedensel bütünlüğünün ve insan olmaktan kaynaklı temel
haklarının güvence altına alınmasında pratik karşılığını bulur. Sadece insan
olmanın anlamından doğan bu tekillik her insan için ayrı ayrı tasarlanır.
İnsanlar kendi zihinleri ve bedenleri özelinde özerktir. Özellikle göç politikaları
ile birlikte düşünülen bu tekillik tasarımı, göçmen bireyin herhangi bir ulusun
vatandaşı değil de sadece insan olmasından ötürü sahip olması gereken haklar
Spinoza’nın birey anlayışıyla birlikte açıklanabilir. Ergün ve Akal’a göre
“göçmenlerin ya da yersiz yurtsuzların hakları, halka halka genişletilebilecek
ilkesel bir iletişim hakkını, sınırsız bir düşünsel/bedensel dolaşımı, ama
dolaşımın ötesinde bedenin sınırsız özerkliğini, “kimliksizliğini” düşündürten en
iyi örnektir” (Ergün ve Akal, 2014: 4). Göçmen bireyde somutluk kazanan
tekillik olgusu, Bourdieu’nün habitus kavramı ile yeniden düşünüldüğünde,
habitusta eyleyen bireylerin de bir ‘ben’ olgusu taşıdığı görülür. Her ne kadar
bu olgu içinde yapının içselleştirilmiş pratikleri mevcutsa da, yani habitus
içindeki Ben tamamen özerk değilse de habitusta bireyin failliğini tamamen
dışlamak mümkün değildir. Habitus kavramındaki bireyin tekilliğini
sorunsallaştıran Philippe Corcuff, bu durumu açıklayabilmek adına Kolektif Tekil
ifadesini kullanır. Corcuff’un öznelleştirme anları dediği yerde “ ‘ben’ bizzat bir
kimliği değil, ama bir anın, bir eylemin dakikliği içerisinde bir tekilliğin, bir
indirgenemezliğin ifadesini ortaya koyar ve bu anlar sosyal ilişkiler ya da sosyal
oyunlar içerisinde yer alır, sosyolojiktir. “Bireysel habituslar arasında farklılıklar
ilkesi, kronolojik olarak düzenli ve birbirlerine indirgenemez belirlenimler
dizisinin karşılık geldiği sosyal yörüngelerin tekilliğine dayanır.” (Corcuff, 2014:
371-376). Yapılandıran yapılar olarak habitustaki ‘yapılandıran’ ifadesinin
öznesi faildir. Dolayısıyla bu fail her zaman pasif durumda olmayan, etki eden,
değiştirebilen bir konuma da sahiptir. Ancak habitusun, aynı yatkınlıklar
bütününe sahip faillerden oluşuyor olması gerçeği de onu kolektif bir olgu
olarak da değerlendirmemizi sağlar. Bu açıdan Corcuff’un kolektif tekil olarak
habitus içindeki faili yeniden ifade etmesi önemli bir kavramsal açığı
doldurmuştur.
Sonuç
Spinoza ve Bourdieu’nün kavramsal ikilikleri bağlamında birey/toplum
ilişkisinin sorunsallaştırıldığı çalışmada her iki düşünürün kavramsal
argümanları bu ilişkiselliği çözümlemek adına birbiriyle karşılaştırmalı olarak
ele alınmıştır. Spinoza’nın bireye dair felsefi bağlamdaki açılımları ve bireyin
beden/akıl bütünlüğüne yaptığı vurgu ile Bourdieu’nün yapı/fail kavramsal
çerçevesi arasında benzer yönlerin olduğu görülmüştür. Conatus ve habitus
kavramlarından doğru gelişen bu benzerlikler, beden, imge, sembol, tekillik,
9
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 1-11.
faillik gibi bir dizi başka kavramlarla birlikte daha geniş bir tartışma zemini
bulmuştur. Spinoza’nın var kalma mücadelesi olarak belirttiği conatus kavramı
ile Bourdieu’nün bireyin toplumsal olarak nasıl var kaldığını açıklayan kavramı
habitus bu açıdan çalışmanın temel iki kavramı olarak belirginleşir.
Spinoza ve Bourdieu’nün kavramsal karşılaştırılması olan bu çalışmada
benzer bir takım argümanların varlığına rastlanmıştır. Spinoza’daki içkinlik
meselesi beden ve akıl ekseninde tartışılırken, Bourdieu’deki içselleştirme
süreçleri fail ve yapı temelinde tartışılmaktadır. Elbette epistemolojik açıdan
içkinlik ile içselleştirme benzer şeyler değildir. Ancak düşünme pratiği açısından
-yani olguları birbirinden koparmadan bedeni akılla, faili yapıyla düşünme
açısından- her iki kavram yöntemsel bir benzerlik göstermektedir. Yine benzer
şekilde nesne ve özne ilişkisi bağlamında hem Spinoza hem de Bourdieu
ilişkisel bir tutum içerisindedir. Beden, akıl olmadan, fail ise yapı olmadan
düşünülemez. Aralarında keskin bir ayrımın varlığı veya her ikisinin bir nedensonuç ilişkisi içinde devindiği görüşlerine yönelik her iki düşünürde de eleştirel
bir yön bulmak mümkündür. Her iki düşünürün ortak bir zeminde
tartışılabilecek diğer kavrmaları Spinoza’nın imgesi ile Bourdieu’nün sembolik
yapıları ve tekil / kolektif tekil kavrmaları olmuştur.
Tartışılan bu ortaklıklar ekseninde, çalışmanın sonucunda birey ve
toplum arasındaki ilişkinin bütünsel bir analizi için gerekli olan kavramsal
zenginliğin Spinoza felsefesi ve Bourdieu sosyolojisinde bulunduğu açıktır.
Birey ve toplumun hem kendi başına -kendi varlığında- sürmesi hem de
bunların birbiriyle olan sürekli teması Spinoza ve Bourdieu’yü böyle bir
çalışmada buluşturmuştur. Hem bireyin hem de toplumun kendi dinamiklerini
göz ardı etmeden ve kavramları kendi bağlamlarından koparmadan yürütülen
tartışmada, Spinoza’nın ve Bourdieu’nün birey ve toplum arasındaki gerilimli
ilişkileri açıklamada verimli bir zemin yarattığı söylenebilir.
Kaynaklar
Bumin, T., 2012, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, İstanbul.
Bourdieu, P., 2014, Seçilmiş Metinler, Heretik, Ankara.
Bourdieu, P., 2015, Ayrım, Heretik, Ankara.
Bourdieu, P. ve Wacquant, L., 2014, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, İletişim,
İstanbul.
Corcuff, P., 2014, “Habitustan Hareketle: Kolektife Meydan Okuyan Tekil”, Ocak ve Zanaat,
İletişim, İstanbul.
Ergün, R., 2014, “Spinoza’da Kadın ve Kadınların Spinozası”, içinde Kimlik Bedenin
Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C. B. Akal,
Dost, Ankara.
Ergün, R. ve Akal, C. B., 2014, “Kimlik Bedenin Hapishanesidir”, içinde Kimlik Bedenin
Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C.l B. Akal,
Dost, Ankara.
Hallett, H. F.,1928, Spinoza’s Conception of Eternity,” Mind, New Series, 37(147), s.
283-303. [http://www.jstor.org/stable/2249249], e.t. 21.04.2016.
Kayıran, Y., 2014, “Spinoza’da Tekilden Çoğula Geçilmez Tekil, Tekillikler İçinde
Düşünülür”, içinde Kimlik Bedenin Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve
Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C. B. Akal, Dost, Ankara.
10
Dikkol, S., 2016, “Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
Lordon, F., 2014, Kapitalizm, Arzu ve Kölelik: Marx ve Spinoza’nın İşbirliği, Metis,
İstanbul.
Spinoza, B., 2014, Etika, Dost, Ankara.
Stam, H.J, 2009, “Habitus, Psychology, and Ethnography: Introduction to the Special
Section”, Theory & Pschology, 19, s. 707-711.
Swartz, D., 2013, Kültür ve iktidar: Pierre Bourdieu’nün Sosyolojisi, İletişim, İstanbul.
Wacquant, L. 2004, “Habitus”, içinde International Encyclopedia of Economic Sociology,
derleyen Beckert, J., & Zafirovski, M., s. 315-319, Routledge, London.
Wacquant, L., 2011, “Habitus as Topic and Tool: Reflections on Becoming a Prizefighter”,
Qualitative Research in Psychology, 8, s. 81–92.
11
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 1-11.
12
Biyo-İktidarı Spinoza ile Okumak
Cihan Palancı
Doktora Öğrencisi
Mersin Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
E-Posta: [email protected]
Özet: Spinoza’nın Tanrıyı kavrama biçimi ve bununla bağlantılı olarak Tanrı-Doğa-İnsan
ilişkisini benzersiz kurması onu dönemi içinde önemli bir noktaya taşır. O bir monisttir.
Monist olması, onun Tanrı kavramını nasıl açılımladığı ile ilgilidir. Spinoza’ya göre; tüm
doğa ve insanlar aslında, Tanrının (tek tözün) farklı “Attributumları”dır. Tanrının bir ereği
yoktur hatta varlığını bile bilmez. Sadece kendini açılımlamak zorunda olduğu için bunu
yapar. Dolayısıyla doğa ve doğadaki her şey “kendiliğinden” ve tek bir tözden meydana
gelmiştir. Buna beden ve zihin de dâhildir. Beden, Spinoza’da zihin tarafından kuşatılan,
edilgen, zihnin emir kulu değildir. Beden zihinle aynı töze sahip zihnin işleyişiyle aynı
paralelde, hatta kimi yorumlara göre zihnin de önünde olan bir yapıdır. Bu bakış açısı,
özellikle son dönem siyasal-felsefi akımları yoğun şekilde etkilemiş ve yeni tartışma
zeminlerinin imkânlarını sağlamıştır. Bu bağlamda Çalışma, Foucault’un, Biyo-İktidar
sarmalının birey üzerinde yarattığı yabancılaşmayı, Spinozacı bir teori ile aşmanın
imkânlarını tartışacaktır.
Anahtar Kelimeler: Spinoza, Biyo- İktidar, Foucault, Biyo-Politika
Bio-Power Read with Spinoza
Abstract: Spinoza’s understanding of God and in conjuction with this establishing a
unique relationship among God-nature-human give him an important position in his
period. He was a monist. It is about how to expound his conception of God. According to
Spinoza, nature and humanity is actualy the different attributes of God . God doesn’t
have a purpose and even it is not aware of its being. God expounds itself only for it has
to do. Therefore, nature and everyting in nature happens by itself and from only one
substance, including body and mind. In spinoza, body is not infested by mind, passive
and aide of mind. Body has the same substence as mind, functions in paralel and even
according to some ideas body get ahead of mind. This point of view affected especially
the last political-philosophical trend and provide opportinity for new discussions. In this
context, the study is going to come up for discussion in respect to possibility of over
coming the alienation effect on individual of Foucault’s bio-power impasse.
Keywords: Spinoza, Bio-Power, Foucault, Bio-Politic
Bedenin İkincilliği
Türk filmlerinden bildiğimiz repliklerden biridir; “Bedenimi ele
geçirebilirsin ama ruhumu asla”. Bu replik ile aslında bedenin varlık içindeki
değeri imlenir. Sadece bizim gibi doğu toplumlarında değil batı toplumlarında
da beden ile ilgili bakış açısı hep ikincil ve “öteki” olagelmiştir. Bunun felsefik
Palancı, C., 2016 “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 1321.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 13-21.
kodları önemlidir, fakat onun da ötesinde bedeni ikincil kılan bakış açısını daha
öncelere, insanın Tanrı ile kurduğu ilk ilişki noktasından başlatabiliriz.
Balanuye’nin ifadesiyle sonlu bir varlık olan insan, ölümün ortadan
kaldıramayacağı bir varlığın olanağı konusunu, tutkulu bir saplantıya
dönüştürmüştür. Bu tür bir saplantının ilk örneklerinden birini İ.Ö.630 yıllarında
Mimnermus şiirlerinde bulunabilir. Bu şiirlerin bazılarında yaşamak uğraşını,
sonu kesin bir yok oluş olan ölümden daha az değerli görmüş ve belki de
sonsuzluğa gizlice göz kırpmıştır (Balanuye: 56). Yine örneğin; Eski Mısır’da
insanlar öteki dünyada aynı beden ile yaşayacaklarına inandıkları için
bedenlerini mumyalayıp saklamış, ruhun ölümsüzlüğüne inanarak nafile bir
çaba ile bedeni korumaya çalışmışlardır. Tek tanrılı dinler için ise beden artık
gerçek bir hapishanedir. Dünyevi bir hapishane. Öteki dünya inancı gereği,
bedenler çürüyüp gidecek fakat ruhlar sonsuza dek yaşayacaktır. Tek tanrılı
dinlere göre, beden ruhu ayartmaya çalışan onu “kötü yola” teşvik eden ve
günah işlemesi için tüm enstrümanlarını kullanan bir “şeytan”dır. İnsan ancak
bedenini-nefsini terbiye ederek iyi olana erişir. Bedeni ruhu ayartan bir haz
makinesi olarak gören iktidarlar, her dönem onun dışavurumunu yasaklamaya
çalışmışlardır. Örneğin ortaçağda var olan karnaval geleneğinin kilise
tarafından engellenmeye çalışıldığını ve bunun zamanla bir iktidar çekişmesine
dönüştüğünü biliyoruz. Elbette ortaçağ karnavallarını şenliklerle ya da
bayramlarla karıştırmamak gerekir. Bayramlarda var olan durağan, değişmez,
daimi olan şeyleri–hiyerarşiler, değerler, normlar ve yasakları- teyit ederken
karnavallar hiyerarşik rütbeleri, normları, yasakları askıya alarak egemen
hakikat rejiminden geçici de olsa bir özgürleşmeyi sağlamaktadır (Kalaycı,
2015: 253). Karnavallarda yapılan sadece hiciv, ironi değil aynı zamanda
yasaklanmış tüm hazcı-bedensel aktivitelerin özgürce gerçekleştirilmesidir.
Karnavallarda resmedilen en önemli şey, Ortaçağ karanlığına karşı sınırlıda olsa
kitlelerin ağız dolusu gülmesidir. İktidarı korkutanda budur. Spinoza için
gülmek eylemi bedensel etkilenmenin bir sonucudur ve Umberto Eco’nun Gülün
Adı romanı da bununla ilgilidir. Anlatılan olaylar kayıp bir kitap yüzündendir.
Bu kitap okunmasın diye yapraklarına zehir sürülmüştür. Kitabı ele geçiren
keşişlerin esrarengiz ölümleriyle başlayan olaylar, kitapla birlikte manastırın
yanmasıyla son bulur. Peki, manastırın en gizli köşelerine saklanmış bu kitap
ne hakkındadır, neden gizlenmiştir? Rivayete göre bu kitap Aristotales
tarafından yazılmış Poietika’nın kayıp ikinci cildi olan Komedya üzerinedir…
Eco’nun bu kurguyla anlattığı şey aslında ortaçağ resmi ideolojisinin gülme ve
bedensel haz ifade eden tüm davranışları dışlamasıdır (Kalaycı, 2015: 252253). Felsefik geleneğin bedene bakış açısı da benzer bir izlekte yol alır. Başat
olan bakış Balanuye’ye göre; daha çok Sokrates-Platon Okulu-Kilise-Descartes
ve Kant gibi filozofların temsil ettiği ve farklı argümanlarla bedeni ikincil kılan
gelenektir. Bedeni önemseyen ve ikincillikten terfi ettiren akım ise, Herakleitos
ile başlayıp Spinoza, Nietzche ve Deleuze ile devam eder. Yine Balanuye Batı
felsefesinin temel rotasının akıl-ruh eksenli olmasını tek Tanrılı dinlerle olan
uzun soluklu flörtüne bağlar. Beden arzunun son sığınağı, günahın tetiklendiği
sonsuzluk ödülünün önündeki yegâne engeldir. Arzularımızı denetleyecek olan
akıl bu çabasında en çok bedensel olanı bastırıp zayıflatmakla görevlidir.
14
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
Aydınlanmanın tüm seküler ısrarına rağmen akla en güvenilir destek de ironik
olarak “inanç” tan gelecek, akıl ve imanın işbirliği karşısında en ciddi tehdit yine
beden olup çıkacaktır. Öteki bakış örneğin; Herakleitos’un eşsiz kuramına
rağmen batı felsefesinde bir döneme kadar yer bulamamıştır. Herakleitos’a
göre bireyin ölümsüzlüğü fikrinin kozmosun temel eğilimleri ile çelişir. Ona
göre, sürekli ve sonsuz olan yegâne şey “sürgit bir akış” olduğundan bireyin
derli toplu kalışının bu akış karşısında sürekli olamayacağı açıktır (Balanuye,
56-57). Nietzsche ise bedeni arzuları yüceltirken Antik Yunan’daki Dionysos
şenlikelerine gönderme yapar ve gülme ve mizahın şarapla buluştuğu anları
yüceltir. Avcı şenliğin özünü şöyle aktarır: Dionysos etkinlikleri, sınırsız bir
karnaval ve halk eğlencesi biçimindeydi. Bu özellikler aynı zamanda eski
komedyanın asal öğesini oluşturuyordu. Atina’da düzenlenen Dionysos ve
Lenaea festivallerinde tragedya yarışmaları yanında komedya yarışmaları da
yapılmaya başlanmış, kentin yöneticileri bu yarışmalarda hicvedilmiştir. Yunan
mitolojisinde yaşamın, umudun, coşku ve şarabın simgesi olan Dionysos,
sınırların dışında bir tanrıdır. Evrensel bir kaynaşma ve birleşme ritüelini içinde
barındırır. Dionysos şenlikleri ‘Ben’den uzaklaşarak evrensele bağlanmayı
gerçekleştirmiş; kutlama, şenlik, şarap, üzüm, coşku ve cinsellik gibi ögelerle
bir tür ‘katharsis’ işlevi sağlamıştır (Avcı, 2003: 86 ). Antik Yunan’a ilişkin
cinsellik ve haz deneyimlerine Nietzsche dışında Foucault’da vurgu yaparak
dönemi bu bağlamda “aphrodisia” kavramıyla açıklar. Fakat beden-akıl
karşıtlığının asıl doruk noktası Descartes ile yaşanır. Onun öncesinde Platon’un
nesneler dünyası-idealar dünyası olarak kavramsallaştırdığı düalizm,
Descartes’de daha da somutlaşmıştır. Descartes zihin ve bedeni farklı iki töz
olarak düşünmüş ve gerçek bilginin zihin-ruh aracılığıyla bilinebileceğini ifade
etmiş, bedeni zihin karşısında nesneleştirmiştir. Maddi dünyanın tözünü
kavrayabilmek için Descartes meşhur balmumu örneğini verir: Sıcaklıktan
dolayı balmumu erir ve geriye daha koyu daha sert akışkanlığını yitirmiş bir
madde kalır. Bu kalan aslında balmumunun tözüdür. Şekli değişse bile tözü
değişmemiştir. Maddi dünyanın bu bilinmezliğini biz akıl ve onun biricik
enstrümanları pozitif bilimlerle kavrarız. Dolayısıyla, akışkan olmak ve belli bir
uzamı olmak, maddesel dünyanın en temel hakikatidir. Beden de bu anlamda
uzamı olan, hareket eden ve kendi varlığını bilmeyen, kendi varlığını bilmek
için akla muhtaç bir nesnedir. Bu görüş modern felsefede, insanın bedenine ve
doğaya yabancılaşmasının en uç sistematiklerinden birisini sunar.
Spinoza Felsefesinde Beden ve İçkinlik
Spinoza aşağıda alıntılanan ifadeyle akıl karşısında ikincilleştirilen
duygulara bir nevi iade-i itibar yapmıştır:
“Filozoflar, içimizde çarpışan duyguları (affection), insanların kendi
hatalarıyla içine düştükleri kötülükler olarak düşünürler, işte, bu yüzdendir
ki, onları alaya almayı, onlarla ilgili hayıflanmayı, onları kınamayı ya da
daha ahlaki görünmek istediklerinde onlardan nefret etmeyi alışkanlık
haline getirmişlerdir. Böylece, tanrısal biçimde hareket ettiklerini ve hiçbir
15
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 13-21.
yerde var olmayan bir insan doğasına her türden övgüler düzerek ve
söylemleriyle gerçekte var olanı kötüleyerek bilgeliğin doruğuna çıktıklarını
sanırlar. Onlar insanları aslında oldukları gibi değil, ama kendileri nasıl
olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar: bunun neticesi olarak, çoğu bir Etik
yerine bir Yergi yazmışlardır…” (Spinoza, 2007: 11).
Spinoza Ethica’yı Tanrı tasavvuru ile başlatır. Tanrı tasavvuru
önemlidir, çünkü henüz 1. Bölüm tanım I de Tanrıyı kendi kendinin nedeni
(causamsui) olarak ilan etmiş ve devamında önerme 6’da “Bir cevher başka bir
cevher tarafından meydana getirilemez” ifadesinin sonucunda şunları
yazmıştır:
“Bir cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez çünkü
tabiatta cevherler ve duygulanışlardan başka bir şey yoktur… Eğer onların
aynı tabiatı ve aynı sıfatları varsa, artık birbirlerinden ayrı olmayacaklar ve
bunun sonucu olarak tek ve aynı şeyi teşkil edeceklerdir, biri öteki
tarafından meydana getirilen iki cevher olmayacaklardır.”
Spinoza’nın bu ifadeleri bizi tek töz-cevher bilgisine ulaştırır.
Gerçektende onun Tanrı tasavvuru öncekilerden oldukça farklıdır. Sunat’ın da
belirttiği gibi Spinoza’nın Tanrısı seven, esirgeyen, yasa koyan bir Tanrı
değildir. O bir başka tözle sınırlanamaz, kendi dışında başka bir şeye
nedensellikle bağlanamaz, varlığı olumsal değil zorunludur. Bununla birlikte
düşünce ve uzam var olan tözün öznitelikleri olup her şey öncesiz ve sonrasız
bir zorunlulukla Tanrı’dan gelir. O anlamda Tanrı “Natura Naturanstır” (doğuran
doğa). Ondan gelenlerse “Natura Naturata” (doğmuş doğa) ya da tözün öz
niteliklerinin tezahürleri olmak anlamında onun “kip” leridir (Sunat, 2014: 3).
Yine Ethica’da; önerme 10’un Scoliesinde şunları söyler: “…Buradan şu sonuç
çıkar ki mutlak olarak sonsuz varlık, her biri bu Varlığın sonsuz ve ezeli özünü
ifade etmek üzere sonsuz sıfatları kuşatan bir varlık diye tanımlandığı zaman,
çok kesin bir tanım yapılmış olur.” Tüm bunlardan yola çıkarak Spinoza’nın
Tanrı ve tek töz tasavvuru ile Descartes’in Düalizmini ve dolayısıyla Aklın,
Beden karşısındaki birincilliğini yıkmıştır diyebiliriz. Ona göre Akıl ve Beden aynı
tözün değişik görünümleridir. Biri diğerinden önce gelmez eş zamanlı ve paralel
olarak duygulanırlar. Bununla birlikte bazı Spinoza yorumcuları Ethica’da geçen
“Zihin bedenin bir fikridir” ifadesine ve 3. Bölüm, Önerme 2’nin Scoliesin’de:
“Gerçekten şimdiye kadar kimse bedenin gücünü tespit edemedi; demek
istiyorum ki deney henüz kimseye Bedenin Ruhtan bağımsız olarak sırf
tensel gibi göz önüne alınan Tabiat kanunlarıyla ne yapılabileceği ve ne
yapamayacağı konusunda hiçbir şey öğretmedi. Zira hayvanlarda fark
edilen ve insanın bilgeliğini çok aşan birçok şeylerden, hele
uyandırıldıklarında başarmaya cesaret edemeyecekleri birçok şeyleri
uyurken yapan uyurgezerleri uzun uzadıya anlatmaya girmeden bu
gösterir ki Beden yalnız kendi tabiat kanunlarıyla Ruhu hayrete düşüren
birçok şey yapabilir…”
16
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
İfadelerine dayanarak aslında Spinoza’nın bedeni öncelediğini
savunurlar. Sonuç olarak Spinoza’yı ister “paralelist” olarak nitelendirelim ister
bedene verdiği öncelikten dolayı “materyalist” diyelim, onun başardığı en
önemli şey, doğa ve bedeni iğdişleyen uzun felsefe geleneğini önemli ölçüde
sorgulatması olmuştur. Bu da aslında Spinoza’nın “İçkinci” felsefesinin
alâmetifarikasıdır. Spinoza’nın Tanrı tasavvuruna geri dönersek; bu tasavvur
onun da ifade ettiği gibi bizim için oldukça yabancı ve algılanması zordur. Hatta
ilk anda, anlaşılmazlığının ötesinde gülünçtür. Öyle bir Tanrı ki; amaçsız, tam
olarak kendi varlığından habersiz, yarattıklarını önemsemeyen, varlığı gereği
sadece doğuran, üreten ve amaçsızca yayılan... Bunu algılamak için sadece
kendi tanrı tasavvurumuzdan değil etrafımızı saran tüm statik perspektiflerden
kurtulmamız gerekir. Öyle ki Spinoza’nın tanrısını kabul etsek de etmesek de
aslında, önümüze özgürleşmenin en önemli hatlarından birini çizer. Ergün’ün,
Deleuze’ün “Spinoza ve İfade Sorunu” kitabından aktardığı gibi: “Tanrı ile
mutlak olarak sonsuz varlığı, yani her biri bengi ve sonsuz özü anlatan sonsuz
sayıda öznitelikten oluşan tözü anlıyorum”. Deleuze’e göre bu düşünce çok
önemlidir ve Spinoza felsefesi içinde çeşitli bağlamlarda yeniden ele alınır. Buna
göre, her öznitelik, bengi ve sonsuz olan belli bir özü ifade eder. Diğer yandan
her öznitelik, tözün özünü, varlığını ya da gerçekliğini açığa vurur. Öyleyse her
öznitelik, tözsel varoluşun sonsuzluğunun ve zorunluluğunun, yani bengiliğinin
ifadesidir (Ergün, 2011: 212). Burada vurgulanan sadece determinizm içeren
bir varoluş prensibi değildir, aynı zamanda tıpkı beden-zihin ikiliğini yok ettiği
gibi, aslında tüm varlıklar arasındaki hiyerarşiyi de ortadan kaldıran bir
vurgudur. Yine Bumin’in Deleuze’nin aynı kitabından alıntıladığı üzere:
“Tek tözün sonsuz sayıdaki özniteliği (attributum), onun değişik adları,
değişik düzlemlerde kendini dile getirmesi olarak ondan ayrı ve ondan daha
az var ya da daha değersiz değildir. Varlık, aynı kiplikte (modalite)
olmamakla birlikte sonsuz ve sonlu varlıklar için aynı anlamdadır. Çünkü
varlık başka tarza, kipe bürünmekle doğasını değiştirmez”.
Bu ifade Bumin’e göre aslında Bir ve Çok ilişkisinin içkinlik ilişkisi olarak
tanımlanması yolunda kullanılan matematiksel yöntem sayesinde, tüm
varolanlar aynı bir ontoloji ve epistemolojinin eş türden ortamında eşitlenirler
(Bumin, 1996: 80). Spinoza bu eşitleme ile felsefe tarihi boyunca hâkim olan
aşkınsallık arayışı ve pratiklerini tersine çevirmiş yerine içkinlik fikrini dolaşıma
sokmuştur. İçkinlik kuramı ve Spinoza’nın varlık biçimlerini ele alışı, siyasette
önemli bir özgürleşmenin pratiğini de sağlar. Negri kitabında Althuserden şu
alıntıyı yapar “Spinoza’nın felsefesi felsefe tarihinde eşsiz bir teorik devrim
yapmıştır; bu belki de tüm zamanların en büyük felsefi devrimidir. Öyle ki
felsefi açıdan Spinoza’yı Marx’ın tek atası olarak kabul edebiliriz” neden? Çünkü
Spinoza, teleolojinin olmadığı, tümüyle özgün bir praksis kavrayışının
kurucusudur çünkü nedenin varlığını kendi etkisinin içinde, yapının varoluşunu
kendi etkisinin içinde ve varlığında düşünmüştür. “Yapının tüm varlığı kendi
etkilerinden oluşur…” kendi özel unsurlarının spesifik bir birleşeni olan yapı,
kendi etkilerinin dışında olan bir şey değildir.” (Negri, 2011: 126-127).
17
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 13-21.
Althuser’in Spinoza ve Marx arasında kurduğu bu güçlü ilişki önemlidir. Marx’ın
insanı merkeze alan ve doğayı dışlamayan tavrı Spinoza’da da vardır. Burada
insanı merkeze alma tavrı, insanı her şeyin efendisi ilan etme biçiminde değil,
onu doğayla ve diğer tüm insanlarla barıştırma halidir. Tanrı ve kutsal kitaplar
ya da bir tutsaklaştırma aracı olarak bilim, aşkınsallık düzleminden içkinlik
düzlemine çekilmiştir. Dolayısıyla her iki öğreti “içkinlik” düzleminde ortaklaşır.
Bu durum, Marx’ı, Spinoza’ya yaklaştırır.
Spinoza ve Biyo-İktidar
Foucault’un Biyo-İktidar kavramının sosyal bilimler alanında önemli
yankıları olmuştur. İktidarın beden üzerinde tahakküm kurması Modernizm ile
birlikte yeni bir safhaya geçmiş ve Ortaçağ’da uygulanan ve öldürme ve katı
cezalandırma sistemi yerini daha teknolojik, içine tıp gibi disiplinleri de alan,
bir sistematiğe dönüşmüştür. Uluğer’in belirttiği gibi Foucault’a göre iktidar bu
tahakkümü iki şekilde gerçekleştirir. Bireyin bedeni üzerinde uygulanan
“disiplinci” iktidar modeli ve nüfus üzerinde uygulanan “düzenleyici” iktidar
modeli. Disiplinci yöntem, klasik çağın başlamasıyla bireyi kapatma pratiklerine
tabi tutarak (hapishane, okul, kışla, tımarhane) bedeni toplumsal süreçlere
uyumlu ve uysal kılma amacı güder. Foucault buna anatomo-politika der. Bu
yöntemle iktidar sürekli gözetim ve denetim ile bireyi “içten fetheder”
dolayısıyla birey iktidarı içselleştirerek sadece bir öğeye dönüşür. Disiplinci
dispositifin yönlendirdiği öznenin artık sistemin dışına çıkma ihtimali yoktur.
Panoptik durum artık bireyin kendisinde, zihninde ortaya çıkar. 18.yüzyılın
sonlarına doğru karşımıza “düzenleyici” iktidar modeli olarak biyo-politika
çıkmaktadır. Bireyleri tek tek nesneleştiren iktidar artık nüfusa yönelir. Nüfusu
topyekun korumak önemlidir. Foucault’un değimiyle bu büyük bir “toplumsal
hekimliktir” (Uluğer, 2014: 51). Yaşamın yüceltilmesi, doğum-ölüm oranları,
sağlık düzeyi yaşam süresi vs. amaç “sağlıklı” bir kütle yaratmak ve bu kütleyi
üretime yönlendirmektir. Bu çerçevede iktidarın yaptığı başka bir şey söylemsel
düzeyde “norm”lar üretmektir. İktidar belli söylem disiplinlerini kullanarak (tıp,
psikiyatri, hukuk vs.) olması gereken ve olmaması gerekenleri birey ve
toplumlara dayatır. Dolayısıyla karşımıza Normal-Anormal gibi düaliteler çıkar.
Tüm gündelik yaşam bu düaliteler ile örülür ve kişiler bunları içselleştirir. Asıl
“Büyük Kapatılma” da böyle gerçekleşir. Kafka’nın “Dava” romanı ve
sorulamayan “neden” sorusu büyük kapatılmanın içselleştirilmesine belki de en
iyi örnektir.
Foucault’un İktidar kuramının en önemli başka bir niteliği “içkin”
olmasıdır. Genel iktidar perspektifi İktidarı; tek merkezde toplanan
kristalleşmiş bir tahakküm aracı olarak düşünüyor iken Foucault’un iktidar
kuramı, daha karmaşık ve anlaşılması güçtür. Ona göre iktidar tek merkezden
doğan ve hareket eden ve yayılarak tüm ilişkilerimizi kapsayan bir yapı değildir.
İktidar merkezsiz, odaksız ve ağsaldır; ayrıca her zaman kötü bir şey değildir.
Geleneksel iktidar kuramlarında başat olarak dile getirilen iktidarın “temsiliyeti”
18
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
ona göre tehlikeli bir kavrayıştır. Devlet, Aile, Din gibi “Büyük İktidar” temsilleri
bile yeniden düşünülmelidir.
“…Toplumsal gövdenin her bir noktası arasından, bir kadınla bir erkek
arasından, aile içinden, öğretmenle öğrencisi arasından, bilenle bilmeyen
arasından geçen iktidar ilişkileri, daha ziyade büyük iktidarın köklerini
saldığı hareketli ve somut topraktır, onun işlev görmesini mümkün kılan
koşullardır. Aile devlet iktidarının basit bir yansıması, uzantısı değildir:
çocuklar karşısında devletin temsilcisi değildir, tıpkı erkeğin kadın
karşısında devletin temsilcisi olmadığı gibi… Genel anlamda, bence iktidar
ne (bireysel ya da kolektif) istençlerden yola çıkarak oluşur ne de
çıkarlardan türer. İktidar, iktidarlardan, iktidarın çok sayıdaki sorun ve
etkisinden yola çıkarak oluşur ve işlev görür…” (Foucault, 2003: 110-111).
Foucault’un iktidara içkin bir paye vermesi yukarıda alıntılandığı gibi
aşağıdan yukarıya doğru kurulmasından dolayıdır. Onun iktidar algısı iktidarın
“her yerde” olması üzerine kurulur. Gündelik hayatın her alanında karşımıza
çıkar ve çoğu zaman “Büyük İktidar”ın tahakkümcü mekanizmalarıyla
açıklanamaz. Onun için iktidar:
“Her yerde hazır ve nazırdır: Ama bu her şeyin yenilmez birliğinin çatısı
altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olmasından değil, her an, her
noktada, daha doğrusu bir noktayla başka bir nokta arasındaki her
bağıntıda ürüyor olmasından kaynaklanır. İktidar her yerdedir; her şeyi
kapsadığından değil, her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir.”
(Foucault, 2007: 72).
Bu durumda asıl soru şudur; Spinoza’nın naif öğretisi, Foucault’un bu
şeytani iktidar işleyişiyle nasıl başa çıkar? Spinoza’daki “Aslında her şey
Tanrı’dandır” ve bu her şey arasında hiyerarşi yoktur” desturunun bir karşılığı
var mıdır? Aslında Spinoza’nın siyaset felsefesi gücünü tam da bu naiflikten
alır. Çünkü Spinoza’da her varlığın devinimini sağlayan şey, Foucault’un
komplike iktidar ilişkilerini tanımladığı tekil, gündelik ve hatta sıradan durumun
karşısındaki direniş yine tekil ve gündelik ve oldukça naif bir dürtü olan
Conatustur, “Yaşamda kalma uğraşı”. Temel olarak Spinoza’da bilgiye ve
mutluluğa ulaşmanın yolunun kişinin özgür bir şekilde tüm edimselliklerini
gerçekleştirebilmesi ile olacağını biliyoruz. Yaşamı aslında bize bunun ipuçlarını
da veriyor. Toplumun ve dinin belli normlarından dolayı önemli sıkıntılar
çektiğini ve hayatı boyunca hem devlet hem din düzleminde bu kurumların
bireyin özgürleşmesi önündeki en önemli engeller olduğunu vurguluyor.
Sünat’ın değindiği gibi Spinoza’da temel öğe bireydir. Kendisinden kalkarak
“öteki” ile etkileşim/iletişim içinde olan birey. Bireyi harekete geçiren itki,
insanın özünden-doğasından kaynaklanan ve varoluşsallığının sakınımına
hizmet eden şeydir. Bir farkındalık olarak bilinçle-zihinsellikle bedensel bir
değişki olarak da bedenle ilişkilidir. İşte bu temel güdü, Spinoza felsefesinin
temel dayanağının yani Conatus’un da sebeb-i hikmetidir. Conatus ihtiyacı
giderecek şeye yönelik bir edimsellik-çaba olmak anlamında itkisellikle
ateşlenir. Bedensel iç güdülenimi ile ihtiyacı olana yönelen, aynı yönelim ve
19
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 13-21.
arzular içindeki başkası ile ortak en yüksek yararı oluşturmak üzere buluşmanın
ve biraradalığın yolunu yordamını arayacak olan insanın demokrasi yolculuğu
(Sunat, 2014: 5). Conatus ayrıca bir sürekliliğin ifadesidir. Bireyin hayatta
kalma uğraşı ve bedeni “Foucault’un İktidarı” tarafından sürekli olarak
engellenmeye ve denetim altına alınmaya odaklanır. Dolayısıyla aktif ve her an
her şeye içkin olan iktidar yine aktif ve her şeye içkin olan direnişle, yani sürekli
bir Conatus ile karşılaşır. Bu direniş ancak başkası ile en yüksek yararı
oluşturma ile ve bireylerin özgür bir şekilde bedensel ve zihinsel kapatılmalara,
normlara ve korkulara yer bırakmadan etkileşim içinde olmalarıyla gerçekleşir.
Dolayısıyla Foucault’un kendi ifadesiyle; “Modern iktidar bireyi kategorize
ederek, bireyselliği ile belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin
hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak
direk gündelik yaşama müdahale eder” (Foucault, 2005: 63). Bu bağlamda,
Akarsu’nun aktardığı gibi Spinoza Töre Bilim’de şunu söyler “O halde bir insana
aklın kılavuzluğu altında yaşayan bir başka insandan daha yararlı bir şey
yoktur”. Bireyin kendini gerçekleştirmesi özgür bir etkileşimle olur. Çünkü
beden dış nedenler tarafından etkilendiği ve onları etkilediği ölçüde devim
halinde ve edimsel olarak var olduğu sürece zihinde bedenin varlığına dair bir
fikir oluşacaktır. O halde zihin, bedeni ve eyleme kudretini ancak ilişki içerisinde
yani diğer tekil şeyleri etkilediği ve onlardan etkilendiği düzeye dek devam
edebilir. Bu bizim varolma direncimizi ve eyleme kudretimizi belirleyen yegâne
şeydir (Akarsu, 2015: 208-209). Özgür etkileşim ve modern iktidarın dayattığı
yasalardan arınmış ya da arınmaya çalışan özgür bireylerin etkileşimi,
direncimizi-Conatus’u güçlendirecek asıl şeydir. Öyleyse Spinoza’ya göre
bireyin kendini gerçekleştirmesinin yolu, hem iyi ve özgür karşılaşmalarla
yaşama gücünü arttıracak ve direnişi güçlendirecek hem de 2. ve 3. tür bilgiye
kendisini kavuşturacak birlikteliklerden geçer. Yaşamın her alanına sirayet
eden iktidarlardan ve normlarından Conatus ile sakınan, tekil bireylerin
birliktelikleri.
Sonuç
“Spinoza’nın felsefesinin en temel karakteristiği, insana atfedilen
indirgenemez tekilliği ve özgürlüğü reddetmesidir. Spinoza’ya göre insana
özgür bir irade atfetmek onu "bir krallık içinde bir krallık" olarak algılamak
demektir. Ancak bir tek krallık, yani doğa vardır ve insan onun bir parçası
olduğu için insan edimleri kurgusal bir özgürlüğe dayanarak değil doğadaki tüm
nesneler için geçerli olan temel yasalar çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bu noktada
bile Spinoza'nın zihne atfedilen özgürlüğü ve bağımsızlığı kabul etmediği
görülebilir.” (Cengiz, 2016).
Cengiz’in belirttiği bu durum Spinoza’da insanın özgürlük alanını
genişletemeyeceği anlamına gelmez. İnsan, ancak Tanrının varlığını doğru bir
şekilde kavradıkça ve bu kavrayış için gerekli hareket alanını özgürce
kullandıkça özgürlük alanını genişletebilir. Gerekli hareket alanı ile kastedilen
şey diğer özgürleşmiş bireylerle buluşabilmektir. Dolayısıyla gerekli olan biyo-
20
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
iktidar ve yarattığı normlar ile düşünen-yaşayan birey değil bu sarmalın ve
kaygıların dışına çıkabilen bireydir. Özgürleşmiş bireylerle buluşmak, aynı
zamanda o dönem için oldukça yeni bir öneriyi de içerir. Spinoza’nın yaşadığı
dönemde başat olan bakış, Negri’nin belirttiği gibi; doğal hakların bir sözleşme
ile egemene devredilmesi ve onu mutlaklaştırıp aşkınlaştırmasıdır. Spinoza
korku ve yalnızlık duygusunun körüklediği doğal haklardan feragat etmek
yerine birlikte ortaklaştığı topluluğa sığınmayı önerir (Negri, 2011: 28-33).
Sığınmanın da ötesinde ortaklaşan bu gruplar, siyaset alanını yeniden dizayn
etmeli, devletin egemenliğini sonsuzdan, sınırlı bir alana çekebilmelidir. Bu
öneri Foucalt’un iktidar kuramı ile de uyumludur. Çünkü Foucault iktidarı
tanımlarken iktidarın oluşum mekanizmalarını “yerelden” başlatır. Büyük
iktidarlar, yereldeki bu mekanizmaları kullanarak büyür ve kristalleşir.
Dolayısıyla Foucault’a göre kişi ve gruplar önce kendi kurum, aile, ahlak ve
üretim ilişkilerine karşı bir söylem ve hareket geliştirmelidirler. İkisi de bu
anlamda önce “kendi sokağını” önemser. Kurulacak karşı iktidar, ikisi içinde
tabandan, dolayımsız- devredilmeyen olmalı ve iktidarı maskeleyip görünmez
kılan tüm mekanizmaların red etmelidir.
Kaynaklar
Akarsu, Ö.. 2015, “Spinoza İle Karşılaşmalar”, içinde “Spinoza ve Hobbes’ta Çokluk
Kavramı”, Der. G. Ateşoğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Avcı, A. 2003, “Toplumsal Eleştiri Söylemi Olarak Mizah Ve Gülmece”, Birikim Dergisi,
Cilt:166, s. 80-96.
Balanuye, Ç. “Beden ve Aşkınlık”, http://www.flsfdergisi.com/sayi6/49-59.pdf, (Erişim
Tarihi:2016).
Bumin, T. 1996, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Cengiz, Ö. “Bir Anti-Hümanist Olarak Spinoza”,
http://www.teorivepolitika.net/index.php/okunabilir-yazilar/item/255-bir-antihumanist-olarak-spinoza,(Erişim Tarihi: 2016).
Ergün, Reyda. 2011, “Modern Siyasi-Hukuki Kavramları Yeniden Düşünmek Spinoza’nın
Siyaset Felsefesi Çerçevesinde Yeni Bir Perspektif Arayışı”, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, SBE, İstanbul: Galatasaray Üniversitesi.
Foucault, M. 2005, Özne ve İktidar, Çev. I. Ergüden ve O. Akınhay, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Foucault, M. 2003, İktidarın Gözü, Çev. I. Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Foucault, M. 2007, Cinselliğin Tarihi, Çev. H. Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Kalaycı, N. 2015, “Spinoza ile Karşılaşmalar” içinde Spinoza’nın Ethica’sı Bağlamında
Mizahın Politik İşlevi, Der. G. Ateşoğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, A. 2011, Aykırı Spinoza, Çev. N. Çelebioğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Otonom
Yayınları.
Spinoza, B. 2007, Politik İnceleme, Çev. M. Erşen, Ankara: Dost Kitabevi.
Spinoza, B. 2014, Etika, Çev. H. Ziya Ülken, Ankara: Dost Kitabevi.
Sunat, H. 2014, “Etika’dan Demokrasiye Teolojik-Politik Edimselliğe Yol Alırken”,
http://haluksunat.com/2013/12/25/etikadan-demokrasiye-teolojik-politikedimsellige-yol-alirken-i/, (Erişim Tarihi: 2016)
Uluğer, Ç. 2014, “Yaşam Ve Ölüm Arasında Sallanan İktidar Sarkacı: Biyopolitika”
Mesele Dergisi, Cilt: 88, s.49-53.
21
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 13-21.
22
Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar:
“Hukukun Üstünlüğün”den “Dost”ların
Demokrasisine
Melehat Kutun
Yrd. Doç. Dr.
Mersin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Çalışma, uzun koalisyon hükümetlerinden sonra iktidarı ele geçiren ve on yılı aşkın
bir süredir tek parti hükümeti olarak Türkiye siyasetine yön veren AKP dönemi üzerinedir.
Tek parti olmasından aldığı güçle AKP yönetiminin iktidarı boyunca uyguladığı otoriteryan
uygulamalara ışık tutmak çalışmanın temel akslarından biridir. Bu, bir yandan
uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da yerel temsilcilerinden biri olarak ulus
devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl gerçekleştirdiğini devlet otoriteryanizmi ve onun
ulaştığı sınırlar bağlamında anlamaya imkan verecektir. Diğer yandan, bugün, toplumsal
ilişkilerin neredeyse her alanında görünür olan otoriteryanizmin araçlarının kapitalist
devletin farklı formlarında nasıl biçimlendiğini de görünür kılacaktır.
Anahtar Kelimeler: AKP, Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi, İstisna Durumu
The Long Period of AKP in the Turkish Politics:
From The “Rule of Law” To the “Democracy of Friends”
Abstract: The aim of the study is about the ruling party in Turkey The Justice and
Democracy Party (AKP) which has taken the political power and affected the Turkish
politics as a single-party government after the long-term unstable coalition
governments.In this context, this paper aims to enlighten the authoritarian applications
of AKP administration with the empowerment as a single party. On the one hand it is the
understanding of how to implement the role as a global stamping ground of international
capital or as a local representative of nation state in terms of state authoritarianism and
its reached boundaries. On the other hand, today, it will be helpful to display how these
authoritarian tools which have been seen in all fields of society with the different
capitalist state forms.
Keywords: AKP, the Rule of Law, Democracy, the State of Exception
Giriş
Uzun koalisyon hükümetlerinin ardından Türkiye’de siyasal iktidarı, tek
parti hükümeti, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), devraldı. Bir önceki dönemin
neoliberal kemer sıkma programını sürdüreceği taahhüdünde bulunması bunda
etkili oldu. Sermayenin farklı fraksiyonlarından gelen desteklerle istikrar ve
öngörülebilirlik adına otoriteryan bir siyasal ortam yarattı. On yılı aşan iktidarı
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 23-51.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
boyunca, sistemin yeniden üretimi adına, AKP, gittikçe daha da otoriteryan bir
karakter edindi. Bu otoriteryan eğilim toplumun geniş kesimleri pahasına her
geçen gün baskıcı tonu daha da koyulaşan bir resmi siyasetle sonuçlandı.
Nihayetinde toplumun geniş kesimlerine nüfuz ederek siyaset dışı aktörlerin
siyasal alandan dışlanmasıyla otoriter karakteri her özgül duruma yönelik
somut kararlarla daha da görünür oldu.
Çalışma, on yılı aşkın bir süredir tek parti olmasından aldığı güçle AKP
yönetiminin iktidarı boyunca uyguladığı otoriteryan uygulamalara ışık
tutmaktır. Başka bir deyişle uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da
yerel temsilcilerinden biri olarak ulus devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl
gerçekleştirdiğini devlet otoriteryanizmi ve onun ulaştığı sınırlar bağlamında
anlamaya çalışmaktır. Bu bağlamda çalışmanın temel argümanı AKP’nin
demokrasi söylemi ya da otoriteryan popülizmi ile neoliberal ekonomik teorisi
arasında yakın bir ilişki olduğu üzerinedir. Başka bir deyişle, neoliberal teori
piyasaya sınırlı bir devlet müdahalesini varsayarken, toplumun diğer alanlarına
doğrudan müdahale hakkı gören otoriteryan bir devlet anlayışı formüle eder.
Kapitalist ilişkilerin bugünkü formu olarak neoliberalizmin bu ikili varsayımları
Türkiye’deki “güçlü devlet” geleneğini kucaklar. Bu aynı zamanda AKP’nin
iktidarı devraldığı günden bugüne neoliberal kemer sıkma programını nasıl
sürdürdüğünü de ortaya koyar.
Bu bağlamda çalışma; bir siyasal parti olmasının çok ötesinde devletin
bütün bileşenlerini kendisinde toplayan AKP dönemini ikiye ayırarak
incelemektedir. Sözkonusu dönemleştirmede uzun koalisyon hükümetlerinin
ardından 2001 krizi sonrasında AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002 yılından
2007’ye kadar “hukukun üstünlüğü” ve “güçlü devlet”e dayanarak ekonomi
politikası anlamında birçok düzenlemenin yapılarak “istikrar”ın sürdürüldüğü
“otoriteryan liberalizm” dönemidir. 2008 krizi sonrasında gücünü kısmen
kaybetmeye başladığı, öncekinin aksine, kendisinde toplanan koalisyonun
bozulduğu ve toplumsal muhalefetin derinleşmeye başlaması karşısında tek
parti olmasından aldığı güçle yetki alanını derinleştirerek gücünü
merkezileştirdiği bir dönemdir. Bu dönemi açıklarken, otoriteritaryan
formlarının yanı sıra bunların da ötesine uzanarak, “istisna durumu” kavramına
başvuruldu. Bununla da krizin etkilerinin azaltılması adına hem ekonominin
yönetiminin politizasyonu hem de, buna paralel, “siyasal birlik”i sağlama
gerekçesiyle “karar veren” olarak toplumu homojenleştirme ve yönetebilir hale
getirme çabası baskın oldu.
Kriz ve AKP’nin İlk Dönemi (2002-2007): “İstikrar” ve “Hukukun
Üstünlüğü”
Komünist Manifesto’da sermaye küresel, devlet ise yerelden tanımlanır
(Marx-Engels, 2015). Benzer biçimde Holloway ve Burnham’da devletin
sermayeyi içerde tutmak için ona iyi bir piyasa çevresi sunmayı amaçladığını,
iyi bir yatırım ve rekabet ortamı sağlayarak küresel sermaye birikiminde siyasal
bir uğrak olma işlevini yerine getirdiğini belirtir. Ulusal ekonominin, gerçekte,
24
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
küresel dolaşım ekonomisi olması bunun nedenidir. Tek başına bir ulusal
ekonomi yoktur çünkü (Holloway, 1995: 123; Burnham, 2000: 18). Ulusal
sermayelerin küresel piyasalarla bütünleştirildiği, kaynakların piyasa
aktörlerine aktarım süreçlerinin siyasal mekanizmalarının derinleştiği günümüz
kapitalizminde sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda devletin
ekonomideki rolü ise klasik liberalizmin “bırakınız yapsınlar” ve “zayıf devlet”
iddiasının tersine azalmayıp artmıştır. Klasik liberalizmin bırakınız yapsınlar
ilkesinin ekonomiyi toplumdan ve siyasal iktidarın müdahalelerinden tümüyle
ayırma görünümüne karşın piyasa ekonomisinin uzun vadede tümüyle etkili ve
işlevsel korunması tersine güçlü ve otoriteryan bir devlete gereksinim duyar
(Wilkinson, 2013: 543).
Bunun bir aracı, herkesin kurallar önünde eşit varsayıldığı ya da
eşitsizliğin de yasal olduğu “hukukun üstünlüğü” ilkesidir. 1980’lerde yaşanan
durgunlukla yeniden keşfedilen Hayek’in (2014) “istikrar ve düzen”in “hukukun
üstünlüğü” ile, bunun da güçlü devletle sürdürülebileceği argümanıdır bu.
Küresel piyasasının daha da serbestleşerek sermayenin yeniden yayılmaya
başlaması karşısında, Hayek’in kuramına, piyasanın temizleyici bir gücü olarak
başvurulması 1980 sonrası politikaların bir devamı olarak AKP için de
işlevseldir. Hayek’le otoriteryan liberalizm bağlamında benzer bir sorunsaldan
hareket etmiş olan Schmit’in (2006: 65) de belirttiği gibi, olağanüstü durumlar
hariç, devletin temel görevi; hukuk normlarının geçerliliğini sağlamak üzere,
önkoşul niteliğindeki istikrarı, huzuru, güveni kurmak ve sürdürmektir. Bunun
nedeni, ekonomik istikrarı sürdürmek ve finansal piyasaların baskısını
hafifletmek, ekonomiye siyasal desteği oluşturacak depolitizasyon politikası ile
mümkün olduğundan, hukukun üstünlüğü kapitalist devlet için bir zorunluluk
oluşturur (Wilkinson, 2013: 542).
Kapitalist Devletin Bir Aracı Olarak “Hukukun Üstünlüğü”
Türkiye özgüllüğünde 2001’deki düzenleyici müdahelenin amacı da
piyasanın devlet otoriteryanizmi ile korunarak sermaye grupları farklılıklarının
yanı sıra birikimin disipline edilmesine yöneliktir. Kriz sonrasındaki durgunluk,
uluslararası ekonomik atmosfer ve yeni kurulan bir parti olarak AKP’nin “makro
istikrar programını” sürdürüceğine dair verdiği güven ise onun tek başına
siyasal iktidarı ele geçirmesindeki belirleyici nedenlerden biridir. Bir önceki
koalisyon hükümetinin ekonomik programı uygulayacak güçte olmaması ve bu
programın güçlü bir tek parti iktidarı ile uygulanır alan bulabilecek olması,
Türkiye’yi uluslararası sermaye için güvenilir kılacak temel unsurlardan biriydi
(Boratav, 2016: 5). Bu sayede kriz, devlet dolayımı ile sermayenin güçlenmesi
tarihi rolünü gerçekleştirerek, sermayenin merkezileşmesini ve yeni
düzenleyici çerçevenin kurulup “öngörülebilir” bir piyasa çevresinin
güçlendirilmesini sağlamış oldu.
Neoliberalizme içkin bir özellik olarak ekonomik ve siyasal
istikrarsızlığın kaynağı gibi görülen çeşitli koalisyon hükümetlerinin ardından
güçlü bir tek parti hükümetine duyulan ihtiyaç ise (Sayarı, 2007: 197; Öniş,
25
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
2009: 9) serbest piyasanın güçlü devlet formunda varlık bulabilebilecek
olmasıyla ilgilidir. Ekonominin modernizasyonu, bütün bir toplumun daha
rekabetçi hale getirilmesi ve rekabet hızının arttırılarak girişimciliğin
desteklenmesi ve böylece piyasanın esnekliği konusunun önemli bir aygıt
haline dönüştürülmesi güçlü devlet formu olmaksızın mümkün değildir. Liberal
“bırakınız yapsınlar” ilkesinin “weak state/zayıf devlet”inin tersine müdahale
alanı ve kapsamı güçlü bir devlet sözkonusudur burada. Serbest piyasanın
kurumsal olarak yeniden şekillendirilmesi, vatandaşların “özgür” ve girişimci
olmaya zorlanmaları, aksi takdirde hiçbir garantilerinin olmadığı algısının
topluma kabulü bu sayede mümkündür (Gamble, 1994:43). Bu aynı zamanda
diğer formlarına ve amaçlarına bakılmaksızın kapitalist devletin temelde liberal
olduğu ve onun burjuva karakterinin, bugünkü süreçte, neoliberal devletin
istikrarlı bir piyasa adına sınıf karakteri üzerinden kurulduğu anlamına gelir
(Bonefeld, 2010: 22).
Nitekim kapitalist devletin yeniden yapılanmasının düzenleyici devlet
biçimine evrildiği döneme denk düşen AKP yönetimi de, siyasal gücüne
dayanarak ekonomi politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar”
sağladı. “Güçlü hükümet” söylemi ile ekonomi politikası yapma süreçlerinin,
görünürde, siyasal etkilerden uzaklaştırılması ve ekonominin teknokratik
yönetiminin bu etkileri dışarıda bırakacak biçimde gerçekleşmesinin hukuksal
çerçevesini hazırlayarak depolitizasyon stratejisini temel bir araç olarak
benimsedi.
Ana-akım yazının ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı
anlayışına göre bu stratejinin gerisinde, 1980’lerden bu yana koalisyon
hükümetlerinin tam olarak uygulayamadıkları istikrar tedbirlerinin ya da
“teknik hataların” krizleri süreklileştirdiği iddiası bulunur. Burada devletin
yeniden düzenleyici işlevi ile amaçlanan ise küresel sermayenin siyasal bir
uğrağı olarak ulus-devletlerin, piyasa sisteminin dengesi için, kurumsal yasal
düzenlemeler ile aralarındaki farklılıkların kaldırılarak bir standardın
oluşturulduğu sürekli bir yeniden yapılanma sürecinin varlığıdır (Kutun Gürgen,
2011: 191).
Devlet yöneticilerinin işçi sınıfı gibi toplumun muhalif kesimlerini
baskılayarak piyasalaşmadan fayda sağlamalarının bir stratejisi olarak
depolitizasyon da kurallara, yani hukukun gücüne dayanır. Kuralların ve
kurumların ya da “hukukun üstünlüğü”nün toplumun üzerinde oluşu hükümetin
ekonomi politikasını yaparken topluma karşı olan sorumluluğundan
arındırılmasının meşruiyetini oluşturur (Burnham, 2000). Bu anlamda gerek
uluslararası kuruluşların uyum kriterlerinin ekonomik ve siyasal hayat
üzerindeki etkileri, gerekse 2001 sonrası düzenleyeci çerçeve gereği
ekonominin yönetiminde düzenleyici kurulların varlığı depolitizasyon
stratejisinin somut görünümleri olarak düşünülebilir. AKP’nin sürmekte olan
kemer sıkma programını güçlendirerek uygulayacağını taahhüt etmesi ve
finansal piyasaların güçlü bir tek parti hükümetine gösterecekleri olumlu tepkiyi
26
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
vurgulamasının yanı sıra hem Uluslararası Para Fonu (IMF) istikrar1 programını2
hem de Avrupa Birliği (AB) uyum kriterlerini takip edeceğine garanti vermesi
bu minvalde düşünülmelidir. Nitekim, IMF tarafından hazırlanan sıkı maliye
politikası, kamu açığını kapatmaya dayalı anti-enflasyonist politika, fiyat
istikrarı ve yabancı sermaye akışı garantisi için yüksek faiz oranlarının siyasal
iktidar tarafından kabul edilerek “özerk” Merkez Bankası (MB) tarafından
yürütülmesinin kararlaştırılması bu politikanın siyasal ya da toplumsal güçlerin
etkisinden uzak tutulmasına yöneliktir (Bekmen, 2014: 60). Sıkı maliye
politikasının kamu borçlarını ya da bütçe açığını azaltabileceği düşüncesi
2003’de 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi
Hakkında Kanun ile hukuksal bir çerçeveye oturtularak borç yönetimine yönelik
etkin bir politika oluşturulmasına çalışılmış ve böylece kamu hacamaları ve
borçları üzerinde disiplin kurulabilerek, bütçe hacamaları üzerinde kısıntıya
gidilebilmiş bu da isikrar anlamında güven sağlamıştır.
Krizden sonra ekonominin yönetiminde etkinliği artan IMF’nin yanı sıra
ekonomi-politik dönüşümde önemli bir aktör haline gelen AB ise örneğin
Kopenhag Kriterlerinin üye ve aday ülkeler üzerindeki etkisi nedeniyle sermaye
gruplarına güven vermesinin “işleyen bir piyasa ekonomisi” için önemini
vurgular. Bu Kriterlerin ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeylere ilişkin
öngörülen düzenlemeler üzerindeki belirgin etkisi, ulusal ve uluslararası
sermaye gruplarınca sürekli vurgulanan uzun dönemli ekonomik istikrara
yönelik katkısı nedeniyle önemlidir. AKP’nin, güçlü yeniden yapılanma
programını üstlenerek, AB’nin öngördüğü ekonomik ve siyasal düzenlemelerin
mali disiplinle birleşme derecesine uyum göstermesi bu bağlamda
düşünülmelidir (Öniş, 2009: 12).
“Makro-ekonomik istikrar”ı içermesinin yanı sıra kurala-dayalı,
depolitizasyon, stratejinin bir diğer sonucu aynı zamanda yolsuzluk karşıtı
programı da içerdiğinden, AKP’nin hem uluslararası sermaye gruplarından hem
de uluslararası kurumlardan destek alarak iç siyasete yönelik kırılganlığın
üstesinden gelmesini de kolaylaştırmasıdır. Böylece kısa dönemli sermaye
akışının kesintisiz bir biçimde Türkiye’ye gelebilmesi için hem güvenilir bir
ortam sağlanmış hem de herhangi bir finansal krizin yaşanmaması yönünde
beklenti artmış olmaktır (Bedirhanoğulları, 2007: 1246-1247).
Kapitalist küresel sistem içindeki değişikliklerin gerçekleştirilmesinde,
karar almanın siyasal karakterini gizlemenin, böylece politikaların
uygulanmasının etkinliğini arttırmanın (Burnham, 2000: 17) bir stratejisi
olarak depolitizasyonun içerdeki görünümlerinden diğeri ise düzenleyici
kurulların varlığıdır. Bu aynı zamanda demokratik kurumlar ve süreçler
aleyhine uluslararası kurumların ajandalarındaki ekonomi-politik kararların bir
“İstikrar” kavramı ile kastedilen hedef, yabancı sermaye girişlerinin özendirilmesini
sağlamak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getiriye ulaşılması ve dış borç
ödemelerinin aksatılmadan sürdürülmesidir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 7677)
2
4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu
1
27
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
ulustan diğerine aktarılmasının, yani teknokratik kurumlara geçirilmesinin bir
sürecidir (Streeck, 2015: 365).
Örneğin krizden hemen sonra bankacılık sektörünün yeniden
düzenlenmesi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)3 aracılığıyla
olmuş ve bu kurul özellikle IMF programlarına bağlanmış devlet gücü
bağlamında sıkı bütçe gereklilikleri nedeniyle mali ve para disiplininin
zorlanması işlevini üstlenmiştir (Öniş, 2009: 14). Böylece küresel finansal
düzenleme sistemine sıkı sıkıya bağlı kalınacağı, krizden sonra finans
öncülüğünde sıkı bir entegrasyon ve neoliberal biçimin oluşmasıyla piyasa
belirsizliklerinin üzerinden gelinilebileceği öngörülmüştür (Bekmen, 2014: 61).
Ekonominin özel bankalar alanındaki zayıflığına dayandırılan 1990’ların
krizlerinin, likidite/nakit sorunu olarak anlaşılması, krizlerin bu biçimde siyasal
süreçlerin etkisinden uzak özerk kurullarla aşılabileceği düşüncesine dayanır.
Örneğin, hukuksal korumaya sahip MB’nin özerkliğinin genişletilmesi IMF’nin
sisteme daha fazla likit/nakit akıtma talebini de karşılayabilmesinin yanı sıra
enflasyonu da engellediğinden uluslararası finans sermayesi ile iktidar partisi
ve önde gelen sermaye örgütlerinin çıkarları örtüşebilmiştir (Yılmaz, 2003: 8283). Bu nedenle 1999’da, krizden hemen önce, kurulmasına rağmen
düzenleme gücünün zayıflığı nedeniyle banka lobilerinin direncini kıramaması,
krizden
sonra
bankacılık
düzenlemesinin
uluslararası
standartlara
yaklaştırılması için özerkliğinin genişletilmesi yoluna gidilmiştir (Öniş, 2009:
15-16). Böylece MB özel bankaların finansal durumlarını izleyerek finansal
açıdan güçsüz olduğu belirlenen bankaların sermaye güçlendirme planları
üzerinde BDDK ile görüş birliğinde olarak bu planlar üzerinde anlaşma
sağlanılamayan durumlarda sözkonusu bankaların bir sonraki gözden
geçirmeye kadar çözüme kavuşturulması konusunda etkili olmuştur. Bununla
amaçlanan güçlendirilmiş düzenleyici bir çerçevede, bankacılık alanında olası
piyasa belirsizliklerini savuşturmak ve siyasal süreçlerin belirsiz etkilerinden
“hukukun gücü” ile koruma sağlamaktır (07 Temmuz 2006 Tarihli Niyet
Mektubu).
Ekonomi yönetiminin devlet aygıtları arasında nasıl paylaştırıldığı ve
iktidarın bu aygıtlarda nasıl biçimlendiği BDDK’nın bankaları kurtarma ve
sermayelerarası ilişkileri yeniden düzenleme görevlerinden izlenebilir. Örneğin
önemli derecede kardan pay almanın yanı sıra bu hakimiyet büyük sermaye
gruplarına ekonomi üzerinde büyük kontrol imkanı vermiştir. Bir yandan kamu
bankalarının özelleştirilmesi düzenlemelerini, diğer yandan mali yapısı güçlü
olmayanları Türkiye Tasarruf Mevduatı Fonu’na (TMSF) devreden BDDK’nın
karar organı içinde Bankalar Birliği’nden bir temsilcinin bulunması burjuvazinin
temsili ve finans burjuvazisinin kurul içindeki etkisi bakımından önemli bir
göstergedir (Yılmaz, 2003: 83).
Buna ilaveten, MB’nin özerkliğinin düzenlenmesinin yanı sıra, tarımsal destekleme
politikalarının
tasfiyesini
hedefleyen
destek
politikalarının
kaldırılmasından
telekominikasyon, enerji, ihaleler ve bankacılık alanlarının yönetimini ve düzenlenmesini
amaçlayan özerk kurulların kurulması kararlaştırılmıştır (Boratav, 2007:180-182).
3
28
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
Bütün bunların yanı sıra düzenleyici çerçeve ile küresel finansal
sermaye ve yerel sermaye grupları ile kurulan ortaklık ve doğrudan yatırımların
2000’lerin ortasından itibaren rekor seviyelere ulaşması bu süreçteki güçlü
devlet düzenlemeleriyle ilgili olup “hukukun üstünlüğü” ya da hukuksal koruma
ile o güne kadar düşük düzeyde seyir gösteren özelleştirmeleri de görülmedik
biçimde hızlandırabilmiştir (Bekmen, 2014: 60).
Görüldüğü gibi, birçok analizin ulusal kapitalizme ya da sanayi, finans
gibi özgül sermaye fraksiyonlarına bakmasının (Savran, 2014; Tanyılmaz,
2014) aksine, sermayenin küresel niteliği, düzeni sürdürecek güçlü devleti
gerektirir. AKP de bu dönem farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkilerin
üstesinden gelerek genel olarak sermayenin çıkarlarını temsil etme eğiliminde
oldu. Politikalarında hem sermayenin hem de kendi siyasal çıkarları arasındaki
sınırları açıkça ortaya koyarak sermaye birikimine yönelik desteğini
sağladı.Yandaş kabul ettiği sermaye grubu ile ortaklıklar kurmakla birlikte
rekabet halindeki diğer sermaye fraksiyonlarını yoketmeye çalışmadı.
Kendisinin içkin olduğu gruba ayrıcalık göstermesinin yanı sıra diğer gruplara
da kendi ekonomik faaliyetleri için geniş alan açtı (Silverman, 2014: 150).
Örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’ne (TUSİAD) yönelik makro
ekonomik istikrarın yanı sıra bankacılık sektörüne yönelik düzenlemeler, vergi
reformunun
hızlanmasına
yönelik
talepler
ve
kamu
girişimlerinin
özelleştirilmesi sürecinde karşılaşılan yasal engellerin kaldırılmasıyla
sermayenin yeniden üretimini kendi özgül çıkarları ve ihtiyaçları ile
buluşturmuş oldu (Bekmen, 2014: 68-69). Öte yandan Mustakil Sanayici ve
İşadamları Derneği’nde (MUSİAD) temsiliyet bulan küçük ve orta ölçekli
sermaye gruplarının kamu kredileri ve kamu teşviklerinden yararlanma
biçimindeki ekonomik talepleri de karşılanır oldu (Hoşgör; 2014: 292). Bu grup
finansal istikrara yönelik politikalardan şikayetçi olsa da, 1980’den bu yana
süregelen ihracat odaklı büyüme stratejisi gereği, verili küresel koşullarda
avantaj sağlayıcı görece ucuz dış kredi ve desteklerden faydalanabilmişlerdir.
Özellikle merkezi ve yerel yönetimlerde ticaret ve inşaat firmalarının kamu
tekliflerinin önünü açan 2004 “Kamu Yönetimi Reform”unun kamu mallarının
ve hizmetlerinin piyasa aktörleri tarafından piyasa koşullarında üretilmesi ve
sunulmasının teşviki bu grup açısından önemli olmuştur (Hoşgör, 2014: 318;
Bekmen, 2014; 62). Bu grup IMF yörüngesinden çıkmış bir ekonomik
programdan ve TÜSİAD’ın tersine bütçe disiplinine yönelik esneklikten yana
olsa da mali disiplin ve düşük enflasyon düzeyi ile ekonomik büyümeden ve
“istikrar”dan memnuniyet duymaktaydı.
Dolayısıyla bu dönem AKP’nin bir yandan finansal istikrarın gereklerine
dayalı makro ekonomik koşulların inşaasını oluşturmasının bir yandan da
imalata dayalı sermayenin büyük sermaye ile oryantasyonunun, bunların
küresel sermayeye eklemlenmesinin, dış kredinin akışının sürekliliğinin ve
parasal kaynak yaratımının ve finansal istikrarın korunduğu bir dönem olması
itibari ile genel olarak sermayenin çıkarlarını gözeten ve bu çıkarlar önündeki
yasal engelleri kaldıran bir içerikle kendi yeniden üretimini de koruduğu bir
dönem olmuştur (Bekmen, 2014: 63).
29
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
Buna ilaveten devletin genel olarak sermayenin çıkarını gözetmesinin
en açık halinin emek-sermaye arasındaki ilişkilerin örgütlenmesi ve
düzenlenmesi sırasında görünür oluşu; bu yöndeki politikalara bakmayı da
zorunlu kılar. Kapitalist toplumlarda devlet müdahalesinin merkezi aksları olan
bu ilişkiler sermaye birikiminin itici gücü olarak rekabet baskısı, üretimin piyasa
sınırları olmaksızın gerçekleşmesi ve ticari genişlemenin yanı sıra emek
gücünün yoğunlaşması, maliyetlerin düşmesi, iş gününün uzunluğu ve ücretler
üzerindeki baskı gibi yöntemlerle olur. Clarke’in (1992) de belirttiği gibi
piyasanın sınırları göz önünde bulundurulmaksızın üretim güçlerinin genişleme
eğiliminin küresel birikim eğilimine bağlı oluşu rekabet üzerindeki baskı ile sınıf
mücadelesinin yoğunlaşması demek olduğundan hem bu yoğunlaşmayı
baskılayıcı hem de artı değeri artırmaya yönelik düzenlemeler sözkonusu olur.
Nitekim, 59. Hükümet Programı'nda piyasalara güven veren bir siyasetten,
finansal liberalleşmeyle, finansal ürün ve hizmet fiyatlarının piyasa tarafından
iç ve dış koşulları yansıtacak şekilde belirlenmesine imkân sağlayan bir piyasa
toplumu yaratma hedefinden sözedilmesi emek-sermaye ilişkilerinin hangi
bağlamda kurulduğunu yeterince açıklayıcı niteliktedir (www.akparti.org.tr).
Buna istaneden 2008’de tamamlanmış olan yirminci yeni stand-by
anlaşmasının bütçede yüzde 6’lık bir fazlayı amaçlamış olması (1 Mayıs 2007
Tarihli IMF Niyet Mektubu) bütçe üzerindeki sosyal transferlerin sınırının
hafifletilmesi demek olduğundan devlet bütçesinde yaratılan bu artı değerin
sermaye gruplarının gelirlerine olumlu yansıdığı düşünüldüğünde ekonomik
krizin maliyetinin emek gruplarına yıkıldığı görülmektedir (Bağımsız Sosyal
Bilimciler Grubu, 2007: 76-77). Yapısal düzenlemeler ve düşük enflasyon
hedefleyen politikalarla birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde kamu
gelirlerinin önemli bir kısmına bu gibi yollarla el konulmasının işsizlik ile emek
maliyetinin belli bir düzeyde tutulmasıyla ilgili olduğunun da bunlara eklenmesi
gerekir (Hoşgör, 2014:318).
AKP’nin iktidara gelir gelmez düzenlediği 2003 tarihli 4857 sayılı4 İş
Kanunu, Türkiye istihdam kurumuna yönelik düzenlemeler ve çalışanlar için
sosyal güvenlik hukuku gibi alanları bir yandan toplumsal ve siyasal
müdahalelerden ayırırken diğer yandan buralarda “genel çıkar” adına
sermayenin temsilcilerinin yasa yapma süreçlerinde doğrudan içerilmesi
(Bekmen, 2014: 67) emek-sermaye ilişkileri açısından devletin sınıf karakterini
ortaya koymaya yeter. Örneğin, bu sayede, finansal birikim stratejisinin küçük
ve orta ölçekli sermaye grupları için dezavantajlı durumları emek ücretlerinin
sistematik olarak düşürülmesi yoluyla telafi edilebilmiştir. Bu grubun
rekabetinin temelde ucuz ve esnek/informal çalışan emek gücünün
sömürüsüne dayalı olması, kamuda yeni istihdam biçimlerini, sözleşmeliliği,
ücretli adı altında parça başı çalışmayı ve emek gücünün esnekleştirilmesine
Yasanın iş güvencesi hükümleri 10’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde uygulanacak ve
tazminat tutarı 6-12 ay arasında olacaktı. Ancak Meclis müzakereleri aşamasında
TOBB’un devreye girmesi ve AKP grup başkanvekilinin verdiği önergeyle kapsam 30
kişiye çıkarılarak, tazminat tutarı da 4-8 aya indirilmiştir(Çelik,2012)
4
30
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
yönelik politikaların yaygınlaştırılmasıyla sonuçlanmıştır (Akça, 2014: 31;
Bekmen, 2014: 64).
Kapitalist ilişkilerin bu rasyonalitesi, Türkiye’de 2001 ve başka bir
formda 2008 krizi sonrasında görüldüğü gibi, ekonomik ve siyasal yeniden
yapılanma dönemlerinde daha belirgindir (Gamble, 1991: 131-132). Piyasanın
olası en geniş koşullarının yeniden oluşturulmasını içeren neoliberalizm,
örneğin rekabet üzerindeki birçok sınırlamayı kaldırarak, vergilendirmenin
sınırlarını azaltarak, piyasa kurumlarını daha da güçlendirerek hangi politikanın
daha etkili olduğunun uygulanmasını, muhalif grupların direncini kırmaya
yönelik politikaları da içererek, şart koşar (Gamble, 1991: 132; Hoşgör; 2014:
300). Bu otoriteryan form, kapitalist sistemin gerekleri, bunun toplumsal
yansımaları ve siyasal talepler üzerinde devlet gücünü devreye sokarak
piyasaların sonsuz ve sorunsuz genişlemesini destekler. Geleneksel ve kollektif
normların etkisini “genel çıkar” adına yok ederek ekonominin daha genel
modernizasyonu ile metalaşmasını yükseltmeye çabalar (Wilkinsion, 2013:
546). Böylece bir yandan neyin genel çıkar olduğu vurgulanarak piyasa
kurumlarının koruyuculuğu üstlenilirken diğer yandan da devlet, piyasa karşıtı
sorumluluklarından arınarak piyasa kurallarını “hukukun üstünlüğü” ile
garantiye almış olur (Gamble, 1994; 38-39). “Kapitalist üretim biçimi hukuksal
düzen olmadan varolamaz” (Agnoli, 2000: 199) çünkü.
“Hukukun Üstünlüğü”nün Bir Yanılsaması Olarak Demokrasi
Ana-akım yazın açısından AKP’nin ilk dönemi makro ekonomik istikrarın
sağlandığı, yüksek büyüme oranlarının göründüğü ve buna paralel
“demokratikleşme” yolunda çeşitli düzenlemelerin yapıldığı bir istikrar
dönemidir. Akdoğan’ın (2004) islami değil “muhafazakar demokrasi” olarak
tanımlamasında da olduğu gibi AKP, milliyetçi-muhafazakar desteği ve
(Özbudun, 2014: 156) AB üyeliği ile uyumlu “muhafazakar küreselleşme”
yolunda (Öniş, 2015: 23) liberallerin de desteğini alarak geniş bir koalisyon
kurmuştur. “Demokratikleşme” yönündeki vaadleri, bu koalisyon için, 1980’den
bu yana yürütülen neoliberal yeniden yapılanmanın sürdürülebileceği yönünde
güçlü bir hükümet olduğuna ilişkin güven de yarattı. O zamana kadarki
hükümetlerin istikrarsızlık, yapısal düzenlemelerin ertelenmesi, parlamenter
sistemin tıkanıklıkları, populizm ve yolsuzluk gibi kavramlar üzerinden “zayıf”
olarak anılması AKP’nin, demokratikleşme dolayımı ile, siyasal istikrarı
gerçekleştireceği öngörüsünü güçlendirdi.
Burada demokratikleşmenin temel liberal kriteri; devlet formunun
siyasal alan üzerindeki etkilerinin sınırlarının azaltılmasıdır (Akça, 2014: 36).
Çünkü, demokrasiden anlaşılan ekonomi/siyaset ya da devlet/sivil toplum
ayrılığı bağlamında anti-devletçiliğe denk gelen devletin toplumsal sınıflara
uzaklığı ile toplumsal sınıflar karşısında nesnel olacağı varsayımıdır. Sivil
toplumdaki çıkar gruplarınca devletin zayıflatılarak antagonistik ilişkilerin
üstünde ya da ötesinde duramayacak oluşu, bu çıkarların nesnesi haline
gelmesine ve sonunda “dost-düşman” ayrımını yapamamasına neden olacağı
31
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
düşüncesidir bu. Hem Hayek hem de Schmit için demokratik müdahaleci
devletin varlığının anlamı siyasal krizlerin ortaya çıkması ve “zayıf” devletin
hukukun üstünlüğünü koruyamayacak oluşudur (Schmitt, 2006; Hayek, 2004).
“Zayıf” devletin “hukukun üstünlüğünü”, dolayısıyla düzeni sürdüremediği
durum, AKP’nin ikinci döneminde de görüleceği üzere istisna durumunda
otoriter devletin yasalara dayalı liberal hukuku bireysel önlemler ve emirler
lehine terketmesi olacaktır.
Nihayetinde, ana-akım yazının liberal demokrasinin gelişememesinin
nedenini devletin otoriter eğilimlerine dayandırması bu dönem AKP’ye verdiği
destekde etkili oldu. Çünkü burada otoriterlik, devletin ekonomi ilişkilerine
müdahale ederek geniş dağıtımcı politikalar pratiğinde alan bulması ile ilgilidir.
Devletin toplumsal çıkarların bir nesnesi haline gelerek zayıflayacak olması
kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi için sorundur. Çünkü, bir burjuva devlet
olarak güçlü devlet formuna daha etkili davranma olanağı veren onun toplumun
üzerinde ve topluma bağımsızmış gibi görünmesidir. Kitle demokrasisinin
baskılarına karşı kendi bağımsızlığını koruyamayacak durumda olması
otoritesini kaybetmesine neden olacağından güçlü bir form alması
gerekmektedir (Bonefeld, 2006: 240). Bu anlamda hukukun üstünlüğü, devleti
sivil toplumdan koruyan, siyasal iktidarın tekelini garantileyen ve toplumun
politikleşmesini engelleyerek emek-sermaye ilişkilerinin ve siyasal alanda yer
alan farklı toplumsal grupların demokratik mücadelelerin önüne set çeken bir
araç olarak (Cristi, 1994: 526) anlaşılmalıdır.
Kapitalist devletin “hukukun üstünlüğü”ne dayanılarak yapılan vurguyu
da bu bağlamda anlamak gerekir. Nitekim, AB uyum kriterlerinin AKP için
stratejik bir ittifak kabul edilmesiyle amaçlanan hukukun üstünlüğü, özellikle,
“sivilleşme” olarak tasavvur edilen askerin sivil siyaset üzerindeki etkisinin
azaltılmasından kürt sorununun çözümüne kadar siyasal iktidarın kitle
demokrasisi araçlarıyla zayıflatılmaması amacına dönüktür. Bu minvalde
AKP’nin demokratikleşme vurgusu da onun merkeze doğru seçim desteğini
sağlarken aynı zamanda askeriye ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar
karşısında siyasal pozisyonunu güçlendirmesinde hayati bir önem arz etti. Sivil
toplum alanında olduğu varsayılan kitlelerin temel hak ve özgürlüklerinden
ziyade ağırlıklı olarak askeri rejimin bir unsuru olarak adlandırılan “bürokratik
elitlere” karşı “demokratik” mücadele bağlamında gerçekleşti bu. Örneğin Milli
Güvenlik Kurulu’nun (MGK) iç siyasetteki rolünün azaltılması kapsamında
Genel Sekreterliğinin işlevleri siyasal iktidarın askeriyeden özerkliğini
sağlamaya yönelik düzenlemeleri içerdi. Devletin milli güvenlik siyaseti
çerçevesindeki görev tanımı ve siyasetin tayini, tespiti ve uygulanmasında
tavsiye kararı alarak gerekli koordinasyonun sağlanması biçiminde
sınırlandırıldı (www.resmigazate.gov.tr).
Askerin sivil siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması yönündeki belirgin
düzenlemelerini toplumsal alana yönelik oldukça sınırlı olanları izledi ki bunların
birçoğu aşağıda görüleceği üzere ikinci döneminde fiilen ortadan kalkmış
olacaktır. İdam cezasının kalkması, uluslararası hukukun iç hukuk üzerindeki
anayasal üstünlüğünün kabulu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM)
32
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
kalkması, cinsiyet eşitliğinin anayasal güvencesi, ceza hukuku ve terör karşıtı
yasadaki bazı küçük değişikliklerden ibaretti bunlar (Saatçioğlu, 2014: 92).
Dolayısıyla AKP’nin “başarı” olarak tarif edilen ekonomi politikasının
demokratikleşme yönelimli düzenlemelere paralel bir seyirde düşünülmesi
toplumsal bir güç olarak farklı sermaye gruplarının güçlü ve istikrarlı bir
hükümetle “ortak düşman”a karşı bir koalisyonda bir araya gelmeleriyle
ilgilidir. Burada bu istikrar halinin korunmasının, yukarıda da görüldüğü gibi,
hukukun üstünlüğü ve depolitizasyon araçlarıyla güçlü devletce korunmasının
demokrasiye ters bir şey olmayıp depolitizasyonun da bizzat parlamenter
faaliyetlerin işlediği bir süreçle ilgili olduğunun vurgulanması gerekir (Burnham,
2000: 19).
“Demokratikleşme” yönünde yapılan düzenlemelerle birlikte sermaye
gruplarının bunları destekleyici ve yönlendirici raporları da bu bağlamda
değerlendirildiğinde parlamenterizmin kendi formunda bir bütün olarak toplum
adına kapitalist toplumun temsilcisi ya da kapitalist çıkarların topluma üstün
gelmesinin bir ifadesi olduğu görünür. Böylesi bir toplumda demokratik biçimin
temsil kurumları, yöneten sınıfın çıkarlarının bir kurumu olup yöneten sınıfın
kendi çıkarı da nüfusun geri kalanının gerçek çıkarınaymış gibi bir algı yaratır
(Bonefeld, 2006: 238). Parlamenter çoğunluğun politizasyona açık ilkelerinin
işlevsizleştirilmesi bunun bir yoludur. Ekonomik-siyasal birliğin/istikrarın
sağlanmasının araçlarından biri olarak “iki parti sistemi”nin temsiliyetinin
çoğulcu siyaseti parlamento dışı bırakıyor oluşu ise bu anlamda oldukça etkili
bir yoldur. AKP’nin, derin istikrarsızlık ve kriz ortamının ardından siyasal iktidarı
ele geçirmesi, tam da siyasal birliğin ya da serbest piyasanın “dostu” olmayan
radikal partilerin, hareketlerin, örgütlenmelerin yani bütün “düşman”ların
siyasetin mevcut seçim barajı ile dışarıda tutulmasının da bir sonucudur. 1980
askeri darbesi sonrası hukukun yeniden yapılanmasının bir ürünü olan siyasal
partiler kanunu ve %10 seçim barajının bugün halen değişmemiş olması,
Hayek’in (2004: 89) de vurguladığı gibi, çoğulcu siyasal sistemde neoliberal
politikalar için parlamenter uzlaşmanın zorluğu nedeniyledir. Darbe sonrasında
siyasi istikrar amacıyla benimsenen seçim barajının bugün halen aynı oranda
tutulması, bunun küçük-radikal partilere oy vermeyi bütünüyle imkansız hale
getirmesi AKP’nin oylarının her seçimde yükselmesini sağladığı gibi onun tek
parti iktidarını sürdürmesini de olanaklı kılmaktadır.
Nihayetinde neoliberal siyasetin pratiği gerçekte demokrasinin
geçersizliği ve depolitizasyon politikaları olup hukukun üstünlüğü ve ekonomi
sorunlarının teknokratizasyonu aracılığıyla toplumsal muhalefetin bastırılması
ve demokratik kitle hareketlerinin baskılanmasına yöneliktir. AKP’nin islami
kökleri olan partilerle bağlarını koparıp merkez sağı yeniden oluşturarak
neoliberal popülizminin kapitalist ilişkilerin bugünkü formu ile tümüyle uyum
göstermesinin bir ifadesi olarak otoriteryan devlet bunun bir görünümüdür. Bir
yandan askerin sivil siyaset üzerindeki etkisini azaltarak gücünü pekiştirirken
33
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
diğer yandan “terör karşıtı”5 yasayı düzenleyerek 2007’ye kadar kürt karşıtı
tavırla asker ile yakın ilişkilerde olmaya çabalaması da bu otoriteryanizmi
destekleyen bir durumdur (Saatçioğlu, 2014: 92). Ayrıca demokratikleşme
adına “sivilleşme” yönelimli düzenlemelerle asker merkezli neoliberal ulusal
güvenlik devletini zayıflatmasına karşın, bunun yerine polis ve yargı merkezli
bir form koyarak daha kendi tekelinde bir nüfuz alanı da yaratabilmiştir. Bu
sayede güvenlik ve özgürlükler arasında bir denge gözettiği iddiasının aksine
temel haklar ve özgürlükler aleyhine demokrasinin ön şartı olarak önceliği
güvenliğe vermiştir. Örneğin Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararlarına
rağmen, sermaye örgütlerinin baskısıyla, özellikle lastik ve cam gibi büyük
ölçekli ve etkili sektörlerde grevlerin6 neredeyse tamamının milli güvenlik ve
genel sağlık gerekçesiyle ertelenmesini bu minvalde düşünmek gerekir. Çünkü
serbest piyasanın bizzat kendisinin devlet otoritesi ile ekonomik etkililiği
geliştirme ihtiyacı, bireysel haklar ve ilkelerin önünde geldiğinden devletin
görevi toplumun heryanına bu otoritenin nüfuz etmesini sağlamaktır (Gamble,
1994: 43). Liberalizmin doğası ya da kapitalizmin ve onun demokrasi ile
ilişkisinin otoriteryan devlette somutluk kazanması Schmitt ve Hayek’in de
desteklediği üzere devletin ekonomi ve piyasa adına demokratik taleplerin
temsilcisi olmaktan korunması demektir. Hayek’in serbest piyasa koşullarında
devletin demokratik olup olmadığı konusuna ilgisizliğinin yanı sıra Schmitt’in
bizzat ekonomiyi devlet otoritesi ile ilişkilendirmesi kapitalist ekonominin
dizaynı ve korunmasında “bırakınız yapsınlar” ilkesinin devlet konusundaki
sınırını gösterir. Örneğin Schmitt (2006) için çoğulcu demokratik müdahalelere
karşı devletin sürekli varlığı gerekli olmakla birlikte özel sermayenin
ayrıcalıklarının çiğnenmemesi esastır. Streeck’in (2015: 365) de yerinde
tespitiyle piyasanın devamlılığı ve ekonominin yönetimi için demokratik siyasal
taleplerin ve iddiaların siyasal otorite tarafından savuşturulması, piyasaya
yönelik müdahalelerde, bunun, kimin çıkarına olduğu ile ilgilidir.
Kriz ve AKP’nin İkinci Dönemi (2008-): “İstikrarsızlık” ve “İstisna
Durumu”
İlk dönemindeki piyasa, demokrasi, devlete karşı toplum gibi
özgürlükler, hem piyasa ekonomisini güçlendirmeye hem de siyasal alanı
genişletmeye yönelik çelişkili söylemlerin yerini toplumun her alanına nüfuz
eden, otoriterliğin de ötesinde, “istisna durumu”nu anımsatır pratiklerin hayata
geçirildiği bir dönemdir. Schmitt’te karşılık bulan güçlü ve etkin devlet
kavramının neoliberal serbest piyasa ile formülasyonu olarak “istisna durumu”
burada sıradan bir olağanüstü hali ya da bir sıkıyönetim durumunu değil,
devletin bekasının son derece büyük bir tehlikeyle ve tehditle karşılaştığı bir
Teror karşıtı yasadaki (md 8) devletin birliğine ve bölünmezliğine karşı propagandanın
kaldırılması, (md. 7) teror örgütüne yardımın ve propagandanın alanının “şiddete
kışkırtmak”la sınırlandırılması, (md. 159) Ceza Kanunu’da açıkça Türklüğü aşağılama
suçunun kapsamının azaltılması biçimindedir (Saatçioğlu, 2014: 92).
6
Dava dosyaları bu grevlerin açıkça sermaye örgütlerinin istekleri doğrultusunda
ertelendiğini ortaya koyuyor (Çelik, 2012)
5
34
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
durumu anlatır. Temel özelliği hukukun askıya alınması ise, başka bir özelliği
de siyasal pratikler düzeyinde de olsa yasama, yürütme ve yargı arasındaki
ayrımın kaldırılması, yani kuvvetler birliği ile gücün merkezileştirilmesidir.
Devletin “hukukun üstünlüğü” ile nesnelmiş gibi görünmesinin aksine, daha
belirleyici ve keyfi olduğu, bunu da istisnai niteliğinden aldığı durumdur. Bu
Schmitt için tam da siyasal olanın özünün ortaya çıktığı varoluşsal bir duruma
tekabül eder (Schmitt, 2006: 63).
2008 krizi sonrası gerek ekonomik gerekse siyasal toplumsal
kutuplaşmanın derinleşmesi karşısında “hukukun üstünlüğü” ile yürütmenin
daha da merkezileşmesinin yanı sıra bunun yetersiz kaldığı durumlarda,
egemen olma sıfatıyla, çatışmaları çözmek için “istisna durumu”na yaraşır
pratiklerde bulundu. Bunlar keyfilik ve politizasyon gibi “karar veren” olma
niteliğinin daha görünür olduğu pratiklerdi. Serbest piyasa ve güçlü devlet
formülasyonunun araçları ile, bu sefer “hukukun üstünlüğü”nün yanı sıra
“keyfilik” ve politizasyon, hem krizin etkilerinin üzerinden gelmek hem de
“siyasal birlik”i sürdürmek adına otoriteryan niteliğinin sınırlarını genişletip
toplumsal alanın her yanına nüfuz edebildi. Toplumsal ayrışmanın ve
kutuplaşmanın derinleştiği “dost”ların ve “düşman”ların her somut durumda
yeniden belirlendiği ve siyasetin bu belirlenim üzerinden kurulduğu bir süreç
oldu bu.
Kapitalist Devletin Bir Başka Aracı Olarak “İstisna Durumu”
AKP’nin ikinci dönemi olarak aldığımız 2007 sonrası dönem ekonomik
bakımdan göreli durgunlukla karakterizedir. Türkiye ekonomisi 2008 küresel
finansal krizini atlatmasına rağmen ekonomik performansı, özellikle küresel
finansal çevrede, bir önceki dönem kadar etkili değildir (Öniş, 2015: 23). Kriz,
bütçeden yapılan harcamalar ve sermayeye tanınan teşvikler sayesinde hafif
atlatılırken, küresel sermaye için halen Türkiye’nin seçenekler arasında
gidilebilecek bir yer olarak kaldığını fark etmesi dışarıya çıkmış olan sermayenin
2009’un ikinci yarısından itibaren tekrar içeri akmasıyla devam etti (Sönmez,
2014: 181). 2001 krizi sonrasında finans sistemini sağlam bir bankacılık
sistemine oturtmuş olması Türkiye’nin uzun süren bir durgunluğa girmemesinin
de bir nedeniydi (Savran, 2014: 99). Bu sayede 2009’daki durgunluğun
ardından 2010 ve 2011’de tekrar ve çok daha yüksek oranlarda büyümeye 7
Türkiye küresel krizin etkilerinin yavaş yavaş hissedildiği 2008 yılını yüzde 0,7’lik düşük
bir büyüme oranıyla atlatırken; krizin en ağır sonuçlarının ortaya çıktığı 2009 yılında ise
yüzde 4,8 küçülmüştür. Türkiye, iç talebin büyümeye yüksek oranlı katkısı, sabit
sermaye yatırımlarındaki artış ve özel sektör faaliyetleri sonucu 2011 yılını dünyanın en
hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olarak yüzde 8,8’lik bir GSYH artışı ile tamamlamıştır.
2012 yılında ise iç talep, makro ihtiyadi tedbirler sonucunda yavaşlamış; Avrupa’daki
krizin devam etmesine rağmen ihracatın pazar çeşitlendirmesi sonucu büyümeye olumlu
katkısıyla 2012 yılında yüzde 2,1’lik, 2013 yılında yüzde 4,1’lik ve 2014 yılında yüzde
2,9’luk bir büyüme performansı sergilenmiştir. 2014 yılında kişi başı GSYH değeri 10 bin
404 Dolar, cari fiyatlarla GSYH ise 800,107 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir (Sanayi
Strateji Belgesi, 2015: 19)
7
35
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
tanık olunsa da Savran’ın’da belittiği gibi kriz süresince dünya konjonktürü için
Türkiye’nin durumu önemli olmakla birlikte kendisiyle benzer sosyoekonomik
yapıya sahip ülkeler arasında bu konjontürden yararlanma konusunda en zayıf
ülkeler arasında oldu. Diğer “yükselen piyasa” ekonomileri cari açık sorununu
köklü biçimde çözerken Türkiye için bu, sorun olmaya devam etmiştir (Savran,
2014: 99). Yine de küresel krizin Türkiye’ye yansıması, gerileyen büyüme
oranları, artan enflasyon, işsizlik, bozulan finansal disiplin ve büyüyen cari açık
biçiminde olmuştur. 2008’den sonra Batı Avrupa piyasasının çökmesi, ihracatın
ve dış finansın azalması istihdamı ve iç talebi düşürmüştü. Aşamalı olarak Orta
Doğuya ve diğer İslami ülkelere ihracat oranı artsa da bu, Batı Avrupa’daki
piyasaların çöküşünden kaybedilenin telafi edilmesine yetmedi.
Ekonomik durgunluğun yanı sıra 2009 yerel seçimlerinde oylarının
2002’den bu yana yüzde 38 gibi en düşük seviyeyi görmesi depolitizasyon
stratejisinin güvenirliliği sorununu da yarattı. Bu nedenle AKP’nin ikinci
döneminde kapitalist ilişkiler bağlamında ilk dönemine kıyasla birbiriyle daha
çelişkili politikaların uygulanması sözkonusu oldu. Sermaye birikiminin
dinamiklerine bağlı olarak depolitizasyon ve politizasyon stratejilerinin birlikte
kullanımının sözkonusu olmasının yanı sıra, farklı sermaye fraksiyonlarının
taleplerinin karşılanmasına çalışılsa da zaman zaman bu yöndeki
düzenlemelerin özellikle iki fraksiyon arasındaki gerilimi yükseltmesi de söz
konusu oldu. Bu, Erol’un da belirttiği gibi, hem ekonomik kriz hem de iç siyasal
krizler nedeniyle toplumsal ilişkilerin yönetiminde ortaya çıkan çelişkilerin ve
gerilimlerin bastırılmasında gücünün daha da merkezileşmesi ve otoriteryan
pratiklerinin artmasıyla sonuçlandı. Haliyle bu süreç aynı zamanda
depolitizasyon yani kurala dayalı politikalar ile politizasyon ya da keyfi kararlara
dayalı pratikler arasındaki gerilimleri de beraberinde getirdi (Erol, 2016: 235).
2008 krizinden itibaren IMF ve AB gibi kurumlara olan bağlılığın
azalması nedeniyle IMF anlaşmasının sona ermesi ve TUSİAD’ın yenilenmesini
istemesine rağmen AKP’nin imzalamamasının nedeni, bunun mali disipline
zorlaması ve iç piyasaya yönelik sermaye gruplarının çıkarlarının aleyhine
olmasıdır. Çünkü AKP, bu dönem küresel krizin de etkisiyle, daha fazla mali
disiplinden ziyade küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarına dayalı bir ekonomik
büyümeye odaklandı. Bu nedenle IMF tarafından öne sürülen vergi sisteminin
kayıt altına alınması ve kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi talebini içeren
kemer sıkma politikası kabul edilebilir değildi. Bunun yerine, daha fazla iç
piyasaya yönelik olması nedeniyle, Mart 2008-2011 dönemi için Dünya
Bankası’ndan (DB) gelecek kredilerle ilgili olarak sektör politikalarının
düzenlenmesine yönelik “ülke işbirliği stratejisi” (Bağımsız Sosyal Bilimciler
Grubu, 2008: 65) imzalandı. Küresel sermayenin içinde bulunduğu kriz, AKP’yi
içe dönük bir büyüme politikasına yönlendirdiğinden, mali disiplin zayıflatılarak
hem devlet kurumları odaklı siyasal esnek vergi toplama sisteminden hem de
AKP kontrolündeki belediyelerle yakın ilişkiler sayesinde harcamaların temel
faydalanıcıları olmaları nedeniyle iç piyasaya yönelik destekleyici politizasyona
açık politikalar sözkonusu oldu (Hoşgör, 2014: 315). Ancak, iç piyasa yeniden
ekonomik büyümenin motoru haline getirilmeye çalışılsa da kriz sonrasındaki
36
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
dış kredi ve fonların azalması nedeniyle iç piyasa alanı da küçüldü. Ekonomik
büyüme halen dış fonun bulunabilirliğine bağlı olduğundan bankalar, özel
sektöre yönelik kredileri düşürüp faizleri yükseltip ve finansal sıkıntı içindeki
şirketlerden kredilerini geri isteyince küçük ve orta büyüklükteki işletmeler
günlük işlemlerini sürdürebilecek dolaşan sermaye bulmakta zorlandıklarından
bütçe transferleri, faizsiz krediler, borç vadesinin uzatılması gibi politizasyona
açık politikalar sözkonusu oldu.
Nitekim enflasyon, siyasi istikrarsızlıklar ve kamu harcamalarının bütçe
üzerinde yarattığı baskılar üzerine TÜSİAD ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
(TOBB) gibi önde gelen sermaye grupları mali disiplinin gerekliliğini açıkça ifade
ederek, hükümeti popülist politikalar izlemekle suçladılar. Bu grup, artan yerel
yönetim ödenekleri, özelleştirme gelirlerinin iç borçların geri ödenmesinde
kullanılması ve işsizlik fonunun işsizlere ödenmesi yerine kamu harcamalarına
yönlendirilmesini ve ödenmemiş sosyal güvenlik primleri için çıkarılan affı
eleştirerek, faiz dışı fazlanın düşürülmesini talep ediyordu (Hoşgör, 2014: 315).
Küresel ekonomik kriz nedeniyle büyüme oranlarının dramatik biçimde düşmesi
karşısında, mali disiplinin esnetilerek kamu açığının önemli bir sorun olmaya
devam etmesi bu grup açısından, önceki dönemin aksine, ekonominin yönetimi
açısından çeşitli belirsizlikler demekti. İhracat odaklı büyüme stratejisinin
büyük ölçüde ithalata bağlı olması ve bu yönde uygulanılan politikaların açığın
büyümesinin başlıca nedenlerinden biri olması bu grup için kaygı vericiydi.
Küresel ekonomik kriz ve farklı sermaye fraksiyonlarından gelen
endişeler/baskılar karşısında AKP’nin gücünü kaybetmeye başlaması onun, bu
sefer politizasyona sarılarak ekonominin yönetimini yürütme gücünün
müdahalelerine daha açık bir hale getirmesine ve daha fazla kendi kontrolünde
bir merkezileşmeye neden oldu. IMF anlaşmasının bozulmasının ardından
neoliberal düzenleyici çerçevede ve kurumlarda yönetim düzeyinde ortaya
çıkan belirsizlik ise AKP’nin özellikle ekonomi yönetimi konusunda devlet
kurumlarını neoliberal bir çerçevede yeniden düzenleyerek “istisna durumu”na
yaraşır “karar verici” bir siyasal formla hem krizin etkilerini gidermeye hem de
gücünü derinleştirmesiyle aşılmaya çalışıldı.
Bu yöndeki düzenlemelere bakıldığında örneğin, 2010 Anayasa
değişikliğinin ekonomi politikaları açısından önemli sonucu; yargının yürütmeye
bütünüyle tabi kılınmasıdır. Yürütmenin yargısal denetimine ilişkin yasanın
değiştirilip yoruma açık hale getirilmesi bunun önemli bir görünümüdür. “Yargı
yetkisi, idari eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır”
ifadesinin; idari yargının hukukilik denetimi ile sınırlandırılıp, “yerindelik”
denetimi ile sınırlandırılamayacak olması nedeniyle 2000’li yıllar boyunca birçok
neoliberal düzenleme “kamu yararı”na aykırılıktan iptal edilebilmişti (Oğuz,
2012: 93:92). Değişiklik, “yerindelik denetimi”ni kaldırdığından hükümetin
çıkardığı neoliberal düzenlemelerle ilgili Danıştay’a başvurma yolu tümüyle
kapandı. İdari mahkemelerin verili yasalara ve “kamu yararı”na dayanarak
yürütmenin eylemlerine karşı gelmesi ve iptal etmesinin özellikle ekonomi ile
ilgili konularda sıkıntı oluşturması bu değişikliklerin temel nedeni oldu. Böylece
bu çeşit düzenlemeler siyasal iktidarın gelir getiren “keyfi” eylemlerini ya da
37
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
ekonomi politikaları konusundaki nüfuzunu kolaylaştırarak (Boratav, 2016: 6)
iç piyasaya yönelik sermaye gruplarına kaynak aktarımını kolaylaştırmış oldu.
Genel seçimlerden hemen önce çıkarılan, 2011 tarihli 6223 sayılı “yetki
kanunu” ise kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir
şekilde yürütülmesini sağlamak üzere; ekonomiyle ilgili kamu kurum ve
kuruluşlarınca yürütülen faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamak, ekonomi ve
siyasete ilişkin hedef ve stratejilerini belirlemek ve böylece iç ve dış ticarete
yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesi için yeni bir
bakanlık, Kalkınma Bakanlığı, kurulmasını sağladı (www.resmigazate.gov.tr).
Ulusal ve uluslararası ekonomik gelişmeler ekseninde dönüşen kalkınma
anlayışı ile yeni neoliberal sanayileşme planının daha merkezi ve güçlü bir
kurumla yürütülmesi demekti bu. Doğal, beşeri ve ekonomik olmak üzere her
türlü kaynak ve imkânların tespit edilerek bölgesel gelişme alanlarında, ulusal
ve yerel düzeyde (ww.turkiye.gov.tr) yeni piyasa alanları ve kaynakları
oluşturup sermaye birikiminin tıkanıklıklarının üstesinden gelmekti amaç. Bu
Bakanlıkla ilişkili olarak tüm bakanlık ve kamu kurum ve kuruluşlarının üstünde
yer alarak ekonomik koordinayonu sağlama işlevindeki Yatırım Ortamını
İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) ve Ekonomi Koordinasyon Kurulu
(EKK) gibi kuruluşlar yine bu amaç içindir. Sekretaryası Hazine Müsteşarlığı
tarafından yürütülmekte olan EKK8, kriz yönetimi bağlamında 2009 tarihinde
kurulmuş, ekonomik istikrarla ilgili gelişmelerin izlenmesi, kredi, finans, maliye
ve borçlanmaya kadar ekonomi politikalarının tespiti, uygulanması ve
güncelleştirilmesi koordinasyonunun sağlanması ve küresel ekonomik
gelişmelerin izlenmesi için oluşturulmuştur (www.hazine.gov.tr). 2016’da
yapısı ve çalışma usul ve esasları yenilenen YOİİK ise Türkiye'deki yatırımlarla
ilgili düzenlemelerin rasyonel hale getirilmesi, yatırım ortamının iyileştirilerek
rekabet gücünü arttırıcı düzenlemeleri tespit edip ulusal ve uluslararası
sermayenin karşılaştığı yönetsel engellere çözüm üretmek ve özel sektör
faaliyetlerini güçlendirmek üzere kurulmuştur (www.yoikk.gov.tr).
Sanayi Strateji Raporu (2015-2018), sermayenin yüksek talebin
olduğu alanlara yönelik yatırım yapması, daha çok yurtiçi tasarrufla finanse
edilen ve ihracattaki verimlilik artışına dayalı bir strateji setiyle ulaşılan büyüme
oranlarının yakalanması ve verimlilik odaklı bir yaklaşım ve rekabet gücünün
artırılması dolayısıyla yüksek ve istikrarlı büyüme yönündeki neoliberal
stratejiler konusunda piyasa ve devlet koordinasyonunun önemini vurgular. Bu
kapsamda; imalat sanayinin verimlilik düzeyini artırmak için teknolojinin
yanında ucuz emek gücünün de etkin bir şekilde kullanılması sözkonusudur
(Sanayi Strateji Raporu, 2015: 20).
Bu kuruluşların görevlerinden, kuruluş amaçlarından ve hedeflerinden
de anlaşılacağı üzere sermayenin bilgi ihtiyacının bizzat devlet tarafından
karşılanarak yine bizzat devletin müdahil olduğu bir ekonomik koordinasyon
Ekonomi Koordinasyon Kurulu, DPT Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanın başkanlığında
Maliye Bakanı, Sanayi ve Ticaret Bakanı, Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve
Dış Ticaret Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakandan oluşmaktadır.
8
38
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
yoluyla tüm düzeylerin aynı yönde hareketinin sağlanması ve hem küresel hem
de yerel sermaye birikiminin güncel talepleriyle uyumunun gerçekleştirilmesi
bu dönemin temel özelliğidir.
Yine bu yöndeki başka bir pratik; bu süreçte örneğin MB’nin
bağımsızlığının sorgulanması ve bunu bazı özerk kurulların, hükümetin bir
unsuru olarak, kapasitelerinin zayıflatılarak yeniden düzenlenmesidir. 2001
krizinden sonra düzenleyici kurulların kurulmasının aksine AKP’nin bu kurulların
denetimini üstlenmesi onun “karar verici” gücünü daha da pekiştirmesine
başka bir örnektir. 2011’de 649 sayılı KHK ile sekiz üst kurulun özerkliğine son
verilerek bakanlıkların kendileriyle ilişkili bağımsız kurulların faaliyetlerini
incelemek için yetkilendirilmesi ilgili bakanın üst kurulların her türlü
etkinliklerini denetlemekle sorumlu olması anlamına gelmekteydi. Burada
dikkat çekilmesi gereken bunların daha çok küçük ve orta ölçekli sermaye
gruplarıyla ilişkili olan şeker, tütün ve alkol piyasası gibi küresel piyasa
nezdinde daha az önemdeki kurullar olmalarıdır. Bunların aksine küresel
sermaye ile ilişkili ekonominin kritik sektörlerindeki kurulların sorumluluğunda
daha dikkatli davranıldı. Bu anlamda Babacan’ın, “bağımsız kurulların
yetkilerinin yeniden tanımlanmasının zamanı” demesine istinaden BDDK fiili
olarak en yüksek bağımsızlığa sahip kurul olma özelliğini korumaya devam etti.
Bunu Telekomünikasyon Kurulu ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK)
gibi küresel sermayeye bağlı olanları izledi. Neoliberal ekonomik çerçevenin
etkili işleyebilmesi için önem arz eden bu kurulların küresel sermayeyi ve
TUSİAD’ı temsil ediyor oluşu bu sektörlerle ilgili olarak daha dikkatli
davranılacağı demekti. Bu minvalde 637 sayılı KHK ile 2011’de Hazine
Başkanlığı’na bağlı olarak kurulan ve finansal sistemin bütününe sirayet
edebilecek sistemik risklerin belirlenmesi, izlenmesi ve bu tür risklerin
azaltılması için gerekli tedbir ve politika önerileri tespit ederek kamu kurum ve
kuruluşlarından her türlü veri ve bilginin alınmasını, kurumlar arasında
politikaların ve uygulamaların koordinasyonunu sağlamak üzere Finansal
İstikrar Komitesinin (www.hazine.gov.tr) kurulması da yine küresel
sermayenin bizzat devlet gücüyle etkin işleyebilmesine yöneliktir. Nitekim 64.
Hükümet programında da MB’nin fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı
para politikası araçlarını doğrudan kendisinin belirlemesinin esas olduğundan
sözedilmesinin yanı sıra istikrarın sürdürüleceğine dikkat çekilerek küresel
sermayenin
taleplerinin
korunacağı
özellikle
belirtilmiştir
(www.akparti.org.tr.).
Böylece gerek kamu kurumlarındaki gerekse üst kurullardaki yapılan
değişikliklerin tümü birden birikimin hızla değişen koşullarının yönetilebilirliğini
kolaylaştırarak yetkinin doğrudan sermayenin bürokrasi içindeki güncel
temsilcileri ile siyasi iktidarda toplanmasını kolaylaştırarak (Oğuz, 2012) “karar
veren” niteliği ile ekonominin yönetiminde AKP’nin gücünü merkezileştirmesine
yönelik araçlar oldu. Bu merkezileşme süreci benzer mekanizmalarla Özal
döneminde de sözkonusu idi. Yargı süreçlerinin ve parlamenter yönetsel
süreçlerin siyaset dışı bırakılarak yürütmenin alanını genişletmesi, yasama
gücünün yürütme gücünün çıkardığı yasa taslaklarının onay kurumuna
39
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
dönüşmesi ANAP döneminde olduğu gibi bugün de siyasal iktidar için en önemli
politizasyon aracını sağlamaktadır (Bekmen, 2014: 69). Özellikle AKP’nin ikinci
döneminde verili “hukukun” yetersiz kaldığı durumlarda “hukukun
üstünlüğü”nün devre dışı bırakılarak özelleştirmeler ve ihalelerle ilgili çok
sayıda konunun parlamenter süreçler atlanarak yürütmenin kontrolündeki
mekanizmalarla çözülmesi ise politizasyonun başka bir sonucu oldu. Özellikle
ekonomi ile ilgili konularda siyasal karar alma süreçlerine yönelik toplumsal
müdahalelerin, parlamenter süreçler nezdinde dahi, bu biçimde engellenmesi
hem piyasanın hem de devletin kendi yeniden üretiminin de garantisidir çünkü.
Nihayetinde parlamenter süreçler nedeniyle ivedilikle yasalaşamayacak
konuları, siyasal karar alma süreçlerinin uzağında tutmanın araçlarından biri
olarak KHK’lar ve bunun bugünkü güncel bir formu olarak “torba yasa”,
başkanlık sisteminin sürekli gündeme gelmesi, yasama gücüne ait yetkilerin
yürütme içinde bakanlıklara aktarılarak yönetmelik düzeyinde kullanılmaya
başlanması ve yargıdan kaynaklanan gecikmelere yönelik artan siyasal baskı
yürütme gücünün yasal süreçler tamamlanıncaya kadar istisnai yetkilerle
donatılması demektir.
Bu merkezileşme ve ekonomi politikalarının politizasyonu ya da yeni
yasama süreçleri ve yönetsel düzenlemelerle yolsuzluk da yükseldi ve
meşrulaştı. Enerji sektörü ve sosyal güvenlik ile ilgili satın almaları
kolaylaştırmak için Yeni Kamu İhale Hukukuna yönelik çeşitli düzenlemelerle
bu hukukun alanı sınırlandırıldı. Uluslararası sermaye piyasaları ve
kurumlarından fon sağlanması için yapılan Telekom ile Türk Hava Yolları (THY)
özelleştirmeleri uluslararası sermaye, DB, IMF ve hükümet arasındaki
anlaşmaların bir sonucu olarak düzenleme dışı tutuldu. Şeker ve tütün
piyasasının yeniden yapılanması da yine içeri ile sınırlı olmayan bir düzeyde
yolsuzluk gündemini açığa çıkardı (Bedirhanoğulları, 2007: 1248-1249).
Neoliberal program böylece daha da politize olarak bütün kamu
kurumları aracılığıyla kırsalın ve kentin özelleştirilmesinden zenginliğin
dağıtılmasına önemli bir işlev üstlendi. Çoğu zaman “piyasa” fiyatı olmadan
sembolik fiyatlarla sermayedarlara özel mülkiyet olarak transfer edildiğinden
ilgili aktörler arasında buralardan elde edilen gelir akışı ve astronomik sermaye
edinimi genelleşti. Özellikle kamu mülkiyetinin genellikle sahipsiz oluşu ve
kolay transferi yoluyla doğrudan kaybedeninin olmaması bu zenginliği ve gelir
akışını daha da genelleştirdi (Boratav, 2016: 6). Başka bir örnek; belediyeler
ve yerel yönetimler teklifleriyle bu dönem TOKİ’nin iktidarın elindeki önemli
rant kurumuna dönüşmesi oldu. Kamu arsaları TOKİ’nin eline verilerek
buralardan elde edilen rant AKP’nin yandaşı sermayedarlara aktarıldı (Sönmez,
2014: 178-179). Nihayetinde ekonominin yönetimi ile ilgili konularda kararların
hangi sermaye grubunun faydasına ve zararına olacağına, bu gruplar içinden
kimlerin ödüllendirileceğine ve dışlanacağına ilişkin yasal engellerin elimine
edilmesi ya da duruma göre yasa çıkarılması hem AKP’nin gücünün
merkezileşmesiyle onu “karar veren” durumuna getirdi hem de sermayeden
ihtiyacı olan desteği sürdürebilmesine yaradı. Yolsuzluğun yürütme organının
kimi kurumlarına nasıl sirayet ettiği ve bunun çeşitli sermayedarlara nasıl
40
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
uzandığı; 2013 sonunda AKP içinden üç kabine bakanının oğlunun ve bir devlet
bankasının genel müdürünün, sermayedarlarının ve bürokratların dahil olduğu
yolsuzluk iddiası ile ortaya çıktı. AKP, bunu hükümeti zayıflatmak ve küçük
düşürmek isteyen uluslararası (ABD ve İsrail) aktörlerin ve onların Türkiye’deki
işbirlikçilerinin (Gülen Hareketi9) komplosuna bağlarken (Özbudun, 2014:
158); TESK, TOBB, TZOB, TÜRK-İŞ, TİSK, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi
hükümet yandaşı gruplar; yolsuzluk iddialarının ayrıştırmaya neden olduğunu
ileri
sürüp
bu
tartışmanın
istikrarsızlık
getireceğini
duyurup
(www.evrensel.net) hükümetin zayıflatılmasına karşı siper durarak o güne
kadar kendilerine yapılan desteğin karşılığını da vermiş oldular.
AKP iktidarının parlamenter siyasal süreçlerden ve toplumsal güçlerden
bağımsızlaşıp güçlü devlet formunun bir görünümü olarak bizzat yürütme
organının pratiklerinde somutlaşan, sermaye gruplarıyla kurduğu bu yakın
ilişkiler 1980’lerde başlayan ve devam eden sürecin büyük ölçüde
tamamlandığını gösterir. 64. Hükümet programından da izlendiği gibi kapitalist
ilişkilerin siyasal taşıyıcısı olarak AKP ile serbest piyasa ilişkileri daha fazla
derinleştirilerek piyasaların taleplerinin bizzat devlet tarafından karşılanması
sözkonusu olurken özellikle emek gücüne ve örgütlenmesine yönelik
düzenlemelerle de emek gücünün toplumsal yeniden üretimi yani politizasyonu
süregelen çeşitli düzenlemelerle baskılanabilmiştir.
İşsizliğin yükselmesiyle birlikte yeni yatırım ve iş paketini devreye
sokan AKP iktidarının sendikalaşma hakkına, grev ve toplu görüşmelere
getirdiği sınırlamalar, 2003 İş Kanununun yanı sıra, 2011’de torba yasaya
dayanarak emek süreçlerinin parçalanmasına yönelik yeni esnekliklerle
kolaylaştırıldı. KHK’lara benzer biçimde sermaye birikiminin acil ihtiyaçlarını
karşılamaya dönük olan “torba yasa” emeğe yönelik tüm saldırıların dayanağını
oluşturdu10. Yine bu minvalde 2013’de Bakanlık tarafından hazırlanan Esneklik
ve Ulusal İstihdam Stratejisi ise emek piyasasının esnekleştirilmesine yönelik
olarak; kiralık işçilik, yeni esnek çalışma biçimleri, taşeron uygulamasının
önündeki engellerin kaldırılması, geçici işçiliğin yaygınlaştırılması gibi içeriği ile
sermaye gruplarının taleplerini karşılamaya ve krizin farurasının emek gücüne
yüklenmesini kolaylaştırdı (www.uis.gov.tr). Ki bu daha önce, 61. Hükümet
programında, işgücü piyasasının “katılıklarının” giderilmesi, esnekleştirilmesi
hedefi ile sermayenin önünü açıcı politikalarla piyasa ilişkilerinin emek gücü
aleyhine
yaygınlaştırılacağı
biçiminde
belirtilmişti
(www.akp.org.tr).
Sendikaların karşı çıkışlarına rağmen sermaye örgütlerinin yıllardır dile getirdiği
Bu olayın ardından Gülen Hareketi ve AKP hükümet arasındaki çatışmanın açığa çıkması
AKP koalisyonu içinde çatlak yaratarak siyasal krize neden oldu (Özbudun, 2014: 159).
10
Torba yasa Meclis İç Tüzüğüne göre 91. Maddede düzenlenmiş özel bir yasama
yöntemidir. Tasarı Meclis’te komisyonlara gitmeden komisyonlarda tartışılmadan
doğrudan Plan-Bütçe’ye getirilir. Genelde 30 madde olarak farklı alanlardan “acele”
olarak yasalaştırılması amacıyla sermaye birikiminin ve yürütmenin acil beklentileriyle
gündemi belirlenen pakette yer alan madde sayısı, sabaha karşı eklemelerle 100’ü geçer.
100 maddelik bu taslak Genel Kurul’a iner. Sabaha karşı 04:00 da 30 maddede bir
oylanarak tartışılarak geçirilir. İçinden bir maddeye evet ya da hayır deme durumu
olmayıp topyekun evet ya da hayır demek sözkonusu.
9
41
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
kıdem tazminatı fonunun kaldırılması ya da sınırlandırılmasına da yine bu
programda yer verilmiştir (www.akp.gov.tr). Emek gücü maliyetlerinin
kısılmasına yönelik bu gibi düzenlemelerin yine belirgin bir örneği esneklik,
parça başı ücret gibi pratiklerle kadın emek gücü istihdamının arttırılmasını
özellikle kapsamına aldı. Hem Sanayi Srateji Raporu hem de 64. Hükümet
programından da izlendiği gibi 2008 krizinin etkilerini gidermeye yönelik
önlemler içinde, özellikle imalat sanayinde, kadın istihdamının arttırılmasına
yönelik düzenlemelerin gerekliliği sürekli vurgulanan bir konu oldu (Sanayi
Strateji Raporu, 2015-2018; www.akparti.org.tr).
“İstisna Durumu” Demokrasisi ya da “Dost”ların Demokrasisi
Bu dönemi “otoriterleşme” olarak tanımlayan ana-akım yazına göre
bunun
temel
nedeni
hükümetin
AB
yönelimli
“demokratikleşme”
düzenlemelerinde
geri
adım
atmasıdır.
Örneğin
Öniş
(2015:24)
demokratikleşme anlamında bu dönemi, önceki dengeli süreçten bir geri
çekilme ve mevcut otoriteryanizmin yükselmesi, Özbudun (2011) “seçimsel
otoriteryanizm”, Dağı (2012) “post-modern otoriteryanizm” olarak ifade eder.
İnsel (2012) ise AKP'nin bugün beslendiği otoriterliğin güçlülüğüne vurgu
yaparak, yukarıdan gelen otoriterlikle aşağıdan gelenin birbirine eklemlendiğini
söyler. Freedom House (2014) Raporu’na göre de Türkiye “modern
otoriteryanizm” koşullarındadır. Askerin siyaset üzerindeki etkisinin azalması
nedeniyle Akça (2014: 37) ise “bir sivil otoriter devlet formu” olarak tanımlar
süreci.
Bu yazına göre; AKP’nin bir önceki dönemde “demokratikleşme”
sürecine dayanarak askerin siyaset üzerindeki etkisini azaltması ve bunun
siyasal varoluşunu sürdürmesindeki öneminin aksine, ikinci dönemi genişleyen
otoriteryanizm ile karakterizedir. Buna göre, bir önceki dönemde vurgulanan
“hukukun üstünlüğü” ve temel hak ve hürriyetler söyleminden tersine dönüşün
(Saatçioğlu, 2014: 87-88) nedeni, AB reform sürecinin 2005’de Fransa ve
Hollanda’nın karşı çıkması üzerine yavaşlamasının kamuoyunda ve hükümette
AB üyeliğine yönelik bir direnç oluşturmasıdır. AB’nin ekonomik ve
demokratikleşme konusundaki dönüşüme rağmen birçok ülkesinde devam
eden kriz nedeniyle güvenirliliğini ve etkinliğini yitirmekte oluşu ve Türkiye’nin
hali hazırda Gümrük Birliği’nin, NATO’nun, AB araştırma ve eğitim
programlarının üyesi olması ise AB yönelimli demokratikleşme programına
devam etmesindeki isteksizliğini ya da gereksizliğini meşrulaştıran nedenlerdir
(Öniş, 2015: 37).
Dolayısıyla ana-akım yaklaşımın siyasala dayalı “otoriterlik”
açıklamalarının ötesinde AKP’nin, kriz sonrasında azalan gücünün de etkisiyle,
toplumsal bütünlüğün çeşitli düzeylerine yönelik nüfuzunu genişletmesi bu
yöndeki “karar”ların alınmasında belirleyen olma niteliğinin öne çıkmasıyla
oldu. Gerek ekonomik gerekse siyasal alana ilişkin düzenlemelerinin niteliği ve
bunları gerçekleştirirken, kendisinin yeniden üretimi anlamında, “varoluşsal”
bir yerden hareket ettiği düşünüldüğünde “istisna durumu”na uygun
42
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
pratiklerde görünür oldu bu. Bu pratiklerin çıkış noktası ise siyasal ve ekonomik
istikrarsızlığın büyümesi karşısında neoliberal devlet formunun “siyasal birlik”
etrafında, siyasal hayatın yeniden oluşturulması sağlanıncaya kadar, örneğin
yeni anayasanın yapılması ya da rejim değişikliği, devletin desteğine ihtiyaç
duyulmasıyla ilgilidir (Agnoli, 2000: 200). Burada egemen niteliği ile AKP’nin,
somut durumun gerektirmesi halinde düzeni bozan istisnaların neler
olabileceğine
karar
veren
olduğunu
yürütmenin
başı
sıfatıyla
Cumhurbaşkanı’nın “siyasal birliğe” ve kaos durumunda bunun bozulmasını
engelleyecek güç olarak devletin varlığına yaptığı aşağıdaki ifadeleri ile
örneklendirebiliriz.
“….çünkü biz ülkemizde bir şeyin müdafaasını açıkça yapıyoruz. Tek millet
olmanın gayreti içindeyiz. Yani tüm etnik unsurlarla tek millet, 78 milyon
olarak ve biz tek bayrak, onun peşindeyiz. Unutulmasınki devletin olmadığı
yerde ne özgürlük, ne demokrasi, ne hak, ne hürriyet olur. Sadece kaos
olur, kan olur…” (Erdogan, 2016; www.t24.com).
Akça’ya (2014: 38) göre de devletin yeni formu olarak “istisna durumu”
hukuksal düzenin alanında kalarak “kabul edilebilir” vatandaş ve “terorist”
arasında ayrım yapar. Bugüne kadar iç düşmanlar olarak kabul edilen
sosyalistler, işçi sınıfı ve Kürtler iken AKP döneminde buna Kemalistler ve sivil
askeri bürokratların da eklenmesi, bunların, AKP’nin hem kendi yeniden üretimi
hem de “istikrar”ın sürdürülmesinde tehdit olarak görülmesiyle ilgilidir. Çünkü
kimin düşman kimin dost olduğuna karar verecek olan polisin ve yargının
kontrolünü elinde tutması nedeniyle egemen AKP hükümetidir. Örneğin,
AKP’nin kendi varoluşuna tehdit olarak gördüğü “askerin sivil siyaset üzerindeki
etkisi”nin “demokratikleşme” yönelimli düzenlemelerle azaltılması ikinci
döneminde “hükümeti devirme” ya da “hükümetin faaliyetlerini yapmasına
engel olma” gibi gerekçelerle kurulan Ergenekon Mahkemeleri aracılığıyla
sürdürüldü. Nitekim birçok asker, akademisyen, politikacı, gazateci, hukukçu,
işadamı, yüksek rütbeli ve emekli askeri görevlilerin silahlı “terorist” grup üyesi
olmak ve toplumda kaos yaratarak siyasal hayatı devirmeye çalışmak iddiasıyla
tutuklanması, AKP’nin asker karşısında gücünü tümüyle sağlamlaştırmasına
yaradı.
Küresel ekonomik krizin etkilerine ve siyasal istikrarsızlığa karşı
önlemlere dayanarak AKP’nin gücünü kendi kontrolünde merkezileştirmesi ise,
önceki dönemin aksine, hem tolumun çeşitli katmanları hem de devletten özerk
bütün kurumlar üzerinde kontrol kurması yönünde oldu. AKP bunu kaos
dönemlerine özgü sert önlemlerle siyasal varlığını yürütme gücünde
tikelleştirerek ve gücü burada yoğunlaştırarak gerçekleştirmeye çalıştı. Burada
siyasetin yönlendirici ilkelerini belirleyen yetkilendirilmiş bir kişi olarak
egemen, toplumsal kitlelere rağmen, bu kitlelelerin siyasal taleplerini, bu
haklar Anayasa’da düzenlenmiş olsa da, sınırlandırabilir. Zira “liberal
demokrasinin gerçek karakteri anayasal oligarşidir” (Agnoli, 2000: 201). Bu
anlamda aşağıda da değinilecek olan AKP’nin kurumsal nüfuzunu
43
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
genişletmesinin araçlarını kapitalist devlet formundan azade bir yerde
tutmamak gerekir.
Örneğin 1980’lerin bir mirası olarak yüzde 10 seçim barajının iki
merkez partiye parlamentoda hatırı sayılır bir çoğunluk sağlamasının bir sonucu
olarak “iki parti sistemi”nin siyasal iktidar partisine verdiği üstünlük; yürütme
gücünü ayrıcalıklı bir konuma yerleştirerek yasama ve yargı gibi diğer güçler
üzerinde nüfuzunu genişletmesine neden olur. AKP’nin de 2009 yerel
seçimlerinde yüzde 38, 2011 ve 2015 genel seçimlerinde sırasıyla yüzde 50 ve
yüzde 49.5 oranında oy alması hem kurumsal hem siyasal hem de toplumsal
düzeyde
gücünü
aşırı
derecede
yoğunlaştırabilmesinin
“meşru”
mekanizmalarından birini oluşturdu. Kitle demokrasisinin parlamenter süreçler
yoluyla siyasete katılım koşullarında siyasal olanın işlevlerinin devreye girmesi,
siyasetin toplumsal çıkarlardan özerkliği lehine bir tartışmanın yanı sıra esas
karar vericisinin yani gerçek egemenin belirlenmesine de yarar (Agnoli, 2000:
203). Böylece siyasal birliğin sağlamlaştırılması adına, yürütme gücü içinde
Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık kurumunun daha etkin hale getirilmesi,
birçok kararın yasama süreçlerinin dışında yürütme organınına bağlı çeşitli
mekanizmalar yoluyla alınması ve yürütmenin “karar veren” sıfatıyla belirleyici
olması gerçekleşmiş olur. Bu Schmitt’in aşağıdaki ifadesiyle tümüyle örtüşür.
“… eğer pratik ve teknik sebeplerle halk yerine temsilcileri karar
verebiliyorsa aynı halk adına tek bir temsilci de karar verebilir… yasama,
yürütme arasındaki ilişkide yasama organının halktan bağımsız seçim
dönemi arasında azledilemeyecek olması ile yürütmenin her an yasamanın
güvenine bağımlı ve her an azledilebilecek olması arasında tezat vardır”
(Schmitt, 2006a: 53).
Gücün merkezileşmesine yönelik bu dönemin araçlarından bir diğeri
derin bir kutuplaşma yaratmasına rağmen birçok liberal ve sosyal demokrat
grubun 1982’nin otoriteryan mirasına karşı referandumda11 “evet” oyu verdiği
anayasa değişikliğidir (Öniş, 2015: 27). Anayasa Mahkemesine ve Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) yönelik düzenlemelerle yüksek yargı
organları, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Yüksek Öğretim Kurumu
(YÖK) üzerindeki kontrolü ele geçirip üniversitelere müdahale etmesi ile hem
yürütme organının bu yargı organları üzerindeki kontrolü hem de buraların AKP
kadrolarınca doldurulması sağlandı. AKP’nin 2009 yerel seçimlerinde desteğinin
azalmasına rağmen, 2010 anayasa referandumunda aldığı oy ve takip eden
düzenlemeler seçilmiş hükümet üzerindeki “vesayeti” ve kontrolü zayıflattığı
ve buralara çoğulcu ve temsiliyeti yüksek bir yapı kazandırıldığı argümanının
tersine (Özbudun, 2011: 103,107) gücünün sağlamlaştırılmasına yaradı. Gülen
Hareketi ile çatışma sonrasında da bürokrasi kadrolarının kendi destekçileriyle
doldurulmasında olduğu gibi (Bekmen, 2014: 69) bürokrasiyi sivilleştirmek
adına bürokrasiye karşı yapılan operasyonlar belli devlet aygıtlarının diğerlerine
tabi kılınması biçiminde oldu. Devlet bürokrasisi içinde farklı bölümleri kesen
11
Anayasa referandumu; liberallerin yardımıyla değişiklik konusunda %58 oy aldı.
44
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
ve bunları birbirine bağlayan paralel iktidar ağlarını oluşturarak stratejik
poziyonlara kendi ekiplerini yerleştirip buralara nüfuz edebildi. Milli Eğitim
(MEB), Enerji ve Tabii Kaynaklar, Bayındırlık ve İskan gibi bakanlıklara önemli
figürler yerleştirilmesinin yanı sıra Maliye Bakanlığı ve Başbakanlığa bağlı
kuruluşlar ve diğer kamu kurumlarında benzer yöntemleri izleyerek buraları
yine kendi kadrolarıya doldurdu. HSYK’nın yapısı da radikal bir biçimde
değiştirilerek genel konseyinin birçok kritik gücü Adalet Bakanlığına aktarılmış
oldu (Hoşgör, 2014: 328).
Kurumsal düzeydeki bu değişikliklerin yanı sıra merkezileşmesinin
izleneceği diğer bir alan; toplumun politizasyonuna karşı muhalif kesimlerin
faaliyetlerini ve alanlarını sınırlayıcı ya da tümden ortadan kaldırmaya yönelik
düzenlemelerdir. Kapitalist devlet fomunun güçlü devlet serbest piyasa
formülasyonu, devletin toplumsal ve siyasal alana geniş müdahalesi üzerine
kuruludur çünkü. AKP’nin bunu yaparkenki argümanı ise büyük ölçüde, güçlü
devletin bir görünümü olan ve istikrar gerekçesiyle alanı genişleyen “siyasal
birliğin” sağlanmasının toplumun, “dostların”, çıkarına olacağı gerekçesidir. Bu,
somut duruma özgü kararın soyut yasaya ya da yasama organına değil emrin
kaynağı olarak yürütmeye dönülmesi gerektiğini belirten Schmitt’in (2006a:
68-69), yürütmenin tek kişi elinde bulunmasının toplumsal kaos karşısında
devlet için ne kadar elzem olduğuna ilişkin vurgusuyla benzerdir.
Bu yönde DGM’lerin yerini özel yetkili mahkemelerin almasıyla yeni
Ceza Kanunu meşru birçok politik protesto ve toplumsal gösteriyi terör suçları
kapsamına aldı. 2006’daki terör karşıtı yasanın önceden Ceza Kanunu
kapsamında yer alan önemli miktardaki suçu “terör” kapsamına dahil etmesi
bunların istisnai mahkeme süreçlerinde görülmesiyle sonuçlandı. Bu yasa, özel
yetkili savcılara aşırı derecede bir keyfilik verdiğinden bunun yine “istisna
devleti”nin bir görünümü olduğu söylenebilir. Akça’nın (2014) da belirttiği gibi
yasa; polise ve yargıya savaş ya da varoluşsal bir durumdalarmış gibi “düşman”
fikrini esas alarak davranmalarını kolaylaştırdı. Bu düzenleme aynı zamanda
askeri ayrıcalıkları da sınırlayarak askeri personelin anayasal düzene ve devlete
karşı işledikleri suçların askeri mahkemelerden sivil mahkemelere geçişini de
sağlayarak bu alandaki yargısal süreç üzerindeki kontrolünü de getirdi. Böylece
AKP hükümetine karşı olası askeriyeden ya da yargıdan gelecek meydan
okumalar elimine edilmiş oldu (Özbudun, 2014: 156).
“Terör” karşıtı yasadaki “terörist propaganda” ve “terörizm”e
dayanarak Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını takiben Kürdistan Topluluklar
Birliği (KCK) ile binlerce seçilmiş yerel görevlileri de içeren Kürt aktivist,
gazateci, akademisyen, insan hakları savunucusu ve hukukçu Kürdistan İşçi
Partisi’nin (PKK) terörist faaliyetlerini destekledikleri suçlamasıyla karşı karşıya
kaldı (Saatçioğlu, 2014: 93). Hiçbir hukuki dayanak olmadan uzun tutukluluk
süreleri adaletin uygulanmasına yönelik endişeleri arttırdığı gibi yargı
sisteminin politizasyonuna da neden oldu. Tam da “çözüm süreci”
görüşmelerine başlamadan Kürt siyasal hareketindeki önemli aktivistlerin
tutuklanmasının AKP’nin süreci (Akça, 2014: 44) daha fazla kendi kontrolünde
sürdürmesiyle ilgiliydi. AKP’nin Öcalan ile doğrudan görüşerek, kısa sürede
45
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
sürecin başlayıp, ateşkesin sağlandığı günlerden sürecin dondurulmasıyla
gelinen bugünkü noktada Başbakan yardımcıları Yalçın Akdoğan ile Bülent
Arınç’ın “biz olmazsak çözüm süreci olmaz”12 sözlerinden sonra 7 Haziran
seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) yüzde 10 seçim barajının
üzerinde bir oy oranı ile parlamentoya girişi olasılığına karşı “8 Haziran’da AKP
iktidar değilse çözüm sürecinin ruhuna fatiha” diyerek AKP’nin iktidar olmaması
halinde
“herkesin
her
şeyini
kaybedeceğini”n
(Akdoğan,
2015,
www.evrensel.net) söylenip toplum kaos ve istikrarsızlıkla tehdit edilmiştir.
Seçim sonuçlarının AKP’nin tek parti olarak hükümeti kurmasına engel oluşu,
koalisyon arayışlarının sonuçsuzluğu ve seçimlerin yenileneceği 1 Kasım’a
kadar “geçici hükümet” sıfatıyla AKP, “siyasal birliğin” tehlikede olduğuna
sürekli vurgu yaparak hem HDP’yi “düşman” gösterip hem de koalisyonun
istikrarsızlık getireceğini belirterek “dost”ları uyardı. İki seçim arası dönemde
HDP seçim bürolarına yönelik saldırılardan, Türkiye’nin stratejik kentlerinde
meydana gelen patlamalarla tırmanan olaylar sonrasında çeşitli toplumsal
grupların yaptığı çağrı ile bu uyarı, aşağıda da görüldüğü gibi, dikkate alınarak
“siyasal birlik” ve istikrar vurgusu tekrarlandı. Birçok sermaye ve AKP yandaşı
sendikanın içinde yer aldığı bu çağrıya göre;
“gün birlik olma günüdür. Kökenimiz, kimliğimiz, inancımız ne olursa olsun,
78 milyon hepimiz Türkiye’yiz. Türkiye’nin her bölgesinde örgütlü,
toplumun bütün kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak bir aradayız. Biz,
ülkemizin çalışan ve üreten, esnafı, çiftçisi, işçisi, memuru, emeklisi ve
girişimcileriyiz” Türkiyenin güvenliği ve istikrarı için …. tek bir şeyi
haykıracağız. Hep bir ağızdan ‘teröre hayır, kardeşliğe evet’ diyeceğiz”
(www.milliyet.com.tr.; 14.09.2015).
TOBB, TÜRK-İŞ, TESK, TZOB, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi “dost”
örgütler bu çağrının benzerini yine “istikrar”ı öne sürerek Gezi direnişi sırasında
da yapmışlardı. 2013’de AKP’nin kentsel dönüşüm altında, kamusal mekanları
piyasa süreçlerine açmasının uygulamalarından biri olarak, Gezi Parkı’nın13 dev
bir alışveriş merkezine dönüştürülmesine karşı başlayan direnişin büyüyerek
sendikalar, sivil toplum örgütleri (STK), çevreci gruplar, kadın örgütleri,
Hisarcıklıoğlu başkanlığında, Hak İş Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ), Memur
Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN), Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği
(MÜSIAD), Türkiye Kamu Çalışanları Konfederasyonu (Türkiye Kamu-Sen), Türkiye
Barolar Birliği (TBB), Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD), Türkiye Esnaf ve
Sanatkarları Konfederasyonu (TESK), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu
(TİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları
Konfederasyonu (TÜRK-İŞ), Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED),
Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği
(TÜRMOB), Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD), Türkiye Ziraat Odaları Birliği
(TZOB) ortak açıklama yaptı. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Her görüş ve
düşünceden, toplumun tüm kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak; 17 Eylül Perşembe
günü saat 16.30’da bütün Türkiye’yi Ankara Sıhhiye Meydanında buluşmaya davet
ediyoruz” dedi.
13
İstanbul’un merkezindeki az sayıdaki yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı’nın, dev bir
alışveriş ve kültür kompleksine dönüştürme kararına karşı başladı.
12
46
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
antikapitalist Müslümanlar gibi grupların da desteğiyle alkol satışına getirilen
kısıtlamalardan kürtajı yasaklayan yasalara kadar hükümet karşıtı bir direnişe
dönüşmüştü. Çok fazla sayıda kente yayılan protestolar sırasında göstericilere
yönelik güvenlik ve polis aygıtlarının aşırı fiziksel güç kullanımının yanı sıra
göstericiler “çabulcu”, “marjinal”, “terörist” diye nitelendirilerek “düşman” ilan
edilmişti. O günlerde bu “dost” örgütlerin “siyasal birlik” ve “istikrar” çağrısına
göre;
“… son günlerde gösterilerin, marjinal gruplar tarafından farklı mecralara
çekilmek istendiğini; gelişmelerin ülkemiz üzerinde kötü emelleri olanlara
hizmet etmeye zemin hazırladığını üzülerek görüyoruz. Tüm dünya
sorunlarla boğuşurken, herkesin bakışlarının yükselen Türkiye üzerinde
odaklandığı bu dönemde, huzura ve istikrara her zamankinden daha fazla
ihtiyaç …”
olduğunun belirtilmesi AKP pratiğinde somutlaşan “istisna durumu”na
yönelik eylemlerin gerisindeki saikle paralellik oluşturdu (www.evrensel.net.,
14.09.2015).
Nitekim, Schmitt’in (2006a: 26) bu yöndeki pratiklere dayanak
oluşturan argümanından da izleneceği gibi; liberal demokrasinin siyasi gücü,
yabancı ve eşitsiz olanı, türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak
tutmayı becermesiyle ortaya çıkar. Yine buna benzer biçimde AKP’nin Kürtlere
yönelik siyasetini ve politikalarını eleştiren ve bölge halkına yönelik sürdürülen
savaşa karşı barış bildirisini imzalayarak savaşın durması ve çözüm sürecine
geri dönülmesi talebinde bulunan binden fazla akademisyenin “terörizm”
propagandasıyla suçlanarak bizzat Cumhurbaşkanı ve “dost” kamuoyu
tarafından itibarsızlaştırılmaya ve karalanmaya çalışılarak “düşman” ilan
edilmesi de bu yöndedir (www.barisicinakademisyenler.net). Schmitt’in siyasal
olanı dost-düşman arasındaki ilişki diye tanımlaması ya da Marksist lietratürde
emek ve sermaye arasındaki sınıf antagonizması, devletin düşmanı tanıması
ve politikalarını buna göre oluşturması demek olduğundan nihai karar tekeli ile
devlet, hem hukukun üstünlüğü temelinde hem de istikrarın yeniden kurulması
için hukukun üstünlüğünü erteleyerek “düşman”ı bertaraf etmeye çalışır
(Bonefeld, 2006: 240).
AKP’nin, özellikle 2010 sonrası, toplumsal muhalefete ve protestolara
artan ölçüde şiddetle karşılık vermesi, polisin yetkilerini arttıran kanun, terörle
mücadele kanunu, dernekler, sendikalar, vakıflar yasası ve toplantı ve gösteri
hakkını düzenleyen antidemokratik yasaların hepsi birden “düşman”ın bertaraf
edilerek “istikrarı” ve kendi varoluşunu korumaya yönelik yoğun çabasının bir
göstergesidir. Emek üzerindeki baskıcı düzenlemelerin yanı sıra siyasal
iktidarıyla özdeşleştirdiği çoğunluk iradesini eleştirenleri “darbeci”, “terörist”,
“anarşist” ve etnik ayrılıkçılıkla dolayısıyla “düşman” olarak nitelendirmesi, her
tür muhalefete karşı kendisini “dost”ların birliğini ve güvenini sağlayan olarak
konumlandırması muhalefet üzerindeki baskı, istikrarı sağlamak adına
muhelefetin kontrol altına alınmasıyla ilgilidir. Adil yargılanma hakının ihlali,
gösterilerde polis gücünün orantısız ve aşırı kullanımı, medya sahipleri üzerinde
47
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
finansal ve diğer baskılar, eleştirel gazateciler üzerinde işten çıkarma ve
sansürün yanı sıra AKP’nin otoriteryan popülizminin örgütlü muhalif gruplardan
sınıf hareketine hatta zaman zaman kendisiyle aynı görüşte olmayan
sermayedarlara kadar uzanması14 hem kendi varlığıyla hem de bununla
özdeşleştirdiği sermayeye yönelik tehditler yüzündendir.
Emek gücüne yönelik yukarıda belirtilen düzenlemelerin yanı sıra
örgütlü işçi sınıfının pasifleştirilmesi, depolitize edilmesi siyasal alanın özneleri
olarak siyasal mücadelelerden kopartılması “ayakların baş olduğu yerde
kıyamet kopar” (Erdoğan, 2008; www.radikal.org.tr) ifadesinden de izlendiği
gibi “siyasal birliğin” ve bölünmezliğin adına bu grupların siyasallaşmalarının
engellenmesine yöneliktir (www.akparti.org.tr; 2012: 5, 24). Örneğin,
tarafların üzerinde kısmen anlaştığı ve sınırlı iyileştirmeler sunan bir taslak
olarak Bakanlar Kurulu’nda aylarca bekletildikten sonra TUSKON, TOBB,
MÜSİAD, TÜSİAD ve TİSK gibi sermaye grupları ve kabinedeki bazı bakanların
sendikal haklarla ilgili kimi iyileştirmelere karşı çıkması üzerine Sendikalar ve
Toplu İş Sözleşmesi Yasası’nın mecliste görüşülmesi engellenerek (Dünya, 9
Ocak 2012 akt: Çelik, 2012) grev yasaklarının artışı ve yüzde 10 olan işkolu
barajının yüzde 3’e çekilerek görüşülmesinin sağlanması gerçekleşmiştir.
Dünyanın hiç bir yerinde olmayan bankacılık hizmetlerinde grev yasağı
korunarak grev ve lokavt yasakları temel kamu hizmeti gösteren yerlerde
sınırlandırılmıştır (md.62) (www.resmigazete.gov.tr). Nitekim AKP, 64.
Hükümet programında; siyaset alanının daraltılmasına ve saygınlığının
gölgelenmesine dönük tüm teşebbüslere karşı kararlı bir politika izleneceğini
(www.akparti.org.tr. 2016) kriz yönetiminin de bir gereği olarak demokratik
katılımın ve müdahale kanallarının kapatılması ile demokratik talepleri bertaraf
etmek yönünde çaba harcayacağını söylemiş olmaktadır. Çünkü devletin
hukuksal gücü işçi sınıfının kolektif gücünün kullanılmasını da engelleyerek
sermaye adına emeğin uygun hale getirilmesine dayanır. Böylece özgür ve eşit
vatandaşlar olarak işçiler serbest piyasada sözleşmeyle bağlı kaldıklarından
emek ve sermaye arasındaki ilişkiler de garantiye alınmış olur.
Sonuç
Gerek emek-sermaye arasındaki ilişkilerin yeniden örgütlenmesi,
gerekse siyasal alanın kitlesel demokratik taleplerinin bastırılması devlet
otoritesinin gücünü gerektirir. Küresel sermaye, devletlerin hem sıkı emek
disiplini içinde emek sermaye ilişkilerini ulusal düzeyde yeniden oluşturmalarını
hem de toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek baskıların bertaraf edilmesini
zorunlu kılarken, devlet de bunu içerde “siyasal birlik” ve istikrar vurgusuyla
meşrulaştırmaktadır.
Referandum döneminde desteklerini almak için, toplumun farklı örgütlü kesimlerine
önemli baskı uyguladı TUSİAD’ın düzenleme ile ilgili çekincelerine Erdoğan tepki
göstererek “bugün tarafsız olan, yarın bertaraf olur” demişti (Erdoğan, 2010;
www.radikal.org).
14
48
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
Serbest piyasa ekonomisine doğrudan müdahalenin güçlü devleti
gerektirmesi, AKP’nin her iki döneminden de izlendiği gibi siyasal alanın
tümden manuple edilmesi adına ekonominin depolitizasyonunu devletin ise
tümden politizasyonunu içerir. Schmitt ve Hayek’in argümanlarında teorik
dayanak bulabilen bu politikalar; sınırlanmamış demokrasinin serbest piyasa
hedefindeki liberal hükümetler için bir tehdit oluşturduğu üzerinedir.
Demokratik faaliyetler nedeniyle devletin toplumsal çıkarların bir aracı/nesnesi
haline dönüşerek zayıflayacak olması bunun da siyasal birliği ortadan
kaldıracağı tezidir bu. Gerek parlamenter demokrasinin parlamentoda
“düşman”ların çoğalmasını engelleyen seçim barajı bariyeri ile gerekse devletin
depolitize edici düzenlemeleriyle demokrasinin temelde homojeniteye bağlı
olduğu, “düşman”lara karşı “dost”ların demokrasisinin hem devletin hem de
sermayenin yeniden üretimini sürdüreceği açık.
Nitekim AKP, gerek ana-akım yazından bu anlamda aldığı destekten,
gerekse hemen her hükümet programından ve demokratikleşme paketinden
izlendiği gibi kendisini, toplum olarak gördüğünden, siyasetin öznesi kılmakta
ve sivil ve askeri bürokratik kurumlardan gelebilecek kendisine yönelik
müdahalelere karşı yürüttüğü mücadeleyi demokratikleşme olarak görmektedir
(62. Hükümet program; www.akparti.org.tr). Demokratikleşme konusunda
kendisini toplumun tek aktörü olarak gördüğünden toplumdaki etnik, dinsel,
sınıfsal farklılıkların varlığını kabul ediyor görünse de bu daha fazla siyasal
düzeydeki varlıklarının tanınmasına değil “milli irade”deki temsiliyetleri
bakımından oy verme pratiklerinde anlam ifade etmektedir.
Toplumsal çelişkilerin ve çatışmaların arttığı durumda ise hem kendi
hem de sermayenin yeniden üretimi adına kimlerin “dost” kimlerin “düşman”
olduğuna karar vererek, “siyasal birlik” adına gücünü bütün bileşenleriyle
devreye sokmaktadır. Çünkü bölünmüş ve çatışma halindeki bir toplumda
“hukukun üstünlüğü”nü sürdürebilmek de, “istisna durumu” koşullarının
üstesinden gelinip düzenin yeniden kurulması da güçlü devleti gerektirir.
Kaynaklar
Agnoli, J., (2000), “The Market, the State and the End of History”, The Politics of Change:
Globalization, Ideology and Critique, Bonefeld, W., Basingstoke, etc. (edt.),
Palgrave
Akça,İ., (2014), “Hegemonic Projects in Post-1980 Turkey and the Changing Forms of
Authoritarianism” in Reframed Turkey: Constituting Neoliberal Hegemony”,
(edt.),
Akça, İ., Bekmen A., Özden B.A, Pluto Press, London, s.14-46.
Bekmen, A., (2014), “State, and Capital in Turkey During The Neoliberal Era”, in
Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony”, edt: Akçai İ., Bekmen A.,
Özden B.A., Pluto Press, London, s. 47-74.
Boratav, K., (2016), “The Turkish Bourgeoisie under Neoliberalism”, Research and Policy
on Turkey, 1:1, 1-10.
Bedirhanoğulları, P., (2007), “The Neoliberal Discourse on Corruption as a Means of
Consent Building: Reflections from Post-Crisis Turkey”, Third World Quarterly,
Vol. 28, No. 7, pp. 1239 – 1254.
49
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
Bonefeld, W., (2010), “Free Economy and the Strong State, Capital and Class”, vol. 34,
issue 1, pp.15-24.
Bonefeld, W., (2006), “Democracy and Dictatorship: Means and Ends of the State”,
Critique, vol.34, issue 3, pp. 237-252.
Burnham, P., (2000), “Depoliticisation: Economic Crisis and Political Management in The
Politics of Change Globalization”, in The Politics of Change: Globalization, Ideology
and Critique, Bonefeld and K. Psychopedis (eds), London; Macmillan, pp. 9-30.
Clarke, S., (1991), 'The Global Accumulation of Capital and the Periodisation of the
Capitalist State Form', in Open Marxism. Bonefeld, Werner London : Pluto Press ,
Vol 1.
Cristi, R., (1984), “ Hayek and Schmitt on the Rule of Law” Canadian Journal of Political
Science/Revue Canadienne de Science Politique, Vol. 17,No. 3 (Sep., 1984), pp.
521-535.
Gamble, A., (2001), “Neo-Liberalism”, Capital & Class, vol. 25, issue 3, pp. 127-134.
Gamble, A., (1994), Free Economy and the Strong State, Palgrave, New York
Hayek, F., (2014), Kölelik Yolu, Liberte, Ankara.
Holloway, J., (1995), "Global Capital and the National State" in From Global Capital,
National State and the Politics of Money, pp.116-140, Basingstoke: Macmillan
Hoşgör, E., (2014), “AKP’nin Hegemonya Sorunsalı: Uzlaşmasız Mutabakat”,
Neoliberalizm, İslamcı sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam, İstanbul.
Kutun Gürgen, M., (2011), Eleştirel Devlet Kuramlari Bağlaminda Türkiye’de Siyasal
Değişim: 1980-Sonrasi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara, 2011.
Marx, K., Engels., F., (2015), Komünist Manifesto, (çev.), Nail Satlıgan, Yordam,
İstanbul.
Oğuz, Ş., (2012), “Türkiye’de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter Devletin
İnşaası”, Türk Tabibleri Birliği Mesleği Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı-45-46.,
s.2-15.
Öniş, Z., (2009), “Beyond The 2001 Financial Crisis: The Political Economy Of The New
Phase of Neo-Liberal Restructuring In Turkey” Review of International Political
Economy, Vol.:16 , Issue:3 , pp. 409-432.
Öniş, Z., (2015), “Monopolising the Centre: The AKP and the Uncertain Path of Turkish
Democracy”, The International Spectator, 50:2, s.22-41.
Özbudun, E., (2014), “AKP at the Crossroads: Erdoğan's Majoritarian Drift”, South
European Society and Politics, 19:2, s.155-167.
Saatçioğlu, B., (2014), “AKP's ‘Europeanization’ in Civilianization, Rule of Law and
Fundamental Freedoms: The Primacy of Domestic Politics”, Journal of Balkan and
Near Eastern Studies, 16:1, s.86-101.
Savran, S., (2014), “İslamcılık, AKp, Burjuvazinin İç Savaşı”, Neoliberalizm, İslamcı
Sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam, İstanbul.
Schmitt, C., (2006), Siyasal Kavramı, (çev:), Ece Göztepe, Metis, Ankara.
Schmitt, C., (2006a), Parlamenter Demokrasinin Krizi, (Çev.) Emre Zeybekoğlu, Dost,
Ankara.
Silverman, R., (2014), “Dogan versus Erdogan:Business and Politics in AKP-Era Turkey”,
Mediterranean Quarterly: Spring 2014 25:2
Streeck, W., (2015),“Heller, Schmitt and the Euro” European Law Journal, Vol. 21, No.
3, pp. 361–370.
Tanyılmaz, K., (2014), “Türkiye Büyük Burjuvazisinde Derin Çatlak”, Neoliberalizm,
İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Yordam, İstanbul.
Wilkinson, M. A., (2013), “The Spectre of Authoritarian Liberalism”, German Law
Journal, Vol. 14 No. 05.
Yılmaz, Z., (2003), “Günümüz Türkiye’sinde Devlet ve Hâkim Sınıflar İlişkisi Üzerine
Alternatif Bir Çerçeve Denemesi”, Praksis, Sayı, 9, s. 55-92, 2003.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (2015), Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi: 2015-2018
Freedom
House,
(2014)
Freedom
House
in
the
World
2014,
www.freedomhouse.org/report/freedom-word/freedom-word-2014
Şimşek, M., (2015), “Ekonomik kazanimlar tehdit altinda”, www.hürriyet.com.
14.09.2015.
50
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
Çelik, A., (2012), “Madem patronların hükümeti değilsiniz”. [email protected]
08.03.2012
Dağı, İ., (2012) ‘Imagining an AK party society’, Today’s Zaman, 23 December
İnsel, A., (2012), “Adım adım otoriterleşme mi?”, [email protected].
Erdoğan, R.T., (2010); www.radikal.org.tr. 18 Agustos 2010
Erdoğan, R.T., (2008); www.radikal.org.tr. 22 Nisan 2008
Erdogan, R.T., (2016); www.t24.com. 14 01 2016.
Akdoğan, (2014), www.akparti.org.tr
61.hükümet program, www.akparti.org.tr
62.hükümet programı; www.akparti.org.tr.
www.akparti.org.tr. 2012: 5, 24.
www.akparti.org.tr. 02.15.2016
www.uis.gov.tr.
www.barisicinakademisyenler.net.
www.resmigazete.gov.tr.
www.evrensel.net. 4.06.2015
www.evrensel.net. 14.09.2015
www.milliyet.com.tr. 14.09.2015.
51
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
52
İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne
Kadar Hazırlıklı? Gezi Parki Direnişi
Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği*
Yasemin Karaca
Dr.
E-posta: [email protected]
Özet: Tüketici davranışı sadece bir ürün satın alınması, tüketilmesi ile ortaya çıkan bir
davranış şekli değildir. Dolayısıyla pazarlamacılar için bir ürünün veya hizmetin tercih
edilmesi, satın alınması, tüketilmesi kadar o ürünün veya hizmetin tercih edilmemesi,
tüketiminden vazgeçilmesi de önemlidir. Bu çalışmada, tüketici davranışının bir başka
boyutu olarak nitelendirebileceğimiz tüketim karşıtlığı (tüketici boykotları) kavramı,
kapsamı ve "Gezi Parkı Direnişi" kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarında
Starbucks işletmesinin tavırları, yerel bazda ele alınarak sunulmuş ve işletmenin tüketici
boykotlarına yönelik ne kadar hazırlıklı olduğu mevcut verilerle değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Boykot, Tüketici Boykotu, Gezi Parkı.
How Much are Businesses Ready to Consumer Boycott? Mersin
Starbucks Case within the Scope of Gezi Park Resistance
Abstract: Consumer behavior is not a way of behavior only emerging from buying and
consuming a product. Therefore, a product or service that is not preferred and consumed
is as important for marketers as that a product or service that is preferred purchased
and consumed. In this study, opposition to consumption (consumer boycott) concept
that can be described as different aspect of Consumer behavior and its scope, and
Starbucks business’ attitudes in consumer boycott emerging within the scope of “Gezi
Park Resistance” have been presented by tackling them on a local basis. And how much
the business is ready to consumer boycott has been evaluated with available data.
Keywords: Boycott, Consumer Boycott, Gezi Park.
Ocak 2014 tarihinde
gerçekleştirilmiştir.
*
mevcut
işletmeden
gerekli
izin
alınarak
araştırma
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 53-67.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Giriş
Günümüz tüketicileri, “tüketici kimliği”nin öne çıkması sonucunda
“tüketimden gelen güç”ünü kullanmaya ve buna bağlı olarak da satın alma
güçleri ile tercihleri sayesinde ürünleri, markaları ve işletmeleri ödüllendirmeye
ya da cezalandırmaya başlamıştır (Odabaşı, 2013: 27). Ayrıca, günümüz
tüketicilerinin, bireysel tatminlerinin odağı olan “tüketici kimliği”nin yanında,
etik, toplumsal, ekonomik, çevresel ve siyasal konulardaki rollerini belirleyen
kimliklerinin de farkına varmış olduğu ve vatandaşlık bilinciyle hareket ettiği
söylenebilir (Odabaşı, 2008).
Modernist yaklaşım daha çok üreticiler ile tüketiciler arasındaki güç
dengesinin üzerinde yoğunlaşmış ve bu dengede tüketicilerin haklarının
korunması ana stratejiyi oluşturmuştur. Postmodern yaklaşımın ise, yeni
boyutuyla oluşan tüketici eylemlerinin toplumu, ekonomiyi ve siyaseti
değiştirmeye ve dönüştürmeye odaklanan bir demokratik anlayışa sahip olduğu
ileri sürülmektedir (Odabaşı, 2008). Postmodernizm, tüketim ve tüketici
davranışlarında artan karmaşıklığı doğurmuştur. Bu karmaşıklıklar sadece
tüketim işleminde değil, aynı zamanda anti-tüketim çabalarını takip etmekte
de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, bireyler, postmodernizme geçişin bir
sonucu olarak, artık sadece ne tükettikleri açısından tespit edilmez, aynı
zamanda tüketim kısıtlaması anlayışların üretken temsilcileri olarak ele
alınmaktadır (Yuksel ve Mirza, 2010: 496). Günümüz postmodern
tüketicilerinin tipik özellikleri arasında olan adil davranılmak, her şeyi anında
ve hızlı istemek, tüketimle kendini oluşturmak ve benliğini ifade etmek,
sembollere kafa tutarak markalara karşı sadakat beslememek, hem tüketmek
hem de insanlara ve çevreye duyarlılığı arzulamak gibi bazıları çelişkili olan
özellikler, kendini bu hareketlerde açık biçimde göstermektedir (Odabaşı,
2011: 58).
Tüketiciler gerek kullandıkları ürün veya hizmetle ilgili, gerekse çeşitli
toplumsal, çevresel veya politik nedenlerden ötürü beğenmedikleri bir hareket
ile karşılaştıklarında tepkilerini kolayca gösterebilmektedirler. İşte bu tepkilerin
en ileri aşaması boykotlardır (Çakır, 2010: 121). Özellikle rekabetin yoğun
olduğu pazarlarda tüketici boykotu, işletmeler için büyük tehdit
oluşturmaktadır (Bayuk ve Ofluoğlu, 2013: 142).
Tüketici Boykotu Kavramı ve Kapsamı
Günümüzün küreselleşen dünyasında, iletişim teknolojilerinde
meydana gelen gelişmeler sonucunda tüketiciler, her türlü bilgiye kolayca
ulaşabilmekte ve bu şekilde işletmeler, ürün ve hizmetler ile ilgili olarak
meydana gelen gelişmeleri kolayca takip edebilmektedirler. İşletmelerin mal
ve hizmet fiyatları, kaliteleri, kar oranlarının yanı sıra toplumsal olaylarla ilgili
tutumları da son yıllarda tüketicilerin gündeminde olan konulardır (Çakır, 2010:
122).
54
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”
Teknolojinin ilerlemesi artık eski tip şikayet ve protesto yöntemlerini
değiştirmiştir. İnsanlar evlerinde yazdıkları bir mesaj ile markaları zor duruma
sokabilmekte, ciddi prestij kaybına yol açabilmektedir (Banko ve Babaoğlan,
2013).
Tüketici, kendisine ait sosyal bir eylem boyutunda kolayca
kullanabileceği gücü ile siyasete karışma ve müdahale etme olanağı
bulmaktadır. Organize olmuş satın alma ya da almama hareketi ile de
ekonomik ve siyasal kolektif bir baskı uygulayıp, karşı duruş gerçekleştirmek
ve gerektiğinde ekonomik bir ceza vermek amaçlanmaktadır. Boykotlar bu
konudaki en yaygın uygulamalardır (Odabaşı, 2008).
Bir ahlaki veya politik gerekçe ile tetiklenen, tipik anti-tüketim davranış
biçiminin bir formu olan boykotlar, bir işletmenin, ürün veya kurumsal
davranışını onaylanmama biçimi olarak tüketiciler tarafından uzun yıllar
boyunca kullanılmış bir araçtır (Yuksel ve Mryteza, 2009: 248).
Boykot kavramı ilk kez O’Malley tarafından 1880 yılında İrlandalı
çiftçilerin Lord Erne’nin arazi sorumlusu olan Charles Cunnigham'a karşı
başlattıkları ve işçilerini (hizmetçiler, şoförler, çobanlar) de ikna ettikleri iş
bırakma eylemiyle ortaya atılmıştır (Friedman, 1999: 6 akt. Bayuk ve Ofluoğlu,
2013: 142).
Tüketici boykotu ise pazarda (bir veya daha fazla hedef kuruluştan
seçilen) alım yapmaktan kaçınmaya bireysel tüketicileri yönlendiren, belirli
hedeflere ulaşmak için bir veya daha fazla kişi tarafından gerçekleştirilen bir
girişimdir (Friedman, 1985: 97).
Tüketici boykotu, “Alıcıyla ilgili bir sorunu ve bu sorunun ortaya
çıkmasına neden olan kuruluşu etkileme çabası olarak bir ürünün satın
alınmasına engel olan tüketici egemenliğinin örgütlü bir uygulaması” olarak
tanımlanmaktadır (Smith, 1990: 140 akt. Balıkçıoğlu vd., 2007: 81).
Boykotlar pazarlama kavramı ile uyumlu tüketici davranışının bir biçimi
olarak tespit edilmiştir (Klein vd., 2004: 92). Boykotların ve onlara katılan
tüketicilerin sayısında günümüz dünyasında her geçen gün bir artış olmasına
rağmen, pazarlama disiplini, boykotlar ve tüketici boykot davranışları
konusuna çok fazla dikkat etmemiştir. Ancak, günümüzde boykot kullanımının
artması, boykotu düzenleyenlerin daha çok deneyimli hale gelmesi, adli
kurumların protestonun yasal formları şeklindeki boykotları desteklemeleri, gibi
nedenlerden dolayı, boykotların pazarlamayı daha çok ilgilendirdiği ve
pazarlama disiplini açısından daha önemli hale gelmesi gerektiği ifade edilmiştir
(Garrett, 1987: 47)
İşletmelerin satışlarını düşürme, kar kayıpları, piyasadaki imajını
zedeleme gibi amaçların güdüldüğü boykotlar işletmeler açısından her zaman
bir tehdit ve kriz dönemi oluşturmuştur. Ancak, işletmeler açısından boykotlar
çok önemsenmemiş, hep gözardı edilmiştir. Boykotların incelendiği ampirik
araştırma eksikliğinin nedeni, yöneticilerin genelde tüketici protesto
davranışları hakkında çok az bilgiye sahip olmaları ve protesto davranışlarıyla
55
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
ilgilenmemelerinden kaynaklanmaktadır (Ettenson ve Klein, 2005: 201). Son
yıllarda, tüketici boykotları konusunda yapılan çalışmalar literatürde
(Witkowski, 1989; Klein vd., 2002; Garrett, 1986; 1987) artmıştır. Boykot ile
ilgili, boykot davranış türleri (Kozinets ve Handelmann, 1998), boykota
katılımın altında yatan motivasyonların (Sen vd., 2001; Klein vd., 2004; John
ve Klein, 2003; Tyran ve Engelmann, 2005) ve boykotun finansal etkisinin
(Koku vd., 1997; Pruitt ve Friedman, 1986) neler olduğu çalışmalarda üzerinde
ağırlıklı olarak durulan başlıca konulardır (Yuksel ve Mryteza, 2009: 248).
Tüketici boykotları ile ilgili literatür araştırması üç alandan
oluşmaktadır: (1) boykotun sıklığı, nedenleri ve hedefleri; (2) boykotun
sonuçları; ve (3) katılan bireylerin motivasyonları (Hoffmann ve Müller, 2009:
240).
Tüketici boykotlarının işletmeler üzerindeki etkilerini inceleyen
araştırmacılar (Friedman, 1985; Pruitt ve Friedman, 1986; Pruitt, Wei ve
White, 1988; Worrell ve El-Jelly, 1995), boykotların marka, kurumsal imaj,
itibar açısından işletmeler tarafından her zamankinden daha önemli hale
gelmesi gerektiği ve tedbir almaları yönünde önerilerde bulunmuştur. Diğer
yandan, boykotların işletmelerin hisse senedi fiyatları üzerindeki olumsuz
etkileri olduğunu belirten çalışmalar (Friedman, 1985; Pruitt ve Friedman,
1986; Pruitt, Wei ve White, 1988; Davidson, Worrell ve El-Jelly; 1995)
yapılmıştır (Chavis ve Leslie, 2008: 4).
Literatür, (a) hedef şirketin pazarlama uygulamalarını değiştirmek
amacı ile yapılan ekonomik ya da pazarlama politikası boykotları, ve (b) politik,
sosyal ve etik denetim boykotları olmak üzere iki tür boykotun varlığını kabul
etmektedir (Farah, 2008: 6).
Knudsen ve arkadaşları tarafından yapılan bir çalışmada da; boykot
çağrılarını tetikleyen eylemlerin hükümet eylemleri, işletme eylemleri ve
bireysel eylemler olmak üzere üç şekilde sunulduğu belirtilmiştir. Ayrıca
çalışmada, boykotu organize edenler tarafından kendi kampanyaları için
farkındalık oluşturmak ve belirlenen hedef kitlelerin medya kullanımını
yönetmek amacıyla kullanılan stratejiler tartışılmıştır. Boykot çağrılarına
yönelik cevap veren çok uluslu şirketler için mevcut çok sayıda stratejiler
gözden geçirilmiştir (Knudsen vd., 2008:17-26).
Tüketici Boykotlarına Yönelik İşletme Stratejileri
Tüketiciler bir işletmeyi boykot ettiğinde, işletmenin satışları, gelir,
nakit akışları ve dolayısıyla hisse senedi fiyatlarında azalma oluşabilmektedir
(Davidson vd., 1995; Pruitt ve Friedman, 1986; Farah ve Newman, 2010: 347).
Örneğin, Birleşik Krallık'ta, Irak savaşı nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne
öfkeli olan tüketicilerin boykot hedefleri, ABD şirketleri olmuştur. Önceki yıl 600
milyon Pound bir gelir artışı yaşayan bu şirketler, 2004 yılında 3.2 milyar Pound
kaybetmiştir. ABD şirketleri Avrupa'da zarara uğrarken, ABD'de iş yapan
Fransız şirketlerin durumu da aynı olmuştur. Fransa'nın Irak savaşına katılmayı
56
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”
reddetmesine öfkelenen ABD'li tüketiciler, Fransız şaraplarını boykot etmeye
karar vermiştir. Bu boykot, işletmelerin haftalık satış oranını % 26 azaltmış ve
altı ay süren boykot esnasında yaklaşık % 13 oranında, 112 milyon dolar
tutarında bir finansal kayba yol açmıştır (Braunsberger ve Buckler, 2009: 460).
Tüketici boykotları işletmenin ürün ve hizmetleri ile ilgili bir kriz
çeşididir ve işletmeler açısından son derece önemlidir. Boykotların gerek
işletmenin ekonomik durumuna, gerekse imajına zarar vermesini önlemek
amacı ile boykotları düzenleyen tüketici grupları ile yürütülecek iletişimde kriz
iletişiminin ana ilkelerini göz önünde bulundurmak faydalı olabilecektir
(Davidson, 1995: 80).
Boykot krizini önlemek için her şeyden önce, işletmenin ihtiyaçlarını,
yönetimin değerlerini tanımlamak, belirlenecek amaçlarda bu ihtiyaç ve
değerleri göz önüne almak gerekir. İşletmenin nereye gittiğini bilmek,
yönetimin temel alanlarında bilgi ve değerleri paylaşmak, yönetimin felsefesini
kavramak, krizden kaçınmak için oldukça önemlidir. Problemleri tanımlamayı
mümkün olduğu kadar etkili ve verimli çözümler bulmayı ve uygulamayı
kolaylaştıracak örgüt yapısını kurmak ve korumak, krizden kaçınmak için ön
şarttır. Kriz esnasında, durum doğru olarak algılanmalı ve teşhis edilmeli,
gerçekçi bir şekilde ve sükunetle karşılanmalıdır. Ayrıca etkili kararlar
alabilmek için bilgi toplamayı sistematik hale getirmeye, farklı hiyerarşik
kademelerde çalışanlara fırsat tanıyıcı roller dağıtmaya, zamanın baskısını
azaltmaya, krizin kaynaklarını ayrıntılı bir şekilde teşhis etmeye yönelik çabalar
sarf edilmelidir (Dinçer, 2004: 424). Bu dönemde alınabilecek en önemli karar,
geniş çaplı bir "yeniden yapılanma" yapmaktır. İşletmenin mevcut değerleri,
amaçları, varsayımları gözden geçirilmeli, kısaca örgüt kültürü değişiklere
kolayca uyum sağlayacak hale getirilmelidir. Bu aşamada ayrıca yönetim ve
örgüt geliştirme faaliyetlerine ağırlık verilmelidir (Akgemci, 2007: 438).
Boykot dönemlerinde ortaya çıkan krizlerde mutlaka bir kriz planı
hazırlanmalı ve stratejiler saptanmalıdır. Planda kriz türleri, önlemler,
etkilenecekler ve iletişim kanalları belirlenmeli, bütün bunlar denetim altında
bulundurulmalıdır. Bu dönemde yapılan marka yatırımları, imaj kampanyaları
ve hedef kitleye verilen umut yüklü iletiler güvenilirliği arttıracağı gibi, uzun
vadede olumlu bir geri dönüşü de sağlamaktadır (Bülbül, 2004: 76).
İşletmelerde meydana gelen boykot krizlerin yönetilmesinde ortaya
çıkan kriz yönetim ilkeleri genel bir ifadeyle yedi maddede açıklanarak, problem
üzerinde odaklanmak için günlük işlerle ilgilenen bir kriz ekibinin oluşturulması,
en kötü senaryolara göre bir stratejinin belirlenmesi, baskıları gözetmeksizin
içeriğe odaklanması, potansiyel müttefiklerin bilinmesi ve onlarla görüşülmesi,
etraflı bir kriz hareket planı oluşturulması şeklinde değerlendirilmiştir (Akdağ,
2005: 5).
Davidson’a göre ise tüketici boykotları ile karşılaşan bir işletmenin
uygulaması gereken stratejiler şunlardır: İşletme, erken bir uyarı sistemi ve
sorunlara cevap bulabilmek için bir politika geliştirmeli, boykot tehditlerini
gözardı etmemeli, boykotu düzenleyenlerin ne söylediğini dinlemeli, boykotu
57
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
düzenleyenlere kapıları açık tutmalı, yaratıcı olabilmek için bir fırsat aramalı,
panik yapmamalı ve ekonomik sonuçları kabullenmeli, müşteriler ile daha güçlü
ilişkiler kurmak için fırsat yaratmalı, konunun toplumsal veya politik boyutunu
ihmal etmemeli, işletmenin ilkelerine sadık kalmalı, hata yapıldığını kabul
etmekten korkmamalıdır (Davidson, 1995: 78)
Yapılan bir diğer çalışmada da; özellikle uluslararası işletmelerin hedef
olarak görüldüğü boykotlarda, üstesinden gelmeleri için seçenekler
sunulmuştur. İşletmelerin ortaya çıkan olumsuzlukları giderebilmek için
yapmaları gereken stratejik uygulamalar; söylentilere cevap vermek, tartışmalı
konulardan uzaklaşmak, boykotların ülke ve bölge ekonomisine olan etkilerini
vurgulamak ve pazarlama karmasını yerelleştirmek, olarak ifade edilmiştir
(Knudsen vd., 2008:21).
Gezi Parkı Direnişi
27 Mayıs sabahı Gezi Parkı’nın Divan Oteli'ne bakan duvarlarının
yıkılması ve ağaçlarının sökülmeye başlamasıyla başlayan süreç, Taksim
Dayanışma Platformu tarafından sosyal medyaya taşınmasıyla, 27 Mayıs’ta
başlayan Gezi Parkı direnişi, geniş bir yelpazeden farklı talepleri olan bir kitle
oluşturmuştur. Türkiye’de ve dünyada oldukça tanınmış kişilerin sürece dahil
olmasıyla birlikte de konu Türkiye içerisinde farklı illere ve yabancı basına
taşınarak dünya gündemine oturmuştur (Banko ve Babaoğlan, 2013).
Yaşananların sosyal ve politik izdüşümleri bir yana, ciddi ticari etkileri
olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Özellikle sosyal medyada Gezi Parkı
direnişine destek veren veya vermeyen markalar, sosyal medya kullanıcıları
tarafından belirtilmiş ve destek vermeyenlerin boykot edilmesi yönünde
çağrılar yapılmıştır. Gezi Parkı direnişi sırasında yaşananları ekrana taşımayan
CNN Türk, NTV ve bağlı olduğu Doğuş Grubu, yine aynı gruba bağlı olan Garanti
Bankası, Habertürk, eylemcilere karşı tavır koyan Kızılkayalar, kepenklerini
kapatan Starbucks, eylemcilere su satmayıp polise çay vermesiyle eleştirilen
Mado sosyal medyada eleştirilen ve boykot edilmesi istenen işletmeler olarak
sıralanmıştır. Yapılan boykot çağrıları sonucunda; bazı bankaların, zincir
restoran ve kafelerin, medya kuruluşlarının ve otomotiv işletmelerinin hem
ticari olarak hem de itibar açısından bu olaylardan zarar gördüğü söylenilebilir
(Kahraman, 2013: 63).
Gezi Parkı Direnişi Kapsamında Ortaya Çıkan Tüketici Boykotları
Örnekleri
Gezi Parkı direnişi ile başlayan eylemleri gerçekleştirenlerin, kentli,
beyaz yakalı profesyoneller ve onların çocukları olduğu, yapılan araştırmalarda
ortaya çıkmıştır. Çok farklı seviyelerden beyaz yakalı çalışanlar, kurumsal
duruşlarını bırakıp ama aynı zamanda kurumsal aidiyetleri de bilinecek biçimde
sosyal medya üzerinden yaşananlara taraf olmuşlardır (İlhan, 2013: 27).
58
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”
Gezi Parkı olayları sonrasında, tüketicilerin marka tercihlerindeki
değişimin ölçülmesi amacıyla 7-13 Haziran tarihleri arasında 713 kişi ile yapılan
bir çalışmanın sonuçları; markaların, makro faktörlerden etkileneceğini
ispatlamıştır (Okan ve Yalman, 2013: 81). Gezi Parkı olaylarının 7. ile 13.
günleri arasında yapılan ankette, katılımcıların %97,2 oranında bu güncel olayı
takip ettiği sonucuna ulaşılmıştır. Katılımcıların %84'ü marka tercihlerinin
değişeceğini söylerken, sadece %7,7'si marka tercihlerinde herhangi bir
değişiklik olmayacağını belirtmiş, %8,3'ü ise kararsız kalmıştır. Bu olayların
içine, lokasyonları dolayısıyla dahil olan kafelerin (Cafe Nero, Strabucks, Mado,
Kahve Dünyası, Caribou Cafe ve Divan) olaylar sırasındaki uygulamalarının,
tüketici tercihlerinde neden olduğu değişim, araştırmanın en önemli sonucunu
oluşturmaktadır. Gezi Parkı olayından önce, katılımcıların %85'i Starbucks'a,
%74,8'i Mado'ya ve %57,4'ü Kahve Dünyası'na gittiklerini belirtmelerine
karşın, Gezi Parkı olaylarından sonra, sadece %16,8'i Starbucks'a, %10'u
Mado'ya ve %24'ü Kahve Dünyası'na gideceğini belirtmiştir. En büyük yüzdesel
farklılık (%65) Mado ve (%68) Starbucks'ta görülmüştür. Kafe tercihlerinden
olumlu etkilenen tek marka ise Divan olmuştur. Katılımcıların %28,8'lik bir
kesimi, Gezi Parkı olaylarından önce Divan Kafe'ye gittiğini belirtirken; bu oran
olaylar sonrasında %39'a çıkmıştır. Katılımcıların %76,9'u, tüketici
tercihlerinin, bu olaylar sonrasında değişeceğini belirtmiştir. Bu araştırma
sonuçları ile tüketicilerin, sosyal olaylar karşısında; kurumların, duyarlı
olmadığına inanması durumunda, satın alma tercihleri ile kurumu
cezalandırabileceği sonucuna ulaşılmıştır (Okan ve Yalman, 2013: 81).
ERA Araştırma ve Danışmanlık tarafından yürütülen bir başka
araştırmada, İstanbul’da yaşayan halkın genelinin görüşlerini almaya yönelik
tasarlanmıştır. Araştırmanın amacı, kentin bu dönemde gündeme gelen
markalara yönelik algısını belirlemeye yöneliktir. Araştırmada elde edilen
verilere göre birçok markanın krizi iyi yönetemediği için itibar kaybettiği
gözükmektedir (Oktar vd., 2013). Gösterilerdeki tutumları nedeniyle
tüketicilerin beğenisinin en çok değiştiği alan medya sektörü olarak tespit
edilmiştir. HaberTürk, CNNTürk, NTV, Sabah Gazetesi ve Hürriyet Gazetesi’nin
eylem destekçileri arasında beğeni oranının düştüğü çalışma tarafından tespit
edilmiştir. Destekçiler açısından en çok puan toplayan kurum ise gösterileri ilk
günden itibaren canlı olarak yayınlayan Halk TV olduğu belirlenmiştir.
Göstericilere ilk günden itibaren kapılarını açan, Divan Oteli’nin ve Koç
Holding’in daha fazla beğenildiği ifade edilmiştir. Araştırmadan çıkan sonuca
göre eylemlere destek olanların bundan sonra Koç Holding markasına daha
fazla yöneleceği belirtilmiştir. Özellikle Doğuş Holding, Sabancı Holding,
Garanti Bankası, Kahve Dünyası, Saray Muhallebicisi ve MADO gibi markaların
krizi iyi yönetemeyerek, tüketici gözünde itibar kaybettikleri göze
çarpmaktadır. Araştırmaya göre eylemlere destek olanlar açısından beğeni
oranı en çok düşmüş marka ise tartışmasız Starbucks olduğu ifade edilmiştir
(Oktar vd., 2013).
Birgün Gazetesinin, 05 Haziran 2013 tarihindeki haberine göre:
59
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
NTV'nin sansür uygulamasına tüketiciler Doğuş Grubu markalarını protesto
ederek yanıt vermiştir. Garanti Bankası'ndan bir günde 40 milyon lira
mevduat çıkışı yaşanmıştır. Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen,
"Boykot edenleri anlayışla karşılıyoruz" demiştir. Garanti Bankası'na ve
Doğuş Grubu lokantalarına en etkili protesto yüksek gelir grublarının
sürekli ziyaret ettiği Kanyon Plaza ve Alışveriş Merkezi'nde gerçekleşmiştir.
Kanyon'da işyerleri bulunan yaklaşık iki bin kişilik bir grup AVM'nin alt
katında toplanarak eylem yapmış, AVM'de Doğuş Grubu'na ait tüm
lokantalar bomboş bırakılmış, öğle yemeği için diğer restoranlar tercih
edilmiştir. Grubun daha sonra topluca Garanti Bankası şubesine giderek,
kartlarını iptal ettirdiği ya da hesaplarını kapattırdığı belirtilmiştir. (Birgün
Gazetesi, 2013).
Haberleri sosyal medya sayesinde öğrenen, kimi zaman da bu kirli bilgi
ortamında yanlış yönlenen milyonlarca insanın ortak çağrısına daha fazla kulak
tıkayamayan NTV CEO'su Cem Aydın hata ettiklerini kabul ederek özür
dilemiştir. Hatta kanalın önünde protesto yapanların arasına inen ve
protestocuları destekleyen NTV çalışanları da bu büyük empatinin bir parçası
olmuştur (Yener, 2013).
Araştırmanın Amacı
Bu araştırmanın amacı, Gezi Parkı direnişi kapsamında tüketici
boykotlarına maruz kalan işletmelerin eylemler esnasında ne tür tedbirler
aldıklarını yerel bazda belirlemektir. Bu amaç doğrultusunda, Mersin ilindeki
boykota maruz kalan "Starbucks" işletmesinin eylem esnasında ve sonrasında
ne tür stratejiler belirledikleri örnek olay incelemesi çerçevesinde
değerlendirilmiştir.
Yöntem
Araştırmada kullanılan yöntem, nitel araştırma yöntemlerinden "Örnek
Olay İncelemesi" yaklaşımıdır. Örnek olay, bir veya az sayıda birbiriyle ilgili
katılımcı üzerinde yapılan ayrıntılı çalışma şeklinde tanımlanabilir. Yapılan
derinlemesine sorgulama ile bir kişi, grup veya kurum hakkında ayrıntılı veriler
elde edilmektedir (Altunışık vd., 2010: 66).
Örnek olay, çoklu delil kaynaklarının kullanıldığı ve olay ile olayın içinde
vuku bulduğu yer arasındaki sınırlar yeterince açık olmadığında gerçek hayatın
içinde oluşan tabii bir olayı araştırır (Köklü, 1994: 771).
Mersin Starbucks işletmesinde orta düzey yönetici olarak çalışan kişi ile
açık uçlu sorulardan oluşan görüşmeler yapılmıştır. Yapılan görüşmeler, iki
hafta süren, hafta sonlarında ortalama bir saat ve detaylı bir biçimde alınan
notlardan hareketle gerçekleştirilmiştir.
Verilerin analizi bilgisayar ortamında yazıya geçirilerek deşifre
edilmiştir. Görüşmeciden elde edilen veriler, yetkilinin bireysel düşüncelerinden
60
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”
değil, çalıştığı işletmenin kriz durumlarında uyguladığı iletişim ve pazarlama
stratejilerinden oluşmaktadır.
Veri Toplama Aracı
Araştırmada toplanan veriler yarı yapılandırılmış derinlemesine
görüşme kapsamında açık uçlu soru formu ile elde edilmiştir. Yarı
yapılandırılmış bir görüşme formu, temel alanlarda önceden geliştirilmiş sorular
kullanılarak hazırlanır (Balcı, 2006: 160). Katılımcıların bu görüşme formundaki
yarı yapılandırılmış sorulara verdikleri yanıtlar betimlenerek tartışılmıştır.
Bu form araştırmacıya görüşme içeriği konusunda yol göstermiştir
Görüşme formundaki sorular, iki ana kısım altında toplanmıştır. İlk kısımda
işletmelerin, boykotlara karşı ne tür iletişim strateji uyguladıklarını
belirlemektir. İkinci kısımda ise işletmelerin bu dönemde uyguladıkları
pazarlama stratejilerinin neler olduğunu belirlemek amacıyla oluşturulan
sorular sorulmuştur. Hazırlanan sorular mevcut literatür araştırmasında boykot
krizlerinde
işletmelerin
yapması
gereken
stratejilerden
derlenerek
oluşturulmuştur.
Araştırma Soruları
Mevcut literatür kapsamında, örnek olay incelemesi geçekleştirilen
işletmeye temel iki soru sorulmuş ve daha sonra mevcut araştırma soruları
kapsamında yanıtları aranacak alt sorular belirlenmiştir. İşletmelere sorulan
temel iki soru;
Araştırma Sorusu 1: Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan işletmenize
yönelik tüketici boykotlarında ne tür İletişim stratejileri belirlediniz? İşletme
olarak neler yapıldı?
Araştırma Sorusu 2: Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan işletmenize
yönelik tüketici boykotlarında Pazarlama Karma Elemanları açısından nasıl
stratejiler belirlediniz? İşletme olarak neler yapıldı?
Verilerin Çözümlenmesi
Araştırmadan elde edilen veriler betimsel analizle çözümlenmiştir.
Betimsel analiz, elde edilen verilerin, önceden belirlenen temalara göre
özetlenmesi ve yorumlanmasıdır (Altunışık vd., 2010: 322). Öncelikle
çözümlenen verilerin hangi temalar altında sunulacağı belirlenmiştir. Ardından
veriler, oluşturulan temalar doğrultusunda betimlenmiş ve katılımcıların
görüşlerini yansıtmak amacıyla doğrudan alıntılarla desteklenmiştir.
61
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Bulgular
Görüşmecilere iki temel araştırma sorusu kapsamında alt sorular
sorularak cevaplanması istenmiştir. Görüşülen uzman, Gezi Parkı direnişi
kapsamında işletmelerine yönelik tüketici boykotunu sürdüren tüketicilere karşı
bu dönemde uyguladıkları iletişim ve pazarlama stratejileri kapsamında neler
yapıldığı ile ilgili cevaplar vermiştir. Verilerin yazıya geçirilmesi sırasında
görüşmecilerin vermiş oldukları cevapların anlam bakımından daha net
değerlendirilmesini sağlamak amacıyla, söylenenler aynen aktarılmıştır.
Starbucks işletmesi Mersin ilinde bir AVM içerisinde 5 yıldır faaliyet
gösteren, hedef kitlesi çoğunlukla 18-40 yaş aralığında gelir düzeyi ve yaşam
koşulları yüksek olan müşteri grubunun, haftada en az 2 defa geldiği
uluslararası kahveler zinciri olarak faaliyet gösteren bir işletmedir. Ürün ve
fiyatlama stratejileri Merkezden belirlenen, ancak yerel düzeyde mevcut ürün
karmalarına "Türk kahvesi" ürünü ekleyen bir işletmedir. Gelen müşterilerini
tanıyan, diyalog geliştiren çalışanları bulunmaktadır.
Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarında,
AVM'ye karşı ve Starbucks'a yönelik oluşan boykot kapsamında Mersin ilinde
en çok etkilenmiş işletmelerin başında gelmektedir. Eylemler esnasında
tüketiciler yaklaşık bir ay boyunca Mersin Forum AVM önünde toplanarak
AVM'yi ve AVM'de bulunan Starbucks'ı protesto ederek kalabalık halde
yürüyüşler gerçekleştirmiştir. Polis müdahalelerin yaşandığı 30 Haziran 2013
tarihinde Starbucks masa sandalye ve şemsiyeleri ateşe verilmek suretiyle
eylemciler tarafından barikat oluşturulmuştur. Bu olaydan sonra yaklaşık bir
hafta süresince müşterilerine tam anlamıyla hizmet vermekte aksaklıklar
yaşanmıştır. Boykotların yaşandığı bu dönemde işletme iletişim ve pazarlama
açısından ne tür stratejiler uyguladıklarını şu şekilde belirtmiştir (Kişisel
görüşme, 2014):
İletişim Stratejileri
-
-
-
-
62
Türkiye Merkezli bir basın sözcüsü belirlendi. Medyada yeralan basın
bülteni çoğaltılarak Starbucks camlarına ve içerideki kasa bölümüne,
bar bölümüne yapıştırıldı, müşterilerin görmesi ve okuması sağlandı.
İşletmenin sadece boykot esnasında değil ortaya çıkabilecek kriz
dönemlerinde yol göstermesi amacıyla ana merkez tarafından
oluşturulmuş bir "Kayıp Önleme ve Güvence Bölümü" bulunmaktadır.
Bu bölümden sürekli talimatlar alındı ve bu bölüme bilgiler verilerek
iletişim sağlandı.
Sosyal medya, ve diğer medya araçlarından özellikle internet
ortamından yerel düzeyde yararlanılmadı, genel merkez talimatlarına
uyuldu.
Boykotu düzenleyenlerin, İstanbul Merkezli Mağazada istekleri dikkate
alınmadı onlarla iletişime geçilmedi. Ancak, Mersin’de bulunan
mağazamızda, müdahalelerden kurtulan ve kaçanlara kapılar açıldı,
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”
-
-
kapıların önüne su ve süt kolileri, ilkyardım malzemeleri konuldu. Bu,
Genel merkez talimatıyla gerçekleştirildi.
Boykot tehditlerine yeterince önem verilmedi, Genel Merkez, İstanbul
bazlı
bir
boykot
olabileceği
düşünüldü,
yerel
düzeyde
etkilenebileceğimiz öngörülmedi.
Boykot sebebi olarak ortaya çıkan söylentilere direnişçilere yardım
edilerek yanıt verildi.
Özellikle çalışanlar ve diğer müşteriler, ya da kitlesel kapımıza gelen
boykotçular arasında tartışmalı konulardan uzaklaşıldı.
Tüm talimatlar merkezden alındı, merkez ve bölge müdürlüğü
doğrultusunda söylenilen talimatlar yerine getirildi.
Bu dönemde çalışanların dikkat etmesi gereken unsurlar oldu, özellikle
çalışanlara yönelik toplantı, konuşmalar, dikkatli olması ve taraf
tutmaması yönünde uyarılarda bulunuldu ve ayrıca çalışanlara yönelik
serbestiler uygulandı, eyleme katılmak isteyenlere gidebilecekleri
söylenildi.
Pazarlama Stratejileri
-
-
-
-
Hedef kitlede bir değişiklik meydana gelmedi ancak Starbucks,
Mersin'de AVM içerisinde faaliyet sürdüren bir işletme olması sebebiyle
gerek AVM boykotu, gerek Starbucks boykotu kapsamında Kafe'ye
gelen müşteri sayısında azalma meydana geldi. Ve dolayısıyla
satışlarda azalma meydana geldi (Satışlar veya müşteri sayısına
yönelik net bir rakam belirtilmemiştir). Gezi Parkı direnişinin
başlamasıyla devam eden bir aylık süreçte satışlarda azalma düşüş
meydana
geldi.
Özellikle
AVM
önünde
gerçekleşen
polis
müdahalelerinin yaşanmasıyla yaklaşık bir hafta hizmet verilemedi.
Yerel bağlantılar açısından mevcut müşteri kitlemizin Genel Merkez
tarafından uygulanan boykot sebebi olarak belirtilen davranışların
bizim tarafımızdan yapılmayacağı inancı hissedildi.
Ürün stratejilerimizde bir değişiklik meydana gelmedi, yerel düzeyde
bunu gerçekleştiremeyiz. Bölge yetkilileri ya da Merkez yetkilileri
talimatıyla gerçekleştirebiliriz.
Fiyat stratejilerimiz aynı kaldı.
Bu dönemde tutundurma faaliyetlerimiz arttı. Özellikle hedef kitlemizi
oluşturan genç kitlenin bulunduğu ortamlarda (üniversite gibi) "kahve
sohbetleri" adı altında toplantılar düzenlenildi, halkla ilişkiler
çalışmaları, ve kardeş okul kitap kampanyaları tarzı sosyal sorumluluk
projeleri gerçekleştirildi.
Değerlendirme ve Sonuç
Mersin ilinde tüketici boykotlarına maruz kalan Starbucks işletmesinin
bu dönemde neler yaptığına/yapamadığına ilişkin genel bir değerlendirme
yapılmak istenirse; işletme öncelikle mevcut durumu bir kriz olarak algılamıştır.
Ancak bu tür bir krizin, İstanbul merkezli gerçekleşeceğini, Mersin'de kitlesel
63
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
bir eylemin ve buna bağlı boykotun olmayacağını, bu dönemde mevcut
müşterilerinin
sadık
müşteriler
olduğunu
varsayarak
boykottan
etkilenmeyeceklerini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla, işletmenin boykotlara
yönelik proaktif herhangi bir kriz iletişimi stratejisi mevcut değildir. Ancak
boykotun Mersin il merkezinde gerçekleşmesi ve ortalama bir ay kadar
sürmesiyle birlikte İstanbul merkezli bir kriz iletişimi stratejisi uygulanmıştır.
Kriz iletişimi krizin her evresinde iç ve dış hedef kitlelerle kurulacak
iletişimin yönetilmesidir. Hedef kitleye uygun mesajların oluşturulması
sonrasında en uygun iletişim araçlarının seçilmesi gerekir (Suher, 2013: 116).
Kriz zamanlarında verilecek mesajların hedef ve amaçlarının kurum yöneticileri
ve iletişimcilerinin ortak kararları üzerine belirlenmesinden sonra gelen
basamak hedef kitlelerin profillerinin çıkarılmasıdır. Hedef kitlenin demografik
özelliklerinin belirlenmesi kadar tutumlarının, inançlarının ve duygusal
durumlarının öğrenilmesi de mesajın hedef kitleye nasıl yansıyacağının
anlaşılması için önemlidir (Suher, 2013: 116). Kriz iletişimi açısından işletme,
Taksim’deki polis müdahalesinin ardından göstericilere yardım etmediği,
kepenklerini kapattığına yönelik eleştirilere cevaben durumun tam tersi
olduğunun anlatıldığı, güvenlik kamerası görüntülerinin bulunduğu basın
bülteni hazırlamıştır.
Ülkemizdeki son olaylarla bağlantılı, marka konumlanmasında, etik
marka olması gibi tarafsız bir duruşla; özellikle, bizim gibi ülkelerdeki, siyasal
kırılma ve ayrışmaların, kitleler arasında kutuplaşmanın, kamplaşmanın
artmakta olduğu bir ülkede, özen göstermek zorunluluğu vardır ve marka
yönetimi, marka yöneticileri taraf tutmadan, marka konumlandırmasını iyi
yönetebilmelidir (Odabaşı, 2013: 27). Bu bağlamda sürdürülebilir marka
yönetimi çerçevesinde, etkin kriz yönetimi stratejileri ve iletişim yöntemlerinin
ne denli önemli olduğu bir kez daha görülmüştür (Okan ve Yalman, 2013: 81).
İstanbul Starbucks'ın mevcut durumda tarafsızlığını belirtememiş
olması yerel düzeyde tarafsız duran işletmenin faaliyetlerinin gözardı
edilmesine ve eylemler boyunca boykot edilen işletmeler içerisinde en üst
sırada yer almasına neden olmuştur. Boykot dönemlerinden olumsuz etkilenen
markaların durumlarına düşmemek için; tarafsızlığın, empati ve diyaloğun, bu
konuda vazgeçilemez öneme sahip, anlayış ve uygulamalar olduğu
içselleştirilmelidir (Odabaşı, 2013: 27).
Ele aldığımız işletme, boykot tehdidini gözardı ederek, öngörememiş,
daha sonra merkezden gelen talimatlarla hareket ederek durumu kurtarmaya
çalışmıştır. Bir kriz dönemi olarak nitelendirilen boykotlarda en önemli husus
olarak başta müşteriler olmak üzere önemli sosyal paydaşlar ile iletişime
gerekli önemin verilmesi gerektiği ön plana çıkmaktadır. Davidson, buna bağlı
olarak boykot tehditlerinin önemsenmesi gerektiğinden bahsetmektedir (Çakır,
2010: 129).
İşletme, bir koordinatör eşliğinde her sabah çalışanlarla toplantılar
yaparak faaliyetlerine başlamış ve bu doğrultuda çalışanların bilgilendirilmesi
sözkonusu olmuş ve başarılı bir şekilde uygulamıştır. Krizlerle ilgili olarak
64
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”
öncelikle çalışanları bilgilendirmek gerekmektedir. Boykotlarda da boykotun
sebepleri ve işletmelerin boykot karşısında izleyeceği tutum ile ilgili olarak
çalışanlara bilgi verilmelidir (Çakır, 2010: 130).
Eylemlerin Mersin'de başlamasıyla birlikte eylemcilere yönelik tavırları
İstanbul Starbucks'ta olduğu gibi olumsuz olmasa da tüketiciler tarafından
boykota maruz kalmıştır. İşletme, özellikle polis müdahalelerinin olduğu
günlerde eylemcilere yardımcı olmuş ancak mevcut boykot kararından
etkilenerek satışları düşmüş, işletmeye gelen müşteri sayısında azalma
meydana gelmiştir. Ayrıca polis müdahaleleri esnasında işletmede maddi
zararlar meydana gelmiş, yaklaşık bir hafta süreyle hizmet veremez duruma
gelmiştir. Kriz esnasında herhangi bir iletişim yöntemi belirlenmemiş, mevcut
İstanbul merkezli hazırlanan basın bülteni işletmenin görünen yerlerine
asılmıştır. Basın bülteni ile dile getirilen durumun uygulamada böyle olmadığı
yönündeki eleştirilerin sosyal medyada belirtilmesi işletmeyi boykotun hedefi
olmaktan kurtaramamıştır. Mersin Starbucks işletmesinin çalışanlara yönelik
bilgilendirmede bulunması, taraf tutmamalarını ifade etmeleri, ve bir serbestlik
sağlamaları kriz anında çalışanlara yönelik iletişimin başarılı şekilde
uyguladığının bir göstergesi olarak ifade edilebilir. Son olarak işletmenin boykot
krizlerinde kriz iletişimini çok iyi yönetemediği, eksikliklerin bulunduğu ifade
edilebilir.
Pazarlama stratejileri açısından ise, işletme merkeze bağlı hareket
etmesi dolayısıyla karmada değişiklik gerçekleştirmemiştir. Oysaki,
işletmelerin insiyatif kullanarak, boykot dönemlerinde yerel tutundurma
çalışmaları sunmaları, kendi reklam kampanyalarında yerel imgeleri dahil
ederek, güçlü bir yerel lezzet ile yeni ürünleri tanıtmaları, pazarlama karmasını
yerelleştirerek, değiştirmeleri, pazarlama stratejileri açısından boykota karşı
bir önlem olarak ele alınmaktadır (Knudsen vd., 2008: 23). Ancak, işletme
üzerindeki olumsuz imajı kaldırmak açısından insiyatif kullanarak tutundurma
çabalarına ağırlık vermiştir. Tutundurma çabalarında başarılı olduğu ve mevcut
boykot sebebiyle ortaya konan imajını düzeltmek için çaba sarfettiği sonucuna
varılabilir. Sonuç olarak, günümüz postmodern dünyasında değişim, her yerde
olacaktır. Bu değişimi okuyup içselleştirebilen emeğe, insana, doğaya saygılı,
tarafsız işletmeler sürdürülebilir başarıyı yakalayabilecektir.
Çalışma,
tüketici
boykotlarına
yönelik
ne
tür
tedbirler
alındığına/alınmadığına yönelik yerel bir bakışı ortaya koymasına rağmen, bir
takım kısıtlara sahiptir. Bu kısıtlardan en önemlisi, araştırmanın evren ve
örneklemi ile ilgilidir. Araştırma sadece Mersin ilinde boykota maruz kalmış
Starbucks işletmesini kapsamaktadır. Elde edilen sonuçların genellenmesi söz
konusu değildir. Ancak, bu çalışmadan elde edilen sonuçlar, uygulayıcılar ve
araştırmacılar için temel bulgular sağlayabilir. Bundan sonraki çalışmalara öneri
olarak, Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarının
İstanbul merkezli ve diğer yerel düzeydeki işletmeler açısından incelenmesi,
mevcut tüketicilerin boykota katılım, boykot sonrası işletmeye yönelik satın
alma davranışlarının araştırılması yönünde gerçekleşebilir.
65
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Kaynaklar
Altunışık, R., Coşkun, R., Bayraktaroğlu, S. ve Yıldırım, E., 2010, Sosyal Bilimlerde
Araştırma Yöntemleri, Sakarya Yayıncılık, Sakarya.
Akdağ, M., 2005, "Halkla İlişkiler ve Kriz Yönetimi", Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Sayı 14, s. 1-20.
Akgemci, T., 2007, Stratejik Yönetim, Gazi Kitabevi, Ankara.
Balcı, A., 2006, Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem, Teknik ve İlkeler, Pegem Yayıncılık,
Ankara.
Balıkçıoğlu, B., Koçak, A. ve Özer, A., 2007, "Şiddet İçermeyen Bir Eylem Olarak Dolaylı
Tüketici Boykotlarının Oluşum Süreci ve Türkiye İçin Değerlendirme", Ankara Üni.
Siyasal Bilgiler Fak. Dergisi, 62 (3), s.79-100.
Banko, M. ve Babaoğlan, A. R., 2013, Gezi Parkı Sürecine Dijital Vatandaş’ın Etkisi,
(http://geziparkikitabi.com/), e.t. 10.10.2013.
Bayuk, M. N. ve Ofluoğlu, M., 2013, "Tüketici Boykotu ve İşletme Faaliyetlerine Etkileri",
Kamu-İş, İş Hukuku ve İktisat Dergisi, 13 (1), s.141-155.
Birgün Gazetesi, 2013, "Doğuş'a Tüketici Darbesi: Garanti'den 40 Milyon Çıktı",
(http://www.birgunabone.net/economicindex.php?newscode=
137042285&year=2013&month=06&day=05), e.t. 05.06.2013.
Braunsberger, K. ve Buckler, B., 2009, "Consumers on a Mission to Force a Change in
Public Policy: A Qualitative Study of the Ongoing Canadian Seafood Boycott",
Business and Society Review, 114 (4), s.457-489.
Bülbül, A. R., 2004, Halkla İlişkiler, Nobel Yayın, Ankara.
Chavis, L. ve P. Leslie, 2008, "Consumer Boycotts: The Impact of The Iraq War on French
Wıne
Sales
in
The
U.S.",
(http://areas.kenanflagler.
unc.edu/Entrepreneurship/faculty/chavisl/Documents/Consumer%20boycotts%
20The%20impact%20of%20the%20Iraq%20war%20on%20French%20wine%2
0sales%20in%20the%20US.pdf), e.t. 20.09.2013.
Çakır, H. Ö., 2010, "Tüketici Boykotlarının Kriz iletişimi Açısından Değerlendirilmesi",
Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2, s.121-136.
Davidson, D. K., 1995, "Ten Tips for Boycott Targets", Business Horizons, 38 (2), s. 7780.
Dinçer, Ö., 2004, Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası, Beta Basım, İstanbul.
Ettenson, R. ve Klein, J. G., 2005, “The Fallout From French Nuclear Testing in The South
Pacific: A Longitudinal Study of Consumer Boycotts,” International Marketing
Review, 22 (2), s. 199–224.
Farah, M. F. ve Newman, A. J., 2010, "Exploring Consumer Boycott İntelligence Using A
Socio-Cognitive Approach", Journal of Business Research, 63, s.347-355.
Farah, M. F., 2008, "Understanding and Predicting Consumers’ Boycott Participation: An
Application
of
the
Theory
of
Planned
Behavior",
(http://www.escpeap.eu/conferences/marketing/2008_cp/Materiali/Paper/Fr/Far
ah.pdf), e.t. 18.09.2013.
Friedman, M., 1985, “Consumer Boycotts in the United States, 1970–1980:
Contemporary Events in Historical Perspective,” Journal of Consumer Affairs, 19,
Summer, s.96-117.
Garrett, D. E., 1987, "The Effectiveness of Marketing Policy Boycotts: Environmental
Opposition to Marketing", Journal of Marketing, 51 (2), s.46-57.
Hoffmann, S. ve Müller, S., 2009, "Consumer Boycotts Due to Factory Relocation",
Journal of Business Research, 62, s.239-247.
İlhan, A. C., 2013, "Şirketler ve Markalar Açısından Gezi Parkı Protestoları", Reportturk
Dergisi, 25, Temmuz, s. 26-27.
Kahraman, A., 2013, "Bir Kahve Lütfen, Devrimci" Olsun!", Marketing Türkiye, 1 Eylül,
s. 62-72.
Klein, J. G., John, A. ve Smith, N. C., 2001, "Exploring Motivations for Participation in a
Consumer
Boycott",
(http://citeseerx.ist.psu.
edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.200.948&rep=rep1&type=pdf),
e.t.
15.09.2013.
66
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarına Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parkı Direnişi Kapsamında
Mersin Starbucks Örneği”
Knudsen, K., Aggarwal, P. ve Maamoun, A., 2008, “The Burden Of Identity: Responding
to Product Boycotts In The Middle East”, Journal of Business & Economics
Research, 6 (11), s. 17-26.
Köklü, N., 1994, "Örnek Olay Çalışma Metotları", Ankara Üniversitesi Eğitim Bil. Fakültesi
Dergisi, 27 (2), s.771-779.
Odabaşı, Y., 2013, "Siyasallaşan Tüketici, Tüketim ve Marka Yönetimi", The Brand Age,
Temmuz, s.27.
Odabaşı, Y., 2011, "Postmodern Toplumsal Bir Başkaldırı", The Brand Age, Aralık, s.5861.
Odabaşı, Y., 2008, "Siyasallaşan Tüketiciliğin Demokratik Denetim Gücü",
(http://yavuzodabasi.blogspot.com/2008/05/siyasallaantketiciliindemokra
tik.html), e.t. 02.09.2013.
Okan, E. Y. ve Yalman, N., 2013, "Gezi Parkı Direnişi ve Değişen Marka Tercihleri", The
Brand Age, Temmuz, s.81.
Oktar, E., Yüksel, N. ve Ertegün, E., 2013, "Gezi Parkı Araştırması Raporu”, Era Research
and
Concultancy,
(http://imgserveri.com/
F34CADC556F14D2DA1D8ECC82AD1B567/ERA-GeziParki.pdf), e.t. 21.06.2013.
Suher, İ., K., 2013, Kriz İletişimi ve Yönetimi, Anadolu Üniv. Açıköğretim Fakültesi Yayını,
Eskişehir.
Yener, E., 2013, "Markaların Gezi Parkı İle İmtihanı" (http://www.halkla
iliskiler.com.tr/MarkalarinGeziParkiileimtihani.php), e.t. 13.06.2013.
Yuksel, Ü. ve Mryteza, V., 2009, "An Evaluation of Strategic Responses to Consumer
Boycotts", Journal of Business Research, 62, s.248-259.
Yuksel, Ü. ve Mirza, M., 2010, "Consumers of The Postmodern World: Theories of AntiConsumption and Impression Management", Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi,
XXIX (II), s. 495-512.
67
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
68
7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel
Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin
Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak
İncelenmesi*
Utku Sayın
Suad Sakallı Gümüş
Yrd. Doç. Dr.,
Mustafa Kemal Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü
E-posta: [email protected]
Yrd. Doç. Dr.,
Mustafa Kemal Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Siyasi partiler, propaganda yolu ile seçmen kitlelerini etkileyerek oy vermelerini
sağlamaya çalışırlar. Bu sayede iktidare gelerek ülke ve toplumları yönetmek isterler. Bu
çalışmada, 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimlerinde başarı göstererek mecliste
grup kurma yetkisi kazanan dört siyasi partinin, propaganda sürecinde yayınladıkları
seçim beyannamelerinde engelli ifadeleri odağında içerik analizi amaçlanmıştır. İçerik
değerlendirmesi biçimsel ve ifadelerin değerlendirmesi şeklinde olmak üzere iki yolla
yapılmıştır. Sonuçta, engelli kavramının en sık Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından
kullanılmasının yanı sıra en fazla vaatte bulunan parti yine aynı parti olmuştur. Adalet ve
Kalkınma Partisi (AKP), daha çok mevcut durumun betimlenmesi şeklinde hazırlamış
olduğu beyannamede, engelli bireylerle ilişkili olarak en az vaat sunan parti olarak
belirlenmiştir. Toplam 93 vaadin sunulduğu beyannamelerde vaatlerin yarısından fazlası
“Sosyal-Ekonomik Politikalar”, “İstihdam” , “Sağlık” ve “Eğitim” gibi, seçmen kitlesi
tarafından kolay görülebilen ve önem verilen, hizmet ve politikalar alanlarında ortaya
çıkmıştır.
Anahtar Kelimeler: Engelli, Siyasi Parti, Beyanname, Seçim, Vaat
The Evaluation to Political Parties' Election Declarations in the June
7th 2015 Parliamentary General Elections on the Basis of the Content
of the Disability
Abstract: Political parties aim to impact voters with propaganda to draw their votes to
themselves. Their goal is to come to power and govern countries and societies. In this
study the data comes from a content analysis of to the election declarations of the four
political parties that were successful in the June 7th 2015 parliamentary elections and
that established a group in the parliament.This analysis was conducted two ways: one
as formal and another as content assessment. According to the results of the study, CHP
is the political party with highest number of reference to the disabled concept and the
highest number of assurances to disabled induviduals in its declaration. Yet, AKP is the
party that gave the least number of assurances to disabled individuals in its declaration
*
Bu çalışma ELMIS2016 Kongresinde özet halinde sözlü bildiri olarak sunulmuştur
Sayın,U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21),
Ocak-Haziran, s. 69-89.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
prepared on the base of a description of recent situation. A majority of the total 93
assurances in declarations are about “Social-Economical Politics”, “Employement”,
“Health” and “Education” that are more visible in service delivery and for politics.
Keywords: Disabled, Political Party, Declaration, Election, Commitment
Giriş
Yapısal-işlevselci sosyoloji, toplumsal yapının varlığı ve devamını
sağlayan kurumlar arasında siyaset kurumunu da hayati önemde olan kurumlar
arasında ele almaktadır (Arslan ve diğ., 2013: 555). Demokrasilerde siyaset
kurumu diğer yapıların yanı sıra en temelde siyasi partiler aracılığıyla varlığını
devam ettirebilmektedir. Siyasi partilerin önemli fonksiyonlarından birisi,
siyaseten karar alma sürecini basitleştirmek ve istikrarı sağlamaktır. Ancak
rekabetin olumsuz olduğu durumlarda, siyasi partilerin istikrarı bozucu etkisi
de söz konusu olabilmektedir (Sakal, 1998: 214). Literatürde elde edilen
verilere göre siyasi partilerin 4 temel işlevi söz konusu olup bu işlevler şu
şekilde sınıflanabilir (Pektaş, 1997: 107-109):
1234-
Düşünce, eğilim ve çıkarların birleştirilmesi ve kanalize edilmesi işlevi
Siyasal sistemdeki rollerin bireylerle doldurulması işlevi
Devlet mekanizmasını yönetme ve denetleme işlevi
Siyasal toplumsallaşma, siyasal kültürü geliştirme ve eğitme işlevi
Demokrasi temel olarak, yurttaşların egemenliğinin mevcut yasaların
kabul ve itaat edilmesi yoluyla kendiliğinden sınırlandırılmasını, yurttaş
egemenliğinin, çoğunluk yoluyla seçilmişlere aktarılmasını içerir (Bayhan 2002:
2). Bu yönüyle siyasi partiler katılımcı demokrasilerin olmazsa olmazıdır.
Partilerin katılımcılığı gerçekleştirebilmeleri için en etkili yol ise seçimlerdir.
Siyasal sistemde seçimler, beklentilerin karara dönüştürülebilmesinin bir
yoludur. Bu bağlamda seçmen, seçim aracılığıyla bir politikayı onaylar veya
reddeder. Gerçekte seçimler aracılığıyla seçmenler ile siyasi partiler ve genel
olarak siyaset kurumu arasında bir alışveriş söz konusudur. Seçmenler
verdikleri oyun karşılığı olarak siyasi partinin yasama kararlarını elde etmeyi
hedefler. Bu alışveriş ise seçmen açısından memnuniyetin yanı sıra pişmanlıkta
yaratabilir. Seçimin temelinde siyasal partiler, siyasal partilerin temelinde de
kamusal politikalar oluşturma ve güven sağlama yer almaktadır. Bir
demokraside, siyasetin halkın isteğini yansıtması beklendiği gibi, politikaların
da değişen beklentilere yanıt vermesi gerekir. Şayet politikalar seçmenlerin
tercihlerindeki
değişimlere
yanıt
veremiyor
veya
yeni
alanları
yanıtlayamıyorsa, demokrasi kötü durumda demektir. Dolayısıyla toplum
değiştiği sürece, politikalar da değişmelidir (Üste, Yüksel ve Çalışkan, 2007:
219; Okumuş, 2007: 159; Walgrave, Nuytemans 2009: 190).
Çok partili demokrasilerde bireyler, parti programında belirtilen
hususlar çerçevesinde, sonraki dönem için kendisine sunulacak kamu mal ve
hizmetlerine ilişkin tercihte bulunarak, temsilcilerini seçer (Sakal, 1998: 214).
Montesquieu’nun “büyük bir devlette halkın tamamının bir yasama organı
70
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
içinde toplanması ve karar almasının imkânsızlığından dolayı halkın temsilci
seçmek zorunda olduğu” yönündeki görüşü (Koçak, 2006: 116) ile Sakal’ın
görüşünün paralel olduğu düşünülmektedir. James Mill (1820) “temsil”
kavramını, “modern zamanların büyük keşfi” olarak sunmuş ve demokrasiyi,
tarihteki şehir devletlerinin rejimi olmaktan öteye taşımıştır (Koçak, 2006:
116).
Partiler seçimlerde kazandıkları destek ve oy ile meclislerde
çoğunluğun temsilini kazanmayı hedeflerler. Siyasi parti kavramı çeşitli
yazarlar tarafından birçok yolla tanımlanabilmektedir. Bir program etrafında
toplanmış, süreklilik özelliği olan ve iktidarı elde etmek ve paylaşmak amacı
olan kuruluş siyasi partiler olarak tanımlanabilir (Kapani, 2003: 159). Ware
(1996) ise siyasi partiyi, “asgari politik amaçlar ve fikirler çevresinde
birleşerek, seçim yolu ile kamu yapısına sahip olup, toplumun siyasi hayatını
etkilemeyi amaçlayan, organize insan grubu” olarak tanımlamaktadır (akt.
Bulut ve Güven, 2010: 282).
Osmanlı Devleti’nin devamı kabul edildiği zaman, Türkiye tarihinde, II.
Meşrutiyetin ilanını takiben 1909 yılında Meclis-i Mebusan’ın, 1876 Kanuni
Esas-i’de yapmış olduğu değişiklikle parti kurma hakkı ortaya çıkmıştır. Bunu
takiben 1912 erken genel seçimleri için ilk çok partili seçim deneyimi denilebilir
(Tepekaya 2013: 38). Gelişen tarihsel süreç içerisinde savaşlar, sıkıyönetim
dönemleri, darbeler ve çeşitli nedenlerle Türkiye demokrasisi kesintilere uğrasa
da, 1946 yılından itibaren çok partili seçimler yapılmaktadır. Liberal demokrasi
açısından seçimler yönetici sınıf ve elitlerin belirlenmesinde temel bir role sahip
olup, seçim kampanyaları ile vatandaşların etkilenmesi hedeflenmektedir.
Partiler seçmen kitlesine yönelik bu kampanyalarda çoğunlukla çeşitli iletişim
araç ve yöntemlerinden yararlanmaktadırlar. Seçim kampanyası, siyasi
partilerin ideolojilerini, programlarını veya adaylarını, seçmenlerin beğenisine
sunmak için yapmış olduğu faaliyetlerdir. Seçim kampanyalarının hedefleri,
kendi seçmen kitlesini rahatlatmak, karasız seçmeni çekmek, eleştiren
seçmenin şüphelerini gidermek şeklinde tanımlanabilir (Üste ve diğ. 2007:
221; Kalender, 2003: 31).
Partiler, demokrasileri ve politikacıların kendi politik kararlarını
meşrulaştırmaya yarayan, toplum ve politikacılar arasındaki en önemli aracıdır.
Bu aracılık sürecinde parti beyannameleri en önemli rolü oynarlar. Partiler
seçmenlerini etkilemek için, onların umut ve beklentilerine yanıt verecek
politika, söylemler, vaat ve projelerle ortaya çıkarlar. Siyasal iletişim
stratejilerini de etkin bir şekilde kullanarak, görsel ve yazılı medya aracılığıyla
seçmen kitlesine beyanlarını iletmeye çalışırlar. Bu beyanlar içerisinde en çok
yer edinen, seçmenlerine mesajların kesin bir dille iletilmesini sağlayan yöntem
ise “seçim beyannameleri”dir. Seçim beyannameleri, hükümet olmaya aday
siyasi partilerin, seçmenlerinin inanmaları ve kendilerini yönetime seçmeleri
için yapacaklarını ifade ettikleri vaatlerin yer aldığı taahhütlerdir. Partiler,
seçimlerde, bir program oluşturup politik tercihleri listeler ve seçmenlere bu
listeyi sunarlar. Seçmenlerden yeterli desteği alırlarsa, hükümet etme yetkisine
sahip olarak, beyanname ve parti programında sunulan politikaları uygulamaya
71
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
başlarlar. Parti beyannameleri büyük oranda seçmenler tarafından
bilinmemekle birlikte, partinin plan ve fikirlerini yansıtan, gelecekte sorumlu
tutulacağı, verilmiş sözleri içeren formlar olması nedeniyle kıymetlidirler.
Partiler çeşitli alanlarda ortaya koydukları problem ve hizmetler konusunda
seçmene, kendilerine yetki verilmesi durumunda gerçekleştirecekleri
değişiklikleri, parti programı ve beyannameleri sayesinde taahhüt ederler
(Walgrave, Nuytemans, 2009: 191; Bulut, Güven 2010: 282; Demirci 2014:
35; Polat, Akkaya, Binici 2015: 297; Terkan 2010: 115; Tiyek 2015: 38). Bu
açıdan ele alındığında engelli bireylerle ilişkili olarak sunulan vaat ve
beyanların, kendileri ve ailelerinin, siyasi parti tercihlerinde ve seçimlerde
kullandıkları oyun renginde belirleyici rol oynaması olasıdır.
Son yıllarda engellilik, siyasal alan da dahil olmak üzere, oldukça
hararetli bir tartışma konusu olmuştur. Siyasal müdahaleler, ayrımcılık, sağlık
ve refahın sağlanması için geleneksel ilginin ötesinde hareketlenme, merhamet
ve kültürel ifade rolü, ulaşım ve eğitimde ayrımcılık, otonomiyi arttırıcı buluşlar
gibi konuları merkeze almıştır. Büyük Britanya Hükümeti, 1995 yılı Engelli
Ayrımcılığı Yasasında engelli kavramını, “bireyin günlük yaşam aktivitelerini
gerçekleştirme yeteneği üzerine büyük ve uzun süreli olumsuz etkisi olan
fiziksel ve zihinsel bozukluk” olarak tanımlamıştır. Bozukluk; hareketlilik, el
becerisi, fiziksel koordinasyon, taşıma becerisi, konuşma, işitme veya görme,
hafıza veya odaklanma becerisi, öğrenme ya da anlama, riskleri algılama gibi
günlük yaşam gereksinimlerinin en az birisinde olmalıdır. “Uzun süreli” kavramı
ise engelin en az son 12 aylık süre boyunca devam etmesini ifade etmektedir
(Shakespeare, 1993: 249; Purdam ve diğ., 2008: 53).
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2002 yılında yapmış olduğu,
Türkiye Özürlüler Araştırmasına göre, Türkiye’de engelli nüfusunun genel
nüfusa oranı, süreğen hastalığı olanların da dahil edilmesi ile %12.29 olarak
tespit edilmiştir. Bu veri bağlamında 2015 adrese dayalı nüfus sayımına göre
78 milyon 741 bin 053 kişi olan ülke nüfusu içinde, yaklaşık 9 milyon 677 bin
civarında engelli birey olduğu varsayılmaktadır (e-6). Bu rakamlara her engelli
bireyin ortalama dört kişilik bir ailede yaşadığı varsayılırsa, engelli
politikalarının yaklaşık 37 milyon vatandaşı ilgilendirmesi olasıdır. Söz konusu
varsayımdan yola çıkarak, yaklaşık 37 milyon insanımızı ilgilendiren engelli
politikalarını belirlemeye aday siyasi partilerin, politikalarını anlattıkları, seçim
beyannamelerinin önemi daha da artmaktadır. Bu çalışmada, 7 Haziran 2015
milletvekilliği genel seçimleri propaganda sürecinde beyannamesi yayınlanmış
olup, seçim barajını aşarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) temsil
edilebilen dört siyasi partinin, engelli vatandaşlar ve haklarına yönelik olarak,
seçim bildirgelerinde yer alan ifadeleri ve taahhütlerinin, içerik analizinin
yapılması amaçlanmıştır. Araştırma ile elde edilecek bulguların derlenmesi ve
sunulması ile Türkiye’deki siyasi partilerin, politikalarının ve bundan sonraki
seçim argümanlarının, engelli bireyler açısından daha pozitif yönde
geliştirilmesi beklentisi taşınmaktadır.
72
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Araştırmanın Temel Problemi
7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri propaganda sürecinde
Türkiye siyasi partileri, seçim beyannamelerinde, “engelli kavramı ve engelli
bireyleri” nasıl ele almışlardır?
Araştırmanın Alt Problemleri
1234-
Örneklemdeki siyasi partiler seçim beyannamelerinde engelli
bireylerden ne sıklıkta söz etmektedirler?
Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli
bireylere yönelik vaatleri nelerdir?
Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli
bireylere yönelik vaatlerinde benzerlik ve farklılıklar nelerdir?
Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli
bireylere yönelik vaatleri hangi alanlarda ve sayıda yer bulmuştur?
Araştırmanın Sınırlılıkları





Bu araştırmanın en temel sınırlılığı, örneklemdeki siyasi partilerin 7
Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri için yayınlamış oldukları
seçim beyannamelerinin analiz edilmesidir.
Söz konusu seçimlerden önceki ve sonraki seçimlere ilişkin
bildirgelerin, parti programlarının ve televizyon veya miting
konuşmalarının değerlendirmeye dahil edilmemiş olması, partilerin
genel politik eğilimleri veya engelli politikalarının dikkate alınmamış
olması araştırmanın en önemli sınırlılıklarından birisidir.
Araştırmanın bir başka sınırlılığı ise, 7 Haziran 2015 genel seçimlerine
katılabilen siyasi partiler arasından, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP),
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olmak üzere, mevcut seçim barajını
aşarak TBMM’de milletvekili bulundurma hakkına sahip olan dört siyasi
partiyi kapsamasıdır.
Seçimlerde bağımsız adaylar da yarışmakla birlikte, bağımsız adayların
seçim vaatleri analize dâhil edilmemiştir.
Çalışmada içinde “engelli” terimi kullanılan cümle ve/veya ifadeler
haricindeki ifadeler analiz kapsamına alınmamıştır.
Evren ve Örneklem
Çalışmanın evreni Türkiye’de mevcut siyasi partilerden oluşurken,
örneklemi, 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimlerine katılarak, seçim
barajını aşarak, TBMM’nde, parti grubu kurma hakkı kazanan dört siyasi
partiden (AKP, CHP, HDP, MHP) oluşmaktadır.
73
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
Veri Toplama Süreci
Çalışmanın verileri, nitel veri toplama yöntemlerinden doküman
incelemesi yöntemi doğrultusunda toplanmıştır. Doküman incelemesi,
araştırılması hedeflenen olgu ya da olgular hakkında bilgi içeren yazılı
materyallerin analizini kapsamaktadır. Dokümanlar, nitel araştırmalarda etkili
bir şekilde kullanılması gereken önemli bilgi kaynaklarıdır. Diğer nitel veri
toplama yöntemleriyle karşılaştırıldığında, denek veya “katılımcı tepkiselliği”
sorununa yol açmaz (Tok, 2012: 284). Örneklemi oluşturan siyasi partilerin,
2015 milletvekilliği genel seçimleri için, 2015 yılı başından itibaren 7 Haziran
2015 seçimlerine kadar yayınladıkları yazılı seçim beyannameleri web
üzerinden, elektronik ortamda elde edilmiştir. Çalışmada partilerin web
sitelerinin kullanılmasının dayanağı, Gibson ve Ward (2002) tarafından ifade
edilmiş olan siyasal web sitelerinin beş temel fonksiyonu arasında yer alan
“bilgi sağlama” ve “kaynak oluşturma” (akt. Kalender, 2003: 31)
fonksiyonlarından faydalanılmasının hedeflenilmesidir.
Verilerin Tasnifi ve Analizi
Verilerin tasnifi amacıyla, her bir partinin 7 Haziran 2015 milletvekilliği
genel seçimleri için propaganda amacıyla yayınlamış oldukları seçim
beyannameleri tek tek ele alınmıştır. Örneklemdeki tüm partilerin
beyannamelerinde özel gereksinimli bireylere ilişkin, terim olarak “engelli”
terimi kullanılması nedeniyle, çalışmanın bütününde anlam bütünlüğünü
korumak amacıyla, yazarlar tarafından “engelli” kavramı kullanılmıştır.
Beyannamelerin incelenmesi aşamasında, “engelli” sözcüğü ara/bul komutu ile
elektronik ortamda taraması yapılarak, engelli teriminin kullanıldığı ifade ve
cümleler belirlenmiştir. Ardından, “engelli” kavramı odağa alınarak biçimsel
değerlendirme yapılmış olup, elde edilen bulgular ortaya konmuştur (Tablo 1).
Biçimsel değerlendirmenin ardından, araştırmacılar tarafından birbirlerinden
bağımsız olarak tek tek vaatlerin incelenmesi yapılmıştır. Daha sonra her iki
araştırmacı tarafından, tüm vaatlerin, öznel olarak belirlenen başlıkları
incelenmiş ve araştırmacıların üzerinde uzlaştığı ortak başlıklar belirlenmiştir.
Belirlenen başlıklar ve her bir partinin bu başlıklarda ortaya koydukları vaatler
nicel olarak gösterilmiştir (Tablo 2).
74
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Bulgular
Tablo 1: Siyasi Partilerin Seçim Beyannamelerinin Biçimsel Olarak
İncelenmesi
Beyanname Biçimsel Özellikleri
AKP
CHP
HDP
MHP
İçindekiler kısmında “engelli” terimi kullanımı
Yok
Var
Yok
Var
Ayrı başlık olarak “engelli” terimi kullanımı
Yok
Var
Var
Var
Beyannamenin toplam sayfa sayısı
380
203
28
257
“Engelli” terimi kullanım sayısı
32
62
24
43
“Engelli” teriminin kullanıldığı sayfa sayısı
18
23
10
13
Mevcut durumun betimlenmesi
19
0
0
0
Engellilere ilişkin vaat sayısı
7
42
21
23
Tablo 1’de, partilerin seçim beyannamelerinde AKP’nin (380 sayfa) en
fazla sayfa sayısına sahip seçim beyannamesine sahip olduğu, CHP’nin (42
vaat) engellilere ilişkin olarak en fazla, AKP’nin (7 vaat) ise en az vaat sunan
partiler oldukları görülmektedir. CHP’nin, tüm beyanname içerisinde toplam 23
sayfa içerisinde 62 kez “engelli” terimini kullanarak, “engelli” terimini en fazla
kullanan parti olduğu, tüm partiler içerisinde “engelli” terimini ayrı bir başlık
olarak kullanmayan tek partinin AKP olduğu gözlenmektedir.
Tablo 2: Beyannamelerde Yer Alan “Vaatlerin” Alanlara Göre Nicel
Görünümleri
Vaatlerin ilişkili olduğu alanlar
AKP
CHP
HDP
MHP
Sosyal-Ekonomik politikalar alanında
vaat sayısı
Toplam
1
10
5
7
23
İstihdam alanında vaat sayısı
0
7
2
4
13
Sağlık alanında vaat sayısı
0
6
2
1
9
Eğitim alanında vaat sayısı
0
5
1
1
7
Yasal-Hukuksal alanda vaat sayısı
0
2
2
0
4
Bütünleşme-Entegrasyon alanında
vaat sayısı
1
2
2
2
7
Erişilebilirlik alanında vaat sayısı
0
4
1
1
6
Ulaşım-Mobilizasyon alanlarında vaat
sayısı
0
2
2
1
5
Kentleşme-İmar alanında vaat sayısı
3
1
1
3
8
Hizmet alanında vaat sayısı
0
1
2
0
3
Pozitif ayrımcılık alanında vaat sayısı
0
0
1
2
3
Ar-Ge alanında vaat sayısı
1
1
0
1
3
Gençlik alanında vaat sayısı
1
1
0
0
2
Toplam
7
42
21
23
93
75
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
Tablo 2’de, tüm partilerin toplam vaatlerinin 92 adet olduğu ve bu
vaatlerin en fazla 23 vaat ile “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında olduğu
göze çarpmaktadır. AKP’nin en fazla vaatte bulunduğu alan “Kentleşme-İmar”
alanı (3 vaat) olurken, beyannamede belirlenmiş 13 alanının 8 tanesinde hiçbir
vaat olmadığı görülmektedir. 42 vaat ile en fazla vaat sunan CHP, en fazla
“Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (10 vaat) vaatte bulunurken, “Pozitif
Ayrımcılık” alanında doğrudan hiçbir vaatte bulunmamıştır. Yine CHP, “Eğitim”
alanında da (7 vaat) en fazla vaat sunan parti olarak görülmektedir. HDP’nin
beyannamesinde de en fazla vaat sunulan alan “Sosyal-Ekonomik Politikalar”
alanı (5 vaat) olup, partinin “Ar-Ge” ve “Gençlik” başlıklarında hiç vaadi
olmadığı görülmektedir. MHP beyannamesinde benzer şekilde en fazla vaat
“Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (7 vaat) ortaya çıkarken “Gençlik”,
“Hizmet”
ve
“Yasal-Hukuksal”
başlıklarında
doğrudan
bir
vaade
rastlanmamıştır. Partilerin, tüm vaatler içinde, en az vaat sundukları başlık
“Gençlik” başlığı olarak ortaya çıkmıştır.
Partilerin Seçim Beyannamelerinin Özellikleri ve Vaatlerin İçerikleri
Çalışmanın bu bölümünde, partilerin beyannamelerinde yer alan tespit,
taahhüt ve öneriler her bir parti için ayrı ayrı olmak üzere değerlendirilmiştir.
Partiler irdelenmiş, değerlendirmeleri yapılmış ve çalışma içinde, herhangi bir
ayrıma gitmeksizin alfabetik sıra ile sunulmuştur. Bu değerlendirmeler
yapılırken beyannamelerde “engelli” kavramı ekseninde yer alan ifadelerin,
engelli popülasyonu ve ailelerini ne derece etkileyeceği konusunda bir tespite
varılmaya özen göterilmiştir. Bunun en önemli gerekçelerinden birisi Sakal’ın
(1998), ifade ettiği gibi “vatandaşın toplam faydadan çok, hükümet
faaliyetlerinden elde ettiği marjinal etkiye göre oy verdiğine” ilişkin alan
yazındaki inançtır (Sakal, 1998: 212).
Adalet ve Kalkınma Partisi
Partinin toplam “380” sayfadan oluşan seçim beyannamesinde “32” kez
“engelli” ifadesi kullanılmıştır. Beyannamede “18” sayfada “engelli” ifadesi
kullanılmış olup, beyannamenin içindekiler kısmında engelli kavramı geçmediği
gibi, engelli kavramı ayrı bir başlık olarak da kullanılmamıştır. Beyannamede
engellilerle ilgili olarak “19” tane mevcut durum tespiti yer alırken, toplam vaat
sayısı “7” olarak ortaya çıkmıştır. Partinin beyannamesinde en çok göze çarpan
durum “Eğitim”, “Ulaşım-Mobilizasyon”, “İstihdam”, “Erişilebilirlik”, “Sağlık”,
“Hizmet”, “Yasal-Hukuksal”, “Pozitif-Ayrımcılık” alanlarının hiçbirisinde vaat
tespit edilememiş olmasıdır (Tablo 2). Bu durum diğer siyasi partilerle
kıyaslayınca AKP’nin vaat sayısı ve engellileri ifade ettiği başlıklar konusunda
daha geride kaldığını göstermektedir.
Halen iktidarda olan parti olması nedeniyle, beyannamenin bütününde
engelli bireylerle ilgili olarak, vaatlerden çok, iktidar sürecinde yapılmış olanlar
öne çıkarılmıştır. Bu çerçevede;
76
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
1-
2-
3-
45-
6-
7-
8-
9-
101112-
13-
2015 yılı için, engelli evde bakımı için 4,5 milyar TL, kişi başı aile geliri
asgari ücretin 1/3’ünden az olan ailelerde engelli aylığı ve bakım gideri
olarak 3,9 milyar TL kaynak ayrıldığı (e-1: 105),
Sosyal yardım programlarının geliştirildiği, engelli ve diğer dezavantajlı
gruplar için düzenli sosyal yardım programlarının olduğu (e-1: 106)
ifade edilirken, bu yardım programlarının neler olduğu, hangi kriterleri
içerdiği ve nasıl bir sürdürülebilirlik ve gelişme esasına açık olduğu
ifade edilmemektedir.
Engellilere ödenen aylıkların, engel durumuna göre %200-300
oranında arttırıldığı ve 18 yaş altı engellilerin de yararlanmasının
sağlandığı (e-1: 107),
Özel bakım merkezlerinden faydalanan engelliler için kurumlara, 2 net
asgari ücret tutarında ödeme yapılmaya başlandığı (e-1: 107),
Kamusal ve toplumsal alanlara erişilebilirliği sağlamak amacıyla fiziki
ve çevresel düzenlemeler yapıldığı (e-1: 107) ifade edilmekle birlikte,
yine bu düzenlemelerin neler olduğuna ilişkin ayrıntılı bir ifadeye
rastlanmamıştır.
Engellilerin Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesini 2007
yılında imzalanması ve 2009 yılında TBMM tarafından onaylanması yine
yapılanlar bölümünde ifade edilen gelişmelerden birisidir (e-1: 107).
Engelli bireylerin devlet memuru olabilmeleri için, engel durumlarına
göre düzenlenmiş ayrı bir kamu personel sınav siteminin getirilmesi
yapılan düzenlemeler arasında sayılmış, aynı zamanda kamuda çalışan
engelli personellerin sayısında ve evde bakım hizmeti kapsamında
desteklenen engelli sayısında artışlar sayısal olarak beyannamede yer
bulmuştur (e-1: 107).
Terör nedeniyle engelli hale gelen bireylere bir istihdam imkânı
sağlandığı ifade edilirken, buna ilişkin herhangi bir sayısal veriye
rastlanmamaktadır (e-1: 107).
Engelli çocuk annelerine ilave gün hakkının verilmesi ve engelli kamu
memurları için kolay emeklilik hakkının tanınması (e-1: 141, 142),
pozitif ayrımcılık kapsamında değerlendirilebilecek yenilik olarak
sunulmaktadır.
Hasta olan engelli bireylerin diş tedavilerinin yanı sıra fizik tedavi
süreçlerine yönelik hizmetler sağlandığı (e-1: 144),
Engelli istihdamının arttırılmasını teşvik amacıyla düzenlemeler
yapıldığı (e-1: 178),
Genç ve yaşlı engelli bireyleri de hedef kitle olarak kabul edebileceğimiz
bir uygulama olarak sağlık turizminin geliştirilmesine yönelik olarak
dönüşüm programının hayata geçirildiği de yapılanlar arasında
sayılmaktadır (e-1: 234).
Engelli istihdamına yönelikler teşviklerin uygulamaya koyulduğu ve
2014 yılında bu teşviklerin kapsamının genişletildiği ifadesi yer almıştır
(e-1: 135). Ancak bu teşviklerin neler olduğu ve genişletilen kapsam
içerisinde hangi özellik ve uygulamaların yer aldığı, beyannamenin bu
sayfalarında yer almamıştır.
77
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
Yapılanların beyan edilmesinin yanı sıra, partinin seçim bildirgesinde aynı
zamanda, diğer partilerle karşılaştırınca nicel olarak daha az olmakla birlikte,
gelecek dönemler için politikaları içeren vaatler de yer almıştır.
14- Erişilebilirlik konusunda uygulamanın güçlendirileceği ve bu konuda
kampanyalarla, toplumsal farkındalığın yaratılmasının hedeflendiği
ifade edilmiştir (e-1: 108).
Daha sonra, beyannamenin farklı bölümlerinde, içinde engelli kavramı
geçen, bazen durum tespiti bazen de çeşitli vaatler olmak üzere aşağıdaki
ifadelerin yer aldığı belirlenmiştir.
15- Engelli gençlerin toplumsal entegrasyonu (bütünleşme kavramı
kullanılmıştır) amacıyla, gerekli fiziksel ve sosyal alt yapının daha da
güçlendirileceğinin yanı sıra, toplumsal alanların ve hizmetlerin engelli
genç bireylerin katılımını sağlayacak şekilde düzenleneceği ifade
edilirken (e-1: 119, 120), bu alanda neler yapılması gerektiğine ve
neler yapılacağına ilişkin net ifadeler ve projelerden söz edilmemiştir.
16- Engellilere özel BİT yazılım ve donanımlarının yaygınlaştırılmasının
sağlanacağı ifade edilmekle birlikte detaylı bir plan sunulmamaktadır
(e-1: 272).
17- Kentsel tasarım ilkeleri ve yapılaşmanın engelli ve diğer dezavantajlı
kesimlerin
gereksinimleri
doğrultusunda,
hizmetlere
erişimi
kolaylaştıracak şekilde geliştirileceği (e-1: 286),
18- Adalet sisteminde kadınlar, çocuklar ve engellilere yönelik kolaylaştırıcı
uygulamaların hayata geçirileceği (e-1: 48),
19- Özellikle kadın, çocuk, engelli ve yaşlı vatandaşların güvenlik
hizmetlerine erişimini kolaylaştıran politikaların mevcut olduğu ve
uygulamaya devam edileceği belirtilirken (e-1: 53), mevcut durum
üstüne bir iyileştirmeden söz edilmemektedir.
Cumhuriyet Halk Partisi
Cumhuriyet Halk Partisinin seçim için hazırlamış olduğu beyanname
“203” sayfadan müteşekkil olup, içinde “62” kez engelli kavramı geçmektedir.
Partinin beyannamesinin toplam “23” sayfasında “engelli” ifadesi kullanılmış
olup, “engelli” terimi ana başlık halinde yer almasının yanı sıra, içindekiler
alanında da görülmektedir. Beyanname içerisinde, engelli bireylerle ilgili olarak
“42” tane vaat yer almaktadır (Tablo 1). En fazla vaat “Sosyal-Ekonomik
Politikalar” alanında (10 adet vaat) sunulurken, bunu “İstihdam” ve “Sağlık”
alanlarında sunulan vaatler takip etmektedir (sırasıyla: 7, 6 vaat). Partinin
beyannamesinde “Pozitif Ayrımcılık” alanında hiç vaade rastlanmamıştır (Tablo
2).
1-
78
Beyannamede ilk olarak genel bir ifade ile tüm yurttaşları kapsayacak
şekilde “aile sigortası, sosyal güvenlik ve sağlık haklarına ek olarak
eğitim hakkının da ayrım gözetilmeksizin sağlanacağı belirtilirken
çocuk, kadın, emekli ve yaşlılara ek olarak engelli bireylerin de sosyal
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
2-
3-
4-
5-
6-
7-
8-
9-
haklardan kapsamlı biçimde faydalanmalarının sağlanacağı ifade
edilmektedir (e-2: 21).
Kapsayıcı kalkınma stratejisi adı verilen bir kalkınma öngörüsü ile
ekonomi politikalarının engelli bireyler de içinde olacak şekilde, tüm
dezavantajlı kesimler dikkate alınarak hazırlanması ve uygulanmasının
gerekliliği ve ekonomik büyüme getirilerinin eşitlikçi dağıtılması
gerektiği savunulmaktadır (e-2: 69).
Devamında ise aynı evde yaşayan engellilerin ve diğer dezavantajlı
grupların her birini ayrı ayrı ele alacak sosyal politikaların gerekliliği ve
sosyal yardımların ekonomik olarak geri kalmış bölgelerden başlayarak
yapılacağı ifade edilmektedir (e-2: 70).
Bir proje olarak sunulan “aile sigortası” kapsamında, diğer dezavantajlı
gruplara ek olarak, engelli bireyler için de “engelli desteği” sağlanacağı
taahhüt edilirken (e-2: 72), bu kapsamda engelli bireylerin
güçlendirileceği (e-2: 73), kronik hastalığı olanlarla engelli bireylere
sağlanacak desteğin ise benzer düzeyde olacağı vaat edilmektedir (e2: 75).
Ayrımcılıkla mücadele ana başlığında, engelli istihdamı ve istihdam
edilenlerin, çalışma yaşamına adaptasyonları için etkin politikalar
geliştirileceği belirtilmektedir (e-2: 75).
Kadınların, çocuk ve yaşlılarla birlikte engelli bireylere yönelik olarak
ortaya çıkmış olan bakım sorumluluklarının azaltılacağı, bakım sunan
kadınların sosyal güvenlik kapsamına alınmasının yanı sıra, evde bakım
ve gündüz bakım hizmetlerinin ücretsiz, kurumsal ve yüksek nitelikle
sunulacağı vaat edilmektedir (e-2: 83).
Gençlik politikalarının oluşturulmasında, engelliler dâhil olmak üzere
tüm dezavantajlı genç insanların ihtiyaçlarının göz önünde
bulundurulacağı belirtilmektedir (e-2: 86).
“Her alanda var olan engelliler” ana başlığında, aile sigortası
kapsamında yer alan engelli bireylere;
 %40 engellilik düzeyi için 400 TL, %60 engellilik düzeyi için 600 TL
olmak üzere “yaşam aylığı” verileceği,
 Bakıma muhtaç tüm engelli bireylere bakım hizmetinin yanı sıra,
evde bakım aylığı alanların sosyal koruma kapsamına alınacağı,
 Kurumsal bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılacağı,
 Özel beslenme gereksinimi olan engelli bireylerin beslenme
ihtiyaçlarının ücretsiz karşılanacağı vaat edilmektedir (e-2: 92, 93).
“Engelliler için ücretsiz sağlık hizmetleri” başlığında ise sırasıyla;

Engellilerin tıbbi ihtiyaçlarının ücretsiz karşılanacağı,

Resmi kurumlara başvurular için ayrı ayrı rapor alma sorununun
bitirileceği,

Tüm engelli bireylerin ayrım gözetmeden sosyal güvenlik
kapsamına alınacağı,

Engelli bireylerin rehabilitasyonunun sağlık, eğitim, sosyal
hizmetler ve engellilere özel tüm yasalara dâhil edileceği,
79
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.

10-
11-
12-
13-
14-
80
Zihin engelli bireylerle ilgili ayrı bir madde olarak erken tanı, tedavi
ve eğitim için özel projeler geliştirilip uygulanacağı belirtilmektedir
(e-2: 93).
“Eğitimde fırsat eşitliği” başlığında ise yine sırasıyla;

Engellilerin koşullarına uygun, çok yönlü eğitimin, eşit, nitelikli ve
ücretsiz sağlanacağı,

Kaynaştırma eğitimini desteklemek için okullarda fiziksel
düzenlemelerin yapılacağı,

Kaynaştırma eğitimin öncelikli olduğu ancak kaynaştırmanın
mümkün olmadığı durumlar için de özel eğitim okullarının sayısının
arttırılacağı,

Zihin engelli ve otizmli bireylerin ise yaşam boyu öğrenme
gereksinimlerinin gözetilerek genel eğitimden dışlanmalarının
önleneceği ifade edilmiştir (e-2: 93).
Engelli istihdamı konusunda;

Kamu ve özel sektörde 50.000 engelli istihdamının sağlanacağı,

Mesleki eğitimin yanı sıra, engellilerin çalışma yaşamına uyumları
amacıyla rehberlik hizmetlerinin sağlanacağı,

Bilgiye erişimde tüm yurttaşlara eşit imkânlar sağlanacağı,

Engelli kadrolarının arttırılmasının yanı sıra, özel sektöre engelli
istihdamını teşvik edici özel düzenlemeler yapılacağı,

İşyerlerinde engellilere yönelik fiziksel düzenlemeler yapılırken,

Eşit ücret politikası ve iş güvencesi sağlanacağı belirtilmektedir (e2: 94).
Erişilebilirlik kavramı kapsamında;

“Erişilebilirlik standartları” geliştirilerek, engelli bireylerin tüm
vatandaşlarla eşit şekilde kamu hizmetlerine ve yaşamın tüm
alanlarına erişebilmelerinin amaçlandığı,

“Politika takip sistemi” ile engelli bireylerin ulaşım haklarının
güvence altına alınacağı belirtilmiş ancak, “politika takip
sisteminin” tam olarak ne olacağı ve nasıl bir işleyiş ortaya
koyacağı açıklanmamıştır.

Tüm alt yapı hizmetlerinin engelli bireylere göre düzenlenmesinin,

“Engelli rehberlik merkezleri” ile engelli bireyler için sosyal kültürel
olanaklarının arttırılmasının,

Engelli spor kulüplerinin desteklenmesinin hedeflendiği, vaatler
arasındadır (e-2: 94).
Tüm okullarda engelli öğrenciler için gerekli altyapı düzenlemelerinin
yapılacağı, hem eğitim hem de imar alanlarında ele alınabilecek vaat
olarak görülmektedir (e-2: 111). Öte yandan, okullarda engelli
öğrencilerle ilişkili ne tür eksiklik veya yanlışların olduğu tespit edilmiş
değildir.
Beyannamenin 125. Sayfasında yer alan “engellilerin sağlığı” başlıklı
taahhütlerde sırasıyla;

Bütün hastanelerde engelli karşılama birimlerinin yanı sıra, işitme
engelli bireyler için tercüman bulundurulacağı,
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”


Hastane servis araçları ile hastanelere ulaşımın sağlanacağı,
Ücretsiz sağlık hizmetinin yanı sıra, evde fizik tedavi olanağının
sunulacağı, rapor alma ve yenileme süreçlerinin kolaylaştırılacağı
ön görülmektedir (e-2: 125).
15- Yeterli sayıda spor tesisinin engellilerin kullanabileceği hale getirileceği
taahhüt edilirken (e-2: 135),
16- Toplu Konut İdaresi bünyesinde diğer dezavantajlı grupların yanı sıra,
engelliler için de sağlıklı, yaşanabilir konutlar yapılacağı vaat
edilmektedir (e-2: 158).
Halkların Demokratik Partisi
Yirmi sekiz sayfadan oluşan Halkların Demokratik Partisi seçim
bildirgesinde “engelli” kavramı “24” kez yer almaktadır. İçindekiler alanı
olmayan beyannamede “engelli” ifadesi “10” sayfada geçmekte olup, ayrı
başlık olarak da kullanılmıştır (Tablo 1). Toplam vaat sayısı “21” olup, en fazla
“Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (5 vaat) vaat sunulurken, “Ar-Ge” ve
“Gençlik” alanlarında doğrudan herhangi bir vaat göze çarpmamaktadır (Tablo
2).
1- Partinin beyannamesinde “engelli” kavramı ilk olarak yeni ve
demokratik bir anayasa yapılacağına ilişkin beyan içerisinde engelli
haklarının gözetildiği bir anayasa olacağını taahhüt ederek
kullanılmaktadır (e-3: 7).
2- Sayfa 22’de “engelli kadınlar”a ayrı bir vurgu yapılarak engelsiz özgür
yaşamın birlikte kurulacağı taahhüt edilmektedir (e-3: 22). Ancak
izlenecek yola ilişkin bir plan veya detay sunulmamaktadır.
3- Bir başka ifadede “engelsiz kampüs” kavramı kullanılmakla birlikte, bu
kavram içerisinde engellilerin nasıl ve ne şekilde yer alacağına ilişkin
bir açıklama getirilmemiştir (e-3: 22, 24).
4- Parti tarafından dezavantajlı kabul edilen diğer gruplarla birlikte,
engelliler için de toplu taşımanın ücretsiz olacağı beyan edilmektedir
(e-3: 27).
5- Bu beyanı takip eden bir şekilde yine dezavantajlı gruplarla birlikte
engelli bireylerin de sosyal güvenlik sistemi içerisinde tanımlanacağı ve
gerekli sosyal destek, yardım ve koruyucu hizmetlerin sunulacağı
garanti edilmektedir (e-3: 29).
6- Şehirleşme uygulamalarında kadın ve çocuklarla birlikte engellilerin
ihtiyaçlarına duyarlı davranılacağı (e-3: 33), her mahallede kreş ve
“engelli iyileştirme merkezleri”nin yer alacağı ifade edilmiştir (e-3: 41).
7- Bir yenilik olarak “Engelleri Kaldırma Bakanlığı” kurulacağı, bu
bakanlığın engelli bireyler önündeki engellerin kaldırılması amacıyla,
engelli örgütlerinden oluşan bir konseyin önerileri doğrultusunda
çalışacağı taahhüt edilmektedir (e-3: 44).
8- Engelli bakım aylığı bağlanmasında gelir şartının ortadan kaldırılacağı,
evde bakım ücretleri arttırılırken aynı zamanda sadece akrabaların
bakıcı olma şartının da kaldırılıp, bakım verenlerin sigorta kapsamına
alınacağı beyan edilmektedir (e-3: 44).
81
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
9- Bağımsız yaşamak isteyen ancak bakım gereksinimi olan engelliler için
her ilçede bakım merkezleri kurulurken, evlerine de ayda iki kez
temizlik personelleri aracılığıyla temizlik hizmeti götürüleceği beyan
edilmektedir (e-3: 44). Muhtaç bireylere, yaşadıkları mekânlarda sağlık
hizmeti sunulması için düzenleme yapılacağı ifade edilmektedir (e-3:
44).
10- Toplu taşıma araçlarının, ücretsiz yapılmasının yanı sıra, aynı zamanda,
engelli ihtiyaçlarına göre zorunlu düzenlemeler getirileceği beyan
edilmektedir (e-3: 44).
11- Kamuya ait kreş ve anaokullarında mutlaka engelli çocukların olmasının
sağlanacağı, işyerlerinin ve sosyal alanların engellilere uygun hale
getirileceği, bütünleşmeyi sağlaması açısından önemli taahhütler
olarak değerlendirilebilir (e-3: 44).
12- Tüm engelli vatandaşlar sosyal güvence kapsamına alınırken, medikal
gereksinimlerinin bedelsiz karşılanacağı belirtilmiştir. (e-3: 45)
13- Şehir içinde bağımsız hareket olanağını sağlamak amacıyla, elektrikli
tekerlekli sandalyeler için şarj istasyonlarının kurulacağı, partinin
beyannamesinde sunduğu bir başka seçim taahhüdüdür (e-3: 45).
14- Engellilere hizmet veren birimlerde engellilerin istihdam edileceği (e-3:
44), işyerlerinde engelli kontenjanlarının arttırılmasının yanı sıra,
üniversitelerde pozitif ayrımcılık ve kota uygulaması yapılacağı beyan
edilmiştir (e-3: 47).
Milliyetçi Hareket Partisi
Engelli ifadesinin “43” kez kullanıldığı Milliyetçi Hareket Partisi seçim
beyannamesi toplam “257” sayfadan oluşmaktadır. Beyannamede toplam “13”
sayfada “engelli” ifadesi kullanılmıştır. İçindekiler kısmında “engelli” ifadesi
geçtiği gibi ayrı başlık olarak da kullanılmıştır (Tablo 1). Beyannamede engelli
bireyleri hedefleyen toplam “23” tane vaat mevcut olup, en fazla vaat “SosyalEkonomik Politikalar” alanında (7 adet) olup, “Yasal-Hukuksal”, “Hizmet” ve
“Gençlik” alanlarında herhangi bir vaat bulunamamıştır (Tablo 2).
1-
2-
3-
82
Engelli kavramını ilk olarak, Türkiye’nin gelişmişlik düzeyinin evrensel
normlara ulaşmasında, engellilerin yaşam şatlarının da bir kriter olarak
ele alındığının beyan edilmesi ile birlikte beyanname içinde
görmekteyiz (e-4: 41).
Diğer dezavantajlı gruplarla birlikte engelli bireyler için de geçerli
olmak üzere, öznelere yönelik şiddet eylemlerinde mahkeme zaman
aşımı uygulamasının kaldırılacağı; mahkeme masraflarının bu davalara
özel olarak alınmayacağı taahhüt edilirken (e-4: 70), adliye ve ceza
infaz kurumlarında engellilere yönelik iyileştirici tedbirlerin alınacağı
ifade edilmiş, ancak bu tedbirlerin neler olduğuna ilişkin bir detay
verilmemiştir (e-4: 72).
Kent içi ulaşımda, insan odaklı ulaşım perspektifinde, engellilerin
yaşamını kolaylaştırıcı ulaşım çözümleri sunulacağı beyan edilmiştir (e4: 151).
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
45-
6-
7-
8-
9-
10-
11-
12-
13-
Diğer dezavantajlı gruplara ek olarak engelli bireylerin de özne olduğu
mesleki eğitim programları açılacağı dile getirilmiştir (e-4: 171).
Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin çağdaş ve tek çatıdan yürütülen
bir yapıya kavuşturulacağı, 18 yaş altı engelli aylığının 400 TL ve 18
yaş üstü engelli ayılığının ise 600 TL’ye yükseltileceği ifade edilmiştir
(e-4: 174, 176).
İmar mevzuatında, engelliler için mevcut hükümlerin etkin biçimde
uygulanacağı, fiziki ve sosyal çevrede mevcut engellerin ortadan
kaldırılmasının hedeflendiği beyan edilmiştir (e-4: 180).
Engellilere yönelik bakım hizmetlerinin sosyal bir hak olarak kabul
edileceği ve sosyal güvenlik sistemi içerisinde değerlendirilerek tıbbi,
mesleki ve sosyal rehabilitasyon uygulamalarının etkileşim ve işbirliği
içerisinde sürdürüleceği taahhüt edilmiştir. Tıbbi ve mesleki
rehabilitasyon imkanlarının arttırılacağı ve bu süreçte her türlü
desteğin sağlanacağı kabul edilmiştir (e-4: 180).
Kamuda mevcut engelli kadrolarının tamamına atama yapılacağı,
ayrıca işe yerleştirmede öncelik verileceği taahhüt edilmektedir (e-4:
181).
Bedensel ve zihinsel komplikasyonları olan hastalıkların önlenebilmesi
için erken tanı ve tedavi hizmetlerinin geliştirilip, koruyucu sağlık
hizmetleri kapsamında ücretsiz sağlanacağı, ayrıca engellilere protezortez ve araç-gereç desteği verileceği savunulmuştur (e-4: 181).
Erişilebilirliği sağlamak amacıyla fiziksel çevre düzenlemesinin, ILO, BM
Engelli Hakları Bildirgesi ve Engelliler İçin Standart Kurallar yaklaşımına
dayanarak yapılacağı ve gerekirse yeniden inşa edileceği beyan
edilmektedir (e-4: 181).
Muhtaç aylığı bağlanmasında, hane gelirine göre değerlendirme yerine,
kişi geliri esasının uygulanacağı beyan edilirken, bu gelir düzeyi
hakkında bilgi verilmemektedir (e-4: 182).
Mevcut uygulamada, malullük aylığı bağlanması için şart olan, sigorta
veya iş başlangıcından sonra malullük durumun ortaya çıkması şartının
kaldırılıp, işe başlamadan önce de engel durumu olup işgücünün
%60’ında kayıp yaşayanların malul sayılması için düzenleme yapılacağı
taahhüt edilmektedir (e-4: 182).
Engellilerin eğitimlerinde aksama veya engelleme olmaması için fiziki
ve sosyal çevrenin yanı sıra, eğitim ve teknolojik alt yapıda da
düzenlemeler yapılacağı ifade edilmiştir (e-4: 180).
Değerlendirme ve Sonuç
Çalışmanın “engelli” kavramı temelinde ortaya koyulan nicel bulguları
(Tablo 1) alan yazında elde edilen verilerle oldukça uyumlu olarak belirlenmiştir
(Özkaynar, 2015: 448). Her dört partinin beyannamelerine karşılaştırmalı
olarak bakıldığında, AKP seçim beyannamesinin, engelli bireylerle ilişkili vaatler
konusunda, diğer partilerin beyannamelerine göre daha yetersiz kaldığını
söylemek mümkündür. Vaatten çok yapılmış olanlara, içerikten çok sayısal
83
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
verilere dayanan tespitlere daha çok yer vermiş bir beyanname olduğu ifade
edilebilir. HDP seçim beyannamesi ise engelli bireylerle ilişkili olarak, ifadeleri
yeterli olmamakla birlikte içeriği doldurulmuş bir beyanname olarak
değerlendirilmektedir. CHP ve MHP seçim beyannameleri hem ifadeler hem de
kapsam olarak, engelli bireylere ilişkin oldukça detaya inmiş, sunulan vaatlerin
neden ve nasıllarına görece daha fazla yer vermiş beyannameler olarak
düşünülmektedir. Seçim beyannamelerinde, partiler bazında ortaya çıkan
farklılıkları şu şekilde detaylandırmak mümkündür.
AKP seçim beyannamesinde “engelli” kavramı ekseninde ortaya çıkan
ifadeler, büyük oranda mevcut durumun betimlenmesi şeklinde yer almaktadır.
Açık bir proje sunulmadığı gibi, vaatlerde de net olarak neyin, nasıl yapılacağı
ortaya koyulmuş değildir. Türkiye’nin son 13 yılına iktidar eden bir parti olması
sebebiyle elbette, yapılmış olanlara ilişkin ifadelerin yer alması olağandır.
Ancak Tablo 1 ve Tablo 2’de ele alınan verilerden de anlaşılacağı üzere, engelli
bireylere ilişkin vaatler diğer partilerle karşılaştırılınca oldukça az ve içerik
olarak da sönük kalmaktadır. Özellikle engelli bireylerin odağında ele
alındığında, eğitim alanında hiçbir vaat olmaması özel eğitim açısından
değerlendirildiğinde oldukça problem bir durum olarak düşünülebilir. Zira
seçimlerde yarışan her bir parti ülkenin ve dolayısıyla da özel eğitim alanında
önümüzdeki dört yıllık politika ve uygulamaların belirleyicisi olmaya aday
olmaktadır. Buradan hareketle bu beyanname ekseninde gelişecek politikalara
göre, AKP’nin önümüzdeki dört yıllık politikası içerisinde engelli bireylerin
eğitimlerine ilişkin yeni bir şey yapmayacağı ve özel eğitimin önemli bir parti
politikası olarak görülmediği şeklinde değerlendirme yapmak olasıdır. Oysa
2011 seçimlerinde AKP, engelli öğrencilerin eğitimine önem verileceği, bu
amaçla faaliyet gösteren dernek, vakıf ve sosyal yardım kuruluşlarının
faaliyetlerinin destekleneceği, engellilere yaşamı kolaylaştıracak alt yapı
düzenlemelerinin sağlanacağı, üstün yetenekli çocuklara gerekli ortamların
yaratılacağı gibi oldukça çeşitli ve kapsamlı vaatlerde bulunmuş bir partidir (e5: 193-196). Kaldı ki bu vaatlerin önemli bir bölümü 2011-2015 hükümet
döneminde kısmen gerçekleştirilmiştir.
Eğitim sadece iktidar partisinin değil, aslında tüm partilerin önemli
politika alanları arasındadır. Eğitimde temel amaç, davranışların istenen yönde
değiştirilmesi ve yenilerinin yerleştirilmesi olup, iktidar veya muhalefet, bütün
siyasal partiler için önemlidir. Zira siyasal yapılanmalar, uyguladıkları eğitim
anlayışı ve politikaları sayesinde, seçmenlerinin tercihlerinin belirlenmesini de
etkileme şansına sahip olurlar (Pektaş, 1997: 110). Engellilerin en temel
sorununun eğitim olduğuna yönelik alanda oldukça yaygın inanışa rastlamak
mümkündür. Yapılan araştırmalar, çalışmamızda da üzerinde durulan
“engellilerin eğitimi” gerçeğinin önemini vurgulamaktadır. Türkiye genel
nüfusunun yüzde 13’ü okuma yazma bilmiyorken, engelli nüfusun yüzde 36’sının okuma yazma bilmediği, engellilerin yüzde 41’inin ilkokul mezunu olduğu
ve yüksekokula devam edebilen engelli oranının ancak yüzde 2,24 olduğu
ortaya koyulmuştur (Öztürk, 2011: 23). Atatürk Üniversitesi öğrencileri üzerine
yapılan bir araştırma, yaklaşık 60bin civarında öğrencisi bulunan üniversitenin
84
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
ancak yüzde 0.2’sinin engelli öğrencilerden oluştuğunu göstermiştir. Bu düşük
oran içerisinde (n: 135) ise yüzde 71.85’i Açık Öğretim uygulamasından
yararlanan öğrenciler olup, örgün eğitimde yer alan engelli öğrenci oranı yüzde
0.1’in de altına düşmektedir (Küçükali, 2014: 70-76).
AKP’nin seçim beyannamesinde öne çıkan en önemli detaylardan birisi,
imar ve kentleşme alanında, engelli bireyleri odağa alan vaatler sunarak (3
vaat), bu alanda en fazla taahhütte bulunan parti olduğunu göstermesidir.
Beyannamede günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemeler yapılacağı
taahhüt edilmektedir. Alanda Tiyek (2015: 39), çalışmayla paralel şekilde
partinin imar başlığındaki vaatlerine vurgu yapmıştır. Öte yandan bir başka
çalışmada, aslında kamu binalarında bile engelliler açısından memnuniyet
veren bir eşgüdüm olmadığı ortaya konulmuştur (Çınar ve diğ., 2015: 333).
Bu açıdan partinin imar olgusuna odaklanmış olması anlaşılabilir bir durum
olarak
değerlendirilebilir.
Partinin
beyannamesini
diğer
partilerin
beyannamelerinden ayıran en önemli özelliklerden birisi de, engelli bireylerin
de hedeflendiği sağlık turizmi konusunda rekabetçi bir politika izleneceğinin
belirtilmesidir.
Engelli kavramı odağında, CHP seçim beyannamesi incelendiği zaman,
örneklemi oluşturan siyasi partiler içerisinde, beyannamesi biçim ve içerik
olarak en dolu görünen siyasi parti olduğunu söylemek mümkündür.
Vaatlerinin sayısı ve içeriği açısından değerlendirildiği zaman, engelli bireylerle
ilişkili olarak birçok alan ve konuyu ele aldığını söylemek mümkündür. Özellikle
eğitim alanında, “kaynaştırma eğitimini” öncelikli eğitim anlayışı olarak
sunması, otizmli bireyleri eğitimden dışlamaması, zihin engelli bireylerle ilgili
yaşam boyu öğrenme stratejisi sunması, eğitimde eşitlikçi anlayışı öne alması
ve benzeri özellikleri nedeniyle, diğer siyasi parti beyannameleri ile
karşılaştırınca bir adım önde olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Bunlara ek
olarak, işitme engelli bireylerle ilişkili olarak sunmuş olduğu vaat, partinin
bütün engellileri benzer sınıflama ve gereksinim düzeylerine sahip olarak
görmediğini göstermesi açısından önemli bir detaydır. Yine diğer partilerin
beyannamelerine göre, engelli bireylere sunulacak spor imkânları ve bunu
bütünleşme ile birlikte ele alması beyannamede farklılık yaratan bir unsur
olarak görülebilir. Alanda yapılan incelemede, CHP’nin eğitim ve spor alanında
engelli bireylere yönelik vaatlerinin dikkat çektiği ifade edilmektedir Tiyek’in
(2015: 39). 2001 seçimlerinde de CHP eğitim alanında benzer vaatler ortaya
koymuştur (Tok, 2012: 295). Beyannamenin bütününde eğitim, istihdam,
sosyal politikalar ve erişilebilirlik kavramları üzerinde çeşitli argümanlarla
oldukça sıklıkla durulduğu görülmektedir. Toplum bütün olarak ele alındığında
engelli bireyler arasındaki işsizlik oranı, sağlıklı bireylerin işsizlik oranlarına
göre oldukça düşüktür. Öte yandan, engellilerin ilerleyen dönemlerde çalışma
hayatında istihdam edilebilirliğini, bu sayede toplumla bütünleşmelerinin
geliştirilebilmesi için sağlık gereksinimlerinin giderilmesi, eğitim ihtiyaçlarının
karşılanması ve mesleki rehabilitasyonlarının sağlanması gerekmektedir
(Seyyar, 2008: 81-82). Böylelikle bu hizmetlere erişebilen engellilerin tamamı
olamasa da oldukça önemli bir kısmı devamlı tüketen ve hizmet bekleyen bir
85
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
topluluk olmaktan çıkarılıp, üretken, verimli, topluma ve ekonomiye katkısı
olan kişiler haline getirilebilirler (Öztürk, 2011: 32; Küçükali, 2014: 67). Engelli
bireylerin temel gereksinimleri olan sağlık, beslenme ve eğitim konularında
“ücretsiz/bedelsiz” karşılamaya yönelik vaatler önemli olarak görülürken, bu
ifadeleri CHP ile en sık (3’er kez) kullanan parti de HDP olarak belirlenmiştir.
AKP beyannamesinden farklı olarak imar ve kentleşme alanında tek bir cümle
ile ifade edilen, sadece bir vaat sunulması göze çarpmaktadır.
HDP seçim beyannamesini engelli kavramı ekseninde farklı kılan en
önemli ayrıntı, “engelli hakları” kavramı ve yeni demokratik anayasa yapma
taahhüdünün aynı ifade içinde ele alınarak, yapılacak yeni anayasada engelli
haklarının temel haklar arasında yer alacağının beyan edilmesidir. Bu yönüyle
partinin beyannamesi engellilerin sosyal dışlanmasını önlemeye yönelik
anayasal bir yol izleyeceğini taahhüt etmektedir. Zira sosyal dışlanma kavramı
tam da bireyin telemk haklardan yoksun kalmasının yanı sıra ekonomik,
siyasal, sosyal vatandaşlık haklarından yoksun olması durumudur (Genç, Çat,
2013: 369). Parti beyannamesi ve Tablo 2’de yer alan verilerden ortaya çıkan
gerçek, partinin beyannamede engelli bireylerle ilişkili olarak temel sosyal
haklar ve hizmetler konusunu önceliğine aldığını düşündürmektedir. Özellikle
bunlar içerisinde tüm engellilerin gelir şartı aranmaksızın sosyal güvenlik
kapsamına alınmasının yanı sıra, ulaşım hizmeti ve bağımsız yaşama vurgu öne
çıkmaktadır. 2008 yılında yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Genel Kurulu
Sözleşmesi, bütün engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerinden tam
ve eşit olarak yararlanmalarını özendirmek, korumak ve bu kişilerin doğuştan
gelen onuruna saygı gösterilmesi konusunda teşvik edici hükümler içerir
(Küçükali, 2014: 64). HDP’nin seçim beyannamesi bu bağlamda uluslararası
engelli haklarına paralellik göstermektedir. Beyannameyi diğer partilerin
beyannamelerinden ayıran en önemli farklılık ise, partinin “Engelleri Kaldırma
Bakanlığı” adı verilecek bir bakanlık kurulacağı ve bu bakanlığın engelli sivil
toplum örgütlerinin oluşturduğu bir komisyonun önerileri doğrultusunda
çalışacağına ilişkin sunduğu vaattir. Yine beyannamede farklılık yaratan
ayrıntılardan birisi, bakıma muhtaç engelli bireylere bakım verenlerin sigorta
kapsamına dâhil edileceğinin ifade edilmesidir. Engellilik, yoksulluğun hem
gerekçesi hem sonucu olup (Genç, Çat, 2013: 371), yoksul ailelerde sigorta
imkanının sunulması önemli bir sosyal içerme politikası olarak düşünülebilir.
Yine CHP ile birlikte, özellikle sağlık alanında ücretsiz medikal destek ve tıbbi
hizmet önemli vaatler arasındadır. Ayrıca istihdam konusunda kontenjan
arttırılması önerilmiştir. Zaten 22.05.2003 tarih ve 4857 sayılı İş Kanunu’nda
50 ve üzeri işçi çalıştıran kuruluşlarda yüzde 3 olmak üzere bir kota uygulaması
söz konusudur (Güngör, Güneş, 2012: 32). Beyannamede bu vaat ile bu
yasaya nasıl bir anlam katılacağı belirtilmiş değildir. Öte yandan, beyanname
diğer partilerin beyannameleri ile karşılaştırılınca oldukça kısa hazırlanmış
ancak temel gereksinimleri göz ardı etmemiş bir beyannamedir. Toplam sayfa
sayısı olarak en kısa beyanname olmasına rağmen, CHP ve MHP
beyannamelerinin ardından en fazla vaat sunan beyanname olarak göze
çarpmaktadır.
86
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
MHP seçim beyannamesini, örneklemde yer alan diğer partilerin seçim
beyannamelerinden ayıran birkaç temel özellik söz konusudur. En başta,
engelli birey kavramı ve ceza infaz kurumları kavramı sadece MHP seçim
beyannamesinde bir arada kullanılmıştır. Öte yandan mesleki eğitim ve
rehabilitasyon kavramı beyannamenin birkaç yerinde tekrarlanmıştır. Mesleki
rehabilitasyon engelliler için psiko-sosyal açıdan olumlu gelişmeler
sağlamaktadır. Çalışmak, üretmek, toplumdan biri olmak, gelir sağlamak, aile
ortamı oluşturmak, dikkate alınmak, başkalarına yararlı olmak, yetenek ve
kapasitesini kullanmak, evden dışarı çıkmak, arkadaş ilişkileri geliştirmek ve
kendine yeterli hale gelmek engellilerin özlemleridir (Genç, Çat, 2013: 391).
Bu yönüyle beyannamenin mesleki rehabilitasyon üzerinde bu derece yoğun
durması anlaşılabilir bir durumdur. En önemli ve farklılık yaratan detaylardan
birisi ise, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin parçalar halinde farklı kurum
veya örgütler tarafından gerçekleştirilmesinin yerine, çağdaş bir şekilde tek
çatıdan yürütüleceğinin belirtilmesidir. Beyannamenin bu yönünü literatürde
belirtilen ve engelliliğin aynı zamanda yoksullaşma ve yardıma ihtiyaç duyma
denklemiyle de ilişkilidir. Engelli çocuğu olan, sabit gelirli bir yurttaş, sağlıklı
çocuğa sahip yurttaştan 4-5 kat fazla masrafı üstlenmek zorunda
kalabilmektedir. Bu hem ekonomik olarak hem de bir işsizlik kaynağı olarak
etkili bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır (Besiri, 2009: 369). Bu açıdan
sosyal yardım ve destek süreçlerinin yapılandırılması engelli bireyler ve aileleri
için zorunluluk taşımaktadır. Yine partinin beyannamesinde farklılık yaratan
özelliklerden birisi de, engel durumuna sebep olan veya olabilecek hastalıkların
belirlenmesi için erken tanı ve tedaviye ilişkin hizmetlerin geliştirilip, koruyucu
sağlık hizmetleri kapsamına alınacağının beyan edilmesidir. Öte yandan, çevre
düzenlemesi sürecinde sadece ulusal mevzuata değil, uluslararası mevzuata
göre de düzenleme yapılacağını savunması da farklılık olarak değerlendirilebilir.
Parti beyannamesi özellikle sosyal-ekonomik politikalar alanında CHP’den
sonra en fazla vaatte bulunan parti olduğunu göstermesinin yanı sıra, tüm
partiler içerisinde “sosyal”, “yaşam”, “iş” ve “rehabilitasyon” kavramlarını en
çok kullanan parti olması
sebebiyle diğer partilerin de seçim
beyannamelerinden ayrılmaktadır. MHP ile birlikte CHP açısından önemli seçim
söylemleri arasında yer alan engelli istihdamı kavramı, eğitim ve rahabilitasyon
kavramları ile birlikte ele alındığı zaman anlam kazanmaktadır. Engellilerin
istihdamı konusunda sayısız neden olmasına rağmen özellikle eğitim ve
rehabilitasyon kavramları ayrı bir öneme sahiptir (Öztürk, 2011: 30). MHP’nin
beyannamesinde bu iki olguya vurgu yaparak söylemlerinin içini doldurmaya
çalıştığını düşünmek yanlış olmaz.
Öneriler
Partilerin seçim beyannamelerinin hazırlanması sürecinde özel
gereksinimli bireyler alanında profesyonellerden yardım alınması, ortaya
koyulacak beyannamelerin bu alana özgü olarak daha kapsamlı, detaylı ve
yenilikçi özellikler taşımasını sağlayacaktır.
87
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
Partilerin ve siyasetçilerin geçmiş deneyimlerin yanı sıra diğer parti
beyannamelerinden de faydalanmaları, engelli bireylerin yaşamsal gereksinim
ve olanaklarının, ortaya konulacak politikalar sayesinde daha fazla gelişmesi
için imkân ve zemin oluşturacaktır.
Özel gereksinimli bireylere hizmete eden sivil toplum örgütlerinin, parti
beyannamelerini detaylı bir şekilde inceleme altına alması, özel gereksinimli
bireyler ve çevrelerinin gelecek dört yılını etkileyecek politik adımların
anlaşılması ve gerekiyorsa siyasi partilere bu konuda baskı oluşturması ve
politika değiştirilmesini sağlaması açısından önemlidir.
Kaynaklar
Arslan, A., Karataş, M., Baştürk, S., Arslan, G., 2013, Yerel Seçim Sonuçları Temelinde
Tokat’ın Siyasi Yapısı, International Journal of Human Sciences, 10(1), 555-609
Bayhan, V., 2002, Demokrasi ve Sivil Toplum Örgütlerinin Engelleri: Patronaj ve
Nepotizm, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 26 (1), 1-13
Besiri, A., 2009, Yoksulluk Ekseninde Engellilerin Eğitimi, TBB Dergisi, 83, 353-374
Bulut, P., Güven, S., 2010, Primary Education in Political Parties’ Programs, Journal of
Theory and Practice in Education, 6 (2), 281-300
Çınar, H., Arslan, AR., Öztürk, AM., Bülbül, R., 2015, Kamu Binaları: Engellilerin Donatı
ve Mobilya Kullanımına Yönelik Yaşam Analizi, SDÜ Mühendislik Bilimleri ve
Tasarım Dergisi, 3(3), 329-337
Demirci, K., 2014, Türkiye’de 2000 Sonrası Genel Seçim Kampanyalarında Demokrasi
Söylemi, Mülkiye Dergisi, 38(1), 35-73
Genç, Y., Çat, G., 2013, Engellilerin İstihdamı ve Sosyal İçerme İlişkisi, Akademik
İncelemeler Dergisi, 8 (1), 363-393
Güngör, F., Güneş, G., 2012, Dünya’daki Gelişmeler Paralelinde Türkiye’de Değişen
Özürlülük Politikaları, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 3, 25-44
Kalender, A., 2003, Seçmenin Karar Sürecinde İletişim Araç ve Yöntemlerinin Önemi
Üzerine Bir Araştırma, Selçuk İletişim, 2 (4), 30-41
Kapani, M., 2003, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara
Koçak, M., 2006, Seçim Sistemi ve Demokrasi Karşılaştırmalı Analiz: İHAM ve AB
Ölçütleri, Anayasa Yargısı, 23, 115-132
Küçükali, A., 2014, Engellilere Uygulanan Sosyal Politikaların Değerlendirilmesi: Atatürk
Üniversitesi Örneği, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 4 (1), 59-86
Okumuş, A., 2007, Pazarlama Anlayışında Siyasal Pazarlamanın Yeri ve Pazar
Konumlarına Göre Siyasi Partilerin Stratejik Analizi, Dumlupınar Üniveristesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 17, 157-172
Özkaynar, K., 2015, Siyasi Partilerin 2011 ve 2015 Yılı Seçim Beyannamelerine Bakış:
Bir Doküman İncelemesi ve İçerik Analizi Çalışması, Akademik Sosyal
Araştırmalar Dergisi, 3 (17), 439-452
Öztürk, M., 2011, Türkiye’de Engelli Gerçeği, Müsiad Cep Kitapları No: 30, Ajansvista
Matbaacılık, İstanbul.
Pektaş, EK.,1997, Büyük Kent Belediyelerinin Eğitim ve Kültür Hizmetlerine Siyasal Parti
İdeolojilerinin Yansıması. Yayımlanmamış Yükseklisans Tezi, Dokuz Eylül
Üniversitesi, İzmir.
Polat, C., Akkaya, MA., Binici, K., 2015, 07 Haziran 2015 Türkiye Genel Seçimleri Parti
Bildirgelerinde Bilgi ve Belge Yönetimi ve Kütüphanecilik, Türk Kütüphaneciliği, 29
(2), 296-308
Purdam, K., Afkhami, R., Olsen, W., Thornton, P., 2008, Disability in the UK: Measuring
Equality, Disability & Society, 23 (1), 53–65
Sakal, M., 1998, Siyasal Karar Alma Sürecinde Yeralan Aktörler ve Rolleri, D.E.Ü.İ.İ.B.F.
Dergisi, 13 (1), 211-230
88
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Shakespeare, T., 1993, Disabled People's Self-organisation : A New Social Movement?,
Disability, Handicap and Society, 8 (3), 249-264
Seyyar, A., 2008, Sosyal Siyaset Ekseninde Yerel Özürlüler Politikası, Yerel Siyaset
Dergisi, 27, 80-85
Tepekaya, M., 2013, 1912 Osmanlı Meclisi Mebusan Seçimlerinde Saruhan (Manisa)
Sancağı İttihat ve Terakki Fırkası Adayı Yusuf Rıza Bey ve Seçim Beyannamesi,
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 13 (27), 33-61
Terkan, B., 2010, Siyasi Partilerin Kadına İlişkin Söylem ve Politikaları (AKP ve CHP
Örneği), Selçuk İletişim, 6 (2), 115-136
Tiyek, R., 2015, Sosyal Politika Kapsamında Seçim Bildirgelerinin Değerlendirilmesi,
Emek ve Toplum, 4 (9), 36-63.
Tok, T. N., 2012, Türkiye’deki Siyasal Partilerin Eğitim Söylemleri ve Siyasaları, Kuram
ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 18 (2), 273-312
Üste, R.B., Yüksel, B., Çalışkan, S., 2007, 2007 Genel Seçimlerinde Siyasal Pazarlama
Tekniklerinin Kullanımı ve İzmir İli Örneği, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 15, 213-232
Walgrave, S., Nuytemans, M., 2009, Friction and Party Manifesto Change in 25 Countries,
1945–98, American Journal of Political Science, 53 (1), 190–206
e-Kaynakça
e-1-http://www.akparti.org.tr/upload/documents/2015-secim-beyannamesi20nisan.pdf (İndirme Tarihi: 26/06/2015)
e-2-http://yasanacakbirturkiye.com/CHP-SECIM-BILDIRGESI-2015.pdf (İndirme Tarihi:
26/06/2015)
e-3-http://www.hdp.org.tr/images/UserFiles/
Documents/Editor/HDP%20Se%C3%A7im%20Bildirgesi%20Tam%20Metin.pdf
(İndirme Tarihi: 01/07/2015)
e-4-http://www.mhp.org.tr/usr_img/mhpweb/MHP_Secim Beyannamesi_2015_tam.pdf
(İndirme Tarihi: 02/07/2015)
e-5-http://www.akparti.org.tr/upload/documents/2011-beyanname.pdf
(İndirme
Tarihi: 01/03/2016)
e-6- http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1017 (İndirme Tarihi: 21/04/2016)
89
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
90
Dijital Çağda Bakışın Politikası:
Panoptikon ve Aleniyet İlkesi
Eylem Çamuroğlu Çığ
Yrd. Doç. Dr.
Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü
E-posta: [email protected]
ÖZET: Snowden’ın ifşaatları, Wikileaks’in sızdırdığı belgelerin ışığında küresel bir gözetim
sisteminin varlığı ispatlanmıştır. Bu küresel askeri/endüstriyel gözetim sistemi, sosyal
ağlardaki verilerin mülkiyeti ve ortaya çıkan diğer çelişkiler bağlamında tartışmaları
derinleştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Günümüzde dijital çağın çelişkilerinden biri,
kullanıcıların mahremiyeti ile endüstriyel gözetim bloğu arasındaki gerilimdir. Bir diğeri
ise yurttaşların güçlünün hesap vermesi yönündeki talebi ile iktidarların gizlilik arzusu
arasındaki çelişkidir. Bu iki çelişki, tarihsel ve teorik çerçevede Habermas’ın aleniyet ilkesi
ile Foucault’nun panoptikon tartışmalarında somutlaştırılabilmektedir. Jürgen Habermas
ve Michel Foucault, modernitenin çeşitli dinamiklerini birbirinden çok farklı, ancak felsefi
ve politik açıdan birbiri ile bağlantılı bakış açıları ile tartışmış iki düşünürdür. Sosyal
medya çağına eleştirel yaklaşımlar içinde her iki düşünürün de kavram ve kuramsal
yaklaşımları tekrar tartışılmaktadır. Bu çalışmada modern iktidarın temel
antagonizmasına karşılık gelen Foucault’nun panoptikon, Habermas’ın ise aleniyet ilkesi
bağlamında sosyal ağlar eleştirel yöntemle tartışılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal Medya, Panoptikon, Aleniyet İlkesi, Güvenlik, Disiplin
The Politics of the Gaze in the Digital Age: Panopticon and the Public
Sphere
Abstract: Snowden’s disclosures and Wikileaks documents have proved the existence
of a global surveillance system. This global military/industrial surveillance system obliges
to make a deep discussion about the ownership of social media data and the other
emerging contradictions in this context. In this day and age one of the contradictions of
the digital age is between the privacy of users and industrial surveillance complex.
Another contradiction is between the citizens’ desire of accountability of the strong and
secrecy desire of the power. These two contradictions become concrete historically and
theoretically in the discussions of Habermas’ public sphere and Foucault’s panopticon.
Jürgen Habermas and Michel Foucault are two philosophers who studies the dynamics of
modernity in very different perspectives but in a connected way philosophically and
politically. In critical approaches to social media age both philosophers’ concepts and
theories are being used and discussed continuously. In this study social networks are
examined in the context of Habermas’ public sphere and Foucault’s panopticon which
correspond to the basic antagonism of modern power.
Keywords: Social Media, Panopticon, Public Sphere, Security, Dicipline
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”, Toplum ve
Demokrasi, 10(21), Ocak-Haziran, s. 91-113.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
Giriş
Geleneksel medya olarak adlandırılan, büyük oranda tek yönlü,
endüstriyel ve kitlesel iletişimi tanımlayan aşamanın ardından, sosyal medya
çağının iletişimsel evresini yaşamaktayız. Dijital medya veya internet medyası
olarak da adlandırılan bu medya her şeyden önce bilişim ve enformasyon
teknolojilerini ve internet ağ yapısını kullanan bir mecradır. Web 1.0 döneminde
internet siteleri ve e-maillerin yoğun kullanımı, Web 2.0 olarak adlandırılan
teknolojik gelişimi takiben, sosyal medya platformlarının devreye girmesi ile
etkileşimlilik ve etkinlik alanını muazzam boyutlara ulaştırmıştır.
Söz konusu teknik altyapı bünyesinde sayısız bireysel ve kurumsal web
siteleri, blog siteleri, web yayıncılığı, podcastler, forum siteleri; Facebook,
Twitter, Snapchat, Instagram, Wordpress, Persicope, Ustream, Skype vb.
popüler platformlar; yazılı, görsel, işitsel tüm formlarıyla iletişimsel evrenimizi
oluşturmaktadır. Bu altyapı üzerinde gerçekleştirilen her tür iletişim
haberleşme, ticaret, eğitim, kültürel tüketim veya tasarım etkinlikleri, sosyal
medya kapsamında değerlendirilebilir (Çamuroğlu Çığ ve Çığ, 2015: 22).
Sosyal medya ve Web 2.0 kavramları, Facebook, Linkedln gibi sosyal ağ
siteleri, bloglar, Wikipedia gibi wikiler, Twitter, Weibo gibi mikrobloglar ve
Youtube gibi kullanıcı kaynaklı içerik paylaşım sitelerinden oluşan World Wide
Web (www) platformlarını nitelemek için 2005 yılı civarında hayatımıza girmişti
(Fuchs, 2015a: 94). Teknolojiye vurgu yapan Web 2.0, bütün sosyal ağları içine
alan bir şemsiye kavram olarak düşünülmektedir (Trottier ve Fuchs, 2015: 6).
Aslında sosyal medya teknolojilerinin büyük bir kısmı, 2005 yılından önce
kullanılmaya başlanmıştı. Ancak popülerleşmesi, geleneksel medya ile de
melezlenerek toplumsal yaşamı giderek daha fazla şekillendirmeye başlaması,
2005 sonrası döneme denk düşmektedir (Fuchs, 2014: 48).
Giderek artan kullanıcı sayılarıyla sosyal medyanın dijital kültürü,
toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşama hızla eklemlenirken, birçok farklı
boyutu ile gündeme geldi. Sosyal medya, 2011 yılından başlayarak tüm
dünyada yeni toplumsal hareketler, siyasal katılım ve kamusal alan bağlamında
tartışılmaya başlandı. “Arap Baharı” olarak adlandırılan Tunus’ta başlayıp
birçok ülkeye yayılan isyanlar, İspanya’da bugün Podemos isimli partiyle
kurumsallaşan İndignadas (Öfkeliler) hareketi, Amerika’da Occupy Wall Street
hareketi ile 2011 yılında sosyal medya ve yeni toplumsal hareketler, oldukça
iyimser tonlarda yapılan yeni yurttaşlık ve kamusal alan tartışmasını
ateşlemişti.
Sosyal ağlardan güç alan bu yeni toplumsal hareketler, 2004’te
Madrid’de, 2009’da İran ve İzlanda’da da görülmüştü (Castells, 2013: 11-12).
2013’te Taksim Meydanı’ndan tüm Türkiye’ye yayılan Gezi Direnişi ile sosyal
ağlar bağlamında yapılan siyasal katılım, kamusal ve müşterek alanlar
tartışmaları da yoğunlaştı. Tartışmaların başlangıçtaki iyimser tonu,
neoliberalizmin otoriteryan eğilimlerinin hız kazanması ile yerini dijital gözetim
toplumları tartışmasıyla karamsar bir tona bıraktı. Julian Assange’ın kurduğu
Wikileaks’ın ortaya çıkardığı belge sızıntıları ve Edward Snowden’ın ifşaatları ile
92
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
küresel bir gözetim sisteminin varlığı ispatlanmıştır. 2007 yılında NSA
tarafından geliştirilen kitlesel elektronik gözetim ve veri madenciliği yapan
program PRISM ile gizli servisler ve devletlerin ağlarda bireysel mahremiyeti
sistematik olarak ihlal etmekte oldukları da netleşti. Devlet ve istihbarat
örgütlerinin yanı sıra, Google, Facebook, Yahoo, AOL ve www şirketleri de bu
küresel gözetim ağına dahildir. Bu şirketlerin sermaye birikim modeli, küresel
gözetim sisteminin suç ortağı olmalarının nedenleri arasındadır. Snowden’ın
ifşaatları, küresel gözetim ağının şirket ve devlet gücü birlikteliği ile iletişimi,
interneti ve sosyal ağları kontrol ettiğini ortaya koymuştur (Fuchs, 2015b:
149). Yakın zamanda Panama Papers ile yeniden hatırlanan küresel
endüstriyel/askeri gözetim bloğu, sosyal ağlardaki verilerin mülkiyeti ve ortaya
çıkan çelişkiler bağlamında tartışmaları derinleştirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Günümüz sosyal medya dünyasının çelişkilerinden biri, kullanıcıların
mahremiyeti ile endüstriyel gözetim bloğu arasındaki gerilimdir. Bir diğeri de
yurttaşların güçlünün hesap vermesi yönündeki talebi ile iktidarların gizlilik
arzusu arasındaki çelişkidir. Sosyal medya şirketlerinin sermaye birikim modeli
ve ekonomileri, ağırlıklı olarak hedefli reklamcılık (targeted advertising) ve
dijital emeğin sömürüsü üzerine temellenmektedir (Trottier ve Fuchs, 2015:
24). Şirketlerin ekonomik modeli ile söylem ve ideolojilerini temellendirdikleri
açık, küresel olarak bağlantılı ve özgür iletişim arasında sürekli bir gerilim hattı
ortaya çıkmaktadır. Şirketler, sermaye birikim modeli nedeniyle parçası
oldukları bu yoğun gözetimin karşısında olduklarını vurgulamakta ve özgür,
açık dünya söylemlerini bu karşıtlık üzerinden kurmaktadır (Fuchs, 2015b:
149). İdeoloji ve ekonomik gözetim arasındaki bu gerilim hattı, çağdaş sosyal
medya dünyasının antagonistik gerçekliğini oluşturmaktadır.
Sosyal medya dünyasının antagonizmaları, Harvey’nin adlandırmasıyla
sermayenin hareketli ve tehlikeli çelişkilerine denk gelmektedir. Hareketli
çelişkiler, istikrarsız ve önbelirlenmemiş bir evrim süreci yaratmaktadır. On
yıllarla ölçülebilen bu görece yavaş süreç, bugünkü ikilemlerden yola çıkarak
gelecek hakkında da öngörüde bulunmamıza imkan vermektedir. Hareketli
çelişkilerin dinamik etkileşimi, insan, sermaye ve doğa açısından tehlikeli
çelişkileri doğurmaktadır (Harvey, 2015 (b): 99 - 297). Bu nedenle hareketin
anlamını kavramak politik açıdan hayatidir, çünkü Harvey’nin vurgusu ile
“kendi geleceğimizin şiirini sermayenin hızla evrilmekte olan çelişkilerinin
oluşturduğu fon üzerine” yazmaktayız (Harvey, 2015 (b): 100).
Bu hareketin anlamını ve gelecekte yaratabileceği değişimleri
öngörebilmek için sosyal ağlardaki dijital gözetime yakından bakmak
gerekmektedir. Dijital gözetimin en belirgin çelişkilerinden bir tanesi, devlet
gözetimi ve sosyal medya şirketleri arasındaki birliktelikte görünür olmaktadır.
Şirketlerin ticari gözetimi, bilginin sürekli akışına ve insanların verilerini,
iletişimlerini ve yaşamlarını büyük oranda ağlara taşımasına bağlıdır. Devlet
gözetimi ise, bilgiye erişimi kısıtlamak ve özellikle kriz dönemlerinde sansür
üzerinden şekillenmektedir. Devletler ve şirketler arasındaki bu çelişkiyi
tarihselliği içinde değerlendirdiğimizde dijital gözetim politikalarının henüz
oluşum halinde olduğu ve piyasa-devlet işbirliği içinde şekillenmekte olduğu
93
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
netleşmektedir. Ticari gözetimin sınıflandırma işlevi ve devletin zor aygıtı,
piyasanın tehdit oluşturabilecek olan kısımlarını eleyebilmektedir (Yumuşak,
2015: 108).
Dijital gözetimi analiz edebilmek için, sosyal medyayı devlet ve siyaset
teorileri içinde konumlandırmak ve devlet-şirket ilişkisini bu bağlamda
tartışmak gerekmektedir (Trottier ve Fuchs, 2015: 33-34). Medya, teknolojik
yapıların sosyal ilişkiler ve insan eylemleriyle karmaşık biçimlerde etkileşimde
olduğu tekno-sosyal yapılardır. İktidar yapıları medyayı ve medyanın toplumsal
ilişkilerini biçimlendirmektedir (Fuchs, 2014: 49). Sosyal medyanın toplumsal
ve siyasal boyutlarını tartışırken, ağların iktidar ve karşı iktidar yapıları ile
çelişkili ve etkileşimli ilişkilerini dikkatle analiz etmek gerekmektedir.
Bu açıdan sosyal medya ve dijital gözetimi, modern iktidar teorisinin
iki önemli kavramsallaştırması olan aleniyet ilkesi ve panoptikon bağlamında
tartışmak ve temel çelişkilerin kuramsal ve tarihsel gelişimine odaklanmak
önemlidir. Günümüzde sosyal medyada sızıntılarla, Anonymus gibi hacker
grupları ile Türkiye’de ise yolsuzluk tapeleri ve “fuatavni” twitter hesabı ile
gündemimize gelen yurttaşların güçlünün hesap vermesi talebi ile iktidarların
gizlilik arzusu arasındaki çelişki, tarihsel olarak modernitenin ilk çelişkilerinden
bir tanesidir. Dijital hak mücadelesinin temelini oluşturan özel hayatın ve kişisel
verilerin gizliliği ile endüstriyel/askeri gözetim bloğu arasındaki çelişki de yine
tarihsel olarak modernitenin disiplinci mekanizmalarında yer almaktaydı.
Aşağıdaki bölümlerde Jürgen Habermas’ın aleniyet ilkesi ve Michel
Foucault’nun panoptikon metaforu bağlamında dijital gözetimin temel
antagonizmaları eleştirel yöntemle tartışılmaktadır.
Dijital Çağda Karşı-Gözetim ve Aleniyet İlkesi
Dijital alanda ticari gözetim adına yapılan veri madenciliği ve
sınıflandırmanın tersine dönerek iktidar odaklarını, kurulan ilişkileri vs. ifşa
etmek adına kullanıldığı örnekler son yıllarda artarak karşımıza çıkmaktadır.
Anonymus gibi hacker grupları, Assange’ın kurduğu Wikileaks gibi belge
sızdıran siteler, Edward Snowden’ın ifşaatları ve yakın zamanda Panama Papers
gibi
sızıntılar,
zamanımızın
önemli
sızıntıları
arasında
sayılabilir.
“Whistleblower”1 aktiviteleri olarak da adlandırabileceğimiz bu sızıntılar, sosyal
medya çağının önemli ifşa ve muhalefet yolları arasında sayılmaktadır (Bora ve
Altıparmak, 2016: 53). Wikileaks’in içeriği bireysel “whistleblower”lar
tarafından sağlanmaktadır. Bu yolla “whistleblower”ların kimlikleri anonim
kalırken sızdırdıkları belgeler küresel kamuya ulaşarak kitlesel olarak
izlenebilmektedir (Fuchs, 2011b: 6). Henüz sonuçları çok kestirilebilir
Whistleblower ve whistleblowing kavramlarının Türkçe’de tam bir karşılığı yoktur. Halkla
ilişkiler literatüründe çok kullanılan bu kavramın birçok tanımı yapılmıştır. Özetle bilgiye
veya veriye erişimi olan kişilerin tanık oldukları yanlış veya etik dışı durumları kamuya
ifşa etmeleri olarak tanımlanabilir. Eski bir gazeteci olan Assange’ın kurduğu Wikileaks
isimli site, aslında birçok whistleblower’ı bir araya getirmektedir.
1
94
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
olmamakla beraber, neoliberal dönemin önemli demokratik mücadele
alanlarından bir tanesinin ifşaatlar yoluyla yürütülen muhalefet olacağı
söylenebilir.
Şirketler, devletler ve istihbarat örgütlerinin karmaşık ilişkiler ağları
içerisinde yürüttükleri gözetim, izleme ve özel alan ihlalleri ve yapılan
yolsuzluklar ile etik ihlallerin belgeleriyle kamuya duyurulması dijital hak
mücadelelerinin önemli adımlarından biridir. Gözetleyenlerin gözlenmesi
yoluyla bakışı ters yüz etmek ve iktidar odaklarını hesap vermeye zorlamak,
demokratik ülkelerde belli bir muhalefet zemini açabilmektedir. Aynı zamanda
aleniyet kazanan ifşaatlar, kamuyu da bilinçlendirerek hak mücadelelerini
güçlendirmektedir (Fuchs, 2011a: 306). Ancak devletler de bu süreçte dijital
alanın imkanlarını fark ediyor ve öğrenmeye devam ediyorlar. İktidar
odaklarını, gözetimi ve ilişkiler ağlarını görünür kılma ve alenileştirme
çabalarının karşısında baskı da giderek artıyor. Özellikle 2015’ten başlayarak
dünya çapında terörle mücadele ve güvenlik paradigmasının yükselişe geçişiyle
dijital hak mücadelesi de mevzi kaybetmektedir. Charlie Hebdo saldırısı, Paris
Katliamı, Brüksel Saldırıları gibi olaylar bu baskıya toplumsal destek de
kazandırmaktadır (Bora, Altıparmak, 2016: 53). 2015 yılı ortalarından
başlayarak Türkiye’nin de artarak deneyimlediği güvenlik paradigması,
neoliberal iktidar yapısına içkindir (Gambetti, 2009: 143-172). 2010 yılından
itibaren dünya çapında neoliberalizmin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında
yükselen protesto dalgaları ile dengesizleşen neoliberal iktidarlar, çok daha
çatışmacı ve otoriter bir evreye evrilmektedir.
Dijital hak mücadelelerindeki mevzi kaybının da bu açıdan, dünyadaki
siyasal atmosfer ile yakından ilgili olduğunun da altını çizmek gerekmektedir.
Yakın zamanda Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (RSF) açıkladığı 2016 yılına dair
Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde, tüm dünyada bilgi alma özgürlüğünde
kayıplar yaşandığına dikkat çekilmesi ve dünya genelinde basın özgürlüğüne
duyulan saygıda büyük ve ürkütücü bir kayıp olduğunun vurgulanması, bu
duruma işaret etmektedir2. Bu noktada Morozov’un internetin kazanımlarının
özgürlükleri tehdide dönüşme ihtimali yönündeki uyarısı önem kazanmaktadır.
Online gözetimin norma dönüşme ihtimali, güvenlik paradigmasının yükselişi
ile giderek artmaktadır. Bu normla otoriteler karşısında yurttaşlar giderek
şeffaflaşırken otoritelerin güvenlik adına opak kaldığı, siyasal ve ticari çıkarların
iç içe geçtiği otoriter ve tehlikeli bir yola girilmektedir (Özkul ve Barnett, 2016:
13 -14). Otoritelerin opak alana çekilmesi, modernitenin temel
belirleyenlerinden biri olan aleniyet ilkesini muğlaklaştırmaktadır.
Aleniyetin Kurumsallaşması
Tam da bu noktada vurgulamak gerekir ki teknoloji gelişirken dünyamız
giderek karmaşıklaşsa da bu eğilimler ve çelişkiler, modernitenin temel
çelişkileri arasında idi. Bilginin üretimi ve dolaşımın toplumsal kontrolü ve
2
www.diken.com.tr/turkiye-basin-ozgurlugunde-ugandanın- gerisinde/
95
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
disiplin teknikleri bakımından tarihsel olarak en gelişmiş iktidar biçimi, modern
ulus devletlerde belirginleşmektedir. Feodalitenin iktidar biçimleri modern
iktidara evrilirken iktidarı şeffaflaştırarak denetlemenin yolu olarak aleniyet
ilkesi kurumsallaştırılmıştı. Aleniyetin kurumsallaşması ile birlikte demokratik
ve otoriter rejimlerin bilgiyi yönetmeleri açısından fark, yönetenlerin erdemi
veya tercihlerinden bağımsızlaşmıştır. Kurumların yapısı, işleyişi ile diğer
siyasal ve toplumsal aktörlerin devlet iktidarını dengeleyici gücü önem
kazanmıştır. Modern anayasanın ortaya çıkışı, 1789 devriminin kralın kişiliği ile
devleti birbirinden ayırması sonucunda gerçekleşmiştir. Böylece kamusal
otorite ve egemenlik, doğuştan gelen bir hak olmaktan çıkmış, denetlenmesi
gereken bir yetkiye dönüşmüştür (Teziç, 2009: 143). Weber’in gayrişahsileşme
(depersonalization) ve rasyonelleşme kavramları üzerinden tartıştığı
bürokrasinin, Habermas, Arendt ve Sennett’ın farklı boyutlarıyla tartıştığı
kamusal-özel ikiliğinin ve daha birçok modern kavram ve tartışmanın
başlangıcı, devlet iktidarındaki bu büyük dönüşüm ile ilişkilidir. Devlet
iktidarının şeffaflaştırılması, denetlenmesi ve demokratikleştirilmesi için verilen
mücadeleler, görünürlüğün ve bakışın politikleşmesine yol açmıştır. Bakışın
iktidarlara çevrilebilmesi yolu ile iktidarı sınırlayıp denetlenebilir kılan bir bakış
politikası, siyasal alandaki sınıf savaşımları ve demokratikleşme mücadeleleri
ile kurumsallaşabilmiştir.
Bu bakış politikasını Habermas, kamusal-özel kavramlarının tarihsel
gelişimi ile burjuva kamusal alanının ortaya çıkışı aşamasında tartışmıştır.
Bakışın politikası ile aleniyet ilkesinin demokratikleşmeye yol açacak biçimde
kurumsallaşabilmesi için yurttaşların kamusal bir gövde oluşturarak
örgütlenebilmeleri ve kamuoyunu oluşturabilmeleri gerekmektedir. Kamuoyu,
devlet biçiminde örgütlenmiş olan egemen yapıya karşı yürütülen eleştiri ve
denetim mekanizmalarına işaret etmektedir. Örneğin mahkemelerin veya
meclis görüşmelerinin halka açık olması gibi devlete ait bazı işlerin aleni olması
gerektiğine dayanan düzenlemeler, kamuoyunun eleştiri ve denetim işlevleri
ile ilişkilidir. Monarşilerin gizlilik politikalarına karşı mücadele ederek kazanılan
kamusal bilgi ve aleniyet ilkesi, devletin ve iktidar odaklarının demokratik
kontrolünü olanaklı kılmıştır (Habermas, 2010: 29).
Günümüzde kamusal bilgi ve aleniyet ilkesinin olanaklarına karşıt,
“devlet sırrı” kavramı bir iktidar tasarrufu olarak öne çıkmaktadır. Bu kavram,
kamusal otoritelerin yine kamu yararını öne sürerek gizlilik sağlayabildikleri
opak bir alana işaret etmektedir. Ancak demokratik modern iktidarlarda devlet
sırrı, sınırsız ve koşulsuz bir gizlilik sağlamamaktadır. Terörle mücadele ve
güvenlik paradigmasının yükselişe geçtiği günümüz Türkiye’sinde, devlet sırrı
kavramının gazetecilik ile ilgili tarihi bir davanın konusu olması, iktidarların
güvenlik adına opak bir alana çekilme isteklerinin ifşa edilmiş bir göstergesidir.3
Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün yargılanmakta oldukları MİT tırları davası, Milli
İstihbarat Teşkilatı’na ait tırlarla Suriye’ye silah ve cihatçı sevk edildiğinin iddia edildiği
haberin, 29 Mayıs 2015 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanması üzerine açılmıştı.
Haberdeki iddialara kanıt olarak savcılık dosyasından alındığı belirtilen görüntüler yer
almaktaydı. Bu görüntülerde ilaç kutularının altındaki havan topu mermileri ve askeri
3
96
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
İngiltere’de 2015’te açıklanan internet yasa tasarısının, güvenlik güçlerine
mahkeme kararı olmadan online takip yetkisi sağlamayı amaçlaması da dijital
dünya açısından benzeri bir duruma işaret etmektedir (Keeble-Gagnere, 2015).
Tasarı, gazeteciler tarafından haber verme hakkının, siyasal iktidardan
bağımsız yapılamayacağı bir ortama kayma endişesi ile tartışılmaktadır.
İktidarların gizlilik arzusu ile yurttaşların güçlünün hukuk önünde hesap
vermesi yönündeki talebinin günümüz demokrasilerinde gerilimli bir siyasete
yol açması, aleniyetin kurumsallaşmasının tarihsel evrelerine bakmayı gerekli
kılmaktadır. Bugün yeniden bir mücadele hattına işaret eden aleniyet talebi,
modernite feodaliteyi dönüştürürken kurumsallaşan kamusal otoritenin en
temel mücadele alanıydı ve ortaya çıktığı tarihsel evrede de çelişkili bir
kurumsallaşmadan muzdaripti4.
Ortaçağdan Çıkışta Aleniyet
Feodalite içinde pre-kapitalist koşullar ortaya çıkmaya başladığında
kamusal kavramı ve aleniyet, hiyerarşi ve ayrıcalıklarla ilgilidir. Ortaçağın
kamusallığı bir statü belirtisidir, toplumsallıkla ilişkili olarak yaşanmamaktadır.
Fermanlardaki veya kralın mühründeki kamusal kavramı, hükmetme ile ilgilidir.
Aleni olma ve herkese açık olma durumu ise ayrıcalıklardan ve hükmedenlerin
konumundan dışlanmış olmak anlamına gelmekteydi. Habermas, ayrıcalıklar,
güç ve hiyerarşiyi barındıran Ortaçağ kamusallığını “temsili kamusallık” ile
kavramsallaştırmaktadır. Burada temsil kavramı, demokratik teorilerdeki
temsilin tam aksine, gücün ve statünün temsilini anlatmaktadır. Kralın tacı,
onun -Tanrıdan aldığı – sonsuz gücü temsil eder. Ortaçağ’ın bu temsili
kamusallığı dışlayıcıdır; örneğin ayinler halkın dilinde değil, Latince yapılır.
Halk, bu kamudan dışlanmıştır; ancak varlığı temsilin gerçekleşebilmesi
açısından önemlidir.
15. yüzyılda coğrafi keşiflerin ticareti canlandırarak bir sınıf olarak
burjuvaziyi ortaya çıkarmaya başlaması ile temsili kamu ile yeni ortaya
çıkmaya başlayan aydınlanma kamularının bir arada olduğu ara bir dönemden
mühimmat görülmekteydi. Yaptıkları haber sonrasında açılan davada Dündar ve Gül’e
yöneltilen suçlamalar, devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk
amacıyla temin etme, devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri casusluk
maksadıyla açıklama, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni
ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ya da tamamen engellemeye
teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım etmedir
(www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160401_can_dundar_erdem_gul_durusma).
4
Bu çelişkili kurumsallaşmaya örnek olarak klasik hukuk teorisinde devletin iki niteliğini
oluşturan devletin hukuki kişiliği ve egemenliği arasındaki uyuşmazlık gösterilebilir.
Devletin hukuk içinde denetlenebilirliğini sağlayan tüzel kişiliğinin yanında egemenlik,
devletin hiçbir denetim kabul etmeyen asli, kayıtsız şartsız bir iktidarını vurgulamaktadır
(Teziç, 2009: 125-126; 144-145). Benzer bir çelişkili kurumsallaşma da Fransız Devrimi
sonrası iktidarı dünyevileştiren demokratik teorilerden milli egemenlik teorisinde
yaşanmıştır. Teori, İktidarı monarktan yeryüzüne indirirken aşkın bir millet tanımıyla
(ölen atalardan doğmamış çocuklara kadar halkı aşan bir kavram olarak millet) onu
yeniden metafizik ve hukuk ötesi kılmıştır (Teziç, 2009: 100).
97
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
geçilmiştir. Kralın kişiliği ile devleti birbirinden ayıran burjuva devrimlerinin bir
sonucu olarak kamusallık devleti ve devlet aygıtını temsil eder hale gelirken
özel olan da bu alanın dışında kalan alan olarak şekillenir (Habermas, 2009: 57
-74).
Ortaçağda feodalitenin içinde feodaliteden farklı bir gelişimin habercisi
olan pre-kapitalist koşullar, bir taraftan -merkantilizm ve fizyokrasinin temel
bakışı olarak- güçlü krallık ve hükümdar vurgusu ile var olan egemenliği
güçlendirirken bir taraftan da bu düzenin çözülüşüne yol açacak koşulları
oluşturur. Habermas burada çözülüşe yol açan unsurlar olarak mal ve haber
dolaşımına önem verir. Ticaretin gelişimi –her ne kadar var olan egemen krallık
veya güç tarafından koyulan kurallarla işlese de- feodal sistemin kapalı
ekonomisini ve kapalı yapısını sarsmaya başlamıştır. Başlangıcında temsili
kamuyu bu yeni gelişmeler rahatsız etmemiştir; çünkü eski üretim ve bu
üretimden beslenen egemenlik henüz bu yeni oluşmaya başlayan sermayeye
bağımlı değildir.
Feodalitenin katı egemenlik yapısı, gelişen ticaretle zenginleşmeye
başlayan burjuvazinin iktidara ortak veya talip olmasını engelliyordu. Ancak
iktidarın kurulmasını sağlayan temel ilkeleri hedef alırlarsa yani, egemenlik
biçimini tümden değiştirirse iktidarda pay sahibi olabilecekti. Bu noktada
Ortaçağ egemenliğinin temel ilkelerine karşı burjuva kamusunun ortaya
koyduğu ilke, aleniyet ilkesi olmuştur. Ortaçağın kapalı iktidar yapıları, bu
ilkenin karşısında zamanla çözülmeye başlamış; Aydınlanmanın “akıl” ölçütünü
temel alarak başlattığı devrimlerle burjuvazi, bu kapalı yapıların aleniyet
ilkesine göre, anayasalar ve yasalar çerçevesinde yıkıldığı yeni bir çağı
başlatmıştır (Habermas, 2009: 93 – 98). Kapalı yapıların yıkılmasıyla
başlayacak yeni çağın en önemli araçları arasında ise basın yer almaktaydı.
Burjuva Kamusal Alanı ve Basın
Merkantilist dönem, devletin karşısında ayrı bir alan olarak burjuva
kamusal alanının yükselişine yol açmıştır. Çünkü yönetimin ticaret üzerinde
uyguladığı önlemler veya aldığı vergiler, özel çıkar ile kamusal çıkarı karşı
karşıya getirirken bir taraftan da devletin özel alana da müdahalesi –örneğin
tahıl darlığında Cuma akşamları ekmek tüketiminin yasaklanması gibi
müdahaleler- devleti ve işleyişini de eleştiriye açık hale getirmiştir. Hane
ekonomisini ilgilendiren konuların aynı zamanda kamusal çıkar alanına giren
bir meseleye dönüşmesi ile kapitalizmin bu başlangıç evresinde hem devlet
karşısında özel alan hem de akıl yürüten kamusal topluluğun eleştirerek ve
tartışarak oluşturduğu kamusal alan ortaya çıkmıştır. Yine kamusal bir araç
olarak basın da bu dönemde çok önemli bir rol oynamıştır. Böylece kamusal
alan, kamusal bir topluluk olarak bir araya gelmiş özel kişilerin, kamu erkini
kamuoyunun önünde şeffaflaşmaya ve meşrulaşmaya zorladıkları bir alan
olarak dönüşüyordu (Habermas, 2009: 77 – 91).
98
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
Dolayısıyla haber dolaşımı, bu yeni oluşmaya başlayan ekonomik
sistem için en az mal ve evrak dolaşımı kadar önemliydi. İlk dönemde ticareti
geliştiren bir unsur olarak ortaya çıkan haber dolaşımı, merkantilist dönemde
siyasal ve toplumsal düzenin içinde eski sistemi alt üst edecek bir güç olacak
basına evriliyordu. İlk gazeteler –siyasi gazete olarak adlandırılıyorlardıbaşlangıçta haftalık olarak çıkarken, 17. yüzyılın ortalarında günlük çıkmaya
başladılar (Habermas, 2009: 74 – 80; Van Horn Melton, 2011: 13 -17). Günlük
çıkmaya başlayan gazetelerle haberler, modern toplumların temel
ritüellerinden birine dönüşerek kamusal alanın meselelerini de belirlemekteydi.
Hegel’in gazetelerin modern insanın sabah duası olduğunu
vurgulaması, metalaşan haber ile kurulan törensel ve ritüelistik ilişkiyi
netleştirmekteydi. Anderson’a göre bu ilişki, ulus devletin ve milliyetçi
ideolojilerin kuruluşunda da önemli bir rol oynamaktaydı. Gazetelerin ve
metalaşan haberlerin kitlesel ve hızlı tüketimi, olağanüstü kitlesel bir ayini
mümkün kılmaktaydı. Anderson’a göre, hayali bir cemaat olarak ulusu
mümkün kılması, bu ritüelin paradoksal anlamından kaynaklanmaktadır. Sessiz
bir mahremiyet ile yerine getirilen okuma eylemi, hayali cemaati oluşturan
büyük kitleler tarafından eş zamanlı ve kamusal bir eylem olarak
gerçekleşmektedir (Anderson, 2009: 50). Bu eş zamanlı kamusal eylem,
çelişkili bir var oluşla kapitalizmin varlığını güçlendiren haber endüstrisini
yaratırken, bir taraftan da onu aşan ve bütün iktidar odaklarını sarsabilecek
güçte olan aleniyet ilkesini de mümkün kılmaktaydı. Çünkü siyasal gazeteciliğe
evrilen habercilik, dünya ile ilgili her şeyin – meclis, savaş, ticari dolaşımaleniyet kazanmasının yolunu açmaktaydı (Habermas, 2009: 74 – 80; Van
Horn Melton, 2011: 13 -17).
İlerleyen süreçlerde burjuvazi açısından paradoksal bir durum yaratan
basının bu ikili rolü, iktidarların yeni başetme stratejileri geliştirmelerine de ön
ayak olacaktı. Bu yeni strateji, haberin bir meta olduğu gerçekliği üzerine inşa
edilmekteydi. Sonuç olarak mal dolaşımına bağımlı olmaktan çıkan haberin
kendisi de basılı bir materyal olarak ve kar stratejilerinin de etkisine girerek bir
metaya dönüşüyordu. Bir meslek olarak profesyonelleşen gazetecilik, ortaya
çıkışını sağlayan pazar ile aynı düzeneğe ve işleyişe sahipti. Haberin metalaşma
süreci, kapitalist ekonominin başlangıcından günümüze geçirdiği büyük
değişimlere paralel olarak daha verimli formlara girmiştir. Dolayısıyla metalar
piyasasını yöneten burjuvazi, iktidarını tahkim ettikten sonra, her türlü iktidarı
sarsacak güçteki eleştirel kamuoyu çözülecek ve yerini bilginin kontrolü ve
manipülasyonuna bırakacaktı.
Bilginin Kontrolü ve Karşı-Gözetim
İktidara yönelen bakışın gücü ve politikası, devrimci bir yüzyıl olan 18.
yüzyıldan sonra burjuva devrimleri ile kurumsallaşan yeni modern iktidarlar
çağında, Habermas’ın kavramsallaştırmasıyla yapısal bir dönüşüme uğrar. 19.
yüzyıl kültür ve haber endüstrilerinin kamusal toplulukları ve yurttaşları kitleye
dönüştürmesi sonucunda kamuoyu yerini kanaatlere bırakmış, kamusal akıl
99
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
yürütmenin yerini duygular ve irrasyonalite almış, aleniyet ilkesi ise iktidarın
meşruiyetini üretmekten öteye geçememiş ve gerçekten demokratik bir
denetimi hayata geçirememiştir. Foucault’ya göre, aleniyet ilkesi ile kurulması
düşünülen demokratik denetim ve bakışın gücüne duyulan inanç, baştan
itibaren bir yanılsamadan ibarettir. Kamu görüşüne ve bakışa önemli bir güç
atfetmiş olan aydınlanmacılar, kamu görüşünün gerçek koşullarını, medyayı
öngörememişlerdir. Basın, yayın, sinema ve televizyon biçimleri altında iktisat
ve iktidar mekanizmalarına dahil edilmiş bir maddesellik yatmaktadır. Medya,
kaçınılmaz olarak iktisadi- siyasi çıkarların emrindedir. Devrimciler, kamu
görüşünün bu maddi ve iktisadi bileşenlerini fark edemedikleri için, doğası
gereği doğru olacağını, kendine özgü bir biçimde yayılacağını ve bir tür
demokratik gözleme olarak işleyeceğini düşünmüşlerdir. Düşünüre göre, bu
bakış politikasının ütopik karakteri, 19. Yüzyılda gazetecilikle ortaya çıkmıştır
(Foucault, 2007: 85 – 105). Habermas’ın aleniyet ilkesi üzerinden
somutlaştırdığı bakışın gücü ve politikası da, 19. Yüzyıldan başlayarak
medyanın ekonomi politik yapısı ve sermaye ile ilişkileri sonucunda çözülmüş
ve eleştirel gücünü yitirmiştir.
Habermas ve Foucault’nun çalışmalarının da gösterdiği gibi, basın ve
düşünce özgürlüğü ile demokratikleşme arasındaki ilişkiye odaklanan tezlerin
eksik kaldığı nokta, nasıl olup da bilginin kontrolü ve manipülasyonu yoluyla
görece demokratik sistemlerin otoriterliğe savrulabildiğidir. Medyanın ve
bilginin kontrolü yoluyla bakışın manipülasyonu, demokrasinin yavaş ölümüyle
ilgili önemli veriler sunabilmektedir (Demirtaş, 2016: 30). Özellikle toplumun
tamamını ekonomik bir paranteze alan ve sınıf iktidarının yeniden kurulduğu
geniş çaplı bir proje olarak neoliberal sistemde (Harvey, 2015 (a):17-27)
demokrasilerin aşınmasını açıklayabilmek için bilginin devlet ve sermaye
tarafından nasıl kuşatıldığına daha yakından bakmak gerekmektedir. Örneğin
İngiltere’de Telekulak Skandalı ve Leveson Soruşturmaları ile ortaya çıkan
medya skandalı, demokrasi geleneği köklü ve güçlü olan ülkelerde bile
medyanın finansallaşmış yapısının ve bilginin devlet ve sermaye tarafından
kuşatılmasının ürettiği sorunların boyutunu ortaya koymaktadır (Leveson,
2012).
Neoliberal dönemde geleneksel medya, Habermas’ın aleniyetin ve
bakışın çözülüşü sonucunda tespit etmiş olduğu sorunların çok daha karmaşık
biçimleri ile karşı karşıyadır. Bu noktada sosyal medya ve ağlar, medyanın
hiyerarşik yapısını kırabilmekte ve bireye yeni kamusal alanlar sağlarken dijital
gözetimi de tersine çevirerek iktidar odaklarını görünür kılabilmektedir. Bir
karşı-gözetim projesi olarak Wikileaks kendisini “halkların istihbarat örgütü”
olarak tanımlamaktadır (Fuchs, 2011b: 2).
Ancak teknolojinin sağladığı çok önemli kazanımlar olmakla beraber,
bakışın politikası konusunda iyimser olmadan önce dijital gözetimin boyutlarını
ve gözetimin nasıl bir iktidar mekanizmasına dahil olduğunu dikkatle analiz
etmek gerekmektedir. İnternetin katılımcı karakterinin önündeki en büyük
engel, dev şirketlerin giderek tekelleşmesi ve internet üzerindeki bilgi ve
verileri kontrol altına almasıdır. Whatsapp, Youtube, Gmail, Instagram gibi
100
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
uygulamalar iki internet devi Facebook ve Google’dan birine aittir. Akıllı telefon
pazarında en çok kullanılan işletim sistemlerinden biri olan Android veya mobil
uygulamaların senkronizasyonunu sağlayan Firebase de Google tarafından
satın alınmıştır (Yumuşak, 2015: 107). Üstelik bu tabloya bir de bu şirketlerin
sermaye birikim modelleri eklendiğinde ticari gözetim yoluyla yayılmakta olan
bilginin kontrolü sorunu da karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle dijital gözetim
ve bakışın politikasının çelişkilerini iktidar teorileri açısından da tartışmak
gerekmektedir. Aşağıdaki bölümde Michel Foucault’nun modern iktidar
çözümlemesi ve panoptikon metaforu üzerinden bakışın politikası ve dijital
gözetim tartışılmaktadır.
Dijital Gözetim ve Panoptikon
Sosyal medyanın dijital gözetimi, Türkiye’nin şu sıralar en sıcak
konuları arasındadır. Son birkaç yıldır sosyal medya paylaşımlarından ötürü
birçok insana giderek artan sayı ve sıklıkta davalar açılmaktadır. Twitter’ın 6
ayda bir yayımlanan şeffaflık raporuna göre Türkiye, devletlerden gelen içerik
çıkarma talepleri konusunda %72 oranla birinci sıradaydı. Facebook içerik
çıkarma taleplerinde ise Hindistan’ın ardından 2. sırada yer almaktaydı (Bora,
Altıparmak, 2016: 55). İlk bakışta internette devlet gözetimi, bilgiye erişimi
kısıtlamak ve sansür üzerinden işlemektedir. Bu durumu ilk bölümde aleniyet
ilkesi bağlamında tarihsel olarak da tartışmıştık. Şirketlerin ekonomik gözetimi
ise her türlü bilgi ve verinin sürekli akışına bağlıdır. Devletlerin sakıncalı görüp
engellemek istedikleri paylaşımlar da şirketler için analiz edilecek ve
sınıflandırılacak verilerdir. Dijital gözetimin birbiriyle çelişkili bir varoluş içinde
olan iki biçimi, ülkeden ülkeye farklılaşarak gözlemlenebilmektedir. Dijital
gözetimin bir türü, Orwell’in Büyük Birader’inin gözetimine benzeyen katı bir
devlet gözetimi, diğeri de gözetimi gönüllü kabul ettiren, gözetimi geliştiren ve
mükemmelleştiren ideolojileri içinde barındıran tüketim alanının akışkan
gözetimidir (Bauman ve Lyon, 2013: 17-20).
Hem katı devlet gözetimi, hem de şirketlerin akışkan gözetimi kamusal
ve özel arasındaki ayrımı çözmektedir. Katı olan biçim, sansür ve zor araçları
ile başka türlü davranma hakkınızı elinizden alırken, akışkan biçim sizi
cezbederek ikna etmektedir. Bu anlamda dijital gözetimin iki biçiminin hala iki
ünlü distopya arasında salınmakta olduğu iddia edilebilir; George Orwell’in
1984’ü ile Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı. 1984’ün katı, totaliter,
hiyerarşik yapılarına karşı, Cesur Yeni Dünya akışkan ve eğlenceli bir
otoriteryanizmi anlatmaktaydı. Tüketim alanının akışkan dijital gözetimi, Cesur
Yeni Dünya’nın eğlenerek ve cezbedilerek özerkliklerini kaybeden bireylerini
mümkün kılmaktadır. Her iki distopya da farklı biçimlerle kamusal ve özel
arasındaki dengesizliği hayata geçiren totaliter dünyaları anlatmaktaydı.
Kamusal ve özel arasındaki ayrımın bulanıklaşması, totaliter dönemlerin
alamet-i farikasıdır. Hitler, her bir bireyden tüm liberal özerklik biçimlerini yok
ettiği tam bir iktidar talep etmişti. Kamusal – özel ayrımına “Alman halkının
verdiği kendini koruma mücadelesinde, artık yaşamın hiçbir yönü siyaset dışı
101
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
değildir” diyerek meydan okumaktaydı. Bir Nazi hukukçusuna göre ise, “sözüm
ona özel alan” yalnızca göreli olarak özeldi, potansiyel olarak ise siyasi idi.
1934’de bir Alman doktorun rüyası, iktidar opaklaşırken yurttaşın
şeffaflaşmasının bireyler üzerindeki etkisini özetlemektedir:
“Akşamın saat dokuzu gibiydi. Muayenelerim bitmişti. Tam muayene
koltuğuna uzanıp Matthias Grünevald’ın bir kitabını okuyarak dinlenmeye
koyulmuştum ki, bir anda odamın, sonra da apartmanımın duvarları
kayboluverdi. Etrafıma baktım ve dehşet içinde gözümün görebildiği kadar
uzaklıkta hiçbir apartmanın artık duvarlarının olmadığını fark ettim. Sonra bir
hoparlör gümbürdedi, ‘bu ayın 17’sinde yayınlanan Duvarların Yasaklanmasına
Dair Kararnameye göre...”
Doktor, gördüğü rüyayı yazdıktan sonra bir de bu nedenle suçladığının
rüyasını görür, artık uyku bile özel ve özerk değildir (Mazower, 2008: 38 -39).
Dijital gözetimin katı devlet versiyonunda hissedilen baskı, doktorun duvarların
yok olması ile devlet karşısında şeffaflaşmış ve özerkliğini kaybetmiş bireyin
hissettiklerine benzemektedir. Akışkan ticari gözetimde ise baskı
hissettirmeden cezbetmek, çeşitli yollarla kullanıcılarını metalaştırırken
güvende ve özgür hissetmelerini sağlamak temel amaçtır. Devlet ve istihbarat
örgütlerinin demokratik ülkelerde de ağlarda bireysel mahremiyeti sistematik
olarak ihlal ettikleri, Snowden’ın ifşaatları ile ortaya çıkmıştır. Şirketlerin
devletlerle işbirliği konusunda tavırları birbirlerinden farklı olmakla beraber
genellikle şirketler temkinli davranmaktadır.
FBI vs. Apple Davası
2016 yılının Mart ayında FBI ile Apple şirketi arasında yaşanan ve
mahkemeye de taşınan gerilim, bu temkinli duruşa örnektir. FBI, şirketten
terör saldırısı zanlısının Iphone 5c telefonuna erişim için Apple telefonlarının
şifre sistemini kıracak bir yazılım talep etmişti. Şirket talebi kabul etmeyince,
FBI talebini mahkemeye taşımış ve kazanmış; Apple ise şifre sistemini devre
dışı bırakmanın markanın bütün kullanıcılarının gizliliğini ihlal eden tehlikeli bir
emsal oluşturacağını belirterek mahkeme kararına direnmişti. FBI ve Apple
arasında başlayan bu tartışma, güvenlik ve gizlilik bağlamında yeni teknolojiler
etrafında yürütülen tartışmayı büyütmüştü. Apple, müşterilerinin veri
güvenliğine büyük önem verdiklerini açıklayarak şifre kırıldığı takdirde bunun
bütün kullanıcıların veri güvenliğini tehlikeye atacağını belirtmişti.
Facebook, Twitter, Google, Amazon, Ebay, Linkedln, Reddit, Pinterest,
WhatsApp, Yahoo gibi birçok sosyal medya ve internet şirketi, basına beyan,
mahkemeye de bilirkişi raporları sunarak Apple’a destek olmuştu. Ancak FBI,
Apple’ın yardımı olmadan Iphone’un şifresini kırdığı için davayı geri çekti.
Tartışma ABD’de ve dünya basınında uzun süre devam etti. ABD’de Donald
Trump, FBI’ı desteklerken, Cumhuriyetçi Senatör Tim Cotton, Apple’ı IŞİD
teröristlerinin tarafını tutmakla suçlamıştı. ABD Kongresi’nde terör-güvenlikgizlilik hakkı-gözetim bağlamında bir yasal düzenleme yapmayı da ön gören
102
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
tartışmada Demokratlar ise Apple’a destek vermişti5. Şifreyi kırmayı başaran
FBI, devlet ve istihbarat örgütlerinin küresel gözetim ağına bir mevzi daha
kazandırmış oldu. Ancak Apple da bu hamleye muhtemelen yeni bir şifreleme
sistemi geliştirerek yanıt verecektir. Bu tartışmanın hem teknolojik boyutta
hem de yasal düzenlemeler kısmında uzun yıllar devam edeceği açıktır.
Apple-FBI örneğinde de görüldüğü gibi küresel gözetim ağına toplumsal
desteği de sağlamanın anahtarı, dünya çapında yeniden tırmanışa geçen
güvenlik ve teröre karşı savaş söylemi olmaktadır. Devletlerin ve istihbarat
örgütlerinin askeri veya siyasi amaçlarla kullanabildikleri bu küresel gözetim
ağını mümkün kılan ise sosyal medyanın dev şirketlerinin sermaye birikim
modeli olmaktadır. Küresel endüstriyel/askeri gözetim ağı, iletişimi, interneti
ve sosyal ağları kontrol altında tutmaktadır (Fuchs, 2015b: 149). Neoliberal
dönemin çatışmacı ve birçok ülkede giderek otoriterleşen bu evresinde dijital
gözetimde ortaya çıkan bu çelişkili durum, neoliberalizmi sınıf iktidarının
onarımıyla bağlantılı olarak şiddetle kurduğu ilişki açısından ele aldığımızda
şaşırtıcı değildir (Harvey, 2012; Harvey, 2015 (a); Gambetti, 2009). Dijital
gözetim politikaları tüm dünyada oluşum halindedir ve giderek daha fazla
piyasa-devlet işbirliği ile şekillenmektedir (Yumuşak, 2015: 108-109).
FBI ve Apple arasındaki davaya da taşınan bu anlaşmazlığın ortaya
çıkardığı temel problem, teknolojinin kırılganlığı ve sosyal medyada giderek
tekelleşmekte olan sermayenin iktidarıdır. Apple’ın, Google’ın veya
Facebook’un FBI karşısındaki pozisyonu, ifade özgürlüğü veya kullanıcıların hak
ve özgürlüklerinin savunulmasından çok, gözetim kapitalizmini mümkün
kılacak müşteri güvenini sağlama isteğinden kaynaklanmaktadır. FBI’ın bu
vakayı mahkemeye taşımış olması ve “terörizm” tartışmasını konunun
merkezine yerleştirmesi, son derece fırsatçı bir seçimdir. Birçok insan,
tartışmayı sadece teröre karşı güvenlik söylemi üzerinden yürütmektedir.
Ancak bilindiği üzere, ulusal güvenlik ile bireysel güvenlik arasında her zaman
bir gerilim hattı bulunmaktadır.
Üstelik Apple gibi dijital evrenin en güvenli ve girilmesi zor görülen
platform ve teknolojilerin bile bu kadar kısa bir sürede şifresinin kırılarak
ulaşılabilir olmasının ışığında, bireysel güvenlik, hak ve özgürlükler açısından
ibrenin iyi bir yeri göstermediği açıktır. Teknolojinin kırılganlığını da bir kez
daha ispatlayan bu davayla birlikte dijital evrende tekelleşmekte olan
sermayenin iktidarının demokrasinin en temel değerlerine meydan okumaya
devam edeceği açıktır. Sosyal ağ şirketlerinin sürekli atıfta bulunduğu kullanıcı
güveni, gerçekten hak edilmelidir. Bu da tartışmayı ve harekete geçilecek
zeminleri, pazarlama ve basın bültenlerinden ziyade, güç odaklarının şeffaflığı
ve hesap verilebilirliği üzerine kurmakla mümkün olacaktır. Dijital evrenin
politik, yasal ve teknolojik problemlerine ancak dürüst, şeffaf ve demokratik
bir tartışma ile çözüm bulunabilir (Powles ve Chaparro, 2016).
5
www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160219_apple_fbi_5_soru
103
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
Sosyal medya kullanıcıları ile şirketler ve devletler arasında dijital
gözetim politikaları konusundaki hak mücadelesi bu çerçeveden bakıldığında
yakın bir zamanda sonuçlanacak gibi görünmemektedir. Bu konuda öngörüde
bulunabilmek için dünya çapında tırmanan güvenlik politikalarıyla dijital
gözetim arasındaki bağı, neoliberal dönemin devlet-şirket ilişkisi bağlamında
değerlendirmek gerekmektedir. Bu bakımdan yukarıdaki bölümde tartıştığımız
Orwell ve Huxley’in distopik kurgularından ziyade; dijital gözetim tartışmaları
konusunda en çok atıfta bulunulan düşünür, ayrıntılı iktidar analizleriyle Michel
Foucault ve onun panoptikon metaforudur.
Foucault’nun İktidar Analizi ve Panoptikon
Panoptikonu Foucault’nun modern iktidar çözümlemesi bağlamında ele
almak, dijital gözetimin ekonomi politik yapısını ve ortaya çıkan
antagonizmaları, neoliberal dönemin iktidar mekanizmaları açısından
değerlendirebileceğimiz
zemini
sağlamaktadır.
Ağlarda
panoptik
mekanizmanın güvenlik ile beraber işleyişini açıklayabileceğimiz teorik ve
tarihsel
kavrayış,
düşünürün
iktidar
çözümlemesinden
temellendirilebilmektedir. Foucault’nun 1977-78 ve 1978-79 yıllarında College
De France’da verdiği dersler, modern iktidar çözümlemesini neoliberal döneme
uyarlamaktaydı.
Feodal biçiminden modern biçimine evrilen iktidarı Foucault,
hükümranlık ve egemenlik kavramlarıyla tartışmaktadır. Feodalitenin
hükümran iktidarı, öldürme hakkına sahip olan iktidardı. Topraktan çıkan
ürünler ve bu yolla elde edilen gelirin miras olarak aktarılması ile
ilgilenmekteydi. Malların ve zenginliğin yer değiştirmesi ve sahiplenilmesi ile
ilgilenen bu iktidar mekaniği, hükümran-uyruk ilişkisi ile işlemekteydi.
Hükümranlık, gücün ve iktidarın otorite sahibinin bedeninde ve çevresinde
temsil edilmesine dayanıyordu. Oysa modern iktidar mekaniği, bedenler ve
bedenlerin ne yaptığı ile ilgilenmektedir. Bedenlerden mal ve zenginlikten çok,
zaman ve emek elde etmeyi sağlayan bir iktidar mekanizmasıdır. Yeni
mekanizma,
hükümdarın
fiziksel
varlığına
ihtiyaç
duymamaktadır.
Hükümranlık terimleriyle açıklanamayan bu yeni iktidar türü, burjuva
toplumunun en büyük buluşlarındandır. Egemenlik olarak adlandırılan iktidar
mekanizması, endüstriyel kapitalizmin ve bununla bağlantılı toplum türünün
oluşturulmasının da aracı olmuştur (Foucault, 2008: 47 – 52).
Modern iktidarı anlatan egemenlik paradigması Foucault’nun
kavramsallaştırmasında,
hukuk
ve
siyaset
biliminin
klasik
iktidar
çözümlemesine denk düşmektedir. Egemenlik, hukukun ikili kodifikasyonu olan
suç/ceza ikiliği üzerinden ilerlemektedir. Devletin merkezi gücünü yaptırımlar
yoluyla sağlamasıyla kurulan iktidardır. Ancak hapishanenin doğuşunu
incelerken Foucault, egemenlik ile açıklanamayacak disiplinci iktidar pratiklerini
fark eder. Egemenlik paradigması korku salma ve egemeni ya da egemen
mekanizmayı görünür kılma üzerine kuruludur. Oysa disiplin paradigmasında
104
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
bakışın yönü değişmiştir, bakılan üzerinde iktidar kurulmak istenen öznelerdir
(Gambetti, 2008: 2).
Bakışın gözetlenen özneler üzerinde önemli bir etkisi olmaktaydı.
Gözetlenen özneler, iktidarı kendi öznelliğinde yeniden üretmekteydiler.
Disiplin mekanizması gözetim, teşhis, değiştirme, dönüştürme alanına dahil
olan polisiye, tıbbi, psikolojik, mekânsal, askeri tekniklerden oluşmaktadır
(Gambetti, 2012: 26). Bu tekniklerle yaygınlaşan toplumsal denetim ve bu
denetim biçimlerinin genişlemesi, sermayenin dağıtımına uygun biçimde
ilerlemektedir. Nüfusun gözetimi ve denetleme mekanizmaları, kapitalizm ile
beraber ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Üretimi ve piyasaları gözeterek emeği ve
emeğin uzamsal dağılımını toplumsal olarak denetleme zorunluluğu, kapitalist
toplum biçiminin gerekliliğidir (Revel, 2012: 44-45). Toplumsal denetim, ikili
bir biçimde işlemektedir; bir yandan topluluklar denetlenir ve yönetilirken,
diğer yandan da bireyselleştirerek yönetme sürmektedir (Revel, 2012: 45).
Hapishanenin Doğuşu’nda Foucault, 17. ve 18. yüzyıllarla beraber,
iktidarın teknolojik açılımlarla bu ikili işleyişi özümsemesinin izini sürmektedir.
Bu yüzyıllarda klasik dönemin monarşileri, ordu, polis, maliye ve hukuk örgütü
gibi büyük devlet aygıtlarını geliştirdiler. Ancak bu dönemde bir taraftan da,
iktidarın etki alanının toplumsal bünyenin tamamına yayılabileceği, sürekli,
kesintisiz, uyarlanmış ve bireyselleşmiş süreçler ve prosedürlerle modern
sistem yerleşmekteydi. Bu yeni iktidar teknikleri, ceza veya baskı gibi
tekniklere kıyasla hem daha etkili ve ekonomik, hem de sonuçları bakımından
riski düşük, kaçma veya direnme yollarına daha kapalı tekniklerdir (Foucault,
2005: 70).
Foucault, modern toplumlarda gözetim yolu ile kurulan bu disiplinci
iktidarı, Bentham’ın panoptikon metaforu ile somutlaştırmaktadır. Jeremy
Bentham, 18. yüzyıl sonlarında, okullar, akıl hastaneleri, yoksul evleri,
hastanelerde, ama özellikle hapishanelerde uygulanabilecek endüstriyel bir
bina tasarımı yapmıştır. Tasarım, daire şeklinde, merkezinde bir gözetleme
kulesinin
yer
aldığı
bir
yapıdan
oluşmaktadır.
Her
bir
mahkum/hasta/yoksul/öğrencinin koyulacağı hücre, merkezdeki kulenin
etrafına dairesel olarak sıralanacaktır. Her hücre ikişer pencere barındıracaktır;
bir tanesi kuleye bakacak; diğeri de dışarıdan ışık alacak ve hücreyi
aydınlatacaktır. Böylece her hücre, merkez kule tarafından sürekli görülebilir,
aydınlık ve izlenebilir olacaktır (Foucault, 2000:296; Bentham, 2008: 14-16).
Bentham’cı tasarımla gerçek panoptikon hapishane yapılmamıştır. Ancak,
görünürlüğü tuzağa dönüştüren (Foucault, 2000:296; 2007: 85 – 87) bu
tasarımın mantığının izini teknolojiden plazalardaki cam bina ve oda
tasarımlarına kadar sürmek mümkündür.
Foucault, panoptikon hapishane metaforunu, sürekli görünür olmanın
yarattığı baskıyla zihinlerde iktidarın devamlı pekişmesi ile bağlantılı olarak
kullanmıştır. Panoptikonda mahkum, görülmekte, ama görememektedir.
Sürekli gözetlendiğini bilmek, tutuklunun zihninde iktidarın sürekli işlemesini
sağlayacak bir mekanizmaya dönüşecektir. Böyle bir modelde zor kullanmaya
105
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
gerek kalmayacaktır; çünkü hasta tedaviye uygun davranmaya, akıl hastaları
sakin ve normal görünmeye, mahkum iyi davranmaya, yoksul, işçi veya
öğrenci çalışmaya kendi isteği ile başlayacaktır. Foucault’ya göre, Aydınlanma
Çağı, özgürlükle beraber disiplin ve gözetimi de keşfederek, demokratik bir
biçimde – kişiler sürekli izlendikleri zaman iktidarla gönüllü işbirliğine
gitmektedir- özgürlüğü yok edebilmektedir (Foucault, 2000: 289-302).
Disiplinci iktidarın panoptik tahayyülü aslında aydınlanmacıların aleniyet ilkesi
ile kurduğu düşün, kabusa dönüşmüş halidir.
Bir anlamda panoptik proje, aleniyetin ters yüz edilerek kamusal
denetimin iktidarları sarsabilecek gücünün de yine iktidarlar tarafından kontrol
altına alınmasıdır. Bu ters yüz edilmenin kökeni, Fransız Devrimi’nin bazı
düşünürleri ve devrimin kamusal denetime açma fikri nezdinde de
görülebilmektedir. Bu açıdan Foucault, Bentham’ı Rousseau’nun tamamlayıcısı
olarak nitelemektedir. Rousseaucu düş, her bir parçasında görünür ve şeffaf
olan bir toplum düşüydü. Bu düş, karanlık hiçbir bölge, kraliyet iktidarına özgü
ayrıcalıklar veya herhangi bir topluluğun imtiyazı kalmamasını, bakışların
engelle karşılaşmamasını, kamuoyu hakimiyetini içermektedir. Aydınlanma
çağı, adeta insandaki ve toplumdaki bütün loş yerleri ortadan kaldırmak
istemektedir. Bentham’ın panoptikon analizleri, caydırmanın önemini merkeze
almaktadır; sürekli denetçinin gözü önünde olmak, kötülük yapma gücünü ve
kötülük isteme düşüncesini yok edecektir. Devrimin kaygısı, insanların kötülük
yapmasını engellemek ve suç işleme arzusunu ortadan kaldırmaktır.
Panoptikon, mükemmel gözetleme ile iktidar düzeneklerini toplumun
bütününe yaymaktadır. İktidar, bu nedenle basitçe üstyapı değildir, altyapıda
da işlemektedir. İktidar düzenekleri, üretici güçlerin bir parçasıdır. Panoptik
düzeneğin yayılması, sermaye birikiminin sanayi teknolojisi sayesinde ve tüm
bir iktidar aygıtının yerleşmesi ile gerçekleşmektedir. Bu bağlamda kar dolaşımı
ile iktidar düzenekleri arasında, burjuva iktidarının esnekliğini sağlayan sürekli
bir ilişki vardır. 18. yüzyılda kamu görüşüne ve bakışa önemli bir güç atfeden
aydınlanmanın temel yanılsaması ve çelişkisi de buradan kaynaklanmaktadır.
Devrimciler, kamu görüşünün tüm toplumsal gövdenin doğrudan bilinci olarak
iyi olacağına inandıkları için insanların da bakışın etkisi altında erdemli
olacaklarına inanmışlardı. Oysa monarkın iktidarını yıkmış olan aleniyet ilkesi,
ters yüz edildiğinde panoptikonun içinde iktidarı yaymaya yarayan bir araca
dönüşmüştür (Foucault, 2007: 85 – 105). Bu ters yüz edilmenin temelindeki
nedenlerden bir tanesi, Foucault’nun da vurguladığı gibi, sermaye ile iktidar
düzenekleri arasındaki birbirini sürekli dönüştüren ilişkidir. Modern demokratik
iktidar ile kapitalizmin tarih sahnesine çıkışında ortaya çıkan bu ilişki, bugün de
aynı çelişkiyi çeşitli biçimlerde ve boyutlarda barındırmaktadır. Bir iktidar
düzeneği olarak panoptikonun disiplinci özü de, mekânsal bağlarından kurtulsa
da bugün de geçerliliğini korumaktadır.
106
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
Panoptikon Sonrası
Mekansal bir kapatılmayı anlatan panoptikon, bugün varlığını modern
mekanizmalar içinde sürdürmekle beraber, katı ve sabit gözetimin yanında yer
alan esnek ve akışkan biçimlerle iç içe geçmektedir. Örneğin Deleuze, (aktaran
Bauman ve Lyon, 2013: 11) denetim toplumlarında gözetimin sarmaşık gibi
sürünerek yayıldığı toplumları tartışmıştı. Denetim toplumlarında gözetim, katı,
dikey bir düzlemde köklenip büyüyen panoptikona benzer bir ağaçtan farklı,
esnek bir gözetim biçimi idi. Bauman, günümüz toplumlarına panoptik-sonrası
adını vermektedir. Panoptik sonrası dünyada gardiyan ve mahkumlar
arasındaki karşılıklı bağımlılık sona ermiştir artık. Iphone’lar ve Ipad’lerin
dünyasında mekana bağımlılık azalırken, hareketlilik ve göçebelik çağın ruhunu
oluşturmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 11-12).
Günümüzün kapatılmaları, örneğin elektronik veritabanı, şebekeler ve
enformasyon ağları, gönüllü olarak dahil olduğumuz kapatılmalardır. Mark
Poster (aktaran Bauman, 2006: 60), “bedenlerimizin, şebekeler, veritabanları,
enformasyon koridorları içine çekildiğini” yazmaktadır. Poster’e göre, kredi
kartı kullanımı ve satın alma eylemleri yolu ile çoğalan veriler, “süperpanoptikon”la sonuçlanmaktadır. Süper-panoptikon’un Panoptikon’dan farkı,
enformasyon deposuna veri sağlayan gözetim altındakilerin, gözetimin birincil
ve gönüllü unsurları olmalarıdır. Veritabanları, Bauman’a göre, kredi verilmeye
değer olup olmadığınızı belirler; yani “eğlenceye giriş biletidir”. Veritabanı
hakkınızda ne kadar çok enformasyon içeriyorsa, o kadar çok hareket
özgürlüğünüz var demektir. Bu durumda veritabanı, bir ayıklama, dışlama ve
eleme
aracıdır.
Küresel
eliti
eleğin
üzerinde
tutarken,
yerelleşen/yerelleştirilenleri eler. Panoptikonun aksine veritabanı, insanlara
hareketlilik sağlayan bir araçtır (Bauman, 2006: 58-61).
Thomas Mathiesen, “sinoptikon” (synopticon) ile “panoptikon”u medya
modeline uyarlamıştı (Bauman, 2006: 61). Panoptikon, antikitenin gösteri
toplumunu tersine çevirmişti. Medya üzerinden süren gösteri toplumu içinde,
antikitedeki gösteri toplumundan farklı bir yapı gözlenmektedir. Antikitede
kamusal yaşam duyumsal yakınlık, katılım ve gösteri ile sürdürülmekte idi.
Panoptik gücün ortaya çıkması ile çoğunluğun azınlığı izlediği bir durumdan
azınlığın çoğunluğu gözlediği bir duruma geçilen, köklü bir dönüşüm
yaşanmıştır. İktidarın kullanımında gösterinin yerini gözetim almıştır. Modern
öncesi dönemlerde güç, iktidar, haşmet ve zenginlik, sıradan insanların önünde
temsile ihtiyaç duyardı. İnsanların korku, hayranlık veya imrenme ile
seyretmeleri ile iktidar, insanların zihnine yerleşirdi. Modern iktidar ise,
iktidarın dağılımı ile birlikte, birçok kule yaratarak, gölgeye çekilmiş ve oradan
izlemeyi tercih etmiştir.
Medya üzerinden tanımlanan kamusal yaşamda ise, -panoptikonda
izlenen ve disiplin altına alınan- çoğunluk, azınlığı izlemektedir. Film yıldızları,
magazin ikonları, sanatçılar, politikacılar, medya starları, bilim insanları,
izlenen azınlığı oluşturmaktadır. Mathiesen’e göre bu, paralel modern süreçtir.
Ki bu da yeni bir iktidar mekanizması oluşturmaktadır. Bu iktidar mekanizması,
107
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
aleniyet ilkesini dönüştürecek olan medyanın, özellikle televizyondan bu yana,
durmaksızın yükselişidir (Bauman, 2006: 60 -62). Sosyal medya çağından önce
geliştirilmiş bir kavram olan sinoptikon, yöneticilerin yönetme yükünden
azledildiği, rekabet ile herkesin kendini ve diğerlerini denetleyip gözetlediği bu
yeni çağda da karşımızdadır. Panoptikonun yerine sinoptikon geçirildiğinde
mahkumları içeride tutmak için yüksek duvarlar örmeye ve gözetleme kuleleri
yapmaya gerek kalmamaktadır.
Cezanın yerine ödülün, normatif düzenlemelerin yerine cazibe ve
baştan çıkarmanın, polislik ve zor kullanma yerine arzuların geçirilmesiyle
gözetim kuleleri de özelleştirilmiştir. Günümüzde veritabanını oluşturanlar,
Google ve Facebook hizmetlerinin özerk görünümüne rağmen önceden
düzenlenmiş ve yayılmış sinoptik eylemlerde bulunan kullanıcılarıdır.
Kurumsallaşmış bu iki gözetim tekniği, sosyal ağların ve girişimciliğin en temel
araçları olmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 76 -79). Ağ toplumları çağının
temel
özellikleri
arasında
hiyerarşinin
kırıldığı
bir
yataylaşmadan
bahsedilmekteydi. Ancak burada hiyerarşinin yerine geçirilen rekabet,
gerçekten yöneticiyi neredeyse gereksiz kılmaktadır. Rekabetin yöneticinin
denetimine gerek kalmadan çalışanların birbirlerini baskı altına almalarına yol
açtığını en iyi anlatan örneklerden bir sinemadan gelmiştir. Dardenne
Kardeşler’in İki Gün Bir Gece isimli filmi, patronun işten atma kararını bile
çalışanlara verdirdiği yatay gözetim dünyasını anlatmaktadır.
Bauman’a göre akışkan sosyal medya çağında panoptikon da
sinoptikon da hala hayattadır. Panoptikon, Bentham’ın ve Foucault’nun hayal
bile edemeyeceği kadar güçlenmiştir hatta. Panoptikonun disiplinci anlayışı ve
bireyleri gönüllü boyun eğmeye zorlayan ruhu sapa sağlamdır. Değişen tek şey
ise klasik panoptikonun tahakkümün evrensel kalıbı olmaktan çıkmakta
olmasıdır. Klasik ve mekânsal panoptikon, Loic Wacquant’ın da vurguladığı gibi
(aktaran Bauman ve Lyon, 2013: 62) toplumun dışlanmışlarına ayrılmıştır. Bu
kurumların mantığındaki temel amaç mekanlar içindeki bedenlerin gittikçe
güçsüzleştirilmesidir. Akışkan gözetim çağının evrensel tahakküm biçimi
zorlamadan cezbetmeye, normatif düzenlemeden halkla ilişkilere, zor
aygıtlarından arzu uyandırmaya dönüşmektedir. “Cesur yeni akışkan modern
dünyanın” çalışanları ve sakinleri, kendi kişisel panoptikonlarını bedenlerinde
taşımaktadır ve kendi kendilerinin bekçiliğini yapmak üzere eğitilmektedir
(Bauman ve Lyon, 2013: 62 -65).
Panoptikon Sonrası Gözetim ve Güvenlik
Disiplin mekanizması yeni teknoloji ve tekniklerle güçlenmiş bir biçimde
hala iktidar ağlarına dahil olduğuna göre, sosyal medya çağında devlet-şirket
gözetimini iç içe geçiren güvenlik paradigması ile buluştuğu noktaya da bakmak
gerekmektedir. Foucault’nun modern iktidar çözümlemesinde egemenlik ve
disiplinin yanında güvenlik paradigması üzerinden işlemekte olan düzenleyici
iktidar yer almaktadır. Düzenleyici iktidarın nesnesi tek tek bedenler değil,
nüfustur ve hayatın kendisini düzenlemeyi hedefleyen biyopolitika üzerinden
108
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
işlemektedir. Foucault, biyopolitikayı ilk önce totaliter Nazi iktidarı üzerinden
kavramsallaştırır. Daha sonra bu kavramı, neoliberal dönemin güvenlik
paradigmasını açıklarken yeniden kullanmıştır. Egemenlik, disiplin ve güvenlik,
birbirinin yerini alan veya biri diğerini ortadan kaldıran iktidar biçimleri değildir.
Üç iktidar paradigması birbiriyle ilişkili girift yapılar olarak işlemektedir
düşünüre göre. Tarihsel dönemlerde değişen, bu üç iktidar arasındaki bağıntı
olmaktadır (Gambetti, 2012: 25-27). Mattelart’a göre (2012:15) gözetim ve
güvenlik, bizim toplumlarımızı anlatan bir bütündür. Otoritesini beden
üzerinden kuran disiplin toplumundan farklı olarak güvenlik toplumu iktidarını
yaşam üzerinde kurmaktadır. Endüstriyel toplumların tarihi, bu iki iktidar
biçiminin birbirini izlediği ve bütünleştiği bir süreç olarak okunabilmektedir
(Mattelart, 2012: 15-17). Sosyal medyanın dijital gözetim çağında disiplin ve
güvenlik, birbiriyle elektronik bir ilişki kurmaktadır. Geleceğe dönük bir proje
olarak güvenlik, gelecekte olması muhtemel şeyleri dijital teknikler ve istatiksel
akıl yürütme yoluyla denetlemeye çalışarak gözetim yoluyla işlemektedir.
Dijital gözetim çağının güvenlik anlayışı, hareket halinde olan her şeyi, ürünleri,
bilgiyi, sermayeyi ve insanları izleyerek yürütülmektedir. Gözetim,
küreselleşmiş dünyada, ulus devletlerle birlikte ve bir taraftan da onları aşan
biçimde akışkan halde dolaşmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 13).
Sosyal medya çağında, Foucault’nun üç iktidar biçimi egemenlik,
disiplin ve güvenlik farklı biçimlerde iç içe geçerek var olmaktadır. Egemenlik
uzamı sermayeleştirmeye çalışırken, disiplin yapılandırır, uzamın içindeki
öğeleri çeşitli biçimlerde tasnif edip dağılıma tabi tutar. Güvenlik ise, uzam
içindeki zamansal ve değişken öğeleri hesaplayarak, uzamdan çok çevre ve
ortamla ilgilenir (Gambetti, 2012: 28). Güvenlik riskten beslenmektedir ve
işlemesi için nüfusun bir kısmının harcanabilir tutulması gerekmektedir.
Harcanabilirlik faşizm ile ilişkili olduğu kadar, liberal ekonomik zihniyetle de
ilişkilidir. Rekabet, harcanabilirliği normalleştiren bir anlatı kurmaktadır. Bir
iktidar paradigması olarak güvenlik, yaşamı düzenlerken kimin ölüp kimin
yaşayacağına risklere ve risk yönetimine göre karar vermektedir. Güvenlik,
hakları ve hukuku muğlaklaştırırken, öznelliği de sosyal medya çağında çok
yaygın olan arzulara indirgemektedir (Gambetti, 2008: 10). Hak sahibi özne
nüfusa dönüştüğünde pozitif hukuk fazlalığa dönmektedir. Neoliberal çağda
hukukun yerini piyasanın yasaları almaktadır (Gambetti, 2012: 33).
Dijital hak mücadelelerini de gerileten güvenlik ve terör söylemi,
neoliberalizmin sermaye birikiminin olağanüstü bir yaratıcı yıkımı ile birlikte
işlemektedir. Devletler ile şirketlerin dijital gözetimdeki konumlarındaki
çelişkiye rağmen onları birleştiren nokta, güvenlik ve gözetimin bir arada
işleyişi ve sermaye birikimindeki rolü olmaktadır. Güvenlik ve gözetim,
bireylerin sınır aşırı hareketlerine odaklanan enformatik ve biyometrik gözetim
biçimlerini güçlendirmeye yönelen devletler ve şirketler üzerinden işlemektedir
(Bauman ve Lyon, 2013: 67). FBI ve Apple arasında yaşanan dava süreci ve
ABD Kongresi’nin yaptığı yasal düzenleme tartışmaları, bu işleyişi
netleştirmektedir. Tam bu noktada Nisan ayında Google ile Microsoft arasındaki
109
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
dünya genelinde antitröst davalarını karşılıklı olarak düşürme anlaşmasına da
değinmek gerekmektedir.
Yaklaşık yirmi yıldır birbiri ile rekabet halinde olan bu iki dev şirket,
birbirlerine karşı şikayetlerini küresel düzlemde geri çektiler. Bu iki tekelin
birbirleri ile yasal mücadeleden vaz geçmelerinin ardında yatan temel neden,
gelecek dönemin mücadele hattının yönüne de işaret etmektedir. Dava
süreçlerinin masraflı olması vs. gibi ilk bakışta görülebilecek nedenlerin ardında
Zuboff’a göre (aktaran Powles, 2016), Microsoft’un da Google’ın keşfettiği
gözetim kapitalizminde pay sahibi olmak istemesi yatmaktadır. Microsoft,
Google’ı hukuki anlaşmazlıklar yoluyla durdurmak yerine arka planda opak bir
alana çekilerek anlaşmayı tercih etmektedir. Çünkü gözetim kapitalizmi, opak
ve hukuksuz bir alana ihtiyaç duymaktadır. Yukarıda da tartıştığımız dünya
çapında yükselişe geçen güvenlik paradigması, bu hukuksuz zemini
sağlamaktadır. Devletler ve şirketlerin dijital alanda ortaklaştıkları ana zemin,
opak ve hukuksuzdur. Demokratik gözetim ve aleniyet ilkesi, bu zemine bir
tehdittir. Google ve Microsoft, rekabetçi çıkarlarına rağmen, yasal
düzenlemenin olmaması yönündeki ortak çıkarda birleşmektedir. Microsoft ve
Google’ın bu stratejik, ticari hamlesi, daha derin bir hamleyi de içermektedir.
İnsanların iletişimlerini, davranışlarını ve karşılıklı etkileşimleri ile ilgili veriyi
içeren ve hepsini metalaştıran dijital gözetim kapitalizmi, şirketleri ortak bir
hatta birleştirmektedir. Powles’ın da vurguladığı gibi (2016), yasa koyucular ve
yurttaşlar için şirketlerin meydan okuması karmaşık ve çok önemlidir. Ve
mücadele henüz yeni başlamaktadır.
Sonuç
Dijital gözetim çağında bakışın politikasını eleştirel ekonomi politik
perspektiften tartıştığımızda internetin toplumsal ve siyasi alandaki yansımaları
ile ilgili hem iyimser hem de kötümser olmak için yeterli veri bulunmaktadır.
Çağın yükselen teröre karşı savaş ve güvenlik paradigması içinde dünyada hak
ve özgürlüklerin gerilediği bir dönemden geçilmektedir. Üstelik güvenlik, hak
ve özgürlüklerin kısıtlanmasına toplumsal destek sağlamanın da zeminini
oluşturmaktadır. Tehlikenin nereden, ne zaman geleceğini bilmediğiniz için
kendi güvenliğiniz için boyun eğer, özgürlüklerin ortadan kaldırılmasını arzular
hale gelirsiniz (Gambetti, 2012: 32). Dijital çağda güvenlik ve gözetim bir
arada işlemektedir. Devletler ile şirketlerin dijital gözetimdeki çelişkili
pozisyonlarına rağmen onları birleştiren, güvenlik ve gözetimin bir arada
işleyişinin sermaye birikimindeki rolü olmaktadır.
Güvenlik paradigması ve dijital gözetimin ortaya çıkardığı çelişkiler,
internetin, dijital hakların ve onların toplumsal ve siyasi yaşama etkilerinin
geleceğini önümüzdeki on yıllar içerisinde şekillendirecektir. Sosyal medyanın
katılımcı teknolojileri, doğası gereği demokratik değildir. Ağların kamusal alan
kültürünü yaratıp yaratamayacağı, geleceğin toplumsal ve siyasal mücadeleleri
sonucunda belirlenecektir. Dijital politikalar, FBI ve Apple arasında yaşanan
davada da gördüğümüz gibi, tüm dünyada henüz oluşum halindedir. Dijital hak
110
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
mücadeleleri, güvenlik politikaları sonucunda mevzi kaybetse de hala çok
önemli potansiyelleri içinde barındırmaktadır. Sosyal medya şirketlerinin
sermaye birikim modelleri ve giderek tekelleşmeleri, dijital gözetimin
derinleşmesine neden olmaktadır. Devletlerin de sosyal medyanın yarattığı
imkanların farkına varması sonucunda bu alan üzerindeki baskılar da
artmaktadır. Sosyal medya üzerindeki yoğun siyasi ve ekonomik kontrol,
mahremiyet hakkı, veri güvenliği ve ifade özgürlüğü alanlarında ciddi bir baskı
ve tehdit oluşturmaktadır.
Sosyal medyanın kamusal alana dönüşebilmesinin önündeki en büyük
tehditlerden bir tanesi, dijital gözetimin mahremiyet ve veri güvenliği
üzerindeki baskısıdır. Aleniyet ilkesi bağlamında hukuk içinde hesap verecek
modern iktidar biçimini hayata geçiren en temel haklardan bir tanesinin
mahremiyet hakkı olduğunu tartışmıştık. Kamusal- özel arasındaki sınırların
muğlaklaştığı ve devletlerin bireylerin özerkliğini yok edecek biçimde bu hakkı
kontrol altına aldığı dönemler, modernite içinde insanlık tarihinin totaliter
deneyimlerine denk düşmektedir. Bu dönemlerin insanlık açısından tahribatı
ortadadır. Günümüzde teknolojinin imkanlarıyla ve güvenlik paradigmasının
yardımıyla devlet ve şirketlerin interneti kontrol altına almaları bu nedenle
endişe vericidir. Üstelik insansız hava araçları gibi teknolojilerle bu eğilim, daha
da tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır.
Bu eğilimleri tersine çevirebilmek için verileri metalaştırmayan ve
sosyal medyanın katılımcı potansiyelini güçlendiren alternatif sosyal medya
projeleri geliştirebilmek gerekmektedir. Özkul ve Barnett’ın da (2016: 15)
belirttiği gibi, “Kendimizle ilgili metaverilerin sahibi biz olmalıyız; bunlar iznimiz
olmadan kullanılmamalı. İnternet insan olmanın anlamını geliştirerek
hayatlarımıza yeni bir boyut kattı fakat bu yeni boyut çerçevesinde temel bir
insan hakkı mücadelesi de doğdu: Bizim metaverilerimiz bize ait olmalıdır aksi
takdirde özgürlüğümüz elimizden alınmış demektir”. Sosyal medyanın
demokratik potansiyellerini geliştirecek ve güçlendirecek alternatiflere ihtiyaç
duyulduğu çok açıktır. Bu alternatifleri geliştirebilmek için sosyal medyanın ve
günümüz dünyasının çelişkilerini ortaya çıkaran dijital gözetimin ekonomik,
siyasi ve kültürel açılardan dikkatle tartışılması gerekmektedir. Bu alternatifleri
geliştirirken sosyal medya ve yeni teknolojilerin emek süreçlerinde yarattığı
değişimi de analiz etmek gerekmektedir.
Yeni internet teknolojilerinin küresel bir vatandaşlık veya ulus ötesi
müşterek topluluklar yaratma konusundaki potansiyelleri de tartışılmaktadır.
Jürgen Habermas’ın, basının burjuva kamusal alanını oluşturmadaki kurucu
rolüne veya Benedict Anderson’un, ulus devletlerin ve milliyetçiliğin doğuşunda
gazetelerin rolüne vurgusuna benzer bir bakışla sosyal medyanın da
enternasyonal topluluklar yaratma potansiyeli sıklıkla vurgulanmaktadır
(Özkul, Barnett, 2016: 13; Bora, Altıparmak, 2016: 57). Ancak henüz böyle bir
iddiayı destekleyecek boyutta küresel bir sivil toplum veya küresel bir
vatandaşlık hareketi ortaya çıkmadı. Dijital kamusal alanın böyle bir
potansiyele sahip olduğu açıktır, ama bu potansiyelin önündeki en büyük engel
111
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
de
dijital
alandaki
devlet-şirket
birlikteliğiyle
endüstriyel/askeri gözetim ve güvenlik bloğu olmaktadır.
yayılmakta
olan
Kaynaklar
Anderson, B., 2009, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev.
İskender Savaşır, Metis yayınları, İstanbul.
Bauman, Z., 2006 Küreselleşme Toplumsal Sonuçları, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
Bauman, Z. & Lyon, D., 2013, Akışkan Gözetim, Çev. Elçin Yılmaz, Ayrıntı, İstanbul.
BBC,
2016,
Can
Dündar
ve
Erdem
Gül
Tutuksuz
Yargılanacak,
www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160401_can_dundar_erdem_gul_durus
ma, e.t. 01.05.2016.
BBC, 2016, 6 Soruda Apple – FBI Tartışması: Güvenlik mi, Gizlilik mi?
www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160219_apple_fbi_5_soru,
e.t.
29.03.2016.
Bentham, J., 2008, “Panoptikon: Gözün İktidarı” içinde Panoptikon Ya Da Gözetim-Evi,
Der. Çoban, B. ve Özarslan, Z., s. 9-77, Su Yayınları, İstanbul.
Bora, T. ve Altıparmak, K., 2016, “Kerem Altıparmak’la Sosyal Medya ve temel Haklar
Üzerine Söyleşi: ‘İnternet Sansüründe Dünya Birincisiyiz’”, Birikim Dergisi, 322,
Şubat, s.53-58.
Castells, M., 2013, İsyan ve Umut Ağları: Internet Çağında Toplumsal Hareketler, Koç
Üniversitesi Yay., İstanbul.
Çamuroğlu Çığ, E. & Çığ, Ü., 2015, “Gazetecilik Emeğinin Prekarizasyonu: Yeni Medya
Çağında Habercilik Etiğini Tartışmak”, İş Ahlakı Dergisi, 8 (2), Kasım, s.9-44.
Demirtaş, E., 2016, “Otoriter Rejimler ve Bilginin Yönetimi”, Birikim Dergisi, 322, Şubat,
s. 27-33.
DİKEN, 2016, Türkiye Basın Özgürlüğünde Üç Basamak Daha Geriledi,
www.diken.com.tr/turkiye-basin-ozgurlugunde-ugandanıngerisinde/,
e.t.
25.04.2016
Foucault, M., 2000, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları,
Ankara.
Foucault, M., 2005, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay ve
Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault, M., 2007, İktidarın Gözü, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault, M., 2008, Toplumu Savunmak Gerekir, Çev. Şehsuvar Aktaş, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul.
Fuchs, C., 2011a, “New Media, Web 2.0 and Surveillance”, Sociology Compass, 5/2,
s.134-147.
Fuchs, C., 2011b, “WikiLeaks: power 2.0? Surveillance 2.0? Criticism 2.0? Alternative
media 2.0? A political- economic analysis”, Global Media Journal,5:1, s.31-56
Fuchs, C., 2014, Social Media: A Critical Introduction, Sage, Los Angeles
Fuchs, C., 2015a, Culture and Economy in the Age of Social Media, Routledge, New York
and London.
Fuchs, C., 2015b, “WWW’nin 25.Yıldönümü: Sosyalizme Geçiş ya da Barbarlığa Dönüş”,
Ayrıntı Dergi, 11, Ağustos-Eylül, s.143-151.
Gambetti, Z., 2008, “Foucault’da Disiplin Toplumu-Güvenlik Toplumu Ayrımı”, Mesele
Dergisi, 20, Ağustos, s.1-9.
Gambetti, Z., 2009, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal
Siyasetin Tasfiyesi”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 40, Mart, s.145-166.
Gambetti, Z., 2012, “Foucault’dan Agamben’e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir
Yanıt Denemesi”, Cogito, 70-71, s.21-39
Habermas, J., 2009, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar,
İletişim Yayınları, İstanbul.
Habermas, J., 2010, “Kamusal Alan” içinde Kamusal Alan, Ed. Özbek, M., s. 95-102, Hil
Yayınları, İstanbul.
112
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
Harvey, D., 2012, “Yaratıcı Yıkım Olarak Neoliberalizm”, Çev. E. Çamuroğlu Çığ ve Ü.
Çığ, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, 2(2), s. 67–88.
Harvey, D., 2015 (a), Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Çev. Aylin Onacak, Sel Yayıncılık,
İstanbul.
Harvey, D., 2015 (b), On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, Çev. Esin Soğancılar, Sel
Yayıncılık, İstanbul.
Keeble-Gagnere, G., 2015, “Encryption for the working journalist: Communicating
securely”. Retrieved from https://www.journalism.co.uk/news/encryption-forthe-working-journalist/s2/a580914/
Leveson, J., 2012, An Inquiry Into The Culture, Practices And Ethics Of The Press,
(Volume 1), The Stationery Office, London.
Mattelart, A., 2012, Gözetimin Küreselleşmesi: Güvenlileştirme Düzeninin Kökeni, Çev.
Onur Gayretli, Su Elif Karacan, Kalkedon Yayınları, İstanbul.
Mazover, M., 2008, Karanlık Kıta: Avrupa’nın 20. Yüzyılı, Çev. Mehmet Moralı, İstanbul
Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul.
Özkul, B. & Barnett, A., 2016 “Anthony Barnett ile Söyleşi: Alternatif Medya, Siyaset ve
Dijital Vatandaşlık”, Birikim Dergisi, 322, Şubat, s.12-17.
Powles, J. And Chaparro, E., 2016, “In the Wake of Apple v FBI, We Need To Address
Some
Uncomfortable
Thruths”.
Retrieved
from
https://www.theguardian.com/technology/2016/mar/29/apple-fbi-encryptionsan-bernardino-uncomfortable-truths, e.t. 30.04.2016.
Powles, J., 2016, “Google and Microsoft Have Made A Pact To Protect Surveillance
Capitalism”.
Retrieved
from
https://www.theguardian.com/technology/2016/may/02/google-microsoft-pactantitrust-surveillance-capitalism, e.t. 03.05.2016.
Revel, J., 2012, Foucault Sözlüğü, Çev. Veli Urhan, Say Yayınları, İstanbul.
Teziç, E., 2009, Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul.
Trottier, D. ve Fuchs, C. 2015, Social Media, Politics and the State: Protests, Revolutions,
Riots, Crime and Policing in the Age of Facebook, Twitter and Youtube, Routledge,
New York and London.
Van Horn Melton, J., 2011, Aydınlanma Avrupası’nda Kamunun Yükselişi, Çev. F. Burak
Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Yumuşak, F., 2015, “Dijital Gözetim Sunar: Ölçülebilir, Karlı ve Hızlı Hayatlar”, Ayrıntı
Dergi, 11, Ağustos-Eylül, s.101-111.
113
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
.
114
Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin
Risk Alma Deneyimleri1
Yonca Altındal
Songül Sallan Gül
Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyoloji Ana Bilim Dalı
E-posta: [email protected]
Prof. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Turizm sektörü, 1980’lerle beraber Türkiye’de gelişen ekonomik alanlardan biri
olmuştur. Küreselleşme turizm sektöründe hem bir fırsat alanı olmuş, hem de girişimciler
için riskleri artırmıştır. Ekonomik risklerin yanında uluslararası alanda yaşanan çatışmalar
ve politik belirsizlikler sektördeki girişimcileri farklı boyutlarıyla etkilemiştir. Sektörde
faaliyet gösteren kadın girişimciler için ise, ekonomik ve politik risklerin yanında,
geleneksel cinsiyete dayalı işbölümü nedeniyle toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine dayanan
sosyal riskleri çeşitlendirmiştir. Kadınlar için iş ve aile yaşamını dengede tutmak daha da
güçleşmiştir. Bu çalışmada Güney Ege ve Batı Akdeniz bölgelerinde turizm sektöründe
girişimcilik faaliyeti yürüten girişimciler ele alınmaktadır. 40 kadın girişimciyle yapılan
derinlemesine görüşmelerin bulguları, girişimcilik ve risk deneyimleri toplumsal cinsiyet
bakış açısıyla değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Turizm, toplumsal cinsiyet, kadın girişimci, risk.
Risk Taking Experiences of Woman Entrepreneurs in Tourism Sector
Abstract: Tourism has been one of economic sectors developing rapidly since the 1980s
in Turkey. Globalization has created new opportunities but increased risks for
entrepreneurs. Conflicts with international implications and political uncertainties along
with increased economic risks have had various consequences for the entrepreneurs in
the tourism sector. Woman entrepreneurs in the tourism sector have had to face social
risks created by gender inequalities and traditional role divisions in addition to economic
and political risks. It has become difficult for women to keep their work and family lives
in balance. This study aims to analyze the tourism activities of woman entrepreneurs in
South Aegean and West Mediterranean Regions. The data gathered by in-depthinterviews with 40 woman entrepreneurs are analyzed with regard to their risk and
entrepreneurship behaviors with a gender-based perspective.
Keywords: Tourism, gender, woman entrepreneurs, risk.
Bu makalede Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL’ün yürütücülüğünü yaptığı araştırmacı olarak
Arş. Gör. Dr. Yonca ALTINDAL’ın “Türkiye’de Turizm Sektöründe Kadın Girişimciliğinin
Gelişiminin İncelenmesi: Batı Akdeniz Bölgesi-Güney Ege Bölgesi Karşılaştırması” başlıklı
ve 3890-D1-14 Numaralı SDÜ Bilimsel Araştırma Proje Birimince desteklenen doktora
tezi kapsamında kadın girişimcilere ait bulguları girişimcilik ve risk literatürü bağlamında
değerlendirilmektedir.
1
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”,
Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 115-131.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
Giriş
“Bacasız sanayi” olarak tanımlan turizm sektörü, gerek ihracat kaynağı
konumunda olması, gerekse ekonomik büyümede lokomotif niteliği taşıması
nedeniyle oldukça önemlidir. Dünyada 1980-2000 yılları arasında %6,8
oranında büyüyen turizm sektörü, uluslararası ticarette de %15’lik bir paya
sahip olmuştur (Dilber, 2007:206). Turizm, ülke ekonomileri üzerinde
oluşturduğu parasal ve reel etkilerle, pek çok ülkede istihdamın arttırılmasında
ve özellikle kalkınmada en etkili araçlarından birisi haline gelmiştir (Durgun,
2006: Gülbahar, 2008). Turizm aynı zamanda hem ülke ekonomisi, hem de
turizm bölgelerinde yaşayan ve çalışan insanlar için önemli bir ekonomik alan
olduğu kadar bir yaşam biçimi haline gelmiştir (Held, 1980; Wilson, 1988; Urry,
1990; Hall, 1996; Zengin, 2006; Bozyer, 2008; Yanardağ ve Avcı, 2012). Bu
nedenle turizm, ekonomik ve toplumsal ilişkiler alanı olduğu kadar uluslararası
gelişmelerle büyüyen de bir sektördür. Bozyer’in vurguladığı gibi, turizmin
diğer sektörlere canlılık kazandırması, kazanılan döviz gelirlerinin ihracat ve
GSMH içindeki payının artması ve yarattığı istihdam olanakları nedeniyle ülke
ekonomisine kazançlar sağlamaktadır (2008:10-11).
Turizmin bu olumlu özellikleri 1990’larla birlikte Avrupa’da da özellikle
Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Topluluğu’nda yapılan çalışmalarla 1990 yılı
“Avrupa Turizm Yılı” olarak ilan edilmiştir. Turizm sektörü ilk kez bütün
ekonomik ve sosyal boyutu ile Avrupa’nın başlıca gündem maddelerinden biri
haline gelirken, Türkiye’de de desteklenmiştir (TYD, 1996:6). Turizmde 2000
yılından itibaren artan büyüme hızı 2003-2004 yıllarında %26’ya yükselmiştir.
Gelişmiş ekonomilerde turizm sektörünün Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH)’ya
katkısı, turizm sektörünün büyüklüğüne bağlı olarak %2 ile %10 arasında
değişim göstermiştir. Bazı gelişmekte olan ülkelerde ve küçük adalarda bu
katkı %25’e kadar çıkmıştır. Ancak gelişmiş ülkelerde yaşanan ekonomik krizler
nedeniyle 2009 yılında turizmdeki ekonomik büyüme oranı %2’ye kadar
gerilemiştir (UNWTO, 2013). Türkiye gibi bazı ülkeler ise, bu durumu lehlerine
çevirmiştir. Türkiye 20,8 milyar dolarlık turizm girdisiyle 2009 yılında dünyada
onuncu sırada yer almıştır. Dünya Seyahat ve Turizm Konseyi (WTTC)’nin
verileri temelinde 2012 yılında turizm ve seyahat sektörü dünya genelinde 267
milyon kişiye, doğrudan ve dolaylı, iş olanağı sağlamıştır. Böylece dünyadaki
toplam istihdamın %8,7’sini oluşturmuştur (WTTC, 2013).
Türkiye’de turizm, gerek turist sayısı ve gerekse turizm geliri
bakımından 1980 sonrasında oldukça artış göstermiştir. 1985 yılında turizm
gelirleri; dış ticaret açığının %43,8’ini karşılarken, 1988 yılında %88,1, 2001
yılında %100 ve 2014 yılında ise %64,5’ini kapsamıştır. 2014 yılında
uluslararası turist gelirleri 1.133 milyara ve turizm gelirleri de 1.245 milyar
dolara ulaşmıştır. Türkiye’ye 2014 yılı itibariyle yaklaşık 39,8 milyon turist giriş
yapmış ve 29,5 milyar $ gelir elde edilmiştir. Türkiye, dünya turizminde turist
sayısı bakımından 6. ve turizm gelirleri bakımından ise 12. sırada yer almıştır
(UNWTO, 2015:4-9).
116
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
Bu olumlu tabloya karşın, Türkiye’nin özellikle 2015 ve 2016’da
yaşadığı terör olayları ve Rusya ile yaşadığı kriz, turist sayısının azalmasına
yönelik kaygıları daha da arttırmaktadır2. Turizm gibi risk alanlarının arttığı ve
farklılaştığı bir sektörde, kadın girişimci olmanın kendisi bile önemli bir risk
taşımakta ve kadın girişimcilerin3 risk deneyimlerini anlamak sektörde kalıcı
olmaları bakımından önemli hale gelmektedir.
Bu çalışma Türkiye’de turizm sektöründe kadın girişimcilerin risk
deneyimlerini ele almakta, Güney Ege ve Batı Akdeniz bölgelerinde yapılmış bir
saha çalışmasının kısmı veriler temelinde, risk ve toplumsal cinsiyet
bağlamında tartışmaktadır.
Türkiye’de Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Deneyimleri
Çalışmanın Yöntemi ve Araştırma Teknikleri
Türkiye’de 1980’lerle birlikte kadınlar, neo-liberal politikaların etkisiyle
küçük ve orta ölçekli girişimci kredi ve eğitim programlarıyla turizm sektöründe
daha fazla yer almaya başlamışlardır. Kadınlar özellikle Güney Ege ve Batı
Türkiye’ye gelen yabancı turist sayısı 2016 yılı Ocak ayında bir önceki yılın aynı ayına
göre yüzde 6,4 azalarak 1 milyon 170 bin 333 olmuştur (Yeniçağ Gazetesi, 2016,
“Turizmde 30 Yılın En Büyük Krizi”, http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turizmde-30yilin-en-buyuk-krizi-132396h.htm Erişim Tarihi 28.05.2016). Yine, Antalya’ya 5 ayda
gelen ziyaretçi sayısında %40'lık bir düşüş oldu. Mayıs ayı sonlarına kadar
havalimanından giriş yapan ziyaretçi sayısı %40 dolayında azalarak 1,4 milyona yaklaştı.
Mayıs ayında yaşanan düşüş ise %50’yi geçti. 2014 yılının aynı dönemindeki kayıp da
dikkate alınırsa Antalya son 2 yılda 1,2 milyon dolayında ziyaretçi düşüşü yaşadı. (Turizm
Gazetesi, 2016, “Antalya’nın Beş Aydaki Ziyaretçi Kaybı 1 Milyon” 26.05.2016,
http://www.turizmgazetesi.com/news.aspx?id=80505. Erişim Tarihi: 28.05.2016)
Hürriyet gazetesinde yayınlanan habere göre de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın açıkladığı
verilere göre Nisan ayında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısı yüzde 28’lik düşüşle
1 milyon 753 bin 45 olarak belirlenmiştir. (Hürriyet, 2016, “Nisanda Türkiye’ye Gelen
Turist Sayısında 17 Yılın En Büyük Düşüş Yaşandı”, 27.05.2016, Erişim Tarihi:
28.05.2016).
3
Kadın girişimci tanımının içeriği bakımından birkaç öğe önemlidir. Saray’a göre, piyasa
ekonomisi içinde, hesaplanmış riskleri göze alarak, doğrudan doğruya pazara yönelik,
mal veya hizmeti üretip satan, işinin sahibi olup vergi kaydı ve Türkiye Esnaf ve
Sanatkârları Konfederasyonu’na (TESK) bağlı, Esnaf ve Sanatkârlar Odalarına veya
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) odalarına üye kaydı olan, sosyal güvenlik
kurumlarından birinin şemsiyesi altında, tek başına çalışan ya da yanında başka kişileri
istihdam eden kadınlar “kadın girişimci” olarak tanımlanabilir (Saray, 1993:118). Çelebi,
kadın girişimci, piyasa ekonomisi içinde, kendi işinin sahibi olan, tek başına çalışan ya da
yanında işçi çalıştıran, mal ve hizmet üretip satan, kredi kaynaklarını araştıran, işle ilgili
acil problemlerin üstesinden gelebilen, yeni koşullara adapte olabilen ve alanında
deneyim sahibi olmaya çalışan kadınlar olarak tanımlamıştır (Çelebi, 1993:18). Ecevit’e
ise, ev dışı bir mekanda, kendi adına kurduğu bir işletmesi olan, bir işletmede tek başına
veya çalıştırdığı diğer kişilerle birlikte çalışan veya sahibi olması sıfatıyla ortaklık kuran,
iş ile ilgili olarak çeşitli kamu ve özel kuruluşlarla temaslara geçen, işletmenin geleceği
ile ilgili planlar yapan, işletmeden elde ettiği kazancı, yatırım ve kullanım alanları
üzerinde söz sahibi olan, işletmesi adına tüm riski üstlenen kadın, kadın girişimcidir.
Bakınız Ecevit, 1993, 17-18.
2
117
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
Akdeniz bölgelerinde aile mülklerinin imara açılmasıyla birlikte turizmde aktif
olarak faaliyet göstermeye ve girişimci olmaya başlamışlardır (Çelebi ve Sallan,
1997; Oktik, 2001). Çoğunlukla ailelerinden onlara miras olarak kalan verimsiz
arazileri değerlendirerek, konaklama ya da yeme içme sektöründe faaliyet
göstermeye başlamışlardır. Böylelikle turizm, pek çok kadın girişimci için
sadece ekonomik bir kaynak olmanın ötesinde anlam taşımış, onlar için önemli
bir toplumsallaşma ve güçlenme aracı haline gelmiştir.
Bu çalışma, turizm potansiyeli en fazla olan iki bölge olan Güney Ege
Bölgesi ve Batı Akdeniz bölgesindeki kadın girişimcilerin risk alma
deneyimlerini toplumsal cinsiyet temelli perspektif bağlamında tartışmayı
amaçlamaktadır. Bu amacı gerçekleştirebilmek için bu bölgelerden seçilen
Bodrum-Marmaris ile Alanya-Kaş turizm kentlerinde 1 Temmuz 2014-30
Ağustos 2015 tarihleri arasında konaklama ve yeme-içme sektöründe, her ilçe
ve her sektörde faaliyet gösteren kadın girişimcilerden 10’ar kişi olmak üzere,
toplamda 40 kadın girişimciyle derinlemesine görüşmeler yapılmıştır. Bu yazıda
bu çalışmanın riskle ilgili boyutu, feminist yöntem temel alınarak, nitel
araştırma
teknikleriyle
değerlendirilmiş,
metaforlarla
anlatılar
zenginleştirilmiştir.
Kadın Girişimcilerin Sosyo-Demografik Özellikleri
Güney Ege Bölgesinde faaliyet gösteren ve görüşmelere katılan kadın
girişimcilerin yaşlarının 33-68 yaş aralığında değiştiği ve ağırlıklı olarak 40’lı
yaşlarda oldukları görülmektedir. Ancak kadın girişimcilerin girişimci olma
süresi göz önüne alındığında, 20’li yaşlarda girişimci olmaya başladıkları
belirlenmiştir. Bu çalışma örnekleminde yer alan kadın girişimciler, erken
yaşlarda sektörde aktif olarak faaliyet göstermeye başlamışlardır. Ege
Bölgesinde “turizmin içine doğduklarını” ifade eden kadın girişimcilerin büyük
çoğunluğu Marmaris ve Bodrum doğumlulardır. Bu özellikleriyle kadın
girişimcilerin turizm kendinde doğdukları ve ailelerinin de turizmci olması,
onların sektöre erken yaşlarda girmelerine ve girişimci olmalarına olanak
sağlamıştır.
Tablo1: Güney Ege Bölgesinde Kadın Girişimcilerin Sosyo-Demografik
Özellikleri
Katılımcı
(B, M)
B1
B2
B3
B4
B5
B6
B7
B8
B9
B10
118
Yaş
61
49
48
68
41
40
53
65
41
42
Doğum
Yeri
İstanbul
Manisa
Bodrum
Bodrum
Şanlıurfa
Milas
Bursa
İstanbul
Bodrum
Rusya
Eğitim
Durumu
Üniversite
İlkokul
Ortaokul
İlkokul
İlkokul
Lise
Lise
Lise
İlkokul
Üniversite
Medeni
Durum
Evli
Boşanmış
Boşanmış
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
Eşi Ölmüş
Çocuk
Sayısı
2
2
2
3
1
2
2
1
1
1
Faaliyet
Sektörü
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
M1
M2
M3
M4
M5
M6
M7
M8
M9
M10
46
50
48
33
58
34
39
43
54
57
Marmaris
Marmaris
Marmaris
Malatya
Marmaris
Marmaris
Ankara
İzmir
Marmaris
Balıkesir
İlkokul
İlkokul
Lise
Lise
İlkokul
Lise
Üniversite
İlkokul
İlkokul
İlkokul
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
Evli
3
2
2
2
3
1
1
1
3
2
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
B: Bodrum Kadın Girişimcisi, M: Marmaris Kadın Girişimcisi
Kadın girişimcilerin eğitim düzeyleri göz önüne alındığında yarısından
fazlası (%55) ilkokul düzeyine sahiptir. Beşte biri ise, lise düzeyinde eğitime
sahiptirler. Marmaris ve Bodrum’un kadın girişimcileri, ilkokul ve lise düzeyinde
eğitime sahiptirler. Bu bulgular, Çelebi ve Sallan’ın (1997) aynı bölgede,
Bodrum’da, gerçekleştirdikleri “Turizm Sektöründeki Küçük İşyeri Örgütlerinde
Kadın Girişimciler” adlı çalışmadan farklıdır. Çelebi ve Sallan’ın çalışmasında
kadın girişimcilerin büyük çoğunluğu lise ve üstü eğitime sahiptir. Bodrum’dan
farklı olarak, özellikle Marmaris’te kız çocuklarının eğitimine babalarının izin
vermemesi, ataerkil aile yapısı, kadın girişimcilerin eğitim seviyesinin düşük
kalmasına yol açmıştır.
Tablo 2: Batı Akdeniz Bölgesinde Kadın Girişimcilerin SosyoDemografik Özellikleri
Katılımcı
Yaş
(A, K)
A1
37
A2
38
A3
56
A4
37
A5
48
A6
41
A7
61
A8
29
A9
44
A10
35
K1
44
K2
43
K3
44
K4
58
K5
44
K6
58
K7
44
K8
50
K9
44
K10
40
Doğum
Yeri
Osmaniye
İzmir
İzmir
Almanya
İstanbul
Alanya
Almanya
Alanya
İstanbul
Isparta
Adana
Kaş
Kaş
İstanbul
Kaş
Ankara
Antalya
Kaş
Antalya
Kaş
Eğitim
Çocuk
Medeni Durum
Durumu
Sayısı
Lise
Boşanmış
1
Lise
Evli
1
İlkokul
Evli
3
Üniversite
Evli
Lise
Evli
2
İlkokul
Evli
1
Lise
Evli
2
Üniversite
Bekâr
Ön Lisans
Evli
1
Yüksek Lisans
Bekâr
Üniversite
Evli
1
Üniversite
Evli
Lise
Boşanmış
1
İlkokul
Evli
2
Ortaokul
Evli
2
Yüksek Lisans
Evli
2
Üniversite
Evli
2
Lise
Bekâr
Üniversite
Evli
1
Ön Lisans
Evli
-
Faaliyet
Sektör
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Yeme-İçme
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
Konaklama
A: Alanya Kadın Girişimcisi, K: Kaş Kadın Girişimcisi
119
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
Batı Akdeniz Bölgesinde ise, kadın girişimcilerin 29-61 yaş aralığında
oldukları görülmektedir. Ağırlıklı olarak kadın girişimcilerin 40’lı yaşlarda
olduğu ve Alanya, Antalya ve Kaş doğumlu oldukları görülmektedir. Yine Güney
Ege Bölgesinde görüldüğü gibi, uzun yıllar bu sektörde çalışmalarından dolayı
erken yaşlarda girişimci olmaya başlamaları söz konusudur. Ayrıca kadın
girişimcilerin yarısından fazlasının lise (%30) ve üstü (%45) düzey de eğitim
seviyesinde oldukları da belirlenmiştir. Bu eğitim seviyesi, Çelebi ve Sallan
tarafından 1997 yılında gerçekleştirilen “Turizm Sektöründeki Küçük İşyeri
Örgütlerinde Kadın Girişimciler” adlı projenin bulgularıyla benzerlik gösterdiği
söylenebilir. Yine bu araştırmanın verilerine göre Bodrum’daki küçük işyeri
sahibi girişimci kadınların %40,9’unun lise, %23,8’inin ise, üniversite mezunu
olduğu sonucundan benzer bir bulguyu göstermektedir.
Kadın girişimcilerin medeni durumları bakımından Güney Ege’de 17,
Batı Akdeniz’de de 15 kadın girişimcinin evli olduğu belirlenmiştir. Bu durum
diğer girişimcilik çalışmalarıyla da benzerlik göstermektedir. Örneğin Çelebi ve
Sallan’ın (1997) Bodrum’da gerçekleştirdikleri çalışmada kadın girişimcilerin
%71,4’ünün; Yetim (2002)’in Mersin çalışmasında %83,9’unun; Yağcı ve Bener
(2005)’in Ankara’daki çalışmasında %83,7’sinin ve Örümcü (2015)’nün Batı
Akdeniz Bölgesi örneğindeki çalışmasında %80’inin medeni durumunun
çoğunlukla evli olduğu görülmektedir. Benzer biçimde kadın girişimciler
çoğunlukla evli olmakla birlikte, çocuk sayısını sınırlı tutmayı tercih ettikleri
görülmektedir (Ufuk ve Özgen 2001; Yetim, 2008). Kadın girişimcilerin
ortalama çocuk sayısının hem Güney Ege, hem de Batı Akdeniz’de benzer
biçimde 1 ya da 2 arasında kaldığı görülmüştür. Bu durum sezonluk bir sektör
olan turizmin yoruculuğu, uzun ve yoğun çalışma temposu nedeniyle kadın
girişimcilerin çocuk sahibi olma isteğini sınırlamaktadır.
Kadın Girişimcilerin Risk Deneyimleri
Hisrich ve Peters’e (2002) göre girişimcilik, yeterli emek ve zaman
ayırarak, ekonomik, fiziksel ve sosyal riskleri göze alarak ve parasal ödüller
elde ederek yeni bir değer yaratma sürecidir. Girişimcilik yeni şeylerin meydana
gelmesinin sürecini, risk ve kazançların tahminini içerir. Risk aslında iktisadi
tarihte Cantillon’dan (1734) itibaren girişimciliğin ana öğelerinden biri olmuş
ve girişimci çoğu zaman ”bir risk üstlenen kişi” olarak tanımlanmıştır. Risk,
belirsizlik, yenilik, değişim gibi ana tarihsel temaları ile piyasa sistemi
içerisindeki girişimcilik faaliyetlerini de içeren; işbirliği, arbitraj, spekülasyon,
yenilik gibi kavramlarla ele alınmıştır (Işık vd., 2011: 152; Erdem, 2001).
Bir risk üstlenme faaliyeti olarak girişimcilik; ekonomik, fiziksel ve
sosyal riskleri içermektedir. Ekonomik riskler, ekonomik faaliyette bulunurken
belirsizlikten kaynaklanan mali riskleri kapsar. Bir girişimin sahibi olan ve
belirsizlikle ilgili riskleri (Schumpeter, 1996) üstlenen kişi olarak girişimcinin
ekonomik riskleri değişkenlik gösterir. Bunlar; ticari bilgisinin, öngörünün,
fırsatları görebilmenin ve riskleri üstlenebilmenin sıklıkla dile getirildiği riskler;
kar/zarar riski, kredi olanaklarına erişebilme, güçsüz yönetim ve danışmanlık
120
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
problemi, teknolojik yetersizlikler, kalifiye işçi yetersizlikleri ve belirsiz bir
çevrede kariyer riski alma ve benzeridir (Alada, 2001; Gürkan, 2007). Turizm
sektörü geniş bir işbirliğine dayanan hizmet üretimini, yüksek düzeyde
sermaye ihtiyacını, ulusal ve uluslararası düzeyde hizmet üretimini
gerektirmektedir. Yine küresel düzeyde standart gerekliliği, istihdam yaratma
potansiyelinin yüksek olması, emek yoğun olması, insanlarla yüz yüze iletişim
sıklığının fazla olması gibi nedenlerle de sosyal riskleri barındıran bir sektördür.
Özellikle konaklama işletmeciliği talep yönünden de büyük risk taşımaktadır
(Olalı ve Korzay, 1993:10-11).
Toplumun kadın girişimcilere bakış açısı kadınların girişimcilik
deneyimlerini olumsuz etkilemekte ve risk alma deneyimlerini sınırlamaktadır.
Benzer biçimde kadın girişimcilerin kurdukları işletmelerin daha sınırlı sayıda
kalması, belirli sektörlerde yoğunlaşması, görece daha küçük ve büyüme
eğilimleri düşük olan işletmeler olması da kadın girişimcilerin risklerini
ayrıştırmaktadır (Özen Kutanis ve Bayraktaroğlu, 2002; Özen Kutanis, 2003).
Ayrıca turizmin dinlenmenin yanında eğlenmeyi de içermesi nedeniyle
toplumsal cinsiyet dolayımlı riskleri barındırmaktadır (Jeffreys, 1999; 2003;
Enloe, 2003).
Türkiye’de kadın girişimciler üzerine yapılan çalışmalarda risk almada
erkek girişimcilere oranla kadınların daha temkinli hareket ettikleri ve daha az
özgüvenli oldukları belirtilmektedir (Yetim, 2002:82). Ufuk ve Özgen’in (2001)
çalışmalarında da, kadın girişimcilerin %8,2’sinin herhangi bir risk almadıkları,
%91,8’inin ise ekonomik, fiziksel, mental, sosyal ve ailevi riskler üstlenişlerdir.
Risk aldıklarını belirten kadın girişimcilerin %47’si ekonomik, %22,3’ü ailevi,
%19,3’ü fiziksel ve mental, %5,5’i sosyal, %5,9’u ise her türlü risk
üslendiklerini belirtmişlerdir.
Bu çalışma kapsamında görüşülen 40 kadın girişimciye işleriyle ilgili
risk alma durumları ve niteliğine ilişkin sorular yöneltildiğinde, bölgesel bir
farklılık olmadan, çok büyük çoğunluğu (%87,5) işle ilgili riskleri farklı
düzlemlerde aldıklarını ifade etmişlerdir. Aslında girişimcilik literatüründe
(Hirsh ve Peters, 2002; Yetim, 2002; Kutanis, 2003) sıklıkla vurgulandığı gibi;
“girişimci olmanın risk almakla eş değer tutulması anlamını taşıdığı” ifadesi
belirtilmiştir. Örneğin Alanya’da yeme-içme sektöründe faaliyet gösteren 29
yaşındaki genç kadın girişimci, girişimcilikte mutlaka risk alınması gerektiğine
şöyle dikkat çekmiştir:
“Memur olmakla girişimci olmak arasındaki en büyük fark risk...
Memurlukta risk almıyorsunuz. Memurlukta size vaat edilen bir miktarla
işte hayatınızı idame ettirmeye çalışıyorsunuz ama girişimcilikte aldığınız
risk, tamamen her şeyinizi de kaybedebilirsiniz, fazlasını da
kazanabilirsiniz. Riskte insanı her an tetikte tutuyor. Yani daha çok dikkatli
olmak zorundasınız, harcamalarda ve alışverişte daha dikkatli olmak
zorundasın. Benim açımdan risk alınmayan hiç bir şey haz vermeyebilir.
Bu işe başlarken bana göre hayatımın en büyük riskini aldım. Biz bu işte
başarısız olursak eğer zaman kaybetmiş oluruz. Dolayısıyla yıllar
ilerledikçe o iş sektörlerine girmemiz imkânsızlaşacak, yaş sınırı var,
121
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
bilgileriniz köreliyor ister istemez gelecek açısından risk almış oluyoruz. Hiç
okumayan eğitim almayan bir insanın aldığı riskle, eğitim alıp o işi
yapmayan insanın aldığı risk arasında çok büyük fark olur diye
düşünüyorum...”
Çalışmada görüşülen kadın girişimcilerin risk deneyimlemelerinde üç
öğe öne çıkmıştır. İlki girişimciliğin temel özelliği olan ekonomik risklerdir.
İkincisi siyasal risklerdir. Üçüncüsü toplumsal cinsiyet bağlamlı sosyal
risklerdir.
Tablo3: Kadın Girişimcilere Göre Risk Deneyimleri
Risk Türleri
Ekonomik riskler
Politik Riskler
Sosyal Risk
Risk Görmeyenler
Toplam
Sayı
30
3
2
5
40
Yüzde
75,0
7,5
5,0
12,5
100,0
Turizm Girişimcisi Kadınların Gözünden Sektörden ve Ekonomiden
Kaynaklanan Riskler
Turizmin mevsimsel niteliği, sektörün kırılgan ve dalgalı bir ekonomik
yapıya bağlılığı ve ülkenin ekonomik politikaları önemli riskleri beraberinde
getirmektedir.
Soysal’ın
çalışmasında
ise,
girişimci
kadınların
iş
sosyalleşmesinden kaynaklanan bilgi eksikliği (%23), rakiplerin engellemeleri
(%20), sermaye bulma güçlüğü (%16) ve yasal ve bürokratik engeller (%11)
kadın girişimcilerin önündeki işle ilgili riskler olarak öne çıkmaktadır (2010:97).
Kurtsan’ın (2011) araştırmasında da, girişimci kadınların sadece %47’si banka
hesabına sahip ve tüm gayrimenkullerin sadece %9’u kadınların üstüne olduğu
için bankalardan kredi alırken teminat gösterememeleri nedeniyle mali riskleri
aşamadıklarını ifade edilmiştir. Benzer olarak, Yetim de, toplumsal cinsiyet
kaynaklı iş riskleri alanlarında finansal sorunların başta geldiğini belirtmektedir.
Ona göre Türkiye’de birçok banka uygulaması da kadınlara engel
oluşturabilmektedir. Çoğu banka, kadınların kocalarından ya da bir erkek
garantörden kendi adlarına borç alabilmeleri ya da teminat için
gayrimenkullerini ipotek edebilmeleri için izin almalarını istemektedir
(2002:88). Yine Özar’ın araştırmasında Türkiye’de kadın girişimcilerin,
erkeklere kıyasla, teminat olarak gösterecek mal varlıklarının yetersizliği ve
piyasa tecrübelerinin daha kısıtlı olması ekonomik riskler olarak belirtilmiştir
(Özar, 2005:8)
Bu araştırmada turizmin bir sektör olarak; sezonluk olması,
mali/krediye erişim riski ve kadın girişimcilerin küçük işletmeci olmalarından
kaynaklanan riskler en çok vurgu yapılan üç risk alanı olarak ifade edilmiştir.
İlk olarak turizmin ekonomik faaliyet alanlarının sezonluk olması en önemli risk
olarak belirtilmiştir. Örneğin Bodrum’da yeme-içme sektöründe faaliyet
122
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
gösteren 41 yaşındaki kadın girişimci turizm sektöründe
mevsimselliğinin yarattığı riski şöyle ifade etmiştir:
girişimciliğin
“Zaten sezon çok kısaldı... Dört ay. Eskiden biz Nisan 1 dediğinde
başlardık. Ekim sonu biterdi. Ekim sonu Kasım’ın üçüne dördüne kadar biz
müşterinin gitmesini bekler, gitsinler artık derdik. O kadar yorulurduk.
Şimdi Nisan’da kimse yok. Mayıs’ta kimse yok. Haziran’da yok. Temmuz’da
hafif kıpırdıyor. Ağustos’ta biraz daha kıpırdıyor. Eylül, Ekim dediğimde
bitiyor. Nasıl başladı, nasıl bitti? Altı ay nasıl geçti hatırlamıyorsun. Turizm
2005 senesinden sonra düşmeye başladı. Bodrum’da harbi çok kötü yani
sen çalışıyorsun personelin parasını veriyorsun, toptancınızınkini
veriyorsun. Her şeyi karşılıyorsun sezon sonu geliyor. Sen de hiçbir şey
yok hayatımda o kadar çok şey bitmiş ki altı ay gitmiş. Sana hiçbir şey
yok. Sen böyle başa baş kalmışsın ne yapacaksın 6 ay kış var…”
Benzer biçimde Marmaris’te konaklama sektöründe faaliyet gösteren
50 yaşındaki kadın girişimci de turizm sektörünün kırılgan ve ekonomik
dalgalanmalardan doğrudan etkilenen yapısına şöyle dikkat çekmiştir:
“Turizmin de yarın ne olacağı belli değil. Allah korusun ufacık bir kıvılcım
da bir deprem olsun. Mesela daha da kötüsü Allah korusun komşu ülkeleri
görüyorsunuz, mesela diyorlar ki Türkiye riskli bölge gitme diyorlar. Biz
turizmci olarak bundan direkt olarak etkileniyoruz”.
Kadın girişimciler aynı zamanda ekonomik risk alanının önemli bir
göstergesi olarak mikro kredi olanaklarının önemine dikkat çekmişlerdir. Ancak
kadın girişimciler özellikle son yıllarda devlet tarafından desteklenen bu
kredilerin yeterli olmadığına ilişkin olumsuz görüş bildirmişlerdir. Mikro krediye
dolayısıyla sermaye ve iş kurarak girişimci olmaya ilişkin oluşan ekonomik risk
oldukça belirgin olarak görüşmecilerin ifadelerinde de ortaya çıkmıştır.
Kredilerin olumlu bulunması ve bu desteklerin kadın girişimciliği artırmak
alanında oldukça önemli bir gösterge olarak kabul edilmesi yanında, bu
desteklerin arttırılması ve geri ödeme şartlarının iyileştirilmesi yönünde ortak
görüş söz konusudur.
Kadın girişimciler devlet teşviklerinin, kredi olanaklarını girişimci
kadınların sayılarını artırmada önemli olduğunu ifade etmişlerdir. Marmaris’te
konaklama sektöründe faaliyet gösteren 48 yaşındaki kadın girişimci bu
durumu ifadesinde şöyle açıklanmıştır:
“Daha çok teşvik edilmeli, kazandırılmalı. Kadınlarımız kazanınca kendine
hem özgüvenleri artacak, hem de risk alma olasılıkları daha çok olacaktır.
Baştan yetiştirildikleri için. Atılımcı olacaklar her şeyden önce. Bence
desteklenmeli. Daha fazla desteklenmeli. Ama bizim bu ülkemizde
zannetmiyorum desteklensinler.”
123
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
Kaş’ta konaklama sektöründe faaliyet gösteren 43 yaşındaki kadın
girişimci bu durumu şu şekilde belirtmiştir:
“Miktar yeterli değil. Hele ki turizm alanında hiç yeterli değil. Sadece 30
bin lira bizlerin kirası. Küçücük bir dükkânın kirası yıllık 25-30 bin lira gibi
bir şey. Yani o parayı aldığınızda sadece kiraya yetiyor aslında. Ki 30 binin
içinde küçücük bir mutfak yapmanız bile 100 bin lira gibi bir rakamı
buluyor. Neredeyse o paraya girişimci olmak imkânsız. Bu ne kadar az çok
az.”
Kadın girişimciler için ekonomik risklerden bir diğeri kalifiye eleman
bulma güçlüğüdür. 43 yaşında Kaş’ta konaklama sektöründe kadın girişimci
kalifiye eleman bulmamanın getirdiği sıkıntıları şöyle anlatmıştır:
“Yetişmiş eleman sıkıntımız çok büyük turizmde. Bunun nedeni de turizm
okullarını bitiren çocuklarımızın gerçekten bu yönde kendilerini
geliştirememesi. Niye geliştiremiyorlar? ... Kış boyu boş geziyorlar. Bu
yüzden bitirdikleri anda başka yöne kaydırıyorlar. Ayrıca şu da var turizm
okullarında katçılar yetişiyor, garsonlar yetişiyor, aşçılar yetişiyor; ama bu
işler ağır işler yani normal bir büro işi gibi değil. Bu işlerde 40-45 yaştan
sonra gerçekten çalışmanın imkânı yok, bu yaşlarda emekli olabilmenin de
imkânı yok. O yüzden o profesyonelleşme bir türlü turizm de
sağlanamıyor… Hiçbir mesleğe sahip olmayan herkes bir otele girip komilik
yapmak istiyor. Belboyluk yapmak istiyor. 2 kepçe tutan aşçılığa
soyunuyor. Bu da bizim okumuş yetişmiş turizm elemanlarımızın gerçekten
bu sektörden kaçmasına sebep oluyor…”
40 yaşında Bodrum’da yeme-içme alanında faaliyet gösteren kadın
girişimci de aynı riski şöyle dile getirmiştir:
“Biz buralarda vasıfsız olanları yetiştirelim diye uğraşıyoruz. Yetiştiği
zaman adam durmuyor, gidiyor. O da ayrı bir konu, devlet buraya bir
istihdam sağlamıyor ki, bizim yapabileceğimiz bir şey yok. İşletmeci olarak
sigortasını yaparız, maaşını veririz, yatacak yerin yemeğini veririz.
Bunların hepsini biz sağlıyoruz zaten...”
Siyasal Risklerin Etkilediği Turizm Sektöründe Kadın Girişimci Olmak
Siyasal istikrarsızlıkların yol açtığı belirsizlikler, turizm sektörü için de
önemli risk alanlarındandır. Bir kadın girişimcinin ifadesiyle bu durum “ip
üstünde cambazlık” gibidir. Kaş’ta konaklama sektöründe faaliyet gösteren 44
yaşındaki girişimci kadın bu durumu şu şekilde açıklamıştır:
“Turizmcilik ip üstünde cambazlık… Bir yıl iyi, bir yıl kötü. Bu yıl iyi olacak
diyoruz; ama beklemediğimiz kuş gribi çıkıyor. Suriye ile aramız bozuluyor,
başbakan bir laf ediyor. İsrailliler gelmiyor. Bu da bizi çok etkiliyor. Bu
sektör 54 sektörü besleyen bir turizm sektör sonuçta.”
124
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
Benzer biçimde Bodrum’da yeme-içme sektöründe faaliyet gösteren 48
yaşındaki kadın girişimci de politik belirsizliklerin yarattığı riski şöyle ifade
etmiştir:
“Politik durum olduğunda bir savaş olduğunda turizm sektörü olarak çok
zorlanıyoruz, zorlandık. Örneğin Abdullah Öcalan yakalandı ve bunların
hepsi turizmi doğrudan etkiledi. Zaten sezonluk bir sektör ve belli ki en çok
bu sektörde biz kadınlar emek veriyoruz. Hatırlayınca diken diken
oluyorum. Sonuçta evimi geçindirmek zorundaydım. Bizim başka işimiz
yok ki. Biz turizmciyiz. O dönemleri çok derinden yaşadım. Benim için çok
zor oldu. O yüzden turizm bölgesi olmasına rağmen çok kötü günler
geçti…”
Kaş’ta konaklama sektöründe faaliyet gösteren 44 yaşındaki kadın
girişimci, turizmin önemli bir risk alanı olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
“Turizm sektörü kendi başına zaten çok kırılgan, krizden incinebilecek bir
sektör. Yaklaşık 20 yıldan beri turizmin birebir içerisindeyim. İlk
başladığımızda Körfez Savaşıyla karşılaştık. Ondan sonra Antalya’da bazı
bombalama olayları oldu. Yurt dışıyla olan ilişkilerin bozulması veya
ülkedeki bir gerginlik ya da dışarıya bağlı olan sebeplerden ekonomik veya
siyasi sebeplerden dolayı çok etkilenen bir sektör.”
Alanya’da yeme içme sektöründe faaliyet gösteren 29 yaşındaki kadın
girişimci de politik yapının turizm sektörü için risk alanı oluşturmasına şöyle
dikkat çekmektedir:
“Alanya’da doğdum, büyüdüm, son zamanlarda gördüğüm o biber gazlı
tepkiler, tomalar. Ben tomaları gördüğümde çok şaşırmıştım. Tomayı
hayatımda ilk kez gördüm. Turistleri ürküttü. Evini satmak isteyen turistler
oldu. Buraya rezervasyon yaptırıp ve gördüğü haberlerden rezervasyonu
iptal eden binlerce turist oldu. Bu açıdan olumsuz etki ediyor. Bu konuda
devletinde kamu görevlilerinin de biraz hassas olması gerekiyor.
Provokatörlere fırsat vermemek gerekiyor. Turizm hem ekonomik hem de
siyasal dalgalanmalardan çok fazla etkilenmektedir. Turistler buraya
dinlenmek için geliyor, turist buraya yaşadığı stresi sıkıntıyı atmak için
geliyor. Gittiği yerde böyle eylemlerle karşılaşırsa buraları tercih etmiyor
yani. Daha huzur bulacağı yerleri tercih ediyor bu da esnafın işlerini
engelliyor.”
Sosyal Risk Olarak Kadın Olmak: Avantaj mı? Dezavantaj mı?
Kadın girişimciler üzerine yapılan çalışmalarda kadınların finansal
güvenliklerini sağlamakla birlikte, hem ev hem de iş dünyasındaki işlerini
dengeleyemeyecekleri (Cooper & Artz, 1995), işlerini yürütürken daha fazla
sosyal destek arayışı içine girdikleri ve müşteriler tarafından doğru
algılanamayacakları (Özen Kutanis & Bayraktaroğlu, 2002) ve benzeri
konularda risklerle karşılaşabilecekleri belirtilmektedir. Yine sosyal ve kültürel
125
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
ortamda kadın rollerinin kalıplaşmış olmasının ve kadınlara ilişkin değer
yargılarının, inanışların kadın girişimciliğinin sosyal risklerini artırdığına dikkat
çekilmektedir (Öğüt vd., 2006; Soysal, 2010).
Bu araştırma kapsamında kadın girişimcilerin sosyal risklere karşı;
turizm sektöründe faaliyet gösteren kadın girişimciler ev yaşamı ile iş
yaşamlarını dengede tutabilmeye çalışmaktadırlar. Bu kadınlar, özellikle
anneleri, kız kardeşleri gibi yakın kadın akrabalarından ya da kreş ya da bakıcı
gibi sosyal destek mekanizmaları sayesinde girişimci olabilmektedirler. Pek çok
kadında, evli olsa bile, çocuk yapmayı istememekte ya da ertelemektedir. 40
yaşında Kaş’ta konaklama işinde yer alan kadın girişimci, toplumsal cinsiyet
dolayımlı sorumluluklar arasında evlilik ve çocuk ilişkine değinmiş ve çocuk
sorumluluğunun yarattığı riske dikkat çekerek, kendi işinde başarılı olmak için
çocuk sahibi olmamayı yönündeki tercihini şöyle ifade etmiştir:
“Evliyim. Çocuğum yok. Çocuğum olsaydı belki bir ara bir müddet mola
verirdim. Çünkü turizm ve çocuk çok zor. Çok zor bir meslek. Gecem
gündüzüm yok. Çocuğum olsa nasıl ilgilenebilirdim. Ben de kendim bu
kararı verdim. Benim için zor bir karardı.”
Çoğu çalışan kadın gibi kadın girişimciler de ev ve çocuk bakımında
kadın akrabalarının yanında ücretli emekten de yararlanmaktadır. 38 yaşında
yeme-içme sektöründe faaliyet gösteren kadın girişimci evi-iş dengesinin
kurulmasındaki sosyal desteği şöyle anlatmıştır:
“Oğlum 2 yaşından sonra annem devreye girdi. Annem İzmir’deydi, o geldi.
Annem destekçi oldu. Sonra kreşler sağ olsun. Sonrasında kreş, okul falan
derken aslında oğlum biraz da tek başına büyüdü sayılır. Yani çok erken
bir sorumluluk aldı. Haftanın belli günleri yardımcım var. Belli günleri gelen
sürekli yardımcım var. Onun dışında eşim çok yardımcı. Çok titiz bir insan
zaten ve benim yapamadığı ve yetişemediğim yerlerde çok sağ olsun
yardımcı olur, her konuda. Hiçbir zaman yemeği sorun etmez, temizliği
sorun etmez. Kendi yapar çünkü o yüzden her şey yolunda yani.”
Kaş’ta konaklama sektöründe faaliyet gösteren 44 yaşındaki bir başka
kadın girişimci de bu durumu şu şekilde ifade etmiştir:
“Annem vardı ama daha çok yardımcılarım destek oldu. Ben işteyken onlar
evin gerekli işlerini yaptılar, yemeği yaptılar, çocuklarla ilgilenmeyi onlar
devraldı.”
Aynı zamanda turizmin sezonluk bir sektör olması sebebiyle de kadın
girişimciler yazın evlerini işyerleri olan otel/motel/apartlara ya da restoranlara
taşımakta bir anlamda bu geleneksel rollerden uzaklaşmakta ve bu iki farklı
alanı dengelemektedirler. Alanya’da yeme-içme sektöründe faaliyet gösteren
bir kadın girişimci bu durumu şu şekilde dile getirmiştir:
126
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
“Ben işimi daha çok seviyorum ve işim daha ön planda. Yerine göre evimin
işini bırakıyorum. Ütüm yığılıyor, yapmıyorum. Çamaşırım yığılıyor,
yapmıyorum. Evimin temizliğini iki üç gün geciktiriyorum. Restoran işi
yaptığımız için evde kahvaltı ve yemek yapmıyoruz burada yapıyoruz.
Kızım sabah işe gidiyor. Eşimle ben de sabah buraya geliyoruz. Dükkânda
temizliğimizi yaptıktan sonra kahvaltıyı hazırlıyorum. Ben başkasının
hazırladığı kahvaltıyı asla yemem. Yemeğimi ve kahvaltımı kendim
yaparım. Ustaların yaptığı yemekleri de yemem kendim yapıp yerim,
benim de böyle bir özelliğim var. Eşim ev işini işten saymıyor. Ben bu kadar
çalışmama rağmen dükkânda ne iş yapıyorsun ki diyor.”
Kadın girişimciler ayrıca işyerlerine gelen müşterileri misafirleri gibi
görmektedirler. Bu da bir bakıma erkek girişimcilerden farklı olarak işlerini
profesyonel olarak görmekten çok, özel alanın kamusal alana taşınması
anlamına gelmektedir. Yani kadın girişimciler müşterilerini konaklama ve
yeme-içme sektörü içerisinde yani ağırlama sektörü içerisinde kabul ederek
enformel ilişki ağını geliştirmekte, böylece sosyalleşmekte ve eviçi hizmet
alanlarını kamusalda sunmaktadırlar.
Bodrumda yeme-içme sektöründe faaliyet gösteren 61 yaşındaki kadın
girişimcinin ifadesi bu durumu ortaya koymaktadır:
“Kadınlar daha temkinli. Erkekler, burası batabilir diyor ama kadın orayı
sahipleniyor ve hayır burası olmalı, burası tutmalı, mutlu olmalıyım, gelen
misafirlerim, misafirliğini gördüğü için, iyi olmalı kadın da böyle bir algı
var. Erkekte bu algı pek yok bence. Biz kadınlar mekânlarımızı girişimci
olduğumuz restoranlarımızı özellikle çok daha fazla evimize benzetiyoruz.
Sanki buralar evimizden bir köşe. Akşama yemeğe misafirim var, balık
yapacağım, salata yapacağım. Aşçım var, yardımcım var sanki ben
organize edeceğim. Onları karşılayacağım. Güzel hoşça vakit geçireceğim
diye bakıyoruz bence. Erkekler daha çok bu turizmin özellikle para
kısmındalar. Onlar için işleri. Bizim için ise evimiz yerine koyduğumuz
işimiz.”
Kaş’ta konaklama sektöründe faaliyet gösteren başka bir kadın
girişimci de yine bu durumu içselleştirerek şöyle ifade etmiştir:
“Müşteriler karşılarında sürdürülebilir şirketler görmek isterler. Mesela
tekrarlayan bir sürü misafirimiz var. Her zaman her geldiklerinde aynı
kalitede hizmeti görebiliyorlar. Hiç bir farklı sürprizle karşılaşmıyorlar.
Biliyorlar ki burada onların her problemiyle her zaman ilgilenebilecek bir
ev sahibi var. Çevremizde daha iyi tesisler orda kaldığımızda buradaki aile
sıcaklığını, sıcak atmosferi bulamıyoruz. Çünkü biz her şeyleriyle
ilgileniyoruz. Burada evimize gelmiş misafir gibi davranıyoruz.”
Kadın girişimciler yaşamış oldukları bu deneyimlerin yanı sıra ayrıca
toplumsal cinsiyetten kaynaklı pek çok riskle de karşı karşıya kalmaktadırlar.
Kadınlar turizm sektörünün tehlikelere açık bir sektör olması ve eğlence alanı
olarak görülmesi gibi nedenlerle (Jeffreys, 1999) de sektörde pek çok tacizle
karşılaşabilmektedir. Özellikle Marmaris ve Bodrum’da kadın girişimciler bu
127
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
durumdan
duydukları
rahatsızlıkları
“koruyucu
ataerkillik”
olarak
değerlendirebilecek
olan
yakın
erkek
akrabaların
korumacılığı
ile
uzaklaşmaktadırlar. Özellikle Marmaris’teki kadın girişimcilerin telefonlarına
yakın erkek akrabalarının çıkması ve aile işletmesi şeklinde çalışmaları bunun
açıkça göstergesidir.
Bodrum’da ise özellikle 2 kadın girişimci yaşamış oldukları tacizleri şu
şekilde belirtmişlerdir. Bu kadın girişimcilerin ortak bir özelliği ise her ikisinin
de boşanmış olmasıdır. Bu da kadın girişimcileri sektörün ‘tehlikeli’ doğasının
içerisine daha çok çekmektedir. Bodrum’da yeme içme sektöründe girişimci
olan 61 yaşındaki katılımcı, toplumsal cinsiyet bakış açısının kadınlara atfettiği
duygusal olma rolünü içselleştiren bir tutum içinde, riske girmediğini şu şekilde
ifade etmiştir:
“Algı işte, kadın çok fazla riske girip de o duruma düşmeyi göze alamıyor.
Çünkü kadın daha çok sıkıntı çekiyor öyle bir durumda. Daha çok üstleniyor
her şeyi. Erkeklerin daha çok riske girmeleri cesur olmaları bu kadar hisli
olamamaları belki de ama kadınlar öyle değil biz daha duygusalız. İşin içine
korku ve duygu giriyor. Geleceğe daha güvenle bakmak istiyoruz. Aslında
ipleri tutmaya çalışıyoruz, mümkün değil sağlınız da gider. Normalde evin
idaresinde de kontrol kadındaysa daha fazla birikim yapılıyor mesela.”
Bodrum’da yeme-içme sektöründen 2 kadın girişimci ise, diğer kadın
girişimcilerden farklı olarak toplumsal cinsiyetten kaynaklanan risklere dikkat
çekmişlerdir. Medeni durumu “boşanmış” olan bu iki kadın girişimci de turizm
sektöründe ve Bodrum’da yaşamaktan dolayı kendilerini kadın olmaları
nedeniyle riskli hissetmektedirler. Ancak yine de bu sektörde bulunmaktan
vazgeçmemektedirler. Katılımcılardan 49 yaşındaki kadın girişimci bu riskli
alanı şu şekilde açıklamıştır:
“Ben çok güçlü bir insan olduğum için ayaktayım. Yoksa çok zor. Güçlü
olmasaydım herkes bakıyordu bana. Bu kadın boşandı artık. Kesin iflas
eder, gider buradan dört gözle bakıyorlardı. Ama hiç de öyle olmadı. Kadın
olduğumdan dolayı böyle bir risk yaşadım. Benim dışımdaki restoran
işleten kadınlar da yaşar bence. Tekim çünkü ben. Tek başıma ayakta
kalıyorum. Ama burada 9 kişiye de ekmek veriyorum. Turizmde kadın
olmak zor. Sen kadın olduğun için seni herkes ezmeye çalışıyor. Nasılsa
kadın bu kandırırız gibisinden ama işte. Tabii ki ben şuan bir erkekten daha
güçlü hissediyorum. Güçlü olmazsan erkekler seni yok eder.”
48 yaşındaki yeme-içme sektöründe Bodrum faaliyet gösteren kadın
girişimci de benzer doğrultuda bu risk alanını şu şekilde ifade etmiştir:
“Burada iş yapmam bile sorun oluyor. Ya razı olacaksın ya da bu işi
yapmayacaksın. Ben yumuşak olduğum için ya da beni kadın olarak
gördükleri için böyle kötü davranılıyor. Beni kadın olarak gördükleri için
böyle. Erkek olsa daha farklı olurdu. Yani dükkan açıyorsun, iş yapacaksın.
Başına dert oluyor. İnadına risk alıyorsun. Erkek olsa böyle yapmazlardı. “
128
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
Sonuç
Bir risk üstlenme faaliyeti olarak girişimcilik, artık kadınlar için de
önemli bir ekonomik faaliyet alanıdır. Ancak hem ülkenin ekonomik ve siyasal
belirsizliklerinden kaynaklanan mali riskler, hem de turizm gibi sektörün
mevsimsel, emek yoğun ve aile işletmesine dayanıyor olması, kadın girişimciler
açısından toplumsal cinsiyet bağlamlı riskleri de beraberinde getirmektedir.
Kadın girişimcilerin sahip olduğu işletmelerin büyük çoğunluğu mikro ölçekli
aile işletmelerdir. Kadınlara yönelik olumsuz bakış açısı, sektörde kadınların
girişimcilik faaliyetlerini etkileyebilmekte, kadınlar ailelerinden daha fazla
sosyal destek beklemektedir. Ekonomik risklerin telafisinde ise, daha fazla
kredilere ihtiyaç duymaktadırlar. Bu nedenle ülke önceliklerini dikkate alarak
bu işletmeleri geliştirici politikalar izlenirken, sınırlı mikro kredile yerine,
sektörün ve kadınların ihtiyaçları göz önüne alınmalıdır. Nitekim bu araştırma
kapsamında görüşülen kadın girişimcilerin için mali riskler arasında krediler öne
çıkarken, sorun artık erişim değil, kredilerin niteliği olmuştur. Bu nedenle kadın
girişimcilerin mali risklerinin azaltılmasında kredi olanaklarının arttırılması,
bölgesel ve sektörel yapıların dikkate alınarak, kredi olanaklarının sunulması
gereklidir. İyi kredi olanakların kadınları daha fazla girişimciliğe yönelteceği
unutulmamalıdır.
Küreselleşmenin etkisinin giderek arttığı turizm sektöründe emeğin
niteliğinin arttırılması gereği, kalifiye işgücünün küçük işletme sahibi olan kadın
girişimciler için de bir gereklilik olduğu da bir gerçektir. Benzer biçimde turizm
sektöründe ekonomik riskler alanlarını belirleyen bir başka etken, siyasal
iktidarların izlediği dış politikalardır. Türkiye’nin turizm sektörünü geliştirecek
barışçıl politikalara ihtiyaç vardır. Özellikle küçük girişimci kadınlar için sosyal
olarak bir avantaj olan turizmde doğmanın sağladığı olumluluk, sektörde kadın
girişimci oranın artmasında pozitif etki yaratacaktır. Yine önemli bir risk alanı
olan sosyal riskler kapsamında diğer kadın istihdam olanaklarında olduğu gibi
kadın girişimciler için de çocuk bakım ve kreş olanaklarının geliştirilmesi,
sektöre hem kadınların girişini teşvik edecek, hem de kadın girişimcilerin aile
ve iş dengelerinin uyumlaştırılmasına olanak tanıyacaktır.
Kaynaklar
Alada, D. 2001, “İktisadi Düşünce Tarihinde Girişimcilik Kavramı Üzerine Notlar”, İ.Ü.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 23-24, ss. 47-52.
Bozyer, Ü. 2008, Kent Dokusunun Oluşmasında Turizmin Etkisi Bodrum Örneği,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Cooper, A. C. ve Artz K. W. 1995, “Determinants of Satisfaction for Entrepreneurs”,
Journal of Business Venturing, November, 10 (6), ss. 439-457.
Çelebi, N. ve Sallan, S. 1997, Turizm Sektöründeki Küçük İşyeri ve Örgütlerinde Kadın
Girişimciler, T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü,
Ankara.
Dilber, İ. 2007, “Turizm Sektörünün Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkisinin Girdi-Çıktı
Tablosu Yardımıyla Değerlendirilmesi”, Celal Bayar Üniversitesi Yönetim ve
Ekonomi Dergisi, 14(2), ss. 205-220.
129
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 115-131.
Durgun, A. 2006, Bölgesel Kalkınmada Turizmin Rolü: Isparta Örneği, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Isparta.
Enloe, C. 2003, Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler Feminist Bakış Açısından Uluslararası
Siyaset, Çev. E. Aydın ve B. Kurt, Çitlembik Yayınları, İstanbul.
Erdem, F. 2001, “Girişimcilerde Risk Alma Eğilimleri ve Belirsizliğe Tolerans İlişkisine
Kültürel Bir Yaklaşım”, Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı: 2, ss.43–61.
Jeffreys, S. 1999, “Globalizing Sexual Exploitation: Sex Tourism and the Traffic in
Women”, Leisure Studies, 18(3), ss. 179-196
Jeffreys, S. 2003, “Sex Tourism: Do Women Do it Too?”, Leisure Studies, ss. 223–238.
Gülbahar, O. 2008, “Turizmin Türkiye’de 1980 Sonrası Dönemde Cari İşlemler Dengesine
Etkisi”, Journal of Qafqaz University, ss.154-169.
Gürkan, C. 2007, "Veblen, Schumpeter ve Teknoloji”, içinde Kurumsal İktisat, (Der.) E.
Özveren, İmge Kitabevi, Ankara, ss. 237-282.
Hall, C.M. 1996, “Wine Tourism in New Zealand”, in Tourism Down Under, Tourism
Research Conference, (Ed.) G. Kearsley, Centre For Tourism, University of
Otago, Dunedin, pp. 109-119
Held, D. 1980, Introduction to Critical Theory, University of California Press, Berkeley,
CA.
Işık, N. Göktaş, D. Kılınç, E., 2011, “İktisadi Büyümede Girişimciliğin Rolü”, Girişimcilik
ve Kalkınma Dergisi, 6(1), ss. 147-178.
Hisrich, R.D.&Peters, M.P., 2002, Entrepreneurship, McGraw-Hill Higher Education, USA.
Keskin, S. 2014, “Türkiye’de Kadın Girişimcilerin Durumu”, Girişimcilik ve Kalkınma
Dergisi 9(1), ss. 71-94.
Kurtsan,
M.
2006,
Türkiye’de
Kadının
Konumu
ve
www.toprakisveren.org.tr/200669meltemkurtsan.pdf,
(Erişim
4.Nisan.2011).
AB,
Tarihi:
Oktik, N., 2001, “Turizm Sektöründe Çalışan Kadınların Toplumsal Değişime Etkileri”
Sosyal
ve
Beşeri
Bilimler
Araştırmaları
Dergisi,
ss.
1-7.,
http://www.sobbiad.mu.edu.tr
/index.php/asd/article/view/73/78
(Erişim
Tarihi: 4 Nisan 2011).
Olalı, H. ve Korzay, M. 1993, Otel İşletmeciliği, Beta Yayınları, İstanbul, ss.10-11
Örümcü. A. 2015, Girişimci Kadınların Başarı ve Güçlenme Öykülerinin Toplumsal
Cinsiyet Analizi: Batı Akdeniz Örneği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim
Dalı, Isparta.
Özen Kutanis, R. 2003, “Girişimcilikte Cinsiyetin Rolü: Kadın Girişimciler”, 11. Ulusal
Yönetim Organizasyon Kongresi, 22-24 Mayıs, Kocatepe Üniversitesi, Afyon.
Özen Kutanis, R. ve Bayraktaroğlu, S. 2002, “Crosscheck of the Perceptions on Women
Entrepreneurs in SMEs”, Small Business and Entrepreneurship Development
Conference, 15-16 April, University of Nottingham, İngiltere, ss. 350-356.
Kutanis, Ö. ve Apaslan, R. 2006, ”Girişimci ve Yönetici Kadınları ProfilleriFarklı mıdır?,’’
Afyon Kocatepe Üniversitesi İİBF Dergisi, 8(2), ss. 139-153.
Öğüt, A., Şendoğdu, A. ve Yılmaz, N. 2006, “Bilişimci Girişimci Tipolojisi Açısından Bilgi
Yönetiminin İlkeleri”, İ.İ.B.F. Uluslararası Girişimcilik Kongresi, Dizi: 11. No: 86,
Kırgızistan– Türkiye Manas Üniversitesi Bilig, Bişkek.
Özar, Ş. 2005, GAP Bölgesi’nde Kadın Girişimciliği, Gap-Gidem Yayınları, Ankara.
Öztürk,
130
A. H. 2013, Turizm Gelişiminin Girişimcilik Faktörleri Çerçevesinde
Değerlendirilmesi: Beypazarı ve Safranbolu Üzerinde Karşılaştırmalı Bir Çalışma,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü,
Ankara.
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Turizm Sektöründe Kadın Girişimcilerin Risk Alma Deneyimleri”
Soysal, A. 2010, “Türkiye’de Kadın Girişimciler: Engeller ve Fırsatlar Bağlamında Bir
Değerlendirme,’’ Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 65(1), ss. 83-114.
Turizm Yatırımcıları Derneği. 1996, Turizm Yatırımlarının Ekonomiye Katkıları, İstanbul.
UNWTO. 2013, Tourism Highlights, 2013 Edition.
UNWTO.
2015, Tourism Highlights, http://Mkt.Unwto.Org/En/Publication/UnwtoTourism-Highlights-2015-Edition.
Ufuk, H. and Özgen, Ö. 2001, “The Profile of Women Entrepreneurs: A Sample From
Turkey”, International Journal of Consumer Studies, 25, ss. 299-308.
Urry, J. 1995, Consuming Places, Routledge, Londra.
Wilson, P. J. 1988, The Domestication of The Human Species, Yale University Press, New
Haven.
Yanardağ, M. Ö. ve Avcı M. 2012, “Turizm Sektöründe İstihdam Sorunları: Marmaris,
Fethiye, Bodrum İlçeleri Üzerine Ampirik Bir İnceleme”, Ege Stratejik
Araştırmalar
Dergisi,
3(2),
ss.
39-62.
http://Esam.Ege.Edu.Tr/Makaleler/Temmuz-2012/Makale-3.Pdf (Erişim Tarihi:
05 Mayıs 2016).
Yetim, N. 2002, “Sosyal Sermaye Olarak Kadın Girişimciler: Mersin Örneği,’’ Ege
Akademik Bakış Dergisi, 2(1), ss. 79-92.
Zengin, B. 2006, Turizm Coğrafyası, Sakarya: Sakarya Üniversitesi Yayını No: 36,
Üniversite Basımevi, Sakarya.
131

Benzer belgeler