sayi 7 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 7 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
Yıl: 1 Sayı: 7 • TEMMUZ 2012
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği
EsasMedya Ltd. Şti. adına
Fakültesi Dekanı
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
M. Esat GÜZELGÖZ
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Yayın Editörü
Hande AYDEMİR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Ankara Milletvekili
Prof. Dr. Elif DAĞLI
Hukuk Danışmanı
Av. Bekir EREN
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi
(SSUK) Başkanı
Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN
Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı
Prof. Dr. Hakan ŞATIROĞLU
Şatıroğlu Sürekli Eğitim Sağlık ve
Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı
Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Uşak Üniversitesi Öğretim Üyesi
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Yayın İdare Merkezi
Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3
Çankaya / Ankara
Tel : 0312 472 44 63
Faks: 0312 472 44 83
Prof. Dr. Mustafa SOLAK
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi /
Adana Milletvekili
Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı / Malatya Milletvekili
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları
ABD Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi
Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı
Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Klinik Şefi / Uluslararası Sağlık Federasyonu
(USAF) Genel Başkanı
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
İstanbul Üniversitesi Rektörü
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi
Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
Halkla İlişkiler
İ. Mediha İMAMOĞLU
Kurumsal İletişim
M. Suat GÜZELGÖZ
Tanıtım ve Reklam
Şeyda ÖZALP
Sevdican GÜNEŞ
Grafik Tasarım
EsasMedya Tasarım
Yayın Türü
Yaygın Süreli
Basım Yeri
İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş.
Macun Mah. 3. Cd. No:2 (A Girişi) İstanbul
Yolu 6.Km Yenimahalle/ ANKARA
Tel: 0312 397 91 40
Basım Tarihi
Temmuz 2012, ANKARA
Sağlık ve İnsan Dergisi, Basın Meslek
İlkelerine uymaya söz vermiştir. Dergimiz
bütün sağlık çalışanlarına ve sağlıkla
ilgilenen muhataplarına EsasMedya Ltd.
Şti.’nin hediyesidir. Kaynak gösterilmeden
yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz.
Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın
yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma
yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına
aittir.
®EsasMedya - 2012
®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
Destek ve katkıları için
SAĞLIK BAKANLIĞI’na teşekkür ederiz.
Dergimizin bütün sayılarına www.saglikveinsandergisi.com
adresinden ulaşabilir ve pdf formatında indirebilirsiniz.
ıp
T
i
h
i
c
r
e
T
ı
ğ
ı
l
ş
ı
m
n
a
d
A
n
ı
r
a
l
n
Ola
az
. Dr. Hınç Yılm
Başhekimi Uzm
si
ne
ta
as
H
rı
- Hastalıkla
kaleme aldı.
yısının kapak ko
sa
.)
(7
uz
m
in detaylı olarak
iç
m
er
Te
zl
n,
bi
sa
İn
i
in
ve
ağlık
ayırdı. Tercih
ik kavram(tıp) eğitimine
insana e sağlık ve müz
i
nusunu sağlık
is
in
ek
nd
zb
ke
Ö
k
i
ef
ra
Özbek
Dr. Han
anında yapa
yelken açıyor.
n- Doç.
ra
ile
la
lg
uk
bi
sağlık ve tıp al
,
uf
ek
ni
m
ye
et
e
ile
olanları motiv
nın buluşması
mini taşıyor.
ız dosya ları
adamaya aday
ım
ığ
ad
rl
üzikoterapi” is
zı
“M
ha
;
sı
ile
zı
ı
ya
ac
ın
am
an
Hoc
stermek
. Dr. Gökhan
dirmek ve yol gö
şkanımız Prof
Ba
K
en hekimleriYÖ
lı.
r. Turhan liği Fakültesind
D
.
im
of
ek
Pr
H
oldukça kapsam
ve
iş
D
lu
cıoğ
tepe
emli bir
. Dr. Safa Kapı
ızı Hacet
ü” yazısı ile ön
of
ın
üğ
Pr
,
ağ
ür
Ç
ya
ac
ı
sa
uy
ağ
in
Ç
ok
et
k
Ç
uklu
nı ilgi ile
miz, “Erken Çoc
ımızın yazıları
ize taşıyor.
Yavuz Hocalar
yu gündemim
nu
ko
umuyoruz.
yesi Prof. Dr.
ltesi Öğretim Ü
ve Murat kü
e
Fa
öz
p
şg
Tı
Ba
pe
re
te
ahaleHacet
nusuyla ilgili Em
lik cerrahi müd
en” Yine
ne
en
yö
ğr
“ö
ne
zi
in
Yine kapak ko
be
in
t
m
oi
ğlık eğiti
aşıyor.
ya Yorgancı, tir
ları da tıp ve sa
dünyası ile payl
ve İnsan Ka
tıp
lık
iti
ağ
sp
“S
Aksoy’un yazı
te
r.
r
bi
yo
ç
ıtı
ns
lerle ilgili ilgin
i görüşlerini ya
anışma KuruD
tarafının samim
n
yı
Ya
in
iz
larından biamıza, dergim
k tartışılan konu
Dr. Yunus
ço
.
of
en
Pr
ın
Portre” çalışm
ü
ay
i
ör
ik
kt
n
Re
ize almış Kürtaj so
ul Üniversitesi
yu gündemim
rdık.
nu
dı
ko
an
çl
da
ız
ta
ı
m
lu Üyesi, İstanb
ız
yı
sa
n
dosyam
i yazarın özgü
risiydi. Haziran
ızı konuk ederek
aj konusunu ik
rt
kü
Söylet Hocam
da
.
da
ız
uz
tık. Bu sayım
a devam ediyor
(Tıp) Eğitimi”
arak tartışmay
ık
ay
ğl
tıl
Sa
ın
k
al
ra
nı
la
rı
O
la
ışlık Tercihi
esir- yorum
“Bir Adanm
ğerli katkılarını
de
da
miz ince
ın
as
lm
uşturu
ğra
kitap köşeleri
Bu
ve
at
a
ih
N
m
r.
ne
D
dosyamızın ol
si
iz,
cıoğlu ve
Haberlerim
. Dr. Safa Kapı
ize sunuluyor.
gemeyen Prof
z.
narak istifaden
ru
ku
yo
do
nu
k
su
sı
ı
ız
ip
m
en
rı
el
kranla
Ağaoğlu’na şü
r.
ktörü Prof. D
i”
bir derg
niversitesi Re
an
Ü
un
pe
ok
te
ve
ca
k
uz
Ko
çe
rulum a
san Dergisi “ger
ım- Afyon
n Danışma Ku
ad
yı
in
Ya
,
em
ız
,
ak
am
Sağlık ve İn
ar
oc
H
rı
ndini aş
amıza katkıla
Mustafa Solak
her sayısında ke
mızdan itimi kapak dosy
yı
iti
sa
Eğ
olma yolunda
.)
)
(7
ıp
(T
uz
ru
ık
m
m
diyo z.
katıldı. Sağl
vam ediyor. Te
ve hoş geldiniz
or
iy
ed
.
ür
or
larla yoluna de
kk
ıy
şe
tıl
te
ler ka
için kendisine
lemize yeni isim
baren, yayın ai
ı Kurumu
iye Halk Sağlığ
yahat
rk
se
Tü
ve
ın
ız
af
ğr
ım
to
ığ
sanat, fo
Sağlık Bakanl
“Aşırı Sıcaklara
ik, şiir, resim,
Kendisi de için hazırlanan
.
ız
ak
m
Artık, müz
ac
rı
al
la
r
ur
ye
ok
k
dan
e” başlıklı
izde daha ço
ze’nin tarafın
an ve Beslenm
vi
az
A
f
m
ri
Ra
A
ı
r,
ıs
yazıları dergim
la
tç
ak
ıc
bir
sana
Dikkat” ve “S
huzurlu, mutlu
ı olan fotoğraf
lı,
an
uk
ık
lış
oc
ğl
Ç
ça
sa
a
ık
r,
rd
ğl
yo
la
sa
ki
bir
izi çe
tırdığı “Dağ
zılara dikkatin
izi diliyoruz.
aş’tan bize ulaş
k özgün ya
ce
ke
çe
zonu geçirmen
Kahramanmar
i
iz
se
z
in
at
ya
kk
ve
di
an
de
az
ası sizin
çok az Ram
Olmak!” çalışm
r. Hakkında
yo
lu
nu
su
e
rl
k
şiirle
Ankara Mesle
fotoğraf ve
hastalıklarını
k
le
es
m
iz
şey bildiğim
GÖZ
S
L
E
t GÜZ
M. Esa
tı:
ak
B
a
ay
yn im!” an
A
iş
z
ır
Ke leşm ırakt
k
İl enç ı B ldi
“G aray t Edi
Sig ı İca
Aş
u
us
n
kko
40
a
p
ka
10
l
iO
i çi
B
ih
erc
T
k
ğ
Sa
ışlı
anm
d
ir A
k,
ara
16
’de
e
nd
ye
rki
Tü
lık
ğ
Sa
20
lü
n
zÖ
ya
Be
klü
B
el
ine
r
ele
lt
kü
Fa
kış
a
ir B
n
Ge
im
ğit
E
)
Tıp
(
lık
i
im
it
Eğ
42
er
kil
Tıp
on
akk
ü
8
26
usu
“G
i
im
it
Eğ
kap
6
n
ata
aşl ı:
B
r
ası Uya
ny
z!”
pa emli lıyı
m
a
Ka Ön
tm
ele ’dan
a
d
a
ğ
c
a
ım
Mü kd
ad
le nı A
y
n
e
i
a
t
b
ezi Bak
10
Ob ğlık
e
a
S
nd
24
da
A
ve
Tıp
k
şlı
ı
nm
ihi
e
ült
k
Fa
f.
28
Pro
un
.Y
r
D
34
am
yaş
d
lar
ğ
Da
k
ma
l
kO
cu
o
aÇ
YL
Ö
sS
u
ini
i
vis
ild
a
ç
d
e
e
k
S
iş T yaca ktor
D
a
o
e
ıl
iD
eld Karş
y
z
İ
Ö K
En
SG
de
’
D
AB
SAYI 7 / TEMMUZ 2012
e
rtr
o
p ET
erc
si T
58
D
İçi
ç
vu dı
e A aşla
v
B
e
çet ası
e
m
R
E- gula
Uy
i
62
n
ke
Er
re
i
em
lm
Bi
ler
n
ke
j
rta
52
n
rde di:
e
l
lik te
ali ını İs kat!
V
ı
r
ik
lığ ala ra D
n
lm la
ka
Ba bir A ıcak
k
ı
ğl Ted şırı S
Sa
A
rh
e
aM
z
Ya
a
ab
m
De
54
Sıc
a
r,
kla
.
n
aza
m
Ra
?
en
ed ildir
N
ğ
,
j
e
rta t D
Kü naye
Ci
72
i
loj
no idir
k
Te ml
ve Öne
lim e
Bi vgi d
e
rd Se
nse dar
a
K Ka
n..
e
işk
sü
ve
56
76
me
en
sl
Be
r
ille
m
stu les”
o
b
n D ha
Ca touc
“In
r
80
ap
kit
,
es
stu nı N
o
a
D
vre Uzm
e
Ç rım
Ta
film
yo
li
Ge
i
ah
70
gü
n
Dö
ğ
Ça
rr
Ce
z
i
s
”
rek ttik.
e
k G it E
eli Tesp
n
ö ı
e Y ığın
n
i
z
ld
Be Yapı
t
i
iro le
“T daha
Mü
68
Kü
50
u
c
Ço
66
e
zG
k
klu
ü
rüğ
ü
ıÇ
a
M
zi
Mü
tışm
kH
e
esl
la
lık
a
ast
İ
ra
Te
e
kl
tar
44
le
rı i
li
lgi
p
r İz
a
am
ik
üz
M
i“
i”
ap
r
ote
haber
Obeziteyle Mücadele Kampanyası Başlatan
Sağlık Bakanı Akdağ’dan Önemli Uyarı:
“Günde 10 bin adım atmalıyız!”
6
S
ağlık Bakanı Recep Akdağ, aşırı
kilo sorununun dünyada olduğu gibi Türkiye’de de salgına
dönüştüğünü, bunun için obeziteyle
mücadele kampanyası başlattıklarını
bildirdi. Kilo problemine karşı günde
10 bin adım atılması gerektiğini belirten Akdağ, vatandaşlara ücretsiz
adım ölçer dağıtacaklarını açıkladı.
Sağlık Bakanı Akdağ, düzenlediği
basın toplantısında, obeziteyle mücadele için başlatılan kampanyayı
tanıttı. Şişmanlık ve hareketsizlik
konusunun toplumun gündemine
sokulması gerektiğini, Dünya Sağlık
Örgütü’nün çalışmasına göre dünyada her yıl 3 milyona yakın insanın
aşırı kiloya bağlı hastalıklardan hayatını kaybettiğini vurgulayan Akdağ,
obezitenin tansiyon, şeker, kalp gibi
sağlık sorunlarına yol açtığına dikkati
çekti. Sağlık Bakanı Akdağ konu ile
ilgili şunları söyledi:
‘’Dünyada olduğu gibi Türkiye’de
de aşırı kilolu olma hali salgına dönüşmüş durumda. Son 25 yılda aşırı
kiloluluk ikiye katlanmış durumda.
Vücut kitle indeksi 25’in üstündeyse bu kişiye bilimsel anlamda ‘kilolu’
diyoruz. Bunun dünyada yüzde 35’e
ulaştığını görüyoruz.’’
Vücut kitle indeksinin hesaplanmasıyla ilgili bilgi de veren Akdağ:
‘’Sabah giyinmeden tartılıp ölçülen
kilo boyun karesine bölündüğünde,
çıkan sonuç 25’in üstündeyse
kilo fazlası olan kişisiniz ve
mutlaka bu hususta tedbirler almanız gerekir.
30’un üstündeyse de
şişmansınız, obezsiniz, o zaman daha
ciddi tedbirler
almanız ge-
rekir. Dünyada bunun 25’in üstünde
olduğu insan sayısı bugün yüzde 35.
Türkiye’de de bu oranı yakalamış durumdayız. Şişmanlık dünyada erkek
ve kadın gruplarında eşit görülürken
Türkiye’de kadınlarda daha yüksek.’’
dedi.
‘’5-6 kilo daha vereceğim’’
Kilo problemiyle karşılaşmamak
için kişilerin almaları gereken önlemlere de dikkati çeken Akdağ, ‘’Piyasada dolaşan bir dolu diyet ve egzersiz
önerisi var. Bunları basitleştirmemiz
lazım. Vücut kitle indeksimiz yüksekse tükettiğimizden daha az kalori almalıyız, tıka basa yememeliyiz’’ diye
konuştu.
Kendisinin de kilo vermek için
çaba gösterdiğini bildiren Akdağ,
‘’Son bir yılda 10 kilo verdim. 80 kiloya kadar çıkmıştım. Vücut kitle indeksim 30’a kadar çıkmıştı. 10 kilo
verdim. Şimdi vücut kitle indeksim
27. Birkaç ay içinde 25, hatta biraz
daha altına indirmek için 5-6 kilo vereceğim’’ şeklinde konuştu.
Yemek yemenin bazıları için büyük bir keyif olduğunu, bu zevkten
kısmen vazgeçmek gerektiğini ifade
eden Akdağ, ‘’Az yemek yemeli, acıkmadan sofraya oturmamalı, doymadan kalkmalı, mutlaka egzersiz yapmalıyız’’ dedi. Katları inip çıkarken
asansör yerine merdiven kullanılmasını, kısa mesafelerde araç kullanmak
yerine yürünmesini öneren Akdağ,
vücut kitle indeksi kavramının vatandaşların zihninde yer etmesi,
25’in üzerinde olanların aile hekimlerinden yardım alması gerektiğini
söyledi. Obeziteyle mücadelede Milli
Eğitim, Tarım ve Hayvancılık gibi bakanlıklar ve diğer kurumlarla işbirliği
yapmak istediklerini kaydeden Akdağ, şunları söyledi:
‘’Günde 10 bin adım
atmalıyız. Bunun için vatandaşlarımıza ücretsiz adım ölçer dağıtacağız.
Bununla ilgili alım sürecini başlattık,
Bakanlar Kurulu’ndan yetki istiyoruz.
Ben 10 kiloyu çok hareket etmediğim
halde verdim. İki günlük bir egzersiz
programım olmasına rağmen bunu
ancak bir gün uygulayabiliyorum.
Kilo vermek için günde 10 bin adım
atılmalı, bu daha sonraki süreçte 8
bine inebilir.’’
TV dizilerinde beslenmeyle ilgili
olumlu mesajlar verilmesi için katkı
istediklerini hatırlatan Akdağ, ‘’Süreç
içerisinde dizi ve televizyon sektörünün halk sağlığı açısından bize bu
hususta destek vereceğini zaten biliyoruz. Birlikte çalışarak onların da
farkındalığını artırmak, onların da bu
işin içerisine dahil etmek. Düşüncemiz öncelikle bu’’ dedi. Akdağ, dizilere yönelik bakanlığının danışmanlık
yapabileceğini de bildirdi.
Aile hekimlerine pozitif performans
Sağlık Bakanı Akdağ, bir soru
üzerine, aile hekimlerinin obeziteyle
mücadeleye katkısı için düzenlemeler getireceklerini, kronik hastalıklar, sigara ve obezite konularında
başarılı olan aile hekimlerine pozitif
performans verilmesinin öngörüldüğünü, bununla ilgili düzenlemenin
TBMM’nin gündemine alındığını söyledi.
Yerel yönetimlere de obeziteyle
mücadelede büyük görev düştüğünü belirten Akdağ, bununla ilgili yeşil
alanların artırılması, bisiklet yollarının yapılması gibi projelerin uygulamaya geçirilmesi gerektiğini söyledi.
Akdağ, ‘’Bisiklet kullanılacak alanlar
yok denecek kadar az. Özellikle küçük şehirlerde bunlar yapılıyor, büyük şehirlerde bunu teşvik edelim.
Bütün bu çevre şartlarında belediyelere görev düşüyor’’ diye konuştu.
7
haber
Özelde Diş Tedavisini
SGK Karşılayacak
Sağlık Bakanlığı ve SGK’nın 2012 eylem planına göre,
özel ağız ve diş sağlığı merkezleriyle sözleşme imzalayarak bu kurumlardan hizmet satın alımına gidilecek. Sözleşme çerçevesinde genel sağlık sigortası kapsamındaki
sigortalılar, ağız ve diş tedavisinde özel diş hekimlerinden
yararlanabilecek. SGK, Türk Diş Hekimleri Birliği ve oda
başkanlarıyla bir araya gelerek Genel Sağlık Sigortası olan
vatandaşların bilgilerini bulunduran MEDULA sisteminin
özel ağız ve diş sağlığı merkezlerinde de uygulanması
yönünde anlaşmaya vardı. Böylece MEDULA programına
ağız yapısı, tedavi türlerinin belirlenmesi ve hasta takibi
gibi modüller yüklenecek. Öte yandan özel diş hekimine
ödenecek tavan ücret de sözleşme kapsamında belirlenerek hizmet satın alımı başlatılacak. Yeni sistemle vatandaşlardan ‘diş taşı temizleme’, ‘dolgu’, ‘parlatma’ gibi tedavilerde belli miktarda katılım payı alınması beklenirken;
köprü, protez gibi tedavilerde katılım payının biraz daha
yüksek oranda olması planlanıyor.
ABD’de En İyi Doktor Seçildi
ABD’nin en iyi doktorlar listesine bir
Türk doktor girdi. Listeye giren onkolog
Ömer Küçük, kanser araştırmaları yapıyor.
ABD’nin Atlanta eyaletinde 51 yıldır yayınlanan yaşam dergisi Atlanta, eyaletteki
doktorlar ve hastaneye başvuran yüzlerce
kişi arasında yaptığı anketle “en iyi doktorları” belirledi. Dergi tarafından her yıl
belirlenen 315 doktor arasında Türk onkolog Ömer Küçük de yer aldı. Prostat kanseri, kanser tedavisi sırasında beslenme ve
beslenme şekillerinin kanser üzerindeki
etkileri konusunda uzman olan Ömer Küçük, Atlanta’daki Emory Winship Kanser
Enstitüsü’nde görev yapıyor. Küçük’ün
özellikle hastalardan aldığı oylarla listeye
girdiği ve hastalarla iletişiminin çok iyi olduğu belirtildi. Yunanistan’dan Akhisar’a
göçen bir ailenin oğlu olan Küçük, 1975’te
Hacettepe Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ABD’ye gitti. Küçük, 1984’ten
beri kanser araştırmaları yapıyor.
8
9
Bir Adanmışlık Tercihi Olarak
Sağlık (Tıp) Eğitimi
Prof. Dr. Safa KAPICIOGLU
Keçiören Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Başhekimi
B
u yazıda hayatın vazgeçilmez
unsuru olan sağlığın, eğitim
veçhesinden bahsedeceğim.
Son on yılda sağlığın her alanında
çok büyük ve değerli atılımlar gerçekleşti. Bu değişimden sağlık eğitimi de nasibini aldı. “Bugüne kadar
neler yapıldı?”, “Sorunlarımız nelerdir?”, “Ne gibi çözümler üretebiliriz?”
ve “Bundan sonra neler yapmalıyız?”
gibi sorulara cevap bulmak amacıyla
düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Sağlık eğitimi denince öncelikle sağ-
10
lık hizmetinin sunumunda yer alan
kişilerin eğitimi akla gelmekle birlikte, aslında bu topyekûn toplumun
sağlığı ile ilgilidir ve doğumdan ölüme kadar olan bir süreci kapsamaktadır.
Öncelikle “insanı yaşat ki devlet
yaşasın” diyen bir kültürün mirasçıları
olarak eğitimin, özellikle sağlık eğitiminin, bilgi ve tecrübe birikimlerinin
ilgili alıcılara aktarılmasının ötesinde
bir şey olduğunu, başarılı bir eğitim sürecinde insanların birbirini iyi
ve doğru anlamasının gerekliliğini
unutmamamız gerekiyor. Bunun için
kelimelere yüklediğimiz anlamlar çok
önemli. Bir hekim ve sağlık çalışanı
olarak “dalım gidişiyo yavrum” diyen
anneannemizi veya “benim ev sahibi çok hasta” diyerek aslında evdeki
hanımını, yani hayat arkadaşını kasteden vatandaşımızı duyduğumuzda
10 yılı aşan tıp ve uzmanlık eğitimi-
miz bir anda yetersiz kalabilmektedir.
Sağlık hizmeti veren sağlık çalışanlarının eğitimlerinde vurgulanması
gereken temel nokta, bizlerin yani
sağlıkçıların; kendisine olanca insan
haliyle gelen kişilere, insanlığın kendisine emanet ettiği bilgi ve tecrübeye kendi kattığı şefkatle cevap veren
sosyal görevliler olduğu gerçeğidir.
İnsana ait tüm değerleri bizden hizmet bekleyenler için korumak hem
görevimiz hem de sorumluluğumuzdur.
Şimdi bir ufuk turu yaparak bazı
değerlendirme ve önerilerde bulunalım.
Bugüne kadar neler yapıldı?
Sorunlarımız nelerdir?
Yeni tıp fakülteleri açıldı. Yeni açılanlarla beraber faal olan devlet ve
vakıf tıp fakültelerinin sayısı 70’i buldu. Yeni tıp fakültelerinin kurulması
doğal olarak bir takım sorunları da
beraberinde getirmiştir. Bazı yeni tıp
fakültelerinde fiziki mekân sıkıntıları
ön plandayken bazılarında ise öğretim üyesi istihdamında sıkıntılar yaşanmaktadır. Ayrıca tıp fakültesi kavramı ile “üniversite hastanesi” veya
“sağlık uygulama araştırma merkezi”
kavramlarının da birbirleri ile karıştırılması işleyişte bazı sorunlara yol
açmaktadır.
Sağlık Meslek Liselerinin idaresi
2006 yılında Sağlık Bakanlığından
Milli Eğitim Bakanlığına geçti. Sağlık
Meslek Liselerinde halen 10 ayrı program yürütülmektedir. Bu programlardan hemşireliğin kontenjanı yaklaşık
10 bin, diğerlerinin ise yaklaşık 7 bindir. Bu programlardan biri olan hemşirelik programının lise seviyesinde
devam ederken aynı zamanda lisans
düzeyinde de verilmesi hemşirelik
mesleği açısından bir problem teşkil
etmektedir. Çünkü aynı işi yapmakla
yetkilendirilen hemşirelere bu yetki hem lise hem de lisans eğitimleri
ile verilmektedir. Yeni bir mevzuat
düzenlemesi yapılmadığı takdirde
sağlık meslek liselerindeki hemşirelik
eğitimine kanun gereği 2012-2013
öğretim yılından itibaren son verilecek olması da özellikle hemşire yetersizliğinin gelişmiş ülkelere göre 4 ila
5 kat fazla olduğu ülkemizde acilen
çözüme kavuşturulması gereken bir
sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Yeni Sağlık Meslek Yüksekokulları ile
Hemşirelik Fakülteleri açıldı. Bu üst
öğrenim okullarının açılması nitelikli
hemşire yetiştirilmesi açısından çok
hayati olmakla birlikte en önemli
sorun hemşire kökenli olan öğretim
üyelerinin yani akademisyenlerin sayılarının yetersiz oluşudur.
Önceden tanımlanmış olan Hekimlik, Diş Hekimliği, Eczacılık ve
Hemşirelik dışında kanunla 26 sağlık
mesleği tanımı yapıldı. Yeni tanımlanan bu sağlık mesleklerinin görev
tanımlarının henüz olmayışı da çözülmesi gereken bir konudur.
Tıpta ve Diş Hekimliğinde uzmanlık eğitimini düzenlemek üzere kurulan Tıpta Uzmanlık Kurulu
(TUK) muntazam olarak toplanmaya
başladı ve 2008’den bu yana 40 kez
toplandı. Bu kurul, uzmanlık eğitimleri ile ilgili önemli kararlara imza attı.
Yönetmelikle kurulmasına rağmen
Danıştay’ın bazı hükümleri iptali ile
çalışamaz hale gelen ve kanunla kurulması sonrasında ise YÖK’ün üye
bildirmemesi sebebiyle önemli görevleri olan bu kurulun 2008 yılının
Temmuz ayına kadar toplanamamış
olması ciddi zaman kaybına sebep
olmuştur.
Üniversitelere bağlı Tıp Fakülteleri
ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastaneler arasında afiliasyonlar gerçekleşti.
11
Bugüne kadar 12 afiliasyon yapıldı.
Marmara Üniversitesi ile Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Yıldırım
Beyazıt Üniversitesi ile Atatürk Eğitim
ve Araştırma Hastanesi arasında yapılan protokoller bunlara birer örnektir.
Doğal olarak bu işbirliği ve afiliasyon
yapılırken; yönetim, hizmet sunumu,
özlük hakları, personel hareketi ve
ücretlendirme gibi konularda ciddi
sorunlar yaşanmıştır.
Eğitim ve Araştırma Hastanelerindeki şeflik sisteminde ve klinik idari
yapılanmasında köklü değişikliklere
gidildi. Bütünleşik klinik yapısına geçildi. Klinik şefi ve şef yardımcısı yerine eğitim görevlisi kavramı getirildi.
Klinik idaresinde ihtiyaca bağlı olarak
ve başhekimin görevlendirmesi ile
eğitim sorumlusu ve idari sorumlu
olmak üzere ikili bir sisteme geçildi.
Bu değişiklikte genellikle klinik eğitim sorumluları ile idari sorumlular
aynı kişi olmasına rağmen ayrı olan
12
yerlerde değişimden kaynaklanan
bazı sorunlar yaşanmıştır.
Yıllarca yapılamayan Başasistan
sınavları yapılmaya başlandı ve eğitim ve araştırma hastanelerinin başasistan kadroları güçlendirildi. Kanunla bir yıllık başasistanlar ile yardımcı
doçentlerin uzmanlık eğitimi verebilecekleri vurgulandı.
Artık uygulanmayan hemşirelikte ön lisans programlarından mezun
olan hemşirelerin lisans tamamlama
eğitimleri yapıldı. Böylece ön lisans
mezunu binlerce hemşire lisans mezunu oldu. Sağlık eğitimi konusunda YÖK ile Sağlık Bakanlığı arasında
ilişkiler arttırıldı. Böylece özellikle tıp
fakülteleri ve hemşirelik okullarının
kontenjanları arttı.
Eğitimlerini yurt dışında yapan
uzman hekimlerin denklik işlemlerinde yeni düzenlemeler yapıldı.
Diş hekimliğinde 8 dalda uzmanlık eğitimi yapılması kanunla düzen-
lendi. Bu uzmanlık eğitimleri için ilk
genel sınav olan Diş Hekimliği Uzmanlık Sınavı’nın (DUS) ilk kez bu yıl
(2012) yapılacak olması da önemli
yeniliklerden birisidir.
Ayrıca uzmanlık eğitimi öğrencileri olan asistanların çalışma
şartlarının düzenlemesi ve eğitim
kurumlarının uzmanlık eğitimi kontenjanlarının belli bir düzen göre
planlanması gerçekleştirildi.
Sorunlar için ne gibi çözümler
üretebiliriz?
Bundan sonra neler yapmalıyız?
Sağlık eğitimi alanında son on
yılda yapılan önemli icraatların meyveleri gelecekte toplanacaktır. Çünkü bir kişinin sağlık alanında meslek
mensubu olarak yetişmesi en az 4 ila
5 yıllık bir süreye ihtiyaç duymaktadır. Sağlık eğitimi alanında yukarda
bahsedilen sorunların çözümü için
ise ciddi adımlar atılmıştır ve atılmaya devam etmektedir.
Çözüm için gerek mevzuat değişiklikleri gerekse uygulama düzenlemeleri hızla gerçekleştirilmektedir.
Bu sorunların aşılmasında Milli eğitim
Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve YÖK’ün
birlikte çalışmasının etkisini vurgulamak gerekir. Bu ortak çalışmalar ve
sorunların çözümüne yönelik alınan
kararların hızla hayata geçirilmesi
büyük önem arz etmektedir.
Hem sorunların çözümüne katkı
sağlayacak hem de sağlık eğitimi konusunda gelecek için önemli olduğunu düşündüğüm görüşlerimi de arz
etmek isterim.
Öncelikle sağlık eğitimini bir bütün olarak düşündüğümüzde özellikle sağlık eğitim programlarının
uygulamalı yani pratik eğitimlerinin
gerçekleştiği hastaneleri ve onların
eğitim fonksiyonlarını doğru düzenlememiz gerekiyor. Hastaneler, öncelikli olarak sağlık hizmeti vermek
üzere kurulmuş yapılardır. Bu kuru-
luşlarda verilen sağlık hizmeti sırasında ortaya çıkan eğitim kapasitesini
değerlendirmek için yapılan düzenlemeler ile sağlıkta nitelikli insan gücümüzü yetiştiriyoruz. Bunu, debisi
yüksek bir nehir üzerine hidroelektrik
santrali kurarak enerji üretmeye benzetebiliriz.
İşte bu yapıyı iyi düzenlememiz
ve yönetmemiz sağlık eğitimi açısından önemlidir. Bu bakımdan ister
devlet hastanesi, ister eğitim ve araştırma hastanesi, isterse üniversite
hastanesi veya kamu hastaneleri birliği hastaneleri olsun bütün bu yapıları birer eğitim alanı olarak düşünüp
fonksiyonları ve kapasiteleri ölçüsünde her seviyede nitelikli sağlık insan
gücü yetiştirmek üzere kullanmalıyız.
Üniversitelerin; Tıp, Diş Hekimliği,
Eczacılık, Hemşirelik, Fizyoterapistlik, Diyetisyenlik gibi lisans ve sağlık
teknikerlikleri gibi önlisans alanlarındaki eğitici kapasiteleri arttırılmalı ve
özlük hakları yönünden desteklenmelidir. Bunun için gerekirse sağlık
alanlarında ortak programlar açılmalı
ve kurumlar arası işbirliği imkânları
arttırılmalıdır. Örnek verecek olursak;
hekim ve uzman hekim yetiştirme
görevi bulunan tıp fakülteleri ciddi
altyapı ve eğitici kapasitesine ihtiyaç
duyarlar. Tıp eğitimi uzun, zahmetli
ve pahalı bir eğitimdir. Bir lise mezununun önce hekim sonra da uzman
olması için geçen süre en az on yıldır.
Büyük zorluklarla ve ülke kaynakları
kullanılarak yetiştirilen bu gücün ve
onları eğitenlerin desteklenmesi ve
teşvik edilmesi gerekmektedir.
Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim
ve araştırma hastanelerinde de ciddi sayıda (yaklaşık 1500 kişi) eğitim
görevlisi bulunmaktadır. Bunların
yarıdan fazlası ise akademik unvana
yani profesör ve doçent ünvanlına
sahiptirler. Bu eğitici kadronun üniversite kadroları ile ilişkilendirilmesi,
13
bu kişilerin üniversite bünyesinde
yer almaları sağlık eğitimi açısından
faydalı olacaktır. Bu ilişkilendirme
mevcut üniversitelerle yapılabileceği
gibi yeni “Sağlık Üniversiteleri” kurularak da yapılabilir.
Sağlık meslek liseleri ile üst öğrenimlerindeki mezun sayıları ve aktif
çalışma durumları birlikte değerlendirildiğinde ise hemşirelik programı
hariç, sağlık meslek liselerinin sağlık
lisesine dönüştürülmesi durumunda;
bu liselerde eğitimi verilen alanlardaki sağlık insangücü ihtiyacının üst
öğrenimlerinden karşılanabileceği
anlaşılmaktadır. Ayrıca ortak programa geçilmesiyle 17 bin kişilik bir
kontenjana ulaşılması mümkündür.
Bu bağlamda, hemşirelik hariç insangücü açığının da oluşmayacağı ifade
edilebilir.
Sağlık lisesi mezunlarına ek
puan verilerek üst öğrenime geçişleri sağlanabilir. Sağlık liselerinde
sağlık alanına özgü temel bilgileri
alarak üniversiteye dayalı eğitimden
mezun olan sağlık meslek
mensuplarının yetişmesi ise sağlık
14
hizmetlerinin kaliteli sunumunu da
beraberinde getirecektir. Üst öğrenim yapmak istemeyen sağlık lisesi
mezunları için ise ara sağlık elemanı
olarak çalışabilecekleri pozisyonlar
belirlenerek sağlık kuruluşlarında
açık bulunan yardımcı eleman istihdamı sağlanabilir.
Ayrıca, sağlık meslek liselerinin
sağlık liselerine dönüştürülmesiyle,
mezunlarına mesleki unvan verilmemesi durumunda; günümüzde lise
ve önlisans düzeyinde eğitimleri olan
Anestezi Teknisyenliği ve Teknikerliği
gibi aynı alanlardaki meslek mensuplarının görev, yetki ve sorumluluklarının belirlenmesinde yaşanan sorunlar da giderilmiş olacaktır.
Çok ihtiyaç bulunan hemşirelik
programına gelince; 2012 yılından
itibaren sağlık meslek liseleri hemşirelik programlarına öğrenci alınmayacağı ve 2015 yılında bu programdan son mezunların verileceği
düşünüldüğünde lisans düzeyindeki
hemşirelik programlarının mevcut
kontenjanlarının 2023 yılında tahmin
edilen aktif çalışacak hemşire
insangücü hedefini karşı-
layabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple, 2012 yılından başlayarak 5 yıl
süreyle hemşirelik lisans programlarının mevcut kontenjanında %30 artış
yapılması, lisans programlarının yaklaşık yarısında ikinci öğretime başlanarak mevcut kontenjanın % 40’ı
oranında öğrenci alınması durumunda; aktif çalışanlar, 2015 yılına kadar
sağlık meslek liselerinden mezun
olanlar ve 2023’e kadar lisans programlarından mezun olanların toplam sayısı yaklaşık 352 bin olacaktır.
Böylece, 2023 yılında tahmin edilen aktif çalışacak insangücü hedefi
karşılanabilecektir.
Üniversitelerdeki bu kontenjan
arttırımı gerçekleşmediği takdirde
ise hemşire açığını kapatmak mümkün olmayacaktır ve kanuni düzenleme yapılarak liselerdeki hemşirelik
programlarına devam edilmesi gerekecektir.
Her yönüyle dünyanın gözünü
diktiği ve yakından izlediği lider bir
ülke olan 21. Yüzyıl Türkiye’sinde
sağlık eğitimi alanında da büyük gelişmelerin olacağına ve bunu başaracağımıza yürekten inanıyorum.
E
D
’
E
Y
İ
K
R
E
TÜ
N
İ
M
İ
T
İ
Ğ
E
K
I
L
Ş
I
Ğ
K
A
A
S
B
R
İ
B
L
E
GEN
A
NSAY
ETİ
han Ç
ök
Dr. G
.
f
o
r
P
şkanı
K Ba
YÖ
16
Ü
lkemizde Yükseköğretim Kurumlarında 2011-2012 eğitim-öğretim yılında 3.780.916
öğrenci önlisans, lisans ve lisansüstü
düzey ile tıpta uzmanlık düzeyinde
eğitim görmüştür.
Yine ülkemizde aynı eğitim yılında sağlık alanında ve tüm eğitim
düzeylerinde 128.000’i aşkın öğrenci başarılı bir şekilde eğitim almıştır.
Sağlık alanında eğitim alan öğrencilerimizin önemli bir kısmını Tıp, Diş
Hekimliği, Eczacılık ile Hemşirelik
eğitimi oluşturmaktadır.
Üniversitelerimiz; sağlığın bu
dört alanına yönelik ülke ihtiyaçlarını dikkate alarak önemli gayret göstermektedirler. 2011 yılına ilişkin Tıp
Fakültelerinde 8.900, Diş Hekimliği
Fakültelerinde 2.271, Eczacılık Fakültelerinde 1.509 öğrenci varken, 2012
yılında bu eğitim programlarının
kontenjanları sırasıyla; Tıp Fakültelerinde 9.570, Diş Hekimliğinde 2.785
ve Eczacılıkta 1.660’a yükselmiştir.
Hemşirelik eğitiminde ise öğrenci sayısı 44.000’i geçmiş bulunmaktadır.
Bu dönemde eğitim veren 63 Tıp
Fakültesinde 10.856 öğretim üyesi
42.000 dolayında tıp öğrencisi ve
12.704 tıpta uzmanlık öğrencisi 4.255
lisansüstü eğitim öğrencisine en iyi
eğitimi vermek için üstün çaba sarf
etmektedirler.
Yukarıda özetle verilmeye çalışılan rakamlar yüksek gibi görülse de
ülkemizde hekim ve hemşire ihtiyacı halen devam etmektedir. Eğitim
birimlerimiz ülkemizin bu önemli ihtiyacını belli bir zaman dilimi
içinde karşılamak üzere kurumsal
imkânlarını seferber etmişlerdir.
Yükseköğretim Kurulumuz 2012
- 2012 eğitim yılı hazırlıklarını en üst
düzeyde sürdürmektedir. Bir taraftan birimlerin fiziksel kapasitelerini
dikkate alarak kontenjan belirlemesi
yaparken; diğer taraftan verilen eğitim türlerinin kalitesini ve niteliğini
artırmaya yönelik önemli çaba sarfetmektedir. Burada temel amacımız
sağlığın temel alanlarında eğitim kalitesinden ödün vermeden nitelikli,
iyi yetişmiş başta hekim ve hemşire
olmak üzere sağlık hizmeti sunan
tüm sağlık çalışanı ihtiyacını karşılamaktır. Bu yönde gayretlerimiz artarak devam edecektir.
Sağlık hizmeti bir bütündür. Hekim, uzman hekim, hemşire, eczacı,
fizyoterapist ve tıbbi psikolog, tekniker, teknisyen ve laborant bu hizmetin en önemli paydaşlarıdır.
17
Bu nedenle iyi bir sağlık hizmeti
vermek ancak paydaşların birbirini
tamamlayıcı, destekleyici bir şekilde
davranmasıyla gerçekleşir. Bu da hizmet zincirinde yer alan sağlık çalışanlarının iyi yetişmesi, kendilerine iyi
eğitim verilmesi, çağdaş bilgi beceri
ve donanımla yetiştirilmeleriyle gerçekleşir. Biz yönetim olarak bunun
çabası içindeyiz.
Yükseköğretim Kurulumuz 2 Şubat 2008 tarihli bir yönetmelikle
başta tıp doktorluğu olmak üzere,
hemşirelik, ebelik, diş hekimliği, veterinerlik ve eczacılık programlarının asgari eğitim koşullarını belirlemiştir. Bu yolla bu mesleklere sahip
kişilerin mesleki yeterliliklerinin Avrupa Birliği Üyesi ülkelerde tanınabilmesi için bu alanlarda yürütülen yükseköğretim programlarına
eğitim müfredatlarının ve eğitim
sonunda kazanılması gereken bilgi, beceri düzeyleri belirlenmiştir.
Yine aynı amaca yönelik olarak
Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık ve Hemşirelik eğitimi alanlarında “Çekirdek
Eğitimi Programları” sürdürülmektedir. Bu alanlarda eğitim veren kurumlarda eğitimin içeriği %60-65
dolayında aynı içerikte ve düzeyde
verilerek 1. Basamak Sağlık Hizmetlerinde (Aile Hekimliği) aynı bilgi ve
beceri, aynı tutum ve davranış kazandırılması sağlanmaktadır.
Ayrıca Kurulumuz komisyonlarında Tıp Fakültelerimizin yeniden
yapılandırılması amacıyla işleyiş ve
teşkilat yapısı gözden geçirilmek-
18
tedir. 21.05.2009 tarihli genel kurul
kararı ile Tıp Fakültelerinin bölüm,
anabilim dalı ve bilim dalları yeniden tanımlanmıştır. Bu genel kurul
kararının içeriğinin güncelleştirilmesi
yeniden gözden geçirilmesi çalışmaları sürdürülmektedir. Bu çalışmaların
sonuçlandırılmasına katkıda bulunmak amacıyla Kurulumuza alanında
tecrübeli öğretim üyelerimizce brifing verilmiştir. Bu çalışmalar devam
etmektedir.
Yanı sıra Yükseköğretim Kurulumuza bağlı üniversitelerimizde
yer alan Tıp Fakülteleri ile Sağlık Bakanlığına bağlı “Eğitim ve Araştırma
Hastaneleri”nde Tıpta Uzmanlık Eğitimi verilmektedir. Kurulumuza bağlı
birimlerden temsilciler ile Bakanlığa
bağlı birim temsilcilerinin yer aldığı
“Tıpta Uzmanlık Kurulu”nda Tıpta
Uzmanlık Eğitimi’nin standartları,
uzmanlık eğitiminin kalitesi, eğitim
dalları ve yandalların tanımlanması
ile eğitimin süresi gibi çok önemli
konular birlikte değerlendirilerek uygulamaya konulmaktadır. Bu da ülke
genelinde sağlık hizmeti sunacak
uzman hekimlerin hem Tıp Fakültelerinde hem de Bakanlığa bağlı eğitim
ve araştırma hastanelerinde aynı içerik, aynı nitelikte yetişmesine önemli
katkı sağlamaktadır.
Bir diğer özel önem verdiğimiz
ve çaba gösterdiğimiz alan Hemşirelik Eğitimidir. Hemşirelik eğitimine
ilişkin olarak; belli bir düzeyi yakalayan ve yeterli sayıda öğretim üyesi
kadrosunu barındıran Hemşirelik
Yüksekokullarının Hemşirelik Fakültesi kuruluşuna geçmesi sağlanmıştır. İstanbul ve İzmir’deki hemşirelik
yüksekokulları bunun ilk örnekleridir.
Bu okullarımız bir yandan normal
eğitimlerini sürdürürken, diğer yandan lisansüstü eğitime önem vererek
hemşirelik alanında çok ihtiyaç duyulan öğretim üyesi yetiştireceklerdir. Hemşirelik Fakültelerimizden bu
gayreti bekliyoruz.
Öte yandan tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplum yaşlanmaktadır. Geriatri ve Fizik Tedavi
ve Rehabilitasyon hizmetleri önem
kazanmaktadır. Buradan hareketle
hem halen ihtiyaç duyulan Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon hizmetlerinin
istenilen düzeyde verilmesi hem de
uzun vadede ihtiyaç duyulan fizyoterapist ile fizyoterapi teknikerlerinin ülkemizde belli sayıya ulaşması
için fizyoterapist yetiştiren kurum
ve kontenjan artışına önem vermiş
bulunmaktayız. Buna göre geçtiğimiz yıl fizyoterapist yetiştiren birim
ve programlarda 11.682, bu alanda
önlisans düzeyde eğitim veren programlarda ise 6.700 dolayında öğrenci
eğitim görmüştür.
Sağlık alanına yönelik eğitim
programlarında önceliğimiz kaliteli ve nitelikli eğitimdir. Bundan asla
ödün veremeyiz. İnsan sağlığı her şeyin önünde gelir. Buradan hareketle
Yükseköğretim Kurumlarımızda verilen her düzeydeki sağlık eğitiminin
çağdaş düzeyde sürdürülmesi için
her türlü gayreti göstereceğiz.
Diyabet_235x300.fh11 7/2/12 12:45 PM Page 1
C
M
Y
CM
MY
CY CMY
K
BEYAZ ÖNLÜKLÜ FAKÜLTELER
20
Emre BASGÖZE
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Dahiliye Asistanı
2011 Mayıs Dönemi TUS Birincisi
İ
nsan sağlığı üzerine söz söyleyebilmek ve insanlara şifa sunabilmek
geçmişten günümüze hekimliğin
tüm meslek gruplarından daha farklı
bir konumda yer almasına sebep olmuştur. Hekimler eski medeniyetlerde “Tanrı’nın insana uzanan eli” olarak nitelendirilmiştir. Günümüzde de
teknolojik gelişmelerle birlikte tanı
ve tedavi yöntemlerinin genişlemesi
hekimliğin önemini daha da artırmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde
olduğu gibi ülkemizde de tıp eğitimi
alabilmek her zaman cazibesini korumuştur.
Özellikle ülkemizde geride bıraktığımız 2001 krizinden sonra insanların iş noktasında daha garanti
mesleklere yönelimi zaten popüler
olan tıp fakültelerini daha da popüler
hale getirmiştir. 2000’li yılların başında üniversitelere giriş sınavında en
başarılı öğrencilerin tercih ettiği bilgisayar, elektronik, endüstri mühendislikleri gizemini yitirmiş ve onların
yerine tıp fakülteleri daha da ön plana çıkmıştır. Böylece 3 büyük şehirde
tıp fakültesi okuyabilmek üniversite
giriş sınavında ilk 3000 içerisinde yer
almayı zorunlu kılmıştır. Ülkemizin
en başarılı öğrencilerinin tercih ettiği tıp fakülteleri, sağlık sektöründeki
hizmet kalitesinin artmasına paralel
olarak artan ihtiyaçla birlikte de popülaritesini uzun yıllar devam ettireceği kanaati uyandırmaktadır.
Birçok ebeveyn, özellikle çocukları başarılıysa, muhakkak onlara
doktor olmaları yönünde telkinde
bulunurlar. Hekimliğin sosyal statüsü ve beraberinde ekonomik gelirin
birçok meslek grubuna göre daha
iyi olması bu telkinlerde en önemli
unsurlar olsa gerek. Geçmişte ülkemizde doktor sayısının az olması ve
sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliğin
yetersiz olması, sağlık sektörünün
en önemli aktörü olan doktorların
önemini daha da artırmaktaydı. Son
yıllara kadar serbest muayenehanecilikle birlikte hekim kazançları da
toplum ortalamasının göreceli olarak üstündeydi. Tüm bunlarla birlikte
mezuniyet sonrası devlet kadrosuna
hemen atanabilmek tıp fakültelerinin ebeveynler açısından her zaman
cazip bir üniversite kapısı olarak düşünülmesini sağladı.
Tıp eğitimi ülkemizde şu an için
80’e yakın fakültede verilmektedir ve
bu fakülteler yıllık 7000-8000 civarında bir mezun potansiyeline sahiptir.
Son 10 yılda tıp fakültesi ve mezun
sayısında %100 civarında bir artış
kaydedildi. Artan sağlık sunum kalitesiyle birlikte mevcut açığın daha da
artması, doktor sayısının yetinilebilir
hale gelmesi için tıp fakültelerinden
mezun sayısını artırmayı gereklilik
haline getirdi. Güncel sağlık politikaları dâhilinde 2023’te mevcut doktor
sayısının 2 katına çıkması bekleniyor.
Tabi tüm bunlarla birlikte fakülte ve
mezun sayısındaki bu hızlı artışla
beraber eğitim kalitesi de sorgulanır
hale geldi. Çünkü alt yapı açısından
en geniş donanımı ve akademik kadroyu gerektiren fakültelerin bu hızda
çoğalması nicelik hedefini sağlarken,
nitelik anlamında ne kadar yeterli
olunabileceğini gelecek yıllar daha
iyi ortaya koyacaktır.
Tıp öğrenimi uzun ve meşakkatli bir süreç içermektedir. Pratisyen
21
hekim olabilmek için 6 yıllık bir eğitim
almak gerekir. Bu eğitim dâhilinde ilk
2-3 yıl temel bilim, 4.-5. yıl klinik bilim
ve en son yıl da internlük olarak adlandırılır. Temel bilimler kapsamında
insan vücudunun yapısı, işleyişi, dokuların ve sistemlerin organizasyonu açısından klinik bilimlere alt yapı
teşkil edecek esas bilgiler ve uygulamalar kazandırılır. 4.-5. Yıllarda, branş
branş hastalıkların bilgisi ve yine
pratiğinin öğretilmesi amaçlanır. Uygulama eğitimleri tıp fakültesi eğitim
sürecinin en vazgeçilmez parçasıdır.
Örneğin, temel bilim yıllarında bir kadavraya neşterle dokunmadan anatomi öğrenebilmeniz çok mümkün
olmaz ya da dâhiliye servisinde kalp
yetmezliği olan bir hasta görmeden
sadece teorik bilgilerle gelecekte
kalp yetmezliği olan bir hastaya tanı
koymanız düşünülemez…
İnternlük yılında ise tamamen
uygulamalı hekimlik faaliyetlerine
yönelik yorucu bir eğitim yılı sizi beklemektedir. İntern tıp fakültesi öğ-
22
rencisi geçmiş yıllarda kazandığı tüm
teorik ve pratik becerilerini 1 yıl boyunca hastanenin tüm kliniklerinde
rotasyon halinde bulunarak ortaya
koyar. Birçok üniversite hastanesinin
iş yükünü de böylece intern öğrenciler omuzlamış olurlar. Ayrıca internlük dönemininde zorlu TUS(Tıpta
Uzmanlık Sınavı)’na hazırlanılması
da gerektiğinden bu yıl tıp fakültesi
mensupları açısından en zor, en yoğun ve en stresli dönem olarak düşünülebilir.
Tıp fakültesini birçok teorik ve
pratik sınavda başarılı olarak bitirdiğinizde karşınızda iki seçenek sizi
beklemektedir: TUS’ta yeterli puanı
alarak herhangi bir branşta 4 ile 6 yıl
arasında değişen bir uzmanlık eğitimi almak ya da sağlık bakanlığına
mecburi hizmetinizi pratisyen hekim
olarak ifa etmek… Ancak bu noktada hatırlatılması gereken, uzmanlık
eğitiminizi tamamladığınızda da sizi
uzman hekimlik mecburi hizmetinin
beklediğidir. Şayet mecburi hizmeti-
nizi yerine getirmezseniz pratisyen
hekimlik ya da uzman hekimlik belgelerinizi alamayacaksınız, dolayısıyla bu da mesleğinizi serbest olarak
icra edemeyeceğiniz ya da özel bir
kurumda çalışamayacağınız anlamına gelir.
Hekim olarak; havale geçiren bir
bebeğe gerekli müdahaleye yaparak
nörolojik olarak sekelsiz yaşamasına katkı sağlamak, bir kanseri erken
teşhis ederek o kişinin daha uzun
yıllar sağlıklı yaşayabilmesine katkıda bulunmak ya da gözleri katarakt
nedeniyle görmeyen bir insanın dış
dünyayla tekrardan irtibatını kurabilmek maddi ve manevi tüm hazların
üstünde yer alıyor olsa gerek…
Şifa verme hazzını henüz yeni
yaşamaya başlayan biri olarak tarif
edilemeyecek lezzette olduğunu
belirtmek istiyorum. Aslında manevi
tatminin bu denli ön planda olduğu
bir mesleğin de sürekli çekiciliğini
koruyor olması doğal olarak karşılanmalı...
Tıp Eğitimi ve Adanmışlık
Prof. Dr. Turhan YAVUZ
SDÜ Tıp Fakültesi
Kalp ve Damar Cerrahisi
T
ıp eğitimi, süre olarak dünyanın en uzun eğitimidir. Esas
önemli olan, aynı zamanda
yaşam tarzı olan teknik bir disiplinin
kişiye usta-çırak ilişkisi tarzında öğretilerek, öğrenilen bilgilerin tüm hayat
boyunca bıkmadan usanmadan uygulanması gerekliliğidir. Öyle ki, tıp
eğitimi başladığı günden itibaren kişilerin kendilerine ait hayatları birçok
açıdan ertelemelerle sürerken, ilk ve
en önemli yaşam tercihi mesleki açıdan kişilerin kendisini geliştirmeleri
olmaktadır.
Tıp aslında adanmışlık demektir.
Kendi hayatınızı ve önceliklerinizi
düşünmeden diğer insanlara kendini adamak, onların acılarını dindirip
yüzlerinin gülmesini sağlamak için
bıkmadan usanmadan çaba göstermektir. Eğer insanları gerçekten
seviyorsanız ve bu sevgi her şeyin
önündeyse siz tıp eğitimi almalısınız, doktor olmalısınız. Günümüzde,
insan sevgisinden
önde yer alan, okul
bitirildiğinde iş imkanının net olması ve hatta mecburen devlet tarafından göreve başlatılması gibi durumlar tıp tercihindeki
temel neden olsa da zamanla bu eğitime başlayanlar içlerinde mesleğin büyüsü ve maneviyatını hissetmektedir. Eğitim süresinin uzun, bu
24
eğitimin zor ve yıpratıcı bir eğitim
olması temel mesleki zorluk olmakla
birlikte, hayat boyunca stabil kalmadan öğrenilenlerin sürekli yenilenme
gerekliliği tıp eğitiminin esas zorluğunu oluşturmaktadır. Özellikle sürekli hasta ve hastalıklarla uğraşmak
kişilerde ruhsal yorgunluğa neden
olabilmekte ve bazen çaresiz hastalıklar karşısında yeterli tedavinin
sunulamaması hekimlere yetersizlik
hissi verebilmektedir.
Ekonomik boyut, bu zorluk içinde
önemsiz bir kısım oluşturmaktadır.
Hızlı bilimsel gelişmeler, tıp eğitimini
bitirenlerde aslında hiçbir şey öğrenemediği izlenimi vererek, yetersizlik
ve moral bozukluğuna neden olabilmektedir. Ancak belirli bir zaman
içinde, uygulamalarla beraber etkin
sağlık hizmetine başlayan hekimler
kişilerin yüzlerinde oluşturdukları
gülümsemeyle inanılmaz bir haz yaşamaktadır. Günlük hayatın önemli
sohbet malzemesi olan hasta ve hastalıklar aynı zamanda tıp doktorlarını
hayatın merkezine yerleştirmekte ve
doktorlara sorumluluk yüklemektedir. Direk insana yönelik bu meslek,
eğer empati yapabilirseniz, kişilerde
5 duyunun üzerine vicdani duyuları
da geliştirmekte ve onları toplumun
liderlik konumuna getirmektedir.
Özellikle gelişen teknoloji ve bilim en önce tıp alanında uygulamalar ve yeniliklere neden olmaktadır.
Bu, tıp eğitimi alan doktor adaylarına
sorumluluk yüklemektedir. Özellikle
uygulama alanının direk insan olması eğitim sırasında yapbozlara imkan
olmaması kişilerin mesleki gelişmelerini azaltmaktadır. Bu nedenle tıp
eğitimi mümkün olduğunca en erken sınıflardan itibaren uygulamaya
“hekimler kişilerin yüzlerinde oluşturdukları
gülümsemeyle inanılmaz bir haz yaşamaktadır”
yönelik olmalıdır. Özellikle hasta ve
tedavi modelleri oluşturularak similasyon eğitimleri verilmeli ve direkt
uygulamalarda hata yapmadan, modelerde hata yapılarak öğrenilmesi
ve böylece insanlara zarar verilmemesi sağlanmalıdır.
Kliniklerde az sayıda öğrenci ve
öğretim üyesinin sürekli etkileşimleri ile interaktif olmaları, yaz tatilllerinde ve diğer uygun zamanlarında
gerekirse ücret verilerek öğrencilerin
hastanede çalışmaları ve bu şekilde
kendilerini geliştirmeleri mümkün
kılınmalıdır. Usta-çırak ilişkisi tıp eğitiminin olmazsa olmazıdır. Sürekli
hastalarla beraber olan tıp doktoru
adayı, mesleğine başlamadan pratiklik kazanmalı ve mesleğinin ince-
liklerini ustalarından öğrenmelidir.
Özellikle sanatsal ve sosyal ilgi alanları konusunda da eğitimleri pekiştirilerek kendi dünyaları geliştirilmelidir.
Tıp fakülteleri, hasta muayene
edilen yataklı tedavi kurumları olmanın yanı sıra öğrenci ve uzman
hekim yetiştiren kurumlardır. Bu
nedenle alt yapı ve imkanların buna
uygun belirlenmesi gereklidir. Öğrencilerin ikinci planda tutulduğu,
özellikle performans vb uygulamalar veya ekonomik kaygılar nedeniyle temel amaçların unutulup sadece
hastaların bakıldığı özel hastaneler
gibi bir uygulama tıp fakültelerinde kabul edilemez. Bu,
yetişen hekim
kalitesi ve tıp mesleğinin gerilemesine neden olabilir.Eğitim sırasında
serbest tartışma ortamları oluşturulup; alternatif düşünebilen, algıları
ve melekeleri güçlü hekimler yetiştirilmelidir.
Bir yaşam tarzı olarak “tıp mesleğine” gönül vermiş tüm hekim ve
hekim adayları sadece bir an kendilerinin hasta olduğunu düşünüp,
karşılarındaki doktorun kendilerine
nasıl davranmasını istiyorlarsa hastalara böyle davranmalı ve eğitimlerinde bu gerçekliği
unutmamalıdır.
25
Tıp Fakültesi Tercihi
Murat AKSOY
Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi
3.Sınıf Öğrencisi
Türkiye Öğrenci Konseyi Sağlık, Spor,
Çevre Üst Komisyon Başkanı
H
ayatımızda sınavlar sonrasında oluşan dönüm noktaları
vardır. Ülkemizde bunun en
önemlisi üniversite sonrası yaşadığımız tercih dönemlerindeki dönüm
noktalarıdır. Yaşanan bu dönem, hayat boyunca yapacağımız mesleği
belirlemesi fikri ile beni her zaman
telaşlandırmıştır. İşte bu dönemde
puanın miktarı, çevrenin söyledikleri
bizi bir tercihe yönlendiriyor. Tıp fakültesini tercih etme ve ettirme fikri
ise en ağır basan yönlendirme oluyor
çoğu zaman…
‘Tıpçı olmak’ dediğimiz, tıp fakültesi öğrencisi olmakla alakalı ilk
duyduğumuz cümle; “Hekimlik bir
meslek değil hayat biçimidir.” olmuştu. Gerçekten eğitimin ilk gününden
itibaren farklı bir durumun içinde
26
olduğunuzu hissediyorsunuz. Eğer
isteyerek yazmamışsanız ve düşünmeden adım attıysanız bu fakültede
zorlanabileceğiniz pek çok nokta oluşuyor.
Öncelikli olarak ders yoğunluğunun hiçbir zaman düşmediği,
sınavların ardı arkası olmadığını düşündürten bir eğitim içerisinde bulursunuz kendinizi. Tercih sırasında
ve öncesinde size hissettirilen, ‘kazanınca biter’ anlayışı bu fakültede öyle
çok da gerçekçi durmuyor. Dolayısıyla çok değerli, saygın bir meslek olan
hekimlik mesleğinin eğitimini alma
kararını alırken iyi düşünmek, ölçmek
ve kendini iyi tanımak gerekiyor.
Zor olsa da, sınavları bitmese de
şu anda sınavlarını bitirmiş bir ‘Tıpçı’
olarak rahatlıkla söyleyebiliyorum ki
iyi ki tercih etmişim. İşte bunu söyleyebilmek için bu bölümü daha önceden hayal etmiş olmak ve gerçekten
hekimliği istemek çok önemli birer
belirleyici halini alıyor. Aksi takdirde
derslerin ve sınavların stresinin çekilmesi ihtimalini görmüyorum. Tabi
gözden kaçmaması gereken bir nokta da şu ki, diğer bölümleri tercih etseniz de aynı şekilde sınav ve yoğunluk durumları geçerli olacaktır. Fakat
içerik ve yoğunluk olarak tıp fakültesi
biraz daha önde gözüküyor. Yani isteyerek tercih etme, çalışmayı göze
alma sadece tıp fakültesi için geçerli
değil. Ancak hayat tarzımız olması
gereken ve gerçekten çok değerli
olan hekimlik mesleğinin eğitimi de
ehemmiyetini yüksek noktalara taşımıştır.
Karamsar olmadan mantıklı bir
şekilde ölçerek, biçerek tıp fakültesi
tercihi yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu bölüm illa ki çalışılıp yapılacak, mezun olunacak bir bölümdür.
Fakat her daim denildiği üzere hekimlik sadece bir meslek değil yaşam
tarzıdır.
İlk anından itibaren büyük heyecan duyduğum ve eğitimin zorluklarına rağmen keyif aldığım tıp
fakültesi öğrencisi olmayı çoğu arkadaşımın söylediğinin aksine tavsiye
ediyorum. Fakat bu tavsiyem gerçekten hekim olmayı isteyen ve bu yolda
uzun bir süreyi göze alarak emek verme amacında olan arkadaşlar içindir.
rar döneminde olan ve tercih etme
sürecini yaşayan tüm arkadaşlarımız
umuyorum ki kendilerine uygun bölümlere yerleşirler ve eğitimlerini keyifle sürdürürler.
Prof. Dr. Yunus Söylet Kimdir?
1956 yılında İstanbul’da doğdu.
1974 yılında İstanbul Erkek Lisesini,
1980 yılında İstanbul Tıp Fakültesini
bitirdi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniği ve Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde
uzman asistan olarak çalıştı. 1990
yılında Çocuk Cerrahisi alanında doçent, 1996 yılında ise aynı alanda
profesör oldu.
İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fakülte
Kurulu Üyeliği, Çocuk Ürolojisi Bilim
28
Dalı Başkanlığı, Türk Çocuk Cerrahisi Derneği Yeterlilik Kurulu Üyeliği
(2002-2004), Türk Çocuk Ürolojisi
Derneği Başkanlığı (2003-2005), İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu
Üyeliği (2004-2006), Sıcak Yuva Vakfı
Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu
Başkanlığı (2004-2008), Hekim Hakları Derneği Kurucu Başkanlığı (2004
– 2006), Sağlık Bakanlığı Yüksek Sağlık Şurası Üyeliği (2006-2008) ve 2 kez
Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Üyeliği
yaptı (2007-2008 ve 2009-2012).
Prof. Dr. Söylet, tıp fakültesi öğrenciliği döneminde, Kantonsspital
Winterthur Cerrahi Kliniği, Kantonsspital Aarau Cerrahi Kliniği ve Kantonsspital Frauenfeld Kadın Doğum
Kliniğinde staj yaptı.
Köln Şehri Çocuk Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde, Berlin Serbest Üniversitesi Çocuk Cerrahisi
Kliniği ve Lazer Merkezinde, Greifswald Üniversitesi Çocuk Cerrahisi
Kliniği ve Ürodinami Laboratuarında,
Londra Great Ormond Street Çocuk
Türkiye’de Tıp Eğitiminin Beşiği Olan
İstanbul Üniversitesinin Başarısına Odaklanan
Sıra Dışı Bir Rektör:
Prof. Dr.
Yunus SÖYLET
Hastanesi Çocuk Ürolojisi Kliniğinde,
Erlangen Üniversitesi Üroloji Kliniğinde, Göteburg Queen Sylvia Çocuk
Hastanesi Çocuk Ürolojisi Kliniğinde,
Hannover Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde, Köln Çocuk Hastanesi
Çocuk Cerrahisi Kliniğinde ve Berlin
Westend Hastanesi Çocuk Ürolojisi
Kliniğinde çeşitli çalışmalarda bulundu.
Erlangen Üniversitesi Üroloji Kliniği, Zürih Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Ana Bilim Dalı, Köln Çocuk Hasta-
nesi Çocuk Cerrahisi Kliniği ve Berlin
Westend Hastanesi Çocuk Ürolojisi
Kliniğine davetli olarak gitti ve cerrahi uygulamalar yaptı.
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Kliniği
Çocuk Ürolojisi Bilim Dalı Öğretim
Üyesi olan Prof. Dr. Yunus Söylet’in
200’ün üzerinde ulusal yayın, ulusal
bildiri ve poster çalışması, 130’un
üzerinde atıf yapılan 120 kadar uluslararası yayını, uluslararası bildirisi ve
posterinin yanı sıra 3’ü yabancı dilde,
21’i Türkçe olmak üzere toplam 24
adet kitapta bölümü yazarlığı bulunmaktadır. Çok iyi derecede Almanca
ve İngilizce bilmektedir. Evli ve 2 çocuk babasıdır.
Kendi geliştirdiği ameliyat yöntemleri dünyaca kabul gören Prof. Dr.
Yunus Söylet yurtiçi ve yurt dışında
çocuk ürolojisi alanında birçok başarılı ameliyat gerçekleştirdi. Rektör
olduğu süre içinde de ameliyatlarına
devam eden Prof. Dr. Söylet, çocukların hep yanında oldu.
29
Üye Olduğu Kuruluşlar:
Üniversite Hastaneler Birliği (Başkan), Türkiye Çocuk Cerrahisi Derneği, Ulusal Çocuk Ürolojisi Derneği,
Türkiye Hemofili Derneği (Yönetim
ve Denetleme Kurulu Üyesi ), Türkiye Endoskopi- Laparoskopi Derneği,
ESPU (Avrupa Pediatrik Üroloji Derneği), Alman Çocuk Cerrahisi Derneği (Onur üyesi ), EUPSA (Avrupa
Çocuk Cerrahisi Derneği ) ve çeşitli
Vakıflarda çalışmalar sürdürmektedir.
Prof. Dr. Yunus Söylet TÜBA Üyesi
2004 yılında Alman Çocuk Cerrahisi Derneği Onur Üyeliğine seçilen Prof. Dr. Yunus Söylet, 2 Haziran
2012 tarihinde TÜBİTAK Bilim Kurulu
tarafından yapılan toplantıda sağlık
bilimleri alanından Türkiye Bilimler
Akademisi (TÜBA) asil üyesi seçildi.
Prof. Dr. Yunus Söylet’in Türkiye
Projelerinden “Cerrahpaşa ve Çapa
Yerleşkeleri” yerinde yeniden inşa
ediliyor. İstanbul Üniversitesinde
30
2009 yılında göreve başlayan Prof.
Dr. Söylet, çok sayıda değişim ve dönüşüm projesine imza attı. Göreve
geldiği günden beri hayata geçirmeye çalıştığı en önemli projelerden
biri olan Çapa ve Cerrahpaşa Yerleşkelerinin yenilenme projesinin danışmanlık hizmeti alımı ihale çalışması
tamamlandı. Hayata geçirilecek olan
proje bilimsel araştırmalar yapılması, eğitim ve toplum hizmetinin çok
daha modern ortamlarda gerçekleştirilmesini amaçlanıyor.
Şimdiye kadar dünya bilim literatürüne giren çok sayıda ameliyat ve
tedavi tekniklerinin keşfedildiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakülteleri için
değişim zamanının geldiğini gören
Rektör Söylet start verdi ve çalışmalar başlatıldı. İçinde son sistem teknik donanımın yer aldığı, doktor ve
hastaların ihtiyaçlarına uygun olarak
planlanmış, modern mimari anlayışın
hâkim olduğu, estetik ve depreme
dayanıklı binaların yapımı için İstanbul Üniversitesi Türkiye’de bir ilke
imza atıyor. İnşa edilecek Tıp Fakülteleri binalarıyla aynı zamanda başka
tıp fakültelerine de örnek olacak bir
model ortaya koymak amaçlanıyor.
Prof. Dr. Yunus Söylet proje ile ilgili
şunları söylüyor:
“Birçok şeyi bir araya getirdik,
değiştirdik ve sonunda kafamızda
bir proje oluşturduk. Bu projenin en
azından önümüzdeki elli yılın vizyonunun ihtiyacını karşılayacak bir proje olduğuna karar verdik ve o kararlılıkla, o yolda bugüne kadar yürüdük.
Bu proje ülkemizin en büyük projelerinden birisi. Bunu, bu ülkenin en
üst düzey yetkilileri, yetkili makamları söyledikleri için ben de rahatlıkla
tekrarlıyorum. Yılların hayali gerçekleşiyor. Yılların hayalini gerçekleştirmek, iki sağlık bilimleri yerleşkemizi,
geleceğe taşımak adına çok önemli
bir adım atıyoruz. Öğrenci sayılarını,
kontenjanları artırarak ülkemizin
sağlık alanındaki dev adımlarına
uygun insan kaynağını yetiştirecek,
sağlığın her alanındaki yüzü aşkın
meslek grubuna sağlık insanı, sağlık
elemanı yetiştirecek kompakt sağlık
bilimleri yerleşkelerini yapmak üzere
bir yola çıkıyoruz. Bizim için en elzem
olan, gecekondu usulü ekleyerek değil, önceden planlayarak, önümüzdeki 20, 30, 40 yılı planlayarak, laboratuarlarımızı doğru yerlere yerleştirmek
ve bütün birimlerimizi birbirleriyle
bağlantılı olan, hastalarımızı bahçede yağmurun altında dolaştırmak zorunda kalmadığımız, birbirine geçişli, modern, çağdaş, sağlam, estetik,
fiziksel altyapıları tam binalar olarak
yapmak.”
Değişim ve Dönüşüm Projelerinin
meyveleri alınmaya başlandı:
2009 yılında İstanbul Üniversitesi
Rektörü olarak göreve başlayan Prof.
Dr. Yunus Söylet önemli değişim ve
dönüşüm projelerine imza atarak,
üniversitenin dünya sıralamalarındaki yerini daha üst seviyelere çıkardı.
İstanbul Üniversitesi 3 yıl içinde bilimsel yayında % 24’lük rekor bir artış
sağladı. Bu değişim ve dönüşüm projeleri kapsamında; Sağlık Bilimleri,
Açık ve Uzaktan Eğitim ve Hemşirelik
Fakülteleri kuruldu. İSUZEM (Uzaktan
Eğitim Merkezi) ile eğitimde uzaktan
eğitim ve açık öğretim yöntemlerinin
kullanılmaya başlanması sağlandı. İÜ
hastaneleri yapılanması projesi ve
Hastaneler Genel Direktörlüğü (HAGED), Emekli olan İÜ akademisyenleri için Yaşam Boyu Destek Merkezi
(YABODEM), İÜ Çocuk Üniversitesi,
İÜ Patent Ofisi, İÜ Sürekli Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi ve İÜ
Kariyer Geliştirme Merkezi (ÜNİ- KAGEM) yine bu dönemde kuruldu.
İÜ Teknokent’i, Öğrenci İşleri
Otomasyon Entegrasyon Projesi, İÜ
mensupları için konut projesi (UNİ-
KONUT), İÜ Hastanelerinin stratejik
yönetimi ve koordinasyonunun daha
etkili kılınması amacıyla İÜ Hastaneleri Otomasyon Projesi (İSHOP),
Kurum içi bilgi ve belge süreçlerinin
dijital ortama aktarılmasını amaçlayan İÜ Kurumsal Otomasyon Projesi
(İSKOP), Eğitimde Yapılanma ve Yenilenme Bilgi Sistemi Projesi (EYYBiS),
Atatürk’ün İÜ’den alarak okuduğu
kitapların dijital ortama aktarılarak okurlara ulaştırıldığı “Atatürk’le
Okumak” Projesi, Süleymaniye Evleri
ve tarihi yapıların yenileme projesi,
Engelsiz Kütüphane projesi, Kadın
Basketbol Takımı’nın Güçlendirilmesi
ve Alt Yapı Olanaklarının Arttırılması
Projesi gibi pek çok proje hayata geçirildi.
Bunların dışında çok sayıda yeni
projenin başlamasına da olanak sağlayan Prof.Dr. Yunus Söylet İstanbul
Üniversitesinin başarısı için çalışmaya devam ediyor.
31
Yeryüzü Doktorları üyesi olan Prof. Dr. Söylet,
Filistin ve Kenya’da birçok çocuğun
ameliyatını gerçekleştirdi.
İÜ Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet
ve ekibi Kenya’nın Mombasa şehrinde 24 çocuğu ameliyat etti. Kenya’da
yapılması güç olan ve özel uzmanlık
gerektiren ameliyatları başarıyla gerçekleştirdi. Yeryüzü Doktorları (Doctors Worldwide) Türkiye Şubesi’nin
çalışmaları kapsamında Mombasa
şehrinde bulunan Sayyıda Fatımah
32
Hospital’de 32 çocuğu muayene
eden Prof. Dr. Söylet, bu çocuklardan
24’ünün “güç seviyedeki” ameliyatlarını başarıyla gerçekleştirdi. İstanbul’da rahat uyumak için
dünyanın her yerindeki insanların rahat olması gerektiğini belirten Rektör Söylet, 2011 yılının
Temmuz ayında da Yeryüzü Doktorları Türkiye Şubesi’nin çalışmaları kapsamında Filistin’e gitmiş ve
birçok çocuğu ameliyat etmişti.
Sosyal Medyayı en çok kullanan Rektör
Sosyal paylaşım ağı Twitter’da
Türkiye’deki rektörler arasında en
aktif olan ve en çok sayıda takipçisi bulunan Rektör Prof. Dr. Söylet
bu konu hakkında şunları söylüyor:
“Bugün artık her şey çok değişti. Bilgi çağında yaşıyoruz. Bana göre ortak akıl çağına girdik ama hâlâ bilgi
çağının etkileri hızla devam ediyor.
Bilgiye kolay ulaşan ve bize göre
çok farklı. Yeni jenerasyon diye de
ifade edilen bir gençlik var karşımızda. Bu gençlik, hakkını farklı arıyor.
Bizden çok daha farklı ve hızlı bilgiye ulaşıyor. Talep etmesini daha
çok biliyor ve başarıyor. Bizler de
onlara ayak uydurmak zorundayız.”
İÜ Diş Hekimliği Fakültesi öğrencilerinin yemekhane istekleri doğrultusunda Prof. Dr. Yunus Söylet’e
attıkları tweet, bir yemekhanenin
yeniden yapılmasını sağladı. Tweet
sonrası gerekli çalışmaları başlatan
ve yemekhaneyi kısa sürede öğrencilerin istediği biçimde hizmete
hazırlayan Prof. Dr. Yunus Söylet,
öğrencilerle birlikte yemek yedi.
Prof. Dr. Yunus Söylet, öğrencilerin,
öğretim üyelerinin, memurların zaman ve mekândan bağımsız olarak
ulaşabildikleri bir rektör olarak dikkat
çekiyor.
Dağlarda
Çocuk Olmak
Yazı – Fotoğraf – Şiir: Arif AVİZE
Gözlerim kısık,
Sarı ve sıcak bir ufuk yorgunuyum
Söyle, hangi iklimlerin vurgunuyum.
Saçlarından iplik iplik bir ışık sızar
Dolar ruhumun göçüklerine
Bakışın kurutulmuş bir mevsime uzar
Ne zaman elimi uzatsam ellerine.
Söyle, terkedilmiş bu yerde
Hangi çağların çocuğuyum ben,
Güneşin kaybolup battığı yerde
Yalnız dağların yolcusuyum ben.
34
“Kahramanmaraş merkeze bağlı
75 km batıda Çokran-Yeşildere köyüne doğru, birbirine seslenen dağlar arasından uzayan toprak damlı
evlerin çocukları onlar. İşitmeyen
ve görmeyen bir şehrin bütün gürültüsünden uzakta, dağlarla örülü
bir dünyada, şehir ışıklı bir hayal
olup Kaf dağının arkasından düşüyor rüyalarına. Sözleri vardır belki
söyleyemedikleri, hayalleri, arzuları,
düşünceleri. Dağların sakladığı bir
dünyada, unutulmuş bir çocuklu-
ğun yıpranmış izleri. Aslında objektifimize düşmeden önce yüreğimize
oturuyor adeta. 75 kilometrelik bir
vadi boyunca karşımıza çıkan yoksul
evlerin dağ kokulu, toprak kokulu,
engin ve zengin gönüllü bu çocukları, “Dağlarda Çocuk Olmak Budur!”
dercesine en doğal fotoğraflarıyla
karşılıyorlar bizi.
Bizim çocuklarımız, bu zamanın
çocukları, işte fotoğraflar ve yüreğimize düşenler. Ve dağlarda çocuk
olmak;”
“Teknoloji onlar için çok afaki belki,
Tek temsilcisi televizyon ve elektrik telleri
Pek istisna bir buzdolabı
Anadolu da bir köy tenhası..
Ve dağların arkasından el sallayarak geçen
bu zamanın çocukları.
Oysa insanın en bildik yeri değil midir
Kalbinin tenhası?
Ellerinde sapan oyuncaklarla
Zamanın ötesinde
Kendilerinden öte
Zamanı avutan çocukları”
e
5 yıl önc
Ne tarih çok eski ne köy çok uzak, ne
de çocuklar başka zamanın çocukları, asfalt kokularından uzakta,75 km
batıya doğru sürecek yolculuğumuzun başlangıcında her şey normal.
Yolculuk için hazırlıklarımızı yapıyor
ve sarı bir sıcakta yola koyuluyoruz.
Merkez Fatih kasabasını geçtikten
sonra kıvrımlı yollardan yükseliyoruz. 30 km. yol aldıktan sonra rakım
1700 metre ve Elhancık yaylasındayız. Temmuz ayının sıcağında buharlaşan dağ naneleri, köylülerin
deyimiyle sancı otu, aromalı ve yakıcı kokusuyla yüzümüzü yalayarak
ruhumuza kadar işliyor adeta. Yayladan olsa gerek biraz serinliyoruz ve
yarpuz kokulu bir çeşmeden yanan
yüreklerimizi soğutup yola devam
ediyoruz. Artık kayın ağaçlarının
gölgelediği taşlı ve tozlu yollar şehir-
den epey uzaklaştığımızı hatırlatıyor
bize. İlk köyümüz olan Merkez Hacılar köyüne ulaşıyoruz ve fotoğraf
maceramız başlıyor. Her şey birden
bire değişiyor. Coğrafya, yollar, evler, dağ yamaçlarına zoraki kurulmuş
seki tarlacıklar, insanlar çocuklar…
Her şeyden en çok etkilenen çocuklar en çok etkiliyor bizi. Öyle ya
zaten amacımız çocuk fotoğrafları
çekmekti. Çocuklar her zaman olduğu gibi yollarımızın üstünde, utangaç, meraklı, kimi endişeli ama öyle
bir bakışla düşüyorlardı ki yüreğimize, tuhaf ve buruk bir halet-i ruhiye
ile basıyoruz deklanşörlerimize. Zaman geriye sarmıştı sanki. Sadece 40
km. yol almıştık. 40 km. sonra zaman
40 yıl geriye gitmişti adeta. Eski zamandan kalma bu zamanın çocukları karşımızdaydı.
5 yıl sonra
(Selver ve Güner)
35
Belki yoksulluğun, belki unutulmuşluğun belki de cahilliğin yükünü en çok yüklenendi onlar. Belki
yeni rengârenk elbiselerin ya da pilli
oyuncak arabaların heyecanından
habersiz, çizgili köy şekeri ve birkaç
ucuz gofretin mutluluğundan arta
kalan olanca yüklerine rağmen istisna bir tebessümle yansıyorlardı
objektiflerimize. Onların mahcup
bakışları altında eziliyor, suçluluğun
en tuhaf duygularını hissediyorduk
yüreğimizde.
Yola devam ediyoruz, fotoğraf
yoksullaşıyor! Yollar daha da bozuluyor, köyler ve evler daha bir virane
görüntü sunmaya başlıyor. 50 km.
sonra Merkez Sadıklı köyü çocukları kendi icat ettikleri oyuncaklarıyla
karşılıyor bizi. Saman çuvalları üzerinde poz veriyorlar. Oyunlarına konuk olup yüreklerimize düğümlenen
birkaç kare fotoğraftan sonra Kalekaya köyüne ulaşıyoruz.
Unutmuştuk;
çantamıza köy çocuklarına ikram
için her zaman koyduğumuz
çikolata bisküvi gibi şeyleri,
ani bir kararla 40 derece sıcakta yola
koyulmuştuk.
ama onlara taşıdığımız,
belki onlardan aldığımız
tebessümleri çoğaltıp,
yine onlara götürmesini her zaman
bilerek...
ve Sinan;
yine tüm umudunu ve tebessümünü
her şeye inat her şeyini,
minik elleriyle,
usulca bırakıyordu yüreğimize:
-Çekirdek yer misiniz?
nde Oyuncak
(Kalekaya Köyü
çocuklar)
araba yapan
(Sinan)
36
Yolda Sıla’yı görüyoruz. Çıplak ayakla,
kucağına aldığı kardeşiyle yürüyor. Kardeşinin adını soruyorum: “Kader” diyor. Ve
fotoğrafın adı: “Sıla’nın Kaderi” Onlar bu
dağların çocukları. Farkında olması gerekenler her şeyin farkında belki, ama onlar
ne çocuk olduklarının farkında ne de yaşadıklarının kader olmadığının!.
Sıla (büyük kız) ve Kader (küçük kız)
Biz hep gurbetin sılasını bilirdik.
Sıla’nın da Kader’ i buymuş demek.
” Üşüyorum,
ğim bulutlar
üzerime çekti
latıyor
rüyalarımı ıs
dünyada
kaypaklaşan
yorum.”
sessizce düşü
5 yıl önce
er ve Güner)
lv
Se
yü
kö
z
(Bunsu
37
Gözlerimizde dağlar yüreğimizde bu dağların çocuklarıyla devam
ediyoruz. 70 km. sonra karşımızda
bütün ihtişamıyla Düldül Dağı beliriyor. Hemen eteklerinde ise Merkeze
bağlı en son köy olan Çokran köyü
Bunsuz obası görünüyor. Şöyle bir
geçerken uğrayanların uğrayamayacağı, güneşi az, suları çok, derdi Düldül dağından yüce, şelalelerinden
yükselen ninnilerle avunan, dağların tüm cömertliğiyle kucakladığı,
meşe,kayın, köknar ve sedir ağaçlarıyla süslenmiş bir köy Bunsuz*. Ve
dağlarda çocuk olmak burada olmak
demek, burada olmak dağlarda çocuk olmak demek. Selver, Güner,
Neslihan, Meltem, Ali, Yusuf, Duran,
Suna, Ramazan….
Kuşanarak hayallerini
Gittiğin yerlere götür beni
Bana da uzat,
Bir kuş çırpınışına uzattığın eli
Belki çocuk dokunuşların gelir.
Korkuyorum bu kentin karanlığından
Işık sızan saçlarının aralığından
O gözlerini bana da çevir.
(Melike ve
Ali)
(Duran)
“Bana zaman sorma,
Çünkü cevabını bilemediğim bu soruyu
Ben kendime soramadım.
Yıldızlar kaybolurken ağladım
Her giden güneşin arkasına
Doludizgin duygularımı katıp
Burulmuş yüreğimi bağladım.
Akşam “dön” derken
Ve gece uykularını çekmek üzereyken
Biliyorum sineye çekmek
Bir şimal kadar soğuk
Ve bir seher yıldızı kadar erken”
Hayalleriyle kurdukları dünyanın kahramanı olamadık belki, ama onlar dünyanın tüm umarsızlığından ve gürültüsünden uzakta, Anadolu’nun bir tenhasında
kalbimizin en yakınına kurdukları dünyalarıyla kahramanımız oldular.
Bize gönüllerini açan bu dağların çocuklarına biz yüreklerimizi taht yapıyoruz. Her zaman bu coğrafyada olmasak
da siz hep yüreklerimizin tahtında olacaksınız. Selam size bu dağların çocukları.
Damlasan
Gece olunca
Karanlığa dolsan
Sükutu getirsen
dizelerinde
Dizlerinde yorgun başımı
bulsam
Gözlerine dalsam
Uyusam.
(Zeynep)
38
haber
İlk Kez Aynaya Baktı: “Gençleşmişim!”
Akdeniz Üniversitesi Hastanesinde gerçekleştirilen operasyonla
Türkiye’nin 4. yüz naklinin gerçekleştirildiği 35 yaşındaki Turan Çolak ilk kez aynaya baktı. Çolak, ‘’Bu
kadar beklemiyordum, gördüğüm
anda çok şaşırdım. Gençleşmişim.’’
dedi. Çolak, bu kadar iyi bir sonuç
beklemediğini belirterek,’’Bu kadar
beklemiyordum, gördüğüm anda
çok şaşırdım. Gençleşmişim. Bu
yüzü bağışlayan ailenin sayesinde
oldu bu. Arada yaş farkı var. Ona
rağmen yüzüm çok güzel oturmuş. Sağ olsun Ömer Hocam, diğer hocalarım sayesinde çok güzel
bir yüze kavuşmuşum. Bu zamana
kadar yaşantım var sayılmaz bizim
için. Bundan sonrası aynı, çalışmaya devam edeceğim. Daha önce
psikolojik sorunlar yaşadım. Her
gün bir sorun yaşıyordum. Ama hiç
olmazsa bu sorunları yaşamayacağız. Hayatımız daha güzel olacak.’’
dedi.
Turan Çolak, “İlk ne yapacaksın?’’ sorusuna da, ‘’İlk olarak bu organı bağışlayan aileyle görüşmek
isterim. Bir sürü organ bekleyen
hasta var. Bana yüzü bağışlanan
kişi, kaç kişiye hayat verdi, benim,
başkalarının hayatı değişti. Ben de
aynısı yapacağım, organlarımı bağışlayacağım’’ diye yanıt verdi.
Sigarayı Bıraktıran Aşı İcat Edildi
Sigarayı bırakamayanlara müjde! Modern tıbbın geliştirdiği sigara
aşısı sigarayı bırakmak isteyip bunu
başaramayan tiryakilerin sorununu
kökünden çözüyor.
İsviçre’de bilim adamlarının geliştirdiği anti-nikotin aşısı, ilk testinden
başarıyla geçti. Aşı ilk aşamada günde 10-40 sigara tüketen kişiler üzerinde denendi. Teste tabi olanların
yarısına yakını aşılı tedavi sonucu 9
40
ay içinde sigarayı tamamen bıraktı.
Deneye katılan ve günde 10 ila 40
tane sigara içenlerin yüzde 40’ı, sigarayı bıraktı. “Anti nikotin iğnesi” vurulan kişilerde nikotin, etkisini gösteremiyor. Böylece nikotinin içinde yer
alan ve kişiye mutluluk hissini veren
madde, beyne ulaşamıyor. Bu durumda tiryaki, içtiği sigaradan bir şey
anlamıyor ve eskisi gibi etkilenmediği için zamanla sigara aramamaya
başlıyor. İsviçreli İlaç firması Cytos’un
patent için başvurusunu yaptığı aşının tek bir dozunun etkisi çok uzun
süre devam ediyor. Sigara ile savaşta bir çığır açan anti nikotin iğnesi,
insan sağlığının en büyük düşmanı
olan sigaraya ölümcül darbeyi indirebilecek mi? Bunu ancak 6-7 yıl sonra
anlayabileceğiz. Çünkü aşının ancak
2010 yılında piyasaya sürülmesi bekleniyor.
haber
Fatih ACAR
E-REÇETE VE AVUÇ İÇİ DAMAR İZİ
UYGULAMASI BAŞLADI
SGK Başkanı
“Suistimalleri Önlememiz Gerekiyor
Bunlar Çok Önemli ve Tarihi Adımlardır”
S
osyal Güvenlik Kurumu (SGK)
Başkanı Fatih Acar 1 Temmuz
2012 tarihinden itibaren uygulamaya başlanan e-reçete ve avuç içi
damar izi kimlik doğrulama yöntemi
ile ilgili açıklamalarda bulundu.
Başkan Acar, hekimlerin sisteme
adapte olduklarında reçetelerin çok
daha kısa sürede yazılacağını belirterek E-reçete uygulaması ile günde 1
milyon 300 bin reçete ve eki belgeleri
için kullanılan kâğıttan tasarruf sağlanacağını ifade etti. Acar, yeni sistemle
kırtasiye işlerinin ortadan kalkacağını, hata ve karışıklıkların en az düzeye indirileceğini, hastaların eczanede
bekleme süresinin kısalacağını, eczacıların iş yüklerinin azalacağını ve en
önemlisi de suistimallerin ortadan
kalkacağını söyledi.
Hasta ve tedavisine ilişkin bilgilerin mükerrer girilmesine gerek
kalmayacağının da altını çizen Acar,
hekimlerin sisteme adapte olması
durumunda reçetelerin daha kısa
sürede yazılacağını vurguladı. Acar,
“Birçok faydanın yanında denetim-
42
lerdeki etkililik artacak.” dedi.
Elektronik reçete sisteminin hasta,
eczane ve SGK açısından sağlayacağı
faydaları dile getiren SGK Başkanı
Fatih Acar, hekimlerin bilgisi dışında
reçete üretilemeyeceğini, yanlış ilaç
yazılma riskinin ortadan kalkacağını
ve eczacıların sisteme kaydettikleri
veri sayısının 26’dan 7’ye ineceğini
söyledi.
Sistemin SGK açısından faydalarını da sıralayan Başkan Acar, denetimlerdeki etkinliğin artacağını, arşivleme sorununun ve reçetelerin teslimi
konusunun da ortadan kalkacağını
kaydetti.
E-reçete uygulanamayacak hallere de dikkat çeken Başkan Acar, işyeri
hekimleri, kurum hekimleri, Medula
sistemini kullanmayan sağlık kurumları, majistral ilaçlar, TEB tarafından
yurtdışından getirilen ilaçlar, yurtdışı
sigortalıları ve Medula sisteminden
provizyon alınamaması durumunda reçete yazma işleminin manuel
olarak yapılmaya devam edileceğini
ifade etti.
1 Temmuz 2012 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan e-reçete
sistemi çerçevesinde uygulamaya
geçilen hastanelerin reçeteleri elektronik olarak düzenlemesi gerektiğini
hatırlatan Acar, hekimlerin şifre almasının önemine vurgu yaparak “Bugüne kadar 60 bin hekimimiz şifresini
aldı, diğer hekimlerimizin de şifrelerini alması çok önemli.” diye konuştu.
Avuç içi damar izi yöntemi hakkında da açıklamalarda bulunan Başkan Acar, 2008 yılında sağlık karnelerinin kaldırıldığını, vatandaşların T.C
Kimlik numarası ile muayene olabildiklerini, fakat zaman içinde bazı özel
hastanelerin usulsüz olarak SGK’dan
ücret tahsil ettiğini tespit ettiklerini
söyledi. “Bu durumu önlememiz gerekiyordu.” diye sözlerini sürdüren
Acar, avuç içi damar izi uygulamasına
1 Temmuz tarihinden itibaren pilot
olarak Konya’da başlandığını kaydetti. Acar, bu sistemin de, Eylül ayı
sonuna kadar suistimallerin en fazla
olduğu iller dikkate alınarak en az
20 ilde, yılsonuna kadar SGK ile söz-
leşmesi bulunan özel ve üniversite
hastanelerinde hayata geçirileceğini
söyledi.
“Bunlar Çok Önemli ve Tarihi
Adımlardır”
SGK Başkanı Fatih Acar son olarak
şunları söyledi: “Bunlar çok önemli
ve tarihi adımlardır. Biz Avrupa’daki
uygulamaların da ötesine geçerek
sağlıkta sürdürülebilir ve suistimallerin olmadığı bir sistemi uygulamaya
çalışıyoruz.” Sistemin yeni olduğunun
altını çizen Acar, vatandaşlara yaşanacak sorunlar karşısında sağduyuluolmaları çağrısında bulundu.
Bakan Akdağ: “Kamu hastanelerinde
başlamıyoruz”
Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ e-reçete uygulamasının kamu
hastanelerinde henüz başlatılmadığına dikkat çekerek şunları söyledi:
“E-reçete uygulaması Sosyal Güvenlik Kurumu ve Sağlık Bakanlığı’nın
birlikte geliştirmeye çalıştığı bir uygulama. Şu anda özel hastanelerde
ve aile hekimliğinde başlıyor. Kamu
hastanelerinde henüz başlamıyoruz.
Kamu hastanelerinde de başlamak
için sistemin biraz gelişmesini bekliyoruz. Başlangıçta belki ufak tefek
düzeltilmesi gereken kısımlar ortaya
çıkabilir. Ancak netice itibarıyla hayırlı bir başlangıç, inşallah iyi olacak.’’
Sağlık Bakanlığı’dan uyarı
Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.
Dr. Nihat Tosun imzası ile e- reçete
konulu bir genelge yayınlandı. Söz
konusu genelgede, “Bilindiği üzere
Sosyal Güvenlik Kurumu, ödemesinin kendisinin gerçekleştirdiği reçeteleri elektronik olarak toplamak
üzere e-reçete projesi yürütmekte
ve uygulamaya geçiş tarihini 1 Temmuz 2012 olarak ilan etmiştir. Bakanlığımızca, ödemesi SGK tarafından
yapılan reçetelere ilave olarak ülke
genelinde üretilen tüm reçeteleri
kapsayan ‘Ulusal e–reçete projesi’ yürütülmekle birlikte, SGK’nın Projesine
de gerekli desteğin verilmesi kararlaştırılmıştır.” denildi.
Bu kapsamda aile hekimlerinin,
hastalarına yazdıkları reçeteleri şimdiye kadar olduğu gibi elektronik
olarak yazacakları, Bakanlığın aile
Hekimliği Bilgi Sistemine gönderdikleri gibi, gerçek zamanlı olarak SGK
elektronik reçete sistemine de gönderecekleri belirtildi. Aile hekimliği
yazılımı üzerinden yapılacak bu gönderim için AHBS firmaları ile gerekli
çalışmaların tamamlandığı aktarıldı.
Genelgede, şu ifadelere yer verildi:
“Gönderim sonrası SGK e-reçete sisteminden bir onay kodu cevabının
gelmesi ve hastaya reçetesi ile bir-
likte bu onay kodunun da verilerek
tercih ettiği eczaneden ilaçlarını temin edebilmesi planlanmıştır. Gerek
hastalarımızın kendi ilaçlarını bilip
haberdar olması, gerekse elektronik
sistemlerde oluşabilecek muhtemel
problemlerden etkilenmemeleri için
hastalara kâğıt reçetelerinin verilmeye devam edilmesi büyük önem taşımaktadır. Aile hekimleri online olarak
alacakları SGK onay kodunun olup
olmamasına bakmaksızın hastalara
reçetelerini kağıt formatta vermeye
devam edeceklerdir. Bakanlığımıza
bağlı devlet ve eğitim hastaneleri
ile ağız ve diş sağlığı merkezleri ise,
mevcut hizmet yöntemlerini sürdürmeye devam edeceklerdir.
Hastane ve ADSM’lerin aynı zamanda ileriki tarihlerde dâhil olacakları e-reçete sistemine hazırlık
mahiyetinde analiz çalışmaları yaparak Bakanlığımız Türkiye Kamu
Hastaneleri Kurumu’na bilgi ve görüş
bildirmeleri gerekmektedir. Bu kapsamda poliklinik oda sayıları, her türden bilgisayar ve yazıcı adetleri, tıbbi
sekreter sayıları ile hastalara ayrılan
zaman durumları dikkate alınacak ve
reçetelerin hastane poliklinikleri ile
servislerinde elektronik olarak yazılması halinde oluşacak durumlar değerlendirilecektir.
43
Uzm. Dr. Hınç YILMAZ
Ankara Meslek Hastalıkları
Hastanesi Başhekimi
Meslek Hastalığının tıbbi ve hukuki
olmak üzere iki tanımı vardır. Hukuki
tanımda işin içine adli birimler girer.
Çünkü işin tazminat boyutu ve ayrıca
işverenin sorumluluğu boyutu vardır.
Bu nedenle meslek hastalıklarının
hukuki tanımı da önemlidir.
Meslek hastalığının hukuki tanımı
sigortalının çalıştırıldığı işin niteliğine göre tekrarlanan bir sebeple veya
işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, sakatlık veya ruhi arıza halleridir (5510
sayılı kanunun 14. Maddesine göre).
Burada görüldüğü üzere sigortalılar
için bu tarif uygulanıyor. Peki, burada memurlar nerede? Örneğin Tarım
Bakanlığı’nı düşünün burada bir mühendis var bir de tarım işçisi var. İkisi
de tarlada çalışıyorlar. İkisini de kene
ısırdı ve Kırım Kongo Kanamalı Ateşi
44
Hastalığına yakalandılar. Mühendis
için bu bir meslek hastalığı olamıyor ama işçi sigortalı olduğu için bu
onun için bir meslek hastalığı oluyor.
Ne kadar tazminat alacaksa o kadar
tazminatını alıyor. Ama memurun
mevcut kanunlar çerçevesinde böyle
bir hakkı yoktur. Maalesef böyle bir
sıkıntı var.
Meslek hastalığının tıbbi tanımı
ise Meslekte-işte karşılaşılan risklerle
ilgisi kurulan hastalıklardır. Bu tanıma
göre ise meslek hastalığının herkesi
kapsaması gerekiyor. Ama kanunda sadece sigortalılar bu kapsama
alınmıştır. Şimdi bu kanun değişti ve
5510 Sayılı Sosyal Güvenlik Kanunu
oldu. Çalışma Bakanlığı yeni iş sağlığı
güvenlik kanun taslağı çalışmalarını
sürdürüyor. Orada sigortalı yerine çalışan olarak tanımlanıyor. İşte çalışan
denmesi ile herkes bu kapsam içine
alınıyor. Bu sorunun böylelikle kalkmasını bekliyoruz.
Meslek Hastalıkları Dünya Sağlık
Örgütü’ne göre kimyasal kaynaklı
meslek hastalıkları, fiziksel kaynaklı
meslek hastalıkları, biyolojik kaynaklı meslek hastalıkları ve psiko-sosyal
kaynaklı meslek hastalıkları olarak
dörde ayrılmıştır. Bunlar da kendi
içinde gruplara ayrılır.
*Kimyasal kaynaklı meslek hastalıkları:
• Ağır metaller
• Aromatik ve alifatik bileşikler
• Gazlar
*Fiziksel kaynaklı meslek
hastalıkları:
• Gürültü ve sarsıntı
• Tozlar
• Sıcak ve soğuk ortamda çalışma
• Düşük ve yüksek basınçta çalışma
• Radyasyon (iyonize olan ve olmayan)
*Biyolojik kaynaklı meslek
hastalıkları:
• Bakteriler
• Virüsler
*Psiko-sosyal kaynaklı meslek hastalıkları
Ülkemizde kaç tane meslek hastalıkları
hastanesi var?
Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi, Zonguldak Meslek Hastalıkları
Hastanesi ve İstanbul Meslek Hastalıkları Hastanesi olmak üzere üç meslek hastalıkları hastanesi var. Ankara
Hastanemize 66 il bağlıdır.
Ülkemizde meslek hastalıklarının teşhisi ile ilgili çalışmalar sadece
meslek hastalıkları hastanelerinde
yürütülmektedir.
Hastanelerin sorumluluk alanları çok geniş ancak bu alanlarda
hâkimiyet sağlayabilecek gezici hizmet ekipleri yetersizdir.
Mevcut sistemdeki bir takım aksaklıklardan dolayı bizim verdiğimiz
hizmet normal hastaneciliğe dönüşmüştür. Nedeni çalışanları korumaya
yönelik çalışmaların yapılmamasıdır.
Bu yüzden de zaten çok az olan meslek hastalıkları hastaneleri yetersiz
kalmaktadır. Aslında bizim düşüncemiz her hastanede bir tane meslek
hastalıkları kliniğinin bulunması yönünde.
Meslek hastalıkları yönünde eğitim
yeterli mi?
Tıp fakültelerinde meslek hastalıklarına yönelik eğitim verilmiyor.
Halk sağlığı stajında iki saatlik bir
ders var. Örneğin Almanya’da iş yeri
hekimliği eğitimi 3 yıl. Bizde ise 220
saat. Bizde çalışan doktorların çoğu
burada meslek hastalıkları bilgisini
edindiler.
Meslek hastalıklarının tanısı ve tedavisinde
yaşanan sorunlar nelerdir?
En büyük sorun bu konuda eğitimin
yeterli verilmemesidir.
Doktorlarımızın bu konuda eksikleri çok büyüktür. Bu eksiklikten
dolayı da hastaların doğru teşhisleri
yapılamadığı için tedavileri de yapılamamaktadır.
Diğer bir sorun iş yerlerinde yapılan periyodik muayenelerin doğru
yapılmamasıdır. Ayrıca iş yerlerinin
denetimleri de doğru yapılmamaktadır. İş yeri hekimlerinin meslek
hastalıkları konusunda bir eğitim almadıkları için bu konuda bir bilgileri
yoktur.
İşçiler tedavi için hastanelere nasıl ulaşıyor?
Ulaşana kadar hangi zorlukları yaşıyorlar?
Bu konuda pek çok örnek verebiliriz. Örneğin hastanemize bir akü
fabrikasından başvuran İşçilerin kan
kurşun seviyesi ortalamasının toksik
ensefalopati sınırında (120µg/dl), olduğu ortaya çıkmıştır. Hastanemizin
hastaların iş yeri çalışma koşullarına
müdahalesi ve şelazyon tedavisi sonrası 30 µg/dl ortalamaya geriletilmesi
sağlanmıştır. Halen hastanemize 22.
defa Kurşun Şelasyon Tedavisi için
yatan hastalar mevcuttur. Bu işçilere
nasıl ulaştığımıza gelince; bu işçilerden biri rahatsızlanarak karın ağrısı
şikâyeti ile ilk olarak iş yeri hekimine
muayene olmuş. İş yeri hekimi ortam
koşullarını bilmesine rağmen işçiye
ülser ilacı yazarak göndermiş. Tabiî
ki işçinin yaşadığı problemlerde bir
değişiklik olmamış. İşçi daha sonra
sağlık ocağına başvurmuş. Sağlık
ocağı hekimi işçinin kullandığı ilaca
bakıyor ve bunun şimdi daha etkili
olanları var deyip daha etkili gördüğü ilacı yazıyor. İşçi bu sefer bu ilacı
kullanmaya başlıyor. Tabiî ki yine hiçbir ağrısı kesilmiyor. Bu arada bir sürü
doktor dolaşıyor. Çözüm bulamıyor.
İşçi sonra bir hastaneye gidiyor.
Hastanedeki dâhiliye uzmanı senin
ülserini bu ilaçlarla tedavi etmek
zor. Bunun üçlü tedavisi var. Sana o
tedaviyi uygulayalım diyor. İşçi bu
sefer de ülseri için üçlü ilaç tedavisi
görüyor. İşçinin şikâyetlerinde hiçbir
azalma olmuyor. İşçi tekrar hastaneye gidiyor. Dâhiliye uzmanı bu sefer
endoskopi ve kolonoskopi yapıyor.
İnce bağırsaklarında birkaç tane
45
polip görülüyor. Doktor başka bir şey
bulamadığı için şikâyetlerini polipe
bağlayıp tekrar bir iki ilaç yazıyor.
Tabiî ki işçinin şikâyetleri yine geçmiyor.
Bu sefer adam psikolojik problemlerinin olduğunu düşünmeye
başlıyor. Bu arada birde nefroloji bölümüne görünüyor. Hastada Ailesel
Akdeniz Ateşi var mı diye genetik
bir test yapılıyor. Çünkü Ailesel Akdeniz Ateşi Hastalığı’nda da bu tür
şikâyetler yaşanmaktadır. Neyse ki
işçide bu hastalığa da rastlanmıyor.
Sonra işçi bir cerraha gidiyor. Oda
karın içi bir müdahale ile bakıyor. Bir
şey bulamıyor. Sonunda adama diyorlar ki sende bir şey yok. Sen kendini hasta zannediyorsun. Sen birde
psikiyatri servisine git. Psikiyatri doktoru da bir anlam veremiyor ama konuşma sırasında işçi doktora iş yerinde bir sürü kişinin karnının ağrıdığını
söylüyor. Doktor sonra nerede çalıştığını soruyor. İşçi akü sanayinde çalıştığını söylüyor. Doktor sorularıyla işçilerin kurşunla sürekli temas halinde
olduklarını öğreniyor. Diğer işçilerin
de rahatsız olduğunu duyduğu için
çoklu zehirlenmeden şüpheleniyor.
Doktor kurşunun kanda birikmesi ile
oluşan etkileri araştırıyor. Ağır metaller kişide semptomatik olarak kas
iskelet sistemi rahatsızlıklarına veya
gastroentorojik sistem rahatsızlıklarına neden oluyor. Sonra işçiye di46
yor ki senin kanında kurşun olabilir.
Kandaki kurşun oranına bir bakalım.
Kandaki kurşun oranına bakmak
için atomik absorbsiyon denilen bir
cihaza ihtiyaç var. Bu cihazda hiçbir
hastanede bulunmuyor. Sanayide
kullanılan bir cihaz. Hıfzıssıhha laboratuarında, özel laboratuarlarda
ve bazı eczacılık laboratuarlarında
bulunuyor. Dışarıda bir yerde ölçüm
yaptırıyorlar. Bir bakıyorlar ki kandaki
kurşun seviyesi çok yüksek.
Tabi ki doktorlarımıza meslek hastalıkları eğitimi verilmediği için ancak bu kadar aşamadan sonra tespit
sağlanıyor. Doktor tanıyı koyduktan
sonra seviniyor. Doktorların bizim
hastanemizin olduğundan da haberi
yok. Araştırma yaparken bizim hastanemizi buluyor. İşçiyi bizim hastanemize gönderiyorlar.
Bizim hastanemize bir hasta geldiği zaman biz hastaya yaşını ve
cinsiyetini sormayız. İlk olarak ne iş
yaptığını ve şikâyetini sorarız. Bu da
meslek hastanesi olmamızın bir gereği ve getirisidir.
Bu işçi de hastanemize gelip ne iş
yaptığını ve şikayetlerini söyleyince
direkt olarak kandaki kurşun oranına
baktık. Dışarıda yaptırdığı ölçümle
karşılaştırmak için. Oran 120µg/dl
çıktığında telaşlandık. Hemen iş yerinde kaç kişinin çalıştığını sorduk.
Çünkü meslek hastalığında bir kişi
hastalığa yakalanmaz. O ortamda
bulunan herkes bundan etkilenir. Bu
işçiden yaralanarak tam 300 kişiye
ulaştık.
Hemen bu hastaların periyodik
muayene dosyalarını istedik. Her sektöre ait özel muayene dosyaları vardır. Bu dosyalar gelince bir baktık ki
bizim baktığımız kandaki kurşun oranı 120µg/dl ve işçide beyin hasarının
olduğunu düşünüyoruz, onların yapmış olduğu periyodik muayenelerde
ise kandaki kurşun oranı 5–6µg/dl.
Bu ne demek insan sağlığı hiçe sayılarak yapılmış bir sahtecilik.
Bir başka örneği Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri’nden vereyim.
Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri Pnömokonyoz vaka oranını resmi olarak %14 olarak açıklıyor. %14 ne
demek? 100 işçinin 14’ünde kömür
işçisi pnömokonyoza var. Neredeyse
yirmi yıldır bu oran böyle. Daha aşağı
seviyelere çekilememiştir. Burası çok
iyi sendikalaşmış ve iş sağlığı konusunda kendi sempozyumlar veren
bir kurumdur. Zonguldak Taş Kömür
İşletmeleri periyodik muayenelerini Zonguldak Meslek Hastalıkları
Hastanesi’ne yaptırmaktadır.
Tabi bizim illa periyodik muayenelerin kamu kurumlarında yapılmasına yönelik iddialarımız yok. Ama
muayeneleri denetlenebilen, doğru
çalışan bir kurumda yaptırsın. Daha
çarpıcı bir örnek vermek istiyorum:
Aynı bölgede özel bir işletme diyor
ki benim iş yerimde pnömokonyoz
vakası yok. Bunu da özel laboratuarlara yaptırdığı tahlillerde ispat ediyor.
Şimdi iş sağlığına bu kadar önem
veren bir kurumda pnömokonyoz
vaka sayısı %14 ise diğer kendinde
pnömokonyoz vakası olmadığını iddia eden yerde oran en az % 40’tır.
Burada iki şey akla geliyor. Ya işçilerin
çoğu kaçak çalışıyor. Ya da yapılan
periyodik muayenelerde sahtecilik
yapılıyor.
Ankara ve Çankırı’da iki ayakkabı imalathanesinde çalışan 8 genç
işçinin kısmi felç olduğu bir olayı da
sizlerle paylaşayım. Ayakkabılara
yapıştırıcı sürmekle görevli 17–22
yaşları arasında 6’sı kadın 8 işçi bu
hastalığa yakalandı. Yakalanma nedenleri ucuz olduğu için kullanılan
yapıştırıcı. Bu ucuz yapıştırıcıda bulunan bir madde santral ve periferik
sinir sisteminde iltihaplanmalara
yol açıyor. ‘Toksik polinöropati’ adı
verilen bu meslek hastalığı yüzünden işçiler ihtiyaçlarını karşılayamayan, yürüyemeyen, kendi başına yemek bile yiyemeyen bireylere
dönüşüyorlar. Hâlbuki bu bireyler
çalışan üreten, kendilerine ve ülkelerine kazanç sağlayan gençlerdi.
Bu gençler üç tane üniversite
hastanesi dolaştıktan sonra bize
geldiler. Orada hastalıklarının tanısı
konulamamıştı. Bu gençlerin tedavileri yapıldı. Yalnız iş sadece tedaviyi
yapmakla bitmiyor. Bu işçiler aynı
ortamda çalıştıkları zaman yine aynı
hastalığa yakalanacaklar. Onun için
işçilerin tedavileri yapılırken işyerinin
de ortam koşullarının doğru şekilde
düzenlemesi gerekir. Ayrıca meslek
hastalıklarının tedavisinin yapılabilmesi için kişinin sadece şimdi çalıştığı
iş önemli değildir. Kişiye daha önceki
dönemlerde çalıştığı işlerin bilgisi de
alınmalıdır.
Basında sıkça yer alan kot kumlamada çalışan
işçiler hakkında ne gibi çalışmalar yapıldı?
Kumlama işlemi sadece kot pantolon yapımında kullanılmıyor. Kumlama işlemi gemi temizlenmelerinde,
inşaatın birçok alanında, diş protezi
yapımlarında ve cam fabrikalarında
cama şekil vermek amaçlı kullanılıyor. Tüm bu işlerde çalışan işçilerde
kumlama yüzünden silikozis gelişiyor. Silikozis Miller TBC (tüberküloz)
ile karıştırıldığı için tanı ve tedavisinde de zorluklar yaşanıyor. Şimdi ülkemizde silikozis görülme oranının en
yüksek olduğu kot kumlama işlemi
Sağlık Bakanlığımızın aldığı önlemler doğrultusunda yasaklandı. Çünkü silikozis hastalığının tedavisi yok.
Akciğer nakli olması gerekir. Bu hem
çözüm sağlamayan hem de çok maliyetli olan bir tedavi yöntemidir.
İş yerleri bu periyodik muayeneleri
nerelere yaptırıyor?
Bu tahlilleri yaptırmak zorundalar mı?
İş yerleri bu periyodik muayeneleri özel laboratuardan aldıkları
hizmetle yapıyorlar. Özel laboratu-
arlar iş yerinin kamu kuruluşlarında
yaptıracakları işlemleri yarı fiyatına
yapıyor. Bir de iş yerine gelip örnekleri oradan topluyor. Böylelikle iş yeri
hem iş gününden kayıp yaşamıyor
hem de daha az para ödüyor. Ama bu
özel laboratuar hizmeti sunan firmalar ölçümleri doğru yapmıyor. Hatta
bazıları sadece örnekleri alıyor. Sanki
tahlil yapmış gibi raporluyor. Biz nelerle karşılaşıyoruz. Erkek hastaların
periyodik muayene dosyalarından
bayan röntgen filmleri çıkıyor.
Bu periyodik muayeneleri iş yerleri Sanayi Bakanlığının uygulamış
olduğu zorunluluktan dolayı yaptırmak zorunda. Bu periyodik muayeneleri yaptırmak kişilerin isteğine
bağlı olan bir şey olmadığı için ve
kişilerin bilgisizliğinden dolayı kimse sonuçlarda ne çıktığına bakmıyor.
Oysaki insanlar kendileri rahatsızlanıp doktora gittikleri zaman mutlaka
sonuçlarını incelerler. Yaptırdıkları
tahlillerde doğruluk payı ararlar. Zaten maalesef periyodik muayenelerin % 20’si anca yapılıyor. Yapılan bu
% 20’lik muayeneden de ancak %1’lik
kısmı doğru çıkıyor.
47
Meslek hastalıklarının önlenmesi
mümkün müdür?
Meslek hastalıklarının tedavisi
bir iki hastalık dışında mümkündür.
Etkenle hastayı birbirinden uzaklaştırınca sorun ortadan kalkar. İyileşmeyen hastalıklar ise geri dönüşü
olmayan hasarlar bırakan etkenler;
kanserojen maddeler, silikozis etmenleri gibi.
Meslek hastalıklarının önüne geçilmesi gereksiz tedavi maliyetlerinin
de önüne geçeceği için çok ama çok
önemlidir.
Alınacak küçük önlemlerle insanların sağlığını kurtarmak, SGK’nın
harcadığı maliyetleri azaltmak ve iş
gücü kaybından doğan gelir kaybını
önlemek mümkündür. Meslek hastalıklarının tanısı hem sağlık açısından
hem de hukuki açıdan büyük önem
taşımaktadır.
Meslek hastalıklarının ekonomiye etkileri
nelerdir?
• Endüstrileşmiş ülkelerde yapılan
çalışmalar iş kazaları ve meslek hastalıklarının maliyetinin Gayri Safi Milli
Hâsılanın %1-3’ü kadar olduğunu ortaya koymaktadır.
• Doğrudan maliyetler toplam maliyetlerin 1/10’u kadardır. 2008 yılı
Türkiye GSMH’sı 750 milyar dolar.
48
Türkiye’nin yükü 7–21 milyar dolar
olarak tahmin edilebilir.
•
Doğrudan maliyetler Sosyal Güvenlik Sistemi tarafından karşılanmaktadır.
Geçici iş göremezlik ödenekleri,
kalıcı iş göremezlik ödenekleri ve tedavi giderleri gibi.
İşyeri hekimleri yönünden yaşanan sıkıntılar
nelerdir? Çözüm ne olmalıdır?
• En başta meslek hastalığı sigorta
fonu oluşturulmalıdır. İş yeri hekimi
ve iş güvenliği uzmanlarının maaşları
buradan ödenmeli işverenle ekonomik bağ ve patron-hekim-uzman
ilişkisi kesilmelidir. Zarar gören işçinin tazminatını eksiksiz alabilmesinin
yolu da buradan geçer.
• İşverenlerin tercihi nedeniyle koruyucu hekimlik değil, tedavi edici
hekimlik ön plandadır. Poliklinik hizmeti veren işyeri hekimliği yerine işyerindeki zararlılarla mücadele eden
sistem bir an önce kurgulanmalıdır.
İşyeri hekimi işyerindeki ergonomiyi,
gürültüyü, tozu, kimyasalları, manyetik alan ve radyasyon gibi riskleri öncelemelidir.
• Tıp müfredatında iş sağlığı ve meslek hastalıklarına yönelik eğitimler
verilmemektedir. Yüksek Öğretim Kurumu ve ihtisas veren kurumlar eği-
timde bu konuya ağırlık vermelidir.
• Periyodik muayeneler gerçeği yansıtmamakta, sahteciliğe karşı önlem
alınamayan koşullarda yapılmaktadır. Bu kurumların denetimini sıklaştırmak gerekirse ara iş gücü kullanmak gereklidir.
• İşyeri hekimliği hizmeti veren özel
şirketlerin yeterlilikleri (uzman personel, ekipman, ruhsat, denetime uygunluk) tanımlanmamıştır.
• Çağdaş sigortacılık “proaktif” yaklaşımı öne çıkarır
• SGK’nın meslek hastalığı nedenli
ödemelerinin azaltılmasının en etkili
yolu meslek hastalığından korunma
ve erken tespit hedefli çalışmalara
destek verilmesidir.
• Hemen her ülkede meslek hastalıklarına yönelik çalışmalar Sosyal Güvenlik Sistemleri tarafından desteklenmektedir
• Bir işçide saptanan meslek hastalığı
işyerindeki “etkenden” kaynaklıdır
• Etken çok sayıda diğer işçileri etkilerken, diğer işçilerin hasta olmasını ve sisteme başvurmasını beklemek
“insancıl” değildir, SGK’nın zararınadır.
• İşyerlerinde Sağlık Bozucu Etkenlerden korunmaya yönelik her türlü bilimsel çalışma SGK’nın harcamalarını
uzun vadede düşürecektir.
YAZA MERHABA DEMİŞKEN...
Sermin ZEYBEK
Mezoklinik Eğitim Müdürü
S
oğuk hava ve rüzgârdan zarar
gören cildimiz rahat bir nefes
almışken şimdi de yaza merhaba dedi. Yazın cildimizi en çok zarara
uğratan U.V.A. ve U.V.B. ışınlarıdır.
Fazla güneş vücudun savunma mekanizması üzerinde negatif etkileri
vardır (cilt kanseri gibi uzun vadeli hasarlar ve erken cilt yaşlanması
gibi).
50
Cildimizi yaza hazırlamak ve yaz
boyunca korumak yapılacak bakımlarla mümkündür. Yaz mevsimini
rahat ve bakımlı geçirmek için önerilebilecek bakımların başında cildin
nem dengesini sağlamak gelir. Sıcak hava ve U.V.nin zararlı ışınlarının
yarattığı kuruluğa karşılık yaşanan
nemsizlik cilt yaşlanmasının ilk belirtileridir. İlk olarak önerilecek olan
cildin nem dengesini tam anlamıyla
sağlayacak yoğun nem bakımıdır. Bunun için Thalion yoğun nem bakımı
önerilebilir. Cildin temizliği ardından
hazırlanan profesyonel maske sayesinde cilt nefes alır, nem deposu
sağlanan ciltte canlılık ortaya çıkar.
Ayrıca cildimizi yaza hazırlamak ve
yazın zararlı etkilerinden korumak
için Mesoestetic Crystal Fiber Mask
ideal bir seçimdir. Haftada bir cilde
uygulanan kullanımı çok konforlu
maske nemsizliği ortadan kaldırırken
aynı zamanda yaşlanma belirtilerinin
önüne de geçer. Çok yoğun bir etkiye
sahip olan Crystal Fiber Mask nano
teknolojiyle üretilmiştir. Üç kattan
oluşan hazır maske üst ve alt katların çıkarılmasıyla kolayca uygulanma
özelliğine sahiptir.
Yazın yapılabilecekler arasında
cildimize uygulanacak ampul kürlerini de unutmamak gerekir. Haftalık
veya on gün olarak yapılacak ampul
kürleriyle cildimizi yaza hazırlamak
da mümkündür. Mesoestetic dermokozmetik ampulleri cildin yaşanan
nemsizlik, yaşlanma problemleri,
yağ dengesini yeniden sağlanması
ve kuruluk sorununun ortadan kalkmasında kısa sürede etkisini gösterirken, yaşanacak sıcak havanın ve U.V.
zararlı ışınlarının yaratacağı sorunlara
karşı cildimizin onarımını da gerçekleştirir.
Güneşin zararlı ışınlarına karşı korunma konusunda cildimize gereken önemi göstermeliyiz.
Hem fiziksel koruma hem de kimyasal korumayı yapan Mesoestetic Moisturizing Sun Protection
SPF 50 cildinizi korurken aynı zamanda nem dengesini de sağlar.
Elde edilen sağlıklı bronzluğun
kalıcılığını sağlamada Thalion Soothing After -Sun Lotion yaz boyunca
vazgeçilemeyecek
vücudumuzun
destek yardımcısı olarak önerilebilir.
Yaza merhaba dendiğinde atlanmaması gereken bir konu da vücudumuza yapacağımız destek bakımlardır. Fazla kilolardan kurtulmak,
vücudumuzdaki toksinlerden arınmasını sağlamak, elastikiyetin yeniden oluşmasını sağlamak bunlardan
birkaç tanesidir.Çok çeşitli vücut bakımlarının arasında seçim yapmak
ne kadar zor olsa da şu bilinmelidir
ki; her şeyin en başında gelen yeterli
miktarda su tüketimidir. Yapılan dengeli su içiminin, vücudumuzun dolaşım sistemine olduğu kadar cildimize
de faydası tartışılmazdır. Vücuttaki
fazlalıkların atılması ve ödem gibi tıkanıklıkların giderilmesinin en başında dengeli su içimi gelir.
Bu ilk adımı doğru uyguladıktan sonra önerebilecek ilk bakım,
gözenekleri açarak vücudumuzun hava almasını sağlayacak vücut peelingleridir. Vücut bakımlarında gerçekten uzman olan
Thalion’un yosun içeren veya deniz
tuzunu içinde barındıran granüllü vücut peelinglerini sayabiliriz.
Kirli ölü tabakadan arınmış vücudumuz için yaz mevsiminin olumsuzluklarına karşı yapılacak bakımlardan
biri de detoks bakımlarıdır. Vücut dolaşımını arttıran, vücudun toksinlerden arınmasını sağlayarak canlılığını
kazandıran Thalion’un eşsiz yosun
içerikli bakımları vazgeçilmezdir. Profesyonel olarak uygulanan vücut ba-
kımlarının yanında aynı etkiyi evde
uygulama kolaylığı sunan etkili ürünleri sayesinde vücudunuza istediğiniz özeni fazlasıyla gösterebilirsiniz.
Sıcak havayla yaşanan ter, vücuttaki mineral dengesinin bozulmasında önemli bir etkendir. Vücudumuzun yeniden mineral dengesini
sağlamak veya destek olmak için üretilmiş Thalion yosun bakımları etkili
bir çözümdür.
Yazın daha canlı, daha fit bir vücuda sahip olmak ve bunun devamlılığını sağlamak yine bizim elimizdedir.
Mesoestetic’in bu konuda ürettiği
sıkılığı attıran, dolaşımı sağlayarak
selülit problemleriyle savaşan ev devam kremleri etkili bir kalıcılığın yaşanmasını sağlar.Cildimize yapacağımız destek bakımlarla, yaşanacak
yaşlanma problemlerinin önüne geçmek, canlılığının uzun süreli olmasını sağlamak ve doyasıya yazın tadını
çıkarmak mümkündür.
Sağlıklı, bakımlı bir ciltle geçirilecek güzel bir yaz olması dileğiyle…
51
haber
Sağlık Bakanlığı valiliklerden
tedbir almalarını istedi:
Aşırı Sıcaklara Dikkat!
S
ağlık Bakanlığı, aşırı sıcaklardan
çocuklar ve yaşlılar, yalnız yaşayanlar, özürlüler, bakıma ihtiyaç
duyanlar, gebeler, aşırı kilolular, açık
alanda yaşayanlar, kronik hastalar ve
sürekli ilaç kullananların etkilenebileceği uyarısı yaparak valiliklerden gerekli tedbirleri almalarını istedi.
Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Kurumu
Başkanı Mustafa Aksoy, aşırı sıcaklardan etkilenecek kişilere yönelik önlemler içeren bir genelge yayımladı.
Son zamanlarda hava sıcaklıkları ve
nemdeki artışın, önlem alınmadığı
takdirde insan sağlığını olumsuz etkileyebileceğine işaret eden Aksoy,
özellikle dört yaşından küçükler,
yalnız yaşayanlar, özürlüler, bakıma
ihtiyacı olanlar, gebeler, 65 yaş ve
üzerindekiler, aşırı kilolular, açık havada çalışanlar, şeker, kalp-damar,
karaciğer, böbrek gibi kronik hastalı-
52
ğı olanlar, sürekli tansiyon düşürücü,
idrar söktürücü, depresyon ve uyku
ilacı kullananlarla alkol ve madde bağımlılarının bu durumdan daha fazla
etkilenebileceğine dikkati çekti.
Öncelikle acil hizmeti veren sağlık
kurumları ve hastaneler başta olmak
üzere tüm sağlık birimlerinin uyarılmasını ve gerekli önlemlerin alınmasını isteyen Aksoy’un genelgesine
göre valilikler şu önlemleri alacak:
- İlk etapta kronik hastalar, açık alanda çalışanlar, özürlüler ve hamileler
çalışma şartları açısından değerlendirilecek, gerekirse kanuni şartlar
çerçevesinde izinli sayılacak.
- Bakanlığın bilgileri doğrultusunda
hesaplanacak sıcaklık değerlerinin
hayatın genelini olumsuz etkilemesi
durumunda, diğer kamu görevlileri
için de çalışma şartları yeniden düzenlenecek.
- Aşırı sıcaklıklar nedeniyle oluşabilecek sağlık sorunlarına müdahale için
il genelindeki tüm sağlık tesislerinde
önlem alınacak.
- Risk gruplarından hastalığı bulunanlar, yalnız yaşayan yaşlılar ve bakıma ihtiyacı olanlar ziyaret edilip
bilgilendirilecek.
- Sıcak hava dalgası dönemlerinde
hayatı olumsuz etkileyebilecek elektrik ve su kesintilerinin yaşanmaması
için tedbir alınacak.
Vatandaşa Tavsiye Edilen Önlemler
Sağlık Bakanlığı’nın genelgesinde aşırı sıcaklardan korunmak için şu
önlemlere dikkat çekildi:
- Günün en sıcak saatleri olan 10.0016.00 arasında dışarı çıkılmamalı, denize girilmemeli ve güneşlenilmemelidir. Bu saatler dışında da koruyucu
güneş kremi, şapka, gözlük kullanılmadır.
- Dışarıya açık renkli, hafif, bol ve sıkı dokunmuş kumaşlardan giysilerle, geniş
kenarlı ve hava delikleri olan şapkalarla
çıkılmalı, koruyucu güneş gözlükleri kullanılmalıdır.
- Dışarıda çalışması gerekenler korunmasız
kalmamalı, aşırı hareketlerden kaçınmalı,
sık sık tuzlu sulu gıdalar alınmalıdır.
- Yoğun fiziksel aktivite ve spor için sabah
ve akşam saatleri tercih edilmeli, ağır aktivitelerden kaçınılmalı, bol sıvı alınmalıdır.
- Güneş ve sıcaklık çarpması yönünden risk
altındaki yetişkinlerle yaşlılar günde en az
iki kez, bebekler ise daha sık izlenmelidir.
- Bebek, çocuk, engelli ve hayvanlar kapalı
ve park etmiş araçlarda kesinlikle bırakılmamalı, araç terk edilirken herkesin dışarı
çıktığından emin olunmalıdır.
- Kapalı alanlar iyice havalandırılmalı, güneş gören pencereler için güneşlik kullanılmalıdır.
- Vücut ısısının yükselmemesi için sık sık
duş alınmalı, bu mümkün değilse ayak, el,
yüz ve ense soğuk suyla ıslatılmalı veya silinmelidir.
- Susuzluk hissi olmasa da her gün en az
2-2,5 litre sıvı alınmalıdır.
- Kahvaltıda az yağlı peynir, zeytin, taze
sebze olmalı, kafein içeren içecekler yerine
süt, meyve suyu, ıhlamur ve kuşburnu çayları tercih edilmelidir.
- Yağlı besinler ve kızartmalardan kaçınılmalı, yemeklerde bitkisel sıvı yağlar kullanılmalıdır.
- Kızartma ve kavurma yerine haşlama, ızgara, kendi suyunda veya az suda pişirme
gibi sağlıklı pişirme yöntemleri uygulanmalıdır.
- Bol sebze ve meyve, süt, ayran ve meyve
suyu tüketilmelidir.
- Mide kramplarına neden olabilecek soğuk
ve buzlu içecekler tercih edilmemelidir.
- Kafein, alkol ve fazla miktarda şeker içeren içecekler tüketilmemelidir.
- Dışarıda ve açıkta satılan içecekler tüketilmemeli, çabuk bozulma riski olan besinler
açıkta bekletilmemeli, hijyen kurallarına
uyulmalıdır.
53
B
u yıl Ramazan ayının sıcak yaz
günlerine rastlaması nedeni ile
oruç tutanların, sağlıkları için
iftar ve sahur menüleri konusunda
daha dikkatli olmalarını gerektirmektedir.
Sıcaklık ve nem artışına bağlı olarak vücut ısısı artmakta, metabolizma bu yeni duruma uyum sağlamaya
çalışmaktadır. Sıcaklıkların etkisiyle
artan terleme ile birlikte yeterince
sıvı alınmazsa vücutta su ve mineral
kaybı olmaktadır. Buna bağlı olarak
da bayılma hissi, bulantı, baş dönmesi gibi sağlık problemleri yaşanabilmektedir.
Su, yaşam için elzemdir. Vücuttaki
su oranın yeterli düzeyde tutulması,
hayati önem taşımaktadır. Bunun için
kaybolan miktarın mutlaka telafi edilmesi şarttır. Günde ortalama, en az
2- 2,5 litre (12-14 su bardağı) su içilmelidir. Bununla birlikte Ramazan’da
sıvı ihtiyacını karşılamak için ayran,
taze sıkılmış meyve suyu, soda, sebze
suyu vb. sıvılar sık sık tüketilmelidir.
Sıcak havalarda aşırı beden hareketi
yapılması durumunda, vücudun su
ve tuz kaybı daha da artmaktadır. Bu
gibi durumlarda tuzlu ayran (tuz kullanımında herhangi bir tıbbi sakınca
bulunmayan durumlarda) içilmesi
önerilir. Çocuklar sıvı-elektrolit dengesine daha duyarlıdır. Bu nedenle
54
daha dikkatli ve tedbirli olunmalıdır.
Çocukların su ihtiyaçlarını fark edemeyecekleri ve kendilerini ifade edemeyecekleri göz önünde bulundurularak sık sık kaynatılıp soğutulmuş su
içirilmesine özen gösterilmelidir.
Sahur Öğününü Atlamayalım!
Ramazan ayında yeterli ve dengeli beslenmenin sürdürülebilmesi
için günün oruç tutulmayan bölümünde en az üç öğünü tamamlamak ve sahur öğününü atlamamak
gerekmektedir. Sahura kalkılmaması
ya da sahurda sadece su içilmesi yaklaşık 15-16 saat olan açlık süresini 20
saate çıkarmaktadır. Bu da açlık kan
şekerinin daha erken düşmesine ve
buna bağlı olarak günün daha verimsiz geçmesine neden olacaktır. Ayrıca, sahur öğünü ağır yemeklerden
oluşmamalıdır. Gece metabolizma
hızı yavaşladığından vücudun yağlanma hızı ve kilo alma riski artmaktadır. Bu nedenle sahura mutlaka kalkılmalı süt, yoğurt, peynir, yumurta
gibi besinlerden oluşan hafif bir kahvaltı yapılmalı ya da çorba, sebze ve
zeytinyağlı yemeklerden oluşan bir
öğün tercih edilmelidir. Gün içerisinde aşırı acıkma problemi olanlar ise
açlıklarını geciktirmek için kuru fasulye, nohut, mercimek, bulgur pilavı
gibi yemekleri tüketme yolunu tercih
edebilirler. Ancak aşırı yağlı, tuzlu
ve ağır yemekler ile unlu gıdalardan
uzak durulması gerekmektedir.
Ramazan’ın yemek kültürü açısından en belirgin özelliği, iftar sofralarının çeşitliliği ve bolluğudur. İftarda
kan şekeri çok düşük düzeye indiği
için kısa sürede fazla miktarda besin
tüketme isteği doğmaktadır. Yapılan
önemli yanlışlardan biri de çok hızlı
bir şekilde ve yüksek miktarda besin
tüketilmesidir. Beyin, doyma emrini
yemekten 15-20 dakika sonra vermektedir. Dolayısıyla çok hızlı yemek
yemek, kısa sürede yüksek miktarda
besin tüketilmesine neden olmakta,
bu da kilo alımına zemin hazırlamaktadır.
Yaz aylarında özellikle rota virüslerine bağlı olarak bebek ve çocuklarda yaygın olarak ishaller görülmektedir. Buna bağlı ishallerin önlenmesi
için ellerin iyice temizlenmesi, sebze
ve meyveleri yenilmeden önce yeterince yıkanması büyük önem arz
etmektedir. Bu tür İshal vakaları görüldüğünde, vakit kaybetmeden en
yakın sağlık kuruluşuna başvurması
gerektiği unutulmamalıdır. Ayrıca,
zorunlu olmadıkça, güneş ışınlarının
dik geldiği 11.00-15.00 saatleri arasında dışarıya çıkılmamalıdır. Çocuklar, yaşlılar, kalp ve şeker gibi kronik
hastalığı olanlar özellikle bu durumda daha dikkatli olmalıdırlar.
haber
Çevre Dostu,
Tarım Uzmanı Nesiller Geliyor
Çocuklara çevre bilinci aşılamak ve
toprağı sevdirmek için düzenlenen Çocuk Tarım Kampı’nın minik kursiyerleri, sertifikalarını törenle aldı.
Öğrencilerin keyifli
bir yaz tatili geçirebilmesi için
Gıda Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, TİGEM ve Türk
Traktör’ün ortaklaşa
düzenledikleri Çocuk
Tarım Kampı’na katılan
öğrenciler sertifikalarını
aldı. Kamp boyunca eğlenirken öğrenen çocuklar, çevreye olan farkındalıklarını artırırken,
tarladan sofraya üretim teknolojileri, iyi
tarım uygulamaları, küresel iklim değişiklikleri ve atık yönetimi gibi pek çok
konuda eğitim aldı.
Çocuklara çevre bilinci aşılamak ve
toprağı sevdirmek için, ‘’hayatın merkezinde tarım; tarımın merkezinde çocuk’’
sloganıyla bu yıl ikincisi düzenlenen
kampta, ilköğretim öğrencileri ağaç
56
dikti, domates, biber yetiştirdi. Birçoğu
toprakla ilk kez tanışan çocuklar, çapa
yapmayı bitkileri sulamayı öğrendi.
Kamp boyunca, sanatsal etkinlikler ve
müze ziyaretleri gerçekleştiren minikler, sertifika töreninde öğretmenleriyle
birlikte ağaç dikip, skeçlerle kamp boyunca öğrendiklerini sergilediler.
8-10 yaş arasındaki öğrencilerin,
sertifika töreninde yaptıkları gösteride,
‘’iyi tarım’’ uygulamalarını, ‘’bilinçli tüketici’’ olmak için nelere dikkat etmeleri
gerektiğini anlattılar.
Kursiyer öğrenciler, Ankara’nın tüm
çöplerinin toplandığı Mamak Çöplüğü’ nün yanı sıra MTA Tabiat Tarihi
Müzesi’nde Böcek Şenlik Okulu’nda ve
TİGEM üretim tesislerinde gördüklerini,
öğrendiklerini anlattılar.
Projenin ikinci ayağında Gıda Tarım
ve Hayvancılık Bakanlığı Eğitim Yayım
ve Yayınlar Dairesi Başkanlığının hazırladığı 190 bin görsel ve basılı eğitim
materyali Türkiye genelinde öğrencilere dağıtılacak.
Müzikle Terapi
Doç. Dr. Hanefi ÖZBEK
Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi
Öğretim Üyesi
K
emoterapi, fitoterapi, ozonoterapi, aromaterapi, homeopati...,
derken şimdi de müzikoterapi
mi çıktı başımıza diye düşünebilirsiniz. İnsanoğlu hastalıklarla mücadele
ettiği müddetçe, bunlardan kurtulmak için elinden gelen her yolu, her
şeyi deneyecektir; zira hasta olmayan, ne anlar hastanın hâlinden. Bu
yolda bilimsel yöntemler kullanarak
canla başla uğraş veren esas oğlanların yanında, kısa yoldan köşeyi dönmekle meşgul kötü adamların sayıca
daha fazla ve toplum nezdinde maa-
58
“Müzikoterapi”
lesef daha etkin olduklarını görmek
de ayrı bir dram.
Böylesi önemli konularda, en baştan bilimsel kuralları koyup gidilecek
rotayı çizebilsek ve hem topluma
hem de üniversitelere bu yönde bir
hız ve ihtiyaca göre bir ivme verebilsek, yapılacak işin vektöriyel toplamı
muazzam olacaktır. Ancak kervan
yolda düzülür mantığı hâlâ geçerli olduğu için başımızı duvardan duvara
vura vura, yani çok ağır bedeller ödeyerek amacımıza ulaşabilmekteyiz.
Gıda takviyeleri konusu hatırlanıp,
fitoterapi ile nasıl karıştırıldığı ve bu
yüzden maddi-manevi zarar gören
çok sayıda insanımızın durumu göz
önüne getirildiğinde, demek istediklerimiz sanırım daha iyi anlaşılacaktır.
Eczanedeki ilaçlarla çok daha ucuza
tedavi olabileceği halde bunun kat
kat fazlası bedeller ödeyip “bitkisel
ürünlere” akın eden, ancak iyileşmek şöyle dursun daha da kötüleşen
çok sayıda insan, bu da yetmezmiş
gibi televizyonlara çıkıp bu ürünleri önerebilen, övebilen akademik
titrli hocalar, bunları yayınlayabilen
gazeteler ve radyo-televizyon kanalları, bu kanallarda sanatçı kimliğini
kullanıp böylesi programların izlenirliğini arttıran sanatçılar…, liste uzayıp gidiyor. İşte bu nedenlerle, müzikoterapi hakkında hiç olmazsa temel
bazı hususları verebilmek umuduyla
bu yazıyı kaleme aldık.
Bu tür yazılarda genellikle işin kolayına kaçılır ve hangi makam hangi
hastalığa iyi gelir diye eskiden kalma
bazı bilgiler art arda sıralanır. Mesela: “Uşşak makamı uyku ve istirahat
için faydalıdır, insana gevşeme hissi
verir” şeklinde bir yazıyla karşılaşabilirsiniz. Bu yazıyı okuyanlar da bir
müzik markete giderek Uşşak faslı
CD’sini alıp evde veya arabada (!)
huşu içinde dinlerler. Bilmezler ki o
yazının yazıldığı yıllarda Uşşak aslında Rast demektir (yani dinlenilmesi
tavsiye edilen müzik eserleri aslında
Rast makamındaki eserlerdi). Ancak
siz Uşşak faslını dinleyip yine de uyku
ve istirahata kavuştuysanız, plasebo
etkisidir efendim, geçiniz.
Yukarıda verdiğimiz örnekte kullanılan müziğin bir fasıl icrası olması
da ayrı bir mesele. Türk Musikisinde
fasıl icrası ile klasik takım icrası aslında birbirinden çok farklı şeylerdir.
Fasılda ritim, klasik icraya göre daha
hızlıdır, faslın sonuna yaklaşıldıkça
hız daha da artar. Üstelik fasılda geçilen eserlerin önemli bir kısmı, aslında
sadece fasıl için bestelenmişlerdir,
klasik icraya pek gitmezler. Müzik-
ten gerçekten anlayan bir koro şefi
hangi eserlerin fasılda, hangilerinin
klasik takımlarda olabileceğini gayet
iyi bilir. Dolayısı ile uyku ve istirahat
için fasıl mı (!) yoksa klasik bir takım
mı dinlemek daha uygun olacaktır,
bunun da ayrıca araştırılması gerekmektedir.
Müziği dinleyecek olan kişinin entelektüel seviyesi, zevki, o an içinde bulunduğu ortam, dinlenilmesi tavsiye
edilecek eserlerin saz eseri mi, insan
sesi (solo-/koro)mi olacağı..., bunlara
eklendiğinde müzikoterapinin pek
de öyle basit bir şey olmadığı/olamayacağı ortaya çıkacaktır kanaatindeyiz.
Şimdi işin bilimsel yönüne hafif
de olsa parmak basalım ve okuyucuyu sıkmadan yazıyı tamama erdirelim.
İlim, “sanat+bilim”dir derdi bir hocamız, biz de müziğe “seslerin ilmidir” dersek konuya doğru bir açıdan
girmiş olacağımızı sanıyoruz. Bu durumda “ses” konusunun incelenmesi
ve müzikoterapiye ilk adımın buradan atılması gerektiğini düşünüyoruz.
Ses, bir cisim titreştirildiğinde bu
titreşimlerin hava, su vs. bir iletici
ortam vasıtası ile kulak zarına kadar
gelip, buraya bir basınç uygulaması
ve bu basıncın beyinde ses şeklinde
algılanması olayıdır. Yani sesin algılanabilmesi için bir ses kaynağı, bir iletici ortam, bir alıcı ve alınan şeyin ses
olarak yorumlanmasını sağlayacak
sağlam bir beyin gerekmektedir.
Ultrason cihazının kullandığı dalgalar da aslında ses dalgalarıdır. Ancak bu ses dalgalarının frekansı beyin
tarafından algılanabilen frekans aralığının çok üzerindedir (normal insan
kulağı bunları duyamaz). Ayrıca bu
seslerin müzikal sesler olmamasından dolayı, ultrasonla yapılan teşhis
ve tedavi işlemlerinin müzikoterapi
olarak değerlendirilmesinin doğru
olmayacağını söyleyebiliriz (yani, ses
ile yapılacak teşhis ve tedavilerin her
zaman müzikoterapi kapsamına girmeyebileceğini belirtmek istedik).
*****
Ses ile yapılacak her türlü teşhis
ve tedavi işlemini ses tedavisi (sound
therapy) olarak isimlendirirsek, bunun müzikal seslerle yapılan şekline
müzikoterapi demek daha uygun
olacaktır. Bu söylediklerimizi biraz
açarsak konu daha iyi anlaşılacaktır:
Bir kayanın yuvarlanırken çıkardığı ses ile usta bir sanatçının çaldığı
kemanın çıkardığı sesi karşılaştırıldığında, gürültü sesi ile müzikal ses
arasındaki farkın ne olduğu kolayca
anlaşılacaktır. Müzikal seslerin birbiri
ile uygun bir şekilde bir araya getirilmesi ile müzik eserlerinin oluşturulacağı da hesaba eklendiğinde müzikoterapi araçlarının neler olabileceği
konusunun zihinlerin biraz daha berraklaşacağını sanıyoruz.
*****
59
Öncelikle ses ile işe başlayıp, ardından müzikal sesler ve müzikle yolumuza devam edelim.
Sesin tarifini daha önce yapmıştık, şimdi de sesin fiziksel özelliklerinden bahsedelim. Genel itibariyle
sesin dört ana özelliğinden bahsedebiliriz. Bunlar: frekans, şiddet, süre ve
tınıdır (bunların sayısı daha ince araştırmalarla artabilir).
Frekans: Birim zamandaki titreşim sayısı olup, bir sesin diğer bir
sese göre daha tîz veya pest olmasını
sağlayan özelliktir. (Örneğin, frekansı yüksek olan ses, düşük olan sese
göre daha tîzdir. Frekans birimine
Hertz (Hz) denir. (Çok yapılan bir yanlışı burada düzeltmek uygun olacaktır: Ses kalın veya ince olamaz, çünkü
ses bir cisim değil, kulak zarına yapılan basınç değişikliklerinin beyinle
algılanması olayıdır. Bu nedenle ses
ya tîz ya da pest olur/ algılanır). Normal insanlar 20-16.000 Hz’lik frekans
aralığındaki sesleri duyabilir, yaş ilerledikçe bu aralık da daralmaktadır.
Şiddet: Sesin gürlüğüdür. Birimi
desibeldir (dB). Televizyonun sesini
yükselttiğimizde aslında sesin şiddetini arttırıyoruz demektir.
60
Süre: Sesin duyulduğu süredir.
Aynı sesin bir saniye ya da 10 saniye
süreyle duyulması gibi. Müzik eserlerinde “bir vuruşluk do” sesi ile “dört
vuruşluk do” sesi arasındaki fark buna
örnek olarak verilebilir.
Tını: Buna sesin rengi de denir.
Görmediğiniz halde, sadece işiterek
bir kişiyi sesinden tanımak, çalınan
bir sazın piyano mu, tambur mu yoksa ud mu olduğunu görmeden anlamak buna örnek olarak verilebilir.
*****
Ses terapisi için ilk önce araştırılacak olan hususlar, sesin yukarıda bahsedilen dört fiziksel özelliğinin, farklı
kombinasyonlar şeklinde ele alınıp
(elde edilip) canlı yapılara uygulanmasıdır. Buna göre farklı frekans,
şiddet, süre ve ses renklerinin dörtlü
bir karışım yapılmak suretiyle, bunun
canlı yapılara (hücre içi organeller,
hücre, doku, organ, sistem, vücut)
uygulanması sonucu “sesin” canlıya
ne yaptığına bakmak gerekmektedir. Tabi bunlar çok ciddî, uzun süreli
bilimsel çalışmalar anlamına gelir.
Bunlardan elde edilecek bilgilerle
yapılacak teşhis ve tedavi işlemlerine
ise sesle teşhis/terapi diyebiliriz.
Bu bilgi-
ler sonuçta müzikoterapi için sağlam bir altyapı oluşturacaktır. Bundan sonraki adımda müzikoterapiye
geçebiliriz. Müzikal seslerin uygun
şekillerde bir araya getirilmesiyle
oluşturulan müzik eserlerinin, canlı
yapılara (hücre içi organeller, hücre,
doku, organ, sistem, vücut) ne yaptığını araştırmak, bulunan sonuçları
başta insan olmak üzere canlı sağlığı
için kullanmak, bizim düşüncemize
göre müzikoterapi anlamına gelecektir.
Burada bir yanılgıya düşmemek için özellikle belirtmek gerekiyor, müzikoterapide illa ki Dede
Efendi’nin veya Beethoven’in eserlerini kullanmak şartı aranmamalıdır.
Unutulmamalı ki bir bestekâr, eserlerini ilâç niyetine kullanalım diye beste yapmaz (en azından şimdiye kadar
böyleydi). Dolayısı ile müzikoterapiden amaç, müzikal sesler aracılığıyla
oluşturulan bazı ses birlikteliklerinin
(buna sağaltıcı etkili melodiler de
diyebiliriz) elde edilmesi ve bu melodilerin teşhis veya tedavi için canlıda
kullanılmasıdır. Bu melodiler insana
anlamsız gelen bir müzikal ses kümesi olabileceği gibi, bir bestekârın
sanat yüklü besteleri de olabilir.
Müzikoterapiyi sırf ses tedavisinden ayıran şey, müzikal seslerin,
iletici ortam aracılığı ile kulağa kadar gelerek, canlı beyni tarafından
algılanması, bu algılamaya bağlı
olarak canlı üzerinde farmakolojik
bir etkinin oluşmasıdır. Ultrasonla,
ölü bir kişinin bile böbrek taşı teşhis edilebilir. Yani ultrason(sırf ses)
dan teşhis amacıyla yararlanmak
için canlı olmaya gerek yoktur.
Ama müzikoterapi, müziği algılayabilen canlıları etkilemelidir.
*****
Müzikoterapi için illa ki sesi “en
küçük birim”lerine kadar ayırıp araştıra araştıra “beste”ye kadar gelmek
şart mıdır? Eldeki besteler bu alanda
denenemez mi? Elbette ki bu yönde
de çalışmalar yapmak gerekir.
“Müzik dinletilen tavukların yumurta
veriminin, ineklerin ise süt veriminin
arttığı bilimsel bir gerçektir. Müzikle
komadan çıkan hastalar bilim literatüründe vardır.
Aslında bu konudaki en güzel
örnekler kişilerin bizzat yaşadığı
olaylardır. Çok sevdiğiniz hüzünlü
bir şarkıyı dinleyip ağladığınız veya
hüzünlü bir halden neşeli bir hale
geçtiğiniz çok olmuştur. İnsanların
psikolojik durumunun müzikle etkilenebilmesi bilimsel bir gerçektir
(savaşlarda mehter müziğinin yaptığı
müthiş etkiler, tarihi vesikalara kadar
geçmiştir).
Kekeme bir kişinin şarkı söylerken
artık kekelememesi, müziğin başka
bir iletişim veya ifade boyutu olduğunun göstergesidir (hipnozun farklı bir uyku/uyanıklık boyutu olması
gibi). Dolayısı ile şimdiki cari bilimi
kutsayıp tabulaştırmadan; müzikoterapinin de bir bilim dalı olabileceğini
kabul etmek, bu konuda yapılacak
bilimsel çalışmalara engel olmamak,
aklın gereğidir.
Müzik eserleri ile bu konuda çalışırken, ülkemiz insanlarının bir kısmında görülen malum hastalığa da
düşmemek gerektiğini özellikle vurgulamakta fayda görüyorum. Müzik
denilince, yalnızca kendi sevdikleri
müziğin veya kendi ideolojilerince
müzik sayılan şeylerin gerçek müzik
olduğunu zanneden kişilerin, müzi-
koterapiyle uğraşmadan önce, ya bu
ön yargılarından kurtulmaları ya da
bu işten vazgeçmeleri tavsiye olunur.
Çünkü en ilkel bir Afrika kabilesinin
müziğinden, modern bir toplumun
müziğine kadar bütün müzikler, incelenmeye ve saygı gösterilmeye değerdir; özellikle de, binlerce yıllık bir
birikimle oluşmuş; tüm dünya müziğine sazlarıyla, ritimleriyle, melodileriyle, felsefesiyle katkılar sunmuş;
halk müzikleriyle, sanat müziğiyle,
hatta arabesk müziğiyle çok renkli,
çok çeşitli ve inanılmaz zenginlikteki
Anadolu’nun müzikleri.
Müzikoterapi bilimsel bir zemine
oturup gelişmeye başladığında, artık müzikle tedavi bestekârlığının da
önü açılacak, çeşitli hastalıklarda (en
azından konvansiyonel tedavi yöntemlerine yardımcı olacak şekilde),
bu müzikler (terapötik etkili melodiler) uygulanmaya başlanacaktır. Kim
bilir belki de yan etkisiz yeni tedavi
yöntemlerinin bile önü açılmış olacaktır.
Müzikli ve sağlıklı günler dileğiyle
saygılar sunarım.
61
ERKEN ÇOCUKLUK ÇAĞI ÇÜRÜĞÜ
Dr.Tülin İLERİ KEÇELİ
Dt. Beste ÖZGÜR
Hacettepe Üniversitesi
Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti A.D.
Erken Çocukluk Çağı Çürüğü Nedir? Çocukluk çağında en sık görülen
kronik hastalıklardan biri de diş çürüğüdür(1). Diş çürüğü, başta mutans
streptokoklar olmak üzere bakteri
plağında bulunan mikroorganizmaların diyetle alınan karbonhidratları
metabolize ederek asit üretmesi sonucu dişin sert doku elemanlarının
çözünmesi ile ilerleyen, kronik enfeksiyöz bir hastalıktır(2-4). Tedavi
edilmeyen süt dişi çürüğü; ağrı, bakteriyemi, büyüme ve gelişme geriliği,
ileri dönemde yüksek tedavi maliyeti,
erken süt dişi kaybı ve buna bağlı konuşma, çiğneme güçlükleri ile estetik
62
problemlere neden olmaktadır(1).
1962’de Dr.Elias Fass, bebeklerdeki
çürüğün ilk kez kapsamlı bir tanımlamasını yapmış ve bunu “biberon
çürüğü” olarak adlandırmıştır(5).
1994 yılında ise Hastalık Kontrol ve
Koruma Merkezi (Centers for Disease
Control and Prevention-CDCP)’nin
konferansında “Erken Çocukluk Çağı
Çürüğü (Early Chidhood Caries)” gibi
daha az spesifik bir terimin kullanılması önerilmiştir(6). Erken çocukluk
çağı çürüğü (EÇÇ), 71 aylık ya da
daha küçük çocuklarda bir veya daha
fazla süt dişinde çürük veya kayıp ya
da dolgulu diş yüzeyi varlığı olarak
tanımlanmaktadır(3). EÇÇ, üst süt
kesici dişlerde dişeti kenarı boyunca
beyaz yüzey lezyonu olarak başlar ve
koruyucu önlemler alınmadığında
ilerleyerek diş sert dokularında yıkımla çürük kavitasyonu oluşur(7,8).
EÇÇ’ nin prevelansı değerlendirilen
gruba göre değişiklik göstermekle
birlikte, gelişmekte olan ülkelerde
%85’ e varan prevelans bildirilmektedir(9,10).
EÇÇ Risk Faktörleri
1. Mikrobiyolojik Risk Faktörleri:
EÇÇ bulaşıcı ve enfeksiyöz bir
hastalık olduğu için çocukların ilk iki
yaşında anneleri veya bakıcılarıyla
ortak kaşık, çatal kullanımı risk teşkil
etmektedir.
Ortak kullanım ile çürükte etken olan spesifik bakteriler tükürük
aracılığıyla anne/bakıcıdan çocuğa
geçmektedir(11). Yapılan çalışmalar
annedeki yüksek tükürük mutans
streptokok düzeyi ya da çürük varlığının yenidoğanda EÇÇ riskini arttırdığını göstermektedir(12).
2. Beslenme:
Uygun olmayan beslenme alışkanlıkları dişlerin karbonhidratlara
maruz kalma süresini uzatarak EÇÇ
riskini arttırmaktadır(13). Özellikle uyku esnasında tükürük akış hızı
azalmakta ve çürük oluşumu için elverişli bir ortam oluşmaktadır.
Bu nedenle, süt dişleri sürdükten
sonra, uykuya dalmadan veya uyku
sırasında biberonla ya da anne sütü
ile beslenmeyi takiben dişlerin uygun şekilde temizlenmemesi çürük
gelişimi için bir risk faktörü oluşturmaktadır(14).
3. Ağız Hijyeni:
Karyojenik bakteriler ve uygun
olmayan beslenme alışkanlıkları ile
birlikte ağız hijyeninin yetersiz olması çürük gelişiminde önemli rol oynamaktadır(13,15).
Dişler sürmeye başladığı dönemden itibaren bebeğin ağız bakımı
ebeveynler tarafından uygun yöntemlerle gerçekleştirilmelidir.
EÇÇ Nasıl Önlenebilir?
EÇÇ gelişmesi riskini azaltmak için
uygulanabilecek koruyucu yöntemler şu şekilde sıralanabilir (11,15-18):
• Karyojenik bakterilerin geçişini
engelleyebilmek için annenin/bakıcının ağız hijyeni iyileştirilerek mu-
tans streptokok düzeyi azaltılmalı ve
ortak kaşık, çatal kullanımından kaçınılmalıdır.
• Süt dişleri ilk sürdüğü andan itibaren ağız bakımına başlanmalıdır.
Bebeğin dişleri yaşına uygun, yumuşak bir diş fırçası ile günde iki kez fırçalanmalıdır.
• Süt dişleri sürdükten sonra, uykuya dalmadan veya uyku sırasında
biberonla ya da anne sütü ile beslenmeyi takiben dişler yumuşak bir diş
fırçasıyla temizlenmelidir. Diş fırçası
bulunmadığı zamanlarda temiz gazlı
bez veya tülbent ile temizleme işlemi
yapılabilir.
• Şeker içeren sıvı ve/veya katı gıdalar sık tüketilmemelidir.
• Bebekler mama, süt, şekerli içecekler, meyve suları vb. içeren biberon ya da şeker, bal gibi şekerli
gıdalarla tatlandırılmış emzik ile uyutulmamalıdır.
• Bebeğin ilk süt dişi sürdükten en
geç altı ay sonra diş hekimine götürülmeli ve bebeğin ağız sağlığı ve ba-
kımı konusunda eğitim alınmalıdır.
EÇÇ’ nin Tedavisi
EÇÇ’ den etkilenen dişlerin tedavisi, çürük dişin restorasyonu ya da çekimi şeklinde olabilir. EÇÇ, kooperasyonun zor olduğu bir yaş grubunda
görüldüğü için diş hekiminin fiziksel
kısıtlama, sedasyon gibi ileri davranış
yönlendirme tekniklerini kullanması ya da tedavilerin genel anestezi
altında yapılması gerekebilir. Ancak
EÇÇ’nin kontrol altına alınmasında
bu tedavi yaklaşımı tek başına yeterli değildir çünkü vakaların yaklaşık
%40’ında tedaviden sonraki birinci
yılda relaps görülmektedir(19-22).
Bu nedenle, EÇÇ’nin tedavisinde önleyici ve koruyucu yaklaşımlar önem
taşımaktadır(19-22). Annenin ve bebeğin diyet kontrolü, povidon iyodin
ve klorheksidin içerikli topikal antimikrobiyal ajanların uygulanması
(23,24), topikal florür uygulamaları
(florür jeli, florür cilası gibi) tavsiye
edilen önleyici ve koruyucu uygulamalar arasında yer almaktadır(25).
63
Sonuç
Erken çocukluk çağı çürüğü, yeni
çürük lezyonlarının oluşumu, fiziksel
büyüme ve gelişmenin gecikmesi,
tedavi maliyeti ve süresinin artması,
acil diş tedavisi gereksiniminin artması, özgüvenin ve öğrenme kapasitesinin azalması açısından yüksek
risk oluşturmaktadır.
Erken çocukluk çağı çürüğü, yenidoğanların ve çocukların ağız sağlığını olumsuz etkileyen önlenebilir
bir hastalıktır. Çocukların ağız ve diş
sağlığı düzeyinin yükseltilebilmesi
için ailelerin EÇÇ’nin risk faktörleri
ve sonuçları konusunda bilgilendirilmesi gereklidir ve bu noktada
hamilelikten itibaren kadın doğum
uzmanları, çocuk doktorları ve çocuk
diş hekimlerine görev düşmektedir.
64
Referanslar:
1. Kagihara LE, Niederhauser VP, Stark M. Assessment, management, and prevention of early childhood caries J Am Acad Nurse
Pract. 2009 Jan;21(1):1-10.
2. Selwitz RH, Ismail AI, Pitts NB. Dental caries. Lancet.
2007;369(9555):51-9.
3. American Academy of Pediatric Dentistry. Symposium on
the prevention of oral disease in children and adolescents. Chicago, Ill; November 11-12, 2005: Conference papers. Pediatr Dent
2006;28(2);96-198.
4. Loesche WJ. Role of Streptococcus mutans in human dental
decay. Microbiol Rev 1986;50(4):353-80.
5. Fass AE. Is bottle feeding of milk a factor in dental caries. J
Dent Child. 1962;29:245-51.
6. Centers for Disease Control and Prevention (CDCP). Atlanta
(GA). September 1994.
7. Kagihara LE, Niederhauser VP, Stark M. Assessment, management, and prevention of early childhood caries. Journal of the
American Academy of Nurse Practitioners, 2009; vol. 21, no. 1, pp.
1–10.
8. Pinkham JR. Pediatric Dentistry: Infancy through Adolescence, Saunders, London, UK, 3rd edition, 1999.
9. Cari˜no KMG, Shinada K, Kawaguchi Y. Early childhood caries in northern Philippines. Community Dentistry and Oral Epidemiology, 2003; vol. 31, no. 2, pp. 81–89.
10. Thitasomakul S, Thearmontree A, Piwat S. A longitudinal
study of early childhood caries in 9- to 18-month-old Thai infants.
Community Dentistry and Oral Epidemiology, 2006; vol. 34, no. 6,
pp. 429–436.
11. DenBesten P, Berkowitz R. Early childhood caries: An overview with reference to our experience in California. Journal of the
California Dental Association, 2003; 31(2), 139–143.
12. Berkowitz RJ. Mutans streptococci: Acquisition and transmission. Pediatr Dent 2006;28(2):106-9.
13. Barber LR, Wilkins EM. Evidence-based prevention, management, and monitoring of dental caries. The Journal of Dental
Hygiene, 2002; 76, 270-275.
14. Tinanoff NT, Palmer C. Dietary determinants of dental
car¬ies in preschool children and dietary recommendations for
preschool children. J Pub Health Dent 2000;60(3):197-206.
15. Yost J, Li Y. Promoting oral health from birth through childhood: prevention of early childhood caries MCN Am J Matern Child
Nurs. 2008 Jan-Feb;33(1):17-23.
16. De Grauwe A, Aps JK, Martens LC. Early Childhood Caries
(ECC): what’s in a name? Eur J Paediatr Dent. 2004 Jun;5(2):6270.
17. Rozier RG, Sutton BK, Bawden JW, Haupt K, Slade GD, King
RS. Prevention of early childhood caries in North Carolina medical
practices: implications for research and practice. J Dent Educ. 2003
Aug;67(8):876-85.
18. Reisine SD, Douglass JM. Psychosocial and behavioral issues
in early childhood caries. Community Dentistry and Oral Epidemiology, 1998; 26(Suppl. 1), 32–34.
19. Berkowitz RJ. Causes, treatment and prevention of early
childhood caries: a microbiologic perspective. Journal (Canadian
Dental Association), 2003; vol. 69, no. 5, pp. 304–307.
20. Graves CE, Berkowitz RJ, Proskin HM, Chase I, Weinstein P,
Billings R. Clinical outcomes for early childhood caries: influence of
aggressive dental surgery. Journal of Dentistry for Children, 2004;
vol. 71, no. 2, pp. 114–117.
21. Pitts NB. Are we ready to move from operative to nonoperative/ preventive treatment of dental caries in clinical practice.
Caries Research, 2004; vol. 38, no. 3, pp. 294–304.
22. Pitts NB, Stamm JW. International consensus workshop
on caries clinical trials (ICW-CCT)—final consensus statements:
agreeing where the evidence leads. Journal of Dental Research,
2004; vol. 83, no. C, pp. C125–C128.
23. Lopez L, Berkowitz R, Spiekerman C, Weinstein P. Topical
antimicrobial therapy in the prevention of early childhood caries:
a follow-up report. Pediatric Dentistry, 2002; vol. 24, no. 3, pp.
204–206.
24. Du MQ, Tai BJ, Jiang H, Lo ECM, Fan MW, Bian Z. A two-year
randomized clinical trial of chlorhexidine varnish on dental caries
in Chinese preschool children. Journal of Dental Research, 2006;
vol. 85, no. 6, pp. 557–559.
25. Pine C M, McGoldrick PM, Burnside G. An intervention
programme to establish regular toothbrushing: understanding
parents’ beliefs and motivating children. International Dental
Journal, 2000; vol. 50, no. 6 supplement 2, pp. 312– 323.
haber
Hacettepe Üniversitesi Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Kaya Yorgancı:
“Tiroit Bezine Yönelik
Gereksiz Cerrahi Müdahale
Yapıldığını Tespit Ettik.”
Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesinde, tiroit ameliyatı olan hastaların 20 yıllık
geriye dönük araştırmasında ilginç bulgular
ortaya çıktı. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi
Genel Cerrahi Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi Prof.
Dr. Kaya Yorgancı, yaptığı
açıklamada, aynı bölümden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Esat Hersek ile
birlikte klinikte 20 yıldır
yapılan tiroit ameliyatlarıyla ilgili bir çalışma
yaptıklarını bildirdi. Tiroit
ameliyatı olmuş 620 hastanın geriye dönük değerlendirmeye alındığını bildiren
66
Yorgancı, “Geçmiş yıllarda yapılan
tiroit ameliyatlarının bir kısmının
ameliyat gerektirmeden de tedavi
edilebileceğini tespit ettik.’’ dedi.
Prof. Dr. Kaya Yorgancı, konu ile
ilgili şu bilgileri verdi:
‘’Araştırma kapsamında değerlendirilen 620 hastadan, 20 yıl ve
daha önce ameliyat olanlarda kanser
oranının yüzde 15’lerde olduğunu,
son yıllarda yapılan ameliyatlarda ise
bu oranın yüzde 35’lere çıktığı belirlendi. Bu şunu çok net gösteriyor ki
hekimler olarak bizler tiroit ameliyatlarında daha seçici davranıyoruz
artık, daha doğru endikasyonlarla
ameliyat ediyoruz ve ameliyat ettiğimiz hastalarda da daha yeterli bir
cerrahi müdahale yapıyoruz geçmişe
göre.’’
‘’Bazı hastaların tiroitlerinin bütünüyle alınmaması sonucu %20
-25’e varan oranlarda tekrar cerrahi girişim gerekliliğinin oluştuğunu
tespit ettik.’’
Araştırmalarında ameliyat gereken hastalarda operasyonun bazı
durumlar için yeterli yapılmadığını
da tespit ettiklerini belirten Yorgancı, ‘’Bazı hastaların tiroitlerinin bütünüyle alınmaması sonucu % 20-25’e
varan oranlarda tekrar cerrahi girişim gerekliliğinin oluştuğunu tespit
ettik. Hastayı tekrar ameliyat etmek,
komplikasyon riskini arttırdığı gibi
ses tellerine giden sinirlerin hasarlanması riskini de beraberinde getiriyor’’
dedi. ‘’Tiroit ameliyatında en önemli
faktör ilk ameliyatın yeterli olmasıdır’’
diyen Yorgancı, şöyle devam etti:
“İlk ameliyat yeterli olmazsa, daha
sonra tekrarlayan ameliyatlar oluyor,
komplikasyon riski artıyor. İlk ameliyattaki gibi etkin ve yeterli bir şekilde tiroit bezini tamamen ortadan
kaldıramayabiliyorsunuz. İlk ameliyatlarda komplikasyon riski, yani ses
kısıklığı veya serum kalsiyum düzeyinin kalıcı düşüklüğü yüzde 1 ila 2.5
görülürken, ikinci ameliyatlarda bu
oran yüzde 8.9’a kadar çıkıyor. Bu kabullenmesi zor bir oran.”
Prof. Dr. Yorgancı, tiroit ameliyatlarının multidisipliner bir yaklaşımla
pek çok görüşün ortak kararıyla değerlendirmeye alındığını, böylece
daha doğru endikasyonlarda hastaların ameliyat edilebildiğini dile getirdi.
“Artık hastalıkları tek bir hekim
değil, bir ekip tanıyor, tedavisini
planlıyor ve takip ediyor.”
Prof. Dr. Yorgancı günümüzde
cerrahi tedavi gerektiren tiroit hastalıklarında total tiroidektomi denilen tiroit bezinin tümüyle alınması
şeklindeki ameliyatın çok daha fazla
oranda tercih edildiğini bildirdi. Bunun en önemli avantajının tekrarlayan ameliyat riskini ortadan kaldırması olduğunu söyledi.
Total tiroidektominin gelişmiş
ülkelerde de giderek daha fazla tercih edilen bir yöntem olduğunu aktaran Yorgancı, ‘’Biz araştırmamızda
Türkiye’de de bu tespiti ispatlamış
olduk, teyit etmiş olduk. Tüm tiroit
ameliyatları için geçerli bu durum.’’
diye konuştu.
Çalışmayı yaparken, hastaların
yakınmalarını da incelediklerini dile
getiren Yorgancı, bazı hastaların
boynunda şişlik nedeniyle, az bir kısmının ses kısıklığıyla doktora başvurduğunu anlattı. Bu hastaların yüzde
30’unun boynunda şişlikle, yüzde
10’unun herhangi bir şikâyeti yokken, check-up nedeniyle yapılan tetkiklerinde veya doktor muayenesinde ortaya çıktığını belirten Yorgancı,
ayrıca bazı hastaların da sinirlilik, çarpıntı nedeniyle doktora başvurduğunu söyledi.
Araştırmaları sonunda hastaların
yüzde 85’inin hipertiroidi olmamasına rağmen rutin yaşam içerisindeki
sinirlilikle tiroit hastalıkları arasında
bir bağlantı kurarak bu durumdan
şikâyet ettiklerini dile getiren Yorgancı, bu durumu şöyle yorumladı:
‘’Benim tiroit hastalığım var ben
sinirliyim veya ben sinirliyim o halde
tiroit hastalığım mı var?’. Halkımızda böyle yaygın bir inanış var. Tiroit
ameliyatı olan hastaların yüzde 85’i
sinirlilik ve kalp çarpıntısı bulguları
varken, bunun fizyolojik temeli olmadığını ortaya koyduk.
Yani onlar kendilerini öyle hissediyor. Tiroit bezi vücudun metabolizmasını ayarlayan bir bez. Eğer
çok çalışırsa, hakikaten sinirli oluyor
insanlar, çarpıntısı oluyor ama böyle
bir hastayı siz kapıdan girerken anlarsınız. Sinirlidir, hipertiroitteki sinirlilik
ve ajitasyon çok barizdir. Bizim ameliyat ettiğimiz hastaların ancak yüzde
5’i hipertiroit. Ama hastaların yüzde
85’i kendini sinirli hissediyor.
Bizim sinirlilikten kastımız tıbbi
olarak olaylarla uyumsuz sinirlilik.
Örneğin, önünüzdeki araba bir anda
durdu, siz de durmak zorunda kaldınız, buna sinirlenirsiniz tabi. Ama
önünüzdeki araba biraz sert durdu,
siz de inip adamı dövüyorsanız ya da
bıçaklamaya kalkıyorsanız bu uyumsuz bir sinirlilik.
Bilimsel bir temeli yok. Bunu da
şuna bağlıyoruz bu bir öğrenme.
“Ben sinirliyim.” anlayışı tamamen
bizim insanımıza has bir özellik. Yurtdışında tiroit hastalarında sinirlilik bu
kadar yaygın değil.’’
67
Kürtaj Döngüsü
Etyen MAHÇUPYAN
14 Haziran 2012 / Zaman
Ortaya atılma nedenleri hakkında
türlü spekülasyonlar yapılsa da belli ki kürtaj meselesi özellikle elli yaş
üstü Müslüman erkekler için önemli
bir konu. Bu toplumsal
kategorinin
ideolojik
68
konumlanması birkaç yıl önce Ali
Bayramoğlu’nun TESEV için yaptığı
laiklik/dindarlık algı çalışmasında da
ortaya çıkmıştı.
Örneğin elli yaş üstü erkek Sünni
dindarların başörtüsünü savunmaktaydı ama başörtülü kadınların davranışlarından da rahatsızdı. Çünkü
başörtülü kadınlar çok daha özgüvenli ve bağımsız bir davranış kalıbı
geliştirmişlerdi ve söz konusu erkek
dünyasının içinden bakıldığında bu
tavır bir tür ahlaksızlık olarak algılanmaktaydı.
İslami kesimin, özgürlüğün
sadece cemaatsel alanı genişletme anlamını taşımadığını, aynı zamanda cemaat
üyelerini ‘kişileştirdiğini’ de
idrak etmesinde büyük yarar
var. Bunun anlamı özellikle
çocukların ve kadınların erkek
egemenliğindeki cemaatsel kodlara mahkûm olmaktan giderek
çıkmasıdır. Nasıl seksenlerde namus
olarak sosyalleşen ‘başörtüsü’, bugün kadının dinle kurduğu özgül ve
öznel bağı temsil ediyorsa, aynı şekilde kadının kendisi hakkındaki tasavvuru da artık esas olarak kendisini
ilgilendiriyor. Bu durum, kadınların
erkek beğenisine ‘mazhar’ olacak bir
dindarlık sergilemelerini engelleyici
değil. Ancak bunun erkek bakışını
yansıtan dini yorumlarla sağlanması da artık kolay olmayacak. Kısacası
kadınların ikna olmaları gerekiyor ve
kabul etmek gerek ki, erkek yaklaşımının ikna edici özelliği son derece
zayıf.
Kürtaj meselesinde Diyanet’in
kamuoyuna sunduğu argüman iyi
bir örnek: “Ne annenin ne de babanın bebek üzerinde mülkiyet hakkı
olmadığı gibi onun hayatı üzerinde
vazgeçme, sonlandırma yetkisi de
yoktur.” Bu mantık bebek üzerinde
anne ve babanın değil ama ‘birile-
rinin’ mülkiyet hakkı olduğunu ima
eder. Çünkü nihayette o bebekle ilgili
birileri bir karar vermek durumundadır. Böylece din eğitimi bağlamında
çocuğun devlete değil aileye ait olduğunu söyleyenler, bebeğin aileye
değil devlete ait olduğunu söylemek
noktasına gelirler. Bu durumda hangi
yaşta yeniden aileye ait sayılması gerektiği gibi saçma sorularla uğraşmak
bir yana, şu soruya da muhatap olursunuz: Bebek devlete ait ise kadın da
mı devlete aittir? Bu nasıl bir devlettir
acaba? Elli yaş üstü dindar erkek devleti mi?
İnsanlık tarihi bize basit bir olgu
sunuyor: Bebek anne rahminde büyüdüğüne ve kadın fizyolojik olarak
bağımsız bir özne olduğuna göre, bebeği istemeyen bir anneyi mutlak anlamda engellemek mümkün değildir.
Öte yandan o bebeğin her türlü yükünü taşımış biri varken, başka herhangi birinin bu konuda kadından
daha yetkili olduğunu savunmak da
pek mümkün değil. Bu nedenle kürtajın azalması, doğrudan kadınların
iradesine muhtaç. Bu bağlamda din
işlev görebilir... Dindar kadınlar, din
öyle emrettiği için kürtajdan kaçınabilirler. Ama ortada apaçık bir sorun
var: Ne herkes dindar, ne dindarların
hepsi Müslüman, ne Müslümanların
hepsi Sünni ne ne Sünnilerin hepsi
Diyanet’in takipçisi.
Dolayısıyla dinden hareketle kürtajı yasaklamak meşru olamaz. Hak
kavramı üzerinden ilerlemeniz lazım. Burada ise iki tür hak kavramıyla karşı karşıyayız: Basitçe söylemek
gerekirse ‘aktif’ ve ‘pasif’ haklar var.
‘Aktif’ haklar, hak sahibi olmayı hak
etmeyi gerektirir ve irade sahibi olan
talepkâr bir özneyi ima eder. Bütün
sosyal ve ekonomik hakların ve bu
arada kadınların kendi bedenleri üzerindeki hakların da menşei budur. Buna karşılık ‘pasif’ haklar, irade
sahibi olmasa da varlıkların temel
haklarının tanınmasını ifade eder.
Hayvan hakları ve genelde yaşam
hakkı da bu çerçeveye oturur. Aradaki fark birincisinde öznenin kendi
hakları için talepkâr olması, ikincisinde ise öznenin başkaları adına hak
ihsas etmesidir. Bu nedenle birincisi
toplumsal dinamiklerin ürettiği, ilkesel tutarlılığa muhtaç olmayan hak
tasavvurlarını konu eder. Örneğin kadın haklarını savunan birinin ille de
grev hakkını savunması gerekmez.
Oysa ‘pasif’ haklar alanı özneden
asgari bir ideolojik tutarlılık beklentisine yol açar. Çünkü başkaları için
hak talebi, bir ölçüde nesnel olmak
zorundadır ve ‘başkalarına’ eşit mesafede durmayla meşrulaşır. Dolayısıyla
bebeğin yaşam hakkını savunanların hayvan ve ağaç haklarını da aynı
bağlama oturtmaları beklenir. Çünkü
eğer kürtaj cinayetse, açıktır ki hayvanların kısırlaştırılması da, ağaçların
kesilmesi de cinayettir.
Eğer bu türden bir kapsayıcılık
yoksa insan hayvandan ve nebattan
daha üstün sayılmakta olduğu içindir.
Ne var ki ancak elimizde insanı daha
üstün kılan bir ideolojik bakış varsa
bu yönde düşünmek bize doğal gelir.
Nitekim tek tanrılı dinler bu ideolojiyi
sağlarlar ve insanı hiyerarşik bir skala
içinde diğer varlıkların üstüne koyarlar. Kısacası bebeğin yaşam hakkını
doğanın yaşam hakkının dışında özel
önem vererek savunmak, aslında dini
bir mülahazaya muhtaçtır ve bu da
sadece dindarları bağlar.
Yani aslında kürtajın yasaklanmasının meşru olması herkesin dindar
olduğu bir toplumda belki mümkün
olabilirdi... Ama öyle bir toplum yok,
geçmişte olmadı ve muhtemelen
hiçbir zaman da olmayacak.
69
Kürtaj, neden cinayet değildir?
“Eğer Tanrı öldüyse, her şey mübahtır.”
Hilal KAPLAN
17 Haziran 2012 / Yeni Şafak
T
ırnak içindeki söz, insan ruhunu ilmek ilmek çözen kıymetli
yazar Dostoyevski’ye atfedilir.
Çağdaş felsefenin önde gelen isimlerinden Slavoj Zizek ise bu sözü tersine çevirir: “Eğer Tanrı öldüyse, hiçbir
şey mübah değildir.”
Neden mi? Çünkü “İnsan”, bir şeyin mübah olup olmadığının sınırını
belirleyecek kapasitede bir varlık değildir. Etyen Mahçupyan bunu “Kürtaj
döngüsü” başlıklı yazısında örneklerle izah etmiş:
“(...) bebeğin yaşam hakkını savunanların hayvan ve ağaç haklarını da
aynı bağlama oturtmaları beklenir.
70
Çünkü eğer kürtaj cinayetse, açıktır ki
hayvanların kısırlaştırılması da, ağaçların kesilmesi de cinayettir. Eğer bu
türden bir kapsayıcılık yoksa insan
hayvandan ve nebattan daha üstün
sayılmakta olduğu içindir. Ne var ki
ancak elimizde insanı daha üstün kılan bir ideolojik bakış varsa bu yönde
düşünmek bize doğal gelir. Nitekim
tek tanrılı dinler bu ideolojiyi sağlarlar ve insanı hiyerarşik bir skala içinde
diğer varlıkların üstüne koyarlar.”
Mahçupyan’ın burada izhar ettiği
nokta çok önemli. Zira dinin ihdas ettiği haram ile helal, mübah ile günah
arasındaki ayrımdan sekülerizmin ve
seküler devletin ilham alarak etik ile
etik olmayan / yasal ile yasal olmayan arasındaki koyduğunu söylemek
mümkün. Örneğin bu yüzden adam
öldürmek suç ama hayvan öldürmek
değil. Bu minvalde seküler devlet, aslında her zaman teolojik bir boyutu
beraberinde taşır. Adeta kendini Tanrı yerine koyarak, ‘kulları’ arasındaki
ilişkiyi düzenlemeye kalkar. Ancak
şu noktayı hiç unutmamak gerekir:
Sekülerizm/ seküler devlet, dinden
ilham almayarak, tam da onun karşıtı
hükümler vaz ettiğinde bile aslında
bir teoloji kurmuş olur. Bu öyle bir
teolojidir ki, on bir haftalık bir bebeğin yaşam hakkını “kutsal” sayıp
onu insan mertebesine yükseltirken;
dokuz haftalık, kalbi atmakta olan
bir bebeği bir odun yığınından farklı
görmeyip, onu zelilleştirme hakkını
kendinde görür.
Ve alıntıladığım bölümdeki mantık silsilesinden Mahçupyan’ın vardığı sonuç şöyle olmuş:
“Kısacası bebeğin yaşam hakkını
doğanın yaşam hakkının dışında özel
önem vererek savunmak, aslında dini
bir mülahazaya muhtaçtır ve bu da
sadece dindarları bağlar.”
Mahçupyan “sadece dindarları
bağlar” demiş ama dindar olmayanların dokuz haftalık bir bebeğe “insan”dan daha aşağı bir varlık
olarak muamele etmesi “hak”kının
(ki ‘hak’ da teolojiden azade
düşünülemeyecek bir terimdir) nereden kaynaklandığı yönünde bizi
aydınlatmamış. Anne rahmindeki
bebeğin hangi sebepten ötürü bir
ağaçla eşit olduğu sorusu boşlukta
kalmış. Bebeğin ana rahminde olmak itibariyle yaşama hakkına ve
beden mülkiyetine sahip olmadığı
iddia edilmiş ama bunun da sebepleri açıkta bırakılmış. Merak etmeye
devam ediyorum, seküler insanların
ortada işlenen fiilin bir cinayet olmadığı noktasındaki izahları nedir?
Sosyolog Suheyb Öğüt, geçtiğimiz hafta HerTaraf’ta çıkan “Kürtaj:
Kuvvenin Katli, fiilin cinayeti” yazısında benzer bir noktaya temas etmişti:
“Peki insanın külli bir tarifi yapılamazken embriyo ile insan arasında bir
fark olduğunu söylemek ve bu farkı
embriyonun aleyhine işleterek onun
katlediledilebilir olduğuna hükmetmek de ne demek oluyor? Şayet insan diye bir kategori varsa spermin
tek başına insan olmadığı açıktır.
Zira sperm ancak yumurta ile birleştiği zaman insan (embriyo) vücuda
gelmektedir. Spermde insan olma
kuvvesi mevcut değildir. Bu kuvve,
sperm ile yumurtanın inzimamdan
-embriyo- hasıl olur. Embriyoda insan
dediğimiz varlıktaki bütün özellikleri
müşahede edemiyor olmamız embriyonun insan olmadığına katiyen
delalet etmez. Bilakis embriyo bilkuvve insandır. İnsan olma kuvvesine
sahiptir. Şayet kuvvenin kendisini bir
varlık statüsü olarak kabul etmezsek
o zaman bebeğin kendisini de insanlıktan temyiz etmek mecburiyetinde
kalırız. Çok kaba bir gözlemle bebek
dediğimiz varlık yiyen, içen, altına
eden bir mahluktan başka bir şey değildir ve fiiliyatı itibarıyla çoğu hayvandan bile daha aşağı, daha aciz bir
konumdadır. Fakat buna rağmen bizler bebeği insan olarak kabul ediyor
ve hayvandan daha üst bir makama
yerleştiriyoruz. Neden? Çünkü bebek
bilkuvve insandır ve bilkuvve insan
olan her varlık tam da “insan”a tevafuk etmektedir.”
Ayrıca mevcut duruma göre on
haftaya kadar bebeğin aldırılması
yasalara uygun. Peki ama dokuz haftalık cenin ile on bir haftalık cenin
arasındaki farkı seküler devlet hangi
kaideye göre koymaktadır? Sadece
annenin seçim hakkı kutsalsa neden
“on hafta sınırı” seküler gruplar tarafından bile ısrarla savunulmaktadır?
Bu, cenini 32 haftalıkken de aldırmak
isteyen annenin ‘seçim hakkı’na saygısızlık değil midir?!
Kürtaj tartışması sürerken seküler
yazarlar bu soruların hiçbirine cevap vermeyip, sadece 12 Eylülcülerin koyduğu sınır dahilinde kadının
seçme hakkını, bebeğin yaşam hakkından üstün tuttular. Mahçupyan’ı
tenzih ederek söylemek gerekirse
bir kısmı da bunu aksi kanaate sahip Müslüman yazarları ve hükümeti
‘totaliterlikle’ suçlayıp, bir nevi ‘kaçak
dövüşerek’ yaptılar. Hâlbuki bu tartışmaya ilişkin ilk yazımdaki sorunun
cevabını kanıtlamaları ‘dindarları’ da
ikna etmelerine yeterdi: İnsan, nerede başlar?
Bu soruyu cevaplayamadıkları
müddetçe, kürtajın cinayet olmadığını temellendirmeleri mümkün değil.
Eğer cinayet olmadığı temellendirilemiyorsa da “adam öldürmenin yasa
dışı olduğu gibi kürtajın da yasa dışı
olması gerekir” cihetinden hareket
eden devleti suçlamaları ve “sen kim
oluyorsun da insanların işine karışıyorsun?” diye sormaları da mümkün
değil.
Zira o devlet de pekâlâ ‘seküler bir
teoloji’den hareketle böyle bir yasa
koyabilir.
71
KANSERDE BİLİM VE TEKNOLOJİ KADAR
SEVGİ DE ÖNEMLİ
Medstar Antalya Hastanesi Kanser Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mustafa
Özdoğan, Türkiye’de ve dünyada kanser tedavisinde teknolojik yenilikler ve
kanserde hastaya yaklaşımın önemi
hakkında sorularımızı cevapladı.
Türkiye kanser tedavilerinde Amerika ve
Avrupa’nın neresindedir?
Kanser tedavisinde en önemli ayrıntı; gerektiğinde değişen ve yenilenen tedavi stratejilerine ulaşmak, bu
stratejilerin gelişimine destek olan
klinik araştırmaları, ekspert yorumlarını okuyup rutin pratiğe aktarabilmektir. Kısacası artık bilgi hiçbir
kurum ya da kuruluşun veya bireyin
tekelinde değildir. Dolayısıyla değişen bilgiye ulaşan ve özümseyebilen
onkoloji uzmanları, günümüz koşullarında en yeni tedavileri vakit kaybetmeksizin hastalarla buluşturmaktadır.
Teknolojik gereksinimler ve konforlu mekanlar alanında da ülkemiz
hızlı bir değişim içindedir. Türkiye
artık kanser tedavisinde batı kadar
iyidir ve hatta bazı konularda daha
da ileri seviyededir. Kanser tedavisinin en önemli parçalarından biri olan
hastaya ve hasta yakınına değer verme, hastaya tedaviyi şefkatli ve sevecen bir şekilde sunma konusunda
dünyanın hiçbir hekim ve sağlık çalışanı grubu Türkiye’den önde değildir.
Kanserde bireye özgü tedavi nedir?
Ülkemizde yapılabiliyor mu?
Son yıllarda gelişen bir konsept
olan “Bireye özgü tedavi” hastanın
kanserinin genetik yapısını ve aynı
zamanda bireyin kanser dışı özelliklerini eş zamanlı analiz ederek, o birey
için en doğru tedavinin bilimsel kanıtlar eşliğinde hastaya sunulmasıdır.
Günümüzde “One size fit all” yani “tek
bir tedavi yöntemi tüm hastalara iyi
72
gelir” modeli terk edilmiş, yerini “Bireye özgü tedaviler”e bırakmıştır. Bu sayede hastalarda daha etkin tedavilerle başarı şansı artmış, tedavi sırasında
ortaya çıkan istenmeyen yan etkiler
minimum düzeye indirilmiştir. Tüm dünyada olduğu gibi; meme
ve akciğer kanseri dahil birçok kanser
türünde bu yaklaşım hastalara başarıyla sunulmaktadır.
Kanserde akıllı tedavi uygulamaları nedir?
Türkiye’de de uygulanabiliyor mu?
Kanserde akıllı tedavi veya farklı
bir deyişle hedefe yönelik, hedeflenmiş tedaviler 2000 sonrası birçok
kanser tedavi stratejisinde sağladığı
başarılar ile kanserli hastalarımızın
umudu olmuştur. 2000 öncesi başarılı olunamayan kanserin birçok
türünde klasik kemoterapi ilaçları ile
birlikte veya tek başına kullanımları
sonucu, tahminlerin ötesinde yarar
görülmüştür.
Klasik kemoterapiler kanserli hücrelerle birlikte normal hücreleri de
etkilerken; hedefe yönelik ilaçların
sadece kanserli hücreyi etkilediğini
normal hücreler üzerine ise çok az
etki oluşturduğu ya da bu hücreleri
hiç etkilemedikleri görülmüştür. Tümöre özel hücre içi veya dışında yer
alan çoğalma yollarına yönelik geliştirilen bu ilaçlar, tedavide seçicilik
yaratmakta ve kanser hastalığını ürkütücü bir isim ve algıdan kronik bir
hastalık algısına doğru taşımaktadır.
Örneğin; 2000 öncesi sigara içmemiş, adeno kanser yapısında olan
ilerlemiş evre akciğer kanserli bir
kadın hastada yaşam süresi aylarla
sınırlıyken, günümüzde bu hastaların
ağızdan alınan tek bir hap ile hızla
yaşama döndüğü ve sağlıklı bir birey
gibi yıllarca yaşamını sürdürdükleri
görülmektedir. Bu durum, doktorlar
için de son derece memnuniyet vericidir. Günümüzde akıllı ilaçları birçok
kanser türünde, Türkiye’de başarıyla
kullanmaktayız.
Kanser görüntülemesinde yeni teknolojiler
nelerdir? Türkiye de bu teknolojiler
kullanıyor mu?
Bu konuda en önemli gelişme;
PET-BT (Pozitron Emisyon Tomografisi) veya PET-CT olarak adlandırılan
kanser görüntüleme cihazının, vücutta saptanan kütlelerin tanımlanması, kanser evrelemesi ve tedaviye
yanıtın belirlenmesi için rutin kullanıma girmesiyle olmuştur. Bu cihaz
sayesinde vücutta tümör yayılımını
çok daha doğru saptamakta ve erken dönemde tedavinin başarılı olup
olmadığı görülebilmektedir. PET-BT
aslında sadece kansere özel bir gö-
rüntüleme yöntemi değildir. Çekim
sırasında vücuda verilen bir tür işaretli şekerli sıvı, normal hücrelere
göre daha fazla aktif ve enerji tüketimi (metabolik aktivitesi) yüksek olan
hücrelerde yoğunlaşarak, bu alanın
anormal bir yapı olduğunu ortaya
koyar. Eş zamanlı alınan tomografik görüntüleme ile bu anormal yoğunlaşan alanların yapısal özellikleri
hakkında da bilgi verir. Bu anormal
yapılar, kimi zaman kanseri işaret
ederken, kimi zaman da romatolojik
bir hastalığı veya tüberküloz gibi bir
enfeksiyon saptamasını sağlayabilir.
Bugün için PET-BT’nin rutin kanser taraması amacı kullanılması uygun değildir. Kanser tanısı konan
veya yüksek olasılıklı kanser şüphesi
olan bireylerde yarar sağlamaktadır.
Artık Türkiye’nin birçok noktasında
hastalar kolaylıkla bu cihaza ulaşabilmektedir.
Medstar Antalya Hastanesi Kanser Merkezi’nde bu alandaki yenilik-
leri izleyerek, PET-BT’nin geliştirilmiş
versiyonu olan M-BT (moleküler tomografi) ile hastalarımıza hizmet vermekteyiz.
Meme kanserinin erken tanısında teknoloji ve
hasta konforu
Meme görüntülemesi ve takibi, bu kanser türünün erken evrede
saptaması bakımından son derece
önemlidir. Özellikle 40 yaşında yılda
bir kez memenin görüntülenmesi ve
elle muayenesi, erken teşhise önemli katkılar sağlamaktadır. Yenilenen
meme görüntüleme cihazları hem
görüntü kalitesini artırmış hem de
memenin daha az sıkıştırılması ile
hastaya konfor sağlamıştır. “Tomosentez” adı verilen bu digital meme
görüntüleme cihazları sayesinde,
hastanın eski bilgisi bilgisayar ortamında saklanmakta ve eski görüntüleri ile yeni bulgular rahatlıkla kıyaslanarak, memede bir problemin
gelişip gelişmediği kolayca takip edilebilmektedir. Pahalı olmayan ve kullanımı her geçen gün artmakta olan
bu yönteme de, ülkemizde rahatlıkla
ulaşılabilmektedir.
Radyoterapide teknolojinin ulaştığı son nokta
Kanser tedavi teknolojisindeki en
önemli gelişmelerden biri de radyoterapi alanında olmuştur. Işın tedavisinde kanserli alanın yeterli ışınlanıp
tümörün yok olması ne kadar önemliyse, çevre dokuların da korunması
aynı oranda önem taşımaktadır.
Yeni cihazlar ve uygulama yöntemleri ile kanserin kontrol altına
alınabilme oranları artmış, normal
dokuların gördüğü zarar azalmış,
özellikle hızlı ve modern cihazlarla
tedavi süreleri kısalarak, hasta konforu üst düzeye taşınmıştır.
Türkiye de teknoloji alanında
hızla değişime uğramış, neredeyse
tüm kanser merkezleri bu tür yeni
teknolojilere sahip duruma gelmiştir.
Merkezimizde de son teknoloji radyoterapi uygulaması kurulumu gerçekleştirilmiştir.
73
Türkiye’de kanser tedavisinin Avrupa ve
Amerika’dan farklı olan yanları var mı?
Kanser tedavisi alanındaki yenilikler, bilgi ve teknolojiler ile sınırlı
olmamalıdır. Kanser tedavisi ayrı bir
yaşam ve tedavi felsefesidir. Medstar
Antalya Hastanesi Kanser Merkezi,
olarak hastalarımıza sevgi, güven,
yaşam kalitesi ve konforu bir arada
sunmaktayız. Hastalar merkezimizde;
kemoterapi alanlarını sanat evine çeviren, hastaların resim öğretmenleri
kontrolünde zevk ve becerilerini tuvale yansıtmalarını sağlayan, bir çok
sanatsal faaliyetin içinde olmalarına
olanak tanıyan yeni bir bakış açısı ile
tedavi edilmektedir.
Hastaları yaşamdan koparmak yerine, yaşam kalitelerini artırarak topluma kazandıran felsefe ile kanserli
hastanın rehabilitasyonu, beslenmesi, cinsel sorunları, psikososyal problemleri yok sayılmadan, tüm bunlar
rutin pratik içinde değerlendirilmektedir. Aksi halde, kanser tedavisinde
istenilen başarıyı sağlamak mümkün
olmamaktadır. Antalya’dan başlattı-
74
ğımız değişimin tüm Türkiye’de uygulanmasını hedefliyoruz. Her türlü
donanıma, bilgiye ve beceriye sahip,
sevgi dolu yüreğiyle gece gündüz
bu alanda yorulmadan hizmet veren
doktor ve sağlık çalışanları; Türkiye’yi
her zaman dünyadan farklı bir noktada tutacaktır. Bu felsefeyi benimseyen ve günlük yaşamına taşıyan
doktorların varlığı, en önemli üstünlüklerimizdir.
Ülkemizde olmayan ve hastaların ihtiyaç
duyabileceği eksiklikler nelerdir?
Palyatif bakım klinikleri ve yaşamın son döneminde bakım, kanser
tedavi pratiğinin ve ülkemizin en
önemli sorunudur. Gelişmiş ülkelerde “Hospice” diye adlandırılan, bu konuya odaklanmış sağlık profesyonelleri ile çok sayıda merkezde hizmet
veren bu klinikler, ülkemizde de hızla
kurulmalıdır. Doğum olgusuna karşı
sevgi ve heyecan duymak gibi, yaşamın vazgeçilmez parçası olan ölüme
ve ölüm sürecine de saygı ile bakılmalıdır. Hastalar, hastalıklarının son
evresinde eğitimli, bu alanda kendini
yetiştirmiş doktor ve sağlık çalışanları
ile özel tedavi alanlarında karşılanmalı, insan olmanın saygınlığı ile bu
hizmeti almalıdır.
Almanya’da konuşulan aşı tedavisi kanser için
bir kurtuluş mu? Hastalar bu nedenle yurt
dışına gitmeli mi?
Aşı tedavisi veya sıklıkla bilinen
ve popüler olan “Dentritik hücre
tedavisi” son 20 yıllarda ciddi şekilde irdelenmiştir. Bu konuda çok az
kanser türünde ve rutin pratiğe etki
yaratmayacak oranda yarar sağladığı
gözlemlenmiştir.
2000’lerin başında birçok hastaya
uygulanan yöntem; Malign Melanoma adlı cilt kanserinde %5’den daha
az oranında bir yarar sağlarken neredeyse diğer tüm kanser türlerinde
umut vadedecek bir sonuç sağlayamamıştır. Bu nedenle hastaların doktorlarına güvenmeleri, onların izin ve
bilgisi olmadan bu tür yöntemlere
başvurmamaları, her şeyden önemlisi yaşamlarını tehdit edecek tanıtımlara ve yönlendirmelere kanmamaları çok önemlidir.
76
CAN DOSTUM
“Intouchables”
Op.Dr. Reis AVSAR
İzmir / Selçuk Devlet Hastanesi
Göz Hastalıkları Uzmanı
B
irkaç hafta önce ülkemiz sinemalarında vizyona giren bir
film ülkesi Fransa’nın gelmiş
geçmiş en çok izlenen yerli filmi olmakla kalmayıp, tüm dünyada şu ana
kadar yaptığı 350 milyon dolar hâsılat
ile İngilizce dışı bir dilde çekilmiş en
yüksek hâsılat yapan film rekorunu
da kırdı. Ülkemizde “Can Dostum”
adıyla vizyona giren (orijinal adı “Intouchables”) filmimizin senaryosunu
birlikte kaleme alan Olivier Nakache
ve Eric Toledano filmin yönetmenliğini de üstlenmişler.
Afişinde “Güneşi göremedim diye
ağlarsan, yıldızları da göremezsin”
yazan film gerçek bir hikâyeyi anlatıyor. Filmin sonunda jenerik ile beraber bu gerçek kahramanları da görebiliyoruz. Filmimizde temelde bir
dostluğun öyküsü anlatılıyor. Bir yanda saray gibi bir malikânede kendisi
için çalışan birçok kişi ile birlikte yaşayan entelektüel, zengin orta yaşta
bir adam olan Philippe, diğer tarafta
şehrin banliyolarında zaman zaman
suça bulaşarak yaşayan, sorunlu bir
ailenin üyesi Senegalli bir göçmen
olan Driss var.
Philippe bir süre önce yamaç paraşütü yaparken geçirdiği kaza ile
boynundan altı felç olan, bu yüzden
fiziksel olarak tamamen başkalarına
bağımlı olan bir karakter. Bu durumun üzerine bir de eşini kaybetmiş
olması Philippe’i mutsuz depresif biri
haline getirmiştir. Kızıyla birlikte yaşadıkları halde iletişimleri tamamen
kopmuş durumdadır. Kendisi için çalışanlar ne kadar iyi niyetli olsalar da,
insanların kendisine kırık bir oyuncak
gibi davranmasından iyice bunalmış
durumdadır. Çevresinde “dostum”
diyebileceği biri yoktur. Gerçek dostluğu bulmak için para yeterli değildir.
Bu durumun tetiklediği agresiflik nedeniyle sık sık bakıcısını değiştirmek
zorunda kalıyor.
Driss ise işsizlik maaşını almaya
devam edebilmesi için Philippe’in
bakıcılığı işine başvurduğunu kanıtlayacak “reddedilmiştir” mührünü
alıp gitme peşinde olan, hapisten
yeni çıkmış bir genç göçmendir. Philippe, O’nun bu pazarlıksız ve rahat
hali üzerine bakıcılık işinde hiçbir bilgi ve tecrübesi olmadığı halde Driss’i
işe aldığını bildirir. Driss beceriksizce
hatalar da yapsa Philippe’i bir iş materyali olarak değil insan gibi görmektedir. Kendisine acıyarak bakmayan bu genç adamın farkını hemen
hisseden Philippe de, çevresindeki
insanlarda görmediği bu samimiyet
77
ve doğallık karşısında hayatının giderek renklendiğini fark eder.
Filmin konusunu öğrenen biri bu
filmden dram yanı ağır, iç karartıcı bir
duygu yumağı çıkacağını düşünebilir. Ancak filmin bu kadar başarılı
olmasının belki de en önemli sebebi, hiçbir anında duygu sömürüsüne
gitmeyip, aksine incelikli esprilerle
komedi dozunu çok iyi ayarlamasında. Öyle ki filmin neredeyse tamamını yüzünüzde tatlı bir gülümseme ile
geçiriyorsunuz. Hatta zaman zaman
“benim” diyen komedi filmlerine taş
çıkaran sahneler ile kendinizi kahkaha atarken bulabilirsiniz.
Tabii bu başarıda senaryo kadar
önemli olan bir etken de başta 2 ana
karakteri oynayan oyuncular olmak
üzere üst düzey oyuncu performansları… Philippe karakterini canlandıran tecrübeli oyuncu Francois Cluzet
beden dilini kullanma şansı olmayan
bir karakteri gerçekten hiç abartmadan ve çok inandırıcı olarak canlandırıyor. Philipe’in üzüntüleri, sevinçleri,
şaşkınlıkları, endişeleri, heyecanları
usta işi mimiklerle bize aktarılıyor.
78
Driss karakterini canlandıran Afrika kökenli oyuncu Omar Sy ise filmin
lokomotifi adeta… Banliyöde yaşayan bu göçmen serseri, burjuvaziye ve onun getirdiği yaşam tarzına
eleştirel olduğu kadar eğlenceli de
olan bakış açısıyla kendini hiç kasmadan ve lafını esirgemeden yaklaşıyor. Philippe de bundan etkilenip
kendisine ters gelen şeyleri (Driss’in
zorlamasıyla da olsa) yapmaya başlıyor. Gözlerine kaybettiği ışıltı geri
dönüyor. Üstelik Driss’in yaşam koşulları her yönüyle zorlayıcı ve üzüntülerle doludur. Ama bu genç adam
kendi dertlerini bahane etmeden ve
yerinmeden, çevresindeki insanların
hayatlarına yapabileceği olumlu katkıları yapmaktadır. Fransa’nın Oskarı
kabul edilen Cesar ödüllerinde aldığı
pek çok adaylık içinde ödüle uzanan
tek kategorinin erkek oyuncu kategorisi olması (Omar Sy) da tesadüf
değil.
Filmin bir diğer meziyeti de müzikleri. Özellikle bir piyano dahisi
olan Ludovico Einaudi nin besteleri
gerçekten filme büyük katkı sağlıyor.
Filmde iki karakterin müzik zevkleri
de sık sık gündeme geldiği için farklı
parçalar da filmin müzikleri arasına
girmiş.
İnsaları önyargılarla dışlamamak
gerektiği, beklenmedik insanların,
beklenmedik şekillerde birbirinin hayatına girip değiştirebildiği çok güzel
bir şekilde anlatılıyor. Bazen farklı yetişmiş bambaşka bir insan, bizi çok iyi
tanıyan pek çok insandan daha iyi bir
şekilde bizi anlayıp hayatımızda fark
oluşturabilir. Ve bazen bu fark bütün
hayatınızı yaşanır kılmak için yeterli olabilir. Bu durum başta Fransa ve
tüm dünyadaki ırkçı kişileri biraz olsun utandırdıysa filmin artı hanesine
yazılmalı.
Bir hastaya veya yardıma ihtiyacı
olan birine yaklaşırken profesyonellik
tabii ki çok önemlidir. Ancak karşımızdakinin öncelikle bir insan olduğunu
unutmamak ve bunu unutmadığımızı karşımızdakine hissettirmek şarttır.
İkili etkileşim ile elde edilecek başarı
tek yönlü bir etkileşimde elde edilen
katkıdan çok daha fazla ve çok daha
kalıcı olacaktır.
Türkiye’nin önde gelen 41 diyabet uzmanı bu kitapta buluştu:
SORULAR ve YANITLARLA DİYABET
Yazar: Esra Kazancıbaşı Öztekin
Sayfa Sayısı: 510
Dili: Türkçe
Yayınevi: Sağlık Adası
Tarih: 2012
Sağlığım İçin Herşey Sağlık
Kitapları Serisi’nin üçüncü kitabı “Sorular ve Yanıtlara Diyabet”
yayınlandı.
Diyabet alanında
Türkiye’nin önde gelen 41 uzmanını bir araya getiren kitapta,
şeker hastalığıyla ilgili yüzlerce
sorunun yanıtı yer alıyor. Kitapta,
Tip 1 ve Tip 2 diyabetin belirtileri,
nedenleri ve tedavisindeki gelişmeler; çocuklarda, hamilelerde,
yaşlılarda şeker hastalığı ayrıntılı
olarak ele alınıyor. Ayrıca 5 diyetisyen şeker hastaları için sağlıklı
Şemspare
Yazar: Elif Şafak
Sayfa Sayısı: 252
Dili: Türkçe
Yayınevi: Doğan Kitap
Tarih: 2012
Her Yönüyle Anestezi
Yazar: Kutay Akpir
Sayfa Sayısı: 120
Dili: Türkçe
Yayınevi: Nöbetçi
Tarih: 2011
80
25 yemek tarifi veriyor. Sağlık
Adası yayınlarından çıkan kitap,
zengin içeriğiyle diyabet hastaları ve yakınları için 510 sayfalık
bir başucu rehberi niteliği taşıyor. Gazeteci Esra Kazancıbaşı
Öztekin’in imza attığı söyleşilerden oluşan kitabın en önemli
özelliği sorulu cevaplı formatıyla
kolay okunabilmesi ve diyabetin
yol açtığı sertleşme sorunu, ayak
yaraları, kalp hastalığı gibi sağlık
problemlerinin ve tedavilerinin
de ayrıntılı olarak incelenmesi…
Elif Şafak, bir kez daha hayatın içinden
süzülüp gelen denemeleriyle karşımızda.
Şafak’ın, Kasım 2010’dan bu yana Habertürk gazetesinde yayımlanan yazılarından
oluşan seçkisi Şemspare adıyla yayımlanıyor. Altmışın üzerinde denemenin yer
aldığı kitap, yazarın bir önceki deneme
seçkisi Firarperest’in devamı niteliğinde.
Şafak’ın kadın, yolculuk, edebiyat ve güncel konular üzerine yazılarının yer aldığı
Şemspare’nin metinlerine eşlik eden illüstrasyonlar da yine M. K. Perker imzasını
taşıyor.
Bu kitapta anestezinin ne olduğu, nasıl
uygulandığı, anestezi uygulanacak kişinin karşılaşacağı durumlar ve yapması
gerekenler; kısaca, güvenli bir anestezinin sağlanması için herkesin üzerine
düşen sorumluluklar, ayrıntısıyla ele alınmıştır. Ayrıca son kısmında, dünyada ve
Türkiye’de bu bilim dalının ortaya çıkışında rolü olan kişiler ve tarihsel seyir hikâye
edilmiştir.

Benzer belgeler

e-dergi - Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Platformu

e-dergi - Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Platformu Ko­şu­yo­lu Mah. Ali­de­de Sk. De­mir­li Si­te­si A Blok No: 7 / 3 Ka­dı­köy - İs­tan­bul Tel: 0216 681 53 66

Detaylı