amerikan istisnacılığının sonu
Transkript
amerikan istisnacılığının sonu
> DÜBAM AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU Peter Beinart > 2014 ŞUBAT DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI http://www.dunyabulteni.net/dubam DÜBAM AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU Genel Yayın Yönetmeni Akif EMRE Yayın Koordinatörü Aynur ERDOĞAN Çeviren Sedcan ALTUNDAL DÜBAM Yayınları Küresel İletişim Merkezi Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22 www.dunyabulteni.net > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI 4 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < Amerikan istisnacılığının sonu 5 > 2014 ŞUBAT Muhafazakârlar, Obama ulusal düzeyde siyaset sahnesine çıktığından beri onun Amerika’nın geleneksel yaşam tarzı için nasıl bir tehlike arz ettiğini en iyi şekilde açıklamanın yollarını arıyorlar. Sekülarizm? Sınandı. Sosyalizm? Tabii ki! Denizaşırı ülkelerde Amerika’nın büyüklüğü için “özür dileme” eğilimi? O da tamam. Peki, bunların hepsi birbirine nasıl bağlanacak? Bu konuları aşamalı olarak bir araya getirici bir içerik izlendi. “Obama’nın programına dair tartışmaların merkezinde”, Rich Lowry ve Ramesh Ponnuru’nun 2010’da National Review’de yayımlanan “Amerikan istisnacılığının varlığını sürdürmesi”ne dair yazdıkları etkileyici bir makale bulunuyordu. Sonunda, sözü edilen tehlikeyi kapsamlı ve tarihsel olarak yeterince yankı uyandıracak bir terimle ifade etmenin yolu bulunmuştu: Amerikan istisnacılığı! Bunun bir yıl sonrasında Newt Gingrich, Nation Like No Other: Why American Exceptionalism Matters (Diğerlerinden Farklı Bir Ulus: Amerikan İstisnacılığının Önemi) adlı yazısında, hükümetin Amerika’yı özel kılan ilkelerden uzak bir yolda, korku verici bir biçimde kaybolduğuna dair uyarılarda bulunuyordu. Mitt Romney, 2012’deki seçim kampanyası boyunca sıklıkla başvurduğu bir sloganda: “Obama’da bizlerin sahip olduğu Amerikan istisnacılığı duygusu yok” diyordu. Araştırma şirketi Factiva’ya göre, Bush yönetimi boyunca “Amerikan istisnacılığı” terimi tüm dünyadaki İngilizce yayınlarda yaklaşık 3,000 defa kullanılmıştı; Obama’nın başkan olmasından bugüne kadar olan süreçte yayımlanan yazılarda ise aynı terim 10,000 defadan fazla kullanıldı. Liberallere göre, Obama’nın Amerikan istisnacılığı için bir tehdit unsuru olduğu suçlaması saçmaydı. Her şeyden önce, “Yeryüzündeki herhangi bir ülkede, benimkine benzer bir hikâye mümkün olmazdı” diyen yine Obama’nın kendisiydi. Bununla birlikte, Washington Post’un muhafazakâr köşe yazarı Kathleen Parker, Obama’yı 2011’de ulusa seslendiği kongre konuşmasında “Amerikan istisnacılığı” ifadesini kullanmadığı için ağır bir şekilde eleştriyordu. Görünen o ki, Obama’nın aynı konuşmada Amerika’yı nitelemek için kullandığı“Yeryüzündeki en büyük ulus” ve “dünyanın ışık kaynağı” gibi ifadeler yeterli olmamıştı. Liberal Post Blog yazarı Greg Sargent’a göre ise tüm bu tartışma “saçma”, “özcü” ve “sonu gelmeyen ahmakça” bir hal almıştı. Ancak bu, o kadar da doğru sayılmaz. Amerikan istisnacılığı tehlike altında, derken muhafazakârların bildikleri bir şey var. Temel konularda Amerika daha az istisnai olmakta. Gingrich ve destekçilerinin yanıldığı nokta ise, bu azalışın nedeninin Obama olduğudur. Tam aksine, Obama’nın “başkanlığı bu istisnacılığın azalmasının sonucudur. İronik bir biçimde, Amerikan istisnacılığının erezyona uğramasından endişe eden muhafazakârlar, bu erozyondan en fazla sorumlu olan kişilerdir. Amerikan istisnacılığını neyin tehdit ettiğini anlamak isteyen biri, öncelikle “çağın kazananları” kavramının ne anlama geldiğini sorgulamalıdır. Amerikan istisnacılığı, basit bir ifadeyle, yalnızca Amerika’nın diğer ülkelerden farklı olduğu anlamına gelmez. Son tahlilde, her bir ülke diğerinden farklıdır. Amerikan istisnacılığı, Amerika’nın işleri yapış biçiminin o işlerin küresel düzende yapılış biçiminden farklılık arz etmesidir. Bu, küresel düzende bir istisna olmak anlamına gelir. 1830’larda Amerika’nın biricikliğinin tarihini yazmış Alexis de Tocqueville’den, “aynı tarihi” eleştren Joseph Stalin’e ve Soğuk Savaş süresince bunun üzerinde durmuş Louis Hartz gibi sosyal bilimcilere kadar hemen herkese göre, bir işi/işleri farklı bir kurulu düzende yapmak, herzaman Avrupa’yı tanımlayan bir özellik olmuştur. Bir başka ifadeyle Amerika’yı istisnai kılan özellik, Eski Dünya [Avrupa-Asya-Afrika] gibi davranmayı reddedişi olmuştur. Amerikalı tarihçi Joyce Appleby’ın da yazdığı gibi: “İstisnacılık, Eurocentrism’in1 [Avrupamerkezcilik] Amerika’ya özgü biçimidir.” Amerika ve Avrupa zamanla değiştikçe, istisnacıların iddia ettiği özellikler de bizleri onlardan ayırmaya başladı. Bununla birlikte, bugünün Sağ kanadı için üç temel özellik söz konusu: resmi dine, Amerika’nın dünyaya özgürlük yayma konusundaki misyonuna ve Amerika’nın sınırlı devlet müdehalesi ve serbest girişimciliğe olanak tanıması sayesinde herkesin başarılı olabileceği sınıfsız bir toplum olduğuna dair inanç. Ne yazık ki, muhafazakârın söz konusu üç konuda da inançları hızlıca tükeniyor. > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI Antiklerikalizmin2 Yükselişi Araştırmacılar, sekülarizmin modernlikle birlikte geldiğini savunan Avrupalı varsayıma Amerika’nın bir istisna teşkil ettiğini yıllar içerisinde gördüler. Tocqueville’in ifadesiyle: “Hiristiyanlık dininin insanoğlu ruhu üzerinde etkisini Amerika’da olduğu kadar sürdürdüğü başka bir ülke yoktur.” Martin Lipset, 1996’da yayımlanan American Exceptionalism: A Double-Edged Sword (Amerikan İstisnacılığı: İki Tarafı Keskin Bıçak) adlı kitabında Karl Marx’ın Amerika için kullandığı “rakipsiz bir biçimde dindarlığın ülkesi” ifadesini alıntılıyor ve bunun hala geçerli olduğunu savunuyordu. Lipset, kitabında 1 2 Eurosentrism: Başka kültürleri Avrupalı değerlerini referans alarak kritik etmek. Kamusal ve politik yaşam veya bir kişinin günlük hayatı üzerindeki, kurumsal dini güçlere ve etkilere karşıt olan tarihsel bir harekettir. 6 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < 7 > 2014 ŞUBAT Amerika’nın “Hristiyan âleminin en dindar ülkesi” olmayı sürdürdüğünü yazıyordu. Bugünün muhafazakârları, kendilerini sıklıkla Obama’nın iddia edilen seküleştirici tutumunun karşısında bu dini istisnacılığın savunucuları olarak görüyorlar. Gringrich, 2011 adaylık toplantısında: “Bugünkü başkanımız, yaratıcının bizlere bahşettiği en azından dört özelliği açıklayamayacak durumda olsa da gerçek Amerikan istisnacılığını farklı kılan, bizlerin tarihte gücü doğrudan Tanrı’dan alan tek toplum olmamızdır” diyordu. Ancak Gingrich’in savunduğu istisnai Amerikan dindarlığı, önemli ölçüde insan elinden çıkmış tarihsel bir üründür. 1972’de Amerika’da herhangi bir dinsel aidiyeti reddedenlerin oranı 20’de 1 iken, bugün 5’te 1’dir. Otuz yaş altı Amerikalılar arasında ise bu oran 3’te 1. Pew Araştırma Merkezi’nin verilerine göre 1980 sonrası doğumlu Amerikalıların % 30’undan fazlası, “dini inanç ve değerlerin Amerika’nın başarısında çok önemli olduğu fikrini”, kendilerinden önceki kuşaklara kıyasla daha az savunuyorlar. Genç Amerikalılar, kiliseye yalnızca önceki kuşaklara göre çok daha az sıklıkta gidiyor değiller; aynı zamanda genç Amerikalıların geçmişte gittiğinden de daha az gidiyorlar. Pew, Amerikalıların [90 sonrası kuşağın] yaşları ilerledikçe de daha fazla [dini] aidiyet hissetmediğini belirtiyor. Bu, Amerika’daki dini aidiyette görülen azalmanın gelecekte de tersine dönmeyeceği anlamına geliyor. Gençler arasındaki uçurum bir şekilde kapansa da Amerikalılar, Tanrı’nın hayatlarındaki önemini belirtmeye Avrupalılardan çok daha fazla eğilimliler. Ancak konu Tanrı’ya inançtan kiliseye geldiğinde, Amerikanın ünlü istisnacılığı somut bir şekilde yok olmaktadır. World Religion Database’e (Dünya Din Veritabanı) göre 1970’te Avrupalıların herhangi bir dini kimlikten kaçınma oranı Amerikalılardan %16 daha fazlaydı. 2010’da ise bu fark %1’in altına düştü. Pew verilerine göre bugün Amerikalılar, Almanlar ya da Fransızlardan daha fazla dini bağlılık belirtseler de İtalyan ya da Danimarkalılardan daha az dini pratiklerini yerine getirmekteler. Daha ilginç olanı ise bu değişimin nedeni: Bugün dini bağlılıktan kaçınan Amerikalıların çoğu ne ateist ne de agnostik. Birçoğu dua ediyor. Bir başka ifadeyle, Amerikalılar dini reddetmiyor; kiliseyi reddediyorlar. Bu durumun birden fazla açıklaması var. Princeton Üniversitesi’nden Robert Wuthnow’ın After the Baby Boomers (Soğuk Savaş Yıllarında Doğanların Ardından) adlı kitabında belirttiği gibi: bekâr ve çocuk sahibi olmayanlar, evlilere göre kiliseye daha az gidiyorlar. Aynı zamanda, çalışan kadınlar da çalışmayan kadınlara oranla kiliseye daha az gidiyorlar. Kadınların daha geç evlenmesi, daha geç çocuk sahibi olması ve ev dışında çalışması gibi unsurlar dikkate alındığında, kiliseye > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI gitme oranındaki düşüş de anlaşılır bir hal alıyor. Ancak, dine olan bağlılığın azalmasının aile ve iş yaşamına dair kalıpların değişmesinin dışında nedenleri de var. Bu nedenlerden biri de siyaset. 20. yüzyılın ortalarında liberaller neredeyse muhafazakârlar kadar kiliseye gidiyorlardı. Ancak 1970’ler den itibaren Hristiyan/Dindar Sağ kanadın kürtaj, feminizm, eşcinsel hakları gibi konularda benimsedikleri katı tutum nedeniyle liberaller, resmi Hristiyanlığı muhafazakâr siyaset üzerinden tanımlamaya başladılar. Geçtiğimiz birkaç yılda Hristiyan Sağ’ın eşcinsel evlilik karşısında takındığı tutum, özellikle gençlere yabancılaştığını bir kez daha kanıtlıyordu. Sosyolog Mitchel Hout ve Claude Fisher, Hristiyan Sağ’ın eylemleri, Amerika’daki dini ılımlı ve liberalleri herhangi bir dini tercihlerinin olmadığını bildirme istisnacılığın dü- konusunda kışkırttı. Robert D. Putnam ve David E. Campbell, American Grace: How Religion Divides and United Us (Amerika’nın Erdemi: Dinin şüşünden en fazla Bizleri Ayrıştırması ve Biraraya Getirmesi Üzerine) adlı kitaplarında “genç sorumlu olanlar, Amerikalıların dini, yargılayıcı, homofobik, ikiyüzlü ve fazla siyasal” Amerika gençliğinin bulduklarına dair bir araştırmayı alıntılıyorlardı. Pew’e göre bugün dini bağlılık hissetmeyenler, büyük oranda liberal, eşcinsel evlilik yanlısı ve resmi Hristiyanlık kiliseyi siyasete fazla müdahil olmakla eleştirenler ve tesadüfî olmayan bir ile sağ-kanat politi- biçimde geç Amerikalılardan oluşuyor. Diğer bir ifadeyle, uzun yıllarca Avrupa ile ilişkilendirilen bir olgu kalarını özdeşleştir- bugünün Amerikasında yükselişte: Anti-klerikalizm. Siyaset bilimci James mesine neden olan Q. Wilson, 2006’da Amerikan istisnacılığı üzerine yazdığı bir makalede, Avrupa’da resmi devlet dinlerinin varlığının sekülerlerin Hristiyanları muhafazakârlardır. “siyasal düşmanlar” olarak görmesine neden olduğunu belirtmekteydi. Wilson, Amerika’nın kilise ve devleti ayırarak, bu siyasal dine biçim verme savaşının önüne geçtiğini savunuyordu. Ancak Hristiyan Sağ bugün Amerika siyasetinde, kiliseden bile bağımsız olarak, din karşıtlığını bir anlamda kışkırtan, neredeyse partizan bir rolü temsil eder konumda; ki bu, uzun yıllar Eski Dünya ile ilişkilendirilmiş bir durumdu. Hristiyan Sağ’ın din konusundaki tutumunun Obama için olumlu sonuçları olduğu görünüyor. 2008’de hiçbir dini pratikte bulunmadığını bildirenlerin %38’i, 2012’de ise %28’i Obama’ya oy verdi. Ancak, dini bağlılıta olan azalmanın nedeni Obama değil. Amerika’daki dini istisnacılığın düşüşünden en fazla sorumlu olanlar, Amerika gençliğinin resmi Hristiyanlık ile sağ-kanat politikalarını özdeşleştirmesine neden olan muhafazakârlardır. 8 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < Başka Ülkelerin İç İşlerine Müdahale Etmeme Politikası3 Eğer Amerikan istisnacılığının kazananları, dini, eski dünya [Avrupa-Asya-Afrika] ve yeni dünya [Amerika] arasına hat çeken bir ayrım olarak görüyorlarsa bu, onların Amerika’nın denizaşırı özel misyonunu başka bir şekilde gördükleri anlamına gelir. Romney, 2011’de: “İnanıyorum ki, biz dünyada benzersiz bir yazgısı ve rolü olan, insanlık onurunun ve özgürlüğün büyük ülkesiyiz” diyordu. Washington’daki birçok muhafazakâr, Amerika’nın bu benzersiz rolünün beraberinde benzersiz sorumluluklar getirdiğine inanıyorlar: Kötülük kazanıyorken biz bir köşede bekleyemeyiz. Bu rol, sorumluluğun yanında benzersiz ayrıcalıkları da beraberinde getiriyor: ötekilerin ne düşündükleri bizi bağlamıyor. George W. Bush’un 2004’te ulusa seslendiği konuşmada belirttiği gibi, Amerika’nın kendisini korumak ve dünyadaki misyonunu gerçekleştirmek için diğer ülkelerden alacağı bir “izin belgesine” ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte genç Amerikalılar, söz konusu istisnai küresel rolü benimsemede yaşça büyük nesillere göre daha az istekliler. Bu gençler, Amerika’nın denizaşırı rolleri daha az üstlenmesini ve Amerika’nın her ne yapıyorsa daha uzlaşmacı bir şekilde yapmasını istiyorlar. Örnek vermek gerekirse, “kendi çıkarları riske atılsa dahi Amerika, müttefiklerinin çıkarlarını da hesaba katmalı.” diyen 30 yaş altı Amerikalıların oranı, buna katılan daha yaşlı Amerikalıların oranından %23 daha fazla. Pew’in yaptığı araştırmaya göre bu gençler, 50 yaş üstü Amerikalılara göre Birleşmiş Milletler’e de %24 oranında daha olumlu bakıyorlar. Pew’in 17 ülkede gerçekleştirdiği araştırma gösteriyor ki; genç ve yaşlılar arasındaki bu farkın en fazla olduğu ülke Amerika. Konu dini aidiyete geldiğinde ise Amerika’daki nesiller arasındaki bu uçurumun, Amerikalılar ve Avrupalılar arasındaki uçurumu da ortadan kaldırdığı görünmektedir. Pew’in 2011’de 50 yaş üstü katılımcılarla yaptığı araştırmaya göre, “Amerika’nın savaşa girmeden önce BM’nin onayını alması gerekmez.” diyenlerin oranı, aynı şeyi Britanya için söyleyen Britanyalıların oranından %29 fazlaydı. Aynı soruya yanıt veren 30 yaş altı katılımcılar arasındaki fark ise yalnızca %8’di. Genç Amerikalıların çok yanlılığı tek yanlılıktan daha az benimsedikleri bir durumda, bu denli temel bir dönüşüm mümkün olmazdı. Ancak, muhafazakârlar için Amerika’nın dünyadaki istisnai/ayrıcalıklı rolü yalnızca denizaşırı ülkelerde yaptıklarıyla ilgili değil. Denizaşırı ülkelerde yaptıklarımız kendimize olan inancın göstergesidir. Başkanlık seçimlerinde Romney’in Obama’nın Amerika’nın küresel kabahatleri için varsayılan özür dileme eğilimi karşısında öne çıkardığı sloganın “Özür Yok: Amerika’ya İnan” olması tesadüf değildi. Lowry ve Ponnuru’un ifadesiyle, Obama Amerikan istisnacılığı için tehdit Noninterventionism. 9 > 2014 ŞUBAT 3 > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI unsuru olmasının nedeni, onun Amerika’nın kendisine olan “güveni” tehdit etmesiydi. İşlerin ilginç bir hal almaya başladığı nokta da burası. Zira muhafazakârlar, Amerika’nın dünya gücü olduğuna dair inancın azalmasını toplum olarak kendimize olan güvenin azalmasına bağlıyorlardı. Bu güveni en önce yitirenlerse gençlerdi. 2013’te Public Religion Research Institute (Devlet Din Araştırmaları Kurumu) tarafından yapılan bir ankete göre, 65 yaş üstü Amerikalıların nedereyse 3’te 2’si “Amerikalı olmaktan odukça gurur duyuyorum” derken, bu oran 30 yaş altı Amerikalılar arasında 5’te 2’den daha azdı. Pew’in 2011’deki araştırmasına göre ise, “Amerika dünyadaki en büyük ülkedir” diyen gençlerin oranı, aynı konuda olumlu fikir bildiren 75 yaş ve üstü Amerikalılara göre %40 daha az. Aslında genç Amerikalılar, artık Avrupalı akranlarına göre daha fazla “ özgüven” sahibi değiller. Pew, 2011’de katılımcılara kendi kültürlerinin diğer kültürlerden daha üstün olup olmadığını sorduğunda “evet” yanıtı veren 50 yaş üstü Amerikalıların oranı, Britanyalı, Fransız ve İspanyol akranlarına göre %15 daha fazlaydı. Buna karşın, 30 yaş altı Amerikalıların aynı soruya “evet” yanıtı verme oranı Avrupalı akranlarının daha altındaydı. Amerika nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan ve orta yaşlarına yaklaşmakta olan bu gençlerle birlikte Amerikalılar, ulusal üstünlük iddia etme konusunda Avrupalılara oranla gittikçe daha temkinli bir tutum benimsiyorlar. Pew’in 2002’de yaptığı araştırma, Amerikalıların aynı konuda görüş bildiren Almanlardan %20 oranında daha fazla kendi kültürlerinin diğer ulusların kültürlerinden daha üstün olduğunu bildirdiğini gösteriyordu. Bu fark 2011’de %2’ye düştü. Bu değişimin nedenlerinden biri demografiyle ilgili. Devlet Din Araştırlamarı Kurumu’na göre, geç nufusu Amerika’da yaşlılara oranla daha büyük olan Afro-Amerikan ve Hispanik gençlerin, kendilerini “Birleşik Devletler’den aşırı derecede onur duyuyor” olarak tanımlama oranı beyaz Amerikalılara göre daha düşük. Amerika’daki tek taraflı dış politika ve aşırı yurtseverliğe [patriotizm] kuşkuyla yaklaşan bu gençler, aynı zamanda kapsamlı ulusal ve uluslararası eğilimler üzerine de daha fazla kafa yoruyorlar. Söz konusu gençler, Amerika’nın görece denizaşırı gücünün düşüşte olduğu bir çağda yaşıyorlar. Kaynaşma ve çeşitliliğin geçmişe oranla daha fazla vurgulandığı bir eğitim sisteminden geçiyorlar. Bu durum, onların Amerika’nın diğer uluslardan üstün olduğu savı hakkında rahatsız hissetmelerinin bir diğer nedeni olabilir. Bu uzun vadeli eğilimler önemli olsa da Amerika’nın dünyadaki istisnacı rolü konusunda yaşanan ani dönüşümü açıklamaktan uzaklar. Bu açıklamayı bulabileceğimiz kişi ise: George W. Bush. Karl Mannheim’ın 1920’lerdeki yazılarından bu yana sosyologlar, insanların yaşadıkları olaylardan en çok ergenliğin son yılları ve yirmili yaşların başlarında, ailelerinden 10 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < 11 > 2014 ŞUBAT ayrılmaya başlayıp ama öncesinde kendi hayat tarzlarını ve tutumlarını oluşturmaya başladıklarında etkilendiklerini gözlemlediler. Birçok gencin bu esnek yılları Bush başkanlığına denk geldi. Genç Amerikalıların isyan ettikleri, Bush’un söz konusu agresif, özellikle de Irak Savaşı’nda görünür bir hal alan, kısıtlanamayan Amerika vizyonuydu. Aslında genç Amerikalılar, Bush başkanlığında gerçekleşen Irak işgaline başlangıçta nüfusun geri kalanına oranla daha fazla destek veriyorlardı. Ancak, gençlerin hayal kırıklığına uğraması fazla uzun sürmedi ve gözlerinin açıldığı çok net bir biçimde kanıtlandı. 2002 ve 2008 arasında, Irak Savaşı’na destek veren daha yaşlı Amerikalıların oranında %15 düşüş yaşandı. 30 yaş altı Amerikalı gençler arasında savaşa destek oranındaki düşüş ise daha dramatikti: %47. Genç Amerikalıların savaş aleyhinde tavır almaları, Bush’un beraberinde sorumluluk ve ayrıcalıkları da getiren istisnacı Amerika vizyonuna karşı cephe almalarına da neden oldu. Bu Genç Amerikalıların gençler, daha temelde, aşırı yurtseverlikle birlikte gelen “Biz dünyanın resmi dine karşı cephe bir numarasıyız” kibrine karşı cephe almışlardı. Yıllardır televizyonda yayımlanan komedi programı [The Daily Show] gençler arasında almalarında olduğu oldukça izlenen Jon Stewart’ın 2004’te yazdığı Amerika adlı kitap gibi, Amerika’nın hakında yorum yapan izleyicilerinden biri: “Bizim yurtsever kibrimizin ironi uğruna feda edilmeyecek hiçbir yanı yok.” diyordu. Bunun bir yıl istisnacı dış politikasonrasında Stewart’ın meslektaşı Stephen Colbert, programında [The sına karşı da cephe Colbert Report] çıplak bir şekilde Amerika bayrağına sarılmış halde gösteriliyordu. Pew verilerine göre, 2003 ve 2011 yılları arasında, almalarının, şüphesiz kendisini “oldukça yurtsever” olarak tanımlayan “yaşlıların” oranı %3 ki, Obama’nın poliazalma gösterdi. Bu orandaki düşüş, 1990 sonrası doğumlularda ise tik kariyeri üzerinde %10 seviyesindeydi. Genç Amerikalıların resmi dine karşı cephe almalarında olduğu olumlu etkileri oldu. gibi, Amerika’nın istisnacı dış politikasına karşı da cephe almalarının, şüphesiz ki, Obama’nın politik kariyeri üzerinde olumlu etkileri oldu. Obama, Irak Savaşı’na karşı olmadan ve savaşın yıkıcılığının farkında olmadan Başkanlık bir yana, Demokratların adayı dahi olamazdı. Obama, savaş karşıtı seçmenlerden %54’ünün oyunu alarak John McCain’in önüne geçti. Bununla birlikte, gittikçe azalan dini aidiyet konusunda olduğu gibi, Obama’nın başkanlığı azalan Amerikan istisnacılığının da nedeninden çok sonucu oldu. Eğer halk arasında Amerika’nın küresel sahnede oyunu kendi belirlediği kurallarla oynamadığına dair şikâyetlere yanıt verme sorumluluğu hissetmesi gereken biri varsa, o kişi, bugün düşüşte olan Amerikan istisnacılığından yakınan muhafazakâr siyasetçi ve uzmanların desteğini almış George Bush’tur. > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI Sınıf Bilinci Amerikan istisnacılığının üçüncü, en temel ve bugüne ait anlamı ne din ne de dış politikayla ilgili: Bu anlam [ekonomik] hareketlilikle ilgilidir. 19.’dan itibaren yabancı araştırmacılar, beyaz Amerikalıların, Avrupalılara kıyasla, içine doğdukları sınıfın daha az mahkûmu olduğuna dair gözlemlerde bulunmaya başladılar. Amerika’nın fakir beyazları, Avrupa’nınkilerden daha kolay bir biçimde ailelerin [ekonomik] durumlarının üzerine çıkabiliyor; durağan, mağdur bir işçi sınıfını oluşturmuyorlardı. Sosyalizm onlar için daha az ilgi çekiciydi. Princeton Üniversitesi’nden tarihçi Daniel Rodgers’ın ifadesiyle: “Sosyalizmin Amerika’daki zayıflığı, bir başka konunun ispatı olarak görülmekteydi; ki bu, kast ve sınıf sisteminin yerini bir başka şeyin almasıydı.” Bugünün muhafazakârlarının büyük bir bölümü, istisnailik hikâyesini dillerine dolamış durumdalar. 2011’de Paul Ryan: “Bu ülkede bir sınıfa mensup olmak, değişmez bir nitelik değildir” diyordu. Lowry ve Ponnuru: “Amerika, uzun süreli işsiz kitlelerin alt sınıflara sıkıştığı Avrupa’nın aksine, bir yukarı doğru hareketlilik ülkesidir.” diyor ve ekliyordu: “Amerika’da durumundan gerçekten hoşnut olmayan bir proleterya bulunmuyordu; zira proleterya zengin olmuştu.” Bununla birlikte, Obama’nın hükümete bel bağlamayı teşvik edip, bireysel girişimin önünü tıkadığını düşünen muhafazakârlar, onun Amerika’yı Avrupalılaştırmasından endişe etmekteler. Önceki seçimlerdeki Cumhuriyetçi Başkan adayı Michele Bachmann, Obama’nın Amerikalıları [hükümete] bağımlı bir hale getirdiği konusunda uyarıyordu. Bill O’Reilly, Obama’nın seçimi kazandığı gece Fox TV’de yayımlanan programında umutsuzca: Artık Amerika geleneksel Amerika değildir; insanlar, devletin varlığından kaynaklanan hakları olduklarını hissediyorlar” diyordu. Muhafazakârlar, Amerika’nın ekonomik olarak artık istisnai [ayrıcalıklı] olmadığı konusunda kaygılanmakta haklılar. Konu hakkında yapılan birçok araştırma gösteriyor ki; Amerika’da artık, yukarı doğru [ekonomik] hareketlilik Avrupa ülkelerinin birçoğunda olduğundan daha az mümkün. Bununla birlikte, eğer Amerika’daki istisnai ekonomik hareketlilik bir mit ise bu, birçok “yaşlı” Amerikalının hala inandığı bir mittir. Pew’in 2011’de yaptığı ankete göre: Zenginliğin bulunulan konuma gelmek için çok çalışmak, tutku ve alınan eğitim yerine, doğru insanları tanımak ve zengin bir ailenin içine doğmaktan kaynaklandığını düşünen genç Amerikalıların oranı, yaşlı Amrikalılardan %14 daha fazla. Genç Amerikalılar, Amerika’daki ekonomik hareketsizliği içselleştirdikçe, ülkenin önüne geçtiği varsayılan sınıf bilincini de geliştiriyorlar. 2011’de Pew, Amlerikalılara kendilerini “bir şey sahibi” olarak tanımlayıp tanımlamadıklarını sordu. Yaşlı Amerikalıların %27’si tanımladıklarını söylerken, bu oran genç Amerikalılar arasında %4 sınırındaydı. İstisnacı anlatının ana konusunu, Amerikalıların tamamamının 12 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < 13 > 2014 ŞUBAT kendilerini, ekonomik zenginliklerinden bağımsız bir biçimde, “orta sınıf” olarak nitelediği savı oluşturmaktadır. Uzmanlar da, bunun büyük ölçüde doğru olduğunu düşünüyorlar. Pew’in 2012’deki araştırmasına göre, yaşlı Amerikalılar arasında kendisini “orta sınıf” olarak tamınlayanların oranı, “alt sınıf” olarak tanımlayanlardan %43 daha fazla. Genç Amerikalılar arasında kendisini “orta sınıf” olarak tanımlayanların oranıyla “alt sınıf” olarak tanımlayanların oranı ise neredeyse aynı. İstisnacı anlatının en son açmazı ise genç Amerikalıların, kavramdan kastettiklerinin ne olduğu net olmasa da, “sosyalizme” dair gittikçe büyüyen ilgilerini ifade etmeleridir. 2011’de yapılan Pew araştırması gösterdi ki; 30 yaş üstü Amerikalılar arasında “sosyalizim mi, kapitalizm mi?” sorusuna kapitalizm yanıtı verenlerin oranı %27 daha fazla olsa da, bu oran 30 yaş altı Amerikalılar arasında küçük bir farkla sosyalizm lehine. 90 ve sonrası doğumlular arasında, devlet kaynaklı daha fazla sosyal hizmet sağlanmalı diyenlerin oranı, 90 öncesi doğumlulara oranla %36 daha fazla. Söz konusu genç Amerikalılar yaşlandıkça, ekonomik hareketlilikleri artık istisnai olmayan Amerikalıların, bir bütün olarak, sınıfa dair tutumu da daha az istisnai bir hal alıyor. 2008 ve 2011 yılları arasında kendisini “herhangi bir şeye sahip olmamak” üzerinden tanımlayanların oranı iki katına çıktı. Bu oran, 1988’de 5’te 1’den az iken, 2011’de 3’te 1’in üzerine çıktı. 1988’de, yılda 30,000$’ın altında geliri olan Amerikalılar arasında, “bir şey sahibiyim” diyenlerin oranı [2011’e kıyasla] %18 daha fazlaydı. 2011’de ki enflasyon düzenlemesinin ardından bu oranlar tersine döndü: En fakir tabakayı oluşturan Amerikalılar arasında, kendisini “hiçbir şey sahibi” olarak tanımlayanların oranı %15 daha fazla çıktı. Amerikalıların kapitalizm hakkındaki görüşleri de daha az istisnai bir hal alıyor. GlobeScan’in 2003’teki araştırmasında, “dünyanın geleceği ele alındığında, serbest pazar ekonomisi en iyi sistemdir” diyen Amerikalıların oranı, bunu söyleyen İtalyan, Britanyalı, Kanadalı ve Almanların oranından %14 daha fazlaydı. 2010’da ise bu fark %2’ye düşmüştü. Bu eğilimleri kabul eden muhafazakârlar ise söz konusu durumu Obama’nın izlediği politikalara bağlamaktalar. Onlara göre Obama’nın izlediği politikalar, Amerikalıların kök salmış bireyselliklerinin içini boşaltıyor ve onları hükümet sadakasına alıştırmaktadır. Lowry ve Ponnuru, “Politik eğilimler sola doğru bir kayışı işaret ediyor; ancak Obama, bu eğilimlerdeki ekonomiye dair tutum değişiminin bundan çıkar sağlayanlardan daha az belirleyicisidir” diyordu. Obama’nın serbest piyasa aracılığıyla yükselemeyeceğini düşünen Amerikalıların oylarını kazandığı kesinlikle doğru. 2012 seçimlerinde Obama, Amerika’daki ekonomik sistemin zenginlerin lehine işlediğini düşünenlerden Romney’in aldığından %45 daha fazla oy aldı. Ancak birçok Amerikalı, bunun nedeninin Obama olmadığını düşünüyor. Bir asırdan uzunca bir süredir yorumcular, Amerika’da kapitalizme > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI olan desteği ve insanların ekonomik sistem ile barışık olmalarını ülkedeki söz konusu istisnai yukarı doğru hareketliliğe bağlamaktaydılar. Amerikalıların yukarı doğru hareketliliklerinin ne zaman zayıfladığı net değil. Bununla birlikte bu zayıflamanın, son tahlilde, Amerika’da sınıf lehine tutumların kuvvetlenmesine neden olması şaşırtıcı değil. İstisnacıların sorması gereken soru: Amerika’nın neden bir zamanlar ekonomik hareketliliğiyle övünen bir ülkeyken, bugün modern dünyanın izinden gittiğidir. Tek ebeveynli ailelerin bunda açık bir rolü var. İki ebeveynli ailelerin fakir çocuklarının, yukarı doğru hareketlilikte tek ebeveynli çocuklardan daha “başarılı” olmaları da bunu göstermektedir. Fakirleri orta sınıftan ayıran barınma modelleri de, fakir ailelerin çocukları için yukarı doğru hareketlilik konusunda diğer bir engel oluşturuyor. Bu hikâyenin büyük bir bölümünü ekonomik eşitsizlik oluşturuyor. Ottawa Üniversitesi’nden Miles Corak’ın çalışmaları açıkça gösteriyor ki; eşitsizliğin yüksek seviyede olduğu ülkelerde düşük seviyede hareketlilik gözlenmektedir. Aynı durum Birleşik Devletler için de söz konusu: Ekonomik olarak iyi durumda olan [desteklenen] şehirlerde fakirlerin yükselmesi daha muhtemel olmaktadır. Bunun nedenlerinden biri “fırsat istifçiliği”dir. Geçtiğimiz yıllarda, en zengin tabakayı oluşturan Amerikalılar ve diğerleri arasındaki uçurum çarpıcı bir biçimde derinleşti. Zengin Amerikalılar söz konusu nakit akışını, çocuklarının mevcut durumlarını sürdürebilmeleri için özel fırsatlar yaratarak değerlendirdiler. 1970’lerde ulusal bir endüstriye dönüşen [üniversite] sınav hazırlık sürecini ya da zengin ailelerin, çocuklarının en iyi devlet okullarına gidebilmeleri için aldıkları evleri ve onlara sağladıkları staj imkânlarını düşünün. 70’lerin başlarında zengin aileler, çocuklarının eğitimi için fakir ailelerden yedi kat daha fazla para harcıyorlardı. Bugün ise bir yedi kat daha fazla harcamaktalar. Bunda kültürün büyük bir rolü var. Eğer zengiler eğitime önem vermeseydiler, eğitim için bu kadar para da harcamazlardı. Ancak son döneme kadar, bu denli harcama yapabilecek paraları da yoktu. Stanford Üniversitesi sosyoloji bölümümden Pablo Mitnik, Erin Cumberworth ve David Grusky yayımladıkları bir yazıda: “Eşitsizlik, çocukları için savurganca harcama yapabilecek kaynaklara sahip ayrıcalıklı aileler için bulunmayı arzu ettikleri sınıfsal konumu muhafaza edebilme şansını arttırmaktadır.” diyorlardı. Bu savurganca harcamanın Amerika’daki yukarı doğru hareketliliğe sekte vurup vurmadığı bir yana, bu durum Amerika’yı diğer gelişmiş ülkelere göre hareketlilik konusunda kesinlikle aşağıya çektiği açıktır. Muhafazakâr istisnacıların sorması gereken ancak sormaktan kaçındıkları diğer bir soru: Hızlıca artan eşitsizliğin arkasında ne var? Neden 1970’lerde en zengin %1’I oluşturan Amerikalılar milli gelirin yaklaşık %11’ini alıyorlarken, bu oran bugün iki katına çıktı? Küreselleşme ve teknoloji şüphesiz ki bu sorulara verilecek yanıtların bir bölümünü oluşturuyor. Kol gücüyle çalışan bir Amerikalıysan, dünyadaki diğer düşük ücretli işçilerle 14 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < rekabet halindesindir. Yüz yıl öncesinde bu kadar gelişmesi hayal dahi edilemeyen [rekabet etmek zorunda olduğun] makinalardan bahsetmiyorum dahi! Bu rekabet, üniversite mezunu olmayan Amerikalıların maaşlarını aşağıya çekmekte ve zenginle fakir arasındaki uçurumu derinleştirmektedir. Kürelleşme ve teknolojiyle açıklanamayan şey, eşitsizliğin aynı yapısal gücün söz konusu olduğu Amerika’da Avrupa’ya göre neden daha fazla olduğudur. Gerçekten de Amerika’daki eşitsizlik, eğer vergi ve harcamalar konusundaki hükümet politikalarını hariç tutarsak, neredeyse İsveç, Norveç ve Küreselleşme ve Daninarka’daki eşitsizlikle aynı; hatta Amerika, Finlandiya, Almanya ve Britanya’dan biraz daha eşit bir toplum. Hükümet politikalarını da teknoloji eşitsizliğin dikkate aldığınızda ise Amerika, Batılı ülkeler arasındaki en eşitsizlikçi artmasına her yerde ülke konumunundadır. Bu gösteriyor ki, küreselleşme ve teknoloji neden oluyor olsa eşitsizliğin artmasına her yerde neden oluyor olsa da, Avrupa’ya kıyasla Amerika’da eşitsizliğin daha fazla artmasına neden olmaktadır. da, Avrupa’ya kıyasla Zira, zenginden fakire yeniden dağıtım süreci Amerika’da daha az Amerika’da eşitsizliğin işlemektedir. Bu noktada yeniden muhafazakârlardan bahsetmek gerekir; daha fazla artmasına zira 80’lerde Ronald Reagan, 90’larda Newt Gingrich ve 2000’lerde neden olmaktadır. George W. Bush gibi onların kazanan isimlerinin izlediği birçok politika eşitsizliğin artmasına neden oldu. 1970’lerin ortasında, federal Zira, zenginden fakire hükümetin düzenli gelirlerden aldığı tavan vergi oranı %70, uzun yeniden dağıtım süredönemli sermaye kazancından aldığı taban vergi oranı ise yaklaşık ci Amerika’da daha az %40’tı. Bush yönetiminde bu oran düzenli gelirliler için %35’e, uzun dönemli sermaye kazancı elde edenler için ise %15’e düştü. (Bu işlemektedir. oranlar Obama başkanlığında düzenli gelirliler için yaklaşık %40, uzun dönemli sermaye kazancı 400,000$’ın üzerinde olan kişiler için ise %20 olarak belirlendi.) Vergi politikasındaki bu büyük değişim, yoksullukla mücadele kapsamında yapılan harcamalarla dengelendi. Bu harcamaların 1970’lerden bu yana artış göstermesinin sebebi, çok hızlı artış gösteren sağlık hizmetleri bedellerinin Medicaid4 harcamalarının da artmasına neden olmasıdır. Ancak, bu artış dikkate alınsa dahi, Amerika hala eşitsizlikle mücadelede diğer gelişmiş ülkelerin sarfettiğinden çok daha az çaba sarfetmektedir. Akademisyenlerin gittikçe daha çok inandıkları gibi, ekonomik eşitsizlik ile kireçlenmiş sınıf ilişkileri arasında diyalektik bir ilişki olduğuna inanıyorsanız, bu, yıllarca uygulanan 4 15 > 2014 ŞUBAT Amerika hükümetinin, sağlık hizmeti masraflarını karşılayamayacak durumda olanlar için destek sağladığı sistem. muhafazakâr politikaların Amerika’da vuku bulan görece ekonomik hareketsizliğin nedeni olduğuna da inandığınızı gösterir. Söz konusu durum, genç Amerikalıların, serbest piyasa ekonomisinde içine doğdukları koşulların üzerine çıkabileceklerine dair olan inaçlarını da zayıflattı. Konu yukarı doğru hareketliliği de ihtiva eden Amerikan Rüyası’na geldiğinde ise, resmi din ve Amerika’nın dünyadaki özel misyonuna dair olan inancın azalması konularında olduğu gibi, muhafazakârlar Amerikan istisnacılığının altının oyulmasından şikâyet ederken kendilerinin buna neden olduklarında oynadıklarına benzer bir rol oynadılar. > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI Hristiyan Sağ, İncil diliyle konuşan ancak politik hareket eden siyasal nufuzlu kişiler tarafından yönetilen Cumhuriyetçi Parti’nin bir kanadına dönüştü. Buna yanıt olarak birçok genç Amerikalı, kiliseden uzaklaştı ve Cumhuriyetçi Parti karşıtı oy vermeye başladı. Geçmişe Yönelim Her üç konuda da muhafazakârların uyguladıkları politikaların ters tepmesi bir umut kaynağı olabilir. Bu, Amerika’nın eşsiz değerlerine olan inancı yeniden sağlamayabilir; ancak, ilk aşamada yitirilmiş bazı inançlara dair eğilimi tersine çevirebilir. Söz konusu geriye dönüş dinle başlayabilir. Bazılarına göre, dini aidiyetsizlikteki artış Amerikan geleneklerinden korkutucu bir şekilde uzaklaşma anlamına gelmektedir. Bununla birlikte söz konusu durum, Amerikan Hristiyanlık’ının gereksinimleri için de aşılması gereken bir sorun halini alabilir. Tarihsel olarak Amerika dinin devletten bağımsız oluşunun faydalarını gördü. Ancak son yıllarda bu bağımsızlıktan ödün verildi. Hristiyan Sağ, İncil diliyle konuşan ancak politik hareket eden siyasal nufuzlu kişiler tarafından yönetilen Cumhuriyetçi Parti’nin bir kanadına dönüştü. Buna yanıt olarak birçok genç Amerikalı, kiliseden uzaklaştı ve Cumhuriyetçi Parti karşıtı oy vermeye başladı. Gençlerin [kiliseye] yabancılaşmasının dini liderleri etkilemesi sonucu, kilise ve yandaş politikacılar arasındaki iç içe geçmişliğin sorgulanmasının önü açıldı. Protestan ilkelere aşırı bağlılığıyla bilinen ve Ralph Reed, John Ashcroft, William Bennett, George W. Bush gibi isimlerle birlikte çalışmış David Kuo: “Komşularıma ya da bir yabancıya, Hz.İsa’nın yolundan gidebilmek için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum, dediğimde benim hakkımda ilk akıllarına gelenler politikayla ilgili oluyor. Çevre sorunlarını umursamadığımı, Irak’taki savaşı desteklediğimi ya da kürtaja karşı olduğumu düşünüyorlar. İnsanların benim inancımla özdeşleştirdikleri şeyler bunlar.” diye yazmıştı kitabında. 2006’da yayımlanan kitabında bu durumdan duyduğu rahatsızlığını: “Hristiyanlar için politikanın çekiciliğinden vazgeçip, bir adım geri atma vakti gelmiştir.” sözleriyle ifade ediyordu David Kuo. 16 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < 17 > 2014 ŞUBAT Yapılacak ilk iş bu. Nüfuzlu bir protestan papazı olan John S. Dickerson’a göre, Politikadan dünyadaki fakirlere yardıma kadar, Hristiyanlığın yönü birçok konuda olumlu anlamda değişiyor. Papa Francis’den etkilenen Paul Ryan gibi Katolik Cumhuriyetçilerin önde gelen isimleri, ticaret odasının lobi çalışmalarını kutsayan bir Hristiyanlığın seküler topluma gerçek anlamda meydan okuyup okuyamayacağını ya da Amerika’nın dinsel aidiyetini yitirmiş gençlerini yeniden kazanıp kazanamayacağını sorguluyor. Şu ana kadar bu dönüşümün dinsel aidiyetsizliğin önüne geçtiğine dair bir emare bulunmamakta. Amerikalı Katolikler tarafından oldukça takdir edilen Papa Francis dahi, bu gençlerin kilise sıralarına geri dönmesini sağlayamadı. Yine de Amerika’daki kilisenin önde gelenlerinin bu yumuşak başlılığı ve özeleştiri yapmaları sağlıklı adımlar. Sorgulamayan ancak kiliseye düzenli gidenlerin aksine, Amerikalılar hakkındaki söz konusu kalıp yargıları sarsacak genç insanların ortaya çıkmaması pek mümkün değil. Dahası, Tanrı sevgisini değil ancak partizan bir kiliseyi reddeden bu gençler, dini kurumlar için devlet gücünün cezbediciliğini kabul etmeyen bir seçmen kitlesi oluşturabilirler. Amerikan dini istisnacılığının da bir bakıma bununla ilgili olduğu varsayılıyordu. Amerika’nın dünyada özel bir misyonu olduğuna dair görüşe karşı yükselen akım da cesaretlendirici olabilir. Geçtiğimiz on yılda yasalarla meşrulaştırılan bu özel misyon, Irak ve Afganistan’ın işgali ve başarısız yeniden inşa süreci gibi, Amerika’ya para ve kan kaybına mal oldu. Bu misyon, özellikle işkence konusunda olmak üzere uluslararası norm ihlallerini dahi meşrulaştırdı ve Amerika’nın manevi otoritesini sarstı. Yine de, bırakın Amerikan erdemliliğini, Amerika’nın açgözlü birçok eliti, ülkenin gücünün sınırlarını kabul etmemekte ısrarlılar. Daha makul ve uzlaşmacı bir dış politika arzulayan genç insanlar, geçmiş çağın erdemini yeniden yakalamaya çalışıyorlar. 1950’lerde Kore’deki acı verici ve ağır bedellere mal olan savaşın ardından Dwight Eisenhower, gördüğü her komünistin üzerine birliklerini göndermenin Amerika’nın ekonomik gücünü, demokratik karakterini hatta askeri “kazanımlarını” zedeleyeceği konunda uyarıyordu. Bugün hem daha küçük ve daha düşük bütçeli askeriye istekleri hem de sorgulanmayan hükümet egemenliği eleştirileriyle genç Amerikalılar, Bush’un ekonomik ve manevi etkileri hala devam eden “teröre karşı şavaş” açılımı konusunda en hassas gurubu oluşturmaktalar. Eisenhower’ın aldatılıyor olma korkusu, Birleşik Devletler askerlerini Viyetnam’a göndermesi konusundaki çağrılara direnmesini sağladı. Bugün, Amerika İran’la olası bir savaşın önüne geçmeli, diyen genç Amerikalıların oranı yaşlı Amerikalılardan %30 daha fazla. Söz konusu daha makul bir dış politika vizyonunun altında yatan ise kendi içerisinde daha makul bir Amerika düşüncesidir. Bu makullük, Lowry ve Ponnuru gibi muhafazakârlara “özgüven yokluğu” gibi görünebilir; ancak genç Amerikalılar, geçmiş zamanlardaki > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI anlayışı geri kazanmak istiyorlar. 1947’de, politikacıların Amerika’nın demokrasi kültürü ile Sovyet totalitarizmi belası arasına gittikçe keskinleşen bir çizgi çektikleri dönemde, George Kennan National War College’deki (Ulusal Savaş Okulu) öğrencilere: “Hepimizin içinde, çok derinlerde bir yerde, birazcık totaliterlik vardır” diyordu. Kennan ve 20. yüzyılın Kennan’la benzer bir zihniyeti paylaşan Walter Lippmann, Reinhold Niebuhr gibi entellektielleri, Amerika’nın siyasal sisteminin Sovyetler Birliği’ninkinden üstün olduğunu düşünüyorlardı. Bununla birlikte, paradoksal bir biçimde, Amerika’yı üstün kılanın yanılabilirliğinin farkında olmasından kaynaklandığını savunuyorlardı. S.S.C.B.’nin aksine Amerika, liderlerinin eylemlerini ne kadar iyi niyetle hareket ettiklerinden bağımsız olarak yasal sistemle sınırlandırıyordu. Bu durum, daha küçük ulusların Amerika’nın eylemleriyle ilgili söz söyleme hakkı olduğu Birleşmiş Milletler ve NATO gibi kurumların inşasına yardımcı oldu ve Sovyetler Birliği’nden farklı olarak Amerika’ya müttefikleri arasında bir meşruiyet kazandırdı. İki genç adam olarak Lippmann ve Nieburh’un büyük öngörüsü tehlikeli bir hal almıştı: Woodrow Wilson’ın savaşı sonlandırmak için bir savaş ve sınıf baskısını sonlandırmak için bir sosyalist devrim hayali! Bu, onların Amerika’nın yalnızca içsel olarak iyilik yaptığı varsayımıyla önünü açmak yerine, kötülük yapma kapasitesini sınırlama konusunda siyasal mücadele vermenin önemini kavramalarını sağlamıştı. Genç Amerikalılar muhtemelen Bush’un 11 Eylül sonrası yaptığı efsanevi yalanlarla dolu, acımasız ve devletin düştüğü acizliği gösteren konuşmasını izlemişlerdir. Aynı gençler, muhtemelen, Amerika’nın meşhur kapitalist sisteminin krize girişiyle Amerika’nın yanılabilirliğini de kendileri değerlendirme fırsatı buldular. En azından öyle umalım! Zira Niebuhr ve Lippmann’ın anladığı gibi, Amerika’nın eski dünyanın talancı imparatorluklarından daha iyi istisnai bir güç olmayı sürdürüp sürdürmediğini anlamanın en iyi yolu, bizlerin özsel olarak hiçbir şekilde daha iyi olmadığımızı unutmamaktan geçer. Üçüncü beklenmedik sonuç hepsinden daha önemli olabilir. Amerikalılar ekonomik hareketliliği önemseme konusunda haklılar. Bununla birlikte Amerika’da hala istisnai ekonomik hareketlilik olduğunu miti, bu hareketliliği yeniden gerçek kılmak için kullanılan bir uyuşturucu haline geldi. Yeni seçilen New York belediye başkanı Bill de Blasio okul öncesi ve sonrası programlar için kaynak yaratma amacıyla zenginlerden alınan vergilerin yükseltilmesi çağrısı yapmasının hemen ardından, New York şehir hayatının doğal, sınıfsız gerçekliğine leke düşürmüş gibi “sınıf savaşı” yapmakla suçlandı. Öngörülen vergi düzeninin Amerikalı ailelerin %0,1’ini etkileyecek olmasına rağmen! Veraset vergisi üzerindeki tartışmalar, Amerika’da insanların çocuklarına milyonlarca dolarlık servet bıraktıkları mitsel Amerika’yı ve Horatio Alger’ın girişkenlik ve çok çalışmayla zengin olan yine mitsel karakterlerini hatırlatıyor. 18 AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU < 1970’lerden bu yana muhafazakâr hareket, “sınıfsız Amerika” mitini yukarı doğru zenginliği yeniden dağıtmak, en azından diğer ülkelere göre, sınıf ayrımlarını katılaştırmak için kullanıyorlardı. Genç Amerikalıların daha eşit ve hareketli istisnai bir Amerika hafızalarının olamaması ve gerçekliği daha net görmeleri şaşırtıcı değil. Tam da bu gerçekliği görebilmeleri sebebiyle onu değiştirme konusunda daha istekliler. 90 sonrası doğumlular, diğer tüm yaş gruplarının aksine İşgal hareketine5 büyük bir destek verdiler. 90 sonrası doğumlular daha büyük bir seçmen kitlesi haline geldikçe -2012’de %29’u seçmendi, 2016’da %36’sının, 2020’de ise %39’unun seçmen olması öngörülüyorAmerika’daki sınıfsal hareketsizliği kabul eden ve bunu değiştirmeye çabalayan politikacıların ortaya çıkmasını sağlıyorlar. Bu tarz bir çabanın kilit noktasını ise fakir öğrencilerin üniversiteye gitme oranını arttırmaktan geçiyor. Üniversite diploması almak herhangi birinin en fakir tabakadan en zengin tabakaya geçme şansını dört katına çıkarıyor. Ancak, fakir öğrencilerin birçoğunun üniversiteye gitme şansı ilkokulu bitirmelerinin ardından sonlanıyor. Zengin ailelerin çocukları dördüncü sınıf itibariyle, fakir ailelerin çocuklarının sekizinci sınıfta geldikleri seviyeye geliyorlar. Fransa ve Danimarka örneklerinde olduğu gibi kapsamlı bir okul öncesi eğitimin, bu uçurumun kapanmasında etkili olabildiği görülmektedir. Brooking Institution araştırması gösterdi ki; düşük gelirli ailelerin çocuklarının yüksek standartta okul öncesi eğitim almaları, gelecekteki hayat boyu kazançlarını 100,000$’a kadar arttırabiliyor. Bu veriler üzerine deBlasio, geliri 500,000$’ın üzerinde olanlardan alınacak vergilerle New York’ta okul öncesi eğitimi yaygınlaştırmayı önerdi. New York Eyalet Valisi Andrew Cuomo, bunun da bir adım ötesine geçerek, tüm Birleşik Devletler’de okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılacağı sözünü verdi. Başkan Obama da son kongre konuşmasında benzer bir teklif sundu. Bu çabalar hala direnişle karşılaşmalarına rağmen ayakta durabiliyorlar ise bunun sebebi, Amerika’nın, tüm şakşakçıların tersini iddia etmelerine rağmen, yüksek seviyede hareketli bir ülke olmadığına dair farkındaliğın artmasıdır. Mitt Romney’e göre hükümetin bu ve benzeri ulusal mitlere yabancılaşması, “Amerika’ya olan inancın” rahatsız edici bir şekilde reddi anlamını taşıyor olabilir. Ancak Thomas Edison’un bir zamanlar dediği gibi: “Hoşnutsuzluk, ilerleme için gerekli olan ilk şeydir.” Amerika’nın yeni nesili, kendimizle ilgili anlattığımız avutucu hikâyeleri sorgulayıp, uzun ve zor bir iş başararak Amrerika’yı yeniden istisnai kılabilirler. Kaynak: http://www.nationaljournal.com/ 19 > 2014 ŞUBAT 5 Dünya genelinde 2008-2012 Küresel Ekonomik Kriz nedeniyle başlayan toplumsal ve küresel protesto hareketi. > DÜBAM DOSYASI AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI > 2014 ŞUBAT DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI 20 DÜBAM Yayınları Küresel İletişim Merkezi Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22 www.dunyabulteni.net