Tarih Enstitüsü Dergisi Sayı 7 - Edebiyat Fakültesi

Transkript

Tarih Enstitüsü Dergisi Sayı 7 - Edebiyat Fakültesi
TARİH
ENSTİTÜSÜ
DERGİSİ
(Kuruluş Tarihi: 1970)
ENSTİTÜ MÜDÜRÜ
Prof. Dr. M. Münir Aktepe
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Afif Erzen — Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Prof. Dr. M. Münir Aktepe
Adres: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırmaları Enstitüsü
TARİH
ENSTİTÜSÜ
DERGİSİ
( Kuruluş Tarihi: 1970 )
ENSTİTÜ MÜDÜRÜ
Prof. Dr. M. Münir Aktepe
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Afif Erzen — Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Prof. Dr. M. Münir Aktepe
Adres: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırmaları Enstitüsü
TARİH ENSTİTÜSÜ
VIİ-VİII
DERGİSİ
1976-1977
S ay ı: 7 - 8
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TARİH ENSTİTÜSÜ
DERGİSİ
EDEBİYAT FAKÜLTESİ MATBAASI
İSTANBUL — 1977
İÇİNDEKİLER
Fikret Işıltan
Özkan İzgi
Aydın Taneri
Acı kaybımız Prof. Dr. Ahmet Cevat
Eren (1910-1976) ..................................
1
Kuruluş devrinde Uygurlar’ın Kitanlar’a tesirleri ve Uygur, Gazne, Kitanlar
arasındaki münasebetler..........................
7
Selçuklu-Osmanlı çizgisinde Harezmşahlar vezâreti...................................... ...
17
Şehabettin Tekindağ
Teke-Eli ve Teke Oğulları...................
55
İlhan Şahin
Kenzü’l-Vekâyi; Mustafa Sâkıb Efendi
ve eseri..................................................
95
Robert W. Olson
Jews in the Ottoman Empire and Their
Role in Light of Documents: Addenda
and Revisions to Gibb and Bowen ... 119
Cengiz Orhonlu
Afrika ile ilgili Türkçe yayınlar ve ka­
yıtlar ...........................................................
İhsan Süreyya Sırma
Fransa’nın Kuzey Afrika’daki sömürge­
ciliğine karşı Sultan II. Abdülhamid’in
panislâmist faaliyetlerine ait bir kaç ve­
sika ...........................................................
145
157
Cevdet Küçük
Tanzimat devrinde Erzurum’un nüfus
du ru m u.................................................. 185
Eşref Eşrefoğlu
Bâb-ı âlî Evrak Odası Sâdâret evrakı ve
Provenanca sisteminin uygulanması ... 225
Sevim îlgürel
Türkiyat Mecmuası Bibliyografyası ... 233
vm
İstanbul Topkapı Sarayı Müzesinde bu­
lunan Şah İsmail-i Safevi'ye ait kupa ...
263
Mübahat S. Kütükoğlu
1869’da faal İstanbul Medreseleri.........
277
Ahmet Cevat Eren
Millî bir güç olarak Türk kültür sosyo­
lojisi üzerinde bir inceleme -deneme- ...
393
Özel Bahriye mektebleri hakkında bir
genelge.....................................................
413
Farrokh Malekzadeh
Ali İhsan Gencer
KİTABİYÂT
Cengiz Orhonlu
Dr. Gérard R. Bosscha Erdbrink, A t
the threshold of felicity: Ottoman-Dutch
relations during the embassy of Cornelis
Calkoen of the Sublime Porte, 17261744 [Saadetin eşiğinde: Cornelis, Calkoen’in Bâb-ı âlî’deki elçiliği (17261744) sırasında Osmanlı-Hollanda münasebâtı], Ankara 1975 .......................
419
Zeki Arıkan
Michel Lesure, Lepante. La crise de
l’empire ottoman, Paris (Julliard)* 1972 . 423
Kemal Beydilli
Renate Lachmann (Eseri tercüme eden
ve takdim eden), Claus-Peter Haase,
Renate Lachmann, Günter Prinzing
(Eseri yorumlayanlar) Memoiren eines
Janitscharen oder türkische Chronik (Bir
Yeniçerinin Hatıraları veya Türk Kroni­
ği), Graz-Köln-Wien 1975 .....................
431
Mücteba îlgürel
Şem’dânî-zâde Fındıklık Süleyman Efen­
di Târihi Mür’i’t-tevârih 1. (Yayınlayan,
Prof. Dr. M. Münir Aktepe), İstanbul
1976 ............................................. ........... 444
Hakkı Dursun Yıldız
Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya
Armağan, Ankara 1976 ................ ...
445
Tarih Araştırm aları Enstitüsü Dergisinin bu
nüshası. Son Çağ Tarihi Kürsüsü Başkanı
Prof. D r. A hm et C evat Eren'in
aziz hatırasına ithaf olunmuştur.
P rof. Dr. A h m et C evat Eren
ACI
KAYBIMIZ
Prof. Dr. Ahmet Cevat Eren
(1910-1976)
Fikret Işıltan
19 mayıs 1976 çarşamba günü akşamı Fakültemizin Sonçağ Tarihi kür­
süsü başkanı aziz ve sevgili dostum Prof. Dr. Ahmet Cevat Eren’i kaybet­
tik. Huzur içinde yaşadığı son on yıl dışındaki fakülte hayatı, bir çoğumu­
zun da kaderi olmuş bulunan üzücü, uzun ve fakat sonunda başarı üe son
bulan mücadeleler içinde geçmişti. Bölümümüzün tarihinde değeri ile müte­
nasip seçkin yerini dâima koruyacağına inandığım değerli arkadaşım ciddî
ve ideâl sahibi bir araştırıcı, öğrencilerine ve görevine yürekten bağlı gerçek
bir öğretici idi.
Ahmet Cevat Eren 21 ağustos 1910 tarihinde1 Erzurum’da dünyaya
geldi. Babası Kağızman eşrafından Musa Bey’in oğlu, Erzurum ve orduda
Dadaş Bekir adı ile tanınmış, topçu kıdemli binbaşısı Bekir Sıtkı Bey; an­
nesi Erzurum’un yerli ve ünlü Dalmızrakzâde âilesinden Ahmet Efendi’nin
kızı Münire Hanımdı. Babasmm Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarında al­
dığı yaraların etkisiyle Millî Mücadele başlarmda vefat etmesi üzerine kü­
çük yaşta yetim kalan Ahmet Cevat, daha çok erken çağında savaş acıları­
nı tatmış, Erzurum’un düşman tarafından işgalini, doğduğu şehirden hicret
etmeye mecbur kalmanın hicranını ömrü boyunca unutamamıştır.
İlk ve orta öğrenimini Erzurum ve kısmen Trabzon’da tamamlayan Ah­
met Cevat bundan sonra 1926 senesinde İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydo­
lunmuş ve 1929 yılında bu okuldan mezun olmuştur. Aym yıl içinde devlet
1 A ile Kur’an-ı kerîminde babası tarafından düşülen kayda göre, Ahmet
Cevat’m asıl doğum tarihinin, 21 ağustos 1908’e isabet ettiği anlaşılmaktadır.
Biz resm î belgelerdeki tarihi metne alm ayı kabul etm ekle beraber, merhumun
biyografyasında bu hususu da işaret etm ek gereğini duyduk.
Tarih Enstitüsü D ergisi: F. - 1
2
A H M ET CEVAT E R E N
hesabına Avrupa’da öğrenim görmek isteyenler için açılan seçme sınavım
başarı ile kazanan Cevat Eren 1930-38 yılları arasında Almanya’da önce
Würzburg, daha sonra da München üniversitelerinde tarih tahsil ederek dev­
rin şöhretli tarihçilerinden Prof. Dr. Karl Alexander von Müller’in yanında
«Die Entwickelung des Nationalgefühls der Türken von deren Frühzeit bis
zur Begründung der Republik» (Türklerde başlangıçtan Cumhuriyet’in kuru­
luşuna kadar millî duyguların gelişmesi) adlı doktora tezini hazırlamış ve
gerekli smavları başarı ile verdikten sonra 1938 yılı eylülünde yurda dön­
müştür. Aynı yılın ekim ayında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yeni Zamanlar ve Yakınçağ tarihi asistanlığına atanan Dr. phil. Ahmet Ce­
vat Eren 1940 yılından itibaren tarih bölümünün kararı ile bir taraftan öğ­
rencilere seminer çalışmalarının ve mezuniyet tezlerinin hazırlanmasında
yardım ederken, bir taraftan da ilk sınıflara Rönesans ve Keşifler Tarihi, Ja­
ponya'nın yakmçağ tarihi derslerini vermiş ve ayrıca öğrenci ye araştırıcılara
yararlı olacak değerli almanca eşer ve makalelerin tercümesine girişmiştir.
Genç ilim müntesiplerinin çok muhtaç oldukları teşvikten yoksun ye
savaş yıllarının aslında çok sınırlı yaym imkânlarından faydalanmak olana­
ğını bulamayan, aynı yoldan geçmiş bir çoklarımız gibi, Cevat Eren’in 194050 yılları arasındaki hayatı da, İkinci Dünya savaşma rastlayan uzun bir
askerlik devresi (1942-45) sonunda, o kadar hasretle beklenilen Üniversite­
ler Kanununun 1946’da mer’iyyete girmesini müteakip yaratılan bazı gerek­
siz ve üzücü olaylarla zehirlendi: Kanunun bir maddesinin maarifimizce yan­
lış yorumlanması sonucu, o kadar gayret sarfederek elde etmiş olduğumuz
doktorluk payelerini ve bununla bağlı olarak akademik kariyer haklarımızı,
hemen hiç bir yerden destek görmeden, korumak için çırpındığımız o ümit
kırıcı ve tüketici yıllar. En verimli çağımızı, istikbâl endişesiyle, Onu yaşamıyanlann tasavvur etmelerine imkân olmayan bir gerginlik içinde hebâ
eden seneler! Ancak bu bunalımlar atlatıldıktan sonradır ki, Cevat Eren do­
çentlik çalışmalarına başlayabildi. Bu arada arkadaşımız Dr. Meşkûre (Gökay) ile evlenmiş, mutlu ve huzur dolu bir hayata kavuşmuş bulunuyordu.
Cevat Eren’in Osmanlı imparatorluğunun dağılma devrinde serhadlerde
cereyan eden olayları araştırmak büyük tutkusu idi. Uzun süre arşivlerde
çalışarak Bosna ve Hersek’in, devlet içinde yenilenme faaliyetinin yürütül­
meye başlandığı Mahmud ü . devrindeki durumunu araştırdı. Bundan ¿Mah­
mud ü . Zamanında Bosna-Hersek» unvanlı doçentlik tezi doğdu. Asistan­
larına Kafkasya ve Erzurum’un yakın çağlarına dâir yaptırmış olduğu dok­
tora tezleri Cevat Eren’in bu vadide göstermeye devam ettiği ilginin şahidi­
dirler. 1956 yılında doçent olan Ahmet Cevat Eren’in bundan sonraki.ha­
A C I K A Y B IM IZ :
3
yatına akademik anlamda Milletlerarası Avrupa ve Dünya Göçmen Me­
selelerini Etüd Birliği’ne katıldıktan sonra (1953) bu konuda yaptığı araştır­
malar ile öğreticilik faaliyeti damgasını vurmuştur denilebilir. İşgale uğra­
mış yurdun felâketli durumunu çocukluğunda bizzat yaşamış olduğu ,için,
yurdundan sürülmüş, yabancıların merhametine sığınmak zorunda kalmış
insanların sorunlarım araştırmak, gönüllerinde açılmış yaralara merhem ol­
maya çalışmak ona sevindirici, heyecanlandırıcı ve tatmin edici bir görev ol­
du. Tarihte Türklerin göç ve göçmenlere karşı tutumunu dünya bilim âlemi­
ne tanıtmak için gösterdiği gayret hiç unutulmayacaktır. Yazdığı «Türkiye’
de Göç ve Göçmen Meseleleri» adlı eserden başka bu konuda bir kısmı da
almanca olmak üzere yirmiye yakın makale kaleme almıştır (bk. yayınlan kıs­
mı). Cevat Eren ölümüne, kadar hemen, her yıl adı geçen büyük milletler ara­
sı kurumun Avrupa'nın muhtelif şehirlerinde yapılan toplantılanna katıldı
ve bu müessesenin başkan vekilliğine kadar yükseldi (1960).
1965 yılında sonçağ tarihi kürsüsüne profesör olan Ahmet Cevat Eren’
in faaliyet gösterdiği diğer bir alan ise, uzun yıllar Harp Akademilerinde seri
hâlinde ve muntazaman vermiş olduğu konferanslardır. Modem anlamda
jeopolitik soranlarını bu maksatla araştırmış ve jeopolitik tarihine dâir kü­
çük bir eser de yayınlamıştır. Aziz dostum ayrıca son yıllarda Edebiyat ve
Fen Fakültesi öğrencilerine İnkılâp Tarihi dersleri vermekte olup, zamanına
kadar çok gevşek tutulmuş olan bu konudaki öğretimi ve sınavları tam bir
ciddiyetle uyguluyor ve gençliğin bu bakımdan gerçekten çok eksik olan bil­
gisini geliştirmeye ve onları millî bilincin zevkine vardırmaya gayret edi­
yordu.
Prof. Dr. Ahmet Cevat Eren yurdunu, milletini ve herşeyin başında bu
en değerli iki varlığı yaşanır ve yaşar yapan Atatürk’ü tarifsiz severdi. Beyrat’da yayınlanan arapça «Dâiret’ül-Maarif» adh büyük ansiklopediye Ata­
türk maddesini etraflı bir şekilde yazan odur. Hayatını tanımayı ve taratma­
yı baş görev saydığı Atatürk’ün Samsun’a çıkış tarihinin yıldönümünde, O’na
kavuŞmak üzere ebedî yolculuğuna çıktı. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
A H M ET CEVAT E R E N
4
PROF. DR. CEVAT EREİSPÎN YAYINLARI:
Eserleri
— Die Entvvickelung des Nationalgefühls der Türken von deren Frühzeit bis
zur Begründung der Republik, 1938 (Almanya’da yapılmış Doktora te­
zi - basılmamıştır.).
— Jeopolitik Tarihine toplu bir bakış, İstanbul 1964.
— Mahmud II. zamanında Bosna-Hersek, İstanbul 1965.
— Selim İÜ. Biyografisi, İstanbul 1965.
— Türkiye’de göç ve göçmen meseleleri, İstanbul 1966.
Makaleleri
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
Abdülmelik maddesi (tercüme), İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1940.
Tarihçi Ranke, Ülkü Mecmuası, s. 97-98, 1941.
J.Ph. Fallmerayer, Çmaraltı mecmuası, s. 9, 1948.
1954 Strazburg kongresi, İstanbul Belediyesi Neşriyatından, 1955.
Dünya Göçmen ve Mültecileri meseleleri Kongresi, Bilgi Mecmuası, s.
113-114, 1956.
Ein Überlick über die in der Provinz İstanbul angesiedelten Flüchtlingintegration, Vaduz, No 1-4, 1956.
Türk Coğrafyacılarına göre Çin, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt
D, cüz 1, İstanbul 1957 (Prof. Kahle’den tercüme).
Modem Endonezya hakkında bir etüd, Hürriyet Gazetesi, 24/4/1959.
Atatürk, Bilgi Mecmuası, s. 260, 1959.
Die Bedeutung des Flüchtlings problems in der Türkei, Integration Bulletin International, Vaduz, No 3, 1959.
Niş maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1959.
Nizib maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1960.
Ömer Efendi (Tarihçi) maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1962.
Pazvantoğlu Osman Paşa maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1963.
Pomaklar maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1963.
Atatürk ve Muhaceret konulan, Türk Kültürü, Atatürk sayısı, Ankara
1963.
Pomaklara Dair, Türk Kültürü, s. 4, Ankara 1963.
A C I K A Y B IM IZ
5
— Die Entwickelung der türkischen Univerasitäten und deren soziale und
kulturelle Wirkung, Köln 1963.
— Selâmlık maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1964.
— Rönesans Devri Papalarının Türklerle İş Birliği, Türk Kültürü, s. 15,
Ankara 1964.
— Selim HL maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1965.
— Atatürk’ün İnsanlık Ülküsü ve İnsanlığa Hizmetleri, Ülkü Mecmuası, s.
220, 1965.
— Atatürk maddesi, Dâiret’ül-Maarif, Beyrut 1966 (Bu madde İhsan Örü­
cü tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir.).
— Erzurum Kongresi Karşısında İstanbul Basım, Erzurum Kongresi ve
M.K. Atatürk, Erzurum 1966.
— T arihin sesi, Ülkü Mecmuası, s. 225, 1966.
— Türkiye’de kurulan ilk göçmen komisyonu, Türk Dünyası Mecmuası, s.
1, İstanbul 1966.
— AWR’nin kuruluş ve gelişmesi, Türk Dünyası Mecmuası, s. 6, 1967.
— Mülteci Meseleleri hakkında yeni bir eser, Türk Dünyası Mecmuası, s.
8, 1968.
— Die historische Entwickelung des Asylrechts in der Türkei, AWR Bulle­
tin 6, Wien 1968.
— T anzimat maddesi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1974.
Yayınlanmamış eserleri
— İ.Ph. Fallmerayer, Geschichte des Kaiserreichs von Trapezunt, München
1826 (Trabzon İmparatorluğu Tarihi adıyla Almancadan tercüme edilen
bu eser, 1948 yılında TTK. tarafından basılmak üzere alınmıştır).
— N. Pfefferman’ın «Rönesans devri papalarının Türklerle işbirliği» adlı
eserini Almancadan tercüme ederek yayma hazırlamıştır (1946).
(Ayrıca kendisinin katıldığı bazı kongreler hakkında kaleme aldığı ya­
zıları basılamamıştır.)
Prof. Dr. Cevat Eren
çalışm a odasında.
KURULUŞ DEVRİNDE UY GURLAR’IN KİTANLAR’A TESİRLERİ
VE UYGUR, GAZNE, KİTANLAR ARASINDAKİ MÜNASEBETLER
Özkan tzgi
. Bilhassa 11. yüzyılda Ortaasya’da siyasî ve coğrafî olarak kesin bir ayı­
rım yapmak oldukça güçtür. Her ne kadar bu devrenin kendinden önce ve
sonraki yüzyıllara nazaran daha sakin bir görünüşü varsa da, Asya'nın ku­
zey doğusunda Kitanlar’m ve Maveraünnehr’de Karahanlı ve daha sonra da
Gazneliler’in devlet kurmaları Ortaasya’ya bir hareketlilik getirmiştir..
Geniş Çin topraklarının güneyinde Sung Devleti hüküm sürerken, bu
devletin kuzey sınırı Kitan (Ch’i-tan, Liao)lar’la sınırlandırılmıştır. Kitanlar’m kuzey-batısında ise Wang Kuo-wei’yin söylediğine göre bir Tatar kabilesi
olan Tsu-p’u’lar oturmaktaydı1. Yine Kitanlar’m kuzeyinde Kerait, Nayman
ve Merkitler bulunuyordu. Ortaasya’nm verimli topraklannda (Kao-ch’ang,
Tıinhuang ve Kan-chou) 840 Kırgız yenilgesinden sonra buralara yerleşmiş
olan Uygurlar bulunmaktadır. Bu Uygur bölgesinin arasmda ve etrafında
ise çeşitli Türk kabileleri yerleşmişti. Bunlardan Sha-t’o’lar Tangutlar’a ya­
kın bir yerde oturmaktaydılar. Kitanlar’m Moğolistan ve Mançurya’ya yer­
leşmeleri ve burada bulunan kabilelerin batı’ya hareketleri neticesinde Uy­
gurların kuzey bölgelerinde yaşıyan Oguzlar’a da bir hareket getirmiş ve
bunların bir bölümü (Selçuklular) İran üzerine, diğer bölümü Peçeüekler ise,
doğu Avrupa'nın güneyine doğru yayılmışlardır. Sha-t’o’larm güneyinde Hotan (Yü-tien) bulunmakta ve bugünkü Batı Türkistan’da ise îslâmiyeti ka­
bul etmiş olan Karahanlılar ve Gazneliler yaşamakta idi.
Yukarıda kısmen de olsa Onbirinci yüzyılda Ortaasya’da yaşıyan dev­
letleri gördükten sonra asıl mevzuumuz olan Kitan, Uygur ve Gazneliler ara­
sındaki münasebetlere geçelim.
Bilindiği gibi, Moğolistan'ın kuzey-doğusunda oturan ve umumiyetle
1 W ang Kuo-wei, «The Tatars» The China Journal of Science and A rts,
4 (1926), ss. 257-267, s. 259.
8
Ö Z K A N ÎZ G İ
Tunguz menşeli olarak kabul edilen fakat eldeki delillerle Moğol oldukları
bilinen Kitanlar yarı ziraatçi ve yarı göçebe idiler. 907 senesinde Hsing-nu
(Hun)larla mukayese edilebilecek şekilde bir kabile federasyonu kurdular.
947 senesinde ise, Çin sülâle ünvanı alarak kendilerine Liao adım verdiler.
Onuncu yüzyıldan Onikinci yüzyılın ilk yansına kadar Kitanlar, Moğolis­
tan'ın ve Mançurya’nın büyük bir kısmıyla Çin Seddi’nin kuzey-doğusuna
kadar uzandılar. Çin kronikleri, bu devletin kabile hayatı yaşadığı dönem­
lerde Kuzey Wei Devletine ve sonra da T’ang Devletine haraç verdiklerini
kaydetmişlerdir2. Katan nüfusunun büyük bir kısmı -Çinliler ve Po-hai’lılarziraatçi olmasına rağmen, kabilelere dayalı diğer topluluklar, ekonominin
dayandığı hayvancılık, avcılık ve balıkçılık gibi ikinci derecedeki işlerle meş­
gul oluyorlardı. Ziraat ve hayvancılığa dayalı karışık bir ekonomi içinde bu­
lunan Kitanlar’m ortaya çıkması, Türk kabileleri tarafından doldurulmuş
olan Moğolistan'ın etnik menşeine geniş ölçüde tesir etmiştir.
Çin kaynaklan tarafından Hunlar’ın neslinden kabul edilen Uygurlar,
Orhon ve Selenga nehri kıyılarından Aral gölü kenarlarına kadar yayılan
ve zaman zaman muhtelif adlarla anılan bir Türk kavmidir. Önce Töles ve
daha sonra Dokuz-Oguz adını taşıyan bu kabileler 744 senesinde, merkezi
Orhon kıyılarında olmak üzere Uygur devletini kurmuşlar ve 840 tarihine
kadar bu bölgede yaşamışlardır. Bu bölgede yaşayan Uygurlar, kültür, ve
sosyal seviye bakımından ibtidai olduklarından dolayı göçebe değildiler. Mu­
hit icabı, göçebe olarak yaşamağa mecburdular. Daha doğrusu göçebelik bir
sosyal seviye değil bir vasıtadır. Etraflarındaki yerleşik hayat yaşıy^n toplumlarla daima iyi münasebetlerde bulunmuşlardır.
Oymaklar arasındaki sağlam temellere dayanmıyan bu Uygur birliği bo­
zulmuş ve bunun neticesi olarak 840 tarihinde Kırgızlar tarafından mağlup
edilmişlerdir. İlk yurtlarım bırakmak mecburiyetinde kalan Uygurlar’dan bir
kısmı Çin’in kuzeyine gitmişler ve bir müddet sonra Çin hakimiyetini tama­
men kabul ederek zamanla Çinlileşmişlerdir. Bir kısım Uygurlar ise, bu­
günkü Sarı Nehr’in doğusuna gelip yerleşmişler ve bugün bile Sarı Uygur­
lar diye adlandnılan varlıklarım korumuşlardır. Yine bir kısım Uygurlar, da­
ha da güneye inerek Kan-chou, Sha-chou, Kao-ch’ang’a gelip yerleşmişlerdir.
Bunlardan Kao-ch’ang yahut Beşbalık Uygurları varlıklarını bir devlet ola­
rak Cengiz zamanına kadar devam ettirmişler ve bilhassa 10. yüzyıldan iti­
baren gelişen ve 11-12. yüzyıllarda olgunluğa erişen Uygur medeniyetinin
2 Edwin O. Reischouer - John K. Fairbank, E a st A sia The G reat Tradi­
tion, Cambridge, Harvard U niversity Prees, 1958, s. 250.
U Y G U R L A R ’I N K İT A N L A R ’A T E S İR L E R İ
9
kurucusu olmuşlardır. İlk yurtlarında Kitanlar gibi hayvancılık ve ziraate
dayah bir ekonomi içinde göçebe olarak yaşayan Uygurlar, 840 tarihinden
sonra yeni yerlerinde göçebeliği bırakıp yerleşik hayat düzenine girmişlerdir.
Yerleşik hayata geçmelerinin sebepleri arasında, bulundukları bölgelerin ga­
yet münbit olması ve belki de daha mühimi Mani dinine daha fazla ehem­
miyet verip mabetler yapmaları ve bunların etrafında toplanmaya başlama­
larıdır.
Eskiden devamlı yer değiştiren ve çoğu zaman bilhassa Çinlilerle harp
halinde olan Uygurlar yeni yerlerine yerleştikten sonra komşularıyla sulh
içinde yaşamaya gayret etmişler ve kendilerinden sonra kurulmuş olan gö­
çebe devletlere pek çok şey öğretmişlerdir. Uygurlar sadece yeni kurulan
göçebe devletlere değil, ilk kuruldukları yıllardan itibaren az dahi olsa var
olduğuna inandığım Çin’e etkileri, yeni yerlerine yerleştikten sonra da de­
vam etmiştir3.
Gazneliler Devletine gelince; Isık-göl civarında yaşayan ve Barsgan
Türklerinden olan Sübektegin 12 yaşında bir av esnasmda esir olarak alın­
dığı Tukhsiler’den Samanoğuilarma satılmıştı4. Samanoğullanna ismen tabi
olarak 997 senesinde ölen Sübektegin bu tarihe kadar takriben Horasan’ın
tam amını ele geçirmiştir. Sübektegin’in oğlu Mahmud, 999 senesinde Sâmâni hükümdarının bir isyan neticesinde tahttan indirilmesinden sonra Gazne şehrinde tahta çıkmıştır. Devletinin genişleme sahasını daha ziyade Hin­
distan üzerinde uygulayan Mahmud, sınır meselelerinden dolayı anlaşama­
dığı Karahanlılar’ı 1008 tarihinde yenerek devletini geniş bir arazi üzerinde
yaymış oldu.
Genişliyen ve Maveraünnehr’de büyük bir kuvvet haline gelen Gazneli
Mahmud’un Uygur ve Kitanlar’la olan münasebetlerinden gerek İslâm ge­
rekse Liao -Kitan- kaynaklarında pek geniş malûmat yoktur. İslâm ve Çin
kaynaklarında doğu ile batı arasındaki münasebetler farklı olarak işlenmiş­
tir. Liao Devleti kuzey Çin’i ele geçirdikten sonra Moğolistan’ı almış ve 924
yılında burada müslüman tüccarlara rastlamışlardır. Bu rastlantı hakkında
Çin kaynaklan bilgi verirken İslâm kaynaklarında hiçbir bilgi yoktur5. Di­
ğer taraftan yine bu devirde, eserlerini arapça yazan tarihçiler, çoğunlukla
3 Özkan îzgi, «Moğolların ortaya çıkışm a kadar Türk'lerin Çinlilere te ­
sirleri», Türk Kültürü, cilt XIV, sayı 160 (1976), ss. 223-232.
4 Zeki Velidl Togan, Um um î T ürk Tarihine Giriş, İstanbul Üniversitesi
Yayını, ikinci baskı, 1970, s. 152.
5 Bretschneider, E., M ediaeval R esearches from E a s te m Sources, London
1967, c. I, s. 265.
10
Ö Z K A N ÎZ G Î
bilhassa Karahanlılar ülkesine doğu tarafından yapılan hücumlardan bahset­
mişler ve bu hücum eden kavmi de Kitaylar olarak göstermişlerdir. Fakat
bu sefer bu hadiselerden Liao tarihinde bahsedilmediği görülmektedir. Barthold’un kayıt ettiği gibi en büyük ihtimal batıya doğru yapılan bu seferlerin
Kitaylar tarafından değil, o zamanlar Kitaylarm Moğolistan’dan çıkarttık­
ları Moğol kabileleri tarafından yapılmış olmasıdır6.
Liao tarihinde, 924 senesinde Arap ülkesinden gelen elçilerin hediye
verdiklerinden bahsedilmektedir. «[T’ien-tsan saltanat devrinin üçüncü se­
nesinin (924) dokuzuncu ayının] Kuei-hai gününde, Ta-shıh ülkesinden ge­
lip hediye sunuldu»7. Liao tarihi bu kayıttan başka 1020 senesinde.de Ta­
shih8 memleketinden yeni bir elçilik heyetinin geldiğinden bahsetmiştir.
«[K’ai-t’ai saltanat devrinin dokuzuncu senesinin (1020) onuncu aynım] Jenyin güneyinde, Ta-shıh ülkesinden gönderilen elçiler, sabun ve kendi ülkeleri­
nin ürünlerini sundular ve hükümdarlarının oğlu Ts’e-ko için kız istediler»9.
1020 tarihinde Uygur topraklarından geçerek Kitanlar’a gelen bu elçilerden
ihtimal her iki ülkede Sultan Mahmud hakkında epey bilgi edinmişlerdir.
Çünkü, Gazneliler’e olan uzaklıklarına rağmen, Sultan Mahmud’un İslâm
ordularının muvaffakiyetlerinden çekinmiş olacaklar ki her iki ülkede iyi mü­
nasebetler kurmak için 1024 tarihinde Sultan Mahmud’a mektup yollamış­
lardır10. Mektupların her ikisi de mahiyetleri bakımından hemen hemen ay­
nıdır. Kitan imparatoru Sheng-tsung’tan gelen mektupta şöyle denilmektedir.
6 Barthold, V.V., Orta A sy a Türk Tarihi H akkında D ersler, Ankara, 1975,
s. 175.
7 Liao Shıh, Po-na ed., 2. 4b.
8 Çince bir terim olan Ta-shıh, Farsça Tâzik kelim esinin transliterasyo­
nudur. Liao-shıh kitabında geçen Ta-shıh iki farklı ülkeyi göstermektedir. Bun­
lardan biri, Bağdat'taki Arap Halifeliğini, diğeri ise, Doğu-Türkistan’daki yer­
leşik nüfusa sahip İranlılar’la Karahanlılar’ı göstermektedir. Ta-shıh ülkeleri
için daha fazla m alûm at için bk, W ittfogel, Krl A. - F en g Chia-shenğ, H istory
of Chinese Society Liao (901-1125), The American Philosophical Society, Philadelphia 1949, s. 108.
9 Liao Shih, 16. 5a.
10 Her iki mektupta, Minorsky, V., Sharaf al-zam an Tâhir Marvazi, On
China, The T urks and India, the Royal A siatic Society, London, 1942, ss., 19-21
de bulunmaktadır.-Minorsky,- açıklamalar kısmında mektupların 1027 tarihinde
yazıldığını söylemektedir. F akat bu tarihin yanlış olduğunu Barthold, W., Turkestan dovm to th e Mongol Invasion, E.J.W. Gibb Memorial series, London,
1958, s. 17, W ittfogel, ayn ı eser, s. 108 ve Ch’oü Yi-liang, «N otes on MarvazVs
Account on China», Harvard Journal of Asiatic--Studies, 9 (1945-47) ss. 13-23.
s., 17 de 1024 olarak düzeltmişlerdir.
U Y G U R L A R ’I N H İT A N L A R ’A T E S İR L E R İ
lî
«... Our nephews from among the amirs of the nearer regions constantly
and. without exception send their envoys, and their letters and presents fol­
low upon one another. (Only) he (Mahmud) until now has sent no envoy or
messenger, while we hear of his excellence in strength and .courage, of his
outstanding position in might and. elevation, of his supremacy over the amirs
by awe, of his control of the provinces by might and authority and of his
peace: in his homeland according to his own will»11.
Uygur Han’ından gelen mektupta aynı tarihi taşımaktadır. Mektupta
Mahmud’un Hindistan’ı aldığım duyduklarım ve kendisiyle yakın münase­
betler kurmak istediklerini büdiriyorlar ve şöyle devam ediyorlar; «As he is
entertaining close relations with the kings of the world, and friedliness with
the lords of the outlying regions, our happiness is inclined toward the fri­
endship of one who belongs to the number of famous champions and ce­
lebrated worthies of the world in view of the superiority and heroism in the
Eastern and Western spheres. We ardently desire that love and respect
should be established between (us)»12. Kitan ve Uygur elçileri b.u isteklerine
ulaşamadan memleketlerine dönmüşlerdir. Sultan Mahmud elçilere verdiği
cevapta «Peace and truce are possible only so far as to prevent war and
fighting. There is no faith uniting us that we should be in close relations.
Great distance creates security for both of us against any perfidy. I have no
neèd of close relations with you until you accept Islam. And that is all»13,
diyerek İslâmlığa bağlılığım göstermiştir.Sultan Mahmud’a gelen mektup­
lardan Gardîzî de bahsetmiş ve Mahmud’unelçüere söylediği sözleri bir baş­
ka biçimde nakletmiştir. «We are Muslims and you are infidels, therefore
we cannot give you our sisters and daughters; but if you were to accept Is­
lam then perhaps the matter might be arranged»14.
Kitan imparatoru Sheng-Tsung’un yazdığı mektubun resmi Kitan yıl­
lıklarına geçmemiş olması gariptir. Şayet Sheng-tsung’un yazdığı bu mek­
tup ortaya çıkacak olursa o zaman, hem Marvazı’de yazılan mektupların ba­
zı eksik ve hatalı noktaları aydınlığa kavuşmuş olacak hem de kaynaklarda­
ki bu tutarsızlıklar ortadan kalkacaktır. Gerçi gördüğüm kadarıyla Wittfogel,
Barthold ve Chou Yi-liang mektuplardaki bazı hatalı ve karışık noktaları
11
12
13
14
Minorsky, ayn ı eser, s. 19.
Minorsky, a yn ı eser, s. 20.
Minorsky, ayn ı eser, s. 21.Barthold, T urkestan down to the Mongol Invasion, s. 286.
12
Ö Z K A N İZ G İ
aydınlığa kavuşturmuşlardır15. Fakat Sheng-tsung’un mektubunun ortaya çık­
masıyla, Uygurlardan Sultan Mahmud’a gelen mektupta daha iyi anlaşılabilir
bir hale girecektir.
İslâmlığa çok sıkı bir şekilde bağlı olduğunu gördüğümüz Sultan Mahmud 1023 senesinde Hindistan’da bir kaleye saldırırken yanma gelen bir el­
çi kendisine şöyle der; «Kralımız sizin insanlar arasında kim ve ne olduğu­
nuzu soruyor», Mahmud ise cevabmda, «Ben Allahı inkâr edenleri dine da­
vet eden bir müslümanım. Siz Hindliler de ya Allahımıza inanırsınız, kanunu­
muzu kabul eder ve inek atı yersiniz, yahut her yıl 1.000 fil ve 1.000 altın
vererek muharebeden kurtulursunuz». Mahmud’un bu sözüne karşılık elçi
şunları söylemiştir. «İnek eti yemeğe imkân yoktur. Anlattığınız dine girmek
bahsine gelince, bilgili bir adam gönderiniz de bize bu dinin ne olduğunu öğ­
retsin. Şayet bu din bizimkinden daha iyi ise onu kabul ederiz» demiştir16.
Neticede Hindlüer müslüman olmayı kabul etmemişler ve her yıl 300 fil, gü­
müş, elbise ve esans vererek Mahmud’un saldırısından kurtulmuşlardır.
Çinliler hariç tutulursa Ortaasya’da kurulan devletlerin büyük çoğunlu­
ğunu ya Türkler yahut Kitanlar’da görüldüğü gibi içinde Türk unsuru olan
devletler meydana getirmişlerdir. Fakat bu devletler hiçbir zaman araların­
da tam bir birlik kuramamışlar ve birbirlerini ortadan kaldırarak kendi ha­
kimiyetlerini sürdürmeğe çalışmışlardır. Maniheist ve Budist olan Uygurlarda
olduğu gibi İslâm olan Gaznelüer arasında da bir birlik kurulamamış ve çok
geçmeden her iki devlet de ortadan kalkmağa mahkûm olmuşlardır. Maveraünnehr’de İslâmlığın yayılmasını ve kökleşmesini sağlıyan Gazneliler bu
topraklar üzerinde yaşayan kendinden sonraki devletlerin de müslüman olma­
sını sağlamışlar ve bu topraklar üzerinde değişen devletlere rağmen İslâmiyet
bugüne kadar kendini muhafaza etmiştir. Uygurlar’a gelince; onlar da bulun­
dukları bölgede köklü bir medeniyet meydana getirmişler ve bunu etrafındaki
devletlere öğretmişlerdir.
Yukarıda köklü bir medeniyet meydana getirmiş olduklarım söylediği­
miz Uygurlar acaba yeni kurulan Kitan devletine içtimai yönden ne vermiş­
lerdir? Tesirleri ne olmuştur? Şimdi de kısaca bunları görelim.
Uygurlar 840 yılından önce Kitan kabüelerini hakimiyetleri altına al­
mışlardı. Kitan devletinin ortaya çıkışında önemi büyük olan kabüeler de
15 W ittfogel, ayn ı eser, s. 357; Barthold, yu karıdaki eser, s. 286 ve Chou
Yı-liang, ayn ı eser, s. 17-18.
16 Gregory Abu’l Farac, A bu’l Farac Tarihi, Ömer R ıza Doğrul tarafın­
dan Türkçe’ye tercüme edilmiştir, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1945,
c. 1, s. 283.
U Y G U R L A R ’I N K İT A N L A R ’A T E S İR L E R İ
13
yine Uygur neslinden gelmiş olanlardır. Bu kabilelerin başlıcaları ise I-la17,
I-shıh, Yeh-lu ve Hsiao’dur18. Kitanlar’m hükümdar ailesi olan Yao-lien’in
yerine geçen Hsiao ve Yeh-lu kabileleri Kitanlar’m sosyal pramidinin en yük­
sek kısmını işgal ederler. Her iki kabilenin üyeleri, önemli askerî ve siyasî
mevkileriyle devletin zenginliğini ele geçirmişlerdir.
Kitan nüfusunun büyük bir kısmı ziraatçi olmasına rağmen diğer kısmı
Kitan ekonomisinin dayandığı hayvancılık, avcılık ve balıkçılık gibi işlerle
meşgul olmuşlardır. Böylece karışık bir ekonomi ile Kitanlar yükseldiler ve
genişlediler. Ortaasya göçebe kavimlerinde büyük rol oynayan at, inek ve
koyun Kitanlar’da da görülür. Hükümetin at sürüleri askerî ihtiyacı karşı­
lamak için kullanılırdı. Ayrıca binlerce atm katıldığı, büyük avlarda süvari­
ler de manevra kabiliyetlerini geliştirmeğe çakşırlardı. Hükümetin sahip ol­
duğu hayvanlar sol taraflarından damgalanırdı. Fakat şahısların yahut ka­
bilelere ait hayvanların damgalandığına dair bir malûmat Kitan Tarihi’nde
yoktur. Kitan Tarihi’nde hususî olarak hayvan markalan kayıt edilmemiş
fakat hükümetin sürüleri yanında şahısların da sürüleri olduğu kayıt edil­
miştir19.
Ortaasya Türkleri’nin en önemli içkisi olan Kımiz’ı Mitanlılarda da
görmekteyiz. At, böylece, askerî ihtiyacı karşılamak için kullanıldığı gibi
mayalanmış -Kımız- yahut çiğ olarak Kitanlar’a süt temin etmiştir. Liaoshıfı’da kımızla ilgili şu kayıdı bulmaktayız. «The mounted archers and ar­
mored soldiers received their orders the hour mao (between five and seven
o’clock in the morning) and assembled an the hour ch’en (between seven
and nine o’clock in the morning). The horses went after water and grass
and the men depended on Kumiss»20. Ayrıca Marco Polo da Kimiz’m Kitan
askerleri arasında aranan bir içki olduğunu seyahatnamesinde bahsetmiştir21.
Göçebelerin çok kullandığı bir başka hayvan ise devedir. Devede ilk
defa Uygurlar tarafından Kitanlar’a t anıtılmıştır. Deve, Kitanlar’a ilk defa
17. 840 Kırgız yenilgesinden önce Orhun’daki U ygurlar’ın demir isçiliğin­
de büyük bir tekniğe sahip oldukları bilinmektedir. îş te bu Uygurlar’ın soyun­
dan olanlarla evlenen I-la kabile reisleri demir işçiliğini en iyi şekilde öğren­
m işler ve bunu Kitanlar’m içine girdikten sonra da devam ettirm işler ve Kitan­
lar’a öğretmişlerdir. Bak, W ittfogel, ayn ı eser, s. 142.
18 Bu kabileler için daha geniş bilgi için bak, W ittfogel, ayn ı eser, s.
59, 87 ve 191.
19 W ittfogel, ayn ı eser, s. 118.
20 Liao Shıh, 59. la .
21 Marco Polo, The Book of Sır Marco Polo, tr. and ed. w ith notes by Sır
Henry Yule, 2 cilt, London 1903, c. I, s. 260.
14
Ö Z K A N ÎZ G İ
împaratoriçe Dowager tarafından 947 senesinde bir kurban merasimine git­
mek için bir arabada kullanıldı. Ayrıca imparator ailesinden prensesler ev­
lenme merasimlerinde deveyi kullanmışlardır. Y alnız şunu belirtmek lâzım­
dır ki imparatoriçe Dowager ve prenseslerin kocalarının soyları hep Uygür
neslinden olan Hsiao kabilesindendir22. Hayvanlar daha ziyade yün ve sütü
için değerlidir. Deve ise bu yüzden Kitanlar’da fazla rağbet görmemiş ve step
dünyasının bir sembolü olarak kalmıştır.
Hayvancılık gibi avcılık da göçebe hayatın ayrılmaz bir parçasıdır.. Uy-,
gurlar’m bahar aylarında bilhassa şahin ve atmaca avlamağa meraklı olduk­
larını bize seyyah Wang Yen-te anlatmaktadır. Kitan imparatorlarının da
hususi kuşhaneleri olmuş ve onlar da bahar aylarında yaban ördeği ve kuğu
avcılığı ile vakit geçirmişlerdir.
Wen-hsien T’ung-k’ao (345, -2705) kitabından öğrendiğimize göre kavun-karpuz da Uygurlardan Kitanlar’a geçmiştir. «Hu Chiao, who traveled
through Shang-ching circuit in the middle of tenth century found Ch’i-tan
tribesmen growing melons. They treated the plant carefully, applying cowdung to it and protecting in with mats; they claimed they had obtained it
from the defeated Uighurs»23.
«Ph» kelimesinin ilk manası bez (kumaş) tır. Mahmüd al Kasğarfde
«qamdu» olarak geçen kelime «dört arşın boyunda, bir karış eninde bir bez
parçasıdır. Üzerinde Uygur Hanı’mn mührü basılıp alış verişte para yerine
kullanılır» şeklinde izah edilmiştir24. Ayrıca «qamdù» her yedi senede ,bir
yıkanır, tamir edilir ve yeniden damgalanırdı25. Bu bez paraların Kitan baş­
şehrinde geçer olması Uygur-Kitan münasebetlerini.göstermesi bakımından
önemlidir. Uygur tüccarlarının Kitan başşehrinde müstesna bir yeri' vardı ve
başşehirde özel oturma müsâadesi almışlardı. «Thé southern city was called
the Chinese City. East of the South Gate was the settlement of the Uighurs.
The Uighur merchants who remained in the Supreme Capital established à
settlement and lived there»26. Liao Shıh’daki bir başka kayıtta ise Hsiung
kasabasında, Kao-ch’ang Uygurlan’nm pazar kurduğunu görmekteyiz.
Türklerde «dokuz» sayısının önemli olduğu bilinmektedir. Orhun abi­
22 W ittfogel, ayn ı eser, s. 115.
23 W ittfogel, yu karıdaki eser, s. 121.
24 Mahmüd al-Kâsğarî, D ivanu lugat-it-T ürk, Türkçe tercüm esi Besim Ata\ay, Ankara 1943, c. I, s. 418.
25 Barthold, W., 12 Vorlesungen über die Geschichte der Türken M ittelasiens, Berlin 1935, s. 118.
26 Liao Shıh, 49. 3b.
U Y G U R L A R ’I N K Î T A N L A R ’A T E S İR L E R İ
15
delerinde gördüğümüz «Dokuz Oğuz» «Dokuz Tatar» kabileleri daha ilk za­
manlardan beri dokuz sayısının Uygur Türklerinde önemli olduğunu gösteıiı.<aDokuz» sayısı Kitanlılar’da da sosyal ve siyasî organizasyonlariyle il­
gili metinlerde geçtiğini ve önem kazandığını görüyoruz. «The office of the
Grand Ch’ang-kun of the Horizontal Tents was in charge of the affairs of
the imperial lineage of the nine tents of Emperor T’ai-tsu’s descendants»27.
Dokuz ananesiyle ilgili olarak ayrıca dokuz Yao-lien Kağanlarının Kitan hal­
kını idare ettiğini görüyoruz28.
■Bir başka Uygur ananesi de keçe halı ile Kagan’m örtülmesi olayıdır.
Uygurlar’daki bu geleneği Chou
50.4b’den naklen Wittfogel şöyle an­
latmaktadır. «This seems to be a survival of an old Inner Asiatic practice.
When a Turkish Khan was invested, he was first carried on a felt blanket
which bearers turned around nine times. After this he mounted a horse and
was choked so seVerly he almost suffocated. While he was still dizzy, his fol­
lowers asked how long he expected to be Khaghan. His reply determined
the length of his rule»29. Bununla ilgili olarak Kıtanlar’a geçen bjı adeti de
Liao Shıh’da şu şekilde görmekteyiz. «The rebirth building that for the
emperor’s mather, and those for seeking [the emperor] were also built. The
emperor entered the rebirth building and performed the rebirth ceremony.
When he had finished, the elders of the eight tribes preceded him in front,
followed him behind, protected him on the right and left, and invested him
in. the northeastern comer of the hall. After worshipping the sun be moun­
ted a horse. The oldest men among the imperial maternal relatives were
chosen to be his grooms. The emperor galloped off and fell down. The
grooms and followers cevered him with a feit rug»80.
Bilindiği gibi Kitanlar iki çeşit yazı sistemi kullanmışlardır. Bunlar «Bü­
yük yazı» «Larger script» ve «Küçük yazı» «Smaller script»tir. Bunlardan
«smaller script» in yaratıcısı Uygurlar olmuştur. Bu yazmm Kitanlar tarafın­
dan nasıl kullanılmağa başlandığı hakkmda yine Liac Shıh’dan bilgi edin­
mekteyiz. «[In the 924] the Uighur messengers came [to court], but there
was no one who could understand their language. The empress said to T’aitsu, ‘Tieh-la is clever. He may be sent towelcome
them’».
«In the 925, by being in theircompany for twenty days he was able
■ 27
28
29
30
Liao Shih, 4 5 .1 7 b .
W ittfogel, ayn ı eser,
W ittfogel, a yn ı eser,
Liao Shih, 49. 3b.
s. 205.
s. 274.
16
Ö Z K A N ÎZ G Î
to learn their spoken languages and script. Then he created [a script of]
smaller Ch’i-tan characters which, though fever in number, covered everyting»31.
Kitanlar’ın kullandığı yazının bulunmasında ve kullanılmasında Uygurlar öncülük ettiği gibi, Uygurlar’ın kullandığı pekçok ünvan da Kitanlar tarafmdan kullanılmıştır. İlk defa 8. yüzyılda Kitan reisi «Kağan» ünvanı ile
çağırıldığı zaman bu ünvan daha önceleri Ortaasya Türkleri tarafmdan kullanıhyordu32. Aynı şekilde Türk Kağan eşlerinin ünvanı olan «Qaturı» da
Kitanlar’da iK ’o-tun* olarak gözükmektedir. «Ch’i-shou Khaghan was
[Worshipped] in the southern temple and his K’o-tun in the north temple»33.
Kitanlar’ın kullandığı «Ti-yin» teriminin de Türklere ait olduğu bilin­
mektedir. «.Teğin» yahut «Tigin» olarak Orhun abidelerinde kağanın karde­
şi yahut oğlunu veya kağanın neslinden bir prense verilen ünvandır34.
«Hsien» «.Değerli», «Fazilet sahibi, dürüst» ünvanı da Beş Kitan im­
paratoruna verilmiştir35. Bu ünvanın da Uygurlar arasında kullanıldığım ve
Türkçe «Bilge» kelimesinin Çince transkripsiyonu olduğunu Pelliot söyle­
mektedir36.
Kitanlar’m ikinci derecedeki kabilesi Shıh-lieh memurlarının kullandı­
ğı ve ikinci en büyük ünvan olan «Ta-la-kan» terimi Türkçe «Tarkan» teri­
minin transkripsiyonudur. Bu kelime de Orhun abidelerinde ve Uygur me­
tinlerinde görülmektedir37.
Yukarıda görüldüğü gibi Uygurlar’dan yeni kurulan Kitanlar’a ziraat,
hayvancılık, gelenek ve ünvan olarak pek çok şey geçmiştir. Her iki ülkede
devlet hüviyetlerini kaybedinceye kadar iyi münasebetlerde bulunmuşlar ve
11. yüzyılın kuvvetli devletleri olarak kalmışlardır.
31 W ittfogel, ayn ı eser, s. 243 ve Liao Shih, 64. 4b-5a.
32 Radloff, W., Die A lttü rkischen Inschriften der Mongolei, St. Petersburg
1897, s. 360.
33 Liao Shih, 37. 9a.
33 Liao Shih, 37. 9a.
34 Radloff, A y n ı eser, s. 175.
35 W ittfogel, A y n ı eser, s. 432.
36 Pelliot, P., «N euf Notes surles Questions d’A sie Centrale» T’oung Pao
26 (1930) ss„ 202-265, s. 210.
37 Bang, W., - Gabain A. von., A n alytischer Index zu den fünf ersten
Stücken der Türkischen Twrfan-Texte, Berlin 1931, s. 501.
SELÇUKLU-OSMANLI ÇİZGİSİNDE HAREZMŞAHLAR
VEZÂRETİ*
Aydın Taneri
Ortaçağ Türk devletleri teşkilâtına dâir araştırmalar :
Son yıllarda Ortaçağ Türk Devletleri teşkilâtına ait metin neşirlerinin
ve araştırmaların geçmişe nazaran arttığı görülmektedir1. Devletlerin siyasî,
askerî, İktisadî ve İçtimaî tarihlerinin m ükemmel bir tarzda vaz edilmesi ve
problemlerin çözümlenmesi «Müesseseler tarihi»nin önemini arttırmıştır.
Bizde henüz başlangıç safhasında olan «Müesseseler tarihi»nin incelenme­
sinde, münşeat mecmualarından2 faydalanıldığı gibi, kroniklerden ve diğer
bazı kaynaklardan da istifade edilmektedir. Vakayinâmelerden, dikkat ile
tarandığı zaman çeşitli konulara ait pek çok malzeme çıkmaktadır. Meselâ,
Türkiye Selçuklu Devleti tarihi araştıncılannın başvurdukları ana kaynak
olan İbn-i Bîbî’nin eseri3 devlet teşkilâtı bakımından da aynı önemi taşı­
maktadır.
Bundan başka K. Erdmann’m, İbn-i Bîbî’nin almancaya çevrilmiş muh* Araştırmamın bu dergide yayınlanm asını arzu eden Prof. D r. Cengiz
Orhonlu’nun aziz hatırasını saygı ile anıyorum.
Çalışmalarım sırasında değerli fikirlerinden yararlandığım Prof. D r. Meh­
m et A . K ö y men’& müteşekkirim.
1 >Bu yayımlardan Ortaçağ Türk Tarihi’ne ait olanlar şunlardır :
O. Turan, Türkiye Selçukluları H akkında R esm î Vesikalar (Metin, tercüme
ve araştırm alar), Ankara, 1958.
A. Erzide Selçuklular devrine ait inşâ eserleri serisinden şu iki eseri neşretmişdir :
Mühammed b. Abdi’l-H alik el-Meyhenî, D estûr-i D ebiri, Ankara, 1962 ve
Haşan b. Abdi’l-Mu’min El-Höyî, Gunyetu’l-K âtib ve M unyetu’t-Tâlib Rusûmû’r-Resâ’il ve Nucûmu’l-Fazâil, Ankara, 1963.
H. Horst, D ie S taatsverw altu n g D er Grosselguqen und Horazm sohs, W ies­
baden, 1964.
Bu eserin geniş bir özeti ve tenkidi için bak. M.A. Köymen, Selçuklu D evri
Tarih Enstitüsü D ergisi: F. - 2
18
A Y D IN T A N E R İ
tasar nüshasına4 dayanarak yaptığı araştırma5 bu ve bunun gibi kaynaklar­
dan sanat tarihi sahasında bile nasıl faydalanılabileceğinin başardı bir ör­
neğini teşkil etmektedir.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu devlet teşkilâtına dair İslam Ansiklope­
disinde Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun «Selçuklular» maddesinde bilgiler
vardır. Prof. Dr. Mehmet A. KöymerC'm yeni yayınlanan « T u ğ r u l B e y
v e Z a m a n ı » (İstanbul, 1976) adlı eserinde aynı konu işlenmiştir. Ge­
ne, aynı araştırıcının « A l p A r s l a n v e z a m a n ı » (İstanbul,
1972) adım taşıyan araştırmasının devamı olan ciltlerinde devlet teşkilâtı ve
hayatı incelenmiştir. Yakmda yayınlanacaktır.
Doç. Dr. Erdoğan Merçil, Selçuklu devri: devletlerinden biri olan «S a 1g u r l u l a r » (Ankara, 1975) hakkmdaki eserinde de devlet teşkilâtım ko­
nu olarak almıştır.
.
Biz de, biraz aşağıda zikredeceğimiz gibi, « B ü y ü k S e l ç u k l u
İ m p a r a t o r l u ğ u ’nda vezirlik» admda bir araştırma yaptık.
Görüldüğü gibi, zikrettiğimiz araştırmalarda devlet hayatı ve teşkilâtı
incelenmiştir6.
Konumuza girmeden evvel, Harezmşahlar Devleti (1097-1231) teşki­
lâtı hakkında yapılmış olan araştırmaları da gözden geçirelim.
Türk Tarihi A raştırm aları II (Selçuklu Devri D evlet teşkilâtına dair yazılm ış
bir eser m ünasebeyitle), Tarih A raştırm aları D ergisi, Cilt n , s. 303-380.
Abu Bakr İbn al-Zaki, R a v za t al-K u ttab ve H adikat al-Albab (Yayınlayan
A li Sevim ), Ankara, 1975.
2 Son yıllarda İran’da Selçuklular ve Harezmşahlar için neşredilmiş olan
münşeat mecmualarından bazıları şunlardır : Vatvat, N am eha-i Reşidü’d-din
V a tva t (nşr. Tuysikiranî) Tahran, 1958.
Akili, A sarü’l-vüzerâ (nşr. C. Hüseynî) Tahran, 1959.
Kirmanî, N esûimü’l-Eshâr (nşr. C. H üseynî), Tahran, 1959.
3 El-Evâmbrü’l-A lâiyye Fi’l-Umûri’l-A lâiyye (A yasofya Ktp. Nr. 2985),
Tıpkıbasım, Ankara, 1956. Nşr. N-Dugal-A. Erzi, I. cüt (H. Kılıç Arslan’m v e­
fatından I. Alâü’d-dîn Keykûbad’ın cülûsuna kadar), Ankara, 1957.
4 T evârih-i  l-i Selçuk, nşr. Th. Houtsma, Recueil de textes relatifs a I
Historié des Seldjoucides, Vol., XV, Leiden 1902; A lm anca tr. H.W. Duda, Die
Seltsehukengeschichte des tb n Bîbî, Copenhagan, 1959.
5 îbn Bîbî, A ls K unsthistorische Quelle, Istanbul, 1962. Bu araştırma, adı­
nın hududunu çok aşm akta ve adeta Selçuklu devri kültürüne dair bir tedkik
m ahiyetini taşımaktadır. Bununla beraber araştırıcı m ufassalını kullanmadığı
için eksikdir.
6 Meselâ, H. Horst’un adı geçen eserini eleştiren M.A. Köymen şöyle ya­
zıyor : «Ona (H orst’a) göre Selçuklular bir ana d evlet (H auptlinie), (Büyük
Selçuklular) üe d ö rt şube (Irak, K irm an, Suriye v e «R um » Selçukluları) ye ay-
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETÎ
19
Merhum Prof. Dr. Fuat Köprülü'nün İslâm Ansiklopedisi’ndeki « H a r i z m ş â h l a r » maddesi, devlet teşkilâtının da esaslarını ortaya koyan
ve daha ziyade araştırıcılara takib edecekleri yolu gösteren mükemmel bir
incelemedir. Yazar, «Ortaçağ Türk-îslâm devletlerinin karakterleri» nokta-i nazarından Harezmşahlar’ı değerlendirmekte ve bu devletin, Büyük Sel­
çuklu İmparatorluğu müesseselerini bazı küçük ve tabii farklar üe iktibas
ettiğini-idarî ıstılahlar, memuriyet isimleri ve devlet daireleri ananeleri cihetinden-belirtmektedir. Köprülü, Harezmşahlar’m devlet müesseselerini po­
litik tekâmülleri ile paralel olarak geliştirdiklerini ve Atsız zamanından iti­
baren muntazam idare teşkilâtına malik olduklarım da ilâve etmektedir7.
Dr. Heribert Horst ise eserinde8 Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve Harezmşâhlar Devleti teşkilâtını beraber incelemekde ve münhasıran münşeat
mecmualarından geniş çapta faydalanmaktadır9.
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’mm eserinde10 Harezmşahlar Devletinin
siyasî ve askerî olayları mufassalan ele ahnmışdır. Yazar, eserini devlet teş­
kilâtına dair bol malzeme ile de zenginleşdirmişdir.
Köprülü ve Horst -gayet tabiî olarak- vezirlik müessesesihi de ele alrîlvr (Nebenlinie). Selçuklular v e kollan hakkında müellifin görüşü a rtık eski­
m iş sayılabilir. Zira, bugün bühassa Türkiye’de yapılan araştırm alarla B üyük
Selçuklu İm paratorluğu’nun m ah iyeti ve kollannm im paratorluk karşısındaki
durumu oldukça aydınlanm ışdır: B üyük Selçuklu İm paratorluğu bir devletler
topluluğudur. M etbû Selçuklu D evletinin etrafında halka halka bir ta k ım vasal
devletler vardır. M uhtelif ırklara mensup bu devletler hep birden B üyük Sel­
çuklu İm paratorluğu’nu teşk il ederler. Buna göre D r. H orst’un kitabında sa yı­
lan dört Selçuklu devleti (Irak Selçukluları, K irm an Selçukluları, Suriye Sel­
çukluları, «Rum» Selçuklulan) de dahildir v e vasal devletler sistem inde ilk
kategoriyi teşk il ederler. Böylece, Selçuklu devletlerinin, B üyük Selçuklu İm ­
paratorluğu karşısındaki hukukî durumu m eydana çıkar» (a.g.s. 304).
7 H arezm şahlar, 5, s, 279.
8 Horst, a.g.e.
9- M.A. Köymen kitabı şu şekilde eleştirmektedir : «
sadece H ârezm şâhlar devletini B üyük Selçuklu İm paratorluğu He yan yana ve iç içe ele almanın
yersizliği ve ye tersizliğ i daha iy i anlaşılır. G erçekten, müellifin neden B üyük
Selçuklu İm paratorluğu devlet teşkilâtın ı m ü stakü te tk ik m evzuu yapm adığı­
nı, başka devletlerle birlikte dikkate alm ak lüzumunu duyunca da, neden sa­
dece H arezm şahlar devletini ele aldığını izah etm ek güçleşiyor (a.g.e. S.S05).
«Dr. H orst’tan resm î vesikalar dışında, kronikleri ve diğer kayn akları da kul­
lanm asını ü m it v e tem enni ederken, daha ziya d e bu çeşit kaynaklara istinaden
m eydana getirilm iş olduğunu b elirttiği bir eserde ek sik lik sa ym a k mümkündür
(s. 309).
10 H arezm şahlar D evleti Tarihi, Ankara, 1956.
20
A Y D IN T A N E R Î
mışlardır. Köprülü, ansiklopedi çerçevesi dahilinde vezir hakkında özet ola­
rak bilgi vermiş, Horst ise, konuyu, resmî belgelerin ışığı altında değerlendirmişdir.
Diğer tarafdan vezirlik mansıbının menşei, mahiyeti ve kelime mana­
sının izah şekilleri hakkında şimdiye kadar yapılmış araştırmaları Domi­
nique Sourdel ele almışdır11.
Ord. Prof. Fuat Köprülü, tarihimiz boyunca Türk devletlerinin devam­
lılık ve bütünlük getirdiğini ortaya atan bilim adamımızdır. Ona göre, bir
devletin yıkılıp, yerine diğerinin kurulması çok defa bir sülâle, bir isim de­
ğişikliğinden ibaret kalır. Eski siyasî kadro ve müesseseler devam eder. Biz
XI. ve XII. yüzyılları ihtiva eden « B ü y ü k S e l ç u k l u İ m p a r a ­
t o r l u ğ u ’nda vezirlik» (Tarih Araştırmaları Dergisi, V) ve X. - XV. yüz­
yılları kapsayan « O s m a n l ı i m p a r a t o r l i ı ğ u ’ n d a k u r u l u ş
d ö n e m i n d e v e z î r - i â z a m l ı k » 12 adındaki. araştırmalarımızda
her iki devletde müessesenin paralellik gösterdiğini ortaya koymuşduk. Erin­
ci araştırmamızın « G i r i ş » ’ kısınma, Türkiye. Selçuklu vezaretine de
kısa bir bakış yapmışdık.
Bu defa, S e l ç u k l u - O s m a n l ı hattının kronolojik olarak or­
tasında yer alan Harezmşahlar vezaretini ortaya koymaya çalışacağız.
I. Harezmşah vezâretinin ihdası — Vezirlerinin menşeleri ve
formasyonları :
Bilindiği gibi, Harezmşahlar Devleti’nin başmda sülâlenin kurucusu
olan Büyük Selçuklu imparatorluğunun genel valisi Kütbü’d-din Muhammed
(1097-1127) in halefleri, Atsız (1127-1156), İl-Arslan (1156-1172), Tökis
(1172-1200) Alaü’d-din Muhammed (1200-1220) ve Celâlü’d-din Harezm­
şah (1200-1231), h a r e z m ş a h veya s u l t a n olarak bulunmuşlar­
dır13.
Bu hükümdarların saltanatı boyunca Sultan Tökiş zamanında Nizâmü’l-mülk Mesud b. Ali el-Herevî, Sadrü’d-dîn Ali b. Mesud el-Herevî, Sul­
11 L e V izirat A bbasides, I, Damas, 1959. H, Damas, 1960.
12 Ankara, 1974.
’ 13 Gerek m ünşeat mecmualarında gerek sikke’lerde, Harezmşahlar’da sul­
tan ünvanı Tökiş’den itibaren kullamlmışdır. Barthold, Tökiş’in sultanlığını,
onun Irak Selçuklu hakim iyetini yıkmasından yani 1194’den sonraya koymakda, Köprülü ise bir sikke üzerindeki ibareden 1181 yılını kabul etmektedir (Kafesoğlu, 113).
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETÎ
21
tan Alaü’d-din Muhammed devrinde adı geçen vezirden sonra Nizâmü’l-mülk
Nasırü’d-din Muhammed b. Salih, Bedrü’d-din Hamîd, İmâdü’l-mülk Şah
Veli, Mücirü’l-mülk Şerefü’d-din Muzaffer, Bahaü’l-mülk, Muginii’d-din Ziyaü’l-mülk el-Talibî ve nihayet Celâlü’d-din Harezmşah devrinde Şerefü’lmülk Fahrü’d-din Ali el-Cendî vezâret makamını işgal etmişlerdir.
Harezmşahlar’da vezirlik müessesesi, Atsız zamanında kurulmuş olma­
lıdır. Kesin olarak bildiğimiz, Sultan Tökiş tarafından ihdas edilmiş olduğu­
dur. 1194 yılında, Harezmşahlar tarafından Irak Selçuklu Devleti hüküm­
darı Tuğrul’un öldürülmesi ve devletinin tarihe karışmasından sonra14 Tö­
kiş, vezarete Nizâmül-mülk Mesud’u tâyin etti.
İlk Harezmşah vezirlerinin İran.asıllı oldukları anlaşılmaktadır. Sultan
Tökiş'in ilk vezirleri olan Nizâmü’l-mülk Mesud ile halefi ve oğlu Sadrü’dtan Alaü’d-din. Muhammed devrinde adı geçen vezirden sonra Nizâmü’l-mülk
şei gulam olan bir vezir iş başına geldi16. Gerçekden o, Sultan Alaü’d-dîn
Muhammedi'm annesi Türkân Hatun’xm «gulamzâde»sidir17.
Mücirü’l-mülk Şerefü’d-dîn ise Alaü’d-dîn Muhammedi'm gayri meşru
oğludur. Cüveynî’ye göre bu vezirin annesi,, sultanın bareminin gözde kadınlarındandı. Sultan, b u , cariyesini Mücirü’l-mülk’e hâmileyken -adı bizce
malûm olmayan- fakat herhalde devlet erkânından- bir şahıs ile evlendirmişdir. Mücirü’l-mülk’ün durumu -menşei cihetinden- istisnaî ve enteresan
bir durum arzetmektedir18. Vezir Bahaü’l-mülk ise kıssadâr19 Necibü’d-dîn’in
14 Tökiş kazandığı zaferi takiben Irak Selgukluları’nın payitahtı Hemedân’a girmiş ve Irak tahtına oturmuşdur (4 Receb 590/26 Haziran 1194). O,
Hemedân civarmda Dezec ile Kasımâbed arasmda bir ayda inşa ve ikmal ettir­
diği av köşkünde muazzam bir kabul resm i tertib etmişdir (Kafesoğlu, a.g.e.,
s. 126).
15 Kirmanî, 94-95.
16 Kirmanî, 96.
17 Kirmanî, 96; Akili, 268.
18 Cüveynî, Târîh-i Cihângüşây, (nşr. M.M .Kazvinî) G.M.S. XVI, 1-2-3,
London, 1912-1937. İngilizce tercüm esi ; The H istory of the W orld Conqueror
(tercüme eden. J.A. Boyle, I-II, Manchester, 1958. Farsça m etin : I, s. 120. Ihg.
tere. : I, s. 155.
19 Ktssâ-dâr, arzuhal ve şikâyetleri kabul eder ve perşembe akşamları
bunları hükümdara arz eder, cevaplarını alır ve ilgililer’e teslim ederdi. Nesevî’nin ifasm a göre «sarayın en şerefli m em uriyetlerinden biriydi» (H istoire du
Sultan D jelal Ed-din M ankobirti (nşr. O. Houdas) Paris, 1891. Fransızca ter­
cümesi : Paris, 1895. Farsça, neşir : S iret-i Celâlü’d-dîn M engübem i (nşr. M.
Minovi), Tahran, 1965. Arapça met. s. 101; Frans. tere. s. 168; fars. met., s. 134.
22
A Y D IN T A N E R Î
oğludur20. Kıssadâr’lığın saray mansıblarından olduğu ve saray emirliklerine
de genel olarak Türklerin tayin edildikleri nazarı itibare alınırsa, Bahaü’lmülk’ün Türk asıllı ve ordu mensubu olduğu tahmin edilebilir.
Menşeini bildiğimiz vezirlerden biri de Muginü’d-dîn Ziyaü’l-mülk'dür.
«Sudur ve ayan» dan21 olan bu zatın gerek sivil, gerek askerî kadrolardaki
görevlerde bulunduğu, toprak sahibi bir İranlı olduğu anlaşılmaktadır.
Vezîr Şerefü’l-mülk anlaşıldığına göre Türk’dür. Nesevî’de, O’nun türkçeyi iyi konuştuğu, farsçayı doğru telâffuz edemediği ve yazamadığı, Türkler’i sevdiği ve Cend’li olduğu kaydı vardır22.
Kaynaklarımızda, vezaret makamını işgal eden bu şahsiyetlerin daha
evvel işgal ettikleri makam veya makamlar hakkında -bir, iki istisna dışın­
da- tatminkâr bilgi yokdur. Nizâmü’l-mülk Muhammedi'm. «havassı sultama
mensub23 ve «payitahtın yegâne havassından olduğu»24 şeklindeki kayıtlar,
O’nun vezir olmadan evvel saray teşkilâtında önemli bir mevkide görevli
bulunduğuna şüphe bırakmamaktadır.
Şerefü’l-mülk ise Sultan Alaü’d-dîn Muhammed devrinde Cend vezirli­
ği yapmış25, daha sonra idare teşkilâtı kadrosundan saray teşkilâtına intisab
ederek Sultan Celalü’d-dîn devrinde hâciblik’e26 ve bilahare vezarete tayin
20 Cüveynî, fars. met., I, 119; ing. tere., I, 153.
21 Akilî, 270.
22 Arab. m et. s. 234; frans. tere., s. 391; fars. met., s. 263. «Dihkan» yani
toprak asilzadesi unvanı Gazneli Sultan Mesud’un Selçuklu liderlerine yazdığı
mektupda hitab şekli olarak kullanılmışdır (Mehmet A ltay Köymen, Tuğrul
B ey ve Zamanı, İstanbul, 1976, s. 8-9).
23 Akilî, 268.
24 Kirmanî, 96.
25 Akilî, 271; Kirmanî, 97.
Şerefü’l-mülk’ün görevini kötüye kullanması üzerine Cend vilayeti Ueri g e­
lenleri ve halkı, onun yaptığı zulümleri «dergah-ı sultan» a gelerek şikâyet etti­
ler. Sultan Alaü’d-din Muhammed zulmü kaldırdı, vezirin de ateşte yakılarak
öldürülmesini em retti (Kirmanî, 97). Böylece «padişahın halkın üzerindeki zul­
mü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebanm can ve
m alını em niyette bulundurmak» şeklinde formüle edilen devlet anlayışının (H.
İnalcık, A daletnam eler, TTBD, n (1965) s. 49) bir örneğine rastlıyoruz.
N esevî’de Şerefü’l-mülk hakkında şu tam am layıcı bügiyi vermektedir : «O,
Alaü’d-din M uhammed tarafından ateşde ya k ılm a k su retiyle ölüme mahkûm
edildiğini duyunca kaçtı. Yakalanan naibi a yn ı cezaya çarptırıldı. A laü’d-din
Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan Şerefü’l-m ülk Celâlü’d-din devrin­
de evvelâ hâcîb, sonra ve zir oldu» (Arab. met., 170-171).
26 Nesevî, aynı yer.
SELÇTUK LU-OSM A NLI H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETÎ
23
edilmişdir27.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, teşkilâtının iskeletine Büyük Selçuklu
İmparatorluğu teşkilâtı esas olan Harezmşahlar’da, vezirlerin menşelerinde
farklar görüyoruz. Büyük Selçuklu vezirlerinin, genel olarak, îranlı ve top­
rak aristokrasisi sınıfına mensub olmalarına rağmen, Harezmşahlar’da, bil­
hassa devletin son devirlerinde gulam veya Türk menşeli vezirlere rastlı­
yoruz. Eski Türk boy hay atma ait geleneklerin Selçuklular’a nazaran daha
kuvvetli olduğu ve Türk boylarının devlet içinde ağırlıklarını hissettirdikleri
Harezmşahlar’da28, Türk menşeli vezirlerin varlığını, tesadüfe hamledemeyiz.
Diğer tarafdan, vezirlerin, «vezîr-i memleket» veya «vezâret-i sultan»a,
re’sen sultanlar tarafından tâyin edildiklerini söylemeğe hacet yokdur. An­
cak, Alaü’d-din. Muhammed, Sadrü’d-dîn Ali’yi azledince, yerine tâyin edi­
lecek şahsiyet hakkında -her meselede olduğu gibi- annesi Türkân Hatun’a
danışdı. Türkân Hatun da Nizamü’l-mülk Muhammed’i tavsiye edince, Sul­
tan,, nefret etmesine rağmen, O’nu vezârete getirmek zorunda kaldı29.
,n . Vezirin görev ve yetkileri :
Vezir, icraî, teşriî ve kazai yetkileri kayıtsız şartsız elinde bulunduran
hükümdarın vekili sıfatı ile devletin bütün işlerini sevk ve idare eden en
yüksek memurdur30. Hükümdarın emri ile teşriî yetki kullanabilir. Vezîr,
hükümdarın vekili olarak muayyen konularda ferman çıkarabilir. O icraatinden dolayı yalnız sultana karşı sorumludur31.
Vezîr, törenlerde, yabancı hükümdarlar ve vassal hükümdar veya elçi­
leri ile olan ilişkilerde, muhtemelen mezalim divânı’nda, (dünyevî mahke­
me celselerinde) gene hükümdarın vekili olarak görevini ifa eder. O, raiyetih
27 Nesevî, aynı yer. 28 Gerçekden; Kıpçak, Uran ve Kanklı boyları Harezm ülkesinde kendi­
lerine uygun şartlar bulmuşlardı. Bu sebeble 1181 yılından itibaren büyük kit­
leler halinde Harezm’e gelm işler ve Harezmşahlar Devletinde faal rol oynamış­
lardır. Bilhassa, Sultan Tökiş’in Türkân Hatun ile evlenmesinden sonra KanklıKıpçak unsurunun Harezm’e bağlı ülkelerde kesafet peyda ettiği anlaşılm akta­
dır. Böylece aslen bozkırdaki Türk prenslerinden birinin kızı olan Türkân kendisininkiyle beraber akraba Türk boylarım da getirdi. Türkân zam anla bu boy­
ların üeri gelenlerini yüksek askerî makamlara getirmişdir (Kafesoğlu, 130-131).
29 Kafesoğlu, 211.
30 Horst, aynı yer.
31 Horst 25; Köymen, 325. A hkam -ı Selâtin-i M azi, Belge no. 30. Alman­
ca tere. Horst s. 104. Belge D. 4.
A Y D IN T A N E R t
24
refahından sorumludur. Devlet işlerinde olduğu kadar dinî meselelerde de
yetkili olan vezir, din işleri ile görevli kimseleri himaye eder. Ülke dahilin­
de görev ve nizamın kurulması için çalışır. Devlet işlerini « k a l e m » ile
yürütür. Melikler ve kumandanlar da dahil olmak üzere bütün devlet rica­
li, bütün İdarî organlar ve memurlar onun emri altındadırlar32.
Vezîr, herhangi bir vazife ile görevlendirildiği zamanlar dışmda hüküm­
darın nezdinde bulunur, seyahatlerinde ona refakat eder ve seferlerine ka­
tılır. O, bizzat ordu gönderebilir veya ordu sevk ve idare edebilir. Vezîr,
diğer devlet erkânı gibi şahsına bağlı askerî birliklere sahipdir. Vezîrin ma­
kamının kudretini temsil eden bu birlikler sayısı çok olabilir33.
Yaptığımız bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere Hazerzmşah vezîri
sultanın müsaadesi ile ve onun nezareti altında bütün İdarî işleri bağımsız
olarak ifa edebilmektedir. Bu itibarla vezir -İslam hukuku noktayı nazarın­
da- «vezaret-i tefvîz» i34 haizdir.
Harezmşah vezîri de Büyük Selçuklu vezîri gibi geniş yetkiler ile mü­
cehhezdir. Bu husus tayin fermanlarında açıkça görülür33.
Sultan Tökiş'in, veziri Nizamü’l-mülk Mesud için «meselelerin bağlan­
masında ve çözülmesinde onun ellerini serbest bıraktı» şeklindeki kayıtda
vezirin yetkilerinin genişliği hususunda bir fikir vermektedir.
V e z î r i n t e ş r i î y e t k i l e r i : Bu yetki ferman-kanun çıkar­
mak şeklindedir. Vezîrin hükümdarın vekili olduğu ve vezâret-i tefvîz ile
mücehhez bulunduğu nazarı itibare alınırsa bu tabiidir. Bize, Harezmşahlar
devrinden, sultanların neşrettiği «Codifie-kanunnâmeler» intikal etmemişdir.
Münşeat mecmualarında -yalnız bir zümreyi alâkadar eden İdarî emirler ma­
hiyetindeki ferman-kanunlar vardır. Bu bakımdan diğer Türk devletinde ol­
duğu gibi Harezmşahlar'da teşriî faaliyet daha ziyade âmme hukuku sahasmdaydı. Harezmşah vezirinin de ferman-kanun çıkardığına dair Nesevî'de
kayıtlar vardır. Gerçekden, Şerefü’l-mülk bilhassa sultan Celâlü’d-dîn’in vâridatını temin hususunda ferman çıkarıyordu38.
V e z i r i n i c r â î y e t k i l e r i : Vezirin icraî bakımdan önde ge­
len vazifesi devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı «Büyük Di­
32
33
34
35
36
Horst, 26; Köymen 319.
Horst, 27; Köymen, 320.
Horst, aynı yer.
Kirmanî, 95-96.
Nesevî, arab. met., 214; frans. tere., 357; fars. met., 231.
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETİ
25
vân» (Divân-ı âla)a başkanlık etmekdir37. Üyelerini vezirin maiyetini de teş­
kil eden sahib-i divân-ı devlet, sahib-i divârı-ı inşa (veya tuğra), sahib-i divân-ı istifa, sahib-i divân-ı nazar38 m meydana getirdiği bu kurulun tabiî
başkanı -hiç şüphesiz- hükümdardır. Harezmşahlar’da -yalnız sultan Celâlü’d-din devrinde- sultanın divan müzakerelerini kafes arkasından dinleme
usulü vardır39.
Vezirin diğer icraî yetkileri de genişdir. O, memurları ve kadıları tâyin
ve azle, devlet dairelerini teftişe, ikta tevcihine; malî, ekonomik ve bayın­
dırlık alanlarında tedbirler almaya görevli ve yetkilidir.
Harezmşahlar Devleti tarihinin bir safhasında hükümet teşkilâtım ve
dolayısiyle devletin bütün kademelerini etkileyen bir olay vuku bulmuş, bu
derece geniş yetkiler ile mücehhez vezirlik mansıbı lağvedilmişdir. Bu istis­
naî olay Alâü’d-din Muhammed devrinde oldu : Sultan, veziri Nizamü’l-miilk
Nâsırü’d-dîn,i azlettikten sonra görünüşe göre geniş bir İdarî reorganizasyona girişmek amaciyle devlet erkânından altı kişilik bir kurul teşkil etti;
vezârete ait görev ve yetkileri bu kurula verdi40. Sultanın emri mucibince,
bu heyet kararlarım oybirliği ile vermek mecburiyetindeydi41. Ancak, bu şe­
kilde de bir sonuç alınamadı. «Halk eski veziri adeta aradı. Zira bir kişinin
insafına kalmak altı kişiyi razı ve ikna etmekten çok daha kolaydı»42. Neti­
cede, eski usule dönmek -yani vezirlik müessesesini yeniden ihdas etmek-
37 Horst, şer’i ve örfi iğlere bakan iki yüksek mahkemenin bu divan’m dı­
şında kaldığına işaret ediyor (a.g.e., 30; Köymen, 323).
38 Horst, bütün bu memuriyetleri incelemiştir.
39 Nesevî, arab. met., 131; frans. tere., 218.
40 A ltı kişüik kurul, Mücirü’l-m ülk Tacü’d-din Ebu’l-Kasım, Emir Ziyâü’d-din Beyâbanekî, Şem sü’d-din Kellâbâdî, Tacü’d-din Nisaburî, Şerif Mecdü-ddin Muhammed N esevî ve Kâtib-i inşâ N izâm ü’d-din de mürekkebdi (Kafesoğlu,
214; Nesevî, arab. met., 32; frans. tere. 56).
41 Kafesoğlu, 214. N esevî, aynı yer.
Sultan A laü’d-din Muhammed ile annesi Türkan Hatun arasındaki
siyasî rekabet devlet mekanizmasında anarşiye yol açmışdı. Türkan, İmpara­
torluğun idaresinde oğlu üe hemen aynı derecede nufuza sahibdi. Onun müdahelesiyle sultanın emir veya fermanlarının iptal edüdiği dahi vakiydi. Türkan
H atun’un büyük seyyidlerden ve ünlü şahsiyetlerden miirekkeb ayrı bir İnşââ
Divam’da vardı. Böylece, o, devlet işlerini kendi görüşlerine uygun olarak yürü­
tüyordu. Cüveynî’ye göre Türkan H atun’un ayrı payitahtı, sarayı ve iktâ sa­
haları mevcuddu (Kafesoğlu, 208-209). Hükümet kadroları ve halk birbirini
nakzeden emir ve fermanların verdiği şaşkınlık içindeydi (a.g.e., 221).
42 Nesevî, arab. met., 32; frans. tere., 56; fars. met., 48.
A Y D IN T A N E R l
26
zarureti hâsıl oldu43.
Vezirin önemli yetkilerinden biri de memurları tayin ve azledebilmesidir44. Meselâ, Şerefü’l-mülk yüksek memuriyetlere kendi gulamlanm ta­
yin ediyordu. O, Hoy şehrini zaptettikten sonra idaresini gulamı Nasirü’d-r
dîn Boğa’ya verdi45. Gene Nasirü’d-dîn’i, Şerefü’d-din, Tuğrul ile beraber
Azerbaycan şehirlerinden Ucan’a tayin etmişdir. Ancak bunların icraatım
beğenmeyen Sultan Celâlü’d-dîn her ikisini de azletmiş ve yaya olarak Mukan’a sürmüşdür46. Gene, Şerefü’l-mülk tuğraî’de tayin etti47.
Diğer taraftan vezir, devlet imalathanelerim, memur ve işçileri kontrol
etmekle görevliydiler48.
Vezirin kadıları tâyin ve azletme yetkisi de vardı. Şerefü’l-mülk, Teb­
riz kadılığına İzzü’d-dîn Kazvinî’yi tayin etti. Ancak -görünüşe göre Sultan
tarafından itiraza uğraması ihtimaline binaen- tâyin: keyfiyetinden evvel Ce­
lâlü’d-dîn’t yazdığı mektup ile, azlettiği kadının yakım olan şehrin ileri ge­
lenlerinden Şemsü’d-dîn Tuğraî’yi gözden düşürmüş ve tayini bundan sonra
gerçekleşdirmişdir49. Gene, Şerefü’l-mülk vezâretinin sonlama doğru kadı
Mücirü’d-dîn Ömer b. Sad el-Harezmî’yi, elçilik vazifesi yaptığı sırada, hiyanet ettiği iddiası ile habsettirdi ve 12.000 dinar istedi. Kadı bir ay hapiste
yattıktan sonra taleb edilen meblâğı ödedi. Ancak, vezir, kadının kendisini
sultana şikâyet etmesinden çekindi ve onu Tebriz’e kadı tâyin etti50..
Yukarıda Şerefü’l-mülk’ün Tebriz kadılığına tâyin ettiğinden bahsetti­
ğimiz İzzü’d-dîn Kazvinî de bilahare vezir tarafından görevinden uzaklaş­
tırıldı. Kazvinî’nin vazifesi, Eyyûbiler’den Melik Adil’m Sultan Celâlü’ddin’e yolladığı elçi Şam kadısının -ki Harezmşah elçisi Mücirü’d-din’e re­
fakat etmişdi- gelişine kadar devam etti. Elçi getirdiği mektubu sultana tak­
dim ettikden sonra ileri gelen ricalin de bulunduğu vezirin huzuruna girdi.
Kadı Mücirü’d-dîn, elçiye, «Vezire, onun hakkında Kazvinî’nin söyledikleri­
ni anlatınız» dedi. Elçi evvelâ, konuşmadan imtina etti. Fakat Şerefü’l-mülk
sultanın menfaati namına ricada bulununca, O, «Kazvinî bana tehkir edici
bir tarzda efendiniz sultan bu gibi adamlar ile anlaşmak ve kardeşlerinden,
43
44
45
46
47
48
49
50
Köprülü, H artem şahlar, 280.
Horst, 26; Köymen, 319.
Nesevî, arab. met., 166; frans. tere.,278; fars. met.,189.
Nesevî, arab. met., 180; frans. tere., 284;fars. met., 190.
Nesevî, arab. met., 146; frans. tere., 243.
Horst, 26; Köymen, 320.
Nesevî, arab.'m et. 119; Frans. tere., 198.
Nesevî, arab. met., 166; frans. tere., 210-211; fars. met., 156.
SE L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETl
27
sultanlardan ayrılmakla ne fayda mülâhaza ediyor? Yemin ederimki kardeş­
lerinin düşmanlığı bu milletin dostluğundan daha faydalı ve daha istifadeli
olacakdır. Yakında pişman olacakdır ama iş işten geçecektir» dediğini söy­
ledi. Bu sözleri duyan vezir çok kızdı ve Kazvinî’yi çağırttı ve Elçi ile yüz­
leştirdi. Kazvinî hiç bir şey söyleyemedi. Bunun üzerine vezir «Hocalığın
şerefi ve ilmin itibarı olmasaydı kılıçla kafanı uçururdum. Rezil, defol ve
gazabımdan kork» diye bağırdı, Kazvinî’yi de azletti51.
Vezirin iktâ tevcih etmeğe de yetkisi vardır. Şerefü’l-mülk, Azerbaycan
eski atabeyi Özbek’in eski bir memluku olan Buğdi’ye TJrmiye şehrini ve ona
tâbi yerleri iktâ olarak vermişdir52.
Vezirin malî konularda da geniş selâhiyeti vardır. O, vergi idaresine
nezaret eder, tahsil edilen vergilerin muayyen sahalarda kullanıl masma ka­
rar verir, hâzineleri denetler53. Vezir fethedilen bir mıntıkayı re’sen vergi­
ye de bağlar. Şerefü’l-mülk, Aras nehri ile Kür Irmağı arasındaki Geştaspi’yı
zaptettikten sonra buraya yıllık 200.000 dinar vergi tahakkuk ettirmişdir54.
Harezmşah vezirleri, sarayın muhtelif şahıslara verdiği tahsigatı (edrarat) tecdit etmek yetkisine de sahihtiler. Eski maaşlar kesilmezdi. Gerçekden Muhammed b. Sebüktekin’c ve ondan sonra da Selçukluların oğullarına
Celâlü’d-dîn devrinde de tahsisatları veriliyordu. Şerefü’l-mülk bu ödenek­
leri tecdit etmişdir55.
Vezir, sarayın fırınlarına, mutfaklarına, ahırlarına yapılan masrafı ve
saraydaki bütün vazifelilerin maaşlarım tediye eden üstâdü’d-dâr5Bm ödeme­
lerine müteallik evrakı vize ederdi. Yolsuzlukların önüne geçmek için bu gi­
bi tediye emirlerinde vezirden başka müstevfî, müsrif, nâzır ve arız'ın da im­
zalarının bulunması gerekirdi57.
51 Nesevî, arab. met., 121; Frans. tere., 210. Vezirlerin de, hükümdarlar
gibi, ulem aya itibar ettikleri malumdur. Bu hususda N esevî bk. Arab. met., 166
ve 233; frans. tere., 211 ve 389; fars. met., 263.
5? Nesevî, arab. met. 165; frans. tere., 275; fars. met. 187.
53 Horst, 26; Köymen 319.
54 Nesevî, arab. met., 174; frans. tere., 289; fars. met. 192.
55 Nesevî, arab. met., 223; frans. tere., 389; fars. met., 263.
56 Üstâdü’d-dâr, hâzinenin gelirlerinden ve vergüerinden belli bir m iktarı
alıyor, bu m eblağı sarayın fırınlarına m utfaklarına, ahırlarına ve saraydaki
bütün vazifelilere sarf ve tahsis ediyordu. Suistimalin önüne geçm ek için,
tediye emirleri vezir, müstevfi, müşrif, nâzır ve arız’ın imzalarını taşıyordu.
Tediye emirinin geçerli olm ası için cem’an on iki vazifeli tarafından paraf edil­
m esi gerekiyordu.
57 Nesevî, arab. met., 179; frans. tere., 297.
28
A Y D IN T A N E R Î
Diğer tarafdan -görünüşe göre yalnız Sultan Celâlü’d-dîn devrinde- ve­
zir, sultanın gelirlerine ait evrakı imzalıyor ve yürürlüğe koyuyordu. Nite­
kim saltanatının sonlarına doğru elçilikle NesevVyi Alamut Hâkimi Alâü’ddîn™ ile görüşmeğe yollayan Celâlii’d-dîn’in ona verdiği görevlerden biri de
yıllık vergilerini zamanında ödemeleri için İsmaîlîler’i ikaz etmekdi. Ceryan
eden müzakerelerde İsmâilîler, Nesevî’ye, Şerefü’l-mülk’im ,ödedikleri ver­
giden 10.000 dinarım alarak hâzineye 20.000 dinar verdiğini söylemişler ve
isbat makamında Şerefü’l-mülk’ün tasdik işaretini taşıyan ve NesevVnm ka­
leme aldığı hücceti göstermişlerdir. Bunun üzerine Nesevî, «Bu para sulta­
nın tasarrufundadır, hiç kimse sultanın harfini değiştirmeğe muktedir değil­
din<demiş, ancak şu cevabı almışdır: <ıFakat Sultanın bütün gelirleri Şe­
refü’l-mülk’ün imzası iledir. Bütün ödemeleri de O yapar, hiç kimse O’nu
tazyik edemez ve itirazda bulunamaz»™. Bu şayanı dikkat muhavere vezirin
mâlî sahadaki yetkilerinin genişliği hakkında fikir vermektedir.
Vezir, sultan tarafından tahakkuk ettirilen vergilerin tahsili ile de mü­
kellef idi. Gerçekten, Şerefü’l-mülk, Sultan Celâlü’d-dîn tarafından karar­
laştırılan 50.000 dinarın ödenmesi için Şirvanşah’a elçi (resul) yollayarak
paranın gönderilmesini istedi. Şerefü’l-mülk, Şirvanşah’m cevap vermemesi
üzerine dörtbin kişilik bir kuvveti yağmalar yapmak üzere gönderdiyse de
netice alamadı60. Vezir, sultana elde ettiği ganimp.tlp.ri kısa bir mektub (nka)
58 Celalü’d-din, Alam ut hatmilerine karşı sert bir politika takib etmişdir. Emir Orhan’ı öldürmeleri ve Moğollara karşı yapılan Isfahan savaşı sıra­
sında kaçan kardeşi Gıyasü’d-din Pirşah’ı himaye etm eleri sultanın şiddetli po­
litikasının sebebleridir.
Celalü’d-din R ey’de bulunduğu ve ordusunun Horasan’da Moğollar’ı takibe
çıktığı sırada Alaü’d-din’den bir elçi geldi. Elçi, sultana emir ettiği taktirde
düşmanlarını hançerlemek üzere dokuz fedai takdim etti. Celalü’d-din m aiyeti
erkânından bazüarı ile müşavere etti. Ekseriyeti kabulü şeklinde fikir beyan
ettüer. Irak-ı Acem naibi Şerefü’d-din Ali, iştirak etm eyerek «Alaü’d-din bu
tek lifi ile sultanın vicdanını yoklam ak ve esrarım öğrenm ek istiyor. M aksadı
sultanın düşmanlarını öğrenm ekdir» dedi. Bunun üzerine sultan elçiye şu ce­
vabı verdi «H erkes gibi sisler de benim düşmanlarımın kim ler olduğunu bilir­
siniz. E ğer dediğinisi yapacaksanıs hareketinize kim se m ani olamaz. Bunların
da kim olduğunu gösterm eğe hacet yoktu r. Bize gelince... Size böyle bir m ec­
buriyet yü kleyem eyis. K eskin kılıçlan m ış ve kahram an m uhariblerim iz bizi,
hançerlere v e Ism ailliler’in yardım ına m uhtaç bırakm az (Nesevî, arab met.,
145; frans. tere., 241; fars. met., 177).
59 Nesevî, arab. met., 214; frans. tere., 357; fars. met., 231-232.
60 Nesevî, arab. met., 161.
Frans. tere, 266; fars, met, 181.
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETÎ
29
ile takdim ediyordu. Ele geçirilen mallar gasb suretiyle olsa bile, helâl şek­
linde kaydedilirdi"1.
Bundan başka vezir devlete hizmet edenlerin (hadem ve haşem) erzak
ve maaşlarını da tesbit ederdi62.
Vezir, sultan tarafından emval tesbiti ile de görevlendiriliyordu. Nite­
kim, Sultan Alâü’d-dîn Muhammedi, veziri Muginü’d-dîn Ziyaü’l-mülk’ü Kir­
man’da Zevzenî adındaki bir şahsın mallarım tesbit etmek ile görevlendirmişdir63.
Vezir bayındırlık faaliyetine de girişiyor, ekonomik gelişmeyi temin
için de tedbirler alıyordu. Şerefü’l-mülk, Azerbaycan’daki Boylakan ve Erdebil şehirlerini aldıktan sonra iktisaden geri kaldıklarım görmüş, civardaki
halkın buraya gelip güven içinde yaşamalarım temin bakımından şehirlerin
etrafına sur çekdirmişdir. Neticede bu iki şehir mamûr hale geldi ve gelişdi.
Şerefü’l-mülk, sultana yazdığı bir mektup ile Baylakan ve Erdebil şehirleri­
nin mahsulünden mutfaklara, fırınlara ve ahırlara bin koyun, bin ölçek buğ­
day ve yüz ölçek arpa takdim ettiğini arzetti64. Gene, Şerefü’l-mülk kendi
tahsisatından Aras nehri’nde bazı kanallar açtırdı. Bu kanallara Eşrifî, Fah­
ri ve Nazmı adlarını verdi. Bu mıntıkada bol mahsulün yetiştiği geniş arazi
parçalan meydana getirildi65.
Vezîr Nizamü’l-mülk Mesud’da Merv şehrinde şafii mezhebi mensup­
lan için bir mescid inşa ettirmişdir66.
V e z i r i n k a z a î y e t k i l e r i : Vezirin geniş kazaî yetkileri
vardır. Esasen o, «adaleti yaymak» ile mükellefdir87. Gerçekden, vezîr herşeyden evvel hükümdarın vekili sıfatı ile yüksek memurları yargılayan mah­
kemeye başkanlık ediyordu. Hakkında tahkikat açılan devlet erkânı -sultanın
emriyle ve ancak onun lüzum göstermesi üzerine- Büyük Divan’a sevkediliyor ve yargılanıyordu. Celâlü’d-dîn devrinde İsfahan şehri ileri gelenleri
Irak-ı Acem naibi Şerefü’d-dînAl?yi, vezirŞerefü’l-mülk’e şikâyet ettiler.
O da durumu sultana aksettirdi Sultan vezirine erbab-ı manasıbm hüzürun61 Nesevî, aynı yerler.
62 Horst, 26; Köymen, 319.
63 Akili, 270.
64
Nesevî, arab. met., 129;Frans.
tere.,214-215; Fars, met., 160.
65
Nesevî, arab. met., 174;frans. tere., 290; Fars, met., 193.
66 Bu m escid Ebu H anife mezhebine mensub müteassıb kişiler tarafından
bir gece ateşe verilm iştir. (Akilî, 267). Bu olaydan, o devirde mezheb kavga­
larının yaygın olduğu anlaşılmaktadır.
67 Kirmanî, 95.
30
A Y D IN T A N E R İ
da bir meclis toplamasını emretti. Yani meseleyi Büyük Divan’a havale etti.
Ancak, Büyük Divan, naibi sultanın da etkisiyle beraat ettirdi68.
Vezirin suçlu olduğuna hükmettiği sanıklara en ağır cezaları dahi ver­
mesi yetkileri cümlesindendi. Celâlü’d-din devrinde Azerbaycan’da isyan
eden fakat yakalanan eski atabey Özbek’in tarafdarları, Tebriz'iz Şerefü’lmülk’ün huzuruna getirildiler. Vezir, Tebriz kadısına «Müslümanların Moğollar’a karşı kalkan teşkil ettikleri bir zamanda sultanımız gibi bir insana
isyan etmenin cezası nedir?» diye sordu. Kadı cevaben V. sureden 37. aye­
ti69 okudu. Bunun üzerine vezir sanıklardan iki kişiyi çarmıha gerilmek su­
retiyle ölüm cezasına70 mahkûm etti. Diğerleri çeşitli cezalara çarptırıldılar.
Bu ara da esirlerden birini güzelliği sebebiyle affeden vezir, onu maiyetine
aldı71.
V e z i r i n a s k e r î y e t k i l e r i : Vezir askerî idare kadrosu­
nun da üstündedir. O, iktâ ve maaş ödeme (nân-pare) tekliflerini karşılar,
imâlathaneleri denetler72. Vezir sultanın emriyle veya kendi ihtiyariyle ordu
sevk ve idare edebilir.
Vezir Nizamü’l-mülk Mesud, Batinîler’e. ve Karmatîler’e seferler yap­
mış ve başarı kazanmışdır73.
Şerefü’l-mülk ise Gürcüler’e yapılan seferlerin74 bazılarım sevk ve idare
68 Nesevî, arab. met., 131; frans. tere., 218.
69 V. sûre M âide (ziya fe t sofrası) suresi olup 37. ayeti şudur : «Allah'a ve
resulüne karşı savaşa kalkışan ve y e r yüzünde fesa t çıkartanların ceza sı öldü­
rülm ek ve ya asılm ak, ellerinin ayaklarının çapraz . kesilm esi veya h u t bulun­
dukları yerden sürgün edümelerînden başka birşey olam az. Bu, onların dünya­
da uğrayacakları zillettir. A h irette ise onlara büyük bir azap vardır».
70 Harezmşahlarda siyasî mücrimlere verilen ceza şekilleri, yaya olarak
sürmek, ateşte yakmak, başaşağı çarmıha germ ek ve tahta tecavüz edeni parçalamakdır.
71 Nesevî, arab. met., 153-154; frans. tere., 252-254.
72 Horst, 26; Köymen, 320.
73 Aküî, 267; Kirmanî, 95.
74 Celâlü’d-din Harezmşah Azerbeycan ve Arran’ı ilhak ettikten ve Teb­
riz’i payitaht yaptıktan sonra Gürcistan krallığını ortadan kaldırmak için ha­
rekete geçdi. Görünüşe göre, Celâlü’d-din, Gürcistan’ı ühak etm ek üe yapacağı
futuhat sırasında Gürcüler tarafından izac edümemek ve arkasını em niyete al­
m ak gayesini istihaf etmişdir. Ancak, o Gürcistan'ın fethinin ve burada yerleş­
menin kolay olacağını zannetmiş, ordularının yıpranacağını hesaba katmamışdır.
Celâlü’d-din dört sene zarfında T iflis’e ve belli başlı m üstahkem m evkilere ha­
kim oldu. Harezmlüerin yağm a ve tahrib harekâtı sonucu Gürcistan harab oldu.
S E L Ç U K L U -O S M A N IiI H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETİ
31
etmişdir75. O, harekâtın merkez üssü olarak Tiflis’i kullanmışdır. Gene, o,
Azerbaycan ve Arrân’da geniş çapta askerî faaliyette bulunmuşdur70. Şe­
refü’l-mülk bu harekât sırasmda şiddet kullanmış, kendiliğinden teslim olan
kalelerin ileri gelenlerine ise çeşitli hediyeler vermişdir77. Bu arada vezîr
Azerbaycan’da çıkan isyanları da bastırmıştır. Sultan Celâlii’d-din, Hemedan civarındayken bazı kabile reislerinin Azerbaycan’da eski atabeyin oğlu
Hâmuş’u kurtarmak için faaliyete geçtiklerini haber aldı ve vezirine Azer­
baycan’a giderek duruma hâkim olmasını emretti. Vezir evvelâ reddetti, bi­
lahare sultana ait mülkden Arrân ve Azerbaycan iktâlarmdan -durum nor­
male avdet edinceye kadar- kendisinin serbestçe faydalanması şar tiyle .git
meğe razı oldu. Sultanın bu teklifi kabul etmesi üzerine yola çıkan, vezîr,
evvelâ Meraga’ya geldi.' O, eski atabeyin tarafdarlarımn Tebriz suru altında
ordugâh kurduklarını öğrenince Memluku Nâsirü’d-dîn Kuştemir’i birlikle
gönderdi. Taraflar Tebriz 'de Dihkaran arasında karşılaştılar. Yapılan sa­
vaşın sonunda atabey tarafdarları mağlup oldular. İsyanın ele başları tev­
kif edildi ve develere bağlı olarak Şerefü’l-miilk’üh huzuruna getirildiler:
Vezîr, ertesi günü -yukarıda işaret ettiğimiz gibi, kadının fikrini' alarak asi­
lerden ikisini ölüme, diğerlerini de para ve hapis cezalarına çarptırmışdır78.
Şerefü’l-mülk, vezâretinin sonlarına doğru, aldığı haberlerden sultanın,
hakkındaki fikrini değiştirdiğini ve teveccühünü kaybettiğini anladı. Endişe­
ye düşen vezîr, durumu sağlamlaştırmak için fütuhat yapmağa karar verdi.
O, kendi askerlerine sultanın ordusundan bazı birlikler ilâve ederek gemiler
ile Aras nehri’vâ geçti ve Guştasfi’yi zapt etti; burayı 200.000. dinar vergiye
bağladı78.
Gene Şerefü’l-mülk, Malazgird'i de muhasara etmiş ve mancınıklar ile
şehri dövdürmüşdiir. Ancak, Sultan Celâlü’d-dîn’in 1230 yılında YassıÇimen’de Türkiye Selçuklu Sultam Alâü’â-dîn Keybubad’a mağlup olması
üzerine muhasarayı kaldırmağa mecbur kaldı80.
Bu derece geniş askerî faaliyette bulunan Şerefü’l-mülk, kaynaklarımı­
za göre, iyi bir muharib ve mahir bir süvariydi81. Diğer tarafdan bu vezirin
75 Nesevî, arab. met., 123; frans. tere., 205; fars. met., 152.
76 Eserinin 70, 72 ve 73. fasıllarını Şerefü’l-m ülk’ün Azerbaycan’daki ha­
rekâtına tahsis eden Nesevî, bu hususda m ufassal malûmat vermektedir.
77 Nesevî, arab. met., 160; frans. tere., 260.
78 Nesevî, arab. met., 153-154; frans. tere., 251-254.
79 Nesevî, arab. met., 174; frans. tere., 289; fars. met., 192.
80 Nesevî, arab. met., 208; frans. tere., 347; fars. met.,223.
81 Akilî, 271; Kirmanî, 98.
32
A Y D IN T A N E R Î
yoğun, harekâtta bulunmasının sebebi sultan Celâlü'd-dîn’in Moğollar ile
meşgul olmasındandır. Böylece, vezîr sultanın ancak bir iki seferine katılabilmiş, genellikle müstakilen hareket etmişdir.
Harezmşah vezirleri, sultamn vekili olarak, onun çeşitli konulara dair
verdiği emirleri de yerine getirmekle vazifeliydiler. Meselâ, sultan Tökiş,
1197 de vefat eden oğlu Horasan valisi veliahd Nasırü’d-dîn Melikşah’m
oğlu Hinduhan’m etrafında bir kliğin teşekkül etmesi üzerine, veziri Nizamü’l-mülk Mesud’u Nişabur’a gönderdi. Vezîr, Horasan işlerini tanzim ve
belirmekde olan bozguncu cereyanları bertaraf ederek, gereken tedbirleri al­
dı82.
Sultan Celâlü’d-dîn zamanında devletin ileri gelen erkânından Emir
Orhan'a, bağlı birlikler, İsmailîler’e ait yerleri, bu arada Tun ye Kâirii yağma
etmişlerdi. Bunun üzerine Hoy şehrine gelen Îsmailî elçisi Kemalü!d-dîn,
Orhan'ı sultana şikâyet etti. Sultan vezirine Orhan ile elçinin yüzleştirilmesi görevini verdi. Aldığı emri yerine getiren vezir, her ikisini münakaşaya
davet etti. Bu tartışmada elçinin hakaretâmiz sözlerine tahammül edemiyen
Orhan, ona şiddetle mukabele etti. Ancak, bir müddet sonra İsmâililer, Or­
han'ı Gence şehrinde katletmişler, vezirin ikâmet ettiği binaya hücum et­
mişler, ve onun ferraşlar’ından birini yaralamışlardı. O şurada Şerefü’l-mülk
orada olmadığı için kurtuldu88.
Sultan Celâlü’d-dîn’in vezirine verdiği özel mahiyetteki görevlerden bi­
ri de bir îsmaili kervanını tevkif etmek emri olmuşdur. Halifenin Moğollan Harezmşahlar’a karşı tahrik ettiğini tahmin eden Sultan, İsfahan’dan
Şerefü’l-mülk’e, yazdığı mektubda, Îsmailî tacirleri ile beraber bir Moğol el­
çisinin de Suriye’ye gitmekde olduğunu haber veriyor ve «Suriye istikâmeti­
ne giden veya Anadolu’dan İsmailîler tarafına gelen kervanları durdurunuz,
Moğollar tarafından gönderilmiş kimseleri ele geçirirseniz alıkoyunuz ve ba­
na bildiriniz» şeklinde yazıyordu84. Vezir derhal yollara gözcüler şevketti.
82 Kafesoğlu, 137-138.
83 Nesevî, arab. met., 132; frans. tere., 220; fars. m et., 163.
84 Sultan A laü’d-din Muhammed ve Celalü’d-din Harezmşah İle Bağdad
Abbasî H alifeleri arasında münaferet vardı. Dünyevî hakim iyet tesis etm ek is­
teyen halife N asır Gurlular’ı Harezmşahlar’a karşı hücuma tahrik etmişdir.
Alaü’d-din Muhammed de Irak-ı Acem ’i zapt ile yeni bir halife dahi tayin etmişdi. Onun Bağdad’ı zaptetm ek gayesi ile gönderdiği ordu Kürt’lerin hücum­
ları ve şiddetli kış sebebiyle perişan oldu. N âsır da Cengiz Han’ı Harezmşahlara
karşı harekete geçm eğe teşvik etm iş olmalıdır. Ancak, 1218’de Harezmlüer’in
bir Moğol ticaret kervanına mensub dörtytizelli kadar taciri katlettikleri Otrar
S E L Ç U K L U -O S M A N L ıI H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETİ
33
Nihayet yetmiş kadar Ismaîlî’den mürekkep bir kafile yakalandı. Harezmliler bunları öldürdüler ve mallarını gasbettiler. Fakat sultanın arzu ettiği de­
liller ele geçmedi. Bir müddet sonra Alam ufdan gelen bir elçi durumu sul­
tana şikâyet etmişse de, tazminat olarak 30.000 d in arv eo n arab atı alabilmişdir85.
Celâlü’d-dîn Harezmşah’m vezirine tevdi ettiği görevlerden biri de, Ah­
lat muhasarası sırasında itaatini arzetmeğe gelen Selçuklu soyundan Erzurum
Meliki Rükmü’d-dîn Cihanşah’ı karşılaması emrini vermek olmuşdur. Sul­
tana, Cihansak’m yaklaşmakta olduğu haberi gelince, o vezirine divân aza­
lan ile beraber misafirinin bir günlük yoldan karşılanmasını emretti. Aldığı
emri yerine getiren vezir, Cihanşah için Malazgirt ile Ahlat arasındaki Buhayr mevkiinde çadır kurdurdu. O gece misafir melikin çadırında sabaha
kadar devam eden bir işret meclisi tertib edildi. Cihanşah sabahleyin, Şerefü’l-mülk’e 10.000 dinar kıymetinde hediyeler verdi. Hep beraber yola
çıktılar. Sultan Erzurum Melikini Ahlat’da mutantan bir merasim ile karşıladı86.
Bahsimizin başında vezirin icraatından dolayı yalnız sultana karşı so­
rumlu olduğuna işaret etmişdik. Celâlü’d-dîn devrinde cereyan eden bir olay,
bu sorumluluğun, vezirin sultana nakdî ceza ödemek şeklinde müeyyidesinin
de mevcudiyetine işaret olabilir. Gerçekden, 1228 yılında Gürcüler’in müt­
tefikleri ile Harezmşahlar’a hücuma geçeceğini haber alan Sultan, istişare
amacı ile devlet adamlarını topladı. Vezir Şerefü’l-mülk düşmanlarının gü­
cünden bahisle savaştan kaçınmaları gerektiğini ileri sürdü. Vezirin bu mü­
talaasına çok kızan sultan, önündeki diviti O’nun başma vurarak «Onlar
koyun sürüsüdür, arslan koyun sürüsünün çokluğundan şikâyet eder mi?»
diye bağırdı. Fikirlerinin sultan tarafından kabul edilmediğini gören vezir
pişman oldu ve ona 50.000 dinar para cezası ödedi87.
olaymdan sonra Moğollar’m Harezmşahlar’a hücumu kaçınılmaz bir sonuçdu.
N e halife ne de bir başkası tarafmdan ayrıca tahrik ve teşvike lüzum yoktu. Bu­
na rağmen Celâlü’d-din N âsır’ı daima itham etmişdir. O, İslam aleminde hali­
fey i müşkül durumdabırakacak delilleri elde etm ek için teşebbüsler yaptı. Zik­
rettiğim iz gibi, içinde bir Moğol elçisinin de bulunduğunu tahmin ettiği bir îsm aili kervanını tevkif ettirdi. F akat en ufak bir ipucu elde edemedi.
85 Nesevl, arab. met., 165; frans. tere., 263.
86 Nesevî, arab. met., 185; frans. tere., 307; fars. met., 198-199.
87 Cüveynî, fars. met., II, 171; ing. tere., n , 439.
Tarih Enstitüsü D ergisi: F.
-
3
34
A Y D IN T A N E R t
m . Vezirin protokol bakımından durumu :
V e z i r l i k m a n s ı b ı n ı n s e m b o l l e r i : Harezmşah vezirle­
rinin vezaret mühür’ü vardır. Bu mühür, yüzükteydi. Memuriyet alâmetle­
rinden biri de altın divit idi. Sultan Tökiş ve sultan Alâü’d-dîn Mühammed’in vezirleri -Sultanlarm emri mucibince- dört adet altın mızrak’& da sahibdirler. Alâü’d-dîn Muhammed’in veziri Nizamii’l-mülk Nâsirü’d-dîn sultan
tarafından azl ve Türkân Hatun tarafından veliahd Uzlagşah’m vezirliğine
tâyin edildikten sonra, velinimetine güvenerek altın mızrak sayısını sekize
çıkarjmşdır. Durum aksettirildiğinde sultan çok kızdı89. Diğer tarafdan sul­
tan Celâlü’d-dîn vezirine altın mızrak hususunda emir vermedi90. Vezirle­
rin üç adet tuğ’u olduğunu da biliyoruz91. Vezirlerin sembol olarak -sarık
veya deslar’ı da olması muhtemeldir92. Vezir’in azledildiğinde, bütün alâ­
metlerini hükümdara iade ettiği anlaşılmaktadır. Gerçekden devletin son
veziri Şerefü’l-mülk, görevinden uzaklaştırılınca, yüzüğü sultana getirilmişdir93. Hârezmşah veziri günde üç defa nevbet çaldırmak hakkına sahibdi.
Gene, vezirin hilât-ı vezaret, çadır, sancak, kılıç, mesrıed-i vezarefı de vardı.
V e z i r l e r i n u n v a n v e l a k a b l a r ı : Harezmşah vezirleri,
genel' olarak, «hace-i cihan» lakabını taşıyorlardı. Alâüd-dîn Muhammedi'm
vezîrlikden azlettiği Nizamü’l-mülk Nâsırü’d-dîn, veliahd Uzlagşah’m vezir­
liğine tâyin edilince «hace-i büzürg» lakabım kullanmışdır95.
Nizâmü’l-mülk lakabım taşıyan vezirler -yani devletin ilk üç veziri- sul­
88 Köprülü, H artem şahlar, 280.
89
Nesevî,
arab. met., 31; frans. tere., 55;fars.
met., 47.
90
Nesevî,
arab. met., 32; frans. tere., 56.
91
Nesevî,
aynı yerler.
92
Büyük
Selçuklular’da sarık veya destar vezirin alâmetlerindendi(K a fesoğlu, Sultan M elikşah D evrinde B üyük Selçuklu İm paratorluğu, İstanbul,
1953. s. 145.
93 Nesevî, arab. met., 231; frans. tere., 386; fars. met., 259.
94 Nesevî, aynı yer.
D iğer taraftan Türkiye Selçuklu D evleti sultanının yüzüğünü verdiği kim ­
se onun tarafından görevlendirilmiş demekti. İbn Bîbî’ye göre Emir Sadü’d-din
Köpek, Keyhusrev n . den atabey A y-aba’nın katli için ferman aldıktan sonra
parmağında sultanın yüzüğü olduğu halde divan toplantısına girmiş ve atabeyi
aksakalından yakalayıp dışarı çıkardıktan sonra katlettirmişdir. Gene Köpek
aynı şekilde Tacü’d-din Pervane’yi de ortadan kaldırdı (Uzunçarşılı, Osmanlı
D evleti T eşkilâtına Medhal, Ankara, 1945 s. 81).
95 Kafesoğlu, 213; Nesevî, arab. met., 32 ve 96; frans. tere., 56 ve 159;
fars. met.. 47 ve 127.
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETl
35
tanın yanında oturmak ve beraber yemek imtiyazına sahibdiler98.
Sultanlar vezirlerine «hâce» şeklinde hitab ederlerdi. Yalnız, sultan
Celâlü’d-din vezirine «Şerejül-mülk» diye hitab etti91.
Babasma halef olan vezir ise babasının lakabım taşıyordu. Gerçekden,
Nizâmü’l-mülk Mesud ölünce yerine geçen oğlu Sadrü’d-dîrı Ali de Nizamü’lmülk lakabım almışdır98.
Sâhib-i divân-ı inşâ (münşi)nin kaleme aldığı resmî evrakda vezirden
bahsetmek gerektiğinde adı yazılırdı. Meselâ, Şerefii’l-mülk, Fahrü’d-dîn
Cendî şeklinde kaydedildi99. Devlet erkânı ise vezire mektup yazdıklarında
protokole uygun birçok unvan ile hitab ederlerdi100. Emir Orhan, hakaret
olarak hâce-taş şeklinde yazmıştır.
Vezîr’in ferman veya resmî belgelere tevkiini101 koyması usuldendi. Nizamü’l-mülk Nasırü’d-dîn evvelâ «hace-i cihan» soma da «hace-i büzurg»
tevkiini kullanmışdır102. Nesevi’de Şerefü’l-mülk’ün «kendi alameti»nden ve
«tevki»inden bahsetmektedir103.
Şerefu 1-mulk sultanın tevkılerıne 11
I J - ı»
divarnn tevkilerine
« jtV I j l y j l »
kendi tevkilerine
. « xlS
d
şeklinde kayıtlar düşüyordu104.
V e z i r i n m a k a m m a h a l l i v e m a h i y e t i : Vezirin ça­
lışma yeri «divan-ı vezâret»â\T. Sevk ve idare eden, vazifeli olarak kendisin­
den başka faaliyet gösteren memur, naib105 vezirin vekili106 olarak görevli­
96 Köprülü, H artem şahlar, 280.
97 Nesevî, aynı yer.
98 Kirmanî, 95.
99 Nesevî, arab. met., 229; frans. tere., 382; fars. met., 256.
100 Nesevî, arab. met., 118; frans. tere., 195.
101 Horst, tevkiin vesikalarda bulunan sembol veya işaret anlamına gel­
diğini, ayrıca mühür manasma geldiğini, tuğra ile aynı olduğunun edebî kay­
naklardaki bilgilere istinaden ileri sürmektedir (a.g.e., 122; Köymen, 325).
102 Kafesoğlu, 213.
103 Nesevî, arab, met; 134; frans. tere; 223; fars. met; 161.
104 N esevî, arab. met; 234; fran. tere; 391; fars. m et; 263-264.
105 Horst, nâib teriminin anlamı üzerinde durmakta, önde gelen m ana­
sının tem silci ve m üm essil olduğunu, çoğul olarak m esai arkadaşları, mâdunlar m anasm a geldiğini belirtiyor. Meselâ, vezir bazı vazifeleri «temsilcileri» ne
(nüvvâb veya nâiban’ma havale eder ise, bu taktirde şüphesiz vezir vekili (ve­
zir naibi) kastedilmez; bilâkis emrinde bulunanlar kastedilmiş olur (a.g.e., 120;
36
A Y D IN T A N E R Î
dir. Vezîr naibi, hükümdar tarafından bir menşur ile tâyin edilir. Bu memu­
riyette ekseriya sâhib-i divân-ı inşa ve tuğra tâyin edilir. Nâib, vezirin yok­
luğunda sultanm veziri addedilirdi. Bu itibarla vezir nâibi, vezirin bütün-gö­
revlerinde yetki sahibidir107. Sultanlar, gerekince re’sen nâib ile de temas
kuruyorlardı. Nitekim, Celâlü’d-dîn Harezmşah, saltanatının sonuna doğru
şiddetli moğol takibatı altındayken, Münşî NesevVye, harekât ile ilgili bir
konuda, vezirinin nâibine mektup yazmasını emretmişdir108. Gene, Celâlü’ddîn, Ahlatı zaptettikten sonra esir ettiği Melik Adil’in oğlu Mücirü’d-dîn
Yakub’u, Melik. Eşrefin yanma göndermeğe karar vermiş, Şerefü’l-mülk'&,
Mücirü’d-dîn'& refakat etmesi için bir elçi görevlendirmesini emretmişdir.
Vezîr elçi olarak nâibi Muinü’d-dîn Kummî'yi uygun gördü109. .Gene, Şe­
refü’l-mülk naibi Baherzî’yi, Azerbaycan atabeyinin eski ve Sultan Celâlü’ddîn'in yeni karısı Hatunun iktâ sahası olan Selmas, Urmiye ve Hoy’a aşar
tahsili için göndermişdir110.
Vezirin görev ve yetkilerinin çok geniş olduğu nazarı itibare alındığın­
da, onun bu vazifelerinin tümünü şahsen yerine getiremiyeceği anlaşılır. Bu
bakımdan, onun kendi yetkileri çerçevesi dahilinde muhtelif kimseleri gö­
revlendirdiği vakiydi. Bu vazifelilerde genel olarak naiban, ıbın veya nuvvab
sıfatını taşıyorlardı111.
Divân-ı vezâret’de, nüvvab-ı divân-ı vezârefden başka vezirlik kâtibleri (emirleri yazan muharriran-ı hutut-ı vezâret) ve memurlar (gumâştegân)
■vardı112. Küttab ve muharriran, defter-i divan ile vezaret ve ceraid kayıtları­
nı tutmak ve muhafaza etmek ile görevliydiler118.
Vezâret divanındaki bütün bu memurlar (eshâb-ı divân)ın âmiri olarak
Köymen, 322) N esevî’de de vezirin nüvvabı geçm ektedir (Arab. met., 123; frans.
tere., 206; fars. met., 153).
106 Bilindiği gibi, o devirlerde yüksek memurların hepsinin nâibleri vardı.
Bir memurun bazen bir kaç m em uriyeti olur, o da bunları nâibleriyle idare
ederdi.
107 Horst, 120; Köymen, 322.
108 Nesevî, arab. met., 221, frans. tere., 368; fars. met., 243.
109 Nesevî, arab. met., 224; frans. tere., 373; fars. met., 246.
110 N esevî Baherzi’den vezîr olarak bahsediyor. Gene N esevî, Muinü’d-din
Kummi adındaki birinden de «Şerefü’l-m ülk’ün veziri» olarak bahsetm ekteyse
de, bu zatların onu nâibi olduğu aşikardır (arab. met., 153; frans. tere., 254).
111 Horst, 118; Köymen, 320.
112 Horst, 119; Köymen, 322.
113 Nesevî, arab. met., 132; frans. tere., 220; fars. met., 164.
SE L Ç U K L U -O SM A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZARETÎ
37
vezirin114 maiyetine tevcih ettiği vazifeler daha ziyade, vergi tahsilatıyle il­
giliydi.
Şerefü’l-mülk, Mukan’dayken bazı Türkmen beylerinin vergisini topla­
mak için memurlar’mı (ummal) yolladı. Beraberinde evbâş takmamdan bazı
kimseler olduğu halde heyl hane-i Kucab Arşları’a. giden Sırac-ı Harezmı
adındaki âmil, halkdan, her gün kendileri için otuz koyun kesilmesini istedi
ve takatlerinin üstünde de taleblerde bulundu. O’na «Sen, vezirin yanına
dön, biz vergimizi hâzineye kendimiz ödeyeceğiz, sana ihtiyacımız yok» de­
diler. Bunun üzerine, Sırac, vezire giderek durumu aidattı ve onları şikâyet
etti. Mukan’dan hareket eden Şerefü’l-mülk, Ar as nehri’m geçti, Türkriıenler’m sürülerini önüne katarak Baylakan’a kadar sürdü; Otuz bin baş hay­
vanın dört binini gaspettikten sonra, gerisini askerlere dağıttı. Böylece,
Türkmenler’i sert bir şekilde cezalandırdı115. Gene, Şerefü’i-mülk, yukarıda
zikrettiğimiz üzere, Şirvanşah’a vergi tahsili için resul göndtrmişdir. Vergi
tahsilatının yapılmaması üzerine de askerî harekâta girişmişdir116.
Kaynaklarımızda, vezirin teşviki üe maiyetinin görevlerini kötüye kul­
landıklarına dair de misaller vardır: Şerefü’l-mülk, Sermara ve civarım, Nesevî’nin aracılığı ile Hüsamü’d-dîn Hızır adındaki birine tevcih etmiş, ancak
vazifesini îfâda kusuru görülen buranın eski hâkimi ile' oğlunu yakalaması
ve 10.000 dinarlık bir meblâğı kendisine ödemesi şartını ileri sürmüşdıir.
Teklifleri kabul eden Hüsamü’d-dîn daha mıntıkasına gitmeden vezirin eshabı’nm ellerindeki hüccetler üe paranın ödenmesi talebi Ue karşüaşmışdır117.
Bütün bu memurlardan başka, Divân-ı vezâret’de vezirin hizmetine ba­
kan ferraş’lat vardır118.
V e z i r i n s u l t a n i l e m ü n a s e b e t l e r i : Vezirin, sultan
tarafından kabulü, ona refakati ve aralarındaki mektup teatisi protokoldeki
yerini tâyin bakımından önemlidir.
Harezmşahların vezirleri, sultanların tertiblediği, ruz-i bâr da toplu
kabullere katıhyor ve hükümdarın sağ tarafında oturuyorlardı. Yalnız Celâlü’d-dîn veziri rûz-i bar da hâcibler Ue beraber sultanm karşısında yer al­
114
115
116
117
118
Horst, 118; Köymen, 319.
Nesevî, arab. met.,. 152; frans. tere.,
Nesevî, arab. met., 153; frans. tere.,
Nesevî, arab. met., 203; frans. tere.,
Nesevî, arab. met., 132; frans. tere.,
264-265; fars. met., 180.
266; fars. met., 181.
339-340; fars. met., 218.
220; fars. met., 164.
A Y D IN T A N E R t
38
dı119. Bunun sebebi Şerefü’l-mülk’ün bu makama hâciblikden gelmesi ola­
bilir.
Vezirler, sultanın huzurunda asla şarap içmezlerdi. Nitekim Sultan
Celâlü’d-dîn, Şerefü’l-mülk’ü azletmeden evvel -ananenin zıddına olarakO’na şarab içmeği teklif etmişdir. Vezir -durumun hükümdar nezdinde sağ­
lamlaştığım zannederek- bu teklifden mütehassis oldu. Sultanm bu teklifini
duyanlar ise, vezirin makamım muhafaza edemeyeceğini anlamışlardı120.
Vezir, meşveret ve harb meclisleri’nde bulunuyordu. Nitekim, Celâlü’ddîn Harezmşah, Hindistan’dan İran’a, avdet ettiğinde Kirman’a uğradı. Bu­
ranın hâkimi Barak Hâcib’in121 kendisine itaatim arzetmesine rağmen, sa­
dakatinden şüpheye düşen sultan, eshabı ile meşveret etti. Ertûr Orhan, Ba­
rak’m tevkifiyle Kirman’m zapt edüerek ilhak edilmesi mütalâasında bu­
lundu. Vezir Şerefü’l-mülk ise <iBarak bu ülkede valiler ve hâkimler arasın­
da itaat gösteren ilk adamdır. Şayet sadakat göstermedi diye alelacele ceza­
landırılırsa gönüllere endişe düşer, zihinler münfail olur, birçok kimse de
bizden uzaklaşır» dedi. Neticede, sultan, Barak’ı tevkifden vazgeçti122.
Gürcüler’e yapılan seferlerin birinde de toplanan meclisinde yukarıda
naklettiğimiz gibi -vezirin fikirlerini beğenmeyen Sultan Celâlü’d-dîn, O’nun
başma divit üe vurmuşdur123.
Vezir, sultana muhtelif konularda teklif veya telkinler de yapıyordu.
Şüphesiz bunları kabul veya reddetmek sultanm takdirine kalmışdı.
Sultan Celâlü’d-dîn 1225 senesinde Arrân’a hâkim olduktan sonra Şirvanşah’a bir elçi yollayarak, vaktiyle Büyük Selçuklu İmparatoru Melikşah’a taahhüt ettikleri hac124m kendi hâzinesine de ödenmesini taleb etti.
Şirvanşah’m bazı bahaneler ileri sürmesi üzerine 50.000 dinar üzerine mu­
tabakata varıldı. Sultan, Arrân’dan geçerken, Şirvanşah’ı kabul etti ve onun
hediyesi olan beş yüz Türk atini aldı. Şirvanşah, Şerefü’l-mülk’& de elli adet
at hediye etti. Atları azımsayan vezir, sultana Şirvanşah’m tevkifini ve hâ­
kim olduğu mıntıkanın ilhakını telkin etmişse de reddedilmişdir. Hatta, sul­
tan, Nesevî’ye, bac’dan 20.000 dinarın indirilmesine dair bir tevki hazırla­
masını emretti ve Şirvanşah’ı hil’afleâi125.
119
120
121
122
123
124
125
Nesevî, aynı yer.
Nesevî, arab. met., 226; frans. tere., 377; fars. met., 251.
Aynı yer.
Nesevî, arab. met., 96; frans. tere., 158; fars. met., 127.
Cüveynî, fars. met., n . 171; ing. tere., n , 439.
Yol geçiş vergisi olup, yollarm emniyetini sağlam ak için tahsil edilir.
Nesevî, arab. met., 165; frans. tere., 292; fars. met., 193.
SB L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETl
39
Sultan Celâlü’d-dîn, Ahlat'ı ikinci defa muhasara ettiğinde126, Melik
Adil’va. oğlu Mücirü’d-dîn Yakub surun üzerine çıkarak onu görüşmeğe da­
vet etü. Bu davete icabet eden sultan muhatabının karşılıklı mübareze tek­
lifini kabul etti. Her ikisi ertesi sabah için sözleştiler. Bunu haber alan Şerefü’l-mülk, sultanın düellodan vazgeçmesini, zira Mücirü’d-dîn’in onu kûvfü olmadığını telkin etmek istediyse de başaramadı. Sultan hasmiyle karşı­
laşmak üzere kararlaştırılan saatte gitti, ancak, rakibi gelmedi127.
Vezîr, sultanın emri üzerine, seyahatlerde ona refakat ederdi. Nitekim
Celâlü’d-dîn, Irak-ı Acem’e yaptığı seyahatlerin birine vezirini de götürmüş,
ancak Hemedan yakınlarındayken, Azerbaycan’da karışıklık çıktığını haber
alınca, O’nu duruma hâkim olması için geri göndermişdir128. Gene, Celâ­
lü’d-dîn, Gürcistan seferlerinin birinden dönerken ordusunu Ahlat’& yolla­
mış, kendisi mahiyetinde veziri, hâcibleri, havassı gulamlan ve bin kadar
süvariyle Nahcevan’a gitmişdir129.
Vezîr, gerektiği zaman herhangi bir mesele hakkında mektub ile sulta­
na izahat verirdi. Şerefü’l-Mülk -yukarıda da bir vesüeyle yazdığımız gibiTebriz?den Gürcistan’da bulunan sultana yazdığı bir mektubda,- Şemsü’d-dîn
Tugraî ve kardeşinin oğlu Nizamü’d-dîn’m, Azerbaycan’a hâkim olmak için
faaliyete geçtiklerini bildirmişdir130. Gene Şerefü’l-mülk, Gence?deyken, Ah­
lat’ı ilk defa kuşatan sultana mektuplar yazarak, Gürcüler’in Tiflis’e hücum
etmeleri ihtimalinden bahisle yardım istemişdir. Bunun üzerine sultan mu­
hasarayı kaldırmak zorunda kaldı131. Vezirin bayındırlık alanındaki yetkileri
bahsinde gördüğümüz gibi, Şerefü’l-mülk, sultana gönderdiği kısa bir mektub
(rıka)da takdim ettiği hediyeleri de yazmışdır132.
Şerefü’l-mülk, saltanatının sonuna doğru şiddetti Moğol takibatma mâ­
ruz kalan ve o sırada Mukarida bulunan Celâlü’d-dîn’e gönderdiğ ibir mek­
tubda «Alamut’un elçisi Esedü’d-dîn Mevdud Moğollar’a yazdığı bir mek­
tubda onları davet ediyor. Bu mektub benim elime geçti. Esedü’d-dîn ile
maiyetini öldürttüm» şeklinde yazıyordu133.
Şerefü’l-mülk, Tz/tiVdeyken, birara, sultandan haber alamamış, bir kaç
126
127
128
129
130
131
132
133
Nesevî, aynı yerler.
Nesevî, arab. met., 193;
Nesevî, arab. met., 151;
Nesevî, arab. met., 181;
Nesevî, arab. met., 110;
Nesevî, arab. met., 125;
Nesevî, arab, met., 129;
Nesevî, arab. met., 215;
frans. tere., 321; fars. met., 207.
frans. tere., 251.
frans. tere., 300; fars. met., 189.
frans. tere., 190-191; fars. met., 145.
frans. tere., 209; fars. met., 155.
frans. tere., 214-215; fars. met., 160.
frans. tere., 360; fars. met., 233.
40
A Y D IN T A N E R İ
gün sonra sultanın Irak’dan Nahcevan’a geldiği haberini veren hâcib-i hass
Tâcü’d-dîn Kılıç’a 4000 dinar hediye etmişdir134.
Vezirin kabulleri: Vezîr yabancı devletlerin elçilerini kabul ediyor;
bilfiil diplomatik faaliyette bulunuyordu. Vezîr tarafından kabul edilen elçi
el öpüyordu.
Şerefü’l-mülk, Hoy civarındayken, Türkiye Selçuklu Devleti’am elçisi
İmâdü’d-dîn bir mektubu hamilen geldi. Sultan Alaü’d-dîn KeykubaeTm. ve­
zirinin imzasını taşıyan mektubda, dostane ilişkilerin korunması temenni edümekte ve icabettiği zaman yardım yapabüecekleri ifade edilmekteydi. Şere}ü’l-mülk elçiye iltifat etmiş ve ağırlamışdır. Elçiyi hil’atleyen vezîr O’na
katır, koşum ve yular takımları ve gerdanlık hediye etmişdir135. Şerefü’l-mülk
eski Azerbaycan atabeyi Özbek’in bir kölesine iktâ verdikten sonra, eshabına yüz elli hil’at vermiş, ayrıca at, yular takımı ve gerdanlık hediye et­
mişdir136.
Şerefü’l-mülk, Ahlafrn ikinci defa muhasarası sırasında Alâü’d-dîn
Keykubad tarafından yollanan Şemsü’d-dîn Altunaba ve Kemâlü’d-dîn Kamyar’ı -sultan tarafından kabullerini müteakib- kabul etmişdir. Nesevî’ye göre
Şerefü’l-mülk sert konuşarak «Eğer, sultanımız bana müsaade etse tek başı­
ma ülkenize girer ve fütuhat yapardım» demişdir. Elçiler gittikten sonra Ne­
sevî, vezirden huşunetinin sebebini sordu. Vezîr de «Onların sultanı bizim
dostluğumuzu kazanmağa ve iyi münasebetler tesisine çalışıyor, elçileriyse
uşak ve köledir. Bana getirdikleri hediye de 2.000 dinar değerinde bile de­
ğil-» demişdir137.
Yukarıda, Îsmailîler’in Gence’de Emir Orhan’ı katlettiklerini ve vezirin
134 Nesevî, arab. met., 125; frans. tere., 208; fars. met., 154 (Farsçada
vezirin 4.000 dinar m ükâfat verdiği kaydı yoktur.).
135 Nesevî, arab. met., 200; frans. tere., 257; fars. met., 178. O. Turan,
N esevî’nin mektubda Selahü’d-din olarak geçen elçinin adının îm adü’d-din ola­
rak kaydettiğini, aradaki zamanın kifayetsizliği sebebiyle başka bir elçinin ba­
his mevzu olam ayacağm a dikkati çekiyor (Türkiye Selçukluları hakkında res­
m î vesikalar, s. 89). Şerefü’l-mülk’ün elçiyi kabulü ve olaylarm değerlendiril­
m esi için bk. A ynı eser, aynı yerler.
136 Nesevî, arab. met., 165; frans. tere., 275; fars. met., 187.
137 Nesevî, arab. met., 197; frans. tere., 329; fars. met., 237.
îbn Bîbî, N esevî’deki olayları zikretmemekte, Altun-aba’nın yer öpmemek
için nikris hastalığı olduğunu ileri sürerek Sultan Celalü’d-din’in huzurunda yer
öpmekten im tina ettiğini, vezir Şerefü’l-mülk’den iyi muamele gördüğünü, ka­
bul edüince el öpmek m azereti kabul olunup Keykubad tarafından gönderüen
mektup, haber ve hediyeleri takdim ettiğini yazm aktadır (Turan, a.g.e., 98-99).
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETÎ
41
ikâmetgâhına da girdiklerini kaydetmişdik. Bu sırada Alamut’dan sultan ile
görüşmek için gelen elçi Bedrii’d-dîn Ahmed, Baylakan’a vardı. Ancak bu­
rada vukua gelen olaylara muttali olan elçi yoluna devam etmekden çekin­
di, ve endişesini izale etmek için vezire mektub yazdı. İsmailîler’den. çekmen
vezîr, elçiye gelmesini ve arzularım yerine getireceğini vâdetti. Bunun üze­
rine elçi geldi. Yapılan müzakerelerde elçi, ülkelerine yapılan tecavüzlerin
durdurulmasını istedi. Vezîr de onların Moğol istilâsı sırasında ellerine ge­
çirdikleri Damegan şehrinin iade edilmesini talebetti. Neticede, Damegan’m
İsmailîler’de kalması, buna mukabil yılda 30.000 dinar ödemeleri kararlaş­
tırıldı. Bunu müteakib vezîr ve elçi yola çıktılar. Serav şehri civarında ku­
rulan bir şarab meclisi’nde, elçi içkinin tesiriyle «Şurada duran askerlerinizin
içinde benim fedailerim var. Bunlardan bazıları sizin hademeniz ve gulamınızdır, bazıları da ahırlarınızda hizmet ederler. Hatta sultanınızın çavuşları
arasında bile İsmailî vardır» dedi. Çok korkan vezîr «Allah» diye haykırdı
ve aman işareti olarak mendilini verdi; elçiye fedaileri göstermesi için İsrar
etti. Bunun üzerine Bedrü’d-dîn beş ismailî çağırdı. Bunlardan biri vezîre
«Ben filan yerde fırsat bulunca seni öldürebilirim, ancak emir almam gere­
kir» dedi. Vezîr bu sözler üzerine elbisesini çıkardı, sadece gömlekle kaldı
ve «bunun sebebi nedir? Alâü’d-dîn benden ne istiyor? Benden ne günah ve
taksir sâdır olduki kanımı istiyorsunuz? Ben Sultanımın bendesi olduğu ka­
dar, O’nun da kuluyum. İşte şimdi elinizdeyim, ne isterseniz yapın» dedi. Bu
olayı duyan sultan Celâlü’d-dîn havassmdan birini yollayarak fedailerin, ve­
zirin çadırının önünde yakılmalarını emretti. Onlar ateşe atılarak katledildi­
ler. Müteakib günlerde gelen İsmailî elçisi Selâhü’d-dîn Ali, vezîr tarafından
kabul edildi. Elçi vezirden, selâmeti namına, öldürülen fedailer için 10.000
dinar diyet istedi. Şerefü’l-mülk elçiye mutadın üstünde iltifat etti ve teşrif-i
fahir verdi. Ayrıca, İsmailîler’in her yıl ödemeleri gereken 30.000 dinarın
10.000 ini tenzil ettiğine dair belgeyi tasdik etti138.
Diğer tarafdan, yabancı devlet hükümdarları Harezmşah vezîri nezdinde diplomatik teşebbüsler yapıyorlardı. Celâlü’d-dîn Harezmşah’m Yassıçimen’de Türkiye Selçuklu ve Eyyubî orduları önünde uğradığı hezimetten
sonra, Melik Eşref, Sekmanabad’da bulunan Şerefü’l-mülk’& haber göndere­
rek «Senin sultanın İslâmın sultanıdır, o Müslümanlar ile Tatarlar arasında
bir seddir. Babasının ölümünün islâmiyetin zaferi için ağır sonuçlar doğur­
duğunu biliyoruz. Celâlü’d-dîn’in sukutunun islâmın sukütu olduğunu ve bü­
tün dünyaya şerrin geleceğini de biliyoruz» diyor ve vezirden sultanını dos­
138
Nesevî, arab. met., 133-134; frans. tere., 221-222; fars. met., 164-166.
A Y D IN T A N E R l
42
tane bir uzlaşmaya ikna etmesini istiyor, kendisinin Alâü’d-dîn Keykubad ve
Melik Kâmil üzerine müessir olabileceğini ilâve ediyordu. Şerefü’l-mülk bu
teklifleri Celâlü’d-dîn’e kabul ettirmiş ve elçi teatisi kararlaştırılmışdır139.
Vezirin devlet erkânını da kabulü protokoler bazı esaslara bağlıydı. Gö­
rünüşe göre -başta saray mensuplan olmak üzere bütün ileri gelen zevat- ka­
bul edildiklerinde yer öpüyorlardı. Gerçekden, Alâü’d-dîn Muhammed tara­
fından vazifesinden uzaklaştırılan vezir Nizâmü’l-mülk Nasırü’d-dîn’den, sul­
tanın emriyle divân defterlerini istemeğe gelen Hâcib Sadü’d-dîn, yer öpmüşdür140.
Diğer taraftan, vezir, devlet işleri hakkında meşverette bulunuyordu.
Onun istişare ettiği kimselerin hüviyeti hakkında kesin bilgimiz yoktur. Zira,
Nesevî’de aralarında kendisinin de bulunduğu Şerefü’l-mülk’ün eshabı üe
meşveret ettiği kaydından başka malûmata rastlayamıyoruz. Ancak, vezirin
divan azaları, naibleri ve maiyetindeki memurlar ile istişarede bulunduğu
muhakkaktır. Gerçekten, Şerefü’l-mülk, yukarıda kabulünü zikrettiğimiz
Türkiye Selçuklu Devleti’nin elçisi İmadü’d-dîn’e verilecek cevap hakkında
meşveret meclisi toplamışdır. Heyet üyeleri bilittifak Selçuklular’dan mâlî
yardım taleb edilmesini tavsiye ettiler. Daha sonra konuşan Nesevî de fikir­
lerini izah etmişdir141.
IV. Vezirin gelir kaynaklan :
Harezmşah vezirlerinin gelirleri başhca üç kaynakdan teinin ediliyordu.
Bu kaynağm birincisi, divan vergilerinden maaş ve masraf tazminatı olarak
vezire ödenen meblâğdı. Bu husus sultan tarafından yayınlanan vezirin tâ­
yin menşurunda açıkça yer alır, «şu kadar bin dinar» tahsisat (mersûm) ala­
cağı kaydedilirdi. Vezirin ikinci gelir yeri -diğer askerî ve sivil rical gibi- iktâ
mıntıkaları idi142.
Vezirin üçüncü ve önemli gelirini ise ülkenin her tarafındaki bütün iktâlardan ve hatta sultana ait emlâk ve araziden aldığı aşar teşkil ediyordu143.
Bununla beraber, Sultan Tökiş ve Sultan Alâü’d-dîn Muhammed'in. vezirleri
aşarı gayrıresmî olarak -Nesevî’olu tâbiriyle gizli- almışlardır. Celâlü’d-dîn
139
140
141
142
143
Nesevî, arab.
met.,209; frans. tere., 348; fars. met., 223-224.
Nesevî, arab.
met.,30; frans. tere., 53; fars. met., 46.
Nesevî, arab.
met.,frans. tere., 258-259; fars. met., 178-179.
Horst, 180; Köymen, 322.
Köprülü, H arizm şahlar, 280.
S E L Ç U K L U - O SM ANLıI H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETÎ
43
Harezmşah’ın vezîri Şerefü’l-miilk ise vezâretinin ilk yıllarında açıkça aşar
ödenmesini taleb ediyordu. Ancak, elinde resmî bir belge olmadığı için öde­
me yapmayanları, zorlayamıyordu. Daha sonra sultan vezîre aşar ödenme­
sini resmen yürürlüğe koydu. Yolak mahkemesi144 azalan olan Dai-Han ve
Atlas Melik bu hususu vezîre tebliğ ettiler. Şerefü’l-miilk de onlara 5.000 di­
nar hediye etti.
Vezirlerin aşardan mütevellit gelirlerinin miktarı hakkında da kesin bilgimiz yoktur. Bununla beraber Şerefü’l-mülk’ün Irak-ı Acem eyaletinden
-naib Şerefü’d-dîn A linin çıkardığı bazı zorluklara rağmen- yıllık 70.000
dinar geliri olduğunu biliyoruz145.
Harezmşah vezirleri kendilerine hukuken tanınmış olan gelirlerinin dı­
şında, gayrî kanunî yollardan da menfaat temin ediyorlardı. Alâü’d-dîn Mu­
hammedi'n ve Celâlii’d-dîn Harezmşah’m vezirlerinden bazılarımı! gasb, rüş­
vet ve tehdit ile gelirlerim arttırdıklarına dair örneklere sahibiz.
Alâü’d-dîn Muhatnmed’vn. vezîri Nizâmü’l-mülk Nâsırü-d-dîrim devlet
memurlarından, ulemadan, fakihlerden ve halkdan gaynkanunî olarak aldığı
paralar ve yaptığı yolsuzluklar sultana kadar aksetmişdi. Sultan Nişabur da
bulunduğu sırada buranın ve « t e v a b i » inin kadılığına Nişabur Kadı-i
Leşker'i olup sultan Tökiş zamanından beri devlete hizmetleri olan devrin
seçkin siması Sadrü’d-dîn Cendî’yi tâyin etmişdi. Bu vesileyle sultan kadıya
hil’at-ı fahir ile çeşitti hediyeler vermiş; kardeşlerine, naiblerine ve vekilleri­
ne de hil’at-ı saltanat giydirmişdi. Ancak sultan vezirin, kadıdan hediye vesair adı altında para taleb edeceğini bildiğinden O’na heme şekilde olursa
olsun hiç kimseye bir şey vermemesini emretti. Bir müddet soma vezîr ta­
rafından gönderilen bir adam kadıya, efendisini ihmalden çıkacak tehlikeye
işaret etti. Endişeye düşen kadı, vezîre 4.000 dinar yolladı. Duruma muttali
olan sultan, hâciblerinden birim vezîre göndererek, kadı’nm ona gizli olarak
yolladığı parayı muhtevi keseyi müsadere etti. Sultan meclis-i âm tertib ede­
rek kadıyı isticvap etti. Sadrü’d-dîn, sultanın başı üzerine yemin ederek ve144 O. Turan, Harezmşahlar’da Yolak ve îllıanlılar’da Yargu adıyla or­
duda askerî dava ve hukuk iğlerine bakan mahkemelerin eski Türk adetlerine
göre hüküm veren ve başlarında komutanlar bulunan müesseselerin kadıaskerlik makamının m enşei olabileceğine dikkati çekiyor (a.g.e., 46-47).
145 Nesevî, arab. met., 171; frans. tere., 285-286.
44
A Y D IN T A N E R İ
zîre para vermediğini söyledi. Bunun üzerine sultan kesenin ortaya çıkarıl­
masını emretti. Alâ’üd-dîn Muhammed hâdiseyi müteakib vezir ve kadıyı
görevlerinden uzaklaştırmışdır140.
Nizamü’l-mülk Nasırü’d-dîn azledildikten sonra bile -hâmisi Türkân
Hatuna güvenerek- yolsuzluklarına devam etti. Eski vezîr Gürganç’a geldi­
ğinde -Hatunun emriyle- kalabalık bir halk kitlesi tarafından karşılandı. O,
merasim sırasında kalabalığın arkasında kalan Harezm hanefileri reisi ihti­
yar Burhânü’d-dîriin gecikmesinin bünyesinin zayıflığından ileri geldiği şek­
lindeki mazeretini kabul etmemiş ve «Bu hareket bünyenin zayıflığından değil, niyetinin kötülüğündendir» demişdir. Nizâmü’l-mülk, onu 100.000 di­
nar aldıktan sonra serbest bırakmışdır.
Gene, Nizâmü’l-mülk, Hârizm ve:civarının âmil1*' i olan Kerimü’d-din
Tayfurî’y'ı tevkif ettirerek külhyath parasını almışdır. Amil de durumu sul­
tana aksettirdi. Sultan havassmdan İzzü’d-dîn Tuğrul’u Nizâmü’l-mülk’ün
başım getirmesi için Gürganc’a yolladı. İzzü’d-dîn’m gelişindeki maksadı se­
zen Türkân Hatun, sultanın emrini icra ettirmediği gibi, Nizâmü’l-mülk’ü,
veliahd Uzlagşah’m vezirliğine tâyin etti148.
Bilindiği gibi, Alâü’d-dîn Muhammed, Nizâmü’l-mülk’ü azlettikten son­
ra vezâret müessesesini kaldırmış ve vezîrin yetkilerini altı kişilik bir kurula
tevdi etmişdir. Ancak gene rüşvet ve suiistimalin önüne geçilememiş bu altı
kişi de seleflerinin yolunda yürümüşlerdir.
Celâlü’d-dîn Hârezmşah’m veziri Şerefü’l-mülk’ün adı da birçok yol­
suzluk olayına karışmışdır. Bu, bilhassa, yüksek memuriyetlere tâyin ettik­
lerinden para almak şeklinde oluyordu. Yukarıda bir vesileyle gördüğümüz
gibi, Şerefü’l-mülk, Sermara ve civarını tevcih ettiği Hüsâmü’d-dın Hızır’dan
10.000 dinar taleb etmişdir149.
V. Vezirlerin göreve devam süreleri-azilleri, akıbetleri:
Devletin genişlediği ve bir İmparatorluk haline geldiği Tökiş ve -son yıl­
lan hariç- Alâü’d-dîn Muhammedi'm ve Celâlü’d-dîn Harezmşah’m saltanat­
tan devirlerinde vezirler uzun yıllar makamlarını muhafaza etmişlerdir.
146 Kafesoğlu, 211-212; Nesevî, arab. met., 29; frans. tere., 51; fars. met.,
42-44.
147 Nesevî, âm irin vali m anasına geldiğini tasrih etmişdir (Arab. met.,
31; frans. tere., 54).
148 Kafesoğiu, 212-213; Nesevî, arab. met., 31; frans. tere., 54; fars. met.,
46-47.
149 Nesevî, arab. met., 203; frans. tere., 339-340; fars. met., 218.
SE LÇ U K LU -O SM A N L,! H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETÎ
45
Nizâmü’l-mülk Mesud, batınîler tarafından katledilinceye kadar altı yıl
bu görevde (1194-1200) bulunmuş, halefi ve oğlu Sadrü’d-dîrı Ali ise on yıl
süreyle (1200-1210) vazife görmüşdür150.
Nizâmü’l-mülk Nasirü’d-dîn’m altı yedi yıl vezârette bulunduğu tah­
min edilebilir.
Devletin Moğol hücumuna maruz kaldığı 1218-1220 yıllan arasındaki
kısa sürede vezirler değiştirilmiştir. Bunların bir kısmı -aşağıda göreceğimiz
gibi- başka devletlere iltica etmiş ve orada görev almışlardır.
Harezmşahlar Devleti’nin son sultanı Celâlü’d-dîn devrindeyse -Moğol
istilâ ve baskısı son haddine varmışdı.- Altı yıl süre (1224-1230) ile Şerefü’lmülk vezâret makamım işgal etmişdir151.
T ökif in veziri Nizâmü’l-mülk Mesud, Batınîler taralından, öldürülmüşdür. Onlar, T ökif 'm kendüerine karşı giriştiği başardı harekâtta müşevvikiriin vezir olduğu sonucuna vardılar152. Nizâmü’l-mülk Mesud bargah-ı saltanat’da hükümdarın yanındayken, iki fedaî onu arkasından ve başmm ya­
rımdan hançerler de vurarak katlettiler153.
Vezîr Sadrü’d-dîn Ali ise Alaü’d-dîn Muhammed tarafından görevinden
150 Kirmanî, 96.
151 Köprülü, Harezmşah sultanlarının yüksek kültürlü oldukları için dev­
let idaresini fiilî olarak ellerinde tuttuklarını, bilhassa A laü’d-din Muhammed’in
annesiyle arasındaki rekabetin etkisiyle bu hususda çok titiz davrandığını, bun­
dan dolayı m esela Büyük Selçuklu devrindeki Nizam ü’l-mülk gibi m evkiini uzun
süre muhafaza etm iş nüfuzlu vezirlere tesadüf edilemediğini yazıyor (a.g.e.,
280).
152 Kafesoğlu, 145.
153 Cüveyni, fars. m et., 45; ing. tere., 60; 314; Akilî, .267; Kirmanî, 94.
Ravendi ise bu olayı şöyle nakleder : H arezm ordusu her defasında H a k ’tan
pek çok gan im et götürdü. B u defa müslüm anlarm elinde hiç bir şey kalm am ış
olduğundan, K azvin civarına g ittile r ve m ülhitlerin vilâyetlerinden ta m a m bir
n im et ele geçirdiler. Irak’ı harap ve perişan bir halde bırakıp, o m em leketten
tam ahlarını kaldırdılar. H arezm şah, H arezm ’e gidince, vezirine kızdı. Çünkü
M ayaçik’ı o korumuşdu. M ülhitlere em ir verdi, vezirin kafası kesildi ve M ayaçik başaşağı darağacm a çekildi (.Râhatü’s-sudûr ve a yetü ’s-sürür (tere. ed. A.
A teş) n , Ankara, 1960. s. 368).
Bu suretle Ravendi, Tökiş’in Batm iler üe işbirliği yaptığm ı yazıyor. Bu
husus kabule şayan olm amakla beraber Batıniler’in zaman zaman sultanlar nezdinde bu kabil teşebbüsler yaptıkları malûmdur.
46
A Y D IN T A N E R I
uzaklaştırıldı. Zira, sultana bu vezirden «bıkkınlık gelmiş, ondan ineinmişdir»15i.
Nizamü’l-mülk Nasırü’d-dîn’de Alaü’d-dîn Muhammed tarafından azledilmişdir. Ancak bu azil, vezirin sultanın annesi Türkân Hatun’mt mutemed
adamı olmasından dolayı hadiseli geçmiş, buhrana sebebiyet vermişdir. Bun­
dan evvelki bölümde anlattığımız gibi, vezirin yolsuzluklarına muttali olan
sultan onu görevinden uzaklaştırmağa karar verdi, Cihan Pehlivan adındaki
adamına verdiği, emirle, vezirin çadırını başına yıktırmışdır. Sultanın eski
vezirine Türkân Hatun’u kastederek «Efendinin yanına dön» emri üzerine
korku içinde Harezm’t doğru yola çıktı. O, Hurundiz kalesPnin yakınındaki
Merc-i Sâyig korusuna geldiğinde Nesevî’den, kendi emlâki olan bu mıntı­
kada, babası adma takdim ettiği hediyeleri almışdır. Buradan CurmanPye gi­
den vezire refakatinde bulunan Nesevî, biri atlasdan üç çadır kurdurmuşdur.
Şikâyetçiler yol boyunca, çadırının kapısındaki «taht»a oturan eski vezire di­
leklerini arzettiler. Zira hiç kimse onun azledildiğini söylemek cesaretini gösterememişdi. Nihayet hâcib Erboz b. Sadü’d-dîn'in geldiği haberim alan Nizamü’l-mülk’im rengi değişti, başı önüne düştü, zira öldürüleceğinden korkmuşdu. Halbuki hâcib, sultandan aldığı emir gereğince bazı resmî evrakı al­
mağa gelmişdi. Vezîr buradan süratle Gürganc’a gitmiş ve orada merasimle
karşılanmış, Türkân Hatun tarafından veliahd Uzlagşah’m vezirliğine tâyin
edilmişdir155.
Vezir Bedrü’d-dîn Hamid ise Sultan Alaü’d-dîn Muhammed"den -bizce
malum olmayan bir sebebden- korkarak kaçmış ve Cengiz Han’a iltihâk etmişdir158.
154 Kirmanî, 96.
155 Kafesoğlu, 212. Moğollar mazul vezir Nizam ü’l-mülk Nâsirü’d-din’e
bidayette iyi muamele ettiler. Bunda onun A laü’d-din Muhammed tarafından
azledilmesinin büyük rolü vardı. Ancak «çengiyan-ı sultan» dan bir dansözün
adının karıştığı bir olay Nizam ü’l-m ülk’iin akibetini tayin etti. Cengiz Han'ın
gözlerindeki rahatsızlığı tedavi eden bir hekim bu güzel dansözü istedi. Cengiz
Han da kızı hekime verdi. F akat dansöz eski vezire kaçtı. Hekimin şikâyeti üze­
rine yakalanan Nizam ü’l-mülk Cengiz Han'ın emriyle öldürüldü (Nesevî, arap.
met., 41; frans. tere., 71; fars. met., 61; Kirmanî, 97).
156 «Bedrü’d-din, H arezm şah ümerasının düinden Cengiz Han’a tezvira t-ta bulundu. S am im iyet ve sadakat göstererek kendisini sultana ka rşı m üdafaa
e tm ek üzere yardım taleb etti. Cengiz Han’dan gelen cevabı her kumandanın
arkasından ya zd ı ve casusların eline vererek gönderdi. Sultanın ta ra fta rla rı ca­
susları yakaladılar ve m ektupları m eydana çıkararak sultana a rz ettü er. Böylece bütün ü m erayı ondan korkar hale getirdiler. Tedbirde Tanrının m uvafık
bulduğu şekilde oldu» (Akili, 269).
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
V EZÂRETÎ
47
Vezîr Mücirüî-mülk «amcasının bir hatası sebebiyle» Alaü’d-dîn Mu­
hammed tarafından azledilmişdir157.
Vezir Bahaü’l-mülk ise Mogollar safına katılmışdır158.
Vezîr Muginü’d-dîrı Ziyaüî-müîk ise vazifeyle gönderildiği Kirman’da
kalmış, bir daha görevine dönmemişdir. Bu zat, Alaü’d-dîn Muhammedi'm
emriyle Kirman’da Zevzenî adındaki birinin « e m v a l i n i t e s b i t »
ile görevlendirilmişdi. Ancak bu sırada zuhur eden Moğol istilası üzerine
Harezm'e dönmekden sarfı nazar ederek Kirman hâkimi Barak Hâcib’m nezdinde kaldı. Barak’da ona kendi vezirliğini tevdi etti159.
Harezmşahlar Devleti’nin son vezîri Şerefü’l-mülk ise Sultan Celâlü’ddîn tarafından görevinden uzaklaştırılmış ve kati ettirilmişdir.
Nesevî eserinde olayların sebeblerini detaylı bir şekilde kaleme almışdır. Sultanın vezîre husumeti, Şerefüî-mülk’ün yaptığı zulum ve müsaderele­
re vakıf olunca başladı. Tebriz ve Hoy şehirleri de harabdı. Ekonomik ba­
kımdan çöküntüye maruz kalmışlardı. Halkın fakru zaruretim bizzat müşa­
hede eden sultan, üç yıllık arazi vergisi (harac)ni tecil etti. Bu arada veziri­
nin yaptığı bazı tâyinleri de iptal eden sultan, yeni tâyinler yaptı; azlettiği
memurları yaya olarak sürgüne gönderdi. Bu arada vezîr tarafından azledi­
len bir reis’in hapsedildiğini ve rüşvet olarak 1000 dinar istediğini öğrenen
sultanın kızgınlığı arttı. Şerefü’l-mülk ise icraatını zulum ve suiidareyle de­
vam ettiriyordu160.
Nesevî, Moğol baskısının son haddini bulduğu sırada «vezirin sultana
isyanının aşikâr olduğunu» eshab-ı divan’a işkence ederek para istediğini,
mazlumların ancak sultanın müdahelesiyle kurtulduklarınııel, Şerefüîmülk’ün o zamana kaçlar sultandan gördüğü lutuf ve ihsana dirsek çevirdiği­
ni» yazmaktadır162.
Görünüşe göre, devletin yıkılmak üzere olduğunu anlayan vezîr, sul­
tanın emirlerine karşı gelmeğe başladı. Celâlü’d-dîn'm Moğollar’a üstüste
mağlub olması O’riu, « e t r a f t a k i m ü l û k » ile temas kurmağa zor­
ladı. Alaü’d-dîn Keykubad ve Melik Eşrefe, hutbenin onlar namına okun­
ması şartiyle Arrân ve Azerbaycan’da hakimiyetini tanımaları şeklinde mek157 Cüveynî, aynı yerler.
158 AMİÎ’de Bahaü’l-m ülk’ün, Alati’d-din Muhammed’in saltanatının sonu­
na kadar görevine devam ettiği kaydı vardır.
159 Akili, 270.
160 Nesevî, arab. met., 170; frans. tere., 283; fars. met., 190.
161 Nesevî, arab. met., 223; frans. tere., 371; fars. met., 245.
162 Nesevî, arab. met., 224; frans. tere., 373; fars. met., 246.
48
A Y D IN T A N E R l
tublar yazdı. Devlet erkânından bazılarına da yazdığı mektublarda onları
kendine çekmeğe çalışıyor ve sultanın aleyhinde bulunuyordu. Bütün bun­
lara vakıf olan Celâlü’d-dîn onu tevkif ve Arrân’daki bir kaleye hapsettir­
di163. Sultanın niyeti Moğol istilası sona erinceye kadar onu görevinden uzak­
laştırmak, daha sonra iadei itibar ettirerek tekrar tâyin etmek ve maaşından
kısmtı yapmakdı. Bilahere bu fikrinden vazgeçen Celâlü’d-dîn Vezirin öldü­
rülmesini emretti.
Veziri katletmekle görevli silahdarlar164 onun yanına girince Şerefü’lmülk öldürüleceğini anladı; gusl için mühlet ve hizmetine bakan ferraş’dan
sıcak su istedi. O iki rekât namaz kıldı ve kur’an okudu. Silahdarlar, ona
hangi çeşit ölümü tercih ettiğini sordular. Şerefii’l-miilk de kılıcı istediğini
söyledi. Cellatlar «muluk ve ekâbir’in boğdurulabileceğini» söyleyince o,
«Bildiğinizi yapın» dedi. Bunun üzerine süahdarlar onu boğdular ve dışarı
çıktılar. Bir müddet soma başını gövdesinden ayırmak için girdiklerinde öl­
mediğini ve yerinde oturduğunu gördüler, bu defa kılıç ile katlettiler165.
Böylece Harezmşahlar Devleti’nin son veziri Şerefü’l-mülk Fahrü’d-dîn
Ali, dokuz vezir içinde hükümdarın emriyle öldürülen tek vezir olmak baht­
sızlığına uğradı.
SONUÇ
Harezmşahlar vezâreti, Büyük Selçuklu vezareti paralelinde, onun ör­
neği alınarak kurulmuştur. Harezmşahlar’m, tarihlerinin ilk döneminde on­
ların vassalı olduğu gözönünde bulundurulursa, durum tabiidir. Gene, Harezmşah vezareti çağdaşı Türkiye Selçukluları ve onların halefi Osmanlı vezareti’yle büyük çapta benzerlik gösterir. Araştırmamızın başında belirttiği­
miz gibi, Büyük Selçuklu, Türkiye Selçuklu ve Osmanlı vezâretlerini daha
önce ele almıştık. Hemen aynı plan dahilinde yaptığımız bu araştırmalar kar­
şılaştırıldığında şu hususu açıkça görüyoruz: Ord. Prof. F. Köprülü’nim be­
lirttiği gibi, Türk siyasî kadrosu ve kurumlan devamlıdır. Bu görüş açısın­
dan, Harezmşah vezirlerinin genellikle hukuk tahsil etmiş oldukları, saray
163 Nesevî, arab. met., 225-226; frans. tere., 375-377; fars. met., 249-250.
164 Kirmani'de «üç-dört candar» (s. 99).
165 Nesevî, arab. met., 231-232; frans. tere., 385-388; fars. met., 259-261.
Nesevî, Şerefü’l-mülk’ün azli ve katlini m ufassal yazmışdır. Biz özetlem eği ter­
cih ettik.
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R
VEZÂRETİ
49
ve hükümet kadrolarında görev yapmış oldukları görülür. Bü formasyonun
onlara devlet yönetiminde rahatlık sağladığı muhakkaktır. (Karşılaştırmalı
durum için bk.: Tablo: I-VII).
Vezirlerin köken ve kültür olarak tamamen iranlı olmayıp, bir kısmı­
nın Türk olması ise Harezmşah devleti’nin kendine özgü karakteri için de
düşünülmelidir. Nitekim, bu devlette Türk kabile hayatına ait geleneklerin
Büyük Selçuklular’a. oranla daha çok olduğuna yukarıda değinmiştik.
Gerek kendilerinden evvelki, gerek sonraki devletlerdeki meslekdaşlannın durumu ile karşılaştırdığımızda, Harezmşah vezirlerinin teşriî, icraî,
kazaî ve askerî yetkilerinin orijinal bir yönü yoktur. Ayrıntılı olarak gördü­
ğümüz gibi, bu yetkilerini -şüphesiz- sultan adına kullanıyorlardı. «Vezâret-i Tefviz»166 ile mücehhez Harezmşahlar veziri, Köprülü ve Horst’un da
belirttikleri gibi, tam yetkilidirler. Bu durum, özellikle, Celâlü’d-dîn Ha­
rezmşah devrinde had bir safhaya geldi. Bu bakımdan F. Köprülü’nün: '«Celâlü’d-dîn zamanında da bir kısım selâhiyet ve imtiyazlardan mahrum edilen
vezirlere tesadüf ediyoruz»167 mütalaası «selâhiyet» görüş açısından tartışı­
labilir. Buna karşılık, vezirin protokoldeki yeri bakımından Celâlü’d-dîn’in
vezirinin seleflerine nazaran daha dûn olması bakımından yerinde bir teşhis
olmaktadır. Gene, Köprülü’nün «Eski Türk kabile hayatına ait ananelerin
Harezmşah devrinde, Selçuklu devrine nazaran daha kuvvetli olmasına rağ­
men, Harezmşah devletinde vezirlik devletin eri yüksek makamı olmakta de­
vam etti» mütalaası, vezirin yetkilerinin genişliğini teyid bakmamdan değer
taşımaktadır. Harezmşahlar’da vezirlik müessesesinin görev, yetki ve pro­
tokol bakımından her sultanın devrine ait karakterlerini detaylı olarak be­
lirtmek ise Tökiş ve Alâü’d-dîn Mııhammed’ın vezirlerine ait bilginin kay­
naklarımızda gayri kâfi olması sebebiyle mümkün olamamıştır.
Her devirde olduğu gibi, Harezmşahlar’da da vezirin hükümdar ile olan
ilişkileri sultanın inisiyatifi dahilindedir. Vezirin kadrolar üezrinde nüfuzlu
oluşu,, onun sultan nezdindeki prestijini arttırıyordu. Genellikle, Harezmşah
vezirlerinin sultanlar nezdinde itibarlı oldukları anlaşılmaktadır. Celâlü’ddîn Harezmşah’m veziri Şeref iil-mülk’ün durumu ise istisna teşkil eder. Sul­
tanın O’nu devamlı olarak yanında değil, hâcibler ile karşısında oturtması,
bir defasmda başma divitle vurması gibi olayları görmüştük.
Harezmşah veziri, Türk-İslâm devletlerinde vezirlerin sahib oldukları
166 Maverdî’ye göre, V ezâret-i tefviz, halifenin müsaadesiyle ve onun ne­
zareti altında, halife namına bütün hükümet iğlerini bağmışız olarak yapmaktır.
167 H ârizm şahlar, İA.
Tarih Enstitüsü D ergisi: F. - 4
50
A Y D IN T A N E R Î
bütün sembollere sahiptir. Hatta, kaynaklarda daha çok hükümdarlar için
kullanılan vezirin « s a r a y » ve « t a h t » ından da sözedilmektedir. Bi­
lindiği gibi, « s a r a y » ve « t a h t » , hükümdarın egemenlik sembolle­
rinin başında gelirler. Hükümdannki ile karşılaştırıldığında vezaret sembol­
lerinin nitelik b akımından daha aşağıda olduğu görülür. Nevbet ve Tuğ sayı­
larında olduğu gibi. Bu bakımdan, kaynaklarımızdaki « s a r a y » ve
« t a h t » deyimlerini « k ö ş k » v e « m e s n e d - i v e z â r e t » ola­
rak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyiz.
Vezirin, kabulleri bakımından orijinal bir durum yoktur.
Vezirin gelir kaynaklarını üç maddede gördük : Maaş, iktâ bölgeleri ge­
liri, aşardan olan payı. Görünüşe göre, vezir devlet ordularının yaptıkları se­
ferlerde elde ettikleri ganimetlerden de hisse alıyordu. Nitekim, Büyük Sel­
çuklu vezirlerinin böyle bir pay aldıklarım adı geçen araştırmamızda be­
lirtmiştik.
Harezmşah vezirlerinin görevde kalma süreleri de genel kurallara tâbi­
dir. Genellikle, devletlerin istikrar içinde oldukları devirlerde, sorumlu şahsi­
yetler uzun, fetret devirlerinde kısa süre iş başında kalırlar. Ancak, Celâlü’d-dîn Harezmşah’m veziri Şerefü’l-mülk sultanın saltanatı boyunca man­
sıbını korudu. Devletin yeniden kurulduğu ve Moğollar’a karşı şiddetli bir
mücadele verildiği sırada, hükümdar O’nu makamında muhafaza etti,. Gör­
düğümüz gibi, ancak kendi ölümünden bir süre önce veziri idam ettirdi.
SE LÇ U K L U U SM A N L I H A REZM ŞAH LA R
TABLO
V EZÂRETİ
51
I
BÜYÜK SELÇUKLU, HAREZMŞAH, TÜRKİYE SELÇUKLU, VE OSMANLI
VEZİRLERİN KÖKENLERİ
İran kökenli
:
Türk kökenli
Fellah
Arnavut
Ermeni
Belli olmayan
Toplam
B. Selçuklu
16
Harezmşah
3
1
1
2
~T. Selçuklu
11
1
Osmanlı
11
1
6
1
1
24
14
TABLO
12
II
BÜYÜK SELÇUKLU, HAREZMŞAH, TÜRKİYE SELÇUKLULARI VE
OSMANLI VEZİRLERİNİN MESLEKÎ BAKIMDAN MUKAYESESİ
Ulemadan
Ordudan
Serbest m eslek
Belli olmayan
Toplam
B. Selçuklu
22
1
1
—
24
Harezmşah
3
3
—
T. Selçuklu
11
3
—
1—
7
—
14
Osmanlı
11
1
—
’—
12
A Y D IN T A N E R t
52
TABLO
m
BÜYÜK SELÇUKLU, HAREZMŞAH, TÜRKİYE SELÇUKLULARI VE
OSMANLI VEZİRLERİNİN BABALARININ MESLEK VEYA GÖREVLERİ
Babası
U lem â
Toprak sahibi
Ordudan
B elli olmayan
Toplam
B. Selguklu
Harezmşah
5
7
2
2
1
1
12
2
7
24
TABLO
Osmanlı
T. Selçuklu
lO(tahminen) 11
1
—
1
3
14
12
IV
BÜYÜK SELÇUKLU, HAREZMŞAH, TÜRKİYE SELÇUKLULARI VE
OSMANLI DtVANLARİ’N İN M UKAYESESİ(X)
B. Selçuklu D.
Harezmşah D.
T. Selçuklu D.
Osmanlı D.
Vezir
Sahib-i divan-ı
devlet
Vezir
V ezîr-i azam
N aîb-i saltanat
ik in ci vezir
Mtistevfî
Müşrif
Arız
Münşi
M üstevfî
Müşrif
Atabey
M üstevfî
Pervane
Üçüncü vezir
Dördüncü vezir
Beşinci vezir
Nâzır
Arız
Nâzır
Tugraî
Müşrif
N işancı
Defterdar
Vezir
Münşi
Kazasker
*
Liste Hiyerarşik Duruma göre düzenlenmiştir.
S E L Ç U K L U -O S M A N L I H A R E Z M Ş A H L A R V E Z Â R E T l
TABLO
53
V
BÜYÜK SELÇUKLU, HAREZMŞAH, TÜRKİYE SELÇUKLU VE OSMANLI
VEZİRLERİNİN SEMBOLLERİ
B. Selçuklu
Harezmgah
T. Selçuklu
Osmanlı
Unvan ve lakablar.
Tuğ (muhtemelen)
Sarık
H ilât-ı vezâret
Mühür
Çadır
Sancak (müh)
Nevbet
D ivit takım ı
Kılıç
Mesned-i vezâret
Unvan ve lakablar.
Tuğ
Sarık
H ilât-ı vezâret
Mühür
Çadır
Sancak (muh)
Nevbet
D ivit takım ı
Kılıç
Mesned-i vezâret
A ltın mızrak
Unvan ve lakablar.
Tuğ (muh)
Sarık
H ilât-ı vezâret
Mühür
Çadır
Sancak (muh)
N evbet (muh)
D ivit takım ı
Kılıç
Mesned-i vezâret
Unvan ve lakablar.
Tuğ
Sarık
H üât-ı vezâret
Mühür
Çadır
Sancak
Nevbet
D ivit takım ı
Kılıç
Mesned-i' vezâret
TABLO
VI
BÜYÜK SELÇUKLU, HAREZMŞAH, TÜRKİYE SELÇUKLU VE OSMANLI
VEZİRLERİNİN GÖREVLERİNDEN U Z AKLAŞMA TÜRÜ
B. Selçuklu
Ecel üe ölüm
Suikast sonucu
ölüm
Sultan emri ile
idam
Taht mücadele­
sinde ölen
Başka göreve nakil
A zü
İstifâ
B elli olmayan
Toplam
Harezmgah
T. Selçuklu
Osmanlı
2
—
4
—
7
1
1
—
5
1
3
1
—
4
1
—
5
24
—
2
2
1
—
1
2
14
1
—
—
_
6
12
3
—
—
7
4
A Y D IN T A N E R Î
54
TABLO
VH
BÜYÜK SELÇUKLU, HAREZMŞAH, TÜRKİYE SELÇUKLULARI VE
OSMANLI VEZİRLERİNİN GÖREV SÜRELERİ
B. Selçuklu
29 yü : 1
20 yıl : 1
7 yıl : 2
5 yıl : 2
3 yıl : 3
1-2 yıl : 10
0-1 yü : 1
Belli olmayan: 4
24
T. Selçuklu
Harezmşah
10 yü : 1
6 yıl : 3
0-1 yü : 3
7
25
14
7
5
4
3
0-1
Belli
yü : 1
yü : 1
yü : 2
yü : 1
yü : 1
yü : 3
yü : 3
olmayan : 2
14
Osmanlı
19
14
11
8
4
yü
yü
yü
yü
yü
:
:
:
:
:
2
1
1
2
1
1 yü : 1
Belli olmayan
12
TEKE-ELÎ VE TEKE-OĞULLARI
Şebabettin Tekindağ
Anadolu’nun, güneyinde merkezi Antalya olan Teke-Eli, bir çok siyasî
olaylara sahne olduğu gibi, bu bölgede kurulan ufak, fakat, enerjik bir Türk­
men Beyliği de önemli roller oynamıştır. Bu bakımdan, biz, elde mevcut kay­
nakların verdikleri imkân nisbetinde, bu bölgenin tarihine katkıda bulunmak,
yapılan bâzı yanlışlıkları düzeltmek istiyoruz.
I.
TEKE-ELİ
Anadolu’nun güneyinde Antalya, Finike, Kaş, Kalk anlı, Milli, Gömbe,
Elmalı, îstanoz (Korkud-eli) ve Karahisar (Serik’in nahiyesi) ile sahilde An­
talya ve Alanya arasındaki sahil bölgesi olup, muhtemelen XIV. yüzyılın
ikinci yarısında, Sultânü’s-sevâhil Emîr Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey za­
manında Teke-eli olarak tanınmağa başlamıştır. Zirâ, Anadolu Selçukluları
ve beylikleri tarihi ve tarihî coğrafyası ile ilgili kaynakların hiç birinde Teke
adma ve bölge olarak Teke-eli ismine rastlanmaz. Bildiğimize göre, Teke
(Tekkâ) ism in i eserinde ilk defâ zikreden Teke-Karahisarı’nı (Serik’in nahi­
yesi, Perge?) Karâşâr el-Tekkâ şeklinde gösteren büyük münşî ve müverrih
el-Kalkaşandî’dir1. Bundan sonra Teke-eli ismine Timurlu müverrihi Şerefü’d-Dîn Ali Yazdî’nin Zajer-nâme adlı eserinde tesadüf ediyoruz2.
XV.
ve XVI. yüzyıllara âit Teke Livâsı tahrir ve tapu defterlerinde hududları dikkatle tesbit edilen bu bölgeye, XHI. yüzyıldan itibaren ekseriye­
tini Üç-Oklann teşkil ettiği Türkmen toplulukları yerleştirilmiş idi. Hamâ
meliki ve büyük müellif Ebu’l-Fidâ, 721 (1321) senesinde hacdan gelenle1 bk. Şubhu'l-a'iâ, yazılışı 814-1412, Mısır, 1915, V, 346; VIII, 17.
2 Bk. The Zafarnamah by M aulana Sharajuddin A li o f Yazd, Calcutta, 1888, II, 464.
56
Ş E H A B E T T İN T E K İN D A Ğ
rin beyanlanna istinaden, bu bölgede Hantid-oğullan Türkmenleri’nin bu­
lunduğunu, Antalya ile Konya arasındaki dağların da bunların isimlerini (ve
beynehuma cibâl el-Terâkimîn Benî el-Hamîd) taşıdıklarım zikreder3. Filvâki Yazıcı-oğlu Ali, 1424 de bâzı ilâvelerle tercüme ettiği îbn Bîbî’nin Selçuknâme’smde 603 (1207) te Antalya’yı fetheden I. Gıyâsüddin Keyhusrev’in
bu bölgeye İğdir yürüklerini (Türkmen) yerleştirip, onlara kışlak verdiğini
kaydederse de4, tercüme ettiği metinde bu kayıt yoktur5. Esasen, XV. ve
XVI. yüzyıllarda tanzim edilen Teke livâsı tahrir ve tapu defterlerinde, İğ­
dir cemâati (oymağı=Yazıcı-oğlu : boyu), Teke-Karahisan veya Kaş’a tâbi
gösterilmekte olup6, diğer cemâatler (oymaklar) büyük bir yekûn tutmakta­
dırlar. Öte yandan, Antalya'nın batısında Kaş’a tâbi olup, bu cemâatin is­
mini taşıyan İğdir nahiyesi, 1650 de küçük bir «merhale» idi ve halkı yazın,
XIII. ve XIV. yüzyıllarda olduğu gibi, hristiyanların korkusundan dağlara
göçüyorlardı7. Öyle anlaşılıyor ki, XIII. yüzyılın ilk yansından itibâren, ÜçOkların ekseriyetini teşkil ettiği Türkmen zümrelerinden8 bir kısmı, XIV.
ve XV. yüzyıllarda ise Üç-oklara tâbi bâzı boy ve oymaklar, zaman zaman,
bulundukları yerlerden Teke-eli’ne gelip yerleşmişlerdir ki, Menteşe, Saruhan ve Karaman-oğulları’nın zayıflamaları veya dağılmaları üzerine bâzı
Türkmen (yörük) zümreleri de bunlara katılmışlardır. Nitekim, tahrir ve ta­
pu defterlerinde tasrih edildiğine göre, Teke-Karahisan’nda îsalu, Menteşe,
İğdir, Göğez, Bayındır, Kara-koyunlu, Imre-oğlu cemâatleri, Antalya kaza­
larında Saruhan-oğlu, Kızılca-Keçelü, Kaş’a tâbi Kaledos’ta Bozdoğan, Ozan­
lar ve Oğuzhanlu, Milli’de ise,,Bayat cemâatleri yaşıyordu9 ki, bunlar son­
radan, isimlerini, yaşadıklan bölgelere vereceklerdir. Nitekim, II. Bayezid
devrine âit tapu defterinde, Elmalu nahiyesine bağlı Sökle, Kaş’a tâbi Kayı,
3
Bk. Talfvimü'l-buldân, nşr. Charles Schier, Dresten,1846, s.
210.
4
Bk. Tevârîh-i  l-i Selçuk, nşr. M.Th. Houtsma, Leiden,1902, IH , 88, 322. Sayın
ord. prof. İ. Hakkı Uzunçarşıh’nm İğdır yerine Teke aşiretini zikretmesi, maalesef, yanlıştır,
bk. A nadolu Beylikleri, Ankara, 1969, s. 67.
5 nşr. M.Th. Houtsma, IV, 33 v.d. Ayr. bk. El-Evâmirü’l-A lâ'iyye f i ’l-V m ûri 'l-'Alâ’iyye,
Tıpkıbasım, nşr. A.S. Erzi, Ankara, 1956, s. 95 v.d. Öyle anlaşıhyorki, müellifin zamamnda,
İğdirler, Teke-Eli’nde kalabalık bir halde yaşıyorlardı.
6 Bk. T eke livâsı defteri, MAD, Başvekâlet Arşivi, nr. 253, s. 16; Tapu D efteri, nr.
14, s. 270 v.d.
7 Bk. Kâtib Çelebi, Cihûnnümâ, İstanbul, 1145, s. 639.
8
Bk. BA, M âliye kısmı, nr.
32.
9
Bk. Teke livâsı defteri, nr. 253, s. 13, 16, 22, 26, 28 v.d., 59, 108,116v.d.;D efter-i
müsellemân-ı livâ-i Teke, Tapu defteri, nr. 14, s. 398.
T E K E -E L İ V E T E K E -O G U L L A R I
57
Bayındır ve îğdir nahiyeleri, eski cemâatlerin isimlerini taşımaktadır10. Aynı
defterde Varsak yürükleri cemâatinin (cemâat-i yöriikân-ı Varsak) Karaman’dan geldiklerine dâir şerh verilmiştir11. Bu bakımdan, Fâtih ve ü . Bayezid devirlerinde tanzim edilen Teke livâsı tahrir ve tapu defterlerinde kayıtlı
nahiyelerle cemâatler arasında sağlam bir rabıta kurmak mümkündür.
Bu suretle sünnîlik te’sirlerinden oldukça uzak kalmış olup, eski Türk
âdet ve an’anelerine sıkı sıkıya bağlı bu Türkmen zümreleri arasında bir
çok tarikat erbabının, önce Âhîlerin sonra da Bektaşîlerin, dinî faaliyetlerde
bulunduklarını görüyoruz. Bilhâssa Âhîlerin, Teke-eli’nde çok erkenden zâviyeler kurdukları anlaşılmaktadır. Nitekim, Âhîler, Yunus Bey-oğlu Hızır
Bey zamanında, Antalya’da, mükemmel bir teşkilât kurmuş olup, 1332 de
bu şehri ziyaret eden Tancalı arap seyyahı İbn Battûta’yı da bir çok defâ
zâviyelerine dâvet etmişlerdi12. Muhtemelen Hızır Bey’den itibâren Teke-eli’ne hâkim olan beyler (Teke beyleri), bu bölgeye yayılmış bulunan bir çok zâviye ve tekkeye, msl. Antalya’da Kılıççı Yusuf (Âhî Yusuf), Finike’de Ab­
dal Musa13, Kalkanlı’da Âhî Devlethan, Gömbe’de Şeyh îshak, Kaş’ta Şeyh
Orhan, İstanoz (Korkud-eli)’da Şeydi Hızır, Has Balaban, Kaş’ta Şeyh Bey
ve Teke-Karahisarı’nda Bâli (Bâli Baba) zâviye ve tekkelerine bâzı nahiye
ve köyleri vakfedip ellerine nişân (biti, misâl) vermişlerdir14. Yıldırım Bayezid, 1390-1397 seneleri arasında Teke-eli’ni zaptedip, burayı önce oğlu
îsa Çelebî’ye, sonra da ikinci oğlu Mustafa Çelebî’ye sancak olarak verdiği
zaman15, bunlar, yeni nişânlar (berat, misâl, biti) vermek suretiyle eskilerini
yenilemişlerdir. Nitekim, Defter-i evkaf-ı vilâyet-i Teke’de.: <tkadîrrı Teke
beylerinden ve İsa Bey ve Mustafa Çelebî’den nişânları vardır» şeklinde
şerhler verilmiştir16.
Teke-eli, 1402 de Ankara savaşından sonra, Sivrihisar’a gelen Timur’un
10 tümen askerle gönderdiği oğlu Şahruh ve kumandanlarının korkunç tah­
riplerine mâruz kalmıştır. Nitekim, Şahruh, İstanoz (Korkud-eli) ve Kitir (İğ10 Bk. Tapu defteri, nr. 14, s. 43 v.d., 187, 218, 270; krş. Kâtib Çelebî, ayıt, esr., s. 638.
11 A yn. def., s. 106.
12 Bk. Tuhfatu'n-Nuzzâr, trc. M. Şerif, İstanbul 1333, I, 312 v.d.
13 Bunun hak. bk. M. Fuat Köprülü, M ısır’da Bektaşîlik, T M , 1936-1939, VI, s. 14 v.d.
14 Bk. D efter-i E vkaf-ı vilâyet-i Teke, nşr. A. Refik, T T E M , sene 14, nr. 2/79, İstan­
bul 1924, s. 72-76. krş. Barbara Flemming, Landschaftsgeschichte von Pamphylien, Pisidien
und L ykien im Spätmittelalter, Wiesbaden, 1964, s. 116 v.d.
15 Bk. Neşri, Cihânnümâ, nşr. Franz Taeschner, Leipzig, 1951, I, 95; Hoca Sa’deddin,
Tâcü’t-Tevârîh, İstanbul, 1279, I, s. 169.
16 Bk. nşr. A. Refik, T T E M , sene 14, s. 71.
58
Ş E H A B E T T İN T E K İN D A Ğ
dir?) taraflarını, Emir Şah Melik de, deniz kenarındaki Adaliye (Antaliye)
başta olmak üzere bütün Teke-eli’ni yağmalamışlardır17. Diğer taraftan Ti­
mur, Kütahya’ya geldiği sırada, Teke-eli’ni, Antalya ve Ala’iyye (Alanya)
dahil, Bursa’dan, hapisten kurtardığı Karaman-oğlu Mehmed Bey18’e ver-.
miş19 ve bu suretle de Osman Çelebi elindeki Istanoz (Korkud-eli) ve Osmanh hâkimiyetindeki Antalya hariç, bu bölgede Karaman hâkimiyeti başla­
mıştır (1402-1415). Nitekim, Defter-i evkaf-ı vilâyet-i Teke’de : «Karaman
zamanı olıcak» kaydı (s. 72) bu devreye işârettir20.
Teke-eli kat’ı olarak, Murad II. devrinde, Karaman-oğlu Mehmed II.
Bey’le birlikte hareket eden Emir Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey oğlu Osman
Çelebî’nin safer 826 (1423)’da, Antalya vâlisi Firuz Bey-oğlu Hamza Bey
tarafmdan Îstanoz’da öldürülmesinden sonra Osmanlılara geçmiştir. Bu su­
retle Teke-eli, Murad II. zamanında bir vilâyet (Livâ-i Teke) haline getiril­
miş, ellerinde babadan kalma tapu senetleri (nişân, berat, misâl) bulunan ve
Teke Beyleri ile îsâ Bey ve Mustafa Çelebi zamanlarında bâzı timârlara (dir­
lik) sâhip oldukları arâzi ve nüfusun tahriri ile anlaşılan âileler (Sipâhiyân-ı
vilâyet-i Teke) il yazmağa çıkan Halil Bey’e senetlerim tecdid ettirmek veya
Murad n .’dan yeni berat ve nişânlar almak suretiyle21 bu imtiyazlarım Fâtih
ve Bayezid II. devirlerinde de muhafaza etmişlerdir. Esâsen, bu âileler (Sipâhiyân-ı vilâyet-i Teke), başlarmda bulundukları halkın da kethüdası, dolayısiyle de sipâhî ve müsellemi olarak kabul edilmişlerdir22. Bu arada Teke
livâsı.defterinde23, Fâtih zamanında Karaman-oğlu’nun Teke-eli’nde il yaz­
mağa adamlar çıkarttığına dâir kayıtlar olduğuna da işâret etmek isteriz.
Muhtemelen bu kayıt, Fâtih'in 18 Şubat 1451 de tahta çıktığı zamana ve
Karaman-oğlu II. İbrahim Bey (öl. 1464)’e âit olmalıdır24.
İşte bu Teke-eli (sonradan: Tekeli) Sipâhîleri, 1500 de, Bayezid II. dev­
17 Bk. Şerefü’d-Dîn Ali Yazdî, ayrı, esr., II, 448 v.d., 464; ayr. bk. Hafız Ebru,
M acm u’a, Süleymaniye ktp., Damat İbrahim Pa§a kısmı, Farsça yazma, nr. 919, 911/b v.d.;
krş. Sa’deddîn, I, 189.
18 Bk. Şehabettin Tekindağ, Karamanlılar, İA , VI, 323.
19 Bk. Şerefü’d-Dîn Ali Yazdî, a y n .e s r ., II,. 458.
20 Tafsilât için bk. Barbara Flemming, ayn. esr., s. 110 v.d.
21 Bk. D efter-i evkaf-ı vilâyet-i Teke, nşr. A. Refik, İT E M , s. 70 v.d.
22 Bk. BA, D efter-i müsellemân-ı livâ-yı Teke, Tapu D efteri, nr. 14, s. 398.
23 nr. 253, s. 52.
24 Bk. Şehabettin Tekindağ, Son Osmanlı-Karaman münâsebetleri, TD , İstanbul, 1963,
sayı: 17-18, s. 44.
T E K E -E L Î V E T E K E -O Ğ U L L A R I
59
rinde, Şah İsmail’in müridleri olarak Erdebil’i ziyarete gitmişlerdir ki25, bun­
ların gidip dönmediklerini, bu yüzden sipâhî sınıfının günden-güne azalmak­
ta olduğunu gören Bayezid, bir tedbir olmak üzere, İran’a gideceklere geri
dönmek şartiyle izin verilebileceğini açıklamış ve bundan sonra Sûfî (Şah
İsmail) nâmına kimsenin hududdan geçirilmemesi için şiddetli emirler ver­
miştir26. Bu arada Teke-eli’nin bâzı şi’î ve alevî halkının yeni fethedilen Modon ve Koron kaleleri civarma sürüldüklerine dâir kayıtlar vardır. Bu giden­
ler, Arnavutluk dahil, Bektaşîliğin bu bölgede yayılmasına sebep olmuşlardır.
Yine bu Teke-eli (Tekeli) sipâhîleri, 1510 da, bâzı fena niyetli kim­
seler yüzünden, timârlarınm (dirlik) ellerinden alınıp, lâyık olmıyanlara
devredilmesi dolayısiyle, eski imtiyazlarını kaybetmeleri yüzünden, devlete
isyân ile, Şah İsmail’e meyletmişlerdir27. Bilhâssa bu Tekeli sipahilerden Çakır-oğlanları, Kızıl-oğlu, Göle-oğlu, Dede-Alisi ve Hızır, Kapulu-Kaya’daki
Döşeme-Derbendi’nde devlet aleyhine gizli toplantılar tertip eden Şah İs­
mail’in halifesi Karabıyık (Şeyh Haydar’m halîfesi) oğlu Şah-Kulu Baba Te­
keli ile birleşmişler23 ve çıkan isyânm büyük bir sür’atle genişleyip bütün
Anadolu’yu tehdid etmesinde de mühim bir rol oynamışlardır. Zirâ, Bayezid’in yaşlandığı ve şehzadelerin saltanat hırsı ile birbirleriyle uğraşmaya başla­
dıkları bir sırada, Antalya’dan Manisa’ya gitmekte olan Şehzâde Korkud Çelebî’28anin adamlarına saldırıp, Antalya’dan üzerine gönderilen kuvvetleri de
25 Bu bölge halkının Erdebil şeyhlerine olan bağlılıkları hk. bk. Yazıcı-oğlu, Tevârih-i
 l-i Selçuk, nşr. M.Th. Houtsma, III, s. 225.
26 Bu hususta bk. Ferîdûn Bey, Münşaât, İstanbul, 1274, I, 345 v.d.; Sarı Abdullah
Efendi, Münçaât-ı Fârisi, Süleymaniye ktp., Es’at Ef. kısmı, nr. 3333, 58/a v.d.
27 Bk. Celâl-zâde Mustafa, Seüm-nâme, Topkapı Sarayı, Hazine ktp., nr. 1274, 39/b
v.d.; İshak Çelebi, Selim-nâme, Üniv. ktp., nr. TY 2614, 11/a; Bu meseleyi açıklayan bir
vesika için bk. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 6187.
28 Bu hususu açıklayan bir vesika için bk. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 5035.
28a 1502’den 1509’a kadar Teke (Antalya) Sancağında kalan Korkud Çelebi, 1509
Mayısımda Mısır’a iltica etmiş, fakat, 1510’da yeniden Antalya’ya dönmek zorunda kalmışdı. Bununla beraber, yeniden, evvelce başında bulunduğu Saruhan Sancağına gitmek üzere,
1511 Martında ansızın yola çıktı ise de, yolda Şah-Kulu Baba Tekeli tarafdarlannm hücum­
larına mâruz kaldı (bk. Şehabettin Tekindağ, K o rku d Çelebi ile ilgili iki belge, Belgelerle
T ürk Tarihi dergisi, 17 (1969), s. 36 v.d.) Annesi Nigâr H atun 1503 Martında (Ramazan 908)
Antalya’da iken vefât ederek Mevlevi Tekkesi Haziresi’ne defnedilen (bk. A. Tevhid,
T T E M sene: 14, s. 338 v.d.) Korkud Çelebi, buradaki valiliği sırasında Rodos Şövalyeleri
elinde esir bulunan pek çok denizci ve sair müslümanlan fidyelerini vermek suretiyle kur­
tardığından, denizcilerin babası kabul edilmiş idi (bk. I.H. Uzunçarşıh, R odos Şövalyeleri
hakkında A ntalya valisi Sultan K orkud’a gönderilmiş bir m ektup, Belleten, 71 (1954),
s. 347 v.d.).
60
Ş E H A B E T T İN T E K İN D A Ğ
mağlûp eden Şah-Kulu Baba Tekeli, Teke-eli’nin şehir, kasaba, karye, dağ,
yayla ve obalarında bulunan şi’î ve alevîliğe mütemâyil bütün Türkmenleri
etrafma toplamış29, timârlan ellerinden alınmış kızgm sipâhîlerin de yardım­
ları ile Teke-eli’nin kendine tâbi olmayan bütün köy ve kentlerini yağma edip
halkım da öldürtmüştür. Kaynak ve vesikalardan anlaşıldığına göre, îstanoz
(Korkud-eli) kasabasını tahrip edip, Elmalı’nm mescid ve zaviyelerini yıkan
Şah-Kulu Baba Tekeli, eline geçirdiği Kur’an’ları da ateşe atıp mahvetmiş,
canlıları ise, insan ve hayvan ayırmaksızın, acımadan öldürtmeğe başlamış­
tır. Onun bu vahşice hareketleri, Şehzâde Osman'ın divâna gönderdiği arîza
(rapor)’da olduğu gibi, Şehzâde Korkud Çelebi tarafından İstanbul’a sevk
edilen sûfî’nin ikrarlarında da bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır30. Bundan
sonra, Baba İshak-i Horâsânî gibi31, kendisinin mehdi olduğunu iddia edip,
Burdur’a kadar gelen Şah-Kulu Baba Tekeli’nin etrafma 20.000 kişi toplan­
mıştır ki, bunların ekserisini, çoluk-çocuk, mâl ve hayvanları ile gelen Tekeeli Türkmenleri teşkil ediyordu32. Yine vesikalardan anlaşıldığına göre, Teke-eli’nde bir Türkmen devleti kurmak isteyen Şah-Kulu Baba Tekeli33, Te­
keli sipâhîlerin teşvikleri ile Kütahya kalesini muhasara ve zaptetmiş, Ana­
dolu beylerbeyisi Karagöz Paşa’yı kazığa vurdurarak bütün Anadolu’yu te­
lâşa vermiştir. Şurası dikkate şâyândır ki, Konya vâlisi Bayezid-oğlu Şehinşah ile Şehzâde Ahmed-oğlu Murad, Şah-Kulu’nu desteklemişlerdir. Bunun
la beraber, Alaşehir ovasmda Şehzâde Korkud Çelebî’nin adamlarını yenip,
Bursa’ya doğru harekete geçen Şah-Kulu Baba Tekeli, sadrâzam Hadım Ali
Paşa’nın Rumeli’den Anadolu’ya geçmesi üzerine, Teke-eli’ni Karaman’a bağlıyan Kızılkaya boğazına34 çekilmek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine sad­
râzam ile Amasya vâlisi Şehzâde Ahmed, Kızılkaya-boğazmı 38 gün muha­
sara ettilerse de35, Şah-Kulu Baba Tekeli, önce İncirli Derbendi’nden, sonra
da Döşeme-Derbendi’nden kayalar arasından kendisine bir yol açarak, Bey­
29 Bk. Celâl-zâde, ayn. esr., 49/a.
30 Bk. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 5035, 2829; Bu vesikaların suretleri ile diğer
kaynaklar hak. bk. Şehabettin Tekindağ, Şah-Kulu Baba Tekeli İsyanı, Belgelerle T ü rk Tarihi
Dergisi, 3 (1967), s. 35 v.d.
31 Bk. Osman Turan, Gıyâsüddin Keyhusrev II., İA , VI, 623.
32 Bk. Defterdar Ebu’I-Fadl Mehmed Efendi, Selimşâh-nâme, Süleymaniye ktp., Lala
İsmail Ef. kısmı, FY, nr. 348, II, 48/a.
33 Bk. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, ıır. 6187’d e: kâh m ehdilik da’vasın ider, kâh
şah öldi, anın vilâyeti bana değdi, m em leket benim dir denilmektedir.
34 Teke-Karahisan’na bağlı id i: Tapu D efteri, nr. 14, s. 354.
35 Bk. Şehzâde A h m e d ’in divân’a m ektubu, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 3062;
İshak Çelebi, ayn. esr., 28/b, 30/a.
T E K E -E L t V E T E K E -O G U L L A R I
61
şehir önüne gelmeğe muvaffak olmuştur. Bununla beraber vesikalarda, Şehzâde Ahmed’in Hisar dağı’na sığman Tekelilerden 3.000 ini öldürdüğüne
dâir kayıtlar vardır36.
Bundan sonra, Kayseri yolu üzerinden Sivas yakınındaki Gedik Ham
mevkiine çekilen Şah-Kulu Baba Tekeli üzerine az bir kuvvetle yürüyen
Hadım Ali Paşa, bu mevkide, etraflarını müdevver hendekler ve binlerce de­
veyle çevirmiş olan, beraberlerinde kadm ve çocukları da bulunan Tekeli
Türkmenlerinin şiddetli mukavemeti ile karşılaşmış, girişilen savaş sonunda,
Şah-Kulu ve Hadım Ali Paşa okla vurulmuşlardır37. Şirâzlı Edâ’î’ye göre,
Tekelilerin yanında Varsaklar da savaşa katılmışlardır38.
Bu savaştan sonra sür’atle İran’a doğru çekilen Tekeli sipâhîleri ve
Türkmenler, Erzincan’da hacca giden bir İran kervanına saldırmaları ve
başta Enbiyâ-nâme müellifi Şeyh İbrahim Şabustari39 olmak üzere, halkım öl­
dürmeleri yüzünden, Şah İsmail’in hakaretlerine mânız kalmışlardır. Bilhâssa
kendilerine «Şâh» ve «.Vezir» lâkabı verilen iki Tekeli reis, af dileyerek Şah’ın ayağına kapandılarsa da, Şah İsmail onlan kaynar su dolu iki -kazana at­
tırdı; bu cezada hazır bulunmaya mecbur tutulan Tekelilerden bir kısmı, şi’î
ordusunun sekiz kolundan birini teşkil eden Tekeli birlikleri40 araşma dağı­
tıldığı gjbi, bir kısmı da, Tebriz sokaklarında süründüler41. Diğer taraftan,
Bayezid, isyândan sonra Teke ve Hamid-ili yöresinde bulunan Şi’î-Alevîleri,
1501 senesinde olduğu gibi, sürgüne tâbi tutmuştur.
Anadolu’da 50.000 kişinin ölümüne sebep olan bu isyân42 ve birbiri
ardından yapılan sürgünler yüzünden Teke-eli’ndeki halkın azaldığı, bellibaşh kaza ve nahiyelerin ise küçüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim, Bayezid’in
ölümünden sonra yazıldığı anlaşılan Teke Livâsı Defteri’ndeiS nefs-i Îstanoz’da yalnız 5 mahalle44, buna mukabil nefs-i Elmalu’da 21 mahalle45 zik­
redilmektedir.
36 Ayrı, vesika, nr. 3062.
37 Bu savaşla alâkalı vesikalar hakkında bk. vesika 3062, 63S2; Diğerkaynaklar:
Şehabettin Tekindağ, ayn. makale, s. 56 v.d.
38 Bk. Selim-nâme, Üniv. ktp. FY, nr. 51, 20/b.
39 Bunun hakkında bk. Ahmed Ateş, K onya Kütüphânelerinde bulunan yazmalar,
Belleten, XVI (1952), s. 103 v.d.
40 Bu hususta bk. Hellmut Braun, Geschichte Irans Seit 1500, Geschichte der Islamischen
Lander, m , Neuzeit, Leiden, 1959, s. 100.
41 Bk. Sa’deddîn, ayn. esr., n , 181.
42 Bk. Ebu’l-Fadl Mehmed Efendi, ayn. esr., 48/b.
43 Mâliyeden müdevver defter, nr. 253, s. 52.
62
Ş E H A B E T T İN T E K İN D A Ğ
Başta Antalya ve civarı olmak üzere XIV. yüzyıldan beri pek çok deve
beslendiği belirtilen Teke-eli16 hakkında, 1523 de Antalya’nın burç ve sur­
larından, limanı ağzındaki zincirden ve Finike’nin kalesinden bahseden Piri
Reis47 istisna edilecek olursa, 1650’ye doğru Kâtib Çelebî’nin4S ve 1671’de
Evliyâ Çelebî’nin49 tasvirleri pek zayıf kalmaktadır. Nihayet, XIX. yüzyılın
sonunda Antalya (Teke) sancağı, 5 kaza, 9 nâhiye ve 549 köyden ibaretti50.
*
Iran sahasına yayılan Tekelilerin, sonradan, I. Tahmasp zamanında,
OsmanlIlara yaklaştıkları, Tebriz Vâlisi Ulama’nın, Bağdad Vâlisi Zülfikar’ın
Kanunî ile iş birliği yaptıkları bilinmektedir. Özellikle I. Abbas zamanında
isyân eden Tekelilerin Hazar ötesine geçerek oradaki Türkmenlerle birleş­
tikleri anlaşılmaktadır. Zirâ, XVI. yüzyıldan önce orada bulunduklarına dair
bir kayıd yoktur. Bu suretle Hazar ötesi Türkmenlerinin en kuvvetli oyma­
ğını teşkil eden Tekeliler, bugün Türkmenistan Türklerinin önemli bir kıs­
mını teşkil ederler.
n.
TEKE-OĞULLARI
1308(?)-1423 seneleri arasında merkezi Antalya olan T e k e - e 1i’nde
H a m i d - o ğ u l l a r ı ’nın bir kolu olarak hüküm süren bir Türkmen âile44 Mahalle-i Câmi, mahalle-i M escid-i Haşan Bey, mahalle-i M escid-i Kebkeb-oğlu,
mahalle-i M escid-i Halife, mahalle-i M escid-i Bilekârlu, s. 5-6.
45 Mahalle-i Câmi, mahalle-i Câmi’i K öhne, mahalle-i Hacı M ustafa, mahalle-i Tâceddin Halîfe, mahalle-i §eyh M ehm ed, mahalle-i sofular, mahalle-i M ustafa Fakih, mahalle-i
Yenişehir, mahalle-i Börekçi veya Börkçüler, mahalle-i Alâeddin Halife, mahalle-i Kand-oğlu,
mahalle-i M escid-i Şeyh Sinan, mahalle-i Hacı İsmail, mahalle-i Sinan Fakih, mahalle-i
Bâzirgân A li, mahalle-i M escid-i Hacı Hızır, mahalle-i R esul Fakih, mahalle-i V eysi Fakih,
mahalle-i Savruk, mahalle-i A ybey, mahalle-i Hacı M ustafa, s. 72-77.
46 XTV. yüzyıl sonu : Schiltberger, Reisebuch, nşr. V. Langmantel, Tübingen 1885,
s. 21, 53; XVI. yüzyıl başı ; T eke livası defteri, nr. 253; Cemâat-i Deveciyan, s. 80; XVII.
yüzyılın ortası : Kâtib Çelebi, Cihânnümâ, s. 639.
47 Kitâb-ı Bahriye, nşr. F. Kurdoğlu - H. Alpagot, İstanbul 1935, s. 764, 766, 780.
48 Bk. ayn. esr., s. 638 v.d.
49 Seyahatname, İstanbul, 1935, IX, 273-292.
50 Bk. V. Cuinet, L a Turquie d ’Asie, Paris, 1892, I, 853 v.d.
T E K E -E L t V E T E K E -O Ğ U L L A R I
63
si olup. Teke Bey, Emir Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey’den sonra Teke bey­
leri veya Teke-oğulları adını almışlardır. Filvâki, Yazıcı-oğlu 'Ali, 1424’de
kaleme aldığı Tevârîh-i Âl-i Selçuk adlı eserinde bu bölgeye adını veren
Teke’nin, Üç-Oklardan İğdir boyunun kethüdasının oğlu olduğunu iddia
ederse de1, İğdir boyunun bu bölgeye yerleşmesi hakkında verdiği haberler
gibi, bu eksik ve karışıktır. Esasen, Yazıcı-oğlu’nun bu kaydı, Neşrî’d e :
«.Teke ki İğdir Kethüdası oğlıdurC ihânnüm â'mu Manisa nüshasında3 «Teke-ili İğdir Kethüdası oğlıdur» ve Paris nüshasmda ise, «Eğirdir kethüdası
oğlıdur»4 şekillerini almıştır ki, bu sonuncu şekli İdrîs-i Bitlisi benimsemiş
görünmektedir5.
Ebu’l-Fidâ’, 721 (1321) senesinde hacdan gelenlerin beyanlarına daya­
narak, bu bölgede bulunan Hamid-oğlu Türkmenleri ( = el-Tarakimın Benî
el-Hamîd)’m beyi Felekü’d-Dîn Dündar Bey (öl. 1324)’in bâzı yerleri gör­
meğe çıkan Antalya hâkiminin esir düşmesi üzerine, Antalya’yı zabtettiğini
zikreder6. Dündar Bey, bundan sonra Antalya’yı civarı ile birlikte kardeşi
Yunus Bey’e vermiş ve bu suretle de Teke-eli’nde, sonradan Teke beyleri
admı alacak, bir emâret kurulmuştur. Antalya’nın zaptı dolayısiyle de bu âilenin başlangıç tarihi, herhalde Gıyâsü’d-Dîn Mes’üd H. un ölüm tarihi olan
708 (1308)7 ile, Yunus Bey’in oğlu Hızır Bey’in İstanoz (Korkud-eli)’da bu­
lunduğunu gösteren medrese kitâbesindçki 719 (1319)s, tarihleri arasında ol­
malıdır. Diğer taraftan Felekü’d-Dîn Dündar Bey’in, 1314 de, Karanbük’e
gelen F.mîr Çoban’m yanma gitmek zorunda kaldığı da düşünülecek olursa9
Antalya’nın bu tarihten sonra zabtedilmesi hususu da akla gelebilir. Esâsen,
1 Bk. Topkapı Sarayı, Revan ktp., nr. 1390, var. 280/a.
2 Bk. Cihânnümâ, Menzel nüshası, nşr. Fr. Taeschner, Leipzig, 1951, I, 17, str. 18.Kış.
İbn Kem al:
-lâJLİ"" j'-iSTl S - S , bk. Tevârih-i âl-i Osman, I.Defter,
nşr.
Şerafettin Turan, Ankara, 1970, s. 137, str. 15.
3 Nşr. Fr. Taeschner, Leipzig, 1955, n , 21, str. 2.
4 Bk. H . Akın, A ydın-oğullan, İstanbul,
1946, ..s. 21; Ankara, 1968, s. 21.
5
» jjı
Bk. H eşt bihişt, Nuruosmaniye ktp., nr.
^
1
3209,/79/b, str. 18; !-uU-iT"
(-1/ <6C"
krş. Barbara Flemming, Landschaftsgeschichte von Pamphyüen,. Pisidien
und Lykien im Spätmittelalter, Wiesbaden, 1964, s. 94 v.d., 127.
6 Bk. Takvîm ü’l-Buldân, nşr. Charles Schier, Dresden 1846, s. 210; krş. el-KaUjaşandî,
Şubhu'l-a'sâ, Kahire, 1915, V, 346.
7 Zirâ, bu tarihten önce Antalya sahiline kadar uzanan erazi, Moğullann emrindeki
Selçuklu sultanlarına âit gösterilmektedir; bk. Aksarayî, Musâm eretü’l-Abbâr, nşr. Osman
Turan, Ankara, 1944, s. 278, 302.
8 Bk. İ.H. Uzunçarşılı, Kitâbeler, İstanbul, 1929, II, 249.
9 Bk. Aksarayî, ayn. esr., s. 311.
64
Ş E H A B E T T ÎN T E K tN D A G
Anadolu’daki Moğul vâlilerinin nüfuzlan 1327 senesine kadar bu bölgede
devam edecektir.
Öyle anlaşılıyor ki, Yunus Bey’den sonra Hamid-oğullan’ndan tamamen
ayrı olarak Teke-eli’nde hüküm süren bu âilenin azaları, diğer Türk beylik­
lerinde olduğu gibi, memleketin muhtelif bölgelerinde ayrı ayrı beylik etme­
ye başlamışlardır. Nitekim, Yunus Bey’in büyük oğlu Mahmud Bey, An­
talya’da iken, diğer oğlu Sinanü’d-Dîn Câlis (doğrusu : Câliş) Hızır Bey, Korkud-eli’nde10 kölesi Zekeriya ise Teke-Karahisarı1:1’nda hüküm sürüyordu.
al-'Umerî12, Yunus Bey’in kölesi olan bu Zekeriya’nm 1332 de Teke-Karahisarı’ndan başka 3 şehir ve 12 Kale’ye, ayrıca, 1500 atlı askere sâhip oldu­
ğunu bildirir. Diğer taraftan, Antalya’da hükümet eden Mahmud Bey, 724
(1324)’te Manidarın Anadolu vâlisi olup nüfuzu İstanoz ve Antalya’ya ka­
dar yayılan Demirtaş13’ın önünden kaçarak yanma sığman amcası Felekü’dDîn Dündar Bey’i bu Moğul beyine teslim ederek, onun ölümüne sebep ol­
muş idi14. Bununla beraber, Mahmud Bey15, 727 (1327) senesinde İlhanlı
hükümdarı Ebû Saîd Bahâdır Han (öl. 1335)’a isyan eden Demirtaş ile bir­
likte Mısır’daki Memlûklu sultanlığına sığınmak zorunda kalmış ve Kahire’de, Karaman-oğlu’nun Felekü’d-Dîn Dündar Bey’in oğlu Necmeddin İshak
er-Rûmî16 ile gönderdiği şikâyet mektubunu alan el-Meliku’n-Nâşır Muhammed(öl. 1341)’in emriyle Kal’atu’l-Cebel’in burçlarından birine habsedilmiştir17. Bunun üzerine Necmeddin İshak Bey (el-Makrîzî’de yanlış olarak: Şâhib Antâlîya) Mısır’dan gelip babasının yerine geçtiği gibi18, Antalya’da da
İstanoz (Korkud-eli) emîri Sinânü’d-Dîn Hızır Bey, kardeşi Mahmud Bey’in
yerini almıştır. Kaynaklardan anlaşıldığına göre, Hızır Bey, Teke-eli’nde,
büyük faaliyetlerde bulunmuş ve kuvvetlerini çoğaltmıştır. Nitekim, el■Umerî, 1332 de, 12 şehir ve 25 kaleye sâhip olan Yunus-oğlu Hızır’ın kuv­
10 Bk. İ J î. Uzunçarşılı, ayıt, esr., n , 249; krş. el-Kallfaşandı, Şubh, VIII, 17.
11 Karâşâr el-Takkâ, bk. el-Kalkaşandî, Şubh, V, 346; V m , 17: 6 -d l
J
12 Bk. M asâlikü’l-Ebşâr, Ayasofya ktp. nr. 3416, İÜ, 112/b.
13 Bk. Hâfız Ebru, Zeyl-i Câmi’ü’t-Tevârih-i Reşidi, nşr. H. Beyânı, Tahran, 1317,
s. 135 v.d.
14 Krş. el-Makrızî, es-Sulûk, Ayasofya ktp. nr. 3370, II, 47/a.
15 Memlûklu kaynaklarında: M ahm ûd bin Yûnus er-Rûmî.
16 İbn Battûta, Tuhfetu'n-nuzzûr, trc. M. S e n t İstanbul 1333, I, 315’te : E bu İshâk
Bey.
Yİ Bk. el-Aynî, ‘İkdıil-C um ân, Süleymaniye ktp., Cârullah Ef. kısmı, nr. 1591, IV,
527/a v.d.; el-Makıîzî, ayn. esr., n , 47/a.
18 A nonim Târîh-i  l-i Selçuk, nşr. F.N. Nzluk, Ankara 1952, m etin: s. 94.
19 Bk. Mesâliku’l-Ebşâr, m , 112/b; Frans. trc. Ouatremâre, N E , 1838, XIII, 371 v.d.
T E K E -E L İ V E T E K E -O Ğ U L L A R I
65
vetlerini 8.000 atlı olarak gösterir19. Aynı müellifin Şeyb Haydar-ı cUryân’dan naklettiği 40.000 rakamı20 ise, mübalâğalıdır. El-'Umerî, Yunus-oğlu
Hızır’a Memlûk inşâ divâm’ndan gönderilen mektuplarda, bütün Türkmen
beyleri gibi «el-Meclisü’s-Sâmî» diye hitap edildiğim de zikreder21. Diğer ta­
raftan İbn Battûta22, 1332-1333 de Alaiyye’den sonra, Antalya’ya geldiği za­
man hasta olan Yunus-oğlu Hızır Bey’i ikametgâhında ziyâret etmiştir. ElKalkaşandî23’de bulunan bir kayda göre, Hızır Bey’den sonra yerine oğlu
Dadı Bey geçmiştir. Bununla beraber, Mısır’da esarette bulunan Mahmud
Bey’in Antalya’ya gelip ikinci defâ beylik ettiğini iddia eden müellifler de
vardır. Nitekim, Dadı Bey’den sonra, İstanoz ve Antalya dahil, emâretin ba­
sma Mahmud Bey’in kâcûk (küçük) sıfatiyle tanınan oğlu Emîr Mübârizü’dDîn Mehmed Bey geçmiştir21.
Eski bir an’aneye uyularak Antalya’daki Alâeddin (veya Yivli) câmii
kitâbesinde Sultânu’s-savâhil Mübârizü’d-Devle ve’d-Dîn, Kıbns vakayinâmelerinde ise, dâima, Taca; signor della Terra; Taca emîri veya il Turco;
Tacca; Turco olarak belirtilen Mehmed Bey, ömrünü Kıbnslılarla' mücadele
ile geçirmiştir. Nitekim, Kıbns kralı, Pierre I. de Lusignan (1359-1369)’m
15 Ocak 1361’de Robert de Lusignan’ı göndererek Gorigos (bugünkü: Kızkalesi)’a yerleşmesinden sonra, Güney Anadoluda faal bir rol oynayan Karaman-oğlu Alâeddin Ali Bey25 ve Karaman menşe’li Alâiyye Beyi ile bir­
leşen Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey, Kıbnslılar ile amansız bir mücadeleye
girişmiştir ki, bunun neticesinde, Pierre, 12 Nisan 1361’de Magosa(Famagusta) limamnda topladığı 114 parçadan ibâret bir filoyu 23 Ağustos 1361’de Teke-eFnin merkezi sayılan Antalya limanı önüne getirmiş, ertesi gün,
yâni 24 Ağustos salı günü, Saint-Barthelemi yortusunda, şehri hücumla
zabtetmiştir26. Léonce Machéras ile Strambaldi’ye göre Teke (Tacca, signor
20
21
yoktur).'
22
: 23
24
25
N E , XIII, 338.
E t-T a'rif bi’l-muştalah el-Şerif, Ayasofya ktp., nr. 3160, 27/b, (matbularında bu kayıt
A yn . esr., trc. M. Şerif, I, 314.
A yn. esr., VHI, 17.
el-Kallfaşandî, ayn. esr., V in , 17.
Bk. Şehabettin Tekindag, Karamanlılar, İA , VI, 322 v.d. Krş. ayn. müel., Kara­
manlıların Gorigos seferi, TD , 9 (1954), s. 165 v.d.
26 Bk. Guillaume de Machaut, L a prise d ’Alexandrie ou Chronique du roi Rierre 1er
de Lusignan, n§r. M.L. de Mas Latrie, Genève, 1877, s. 20 v.d.; Amadi, Chronique, nşr.
R .d e Mas Latrie, Paris, 1891, s. 411; Strambaldi, Chronique, nşr. R .d e Mas Latrie, Paris,
1893, s. 46. Bu zabt ile ilgili Lâtince bir kitabe için bk. S. Fikri, Antalya Livâsı Tarihi,
İstanbul 1338, s. 62 v.d.; F.W. Hasluck, A nnual British School at A thens, 1908/1909, XV,
Tarih Enstitüsü D ergisi: F. - 5
66
Ş E H A B E T T İN T E K ÎN D A G
della Terra), bu sırada Stenon (Steno,. İstanoz)’da bulunuyordu27. Matteo
Villani2a’ye göre ise, Teke (Tacca) Kıbrıs filosu önünden çekilmiştir.
Kıbrıshlar, Teke-eli’nin bu çok zengin, şehrinde büyük yağma ve kat­
liâmda bulunmuşlardır. Nitekim, Pierre I. de Lıisignan namına manzum bir
eser kaleme alan Guillaume dé Machaut, bu sırada Antalya’da çıkan kor­
kunç yangınlar ile yapılan katliâmı, ipek ve altın işlemeli kumaşların yağ­
masını uzun uzadıya anlatır29. Bunun üzerine, İstanoz (Korkud-eli) ’dan ha­
reketle. Antalya önüne gelen Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey30, bu şehri ala­
madı ise de, Karaman-oğlu Alâeddin Ali Bey ile birleşerek, yeni bir müca­
deleye girişmiş ve açlıktan teslime zorlamak maksadı ile de Kıbrıslılara yi­
yecek satılmasını menetmiştir. Mehmed Bey’in ertesi sene, maiyyetinde
45.000 kişi ve 8 kalyon ile yeniden Antalya önüne gelip, kale kumandanı
Jacques de Norès ilè çarpışması çok şiddetli geçmiş olmalıdır31. Nitekim,
Pierre, 24 Ekim 1362’de batıya gidip hristiyan devletlerinin yardımlarını ta­
lep etmek zorunda kalmış idi32. Muhtemelen bu savâşlar sırasında inatla sa­
vaşmasından dolayı, Teke Bey olarak. tanınan Mübârizü’d-Dîn Mehmed
Bey, Pierre’nin batıda bulunduğu bir sırada Kıbrıs’a karşı da bir taarruz ha­
zırlamıştı. Nitekim, 1363’de Mehmed Bey’in denizden gönderdiği Mehmed
Reis33 adında Tekeli bir denizci 12 kalyon ile Teke-eli’nden hareket ile Kıb­
rıs'ın kuzey-batısındaki Pentaglia34’ya bir çıkarma yapmıştır35. Diğer taraf270 v.d.; 1909-1910, s. 185 v.d. Antalya’nın zaptı hak. ayr. bk. N. Jorga, Philippe de
M êzières (1327-1425) et la-Croisade au X I V èm e siècle, Paris, 1896, s. 123, not. 1.
27 krş. Chronique de Chpyre, Frans. trc. E. M iller-C . Sathas, Paris, 1882, s. 67;
Chronique, s. 47.
28 Cronica, nşr. Dragomanni, s. 359.
29 A yn. esr., s. 20 v.d. Kış. Froissait, Chronique, nşr. Buchon, Paris, 1837, I, 463 v.d.
30 Bk. Strambaldi, ayn. esr., s. 47 v.d.
31 Bk. Strambaldi, ayn. esr., s. 49 v.d. Krş. Mas Latrie, D es relations politiques et
commerciales de FA sie m ineur avec l’île
■de ■Chypre sous Lusisnan, Bibi. de l’Ecole des
chartes, Paris, 1844-1845, I, 495 v.d. Krş. N . Jorga, ayn. esr., s. 126 v.d. Krş. J. Delaville le
Roulx, La France en Orient au X I V èm e siècle, Paris, 1886, I, 123 v.d.
32 Bk. Machaut, ayn. esr., s. 21 v.d., Froissait, Chronique, I, 463 v.d. Krş. Mas-Latrie,
avn. esr., s. 495 v.d.
33 Kıbrıs, kaynaklarında; Chamotrasi, M achom et Rais.
34 Pendaia, bk. Pîrî Reis, Kitâb-ı Bahriyye, s. 776: . el-c:
35 Bk. L. Machéras, ayn. esr:, s. 74; Strambaldi, ayn. esr., s. 53. Gorigos’ün Pierre’in
eline, geçmesi üzerine, Alâiye emîri ile birlikte hareket Jeden Kâraman-oğlu Alâeddin. Ali
Bey’in 1361 de Kıbrıs'a karşı bir deniz harekâtına giriştiğini biliyoruz, bk.' Strambaldi,
ayn. esr,, s. 45. Krş. Şehabettin Tekindağ, Karamanlıların Gorigos seferi, T D , 9 (1954),
s. 164 v.d.
T E K E -E L Î V E T E K E -O Ğ U L L A R I
67
tan büyük bir donanma hazırlıkları ile meşgul bulunan, Memlûk sultanlığı36,
Teke beyliği dâhil, bütün sahil beyliklerine elçiler göndererek onları Kıbrıshlara karşı savaşa teşvik ediyordu37.
Bu suretle hayatını Kıbrıslılarla mücadele halinde geçiren Sultânu’sSavâhil Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey (Teke beyi) Antalyayı geri almaktan
asla vaz geçmemiş ve bunun için de Alâiyye ve Manavgat emirleri ile birlik­
te hareket etmiştir. Nitekim, 1370 de giriştiği büyük; bir kuşatmada muvaf­
fak olmamış ise de 3S, 14 Mayıs 1373 (21 Zilka’de 774)’te Antalya’yı geri
almaya muvaffak olarak burçlarına kendi bayraklarını asmıştır39. Kıbrıs kay­
naklarına göre, Kıbrıslılar, ihtilâf halinde:bulundukları Cenevizlilerin elleri­
ne geçmemesi için, bu şehri Teke’ye bırakmışlardır40. Diğer taraftan, Teke
Bey’in Antalya’nın burçlarına astığını söylediğimiz bayrağı, beyaz zemin üze­
rinde kırmızı mühr-i Süleyman (altı köşeli yıldız) taşıyan ve, ucunda iki ta­
ne zikzaklı yeşil çizgi bulunan bir sancaktır41. Mübârizü’d-Dîn Mehmed
Bey’in bu savaşlar sırasında, Antalya’nın küçük limanı ağzmda kuleler ara­
sına gerilmiş olup, XVI. yüzyılın başında halâ yerinde duran zinciri42 kırma­
sından dolayı «zincir kıran* lâkabını da alması pekâla mümkündür.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey’in bu sa­
vaşlar sırasında Teke Bey (veya Paşa) olarak tanındığım kuvvetle tahmin
ediyoruz. Nitekim, Fâtih devrine ait Dejter-i evkaf-ı vilâyet-i Feke’de bulu­
n a n : «merhum Teke Bey Antaliya şehrin kâfirden feth idicek* kaydı43 Mü­
bârizü’d-Dîn Mehmed Bey’le alâkalı: olup, aynı defterde (s. 72), fethi müteâkip kendisine Ada karyesi verildiği tasrih .edilen Fenârı-zâde Mevlânâ
36 Bu hazırlıklar hakkında yazılan 1 M art 1366 tarihli mektup için bk. Arch. de
l'orient Latin, Paris, 1881, I, 391 v.d. Bu hazırlıklar hak. ayr. bk. G.F. Loredano, Histoire
des rois de Chypre, trc. Giblet, Paris, 1732, I, 389 v.d.
37 krg. el-Kalkaşandî, Şubh, VIII, 19; MachĞras, ayn. esr., 107; Strambaldi, ayn. esr.,
s. 77. Krş. Mas latrie, D es ReJations, I, 504.
38' Bk. L. Macheras, ayn. esr., s. 180; Strambaldi, ayn. esr., s. 128; Amadi, ayn. esr.,
s. 430.
39 Bk. L. Macheras, ayn. esr., s. 204 v.d.; Fetih tarihini gösteren Alâeddin veya Yivli
câmii tamir kitabesi için bk. Ahmed Tevhid, A ntalya Kitâbelerine dair, T T E M , sene 14, 6
(83), s. 336; A. Refik, Fâtih zam anında Teke-ili, T T E M , sene 14, sayı 2 (79), s. 67; İ.
H. Uzunçarşılı, Kitâbeler, II, 250.
40 Bk. Amadi, ayn. esr., s. 441; Strambaldi, ayn. esr., s. 148.
41 Bk. M. Fuad Köprülü, Bayrak, İA , II, 421; krş. Barbara Flemming, ayn. esr., s. 91
v.d.
42 Bk. Pîrî Reis, Kitâb-ı Bahriyye, s. 766.
43 Nşr. A. Refik, T T E M , sene 14, sayı 2 (79), s. 72, str. 4.
68
Ş E H A B E T T ÎN T E K lN D A Ğ
Şemseddin44 de onunla çağdaştır. Diğer taraftan, Kıbrıs vakayinâmelerinde
Mehmed Bey’den daima Taca, Tacca; il Turco; Tacca, Turco şeklinde bah­
sedildiğini yukarıda söylemiştik. Bu arada, Karaman-oğlu Alâeddin Ali Bey
nâmma kaleme alınan Yârcânî’nin Şâh-nâma’sinde de bu beyle çağdaş Te­
ke Paşa’nın hep Antalya ve Diyâr-ı İstanoz Beyi olarak gösterildiğine de işa­
ret etmek isteriz45. Muahhar Osmanlı müellifleri de hep Emir Teke, Teke
Bey veya Teke Paşa olarak aynı şeyi tekrar etmişlerdir ki, Evliyâ Çelebi46,
Teke Bey olarak zikretmektedir. Diğer taraftan, Defter-i evkaf-ı vilâyet-i Teke’de, Teke Bey’in anası olup, Selâmet-boğazı karyesini Antalya’daki med­
resesine (Hatûniye medresesi) vakfettiği zikredilen Sultan Hatun47, muhte­
melen, Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey’in annesi olmalıdır.
Bu suretle, Teke Bey olarak bu aileye ismini verdiğini tesbit ettiğimiz
Mehmed Bey’in ölüm tarihi malûm değildir. Türbesi, muhtemelen, Antalya’­
da kendisinden evvel vefât eden oğlu Ali Bey (öl. Şaban 779=kasım 1377)’in
gömülü bulunduğu Zincir Kıran Türbesi’ndeki kabirlerden birindedir48.
Mübârizü’d-Dîn Mehmed Bey’in ölümü ile yerine oğlu Osman Çelebî
geçmiştir. Ancak, Osman Çelebî zamanında Teke Beyliği’nin eski ehemmi­
yetini kaybettiği, hâkimiyetinin ise, Antalya ile İstanoz (Korkud-eli)’a inhi­
sar ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim, Murad I. (öl. 1389), 1387’de, Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey’i yenip, Beyşehri’ne geldiği sırada kendisine Teke
(Neşrî’de: Tekâ)’nin de düşman olduğu bildirilmiş, o da, onun biri Antaliyej
diğeri İstanoz olmak üzere iki şehre sahip fakir bir kişi olduğunu söyliyerek
üzerine yürümeyi lüzumsuz gördüğünü ifâde etmişti49. İstanbul’un fethinden
önce hazırlanmış bir takvime göre, Murad, Antalya dahil bütün Teke-eli’ni
fethetmiştir50. Bununla beraber, Murad, diğer Anadolu beylikleri gibi, Teke
44 1350-1431. H al tercümesi için bk. Brockeimann, G A L , SuppL, n , 328 v.d. Bir ara
Bursa’da müderrislik yapan Fenârî-zâde Şemseddin (Bursa’da Ishakî dervişlerine mahsus
zâviyenin Vakfiyesi, V akıflar Dergisi, II, 1942, s. 424), 1424’de n . M urat tarafından Şeyhül­
islâmlığı getirilmiş, altı yıl bu görevde kalmıştır. Eserleri tefsirler, haşiyeler, şerhler ve Hint
konularla ilgili risâlelerdir.
45 Bk. trc. Şikârı, nşr. M. Koman, SikârVnin Karaman-oğullan tarihi, Konya, 1946,
s. 32, 45, 127. Bu eserin mahiyeti hakkında bk. M. Fuat Köprülü, Belleten, 27 (1943), s.
399 v.d.
46 Bk. Seyahatname, İstanbul, 1935, IX, 275, 278, 281.
47 Nşr. A. Refik, TT E M , sene 14, sayı 2 (79),s. 71, 75.
48 Bk. Ahmed Tevhid, ayn. esr., s. 337.
49 Bk. Neşri, Cihânnümâ, nşr. Fr. Taeschner, Leipzig, 1951,I, 64.
50 Bk. Tarihî Taksimler, nşr. Osman Turan, Ankara, 1954,s. 18, 54.
T E K E -E L Î V E T E K E - O Ğ U L L A R I
69
Bey’i de I. Kosova savaşma davet etmiştir51. Bayezid I. 1390 da, daima İstanoz’da oturan bu Osman Çelebi zamanmda, oğlu Mustafa Bey’in elinde
bulunan Antalya’ya yürümüş ve Mustafa Bey’in Mısır’a kaçması üzerine
bu şehri eline geçirerek muhafızlığına Fîrûz Bey’i getirmiştir52. Bununla be­
raber, Antalya muhafızı Fîrûz Bey’in sonradan, yeni fethedilen Menteşe-eli
vâliliğine getirildiği anlaşılmaktadır53. Nitekim, Rebiülevvel 799 (Aralık
1396)’da Antalya'nın hâkimi, Şeyh Şamsü’d-Dîn Muhammed b. al-Cezerî’nin
Anadolu sâhibi (= şâhibu’r - R û m tâbi’î I. Bayezid) yanındaki tilmizi Hacı
Mü’min idi ve Bayezid’in yanma gitmek üzere İskenderiye’den Antalya’ya
gelen bu şeyh54, Hacı Mümin’i burada görmüş ve onun yanında sekiz gün
kalmıştı55. Diğer taraftan bu bölgenin kat’î olarak Osmanlılara geçmesi 800
(1397)’de, Karaman-oğlu Alâeddin Ali Bey’in Akçay savaşmda mağlup olup
öldürülmesinden56 sonradır. Nitekim, çağdaş Memlûklu müelliflerden elKalkaşandî57 ile İbnü’s-Şıhna58, bu sırada Antalya ve Alâiyye arasındaki böl­
genin Osmanlı hâkimiyeti altına girdiğini kaydederler. Bunlar gibi, 1396 da
Niğbolu savaşmda Osmanlılara esir düşüp, önce Bayezid’in, sonra da Süley­
man Çelebî’nin maiyyetinde seferlere katılan Schiltberger de, Adalia (Antalya)’yı zapteden Bayezid’in pek çok deve beslenen bu memleketten 10.000
deve alarak döndüğünü zikrettikten sonra «bu sırada Berkuk (öl. 1399) öl­
müştü» demektedir59.
Bayezid, Teke-eli’ni önce oğlu İsa Çelebî’ye, sonra da diğer oğlu Mus­
tafa Çelebî’ye sancak olarak vermiştir60. Nitekim, Defter-i evkaf-ı vilâyet-i
Teke'de eski Teke beylerinden sonra, İsa Bey ve Mustafa Çelebî’den nişân
(berat, misâl, biti) alanların isimleri kayıtlıdır61. Füvâki, Osman Çelebi, An­
s ı Bk. Neşrî, ayn. esr., I, 65; II, 102.
52 Bk. M.H. Yınanç, Bayezid I. İA , II, 370; krş. Ahmedî (öl. 1412), Dâsitân-ı Tevârih-i m ülûk-i  l-i Osman, nşr. N.S. Banarlı, T M , VI, 1939, s. 130; Şükrullah, Behcetü’tTevârîh, Ayasofya ktp., nr. 2990, 292/b; Karamânî Mehmed Paşa, Tevârihü’s-Selâtini'l-Osmâniye{ trc.
M. Halil, T T E M , sene 14, sayı 2 (79), s. 92; İbn fjaldûn, el-İber, V,563.
53 Bk. P. Wittek, M enteşe Beyliği, trc. O.Ş. Gökyay, Ankara 1944, s.85, 144 v.d.
54 Bu şeyhin hayatı ve Anadolu’daki rolü hakkında bk. Şehabettin Tekindağ, B erkuk
D evrinde M em lû k Sultanlığı, İstanbul, 1961, s. 103.
55 Bk. İbnü’l-Furât, Tarih, nşr. K. Zurayk, Beyrut 1938, IX, cüz: n , 457.
56 Tafsilât için bk. Şehabettin Tekindağ, Karamanlılar, İA , VI, 323.
57 Şubh, V, 368.
58 İbnü’l-Eşlr, el-Kâmil, IX, 208 kenarı.
59 Bk. Reisebuch, nşr. V. Langmantel, Tübingen, 1885, s. 21 v.d., 53.
60 Bk. Neşrî, ayn. esr., I, 95; Krş. Sa’deddîn, Tâcü’t-tevârih, I, 169.
61 Nşr. A. Refik, T T E M , sene 14, sayı 71.
70
Ş E H A B E T T İN T E K IN D A Ğ
kara savaşından sonra İstanoz’a sâhip olmuş ise de, 1402-1415 senelerinde,
Antalya ve Alâiyye hariç, Teke-eli’ne Karam anlılar hâkim olmuş62, Antalya
ile Teke-Karahisarı Osmanlılarm elinde k almıştır. Nitekim, Osman Çelebî,
Safer 826 (Ocak, 1423)’de, yeni Osmanlı hükümdarı Murad II. (saltanatı:
1421-1451)’m dahili karışıklık ile meşgul bulunduğu bir sırada, Karamanoğlu Mehmed H. Bey’le birleşerek Antalya’yı almak istemiştir. Ancak, TekeKarahisan’nda Su-başı olan Fîrûz Bey oğlu Hamza Bey, Antalya’ya gehp
halk ile müşavereden: sonra, bunların birleşmelerine meydan vermeyerek İstanoz (Korkud-eli) yaylasına bir gece baskım yaptırmış, Osman Çelebî’yi öldürterek maiyyetindeki Türkmenleri dağıttıktan sonra, bu Teke-oğlu’nun
hemşiresini Antalya’ya getirtmiştir63. Ertesi gün Osman Çelebî’nin ölümün­
den müteessir olarak 26.000 kişilik bir Karaman ordusu ile Antalya’yı mu­
hasara eden Mehmed Bey, bir top güllesinin sadmesiyle vefat etmiştir64.
Osman Çelebî’nin ölümü ile Teke-oğullan Beyliği sona ermiştir. Osman­
lI Devleti, Hamza Bèy’e Anadolu Beylerbeyliği ile birlikte Osman Çelebî’nin
hemşiresini ve Teke-eü sancağını mükâfat olarak vermiştir65. Diğer taraftan,
L. Macheras’a göre, Melikü’l-Eşref Barsbay (öl. 1438)’m Kibns’a gönder­
diği kuvvetlerle çarpışan Teke-oğlu (le fils de Tacca), Temmuz 1426 da, ken­
disini Memlûklü ( = Sarrasin) zanneden atlı bir Kıbnsh savaşçı tarafından öl­
dürülmüştür ki66, bu şüphesiz, Osman Çelebî’nin oğlu Mustafa Bey olma­
lıdır. Osman Çelebî’nin hemşiresi ve Hamza Bey’in hanımına gelince, Fran­
sız, seyyahı Bertrandon de la Brocquière, 1432’de, Dımaşk’da, büyük bir
Türk hacı kafilesi arasında bu hanıma tesadüf etmiştir67.
Teke-eli’ndeki eski âilelerden olup, Osmanlı Devleti hizmetine girenler
Teke-oğlu ismini muhafaza etmişler ise de68, XVIII. yüzyılın sonunda ve
62 Bk. Şerefü’d-Dîn Ali Yezdî, Zafer-nâme, II, 458; A. Refik, TT E M , sene 14, sayı
2, s. 72 : Karam an zamanı olıcak. Ayx. bk. Tarihi Takvimler, nşr. OsmanTuran, s. 36.
63 Bu olay hakkında bk. A nonim Tevârih-i  l-i Osman, nşr. Fr. Gıese, Breslau,
1922, s. 60 v.d.; Muhyüddin, Tevârih-i  l-i Osman, Ali Emirî ktp., nr. 15, 47/a v.d. Neşri,
İdris-i Bitlisi ve bunlardan naklen Hoca Sa’deddîn, yanlış olarak, 830 (1427) tarihini kabul
ederler.
64 27 safer 826=9 ocak 1423; bk. Ayasofya ktp. 945 numaralı kitabın üzerindeki
tarih; ‘Aynî, 'İkd, IV, 775/a ; Makrîzî, Suluk, Fâtih ktp., nr. 4380, IV, 120 v.d.; İbn Tagrîbirdî, an-Nucûm, nşr. W. Popper, VI, 778; Muhyüddin, ayn. esr., 47/b.
65 Bk. A nonim ., s. 62; Muhyüddin, ayn. esr., s. 47/b.
66 Chronique, s. 383 v.d.
67 Voyage d ’Outremer, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1892, s. 27, 55 v.d.
68 Msl. bk. 1554 de Suriye valisi Teke-oğlu Mehmed Paşa, M. Süreyya, Sicill-i Osıhâni,
IV, 114.
T E K E -E L .İ V E T E K E -O Ğ U L L A R I
71
XIX. yüzyılın başlarında.kendilerine Tekeli denen yerli ailelerin, msl. 1794’te
ölen Teke müteselTımlerinden Deli Bekir’in, bilhâssa, 1812’de ölen Hacı
Mehmed Ağa’nın ve oğlu İbrahim (öl. 1814)’in09 eski Teke-oğullan ile hiç
bir ilgisi olmayıp, kaynak ve vesikalarda Tekeli-oğulları veya Hacı Osmanoğulları (1772-1814) olarak tanmmışlardır. Mahmud H. devrinde, Tekeli
oğlu İbrahim’in ölümünden sonra bu âileden 36’sı Selânik sancağına gön­
derilmiştir70.
HI. . .
1976 TEMMUZUNDA TEKE-ELİ’NDE
YAPILAN BİR TETKİK GEZİSİ
Temmuz ayımn 17 sinden sonuna, kadar devam eden seyahatimiz sıra­
sında Teke-oğullarının hâkim oldukları bölgeyi dolaşmak, özellikle, bu
Türkmen Devleti’ni karakterize eden eserlerin yer aldığı Finike; Elmalı ve
çevrelerinde çalışmak fırsatım bulduk.
Hemen belirtelim ki, bizim burada târif ve tasvirlerini yapmak iste­
diğimiz eserler, büyük bir vukufla ortaya konacak değildir. Biz, sadece,
işaret etmekle yetineceğiz. Müteâkip çalışmalar sonradan yetkili kimseler
tarafından yapılacaktır.
I. Finike.
İlk çalışmalarımızı Teke Yarım Adası’nın iç kısmından Elmah-Korkuteli’nden veya Kumluca’dan geçen bir yolla Antalya’ya bağlanan Finike ve
çevresinde yaptık. Akdeniz bölgesinde bir ilçe merkezi olan Finike, Tekeoğullan’na bağlı olmakla beraber, uzun süre, Menteşe-oğulları’ndan olan
bir kolun hâkimiyetinde bulundu1. Osmanlılar devrinde, üstleri toprak örtü­
lü 300 hanesi, çarşısı, câmisi, hanı, hamamı ve pek çok dükânı bulunan
69 Teke-eli’nde isyân ederek büyük karışıklıklara sebep olan bu mütesellimler için bk.
Şânî-zâde, Tarih, İstanbul 1290, II, 221 v.d.; krş. Cevdet, TarifT, .İstanbul, 1309, X, 147 ,v.d.
70 Bunlarla ilgili vesikalar hakkında bk. 1. Âdiİ Sivrikaya, Teke Sancağı mütesellimi
Hacı M ehm ed Ağa, Tez, Tarih Semineri ktp., nr. 839; Güzide Inkaya, Tekeli-oğlu İbrahim
Bey’in isyânı, Tez, Tarih Semineri ktp., nr. 312.
1 Bu m esele hak. bk. P . W ittek, M enteşe B eyliği, trc. O.Ş. Gökyay, An­
kara, 1944, s. 53 v.d.
Ş E H A B E T T İN T E K ÎN D A Ğ
72
Finike kasabası’nın etrafı limon, turunç ağaçları, bağ ve bahçelerle çevrili idi.
Osmanlı teşkilâtında Teke Eyâleti’nin paşa hassı olan Finike’de bir subaşı,
serdar, dizdar ve 70 neferi ile Gümrük Emâneti bulunmakda idi. Deniz ke­
narında Mısır İskelesi adını taşıyan iskelesine yanaşan gemiler, muntazaman
vergilerini öderlerdi2.
(i)
Finike Kalesi.
Özellikle yaz aylarında 100 parça geminin yatmasına müsait olan Fi­
nike Limanri’na kadar uzandığı bilinen sur ve burçlara sâhip Finike Hisarri’nın bugün yalnız İç-Hisan ayakda kalabilmiş, etrafı ise binalarla çevril­
miştir (bk. Resim I.).
Evliya Çelebî’ye göre, bir mustalah tepe üzerine yerleşmiş beş köşeli
küçük bir kale olan Îç-Hisarm içinde bir câmi olup, denize nâzır demir kapı­
sı ucunda, deniz içinde, toplan ile dört tarafım muhafaza eden bir mendirek
kulesi vardı; Hisar içinde aynca buğday anbarları, dizdarı ile neferatı için de
evler bulunuyordu5.
(n)
Bodrum Kalesi.
Finike’ye bağlı Zengider’de bulunan kalenin bugün yalnız surlarının bir
kısmı ayakdadır (Resim İL). Güneyinde antik çağa ait bir tapmağm kalıntı­
ları bulunmakdadır.
(in)
Kırkgöz Kemeri.
Finike-Kumluca arasında bulunan Kırkgöz Kemeri’nin ilk gözıi, yâni
yuvarlak kemeri’nin altından Alakır çayı akmakta, diğerleri tarlalar içinde
bulunmaktadır (bk. Resim IH.)0.
2 Bk. Evliya Çelebi, IX, 276. 1890 senesi F inike’si için bk. V. Cuinet, La
Turquie d’A sie, I, 865.
3 Bk. Piri Reis, ayn. esr., s. 779. Bu liman, hak. bk. W. Tomaschek, Zur
historischen Topographie von Kleinasien im M ittelalter, Wien, 1891, s. 49 v.d.
4 XVT. y.y. başlarında harap bir halde olduğu bilinen kaleyi (bk. Piri
Reis, s. 779), Piri Reis şu şekilde belirtir :
Liman
bk. A yn . esr., s. 781.
5 IX, 276.
6 Bu köprü hakkında son çıkan Türk Tas K öprüleri (nşr. C. Çulpan, An­
kara, 1975, s. 240) adlı eserde, isim zikredilmekle beraber, hiç bir bilgi verilme­
mektedir.
T E K E -E L Î V E T E K E -O Ğ U L L A R I
II.
73
Elmalı.
Teke yöresinin önemli bir ticaret merkezi olan Elmalı, bu yörenin orta
kesimindeki Elmalı Dağı’nm güney eteklerinde kurulmuş bir kasaba olup,
Finike’den, Kaş’dan ve Fethiye’den gelen yolların düğümlendiği bir yerdir
ve Korkuteli’nden geçen bir yolla Antalya’ya bağlanır.
Osmanlı devrinde Teke Paşası’mn merkezi olup kalesi bulunmadığı bi­
linen Elmalı, Evliya Çelebi zamanında (1671), Ketenci Ömer Paşa Câmisi
(inşası: H. 1016 = M. 1607) başda olmak üzere, Şeyh Yusuf Efendi, Ümmî
Sinan Efendi ve Yeni câmilerini, 32 mescid, 4 medrese, bir imaret ve 5 ha­
mamı kapsıyordu; ayrıca 40 mahallesi7, 300 dükkânı, 70 değirmen ile içleri
kıymetli mallarla dolu üç ham bulunmakda idi8.
(i)
Teke köyü.
Biz, özellikle, güneyde, Elmah’ya bağlı Teke (veya: Tekke) Köyü’nde
bulunan ve Teke-oğulları zamanında büyük bir şöhrete ulaşmış Abdal Musa’­
nın bugün bir ziyâret yeri olan zâviye ve türbesi ile meşgul olduk. ’
(ii)
Abdal Musa Türbesi.
Kırşehir’deki Meydan Evi’nden sonra Bektaşîliğin önemli merkezlerin­
den biri sayılan bu türbede (bk. Resim IV.), Abdal Musa’nın parmaklıklı
ve kitâbeli sandukası (bk. Resim V), kitâbeli teberler (bk. Resim VI), Hz.
Ali ile 12 dilimli Bektaşî Sikkesi (=T âc-ı Hayderî)nin resmedildiği levhalar
(bk. Resim VII) bulunmakda, bahçesinde ise türbe post-nişinlerinin mezar
taşları (bk. Resim VIII) yer almaktadır.
Abdal Musa Türbesi’nin giriş kapısı üzerinde bulunan bir kitâbe, tek­
ke içinde yatanların adlarım zikretmektedir. Sonradan konulduğu anlaşılan
bu kitâbede, Abdal Musa’nm babası: Haşan Gâzî, annesi: Ümmü Gülsüm,
kızkardeşi: Zeynep, müridi: Kaygusuz Abdal ve üç dervişinin adlan kayıdhdır.
(in)
Budala Sultan Türbesi.
Abdal Musa Türbesi karşısında bulunan ufak tepedeki türbede yatan
Budala Sultan (bk. Resim IX), bu Bektaşî dervişinin müridi olarak kabul
edilmektedir.
7 XVI. y.y. başlarına ait Teke L ivası D efteri’nde, nefs-i ElmalI’da 21 m a­
halle zikredilmektedir, bk. s. 62, not. 45.
8 IX, 279 v.d.
Ş E H A B E T T İN T E K ÎN D A Ğ
74
(iv)
Abdal Musa hakkında kısa bir araştırma.
J
Abdal Musa'nın nereden geldiği kat’î olarak bilinmemektedir. Umûmiyetle Ahmed Yesevî fukara (=abdal)smdan ve Hacı Bektaş-ı Veli müridlerinden Babaî bir derviş olduğu iddia edilen Abdal Musa, en kuvvetli ihti­
male göre, Geyikli Baba’nm da geldiği Hoy Kasabası’ndan Anadolu’ya ge­
lerek, Geyikli Baba9 ile birlikde Bursa’mn fethinde hazır bulunmuş10, sonra
da eski Türk an’anesinin kuvvetle hâkim, olduğu Teke bölgesine gitmiştir11.
Âşık Paşa-Zâde, Bektaşîlerin başlarına giydikleri tacı, Abdal Musa'nın Ye­
niçerilerden alarak giydiğini, bunun da Bektaşî tacının esası olduğunu iddia
eder12.
Abdal Musa'nın müridleri arasında Anadolu ve Mısır'da büyük bir şöh­
ret kazanan ilk büyük Bektaşî şairi Kaygusuz Abdal (asıl a d ı: Gaybî) da bubir eser münasebetiyle),
Tarih A raştırm aları D ergisi,
Cilt II, s
.303-380
Ilınmaktadır. Nitekim, Kaygusuz Abdal, Bektaşîler arasınra okunan bir man­
zumesinde bunu açıkça belirtir:
Hastalar gelür derman isteyü
Sağlar gelür pirim Abdal Musa’ya
A k pınarın yeşil güllü suları
Çağlar gelür pirim Abdal Musa’ya13
9 Şeyyat Ham za kabilinden maniler yazm akla beraber, Melâmiyye akide­
lerine bağlı Hoylu Geyikli Baba, Orhan B ey’in de hürmetine mazhar olmuş idi.
Yunus Emre’nin :
"
Geyiklünün ol Haşan söz ayıtm ış kendüden
K u dret dilidür söyler kendünün sö z nesidür
beyti Ue tenkit ettiği Geyikli Baba (bk. D ivân, nşr. 1943, s. 299) hak. bk. Şehabettin Tekindağ, Belleten, 117 (1966), s. 77, not. 68.
10: Bu yüzden Osmanlı müellifleri, Abdal Musa’nın Bursa’da gömülü ol-'
duğunu zannetmişlerdir, m sl. bk. Â şık Paşa-Zâde, Tevârîh-i âl-i Osman, İstan­
bul, 1332, s. 205; Taşköprî-Zâde, Ş ekayik, trc. Mecdî, s. 33; Evliya Çelebi, n ,
46. Abdal Musa ile Geyikli Baba hak. bk. F.W. Hasluck, C hrestıanıty and İslam
under the Sultans, Oxford, 1929, I, 290.
11 Öte yandan Denizli (= L â d ik )d e bulunan H. 8 1 1 = M. 1408 tarihli bir
kitâbede eş-Şeyh M ustafa Abdal Musa ism ine tesadüf edilm esi (bk. t.H. Uzunçarşılı, K itâbeler, n , 206), Saym M.F. Köprülü tarafından yanlış tefsir edilmiş
görünmektedir, bk. M ısır’da B ektaşîlik, TM, VI, 18.
12 Bk. ayn. esr., s. 205.
13 Kaygusus Abdal’m Kahire’de Kasru’l-ayn’da kurduğu. Tekke, Bekta­
şîlerin dört halife makamlarından biridir, bk. M.F. Köprülü, İlk M utasavvifler,
T E K E -E L l V E T E K E -O Ğ U L L A R I
75
Menâkıb-nâmelerde kayıdlı olup, bugün bile türbesini ziyâret edenlerin
tekrar ettikleri bir rivayete göre, geyik biçimine girerek, Alâiyye ( = Alanya)
beyi’nin oğlu Kaygusuz Abdal’ı da peşine takan Abdal Musa, bu beyin ri­
cası üzerine Teke Beyi tarafından yakalanmak istendi ise de, müridleri ile
birlikde semâ ede ede ateşe atlamış ve ateşi söndürmüştür ki, bunun üzerine,
Alâiyye Beyi, oğlunun Abdal Musa yanında kalmasını kabul etmiştir.
Abdal Musa hakkında, başda Kaygusuz Abdal olmak üzere, Bektaşî
şairleri nefesler yazmışlardır. Özellikle, Hüseyninin «Abdal Musa Sultan ga­
zaba geldi» mısraı ile başlayan nefesi meşhurdur14.
(v)
Abdal Musa Türbesinin yeri meselesi.
XV. y.y. a ait Teke Vilâyeti Vakıfları Defteri’nde15, hattâ XVH. y.y. la
ilgili seyahatnâmelerdeıs, Abdal Musa’nın türbesi olarak Finike’nin 6 Kim.
batısındaki dergâh gösterilmektedir ki, bu dergâh, sonradan Abdal Musa'nın
aşcıbaşısı olan Kâfî Baba’ya nisbet edilmiştir17. Halbuki, XVH. y.y. dan son­
ra Abdal Musa an’anesinin çok sıkı bir şekilde bu bölgede teşekkülünden
sonra, Tekke Köyü’nde bulunan Türbe ve Zâviye, Bektaşîliğin önemli mer­
kezlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan, Menteşe Sancağı’ndan
sonra Yuvalı Karyesi’ni, sonra da «ziyâret-i mahrem-i esrâr ve mukaddime-i
ebrâr fukarây-ı âl-ı abâ Hazret-i Musa Baba» başlığı ile Abdal Musa'nın
âsitânesi hakkında geniş bilgi veren Evliya Çelebî’nin, âsitâne ve içinde bu­
lunan eşya hususunda verdiği bilgiler (bk. Belge), resimlerini verip ziyâret et­
tiğimiz Tekke Köyü Abdal Muşa Türbesi için olmalıdır. Zirâ, Evliya Çelebî,
Finike civarında bulunan diğer bir Abdal Musa Türbesi’nden de kısaca bah­
setmiş18, bu suretle de pek çok kimseyi şaşırtmıştır.
Ankara, 1966, s. 291, not. 5. Krş. F.W. Hasluck, ayn. esr., I, 290 v.d. Kaygusuz
Abdal'ın Mısır’daki faaliyeti hak. bk. M.F. Köprülü, M ısır'da B ektaşîlik, TM,
VI, 15 v.d. U m um iyetle K aygusuz Abdal hak. bk. R. Tschudi, D ie Bekehrung
des Kaighusuz. A u s einertürkischen H eüigenvita S.A. V., Bd. 47 (1951), s. 203
v.d., Muhtar Yahya Dağlı, K aygu su z Abdal, İstanbul, 1939; V. L ûtfi Salcı, K a y ­
gusuz A bdal hakkında etütler, Türk Folk. A raş., I, İstanbul,
1949-50;A.Gölpınarlı, K aygu su z A bdal-H atâyî-K ul H im m et, İstanbul, 1953.
14 Bk. M.F. Köprülü, tik M utasavvifler, s. 38,: not. 46.
15 Nşr. A. Refik, TTEM, sene: 14, nr. 2 (79), s. 73.
16 Msl. Bk. Evliya Çelebi, . IX, 276.
17 1884 de yalnız iki dervişin bulunduğu bu dergâh hak. bk. F.W. Hasluck,
B ektaşîlik T etkikleri, trc. R. Hulusi, İstanbul, 1928, s. 10. Krş. Fikri, A n talya,
HE, 30 v.d., Onat, A n talya, s. 106.
18 IX, 276.
76
Ş E H A B E T T İN T E K İN D A Ğ
BELGE
«Ziyareti mahremi esrar ve mukaddemi ebrar fukarayi âli abâ
hazreti Abdal Musa Baba :
yjJI
o*jS in evsafın beyan ider Bir kerre gûhu bâlânın dameninde
yüz evli bir camili ve bağ ve bağçeli ve cümle tahta örtülü evlerdir Ve muaf
ve müsellem Sultam fukara Abda Musa evkafıdır Ol âsitanenin tamir termimine ve mekûlât meşrubatınm ve âyende ve revendegânlann hizmetine
memurlardır Ve bu kariyenin kıblesi tarafmda kal’a misal kerpiç divarlı ve
cürmü dört bin adım bir bağı iremin ortasmda âsitanei kadim bina merkadi
Abdal Musa Baba bir ulu kubbei nühtak içinde medfunlardır Ve kâ(r)gir
kubbesi üstü çam tahtası örtülü bir sivri kubbei âlidir Zirvei âlâsında altun
alemin beş saat yerden şulesi nümayandır Ve merkadi pürenvari müşk anberi ham ile muattardır Ve sandukai şerifin canibi erbaasmda kıt’a kıt’a hüsnü
hattı giranbeha kelâmı izzetler ile bezenmişdir Ve gûnagûn altun misal çırağ
ve mücevher gümüş ve altun kanadîler ile ve bîhad musanna avizeler ile ârâste kılınmışdır Ve seri saadetlerinde tacı bozdoğanî ki beş terkdir Masavayi
terk tecrid alâmetidir Ol kisbet üzre yeşü imameleri vardır ki ırkı tahirden
olub Horasan erenlerinden Hacı Bektaşi Veli fukarasıdır Ve kubbei münev­
veri içi gûnagûn kıt’alar üe herbirin birer erbabı maarif âsâr idüb tahrir et­
mişler Ve Rum ve Arab ve Acem ve Hind ve Sindden ve Belh ve Buhara ve
Semerkand ve Horasan seyyahları gelüb Alâmetlerimiz olsun deyu pelhenk
ve zertdeste ve nefir ve keşkül ve sapanı davudiler asmışlar Hakir babı muallâsı üzre ceh hat ile bu beyti tahrir etdim (Beyit)
Pişvayi tariki âli aba
Merkadi pak tekyei Musa Baba
Ve kubbenin canibi erbaası başka bir çevirme divarh bir gül gühstanlı ve
sünbül reyhanlı bağı iremdir Andan taşrası mezkûr kal’a içre müteaddid müsafirhane ve meydanları ve kilar ve matbahı keykâvüs ve fukara meydan­
ları ve mesaciddir Ve cabeca âbı revanlar üzre çemanzar sofalar ve kasrı lâ­
tifler ile müzeyyendir Ve her kuşesi uşşakî haliçeleri ile mebsutdur Ve âlâtı
a’vanın hisabın Huda bilür Ve meydanlarında nice yüz altun misal alemler
ve cırag ve def ve kudüm nefir ve nakkareler ile pirastedir Ve üç yüzden mü­
tecaviz pabürehne ve serbürehne ve çardarb ârifi billâh terk tecrid c anlardır
kim herbiri aklı Aristodur Şeb ruz ilme ve marifetullaha meşgullerdir Ve
gayet ehli sünnet velcemaat fukaralardır Ve matbahı keykâvüsünde kırk dane talâtin tennurekeş huddamları var kim herbiri rahatülervah taamlar tabh
idüb âyende ve revendeye sofrai bîimtinanda ham beyazı mebzuldür Subhuşam
aa âyetin tüâvet idüb Ya Rezzak ismine mazhardırlar Ve fukara
T E K E -E L İ V E T E K E -O Ğ U L L A R I
77
meydanı önünde bir çemenzar meydanda cereyan iden aynm iki canibinde
gûnagûn beyti (bîdi) semigûn ve çmar ve kavak ile bir müzeyyen bir çemen­
zar mekânı dervişandır Ve anda bir namazgah köşkü var Tahta örtülü sivri
kubbedir Ve altında bir âbı habat kaynak suyu vardır Musa Babanın nazargâhıdır Biemrillâh hasta içse şifa bulur Ve bu meydanın bir tarafında yir­
mi anbardır îçi gûnagûn mahsulât ile lebberlebdir Ve bu meydandan taşra
başka bir müsafirhanei azîm var Canibi erbaası divardır Ve bu divanhane
fevkanidir Altı iki yüz at alır ahurdur Ve bu meydana hizmet iden mihman­
darlardırlar Zirdest canlardır Ve şeb ruz âyende ve revendenin atlı piyadesi
eksik değildir İki müsafir gelse filhal mâhazar baba çorbası mukarrerrdir Ve
öyle hikâyet iderler kim Musa Baba bu âsitanei inşa ideli matbahmda âteş
söyünmemişdir Ve Huda söndürmeyüb inkırazüddevran müebbed ola Acib
hanei bîminnetdir Ve azîm evkafdır Ve binden mütecaviz koyunu ve bin camusu ve on katar katın ve binden mütecaviz sığın ve yedi yüz kolanh kısra­
ğı ve yedi değirmeni ve bukadar bağ ve bağçe ve tarlası ve dağlarında kuyu­
su var Ve herbiri(bir) sahibi hayratın ihsanıdır Zira bu Anadolu vilâyeti halkı
bu Sultana gayet mutekidlerdir Yirmi otuz konak yerden benü bahirden nezerat gelür gayet ulu Sultandır Nice bin keramatı zâhir ve bâhir olmuşdur
Cümleden biri tekyesi önü gayet batak ve çamurlu yer imiş Bir nice fukaralan Canım sultanım şu âsitane önü gayet çamurludur Gelen yârân züvvârân
hayli taab ve iztırab çekerler Himmetiniz ile bir kaldırım etseniz deyu reca
iderler Nola güllerim deyüb olgice cırag ve meş’aller yakub def ve kudümle­
rin döğüb ve sur tahılların çalub hâlâ âsitanesine havale olan taşh dağa tev­
hidi erre ile varub ûılJL». ¿LU
11deyüb iki rik’at nemaz kılub Ya cibal
Biemrillâh senden recam budur ki bir müsafirhane yapdım Gönüller kâ’besi
yapmak içün Anm kaldırımı yokdur Ecdadı izamımız seyyidülkevneyn aşkı­
na Ve on iki bin taş isterim ki herbiri at ve katır gövdesi gibi ola Gelüb ta­
riki Muhammedi üzre selâma duralar deyu bir gülbangi Muhammedi çeküb
ve cümle huzzan abdalan Allah deyüb el yüze sürülünce ¿1,^14c ol an bir
saika Ve ra’d ve berk kopar kim bazı fukaraların zehresi çak olub cümle çı­
rağlar sönüb bir reyhi sarsar zemini sarsub taşı ve toprağı savurub Musa Ba­
ba cümle fukaraların birbirin elele virüb Güzeller duanız kabul Gelün tariki
Muhammede girin Görün Nice kaldırım döşenmişdir deyüb alessabah âsitaneden taşra çıkub görseler kim muradı şerifleri olan mahalde hâlâ üç. bin
adım tuli sun’u Huda bir kaldırımdır kim im’anı nazar ile nigeran eylesen
çeşmi ibret hayrelenir Makduru beşer değildir Öyle hemvare taşlardır kim
herbiri üstadı hakkâk elinde inhikâk olunmuş musaykal ve mücellâ taşlar­
dır Ve öyle terkib ile dizilüb zeyn olmuşdur kim gûya bir radei hattatdır Gö­
Ş E H A B E T T ÎN T E K tN D A Ğ
78
ren seyyahana hafi değildir Bunun emsali nice keramatları tevarihatlarda ve
menakıblarda masturdur Himmetleri hazır ola Andan kıbliye altı saat taşlıklı
yerler ile ubur iderek
Kariyei Sevimdik Dede :
Abdal Musal hazretlerinin halifelerinden bir sultan anda medfundur Bir­
kaç fukaraları vardır Andan yine kıbliye yedi saat mahsullü kuralar içre ubur
iderek ve iki canibi sengistan cibali seramedler temaşa iderek
Evsafı Kal’ai Finike :
Matekaddem Cineviz keferesi binasıdır Sene tarihinde Teke Bay Oğlu
Ahmed Bay feth idüb Âli Osmandan Urhan Gazi suruna bin teke keçi ile ve
bu Finike karasının miftahlann saçı hedaya virdiğiçün Teke bağı olasm deyu nutk etmişler Anınçün tekeleri çokdur Ve Teke vilâyeti deyu andan kalmışdu Mezkûr Finike kal’ası Teke eyaletinde paşa haşşidir Sübaşısı vardır
Ve yüz elli akçe kazadır Serdarı ve dizdarı ve yetmiş neferatı ve gümrük
emaneti vardır Kal’a kulları ulûfelerin gümrük emininden alırlar Amma kethüdayeri ve nakibi ve şeyhülislâmı Elmalı şehrindedir Lebi deryada bir der­
bendi canlerderdir Ve Mısır iskelesi olmak ile her sene vâfir gemiler gelüb
gümrük alınır Ve kal’ası bir musattah püşte üzre şekli muhammes bir şed­
dadî bina bir küçük kal’adır Cürmü malûmum değildir İçinde
Bir
camii ve dizdarı ve neferat evleri ve buğday anbarlan vardır
nazır
bir demir kapusı var Ve binası ucunda derya içinde bir metîn mendirek ku­
lesi var Toplar ile canibi erbaasm muhafaza ider Bu kille sonra bina olunmak
ile başka neferatı ve dizdarı var Ve bunun kal’a dibinde bir varuşu vardır
Cümle toprak örtülü üç yüz hanedir Ve
mahalle
mihrabdır
Cümleden çarsu içinde
Camii cemaati kesireye mahkdir Ve hanı
ve hamamı ve cümle dükkândır Ve serapa bu şehrin canibi selâsı
limon ve turunç ve bağ ve bağçedir Hattâ yüz limon turunç bir akçiye beyi
olunur Ve buna karib
kasabasında Abdal Musa Sultanın bir âsitanesi vardır. Bu dahi limon, turunç ve enar ve incir hıyabanı içinde erdi bihiştden nişan virir bir iremi zatülimaddır Amma evkafı olmamak ile fukarası
azdır Amma yine kırk elli fukara eksik değildir Bunun bağçesi içinde Nazar
Dede medfundur Andan şarka kazai Eğirdir Finike ile müşa bir kazadu yol­
ları sarp ve vacibüsseyir bir şehri olmamak ile ol semte azimet etmiyüb şark
canibine altı saat sarb çengelistan yollar ve beller aşub»19.
19
C. IX, s. 273-276.
TEKİNDAĞ - Levha I
79
A ntalya’da Yivli Minare.
Y ivli Minare kitabesi.
ı
ı
i:
rı
Ş. TEKİNDAĞ - Levha IH
81
Resim I. Finike K alesi Îç-Hisarı’nın görünüşü (20. V E. 1976 günü çekilm iştir).
Resim I. Finike K alesi Iç-Hisar’mdan ayrı bir görünüş.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 6
82
Ş. TEKÎNDAĞ - Levha IV
Resim I. Finike kalesi Îç-Hisarı’ndan bir başka görünüş.
84
Ş. TEKÎNDAĞ - Levha VI
Resim IV. Abdal Musa Ttırbesi’nin bir görünüşü.
S. TEKİNDAĞ - Levha VII
85
i
86
Ş. TEKİNDAĞ - Levha VIH
Resim V. Abdal Musa. Sandukasının ön parmaklığı.
TEKİNDAĞ - Levha IX
Resim V. Abdal Musa’nm Sandukası etrafındaki par­
maklık.
88
Ş. TEKİN D AĞ - Levha X
$. TEKİNDAĞ - Levha XI
Resim VI. Abdal Musa Türbesinde bulunan kitâbeli teber ( = balta).
s
i
89
Resim VII. Abdal Musa Türbesi’nde bulunan
bir levha.
i
I
L
Ş. TEKÎNDAĞ - Levha XIII
91
Resim VTTT Abdal Musa Türbesi post-niş inlerinden Seyyid İbrahim Dede’nin
m ezar taşı, sene : H. 1237 (M. 1822).
92
Ş. TEKİNDAĞ- Levha XIV
Resim IX. Budala Sultan Türbesi.
Resim IX. Budala Sultan’m Türbesi iğinde bulunan Sandukası.
ş. TEKÎNDAĞ- Levha XVI
K âfî Baba Dergâhı post-niş inlerinden H aşan Baba’nın
kabir taşı. (Resimler A. Kologlu tarafından çekilm iştir).
KENZÜ’L-VEKÂYİ
Mustafa Sâkıb Efendi ve Eseri*
İlhan Şahin
Osmanlı-Türk tarihçiliğinin İçtimaî mes’elelere az temas ettiği ve bu
sahada çok az eser bulunduğu yaygın bir kanâatdir. Hâlbuki kütüphânelerimizdeki tasnif işleri tamamlandıkça, biı sahada bilinmeyen eserleri görmek
ve tanımak mümkün olmaktadır. Nitekim burada tanıtmaya çalıştığımız ve
metnini yayınladığımız mütevâzi eser, ne kadar küçük olursa olsun, bir İç­
timaî olayı hikâye etmektedir. Mustafa Sâkıb Efendi’nin Kenzü’l-veköyv
adını taşıyan bu eserinin, bizim tesbit edebildiğimize göre iki nüshası mev­
cuttur :
1 — Fâtih Millet Kütüphânesi Ali Emiri-Târih Kısmı, Nu. 490 (A nüs­
hası). Eb’a d ı: 210 x 127 mm. - 162 x 85 m m .; yaprak : 9; yazı: ta’lîk; sa­
tır : 25; vakıf mührü vardır.
2 — Üniversite Kütüphânesi, İbnülemin Mahmud Kemal înal Kitaplığı,
Nu. 3356 (M nüshası). Eb’a d ı: 203 x 135 mm.; yaprak: 20; yazı: ince
ta’lîk; satır 15.
Bu yazıda kullanılan kısaltm alar :
S.O. — Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, İstanbul 1308-1311, c. I-IV.
Derbend — Cengiz Orhonlu, OsmanlI İm paratorlu ğun da Derbend T eşkilâtı,
İstanbul 1967.
İskân Teşebbüsü —, Cengiz Orhonlu, Osmanlı İm paratorluğu’nda A şiretleri
İskân Teşebbüsü (1691-1696), İstanbul 1963.
MAD. — Başvekâlet Arşivi, Mâliye D efterleri Tasnifi.
Tezâkir — Ahmed Cevdet Paşa, T ezâkir (21-39), yay. Cavid Baysun, An­
kara 1963.
, * Bu risâleyi yaym a hazırlarken bir çok kim seye m üteşekkir olduğumu
burada belirtmeliyim. Bunlar arasında m etni hazırlamam için beni teşvik eden
ve m etin içindeki güçlükleri yenm em i sağlayan Sayın Hocam Merhum Prof.
Dr. Cengiz Orhonlu’yu ve farsça terkipler üe şiirlerin hâlledilmesini sağlayan
Doç. Dr. Mehmed Çavuşoğlu’nu bilhassa zikretmeliyim.
96
İL H A N Ş A H İN
Bu iki nüshadan İkincisinde, bâzı eksikliklerin bulunması ve birinci
nüshanın daha teiniz olarak kaleme alınması sebebiyle, biz, A nüshasını
esas metin olarak ele aldık ve M nüshasiyle aralarındaki farkları parantez
içinde eserin sonunda dipnotlariyle gösterdik. Bunun yanmda, metinde ge­
çen kişiler, yer isimleri ve âyetler hakkında da sayfa altında dipnotları şek­
linde bilgi vermeye çalıştık. Fâtih Millet Kütüphânesi’ndeki yazma nüsha,
daha önce Bursah Mehmed Tâhir tarafından belirtilmiş1 ve bilâhare bibli­
yografik eserlerde de zikredilmiştir2. Üniversite Kütüphânesi’nde bulunan
yazma nüsha ise, hiç bir bibliyografik eserde zikredilmemiştir3. Bizim tesbit
ettiğimize göre, İlmî araştırmalarda A nüshasından merhum Prof. Dr. Cen­
giz Orhonlu faydalanmış4 ve yayınladığı eserde bu risâledeki bilgileri değer­
lendirmiştir.
Mustafa Sâkıb Efendi’nin H ayatı:
Kenzü’l-vekâyU’m yazan olan Mustafa Sâkıp Efendi’nin hayatı hak­
kında, mevcut kaynaklarda tafsilâtlı bir bilgi verilmemektedir. Buna muka­
bil onun İstanbul’lu olduğu hususunda aşağı-yukan bütün kaynaklar birleş­
mektedir5. Sâkıb Efendi’nin hangi tarihte doğduğu bilinmemekle beraber, ba­
bası gibi Divân-ı Hümâyûn’da ruûs kaleminden yetiştiği bilinmektedir6. Sâkıb Efendi’nin aynı zamanda iyi bir şâir ve hattat olduğu anlaşılıyor. Hattâ
yetişkin kimselere iyi yazı dersi verecek kadar mâhir bir hattat idi7. Bu ka­
biliyeti ile de dikkati çeken Mustafa Sâkıb Efendi, bu sâyede bâzı paşaların
ve vezirlerin divân kâtipliğinde bulunduğu gibi, kendi ifâdesi ile «.... mahmîye-i İstanbul’da mecâlis-i ahbâb-ı hâlisü’l-cenân ve mahâfil-i yârân-ı musâdakat-ı nişânda teşyîd-i erkân-ı ülf ü sohbet ve tertîb-i esbâb-ı üns ü mma1 Mehmed Tâhir, OsmanlI Müellifleri, İstanbul 1342, UT, s. 186.
2 Franz Babinger, D ie G eschichtsschreiber der Osmanen und ihre W erke,
Leipzig 1927, s. 270; Istanbul Kütüphâneleri Târin-G oğrafya Y azm aları K a ta ­
logu, Istanbul 1943, s. 196-197; A gâh Sırrı Levend, G azavât-nâm eler v e Mihaloğlu A li B ey’in G azavât-nâm esi, Ankara 1956, s. 135-136.
3 Bu nüshayı bana haber veren Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na teşekkür
ederim.
4 İskân Teşebbüsü, s. 76-77.
5 Müstakim-zâde, Tuhfe-i H attatın , İstanbul 1928, s. 549; Şeyhî, Vekâyhü’ljüdelâ, Ü niversite ktb., T.T., nu. 3216, s. 424; S.O., II, s. 62.
6 • Sâlim Efendi, T eskiretü’ş-Şuzarâ, İstanbul 1315, s. 196; Müstakim-zâde,
A y n ı eser, göst. yer.
7 Müstakim-zâde, A y n ı eser, göst. yer.
K E N Z Ü ’L -V E K A Y Î
97
şeret ve tahsîl-i mevadd-ı hubûr u meserret etmek üzre iken nâ-gehân hâiz-i
şeref-i hizmeti ve fâiz-i enzâr-ı mekremeti olduğum sa'âdetlü El-hâc Musta­
fa Paşa hazretlerine eyâlet-i Maraş beğlerbeğiliği inâyet-i aliyye-i hüsrevânîden i‘tâ buyurulmağla... 2>8, Maraş Beylerbeyi Mustafa Paşa’nm divân
kâtipliğinde bulunmuş ve yayınladığımız bu risâleyi o zaman kaleme almıştır.
Bununla beraber, Bursalı Mehmed Tâhir hâriç9, onun hayatı hakkında ma­
lûmat veren eserlerin Kenzü’l-vekâyh’den bahsetmediği dikkati çekmektedir.
Maraş Beylerbeyi Mustafa Paşa’nm divân kâtibi iken H. 1118 (1706-7) ta­
rihinde bu risâleyi kaleme alan Mustafa Sâkıb Efendi, risâlede, Maraş ve ci­
varındaki Dulkadırlı ulusu’na bağlı Tâcirli (Tecirlü) ve şâir aşiretlerin te’dîbinden bahsetmektedir.
Mustafa Sâkıb’m vefât tarihi de tercüme-i hâl eserlerinde farklı yazıl­
mıştır. Sâlim Tezkeresi’nde“ ve Müstakim-zâde’de11 H. 1129 (1716-17)
olarak kaydedildiği hâlde, Şeyhî’nin Vekâyim’l-füdelâ’smda12 H. 1130 (171718) olarak verilmektedir.
Eserin Muhtevâsı:
Konar-göçer oymaklarm hareketleri mevsime tâbi olarak iki şekilde ce­
reyan etmekte idi. Yaylak-kışlak arasında gidip gelmekle beraber, bu gidişgelişler gelişigüzel olmayıp, geçtikleri yerler idâreciler tarafından tespit edil­
mişti. Bu güzergâhlara tecâvüz ettikleri zaman, kanuna aykırı hareket ettik­
leri şeklinde itham edilegelmişlerdir. Sebepleri ne olursa olsun, İçtimaî buh­
ranların olduğu zaman vuku’ bulan bu tür hareketler, resmî belgelerde şaki­
lik şeklinde tavsif edilmiştir. İşte bu sıralarda konar-göçerlerin kendilerine
ayrılmış yollan takip etmedikleri ve yerleşik halkın ekinlerini çiğneyip, bir
çok zararlara sebep oldukları görülmektedir. Bu duruma bir hâl çaresi bul­
maya çalışan ilgili merci’ler, konar-göçer oymaklan yerleşik hayata intibak
ettirmeye çalışmışlardır. Yerleşik hayata intibak edemeyen oymaklardan biri
de Dulkadırlı oymaklandır. İşte Kenzü’l-vekâyic, târih verilmemekle beraber,
tahminen 1692’den itibaren, H. 1118 (1706-7)’e kadar, Dulkadırlı ulusu’ndan olan Tâcirlü ve şâir oymakların hareketlerim anlatmaktadır. 1696
8 Kenzü'l-vekâyh, yp. 2 a.
9 Mehmed Tâhir, A y n ı eser, göst. yer.
10 Sâlim Efendi, A y n ı eser, göst. yer.
11 Müstakim-zâde, A y n ı eser, göst. yer.
12 Şeyhî, A y n ı eser, göst. yer; bundan naklen alan S.O /de H. 1130 (171718) tarihinde vefât ettiğini belirtir (göst. yer).
Tarih Enstitüsü D ergisi: F. - 7
İL H A N Ş A H İN
98
yılından itibaren 10 yıldır Tâcirlü oymağı, raiyyetliği, yâni kendilerine gös­
terilen yerlere iskân olmayı kabûl etmediği gibi, topraklarını da bırakıp şekâvete başlamıştır13. Bıı hâl yerleşmiş olanlara da sirâyet ettiğinden, bir kı­
sım aşiretlerin zarara uğrayarak etrafa dağılmalarına ve dolayısiyle o bölge­
de nizâmın bozulmasına sebep olmuştur. Maraş Beylerbeyi Mustafa Paşa’nın
yanında divân kâtibi bulunan Kenzü’l-vekâyU müellifi Mustafa Sâkıb Efendi,
bizzat gördüğü ve tâkip ettiği bu vak’ayı hikâye etmektedir. Sâkıb Efendi’ye
göre, Tâcirlü oymağı ile şâir oymakların te’dîb hareketine, Karaman vâlisi
Haşan Paşa ile Maraş Beylerbeyi Mustafa Paşa başta olmak üzere bir takım
sancak beyleri ve sancak mutasarrıfları katılmıştır. Te’dîb hareketine katı­
lan hükümet kuvvetlerinin, devamlı hareket ve dağınık bir şekilde bulunan
Tâcirlü oymağı’nı yakalamakta çektiği güçlükler, Mustafa Sâkıb’ın Kenzü’lvekâytfinde canlı ve renkli bir üslûbla anlatılmaktadır.
Bu te’dîb hareketine.rağmen, Tâcirlü oymağı’mn veregeldikleri 2500
kuruş mal ile 16 Mart 1708 tarihinde Rakka eyâletine iskân olunmaları fermân olunmakla beraber, bir k ısm ının yine yeni iskân mahâllerine gitmedik­
leri görülmüştür14. Bununla beraber Tâcirlü oymağı’nın yerleşme târihi ayrı
bir araştırma konusu olduğundan bu husûs üzerinde şimdilik durulmayacak­
tır.
Bu küçük risâleyi, Osmanlı-Türk tarihçiliğinin İçtimaî mes’eleleriyle ilgüenenlere faydalı olur düşüncesi ile aynen yayınlıyoruz.
KENZÜ’L-VEKÂYÎ
Hazâ Kenzü’l-vekâyh fî eyyâm-ı devlet-i sultan bin es-sultan es-sultan
Ahmed Han ibn Mehmed Han(l)
Ger olmasa âh ü nâle âsâr-nümûn
Hep halkın olurdu hâli diger-gûn
Etdikleri yânına kahırdı hasmm
Bu derdile cümle âlem olurdu zebûn
Hamd-ı bî-pâyân ve şükr-i sipâs-ı firâvân ol müntakîm-i lâ-yezâl ve(2) hudâ-yı müte'âl celle ani’ş-şebîh vel-misâl hazretinin bâr-gâh-ı arş-ı penâhma ki
peykân-ı şerer-feşân âh-ı derûn-ı ciğer-kâvâne sine-i pür-kîne-i sitem-kârâni
nişân ve çmâr-âsâ zebr-i destân-ı zûlm ve fettâkm sûziş-i dil-i mazlûmân içün
13
14
İskân Teşebbüsü,, s. 76.
İskân Teşebbüsü, s. 77-78.
K E N Z Ü ’L -V E K A Y İ
99
iştigâl etdikleri nâire-i şerr ü mazarratlariyle yine kendi hânmânların sûzân
ve amâk-ı bî-günâhâne âmâde eyledikleri şemşîr-i ser-tîz-i gayz ve adâvetlerini etvâk-ı lam ve melâmet ile mutavvak olan gerdenlerine havâle ve burran eyledi ve ez-dil ü cân salavât-ı bî-kerân ol ser-çeşme-i risâlet ve nûr-ı
çeşm-i nübüvvet zîver-i tâc-ı asfiyâ server-i hayl-i enbiyâ fahr-i kâinât mefhar-i mevcûdât hadî-i sebil kıdve-i rüsül melce-i usât melâz-ı arasât habîb-i
samed Hazret-i Muhammed sallallahü te<âlâ(3) aleybü vesellem pîş-gâh-ı âlîcâhına şâyândır ki, îkâd-ı şem<-i şer<-i enver ile(4) zulmet âbâd-ı cihân-ı bîbünyâdı zalâm-ı zulm ve(5) fesâddan tathîr ve tenvir ve îzâh-ı envâr-ı meşâkît-i îmân ve İslâm ile zevâyâ-yı mazleme-i dünyâyı mir’ât-ı kulûb-i mü’minîn gibi münîr ve müstenîr eyledi ve ravhât-ı tehiyyât ve nesîmât-ı teslîmât
çâr-yâr-ı güzîn ve âl ü ashâb-ı mükerrem-terîn rıdvânullahü teeâlâ(6) aleyhim
eçmadn hazerâtının karâr-gâh-ı dil-penâhlarma mevsûl ve mehdi kılınmak
erzândır ki (fv&bl
jUH ) 15 nevâl-i memline mazhar olup
şâh-râh-ı islâmı izhâr-ı bedrekâ-i delâletle tavzih ve bu yolda teşmîr-i sâk-ı
ictihâd edüp giriftârân-ı mezlâkâ-i dalâlet sâha-i vesiactü’r-râha-i diyânet ve
selâmete îsâl ve sahîfe-i gabrâdan kezalik ihtimâm ile hurûf-ı küfr-i iştikâki
hakk ve tashih etdiler,
Der medh-i sultanü’l-a^zam es-sultan Ahmed Han(7)
Ve bade hazâ evsâf-ı celiyye-i şehriyâr-ı ma'delet şirnr ve meâsir-i celîle-i cihân-dâr-ı mekremet disâr ebrû-yı mülûk-i saltanat âyin bihterîn-i havâkîn-i mevhibet karin [1 b] zıll-ı avâtıf-ı sübhânî nukâve-i dûdmân-ı Osmânî hudâvend-i âlem pâdişâh-ı benî âdem sultanü’l-berreyn ve’l-bahreyn
hâdimü’l-Haremeynü’ş-şerîfeyn sultan ibnü’s(8)-sultan es-sultan Ahmed
Han ibn es-sultan Mehmed Han edâm-allahü celâlehu ve meddefi’l-hâfıkayn-ı
zılâle hazretleri ârâyiş-i dürcu’l-âbâkır-ı sutûr kılınmak bâyestedir ki hemvâre tab'-ı âlîleri ( jLa-Vlj J-üb
) 16 emr-i celîlü’l-ünvâniyle icrâ-yı
merâsim-i saltanat ve ikmâl-i levâzım-ı memleket etmek tarafma mâil ol­
duğundan nâşi ahd-i adâlet-kırân ve zaman-ı ma'delet-iktirân ve evân-ı sa=âdet-nişân ve devr-i felek âstânlarmda,
15 «Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisinin yolunu takip ederseniz
doğru yolu bulursunuz» (H adis).
16 «Şüphesiz k i A llah adaleti, iyiliği, husûsiyle akrabaya muhtaç olduk­
ları şeyleri verm eyi emr eder» (Nahl sûresi, âyet 90).
100
İL H A N Ş A H İN
beyt(9)
Yog idi devletinde bir rencûr
Dil-i âşık meğer o da mehcûr
Zulmden eylemezdi kimse figân
Hârdan varsa bülbiil-i nâlân
Giryeden kimsede yog idi eser
Şem< ola sûr-ğehde ol da meğer
vefkince kehân ve mehân mazarrat-ı erbâb-ı fesâd ve şekâvetden, âsûde-hâl
ve hirâs-ı istilâ-yı ashâb-ı gayz ve adâvetden müreffehü’l-bâl ve siyeh-rûzân-ı
gumûm ve ahzân müzâheret-i envâr-ı ıştına^ ve ihsânlariyle subh-ı lyd gibi
handân ve pejmürde-i bağ-ı kulûb-ı mihnet-keşân mukârenet-i neşv ü nümâ-yı inâyetleriyle mutarra ve reyyân ve destyâri-i âtıfetleriyle hâtır-ı cihâniyân ebvâb-ı mekârim gibi küşâde ve tahzîr-i mezârb-i mülk ü devlete feyzân-ı sehâb-ı ma'deletleri gûn be gûn ziyâdedir. Hâsıl-ı kelâm ol pâdişâh-ı
bülend-makâm-ı nîk-nâmm edâ-yı cümle-i mehâsin-i celîletü’l-âsârlan makdûr-ı berâ=a-i bende-i kalîlü’l-bizâ<a olmayup ve serâser hurûf-ı melhûf ezkâr-ı aliyye-i adâlet medârların mutazammm olmağla kemterâne bast-ı bisât-ı rehgüzâr-ı senâlannda bu güne pemiyân-ı pâre-i îcâzla iktifâ olundu.
Der medh-i vezîr-i mükerrem müşîr-i müfahham(lO)
Ve binâ berîn zebân-ı kalem-i kehr-çekân dâver-i mecâli-erkân dâdâr-ı
âsaf-nâzîr sâhib-i Aristo-tedbîr nizâm-ı mülk-i devlet menba<-ı lütf ü cevdet
mefhar-i vezâret fahr-i sadâret ber-güzîn-i desâtîr-i sultanî bibterîn-i vüzerâ-yı Osmânî matları neyyir-i ikbâl mehbit-i envâr-ı celâl(ll) Haşan Paşa17
yesserallahü mâ-yürîd ve mâ-yeşâ hazretlerinin mürvârîd-i medâyih-i nazîfe
ve abâkır-ı menâkıb-ı latîfesiyle medâric-i sutûiM tevşîh [2 a] ve tezyîn olun­
mak farîza-i hâme-i terzebândır ki hemvâre-i sâyebân-ı mümâreseti müfânk
âlemyâne-i kesterâriîde ve semât-ı mekremeti pîş-gâh-ı hıred ve gilâne keşide­
dir müşrif-i akdâm-ı devlet irtisâmı olan emsâr ve aktâr istihkâm-ı rey-i rezînleri gibi mamıûr ve üstüvâr ve pây-mâl-i semend-i azm ve cihâdı olan
makarr-ı eşkıyâ perîşân ve nâ-pâyidârdır bihâr-i mekârim ve i'tâflanna nisbet-i cevdet beramikî nümûne-i hâşâk ve kevkebe-i şekve ve celâlî mütevâri-i
sürâdıkât-ı eflâk-i yezvî lütf-i bî-dırîgleri kuvvet-i kalb-i zu'efâ ve zıll-ı ze17 TTT Ahmed zamanında sadrıâzamlıkta (1703-1704) bulunmuş olan H a­
şan P aşa (H ayatı için bk. Osman-zâde Taib, HadiJcatü’l-vü zerâ (Dilâver-zâde
Ömer Efendi zeyli), İstanbul 1271, s. 3-5), Mısır valiliği sırasında Kara-Mort
hanı’na h E t n , câmi’ ve im âret.tesis ettirm iştir (D erten d , s. 27).
K E N Z Ü ’L -V E K A Y Î
101
lîl-i.himâyetleri penâh-ı bây u gedâ nitâc-ı e2yâl-i iclâli mu<affer-i cibâh-ı
enâm ve kûşe-i dâmân-ı ikbâli mukabbel-i şifâh-ı hass u âmdır her emr-i
ehemm ki uhde-i ihtimâmlarına müfevvaz ola kuvvet-i baht-ı bîdarlariyle
münhal ve herkâr beste ki istikşâf-ı zamîr-i münîrlerine mevküf ola küşâyiş-i
tâlimi âlîleriyle meftûn ve muhassaldır; ale’l-husûs İfrâz-ı Zülkadriyye18 hassı türkmânmm ahvâl-i mün'adimü’l-intizâmma nizâm verilmek emri ki
ehemm-i mehâmm-ı devlet-i aliyyeden iken mukârin-i nizâm eylemekde nlçelerin inidâm-ı iktidârları hüveydâ olmuşdü. Hamdenlillahi te'âlâ ol vezîr-i
âlî-mikdânn dest-i tedbîr-i Felâtûn pesendlerine tefviz olunmağla ednâ nigâh-küşe-i ik'dâmlariyle rabıtâ-i nizâm-ı intizâm karîn-i istihkâm olmuşdur; bu
emr-i müte(assirü’İ-husûlün vücûd pezîr-i temşiyet ve nizâm olması el-hâk
intişâr-ı meâsir-i celîleleriyle kıyâm-ı kıyâmete değin mesâinizi âlemiyyân
leb-rîz olup dâstân-ı kârzârı mahâfil ve mecâlisde germiyyet bahş-ı müzâkerât olmağa şâyestedir.
Bu fakîr-i pür-taksîr mahmiye-i İstanbul’da mecâlis-i ahbâb-ı hâlisü’lcenân ve mahâfil-i yârân-ı musadakat-ı nişândâ teşyîd-i erkân-ı ülf ü sohbet
ve tertîb-i esbâb-ı üns ü mmâşeret ve tahsîl-i mevadd-ı hubûr u- meserret et­
mek üzre iken nâ-gehân hâiz-i şeref-i hizmeti ve fâiz-i enzâr-ı mekremeti ol­
duğum sa'âdetlü Eİ-hâc Mustafa Paşa19 hazretlerine eyâlet-i M araş beğlerbeğili inâyet-i aliyye-i hüsrevânîden i4â buyurulmağla,
beyt(12)
Ya çeken Hızr gibi âb mıdır
Ya Sikender gibi türâb mıdır
.
diyerek raht-ı huzûrı berçîde ve hatt-ı azimeti safahât-ı cevâd-L Maraş’a ke­
şide edüp ve
( ¿¡> V xS " icUll )
19/ a fehvâsı nevâliyle piş ve kem
18 Dulkadırlı (Zülkadirli) Türkmenleri, Oğuzların Boz-Ok koluna tâbi idi;
genig^bir. sahaya yayılan Dulkadırlı ulusu, Marag ve Elbistan bölgelerinden bagka Kars (Kadirli), Kozan bölgelerine ve kuzeyde Bozok ve Sivas bölgelerinde
yurt tutmuglardı. Daha sonraları Zülkadriyye’den ifraz edilen ve İfrâz-ı Zül­
kadriyye m ukataası olarak anılan gurub, 1695’de Ümm î Sultan’a has tayin
olunmugtu (İskân Teşebbüsü, s. 15).
19 Kapucu-bagı’lıktan ve Çavug-bagı’lıktan yetigerek H. 1114 (1702-3)’de
A m asya Pagası olan M ustafa P aşa (bk. S.O., IV, s. 418), 15 Zilkade 1115 (21
Mart 1704)’de Ağriboz m uhafızı vezir A li Paga’nın Karaman eyâletine beyler­
beyi olarak atanm asiyle, Karaman beylerbeyliğinden Marag beylerbeyliğine
atandı (Râgid, Târih, İstanbul 1282, UT, s. 128).
. 1 9 /a «Kanaat bitmez, tükenmez bir hazinedir» (Hadis).
102
İL H A N Ş A H İN
sükata-i hTançe-i kısmet ile iktifa ve sıdk-ı vefâ gibi miyâne-i yârândan ihtifâ
etmişidim ve bu esnâda yârân-ı suhan-âşmâdan bakılan,
mısra(13);
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil
tavassütiyle neşîmen-i fakîrâneyi cilve-gâb-ı şeref-i ziyâret ve ikrâin-ı dilnüvâzâne ile bu dağdâr-ı fetîle-i gurbete nemek-pâşi-i tesliyet ve âyine gibi
arz-ı rû-yı dil ve izhâr-ı sûret-i muhabbet ederlerdi ve per-dâhte-i kâr-gâh-ı
zamîr olan emti'a-ı âsâr-ı hoş-kumâş künc-i dükkânçe-i nisyânda kalmayup
dûş-i dellâl-ı zuhûrda cilveger kıhnmak içün arz-ı sermâye-i niyâz ederlerdi,
bu fakîr dahi,
beyt(14);
Cihân bigeştem ü derdâ ki hiç şehr ii diyâr
Ne-yâftem ki furûşend baht der bâzâr
istişhâdiyle kesâd-ı cins-i irfânı isbât ve zebân-ı müdde'âlarmı iskât ederdim
ve minhâc-ı rakîm üzre ızâ'at-ı bizâcat-ı evkât olunurken zeyl-i evsâf-ı vezîr-i
sâhib-tedbîrde mündemic-i rişte-i sutûr olan îfrâz-ı Zülkadriyye hassı türkmânınm ahvâl-i müşettetü’l-intizâmına nizâm verilmek husûsu çehre-nümûd-ı
revzene-i şühûd oldukda bu vesile ile tarîk-i ri'âyet-i hâtır-ı ahbâba tahrîk-i
kadem-i kalem(15) olunup pîrâye-bahş-ı dîbâce-i sutûr olan vezîr-i rûşenzamîrin şeref-i nâm-ı nâmileriyle binâ ve Kenzü’l-vekâyic ismiyle müsemmâ
kılınup bu emrin matları sudûrundan maktamı hitâmına değin rû-nümâ olan
vekâyid alâ yetîreti’l-icmâl tahrîr ve tastîr edüp merfû'-i pîş-gâh-ı deviet-i
dest-gâhları kıhndı; ruhsâre zîb-i zuhûr olan nıkât-ı siyeh-fâm-ı cürm ü hatâ
mümazecet-i gülgûne-i afv u kabûlleriyle hâl-i müşkbû-yı rû-yı biitân gibi
makbûl ve müstahsen olmak me’mûldür.
Vaktâ ki medîne-i Mar=aş’da hizmet-i kitâbet-i mîrimîrân-ı âlî-hazret ile
iştigâl olunmuşidi(16); ol hengâmlarda peygûle-i ahzân fakîr-i dil-gîr âmed
ü reft yârân musâdakat-ı semîrden hâli kalmazdı ve zâviye-i kem-terâneye
hatve-endâz ikdâm-ı ikrâm olan ahbâb-ı muhâleset-meâb bâlâ-yı sutûrda
mezkûr olan îfraz-ı Zülkadriyye hassı türkmânmdan Tâcirlü20 nâm bir gü20 Resm î belgelerde Tâcirli, Teclrli ve Tüccarlı gibi isimlerle de geçen Tâ­
cirlü aşiretinin bir kısmı, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ceyhan nehrinin sol ta­
rafında oturmakta olup, yazm Gavur dağı’m aşarak Maraş’a ve oradan da
U zunyayla’ya çıkıyorlardı. H. 1282 (1866) tarihinde Tâcirlü’den 619 hâne (1836
K E N Z Ü ’L -V E K A Y İ
103
rûh-ı nâ-fercâmın üzerlerine olan [3 a] istilâ ve tasallutlarından nâşi bi’lcümle havâli-i medîne-i M araş’da olan mezârh ve kurâ mânende-i kulûb-ı
ahâli harâb ü yebâb ve bi’l-külliye sükkân ve zerrad müteferrik ve perîşân olmağla varta-i kaht u galâya giriftâr olduklarm idhâl-i miyâne-i müzâkerât
ederlerdi; ve baczı evkâtda medîne-i mezbûrun ekâbir ve acyânı meclis-i pâşâ’ya gelüp bu ebr-i bilâ-bârânm defd tedbîriyle feth-i dahme-i kelâm ve
cüstcû-yı husûl-i merâm edüp gâhü’l-vâh ekbâdlarmda mürtesem olan nuküş-ı dağlarm mühr-i mahzar gibi safha-i ibrâze tezyîn ve bûriyâ-pûşân meşkât-ı ateş-zebân tedârikini tarîk-i tedbîrlerine rehber edüp divân-ı pâdişâh-ı
ma'delet nişâne refc-i rdra-i ahvâl-i perîşân ve bu vech üzre devha-i temennâları müsmir olmadığı sûretde terk-i emâkin ve evtân etmek istişâresi vâdisinde ukde-i zimâm-ı nâtıkaya küşâd verüp cevânib-i müşâverâta sevk-i
kelâm ederlerdi; ve (
j-d b ) 21 bu gürûh-ı zilâlin inddâm-ı vücûd-ı habâset âlûdlerin kuvvet-i kâhire-i kird-gâriye havâle edüp müteveccih-i kıble-i niyâz olurlardı; ve bu eşkıyâ-yı mehanet azmânın destmâye-i
amâlleri olan(17) fesâdâtları ol dereceleri mütecâviz olmuşidi ki Mar<aş ve
Ayıntab ve Elbistan ve Derende ve Kars ve münharıt-ı sük-i inzimâmları
olan kasabât ve kurâya merbût olan hıbâle-i sübül-i râbıta-i selâmetden
münkati' olup bu eşirrâlarm butûn-ı mehanet meşhûnları âsâr-ı rahm ve şefakatdan mmarrâ olduğu gibi safahât-ı turuk nuküş-ı ikdâmdan ârî ve hâli
kalmışdı; ve her çend ki bu vilâyetlere mutasarrıf olan pâşâlar ve beğler ve
mütesellim ve voyvodalar(18) gerek ebnâ-i sebîli ve gerek sükkân-ı vüâyeti
bu şakilerin şerr ü sûrlarından ol rütbede muhâfaza ederler idi ki leyâlde
mâh-ı şeb-gerd-âsâ ve nehârde hûrşid-i cihân neverd gibi bend-nitâklarm
küşâd etmeyüp tekâpû-yı feyâfi-i muhâfaza ve muhâresetde ser-mû taksîrât
etmezler iken yine kâr-ger olmayup baczı kerre niçe derd-mendân-ı bî-haber
üftâde-i dâm-gâh-ı zararlan olduğu reh-yâb-ı simâ< olurdu bu hâl üzre her­
kes sû-be-sû mutazarrır ve münkesirü’l-bâl iken tîr-i du'âları hedef-i icâbete
mukârin olup hazâ min fazl-ı rabbi [3 b] mazmûn-ı nazîfi üzre mir’atü’ssafâ-yı karîha-i pâdişâhîden sûver-i ilhâmât-ı gaybiyye-i sübhâni mümakis
olup bu gürûh-ı mekrûhun i4â ve vücûdlann mutazammm sene semân
aşer(19) ve mie ve elf Şa'banü’l-mu'azzamı Evâsıt’ı tarihiyle müverrah taraf-ı devlet-i aliyyeden fermân-ı âlî-şânlar tahrîr olunup ziynet-fezâ-yı bâlâ-yı
sutûr olan devletli inâyetli Haşan Paşa hazretlerine ve M araş beğlerbeğisi Elnüfûs) m üslim Osmaniye kasabasm a bağlı idi (Yusuf Halaçoğlu, F ırka-i İslâ­
hiye ve Yapm ış Olduğu İskân, Tarih D ergisi, sayı 27 (İstanbul 1973), s. 4, 11).
21 «Sabah ve akşam» (bk. Â râf sûresi, âyet 205).
104
İL H A N Ş A H İN
hâc Mustafa Paşa ve Adana mutasarrıfı El-hâc Mustafa Paşa ve Beğşehri
sancağı mutasarrıfı Şeyh-zâde Haşan Paşa ve Kayseriyye mutasarrıfı Kasım
Paşa ve Niğde sancağı mutasarrıfı(20) Abdülgafur Paşa22 ve Pulad Paşazâde îsma'il Paşa23 ve sâbıkâ Kars ve(21) Mar<aş sancağı mutasarrıfı Mevlûd Paşa-zâde Mahmud Paşa ve Uzeyr24 sancağı beği Bilâl Beğ hazerâtma
mahsûs evâmir-i ekîde tahrîr ve ısdâr ve kâsidân-ı sebük-pâ ile irsal etdikleri
sâ=at taraf taraf savb-ı me’mûre tevcîh-i zimâm-ı azîmet ve itlâf-ı mâye-i kud­
ret olunup tekmîl-i levâzun içün hezâr kîse makdûr-ı munsarif oldu.
Ve ezîn-cânib taraf-ı Maraş’a tahrîr ve irsal olunan fermân-ı âlî-şân
sâbıkâ silâhşor-ı şehr-yârî İnce Kara Mustafa Ağa yedîyle sene-i mezbûr
Ramazan-ı şerifinin on üçüncü gün mütevârid oldukda ekâbir ve a<yân biecmaihim divân-ı pâşâ-yı mûmâ-üeyhe ihzâr olunup meserret bahş-ı vürûd
olan fermân-ı kazâ ceryân muvâcehât-ı huzzârda feth ü kırâat olundukda
vasat-ı mah-ı rûzde(22) îd olmak baud iken ol rûz-ı fîrûz nümûne-i îd ve
nevrûz olup debâdib-i dühûl-i beşâret ve avâze-i mezâmîr-i meserret ayyûka peyveste olup toplar atılup dellâllar nidâ edüp bu haber-i behcet-eser
mesâmi'-i hass ü âmma ilkâ olunup devâm-ı ömr ü devlet-i pâdişâhî içün
rehâ-yâb-ı şikence-i zebân olan du'âlar âşiyângiri-i isticâbete mürgân-ı sebükpar gibi tayrân etmişdir. Çünkü taraf-ı devlet-i aliyyede İfrâz-ı Zülkadriyye
hassı türkmânmdan Tâcirlü ve Cerid25 ve tevâbi'âtı eşkıyâlarınm fesâd ü şe­
kavetleri mütevâri-i hadd-i tahammül olduğu haberleri şüyû< bulup ve mesmm-ı hümâyûn oldu. Derhâl bu husûsun temşiyet ve husûlünü Karaman vâlisi26 vezîr-i Aristo-tedbîr [4 a] hazretlerinin uhde-i ihtimamına tadîk ve tevâif-i me’mûreye ser-asker tahsis buyuruldu ve binâ-berin gerek serdâr-ı âlî22 22 Zilkade 1118’de Adana beğlerbeğisi bulunan Abdulgafur Paşa, aynı
zamanda îfrâz-ı Zülkadriyye Türkmenleri m ukataasm ı da deruhte etm ekte idi
(MAD, nu. 8458, s. 84).
23 Pulad Faşa-zâde İsm ail Paşa, evâhir-i Şaban 1118’de İfrâz-ı Zülkad­
riyye mukataasm ı deruhte etm ekte idi (MAD, nu. 8458, s. 81).
24 ö z e r ’in arablaşmış şeklidir. Çukurova taraflarına gelen Türk oymak­
larından birinin başında ö ze r isminde bir bey olup, bundan Özer-ogulları de­
nen bir bey âilesi türem iştir (T ezâkir, s. 270-71 index).
25 Bu aşiret de Ceyhan nehri boylarında kışlam akta ve yazın U zunyayla’ya çıkm akta idi (Tez&kir, s. 126; Yusuf Halaçoğlu, a yn ı eser, s. 4 ). H. 1282
(1866) tarihinde Cerid aşiretinden 383 hâne (1287 nüfûs) m üslim ve 2 hâne (12
nüfûs) de gayr-i müslimin Osmaniye kasabasm a bağlı olduğunu görm ekteyiz
(Yusuf Halaçoğlu, ayn ı eser, s. 11).
26 Bu sıralarda Karaman vâlisi vezir Haşan P aşa idi; evâhir-i Şaban
1118’de Haşan P aşa’ya gönderilen bir hükümden anlaşıldığına göre, Kınık ve Be-
K E N Z Ü ’L -V E K A Y Î
105
mikdâr ve şâir beğlerbeğiler ve bâ-fermân-ı âlî-şân etrafa(23) me’mûr olu­
nan asâkirin rüesâsı yer yerin mevâzi'-i ikâmetlerinden hareket ve mahall-i
me’mûre azimet ve Adana’da serdâr-ı ekrem vezîr-i âlî-himem hazretlerinin
ordulariyle mülâkât olunmak sevdâsiyle şitâb ve sürat olundu. Zikr olıman
Tâcirlü eşkıyâlan dahi müteferrik bulunup bi-kadr-i hTîş-i zumlarınca tertîb-i bisât-ı mukabele ve müdâfaaya şürû' ve fesâd ü şekavetle müştehir olan
aşâirden istimdâd-ı asker etmişler idi (24) ve ol esnâda Ali Kethüdâ ve Ömer
Kethüda ve bunların dâire-i şekavetlerine medhûl olanlar ile Isneyn27 kurbinde Zevik (¿Sjj) dağı’na püşt-dâde-i iltica olmuşlaridi(25); ve Koça Ket­
hüda ve tâbh-i hevâ-yı fesâdâü olan şakiler ile havâli-i mahall-i mezbûrda
Haruniyye28 nâm mevki' kurbinde Donuz (} j£L>) Deresi demekle mütevâür
bir giriz-gâh-ı dâmen-câkde hûk-var câygir-i ihtifâ olmuşlar idi. Lekvanik
ekradından ve Afşar-ı nâ-girdârdan nevmîd-i müstemiddad olmalariyle kuvvet-i eyâdi-i kudretlerine z a i târî olup Zevikli
ve Çanakçı recâyalarmdan dahi cûyende-i imdâd olmuşlar idi. Anlar dahi üzerlerine ta'yîn ve
irsal olunan asâkirin vefret ve haşmetinden imdâd değil bâş ve cânlan kay­
dına düşmüşler idi(26). Bu cihetden yalnuz Tâcirİü değil şâir şakiler dahi
rûberâh-ı firâr idiler; bu vech üzre bu şakiler bu denlu asker-i nusret-rehberetâb-âver tahammül olmayup Arslanlu ma'beri’nden29 firâr ve tahlîs-i giribân-ı
cân etmek sevdâsiyle o taraflarda olan giriz-gâhlara güzâr etmeleri ihtimâüyle eyâlet-i Maraş beğlerbeğisi eyâleti askeriyle ma'ân ol derbendleri mu­
hafaza etmek hizmeti ile me’mûr kılınmışdı; ve mîrimîrân-ı mûmâ-ileyh tarafmdan çünki o tarafda olan yollar muhkem (27) sedd ü bend olundu ve
rendi kazalarının sakinlerinden olan îfrâz-ı Zülkadriyye haşşinin şekavete bağ­
ladıkları belirtilerek, bunların ahvallerine bir nizam verilm esi istenmektedir
(MAD, nu. 8458, s. 82).
27 Isneyn, Çukurova’da Ceyhan nehrinin sol kıyısında kurulan bir pazar
yerinin adı olup, o havali halkının alışveriş ettikleri yer idi. F akat zam anla eş­
kıya yatağı hâline geldiğinden, muhafaza altm a alınm ası v e pazar yerinin Kurdkulağı isim li mahalle nakledilmesi uygun görüldü. Verimsiz yerlere yerleştirilen
konar-göçerler, bu havaliye gelebildikten sonra, Anadolu içlerine rahatça sıza­
biliyorlardı (İskân Teşebbüsü, s. 22, 77, 89).
28 Çukurova’da, Bulanık kazası’na bağlı Tâcirlü aşiretinin yaşadığı or­
m anlık sahadır (T ezâkir, s. 158; Yusuf Halaçoğlu, ayn ı eser, s. 7 ).
29 Suriye taraflarından Anadolu’ya giden geçit mahallerinden biri de A rş­
lardı geçidi idi; 1697’de iskân yerleri R akka’yı terkeden oymakların Anadolu’ya
yayılm alarını önlemek için Türkmen ağası Pehlivan oğlu İsm ail Bey, 10.000
piyade ve süvari üe geçecekleri yer olan A rslanlı bel boğazm ı bir m etris ile mu­
hafaza etm iştir (İskân Teşebbüsü, s. 89-91).
106
İL H A N Ş A H İN
cânib-i mîrimîrân-ı M araş’da taraf-ı ser-askerîden tevârüd ahbâr-ı nusretşi'ârdan gayri güft-gû yoğidi; ve pîş-ezân serdâr-ı âlî-mikdâr vezîr-i gerdûn
iktidar hazretleri ve şâir beğlerbeğiler ile asâkir-i [4 b] nusret-me’âsir Adana’ya nüzûl ve menzil-i ictimâm diihûl eylediler ve Adana’dan hareket ve
Misis30 nâm mahalle vaz'-ı evtâd-ı hıyâm-ı ikâmet edüp ol hîn-i meymenet
karinde îfrâz-ı Zülkadriyye hassı mülhakatından Cerid-i Pelid aşireti tevâbid
cemâatinden Karalardan Deli Ömer ve Kel Ya'kub ve Kör Âsaf ve cemâ^at-i
Keke (*0") ’den Keke Solak ve Çivili oğlu Murad ve Karamanlu Kızıl Ali
ve Kürd Mehemmed nâm şakilerin tomâr hayâtları tîg-i tîz-i hûn-rîz ile
sadçâk olunmuşdur; bu dahi bi’l-cümle gürûh-ı eşkıyânm lerziş-i gül-berg
nihâl-i vücûdlarma bâ'is olmuşdur.
Ve ba'de ezin Lekvanik ekradı ki Anavarza31 nâm mevkh türâbmda
zer^-i tuhm-ı ikâmet eylemişler idi ve mukaddemâ bunlarm dahi zulm ü tagad­
di ve fesâd ü şekavetleri resîde-i sem<-i pâdişâhî olmağla on iki kadar yarâr
ve nâmdâr beğlerbeğiyle(28) vüzerâ-yı izâmdan Bıyıkh Mehemmed Paşa
tacyîn olunup tâife-i mezburu mercidi iskânları olan Rakka’ya nakl ve ircâc
ve iskân edememişlerdi; hamdenlillahi te<âlâ bu sene-i mübârekede serdâr-ı
ekrem hazretleri tarafmdan kemâfi’l-evvel mevkili iskânlarma gitmeleriyçün
Lekvanik ekrâdınm mîr-i aşiret ve rüesâsı tarafına haber gönderildiği sâ<at
derâri-i mezâmin-i fermân-ı âlî-şân munharit-i rişte-i sımâh-ı kabûlleri ol­
mağla ber-mûcib-i emr-i âlî Rakka tar afi arma nakl-i girânbâr-ı ikâmet ye
temhîd-i bünyân-ı azimet etdiler ve zikr olunan tâife-i ekrâdın mutavattm
oldukları Anavarza havâlisinden baczen Afşar-ı nâ-girdâr ve ba'Zi_tavâif-i
iskân-ı müteferrikâtı tavattun etmişler idi. Anlar dahi ale’l-umûm Rakka’ya
iskân olundular ve bariehû serdâr-ı ekrem vezîr-i âlî-himem hazretleri tekmîl-i hidemât-ı me’mûre etdikden sonra Misis nâm mevki'den hareket ve
müddet-i mesâfeyi Çayır-başı nâm bir merhaleye nüzûl ile tansîf ve andan
dahi Isneyn bazarı nâm mahalle nüzûl ve bu husûslann temşiyet ve husûlüne mübâşeret ve şiirih eylediler ve badehû bâlâ-yı sutûrda mezkûr olan Ali
30 Ceyhan nehrinin sağ yakasında bir kasaba (T esâkir, s. 262 index).
31 Kuzeyde Adana eyâleti içinde bulunan A navarza kalesi ve civan bir
çok aşiretler için câzib bir yaylak yeri idi. R akka’ya iskân edilmiş olan Lekvanik aşiretinden Akbaş kolu, burayı cebren ahâlinin elinden alınca, civarındaki
köy ve nahiyeler ahâlisi bu sebepten etrafa dağılmak zorunda kaldı. Bunun üze­
rine Akbaşlar, A ğustos 1699’da oradan kaldırılıp tekrar R akka’ya nakledüdiler. 1721’de de Lekvanik ve Kızıl-Koyunlu o y m a k l a r ın ın iskân mahalleri olarak
Anavarza tayin edilmişti; esasen buralar daima konar-göçerler tarafmdan k ış­
lak olarak kullanıla gelm işti (İskân Teşebbüsü, s. 78).
K E N Z Ü ’L ı-V E K A Y İ
107
Kethüdâye Ömer Kethüda ye hevâlarma tâbi' olan şakiler imdaddan kat'-ı
rişte-i;ümid etmişler idi; ve ol esnâda cüstcû-yı talî'a-ı cünûde elli kadar Tâcirlü. şakileri ki(29) her biri [5 a] rüstem kadar da<vâ-yı mürüvvet edüp ferâhnâ-yıcihâna sığmazlardı; süvâr olup bâdiye-gird-i istihbar iken ba'zen
çeşm-i: askere müsâdif oldukları gibi girîz ü firârdan bî-mecâl olup,
mısrâ'
işte meydân işte er merdim diyen gelsün beri
terâne-i fuzûlânesiyle tertîb-i bisât-ı cidâl eylediler,
mısrâ'(30)
Ne-yâft girye-i miskin rehâ zi hamle-i şîr
zemzemesiyle berü asker tarafından dahi redd-i hamle-i kıtâl olunup derhâl
ol şakilerin sad çâki-i giribân hayadan kabza-i şemşîr-i askere kısmet olup
bi’l-külliye giriftâr-ı varta-ı helâk ve tu'me-i şemşîr-i zehr-nâk oldular; bu
dem-i kâr-zârde tacyîn olunan askerden fakat iki kimsenin sîrâbi-i çeşme-i
şehâdet mukadderi olup şâirinin elhamdülillahi te'âlâ haber-i inddamı ile
peder ü mâderi giryân olmayup ancak ol şakilerden üç nefer şaki râhyâb-ı
meferr olup vârup kethüdâlan ve hevâlarma tâbi' olan eşkıyâlara sahrâ-yı
Isneyn mâlâmâl hıyâm-ı asâkir-i nusret irtisâm olduğun nakl ü takrir ve
dâhil-i silk-i ma'iyyeüeri olanlannm tomâr hayadan çak-hûrd-ı dest-i merdân olduğun ta'bir eylediler. Hemân sâ'at ol şakiler bir derece te’hîr ve terâhî
edemeyüp müteveccih-i sû-yı firâr oldular. Firârlan haberi resîde-i sem'-i ser­
asker öldukda akiblerinden(31) kifâyet mikdârı süvâri ve piyâde merdân-ı
âŞtî-güzârân ile Zülkadir-zâde Murtaza Ali Beğ’i ve baş bölükbaşdan Sekbân oğlu Ahmed Ağa’yı gönderüp ve takviyet-i emr içün bunlarm dahi akibinden Niğde mutasarrıfı Abdulgafur Paşa’yı ta'yîn etmişler idi. Meyânlarmda bu'd vâki' olmağla mukaddem gönderilen askere vusûlleri mümkün ol­
mayup ve anlann bunlara ihtiyaçları kalmayup f eyne’l-meferr-güyân ol kavm
vâcibü’l-levme erişüp bir kaç kerre müsâdefe ve muhârebe ve taraf-ı eşkıyâdan müdafâ'a vâki' olup bilâhare gıyâm-ı inhizâm ol eşkıyâ-yı şekavet
-irtisâm üzerine târi olmağla terk-i emvâl ve eşkâl ve sahîfe-i kulûbdan hakk-ı
harf-i alâka-i evlâd ü ıyâl edüp bu kerre başlan kaydına düşüp Cebel-i Sof32
32 Lübnan’da bir Dürzi nahiyesinin adı olup, XVII. yüzyıla kadar Sayda’ya ve buradan da Fransa’ya sevkolunan ipeğin m erkezi idi (Şehabeddin Tekindağ, Lübnan maddesi, İslâm Ansiklopedisi, VH, s. 101).
108
İL H A N ŞA H İN .
taraflarına tahassun ve ilticâ sevdâsiyle cân atup bâsıra-i askerden nihân
[5 b] oldular ve peydevânlan olan asker dahi ahşam karîb olmağla ric<at ve
yek-şebe menzil-i asâyişlerinde ikâmet eylediler ve muhârebe esnâsında ahz
ü esir ve ba=zen kati eyledikleri nüfûsun ser-i murdarlarm lâşelerinden cüdâ
edüp ve pes mândeleri olan ganâimi cem' edüp hâkpâ-yı ser-askerîye mansûran avdet etdiler ve bu haber-i kârzâr resîde-i gûş-ı mîrimîrân-ı Mar<aş
oldukda ol dahi arzû-yı vusûl ile binüp ılgâyup vusûl-i mesâfe müsâra^at ve
şitâb edüp hengâm-ı kârzâr sükûn buldukdan sonra erişmekle tekrar avdet
ve makarr-ı ikâmetleri olan Arslanlu’ya azimet eylediler ve Manas tarafının
askerinden dahi etrâfa müteferrik ve ba'zı umûr içün me’mûren gönderilmiş
bulunanlar ale’l-gaflet firâr eden şakilere tesâdüf edip ancak kaziyyeden ha­
berleri olmamağla rehgüzâr-ı firârlanna dahi ü tabamız etmediler. Lâkin
bacıları hengâmeden habîr bulunup şakî-i mezbûrlardan pesmânde-i firâr
olanlardan Ebu’l-Hüda (IajJI^I) oğlu Minnet ve oğlu İbrahim ve Arab îsâ
ve Deli Ömer ve Deh Halil ve Köse Derviş ve Kara oğlu İbrahim ve Oplamaz
jl) Ömer ve Köse Osman oğlu İbrahim ve Alişarlı oğlu ve Du­
mansız nâm şakîleri(32) ahz ü bend ve taraf-ı mîrimîrân-ı Manaş’a îsâl ey­
lediler ve Mar<aş beğlerbeğisi pâşâ-yı mûmâ-ileyh zikr olunan şakilerden
Arab îsâ ile Minnet oğlu İbrahim’i âvize-i sütûn-ı siyâset edüp ve Arslanlu’dan hareket ve Huri
nâm mahalde vaz'-ı evtâd-ı ikâmet edüp an­
da dahi Halep köprüsü’nde mezbûrân Ahşarh oğlu ile Dumansız’ı kazığa
urup badehû ahvâli taraf-ı ser-askerîye ifâde ve idâm etdiler; Haruniyye
nâm mahalde Sabun suyu köprüsü’nde taraf-ı ser-askerîden Adana muta­
sarrıfı El-hâc Mustafa Paşa ile eyâlet-i Karaman askeri ve Zülkadir-zâde
me’mûren irsâl olunmalariyle ikâmet üzre olup Rakka’ya iskâm fermân olu­
nan İlbeğh ve Silsüpür Ceridi ve ba=zı müteferrikat-ı aşâir-i muhtelife Dül­
dül dağı33 ve Bonsuz (jj-îy )
ve ol havâlide olan cibâl-i şâhikaya mutavattm ve muhtefî olmalariyle ihrâc ve mevkb-i iskânlarına ircâc etmeğe mu-,
tasaddî olmalariyle Mar=aş beğlerbeğisi [6 a] eyâleti askeriyle mevkb-i mezbûre varup iktizâ eden hidemât-ı ahyye-i pâdişâhîde mevcûd bulunmak üzre
cânib-i serdâr-ı ekremîden haber tevârüd etmekle zikr olunan Huri nâm
mahalden dahi hareket ve mahall-i me’mûre azimet eylediler. Ol esnâda zikr
olunan Koca Kethüdâ ve tevâbb-i(33) hevâ-yı fesâdâtlan Haruniyye tarafı­
na vaz'-ı tmâb-ı ikâmet eden asâkirin kesretine tâb-âver tahammül olmayup
33
dex).
Gavur-dağı’mn Ceyhan nehri boyundaki bir zirvesi (Tezâhir, s. 248 in­
K E N Z Ü 'L n V E K A Y İ
109
anlar dahi Ceyhun’u3^ geçüp firâr etdiler; ve bu şakiler o taraflarda olan
bîşe-zâre ihtifâ ve iltica eylemek ihtimâliyle Manas beğlerbeğisi eyâleti ve
ciimle(34) askeriyle cüstcû-yı eşkıyâ-yı bed-hûya taraf taraf tekâpû eyle­
diler. Şöyle ki ibtidâ-yı âferînişden bu hengâmlara gelince(35) mutâyâ-yı
ikdâm-ı inşânı olmayan arazi cilvegâh-ı ikdâm-ı benî-nevc-i inşân olup pîçder-pîçî-i agsân-ı nahlistân-ı bî-âmândan bâd-ı sabâ-güzârdan^ mümtenb
olan sa'bü’l-mürûr çengelistânlar türktâz-gâh semend-i cünûd olup her serhârde pâre-i dâmân-ı asker-i yâd-gâr kaldı. Ol vakitlerde Koca Kethüdâ’nm
henüz firâr etdüğü mahal olmağlâ bir mikdâr pelâs-pâre-i kesmaharlariyle
bin kadar koyun ve sığır mahall-i mezbûrede bırakmışlar idi. Esnâ-yı tecessüsde cümle asker mîrimîrân-ı Mar'aş’a nâsîb olmuşdur ve bacdehû Sof ve
Kartallı dağlan tarafına firâr eden Ali Kethüdâ ve Ömer Kethüdâ ve şâir
ma'ân firâr eden şakileri ahz etmek emriyle taraf-ı ser-askerîden Mar^aş beğ­
lerbeğisi pâşâ-yı mûmâ-ileyh cümle askeriyle me’mûr kıhnup tekrar ric<at
ve savb-ı me’mûre azimet etdiler; yine(36) geldikleri yerlerden güzâr ve melce-i eşkıyâ olan dağlara doğru imâle-i licâm eylediler; tekrar Arslanlu’ya gelüp yem kesdirdikden sonra binüp gece ile ılgayup Cebel-i Sof zeyline merbût olan Keferdiz nâhiyesinde35 Öji (cSjjl) ve Kuşçu Ceridi ve Bayadlu ve
Begişlü36 ve Emirler nâm kurâlarm ahâlileri üzerlerine varılup mütefahhıs-ı
âsâr-ı eşkıyâ-yı şekâvet-şi'âr olduklarmda bir eserleri bulunmayup ancak tavâif-i asker zalâm-ı leylde güzâr etdıklerinde eşkıyâ-yı mezmûme Börklü
Dede («j j
) nâm ziyâret kurbinde bir mağarada mühtefî imişler; sâik-i takdir uyûn-ı askerden, bunları istâr etmekle müsâdefet-i rünumâ-yı âyîne-i imkân olmamışdı. Çünkü bu askerin encüm-i seyyar gibi şebgerd-i te­
cessüs olduğunu gördüler anda dahi karar edemeyüp süvâr ve mutahatti-i
34 Cihan yâni Ceyhan da denilen Ceyhun nehri, Elbistan kazasından çı­
kıp, Zeytun nahiyesinin cânib-i şarkîsinden v e Maraş kasabasının ik i saat aşa­
ğısından geçerek Düldül dağı’n ı yarıp Çukurova’y a iner v e Hem ite ve Şahmaran kaleleri civarından ve Mis is karyesinden geçip Yumurtalık limanının cânib-i
garbisinden denize ulaşır (TezâUir, s. 123).
35 Maraş sanacağı’nın münbit topraklarına sahip olan Keferdiz nahiye­
si, XVH. yüzyılın sonlarına doğru Çepni oym ağı’nın istilâsını takip eden olay­
lar sonucunda kıtlık felâketine uğram ıştır (İskân Teşebbüsü, s. 40). H. 1282
(1866) tarihli.bir vesikadan anlaşıldığına göre, nahiyede, 255 hâne (504 nüfûs)
miislim ve 1 hâne (4 nüfûs) de gayr-i m üslim bulunuyordu (Yusuf Halaçoğlu,
ayn ı eser, s. 10).
36 Bu ismin «Beğmişlü» olm ası gerekir.
110
İL H A N Ş A H İN
tarîka-i firâr olup yine ziyâret-i mastûr kurbinde Okçu îzzeddinli37 ekrâdrndan Cerikânlı cemâatinden Kocu (y=-y) ve Dedu (j
nâmân [6 b]
sanâdîd-i ekrâdın zîr-i kademe-i himâyet ve sıyânetine dâhil ve mülteci ol­
dular. Bu cânibde cüstcû-yı makâm-ı eşkıya ile sâz-ı girizlerine peyrev olan
pâşâ-yı mûmâ-ileyh hazretleri kurâ-i mezbûreden kâmiyâb âsâr olmayup av­
det ve Şuri Öyüğü (Sy | ıS jy ^ ) nâm mahalde sedd-i tınâb-ı ikâmet edüp(37)
esnâ-yı istikşâfda dest-res-i ahz olan Ali Kethüdâ’nın ammisi Zülfikâr Kethüdâ’yı puşte-i mezbûrda kazığa urup ibret-i âmm eyleyüp kelle-i menhûsun lâşesinden bürîde ve galtîde-i pîş-gâh-ı serdâr-ı ekremî olmağiçiin irsâl
eylediler; ve kazâ ve kader tahsîl-i mâye-i ma'âş ümidiyle eşkıyâ-yı mezbû­
reden yiğirmi kadar atlu ile Ak Kaş oğullan mevzh-i merküme karîb Bozkir
( j f } y ) nâm mahalde vâz<-ı esâs-ı ikâmet olan Kuzu Güdenli aşireti içine
varup Bozkeçe ( ¿ Ç j y )
ve aşiret gayreti vardır deyü ümmîd-i sebât ve
vefâ edüp istihzâr-ı etnme-i vâfiye kaydına düşmüşler idi. Lâkin mukaddemâ mezbûr Kuzu Güdenli cemâatinin kethüdâsı Haşan Beğ ve ihtiyarlanndan Hacı Erbiş ( ^ j l ^ U ) ve şâirleri taraf-ı mîrimîrân-ı mûmâileyhden
azîm tenbîh ve te’kîd olunup eşkıyâ-yı mezbûrenin alâ-eyyi hâl ahzleriyle
muhkem şürûta ve beş bin guruş nezre ta'kîd-i rişte-i ahd kılıhmışdı. Ana
binâen bu aşiret ahâlileri mesfûrun şakileri gördükleri gibi ihzâr-ı me’kûlât
kaydıyla mezbûrları iğfâl ve derhal hilâf-ı me’mûl sûret-i husûmet izhâr edüp
ele getirmek mülâhazasiyle dâm-ı tezvire mübâşeret etdiklerin baczı şakiler
duyup firâr ve fakat Ak Kaş oğlu Ahmed ve Zede ; (ajj) oğlu Halil ve kanndaşı İbrahim ve Kara Yusuf oğlu îsâ ve Cihâl (Jl4^) oğlu Cum=a nâm
şakileri ahz ü bend edüp taraf-ı mîrimîrân-ı inûmâ-ileyhe ol sâ'at izhâr-ı sû­
ret-i hâl ve irsâl-i haber-i müjdegânî edüp rûz-ı ferdâda ol şakileri getirüp
teslim edüp mazhar-ı envâ^-ı ikrâm ve ilbâs-ı hilâli fâhire ile şâd-kâm oldu­
lar ve bâlâda muharrer olan kurâ ahâlileri meclis-i pâşâ-yı mûmâ-ileyhe getirülüp min-bari mesfûr şakilere tertîb-i esbâb-ı(38) ma'âş etmek üzre tenbîh
ve yedi bin guruş nezre mümakid râbıta-i şurût kılmdı; ve ba'dehû İfrâz-ı
Zülkadriyye hassı(39) mülhakâtmdan Mar'aş sancağı’nda Alâdikâk (¿T&jVI)
nahiyesinde sâkin olan Ovacıklu ahâlileri kadîmi merci'-i iskânları olan
Çukurova’ya nakl ve ircâ' olunmak içün taraf-ı ser-askenden mîrimîrân-ı
mûmâ-ileyh hazretlerine haber tevârüd etmekle menzil-i mezbûrdan hareket
37 Kürd-dağı taraflarında bulunan bu aşiret, XIX. yüzyılın ikinci yarı­
sında iskân edilmiştir (Yusuf Halaçoğlu, a yn ı eser, s. 9).
K E N Z Ü ’L -V E K A Y İ
111
ve taraf-ı me’mûre azimet olundu. Bu haberden [7 a] cemâ'at-i mezbûrun
torunları haberdâr olmağla mezbûrlardan Ağa Mehemmed oğlu, boy beğleri
Mustafa ve Kör îsâ ve Kadir nâm fâsidler tâbi‘-i hevâları olanlar ile(40).firâr edüp şâir re'âyâ makûlesinden olanlar pâşâ-yı mûmâ-ileyh tarafma müstakilen çehre sây-i itâ'at gösterüp fermân-ı ser-askerîye ser-fürû dâde-i inkıyâd oldular. Lâkin mezbûrlar fi’l-asl konar-göçer tâifeden olmayup levâzmı-ı
nhletleri mükemmel olmamağla ol mevsim-i şitâda taraf-ı iskâna hareketleri
mûcib-i izâ'at-ı emvâl ve mûris-i istihlâk-ı evlâd ü ıyâl olduğun ifâde ve is­
tifâde-i merhamet eylediler idi; ahvâllerine merhamet olunup bir ay mühlet
verilüp badehû bilâ-tereddüd mahall-i iskânlarma gitmeleri bünyân-ı ahd ü
şartlan müstahkem kıhnmışdı ve birbirine kefile verüüp alınan küfelâsı
Maraş kahası’nda hıfz ve kaba-bend olunmuşdu; bu husûsun itmâmiyle tek­
rar avdet edüp Isneyn’de taraf-ı ser-askerîye vusûle müsâra=at tasmîm ve niyyet olunmuşken nâ-gâh tasarruf-ı eyâlet-i Mar<aş uhde-i âhara merbût ve
ma'tûf kılınup taraf-ı mîrimîrân-ı mûmâ-ileyhe gıyâm-ı azl târî olup bu husûsda sûret-pezîr-i insirâf olan mesâ'i cemilesi mukabelesinde taraf-ı aliyyeden kendülerine Teke sancağı inâyet ve ihsân olunduğu haberi tevârüd eyledikde eyâlet-i Mar^aş askerinden müteferrikan savb-ı serdâr-ı ekremîye tetmîm-i husûs mezbûre ile Misis nâm mahalle geldiklerinde mülâkât ve inzimâm hadd-i husulde cilveger oldu.
Bu cânibde serdâr-ı âlî-mikdâr hazret-i vezîr-i kâmkâr Isneyn sahrasmda oturup marii’z-zikr Tâcirlü şakilerden ahz edüp cezâların tertîb et­
mekle takayyüd ve ihtimâm etmişler idi(41). Ol hengâmde giriftâr-ı dâmgâh-ı ahz olup taraf-ı şeriflerine mevsûl olan Gök (dS'jS’) Ali ve Mustafa
ve Hüseyin ve Ahmed ve Sevfi ve Yusuf ve Minnet Koca ve Oplamaz
(
) Ömer ve Molla Ömer ve Ayvad oğlu Osman ve Dumansız oğlu
ve îsâ ve Kanber ve Şah Ahmed ve Kabuklu oğlu ve reisü’l-ebâlis Koca Kethüdâ ve Kamı Kızıl oğlu ve Köse Halil ve Mızraklı Veli ve Selim ve Hızır
oğlu'Mustafa ve Gökçe oğlu Mustafa nâm şakileri ber-mûcib-i fermân-ı
kazâ ceryân ve ber-muktezâ-yı şer'-i refi'ü’ş-şân kati ile cezâlarm tertîb ve
ibret-i âm edüp mecmûd altmış iki aded ser-i murdârı eşkıyâ-yı şekâvetşi'ârı cânib-i Âsitâne-i devlet âşiyâna îsâl ve galtîde-i südde-i bâb-ı hümâyûn-ı me'âlî-erkân eylediler; ve andan gayri Pay as nâm menzilde yedi nefer
[7 b] Tâcirlü şakileri gönderilüp kazığa uralup mûcib-i ibret-i şâir nâs ey­
lediler ve Dağ Deviren nâm şaki dahi Uzeyr nâm mevki'de âvize-i çengâl-i
siyâset olmuşdur ve bade hazâ hazret-i serdâr-ı âlî-mikdâr vezîr-i gerdûn ik-
112
İL H A N Ş A H İN
tidâr mevki'-i mezbûrdan ric'at ve tekrar Kurd-kulağı38 ve Misis nâm men­
zillerde bir kaç gün meks ü ikâmet eylediler ve bu bengâmlarda îfrâz-ı Zülkadriyye hassı mülhakatmdan Cerid-i Pelîd aşiretinden Kara Hasanlı ve Sakallu ve Çakallu Dokuzu ve Uzunlu ve Okculu’dan bakılan dâima hükkâm
ü vülâta ve hass-ı mezbûr zâbitlerine adem-i itâ'at ve mâl-ı mîrîlerin edâda
inâd ve muhâlefet eyledikleri ecilden kadîmden mevki'-i iskânlan olan Çu­
kurova’dan hurûc ve Rûm’da39 yaylayup ve Rakka taraflannda kışlâyup hat­
ta bu emrin esnâ-yı sudûrunda Rakka taraflannda bulunmalariyle Rakka
muhâfızı vezîr sütûde-semîr sa'âdetlü Yusuf Paşa hazretleri rüesâ-yı eşkıyâyı mezbûreden Kara Mazı oğlu Fethullah ve Hacı Sa<dullah ve Hacı Mahmud oğlu Osman ve bacıların dahi ahz ü kati ve riiûs-ı maktmalann der-i
devlete gönderüp ve bakıyye-i süyûf olan cemâ'at-i mezbûr ahâlilerin taraf-ı
serdâr-ı âlî-mikdâra bi’l-cümle îsâl ve irsâl eylediler; ve bundan mânada
itâ'at-ı fermân-ı âlî-şân eden Cerid aşireti cemâatinden. yiğirmi adet cemâ'at
mevki'-i iskânlarmda mevcud olup miti ba'd dâire-i itâ'atden tecâvüz etme­
mek üzre teşyîd-i bünye-i şürût eylediler; ve mukaddemâ îfrâz-ı Zülkadriyye
hassı türkmânı Kınık40 mac Berendi41 kazâlarmda sâkin olup zirâ'at ve hı38 Çukurova’nın kapısı olan Kurd-kulağı derbendi, A yas ile Berendi ara­
sında bulunmaktadır. Bu bölgeye 1693 yılında derbendci olarak konar-göçer
insanlar yerleştirilm iş ve 10 Haziran 1712’de yapılan plâna göre, derbend m a­
hallinde mevcut olan ik i hana ilâve olarak, câmi’ v.s. gibi binâların etraf ma bir
duvar çekilerek kale şekline sokulmuştur. A yrıca hâriçten getirilen konar-gö­
çer halk için 40-50 kadar ev inşâ edilmesi de bu plâna dâhil bulunuyordu. 1780’de
Adana ve A ntakya bölgesinde şakilerin faaliyette bulunmasından dolayı bu
mıntıkada em niyetin kalmadığını görüyoruz. Bu sebepten, F ayas tarafından
gelen yolcu ve tâciri U zeyr (Özer) beyi Kurd-kulağı’na, has reayası ise Kurdkulağı ile Misis köprüsü’ne getirip teslim ediyorlardı. Adana tarafından gelen­
leri de Misis derbendcüeri Kurd-kulağı’na getirip has reâyasm a teslim ediyor­
lar; ve onlar da Kurd-kulağı derbendcileri ile U zeyr (Özer) beyi’nin nüfûzları
altındaki yerlere ulaştırıyorlardı (Derbend, s.. 26, 61-62, 99).
39 Osmanlı tmparatorluğu’nun son asırlarına kadar Rûm E yâleti’nin
çekirdeğini Sivas, Tokat ve A m asya bölgeleri meydana getiriyordu.
40 İsminden de anlaşıldığı gibi Kınık oym ağı m ensuplan tarafından
tesis edildiği istidlâl edilen Kınık kazası, kayıtlardan anlaşıldığına göre M isis’in
Esah ve Sarıçam kazası’nm güneyinde bulunmaktadır. XVI. yüzyıldan itibaren
başlayan içtimai buhranlar nedeniyle, Adana eyâletinde bulunan Kinık’ın top­
raklarının bir kısm ı terkedilmişti. Terkedilen arazüerin yeniden ziraate açıl­
m ası ve bölgenin em niyetini tem in etm ek için, 11 Ocak 1691’de Dulkadırlı ulusu’na bağlı oymakların bölgeye yerleştirilmesine karar verilm iştir (İskân Te­
şebbüsü, s. 43, 75-76, 78).
41 E ski bir Türk oym ağı’nm ismini taşıyan Berendi’nin Misis Ue Kurd-
K E N Z Ü ’L -V E K A Y Î
113
râset edüp hâsıl eyledikleri öşürlerin ve sâh rüsumların tahsiline me’mûr
olanlara vermek üzre ta'-ahhüd ve ol havalileri kuttaki tarîk eşkıyası seri ü
mazarratlarından muhafaza eylemek şartiyle mevâzi'-i rakîmede iskân olun­
muşlar iken şürût-ı mezkûreden nükûl ve inhirâf ve envâ<-ı şekâvete sülük
eylediler idi. Bu cihetden matbah-ı âmire’ye beher cemâ^at ellişer kîse akçe­
ye nezr etmişler idi. Binâen alâ zalik zikr olunan nüzûr mâlı ifrâz kalemin­
de olan yiğirmi iki cemâ'atden bin yüz kîse akçe olup tahsili icâb eyleffiişdi
ve lâkin zikr olunduğu [8 a] üzre cemâ(at-i mezbûrlardan adem-i iktidârlarrndan nâşi bir vechle mümkinü’l-husûl olmadığı cânib-i ser-askerîden alâ
vukû'ihi der-i devlet medâra îlâm ve ifâde olunmuşdu. Savb-ı aliyyeden da­
hi nısfı mikdân yahud sülüs-i sülüsânî tahsil olunup mücerred tavâif-i mezbûrenin mütevâri-i hadd-i tahammülleri olduğu mikdân talebiyle rencide olmamaklan husûsu taraf-ı ser-askerîye mevkûf kılıümışdı. Binâ-berîn nezd-i
ser-askerîden dahi ahâli-i cemâ<at-i mezbûrenin el-hâletü hazihi devâbb ü
mevâşîleri ve koyun ve sığırları ve mevcud olup bahâya erzân olan sim kı­
lıç ve şâir bisâtlan cümleten fürûht etdirilüp ve üzerlerine müteakiben müs­
tamel mübâşirler tacyîn ve irsâl olunmağla Ve çend-rûze hTab ü râhâtı terk
edüp hezârân mesâd-i bî-pâyân ve ber-müzde-i min-ba'd sıyânetden ve terahhusdan ictinâb olunmağla ancak yüz kîse akçe tahsîh mümkün olmuşdu
ve husûl-yâb olan meblâğ-ı merkum beste-i hazîne ve kabzına me’m ûrolan
mûmâ-ileyh İnce Kara Mustafa Ağa yedîne teslîm ve hüccet-i şeniyyesiyle
taraf-ı hızâne-i pâdişâhîye irsâl olundu; ve ber-mucib-i emr-i âlî tavâif-i meZbûrenin tüfenk ve kılıç ve nîze ve tîr-keş ve şâir kara bisâtlan istihrâc ve
müfredât üzre defter ve Konya kabasında hıfz olunmak üzre karar verildi
ve ba'dehû hazret-i ser-asker sütûde seyr ve ma<ân me’mûr olan beğlerbeğiler ve asâkir-i nusret-meâsir menzil-i mezbûrdan hareket ve Adana nâm
mahalle bast-ı hıyâm-ı ikâmet eylediler. Yine ol esnâda Adana kadısı Efen­
di huzûr-ı serdâr-ı ekremîye getirülüp ve mesbûketü’l-esâmi olan beğlerbeğiler ve ^«yân-ı vilâyet cemc olup akd-i meclis-i şen olunmuşdu. Yine ol divân-ı me'âlî-erkânda mâ<adâ nüzûr mâlı taleb ve tavâif-i mezbûreden tah­
siline teveffüh ve tasaddî olundu ahâli-i mezbûre dahi minvâl-i rakîm üzre
izhâr-ı inddâm-ı iktidar eylediler; yine cânib-i ser-askerîden alâ vukûdhi ahkulağı arasında v e A y as ile M araş sancağı arasına isabet ettiği anlaşılmaktadır;
XVI. yüzyıldaki İçtimaî buhranlar nedeniyle Berendi kazası’nm da bir kısım
topraklan terkedilmiş ve 11 Ocak 1691 tarihinde, Dulkadırlı ülusu’nâ bağlı
oymakların bölgeye yerleştirilm esi için emir verilm iştir (İskân Teşebbüsü, s.
43, 75-76, 78).
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 8
114
ÎU 3 A N Ş A H İN
vâl mufassalan der-i devlet-medâra ifâde ve Mâm olundu ve Kürd Bayram
Oğlu Mehemmed Paşa’mn42 ve sâbıkâ Adana vâlisi vezîr Yusuf Paşa43 merhûmun bakıyye-i emvalleri taleb ve tecessüs olundu. Ol senelerde bi-temâmilıi mâl-x mîrîlerin vermek üzre redd-i cevâb ve ibrâz-ı tezkere [8 b] etdiler ve bundan sonra Kurd-kulağı nâm mahalde tavâif-i mezbûre Pulad Paşa-zâde İsmadl Paşa’yı muhâsara edüp otuz beş kîse akçelik kadar deve ve
katır,ye at ve emvâl ü eşyâsmı nehb ü isrâf ve izâ<at ve itlâf edüp mîrimîrân-ı
mûmâ-ileyhe irâs-ı enva'-ı mazârr ü hasâret etmişler idi. Anın dahi tâhsîli
fermân(42) ye ;fasl; ü inhilâli uhde-i ihtimâm-ı vezîr-i ferhunde fâla ta'lîk ve
mahâll: kılınmışdı. Binâen alâ hazâ huzûr-ı destûr-ı vakürda murâfa<a-i şer<-i
şerif olduklarında ,tavâif-i mezbûre bu töhmeti inkâr eylediler. Pâşâ-yı mûmâ-ilfeyh dahi şühûd-ı üdûl ile isbât-ı müddeca eyledikde matlûbu olan em­
vâl hükm birle taraf-ı şer^-i enverden yedîne hüccet-i şerif vaz< ve ibrâz olun­
du. Aneak ol esnâda bu töhmete cesâret eden eşkıyâ müteferrik ve ekser diyâr-ı âharda bulunup ve mevcûd olanlardan dahi mukaddemâ mâl-ı mîrî
tahsîl olunmuş bulunmağla zai-ı; ahvâlleri tahakkuku ile bu hîn-i rakîmde
husûl-i' emvâl-i mefküdesi cilveger-i hadd-i imkân olmayup mevküf kalup. ve
bu keyfiyet-dahi mecrâ-yı vukuda ceryan etdiğj gibi der-i devlet-i ahyyeye
arz u- ifâde olunup ve bu husûslar bu vech üzre husûl-pezîr olup bundan
böyle:gerek,serdâr-ı âlî-mikdâr hazret-i vezîr-i gerdûn vekâra ve gerek şâir
beğlerbeğilere ve asâkir-i nusret-meâsire mütecaliik iş kalmamağla ol dahi
ifâde ve istizan olundu. Bu husûslann taraf-ı aliyyeye tebliğ ve risâleti kethüdâ-yr umûr azmâsma kendi taraflarmdan taüîk olundu; taraf-ı ser-askerîden kethüdâları El-hâc Hüseyin Ağa Âsitâne-i devlet âşiyâne irsâl' olunup
tevârüd-i haber-i izne meks ü intizâr olunmuş idi(43); ve bu esnâda Adana
mansıbı Niğde mutasarrıfı Abdulgafiır Paşa tarafına tevcih olup ve Niğde
sancağı Mevlûd-zâde Mahmud Paşa’ya inâyet olvmmağlâ Zilhicce-i şerifin
ön beşinci günü fermânlan tevârüd eyledi; ve ifrâz haşşinin ihtiyârları ki
nezr mâli tahsîli içün tarafr-ı ser-askerîde mahbûs ve der zencîr edilir; zikr
42 Adana’da serdâr iken m ukataa ile H. 1110 (1698-99)’da Adana’da bey­
lerbeyi olan Mehmed Paşa, çeşitli yerlere vali olarak atandıktan sonra, Safer
1126 (16 Şubat-17 Mart 1714)’da Maraş valiliğinde bulundu ve Zilhicce 1123 (10
Ocak-9 Şubat 1712)’de vefât etti (S.O., IV, s. 208).
• ! 43 , Aslen Bosna’lı olan Yusuf Paşa, Enderûn-ı Hümâyûn’da yetişerek H a­
zine-! Hümâyûn ıkethüdası ve H. 1113 (1701-2)’de I. Mirahor oldu. H. 1114
(1702)'de vezâretle Adana vâlisi olan Yusuf Paşa, Şaban 1115 (10 A ralık 1703.8 Ocak 1704) yılında Trabzon vâlisi olduktan sonra, Receb 1116 (30 Ekim-29
Kasım 1704)’de vefât etti (S.O., s. 659).
-
K E N Z Ü ’L -V E K A Y Î
115
olunan ahâli-i cemâ'at-i mezbûrenin doksan dört nefer mahbûslan mûmâileyh Abdulgafur Paşa tarafma teslîm olundu bi-tevfikihi subhânehu ve te'âlâ
ol vezîr-i Aristo-nazîrin istihkâm-ı re’y ve tedbîrleriyle derûn-ı evrâkda dere
ü tastîr olunan husûslar mukârin-i nizâm ve intizâm olup ve bi-hamdihi
te'âlâ zikr olunan [9 a] bilâd ve aktara müntehi olan yollar türkmân ve ekrâd şerlerinden emîn ve ebnâ-yı sebil me’mûnü’l-gâile zemân-ı devlet-i pâdişâhîde herkes bu ahd-i selâmet rehine karın oldu. Şâyestedir ki cümle havâss u avâm bu ni'metin edâ-yı şükründe ve pâdişâh-i rû-yı zemin halledet
hilâfetuhu ilâ-yevmi’d-dîn hazretlerinin du'â-yı bekâ-yı ömr ü devletlerinde
ve imtidâd-ı zemân-ı ızz u saadetlerinde ve bi’l-cümle vüzerâ-yı izâm hâsseten ol vezîr-i kâr-dân hazerâtımn izdiyâd-ı kadr ü meüziletleri ed'iyesinde
ve vükelâ-yı fihâm ve şâir ricâl-i düvelin hemvâre-i mukârenet-i nev-bahâr
i'tâf-ı gerd-kârı ile gül gibi münbit ve handân olmalan temennâsmda ve düşmen-i dîn ü devletin kahr u inhizâmı ve asker-i islâmın' riusret ve istihkâmı
içün tazarru' ve niyâzda olalar ve nehârda anâdil ve leyâlde şümû misâl
zâr ve giryân ve nâlende ve sûzân olup bezm-gâh-ı çemen-serâ-yı alemin bu
kadar nizâm-ı umurunu istida'â eyliyeler;
Bâreka’llâh âsaf-ı Dârâ-haşem
Sâneha’llâh sâhib-i âlî-himem
Levhaşa’llâh dâver-i dâd-âzmâ
Habbezâ destûr-ı pür-cûd u sehâ
Rif'at-ı kadrine nisbet çarh-ı dûn
Havf-ı şemşîriyle düşmen ser-nigûn
Sâye-i lutfunda râhat hâs ü âm
Oldu ikrâmiyle âlem şâd-gâm
Pâye-i ikbâli gerdûna medâr
Ferr ü iclâli verâ-yı inhisâr
Zıll-ı eltâfıhda âlem mülteci
Süllem-i cûdiyle herkes mürtakî
Öyle bir kâmil vezîr-i nîk-nâm
Kim temâmet âleme verdi nizâm
Velvele saldı cihâna savleti
Erdi tâ ayyûka beng-i satveti
Doldu yek-ser nâm ü şâniyle cihân
Olsa âlemden nola ankâ nihân
Her ne dem k’ide kef-i cûdı hurûş
Şerm ile deryâlar olurdu hâmûş
116
İL H A N Ş A H İN
Bâb-ı ihsânında herkes behre-yâb
HTân-ı inşâmı nasîb-i şeyh ü şâb
Hulk-ı pâki eylese neşr-i şemîm
Çîn ederdi reh-güzânm nesim
Bâ-husûs ifraz umûn kim müdâm
Hiç bulamazdı nizâm ü intizâm
Kemterîn himmetle ol âsaf-hısâl
Ukde-i ahvâle verdi inhilâl
[9 b] Habbezâ dikkat zihî re’y-i savâb
K’etdi bu emrin hüsûlin iktisâb
Hamdü’llillâh kim Hudâ-yı bî-niyâz
Etdi tevfîkin bu emre kâr-sâz
Çünki bâ-tevfîk-i hayy-i lâ-yemût
Maslahat buldu husûl ile sübût
Diişdii dil bir fikre kim tahrîr ede
Macerâyı yek-be-yek tastır ede
Eyleyüp işkeste-beste bir kitâb
Ede arz-ı meclis-i âlî-cenâb
Menzil-i maksûda edüp reh-nümâ
Arz-ı hâle yol bula bununla tâ
Bahtdan şekvâda kilk-i ter-zebân
Kanlu yaş edüp midâd-âsâ revân
Dâdgâh-ı âsâf-ı kisrâ-nihâd
Ola lebrîz-i sadâ-yı dâd dâd
Dâd ey destûr-ı âlî-menzilet
V’ey vezîr-i âkil ü nîkû-sıfat
Dâd ey dâd-âver-i feryâd-res
V’ey nigâh-ı şefkatindir mültemes
Nâ müsâdd bahtdan âh ü figân
Kim beni etdi elemle nâ-tüvân
Âlemin bahtı olur bîdâr gâh
Bulmayan bahtımdır ancak intibâh
Cevr-i baht-ı tireden Sâkıb gedâ
Etdi zıll-ı re’fetinde ilticâ
Et ana ayn-ı inâyetle nazar
Etmesün tâ bahtı îrâs ü keder
Tâ ki âlemde ola best ü güşâd
Ede ömr ü devletin Mevlâ ziyâd
K E N Z Ü ’L -V E K A Y İ
Tâ cihânda ola âsâr-ı nizâm
Ola her hâlin karîn-i intizâm
Tâ ola âlemde nâm-ı ilticâ
İzz ü ikbâlin füzûn etsün hüdâ
Hak te'âlâ devletin ede füzûn
Hem ede dâ’im hatâlardan masûn
NÜSHA FARKLARI:
(1)
(2)
(3)
(4)
(5)
(6)
(7)
(8)
(9)
(10)
(11)
(12)
(13)
(14)
(15)
(16)
(17)
(18)
(19)
(20)
(21)
(22)
(23)
(24)
(25)
(26)
(27)
(28)
Hazâ... Mehmed Han A : - M.
Ve A : - M.
Te'âlâ M : - A.
Enver ile A : enveriyle M.
Ve M : - A.
Te'âlâ M : - A.
Der
Ahmed Han A : - M.
İbn M : bin A.
Beyt A : - M.
Der
müşîr-i müfahham A : - M.
Celâl A : icİâl M.
Beyt A : - M.
Mısra' A : - M.
Beyt A : - M.
Tahrîk-i kadem-i kalem M : tahrîk-i kadem A.
Olunmuşidi M : olunmuşdur A.
Olan M : ol A.
Voyvodalar M : + ve A (yanlış).
Aşer A : aşere M.
Şeyh-zâde
Niğde sancağı mutasarrıfı M : - A.
Ve A : - M.
Rûzede M : rûzda A (yanlış).
Etrafa A : etrafdan M.
Etmişler idi M : etmişlerdi A.
Olmuşlar idi M : olmuşlardı A.
Düşmüşler idi A : düşmüşlerdi M.
Muhkem M : - A.
Beylerbeğiyle A : beylerbeğiler üe M.
118
(29)
(30)
(31)
(32)
(33)
(34)
(35)
(36)
(37)
(38)
(39)
(40)
(41)
(42)
(43)
İL H A N Ş A H İN
Şakileri ki A : şakiler ki M.
Mısra' A : - M.
Akiblerinden M. akablerinde A.
Şakileri A : şakilerin M ..
Tevâbi' M : tâbi' A.
Ve cümle M : - A.
Gelince A : + dek M.
Yine M : - A.
Edüp A : olup M.
Esbâb M : + ve A (yanlış).
Hassı A : havassı M.
Olanlar ile A : olanlariyle M.
Etmişler idi M.: etmişlerdi A.
Fermân M : - A.
Olunmuş idi M : olunmuşdu A.
JEWS IN THE OTTOMAN EMPIRE AND THEIR ROLE IN LIGHT
OF NEW DOCUMENTS : Addenda and Revisions to Gibb and Bowen1.
Robert W. Olson
This article is concerned chiefly with the rebellion in Istanbul in 1740
and its after effects. It contains, as far as I know, entirely' new material
about the possible connection between Jews and Janissaries in the Ottoman
Empire. The evidence, if substantiated by further research, could be of
remarkable importance for the history of the Jews in the Ottoman Empire
and for the history of the Ottoman Empire. To put the document in its
proper setting a brief recapitulation of the status of Jews in the Ottoman is
perhaps in order.
The position of the Jews in the Ottoman Empire was influenced by
the traditional and historical development of Islam and to Muhammad’s own
1 This article is based on dispatches dated 17 June, 1740; 10 January,. 1742
and 23 January, 1742 from Everard Faw kener to Holies N ew castle. The dis­
patches are found in S ta te P apers thenceforth referred to as S P ), Series 97, vo­
lume 31 which deals w ith the correspondence of the British Resident: to the
Foreign Secretary. The State Papers are located in the Public Record Office
(henceforth referred to as PRO) in London, England. F or a published version of
these dispatches, see Robert W. Olson The Seige of M osul and O ttoman-Persian
Relations 1718-1743 (Indiana, 1975), Appendix A, pp. 203-207. .
EVerard Faw kener w as British Resident in Istanbul December, 1735-42.Holles N ew castle w as Secretary of the Southern Department and Colonies. His
dates of service were. 6 April, 1724-10 February, 1746; 12 February,: 1746-13
February, 1748; and 13 February, 1748-23 March, 1754. During the. first period
N ew castle served as Secretary of the Southern Department and w as respon­
sible for Turkey. The British kept the division , of Northern Department and
Southern Department until the Offices of Foreign and Home Secretary were
created in 1782. See Basil Williams, The W hig Suprem acy, 1714-1760, volume
H, O xford H istory of England, pp. 443-444. I thank Professor Carl Cone for
this information.
120
R O B E R T W . O LSO N
acceptance of Jews as one of the ‘peoples of the book’ (ahl al-kitab)2. Re­
lations with the Jews were not set, however, by any sacred or Quranic in­
junction but evolved over a long period of time.
The position of the millets, or non-Muslim ‘people of the book’, while
relymg .on'Islamic tradition, was significantly affected by the slow Turkish
conquest of Anatolia and by the, capture of Constantinople3. Islamic law
regarded non-Muslims as (dhimmis), that is as members of a community,
not as individuals, Furthermore, each community was represented to the
Ottoman Sultan by its religious head-patriarchs or rabbis-who wvere part
of the Ottoman ruling establishment4.
The conquest of Constantinople in 1453 necessitated a clarification of
the millet system. The period prior to Mehmet II’s (1444-1446; 1451-1481)
accession to the Sultanate had been rife with rebellion between the Muslims
and Christians who had been incorporated recently into the Ottoman state.
Mehmet II sought to break the power of the landed lords in the Balkans
and Anatolia by granting new powers to the millets. He also intended to
grant fiefs (timars)5 to his loyal lieutenants. The land for the timar was to be
taken from the landed aristocracy, reducing their potential for rebellion.
The miliets as organized after 1453 were also affected by the system
prevailing in Constantinople at the time of the conquest. Long before the
Ottoman conquest the ¡weakened Byzantine, state had granted extensive eco­
nomic and extraterritorial rights to the Genoese and Venetians. The Ot' 2. The literature on non-Muslims in Islam is vast; here I w ill give a few
of the m ost important sources. For a brief account see Claude Cahen, «Dhimma>, Encyclopedia of Islâm , 2nd edition, pp. 227-231 and Chafik Chehata, pp.
231. F or .the Jew s see S.D. Goitein, Jew s and A ra b s (N ew York, 1955), 62 ff.
and H.A. (J.W.) Hirschberg, «The Oriental Jewish Communities», in A.J. Arberry, ed. Religion in the Middle E ast, vol. I (Cambridge, 1969), pp. 119-225.
3 .The best history of the m illets in English is H.A.R. Gibb and Harold
Bowen, Islam ic Society and the W est, Fart H, chapter XXTV, pp. 207-261; also
see-the Article, «Millet», in İslâm A nsiklopedisi, Vol. 8, p. 317. For the political
aspects of the m illets and the role they played in Ottoman economic and social
life see Kemal Karpat, A n Inquiry into th e S o c ia l Foundation of N ationalism
in the O ttom an S ta te: From Social E sta tes to Classes, F rom M illets to N ations
(Prinpceton, 1973); especially pages, 31-48.
4 Gibb and Bowen, Islam ic Society, p. 212.
5 For one of the m ost lucid accounts of the tim a r system see H alil İnal­
cık, The O ttom an E m pire : The Classical A g e 1800-1600 (London: W eidenfeld
and Nicholson, 1973); İslâm A nsiklopedisi, «timar», Vol. 12, part I, pp. 286333 written by Ömer Lûtfi Barkan.
J E W S I N T H E O TT O M A N E M P IR E
121
tomans did not rescind these privileges; Another reason for the reorganiza­
tion of the millets was that by recognizing the Anti-Unionist (with the Latin
West) Patriarch, George Scholarius (Gennadius) Mehmet EL hoped to un­
dermine the potential of a united Christian crusade against the Ottomans6.
The Armenians and Jews along with the Greeks were almost simul­
taneously recognized as millets. The Jews were organized as a millet, under
a Hahambashi (chief Rabbi) who, like his Christian colleagues, exercised
jurisdiction for his community in the areas of marriage, divorce, engagement
and inheritance; in return the Hahambashi was expected to deliver his com­
munity’s share of taxes and to keep order.
According to H.A.R. Gibb and Harold Bowen, the Hahambashi or
Chief Rabbi had precedence over the two Christian Patriarchs, the chief
reason probably being that the Christians were suspécted of harboring sen­
timents for the Christian enemies of the Porte. The Jews, without a territo­
rial base, seemed less a threat than the Christians. The tolerance of the Ot­
tomans, whether for political reasons or not, greatly increased the well being
of the Jewish community in the Ottoman Empire during the latter fifteenth
century. In fact tolerance for Jews actually preceded the conquest of Cons­
tantinople, for like their non-Turk Muslim predecessors, many Sultans had
Jewish doctors. The early Sultans had also annulled the sumptuary laws re­
garding the Jews, which had been proclaimed by the Byzantines. Even
before the expulsion of the Jews from Spain in 1492, the Ottoman Empire
was a welcome haven for the Jews of Europe experiencing persecution and
intermittent oppression in European lands. The Ottomans were eagèr to
express their hospitality as opposed to the ‘perfidious’ Christians. The Sul­
tan also realized that the more advanced and cultured Jews would enhance
his efforts to increase the trading potential of the Empire. Moreover, it is
often claimed that there seems to have been something sympathetic to Jewish
nature in the culture of Islam7. Despite their dhimmi status in thé Muslim
6 Steven Runciman, The G reat Church in C a p tivity (Cambridge, 1968),
pp. 169-174.
7 For a recent article dealing with thé concept of tolerance in Islam see
Rudi Paret, «Toleranz und Intoleranz in Islam», Speculum, XXI (1970), pp. 34465. The w ell known British Orientalist, Bernard Lewis, who is Jewish, feels
that Jews, especially Jewish orientalists of the nineteenth century, have been
very tolerant of Islam, if not sym pathetic. Lewis attributes th is pro-Muslim
sentim ent to «an affinity of religious culture which made it possible for Jews,
evenem ancipated, liberal w est European Jews, to achieve an immediate and
122
R O B E R T W . OLSO N
world, and especially during the early Ottoman period, the Jewish com­
munity flourished.
The Jewish millet was divided into four major divisions, each of which
was divided on the basis of whether they had lived in the Ottoman Empire
before or after the Spanish immigrations of the fifteenth century. The pre­
immigration Jews were divided into two cpnununities-the Rabanites and
Karaites8. The third group were Ihe Ashkenazim or Jews from Germany;
the fourth was that of the Jews from Spain, the Sephardim. It is the latter
group, on account of their skills and language abilities, that soon became
the dominant group within the Jewish millet. The Sephardim settled largely
in Istanbul, Salonika (Thessalonika), Adrianople (Edirne) and Nikopolis in
the Balkans; Bursa, Amasya and Tokat in Anatolia. Istanbul had the largest
Jewish community in the world and Salonika became a predominantly Jewish
city9. The role of the Shephardim and Marranos Jews in the expansion and
growth of capitalism and trade (especially textiles) in Salonika, contributed
intuitive understanding of Islam. It is fashionable nowadays to speak of the
Judaeo-Christian tradition. One could as justly speak of a Judaec-Islamic tra­
dition, for the Muslim religion, like Christianity, is closely related to its Jewish
forerunner... The Judaeo-Islamic affinities include such, things as' inflexible
monotheism, austerity of worship, the rejection of im ages and incarnation and,
m ost important of all, submission to an all-embracing divine law, enshrined in
scripture, tradition, and commentary, which regulates and sanctifies the m ost
intim ate details of daily life»; in Bernard Lewis «The Pro-Islamic Jews»,
Islam in H istory : Ideas, Men and E ven ts in the M iddle E a st (London, 1973),
p. 137.
8 For a bibliography see Mordecai Roshwald, «Marginal Jewish Sects in
Israel», International Journal of Middle E astern Studies, vol. 4, no. 2 (1973),
pp. 219-237; no. 3, pp. 328-354. It is interesting to note that Karaitism is said
to have been affected by the teaching of Abu Hanifa, the Muslim theologian
and jurist, whose ‘school’ of Islam ic law w as followed officially in the Ottoman
Empire. For divisions among the Jewish M illet in the seventeenth century see
U riel Heyd, «The Jewish Communities of Istanbul in the Seventeenth Century»,
Oriens, vol. 6, 1953, pp. 299-314. H eyd indicates how the Sephardim became the
dominant community in Istanbul. He also states that fires in the Jew ish Quar­
ters resulted in m any Jews moving to new areas, w ith the result that the tra­
ditional communities based on independent synagogues began to break down.
This contributed especially to the decline of the Romaniate community.
9 For this period of Jewish history see the w orks of Avram Galanté, H is­
toire des Juifs d’A natolie, Les Juifs d’Izm ir (Sm ym e), (Istanbul, 1937); H is­
toire des Juifs d’Istanbul (1941-42) ; Turcs and Juifs (Istanbul, 1932) and M.
Franco, E ssai su r l’hisfoire des Israélites de l’E m pire O ttom an (Paris, 1891).
J E W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
123
greatly to that city becoming one of the chief market towns of the Ottoman
Empire10.
The settlement of the Sephardim in Ottoman lands increased the Jewish
role in h anking and especially as tax farmers (mültezim). One of the Marrano families, the Mendes (ancestors of Pierre Mendes-France, the former
premier of France during the nineteen-fifties), who controlled the spice trade
in Europe, were encouraged, in fact, enticed, by Ottoman authorities to
settle (ca. 1553) in their lands11. Two members of the Mendes family, Dona
Gracia and her nephew, played very significant roles in the financial affairs
of the Empire. Dona Gracia was head of a consortium of both Jews and
Muslims which traded wheat, pepper and raw wool for European woolen
goods. Her nephew, Don Joseph, became an intimate for Sultan Süleyman
the Magnificent and secured a monopoly of the Aegean Sea wine trade with
Europe. Süleyman granted him the Governorship of the Island of Naxos
from which he administered his wine empire. Subsequently Joseph gained a
monopoly of beeswax and became involved in the loan which some rich
Turks and Jews made to Henry II of France in 1555. Another Jew, this time,
interestingly, a woman, Esther Kyra, obtained influence in the harem of the
Sultan, and by 1600 she had accumulated a great fortune through her po­
sition as collector of customs12.
Professor Halil İnalcık has concluded that «from the middle of the
sixteenth century, with the coming of the Marranos, Jewish influence and
control of the money market seemed to have increased. But there is no clear
evidence that they introduced a mercantilist tendency in the Ottoman Empire,
it seems that they brought rather their own activities into conformity with
the already existing pattern.»13 There is not doubt, however, that the Jews,
especially Spanish Jews, contributed significantly to the development of ca­
pital in the Ottoman Empire in the sixteenth century.
It is indicative of how dependent millets, and in this case the Jewish
10 For the role of the Jew s in Salonika see J. Nechama, H istoire des Is­
raélites de Salonique, 5 vols. (Paris, 1934-39).
11 Halil İnalcık, «Capital Formation in the Ottoman Empire», Journal of
Economie H istory, XXIX (March, 1969), p. 121 ff.
12 Ibid., 123. Also see Cecil Roth, The House of N a si : Dona Gracia, vol.
I (Philadelphia, 1947) ; The House o f N asi: The D uke of N axos (Philadelphia,
1949) for the complete coverage of the Mendes fam ily. Jewish ladies were great
favorites of the women in the harem for their reputed knowledge of medicine.
13 Ibid., 124.
124
R O B E R T W . O LSO N
millet, were on the Sultan’s favor that the death of Joseph of Naxos, while
by no means ending, brought or coincided with the decline of Jewish
influence in Ottoman affairs. In 1579 when Joseph of Naxos died, Sultan
Murad II (1574-1795)14 confiscated all of his property; he was regarded as
no more than an ordinary slave of the Porte. The murder of Esther Kyra in
1600 by the mounted cavalry (sipahis) of the Porte, who claimed the under­
weight coin (akçe) with which they were paid had been introduced into the
treasury by her, seems to symbolize the decline of Jewish influence, which
lasted for 200 years15.
The approach of the Muslim millenium also did not augur well for
the Jews, and with the acession to power of Murad II (1574-1595), there
was a notable decline in the influence of the Jewish millet. Not only were
families such as the Mendes not able to gain influence, but the Sultan re­
imposed sumptuary laws specifying what kinds and color of clothes and
headgear dhimmis should wear. The decree supposedly resulted from Murad’s
«resentment at the inordinate luxury of the Jews, whom he had first wished
to massacre.»16 The sumptuary laws also were an indication to the M uslim
masses that the Jews had fallen out of favor; which in turn meant that the
Jews could be targets of ridicule and abuse.
The reasons for the decline of the Jewish millet are inseparable from
the parallel decline of the Ottoman Empire17. The effects of the sixteenth
14 «Confiscation» or müsadere of rich people’s property, Muslim or nonMuslim, was a common Ottoman practice. This policy prevented the inheritance
of large fortunes which inhibited the accumulation of capital by private sources.
For an account of musddere see İslâm A nsiklopedisi, vol. 8, pp. 669-673.
15 W hile the basis for the sumptuary law s w as stated in the Sheriyat
(Arabic. Shar’a) the enforcement of them depended on the disposition of the
Sultan as w ell as historical circumstances.
16 Gibb and Bowen, vol. I, Part H, Islam ic S ociety, p. 240.
17 The books dealing w ith the decline of the Ottoman Empire are nu­
merous. Only a few of the best w ill be listed here. M ustafa Akdag, T ürkiye’nin
İktisadî ve İçtim aî Tarihi (1243-1559), (İstanbul, 1974); this is a reprint o f the
1959 edition; also see the sam e author’s Celâli İsyanları (1550-1603), (Ankara,
1963). Stefanos Yerasimos, A zgelişm elik Sürecinde T ürkiye (Istanbul, 1974);
Ömer Barkan, «XVI. Asrm İkinci Yarısında Türkiye’de F iyat H areketleri»/T he
Fluctuation o f Prices in Turkey During the Second H alf o f the Sixteenth Cen­
tury, Belleten, vol. XXXIV (1970), pp. 557-607. Justin McCarthy has translated
an article sinular to the above Turkish article in International Journal of Middle
E a st Studies, 6 (1975), pp. 3-28 entitled «The Price Revolution of the Sixteenth
Century : A Turning Point in the Economic History of the N ear East.» For
J E W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
125
century ‘price revolution’ on the economy and commerce of the Empire
were deep and enduring. The traditional agricultural economy and landbased society of the . Empire were further disrupted. The decline of the
Empire greatly affected the non-Muslim millets, especially the Jews, and
their dominant positions in the Ottoman economy. This, however, by no
means ended the influence of the non-Muslim millets.
A more difficult problem to assess is the internal development or evo­
lution of the Jewish millet itself. Gibb and: Bowen state that the beginning
of the seventeenth century saw «a change of-spirit among the Jews them­
selves.»18 For Gibb and Bowen, «The unaccustomed liberty and favour they
(the Jews) had enjoyed under the Sultan’s rule, for over a century induced
a revival of national sentiment, or perhaps we should say an intensification
of the solidarity characteristic of Jewry.»19 Accordingly, «This was variously
exemplified during the sixteenth century : in a movement set on foot for the
regular ordination of Rabbis by a central body as had not existed for cen­
turies; in the reduction to some order by a Palestinian doctor of Rabbinic
and Talmudic tradition; and above all a revival of Messianic hopes, greatly
fostered by the spread of Kabbalistic teaching.»20 It was during this period
that the messianic movements of Isaac Lurga Askenazi (Sevi) and of Sabbatai Sevi shook the Jewish World. This is an involved subject and has been
the subject of a massive study by Gershom Scholem21. Unfortunately for Ot­
toman historians this excellent work by Professor Scholem is concerned lar­
gely with the religious and messianic evolution of Sevi within the context
of Kabbalism. It shed little light on the reaction of Ottoman authorities to
Sabbatai Sevi’s movement.
The reasons and causes of Sabbatai’s apostasy to Islam (September,
the effect of the ‘price revolution’ on- Ottoman-Persian relations see Robert
W. Olson, «The Price Revolution of the Sixteenth Century and Its E ffects on
the Ottoman Empire and on Ottoman-Safavid Relations», A c ta Orientalia
(forthcom ing); Bernard Lewis «Ottoman Observers of Ottoman Decline», Is­
lam ic Studies, vol. I (Karachi, 1962),. pp. 71-87.
18 Gibb and Bowen, Islam ic Society, vol; I, P art n , p. 241.
. 19 Ibid., p. 241.
20 Ibid., p. 241.
21 Gershon Scholem, Sabbatai S e v i: The M ystical M essiah 1626-1616
(Princeton U niversity Press, 1973). It w as published in Hebrew in 1957. I t w as
unfortunate that Scholem did not have access to Turkish archives,- see p. 668
in this regard. CP. Yonina Talmon, «Millenarism» in International Journal of
Social Sciences, vol. 10, pp. 349-362, especially pp. 357-358.
126
R O B E R T W . O LSO N
1666) are inconlusive and the Ottoman reasons for coercing his conversion
are also unclear22. In fact just the ‘conversion’ of Sabbatai Sevi could be the
subject of a full length study. Apparently the Head Rabbi as well as other
Ottoman authorities were concerned about the potential consequences of
Sabbatai’s movement. The innovations he promulgated and advocated in
Jewish beliefs and worship were anathema to the Rabbis of Istanbul. They
attempted to excommunicate Sevi and according to one source, they even
tried to kill him23. The threat of Sabbatai’s movement to Ottoman authorities
was even greater, for it challenged directly, secular, Ottoman authorities as
well as religious, Rabbinate authorities: for if the Messiah had come, why
pay taxes?24 It was reported that the Jewish community in Istanbul stop­
ped mentioning the name of the Sultan20, which was customary practice
among the millets as ‘people of the book’, and instead proclaimed Sabbatai
Sevi as «Sultan of Sultans» (Padishahlar Padishahi) and further announced
the Sultan was «Süleyman, the son of David» (Davud’un oğlu Sülayman)26.
These activities alerted the Porte to the potential threat of Sabbatai’s
movement. It is unclear what promted the Ottoman government to take
action against Sabbatai for Nehemiah Kohen, a Rabbi from Poland, had
already denounced Sabbatai to Ottoman authorities27. Whatever the initial
motivations of the Ottomans, by the fall of 1666 the Ottomans, in the midst
a campaign with the Venetians over Crete, ‘encouraged’ Sabbatai Sevi to
apostatize or face the alternative offered by the Porte : death28. Summing up
the causes and effects of Sabbatai’s movement Professor Scholem -concludes
that, «Turkish Jewry was in real danger at a certain moment. It seems more
22 Scholem, Sabbatai Şevi, pp. 668.
23 İslâm, A nsiklopedisi, p. 646.
24 Ibid., According' to the İslâm, A nsiklopedisi, Sabbatai’s fam e had
spread as far as Iran where the Jewish community welcomed the coming of the
Messiah w ith the words, «Our Messiah has come, and w e w ill not have to till
the soil; w e w ill not have to pay taxes», p. 646.
25 The Sultan at this tim e w as Mehmed IV (1648-1687).
26 İslâm A nsiklopedisi, p. 646.
27 This whole episode regarding Kohen who also claimed to be the Mes­
siah is involved and has several interpretations (see Scholem, Sabbatai Şevi, pp.
671). Ironically, Kohen, preceded Sevi in his apostasy to Islam -or to the Ot­
tomans!
28 For details of the ‘conversion’ see Scholem, Sabbatai Şevi, pp. 674-678
and Geoffrey Lewis and Cecil Roth, «New Light on the A postasy of Sabbatai
Sevi,» Jew ish Q uarterly R eview , L U I (1963), pp. 219-225.
J E W S IN T H E O TT O M A N E M P IR E
127
probably that if Sabbatai had chosen martrydom at the fateful meeting of
the Privy Council (Divan)29, his heroism would have had disastrous con­
sequences for the Jewish community or, at any rate, for its leaders.»30 From
this statement we can conclude that Sabbatai was forced to convert, martry­
dom was not to be obtained by him, but he, too, seems not to have sought it.
Jews in the Ottoman Empire continued to adhere to Sabbatai’s doc­
trines even after his death and many joined his brother-in-law, Jacob (Ya­
kub), who was proclaimed to be the son of Sabbatai. Jacob, like Sabbatai,
and apparently under similar pressures from Ottoman authorities converted
to Islam in the city of Salonika (Thessalonika) and persuaded many of his
followers to join him. It is noteworthy that his conversion, like Sabbatai’s,
took place at an auspicious time; during the Ottoman Vienna campaign in
168331. The Ottomans were unwilling apparently to tolerate disruption in a
city that was on the supply route to Vienna. It is a result of the ‘conversion
of 1683’ that the term Dönme (literally meaning turning, but referring to
Jews who converted to Islam) is derived. Small remnants of the Dönme
community still exist in Istanbul.
Sabbatai Sevi’s messianic movement and the establishment of the Dön­
me sect did not have a lasting effect on the Ottoman government; its con­
sequences for the Jewish millet were much greater. Gibb and Bowen were
of the opinion that the messianic period including Sabbatai’s movement to
the conversion of the Dönme (1648-1683) threw the Jewish millet at large
off its balance32. The two authors acknowledge that the «growing bigotry of
the Moslems and the corruption of their institutions» contributed to the loss
29 D ivan w as the name given to the m eeting of Sultan and his advisers.
30 Scholem, Sabbatai Şevi, p. 702. In an interesting footnote Scholem
states that Sabbatai m ight have had relations w ith Turkish ‘dervish’ orders.
Of. p. 852. The study of this relationship, if it has any basis of fact, would be
an interesting comment of Jewish-Turkish and Muslim relations.
31 See the article, «Dönme», Encyclopedia of Islam , p. 614-616. In 1700
they were «a' few hundred» Dönme in Salonikia. For the difefrent names used
to refer to the Dönme see İslâm A nsiklopedisi, p. 646; Encyclopedia of Islam ,
615. In 1900 the populations of the Dönme in Salonkia w as approximately
10,000 m ost o f whom were engaged in trade, crafts and the civil service. The
Dönme in Salonikia were largely uprooted during the population exchange
between Greece and Turkey after the Greek-Turkish War of 1920-22. There
are no figures for the Dönme community of Izmir which m ust have numbered
several thousand at this time.
32 Gibb and Bowen, Islam ic Society, p. 243.
128
R O B E R T W . O LSO N
by the Jews of the influence and the concomitant prosperity that they had
enjoyed in the sixteenth century33. The decline of the Ottoman Empire and
the growing prosperity of the Habsburg Empire and other European countries
made emigration attractive. The Empire no longer seemed the asylum that
it had nearly two centuries earlier34-38. The attractiveness of Europe, enhanced
by the revolution of commerce in the Atlantic, was accompanied by the in­
tellectual and social awakening which increased tolerance, of Jews. The im­
migration in which they carried a manequin of a wretched Jew, chanting
«une kyrielle d’invectives les plus grossières contre le peuple d’Israël» and
burning the Jews in effigy in the night to avenge Christendom «du péché
original de la nation hébraïque.»39 Another historian, Traian Stoianovich
has concluded that Greek intolerance of the Jews «did not» initially provoke
but rather sprang from the decline of the role of the Jews in the Empire40.
Indeed, the rise of the Balkan Orthodox merchant was facilitated by the
plight and the flight of the Jews.
Gibb and Bowen assert that the ‘other worldliness’ of Sabbatai Sevi’s
33 Ibid., p. 243.
34 M. Franco (E ssai su r l’histoire des Israélites de l’E m pire O ttom an, Par
ris, 1923, p. 119), states that emigration increased especially after the Treaty
of Passarowitz in 1715. For the grow th of Ottoman trade, especially Balkan
trade, w ith the Habsburg Empire, see Virginia Paskaïèva, «AvrupalI Devlet­
lere Ticaretleri Tarihine K atkı 1700-1850»/A Survey of the H istory of Trade
Between the Balkan States of the Ottoman Empire and European States, İk ti­
s a t F akültesi M ecmuası, vol. 27, no.. 1-2 (November, 1967-March, 1968), pp.
37-74.
35 Salo Baron, A Social and Religious H isto ry of the Jews, vol. H (Co­
lumbia U niversity Press, 1937), p. 166.
36 F.W. Hasluck, Christianity and Islam under th e Sultans (Oxford :
Clarendon Press, 1929), H, pp. 723-724.
37 See Isaac Broydé, «Constantinople,» Jew ish Encyclopedia, IV, p. 238.
F or other information regarding the uses of arson for political purposes see
Robert W . Olson, The Siege of Mosul and O ttom an-Persian Relations 1118-111)5:
A S tu dy of Rebellion in the Capital and W ar in the P rovinces of the O ttom an
Em pire (Indiana University, 1975), pp. 163-4, n. 112.
38 Trian Stoianovich, «Conquering Balkan Orthodox Merchant,» Journal
of Economic H istory, vol. 20 no. 2 (June, I960),.pp. 234-313 which quotes Prince
Nikolaous Soutsos, M émoires du P rin ce N icolas Soutzo Grand-Logothete de
Moldavie 1198-1811, ed. Panaioti Rizos (Vienne, 1899), p. 10.
39 See Stoianovich, «Conquering Balkan Orthodox Merchant,» for quotes
and bibliography, p. 245.
40 Ibid., p. 245.
J E W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
129
messianic movement and the parallel economic decline of the empire led to
a decrease of Jews in business and commercial affairs. The unending wars
with Persia, Austria and Venice contributed to this decline; economic op­
portunities were becoming increasingly scarce. In fact Stoianovich con­
cludes that by. 1750 the Ottoman Jews had «truly fallen.»41 Gibb and Bowen
are not nearly so pessimistic regarding the fate of the Jewish millet as a con­
sequence of the Messianic movement. They conclude that the Jewish millet
as a whole ««seems to have retained in its hands a proportionate share in
industry and commerce and to have suffered little more than humiliation,
punctuated by the intermittent enforcement of the sumptuary laws.»4? The
document on which this article is based seems to bear out the thesis of Gibb
and Bowen that while the Jewish population was greatly reduced through
emigration in thé latter seventeenth and eighteenth century there seems to
be little reason to suppose that the remaining Jewish millets influence was
reduced vis à vis the other millets.
As stated above the economic and financial order of the Ottoman Em­
pire, despite the reforms of the Köprülü Vezirs43, was in continual decline
during the latter half of the seventeenth century. The first quarter of the
èightéenth century saw no improvement. The plan to attack Vienna in 1683,
initiated soon after the Polish expedition of 1672-1676 and the Russian cam­
paigns of 1678-81, was undertaken largely to alleviate the financial pligjit
of the Empire; the treasuries were empty. The failure of the above men­
tioned campaigns exacerbated the economic crisis; they became more sharp,
enduring and frequent. The seriousness of the financial' crisis w ere!com­
pounded by the losses of territory incurred by the treaty of Karlowitz (1699)
and Passarowitz (1718), losses which did not reduce the military expenditure
of the Ottoman army, which was relying more and more on a paid soldiery44.
The lack of funds for the army resulted in frequent rebellions by the
soldiers. Öne such rebellion in 1687 ended in the deposition of Mehmed IV
(1618-1687). The last quarter of the seventeenth century also marked the
inability of the Empire to implement industrialization because of internal and
41
Ibid., p. 249.
42
Gibb and Bowen, Islam ic Society, p. 243.
43 The rule of the Köprülüs w as from 1656-76: Mehmed (1656-1661);
Ahmed (661-676).
44
Robert W. Olson, The Siege of Mosul, p. 65.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F, - 9
130
R O B E R T W . OLSO N
foreign opposition45.
The ‘Edirne Vakası’ of 1703, which resulted in the death of the Sheyhiilislam (Head Muslim religious dignitary), Feyzullah, and ushered in the
period of Ahmed HI (1703-1730)* was triggered by disgruntled, unpaid sol­
diers. The army was to rebel again in 1717, 1718 and 1719.
The higher taxes, the retreat of the frontier in south-eastern Europe,
and the state of ruin of many villages in eastern as well as western provinces
climaxed in the early part of the eighteenth century in unprecedented im­
migration to Istanbul which further increased the volatility of the people,
ending frequently in anarchy and arson46.
Unable to meet domestic economic needs, the Empire was forced to
enact new revenue generating measures and taxes to meet the necessities of
war in 1721-27. The invasion of Eshref Shah, the Afghan, in 1726-27 made
the need for more revenue crucial47. But no sooner had a treaty been signed
with Eshref Shah in 1727 than the Empire had to face the renewed threats
of Persia, under the new, capable leadership of Nadir Kuli Khan, soon to be
proclaimed Shah.
To meet these threats on the eastern frontier the Sultan proclaimed new
taxes which were resisted by elements of the Janissaries, provincial soldiers
(timar sipahis) and the peasants, insofar as the latter were able to voice
their dissent. It was the esnaf (artisans and skilled craftsman of Istanbul)
who resisted the most. It is important to note that at this period a large per­
centage of the esnaf were Jews and Christians. The esnaf had three main
grievances : (1) the continued debasement of the currency and the problems
which accompanied it; (2) the changes resulting in the guild system of the
esnaf as a consequence of the influx of emigrants from Anatolia and Ru45 Ibid., p. 65; and Halil Sahillioğlu, «XVIH Yüzyıl Ortalarında Sanayi
Bölgelerimiz ve Ticarî im kânları,»/T he Commercial Possibilities in Our In­
dustrial Regions in the Middle of the Eighteenth Century, Belgelerle T ürk Tarihi
D ergisi (BTTD), No. 11 (August, 1968), pp. 61-67 and the sam e author’s,
« X V m Yüzyılda Edirne’nin Ticar Îm kânları»/Edim e's Commercial Possibili­
ties in the Eighteenth Century, BTTD, no. 13 (October, 1968), pp. 60-68.
46 For the immense destruction caused by fires and arson see Mustafa
Cezar, «Osmanlı Devri’nde Istanbul Yapılarında Tahribat Yapan Yangınlar ve
Tabiî A fetler»/The Destruction Caused by Fires and Natural D isasters to the
Buildings of Istanbul during the Ottoman Period, «T ürk S anat Tarih A ra ştır­
ma ve İncelem eleri, d vol. İ (1963), pp. 327-414.
47 For the significance of the A fghan invasion see m y The Siege of Mosul,
pp. 41-53.
J E W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
131
meli (European provinces of the Ottoman Empire); (3) the army tax exacted
from the esnaf in time of mobilization for war48. It was these social and
economic grievances which triggered the bloody Patrona Halil Rebellion
which was to influence greatly subsequent eighteenth century Ottoman
history49.
The rebellion of 1730 caused a realignment of those groups; the ulema
(Religious body), the military elite, the Sultan’s officials, provincial notables,
which supported the Sultan and those groups; peasants, provincial notables,
millets (except for the millet leadership), the esnaf, and the lower classes of
the city, who opposed the Sultan and his Grand Vezir, Ibrahim Pasha, and
their policy of increased cultural and economic contact with Europe. The
quasi-divine status which the Sultan represented to many of the opposing
elements meant that most feelings of rebellion were directed at the Grand
Vezir. The post 1730-31 alignment of Ottoman power bases was much more
volatile than the pre-1731 one, because elements of the Janissaries who were
opposed to the introduction of Western, military methods, and the Ulema
who were opposed to the subversion of the ‘Ottoman way’ by Europe, i.e.
French influence, began to collaborate with the anti-Sultan forces whenever
they felt it was in their interest to do so50. The fluidity of the new alignment
was demonstrated by the actions of the esnaf or ‘petite bourgeoise’ of ar­
tisans and merchants who in 1730 were one of the most vocal opponents of
Sultan Ahmed i n and Grand Vezir, Ibrahim Pasha. The upheaval caused
by Patrona Halil’s rebellion continued into spring 1731 and the esnaf, con­
fronted with threats to their businesses by the continued disorder in the city,
threw their support to the newly enthroned Sultan, Mahmud I (1730-54).
The esnaf support enabled Mahmud to execute the remaining rebelling sup­
porters of Patrona, quell the intermittent rebellions and to curtail the power
of Patrona’s supporters. The Sultan accomplished this by promising to res­
cind the extraordinary campaign taxes imposed by his predecessor. The es­
naf, including those who were Jews and Christians, were to be one of Mah­
48 Robert W. Olson, «The Patrona H alil Rebellion of 1730 in Istanbul :
Political Realignm ent in the Ottoman Empire,» Journal of the Economic and
Social H istory of the Orient, vol. XVH (1973), Part 3, pp. 329-344.
49 For the important aspects of the Patrona rebellion see m y The Siege
of Mosul, pp. 65-88 and the above article.
50
See footnotes 48-49,
132
R O B E R T W . O LSO N
mud’s main bases of support during his reign51; and-perhaps this, was.one of
the reasons why he was able to rule. for twenty-four years without being
overthrown. Mahmud’s long rule in wake of such a tumultuous period speaks
eloquently to this. One of the few people to observe this, historic switch was
Lord Kinnoull, the British ambasador to the Porte, who stated that the rebels,
«have made the Grand Signor stronger by showing the Janissaries that the
merchants and tradesman of the city will always be ready to join his favor
unless he should make himself hated by some new impression.»52
During the next decade the new allegiance of the esnaf was not an easy
one for Mahmud I to nurture. The ten years following, the Patrona rebel­
lion were among the most trying of the new Sultan’s reign. Not only the
territorial integrity of the empire but the. very underpinnings of the Caliphate
and the sovereignty of the Sultan were threatened by the military successes
and the religious propaganda of Nadir Shah of Persia. Peace on the eastern
frontier was still in the negotiating stage when war with Russia and Austria
commenced in full force in 1736. It seemed to the populace of the Ottoman
Empire, especially of Istanbul, that peace was as chimerical as contented
Janissaries. The treaty of Belgrade (1739), despite its advantageous articles
for the Porte, did not quell the disquiet of the people of Istanbul or the
war party at the Porte. The Russo-Austro-Ottoman war of 1736-39 was
much more successful for the Ottomans than the wars of the previous half
century but the treaty of Belgrade (1739) did not satisfy those-at the Porte
who wished to pursue a more aggressive policy33. Throughout the* war with
Russia and Austria the differences among the ulema, Sultan, Grand Vezir,
51 It is impossible w ith the available to ascertain w hat.percentage of the
esnaf were Christians or Jews, Cf. Gibb and Bowen, Islam ic S ociety, P art I,
p. 281 states that m ost trades and handicrafts were carried on by both Mus­
lim s and non-Muslims, although certain crafts were traditionally Muslim or
Christian..
52 For this extrem ely significant remark see the dispatch of Lord Kin­
noull, British Resident in Istanbul, dated 4/15 April, 1731 in PRO S ta te P apers
(S P ), Series 97, volume 26.
53 The treaty of Belgrad is covered in Karl A. Roider,' Jr., The R eluctant
A lly : A u stria’s policy in the Austro-TurTeish W ar, 1737-1188 (Baton Rouge,
Louisiana State U niversity Press, 1972) : also Theodor Tupetz, «Der Tiirkenfeldzug von 1739 und der Friede zu Belgrad,» H istorische Z eitschrift, X V (1878),
pp. 1-51; I.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TV, P art I (Ankara, 1950), pp. 251297.
J E W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
133
Kızlar Ağası54,. Janissaries, and esnaf continued. Throughout the war period
(1736-39) differences were exacerbated among different groups in Istanbul
by. the scarcity .of provisions.. The winter of 1739 was extremely severe and
the. mood. of..the people, became more: rebellious as the winter progressed.
The tension in the city mounted as the desperate plight of the people began
to find expression in arson.. In April, 1740. the lack, of provisions in Istanbul
caused..a clamor: for, bread, ,and two months later rebellion.
. .. The rebellion of June,. 1740 raised the specter of a rebellion on the
scale, of 1730 and the Sultan .took.no chances. He issued a ferman (decree)
which stated that any shopowner:who .closed his shop during a rebellion
would be considered a rebel and. punished as such. Shopkeepers who did
not heed the ferman were arrested and some of them were killed5?. The Ja­
nissary Ağa and Grand:Vezir patrolled the streets of Istanbul the entire
night of 6 June and raided numerous hamams (baths) where the suspected
instigators of the ..rebellion,. «the perfidious and hypocritical» Albanians
usually gathered. As in 1730, the.main suspects were again Albanians. The
Grand Vezir: and Janissary Ağa showed .no mercy to those they caught; all
were killed56. The estimated death, toll for the 6 June rebellion and subsequent
suppressions in.some cases was as.high as three thousand57. Boatfuls of
rebels’: bodies, many of .whom had been strangled, plied up and down the
Bosporus, dumping their, cargo in the Black Sea.. The openness of this
action, often undertaken in broad daylight, was surprising to residents of
the. city inasmuch as such .actions had formerly been carried out at night in
a more discreet manner.and in secluded places. Everard Fawkener was con­
vinced this: was proof that the Janissaries and other elements of the army
were not involved in the rebellion58. The Janissaries disclaimed, any invol­
vement and reiterated promises, of allegiance to the Sultan which allowed the
Porté to. crush the uprising without fear from that sector. .The Porte took
more, precautions.to assure law and order in the city.Fermons were issued
' 54 Thè K ızla r A ğ a sı w as also referred to as the Dariissaade A ğ a sı ör ‘A ğa
of the Abode of Felicity,» he w as the Chief Black Eunuch of the Palace. During
this period it w as occupied by Beshir A ğa who w as perhaps the m ost powerful
man at the Porte.
55 Mehmed Subhi Efendi, Tarih-i Subhi (History of Subhi), Istanbul,
1198 A.H./1783-1784 A.D. folio 178).
56 Ibid., fol. 177.
57 Fawkener, June 17, 1740, SP 97, vol. 31.
58 Ibid.
R O B E R T W . OLSO N
134
to return anyone who had not resided in Istanbul for at least ten years to his
former place of residence59. For days boats filled with people were sent to
the Asian side of the Bosphorus. All hans (warehouses and sleeping quar­
ters), hamams (Turkish baths) and shops were checked for suspects; those
apprehended were exiled to Anatolia60.
Everard Fawkener thought that the hatt-i hümâyûn (imperial rescript)
which ordered all shopkeepers to keep their shops open during a rebellion
was a remarkable proclamation in that the shopkeepers, many of whom
were Jews and Christians, were also commanded to take up arms and to
attack the insurgents on threat of being hanged from their own shopdoors61.
On 9 June, three days after the rebellion broke out there was another flareup, but before it could gather momentum it was suppressed by the people
in the neighborhood (mahalle) where it occurred. The people of the neighbor­
hood fell upon the rebels and «knocked on the Head of the Mutineers as
they were directed» by the hatt-i hümâyûn which had called for the reta­
liation on the part of the esnaf, who had been armed for this purpose. There
were those in Istanbul who were of the opinion that the 9 June outbreak
was not for the purpose of a general uprising of the people, but rather only
a quarrel among Janissaries. But the suppression of it by the esnaf and the
people of the neighborhood had given offense to the Janissaries. According
to Fawkener the retaliation on the part of the esnaf was detested by the
Janissaries and it made the hatt-i hümâyûn seem ill advised for now the es­
naf were called upon to take arms against the Janissaries. Fawkener stated
that, in his opinion, an interference of this type could lead to a «general
Massacre of those people (which) may one day very easily be the effect of
it, as well as what further Mischief may be apprehended from the Militia’s
being got together in arms, and fearing in punishment of it.»62
The outbreaks of 6 June and 9 June resulted once again in a reshuffling
of the government. On Tuesday, 22 June the Grand Vezir, ivaz Mehmed
Pasha, was replaced by Ahmed Pasha who held the office of Nisançı (Chief
of the Sultanic Seal) and had been instrumental in suppressing the outbreak
of 6 June. A host of lesser officials were either dismissed or assumed other
posts. The purges and dismissal of officials deemed necessary to quell the
59
60
61
62
Subhi, Tarih, vol. 178.
Ibid.
Fawkener, June 17, 1740, SP, vol. 31; Subhi, Tarih, fol. 178.
Ibid..
J E W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
135
disgruntled populace of the capital again paralleled that of 1730. The scar­
city of provisions increased the potential of rebellion and exacerbated the
strained relations between the Muslim and non-Muslim population. Regar­
ding the scarcity of provisions, in his report of January 10, 1742, Fawkener
stated,
«There is shewn a great attention to the price, of provisions,
e some executions have been made for disobedience to the or­
ders publisht (these orders stated that hoarding and greatly
raised prices of food was forbidden); the Vizir e his emissaries
are continually running about the streets in disguise, and it is
said the Grand Signor does this sometimes. The Vizir hoping
to make himself well thought of by the people; e by his vigilance
in pursuing all suspicious or disorderly people, who might en­
danger the government, he courts the favour of his Master.
These reports of the discovery of assembly’s of ill disposed Per­
sons, the executions which are said to be made, e the orders
which are. given as well that strangers who are unknown e
without avowed business,. especially Asiaticks e Albanese shall
not stay here,, or be allowed to come hither e that nobody shall
be abroad after such a time of Night..»63
Less than two weeks later disturbances resulting from the shortage of
food stuffs, the supply and distribution of which were largely in the hands
of the esnaf, had deteriorated to the point that the Grand Vezir thought it
wise to issue new sumptuary laws regarding the dress of Jews and Christians
forbidding them to wear certain colors and furs. The new sumptuary
proclamations caused great consternation, especially in some of the foreign
embassies for as Fawkener states, the protection which the embassies gave
to certain groups of Jews and Christians,
«extended so far as to become equivocal, there now e then
falls a victim to it. When the Druggomans of several of the
foreign Ministers were the other day with the Chiaux (Çavuş)
Boshi to get some particular explanation of the Vizir’s intentions,
he told them the order was not meant to extend to them or
anybody belonging to any foreign Minister, but as to Persons
protected by them, he would advise them to be cautious, for
63
Ibid., dispatch of January 10, 1742.
R O B E R T W . OLSO N
136
where the groups of that protection might be liable to discussion,
the blows might be in the meantime given. [Fawkener then goes
on to relate a very peculiar incident.] But the mistakes dont all
happen on one side, for the other to observe how these regula­
tion are observed took up a Servant or dependent of a Jew,
who is Agent or as they call it here Bazargan (Bezirgan) Boshi,
of the Agau e body of the Janisaires, on account of some part
of his dress, in the way to the Vizir’s Palace they passt by the
Station of one of the bodys of the ordinary Guard of the city,
who are Janisaries, e the commanding Officer in each of theose
bodys of Guard is a Colonel or Chiorbagee (Çorbacı). The Ser­
vant as he passt told the Guard to whom he belonged, e they
immediately took him from the Vizir’s People e sent him to
some of their own-Chambers; Servants e authority, sent im­
mediately to require this Person of the Janiary Agau; but he was
told that the Body claimed him as one belonging, to them,
e would be offended if he was taken out of their hands, e so
the matter dropt. It is not easy to imagine the credit this Jew,
Agent of the Janisaries has in that body. He disposes of all Of­
fices, e applications are made by the pretenders to them to Him,
in the first instances of this I have seen several proofs, for as
he is an Honorary British Druggoman, e in vertue of his Baratz
(Berat) or C om m ission from the Sultan in that quality, is under
my protection, I have had applications from Officers of rank,
even as high as Colonel, for recommendations to him; there is
a jumble here of power e dependence not easily to be accounted
for or explained.»64
The «jumble of power and dependence» existing between the: nonMuslim millets, the Janissaries, and the Porte is well illustrated by Fawkener’s relation of the episode regarding the servant, either a Christian or
Jew, of the Bezirgan Bashi, the Jewish agent of the Janissaries, in their re­
lations with the esnaf. This episode is important for several reasons. It is
the first evidence I have ever seen indicating a close relationship or, for that
matter, any kind of a relationship between the Janissaries and the Jews.
Secondly it indicates that the servant of the Bezirgan Bashi realized, through
64
Fawkener, January 23, 1742, SP 97, vol. 31.
J E W S IN T H E O TT O M A N E M P IR E
137
habit or cognizance, that the position of his master was such that he felt that
he did not have to comply with the newly reimposed sumptuary laws-a
realization which was justified b y . the. subsequent action of the Janissary
Aga. Thirdly, if we accept Fawkener’s statement, the Jewish agent control­
led all aplications to the Janissary corps-certainly a novel, highly significant,
if not astounding statement, in itself. Finally, it appears that the Grand Vezir was not aware of the extent of the relationship between the Janissaries
and the Bezirgan Bashi. But when informed of it, in this particular instance,
he did acquiesce to the Janissary Aga’s request that he drop charges against
the servant of the Bezirgan Bashi which seems to indicate some knowledge
on his part of the relations between the Janissaries, Jews and esnaf.
It is impossible to untangled the ‘jumble’ of power implied in Faw­
kener’s statement on the basis of the available data but I hope that this ar­
ticle suggests the need for more research on what, I think, is a provocative
topic and one which could necessitate some revisions of the study of Ot­
toman history and of-the history of the Jews65.
. 65 Further research could provide the kind of revision of Jewish history
as that suggested by Bernard S. Bachrach, «A Reassessm ent of Visigothic
Jewish Policy, t89-711,» in Am erican H istorical R eview , vol. 78, no. 1 (1973),
pp. 11-34 whose conclusion is worth restating :
In the period from 589 to 711 at m ost seven of the Visigothic
kings embraced anti-Jewish policies or encouraged antiJewish legislation. During this sam e period, however, no less
than nine monarchs pursued policies that varied from benign
neglect of the Jew s to support of the Jews. Throughout the
entire period those kings who pursued anti-Jewish policies
faced strong opposition from both lay and ecclesiastical
m agnates as w ell as from the population at large. Further­
more, it w as difficult and often Impossible to enforce antiJewish law s because of their general unpopularity. In short,
scholars have overestimated the power of the monarch, put
top much faith in the effectiveness of the Church, councils,
and grossly underestimated the importance and strength of
the Jewish community. The Jews were a formidable force
in a kingdom riddled by factionalism, fragm ented by local
claims and devoid of strong monarchial institutions. V isi­
gothic monarchs who promulgated anti-Jewish law s and
demanded the Church councils to do the sam e were seeking
to weaken the Crown’s political enemies. These monarchs
were neither religious fanatics nor the pussillanimous ins­
truments o f pious bishops.
138
R O B E R T W . O LSO N
APPENDIX
Dispatch Dated 17 June 1740 from Everard Fawkener, the
British Resident in Istanbul to the Duke of Newcastle
the British Foreign Secretary, Concerning the Rebellion
of June 6-9 in Istanbul
Constantinople the 17th June 1740
My Lord
(fol. 61) The last letter I had the honour of writing to Your Grace was dated
the 29. th past.
We have since had great alarms here, which however have had no other
Effect than the change of the Vizir & a few subordinate Officers.
The situation in the Visigothic kingdom bears striking sim i­
larities to eighteenth century Ottoman Empire.
A lso see the highly interesting and revisionist importan­
ce of Jewish-Byzantine relations in George Hanfman, L et­
te rs from Sardis (Harvard U niversity Press, 1972), especially
pp. 323-324 and the sam e author’s paper, «The Ancient
Synagogue of Sardis», Fourth W orld Congress of Jewish
Studies, vol. 1 (Jerusalem, 1967), pp. 37-42 and his article
in Encyclopedia of Judaica (forthcom ing), «Sardis».
The best work on the Judaism during the H ellenistic pe­
riod in A sia Minor is that of A.T. Kraabel, Judaism in W es­
tern A sia Minor under the Rom an E m pire (Studia PostBiblia, Leiden, ed. J.C.H. Lebram) which puts the Synagogue
of Sardis into historical perspective and demonstrates that
Jewish-Byzantine relations up to the destruction of Sardis
in 547 B.C. by the Persians were better than previously an­
ticipated. This book w as not available for m y consultation.
The interested reader should consult Kraabel’s dissertation,
Judaism in W estern A sia Minor under the Rom an Em pire,
w ith a preliminary study of the Jewish community at Sar­
dis, Lydia (Harvard University, 1968), especially pp. 198-249.
J E W S IN T H E O TT O M A N E M P IR E
139
The first tumult hapned the third Jvs. [June] in. the afternoon, in the
quarter of the Town where old Cloths are sold, there did not appear above
seventeen or eighteen People, who at first seemed to have some quarrel
amongst themselves, but one of them, when the rest drew their Swords,
pulled out of his Bosom a green Flag which he fixed to a Staff, & they then
cried out that the Shops should be shut, & invited all good Mussulmans to
follow them.
A great uproar immediately ensued & it was soon spread all over the
City that there was a rebellion, which occasioned a general Confusion, the
Shops were shut & all people were intent upon providing for their own
safety.
The Sultan was at one of his Houses upon the canal, & the Vizir was
out of Town upon an airing, & this small beginning either neglected or at­
tended by any unlucky event, might very easily have proceeded to a like
fatal Catastrophe with the rising ten years since, which at first was not so
considerable as this; for matters were very well disposed, & if the flame had
got ever so little head, it would not easily have been extinguished.
But the Janisar Aga, the Vizir Kayhuah [Kâhya]1 & the Nisangee [Ni­
şancı]2 Pashau, late Camicam [Kaymakam]3 & now Vizir got immediately
on horseback; it was also a fortunate Circumstance that a Guard of Janis­
saries which was near at hand was commanded by a Man of bravery. It is
said, one Guard which was thereabouts withdrew upon the first noise, but
this officer made towards it, & had something of a Parley with the Mutineers:
who seemed disposed to defend themselves. His people did not express any
great forwardness to venture their Lives, but he reproaching (fol. 62) them
with exposing their Commander to the String, told them he would at least
avoid that ignominy, and made at the Ensign Bearer with his sword, whom
1 The Vezir Kâhya w as the Grand Vezir’s deputy responsible for domestic
and m ilitary as w ell as ceremonial affairs. See Hamilton Gibb and Harold
Bowen, Islam ic Society and the W est, vol. 1, pt. 1 (Oxford U niversity Press,
1963), pp. 121-22.
2 The N işancı P aşa w as the official who traced the royal cipher (Tuğra)
on imperial documents. H e had the authority to examine, correct, and alter
laws and the responsibility to harmonize new law s w ith previous law s. B y the
eighteenth century, however, the office of N işancı w as largely a sinecure. Gibb
and Bowen, Islam ic Society, pp. 124-26.
3 The Kaymakam w as an official w ith the rank of Vezir appointed to
replace the Grand Vezir when the latter w as on a campaign. Gibb and Bowen,
Islam ic Society, pp. 114-15.
140
R O B E R T W . O LSO N
he had the good luck to. lay dead at his feet; his followers encouraged by this
fell upon the rest, & tho’ they made some resistance, they were soon disper­
sed, one or two were killed upon the Spot & the rest taken.
The Grand Signor tho’ he had this good news almost as soon as he
heard of .the rising, came directly to his Palace in town. Strong Guards were
placed, every where & the Vizir himself was upon the Patrol all night. Great
Numbers of People were seized, and many put to death, & these executions
continued with .violence for a good while, & are not yet quite ceased. The
number is made, to amount high, I have heard as far as three thousand
People but I dont see which way it is possible to come at any certainty in
this point, since it is very doubtful whether any account is kept at all. who
or. how many are taken off in such a Massacre.
The Mischief is fallen chiefly upon the Albanese & other Strangers
about the City, & it has been remarked that large boats have gone out
publickly, filled with the Carkasses of those Strangled Wretches, to be thrown
into the. Sea, which is a work which always used to done privately. This is
said to be proof that the Janissaries & other Bodies of Militia were not con­
cerned in this Business, & which ,they have disowned any part in & made
fresh promises of allegiance & fidelity. .
Such of those people who have upon this occasion fall’en into the hands
of the Government, as have escaped the String have been sent away & no
Person of low Rank is allowed to continue here, who is not established, or
cannot find somebody to answer for h im : and it has been said an account
has been taken of the labouring people who are Turks, which has been re­
duced to such a Number as is thought equal to the work, & the rest are sent
away.
But what is most remarkable is a Proclamation which was made all
over the City by the Publick Cryers, by which the Shopkeepers of what
Religion soever are forbid to shut up their Shops upon all (foL 63) people
who shall raise any uproar in the Streets, & to endeavour to seize or kill
them, & all this under penalty of being hanged at their Shopdoors.
To shew an appearance of security the Grand Signor returned the day
following to his palace upon the Canal, & it was hoped under the. great at­
tention of the Government the publick quiet was quite restored. Yet on the
9.th there was another appearance of a tumult & which was suppresed by
the People of the Neighbourhood, who fell upon & knocked on the Head
the Mutineers as they were directed by the Proclamation. There are those
who say that this last affair was not an attempt to create a rising of the
J E W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
141
People, but relay a quarrel between a few Janissaries, & that this way of
putting an End to it has given great offence to that Body. However this
particular Case may be, that Proclamation seems ill judged for quarrels will
Jews should interpose in them in the manner precribed a general Massacre
of those people may one day very easily be the effect of it, as well as what
further Mischief may be apprehended from the Militia’s being got together
in arms, & fearing the Punishment of it.
Upon this second Ruffle it w as, thought proper to change the Vizir
which was done the 12.th & he is succeeded by Achmet Pashaw, Camaican
[Kaymakam] during the two last Campaigns & latey Nisangee [Nişancı].
I have for a good while thought him a very likely Person to ascend
one day to that great Dignity, & he seems to have been kept here on purpose
for an Occasion, yet if things had been quiet it is probable Bekeer [Bekir]
Pashaw who is just arrived from Guidda [Jidda], might have preceded him,
but he was preferred for the present Conjuncture & the other succeeds him
as Nisangee [Nişancı].
■
The Ghiaux [Çavuş]4 Pashaw is also deposed, & is sent to Baghdad to
wait there another ambassador from Persia, & the Officer who killed the
Ensign Bearer in the first tumult, has as a Reward of his courage beside a
sum of Money, the office of Muzur [Muhzir]5 Agau or Commander of the
Body of Janisaries which keeps quard at the Vizir’s Palace.
Other. Changes are talked of particularly (fol. 64) that of the Reis Effendi6; the Vizir Kayhauh [Kâhya] is confirmed in his office, & I have been
told with an express declaration from the Sultan to the Vizir, that He must
consider him as a Person placed in that office by him directly & therefore
as-Kayhauh [Kâhya] of the Empire.
He. bears the Character of Fidelity .& Integrity but it is somewhat out
4 The Çavuş B aşı w as one of the lieutenants of Grand Vezir in charge of
.judicial affairs and of carrying out the orders of the courts of justice. .Gibb
and Bowen, Islam ic Society, pp. 118-20.
5 The Muhzir A ğa w as head of the Janissary A fa ’s guard and controller
o f the prison located- in the Janissary A ğa’s head-quarters. He also represented
the Janissaries in dealings w ith the government as a member of the sta ff of
the Grand Vezir whose residence w as guarded, in part, by Janissaries under
the command of the Muhzir A fa . Gibb and Bowen, Islam ic Society, p. 325.
6 The Reis Efendi w as the principal secretary of the Chancery in charge
öf all affairs except financial m atters, but this included'foreign affairs. H e also
w as in charge of preparing the Telhis or the communications from the Grand
Vezir to the Sultan. Gibb and Bowen, Islam ic Society, pp. 122-23.
142
R O B E R T W . OLSO N
of the way to put in a place of so much Business a Person who can neither
write or read. The late Vizir is made Bashau of Guidda [Jidda].
It is apprehended that great disorders must have ensued, if the Rebel­
lion had taken place for as the Memory of the Executions after the Es­
tablishment of the present Sultan Mahmud I is so fresh, those who had
brought about this, & had got the power in their hands, would have been
desperate, & have tried all means for their own safety. In that case it is
very probable the pretence of dissatisfaction would have been the accepting
Belgrade demolished & consenting to such a Peace, whilst the arms of the
Empire were in a condition to procure much greater Advantages : This
would have been imputed to the arts of the Christian ministers & the
ignorance & corruption of those of the Porte; and the heats this must have
raised in a Mad Multitude might have put all Strangers in danger, especially
those who would have been looked upon as more immediately concerned.
The Government has had a great deal of Reason for sometime past to
be up on its guard, & no doubt these strong marks of an unquiet Spirit
abroad will redouble all their vigilance & attention, yet if at last the Mis­
chief should overturn them, these Executions will have exasperated Matters,
& it will fall the heavier. Iam afraid things would not pass as they have
done heretofore upon the like occasions, but that we should have a long
scene of Confusion & Tumult to go through, I have however great Confidence
in the ability, Vigilance & Resolution of the present Vizir, who will not
easily be surprised. [Seven months later the tumultuous situation .was vorsened by the lack of provisions. In a report dated 10 January 1742, Fawkener stated],
There is shewn a great attention to the price of provisions, & some
executions have been made for disobedience to the orders publisht (these
orders stated that hoarding and greatly raised prices of food were forbidden):
the Vizir & his emissaries are continually running about the streets in dis­
guise, and it is said the Grand Signor does this sometimes. The Vizir hoping
to make himself well thought of by the people; & by his vigilance in pinsuing all suspicious or disorderly people, who might endanger the government,
he courts the favour of his Master. These reports of the discovery of assembley’s of ill disposed Persons, the executions which are said to be made,
& the orders which are given as well that strangers who are unknown &
without avowed business, especially Asiaticks & Albanese shall not stay
here, or be allowed to come hither & that nobody shall be abroad after sucn
a time of night....
JE W S I N T H E O T T O M A N E M P IR E
143
[On 23 January 1742 Fawkener reported to the Duke of NewCastle
that the disturbances had reached the point at which the Grand Vezir
thought it wise to issue new proclamations regarding the dress of Christians
and Jews. Both groups were forbidden!to wear certain colors and furs.
Regarding the issuance of this proclamation, Fawkener wrote that it caused
disconcertion in some of the foreign embassies as the protection which they
gave to certain groups of Christians and Jews],
extended so far as to becoem equivocal, there now & then falls a victim
to it. When the Druggomans of several of the foreign Ministers were the
other day with the Chiaux [Çavuş] Boshi to get some particular explanation
of the Vizir’s intentions, he told them the order was not menat to extend to
them or anybody belonging to any foreign Minister, but as to Persons
protected by them, he would advise them to be cautious, for where the
groundsof that protection might be liable to discussion, the blows might be
in the meantime given. But the mistakes dont all happen on one side, for
the other day the Servants of the Vizir who walk about the city to observe
how these regulations are observed, took up a Servant or dependent of a
Jew, who is Agent or as they call it here Bazargan Boshi [Bezirgan Başı]7,
of the Agau & body of the Janissaries, on account of some part of his dress,
in the way to the Vizir’s Palace they passt by the Station of one of the bodys
of the ordinary Guard of the City, who are Janissaries, & the commanding
Officer in each of those bodys of Guard is a Colonel or Chiorbagee [Çor­
bacı]8. The Servant as he passt told the Guard to whom he belonged, & they
immediately took him from the Vizir’s People & sent him to some of their
own Chambers; the Vizir displeas’d at this insult offered to his Servants &
authority, sent immediately to inquire this Person of the Janisar Agau; but
he was told that the Body claimed him as one belonging, to them, & would
be offended if he was taken out of their hands, & so the matter dropt. It is
not easy to imagine the credit this Jew, Agent of the Janisaries has in that
body.'He disposes of all Offices, & applications are made by the pretenders
to them to him, in the first instances of this I have seen several proofs, for
as he is an Honorary British Druggoman, & in virtue of his Baratz [Berat]
7 According to Redhouse’s Lexicon of Turkish and English (London,
1890), p. 322, a Bezirgan B aşı w as a «warden of the m erchants guild.» It also
defines bezirgan as «a merchant,» «a pedlar» and vulg. «a Jew.»
8 A Çorbacı B aşı w as a commander of an orta or one of the 196 com­
panies of variable sizes which comprised the Janissary Corps, Gibb and Bowen,
Islam ic Society, pp. 319-22.
144
R O B E R T W . OLSO N
or Commission from the Sultan in that quality, is under my protection, I
have had applications from Officers of rank, even as nigh as Colonel, for
recommendations to him; there is a jumble here of power & dependence not
easily to be accounted for or explained.
AFRİKA İLE İLGİLİ TÜRKÇE YAYINLAR VE KAYITLAR*
Cengiz Orhonlu* *
A F R İK A :
Anne Eisner Putnam, Kongo Pigmeleri arasında sekiz yıl; çvr. Gani Yener,
İstanbul 1962.
Abdülkadir Sadi, Afrika, İstanbul 19272, 104 s. 8°.
Afrika-i garbi işlerine dair Berlin’de münakid konferans zabıtları tercümesi,
İstanbul 1302, 208 s.
îlhami Masar, Dört Kıta elli ülke, İstanbul 1975, 183 s. (II. Dünya Savaşın­
dan sonra Birleşmiş Milletler ve Milletlerarası Gıda ve Tarım Teş­
kilâtında çalışarak gezdiği yerlerde, Afrika’nın çeşitli bölgelerine ait
(1-61) izlenimlerini anlatıyor).
İbrahim Hilmi, Afrika, İstanbul 1926, 108 s. resimli.
Mehmed İzzet, Yeni Afrika, İstanbul 1308, 325 s. 1 harita.
Hıfzı Topuz, Kara Afrika, İstanbul 1971 (Milliyet yay.).
İbdi İpekçi, Yarının Kıtası Afrika, İstanbul 1959.
Türkkaya Ataöv, Uyanan Afrika, Sosyal Adalet, İstanbul 23 Nisan-21 Ma­
yıs 1963.
*
Kısaltm alar :
SBPD Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi.
TD
Târih Dergisi.
BTTD Belgelerle Türk Târihi Dergisi.
TOEM Târih-i Osmanî Encümeni Mecmuası.
^
** Bu yazı merhum Prof. Dr. Cengiz Orhonlu tarafından hazırlanmış bu­
lunuyordu. A ncak rahmetli, mezkûr m akalesini tamamlayarak, yazı heyetim ize
vermiş değildi. Biz bu notları kendisinin evrakı arasmda bularak, hiç bir ilâve
yapmadan hatırasm a hürmeten neşrini uygun gördük.
K eyfiyet saygı üe arz olunur.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 10
146
C E N G İZ O R H O N L U
A F R İK A B İR L İĞ İ:
Afrika Milletleri Silahlı Kuvvetleri, trc. Ankara 1970, 1150 s. 3 levha, 1 ha­
rita (Genelkurmay Harp Tarihi Stratejik Etüdler yayını, nu. 50). Da­
hi Bilgiçatae, Afrika Birliği Teşkilâtı, Silahlı Kuvvetler Dergisi, 85
(220), 1966, s. 35-36.
A F R İK A C O Ğ R A F Y A S I:
Afrika, İstanbul (d.t. 1967).
Kâtib Çelebi, Cihanrıümâ, nşr. İ. Müteferrika, İstanbul 1145/1732.
Aydoğan Koksal, Afrika Coğrafyası 1, Genel Coğrafyası ile Güney Afrika
ve Madagaskar, Ankara 1976, 248 s., 1 harita.
Pirî Reis, Kitâb-ı Bahriye, nşr. Fevzi Kurdoğlu-Ali Haydar Alpogat, İstan­
bul 1935.
Necdet Tunçdilek, Siyah Kuşak, İstanbul 1974.
Afrika Coğrafyası, çvr. Hayrullah, Hüsrev Paşa Kütüphanesi, nu. 265, 92
yp., 7 Cemaziyelevvel 1262 tarihlidir. İstanbul 1263 de basılmıştır.
A F R İK A ’D A K U R T U L U Ş M Ü CADELELERİ :
André Blanchot, İstiklâl arifesinde siyah Afrika, çvr. Suat Aksoy, Anka­
ra 1966, 220 s.
Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara 1975,
XXIH+705.
Basil Davidson, Afrika’da Milli Kurtuluş ve sosyolizm hareketleri, çvr. Atilla
Tokadı, İstanbul 1965, 157 s.
Türkkaya Ataöv, Asya ve Afrika halkları, SBFD, 25/13, 1970, s. 291-296.
A F R İK A S İY A S İ C O Ğ R A F Y A S I:
Kuzey ve Güney Afrika; Yeni Cumhuriyetler, trc. ?, İstanbul (d. t. 1967),
24 s.
Afrika Kuzey ve Güney Afrika Yeni Cumhuriyetler, trc. ?, İstanbul 1967.
Afrika Ülkeleri el kitabı, yay. İhracatı geliştirme merkezi, 1969, teksir 157 s.
AFRİKA. İLE İLGİLİ TÜRKÇE YAYINLAR
147
Afrika Devletlerini tanıyalım. İstanbul 1970, 75 s. İstanbul Ticaret odası
yayınlan.
Câmi, Trablus-garb’dan Sahra-yı kebire doğru, İstanbul 1326.
Ay doğan Koksal, Afrika’da Yeni Devletler, Coğrafya Araştırmaları Dergisi,
1 (Ankara 1966), s. 225-269.
AF R İK A TARİH İ
Afrika Efsaneleri, derleyen Mehmet Harmancı, İstanbul 1968, 92 s.
Abdülhamid Cüde’es-Sehhar, Afrika?mn fethi, çvr. Dr. Hüseyin Küçükkalay,
Konya (d. t. 1972).
Âlî, Ahbârü’l-Yemâni, Hamidiye Kütüphânesi, Nu. 886.
Aziz Sami İlter, Şimalî Afrika’da Türkler, İstanbul 1936, c. I-H.
Mehmed Hıfzî, Osmanlı Afrikası, Donanma, II (IV), 1328, (s. 1553-1562),
18, 19, 20.
BERBERÎLER .*
Hikmet Naci, Tarih Boyunca Kuzey Afrika ve (Berberi) ler, İstanbul 1955,
187 s.
BORNU:
Cengiz Orhonlu, Osmanlı-Bornu münasebetine aid belgeler, TD, 23 (İstan­
bul 1969), s. 111-130.
B Ü Y Ü K SA H R A :
Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra?da Türk-Fransız rekabeti (1858-1911),
Erzurum 1970, Vn+247 s.
Abdurrahman Çaycı, Türk sahra politikasını açıklayan bir belge ve Fizan
kaymakamına verilen talimat, BTTD, 13, s. 28-35.
148
C E N G İZ O R H O N L U
Afrika Sahra-yı Kebırî’nde seyahat, bk. Seyahatnâmeler, Sadık el-Müeyyed,
Afrika Sahra-yı Kebîrî’nde seyahat, İstanbul 1314.
CERBE*
Ahmed Refik, Cerbe’den dönerken, Donanma I (I) 58-63, 1326.
Nidaî, Fetihnâme-i Kale-i Cerbe, Rieu, Brit. Mus. Ktğ, s. 178, No. Add.
23, 984.
Safvet, İkinci Cerbe harbi üzerine vesikalar, TOEM, I (20-34) (85-102).
Zekeriya-zâde, Ferah-Cerbe savaşı, nşr. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1975.
C E Z A Y İR :
Ali Haydar Emir, Cezayir hakkındaki neşriyata umumî bir cevap, Deniz
Mecmuası (317 numaralı) ilâvesi (İstanbul-Haziran 1930), 67 s., 6
kroki ve harita resim.
Ali Rıza Paşa, Mir’atü’l-Cezayir, arapçadan çevr. Ali Şevki, İstanbul 1293,
142 s.
’
Cavid Baysun, Cezayir mes’elesi ve Reşid Paşa’nın Paris elçiliği, 1943 IH.
Türk Tarih Kurumu Kongresi, Ankara 1948, s. 375-79.
Fuad Calum, Cezayir’de Türkler, İstanbul 1962, 122 s.
Halil Halit, Cezayir Hatıratından, Mısır 1906, 154 s. 8°.
Ercüment Kuran, Gazavat-ı Cezayirli Gazi Haşan Paşdya dâir, TD, 15
(İstanbul 1960), s. 95-98.
G. Marçair, Türk devrinde Cezayir’de Hayat, Milletlerarası Birinci Türk
Sanat Tarihi Kongresi (Ankara 1962), s. 282-290.
Seyyid Muradî, Gazavat-ı Hayreddin Paşa, Üniversite Ktp. T.Y. Nu. 2639.
Ez Zühretü’n-Neyyire, Brit. Mus. Kat. 65 Add. No. 9701, yp. 51.
XVII. Asır Milâdı nihayetinde Cezayir’in kuvve-i berriye ve kuvve-i bahriyesi,. Donanma Mecmuası, 63, 1330, 64.
A F R İK A İ L E İL G İL İ T Ü R K Ç E Y A Y IN L A R
149
CEZAYİR’İN FR A N SIZLA R T A R A F IN D A N İŞG A L İ :
Preus Sikst de Burhan, 100 sene evvel Cezayir’in fethi, trc. piyâde kaymakam
Kâzım, Ulustration, 4 Ocak 1930 saydı nüshasından, Deniz Mecmu­
ası, nu. 317 İlâvesi (Haziran 1930), s. 69-82.
Cavid Baysun, Cezayir Mes’elesi ve Reşid Paşa’nın Paris elçiliği, 1943 IH.
Türk Tarih Kurumu Kongresi, Ankara 1948, s. 375-79.
Miralay Firiç, Cezayir seferinin mukaddemesi, trc. piyâde kaymakam Kâzım,
La Erans Militer, 13 ve 21 Mart 1930 tarihli nüshasından, Deniz
Mecmuası, nu. 317 ilâvesi (Haziran 1930), s. 83-91.
Ercüment Kuran, Fransa’nın Cezayir’e Tecavüzü (1827), TD, sayı 5-6 (îstanbul 1951-1952), s. 53-62.
Ercüment Kuran, Cezayir’in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı
Siyâseti, İstanbul 1957, VHI + 67 s. 8°.
FAS:
Ahmet Azmî, Fas Sefârei Takriri, 1202/1787, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi,
N.E. 4034, Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnâmeleri
(nşr. Bekir Sıtkı Baykal), s. 148-149.
Fuad Carım, İşlenmemiş konular, Bir Fas Hey’eti (5-17), İstanbul’da Yetiş­
miş İki Fas İmparatoru (18-23), İstanbul 1966.
İsmet Giritli, Darbe Teşebbüsünden Sonra Fas, İstanbul Tic. 14 (674). 3-9,
1971, 1-7.
Seyyid İsmail Efendi, Fas Sefâret Takriri, 1200-1201/1785-1786, Topkapı
Sarayı Müzesi Arşivi, N.E. 4994, Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri
ve Sefaretnameleri (nşr. Bekir Sıtkı Baykal), s. 137-141.
GARP O C A K L A R I:
Akdes Nimet Kurat, Berberi Ocakları İle Amerika Birleşik Devletleri Müna­
sebetleri, Tarih Araştırmaları Dergisi, sayı 2-3 (Ankara 1964), s.
175-214.
G Ü N E Y A F R İK A :
Afrika Cenubî Muharebesi, İstanbul 1317, I, 96 s.
150
C E N G İZ O R H O N L U
H ABEŞ:
Ali bin Abdurraûf el-Habeşî, Ref’ül-gubûş fî fezâil’ül-hubûş (Te’lîf tarihi
1021 ?), Fatih 4360*.
Anamgumur, Tarihü’l-Habeşî (1021-1054), Patna, II, 536, 2886 (26 Blatt),
(Brockelman, II, 540).
Kâzım Karabekir, İtalya-Habeş, İstanbul 1935.
Mekkî Ali, Mir’atü’l-hubûş fi’l-usûl, Es’ad Efendi Kütüphanesi, nu. 484.
Cengiz Orhonlu, Osmanlıların Habeşistan Siyaseti (1554-1560), TD, 20
(İstanbul 1965), s. 39-54.
Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nün Güney Siyaseti, . Habeş Eyâ­
leti, İstanbul 1974.
KIZILDENİZ :
Cengiz Orhonlu, X V I. asrın ilk yarısında Kızıldeniz sahillerinde Osmanlılar,
TD, 16 (İstanbul 1962), s. 1-24.
Safvet, Şark Levendleri: Osmanlı Bahr-i Ahmer filosunun Somahar’a seferi
üzerine vesikalar, 1521, IV, TOEM.
Süleyman Reis’in 10 Şaban 931 tarihli layihası, Topkapı Sarayı Kütüpha­
nesi; bk. Deniz Mecmuası (1934), nu. 336.
L İB Y A :
İlhan Bardakçı, Libya bizden nasıl koparıldı, Milliyet, 24 Ocak - 3 Şubat
1975'
Faiz Türkkan, Libya ve tarih boyunca Türk-Libya dostluğu, Ankara 1972.
Hüdaye Bayık, Kaddafı, Ankara 1973.
M EM LÜKLULAB :
David Ayalon, Memluktular ve Deniz Kuvvetleri, çvr. Salih Özbaran, TD,
25 (İstanbul 1971), s. 39-50.
A F R İK A İL E İL G İL İ T Ü R K Ç E Y A Y IN L A R
151
M.C. Şehabeddin Tekindağ, XIV. Asrın Sorumda Memluk Ordusu, TD, 15
(İstanbul 1960), s. 85-94.
M.C. Şehabeddin Tekindağ, Berkûk Devrinde Memluk Sultanlığı, İstanbul
1961, 206 s. 8°.
M.C. Şehabeddin Tekindağ, Fâtih’le Çağdaş Bir Memluklu Sultanı Aynal
’ El-Ecrûd 1453-1460, TD, 23 (İstanbul 1969), s. 35-50.
M.C. Şehabeddin Tekindağ, Memluk Sultanlığı Tarihine Toplu Bir Bakış,
TD, 25 (İstanbul 1971), s. 1-38.
M IS IR :
Abdullah b. Rıdvan, Tarih-i Mısr, Üniversite Kütüphanesi, T.Y., Nu. 1505,
90 yp.
Abdulkerim b. Abdurrahman, Tarih-i Mısır, Hekimoğlu Ali Paşa. Kütüphânesi, Nu. 705.
Ahmet Refik Altınay, 1253’de Kavalalı Mehmet Ali Paşa İle Bir Mülâkat,
TTEM, sene 16, No: 15-92.
Ahmet, Kemal, Tarih-i Mısır, mütercim : Ebu Said, Bursa 1307.
Ahmet Abu el-Feth, Mısır İhtilâlinin İç Yüzü ve Nasır, çvr. Nusret Kırzıoğlu, İstanbul 1968, 375 s. 8°.
Şinasi Altundağ, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, Mısır Meselesi 18311841, I. Kısım, Ankara 1945.
Şinasi Altundağ, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, Belleten, VT(23-24) An­
kara 1942, s. 229-253.
Behçet, Büyük Harpte Mısır Seferi, İstanbul 1930.
Ali Fuad, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, TTEM, sene 17, No: 19-96.
Halil Ethem Eldem, Mısır Fethi Mukaddematına Ait Mühim Bir Vesika,
TTEM, sene 17, No: 19-96.
Halil Şerif Paşa, Kudema-i Mülûk-i Mısriye Tarihi, İstanbul 1304, c. I-H.
Halil Şerif Paşa, Kudema-yı Mülûk-ı Mısriye Tarihi, İstanbul 1304/1886-7,
144 s.
152
C E N G İZ O R H O N L tf
Halit-Eyüb Sabri-Kâzım, Kaldıran ve Ridaniye, İstanbul 1930 Askerî mat­
baa.
Ziyaeddin Halit, Musavver Mısır Hatıratı, İstanbul 1326/1908, 184 s., re­
simli.
Haşan İzzet, Ziya-nâme, Ali Emiri-Tarih Kısmı, Nu. 413, 79 yp.
Karahan-zâde Mehmed Emin, Mısır Seferi Hakkında Tarihçe, Üniversite
Kütüphânesi, T.Y., Nu. 6114, 26 yp.
Enver Ziya Karal, Fransa-Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu (1797-1802),
İstanbul, 230 s.
Keçeci-zâde Reşad Fuad, Mısır’ın İdaresi Hakkında Hidiv İsmail Paşa’ya
mektub-ı sami, TOEM, sene 7, İstanbul 1334, 42. cüz.
Peter Mansfield, Mısır İhtilâli ve Nasır, çvr. Ergin Tuncalı, İstanbul 1967,
120 s. 8°.
Mehmed Mahsur, Meşhur İskenderiye Kütüphanesi’ne dâir risâle, İstanbul
1300/1883, 184 s.
Keçeci-zâde Reşad Fuat, Mısır’ın İdâresi Hakkında Hidiv İsmail Paşa’ya
mektub-ı sami, TOEM, cüz 42, 1332.
Silahşor, Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab, nşr. Selâhattin Tansel, Tarih Vesikaları,
sayı 17 (İstanbul 1957), s. 294-320; sayı 18 (İstanbul 1958), s.
430-454.
Şîr% Tarih-i Feth-i Mısır, Topkapı E. Hazine 1433/2,218 b-267 b.
Süheylî, Mısır Tarihi (Tarih-i Mısır-ı Kadîm ve Mısır-ı Cedîd), İstanbul
1142.
Şahabeddin Tekindağ, Cezzar’ın Mısır’daki Hayatı Hakkında, TD, 26 (İs­
tanbul 1972), s. 123-128.
Umûr-ı Mâliye-i Mısrıye hakkında Londra’da in’ıkad eden konferans mezbatalarının tercümesi, Mısır 1884, 79 s.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Amedci Mustafa Reşid Bey’in Kütahya’da bulunan
Mısır kuvvetleri kumandanı İbrahim Paşa’ya mektubu, Belleten VI
(23-24) 1942, s. 263-269.
Yusuf b. Mehmed Mîlenî, Mısır Fethi Tarihi, Rieu, Brit. Mus. Ktg. s. 59,
No. Or. 3211, 96 yp.
A F R İK A İL E İL G İL İ T Ü R K Ç E Y A Y IN L A R
15 3
SEYAHATNÂNEM ELER:
Ali Kemali Aksüt, Sultan Aziz’in Mısır ve Avrupa Seyahati, İstanbul 1944.
Altı Hafta Nil’de Seyahat, İstanbul 1312/1894, 54 s., resimli.
Fizan Cami, Trablus-garb’dan Sahra-yı Kebir’e doğru, Dersaâdet 1326,
Coğrafya Kütüphânesi, VIÜ/310, 69 fotoğraf, 4 renkli resim 3 hari­
ta 221 sahife.
Dramalı Haşan Haydar Paşa, Mısır ve Sudan Sergüzeşti I, yay. Seniha Sami,
Türk Yurdu, sayı 245 (İstanbul 1955), s. 935-945.
Evliya Çelebi,Seyahat-nâme, İstanbul 1937-1938, s. IX, X.
Semavi Eyice, XVI. Asırda İstanbul’da Faslı Bir Seyyah, Türk Yurdu, sayı
253 (İstanbul 1956), s. 623-628.
Geçen Asrın Sonlarında Osmanlı Afrikası, İstanbul yeni seri I, nu. 10-12
. (1948), s. 393-6, Çöl ticareti (396-9), Çöl yolu (399-405); Osmanlı
idaresi (405-419).
Habeşistan’a âid bir seyahat, trc. Hüseyin Cahit Yalcm, Yedigün, nu. 5, nu.
142, nu. 143, nu. 147, nu. 151 (27 Kasım 1935).
Mehmet İzzet, Yeni Afrika ve Stanly’nin son Afrika Seyahat-nâmesi, İstanbul
1308.
Mehmed Muhsin, Afrika Dehli, Kahire 1312.
Mihrî, Mehmed-, Sudan Seyahat-nâmesi, İstanbul 1326.
el-Müeyyed Paşa, Sadık-, Habeş Seyahat-nâmesi, İstanbul 1322, 484 s.
Sadık el-Muyyed, Afrika Sahra-yı Kebiri’nde Seyahat, İstanbul 1314.
Pıdgon, Harry-, Afrika ile Hind suları arasında meçhul adalarda seyahat,
çvr. İskender Fahrettin Sertelli, İstanbul 1932.
Schvvınfort, Afrika Seyahat-nâmesi, çvr. Ahmet, İstanbul 1291-1292.
Tirvier, Afrika Seyahat-nâmesi, çvr. Mehmed Ekrem, İstanbul 1323, 20 s.
SÜN Ü SİLER :
Şehbender-zâde Filibeli Ahmet Hilmi, Sünûsiler ve XIII. asrın en büyük
mütefekkir-i islamisi Seyyid Mehmed Sünûsi, Abdulhamid ve Seyyid
C E N G İZ O R H O N L U
154
Mehmed ül-Mehdi ve asrı Hamidî’de âlem-i İslâm ve sünûsiler,
İstanbul 1328, 124 s.
Sünûsiler ve Garbî Mısır, trc. Hüsamettin, İstanbul 1332, 46 s.
SUDAN:
Ahmed Salâh Buharı, Sudan’ın tarihî Suakin şehrinde bulunan Türk-İslâm
mimarî eserlerine kısa bir bakış, Milletlerarası I. Türk sanat tarihi
.kongresi (Ankara 1962), s. 92-94.
Dramah Haşan Haydar Paşa, Mısır ve Sudan Sergüzeşti III, yay. Seniha
Sami, Türk Yurdu, sayı 247 (İstanbul 1955), s. 135-139.
Ömer Kâmil, Şudan-ı Mısrî, İstanbul 1304Mevlânâ Mehmed Abadehu, Tarih-i Bilâd-ı Sudan (997-1254), 23 satır 106
s., Veliyüddin Efendi (138) 3425.
Pıdgon, Harry-, Sudan Vahşileri Arasında, nşr. İskender Fahrettin Sertelli,
İstanbul 1933.
Seyyid Mehmed bin Ali bin Zeyne’l-abidin, Tercüme-i Risâle-i Sudan, ceride-i Sudan matbaası, 1226, 91 s., Esad Efendi, Nu. 2218.
Mehmed bin Ali Tunusî, Tercüme-i Risâle-i Sudan, İstanbul 1262, Üniver­
site Kütüphânesi 94. 35, 2 (662) 91.
Tunusî, Esseyid Muhammed b. Ali b. Zeynelabidin-, Tercüme-i 'Risâle-i
Sudan, İstanbul 1262, 91 s.
TRA BLU SG ARB:
Ali Rıza, Trablusgarb Turuk-i Muvasalatı, İstanbul 1334.
A’vanzâde Mehmed Süleyman,Trablusgarb ve Devlet-i aliyye, İtalya Vekayi-i
Harbiyesi, İstanbul (b.t.y.), 176 s.
Câmi’, Trablusgarb’dan Sahra-yı Kebire, İstanbul 1326.
Emin, Fizan’da frengi müşahidâtı ve Arap usûl-i tedavisi, İstanbul 1325, 22
s., 8°.
Fuad Ezgü, Karamanlı, İA.
Celal Tevfik Karasapan, Libya, Trablusgarb, Bingazi ve Fizan, Ankara 1960,
XX+398 8°.
A F R İK A İL E İL G İL İ T Ü R K Ç E Y A Y IN L A R
155
Mehmed Nuri-Mahmud Naci, Trablusgarb, İstanbul 1330.
Mehmed Naci, Trablus-garb Vilâyeti, İstanbul 1329, 196 s.
Nigarî, Sinan Paşa’nın Gazavaü, Rieu, Brit. Mus. Ktg., s. 177-178, No. Add
7921, yp. 48.
Ömer Subhi, Trablus-garb ve Bingazi ile Sahra-yı Kebir ve Sudan merkezi,
İstanbul 1305.
Haşan: Safî, Trablusgarb Tarihi, İstanbul 1328, I. Kısun, 84 s.
Haşan Rıza Seyfi, Trablus donanmasızlıktan yanıyor, Donanma, ü (IV),
1327,.s. 1528-1541.
M. Süleyman, Trablus-garb ve Devlet-i aliyye, İstanbul (tarihsiz), 176 s.,
resimli.
Trablus-garb Mektupları, İstanbul 1330, 24 s., 8°.
Trablus-garb Turuk-ı muvasalat risâlesi (noksan), basılmış yeri ve tarihi
yok 212 s.
Ebıi Abdullah Mehmed bin Halil Galabûn, Tarih-i Galabûn, trc. Mehmed
Behçet, İstanbul 1284, Hayat, VI (137) 1929, 155 s.
Trablus-garb Salnâmesi, 1295, 1301, 1302, 1305, 1312 seneleri salnâmesi.
TUNUS :
Ali Kemal, Tunus, Paris (b.t.y.).
Ahmed Refik, Kıbrıs ve Tunus seferlerine âid resmî vesikalar, Edebiyat Fa­
kültesi Mecmuası, V (sayı 1-2), 1927, (s. 69-95).
Abdurrahman Çaycı, İtalya’nın Tunus’ta Üstünlük Teşebbüsü, Cedeyda
, mes’elesi ve Osmanlı Devleti’nin müdahalesi, TD, 17-18 (İstanbul
1963), s. 219-241.
Abdurrahman Çaycı, İtalya’daki Tunus konsoloslukları mes’elesi ve 1863
Osmanlı-İtalya anlaşması, Belleten, 120 (Ankara 1966)., s. 603-620.
Mehmed Es’ad Efendi, Hülâsa-i Ahval-i Tunus-i Garbî, İstanbul Üniversite­
si Edebiyat Fakültesi Kütüphânesi, TT, 614.
Fetihnâme-i Akl-ı Vadi-i Serheng (Tunus Seferi), Blochet, Bibi. Nat. Ktg.
No. 121, v. 47.
156
C E N G İZ O R H O N L U
Dr. Vasfi Güsar, Tunuslu Hayreddin Paşa’nın kemikleri Tuniı^a kaldırılı­
yor, Kafkasya, 5 (18), 3/5, 1968, s. 39-41.
Felix Hoerburger, Davul’un Tunus’ta kullanılışı, Türk Yurdü, sayı 238 (İs­
tanbul 1954), s. 376-378.
Mehmed Maksudoğlu, Tunus’ta Dayıların Ortaya Çıkışı, llâhiyat Fakültesi
Dergisi, XIV (Ankara 1967), s. 189-202.
Mehmed Maksudoğlu, Tunus’ta hâkimiyetin Dayılardan Beylere Geçişi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XV (Ankara 1968), s. 173-186.
Osman Önder, 300 yıl Türk hâkimiyetinde kalan bir ülke Tunus, Hayat Ta­
rih Mecmuası, 2(8), 9, 1971, s. 65-69.
Tunus Faciası Nasıl Başladı, çvr. Kemal Kartaç, İstanbul 1954, 32 s.
Tunus hükümeti vekili General Hüseyin Paşa’ya gönderdiği talimatın sureti,
14 s., 8°.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Tunus’un 1881’den Fransa tarafından işgaline ka­
dar burada vekillik eden Hüseyin ailesi, Belleten, XVHI/72 (Anka­
ra 1954), s. 545-580.
İsmail Kemal, Trausival mes’elesi, Kahire 1318/1900-1, 166 s.
ZENCİ K Ö LE T İC A R E T İ:
•
Hamdi Ataner, Zenci Ticaretinin Yasaklanması, BTTD, 3 (İstanbul 1967),
s. 23-29 (5 belge).
Köle ve Cariyeliğin ref’i hakkında mehusan-ı kirâma, İstanbul 1326, 28 s.
OSM ANLI CEM İYETİNDE ZENCİLER :
Ahmed Resmî (1700-1783), Hamiletü’l-küberâ, Üniversite Ktb. TY., nu.
1210; Râşid, Tarih, c. IV, İstanbul 1282, s. 175-176.
Risâle-i Teberdâriye, Köprülü Kütüphanesi, n , 233.
Cengiz Orhonlu, Derviş Abdullah’ın Dârü’s-sa’âde ağaları hakkında bir ese­
r i: Risâle-i Teberdâriye fî ahvâl-i Dârü’s-sa’âde, Uzunçarşılı Arma­
ğanı, Ankara 1975, s. 225-249.
FRANSA’NIN KUZEY AFRİKA’DAKİ SÖMÜRGECİLİĞİNE KARŞI
SULTAN H. ABDÜLHAMİD’İN PANİSLÂMİST FAALİYETLERİNE
AİT BÎR KAÇ VESİKA
İhsan Süreyya Sırma
Sultan Abdülaziz’in ölümünden1, ve Sultan Murad’m iki ay kadar de­
vam eden saltanatından sonra, II. Abdülhamid Osmanb tahtrna geçti. 18761909 ydlanna tesadüf eden bu saltanat, İmparatorluğun en kritik devirlerini
yaşamıştır.
•
Doksan üç harbi dediğimiz 1877-78 rus harbinden, Osmanlı Devleti
yenik çıkmış ve Kıbrıs Adası İngilizlere bırakılmakla, Rusya ile antlaşma
temin edilebilmiştir (Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları). '
Mithat Paşa’nm Sultan Abdülhamid’e teklif ettiği meşrutiyetin ömrü
fazla olmamış ve Sultan tarafından yürürlükten kaldırılmıştır. Bunu müte­
akip de Sultan Abdülhamid, Anayasanın 113. maddesine dayanarak2, Mit­
hat Paşa’yı yurt dışına sürmüştür. Bazı kaynaklara göre, Sultan Abdülhamid,
Mithat Paşa’nm sert muamelelerinden çekinmiş ve adı Sultan Abdülaziz’in
katime karıştığı içm onu'yurt dışına sürmüştür3.
19. asrın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğu her taraftan sıkıştı­
rılmaktadır. Bir taraftan Fransa, Tunus ve Cezayir’i istilâ etti, diğer, taraf­
tan da Rusya ve Balkanlar İmparatorluğu yıkmağa çalışıyorlardı. Avrupa’r Sultan Abdülaziz’in ölümü, bugün dahi çözülememiş bir muammadır.
Bazı kaynaklara göre, Sultan Abdülaziz, tahttan indirilişine dayanamamış, in­
tihar etmiştir. D iğer bazılarına göre de o, Mithat P aşa ve arkadaşlarinın ter­
tiplediği bir suikastla katledilmiştir. Doktorlarm bu mevzuda verdikleri rapor
da yeterli olmadığından, yen i vesikaların bulunmasma kadar bu mevzu muam­
m alığını sürdürecektir.
2 113. madde : «Devlet emniyetine tehlikeli olduğu, güvenilir kaynaklar­
dan öğrenilen herhangi bir şahıs, Sultan tarafından yurt dışına sürülebüir. Bak.
Archives de Ministère des A ffaires Etrangères Françaises, Turquie, 1877, ki­
tap no: 408, s. 296.
3 A y m yer, s. 292.
İH S A N
158
SÜ REY Y A
S IR M A
nın, Osmanlı Devletini paylaşma emelleri henüz suya düşmemiş4, Doğu Ana­
dolu’da bir Ermenistan, Filistin’de bir yahudi devleti istenmektedir. Avru­
palIlar, Türkiye’ye karşı olan bu müşterek gayelerinde birleşmişler ve or­
taya sun’i bir «Şark Meselesi» çıkarmışlardır5. Bu sahada yüzlerce kitap ya­
zılmış ve Osmanlı Devletinin bütün unsurları biribirine düşman bir hale ge­
tirilmiştir.
İşte, Sultan Abdülhamid, bu emperyalist Avrupa devletlerine karşı, otuz
üç sene süren bir oyalama politikası gütmüştür6. Sultan Abdülhamid’in mu­
vaffak olup olmadığı konumuz olmadığından, biz sadece, onun Avrupa em­
peryalizmine karşı Kuzey Afrika’da güttüğü7 panislamist faaliyetlerine ait
bir kaç vesika sunacağız.
Sultan Abdülhamid, parçalanmakta olan ve bütün Avrupa'nın göz dik­
tiği Osmanlı Devletinin kurtuluşunun tek ümidini, tevhid-i İslâm’da, yâni
panislâmizmde görmüştür. Ve bunu te’min etmek içinj «Halifelik» sıfatını
kullanmaktan çekinmemiştir. Ve uzun zamandan beri ilk defa «Halifelik»,
Osmanlı siyasetinde beynelmilel bir vasıf almıştır. Sultan Abdülhamid, dün­
yanın dört bir tarafına temsilciler göndererek, adına hutbeler okutturmuş,
ve müstemleke halinde olan müslümah milletleri, bağımsızlık savaşma (ci­
hada) teşvik etmiştir.
Sultan Abdülhamid, bu emelinde muvaffak olmak için, bilhassa tarikat
şeyhlerinden istifade etmiştir. Bu şeyhler çeşitli tarikatlara mensup olup,
bunlardan ön safta olanları, Ebu’l Huda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid Hüseyn
el-Cisr ve Muhammed Zafir’di8. r:
.
Kuzey Afrika’da (Libya, Tunus, Cezayir) panislamizm hareketlèrini yü­
rüten tarikatlar, bilhassa Şazeliye ve Medeniye tarikatlarıdır. Bu tarikatların
şeyhleri her fırsatta Osmanlı Devletini Avrupa emperyalizmine karşı destek­
lemişlerdir. Gerçi aralarında, maddî menfaat karşılığında Osmanlı Devleti
aleyhine çevrilenler vardır, fakat bunlar çok ekalüyettedirler.
Konuların detayına inmeden, ve konu üzerinde yorum yapmadan, Sul­
tan Abdülhamid’in Kuzey Afrika’da' giriştiği faaliyetleri tevsik eden belgele­
ri ve bu belgelerin Türkçe tercümelerini vermekle yetiniyoruz. ,
4
5
Bak. T.G. Djuvara, Cent projets de partage de la Turquie, Paris, 1914.
Bak. Driault Edouard, L a Question d’Orient, Paris, 1938.
6 Bak. André Duboseq, l’O rient M éditerranéen, im pressions e t essais sur
quelques élém ents du problèm e actuel, Paris, 1917, s. 7-10.
7 Sultan Abdülhamid, bu faaliyetlerini sadece A frika’da değil, Hindis­
tan’da, Arabistan’da ve hatta Çin’de yürütmüştür.
8 André Duboseq, Ad. geç. es. s. 155-56.
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
159
VESİKA-P
18 Temmuz 1902
D.P. 110.
Panislamik Propaganda
Tarabya, 9 Temmuz 1902
Siyasî İdare
Sınıflama
Seri: B, Karton : 80, Dosya : 3.10
Bizim temsilcimiz, İstanbul’da mevcût, belli başlı iki müslüman tarikatı
hakkında, İçişleri Bakanlığı tarafından verilen iki soru cetveline verilen ce­
vapları gönderdi. Bizim temsilcinin zannma göre, panislamik .propaganda­
nın tesiri, bilhassa bütün müslüman milletlerinin, Sultan’m11 kuvvetli oluşu­
na dair olan kanaatlerinden ileri geliyor. Sultan’m Kuzey Afrika’daki (Mağrib) bu prestijini yıkmak için yapılacak en isabetli şey, Sultan’ı, bizim Tu­
nus üzerindeki hâkimiyetimizi tanımaya sevketmektir. Ve bu yol, imkânsız
olduğundan, şimdilik İmparatorluğun12 Tunuslu hacılarım ve seyyahlarını,
yerli idarecilerle temas kurmaktan alıkoymakla yetinmemiz lâzımdır. Bardo
antlaşmasından evvel Beylik Hükümeti, Libya’daki vatandaşlarının men­
faatiarını kolluyordu. Bugün için, bizim konsolosluklarımız, değil Osmanlı
idarecilerle meşgûl olmak, onlarla ilgili her işi baştan savacaklardır. İşte bu
sert muamele, bura halklarını, müslüman tarikatlara sığınma zorunda bıra­
kıyor. Belki, bu sert muameleyi ta’dîl etme ve bu halklara, onların tek da­
yanağı Sultan olmadığını gösterecek bir an gelecektir.
Vesikanın Fransızca Metni
Thérapia, le 9 Juillet 1902
18 Juillet 1902
D.P. 110.
Propagande panislamique
DIRECTION POLITIQUE
CLASSEMENT
Série : B, Carton : 80, Dossier : 3.
Notre représentant nous renvoie les réponses aux deux questionnaires
9 Vesikalara ilâve edilen dip notları mütercime aittir.
10 Bu vesikalar, Fransız D ışişleri Bakanlığı arşivinden çıkarılmıştır.
11 Sultan Abdülhamid.
12 Osmanlı İmparatorluğunun.
Ih s a n
160
Sü r e y y a
sir m a
remis par le Ministère de l’Intérieur au sujet des deux principales confréries
musulmanes existant à Constantinople. Notre représentant croit que l’ef­
ficacité de la propagande panislamique est surtout dûe à l’idée qu’ont tous
ces peuples, que le Sultan est fort. Le moyen le plus sûr pour détruire dans
le Maghreb ce prestige du Sultan serait donc de l’amener à reconnaître notre
protectorat sur la Tunisie et comme cette solution est, pour le moment ir­
réalisable, de se contenter de ne pas abandonner aux autorités locales les
pèlerins et les voyageurs tunisiens de l’Empire. Avant le traité de Bardo le
Gouvernement beylical veillait aux intérêts de ses sujets en Tripolitaine,
aujourd’hui nos consulats non seulement refuseront de s’occuper des....13, des
autorités ottomanes, mais même les éconduiront en toutes affaires. Cette
rigueur ramène ces gens à se rejeter sur les confréries musulmanes. Le
moment serait peutêtre venu de temperer la rigueur de cette pratique, en
prouvant à ces gens que le Sultan n’est pas leur seul appuis.
VESİKA-II.
Gizli
Trablusgarb
Siyasî îdare
Sınıflama
Seri : B, Karton : 80, Dosya : 3.
İstanbul Sultan’ınm14, İslâmî ve dinî olan Şazeliye-Medeniye tarikatı
vasıtasıyla yaptığı panislâmik faaliyetlerine ait siyasî malûmat.
Sorular15:
Şazeliye-Medeniye tarikatının sahip olabileceği veya idare ettiği Mistrata, Gharian, Misselata ve Ghadames zaviyelerinin16 ehemmiyeti, tekkeleri ve
panislâmik propaganda yaptıkları yerler hakkında bilgi verilmesini rica ede­
rim.
13 Cümlenin bu kısmındaki iki kelim e okunamamıgtır.
14 Sultan Abdülhamid.
15 Bu sorular Fransa’dan sorulmakta ve Trablusgarb’taki Fransız kon­
solosu cevap vermektedir.
16 Zaviye, bühassa Kuzey A frika’da tarikat tekkesi olarak kullanılmak­
tadır.
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R IK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
161
Onları idare eden siyasî ve dinî reisleri, İstanbul’da ikamet eden büyük
Efendileri ile devamlı münasebette midirler?
Bu tarikatlar ve şeyhleri, onun tesirinde kalıp, Kuzey ve Merkezî Af­
rika müslüman toplulukları üzerinde herhangibir harekette bulunuyorlar mı?
Bizim istilâ ettiğimiz veya tesir sahamız içinde olan diğer müslüman
bölgelerde veya Tunus’ta, kendi panislâmik akidelerini yaymak için lüzum­
lu olan neşir imkânları var mı?
İstanbul Sultam17 lehindeki panislamik hareketin gücünü kırmak, ve
gerektiğinde onları, İslâm Dünyasında fransız tesirini çoğaltmaya yöneltmek
için, ve Hükümet’in18, Libya’daki Şazeliye-Medeniye tarikatlarının şeyhleri
ve ajanları tarafından teşvik edilebilecek olan hareketlerden tamamiyle ha­
berdar olmakla elde edeceğimiz menfaatin tesbiti için lüzumlu diğer bütün
malumâtı kısaca veriniz.
Cevaplar :
Şazeliler, az bir masrafla, Gherian, Meselata, Mesurata ve Ghadames’de
bir kaç zaviye yürütmektedirler. Benim malumâtıma göre bu tarikatın Lib­
ya’da az müridi olup, burada zayıf bir tesiri vardır. Bu tarikatın Mısır’daki
hareketinin daha tesirli ve daha yaygın olup, olmadığım bilmiyorum.
Bunun aksine, Medenîler19, ki dinî ve siyasî reisleri İstanbul’da ikamet
eden ve Sultan Abdülhamid’in şeyhi olan Şeyh Zafir’dir, sayılan çok olup,
bazan Libya’da çok aktiftirler. Trablusgarb ve banliyösünde, Zaviye’de, Garbia’da, Tabur’da, Bou Yamail’de, Zuara’da, Libya dağında, Essahel’de, 23iten’de, Sulhak’da, Eşşatiya el Fûkî, Eşşatiya bölgesinde, Agar’ın doğusun­
da El Garadah’ta, Agar’ın batısında Mahrugah’ta, Şyaatî bölgesi olan Agar5da, Morzuk bölgesi olan Eşşatya’da ve Ghadames’de zaviyeleri vardır.
İslâm’m ön gördüğü sonuçlara varmak, yâni müstevli bütün yabancılan yok etmeye ulaşmak için, bütün tarikatlar, aym propaganda usullerine
baş vurmaktadırlar. Sadece mucizelere ait rivayetler, ve Hristiyanlığm üze­
rine kazanılacak olan nihaî zaferin müjdesiyledir ki, bu tarikatlar, cahil Afrika
halklarım coşturuyorlar. Fakat onların şarlatanlığı20 olayların gerçekliğine
her zaman üstün gelmiyor. Ben 1882-83 de bu genel konsolosluk vekâletine
17 Sultan Abdülhamid.
18 Fransız Hükümeti.
19 Medeniye tarikatına mensûp olanlar.
20 Zavallı Afrikalının, Avrupa emperyalizmine kargı çıkışını, m edenî(!)
Avrupalı, şarlatanlık olarak tavsif ediyor.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 11
İ 62
İH S A N
SÜ REY YA
S IR M A
bakarken, beni görmeye gelen bir çok Tunuslu Büyük Reis, benim nasihatlarım ve onların haklarının korunacağına dair garantim üzerine, göçlerinden
vaz geçmişler ve bir kısmı da kara yoluyla yüz bini geçen kabileleriyle21, Sultan’m panislâmik ajanı olan, Abdülhamid’in ve Medeniye tarikatının şeyhi
olan Şeyh Zafer’in kardeşi Si22 Kasım’ın cesaretlendirme ve tehdidlerine, ve
Osmanlı Hükümetinin para yardımları ve güzel vaadlerine rağmen, Tunus’a
geri dönmüşlerdir. Bizim ikramlarımızla, bunların reisleri olan müslümanlar, OsmanlIların ve Şuyûh’un (şeyhlerin) kendilerine harelendirip, . gözlerin­
de parlattığı hayat zevklerinden daha kıymetlilerine ve maddî imkânlara sa­
hip olmuşlardır.
Kuzey Afrika Trablus’unda, siyasî ve dinî müslüman cemiyetlerinin,
kendi propagandaları ve fikirleri hizmetinde resmî bir yaym organları yok­
tur. Gayeleri, Avrupa kuvvetlerinin müslüman memleketlerindeki gelişmesi­
ne ve özellikle Fransa’nın Afrika’ya sızma hareketine karşı mücadele etmek
için olan bütün proje ve tertibatlar, Arapların, Sudanlıların ve Türklerin
gölgesinde hazırlanıp, düzenleniyor. Libya Araplannın, Osmanlı idaresin­
den menimin gibi gözükmeleri, onun ilmine ve adaletine karşı gösterdikleri
büyük saygıdan değil, fakat onların gözünde, Sultan, Halife ve dinin reisi
oluşundandır. İşte Arapların, ona hürmet edip itaat etmeleri, bu halifelik
ünvamndan dolayıdır. Bunun için Araplar, herhangibir Avrupa hükmetiniri
hâkimiyeti altına girmek gayesiyle ondan (Sultan’dan) kopmak için, ona ye
Hükümetine karşı herhangi bir fitne-fesada ğirişmiyeceklerdir. Ve Libya’yı
hâkimiyetleri altına aldıklarından bu yana Bâb-ı âlî, bu bölgelerdeki ArapIarda, kendine karşı beslenen bu fikirlerin devamını elinde tutmasını bilmiş,
ve bu gayesi için de, yerli nüfuzlu şahıslardan istifade etmiştir ki Bâb-ı âlî
bunları, hem ünvanlar ve hem de barınaklarla taltîf etmiştir. Bab-âlî, bu
şahıslar aracılığıyla, Vadai sultanlarıyla, Şeyh Senusî ile ve Afrika'nın diğer
bölgelerindeki diğer şeflerle münasebet kurabiliyor. Bâb-ı âlî, bunlara gizli
mesajlar göndermek ve onları elde tutmak için, yine bu şahıslara müracâat
ediyor. Ve mübalâğa etmekten korkmadan denilebilir ki, bu şahıslar, kendi
davaları için, Afrika’nın bütün Arap ve Zencilerinden yardım görme kuv­
vetine sahiptirler. Bir tek kelimeyle söyliyecek olursak, Osmanlı Hükümeti,
îslâm taassubuyla Avrupa’ya karşı kendine bir silâh yapıyor, ve bu silâhı,
21 Bu yüz binlerce Tunuslu, Fransa, Tunus’u işgal ettikten sonra Fran­
sızların zulmünden kurtulmak için Libya’y a doğru göç etmişlerdir.
22 «Si», «seyyid» kelimesinin Kuzey A frika’daki telâffuz şeklidir.
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
163
kendisiyle, mücadele edilemez bir duruma sokmaya çalışıyor. Sultan’ın23 bü­
yük himâyesinde ve Şeyhülislâm’la Mekke Şerifi’nin yönetimi altmda olan
bu geniş siyasî-dinî cemiyetin, AvrupalIların Afrika’ya sızma ve ilerleme fi­
kirlerine karşı mücadele için gösterdikleri gayret, şimdiye kadar önemli ne­
ticeler vermemiştir. Rekabetler, kıskançlıklar ve adi iştahlar, bu silâhı o
şekilde kemirmektedir ki, o (yâni bu silâh), umumî bir plân yapmaya mu­
vaffak olamamış, ve bu plânı devamlı ve enerjik bir şekilde gerçekleştirmek
için lüzumlu imkânlar hazırlanamamıştır. Çeşitli tarikatlar, daha ziyade biribirlerinden ayrı yaşamaktadırlar. İşin aslında, uyuşmazlık halinde olanlar,
müridlerdir. Afrika’daki İslâmiyet için en tehlikeli ve sıkıştırıcı anın geldiği,
ve Sultan-Halife Abdülhamid’in panislâmik hayallerinin birer birer düştüğü­
nü gördüğü bu şuralarda24, Afrika’daki İslâm Dünyâsının bu şartların üste­
sinden gelmek için yeteri derecede gücü olacak mıdır? OsmanlIların ve Af­
rikalıların duygusuzluk ve tutarsızlığı karşısında bu çok zayıf bir ihtimâldir.
Fakat biz, bu bölgelerde var gücümüzle kendimizi ilân etmedikçe, ve kendi­
mizi hürmet edilir, ve tanınır tek efendileri olarak görmek istediğimizi onlara
sert bir şekilde göstermedikçe, geçmişte olduğu gibi, bu ibtidai ve basit halk­
lar, güvenci sarsacak ve nizamı tehlikeye düşürecek zamansız saldırılar,
ayaklanmalar ve entrikalarına devam edeceklerdir. Muhakkak ki Fransızla­
rın prestiji ve Orta Afrika’da tesirimizi yerleştirmek için, Rabah’ın askerî gü­
cünü tamamen yıkarak, Sahra bölgesini muzafferane bir şekilde geçerek ve
Zinder’i işgal ederek çok şey yaptık. Fakat belki bu, yeterli olmayacaktır;
zirâ Şeyh Senusî’nin prestiji ve Afrikalıların, Vadai’nin ma’sumiyetine ait
olân inançları devam etmektedir. Karakterleri, iğfal edilmeye çok müsait
olan zenci toplulukları kendi fikirlerine çevirip, bize karşı teşkilâtlandırma­
maları için, Afrika’ya sızma gayemizin ışığı altmda; maddî varlıkları ve
manevî tesirleri yönünden çok zor bir durumda bulunan Müslüman tarikat­
lara aman verilmemesi, acîl ve temel esas olmalıdır. Belki, Şeyh Senusî’nin
tesiri altmda olan Vadai, bize karşı direnecektir; fakat bu memleket, zen­
gin, verimli ve sıhhata uygundur. Her tarafta suya rastlanır. Şu halde, kuv­
vetli bir ordu burada kolayca mevzilenebilir; ve bu bölgelerdeki şefler, bi­
zim en kuvvetli olduğumuzu anladıkları an, çabucak bize arkadaş muame­
lesi yapacaklar, ve himâyemize gireceklerdir. Ancak, biz onlara, esas ga­
23 Sultan AbdUlhamid.
24 Bu mektup, Sultan Abdülhamid Saltanatının son yıllarında yazılm ışa
benziyor. Bu sıralarda Sultan, hem yahudî, hem ermeni ve hem de Jön Türk­
lerle mücadele etmektedir.
164
IH S A N
S Ü R E Y Y A S IR M A
yemizin onlarla ticarî münasebetler kurmak olduğunu ve dinlerine,-âdetleri­
ne hürmet edeceğimizi göstermemiz lâzımdır25. Çünkü Vadai bölgesi, Orta
Afrika'nın yerli halkı gözü önünde bu bölgelerin en önemli devletidir. Çünkü
burası onların gözünde, cevher-i ilâhî’nin muhafazasında olduğundan ve
Şeyh Senusî tarafından korunduğundan bir dokunulmazlığa sahiptir. İşte bu­
nun için, askerî müdahalemizi ilk olarak buraya yapmamız lâzımdır. Bu
askerî hareketi aşılayacak olan siyasî hareket ve iyilik(!) daha sonra gele­
cektir. Ve bu bölge, teslimiyetini açıkça ilân edecek olursa, aynı şekilde
Kanem, Kaouar-Bilma ve Tuareg halkı da.bizim-hâkimiyetimiz önünde say­
gıyla eğileceklerdir; ne tarikatların va’zlan ve vaadleri ve ne de kerametleri
bu maddî hadiseye karşı üstün gelecektir. Osmanlı ve tarikatların hareketi
hakkında, Sultan’ın Ulak’ı olan Si Hamza’ya rağmen, Libya’ya sığınmış olan
200.000 Tunuslunun 1882-83 yılında İslâm toprağını terk ederek, Tunus’­
ta himâyemize girmeyi tercih ettiklerini, misâl olarak göstermemiş miydik?
21 mart 1899 tarihli Fransız-İngiliz antlaşmasıyla bizim olan bütün
bölgeler, kâşiflerin bildirdiklerine göre işletilebilir durumdadırlar. Fakat bu
topraklan, bizim kontrolümüz, altında, yerli halka işletmek için, onlara em­
niyet sağlamamız ve herkesin maddî, ve manevî menfaatlârınm inkişâfım sağ­
layacak ve onlara da kalkınma şansı tanıyacak bir rejim olmalıdır215. Ve bu
neticeye, ancak stratejik noktaların işgâl edilmesi ile iılaşılır. Kervanlar yo­
lundaki stratejik noktalar, Zinder,. Kaouar-Bilma, Ghat’m .karşısında seçi­
lecek bir nokta (Recep el Hoca adındaki bir kervancı,, çok sulu olan.ve
Türk köyü Ghât ile Aghir arasındaki bölgeyi haber verdi) .ve hâlen .yerleş­
miş olduğumuz Remasenin. olarak belirlenebilir.. Devamlı olarak, gözü açık
subaylarımız ve idarecilerimizin kontrolü altındaki çok sıkı takibat durumun­
da, bize düşman olan tarikatlar, bizim lehimizde olan tarikatların karşı çık­
masıyla, geçmişte olduğu gibi, bu ibtidai halklar üzerinde uğursuz tesirlerini
. 2 5 Bütün emperyalist memleketler, bu çareye başvurm uşlar. ve bir. çoğu
da m uvaffak olmuştur. H atta A frika’daki emperyalizm, Avrupa'nın özel su­
rette yetiştirdiği papaz-doktor misyonerlerle başlam ıştır. H asta Afrikalıları,
gü ya tedaviye giden papaz-döktoriar, bu hastaların ellerinden yiyeceklerini da­
hi almışlardır. Şayet yukarıdaki sözler samimî olsaydı, yâni Avrupa'nın, işgal
ettiği m illetlerin hak ve hukukuna riayet etm iş olsaydı, bugün için, Tunus,
Cezayir ve Zenci Afrikası, niçin kendi dillerini bilmiyorlar? AvrupalIlar,' bunu
yasakladılar da ondan... Bu, tıpkı eşkiyanm, soyduğu adama iy i m uam ele et­
mesine benziyor.
26 Yerli halkın kalkınm ası için hiçbir zaman bu şans tanınmamıştır.
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
165
gösteremiyeceklerdir27. Böylece Osmanlı Hükümeti anlayacaktır ki bundan
böyle, o.tuz seneden beri Orta Afrika’da giriştiği taassup ve harp faaliyetleri­
nin teşekkülüne mani olacak durumdayız, ve yine anlayacaktır ki bu entri­
kalara devam etmek lüzumsuzdur. Böylece, takviye merkezlerinden kopmuş
olan bu zincir sayesinde .memleketin. (Afrika'nın) gerçek efendileri olacağız.
Şayet müsteşarlarımız teşebbüs emaresi gösterecek olurlarsa, biz sadece
Çat bölgesi kervan ticaretini lehimize çevirmek değil, buna bir gelişme ver­
meye de muvaffak olabiliriz28. Ve, demiryollarının inşaatı gibi büyük dü­
şünceler, bu tecrübeden .sonra, ve lüzumu muhakkak olunca gelir.
imza : Lacau
Fransız Umumî Konsolosu
Afrika Trablusu, 12 Şubat 1902.
VESİKA l l ’nin Fransızca olan asıl metni :
Confidentiel.
......
■
Tripolitaine.
DIRECTION POLITIQUE
. . CLASSEMENT .
Série: B, Carton: 80, Dossier: 3.
. Renseignements politiques sur l’action panislamique du Sul­
tan de Constantinople par l'intermédiaire de la confrérie religieuse
musulmane des Chadelia-Madania.
'Démandes :
Prière de faire connaître l’importance des zaouia de Mistrata, Gharian,
Misselata, Ghadamès et des couvents ou autres lieux de réunion et de
propagande panislamique que la confrérie des Chadelia-Madania pourrait
posséder. ou entretenir en Tripolitaine.
_ Les chefs politico-religieux qui les dirigent sont ils en relations suivies
avec leur grand maître en résidence à i Constantinople?
27 D ikkat edecek olursak, A frika’daki tarikatların, A frikalı halk üzerin­
deki tesiri uğursuz olarak gösteriliyor. Bunun aksine fransızlar, A frika’nın
halklarını ezip sömürecek, onları öldürecek; bu, normal bir hareket olarak gös­
teriliyor.
-28 Bu, Cezayir ve Tunus’taki Fransız Protektorası Hükümetinin görü­
şüdür. (Metinde geçen dipnotu).
İH S A N
166
SÜ REY Y A
S IR M A
Subissent-ils son influence et par suite, exercent-ils une action quelcon­
que sur les populations musulmanes de l’Afrique septentrionale et centrale?
Ont-ils les moyens de vulgarisation nécessaires pour répendre leurs
doctrines panislamiques en Tunisie ou dans les autres contrées de religion
musulmane placées sous notre domination ou situées dans notre sphère
d’influence.
Donner succinctement tous autres renseignements susceptibles de fixer
le Gouvernement sur l’intérêt que nous aurions à être tenus exactement au
courant des agissements qui pourraient être provoqués par les Directeurs et
agents de la confrérie des Chadelia-Madania de la Tripolitaine en vue d’at­
ténuer leur action panislamique en faveur du Sultan de Constantinople, ou
le cas échéant, de les intéresser à favoriser l’influence française dans le
monde musulman.
Réponses :
Les Chadelia entretiennent à peu de frais de minables Dervicheries à
Charian, Meselata, Mesurata et Ghadamès. D’après mes renseignements
cette confrérie n’a que peu d’adhérents en Tripolitaine et n’y exerce qu’une
très mince influence. J’ignore si son action est plus puissante et plus étendue
en Egypte. Les Madania au contraire, dont le chef spirituel et politique
Cheik Dhaffer chapelain du Sultan Abd ul Hamid réside à Constantinople,
sont assez actifs en Tripolitaine où ils possèdent de petites zaouias à Tripoli
et banlieue, à Zaouia Gharbia, à Tabour, Bou Yamail, Zouara, dans le
Djebel Tripolitain, à Essahal, Zliten, Soulhaq, Ecchatiah el Fouqui région
d’Echaatia, à El Gardah Est d’Agar, Mahrougah Ouest d’Agar, à Agar
région de Chyaati, à Echchatya région de Morzouk et à Ghadamès.
Toutes les confréries ont recours aux mêmes procédés de propagande
en vue d’arriver aux fins que l’Islam s’est toujours proposées c’est-à-dire
l’anéantissement des étrangers envahisseurs. C’est uniquement par des récits
de miracles et des prédictions de victoire finale sur la chrétienté qu’elles
exaltent les populations ignorantes de l’Afrique. Mais leur charlatanisme
n’arrive pas toujours à prévaloire contre la réalité des faits. Ainsi en 1882-83
lorsque je gérais ce Consulat Général plusieurs Grands Chefs Tunisiens qui
venaient me voir ouvertement ont, sur mes conseils et mes assurances que
leurs droits seraient respectés, cessé, leur exode et sont rentrés en Tunisie
tant à bord de nos paquebots que par la voie de terre avec leurs tribus for­
mant une masse de plus de cent mille âmes, en dépit des exhortations et des
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
167
menaces de Si Hamza Agent Panislamique du Sultan, frère de Cheik Dhaffer
Chapelain d’Abd el Hamid et chef de la confrérie des Madania; en dépit
aussi des subsides et des belles promesses du Gouvernement Ottoman. Tout
musulmans qu’ils étaient ces chefs ont trouvé les avantages matériels que
nous leur offrions plus appréciables que les délices de vie future dont Ot­
tomans et Chiouk faisaient miroiter le brillant à leurs yeux.
Lee Cercles politico-religieux Mahométans de Tripoli de Barbarie n’ont
pas d’organe officiel au service de leurs idées et de leur propagande. Tous
les projets, toutes les combinaisons ayant pour but de combattre l’expansion
des Puissances Européennes en pays Mahométan et en particulier l’oeuvre
de pénétration de la France en Afrique s’élaborent et se. trame dans l’ombre
entre Arabes, Soudanais et Turcs. Non pas que les Arabes de Tripolitaine
se montrent satisfaits de l’administration Ottomane et professent un grand
respect pour sa science et son équité, mais le Sultan est à leurs yeux le
Khalife, le Chef de la religion. C’est à ce titre qu’ils le vénèrent et lui obéis­
sent et ils ne chercheraint pas à intriguer contre lui et son Gouvernement
en vue de s’en détacher pour .se placer sous l’autorité d’um Gouvernement
Européen quelconque. Et de tout temps depuis la reprise de sa domination
en Tripolitaine et Cyrénaique la Sublime Porte a su maintenir ces sen­
timents chez les Arabes de ces deux Provinces en se servant de l’autorité
de personnages indigènes influents auxquels elle donne titres et pensions.
C’est par leur entremise qu’elle correspond avec les Sultans du Wadai, le
Cheik Senoussi et autres chefs des régions africaines, c’est à eux qu’elle s’arresse pour leur envoyer des messagers secrets et leur faire tenir des
présents. Â leur tour ces personnages disposent, on peut le dire sans crainte
d’exagérer, de tous les Arabes et Nègres de la contrée pour les aider dans
leur desseins. En un mot le Gouvernement Ottoman se fait une arme contre
l’Europe du fanatisme musulman et il s’applique à le rendre irréductible.
Jusqu’ici les efforts de cette vaste association politicoreligieuse qui fonctionne
sous le' haut patronage du Sultan et sous la direction du Cheik islam et du
Cherif de la Mecque pour réagir contre les idées de progrès et la pénétration
des Européens en Afrique n’ont pas donné de résultats appréciables. Les
rivalités, les jalousies, les appétits vulgaires la travaillent et la minent de
telle sorte qu’elle n’a pas encore été capable de combiner un plan d’ensemble
ni de préparer les moyens pour l’exécuter avec continuité, intelligence et
énergie. Les diverses Confréries vivent plutôt à l’écart les unes des autres et
leurs affiliés se rangent à cet exemple. Ce sont, au fond, autant de cénacle
qui s’excluent. Le monde musulman d’Afrique aurait-il assez de ressort pour
168
İH S A N
SÜ REY YA
S IR M A
se hausser à la. hauteur ,des circonstances maintenant que l’heure du danger
pressant a sonné pour l’Islam en. Afrique et que le Sultan Kalife Abd ul
Hamid voit choir une à une toutes ses illusions Panislamiques, rien n’est
moins probable étant données l’apathie et l’incohérence Africaines et Ot­
tomanes. Mais les petites intrigues, les excitations, les attaques décousues
qui troublent l’ordre et émoussent la confiance qu’il faut que nous inspirions
à toutes ces populations primitives et simplistes continueront comme par le
passé tant que nous ne nous serons pas vigoureusement affirmés dans ces
régions et que nous n’aurons pas montré notre volonté ferme d’y être les
seuls maîtres respectés et incontestés. Certes nous avons énormément fait
pour le prestige français et pour asseoir notre influence dans le Centre
Africain en détruisant de fond en comble la fortune militaire de Rabah, en
effectuant victorieusement la traversée de la région saharienne et en oc­
cupant Zinder. Mais ce n’est peut être pas assez encore, car le prestige du
Cheik Senoussi et la foi des Africains dans l'inviolabilité du Ouadai de­
meurent intacts. Aussi semble-t-il essentiel et urgent de ne pas laisser le
temps aux Confréries musulmanes qui se sentent profondément atteintes
dans leur influence morale et dans leur existence matérielle par la perspective
de notre pénétration dans ces contrées de pétrir à leur idée les populations
nègres dont le caractère est si maléable, de les fanatiser et de les organiser
contre nous. Sous l’influence du Cheik Senoussi le Ouadai nous opposera
peut être quelque résistance, mais ce pays est riche, fèrtile et sain; l’eau s’y
rencontre partout. Uune forte expédition pourrait donc y évoluer et y
prendre position aisément et le Sultan qui y règne ainsi que les chefs dont
il est entouré se résigneraient bien vite à nous traiter sur un pied amical et
à accepter notre protectorat le jour où ils auraient compris que nous sommes
les plus forts, que notre véritable but est de commercer avec eux et qu’il
rentre dans nos intentions de respecter leur religion, leur usages et leur droits.
Et c’est parce que le Ouadai est aux yeux des indigènes du Centre africain
l’Etat le plus important de ces contrées, parce qu’il est considéré par eux
comme inviolable en raison de la protection d’essence divine dont il est
couvert par le Cheik Senoussi qu’il conviendrait tout d’abord de nous y
imposer militairement. La bienveillance et l’action politique viendraient
ensuite se greffer à cette action militaire. De même les populations du
Kanem, de Kaouar-Bilma ainsi que les Touaregs s’inclineraient respectueu­
sement devant notre autorité lorsque celle-ci se serait manifestée hau­
tement, et ni les prédications des Confréries, ni leurs promesses, ni leurs
prédictions ne prévaudraient contre ce fait matériel. A propos de l’action
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
169
ottomane et de celle des Confréries. n’avons nous pas l’exemple des
200.000 Tunisiens réfugiés en Tripolitaine qui en 1882-83 ont déserté le
camp de l’Islam en dépit de l’Emissaire .du Sultan, «Si Hamza» et ont
préféré rentrer en Tunisie pour se placer sous notre égide.
Toutes les contrées devenues nôtres à la suite de l’accord FrancoAnglais du 21 Mars 1899 sont exploitables'‘d’après ce que relatent les
explorateurs, mais.pour les faire exploiter par les indigènes sous notre di­
rection il est indispensable. de .leur donner la sécurité. et d’assurer leur
développement progressif grâce à un régime d’ordre garantissant les intérêts
matériels et moraux de tous. Et ce résultat ne saurait être obtenu que par
l’occupation de points stratégiques. En ce qui regarde la route des caravanes
ces points sont Zinder, Kaouar-Bilma, un point à choisir en face de Ghat
(un caravanier Redjeb èl Kodja à signalé la région entre une localité nom­
mée Aghir et la localité Turque de Ghat comme offrant de l’eau eh abon­
dance) et Remassenin où nous sommes déjà installés. Dans ces conditions
de surveillance étroite, toujours sous le regard vigilant de nos officiers et
de nos adminisrateurs, contrecarrées par les Confréries qui nous sont fa­
vorables, les Confréries hostiles ne pourraient plus exercer comme par le
passé leur influence néfaste sur ces populations primitives, le Gouvernement
Ottoman comprendrait qu’il est désormais inutile de persister dans son
système d’intrigues et nous serions en mesure d’empêcher la formation de
ces clans guerriers et fanatiques qui ont surgi successivement depuis trente
ans dans le Centre de l’Afrique et ont désolé cette contrée. Grâce à cette
chaîne interrompue de postes fortifiés nous serions les maîtrés absolus du
pays, et nous parviendrions, on peut le croire, si nos négociants font preuve
d’initiative non seulement à faire revivre à notre profit le commerce ca­
ravanier avec la région du Tchad mais encore à lui donner un dévelop­
pement important29. Et la réalisation des grandes conceptions telles que
celle de la, construction de lignes farrées pourrait venir après cette expérience
et lorsque la nécessité en serait évidente.
Signé : Lalau
Consul Général de France
à Tripoli de Barbarie le 12 Février 1902.
29 But visé par le Gouvernement Général de l ’A lgerie et par le Gouver­
nement du Protectorat en Tunisie.
İH S A N
170
SÜ REY Y A
S IR M A
VESİKA-III.
Siyasî îdare
Sınıflama
Seri : B, Karton : 80, Dosya: 3.
Şazeliye-Medeniye müslüman tarikatı vasıtasıyla İstanbul Sultan’mm
yaptığı panislâmik harekete dair siyasî istihbarat.
Sorular:
Tunus’taki Şazeliye-Medeniye tarikatının dinî ve siyasî rolü ve ehem­
miyeti hakkında mümkün mertebe tafsilâtlı bir muhtıranın yapılması rica
olunur.
Bilhassa, Sfaks Zaviyesinin Şeyhi, İstanbul’da ikâmet eden idareci ro­
lündeki Büyük Başkan’m tesiri altında kalıyor mu? Hükümette, çok sayıda
müridi var mı? Cezayir, Libya ve Ghadames’teki mensuplarıyla temas ku­
ruyorlar mı?
Şazeliye-Medeniye tarikatının toplandıkları diğer yerleri belirtiniz. On­
ları idare edenlerin siyasî ehemmiyetini ve değerini ve isimlerini belirtiniz.
İslâm Dünyasında Fransız tesirini çoğaltmaya yöneltmek için ve Hükümet’in, Tunus’taki Medeniye tarikatının şeyhleri tarafından teşvik edile­
bilecek olan hareketlerin ehemmiyetinden haberdar olmakla elde edeceğimiz
menfaatin tesbiti için lüzumlu diğer bütün malûmatı kısaca veriniz.
Cevaplar :
Bu tarikatın en itibarlı sayılan şahsiyeti, Sid Muhammed el Tahir b.
Ahmed b. Abd el Varis, bu tarikatın Tunus’a nasıl girdiğini, aşağıda gele­
ceği gibi anlattı.
«Bu tarikat, Fas bölgesinde, el Gavs el ekber namı altında tanınan
ceddim Sidi Abd el Varis tarafından kuruldu.
«Babam Ahmed, hac farizasını yerine getirmek için Fas’tan hareketle
Mukaddes yerlere gittiğinde Mekke’de Fas’m Mevla El Arabi heyeti muci­
bince, Mekke Dergaviyalarmm başmda bulunan, anne tarafından ceddim
olan Şeyh Sidi Muhammed b. Hamza Ca’fer el Medini ile buluştu.
«Babam, Mekke’de bir çok sene kaldıktan sonra Trablusgarb’a gitti
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
171
ve orada evlendi. Ve hemen sonra, genç hanımıyla, Tunus’a gelip yerleşti
ve tarikat için çok sayıda mürid topladı* (Hicrî 1259).
Bundan sonra, biribirinin arkasından, onun gayretiyle, onun tedrisini
tebliğ için on bir tekke kuruldu ki adlan şöyledir:
Tunus’ta bir zaviye.
Suse’de bir zaviye.
Sfaks’ta bir zaviye.
Teburba’ya 2 kim. uzaklıkta (Cebel Miaha)’da bir zaviye.
Beja Kıyadetinde (Ayn Kasr Hadid’de) bir zaviye.
Beni Mazon kabilesinde iki zaviye: biri Sidi Ebu Haris, diğeri de Od b.
Mulahem’e aittir.
Kasra’da bir zaviye (Maktar’ın sivil kontrolü).
(Ayn Male’ye yakın olan) Matavr Kıyadetinde, Mogod kabilesinde bir
zaviye.
Binzert Kıyadetinde bir zaviye (D’ouaouda)30.
Zagvan’da (Sidi Saad)’da bir zaviye.
Bunlara dört toplantı yerini de ilâve etmek lâzımdır:
1—
2—
3—
4—
Beja Kıyadetindeki zaviye.
Khoumir’in evinde.
Zegalma kabilesi hudutlarına yakın olan Mecer kıyadetinde.
Tozem’de.
Sidi Ahmed b. Abd el Vares’in, şeyh ve dervişlere değer vermeyen ve
Bey31 Muhammed Sadık’ın Başbakanı olan Mustafa Haznedar’ın üzerinde
nüfuzu vardı. Sahilin isyancılan olan Huarmirler (1864) ve Prens el Abdel’in (1867) üzerine kuvvetler gönderildiğinde, o, Sidi Ahmed’i kuvvetle­
riyle gönderdiyse de, her tarafta tüfekle karşılandı.
Onun büyük oğlu, Sid Muhammed el Tahar, Tunus Zaviyesinin hâl-ı
hazırdaki şeyhidir. Bununla beraber Beylik, onun bu ünvan altında tanın­
ması için bir ferman çıkarmamıştır. Ve onun 5 Rebiyü’l-evvel 1289 tarihin­
de babasından aldığı icazetten başka bir ünvam olmayıp, bizzat babasının
da Sid Muhammed Hamza Ca’fer’den aldığı icazetten başka bir şeyi yoktu.
Sid Muhammed el Tahar, Tunus’taki diğer Medeniye zaviyelerinin
şeyhleri veya mukaddemleri üzerinde bir üstünlük iddia etmektedir ki bu,
30
31
«D’ouaouda» kelimesinden murad ne olduğu anlaşılamamıştır.
Bey, Tunus ve Cezayir’i idare eden şahıslara denirdi.
172
İH S A N
SÜ REY Y A
S IR M A
Çok az kabul edilen bir şeydir. Onun bizzat Tunus’ta Si Sadık es-Sahravî32
adında bir rakibi vardır. O, iki;'kardeşi, Belkasım ile İzzeddin ve İstanbul
Şeyhi Ca’ferle dargın vaziyettedir. Bu yabancı, ailenin kollan, onun itibarını
yıkarak, propagandasını akim kılmışlardır,
:
Aynı şekilde, Tunus’un Medenîleri (Medenî tarikatı mensuplan), Kadiriye, Şazeliye ve Rahmaniye gibi büyük müslüman tarikatlarının gözünde,
bu tarikat, ehemmiyetsiz bir ekalliyet teşkil etmektedir. .
Tunus şehri v e .civarında, ar alarmda, Faslıların ve Gadametilerin de
bulunduğu yetmiş medeniye33 vardır.
Diğer tarikatlar etrafında toplananlara gelince; bunların gerçek sayısini bilemiye'cegiz. Fakat bunların sayısını iki yüz ellinin üzerine çıkarmak,
hakikatin dışma çıkmak demektir. Sfaks zaviyesindekilerin yirmi kadar ol­
duğunu, bitiyoruz ki bu, müreffeh bir zaviye oimâktah uzaktır.
Yalnız Maktar Müfettişinin istatistiklerine göre -kiK esra Zaviyesi bu­
nun içine girmektedir-, Od Ayar, Od Avun ve Kesra Halifeliğinde, Medeniyelerin sayısı 1302 ye çıkarıldığı doğrudur. Fakat öyle görülüyor ki bu he­
sapta, Medeniyeler ile Şazeliler birikirlerine. kanştınlmıştır, ve bu sayının
%95 i Şazetilerdir.
Güney Tunus’ta Medenîler sadece ..isim olarak bilinmektedir. -Nefzaoua-Cerid-Gabes-Gafsa-. Bu, Kayravan’da da aynı şekildedir. Grombatia,
Kef ve Talâ taraflarmda bunlar bilinmemektedir.
Teburba Kıyadetindeki zaviye, Sid Belkasem b. Ahmed b. Abd el Varis’in manevî idaresi altındadır. Onun dayısı, ona resmî.bir tevcih kazan­
dırmak istediyse de, kendisine bü tevcih verilmemiştir. Çünkü Beytin Hü­
kümeti yerli tarikatları her türlü yabancı tesirden kurtarmayı kendine pren­
sip edinmişti.
Bej a Kıyadetindeki zaviye Sid Belkasem’in kardeşi Sid îzzeddin’e ait­
tir, fakat.bu başka bir anneden olduğu için, Ca’fer ailesine yabancıdır.
Ebü Haris zaviyesi ise bunların yeğeni olan Sid Ahmed b. el Hac el
Arabi’ye aittir.
. Sfaks zaviyesi, tarikatın mukaddemi olan Si Muhammed b. Âbd Allah
er-Rezkî tarafından idare edilmektedir. Bu, dinî görevlerini ifadan ziyade,
32 'Si-Sadık, ipek dokuyucusu olan bir Tunusludur. O, geyhlik teşbihini,
General H ayrettin’i Tunus’ta görm ek için gelen İstanbul Şeyhi Ca’fer’in elin­
den devralmıştır. Müridleri takriben on kadardır. O, bu müridlerini Sidi el Halfa v i zaviyesinde toplamaktadır, (Metinde geçen dip notudur).
33
Bu medeniye’lerin, zaviye mi, mürid. m i oldukları, tasrih edilmemiştir.
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
Ï73
ticarete vaktini veren bir tüccardır. O , her türlü «dinî tebliğ»“fikrine sırt
çevirmiştir..
............
Zagvan zaviyesi, ■hareketli ve endişeli bir şahıs olup, Mekke’ye gidip
yerleşen Si El Hac Tahar b. el Hac Saad et-Tebbani tarafından idare edili­
yordu ki, .yerine kimse geçirilmemiştir.
Kendi hallerine bırakılmış olan müritler de çok az toplanmakta ve bu
toplantılarına çok az kişi iştirak etmektedir.
Yukarıda adları geçen Medeniye zaviyelerine ait diğer toplantı yerleri­
nin başmda mukaddemlerden başka kimse olmadığından ve bunlar , da iti­
barsız olduklarından, isimlerini zikr etmede bir fayda mülâhaza, etmedik..
Yukarıda geçen bilgilerden şu netice çıkıyor ki, yeni teşekkül eden Me­
deniye tarikatı Tunus’ta çok az gelişmiştir; ve o,, inkişaf edeceği, yerde, inkiraz etmektedir. Bu tarikata mensup olan çeşitli, guruplar, müşterek .bir
idareden mahrum olduklarından’ aralarında hiç bir. bağ mevcut değildir. Bu
tarikatın şeyhlerinin,, verimli bir şekilde birimle mücadele edecek durumları
yoktur, ve ne şekilde olursa olsun, bizim nüfuzumuzu müslüman memleket­
lerinde artıracak bir durumları da yoktur.
Belkasem b. Abd el Varis, medenî olarak değil, fakat Tunus Cemiyetin­
deki alâkalan dolayısiyle, Sultan’m Şeyhi’ne ulaklık yapabilir. Bunün, si­
yasî bir rol oynamaya müsait olduğunu, hiç bir şey garanti edemez. Şayet
bir gün o, kendini siyasete kaptıracak olursa, daha evvelden onü ihbar et­
miş olan kardeşi Sid Muhammed ve Taher, bunu bize haber vermekte ku­
sur yapmayacaklardır34.
VESİKA III’ün Fransızca olan asıl metni :
DIRECTION POLITIQUE
. CLASSEMENT
Série: B, Carton: 80, Dossier: 3.
Renseignements, politiques sur l’action panislamique du Sultan de
Constantinople par l ’intermédiaire de la confrérie religieuse musulmane des
Chadelia-Madania.
34 Bu son cümle, Osmanlı Sultam lehine çalışm a ihtim âli olan bir tarikat
şeyhinin kardeşlerinin, fransızlar tarafından nasıl elde edüdiklerinî gösterm ek­
tedir.
174
İH S A N
SÜ REY YA
S IR M A
Demandes :
Prière de faire établir une notice aussi détaillée que possible, sur l’im­
portance, le rôle politique et religieux de la Confrérie des Chadelia-Madania,
en Tunisie.
Le Cheikh de la Zaouia de Sfax notamment, subit-il l’influence du
Grand Maître de l’Ordre en résidence à Constantinople. A-t-il de nombreux
adeptes dans la Régence. Entretient-il des relations avec ses adhérents de
l’Algérie, de la Tripolitaine et de Ghadamès.
Enumérer les outres lieux de reunion des Chadelia-Madania. Indiquer
les noms, quálité et l’importance politique de ceux qui les dirigent.
Donner ' succinctement tous autres renseignements susceptible de fixer
le Gouvernement sûr l’intérêt que nous aurions à être ténus au courant de
l’importance et des agissements des chefs de la Confrérie des Madania en
Tunisie en vue d’atténuer leur action quand elle se manifeste hostile ou,
le cas échéant de les intéresser à favoriser l’influence française dans le monde
musulman.
Réponses:
Sid Mohamed Er Tahar ben Ahmed ben Abd el Ouarets qui est ici la
personnalité la plus en vue de l’Ordre des Madania, raconte ainsi qu’il suit
comment cette confrérie s’est introduite en Tunisie.
«Elle a été fondée», dit-il, «par mon aieul Sidi Abd el Ouarets, connu
«dans la province de Fez, sous le nom d’El Ghouts el Akbar.
«Mon-père Ahmed étant parti de Fez pour accomplir son pèlerinage
aux «lieux Saints, trouva à son arrivée à la Mecque, le Cheikh Sidi Moham­
med ben «Hamza D’afer el Medihi, mon aieul maternel, à la tête des Dergaouia de la «Mecque en vertu d’une délégation de Mouley El Arbi, de Fez.
«Mon père, après avoir passé plusieurs années à la Mecque se rendit
à «Tripoli où il se maria. Il vint, presqu’aussitôt après avec sa jeune femme,
«se fixer à Tunis, où il recruta pour la confrérie, de nombreux adeptes» (1259
de l’hégire).
On vit alors se former successivement, sous son inspiration, onze
établissements destinés à propager son enseignement savoir :
Une Zaouia à Tunis.
U ne
— à Sousse.
U ne
à Sfax.
Une --------- à 2 kil. de Tebourba (Djebel-Miana).
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
175
Une --------- dans le Caidat de Béja (à Ain Gacer Hadid).
Deux
dans la tribu des Beni Mazon, l’une à Sidi bou Haris,
l’autre aux Od ben Moulahem.
U n e --------- à la Kesra (Contrôle civil de Maktar).
Une ------- - dans la tribu des Mogod Caidat de Mateur (près d’Ain
Malah).
U ne
dans le Caidat de Bizerte (D’ouaouda).
U n e --------- à Zagbouan (Sidi Saad).
Il faut y ajouter quatre lieux de réunion :
1— à Zaouiet, dans le Caidat de Béja,
2— Chez les Khoumir,
3— Dans le Caidat des Medjer près du territoire de la tribu des Zeghalma,
4— à Tozem.
Sid Ahmed ben Abd el Ouarets exerçait de l’ascendant sur le premier
Ministre du bey Mohamed Sadok, Mustafa Khaznadar, auprès duquel ma­
rabouts et derviches étaient ehcrédit. Des expéditions ayant été successivement
dirigées contre les Khoirmirs les insurgés du Sahel (1864) et le Prince el
Adel (1867), il fît partir Sid Ahmed avec les troupes mais partout il fut
reçu à .coups de fusil.
Son fils ainé Sid Mohammed el Tahar est le chef actuel de la Zaouia de
Tunis. Toutefois il n’est point reconnu en cette qualité par décret beylical
et n’a d’autre titre qu’une idjaza de son père datée du 5 Rebia el Aouel 1289,
qui lui même n’en avait d’autre qu’une de Sid Mohammed Hamza D’afer.
Sid Mohammed el Tahar s’attribue sur les cheikhs ou les Mokadems
des autres Zaouia. Medania de Tunisie une suprématie que bien peu ac­
ceptent. A Tunis même, il a un compétiteur dans la personne de Sid Çadoq
es Sahraoui. Il est brouillé avec ses deux frères Belgacem et Az ed Din,
ainsi qu’avec le cheikh D’afer de Constantinople. Les divisions de cette
famille étrangère, en ruinant sa considération, ont rendu sa propagande
stérile.
Aussi les Medania de Tunisie ne forment-ils qu’une insignifiante mi­
norité au regard des grandes confréries musulmanes : Quadria, Chadlia,
Rahmania.
On compte soixante dix Medania dans la ville de Tunis et sa banlieue,
parmi lesquels des marocains et des gens de Ghadamès.
Quant à ceux qui sont groupés autour des autres établissements, on ne
saurait en évaluer le nombre avec une exactitude rigoureuse, mais en l’éva­
176
İH S A N
SÜ REY Y A
S IR M A
luant à deux cent cinquante on est au dessus de la réalité. Nous savons
qu’il est de vingt pour la Zaoüia de Sfax qui cependant passe à distance
pour être un éteblissement très prospère.
Il est vrai que les seules statistiques du Contrôle de Maktar, dans lequel
se trouve la Zaouia de la Kesra, font ressortir à 1302 le nombre des Medania
des Od Ayar, des Od Aoun et du Khalifalik de la Kesra, mais il est ma­
nifeste qu’elles confondent les Chadlia proprement dits avec les Medania et
que les premiers entrent dans le calcul pour plus de 95 %.
Les Medania ne sont connus que de nom dans lfe Sud Tunisien.
-Nefzaoua-Djerid-Gabès-Gafsa-. Il en est de même à Kairouan. On les
ignore dans les contrôles de Grombalia, du Kef et de Tala.
La Zaoüia du Caidat de Tebourba est sous l’autorité spirituelle de Sid
Belgacem ben Ahmed ben Abd el Ouarets. Son Oncle maternel ‘avait sol­
licité pour lui l’investiture officielle; elle lui a été refusée parce que de tout
tëmps le Gouvernement du Bey s’est attaché à soustraire les confréries lo­
cales à toute influence extérieure.
La Zaouia du Caidat de Béja appartient à Sid Az ed Din, frère du
précédent, mais d’une autre mère et par conséquent étranger à la famille
D’afer.
Cèlle de bou Haris est à leur cousin Sid Ahmed ben el Hadj el Arbi.
Celle de Sfax est dirigée par Si Mohammed ben Abd Allah er Rezqui,
mokaddem de l’Ordre. C’est un marchand qui donne plus de temps à son
commerce qu’à l’exercice de ses fonctions religieuses. Il a renoncé" à toute
idée de prosélytisme.
La Zaouia de Zaghouan était administrée par Si El Hadj Saad et Tebbani, personnage remuant, esprit inquiet qui est allé s’établir à la Mecque et
n’a pas été remplacés.
Les adeptes Livrés à eux-mêmes n’ont plus que des réunions espacées
et peu suivies.
A la tête des autres Zaouias Medania et dans les lieux de réunion cités
plus haut, on ne trouve que des mukaddems du pays qui ne présentent
aucune surface et dont il est sans intérêt de citer les noms.
Des renseignements qui précèdent se dégage cette conclusion que la
confrérie de récente formation des Medania a pris peu de développement en
Tunisie; qu’au heu d’y progresser elle est en décadence; que ses divers
groupes échappent à une direction commune et n’ont pour ainsi dire entre
eux aucun lien; que leurs chefs ne sont pas en situation d’agir utilement
F R A N S A 'N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
177
contre nous et encore moins de favoriser, en quoi que ce soit, notre influence
en pays musulman.
Ce n’est pas en tant que Medani mais par ses relations dans la Société
Tunisienne que Si Belgacem ben Abd el Ouarets pourrait servir d’emissaire
au Chapelain du Sultan. Rien n’autorise à penser qu’il soit disposé à jouer
un rôle politique. S’il devait un jour s’y laisser entraîner, son frère Sid Mo­
hammed et Tahar, qui l’a déjà dénoncé à tort, ne manquerait pas de revenir
à la charge et de nous avertir.
VESİKA-IV.
Siyasî İdare
1902
SINIFLAMA
Seri : B, Karton : 80, Dosya : 3.
I
Sultan Abdülhamid’in panislâmist şefi Muhammed Zafir’in bütün sa­
dakatine rağmen, Bingazi’de Medeniye tarikatının panislâmik yönden olan
hareketi, hiç bir şekilde kendini göstermemiştir. Bu tarikat, Sultan’ın, lüzum-u halinde, yabancı bir istilâya karşı mücadele edebilecek düzenli bir or­
du kurmak gayesi ile çıkardığı fermanın hükümlerine tiyup, askerlik yap­
mak istemeyen Cyrenaique halkını itaata sevk etmek için hiç bir teşebbüste
bulunmamıştır.
n
Medeniye tarikatının Bingazi’de zaviyeleri ve Bingazi’ÿe yaya olarak 7
saat süren bir merkezleri vardır. Derna’da, Jektabya’da da birer vaziye vardır.
Jhadan, Ghat, Fizan, Somu ve Vadai’de de başka zaviyeleri vardır. Fakat
buna rağmen bu tarikat, Bingazi ve Vadai arasındaki ve Senusîlerin sıkı kont­
rolü altında kalan kervan yolu üzerinde hiç bir tesirleri yoktur.
Senusî ve Medeniye tarikatlarının birleştirilmeleri için bazı teşebbüsler
yapıldı, fakat bu teşebbüsler bir sonuç vermedi ve her iki tarikat tamamen
.biribirinden ayrı kaldılar. Ve bu birleşmenin müteşebbislerinden biri olan
Sidi el Beşir, dört beş aydan beri Mistrata’ya çekilmiş, ye orada....35 yaşıyor.
35
Bu cümledeki bir kelim e okunamamıgtır.
Tarih Enstitüsü Dergisi : F. - 12
178
İH S A N
S Ü R E Y Y A S IR M A
Şayet Trablusgarb’taki Fransa Umumî Konsolosluğu, mahîr bir aracıya sa­
hip olabilirse, belki para vasıtasıyla bunu (Sidi el Beşir’i) istihbarat ajanı
olarak kullanabiliriz.
m
Panislâmizm, bazı hallerde ve bazı müslüman gurupları arasında kâfire
karşı kullanılan bir nefret ve tahrik vasıtası olarak kabul edilebilir; fakat bu,
gayesi belli, ve devamlı bir idaresi olan siyasî bir sistem değildir. Böyle bir
teşkilâtlanmanın rüyası, nüfuzlu şeyhlerin sadakatini kazanmasını bilen Sultan’ın zihnini işgal etti, fakat onun bir neticeye varması, şüpheli gibi görü­
nüyor. Filhakika, müslüman tarikatları, biribirlerine karşı olmaksızın, ara­
larında bir ittihad da yoktur. Bu tarikatlar inkişaf ettikçe, dağılıyorlar ve
eski asıllanndan bir şey muhafaza etmeksizin, yeni tarikatlar kuruyorlar.
Üstelik, tarikatların tesir gücünden kıskanan ulema ve şurefa, bu tarikatlarla
daima mücadele etmişlerdir. Şu halde Avrupa medeniyeti, bugüne kadar
hareketleri tecrid edilmiş olan ve aralarında hiç bir bağ bulunmayan bu ta­
rikatların birliğinden yılmamalıdır36.
Sultanların37 Halifesine gelince: Arabistan’da, Suriye’de ve Kuzey Af­
rika’da, Arap kanından olan milletler Halife’yi ancak korkularından kabul
etmişlerdir38. Yemen’de ve bilhassa Hicaz’da isyan, mahallileşmiş bir vazi­
yet arz ediyor, ve artık Türkler, şehirlerin dışmda kalan yerlerde hüküm
sürmüyorlar. Fakat şurası muhakkaktır ki Mekke’nin büyük Şerifi’nin Ara­
bistan kabileleri üzerinde nüfuzu vardır. Ve Şerifin kendisi de onu tayin
eden Sultan’m şahsının emrindedir. Fakat onun, göçebe halkın gözündeki
kuvvet ve hükmü, mevcut şeylere düşmanlığından ileri geliyor. Suriye’den
Mekke’ye bir demiryolu inşaatını kapsayan panislâmik proje de, gerçekleştirilemiyecek bir ütopyadır39. Bu projenin ele alındığı şartlar ve OsmanlIların
36 Yukarıdaki cümleden de anlaşılacağı üzre, A frika’y ı sömürmek iste­
yen, yalnız Fransa değil, tüm Avrupa Medeniyetidir.
37 Sultan, tabiri, A frika’daki küçük devletlerin reisleri için kullanılıyor­
du. H alife ise, Osmanlı H alifesi idi.
38 Halbuki 19. asırda böyle bir korku mevzubahis değüdir. Şayet olsay­
dı, Halife, oraları tarikat şeyhleri Ue değil, askerle idare ederdi. Ü stelik, Ku­
zey Afrika'nın çoğu 1881 den itibaren Fransızların işgali altındaydı. Fransız
işgalinde olan bir yerin insanları, Osmanlı H alife’sinden niçin korksunlar?
39 Halbuki ütopya sayüan bu projenin büyük bir kısm ı gerçekleştiril­
miştir.
F R A N S A ’N IN K U Z E Y A F R İK A S Ö M Ü R G E C İL İĞ İ
179
kendi kaynaklariyle böyle mühim bir eserin yapımına geçip bunu işletme ik­
tidarından mahrum olduğu düşünülürse, bu daha iyi anlaşılır. Türklerin Yu­
nanlılara karşı kazandıkları zaferler, tüm İslâm Âleminde büyük bir yankı
uyandırdı, Fas’tan İran’a, Hindistan’a kadar... Fakat müslüman halkların
sempatisi, sık sık onların muhalifi olan Türklere değil, ezeli düşman olan
Hristiyanlan yenen mü’minlere karşıdır.
VESİKA-IV’ütı Fransızca olan aslının metni :
DIRECTION POLITIQUE
CLASSEMENT
1902
Série : B, Carton : 80, Dossier : 3.
I
L’action de la Confrérie des Madania, au point de vue panislamique
ne s’est manifestée dans ces derniers temps, d’aucune façon, dans se Sanjak
de Benghasi. Malgré le dévouement de Mohammed Zafer, son chef panislamiste d’Abdul Hamid. Cette confrérie n’a fait aucune tentative pour
amener les populations de la Cyrnaique rebelles à tout service militaire à
se soumettre aux prescriptions que le Sultan avait édictées en vue d’organiser
une milice régulière capable de lutter le cas échéant, contre une invasion
étrangère.
n
La confrérie des Madania possède des zaouias à Benghasi, une centre
à 7 heures de marche de cette ville. Une à Derna et entre le Jectabia et...
D’autres existeraient également à Jhadans, à Ghat, au Fezzàn au Somon et
au Wadai. Pourtant cette confrérie n’exercerait aucune influence sur la route
des caravaris entre Benghasi et le Wadai, qui reste sous le contrôle exclusif
des Senoussi.
Des tantatives furent faites pour operer une fusion entre les deux
confrériés des Senoussi et des Madania, mais elles échouèrent et les deux
confréries sont restées complètement distinctes. Un des promoteur dé cette
fusion, le Sidi El Bechir s’est retiré depuis quatre ou cinq mois à Mistrata
et y vie dans un état
On pourrait peut être â prix d’argent, de servir de
180
İH S A N
SÜ REY Y A
S IR M A
lui comme agent d’information, si le Consulat Général de France à Tripoli
pouvait disposer d’un intermédiaire habile à Mistrata.
m
Le panislabisme peut être considéré comme un moyen de haine et
d’excitation dans certains circonstances et dans un certain rayon du croyant
musulman contre l’infidele : Il ne saurait constituer cependant un système
politique ayant un but défini et une direction continue. Le rêve d’une telle
organisation a pu hanté l’esprit du Sultan qui a su se conscilier le dévouement
de cheikhs influents. Mais il semble douteux qu’il puisse aboutir. Les confré­
ries musulmanes, en effet, sans être opposées les unes aux autres, manquent
de cohésion et à mesure qu’elles se développent, s’émiettent et forment d’au­
tres confréries qui ne conservent rien des liens primitifs de leur origine. De
plus les Ulemas et les Chofras ont toujours combattu les confréries dont ils
jalousent l’influence. La civilisation européenne ne doit donc pas redouter
la reunion en faisceau de ces confréries dont l’action, jusqu’à nos jours, est
restée isolée et sans liens entre elles.
Eh ce qui concerne le Khalifat des ¡Sultans, les populations de sang
arabe en Arabie, en Syrie et dans l’Afrique septenrionale ne l’ont reconnu
que par contrainte. Dans le Yemen, le Hedjaz notamment, la révolté est à
l’état endémique et le Turc ne règne guère en dehors de l’enceinte des vil­
les. Le grand cherif de la Mecque possède, il est vrai, une certaine, autorité
morale sur les tribus de l’Arabie et personnelement il est seulement soumis
à la personne du Sultan dont il reçoit d’investiture. Mais aux yeux des
populations nomades il ne garde son pouvoir et son autorité que parce qu’il
passe pour hostile à l’état de choses existantes. Aussi le projet panislamique
de construction d’un chemin de ferre de Syrie à la Mecque est une utopie ir­
réalisable étant donné les conditions dans lesquelles ce projet a été conçu
.et l’incapacité du P. ottoman à entreprendre et à exploiter avec ses resour­
ces personnelles une oeuvre aussi considérable. Les victoires des Turcs
contre les grecs ont ue un écho dans tout le monde musulman, du Maroc en
Perse et jusqu’aux Indes. Mais les sympathies des peuples islamiques sè sont
plus... ..., non aux Turcs dont ils sont souvent les adversaires politiques et
les ennemis, mais aux croyants vainqueurs de l’ennemi héréditaire, le
chrétien.
Ï. S. SIRMA - Levha I
**»*. *?«* w
’ 30
>/*/ /. ^ ¿şu»
-, VÍA
1 j *> ,. * *"
t ^ '* "*
^
**- *-:
■» *"»aí§ x-*- ^
; sr.-
^
y»
*
****v"«^ * <<5
¿**Ÿ.
4u*W
j' *\
v*v'“ ^ v
*
■
w
' '
A J f y f y y * ,! ï
c f'jlU - jk V h / ¡é sr .
'
~/S
É íü S
9*vUt âcïAw ipuçm tAr- '* £ iuAvtnm M /Otcc,'
^ A
V
~
tj&ton¿*cJu. ‘
IBS
rÿp
", '• :.T:'"i
^4-
« O k .1
H A ^ e to
• ^¿axÂlJu & j/U¿Huin*a
¿¿flésEsé"“
‘^SíSM ár Jtf,- __,
* f~ '¿ m
^
2 ( h / í **, í¿ ^ íin « n m x « i/
< ^ Í* ¿
ÿ
V
- » » < * & « / « W J - f- ñ é a * t Am M t . w
^ñ
, « ^ W
» í4 w
W
^
* K .
& * * m * t* JL ir< H ^tm —
At I'rUMdjAt A*%Á*H¿tmí¿»m W J*
II “W «íw 4'< rw1-«?«- wm*»M
líT " ' ; r
* ' *
x/tntYTLyd*-
-•*«**
'
-I*'”
M \" ' .■"■"'■
¿Jé- Up turn*,' UwtM»
•t'OvnSu.m&tXfc * k Annsék
&
‘
m» m im Í« «
¿*Ty4m¿tÁt
«<nH/ ^
^)/h»mA'A^!>*« yw At-tÍMi*.
••
^MM*y -••.wí.--
1.82:
/. S. SIRMA - Lévha II
■'
. .>** l-- - f e ' Â *
-3
- ~i "
Σ*
,, -#*. î*»'<a|isW£, "¿fc
)|N
V-V'
*<*«
-H . iv«»»' < *Â
-^
i ... ¿../i
“ J
O w t -Í ) L u « t ^
V -f -.V
-
’»
İÜ
a-.'üv
«**.#• Z'0 *^*
rs
&*?$!
/
_/
...
*^*—
-
¿ Ü t ^ U ı , ti* » .. *-'
' •-''
a<i
■1
" i
W -»
c-_yfc Û .JixA X .’o . ~4rd*~tr
■3 'w f c i
¿
- *■
. f^-, . 'tXl «TV’»**«'**
o^fc
«%
•*•*.
sş*'* * .Í vfji-*' "Î^V" ' . ¡ t
l^ v J « »
, 5 v s ‘/ A ' » > f c '
£*¿4cA> **
* ^ n L
î£m»İ.
w
i%
■ i?
■*»
l«VL (4,
' /
•Uw^fc
' >
i
ı/» v
t - »
** Je-»*»»»«*.
t-Ls ^ L U t/ £
U «» v ^ ! « . t w t 4
«4 l u u » " 1'
! H*«H*
İ. S. SİRMA - Levha DI
W
183
4 4w4
MİU,
tU h J tJ k ,. U u X+ /,
4i
L> m>. , /V«6‘
f+
»'
ft i n* l'u
U 4f l*~6, C fot**
/(M*» (H,
İM
j* * « * * * -> / ^ İ M ^
2i
i
^HiU L2 AjLSpt
/ fíiu :u ^ l AWii J\'nA
C fh ¿ t y+ st*i.
j
n t.
é *í *
ÉAM'M*
4*. (.A4H* *>í
fi-v / < U > 4
k»
7
íM*^*
K»fc
' *«
Í * 4 C<H*v / \ a < C l
C ií- y
*U 1 t* ú
w ««v
Cwy ***^
ewviL ^ V/**^v *
¿<h\ / v¿mju
'
a,% "
* *>} • W
!■**• #:•4l>tfVH JUfUnfH* N i
U^%*.
v¿ím t<»wA .
W¿ o/> lw 1*luit*w A-y*■*.- ■^a**^1
á . / isX/ítK jfu*; ' -V*-*.
¿L C«iWm«.'¿*Í) £ ¿»¿-vyvt/flvíwf1;
U
* ^ u * W
^ r
Cmw^Uma-í
, 1?A<\ ¿fc,
' v VH
>- ,
ílMv, Í4.A
^
i
.
/
*,
^iwíúí^ ^1» *'»if
»*/ -4<4^»¿t 4
:
«
k« í
7 /* * ^
_*,. ■ -
&w ^;
X,
^Sj-*
flZ ‘lv< l«v^8CA-V<wi ' i4
/l*U- A/xA*¿ A 'b , <*«- ¿ i "
7.
¿c^
a-*■ •*4*¿S*y
•¿
Vi ' ío
--'*' »,|•« ^>
■.—O /c£«aí
» - —•- ——*
—
•.*.'« -» ■■.'■„:■>•■■•■
<TW^ l^j< r^9 ¿#w7 «dStl A ,
ffÍ4nu^4^ t f
S¡l|p
<«1*y
»
184
I S. SIRMA - Levha IV
r—
/* “ / —
*2*
"j
‘ ^“.ÎT J ' lteğr
_
. £L~*>»' u *.**.** ~ * %<?
»4
4
. i /«
^ t« - U f* * " * * ' *
t^w -l
üAl/v^ Î .
* - M ' h A, j ^ / L
*J/«v^~W
> ıu « ^ A
«., • ^ T * 4%ir
r * ~ M ------«
l\u- „ U . ^ . O—<*• • 3 r ~ z «Ær ’i- ’•
' İM<-Í
A n't ff¿M 4 i /•»*
£u.<-«
“ * •*k , * ^ , | ^ " A>
W ¿ L h - w* .
r
TANZÎMÂT DEVRİNDE ERZURUM’UN NÜFUS DURUMU
Cevdet Küçük
Erzurum’un Tanzîmât’tan önceki demografik yapısı hakkında kesin bir
bilgiye sahib değiliz. Elimizde, bu devre ait modem manâda iştatistikî b ili­
ler veren nüfus defterleri mevcut değildir. Osmanlı İmparatorluğunda nüfus
sayımı asırlarca toprak yazımı münasebetiyle yapılmıştır. Bu tahrîrlerde esas ‘
maksat toprak ve mülkin tesbiti olduğundan, nüfus ancak tahminî olarak
hesaplanabiüyordu1. Fakat her 30-40 senede bir yemlenen bu arazi ve dolayısiyle nüfus tahrîrlerinin de XVI. asır sonlarından itibaren terkedüdiği an­
laşılmaktadır2.
XIX. yüzyılda birçok defa nüfus sayınıma teşebbüs edildiği ve bazen
de kısmî ve küllî nüfus sayımı yapıldığı bilinmektedir. Ancak bu seferki tah­
rîrler, eskiden olduğu gibi toprak veya mülk yazımı vesilesiyle değil, doğ-'
rudan doğruya nüfus’un tesbiti için yapılmıştır.
ikinci Mahmud devrinde Islahata dair lâyiha verenlerden Ragıp Efen­
dinin lâyihasında arazî ve mülk yazımına dair bir kayıt mevcuttur*. Bu gibi
lâyihâ verenlerin tesiri ile nüfus sayımı yapılmasına karar verildi. İlk sayıma
yeniçeri ocağının kaldırılmasından (1826) sonra girişilmiş ise de, hemen
sonra başlayan Osmanlı-Rus harbi yüzünden gerçekleştirilememiş ancak îstanbulda uygulanabilmiştir4. Harb gailesi diğer eyaletlere tamim yapılmasına
mani olmuştur.
Edime Muahedesinden sonra mes’ele yeniden ele alınmış, geniş ölçüde
hazırlık yapıldıktan sonra, Osmanlı ülkesinde bulunan eyalet, elviye,. kaza,
kasaba ve köylerde oturan bütün küçük-büyük İslâm ve reaya erkek nüfusu­
nun yazılmasına dair irade çıkartılmıştır. Bu irade gereğince 1247 (1831)
1
fus ve
2
3
4
Geniş bilgi için bk., Ö.L. Barkan, T ürkiye’de İm paratorluk devrinin nü­
arazî tahrîrleri, İk tisa t F a k ü ltesi m ecm uası, U / l , 20-39.
M ustafa Nuri Paşa, N etâyicü ’l-vuku’â t, I (1327), 145.
E.Z. Karal, R agıp E fen di lâyihası, Tarih vesikaları, 5.
A. Lutfi, Tarih, l, 278 v.d. .
186
CEVDET KÜÇÜK
yılında Rumeli, Silistre, Anadolu, Sivas, Karaman, Adana, Trabzon, Kars,
Çıldır ve Cezayir eyaletlerinde sayım yapılmıştır5.
Bu sayım, Erzurum Eyaleti’nde ancak 1252 (1836) yılında tatbik edi­
lebilmiştir6. Erzurum’un nüfus sayımına memur edilen eski Erzurum kadısı
Halil Sıdkı Efendi, ahalinin verdiği tayinat-baha ile bir seneden fazla Erzu­
rum’da kalmış, Erzurum ve havalisinde bulunan kaza, kasaba ve köylerde
oturan küçük-büyük müslim ve gayr-i müslim erkek nüfusu tesbit etmiştir.
Ayrıca, Erzurum’dan dönmeden önce Van Eyaleti’nin nüfusunu da yaazrak
defterlerini İstanbul’a göndermiştir. Bütün araştırmalarımıza rağmen, Van
Eyaleti’ne ait nüfus defterleri bulunduğu halde, Erzurum Eyaleti’ne ait defter­
ler bulunamamıştır7. Vesikalardan anlaşıldığına göre, gerek Erzurum, gerek
Van Eyaleti’nde reayanın tahrirî sırasında cizye için defterlere işaret edilir­
ken mükelleflerin haklarına dikkat edilmemiştir.
Bilindiği gibi gayr-i müslim tebeanm erkek nüfusundan alınan cizye
vergisi, mükelleflerin malî durumlarına göre zengin, orta halli ve fakir ma­
nalarına gelen âİâ, evsat ve ednâ diye üç sınıf’a ayrılırdı8. Sayım sırasında
bu sınıflamaya son derece dikkat edilirdi. Bir sınıftaki mükellef diğer sınıfa
yazılmazdı. Halbuki Halil Sıtkı Efendi, buna riayet etmemiş, kendi bildiği
gibi yazmıştır. Erzurum ve Van Eyaletleri reayası, ileride kendilerine büyük
zararları olur düşüncesiyle bu duruma itiraz etmiştir. Bunun üzerine Hü­
kümet, şikâyetlerin tetkik edilmesi ve neticenin bildirilmesi hususunda Van
ve Erzurum Eyaletlerine emirler gönderdi. Ancak, gönderilen emrin icra
olunup olunmadığına dair herhangi bir kayda rashyamadık.
Erzurum tarihi ile ilgili araştırmalarımız sırasında tesbit edebildiğimiz
en eski nüfus sayımı bu 1252 (1836) tarihli sayımdır. Bu sayıma ait defter­
lerin bulunamaması dolayısiyle Erzurum’un tanzimattan önceki nüfusunu
ancak bazı seyyahların eserlerinden öğrenebiliyoruz. Mesela; J. Brant, 1827’de yani ilk Rus istilâsından bir yıl önce Erzurum’un nüfusunu 130.000 ola­
rak kaydetmektedir9. Rus Ordusu ile birlikte Erzurum’a giden ve Erzurum’un
5 M em alik-i M ahrusa-i Şahanede 12^1 yılında m evcu t olan nüfus defteri,
t.Ü . Ktb. T.Y. 8867’den naklen nşr. E.Z. Karal, Osmanlı İm paratorluğu’nda iîk
nüfus sayım ı (1831), Ank. 1943; ayrıca bk. Lütfü, m , 142.
6 BA., Cevdet ts., D. (Başbakanlık Arşivi, Cevdet tasnifi, dahiliye), nr.
7107.
7 A ynı vesika.
8 Cizye hakkında geniş bügi için bk., C.H. Becker, Cizye m ad., ÎA.; ayrı­
ca bk, M.Z. Pakalın, Cizye mad., Tarih deyim leri v e terim leri sözlüğü, I, 297.
9 J. Brant, Jou m ey through a p a rt of A rm enia and A sia M inör (1835,
JRGS, London, 1836, s. 201)’den naklen B. Darkot, E rzurum mad., İA.
T A N Z İM A T D E V R İN D E E R Z U R U M
187
işgali hakkında bilgi veren Rus yazan A. Puskin ise, 100.000 olduğunu kay-deder10. Kâmûsü’l-a’lâm yazarına göre de harbden önce Erzurum’un nüfu­
su 130.000 dir11. Diğer tahminlere göre bu nüfus hiç değilse 80-100 bini
buluyordu. Bunun büyük ekseriyetini Türkler, 20-25 bine, kadar değişen bir
kısmini da gayr-i müslimler teşkil ediyordu12. Fakat 1828’de ilk defa Rus­
ların eline düşüp bir yıl kadar işgâl altında kalan Erzurum, bu sırada çok.
zarara uğradı. Esaret altında yaşamak istemiyen Türklerin bir. kısmı hic-rete. mecbur oldu. 1829 sonbaharında Ruslar çekilirken, Erzurum Ermeni-,
lerinden büyük bir kısmını, bilhassa sanayi erbabım, beraber götürüp, Güney
Kafkasya’ya yerleştirdiler. Mehmed Nusret Bey’in belirttiğine göre Erzurum
ve havalisinden 41.000 hane Ermeni Rusya’ya göç etmiştir13. Bu göçler yü­
zünden Erzurum’un nüfusu bir.hayli azalmıştır. J. Brant’ın ifadesine göre
1835’de şehrin nüfusu 15.000’e düşmüş bulunuyordu14.
Erzurum, bu istilâdan soma, eski vaziyetine avdet edemedi. Esat Muh­
lis Paşa (1830-1836)’nm valiliği sırasında şehir biraz imar edilmiş ve bölge­
de asayiş sağlanmış ise de ondan soma gelen valilerin liyakatsizlikleri yüzün-,
den asayiş tekrar bozulmuş ve halk perişanlığa terk edilmiştir. Başşehirde
tanzim at’m ilâm ve tatbiki meseleleri ile uğraşıldığından, bu önemli ticaret
merkezimizle pek ilgilenilemiyordu. Bölgede yol kesmeler, adam öldürme­
ler gibi olayların önü alınamıyordu. Birçok tüccar kervanı yollarda soyulu-.
yor .ve. ceremesini devlet çekiyordu15. Asayişsizliğin ve idarecilerin sorumsuz
davranışlarının hat safhaya ulaştığı sırada bir de kıtlık ve pahalılık orta­
ya çıktı. Tanzimat'ın üân edildiği yıllarda bu yüzden halkın büyük bir kısmı
başka yerlere, İran ve Rusya gibi komşu ülkelere göç etti.
Çeşitli yolsuzluklara adı kansan vali Hafız Paşa’nın azlinden (1841)
soma tayin edilen Halil Kâmüî Paşa (1841-1845), Erzurum’da göreve baş-,
ladıktan sonra Bâbıâlî’ye gönderdiği bir yazıda, Erzurum ve mülhak sancak­
larından kıtlık ve pahalılık dolayısiyle 11.000 haneden fazla müslim ve
gayr-i müslimin parça parça ve perişan bir şekilde şmaya buraya dağıldıklannı Ve binlerce garibanın Erzurum sokaklarında yatıp kalktıklarını acı
10 A. Puşkin, Erzurum yolculuğu, çev. Z. Baştımar, Yenigün yayınları, İs­
tanbul tarihsiz, s. 70 v.d.
11 Ş. Sami, Kâm ûsü’l-a’lâm, n , 829 v.d.
12 B. Darkot, adı geçen yer, s. 342.
13 Mehmed Nusret Bey, Tarihçe-i Erzurum , İst. 1338, s. 55.
14 J. Brant’tan naklen B. Darkot, adı geçen yer, s. 342.
15 İran tüccarlarının soyulm ası ve tazm inat ödenmesine dair bk., BA.,
İrade ts. H. (H ariciye), nr. 121.
CEVDET KÜÇÜK
188
bir ifadeyle yazmaktadır16. Gene Paşa’nın gönderdiği diğer raporlardan an­
laşıldığına göre reayanın büyük bir kısmı, bilhassa Ermeniler Rusya’ya göç
etmişlerdir. Müslümanlardan da İran ve Rusya’ya göç edenler olmuştur17.
Kâmili Paşa göreve başlar başlamaz ilk işi kıtlıkla mücadele etmek ol­
du. Yerlerinden ayrılmış olan ahaliyi tekrar yerlerine iade etti. îran ve Rus­
ya’ya gidenleri geriye getirmek için büyük çaba harcadı. İran’a giden müslümanlarm geriye getirilmesinde İran Devleti bazı güçlükler çıkarttı ise
de çeşitli diplomatik temaslar sonunda, İran ve Rusya’ya gitmiş olan Türklerin tekrar geriye getirilmesi sağlandı18. Fakat Rusya’ya gitmiş olan rea­
yanın büyük bir kısmı geriye dönmiyerek Rus tabiiyyetine geçti19. Bu. yüz­
den Erzurum’da gayr-i müslim nüfus bir hayli azaldı. Bu da cizye gelirinin
düşmesine sebep oldu. Bilindiği üzere cizye, devletin en önemli gelir kay­
naklarından biriydi. T anzimat fermanı hükümleri henüz Erzurum’da tatbik
edilmediğinden diğer gelirlerle birlikte cizye de iltizama veriliyordu. Eski
kayıtlara göre iltizamı.alan mültezim,, verdiği parayı çıkarmak için sayısı bir
hayli azalmış olan reayayı devamlı rahatsız ediyor, başka yere göç edenlerin
cizyelerini de bunlardan zorla alıyordu. Bu da reayanın çeşitti sızlanmaları­
na ve şikâyetlerine sebep oluyordu20. Reaya ruhban sınıfı aracılığı ile Bâ-.
bıâlî’ye müracaat ederek, Erzurum’da reaya sınıfının azalmış olduğunu fa-:
kat cizyenin halâ eski kayıtlara göre tahsil edildiğini başka yere göç eden­
lerin cizyelerinin kendilerinden alınmamasını ve yeniden sayım yapılarak ha­
kiki mükelleflerin tesbitini istediler21. Bunun üzerine Hükümet durumu Kâ­
mili. Paşa’dan sordu. Kâmili Paşa da verdiği cevapda, reayanın şikâyetlerin­
de haklı olduklarını, kıtlık ve pahalılık yüzünden reayadan birçoğunun baş­
ka yere göç ettiğini, buna karşdık Erzurum’da bulunan reaya sayısmm pek
düşük olduğunu, bundan dolayı eski kayıtlara göre hesaplanmış cizyenin
mevcut reayadan istenmesinin doğru olamıyacağını belirterek, derhal bir sa­
yım memuru gönderilmesini ve reayanın yeniden yazılmasını istedi. Gönde­
rilecek memurun her türlü masrafmm kendisi tarafından karşılanacağını bil­
dirdi22..
Mesele tekrar Meclis-i Valâ’da görüşüldü. Reayanın yeniden yazılması
16
17
18
19
20
21
22
BA., İrade ta., D., nr. 2048.
Aynı vesika.
»
»
»
»
»
»
BA., Cevdet, ts., M. (M aliye), nr. 22496.
A ynı vesika.
T A N Z İM A T D E V R İN D E E R Z U R U M
189
fikri uygun bulundu. Malî darlık içinde^ bulunan hükümet,: sayım yapılırsa
eski defterlerde kayıtlı olmayan birçok kimsenin ortaya çıkacağım ve dolayısiyle eski cizye bedelinden daha fazla gelir sağlanabileceği ümidinde idi.
Bu maksatla, Hacegân-ı Divân-ı Hûmâyun’dan Ceride muhasebesi BaşKâtibi Esseyyid Mustafa Refik Bey, Erzurum reayasının yeniden yazılmasına
memur edildi. Mustafa Refik Bey kendisine verilen talimat mucibince Er­
zurum sancağına bağlı kazalarda, reayanın oturduğu köy ve mahalleleri do­
laşarak bir bir yazdı. Tanzim ettiği defterlerin bir nüshasmı kazalarda bulu­
nan defter nazırlarına verdi. Birer nüshasmı da başşehre gönderdi23.
Başbakanlık Arşivi’nde Cevdet tasnifinin dahiliye kısmında bulunan bu
defterlerin tetkikinden anlaşıldığına göre Erzurum’da reaya sayısı bir hayli
azalmıştır24. Gayr-i müslimlerin oturdukları birçok köy ve mahalle «halî»
(boş) olarak kaydedilmiştir. Meselâ; Erzurum merkez kazasının 18 mahal­
lesinden 15’i ve 52 köyünden 12’si, keza Erzincan kazasının 10 mahalle­
sinden 4’ü ve 36 köyünden 2’si halî diye işaretlenmiştir. Diğer kazalarda dâ
durum aşağı yukarı aynıdır. Mevcut reaya, defterlere kaydedilirken Osmânh tebeasından olanlar alâ, evsat, etna, sabî (çocuk), amel-mânde (güçten
kuvvetten düşmüş), muaf (cizye mükellefiyeti kalkmış) diye işaretlenmiş,
Osmanlı tebeasından olmayan yabancılar da tüccar-ı Avrupa, beratlu ve
pasaportlu olarak kaydedilmiştir. Sayım sırasında başka yerde bulunan rea­
yanın da hangi sınıftan oldukları, hane sayılan ve hanelerinin köyde mi yok­
sa kasabada mı olduğu ayrı ayn belirtilmiştir. Ne zaman yazıldığı hakkında
bilgi verilmeyen eski kayıtlar, her kazanın yanma yazılarak yeni kayıtla
karşılaştırılmış, noksanı veya fazlası gösterilmiştir.
Erzurum Sancağına bağlı bütün kazalarda bulunan reayanın eski ve
yeni kayıtlardaki yekûnu arasındaki fark aşağıdaki şekilde kaydedilmiştir:
A lâ:
E v sa t:
E âna:
S abi:'
E ski kayıtlardaki yekûn
Teni kayıtlardaki yekûn
992
943
10131
. 8171.
2867
1545
5566
2897
NOKSANI
049
01960
1322
2669
Cizye gelirinde görülen düşüşü önlemek maksadiyle girişilen bu sayım,
Erzurum’da reayanın nekadar azalmış olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
23 A ynı vesika.
24 BA., Cevdet ts., D., nr. 12901.
CEVDET KÜÇÜK
190
Bu sıralarda müslüman Türk nüfusunun durumunun ne olduğunu bile­
miyoruz. 1258(1842) yılında gerçekleştirilen bu sayım müslümanlari içine
almamaktadır. Ancak, bundan iki yıl sonra, 1844’te memlekette bir genel
nüfus sayımına teşebbüs edildiği anlaşılmaktadır. Serasker Rıza Paşa tara­
fından orduyu yeniden tanzim etmek ve asker almak usulünü değiştirmek
maksadıyle girişilen bu: sayım, modem esaslara göre bütün imparatorlukta
uygulanmak istenmiş ise de halk tarafından şüpheyle karşılanmıştır. Her
eyalete yeni nüfus adedine göre vergiler yükleneceği şayiası çıkartılmış, bu
yüzden halk gerçek nüfusu gizliyerek daha az gösterme yoluna sapmıştır.
Nitekim hükümet, sayım esnasında düştüğü hatayı anladığı için, sayım ne­
ticelerini yayınlamak istememiştir25. Fakat mesele ile yakından ilgilenen ya­
bancılar yan resmî mahiyette olmak üzere hükümetten lâzım gelen malû­
matı alarak nüfus neticelerini yayınlamışlardır26.
1844 genel nüfus sayımının Erzurum’da ne şekilde tatbik edildiğini tesbit edemedik. Ancak sayım neticelerini Ahmet Vefik Efendi (Paşa)’den ala­
rak eserinde :yayınlayan Ubicini’ye göre, Erzurum’un dört sancağının (Er­
zurum, Çildir, Kars, Bayezid) toplam nüfusu 100.000’dir27. Verilen bu rakkamıri doğruluk derecesini bilemiyoruz. Bu hususda herhangi bir belge eli­
mize geçmedi.
Başbakanlık arşivinde bulduğumuz vesikalardan anlaşıldığına göre 1261
(1845) yılında, tanziinat fermam Erzurum’da tatbik edilmeğe başlanınca nü­
fus sayımına da girişilmiştir. Önce Erzurum sancağına bağlı kazalarda otu­
ran müslim vé gayr-i müslim erkek nüfusun sayılması için emir çıkartılmış­
tır. Verilen talimat gereğince askerî subaylar ve diğer sivil memurlar mari­
feti üe yapılan sayım 1264 (1847) yılında tamamlanmış ve defterleri başşehire gönderilmiştir28.
............
Başbakanlık arşivinde Cevdet tasnifi dahiliye kısmı 9060 numarada
kayıtlı bulunan bu defter, Erzurum’un tanzimat devrindeki nüfus durumunu
bildiren bulabildiğimiz tek kaynaktır. Sayım, bütün ahaliyi içine alması do25
Î.H. Akyol, T anzim at’ta C oğrafya ve Jeoloji, T anzim at I, İst. 1940,
548.
26 Meselâ; Eug. Boré, Türkiye’ye ait çıkardığı yıllığına henüz işlenmesi
b‘itmemiş olan.sayım neticelerini koymuştur, bk. A lm anach de l’E m pire O ttom an
année 1849 e t 1850. Cons/ple, Imrimerie-librairië de Saint Benois a Galata’dan
naklen, bk. Î.H. Akyol, adı geçen yer.
27 D.A. Ubicini, L ettere Siilla Turchia, Milano, 1853, I, 51; trc. Cemal Karaağaçlı, Türkiye 1850, Istanbul tarihsiz.
28 BA. Cevdet ts., D., nr. 9060.
T A N Z ÎM Â T D E V R İN D E E R Z U R U M
191
layısiyle Erzurum’un genel nüfusu hakkında bir fikir vermektedir. Tanzi­
mat'ın tatbik edildiği yıllarda bu serhat şehrimizin durumunu açıkça ortaya
koyan bu sayım defterini aynen yayınlayarak okuyucularımıza, sunuyoruz.
Sayım modem esaslara göre yapılmıştır. Her kaza ayrı.ayrı ele alınmıştır.
Hânehâ (haneler) başlığı altında kazada bulunan hane sayısı, içinde oturan
etnik guruplara göre kaydedilmiştir. Bundan başka, kazada bulunan Kasa­
balar, Mahallât (Mahalleler), Kurâhâ (köyler), Medâris (Medreseler), Ha­
mam, Han, Dabbağhane, Fırın ve Kilise gibi meskûn yerlerin adedi ve bu­
ralarda oturanların kimlikleri belirtilmiştir. Yabancı tebeadan olanlar müslim veya gayr-i müslim oldukları belirtilerek tabi olduğu memleket yazıl­
mıştır.
Defterde müslim başlığı altında, önce kazanın eski kayıtlardaki yekûn
nüfus miktarı kaydedilmiş, fakat bu kayıtların ne zaman yapıldığı hakkın­
da bir bilgi verilmemiştir. Yeni kayda göre kazada bulunanlar «mevcudu»,
sayım sırasında başka mahalde bulunanlar «mahall-i aharda bulunan» baş­
lıkları altında ayrı ayrı yazılmıştır. Müslüman nüfus, yaş durumlarına göre
Tûvâna (genç), sabî (Çocuk), müsinn (yaşlı) diye, askerî sınıftan olanlarda
yerli topçu, nizamiye, redif, bahriye, tımarlu vs. şeklinde belirtilmiştir. Yeni
kayıtların umumî yekûnu verildikten sonra eski kayıtlarla karşılaştırılarak
nüfusta görülen artış ve eksilme kaydedilmiştir.
Reaya da aynı şekilde, önce eski kayıtlardaki yekûn nüfusu kaydedil­
miştir. Yalnız bu eski kayıtların ne zaman yapıldığı hakkında herhangi bir
bilgi verilmemekte ise de 1258 (1842) yılında reaya nüfusu yazılırken ve­
rilen eski kayıtların aynı olduğu anlaşılmaktadır. Reaya da mevcut olanları
veyahut başka yerde olanları cizye esasma göre, alâ, evsat, edna, sabi, amelmânde, bilâvarak (elinde cizye evrakı olmayan) şeklinde belirtilmiştir. Her
sınıfın hangi cemaatten olduğu kaydedilmiştir. Eski kayıtlarla yeni kayıtlar
mukayese edilerek nüfustaki artış veya eksilme gösterilmiştir.
Defterlerin tetkikinden de anlaşılacağı gibi Erzurum’da müslüman Türk
nüfusu, gayr-i müslim nüfusdan çok fazladır. Defterlerin sonunda verilen ic­
malden anlaşıldığına göre Erzurum sancağına bağlı on kazada bulunan er­
kek müslüman türklerin sayısı 78.447’dir. Aynı kazalarda bulunan gayr-i
müslim sayısı ise 27.182’dir. Ayrıca Türk nüfusu eski kayıtlara nazaran bü­
yük bir artış gösterdiği halde, reaya nüfusunda gerileme göze çarpmaktadır.
Bu sayımda herhangi bir politik endişe düşünülemez. Çünkü, devlet İs­
lâm nüfusunun miktarını askerlik bakımından, hıristiyan nüfusun miktarım
da vergi bakımından öğrenmek istemiştir. Bu bakımdan, İslâm nüfusunu faz­
la göstermek, kendini aldatmak, hiristiyan nüfusu az göstermek muhtaç oldu­
CEVDET KÜÇÜK
192
ğu'paranın bir kısmından feragat etmek manasına alınmak icap eder ki her
iki durum da devletin aleyhinedir. 1261 (1845) yılında tanzimat Erzurum’da
tatbik edilmeğe başlanınca, karşılaşılan malî güçlükler nazar-ı itibara alına­
cak olursa bu durum daha iyi' anlaşılır29. Ayrıca devletin bu şualardaki ana
politikası Osmanlı tebeası olan herkese eşit muamele yapılması esasma da­
yanıyordu.
Bu arada yayınlamış*bulunduğumuz bu defterlerin baş ve son kısım­
larının fotoğrafım da makalemize eklemeyi uygun bulduk.
Berâ-i tahrîr-i nüfus-ı zükûr İslâm ve reâyâ kazâha-i mezkûrîn der
livâ-i Erzurum İd bema’rifet-i ümerâ-yı askeriyye ve me’murin-i şâire
der meclisdâde 264 mücçddeden tahrîr deftereş takdim şude-bermucib 54 kıt’a defatir-i müfredat tahrîr-i varide ve bâ-fermân-ı şerif.
1 — K A Z Â ’-İ ERZURUM :
HÂNEHÂ
A ded:
7559 Sakin-i Müslim.
0032 Sakin-i Aşiret-i Mestanlı.
2199 Sakin-i Millet-i Ermeni.
0094 Sakin-i Millet-i Katolik.
0022 Sakin-i Millet-i Rum.
YEKÛN:
S ■ ti
• ti
T *° .■3 fi
;4d)2 gti ' fia edus
â
m
•Z
0S) '
I
İ
16
00
9
0
9906 ' "
.
d)
â
■■fi
d
om
s
£
§'
■3
0
£
S
M
w
S
s ...
W
Aded Aded Aded Aded Aded Aded Aded Aded Aded
1
0•
25
■ 28
96
51
0
00 • 00
00
0
.00.
09
00
1
■J 3
156
-
16
0
.0
9
1
16
5
0
17
11
0
0.
00
0
00
1
00
0
00
0
17
5
28
1
Sakin-i Müslim.
Sakin-i Müslim, E rm eni, Rum,
K ato lik ve • yabancı . Erm eni,
Rum , Y ahudi ve R u s tebası.
Sakin-i Y abancı Rıim.
Sakin-i Agiret-i M estanlı.
TEBEA-Î RUSYA YABANCI MÜSLİM Neferen : 15 Kebîr.
29 Tanzimat'ın Erzurum’da tatbiki ve karşılaşılan güçlükler hakkında g e­
niş m alûm at için bk. Cevdet Küçük, Tanzim at devrinde E rzurum (Basılmam ış
doktora tezi, İ975), s. 210. ,
T A N ZÎM A .T D E V R İN D E E R Z U R U M
193
MÜSLİM
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ A T İK :
M üsinn:
Neferen
5356
Sıbyân:
Neferen
5705
Tüvâna:
Neferen
5897
Yerli topçu
Neferen
185
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CEDÎD-İ V Â R İD E :
MEVCÛDU.
Bahriye
Neferen
6652
0024
5188
0019
865
002
172
000
1
0
36
00
173
6676
5207
867
172
1
36
ıra
e
TImarlu
Neferen
3S?«_
m¡5
Redif :
Neferen
6199
e°* e
s
£3 o
Sİ
_ £
Nizâmiyı
Neferen
H ¡3
5156
0043
sO
Müsinn :
Neferen
(S £
S> si
3 o
Terli müslim
Agiret-i Mestanlı.
000
M AHALL-İ AH ARD A BU LU N AN :
Tüvânâ:
Neferen
Müsinn:
Neferen
Yerli Topçu:
Neferen
76
00
50
00
1
0
76
50
1
Yerli Müslim.
Aşiret-i Mestanlı.
YEKÛN (Neferen) : 18458
MİZAN : G AYR-EZ Y A B A N C I.
Tüvâna:
Neferen
Nizamiye:
Neferen
Redif:
Neferen
6275
5897
867
000
000
378
867
172
172
Bahriye: TImarlu:
Neferen Neferen
1
0
1
00
36
Ber-mucib-i Tahrîr-i cedld
Ber-mucib-i Tahrîr-1 atik.
36
ZİYADESİ.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 13
194
GEypET::KÜÇÜK-,
Sıbyan :
Neferen
Müsinn:
Neferen
Y. Topgu:
Neferen
5705
5676
5356
5207
185
174
2 9 ■:
149
:
B er-m ueib-i Tahrîr-İ! a tîk . ..
B er-m ucib-i T ah rîr-i cedîd. '
N O K S A N I .- : - .:
İ l''>
-,■■ ■
\ ■'*
REÂYA:
TEBEA-İ RUSYA, YABANCI RUM, ERMENİ VE
YAHUDİ:
Neferen
346 Kebîr
+ 89 Sagîr.
435
;n
Hanehâ: .. >s ^
Adet
». ;• § ¿
155 ^
DER-MUCİB-Î TÀH RÎR-Ï À TİK :
•TVı
Alâ:
Nef.
Evsat:
Nef.
Edna:
Nef.
554
3600
1262
;3
Sabi ve
Tüccar-ı
Mande:
Avrupa:
N ef.,, . vv-,Neferen
2021
V -, v
'
. , ,,M AHALL-İ ÂH ARD A BULUNAN,
(D
■o
s
8
8
>>
a
a
ü
8
S
:.8 \
Nef.
•+J
0S
S
8
Nef.
si
S
■O
Nef.
Nef.
193
011
000
3439
0100
0019
831
034
011
2611
0097
0020
187
006
001
24
8,
01 -o'-.
00'... 0-
4
237
1
009
000 !J 0
204 • ;3558-
876
2728
194;
25 ;: : s
246 ‘
<8
^
• •
•
1
1
BER-MUCİB-İ TARÎR -Ï CEDÎD-l V M ÎÛ E :
MEVCUDU :
Hademe :
.Neferen1.,
m
&'■
8
8"
ta
S
2
■d
S
S
H
5
M
Nef. Nef. Nef. Nef. Nef;. Nef.
2
<8
5
2
Yerli millet-i Ermeni,
2 ’ Y-erli mület-i -Katolik;
0' Yerli millet-î 'Rum.'.....
4 ' ;-
YEKÛN (Neferen) : 7848
-' ; ’*
•>
T A N Z ÎM Â T D E V R İN D E .E R Z U R U M
MİZAN G AYR — EZ YABAN C I
••
195
- - ’-
> <D
■s §
Alâ: Edna:
\
554 1262 Ber-mucib-i ;Tahrîr-i atik..
- 212. 0881 Ber-mucib-i Tahrîr-i cedîd.
342
I İ:
m a •M
3804» 2922'. 29 Bermucib-i \Tahrîr>i Cedîd;
3600ı 2020* :d0 Berinucib-i ;Tahrîr-i Atik.' ;
902' 29 zİyades^ ’
204
381 NOKSANI.
K A Z Â ’-İ B A Y B U R T :
f
• '
HANEHÂ
Adet:
.1372 Sakin-i Müslim.
2 :053.2 Sakin-i millet-i Ermeni.
' 0045'/ Saldn-i'inillet-i Rum.
1949; YEKÜn ';
Nefs-i
Kasaba: Mahallât: Kurâha: Medaris: Kilise:
Adet
Adet
Adet
det
Adet
1
0
0
0
12
01
03
00
106
033
000
001
2
0
0
o-
1
16
140
2
0
0
0
•v M ı
Sâkîn-t'JVfiislim.' m •.'
l ' *.
Sakin-i Milslim ve Ermeni.
Sakin-i Müslim, Ermeni Te Bum.
Sakin-i - Ermeni ve Rum.
1
MÜSLİM :
BER-tifUCİB-I K U YU D A TAHRIR-İ A T ÎK :
Tuvana:
Neferen
Sıbyan:
Neferen
2682
2097:
*
2021
olm ası gerekir.'
Müsinn;
Neferen
.
1316,
CEVDET KÜÇÜK
196
BER-MJJCİB-İ TAHRÎR-İ CEDİD :
MEVCUDU :
261
MUsinn :
Nefere»
1479
Sıbyan :
Neferen
1897
Tüvâna :
Neferen
MUsinn :
Neferen
2220
Tlmarlu
Neferen
Sıbyan :
Neferen
il
II
Redif :
Neferen
Tüvâna
Neferen
M AH AL-İ ÂH ARD A BU LU N A N .
2
1
47
YEKÛN (Neferen) : 6038
114
17
Y erli Müslim.
Sıbyan :
Nef.
MUsln :
Nef.
Nizamiye :
Nef.
Redif :
Nef.
2682
2267
2097 Tahrir-i Atik.
1898 Tahrir-1 Cedld.
199 NOKSANI.
1496
1316
180
261
000
261
114
000
114
415
Tımarlu :
Nef.
Tüvâna :
Nef.
M İZAN :
2
Tahrlr-1 Cedld.
0
2
Tahrlr-i Atik.
ZİYADESİ.
REÂYA
DER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ A T İK .
Alâ:
Nef.
Evsat:
Nef.
Edna:
Nef.
21
974
275
Sıbyan v.s. :
Neferen
587
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CEDİD :
M AH AL-İ ÂH ARDA BU LU N A N .
Sıbyan
Nef.
169
007
679
031
896
176
710
c*
M. S .
Muaf
Nef.
»z
842
045
u
Edna
Nef.
d
S uC9
rg
O
•Ö
g
&
Evsat
Nef.
Evsat :
Nef.
MEVCUDU :
188
016
10
00
1
0
204
10
1
YEKÛN (Neferen) : 2109
Yeril Ermeni.
Yeril Rum.
T A N Z İM A T D E V R İN D E E R Z U R U M
197
MİZAN :
Evsat: Sıbyan:
Nef.
Nef.
Aid:
Nef.
Muaf:
Nef.
BUd
varak:
Nef.
Ednâ:
Nef.
60
21
1100
0976 .
710
687
2
0
2
0
Tahrlr-i Cedld.
Tahrlr-i Atik.
29
124
123
2
2
ZİYADESİ.
276
186
89
Tahrlr-i Atik.
Tahrîr-i Cedld.
NOKSANI.
3 — K A Z Â ’-İ T E R C A N :
HANEHÂ
A det:
199 Sakin-i Müslim.
689 Sakin-i Ermeni.
024 Sakin-i Rum.
912 YEKÛN
Kurâ
Adet :
Mezârî’
Adet :
91
30
01
05
41
02
00
00
127
43
Sakin-i
Sakin-i
Sakin-i
Sakin-i
Müslim.
Müslim, Ermeni ve Yabancı Müslim.
Müslim ve Rum.
Ermeni.
YEKÛN
MÜSLİM :
BER-MUCİB-İ KUYUD-I A T İ K :
Tüvâna :
Neferen
Sıbyan :
Nef.
MÜsinn :
Nef.
1698
1286
830
Topçu :
Nef.
61
33
148
1124
YEKÛN (Neferen): 5757
MÜsinn :
Neferen
Tüvâna :
Neferen
Redif :
Neferen
2001
Nizamiye
Neferen
Sıbyan :
Neferen
2375
MÜsinn :
Neferen
Ttlvâna :
Neferen
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CED ÎD :
M AH ALL-İ AHARDA BULUNAN:
MEVCUDU:
15
Yerli Müslim.
CEV EET KÜÇÜK
Î9 8
M î ZAN, GAYR-EZ Y A B A N C I:
Tüvâna : Sıbyan :
: Nizamiye r R e e d i f ,
Neferen Neferen N.efeçen Neferen Neferen
2436 >200Î 1139
1698' ‘ İ286 0&30
148- »••• 33
000 “ ”ÖÖr
Ber-mücib-i Tahrîr-i cedîd.
Ber-mucib-i Tahrîr-i ‘ atik.
0738
148
ZİYADESİ.
0715
0309
33
REA YA :
l i''.
BER-MUCİB-İ KUYUDA A T İK :
Alâ:
Neferen
69
Evsat:
Neferen
Edna:
Neferen’
1162
205
Sabi ve mande:
■ 'Neferen
789
BER-MUCİB-İ DEFTER-İ VÂRİDE :
M AH ÂL-Î AH ARDA
BU LUNAN:
MEVCUDU:
Alâ:
Nef.
Evsat:
Nef.
Edna: Sıbyan: Amelmande:
Nef.
Nef.
Nef.
60
03
1155
0038
220
001
901
013
68
00
253
000
63
1193
221
914
68
253.
Evsat:
Nef. •Yerli Ermeni.
Yerli Rum.
YEKÛN(Nçferen) : 27J 2
M İZ A N :
Alâ:
Nef.
. 69-t
63"
06
Sabi ve
Evsat:-. : Ednâ: amelmande:
■Tahrîr-i- Atîk. :■
' Tahrîr-i Cedîd.
NOKSANI.
1446
1İ62
205
982
789
Tahrîr-i cedîd.
Tahrîr-i atîk.
0284
■ 016
193
ZİYADESİ.
221
T A N Z İM & T A D ^ V R ÎN D E 'E R Z U R U M
4 — K A Z Â ’-İ ŞİRAN :
■' ' - "
HANEÖÂ
• ■ A det:
!::
1001
0002
0196
0009
'
"
Sakin-i
Sakin-i
Sakin-i
Sakin-i
Mezârî’ :
Adet
Müslim.
Aşiret-iGöçebe. millet-i Rum.
millet-i Ermeni.
;
r '
• '
’ :;
AT"
49
12
01
00
05
02
01
00
,.,0 1 ,, 5„ , ,00.
07
Öl
64
"AK.:-.“
•• ; 4;
'
y
1208 YEKÛN "
Kurâ :
Adet
199
''
.
Sakin-i Müslim. 4
t . ...
, ,
Sakin-i Müslim, yabancı Müslim ve Göçebe aşireti.
Sakin-i Müslim ve Rum.
Sakin-i Müslim ve Ermeni.
‘
.• •
-s ,Şakin-i Müslim, Ermeni veRum.
Sakin-i millet-i .Rum.
.. ...
15 YEKÛN'
MÜSLİM:
■
BER-MUCİB-İ KUYUD-Û A T İ K :
Ttlvâna:
Nef.
Sıbyan:
Nef.
699
1018
Müsinn: *
Nef.
487
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CEDÎD :
M AH ALL-İ AH ARDA BULUNAN:
Nizamiye
Nef.
Redif
Nef.
Tımarlu :
Nef.
681
002
122
000
18
00
16
00
7
0
122
18
16
7
«3 ..' 'cjC
M
<>
3 «©
h İ3
Sıbyan :
Nef. ■
Mtlsinn :
Nef.
M EVCUDU:^
1054
0001
1210
0004
1055
1214
683
•'
YEKÛN (Neferer) : 3114
cS '
S".
^ ¡S
Terli Müslim.
Gögebe Aşireti.
CEVDET KÜÇÜK
200
M İZAN G AYR-EZ YA B A N C I :
Tüvânâ: Sıbyan:
Net.
Müsinn: Nizâmiye:
Redîf: Tımarlu :
1062
0699
N et
1214
1018
Nef.
683
487
Nef.
122
000
Nef.
18
00
0363
0196
196
122
18
Nef.
16
00
Tahrîr-i Cedld.
Tahrir-i atik.
ZİYADESİ.
16
REA YA :
BER-MUCİB-İ TAH RİR-İ A T ÎK :
Alá:
Nef.
1
Evsat:
Nef.
Edna:
Nef.
Sabi ve
Mande:
N et
180
78
64
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CEDÎD
MEVCUDU :
M A H A L L -İ A S A R D A B U L U N A N
Evsat:
N et
Edna:
N et
Sıbyan :
Nef.
Amelmfinde:
Nef.
021
344
05
50
031
304
01
35
00
42
0 Yerli Ermeni
01 Yerli Rum
365
55
335
36
42
01
Evsat:
Nef.
Edna:
N et
YEKÛN
YEKÛN (Neferen) : 834
M İZAN :
A1&:
Nef.
Edna:
N et
1
0
78
56
1
22
Evsat:
Nef.
Sabi ve
mande: '
Neferen
Kuyûd-u atik.
Tahrîr-i cedîd.
407
180
371
064
Tahrîr-i cedîd.
Kuyud-u atîk.
NOKSANI.
227
307
ZİYADESİ.
T A N Z İM Â T D E V R İN D E E R Z U R U M
201
5 — K A ZÂ ’-İ ERZİNCAN :
HANEHÂ
Adet :
4353
0005
1449
0002
0004
Sakin-i
Saldn-i
Sakin-i
Sakin-i
Sakin-i
müslim.
müslim tab’ayı İran.
Ermeni.
Rum.
yabancı müslim*
5813 YEKÛN
«u
■O
•m d
203 «dÛ
Q
iâ
Adet
1
0
s
3
»
a
ë
eC
1
N
.
«
S
i
6
i
S
S
s
S
Adet Adet Adet Adet Adet Adet Adet
37 74 2 5 1 1 0
<U
9
01
00
0
0
0
00
19
0
0
0
09
11
0
0
0
1
00
00
47
01
00
106
0
0
2
0
0
0
5
0
3
0
0
0
4
0
0
4
0
:o
0
0
0
0
0
0
0
1
0
0
0
1
1
4
MÜSLİM:
BER-MUCİB-İ KUYUD-U A TİK :
TUvâna :
Nef.
Sıbyan:
N et
4096
4001
"3 2 <3
■§ -S 3
a -S m
Adet
Mtlsinn vesaire :
Neferen
1123
Sakin-i. Müslim.
Sakin-i müslim ve yabancı
müslim.
Sakin-i mtlslim ve Ermeni
katolik.
Sakin-i Ermeni.
Sakin-i Rum.
Sakin-i yabancı katolik.
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CEDÎD :
MEVCUDU:
Tüvâna: Sıbyan:
Nef.
Nef.
2651
4082
0002
0001
4084
2652
,'t
;
; , MAHALL-İ AHARDA
BU LU N AN : te
M üsinn: Nizamiye: Redif:.. Bahriye: T ım arlu:
Nef.
Nef.
•Nef' t -: -Nef.
Nef.
2418
523
*168 ’ : 13
, , , 17
0003
000 - 000
.
oo ı00
,
.
ll 523
2421
168
13
..
•
Tüvâria:
Nef;':
653;.
ooö„
653.;
Sıbyan:
Nef.
178 Yerli Müs
v 000 . İran T ab’a
178 YEKÛN
YEK ÜN (Néferen) 1 0 7 0 9 »
M İZ A N :
M üsinn: N izam iye:.^ Redif:
Nef.
Nef.
. Nef.
523:
168
2421
1123
; 0Ó0
000
1298
523 '
168
i:; ;;
Bahriye: T ım arlu:
Sıbyan:
Nef.
- Nef..
Nef.
V;
13
17 ' Tahrir-i Cedid. 4001
Tahrîr-i atiîk,; •
00
Tâhrir-i atik.
2830
Tahrîr-i cedîd.
13
17
ZlYADESÎ.
1171
n o k s a n i.
O
o
Tüvâna:
Nef.
4737
4096
0641
_-.("-.ir
REÂYA :
BER-MUCİB-İ KUYUD-I A T İ K :
Alâ:
Nef.
240
Enda:
Nef.
620
Evsat:
Nef.
1670
Sabi ve mande:
Neferen „
1132
BERMUCİB-İ TAH RİR-İ CEDİD : ;
MEVCUDU:
M AHALL-İ AH ARDA BULUN AN :
Alâ:
Nef.
131
000
Evsat: E d n a: Sıbyan: Ameldande: Bilâvarak: Alâ: Evsat: Edna: Bilâvarak:
Nef. • Nef, ■ :';-Neferen
Neferen
Nef.
Neferen
Nef.
Nef.
Nef.
1 Yerli Ermeni
1
4
: 1162 . . 27 . ‘
1383
100
1374
292
0
Yerli Rum
00
0000.
0
0
000
0001
0007
001
1-3T
1381
293
.1384
100
1
4
YEKÛN {Neferen): 4484
1162
27
1 YEKÛN
M İZ A N :
Alâ:
Nef.
240
135
105
Edna:
Nef.
260 Tahrîr-i atîk.
321 Tahrîr-i cedîd.
299 NOKSANI.
Evsat:
Nef.
2543
1670
o873
Bilâvarak:
Neferen
2
0
2
Sabi ve mande:
Neferen
1484
1132
0352
Tahrîr-i cedîd.
Tahrîr-i atîk.
ZİYADESİ.
YABANCI M Ü SLİM :
Kebîr: 5 Sağîr: 2
6 — K A Z Â ’-İ PASİN-İ U LYÂ :
HANEHÂ
Adet:
2212 Sakin-i Müslim.
0002 Sakin-i taife-i Yezidi.
0730 Sakin-i Ermeni.
0016 Sakin-i Katolik.
0009 Sakin-i Rum.
2969 YEKÛN
)
Nefs-i
K asaba:
Adet
1
0
0
0
0
0
0
1
M ahallât: K u râh a:
Adet
Adet
81
5
00
2
38
0
0
02
0
01
0
01
0
07
7
129
Kışlak:
Adet
1
0
0
0
0
0
0
1
Sakin-i Müslim.
Sakin-i Müslim ve yabancı Ermeni.
Sakin-i Müslim ve Ermeni.
Sakin-i Müslim, Ermeni, R um ve Katolik,
Sakin-i Müslim, Taife-i Yezidî ve Ermeni.
Sakin-i Taife-i Yezidî ve Ermeni.
Sakin-i Ermeni.
YEKÛN
MÜSLİM :
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ A T Î K :
Tüvâna:
Nef.
3830
Sıbyan:
Nef.
927
Müsin maa Aşair:
Neferen
1290
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CED ÎD :
MEVCUDU:
M AHALL-İ AHARDA BULUNAN
Tüvâna: Sıbyan: M üsinn: Nizamiye: Redif: Y. Topçu: Tüvâna: M üsinn:
Nef.
Nef.
Neferen
Nef.
Neferen
Nef.
Nef.
Nef.
Yerli Müslim
20
1
2
1109
278
84
2537
2269
Taife-i Yezidî,
00
0
0
00
000
0003
0001
0002
YEKÛN
20
1
2
84
111 0
278
2271
2540
YEKÛN (Neferen): 6306
S)
o
0\
MİZAN
Tiivâria:
Néf.
3830
2560
1270
M üsinn:
■Nef.
1290
.1112
0178 '
.
Sıbyan:
Nizamiye: Redif:
; Nef.
Neferen
Nef.
84
2271
278
' . 000
00
'927
84
1344
: 278
Tahrîr-i atik.
Tahrîr-i cedid.
Noksanı.'
Topçu
Nef.
1
o
1
Tahrîr-i cedîd.
Tanhrîr-i atîk.
Ziyadesi.
REÂY A :
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ ATİK ':
Evsat:. ..Edna:
Nef.
Nef.
:■
256
.. 1515
Sabi ve mânde:
Neferen
518
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ CEDÎD :
MEVCUDU:
A lâ:
Nef.
146
003
003
152
Evsat:
Nef.-1
1308
0020
0014
1342
M AHALL-İ AHARDA BU LU N AN :
Sabi: Amel-mândef Alâ:
Nef. •
Nefereri'.'
Nef.
: ı
1000.
73 • • •
0016.
0 3 j •• •
0
001201 •
' . 0
1
1028• 77'
Edna-ı
N cf ■
168
003
002
173;
CEVDET .-KÜÇÜK-
Alâ:
Nef.'
72
Evsat : Edna: • S abi:
Nef. . Nef. - : •Nef.
6. • ■•'••i/ • •
29
0
: 01
0
0
00 . ...0
1
30
6
Yérli Ermeni.
Yerli Katolik
Yerli Rum.
YEKÛN
YEKÛN (Neferen): 2810
J
M İZAN G AYR-EZ YABA N C I:
. 7 — K Â ZÂ ’-İ İSPİR.: _ .
.
Nefs-i ‘
K asaba:
Âdet
0
1
0
0
; ,w.
HANEHÂ .
Adet:
2322 Sakin-i Müslim.
0189 Sakin-i Ermeni.
0008 Sakin-i Katolik.
2519 YEKÛN
.
. Kuraha.:
Adet
135
012
004
000
M ezraa:
Adet
1
0
0
1
K al’a:
Adet
1
0
0
0
Sakin-i
Sakin-i
Sakin-i
Sakin-i
151
2
1
YEKÛN
Tahrîr-i atîk.
Tahrîr-i cedît.
NOKSANI.
Müslim.
Müslim ve
Ermeni.
Katolik.
20?
1
Edna:
Nef.
256
178
078
Evsat:
Nef.
1515
1372
■ • 0143 '
Sabi ve mânde:
Neferen
Tahrîr-i cedîd.
1106
Tahrîr-i atîk.
0518
ZÎYADESÎ.
0588
TANZİMAT DEVRİNDE ERZURUM
Alâ:
Nef.
153
o72
081
ts>
O
oo
MÜSLİM :
BER-MUCİB-İ TAH RlR -İ A T İK :
Tüvana:
Neferen
4017
Sıbyan:
Neferen
3387
M üsinn:
Neferen
1465
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CED ÎD :
MEVCUDU:
Tüvâna:
Nef.
2466
Sıbyan:
Nef.
1659
Müsinn:
Nef.
1397
M AHALL-İ AHARDA BU LU N AN ,
Nizamiye:
Neferen
465
Redif:
Nef.
81
Tüvâna:
Nef.
51
Müsinn:
Neferen
12
Yerli Müslim.
YEKÛN (Neferen): 6131
M İZAN G AYR-EZ YABA N C I:
Sıbyan:
Nef.
3387
1659
1728
Tüvâna:
Nef.
4017
2517
1500
'
M üsinn:
Nef.
1465 Tahrîr-i atîk.
1409 Tahrîr-i cedîd.
0056 NOKSANI.
Nizamiye:
Nef.
465
000
465
Redif:
Nef.
Tahrîr-i cedîd.
81
Tahrîr-i atîk.
00
ZİYADESİ.
81
$
§
REÂYA :
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ ATİK :
ö
ta
A la:
8
Evsat:
335
Edna:
80
Sabi ve mânde:
172
ta
ta
ta
Tarih Enstitüsü Dergisi:
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ CED ÎD .
MEVCUDU:
Alâ:
Nef.
6
0
6
Evsat:
Nef.
302
008
310
Edna:
Nef.
25
00
25
M AHALL-İ AHARDA BU LU N AN .
Sıbyan: Amel-mânde: Bilâvarak:
Neferen
Neferen
Nef.
17
8
117
00
1
003
17
9
120
YEKÛN (Neferen): 573
Evsat:
Nef.
5
1
6
Bilâvarak:
Neferen
71
09
80
Yerli Ermeni.
Yerli Katolik,
(O
oVO
210
MİZAN GAYR-EZ YABANCI:
Alâ:
Nef.
8
6
2 >
Evsat:
Nef.
335
316
019
Edna:
Nef.
80
25
55
Sabi ve mânde
Neferen
172
129
043
Bermucib-i tahrîr-i atîk.
Bermucib-i tahrîr-i cedîd.
NOKSANI.
CEVDET
8 — K A Z Â ’-İ KİĞI :
Nefs-i
K asaba:
Adet
0
1
0
1
K u râh a:
Adet
96
35
10
M ezrâa:
Adet
89
02
00
141
91
Köm (Kom)
' Adet
6
0.
0
6
KÜÇÜK
HANEHÂ
Adet:
3878 Sakin-i Müslim.
1342 Sakin-i Ermeni.
5220 YEKÛN
Sakin-i Müslim.
Sakin-i Müslim ve
Sakin-i Ermeni.
YEKÛN
MÜSLİM :
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ A T ÎK :
Sıbyan:
Neferen
687
TANZÎMÂT
Tüvâna:
Neferen
1483
Müsinn vesaire:
Nefer en
776
DEVRİNDE
Tüvâna:
Nef.
4983
Sıbyan: Müsinn:
Nef.
Nef.
3417
1944
M AH ALL-İ AHARDA BULUNAN :
Nizamiye:
Nef.
104
Tım arlu:
• Nef.
51
Tüvâne:
Nef.
107
Sıbyan: Müsinn:
Nef. . '; Nef.
1
18
Yerli Müslim.
ERZURUM
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ CED ÎD :
MEVCUDU:
YEKÛN (Neferen): 10625
N>
M İZAN G AYR-EZ YABANCI:
Müsinn :
Nef.
1962
0776
1186
Sıbyan:
Nef.
3418
0687
2731
Tüvâna:
Nef.
5090
1483
3607
Nizamiye :
Nef.
104
000
104
Tımarlu :
Nef.
Tahrîr-i cedîd.
51
Tahrîr-i atîk.
00
ZİYADESİ.
51
REÂYA :
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ A T ÎK :
Edna:
Nef.
575
Evsat :
Nef.
1788
Alâ:
Nef.
45
Sabi ve mânde:
Nef.
1165
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ CEDÎD:
MEVCÛDU:
Ala:
Nef.
44
Evsat:
Nef.
1765
Edna:
Nef.
275
Sıbyan:
Nef.
1703
M AH ALL-İ AH ARDA BULUNAN
Amel-mânde:
Neferen
178
Alâ :
Nef.
1
Bilâvarak
Neferen
3
Evsat :
Nef.
740
Edna:
Nef.
26
YEKÛN (Neferen) : 4736
M İZAN
Alâ:
Nef.
45
45
00
,
Evsat :
Nef.
2505
1788
0718
Sabî ve mânde:
Neferen
1704
Tahrîr-i cedîd.
1165
Tahrîr-i atik
0539
ZÎYADESÎ.
E d n a:
Nef.
575
301
274
Tahrîr-i atîk.
Tahrîr-i cedîd.
NOKSANI.
9 — K A Z Â ’-İ TORTUM :
HANEHÂ
Adet:
2419 Sakin-i
0021 Sakin-i
0030 Sakin-i
0001 Sakin-i
2471 YEKÛN
Müslim.
Ermeni.
Katolik.
Rum.
K URÂHA
Adet:
57 Sakin-i Müslim m aa Aşair.
02 Sakin-i Müslim ve Ermeni.
01 Sakin-i Müslim, Ermeni ve Rum.
01 Sakin-i Müslim, Ermeni ve Katolik.
01 Sakin-i Müslim ve Katolik.
62 YEKÛN
Sabi:
Nef.
1 Yerli Erm.
M Ü S L İ M M AA AŞAİR :
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ A T İK :
Tüvâna:
Nef.
2503
Sıbyan:
Nef.
2017
Müsinn vesaire:
Nefer en
833
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ CEDÎD :
MEVCUDU:
Tüvâna: t Sıbyan:
Nef.
Nef.
2585
2766
Müsinn:
Nef.
1332
M AHALL-İ AH ARDA BULUNAN :
Nizamiye:
Nef.
447
Redif:
Nef.
64
Tüvâna:
Nef.
52
Sabi:
Nef.
7
Müsinn:
Nef.
12 Yerli Müslim.
YEKÛN (Neferen): 7265
M İZAN G AYR-EZ YABA N C I:
Tüvâna:
Nef.
2637
2503
0134
Sıbyan:
Nef.
2773
2017
0756
M üsinn:
, Nef.
1344
0833
0511
Nizamiye:
Nef.
447
000
447
Redif:
Nef.
64
00
64
Tahrîr-i cedîd,
Tahrîr-i atık.
ZİYADESİ.
REÂYA :
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ ATİK :
Alâ:
Nef.
9
Evsat:
Nef.
87
Edria:
Nef.
: 12
Sabi ve mânde:
Nef.
50
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ CEDÎD :
MEVCUDU:
M AHALL-İ AHARDA BULUNAN :
Alâ:
Nef.
2
1
0
3.
Evsat: Bilâvarak:
Nef.
Nef.
1
5
0 •
12
0
0
1
17
Evsat: Ednâ:
Nef. ■' Nef.
33
6
47
5
03
0
83
11
Sıbyân: Amel-mânde:
Bilâvarak:
Nef.
Nef.
Nef.
1
22
0
,
4
40
3
01
0
0
.63
4
4
YEKÛN (Neferen): 186
M İZAN G AYR-EZ YABA N C I:
Alâ: Evsat: Ednâ:
Nef.
Nef.
Nef.
9
87
Tahrîr-i atîk.
12
3
84
11
Tahrîr-i cedîd.
6
03
01
NOKSANI.
Sabi ve m ânde:
Neferen
67
Tahrîr-i cedîd.
’50
Tahrîr-i atîk.
17
ZİYADESİ.
Yerli Ermeni.
Yerli Katolik.
Yerli Rum.
YEKÛN
216
KÜÇÜK
Kışlak :
Adet
16
00
00
00
00
16
CEVDET
K urâhâ :
Adet
21
12
02
01
01
57
10 — K A Z Â ’-İ PASİN4 SUFLÂ NAM -I DİĞER MİCİNGİRD :
HANEHÂ
A det:
1341 Sakin-i Müslim.
229 Sakin-i Ermeni.
013 Sakin-i Rum.
029 Sakin-i Katolik.
1612 YEKÛN
Köm !Kom]
:1
Adet
Sakin-i Müslim.
1
Sakin-i Müslim ve Ermeni.
0
Sakin-i Müslim, Ermeni ve Katolik.
0
Sakin-i Ermeni ve Rum.
0
Sakin-i Katolik.
0
1
YEKÛN
M Ü S L İ M M A A AŞAİR :
BER-MUCİB4 T A H R ÎR 4 ATİK :
Tüvâna:
Nef.
1049
Sıbyan:
Nef.
565
Müsinn vesaire:
Nef.
523
BER-MUCİB4 TA H R İR 4 CEDÎD :
MEVCUDU:
'
Tüvâna:
Nef.
1569
Sıbyan:
Nef.
1668
Müsinn:
Nef.
714
M AH A L L A AHARDA BULUNANLAR :
Nizamiye:
Nef.
73
Redif:
Nef.
18
Tüvâna
Nef.
9
Müsinn:
Nef.
3
Sıbyân:
Nef.
1668
0565
1103
Müsinn :
Nef.
717
523
194
Nizâmiye :
Nef.
73
00,
73
Redîf:
Nef.
18
00
18
Tahrîr-i cedîd.
Tahrîr-i atîk.
ZİYADESİ.
ERZURUM
Tüvâna :
Nef.
1578
1049
0529
DEVRİNDE
M İZAN :
TANZİMAT
YEKÛN (Nejeren): 4054
Yerli Müslim.
REÂYA :
BER-MUCİB4 TAH RÎRÀ A TİK :
Evsat :
Nef.
606
Edna:
Nef.
79
Sabi ve mânde
Nef.
233
217
Alâ:
Nef.
18
Evsat:• Ednâ:
Nef. -• Nef.
394
62
013
Öl
051
10
458
73
Sıbyân:
Âmel-mânde:
:
• -Nef.:
Nef.
253
20
019
00
027
01
299
21
Bilâvarak :
Nef.
0
1
0
1
Evsat: Bilâvarak:
Nef.
Nef.
4
6
Yerli Ermeni.
0
6
Yerli Rum.
0
0
Yerli Katolik.
4
12
CEVDET
YEKÛN (Neferen): 890,
Edna:
Nef.
79
73
06
Tahrîr-i atîk.
Tahrîr-i cedîd.
NOKSANI.
..
Evset:
Nef.
606
462
144 ;
KÜÇÜK
M İZAN G AYR-EZ YABANCI :
Alâ:
Sabi ve mânde:
N ef." '
Nef.
22
320
Tahrîr-i cedîd.
18
233
Tahrîr-i atîk.
04
087
ZİYADESİ
-
Alâ:
N ef
18
01
03
22
M AHALL-İ AH ARD A BU LU N AN .
21;8:
BER-MUCİB-İ TAHRİR-İ CED ÎD :
MEVCÛDU:
MÜSLİM :
BER-MUCİB-İ KUYUD-1 A T İK :
Tüvâna:
Neferen
27954
Sıbyan:
Neferen
21690
M üsinn:
Neferen
13999
TO PÇ U :
Neferen
186
BER-MUCİB-İ TAH RÎR-İ CEDÎD:
MEVCUDU:
Sıbyan:
Müsinn: Nizamiye:
NeferenNeferen ‘ Neferen
25221. . .
17411
3288
Redif:
Neferen
751
Bahriye:
Neferen
4
Tım arlu:
Neferen
122
Topçu:
Neferen
174
M AHALL-İ AHARDA BULUNAN:
Sıbyan:
Nef.
187
Müsinn:
Nef.
129
Topçu:
Nef.
1
Y E K Û N :
7 8 .4 4 7
ERZURUM
M İZAN G AYR-EZ YABANCI
Sıbyan:
- Nef. , ,
, 25408
.21690
03718
M üsinn:
Nef.
17540;
. 13999 .
03541
Nizamiye:
Nef.
; 3288
0000
3288
Redif:
Nef.
751
000
751
Bahriye: Tım arlu:
Nef.
Nef.
122 Ber-Mucib-i Tahrîr-i cedîd.
. 4
000 Ber-Mucib-i Tahrîr-i atîk.
0
122 ZİYADESİ.
4
219
Tüvâna:
Nef.
31159
27954
,03205
DEVRİNDE
Tüvâna:
Nef.
1083
TANZİMÂT
Tüvâna:
Neferen
30076
YERLİ TOPÇU:
Neferen
186
Ber-Mucib-i Tahrîr-i atîk.
175
Ber-Mucib-i Tahrîr-i cedîd.
011
NOKSANI.
REÂYA :
BER-MUCİB-İ KUYUD-I A T ÎK :
Alâ:
Nef.
1037
Evsat:
Nef.
11917
Edna:
Nef.
3442
Sabi ve mânde:
Nef.
6531
Tüccar-ı Avrupa:
Nef.
1
BER-MUCİB-İ TAHRÎR-İ CEDÎD:
MEVCUDU:
Alâ:
Nef.
674
Evsat:
Nef.
11351
Ednâ:
Nef.
2178
Sabî ve mânde:
Nef.
10030
Bilâvarak:
Nef.
54
M AHALL-İ AHARDA BU LU N AN .
Alâ:
Nef.
15
Evsat:
Nef.
2688
Ednâ:
Nef.
75
Sıbyân:
Nef.
2
Bilâvarak
Nef.
115
Y E K Û N : 27.182
M İZAN G AYR-EZ YABA N C I:
Alâ:
Nef.
1037
0689
0348
Edna:
Nef.
3442
2253
1189
Evsat:
Nef.
14039
11917
02122
Sabî ve mânde:
Nef.
10032
06531
03501
Ber-Mucib-i Tahrîr-i atîk.
Ber-Mucib-i Tahrîr-i cedîd.
NOKSANI.
Bilâvarak:
Nef.
Ber-Mucib-i Tahrîr-i cedîd.
169
Ber-Mucib-i Tahrîr-i atîk.
000
ZİYADESİ.
169
H adem e:
Nef.
1
222
CEV D ET KÜÇÜK
Erzurum Sancağı kazalarının İslâm ve reaya bilcümle Nüfus-ı Zükûru mahallinde Ümera-yı Askeriyye ve Me’murin-i saire marifetiyle altmış bir
senesinde verilen talimat mucibince altmış dört senesinde bi’t-tahrir Dâr-ı Şurâ-yı Askerî tarafından bundan akdem takdim olunmuş olan elli dört kıt’a
tahrir-i cedîd nüfus dafâtirinde mahallât ve kura ve saire kuyud-ı sabıkiyle tatbik ve nüfus mevcudesi usûl-ü cerideye tevfikan ta’dâd ve tefrik olun­
dukta kuyûd-ı atikde mukayyed olup bu def aki tahrir defterlerinde saraha­
ten kayıtları bulunmayan kurâ vesairenin miktar ve esamesi kazaları balâ­
larına işaret kılınmış ve mevcud-ı sabıkmda nüfusça tebeyyün eden ziyade ve
noksanı balâda başka başka gösterilmiş ve mezkûr kazalar defatirinin birer
sureti mahalleri mukayyetleri nezdinde ve metbuu olduğu Anadolu ordusu
meclisinde hıfz kılınmış olmağla bu surette tahrir-i atik defâtirinin bitale
vaz’ıyle beraber muharrer tevârüd eden tahrir-i cedid defterlerinin usul-ü kalemiyyesi bilicra ceride muhasebesine kayd ve imlâsiyle salifülbeyan yazıl­
mamış olan kura vesaire-i mezkure sehven yazılmamış ise defâtir-i cedîde-i
mevrudeye zeyl olmak üzere icab eden defterinin meclis-i mezkur ile bu ta­
rafa takdimi ve böyle olmayıpta suret-i diğerle ise kayıtlan mahalline şerh
verilmek üzere hakikat-i halleri inha ve tenmiki zımnında bir kıt’a müsahhih
pusulasının leffiyle taraf-ı nezaretpenâhilerinden Erzurum Eyaleti Valisi devletlü paşa hazretlerine testimi içün mektubi-i maliye izzetlü beğ efendi oda­
sına ilmühaberinin tahrir ve i’tasiyle tesviyesi iktiza ider ferman hazret-i min
lehü’l-emrindir.
■'
5/Ş/1269"
MUCİBİNCE İLMÜHABERİ VERİLE
25/ L / 1269
C. KÜÇÜK - Levha I
t• *V
OSI*
-î *
h
$
t
•l
I
•V
4
*■
s%
I,
■\
t
.
i
223
224
C. KÜÇÜK - Levha II
BÂB-I ÂLÎ EVRAK ODASI SÂDÂRET EVRAKI VE
PROVENANCE SİSTEMÎNÎN UYGULANMASI
Eşref Eşrefoğlu
I — GENEL TA N IM : Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü bün­
yesinde bir bölüm olarak Bâb-ı Âlî Evrak Odası Provenance sistemine gö­
re Sadâret evrakının tasnifine 1965 yılında geçmiştir. Bu bölümün ana ga­
yesi, Sadâret evrakmm Provenance usulü çerçevesinde tasnif edilerek Türk
tarihinin ve araştırıcıların hizmetine sokarak yararlı olmaktır.
Bâb-ı Âlî Evrak Odasının çalışma sahası tarih olarak 1839 (1255) - 922
(1341) Tanzimatla İstanbul hükümetine kadar geçen seksenüç yıllık zamanı
kapsıyan Türk siyasî, içtimâi, İktisadî, kültürel ve diğer sahalardaki tarihî
gelişimi ortaya koyan çok önemli bir devredir1.
D — BÂB-I Â L Î E V R A K ODASININ MUHTEVASI : Tasnifimiz,
Türk tarihi yönünden olduğu kadar, XIX. yüzyıldan itibaren Osmanlı İm­
paratorluğundan ayrılmış bulunan milletlerin tarihi bakımından da son dere­
ce önemli ve orijinal belgeleri ihtiva etmektedir. Tasnifimizin genel durumu
şöyledir : Bâb-ı Âlî Evrak Odasına ait olan Sadâretin sarayla, nezâretlerle,
Şurâ-i Devlet gibi birinci derecedeki devlet dâireleriyle Bulgaristan, Mısır,
Kıbrıs gibi muhtar durumda bulunan yerlerle, vatandaşların çeşitli konular­
daki dilek ve şikâyetlerinden meydana gelen yazışmalar altıyüzbin civarın­
dadır. Bâb-ı Âlî Evrak Odası Osmanlı İmparatorluğu merkeziyetçi yöneti­
mine paralel olarak 24 şevvâl 1277 (5 mayıs 1861) tarihli ilgili nizâmnâ­
mede belirtildiği gibi Bâb-ı âlî teşkilâtı içindeki dairelerle ve taşra teşkilâtı­
nın merkezi idâreyle yaptığı yazışmaların bürokratik bakımdan yönetildiği
bir merkez olmakla beraber aynı zamanda Sadâretle yapılan bütün resmî
1
s. 51.
Mithat Sertoğlu, M uhteva Bakım ından B a şvek â let A rşivi, Ank. 1955
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 15
E ŞR E F EŞREFO ĞLU
226
yazışmaların tanzim ve idare edildiği merkezi bürokratik bir kuruluştur.
1844 yılında teşekkül eden ve bütün merkezî teşkilâta isim olan Bâb-ı âlî’yi
aym zamanda tamamlayan önemli bir unsurdur. 1846’da sadrazam büyük
Reşid Paşa tarafından tesis edilen Hazine-i evrak bugünkü arşivimizin baş­
langıcı olmuştur. Bunu takiben de 1265 (1848) de Bâb-ı âlî Evrak Odası
kurulmuştur. Bu gün tetkikâta açık bulunan Bâb-ı âlî Evrak Odası belgeleri
muntazam dosyalar halinde 352.000 kadar belge takımını ihtiva etmektedir.
Hâlen tasnif etmekte olduğumuz, Sadâret evrakı üe Bâb-ı âlî Evrak Odası
belgeleri birbirini tamamlayan bir durumdadır. Tasnifi üzerinde çalışmakta
olduğumuz halihazırdaki dosya ve tahmini evrak dökümü şu şekildedir.
BÂB-I Â L I E V R A K ODASINDAKİ DOSYA ve TAHMİNİ
EV RAK S A Y ISI:
Kalemler
A-AMD (Amedi Kalemi)
A.TFR-I (Rumeli Vilâyeti Müfettişliği)
A.MKT-THR (Mektubî ve Tahrirat Kalemi)
A.DVN (Sadâret Dîvân-ı Hümâyun Kalemi)
A.TŞF (Teşrifat Kalemi)
A.VRK (Evrak Kalemi)
A.MVM (Meclis-i Vükelâ ve Marûzat Kalemi)
A.TFA4 (Anadolu Vüâyeti Müfettişliği)
A.MV (Meclis-i Hass-ı Vükelâ)
A.MTZ (CL) (Mümtaze Cebel-i Lübnan)
A.MTZ (04) (Mümtaze Bulgaristan)
TOPLAM:
Dosya
adedi
Tahmini
evrak
243
361
115
337
110
435
22
1
1
37
1000
48.600
108.300
23.000
2.400
2.000
87.000
400
200
200
55.000
25.000
1467
333.100
1762 adet dosya ve tahminî 333.100 adet belge bu gün depo ve ara depo­
larımızda bulunmaktadır. Ayrıca 1.000 adet Mümtaze Girit evrakı ile 3.000
adet muhtelif kalemlere ait perakende evrak’da ara depomuzda dosyalan­
mak üzeredir. Tasnif edilmiş belgeler içinde halen gelen-giden defterlerine
B Â B -I A L Î E V R A K O D A S I
227
intibakı yapılan Bulgaristan mümtazesine ait 26 dosya tetkike sunulacak
durumdadır2.
Belgelerimiz genellikle iyi muhafaza edilmiş ve sağlam bir vaziyette bu­
lunmaktadır. Belgeler için kullanılan kâğıtların bir kısmı kaliteli (Johnson)
marka ithal mah kâğıtlardır. Belgelerin bazıları da ahâr ve mührelenmiş
olup, arşiv malzemesi olarak çok iyi bir durumdadır. Yalnız, bir kısım tel­
graf, şifre ve müfettat yıpranmış bir manzara arz etmektedir. Belgelerde şif­
re ve telgraflarda umumiyetle kurşun kalem kullanılmakla beraber, diğerle­
rinde bugün bile canlılığını koruyan yazıya yeni yazılmış hissini verdiren is
mürekkebi kullanılmıştır. Sadâret belgelerinin, paleografik bakımdan ince­
lenmesinde belgelerde kullanılan yazı türünün nka, nka kırması ve Bâb-ı
fetvadan gelen belgelerde ise tâlik olduğunu görürüz. Belgeler, dil özelliği
bakmamdan XIX. yüz yıl Osmanhcasmm en orijinal ve en bâriz örneklerini
ihtiva etmektedir. Belgelerde, bulunan dil özellikle Sadârete sunulan rapor­
larda, Sadâret makâmmdan saraya takdim edilen arz tezkerelerinde, lâyi­
halarda dil ve üslûb bir hayli ağırdır. Bilhassa Ali Ferruh Bey gibi Bulga­
ristan fevkalâde komiserliğinde bulunmuş ve XIX. yüz yılda Osmanlı, Av­
rupa kültürü ile yetişmiş bulunan bu değerli devlet adamının yazışmaların­
da resmî yazışma üslûbunun ve Osmanlıcanın bütün inceliklerini görmek
mümkündür3.
Diğer önemli bir unsurda Sadârete gönderilen belgelerin kaleme alış
tekniği bakımından incelenmesidir. Bu bakımdan yapılacak bir incelemede
öncelikle belgenin üst tarafında ortada, Sadâret makâmma yöneltilen (Huzûr-ı sâmi-i cenâb-ı Sadâretpenâhiye) şeklinde resmî bir hitab yer almakta­
dır. Sağ başta ise yazının geldiği makâmı gösteren antet yer almaktadır. Bu
ibârenin altında hangi kalemden çıktığı, evrak numarası ve bazı evraklarda
ise ayrıca özü yer almaktadır. Yazıya girişte ise, değersiz kullarının dileği­
dir anlamına gelen (Ma’rûz-ı çâkeri kemineleridir) saygı hitabı görülmekte­
dir. Belgedeki mevzu usulüne göre arz edildikten sonra ferman, emir vere­
nindir. Emir sahibinindir anlamına gelen: Ferman veliyy-ül-emrindir, veya
men’leh-ül-emrindir ibâreleriyle bitmektedir. Yazının altında, hicri ve rûmî
tarih bazen de efrenci (milâdî) tarih görülmektedir. Bunu sol yanında ise
yazıyı yollayan makâm sahibinin imza veya mühürü bulunmaktadır. Bel­
genin arka tarafında sağ üst köşede ise, belgenin Bâb-ı âlî evrak odasma ge­
2 A y n ı Eser, s. 52.
3 N ejat Göyünç, Türk Kültür Tarihi Bakımından Arşivlerimizin önem i
(B elleten), Sayı 147, Ank. 1973, s. 307.
228
E Ş R E F EŞREFO GLTJ
liş tarihi bunun altında da belgeye -verilen sıra numarası vardır. Sol üst ^kö­
şede ise, belgenin incelenmesinden sonra yapılan muamelenin kaydı ve ta­
rihi yer almaktadır. (Dahiliye nezâret-i celîlesine cevap) gibi. Bundan son­
ra, muamelenin seyrine göre ilgili makâma Sadâret tezkeresi yollanarak res­
mî yazışmanın gereği yerine getirilirdik
m — BÂB-I Â L Î EV R A K ODASININ PERSONELİ VE. ÇALIŞ­
MA T A R ZI : Bölümümüzde hâlen bir arşiv uzmam-şef, bir arşivist, iki
arşiv memuru, bir mukaveleü personel olmak üzere beş görevli eleman
çalışmaktadır. Aslında yapılan işin önemine ve. yoğunluğuna nazaran,
personel sayısı yetersizdir. Bölümümüzde çalışan bir elemanın Osmanhca
yazı okumak yanında son devir Türk tarihini. (özellikle teşkilât yönünden
iyi bilmesi) belgeleri değerlendirebilecek ölçüde diplomatik ve arşiv tekni­
ği bilgisi sahibi olmalıdır. Kısacası, bölümümüzde çalışması gereken eleman­
ların belli bir seviye’de kaliteli -elemanlar, olması,zorunludur. Bâb-ı âlî ev­
rak odası olarak çalışma sistemimiz şu şekilde özetlenebilir. A) Bölümüne
ait evrakın iki numaralı depodan getirilmesi..B) Evrakların torba ve zarflar­
dan çıkarılarak genel olarak hangi kaleme, hangi meseleye ait olduklarının
teşhis edilmesi. C) Belgeler, üzerlerinde çalışılmak üzere ara depo gibi kulla­
nılan yerden çalışma odasına getirilmesi. D) Belgelerin tarihlenmek suretiyle
sıraya konularak evrakm konsültasyon işlemine hazır hale getirilmesi. Belge­
lerin konsültasyona tâbi tutularak sağlıklı-bir şekilde kotlama, işleminin ta­
mamlanması. (Bu işlem yapılırken arşiv bilgisi ve. tekniği açısından dikkatli
olmak gerekir. E) Önemli olduğu kararlaştırılan belgelerin fişlenmesi (Tasnifi­
miz henüz tetkike açılmadığından gereğinde bu fişler idarenin izniyle istifadeye
sunulabilir). F) Kotlanarak, değerlendirilen belgeler Sübdivizyon işlemine
tâbi tutularak en ince teferruat dikkate alınmak suretiyle tarih sırasına ko­
nulması. G) Gömleklenen, belgelerinin üzerlerine ilgili kalem, nazâret, res­
mî kuruluş sembollerinin konulması. (A. MTZ (04) DH. SL 1320.8.12;
A. MKT. 5. HR 1299.4.22) gibi. Bu suretle kotlanarak hazırlanan ve göm­
leklerinin içine yerleştirilen evraklar, dosyalanarak ara depoya yerleştirilir.
H) Her ,türlü işlemi biten ve dosyalanan belgeler fonlar halinde depodaki
yerlerine muntazaman konur. Genel hatlarıyle sekiz maddede ifade etmeğe
çalıştığımız Bâb-ı âlî evrak odasmın bu yoğun çalışma faâliyeti içinde beş
4 Cevdet Türkay, Osmanlı Devlet Teşkilâtında Arşivler (Belgelerle Türle
Tarihi D ergisi), Sayı 45, İst. 1971, s. 21.
B Â B -I Â L Î E V R A K O D A S I
229
personelde fiilen arz etmeğe çalıştığımız sekiz kalem işte çalışmak duru­
mundadırlar5.
.
IV — PROVENANCE SİSTEMİNİN SAD ÂRET BELGELERİ
ÜZERİNDE UYGULANMASI : Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğünün
1943 yılında 4443 sayılı kanunla resmen kurulmasından evvel Başbakanlık
bünyesine.bağlı olarak.sürdürülen arşiv çalışmaları sonucu olarak, Muallim
Cevdet, Kâmil Kepeci, İbn’ül Emin,.Ali Emiri, Fekete gibi ayrı özelükler
taşıyan tasnif gurupları meydana getirilmiştir. Bu tasnifler, özelliklerine, gö­
re, kronolojik sıra, padişahların saltanat süresi, idâri, bölünme esasma daya­
nan ve bir bütünlük arz etmeyen bir durum taşımaktadır. Ayrıca,.n. Abdülhamit. devrinin özel arşivi durumundaki Yıldız tasnifi ise ayrı bir özellik
göstermektedir.
Belgelerin, Provenance sistemiyle, menşe’ esasma dayanarak ilgili def­
terleri ile beraber karşılaştırmak suretiyle değerlendirilmesi ve aslına uygun
bir. şekilde tasnif, edilerek ileride belgelerin ait oldukları kalemlerin ayniyle
istifadeye arz edilebilmesi meselesi bizi 1956 yılma kadar geri götürür. Pro­
venance sisteminin. ana gayesi, belgenin,..yazıldığı kalem ve gördüğü mua­
melenin orijinal şekliyle değerlendirmek suretiyle tasnif edebilmektir... Pro­
venance, sistemi ile genel olarak, Bâb-ı Âsafi ve Bâb-ı Defteri olmak üzere
iki temel unsura, ayrılan belgelerin üzerindeki arşiv çalışmaları 1965’den
beri devam edegelmektedir6.
Provenance ,sisteminin, sadâret belgeleri üzerindeki uygulanması şu şe­
kilde olmaktadır: Yaptığımız tasnif çalışmalarında,1öncelikle muamelede ge­
çen son tarih ve son evrak esası kabûl edilmiştir. Buna göre, 1- Muameleye
eyrak veya .evrak takımının üstündeki son tarih esas alınarak bu tarih rûmi
veya milâdi ise takvim-i sinn vasıtasıyla hicri tarihe çevrilerek belge veya bel­
ge takımına kot tarihi olarak verilir. 2- Belge veya belgelerin kotlanmasmda şu esasa göre işlem yapılır, a) Öncelikle, ele alınan belgenin sadârete ait
olup olmadığı tesbit edilir (sadârete gelen veya sadâret’den giden bir yazı
olabileceği gibi, sadârete yollanan bir yazının sadârete ait antetli varakaya
çıkarılmış bir sureti de olabilir. Aynı şekilde, yabancı bir ülkeden gelen bir
yazı veyahut yabancı lisanda kaleme alınmış bir raporda sadâret tercüme
odası tarafından türkceye. aktarılırsa bunlar da sadâret evrakı mey anma gi­
5 Turgut Işıksal, Arşivlerimizin Durumu ve Problemleri (Türle Kültürü
D ergisi), Sayı 119, Ank. 1972, s. 1197.
6 Ayrıt Eser, s. 1197-1İ98.
E Ş R E F EŞREFO ĞLU
230
rer). b) Evrakın sadârete ait olduğu anlaşıldıktan sonra, Sadâret makâmını
sembolize eden (A) harfi en başa konur. Bundan sonra, evrakın hangi ka­
leme ait olduğu araştırılır, bunun için evvela yazının hangi kaleme havale
edildiğine bakılır eğer böyle bir kayıt yoksa belge veya belge takımı muame­
le ve muhteva bakımından tetkik edilmek suretiyle (MKT)-(AMD)-(VRK)(MTZ) gibi sembollerle ifade edilen kalem kofu ikinci ayırım kot’u olarak
tespit edilir. (A.MKT)-(A.VRK) gibi, c) Eğer bundan sonra üçüncü bir ay­
rım kotuna gerek yoksa, hicrî tarih esasına göre sene, ay, gün sırası-takip
edilerek tarih atılmak suretiyle kotlama işlemi tamamlanır. Meclis-i Vükelâ
(Bakanlar kurulu) mazbataları ise sadece kalem kofu olan Meclis-i vükelâ
ve mâ’ruzat sembolünü temsilen A.MVM.1310.2.6 şeklinde kotlanır, d) Ka­
lemi belirleyen kot’dan başka, belge veya belge takımında belgeyi daha de­
taylı şekilde değerlendirmeğe yarayacak teknik bilgi varsa bunun tesbitine
geçilir. Örnek olarak, Bulgaristan komiserliğinden Sadâret makâmına yol­
lanmış bir belge, bu ülkedeki demir yollarının yapım ve tamiri ile ilgili bügi
ihtiva ediyorsa muameleye giren bu belgenin Bâb-ı âlî evrak odası tarafın­
dan incelenmesinden sonra Sadâret makâmı tarafından gereği yapılması hak­
kında Nafıa nazâretine Sadâret tezkeresi yazmak suretiyle belgenin değerlen­
dirilmesi esnasında üçüncü bir ayrım kotunun konmasına yol açar. A.MTZ.
(04)NF. 1300.4.12 gibi, e) Eğer bu işleme bir de Bulgaristan komiserliğinin
yazısından soma, meselâ Selânik vâlisinin yazısı eklenirse genel kot duru­
mu A.MTZ. (04) SL.NF durumuna gelir. Belgelerin; değerlendirilmesinde son
merhale belgelerin gelen-giden defterlerine intibakının uygulanması hususu­
dur. Bu konuda, Bâb-ı âlî evrak odası olarak hâlihazırda Bulgaristan evra­
kının defterlerine intibakı üzerinde çalışmakta olup, genel olarak belgelerin
defterlerine intibakı şu şekilde yapılmaktadır. Misâl olarak, kotlanmak su­
retiyle dosyalanmış bulunan Bulgaristan evrakının 1323 senesine ait olan
herhangi bir dosyası açılır. Aym senenin gelen-giden defteri getirilerek o se­
nenin ilk ayının birinci gününe ait en üstteki belge ele alınarak sıra ve evrak
numarasına bakılır. Aynı sıra ve evrak numarası ilgili gelen-giden defterinde
tesbit edilerek herhangi bir yanlışlığa yol açmamak için belgenin tarihi ve
muhtevası defterdeki hulâsa-i mevad hanesindeki muhteva ve tarihle karşı­
laştırıldıktan soma defterin mülâhazat kısmına belgenin kofu aynen işlenmek
suretiyle yapılan intibak işlemi tamamlanmış olur. Bu son merhaleden ge­
çen belgenin provenance sistemine göre tam anlamı ile değerlendirildiğini
söyleyebiliriz7. Belgenin kollanmasında daha değişik pozisyonlar da buluna­
7
Cevdet Türkay, A y n ı Eser, s. 22.
B Â B -I Â L Î E V R A K O D A S I
231
bilir, ancak bu gibi belgelerin değerlendirilmesi için burada mücerred bir şe­
kilde anlatmak yetmez; bu ancak tatbikatla anlaşılabilir bir keyfiyettir.
V — DOSYALAM A VE DEPOLAMA : Kotlama işlemi bitirilen
belgeler, gömleklendikten sonra içinde fişli belge bulunan gömleklerin sağ
üst köşesine «Fiş» ibaresi yazıldığı gibi defterlerine intibakları yapılan bel­
gelerinde gömleklerine kaydı yapıldığı «K» harfi yazılarak her belge guru­
bu kendi arasında muntazam şekilde dosyalanarak fişli ve intibakı yapılmış
gömlek ihtiva eden dosyaların üst tarafına F /K işaretleri yazılmak suretiyle
dosyanın fişli ve intibakının tamamlanmış olduğu belirtilir. Dosyaya ayrıca
hangi gurup ve seneye ait olduğunu gösteren bir etiket tanzim edilerek dos­
yanın sırt tarafına yapıştırılır. Yine dosyanın, arka sırt tarafına içindeki bel­
gelerin hangi senenin hangi aylarına ait olduğunu gösteren kayıt düşürüldük­
ten sonra en alt tarafa da dosya genel sıralama numarası verilerek dosyala­
ma işlemi tamamlanır. Sıra ile dosyalanan belgeler önce ara depo olarak
kullanılan kısma konulur. Üzerinde tasnif çalışması yapılan fon’un dosya­
lanması tamamen bittikten sonra esas ana depoya Sadâret evrakı için ayrıl­
mış bölüme konulur.
VI —- GENEL DEĞERLENDİRME : 1956 yılından bu yana prove­
nance sistemine göre sürdürülen tasniflerden şimdiye kadar hiç bir fon tet­
kike açılacak duruma gelmemiştir. Sadâret evrakı arasında yaptığımız bir
değerlendirme ile 100 dosyadan ve tahminî 25-30.000 belgeden oluşan Bul­
garistan evrakının provenance ■sistemine göre belgelerin defterlere intibakı
dahil olmak üzere 26 dosyanın işlemi tamamen bitmiştir. Bu gün halen 1322
senesinin gelen-giden defterine intibakı ve defteri olmayan dokuz aylık bel­
genin fişlenmesine devam edilmektedir. Geri kalan 74 dosyamn işlemi tüm
olarak bitirildikten sonra ilk defa provenance sistemine göre Bab-ı Âsâfiye
ait mümtaze kaleminin Bulgaristan belgeleri bir fon olarak tetkike açıla­
caktır.'
Arşivimiz açısından büyük eksikliği görülen bir hususta tasniflerde esas
alınacak bir inceleme ve tecrübe mahsulü olması gereken detaylı tasnif tâlimatnamesinin olmayışıdır. Bunun dışında ayrıca, dünyanın en zengin ar­
şiv malzemesine sahip olan arşivimizi ilmi ve akademik bir şekilde tanıtıl­
masını temin edecek neşriyat faaliyetine geçmek aym zamanda her bakım­
dan arşivimize gereken ilginin gösterilmesi tarihin ve Türk milletinin önün­
de gerekli bir vazifedir.
Bu gerçeklerin ışığı altında arşivciliğin odak noktası sayılan tasnif ça-
232
E ŞR E F EŞREFO ĞLU
lışmalarma ve buna paralel olarak tasnif bölümlerine gereken ilginin göste­
rilmesi, eleman bakımından takviye edilmesi, yetişmiş elemanların maddî ve
manevî bakımdan tatmin edilerek müesseseye bağlanmaları sağlanmalıdır.
Çünkü, arşivimizde.özellikle tasnif bölümünde yetişerek belli bir sevi­
yeye gelmiş bir arkadaşın herhangi bir sebebden ötürü görevden ayrılması so­
nucu meydana gelen boşluk kolaylıkla telâfi edilememektedir. Artık bu gün
ülkemizde yavaş da olsa arşivciliğin özel uzmanlık gerektiren ilmî ve meslekî
bir dal olduğu gerçeği bütün açıklığı ile anlaşılmaktadır. Şöyle ki, mesleğin
özelliğinden ötürü arşiv elemanı alınması için açılan sınavlara çok az .kişi
katılmaktadır. On arşiv memuru alınm ası için açılan son smava sadece iki
kişinin katılmış olması bunun en canlı örneğidir. Herhangi bir devlet daire­
sinde çalışan personelle kıyaslanamıyacak niteliklere sahip olması gereken
arşivcinin diğerlerinden ayrı bir değerlendirmeye tâbi tutulması zorunludur.
Son olarak arşivimizde bütün şartlar sağlandıktan sonra yapılması ge­
rekti bir işlemi işaret etmek isterim. Bünyesinde tarihî değer taşıyan belgeler
bulunduran tüm arşivlerin ana görevi olan tarihî belgelerin araştırmaya ha­
zır bir duruma getirilmesi, tespit edilecek usûller dairesinde indeksti kataloklarmın yapılması büyük önem taşımaktadır.
Bu konuda hâlen Bâb-ı âlî Evrak Odası olarak sürdürdüğümüz tasnif
çalışmalarımızda tasnifi yapılan belgelerin vâride-sâdıra (gelen-giden) def­
terlerine işlenerek intibaklarının yapılması aynı zamanda orijinal kataloklarm ortaya çıkmasına sebeb olmaktadır. Ne var ki, bütün belgelerle ilgili ge­
len-giden defterlerinin olmaması yanında katalok olarak araştırıcılara çıka­
rılacak eski orijinal defterlerin yıpranarak elden çıkacağı göz önüne alınma­
lıdır. Bu durum karşısında kanaatimizce orijinal defterler esas alınmak su­
reti ile indeksleri ile birlikte yeni kataloklar meydana getirilmelidir. Bu ka­
talok ve ilgili indekslerin nasıl bir yol takip edilerek oluşturulacağı da ayrı
bir çalışma konusudur.
TÜRKİYAT MECMUASI BİBLİYOGRAFYASI
Sevim İigürel
Türkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine bağlı
Türkiyat Enstitüsü tarafından yayınlanmaktadır. Türkiyat Enstitüsü, 1924
yılında merhûm Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü (1890-1966) tarafından
kurulmuştur. Enstitünün gayesi, Türk tarihi, edebiyatı, dili ile birlikte et­
nografya ve coğrafyası sahalarında araştırmalar yaparak neşriyatta bulun­
mak ve ayni zamanda ülke dışındaki diğer ilgili müesseselerle nlünasebetlerde bulunarak beynelmilel bir İlmî merkez vazifesini ifa etmektir. Kurul­
duğu zaman 7000 cilt olan enstitü kitaplığı, yapılan vakıflarla bugün 45000
cilde yükselmiştir. Bu zengin kütüphanenin esasmı, Türk asıllı bir Rus bil­
gini olan Katanov’un hususî kütüphânesi teşkil eder. Kütüphane, o tarihe
kadar çıkmış Rusça bütün Türkoloji yayınlariyle, ayni konu üzerinde başka
dillerde belli başh eserleri içine almaktadır1.
Türkiyat Enstitüsü, en hareketli zamanlarını Köprülü zamanında ya­
şamıştır. Çalışmayı çok seven bu âlim ve mütefekkir, durmadan okur, didi­
nir, herkese vazife verir tercümeler yaptırırdı. Adeta seferber edilmiş etrafı,
onun rehberliğinde vazife görmekten büyük zevk duyardı2. .
Merhûm Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nun kaydettiği gibi «zamanında
Türkiyat Enstitüsü arı kovam gibi işlerdi. Sabahın dokuzundan akşama ka­
dar, giren çıkan, Uim arayanların sayısı belli değildi. Pazartesileri çeşitli bil­
ginler, Türkoloji sahasına yeni katılmak isteyenler, hep üstadm etrafında
toplanır, seminerimsi münakaşalara dalarlardı...»3.
1 Sevim îlgürel, T ü rk iya t E nstitüsü, «Türk Kültürü», Ankara 1975 sayı
158, s. 103-105.
2 Fuad Köprülü’nün İlmî neşriyatı için bk. 60. doğum y ılı m ünasebetiyle
Fuad Köprülü Arm ağanı, İstanbul 1953, s. XXVH-L.
3 A. Caferoğlu, H akiki Köprülü, «T ü rk iya t Mecmuası», İstanbul 1969.
c. XV, s. 9.
234
S E V İM İL G Ü R E L
Bu programlı ve düzenli çalışma iledir ki, çok neşriyat yapılmış ve dış
Türkoloji dünyası ile temaslar da fazlalaşmıştır.
Türkiyat Enstitüsüne sıra üe Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, merhûm Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, merhûm Ord. Prof. M. Cavid Baysun,
Prof. Fahir İz ve merhûm Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu müdürlük yapmışlar­
dır. Halen müdürü Prof. Dr. Mehmet Kaplan’dır.
Bütün isteklere cevap verir çeşnide ve kıratta olan enstitünün milletler­
arası şöhreti haiz en önemli yayını «Türkiyat Mecmuası» isimli dergisidir.
Dergi, 1925 senesinden itibaren, Türk kültürünün birçok dallarında ilim
dünyasına sunduğu sayısız kıymetli araştırmalarla, bu sahanın ilgililerine ışık
tutacak bir rehber olmuştur.
Başlangıçtan günümüze kadar Enstitünün 18 adet mecmuası neşredil­
miştir. Aşağıda, makalelerinin bibliyografyası sunulacak olan bîı derginin
hangi yıllarda ve hangi müdürler tarafından yayınlandığı şöyle sıralanabilir:
c. 1(1925 Ağustos), Müdür: Köprülüzade, M. Fuad, İst. 1925 Matbaa-i âmire.
c. 11(1926), Müdür: Köprülüzade, M. Fuad, İst. 1928 Devlet Mat­
baası.
c. m (1926-1933), M üdür: Köprülüzade, M. Fuad, İst. 1935 Devlet
M at
c. IV (1934), Müdür: Köprülüzade, M. Fuad, îst. 1934 Burhaneddin
Mat.
c. V (1935), Müdür : Köprülüzade, M. Fuad, İst. 1936 Devlet Mat.
c. VI (1936-39), Müdür : Köprülüzade, M. Fuad, İst. 1939 Burhaneddin Mat.
c. vn-vni, cüz, 1 (1940-1942), cü z : 2, M üdür : R. Rahmeti A rat
İst. 1942, 1945 Maarif Mat.
c. IX (1946-1951), Müdür: M. Cavid Baysun, İst. 1961 Osman Yal­
çın Mat.
c. X (1951-53), Müdür: M. Cavid Baysun, İst. 1953 Osman Yalçın
Mat.
c. XI (1954), Müdür : M. Cavid Baysun, İst. 1954 Osman Yalçın Mat.
T Ü R K İY A T
M E C M U A S I B İB L İY O G R A F Y A S I
235
c. XII (1955), Müdür: M. Cavid Baysun, İst. 1955 Osman Yalçın
Mat.
c. X in (1958), Müdür : M. Cavid Baysun, İst. 1958 Kutulmuş Mat.
c. XTV (1964), M üdür: Fahir İz, İst. 1965 Edebiyat Fakültesi Ba­
sımevi.
c. XV (1968), M üdür: Ahmet Caferoğlu, İst. 1969 Edebiyat Fakül­
tesi Basımevi. (Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’ye ithaf olunmuştur).
c. XVI (1971), Müdür: Ahmet Caferoğlu, İst. 1971, Edebiyat Fakül­
tesi Basımevi.
c. XVII (1972), Müdür: Ahmet Caferoğlu, îst. 1972, Edebiyat Fakül­
tesi Basımevi.
C.XVIH (1973-1975), Müdür: Mehmet Kaplan, İst. 1976, Edebiyat
Fakültesi Basımevi. (Türkiyat Mecmuası’nm kuruluşunun ellinci yıl­
dönümüne ithaf olunmuştur).
Türkiyat Mecmuası bibliyografyası, yazar soyadlanna göre alfabetik
olarak hazırlanmıştır. Tercüme makalelerde ise, mütercim adı ve soyadı,
esas müellif isminin yanmda parantez içinde yazılmıştır.
Mecmuadaki makalelerin mahiyetleri göz önünde tutularak dört bö­
lümde incelenmiştir. Bu bölümler şunlardır :
A)
B)
C)
D)
Etüdler. (s. 236-249)
Kitap tahlil ve tenkidleri. (s. 249-258)
Notlar ve vesikalar, (s. 258-260)
Haberler, (s. 260-261)
Bibliyografya sıralaması yaparken, romen rakamı ile cildi, parantez
içinde de basım yılı gösterilmiştir.
Türkiyat Mecmuası’nm gelecek yıllarda da muntazam yayınlanması en
büyük temennimizdir.
236
S E V İM İL G Ü R E L,
A) ETÜDLER
ABDULLAH BATTAL: Kazan Yurdunda bulunmuş tarihî bir. vesika, Sahib Giray Han Yarlığı. H (1928) s. 75-101, ayrıca metin dışı bir
levha.
AKTEPE, M. M ÜN İR: XIV. ve XV. asırlarda Rumeli’nin türkler tarafın­
dan iskânına dair. X (İ953) s. 299-312.
AKTEPE, M. M ÜN İR: Damad İbrahim Paşa devrinde lâleye dâir bir ve­
sika. X I (1954) s. 115-130.
AKTEPE, M. MÜNİR: Vak’anüvis Raşid.Mehmed Efendi’nin Eşref Şah
nezdindeki elçiliği ve buna tekaddüm eden siyasî muhabereler. XII
(1955) s. 155-178.
AKTEPE, M. M Ü N İR: Hoca Sa’deddin Efendi’nin Tâcii’t-tevarih’i ve bu­
nun zeyh hakkında. XHI (195 8) s. 101-116.
AKÜN, ÖMER FA R U K : Nâmık Kemâl’in kitap halindeki eserlerinin ilk
neşri. XVIII (1976) s. 1-78.
ALPARSLAN, A Lİ: Edebiyatta Alparslan. XVII (1972) s. 113-124.
ALPARSLAN, A L İ: Babur’un icad ettiği «Baburî yazısı» ve onunla yazıl­
mış Kur’an. XVIII (1976) s. 161-168.
ANDREASYAN, HRAND D. : Ermeni seyyahı PolonyalI Simeon’un seya­
hatnamesi (1608-1619). X (1953) s. 269-276.'
ANHEGGER, RO BERT: Mârtoloslar hakkında.
282-320.
V H -V III/l (1942) s.
ANHEGGER, ROBERT : Türk edebiyatında Ağustos böceği ile Karınca
hikâyesi. IX (1951) s. 73-94.
ANHEGGER, RO BERT: Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Osmanh devlet
teşkilâtına dâir mülâhazaları. X (1953) s. 365-393.
ARAT, R. RAHMETİ - W. BANG : Türlü cehennemler üzerine uygurca
parçalar. IV (1934) s. 251-263.
T Ü R K İY A T
M E C M U A SI B İB L İY O G R A F Y A S I
237
AEAT, R. RAHM ETİ: Fatih Sultan Mehmed’in yarlığı. VI (1939) s. 285322, ayrıca metin dışı 20 fotokopi levhası.
ARAT, R. RAHM ETİ: Uygurlarda ıstılahlara dâir. VH-VIH/l (1942) s.
56-81.
ARAT, R. RAHM ETİ: Atabetü’I-Hakayık’ta g ve ğ seslerine dâir. IX
(1951) s. 65-72.
ARAT, R. RAHM ETİ: Türk şivelerinin tasnifi. X (1953) s. 59-138.
ARAT, R. RAHMETİ : Türkçe Turfan metinleri VTII. X II (1955) s. 15-22.
ARAT, R. RAHMETİ : Türkçede cihet mefhumu ve bunun he ilgili tabirler.
XIV (1965) s. 1-24.
ARDIÇ, NUREDDİN: Horhut’ta Artuk Kitabeleri. VI (1939) s. 29-48.
ÂRTUK, İBRAHİM: Diyarbekir’de Ebu Şuca’ Muhammed b. Melikşah
zamanmda yapılan bir yapı kitabesi ile onun namma kesilen bazı
'
sikkelerin mahiyeti. XVII (1972) s. 165-176.
ASLANAPA, OKTAY: Büyük Selçuk sultam Alparslan zamanından ka­
lan eserler. XVH (1972) s. 21-23.
ATEŞ, AHM ED: Metin tenkidi hakkında. VH-VIII/1 (1942) s. 253-267.
ATEŞ, AHMED: Hicrî VL-VIH (XH.-XTV.) asırlarda Anadolu’da farsça
eserler. V H -V m /2 (1945), s. 94-135.
ATEŞ, AHMED : İbni Sinâ, Risâlat al-İksîr. X. (1953) s. 27-54.
ATEŞ, AHM ED: Türk Halk hikâyelerinde İbn Sînâ. XI (1954) s. 33-40.
ATEŞ, AHMED : Türk Halk hikâyelerinde İbn Sînâ. XH (1955) s. 265-275.
BANÂRLI, N. SAM İ: Ahmedî. VI (1939) s. 49-176, 1 resim.
BANG, W ve R. RAHMETİ A R A T: Türlü cehennemler üzerine uygurca
parçalar. IV1934) s. 251-263.
BARKAN, Ö. L Û T F İ: Tarihî demografi araştırmaları ve Osmanlı tarihi.
X (1953) s. 1-26
'
BARIHOLD, W. Orta Asya’da Moğol fütuhatına kadar hnstiyanlık (Almancadan). 1(1925) s. 47-100. .
238
SE V İM ÎL G Ü R E L
BARTHOLD, W. : Gutadgu-Bilig’in zikr ettiği Buğra Han kimdir? (Ragıb
Hulûsi Bey tarafından İngilizceden tercüme edilmiştir). I (1925) s.
221-226.
BARTHOLD, W. : Orta Asya’da islâmiyetin intişar ettiği zamana ait bir
âbide (Almancadan). H(1928) s. 69-74.
BAYSUN, M. CAVİD : Müverrih Râşid Efendi’nin İran elçiliğine dâir. IX
(1951) s. 145-151.
BAYSUN, M. CAVİD: Hasan-beyzade Ahmed Paşa. X (1953) s. 321-340.
BAYSUN, M. CA VİD : Cevdet Paşa, şahsiyetine ve ilim sahasındaki faali­
yetine dâir. XI (1954) s. 213-230.
BERTELS, E . : Ah Şîr Nevâî, Leylî vü Mecnûn. IX (1951) s. 47-64.
BİLGE, R IFA T : İstanbul kütüphanelerinde bulunan bâznâmeler. VHIV m /2 (1945) s. 169-182.
BİLGEGİL, M. KAYA : Abdülhak Hâmid üzerinde Bîdil te’siri. Bîdil’in bir
mersiyesi ve makber. XÜI(1958) s. 79-84.
BLAŞKOVİÇ, YUSUF: Köprülü Mehmed Paşa’nm Macarca bir ahdnâmesi. XV (1969) s. 37-43.
BORATAV, P. N A İL İ: Anadolu’da ve Türkmenler arasında Köroğlu Destanmın izlerine dair yeni notlar. V (1936) s. 79-86.
BORATAV, P. N A İL İ: Dede Korkut hikâyelerindeki tarihî olaylar ve ki­
tabın te’lif tarihi. X1H (1958) s. 31-62.
BOSCH, CLEMENS: Bergama kral hanedanının şeceresi. VII-VIII/1
(1942),s. 105-124.
BOWEN, HAROLD: (Aliye Toker) İlk Selçuklu vezirlerine dâir bazı not­
lar. XVH (1972) s. 125-132.
BULUÇ, SADEDDİN: Anadolu Ağızlan bibliyografyası. VH-VHI/l
(1942) s. 327-333.
BULUÇ, SADEDDİN: Bir eserin iki yazma nüshası. XIV (1965) s. 151197.
BULUÇ, SADEDDİN: Şeyyâd Hamza’mn bilinmeyen bir mesnevisi. XV
(1969) s. 247-256.
T Ü R K İY A T
M E C M U A SI B İB L İY O G R A F Y A S I
239
CAFEROĞLU, AHMET: «Mirza Şefiğ» hakkında notlar. 11(1928) s.
261-270.
CAFEROĞLU, AHM ET: Uygurlar’da Hukuk ve Maliye ıstılahları. IV
(1934) s. 1-43.
CAFEROĞLU, AHM ET: Türk onomastiğinde At kültü. X (1953) s. 201212 .
CAFEROĞLU, AHM ET: Pallacı, Tahtacı ve Çepni dillerine dâir. XI
(1954) s. 41-56.
CAFEROĞLU, AHMET : Osmanlı İmparatorluğu onomastiğinde Epitheta
Ornantia’mn karakteristik çizgileri. XIV (1965) s. 25-36.
CAFEROĞLU, A HM ET: Hakiki Köprülü. XV (1969) s. 1-10.
CAFEROĞLU, AHM ET: Türkçede «vs> morfemi. XVI (1971) s. 27-38.
CAFEROĞLU, AHMET : İlk Anadolu vatan kültürü kurucuları. XVII
(1972) s. 1-12.
CAHEN, C .: (Zeynep Kerman) İslâm kaynaklarına göre Malazgirt savaşı.
XVÜ(1972) s. 77-100.
CLAUSON, SİR GERARD: Tonyukuk Âbidesi hakkında bâzı notlar.
XVHI(1976) s. 141-148.
CZEGLEDY, KAROLY : Yiltavar ünvanı. IX (1951) s. 179-187.
ÇAĞATAY, SAADET : Tuba ağzmda iyik. XV (1969) s. 171-174.
ÇETİN, M. N ÎHA D : Ahmed Haşim’in kaynakları hakkmda bir deneme.
XI (1954) s. 183-212.
ÇETİN, M. N İH A D : Seyranî’nin neşredilmemiş bâzı şiirleri. X ü (1955)
s. 91-114.
ÇETİN, M. NİHAD : Ahmedî’nin «Mirkatü’l-edeb»i hakkmda. XIV (1965)
s. 217-230.
DİNO, GÜZİN : Recaî-zâde Ekrem’in Araba Sevdası romanında gerçekçi­
lik. XI (1954) s. 57-74.
DİRİÖZ, ALİ HAYDAR: Kutb ül-Alevî’nin Barak Baba Risalesi şerhi.
IX (1951) s. 167-170.
240
SE V İM İL G Ü R E L
DULAURİER, M. ED V AR: Ermeni müverrihlerine nazaran Moğollar, Kiragos’dan müstahrec. II (1928) s. 139-217.
DULAURİER, M. ED V A R: Moğullar. V (1936) s. 27-48.
EBERHARD, WOLFRAM: Çin kaynaklarına göre, orta ve garbi Asya
halklarının medeniyeti. VII-VHI/1 (1942) s. 125-191.
ECKMANN, J. : Kelime ortasmda anorganik B, P ve M’nin tercümesi. X
(1953) s. 313-320.
ERARSLAN, KEM AL: Nevayi’nin «Hâlât-ı Seyyid Haşan Big» risalesi.
XVI (1971) s. 89-110.
ERASLAN, KEMAL: Manzum Oğuznâme, XVII (1976) s. 169-244, 8
adet fotokopi.
ERDOĞAN, M UZAFFER: Mimar Davud Ağa’nın hayatı ve eserleri. XII
(1955) s. 179-204.
EREN, HAŞAN: Etimoloji Araştırmaları. IX (1951) s. 95-96.
EREN, HAŞAN: Türkçe Qarman kelimesi hakkında. IX (1951) s. 97-98.
EREN, HAŞAN: Onomatopelere ait notlar. X(1953) s. 55-58.
EREN, İSM AİL: Türkiye türkçesine dair neşriyat (1776-1963) üzerinde
bibliyografya denemesi. XIV (1965) s. 231-256.
EREN, İSM AİL: Türkiye türkçesine dair Rusça neşriyat (1776-1963) üze­
rinde bibliyografya denemesi. XV (1969) s. 127-156.
ERZÎ, H. ADNAN: Osmanlı Devleti’nin kurucusunun ismi meselesi. VIIVTII/1 (1942) s. 323-326.
ESİN, EM EL: Farhâr-ı Hallub (Karluk Budist Sanatı). XVIH(1976) s.
79-140, 52 adet fotokopi.
EYÎCE, SEMAVİ : İstanbul’da bazı cami ve mescid minareleri. X (1953)
s. 247-268.
EYİCE, SEMAVİ: Yunanistan’da Türk mimarî eserleri. XI (1954) s. 157172, 20 resim; XH (1955) s. 205-230.
T Ü R K İY A T
M E C M U A SI B İB L İY O G R A F Y A S I
241
EYÎCE, SEMAVİ : İstanbul’un mahalle ve semt adları hakkında bir dene­
me. XIV (1965) s. 199-216.
EYİCE, SEMAVİ : Çorum’un Mecidözünde Aşık Paşa oğlu Elvan Çelebi
zaviyesi. XV (1969) s. 211-246.
EYİCE, SEMAVİ : Anadolu’da Orta Asya sanat geleneklerinin temsilcisi
olan bir eser: Boyalıköy Hanıkahı. XVI (1971) s. 39-56.
EYİCE, SEMAVİ : Anadolu Selçuklu sanatı çalışmalarının başlangıcında
iki yabancı : Clément Huart ve Friedrich Sarre. XVÜ(1972) s.
133-148.
FEKETE, LAYOŞ : İran şahlarının iki türkçe mektubu ilâve olarak: 3 re­
sim. V (1936) s. 269-274.
MÜBAREK GALİB : Menteşe oğullan devrine ait bazı kabir taşlan, ü
(1928) s. 347-363.
GANDJEİ, T. : Sâdıkî-i Afşar’ın Türkçe şiirleri. XVI (1971) s. 19-26.
GIÈSE, F. : (Köprülüzâde Ahmed Cemal Bey) Osmanlı İmparatorluğunun
teşekkülü meselesi. 1(1925) s. 151-171.
GLUCK, HEINRICH : Türk sanatının dünyadaki mevkii. IH (1935) s.
119-128.
GRİGNASCHİ, MARİO : Al-Fârâbî et «l’epitre sur les connaissances â
acquérir avant, d’entreprendre l’étude de la philosophie». XV (1969)
s. 175-210.
GÖKBİLGİN, M. TAYYİB : Macaristan’daki Türk hakimiyeti devrine ait
. bâzı notlar. VÜ-VÜI/1 (1942) s. 200-211.
GÖKBİLGİN, M. TAYYİB : XVI. asır başlarında Osmanlı devlet hizme­
tindeki Akkoyunlu ümerâsı. IX (1951) s. 35-46.
GÖKBİLGİN, M. TAYYİB : Murad I. tesisleri ve Bursa imareti vakfiyesi.
X (1953) s. 217-234.
GÖLPINARLI, ABDÜLBAKİ : Menâkib-i Hâce-i Cihan, m (1935) s. 129132.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 16
242
• S E V İM İL G Ü R E L
GÖLPINARLI, ABDÜLBAKI: Yunus Emre’de öz türkçe kelimeler. IV
(1934) s. 265-279.
GÖLPINARLI, ABDÜLBAKÎ ı Aşık Paşa’nm şiirleri. V (1936) s. 87-110.
GÖLPINARLI, ABDÜLBAKİ: Hürûfîlik ve Mîr-i’alem Celâl Bik’in bir
mektubu. XIV (1965) s. 93-110.
GÖNÜL, BEHÇET:! İstanbul kütüphanelerinde Al-Şakâ’ik al-hu’mânîya
tercüme ve zeyilleri. V n-V H I/2 (1945) s. 136-168..
HAMİDULLAH, MUHAMMED: Kur’an-ı kerîm’in türkçe yazma tercü­
meleri. XIV (1965) s. 65-80.
HAŞAN, (ABDULLAH OĞLU) : Teinir Kutlüğ Yarhğı. IH (1935) s. 207227.
HAŞAN, (ABDULLAH OĞLU) : rBirinci Mengili Giray ban yarbğil IV
(1934) s. 99-109.
HÜSNÜ : Ibn;Arabşah; IH (1935) s. 157-183.
İLAYDIN, HİKMET T . : Behram-ı Gür Menkabeleri. V (1936) s. 275-290.
İNAN, ABDÜLKADİR: «Kitab-ı Dede Korkud» hakkında. 1(1925) s.
- 213-219.
ÎNAN, ABDÜLKADİR: Türk rivâyetlerinde «Bozkurt». II (1928) s. 131• ■ 137. ■ - ;
.v
• •
İNAN, ABDÜLKADİR: Güvey. IX (1951) s. 137-144.
İNAN, ABDÜLKADİR: Yakut şamanizmindeki Ija Kul. X (1953) s. 213"
2 i :6 .
'
'r
:
,
.
İPEKTEN, HALÛK : Karamank Nizamî. XHI (1958) s. 63-78.................
ÎZ, FAHİR : Makale-i zindancı Mahmud Kapudan. XIV (1965) s. 111-150.
KAFESOĞLU, İBRAHİM : Büyük Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk’ün eseri
Siyâsetnâme ve Türkçe tercümesi. X II (1955) .s. 231-256.
KAFESOĞLU, İBRAHİM : Selçuk’un oğulları ve torunları. XIII (1958) s.
117-130.
T Ü R K İY A T
M E C M U A SI B İB L İY O G R A F Y A S I
243
KAPLAN, MEHMET : Dede Korkut kitabında kadın. IX (1951) s. 99-112.
KAPLAN, M EHM ET: Yunus Emre ve nebatlar. XH (1955) s. 45-46.
KAPLAN, M EHM ET: Ziya Gökalp ve saadet perisi. XIV (1965) s. 37-64.
KAPLAN, M EHM ET: Ziya Gökalp ve «yeniden doğma» temi. XVI(1971)
s. 1-18.
KAPLAN, M EHM ET: Ziya Gökalp ve Yahya Kemal’e göre Malazgirt sa­
vaşının mana ve ehemmiyeti. XVII (1972) s. 149-164.
KAPLAN, MEHMET : Âşık Paşa ve Birlik Fikri. XVHI (1976) s. 149-160.
KARAHAN, ABDÜLKADÎR: Kırk hadîs tercümelerine umumî bir bakış
ve Ankara’h İsmail Rüsûhî’nin Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn’i. X (1953)
s. 235-242.
KARAMANLIOĞLU, ALİ FEHMİ : Seyf-i Sarâyî’nin Gülistan tercümesi­
nin dil hususiyetleri. XV (1969) s. 75-126.
KARAMANLIOĞLU, ALİ FE H M İ: Seyf-i Sarayî’nin Gülistan tercümesi­
nin yayımı üzerine. XVII (1972) s. 251-261.
KIYAMETTİN: Nehc-ül-Ferâdis’den derlenen türkçe sözler. IV (1934) s.
169-250.
KİMOSKO, M İCHAEL: Araplar ve Hazarlar, m (1935) s. 133-155.
KİSSLİNG, H .J .: Sultan Bâyezîd II ve Françesko II Gonzaga. XV (1969)
s. 47-73.
KOŞAY, HAMİD ZÜBEYR : Hacı Bektaş Tekkesi. U (1928) 366-382 me­
tin dışı 9 resim.
KOŞAY, HAMİD ZÜBEYR: Malazgird’de buluşanlar. XVİI (1972) s.
69-76.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Meddahlar, Türklerde halk hikâyeciliği ta­
rihine âit bazı maddeler. I (1925) s. 1-45.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Lütfî Paşa. 1(1925) s. 119-150, metin dı­
şı bir levha.
’
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Anadolu Beylikleri tarihine ait notlar. II
(1928) s. 1-32.
244
S E V İM ÎL G Ü R E L
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Türk klasik edebiyatmdaki hususî nazım şe­
killeri : Tuyug. 11(1928) s. 219-242.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Mısırda Bektaşilik. VI (1939) s. 1-29, 4
resim.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Yeni fâriside türk unsurları.
(1942) s. 1-16.
VlI-Vin/l
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Yeni fârisîde türk unsurları. V II/V III- 1
(1942) s. 1-16.
KÖPRÜLÜ, F. ORHAN : Bir tenkid hakkında bâzı mülâhazalar. IX (1951)
s. 171-178.
KÖPRÜLÜ, ORHAN: Velâyet-riâme-i Sultan Şücaeddin. XVII (1972) s.
177-184.
KRESKAÎ, MİKLOS : (M. Tayyib Gökbilgin) «Yurd Kurma» hakkında.
X V n (1972) s. 13-20.
KURAT, AKDES N İM ET: Bizans'ın son ve Osmanhlann ilk tarihçileri.
111(1935) s. 185-206.
KURAT, AKDES NİMET : Eski îslavcadaki türkçe sözlere ,dair. IV (1934)
s. 89-97.
KURAT, AKDES NİMET: Peçeneklere dair araştırmalar. V (1936) s.
101-140.
KURTOĞLU, F E V Z İ: XVI mcı asrm ilk yarısında Gelibolu. V (1936) s.
291-306.
LEWİS, BERNARD: İzlanda’da türkler. X(1953) s. 277-284.
LİGETİ, LAJOS: «Kırgız» kavim isminin menşei. I (1925) s. 235-249.
LİGETİ, LAJOS : Türkçede uzun vokaller. V H -V III/l (1942) s. 82-94.
MANSUROĞLU, MECDUD: Anadolu metinleri (XIH. asır: 1. Şeyyad
Hamza, 2. Dehâm, 3. İbtidanâme). VH-V111/1 (1942) s. 95-104.
MANSUROĞLU, MECDUD : Türkçede -ğu ekinin fonksiyonlan. X (1953)
s. 341-348.
T Ü R K İY A T
M E C M U A SI B İB L İY O G R A F Y A S I
245
MERİÇ, RIFKLMELÜL : Akşehir türbe ve mezarları (ilâve olarak : 75 re­
sim, bir kroki). V (1936) s. 141-212.
MOLLAVA, MEFKURE : Şark kavimlerinden geçen bâzı Bulgar ad ve
.
soyadları. XVBI (1976) s. 315-330.
MÜBAREK, GALÎB : Menteşe Oğulları devrine ait bazı kabir taşlan. II
(1928) s. 347-363 ayrıca metinden hariç 3 yapraklık kabir taşı re­
simleri.
NECÎB A SIM : Uygur yazısı ile Aybet-ül-Hakâyık (Atabetü’l-Hakâyık»)m
diğer bir nüshası. I (1925) s. 227-228, metin dışı Atabetü’l-Hakâyık
alfabesi.
H. NİHAL-AHMED N A Ç Î: Anadolu’da Türklere ait yer isimleri. H
(1928) 243-259.
ORHONLU, CENGİZ: Gemicilik. XV (1969) s. 157-169.
ORHONLU, CENGİZ : Lipkalar. XVI (1971) s. 57-87.
ÖZDEM, RAGIB HULÛSÎ : Dil mükemmelliği ye dil mükemmelleştirme
görünceleri. IV (1934) s. 63-89; V (1936) s. 49-78.
PEKOLCAY, NECLA: Türk dil ve edebiyatına ait bâzı metinleri ihtiva
: eden yazma bir mecmua. X (1953) s. 349-364.
POPESCU - JUDET, E. : (Zeynep Kerman). Türk halk temâşalannın Ru­
men memleketlerine tesiri. XVI (1971) s. 111-132.
PRlTSAK, OMELJAN: Mahmud Kâşgarî kimdir? X (1953) s. 243-246.
RÎTTER, H. :Ata binmek, ok atmak. IV (1934) s. 45-47.
RİTTER, H. Ayasofya kütüphânesinde tefsir, ilmine âit arapça yazmalar.
V H -V in/2 (1945) s. 1-93.
ROMASKEVlÇ, A .A .: Yeni Çağatay-Fars lügati. IV (1934) s. 281-293.
SAMUEL, HEN RİK : Şark tedkikleri ve Avrupa medeniyeti. XII (1955)
s. 1-13, 1 fotokopi.
SCHEEL, HELM UTH: Türk tarihinin tetkiki bakımından türkçe vesikaların ehemmiyeti. VII-VIII/1 (1942) s. 48-55.
'
246
S E V İM İL G Ü H E L
SERTKAYA, OSMAN : Horezmî’nih Muhabbet-nâme’sinin iki yeni yazma
nüshası üzerine. XVII (1972) s. 185-207.
SERTKAYA, F. OSMAN: Uygur harfleri ile yazılmış bâzı mensur parça­
lar I, Mesele Kitabı. XVIII (1976) s. 245-280, 12 adet fotokopi.
SERTOĞLU, M ÎDHAT: Osmanlı tarihinin kaynaklan hakkında bâzı dü­
şünceler. XH (1955). s. 145-154.
SEZGİN, M. FU A D : Hadis musannefatının mebdei ve Ma’mer b. Râşid’in
«Câmi’i». XII (1955) s. 115-134.
SRYGÖGOWSKİ, JO SEF: Türkler ve Orta Asya sanatı meselesi, m
(1935), s. 1-80.
SÜMER, FARUK : Yıva Oğuz boyuna dâir. IX (1951) s. 151-166.
SÜMER, FAR UK : Düğerlere dâir. X (1953) s. 139-158.
ŞEŞEN, RAMAZAN: Eski Araplar’a göre Türkler. XV (1969) s. 11-36.
ŞEŞEN, RAMAZAN: Alparslan'ın hayatı üe ilgili arapça kaynaklar. XVII
(1972) s. 101-112.
TAESCHNER, F. (Hamid Sa’di Bey) : OsmanlIlarda coğrafya. II (1928)
271-314.
.
TANOĞLU, A L İ: İskân coğrafyası, esas fikirler, problemler ve metod. XI
(1954) s. 1-32, 2 harita.
TANSEL, FEVZİYE ÂBDULLAH: Ahmed Hikmet Müftüoğlu, hayatı ve
san’atı. IX (1951) s. 1-34.
TANSEL, FEVZİYE ABDULLAH : Muallim Naci ile Recaizâde Ekrem
arasındaki münakaşalar ve bu münakaşaların sebep olduğu edebî hâ­
diseler. X (1953) s. 159-200.
TANSEL, FEVZİYE ABDULLAH : Süleyman Hüsnü Paşa ile Namık Ke­
mal’in münasebet ve muhaberatı. XI (1954) s. 131-152.
TANSEL, FEVZİYE ABDULLAH: Namık Kemal’in Midilli’de yazdığı
manzum ve mensur eserleri. XII (1955) s. 57-90.
TANSEL, FEVZİYE ABDULLAH: Samî Paşazâde Sezaî. XIH (1958) s.
1-30.
T Ü R K İY A T
M E C M U A SI B İB L İY O G R A F Y A S I
247:
TARLAN, ALÎ NİHAD : Bir imlâ.husûsiyeti. m (1935) s.. 229-232. : :
TARLAN, ALİ NİHAD : Şeyhî’nin dili hakkında. TV (1934) s. 49-61.
TAYMAS, ABDULLAH: Divânii lugat-it-türk iercemesi. y n - V ü I /l
(1942) s. 212-252.
'
TAYMAS, A. BATTAL: Divanü İûgati’t-Türk tercümesi. XI (1954) s.
: 75-100.
-i
TAYMAS, A. BATTAL: Kırımlı Bekir Çobanzade’nin şiirleri. XH (1955)
s. 23-44.
■ ■
TEKİNDAĞ, M.C. ŞAHABEDDİN: İzzet Koyunoğlu kütüphanesinde bu­
lunan Türkçe yazmalar üzerinde çalışmalar I. XVI (.1971) s. 133162.
‘
’
THOMSEN, W. (Köprülüzade-Ahmed;Cemal Bey) : Şarkî Türkistan’m mar
zisine dair. 11(1928) s. 33-59.
••
THOMSEN, WÎLHELM : Moğohstandaki Türkçe kitabeler. IH (1935) s.
81-118.
^
iİETZE, A .: XVI. asır Türk Şiirinde gemici dili. IX (1951) s. 113-138. '
TTI^OLJRTAŞ, K. FARUK : Küçük. eski Anadolu,türkçesi grameri. XVHI
(1976) s. 331-368:
"
'■
'V
...........
TOGAN, AHMED ZEKİ V ELÎD Î: Oğuzların hrıstiyanhğı meselesine ait.
II (1928) 61-67.
TOGAN, AHMED. ZEKİ VELÎDÎ : Harzemde yazılmış eski türkçe eserler.
11(1928) s. 315-345, metin dışı, «Nehcü’l-ferâdis» metninden 8 sahifelik fotokopi.
TOGAN, AHMED ZEKİ V ELİD Î: Zimahşerî’nin doğu türkçesi ile «Mukaddimetü’l-edeb»i. XTV (1965) s. 81-92.
TUNA, OSMAN N ED İM : Osmanhcada Moğolca ödünç, kelimeler. XVH
(1972) s. 209-250.
TUNA, OSMAN NEDİM: Osmanhcada Moğolca kelimeler. XVIII (1976)
s. 281-314.
TURAN, OSMAN : İhg ünvanı hakkmda. V II-V ni/1 (1942) ş. 192-199.
248
SE V İM ÎL G Ü R E L
TÜTENGİL, C. ORHAN : Ziya Gökalp’in Diyarbekir gazetelerindeki ilk
yazdan. XI (1954) s. 153-156.
ULUÇAY, M. ÇAĞATAY : Manisa Şer’iye Sicilleri’ne dair bir araştırma.
X (1953) s. 285-298.
ULUÇAY, M. ÇAĞATAY: Üç eşkiya türküsü. XHI(1958) s. 85-100.
UZUNÇARŞILI, İ. H AKKI: Kıbrıs fethi de Lepant (İnebahü) muharebe- _
si sırasında Türk devletiyle Venedik ve müttefiklerinin faaliyetine
dâir bazı hazinei evrak kayıdlan m (1935), s. 257-292.
UZUNÇARŞILI, I. HAKKI: Halü Hamid Paşa (Uâve olarak 12 resim).
V (1936) s. 213-267.
UZUNÇARŞILI, Î.H. : Hakkı Mehmed Paşa. VI(1939) s. 177-284, XXXVI
levha, 2 resim.
UZUNÇARŞILI, İ. HAKKI: Cezayirli Haşan Paşa’ya dâir. VH-VIH/1
(1942) s. 17-40.
UZUNÇARŞILI, I. HAKKI: ikinci Abdülhamid’in Alman imparatoruna
çekmiş olduğu bir telgraf. XII (1955) s. 135-144.
ÜLKEN, HİLMİ Z İY A : İbn Sînâ’nm Tıbba dâir münakaşası. X I (1954)
s. 101-114.
YALTKAYA, MEHMED ŞEREFEDDİN: Selçikîler devrinde mezâhib.
1(1925) s. 101-118. ’
YALTKAYA, MEHMED ŞEREFEDDİN: Simavne kadısı oğlu Şeyh Bedreddine dâir bir kita’b. IH (1935) s. 233-256.
YALTKAYA, MEHMED ŞEREFEDDİN: Mevlâna’da türkçe kelimeler
ve türkçe şiirler. IV (1934) s. 111-167.
YALTKAYA, MEHMED ŞEREFEDDİN: Ebureyhan’ın bir kitabı. V
(1936) s. 1-16.
YALTKAYA, MEHMED ŞEREFEDDİN: Türklere dâir arapça şiirler.
V (1936) s. 307-326.’
YALTKAYA, MEHMED ŞEREFEDDİN: Tarihte renk. VH-VIH/1
(1942) s. 41-47.
YALTKAYA, MEHMED ŞEREFEDDİN: Arap lügat ve gramercderi
arasında türkler. VII-VHI/1 (1942) s. 321-322.
T Ü R K İY A T
M E C M U A SI B İB L İY O G R A F Y A S I
249
YÖNTEM, ALÎ CANİP : Nedim’in hayatı. 1(1925) s. 173-184.
YÖNTEM, ALİ CANİP : Reisi şâiran Osmanzâde Ahmed Tâib Efendi.
H (1928) s. 103-129.
WALSH, JOHN R. : Müverrih Âlî’nin bir istidanâmesi. X lll (1958) s.
131-140.
B)
KİTAP TAHLİL VE TENKİDLERİ
ADIVAR, ADNAN : Prof. Yusuf Hikmet Bayur, Türk inkılâp tarihi, I.
Giriş. Berlin muahedesinden Trablusgarp harbine kadar, İstanbul
1940, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, VUE, nr. 90. VU-V III/1
(1942) s. 335-340.
'
AKTEPE, M. MÜNİR : Cavid Baysun, Cevdet Paşa, Tezakir 1-12, Ankara
1953. XH (1955) s. 280-282.
AKYOL, İ. H. : Türkiye hakkında yeni bir eser. VH-VIH/1 (1942) s.
344- 345.
ALPARSLAN, ALİ : Oktay Aslanapa, Turkish Art and Architecture, London 1971, 422 s. XVII (1972) s. 281-283.
ARAT, REŞİT RAHMETİ : Hüeng-tsangs tercümei halinin uygurca tercü­
mesi (Dr. A. von Gabain). V (1936) s. 333-339.
ARAT, REŞİT RAHMETİ : Eski Türkçenin grameri. VIE-VIII (1942) s.
341-344.
ARAT, REŞİT RAHMETİ : Herbert Jansky, Lehrbuch der Türskischen
Sprache. 2. tab. Wiesbaden 1954. X II (1955) s. 277-280.
BANARLI, NİHAT SAMI : Halkevleri Dergilerinde halkedebiyatı araştır­
maları. V (1936) s. 371-380.
BARKAN, ÖMER LÜTFİ : Karagöz.
Vn-VHI/1 (1942) s. 362-368.
BARKAN, ÖMER LÜTFİ : Femand Braudel, La Méditerranée et le monde
méditerranéen à l’epoque de Philippe II. X (1953) s. 295-403.
250
S E V İM İL G Ü R E L
BARTHOLD, W : (Akdes Nimet) Orta Asya Türkleri (M.T. Çaplika). II
(1928) s. 528-534.
BAŞTAV, ŞERİF: Kalizler, Hazarlar ve Macarlar. V n-V H I/1.(1942) s.
351-356.
BAŞTAV, ŞER İF: Mâtyâs Gyöni, Kalizok, Kazarok, Magyarok (Kalizler,
Hazarlar ve macarlar), Magyar Nayelv, XXXIV, 1938, cüz 3-4, s.
86-96; cüz 5-6, s. 159-168 (doktora tezi). VII-VHI/1 (1942) s.
351-356.
BORATAV, PERTEV NAİLİ: Süle Halk Şiirleri (Zeki Dolbay). V(1936)
s. 355-361.
CAFEROĞLU, AHMET : Hakâslar (Kuzinin). 11(1928), 522-525.
CAFEROĞLU, A HM ET: Osmanlı türkçesinin muhtasar sarf ve nahvi
(Samayloviç). H (1928) s. 525-526.
CAFEROĞLU, A HM ET: Orientalia. H (1928) s. 526-528.
CAFEROĞLU, AHM ET: Muzeon. H (1928) s. 565-566.
CAFEROĞLU, AHM ET: Abbaskulu Akaba Kihanof: Gülistan-ı İrem.
H (1928) s. 595.
CAFEROĞLU, AHMET : Abdüllatif Efendi: Şeki Hanlerinin ihtisar üzere
tarihi. H (1928) s. 597.
CAFEROĞLU, AHMET : Pahamof : Azerbaycan’da ve Kafkasya'nın başka
yerlerinde meskûkât defineleri, ü (1928) s. 597.
CAFEROĞLU, A HM ET: İran Azerbaycam Halkedebiyatı örnekleri (H.
Sureja Szapszal). V (1936) s. 353-355.
CAFEROĞLU, A HM ET: Buharalı Bahâ-üd-din Nakşbend (Gordlevskiy,
V.A.). V (1936) s. 361-364.
CAFEROĞLU, A HM ET: Yukarı Talaş kadim eserleri meselesine dair
(İvanov, P.P.). V (1936) s. 365-367.
CAFEROĞLU, A HM ET: Atisi lâkabh Yolhğ Tigin’in sınfî mensubiyeti
(Kozmin, N.N.). V (1936) s. 367-369.
. .
T Ü R K İY A T
M E C M U A S I B İB L İY O G R A F Y A S I
251
CAFEROĞLU, AHM ET: Sin-Dzyan Uygur şivelerine ait malzeme (Malov, S.E.). V (1936) s. 370.
CAFEROĞLU, AHM ET: Abbas Zamanov, Sabire heykel, Azerbaycan,
sayı 3, Bakı, 1970, s. 175-187. XVI (1971) s. 164-165.
CAFEROĞLU, A HM ET: Abbas Zamanov, Heyat eşiği, güzellik muğennisi, Edebiyat, Dil, încesenet, Azerbaycan SSR Elmler Akademiyasının Haberleri, N. 4, 1968, s. 8-9. XVI (1971) s. 165-166.
CAFEROĞLU, AHM ET: Ali Hüseyinzade, XIX. asrın ikinci yarısında
Azerbaycan Tarihşünaslığı, Bakı, 1967, s. 1-219. XVI (1971) s. 167169.
CAFEROĞLU, AHM ET: K.T. Karakaşlı, Material’naya Kul’tura Azerbayjandsev Severo-Vostocnoy i Tsentral’noy zon Magolo Kavkaza = Küçük Kafkasya Merkezi ve Kuzey-Doğu bölgesi Azerilerinin
maddî medeniyetleri (Tarihî-Etnografik Araştırmalar), Bakı, 1964,
s. 1-283. XVI (1971) s. 169-172.
CAFEROĞLU, A HM ET: Şamil Cemşidov, Kitabı Dede Gorgud’u varak­
larken, Bakı, 1969, s. 1-98. XVI (1971) s. 172-173.
CAFEROĞLU, A HM ET: S.B. Aşurbeyli, Oçerk istorii srednevelko-vogo
Bakı (VHE-naçalo XIX w .) = Ortaçağ Baku tarihi (VHI-XIX. yüz­
yıl başlangıcı), Bakı, 1964, s. 1-338. (Azerbaycan Him Akademisi,
Azerbaycan Tarihi Müzesi yayınlarından). XVI (1971) b. 173-175.
CAFEROĞLU, AHM ET: Remzi Yüzbaşov, Azerbaycan Coğrafya Terim­
leri (Tedgigler), Azerbaycan SSR Elmler Akademiyası, Coğrafya Ens­
titüsü, Bakı, 1966, s. 1-158. XVI (1971) s. 175-176.
CAFEROĞLU, AHMET: H. SİNTSZYAN-UYGUR muhtar eyaleti:
' E.N. Necip, Uygurca-Rusça lügat, Moskova 1968, s. 1-28. XVI
(1971) s. 176-178.
CAFEROĞLU, AHM ET: E.N. Necip, Sovremenny Uygurskiy yazık-Çağdaş Uygur diü, SSR ilimler Akademisi, Asya Milletleri Enstitüsü
yayınlarından, Moskova 1960, s. 1-133. XVI (1971) s. 178-179.
CAFEROĞLU, AHM ET: Tyurkologiçeskiy Sbornik (Türkoloji Dergisi).
K. şestidesyatileyu Nikolaeviça Kononova, Akademiya Nauk SSSR,
Institut Narodov Azn, Moskova 1966, 266 s. XVH (1972) s. 263-268
252
S E V İM İL G tÎR E L
CAFEROĞLU, AHM ET: Tyurkologiçeskiy Sbomik 1970. (Türkolojji Der­
gisi) Akademiya Nauk SSSR, İnstitüt Narodöv Azii Moskova 1970,
288 s. XVH (1972) s. 268-272.
CAFEROĞLU, AHM ET: A.K. Kunşjanov, İssledovanie po leksike starokıpçakskogo pismennogo pamyatnika XHI v.-«Tyurksko -Arabsskogo slovarya»- XIII. yüzyıl Eski yazılı Kıpçak kaynaklarından «TürkArap sözlüğü» üzerine araştırmalar, Almâ-Ata 1970, 234 s. XVII
(1972) s. 272-274.
CAFEROĞLU, A HM ET: Abbas Gulu Aga Bakıhanlı, Gülüstan-ı İrem,
yayınlayan, metnin ilmî yönünü idare eden: Azer baycan timler
Akademisi azası Abdülkerim Alizade, fihristi yapan: Azerli, Baku
1970, Azerbaycan Himler Akademisi, Tarih bölümü yayım. Farsça
metin, giriş XX-228 s. rusça ve İngilizce giriş 35 s. XVII (1972) s.
274-277.
CAFEROĞLU, AHM ET: Kamal Talibzade, XXX. esr Azerbaycan ede­
bî tengidi, (1905-1917’nci iller), Azerbaycan Tümler Akademisi,
Nizamiadma Edebiyat ve Dil înstitutu yayınlarından, Baku 1966,
536 s. XVII (1972) s. 277-281.
CAFEROĞLU, AHM ET: Sovetskaya Arheologiya. XVIII (1976) s. 369377.
ECKMANN, J. : Nemeth Gyula Bâlassa Bâlint es a Török Bölteszet. X
(1953) s. 404-407.
ECKMANN, J. : N.A. Baskakov, Karakal pakskiy yazık I. Mateiale po
dialektologii. X(1953) s. 407-410.
ECKMANN, J. : Nemeth Gyula, Bâlassa Bâlint es a Török Bölteszet. X
(1953) s. 410-412.
EREN, HAŞAN: Louis Bazin, Recherches sur la titulature des tabğaç. IX
(1951) s. 201-202.
ERKMAN, PEYAM I: Abdülhak Adnan-Adıvar, Tarih boyunca ilim ve din.
IX (1951) s. 198-201.
ERGUN, SADETTİN M ÜZHET: Kaygusuz Vizeli Alaattin (Baki). III
(1935), s. 301-304.
T Ü R K İY A T
M E C M U A S I B İB L İY O G R A F Y A S I
253
HU ART, CLEMANT* : Köprülüzade, M. Fuad, Türk edebiyatında ilk mu­
tasavvıflar. I (1925) s. 266-280.
İNAN, ABDÜLKADİR: Altay Şamanlığma ait mevâd (A. An ahin). II
(1928) s. 518-522.
İNAN, ABDÜLKADİR : Bosna müzesi külliyatı (Dimitriyefden mütercem).
11(1928) s. 622.
İNAN, ABDÜLKADİR: Yakut dili lügati (Perkarskiy). IH (1935) s. 293300.
İNAN, ABDÜLKADİR: Çuvaş dili lügati (N.İ. Aşmarin). m (1935) s.
300-301.
İNAN, ABDÜLKADİR: Cenubda Türkmen Oymakları (Ali Rıza Yılman
Yalgın), m (1935) s. 300-307.
İNAN, ABDÜLKADİR: Doğuda feodalizm. Altınordu payitahtı (A. Jakubovskiy). m (1935) s. 307-310.
İNAN, ABDÜLKADİR: Altay türklerinde kadınlar diline mahsûs sözler
(A. Samoiloviç). IV (1934) s. 303-305.
İNAN; ABDÜLKADİR: Cuci ulusunda kullanılan.Bayza ve Baysa keli­
meleri hakkında (A. Samoiloviç IV (1934) s. 305-306.
GÖKYAY, ORHAN ŞAİK: Destan-ı Ahmet Harami (A. Talat Onay). V
(1936) s. 345-349.
GÖLPINARLI, ABDÜLBAKİ: Bektaşi tomarı ve nefesleri (Muhtar Yahya
Dağlı). V (1936) s. 340-344.
KAFESOĞLU, İBRAHİM : Szâsz Bela, A hunok-törtenete Atilla nagykirâly. IX (1951) s. 189-198.
KARAELİTZ, F . : Türk'edebiyatı tarihi (Köprülüzade Mehmed Fuad). H
(1928) s. 449-452.
KOWALSKİ, T . : Hibetü’l-hakaik (Necib Asım). TL (1928) s. 452-462.
* Journal Asiatique 1923, ocak-mart nüshasında neşredilmiş makaleden
Ragıb Hulûsi Bey tarafından tercüme edilmiştir.
254
S E V İM tL G Ü R E L ı
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Clemant H u art: Mevlevi evliyası. I (1925)
s. 291-294.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Bedros, Keresteciyan: Türkçenin iştikak
lügati için bazı mevad. I (1925) s. 294-296.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Rauf Y ekta: Türk musikisi tarihi. I (1925)
s. 296-299.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : J. Laurent: Garbi Asya’da Bizans ve Sel­
çuk! türkleri. I (1925) s. 300-303.
KÖPRÜLÜZADE, M. FAUD : Sadri Maksudof : Çinlilerle Moğolların «Hüvey-Hü»lan ve Orhun Türk kitabelerinin «Oğuz»lan. I (1925) s.
322-326.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Divân-ı Türkî-i Sultan Veled (Veled Çele­
bi). H (1928) s. 475-481.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Ferhenknâme-i Sâdi (Kilisli Rif’at) - Sü­
heyl ü Nevbahan (J.H. Mordtmann). II (1928) s. 481-489.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Ferruhnâme-i ibn Hatîb (J. Nemeth), n
(1928), s. 489-496.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Kitâbeler (İsmail Hakkı). H (1928) s. 497501.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Karacaoğman (Sadeddin Nüzhet). II (1928)
s. 502-505.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Bahriye-i Piri Reis (Paul Kahle). H (1928)
s. 506-508.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Gazne ve Gazne âbidelerindeki kitâbeler
(Godard Flury). H (1928) s. 509-512.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : XVII. asırda Cezayir yeniçerilerinin tür­
küleri (Jean Deny). 11(1928) s. 512-518.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Anadolu kitâbeleri. 11(1928) s. 541.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Sinop Kitâbeleri. H (1928) s. 542-543.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Sivas kitabeleri. H (1928) s. 543.
T Ü R K İY A T
M E C M U A S I B İB L İY O G R A F Y A S I
255
KÖPRÜLÜZADE, :M. FUAD : Düvel-i îslamiye. H (1928) s. 543-544.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Menâkib-i büneverân. II (1928)' s. 544.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Konya Halkiyat ve harsiyâtı. II (1928) s.
544-545.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Halk Şairleri. H(1928) s. 545-546.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Sânihât-ı Seyrânî. H (1928) s. 546.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Hibetü’l-Hakâik’a ait yeni malûmat. U
(1928) s. 546-549.
KÖPRÜLÜZADE, Mİ FUAD : Türk Tarih Encümeni Mecmuası. II (1928)
. s. 551.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Türk Yurdu. H (1928) s. 552-553.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Hayat Mecmuası. H (1928) s. 553-554.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Tanzimat ricaline âit. II (1928) s. 554.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Edirne’de Osmanh abideleri. II (1928) s. 555
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Yeni Türkistan. II (1928) s. 555.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Mecmualar. H (1928) s. 559-562.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: İslâm tarihi için ensab ve takvim kitabı.
II (1928) s. 563-564.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Osmanh tarihçileri. II (1928) s. 564-565.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Velâyetnâme-i Hacı Bektaş. n (1928) s.
565.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Îngilizce-Kaşgar, Yarkend türkçesine lügat.
H (1928) s. 565.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Tarih-i Fahreddin Mübarek Şah Mervrûzî.
H (1928) s. 578-579.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Silsiletü’n-neseb-i Sufûye. H (1928) s. 579581.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Journal Asiatique. II (1928) s. 630.
256
S E V İM İL G Ü R E L
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Revue du monde Musulmann. II (1928) s.
632.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : 1922’de Paris’te toplanan Beynelmilel 1923
tarih-i Edyan Kongresi zabıtlan. II (1928) s. 634.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Bizantion (c. I). II (1928) s. 634.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : İstanbul camileri. II (1928) s. 637.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Albanya (1). II (1928) s. 637.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Baki’ye dâir. II (1928) s. 638.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Festschrift Georg Yacob (T. Menzel). IV
(1934) s. 306-308.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Umumî dil coğrafyası hakkında bibliyog­
rafya tecrübesi (Jos. Schrijnen). IV (1934) s. 308-309.
KURAN, ERCÜMEND : Bernard Lewis, The Impect of the Franch Révo­
lution on Turkey. XI (1954) s. 231-232.
KURAN, ERCÜMEND : Ertuğrul Oğuz Çlrağan, La Politique ottamane
pendant les guerres de Napoléon, Aurillac 1952. XIII (1958) s. 143144.
MANSUROĞLU, MECDUD : Türkçe ve Moğolcada vurgu. V n -V m /1
(1942) s. 345-347.
MANSUROĞLU, MECDUD : Türkçe Kitabeler. V II-V III/1 (1942) s. 347348.
MORDTMANN, J. H. : Türk edebiyatmda ilk mutasavvıflar. I (1925) s.
281-287.
MORDTMANN, J. H. : Indvig Forrer : Rustem Paşa’mn Osmanh tarihi.
I (1925) s. 318-321.
MORDTMANN, J. H. : Türk edebiyatı Tarihi (Köprülüzade Mehmed Fuad). 11(1928) s. 449-452.
NÉMETH, J. : Türk edebiyatmda ilk mutasavvıflar. I (1925) s. 288-289.
PEKOLCAY, NECLÂ : A. Meillet, La Méthode comparative en linguis­
tique historique, Paris 1954. XII (1955) s. 282-283.
T Ü R K İY A T
M E C M U A S I B İB L İY O G R A F Y A S I
257
POPPE, T. : J. Vladimirtsov: Cengiz han. 1(1925) s. 313.
VON, RASTARN : F.A.Â. Krauze : Cengiz Han. I (1925) s. 303-312.
ORTEKİN, HASAN: Mihail Paleolog devrinde Altınordu, Mısır ve Bizans
devletlerinin mukabil münasebetleri (G.V. Vemadskıy). V (1936) s.
349-350.
OKTEKİN, HAŞAN: Eski Rus tarihinde Karakalpaklar’ın rolü (D.A.
Rasovskıy). V (1936) s. 351.
ORTEKİN, HASAN : Codex Cumanicus’un men’şe meselesi hakkında (D.A.
Rasovskıy). V (1936) s. 351-352.
RAGIB HULÛSÎ (ÖZDEM) : «Koröstcsoma Arkıvun»un birinci cildinin
4-6. sayılarının tahlili. II (1928) s. 566-577.
SERTKAYA, OSMAN F. : Türkoloji Dergisi IH, 1, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırma­
ları Enstitüsü, Ankara Üniversitesi Basımevi 1968, 167 s. 18.00 TL.
XVI (1971) s! 179-183.
SERTKAYA, OSMAN F. : Nicholas Poppe, A middle Turkic text of the
Apostles Creed «Havarilerin Amentüsü’ne ait bir Orta Türkçe metni»
Reprinted from Monumenta Sérica Vol. XXIV, 1965, s. 273-306.
XVII. (1972) s. 288-291.
ŞERİF HULÜSÎ : Ferhengnâmei Sadi’nin üçüncü nüshası hakkında. IV
(1934) s. 295-303.
TAYMAS, ABDULLAH: Yarlıklara Dair. VH-VIH/l (1942) s. 356-362.
TEMİR, AHM ET: Moğulların gizli tarihi. VH-VHI/l (1942) s. 349-351.
TİETZE, A. : Jaime Salva, La orden de Malta y las acciones navales es­
pañolas contra Turcos y Berberiscos en los. siglos XVI y XVII. X
(1953) s. 403-404.
TÎSCHLER, JOHANN: Demetrius J. Georgacás: The Names for the
Asia Minor Peninsula and a Register of Surviving Anatolian PreTurkish Placenames (Beitrage zur Namen-forschung. Neue Folge.
Beiheft 8). Heidelberg 1971, 136 s. XVH (1972) s. 283-288.
TOGAN, AHMED ZEKİ V ELİD İ: Mahdum Kulu Divanı (Şeyh Muhsini
Fânî). II (1928) s. 465-474.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 17
S E V İM ÎL G Ü R E L
258
TOGAN, AHMED ZEKÎ V ELİD Î: Türkistan Matbuatı, inkılâp (1 ,4 .7 .
8.11.12); Bilim Ocağı (1,.2, 3); Maarif ve Medeniyet Mecmuası
(1), Maarif ve Okutgucu (3,1972: 1-12); Yeryüzü (2, 8,18); Gayrı
mevküt neşriyat. 13(1928) s. 597.
YALTKAYA, ŞEREFEDDÎN: Anadolu Selçukileri gününde Mevlevi bi­
tiklerinin ikinci kitabı (N. Uzlu). VI (1939) s. 323-345.
YAZICI, TAHSİN: Dr. Abdülkadir Karahan, Îslâm-Türk Edebiyatmda
Kırk Hadîs, toplama, tercüme ve şerhleri, İstanbul 1954. XIII (1958)
s. 141-142.
ZİCHY, İSTEFAN: İ Marquart, Şimal kutbu havalisi (Ural ülkeleri) hak­
kında milâdî X. asra ait bir arabca tezkere. II (1928) s. 535-538.
C)
NOTLAR VE VESİKALAR
AKÜN, ÖMER FA R U K : Şinâsi’nin Fatih tezkeresi baskısındaki yeni bi­
yografik bilgiler. XIV (1965) s. 277-336.
BARTHOLD, W iLHELM : Radloffun lugatmı yeniden neşir meselesi. II
(1928) s. 385-387.
BAYSUN, M. CAVİD : Evliya Çelebî’ye dâir notlar. XH (1955) s. 257-264.
BORATAV, PERTEV N A İL İ: Köroğlu’na ait notlara ilâve. V (1936) s.
327.
FINDIKOĞLU, ZİYAEDDİN F A H R İ: Türkçe-Fransızca bir lügat. V
: (1936) s. 328-330.
FINDIKOĞLU, ZİYAFEDDİN F A H R İ: İtalyanca-Türkçe bir lügat. V
(1936) s. 330-331.
FINDIKOĞLU, ZİYAEDDİN FAH Rİ: İtalyanca-Türkçe bir lügat. VI
(1939) s. 347-350, 2 levha.
HAMİD HAMDÎ : Korkud’a ait. H (1928) 396-397.
HAŞAN FEHM İ: San’at tarihimize ait bazı notlar. H (1928) s. 398-401.
T Ü R K İY A T
M E C M U A S I B İB L İY O G R A F Y A S I
259
İNAN, ABDÜLKADİR: Türk kabile isimlerine dair. I (1925) s. 258-265..
İNAN, ABDÜLKADİR: «Bozkurd» hakkında. II (1928) s. 397.
İNAN, ABDÜLKADİR: Umay İlâhesi hakkında. II (1928) s. 444-446.
KİLİSLİ RİF’AT (BİLGE) : «Süheyl ü Nevbahar» a dair, ü (1928) s. 401409.
KİLİSLİ RİF’AT (BİLGE) : Divanı lûgat-üt-Türk’ün başmdaki makale. VI
(1939) s. 355-358
KİLİSLİ RİF’AT (BİLGE) : Divanı lûgat-üt-Türk’ün telifi tarihi. VI (1939)
s. 358-360.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Oğuz etnolojisine dâir tarihî notlar. I (1925)
s. 185-211.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Harzemşahlar tarihine ait. I (1925), s. 251254.
: ’
.
.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : «Aybet-ül-Kakâik»e dâir. I (1925) s. 255257.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : İlk Osmanlı sikkeleri hakkında II (1928)
410-412.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : «Germiyan Beyliği» tarihine ait. ü (1928)
s. 412-414.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Pinti Hamid. H (1928) s. 415-416.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : «Aydm Oğullan» tarihine ait. ü (1928)
s. 417-425.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : «Osmanzâde tâib»e dair. II (1928) s. 427430.
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : «Meddahlar» makalesine ait. II (1928) s.
430-436.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Klâsik Türk nazmmda rubaî şeklinin eski­
liği D (1928) s. 437-440.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Harzemşahlar devrinde bir Türk lisancısı:
«Muhammed bin Kays» ve eseri. 11(1928) s. 441-444.
260
S E V İM tL G Ü R B L
KÖPRÜLÜZADE, M. FU A D : Orta-Asya Türk dervişliği hakkında notlar.
XIV (1965) s. 259-262.
NECİB ASIM : «Kırgız» kelimesinin iştikakına dair. II (1928) s. 387-390.
NECÎB ASIM: «Kırk» sayısının aslı. 11(1928) s. 390-392.
TOGAN, AHMED ZEKÎ V ELİD Î: «Kert» mi «Kürt» mü?. II (1928) s.
392-396.
WÎTTEK, PA U L: Miscellanea. XIV (1965) s. 263-275.
D) H A B E R L E R
ATEŞ, AHM ET: Tahran’da İbn Sînâ Tören ve Kongresi. XI (1954) s.
234-237.
CAFEROĞLU, AHMET : Rusya’da-Azerbaycan’da Türkiyat haberleri. I
(1925) s. 336-343.
CAFEROĞLU, AHMET : Türkiyat Haberleri Moskova’da II (1928) s. 581.
CAFEROĞLU, AHMET : Türkiyat Haberleri Şimalî Kafkasya’da. H (1928)
s. 589-590.
’
.
'
CAFEROĞLU, AHMET: Türkiyat Haberleri Leningrad’da. II (1928) s.
590-592.
CAFEROĞLU, A HM ET: Azerbaycan Arkeoloji komitesi ihbârı (e. 1-2).
II (1928) s. 592-593.
CAFEROĞLU, AHMET: Azerbaycan Devlet Müzesi faaliyeti. II (1928)
s. 593.
CAFEROĞLU, AHM ET: Azerbaycan’ı tedkik ve tetebbu cemiyeti. II
(1928) s. 594.
EREN, HAŞAN: Haberler. IX (1951) s. 203-210.
KARAMANLIOĞLU, A L İ: Ananiasz Zajaskowski (1903-1970). XVI
(1971) s. 184-186.
T Ü R K İY A T
M E C M U A S I B İB L İY O G R A F Y A S I
261
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Türkiye’de, Fr.’da, îng.’de, Alm.’da, Maca­
ristan’da, Çekoslavakya’da, Bulgaristan’da, Belçika’da türkiyat ha. herleri. I (1925) s. 327-336.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Orta Asya’da Türk eserleri. II (1928) s.
562-563.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Urofesör Brawn’in vefâtı. II (1928) s. 581.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD: Clément Huart’m vefâtı. 11(1928) s. 637.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Wilhelm Thomsen’in vefâtı. ü (1928) s. 638.
KÖPRÜLÜZADE, M. FUAD : Türkiyat Enstitüsü. 11(1928) s. 549-551.
KURÂT, AKDES NİMET: Köprülüzade Mehmed Fuad Bey. E (1928)
s. 555-559.
KURAT, AKDES NİMET: Kazan’da Türkiyat haberleri. 11(1928) s. 621.
MEYAN BÜZRÜK : Türkistan’da türkiyat haberleri. I (1925) s. . 343-350.
ayrıca Yeni Kutadgu-Bilig nüshasından bir sahife.
SERTKAYA, OSMAN F. : Selçuklu Tarihi ve Medeniyeti Enstitüsü’nün
Simpozyumu (21. VIH. 1971 - 25. VIE. 1971). XVH (1972) s. 292295.
TÜRKİYAT ENSTİTÜSÜNÜN DİĞER NEŞRİYATI
1. W. Barthold, Orta Asya Türk tarihi hakkında dersler, 1972.
2. H.Â. Gibbons, Osmanh İmparatorluğunun kuruluşu (trc. Ragıb Hulûsi),
1928.
3. W. Barthold, Uluğ Bey ve zamanı (trc. Akdes Nimet), 1930.
4. Köprülüzade, M. Fuad, Millî edebiyat cereyanınınilk mübeşşirleri ve
Divan-ı Türkî-i Basit, 1928.
5. Kilisli Rifat, Maniler, 1928.
6. Köprülüzade, M. Fuad, Gevheri, 1929.
7. Köprülüzade, M. Fuad, Erzurumlu Emrah, 1929.
8. Köprülüzade, M. Fuad, Pir Sultan Abdal, 1929.
262
S E V İM ÎL G Ü R E L
9. Köprülüzade, M. Fuad, Onaltıhcı asır sonuna kadar Türk Saz şâirleri,
1930.
10. Köprülüzade, M. Fuad, Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman hikâyesi,
1930.
11. Pertev Nailî, Köroğlu Destanı, 1930.
12. F.V. Hasluck, Bektaşilik tetkikleri (trc. Ragıb Hulûsi), 1928.
13. -El-kavâninü’l-külliyye li-zabti’t-Türkiye, Müellifi meçhûl (nşr. Kilisli
r Rif’at), 1928.
14. Aziz bin Esterâbâdî, Bezm ü Rezm (nşr. Kilisli Rif’at), 1927.
15. Köprülüzade, M. Fuad, Influence du Chamanisme Turco-Mongol sur
les Ordres mystiques musulmans, 1929.
16. H.A.R. Gibb, Orta Asya’da Arap fütuhatı (trc. M. Hakkı), 1930.
İ 7. Max Silberschmidt, Venedik membalarına nazaran Şark meselesi (trc.
Ahmet Cemal), 1930.
18. Ahmet Refik, Anadolu’da. Türk aşiretleri, 1930.
19. Ahmet Refik, Osmanlı devrinde Türkiye madenleri, 1931.
20. Abdülbaki, Melâmilik ve Melâmiler, ,1931.
21. Abû Hayyâm, Kitâbü’l-idrâk li-lisâni’l-etrâk (nşr. Ahmet Caferoğlu),
1930.
22. Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, II (M üdür: M. Fuad
Köprülü), 1931-1939.
23. Ahmet Caferoğlu, Uygur Sözlüğü, I, H, IH, 1943-1948.
24. Köprülüzade, M. Fuad, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, c. I, 1935.
25. Ömer Lûtfi Barkan, Osmanlı imparatorluğunda ziraî ekonominin hu­
kukî ve malî esasları-Kanunlar, c. I, 1945.
İ s t a n b u l t o p k a p i s a r a y i m ü z e s in d e b u l u n a n
ŞAH İSMAlL-I SAFEVİ’YE AİT KUPA
Farrokh Malekzadeh
İran’ın çeşitli devirlerindeki geçirdiği parlak medeniyetleri ortaya koyan
binlerce sanat eseri, günümüzde dünyanın çeşitli müze ve koleksiyonların
önemli bölümlerini süslemektedir. Bilindiği gibi İslâm devri eserleri konusun­
da dünyanın en zengin müzelerinden^ birisi de İstanbul’daki Topkapi Sara­
yıdır. Bu müzede Türk eserlerinin yamsıra bir çok İslâm ülkelerinin eserle­
ri ve bu arada îranınkiler de muhafaza olmaktadır.
Islâm sanatı araştıncilan için çok önemli olan Topkapi Sarayı Müze­
sine yaptığım ziyaretlerden birisinde Hazine dairesinde .bulunan bir kupa
fazlasıyla dikkatimi çekti, ve incelememe konu oldu. Bu yazımın amacı ku­
payı kısaca tanıtmak ve değerlendirmek olacaktır.
Sarayın Hazine dairesine kayıtlı olan ve sergilenen bu kupa yeşim ta­
şından yapılmış olup, siyaha yakm yeşil renklidir. Gövde, boyun ve kulp
olarak üç ana kısımdan meydana gelmiştir. Kabın alt kısmı yekpâre olup
boynu ve ağzı dairevî ve açıktır. (Şekil 1) .
.
Kupanın gövdesi dilimli kesişen paftalara ayrılarak süslenmiştir. Bu
paftalar altın şeritler halinde kabartma olarak kupanın gövdesine yerleştiril­
miştir. (Şekil 6) Kesişmeyen paftaların, paylaştıkları kısımlar ise, içlerinde
yapraklardan oluşan çarkıfelek motiflerinin bulunduğu küçük madalyonlarla
birleştirilmiştir. Ayrıca fon altın tellerden yapılmış kıvrım dallarla süslen­
miştir. Kıvrım dallardan bir şırası gömme olarak yerleştirilmiş olup, yer yer
rumî motiflidir ve birleşme yerlerinde ayırma rumîler .meydana gelmiştir.
Diğer sıra kabartmadır ve üzerleri üç yapraklı çiçeklerle süslüdür. Bu kabart­
ma kıvrım dallar yatay kompozisyon meydana getirecek şekilde sıralanır.
Yani gömme olan, kıvrım dallar dikey, kabartma olanlar ise yatay kompo­
zisyonlara sahiptir. Boyun bordürü altın tel gömme, biri çiçekli, diğeri rumîli iki kesişen dal ile süslenmiştir. :
Kulpu (S) şeklinde olup efsanevî bir yılanı andırmaktadır. Hayvanın
FA RR O K H M ALEKZADEH
264
başı, kupanın ağzına, kuyruğu ise bedene yapışıktır. Kulpun bazı kısımları
gümüşten ve üstü mine işlemelidir. Bu kabın boyun kısmı en ilgi çekici kıs­
mıdır. Dört paftaya ayrılmış olup, içlerinde sülüs hat üe yazılmış kitabe var­
dır. Kabın diğer kısımlarından ayrılan bu kısmın zemini kıvrım dal tezyinatı
ile süslenmiştir. Kabın boyun kısmındaki paftaların içinde, sülüs hat ile aşa­
ğıda belirtilen satırlar yer alır :
(Şekil :
(Şekil;
(Şekil:
(Şekil:
2)
3)
4)
5)
Bu kupanın kime ait olduğu ve ne şekilde saraya girdiği hakkında Mü­
ze envanterlerinde ve diğer kayıtlarda hiç bir bügi verilmemiştir1.
Üzerinde Şah İsmaü adı geçen bu sanat eseri formu, süslemesi ve yazı­
tındaki lâkapların incelenmesiyle değerlendirilebilir. Kupanın genel formu
konusuna gelince, asırlar öncesinden beri kulplu porselen ve daha sonra ma­
denî kupalar pek çok milletler, bilhassa İr anlı sanatkârlar tarafından yapıl­
mıştır. Bu eserin farklı zamanlarda, devrin zevkine uygun olarak form deği­
şikliğine uğradığı bilinmektedir. Milâttan önce ,bininci yüzyılda ve bilhassa
Pers devrinden beri kadehler yapıldığı bilinmektedir2. İran ve diğer İslâm
ülkelerinde de çeşitli devirlerde buna benzer kaplar yapılmıştır, ve her devir
kendine has formu ve süsleme üslûbuna sahiptir3. İslâm sanatının cazip yön­
lerinden girişi de kaplarm, bazı kısımlarını süsleyen ve (daha çok boyun bördürlerini) saran bir kısım yazıtlardır. Ayrıca 12. ve 13. yy. Selçuklu devrine
ait kaplarda kulp kısmı tezyinat daha ziyade hayvan başı şeklinde görülür4.
Bu tür kaplar yüzyıllarca kullanılmıştır. 12. ve 13. yüzyıllara ait bu kaplarm
1 Müzedeki çalışmalarım sırasında Müze Müdürü Kemal Çığ beyin, yar­
dım ve zahmetlerinden dolayı kendilerine teşekkürü borç bilirim.
2 Pers devrindeki kulplu kadehler hakkında; F . Malekzadeh, «Sofya m ü­
zesindeki P ersler devri güm üş kadehi», Tarih A ra ştırm a la rı D ergisi, vol. 4-5
Tehran 1349 (1970), S. 1-16; R. Ghirshman, P erse Proto-Iraniens Mèdes.
Achèm èm indes 1963.
3 İran'ın İslâm î devirlerine ait kulplu kaplar hakkında : A.U. Pope, A
Survey of Persian A rt, IV London 1938.
4 Şu esere bakınız : İslam Sanatı yazarı Ernst Kühnel, Çeviren Mühendis
Huşangi Tahiri, Tehran 1347, S. 126.
Ş A H İS M A İL -! S A F E V İ’Y E A İT K U P A
265
gövdeleri altınla .süslenmiştir, ve bu tür seslerin genel şekü, kulpu,.boynu
ve' gövdesine dikkatle bakacak olursak sözü edilen kabm şeklinin köklü bir
geleneğe dayandığı anlaşılır5.. Bu kupanın şekil, süsleme olarak en yakın ben­
zerlerine 15. yüzyıl sonu Timurlu devri eserlerinde rastlanır. Meselâ, İngil­
tere’de özel bir koleksiyonda bulunan H. 889/M. 1484 tarihli madenî kupa
ile bu yeşim kupa aynı biçimdedir6. Ayrıca Timurlu devrinde aym formda,
boynu yazıtlı. ve kulpu hayvan başı şeklinde yeşim kupaların yapıldığını da
biliyoruz;7...Topkapı Sarayında koyu yeşim kupanın süslemesine 15. yy. Ti­
murlu devri madenî eserlerinde rastlandığı gibi, yine bu devir ve 16. yy. baş­
larına ait elyazma eserlerin tezhiplerinde de rastlanır. Meselâ Lizbon Gülbenkyan koleksiyonundaki H. 934/M. 1536 tarihli, Şiraz’da istinsah edil­
miş bir elyazmasının süslemeleri ile bizim kupanın üzerindeki süslemelerle
yakın benzerlik gösterir. Zeminin paftalara ayrılışı, içlerini süsleyen kıvrım
dallar her iki eserde de aym üslûptadır8. Erken Safevî kitap sanatmda gö­
rülen' bu tarz süslemelerin menşei Timurlu devri Herat sarayıdır ve bu üslûp
Herat’m Şah İsmail tarafından zabtından sonra Tebriz ve Şiraz’da yapılan
eserlerde daha çok kendini göstermiştir.
Kitabeler ve yazıların üslûbu da eserleri tayinde çok faydahdir. Arap
yazısı muhtelif devirlerde değişikliklere uğramış ve her devirde bir çeşit ya­
zı şekli kullanılmıştır. Şah İsmail devrinde, bilhassa tezyinatta bu kupada
kullanılan hatt-ı sülüs geçerli olmuştur9. Çiçekli kûfi hattın yanısıra 10. yy.
başlarında ortaya çıkan yuvarlak hath yeni bir hat «Hatt-ı Nesih» icad edil­
di. Hatt-ı Nesih yerini daha sonraki asırlarda Hatt-ı sülûs’a bırakmıştır10.
5
Ernst Kühnel, D ie K u n st des İslam, 1965, S. 135.
The A r t of Islam , Hayward Gallery, 8Apr -4 July 1976, S. 187, no. 209.
7 A y n ı eser, s. 129, no 114; E. Grube, The W orld of Islam , N ew York and
Toronto 1966, fig 75.
.8 Oriental Islam ic A r t Collection of the Calouste Gulbenhian Foundation,
Lisboa/M aio 1963, no. 125.
9 Ahmad Tacbahş, Safeviler D evrinde İran, Tebriz 1340, 280.
10 Islam Sanatı, S. 280.
H att-ı N eshi icad eden ibn Mogleh-ı Vezir’dir. Bu hatt-m m eydana gelmesile diğer Arap hatt’ları yürürlükten kalkm ıştır. Bu sebeble ona hatt-ı Nesih
adını verdüer ve Kur’anı Kerimi de o h att’la yazdüar ve ona hatt-ı Kur’anî de
derler. H att-ı Nesih hatt-ı Sülûs’e bağlıdır.
Bu hatt-m üstadları başında; Cemâl ed-Din Y akut-ı Müsta'şım, Cemâl eddin Fahhar-ı Şirâzî, Ahmed Sadıkı-yı Rûmî, ‘Abd el-Bâki Danişmend-i Tebrizi,
‘Ala .bak-ı Tebrizi, Aka Ibrahim-i Kûmî, Molla Ahmed-i Tebrizî, Molla ‘Abd-algafur-ı Herevî, gelir. Bk. S afeviler D evrinde İran, S. 279-280 ve Mevlana Golam
6
FA RR O K H M ALEKZADEH
266
Hatt-ı nesih süslülük bakımından çok gelişmişti. Bu bakımdan Kur’an’ın
kufî hattı ile aynı dereceye yükseltildi. Harflerin bâşiyesi yaldızlanırdı ve de­
seni kıvnmdallarla süslenirdi11. Hatt-ı nesihin yerini alan hatt-ı sülüs de pek
güzel oluşu sebebi ile binalarda ve çeşidi sanat eserlerinde ve bu cümleden
olarak adı geçen kupada da kullanılmıştır.
Şah İsmail’in lâkapları hakkında bilgimiz şöyledir12: Bu padişah hicrî
907 (1501-2)’de Tebriz’e geldikten sonra kendisini İran Şâhı diye andı, taç
giydi ve Abu’l Muzaffer Şah İsmail al-Hadı Al-Vah lâkabım aldı13. Taç
giydikten sonraki ilk Cuma günü 12 şiî imamı adma hutbe okuttu ve kendi
namına para bastırdı: (Peygamber sülâlesine çok alâka duyduğu için) pa­
raların bir yüzüne v m «jbljj j c _ Jl
jf- _ «|| Vl «!l V ve diğer yüzüne
«Ali 4İ»-
j â h U _y\ ^1^1
J i L J l ¿dU l—ti
«j’lkL-j
JLj
yazılmasını, etrafma da 14 ma’sum’un isimlerinin basılmasını emretti14. Ku­
panın üzerindeki lâkapların Şah' İsmail Safevi’ye ait olduğunun kesinlikle be­
lirmesi için bu kısa makalede Şah İsmail-ı Safevi’ye ait sikkelerden üç örnek
(İran Bastan Müzesinden) seçerek, sikkelerin arkası ve yüzündeki yazılan
inceleyelim16. İlk sikkenin bir tarafında (Şekil: 7) j c - C u l « ) l V
¿1
cümlesi ve onun altında şu tertiple imamların adları: Ali-Hasan,
Hüseyin-Ali, Muhammed-Cafer, Musa-Ali, Muhammed-Ali, Hasan-MuhamMuh. H aft K alam i-yi Dıhlavi, H a tta tla r teskeresi, K elkette baskısı, S. 23 ve
‘Abd-al-Muh. H an-ı İranı, H attın ortaya çıkışı ve H a tta tla r K ita b ı, Çihrenema
matbaası, Mısır 1910, S. 104-390.
11 İslâm Sanatı, S. 280.
12 Safevi hanedanının kurucusu Şah îsm a ’il, baba tarafından nesebi m eş­
hur ârif Şeyh Safuyyüd-Din Ishak-ı Erdebilî (610-730)’ye ulaşır. Ana tarafından Akkoyunlu Türkmenlerine ve Komnenos imparatorları adlı Tirabezon hıristiyan sultanlarma varır. 25 Recep 892 hicrî/17 Temmuz 1487 Salı günü doğ­
muş ve 907 hicrî/1501 milâdîde padişah oldu: bk. Dr. Mucir-i Şeybânî, S afevi
Şahlığının Teşküi, Tehran 1346, S. 73-74 ve Dr. ‘Abd-al H usayn-ı Nevâ-i, Şaft.
İsm a’l Safavî, Tehran, 1347, S. 34. Şah İsm a’il-in şeceresi hakkında şu esere ba­
lanız : K ita b -ı Silsile-t en-neseb-i S afaviye, Berlin tabı, 1924, S. 10-13 ve K ita b -ı
Iranşahr, 1 cild 1342, S. 433.
13 Dr. Nizam-ad-Din Mucir-ı Şeybanı, S afeviler Şahlığının Teşküi, (M illî
Birliğin D iriltilm esi), Tehran 1346, S. 88.
14 A y n ı eser, S. 89.
15 Burada, değerli yardımcı, îran E ski Eserler Müzesi Sikkeler ve Mü­
hürler kısm ı reisi, Şah îsm a ’il sikkelerine ait fotoğrafları, tetkik için, bana v e­
ren Y ası efendiye teşekkürü borç bilirim.
Ş A H ÎS M A İL -Î S A F E V İ’Y E A İT K U P A
med ve sikkenin ardına (Şekil: 8)
_^kl.l j>l Jlyi
267
J j ÜI jlkU l
cümlesi yazılmıştır. Bu sikke yukardaki satırlardan da anlaşılacağı gibi Herat’ta basılmıştır. Bilindiği gibi Şah îsma’il 916 hicride Horasan tarafına ha­
reket etti ve 916 Şabanın otuzuncu günü (2 Aralık 1510)’da Merv’de Şaybak hanm ordusuna karşı kazandığı zaferden sonra Herat’a girdi ve gelene­
ği gereğince zafer kazanan Şah, yani Şah İsma’il adına para basıldı. Adı ge­
çen sikkede şu cümle yazılıdır16: \ \ i ¡¿jlT} ol^ J-Û3 ikinci sikkenin bir
yüzünde (Şekil: 9) û ıljj J c ¿ılJj—jjî1 ûılVıJIV
«cümlesi haşiyede 12
imamın adı basılmıştır. Bu sikkenin arka yüzünde (Şekil: 10) JjUI jlü J I
{¿yu* (jl»
ı)-***.J aIa
yİ (jlyll c£^l$H
cümlesi
yazdıdır. Üçüncü sikkenin bir yüzünde ve sikkenin ortasında yer alan
karenin etrafında (Şekil: 11)
¿ ıljj J c «Sıljy—j jf- üılVl <tll ^ «cümlesi
ve dört kısma ayrılan karenin içinde 12 imamın adı anılmıştır. Bu sik­
kenin diğer yüzünde (Şekil: 12) J^^-l eli y h 11 yİ J^O I JaUijUalJI
4,‘UaL-j î Cl. üjUU- cümlesi yazılmıştır17. Bu sikkelerden Şah
İsmail’in lâkabı kesinlikle belli olmaktadır. Üzerinde durduğumuz sikkeler­
den başka tarihî kaynaklar, belgelerde bu lâkabı doğrulamaktadır. Mesela;
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Çarmuk da Şah İsmail’e gönderdiği
mektup . .. ¿ t i ûıljJUl jjl^
cümlesi ile başlıyor18. Aynı şekilde Os­
manlI Sultam 26 Cemaziyülevvel 920 hicrî (17 Temmuz 1514) de Safevi
Sultanına hakaretle dolu türkçe bir mektup göndermiştir ve mektubun baş­
lığı da
t i ■ûılçLjj.slf. J-Mc-I cümlesi iledir19. Aynı şekilde 1515 de Safevi
ve Osmanlı savaşlarında geçen bazı olaylara ait bazı kayıtlarda Şah îsma’il’in
lâkabının doğruluğunu bize teyid etmektedir. Meselâ, «................... Sultanın
emrile, Emir Muzaffer-ed-Din-Cihanşah Karakoyunlu emrile yapılmış olan
Cihanşah Mescidi, ve Uzun Hasan’a ait olup Şah Isma’il’in emrile yıkılan
16 K itab-» îrarışahr, 1. Cild, Tehran 1342, S. 229
17 Yazar, sözü edilen kabın yazıtlarını v e Şah İsm a’ü’in sikkeleri üzerin­
deki kelim eleri (k i bu m akalede yazılm ıştır) m ütalea edip aydınlığa kavuşturan
değerli Profesör Dr. Menuçihr Sutude’ye teşekkürü borç bilir.
18 Teşkü-i Şahinşahî-yi Safavi, S. 189.
19 ‘Abd-til Husayn-ı N evâfî, Şah Ism a’il-i Safavî, Tehran 1347, s. 165-166
ve 173-174; T eşkil-i Şahinşahî-yi Safavî, S. 184.
268
FA RRO K H M ALEKZADEH
Haşan Padişah Mescidi tamir edilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in 1514 yılında
Tebrize girişinin ertesi günü yâni Recebin 17. Cuma günü namaz kılmak için
gittiği Haşan Padişah Mescidinde hutbe okunuşu sırasında hocanın Selim’in
adı yerine «Şah İsma’il’in adını şu jU. j j Ç J-*-1
yİ jUaUl l>jllalJl
şekilde verdiği, Türk kumandanların onu öldürmek istedikleri fakat Sultan
Selim’in emrile bundan vazgeçtiklerini bir eserden öğreniyoruz20. Şah îsma’il’in lâkaplarım veren bir diğer örnek İsfahan'ın belli başh ziyaret yerlerinden
biri olan Harun-ı Vilayet adh anıt ve çinili kapı kemerindeki kitabedir. Şah
İsmail devri eserlerinden olan 918 tarihli kapı üstündeki çini yazıtta Arapça,
binaların Şah İsma’il’i Safevi zamanında yapıldığı anlatılmaktadır21. Bu yar
zıtta da Şah îsma’il’in adı şu lâkaplarla jk. j-iÇ
eli jlkL-Jl
zikredilmiştir22. Bu kitabe Hatt-ı sülüs iledir ve lâcivert desen üzerine küçük
beyaz çini parçaları ile yazılmıştır. .
,
Daha önce de belirttiğim gibi, bu kupanın ne sebeble, nasıl ve ne za­
man Osmanlı sarayına girdiği hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Fa­
kat İran ve Osmanlılar arasındaki siyasî ilişkilerine bakılacak olursa belki
adı geçen kupanın İran’dan çıkış tarihi yaklaşık olarak tayin edilebilir. Özel­
likle Şah İsma’iİ Safevî’nin Osmanlı devleti ve bilhassa Yavuz Sultan Se­
lim ilişkileri ve Çaldıran savaşma varan çekişmeleri sonucunda Sultan Se­
lim galip gelmiş ve Safevilerin başkenti Tebriz’e girmiştir. Savaş sonunda
altın ve gümüş bir çok ganimet Türk askerlerinin eline geçti. İranlı sanatkâr­
ların yaptığı eserlerin güzelliği Sultan Selim’in çok hoşuna gitti. Bu sebeble,
şahlık tacı, bir miktar mücevherat ve şâir, nakışçı, yazar, altın işlemeci," ha­
lıcı, ciltçi ve ipek böceği yetiştirici mütehassıslardan ibaret, topluca sayıları
bir kaç yüz civarında olan bir grubun İstanbul’a götürülmesini emretti23. Bel­
ki de savaş ganimetleri arasmda bu cazip kupa da24, nefis ve değerli eşya­
20 Teşkü-i Şahinşahî-yi S afaviyye, S. 206.
21 Tarihî Binalar ve E s k i İran Y erleri F ihristi, Tehran 1345, S. 27 ve 28.
22 A. Godard, A th ar-E Iran. Tome H, Harlem 1937, S. 65
Lutf-ullah Hunerfar, Tarihî E serler H âzinesi İsfahan, Tehran 1344, S. 360369. Safevî padişahlarından ve bilhassa Şah Ism a’il’den İran ve İran dışında
kenar ve köşelere dağılm ış câzip eserler kalmıştır. Onlardan biri Bağdad; yakı­
nındaki Mescid-i Kazım ayn’dir ve tanınm ış Alman bilgini Ernst Kühnel binayı
ve altm kubbelerini tanıtıp zikrederken, mescidin Şah İsm a’il’e ait ve 1519 ta­
rihli olduğunu söylüyor, bk. adı geçen eser, S. 184.
23 Teşkü-i Şahinşahi-yi Safaviyye, S. 208.
24 Bu kabın tarihlerinin teşhisi ve tayini hususunda saym Profesör Dr.
‘Abbas Zamani’ye yardımlarından dolayı teşekkürü borç büirim.
Ş A H IS M A lL -I S A F E V Î’Y E A İT K U P A
269
dan olarak, Sultan Selim’in hâzinesine girmiş olabilir. Bazı îranlı bilginler de
bu konuya değinmişlerdir. Örneğin Dr. Ahmad-ı Tacbahş, Kitâb-ı İran dar
Zaman-ı Safaviyya’da sayfa 288 de «
Bu tür kapların bir miktarı İstan­
bul Topkapı Sarayı Müzesinde mevcuttur....» demekte ve ayrıca «... Topkapı Sarayı müzesinde bir bel kayışı vardır. Şah İsma’il’in adı ve üzerinde
913 tarihi yazılıdır. Buna ilâveten, altınla süslü gümüş kaplar, adı anılan
müzede mevcuttur ve belki Osmanlı Sultam Selim, Şah İsmail ile yaptığı sa­
vaşın ganimetleri cümlesinden olarak onları elde etmiş olabilir» diyor. An­
cak hatırlatalım ki, bu ana kadar Çaldıran Savaşı ganimetlerinin tam listesi
bulunmamıştır ve tarihçilerden hiç biri de bu kupayı anmamıştır. Bu sebeble
üzerinde durduğumuz kupanm Osmanlı Sarayma Yavuz Sultan Selim tara­
fından getirildiği kesinlikle söylenemez. İran ve Osmanlı ilişkilerinin Şah
İsma’il’den sonra devam etmesi sebebi ile, daha sonraki yıllarda, hediye ola­
rak bu kupa Osmanlı sarayına gönderilmiş olduğu da düşünülebilir. Bu gü­
zel kupa Osmanlı sarayma ne şekilde ve ne zaman gelmiş olursa olsun üzerin­
deki yazı Şah îsma’il’i Safevî’nin resmî lâkabıdır. Bu lâkab sikkelerinin üze­
rindeki yazılar, mescidler ve diğer eserlerdekiler ile aynıdır. Tarihî kaynak­
lar da bunu teyid etmektedir. Kabm şekli ve süslemesi Safevî devri başların­
daki sanat özelliklerini yansıtır. Bütün bu özelliklerden anlaşılacağı gibi üze­
rinde durduğumuz kupa Şah îsma’il zamanında onun adına yapılmış olan er­
ken Safevî sanatının günümüze gelen en güzel eserlerindendir.
F. MALEKZADEH - Levha I
271
Şekil 1 — İstanbul, Topkapı Sarayı’nda bulunan Şab îşm ail-i Safavîye
âit kupa.
F. MALEKZADEH - Levha II
272
Şekil
2—
Sulûs hattı ile boyun yazıtının ilk kısm ı
(
Şekil 3 — Sülüs hattı üe boyun yazısının ikinci kısm ı (
J-sUl jlL i—ll )
|
J|^)|
)
F. MALEKZADEH - Levha m
273:
Şekil 4 — Sülüs h attı ile boyun yazısının üçüncü k ıs m ı(^ j iJ I j l i
e li)
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 18
274
F. M ALEKZADEH - Levha IV
Şekil 5 — Sülüs hattı ile boyun yazısının dördüncü kısm ı
J U -üıl 4U-)
MALEKZADEH - Levha V
275
Şekil
Şekil 7 — Şah İsm ail’e âit bir
sikke (Tehran, İran Bastan mü­
zesi).
6
Şekü 8 — Şah İsm ail’e âit (7
nolu) sikkenin diğer yüzü (Teh­
ran, İran Bastan m üzesi).
276
F. M ALEKZADEH - Levha VI
Şekil 9 — Şah İsm ail'e âit bir
sikke (Tehran, Iran Bastan müz esi).
Şekil 10 — Şah İsm ail'e â it (9
nolu) sikkenin diğer yüzü (Tehran, İran Bastan m üzesi).
Şekil 11 — Şah İsm ail'e âit bir
sikkenin bir yüzü (Tehran, Iran
Bastan m üzesi).
Şekü 12 — Şah İsm ail’e â it (11
nolu) sikkenin diğer yüzü (Teh­
ran, Iran Bastan m üzesi).
1 8 6 9 ’da f a a l
İSTANBUL
MEDRESELERİ
Mübahat S. Küîükoğlu
I
İslâm ilim hayatında XI. asırdan îtibâren medreseler1 büyük rol oyna­
mış ye sayısız âlimler yetiştirmiştir. Osmanh Türkleri ise medreseyi bem ya­
pı, hem tedrisat bakımından geliştirmişlerdir. Büyük külhyeler içindeki med­
reseler yanında küçük manzumelerin bir parçası olan medreseler ve hatta
müstakil medreseler2 de bina etmişlerdir.
Fetihten ve Sahn-ı Seman medreselerinin yapılmasından sonra, devlet
merkezi olduğu gibi ilim merkezi haline de gelen İstanbul’da padişahlar baş­
ta olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamları ve bazı saray mensublan ta­
rafından pek çok medrese inşa olunmuştun Yalnız Koca Sinan’ın baş mi­
marlığı sırasında İstanbul’da yapılan medreselerin sayısı, 6’sı Süleymaniye
medreseleri olmak üzere 55’i bulmaktadır3.
1 «Medreselerin çekirdeği» kabul edilecek fıkıh tedris eden ilk müessese
X. asırda açılmıştır. XI. asır başlarından îtibâren diğer İslâmî ilimler; 1066’da
Selçuklu veziri N izâm ü’l-mtilk tarafından tesis edilen N izâm iye medresesinin
faaliyete geçişinden sonra ise m üsbet ilimler de medreselerde okutulm ağa baş­
lanm ıştır (Şehabeddin Tekindağ, «Medrese dönemi», Cumhuriyetin 50. yılında
İstanbul Ü niversitesi, İstanbul 1973, s. 3-7).
2 Sem avi Eyice, «Mescid», İslâm A n siklopedisi (İA ), V m , 117-118.
3 N akkaş Saî M ustafa Çelebi, «Tezkiretü’l-ebniye» (T E ), M im ar Sinan
H ayatı, E seri I, M im ar Sinan’ın hayatına, eserlerine dair m e tin le r, Hazırlayan
R ıfkı Melûl Meriç, Ankara 1965, bâb-ı sâlis, s. 93-99. Prof. Tekindağ (s. 18-19),
Süleymaniye medreselerini tek medrese olarak kabul etmiş, Mehmed A ğa med­
resesini [bu medrese, Darüssaade A ğası Mehmed A ğa’nm hâlen Çocuk E sirge­
me Kurumu tarafından kullanılan Divanyolu’ndaki medresesi (inşa tarihi 990/
1583-84) olmalıdır] ise listeye alm am ış olduğu için bu sayıyı 49 olarak göster­
mektedir.
278
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
XVn. asrın son çeyreği başında ise İstanbul’daki medrese sayısının
126’ya vardığı görülmektedir4.
Fetihten XIX. asra kadar İstanbul’da inşa edilmiş medrese sayısı ise
500’ü aşmaktadır5. Ancak bunların büyük kısmı yangın, zelzele gibi âfetle­
re mâruz kalarak yıkılıp yok. olmuş veya terk edilmiş, bu sebeble de XIX.
asra ulaşamamıştır.
Bir kısım medreseler ise faaliyetini devam ettiremez duruma geldiği hal­
de müderris tayin edilmeğe devam olunmuştur. Bunun içindir ki hangi tarih­
te ne kadar medresenin faal olduğunu tesbit güçleşmektedir.
1286 (1869) tarihli İstanbul medreseleri listesi
Neşrimize esas olan, Konya İzzet Koyunoğlu Müzesi Kütübhanesi, Nr.
13363’deki, devrin şeyhülislâmının emriyle 13 Rebîülâhır 1286 (23 Tem­
muz 1869)’da hazırlanmış bulunan liste, sadece, bu tarihte sayılan 166’yı
bulan faal İstanbul medreselerini ihtiva etmektedir.
Listenin diğer husûsiyetleri ise şöylece sıralanabilir:
1. Her medresenin mevcûdu ayn ayrı kayd edilmiştir6.
2. Toplam nüfus yanında her medresede,
a) kaç ders-i’amm bulunduğu7,
4 Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü’l-beyan f i K avânin-i  l-i Osman,
l’Institut des langues Oriental (Leningrad), Nr. 357, 8a; Tekin dağ, s. 21. 1660’lardaki bir m edrese listesinde İstanbul’da 122 medrese sayılm aktadır (M. K e­
m al özergin, «Eski bir Rûznâme’ye göre İstanbul ve Rum eli medreseleri», T a­
rih E n stitüsü D ergisi {TE D ), sayı 4-5, İstanbul 1974, s. 275-78). Ancak, sadece
«nefs-i İstanbul» ile «Eyyüb» kazalarındaki medreselere yer verilip Galata ve
Üsküdar'ın alınm adığı listenin, o tarihte İstanbul’da m evcud bütün medreseleri
ihtiva ettiği söylenemez.
5 «İstanbul medreseleri hakkında bazı kaynaklar» adlı basılm amış etü­
dünden istifade etm em e imkân verdiği için arkadaşım . M. Kemal özergin ’e te ­
şekkür etm ek isterim..
6 «D er-sa’d d et v e Büâd-ı Selâse’de vâ k i’ m edâris ve derûnunda sâkin nü­
fûsun m ıkdân n ı m übeyyin hulâsa» (DBSM ), Üniversite Kütübhanesi, TY Nr.
9069’da (Osman Ergin, T ürkiye M aarif Tarihi, I, 115’de adı geçen Yüdız Kütüb­
hanesi 19850-160 Nr. h liste budur) da, medreselerin m evcudları gösterilm ekle
beraber, sadece toplam verilmiş, teferruata inilmemiştir.
7 D ers-i’amm hanesinde (.) bulunması o medresede ders-i’amm bulunma­
dığını gösteriyor olmalıdır.
İs t a n b u l
m edreseleri
279
b) her dersi ne kadar talebenin takib ettiği8 ve,
c) bu tarihte medreselerde hangi derslerin okutulmakta olduğu gö­
rülmektedir.
XIX. asrm ortalarında okutulan dersler şunlardır: Arabca grameri,
mantık ve İslâmî ilimler.
Arabca gramerinden sarf tek ders, nahiv, izhar ve kâfiye olarak iki ayri
ders halinde görülmekteydi9.
Mantık, Fenârî10, tasavvurat ve tasdîkat11 olarak ayrılıyordu.
Akaid şehrinde Adûdîye ve Sa’deddin-i Taftazanî’nin Akaid şerhi12 oku­
tuluyordu. Kadı Mır adıyla verilen ders, Hüseyin Kadı Mir’in Hidâye şerhi13,
Celâl ise Celâleddin-i Devvânî’nin İsbatü’l-vâcib adlı kelâma dâir eseri14 idi.
XVI.
asırda medreselerde okutulan riyaziye ve tabiî ilimlerin terkinden
sonra XVIII. asrm sonlarından îtibâren artık tefsir ve hadis tedrisi de ihma­
le uğradığından15 üstemizde bu derslerin adma da rastlayamıyoruz.
3. Listenin sonunda, bu tarihte İstanbul medreselerinde toplam olarak
a) kaç ders-i‘amm bulunduğu,
8
Dersi takib eden, talebe olmadığı da (.) ile gösterilm iştir.
9 Medreselerde okutulan bazı sarf ve nahiv kitabları için bk. M. Lütfü Bil­
ge, İlk Osmanlı M edreseleri, İst. Üniv. Edebiyat Fakültesi, basılmamış doktora
tezi, s. 94-98. XIX. asır ortalarmda bunlardan hangüerinin okutulduğu kesin ola­
rak tesbit edilememiştir.
10 Fenârî, el-Ebherî’nin Isagoji adlı eserinin Molla F en ârî tarafından İlm -i
M îzan adıyla yapılm ış şerh ve haşiyelerine verilen isimdi (Tekindağ, s. 27).
11 Tanzimattan sonra tercüme ve telif olarak m eydana getirilen mantık
kitablarının esasmı, îbn-i Sina’da mükemmel şeklini alan A risto m antığı teşkü
eder ve m antık Ibn-i Sina’ya bağlı kalınarak ta sa vvu ra t ve ta sd îk a t adlarıyla
incelenir. T asavvur, «herhangi bir şeyin idrâki», ta sd ik ise «iki idrak arasında
bağ kurmak suretiyle elde edilen bilgi» olarak tarif edilir. Tasavvuratta beş tü­
m el kavram (cins, tür, ayrım, özellik ve ârâz), tasdîkatta ise kaziyye, kıyas ve
isbat şekilleri incelenir (N ecati Öner, T anzim attan sonra T ürkiye’de İlim ve
M antık A nlayışı, Ankara 1967, s. 17-18, 51-52).
12 Tekindağ, s. 29.
13 K a d ı Mir, el-Ebherî’nin H idûyetü’l-hikm e adlı eserinin (bk. Kâtib Çe­
lebi, K eşfü ’z-zünûn, n , İstanbul 1972, s. 2028), Kadı Mîr Hüseyin b. Mu’înü’d-dın
el-Meybûdî el-Hüseynî (ö. 1265) tarafından yapılm ış şerhi olup 1) mantık,
2) tabiiyat, 3) üâhiyattan m üteşekküdi (K eşfü’z-zünûn, n , 2029).
14 Muammer Eroğlu, «Devvânî», t A , U t, 566; Tekindağ, s. 29.
15 Tekindağ, s. 31.
280
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
b)
her derse ne kadar talebenin devam ettiği ve
• . c) bütün medrese talebesinin sayısı da verilmiştir16.
Buna göre, 1869’da İstanbul medreselerinde 5369 talebe bulunmakta,
bunlardan 93’ü.hıfza çalışmakta, 578’i sarf, 3027’si nahiv olmak üzere 3605
tieb e ^abçâ grameri görmekte, 1101 mantık (374 Fenârî, 610 tasavvurat,
11.7 tasdîkat), 287’si akaid şerhi, 108’i Kadı-mîr, 182’si ise Celâl okumak­
taydı. Tâyin bekleyen 213 ihezıin bulunan medreselerde 180 ders-i'amm da
ders vermekteydi- Bu suretle hoca ve talebelerin toplam sayısı 5769’a ulaşı­
yordu.
-r;iTalebelerin dağılış şekline gelince i 16 Fatih medresesindeki talebe sa­
yısı; toplam olarak 833’e ulaşmakta, bunu 482 talebe ile Süleymaniye me<L
reseleri takib. etmekte, daha sonra Ayasofya (198), Sultan Ahmed (146), Tabhane (133) ve Papâs-zâde Mustafa Paşa (88) medreseleri gelmekteydi.
: En az talebesi olan medreseler ise, Ferhad Paşa (3) ve Şemsi Paşa (4)
olup, onları Şah-ı Huban ve Mi’mar Haşan Ağa (5) ile Şah Sultan, Muhyiddîn-i Kocavî ve Nişancı Paşa-yı ‘atik medreseleri (6) takib etmekteydi.
Listenin bu mükemmelliği yanında bazı eksiklikleri de mevcuddur. Şöy­
le k i :
1)
Medreseler, ekseriya, sadece bânisinin ismi ile verilmiş, yerleri ve
meselâ Sahn-ı Seman ve Süleymâniye’de olduğu gibi ayrı ayrı adlan belirtil­
memiştir. Bü bakımdan,
‘ a) bir şâhsın binâ ettirdiği birden fazla medrese olması halinde17,
b) ayni adı taşıyan birden fazla bânî ismi olması halinde18, şâyed lâka. 16 Liste tek bir yaprak üzerine yazılm ış olduğu v e cild yapılırken katlan­
mış. bulunduğundan kat yerlerine gelen bazı rakamlar okunamamaktadır. Bun­
lar, her iki istikam etteki sayılar toplanmak suretiyle doldurulmağa çalışılm ış­
tır. Ayrıca, liste sonunda yapılan toplamlarda da bazı hatalar bulunduğundan
doğruları ,hemen altında ve parantez içinde gösterilm iştir.
.
- . 17' Meselâ, Çorlulu A li P aşa’nın Çarşıkapı’daki iki m edresesi (Nr. 61 ve
62)nden hangisinin «ûlâ», hangisinin «sânî» olduğunu; Darüssaade A ğası Mehmed A ğa’nın iki medresesi. (Nr. 130. ve 151)nden hangisinin Divanyolu’ndaki,
hangisinin Çarşamba’daki olduğunu tayine imkân yoktur.
18 Listede Nr. 49, 50 ve 51’deki medreselerden 49 «Sinan Paşa», 50 ve
51 ise «Paşay-ı mumaüeyh» olarak k a y d . edilmiştir. Bu üç medreseden ikisi
(Çarşıkapı ve Fethiye Câmi’i avlusundaki) sadrazam Koca Sinan P a şa (ö. 1596),
üçüncüsü (Beşiktaş’taki) ise Kapdan Sinan P aşa (ö. 1 5 5 5 )’ya âid olduğu halde;
hem hepsi ayni şahsın gibi gösterilm iş, hem de hangisinin neredeki olduğu belirtümemiştir. Bunun gibi, İbrahim P aşa (Nr. 86 ve 87), Valide Sultan (Nr. 40
ve 41) medreselerinden birineüere isim yazılm ış, İkincilerde ismin başm a «diğer»
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
281
bı verilmemişse, num aralanmış medreselerden hangisinin neredeki veya ki­
me âid olduğunu tesbit hemen tamâmen imkânsızdır.
. 2) Listenin bir diğer za’fı da, padişah ve sultanların yaptırttıkları med­
reseler istisna edilirse, muayyen bir sıra takib edilmeyip gelişi güzel, yazıl­
mış olmasıdır.
Gerçekten, ilk 32 medrese, Fâtih Sultan Mehmed’den başlayarak I. Abdülhamid’e kadar, saltanat sır asma göre, padişahların yaptırtmış oldukları
medreselere ayrılmış, Nr. 33’de Şehzâde medresesi kaydedilmiş, 34-42 ara­
sında, ise sultanların .yaptırttıkları medreselere yer verilmiştir. Nr. 43’den
sonra gelen medreseler ise,
.. . a) ne şehir plânı göz önünde tutularak19, ............
kelim esi ilâve edilmiştir. Bunlardan, İbrahim Paşalardan birine sıfatı, Valide
Sultanlardan birine ise ism i yazılm ış olsa idi, diğerleri de kendiliğinden ortaya
çıkm ış olacaktı. Nitekim, listedeki İbrahim Paşalardan diğer ikisine, «Atik»
(Nr. 85) ve «Dâmad-ı Cedîd» (Nr. 65), Vâlide Sultanlardan birine «Atik» (Nr.
42). sıfatlarının ilâvesi, bunların yerlerinin belirlenmesini sağlam ıştır. Mehmed
Paşalardan sadece bir tanesinin sıfatının konmaması, bunun «Sokollu Mehmed
Paşa» olduğunda şübhe bırakmamaktadır.
19 Son devirlere âid görebildiğimiz m edrese listelerinde şehir plânı göz
önünde tutularak sıralam a yapılm ıştır. DBSM’de belediye dâireleri esas tutul­
muştur. 74 medrese bulunan birinci dâire de Bayezid - Çarşıkapı - Saraçhane-Şehzadebaşı - Lâleli - V efa - Süleymaniye - V ezneciler - Mahmud P aşa - C ağaloğluSultan Ahmed - A yasofya - Bahçekapı - Küçük A yasofya - Divanyolu semtlerin­
deki medreseler; 59 medrese bulunan ikinci dâirede F âtih - Çarşamba - Fethiye F atih N işancası Haliç tarafı - Cibali - Zeyrek - Haydar - Kadı Çeşmesi - Ka’riye Eyüb semtlerindeki medreseler; 34 medrese olan üçüncü dâire de Saraçhane Kıztaşı - Fatih tetim m eleri - Sarıgüzel - Fatih N işancası caddesinin Marmara ta ­
rafı - Darüşşafaka caddesi ile F evzi P aşa caddesi arası - Fındıkzâde - Topkapı Vatan caddesi - A ksaray - H aseki - Koca M ustafa P aşa - Edirnekapı semtlerin­
deki medreseler mümkün mertebe sıraya riâyet edüerek yazılm ıştır. A ltın cı dâi­
re, Tophane (1); dördüncü dâire, Beşiktaş (1); dokuzuncu dâire ise Üsküdar’­
daki medreselere (4 ) ayrılm ıştır.
İstanbul’da m evcud m edreselerin esâm isi, [Üniversite Ktb. Nr. 8869 (ÎM E)]
ye D ers V ekâleti M edrese ve M üderris D efteri [(DVM D), İstanbul Müftülüğü
Arşivi, numarasız]’nde takib edilen, sıra hemen hemen aynı olup A yasofya’dan
başlayarak Bayezid’e gelinm ekte, Süleymaniye - V efa - Şehzadebaşı ve Saraçha­
ne’deki medreseler kay d. edildikten sonra Fatih cihetine geçilmektedir. Eyüb’e
kadar uzanıldıktan sonra geri dönülerek Karagümrük - Fındıkzâde - H aseki Koca M ustafa P aşa sem tleriyle sur içi bitirilmekte, daha sonra Beşiktaş - Top­
hane ve Üsküdar’daki medreseler kayd edümektedir. Eğer listem izde de böyle
bir sıra takib edilm iş olsa idi karşılaşılan güçlüklerin çoğunun halli kabil ola­
caktı. Her ne kadar Çorlulu A li P aşa ve N işancı Mehmed P aşa (Nr. 90, 91 ve
282
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
b) ne kuruluş tarihine göre,
c) ne de binişinin mevkii düşünülerek tertib edilmiştir20.
Halbuki, medreselerdeki talebenin derslere göre dağılışı yarımda medre­
selerin İstanbul’daki dağılışı da gayet ehemmiyetlidir. Medreselerin yerleri,
husûsiyle bazı şartlar göz önünde tutularak mı seçilmiştir, yoksa gelişi gü­
zel, bulunan bir arsa üzerine mi inşa edilmiştir?
İşte bu noktadan hareket edilerek önce medreselerin yerlerinin tesbitine çalışılmış, bunun için de diğer bazı medrese üsteleri ile İstanbul harita ve
plânları, hatta 1920 lerde yapılmış kadastro paftalarından istifade olunmuş­
tur.
Ancak, hemen üâve etmek gerekir ki, bugünkü İstanbul, değil bir asır
evveü, 10 sene öncekinden dahi hayü farklıdır. Bu farklılık, sadece yeni yol­
lar açılmak, yeni binalar yapılmaktan ibaret k almamıştır. Cadde ve sokak
isimleri büyük çapta değiştirilmiştir21. O kadar M bazan aynı isimdeki bir
sokağın istikametinde farklılık 22 görülmektedir. Bu sebeble, sadece üsteler
92) gibi yanyana bulunanların halli bu takdirde dahi kabil olamaz idiyse de
M A B S’de birer tane, fak at diğer listelerde ikişer tane olan Mihrümah Sultan
(Nr. 35) ve Râkım Efendi (Nr. 112) medreseleri de dâhil, diğerleri kesin ola­
rak tayin edilebileceklerdi.
20 Listenin medreselerin derecelerine göre tertib edilmiş olm ası da müm­
kündür. Ancak, medreselerin o tarihteki derecelerinin tesbiti m aalesef mümkün
olamamıştır.
21 Bazı yerlerde bu değişikliğin yapılm ası zarûrî görülmektedir. Zira, Hırka-i Şerif caddesi (İst. B , D 4), Lütfi P aşa caddesi (İst. B , D5) gibi birbirine
dik iki sokağın aynı adı taşım ası uygun olamaz. Fakat, böyle bir zarûret olma­
yan durumlarda da isimlerin değiştirildiği az değildir. Meselâ, Zincirlikuyu caddesi’nin (İst. B , D 5) adı değiştirilerek Edim ekapısı tarafındaki kısm ına B asan
Fehm i P aşa, F atih tarafındaki kısm ına F atih N işanca caddesi (İstanbul Şehir
Rehberi, 1971 (ŞR ), pafta 19, 1/39-40) adları verilmiştir. Bu iki caddenin bir­
leştiği noktadan H alice doğru inen Mehmed A ğ a caddesi, S aray A ğ a sı caddesi
olarak değiştirilmiştir. Çarşam ba caddesi (İst. B , D 5), D arüşşafaka caddesi (ŞR,
pafta 20, 1/40); T aksim sokağı (İst. B , D 4), Ocaklı sokağı (ŞR , pafta 26, î/4 1 ) ;
Gağaloğlu caddesi (İst. B , B 4), B ilâliahm er caddesi (ŞR , pafta 26, N -0/43) ve
son olarak Prof. K â zım İsm ail Gürkan caddesi; D evoğlu yokuşu (Istanbulşehri-Rehberi, 1934 (ÎR ), pafta 5, î- H / 8), Prof. Cemil B ilsel caddesi (ŞR , pafta
26, M /41-42); Musalla caddesi (ŞR , p afta 26, K /44) ise pek yakında Güvendik
sokağm a çevrilmiştir. Bu değişiklikler arttıkça eski yapıların yerlerinin tesbiti
de güçleşmektedir.
22 Meselâ, B atıcılar caddesi vaktiyle Sultan Selim m edresesi önünden A k­
saray’a doğru inen caddenin (bugünkü Vatan caddesi) (İst. B , D4) ism i iken,
şimdi, F evzi P aşa ve V atan caddelerini birleştiren cadde (ŞR , pafta 25, 1/42; 26,
J/41), bu adı taşımaktadır.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
283
ve plânlarla çalışmak da yetmemiş, medreselerin bulunduğu semtler adım
adım dolaşılmış, hatta, zaman zaman o semtlerin yaşlıları ile de görüşülerek
hatır alarmdan istifade edilmeğe ve yerlerinin bugünkü İstanbul plânı üze­
rinde tesbitine çalışılmıştır. Bütün bu gayretlere rağmen yine de birkaç med­
resenin -semti hariç- yerini tam olarak tesbit mümkün olamamıştır.
. İstanbul’daki dağılışı îtibâriyle medreseler, umumiyetle büyük külliyeler etrafında, en kesif olarak da Fatih Camii civarında toplanmışlardır23.
Bunda, fethi müteâkıb tesis edilen Fatih külliyesi medreselerinin bura­
da oluşu ve medreseler arası hoca ve talebe mübâdelesi dolayısiyle medre­
selerin, birbirine kolayca gidilip gelinecek mesafede olmaları düşüncesi rol
oynamış olmalıdır. Şöyle ki, talebe, sadece yatıp kalktığı (veya hücre sa­
hibi olduğu) medresede ders görmez, ilminden istifade etmek istediği diğer
23 Listemizde, yalnız bugünkü Darüşşafaka caddesi üzerinde 9 medrese
tesbit edümektedir. D arüşşafaka caddesi ile Karadeniz caddesi arasında kalan
kısımda 11,. F atih Camii ile F evzi P aşa - Yavuz Selim - Darüşşafaka caddeleri
arasında 4, N işancı Mehmed P aşa Camii cıvarmda 11 m edrese sayılmaktadır.
Bu sahayı Fethiye Camii’ne kadar genişletirsek, 7 medrese daha ilâve edebüiriz.
Buna göre Fatih Camii’nin kuzeyinde Fethiye - Sultan Selim Camüeri ile Ka­
radeniz caddesi arasmda -Fatih medreseleri hariç- 42 medrese mevcuddur ki
bu kesafete başka hiçbir sem tte rastlanmaz. Bugün mevcud olmayan F atih Tetimme medreselerinin güneyinde kalan Sarıgüzel- Saraçhane - Horhor’daki med­
reselerin sayısı, doğuda A tatürk Bulvarı sınır olm ak üzere, 8’i bulmaktadır.
Süleymâniye Câmii etrafındaki medreseler, F atih civârına kıyasla daha az­
dır. Süleymaniye - Şehzadebaşı arasmda 10, Şehzadebaşı - Lâleli arasmda 10, Süleym aniye’nin alt kısm ında ise 2 olmak üzere 22 medrese vardır.
Medreselerin toplandığı diğer bir yer Çarşıkapı - Çenberlitaş olup 10 med­
rese sayümaktadır.
Sultan Ahmed - Gülhane arasmda 9, Cağaloğlu - Mahmud P aşa arasmda 6,
Küçük A yasofya civarmda 5 medrese tesbit edilmektedir.
Koca M ustafa P aşa (2), Cerrahpaşa (3), H aseki (3), Fmdıkzâde - Vatan
caddesi (4) semtlerinde ise medreselerin sayısı çok azdır.
Bu sayüan sem tler dışında birbirinden uzak semtlerde inşa edilmiş medre­
seler de vardır. Tophane’de Kılıç A li Paşa, Beşiktaş’ta Sinan Paşa, Topkapı’da
Gazi Ahmed Paşa, Kumkapı N işancası’nda N işancı-i Atik, Silivri kapısı yakı­
nında Sayd-ı Cenan Kalfa gibi.. Ancak bunlar, sonuncu istisna edüirse, külliyeler içinde yer almaktadır.
Bir de kesif iki bölge arasmda yer alan medreseler vardır. A tatürk Bulvarı’nda Gazanfer Ağa, F ü yokuşu’nda Hâmid Efendi, Haydar’da Haydar P a­
şa, Elhac Haşan Paşa, vs.
Üsküdar tarafındaki medreseler ise az olup birbirine de pek yakm değildir.
Eyüb’deki medreselerden listemizde yalnız İbrahim Han-oğlu’nun adına
rastlanmaktadır.
284
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
hocaların da derslerine devam ederdi. Ancak, o günkü şartlar içinde şehrin
uzak semtleri arasında gidiş-geliş hayh güçtü. Nitekim, son devir medresele­
rinin yetiştirdiği seçkin bir ilim adamı olan Cevdet Paşa, mesafe uzaklığının
doğurduğu güçlüğü Tezâkir’iade dile getirmiştir24.
Bundan başka medrese yerlerinin seçiminde şehrin nüfus kesafeti ve
nüfusun terekküb tarzının da rol oynamış olması tabiîdir. Gayr-i müslim te­
baanın çoğunlukta olduğu semtlerde medrese bulunmaması veya tek-tük bu­
lunması bunun en açık delilidir.
Medreselerin külliyeler etrafında toplanmalarının bir diğer sebebi de
akar sn temini endişesi olsa gerektir25. Zira, medrese talebesinin, medreseler­
de kendilerine tahsis edüen hücrelerde yatıp kalkması ve işlerini kendilerinin
görmeleri28 akar suyu zarûrî kılmaktadır27.
Yukarıda belirtilen hususların tesbiti için yapılan çalışmalarda, bu ko­
nuda şimdiye kadar yapılmış olan araştırmalarda -malzeme yetersizliğinden
doğan- bazı eksiklikler ve yanlışlıklar bulunduğunun görülmesi, ileride bun­
lar üzerinde yapılacak çalışmalara bir ışık tutabileceği ümidiyle, bizi, liste­
mizdeki her medrese için kısa bilgiler vermeğe -veya münakaşalar yapmağa24 Medrese tahsili için İstanbul’a gelen Cevdet Paşa, D arüşşafaka caddesi
üzerinde -bugün m evcud olmayan- Papas-zâde Ahmed P aşa medresesinde bir
hücre bulmuştu. Daha sonra Bahçekapı’daki Hamîdiye m edresesi imtihanına
girm iş ve «hâriç İtibariyle bir odanın tahsisatına nâü» olmuştu. Bu medresenin
hâriç talebesi her sabah Sultan Abdülhamid Han türbesinde cüz okuyarak tah­
sisatını alırdı. Bu vazife ve tahsisatı bevvaba terk eden Cevdet Paşa, hareketinin
sebebini şöyle izah eder : «Fakat derslerimiz F atih cıvârmda bulunduğu ci­
hetle dâhil îtibâriyle Medrese-i Hamîdiye’de ikamet bence güç olduğu gibi, Çar­
şamba pazarından her sabah Yeni Câmi’e gidip gelm ek müşkil olduğundan cüz
okumak üzere bevvâbı vekü edip hissem ize âid olan vâridâtı dahi ana terk
ederek yalnız şeref-i îtibâriyle iktifa eyledik» (T ezâkir, Cavid Baysun neşri,
Ankara 1967, IV, 6).
25 H alkalı suyunun zam anla teşekkül eden v e Fatih, A tik A li Paşa, Süleymaniye, Bayezid, Nuruosmaniye, Köprülü Mehmed Paşa, Sultan Ahmed, Sa­
ray, Ebussuûd, Kasım Ağa, Lâleli, Koca M ustafa P aşa adlarıyla anılan su yol­
larına «cevâmi’-i şerife suları» denilmekteydi (S. Eyice, «Îstanbul-Su tesisleri»,
tA , V /2, 1214/85).
26 «Dâima talebeden biri yem ek pişirir ve şâir hizm etleri görürdü» {Tezâ­
kir, IV, 6).
27 A kar suyu bulunmayan medreseler de vardı. Hususiyle küçük medre­
selerde kuyu suyu kullanılmaktaydı. DVM D’deki 1330 (1914) tarihli raporlarda
F atih medreselerinin bir kısmının dahi akar suyu bulunmadığına işaret edüm işse de bu, ârızî bir durum olsa gerektir.
İS T A N B U L . M E D R E S E L E R İ
285
sevk etmiştir. Ancak, bugün mevcud olan ve üzerinde çeşidü araştırmalar ya­
pılmış bulunan medreselerden çok, ortadan kalkmış olan, yahut mevcud neş­
riyatta ihtilâf veya yanlışlıklar olduğu görülen medreselere ağırlık verilmiş,
diğerleri hakkında fazla tafsilâta girişilmemiştir.
Araştırmalar esnasında, medreselerin yerlerini tesbit hususunda karşı­
laşılan güçlükler de tetkike bazı plânlar ilâvesini lüzumlu kılmıştır.
Bugün, bir kısmının arsasının yerini dahi tesbit etmek kabil olmadığı
halde, bazı eski paftalarda görülebilen medreselerin yerlerini gösteren plân­
lar, bu paftalardan alınarak aynen verilmiş; ayrıca da -1869 tarihli liste esas
tutularak- medreselerin İstanbul’daki dağılışını gösteren bir plân eklen­
miştir28.
28 Medreselerin bu plândaki yerleri, U L kısım da her medresenin adı ■>">.nmda ve parantez iğinde gösterilm iştir.
n
2 Sultan-ı müşarünileyh
tâ
l
§S)
«S
H
S
S
fe
8
4
E» S
oa
« -a
58
9
3
5
70
2
6
3
-
5
-
11
1
%
o
Serh-ı
akaid
JL (A
rt ö
■o 9
«i
«
a9
N
1
'
S
S aa
o
IİHÎİml-i medilrİH
pa ‘-®
£ a
1 Ebu-feth ve’l-megazî
Sultan Mehemmed Han
Kadı-mîr
CEDVEL-t MEDÂRlS-t ÂSİTÂNE VE BÎLÀD-I SELÂSE
i«s
. 3
»
»
84
1
3
11
-
2
-
7
1
4
»
»
78
5
1
1
2
2
-
7
1
5
»
»
90
3
1
5
-
7
1
24
3
6
»
»
60(59)
1
3
5
-
7
1
8
2
7
»
»
74
8
3
4
1
8
-
4
6
58(57)
5
3
4
1
1
1
6
-
-
7
3
9
' -
8
9
»
»
38
-
(1)
(2)
(1)
1
10
»
»
31(33)
-
1
1
(1)
1
41
1
2
-
-
2
1
6
1
11
12
»
»
25
-
1
-
-
2
-
5
-
13
» '
»
25
o
2
-
-
4
' -
1
1
14
»
»
24
1
3
-
-
2
: ’ -.
- .
-
15
»
»
41
3
1
I
-
2
-
8
2
16
»
»
36
2
1
—
5
2
6
133
5
7
1
2
7
19
9
198
10
7
2
3
4
6
20
12
5
8
1
17
Tabhâne-i Sultan-ı müşârünileyh
18 Ayasofya-yı kebîr-i
Sultan-ı müşârünileyh
19 Ayasofya-yı sagîr-i
Sultan-ı müşârünileyh
50(55)
_
3
4
,
20
Sultan Bâyezîd-i Velî
23
-
1
-
8
2
-
5
-
21
Sultan Selim Han
51
-
-
1
-
2
-
4
.
22
Sultan Süleyman Han
69
1
4
2
4
3
3
6
5
23
Sultan-ı müşârünileyh
72
3
2
2
1
4
-
8
6
24
»
»
83
3
2
-
3
2
5
9
8
25
»
»
' 83
3
1
-
2
9
5
7
26
»
»
76
3
3
6
1)
O
-
4
1
4
12
27
»
»
59
1
1
-
1
4
-
13
4
28
»
»
40
-
2
-
-
4
-
I
1
146
3
8
-
4
1
3
14
5
29
Sultan Ahmed Han
30
Sultan Osman Han
29(39)
-
-
-
9
-
-
11
2
31
Sultan Mustafa Han
10
1
3
-
1
1
-
-
_
32
Sultan Abdülhamid Han
89
14
5
1
-
1
_
_
2
33
Şehzâde
61
3
1
2
2
3
-
8
3
34
1
2
-
1
2
_
2
2
34 Haseki Sultan
Tasavvurat
S
a
*4
10
5
1
-1
11
1
13
2
1
-
2
1
3
-
-
2
1
12
4
1
1
3
2
2
1
3
2
2
6
-
18
15
4
-
1
_
1
2
7
5
3
-
-
-
1
-
-■
3
8
-
2
3
-
1
6
8
-
35
7
8
-
1
-
-
-
-
-
9
1
3
4
1
-
2
-
-
-
-
2
2
9
7
1
2
11(18)
1
1
2
-
1
-
3
-
2
2
4
2
40
-
-
1
6
(1)
-
-
5
12
6
6
-
67(66)
4
3
2
4
2
1
4
1
29
12
4
-
48 Rüstern Paşa
4-3
1
1
4
1
3
(2)
9
6
13
2
1
-
49
23(25)
1
-
1
-
2
1
2
2
12
1
3
-
50 Paşa-yı mûmaileyh
12
7
3
2
2
Paşa-yı mûmaileyh
31
_
51
52
Siyâvuş Paşa
57
2
1
26
24
a
1•o
h3
O
Fenarî
a
U
z s
35 M ihrüm ah Sultan
<HS
H■
43
-
-
-
-
1
1
1
1
t
M
23
36 Gevherhan Sultan
27
-
-
1
2
3
1
2
2
6
-
-
-
-
-
-
-
22
-
1
-
-
-
-
15
-
-
2
-
-
-
39 Mirzeban Sultan
40 Valide Sultan
55
1
-
1
8
-
41
21
-
2
-
-
42 Valide-i Atik
21
2
5
-
43
74
5
1
44 Ishak Paşa
20
1
45 Dâvud Paşa
25
46 Koca Mustafa Paşa
47
2 <sS
| ^
Esttml-i medarla
37
Şah Sultan
38
îsmihan Sultan
Diğer Valide Sultan
M ahm ud Paşa-yı Velî
Pîr Mehmed Paşa
Sinan Paşa
5
2
1
S
V)
1
9
1
-
-
1
1
1
-
-
4
-
1
-
54 Kuyucu M urad Paşa
49
3
4
-
-
-
-
2
2
24
4
10
-
55
51
3
2
1
1
4
1
2
1
27
6
-
3
56 Bayram Paşa
26
-
1
-
-
-
-
5
5
10
5
-
-
57
M urad Paşa-yı atik
24
-
3
2
-
-
1
1
-
10
7
-
-
58 Köprülü Mehmed Paşa
37
1
1
3
-
1
-
3
7
10
6
5
-
59
38
5
-
-
-
-
-
5
1
14
6
7
-
60 Amuca-zâde Hüseyin Paşa
58
1
3
2
1
3
1
8
6
14
10
8
1
61
Çorlulu Ali Paşa
39
2
4
1
1
1
4
5
-
14
4
3
-
62
Paşa-yı
26
2
2
-
-
1
-
3
-
10
1
6
1
63
Ferhad Paşa
3
-
-
-
-
1
-
-
1
1
-
-
-
64 Cedîde-i Es-seyyid Haşan Paşa
33
2
3
-
1
3
-
4
1
9
7
3
-
65
Damad-ı Cedîd İbrahim Paşa
30
4
2
-
-
3
-
2
1
6
10
2
-
66
Mehmed Paşa
64
1
1
1
-
1
1
9
6
14
10
20
-
67
Cezâyirli Ahmed Paşa
12
1
-
-
-
-
-
2
-
4
4
1
-
68
Şemsi Paşa
4
-
2
-
1
-
-
-
-
1
69
Şemsüddin Molla Gürânî
30
1
-
2
1
1
1
1
-
19
3
-
1
70 Efdal-zâde
29
-
-
1
-
1
-
7
3
4
13
-
-
71
17
.
1
_
2
_
4
1
6
3
53 Hadım Haşan Paşa
Hâfiz Ahmed Paşa
Merzifon! Mustafa Paşa
mûmaileyh
M a’lûl-zâde
.
_
-
izhar
Tasavvurt
Kadı-mJr
S
CQ
■a
i «
iH '3W
1
*4
1
17
9
1
-
6
14
2
3
-
1
3
4
7
2
-
-
2
-
17
2
2
1
1
-
-
1
13
4
1
-
-
1
1
2
9
10
7
-
-
1
-
3
1
6
1
15
17
4
-
M
fa
(3
1
73 Es’ad Efendi
26
-
-
-
-
7
1
1
3
8
74 Yahya Efendi
37
2
-
-
-
-
1
3
4
75 Hâm id Efendi
30
1
-
4
-
-
-
-
76 M u’id Ahmed. Efendi
21(20)
1
1
-
-
1
-
28
1
1
2
-
-
78 Debbağ-zâde Mehmed Efendi
24(23)
1
2
-
79 Feyzullah Efendi
26
-
-
3
80 Yahya Tevfik Efendi
48
-
-
77
Cedîde-i Abdurrahim Efendi
S
15
^
Serh-i
akaid
28
Adad-ı
nüins
a
'3
0
^
o
£
ıs
M.
d9
N
l
-
I
03
¡3
O
63i
EH
AS
1>
ps .=
-
S -a
M
Es&mİ-i medûris
fc i
72 Zekeriyya-zâde
81
D arü’l-hadis-i Ö m er Hulûsi Efendi
55
-
-
5
-
4
1
7
2
15
14
6
1
82
Kılıç Ali Paşa
10
-
-
-
-
-
-
-
2
3
1
2
2
83 Atik Ah Paşa
46
1
i
-
2
1
-
9
7
11
8
6
-
84 H aydar Paşa
36
1
-
-
-
2
-
1
1
15
1
14
1
85 İbrahim Paşa-yı atik
40
1
-
-
-
-
-
5
8
14
7
4
1
86 İbrahim Paşa
32
-
1
-
-
1
1
5
2
10
8
4
-
87 Diğer İbrahim Paşa
12
-
1
-
1
-
1
2
3
1
2
-
35
4
1
4
3
1
12
5
5
-
88
Kemankeş K ara Mustafa Paşa
89 Etmekci-zâde Ahmed Paşa
55
90 Nişancı Mehmed Paşa
41
-
91
35
92
Paşa-yı mûmaileyh
»
»
{1)
1
-
4
-
9
1
23
15
1
1
5
1
3
1
-
5
2
10
7
6
1
-
-
4
-
3
-
7
1
8
10
2
-
34
-
-
3
-
1
-
4
3
12
9
1
1
6
-
1
-
1
-
1
-
-
1
-
2
93
Nişancı Paşa-yı atik
94
Cedide Ali Paşa
37
1
-
1
-
3
2
3
3
16
3
5
-
95
Gazi Ahmed Paşa
16
-
1
-
-
2
-
-
3
6
3
-
1
96
Papas-zâde Ahmed Paşa
30
-
1
-
1
4
-
-
4
12
6
2
-
97
Müftî Hüseyin Efendi
17
-
-
2
1
-
-
3
-
8
3
-
-
98 Abdülhalim Efendi
20
1
1
2
-
7
-
-
4
4
1
-
99
16
1
1
1
-
1
-
3
6
1
-
100 Perviz Efendi
23
1
-
1
1
-
-
2
2
5
3
7
1
101
Moravî Elhac Osman Efendi
14
-
1
3
-
2
-
-
1
4
2
1
-
102
M i'm ar Sinan Yusuf Efendi
13
-
1
-
-
1
-
1
-
5
5
-
-
9
2
1
-
-
1
-
2
-
1
2
-
-
-
1
-
-
1
-
-
1
11
-
2
2
105 D arü’l-hadis-i İzzet Mehmed Efendi 48
1
-
-
-
-
-
-
2
29
7
9
-
106 K aba Halil Efendi
21
-
1
-
-
-
2
2
4
12
-
-
107 Haşan Efendi
38
-
-
1
7
-
3
7
14
3
3
-
108
28
2
2
-
5
1
2
5
9
1
D arü’l-hadis-i Misli Ali Efendi
103 Tûtî Abdüllâtif Efendi
104 Damad Mehmed Efendi
Mustafa Efendi
16(18)
1
1
1
eS
2
m
1S «'Ss
fc 8
109
i gs
**s
10
K a’riye
110
Ca’fer Efendi
111
Dülger-zâde Ahmed
112
Rakım Efendi
113
Nuh Efendi
8
114
Veli Efendi
9
115
Kıbrısî Abdullah Efendi
13
116
Ebu’l-fazl M ahmud Efendi
25
117
Ankaravî İsmail Efendi
27
118
Cedide Ahmed (Mehmed) Efendi
32
119
Ali Efendi
21
120
İbrahim Han-oğlu
14
121
Şeyh Ebu’l-Vefa
36
Esami-i medftris
tş
13
Şemsüddin Ef.24
20
122 Şah-kulu
36
123 Şah-ı H uban
5
124 Yahya Güzel
14
125 Emre Hoca
22
126
Hoca Üveys
127
Ümm-i Veled
128
Sayd-ı Cenan Kalfa
129
Elhac Beşir Ağa
26
130
Mehmed Ağa
19
131
Ca’fer Ağa
36
132
Tevkı’î Ca’fer Efendi
31
133
Uncu Hafız Efendi
20
134
Defterdar İbrahim Efendi
11
135
Defterdar Ahmed Çelebi
35(36)
136
Papas-zâde Mustafa Paşa
90(88)
137
Hekim Çelebi
42(41)
138
Hekim-başı Ömer Efendi
28
139
Çavuş-başı Süleyman Ağa
18
140
Sekban-başı K ara Ali
17
141
Has-oda-başı
27
142
Süleyman Subaşı
67
143
Nazır Hüseyin Ağa
21
144
İbrahim K ethüda
21
145
Kapu-ağası M ahmud Ağa
10
23
24
,
18
I
Fenari
Kâfiye
24(19)
-
2
1
1
-
2
4
1
7
-
-
38
-
1
1
-
-
-
2
7
7
10
10
_L 03
Es&ml-i medâris
146 Kayış Mustafa Ağa
147
D arü’l-hadis-i Haşan Ağa
a3
•< H
®S
s
ps .*
1!
£S
S
h
•M
09
ın
çalışmakda
Tasavvurat
I
1p 'öo
* a
izhar
Celâl
•B
es
M
1
Şerh-i
akaid
Me’zun
I,
a
t)
M
aı
aN S
<w
*3
MS
1
-
148 D arü’l-hadis-i Bosnavî
15(16)
1
-
1
-
3
-
3
1
2
2
2
1
149 D arü’l-hadis-i Baba M ahmud
Bekir Ağa
22
-
-
1
-
4
-
-
4
7
4
2
-
150
Gazanfer Ağa
25
-
2
-
-
2
-
-
5
6
7
3
-
151
Mehmed Ağa
14
1
-
-
-
2
-
4
1
4
1
1
-
152
M i'm ar Haşan Ağa
-
1
-
1
-
1
1
1
-
153
M i'm ar Kasım
1
2
7
4
1
-
2
4
8
7
4
1
5
-
18
-
1
-
-
2
-
154 Kepenekci Sinan
28(29)
-
1
-
-
2
-
155 Koğacı Dede
31
-
-
1
-
9
2
-
-
10
3
6
-
156 Rahıki-zâde
11(9)
-
2
-
1
-
-
-.
2
2
2
-
-
42
-
-
1
-
2
-
10
1
10
8
9
1
158 Kirmasti
21
-
-
-
-
2
-
7
1
6
5
-
-
159 Kalender-hane
45
-
5
-
-
1
1
8
-
7
17
6
-
6
-
1
-
-
-
-
2
-
-
3
-
-
1
1
4
3
5
1
8
6
3
1
157
Elhac Hasan-zâde
160 Muhyiddin-i Kocavî
161
33
Çayırlı
}
162 îsmet Beğ
12
1
163
Küçük
12
-
-
-
-
1
164 Uçbaş
36
-
1
-
-
-
1' - ■
165 Hayriye
21
1
-
-
-
5
•
166 Ahmediye
11
-
1
-
-
1
■ -
YEKÛN
5776
(5769)
178
(180)
1
214
(213)
2
382 108
(182)
'
-
290
116
(287) (117)
2
5
1
-
1
6
3
1
4
3
15
10
3
-
1
1
10
3
-
-
1
2
1
2
1
2
609
(610)
372
(374)
1787
-
1245 583 92
(1240) (578) (93)
296
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
m
Abdullah Efendi medresesi (bk. Küçük medrese)
98 Abdülhalim Efendi medresesi (G 5)
Fâtih’de Darüşşafaka ve Haliç caddelerini birleştiren OÜukcu Yokuşu
üzerinde, inişte sağ tarafta ve Mislî Ali Efendi medresesinin yanında bulun­
maktaydı1. 1914’de müştemilâtı üe birlikte harab olduğu, 13 Haziran 1918’
1 Necib, İstanbul Rehberi, 1918. R eşat Ekrem Koçu, «Abdülhalim Efendi
medresesi», İstanbul A nsiklopedisi (îs. An.) ve ondan naklen Sem avi Eyice,
«İstanbul'un kaybolan bir eski eseri : Kazasker Ebu’l-fazl Mahmud Efendi med-
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
297
deki Fâtih yangınında ise arsa haline geldiği tesbit edilmektedir2.
Abdürrahim Efendi medresesi (bk. Cedîd Abdürrahim Efendi)
117 Ankaravî İsmail Efendi medresesi (1 6)
Şehzadebaşı’nda, Belediye sarayı ile güneyindeki Hoşkadem mescidi ara­
sındaki sahada yer alan bu medrese, yakınındaki mescid dolayısiyle «Hoş­
kadem medresesi» adıyla da anılır3.
Belediye Sarayı’nm inşası sırasında tamir görmüş olan medrese, kapı
kitabesine göre 1119 (1707)’de4 yapılmıştır. Görülebilen bütün medrese lis­
telerinde «Ankaravî İsmail Efendi» olarak kaydedilen medresenin isminin
«Ankaravî Mehmed Efendi» olarak düzeltilmesi gerekmektedir5. Zirâ. 1097resesi», Tarih D ergisi (TD ), X /14 (1959), s. 148’de Abdülhalim Efendi medre­
sesi ile Ankaravî İsm ail Efendi medresesi (buna bk.) aynı gösterilm iştir. Ger­
çekte ise bu iki medrese tamam en farklıdır. Devrine âid kaynaklarda Abdül­
halim Efendi medresesi’nin daima Otlukcu Yokuşu’nda olduğu kayd edildiği g i­
bi Pervititch’in İstanbul plânında da (pafta 36, Fâtih, İstanbul 1933) Otlukcu
Yokuşu’nda ve Misli A li Efendi medresesi yanında harabesi bulunduğu işaret
lenmiştir. Bk. Şekil 1.
2 İstanbul M üftülüğü Arşivi, D ers V ekâleti M edrese ve M üderris D efteri
(DVMD), numarasız, s. 112.
3 Bu medresenin bir adının «Abdülhalim Efendi medresesi» olduğu hak­
kında İs. An. «Abdülhalim Efendi medresesi» maddesindeki ifâde yanlış olma­
lıdır.
4 Kitabedeki tarih b eyti şöyledir :
♦Ni’me
kavlun lüle fl târlbihâ Tilke dârun cârehâ ‘flmu’I-cenıfl»
J. von Hammer (XVIII, 125/213)’in verdiği inşâ tarihi doğru değildir. Bk. Re­
sim 1 ve 2.
5 E ski Eserleri Koruma Encümeni (E E K E )’ndeki 372 numaralı Ankara­
vî medresesi dosyasmda İstanbul V akıfları Başmüdürlüğü’nce hayrat defterle­
rinden istifâde edüerek hazırlanan raporda, «Şehzadebaşı’nda Hoşkadem mahal­
lesinde, Kırıktulumba caddesinde Ankaravî İsm ail ve Mehmed Efendiler vak­
fının mazbutadan 1119 tarihinde inşâ edilmiş bir medrese mevcud olduğu yazılı
bulunmuş ve Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün 14.XH.1939 tarihli tahriratında
m ahall-i mezkûrda (Ankaravî Mehmed Efendi m edresesi üe yine o civarda sermîmârân-ı hassa merhum H acı Kasım A ğa) Darülhadis vakıfları kütüğünde
m ukayyed olup her ikisinin de vakfiyeleri müseccel bulunmadığı ve İsmail
Efendi medresesi kaydına tesadüf edilmediği» resmen ifade olunmuştur.
Ankara Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde bizzat yaptığım ız araştırmalarda da
«Ankaravî İsm ail Efendi» ism i üe kayıdlı bir medrese bulunamamıştır.
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
298
.
1
*
* *
i \xî*/
x»
v . '.
«i 1,
.'
uiji*»î2î Itsö ie t î v s r r f ü A Tİ?
,İJ
• i.
$öR
- .
4C„ „
" .¿'s?*
.,
><-
,
:.û 3t<ü»-&3'a7.lr,b0
feiösîm
h
*
ü d f f c î Î « ' - » $ - 3 '’r-l-c,
'■<
v -
^
~ J i ü f B İ : d m 4 & f â ^ & î s a * & k & ı i i 'm S
Resim 1 — Ankaravî İsm ail (Mehmed) Efendi m edresesi dershanesi
(avludan görünüşü)
İS T A N B U L . M E D R E S E L E R İ
299
98 (1686-88)6 tarihleri arasında meşihat makamını işgal etmiş olan Ankaravî Mehmed Efendi’nin Ankara’da çeşidli vakıflan ve vasiyeti mucibince bu
vakıfların geliriyle İstanbul’da inşâ edilmiş bir medresesi olduğu7 bilinmek­
tedir.
Resim 2 — Ankaravî İsm ail (Mehmed)
Efendi m edresesi kitabesi
166 Ahmediyye medresesi (G15)
Üsküdar’da, Ahmediyye mahallesi’nde Ahmed Dede mescidinin yerin­
de Tersane Emini Ahmed Ağa tarafından inşâ edilen câmi, medrese, kütübhâne, türbe, sebil ve çeşmelerden müteşekkil külliyenin bir parçasıdır. Câ-
6 İlm iye Salnâm esi (İS ), İstanbul 1334, s. 487’de ölümii 1099 (1688) ola­
rak gösterilmiştir.
7 «Ankara şehrinde bir câm i'-i şerif ve hücerâtı müştem ü bir medrese-i
lâtif binâ eyleyüp 24 kadar çeşm e icra ve bir hammam-ı dü-güşâ ve âyende vü
revende içün kerbânsaray ve bir m ekteb-i bî-hemtâ binâsiyla....» Şeyhî Mehmed
Efendi, V ekayiü’l-fudelâ (V F ), Beşir A ğ a Ktb. Nr. 479, I, 432 b.
300
M Ü BA H A T S. KÜTÜK OĞ LU
mi’in kitâbesindeki tarih 1134 (1721-22) olduğuna göre İÜ. Ahmed devrin­
de inşâ edilmiş: demektir8.
: 10-119 pdası vardır.
119 Ali Efendi m edresesi (1 7)
Medrese listelerinden birinde Ruznamçeci Ali Efendi olarak kaydedilen
medresenin. Irgad Pazarı civarında Haşan Ağa mahallesinde10 bulunduğuna
işaret olunmaktadır. DVMD’de ise «Bayezid civarında, Tavşan Taşı’nda»
bulunduğu.kayıthdır. Defterdeki raporlarm tanzim tarihi olan 1914’de «muhterik, arsa halinde» görülen medrese bugünkü Midhat Paşa caddesi ile Abı­
hayat sokağı köşesinde bulunuyor olmak idi11.
.60 Amuca-zâde H üseyin P aşa medresesi (H 6)
Klâsik Türk mimarîsinin son örneklerinden olan ve câmi, medrese, kütübhâne, açık türbe, sebil ve çeşmeden meydana gelen 1700’de inşâ edilmiş
külliyenin bir parçası, bulunan medrese12, Saraçhane başında, Eski Saraçhane
sokağmdadır.
. . 1940 ye 1957’de tamirine teşebbüs edildiği halde bugünkü haline an­
cak 1960’da getirilebilmiş13 olup, halen Vakıflar Genel Müdürlüğü Türk İn­
şaat ve San’at Eserleri Müzesi olarak kullanılmaktadır.
8 Ayvansarayî Hüseyin Efendi, E adikatü ’l-C evâm i (HC), İstanbul 1281,
ET, 206; J. von Hammer, E istoire de VEmpire Ottom an, Hellert tere., P aris 1841,
XVIII, 128.
9 DVMD, s. 182’deki 1330 tarihli raporda gayet rutûbetli 5-6 odası oldu­
ğu ve ancak 6 talebe ikamet edebileceği kaydedildiği halde, ayni yerde 1334’de
ilâve edilen notta oda sayısı 10 olarak gösterilmektedir. İstanbul Ansiklopedi­
s in d e ise oda sayısı 11 olarak verilmektedir.
10 İstanbul’da m evcud m edreselerin esâm isi (ÎM E), İstanbul Ü niversitesi
Ktb. TY 8869, Nr. 34.
11 DVMD, s. 34; İst. E , pafta B3.
12 E C , I, 91-92; Sem avi Eyice, P e tit guide â tra vers les monum ents Byzantins e t Turcs (PG ), İstanbul 1955, s. 78; «Amca-zâde medresesi», İs. An.
13 Ömür Güçyener, X V E . ve XVIII. yü zyıl İstanbul m edreseleri, San’at
Tarihi m ezuniyet tezi, s. 23.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
301
83 Atik AJi Paşa medresesi (1 8)
Sultan II. Bayezid’in sadrâzamlarından Hadım Ali Paşa tarafından, es­
ki adı Sadefciler11 olan Çenberlitaş semtinde câmi15, medrese, imaret, tekye,
türbe, sıbyan mektebi ve han (elçi ham)16 dan mürekkeb olarak inşâ edilen
külliyenin bir parçasıdır.
«Türkiye Muallimler Birüği» olarak kullanılmakta olan Atik Ali Paşa
medresesi bugün maalesef aslî şeklini muhafaza etmekten uzaktır.
Yeniçeriler caddesinin güney tarafında kalan medresenin, tramvay şe­
bekesi inşaatı sırasında yol açılırken, öndeki hücreleri kesilmiş ve geridekilerin üstüne 4 hücre eklenmiştir17.
18 Ayasofya-yı kebîr medresesi (110)
İstanbul’un fethini müteâkıb Ayasofya câmi haline getirilince, papaz
odaları da medreseye çevrilmiş (857/1453), daha sonra, muhtemelen kütübhâne ile aym tarihte (1466), yine Fâtih Sultan Mehmed tarafından inşâ
ettirilen tek katil medrese binasının üzerine n . Bayezid devrinde bir kat çı­
kılmış; daha sonraki devirlerde ise medrese, bazı tamir ve tadiller geçirmiş­
tir18.
1924’e kadar darü’l-hilâfe medresesi olarak kullanılan ve 1935’e doğru
yıkılan19 Ayasofya medresesi Gurlitt plânında saraya bakan cephede ve So­
ğuk Çeşme Yokuşu üzerinde görülmektedir198.
14 «Sadefcüer’de A tik A li Paşa mahallesinde», İM E, Nr. 26; «Divanyolu’nda Sadefciler’de» DVM D, s. 26.
15 S. E yice («A tik A li P aşa câmi’inin Türk mimârî tarihindeki yeri», TD,
sayı 19 (1964), s. 101), H. A yvansarayî’nin (HC, I, 149) câmi’in inşâ tarihi ola­
rak gösterdiği 902 (1496-97) tarihinin orijinal inşâ tarihi olmadığına işâret et­
mektedir.
16 S. Eyice, «Elçi Hanı», TD, sayı 24 (1970), s. 93-130.
17 Ekrem H akkı Ayverdi, F âtih D evri M im arisi (FDM ), İstanbul 1953,
s. 110; S. Eyice, A tik A li P aşa, s. 101-102.
18 HC, I, 3-4; Cahid Baltacı, XV. ve XVI. asır OsmanlI m edreseleri, İstan­
bul 1976, s. 474. Ayverdi, FDM, s. 227’de S. Ü nver’in «AZi Kuşçu» risâlesinde
neşrettiği plân ve fotoğrafa dayanarak kârgîr zemin k atı üstüne H. Mahmud
zamanında ilâve olunmuş ahşap kattan bahsetmektedir k i bu muhtemelen ta­
mirlerden biri olmalıdır.
19 PG, s. 16.
19a Comelius Gurlitt, D ie Baukunst Konstantinoples, Berlin, XXV - XXVI
Bk. Şekü 2.
y
a s o
f
y a
Şekil 2 — A yasofya m edresesi
(Com elius Gurlitt, D ie Baukunst Konstantinoples, Berlin)
X X V -X X V I
İS T A N B U L , M E D R E S E L E R İ
303
19 Ayasofya-yı sagîr medresesi (J 8/9)
Küçük Ayasofya mahallesindeki kilise, Babü’s-sa'âde ağası Hüseyin
Ağa20 tarafından XV. asır sonuna doğru camiye çevrilmiş ve 36 zaviye hüc­
resi ilâve edilmiştir21. Türbe, imâret, mekteb ve çifte h a m a m ı da bulunan
külliyenin medresesinden HC ve PG’de bahs edilmemektedir. Buna göre za­
viyenin sonradan medrese haline getirildiği düşünülebilir.
Yakın zamanda tamir geçirmiş olan medrese odalarında âüeler otur­
maktadır.
Resim 3 — Küçük A yasofya medresesi
(bahçeden görünüşü)
149 Saba Mahmnd Bekir Ağa darü’l-hadisi (H 6)
Elde mevcud medrese listelerinde22 Şehzadebaşı’nda bulunduğu belirti20 Mehmed Süreyya, Sicîll-i Osmânî (SO), n , 182.
21 HC, I, 188; PGf, 35. Cedvel-i M edâris-i  sitân e ve Büâd-ı Selâse
(M A BS)’de A yasofya-yı sagîr medresesinin banisi de Fâtih Sultan Mehmed ola­
rak gösterilm iştir (Koyunoğlu Ktb. Nr. 13363). Bk. Resim 3.
22 İME Nr. 66; DBBM, birinci dâire; DVMD, s. 66.
304
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
len bu medrese, Pervititch tarafmdan hazırlanan İstanbul plânında23 Kavalah sokağmda ve Subhi Paşa Konağı’nın üst kısmında gösterilmektedir ki bu­
gün İstanbul Üniversitesi Muhasebesi binasmm bulunduğu yer olmalıdır.
1914’de hazırlanan raporda evler araşma sıkışmış ve harab olduğuna,
1918’de ise «son derece harab» bulunduğuna işaret edilmiştir24.
(Pervititch plânı, Fatih, Kıztaşı - Horhor, P afta 44, 1934)
56 Bayram Paşa medresesi (14)
Bağdad seferi sırasında (1048/1638) ölen sadrâzam Bayram Paşa ta­
rafmdan Haseki külliyesi yakınında 1045 (1635)25de inşâ ettirilen medrese,
sıbyan mektebi, sebil, çeşme, türbe ve tekyeden müteşekkil külliyenin med23 P afta 44 Fâtih, Kıztaşı-Horhor. Bk. Şekil 3.
24 DVMD, s. 66.
25 VF, I, 204 b; Hammer, XVIII, 117/82.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
305
resesi, Haseki caddesi ile Haseki Kadın sokakları’kösesindedir. Hâlen «Hâseki Kız Öğrenci Yurdu» olarak kullanılan medresenin kapısı, Haseki Ka­
dın sokağında olup doğu ve güney doğuya doğru meyilli bir alan üzerinde
ve sokak seviyesinden yüksektedir26.
148 Bosnavî darü’l-hadîsi
Bu medrese hakkında da «Şehzade civâri»27 veya Horhor’da28 bulundu­
ğuna dâir kayıtlar vardır.
131 Ca'fer Ağa medresesi (1 10)
«Soğuk Kuyu medresesi» de denilen bu medrese, Ayasofya câmi’iııin
Resim 4
C afer A ğa medresesi
26 Bayram P aşa medresesinin mimârî husûsiyetleri hakkında bk. Zeynep
Nayır, «İstanbul HaseTci’de B ayram P aşa KÜlliyesto, İsm ail H akkı Uzunçargılı
Armağanı, Ankara 1976, s. 402-403.
27 DVMD, s. 75.
28 İME, Nr. 75.
.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F, - 20
306
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
kuzeyindeki Ca‘feriyye sokağına açılan Soğuk Kuyu çıkmazı ile Alemdar
caddesi arasındaki adada ve hâlen ayaktadır.
Babü’s-sa‘âde ağalarından Ca'fer Ağa tarafmdan başlatılan, fakat Zil­
hicce 964 (Eylül 1557)’de ölümü29 dolayısiyle inşâsına kardeşi Gazanfer Ağa
tarafmdan devam edilerek 967 (1559/60)30 da bitirilen medrese, Mimâr Si­
nan yapısıdır31.
110 C a'fer Efendi medresesi
Sadece Kıztaşı’nda olduğu32 tesbit edilebilen medrese, 13 Haziran 1918’deki büyük Fâtih yangınında yanmıştır.
77 Cedîd A bdiirrahim Efendi medresesi (G 5)
Eski adı Çarşamba olan Darüşşafaka caddesi üzerinde33, Yavuz Selim’e
Resim 5 — Abdiirrahim Efendi medresesi
29 8 0 , TL, 69.
30 HG, I, 7-8; Baltacı, s. 173-74.
31 T ezheretü’l-ebniye (Rıfkı Melûl Meriç neşri), s. 96. Bk. Resim 4.
32 İME, Nr. 154; M ABS, üçüncü dâire.
33 DVMD, s. 159.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
307
giderken sağ tarafta, Yeşil Sarıklı sokağı ile Otlukcu Yokuşu arasında kalan
adada bulunan ve hâlen restore edilmekte olan bu medrese33“, şeyhülislâm
ve imâm-ı Sultânî Mahmud34 Efendi’nin oğlu Rumeli kazaskeri iken ölen
(1171/1757) Abdiirrahim Efendi’nindir35.
İnşâ tarihi XVIII. asır ortalan olarak tahmin edilen 'medrese, Hadikstü’l-Cevâmî (telifi 1193/1799)’de «medrese-i cedîd» olarak kaydedilmiştir36.
94 Cedîd Ali Paşa (Semiz Ali Paşa) medresesi (F 4)
Bânisi Kanunî devri sadrâzamlarından Semiz Ali Paşa (1561-1568)’dır3T. Fâtih’le Edime Kapısı arasında Fevzi Paşa caddesi üzerinde Hattat Ra­
kım Efendi türbesinin yarımda olup, içinde «Edime Kapı Sağlık Merkezi»
vazife görmektedir.
Mimâr Sinan yapısı38 olan bina, eski adı Zincirlikuyu olan semtte, câmi dolayısiyle Atik Ali Paşa adı verilmiş olan mahallede ve câmi’in yakının­
da bulunduğundan39 halk arasında yanlış olarak «Atik Ali Paşa medresesi»
adıyla anılmaktadır.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki kayıtlarda diğer Cedîd Ali Paşa’dan
ayırmak üzere «Vasat Ali Paşa» olarak adlandınldığına da rastlanmaktadır.
64 Cedîd Es-seyyid Haşan Paşa medresesi (17)
Bayezid civarında Vezneciler’de Edebiyat Fakültesi’nin yanında Kim­
yager Derviş Paşa sokağmda olup, içinde Edebiyat Fakültesi’ne bağlı Türki­
yat Enstitüsü bulunmaktadır.
Sultan I. Mahmud devri sadrâzamlarından (1156-59/1743-46) (ö. 1161/
1748) Seyyid Haşan Paşa tarafından 1158 (1745)’de40 inşâ ettirilen medrese,
33â Bk. Şekil 1 ; Resim 5.
34 İlm iye Salnâmesi, s. 496’da «Mehmed Efendi» şeklinde yazılm ış İse de,
m edresesi yanındaki hazirede bulunan Abdürrahlm Efendi’nin mezar taşmda
ve BC , I, 12’de babasmm adı «Mahmud Efendi» olarak kayd edilmiştir.
35 Sezen Günay, XV III. asrın ikinci yan sın d a K azaskerler v e P âyelîler
(K ve P ), Edebiyat Fakültesi, Tarih m ezuniyet tezi, 1965, s. 1.
36 B C , 1, 12.
37 SO, m , 499.
38 TE, s. 95.
39 B C , I, 191; Baltacı, s. 460.
40 Hammer, XVIII, 128/269.
308
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O G L U
Türk barok üslûbunun ilk örneklerindendir41.
118 Cedîd Mehmed42 Efendi medresesi (J 10)
Sultan Ahmed’de Bâb-ı Humâyûn’un karşısındaki caddenin devamı olan
Kabasakal caddesinde köşededir. Yol üstünde dükkânlar ve «Türkiye İstik­
lâl Harbi Kuvây-ı Milliye Muharibleri Dul ve Yetimleri Demeği Şubesi» bu­
lunmaktadır. Kilitli olan kapışının aralığından yarı barab hücreler görülmek­
tedir. Esasen 1330 (1914) tarihli raporda da zemini ve harabca 12 odası
ve «harab bir dershânesi» bulunduğundan bahs edilmektedir43.
Cevherhan Sultan medresesi (bk. Gevherhan Sultan)
67 Cezayirli Ahmed Paşa medresesi (H 9)
Câmi ve medreseden mürekkeb bir manzume olarak Demirkapı’da Daye Hatun mahallesinde44 Darü’s-sa‘âde Ağası sokağı üzerindef5 Cezâyir Beğlerbeğ'ısi Ahmed Paşa46 tarafmdan inşâ ettirilmiştir47.
1918’de Askerî ıâşe erzak tevzi mahalli olarak kullanılan medrese bu­
gün mevcud değildir48.
41 Güçyener, tez, s. 45.
42. Neşredilen listede isim «Ahmed» şeklinde kaydedilmiştir. Ancak son
asır İstanbul medreseleri listelerinde (bk. Mehmed Efendi, der Sultan Ahmed,
M ABS, 1. dâire; Cedîd Mehmed Efendi, Sultan Ahm ed civarında Kaba Sakal
mahallesinde : İME, Nr. 3; Cedîd Mehmed Efendi, Sultan Ahmed : DVMD, s.
3) Cedîd Ahmed Efendi ism ine rastlanmayıp, sadece Sultan Ahmed’de «Cedîd
Mehmed Efendi» medresesinden bahs edilmesi «Mehmed» adının zuhul eseri ola­
rak Ahmed şeklinde yazılm ış olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir.
43 DVMD, s. 3.
44 İM E, Nr. 17.
45 19. asırda İstanbul H aritası (İst. H ), (Hazırlayan Ekrem H akkı Ayverdi), İstanbul 1958, A 4.
46 HC, I, 44; Tahsin Öz,. İstanbul Câmîleri, Ankara 1962, I, 20, not 15;
SO, I, 207; Baltacı, s. 154.
47 Câmi’in inşâ tarihi olarak Tahsin ö z tarafmdan XVJI. yüzyıl başları
gösterilm işse de (aynı yer), 979 (1571)’den önce müderris tayin edildiğine ba­
kılırsa, bunu XVI. asrın ikinci yarışm a kadar indirmek gerekir (Baltacı, ayni
yer).
48 DVMD, s. 17.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
309
139 Çavuşbaşı Süleyman Ağa medresesi (J 7)
. Koska’da Mimar Kemâleddin mahallesinde49 Koca Ragıb Paşa sokağınm nihayetinde câmi, medrese ve çeşmeden mürekkeb bir manzume50 olarak
Çavuşbaşı Süleyman Ağa tarafından XVII. asır ortalarında yaptırılmış­
tır.51.
Medrese XX. asır başlarında harab olmakla beraber, henüz mevcuddu.
Hattâ 1918’de harabiyetine rağmen asker ailesi ikamet etmekteydi52.
161 Çayırlı medrese (G 6)
Kadı çeşmesi’nde Sinan Ağa mahallesinde53 eski adı Yeni Hamam cad­
desi54 olan Karadeniz caddesi üzerinde, bugün inevcud olmayan Sinan Ağa
câmn ile Damad Mehmed Efendi medresesinin karşı tarafında Hanedan ve
Çeşmî-zâde sokakları arasındaki adada bulunmakta idi.
Ahşab olan ve 1914’de harab bulunduğuna işâret edilen medrese, 1918’deki Fâtih yangınından kurtulamayarak arsa hâline gelmiştir55.
61, 62 Çorlulu Ali Faşa medreseleri (18)
Bir câmi ile «ûlâ» ve «sânî» olmak üzere iki medrese, tekye ve kütüb49 İME, Nr. 71.
50 S. Eyice, «İstanbul'un ortadan kalkan bazı tarihî eserleri, I. Çavuşbaşı câmi’i» TD, 26 (1972), s. 130-135.
51 HO, I, 71; T. Öz, I, 43, not 74; Ayverdi, FDM (s. 29, Nr. 187)’de bânisi F âtih devrinde yaşam ış olarak gösterilm ekte ise de, E yice (ayni makale,
s. 131, not 7), EEKE dosyasına dayanarak, banisinin F âtih’in Çobanbaşı’sı nes­
linden 1014 (1605/6) da ölen Süleyman A ğa olduğunu ifâde etmektedir. Bu bil­
giler muvacehesinde inşâ tarihinin, Hammer (XVUI, 121/146)’in muhtemelen
Şeyhî İV F , I, 284 a ) ’deki «1067 Receb’inde ibtidâ hârici ihdâs olundu» ifâdesi­
ne dayanarak gösterdiği 1067 (1656) değil, yaklaşık olarak XVII. asır başı ol­
duğu söylenebilir.
52 DVMD, s. 71. Prof. E yice (ayni makale, s. 132), A yverdi tarafından
neşredilen İstanbul H aritası’nda medresenin gösterilm em iş olduğuna işâretle «o
vakitler (1875-80) bile ortadan kalkm ış olmalıdır» demektedir. A ncak adı geçen
haritada o tarihte faal olan bütün medreseler gösterilm iş olmadığından, bunun
da, diğer bazüarı gibi, ihmal edilmiş olduğu düşünülebilir. 53 İME, Nr. 108.
54 İst. H., C5,
55 DVMD, s. 102.
310
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
hâneden56 müteşekkil olan bu manzume, Çarşıkapı’da Yeniçeriler caddesi
üzerindedir.
1708’de inşâ edilen medreselerden ûlâ Hüseyin Ağa, sânî ise Kaliçeci
Haşan Ağa mahallelerindedir57. Lâle devri üslûbunun ilk örneklerinden olan
medreseler, 1961 ve 1963’de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından tamir
ettirilmiştir58. Hâlen Arabgir Talebe Yurdu ve İlim Yayma Cemiyeti olarak
kullanılmaktadır.
Çukur medrese (bk. Müfti Hüseyin Efendi)
Çukur medrese (bk. Nişancı)
65 Damad-ı Cedîd İbrahim Paşa medresesi (16)
Şehzadebaşı’nda darii’l-hadis, medrese, kütübhâne, çeşme ve sebilden
müteşekkü olarak inşâ edilen bu manzumenin bânisi sadrâzam Nevşehirli İb­
rahim Paşa’dır. Darü’l-hadis’in dershânesi mescid olarak da kullanılıyordu09.
1132 (1720)’de inşâ olunan medrese, Lâle devri üslûbundadır60 ve hâ­
len Verem Savaş Demeği olarak kullanılmaktadır.
104 Damad Mehmed Efendi medresesi (G 6)
Eski adı Yeni Hamam61 olan Karadeniz caddesi üzerinde adım mahal­
leye vermiş olan Sinan Ağa62 Câmi’inin karşı köşesinde63 set üzerinde inşâ
edilmiş olan medresenin bânisi, Sultan HL Murad’ın musahibelerinden Râziye kadma damad olduğu için «Damad Mehmed Efendi» olarak şöhret yap­
mış olan müderris Mudumulu Mehmed Efendi’dir64.
1918’de «muhterik arsa halinde»65 olduğu kayd edilen bu medrese için
EEKE’ndeki dosyada 1948 tarihli şu kayıd vardır:
56 n o , J, 75-76.
57 İME, Nr. 28 (ûlâ), 29 (sânî).
58 Güçyener, tez, s. 35.
59 E C , I, 41; T. Öz, I, 76.
60 Güçyener, s. 40.
61 «Müfti Ham am ı kurbünde», DVM D, s. 94.
62 tM E , Nr. 78.
63 İst. E ., C5.
64 E C , I, 120.
65 DVMD, S. 94.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
311
«Haydar mahallesi, Gelenbevî Okulu karşısında, set üzerinde, bodrum
üzerine yapılmış 5 odadan ibarettir. Temel ve duvarları âdî moloz taşradan­
dır. Çatıları çökmüş, bir tanesi meskûndur. Sed üzerindeki 6 mezar taşının
medresenin sağ köşesinde vaktiyle yıkılmış Sinan Câmi’inin metrûk kabris­
tanına nakl ile yıkılmasına komisyonca karar verilmiştir»66.
Darü’l-hadis-i Baba Mahmud Bekir Ağa (bk. Baba Mahmud
Bekir Ağa Darü’l-hadîsi)
Darü’l-hadîs-i Bosnavî (bk. Bosnavî Darü’l-hadîsi)
Darü’l-hadîs-i Haşan Ağa (bk. Haşan Ağa Darü’l-hadîsi)
Darü’l-hadls-i İzzet Mehmed Efendi (bk. îzzet Mehmed Efendi
Darü’l-hadîsi).
Darü’l-hadîs-i Misli Ali Efendi (bk. Mislî Ali Efendi Darü’lhadîsi).
Darü’l-hadîs-i Ömer Hulusi Efendi (bk. Ömer Hulûsi Efendi
Darü’l-hadîsi).
45 Dâvud Paşa medresesi (J 3/4)
Hekim-oğlu Ali Paşa, Dâvud Paşa medresesi ve Dâvud Paşa çeşmesi
sokakları arasında kalan adada inşâ edilmiş olan medrese, câmi, tabhâne,
türbe, mahkeme, imâret, mekteb, hamam ve çeşme ile birlikte bir külliye
meydana getirmektedir.
Fâtih külliyesi istisna edilirse, XV. asırdan kalan iki medreseden biri
olan Dâvud Paşa medresesi, câmiinden 8m. lik Medrese sokağıyla ayrılmak­
ta olup67, bu sokağa açılan kapısı bugün iptal edilmiş durumdadır.
Fetihten sonraki ilk dînî eserlerden olan Mahmud Paşa, Murad Paşa
(Aksaray), Rum Mehmed Paşa (Üsküdar) külliyeleri mîmârî mektebine da­
hil olan bu külliyenin68 bânisi, Sultan II. Bayezid devri sadrâzamlarından
Dâvud Paşa (1482-97)’dır.
890 (1485)’de69 inşâ edilen medrese, 1180(1766) zelzelesini müteakib
66 EEKE, dosya 1004. Bu kayıd 1918 yangınında büyük zarar gördüğü,
fakat binâ bakiyesinin 1948’de hâlâ mevcud olduğunu göstermektedir.
67 FDM, s. 119-120.
68 İstanbul  bideleri (İst. A b.), s. 31.
69 Hammer, XVIII, 111/18.
312
M Ü B A H A T . S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Hassa baş mîmân Tahir. Ağa nezaretinde tamir edilmiştir70.
16 hücre ve bir dershaneden ibaret olan medrese71 bugün harab ve met­
ruk bir haldedir.
78 Debbağ-zâde Mehmed Efendi medresesi (F 5)
XVH. asır şeyhülislamlarından72 olan Debbağ-zâde Mehmed Efendi’nin
medresesi, Koğacı Dede mahallesinde Darüşşafaka caddesi üzerinde, bugün
Fâtih Kız Lisesi’nin Yavuz Selim caddesi .tarafındaki köşesinde idi73.
1094 (1683)’de tedrise açılan71 medrese 1918’de son derece harab ol­
makla beraber, Serez muhacirleri tarafından işgal edilmiş bulunuyordu75.
135 Defterdar Ahmed Çelebi medresesi (H 4)
Mescid ve medreseden mürekkeb bu manzume, Çapa’da Lütfi Paşa sokağmda olup, bânisi n . Bayezid, Yavuz Selim ve Kanunî Süleyman devirle­
rinde baş-defterdarlık yapmış olan Ahmed Çelebi’dir76. Mescid, Lütfi Paşa
çeşmesinin yanında olduğundan yanlış olarak «Lütfi Paşa mescidi», adıyla
anılır77. Mescid’in inşâ tarihi 1518 olduğuna göre medrese de bu tarihlerde
yapılmış olmalıdır78.
70 - İst. A b., s. 32.
71 Dâvud P aşa medresesinin hücre adedi eserlerde farklı gösterilmektedir.
DVMD, (s. 167)’de 16 hücre m evcud olduğu, 16 talebenin ikam et edebileceği
kaydedildiği halde, FDM (s. 119)’da 15 hücre, PGf (s. 89) ve İst. A b . (s. 32)’de
17 hücresi olduğu kayd edilmektedir..
72 Yedikule debbağlarından Şeyh Mahmud E fen d inin oğlu ve Zekeriyyazâdelerden.İzzeti Mehmed Efendi’nin damadı olan Mehmed Efendi, m eşihat ma­
kamında Feyzullah Efendi’ye hem selef, hem de halef olmuş, XV. Mehmed ve
n . Süleyman devirlerinde toplam 2,5 sene şeyhülislam lık yapmıştır. Ölümü 1114
(İ702)’de olup medresesi meydanına gömülmüştür {İS, s. 489; SO, XV, 201; HC,
I, 36-37).
73 İME, Nr. 121. Bk. Şekil 4.
. - 74 Hammer, X V in , 123/191.
75 DVMD, s. 124.
76 Ahmed Çelebi, F âtih devri vezirlerinden Zağanos P aşa’nın oğlu olup
(İsm ail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (ÎOTK), I, 455 ve
H, 442), ölüm tarihi 931 (1524)’dir {SO, I, 197).
77 HC, I, 189.
78 Hammer’in (XVIII, 125/222) verdiği 1101 (1689) tarihinin doğru ol­
m am ası gerekir.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
Şekil 4 — Valide Sultan, Koğacı Dede, Debbağ-zâde ve
Papas-zâde Ahmed Paga medreseleri
(Pervititch plânı, Çargamba P afta 34, 1933)
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
314
Ahşab olan binâlar, I. Cihan harbi içinde yanmış79, mescid 1958’de ye­
niden inşâ edilmişse de medrese kaybolmuştur80.
134 Defterdar İbrahim Efendi medresesi (F 4)
Çarşamba’da Saray Ağası caddesine açılan Kurt Ağa çeşmesi sokağı ile
Dolabil Bostan sokağının köşesinde olan mescid ve medreseden müteşekkil
manzûme81 nin bânisi Kanunî Sultan Süleyman devri baş-defterdarlanndan
İbrahim Paşa (1542-44)82’dır.
1914’de hazırlanan raporda talebe iskânına elverişli görülmeyen med­
rese hücrelerinde83, harab olmasına rağmen, bugün dahi âileler ikamet et­
mektedir.
Resim
79
80
81
82
verdiği
83
duğunu
6—
Defterdar İbrahim Efendi medresesi
(bahçeden görünüşü)
DVMD, s. 161.
T. Öz. I, 98; Baltacı, s. 126.
B C , I, 109. Bk. Şekil 5; Resim 6.
SO, I, 94; İOTK, n , 445. Hammer (XVIII, 123/186)’in bu medrese için
1086 (1675) tarihi yanlış olmalıdır.
DVMD, s. 126; B altacı (s. 562) m escid v e medresenin yerinde evler ol­
söylerken yanılmıştır.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
315
Şekil 5 — Defterdar İbrahim Efendi medresesi
(Pervititch planı, Çarşamba-Karagümrük, P afta 32, 1929)
111. Dülger-zâde Ahmed Şemsüddin Efendi medresesi (H 5)
Saraçhâne’de Fâtih’e giderken Macar Kardeşler caddesi üzerinde solda
mescid ile tahtanı ve fevkani84 bir medreseden mürekkeb bir manzume olarak
84 A yverdi (FDM, s. 14), F âtih devri yapısı olarak gösterm ekte ve «câm i’in altmda tahtezzemin bir medrese vardır k i bu şekle başka yerde tesâdüf
edilmez» demektedir. H adikatü’l-Cevâm î’de (I, 107) «mescidin tahtında zîr-i ze­
minde nerdüban ile inilir medresesi» olduğuna işaret edilmektedir. DVMD (s.
95) iki odasının yol tesviyesi sırasında kaybolduğu, tahtanî v e fevkani 5 oda­
dan 10 odası bulunduğu kaydedildikten sonra «ittisalinde bir m escid-i şerif ile
altlı üstlü imam ve m üezzin odaları»nın harab olduğu, bu sebeple «câmi ve
m üştem ilâtını ihyâ ile m edreseyi câm i-i şerife havli olarak kalb edilmesi»nin
daha uygun olacağı 1914’de tanzim edilen raporda belirtildiği gibi 1918’de de
«tahtanî ve fevkani 10 odadan ibaret medresenin harikzedeler tarafından işgal»
316
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Dülger-zâde Hoca Şemsüddin Efendi tarafından bina ettirilmiştir35.
116 Ebu’l-fazl Mahmud Efendi medresesi (H 6)
Şehzâdebaşı’nda, Atatürk Bulvarı ile Şehzâdebaşı caddesi’nin kesiştik­
leri dört yol ağzında86 bulunan medresenin bânisi Karaçelebi-zâde ailesinden
olup XVÜ. asrın ortalannda Rumeli kazaskerliği yapmış olan Ebu’l-fazl
Mabmud Efendi’dir87.
Medresenin inşaatının tamamlanıp tedrise açılması Şevval 1056 (Kasım
1648)88’ya rastlamaktadır ki Rumeli kazaskerliğine ikinci tayininden bir ay
kadar öncedir.
1894 zelzelesinde bayii harab olan medresenin 1914’de «iğretiye ahnarak öylece muhafaza edildiği» ve «çarşı mahallinde bulunduğundan yeni­
den inşâsının da pek muvafık olmadığı» rapor edilmiş89, Belediye Sarayı
inşaatı sırasında ise 1953-54’de başlanan yıkım sonunda 1956’da medrese­
nin yeri dahi kaybolmuştur90.
edildiğine işaret olunmaktadır. Ö.Lı. Barkan - E.H. Ayverdi, İstanbul V akıfları
T ahrir D efteri (tV TD ), İstanbul 1970 (s. 225-26, Nr. 1320)’de D ülger-oğlum es­
cidinin 907 (1502) tarihli «asl-ı mal» kısmında -medrese kaydı olmamakla be­
raber- «hücerat 15 bab der harem -i m escid-i berây-ı süknâ-i ulem â v e fukaha»
kaydı vardır.
85 1869 tarihli medrese listesinde «Ahmed Şemsüddin» şeklinde kayde­
dilmiş bulunduğu halde 8 0 (IV, 119)’de Dülger Mehmed’in Konya’dan gelip Sa­
raçhane'de bir m escid yaptığı ifâde edilmektedir.
86 Ebu’l-fazl Mahmud Efendi medresesinin mevkii, tarihçesi, mimarî husûsiyetleri hakkında tafsilatlı malûmat için bk. S. Eyice, «Kazasker Ebu’l-fazl
Mahmud Efendi Medresesi», TD, sayı 14 (1959), s. 147-162.
87 Mahmud Efendi 1054-1055 (1644-1645) v e 1056-1058 (1646-1648)’de ol­
m ak üzere iki defa Riım eli kazaskerliği yapmış, 1063 (1653)’de reisü’l-ulemâ
iken ölmüştür (SO, IV, 320).
88 Şeyhî (VE, I, 429 b), Ankaravî E s’ad Mehmed E fendinin oğlu Seyyid
Mehmed Said Efendi’nin biyografisinde «1056 Şevvalinde Karaçelebi-zâde Ebu’lfazl Mahmud Efendi medresesiyle kâmrevâ ve evvel-i müderris-! ders-i fihâ ol­
muşlar idi» demektedir. Hammer (X V İli, 117)’de bu medrese «Karaçelebi-zâde
Mahmud Efendi» medresesi olarak gösterilm ekte ve kuruluş tarihi üe ük mü­
derrisinin Şeyhî’den alındığı anlaşılmaktadır.
89 DVMD, s. 63.
90 Eyice, aynı makale, s. 150.
Is t a n b u l
m edreseleri
Resim 7 — Efdal-zâde medresesi dershanesi
(avludan görünüşü)
317
318
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Resim
8—
Efdal-zâde medresesi dershanesi
(avludan görünüşü)
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
319
70 Efdal-zâde medresesi (G 5)
Fâtih câmiinin batısında Akdeniz ciheti Ayak Kurşunlu medresesi
karşısında Fevzi Paşa caddesinden Malta çarşısına çıkan İslambol caddesi
üzerindeki Şekerci Hanının yarımdadır. Ancak önündeki dükkânlar sebebiyle
sokaktan görünmesi kabil değildir91.
Medresenin bânisi, Sultan II. Bayezid devri şeyhülislâmlarından Seyyid Hamîdüddin Efendi’dir92.
129 Eihac Beşir Ağa medresesi (19)
Bâbıâlî’de Alay köşkü caddesi üzerinde câmi, medrese, tekye, mekteb,
çeşme ve sebilden mürekkeb olarak Darüssaade ağası Beşir Ağa93 tarafından
XVIII. asnn ortalarında inşâ ettirilen külliyenin bir parçasıdır. Câmi kitâbesinde inşâ tarihinin 1158 (1745) olduğu tesbit edilmektedir. Barok üslû­
bunun Türk sanatıyla birleştirilmesiyle vücuda getirilmiş olan külliyenin, câ­
mi ve medresesinin n . Mahmud devrinde tamir görmüş olduklar! cümle ka­
pılan üzerindeki kitâbelerden anlaşılmaktadır94.
Elhac Halil Efendi (bk. Kaba Halil Efendi)
157 Elhac Hasan-zâde medresesi (G 6)
Dedesine nisbeüe «Hasan-zâde» olarak şöhret bulan Hacı Mehmed. Câmî Efendi95 tarafından yaptırılan bu medrese, bugün hâlâ Haydar’da Hacı
Haşan y e ,Haşan Baba sokaklarının köşesinde ayakta olan ve aynı adı ta­
şıyan câmi’in yanında idi96.
91 önündeki dükkânlar binayı tamamen gözden sakladığı için Ayverdi
(FDM', s. 29), «izi bile kalmadığı», Baltacı (s. 439) da «yerinde dükkânlar ya­
pılmış» öldüğünü ifâde etmektedirler. Bk. Resim 7, 8.
92 İS, s. 341; SO, m , 256.
93 1129-59 (1717-1746) tarihleri arasmda m . Ahmed ve I. Mahmud de­
virlerinde Darüssaade ağalığı yapm ış olup Eyüb’te Baba Haydar m ahallesinde­
ki darü’l-hadis, mekteb, çeşm e ve kütübhânenin de bânisidir. ölüm ü 1746’dadır
(HC, I, 49-50).
94 Öz, I, 19. Bk. Resim 9, 10.
95 982-911 (1487-1505/06) tarihleri arasmda Rum eli kazaskeri olarak va­
zife görmüştür (SO, IV, 106);
96 İst. H, C 5.
320
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O G L U
Resim 9 — Elhac Begir A ğa m edresesi
Resim 10 — Elhac Beşir A ğa medresesi kitabesi
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
321
Daha 1918’de muhacirler tarafından işgal edildiği halde kabil-i iskân
olmadığına97 işâret edilen medrese bugün mevcud değildir.
Manzumenin inşâsı XV. asır sonlannda olsa gerektir.
125 Emre (Emir)98 Hoca medresesi (H 7)
Bozdoğan kemeri ile Süleymaniye arasında Kirazlı mescid civarında,
Molla Husrev mahallesinde99 Taştekneler sokağı ile Emir Hoca sokakları kö­
şesinde sokak seviyesinden yüksekte, hâlen bir köşesinde küçük bir ev olan
arsa üzerinde idi.
1914’de 8 odadan dördünün yanmış olduğu, diğer dördünün de mâil-i
inhidâm bulunduğunu öğrendiğimiz medresenin kalan kısımları da Vefa yan­
gılımdan kurtulamamış olmalıdır ki 1918’de «muhterik» kaydı konmuştur100.
73 Es’ad Efendi medresesi (F 5)
Çarşamba’da Manyasî-zâde ve İsmail Ağa caddelerinin kesiştiği köşe­
de bulunan Şeyhülislâm Ebu İshâk-zâde İsmail Efendi’nin inşâ ettirmiş ol­
duğu fevkani câmiin kapısı üzerindeki mekteb ile avlusundaki şadırvan ve
medrese küçük oğlu Şeyhülislâm Es’ad Mehmed Efendi101 tarafından 1724’de
bina ettirilmiştir102. 1952’de câmi ile birlikte tamir gördüğü103 anlaşılan med­
rese boş olarak muhafaza edilmektedir.
Esmahan Sultan medresesi (bk. İsmihan Sultan)
97 DVMD, s. 101.
98 Bu İsim, M ABS ile M.K. özergin tarafından neşredilen «İstanbul ve
Rumeli pıedreseleri» (Tarih E n stitü sü D ergisi (T E D ), sayı 4-5 (1974), s. 276
Nr. 66) listesinde «Emre», diğer listelerde «Emir» şeklindedir. 1728 tarihli bir
ruus kaydında medresenin isminin «Emre Hoca» olarak geçm esi (bk. Bşb.
Arşivi, Ruus defterleri Nr. 261-5, s. 60), asimin «Emre» olduğu, zam anla «Emir»
haline geldiğinde şüphe bırakmamaktadır.
99 İM E, Nr. 53.
100 DVMD, s. 53.
101 E s’ad Efendi, Sultan I. Mahmud devrinde 13 ay m eşihat makamını
işgal etmiş, fakat asrın icâblarma uym am ası sebebiyle önce Şam, sonra Mek­
ke’ye gönderilmiş, dönüşünden kısa bir zaman sonra da ölmüştür (1166/1753).
Kabri câm i hazîresindedir (İS, s. 524; SO, I, 332-333).
102 HC, I, 38; PG, s. 63.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F.
-
21
322
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
98 Etmekçi-zâde Alımed Paşa medresesi (G 5)
Şehzade câmiinin arkasında Kovacılar caddesi üzerinde hâlen «Eim
Yayma Cemiyeti Talebe Yurdu» olarak kullanılmakta olan medresenin bânisi I. Ahmed devri vezirlerinden Ahmed Paşa’dır104.
Fâtih medreseleri (bk. Sultan Mehmed Han)
63 Ferhad Paşa medresesi
Demirkapı civarında, Dâye Hatun mahallesinde bulunan medrese105,
XIX. asrın başlarında arsa hâlinde108 görülmekte ve yerini de tam olarak tesbit mümkün olamamaktadır.
79 Feyzullah Efendi medresesi (H 5)
Fâtih’de Macar Kardeşler caddesi üzerinde bugün «Millet Kütübhânesi»
olarak kullanılan bina Sultan Mustafa devrinde şeyhülislâmlık yapmış olan
Feyzullah Efendi’nin107 medresesidir.
Medresenin esas kapısı arka tarafta ve kapalıdır. Üzerindeki Neylî’ye
âid arabca kitâbe 1112 (1700)’de108 tamamlandığını göstermektedir.
XVII.
asır Türk mimârisinin bâriz husûsiyetlerini taşıyan ve klâsik dev­
rin son temsilcilerinden olan medrese1091. Dünya Harbi senelerinde harab bir
vaziyette bulunduğundan, belediyece yıktırılıp meydan açılması düşüncesin­
den, Eski Eserleri Koruma Encümeni fahrî azası olan Fransız sefirinin eşi­
nin teşebbüsü ile vazgeçilmiş110 ve Ali Emirî Efendi’nin kitaplarım vakfede­
103 PG , aynı yer.
104 Ahmed P aşa (ö. 1026/1617), I. Ahmed devrinde başdefterdarlık, Ru­
m eli ve Haleb vâlilikleri yapm ış [ 8 0 , I, 205), 1024 (1615)’de Damad (Koca,
ö k ü z) Mehmed P aşa’nın İran seferi serdarlığında Haleb’den İstanbul’a gönde­
rilerek sadâret kaym akam lığı Gürcü Mehmed P a şa ’dan alınıp kendisine veril­
m iştir (Naima, Târih, İstanbul 1283, II, 137).
105 İME, N r. 18.
106 DVMO, s. 19.
107 Feyzullah Efendi, II. M ustafa ve UT. Ahmed’in hocalıklarım da yap­
m ış nüfuzlu şeyhülislâmlardandı (1099-1115/1688-1703) : İS, s. 491-92; SO, IV,
33-34.
108 Hammer, XVIII, 128/263’deki 1124 (1712) tarihi yanlıştır.
109 Güçyener, tez, s. 29.
110 İst. A b., s. 38-40.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
323
ceğini öğrenen Hayri Efendi’nin Evkaf Nazırlığı zamanında İstanbul Muhibleri Cemiyeti tarafından tamir ettirilerek kütübhâne hâline getirilmiş­
tir (1916)111.
150 Gazanfer Ağa medresesi (H 6)
Darüssaade Ağası Gazanfer Ağa112 tarafmdan XVI. asrın sonunda muh­
temelen Mimâr Davud Ağa113’ya inşâ ettirilen medrese, türbe ve sebilden
müteşekkil manzume111 eski adı Kırkçeşme115 olan semtte Atatürk bulvarı
üzerinde Bozdoğan kemerini geçince solda bulunmakta ve 1945’den beri «Be­
lediye Müzesi» olarak kullanılmaktadır116.
95 Gazi (Kara) Ahmed Faşa medresesi (G 2)
İstanbul’un yedinci tepesinin kuzey yamacmda, Topkapı’da Topkapı cad­
desi ile Arpa emini yokuşu köşesinde Bayrampaşa çayırına nâzır olarak inşâ
edüen câmi, medrese, mekteb, türbe ve çeşmeden müteşekkil külliye117 Ka­
ra Ahmed Paşa118 tarafmdan Mimar Koca Sinan’a inşâ ettirilmiştir119.
Medrese, külliyenin kuzeydoğusunda yer alan câmiye şadırvan avlusiyle birleşmektedir120. Külliyenin tamamlanması ölümünden sonra kethüdası
Husrev Bey’in himmetiyle (967/1558-59) olmuştur121.
16 odası olan medresede okunacak derslerle talebe sayısı v.s. vakfiye­
ni
Güçyener, aynı yer.
112 Gazanfer A ğa (ö. 1011/1602) UT. Murad v e UT. Mehmed devri Darüsaade ağalarından olup, Soğuk Çeşme’de medresesi bulunan Ca’fer A ğ a ’nın
da kardeşidir. 8 0 , UT, 619; Baltacı, s. 206-7.
113 Mimar Dâvud A ğa’run hayatı ve eserleri hakkında tafsilâtlı bilgi için
bk. Muzaffer Erdoğan, «Mimar Davud A ğa’nın H ayatı v e Eserleri», T ürkiyat
Mecmuası, X H (1955), s. 179-204.
114 K ezâ, s. 193 ve B C , I, 289.
115 İME, Nr. 62.
116 PG, s. 56-57.
117 A. Saim Ü lgen, «Topkapı’da Ahmed P aşa H ey’eti», V akıflar D ergisi
(VD ), n , Ankara 1942, s. 169.
118 Daha ziyâde Kara Ahmed P aşa olarak tanınan Ahmed Paşa, I. Selim’in kızı Fatm a Sultan’ın kocası olup, 960-62 (1553-55) yıllarında sadrâzamlık
yapm ıştır (C. Baysun, «Ahmed Paşa», ÎA , I, 193).
119 Medrese-i Maktul Ahmed P aşa der Topkapusu : Tuhfetü’l-mim ârîn
(TM), R.M. Meriç neşri, s. 34.
120 Ülgen, A y n i m akale, s. 170.
121 8 0 , I, 199.
324
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
sinde kayıtlıdır122.
36 Gevherhan Saltan medresesi (J 4)
II. Selim’in kızı ve Piyâle Paşa’nın kansı Gevherhan Sultan tarafından
995 (1568)123’de inşâ edilen medrese, Cerrah Paşa caddesi üzerinde ve Cer­
rah Paşa Câmiinin karşısında Nakşî sokağı üe Küçük Mühendis sokağı ara­
sındaki adada yer almaktadır.
1914’de dershânesi «münhedim» olarak görülen ve kadro harici bıra­
kılmış olan medrese124 hâlen Tıp Tarihi Müzesi’dir.
53 Hadım Haşan Paşa medresesi (1 9)
Cağaloğlu’nda Emniyet Sandığı binâsınm karşısında Hilâl-i Ahmer (Kâ-
Resim 11 — Hadım H aşan Fa§a medresesi
122 2 Ramazan 962 (21 Temmuz 1555) tarihli bu vakfiyede ders okuta­
cak müderrisin «Kur’an-ı Kerîm ve kudreti miisâid olduğu takdirde sarf, nâhiv ve lügat» öğretm esi ve medrese odalarındaki 15 talebeye günde ikişer dir­
hem güm üş verilm esi gibi şartlar- vardır (Şerefeddin Valtkaya, «Kara Ahmed
P aşa vakfiyesi», VB, n (1942) s. 93).
123 HC, I, 71; Hammer, XVHI, 115/62; Baltacı, s. 213.
124 DVMD, s. 165.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
325
zım İsmail Gürkan) caddesi ile Molla Fenârî sokakları köşesinde bulunmak­
tadır. Fevkani bir medrese ile altındaki dükkanlar, sebil ve çeşmeden mey­
dana gelen manzûme, Sultan İÜ. Mehmed’in sadrâzamlarından, 1006 (159798)’de 5 ay kadar sadrâzamlık yapmış olan, Hadım Haşan Paşa’nındır125.
Dershânesi mescid olarak da kullanılan medrese 1005 (1596/97)’de in­
şâ ve 1247 (1831-32)’de II. Maİımud devrinde tamir edilmiştir126.
55 Hafız Ahmed Paşa medresesi (G 5)
Fâtih’te Fevzi Paşa caddesine parelel üçüncü cadde olan Fâtih caddesi
üzerinde ve Başmüezzin ile Başhoca sokakları arasındaki adada 75 numa­
ralı kapı iki defa sadâret kaym akamlığı yapmış olan Hadım Hâfız Ahmed
Paşa127 tarafından 1004 (1595-96)’de inşâ ettirilen câmi, medrese, darü’lkurâ, kütübhâne, sebil ve çeşmeden mürekkeb külliyeye âiddir128.
1918’deki Fâtih yangınından kurtulamayan medrese129, hâlen restore
edilmektedir.
75 Hâmid Efendi medresesi (G 6/7)
Zeyrek’de, Unkapam’na giderken sol taraftaki Fil yokuşu üzerinde bu­
lunan medrese, Bizans yapısı bir binâ üzerine Ebussuûd Efendi’nin halefi
Şeyhülislâm Hâmid Efendi130 tarafından XVI. asrın ikinci yarısında131 Mimar
Koca Sinan’a inşâ ettirilmiştir132.
125 HC, X, 98; ÎOTK, m , 498. Bk. Resim 11.
126 Baltacı, s. 220-22.
127 H âfız Ahmed P aşa 1008 (1599/1600) ve 1013 (1604)’de iki defa sadâret
kaym akam lığı yapmış, 1022 (1613)’de İstanbul’da ölmüştür ( 8 0 , H, 97-98).
128 HC, I, 87-88. Bk. Şekil 6; Resim 12, 13.
129 PG , s. 75.
130 Hâmid Efendi’nin ikinci adı çeşitli eserlerde farklı gösterilm iştir. Hâ­
mid Mahmud Efendi : HC, I, 94; Hâmid Ahmed Efendi : N ev’î-zâde Atâî, Hadâyıku’l-hakayik f î Tekm üeti’ş-Ş akayik (T Ş), İstanbul 1286, s. 243 v e 8 0 , H,
104; Hâmid Mehıiıed Efendi, Baltacı, s. 441.
131 ö z, I, 67. Medresenin inşâ tarihi k at’i olarak bilinmemektedir. Bal­
tacı (s. 442), Hâmid Efendi 985 (1577)’de öldüğüne göre, bu tarihten önce ya­
pılmış olm ası gerektiğine işâret etmektedir. Hammer (XVXH, 119/111) inşâ
tarihini 1063 (1652) olarak gösteriyorsa da bu dâhil pâyesinin teşkili tarihidir
(krş. VE, I, 275 b).
132 TM, s. 34 ; TE, s. 96.
m übahat
Baş
Şekil
6—
s
. kütükoğlu
m üezzin
sokağı
H afız Ahmed P aşa ve Y ahya T evfik Efendi
medreseleri
(Pervititch plânı, Fatih. P afta 36, 1933).
Is t a n b u l ,
m edreseleri
Resim 13 — H afız Ahmed Paga medresesi
(avludan görünügü)
327
328.
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
1914’de bütünüyle harab olduğu kayd edilmekle beraber 1918’de hâlâ
kullamlan medrese133 bugün mevcud değildir.
Hamidiye medresesi (bk. Sultan Abdülhamid Han medresesi)
147 Haşan Ağa darü’l-hadîsi (H /1 7)
Bozdoğan kemeri civarında Kalenderhâne mahallesinde bulunan bu
darülhadîs, Kesriyeli Ahmed Paşa’nm kızkardeşinin mültezimi Haşan Ağa
tarafından 1119 (1707)’de yaptırılmıştır134.
Vakfiyesine göre bir fevkani mescid, 9 tahtanî oda ve müştemilâtından
mürekkeb olan darülhadîsin135 yerini tam olarak tesbit, yapıdan eser kalma­
dığı için, mümkün olamamıştır. Ancak Ferhad Paşa’nın Şehzadebaşı ile Lâ­
leli arasında bulunan vakıfları sayılırken etrafım çevreleyen binâlar arasında
«Kalenderhâne Câmi’i meydanında Haşan Ağa medresesi»136 nden bahsedil­
mesi darülhadis’in büyük bir ihtimalle Kalenderhâne Câmi’inin batısında ve
muhtemelen bugün Site Talebe Yurdu olan sahada bulunduğu fikrini kuv­
vetlendirmektedir.
107 Haşan Efendi medresesi (F 4)
Eski adı ile Zincirlikuyu’da Efdal-zâde mahallesinde137, bugünkü adı ile
Haşan Fehmi Paşa caddesi üzerinde ve «Küçük medrese» adıyla anılan Ab­
dullah Efendi medresesinin yanında138 idi. Bugün bu iki medresenin yerinde
133 DVMD, s. 103.
134 Darülhadîsin sokak kapısında Kazasker Mirzâ-zâde Sâlim Efendi’nin
«Bııldu encamım bu nev-eser pak ü hüsn» (1119) tarihi vardı (HG, I 108).
135 «Kalenderhâne mahallesinde vâki’ iki taraf dan âhar mülküm ve iki
tarafdan tarîk-i ’am m ile mahdûd fevkani bir m escid-i şerif ve tahtanî dokuz
bab hücre ve bir câm eşuy-hâne ve bir su kuyusu, v e m usluk ve ik i kenîf ve bir
m ikdar havli y e m escid-i şerif tahtmda üç kepenk bir bakkal dükkânını müştâm il darü’l-hadis» : Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, K üçük E vk a f, Nr. 624,
s. 471.
• 136 F âzıl Ayanoğlu, «Ferhat P aşa ve gizli kalan vakıfları» VD, sa y ı VII,
İstanbul 1968, s. 147.
137 İME, Nr. 130.
138 DVM D, s. 133. İst. H, D 5’te «Kadıasker medresesi» ile «Küçük med­
rese» yanyana gösterilm iştir. A ncak nâşir, Kadıasker medresesini (Efdal-zâde),
Küçük medrese'yi de (Haşan E fendi)’ye mal etm iştir ki DVM D’hdeki kayıtlar
bu tahminin hatalı olduğunu göstermektedir (Bk. Küçük medrese).
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
329
«Ahmed Râsim Ortaokulu» bulunmaktadır.
Medresenin banisi Pîr biraderi diye meşhur olan Haşan Efendi, Rumeli
kazaskerliğine kadar yükselmiş bulunduğundan139 «Kazasker Haşan Efendi
medresesi» adıyla da anılır. Tedrise açılış tarihi receb 1039 (Şubat 1630)’dadır140.
34 Haseki Sultan medresesi (1 4)
Bugün Haseki adıyla anılan semtte Haseki Hürrem Sultan (ö. 965/
1558) tarafından inşâ ettirilen câmi, medrese, darii’ş-şifâ, imâret ve mektebden müteşekkil141 Sinan yapısı142 olan külliyenin parçasıdır. Kitâbesinden,
medresenin 946 (1539)’da tamamlandığı anlaşılmaktadır143.
Hâlen ayakta olan medrese 1961’de Vakıflarca restore ettirilmiştir144.
141 Has-oda-başı medresesi (1 5)
Has-oda-başı Haşan Ağa145 tarafından yaptırılan medrese Horhor’da
Çmgırakh bostan sokağmda146 olup hâlen ayaktadır. İçinde bazı imâlâthâneler faaliyette bulunmaktadır.
139 Haşan Efendi’nin Rumeli kazaskerliği ancak bir kaç ay (Ramazan
1038-Safer 1039/M ayıs-Eylül 1629) sürmüş, 1046 (1637)’de ölmüştür (SO, II
133).
140 VF, I, 147a.
141 BO, I, 101; PG, s. 86.
142 Medrese-i merhûme H aseki Sultan der A vrat Pazarı, bab 1 : TM, s.
33; TE, s. 94.
143 BO, aynı yer.
144 Baltacı, s. 497.
145 SO’de Has-oda-başı olan 3 Haşan A ğa tesbit edilmektedir. 1) Gedik
P aşa’da sebili olan H. Süleyman devri has-oda-başüarından Haşan A ğa (H,
120); 2) XVI. asır ortalarında has-oda-başılık yapan H afızî Haşan A ğa (D, 135)
ve 3) 1075 (1664/65)’de has-oda-başılıktan mirahur-ı sâniliğe yükselen Haşan
A ğa (H, 139). A ncak medrese sahibinin bunlardan biri mi, yoksa başka bir Ha­
şan A ğa m ı olduğunu tesbit mümkün olamamıştır.
146 Eyice, («İstanbul’un ortadan kalkan bazı tarihî eserleri», TD, sayı 27,
s. 158) 1894 zelzelesinde zarar gören binâlar arasmda Lâleli civârmdaki «Hacı
oda-başı Haşan Ağa» medresesinin de bulunduğunu Sabah gazetesine dayana­
rak kaydetm ektedir k i bahsi geçen medresenin Horhor’daki Has-oda-başı med­
resesi olduğuna şüphe yoktur. Bk. Şekil 7.
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Şekil 7 — Has-oda-başı medresesi
(Pervititch plâm, P afta 45, Aksaray-Horhor, 1934)
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
331
Resim 14 — Haydar Paga m edresesi
84 Haydar Paşa medresesi (G 6)
Haydar’da, Haydar caddesi üzerinde Bıçakçı Ali ve Haydar Hamamı
sokakları arasında bulunan medresenin bânisi Hadım Haydar Paşa’dır147.
Câmi’, çifte hamam ve bir çeşmenin bulunduğu manzûme içindeki med­
reseye Muharrem 974 (Temmuz 1566)’da henüz inşaat tamamlanmadan ilk
müderris tayin edilmiştir148. Câmi’in kitabesine göre bitiş tarihi 977 (1569)’dir149. ,
147 Haydar Paşa, ak ağalıkdan Kanûnî Süleyman devrinde vezirliğe ka­
dar yükselm iş ve Muharrem 971 (1563 A ralık)’de ölmüştür (SO, H, .260).
148 «74 muharreminde Haydar P aşa m edresesi binâ olundukda ibtidâ bun­
lara (Bedreddin Mahmud) i'tâ olundu. Binâ-i medrese tamam olmadan revak-ı
vücûdu ârıza-i inhidam olup 978 Şa'ban’mda Remzi-zâde A li Efendi, medrese-i
mahlûle ile bekam oldu» (TŞ, s. 141).
149
HC, I, 96. Bk. Resim 14, 15.
332
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Resim 15 — Haydar P aşa medresesi dershanesi
(bahçe tarafından görünüşü)
165 Hayriye medresesi
Makaleye esas olan listede bir Hayriye medresesi bulunduğu halde, di­
ğer üstelerde biri Çırçır’da, diğeri ise Çarşamba’da Cebeci-başı mahallesin­
de150 olmak üzere iki Hayriye medresesi tesbit edilmektedir.
1914’de tanzim edilen raporlara göre Çırçır’daki bir kişiye dahi yetme­
yecek büyüklükte 7 odalı, sıhhî bakımdan talebenin yaşamasına kat’iyyen mü150
İME, Nr. 113.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
333
sâid olmayan bir yapı olarak gösterilmektedir. Fâtih yangınında yandığından
1918’de arsa halindedir151.
Çarşamba’dakine gelince: Diğer adının «Hafız Seyyid Efendi» olduğu­
nu öğrendiğimiz bu ikinci Hayriye medresesi de ahşab, sıhhî şartlan ihtivâ
etmekten uzak ve harab olarak görülmektedir152.
Bugün ikisinin de yeri tayin edilemediği gibi, listemizdekinin de hangisi
olduğu bilinememektedir.
138 Hekimbaşı Ömer Efendi medresesi (14)
Millet caddesi üzerinde ve bunu Vatan caddesine bağlayan Molla Gürânî caddesi köşesinde bugün arsa hâlinde olan yerde medrese, sebîl, çeşme
ve sıbyan mektebinden müteşekkil olan manzûme153, XVIII. asrm ilk çeyre­
ğinde reîsü’l-etibbalık yapmış olan ve bilfiil Rumeli kazaskerliğine kadar
yükselmiş bulunan Ömer Efendi154 tarafından inşâ ettirilmiştir.
1126 (1714)155’de tedrise açılan medrese 1251 (1835)’de vakfın nâ­
zın Mekkî-zâde Mustafa Âsim Efendi tarafından tamîr ettirilmiştir156.
Medreselerde ıslahat yapıldığı sırada (1914) yerinin havâdar ve arsası­
nın da geniş oluşu sebebiyle, burada yeni ve modem bir medrese inşâsının
151 DVMD, s. 105’deki medrese mühründeki «der Câmi‘-i Haraççı Muhyiddin» ibaresinden Tûtî A bdüllâtif medresesi yakınında olduğu anlaşılm akta­
dır.
152 DVMD, s. 116.
153 13 Rebiülevvel 1136 (11 A ralık 1723) tarihli vakfiyesinde «Molla
Gürânî mahallesinde bir taraftan Kıbleli-zâde Mehmed B eğ’den müşterâ mülk
menzüim ve bir tarafdan yine mûmaüeyhden m üşterâ m ülk bağçem ve tarafeyni
tarîk-i’amm üe mahdûd olup sukufu kurşun ile mestûre bir kargîr dershâne ve
dokuz bâb kargîr hücerât ve m edrese-i mezbûre köşesinde tarîk-i’amma nâzır
kârgîr sebilhane ve medrese-i mezbûreye m uttasıl ve kâffe-i ‘ıtâşa mebzûl mâ-i
lezizi müştem il kârgîr çeşm esar ve çak-ı vasat-ı medresede mebnî m â-i lezîz-i
câriyi m üştem il ve burmalı lüleler ile m üsta'mel taş şadırvan ve üç bâb kârgîr
kenîf» (Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, H arem eyn EvTcafı, Nr. 746, s. 271)
sayıldığı halde mektebinden bahsedilmemektedir. Zirâ mekteb vasiyeti üzerine
ölümünden sonra inşâ edilmiştir (HG, I, 207-208).
154 Gülsen Gökçay, XV III. asn n ilk ya n sın d a Anadolu ve R um eli K a za s­
kerleri, Edebiyat Fakültesi, Tarih Mezuniyet tezi, 1964, s. 48-50; SO, m , 590;
HC, I, 208.
155 Hammer, XVIII, 128/265.
156 HC, L 208.
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O G L U
334
münâsib olacağı düşünülmüş ise de harâb bulunduğundan kadro hârici bıra­
kılmıştır157.
137 Hekim Çelebi medresesi (17)
Koska civarında Balaban Ağa mahallesi, Çifte Tulumba sakağında158
bulunduğuna işaret edilen ve Mimar Sinan yapısı olan159 medrese 19145de
yanmış olarak görülmektedir160.
Arsası muhtemelen Fen Fakültesi’nin Kurultay sokağinın karşısına isa­
bet eden kısmı içinde kalmıştır.
Ataî161 ve Ayvansarayî162 eski Fil damı yıktırılarak nakşibendî şeyhle­
rinden îzmidli Mehmed Efendi’ye163 tekye ve mescid yapıldığmı kayd, fa­
kat medreseden bahs etmemektedirler. Ancak Tuhfetü’l-mîmârîn’de Hekim
Çelebi medresesinin de ismi mevcuddur.
126 Hoca Üveys (Veys) medresesi
Musalla’da Şeyh Ferhad mahallesinde idi164. XIX. asır İstanbul harita­
sında165 Musalla caddesi üzerinde ve Musalla câmi’inin yanında bir medre­
senin mevcud olduğu görülmektedir. Nâşir tarafından (Mustafa Efendi med­
resesi) olarak gösterilen bu medresenin Hoca Üveys medresesi olması muh­
temeldir.
Hoşkadem medresesi (bk. Ankaravî İsmail Efendi medresesi)
120 İbrahim Han-oğlu medresesi (B 3)
Eyüb’de Câmi’-i Kebir mahallesinde166 ve Sokullu türbesi arkasındadır.
II. Selim’in kızı îsmihan Sultan ile Sokollu Mehmed Paşa’nm oğullan
157
158
Nr. 826.
159
160
161
162
163
161
165
DVMD, s. 168.
İstanbul V akıf Suları Müdürlüğü, İstanbul Suları D efteri, s. 29,
TM, s. 35.
DVMD, s. 68.
T g, s. 216.
UO, I, 89.
SO, IV, 117.
İME, N r. 70; DVMD, s. 70.
İst. n ., pafta C3.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
335
İbrahim’in evlâdlan İbrahim Han-zâdeler adıyla şöhret bulmuşlardır. Ayvansarayî167 «cümlesi Eba-Eyyüb-ı Ensârî
¿1
Câmi’-i şerifi kurbünde vâki’ türbe-i mahsûsalarmda medfûndurlar ve türbeleri kurbünde olan
Yazıh Medrese denmekle şehir medrese dahi bunların âsâr-ı hayriyeleridir»
demektedir.
---1914 tarihli defterde «Sultaniye» adıyla kaydedilen medresenin müh­
ründe «medrese-i İbrahim Han-oğlu der Eyüb»168 ibaresinin okunması, İsmihan Sultan, Hemşire Sultan ve Yazdı medrese adlarıyla andan medre­
se168“ de listemizdeki İbrahim Han-oğlu medresesinin ayni olduğu hakkmdaki kanaati kuvvetlendirmektedir.
Mi'mar Sinan yapısı olan medresenin içinde halen Ruh Sağlığı Dispan­
seri faaliyet halindedir.
144 İbrahim Kethüda medresesi (H7)
Süleymaniye civarında169, Şeyh Vefa mahallesi’nde170 olduğu kayd edi­
len medrese, bugün mevcud değddir. Ancak, Alman Arkeoloji Enstitüsü’nce
hazırlanmış olan medreseler plânında171, Süleymaniye de Vefa arasında.Ki­
razlı Mescid sokağının devamı olan Yoğurtcuoğlu sokağı de Moda Şemseddin sokaklar! köşesinde Yoğurtcuoğlu adım taşıyan bir medrese bulunduğu
görülmektedir. Tapu Kadastro Arşivi’nde mevcud 1929 tarildi Vefa semti­
ne âid kadastro paftasında Yoğurtcuoğlu ve Divan Efendisi sokaklarım bir­
leştiren sokağın «Medrese» sokağı adım taşıması ve 540 ada 4 parselin ev­
kafa âid olduğunun işaretlenmiş bulunması, bunun medrese arsası olabdeceğini171a düşündürmekte ve bu, Alman Arkeoloji Enstitüsü’nce yapdan plâna
uymaktadır.
Hammer’de172 Yoğurtçu İbrahim adıyla bir medresenin mevcudiyeti ve
166 İME, Nr. 133.
167 HC, n , 38.
168 DVMD, s. 136.
168a Bk. Baltacı, s. 197.
169 DVMD, s. 59.
170 İM E, Nr. 59.
171 Müller - W iener Plânı, pafta E5.
171a Bk. Şekil 8.
172 XVXU, 118/105. Hammer, medresenin tesis tarihini 1061 (1651) ve
kurucuyu da ilk müderris olarak gösterm ekte ise de Baltacı (s. 256), ruüs kayıdlarma dayanarak 986 (1578-79)’da medresenin mevcud olduğuna işaret et­
mektedir.
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O G L U
336
V
Şekil 8 — İbrahim Kethüda Medresesi
(Tapu Kadastro Arşivi, Vefa, P afta 134, Ada 540, Parsel 4,
Yapılıg 929, Tasdik 934)
Topkapı Sarayı Arşivi’nde medrese talebelerine dağıtılacak reçel baha liste­
sinde173 İbrahim Kethüda medresesinin adı bulunmadığı halde Süleymaniye’de Yoğurtcu-zâde medresesi’nden bahsedilmesi, Yoğurtcuoğlu’nun, İbrahim
Kethüda medresesinin diğer adı olduğu hakkındaki kanaati kuvvetlendirmek­
tedir.
Medresenin bânisi ise muhtemelen Yoğurtçular kethüdası veya oğlu
İbrahim174 olmalıdır.
173 TSMA, D. 8432.
174 Baltacı (s. 256), medresenin bânisinin Kuyumeubaşı İbrahim B ey ola­
bileceğini yazıyorsa da doğru olm asa gerektir.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
337
1914’de iskâna müsâid görülmemekle beraber 8’i haricden 20 talebesi
olan medrese, 1918’deki Vefa yangınından zarar görmemiş olacak ki bu
tarihte diğer birçok medreseler gibi «harikzedelere» barınak olmuştur175.
İbrahim Paşa medresesi (bk. Damad-ı Cedîd İbrahim Paşa)
86 İbrahim Paşa medresesi (Ese Kapısı) (H 9)
İstanbul İşçi Sigortaları Hastahanesi’nin yukan tarafında Et-yemez
tekkesi sokağında bugün Ese Kapısı denilen İsa Kapısı176 yakınında olan
medrese, 1560’da177 Hadım İbrahim Paşa’nın178 câmiye çevirttiği manastım
yanma Mimar Sinan tarafından yapılmışta179.
Medrese 1894’deki zelzelede harab olmuş180, bu yüzden evkaf tarafın­
dan kapatılmıştır181. Bugün dershânesi ile birkaç hücresi harab bir halde
bulunmakta181“ ve içinde âile otamaktadır.
87 İbrahim Paşa medresesi (Acı musluk) (J3)
Cağaloğlu’ndaki Acı Musluk, Şimdiki adıyla Cemal Nadir sokağı’nda ve
Acı Musluk Hamamı karşısındaydı182. Gerek medrese, gerekse hamamın
banisi Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’dır183.
85 İbrahim Paşa-yı ‘atik (H 8)
Medrese, Mercan’daki Valide Hanı’nın arkasında Uzunçarşı caddesi
üzerindeki Paşa câmn sokağında ve câmi (inşâsı 883/1478), sıbyan mektebi
ve çeşmesinin de bulunduğu manzume içinde idi184.
175 DVMD, s. 59.
176 İME, Nr. 165.
177' PG, s. 90.
178 8 0 , I, 94.
179 TM, s. 34; TE, s. 96. Mehmed Ziya, İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul
1336, I, 45-46.
180 PG , s. 90. E. Mamboury, The Tourist’s İstanbul, İstanbul 1953, s.
302-303.
181 DVMD, s. 166.
181a Bk. Resim 16, 17.
182 İst. B ., P afta B4.
183 HC,
I, 52. 8 0 , I, 124-125.
184 BC ,
I, 26; ÎVTD, s. 82;Baltacı, s. 193-194.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F, - 22
338
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Resim 16 — İbrahim P aşa (E se kapısı)
" medresesi dershanesinin kapısı
R esim 17 —.İbrahim P a şa (E se kapısı) medresesi '
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
339
Banisi, II. Bâyezid devri sadrâzamlarından Çandarlı Halil Paşa-zâde
İbrahim Paşa185 olan medrese, 1918’de evkaf tarafından y ık t ır ılm ış olup186,
bugün yerinde yapılan dükkânlar arasından sadece bir duvarının kesiti gö­
rünmektedir187. •'
: . ■
İncirli medrese (bk. Ma‘lûl-zâde)
44 tshak Paşa medresesi (J10)
Topkapı sarayı surlarını takiben Ahur-kapı’ya inerken solda görülen
tshak Faşa câmi’inffi içinde bulunduğu, hamam ve sıbyan mektebi188 de olan
manzumenin medresesi, 4 odadan ibâret ve ahşab olduğundan189 asrın ilk
çeyreğinde kullanılamaz hâle gelmiş ve «enkazdan ibâret» k a lm ıştı. Bugün
ise yeri, dahi belli değildir199.
~
-Tv .■ Medresenin bânisi İshâk Paşa191, Fâtih Sultan Mehmed ve II. Bâyezid
devirlerinde, sâdrâzamlık yapmıştır. Manzumenin inşâsı XV. asır sonları
olmalıdır.
:
162 İsmet Bey medresesi
Yüksek kaldırımda, Defterdar Ahmed Çelebi mahallesinde192 ve aynı
adla anılan câmiin yanında sadece 4 odası olan küçük bir medrese idi. 1918’de «son derece harâb» olan193 medresenin yerini tesbit mümkün olmamıştır.
185
186
SO, I, 92.
DVMD, s. 37.
• 187 Câmiün, bugünkü avlu duvarı yakın tarihteki restorasyon sırasında
yapümış. olup bu tam irat sırasında örülen duvarın bulunduğu yerde toprak al­
tından çıkan mermer merdivenin medresenin g ir iş. kapısına âid olacağı câmi’in
müezzini; tarafından ifâde edilmiştir.
.
.r
188
EDM, s.. .16, 172:.
189
DVMD, s. 77.
190
ö z, I, 77.
191
SO, I, 323.
::
''
’
,192; İME, ;Nr, 160. y ü k se k :kaldırım, C. Ştople, Plan de la, ville de Gonstantinople, İstanbul 1863’de. Fmdıkzade ile Taşkasab arasında ve Molla Gürânî Câm i’i tarafında görülmektedir.
193 DVMD, s. 169.
340
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
38 Îsmihan (Esmâhan) Sultan medresesi (E 5)
«Çarşamba pazarı civârında Kâtib Muslihiddin mahallesinde»194 göste­
rilen medresenin, II. Selim’in kızı ve Sokollu Mehmed Paşa’nm eşi19S Ismihan
Sultan tarafından yaptırılmış olup, «Fethiye medresesi» adıyla da anılan
Sinan Paşa medresesinin yanında ve Fethiye câmi’i avlusunda olduğu anla­
şılmaktadır196.
105 İzzet Mehmed Efendi darü’l-hadîsi (F 5)
Darüşşafaka’nın karşısında eski adı Sakız Ağacı caddesi olan Darüşşafaka Ön sokağı’nda ve Yahya Efendi medresesinin yanında bulunmakta
idi197.
Bânisi hakkında kat’î bir kayda rastlanamamışsa da Şeyhülislâm Debbağ-zâde Mehmed Efendi198’nin kaympederi ve Zekeriyya Efendi-zâde Lûtfullah Efendi sulbünden Vişne-zâde İzzeti Şeyh Mehmed Efendi199 olması
muhtemeldir. Ancak, bu şahsın biyografisinde, medresesi olduğuna dâir bir
kayda rastlanamamıştır.
1918’deki «Bu sefer muhterik olmuştur» kaydına bakılırsa Fâtih yangı­
nından kurtulamamış olduğu anlaşılmaktadır200.
194 İME, N r. 112.
195 îsm ihan Sultan, Sokollu’dan sonra Feridun P aşa ile evlehdirilmişti
(SO, I, 15).
196 Fethiye ve îsm ihan Sultan m edreseleri İM E, (Nr. 111-112) v e DVMD
(s. 114-115) arka arkaya yer alm akta ve haklarında tek bir rapor hazırlanan
medreselerin yalnız müderrislerinin değil bevvablarının da aynı şahıslar oldu­
ğu görülmektedir. Bu bilgüer muvacehesinde Baltacı, s. 225’de «Fethiye medre­
sesi» olarak gösterilen medresenin «îsm ihan Sultan» m edresesi olarak düzeltil­
m esi gerekmekte, s. 284-85’deki «Koca Sinan Paşa» medresesinin diğer adının
ise îsm ihan Sultan olmayıp «Fethiye» olduğu ortaya çıkmaktadır.
197 İst. H , pafta C5’de «Yahya Efendi medresesi» işaretlenm iş, fakat ya­
nındaki medresenin yeri belirtildiği halde ism i yazılm am ıştır. A ncak DVMD, s.
128’deki raporda yeri D arüşşafaka karşısı olarak gösterildikten başka «Yahya
Efendi m edresesine m uttasıl olduğundan arsasının ana ilâvesiyle yen i v e mü­
kemmel bir medrese» yapılabileceğine işaret olunmaktadır.
198 Debbağ-zâde Mehmed Efendi m edresesi (s. 30) bk.
199 SO., m , 455; Nuran Bakır, XV II. a sn n ikinci yarısın da p â yeli v e bil­
fiil Anadolu v e R um eli kazaskerleri, Ed. Fak. Tarih m ezuniyet tezi (1966), s.
41-43.
200 DVMD, s. 128.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
Şekil 9 — Kaba Halil Efendi medresesi
(Pervititch plânı, Çarşamba-Karagümrük, P afta 32, 1929)
342
M tÎB A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
106 Kaba Halil Efendi medresesi (F 4)
Eski adı Zincirlikuyu olan semtte Atik Ali Paşa mahallesinde, bugünkü
adı Fâtih Nişancası olan caddenin Saray Ağası caddesi üe birleştiği köşede
olan medrese200“, hâlen metruk bir vaziyettedir.
Bânisi Elhac Halü Efendi20!’nin avlusunda gömülü bulunduğu medrese,
XVIII. asrın ortalarında yapılmış olmalıdır.
Resim 18 — Kaba H alil Efendi medresesi
159 Kalenderhane medresesi (17)
Fetihten sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından camiye çevrilen Bozdo­
ğan kemeri yanındaki Christ Acataliptos manastırı fukara ve mesâkin için
vakfedildiğinden «Kalenderhane» adı verilmiştir202. Sonradan bunun yanma
bir medrese ile bir de sıbyan mektebi ilâve edilmiştir203.
200a Bk. Şekil 9; Resim 18.
201 İstanbul kadılığa yapmış ve Anadolu payesi de tevcih edilmiş olan Ha­
lil Efendi, 1181 (İ767)’de m a’zûlen ölmüştür (K ve P , s. 82; BG , T, 51, 119; SO,
H, 269).
202 FDM, s. 17.
203 HC, I, 166.
İS T A N B U L . M E D R E S E L E R İ
Şekil 10 — Kalenderhâne medresesi
(Pervititch plânı, Vezneciler, P afta 48)
343
344
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L Ü
Bugün mevcud olmayan medrese204, Şehzaddbaşı’nda Site Öğrenci Yurdu’nun karşısında ve 16 Mart şehidleri .-Kalenderhane Câmi‘i- Kalenderhane
medresesi sokaklarınm çevrelediği üçgen şeklindeki adacık içinde idi205.
145 Kapu-ağası Mahmud Ağa medresesi' (J 9)
Babüssaâde ağalarından Mahmud Ağa20“ tarafından Sultan Ahmed’in
güneyinde ve Küçük Ayasofya caddesine dik olan Kapuağası sokağı üe Mus­
tafa Paşa sokakları köşesinde cami, medrese, mekteb ve çeşme’den mürekkeb olarak207 inşâ ettirilen manzume, Mimar Sinan208 yapısıdır. Kitabesinde­
ki tarih 961 (1554)’de bina olunduğunu ifade etmektedir209.
Medrese 1914’de «muhterik» olarak görülmektedir210.
Kara Ahmed Paşa medresesi (bk. Gazi Ahmed Paşa medresesi)
109 Ka‘riye medresesi (E 4)
Eğri kapı civarındaki eski Hora manastırı XV. asırda Atik Ali Paşa
tarafından camiye çevrilmiş211, XVI. asırda ise Koca Sinan'ın mimarlığı sı­
rasında yanına bir medrese ilâve edilmişti212.
Bugün izine rastlanamayan 4 odalı ahşab medrese213, câmi‘in kuzey ya204 Ayverdi (FDM, s. 17), 1930’da yıktırıl dığını kaydetmektedir. Baltacı
(s. 267) ise Fâtih zamanında, önce câmi’ haline getirilen manastırın - ruus kay­
dından hareketle - vakfiyenin tanziminden sonra, fakat yine padişahın hayatın­
da m edreseye çevrilmiş olm ası gerektiğine işaret etm ekte ve «sonraları câmi’
olarak kullanılan medrese, harab hâle gelm işken tekrar restore edilmiş ve fakat
senelerden beri boş durmaktadır» diyerek câmi’ üe m edreseyi aynı bina olarak
kabul etmektedir. Hâlbuki Pervititch plânında medresenin câmiden ayrı olduğu
açıkça görüldüğü gibi bugün dahi şehir plânında Kalender câm ü ve medresesi
adlarıyla iki sokak bulunması ikisinin ayrı binalar olduğunun delüidir.
205 Pervititch plânı, Veznecüer, P afta 48 (1935). Bk. Şekü 10.
206 SO, IV, 311.
207 HG, I, 51-52.
208 TM, s. 34.
209 HC, X, 52.
210 DVMD, s .4.
211 ö z , I, 85.
212 TE, s. 94.
213 DVMD, s. 135.
345
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
nmda214 idi.
i :
........
...........
.............
146 Kayış Mustafa Ağa medresesi (H 9)
Sirkeci, civârında Hoca Paşa semtinde Karaki Hüseyin Efendi câmi’i
karşısında Saray Ağası Mustafa Ağa tarafından 999 (1591)’de inşâ ettiril­
miş olan medrese215 1938’de yıktırılmıştır. Yerine yapılan bina Maliye Tah­
sil şubesi olarak kullanılmaktadır216.
Kazasker Haşan Efendi medresesi (bk. Haşan Efendi)
Resim 19 — Kemankeş Kara M ustafa P a şa m edresesi
(E.H. Ayverdi koleksiyonundan)
214 . A yvansarayî [BC, I, 159), medresenin câmiin yanında, olup, kapısı
dahilinde eshabdan Sa'idü’l-Hudrî’nin gömülü olduğunu kaydetmektedir. Türbe
halen m evcud olup câmi’in kuzey tarafın da dır.
215 B C , I, 173; Hammer, X V in , 115/63.
216 ö z, I, 83.
346
M Ü B A H A T S. KÜTÜKOĞLTJ
88 Kemankeş Kara Mustafa Paşa medresesi (18)
Çarşıkapı’da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa medresesinin karşı tara­
fında bulunan Kemankeş Kara Mustafa Paşa217 medresesi, 1051 (1641)’de
inşâ edilmişti218. Manzume, medrese, türbe, sebil ve çeşmeden ibâret oldu­
ğundan.dershâne.mescid olarak kullanılmaktaydı. Ancak yol zarûreti yüzün­
den'binaiım ön cephesi kesilip.fevkani odalar yapılmış, 1957’de.yine yol açıl­
ması sebebiyle medresenin kalan kısmı da kaldırılmıştır213. .1
Medresenin yerinde durak olarak kullanılan meydancık vardır.
154 Kepenekci Sinan medresesi (H 8)
Banisi Kanun! Süleyman devri ulemâsından Kepenekci Hoca Sinan220
olan medrese, Eminönü’nü Süleymaniye’ye bağlayan yolun, çıkarken sol ta­
rafında Kepenekci Sabunhane, sokağının köşesinde olup ön kısmı aslî şekli­
ni muhafaza ettiği halde, arka kısmı binanın hüviyetini bozacak şekilde kö­
tü bir tamir görmüştür.
115 Kıbrıs! Abdullah Efendi medresesi (G 5)
Faydalanılan listelerden birinde «Kadı Çeşmesi civânnda Şeyh Resmî
Mahmud Efendi mahallesinde»221, diğerinde ise «Otlukcu yokuşunda»222 ola­
rak gösterilen medresenin yerini, bu semtin plânında yapılan değişiklik do-,
layısiyle tam olarak tesbit maalesef mümkün olamamıştır. Ancak Haliç cad­
desi ile Kadı Çeşmesi - Şebnem ve Kangal sokaklarının çevreledikleri ada
içinde kalmış olması kuvvetle muhtemel görünmektedir.
Yan kârgir olduğu tesbit edilen Abdullah Efendi medresesi evler ara­
şma sıkışmış olduğundan İ914’de talebe için sıhhî bakımdan pek elverişli
bulunmamıştır. 1918 Fâtih yangınında arsa haline gelmiştir223.
217 SO, IV, 390. Bk. Şekil 11.
218 VF, I, 117 a.
. ; : .;
219 ö z, İ, 88. Medresenin yıkılm ası sırasında bânisinin m ezarı da hiç bir
iz bırakılmaksızm yok edilmiştir (Eyice, «İstanbul», t A , V, 1214/106). Bk. Re­
sim 19.
:-220 Hoca Sinan aslen m usevî olup ihtida etmiş, daha sonra İlmiyeye g i­
rerek..aklî ve naklî ilimler sahasında tem eyyüz etm işti (SO, m , 107). .
221 İME, N r. 96.
222 DVMD, s. 93.
223 A y n ı yer.
fr-
348
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O G L U
82 Kılıç Ali Paşa medresesi (F 10)
Sultân ü . Selim ve IH. Murad devirlerinde Kapdan-ı deryalık yapan
Kılıç Ali Paşa224 tarafından Tophâne’de câmi, medrese, sıbyan mektebi, tür­
be, hamam ve sebil’den müteşekkil külliyenin bir parçası olarak inşâ edilen
medrese, hâlen dispanserdir.
Câmi, türbe ve hamam225 Mimar Sinan'ın eserleri arasında kayıtlı ol­
duğu halde, listede medresenin adma rasüânamamaktadir.
Kızlar Ağası medresesi (bk. Mehmed Ağa)
158 Kirmasti medresesi (H 6)
.
Son devirlere âid listelerde Vefa’da226 gösterilen medresenin II. Bâyezid devri kadılanndan Sinâneddın Yusuf b. Hüseyin Kirmasti’ye âid olan ve
Fâtih’te bulunan medrese ile aynı olmaması227 gerekmektedir. Husûsiyle İs­
tanbul Müftülüğü Arşivindeki defter, medreselerdeki ıslahat arefesinde İs­
tanbul medreseleri birer birer dolaşüarak hazırlandığı için bir yanılma bahis
konusu olamaz: Kaldı ki Vefa yangınım görmüş bulunan mahalleliler içinde,
Kirmasti medresesinin yerini de hatırlayanlar bulunmakta ve bu, Alman Ar­
keoloji Enstitüsü’nde Müller - Wiener tarafından yapılan çalışmalar sonucu
hazırlanan plâna uymaktadır. Buna göre Kirmasti medresesi Vefa bozacısı­
nın yanındaki .Mimar Ağa Câmi’i adıyla tanınan câmi’in arkasında idi.
8 odası olan Ve 1061 (1651)’de ihdas edilen228 medrese, 1918’deki Vefa
yangınında yanmijştı229.
;
46 Koca Mustafa Paşa medresesi (jK 2)
:
Bizans eséri olan Hagios Andreas manastırını çâmiye çeviren230 H. Bayezid devri sadrazamlarından Koca Mustafa? Paşa23Sj câmi’in etrafında türbe,
224 SO, m , 502; B C , II, 59-60.
I
|
225 TE, 1/34; V /17, X II/20.
!
226 İME, Nr. 58; DVMD, s .58.
227 Krş. IV T p , s. 198; Baltacı, s. 102-103.
:
228 VF, X 30Ö b; Hammer, XVHI, 118.
¡
229 DVMD, S, 58.
230 S. Eyice, «İstanbul’da Koca M ustafa P aşa Câmi’l v e onun OsmanlıTürk mimarisindeki y eri» . TD, V, sayı 8 (1953), s. 153 v.d.
231 SO, IV, 371.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
349
zâviye, şadırvan, çeşme ve imâretle beraber bir de medrese yaptırtmıştı.
Kendi adıyla anılan semtte ve câmi’in yanında Koca Mustafa Paşa med­
resesi sokağında bulunan medrese içinde halen Kur’an kursu faaliyet halin­
dedir.
.
155 Koğacı Dede medresesi (F 5)
Çarşamba’da Koca Dede232 mahallesinde, Darüşşafaka caddesi’nde Fâ­
tih Kız Lisesi’nin karşısına isabet eden ve sadece, hazîresi kalmış olan yerde
Halvetiye şeyhlerinden Şeyh Sevimdik Şuca'üddin233 tarafından yaptırılan
mescid ve zâviyeden mürekkeb manzumenin zâviyesi Safer 1049 (Haziran
1639)’da medreseye çevrilmişti234.
1914’de gerek câmi, gerekse medresenin çok harab olduğu tesbit edil­
miş, ancak arsasının geniş ve yerinin yüksek oluşu sebebiyle yeni bir medrese
inşâsının uygun olacağı düşünülmüştü.
1918 sonunda 9 odasından 5’inin kadro harici talebe, 4’ünün ise mu­
hacirler tarafından işgal edildiğine bakılırsa, Fâtih yangınından zarar gör­
memiş demektir235.
58 Köprülü Mehmed Paşa medresesi (19)
Çenberiitaş’ta Divan yolu caddesi üzerinde Darüşşafaka sitesi yanında
Peykhâne sokağı köşesinde olan medrese 1070 (1659)’da yapılmış ve hepsi
bir senede tamamlanmış olan236 mescid, türbe, çeşme, sebil, kütübhâne, dük­
kân ye handan müteşekkil bir külliye içinde olup, klâsik üslûbda inşâ edtimişti237.
8 köşeli bir plân üzerine tek kubbeli olarak yapılan medrese dershânesi ayni zamanda mescid vazifesi görüyordu. Yol zarûreti dolayısiyle medre­
senin ön kısmı kesildiğinden dershâne cadde üstüne çıkmıştır238.
232 Mahalle «Koğacı. Dede»den bozma olarak «Koca Dede» adını taşım ak­
tadır. Bk. Şekil 4.
233 8 0 , m , 115.
234 VF, I, 232 b; Hammer, XVIII, 117/84.
235 DVMD, s. 120. ö z (I, 92), medresenin Şeyhülislâm Hayri Efendi zam a­
nında tecdîd olunduğunu: kaydetmektedir.
236 HC, li 177.
.. ...237 : G ü çyener.tez, s. 14. . . .
.
238 ö z , I, 93.
350
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O G L U
. 54 Kuyucu Murad Paşa medresesi (1 7)
-v :
Vezneciler’de, Fen. Fakültesi?nin arkasmda halen Edebiyat Fakültesi’ne
bağh Tarih Araştırmaları Enstitüsü olarak kullanılan medrese, türbe, sebil;ve
çarşı ile birlikte bir manzûme olarak 1019 (1610)’da inşâ edilmişti239.
Klâsik üslûbda240 olan medresenin bânisi I. Ahined devri sadrazamla­
rından Kuyucu lâkabiyla meşhur Murad Paşa’dır241.
163 Küçük242 medrese (F 4)
Eski adı Zincirlikuyu olan Fâtih Nişantaşı caddesi üzerinde ve Nişan­
cı câmi’inin karşı tarafmda bulunan bu medrese Kazasker Abdullah Efendi243’ye âiddir.
' !
- ' Bugün yerinde Ahnıed Rasim Ortaokulu vardır.
239 VF, I, 36 a’da, Murad P aşa m edresesinin-bitiş tarihi Muharrem 1019
(Mart-Nisan- 1610) olarak gösterilmektedir.
.
‘': , .
240 Güçyener, tez, s. 9-12.
. •
:-b
241 8 0 , IV, 355.
242 İst. H, pafta D5’.de Küçük, medrese, naşir tarafından (Haşan Efen­
di) m edresesi olarak gösterilm işse de DVMD s. l3 3 ’de Kazasker H aşan Efendi
medresesi hakkmdaki raporda «...ittisalin d ek i Küçük, nâm -ı diğer Kazasker
Abdullah Efendi medresesi»; s. 134’de Küçük m edresede-ise « ... m uttasıl olan
Kazasker Haşan Efendi medresesi ...» ifadelerinin '•kullanılm ış ölma'sı." Küçük
medresenin Abdullah Efendi’ye âit olduğunda şübhe bırakmamaktadır.
. 2 İ 3 . Ayvansarayî . (HC, I, 185) Zincirlikuyu’da Keskin Dede m escidi kar?
şısında Kazasker Abdullah Efendi’nin türbesi olduğunu kaydetmektedir. Bugün,
bu türbe mevcud değildir; yalnız N işancı Mehmed P aşa îlkokulu’nun yanındaki
sokak seviyesinden 2,5 m. kadar yükseklikteki şedde bulunan mieZar-taşların­
dan birinde «şabik Anadolu kazaskeri merhum ve mağfurunleh Hâmid-zâde
Abdullah Efendi’nin . ruhuyçün» ibaresiyle altında 1226-(1811)’da tam ir .edil­
diğine dâir kayıd mevcuddur (Abdullah Efendi’nin m ezar taşm a Râşid Meh­
m ed Efendi tarafmdan yazüan manzum kitabe için bk. VF, Veliyüddin Efendi
Ktb: ,;N r. 2362, HE, 253 b.). Ancak buradaki taşların sokağın karşı-tarafındaki
Ahmed Rasim Ortaokulu’nun inşâsı sırasmda, oradaki mezarlardan ''sökülüp
bu kısm a nakledildikleri İlkokulun müdürü tarafmdan ifade oIühmuştur.; '
Her ne kadar ne Şeyhî (VF, EH, 252“ b-253 b) ne A yvansarayî, ne de M.
Süreyya (80," IH," 372-73) Hâmid-zâde’nin biyografisinde m edresesinden•'bah­
setm iyor iseler de, Küçük medrese adıyla anılan m edresenin 1126-1127 (1714-15)de Anadolu kazaskerliği yapan Abdullah Efendi’ye âid olduğuna hükmedebiliriz
(Biyografisi için ayrıca bk. Gülsen Gökçay, XVIII. a sn rrü le ya n sın d a Anadolu
ve R um eli kazeskerleri, tez s. 41-43).
-
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
35\
Küçük Âyasofya medresesi (bk. Ayasofya-yı sagîr medresesi)
43 MahmudPaşa-yı Velî medresesi (18/9)
Fâtih Sultan Mehmed devri sadrazamlarından Mahmud Paşa tarafın­
dan244 ayni adı taşımakta olan semtte câmi, medrese, sıbyan mektebi, mah­
keme, imâret, türbe, çifte hamam, han (kürkçü hanı), çarşı ve çeşmeden mürekkeb bir külliye inşâ ettirilmişti.
Resim 20 — Mahmud P aşa-yı V elî m edresesi dershanesi (Mahmud P a şa Okulu bahçesinden görünüşü)
352
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Câmi’in kuzeyine düşen medresenin bugün sadece dershânesi kalmış
olup, hücrelerinin dershânenin doğu, batı ve kuzeyinde bulundukları245 an­
laşılmaktadır.
Dershâne, Nuru Osmaniye caddesine dik olan Mengene sokağındaki
Mahmud Paşa İlk ve Ortaokulu binasının bahçesinin Nuru Osmaniye tara­
fındaki köşesindedir245a.
Maktul Ahmed Paşa medresesi (bk. Gazi Ahmed Paşa)
71 Ma‘lûl-zâde medresesi (F 4)
Eski adı Zincirlikuyu olan Fâtih Nişancası’nda Küçük ve Kazasker
medreseleri karşısında Müezzin sokağında bulunan ve İncirli medrese246 de
denilen Ma‘lûl-zâde medresesi İÜ. Murad. devri şeyhülislâmlarından Ma‘lûl
Emir-zâde Mehmed Efendi’ye âiddir247.
Eski Eserleri Koruma Encümeni’ndeki dosyada 990 (15 82)’de yapıldı­
ğı ve 1331 (1915)’de tamir gördüğü248 kayıtlıdır.
Bugün medresenin yerinde Nişancı Mehmed Paşa İlkokulu bulunmak­
ta olup, okulun, Müezzin sokağı tarafındaki 90cm. genişliğindeki duvarı,
medreseye âiddir.
130 Mehmed Ağa medresesi (F 5)
Divanyolu’nda, Sultan Ahmed’den Bayezid’e çıkarken kapalı durağın
arkasındaki Hoca Rüstem sokağı’nda, medrese, sebil ve mektebden müte­
şekkil olarak Kızlar ağası Hacı Mehmed Ağa249 tarafından yapılmış olan
244 SO, IV, 309.
245 FDM, s. 180.
245a Bk. Resim 20.
246 İst. S , pafta D 5’de naşir tarafından (Şeyhülislâm Mehmed Efendi)
m edresesi olarak gösterilm iştir.
247 Ebussuud Efendi’ye damad olan v e Rebi’ülâhır 988-Zilhicce 989 (Ma­
yıs 1580-Ocak 1581) tarihleri arasmda şeyhülislâm lık yapm ış bulunan Mehmed
Efendi’nin, babasının Zincirlikuyu’daki darülkurasmda gömülü olduğu (/S , s.
400) ifadesine bakarak darülkuranın bilâhıre medreseye çevrildiği düşünülebilir.
248 EEKE, dosya 223. DVMD, s. 146’da 1330 (1914)’de tanzim edüen ra­
porda harab bulunduğu ve avlusu, «ittisalindeki kabristana karışm akla beraber
mecmu’ arsası da yeniden bir medrese inşâsına pek m üsâid olmadığından ihya­
sı da pek münâsib» görülmediği kayıtlıdır.
IS T A N B U L M E D R E S E L E R İ;
353l
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 23
354.
M Ü B A H A T S. K ÜTÜK OĞ LU
maozûmenin medresesi250, Çocuk Esirgeme Kurumu’nca kullanılmaktadır251.
Kârgir ve kubbeli, 10 hücre ile bir dershânesi olan medrese252 990
(1582-83)’de inşâ edilmiştir253.
151 Mehmed Ağa medresesi (1 9)
Kızlar ağası Habeşî Mehmed Ağa’nın vakfiyesinden de anlaşıldığı gibi
Çarşamba’da, câmi’i yanında ve Çilekeş ile Çulhalar sokakları köşesinde
câmi’, darülhadis254/tekye, türbe, çifte hamam ve çeşmeden mürekkeb bir
külliyenin parçası olarak inşâ edilmiş olan medrese255, maalesef günümüze
ulaşamamıştır.
66 Mehmed Paşa medresesi (Sohtdlu) (J 9)
Sokollu Mehmed Paşa256 tarafından bir kilisenin yerine yaptırılan, Edirnekapısı’ndaki Mihrimah Sultan câmi’indeki gibi medrese odalariyle çevre­
lenmiş olan câmi’, Mimar Koca Sinan'ın257 en güzel eserlerinden biri olarak
kabul edilmektedir258. 30 hücreli bir zâviye, sıbyan mektebi, imâret ve çeş­
me üe külliye tamamlanmaktadır259.
249 Kapı ağalığı üe dariissaade ağalığını ayıran bu Mehmed A ğ a olup,
ölümü 999 (1591)dir (SO, IV, 128-29). 151 Nr. daki Mehmed A ğ a medresenin ba­
nisi de aynı Mehmed A ğa’dır.
250 Müller-Wiener plânında bu medrese «Kızlar A ğası» m edresesi olarak
işaretlenm iştir (F 7).
251 B altacı (ş. 300), medresenin yerinde işhanları olduğunu söylerken ya­
nılmaktadır. EEKE (dosya 254)’de de medresenin ÇEK tarafından aşevi olarak
k u llan ıldığı kayıdlıdır. Bk. R esim 21, 22.
252 DVM D, s. 11; 1st. A b., s. 64-65.
2Ö3 TŞ, s. 407 ve ondan naklen Baltacı, s. 300.
254 10 Rebi’ülahır 999 (5 Şubat 1591) tarihli vakfiyede (TSMK, E m anet
Hâzinesi, Nr. 3023 ve ondan naklen 1st. A b., 64-65) 10 hücreli bir dariilhadisden bahsedüdiği halde son devir medrese listelerinde bunun darülhadis olduğu­
na dâir kayıd yoktur.
255 Mehmed A ğa câm i’i ve türbesi Mimar Davud A ğ a tarafından yapıldı­
ğına göre (M uzaffer Erdoğan, «Mimar Davud A ğa’nın h ayatı v e eserleri», Tür­
k iy a t Mecmuası, TUL (1959), s. 187, 189) medrese de onun olmalıdır.
256 SO, IV, 122-123.
257 TE, s. 95.
258 ö z , I, 101-102.
259 Doğan Kuban, «An Ottoman Buüding com plex of the Sixteenth Cen­
tury : The Sokollu Mosque and its dependencies in Istanbul», A r s Orientalis,
VH (1968), s. 25-26.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
355
Biri fevkani olmak üzere 17 odası260 biılunan bu medresenin dersha­
nesi hücrelerden dışarı taştığından bol ışık almaktadır261.
59 Merzifonî Mustafa Paşa medresesi (1 8)
Çarşıkapı’da yer altı geçidini geçince sağda, İstanbul Fetih Cemiyeti ve
Yahya Kemal Enstitülerinin faaüyette bulunduğu bina, Merzifonlu Kara Mus­
tafa Paşa262 tarafından Viyana seferinden bir sene önce inşaatına başlatılan,
fakat bozgunu müteâkıb inşaatı bir müddet geciken külliyenin medresesidir.
Mescid, medrese, kütübhâne, sıbyan mektebi, sebil ve açık türbeden mü­
teşekkil külliye263, Paşa’nm oğlu Ali Bey tarafından bina emîni Hamdi Ağa’ya havale edüerek 1690’da tamamlatılmıştır264.
Klâsik devir üslûbunda inşâ edilmiş265 olan medresenin dershânesi aynı
zamanda mescid vazifesi görüyordu256.
35 Mihrümah Sultan medresesi (E 3)
Kanunî Sultan Süleyman’ın kızı ve sadrazam Rüstem Paşa’nm karısı
olan Mihrümah Sultan267’m biri Üsküdar, diğeri ise Edime kapısı’nda olmak
üzere iki medresesi vardır.
Bunlardan Üsküdar’daki, iskele yakınında ve câmi, medrese, sıbyan
mektebi, imâret ve kervansaraydan müteşekkil külliye içinde olup 954 (154748)’de tamamlanmıştır268. Medrese halen dispanser olarak kullanılmaktadır.
Halen Talebe Yurdu olan Edime kapısı’ndaki medreseye ise, Zilka'de
976 (Nisan 1569)’da ilk müderris tayin edilmiştir269. Bu da câmi’, medrese,
260 DVMD, s. 8.
261 İst. Ab., s. 100-101.
262 8 0 , IV, 402.
263 HC, I, 171.
' 264 Güçyener, tez, s. 18.
265 A yni yer.
266 HC, I, 171; ö z , I, 83.
267 Bazı eserlerde. Mihrümah Sultan'm ölümü babasından önce vukubulmuş gibi gösterilm ekle (bk. HC, n , 187:964; I, 24:965; 8 0 , I, 83:964 veya 965
ve Baltacı, 304) beraber hakikatte hayli sonra ve büyük bir ihtimalle 986
(1578)’dedir (Krş. Cavid Baysun, «Mihrümah Sultan» İA , V E , 307).
268 TŞ, s. 52 ve ondan naklen Baltacı, s. 35.
269 Baltacı, E dim e kapısı’ndaki Mihrümah Sultan külliyesinin kimin ta ­
rafından kimin ruhuna yaptırıldığı hakkında karar verem em iş gözükmektedir.
356
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
sıbyan' mektebi, çifte hamam ve çarşıdan mürekkeb bir külliye içindedir.
İstanbul’da iki Mihrümah Sultan medresesi bulunduğu halde 1869’da
bunlardan sadece birinin faal olduğu görülmekte ve bunun Edime kapısı’nda-
Şekil 12 — Mimar Haşan medresesi
(Tapu Kadastro Arşivi, Çemberlitaş, P afta 38, Ada 274, Parsel 41)
s. 305’de «Edim e kapı’da babasmm ruhuna yaptırdıgı câmi, m edrese...»den bah­
setm ekte, s. 307/86’de ise «Bânisi, Kanunî Sultan Süleyman’dır, Kızi Mihrümah
Sultan için yaptırmıştır» diyerek çelişkiye düşmektedir. Mihrümah Sultan’ın
ölümünün babasınınkinden sonra olm ası vakıası karşısında herhalde birinci ifa­
de doğru olsa gerektir.
Müellif medresenin 976’da tamam landığını yazarken de . hataya düşmekte­
dir. Zira TŞ (s. 270)’de «976 Zilka’de’sinde'Edirne kapusu’nda bina olunan med­
rese elli akçe ile ibtida bunlara îtâ olundu» dendikten sonra şöyle devam olun­
maktadır : «Henüz tam am olm amağla Rüstem P a şa : câm i’inde ders demek_ferman olundu». Buna göre E dim e kapısı Mihrümah Sultan m edresesi için talebe
alınmakla beraber bina henüz bitmediğinden bir müddet için tedrisat Rüstem
Paşa,:camiinde yapıldığından tamam lanma tarihi 976’dan sonra, muhtemelen
977’dir.
/
İS T A N B U L . M E D R E S E L E R İ
357
ki olduğu tahmin edilmektedir270.
152 Mftnâr Haşan Ağa medresesi (18)
-
Eskidea Irgad Pazarı demlen Çarşıkapı’da Hüseyin Ağa mahallesinde
Tavuk pazarı yakınında olan medrese ahşab olup, sadece 3 oda ile bir tu­
valetten ibaretti271.
.
;
153 AKhnâr Hâsım medresesi (16)
Şehzadebaşı’nda272 Ankaravî medresesi ile Hoşkadem mescidi 'civarın­
da273 olduğu tesbit edilebilen Kâsıin Ağa medresesinin yerini, bütün âraştırrnalarâ rağmen tesbit mürükün olamamıştır. Ancak Laleli’de, Öirdü caddesi
ile Şehzadebaşı’nı birbirine bağlayan Gençtürk caddesi" üzerinde, Ordu cad­
desine parelel olan ilk" sokağın adinin "Mimarbaşı sokağı olması' «Mimar Ka-r
sun medresesi»ne izafeten bu adm verilmiş olabileceği ve medresenin de bu­
rada veya pek yakınında bulunduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Mahalle arasında sıkışmış bir vaziyette ve âhşab olduğu tesbit edilebi­
len. medrese, imparatorluğun son senelerinde, meskûn olmakla beraber harab bulunuyordu274.
102 MPmâr Sinan Yusuf Efendi medresesi (F 6) ;
Fâtih Sultan Mehmed devrinde adı Sarı (veya Baba) Saltuk275 olan,
270 N eşre esas olan listede medreselerin sadece isimlerinin kaydedilmiş,
yerlerinin belirtilmemiş olm ası burada da tereddütlere sebeb olmaktadır. An­
cak, J3BBM, dokuzuncu dairede Üsküdar’dakinin «hali» olarak gösterilm esi
1869’daki faal medresenin de Edirne kapısı’ndaki olabileceğini düşündürmek­
tedir.' ■
'
ır
- 271 DVMD, s. 35. Yeniçeriler caddesine parelel- A tik ; Âli' P aşa medresesi
sokağının eski adının sadece «Medrese sokağı» olması ve A tik -A li F aşa •med­
resesinin caddede bulunması, sokağın, Mi‘mar Haşan medresesinden dolayı bu
adla anıldığının ifadesi olmalıdır. Bk. Şekil 12.
272 İME, Nr. 64; DVMD, s. 64.
273 BO , £ 99.
'
'
274 Köprülü Mehmed P aşa’nin sadarete getirüişinde rol oynayan Kasım
A ğa’nın ölümü 1070/1660 (8 0 , IV, 49)’da olduğuna göre/m ed rese hayatında ve
kendisi tarafından yapıldıysa bu tarihten önce olmalıdır: Bu takdirde Hammer
(XVIII, 125)’in verdiği 1103 (1691) tarihinin tashihi gerekir.
275 Sarı S altu k ; ÎVTD, s .273; Baba S altu k ; İbrahim H akkı KonyalI,’
Fâtih’in m im arlarından A zadlı Sinan (Sinan-ı A tîh ), İstanbul 1953i; s .41.
358
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
mescidin inşâsiyle Âşık Paşa olarak değişen276 mahalledeki bu medresenin
bânisi Fâtih devrinde mimarbasilik yapan Sinan Ağa277’dır.
Vakfiyesine göre, Sinan Ağa’nın, Baba Saltuk mahallesinde, Fâtih Sul­
tan Mehmed tarafindan kendisine verilen arsa üzerine yapılmış, bir sınırı
üzerinde mescid (Âşık Paşa Câmi’i) bulunan zâviyesi vardır.
Karadeniz caddesini Haydar caddesine bağlayan Esrar Dede sokağı (es­
ki adı Tekke sokağı) ile Şâir Baki sokakları köşesinde ve Sultan D. Bayezid’in süt annesi Âsûde Hâtun’un türbesi karşısında bulunan zâviyenin bir ka­
pısı Esrar Dede sokağında (No. 6), diğer kapısı ise Şâir Baki sokağında ve
câmi ile çeşme arasındaydı278.
Âşık Paşa-zâde Şeyh Ahmed Efendi’nin kızı tarafindan zâviye avlu­
suna bina ettirilen hücreler daha sonra yıktırılarak 10 oda yapılmış ve med­
rese bu suretle teşekkül etmiştir279.
Medrese 1918’deki Fatih-Cibali semtlerini kül eden yangında arsa hâ­
line gelmiştir280.
39 Mirzeban Sultan medresesi (K 9)
Osmanlı hanedanı içindeki yerini tesbit etmek maalesef mümkün ola­
mayan Mirzeban Sultan’m inşâ ettirdiği medrese, Küçük Ayasofya’da demir
yolunun deniz tarafında281 bugün Belediye Temizlik İşçileri Bürosu olarak
kullanılan binanın, yerinde idi. Medreseden herhangi bir iz kalmamıştır.
276 İVTD, s. 273, notda  şık P aşa m ahallesi Karadeniz caddesinin batı
tarafında gösterilmektedir. Halbuki m ahalleye adim verm iş olan  şık P aşa Câ­
m i’i doğuda, Karadeniz ve Haydar caddeleri arasındadır. İst. H, pafta C5; ŞB,
20, K - 40.
277 A zadlt Sinan, s. 4-5.
278 K esâ, s. 41-42.
279 «...zâviyenin hareminde Râbi'a Hatun ‘ulema ve suleha sâkin olmak
içün bina etdüğü sekiz aded hücerâtı... medrese olm ağa kabildir ve evkaf m
zevâiddinden önhi müsâade vardır. Şöyle k i 20 akçe cihet-i tedris ve 10 akçe
cihet-i talebe olsa zevâid-i evkaf vefa ider» diyerek padişahdan ferman alınmış
ve iki hücre daha ilâvesiyle A li Çelebi’ye verilm işse de sonradan bu şer’î bu­
lunmayarak tekrar zâviyeye çevrilmiştir (İVTD, s. 290; A za d lı Sinan, s. 42).
Daha sonra yine medrese haline getirildiği Şaban 1051 (Kasım 1641)’de pâye
ihdas edilmesinden (VF, I, 224 a) anlaşılmaktadır.
280 DVMD, S. 108.
281 DVMD, s. 7; Ankara Tapu Kadastro A rşivi’nde, Küçük A yasofya sem ­
tine âit 1928 tarihli bir kadastro paftasında (pafta 72) Mirzeban Sultan med­
resesi 115 ada 2 parselde «Mihriban Sultan medresesi» adıyla işaretlenmiştir.
Bk. Şekil 13.
(Tapu
Kadastro
Şekil 13 — Mirzeban Sultan medresesi
Arşivi, Ktlçükayasofya, Pafta 72, Ada 115, Parsel 2)
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
L_
359
360
M Ü B A H A T -S . K Ü T Ü K O Ğ L U
99 Misli Ali Efendi darülhadişi (G 5)
Fâtih Câmi’inm arka tarafında,;bir. ucu Dariişşafaka diğer ucu Haliç
caddesine birleşen _Otlukar yokuşunda ve ismini mahalleye vermiş olan Şeyh
Resmî Mahmud Efendi Câmi’i yanında idi282.
1918’de bu da arsa halinde görülmektedir283. ;
101 Moravî Elhac Osman Efendi medresesi (G 5)
»•
i
Kadı Çeşmesi civarında284 ve Otlukcu yokuşunda286 bulunduğu kayde­
dilen medrese, o civardaki diğer birçok medrese gibi 1918’deki büyük yan­
gında yanmış olmalıdır. Zira 1914’de. «muhtac-ı ta‘mir» olarak rapor veril­
diği halde 1918’de «arsa halinde» görünmektedir286.
.
- -:• . XIX. asır İstanbul haritasında Büyük Otlukcu yokuşu ile Altı Boğaça
caddesi arasında gösterilen medrese287 bu olsa gerektir.
160 Mulıyiddin-i Kocavî medresesi (F 7)
¡ Haydar caddesi’nden Cibâli’ye inerken sağda, Salih Paşa caddesi’nden
sonraki Gibâli mescid sokağında, K aranlık mescid adıyla anılan. Şeyh Muhyiddin-i Kocavî mescidi yanında288, Rebi’ülevvel 1065 (Ocak 1655)’de ih'282 İME, Nr, 100; HG, I, diride «Resmî m escidi civârmda olan medrese
A li Efendi nâm kimsenin binasıdır» denilmekte, Pervititch plânında (pafta 36
Fatih) ise Şeyhülisİâmi (Şeyh Resm î olacak) câmi’inin yanmda Minkî (Mislî)
A li E fen d i m edresesi harabesi izlerinin 1933’de henüz m evcud olduğu görülmek­
tedir. Bu paftada câm i’in karşı köşesinde «Yeni Çeşme medresesi» olarak işa­
retlenen medrese İst. H.’nm (C5) aslında sadece «medrese» olarak gösterilmiş,
naşir tarafından. (A li Efendi) ilâve edilmiştir. Ancak, Pervititch plânında diğer
tarafında Abdülhalim Efendi m edresesinin yer alm ası v e DVM D, s. 109’da da
«Abdülhalim Efendi medresesi ile yanyana» bulunduğunun ifade edilmiş olması
İst. H.’daki ilâvenin düzeltilmesini gerektirmektedir. Bk. Şekil 1.
283 DVMD, s. 109.
: 284 İME, N r. 101.
285 DVMD, s. 99.
286 A ynı yer.
287 İst. H ., P afta C5. Hem Kadı Çeşmesi’ne yakın hem de Otlukcu yokuşu
üzerinde olm ası dolayısıyla bu medreseyi, Osman Efendi m edresesi olarak kabul
ediyoruz. Bugünkü İstanbul plânında yeri Haliç caddesi ile Şebnem sokağının
kesiştikleri köşe olarak gösterilebilir.
288 A yvansarayî {HC, I, 173) m escid ve zaviyeden bahsetmektedir. EEKE,
dosya 602’de Cibâli m escidi sokağındaki mescidden bahis vardır. DVMD (s.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
das olunân?®? medrese- sadece 4 -ahşab-. odadan ibaretti290
Bugün ne medrese ne de mescid mevcuddur.
361
. -
76 Muld Ahmed Efendi medresesi (G 6)
; , Fâtih CâmiTnin arkasmda Haliç caddesi’ne parelel olarak inen Kadı
Çeşmesi sokağı ile Şebnem sokağı’nın kesiştikleri köşedeki Yarhisar Mustafa
Muslihiddin CâmiTnin yanmdaki medrese291, Şeyhülislâm Mu'id Ahmed
Efendi292’ye âid olup ölümünden birkaç ay sonra tamamlanmıştır299.
' Resim 23 — Mu‘id Ahmed Efendi m edresesi dershanesi
113) 'deki «Bu nâm ile mevsum mescid-i şerife m uttasıl, ahşab, sonradan medre­
se haline konulmuş» ifâdesinden, diğer bazı medreselerde de görüldüğü gibi za­
viyenin medrese hâline sokulduğu neticesine varılmaktadır.
289 YF, I, 349 a; Hammer, XVIII, 120/133.
290 DVMD, s. 113.
291 HC, I, 220. Bk. Resim 23.
292 Mu‘id Ahmed Efendi, Zilhicce 1055-Cemâziyelevvel 1057 (Ocak 1646Haziran 1647) arasında şeyhülislâm lık yapmış, 1647’de ölümünde medresesine
gömülmüştür ( 8 0 , IV. 504; İŞ, ş .453).
293 YF, I, 175 b’de medresenin tamam lanması Receb 1057 (A ğustos 1647)
olarak gösterilmektedir.
362
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Bugün, medresenin; sadece dershanesi kalmış olup, içinde âile otur­
maktadır.
57 Murad Paşa-yı atâk medresesi (15) :
Aksaray’da Vatan ve Millet caddelerinin köşesinde bulunan ve Fâtih
Sultan Mehmed devri vezirlerinden Has Murad Paşa294 tarafından inşâ et­
tirilen manzûme câmi, medrese, çifte hamam ve tabhâneden müteşekkil idi.
Paşa’iun Ölümünden (878/1473) iki sene önce tanzim edilen vakfiye­
de câmi ile beraber medrese ve imâretten de bahis olduğu halde medresenin
Türk ve İslâm Eserleri Müzesinde bulunan kitâbesinde 882 (1477-78) tari­
hinde ve sadrazam Mesih Paşa tarafından yapıldığı kayıdlıdır295.
Câmi’in avlusunda batı tarafında bulunan medrese 19301arda29B be­
lediyece yıktırılmıştır.
108 Mustafa Efendi medresesi (F5)
Çarşamba’da, bugün «Koca Dede» denilen Koğacı Dede mahallesinde,
Koğacı Dede ve Beyceğiz sokakları arasındaki adada ve Koğacı Dede med­
resesinin sokak kapısı karşısında297 bulunan medrese, Şeyhülislâm Esirî Meh­
med Efehdi’nin kardeşi Rumeli kazaskeri Mustafa Efendi298 tarafından 1088
(1677)’de299 yaptırılmıştı.
294 BO , I, 204.
295 Tâcizâde Sa'dî Çelebi, M ünşeat (Lugal-Erzi neşri) İstanbul 1956, s.
60 ve ondan naklen B altacı (s. 318) kitabedeki tarihi 882 olarak gösterirlerken
Ayverdi {FDM, s. 190) 888 (1483) olarak hesablıyor ve bu tarihi, muhtemelen
geğirdiği bir harabe sonucu 14 sene sonra Mesih P aşa tarafından ihyası tarihi
olarak kabul ediyor.'Halbuki tarih '882 öldüğü gibi Tâcizâde’niü' ifâdesinden de
medresenin Mesih P aşa tarafından tam am latıldığı açıkça anlaşılmaktadır.
-296 Yıkılış tarihini Baltacı (s. 318) 1929-30 olarak verdiği halde, Eyice
(PG, s.. 87) 1938’e doğru kayb olduğunu kaydetmektedir.
297 Bu ifadeye; -göre medresenin kapısı Koğacı Dede sokağm a açılıyor
olmalıdır. HC, I, 170.
- ■
298 M ustafa Efendi’nin Anadolu kazaskerliği 1085-87 (1674-76), Rumeli
kazaskerliği ise 1094-96 (1683-85) tarihlerindedir. SÖ, IV, 405; Nuran Bakır,
XVII. asn n ikinci yan sın da pâyeli ve Vi’l-fiB Anadolu v e R um eli K a za sk er­
leri, s. 56-57.
299 Şeyhî (VF, I, 4 0 9 b )’de «Rebi‘ü lew el 1088’de Kazasker M ustafa Efen­
di’nin müceddeden binâ ettikleri m edreselerinden bahsedilmektedir. Hammer
(XVH, 123/187) de buradan almış olmalıdır.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
363
1914’de «etraf duvarları münhedim»300 olarak gösterilen medrese, bu­
gün mevcud değildir.
97 Müfti Hüseyin Efendi medresesi
Çarşamba caddesi (bugünkü Darüşşafaka caddesi) üzerinde olan med­
rese «Çukur medrese»301 adıyla da anılmaktaydı.
Bugün yerini kesin olarak tesbit edemediğimiz medresenin «bir tarafı
altlı üstlü, bir tarafı zem ine muttasıl»302 olarak tarif edilmesi bir yokuş ba­
şında olduğunu düşündürmektedir.
Bânisi maktul Şeyhülislâm Ahî-zâde Hüseyin Efendi’dir303.
Ahşab olan medrese, Fâtih yangınında yanmıştır304.
143 Nazır Hüseyin Ağa medresesi
Medrese ve bânisi h akkında malûmat sahibi değiliz. Medrese listelerin­
de Lâleli’de gösterilmiştir305. Topkapı Sarayı Arşivi’ndeki listedeki kayıt-
300 DVMD, s. 125.
301 DVMD’iıde biri Çarşamba, diğeri N işancı’da olm ak üzere iki çukur
medrese gösterilm ekte olup, bunlardan Çarşamba’dakinin Hüseyin Efendi’ye
âid olduğu işaretlenm iştir. D iğer listelerde de Çarşamba’daki medreseler (İME,
Nr. 120; DBSM, 2. daire : Valide Sultan ve Debbağ-zâde; M A B 8 : Papas-zâde
Ahmed P aşa ve Abdülhalim E iendi medreseleri) arasında sayılan Hüseyin Efen­
di medresesinin Zincirlikuyu’daki «Çukur medrese» ile karıştırüdığı görülmek­
tedir. Hammer (XVHI, 116/81), Şüheda m escidi [Hüseyin Efendi’nin B alat’da
kiliseden çevirttiği m escid (TŞ, s. 756) «Şüheda mescidi» adı üe tanınmaktadır
(8 0 , n , 190)] civarmda gösterdiği gibi, B altacı da (s. 562) N işancı Mehmed
P aşa kCâmi’i yanındaki Çukur m edreseyi Ahî-zâde Hüseyin Efendi’y e m al et­
miştir. Ayvansarayî, gerek F âtih Câmi’i yakınındaki Ahî-zâde Yusuf b. Cüneyd
(I, 42), gerekse Şühedâ m escidi (I, 128) maddelerinde Hüseyin Efendi’nin «Çu­
kur medrese» sahibi olduğunu kaydetm ekte ise de medresenin yeri hakkında
herhangi bir îmâda bulunmamakta, sadece oğullarından Abdullah Efendi ile
Fazlullah Efendi’nin, medresesinin mezaristanında Seyyid Ahmed N esîbî E fen­
di’nin de dershanesinde göm ülü olduğundan bahsetmektedir. A tâî (TŞ, s. 756)
ise medresenin, evinin karşısında olduğunu kayd üe iktifa etmiştir.
302 DVMD, s. 123.
303 TŞ, s. 755-57; İS, S. 446-47; SO, H, 189-190.
304 DVMD, s. 123.
M Ü B A H A T. S. K Ü T Ü K O Ğ L tf
364
tan3“6 ..XIX.:asır. İstanbul haritasındalKoska medresesi30? olarak gösterilen
medrese olabileceği fikri doğmaktadır.
...
Sicill-i Osmanî’de Çanakçı Limanı mescidinin bânisi olan bir Nâzır Hü­
seyin Ağa308 tesbit edilmektedir ki medrese de ona md olabilir. ;
Ağustos 1914’de «muhterik olarak arsa halinde» gözüktüğüne309 bakı­
lırsa, Sultan Mustafa medresesi gibi bu da 23 Temmuz 191 l ’deki büyük
yangmda yanmış olmalıdır.
90, 91 Nişancı Mehmed Paşa medreseleri (F 4)
Fâtih Nişânçası’nda Nişancı Boyah Mehmed Paşa310 tarafından yaptı­
rılan câmi, türbe, iki medrese, harikah ve sebilden müteşekkil külliyenin med­
reseleri 1001’de tamamlanıp tedrisata başlamıştı311.
Mimar Sinan’ın baş m im arlığı zamanında inşâsına başlanan küUiyenin
mimarı büyük bir ihtimalle Davud Âğa’dır312. '
•' '
Câmi’in avlusunda ve altlı üstlü inşâ edilmiş olan medreseler 1251
(1835)’de Mekkî-zâde Mustafa Âsim Efendi tarafından tamir ettirilmiş313
olmalarına rağmen 1914’de «talebe iskânına katiyyen müsaids görülmeye­
cek314 kadar harab bulunuyorlardı. Bugün ise tamamen kaybolmuşlardır.
92 Nişancı Mehmed Paşa (Çukur) (F4)
Nişancı câmi’i ve medreseleri ile diğer binalar arasında, sıkışmış bir va­
ziyette ve 1914’de «kâmüen.harab»315 olarak görülen, medrese bugün meveud değildir;
inşâ tarihi ve bânisi hakkında da şimdilik birşey söylemek mümkün ola­
mamaktadır316.
305
306
307
308
. 309
' 310
311
' 312
313
314
315
316
na dâir
İME, Nr. 72;' DVMD, si 72. ■
TSM A, D .8432.
P afta C3.
■
SO, H, 187.
DVM D, s. 72.
HC, I, 211; 8 0 , TV, 131.
TŞ, s. 533 ve ondan naklen Baltacı, s.~ 176.
Muzaffer Erdoğan, ayn ı'm akale, s. 188; '....................... ................
HC, İ, 212.
DVMD, s. 147, 148.
DVMD, s .149.
M üfti Ahî-zâde Hüseyin Efendi’ye âid Çukur medresenin bu olmadığı­
«Müfti Hüseyin Efendi» medresesine bkz.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
365
■ 93 Nişancı^ Paşaryı atik medresesi (Tezkireci Osman Efendi
medresesi) (J 7)
Kumkapı’da Nişancı Karamâhî Mehmed Paşa tarafından yaptırılan câyanında bulunan bu medrese ile «Tezkireci Osman- Efendi» medrese-.
sinin ayni olması gerekir317.Medresenin ilk banisi ile tesis tarihi malûm değildir318. Yeniden binası
ise 1099 (1688)319’de Süleymaniye vakfı ruznâmecisi Osman Efendi320 tarafmdandır.
..
1914’de 13 talebesi olan medrese 1918’de «muhterik, arsa halinde» gö­
zükmektedir321.
m i’in
113 Nnh Efendi medresesi (K 2)
Koca Mustafa Paşa’da Ali Fakıh mahallesinde Koca Mustafa Paşa med­
resesi ile-.Canbaziye ve Ali Fakıh sokakları ataşında kalan adada; bulunan
medrese322 Hekimbaşı Nuh Efendi tarafından yaptırılmıştır32?. • •
317 M ABS, İM E (Nr. 69) ve D BSM (1. daire)’de «Nişancı-i atik» medre­
sesi zikredil diği halde DVMD’de bu adı taşıyan bir medrese bulunmamakta, fa ­
kat câmi’in bitiğinde «Tezkireci Osman Efendi» medresesinden (s. 69) bahsedil­
mektedir. 1208 (1793-94) tarihli bir tevliyyet tevcihinde ise «sâbıka m âliye tezkirecisi merhum Osman Efendi’nin Kumkapı kurbünde N işancı P aşa Câmi’i şerîfi ittisalinde vâki’.binâ eylediği medresesi» şeklinde geçm ektedir (Bşb. A rşi­
vi, G evdet-E vkaf, Nr. 4313). Bundan da anlaşılmaktadır k i medrese ekseriyetle
câmi’in bânisinin adıyla anılm akla.beraber Tezkireci Osman Efendi’ye âiddir.
318 Baltacı s. 118. Gerek T Ş, gerekse: V i”da 1099’dan önce :atik Nişancı
m edresesinden-bahis vardır.
319 « E w e l-i müderris be medrese-i cedîde-i Osman Efendi; fi 5 Rebi’ülevvel sene 1099» (9 Ocak 1688), VE, Veliyüddin Efendi ktb. 2362, U t , -280 b; Hammer (XVIII, 125/217)’deki tarihin tashihi gerekir.
320 Tezkireci Osman Efendi, Hadikatü’l-vüzera m üellifi Osman-zâde Ahmed Tâib Efendi’nin babasıdır (VF, aynı yer).- ,i
321 DVMD, s. 69.
322 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, H arem eyn E vk a fı, Nr. 734, vrk.
80a’da bulunan N uh Efendi’nin vakfiyesinde m ed resesi,«... câm i‘-i şerif (Koca
M ustafa P aşa) kurbünde vâk i’ olup câmi’-i şerîf-i mezbûr vakfına senede 40 ak­
çe m ukata‘a-i kadîm üe taht-ı tasarrufunda olan 800 zira* arsa-i sarfadatt izn-i
m ütevelli ve m alı ile müceddeden binâ eylediğim etraf-ı erba’ası tarîk-i ‘amme
ve m ülk yağhânem üe mâhdud ve mümtaz 6 bab hücre ve bir dershâneyi müştem ü m edrese...» şeklinde ta v sif edilmektedir. Bu^ A yvansarayî’nin, Koca Mus­
tafa P aşa Câmi’inin «ittisâlinde hânesi yanında hazîre ve mukabüinde medfe-
366
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Nuh Efendi medresesi için 1914’de verilen raporda, «Bir kısmı münhedim 6 oda324 ile 2 aded muhdes barakası olup... medrese dahilinde yeni­
den bir oda inşa edilerek mescid halinde ihya, geceleri zikr ü tevhîd iştigal
eder bir zat oturuyormuş...» denilmektedir ki bundan, medresenin sonra­
dan tékye haline, getirildiği anlaşılmaktadır325.
1918’de «gayr-i kabil-i iskân» olarak gösterilen medrese32? bugün mevcud değildir.
Nuru Osmaniye (bk. Sultan Osman)
81 Ömer Hulûsi Efendi darü’l-hadisi (G5)
Darülhadis, Darüşşafaka caddesi üzerinde328 Oüukcti yokuşunun cad­
denin karşı tarafındaki devamı olan Baş-hoca ve Musannif sokaklarının çevrelediği adada yer almaktaydı.
IH. Selim, IV. Mustafa ve II. Mahmud devirlerinde 3 defa şeyhülislâm­
lık mevkiine getirilen ve toplam 5 sene bu makamı işgal edén Ömer Hulûsi
Efendi, Samânî-zâde lâkabıyla meşhurdur327.
sesi» (B C , I, 165) bulunduğu ifadesine uymaktadır. İstanbul V akıf Suları Mü­
dürlüğü, İstanbul S u lan defteri (s. 33/966)’nde de medresenin Yağhane sokağın­
da bulunduğu kayıdlıdır k i bu, vakfiyede adı geçen yağhanenin sokağıdır.
K oca M ustafa P aşa m edresesi üe Canbaziye sokakları köşesinde hazîre ve
ön tarafta da Nuh Efendi’nin k abri hâlen mevcuddur.
323 Hekim oğlu A li P aşa’nın babası olan N uh Efendi aslen Giridli olup
ihtida ettikten sonra 1084 (1673-74),de cerrahbaşı, .1106 (1695)’de hekimbaşüığa yükselm iş ve Rumeli payesi tevcih edilmiştir. (SO, IV, 579; Süheyl Ünver,
«Akrabadin sahibi Giridli Nuh Efendi hakkında birkaç kelime» D irim , XIV
sayı, 11-12 (1939), s. 424-25).
324' S. Ünver’in 4 oda, bir dershaneden ibâret olarak çizdiği medrese plâ­
nı aslm a uygun olm asa gerektir.
325 DVMD, s. 174. S. Ünver (aynı makale, s. 424) ve ondan naklen S. Eyice («İstanbul’da Koca M ustafa P aşa Câmi’i ve onun Osmânlı-Türk mimarisin­
deki yeri», TD, c. V, sayı 8, s. 159, not 21) de medresenin tekye olduktan son­
ra yıktırüdığına işâret etmektedirler.
326 DVMD, s. 174.
327 İS , s. 567.
328 DVMD, s. 106. İME, N r. 97’de «Otlukcu yokuşu civarında» gösteril­
mektedir. İst. B , pafta D5’de «Sâmânî-zâde medresesi» olarak kayıdlıdır. Bk.
şekü 1 .
.
İS T A N B U L , M E D R E S E L E R İ
367
1918’de burası da arsa halinde görülmektedir.
Halen arsası üzerinde inşaat malzemesi deposu vardır.
96 Papas-zâde Ahmed Paşa medresesi (F 5)
Darüşşafaka caddesi üzerinde ve Valide medresesinin yanında olan Papas-zâde medresesi329 günümüze ulaşamayan medreselerden biridir. XIX.
asır İstanbul haritasına330 göre Yavuz Selim İlkokulu’nun bahçesinde bulun­
ması gerekmektedir.
136 Papâs-zâde Mustafa Çelebi medresesi (17)
949 (1542) tarihli vakfiyesi331 olan medrese Koska’da bugün Koca Ragıb Paşa İlkokulu olan yerde idi332.
Dershanesi mescid olarak kullanılan medresenin bânisi Ayvansarayî’ye
göre Hoca Sadeddin Efendi’nin kayın pederi Mustafa Çelebi’dir333,.
100 Perviz Efendi medresesi (G 5)
\
Şeyh Resmî Mahmud Efendi mahallesinde ve Otlukcu yokuşu’nda334
bulunduğu muhakkak olduğu halde ahşab olduğu için muhtemelen Fâtih
yangınında yandığından 1918 sonunda «arsa halinde»335 görülen medrese­
nin yeri kesin olarak tesbit edüememiştir. Ancak, XIX. asır İstanbul .hari­
tasında «Ali Efendi»ye maledilen medresenin «Perviz Efendi» medresesi, ol­
ması pek muhtemel görünmektedir.
329 Cevdet Paşa, m edrese tahsili için İstanbul’a geldiğinde ilk defa bu
medresede kaldığını ifade etmektedir (Tezâhir, Cavid Baysun neşri, IV, 5).
330 İst. H, p afta D5. Bk. Şekil 4.
331 «Höcerat 28'bab der nezd-i m escid berây-ı süknâ-i ’ulemâ ve fudala»
İVTD,' s. 136/764. Medresenin tahtanî ve fevkani olmak üzere 14’erden 28 odası
olduğu DVMD, s. 67’de de kayıdlıdır.
332 Bk. Şekü 14. Papas-oğlu medrese m escidi yıkılmış, yerine ükokul ya­
pılmıştır: ö z, I, 114/254. Pervititch, Sekban-başı Yakub Ağa. paftası (1924). Va­
kıflar Genel Müdürlüğü’ndeki k ayıtta medresenin Koca M ustafa P aşa’da gösterüdiği hakkında bk. Baltacı, s . ' 333.
333 HC, I, 58; krş. Baltacı, s. 332.
334 İME, Nr. 99’da Otlukcu yokuşu’nda, Şeyh Resm î Mahmud Efendi m a­
hallesinde (listede Baltacı, s. 334’de gösterilen «Kadı Çeşmesi» kaydı yoktur),
DVMD, s. 110,’da Otlukcu yokuşu’nda gösterilmektedir.
335 DVMD, s. 110.
368
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
0
r
d
u
c
a
d
d.
e
s
/
.
Şekil 14 —. Papas-oğlu M ustafa Çelebi Medresesi .
(Pervititch plâm, İstanbul, Sekbanbaşı, Yakupağa, 1924)
Medresenin bânisi. 971-74 (1563-1566) tarihleri arasında Anadolu ka­
zaskerliği yapan Perviz Efendi’dir336. Mimar Sinan'ın baş mimarkğı zama■ 336 :P e r v iz . Efendi N işancı Abdi B ey ile Frenk İbrahim P aşa’nın' kölesi
olup îb n-i Kemal’den okuyup müderris olmuştu. TŞ, s. 253-55; SO, H, 40; M.
Kemal Özergin, Kanunî Sultan Süleym an Han Çağm a d it Tarih Jcayıtlan, Erzu­
rum, 1971, s. 50/219. Baltacı, Abdi B ey’in oğlu gibi gösterirse, de doğru olamaz.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
369
nında bina edilmişse337 de bir harâbî geçirmiş olacak ki XIX. asrın başmda
yeniden yapılmıştır338.
47 Pîr Mehmed Paşa medresesi (G 6)
Câmi, medrese, imâret, tabhaneden müteşekkil olan ve Pîrî Mehmed
Paşa339 tarafından yaptırılan manzumenin medresesi İshak-i Karamânî için
zâviye olarak bina ettirilmiş, ancak vâkıf tarafından 933 (1526-27)’de med­
reseye çevrilmiştir340.
Zeyrek’te Pîrî Paşa sokağında431 olan ve 1918’de harab bulunan342 med­
rese daha sonra yıktırılmıştır342*1.
156 Rahıkî-zâde medresesi (18)
Mahmud Paşa yokuşunda, inişte sol tarafta Tarakçılar sokağında Dâye
Hatun mahallesinde343 bulunan ve 4 odadan ibaret olan medrese'avlusuna
etrafdan yapılan tecavüzlerle daha da küçülmüştür344.
Yaptığımız araştırmalara göre medrese Dâye Hatun câmi’i karşısında
ve Tarakçılarla Sandalyacılar sokaklarının kesiştiği köşede dar bir kapıdan
girilen avluda idi. Bugün içinde bir âlilenin oturduğu ahşab bina bu medrese
olmalıdır.
Medresenin bânisinin Rahıkî-zâdelerden hangisi olduğu hakkında da
maalesef kesin bir bilgimiz yoktur345.
112 Rakım Efendi (F 4)
İstanbul’da biri Tavşantaşı civarında Soğan Ağa mahallesinde346 Dalta337 TM, s. 34.
: 3381 «Yeni yapılm ış ahşab» DVMD, s. 110.
339 SO, IV, 43.
340 Baltacı, s. 336-39.
341 İst. H , pafta C5.
342 DVMD, s. 104.
342a ö z, I, 123.
343 İME, Nr. 24.
344 DVMD, s. 24.
■ 345 Prof, özergin, banisinin Tabib Yusuf Sinan R ahikî (ö. 953/1546) ola­
bileceği ihtimalinden bahsetmektedir.
346 İME, Nr. 33.
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 24
370
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
ban yokuşu’nda347 diğeri Zincirlikuyu’da Atik Ali Paşa mahallesinde348 ol­
mak üzere iki Rakım Efendi medresesi vardı.
Bunlardan medrese ve türbeden müteşekkil bir manzume olan İkincisi
meşhur hattat Mustafa Rakım Efendi’nin (ö. 1241/1826) vasiyeti üzerine
ölümünden sonra onun adma yaptırılmıştı349.
Bugün her ikisi de mevcud değildir350.
Ruznainçeci Ali Efendi medresesi (bk. Ali Efendi).
48 Rüstem Paşa medresesi (19)
Cağaloğlu’nda Cumhuriyet gazetesinin arka tarafında Rüstem Paşa so­
kağında bulunan bu medrese Kanunî Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve dama­
dı Rüstem Paşa351 tarafından yaptırılmıştır.
Sinan yapısı olan352 ve mimârî değeri çok yüksek bulunan medrese353
954 (1547)354’de inşa edilmiştir. Bir ara kimsesizler yurdu olarak kullanıl­
mış355, 1966’da ise MTTB tarafından «Rüstem Paşa Medresesi Öğrenci
Yurdu» adıyla üniversite talebelerinin ikametine tahsis olunmuştur.
Sahn-ı Seman medreseleri (bk. Sultan Mehmed Han)
128 Sayd-ı Cenan Kalfa medresesi (12)
Mevlevihane kapısı yakınındaki Yayla civarında, Aydm Kethüda ma347 DBSM, 1. daire; DVMD, s. 33.
348 İME, Nr. 137; DBSM, 3. daire; DVMD, s. 143.
349 SÖ, H, 365-66.
350 JMABS’deki Rakım Efendi medresesinin bunlardan hangisi olduguuu
tayin çok güçtür. A ncak A tik A li Paşa mahallesindekinin 10 odası olm ası ve
1869’da da medresede 20 talebenin bulunmasına bakarak (her odada 2 talebe
kaldığı hesabıyla) listem izdeki medresenin bu olabileceği düşünülmüştür.
351 SO, H, 377-78.
352 TE, s. 95.
353 ö z, I, 117.
354 «... Rüstem P aşa ... mücedded binâ eylediği m edreseyi 50 akçe ile ibtidâ bunlara (‘A taullah Ahmed Efendi) ihsan ...» TŞ, s. 150. İst. A b . (s. 9 4 )’inde medresenin inşa tarihi 957 (1550) olarak gösterilm iştir, Hammer (XV i n ,
113/46); ise Rüstem P aşa’nın ölüm tarihi olan 968 (1560)'da tesis edildiğini k ay­
detmektedir ki yanlıştır.
355 İst. A b., s. 94-95.
Ista n b u l m e d r e se l e r i
371'
hailesinde bulunan bu medrese356 1914’de «münhedim ve dört duvar içinde
arsa halinde» gösterilmektedir357.
Bugün yerini tam olarak tesbit etmek mümkün değilse de Aydın Kethü­
da Câmi’i yanından geçen Yayla caddesi ile Yaylak sokağı köşesindeki
odun deposu olarak kullanılan arsa üzerinde bulunmuş olması muhtemeldir.
140 Segban-başı Kara Ali368 medresesi
Karagümrük, Zincirlikuyu civarında Atik Ali Paşa mahallesinde359 bu­
lunan bu medrese Mimar Sinan devri yapısıdır360.
XIX. asrm başlarında har ab olduğu tesbit edilen medresenin361 yerini
tam olarak tesbit etmek mümkün olamamıştır.
Semiz Ali Paşa medresesi (bk. Cedid Ali Paşa medresesi)
49 Sinan Paşa362 medresesi (18)
Divanyolu’nda halen İşletme Enstitüsü olarak kullanılan medrese yanın­
daki türbe ve sebille birlikte bir manzume teşkil etmektedir363.
Koca Sinan Paşa364 tarafından Mimar başı Davud Ağa’ya yaptırılmıştır.
50 Sinan Paşa medresesi (E 5)
Fethiye Câmi’i avlusundaki ikinci medrese Koca Sinan Paşa’nıhdır365.
Musıla-i Süleymaniye derecesinde366 olan ve bugün yerinde Fethiye İlkokulu
bulunan bu medrese «Fethiye medresesi»367 adıyla da anılmaktaydı.
356 İME, Nr. 164.
357 DVMD, s. 172.
;
358 DVMD, s. 144’de H alil olarak geçmektedir.
. v
359 İME, Nr. 138.
360 Sekban A li B ey m edresesi : TM, s. 35; TE, s. 98.
361 DVMD, s. 144.
362 Listemizde 49, 50, 51 numaralı medreseler Sinan Paşa m edresesi ola­
rak gösterilm ekte, fakat bunların yerleri belirtilmemektedir. 49’un Çarşıkapı,
50’nin Fethiye ve 51’in B eşik taş’taki olarak kabûlü -diğer listelerdeki sıra göz
önüne alınarak- uygun görülmüştür.
363 E C , I, 204; Baltacı, s. 598-99.
364 8 0 , IH, 109-110.
365 EO , I, 157.
366 İS, s. 105.
372
M Ü B A H A T S. K ÜTÜK OĞ LTJ
51 Sinan Paşa medresesi (C 13)
Beşiktaş’ta, câmi, medrese, fevkani mekteb, mahkeme ve hamamdan
müteşekkil külliyenin bir parçası olarak inşa edilen bu medresenin368 banisi
Kanunî Sultan Süleyman devri sadrazamlarından Rüstem Paşa’nın kardeşi
Kapdan Sinan Paşa309’dır.
Câmi’in kitabesi 963 (1555)’de inşa edildiğini göstermektedir3™.
52 Siyavuş Paşa medresesi (H 8)
Süleymaniye’de Müftülük üe Mimar Sinan türbesi arasından inen Fetva
yokuşunun sol tarafındaki Odun kapısı yokuşunda Devoğlu Çeşmesi ve Ho-
Resim 24 — Siyavuş P aşa m edresesi dershanesi
(avlu tarafından görünüşü)
367 DVMD, s. 114. İsm i hakkındaki münakaşa için Ismihan Sultan med­
resesi (38), not 196’y a bkz.
368 HC, H, 90.
369 SO, m , 106.
370 Hammer medresenin bitiş tarihi olarak 953 (1555)’ü Vermektedir
(XVIII, 113/39) k i m üâdî tarih doğru olduğuna göre bir baskı hatası olma­
lıdır.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
R esim 25 — Siyavuş P a şa m edresesi
(dıştan görünüşü)
373
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
374
ca Hamza mescidinin karşısmda bulunan medrese371 II. Selim’in damadı Kanijeli Siyavuş Paşa372 tarafından karısı Fatma Sultan için yaptırılmış373 olup
arazinin meyli dolayısiyle iki kadı olarak inşa edilmiştir374.
Halen ayakta olan medresenin bazı odalarında âileler barındığı gibi
dershanesi de iş yeri olarak kullanılmaktadır.
Sokollu Mehmed Paşa medresesi (bk. Mehmed Paşa)
32 Sultan Abdülhamid Han medresesi (H 9)
Sirkeci’de Hamidiye caddesi üzerinde 4. Vakıf Ham karşısmda Sultan
I. Abdülhamid tarafından 1192-1195 (1778-81)’de inşâ ettirilen mekteb,
imâret, sebil, çeşme, medrese ve kütübhaneden müteşekkil külliye içindeki
bu medresenin375 kapısı Zahire Borsası sokağmdadır. Kapı üstündeki kita­
besinde 1194 (1780) tarihi olan medrese, halen Ticaret Borsası olarak kul­
lanılmaktadır.
29 Sultan Ahmed Han medresesi (J 9/10)
Sultan I. Ahmed tarafından Sedefkâr Mehmed Ağa’ya inşa ettirilen kül­
liye câmi376, darüşşifa, misafirhane, imâret, sebil, medrese ve mektebden mü­
teşekkildir377.
Türbenin karşısmda yer alan medrese, Başbakanlık Arşiv deposu olarak
kullanılmaktadır.
20 Sultan Bayezid medresesi (17)
Sultan II. Bayezid tarafından 906-911 (1501-1506)’da inşa edilen378
câmi, medrese, imâret, tabhane, sıbyan mektebi, türbe, hamam ve sebilden
371
372
373
374
375
376
377
103-105).
HC, I, 110.
8 0 , m , 116.
Baltacı, s. 419-20.
EEKE, dosya 559. Bk. Resim 24, 25.
HC, I, 58; ö z , I, 124-25; PG, s. 20-23.
Camiin inşâ tarihi 1026 (1617)’dir.
Külliyenin inşası için 1811 yük 2944 akçe harcanm ıştır (İ s t. A b . s<
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
375
müteşekkil külliyenin medresesi379 halen Belediye Kütübhanesi olarak kul­
lanılmaktadır.
1-16 Sultan Mehmed Han medreseleri380 (Sahn-ı Seman) (G 5)
Fâtih Sultan Mehmed tarafından Mimarbaşı Sinâneddin Yusuf Ağa
(ö. 876/1471)’ya3S1 inşâ ettirilen cami, medreseler, türbe, darü’ş-şifa, tabhane, imâret, kütübhâne, darü’t-tâlim, sıbyan mektebi, hamam ve kervansaray­
dan müteşekkil külliyenin 8’i semaniye 8’i ise tetimme olmak üzere 16 med­
resesi382 vardı.
Câmi’in kitabesine göre inşaat 867-875 (1463-1470) târihleri arasında­
dır.
31 Sultan Mustafa Han medresesi (16)
Lâleli’de, cami, imâret, sebil, türbe, çeşme ve muvakkıthanenin de için­
de bulunduğu külliyenin383 medresesi THK apartmanlarının işgal ettiği ada
üzerinde ve arka tarafı bugünkü adı Kurultay sokağı olan Derbend sokağı
tarafında idi384. Kapısının bulunduğu sokak ise apartmanlar yapılırken orta­
dan kalkmıştır.
Sultan IH. Mustafa tarafından Hassa baş mimarı Mehmed Tahir Ağa’ya
yaptırılan külliyenin inşası 1173-77 (1760-63/64) senelerindedir385. 17 65’deki zelzelede harab olan medrese 1782’de Seyyid Mustafa Ağa tarafından
378 ö z, I, 33.
379 BC , I, 14; Baltacı, s. 163-165; O. Durusoy, İstanbul B elediyesi K ütübhânesi A lfa b etik K ataloğu, c. I, s. I-H, İstanbul 1953.
380 Listemizde, F âtih medreselerinin isim leri ayrı ayrı zikredilmemiş ol­
duğundan hepsi bir arada gösterilm iştir.
381 Konyalı, Anadil Sinan, s. 73 vd.; FDM, s. 168-171.
382 Akdeniz ve Karadeniz tarafındaki semâniye medreseleri doğudan ba­
tıya doğru baş kurşunlu, çifte baş kurşunlu, çifte ayak kurşunlu ve ayak kur­
şunlu; tetim meler ise Akdeniz tarafında doğudan batıya ûlâ, saniye, sâlise, râbia, Karadeniz tarafındaki hâmise, sâdise, sâbiâ ve sem âniye idi (FDM, s. 127,
154-155). Tetimmeler bugün m evcud değüdir.
383 B C , I, 23.
384 S. Eyice, «İstanbul’un ortadan kalkan bazı târihî eserleri, VHL Çukur
Çeşme Hamamı», TD, sayı 27 (1973), s. 158, not 74.
385 Muzaffer Erdoğan, «XVIII. asır sonlarında bir Türk sanatkârı, H assa
baş mimarı Mehmed Tahir A ğa H ayatı ve M eslekî faaliyetleri», TD, VH, sayı
10 (1954), s. 166.
376
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O G L U
tamir edilmiştir. 1894 zelzelesinde yine harab olduğu kaydedilen medrese380
1911’deki büyük yangında yanarak geriye dört duvar kalmış387 ve büâhıre
yerine Harikzedegân apartmanları adıyla anılan binalar yapılmıştır.
30 Sultan Osm an H an medresesi (N uru Osmaniye) (1 8)
Nuru Osmaniye Câmi’inin Cağaloğlu tarafından girişinde avlunun sol
tarafında halen Kur’an kursu olan bina, câmi, medrese, türbe, imâret, kütübhâne, muvakkıthâne, sebil ve çeşmeden388 müteşekkil külliyenin medresesidir.
Temeli I. Mahmud zamanmda 1161 (1748)’de atılan külliye ancak IH.
Osman saltanatında 1169 (1755-56)’da389 tamamlandığı için bu padişahın
adıyla anılmaktadır.
Mimar Mustafa Ağa tarafından inşa edilmiş olan medrese, Türk-barok
devri üslûbundadır390.
21 Sultan Selim H an m edresesi (H 4 )
Eski adı Yenibağçe391 olan semtte, Halıcılar köşkü civarında, Öksüzce
Hatib mahallesinde392, şimdiki Vatan caddesi üzerinde Aksaray’dan gidişte
Luna Park’a varmadan solda Türk Yazı Sanatları Müzesi olarak kullanılmak­
ta olan bina Sultan Selim medresesidir.
Kanunî Sultan Süleyman tarafından babasının ruhu için yaptırılan bi­
na393 Mimar Koca Sinan’ın eseridir394.
22-28 Sultan Süleyman H an395 m edreseleri (H 7)
Tuhfetü’l-mimârîn ve Tezkiretü’l-ebniye’de, Mimar Koca Sinan'ın muh­
teşem eseri Süleymaniye külliyesinin 6 medresesinden390 bahis olduğu halde
386 Eyice, gösterilen yer.
387 DVMD, s. 73. «Lâleli medresesi» adıyla kayıdlıdır.
388 HC, I, 22-23.
389 Medresenin kapısında Hâkim Efendi tarafından yazılm ış «Medhal-i
‘ilm ola bâb-ı m edrese (1169)» tarihi vardır (HC, I, 23).
390 Güçyener, tez, s. 50.
391 DBSM , 3. daire.
392 İME, Nr. 157.
393 Haşan Bey-zâde Ahmed, Tarih, TSMK, Bağdad Köşkü ktb., Nr. 207,
vrk. 287a. A yvansarayî (HC, I, 125), I. Selim tarafından yaptırıldığını yazar­
ken hataya düşmektedir.
394 TE, s. 93; TM, s. 33; Öz, I, 131.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
377
listemizde Sultan Süleyman Han adı altında 7 medrese mevcuddur.
Medreselerden, câmi’in Marmara tarafında olan üçü evvel, sânî ve darü’t-tıbdır. Bunlardan ilk ikisi Süleymaniye kütübhanesi, darü’t-tıb ise Süleymaniye Doğum Evi olarak kullanılmaktadır.
Haliç tarafındakiler ise sâlis, râbî ve darü’l-hadis’dir397.
Yedinci medreseye gelince : «Mülâzımlar» adım taşımaktadır ve 1914’de «2 si fevkani 22 si de muhdes baraka olmak üzere 24 odadan ibaret» ol­
duğu ve «Dökmeci medresesiyle arka arkaya bulunduğu cihetle onunla bir­
likte veya ayrı ayrı yeniden fennî sûretde inşa» sının uygun olacağına işâret
edilmektedir398.
142 Süleyman Subaşı medresesi (H 7)
Süleymaniye külliyesinin güneyinde Kirazlı mescid sokağı üzerinde, ay­
nı adla anılan mescidin avlusunda399 idi. Bugün tamamen yıkılmış olan med­
resenin hücrelerine âid izler mescid avlusuna girişte sağ taraftaki duvarda
görülebilmektedir.
1914’de «muhtac-ı tâmir» ve ahşab 18 odası400 olduğu kaydedildiğine
göre mescidin arkasına isabet eden kısımda da medrese odalarının bulunmuş
olması icâb eder.
Bânisi Karcı Süleyman Bey olan medrese, Mimar Koca Sinan devri ya­
pısıdır401.
123 Şah-ı Huban medresesi (19)
Vilâyet bahçesindeki Başbakanlık Arşivi’nin Ebussuud caddesine ba395 Yedi medrese de «Sultan Süleyman Han» adıyla verildiği için numa­
raların hangisine tekabül ettiği bilinememektedir.
396 «Medâris-i Sultan Süleyman Han, der kurb-i im âret-i hod 4 bab, Dârü’l-hadis-i mezbûr bab 1, darü’t-tıb bab 1» TM, s. 33; «İstanbul'da Sultan Sü­
leyman Han'ın 6 bab medresesi» TE, s. 93.
397 Süleymaniye külliyesinin plânı için bk. Ömer L. Barkan, Süleym aniye
Câmi ve İm âreti İnşaatı, I, A nkara 1972.
398 DVMD, s. 44. Süleymaniye darü’l-hadisinin o tarihte alt tarafında dök­
meci dükkânları bulunduğundan {DVMD, s. 43) bu ad verilm iş elm alıdır.
399 B C , I, 183.
400 DVMD, s. 52.
401 TE, s. 98. Hammer ( X v m , 116/76) inşa tarihini 1033 (1623) olarak
gösterm ekte ise de T E ’de bulunduğuna göre bu tarihin doğru olm aması gere­
kir.
378
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
kan arka tarafında halen 3 numarah arşiv deposu olarak kullanılan bina
Şah-ı Huban medresesi dershanesi olup, 971 (1563/64)’de inşâ edildiği ka­
pısı üzerindeki kitâbeden anlaşılmaktadır.
Bânisi I. Selim’in kızı ve Sadrâzam Lütfi Paşa’nın karısı Şah-ı Huban
Sultan’dır402.
122 gah Kolu medresesi (1 8)
Sinekli medrese de denilen bu medrese403 Divanyolu’nda Parmakkapı’da
Yeniçeriler caddesi404 ile Sinekli medrese sokağınm kesiştikleri köşede idi.
Bânisi m. Mehmed’in nedimi Mehmed Çelebi olan medrese Mimar Si­
nan yapısı idi405.
37 gah Sultan medresesi (J 3)
Câmi ve zâviyeden mürekkeb bir manzume olarak Yavuz Selim’in kı­
zı Şah Sultan400 tarafından inşa ettirilmiştir. Şeyh Yakub için mescidin et­
rafına yaptırılan zâviye hücreleri 981 (1573-74)’de407 medreseye çevrilmiş­
tir408.
402 I. Selim ve n . Selim ’in. kızlarının adları birçok yerlerde «Şah Sultan»
olarak geçmektedir. Ancak A.D. Alderson The S tructu re of the O ttom an D yn asty, Oxford 1956’da birinci (table XXIX) Şah Huban, ikinci ise Şah (table
XXXI) olarak gösterilir. A yvansarayî de «Paça kapusı kurbündeki m edrese­
s in d e n bahsederken «Şah Huban Hatun» adını vermektedir (I, 129). Krş. Gültekin Oransay, Osmanlı D evletinde kim kim di?, Ankara 1969, s. 277; Baltacı,
s. 434.
403 HO, H, 7.
404 İME, Nr. 32’de Şah Kulu medresesi Daltaban yokuşu civarmda Kâtib
Sinan mahallesinde gösterildiği halde DVMD, s. 32’de Divan yolu’nda Parmak
kapı’da bulunduğuna işaret edilmiştir. Bu, Ayvansarayî’nin «Şah Kulu» ile «Si­
nekli-medrese» nin aynı olduğu ve Kemankeş Kara M ustafa P a şa medresesinin
karşısında bulunduğu ifadesine uymaktadır. Sinekli medresenin yeri ise Tapu
Kadastro Arşivi, P a fta 58 Çarşıkapı-Gedikpaşa’da işaretlenm iş olup şifahen edi­
nilen m alûm ata göre medrese 1950’ye kadar kısm en ayakta iken daha sonra
yıkılm ıştır. Bk. Şekil 15.
405 TE, s. 97; TM, s. 35.
406 SO, I, 45. Nr. 123’deki Şah-ı Huban medresesi (buna bk.) bâniyesi ile
bu Şah Sultan ayni şahıs olmalıdır.
407 Baltacı, s. 437. Hammer, bu tarihi 1116 (1704) şeklinde vermektedir
(XVIII, 127/245).
408 HC, I, 132.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
B a ya
z / /
(Y e n i ç e r i l e r )
379
c a d d e s i
Şekil 15 — Şatakulu medresesi
(Tapu Kadastro Arşivi, Çarşıkapı-Gedikpaşa, P afta 58, Ada 225, Parsel 13,
Yapılış 1928, Tasdik 1933)
Câmi’i, İşçi Sigortalan İstanbul Hastahanesi (Koca Mustafa Paşa) arka­
sında Çavuş-zâde câmi’i sokağı ile Tarhana mektebi sokaklan köşesinde Cer­
rah Paşa hastahanesi ilâve inşaatının güney-batı ucunda bulunmakta olup
1953409’de tamir görmüştür. Medresesi ise günümüze kadar gelememiştir410.
409 ö z , I, 136.
410 DBSM, 3. daire içinde, İME, Nr. 167’de «hâli» olarak gösterilen med­
resenin 1914 tarihli DVMD’de adı geçm ediğine bakılırsa bu tarihte m evcut ol­
madığı hükmüne varılabüir.
380
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
33 Şehzade medresesi (H 6)
Kanunî Sultan Süleyman tarafından oğlu Mehmed için Mimar Sinan’a411
yaptırılmış, olan medrese, cami, medrese, sıbyan mektebi, tabhâne, imâret,
türbe ve fırından müteşekkil külliyenin parçası olup 950 (1543/44)’de412 in­
şasına başlanıp farsça kitabesine göre 954 (1547)’de tamamlanmıştır.
68 Şemsi Paşa medresesi (F 14)
Kanunî Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murad devri vezirlerinden
Ahmed Şemsi Paşa413 tarafından câmi, medrese, türbe, zâviye ve kasrdan414
mürekkeb olarak Üsküdar iskelesi yakınında inşa ettirilen külliye Mimar Si­
nan'ın eserlerindendir415.
Kitâbesine göre câmi’in tamamlanış tarihi 988 (1580)’dir416.
Bugün kütübhâne olarak kullanılan medrese, bu asrın başlarında hayli
harab iken417 1940’larda bir tamir görerek kullanılacak hale getirilmiştir.
69 Şemsüddin Molla Gtirânî medresesi (H 7)
Vefa’da Molla Şemseddin Câmi’i sokağı ile Divan Efendisi sokakları
arasında bulunan Saint Theodor kilisesi, Fatih Sultan Mehmed devri şeyhü­
lislâmlarından Şemsüddin Ahmed Efendi418 tarafmdan câmiye çevrilmiş ve
411 TM, s. 33; TE, s. 94. Başlanış tarihi ile ilgili olarak bk. Danişmend,
İOTK, H, 245.
412 Baltacı (s. 513), A taî (TŞ, s. 15)’ye istinaden 950’y i bitiş tarihi gibi
göstermektedir. Halbuki ?\Ş’deki ifade şöyledir : « ... 950 hudûdunda Şehzâde
Sultan Mehmed Han ruhiyçün hayrat-ı celîle binâsm a ibtida olundukda medrese-i cedide 50 akçe ile bunlara (Ahmed-i Kazvînî) tâyin olundu». Baltacı, m ü­
derris tayin edilmesine bakarak medresenin inşasının tamam lanm ış olduğuna
hükmetmektedir. Halbuki inşaatın tamamlanmasından önce müderris tayin edil­
m esine diğer bazı medreselerde de rastlanmaktadır.
413 8 0 , m , 170.
414 HO, H, 192.
415 TE, s. 96; TM, s. 34.
416 TŞ, (s. 464)’de Şeyh Hızır bin îly a s’ın biyografisinde «980 hudûdunda
Üsküdar’da Şem si P aşa’nm Câmi’-i şerifi ve darü’l-hadis ve hankahı tamam oldukda ibtida bunlar muhaddis ve m üfessir ve zâviyedar ve müzekkir olmuş idi»
denilmektedir k i C. Baltacı’nın da işaret ettiği gibi (s. 606) bu ifade medrese
inşaatının tamam lanış tarihi hakkında kat’î bir fikir verm ekten uzaktır.
417 DVMD, s. 184.
418 18, s. 334-35; 8 0 , IH , 161; A. Ateş, «Molla Gürânî» ÎA , V H I (1958),
406-408.
IS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
381
müştemilâtından olan binâda da medrese tesis edilmişti419. Câmi günümüze
ulaştığı halde 1918’de «son derece harab» olduğu420 tesbit edilen medrese
bugün mevcud değildir.
121 Şeyh Ebu’l-Vefa medresesi (H7)
Vefa semtinde câmi, medrese, imâret, türbe, zâviye, hamam ve çeşme­
den mürekkeb külliye421nin medresesi Sultan n . Bayezid tarafmdan inşa et­
tirilmiştir422. II. Abdülhamid devrinde tamir geçiren câmi’in 1909’da yanıp
yıkılmasından sonra külliyeden geriye Şeyh Vefa’nm çilehânesi, türbe ve ha­
rab medrese odaları kalmış423, 1918’deki Vefa yangınında bu kalan kısım
da yanmıştır424.
17 Tabhane-i Fatih Sultan Mehmed Han medresesi (H 5)
Fatih külliyesi içinde ve câmi’in güney-doğu tarafmda bulunmaktay­
dı425.
Tetimme medreseleri (bk. Sultan Mehmed Han)
132 Tevkil Ca‘fer Efendi medresesi (F 5)
Çarşamba ile Fener arasında Kiremid mahallesinde ve Fener426’deki
419 FDM, s. 30/199. Medresenin tesis tarihi k at’î olarak bilinememektedir.
Ancak B altacı (s. 311) «vakfiyesinin 889 (1494)’de tesis edilmiş olmasına ba­
karak» medresenin bu veya buna yakın bir tarihte yapılm ış olabileceğini kayd
etmektedir.
420 DVMD, s. 57.
421 HC, 1,132.
422 Ayvansarayî, kiilliyenin H. Bayezid zamanında inşa olunduğunu yaz­
maktadır. Ayverdi ise (FDM, s. 198) yalnız medresenin Bayezid devrinde yapıl­
dığını, kiilliyenin diğer parçalarının F âtih devrine âid olduğunu belirtmek­
tedir. Câmi kitabesinin 881 (1476-77)’y i gösterm esine bakarak bu ikinci ifâ­
denin daha doğru olacağına hükmedilebilir (Krş. Baltacı, s. 536).
423 FDM, s. 198.
424 DVMD, s. 55.
425 FDM, s. 156-57; DVM D, s. 91.
426 İME, Nr. 116. Bugün bu mahalle«Tevkiî Cafer» adını taşım akta olup
bununla Kâtib Muslihiddin m ahallesi hududunu teşkü eden cadde Kiremid cadde­
sidir. ÎR, pafta 8; §R , 20, 1-38/39.
382
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Rum mektebinin üst ve karşı tarafında bulunan ahşab medrese427 Nişancı
Ca‘fer Çelebi’nin428 vakfiyesine uyarak câmi avlusundaki hücrelerin medre­
seye çevrilmesiyle meydana gelmiştir429. 1914’de «oraya buraya gayr-i mun­
tazam surette ilâve edilmiş barakalarla medrese halinden çıktığı» gibi son
derecede harab olduğu da görülmektedir430. Bugün ise mevcud değildir.
Tezkireci Osman Efendi medresesi (bk. Nişancı Paşa-yı atîk)
103 Tûtî Abdüllâtif Efendi medresesi (G 6)
Fâtih medreselerinin arka tarafında bugünkü adı Yesârî-zâde olan so­
kak üzerinde inişte solda431 olan medrese daha 1918’de arsa olarak görül­
mektedir432. Bugün de arsa halindedir.
Bânisi sesinin güzelliğinden dolayı «tûtî» lakâbiyle şöhret bulmuş olan
Hoca-zâde Abdüllâtif Efendi’dir433.
Medrese, XVII. asnn 3. çeyreğinde yapılmış olmalıdır434.
133 Uncu Hâfız medresesi (G5)
San güzelde, Çıkrıkçı Kemâleddin mahallesinde435 bulunan medrese
XIX. asır İstanbul haritasında Fatih tetimmelerinden Sânî medresesinin alt
tarafındaki şimdiki adı Ocaklı olan Taksim sokağı436 üzerinde görülmekte427 DVMD, s. 119. İsm ail A ğa ve Mesnevihâne caddelerinin kesiştiği yerde,
bir ara tamirine teşebbüs edilip sonra vaz geçilen câm i görülmektedir.
428 SO, H, 68-69.
429 İVTD, s. 298. Krş. Baltacı, s. 77.
430 DVMD, s. 119.
431 Tûtî Abdüllâtif medresesinin yeri İst. H, p afta C5’de g ayet açık ola­
rak görülmektedir. Burada üzerinde bulunduğu cadde «Acı Çeşme caddesi»
olarak işaretlenm iştir. Ancak, Baltacı (s. 449)’da medrese, belki de DBSM ’de
«Yeni hamam» da bulunduğu kaydedilmiş olmasına dayanılarak- «Acı Çeşme
caddesi»nin devamı olan «Yeni Hamam caddesi»nde gibi gösterilm iştir. Ayvansarayî ise m edreseyi Yeni bağçe’de göstermektedir k i muhtemelen câmi’i ile
karıştırmış olmalıdır (bk. İst. H, pafta D 5).
432 DVMD, s. 107.
433 HC, I, 140-41.
434 Hammer ( X v m , 122/175) 1081 (1670)’de yapılm ış olarak gösterm ek­
tedir. Ayvansarayî’ye göre bu Abdüllâtif Efendi’nin öldüğü yüdır.
435 İM E, N r. 148.
436 İst. H, pafta D4.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
383
384
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
Resim 28 — Uncu H afız m edresesi (E.H. Ayverdi koleksiyonundan)
dir. Halen Vakıflara âid olan arsanın Câzip sokağı köşesinde yeniden inşa
edilmiş olan odada «Muhtarlar Demeği Genel Merkezi» ve «Haşan Halîfe
Mahallesi Muhtarlığı» faaliyettedir.
1914’de «hey’et-i mecmuasıyla harab» bulunduğuna işaret edildiği hal­
de 1918’de «asker ve muhacirler tarafından işgal» olunmuş bulunan med­
resenin437 kalan kısmı da 1942’de yıkılmıştır438.
164 Üçbaş medresesi (F 4)
Karagümrük, Zincirlikuyu’da, Saray Ağası caddesi üzerinde, Kaba Ha­
lil Efendi medresesinin karşı tarafında Fethiye caddesine inerken sağda bu437 DVMD, s. 153.
438 Sayın E.H. Ayverdi’nin koleksiyonlarından verm ek lûtfunda bulunduk­
ları fotoğrafların arkasında 1942'de yıkıldığı kayıtlıdır (Bk. R esim 26, 27, 28).
Gerek koleksiyonlarından istifade etmeme im kân vermeleri, gerekse medrese­
nin yerinin tayini hususundaki yardımlarından dolayı kendilerine teşekkür et­
m ek isterim. Medreseye âid iki sütun başlığı halen İstanbul F etih D em eği (Mer­
zifon! Kara M ustafa P aşa medresesi) bahçesinde bulunmaktadır.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
385
Resim 30 — Ü çbaş medresesi (avlu tarafından görünüşü)
Tarih Enstitüsü Dergisi: F. - 25
386
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
lunaa mescid ve medreseden mürekkeb manzûmenin438a banisi müderris Nureddin Hamza439, mîmârı ise Koca Sinan440’dır.
Bugün içinde Kur’an kursu olan medresenin, mescidi kitabesine göre,
inşâ tarihi 939 (1532-33)’dür441.
137 Ümm-i Veled medresesi (F 4)
Fâtih Nişancası’nda, eski Zincirlikuyu caddesi üzerinde Nişancı Mehmed Paşa Câmi’inin karşı tarafında442 Beycegiz fınn sokağının köşesinde
idi443.
Bânisi Ümm-i Veled-zâde Abdülaziz Efendi olan medrese, Mimar Si­
nan devri yapılarından olmakla444 beraber maalesef günümüze ulaşamamıştır.
Medresenin inşâ tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber XVI. asrın
ortasında yapıldığı anlaşılmaktadır445.
43 Vâlide-i Atik medresesi (H 16)
Üsküdar’da Toptaşı’nda bulunan medrese câmi, medrese, dârü’l-hadîs,
darü’ş-şifâ, imâret, sıbyan mektebi, tabhane, darü’l-kurra, han, çifte hamam
ve çeşmeden mürekkeb külliyenin parçası olup, câmi’in sol tarafında bulun­
makta ve halen yurt olarak kullanılmaktadır446.
438a Bk. Resim 29, 30.
439 Nureddin Ham za (ö. 940/1533-34) «Üçbaş» köyünden olm ası dolayı­
sıyla bu adla meşhur idi. SO, TV, 581; HC, I, 51; ö z, X, 148.
440 TM, S. 34; TE, s. 97.
441 Tuhfetü’l-m im ârîn’de «Karabufdan seferine varüup ... geldikde» (s.
17), Tezkeretü’l-ebniye’de « . . . Karabuğdan seferleri o lu p ... Ol tarihde bu ha­
kiri m üstahak görüp R eis-i m imârân-ı Dergâh-ı A lî eylediler» denmektedir.
Padişahın Boğdan seferinden dönüşü Kasım 1539 (ÎO T K , H, 217)’a rastladığına
göre, Koca Sinan'ın mimarbaşlığa tayininden önce m eydana getirdiği eserlerden
olmalıdır.
442 HC, I, 212.
443 Mahalle sakinlerinden edinilen bilgiye göre N işanca caddesi üzerinde
30 N r.yı taşıyan pencerenin bulunduğu yerde vaktiyle medresenin kapısı varmış.
Bk. Şekil 16.
444 TM, s. 34; TE, s. 97.
445 1660’larda tanzim edilen İstanbul medreseleri listesinde bu medrese
«medrese-i Abdülaziz, eş-şehîr bi-Ümmiveled-zâde» şeklinde geçm ektedir : özergin, «İstanbul ve Rum eli medreseleri» TED, sa y ı 4-5, s. 276. A yrıca bk. Baltacı,
s. 459.
446 HC, H, 182-84; Baltacı, s. 470; Eyice, PG , s. 114.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
387
Şekil 16 — Ümm -i Veled medresesi
(Pervititch plânı, Çarşamba, P afta 34, 1933)
Külliye İÜ. Murad’m annesi Nurbânû Sultan tarafından Mimar Sinan’a
yaptırılmıştır447.
Câmi kitabesi, bitiş tarihi olarak 991 (1583)’i göstermekte ise de med­
reseye ilk müderris tayini 987 (1579-80)’dedir44S.
447 TM, s. 33; TE, s. 94.
448 TŞ, s. 307; Baltacı, ayni yer. Hammer (XVIII, 114/54) medresenin
tesis tarihi olarak da câminin bitiş tarihini vermektedir.
388
M Ü B A H A T S. K Ü T Ü K O Ğ L U
40 Valide Saltan medresesi (F 5)
Bağçe kapısında Çelebi-oğlu Alâeddin mahallesinde449 olduğu kaydedi­
len medrese, cami, türbe, darü’l-kurra, kütübhâne, çarşı, mekteb, sebil, çeş­
me, köşk, hamam, dükkân ve muvakkıthanelerden mürekkeb manzûme için­
de bulunuyordu. Külliyenin arsası 13 Receb 1006450 (19 Şubat 1598)’de Di.
Mehmed’in annesi Safiye Sultan adma istimlâk edilmiş451, ancak inşaata uzun­
ca bir müddet ara verilmiş ve IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultan tara­
fından tamamlatılmıştı.
Mimar Dâvud Ağa tarafından başlanan inşaat Dalgıç Mehmed Ağa452’nın mimarlığı sırasında devam etmiş, Mustafa Ağa tarafından tamamlanmış­
tır.
Medresenin tamamlandığı tarih bilinmemekle beraber inşaatın başlan­
masını müteakib (1006/1598)’de müderris tayin edildiği görülmektedir433.
Medrese, bugün Bahçekapısı’ndaki îş Bankası’nm bulunduğu yerde
idi454.
41 Valide Saltan medresesi (H 8 /9)
Çarşamba’da Darüşşafaka ve Yavuz Selim caddelerinin kesiştiği yerde
Halic’e doğru yolun sol alt köşesinde bugün Muallim Yahya Efendi ilkoku­
lunun bulunduğu yerde idi455.
Medrese, Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından yaptırılmış, daha sonra
IV. Murad’m annesi Mahpeyker Sultan’m «vezâif ilhak etmeleriyle İstanbul
449 İME, Nr. 21.
450
s. 512.
451 İst. A b ., s .120.
452 Şehabeddin Akalın, «Mi’mar D algıç Ahmed Paça», TD, IX /13, s. 75,
İstanbul 1958. A yvansarayî Hüseyin Efendi, inşaata Kösem Valide tarafından
başlanıldığım kaydederken hataya düşmektedir {B C, I, 20).
453 B altacı (s. 556), TŞ, (s. 512)’da Ebu’l-Meyâmin M ustafa Efendi’nin
biyografisindeki « ... Safiye Sultan medrese-i cedide binâsm a ferm an eyledikde
ibtida bunlar (a) ihsan olundu» ifadesine dayanarak 1006’y ı medresenin tamam ­
lanış tarihi olarak kabul ediyorsa da ifadeden de açıkça anlaşılacağı gibi bu
tarihde inşaatın başlam ası emr olunmuştur.
454 Baltacı, ayni yer. 1914 tarihli DVM D’de bu medresenin adı geçm e­
diğine göre asrın başmda ortadan kalkm ış olduğuna hükmedüebilir.
455 İst. B , pafta D5. Bk. Şekil 4.
İS T A N B U L M E D R E S E L E R İ
389
validesi medresesi tesmiye olunup Cemaziyelahır 1044 (Ocak 1635)’de ilk
müderris tayin» edilmişti456.
Vefa medresesi (bk. Şeyh Ebu’l-Vefa medresesi)
114 Veli Efendi medresesi (G 5)
Edirne’den mazul Cârullah Veliyüddin (ö. 1151/1741) Efendi tara­
fından Fâtih medreselerinden Akdeniz tarafı Ayak kurşunlu medresesi yarım­
da kapısı bunun avlusuna açılan bir kütübhâne ile hücreler yaptırılmıştır457.
Fâtih medreseleriyle beraber tamir görmüş olup halen mevcuddur.
74 Yahya Efendi medresesi (F5)
Darüşşafaka’nın kapısının bulunduğu, eski adı Sakız Ağacı olan Darüşşafaka Ön sokağı’nda İzzet Mehmed Efendi Darülhadisi ile yanyana idi458.
1914’de pek harab bulunduğu ve yanındaki medresenin (İzzet Mehmed
Efendi) de arsası katılarak modem bir medrese yapılmasının çok uygun ola­
cağı kaydedilen medrese 1918’deki Fâtih yangınında yanmıştır459.
124 Yahya Güzel medresesi (H 6)
Vefa’da, Kâtib Çelebi caddesinde Atatürk Bulvan’na giderken solda ve
Manifaturacılar çarşısının arkasında, plânda görülen, fakat hakikatte mevcud
olmayan Yahya Güzel sokağında bulunan medrese Hoca Teberrük460 adıyla
da anılan mescidin yanında idi.
456 VF, J, 34 a; B C , I, 215-16.
457
B C , I, 12. Bk. R esim 31, 32.
458İME, N r. 126’da sadece, Çeragî Ham za mahallesinde olduğu kayd
edildiği halde DVMD, s. 129’da «Sakız A ğacı Yahya Efendi, D arüşşafaka kargı­
sında» geklinde yeri tam olarak belirtilmiştir. İst. B , pafta C5’te de Yahya
Efendi medresesi ism en işaretlenm iş bulunmaktadır. Baltacı, biri Defterdar
Yahya Efendi (s. 442-43), diğeri Şeyhülislâm Y ahya Efendi (s. 578-79) olmak
üzere iki Yahya Efendi medresesinden bahsetmekte, ancak yerini hemen ayni
göstermektedir. Son asır m edrese listelerinde Çarşamba’da bir Yahya Efendi
medresesi görülmektedir. Şu hailde Defterdar Yahya Efendi medresesi, bu sem tte
idiyse dahi XIX. asra ulaşam am ış olmalıdır.
459 DVMD, s. 129.
460
ö z, I, 151, not 343’de ilk bânisini Hoca Tobruk, İkinciyi Y ahya Güzel
şeklinde gösterir. Eyice, «İstanbul’un ortadan kalkan bazı tarihî eserleri» TD,
sayı 26 (1972), s. 148’de her ik i ism in de yanlış olduğuna işâret eder.
392
m übahat
s
. k ü t ü k o Gl u
Kız Lisesi’nin bulunduğu yerde idi467.
Banisi 999-1001 (1591-1592) tarihleri arasında 1 sene 5 ay müddetle
meşihat makamım işgal etmiş olan Zekeriyya Efendi’dir468.
Medresenin tesisi 1592’dedir460. Şevval 1048 (Şubat 1639)’da ise sani­
yesi ihdas edilmiştir470.
Zekerriyya Efendi medresesi 1251’de Vakıf Nazırı Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsim Efendi tarafından tamir ettirilmişse471 de XX. asrın ba­
şında pek harab olarak görünmektedir. Bu yüzden 1914’de içinde kimse yok­
tur. Ancak «son derece harab» bulunmasına rağmen 1918’sonunda muha­
cirler tarafından işgal edilmiştir472.
467 İst. B , pafta D5.
468 18, s. 412.
469 «1001 muharreminde (Ekim 1592) Zekeriyya Efendi hazretleri bina
ettikleri medrese tamam oldukda ihtida bunlara (Seyyid Mehmed Efendi) in'âm
olundu {T8, s. 742).
470 VF, I, 321 b.
471 B C , I, 170.
472 DVMD, s. 171.
«MİLLÎ BİR GÜÇ OLARAK TÜRK KÜLTÜR SOSYOLOJİSİ»
ÜZERİNDE BİR İNCELEME -DENEME*-
Ahmet Cevat Eren
Konumuzun başlığından da anlaşıldığı üzere «Millî bir güç olarak Türk
Kültür Sosyolojisi üzerinde bir inceleme» derken, san’at, ilim, din ve netice
itibarile bütün Türk Kültür ve medeniyetini çeviren, kapsayan büyük bir
problemle karşı karşıya bulunuyoruz. Bilindiği üzere, dün olduğu gibi gü­
nümüzde de, feylesoflar, sosyologlar, kültür tarihi yazarlan ve mütefekkirler
insanlığın saadeti ve gerçeklerin iyi bilinmesi için, kültür meselelerine büyük
bir önem vererek görüşlerini, düşündüklerini açıklamağa gayret etpıişlerdir.
Dünyanın dönüşü, kanın deveranı, ayın, güneşin doğuşu, batışı nasü ki ha­
reket kanununa tâbi bir gerçek ise, insanlığın durmadan gelişme ve ilerle­
mesi de öyle bir hareket kanununa bağlıdır. Tarihî devirler bize bA hareket
kanununun en cardı örneklerini göstermektedir. îşte kültürün başlangıcı, ta­
rihi oluşturan, inkişaf ettiren, geliştiren, yahut buhranlara sevk eden bu de­
ğişmez hareket kanununun bir eseri olarak görünmektedir. Çağımızın düşü­
nürlerinden Erich Rothacker, tarihi geliştiren, oluşturan bu hareketi «Subs­
trat» terimi ile ifade ediyor (yâni maddede değiştirilemeyen bir temel=
Substrat). Toplumlar tarih boyunca bir gelişme ve derleme kayd ettikçe ha­
yat üslûbu, dünya görüşü, kültür anlayışı da bir tebeddüle, değişikliğe uğ­
rar. Bu sebeple tarihte, çeşitli dünya görüşü hayat tarzım, üslûbunu meyda­
na getiren kültürel devirler doğmuştur. Devirler değiştikçe, kültür anlayışı
da değişir, ya bir décadence-inhitat, yahut da progress-inkişaf, derleme mey­
dana gelir. W. Ddthey’in tabiriyle «Her büyük kültürle birlikte yeni bir dün­
ya tablosu, yeni bir dünya görüşü ortaya çıkar».
Kültür meselesi bu öneminden dolayı, medeniyet sahasında derlemiş ve
gelişmiş olan mdlet ve devletleri ötedenberi meşgul eden ve üzerinde çalışı­
lan zarurî bir dava olarak telâkki edilmiştir. Kültür meselelerinin araştırdmasında ise, tarih başlıca bir kaynak teşkd eder. Bu bakımdan tarih bir sta­
tik ilim değd, bir dinamik ilim olarak kabul edilir.
* Prof. Dr. Ahm et Cevat Eren’in, 6 A ralık 1974’de Millî Güvenlik Akade' misinde verdiği konferansın metnidir.
394
A H M ET CEV AT E R E N
Kendi tarihini, eski tabirle o devirlerin ahval ve zamanı «yani zamanın
ahvalini - devrini iyi anlayamayanlar» ve iyi bilmeyen, öğretmeyen millet ve
devletler büyük zorluklarla karşılaşmışlardır. Bu zorluklar çok kere içinden
çıkılması pek zor, müşkil kültür buhranlarına sebep olmuştur veyahut kül­
tür inhilâllerine yol açmıştır.
«Millî bir güç olarak Türk Kültür Sosyolojisi» nasıl araştırılmalıdır?,
sorusu konumuzun esasım teşkü eder. Bu hususa biraz sonra daha geniş öl­
çüde temas olunacaktır. Yalnız şurasını açıklamak lâzımdır ki, böyle bir ko­
nunun araştırılmasına başlarken bir «Dilettentinism» felsefesi (yani her şeye
merak, fakat hiçbir neticeye ulaşamamak) içinde kalmaktan kaçınmağa son
derece dikkat edilmesi ve mümkün olduğu kadar «Concret» gerçeklere da­
yanan görüş ve neticeleri ortaya çıkarmağa gayret etmek bir zarurettir. Zira
Türk-Kültür Sosyolojisi, çok az işlenmiş bir sahadır. Büyük Türk tarihi ne
tahlil, ve ne de, terkip edilmiş bir çağa ulaşamamıştır, henüz başlangıçta bu­
lunuyoruz. Konumuza başlarken bir diğer noktayı daha göz önünde tutmağı
faydalı buluyoruz.
Bilindiği üzere, bugün Türkiye Cumhuriyeti, tarihî ve coğrafî mevkı’i
ve başlamış olduğu inkılâblan ile yeni bir tarihî devrin dönüm noktasında
bulunmaktadır. Milletlerin tarihlerinde görüldüğü üzere, büyük inkılâblardan
sonra bir dönüm noktası sayılan devirlerde, umumî olarak önemli zorluklar
ve kültür buhranları meydana gelir. Bu bakımdan Türkiye’de de simptom
alâmet ve işaretleri görünen bazı güçlükler vardır. Fakat, birçok yazarlar,
Türkiye’nin bu zorlukları da yenecek güçte bulunduğu kanaatmdadır, yeter
ki, güçlükleri ilmî açıdan görelim ve öğrenelim.
Meselâ, Türkiye hakkında Avrupa yolunda Türkiye (Die Türkei auf
dem Wege nach Europa. München 1952, sahife 172/173) başlığı altında
bir eser yazmış olan Friedrich von Rummel eserinin sonuç bölümünde özet­
le şöyle bir neticeye varmış oluyor :
«... Türkiye XX. yüzyüda kendisine düşen vazifeyi başarmağa
muvaffak olmuştur ve Türkiye millî bir devlet olarak garp me­
deniyetini şarkta en iyi bir şekilde kavramıştır. Hatta bu bakım­
dan Türkiye Avrupa'nın en büyük oğludur (Fills ainée de l’Europe) diyebilirim. Bununla beraber, Türkiye’nin daha çok çözüm
bekleyen birçok görevleri vardır ve Türkiye, özellikle kültürel sa­
hada (auf dem Geistigen Gebiete) eskiden kalan yani maziden ge­
len değerlerle, zaruri olarak kabul edilmiş bulunan yabancı -yani
Avrupa’dan gelen kültür ve medeniyet- arasında doğru, haklı bir
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
395
muvazene ve ahenk bulmak mecburiyetindedir...» mütalâasını
ileri sürüyor ve diyor ki, «Avrupa metodlan üe yetişen Türk nes­
li (yeni ve modem Türk tipi insan) bu güçlükleri de aşmağa mu­
vaffak olacaktır...»
Esasen bu inanç Türk inkılâbını yapanların da hedefi idi. Nitekim, bir­
çok Tiirk devlet adamları, özellikle Büyük Atatürk, Türkiye Cumhuriyeü’nin
daha birçok güçlükleri yenecek, aşacak bir güce, kudrete sahip olduğunu be­
lirtmişlerdi. Bu sebeple şurasını tebarüz ettirmek lâzımdır ki, Türk aydın­
larının, eğitim sistemimizin millî bir güç olan Türk Kültür-Sosyolojisi’ne önem
vermeleri bir mecburiyet, bir zarurettir. Zira, Türk vatanı, Türk toprağı, yüz
yıllara dayalı ve Türk milletinin yarattığı bir âbidedir. Bu toprak milletimi­
zin ilham kaynağıdır. Bu vesile ile Atatürk’ün bir sözünü hatırlamak doğra
olur. Atatürk diyor k i : «Türk toprağı sen, seni seven Türk milletinin me­
zarı değilsin, Türk milleti için yaratıcılığını göster». Biz burada Türk topra­
ğının felsefesini buluyoruz ve bu sözlerin Türk-Kültür-Sosyolojisi için nekadar büyük bir mana taşıdığım anlamağa çalışmalıyız.
Antropolog ve sosyal coğrafya âlimi Ratzel’in dediği gibi, «nerede ki
bir toprak var -Raum- ve onun üzerinde yaşayan bir millet vardır ve orada
bir devletin yaşamasına hiçbir mani yokdur». Devlet, kültür sosyolojisinin
bir eseridir. Devlet olmayan yerde kültür sosyolojisi de aranmaz.
Yukarda özetle arz olunan bilgilerden anlaşıldığı üzere, kültür sosyolo­
jisi, her devlet için yol gösterici, millî gücü açıklayıcı bir bilim dalı olma­
sına rağmen, Türkiye’de üzerinde pek az işlenmiş bir konu olarak görülmek­
tedir. Burada konumuzu aydınlığa kavuşturmak için, özet olarak, plânımızı
üç büyük başlık altında mütalâa etmeği faydalı bulduk :
I — Kültür-Sosyolojisi nasıl bir ilimdir, bu bilim dalı hangi felsefeye
dayanır?
II — Kültür-Sosyolojisi açısından, Türk toplumunun, devletinin kül­
türü mazide nasıl bir manzara arz eder?
III — Günümüzde Türk Kültür-Sosyolojisi’nin değerleri nelerdir?
Birinci Bölüm :
Kültür-Sosyolojisi’nin tarifi, bu bilim d alının dayandığı felsefe:
Birçok yeni bilim dallan gibi Sosyoloji ve Kültür-Sosyolojisi de Tür­
kiye’ye ancak ikinci Meşrutiyet ve daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti dev­
396
A H M E T C E V A T E R E ltf
rinde bir bilim dalı olarak yer almağa ve yavaş yavaş gelişmeğe başlamıştır.
Bugün Türkçe’de, Sosyo-Kültür daha doğrusu Kültür-Sosyolojisi terimi ile
ifade ettiğimiz bilim dalı, batı dillerinde, genel olarak Kültür-Sosyolojisi te­
rimi ile ifade edilerek adlandırılmıştır. Kültür-Sosyolojisi’nin Türkçe’de he­
nüz kesin bir tarifini göremiyoruz. Bunun başlıca sebebi, sosyolojinin ancak
Ziya Gökalp ile Türkiye’de başlamış olmasında aramak lâzımdır. Bir başka
diğer sebep de, kültür ile medeniyet, civilisation’unj Fransa ve diğer bazı ba­
tı dillerinde, kültür kavramının medeniyet, civilisation ile bir anlamda kul­
lanılmış olmasından ileri geldiği iddia edüecek olursa, hataya düşülmemiş
olur.
Ziya Gökalp, fransızca kültür kelimesinin iki ayrı mana ifade ettiğini
iyice kavramış, bunlardan birini «Hars» diğerini «Tezhib» terimleri ile ifa­
de etmiştir. Bunlardan «Hars»ı demokratik, «Tezhib»i ise aristokratik ola­
rak tavsif eder ve hars’ı halkın an’anelerinden, teamüllerinden, örfünden, şifâi ve yazılmış edebiyatından, dilinden, musikisinden, dininden, ahlâkından,
bedi’î ve İktisadî mahsullerinden ibaret olduğunu kayd eder. Bu suretle,
«Harsn halkın zengin bir hâzinesi sayar ve bundan dolayı da «Harssa demokratikdir diyor. «Tezhib »i ise, yalnız yüksek bir tahsil görmüş, yüksek
bir terbiye ile yetişmiş hakikî münevverlere mahsustur, diyor. Güzel sanat­
ları, edebiyatı, felsefeyi, ilmi, hiç bir taassuba karıştırmaksızın dini samimi
bir aşk ile sevmektir, şeklinde ifade ediyor. Netice itibarile, terbiye yolu ile
husule gelmiş bir duyuş ve yaşayış tarzıdır diyor, birincisini millî, İkincisini
de gayri millî yani beynelmilel olarak ifade ediyor. (Türkçülüğün esasları,
eski harflerle, sayfa 88/89).
Türkiye’nin en idealist ve mefkûreci sosyologunun bu ifadesinden anlı­
yoruz ki, kültür meselesi, özellikle sosyolojisi tam manasile açıklığa kavuşturulmamıştır. Halbuki son yapılan araştırmalardan açıkça belli olduğu üzere,
Türkçe’ye Fransızca’dan geçen «Cultive» sözü, batı dillerinde daha başka
zaviyelerden, görüşlerden incelenmiştir. Kültür-sosyoloji dediğimiz zaman,
umumî olarak, bu b ilim dalı bugün «din, san’at ve ilmin, yani kültür var­
lıklarının toplum üzerine, yani sosyal alanda görülen tesirlerini araştırır, keşf
eder» suretinde tarif edilmektedir.
Bu tarifin doğruluğunu şuradan anlıyoruz. Kültür bir milletin yaratıcı
gücü olduğu halde, civilisation, kültürün sade bir vasıtası olarak kabul edi­
lir. Birinde insan, diğerinde vasıta söz konusudur. Kültür-sosyolojisini daha
başka yönden tarif edenler de vardır. Fakat, biz burada kültürü, civilisation’dan ayrı olarak kabul eden nazariyecilerin istikametinden mütalâ’a ede­
ceğiz.
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
397
Kültür-sosyolojisi üzerinde ileri sürülen çeşitli mütalâ’a ve görüşlere geç­
meden evvel, kültür deyince ne anlaşıldığını açıklamak lâzımdır. «Kültür»
sözü câzib, çekici bir mana ifade ettiğinden, hemen birçok batı dillerinde çe­
şitli surette tarif edilmiştir. Bir Cemü Meriç (Ümrandan Uygarlığa) adlı ki­
tabında iki Amerikalı yazarın «Kültür» ün 160 çeşit tarifini bulmuştur (sahife 87). Kültür, Lâtince «Colare» - işlemek, bakım, ıslâh, örtmek manası­
na gelen sözünden colore kökünden alınmıştır.
Kültür nazariyatcılanna göre, kâinatda -evrende- mevcut işe yarayan
bir varlığın yahut varlıkların bakımı, ıslâhı hususunda yapılan bütün gay­
retlerin hemen hepsi kültür terimi ile ifade edilmiştir. Toprağın ıslâhı -agricultuf-, bitkilerin ıslâhı -phlanzen kultur-, siyaset ilminin bir dalı olarak
-Kulturpolitik-, insanın hayatının asilleştirilmesi, bakımı, soysuzlaştırılmadan
geliştirilmesi, bir toplum veya toplumlann fâaliyet, fonksiyon sahalarının ol­
gunlaştırılması, hep birer kültür problemi olarak ifâde edilmektedir. Özetle
diyebiliriz ki, kültür bir idrak, fehm, kuwe-i müfekkire, âkildir. Batı dille­
rinde Entendement, Vemümft, Wohmehmen başlıca insanlara mahsus fıtrî,
yahut İlâhî yaradılışın bahşettiği bir duygudur. (İslâmdâ) mahluk Hakıkafı
Hâlık’ı idrak edemez. Fakat semavî dinlerin kitablârmda görüldüğü üzere,
yer yüzünde Hâlık’in yarattığı varlıkları insan idrâkile kâvrâr, ânlar. Bu su­
retle insanlar diğer mahlûkattan daha âyn hassalara mâliktirler ve yaratıl­
mışlardır.
Nitekim, Avrupa’da ortaçağı karanlığı ile örten ıskolâstik zihniyetten
kurtulmak için Rönesans'ın başladığı devirlerde, 1480 de Flörânsalı şâir,
Pheosoflesen Hazret-i Âdem’in ağzından devrini aydınlatmak için insanlâra
şu nasihâtta bulunuyor:
«Ben seni ne dünyevî, ne semavî yaratmadım;
Sen kendi kendini terbiye ve kemâle, olgunlaştırmağa gâyret
etmelisin
İstersen insan, istersen hayvan gibi olmakta kendi kendine
düşünmen lâzımdır
İstersen soysuzlaşır, istersen Allah’a yükselmeğe çâhşırsm»
(Hârtuıig, Weltgeschichte, S. 120, Bd. Renassens).
Bizim büyük mutasavvuf, halk şairimiz Yunus Emre insanın öğrenme­
sini, dünyâsını anlamasını bir şiirinde yine şöyle güzel ifade eder:
«İlim, ilim'dimekdir •
ilim kendün bilmekdir
Sen keüdüni bilmez isen
Bıi nice okumakdır» diyor ki, insanini kendini bilmesi, tanıması
39 8
A H M ET CEVAT E R E N
için ilim yapar ve böylece yükselir. Bu küçük mısralarla insanları yükselten
çok derin bir felsefe ve hayat görüşü anlatılmak istenmiştir.
Bilindiği üzere insan, tabiat ne ise, onu olduğu gibi kabul edip hayatını
sürdürmek isteyen bir mahluk, bir yaratık değildir. İdeale, ruha değer veren
hassalara sahibdir. Bu ideal ve kıymet mefhumu hassalafı, sezgileri saye­
sinde diğer canlı ve cansız mahlûkatdan faydalanmasını bilen bir güce sa­
hiptir. İşte insanlar hassaları (hayal düşünceleri, havsalası) yani ideali, idra­
ki, aklı ve sezgileri ile yaratıcı olur (Creation, Genialgedanke). Bu yaratıcı
hassası ile, arzu ettiği, yani tasavvur ve ideali olarak gördüğü yeni bir hayat
tarzı, bir dünya görüşü ile vücuda getirdiği âlemde dünyada yaşar. İslâm di­
ninde création, halketme, yaratma yalnız Allah’a mahsustur. Bu sebeple
Création terimini dilimizde «mübdi’, muhteri’, keşif, yeni bir buluş» terim­
leri ile ifade etmek daha doğrudur.
İşte insan arzu ettiği, tasavvur ettiği böyle yeni bir hayat görüşü yeni
bir dünyayı meydana getirmek için de bir takım vasıtalara muhtaçtır. İnsa­
nın ferdi, yahut toplumun hayatında geliştirdiği bu vasıtalar yahut nizamlar­
dır ki, bunlar organizasyon, teknik, ekonomide icap eden şartlardan ibaret­
tir. Bunları bazı müellifler yalnız «civilation», bazı müellifler de «culture ci­
vilisation» olarak birlikte kabul etmişlerdir. Fakat ister ayrı, ister culturecivilisation ile birlikte mütalâ’a edilsin, bütün nazariyecilerin birleştiği bir
nokta vardır ki, o da «civilisation» kültürün bir vasıtasıdır.
Nitekim, sivilizasyonun elde edilmesinde, bir toplum için ırk, kabiliyet,
örf, âdet, istidat, san’at, tradisyon, tarihî tesirler gibi kültür unsurlarının ka­
bul etmesi mecburiyeti yoktur; Daha açık bir ifade ile sivilizasyon olarak
kullanılan her vasıtayı, her ferd her toplum san’at, tradisyon, ruhî istidat
duygularına da sahip olmadan elde edebilir, kullanabilir. Ziya Gökalp’in
millî ve gayri millî diye kültürü tarifi bu farkdan ileri gelmektedir. Kültürün
millî bir karakter taşıması devlet hayatının devamında önemli bir faktördür.
Bir toplumda sivilizasyon vasıtalarının, makine, top, tank, uçak vesaire bu­
lunması, o toplumun büyük bir kültüre sahip olduğunu göstermez. Bugün
dünya siyasî haritasında Afrika’da, Asya’da, Güney Amerika’da, bunların
tarihlerinde kültürün en yüksek vasfı olan «Devlet San’atı», yani devlet mef­
humu bulunmuyordu. Birçoğunda kabile teşkilâtı hayatı devam eden millet­
lerdi. Fakat bu devletlerin, kültürün bir vasıtası olan sivilizasyondan fayda­
lanmalarına hiçbir engel yoktur. Birçoğu toplarla, uçaklarla, fabrikalarla teç­
hiz edilmişlerdir. Bazılarının güçlü orduları dahi vardır. Bu vasıtalar kendi
yaratıcı kültürlerinin eserleri değildir. Zira, medeniyet Fallmerayer’in tarifi
ile, bizatihi, kendiliğinden bir feth gücüne sahihtir. Yani feth edicidir. O, me-
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
399
deniyet kendisini benimsemeyenleri dahi feth eder. Medeniyetin bu karakteri
beynelmilel (evrensel) dir. Taklid edilebilir, fakat kültür taklid yolu ile asla
elde edilemez.
Oswald Spengler, (Der Mensche u die Technik, S. 52 vd.) adh eserin­
de Avrupa'nın teknik sahada fazla ileri gitmesini, kültür için bir sukut alâ­
meti saymıştır. İnsan ister istesin, ister istemesin makine inşam kendi isti­
kametinde yürütecektir. İbdâ’ edilen mübdi’e karşı çıkmaktadır. Vaktile,
Mikrokosmus-mensch (kendi başına bir âlem olan insan) nasıl tabiata karşı
mücadele etdi ise, şimdi de kendi başma bir âlem olan Mikrokösmusmaschine
insana karşı mücadele etmektedir, yani makine inşam feth etmiştir diyor.
Spengler’i belki pesimist olarak telakki edenler, eleştirenler olmuştur.
Fakat onun Birinci Dünya Harbi ve harbden soma XX. yüzyıl için söyle­
dikleri birer gerçek olmuştur. Nitekim Amerikalı Moreno ikinci Dünya Har­
binden soma Spengler’i tasdik eden nazariyeleri ortaya atmıştır ki, özet de
olsa, biraz soma söz konusu olacaktır. Fakat, burada Spengler’in XX. yüz­
yıla ait söylediklerini dikkat nazardan kaçırmamak lâzımdır. XX. yüzyıl
başmda küçük plânetimiz’in yani arzın dünya görüşü şöyledir :
«Şimal katma mensup bir gurup insan, İngiltere, Almanya, Fransa Jankee (şimalî Amerikalılar için kullanılan bir tâbir) durumu, yani dünyayı ida­
re ediyorlar, bıınlann siyasî gücü servetleri üzerine kurulmuştur. Onların
servetleri ise kuvvetli endüstriye dayanmıştır. Daha soma sözlerine devam­
la, neredeki kömür, petrol, su kuvveti vardır, orada Faust insanın (yani ma­
nevî kültür ve İlâhî güc, ebedî insan) kalbine karşı bir silâh geliştirilebilir.
Kömür, petrol bitince ne olacaktır. Artık siyah insanlar da beyazların yap­
tıklarını öğrendiler. Dünya için bir çıkış noktası bulmak bir hayalden ibaretdir. Bu hususta optimist olmak bir korkaklık mıdır (Optimismus ist Fergheit,
S. 60)». Burada Atatürk’ün bir sözüne işaret etmek isterim: «Tehlike varsa
gelecektir, tehlike beklemekle önlenemez, tedbir lâzımdır.» Bugün Ortadoğu
ve dünya petrol mücadelesine girdi. Bir Arap lideri bugün şöyle diyor : «Ba­
tı dünyasındaki gelişmenin bizden alman ucuz petrol sayesinde sağlandığını
unutmamalı» (Cumhuriyet, 20 Kasım 1974, Sahife 8).
İşte Spengler’in sözü bugün artık gerçek olmuştur. XX. yüzyıl başmda
Spengler’in geri bir ülke olarak gördüğü Rusya, makine gücü sayesinde «Sü­
per» devlet olarak ortaya çıktı. Bmada bu konulara temas etmemizin başlı­
ca sebebi, kendi Kültür-sosyolojimizi tahlil ederken, özellikle millî güvenlik
açısından meseleyi ortaya atarken bu görüşlerin özel bir değeri vardır. Zira,
hiç bir devlet kendini bugün dünyayı tesirleri altında bulunduran felsefenin
dışında göremez. Spengler (Der Untergang dés Abendlandes - Avrupa'nın in-
400
A H M ET CEVA T E R E N
hitatı) adlı eserinde bu meseleyi açıkça ortaya atmıştır. Hatta tezinde (teo­
risinde) hııgünkü makine süratine, maddenin insana hükmeden gücüne karşı,
Avrupa kültürü mukavemet edemiyecek ve Avrupa bir gün demir ve kö­
mür yığını haline gelecek fikrini savunmuştur (Spengler’i IH. Reich devlet
adamları pesimist olarak görmüşlerdir):
Kültür felsefesinin tarihi bilindiği üzere, İlkçağlara Hindistan, Çin, Pers,
Grek, Roma, Orta-Asya’da Türkler (Mete devri), daha sonra İslâm dünya­
sına, islâmiyetin ortaçağlarda geliştiği devre, netice itibarile Rönesans devri­
ni çevresine alan çok eski tarihle yaşıt bir maziye sahip olmasına rağmen,
«Kültür» terimi biraz önce temas edildiği üzere, Fransa’da ancak 1756 dan
sonra ortaya atılmıştır. Yani Fransız İnkılâbı’nın hazırlanmasında başlıca
âmir olan devr-i intibaha yani uyanma devrine rastlar.
Kültür sözü gibi «Sosyoloji» sözü de yine XVIII. asrın /bilginleri tara­
fından ortaya atıldı. Kültür ile sosyolojinin biribirile ilgili olması, Kültürsosyolojisi’nin kurulmasında âmil oldu. Iskolastik devrin F. Petroçia (13041374) -Italyan şairi, millî görüşe sahip-, Dante, Bokaçio ile yıkılmağa baş­
laması ile ilimde, devlet hayatında, toplum ile tabiat arasında, ferd ile din
arasındaki münasebetlerde aklın hâkim olması yeni bir dünya görüşünü or­
taya attı. Özellikle ekzakt (exakt) bilim dallarında yeni keşifler, buluşlar or­
taya atan Galilei (1562-1642), Johan Kepler (1571-1630) ve daha sonra
İsaac Newton (1642-1727) ve daha diğer matematik, mekanik,. astronomi,
tabi’i bilgilerde, büyük gelişmeler kayd eden.âlimler Renée Descart (15961640), Gotfried Leipnitz (1646-1716), felsefe ve ilim sahasında yetişen bü­
yük düşünürler toplum ile tabiat arasındaki münasebetlerin araştırılması za­
ruretini ortaya attılar. Fakat, bu âlimler toplumdaki hareketleri riyazi, ma:
tematik bir görüşle izah etmeğe çalıştılar. Bu suretle 17. yüzyılda ilk olarak
«Sosyal-Fizik» terimi ortaya atıldı. Bu suretle tarihte Sosyal (Şozio) terimi,
yani cemiyet, toplum söz konusu oluyordu, 17. yüzyıl v e 18. yüzyıl SosyalMatamatik, Sosyal-Fizik sistemlerinin mücadeleleri ile geçti.
Bu sistem toplumun karakteristik vasıflarım, olaylarım bir tarafa bıra­
kıyordu. Fakat daha sonra toplumun Enerjetik-sosyoloji ile .izahının kabil
olamıyacağı, insanların yalnız bir organik maddeden ibaret olamıyacağı, ma­
nevi kudretlerin, ruh, akıl, idrakin de insan ve toplum hayatında, toplum ve
tabiat arasındaki münasebetlerin daha derin bir faktör olduğu kabul edildi
(N. Şazi Kösemihal, Sosyoloji Tarihi-îstanbul 1957; Oswal, Energesische
Grundlagen der Kultur, Leipzig 1909).
Hegel (1770-1831), Schelling (1775-1854), H. Chamberlein (1855-
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
401
1927), Max Weber, Oswald Spencer (1820-1903) gibi nazariyeciler, toplum
hayatında, psikoloji, ruh, akıl ve idrakin (Raison) âmillerini tesbit ettiler. Bi­
lindiği üzere, A. Comte (1798-1857) ile sosyoloji bilim dalı büyük bir açık­
lığa kavuştu ve sosyolojiye bilimdalı adım veren de bu Fransız bilgini
Auguste Comte oldu.
Positivizm teorisini ortaya atan Auguste Comte, din ile toplum arasın­
daki münasebetleri red etme cihetine gitmesi, geniş tepkilere yol açtı. Kül­
tür tarihinin, san’at, ilim ve kültürün (manevî güçler) toplumda müdafasmı
yapanlar positivizme karşı cebhe aldılar. Almanya’da W. von Humbold
(1767-1853) kültür, dü ve din meselelerini daha başka yönden mütalaa eden
eserler yazdı. Prusya devlet adamlarından ayni zamanda Goethe ve Schiller’in yakm dostu olan Humbold mefkûreye, ideale, yani idealist felsefeye
bağlı olan dostlarının da tesiri altında idi. Goethe bir sözünde diyordu ki:
«Ein macht ohne Geist, heisst Weder macht noch Geist» bir kudret ki, maneviyetsizdir, ne kudret ne de maddedir, yani hiçbir şey yaratamaz. Daha
doğru bir Türkçe manevi ve maddi güc, kudret bir arada olmalıdır. Özet
olarak ifade ettiğimiz bu birkaç satırdan anlaşıldığı üzere, Kültür-sosyolojisi
anlatılırken, maddî ve manevî kudretlerin toplum üzerindeki tesirleri açıklanmahdır. Zira manevi kudret, maddeye müessir olur. İnsan üstün sezgi­
lere, bir ruha, bir akla ve idrake sahip olduğundan, tasavvur ettiği hayata ve­
receği şekli bu manevî kudretle elde eder. Bu suretle kültür gücü maddî var­
lığa estetik bir surette biçim ve forum verir. İlim de esas varlıkları tahlil,
analiz etmek, sonra bunları terkip etmek kaidesine, temeline dayanır. Bu
hususa bir misal olmak üzere Husten Chamberlein’in nazariyesine kısaca
göz gezdirelim. Zira bu nazariye ve diğer nazariyecilerin görüşleri ve tesbit
ettikleri metodlar bilinmeden bir Türk Kültür-sosyolojisi üzerinde durmak
pek zayıf olur.
Huston Chamberlein (XIX. yüzyılın temelleri, ü . cilt, Sahife 870) adlı
eserinde bütün hayatımızın çeşitli görünümlerini (Erscheinung= Fenomen)
başlıca'üç büyük gurup altında toplar ve gurupları şöyle ayırır:
1 — Bilgi (Wissen), bunu da ikiye ayırır:
a) Keşif, ihtirah, ibda (Entdechung)
b) Doğrudan doğruya ilim (Wissenschaft=Sience)
2 — Medeniyet (Civilisation) = Bu da 3 guruba ayrılır:
â) İndüstri
b) İktisadî ekonomi
c). Politika ve Kilise
Tarih Enstitüsü Dergisi: F.
-
26
4Ö2
A H M ET CEVAT E R E N
3 — Kültür, bu da yine 2 kısma ayrılır:
a) Dünya görüşü, din telâkkisi (Weltanschaung)
b) San’at.
Bu tasnifi yaptıktan sonra, herhangi bir anlayış yanlışlığına süi tefehhü­
me ve karşı iddialara mani olmak için bu üç gurup altında ayrı ayrı müta­
lâalardan hangi neticelere (concret= kesin) varmış olduğunu açıklığa ka­
vuşturmak için bunları tafsilâtı ile anlatır. Biz burada ayrıntılara gitmeden
bu guruplarda ileri sürülen mütalâalara özetle temas edelim.
1 — Bilgi nedir, birçok şeyler biliriz. Bunların esasım anlamak ve bir
prensibe bağlamak ilimdir. Fakat birşeyin ilim olabilmesi için keşif lâzımdır.
Evrenin (kâinat)m azametini düşününüz bizi çeviren kosmos’da nekadar bil­
mediklerimiz vardır. İşte fezada görünenleri keşf etmek, yer altında kalan
maddeleri bulmak, bilinmeyen lisanları öğrenmek, okumak... bu gibi herşey bir keşifdir. Bu suretle keşif olmadan ilim olmaz. Yalnız görmekle de birşey elde edilemez. Eğer böyle olsaydı, ilim korkunç bir metedoloji hâline ge­
lirdi. Evvelâ keşf edip onu tahlil edeceğiz, ondan sonra tasnif edeceğiz, keşf
ettiğimiz maddenin neden ibaret olduğunu anlayacağız ve bir esasa bağlaya­
cağız. H. Chamberlein burada Aristo’nun bir sözünü nakl eder, Aristo : «herşeyden eVvel gerçekleri toplamah, ondan sonra düşünerek bunları birbirine
bağlamalı, ilim de bundan ibarettir» diyordu. Bu özel mütalâalarımızdan şü
neticeyi çıkarıyoruz :
a) Dünyada genel olarak kültür üe civilisation arasında mücadele var­
dır. Bunun hedefi nasıl son bulacaktır. Bunu kesin olarak söylemek
. hiçbir fâniye nasip olamaz. Spenglere göre medeniyet makineleşme
bu süratle devam ettiği müddetçe, kültürümüzün bir kömür, demir
yığını, haline gelmesi mümkündür.
b) Kültür ile civilisation arasındaki fark, ahenksizlik kültür buhranları­
na sebep olur.. Bu ahenksizlik, bu fark bugün özellikle makineleşme
devrine yeni girmiş olan devletlerde daha ziyadedir. Kültür ile civili­
sation ciddi buhranlar yaratmaktadır. Birçok yerlerde görülen ih­
tilâl, karışıklıkların sebebi bu ahenksizlikten doğduğu bir gerçektir.
Bu karışıklıklar daha XDC. yüzyıl yarısından sonra başladı. H. Cham­
berlein ırkçı :bir: düşünür olmasına rağmen, edebiyatsız, san’atsız, ilimsiz bir
kültür olmaz, bunlardan mahrum bir civilisation, insanlık için en büyük
tehlikedir. Civilisation, teknik yükseldikçe kültür çôkmèkte ve hâttâ bir vah­
şetin Avrupa’da hâkim olacağına işaret etmektedir. Bu sürede Auguste Com­
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
403
te’in positivism nazariyesine karşı çıkanların sayısı arttı. Birçok âlimler İlâ­
hî, ruhî güçlerin varlığının zaruretini kabul ettiler. Bütün dünyadaki gelişen
kültürün maziden güç aldığım ileri sürdüler. Max Weber, A. Weber, daha
sonra Rothalker, Dilteh, Moreno, Linton ve diğerleri kültür tarihine, din ah­
lâk, eski Hind, antik devir, hırıstiyan ve İslâm âlemlerinin yükselişi ve çö­
küşü sebeplerini araştırdılar. A. Weber (1868-1956) Trajedi ve Tarih, Tarih’e veda, ve son eseri olan Kulturgeschichte als Kultursoziologie (kültür tarihi-kültürsosyolojisi) eserlerinde insanlığın bütün tarihî devirlerdeki kültür
safhalarını, dinlerini, ekonomi, siyasî sahadaki rollerini, yani dünya görüş­
lerini inceledi. Bu son eserinde (Şark ve Garp) yani (Demokrasi-Antidemokrasi) meseleleri üzerinde durmuştur. Materyalist tarih görüşüne karşı idealist
tarih görüşünü müdafaa etmiştir. Hatta bu eserinde İslâm dininden söz eder­
ken, diyor ki, bugünkü kültür mücadelelerinde İslâm dininin daha mukave­
metli olduğunu görüyoruz.
İkinci dünya harbinden sonra bu kültür mücadeleleri yanında antropolo­
ji, sosyoloji, psikolojiye yeni katkılarda bulunan bilginler yetişti. Sosyometri
adı altında yeni bir ilim ortaya atıldı. Bilindiği üzere, Sosyometri’nin kuru­
cusu İ.L. Moreno’dur. Sosyometri nasıl bir ilimdir. Moreno’nun tarifine göre:
Sosyometri halk tarafından halk için hazırlanmış bir halk sosyolojisidir. Şübhesiz ki, bu özet tarif, sosyometri gibi geniş iş, idare, hukuk, felsefe,' teknik,
kültür, psikoloji, ahlâk gibi birçok bilim dallarına yayılan bir ilmi tarife kâfi
değildir. Moreno demokratik bir düşünce ile bu eserini yazmıştır. Kültür ve
makinenin hayatta aksiyonu, tesirlerini karşılıklı olarak incelemiş ve özellikle
bugün makineleşmiş bir dünyayı korkutan hadiselerin üzerinde durmuştur.
Moreno bu görüşlerinde Spengler, Weber, Chamberlein’e göre daha optimist
görünmektedir. Moreno diyor ki, insanlar bundan sonra robotların tesiri altinda kalmıyacaktır. İnsanlığın makineden korkmaması lâzımdır. Makine
insan gücünü kat, kat aştığı bu durumda insan yaratıcı (Creation, Spontanitee)
gücünün kayb edeceği endişesi olmamalıdır. Bugün insanlar bu makinelerin
bir nevi ölümsüz olduğuna inanıyorlar, bu doğru değildir. Makineyi veya
robotu yaratan insandır. Makinenin verdiği heyecandan kendimizi kurtaralım.
Bu korlar ve endişeyi bir alışkanlık haline getirmeyelim. Çünkü m akine insan
şu’urunun derinliğine, yaratma gücüne ulaşamıyacaktır. O halde ne yapmalı­
yız? İnsanı yaratıcı bir varlık olarak tutmak istiyorsak, ilme, tabiatm insanlara
bahşettiği kudretlere (akü ve idrak) değer vermeliyiz ve değer vermemiz lâ­
zımdır. İnsanlığın yüksek ahlâkî vasıflarına inanmamız icap eder. Bugün in­
sanlarda yaratıcı gücü durduran en büyük düşman, yaratıcı gücü azaltan
robot korkusudur. Bugün insanlar zan ediyorlar ki, bir atom bombası dün­
404
A H M ET CEVAT E R E N
yayı bir anda yok edecektir ve insanlar bunun korkusu içindedir. Şurası bi­
linmelidir ki, insanlığı bir anda yok edecek böyle bir işe, böyle bir makine ile
uğraşmağa kimse cesaret edemiyecektir».
Kendisine oldukça günümüzde büyük bir şöhret yaratmış, sosyometri
ilm in i kurmuş olan Moreno biraz optimist görünmekte, fakat diğer taraftan
her ne olursa olsun insanın yüksek ahlâkı vasıflarım, yaratıcı gücünün korun­
masını ve devamını istemektedir. Gerek mekanik, teknik devrinin getirdiği
bilgüer ve gerekse yeni ve eski kültür dünyasının neticeleri üzerinde araştırma
yapanlar, kültür gücünün teknik yaranda devam etmesinin zaruret ve mecbu­
riyetine inanmışlardır. Maneviyatsız bir güc, ne maneviyat ve ne de güçtür.
Her ik isin in birden mevcut olması insanlık ve netice itibarile devletler için bir
temel, değişmez prensiptir. Bu hususta çağdaş düşünürler arasında önemli
yeri olan Erich Rothacker, «Tarihte geüşme ve Krizler»unvanh risalesinde
(kültür nedir, hayat uslubu ve dünya görüşü, kültürün özü üzerinde açıkla­
malar, tarihte krizler, krizler ve kültür tabakaları) başlıkları altında bize ay­
dınlatıcı malumat vermiştir -bu konferanslar Türkçe’ye de tercüme edilmiş
ve yayınlanmıştır-.
Rothacker’in burada devlet ve dünya görüşü meselelerine özetle temas
faydalı olacaktır. Rothacker «Kültür nedir» başlığı altındaki mütalâasında,
herşeyden evvel tarihi gelişme ve hareketlerin kritik devirlerinde (buhran)
nasıl meydana geldiklerini ve bu gibi devirlerde (anlarda) bu hareketlerin na­
sıl bir strüktür (yapıya) bünye vücude getirdikleri sorularının açıklanması
için, tarihte hareket eden şey nedir?; (Tarihin değişmeyen temelini yahut
maddesini ve esasını «Substrat» terimi ile ifade eder). Ancak bu soruların
aydınlığa kavuşturulması ile kültür nedir? sorusunun cevabını daha kolay bu­
lacağına işaret eder.
Şayet bu soruların cevabım vermek lâzım gelirse, diyebiliriz ki, tarihi
oluşun, tarihi gelişme ve kemalin dayandığı temel devlettir ,devletlerdir diye
ifade eder ve devletleri harekete sevk eden, geçiren «Kudret arzusu» iradesi
de tarihi gelişmedir. Çünkü devletlerin kablanna sığmayarak, yayılma, geniş­
leme istekleri tarihteki hareketleri (Mouvments) doğurur. Şayet XIX. yüzyıl
tarihine bir göz gezdirecek olursak bunun doğru olduğunu görürüz.
Rothacker bundan daha önemli bir noktaya temas ederek diyor ki,
«Devletlerin iç yapısı, dış baskının eseri olarak kabul edilen görüşler, düşün­
celer, siyasi tarihin dayandığı ana prensiplerdendir.
Kültür meselesinde bu görüşü ortaya attıktan sonra, Rothacker, gerçi
tarihin esas dayandığı unsuru kavimlerde gören düşüncesinde olanlar vardır.
Fakat bu görüşler de yine ayni neticeye, yani devlet görüşüne gelmiş olurlar.
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
405
Zira kavim demek devlet demek değildir, kavimler ancak siyasi ve hukuki
bir formasyon geçirdikten sonra devlet haline gelirler. Çağımızın büyük dü­
şünürlerinden olan Rothacker kavimlerin devlet haline gelmesi felsefesini in­
celer, ve sonra kendi tezi olan «Substrat»ı (değişmeyeni) isbat için (kültür
dediğimiz medeniyet dediğimiz şey nedir) der. Bunun neden ibaret olduğunu
anlatmak için, belli insan kitlelerinin, belli bir takım sosyal, hukuki, iktisadi
formlar içinde yaşadıklarım, bundan başka da, dini ve bir takım âdet ve dü­
şüncelere sahip olduklarım, sonra felsefe, ilim, san’at eserleri yarattıklarım,
vücude getirdiklerini söyleyip geçmek kâfi midir? diyor ve bu yüzeyde (satıh­
ta) görünen şeylerin altında başka hiçbirşey yok mu, kültür görünümlerini,
tezahürlerinin asıl kaynağı nedir, diye bir takım sorular meseleler ortaya at­
mıştır.
Bu soruların cevaplarım Alman filosoflarından Wilhelm Düthey in eser­
lerine dayanarak açıklar. Dilthey, eserinde Şark milletlerinin (Hindistan,
Asya, Türkler) dini ve hayatım nakl ettikten sonra Grekleri söz eder ve daha
sasonra Romalılara gelir. Romalılar bütün güçlerini ve bütün hayatı, bir ida­
re sanatında, bir idare kurallarında toplamış bir kavimdir diyor ve her yerde
hayatı idare için yeni kaideler kurmağa matuf yol gösterici bir takım esas­
ları şuurlu bir hale getirmeğe gayret etmişlerdir. Yani hükm etme düşünce­
si onlarda öyle bir prizma haline gelmişti ki, Roma ruhunun en büyük eseri
olan eski Roma hukuku, hayatın bütün bağlarını bu prizma (yani hükm et­
me görüşü) açısından mütalâa etmiştir. Bu suretle, hukuka dayanan Roma
ruhu, irade otoritesi maksada uygun, işe yararlık, dünyayı doğru görmenin
ve kavramanın organları (unsurları) haline gelmiştir.
İşte Romalıların bu görüşü birçok kavramlar ortaya atmıştır. Romalılar
bu görüş altında politikalarını da izlemişlerdir. «Ben Roma vatandaşıyım»
diye gurur duymuşlardır. Bu gurur da başka kavimleri mağlup edip, onları
kendilerine bend etmişlerdir. Fakat, bu gururda daha başka bir mana vardı
ki, o da, biz dünyanın kalbiyiz, kavimlerin gözdesiyiz, seçkiniz, insan bizim
gibi yaşıyorsa doğru yaşıyor demektir. Yabancılar, barbarlar bizim yaşadığı­
mız tarzda yani gerçek hayatın icap ettiği tarzda yaşamıyorlar», Dilthey’e
göre bir kavim için tarihteki gelişme ve serpilmede esas olan şey de budur.
Sadece kudret kazanmak, itibar kazanmak değil, belli bir. tarzda yaşamak­
tır. Roma hukukundan ve Romah’nm hayat görüş ve anlayışından faydala­
nan Avrupalı insanında da şeref ve haysiyeti hakkında kendi özgü, has bir
anlayış vardır. Bu anlayış şahsın hür olması fikrinde en yüksek noktasına
erişir. Bu hürriyet demokratik hürriyettir. Burada gerek Rothacker, gerek
Dilthey insanın bir makine haline getirilemeyeceğini, insanın hayat tarzını,
406
A H M ET CEVAT E R E N
yaşayış usulünü bir hürriyet içinde görüp, düşünme felsefesini müdafaa eder­
ler. (Rusya’da insan hür değildir, istediği şeyleri yapamaz, yani insana lâyık
bir hayat tarzı Avrupah için Roma’dan miras kalmıştır. İnsan hür olduğu
sürece de kendi dünya görüşüne uygun olarak hayata şekil ve biçim verir.
İşte kültür, yahut medeniyet dediğimiz şey de bu şekillendirme prosesidir.
Fakat hür demek, otoritelerin yıkılmasını hedef tutan bir gaye değildir. Baş­
ta aile disiplini, askerî disiplin, devlet işlerini hazırhyan okullar, aile ruhunu
yaşatan duygu (Pietas) çünkü aile kutsal bir bağlılıktır geleneklere tutkulu­
dur. Devlet idare, şehir hayatı, Roma milletinin yüceliği, fazileti, Roma va­
tandaşı gibi şeyler insana tabiattan verilmiş şeyler değildir. Bunlar tarihin
tecrübelerinden faydalanılarak geliştirilmiş olan şeylerdir. Dil, edebiyat, san’at,
aralarında farklar olmasına rağmen hep tarihî gelişmelerdir. îşte bizim kültür
dediğimiz şeyler de bunlardır.
Hayat üslûbu, insanın realite (gerçek) karşısındaki davranış tarzım gös­
terir. Bu davranış tarzı hayata hâkim olmanın, yaşama nizammm, yaratıcı
güç olmanın bütün şekillerinde kendini gösterir. Böyle bir hayat tarzı, yeni
bir dünya görüşü yaratır, kültürel gelişme olur. Birçok gayretlerle elde edilen
bu hayat tarzı içimizi, benliğimizi gururla doldurur, insanın şerefti bir varlık
olduğu duygusunu yaratır.
Milletlerin tarihinde önemli olan bir mesele de, kültür buhranları, kriz­
lerdir. Tarihte görülen krizler, yalnız sosyal, siyasî hayatta görülen buhran­
lar değildir. Dil, din gibi kültür değişmelerinde de krizler görülür.
Yeni bir hayat tarzı, yeni bir dünya görüşü eski hayat üzerine müessir
olur ve kültür buhranları meydana getir. Bu buhran ferdler üzerinde müessir
olduğu gibi, bütün bir toplum üzerinde de kendini gösterir. Yaşama gücü
olan görüş kazanır. Fakat kültür bir toplumda çeşitti tabakalar halinde bu­
lunur. Bu gibi hallerde bazı eski tabakalarda bulunan kültürler, daha geniş
bir yaşama gücüne sahip olduğundan yeni hayat tarzım etkiler. Buhranların
önlenmesi, eski ve yeni arasında bir ahenk kurmakla mümkün olur. Bu im­
kân bulunmadığı devirlerde, yeni hayat görüş ve tarzı eski kültürü tamamen
ortadan kaldırır ve yeni hayat onun yerine kaim olur... (fazla bilgi için bak:
Rothacker; M. Turhan, Kültür değişmeleri).
Netice: Yukarda arz olunan özet malûmattan anlaşılmaktadır ki, kül­
tür sosyolojisi, bir milletin geçirmiş olduğu bütün tarihî devirlerin safhaları­
nı, kültür, sanat, din ve o milletin hayat görüşü ve hayat üslûbunu, yaşama
tarzını tetkik etmek demektir. Bu araştırmalar, o milletin, devletin kültür
entegrasyonu hakkında kesin bilgi verir. Millî güvenlik açısından kültür en­
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
407
tegrasyonu, bir devletin en önemli temel gücü sayılır. Bu arz olunan açılar­
dan kendi kültür sosyolojimizi değerlendirmek zarureti vardır.
II. Bölüm
Kültür-Sosyolojisi açısından Türk Devleti’nin, toplumunun geçmişteki,
mazideki durumu nasıl bir manzara arz eder:
Bilindiği üzere, dünya tarihinin bütün devirlerini yaşamış, büyük im­
paratorluklar, hanlıklar ve daha çeşitli adlar altında devletler kurmuş olan
Türklerin mazideki kültür ve medeniyetleri bu milletin büyük bir yaşama
gücüne sahip olduğunu göstermektedirler. Milletlerin kültürlerinin derecele­
rini kesin ölçülerle tayin etmek, birtakım kalıblara dökerek değerlendirmek
pek zordur. Meselâ, H. Chamberlein, İslâm kültür ve medeniyetine bir kıy­
met mefhumu vermeği uygun bulmazken, A. Weber, O. Spengler daha di­
ğer âlimler İslâm kültür ve medeniyetinin değerlerini açıklamağa çalışmışlar­
dır. Demek ki, kültür değerlendirmelerinde ekseriyetle bir relâtif görüş mev­
cuttur. En doğru görüş, o milletin vasıl olduğu en yüksek kültür ve mede­
niyet devri, o milletin kültür hayatının değerini tayin eder. Milletlerin kendi
medeniyet ve kültür tarihlerini keşf etmeleri de gösterdikleri gayret hep bü
açıdan, yani yüksek bir kültür ve medeniyete sahip olduğunu duymak ve
bunu değerlendirmekten ileri gelmektedir. Türklerin kültür ve medeniyetini
de kendi tarih, görüş ve düşünüşümüz açısından mütalâa etmemiz lâzım ge­
lir. Çünkü, ilerleyen ve gelişen medeniyet ve kültür günün, hal-i hazırın çeh­
resini nekadar değiştirirse değiştirsin, mazinin, tarihin çehresini değiştirecek
hiçbir güc yoktur. O halde değiştirilmesi mümkün olmayan mazinin gerçek
değerlerini meydana çıkarmak en doğru yoldur. Biz burada kendi tarihimi­
zin medeniyet ve kültür değerleri üzerine eğilmeden önce, programımızda
gösterilen organizasyon, dezorganizasyon, integrasyon, dezentegrasyon terim­
leri üzerinde özetle durmağı faydalı buluyoruz.
Çağdaş modem devletlerin incelenmesinde ekonomi, İdarî, malî, hu­
kukî, sosyal-politik, sosyo-psikoloji, etnoloji, sosyal-antropoloji gibi herbiri
bugün ayrı birer bilim dallarına da yer verilmesi zarureti vardır. Özellikle bu
bilim dallarının XX. yüzyıl başlarından itibaren büyük ilerleme kayd etme­
leri ve bu bilim dallarının öğrenilmesi için ileri sürülen nazariyeler çeşitli te­
rimlerle ifade edilmişlerdir. Bu sebeple bugün dünyada terminoloji, âdeta
büyük bir ilim dalı haline gelmiştir. Meselâ kendi d ilimizde muhacir, göç­
men, (muhaceret) göç, mülteci, misafir göçmen, daha birkaç terimle ifade
edilen, göçmen meseleleri için, batı dillerinde 50 den fazla terim mevcuttur.
408
A H M ET CEVAT E R E N
Bu suretle yalnız göç meselesi başlı başma bir ihtisas sahası ve bilim dalı
haline gelmiştir. Bu sebepledir ki, Avrupa konseyi, birleşmiş milletlerde yük­
sek muhaceret komisyonları kurulmuştur. Zira, tesbit edildiğine göre, XX.
yüzyılda, 175 milyondan fazla bir insan kitlesi muhacir durumuna düşmüş
ve muhaceret durumunun yarattığı sosyal, kültürel, ekonomik ve diğer zor­
luklar bütün dünya devletlerini ilgilendiren aktif bir siyaset haline gelmiştir.
Bugün 2 milyonu aşkm Filistin göçmenlerinin integrasyonu bütün Ön-Asya
devletlerini ilgilendiren aktif ve önemli bir mesele halini almıştır.
integration terimi nedir, hangi kavramı ifade ed er:
İntegrasyon terimi de kültür ve medeniyet terimleri gibi, Yakın-Çağlar
tarihinde özellikle n . dünya harbinden sonra çok kullanılmağa başlanmıştır.
integration terimi Lâtince Integre (eksiği tamamlama, ilâve) kökünden
gelmektedir, integration demek, dağılan bir bütünün parçalarım yeniden bir­
leştirmek, toplamak, bir merkeze toplama demektir. Eskiden bu terim Türk­
çe’de idari sahada «tevhid-i mesai» yani işleri bir araya toplamak... diye ifa­
de edilirdi (İsmail Fenni, Lügatçe-i Felsefe).
integration kelimesi ikinci Dünya harbinden sonra, sosyal, siyasî, İdarî,
hukuki, kültür, iskân ve daha birçok sahalarda kullanılmağa başlandı. Mil­
letler arası teşekküllerde ve birçok devletlerin kanunlarında da yer almıştır.
Meselâ Avrupa İntegrasyonu:
Bilindiği üzere, ikinci Dünya harbinden sonra Marşal Plânı’nın tatbik
edilmesi sırasında, Avrupa’daki ekonomik, kültürel, İdarî, hukuki ve daha
birçok meseleleri bir araya toplamak, böyle Marşal plânında ön görülen
siyasi, kültürel konuların tatbikini kolaylaştırmaktı. Yine bunun gibi, Federalismus, çeşitli devletlerin Federe olması, bir federasyon altında çalışması
ve bu federasyonda görülecek işleri toplu bir teşkilâta bağlamak, böylece,
iş gücünü arttırmak (Funktionalismus), gayelerine matuf bulunuyordu. Bu
terimler altında ve diğer yeni terimler üzerinde Türkçe’de bazı önemli ya­
yınlar yapılmıştır (bak, XX. Yüzyıl dünya ekonomisi, Prof. Dr. Yüksel Ülken,
İstanbul 1970).
Kültür İntegrasyonu: (integration)
Konumuzda bizi ilgilendiren önemli terim «Kültür-İntegrasyonu» dur.
Linton nazariyesine göre, bir toplumda bulunan ferdlerin kişisel, şahsi gö-
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
409
rüşlerin arz ettiği tutum, (Attitut) kültür-integrasyonu’nun mihrak noktasını,
ağırlık noktasını teşkil eder.
Kişisel görüşlerin arz ettiği tutum ne demektir, açık bir ifade ile söy­
lemek lâzım gelirse, diyebiliriz ki, eğer bir toplumda ferdlerin şahsi görüşü,
yukarda açıklandığı üzere bir bakımdan dünya, hayat görüşü ve telekkısi,
ayni bir kültürün tesirleri altında bulunuyorsa, o toplumda kültürel bir integrasyon gücü vardır. Bu görüş güçlü bir tutum (Attitut) arz eder. Zira, kültür,
ferdlerin dıştan gelen tesirlerin altında değildir. Toplumun yarattığı bir tu­
tumdur, millidir. Bu hal o toplumu teşkil eden ferdlerin zihninde dimağında
birleşmiş ruhi bir duygudur. Bu duygu, birçok feylesofların kabul ettiği üzere,
irsi olarak devam edegelen şuurlu bir varlık bir dünya görüşüdür. Din, âdat,
hars, antropologlara göre, Raum, yani yaşanan bölgenin toprağın verdiği
ilhamdır.
Kültür dekadanslarında, kültür değişmelerinde bu milli varlık, kendisine
karşı koyan, yahut yeni gelen kültürün tazyikine karşı varlığını korumak için
müdafaa eder, mücadelecidir, reaksiyonerdir. Bu mücadelenin târihte sa­
yısız örnekleri vardır. Meselâ bugün İsviçre’nin Sion bölgesinde yaşayan bazı
gurublar, Atilla devrinde buraya kadar gelen eski Türk oymaklarından ka­
lan bekayadır. Aradan geçen yüz yıllara rağmen, Sion bölgesinde bulunan
bu gurublar elân eski Türk ananelerin bazı âdetlerini devam ettirmektedir.
Bu reaksiyonlar bir toplumda fazla bulunursa, o toplumda kültür integrasyonunu sağlamakta devletler büyük güçlüklerle karşılaşır. Çok zararlı,
yıpratıcı, psiko-sosyal arızalar meydana gelir.
Psikologlara göre, insanlar bir bakımdan fıtratan egoist duyguya sahih­
tirler. Fakat insanlar toplum halinde yaşamak mecburiyetinde olduklarından
o toplumda bulunan kültür integrasyonu bu egoizmi, egoizm duygusunu azal­
tır. Bu duygular devletlerin tarihinde dinin verdiği manevî güc ve telkin, ka­
nunların harsdan güc almaları sayesinde çok kere ortadan kaldırılmış, ya­
hut tamamen izale edilmiş silinmiştir.
Kültür integrasyonunda Türklerin istidat ve kabiliyetleri birçok millet­
lere nazaran daha üstündür. Bu hususta büyük Türk tarihçisi olan Cevdet
Paşa’nın Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ait yaptığı bir tahlil çok dikkate şa­
yandır. İslâm dünyasının Arap, Pers mücadelesinden nasıl dağıldığı ve Sel­
çuk devleti’nin zuhuru ile tekrar islâmiyetin ne suretle kuvvetlendiğini anla­
tan Cevdet Paşa, Anadolu Selçuk İmparatorluğu’nun dağılması üzerine Os­
manlI Devleti’nin kuruluşunu şöyle izah eder: «İşbu saltanat-ı Selçukıyye (699.
H/1298) senesinde sönüp bitmiştir. İşte o zaman Allah’a şükr olsun, hamd
olsun ki, bu mukaddemat-ı zulmiyenin netice-i hayriyesi olarak buna kor-
410
A H M E T CEVAT E R E N
kulu rüyaların tâbir-i dilarası (gönül açıcısı) âfitab-ı Devlet-i Osmaniye maşrik-i şân-ı şevketten zuhur ile aktar-ı islâmiye’yi pür nur etmiştir» diyor. Bü­
yük tarihçi devamla, gerçi Osmanh Devleti bir küçük hükümet şeklinde idi.
Lâkin Türklüğe mahsus olan sıfat-ı sabite-i memduha (Türklerin medhe şa­
yan değer vasıflan ile) şecaât ve diyanet-ı arabiyyeyi cem’ etmiş bir cemiyyet-i cemile olduğundan millet-i islâmiyyeye nokta-i ittihat ve cihet-i vahdet
olmak istidat ve kabiliyeti vardı». (Tarih-i Cevdet, Cilt I, S. 29).
Cevdet Paşa, bu sözleri ile Türklerin devlet kurmaktaki ve özellikle ken­
dilerine has vasıfları ile bir kültür integrasyonu vücude getirmek istidadım
göstermek istemiştir. Bu sözlerinde şecaati belki arab’a ve İslâm dinine mal
etmek isterse de, bu onun özel bir dinî görüşüdür. Gerçekte şecaat Türkle­
rin başlıca millî karakterinin vasıflan arasında yer alır (yürekti olmak, kor­
kulması icap eden anda korkmayan kimse demektir = şecaat). Demin, biraz
evvel arz olunduğu gibi, Türklerde bu kültür integrasyonu kabiliyeti olmamış
olsaydı, bugün Cumhuriyet devri ile üçbin yılı aşan ve devamlı bir devlet
olarak dünyada kalmalarına imkân var mıydı. Bu sebeple bugün ilmin aydın
metodlan altında ezelden ebediyete akan zaman ve bu zaman içinde geçen
tarihimizi mütalâa etmeliyiz. Kültür integrasyonu hayat üslûbunda ve dünya
görüşünde milletimizin tek vücut gibi bir duyguya sahip olması lâzımdır.
Bir topluma mal edilemiyen, yahut o toplumun malı olmıyan bir kül­
tür ferdlerin zihninde, telâkkisinde daima bir reaksiyonla karşılaşır. Bu gibi
sosyal bir bünyeye sahip yapıda daima bir dağılma, parçalanma karakteri arz
eder. Bugün toplumlarda görülen, özellikle kültürel sahada, din, mezhep, ırk
kavgaları, o toplumun dezentegrasyonuna, yani tekrar cüzlere ayrılmasını gös­
terir. Siyasî sahada milletin kültürüne uymayan yabancı mefkûre, dünya gö­
rüşlerinin toplumlara sızması bir dezentegrasyonun başhca alâmetleridir. Bir
dağılma vahdetin bozulması demektir. Bir vahdetin, birliğin bozulması, bü­
tün bir millet ve devletin organizasyonunu baştan başa tahrip eder. Dağılma
devrinde, Osmanlı İmparatorluğunda bu husus için birçok canlı örnekler
vardır, yerinde temas edilecektir.
Organizasyon:
Organizasyon, Türkçe’de çok eskidenberi teşkilât terimi ile ifade edil­
miştir. Organizasyon nazariyeleri tarih kadar yaşlıdır. Dünyada bir toplum,
bir toprakda hayatını sürdürmek çabasmda, gayretinde bulunmuş ise orada,
belli, muayyen maksatlara, hedeflere, gayelere ulaşmak için bir teşkilât ku­
rulmuştur. Bu bakımdan organizasyon’un menşeleri insanlığın bilinen en es­
T Ü R K K Ü L T Ü R S O S Y O L O JİS İ
411
ki devirlerine kadar çıkar. Klan, primitif kabilelerde bile bir teşkilât vardır.
Bütün dinler, devletler hep bir teşkilât etrafında toplanmışlardır. Biz bura­
da teşkilât tarihi nazariyelerinin açıklanmasını konumuzun dışında bırakarak,
yalnız bir teşkilâtın mükemmel olması, yani bir organizasyonu bozan unsur­
ların nelerden ileri geldiğine kısaca temas edeceğiz.
Teşkilâtın başlıca gayesi:
Herhangi bir sahada yapılması zaruri görülen bir işin bir faaliyetin, en
verimli, faydalı bir neticeye ulaşması için kurulmuş olan müesseselerden iba­
rettir. Bu müesseselerin en verimli bir güce ulaşması için, kökleri yine kültü­
re ve tarihe dayanan, fakat günün şartlam a uygun bir surette, ortaya konul­
muş, vaz edilmiş prensiplerden ibarettir. Bu prensipler nelerdir:
1) Kabul edilen, ön görülen bir nazariye (theorie) yahut siyasî amaçlar
teşkilâtın, organizasyonun (hem lâfzı, hem ruhî bakımdan) kurulmasında yer
almalıdır. Diğer bir ifade ile maksada ulaşmak için düşünülen nazariyenin
teşkilâta uygun olarak vaz’ edilmesidir.
2) Teşkilât içinde, özellikle birbirine yakın olan işler birleştirilmelidir.
Yani bir tevhid-i mesai, işbirliği, integrasyon’a gidilmelidir.
3) Bir teşkilâtta görevli bulunan kimseler, gördükleri işin mesuliyeti­
ni duymalı, teşkilâtın gayesine hizmet duygusu daima göz önünde tutul­
malıdır.
4) Bir organizasyonun nâzımı, âmiri olan kimse teşkilâtın gayelerinin,
yerine getirilip getirilmediğini araştırmalı, bunun için de kontrol imkânları­
na sahip olması ve kendisinin de teşkilâtın gayelerine uygun yüksek mesuli­
yet duygusuna sahip bulunması zarureti vardır.
5) Bir organizasyonda, genel olarak yüksek bir moral duygusunun dai­
mi surette ayakta kalması ve bu gücün devamım sağlayacak bir eğitim, siste­
mi kurulması lâzımdır.
6)' Büyük endüstri işlerinde olduğu gibi, küçük ticarî işlerde de malî
güc için prensipler vardır.
Memleketimizde organizasyon çalışmaları için, modern devletlerin ka­
nunlarından, nizamnamelerinden faydalanılarak birçok eserler yazılmıştır.
Teşkilâtların hangi prensiplere dayandığı bu eserlerde açıklanmışta. Bunlar
arasında (Bakanlıklar arası doktrinler merkezinin yayınladığı, Organizasyon
El Kitabı, adlı eser, Ankara 1964; İşletme Fakültesi’nin 1966 da yayınladığı,
Organizasyonların beşerî yönü) adlı eserlerde organizasyon meseleleri bir
çok yönlerden incelenmiştir. 800 sahifeden ibaret olan bu eserde teşkilâta te­
A H M ET CEVAT E R E N
412
mel prensiplerin nelerden ibaret olduğu ve organizasyon nazariyeleri üzerin­
de durulmuştur.
Netice :
Şayet bir organizasyon kendi temel prensiplerine, bağlı bir faaliyet için­
de bulunuyorsa, o teşkilât, ulaşılması istenen gayeye en yararlı bir teşki­
lâttır. Bu temel prensiplerin bozulması, o organizasyonda çözülme* dağıl­
manın işaretleridir ki, gerek devlet teşkilâtında, gerek büyük endüstri ve kü­
çük teşkilâtlarda desorganizasyon, yani teşkilâtm bozulması sebebi, sebep­
leri yer almış demektir.
Şimdi dezorganizasyonun en bariz sebepleri, alâmetleri nelerdir, bunla­
ra da özetle göz gezdirelim :
1) Özellikle fikir, düşünce, dünya görüşü ayrılıkları, kültür entegras­
yonun bulunmaması.
2) Teşkilâtm bozulduğu belli olduğu halde, bu bozulmaya devam edil­
mesine göz yumulması. Bu müsamaha yahut bilgisizlik, alâkasızlıktan doğan
bozulma, bir devlet bir teşkilât için en büyük felâketin başlangıcıdır. Çünkü
bozulan teşkilâtı kendi yanlış istikametinde bırakmak, zamanın geçmesine
sebep olur. Zaman ise hiçbir suretle intikam alınması mümkün olmayan bir
gücdür «zaman nakittir» ata sözünün dilimizde yerleşmiş bulunması Türklerde çalışmanın mesuliyetin yüksek bir ahlâka dayandığına işarettir.
Tarihte birçok devletler ve imparatorlukların dağılması, çökmesi vaktile bir gaye, özel bir maksat için kurmuş oldukları nazariyelerin tatbik edil­
memesinden ileri gelmiştir. Türk tarihinde bunun birçok örnekleri vardır.
Özellikle bir toplumda, organizasyon yürütülmesinde mesuliyet duygusunun
kalkması gibi unsurlar temel prensipler dezorganizasyonu hazırlar ve teş­
kilâtı yıkar.
Gerek entegrasyon ve gerek organizasyon biri diğerini tamamlayan bir
bütündür. Biri daha ziyade kültürü, diğeri Sivilizasyonun faaliyet sahaların­
da yer alır. Sivilizasyon kültürün bir vasıtası olduğunu dikkat nazara alacak
olursak diyebiliriz ki, kültür sahasında yüksek bir dereceye varmış olmak, sivilizasyonu da beraber yaratır.
Buraya kadar medeniyet, kültür, integrasyon, dezentegrasyon organizas­
yon, dezorganizasyon problemleri üzerinde özet de olsa durmuş oluyoruz.
Şimdi bu prensiplerin millî güvenlik açısından Türk Kültür-sosyolojisindeki
uygulanması nasıl olmuştur, şimdi bu kısmın açıklanmasına gelelim:
N o t : Sağlığında hazırlam ış olduğu ve ancak bu kadarını daktilo ettire­
bildiği bu yazının geri kalan kısmım, gelecek sayılara hazırlayabileceğimiz! be­
lirtiriz.
ÖZEL BAHRİYE MEKTEPLERİ HAKKINDA
BİR GENELGE (1851)
Ali İhsan Gencer
1768 senesinde başlayan Osmanlı-Rus savaşları, henüz iki seneyi idrak
ettiği bir sırada, Osmanh Devleti’nin kara ve deniz kuvvetlerinin başarısızlığı,
bu iki mühim müessesenin köklü bir ıslâhata ihtiyaç gösterdiği gerçeğini açık­
ça ortaya koymuştu. Bilhassa 1770 senesinde Çeşme’de Türk deniz gücü­
nün, İngiliz amiral ve denizcilerinin yardımı ile Rus’lar tarafından yakılması1,
Türk denizciliğine 1571 İnebahtı deniz savaşmdan sonra vurulan ikinci bir
darbe olmuştu. Fakat bu acı hâdiseyi, devletin, bahriye işlerini daha ciddî
olarak ele almasını sağlayan, bir dönüm noktası olarak da düşünebiliriz. Ni­
tekim devrin padişahı IH. Mustafa (1757-1774), daha önce topçu öğretme­
ni sıfatıyla devlet hizmetine giren, Fransa'nın İstanbul elçisi De Vergennes’in
damadı, Macar asıllı Baron de Tott’un da yardımı ile, Haliç’te tersâne ya­
kınında, daha ziyade bahriye mühendisliğine mahsus bir okul kurdurmuştur .(1773). Bu suretle denizciliğin daha İlmî metodlarla öğretilmesi en bü­
yük amaç edinilmiş oluyordu.
1773’de Batı tarzında bir deniz mektebinin açılması için atılan bu ilk
âdımdan sonra, mektep, HE. Selim zamanında (1789-1807) girişilen reform
hareketleri ile daha da geliştirilmiş ve fakat tam mânası ile istenilen seviyeye
ulaştırılamamıştır.
n. Mahmud’un (1808-1839) da bu hususta gayretleri görülmüş ise de,
1828-1829 Osmanlı-Rus harbinde, ne Deniz Mühendishânesinden yetişmiş
bir kaptana ne de Kara Mühendishânesinden yetişmiş bir subaya tesadüf
edilememiştir2. Bütün bunlara, devletin içinde bulunduğu iç ve dış gailelerin
yanı sıra, bahriyenin her türlü kademesini içine alacak bir reform komisyo­
1 Bu hususta fazla bilgi için bk. F evzi Kurtoğlu, 1768-17.74 T ürk-R us H ar­
binde A kdeniz H arekâtı v e C ezayirli G azi H aşan P aşa, İstanbul,. 1942; Şehabettin TeMndağ, «Çeşme» maddesi, İslâm A nsiklopedisi, UT, 396.
2 Mahmud Cevad, M aârif-i U m um iyye N ezâ reti Tarihçe-i T eşk ilâ tı v e İc­
rââtı, İstanbul, 1338, s. 5.
414
A l i İH S A N G E N C E R
nunun, daha doğrusu bîr reform kadrosunun henüz teşekkül etmemiş olma­
sını âmil olduğunu söyleyebiliriz.
Tanzimat Fermanı ile başlayan devlet teşküâtındaki Avrupai değişiklik
ve bu arada Bahriye Meclisi’nin kuruluşu, arzu edilen reform kadrosunu oluş­
turmağa ve dolayısiyle girişilecek reform çabalarının daha sistemli bir şekil­
de ele alınmasına en büyük âmil olmuş ve bu devirde Bahriye Mektebi üze­
rinde daha ciddî bir şekilde durularak ıslâh edilmeye çalışılmıştır.
Tanzimat Fermanı döneminin ilk yıllarında Bahriye Mektebi’nin duru­
munu, daha sonra «Paşa» unvanını alarak tarihimizde «Yâver Paşa» olarak
anılan, İngiliz kaptan Sir Baldwin Wake WALKER’in 19 şubat 1840 tari­
hinde Kaptan Paşa’ya sunmuş olduğu lâyihasından açıkça öğrenmekteyiz3.
Mora ihtilâlinde, Türklere karşı savaşan, hattâ başarılarından dolayı Yu­
nanistan halâskan nişânı ( — Redeemer of Greece) ile de taltif edilen Wal­
ker*, Osmanlı hizmetindeki ilk görev yılında sunduğu bu lâyihasında, Bahri­
ye Mektebinde bâzı eksikliklerin olduğunu belirterek, neler yapılması gerek­
tiğini madde madde belirtmiştir. Walker’in belirttiği bütün bu hususlar, Bah­
riye Meclisi’nde ele alınarak, evvel emirde, mektep hocalarının adedi arttırıl­
mış, mektep için bâzı yeni âletler alınarak talebelerin daha modem bir şe­
kilde yetişmelerine gayret sarfedilmiştir*.
Bahriye Mektebi için alman bu ilk tedbirler, semeresini yavaş yavaş ver­
meye başlamış, özellikle harita yapmak fenni, oldukça ilerlemiştir. Nitekim
bu sıralarda Bahriye binbaşılarından Ömer Kaptan ile, mühendis Emin efen­
di Basra körfezinin haritasını yapmışlar ve müşterek bir lâyiha hazırlayarak
23 Safer 1264 (30 Ocak 1848) tarihinde Kaptan Paşa’ya takdim etmişlerdir8.
Görüldüğü gibi, Tanzimat Fermam ile birlikte Bahriye Mektebinde
önemli bir kıpırdanma meydana gelmiş, bu arada mektep binası Kasımpaşa’­
dan Heybeli-ada’ya naklolunmuştu. Bütün bunlara rağmen mektep, arzu edi­
len seviyeye ulaşamamış, yeni yeni hamleler yapılmasını gerektirmiştir. Ni­
tekim mektebin eğitim ve öğretim sistemindeki bâzı bozuklukları, hiç olmaz­
sa bir noktaya kadar dolduracak olan yeni bir lâyiha, 23 Cemaziyelevvel 1264
3 W alker’in lâyihası için bk. Topkapı Sarayı Müzesi A rşivi, nr. E. 4788;
F evzi Kurtoğlu, D eniz M ektepleri Tarihçesi (1928-1939), IX, İstanbul, 1941, s.
19-21.
4 The D ictionary of N ational Biography, London, 1917, XX, 501.
5 Fazla bilgi için’ bk. A li İhsan Gencer, Bahriye’de Yapılan Islâhat H are­
k etleri ve B ahriye N ezaretinin Kuruluşu, Basılm am ış doktora tezi, İstanbul,
1976, Tarih Semineri Ktp.' Tezler nr. 2679, s. 271 vd. .
6 Başbakanlık Arşivi, M esâil-i Mühimme tasn ifi,'nr. 371.
Ö Z E L B A H R ÎY E M E K T E P L E R İ
415
(27 nisan 1848) tarihinde, Patrona-i Hümâyun Mustafa Paşa tarafından
Bahriye Meclisi’ne sunulmuştur7.
Patrona Mustafa Paşa’nm lâyihasında; tahsil müddetinin 4 sene olma­
sı, alınacak talebenin Kur’ân okuyup yazı yazmayı bilmeleri, talebelerin sıh­
hî muayenelerinin bir heyet tarafından tetkiki, özellikle subay çocuklarından
14-16 yaşlarında olanlarının mektebe kaydedilmesi, ikinci sınıftan itibaren
talebelerin makine ve inşâiye talebesi olarak ayrılmaları, mektebin birinci ve
ikinci sınıfındaki derslerin müşterek olması; üçüncü ve dördüncü sınıf ta­
lebelerine ilmihâl, arapça, hesap, hendese, cebir, resim, Fransızca8; güver­
teye ayrılan talebeye hey’et, müsellesât-ı küreviyye, seyr-i sefâin; makinaya
ayrılan talebelere cerr-i eşkâl, inşâiyye talebelerine de inşâiyye ile ilgili ders­
lerin okutulması zarureti belirtiliyordu.
XIX. yüzyıl gemiciliğinin tamamen ilim ve tekniğe dayanması, Bahriye
Mektebinin önemini bir kat daha arttırıyordu. Bu hususu gayet iyi düşünen
Osmanlı Devleti, bütün gücü ile Bahriye Mektebini ıslâh etmeye çalışıyor ve
bunda yavaş da olsa bir ilerleme kaydediyordu.
Gerek gemi yapımı, gerekse bu yeni tip gemilerin sevk ve idaresinin ta­
mamen tekniğe ve teknik bilgiye dayandığı bir devirde, bir takım kimselerin
Akdeniz’in bâzı mahallerinde bahriye mektepleri açarak, bilip bilmeden bah­
riye tekniğini öğretmeye kalkıştığı haber verilmiş ve yapılan tahkikatta ihbânn doğruluğu anlaşılmıştır9.
Devlet, bu durumla yakından ilgilenerek metni aşağıda aynen verilecek
olan genelge ile ilgililere, bundan böyle, bu tarzda bir mektep açmak iste­
yenlerin, önce, bağlı olduğu vilâyet veya kazanın mahallî meclisinde hal ve
hareketlerinin tetkik edilip bunun bir mazbata ile tesbit olunarak İstanbul’a
gönderilmesini ve Bahriye Meclisi’nde imtihan yapılmadıkça kendi bildikle­
rine göre bahriye mektebi açıp tedrisata girişmemelerinin «irâde-i seniyye»
gereği olduğu, bildirilmiştir.
Görüldüğü gibi, Devlet, kendi denetim ve gözetimi altında özel bir bah­
riye mektebinin açılarak, denizcilik tekniğinin tedris edilmesine mâni olma­
maktadır.
7 M ustafa P aşa’mn lâyihası için bk. Saffet, B ahriye Tarihim izden Seçil­
m iş Filâsalar, İstanbul, 1329, s. 17-18.
8 Bahriye Meclisi, Patrona M ustafa Paşa’nm lâyihası üzerinde müzakere­
lerde bulunduğu bir sırada, alm ış olduğu bir kararla, okulun bundan böyle, ya­
bancı düinin İngilizce olm asını kabûl etmiş, Fransızca ihtiyarî bir ders olarak
kalmıştır, (bk. Bşk. Arş., M esdîl-i Mühimme, nr. 373).
9 Deniz Müzesi Arşivi, M ehtabı tasnifi, defter nr. 10, s. 24.
A L Î İH S A N G E N C E R
416
Bahriye, özellikle Maarif tarihimiz yönünden çok büyük ehemmiyet ta­
şıyan bu 19 Rebiülevvel 1267 (22 Ocak 1851) tarihli genelgeyi, Aydm, Se­
lanik, Girit, Sayda, Cezâir-i Bahr-ı Sefid, Kıbrıs, Biga, İzmit, Tırhala, Sakız,
Bozcaada, Gemlik, İstanköy, Teke, Limni, Tekfurdağı, Erdek vâli, mutasar­
rıf ve kaymakamlarına göndermiştir. Bu genelgeye Aydm, Girit, Sayda, Ce­
zâir-i Bahr-i Sefid, Biga, Bozcaada, Teke ve Limni’den hemen cevap gel­
miş10, diğer yerlerden herhangi bir karşılık verildiğine dair bilgimiz yoktur.
Genelge aynen şöyledir :
«Aydın ve Selânik ve Girid ve Sayda ve Cezâir-i Bahr-ı Sefîd ve Kıbrıs ve Biga ve îzmid ve Tırhala ve Sakız ve Bozcaada
ve Gemlik ve İstanköy ve Teke ve Limni ve Tekfurdağı ve Er­
dek Vali ve Mutasarrıf ve Kaymakamlarına,
Bahr-ı Sefîd’in bâzı mahallerinde bir takım kesân mekteb
güşâdıyla bilür bilmez tadîm-i fünûn-ı bahriyye etmekte olduk­
ları tahkik u istihbâr kılındığına mebnî, ba’d-ez-în bu makule
mekteb güşâdını istid’â eden kimesnenin mahallî meclisinde ah­
vali tahkîk u tedkik olunarak bâ-mazbata bu tarafa irsal ile Bah­
riye Meclisi’nde dahi imtihan icra olunmadıkça hod-be-hod mek­
teb giişâdıyle tedris-i fen eylemelerine ruhsat verilmemek üzere
tenbıhât-ı muktazıyyenin icrâsı hususuna dâir müteallik ve şerefsudûr buyrulan emr ü irâde-i hikmet-dâde-i cenâb-ı mülûkâne
mantûk-ı celîli üzere tasdîr buyrulan emirnâme-i sâmî-i hazret-i
dest-gâh-ı dâverâneden kılınmış olmağla ber-mantûk-ı irâde-i seniyye şu sûretde bundan böyle nizâm ittihâzıyle temâmî-i icrâsı
hususuna himem-i meâlî-tev’em-i safderâneden derkâr u şâyeste
buyurulmak babında.»
19 Rebîülevvel [1267]
10
Vesikada nerelerden cevap geldiğine işaret olunmuştur.
417
gencer
. Levha I
KÎTABÎYAT
Dr. Gerard R. Bosscha Erdbrink,
A t the threshöld of felicity : O ttom anD utch relations during the em bassy of
C om elis Calkoen of th e Sublime P orte,
1726-1744 (Saadetin eğiğinde : Cornelis
Calkoen’in Bâb-ı âli’deki elçiliği (17261744) sırasında Osmanlı-Hollanda münasebatı), Ankara 1975, VHI x 326, 16
resim ve planş.
Tanıtmaya çalışacağım ız eserin ya­
zan , artık Türkiye’de Osmanlı tarihi ile
uğraşanların yabancısı olmayan Hollan­
dalI genç bir üim adamına aittir. Ese­
rin yazarı Bosscha Erdbrink bu sahaya
tesadüfen atüm ış olmayıp, kendisi de ta ­
nınmış bir arkeolog olan babasının Tür­
kiye’ye yaptığı araştırma gezilerinden
birinde Türkiye ve Türk tetkiklerine il­
g i duymuş ve bu ilgi onu Osmanlı tari­
hinin muayyen bir sahasında ihtisasa
götürmüştür. Yazarın Türk tetkiklerini
tarihî ihtisas sahası olarak seçmesinde
belki de ailede yetişm iş Hollanda’da
meşhur tarihçüerin bulunması da rol oy­
namıştır. Meselâ XIX. yüzyılın tarihçi­
lerinden olan P. Bosscha’yı ve «16871716 yılları arasında Kuzey ve Doğu A v­
rupa Tarihi» (D o Geschitedenis van en
N oordelijk O ostelijk Europa gedurende
h et M erkvjaarding T idvak van 16871716, Zaltbommel 1860) adlı eseri, dev­
rin olaylarma bakış açısı bakımından,
değil çağdaşlarının, XX. yüzyılda yazıl­
m ış bazı umumî tarihlerden dahi ileri­
dir. Çünkü, Osmanlı devleti tarihini, A v­
rupa tarihi çerçevesi içinde vermiştir.
Gene aynı aileden Herman Bosscha «Napolyon’a karşı Hollanda ihtilâli tarihi
-1813 de» (Geschiedenis der Nederlandsche Staats-Om voentelm g in 1818, Amsterdam 1819), J. Bosscha «taç ve bakan­
lar» (Kroon en M inisters, Amsterdam
1863), W aterlo’daki Hollanda kahrama­
nı H. Giyom’un hâyatm a a it resm î anma
kitabım telif eden v e hazırlayan (H et
L even van W ülem (1842 -1852) den
Tweede, Amsterdam 1852), «Karada
HollandalIların gösterdikleri kahraman­
lıklara ait»
(N ederlands Heldendaden
te land, Leuwardin 1872, 3 cüt) gibi
eserlerin m üellifleri Bosscha Erdbrink
ailesinin seleflerindendir.
Esere önsöz ve açıklam alar üe baş­
lam akta olup, birinci bölüm «1600’den
1726 y a kadar Osmanlı-Hollanda müna­
sebetleri : ticarî ve diplomatik tem as­
ların m enşei ve gelişm esi» (s. 1-39) baş­
lığını taşım aktadır. îlk tem aslar 1600
yıllarına kadar gitmektedir; bu tem as­
lar Akdeniz’de çalışan tüccar ve seyyah­
lar vasıtası ile başlam ıştır. Avusturya
elçüik hey’eti ile Osmanlı devletine g e­
len Gİıislain de Busbecq aslen bir «Flemish» asilzade aüesinin ü yesi idi; 1561'de, A vusturya elçisi Johannes Malvezius
vefat edince, Busbecq onun halefi oldu.
Onun Hollanda’daki dostlarına ve meslekdaşlanna göndermiş olduğu latinçe
mektuplar, Osmanlı imparatorluğu hak­
kında bir HollandalInın yazdığı ilk ra­
porlar olarak kabul edüebilirler. 1590’da bir Lehistan sefâret İıey’eti içinde bu­
lunan diğer bir HollandalI Georgius
420
C E N G İZ O R H O N L U
lucu olarak çalıştı; nihayet Osmanlı dev­
Dousa İstanbul’a geldi. HollandalI tacir­
letinin Venedik Cumhuriyeti ile Avus­
ler, 1598’de Fransa kralı’nm müsaadesi
turya’y a karşı savaşı sona erdirmek hu­
ile gemilerinin Fransız bandırası altın­
susunda çalışm aları Pasarofça anlaşm a­
da Osmanlı limanlarında seyretm e mü­
sı (1718) ile sonuçlandı. Bu diplomatik
saadesini elde ettiler. Osmanlı devleti ile
faaliyetler, Osmanlı-Hollanda m ünase­
Hollanda’yı doğrudan doğruya siyasî
betlerinin geliştirilmesinde büyük katgımünasebet tesis etm eye zorlayan sebep,
da bulunmuşlardır.
kuzey A frika’daki korsanların Hollanda
İkinci bölüm XV3XT. yüz yılın ilk y a ­
ticaret gemüerine devam lı tecavüz etme­
rısında Osmanlı idaresinin işlem e tarzı
leri idi; bu sebeple diplomatik m ünase­
bet tesisi hususundaki teşebbüsler 1604 başlığı (s. 40-76) altında idarenin çeşitli
kademeleri v e işlem e prensipleri hakkın­
yılından itibaren başladı; fakat, bunun
da bilgi verilmektedir: devlet teşküâtısem eresi 1610’da görülm eye başladı. İs­
nın prensipleri, m âliye idaresi, vergi sis­
tanbul'a gönderilen ilk Hollanda elçisi
temi, idare teşkilâtı, D îvan-ı hümâyûn,
Comelis H aga’dır. H aga 1612’de İstan­
askerî teşküât, saray teşkilâtı, ulemâ,
bul’a geldi. İlk Oşmanlı-Hollanda anlaş­
adalet teşküâtı gibi.
m ası da 1612’de imzalandı; bunu takiben
Üçüncü bölüm (s. 77-114) Comelis
bu anlaşm a 1624 ve 1634 tarihlerinde iki
Calkoen’in aüeşi hakkında kısa bir büdefa yenüendi. N ihayet 1680’de yapüan
giy i ve Hollanda dışına elçi olarak atan­
yeni anlaşm a ile Osmanlı-Hollanda mü­
m ası ele alınmıştır. Com elis Calkoen
nasebetleri daha iy i ve dostane bir ha­
1725’de m üteveffa Jacobus Colyer’in ha­
vaya bürünmüştür. Son anlaşmanın yenüenmesinde rol oynayan Hollanda el­ lefi olarak İstanbul’a elçi tayin edümiştir. Başlangıçta çok az diplomatik tec­
çisi Justinus Colyer’in İstanbul’daki si­
rübesi olan C. Calkoen’un böyle önemli
yasî faaliyetine işaret edilmelidir. Justi­
bir mevkide ne kadar başanlı olacağı
nus Colyer 1682’de İstanbul’da vefat
şüphe ile karşılanm ıştı. Çünkü, Fransa,
edince yerine oğlu Jakobus Colyer elçi­
liği vekâleten idare etti; ancak 1684’de Venedik gibi devletler, İstanbul’a daima
çok tecrübeli diplomatları elçi olarak ta­
onunla ilgili itimadnâme geldi ve 1688’yin etm eyi gelenek haline getirmişlerdi.
de de büyük elçilik rütbesine nâü oldu.
O devirde dışardaki Hollanda elçilerine
Jacobus Colyer İstanbul’da büyüdüğü
genellikle yeteri derecede m aaş veril­
için türkçe büiyordu. Bu, onun İstanbul’­
memektedir; İstanbul elçüiğinin bir kı­
daki diplomatik görevi sırasmda büyük
sım m asrafı Amsterdam ’daki The Le­
faideler sağladı, özellik le Osmanlı dev­
vantine Directorate tarafından finanse
let adamları nezdinde İstanbul’daki di­
ediliyordu. O tarihlerde bu teşkilât İs­
ğer büyük elçilere nazaran mümtaz bir
tanbul elçüiğinin kendi hissesine düşen
m evki tem in etti. Daha sonra İngiltere
tahsisatını fazla m asraflar sebebiyle
elçisi üe birlikte Karlofça anlaşmasının
azaltm ıştı. Bütün bu güçlüklere rağmen,
yapılmasında aracı rolü oynadı; bu ara­
Calkoen için, İstanbul, şahsen tercih et­
buluculuk şüphesiz Osmanlı idaresinde­
tiğ i nisbî bağım sız hareket etme imkâ­
k i memleketlerde, Hollanda devletine ve
Hollanda tacirlerine büyük faydalar te­ nı yüzünden ona câzib gelm işti. İstan­
min etm iştir. Bundan sonra Jacobus Col­ bul’daki D am at İbrahim P aşa ve onu ta­
kiben IH. Ahmed’In huzuruna kabul edi­
yer, îngfiiz m eslektaşı ile birlikte 1711’deki Osmanlı-Rus savaşm da da arabu­ len Calkoen, hiç bir Hollanda elçisinin
K İT A B ÎY A T
nâil olmadığı şekilde ağırlandı. Huzura
kabul merasimi, hem Calkoen’ia bizzat
yazdığı kayıtlarda belirtilmiş, hem de
Fransız ressam Jean-Babtiste Vanmour’un eserinde tem sil edilmiştir.
Elçiliğinin ilk yılları nisbeten sâkin
geçti. İstanbul’daki diğer yabancı elçi­
liklerle iy i münasebette bulunmaya gay­
ret etti. Böyle olm akla beraber, Fransız
elçisi Marquis de Villeneuve ile m ünase­
betleri soğuk ve zaman zaman bir çekiş­
me havasm a bürünmekte idi. HE. Ahmed’in tahttan indirilmesine sebep olan
Patrona vak’asına şahid olan Calkoen,
I. Mahmud’un tahta çıkışına da şahid
oldu. Bu vak’anın bütün ayrıntılarını an­
latan raporlar, bugün Hollanda devlet
arşivinde bulunmaktadır. Cornelis Cal­
koen yeni dönemin devlet adamları ile
de iyi münasebetler tesis etti. Muhtelif
vesileler üe sadrazama Avrupa m es’eleleri hakkında görüşlerini büdirmek fır­
satını buldu. 1736 yılında Avusturya ile
Osmanlı devleti arasındaki m uhtemel
harbi önlemek için Hollanda-İngiltere
elçilerinin aracılık teşebbüsleri, harbin
başlam ası ile başarısızlıkla sonuçlandı.
Cornelis Calkoen’in, 1743’de İstanbul’dan
alm arak başka elçiliğe nakledilmesine
karar verilmişti. 1744’de İstanbul’dan
ayrıldı. 1746’da Polonya krallığı nezdine
ve Saksonya elektörü nezdinde Hollanda
elçisi tayin edildi. 1761 yılm a kadar bu
görevde kalan Cornelis Calkoen, tekrar
İstanbul elçiliğine nakledilmesini daima
ümid etti. 1762’de Hollanda’ya dönmesi­
ne izin verüdi; daha sonra İstanbul’daki
elçilikte halefi olan Elbert de Hochepied’in vefatı üzerine 1764’de İstanbul’a
elçi olarak tayin edildi; fakat çok istedi­
ğ i bu elçiliğe ağır bir hastalığı müteakip
vefatı üzerine gidemedi.
Dördüncü bölüm (s. 115-141) Cor­
nelis Calkoen’in zamanında İstanbul’da­
k i Hollanda elçüiği (1726-1744) başlığı­
421
nı taşımaktadır. Burada İstanbul’daki
elçüik binası hakkında bilgi verilerek bi­
nanın kimlerden ve nasıl ele geçirildiği,
elçilik binasının elde m evcut bilgilere
göre bölümleri ve şekli hakkında resmî
belgelere dayanarak bügiler veriliyor.
Bunu takiben, elçilikte çeşitli hizmetler­
de görevli hizmetkârlar v e memurlar
hakkında açıklamada bulunuluyor. Elçi­
liğin bütün memurları ve hizmetkârları
Hollanda him ayesi altında telâkki edil­
miştir; bunların bir kısm ı aslen Hol­
landalI değüdi. Hollanda elçiliğinde ça­
lışanlar 8 «etba-ı hizmetlüsü» hariç 30
k işi idi; halbuki Fransa elçiliği 63 kişiye
sahip olup «etba-ı hizmetlüsü» olan 15
k işi de buna üâve edilmeli idi. Buna ba­
karak Hollanda elçiliğinin m ütevazi bir
kadroya sahip olduğu anlaşılıyor. Elçili­
ğin en önemli üyeleri tercümanlardı. Ço­
ğu rum v e levanten ailelere mensup bu­
lunan bu tercümanlar, bazen ik i taraflı
da çalışırlardı. Bu tercümanlar, İstan­
bul’da oturan rum ve yahudi asıllı kim ­
seler idiler. Elçilik sorumlularından bi­
rinin imparatorluk içinde bir yere gitm e­
si halinde refakatine bir çavuş verilirdi.
Elçilikte resmî dairelerle yazışm alar için
bir de Türk kâtib bulunduruluyordu.
Beşinci bölüm (s. 142-219) Hollan­
da Doğu ticaretini geliştirm ek için Cor­
nelis Calkoen’in çalışm aları başlığını ta­
şımaktadır. Doğuda yabancı ticaret ilgi­
leri bakımından dört önemli bölge var­
dı : Anadolu, Suriye, Mısır ve İstanbul
dahil olmak üzere Balkanlar. XV H . yü z
yü ortalarından itibaren İzmir, Hollan­
da doğu ticaretinde mümtaz bir yer iş­
gal etm ekte idi. XVHI. yüz yılın Uk yıl­
larında Adriyatik sahilleri Avrupa tica­
retinin dikkate şayan bir gelişm esine
m azhar olmuştu. Hollanda bu havalide
Osmanlı devletinin bir haraçgüzarı olan
R aguza ile iyi ticârî münasebette bulun­
m akta idi. Calkoen, elçiliğinin ilk yılla­
422
C E N G İZ Û R H O N L U
rında dikkatini Hollanda’nın İstanbul «İl­
gındaki menfaatlerine çevirdi. Calkoen,
İran'ın ipek, Bengal’le yapılan Hindis­
tan baharat ticaretinin Hollanda doğu
ticareti için ne kadar önemli olduğunu
anladı. Bunun için Bâb-ı âlî’den Basra
valisine hitaben yazılmıg bir emir temin
etm eye m uvaffak oldu; bu emirde im­
paratorluğun diğer taraflarında olduğu
gibi HollandalI tacirlere % 3 tercihli
gümrük tarifesi uygulanm ası müsaade­
sini, Basra havalisinde de uygulanması
tem in ediliyordu. Bununla beraber Hol­
landa elçisinin Hollanda Doğu ticaretini
geliştirm eye yönelik bu tip faaliyetleri
Osmanlı hüküm eti tarafından her zaman
müsamaha ile karşılanmadı. D iğer bir
nokta da Calkoen’in Doğu Hint ticareti­
n i yöneten genel valiliğe tavsiye ettiği
gibi o havalide ticaret yapan Hollandalüar kendisi ile muntazam bir haberleş­
m e ve işbirliği havası içinde bulunma­
dılar. Halep Hollanda'nın D oğu’daki ti­
cari yerleşmelerinin en önemlilerinden
idi. 1734;’de Calkoen Mısır’da yen i kurul­
m uş Hollanda konsoloshanesi için hü­
küm etten alm aya m uvaffak olduğu
gümrük tarifesinin bir nüshasını Kıb­
rıs’a göndermişti; HollandalI tâcirlerin
ticareti zeytin, şarap, bal gibi gelenek­
sel maddeler olmakla beraber en önem­
lisi pamuk idi; pamuk Hollanda doku­
m a sanayü için ithal edüiyordu. Calko­
en’in siyaseti açıkça ifade edilmemekle
beraber, çeşitli limanlarda yen i konso­
loshaneler açm ak şeklinde ifade edile­
bilir. Yerli ram lar küçük limanlarda
Hollanda konsolos vekilleri olarak tayin
edüiyorlardı; şüphesiz bunun için hükü­
m etten berat almıyordu. Calkoen’in za­
manında Mora ve D raç’daki konsolosha­
neler için bazı şahıslara berat alınmıştı.
Ege. adalarından Midilli, Sakız, Sisam,
Tinos, Santorin adalarmda da Hollanda
konsoloshaneleri m evcuttu. Bunların yö­
netim i İzm ir’deki Hollanda konsolosu
Daniel Alexander de Hochepie«! tarafın­
dan yapılıyordu. Hollanda doğu ticareti
İzmir, İstanbul v e Selanik lim anları ara­
sında cereyan ediyordu. Selanik, İstan­
bul üe birlikte Balkanlardan gelen mad­
delerin Akdeniz v e Karadeniz arasmda
en önemli bir ihraç merkezlerinden biri
idi. Yabancı tacirler yalnız ihraç ve it­
hal ettikleri m allar üzerinden gümrük
vergisi vermezlerdi: amediye, selamettik
resmi, kapan resmi, tercümanlık resmi
gibi ilâveten verm ek zorunda kaldıkları
vergüer de vardı. Gerek Selanik, gerekse
İzmir veya başka şehirde bulunan Hol­
landalI tacirler Amsterdam ’daki genel
merkezle muhabere etm ek m ecburiyetin­
de idüer. Osmanlı devleti reayasından
bazı zimmüer, HollandalI tâcirlerle ça­
lışarak fiilen ticarette uğraşm aya baş­
lam ışlar ve h atta Hollanda Cumhuriye­
ti tebaası olarak Amsterdam ’a yerleş­
mişlerdi. Burada HollandalI bazı tacir­
lerin Ankara’da da faaliyet gösterdikle­
rine işaret edilmelidir, ö zetle denebilir
k i Hollanda Doğu ticareti Amsterdam ’­
daki genel müdürlük makamının her za­
man anlayışla karşılamam asına ve des­
teklem em esine rağmen, Comelis
Cal­
koen’in elçüiği sırasında büyük ölçüde
gelişm iştir.
A ltıncı bölüm (s. 220-259) Comelis
Calkoen’in 1736-39 y ılla n arasmda Osm anlı-Rusya v e Avusturya arasmda în gütere elçisi ile birlikte arabuluculuk
yapm aya teşebbüs etm esi ve bu teşeb­
büsün başarısızlığa uğram ası anlatıl­
maktadır. Burada İstanbul’da cereyan
eden devletler arası siyasî rekabetin açık
v e gizli bütün siyasî manevraları ve ça­
tışm aları ayrıntılı olarak bahsedilmek­
tedir. Bu aracüık teşebbüslerinde Hol­
landa elçisinin, Avusturya tarafmdan
Bâb-ı âlî’nin tarafdarı olduğundan ara­
buluculuk için uygun olmayan bir kim ­
K İT A B ÎY A T
423
se olarak itham edilm esi ilgi çekicidir.
Yedinci bölümde (s. 260-267) Cor­
nells Calkoen’in Hollanda’ya avdeti ve
kendisine bir halef bulmak hususunda
uğranılan güçlükler üzerinde durulmuş­
tur. Yukarıda ifade edildiği gibi Calkoen
Polonya’da elçilik yapm akla beraber,
daima İstanbul’u ve oradaki Hollanda ti­
carî ve siyasî faaliyetini dikkatle takip
etmiştir. Tekrar İstanbul’a tayin edil­
m eyi ümid etm iş ve bunun için çalışmış,
fakat tayin edildikten sonra (1764) ağır
h astalığı müteakip vefat etm işti. .
Eser ingüizce (s. 268-270) ve türkçe (s. 271-274) özet ile birlikte bibliyog­
rafya (s. 275-291), ekler (s. 292-310), in­
dex (s. 311-324) Ue sona ermektedir.
Esere ek olarak Hollanda ve Türk ar-
şivlerinden alınmış bazı belgeler v e re­
simlerin (16 adet) örnekleri de verilm iş­
tir.
E ser gerek Türk v e gerekse Hollan­
da devlet arşivleri kullanılarak hazırlan­
m ış olup, Türkiye’de konu üe ilgili ola­
bilecek bütün yayınlar büyük bir titiz­
likle kullanılmıştır. Ele aldığı devir Os­
manlI tarihinin konu bakımından hemen
hemen ihmal edilmiş bir devir olup, hem
bu tarz çalışmalar için güzel bir örnek,
hem de işlediği konuya büyük bir katkı
teşk il etmektedir. Bu bakımdan Dr.
Bosscha Erdbrink’in Osmanlı-Hollanda
münasebetinin 1744 den sonraki devre­
sini de işlem esini tem enni etm ekten ken­
dimizi alamıyoruz.
Cengiz Orhonlu
Michel Lesure, L ésan te. L a crise de
l’em pire ottom an, P aris (Julliard) 1972
(Collection Archives dirigée par Pierre
Nora et Jacques Revel, no. 48), 279 s.
7 Ekim 1571’de OsmanlI donanma­
sıyla Venedik, İspanya ve P apalık kuv­
vetleri arasmda yapılan înebahtı (Lepant) deniz savaşı, XVI. yüzyılın en
çok yankı yapan olaylarından biridir. Bu
savaşın «Kutsal Birlik» tarafından ka-
zanılması, Avrupa’da büyük coşkuyla
karşüanm ış ve bunun sonucu olarak Inebahtı çevresinde zengin bir literatür g e­
lişm işi, yüzyılın sanatçıları olayı akset­
tiren eserler bırakmışlardır. A ncak bü­
tün bunlar, înebahtı’y ı gerçek ölçüleri
içinde değerlendirmeye yeterli değildir.
Bu konudaki bilimsel araştırmaların g e­
çen yüzyüda başladığım v e günümüze
değin sürdürüldüğünü belirtmek yerin-
1 Bk. C. Göllner, Turcica, Die
eurapaischen Turkendrucke des XVI.
J ahrhunderts,
Bucaresti-Baden-Baden,
1961-68, H (1551-1600), s. 330 v.d. Bu­
rada görüldüğü gibi, savaşm yapıldığı
1571’de Avrupa'nın çeşitli dillerinde ya­
pılan yayınların sayısı, 200’e yaklaşm ak­
tadır. C.D. Rouillard, The T ürk in
French H istory, Thought and L iterature,
1520-1660, Paris, 1938, s. 70-72, 132, 365,
651 v.d. A. Mas, L es Turcs dans la lit­
tératu re espagnole du siècle d’or, Centre
de Recherches Hispaniques, Paris, 1967,
2 eût. G. Quarti, L a battaglia di Lepanto n ei can ti popolari dell’epoca, Milan,
1930.
424
Z E K Î A R 3K A N
de olurz.
Öte yandan Osmanlı kroniklerinin
İnebahtı deniz savaşı konusunda verdik­
leri bilgiler, önemli olm akla birlikte oldukga sımrlıdırs. Ü stelik bu kaynaklar
arasmda da büyük benzerlikler görül­
mektedir. Buna karşılık, konuyla ügili
arşiv belgelerinin çok daha bol olduğu
anlaşılmaktadır. Bu belgelerden bâzüarı yayımlanmıştır^. Osmanlı A rşivi bel­
gelerinin, bu savaşın askerî, siyasî ve
ekonomik yönlerine büyük bir ışık tu t­
tuğuna şüphe yoktur. Bu bakımdan A v­
rupa’da şimdiye kadar yapüan araştır­
malarda bunlara başvurulmamış olma­
sı önemli bir eksikliktir. Bu boşluğun,
burada tanıtm ak istediğim iz yen i bir
araştırm a üe giderildiğini görüyoruz.
«Lâpante, L a crise de l’em pire ottom a-
ne» (Lepant, Osmanlı imparatorluğunda
bunalım) başlığım taşıyan kitabın y a ­
zarı Michel Lesure, İnebahtı savaşım
yeni bir yöntem le ele alm akta ve biraz
önce belirttiğim iz gibi araştırmasında
geniş ölçüde Osmanlı kaynak ve belge­
lerine yer vermektedir.
Kitabın giriş bölümünde (L a victoire du C h ristf, s. 9-19) Michel Lesure,
zaferin H ristiyan dünyasındaki tesirleri­
n i incelem ekte ve kullandığı kaynaklar
konusunda bilgi vermektedir. Bu savaşa
katüan ve savaşın yönetiminde sorum­
luluğu olan görgü tanıklarının bıraktık­
ları belgelerin yetersizliği üzerinde du­
ran yazar, bunların bâzan birbiriyle çe­
liştiğine de dikkati çekm ekte ve bu ba­
kımdan konuyu bir bütün olarak aydın­
latmanın güçlüğünü belirtmektedir. Ge-
2 J.v. Hammer, D evlet-i Osmaniye
tarihi, çev. M. A tâ, İstanbul, 1329-1337,
VI, 241-288, 338-39. Jurien de la Gravière, L a guerre de Chypre e t la bataille
de Lêpante, Paris, 1888, 2 cüt. Burada
daha çok askerî olaylara ağırlık veril­
miştir. F. Braudel, L a M éditerranée e t
le monde m éditerranéen à l’époque de
Philippe II, Paris, 19662, n , 383-430. P.
Braudel, konuyla ilgüi batı kaynaklarını
verdiği gibi, yapüan araştırm aları da
belirtmiştir.
3 Basılm ış olan O sm an lı kaynak­
larındaki bügüer, karşüaştırm alı olarak
değerlendirilmiştir. Bk. S. Soucek, înebahtı savaşı (1571) halikında bâzı m ü­
lâhazalar, Tarih E n stitüsü D ergisi (İs­
tanbul 1973-74), sayı 4-5, s. 35-48. R.
Mantran, L ’écho de la bataille de Lépante à Constantinople, Annales (Econom ies-Socétés-Civüisations ), Mars-Avrü
1973/2, s. 396-405. A ynı yazar, L a ba­
taille de Lépante vue p ar un chroniqueur
ottom an, Cahier de linguistique d’Orientalism e et de slavistique de l ’ILGEOS,
1973, I-H, s. 183-189. Bunlara şu kayna­
ğ ı da ekleyebiliriz : Mehmed b. Mehmed
Edim evî, N uhbetü’t-tevâ rih ve’l-ahbâr,
İstanbul, 1276, s. 123-125. Çağdaş kay­
naklar içinde önemli bir yer tutan ve ko­
nuya ilişkin bölümü henüz basılmamış
olan  li’den (Kühnü’l-ahbâr) Î,H. Uzunçarşüı (Osm anlı tarihi, Ankara, 1951,
m / l , 15-24) ve M.C. Baysun (Lepanto,
İA, VII, 32-45) yararlanmışlardır.
4 Bk. Safvet, «Sıngın donanma»
harbi üzerine bâzı vesikalar, TOEM,
1327, sayı 9, s. 558-562. A. Refik, K ıbrıs
ve Tunus seferlerine â it resm î vesikalar,
Darülfünun E d eb iya t F akü ltesi Mec­
muası, V /l- 2 (1926). Î.H. Uzunçarşılı,
K ıbrıs feth i ile L epan t (İnebahtı) m u­
harebesi sırasında T ürk devletiyle Ve­
nedik ve m üttefiklerinin faaliyetin e dâir
bazı hazine-i evra k k a yıtla n , TM, 192633, m , s. 257-292. Z. Orgun, Selim Il.’in
kapudan-ı derya K ılıç A li P aşa’y a em ir­
leri, Tarih Vesikaları, n /1 1 (1943), s.
325-334.
K İT A B İY A T
425
gen yüzyılda yayım lanm aya bağlayan
Avrupa arşivlerinin büyük koüeksiyonlans, sayısız belgenin gün ışığına çık­
masına yol açtı. Bu kolleksiyonlardaki
belgeler, kitabın kaynakları arasında yer
almaktadır. İspanya, Venedik ve Papalı­
ğın dışında yâni İnebabtı üe doğrudan
doğruya ü gisi bulunmayan ülkelerin ar­
şivlerinde bile gerekli belgelerin bulun­
duğunu belirten yazar, sözü, dört yüzyüdan beri ihmâl edilen Osmanlı kay­
nak ve arşivlerine getirmektedir. Onun
yararlandığı başlıca Osmanlı tarihçüeri;
Selânikli Mustafa, Peçuylu İbrahim ve
Kâtip Çelebi’dire. Bundan başka Michel
Lesure, Türkiye’de yayım lanan belge ve
araştırm alara da başvurmuş, Başbakan­
lık A rşivi’nde bulunan M ühimme D efterterı’ndeki? kayıdları da taramıştır.
Hristiyan donanmasınm harekâta başla­
dığı ağustos 1571’den Venedik’le barışm
yapıldığı m art 1573’e değin geçen süre­
de 300 kadar hüküm, Mühimme defter­
lerinde yer alm ıştır. Yalnız bu sayı büe
Türkiye arşivlerinin İnebahtı konusun­
daki zenginliğini gösterm eye yeterlidir.
Michel Lesure, bu girişten sonra bi­
rinci bölümde (L’Union sacrée de l’Oc­
cident, s. 22-116) Lepant’a giden siyasî
gelişm eler üzerinde durmakta, Kıbrıs
seferi, «Kutsal Birliksin gerçekleşm esi,
Osmanlı devletinin askerî hazırlık ve gi­
rişimleri konusunda bügi vermektedir.
1570 yılında bütün doğu Akdeniz, Os­
manlI imparatorluğunun egem enliği al­
tına girm işti. Bunun karşısında yani ba­
tı Akdeniz’de İspanya kıralı n . Filip,
babasmm evrensel bir monarşi kurma
yolundaki çalışmalarından vazgeçm iş ve
Ispanya'nın güçlenm esi için büyük bir
çaba gösterm eye başlamıştı. Ekonomik
refahın ı doğu ticâretine borçlu olan Ve­
nedik, İspanyol egemenliğinin güçlenme­
sini istemiyordu. 1538’den yani Preveze’den sonraki gelişm eler, Osmanlı devle­
tini batı Akdeniz’e kaydırmış bu durum,
Ispanya'nın varlığını tehdit etm eye baş­
lam ıştı. Ü stelik bu sırada Ispanya’da çı­
kan iç savaş da n . Filip’i yeni bir tehli­
ke ile karşı karşıya bırakmıştı. Osmanlı
devleti ise, imparator Maksimden üe ba­
rış yapmış, Yemen ayaklanm asını bas­
tırm ış ve Akdeniz’de yeni bir hareket
için serbest kalmıştı.
H ristiyan dünyasını, bir yandan
mezhep kavgalarından öte yandan Türk
tehlikesinden kurtarmak isteyen v e ol­
dukça fanatik bir k işüiği olan Papa V.
Pie, yeni bir haçlı seferini» gerçekleştir­
m ek için olağanüstü bir çaba gösterdi.
Her şeyden önce Ispanya kiralının bu
sefere katılm asını sağlam ak gerekliydi.
H. Filip, Venedik ve Papalığın hazırla­
yacağı ve Ispanya'nın kumanda edeceği
bir donanma üe Tunus’u kurtarabüeceğin i umuyordu. A ncak papanın hazırla­
m ak istediği haçlı seferini Venedik cum­
huriyetinin On’lar meclisi, çügınca bir
heves olarak görüyor ve doğu ticaretini
baltalamak için yapüan önerüer karşı­
sında oldukça çekingen davranıyordu.
A ncak H. Selim ’in gönderdiği ültim ato­
mun Venedik’e ulaşm ası Cumhuriyet’in
«Kutsal Birlik» düşüncesine katılmasına
yol açtı. 2 tem muz 1570’de yani Kıbrıs
seferinin başlamasından bir süre önce
5 Michel Lesure, L épan te..., 259.
F. Braudel, L a M éditerranée, n , 538543.
6 Krş. not 3.
7 Mühimme defterleri için bk. M.
Sertoğlu, M uhteva bakım ından B aşve­
k âlet A rşivi, Ankara, 1955, s. 15-22. TJ.
Heyd, O ttom an docum ents on Palestine,
Oxford, 1960.
8 Bu konuda bk. C. Göllner, Zur
problem atik der K reu zzüge und der
Türkenriege im XVI. Jahrhundert, R e­
vue des Etudes Sud-Est européennes,
x m / l (1975), s. 97-115.
426
Z E K İ A R IK A N
Roma’da görüşmeler, güvensiz bir ortam
içinde başladı.
Görüşmelerin yapıldığı sırada Papa­
lık, İspanyol ve Venedik gemüerinden
oluşan bir donanma Lefkoşe’nin yardı­
m ına gönderüdi. Bu donanmanın Girit’­
ten ayrılıp Fethiye dolaylarına geldiği
sırada (21 eylül 1570) Lefkoşe’nin düş­
tüğü ve M agosa’nın sıkıştırıldığı haberi
geldi. Ispanya gem ilerine komuta eden
Gian Andre Doria, seferden vazgeçtiğini
bildirerek geri döndü. Papalık ve Vene­
dik gem ileri fırtınaya tutularak ağır
hasara uğradı.
Roma’daki görüşmeler birkaç kez
kesintiye uğram akla birlikte, 19 m ayıs
1571’de Türklere karşı bir savunma ve
saldırı paktı niteliğinde olan «Kutsal
Birlik» imzalandı ve 25 m ayısta Saint
Pierre kilisesinde büyük bir törenle üân
edildi. Bu birliğe Papalık, Venedik Is­
panya’nın dışındaki devletler de katıla­
bilecekti. Birliğin çıkaracağı kadırga,
gemi, asker, silah vb. sayıları ayrıntılı
olarak saptanmış ve üye devletlerin g i­
derlere katılm a payı belirtilmişti. Türklerden alınacak toprakların, 1537 ant­
laşm asına göre paylaşılm ası öngörül­
m üş ve hazırlanacak kuvvetlerin başma
Charles Quint’in gayr-i m eşrû oğlu
Don Juan’ın getirilm esi kararlaştırıl­
mıştır.
ö t e yandan İstanbul’da Sokullu
Mehmet P aşa üe Venedik balyosu Marc’Antonio Barbaro arasındaki görüşmeler
kesilmemiş, ancak «Kutsal Birlik»in
imzalanmasının duyulması üzerine elçi
göz hepsine alınmıştı». Fransa kıralı
IX. Charles, hem Ispanya’ya karşı düş­
manca bir politika izlediğinden hem de
Kutsal Birlik’in, Ispanya'nın çıkarlarına
hizm et edeceğine inandığından Osmanlı
devletiyle Venedik’i barıştırmaya uğra­
şıyor bu am açla D ax piskoposu François de N oailles’ı elçi olarak İstanbul’a
doğru göndermiş bulunuyordu10.
Bazı eksiklikleri olmakla birlikte,
sayısı çeşitli kaynaklara göre 180-300
arasmda değişen; P eçevî’ye göre 400’ü
bulan büyük bir Osmanlı donanması, 15
nisan-m ayıs başları arasmda İstanbul’­
dan denize açıldı. Bu donanma kaptan-ı
derya Müezzin-zade A li P aşa’mn komu­
tasında bulunuyordu. Donanma, Kıbrıs’­
taki Türk kuvvetlerine yardım ettikten
sonra Rodos’a ve Eğriboz’a gelm iş bu­
rada gereken ikm ali yaptıktan sonra
Girit sularında harekâta başlam ıştı. D a­
ha sonra Çuha, Zenta ve Kefalonya ada­
larım vuran donanma D alm açya kıyıla­
rında Leçina, Antivari, U lgün ve Sopoto
kalelerini ele geçirm iş, daha sonra da
Kotor (C attaro)’u kuşatm ıştı. Bu sefe­
rin, A driyatik! tam olarak kontrol altı­
na alm ak v e Venedik’in Kıbrıs’a yardı­
mını engellem ek am acım güttüğü anla­
şılıyor.
Osmanlı donanmasının bu faaliyet­
leri sırasında H ristiyan donanmasının
Mesina’da toplandığı haberi gelmiş, bu­
nun üzerine kaptan paşa, Kotor kuşat­
m asını kaldırarak Kastelnuvo’ya çekil­
m işti İstanbul’dan gönderilen 19 ağus­
tos tarihli bir hüküm, kaptan paşaya,
Hristiyan donanm asını. nerede bulursa
bulsun vurm ak ve Kotor’da kışlam ak
9 A yrıca krş. Michel Lesure, N o­
tes e t documents su r les relations véneto-ottom anes (1570-1573), Turcica, IV
(1972), s. 134-164; V m / 1 (1976), 117156.
10 Bu konuda bk. A. Degert, Une
am bassade périlleuse de François de
NoaiTles en Turquie, Revue Historique,
CLJX (1928), 225-260. Türkçesi, A. R e­
fik, Fransua dö N oay’m T ürkiye’de teh­
likeli bir sefareti, TTEM, 1 /3 (1930),
1-32.
K İT A B İY A T
427
emrini veriyordu. Bu emri almadan ön­
ce, kaptan pa§a ve P ertev Paşa, Kotor’da kışlamanın güçlüğünü anlayarak înebahtı’ya çekilmişlerdi. Osmanlı kuvvet­
leri oldukça yorulmuş, donanma da
epeyce yıpranmış, askerin çoğu sefer so­
na erdiği gerekçesiyle kıyıya çıkmıştı.
Bu nedenle gem ilere gerekli olan kürek­
çi ve cenkçilerin Mora’dan toplanm ası
ve kıyılardaki kalelerin boşaltılm ası bü­
yük güçlükler gösteriyordu.
Öte yandan «Kutsal Birlik» kuvvet­
leri komutanlığına atanan Don Juan,
18 temmuzda Barselona’dan ayrılarak
Cenova’ya oradan Napoli’ye gelm iş ve
24 ağustosta M esina’ya varm ıştı. Yapı­
lacak harekâtın stratejisi konusunda
Kutsal Birlik komutanları arasındaki
görüşmeler oldukça çekişm eli geçmiş,
en sonunda Türk donanmasıyla bir sa­
vaşa karar verilm işti. Bununla birlikte
Don Juan’la Venedik amirali Sébastian
Véniero arasındaki sürtüşme, savaşm
sonuna kadar sürmüştür.
1 ekimde Don Juan’a ulaşan haber­
lere göre, Türk donanmasından ayrılan
60 kadırga, Modon ve Koron’a doğru yel­
ken açm ıştı. Geri kalan ve aşağı yukarı
200 kadırga da İnebahtı körfezine sığın­
m ıştı. A yni gün basit bir k ayıkçı kılı­
ğına bürünmüş olan Kara Hoca da tek­
nesiyle Hristiyan gem ileri arasında do­
laşarak onları saym aya çalışm ıştı. A n­
cak her ik i yanın, birbirlerinin gerçek
kuvvetleri konusunda aldığı haberler
oldukça yanıltıcıydı.
Michel Lesure, ikinci bölümde ( V affrontem ent, 115-176), iki yanın güç­
lerini karşüaştırm akta, savaşm oluşu­
munu incelem ekte ve savaşm yankıları
üzerinde durmaktadır. 7 ekim günü 500
gem i savaşa sokulmuştu. Ancak, savaşa
katüan gemüerin sayısı, kaynaklara gö­
re değişm ekte, görgü tanıklarının da
ifadeleri biribirini tutmamaktadır. Bu­
nunla birlikte Hristiyan donanması için
kabul edilen sayı 208 kadırga (106 V e­
nedik, 90 İspanyol, 12 P apalık), 6 m av­
na, 20-30 kadar barçadır. Çağdaş bir
kaynak olan Selânikî, Osmanlı donan­
masının 184 kadırgadan oluştuğunu be­
lirtmektedir. B atı kaynakları Osmanlı
donanmasını, 230 kadırga ve 70 kalita
olmak üzere toplam 300 gösterirler. Bu
sayı, savaştan sonra sorguya çekilen
tutsakların verdikleri bilgilere yakındır.
F akat 70 sayısı, yalnız kalitaları değil,
fosta, pergende ve firk a ten gibi hafif
gem ilerin hepsini ifâde ediyordu. D oğ­
rudan doğruya savaşa katılan gemilerin
herhalde 230 dolaylarmda bulunduğunu
belirtmek gerekir. Bunlardan
başka
H ristiyan donanmasında 1815, Türk do­
nanmasında 750 top bulunuyordu. H a­
f if silahlar bakımından inebahtı, klasik
bir savaştan m odem bir savaşa geçişin
ilk örneğini vermektedir. Her iki yanın
savaşa soktuğu insan gücü; cenkçi ve
kürekçi olarak 170.000’i buluyordu.
Kara Hoca’nın getirdiği haberler
üzerine yapılan toplantıda, kaptan paşa
aldığı emirlere göre düşmana saldırma­
nın zorunlu olduğunu belirttiği zaman
Uluç A li Paşa, asker ve donanmanın du­
rumunu göz önüne alarak bir savunma
savaşı yapılm ası gerektiği üzerinde dur­
muştu. Onun ileri sürdüğü görüşlerin,
yenilgiden sonra, sorumluluğu kaptan
paşaya yüklem ek için uydurulduğunu
tutsakların tanıklığına dayanan Vene-
11 Osmanlı donanmasında yer alan
gem i çeşitleri için bk. I.H. TJzunçarşıh,
Osmanlı devletinin m erkez v e bahriye
teşkilâtı, Ankara, 1948, s. 455-479. S.
Soucek, Certain ty p e s of ships in Ottom an-Turkish term inology, Turcica,
VII (1975), s. 233-249.
428
Z E K Î A R IK A N
dikli Diedo belirtmektedir. A ncak bu
görüşe katılm ak oldukça güçtür12.
Her iki donanma, beklenmedik bir
zamanda karşılaştüar (7 ekim 1571).
Öğle saatlerinde başlayan ve akşam a
doğru biten bu kanlı savaşta, OsmanlI
donanması ağır bir yenilgiye uğramış,
başta kaptan-ı derya A li P aşa olduğu
halde bir çok ümera şehit düşmüş, Per­
tev P aşa güçlükle kurtulabilmiş, gem ile­
rin çoğu batmış, bir kısm ı da Haçlıların
eline geçm işti. Yalnız U laç A li Paşa,
eşsiz bir taktikle kendi gem ilerini Gian
Andre Doria’nın önünden uzaklaştırabilm işti.
Bu savaşta H açlılar
7.500 ölü,
20.000 yaralı vermişlerdi. (Bunlar ara­
sında Cervantes de bulunuyordu). B atı
kaynaklarına göre Türklerden 20-30.000
k işi ölmüş y a da yaralanmış, gemilerde
kürekçi olarak bulunan 15.000 Hristiyan
kurtarılmış, 3486 tutsak alınm ıştı13. Ele
geçirilen tutsak, gem i, top, silah ve mü­
himmatın paylaşılm ası savaştan sonraki
günlerde Haçlıları uğraştıran en önemli
sorunlardan bir oldu.
Bu savaşın sonucu, Venedik, Roma,
Madritw ve öteki Avrupa kentlerinde
büyük bir coşkuyla karşüanm ış ve bir
bayram sevinci içinde tantanalı tören­
lerle kutlanm ıştı. A ncak komutanlar
arasındaki sürtüşme, savaştan sonra ye­
niden su yüzüne çıkm ış ve «Kutsal Bir­
lik» dağılmak tehlikesiyle karşı karşıya
kalmıştı. Bununla birlikte Papalık daha
geniş tasarılar hazırlıyor ve bütün Avru­
pa'yı «Kutsal Birlik»e katılm aya çağırı­
yordu. Fakat Venedik, barışa olan eği­
lim ini gösterm ekten çekinm em işti Fran­
sa tehlikesi, Hollanda’daki kargaşalık­
lar ve ekonomik sıkıntılar H. F ilip’i da­
ha dikkatli davranmak zorunda bırakı­
yordu. Bütün bu güçlüklere rağmen, Veniero’nun görevden alınmasından bir
süre sonra İspanya yen i bir antlaşm a
im zalamaya yanaştı (10 şubat 1572).
Bu antlaşma, doğu Akdeniz’e yeni bir
sefer yapılm asını öngörüyor; Ispanya'­
nın çıkarlarına daha çok hizm et edecek
olan bir batı Alideniz seferi düşüncesine
de yer veriliyordu. F akat papa V. P ie’nin 1 m ayıs 1572’de ölümüyle «Kutsal
Birlik» önemli bir yara alm ış bulunu­
yordu.
Michel Lesure üçüncü bölümde, sa ­
vaşın Osmanlı imparatorluğunda yarat­
tığ ı bunalım, imparatorluğun iç durumu
ve toparlanm ası üzerinde durmaktadır
(L a crise de Vempire ottom an, 177-233).
Bu bölüm, geniş ölçüde Mühimme def­
terlerindeki kayıtlara dayanm akta ve
yer yer batı kaynaklarıyla da destek­
lenmektedir.
U luç A li P a şa ’nın gönderdiği haber,
Edirne’de bulunan padişah n . Selim ’e
23 ekimde ulaşm ıştı. Osmanlı donanma­
sı tamamen yok olduğu için Mora ya­
rımadası, adalar, Arnavutluk ve Ana­
dolu kıyıları H açlı saldırüarına açılm ış­
tı. Osmanlı imparatorluğundaki Hristiyanların ayaklanm aya hazırlandıkları,
Venedik’e gelen haberler arasmda yer
alıyordu. H attâ Mora yarımadasındaki
Rumlar, inebahtı’dan sonra düzenledik­
leri gösterilerde, duygularını açığa vur­
maktan çekinmemişlerdi. libas an ve
12 Kr§. C. Baysun, Lepanto, lA ,
VH, s. 41.
13 A yrica bk. F. Braudel, ‘Bilan
d’uné bataille’, II M editerráneo Nello
seconda m eta del’500 alia luce di Lepan­
do, A Cura di Gino Benzani, Firenze,
1974, S. 109-120.
14 Kr§. Jam es C. D avis, P ursuit of
P ow er, Venetian R ep o rts on Spain, Tur­
key, and France in the A g e of Philip II,
1560-1600, N ew York, Evanston, and
London, 1970, s. 99-105.
K ÎT A B ÎY A T
Hersek’e bağlı köylerde ortaya çıkan
olayları kontrol altına alm ak önemli
güçlükler gösteriyordu. Devlet otoritesi
sarsılm ıştı. Bunlara ek olarak Mora’daki
Manyotlarm çalışm aları ve özellikle Ve­
nedik’le olan ilişküeri devletin dikkatini
çekmekten geri kalmıyordu şimdiye ka­
dar yapüan araştırmalar, bu hareketi
tam olarak aydınlığa kavuşturamamıştır. F. Braudel, imparatorlukta herhangi
bir ayaklanm a belirtisi olmadığı sonucu­
na varm akla birlikte, arşiv belgeleri bu
konuda bazı ip uçları vermektedir. Ger­
çekte Manyotlarm ilk ayaklanm ası 1570
baharında başlam ış ve kısa sürede bas­
tırılmıştı. İkinci bir ayaklanm a inebahtı’dan sonra patlak verm iş ancak H aç­
lılardan gerekli desteğin sağlanm am ası
ve kaptan-ı derya Kılıç A li P aşa’nın ha­
zırlıkları üzerine etkisini yitirmiştir.
ö t e yandan Osmanlı devlet adamla­
rı, yenilgi haberini alır almaz, Haçlıla­
rın yeni bir saldırıya geçeceklerini göz
önünde bulundurarak hemen bir savun­
m a hazırlığına başlamışlardı. Mora’dan
Ülgün’e kadar uzanan kıyı bölgesindeki
sancak beylerine gönderilen hükümler­
de, buralardaki kalelerin onarılması, ge­
reken asker, süah ve mühimmatın sağ­
lanm ası istenm iştir. Gerçekten yapılan
hazırlıklar, etkisini gösterm ekte gecik­
medi. Aralık ayından sonra düşmanın
yaptığı tüm saldırılar püskürtüldü. An­
cak Osmanlı devlet adamları için önemli
olan yeni bir donanmanın yapılmasıydı.
1572 baharmda 100 geminin denize indi­
rilm esi için çalışm alara başlandı. İstan­
bul tersanesindeki kızakların sayısı ar­
tırıldığı gibi Varna, Ahyolu, Amasra,
Bartın, Sinop, İzmit, Gemlik, Gelibolu,
Rodos, A ntalya ve A lanya limanlarında
gem i yapımı ve buna gerekli olan mal­
zemenin sağlanm ışı için emirler gönde­
rildi. Bütün imparatorluğun bu çalış­
429
m alara katılm ası gerçekteştirildi. Bu
arada silah ve top yapımına da hız v e­
rilmiş; Trabzon’da dökülen ağır toplara
ek olarak Eflâk-Boğdan’da Önemli öl­
çüde arkebuz yapılm ıştı. Sözün k ısası
Sokullu Mehmet P aşa ve Kılıç A li P aşa
gibi enerjik ve Ueri görüşlü devlet
adamları, Osmanlı imparatorluğunu içi­
ne düştüğü tehlikeli durumdan kurtar­
m ak için büyük bir çaba harcadılar. N i­
tekim Fransız elçisi François de Noailles, beş ay içinde tayfa, süâh, araç ve
gereçleri tam 150 gemiden oluşan bir
donanmanın hazırlandığım belirtmek­
tedir. 1572 baharmda Kılıç A li Paşa,
250 geminin katıldığı yeni donanma
ile İstanbul’dan denize açüdı. 7 ağus­
tosta Çuha adası açıklarında Haçlı do­
nanm asıyla Osmanlı donanmasının karşüaşm alarına rağmen bir çatışm a olma­
dı. Korfu’ya çekilen H açlı donanması,
ikinci bir saldırıyı 15 eylülde Navarin
üzerine yaptı. îk i donanma arasmda y a ­
pılan k ısa bir topçu ateşinden sonra
Hristiyan gem üeri geri çekildi.
Don
Juan 24 ekimde Venedik gemüerini Korfu’da bırakarak ayrıldı. Papa XTTT. Gregoire yeni bir sefer hazırlığına başla­
m akta geç kalmıştı. Çünkü söz artık
diplomatlarındı.
İstanbul’daki Fransız elçisi Fran­
çois de Noaüles, daha 10 haziranda
Türklerin barışa yanaşm ak eğüiminde
olduğunu büdirmişti. A ncak 1572 seferi
Osmanlı devlet adamlarının moralini
yükseltm iş ve yeni im kânlar yaratm ıştı.
Bu, Fransız elçisinin görevini güçleştir­
m iş ve hatta Ispanya’ya karşı bir TürkFransız ittifakı söylentileri dolaşmaya
başlam ıştı. F akat çok geçmeden bu teh­
likeli durum düzelmiş, N oailles’ın çaba­
ları sonunda Venedik
tem silcüeriyle
(balyos Marc’Antonio Barbaro ve Aloisio Mocenigo) 7 m art 1573’te barış im-
430
Z E K Î A R IK A N
zalanmıgtıiB. Venedlk’in bu tutumu batı
dünyasında bir «ihanet» olarak değer­
lendirilmiştir. Bu anlaşm ayı göz önünde
bulunduran Voltaire, înebahtı savaşım
Türklerin kazanmış olduğu yargısına
varılabileceğini belirtmişti.
Ana çizgileriyle tanıtm ağa çalıştığı­
m ız kitap, kaynaklar ve bibliyografya
bölümüyle sona ermektedir. Her bölü­
mün sayfa altı notları kitabın sonuna
eklenmiştir. Kitaba konulan harita ve
krokiler (s. 24, 76-77, 121, 131, 195) ese­
rin kullanışını kolaylaştırmaktadır. Bun­
dan başka m etin dışında kitaba 30’a ya­
kın resim, tablo, plan ve gravür eklen­
miştir.
înebahtı konusunda en son yazılan
kitaplardan birini tanıtırken bir iki nok­
ta üzerinde durmayı yararlı görüyoruz.
Inebahtı’nın ne olduğu sorusuna öteden
beri kesin bir karşılık aranmaktadır.
Çünkü Osmanlı devleti, bu yenilgiden
sonra yeni bir donanma çıkarmış, H aç­
lılar 1572’de Navarin’den çekilmiş, Ve­
nedik 1573’te barış im zalayarak «Kut­
sal Birlik»ten ayrılmış, Tunus 1574’te
Türkler tarafından geri alınmıştır. Bar
zı batılı tarihçiler, înebahtı’nın Türkle­
rin yenilm ezliği efsanesinin yıkılışının
ötesinde bir yarar sağlam adığı üzerin­
de durmaktadırlar. Ortaçağ H açlı sefer­
lerinin bir uzantısı gibi görünen «Kutsal
Birlik», aslmda bütün batı dünyasını do­
ğuya karşı harekete getirem em işti.
Profesör F em and Braudel, askerlik
ve teknik açıdan înebahtı’nın XVI. yiizyüın en önemli olayı olduğu üzerinde
durmuş, ancak bunu tarihî bir perspek­
tiften değerlendirmenin güçlüğüne dik­
kati çekmiştir. Braudel’e göre Türkle­
rin şaşkınlık verici gücü kırılm ış v e sa­
vaştan sonra H ristiyan donanması yeni
forsalar kazanmıştır. Buna karşüık H aç­
lıların bütün düşleri ters yönden esen
rüzgârlarla dağılm ıştı1«.
Osmanlı imparatorluğuna gelince :
İnebahtı’nın Osmanlı devletinin batı
dünyası karşısında ilk büyük yenilgisi
olduğuna şüphe yoktur. F akat devlet,
yenilginin olumsuz etkilerini silerek kı­
sa sürede toparlanabilmiştir. Profesör
Robert Mantran’ın belirttiği gibi, devlet
yönetiminden sorumlu olanlar yenilgiyi
hafif bir olay gibi değerlendirmekten ka­
çınmışlar, gerekli tedbirleri zamanında
almışlardır1?. B aşka bir deyimle, herke­
sin sorumluluk büinci içinde hareket et­
m esi sağlanm ış, İstanbul’dan gönderilen
emirler eksiksiz uygulanm ış v e bütün
imparatorluk bu çabaya katılmıştır.
Ekonomik yapısı henüz düzgün olan Os­
manlI imparatorluğu1» kaynaklarım kul­
lanarak yeni bir donanma ortaya koya­
bilmişti.
Zeki A nkan
15 Bu antlaşm a için bk. Hammer,
VI, 275-76. Uzunçarşüı, Osmanlı tarihi,
m / 1 , 24-25.
16 L a M éditerranée, H, 383.
17 L ’écho de la bataille de Lépante..„ 403-405.
18 Bu konuda bk. Ömer Barkan,
XVI. asrın ikinci yarısında T ürkiye’de
fia t hareketleri, Belleten, XXXTV/136
(1970), s. 557-607; aynı yazar, Les
m ouvem ents des prix en Turquie entre
1^90 e t 1655, H istoire économique du
monde m éditerranéen (Mélanges en
l’honneur de F em and Braude), Toulo­
use, 1973, H, s. 65-79.
K İT A B İY A T
Renate Lachmann (Eseri tercüme
ve takdim eden), Claus-Peter Haase,
Renate Lachmann, Günter Prinzing
(Eseri yorumlayanlar) Memoiren eines
Janitscharen oder türkische Chronik.
(Bir Yeniçerinin Hatıraları veya Türk
Kroniği) V erlag Styria. Graz-Köln-Wien
1975, s. 233.
Styria kitabevinin «Slav Müverrih­
leri» serisinin 8. kitabı olarak yayınla­
m ış bulunduğu bu eser XVI. ve XVII.
yüzyülarda özellikle Polonya ve Çekler
üzerinde derin izler bırakmıştır. «Kron ika tu recka» adı ile çekçe ve «Pam iet1 Bilinen ve tanınm ış çek ve polonya yazm aları şunlardır :
— Eserin en eski ve mükemmel polonya versionu W arşova’da Zamoyski
Kütüphânesi’nde bulunmaktaydı.
16.
yüzyılın ortalarma doğru istinsah edüen
bu eser, bu gün Varşova’daki Millî Kütübhâne’nin (Biblioteka Narodowa) yaz­
malar kısmında yer almaktadır. Bu yaz­
m a 1912 Jan Los editionuna tem el teş­
kil etmiştir.
— K om ik’de W ladyslaw Zamoyski
Kütüphânesi’nde bulunan yazm a. 16.
yüzyılın ük yarısında yazılm ıştır.
— P rag’da Çek Müzesi’ndeki yaz­
ma. 16. yüzyılın ilk yarısından kalm a­
dır.
— W ilna şehir m üzesindeki yazma.
B u yazıtla eserin yalnız 13 bölümünü
kapsamaktadır. Böyle olmakla beraber
1864 de Wilna’da basılmıştır.
— Bohemya müverrihlerinden V.
Hajek’in 1541 de neşrolunan ‘Bohemya
Kroniği’ içinde yayınlanm ış bulunan,
eserin 20. den 35. bölüme kadar olan k ı­
sımlarını kapsayan parçaları.
— Krakau’da Czartoryski Kütüpha­
nesin deki yazm a. 16. Yüzyıldan kalma.
1828 de Varşova’da, 1857 ve 1868 de Sa-
431
niki Jancza/ra» adı üe polonyaca olarak
yayınlanm ış bulunan bu eserin, bu yüz­
yıllardan kalma birçok yazm aları m evcudturi. Türklerle direk tem asta bulu­
nan slav halkları, Polonya ve Çekler için
uzun zamanlar aktüalitesini korumuş
olan bu eser, her şeyden evvel H. Mehmed’in seferleri, Türk ordusu, ordu teş­
kilâtı ve silâh tekniği hakkında bilgiler
ve bir yeniçerinin hayatından parçalar
aksettirm iş olduğu için ayrı bir özelliğe
ve Ugi çekicüiğe haizdi. Büindiği gibi
XVI. ve XVH. yüzyıllarda Orient’e dolayısı ile Türk dünyasına olan ilgi çok
yüksek olmuştur. Bütün batı ve orta
nok’ta basüan bu yazmadır.
— Petersburg’ta Halk Kütüphânesi’ndeki (Publicnaja Biblioteka) yazm a.
16. Yüzyıldan kalma.
— Eskiden, Petersburg’da Public­
naja Biblioteka’da iken şimdi Varşova’­
da Biblioteka Naradowa’da bulunan yaz­
ma. 16. yüzyılın sonu.
— 1565 ve 1581 de Leitom ysl’de A.
Aujezdecky tarafından basılan yazma.
Bu yazmanın sırpca tercümesi J. Safarık tarafından 1856 da Belgrad’ta basıl­
mıştır.
— Petersburg’ta eski Publicnaja
Biblioteka’daki bir yazm a. 17. Yüzyılın
ilk yarısından kalma.
— Krakau’da Jagellon Kütüphânesi’ndeki yazma. 17. Yüzyıl.
— Krakau şehir arşivindeki yazma.
17. Yüzyılın ilk yarısından kalma.
2 H.J. Kissling, Türkenfrucht und
Türkenhoffnung im 15. und 16. Jahrhun­
dert. In Südostforschungen, 23 (1964)
s. 1-18. Prof. K issling bu makalesinde
15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da Türklerden duyulan korkuyu ve Türklere
beslenen ümidleri dile getirm iş bulun­
maktadır.
432
K E M A L B E Y D İL L Î
Avrupa’yı saran korku, merak, helecan
ve «ümid»2; haçlı ruhunun tekrar diril­
mesine m atûf propagandalar, uzun Türk
savaşları, Türkler ile ilgili baskılara
(Turcica) karşı büyük ve sıcak bir üginin doğmasına ve yaşam asm a, bu tip
yayınların «hafiye romanları» gibi okun­
m asına yolaçmış, geniş ve m eraklı bir
okuyucu kitlesi tarafından helecanla takib edilmesine sebeb olmuş bulunmak­
taydı. Bütün bu yayınlar XVI. ve XVII.
yüzyıllarda Türk gelişm e (Expantion)
politikası üe ilgili çok zengin eserlerin
m eydana gelm esine vesile olmuştur3.
Eserin kahramanı olan Ostravica’lı*
Konstantin Mihaü Konstantinovic, ese­
rin bir Polonya m anastır kütübhânesinde bulunduğu XXX. yüzyıla kadar esefin
tek yazarı olarak kabul edilmektedir.
T ext içindeki bazı kısımlardan Konstantin’in bir Sırp şehri olan Novo Brdo’nun
Türkler eline geçişinden sonra Anado­
lu’ya getirilerek Yeniçeri yapüm ış oldu­
ğu anlaşılmaktadır. Kendisi 1463 de Bos­
na’da Zveçajs kalesinde Dizdar olarak
vazifeli iken Macarlarm eline esir düş­
m üş ve hatıra m ahiyetindeki notları o
tarihe kadar getirilm iştir. Son zaman­
larda yapılan incelemeler Sırplı Kostantin’in bu eserin tek yazarı olam ıyacağı
hakkında bir zannın doğmasına ve bu­
nun ilim adamları arasında, özellikle fi­
lologlar arasmda, hararetli bir müna­
kaşa konusu haline gelm esine yol açmış
bulunmaktadır. Zira eserin heterojen ka­
rakteri yalnız yazarm m tayinini değil,
aynı zamanda eserin m eydana getiriliş
sebeblerini de bir problem haline sok­
maktadır. E ser uzun zamanlar etkenli­
ğini m uhafaza etm iştir. Bunun en bü­
yük sebeblerinden biri hiç şüphesiz o za­
manlar bütün Avrupa’y ı sarm ış bulunan
Türk tehlikesinin varlığındadır. Bu yüz­
den eser XVI. ve XVTL yüzyıllarda bir­
çok defalar basılm ış ve yazm alar halin­
de çoğaltılmıştır. Eserin orijinal nüsha­
sı kayıptır. Bu sebebten eserin hangi dil
ile yazılm ış olduğu meçhul kalmıştır.
Eserin XVI. yüzyü Çek ve Polonya yaz­
malarında iki ayrı «Redaktion» izine raslanmış bulunması ise bu konuya bir
açıklık getirilm esini oldukça zorlaştır­
maktadır. Eserin orijinal dilinin Sırp­
ça, Polonyaca ve Çekçe olduğunu savu­
nan üç ayrı görüş vardır». Bununla be­
raber eserin orijinalinin' çekçe olduğuna
dâir üeri sürülmüş bulunan iddialar bu­
gün tevsik edilmiş sayılm akta ve her­
kesçe kabul görm üş bulunmaktadır?. A l­
manca tercümeye tem el teşkü eden «po-
3 Bu konu için Türklerle ilgili bü­
tün yayınları toplam ak gibi dev bir işin
üstesinden gelen Cari Göllner’in eseri­
ne bakınız. Cari Göllner, Turcica. D ie
europäischen Türkendrucke des XV.
Jahrhunderts. I. Band. 1501-1550, Bucu­
reşti, Editura Akademiei. 1961.
4 Balkanlar’da Ostravica adını ta ­
şıyan çeşitli yerler vardır. Bu konuda
ileride bilgi verilm iş bulunmaktadır.
5 Bosna’da Vrbas suyu kenarında
küçük bir kale.
6 Bu konu için kaynaklar :
— J. Los, P am ietn iki Janczara
(Kronika turecka K ontantego z Ostro-
w ic y ), Rozprawy W ydzialu Filologieznego PAU, n , Krakau 1913, s. 1-72
— A. Brückner, Vrem ennik serbskoturecki, Slavia, H, 1923-24, s. 310-326
— D. Zivanovic, N a kom je jeziku
K onstantin iz O strovice pisao svu ju hroniku, Prilozi za knjizevnost, jezik, istoriju i folklor, XTV, 1943, s. 174-180.
7 Bunun için, A. Danti, Od K roniki
Turecke k P am ietn ikom Janczara, Sla­
via, 38, 1969, s. 351-372; yine Danti,
Oontributi all’edizione critica dei P am i­
etn ik i Janczara, Ricerche Slavistiche,
XVI, 1968-1969, s. 126-162.
■Ji.
İ
K İT A B ÎY A T
433
lonyaca» nüshası da bu «çekçe» orijina­
linin bir tercüm esi olarak kabul edümektedir. Eser, 1565 ve 1581 de A.
Aujezdecky tarafından Leitom ysl’da iki
def’a K ronîka tu recka (Türk Kroniği)
adı üe basılm ış olup, başka tarihlerde
yapılm ış herhangi bir neşri büinmemektedir. Eserin S. Otwinowski tarafından
x v n . yüzyılda yapılan genişletüm iş bas­
kısı Polonya’da büyük bir ilgi görm üş­
tür. P am ietn iki Janczara (Bir Yeniçeri­
nin hatıraları) adı üe bu eser, hem polonya ehlinin o devir abidelerinden biri
hem de Polonya literatürü içinde ük
Türk aleyhtarı neşriyat olma v asfım kazanmıştırs. Eserin 1828 de yapüan Uk
Polonya baskısını hazırlayan Galezowski, bu eserin müellifinin polonyalı oldu­
ğunu ve eserin düinin polonyaca olm ası
gerektiğini üeri sürmüş ve yazüış tari­
hi olarak XV. yüzyılı gösterm iştir0. Bu­
na karşüık Pürst J.K. Zaluski aym ese­
rin 1857 ve 1868 yıllarında Sanok’ta ya­
pılan yeni neşirlerinde, eserin 1565 (dolayısıyle 1581) çek baskılarmdan yapüm ış bir tercüme olduğunu üeri sürerek,
yazüış tarihini XVI. yüzyü olarak tesbit
etm iştir10. Böylece eser hakkında tarih-
çüer ve füologlar arasmda bir münaka­
şa başlamış ve ayrüıklar derinleşmiş
oluyordu. Bütün bu karışıklıkları çöz­
m ek am acı üe İlmî m etotlarla eser üze­
rinde çalışan ve bunu 1912 de neşreden
J. Los, bu yayını üe tarihçüer v e slavistler arasmda geniş bir üginin doğmasına
yol açm ışsa da, yapm ış olduğu text kri­
tiği A. Brückner tarafından sert bir şeküde tenkid edilmiş ve geçerlüiğini kay­
betm iştir11. A ynı mealde yapüan tenkidlere yakın zamanlarda eser üzerinde ça­
lışm ış bulunan A. Danti de katilm işiz ve
eserin yeniden bir münakaşa konusu ha­
line gelm esine sebeb olmuştur. Bütün:
bunlardan anlaşüacağı üzere, eser hak­
kında son söz henüz söylenm iş değüdir.'
Eserin çeşitli diüere tercüme edilmesi ise
devam etmektedir. Elimizdeki almanca
tercümesinden başka eser, 1966 da L o s .
Edition’unu esas alan polonist D. Zivanovic tarafından sırpcaya tercüme edümiş ve basüm ıştır10. Türk Kroniğinin
kaynak olarak önemine ük işaret eden­
lerden biri olarak Franz Babinger’i gör­
m ekteyiz. Kendisi «.Cenevizli Iacopo de
Prom ontorio de Cam pis’in -lJflS terdeki
osmanlı D evleti h akkm daki yazıları
8 Memoiren eines Janitscharen
oder türkische Cronik. Einleitung, s. 22
9 Eserin 1828 Polonya baskısında
kuUanüan ve 1823 de Berdiczow manastırmda bulunmuş olan yazmanın (bu­
gün Czartoryski Kütüphânesi’nde) 1490
veya 1500 de telif edilmiş olduğu yazm a­
nın sonundaki nottan anlaşılmaktadır.
Bu elimizdeki almanca tercüme için de
böyledir.
10 J.K. Zaluski, eserin 1857 neşri,
önsöz, s. IV.
11 A. Brückner, Vrem ennik serbskotureeki.
12 A. Danti, A n i Janczar, ani auto r K roniki tu reckiej, Pam ietnik Slo-
wianski, 19, 1969, s. 101-113; yine Dan­
ti, K ro n ik y TureckĞ.
13 D. Zivanovic, Konstantin Mihaflovic iz O strovice, Janicarove Uspomene ili Turska Hronika. Belgrad 1959
Çekceden yapılm ı şdiğer bir tercü­
m e de J. Safarik tarafından olup yine
Belgrad’ta 1865 de basılmıştır.
14 F. Babinger, Die Aufzeichnung­
en des Genuesen lacapo de P rom on-:
torio de Campis über den O sm anenstaat
um 1475. In : Sitzungsberichte der B a­
yerischen Akademie der W issenschaft­
en. Phü.-Hist. Kl., Jg. 1956, H eft 8,
München 1957
Tarih Enstitüsü Dergisi: F.
-
28
434
K EM AL, B E Y D ÎL L Î
adlı makalesinde bu eseri şöyle tarif et­
mektedir. «Bütün bu çeşitli ve dikkate
değer şeyler, hiç bir yerde tevsik edüem iyen teferruatlar, zengin notlar araş­
tırıcılar tarafından henüz semereli ola­
cak bir şeküde kullanümamışlardır. Bu­
nun sebebi herhalde bütün bunların polonyaca olarak telif edilmiş bulunmasındandır. Eser, Türk savaşçılarının hayat­
larını ve yaptıklarını, bunların Fâtih
devrinde ordugâhtaki hayatlarım fev­
kalâde canlı, renkli ve açık olarak ser­
gilemektedir. Bütün bunlar kısa zaman­
da daha geniş bir istifade edenler züm­
resine girm eğe hak kazanm ıştır .»ıs.
Eser kaynak olarak yine Babinger tara­
fından çeşitli yerlerde kullanılmış bu­
lunmaktadır. Özellikle kendisi, Fâtih
hakkında telif ettiği eserde« ve n . Mehmed’in Belgrad m uhasarası esnasında
ordugâhtaki durumu inceleyen, muka­
yeseli kaynak tenkidini havi m akalesin­
de^ bu Türk Kroniğinden uzun uzadıya
istifade etm iştir. Eserin osmanlı tarihi
için önemli bir kaynak olduğu yargısı­
na varanlardan biri de polonyalı osman ist B. Baranowski’dir. Baranowskl bu
eseri XV. yüzyıl Türk harb tekniğini ay-
dinlatmada m ünakaşa kabul etm eyecek
değerde bir eser olarak tanım lam akta ve
slav lisanlarına vukûfsuzluktan ötürü
batı Avrupa tarihçileri tarafından kul­
lanılam amış olduğuna dikkati çekmek­
tedir. Yine bu eserden «Osmanlı D evle­
tinin pek az bilinen eski ordu teşkilâ­
tı hakkında birinci sınıf bir kaynak» ola­
rak söz eden B aranow ski« den sonra,
eserin kaynak olma değerini yücelten
diğer bir osm anist de E. Werner’dir.
Kendisinin <s.Büyuk bir ku vvetin doğuşu-Osmanlılar» adlı eserinde19, kahra­
manımız yeniçerinin notlarından geniş
olarak istifade edilmiş bulunmaktadır.
Werner aynı zamanda Türk Kroniğinin
polonyaca yapılm ış bulunan editionun
da değerlendirmiş bulunmaktadır. D i­
ğer tarihçüer içinde N . Jorga, Osmanlı
Tarihi’nde™ ve K. Jirecek, Sırp Tarihinde21 bu eserden kaynak olarak faidelenmişlerdir. Bütün bunların yanında S.
R n n kîm an jstan bu l F eth i adlı eserinde 22
ve F. Racki, K osova M uharebesi adlı
eserinde 22 kahramanımız yeniçerinin
eserinden parçalar aktarmışlar ve kay­
nak olarak değerlendirmişlerdir. Eser
ayrıca m ukayeseli bazı çalışmaların
15 F. Babinger, Adı geçen m aka­
le, s. 12
16 F . Babinger, M ehmed der E r­
oberer und seine Zeit. W eltenstürm er
einer Zeitenwende. München 1953, 19592,
s. 95 vd., 132, 234 vd.
17 F . Babinger, D er Quellenwert
der Berichte über den E n tsa tz von Bel­
grad am &1./22. Juli U/56. In : A ufsätze
und Abhandlungen zur Geschichte Sü­
dosteuropas und der Levante n , Mün­
chen 1966, s. 263-310
18 B. Baranowski, Znajomosc W schodu w daw nej Polsce do X V III w ieku,
Lodz 1950, s. 23
19 E. Werner, D ie Geburt einer
Grossmacht-Die Osmanen-, Berlin 1966,
s. 268
20 N. Jorga, Geschichte des osmanischen Reiches, 2 Bde. Gotha 1908-1909
21 K. Jirecek, Isto rija Srba, I-II,
Belgrad 19522, s. 378-380 vd.
22 S. Runciman, The Fall of Cons­
tantinople 11/53, Cambridge 1965
23 F . Racki, B oj na K osovu, Rad
J.A. 97, 1889
24 M. Braun, Kosovu. D ie Schlacht
auf A m selfeld in geschichtlicher und
epischer Überlieferung, Slavisch - B al­
tische Quellen und Forschungen, hrsg.
V. R. Trautmann, H eft 8, Leipzig 1937
K tT A B İY A T
435
m eydana gelm esine de vesile olmuştur,
özellikle M. Braun** K osova m uharebe­
si hakkında bilgi veren kaynaklar tasni­
fi, ve I. Dujcev*«in İstanbul'un fethi ile
ilgili m ukayeseli slav kaynakları çalış­
m ası bu nevidendir.
Eser hakkında süre gelen tarihî ve
filolojik münakaşalar, textin meydana
gelişi, ilk yazılm ış olabileceği yer, za­
manı, bitimi, böyle bir eserin yazılm a­
sına kimlerin amil oldukları sorunu ve
bu gibi çeşitli m otifler ik i önemli nokta­
da kristalleşm iş bulunmaktadır : 1 . Ya­
zar, 2. Eserin dili. Eserin eski Polonya
versionlarında m üellif «Ostrovica’lı sırplı Konstantin» olarak gösterilm iş bulun­
maktadır. Ostrovica adını taşıyan pek
çok yerin m evcud bulunuşu, Konstantin’in doğum yerinin tesbitini de zorlaş­
tırmaktadır. E seri sırpcaya çevirip ya­
yınlayan Zivanovic, Nerodimlja ve Şiri­
nle yakınlarındaki Ostrovica’yı ortaya
sürmekte, bununla beraber kesin bir
yargıda bulunmaktan kaçınmaktadır.
Buna karşılık Babinger yukarıda adı
geçen makalesinde m üellifin doğum yeri
olarak Rudnik yakınlarındaki Ostrovica’y ı kabûl etmektedir. Yine Babinger
tarafmdan «Sırplı Devşirme» olarak ta­
nımlanan Konstantin, K. Jirecek’in gö­
rüşü üe «Yunan» asıllıdır*«. Doğum ye­
rinin tam tesbiti hakkında kesin bir ka­
rara varılamayan «Yeniçerimizin» ha­
y a t hikâyesi, eserin bâzı kısımlarından
çıkartılabilinmektedir. Buna göre Kons­
tantin 1435 yılında doğmuştur. Çocuk
yaşlarında Novo Brdo’y a gelm iş v e 1455
de, yani 20 yaşında iken Türklerin eline
düşerek Anadolu’y a getirilm iştir. Novo
Brdo maden işletm ecüiği yüzünden Stefan Lazarevic (1389-1427) ve Durde
Brankovic (1427-1456) zamanında çok
zenginleşm iş ve önem kazanmış, orta
zamanlar Sırbistan’ının ilgi çekici bir
şehri idi. Şehrin nüfusu oldukça yüksek­
ti. A ltın ve gümüş gibi kıym etli maden­
leri ve ticareti üe Balkanlar’da önemli
bir mübadele merkezi haline gelm işti.
Şehir aynı zamanda Sırp despotlarının
m erkezi olma vazifesini de görm ektey­
di. Şehrin bu hali çeşitli m illetlerden bir
çok tacirleri ve madenleri cezbetmekteydi. Cenevizli, Venedikli, Yunan, Macar
tâcirleri yanında özellikle R aguza’lılar
önemli bir yer tutmaktayddar. Bir çok
BizanslI tarihçüer (Dukas, Chalkokondyles, Kritobulos) ve batılı yazarlar
(Bertrandon de la Brocquiâre, Giovanni
di Capestrano) bu şehrin canlılığından
ve zenginliğinden bahsetmişlerdir. Türkler Novo Brdo’ya önce 1441 de sahibolmuşlar, fakat onu 1444 de n . Murad ve
Durde Brankovic arasında yapılan fev ­
kalâde bir anlaşm a üe iâde etmişlerdi.
Ancak bozulan siyasî istikrar şehrin ti­
carî önemine de tesir etm işti. Halkın ve
asülerin bir çoğu şehir içindeki m üs­
tahkem mevkiüere yerleşmişler, nüfusun
bir kısm ı da tacirlerle beraber kaçm ış­
lardı. Konstantin’in âüesi üe işte böyle
bir zamanda Novo Brdo’ya gelm iş oldu­
ğu sanılmaktadır. Eserin «hatıra» adına
en yakışan ve «ben formu» üe anlatılmış
kısımlardan hayatı hakkında bflgüer
edinilmektedir. Bu konu üe ügüi olarak
eserin 26. kısm ında kendisi hakkında ük
bügüere Taşlanmaktadır. Buna göre, H.
Mehmed yapüan anlaşm a uyarınca Sırp
25 I. Dujcev, L a conquête turque
e t la prise de Constantinople dans la lit­
tératu re slave
contem poraine
m,
Byzantinoslavica, 17 (1956), s. 276-340
26 k. Jirecek, S ta a t und Gesell-
schaft im m ittelalterlichen Serbien, TV.
Teü. In : Denkschriften der Akademie
der W issenschaften in W ien, 2. Abhdlg.
Wien 1919, s. 36
436
K E M A L B E Y D ÎL L İ
despotundan sefere iştirak için 1500 sü-,
vari taleb etm iş bulunmaktadır. Bu sü­
variler içinden Novo Brdo’dân gelm iş bir
grup da yer almaktadır. Bu grup, n .
Mehrhed tarafından istihkâm kazım ı
konusundaki bilgileri gözönühe alınarak
İstanbul muhasarasında kullanılmışlar­
dı. İşte bunlar ârâsında Konstantin de
-kendi ifadesine göre- bulunmaktaydı.
Böylece kahramanımız İstanbul’un dü­
şüşünde de bir rol oynamış bulunm ak-'
tadır. Bununla beraber kendisinin bu ko­
nuda vermiş bulunduğu bilgiler, her hal­
de yapüacak m ukayeseli bir çalışm a ile
daha gerçek 'bir değere kavuşmuş ola­
caklardır. 1455 de Novo Brdo artık k at’î
olarak Türklerin eline düşmüş bulun­
maktadır. İstanbul’un fethinden sonra
tekrar bu şehre dönmüş bulunan Könstantin de bu sırada Türkler tarafından
esir edilerek Anadolu’ya gönderilmiştir.
E sefin 27. kısm ında devşirme usûlü hak­
kında da ilgi çekici bilgiler veren;Kons-,
tantin, bir yü sonra n . Mehmed’in hiz­
metinde olarak görülmekle beraber tam
olarak yeniçerililiğe intisâb edip etm e­
diği hususunda kesin bir bügi verm e­
mektedir. Konstantin, muhtemelen 29.
kısım da anlatıldığı gibi devşirmeler için
normal olan yolu takib etm em iş ve Ana­
dolu’da herhangi bir Türk ailesinin ya-;
nına verilmemiştir. A skerî talim Ve ter­
biyeden hemen sonra orduya ütihak et­
m iş olacağı ve kendisinin büinen istih-,
kâm konusundaki teknik bilgisinin böy-'
le bir istisnaî m uameleye cevaz verdiği
düşünülebilinir. Konstantin 1456 Beİgrâd
m uhasarasına iştirak etm iş bulunmak­
tadır. Kendisi Belgrad önünde ordunün
başarısız muhasarasına ve yeniçerilerin
uğram ış bulundukları ağır kayba şahit
olmuştur. Bâzı araştırıcılar. Konstantin’in bu muhasara hakkında bügi verirken
kullandığı «Tam o sırada biz, Yeniçeri­
lerin şehirden oluk oluk nasü kaçtıkları­
nı gördük» ifadesine dayanarak kahra­
manımızın o sıralarda henüz.resm en Ye-'
niçeri sayılam ıyacağını ifade etmekte-,
dirler. Fatih'in Mora seferine de (14581460) iştirak etm iş bulunan Konstantin,
eserin 30. kısm ında bu konuda malûm ât vermiş bulunmaktadır. Eserin 31.
kısm ı teferruâtlı bir anlatışla yine n .
Mehmed’in Trabzon seferine hasredil­
miştir. Bu bölümde kendisinin artık res­
men Yeniçeri olduğunu kanıtlayacak
ifadelere Taşlanmaktadır. 1462 yılında
Eflâk Voyvodası II. Vlad’a karşı yapı­
lan sefere de iştirak etm iş bulunan
Konstantin, bu seferi eserinin 33. bölü­
münde anlatmaktadır. Kendisi için en
başarılı addedflebilecek sefer 1463 de
Bosna Kralı Stefan Tom asevic’e karşı
yapüan Seferdir. Eserin 34. kısmında
kahramanımız bu sefer üe ilgili bazı dip­
lom atik manevralardan da bahsetmekte
ve Bosna Kralının İstanbul’daki elçile-'
rine oynanan oyundan ve vaadedüen
sahte sulhtan bizzat görgü şahidi olarak
söz etmektedir. H atta kendisinin elçile­
re bu konuda yapmış olduğu uyarısı ve
ikâzın neticesiz kalışı da ayni kısımda
okuyucuya sunulmuş bulunmaktadır. II.
Mehmed’in Bosna’da Babovac, Jajce ve
Kljuc adlı kaleleri ele geçirmesinden
sonra Konstantin’i Zvecaj adlı küçük bir
kaiede Dizdar olarak görm ekteyiz. Ken­
disine' 30 Türkten m üteşekkil bir kuv­
vetin destek olarak verilm iş bulunma­
sından başka 50 Yeniçeriden ibaret bir
de m a’iyeti vardır, 6 aylık ulûfeleri de
peşin alm ış bulunmaktadır. Böylece
Konstantin yurdundan sökülüp alındık­
tan sonra m ütevazı bir «kariyer» yap­
m ış ve .OsmanlI idaresindeki Balkanlar­
da sık görülen bir olayın küçük bir ör­
neğini verm iş bulunmaktaydı: Devşirildiği topraklara fatihler safında idareci
olarak tekrar geri dönmek.
.Konstantin bu vazifede 1463 sonba-
K İT A B tY A T
harına kadar. kalm ıştır. M atthias Corvinus’un Bosna'yı geri alm ak am acı ile
hücuma geçm esi ve Jajce’nin.düşüşü üe
Zvecaj’m da düşman eline geçm esi kah­
ramanımızın hayatm m O sm anlı. Devleti
hizmetindeki kısm ını sona erdirmekter
dir. A rtık Konstantin Macarların eline
esir düşmüştür. V eya kendi deyişi üe
«hayırlısı üe esaretten Hristiyanlara ge­
ri» dönmektedir.
...
.
KONULARI VE ÖRNEKLERİ İLE
ESER :
..........................
Eser, küçük bir dua faslı ile başla­
maktadır. (s. 53) Bunu takib eden 1. ve
2. bölümlerde «Muhammedin yardımcı­
sı olarak». Hz. A li ve A li.K u ltu işlen­
m ekte ve Yeniçeriler arasında bu. kül­
tün iyice yerleşmiş olduğunu gösterm ek­
tedir. Hz. Adinin yaptıkları, Zülfikarının
sihirli kuvveti, bu yüzden T ü rk .savaş­
çılarının üzerinde Zülfikar resmedilmiş
«hamâibıleri koltuklarının altında taşı­
dıkları v.s. bu bölümlerin genel karak­
terini teşkil etmektedir, (s. 53-58) 3. Bö­
lümde Camüerden, abdest alma, namaz,
oruç gibi ibadete m ütallik hususlardan
bahsedilmektedir, (s. 58-61). 4. Bölüm­
de im aretler, vaaz ve tefsir hakkında
bilgiler verilmektedir. İmaretlerde her
cuma yapılan tefsirler, din farkı göze­
tilmeden verüen sadakalar, yem ekler an­
latılm akta, özellikle tefsircüerin hristiyanlık, m usevüik ve m üslümanlık hak­
kında söyledikleri üzerinde durulmakta­
dır. (s. 62-64) Yine bunun gibi 5. Bö­
lümde de tekrar Muhammed ve müslümanlık konularmı işleyen bir vaaz (ve­
ya tefsir) konu alınmaktadır, (s. .64-67)
6. Bölümde müderrisler ve dervişler ara­
sında yapüan mübahaselerden bahsedil­
mektedir. Böylece ‘orthodox-İslâm’ ile
‘tolerant-dervişler’ arasındaki fikir ayrı­
lıklarını aksettirdiğinden ilgi çekici bir
437
özellik taşım aktadır.. M ü e llif im iz Kons­
tantin böyle mübaheselerin Sultan’dan
sonra en yüksek m akam sahibi kim se­
nin huzurunda yapüdığına işaret etmek­
te ve Mahmut P aşa’nm huzurunda ya­
pılan b iy le bir ‘bahs’ den sözetmektedir.
Bir ‘salih’. idaresinde başlayan mübahase tekrar Muhammed ve İsa konusunu
ele almakta, ve efdâliyet problemi tartı­
şılmaktadır. Bu mübahesenin sonu hava­
da kitabların uçuştuğu bir kavga üe. so­
na. ermekte ve Mahmut Paşanın araya
girmesi, ile taraflar yatıştırılmaktadır.
,{s. .67-68) 7. Bölümde Melek, P eygam ­
ber, Cennet, Cehennem v.s. kelimeleri­
nin türkçeleri verilmektedir, (s. 69) 8.
Bölümde Türklerin adaleti (sadakatsiz­
likleri ve hüekârlıkları) hakkındaki ka­
yıtlar . yer.. almaktadır. Müellifimiz, bu
konuda m eselâ şunları yazmaktadır.
«Doğrusunu isterseniz kâfirler arasında
büyük bir adalet hüküm sürmektedir.
Onlar birbirlerine ve teb’alarına karşı,
gerek hristiyanlara gerekse yahudüere
ye bütün diğerlerine ..karşı adüdirler. Zi­
ra daha sonra teferruatla anlatüacağı
üzre, Sultanın ğözü bizzat bu konu üze­
rindedir.» MüeUifimiz böyle adü bir ida­
renin varlığına rağmen halka bazen, Sul­
tanın haberi olmadan zarar verildiğin­
den, ancak, yapüan şikâyetler üzerine
suçluların şehirlerin her tarafında aran­
dıklarından, fakat bazen bu aramalar­
dan b ü sonuç çıkmadığından bahset­
mekte, bazen kötülük, için «suçsuzdan
su ç » , çıkarüdığma da işaret etmektedir.
Gelen bütün sefaretlerin hediye getirme
ve Sultana takdim etme zorunluluğunu
ve bunun bir ubûdiyet nişanesi olarak
telâkki edüdiğini kaydeden müeüifimiz,
Türklerin bir taraf üe mütareke yapma­
sının sebebinin ancak başka bir yerde
savaşm ak için olduğunu ve «Türklere
elini yeren kolunu alam az manâsında»,
«Türklerde bir defa bir çorba içen bunu
438
K E M A L B E Y D İL L İ
etle ödemek zorunda kalır» gibi yargı­
larda bulunmaktadır, (s. 69-71). 9. Bö­
lüm üe eser ‘kronik' adına yakışır bir bi­
çimde gelişmektedir. Bu bölümde Osmanoğullarının m enşeî ve ilk OsmanlI
padişahları hakkında bilgi verilm ekte­
dir. Burada çok büyük bazı yanlışlıklar,
isimlerde ve olaylarda karışıklıklar göze
çarpıcı bir m ahiyet almaktadır. Çok k ı­
sa olan bu bölümlerde bazı Önemli nok­
talar da yer alm ış bulunmaktadır: 11.
Bölümde Vezir Alâeddin tarafından ku­
rulan «Yaya» kuvvetinden bahsedilmek­
tedir. Başlarm a beyaz serpuş giyen bu
askerlerden m üellifim iz el’ân 2000 kişi­
nin mevcud olduğunu büdirmekte ve ba­
kımsız, düşkün ve fakir olduklarım, bü­
tün sahiboldukları şeyleri bir eşeğe yük­
leyerek dolaştıklarım bildirmektedir. 12.
Bölümde L Murad tarafından yaya
‘Azap’ askerlerinin kurulmuş olduğunu
belirten müellifimiz, 13. bölümde ise (I.
Murad) tarafından Yeniçeri ocağı’nın
kurulduğundan söz etmektedir, (s. 7175) 14. Bölümde Türklerin Gelibolu’ya
geçişleri ve Bizans ile ilgili bazı ifade­
lere haiz ise de eserin müellifinin gör­
güsüne dayanmayan diğer kısımlarda
olduğu gibi, buralarda da bir çok büyük
yanlışlıklar ve karıştırm alar mevcudtur.
15., 16. ve 17. bölümlerde Sırp tarihin­
den ve krallarından bahsedilmekte,
«Sırpların günahları yüzünden» başları­
na gelenlerden, yani memleketlerinin
Türk istilâsına düçar kalm ış bulundu­
ğundan bahsedilmektedir. I. Kosova ve
I. Murad’m öldürülüşü, Yüdırım’ın tah­
ta geçişi ve Sırbistan siyaseti, Despina,
Timur ve Yüdırım’m in tihan v.s. bu bö­
lümlerde çok kısaca değinilmiş konular
arasındadır.
Eserde H. Murad devri oldukça te­
ferruatlı bir şekilde anlatılmış bulun­
maktadır. 20., 21., 22., 23. ve 24. bölüm­
ler bu devre hasredilmiştir, (s. 89-105)
Burada H . Murad’m savaşları, tahttan
ferâgati, «derviş» olması, Edirne olay­
ları ile tekrar geri dönüşü ve Yeniçeri­
lerin yardım ı üe tahta çıkışı, Varna mu­
harebesi, bu büyük galibiyeti ve ölümü
Ue II. Mehmed’in tekrar padişah oluşu
anlatılmış bulunmaktadır. 26. Bölüm Ue
büyük çoğunluğu üe m üellifimizin ken­
di görgüsüne dayanan notlar basılmış
bulunmaktadır. Bu notlar «hatıra» adı­
na gerçekten lâyık bir karakterde olup,
tarihî kaynak olm ak bakımından da üs­
tün bir öneme haizdir. Bu kısım da en Ug i çekici anlatım müellifim izin de gör­
gü şahidi olarak bulunduğu İstanbul’un
fethi olayıdır. Bu bölümün bir kısmım
burada örnek olarak sunm aktayız. «Sul­
tan Mehmed ordusunu topladı ve sanki
Karaman’a karşı yürüyecekm iş gibi ya­
parak, mimârları, m arangozları, duvar­
cı ustalarını, demircüeri, kireç söndürü­
cülerini v e diğer bir çok zanaatkârları
bütün lâzım olacak âlet ve edevatlarıyla
birlikte yanm a aldı. Boğaza doğru yü­
rümeye başladı. Orada, Konstantinopel
yakınında, bütün ordusu üe beraber de­
nizi geçm ek isterm iş gib i yaparak, B i­
zans îm paratoru’ndan (Boğazın) geçi­
şinde kUUanümak üzere kayıklar hazır­
latm asını taleb etti. Sultan m uvassalatından sonra Konstantinopel’den 5 İtal­
yan m üi uzaklıktaki Boğaz kıyısında or­
dugâh kurdu. Orada bir kale yapmayı
düşündüğünden m imarlarına ölçmelerde
bulunmaları için emir verdi. Bizzat ken­
disi hemen taşlarm tedarikine hazırlan­
dı. Sultanlarının bu gayretini gören di­
ğerleri taş, kereste ve böyle bir inşaat
için ne gerekli ise her şeyi taşım aya ko­
yuldular. Kale tamam lanıncaya kadar
geçen tam iki yü boyunca Sultan yerin­
den kımüdamadı. F akat hiçbir kimse
onun bu kale üe ne amaç güttüğünü
kestiremedi. Bizanslüar onun bu faaliye­
tini gördüklerinde, süâhlanm aya ve ka­
K tT A B İY A T
lenin inşaasına m ani olmaya bağladılar.
Bunu duyan Sultan, onların hükümda­
rına bir haberci yollayarak, bu kalenin
onlara karşı hazırlanmadığını bahane
etti. «Ben bu kaleyi hem sizin hem de
bizim faydam ız işin yapmaktayım. Zira
Karadeniz ve Akdeniz yolu ile Katalonyalılarm korkunç haksızlıklarına marûz
kalan tüccarlarm şikâyetleri çok büyük­
tür. Ben, tüccarlarm rahatsız edilmeden
mesleklerini icra etm eleri için, buna m a­
n i olmak istem ekteyim .» Bizans İmpa­
ratoru ve Rumlar bu haberi aldıktan
sonra ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Onların düşünceleri aradaki barışı mu­
hafaza etm ek merkezindeydi. Bu yüz­
den Sultanı kale tamam en bitene kadar
rahat bıraktılar. Bununla beraber de­
vam lı olarak kaleyi, Sultanın çekilişin­
den hemen sonra muhasara ve zabtetm eği kurmaktaydılar. Onlar kendi ara­
larında böyle düşünürlerken, Türk Sul­
tam da başka şeküde (plânlar) kurmak­
taydı.
Sözün kısası Rumlar gâvurlarm mü­
tareke anlaşm asına güvenmişler ve hiç­
bir şeküde bir hazırlığa g i r i ş m e m i ş l e r ­
di. Kendüerinin kaygusuzluğu o kadar
büyüktü ki, Türklerin kendi şehirlerine
girip çıkmalarına müsaade ettikleri g i­
bi, kendüeri de Türklerin ordugâhına hiç
bir m üşküâta uğramandan girebiliyor­
lar, şarap içiyor, yiyorlar, keyiflerine
bakıyorlardı. Bu vaziyet kalenin Sultan
tarafından tamamlanmasına kadar böylece devam etti. Bu kale bugün hâlâ Yenisar adını taşımaktadır. Çok sağlam ve
muhkem bir kale olup, içinde Türk Sul­
tanının hâzinesi m uhafaza edilmektedir.
Bu ana kadar Türk Sultanının henüz
denizde gem üeri olmadığından, sahüden
4 İtalyan m üi uzaklıkta bir ormanda 30
beylik gem i inşaası için emir verdi. Bu­
nu duyan bazı kimseler, Sultanm bir ap­
tallık yaptığını ifâde etm ekte ve şimdi­
439
ye kadar gem üeri hasara uğratmadan
kuru arazi üzerinden denize nakletm e­
nin em sali olmadığım söylemekteydüer.
Ü stelik arazi orada dağlık bir yapıya
sahibti. Sultan (Sırp) Despotuna haber
yoüayarak, yapüan anlaşm a mucebince
1500 a t(lı) yoüam asını istedi ve kale­
nin bitimini müteakib Karaman’a sefer
etm eği tasarladığım tasrihen ifade etti.
Despot, Sultanın esas fikrinden bihaber,
kendisine Jaksa Brezicic adlı bir voyvo­
da kumandasında -bu voyvoda baba ta ­
rafından Macaristandaki Jaksici’lerden
gelmektedir- 1500 a t(lı) yoüadı. Sultan
kalenin inşaasını itmam ettikte, fikrini
ne kendi adamlarına, ne de herhangi bir
yabancıya sezdirmeden v e aradaki m ü­
tarekeyi de bozduğunu ihbar etmeden,
m uvasala hendeklerine kadar ele geçeçek herkesin öldürülmeleri için Konstantinopel’e süvarüer yoüadı. Bunun akabinden Sultan bütün ordusu üe üerliyerek Konstantinopel’i m ahasara etti. O
sıralarda şehrin içinde hiç bir şeyden
haberi olmayan bir çok Türk bulunmak­
taydı. Bunlar şehir sakinleri tarafından
öldürüldüler. Sultanm bütün ordusu üe
yaklaşm asından sonra, Türklerin «im ­
paratorun yeri» anlamında «İstanbul»
dedikleri Konstantinopel’in muhasarası­
na başlandı. Despot tarafından gönderi­
lenler ise -ki, bunlar arasmda bende
vardım- Sultanm Konstantinopel’i mu­
hasarasını işittiklerinde geri dönmek istedüerse de; kendüerine, eğer geri dö­
nerlerse hemen öldürülecekleri hakkında
bir uyarıda bulunulduğundan, mecburen
Konstantinopel’e geldüer ve Türklere fe ­
tih esnasında yardım ettüer. Bununla
beraber iş yalnız bizim
yardımımıza
kalm ış olsaydı, şehir k at’iyen fethedüelere çok az bir faide sağlam ıştır.
Biz Konstantinopel önlerine geldi­
ğimizde, Edirne Kapısı önünde konaklatüdık ve orada yerlerimizi aldığımız
440
K E M A L . B E Y D İL L İ
esnada Sultan, gem ileri çok ilgi çekici
bir tarzda ve çok büyük masraflarla
sevketm ekteydi ki, bu hadise bütün şe­
hirde ve orduda bir şaşkınlığın doğması­
na yol açmıştı...» Müellifimiz gemüerin
Haliçe indiril işi, şehrin muhasarasından
bazı safhaları ve fethedüişini bu üslub
üzre anlatm aya devam etmektedir, (s.
111) 27. Böİümde F atih ’in Sirbistah
üzerine yürüyüşü hikâye edilmektedir.
Novo Brdo, yani m üellifimizin doğduğu
şehrin zabtı ve m üellifim iz Konstantinin
diğer iki küçük kardeşi ile devşirilmesi
ve Anadoluya şevkinden bu bölümde
bahsedüenler arasmdadır. Bu belki k i­
tabın en ilgi çeken kısımlarından birini
teşkü etmektedir.» ...Sultan erkeklerin
ileri gelenlerinin idamını emretti. Geri
kalan diğerlerinin ise şehîre geri dönme­
lerine izin verdi ve hiçkim seye m alı m ül­
kü elinden alınm ası için bir zorlamada
bulunulmadı. Sultan 320 çocuk ve 704
kadını ayırmıştı. Kadınları kâfirler ara­
sında dağıttı. Çocukları ise Yeniçeri
yapmak için alıkoyarak, denizin öte ta ­
rafında, terbiye görecekleri' Anadolu’ya
sevkettirdi. Bütün bunları yazan ben da­
hi o zaman bu şehirde (Novo Brdo) iki
kardeşimle beraber esarete sürüklenmiş­
tim. Bize nezâret etm ek ile vazifeli
Türkler, bizi önlerine katmışlardı. Yol
esnasmda ne zaman karşımıza bir or­
man çıksa veya dağlık bir yere gelsek,
daima zihnimizde olanın gerçekleşm esi
için dikkat k esü ird ik : Hep birlikte
Türkleri öldürüp, kaçmak. F akat pek
genç olduğumuzdan böyle bir şey yapabüecek cesareti kendimizde bulamıyor­
duk. Bununla beraber bir defasmda di­
ğer 19 çocukla birlikte geceleyin Samo-
kovo adlı bir köyden kaçm aya m uvaffak
oldum. F akat bizi bütün m ıntıkayı tara­
yarak takib ettüer ve bizleri tekrar ya­
kaladıklarında pek fazla eziyet etmeye
başladılar ve atların arkasından sürükledüer; öyle ki, hayatta kalmam ış bir
mucize olmuştur. D iğer çocuklar, ki
bunların arasında benim ik i kardeşim de
bulunuyordu, bizim bir daha böyle bir
şey yapm ayacağım ıza kefü oldular. Son­
ra bizi tekrar denizin öte tarafına sevk
edümeye götürdüler...» (s. 113)
29. Bölümde F âtih’in Belgrad mu­
hasarasına geniş yer verilm iş bulun­
maktadır. Konstantin yine bu sefere iş­
tirak etm ekte ve yine görgü şahidi ola­
rak olayları bize nakletm ektedir (s. 118120) A ncak olaylarm ceryan ediş sıra­
larında bazı karışıklıklar vardır. Bu bö­
lümde m üellifim iz aynen şunları yazm ış
bulunmaktadır. «Sultan Mehmed, Macar
kral nâibi Janko (Johannes H unyadi)’nun (Sırp) despotuna yaptıkları baklan­
daki kötü haberi aldığında (Bu konu
eserin 28. Bölümünde işlenmiştir, s. 115118) hristiyanlar arasında büyük bir
geçim sizliğin hüküm sürdüğüne kanaat
getirm işti. Sultan ordusunu toplayarak
Belgrad üzerine yürümeye başladı. Ken­
disi Macarlarm kaleye (Belgrad) girme­
lerini önlemek için yaya askerlerin Sava
(nehrinin) öte yakasına geçirilmesi,
Tuna kıyısında bir ordugâh kurulması
ve bunun etrafının hendeklerle çevrilip,
toplar yerleştirilerek tahkim i fikrindey­
di. F akat bazı kimseler Sultanı bu fik­
rinden şu sözlerle vazgeçirdiler : Saa­
detti Hükümdarım, bunu yapmayınız,
zira böyle bir şeye gerek yoktur” . Bun­
dan az bir zaman sonra Macarlar üerle-
27 Burada Aşıkpaşa-zâde’nin aşa­
ğıdaki kayıtlarını hatırlam amak elde
değüdir. D ayı Karaca, Rumeli Beylerbeyisiydi. Hükümdâra ider, . «Devletlü
Sultanım, ben kuluna destur ver Tuna
suyun öte geçeyin, hisarın karşısında
oturayın» der. Rum Beyleri râzı olma­
dılar. Anınçünküm ‘Belgrad feth olun-
K tT A B İY A T
441
yerek Tunada ordugâh kurdular: ve ge­
rekli miktarda askeri de kaleye soktu­
lar. Sultan düşünmüş olduğu tedbirden
vazgeçirilmiş olduğuna, çok üzgündü.
D iğer bir büyük üzüntüsü de kendisi­
nin en yüksek rütbeli askeri olan (Ru­
meli Beylerbeyi) Karaca P aşa’nm öl­
dürülmüş bulunması idi. Bu hadise ise
şöyle ceryan etm işti : Karaca Paşa bü­
yük toplarm bulunduğu bir mahalde
durmakta ve . atışları izlemekteydi. O
sırada büyük toptan çıkan bir gülle sur­
lara isabet itmiş ve buradan bir parça
taş koparmıştı. Bu taş geriye sıçrayarak
Sultanın en yüksek rütbeli beyi olan
Karaca P aşa’nm k af asm a çarpmıştı.
Kendisi birkaç gün sonra öldü. Sulta­
nın üçüncü üzüntüsü surların iki hafta
daha döğülmesine dair plânından (Yeni­
çeri A ğası) îsm aü A ğa tarafından en
büyük âmirleri Sultam bizzat kendisi
olan Yeniçerilere olan fazla güveni yü ­
zünden, lüzumu yoktur gerekçesi üe
caydırılmış olmasıdır. Sultan, kendisi­
nin fikir ve tavsiylerini dinledikten son­
ra hüçüm için emir verdi. Böylece Yeni­
çeriler hücüma kalktılar ve k ısa bir za­
man. içinde kendilerini şehrin içinde bul­
dular. Burada 400’ü aşkın yaralı Yeni­
çeri saym ak mümkündü ve bunların ya­
nında ölüler de vardı. Bunun üzerine biz
Yeniçerilerin şehri nasü kaçarak terkettiklerini ve Macarlarm bunları nasü
vurarak, öldürerek ve katlederek kova­
ladıklarını gördük. Daha sonra surlar
eskisinden çok daha iyi bir şeküde as­
kerlerle tâhkim edildiler. Sultanın dör­
düncü üzüntüsünü toplar yüzünden duy­
du. Şöyleki, top ile ilgili ne varsa, araba,
halat ve sandıklar, hepsi bir araya yığüm ış ve üzerlerine sazdan yapılm ış bir
dam örtülmüştü. İşte bütün bunlar bir
geçe ateş alm ış ve geriye yalnız çıp­
lak toplar kalırcasm a kül olmuşlardı.
(Bunun üzerine) Sultan bazı çadırların
geriye bırakılmasını emretti. Bizzat
kendisi sanki kaçm ak istiyormuş gibi
harakete geçti. Bunu yapmasından m ak­
sadı şehirdekilerin her zaman olageldiği
gibi (bıraküan) çadırlara tama etm e­
lerini sağlam aktı. (Gerçekten) bunlar
şehirden çıkarak çadırları yağm a etm e­
ğe başladüar. Türkler çadırları alm ak
için şehirden iyice uzaklaşm ış olan yaya
askerleri görünce, süvarileri (bu) hile
ile saldırtıp, bunları öldürdüler ve mu­
vasala hendeklerine kadar kovaladılar.
Sultana verdiği isabetsiz tavsiyeden do­
layı affedilem iyeceğinden korkan îsm aü
A ğa ise, Sultanın dışarı çıkan bu yaya
askerlere karşı kazandan zaferden he­
men sonra oradan uzaklaşm ış bulunma­
sına rağmen, ihtirasla bir kahramanlık
örneği verm ek ve böylece Sultanın lûtfuna tekrar kavuşm ak için geriye dön­
müştü. Kendisi hendeklerdeki yaya a s­
kerlere saldırmış ve orada öldürülmüş­
tü. Tanrının kafirlere Belgrad’ın fethini
nasib etm em iş olması, onların en büyük
üzüntüsü olmuştur.» (s. 120)
30 Bölümde n . Mehmed’in Mora
seferini anlatan Konstantin (s. 120-124)
yine görgüsüne dayanan bügüer ver­
m ekte ve 31. bölümde de aynı karakter­
de, Ugi çekici, orijinal ve kaynak değer­
de ifadeleri üe Trabzon fethinden bah­
setmektedir. Ordunun zigana geçitlerin­
de yapm ış olduğu m eşakkatli yürüyüşü
canlı olarak tasvir eden m üellifimiz bu
konuda da şunları yazm ış bulunmakta­
dır. «...Y alnız ordu değü Sultanın bizzat
kendisi dahi bizim gibi büyük zorluklar-
cak bize çift sürm ek düşer’ didiler. ‘Zi­
ra gayrı yerde düşman kalm az’ decüler.
Alm am ağa hüeler ittüer, Beylerin him-
m eti olmadı.» Aşıkpaşa-zâde, Tevârih l-i ‘Osman, İstanbul 1332, s. 147
442
K E M A L B E Y D tL L İ
la yol almaktaydı. Bu (aşağıdaki) şu
sebeblerden ötürü bu kadar güçleşm iş
bulunm aktaydı: Birincisi (katedüecek)
m esafenin çok büyük oluşu, İkincisi yer­
li halkın saldırıları, üçüncüsü açlık, dör­
düncüsü ise yüksek, sarp ve geçitverm ez dağlarm (bulunuşu). Ü stelik bu
dağlar her gün yağm ur yağdığından ıs­
lak ve kaygandılar. Yol hayvanlar ta­
rafından çiğnenmekten çok bozulmuştu.
Çamur ise atların karınlarına kadar çık­
maktaydı. N ihayet bu tip büyük zorluk­
larla Trabzon topraklarına çok yakın
bir dağa eriştik. Dağdan aşağı inmeğe
başladığımızda yolun tahrib edilmiş ol­
duğunu ve yıkılan ağaçlarla kapatılm ış
bulunduğunu gördük. (Oysa) yalnız Sul­
tanın 100 arabası mevcuttu. Bu araba­
ların hepsinin çamura saplanm ış bulun­
m ası yüzünden ordunun hiç bir istika­
m ete hareket edem iyeceğini anlayan
Sultan, arabaların parçalanmalarım ve
yakılm alarım emretti. A tları ise isteyen­
lere istedikleri kadar almaları için ver­
di. Arabadaki eşyalar ve hazine devele­
re yüklenildi. Sultan kendisine yolun çok
kötü olabüeceği hakkında anlatüanlara
uyarak,, beraberinde 800 deve getirm iş
bulunuyordu. Ve böylece dağlarda bir
aşağı bir yukarı üerlem eye devam ettik.
F akat bir yerde şöyle bir şey cereyan
etti : Hâzinenin bir kısm ını taşım akta
olan develerden biri yoldan çıkm ış ve
dağın bir tarafına, aşağı düşerek taşı­
dığı kasalar param parça olmuş ve iç­
lerinde 60000 «Gulden» (altın) bulunan
keseler her tarafa dağılmışlardı. Tesa­
düfen orada bulunan Yeniçeriler, yalın
kılıç olarak, hâzineyi m uhafaza üe gö­
revli olanın oraya gelişine kadar hiç
kimsenin bu paralara el sürmesine mü­
saade etmediler. B aşka bir yolun bulun­
m am ası nedeniyle bütün ordu bir deve
yüzünden durmak zorunda kalmıştı. Bu
esnada şiddetli bir yağm ur boşanmak­
taydı. Sultan olay yerine geldiğinde bu
durumun sebebini sordu. Kendisine vu­
kuu bulan hadise açıklandığında, iste­
yenin istediği kadar bu altınları toplayabüeceğine dair emir verdi. Kendisi bu
emri ordunun durup kalm asını önlemek
için vermekteydi. Paraların yakınların­
da olanların şansları vardı. Zira bazıla­
rı bunlardan oldukça çok ele geçirm iş­
lerdi. Ben de tesadüfen oraya gelm iş bu­
lunuyordum. F akat m aalesef biraz iş iş­
ten geçm işti. Bütün altınlar yerlerini
bulmuşlardı ve yalnız çıplak toprak g e­
ride kalm ıştı. B azd an altınları yerdeki
çimen ve çamurlarla beraber kapışırlar­
ken bir yandan da birbirlerinin ganim et­
lerini kapm aya çalışıyorlardı. Toprak bir
hamur kadar yum uşak olduğu için bu­
radan aşağı inene kadar devamlı olarak
birçok zorluklarla mücadele etm ek mec­
buriyetinde kaldık. Toprak sön derece
kaygan olduğundan Yeniçerüer Sultanı
ta aşağıdaki düzlüğe kadar kollarında
taşıdüar 28. H âzineyi taşıyan develer ise
yukarıda dağda kalm ış olduğundan, Sul­
tan Yeniçerüere develeri dağdan aşağı
indirmeleri için gayret göstermelerini ri­
ca etti. Böylece biz tekrar büyük eziyet­
lerle dağa tırm anm ak mecburiyetinde
kaldık. Bütün bir gece, nihayet develeri
vadiye indirinceye kadar canımız çıktı.
28 Bu konuda Ahmed Bahaüddin
Efendi’nin yazdıkları m üellifim iz Yeni­
çerinin anlattıklarını teyid etmektedir.
« ... (padişah) bir mertebe zahm et çek­
tiler ki, çehrelerinde hasü olan ter katreleri mübarek burunları ucundan ve
lihye-i saadetlerinden nisan yağmuru g i­
bi zemine dökülür idi...». Cizyedâr-zâde
Ahm et Bahaüddin Efendi, Cizyedâr-zâde
Tarihi, Es'ad Efendi (Süleym aniye Ktb.)
No : 2403, Yine Aşıkpaşa-zâde, A yn ı
eser, s. 160
K tT A B İY A T
Burada Sultan dinlenmek için bir gün
kaldı, ve Yeniçerilere 50000 altın verdi.
Onlar da bunları kendi aralarında pay­
laştılar. Sultan Yeniçeri yüzbaşılarının
lilûfelerine zâm yaparak, şim diye kadar
her dört gün için bir altın verilirken,
bundan sonra her iki gün için bir altın
alm aya başladılar. Bu, bugünkü günde
de böyledir. Zirâ Sultanın saraymda ka­
rar altına aldığı bir şey, değiştirilmeden
bütün günler için geçerli kalır. Sultan
bulunduğumuz bu yerden Trapzon’a kar­
şı 2000 süvari yolladı. Bunlar orada pe­
rişan olup, son ferdine kadar öyle bir
yenildiler ki, Sultan bizzat bütün ordusu
üe o tarafa gitm esine ve öldürülenlerin
orada duran cesetlerinin bulunuşuna ka­
dar, kendüerinden herhangi bir haber
alamamıştık. Sultan büyük toplarm Ka­
radeniz üzerinden irili ufaklı 150 gem i
üe takviye olarak gelm esi üzerine Trapzon’u m uhasaraya başladı. Trapzon için,
ta fethe kadar, altı hafta boyunac çok
büyük m asraflara katlanarak mücadele
etti. Trapzon İmparatoru, Sultanın lûtf
ve merhametine sığınarak teslim olmak
zorunda kaldı. Sultan kendisini de Edir­
ne’ye yolladı ve bütün Trabzon toprak­
larına el koydu. Sultan, yanında deniz­
de bu kadar gem isi, karada bu kadar
büyük bir ordusu bulunduğundan, yuka­
rıda kendisinden bahsedilmiş bulunan
Gürcistan Kralı üzerine yürüm eği arzu
etmekteydi. F akat orada büyük bir bir­
liğin hüküm sürdüğünü işitince, onları
kendi hallerinde bıraktı ve kendisi için
kız ve erkek çocuklarını ayırdıktan son­
ra Edirne’ye geri döndü. Trapzon im ­
paratorunun başm a daha neler geldiğini
ileride anlatacağız, (bk. 37. Bölüm ) D ö­
nüş yolu esnasmda N iksar şehrine var­
dığımızda Semendre Sancak B eyi A li
B ey’den, Allahın inayeti üe gavûrları
mağlub ettiklerini ve Michael Szüagyi 30
nin esir aldığını büdiren bir haber ulaş­
443
tı. Sultan hemen Michael Szüagyi’nin
kendisinin Konstantinopel’e m uvasalatı­
na kadar nezaret altında tutulmasını
em retti. Kendisi vasü olduğunda ise ka­
fasını kestirtti. H angi sebebten ötürü
olduğunu bilmiyorum ama, Sultan A li
B ey’e kafasını kestirecek kadar çok kız­
gın imiş. F akat kendisi böylece hristiyanları yenm iş olduğundan, tekrar eski­
den olduğu gibi lû tfa nâü oldu.» (s. 127)
Eserin 32. Bölümünde Uzun H asan’la yapılan mücadeleden parçalar akset­
tiren müellifimiz, bu seferde de hazır
bulunduğunu belirtmektedir, (s. 128-131)
33. Bölümde E flâk Voyvodası H. Vlad
(Drakula) nın Osmanlı D evletini uğraş­
tırm ası ve E flak ’a yapüan seferler an­
latılm akta. Bu kısım da da m üellif ha­
diseleri yine görgü şahidi olarak hikâye
etmektedir, (s. 131-136). 34. ve 35. Bö­
lümlerde Bosna hâdiselerinden, Bosna
Kralı Stapan Tom asevic’in mütareke
yapm ak için İstanbul’u gönderilen elçi­
lerine sahte mütareke vaadi ile oynanan
oyundan, Bosna'nın ele geçirüişinden,
Kralın idamından, kendisinin Zveçaj ka­
lesine Dizdar olarak tayin edilmesinden
sözedilmektedir. (s. 137-142) 36. Bölüm­
de Türklerin maddî kudretlerinin geniş­
liğinden bahsedilmekte (s. 142-144), 37.
bölümde F âtih’in oğulları arasındaki
k avgaya çok kısaca değinilmektedir. 38.
Bölümden 49. son bölüme kadar devle­
tin teşküâtı üe ilgüi, o zamanlar Avru­
pa’da geniş ilgi bulan konular işlenmiş
bulunmaktadır, (s. 146-175). Bu sahifelerde Türkiye’deki intizâmdan, saray­
daki durumdan ve teşküâtmdan, özel­
likle Türkler’in harb tekniğinden, hü­
cum taktiklerinden, ordugâh durumla­
rından, asker sayısı v e ulûfelerinden,
akıncılardan Uâh... bahsedilmekte ve
eserin bu kısımlarda esas gaye olan bir
konuya aydınlık getirilm ek istenm ekte­
dir: Hristiyanlar, Türklere karşı en ba­
444
M Ü C T E B A . İL G Ü R E L
şarılı bir şekilde nasıl hazırlanmış olmaiıdîr? Türkler en iy i şekilde nasıl
mağlub edilebilihirler ? Eğer Türklerin
taktiklerini, disiplinlerini, Türklere üs­
tünlük sağlayan ve bu konuda açıkla­
nan her şeyi hristiyanlar da sağlayıp,
yaparlar ise, onların da m uzaffer ölmamaları için hiçbir sebeb yoktur. Macar
ve Polonya Kralları bu noktaları göz
önüne alm alı ve Türklere karşi birleşerek mücadele etmelidirler! E sefin bu sahifelerinde ‘Anti-Türk’ ve ‘Pro-Christ’
bir redaktörün iş başında olduğunu ve
XVI. yüzyıl için çok relevant olan böyle
bir gayenin hedef alındığını söyleyebili­
riz. Macaristan ve Polonya’nm, Türkler
E flâk’ta Küi ve Akkirm an’ı, Sırbistan’da
Belgrad’ı ellerine geçirmedikleri müd­
detçe, Türk hücumlarını önleyebilecek­
lerini, Tuna üe Theiss ve Sava ile Drau
nehirlerinin Türk hücumlarının duracağı
tabiî bir sed olduğunu ve Belgrad’ın Ma­
caristan'ın anahtarı sayılm ası gerekti­
ğini ve ancak bu kal’a ve sedlerin dü­
şüşü iie hem M acaristan v e hem de P o­
lonya ile büyük bir tehlikenin doğaca­
ğını ifâde eden m üelifimiz, daha eserin
yazılm a tarihi olarak verdiği 1490 (ve­
ya 1500) yılında bU gerçeği büyük bir
isabetle sezm iş ve ileride olacakları ta­
mamen tesbit ederek, tarihin gelişm e is­
tikam etini jeopolitiğin tabiî kanununda
okumuş bulunmaktadır.
Kemal Beydili
§ em ’dânî-zâde Fındıklılı Süleym an
Efendi Târihi Mür’i’t-tevârih I. (Yayın­
layan, Prof. Dr. M. Münir A ktepe), İs­
tanbul Ü niversitesi Edebiyat Fakültesi
yayınları No : 2088, İstanbul 1976,
X X X V + 258+V n (fotokopi).
sebebiyle dikkati çekmekte, idi. Prof.
Aktepe, m ezkûr devreyi üç kitap halinde
düşünerek, şimdilik eserin I. Mahmud
devrine âit (1143-1168) olan kısmını
neşretm iş ve buna I. kısım demiştir.
Eser, önsöz ve ayrı bir bölüm içinde mü­
verrihin hayatı, M ür’i’t-tevârih ’m m a­
hiyeti ve yazm a nüshalar hakkında ve­
rilen bilgiler ve diğer bir bölüm içinde
metni ihtiva etmektedir. Ayrıca, nüsha
farklarını belirten notlar v e tahlilî in­
deks sona konmuştur.; B aş tarafta bulu­
nan içindeküer kısmında, m etne âit baş­
lıkların ifadeleri bazen sadeleştirilmek
ve bazen de kısaltılm ak sûretiyle esere
bir yenilik ve açıklık kazadırılmıştır.
Şem’dânî-zâde Süleyman Efendi, il­
m iye mensubu olup Ismaü, Beypazarı,
Pravişte ve Ankara kadılıklarında bu­
lunmuş, 1190 (1776) yüında m ûsüe de­
recesiyle Fayyum kadısı olarak Mısır’da
vazife görmüştür. Eserini 1191 (1777)
Osmanlı D evleti tarihine âit olup,
yazm a halinde kütüphanelerimizde bu­
lunan tarihlerin peyderpey tenkidli ne­
şirlerinin yapılarak Uim âlemine sunul­
m ası memnunluk vericidir. Nitekim,
Mür’i’t-tevârih ’ia. neşri bu hizm eti yeri­
ne getiren bir çalışm a olmuştur. BUindiğ i gibi bu eserin Âdemden Kanûnî dev­
rine kadar olan kısm ı basılmış olup (İs­
tanbul 1338), Süleyman Efendi’nin ba­
basının ve kendisinin müşahedelerini ih­
tiva eden 1730-1777 yılları arasındaki
vakaların bulunduğu kısım, vakanüvis
tarihlerinden ayrı bir özellik taşım ası
K tT A B İY A T
445
yılı sonlarında tamam layıp I. Abdülhamid’e takdim eden Şem ’dânî-zâde’nin
1193 de vefat ettiğini öğreniyoruz.
Şem’dânî-zâde, Kâtib Çelebi’nin T akvîm ü’t-tevârih adlı kronolojik eserini ve
daha sonra bu esere yapılm ış zeylleri ele
alarak şerhler ve ilâveler yapm ıştır (s.
XXI, 33). Böylece, 400 eserin tetkiki ile
geçen on üç yıllık emek sonunda bahis
konusu eser m eydana gelm iştir. .11431168 (1730-1755) yılları arası olaylarını
ihtiva eden elimizdeki eser, devrin vakanüvis tarihlerinden ayrıldığı, bizzat
naşir tarafından tesbit edilmiştir. A yrı­
ca, devletin resmî m emurları olan vakanüvislerin kaydedemedikleri hususlar ye
devrin vüzerasmdan dinlenenler, M ür’i’ttevârih’e ayrı bir önem kazandırmakta­
dır.
Mür’i’t-tevârih , Osmanlı D evleti ta ­
rihinin en önemli olaylarından biri olan
1730 isyanına sebep olan amilleri ve
olayları incelem esiyle de
dikkatimizi,
çekmektedir. Sadrıazam İbrahim Paşa
devrinde israf ve sefahatin düe getiril­
mesi, isyanın safhaları, İstanbul halkın­
da devlet adamlarına karşı beliren nef­
ret, olayların gelişm esi ve zorbaların
akıbetleri sosyal tarihimize ışık tutacak
mahiyettedir (s, 3-21). N itekim Prof.
Aktepe, P atrona İsyan ı (1180) adlı ese-,
rinde Mür’i’t-tevârih ’den istifade ederek
olaylarm tahlü ve tenkidini dahi yap­
mıştır. Padişah ve sadrıazam m ünase­
betleri üzerinde de duran Şem’dânî-zâ­
de, sadrıazamların ifrat ve tefritten sa ­
kınmaları gerektiğini belirtmesi (s. 2829); İstanbul’a su getirilm esi için gös­
terilen gayretler hakkında bilgi verm e­
s i (s. 30-31); Humbaracı Ocağı için a lı- .
nan tedbirler (s. 36) eserde ayrıca dik­
kati çeken yerlerdir. 1736 yılında neti­
celenen Osmanlı-İran savaşlarının sa f­
haları, ve Şem’dânî-zâde’nin yapüan sulh
hakkindaki fikirleri; Yeğen Mehmed Paşa ’nm faaliyetleri, ulema için, çıkardan
ferman gibi önemli konulara tem as ed il­
diği görülmektedir. Ayrıca, Osmanlı
D evleti’nin batı ve d oğu -d e siyasî te­
maslarının bu devirde artm asiyle İstan­
bul’a gelen ve yabancı ülke m erkezleri­
ne gönderden Türk elçderi hakkindaki
bdgüer de bu meyanda saydabilir. Bun­
dan başka, m üedif’in İstanbul’daki in-,
şaat faaliyetine de yer verm esi sebebiy­
le, sanat tarihi üzerinde çalışanlar için
dahi ü k m üracaat yerlerinden biri ol­
malıdır,
. . Şem ’dânî-zâde’nin dilinde, X V ili.
yüzyüın m uğlak ifadesinden çok bir. ber­
raklık ve anlama kolaylığının hâkim bu­
lunduğu, fikirlerin kısa cümlelerle ifade
olunduğu görülmektedir. .
Takriben 26 ydlık .tarihimizi aydın­
latan bu eser X V m . yüzyü tarihi üe uğ­
raşanlar için önemli bir. boşluğu doldur*
m akta ve. ülkemizin sosyal m eseleleriyle
m eşgul bulunanlar için de ayrıca büyükbir değer taşımaktadır.
Mücteba İlgürel
Ord. P rof. İsm ail H akkı Uzunçarşılı’y a Arm ağan, Türk Tarih Kurumu ya-,
yınları, V H , dizi-Sa. 70, Ankara 1976,
XLJV+494+6T sayfa resim ve şekdler,
günümüz Türk tarihçüeri arasında, -ge­
rek yurt içinde ve gerekse, yurt dışın­
da haklı bir’itibara sahiptir.- M eslek ha­
yatının tamam ını Türk tarih v e kültürü
üzerindeki çalışm alara hasretm iş ve-bu­
nun neticesi olarak her biri büyük cütler
Ord. Prof. îsm aü H akkı Uzunçarşüı
446
H A K K I D . Y IL D IZ
halinde 26 kitap ve yüzlerce makale
m eydana getirmiştir. H âlâ da çalışm a­
larına devam etmektedir. Onun ism i yal­
nız tarihçiler arasında değil, uzaktan
yalandan tarihe ilg i duyan herkes tara­
fından büinmekte ve saygıyla anılmak­
tadır.
İsm ail H akkı U zunçarşılı 23 A ğus­
tos 1888 tarihinde İstanbul’da dünyaya
gelmiştir. İlk ve orta tahsilini tam am ­
ladıktan sonra İstanbul Dârulfünûnu’nun Edebiyat şubesine girmiş, 1912 yı­
lında burasını bitirerek m eslek hayatı­
na atılm ıştır. Onun tarih öğretm eni ola­
rak tayin edildiği ilk yer Kütahya olup
burada sekiz yü çalışm ıştır. 30 Temmuz
1921 tarihinde Kütahya'nın Yunanlılar
tarafından işgali üzerine oradan ayrıl­
mış, Kastam onu ve Balıkesir liselerin­
de öğretmenlik ve idarecüik yapmıştır.
Bunu müteâkip Millî Eğitim Baaknlığı’nın merkez teşkilâtında m üfettişlik ve
umum müdürlük görevlerinde bulunmuş­
tur. 1927 yılında Balıkesir m illetvekili
olarak Türkiye Büyük M illet Meclisi’ne
girmiş, 1950 yılm a kadar m illetvekilliği
devam etm iştir. Bu arada 1933 yılında­
k i Üniversite Reformu’nu müteakip Î.Ü.
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde
öğretim üyesi olarak vazife almıştır.
Edebiyat Fakiiltesi’ndeki öğretim faali­
y eti Haşan A li Yücel’in Millî Eğitim B a­
kanı olmasına kadar devam etm iştir.
Daha sonra 1950-1962 y ılla n arasmda
yine aynı fakültenin Ortaçağ Tarihi
Kürsüsü’nde konferans şeklinde dersler
vermiştir. Bunların yanında Başbakan­
lık .Arşivi ile Topkapı Sarayı A rşivi’nin
tasnifinde çalışm ış ve bilhassa Topkapı
Sarayı A rşivi tasnifinin bitirilmesinde
büyük em eği geçm iştir.
Ord. Prof. îsm aü H akkı Uzunçarşılı,
tarih sahasındaki ilk çalışmalarına Kü­
tahya’daki öğretm enliği sırasında baş­
lam ıştır. Bu şehirdeki sekiz yıllık öğret­
m enliği sırasında bir taraftan mahallî
gazetelerde bölgenin tarihi ile Ugüi ma­
kaleler yazarken diğer taraftan da da­
ha sonra yayınlanacak olan K ü tah ya
Şehri (İstanbul 1932) adlı kitabının mal­
zem esini toplam ıştır. Şehir tarihleriyle
ilgili çalışmalarını Kastamonu ve Balı­
kesir’de de devam ettirm iştir. Kastam o­
nu’ya daha gider gitm ez burada yayın­
lanm akta olan A ç ık Süs gazetesinde ve
D oğu dergisinde K astam onu Meşâhiri
adiyle bir seri m akale yazm ış, bir ara
Doğu dergisinin m es’ul müdürlüğünü
yapmıştır. Balıkesir’de ise şehrin tarih­
çesini ve bu şeh.irde yetişen meşhurlarm
hayatlarm ı konu alan kitaplar kaleme
almıştır. Kısa süren Millî E ğitim Bakan­
lığ ı m üfettişliği sırasında gezdiği şehir
ve kasabalardaki Türk tarihi ile ügüi
kitabeleri toplam ış ve K itâbeler adiyle
büinen iki cütlik kitabını m eydana g e­
tirmiştir. Yine bu devredeki çalışm ala­
rının mahsulü olarak S ivas Şehri (İs­
tanbul 1928) kitabını görm ekteyiz.
Ord. Prof. îsm aü H akkı Uzunçarşılı’nm en verim li çalışm a devresi 1927
yılında Balıkesir m illetveküi olarak Bü­
yük Millet M eclisi’ne girm esiyle başlar.
Uzunçarşılı’nm çalışm a azm ini farkeden
Atatürk, ondan İlmî çalışm alarına de­
vam etm esini istem iştir. Yirmi üç yıl sü­
ren m illetvekilliği sırasında pek az Meclis’e uğrayan v e o günden zamanımıza
kadar devam eden yarım yüzyıl boyunca
arşivlerin, kütüphanelerin tozlu, yıpra­
tıcı vesika yığınları arasmda bıkmadan,
usanmadan araştırm alarına devam eden
Uzunçarşılı, OsmanlI tarihi hakkında
yazdığı cütlerce kitap ve yüzlerce m a­
kale ile çalışm a azm ini ortaya koymuş­
tur.
Ord. Prof. îsm aü H akkı Uzunçarşılı, araştırmalarında kasmak malzemesi
olarak kitapların yanında çok miktarda
arşiv vesikalarını kullanmıştır. Başba-
K İT A B lY A T
hanlık A rşivi ile Topkapı Sarayı Arşiv i’ndeki yıllarca süren çalışm aları ona
bu im kânı vermiştir. En güvenilir kay­
nak m alzem esi olarak kabul edilen ar­
şiv vesikalarından bu derece fazla isti­
fade etm esi onun eserlerinin değerini
artırmaktadır.
Muhterem Hocamız, bir ilim ada­
mında bulunması gereken bütün husu­
siyetleri şahsında toplam ıştır. İlm î şah­
siyetini aslâ politikaya âlet etm em iş ve
doğru bildiği yoldan ayrılm amıştır. Ord.
Prof. Y usuf H ikm et Bayur onun bu hu­
susiyetini şöyle belirtmektedir: «Ord.
Prof. İsm ail H akkı Uzunçarşılı arkada­
şım, A tatürk tarafından beğenilm iş, de­
ğer verilm iş ve sevilm iş bir büim adamı­
dır. Onun sofrasm da veya başkanlık et­
tiği toplantüarda inancını gizlem eyen
ve değiştirmiyen bir arkadaştı. Görüşü,
A tatürk’ün eğilim ine uym asa da diren­
m esini bilirdi. Onun bu içtenliğini değer­
lendiren Atatürk, onu ayrıca bu yüzden
de beğenirdi».
Türk tarih ve kültürünün araştırümasma yıllarını hasretm iş bu büyük in­
sana, eski öğrencilerinden Prof. Dr. Ok­
ta y Aslanapa, Prof. Dr. Münir Aktepe,
Prof. Dr. Şahabeddin Tekindağ, Prof.
Dr. Sem avi Eyice ve rahm etli Prof. Dr.
Cengiz Orhonlu’dan m eydana gelen bir
heyetin teşebbüsü ve kurucu üyesi bu­
lunduğu Türk Tarih Kurumu’nun deste­
ğ i ile bir armağan kitabı çıkarılmıştır.
Hiç şüphesiz bu armağan kitabı aziz ho­
camıza en büyük manevî hediye olmuş­
tur. Ord. Prof. İsm ail H akkı Uzunçarşılı’ya Arm ağan adını taşıyan ve oldukça
hacim li olan bu eserde şu yazılar yer al­
maktadır :
U luğ iğdem ir, Sunuş; Prof. Dr. Ok­
tay Aslanapa, Önsöz; Prof. Dr. Oktay
Aslanapa, Ord. Prof. İsm ail H akkı
Hzunçarşüı’nm K ısa H altercüm esi; Ad­
nan Sadık Erzi, Ord. Prof. İsm ail H ak­
447
k ı Uzunçarşilı’nm Y ayınları; Hikmet
Bayur, Ordinaryüs P rofesör İsm ail H ak­
kı Uzunçarşılı; H ikm et Bayur, İk i A n ı;
Prof. Dr. A. Afetinan, T ürk Tarih Kurumu’nun Kurucu Ü yesi Prof. İsm ail
H akkı U zunçarşılı; H akkı Dursun Yıl­
dız, Mu’tasım ’ın H alife Olmasında Türkler’in Rolü; Bertold Spuler, L’Iran e t
Vlslam ; Ercümend Kuran, Osmanlı D ev­
letinin Londra M aslahatgüzarı M ehmed
Sıdkı Efendi, 1803-1811; H rand D. Andreasyan, Celâlilerden Kaçan Anadolu
H alkının Geri Gönderilmesi; Barbara
Flemming, D ie Vorwahhalbitische F itna
Im Osmanischen Kairo 1711; H âm it Hacıbegiç, K aradağ Sahilinde G ribaly N a ­
hiyesi H akkında R esm î T ürk Vesikaları;
Prof. Tayyib Gökbügin, Kanuni Sultan
Süleym an D evri M üesseseler ve T eşkilâ­
tına Işık Tutan Bursa Şer’iye Sicillerin­
den Ö rnekler; Orhan Şaik Gökyay, R isale-i M im ariyye-M im ar M ehm et A ğaE serleri; Hanna Sohrweide, F ikrî Und
Abdullah Çelebi, Zwei Vollender von Sâlih Çelebis Ü bersetzungen; Cengiz Orhonlu, D erviş Abdullah’ın D arüssaade
A ğ a la n H akkında bir E seri; Risale-i
Teberdariye F i A h vâl-ı D ârus’s-aâde; M.
Kemal özergin, Rum eli K adılıkların­
da 1078 D üzenlem esi; V X . Ménage,
Edirneli Rûhi’ye A tfedilen Osmanlı Ta­
rihinden İk i Parça; Prof. Dr. Münir A k­
tepe, Kâğıthâne’y e D air B âzı Bilgiler;
Fujio Mitsuhashi, A S tu d y of the «Çin
Deniz» in the «K itab-ı B ahriye» Compiled b y P iri R eis; Selçuk Batur, Ü skü­
dar’da Selim iye Cam isi; Zeynep Nayır,
İstanbul H aseki’de B ayram P aşa Külliyesi; Ühami Bilgin, Merzifon’da Bulu­
nan B ir Ç ift A hşap K apı Kanadı; İbra­
him Artuk, Y a vu z Sultan Selim’in Harpu t ve H ısnkeyfâ’nın İlhakı ile İlgili İki
S ikkesi; Doç. Dr. Metin Sözen, E lazığ’ın
M ollakendi Bucağı’nda Şeyh A h m et
P eyk erî K ülliyesi; A yla Ödekan, B ir
H A K K I D . Y IL D IZ
448
M u kam aslı P ortal T arım K ubbesi Geo­
m e trik Semadan Üçüncü B oyuta Geçiş
Örneği; Prof. Dr. Doğan Kuban, E dir­
ne’de B azı İkinci M urat Çağı H am am ­
ları M ukam as B ezem eleri Üzerine N ot­
lar; N ejat Göyünç, XV III. Y üzyılda
Türk İdaresinde Nauplia (Anadolu) ve
Y apılan ; Orhan F. Köprülü, K an diye’de
Köprülülere A it Kitabeler,; Resimler ve
Şekiller (61 sayfa).
. Arm ağan’da, büyük bir emek m ah­
sulü olarak hazırlanmış olan Ord. Prof.
İsm ail H akkı Uzunçarşüı’nın yaym ları
arasında,
İslâm
Ansiklopedisi’ndeki
maddeleri bulunmamaktadır. Armağan
kitabındaki yayın listesini tamamlamak
m aksadiyle bunları burada verm eği uy­
gun buluyoruz :
1941
A cem i Oğlan,
A ğa,
A kçe,
A kıncı,
Alâeddin Paşa,
A lay,
A li Paşa, Çandarlı-zâde,
1942
¿ y â n (Osmanlı kısm ı),
A zdb,
1943
Baltacı,
Başı-bozuk,
B ayezid II,
Berat,
1944
Bostancı,
Bostancı-başı,
Bölük,
..
Bölük-başı,
Cebeci,
I,
I,
I,
I,
I,
I,
I,
117-118
146-147
232-233
239-240
282-285
293-294
325-326
H,
H,
41- 42
81- 83
H,
H,
H,
H,
286-287
328
392-398
523-524
H,
H,
H,
H,
IH,
736-738
738-739
739
739
35- 36
.
1945
IH,
Çandarlı,
IH,
Çorbacı,
D avud P aşa, D erviş ve ya
m,
K oca D avud P aşa,
D efterdâr,
IH,
m,
Deli,
D evşirm e,
m,
1946
Eretna, A lâ al-Dîn
Eretna,
IV,
1947
IV,
Evrenos,
IV,
Fermân,
1948
Germiyân-Oğulları,
IV,
1949
V /l,
Hamîd-Oğulları,
H am za, Silâlıdar H am za
V /l,
M âhir Paşa,
V /l,
H am za H am îd P aşa,
Haşan P aşa, C ezayirli
V /l,
Gâzi,
V /l,
H aseki,
V /l,
H a tt-ı Hümâyûn,
1952
.V I,
Kapıcı,
1953
Karasi-OğuUarı,
VI,
1955
VI,
Köse M ih a l,.
VI,
Kul-oğlu,
VH,
Levend, .
VH,
L ivâ,
VH,
Mangır,
M ecidiye,
VH,
M ehmed I., Çelebi Sultan
Mehmed,
VH,
1957
M enteşe-O ğullan,
1958
Mirâhûr,
1959
M urad I.,
Murad V.,
351-357
440-441
496-498
506-508
516-517
563-565
309-310
414-418
571-572
767-770
189-192
204-205
205-206
319-323
337-339
373-375
201-202
331-335
914-915
978-979
46- 48
63
282-283
439
496-506
VH, 724-731
V m , 347-350
V H , 587-598
VH!, 647-651
K İT A B İY A T
M ustafa P aşa, B ayraktar
(A lem dar),
VHI, 720-727
Encyclopédie de l’Islam ’ın 2. tabın­
daki maddeler :
1960
B ostandji,
I, 1316-1318
Bostandji-bashi,
I, 1318
Bölük,
I, 1294
Bölük-bashi,
I, 1294
Oorbadji,
H,
62- 63
1961
Deli,
H, 207- 208
Arm ağan’da bulunmayan diğer ya­
yınları :
1969
Anadolu B eylikleri ve A kkoyunlu,
K arakoyunlu D evletleri, 2. baskı, A nka­
449
ra 1969, X ü + 2 9 7 + 5 9 resim, Türk Ta­
rih Kurumu yayınlarından v m . seri
Sa. 2a
M ekke-i M ükerrem e Em irleri, A n­
kara 1972, 177 (Metin dışında bir soy
kütüğü vardır), Türk Tarih Kurumu
Yayınlarından VH. seri-Sa. 59.
1976
N ahil ve N akil A layları, Belleten
XLı/157 (Ocak 1976), s. 55-69, (dokuz
resim vardır).
T avu s Sultan Selim’in k ızı Hanım
Sultan ve torunu K ara Osman Şah B ey
vakfiyeleri, Belleten, XL/159, (Temmuz
1976), s. 467-478 (40 sayfa vakfiye fo­
tokopileri vardır).
H akkı D. Yıldız

Benzer belgeler