3) Kapak #6 (Page 1)

Transkript

3) Kapak #6 (Page 1)
P
STÊRKA CIWAN
K o v a r a
C i w a n a n
a
Tîrmeh 2010
Hejmar: 87
M e h a n e
Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü
Sağlamanın Teminatı
14 Temmuz Direniş Ruhudur
Katılmak istediğiniz
spor dalıını
işaretleyip kendinizle
festival alanına getiriniz.
Tüm kaılımcılar spor
kıyafetlerini kendileri ile
getirmelidirler.
İçindekiler
Editörden
Süreci doğru anlamak ve ona karşı doğru politika
geliştirmek ...................................................................................................................................................... 2
Cîwan AZAD
14 Temmuz direnişi PKK’nin en büyük gerçeğidir ............... 7
Abdullah ÖCALAN
Tükettikçe Tükenen Gençlik ...................................................................................... 10
Sercan AYDIN
Her doğuşun Kendi şarkısı vardır
14
Ekin ÖZGÜR
.................................................................
Özgür ve eşit bir yaşam yolunda demokratik gençlik
akademileri ................................................................................................................................................ 19
Özgür ÇALAK
Manipulatif medyaya karşı özgürlükçü medya ..................... 22
Kasım ENGİN
Yüreğin varsa insansın, yoksa değilsin
Kapitalist modernitede iktidar
30
Dilzar DÎLOK
..................................................
32
Abdullah ÖCALAN
............................................................................
Sabun Köpüğü ..................................................................................................................................... 40
Gerillanın Kaleminden
Ji bo bîranîna ferîşteheke ku bi me re zindî jiyankiribû
(Ji bo bîranîna rêheval nûda - Nazan Bayram) ....................... 44
Nalîn DİLPAK
Aus dem tagebuch eines guerillakämpfers ................................................ 50
Aus der feder von Guerilla
L’Union des étudiants du Kurdistan (YXK : Yekîtiya Xwendekarên Kurdistan) ............................................................................................................................................. 53
Ali HAYIRLI
Bilim & Teknik
.................................................................................................................................
56
Cizîra Binxetê ..........................................................................................................................................60
Merhaba gençler ve genç kalanlar!
Yeni bir Temmuz sayısı ile birlikteyiz.
Başta 14 Temmuz ölüm orucu direniş şehitleri Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif
Yılmaz ve Ali Çiçek’i saygıyla anıyoruz.
KCK, Önder Apo’nun yeni süreçle
birlikte geliştirdiği dördüncü dönemi başlatmış bulunuyor. Önderlik 1 Haziran’a
kadar beklerim o zamana kadar görüşmeler olmazsa geri çekilirim, demişti.
Faşist TC bunu görmezden gelmiş baskı
politikası ve operasyonlarını yükselterek
Kürt halkının özgürlük istemlerini bastırma politikalarına devam etmiştir.
KCK, Nisan 2009’da demokratik çözümün gelişmesi amacıyla çatışmasızlık
süreci başlatmış, Ekim ayında da tıkanan
sürecin önünü açmak için Kandil ve Maxmur’dan birer barış grubu göndermişti.
Fakat savaştan yana olan AKP hükümeti
o günden bu güne hiç bir adım atmamış
son olarak da bu barış elçilerini tutuklayarak
barışa kelepçe vurmuş, barışa gölge düşürmüştür. Böylece AKP’nin ikiyüzlü politikaları gün yüzüne çıkmıştır. 1 Haziran’da
ateşkes sürecini bitiren KCK Demokratik
Özerklik şiarıyla direnişe devam etme
kararı almıştır. TSK, operasyonları durdurmayarak, aksine operasyonları büyüterek
daha da savaşı tırmandırmış, PKK de buna
karşı meşru savunma savaşını yükseltmiştir.
Kürt halkı da Kürdistan’da ve Türkiye
metropollerinde serhıldanları arttırarak
büyük bir direniş sergilemektedir. Kürt
gençliği de 14 Temmuz ruhuyla Kemallerin,
Hayrilerin, Alilerin, Akiflerin ve tüm direniş
şehitlerimizin bizlere bıraktığı büyük direniş
geleneğini yeni süreçte serhıldanları yükselterek sahiplenecek ve devam ettirecektir.
Amed’de buluşmak dileğiyle...
Genç kalın...
Mail adresi; [email protected]
STÊRKA CİWAN
P
O
L
İ
T
İ
K
A
Süreci Doğru Anlamak
ve Ona Karşı Doğru Politika Geliştirmek
Cîwan AZAD
“İçerisine girilen
dördüncü stratejik
dönemle birlikte yeni bir
hamle yapılacaktır. Bu
hamle bir yandan ABD ve
AKP’nin geliştirmeye
çalıştığı oyunları bozacak,
onların projelerini boşa
çıkartacak, diğer yandan
da kendi özgücümüzle
Kürt halkının
özgürlüğünü sağlayan bir
mücadeleyi geliştirecektir”
Tîrmeh 2010
Haziran 2004 itibarîyle özgürlük
mücadelemiz yeni bir stratejik döneme
girmiş bulunuyor. Önder APO daha
önceki üç stratejik dönemin özelliklerini ve sonuçlarını birçok kez
tanımladı, analiz etti.
Mücadele tarihimizin geçmiş dönemleri biliniyor. Birinci stratejik mücadele dönemimiz partileşme dönemimiz oluyor. 1973–83 arasındaki on
yıllık mücadele sürecini kapsıyor. Bu
Önderliksel doğuş dönemi olarak da
adlandırılabilir. Dönemin temel özelliği
Önderliksel doğuşun ve partileşmenin
gerçekleştirilmesidir. İkinci stratejik
mücadele dönemi 1984-93 arasındaki
ikinci on yıllık süreç olarak Önder
APO tarafından tanımlandı. Bu sürecin
temel karakterinin de gerillalaşma
olduğunu biliyoruz. Halk Savunma
Kuvvetleri’nin oluşma dönemidir. Her
türlü örgütlülüğü, savunma gücü
dağıtılarak, ezilerek, tasfiye edilerek
soykırım sürecine alınmış olan, inkar
edilip, imha edilmeye çalışılan Kürt
halkının var olma ve özgür yaşama
hakkını savunmak üzere bir direnme
kuvvetinin, sömürgeciliğe karşı koyma
kuvvetinin, savunma kuvvetinin
oluşma dönemi oluyor. Önder APO,
üçüncü stratejik mücadele döneminin
1993 Mart’ından 2003 başına kadar
esas olarak devam ettiğini, fakat
AKP’nin yarattığı beklentiler sonucunda 2010 baharına kadar uzatıldığını
belirtmektedir. Aynı zamanda bu üçüncü stratejik mücadele süreci Kürt sorununa barışçıl siyasi çözüm arama,
2
Kürt sorununu demokratik siyasi mücadele yöntemleriyle çözüme kavuşturma süreci oluyor.
Şimdiye kadar aslında bu süreç
biraz uzadı. Bahar itibariyle Önder
APO bir kez daha şans tanıdı. Öyle ki
yüz binde bir ihtimal var ise onu da
mutlaka değerlendirelim biçiminde
bir tutum gösterdi. Mart’tan itibaren
üç-dört kez süreci uzattı, gereken
uyarıları yaptı, çağrılarda bulundu.
Bütün bunlara karşı AKP’nin verdiği
cevap; oyalama, hile, oyun, demokratik
Kürt siyasetini tutuklayıp tasfiye etme
çabası, İran’la ittifak, Suriye ile ittifak,
Güney Kürdistan yönetimi ile ittifak,
Avrupa Birliği ile ABD ile ittifak yapmak, bir yandan demokratik Kürt siyasetini tasfiye edip, diğer yandan
tüm uluslararası siyaset ile PKK’ye
karşı ittifak yaparak gerillayı dağda
kuşatıp imha etme çabasını, siyasetini
sürdürmek olmuştur.
Şimdi yeni süreç bu temelde gelişiyor. Bu temelde AKP’nin gerçek
yüzünün açığa çıkması sonucunda Önder APO tek yanlı çabadan çekildiğini
söyledi. Artık hareket başka yollarla
mücadele edebiliyorsa, edebilir, etsin
dedi. 18 Mayıs 2007’de Kongra Gel
genel kurulunun aldığı bir karar vardı.
Eğer barışçıl siyasi çözüm çabalarına
gerekli destek verilmez, eğilim gösterilmezse başka yöntemlerle, direniş
yöntemleriyle demokratik konfederalizmin inşasını gerçekleştirme kararıydı
bu. Bu anlamda halk adına Kongra
Gel Genel Kurulu’nun beşinci
STÊRKA CİWAN
toplantısının kararı vardı. Yeni bir
stratejik sürecin başladığını açıkladı.
Yeni bir stratejik sürecin başladığını
ilan etti. Özgürlük Hareketimizin dördüncü stratejik mücadele dönemine
girdiğini duyurdu. Şimdi bu yeni bir
stratejik süreç oluyor. 1 Haziran
Atılımı’ndan da farklıdır. Şimdi biraz
gecikmiş de olsa Hareketimiz böyle
bir sürece girmiş bulunuyor.
Toplum artık bu savaşı daha
fazla kaldıracak durumda değil
Karşı tarafın çok gücü yok, hazırlığı
yok. ABD’nin ne kadar zorlanır bir
durumda olduğu ortada. Öyle bir
proje oluşturabilmiş değil henüz. Türkiye’de AKP biraz güçlendi ama hala
ciddi bir iktidar çelişki ve çatışması
var ve ordu tarihinin en zayıf ve
itibar bakımından en yıpranmış dönemini yaşıyor. Generalleri, yönetimi
ve savaşçısıyla savaştan korkuyor,
kaçmaya ve kurtulmaya çalışıyor. Savaşacak gücü kesinlikle yok. Toplum
savaşı kaldırmıyor. Bir cenaze töreni
Türkiye’de en ciddi siyasi kriz oluyor.
Ne bir general gidebiliyor, ne bir hükümet üyesi. Toplum üzerlerine yürüyor ve feryat ediyor. Bu toplum
artık daha fazla savaşı kaldıracak durumda değil. Buna karşılık bizim de
zorluklarımız var, riskler var. Fakat
önemli bir hazırlık düzeyimiz de var.
AKP, “terör örgütü” diyerek dünyayı
başımıza yıkmaya çalışıyor ve birçok
çevreyi aldatıyor. Fakat bütün bunlara
rağmen önemli bir direnme gücümüz
var. Halk özgürlükten başka bir şey
istemiyor, teslimiyeti kesinlikle reddetmiş durumda. Özgürlük için her
türlü cesaret ve fedakarlığı gösterecek
bir çizgide seyrediyor ve bu halkı
hiç kimse bundan başka bir şeye çekemez. Bu temelde şimdiye kadar
çalışma yürüttük. Bunlar zihniyet
devrimini, değişimini öngören hazırlık
çalışmasıdır. İdeolojik ve askeri olarak
önemli bir gelişme sağlanmıştır. Stratejik değişiklik süreci gündeme gelince
de tüm bu hazırlıklar yeni stratejik
sürece bağlı hale getirilmiştir.
İçerisine girilen dördüncü stratejik
dönemle birlikte yeni bir hamle
yapılacaktır. Bu hamle bir yandan
ABD ve AKP’nin geliştirmeye
çalıştığı oyunları bozacak, onların
projelerini boşa çıkartacak, diğer
yandan da kendi özgücümüzle Kürt
halkının özgürlüğünü sağlayan bir
mücadele geliştirilecektir. Dikkat
edilirse ABD-AKP çizgisi aslında
yeni bir soykırım çizgisi oluyor.
1920-25 arasındaki yapılanmanın bir
benzerini ifade ediyor. Başarırlarsa
tabi imha amaçlı yeni bir saldırı geliştirecekler. Pasifikasyondan öteye,
yeni bir soykırıma dönüştürecekler.
Önderliğimizin yeni stratejik dönemin
önemli bir karakteri olarak tanımladığı
varlığını koruma burada gündeme
geliyor. Daha önceki stratejik dönemlerde de elbette varlığını koruma
gündemdeydi, baştan beri soykırıma
karşı direnen bir hareketiz. Fakat
önemli gelişmeler yaratıldı. Varlığını
korumanın en etkin, en aktif tutumu
şimdi güçlü bir pratik mücadele hamlesi geliştirmektir.
Diğer yandan, özgürlüğünü kazanma da hep geçmişte yürüttüğümüz
çalışmaların temel bir hedefiydi. Hep
mücadelemizin temel amacı Kürt özgürlüğünü sağlamak ve bu özgürlük
ortamında demokratik toplum
yaşamını, örgütlülüğünü geliştirmekti.
Bunu ikinci stratejik mücadele döneminde silahlı direniş ve halk savaşı
stratejisi temelinde mücadele ederek
devlet yıkıp, devlet kurmayla sağlamak istedik. O zamanki paradigmamız
böyleydi, siyasi programımız da buna
dayanıyordu. Üçüncü stratejik mücadele döneminde Kürt özgürlüğünü
sağlamayı demokratik siyasi mücadele
3
yöntemiyle sağlamak istedik, bu temelde de sonunda paradigma değişikliği temelinde oluşturduğumuz yeni
çizgi ve program doğrultusunda devlet
artı demokrasiyi siyasal demokratik
mücadele yöntemleriyle sağlamayı
öngördük, hedefledik. 2005 Newroz’unda Önder APO KCK’yi ilan
etti. Kürt demokratik toplum sistemi
oluyor KCK. Bu temelde demokratik
siyasi yöntemlerle, demokratik halk
direnişiyle KCK’nin başta Kuzey olmak üzere bütün Kürdistan parçalarında örgütlenmesi, inşa olması ve
Kürt sorununun çözüm aracı haline
gelmesi öngörüldü. Fakat gördük ki
buna izin ve fırsat verilmiyor. En
başta Türkiye buna fırsat vermedi.
Tabi İran da buna katılıyor. Suriye’nin
tutumu bu konuda biraz muğlak. O
zaman bizde programımızı yasa dışı
mücadele yöntemlerini devreye koyarak, o temelde mücadele ederek
inşa edeceğiz. Şimdi özgürlüğünü
kazanma ve demokratik konfederalizmi inşa etme bu temelde oluyor.
Yasal mücadele yöntemleriyle buna
izin verilmiyorsa, yasa dışı mücadele
yöntemleriyle bunu yaparız, yapmalıyız, direniş yöntemiyle yapmalıyız.
İşte değişiklik budur. Değişiklik mücadele stratejisindedir.
Bu değişiklik kesinlikle bir paradigma değişikliği değildir. Demokratik Uygarlık Paradigması temelinde Önder APO’nun geliştirdiği demokratik modernite çizgisi; ideolojik,
politik çizgisi temel çizgimiz olarak
devam ediyor. Esas olarak onu şimdi
yeni mücadele yöntemleriyle, öngördüğümüz stratejik mücadele yöntemiyle hayata geçirmek, başarıya
ulaştırmak istiyoruz. Bu noktada
değişiklik yoktur. İkincisi, Demokratik
konfederalizm programımız devam
ediyor. Biz demokratik konfederalizmi
inşa etmek istiyoruz. Devlet artı demokrasi olarak Önder APO’nun
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Pasif savunma stratejik duruşuyla sonuç alamadık
aktif savunma stratejik duruşunu uygulamaya geçiyoruz
tanımladığı sistemi kurmak istiyoruz.
Devlet şimdi her şeye hakim. Onu
biraz daraltarak, demokratik toplum
örgütlülüğünü geliştirerek, demokrasiyi inşa ederek devlet + demokrasinin yaşandığı örgütlü bir sistem
ortaya çıkarmak istiyoruz.
Yine meşru savunma stratejimiz
de değişmiyor. Direniş deyince tekrar
ikinci stratejik mücadele dönemine
döndüğümüz sanılmamalı. Yani halk
savaşı stratejisine dönmüyoruz. Meşru
savunma bir çizgi, bir duruş, bir stratejik bütünlüktür. Bu stratejik çizginin
üç stratejik duruşu var dedi Önder
APO: 1-Pasif savunma duruşu, 2Aktif savunma duruşu, 3-Topyekûn
savunma duruşu. Üçüncü stratejik
dönemde esas olarak pasif savunma
duruşundaydık. Demokratik siyaset
aktifti ama meşru savunma güçleri
pasif savunmadaydı. Şimdi meşru
savunma stratejisinde stratejik duruş
değişiyor. Pasif savunma stratejik duruşuyla sonuç alamadık, aktif savunma
stratejik duruşunu uygulamaya geçiyoruz. Yoğunluklu bir aktif savunma
savaşına giriyoruz. Yani meşru savunma stratejik duruşları içinde
değişiklik yapıyoruz. Değişen mücadele stratejisidir.
Strateji nedir? Bir siyasi hedefi
gerçekleştirmek için izlenen yol ve
yönteme strateji diyoruz. Şimdiye
kadar demokratik konfederalizmi
yasal siyasi mücadele yöntemleriyle
gerçekleştirmek istiyorduk. Şimdi
mücadele yol ve yöntemlerimizde
değişiklik yapıyoruz. Fakat yasal demokratik siyasi mücadele yöntemleri
yerine yasal olmayan direnişçi mücadele yöntemlerini esas alıyoruz.
Temel hedefimizi demokratik konfederalizmi bu mücadele yöntemleriyle inşa etmektir. Bu nasıl sağlanaTîrmeh 2010
cak? Bunun için bir, devletin küçültülmesi, daraltılması lazım. Onun için
devletin toplum üzerindeki örgütlülüğünü zayıflatmamız, sınırlandırmamız, daraltmamız gerekiyor.
Bunu işte orta yoğunluklu aktif savunma savaşı dediğimiz mücadele
ile gerçekleştirmeyi öngörüyoruz. Bu
mücadelenin temel gücü de gerilladır
ve yasa dışı serhıldandır. Birinci güç
gerilladır, gerilla rol oynayacak burada. Ona bağlı ikinci güç de yasa
dışı olan serhıldandır, o da rol oynayacak. İkisi iç içe geçecek, birleşecek
ve toplum üzerindeki devletin egemenliğini zayıflatacak. Dikkat edelim,
devleti yıkacak demiyoruz. Devleti
zayıflatacağız, sınırlandıracağız, darbeleyeceğiz. Bu darbelendirme,
sınırlandırma neye yol açacak? Toplumsal özgürlük alanını genişletecek.
İşte o özgürlük alanını da demokratik
toplum örgütlülüğü ile dolduracağız.
Demek ki stratejimizin ikinci görevi
de demokratik toplum örgütlülüğünü
geliştirmek. Yani demokratik konfederalizmi inşa etmek. Devletin
daraltıldığı, toplumun özgürlük
alanının genişletildiği yerde, bu özgürlük alanını demokratik toplum örgütlülüğünü ekonomik, sosyal, siyasi,
kültürel, ideolojik her alanda sağlayarak doldurmak istiyoruz. Burada
da karşı tarafın demokratik topluma
dönük saldırı var. Dikkat edelim, tutukluyorlar. O zaman demokratik toplumun savunulması gerekiyor. Bu savunmayı da elbette ki halk savunma
kuvvetleri yapacak.
Yasal yolları tümden reddetmiş
değiliz. Önder APO bu konuda önemli
değerlendirmeler yaptı. Herkesin görev
ve sorumluluğunu tanımladı. Bunlar
“birbirlerine karışmamalı, birbirlerini
olumsuz etkilememeli” dedi. BDP’yi
4
Türkiye partisi olarak tanımladı. Önüne
Türkiye demokrasi hareketini örgütleme görevini koydu. Bununla ulus
devletçi ve Ilımlı İslamcı oligarşik
iktidar bloklarına karşı demokratik
iktidar bloğu ortaya çıkarmak istedi.
Bu konuda ilkeler ve örgütsel sistemler
sundu. Önderlik elbette ki barışçıl siyasi çözümde rol oynayabilecek durumda. Yasal, demokratik çerçevede
Türkiye solu, demokratik güçlerini
bilinçlendirmek, bir araya getirmek,
örgütlemek için çaba sürdürüyor. Bunu
başarırsa tabi ki barışçıl siyasi çözümün
önünü açacak. Türkiye yönetimi
açısından da Kürt sorununun siyasi
çözümüne açık bir iktidar ortaya çıkaracak, böylece taraflar siyasi çözüm
isteyecekler ve Önderlik de orada
barışçıl siyasi çözüm çizgisini hayata
geçirecek, bunda rol oynayacak.
Demokratik konfederalizm ve
KCK sistemi direniş yöntemiyle
inşa edilecektir
Yine yasal yollarla demokratik toplum örgütlenmesinden de vazgeçilmiş
değil. Bunun için de Önderlik Demokratik Toplum Kongresini görevlendirdi. Fırsatlar olduğu ölçüde yasal
çalışmalar sürsün dedi. KCK ve Demokratik Toplum Kongresi arasındaki
ayrımı koydu. “Demokratik Toplum
Kongresi Kuzey’de yasal yollarla demokratik toplum örgütünü geliştirsin.
Diğer parçalarda da örgütleme yapsın,
sadece kuzeyle yetinmesin” dedi. Buradan yola çıkarak da “ulusal konferans ya da kongre toplansın, ulusal
birliği sağlamaya çalışsın” dedi.
KCK ve PKK için de tabi yasal
yollar açık olmadığı için, bütün çabalara rağmen yasallaşmalarına izin
verilmediği için yasadışı yollarla
kendi programlarını hayata geçirecekler, direniş mücadelesini PKK,
KCK yürütecek. Demokratik konfe-
STÊRKA CİWAN
Gerilla dağda üslendiği gibi şehirde de ovada da köyde de
her yerde üslenecek her yerde var olacak
deralizmi, KCK sistemini direniş yöntemiyle inşa edecek. Temel stratejik
görev budur. İdeolojik, sosyal, siyasal
çalışmalar daha fazla bu yolla olacak.
Geçmişte serhildan sadece yasal serhildandı. Elbette yasal serhildan şimdi
de olacak, onu yürüten güçler de olacak ama yasadışı serhildan da olacak.
Onun da örgütlü güçleri olacak, özellikle gençlik ve kadın örgütlemesinin
yasadışı serhildanı esas alan bölümleri
olacak. O tür örgütlenmeler geliştirilecek. Siyasi ve sosyal alan buna
açık olacak, izin verecek. Yasal olanlarla yasal olmayanları ayıracak.
Bundan önceki stratejik dönemde
HPG pasif savunma konumundaydı.
Aktif olan demokratik siyasetti. Şimdi
dikkat edilirse demokratik siyaset
hapse kondu. Çok etkili çalışamıyor.
Şimdiye kadar buna öncelik tanındı,
artık stratejik değişimle bu konuda
da bir değişiklik oldu. Dolayısıyla
kendi özgücümüzle, öz savunmamızla
demokratik konfederalizmi, demokratik toplum örgütlülüğünü yaratmak
istiyoruz. Bunun için de elbette ki
öncü güç gerilla olacak. Şimdi stratejik
değişimle gerilla birincil aktif güç
haline geliyor. Pasif savunma konumundan çıkıyor, aktif savunma konumuna geliyor.
1 Haziran 2004 Atılımı da bir aktif
savunmaydı. Fakat çok düşük yoğunlukluydu. Bir stratejik değişikliğe
dayanmıyordu. Pasif savunmanın misillemeye dayalı olarak biraz aktif
uygulanmasıydı. Aslında bir uyarı
durumuydu. Dolayısıyla o aktif savunma ile pasif savunma arasında
bir şeydi. Şimdi daha üst düzey
yoğunluklu, orta yoğunluklu
dediğimiz düzeyde bir aktif savunma
gündeme geliyor. Bunun da temel
gücü tabi ki HPG oluyor. HPG bu
stratejinin birinci derecede aktif gücü
oluyor. Geçen dönem pasif savunma
duruşuydu. HPG devleti sınırlandıracak, devletin toplum üzerindeki egemenliğini kıracak direniş mücadelesinin temel gücüdür, birinci gücüdür.
Herkesten çok HPG bundan sorumludur. Bunu yapacak şekilde aktifleşecek. Diğer yandan demokratik
toplumu koruyacak. Şimdiye kadar
pasif savunma konumundayken az
bir güç buna yetiyordu. şimdi
niceliğin onlarca kat artması gerekiyor. Pasif savunmada ancak daha
çok misilleme yapabildik. Mümkün
olduğu kadar devletten de, toplumdan
da uzak durarak, dağların en üst,
ücra, çatışmaya girmeyecek yerlerinde
üstlenilip, tam bir gizlilik içinde
olundu. Aktifleşildiği zaman misillemeler yapılıyordu. Şimdi onunla
bu dönemin görevlerini yapamayız.
Devleti küçültecek, demokrasiyi savunacak düzeyi yakalayamayız.
Eğer temel görev değişmişse, görevimiz dağda çatışmaya yer vermeyecek şekilde üslenmek, en ücra yerlerde üslenmek olmaktan çıkıp, devletin toplum üzerindeki örgütlü egemenliğini darbeleyip zayıflatmak haline gelmişse, o zaman devlet nerdeyse gerilla orada olacak, toplum
neredeyse gerilla orada olacak. Devlete karşı mücadele edeceğine göre
devletin bütün kurumlarıyla yüz yüze
gelecek. Toplumu savunacağına göre
toplumun olduğu yerde olacak. Dağda
üslendiği gibi şehirde de, ovada da,
köyde de her yerde üslenecek, her
yerde var olacak. Hedefler
bakımından da şimdiye kadar misilleme yapmak gerekince dağdaki güç
karşısına ilk ordu çıktı, orduyla vuruştu. Dağda çünkü ya gerilla var ya
da ordu var, başka da kimse yok.
5
Şimdi ovada, şehirde, her yerde olunacağına göre, bir de temel görev
devletin toplum üzerindeki örgütlü
egemenliğini zayıflatmak olacağına
göre, o zaman bu egemenliği sürdüren
tüm güçler hedef haline gelecektir.
Özel savaş lobisi içinde yer alan ekonomik, siyasi, askeri güçler olacak,
ihbarcı, ajan yapısı hedef olacak.
Aynı şekilde eylem yöntemleri de
genişliyor, çoğalıyor. Bu şu anlama
gelmiyor; her hedefin özelliğine göre
eylem yöntemleri, mücadele yöntemleri geliştirmek gerekecek. Fuhuş geliştiriliyor, uyuşturucuyla gençliği,
toplumu uyuşturmak için her şeyi
yapıyorlar. Bu çok bilinçli, örgütlü
bir özel savaş politikası. Onları boşa
çıkarmamız gerekiyor. Siyasi olarak
her türlü baskı sistemleri var, aldatmalar var. Ekonomik olarak biyoiktidar
uygulanıyor dedi Önderlik. Karın tokluğuna insanlar satın alınıyor. 29 Mart
seçimlerinde oylar bile satın alındı.
Polis, ajan, JİTEM yapısı var ki topluma nefes aldırmıyor. Şimdi bu hedeflerin her birinin uygunluğuna göre
ona uygun eylem yöntemleri, biçimleri
geliştirmek gerekiyor. Öyle düz, tek
yanlı olmaz. Kongra Gel Genel Kurulu
da onu onayladı. Savaşta uyulması
gereken kurallar yönetmenliği, üçüncü
taraf zarar görmeyecek diye taahhüt
etti. Yani biz ve devlet tarafı çatışma
halindeyiz, bunun dışında kalan toplum
bu çatışmadan zarar görmeyecek. Dolayısıyla eylem yöntemlerimizi buna
göre seçeceğiz. Yeni stratejik dönem
görev ve sorumluluklarını da böyle
belirtebiliriz.
Savaş bu dönemde sadece Kuzey’de
olmayacak, biz Kuzey’de devleti
zayıflatmaya çalışıp onu zorlarken, o
da bizi başka yerlerde zorlayacak.
Doğu’da zorlayacak. İran’la birlikte
ittifak yaparak bunu yapmaya çalışıyor.
Güney’de zorlayacak, Medya Savunma Alanlarını zayıflatmak isteyecek.
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Dolayısıyla buralar da aktif savaş
alanları haline gelmiş bulunuyor. Buna
göre, savaşa göre mevzilenecek, bütün
çalışmalar savaşa göre olacak. Yine
her alan kendi içinde yeterli olacak.
Savaşı kendisi yapacak. Şimdiye kadar
hep bir karargah düzeni vardı, bir
merkezden yönlendiriliyordu. Artık
alanlar bu işleri yapacak.
Gafil olmayacağız, tarihi dersleri
doğru çıkaracağız
tarihi hataları düzelteceğiz
Böylece esas olarak Kuzey’de öngörülen bu yeni inkar ve imha sistemini
inşa etme projesini boşa çıkarmak
amacıyla güçlü bir hamle yürütürken,
bütün Medya Savunma Alanlarını
böyle bir mücadelenin gereklerine uygun düzenlenmesini sağlayacağız,
batıda biraz daha çok Önder APO’nun
da ifade ettiği gibi siyasi mücadeleye
dayalı bir mücadele yürüteceğiz. Suriye
yönetimi ile çatışmalı duruma girmek
istemiyoruz. Güney’de Güney Kürdistan yönetiminin bu sürece daha
fazla katılması çalışmaları var. Aslında
pasif olarak içindeler zaten, aktif
olarak içine girmemeleri için çaba
harcayacağız. Bunun içinde Ulusal
Konferans çalışmalarını sürdüreceğiz,
yoğunlaştıracağız. Yine Güney yönetimini ABD ve AKP’nin geliştirmeye
çalıştığı Kürt politikasının tehlikeleri
temelinde bilinçlendirmeye çaba harcayacağız. Çünkü tehlike onlar için
de vardır. PKK tasfiye edilirse Güney
yönetimi de tasfiye edilecektir, buna
kesinlikle izin verilmeyecektir. Ulusal
Konferans siyasetiyle onları en azından
biraz etkilemeye, ulusal duyarlılığı
yaratmaya çalışacağız.
İran’ın durumu tabi biraz daha
farklı. İran, Türkiye ile ilişkilerini geliştirdi. Son görüşmeler bir ittifak
ortaya çıkardı. Dünyada PKK’li idam
etmiş tek devlet İran devleti oluyor.
Tîrmeh 2010
İdamla Doğu Kürdistan halkını ve
gençliğini ürküteceğini, korkutacağını
sanıyor. En azından pasifize edip sindirme çabasını yürütüyor. Bu bir stratejik tutum. Bu idamlar en üstten karar
olmazsa yapılmazdı, dolayısıyla devlet
kararıdır. Bir stratejik tutumdur da.
İran-Türkiye ittifakı iki şeye dayalı
gelişti. Bir, ABD-İran çelişkilerine.
Güya ABD’nin baskılarını azaltmak
için böyle bir ittifakla Türkiye’den
destek almaya çalışıyor. Onun için
uranyum anlaşması imzaladılar. Ama
zordur, ABD Dışişleri Bakanlığı reddetti bu durumu ve Türkiye’yi İran
konusunda uyardı da. Önder APO da
ifade ediyor, bu siyaseti uzun süre
zor yürütebilirler. Hatta ABD’nin
İran’la mücadelesinin keskinleştiği bir
dönem de gelişebilir. Diğer yandan
Kürt sorununu birlikte yönetiyorlar.
Osmanlı-İran imparatorluklarından
beri bu böyle. 16. yüzyıl başından
beri böyle. 19. yüzyılda bir devletin
hakim olamadığı isyanı ikisi birleşerek
ezdi hep. 20. yüzyılda bu bir sistem
haline gelmiştir. Aslında daha önce
Osmanlı ve İran imparatorluklarının
yürüttüğü ortak yönetimi 20. yüzyılda
İngiltere, Kahire Konferansı ile bir
sistem haline getirdi. Ortak yönetim
sistemidir bu. Bu ortak yönetim sistemi
20. yüzyıl boyunca sürdü. Suriye ile
Irak Sovyetler Birliği’nden yana oldular. İran’la Türkiye Amerika’dan
yana oldular. İki blok birbiriyle en
sert çatışma içine girdi. Fakat Kürt
sorununa geldiğinde Türkiye, İran,
Irak, Suriye ortak bir Askeri Pakt’ta
birleştiler, birlikte yönettiler. Diğer
alanlarda savaşırken bile Kürt sorununda ortaklar. 1960 yılların başında
neredeyse Suriye ile Türkiye savaşa
giriyordu Kürt sorunu karşında yine
ortak ittifak içindeydi. Bunu ilk defa
1980 başında İran İslam Devrimi kırdı.
Çok önemli bir durumdu bu. PKK
gelişmesi de bu sürece denk geldi.
6
Siyasi ve pratik olarak Kürdistan’ı
ortak yönetme anlaşması İran’dan
kırılınca, bu Kürdistan’da önemli bir
siyasi, askeri boşluk oluşturdu. PKK
direnişi de, Güney Kürdistan’da KDP
ve YNK’nin yeniden toparlanması da
bunun sonucuna dayandı.
Sonuç olarak, yeni bir mücadele
dönemine girilmiştir. Savaşta yüzde
yüz bir sonuç yoktur, risk çoktur ama
zafer kazanmak, başarılı olmak için
ne gerekiyorsa onu da yapacağız. Bu
esastır. Bu konuda hareket olarak bu
stratejik süreç boyunca da Önderlik
tarafından yürütülen barış ve siyasi
çözüm çabasına Kürt sorunuyla ilgili
taraflar evet derlerse bizde evet diyeceğiz. Fakat esas olarak kendi mücadelemizle demokratik konfederalizmi
inşa etme çalışmalarımızı sürdüreceğiz.
Ancak mücadelemizin bir sonucu olarak Kürt özgürlüğü ve özgür bir
toplum ortaya çıkartılacak, demokratik
toplum örgütlülüğü gerçekleştirilecektir. Bunu ilkeler ve çizgi doğrultusunda yapacağız. Tarihten bunu anladık. İçinde bulunduğumuz süreç kesinlikle bunu gerektiriyor. Daha önceki
süreçlerde çözemediğimiz sorunları
da bu dördüncü stratejik mücadele
döneminde çözeceğiz.
Şu gerçek bir kez daha bilinmelidir
ki; gücümüzün çokluğuyla değil,
ideolojik, siyasi uyanıklığımızla ve
tarzımızla düşmanı boşa çıkartıyor
ve gelişme sağlıyoruz. İnkar ve imha
amaçlı saldırıları boşa çıkartıyoruz.
Güç kaynağımız süreci doğru anlamak
ve ona karşı doğru politika izlemektir.
Tarihten ders çıkartıyoruz ve biz
yanılmayacağız. PKK’nin temel duruşu, iddiası budur. Önderliğin tarihten
ders çıkarmasının temel bir ilkesi
buydu. Gafil olmayacağız artık, tarihi
dersleri doğru çıkaracağız, tarihi hataları düzelteceğiz.
***
STÊRKA CİWAN
G
Ü
N
C
E
L
14 Temmuz direnişi
PKK’nin en büyük gerçeğidir
Abdullah Öcalan
“Ben her zaman şehitlere
söz verdim. Haki yoldaşa söz
verdim, partiyi ilan ettik.
Mazlum, Kemal, Hayri
yoldaşlara söz verdim,
ülkeye büyük dönüşü
gerçekleştirdik. Mehmet
Karasungur yoldaşa söz
verdim, Güney Kürdistan’ı
devrime ulaştırdık Kimse
inanmıyordu, ama biz yaptık.
Agit yoldaşlara söz verdik,
Kürdistan’ın tamamında
gerillayı donattık. Bütün
bunlar şehitlere verdiğimiz
sözlerdir. Zilan yoldaşa
söz verdik, kadın
özgürlüğünü yükselttik”
14 Temmuz parti tarihimizde kimliği
uğruna denilebilir ki en kahredici işkenceli bir ortamda varlığını adamanın
ve bu temelde ülkesine, halkına, insanlığına sahip çıkmanın en büyük direniş kararının verildiği bir gündür.
En çok ihtiyaç duyulan parti kimliği
ile insan olmak, parti kimliği ile ordulaşmak, parti kimliği ile yaşamsal
olmak belki de sadece başarıların değil,
onun olumlu bütün adımların esasını
teşkil ediyor dersek, bu büyük direniş
kahramanlarımızın şahsında en yalın
gerçeği dile getirmiş oluruz. Kaldı ki
bizzat büyük şehidimiz M. Hayri Durmuş’un el yazısıyla çok açık bir biçimde
yazdığı yazıda, “bizim kadar yaşama
bağlı insan yok, ama bu yaşam ancak
parti kimliği ile olduğunda kabul edilebilir. Siz bize bu kimliği çok görüyor,
onu yok etmek istiyorsunuz. Bunun dışında herhangi bir yaşamı kabul etmemiz mümkün değildir. çok sınırlı
parti kimliği ile birlikte bir yaşamı tanırsanız yaşama kararlılığımız büyük
bir coşkuyla devam edecektir. Yok bunu
tanımazsanız bu noktadan itibaren dayattığınız bu kimlik inkarına dayalı
yaşamı asla kabul etmeyeceğiz. Ve bize
ne mutlu ki, büyük direniş kararına da
ulaşmış bulunuyoruz” der ve o kararı,
bugün gerçekleştirirler.
Partimizin temellerini atan Kemal,
Hayri gibi yoldaşlarımız bu direniş
kararını verdiklerinde partinin büyüklüğünü göstermişlerdir. Ne teslimiyet,
ne düşüş, sonuna kadar direniş. Bu,
parti tarihimiz ve yaşamımızda tarihi
bir adım olmuştur. İşte, 14 Temmuz
7
anısına dürüstce yaklaşmak isteyenler,
sonuç çıkarmak isteyenler, her yönüyle
kendilerini bu gerçeğe ulaştırmalıdırlar.
Aksi halde bu direniş ve bu şehitlere
layık olamazlar ve kendilerinden bir
şey çıkmaz. Hatta, bu gerçeklikten sizlerde belli bir uzaklaşma yaşanmaktadır.
Her şeyden önce bu tarihsel anı üzerinde
durduğumuzda parti gerçeği nedir,
sorusu karşısında kendi gerçeğimizi
gözönüne getirmek zorundayız. Şimdi
sizlerin uzaklaştığı ve onunla oynadığınız parti gerçeğinin ta kendisi olmaktadır. Hayır, bu gerçeklikten uzak
olmakla partileşmek gerçekleşemez.
Her arkadaş kendi gerçeği üzerinde
durup gerçekliğini gözönüne getirdiği
taktirde bu direnişlere karşı hesap veremeyeceğini, layık olamayacağını görecektir.
Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak,
mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak
zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara
ulaşarak daha doğru ve birlikte büyük
yürüyebilmeliyiz. PKK’nin saflığı,
PKK’nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir. Kendi durumlarınıza bakın;
ne kadar bu büyüklüklesiniz? Bu büyük
yoldaşlarımız, partinin adını yükseltmek
istediler, parti amacından uzaklaşmamak
için büyük vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında
küçük bir yaşam imkanı bularak direndiler. Bu büyük direniş, bu amaç
içindi. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların
zirvelerinde silahlı gruplar halindesiniz,
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
ama yine de düşmana karşı birkaç
doğru adım atamıyorsunuz. Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin
önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir?
Onların kanıtlamak istedikleri
PKK kimliğiyle yaşamaktır
Bu arkadaşlarımız bu direnişte 60
gün aç-susuz, bir deri-bir kemik kaldılar. Bu direnişle neyi ispatlamak
istediler? “Bu düşkün yaşamı, eriyip
elimizden giden yaşamı kabul etmiyoruz. Biz ölümü kabul ediyoruz. Vücudumuzun, kemiklerimizin erimesini
kabul ediyoruz, ama düşmanın istediği
yaşamı kabul etmiyoruz. Biz PKK’yi
bırakmayacağız.” İşte, 14 Temmuz
bundan başka bir şey değildir.
Onların tümüyle kanıtlamak istedikleri, PKK kimliğiyle yaşamaktır.
PKK kimliğinde eşittir ulusal kurtuluş
savaşımını Kemal Pir’in deyişiyle,
“ister on, ister yirmi yıl sürsün, savaş
çizgisiyle zafere gitmektir.” Yine büyük
şehadetlerden Mazlum Doğan’ın gösterdiği biçimiyle bir kibritle özgürlük
meşalesini tutuşturmak değil midir?
Bunları nasıl gözardı ediyorsunuz?
Hatta onunla yetinilmeyip, Önderlik
gerçeğine kendinizi bu temelde dayatmanızın altında bir sınıf dışılık,
bir işbirlikçilik, bir inançsızlık, bir direnişten kopuş yaşanmıyor mu? Eğer
bütün bunlar böyle ise, o zaman gerçekten 14 Temmuz direniş kararlılığı
ile bağlantınız var mı? Veya bağlantı
kurmak istiyorsanız bunun tutarlı yolunun neredengeçtiğini artık “bilmiyorum, anlamıyorum” demekle cevaplandırabilir, kendinizi izah edebilir
veya gizleyebilir misiniz? Bunun için
sıraladığınız birçok gerekçe var. Her
şeyden önce imkansızlıklar. Hiç kimsenin tarihte ve günümüzde bu yoldaşlarımızın yaşadığı imkansızlıklardan
daha büyük imkansızlığı yoktur. Bu
Tîrmeh 2010
yoldaşlar büyük imkansızlıklar içinde
bulunuyorlardı ve tek imkanları kendi
can bedenleriydi ve onları da kahramanca ortaya koydular. Zorluklar, korkunç bir işkence ortamına rağmen, en
büyük kahramanlığı yine bu işkencelere
karşı göstermediler mi? Umudun, inancın en az beslendiği bir dönem, belki
de partinin gitmek üzere olduğu bir
süreçte bütünüyle kendi kişiliklerini
ortaya koyarak, partiyi, dolayısıyla
tarihi kurtarmada önemli bir rolün sahibi olmadılar mı? İnanç, umut sonuna
kadar büyük değil miydi? Coşku, yaşama bağlılık, en soylu bir temelde
değil miydi? Hanginizin gerçeği bu
kadar zorluklarla, işkenceyle, umutsuzlukla ve inancsızlıkla yüzyüzedir?
Hayır, hiçbirinizin gerçeği, özellikle
özgür savaş koşullarındaki hiçbirinizin
gerçeği bu kadar ne olumsuzdur, ne
zordur, ne de olanaksızdır. Tam tersine
her şeye fazlasıyla sahiptir. O halde
14 Temmuz direnişcilerini anmak birincisi bize hakim olan, artık kabul
edilmesi imkansız olan, terslik teşkil
eden bütün hususları kesinlikle bir tarafa atmaktır. İkincisi direniş imkan
ve fırsatlarını amansız değerlendirmek,
zafere kilitlemektir
Onlar bir halk için bir tarih için
bir insanlık için direndiler
Eğer bir sözünüz varsa ve partiyle
olmak istiyorsanız dürüst olun. Bunun
derinliğini, anlamını kavrayın. Eğer
gerçekten bu anıya bağlı kalarak 14
Temmuz’un yıldönümünde bir sonuca
ulaşmak istiyorsanız, üzerinde durduğum bu noktaları kendinize esas
alarak üzerinde durun, kendinizle kıyaslayın ve böylece kendinizi doğrulara ulaştırabilirsiniz. Parti meselesi
tek benim meselem değil. Bu yoldaşlar
neden şehit düştüler? Elimizde bir
şeylerin, bir şerefin kalması için şehadete ulaştılar, yoksa kendileri için
8
değil. Kendileri için olsaydı böyle
büyük direnmezlerdi. Bir halk için,
bir tarih için, bir insanlık için bunları
yaptılar. Eğer sözlerinizin sahipleriyseniz sizler de bu yoldaşların takipcileri
olabilirsiniz. Söz sahibi olmak, hangi
durumda olursa olsun, devam etmektir.
Her gün vahşet altındaydılar, en büyük
zorluklar icerisindeydiler. Ama buna
rağmen bu kadar direnebildiler. Sizlerin durumu ise çok iyi, niye büyük
direnemeyeceksiniz ki! Kimse “imkanım yoktur” demesin, bunların hepsi
yalandır. En büyük vahşet, en büyük
imkansızlık Diyarbakır zindanındaydı.
Hatta tarihte bile böyle bir vahşet görülmemiştir. Ama bu yoldaşlarımız
direndiler, -büyük direndiler. Kahramanlığı kendinize layık görün. Her
şeyle oynayın, ama bu büyük mukaddes değerlerle oynamayın. Sizden
fazla bir şey istemiyoruz. Büyümek
üzerinde durun. Hatta düşmanla baş
edemiyorsanız ilkin kendinizle başetmeye çalışın. “Kendimi gerçekleştireceğim, doğru partileşeceğim, partileşmeden uzaklaşmayacağım” deyin.
Tekrarlıyorum; şehitlerin anılarına
bağlı kalmak istiyorsanız, sözleriniz
sahipleriyseniz, çizdiğimiz bu çerçeve
üzerinde bir kez daha gerçekçi durun.
Fazla yorulmamışsınız ve sizlere bazı
imkanlar da sunmuşuz. Her şeyden
önce bu büyük şehitlerin yolunda,
bu büyük direniş yolunda kendinizi
kararlaştırın. Ama dürüstlükle, ama
onların gerçeği temelinde kendinizi
kararlaştırın. Sizin için dile getirdiğimiz bu hususları büyük istekle, büyük iradeyle esas alın. Ve PKK militanlığının gerçekliği sizde yürütülsün.
Böyle yaparsanız ancak Mazlum,
Kemal, Hayri, Ali ve Akiflerin arkadaşı olabilirsiniz.
Büyüyeceksiniz ve büyük adımlar
atmaktan korkmayacaksınız. “Etrafımız bizi şaşırtıyor, etrafımız bizi yoldan çıkarıyor” demeyin. Hayır! Düş-
STÊRKA CİWAN
man da bu arkadaşları yoldan çıkarmak
istiyordu, oyun büyüktü ama başaramadılar. Ama burada düşman da yok,
siz kendi kendinizi yoldan çıkarıyorsunuz. Bazı şeyleri anladığınıza inanıyorum. Yine Önderlik her şeyden
önce şehitlerin temsilcisidir. Kimse
bunu unutmasın ve bizden de bir şey
istemesin. Kesinlikle kabul etmiyorum.
Benim istediğim, yaptıklarım şehitlerin
isteğidir, diğer şeylerin benim için
fazla bir kıymeti yoktur. Onların
amacı, onların vasiyeti, onların yaşamı
üzerinde ben söz sahibiyim. Bıraktıkları vasiyet temelinde sözüm var, yürütüyorum da. Bunu anlayacaksınız.
Yetersizliklerinizi üstümüze atmayacaksınız, zayıflıklarınızla bize yaklaşmayacaksınız. Çaresizliğinizle, yanlışlıklarınızla, düşkünlüklerinizle bize
uzak duracaksınız. Bu şehitlere de
yaklaşmayacaksınız.
Ben her zaman şehitlere söz verdim.
Haki yoldaşa söz verdim, partiyi ilan
ettik. Mazlum, Kemal, Hayri yoldaşlara söz verdim, ülkeye büyük dönüşü
gerçekleştirdik. Mehmet Karasungur
yoldaşa söz verdim, Güney Kürdistan’ı
devrime ulaştırdık Kimse inanmıyordu,
ama biz yaptık. Agit yoldaşlara söz
verdik, Kürdistan’ın tamamında gerillayı donattık. Bütün bunlar şehitlere
verdiğimiz sözlerdir. Zilan yoldaşa
söz verdik, kadın özgürlüğünü yükselttik, büyüttük. Hepsinin sözleri ve
vasiyetleri yerine getirilmiştir. Kendinizde saygı ve takdiri görüyorsanız
kendinizi söz sahibi yapacaksınız.
Bundan başka sizin için hiçbir şeyin
değeri olamaz. Yeme-icme hepsi zafer
içindir. Konuşma, yürüme hepsi partinin büyümesi içindir. Bizde keyfiyet
yok, her şey insanın büyümesi temelindedir. Her şey büyük direniş içindir.
Kendinizi başka bahanelerle üzerimizde yürütmeyin ve yanaşmayın.
Bunu ısrarla söylüyorum, sonra kötü
düşersiniz.
Önderlik babanız değil, akrabanız
değil, Önderlik allahınız değil, reis
ve muhtarınız da değildir. Önderlik,
her şeyden önce şehitlerin vasiyetidir,
her şeyden önce direniştir, her şeyden
önce partidir, bir savaş cizgisidir.
Eğer Önderliği böyle tanımak istiyorsanız birlikte yürürsünüz. Böyle
tanımazsanız yanına yaklaşmayın.
Yaklaşırsanız ajansınız: Sömürgeciliğin, düşmüş toplumun, kötülüğün,
müflis kişiliğin ajanısınız. Biz zayıf,
basit, hafif insanlar için yokuz. Küçük
ve zayıf insanın düşmanıyız. Biz onların yok olmaları anlamına geliyoruz.
Biz büyümek isteyen insanla, kendisini gerçekleştirmek isteyen, kendisini
direniş yapan, düşmana karşı kendini
büyük silahlandırmak isteyenleriz.
Sözümüz de bundan başka bir şey
değildir. Büyük şehitlerimiz için, parti
içindeki böyle büyük kararlar şimdiye
9
kadar yürümüştür ve yürüyecektir
de. Eğer akıllıysanız, dürüstseniz ve
söz sahibi olmak istiyorsanız bu çerçeve temelinde bir kez daha en büyük
kararı kendi kişiliğinizde verin, kendinize karşı, kendiniz için verin. Sizden bir şey istemiyorum, şehitler sizden istiyor. Bu büyük direniş sizden
istiyor, sizler de vermek zorundasınız.
Eğer bu doğrular temelinde verirseniz
dürüstsünüz ve kimse sizleri durduramaz. Geride kalmaz, zayıfta olmazsınız. Bu arkadaşlar zayıf mı kaldılar, geride mi kaldılar, çok zor durumlarda büyüklüklerinden taviz mi
verdiler? Hayır! Bu büyük direnişten
herkesin sonuçlar çıkarması gerekiyor.
Hangi sahada ve hangi şekilde olursa
olsun bu partiden uzaklaşmayı ortadan
kaldırmalıyız. 14 Temmuz kararına
ulaşana dek bu uzaklaşmaya karşı
durmalıyız. Bu büyük şehitler kendilerini büyük direniş temelinde gerçekleştiler ve sonuna kadar yürüdüler.
Çalışmanız böyle olup sonuca ulaşırsa
14 Temmuz’un sahipleri olursunuz.
14 Temmuz sahipleri ise her zaman
büyük olurlar. Böyle yürüyenler bunun
savaşını verenler; sabırla, bilinçle,
çalışmayla bir savaş yürütürler ve
her zaman zafer kazanırlar, başarılı
olurlar.
(Önder Apo’nun 1997-98 Temmuz çözümlemelerinden derlenmiştir)
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
A
N
A
L
İ
Z
TÜKETTİKÇE TÜKENEN GENÇLİK
Sercan AYDIN
“Tüketim artık bir kültür
haline gelmiştir. Tüketimi
kültür haline getiren
tekeller, en çok da gençleri
kullandı. ‘70’li yılların
anlamlı gençlik gruplarını
tasfiye ettikten
sonra benzer çıkışlara izin
vermemek için gençliği
hedef kitle
haline getirdi. Spor, sanat
ve seksi müthiş çarpıtarak
gençliği ‘en fazla tüketen’
topluluk haline getirdiler”
Tîrmeh 2010
Günümüz gençliğinin yaşamı, dinlenme ve eğlence üzerine kurulu. Öncelikleri gezmek, arkadaş grupları içerisinde yer almak, popüler olmak. Cep
telefonu, internet ve tüm teknolojik
yenilikler, kısa sürede hayatlarının olmazsa olmazı haline geliyor. Bu kuşak
‘online’ yaşıyor. Neredeyse günün büyük bölümünü bilgisayar veya televizyon karşısında geçiriyor. Geleneksel
değerler, ideolojiler, din, aile, düzenli
bir yaşam, geçerliliğini yitirmiş durumda. Hatta böyle bir yaşama karşı
güvensizlik had safhada. Yerine koydukları şey ise popülist unsurlarla bezenmiş tüketime dayalı bir yaşam. Günümüz gençliğinin en göze çarpan
özelliği; müthiş tüketici olması. Kimilerinin ‘maymun iştahlı’ diye tarif
ettiği bu durum; yaşam tarzından kaynaklı oluşan yeni kültürün halk dilindeki
tezahürü. Medya ve iletişim teknolojisinin muazzam gelişmesi sonucu
oluşturulan sanal dünyalar, tatmin nedir
bilmeyen bir kuşak yetiştirdi, yetiştiriyor. Bu kuşak da, sonsuz gibi görünen
yeni yaşam argümanlarının hepsinden
tatmak istiyor. Bu nedenle her şeyi en
kısa zamanda tüketmeyi hedefliyor.
Sosyal bilimler zaten bu tarz yaşamı
‘tüketim kültürü’ diye adlandırmış.
Tüketimin kültür haline gelmesi başlı
başına bir hikâye. Kesinlikle manevi
(ideolojik) kültürün etkisinin zayıflaması, maddi kültürün toplum yaşamında
ön plana çıkmasıyla başlar bu hikâye.
Biz Ortadoğu toplumlarının yaşamında
manevi kültür hala etkisini korumakla
10
birlikte, Batılı toplumlarda devlet
tarafından sistemin ömrünü uzatmak
için lazım oldukça başvurulan bir kaynak halinde. Toplumu maddi kültür
etrafında yeniden şekillendirmek, toplumsallık ve kutsallıklarla yüklü manevi
kültürün etkisini asgariye indirmek,
şimdilerde Batılı devlet, bilim insanları
ve entellüktüellerin öncelikli görevi.
Zira ömrünü uzatma çabasında olan
kapitalist modernite, şimdi de fethedilmemiş alanları ele geçirme peşinde.
ABD’nin Ortadoğu macerası da bu
amaçla ilintili.
Kimliksiz gençlik
Ne yöne baksak popüler kültürün
baskıcı aygıtları tarafından yönlendirilen bir gençlik görüyoruz. Bu kültürün
davranış kodları fanatizm, taklit, öykünme içerikli. Haliyle de her türlü
amaçsız şiddete açık oluyor. Avrupa’da
yaşayan Kürt gençlerinin durumu daha
da trajik. Bir yandan ‘geleneksellikten
kaçış’ öte yandan benzeşmeye çalıştığı
toplumda kendini ayrıksı hissetmek.
Yalnızlık ve yabancılaşma, gençliği
kendi gerçekliğinin üstünü örtmek için
arayışlara yöneltiyor. Bir de sistemin
empoze ettiği tekno-kültürün egemen
kodları, bilinçleri felç ediyor. Televizyon ve internet kültürünün egemen
söylemleriyle şekillenen gençlik ‘oha
filan oluyor’ ‘triplere giriyor’. Kendisine yapay kimlikler üretiyor. Hiçbir
zaman kendi gerçek öz doğasını
yaşayamayacakları kapsüllerin içine
STÊRKA CİWAN
hapsoluyor, yeniden yeniden, farklı
kimlikler üretiyor. Asıl trajedi de burada başlıyor zaten. Yapay kimlikler
üretilirken, öz kimlik tüketiliyor.
Medyatik simalar taklit ediliyor, içinde yer aldığı grupta el üstünde olma
arayışının getirdiği abilik, kankalık
türü sahte ilişkiler ortaya çıkıyor.
Sokakta, dernekte ya da otobüste,
dağınık okul kıyafetleriyle okula giden bir öğrenci, kulağındaki kulaklık
olduğu halde mp3’ünün sesini sonuna
kadar açan gençleri görmemiş olamazsınız. Muhtemelen çevresine ‘ne
kadar özgür olduğunun, geleneklere
esir olmadığının’ mesajını veriyor.
Yani ‘özgürlüğünü’ gözümüze sokuyor. Saç şekliyle, haftada bir biçimini değiştirdiği sakalıyla, düşük bel
pantolonuyla, ipi yerde sürünen
abartılı ayakkabılarıyla gruplar halinde gezen, neredeyse birbirinin
ikizi gibi görünen gençlerimiz. Aynı
üniformayı, aynı takıları, aynı yürüyüşü, aynı saç veya sakal şeklini,
aynı el-kol hareketlerini, aynı konuşma hatta kahkaha tarzını benimseyen, yayvan yayvan konuşan, bütün
bunları özgürleşmenin sembolü olarak
benimseyen gençlerimiz. Sistemin
bize ‘özgürlük’ diye yutturduğu bu
gösteri kültürü, içi boşaltılmış bir
yaşamın tezahürü aslında.
İdeallerimiz için mi yaşayalım,
idollerimiz için mi?
Tespitlerimiz, ağırlıklı olarak görünüşe ve yansıyışa dâhil olduğu için
‘biçim’le uğraştığımız anlaşılmamalı.
Ama biçimin ya da yansımanın fikirlerle alakalı olduğu gerçeğini hiçbirimiz yadsıyamayız. Örneğin ‘70’li
yıllarda da gençliğin bir giyim-kuşam
kültürü vardı. Uzun saçlar ve favoriler,
parke, kadife veya kot, yani ütü gerektirmeyen pantolonlar giyiliyordu.
Ama bu tarz, ‘solcu’ bir tarzdı. Yani
halkçıydı. Ve bu gençlik, halkın içinde
halkla birlikteydi. Onu kendi idealleri
doğrultusunda örgütleme arayışındaydı. Şimdiki tarzın da öyle olduğunu
kim iddia edebilir? Ya da eski tarzın
gericilik olduğunu? Bizim toplumumuzda ne zaman başladı değişim?
‘70’li yılların bazı özelliklerinden
bahsetmiştik. Biraz daha açalım. Önce
genel bir görünüm; Kürdistan’da, Türkiye’de veya Ortadoğu’da, tarıma ve
hayvancılığa dayalı bir yaşam var.
Kırsaldan kente göçler, varoşların
oluşması, sosyal katmanlar arasındaki
11
ayrımların belirginleştiği yıllar. Endüstrileşme henüz gelişmemiş.
Dolayısıyla makineye dayalı bir üretim
yerine emeğe dayalı üretim söz konusu. İnsanlar sadece doğayla rekabet
etmek zorunda. En basit besin maddesi
olan ekmeğe sahip olabilmek için
bile tarlayı sürmek, tohum ekmek,
ürünü toplamak, öğütmek ve pişirmek
gerekiyor. Tek kişilik bir uğraş olmadığı için paylaşmayı da beraberinde
getiriyor. Birliktelik, ailede ve toplumda ortak değerler de yaratıyor.
Aile, kabile, aşiret bağları güçlü, dost,
akraba, komşuluk ilişkileri önemli.
Kısacası toplumsallıkla yüklenmiş
değerler silsilesi içinde süren bir
yaşam var. Zaten ‘68 kuşağı’ diye
tabir edilen dönemin gençliğini şekillendiren de bu olgular. ‘70’li yıllar,
gençliğin toplumsallıkla en barışık
olduğu dönemdir. O dönemdeki gençliğin idealleri vardı, inançlı, kararlı,
üretkendiler. Düşünceleri, talepleri,
yaşam biçimleri ve mücadeleleriyle
insana layık bir dünya peşindeydiler.
Onlar; savaş yerine barış; tutsaklık
yerine özgürlük istiyor, kendi düşüncelerini savunabilmek, kendi seslerini
duyurabilmek istiyorlardı. Kendileri
için değil, bütün toplum için istiyorlardı. Ama ezildiler, bastırıldılar. Bu
düşünceleri, yaşam tarzını tehlikeli
bulan kapitalist tekeller, her ülkede
ayrı ayrı stratejilerle, dünya genelinde
esen özgürlük rüzgârını, yapış yapış
bir melteme çevirdiler. Darbelerle,
savaşlarla başlattılar, sonra da endüstriye dayalı yeni üretim biçimin oluşturarak toplumun paylaşıma dayalı
yaşam tarzını yerle bir ettiler ve bireyciliği ön plana çıkardılar. İnsan
emeği önemini yitirdi. Zira artık makineler vardı. Bir düğmeye basmak
yeterliydi. Makineleşmeyle birlikte
ürün de arttı. Böylelikle toplum var
olanla yetinmemeye, daha iyisini ve
fazlasını istemeye başladı. Daha çok
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
üretmek için varolanların tüketilmesi
gerekiyordu. Tekellerin kazancına kazanç katması buna bağlıydı. Bu nedenle toplumu tüketime teşvik etmek
gerekiyordu. Öyle de oldu. Reklamlar
girdi devreye. Önceleri ürünü tanıtıyordu. Ama sonrasında üründen çok ona
biçilen anlam, kimlik önem kazandı.
Bir tişörtün özgürlük, otomobilin
saygınlık vaat ettiği reklamlar. İnsanlar
artık ürünü değil, onlara sunduğu
imajı satın almaya başladı. Hangi
mağazadan giyindiğiniz ya da hangi
marka traş bıçağı kullandığınız çok
önemliydi. Zira onların temsil ettiği
bir kişilik, imaj, yaşam kültürü vardı.
Zamanla insanlar bunu da aştı. Anlam
arayışını da terkettiler. Artık sadece
sembolik tatmin peşindeler. Ve bu da
çılgınca bir tüketim ortaya çıkardı.
Cep telefonları, bilgisayarlar, otomobiller, giyim eşyalarına sahip olmak
önemliydi artık. Sahip ol, kullan, at,
yeni çıkanı al. Tüketim artık bir kültür
haline gelmiştir. Tüketimi kültür haline
getiren tekeller, en çok da gençleri
kullandı. ‘70’li yılların anlamlı gençlik
gruplarını tasfiye ettikten sonra benzer
çıkışlara izin vermemek için gençliği
hedef kitle haline getirdi. Spor, sanat
Tîrmeh 2010
ve seksi müthiş çarpıtarak gençliği
‘en fazla tüketen’ topluluk haline getirdiler. Artık emek vererek üretmenin,
üretilenin de dost, aile, komşuyla paylaşmanın hiçbir önemi kalmadı. Zira
daha az çabayla ve daha kısa sürede
daha fazlasına sahip olmak imkan
dahiline girdi. Sadece eşyaya sahip
olmak da değil. Cep telefonları ve
internet aracılığıyla dünyanın her tarafına erişim olanağı ortaya çıktı.
Radyolar, televizyonlar ve bilgisayarlar
sayesinde, okumadan da bilgi sahibi
olunabilirdi. Artık televizyonsuz, bilgisayarsız ev; cep telefonsuz birey
düşünülemez oldu. Peki, sonuç ne
oldu biliyor musunuz? İnsanlar artık
kendi düşünce dünyalarına saklanır
oldu. Ya gençler? Korktular, sindiler,
sisteme teslim oldular. Medya ile gelişkin teknoloji ile gençliği ideallerinden koparıp sistemin hizmetine
koştular. Artık ideallerinin gerçekleşmesi için fedai olan gençlik yerine
idolünden imza almak için canını verecek gençler vardı. Gençlik, yine
enerjik, dinamik ama bu kez üretmek
değil, tüketmek için var. İdeallerinin
yerine idollerini koymuş. Artık onun
toplumsallıkla alakası yok. Toplum-
12
sallığı ‘geleneksellik, tutuculuk’ olarak
algılıyor. Bireyciliğini de ‘özgürlük’
diye tanımlıyor. Bu gençlik tüketiyor.
Ama hep tüketiyor. Her şey bir tatmin
nesnesine dönüştürülüyor ve hemencecik tüketiliyor. Yaşama dair anlamlı
kodların yerine tatminsizlikten beslenen, tükettikçe obezleştiren datalar
esas alınıyor.
İlişkiler de tüketilir!
Bir de sosyal ilişkiler vardır bunlardan nasibini alan. Televizyonlar,
bilgisayarlar tekil uğraşlardır. İnsanlar
bu uğraşlarla kendi algılarına, düşünce
dünyalarında saklanmaya başladı. En
temel kurum olan ailede bile günlük
gereksinmeler dışında ailenin fertleri
bir şeyleri paylaşamaz hale geldi.
Gençlerin arkadaş edinmesi için fazla
kafa patlatmasına, emek harcamasına
gerek kalmadı. İnternet üzerinden
binlerce arkadaş edinmek mümkündü.
Emeksiz sosyal ilişkinin ömrü elbette
ki kısa süreli olacaktı. Böylelikle insanlar sahip oldukları ilişkilere değer
vermeyi de bir kenara attılar. Medya’nın da desteğiyle ilişkiler, tıpkı
modası geçen giysiler gibi tükenmeye
başladı. Zira rekabet ortamında tüketerek var olmaya çalışmak onların
tek idealiydi. Medya sürekli manken,
dizi yıldızı, pop-star vb. kişilerin
kimliklerini, yaşam tarzlarını sundu
gençlere. Böylece gençler daha az
emekle para kazanarak, daha çok tüketerek nasıl mutlu olabileceklerini
öğrendiler. Moda olana sahip olmak
gençler için neredeyse varoluş sebebi
haline geldi. Bu duruma gelinmesine
yol açan etkenler saymakla bitmez.
Aile, eğitim kurumları, medya
elbirliğiyle bu kuşağı yetiştirdiler.
Şüphesiz böyle bir gençlik, günümüz
sisteminin tasarımıydı. Bu tasarımın
hayat bulması için de önce manevi
kültürü dejenere ettiler, ardından mad-
STÊRKA CİWAN
di kültürü yaşamın olmazsa olmazı
haline getirdiler. Yapmasalardı, enerjik, dinamik, düşünen ve sorgulayan
gençlik -tıpkı 70’li yıllardaki gibitehlikeli olabilirdi. Artık mücadele
kazanılmış, devletin vatandaşı, sistemin haşarı, ele avuca sığmaz ama
tehlikesiz evladı yaratılmıştı.
Nasıl Yaşamalı? Ne Yapmalı?
Nereden Başlamalı?
Yukarıdaki soruları bir kenara atıp,
“Bir şey yapmak gerekir mi’ diye de
sorulabilir. Evet, gerekir. Zira bu
şekilde her şeyin tüketildiği dünyamızın kaynakları sınırsız değildir.
Evrende olup biten her şey, bir mikro
evren olan insanda da yaşanmaktadır.
Nasıl ki çevre kirliliği gezegenimiz
için tehlike arz ediyorsa, kanser, bulaşıcı hastalıklar, toplumsal bunalımlar,
ruhsal sorunlar da insan soyu için
aynı niteliktedir. O zaman ‘birşeyler
yapmak gerekir’ diyeceğiz. Her şeyden önce gençlik başta olmak üzere
toplumu ‘sürü’ haline getiren bu sisteme karşıtlık temelinde bir duruş
ortaya koyacağız. Sistemin içinde
yaşayıp da sisteme karşı olmanın ne
kadar zor olduğunu elbette ki biliyoruz. Ama karşıt bir duruş sergilemeden
sistemi alt edemeyeceğimizi de kabul
edeceğiz. Öyleyse sistemin bizi mahkûm ettiği bu yaşamdan nefret ederek
işe başlamalıyız. Alışkanlıklarımızı,
yaşam tarzımızı, beğenilerimizi, yiyecek-içeceklerimizi yeniden yeniden
sorgulayacağız ve kendi tercihlerimizi
oluşturacağız. Ta ki bilinçli ve örgütlü
eylemsellik ortaya çıkarana kadar.
Sisteme karşı ideolojik duruş, sistemin
ideolojik egemenliğine kapsamlı
eleştiriler getirmek anlamına gelirken,
bilinçli ve örgütlü eylemsellik ise
söz konusu ideolojik egemenliği
aşmayı ifade eder. Eleştiriyi de doğru
temellerde inşa etmenin önemine dik-
kat çekmek isterim. Zira sistem ve
onun yarattığı birey-toplum üzerine
sayısız eleştiri var, oluyor. Ama bu
eleştiri sahiplerinin ya pozitivizmin
etkisi altında kalmaları, ya da örgütsüz
ve dağınık olmaları nedeniyle pratikleşemediğini de görmemiz lazım.
Sisteme yapılacak en genel eleştiri;
bireyi ve toplumu ahlaki ve politik
niteliklerinden soyutlayarak sürüleşmiş kitleye çevirmesidir. Sistemin
yarattığı bu birey kişiliksiz bir varlıktır.
Sadece düzene teslim olmakla kalmamış, onun gönüllü faşist bir üyesi
haline gelmiştir. Elbette ki, toplum
bu kişiliklerle sürdürülemez. Bu
kişiliksizlik durumu, hem toplumun,
hem de devletin yaşadığı krizin izdüşümüdür. Ve yeniden yapılanmakla
bu kriz giderilemez. Yapılması gereken yeniden inşadır. Öyleyse öncelikli
görev zihin üzerinde yoğunlaşmak,
başka bir tabirle sistemin ideolojik
egemenliğini sorgulayıp, iç yüzünü
teşhir etmektir. Yazının girişinde sıraladıklarımızın hepsi sistemin birey
ve toplum üzerinde kurumlaştırdığı
13
ideolojik egemenliğin eleştirisidir.
Bu sistemin yarattığı bireyi ve toplumu
çözmeden, aşmadan yerine yenisini
inşa etmek zordur. ‘70’li yılların gençliğini güncelleştirelim demiyorum.
Ama idealleri olan, tüketen değil üreten, düşünen, eleştiren, sorgulayan,
bireyciliği değil toplumculuğu esas
alan, ulus-devletin vatandaşı olma
yerine, demokratik-komünal toplumun
özgür yurttaşı olmayı hedefleyen bir
gençlik olmanın gerekliliğinden bahsediyorum. Gençlik, yeniden inşanın
öncüsü olmalıdır. Tarihsel, toplumsal
tüm çözümlemeler, bu görevi ancak
gençliğin yerine getireceğini ortaya
koymaktadır. Sisteme karşı ideolojik
duruş, sistemin zihinsel ve pratik
egemenliğine karşı muhalif tavır, ilk
adımlar niteliğindedir. Sistemin fikri
ve eylemini mutlaka terk etmek gerekir. Ardından eleştirilerle çözümlenen sistemin yerine, demokratik
uygarlığın gerektirdiği birey ve toplumu inşa etme işine girişmek gerekir.
Akademik yapılardan tutalım, ekonomik-teknik, ekolojik-tarım, güvenlik-savunmaya kadar tüm kategorilerde toplumun ihtiyaçlarına göre
inşa faaliyetleri içine girmek gerekmektedir. Güçlü bir kuramsal çıkış,
aynı derecede iradi bir duruşu da gerektirir. İkisi birbirini tamamladıkça
bir anlam ifade eder. Yani doğruları
söylemek kadar, doğruyu pratikleştirmek de önemlidir. Bu da gençliğin
dinamizminde gizlidir. Hiçbir mücadele, eylemi olmadan başarıya
ulaşamaz, ulaşamamıştır. Haliyle, demokratik bireyi ve toplumu inşa etmek, güçlü eleştiriler, güçlü alternatifler yaratmak kadar, usta eylemlilikler de gerektirir. Demokratik komünal toplum paradigmasının kadrosu, söz konusu tespitin örgüt ve
eylemle vücut bulmuş halidir.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
K
A
D
I
N
HER DOĞUŞUN KENDİ ŞARKISI VARDIR
Ekin ÖZGÜR
“Kadının tarih boyunca
kimliksizleştirilmesi
toplumda yaygınlaşan
hırsızlığın ve zorbalığın
göstergesidir. Toplumda
yaşanan kirlenmenin
ölçüsüdür. Bu tarihin
tersine çevrilmesi kadının
yeniden özgürce doğuşu
demektir. Kadının yeniden
doğuşu ise toplumun
yeniden doğuşu olacaktır.
Ve her doğuşun
bir şarkısı vardır”
Tîrmeh 2010
Özgür ve demokratik zamanlar
kadınların yeniden doğuş çağıdır. Toplumun doğurucu gücü olan kadın, sınıflı
toplum tarihi boyunca sürekli kaybetmeyle karşı karşıya kalmıştır. Yazılı
tarih bu anlamda egemen erkeğin tarihidir. Bu tarihte esas olan ise yalanlardır.
En küçük noktasına kadar kişinin sömürgeleştirilmesidir. Mevcut toplumun
bu karakteri günümüze kadar kadının
gerçek temellerde değerlendirilmesine
izin vermemiştir. Namus adı altında
aslında erkeğin yalanlarla ve zorla
çaldığı kadın gerçekliği saklanmıştır.
Kadının tarih boyunca kimliksizleştirilmesi toplumda yaygınlaşan hırsızlığın
ve zorbalığın göstergesidir. Toplumda
yaşanan kirlenmenin ölçüsüdür. Bu tarihin tersine çevrilmesi kadının yeniden
özgürce doğuşu demektir. Kadının yeniden doğuşu ise toplumun yeniden
doğuşu olacaktır. Ve her doğuşun bir
şarkısı vardır.
Günümüzde kadın sorunu en önemli
konulardan biridir. Yine hakkında en
çok konuşulan konudur kadın sorunu.
Uğrunda bazılarının cinayetler işlediği,
bazılarının türküler yaktığı, kimilerinin
ise türlü türlü oyunlar oynadığı bir konudur. Aydınlık ve karanlık doğa için
neyse, kadın ile erkek de doğa için
öyledir. Yani erillik ve dişilik de doğanın
bir gerçeğidir. Ancak sorun sadece bunun dile gelmesi değildir. Toplumda
kadın cinsi üzerindeki olumsuz gelişmeler, sınıflı topluma geçişle birlikte
başlamıştır. Baskı, haksızlık ve sömürünün gelişme dönemlerinde kadın ol14
mak dezavantaj olarak değerlendirilmiş,
baskı ve sömürü konusu haline getirilmiştir. Oysa kadın olmak kendi
başına ne sömürüyü ne de sömürülmeyi,
ne baskıya uğramayı ne de baskı uygulamayı izah eder. Fakat tarih boyunca
yaşanan bu olmuştur.
Hâlbuki kadın gerçekliği en kapsamlı
toplumsal gerçekliktir. Cinsiyetin ötesinde ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlar içermektedir.
Bütün bu anlamların toplum için
aydınlanmayı beklemektedir. Kadının
en eski sömürge olarak kabul edilmesi
artık bir çok çevrece kabul edilen bir
gerçektir. Yaşanan sömürgecilik hem
ruhsal bir sömürgecilik hem bedene
uygulanan bir sömürgecilik olmuştur.
Bu tarz bir sömürgeleştirmenin sınırlarını
belirlemek kolay değildir. Öyle ki sürekli
baskılanan ve toplumun gerisine atılan
kadın dilsiz, sağır ve kör bir hale getirilmiştir. Daha kötüsü ise bu durumun
kadına da kabul ettirilmesidir. Kadın
bu gidişatı kendi yazgısı olarak kabul
etmiş bu duruma boyun eğmekten öte
bir yol bulamamıştır. Kendisine çizilen
sınırların içinde hep kendi yarattığı duvarlara çarpan bir gerçeklikle yüz yüze
kalmıştır. Kendi duygularına, düşüncelerine, hayallerine yabancılaşmış ve
kendini tanımlayamaz hale gelmiştir.
Kendi şarkısını kaybetmiştir kadın.
Bu gerçeklik karşısında Kürt Özgürlük Hareketi, çıkışından itibaren
yeni kadın ve erkeği yaratarak özgür
toplumu yeniden kurma mücadelesi
olarak gelişmiştir. Kürdistan Özgürlük
STÊRKA CİWAN
Hareketi kadının kendini bilme ve
kendisi hakkında bilgi edinme olanağına ulaştığı yer olmuştur. Devrim
içinde devrim niteliğini içeren
değişim ve gelişimlere yol açmıştır.
En temel fark toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesi sorununa yaklaşımda ortaya koyulmuştur. Kadınla
tahakküme dayalı ilişkiyi ret etmiş,
erkek egemenlikli zihniyete karşı
özgür toplum ve onun ilişki biçimini,
yaşam anlayışını inşa etme mücadelesini vermiştir.
Savaşan özgürleşir özgürleşen
güzelleşir güzelleşen sevilir
Kürt Özgürlük Hareketi uygarlığın
doğuşuna beşiklik etmiş topraklarda,
Kürt halk gerçekliğinin tarih boyunca
yaşadığı ilişki ve çelişkileri kendi
şahsında somutlaştırmak ve çözmek
iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Yeni bir
toplum kurma iddiası Kürtler ve Kürdistan için yeni tarihi bir dönemin
ifadesidir. Bu açıdan Kürt özgürlük
tarihi kahramanlıklarla yazılı yeni bir
dönemin tarihi olduğu kadar halklar
ve kadınlar için özgürlük temelinde
yeniden bir yaratılış tarihidir. Bu anlamıyla öğretici olduğu kadar mücadelelerle, kazanımlarla yüklü bir tarihtir.
İlk adım Kürt halkının gerçekliğini
anlama ve çözme çabasıyla atılmıştır.
Yaşamın temel çelişkilerini doğru
tespit etmek ve çözüme yönelik doğru
yaklaşımları belirlemek mücadelenin
anlam gücünü de yaratmıştır. Kürt
Özgürlük Hareketi’nin en temel özelliklerinden biri sahip olduğu bu anlam
gücüdür. Toplumsal gelişmeyi ve özgürleşmeyi tek bir çelişkinin çözümüne dayandırmamıştır. Çelişkileri
iç içe, bir biri ile bağlantılarını kurarak
ele almış ve çözümlerini de böyle
gerçekleştirmeye çalışmıştır. Kadın
sorununa karşı sürekli köklü ve derinlikli bir yaklaşım içerisinde olmuş,
olguyu ideolojik, felsefik ve bir moral
çalışması olarak ele alınmıştır. “Nasıl
yaşamalı?” sorusu temel bir soru olarak ele alınmış, kadının özgürlük mücadelesi bunun üzerinden şekillendirilmiştir. Bu temelde gelişen kadın
özgürlük mücadelesi; yaşama hakaret
olan, yaşamı çirkinleştiren her olguyla
mücadele etme, bu anlamda özgürlükten, güzellikten vazgeçememe ilkesi ile bağlantılı geliştirilmiştir. Büyük bir mücadele isteyen bu felsefe
halkın özgürlük mücadelesinin temeline oturtulmuştur. Kadın ve yaşamı
yeniden buluşturmayı özgürlük ilkesi
olarak belirlemek, felsefik boyuttan
pratik boyuta kadar bunu gerçekleştirip, özgür kadını yaratmayı amaçlamak ideolojik yaklaşımda yaşanan
netliğin de ifadesi olmuştur.
15
Özgürlük Hareketi doğuşundan günümüze kadar tarih boyunca kadının
cins olarak sömürülme gerçekliğini
çözümleyip, kadın özgürleşmesini
sağlamanın koşullarını yaratmıştır.
Atılan ilk adımdan bu güne kadın
kurtuluşunu toplumsal kurtuluşun temel ilkesi biçiminde özgün ele almış
ve mücadele saflarında kadına da bu
çerçevede yoğun bir şekilde yer vermiştir. Ulusal, sınıfsal ve cins olarak
tarih boyunca kendisine empoze edilen
geleneksel ölçüler ve geriliklerden
kurtulma mücadelesi vermiştir. Bu
mücadele Kürt kadınını, içinde bulunduğu derin köleci, boyun eğmeci,
söz karar sahibi olmayan konumunun
bilincine vardırmıştır. Kadını özgürlük
mücadelesine çekmek, egemen sistemin tüm yaklaşım ve ölçülerini alt
üst ederek kadını dağlara çıkarmak,
devrimsel bir mücadeleyi gerektirmiştir. Binlerce genç kadın yönünü
özgürlük dağlarına çevirmiştir. Kürt
kadının ellerinden tüm kadınların
kayıp şarkısı ana topraklarda yeniden
yazılmıştır. Bu şarkıda tüm kadınlar
kendilerini bulmuşlardır.
“Savaşan özgürleşir, özgürleşen
güzelleşir, güzelleşen sevilir” sözü
kadın açısından onurlu ve özgür bir
yaşamın nasıl olacağı sorusuna cevap
olmuştur. “Kendini Bilmek” ilkesinin
yaşamsal ifadesi olmuştur. Kendini
bilmek ise özgürlüğün temel ilkesidir.
Kendini bilmek, kendini tanımak ve
tanımlamak kendi çağının belirlediği
sınırların dışına taşmak isteyen hakikat
arayışçılarının işidir. Ancak kendini
bilenler, kendini tanıyanlar uygarlığın
belirlediği bilme sınırlarını aşarlar ve
özgürleşebilirler. Bir toplumun, bir
bireyin kendini özgürleştirmesi, özgürlükçü çizgiye yakınlaştırması, ahlaklı ve erdemli olana yönelmesi bu
ilkeden geçmektedir. Erkek egemenlikli zihniyet kendini kurumlaştırmak
ve süreklileştirmek için çeşitli müTîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
cadele yöntemlerine ihtiyaç duymuştur. Bu yöntemlerin başında kişiyi
kendi gerçekliğinden uzaklaştırmak,
kendine yabancılaştırmak vardır. Tahakkümcü sisteme karşı mücadele
eden sistem karşıtı güçlerin başarıya
ulaşamamalarının, başarıya ulaşsalar
dahi özgürlükçü karakterlerini koruyamamalarının temel nedeni bu yabancılaşmayı bilince çıkarmamaları
ve kadın sorununu bu temelde ele almamalıdır. Bu noktada Kürt Özgürlük
Hareketi’nin diğer sistem karşıtı hareketlerden en temel farkı kadın sorununa yaklaşımı olmuştur. Kadın
özünün gün yüzüne çıkarılma mücadelesi ve özgürlük mücadelesinin temeline toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesi sorununun konulması
bu anlamda bir ilktir.
‘Nasıl yaşamalı?’ sorusuna
cevap arayışı
Kadınların çoğu despot bir babadan, kocadan, ekonomik sıkıntılardan,
egemen sistemden oluşan geleneksel
bir yaşam tarzı içinde yaşamaktadırlar.
Kürt Özgürlük Hareketi’yle kadınlar,
bu geleneksel yaşamı, kapitalizm ile
cilalanmış, boyanmış fakat özünde
köleliği daha derin işleyen yaşam
tarzını terk ederek yeni bir yaşam
ve ilişki dünyasıyla tanışmışlardır.
Yeni bir kadın ve yaşamı inşa etme
çabası Kürt Özgürlük Hareketi’ni
kadın için çekim merkezi kılmıştır.
Tabi burada kadının mücadeleye
katılımı tek başına yeterli değildir,
burada önem kazanan bu katılımın
hangi düzeyde, nasıl olduğu ve
içeriğidir. Zira dünya devrimlerinin
hepsinde kadına yer verilmiştir. Ancak
yaşanan bazı deneyimler göstermiştir
ki kadının sadece devrime fiziki olarak katılması yeterli olmamıştır.
Kadının toplum içindeki satütüsünde
çok ciddi bir değişim yaşanmamıştır.
Tîrmeh 2010
Kürt Özgürlük Hareketinde ise kuruluş aşamasından bu yana güçlü bir
özgür kadın perspektifiyle hareket edilmiştir. Kadınlar Özgürlük Hareketi
içerisinde önemli bir değişim gücü
olarak görülmüş ideolojik, politik, askeri, siyasi, örgütsel çalışmalarda kendi
bakış açılarını yansıtmış, mücadelenin
geldiği düzeyde belirleyici bir rol oynamışladır. Hareketin başlangıcından
itibaren temel amaç ‘Nasıl Yaşamalı?’
sorusuna cevap arayışı olmuştur.
Toplumu boğan geleneksel geri
gerçekliğin çözülüşü toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesinden,
cinsler arası eşitsizliğin aşılmasından,
geleneksel ilişki ağlarının parçalanmasından geçmektedir. Özgürlük mücadelelerini tahakkümcü zihniyetin
etkilerinden kurtarmanın ve kalıcı
başarıya götürmenin tek yolu kadının
mücadeleye aktif, bilinçli ve iradeli
katılımını sağlayacak zeminin
yaratılmasıdır. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi o toplumdaki kadının
gelişmişlik düzeyiyle anlaşılıyorsa,
bir hareketin gelişmişlik düzeyi de o
hareket içerisinde yer alan kadınların
özgürlük düzeyiyle anlaşılmaktadır.
Hiçbir özgürlük hareketi kadın
katılımının bu düzeyde olmasına cesaret edememiştir. Kürt Özgürlük
Hareketi’nin buna cesaret etmesi özgürlük ideolojisine olan güveninden,
özgürlük ahlakına olan inancından,
özgürlük bilincinin derinliğindendir.
İşte bu cesaret, inanç ve bilinçtir
ki bu gün tüm dünyanın tanıklığında
Kürdistan’da bir kadın devrimini gerçekleştirmektedir. Özgürlük dağlarında
başlatılan kadının özgürlük yürüyüşü
bu gün tüm alanlara yayılmıştır. Evinde
sessizliği ve karanlığa mahkûm edilen
kadın kendi öz gücü ve iradesiyle
yeni bir yaşamın kuruluşuna öncülük
etmekte. Kürdistan’da insanlığın onur
tarihi yeniden yazılıyor. Kürt
kadınlarının özgürlük iddiasını ile
16
gerçekleştirmiş olduğu direnişinin neleri ortaya çıkardığı sayısız kutsal
şahadetle ortaya konulmuştur. Kürt
kadının direnişi destanlar yazmış ve
bundan sonra da yazmaya devam edecektir. Kapitalist sistemin geliştirmiş
olduğu cinsiyetçilik karşısında ideolojik, siyasal, sosyal, kültürel ve en
temelde örgütsel olarak toplumun bütün alanlarında kadın özgürlük çizgisi
büyümektedir. Bu artık önüne geçilemeyecek bir toplumsal gerçeklik
haline gelmiştir. Kürdistanlı kadınların
yaktığı özgürlük ateşi bu gün dağlardan
şehirlere doğru akıyor.
Yeniden doğuşun şarkısı
Bu özgürlük ateşinin yeni kıvılcımlarını oluşturmak ise genç kadınların temel görevidir. Egemenlikli
sistem bu gün genç kadınlara yaşam
alanı bırakmamıştır. Özgürlük adına
ne varsa yok etmeye çalışmaktadır.
Genç kadınlar buna karşı kendi
yaşam alanlarını kendileri yaratacaklardır. Kadın Özgürlük Hareketi’nin kutsal topraklarda yeniden
yazdığı şarkı bu gün tüm dağlarda,
şehirlerde yankılanmakta. Genç
kadınlar bu şarkıyı daha yüksek sesle
söylemenin sorumluluğuyla karşı
karşıyalar. Bu da ancak mücadeleye
daha güçlü katılmakla gerçekleşecektir. Bunun en anlamlı ifadesi ise
özgür dağlara yürümek olacaktır.
Uzaklardan bir şarkının ezgisi buradan duyuluyor. Bu şarkı zaferin
şarkısı.
Yeniden doğuşun şarkısı…
Genç kadınların kendi baharlaşma
mevsimlerinde özgürlük dağlarında
özgürlüğü, direnişi, onuru ve aşkı
yeniden yaratacağına olan inancın
şarkısı..
Bu şarkı özgürlüğün şarkısı.
***
STÊRKA CİWAN
K
A
D
I
N
Gençler ‘Tecavüz Kültürü’ne
Dur Demeli
Zerya ZAGROS
“Kürt gençliği, fuhuş,
narkotik vb. yöntemlerle
dejenere edilmek
istenmektedir. Kürt
kızları devlet yetkilileri
tarafından taciz ve
tecavüze uğramaktadır.
Gerçek böyle iken,
bunun ötesinde
söylenecek pek bir şey
yok aslında. Yapılması
gereken harekete geçmek
ve kıyamet koparmaktır.
Devleti tecavüzkârların
başına yıkmaktır”
Kadına karşı şiddet, dünyanın her
yerinde olduğu gibi Türkiye ve Kürdistan’da da artarak devam eden toplumsal bir yara. Öte yandan da
aralıksız devam eden savaşlar ve can
kayıpları. Yani şiddet, ölüm, tecavüz,
intihar, gözyaşı dinmek bilmiyor. Bu
vahşetin durması bir yana, tersine tecavüz bizzat devlet eliyle gün geçtikçe daha da artırılıyor. Bir nevi
kadına yönelik şiddete dair haberler
eksik olmuyor yaşamımızdan, adeta
yaşamımızın bir parçası durumunda.
İstatistiklere göre, geride bıraktığımız
son birkaç ay içerisinde 10 binin üzerinde kadın şiddete uğradı. Ve bunlardan 110 üzerinde kadın, namus,
kıskançlık vb. gerekçelerle katledildi.
Yani her gün onlarca kadın, çocuk
bu vahşi‘tecavüz kültürü’nün kurbanı. Aslında ortaya çıkan fotoğraf
kadın şahsında tüm toplumun tecavüze uğruyor olması. Çünkü bu Tecavüz ve savaş zihniyeti yani eril
zihniyetin birbirini besleyen ürünü
tüm topluma dayatılıyor. Bu kan
emici zihniyetin adı tecavüz kültürü,
savaş kültürüdür. Devlet kültürüdür.
Terördür.
Tecavüz kültürü sadece kadının bedeniyle ya da cinsel alanla da sınırlı
kalmayan, bir konudur. Egemen sistemin erkek egemenlikli zihniyetinden temelini alan ve kadınından
çocuğuna kadar toplumun ezilen tüm
kesimlerine uygulanan her türlü zor,
şiddet, ve baskı, çocukların öldürülmesi, gençlerin linç edilmesi, toplu17
mun soykırımlardan geçirilmesi de
tecavüz kültürün bir ürünüdür.
Emeğin sömürülmesi, gasp edilmesi,
el konulması da tecavüz kültürünün
ürünüdür. Doğaya tahakkümde bulunmak, gasp etmek, tahrip etmek,
yakıp yıkmak, barajlar kurmak, tarihi
eser ve değerleri yıkmak da bu kültürün
‘eserleri’ arasındadır.
Erkek kadını, devlet de toplumu
kendisine ait kılmak ister
Bu kültürün en büyük icadı da,
dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde halklara karşı yürütülen savaşlardır. Bunlar sonucunda sönen
yaşamlar, yakıp-yıkılan coğrafyalar.
Bu eril egemen sistem bu kültürü
dayatarak halkları, kültürleri, insanları birbirine kırdırtmakta, düşmanlaştırmakta, insanı bile kendine
yabancılaştırmakta.
Kürdistan’daki savaşın kendisi de bu
tecavüz kültürünün bir sonucu değil
midir? Yakılıp boşaltılan binlerce
köyün, göçertilen yüz binlerce insanın
ve her gün dökülen oluk oluk kanın sebebi bu tecavüz kültürü değil midir?
Çünkü tecavüz kültürünün temelinde
başkasının hakkına, yaşam alanına
zorla el koyma, hükmetme, sahiplenme
vardır. Erkek kadını, devlet de toplumu
kendisine ait kılmak ister ve bunun için
her şeyi yapmayı mubah sayar.
Bu kültürün kökeni bin yıllar öncesinde egemen erkek zihniyetinin,
kadının emeğine ve yarattığı tüm topTîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
lumsal değerlere, komünal ve barışçıl yaşama zorla el koyup bunlar üzerinden egemenliğini kurduğu
dönemlere dayanır. Bu kültür o dönemden bugüne kendini geliştirerek
ve daha da yetkinleştirerek gelmiştir.
Bu gün bu kültür toplumun her köşesine ve hücresine sinmiş, kendini çok
ince yöntemler ve özel savaş araçlarıyla sürdürmektedir. Çıkış itibarıyla
kadına karşı geliştirilen bu kültürün
bu gün de en büyük mağduru yine
kadın olmaktadır.
Tecavüz terörüne “dur” demek
Kürdistan’da tecavüz yıllardır olduğu gibi bu gün de devlet eliyle
özel savaş yöntemi olarak yürütülmektedir. En son olarak ortaya çıkan
Siirt, Pervari olaları bunu açıkça
gösteren örneklerdir. Zaten bu
saldırı, yıllardır planlı bir şekilde
Kürt toplumuna dayatılmaktadır. Bu
saldırı Kürt çocukları şahsında tüm
Kürt toplumuna karşı gerçekleştirilmiştir. Kürt toplumunun, bu bilinçle
hareket etmesi kaçınılmazdır.
Yıllardır özgürlük arayışında olan
Kürt kadınları, kendilerini toplumun
kölesi ve kurbanı yapan bu egemen
ve tecavüzcü zihniyete karşı mücadele veriyor. Geçtiğimiz yıl “Kimsenin Namusu Değiliz,Namusumuz
Özgürlüğümüzdür” şiarıyla yıl boyunca bir kampanya yürütüldü. Bu
kampanya, toplumun en büyük yarasına çomak sokmak gibiydi. Çünkü
toplumumuzda kadın hala namus
olarak görülmekte. Bu kampanya
hem kadında hem de genel toplumda
önemli gelişmeler sağladı, binlerce
yıldır tabulaştırılan zihniyet
kalıplarını sorgulattırdı.
Kürt kadın hareketi, geçtiğimiz
Mayıs ayında da “Özgür ve Demokratik Toplumu Yaratalım, Tecavüz
Tîrmeh 2010
Kültürünü Aşalım” şiarıyla yeni
bir kampanya başlattı. Ve bu kampanya çerçevesinde başta Kürdistan
ve Türkiye olmak üzere birçok yerde
çeşitli eylemler gerçekleştirildi ve
kampanya devam ediyor.
Kürt kadınları kendilerini bin
yıllardır köle eden, topraklarını gasp
eden, dillerini yasaklayan, varlıklarını inkâr eden bu tecavüz terörüne
“dur” diyor. Bu kampanyayı en çok
yükseltmesi gereken kesimlerden
biri de, Kürt gençliğidir. Çünkü tecavüz kültürünün diğer bir kurbanı
da Kürt gençliği olmaktadır.
Kürt gençliği tecavüz kültürüne
karşı ne yapmalı ?
Kürt gençliği de, tecavüz kültürünün bir yöntemi olarak fuhuş, narkotik vb. yöntemlerle dejenere
edilmek istenmektedir. Kürt kızları
devlet yetkilileri tarafından taciz ve
tecavüze uğramaktadır. Gerçek
böyle iken, bunun ötesinde söylenecek pek bir şey yok aslında.
Yapılması gereken harekete geçmek
18
ve kıyametler koparmaktır. Devleti
tecavüzkârların başına yıkmaktır.
Kürt gençliğinin yıllardır halkına
verdiği söz gereği, toplumun öz savunmasını sağlaması, ona uzatılan
kirli elleri kırması, gerçekleştirilen
bu tecavüz kültürünün saldırıları
karşısında meşru savunma ekseninde
harekete geçmesi en temel görevlerindendir. Şimdi bunu yapamazsak,
bizi bekleyen farklı bir geleceğin olmadığını da bilmeliyiz. Özellikle de
Kürt kızlarının kendilerine, Kürt
kadınlarına, Kürt toplumuna dayatılan
köleliğe, tecavüze ve baskıya karşı eylem alanlarına çıkması özgürlük
arayışının gerekliklerindendir.
Küçük çocukları cezaevlerine
gönderip, orada işkence yapan, yaşlı
analarımıza sokak ortasında linç uygulayan, ülkemize tonlarca bomba
yağdıran, toplumu fuhuşa, uyuşturucuya sürükleyen, yozlaştıran, kültürel soykırıma maruz bırakan ve
bunun dışında hiçbir seçenek
tanımayan devlet patentli bu tecavüz kültürüne hayır diyelim, özgür,
onurlu geleceği yaratalım.
STÊRKA CİWAN
G
Ü
N
C
E
L
ÖZGÜR VE EŞİT BİR YAŞAM
YOLUNDA DEMOKRATİK GENÇLİK
AKADEMİLERİ
Özgür ÇALAK
“Akademiler, tarihte de
mevcut sistemin dışında,
soru sormayı ve
cevaplarına kendi öz
düşünce gücüyle ulaşmayı
sağlayan mekânlar olarak
ortaya çıkmıştır.
Belirlenen düşünce
kalıpların dışına çıkan
ilk çağ filozofları özgür
tartışma ortamlarını
geliştirerek, insana ait
olan düşünme,
duyumsama, hissetme ve
anlamdırma gücünü daha
fazla açığa çıkarmıştır”
Bu gün bin yıllardır yok edilmek istenen toplumların özgürlük tutkusu Ortadoğu topraklarında yeniden boy vermekte. Özgürlüğün en somut ifadesi
olarak oluşum sürecine girdiğimiz Demokratik Konfederalizm, toplumların
özgürlük eğilimi olarak Kürdistan’da
tomurcuklanıyor. Bu tarihsel gelişmenin
canlı tanığı olan hatta onun da ötesinde
bire bir yaratıcısı olan bir neslin içinde
olmak günümüz gençliği için büyük
bir şans. Önderliğin ortak, eşit ve özgür
bir yaşama dayanan, komünalizme yeniden ruh veren Demokratik Konfederalizm projesinin hayat bulması kuşkusuz yeni toplumu yaratmakla iç içe gelişecektir. Yeni bir toplumsal yapı ise
ancak onun yeni zihniyeti ile gelişebilecektir. Tarihin tüm önemli süreçleri
ve oluşumları etkili zihniyetlerle gelişmiş, iradesel duruşlarla somut ifadelere kavuşmuş, yaşam alanları haline
gelmişlerdir. Yeni toplumu yaratmak,
bunun yeni zihniyeti yaratma süreçleri
yoğun ve kararlı bir çalışma gerektirir.
Güçlü bir bilinçlenmeyi ister. Özellikle
gençlik toplumsallaşmasında buna daha
fazla ihtiyaç olduğu ortadır. Toplumda
demokratikleşmeyi geliştirmek, özgür
yurttaşlığı geliştirmek için öncelikle
kapitalizm tarafından en fazla saldırıya
uğrayan gençlerin özgürlük için mücadele etmeleri gerekir. Bu da ancak
bizler tarafından geliştirilecek bir bilinçlenme ve aydınlanma hareketiyle
yaşam bulabilir. Bin yılların gözlerinden
arınmış ve tarihin üstündeki örtüyü
kaldırarak gerçeği arayan biz gençler
19
yaşamın anlamını nasıl bulacağımızı
da bilmeliyiz. Bunun için kullanacağımız
yöntemleri doğru belirlemeliyiz. Verili
olanı çözümleyerek, çözerek ret etmek
ve alternatifini oluşturmak temel yaklaşım olmalı. Doğru yöntem doğru sonuçları da doğuracaktır. Kendi
zamanımızın zihniyet oluşumunda kullanacağımız mekânlar bu açıdan önemli.
Bu nedenledir ki Önderlik demokratik
siyaset akademilerinin en kısa zamanda
oluşturulmasını tüm toplumsal kesimler
için belirtti. Ancak özelde biz gençler
için Demokratik gençlik akademileri
olmazsa olmaz kabilindedir.
Tabii öncelikle egemen zihniyetin
eğitim sistemini yorumlamak ve ona
karşı tavrımızı belirlemek zorundayız.
Tarihteki bütün sınıflı toplumlarda
eğitim, egemen sınıfın ideolojisinin
yeniden üretiminin ve topluma yayılmasının, kabul ettirilmesinin bir aracı
olarak işlev görmüştür. Egemen sınıflar,
hegemon konumlarını koruyabilmek
ve bireyleri kendi üretim ilişkilerine
uygun olarak yetiştirmek için eğitimi
kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu bağlamda eğitim, egemen
sınıfların ideolojik araçlarından biridir.
Antik toplumlardaki eğitim sisteminden
feodal toplumdaki kiliselere ve kapitalist
toplumdaki üniversitelere kadar eğitimin
başlıca amacı, egemen sınıfların çıkarlarına göre şekillendirilen toplumu
mevcut sistemin devam etmesi
gerektiğine ikna etmek, yeni kuşakları
sistemin kendini yeniden üretebilmesi
için gerekli biçimlere sahip hale getirTîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
mektir. Egemen sınıfın kalıpları dışına
çıkan eğitim anlayışları, tarihin her
döneminde şiddetle reddedilmiş, yasaklanmış ve engellenmiştir. Kapitalist
toplumda da eğitimin anlamı farklı
değildir, ancak kendisinden önceki
toplumlara göre çok daha karmaşık
bir işleve ve işleyişe sahiptir. Kapitalizm için eğitim, bir yandan burjuva
sınıfının toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracı ve
eğitim kurumları da burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı yerlerken,
diğer yandan da sermayenin hizmetine
sunulmak üzere nitelikli işgücünün
yetiştirildiği, kapitalistler sınıfı için
meta üretiminin yapıldığı kurumlardır.
Bu durum kapitalizmin ortaya
çıkışından bu yana böyledir ve bu
niteliği gittikçe artmaktadır. Dini kurumlar, eğitim sistemi, hukuk sistemi,
medya gibi tüm araçlar ideolojik
aygıtın birer parçasıdırlar. Kapitalist
sistem bu araçları son derece etkin
bir şekilde kullanarak ve her gün bu
araçlara yenilerini ekleyerek, hatta
kimi zaman kendisine karşı olan
araçları bile tersyüz edip içini
boşalttıktan sonra topluma iade ederek
ideolojik bombardımanını sürdürür.
ölünceye kadar bırakmaz. Kapitalist
sistemin toplumun tamamını genel
ve zorunlu bir eğitime tabi tutması
kuşkusuz kendisinden önceki toplumlarla karşılaştırıldığında muazzam
bir ilerlemedir. Fakat kapitalist sistemin eğitim amacı, toplumu oluşturan
bireyleri, kendisinin ve yaşadığı dünyanın bilincinde olan ve edindiği bilgiyi toplumun yararına kullanan özgür
insanlara dönüştürmek değildir. Bu
bilgiyi kendi isteminin çıkarları
doğrultusunda kullanan, insanlar terbiye eden ve bunu da fazla soru sormadan, sorgulamadan, anlam gücü
kazandırmadan itaatkâr bir şekilde
yerine getiren ücretli ya da ücretsiz
kölelere dönüştürmektir.
Kapitalist zihniyetin bin bir
maskeli yüzü içinde gençlik
Kapitalist sistemde dünyaya gelen
herkes, doğduğu andan itibaren bu
ideolojik bombardımana maruz kalır.
Önce aile içinde, sonra okulda ve
ardından üniversitede verilen eğitim
tek bir amaca yöneliktir; bireyi kapitalist toplumla uyumlu bir hale getirmek ve bu şekilde tutmak. Okul
evresi bittiğinde ideolojik eğitim
başka araçlarla devam eder. Bu kapsamda burjuva medyanın ulaştığı güç
korkutucu boyutlardadır. Medyanın
yanı sıra din, kültür, ahlak gibi araçlarla süre giden ideolojik eğitim kişiyi
Tîrmeh 2010
‘Ücretli veya ücretsiz kölelik’ diyoruz çünkü toplumun geneline uygulanan eğitim sistemi sadece küçük
bir azınlık ile toplumun geri kalan
çoğunluğunun arasında her alanda
olduğu gibi eğitim alanında da derin
bir uçurum vardır. Egemen sınıfın çocuklarının okuduğu okullar ile toplumun geri kalanının eğitim gördüğü
okullar arasındaki fark, kapitalist toplumun sahip olduğu eşitsizlikle doğru
20
orantılı olarak her geçen gün daha da
artmaktadır. Bu kapitalist sistemin doğası gereğidir. Çünkü kendini sürdürmek için buna ihtiyacı vardır. Ama
sonuç yine de değişmemektedir. Sonuçta ne kadar cilalansa da sistem
kendi okullarında köleler yetiştirmekte.
Kapitalist sistemin bütün ideolojik argümanları eğitim sisteminin içeriğine
de yansımıştır. Esas olan anlamak ve
anlamlandırmak değil, ezberletmek
ve bir nevi robotlaştırmaktır. Araştıran
ve sorgulayan, doğru bulmadığını
eleştiren, doğru bildiğini sonuna kadar
savunan bir düşünme tarzı kapitalist
sistemin anlayışıyla asla bağdaşmaz.
Onun istediği kendisinin doğru
dediğine doğru diyecek, yanlış dediğine
yanlış diyecek, kısacası egemen ideolojiyi tartışmasız kabul ederek, pasifleşmiş ve edilgen hale gelmiş beyinlerdir, tenekeleşmiş yüreklerdir.
Verili eğitim sistemiyle biz gençlerin kendi geleceğini yaratmasının
mümkün olmadığı ortadadır. Sistem
hangi maskeyi takarsa taksın gerçek
yüzünü gizleyememektedir. Ve bugün
hepimizin hep bir ağızdan ‘kral
çıplak’ diye bağırmasının önüne
kimse geçemez. Bir parça ekmek
için kralların soytarıları olma, kırk
takla atma dönemi artık hiç kimse
için kabul edilemeyecek bir gerçektir.
Kapitalist sistem ve onun işbirlikçileri
çıplaklıklarını gizleyememektedirler.
Sistem eğittiği gençlerle bir yandan
ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü
açığını kapatmakta bir yandan da
kendi çıkarları için sürekli bir işsizler
ordusunu
yedekte
bulundurmaktadırlar. Üniversiteden
mezun olmak için yıllarca ter dökenlerin büyük bir çoğunluğu iş bulamamakta veya işsizlik korkusunun
etkisiyle çok düşük ücretlere ve son
derece kötü koşullarda çalışmaya
razı olmaktadırlar. Eğitim sisteminin
tüm kademelerinde, bireylerin kültürel
STÊRKA CİWAN
ve ulusal kimlikleri, dilleri ve dinleri
birer baskı sebebi olarak kullanılmakta, milliyetçi ve şoven bir
anlayışla hazırlanmaktadırlar. Kendi
anadilinde eğitim görme hakkı
tanınmamaktadır. Aynı zamanda açık
hava hapishanelerine çevrilen okullar,
polis ve mafyanın işbirliği sayesinde
birer uyuşturucu bataklığına dönüştürülmektedir. Gençleri eğitim amacıyla
bu binalara dolduran ve ardından
onları kapitalist düzenin en iğrenç
yöntemleriyle zehirleyen de yine
aynı kapitalist sistemdir. Tüm bunlar
herkesin gözleri önünde olup bitmektedir. Ancak toplumun, duyularının sistem tarafından köreltilmesi,
refleksiz, tepkisiz bırakılması onu
başka çaresi yokmuş gibi kendinden
sonra gelenleri de bu sisteme yem
olarak hazırlamaktadır.
Karanlığa çığlık olmak ama
bilerek anlayarak ve yaratarak
Bunu için kapitalist sistemin
sınırları içinde, ondan bağımsız, hatta
onu aşan bir eğitim sisteminin yaratılabileceğini savunmak tümüyle sakat
bir yaklaşımdır. Bu gün muhalif kesimler tarafından yaşanan en büyük
yanılgı kapitalist sistemde kapitalist
olmayan bir eğitim sistemi kurulabileceği yanılsamasını yaşamaktır. O
halde devrimci gençliğin yürüteceği
mücadele hangi politik eksen üzerinde ilerlemelidir? Demokratik siyasetin yani demokratik toplumun
yaratılmasının mücadele yöntemlerinin geliştirilmesinde gençliğin oynayacağı rol nedir? Sorularına verilecek
öncelikli cevap; gerçek bir bilinçlenme ve aydınlamanın yaşanmasıdır. Sorunun özü mücadelenin ve
örgütlenmenin kapitalist sistemden ve
onun ideolojisinden kendini koparmaktır. Sistemiçileştirmeye karşı alternatif bir yaşamı oluşturmaktır.
Tabii özgürlüğümüzün mücadelesini
doğru temellerde vermek için öncelikli ihtiyacımız kendimizde yeni bir
zihniyet yaratmaktır. İşte tam da
bunun için demokratik gençlik akademileri gereklidir. Yeni yaşamı yaratmada özellikle gençliğin oynayacağı
rol düşüldüğünde gençliğin kendi demokratik akademilerini oluşturması
tarihsel ve güncel olarak büyük bir
öneme sahiptir. Akademiler, tarihte de
mevcut sistemin dışında, soru sormayı
ve cevaplarına kendi öz düşünce gücüyle ulaşmayı sağlayan mekânlar
olarak ortaya çıkmıştır. Belirlenen
düşünce kalıpların dışına çıkan ilk çağ
filozofları özgür tartışma ortamlarını
geliştirerek, insana ait olan düşünme,
duyumsama, hissetme ve anlamdırma
gücünü daha fazla açığa çıkarmıştır.
Akademilerin günümüze kadar kurumlaşarak gelmesi ve adeta bir geleneğe dönüşmesi sahip olduğu güçle
birebir bağlantılıdır. Günümüzde de
kapitalist istemin verili eğitimine alternatif olacak bir kurumlaşmaya gitmek eğitim sistemimizde yarattığımız
demokratizasyon ve düşünce dünyamızdaki üretim ile olacaktır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi gençlik kendi toplumsallığını yaratırken
bin bir hileyle, tuzaklarla ve çıkar
ilişkileri ile karşı karşıyadır. Bunu
aşmak ve alternatif bir yapılanmayı
geliştirmek öncelikle gençlik akademilerinde yakalayacağımız düşünsel
üretim düzeyle olacaktır. Akademilerde geliştirilecek yöntem sistemin
geleneksel anlamda yarattığı koşullanma ve ideolojik şartlanmayı aştıracak nitelikte olmalıdır. Bu da kendisiyle beraber gençliğin dinamizmiyle
yeniliklere açık uygulama yöntemlerinin yaratılacağı mekânlar işlevini
görmesini de sağlayacaktır. Gençlik
demokratik bir toplumun eşit ve özgür
koşullarda oluşmasının her aşamasına
böylece daha güçlü katılarak aslında
21
bir yönüyle kendini gerçek anlamda
görecek ve yeniden bir doğuşu gerçekleştirecektir. Yani demokratik gençlik akademileri gençlerin kendini
keşfettiği mekânlar olacaktır. Yeniden
soluklandığı mekânlar. Tüm bu gerçeklikler gençliğe özgün, onun özüne
uygun bir toplumsal eğitim ile araştırarak, sorgulayarak özgür düşünceler
yaratarak olacaktır. Tabii gençliğin
eğitiminin aynı zamanda büyük çaba
ve sabır isteyen bir iş olduğunu da
unutmamak gerekir. Fakat sistemin
yaşamı anlamsızlaştırma saldırıları
karşısında yaşamı anlamlandırma
gücü ile beraber düşünce ve duyguları
geliştikçe bunun karşılığında önemli
bir gelişme yaratma gücü de ortaya
çıkacaktır. Gençlik kendi amaçlarında
netleştikçe bunun yöntemlerini iyi
kavradıkça girdiği her işte bir başarı
sağlayacaktır.
Bunun için demokratik gençlik akademilerini yeniden tanımlamaya ve
yöntemini belirlemeye ihtiyaç vardır.
Şimdiye kadar yaşamı anlamsızlaştıran
verili sistemlerin eleştirisi üzerinden
geliştireceğimiz akademilerimizin gençlik açısından hemen hayata geçmesi
ve içeriğinin zenginleştirilerek sonuç
alan bir tarzın yaratılması gençlik
açısından hayati önemdedir. Gençlik
akademilerimiz düşünen, sorgulayan,
hisseden insanı yaratmalı. Düşündükçe,
sorguladıkça, hissettikçe yeni anlamlarla
buluşan ve yeni anlamlarla buluştukça
yaratan, yapan insanı yaratmalı. Her
şeyden önemlisi kendi iradesel gücüyle
bunu başaran insanı yaratmalı. Bu nedenle Önderliğimizin yeniden gündemleştirdiği akdemileri en kısa zamanda işlevine uygun oluşturmak vereceğimiz en büyük özeleştiri olacaktır.
Tüm genç beyin ve yürekler için. Tüm
toplum için. Karanlığa çığlık olalım
ama bilerek, anlayarak ve yaratarak!
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
A
N
A
L
İ
Z
Manipülatif Medyaya Karşı
Özgürlükçü Medya
Kasım ENGİN
“İletişimin bir bölümü
olan ve büyük bir role
sahip olan medyanın
başarısı, dilinin çok güçlü
kullanılmasıyla
bağlantılıdır. Özgün,
zengin ve çeşitli olan
medya dili yumuşak,
dolaylı ve insanları
etkileyen bir yapıya
sahiptir. Kamuoyunu
herhangi bir konuda ikna
etme ve zeminini
hazırlama görevi
medyaya aittir”
Tîrmeh 2010
“Medya kavram olarak, sihirli ya
da medyum, yani geleceği gören anlamına gelir. Genel anlamda kullanış
biçimi; bir ifade aracı olduğu kadar
belli bir mesajın bir gruba
ulaştırılmasını sağlayan bilgi yayma
araçlarının (televizyon, kitap, reklam,
İnternet vb.) tümüne denir. Her ne
kadar son dönemlerde birçok kesimin
medya için kendisince geliştirdiği bazı
tanımlamalar olsa da birçok anlatı ve
tartışmada kitle iletişim araçlarının
tümüne yönelik söylenen bir kavram
olmaktan çıkmış, daha çok basın-yayın
şirketlerinin yapısı ve işlevi ile ortaya
çıkan iletişim ve yapı sistemine verilen
genel bir kavram haline gelmiştir.”
(Gurbetelli Ersöz, Basın Akademisi
Yoğunlaşma Devresi Broşürü)’
Kitle iletişim araçları, adı üstünde
kitlelerle ilişki kurmak, kitlelere istenilen mesajları vermek, kitleleri eğitmek
ve tabii ki siyasal ve ideolojik düşünceleri kitlelere empoze etmek için
yaygın kullanılan araçlardır.
Medyanın etkinliği çağla birebir
bağlantılıdır. Eski dönemlerde ulaşımın
zor olduğu, iletişimin geç yapıldığı
zamanlarda doğaldır ki iletişim araçları
etkili olamayacaklardı. Sözlü anlatıcılar
aracılığıyla yapılabilen etki neyse o
yapılabilmiştir. Özcesi medyanın insanlığı komple etkileyebilmesi, teknolojinin gelişimiyle at başı gelişmiştir.
Teknoloji ne kadar gelişmişse, ulaşım
ne kadar hız kazanmış ise iletişim araçları da o kadar etkili ve hızlı olmaya
başlamışlardır.
22
Biliniyor; burjuva demokrasilerinin
temel üç kurumu vardır; yürütme, yargı,
yasama yani hükümetler, mahkemeler
ve meclisler. Ve bu sistemin demokratik
olabilmesi için bu üç gücün eşit düzeyde
birbirini denetleme, kontrol etme hakkına sahip olması gerekliliğinden bahsedilirdi. Montesquie böyle tanımlamıştı
burjuva demokrasisini. Birbirinin üstü
değil, eşit, bağımsız olmalıydı. Aksi
takdirde birbirini etkileme, yönlendirme,
manipüle etme imkânı doğardı ki bu
da demokrasi olamazdı.
Uzun yıllar burjuva demokrasisi
için bu üç güç önemliydi. Ancak
1950’lerden sonra dördüncü bir güç
devreye girdi. Buna Medya ya da
basın yayın denildi. Gazetelerin
yaygınlaşması, telgraf, sinema, radyo
ve adım adım tele-vizyonların gelişimi
bu süreci hızlandırdı. Ve bugüne geldiğimizde teknolojik olarak dünyanın
adeta evinize kadar gelebilmesi, dünyayı evinizde izleyebilmeniz, bu dünyanın en zengin olanıyla dağ başında
çobanlık yapan birinin iletişime geçebilmesiyle bırakalım dördüncü güç
tanımlanmasını, birçok yerde medya
ya da basın yayının daha üst sıralara
tırmanmasına yol açmıştır. Hatta bazı
yerlerde birinci güç olduğu söylenmeye başlanmıştır.
İletişimin bir bölümü olan ve büyük
bir role sahip olan medyanın başarısı,
dilinin çok güçlü kullanılmasıyla
bağlantılıdır. Özgün, zengin ve çeşitli
olan medya dili yumuşak, dolaylı ve
insanları etkileyen bir yapıya sahiptir.
STÊRKA CİWAN
Kamuoyunu herhangi bir konuda
ikna etme ve zeminini hazırlama
görevi medyaya aittir.
Toplumsal olgular
inşa edilen olgulardır
Önderliğimiz “Toplumsal olgular
inşa edilen olgulardır” dedi. Yani bir
toplumun oluşmasında insan emeği
var dedi. İnsanlar bu inşayı gerçekleştirmişlerdir. Bu şu demektir; insanı
siz inşa edebilirsiniz. Devam edersek,
insanı etkileyebilirsiniz. İnsanı yönlendirebilirsiniz. Tabii tersinden insanı
kendinden alarak manipüle edebilir,
yani insanı insandan çalabilirsiniz.
Özcesi insanın duygu dünyasına
hitap ederek onu istediğiniz yere çekebilirsiniz. Tabii bu insan ya da insanların sözlerinize karşı hazırlık düzeyi yoksa bu böyledir. Eğer insanlar
söz, davranış ve eylem bütünlüğüyle
bakabilmesini öğrenmişlerse sadece
söylenenlere bakmayacak, aynı zamanda davranışlar ve bu söz ve davranışların yarattığı sonuç sahası olan
eyleme bakacaklardır. Söz ve davranış
güzel ancak eylem yani atılan sonuç
adımı başka bir durum yaratmış ise,
o zaman söylenenleri ciddiye almayacak ve kendilerinin yönlendirilmesine izin vermeyeceklerdir.
Tarihten bir örnek verirsek söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Tarihte Sümer devleti diye
oldukça etkili bir devlet vardır. Tarihin
Sümerlerde başladığını söyleyen bilim
adımları da az değildir. Ancak biz
biliyoruz ki Sümerlerde kölecilik
çok yaygın kullanılan bir durumdur.
Hatta Sümerlerin gelişimi ağırlıklı
olarak bu köle emeği üzerinde inşa
edilmiştir. Peki, nasıl oluyor da insanlar köleliği böyle rahatlıkla kabul
edebiliyorlar? Diye bilirsiniz ki Sümerler zor ve şiddetle bu işi
başarmışlardır. Olabilir, ancak biz
de biliyoruz ki zor üzerine inşa edilen
yapılar her zaman uzun süreler yaşamamışlardır. Bir de nasıl oluyor
da insanlar gönüllüce neredeyse Sümer rahiplerine, onların buyrukları
temelinde çocuklarını ‘tanrılara feda
amaçlı’ verebilmişlerdir? Nasıl oldu
da iradelerini onlara teslim etmişlerdir? Bu sorulara verilecek doğru cevaplar bugün medyanın üstlendiği
misyonu nasıl icra ettiğini daha iyi
anlayabilme şansını bize verecektir.
Ve biz biliyoruz ki Sümer rahipleri
sadece zora dayalı değil, insanların
beyinlerine, yüreklerine girerek sözün
üstünlüğüyle insanların ruh dünyasını
alabildiğince etkilemesini bilmişlerdir.
Bu, insanın ruhsal bir yapı olarak
etkilenmeye, etkilemeye, yönlendirilmeye, yönlendirmeye açık olan
yapısıyla ilgilidir.
Evet, yeniden konumuza dönersek
insanın ruhsal sahasını siz etkileyebilirsiniz. Bu gerçeği egemenler çok
iyi bilirler. Tarihin ilk iktidar gücü
olan gerontokrasiden bu yana insanlar
tecrübeye, yönlendirmeye ve kandırmaya dayalı etkileme sanatı olan dil
ile her zaman insanların hafızalarına
girmeyi başarmasını bilmişlerdir.
Dediğimiz gibi egemenlerin bu yetenekleri adeta insanın her dokusunu
tanıyacak, ona göre yaklaşım belirleyecek bir düzeydedir. İnsanın karakterinin en incesinden en kabasına,
duygusalından asabisine, sert kafalısından en iyi niyetlisine, en dindarından en savaşçısına göre insanları,
özel tecrübelerle, edindikleriyle, etkileme sanatıyla istedikleri biçimi
vermeyi başarmışlardır.
Başka da bugün bu kadar aptallaştırmalara rağmen ses seda çıkarılmıyorsa, maymunlaştırma diz boyu dayatılıyorsa, egemenlerin ne kadar ustaca
işlerini yürüttüklerini söylemek ve
haklarını teslim etmek herhalde bu
bağlamda yanlış olmayacaktır.
23
Konumuza yeniden dönersek; teknolojik gelişimle birlikte dünya neredeyse bir köy haline dönmüştür.
İstediğiniz zaman istediğiniz kişiye,
istediğiniz eve, istediğiniz mahalleye,
istediğiniz şehre, istediğiniz devlete
ulaşabilirsiniz. Ulaşmak size yeni
güç imkânları elde etme şansını vermektedir. Ulaşmak size yeni etkileme
imkânları sağlamaktadır.
İşte bunun için deniliyor ki medya,
siyasal, sosyal ve kültürel, psikolojik
alanda hatta ekonomik alanda birinci
güç konumundadır. Sözde bunun için
basın özgürlüğü yoksa demokrasi
yoktur deniliyor. Basın ise yani medya
ise emperyalistlerin tekelindedir. Bugün dünyanın en güçlü medya kuruluşları emperyalistlerin, egemenlerin
elinde ve denetimindedir. Boşuna
medya patronlarını giderek yükselen
bir trendlesiyasal sahada görmüyoruz.
Eskilerde bu işler yani medya patronlarının siyaseti etkileme işleri gizli
yapılırdı, şimdilerde bu işler hiç gizleme ihtiyacı duyulmadan, alenen
yapılıyorsa bu medyanın ne kadar
güçlendiğini ve ne kadar etkin
olduğunu gösterir.
Egemen medyanın politikası
üç ilkeden oluşur
Medya araçları bugün emperyalist
egemen güçlerin kendi çıkarlarını
sağlama almada en etkili silahları
olduğunu herkes bilir. Yine birçok
devlette rejim değişikliğinin bu medya
gücüyle yapıldığını da herkes kabul
ediyor. Dünya öyle küçülmüş ki istediğin biçimde istediğin tarzda sanal
bir dünya yaratarak, illüzyonistler
gibi izleyenleri manipüle ederek yönlendirmek zor olmamaktadır.
Bugün medya, 1970’lerde Şili’de
Salvador Allende sosyalist hükümetine
karşı kullanılarak deviren ve sonra
da katledilen ‘20 yalan bir doğru yaTîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
par’ ilkesini daha da geliştirerek uygulamaktadırlar. Öyle ki bugün medya
araçlarında yalanlar peş peşe pompalanarak verilir. İzleyen önceleri yalan olduğunu bilse de bu yalanların
onlarca kez tekrarlanmasıyla insanın
ruhsal dünyası ve hafızası giderek
söylenenin doğru olabileceğini ve giderek de bunların doğru olduğuna
inanarak manipüle edilmiş olur.
Bu birinci ilkedir. Yani bolca yalanla, doğruyu belirsiz kılacaksın. Ve
ardından da medya araçlarının gücü
ve etkinliğiyle ise hafızaları kuşkuya
düşüreceksin. Bir kere hafızalarda
kuşkular yaratılmış ise peşinden o
hafızayı götürmek istediğin yere yönlendirmek zor olmayacaktır.
İkinci ilke ise vereceğin bilgiler biz buna veri diyelim- gerçekten
maddi olan bilgilerle doğrusu dile
gelecektir. Kesinlikle bilimsel olacaktır.
Yani veriler doğru olacaktır. Tek bir
yalanı barındırmayacaktır. Öyle ki
okullarda, kitaplarda öğrendiklerimizle,
maddi bilgilerle bir olacak hatta daha
geniş ve objektif olacaktır. Bu
yapıldıktan sonra sosyal sahaya, siyasal
sahaya ve ideolojik sahaya, ruhsal
sahaya geçiş sağlandığında adım adım
kendi görüşlerini empoze ederek insanları kendin için etkileyeceksin.
Maddi bilgilerin sağlam olması, arkasından gelecek yorumun objektifliğinin tartışılmadan alınmasına, kabulüne götürecektir. Buna iyi bir örnek
ABD’nin bir dönem güvenlik danışmanı olan akademisyenin Satranç
Tahtası kitabı verilebilir. Girişi ve
peşinden gelen birkaç bölümde sadece
veriler vardır. Hem de size her zaman
gerekli olan veriler. Ve siz bu kitabın
ne kadar objektif ve bilimsel yazıldığına kanat getirdiğinizde -ki bu arada
ABD’ye de eleştiriler az değildir- sıra
dünyanın nasıl şekillenmesi gerektiği,
ne yapılmasına geldiğinde, orada adım
adım ABD’nin emperyal politikaları
Tîrmeh 2010
gizliden size yedirilir ve sizde meşruiyeti kanıksatılır. Siz artık ABD’nin
yenilmezliğine ve başka ülkelere müdahalesine anlam vermeye başlarsınız.
Hatta hak verirsiniz.
Üçüncü bir ilke ise yığınla bilgi
verilmesidir. O kadar çok bilgi verilir
ki zamanla sizin genele bakışınız ya
da hâkimiyetiniz yitirilmiş olur. Parçayı bütünle kopardığız andan itibaren
zaten istedikleri noktaya gelmiş oluyorsunuz. Artık sıra manipüle etmeye
gelecektir. Buna biz bilgi kirliliği di-
lerin medya politikaları açısından
üç ilke oldukça önemlidir. Bunları
bilince çıkarmayan bireyin düzeyi
ne olursa olsun yönlendirilecektir,
etkilenmeye açık hale gelecektir.
Ve birçok kez kendi iradesiyle, kendi
düşüncesiyle görüş belirttiğini söylese de esasta bir merkezde yürütülen
özel savaşın iyi bir takipçisi olarak
görüş sunan olacaktır. Böyle birisi
belki özel savaş dairesi adına piyasaya çıksa bu kadar etkili ve tehlikeli
olmayacaktır. Ne de olsa Özel Savaş
ya da Özel Harp dairesi deyip geçeriz. Ancak sözde aydın, entelektüel, ya da sol, sosyalist, özgürlükçü,
feminist, çevreci, özgürlük savaşçısı
olarak yola çıkıldığı için bu kez
daha fazla dürüst, iyi niyetli, temiz
adalet arayışçısı olan insanlar emperyalist egemenlerin hizmetine konmuş olunur ki bu ilerici insanlık
adına asla ama asla affedilemez bir
durumdur.
Kirli medyaya karşı
kendimizi savunmak
yoruz. O kadar çok bilgi verilir ki
aslında hiçbir bilgiye eş değer olan
bir bilgi oluverir. Ve siz elinizde bilgilerle -çünkü o kadar çoktur ki- hiç
bir şey yapamazsınız. İşte insan bu
noktaya getirildikten sonra sıra artık
hafızanızın etkilenmesine gelecektir.
Bu manipülasyonu bilinçlice yürütenler giderek adım adım size vermek
istediklerini filtreleyerek vereceklerdir.
Ve sizde kalacak olan sadece ve
sadece bu filtre edilmiş, onların rafine
bilgileridir. Siz ise bunun farkında
bile olmayacaksınız.
Evet, belki başka ilkeleri, yöntemleri daha sıralamak mümkündür.
Ancak yukarıda sıralanan egemen24
Peki, medyanın bu körelten, yönlendirici, manipüle edici yaklaşımlarını nasıl aşacağız? Ve biz nasıl
bir medyacılık yani basın yayıncılık
yapacağız?
Öncelikli olarak yukarıda söylenenlerin tersini yapacağız. Çubuğu
tersten bükeceğiz. Önderlik “bu uygarlığın söylediklerinin tersini yapmak” dedi. Biz komünalcıyız, ortakçıyız, toplumcuyuz. Uygarlık bencil,
menfaatçi ve bireycidir. Ve bunlar
gerçekten zıt olgulardır. Bunun için
gerçekten onların basın yayıncılığının
tersini yapacağız.
Önce kendimizi bu kirleten medyaya karşı nasıl savunacağız? Elbette
farklı yol yöntemler vardır. En etkili
yöntem sıfır teknik kullanmadır. Yani
emperyalistlerin medyasından kendi-
STÊRKA CİWAN
mizi kopartmak. Bu en etkili olan
yöntem olsa da en zor uygulanacak
olandır aynı zamanda. Dünya bugün
bir köy haline gelmişken bizim kendimizi bu gelişmede dıştalamamız
düşünülemez ya da çok zor olacaktır.
Bunun için sıfır teknikten ziyade gerekli olduğu kadar takip etmek
olmalıdır. Buna bir de seçerek izlemek
ve takip etmek demek gerekir. Yani
öncelikli olarak seçerek, bilinçli tercihler üzerinde basın yayını takip etmek önemlidir.
İkinci bir yöntem olarak yaşadığımız çağda her insanın şöyle ya da
böyle önemli bir bilgi birikimine
sahip olduğunun bilinmesidir. Bunun
için emperyalistler kolay kolay görülecek yalanları erken sarf etmeyeceklerdir. Kırk dereden su getirerek,
insanların derinlerine nüfus etmek
için özel uğraşacakları da bilinmelidir.
Bunun için verileri almasına almak
gerekir ancak yorum sahasına
geçildiğinde daha dikkatli ve duyarlı
olunması gereklidir.
Üçüncü bir yöntem olarak aslında
birinci maddede dile getirdik. Bilgi
kirliliğine karşı tek yol seçici okumak,
seçici dinlemek, seçici izlemek, seçici
sörf etmektir. Ya hiç takip edilmeyecek
ya da özenle seçerek takip edilecektir.
Dördüncü bir husus olarak da şunu
iyi bileceğiz; emperyalistler insanın
dünyasına nasıl nüfuz edileceğini iyi
biliyorlar. Bunu bin yıllardır yapıyorlar. İlk Sümer rahiplerinden başlayarak
belki de ilk gerontokratlardan başlayarak bunu bilince çıkarmışlardır.
Bunun için her yenilikçi, her özgürlükçü, her adalet arayışçısı, eşitlikçi,
ortakçı, komunalist, sosyalist, feminist,
çevreci, demokrat, antiemperyalist
kendisinin yönlendirilmeye açık yönlerini bilince çıkaracak ve bunları
aşmak için kendini özenle ele alacaktır.
Kendini iyi eğitecektir. Manipüle edilebilecek özelliklerini ya aşacaktır
ya da otokontrolü bunların üstüne
tam sağlayacaktır. Duygusal, tepkisel,
ani çıkışları, asabiyetleri terk edecektir.
Bırakacaktır. Aşmak için akıl gücüne
yüklenecektir. Gururlu, kibirli, varsa
kariyerist, korkular, kıskançlıklar,
hırslar, biriktirmeler, bencil, bireyci,
maddi yönlerini de aşacaktır. Çünkü
bunların tümü insanın ruhsal sahasıyla
ilgili hususlardır. Ve bunların etki
altına alınması zor değildir. Bizler
manipülatif basının etkisinden ve
medyasından çıkmak istiyorsak bunları yapmamız şarttır.
Özgürlükçü Medyanın ilkeleri
Bu ‘20 yalan bir doğru eder’ medyacılığına karşı bizim yapacağımız
medyacılık, basın yayıncılık nasıl olmalıdır diye de sorulabilir?
Önderliğimizin söylediği ‘uygarlığın söylediğinin tersi doğrudur’
tezinden yola çıkarak;
1-Yalana asla ama asla başvurulmayacaktır. Yalancının mumu yatsıya
kadar yanar derler. Yalan er geç açığa
çıkar ve açığa çıktığı an yalanı yayanı
vurur.
2-Kuru ajitasyon ve propaganda
dan kaçınmak gerekir. Ajitasyon ve
propagandamız verilere dayalı olmalıdır. Verisiz bir medyacılık iflas eden,
sadece ve sadece dogmatik kalıplarla
hareket eden bir medyacılıktır ki bu,
bu çağda etkisiz kalacak bir basın
yayıncılık olacaktır.
Basit, duygu dünyasını pompalayan, kabartan bir yayıncılık kısa süreliğine etkili olsa da uzun vadede
etkili olmayacaktır. Duyguları şaha
kaldırmak yetmez, duyguları bilince
çevirmek daha önemlidir. Bu ise kuru
kuru ajitelere getirerek yapılacak bir
çalışma olamaz. Bu sadece ve sadece
kendi ideolojik felsefik kimliğinle
verilere dayalı, gerçeklere dayalı ajitasyon çalışmasıyla yapılabilir.
25
3-Yayın politikamızı hem özenle
seçeceğiz hem de yığınla bilgileri
vererek insanlarda yük oluşturmayacağız. Seçerek, özenle hazırlanmış
basın yayıncılık yapacağız, bu etkilemek istediğimiz kitlelere daha
rahat ulaşacaktır.
4- Aleni olacağız, şeffaf olacağız,
hiç bir şeyimizi gizlemeyeceğiz, politik kaygılar bir yere kadar anlamlı
olur ancak insan politik kaygılara
feda edilemeyecek kadar önemli bir
varlıktır. Araçlar hiçbir zaman
amacın önüne çıkarılmamalıdır. Bizde amaç daha adaletli, özgürlükçü,
eşitlikçi, ortakçı, komünal bir toplum
yaratmaktır. Bunun merkezinde ise
insan vardır. Amaç refaha kavuşmuş
özgür insan vardır. O zaman her
şey insan içindir şiarıyla hareket
ederek insanı politik çıkarlara feda
etmek olmamalıdır.
Belki daha farklı hususlar da sıralanabilir ancak yukarıda söylenenlere
dikkat edilmesi durumunda etkili bir
yayıncılığın yapılacağı kesindir.
Sonlandırırken; bugün Kürt halkı
başta olmak üzere, Türkiye’de ve dünyada Önderliğimizin ve gerillamızın
yaptığı açıklamalar dikkate alınmaktadır. Bunun sadece ve sadece birkaç
nedeni vardır.
1- Yalan yok, söylenenler sadece
ve sadece doğrular olacak.
2- Aleniyet sonuna kadar korunacak
ve şeffaflık esas alınacak.
3- Sade ve rafine mesajlar verilecek.
4- İnsan her şeyin merkezinde olacak.
Yukarıda sıralanan 4 ilke bilinçli
olarak basın yayıncılık için özenle seçilmiş olan hususlar olmasa da, bunlar
PKK’nin köklü karakterlerdir. Bu ilkelerin bugün basın yayın sahasında
dikkate alındığında oldukça büyük etkilere yol açacak kadar anlamlı ve
vazgeçilmez ilkeler olduğu kesindir.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
K
Ü
L
T
Ü
R
Kültür kırım maddi ve manevi
olarak yaşamı bitirmektir
Cihan EREN
“Kültürel zenginlik aynı
zamanda toplumsal
yaşamın kendi doğal
ritmine uygun sürekli
bir yenilenmeyi
yaşamasıdır da.
Çünkü her kültür değeri
belli bir zaman
ve mekanda yapılır
ve topluma mal olur. Ve
içinde yapıldığı zamanın
mekanın ihtiyaçlarına
cevap verir”
Tîrmeh 2010
Bir halkın veya toplumun gelişme
düzeyi ve biçimi aynı zamanda o halkın
veya toplumun maddi ve manevi kültürlerinin de düzeyi olmaktadır. Halklar
ve toplumlar esasta kendi içyapılarında
kurdukları tarihsel kültürel birliklerle
toplumsal yaşam bağlarını örerler. Ancak sosyolojik bir doğru olarak yaşamı
var eden tüm kültür değerleri, toplumsal
yaşam olmadan yaratılamazlar. İnsan
toplumsal bir varlık olarak ancak toplumsal bağların güçlü olduğu bir dünyada yaşam denilen sürenin gereklerine
göre var olur ve yaşar. Bu anlamda
kültürel yaratımlar toplumun ve de insanın bir diğer yüzüdür. İnsan için bir
tanımlama da onun kültürel bir varlık
olduğudur. Bu tanımdan da anlaşıldığı
gibi insan kültür ilişkisi insan yaşam
ilişkisidir.
İnsana ait olan toplumsallık doğadaki
diğer canlılardan yaratıcı farkındalığını
kültürel ürünleriyle ortaya koyar. Bu
anlamıyla insanlaşma öyküsü veya
tarihi bir diğer anlamıyla da maddi ve
manevi alandaki yaratımlarıyla insanın
kültürleşme tarihi de olmaktadır. Özcesi
insanın kendisine has olan maddi ve
manevi yaratımları dediğimiz kültürü
ve tecrübelerinin birikip yaşama dönüşmesi, kuşaktan kuşağa aktarılması
için toplumsal yaşam şarttır. İnsanlık,
toplum, birey, yaşam ve kültür kavramlarını daha yakından tanımak gerekir. Bu kavramları doğru tanımlamada
ölçü kuşkusuz ki toplumsal yaşamdır.
Doğru tanımlandığında özgürlük olanakları, yanlış tanımlandığında da kö26
lece bir yaşam ortaya çıkar. Kölece
yaşamdan kastımızın sadece tarihte
adı geçen eski çağ köleliği olmadığını
belirtmek gerekir. Kölelik insanlıktan
düşme, uzaklaşma olarak kendini özgür
olmadığı halde öyle gören, sorumsuz
bir bireyde yaşanan durumda olmaktadır. Yani anlamı geniş bir kavram
olduğunu bilmek gerekir.
Önderliğimiz özellikle son savunmalarında toplum, birey, kültür ve yaşam
kavramlarını yeni bir bakış açısıyla
açımlamıştır. Önderliğimiz toplumu insanlığın varlık koşulu, üst insan biçiminde, kültürü dar anlamda toplumun
zihniyet kalıpları düşünce biçimi ve
dili olarak tanımlamaktadır. Önderliğimiz
bireyi tek bir insan ferdi olarak toplumsal
yaşamı öğrenen bir kişi olarak değil,
toplumsal yaşamı var eden tüm maddi
ve manevi değerleri bir arada yaşayacak
ve üretebilecek en dar gurup olarak
tanımladı. Yaşamı da hakikat arayış
içinde belki de hiçbir zaman sırrına varamayacağımız bir olgu olarak tarif etti.
Yaşam yaşanırken sırrına ermemiz çok
zor olan bir zaman akışıdır. Ve bir
mekan içinde bahsedilen bu zamanın
anlam kazanması halidir.
Bir halkın kültürel zenginliği yaşmanın da zenginliğidir. Zenginlik birikim olduğu kadar, zenginlik olarak
tanımlanan değerlerin paylaşmasıyla
da ölçülür. Bu özellik de ayrı bir
kültürel zenginliktir. Kültürel zenginlikte diğer bir ölçü de Önderliğimizin
“uzun süre” kavramıyla dile getirdiği
aşamada yaratılan kültür alanlarının
STÊRKA CİWAN
sürekli yenilenmesi, artan ve değişen
toplumsal yapıya cevap olacak dönüşümü sağlamasıdır. Kültürel zenginlik aynı zamanda toplumsal
yaşamın kendi doğal ritmine uygun
sürekli bir yenilenmeyi yaşamasıdır
da. Çünkü her kültür değeri belli bir
zaman ve mekanda yapılır ve topluma
mal olur. Ve içinde yapıldığı zamanın
mekanın ihtiyaçlarına cevap verir.
Toplumsal yaşamda zamana; toplumun algılama düzeyi ve ihtiyacıdır
diyebiliriz. Mekanı da toplumsal
nicelik ve coğrafya olarak ele alabiliriz. Bundan hareketle belirtirsek
kültürde tıpkı zaman ve mekanın
diyalektiği gibi sürekli yenilenme,
bir akış, düzenleme, oluşan yeni
zaman ve mekana uyarlanmanın
yaşanacağı gerçeği ortaya çıkar.
Kültürel değişim ve dönüşümden kast etiğimiz husus, gelişi güzel şeyler yaratmak yeni biçimler
modeller ortaya koymak değildir.
Kültürel değişim; toplumun
yaşamına hakim olmuş ve gelenek
haline gelmiş geçmiş birikimler
üzerine yenilerini eklemek, gelenekselleşmiş ama yaşanan zaman
ve mekana cevap olamayan değerleri değiştirip dönüştürmeyi ifade
eder. Kültürel yenilenme aynı zamanda yaşama anlam katma
çabasıdır. Bu çabanın ürünleridir.
Dolayısıyla özellikle kapitalist sistemin yaptığı temel şey olan pazar
için satılacak ürün yapmak bu ürünleri satmak için insanların zihniyetini
reklamlarla denetime almak kesinlikle kültürel değişim değildir. Kültürel zenginlikse hiç değildir. Bu
yaşamı tüketmektir. Toplum ve
değerlerini sarf etmektir. En iyisinden
bu artık çok basit bir iş olan gündelik
ihtiyaçları karşılamak olabilir.
Kültürel yenilenme-değişme Önderliğimizin kültür tanımlaması yaparken vurguladığı “zihniyet kalıpları
düşünce biçimi, dil ve üretim araçları”
alanlarında toplumsal yaşamın komünal eşitlikçi özüne ve toplum doğa
ilişkisine ters düşmeyecek tarzda ele
alınarak yürütülürse doğrudur. Kültürel değişimin bu özeliğinden hareketle denebilir ki; kültürel değişim
için temelde olması gereken zihniyet
ve düşünce biçimlerindeki değişim
dönüşümlerdir. Dolaysıyla kültürel
zenginliğin devamlılığı kendi içeri-
sinde zamana ve mekana göre değişim
gücünü gösterebilecek zihniyet
kalıplarını ve düşünce biçimlerini
barındırmayı ister.
Zihniyet kalıpları düşünce
biçimi dil ve üretim araçları
Kültür değiştirip dönüştürmek, ona
yeni biçimler kazandırmak da kültürleşmek demektir. Toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde kültürlerin de değişip dönüştüğü bilinmektedir. Toplumsal ve kültürel
değişimler, yenilikler,-bu bazen olumsuz da olabilir- toplum yaşamında
doğan yeni ihtiyaçlara cevap olmak
için gerçekleştirilir. Toplumsal ihtiyaca
27
yeni bir kültür değeri yaratarak ya
da değişime uğratılmış eski bir değer
ile cevap olmak ilkin zihniyette gerçekleşir. Bu daha sonra pratikleşir
ve maddi değere dönüşür. Toplumsal
ihtiyaçlar söz konusu olduğunda önce
zihniyet-düşünce devreye girmek durumundadır. Çünkü toplumsal inşalar
düşüncelerin eserleridir. İnşa edilmiş
toplumsal yapıların maddileşmesi için
“el ve ayaklar” daha sonra devreye
girer. Kuşkusuz insan pratiğinde
düşünce ile pratik birinden koparılamaz. Ama yinede ilk kuruluşların
önce düşüncede oluşmaya başladığını belirtmek gerekir. Düşüncede
kendisine cevap oluşturulmamış
hiçbir toplumsal ihtiyaç giderilemez.
Bu anlamıyla da toplum-kültür
ilişkisinde toplumsal akıl-düşünce
ile yaratım birbirinin içerisinde gerçekleşirler. Biri diğerinde yansır.
İnsan düşündüğünü pratikleştirmek
isteyen bir varlıktır. Düşüncelerimiz,
manevi kültürümüzü bunun sonucunda ortaya çıkan ürünlerde insanlığımızın maddi kültürünü
oluşturur. Ve her iki kültür sahası
da somut olarak toplumsal yaşamı
var ederler. Teorik sayılabilecek bu
tanımlamalar ışığında genelde insanlığın özelde Kürt halkının kültür,
yaşam ve bireylerine bakmak kültür
kırım denilen sömürgeciliğin ne demek olduğunu incelemek teorik izahatlarımızı daha somutlaştırır.
Bir kere kültür yaşam ilişkisinden
dolayı kültür kırımın aynı zamanda
yaşam kırım olduğunu belirtmek gerekir. Yaşam kırım yaşamı kutsal
değerlerinden koparmaktır. Coşkusunu
heyecanını bitirmektir. Yaşam kırım
yaşamın donma halidir. Kültür kırım
aynı zamanda toplum kırımda olmaktadır. Zaten yaşamın dondurulduğu
insan bireyleri arasında sıcak ilişkilerin
olmadığı bireyciliğin zirve yaptığı bir
zaman ve mekanda toplumsallığın
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
olduğunu belirtmek saflık olur. Kültür
kırımı kabullenmek olur. Kültür kırım
sadece bir devletin başka bir halk
üzerinde uyguladığı baskılar, yasaklamalar ve asimilasyon hali değildir.
Toplumsal yaşamın komünalliği çıkarlarını bozduğu sınıflı egemenlikli her
gücün, çıkarı toplumsallıkta olan kesimlere uyguladığı yöntemlerdir de.
Bu tanımlama ile bakıldığında yaşam
ve toplum kırımın en çok yaşandığı
yerlerin başında Avrupa kıtasının geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak
kültür kırım ve buna bağlı olarak toplum ve yaşam kırım çok ince yöntemlerle uygulandığı ve kendisini kültür ve yaşam haline getirdiği için tahribatları kolay anlaşılmaz. Örneğin
Avrupa insanı veya orada yaşayan
insanlar kendilerini dünyanın en özgürleri sanır. Kuşkusuz halkların mücadeleleri sonucunda burada kimi
haklar elde edilmiştir. Ancak burada
özgürlük olarak lanse edilen duygu
ve düşüncelerin çok önemli bir kısmı
bireycilikten kaynaklanan kişinin kendisini farklı görmesidir. Oysaki özgürlük tek tek kişilerde değil toplumda
olur. Özgürlük farklı olmak değil daha
çok ortaklaşmaktır. Sorumluluktur.
İşte bu yanlış özgürlük hali kültür ve
yaşam kırımın yol açtığı kolay
anlaşılmayacak bir saptırma sonucunda
zihniyet haline gelmiştir. Gündelik
Tîrmeh 2010
yaşam içinde bunun gibi daha birçok
saptırmanın olduğunu belirtmeliyiz.
Kültür kırım yönetilenlere, yönetenlerin meşru ve yasal olduğunu kabullendirmektir de. Avrupa sisteminin
muhalefetsiz karşılanması sadece onun
halklarca kazanılmış demokratik yanlarından ileri gelmiyor. Kültür, yaşam
ve toplum kırımı yoğun yapmış olmasından da ileri geliyor. Bu uygulamalarla insan adeta başkalaşıma
uğratıldığı için mekanik ve donmuşluk
hali yaşamdan sayılıyor. Güdüselliğe
indirgenmiş toplumsal yaşam basit
bazen de ucube davranışlarla yaşanmış
sayılıyor. Çünkü kültür kırım insan
hafızasını ele geçirmekle pratikleşen
bir durum olmaktadır.
Kültür kırımın üslubu sanatsaldır
Özünde yalan hilelerle doludur
Kültür kırım saldırısı çok ince ve
derindir. Üslubu sanatsaldır. Özünde
yalan hile sömürgeci amaçlar olduğu
için kendisini güzel, ince kibar şeklinde sunar. Bu saldırı karşısında insanda ideolojik donanım ve kendi
ulusal değerlerine bağlılığı yoksa
veya zayıf ise bu saldırganlık güzel
de gelebilir. Kültür kırım saldırısı
kendini hissettirmez. Ve açıktan göstermez. Kültür kırım saldırısı kendini
kabul ettire ettire ilerler. Sonuçlarının
28
yaratacağı tehlikeler orta ve uzun vadede ortaya çıkar ve tahribatları köklü
ve tehlikeli olur. Kültür kırım toplumsal tabakaların tümünü özelliklerine göre hedefleyerek saldırır. Kültür kırım esas aldığı taktikleriyle özel
savaş tarzını da barındırmaktadır.
Duygulara düşüncelere hitap ederek
en derin etkiyi yaparak asimilasyon
ile sonuçlanır. Tarih ve toplumundan
insanı kopartarak yozlaştırır. Bu anlamda kültürel yozlaşma insanlıktan
çıkıştır. Bilinç saptıran bu saldırganlığın nasıl yürütüldüğünü anlamak
için Türkiye devletinin desteği ve
onayı ile sinema ve dizi filmlerde
yapılanlara bakmak yeterlidir. Kültür
kırım saldırısı ve sonuçlarının analizi
derin tarihsel bilgi, kimlik ve kişilik
gerektirir.
Tüm bu tanımlarla her insan bireyinin kendisine çevresine bakması
toplumsal bir varlık olarak kendisini
sorgulaması gerekmektedir. En azından
her birimizin kendisini neyi nasıl ele
aldığı, neyi beğendiği, toplumsal sorunlar karşısındaki duyarlılığı gibi
hususlarda sorgulayabilmesi gerekir.
Örneğin Kürtler olarak yaşadığımız
durumu birde kültür kırım olgusu
üzerinden sorgulamalıyız. Kendimizi
ister tek tek bireyler olarak ister halk
olarak incelemeye tabi tuttuğumuzda
çok rahatlıkla görüleceği gibi başta
özgürlük mücadelemizin yarattığı direniş kültür değerleri olmak üzere
kültürel olarak yoğun bir şekilde hedeflendiğimizi görebiliriz. Dikkat edilirse Kürtler üzerindeki yasaklar fiili
olarak işlemiyor. İnkar edilen Kürtlük
şimdi kabul görmeye başlamıştır. Ama
iş bu Kürtlüğü ortaya çıkaran ve kültürleştiren Önderlik ve PKK’ye gelince
sınır tanımaz düşmanlık konuşuyor.
Pratikleşiyor. Önderliğin ve PKK’nin
Kürt halkını temsil etmediği iddia
ediliyor. Önderliğin ve PKK’nin Kürtlerden farklı şeyler olduğu, Kürtlerden
STÊRKA CİWAN
ayrı bir yaşam değerlerinin olduğu
dillendirilip duruluyor. PKK’nin Kürt
toplumundaki kültür değerlerden çok
farklı olduğu türündeki saldırılar
halkımız üzerinde yürütülen kültür
kırım politikalarını ifade eder. Bu
Kürt halkı üzerine kurulan yeni egemenlik biçiminin adıdır. Önderliğe
ve PKK’ye yapılan her türlü saldırı,
esasta kültür kırımla sonuç almak ve
21.yüzyıl koşullarına göre yeni bir
sömürgecilik temelinde Kürt toplumunu bitirmeyi hedeflemektedir.
için geliştirilmiş yeni bir hiledir. Bu
en ince saldırı hamlesi olmaktadır.
Kültür kırım yaşamı ve zihniyeti
hedeflediği için toplumsal yaşamın
en dinamik ve üretken kesimi olan
gençliği özellikle hedefler. Yaşam
özünde canlı bir organizasyondur.
Kültürel yaratıma yol açan bir de hayatın bu yanıdır. Bu yaşam özelliği
de en çok genç nesillerde bulunduğundan gençleri hedeflemiş yaşam karşıtı
uygulamalar toplumsal yaşamda en
ciddi tahribatlara yol açarlar. Gençlik
Özgürlüğü yasaklamak
Daha düne kadar kültür değerlerimizi inkâr edenler şimdi değerlerimizi ele geçirip kültürel kırım politikaları ekseninde kullanarak çıkar
sağlama peşindeler. Kürt kültür değerlerinin özelikle kendi dilinde sanatsal
ve edebi eserlere dökülmesi Kürtlere
yasaklıyken sömürgecilere serbesttir.
Özgürlük bir insan veya bir halk
için kendi temel değer yargılarına
göre yaşamaya başlamasıyla başlar.
Her toplum kedisini kendisi yapan
değerleri ile var olursa var oluşun
bir anlamı olur. Böyle bir varoluşa
sahip toplumlar kendi bireylerine
daha özgür bir gelecek kapısı açar.
Yol gösterir ve yürütür. Toplumsal
değişim demek bir Kürt’ün Türkleşmesi veya Araplaşması, Farslaşması ile ortaya çıkan yeni yaşamsallığa mahkum olması demek değildir. Bu anlamıyla Kürtler üzerinde
yürüyen kültür kırım Kürtlere “özgürlüğü yasaklamak” köleliği derinleştirecek tüm kapıları açmaktadır.
Kürtleri eli kolu bağlı şekilde meydan
muharebesine çekmektir. Yine Kürtlerin varlığını değil Kürt varlığını
meydana getiren bazı kültür öğelerini
diline dolamak türünden bir
yaklaşımda görülüyor ki buda yapılan
saldırıların daha rahat sonuç alması
sosyolojik bir olgu olarak hayatın en
canlı kuşağıdır. Bu canlılık aynı zamanda kültürleşmede de olumlu rol
oynar. Kültür kırım uygulayıcıları
bunu bildiklerinden gençleri özellikle
kendi toplumları için yararlı olmasınlar
diye özel yöntemlerle baskı altına
alıp kendi sistemlerinin hizmetine
koymaya çalışırlar. Özellikle Kürdistan gibi özgürlük mücadelesi veren
bir halkın gençlerinin sömürgeci güçlerce çok şiddetli bir biçimde hedef
seçildikleri biliniyor. Kürdistan’da
kültür kırım olarak da adlandırabile29
ceğimiz ama aynı zamanda çok planlı
özel savaş uygulamaları olan narkotik
olayları, ajanlaştırma, fuhuş ve tecavüz
olayları anlatmaya çalıştığımız kültür
kırıma en bariz örnekler teşkil etmektedirler. Demek ki kültür kırım
nihayetinde bir savaş biçimidir. Hem
de yaşamı bir bütün hedefleyen bir
savaş türü olmaktadır.
Bu kadar kapsamlı bir saldırı
karşısında yenilmemek daha doğrusu
başkalaşıma uğramamak için kişinin
kendi değerlerine sıkı sıkıya sarılması
gerekir. Yoğun bilinçlenme faaliyeti
olması gereken diğer bir koruma yöntemidir. Ve tabi kültür kırım bir saldırı
türü olduğu için buna karşı meşru
müdafaada bulunmak gerekir. Kültür
kırıma karşı meşru savunma hayatın
her alanını kapsamak zorundadır.
Kültür kırım saldırıları sonuç almak
için önce bireyi-bireyleri ait olduğu
toplumdan kopartır. Yalnızlaştırır.
Yalnız kalmış insan en zayıf insan
olduğu için onun zihinsel ve maddi
olarak denetime alınması kolaylaşmış
olur. Diğer bir ifade ile kültür kırım
toplumları kolay yönetmek isteyen
sömürgecilerin politikaları olduğu
için bunlar toplumu iç bağlarından
kopartarak örgütsüz bırakmayı her
zaman esas alırlar. Bu açıdan kültür
kırım karşısında yapılması gerekenlerden biri de örgütlü mücadeledir.
Bilinçli örgütlü planlı ve hedefli olmadıkça ve karşısında durulan saldırı
biçiminin yerine toplumsal yaşamı
zenginleştiren bir yeni değer konulmadıkça kültür kırımla başarılı bir
mücadele verilmez. Kültür kırımı
durdurmadıkça da yaşamı özgür ve
anlamı yaşamak mümkün olmaz. Bunun için özgürlük için anlamlı bir
yaşam için verilen mücadele aynı zamanda kültür kırıma karşı verilmiş
kutsal bir mücadele olmaktadır.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
T
O
P
L
U
M
YÜREĞİN VARSA İNSANSIN
YOKSA DEĞİLSİN
Dilzar DÎLOK
“İnsan, kendi gelişimini,
aklı tanıdıktan ve
işlevli kıldıktan sonra,
yeniden ve daha bilinçli
bir şekilde yüreği
tanıyarak, anlayarak
ve yürek gözünün
önemini kavrayarak
tamamlamıştır. Bu
tamamlanma ifadesi,
insan gelişiminin nihai
evreye geldiği iddiasını
taşımamaktadır”
Bazen, kimi insanların yüreğinin
adalet ve vicdan yanı mezar sessizliğine
bürünür. Ve bir süre öyle kalır. Kimi
zaman bu süre uzar, çok uzar. Sürenin
bir ömrü doldurduğu da olur. Sürenin
uzunluğu, bu mezar sessizliğinin bir
ömre hükmetmesi adalet ve vicdanın
olmadığı anlamına gelmez. Vardır. Ama
var olduğu halde işlevi olmayan bir olgunun pek bir anlamı da yoktur. Çünkü
anlam, işlevle oluşur.
Kuş deyince aklımıza uçmak gelir.
Çünkü kanatlar, havayla temasın bir
izdüşümüdür. Kanatlar havayı anlatır
biraz. Havalanmak deyimi de uçmayla
özdeşleşen bir ifade olup kanatlı olmayı şart kılar. Kuş deyince aklımıza
uçmak geldiğinden uçmayan bir kanatlıya kuş diyemeyiz. İşlevsiz kalan
kanatlarıyla uçmayı bilmeyen tavuklara hiç kimsenin kuş dememesi,
onların kanatlarının inkârı değildir
ama tavuğun kanatlarının olması da
kuş olmanın kanıtı değildir. Tavuk
gibi birçok kanatlı hayvan vardır
uçmayı unutmuş olan.
Ve göklerden mahrum olup kümeslere hapsolan…
İnsan yüreğiyle insandır
İnsan da öyledir biraz. Evrimin insana kazandırdığı özellikleri temel
bir anlayış olarak, mükemmel işlemesi
gerekir. Çünkü var olan her şeyin bir
anlamı ve bir amacı vardır. Evrende
amaçsız bir varoluş düşünmek evrenin
anlamını azaltan, özünde ise insanın
Tîrmeh 2010
30
anlamını azaltan bir sığlığa baş eğmektir. Ve her varoluş, varoluş amacına denk düşen işlevini yerine getirmelidir ki anlam oluşsun ve yerini
bulsun. Ayaklar yürümek ve koşmak
içinse bunu hep yapmalıdır. Yoksa
kötürüm olur kişi. Amacını yerine
getirmeyen, işlevsel olmayan organlar,
anlamını yitirerek ağır bir ders verirler
insana. Beyin düşünmek içinse sürekli
düşünmeli ve yeni düşünceler yaratarak beynin anlamını çoğaltmalıdır
insan. Düşünemeyen insanlara beyinsiz denmesi bu sebepten olmalı.
Ve yürek hissetmek içindir. İnsan bedeninde ve ruhunda oluşan tüm duyumsamaların toplanıp bir anlama
dönüşmesi içindir yürek. Ve tüm duyguların toplandığı yürek, bu duyguları
özümleyerek yeni duygular yaratır,
bu yenileri kendinden taşırarak akışa
katılır. Bu akışın durması ölümdür.
Sürmesi ise yokluğuna dayanılmayacak olan şahane bir hüzün…
Beyni olmayana beyinsiz ya da kuş
beyinli denirken yüreği olmayana yüreksiz ya da insan değil denmesi gariptir. Garipliği, bu belirlemenin
odağındaki insan tanımına yüreği, salt
yüreği yerleştirmektendir.
Yüreğin varsa insansın, yoksa
değilsin.
İnsan, yüreğiyle insandır.
Makineleşmiş tüm yaşam ayrıntılarına rağmen bugün dahi insanı bu
sözlerle tanımlayan insanların olması,
makineleşmeye karşı duyguların var
olduğunu ve bunların önemli olduğunu
STÊRKA CİWAN
bize göstermektedir. İnsan olmak
bir yüreğe sahip olmaktır. Yüreğiyle
varolan insanın aklını geliştirdikçe
dünyayı ve evreni tanıması da gelişmiş, insan, hatta süper insan adlandırmasına gidilmiştir. Fakat gelişimin şimdilik ulaştığı düzeyin,
tüm tanımaların insanın kendisinden
başlaması gerektiği şeklinde olması,
yeniden insana dönüştür. Ve bu dönüş, aklın, en akıllıca diyebileceğimiz
bir tutumudur.
Hallac-ı Mansur Enel Hak
diyerek hakikate ulaşmıştır
Ortadoğu’da 12.yüzyılla yükselişi
yaşamaya başlayan felsefenin bu
yükseliş yolculuğunda ilk basamaklarını, akılcılık akımı ve aklın yüceliği oluşturur. Rasyonalizm de
diyebileceğimiz bu gelişim aslında,
İslamiyet’in yoğun etkisinde olan
Ortadoğu için bir anlamda dinin zincirlerinden kurtulmaktır. Dogmatizmin bu düşünsel belirlenimciliğinden
sıyrılmak, köleleştirilen aklın özgürleşmesinde ilk büyük ve kitlesel
adımlardandır. Ve bunu yaşayan filozoflar düşünsel bağımsızlığın tadına
varmış, bunu birçok ilmi esere de
yansıtmışlardır.
Tüm bunlara rağmen dönemin
kimi filozofları bu düşünsel bağımsızlığın tadına tam olarak varamamışlardır. Aklın bağımsızlığını yaşamlarına rağmen bütünsel bir
bağımsızlığı hissedememeleri, özgürlük için bir şeylerin eksik
olduğunu benliklerinin derininde duyumsatmıştır. Tanrıyı yüreğinde bulduğu andan itibaren “Enel Hak” diyerek bunu ilan eden Hallac-ı Mansur, yüreğini keşfe çıktıktan sonra
bu hakikate ulaşmıştır. “Fenafillâh”
diyerek tanrının varlığında yok oluşu,
varoluşun hakikati olarak keşfeden
Sühreverdi, gerçeğe ulaşmanın temel
yöntemlerinden birinin sezgi
olduğunu söylemiştir. Işığa âşık olan
Sühreverdi’yi hakikate ulaştıran yol,
aradığı ışığı kendi yüreğinde yaratan
bir güzergâh izlemiştir. Çağın filozoflarının (mükaşefe) keşif ya da
sezgi dedikleri, yürek gözünün insana
gösterdikleridir.
Yüreğin üstünlüğü insan
olduğumuzu hatırlatan
varoluş esintisidir
Yürek gözüyle bakmasını bilen
kişinin hissettikleri, onu hakikate
götürecek olan ışığı yakmaktadır.
Çünkü aklın düşündürdükleri hakikati anlamaya yetmemiştir. İnsan
aklı, tüm gelişkinliğine ve yüceleşmesine rağmen hakikate ulaşamamıştır. Bu yücelmeye anlam kazandıran yürek olmuştur.
“Aşk imiş her ne var âlemde,
İlim bir kılükal imiş ancak” derken
ozanlar, akılları başlarında değil
miydi, yoksa insan olmanın, biraz
da aklın baştaki egemenliğinden
sıyrılmasıyla mümkün olduğunu mu
keşfetmişlerdi.
İnsan, kendi gelişimini, aklı tanıdıktan ve işlevli kıldıktan sonra, yeniden ve daha bilinçli bir şekilde
yüreği tanıyarak, anlayarak ve yürek
gözünün önemini kavrayarak tamamlamıştır. Bu tamamlanma ifadesi, insan gelişiminin nihai evreye
geldiği iddiasını taşımamaktadır.
Ama bugün dahi bu gerçeğin, temel
bir yöntem olarak tüm yaşamsal
doğrulara rengini verdiğini ve hakikate ulaşmada izleyebileceğimiz
temel yol olduğunu söyleyebiliyoruz. Ve bunu söyleyebiliyorsak,
henüz bu gerçeği aşacak bir yönteme ve insansal gelişim düzeyine
ulaşamadığımızı da itiraf ediyoruz
demektir. Güzel bir itiraftır bu.
Yüreğin üstünlüğü, insan olduğumuzu bize her duyumsamada
hatırlatan bir varoluş esintisidir.
***
31
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
S
A
V
U
N
M
A
L
A
R
Kapitalist Modernitede İktidar
Abdullah ÖCALAN
“Kapitalist Uygarlık
kitabından alınmıştır”
“İktidar, uygarlık
toplumunun tarihsel bir
nitelik kazanmış çıkar
tekelleri yumağının dağın
zirvesinden düştükçe
büyüyen ve şiddetlenen
kartopuna benzetilebilir.
Tarihte öyle bir akış
düzenine sahiptir”
Tîrmeh 2010
Uygarlık, iktidar ve devlet kavramları
gerek kendi içlerinde, gerek iç içelikleri
kapsamında çözülmesi en güç sosyal
ilişkiler kategorisini oluşturur. Uygarlık
halen tanımlanması konusunda tartışmaların devam ettiği bir konudur. İktidarın
nerede başlayıp nerede bittiği, ne zaman
ve nasıl oluştuğu ve sonlanması gerektiği
daha da karmaşık bir tanımlamadır.
Günlük dilde içilen su ve teneffüs edilen
hava kadar adından bahsedildiği halde,
tanımında görüş birliğine en az varılan
konuların başında gelmektedir. Sadece
çok sırlı, karmaşık konular olduğundan
ötürü değil, öyle kalmaları arzulandığı
ve uğruna çok ideolojik faaliyetler yürütüldüğü için böyledir. Bir şeyden korkulması için ilk şart, çok sır ve karmaşıklık içinde bırakılmasıdır. Eğer içyüzleri
açığa çıkarsa, herkesin alay konusu
olurlar. Korku etkeni olmaktan çıkarlar.
Böylelikle örtbas ettikleri çıkar gruplarının emelleri de boşa gider. Halk
arasında bu konuda çok öykü anlatılır.
Uygarlık önce kendi mitolojik öyküleri
ile başlatılır. Çıkar klikleri veya artıkürün tekelleri bu öyküler bağlamında
olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık
talan gerçekleştirebilirler. Kalıcı ve
kabul edilebilir olmaları için mutlaka
mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları
vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle
birlikte üç (S)lerin, seks, spor ve sanatın
popülerleştirilip medyada sunulmasıyla,
toplumların zihnen ve duygusal olarak
daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle
kalıcılık ve kabul edilebilirlik kesinleştirilmeye çalışılır.
32
Uygarlık tarihini başlıca üç ana döneme ayırıp taslak halinde her dönemi
nitelemeye çalıştım. Bilimcilik yöntemlerine pek itibar etmediğimi, sınırlı
olmak kaydıyla yararlı olabileceklerini,
ama dogmatikleştirildikçe özgür yaşam
şansını tehdit edebileceklerini özenle
belirttim. Sosyolojik yorum yöntemini
dogmatikleştirmeden (bilimcilikle, pozitivizmle) uygulamaya özen gösterdim.
Yorumlarım ana hatları ve çok sayıda
örneklemeyle her tür tartışmaya açık
olarak sunulmuştur. Tekrarlara çok
düştüğüm halde, çok gerekli olmadığı
durumlarda bu alışkanlığa düşmemeye
de dikkat edeceğim.
Kapitalist (uygarlık, medeniyet ile
birlikte aynı anlamda olan) moderniteyi
yeniçağın (M.S. 16. yüzyıldan günümüze)
resmi, zafer kazanmış modernlik
(çağdaşlık) olarak çözmeye çalışmakla
birlikte, çağımızı tümüyle kapitalizme
mal etmeme, anti-modernitesi konusunda
da çok kapsamlı eleştiriler getirdim.
Sosyolog Antony Giddens’in modernlik
tanımına katılmakla birlikte, ‘üç sürdüremezlik’ konusundaki yorumlarını
olduğu gibi paylaşmadığımı belirttim.
Üç sürdüremezlik kapitalizm, ulus-devlet
ve endüstriyalizmdi. Üçünün de kökenleri
itibariyle uygarlığın ilk başlarından itibaren gelişim halinde olduklarını, en
güçlü hallerine ise kapitalist moderniteyle
eriştiklerini çok kapsamlı yorumlarla ve
örnekleriyle sundum. Bu bölümde daha
çok yapacağım, resmi modernitenin (resmi olmayan moderniteyi, çağdaşlığı,
demokratik modernite, medeniyet, uy-
STÊRKA CİWAN
En demokrat adamın başına iktidar tacını giydirin yirmi dört saat
içinde en alçak bir diktatör olacaktır
garlık veya çağdaşlık olarak adlandırıyorum Hepsi aynı anlamdadır) iktidar
ve devlet ilişkilerini daha somut nasıl
biçimlendirdiğine ilişkin olacaktır.
1- Pozitivist sosyologlar (A. Giddens
ve benzerleri) uygarlık tarihinin her
döneminde ve tekil tiplerinde kendilerini
örneksiz yorumlayarak sosyoloji yaptıklarını sanırlar. Örneğin İngiliz uygarlığını ve devletini tarihte benzeri
olmayan bir tür nevi şahsına münhasır
bir devlet ve uygarlık olarak tanımlamak
ve çözümlemek için binlerce araştırma
yapmaktan geri durmazlar. Denizlerde
kum, bunlarda araştırma! Aslında bu
bilim denilen çalışmada çok ince bir
saptırma gerçekleştirilmektedir. Benzetme yaparsak, ağaçlardan ormanı
görünmez kıldırmak. Milyonlarca ağacı
inceleme konusu yapmakla ormanı
tanımlayamayız. Bu yöntemin doğru
sonuç vermeyeceği başından bellidir.
Ama on binlerce genci bu tip sosyal
bilim yapıyorlar savıyla düzenin gerçek
karakterini göz ardı ettirmek için kullanmak pek fena bir politika sayılmaz.
Sosyal bilimler veya genel adlandırmayla sosyolojinin içeriği böyle boşaltılmakta ve anlamsızlaştırılmaktadır.
Doğru olan, İngiliz devleti, iktidarı
ve uygarlığı da beş bin yıldır temel
kategorik özellikleri belli olan (sınıfkent-ekonomik tekel olarak devlet) bir
gelişmenin 10. yüzyıldan itibaren yeniden canlanan kentler etrafında gelişen
sınıfların en önce kral ve aristokratlar
olarak, 16. yüzyıldan itibaren de burjuvazi olarak ekonomik devlet tekelleri
halinde yumaklaşarak, kendini çeşitli
ideolojik örüntülerle sırlayıp görünmez
kılarak veya zor anlaşılır kılmak için
yüzlerce simgesel değerle bezeyerek
günümüze kadar süren ana nehir olan
uygarlığın hegemonik temsilcilerinden
biridir. Eminim bu bir cümlelik tanım,
İngiliz ilişkiler yumağını on binlerce
araştırmadan daha iyi anlaşılır kılar.
Sümer rahiplerinin yıldız hareketlerine
dayalı on binlerce tabletlik toplum yorumlarıyla, kapitalist modernitenin on
binlerce bilimci rahibinin yorumları
arasında özde (yani gizledikleri temel
çıkar grupları) pek fark yoktur. Sadece
araştırma yöntemleri, zaman ve mekânları farklıdır.
Önemle açıkladık ki, zaman ve mekân farkı, evrensel olarak oluşum denilen değişim ve gelişme demektir.
Toplumlar da zaman ve mekân farkına
bağlı olarak değişir ve gelişirler, bazen
geriye evrimler halinde mümkün olmak
üzere. Özgünlük halini eleştirmiyorum,
evrende özgün olmayan gelişme,
değişme yoktur. Her değişme özgünlük
anlamına gelir. Aynen tekrar sadece
bir dogmatik inanç değeridir. Tüm
doğasal olaylarda anlamı olmayan bir
dil oyunudur ‘aynen tekrar’ kelimeleri.
Bu anlamda elbette kapitalist modernitenin de çok önemli özgünlükleri
vardır. Bu özgünlükler Antony Giddens’in tanımıyla üç önemli alanda
gerçekleşmişlerdir. Bu bağlamda ‘süreksizler’ olarak kavramlaştırmak da
öğretici olabilir. Kapitalizmi özgünlükleri içinde bir özelliğiyle yorumlayıp örneklediğimiz için tekrarlamayacağım. Fakat iktidar kavramında
ve onun daha somut ve hukuki bir
ifadesi olarak ulus-devlet konusunda
özlü ve kısa bir özetleme gerekli ve
hayli öğretici olacaktır.
2- İktidar sosyal bilimlerin çok bahsettikleri, fakat özünü çarpıtmakta
yarıştıkları konuların başında gelir dedik. Sadece kasıtla ilgili bir eleştiri
değildir söylenen. Kapitalist modernitenin en özgün yanlarının başında
geleni, her bireyin kendini iktidarlı
sanma, öyle kılınma halini hiçbir uy33
garlığın başarmadığı kapsam ve özellikler içinde başarma yeteneğidir. Üzerinde en çok durulması gereken konu
budur. Fransız sosyolog M. Faucault’un
zihnini en çok işlettiği ve altından tam
kalkamadığı konu da budur. Lenin
‘Devlet ve Devrim’de devleti tanımak
istedi. Ama en çok yanıldığı noktanın
devlet olduğu da daha sağlığında ortaya
çıkmıştı. İktidarı ise hiç tanımak bile
istemedi. Güçlü ve kurnaz adamın
çeşitli uygarlık maskeleri takarak günümüze kadar taşıdığı bu ‘efsunlu taşı’
kullanarak, sosyalizm gibi tamamen
demokratik moderniteyle inşa edilmesi
gereken temel toplumsal çalışmanın
‘sosyalist iktidar’la başından beri boşa
çıkarıldığını anlayamadı.
M. Bakunin’in şu anlama gelen bir
sözünü çok anlamlı bulurum: “En demokrat adamın başına iktidar tacını
giydirin, yirmi dört saat içinde en alçak
bir diktatör olacaktır” veya “ahlakı
bozulacaktır.” İktidarın sosyolojisini
yapmak, halen en bilimsel bir görev
olarak çözümlenmeyi gerektiriyor. İktidarın ne olduğu kadar, ne kadar gerekip
gerekmediği en çok toplumsal bilinmezi
olan bir konudur. Bazı zihniyet ve
altında gizledikleri çıkar gruplarına
göre, mutlak iktidar mutlak çözüm demektir. Tam Asur görüşü bu olsa gerek:
Hedefin tümden canını almak. İktidarı
tam bir hastalık hali olarak görenler
de vardır. Özellikle anarşistler, pasifistler. Bunlara göre vebadan kaçar
gibi her tür güç ve otoriteden kaçınmak
gerekir. Aslında bu anlayış iktidara
teslim olmanın objektif biçimidir.
Demokratik uygarlık sisteminin
getirdiği tanım ve çözüm niteliksel
olarak farklıdır. Her toplumsal grubun
savunma hakkı kutsaldır. Grubun
varlığına ve varlığıyla bağlantılı değerlerine yönelik her saldırıya karşı savunma gücü olmak, vazgeçilmez bir
hak olmanın da ötesinde bir varlık
nedenidir. Savunma gücüne klasik
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
anlamıyla iktidar denilemeyeceği
kanısındayım. Demokratik savunma
gücü veya otoritesi demek daha uygun
düşmektedir. Bir bitki olarak gülün
bile dikenleriyle kendini savunmak
istediğini göz önüne getirdiğimizde,
bu demokratik otorite paradigmasına
‘gül teorisi’ demek isterim.
a-İktidarı uygarlık bağlamında artıkürünü elde etmeye, arttırmaya ve ele
geçirmeye yönelik her tür toplumsal
faaliyet olarak işlevselleştirmek en uygun tanımdır. İdeolojik faaliyetlerden
askeri faaliyete, uyutma masallarından
soykırımlara, eğlence oyunlarından
dinsel ritüellere kadar toplumsal artıkürün ve değerleri son tahlilde sızdırmaya
yarıyorsa, o faaliyetlere iktidarsal faaliyetler demek mümkündür. İktidar bu
anlamda çok kapsamlı bir toplumsal
faaliyet alanıdır. Özellikle uygarlıksal
toplumlarda iktidar sürekli derinliğine
ve genişliğine artık-ürün oranında
artma eğilimindedir.
Artık-ürün ve değer kavramına
açıklık getirirsek, iktidarın mahiyeti
daha iyi anlaşılır. Kişi ve grupların
maddi ve manevi yaratımlarını,
kazanımlarını, bir bütün olarak kültürel
değerlerini güç kullanarak ele geçirme
eylemine ve kurumsallaştığı ölçüde
de ‘iktidar sanatı’ olarak duruma
baktığımızda, ‘ele geçirilen’ ve ‘ele
geçiren’in ne olduğu somutluk kazanır.
İktidar kendisinin olmadığı halde sürekli
bir şeyleri güçle ele geçirme, kendine
ait sayma, asimile etme, mülkleştirme,
yurtlaştırma, aksi durumlarda yine
zorla kendisinden atma, sürgün etme,
yurtsuzlaştırma, işsizleştirme, mülksüzleştirme, genel olarak maddi ve
manevi açıdan değersizleştirme eylemi
ve sanatıdır. Bunu sadece ekonomik
artık-ürün ve değerle sınırlandırmak
çok dar bir yaklaşım olur. Bu konuda
ele geçirme asıldır. Fakat buna giden
yolda binlerce başka değerler de iktidar
güçlerince ele geçirilir ki, toplamına
Tîrmeh 2010
iktidar demek daha gerçekçidir.
Demokratik otoritenin temel işlevi
ise, ilgili kişi ve grubun varlığına
dolaylı ve dolaysız bağlı olan maddi
ve manevi değerlerini savunmak, ele
geçirilmesine göz yummamak, ele geçirilmişlerse tekrar kendisine mal etmek
gibi her bakımdan pozitif, gerekli,
haklı, vazgeçilmesi zor durumlarla ilgilidir. Demokratik otorite, bu içerik
temelinde eyleme geçme sanatıdır.
Özünde ele geçirilmeyi önleme gücü
ve onun sanatsal eylemi demek daha
doğrudur. Anayurdunun ele geçirilmesiyle ele geçirilmesinin önlenmesi
açısından güç kullanma etkinleri veya
sanatları (ordu-savaş) arasında ontolojik
(varlıksal) fark vardır. İkisi birbirine
zıt kavramlardır. Toplumda bu durumların karşılığı iyi-kötü, günah-sevap,
doğru-yanlış, haklı-haksız, güzel-çirkin
gibi birçok temel kavram ikilemleriyle
ifade edilir.
b- İktidarı bakış açılarına göre birçok
açıdan bölümlemek, tasnif etmek mümkündür.
1-Siyasal iktidar: En çok kullanılan
iktidar biçimidir. Devletin ve izdüşümlerinin (parti ve sivil toplumun
devleti esas alan örnekleri) yönetim,
34
yürütme işlevini ifade eder. Çok
büyük belirleyici ve tarih boyunca
en çok üzerinde durulan ve kullanılan
bir iktidar biçimidir.
2- Ekonomik iktidar: Artık-ürün
ve değerleri ele geçirme eylemini yürüten tekel güçlerini ifade eder. Tarih
boyunca birçok biçimleri uygulanmıştır.
3- Toplumsal iktidar: Temel toplumsal kesimlerin birbiri üzerinde
kurdukları güç eylemini, geleneğini
ifade eder. Aile, sınıf, cinsiyet, etnik
kökenli birçok önemli ayrımları vardır.
Bazılarını ayriyeten ele almak gerekir.
Ailede baba, sınıfsallıkta artık-değeri
ele geçiren, cinsiyette erkek, etnisitede
ezen, hâkim olan etnisite iktidarı
temsil eder.
4- İdeolojik iktidar: Yönetici zihniyet
anlamındadır. Bilim ve kültür ilişkilerinde gelişkin olan kişi ve gruplar
ideolojik iktidar konumundadır.
5- Askeri iktidar: İktidarla en önde
özdeş kurumdur. İktidarın en aşırı, en
anti-toplumsal, en anti-insani biçimidir.
Bütün iktidarların anasıdır, daha
doğrusu babasıdır o.
6- Ulusal iktidar: Ulus çapında uygulanan merkezi iktidarı ifade eder.
Bir ve bölünmez olarak kendini ifade
etmeye özen gösterir. Ulusal egemenlik
de denilebilir.
7- Küresel iktidar: Hâkim uygarlık
ve modernitenin hegemon veya imparatorluğunu ifade eder. Günümüzde
kapitalist modernite bu iktidarını ABD
önderliğinde küresel ekonomik tekel
ve ulus-devletlerle kullanmak durumundadır. Bu tip bölümlemeler daha
da çoğaltılabilir.
3- İktidar tarihsel-toplumsal ve kurumsal ilişkiler toplamıdır. Tarihen ve
toplumsal gelişmenin en hayati dokuları,
alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır. Geleneksellik
kurumsallık anlamını da taşır. İktidarlar
en kurumsallaşmış, özen gösterilen,
hatta protokole bağlanan toplumsal
STÊRKA CİWAN
ilişkiler alanıdır. İlgililerince çok işlevsel
kılındıkları için, kurumlaşma ve biçimlenmesini çok iyi protokollere
bağlamak, sürekliliği ve temsiliyeti
açısından hayatidir. Örneğin sultanlık
iktidarlarının inşası, devir ve temsil
edilmeleri, ele geçirilmeleri muazzam
örüntülerle, simgelerle, protokollerle
düzenlenmiştir. Kılık kıyafetlerinden
yemeklerine, evliliklerinden ölümlerine
kadar her ilişkinin binlerce yıl önce
gelenekselleşmiş biçimleri vardır. Bu
nedenlerle herkes dilediği güçle iktidar
olamaz. Eşkıya veya despot oldu derler.
Gerçi iktidarın en açık ve gerçek özünü
eşkıyalık ve despotizm ifade eder. Ama
yüceltilmiş, kutsanmış iktidar kurumu
“maske düştü, kel göründü” denmemesi
için, bu açık iktidar biçimlerine şiddetle
karşı çıkmayı kendi kurumsal sürekliliği
ve saygınlığı açısından zorunluluk
görür. Meşruiyetinin ancak bu gelenek
ve sembollerle önemli oranda sağlandığının bilincindedir.
İktidar = güçlü ve kurnaz adam +
hiyerarşik ataerkil + devlet
Daha önce savunmamda dile getirdiğim bir benzetmeyi de hatırlatmalıyım. İktidar, uygarlık toplumunun
tarihsel bir nitelik kazanmış çıkar tekelleri yumağının dağın zirvesinden
düştükçe büyüyen ve şiddetlenen kartopuna benzetilebilir. Tarihte öyle bir
akış düzenine sahiptir.
4- İktidar bulaşıcı bir hastalığa
benzetilerek de daha iyi anlaşılabilir.
Yani iktidar bulaşıcıdır. Başlangıçta
‘güçlü ve kurnaz adam’ın tek başına
önce av hayvanları, sonra birikimli
ana kadınlar üzerinden yürüttüğü bu
toplumsal hastalık; önce hiyerarşik
ataerkil düzende rahip (anlam sahibi
kişi) + yönetici (tecrübesiyle toplumu
idare eden) + askeri komutan (gücü
tekelinde tutan) üçlüsünce kurumsallaştırıldı. Sınıf ve kent inşasıyla
devletleştirildi. Fakat şunu hemen
belirtelim ki, devlet iktidarının kurulmasıyla güçlü ve kurnaz adamların
hiyerarşik ataerkil düzeninin ortadan
kalktığı sanılmasın. Bu sefer iktidar
formülünü şöyle geliştirebiliriz:
İktidar = güçlü ve kurnaz adam +
hiyerarşik ataerkil + devlet. Bu üç
esaslı kurum iktidar toplumunu ifade
eder. Çok sayıda alt ve üst kat inşalarıyla
birlikte bu düzene genel bir kategori
olarak uygarlık diyoruz. Zemin katta
ekonomi vardır, üst katta ise tanrılar
konseyi. Sümerler uygarlığı böyle inşa
etti. Biçimi değişti, ama özü hep artarak
anlamını korudu. Zemin katta tarih
boyunca köle, serf ve işçi başta olmak
üzere, artık-üründe kullanılan insan
malzemesi yer alır. Zanaatkâr, çiftçi
ve diğer serbest meslek sahipleri diye
tabir edilen kesimler de esas olarak
bu zeminde icra ederler. Üst katta mitolojik tanrılar, tek tanrılar (bazen gölgeleri olan sultan veya elçileri olan
peygamberler, şaman ve rahipler de
oturabilir), yöneten fikir ve yasalar
(Eflatun’un ideası) yer alır.
İlk ve ortaçağlarda iktidarlar daha
çok bu temel kurumlar ve özellikle
devlet biçiminde icra edilirken, kapi35
talist modernite çağında tüm toplum
iktidara bulaştırıldı. Diğer bir deyişle
tüm toplum kendini iktidar sahibi
sanma hastalığına bulaştırıldı. Çok
önemli ve Antony Giddens’in ‘süreksizlikler’ dediği kurumlar aracılığıyla iktidarın yaygınlaşması bir hastalık hali olsa da, esas olarak kapitalist
moderniteye özgüdür. Bu konuda bazı
ideoloji ve kurumlar belirleyici rol
oynar. Bu hususları bundan sonraki
kısımda ele alacağım.
Şüphesiz iktidarın tüm topluma bulaştırılması sadece çok güçlendiği anlamına gelmez. Aynı zamanda çaresizleştiği, zavallılaştığı, çözülme sürecinin son haline ve hızına yaklaştığı
anlamına da gelir. Herhangi bir şeyin
son haddine varması halinde iki şey
olur: Ya ilgilisi olan o son halinde ona
yapılması gerekeni yapar; ya da ilgilisi
bir şey yapmaz ise o şey çürür. Örneğin
bir elma en olgun, kırmızı haline geldiğinde onu dalından koparmak yapılması gerekendir. Yapılmaz ve belli
bir süre daha geçerse elma çürür;
kurtlar girer, parçalanır, biter. Benzetme
kabadır, ama iktidarlar için de geçerlidir.
Kapitalist moderniteyle iktidar olgusu
zaten kurulurken bir hastalık hali iken,
çürüme aşamasına gelmiş sayılır. Kokuşmaktadır.
Bakunin’in deyişiyle en sağlam,
en ahlaklı adamın kendisine bulaşması
halinde hasta edecek kadar çürümüştür.
Bu yargı aslında şöyleydi: “İktidar
en demokrat adamın başına tacını
koyduğunda, yirmi dört saat içinde
en alçak diktatör yapar.” Doğrudur.
Çürüme halindeki iktidarı en ezilen
kadının başına bir taç gibi koyun, o
da yirmi dört saat içinde diktatör kesilecektir. Bu çürümenin, hastalığın
önüne geçmenin yegâne yolu, bir sistem olarak demokratik moderniteyi
inşa etmekten geçer.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
G
Ü
N
C
E
Aydın Ve Erdemli Bir Toplum İçin
L
Pir KEMAL
“Doğru tarih anlayışımızı
bilmenin en üst sınırlarıyla
bütünleştiremezsek,
geleceğe ilişkin anlama
gücümüzü ve yapılanma
tarzımızı yetkince
belirleyemeyiz. Tüm
sistemin bilme kapasitesini
bilmenin ufkuna alamayan
bir teorinin eksik olduğunu
ve karşıt teorilerin ufku
içinde erimekten
kurtulamayacağını temel
ideolojik mücadele gerçeği
olarak anlamalıyız.”
Tîrmeh 2010
Her şey tersinden yaşanıyor ülkemizde. En mutlu anlarımız acılarla
bölünürken, en büyük acılarımız umulmaz çıkışlar yaratıyor.
Bizi yok etmek ve inkar etmek için
bütün dünyanın birleştiği zamanları
yaşıyoruz. Özgür Kürt adına hiçbir
oluşum ve kazanıma tahammül edilmeyen böylesi bir zamanda en güçlü
silahı kullanmaktan başka bir çıkar
yol kalmıyor onurlu insanlara.
Yıkmak, bozmak, yok etmek için
sayısız denemelere maruz kalan bir
halkın halen dimdik ayakta duruyor
olmasının yarattığı öfke halk düşmanlarını şüphesiz çılgına çeviriyor. Sürekli
soykırımın eşiğinde tutulan halkımızın
gelişimi ve bilinçlenmesi için tüm yollar kapatılmış, en demokratik tutumları
dahi teröristlik yaftalarıyla karalanmaya
çalışırken yaşamın diğer adı olan direnişi yükseltmek dışında çıkar yol
kalmıyor.
Dünümüzü yok saymak isteyenlere
karşı tarihimizin görkemliliğiyle cevap
olurken bugünümüze yönelik karalama
kampanyalarına karşı da kenetlenmemizle cevap olduk. Geleceğimize yönelik saldırılar ise şimdilerdeki yöntemleri. Çocuklarımız zindanlara kapatılırken, toplumumuzun geleneğini
koruyan, yarınlara taşıyan kadınlarımıza yönelik ahlak dışı uygulamaların
ardı arkası kesilmiyor.
Bir de gençlerimiz tabii.
Dün ve yarın arasında köprü işlevi
gören gençlerimize yönelik her türlü
yöntemle saldırı halindeki sistem en
36
çok da bilincimizi ve dinamizmimizi
vuruyor. Özel savaş politikaları ve popüler kültürün sarhoş edici silahlarıyla
toplumsal birliği zedelemeye çalışanlar
bunda başarılı olamadıklarını gördüklerinden olsa gerek daha bir amansız
saldırıyor, gençlerimizi sokak ortalarında vuruyor.
Özellikle üniversiteli gençlerimize
yönelik politikaların işaret ettiklerini iyi
görebilmek gerekiyor. İnsancıl ve demokratik tepkilerini dile getiren,
haksızlığa ve sömürüye tepki gösteren
gençlerimiz değil asıl hedef. Amaçlanan
halkımızın yarınlarının karartılmasıdır.
Son yıllarda saldırıların odağında
yer alan üniversiteli gençlerimiz yarattıklar dinamizmle serhildanlarda
oynadıkları rolün dışında yeni bir toplumun, demokratik komünal toplumun
yaratımında oynadıkları rolden dolayı
hedef tahtasında bulunuyor. Aydın Erdem ile başlayan saldırıların görünen
yüzlerinin ötesinde taşıdığı anlam çerçevesinde değerlendirilmesi daha bir
önem kazanıyor.
Aydınlanmak isteyen bir neslin vurulmasıdır Aydın’ın şahsında yaşanan.
İlkesizlik ve sıradanlaşmayı Kürt gençlerine layık görenlerin bir saldırısıdır
yaşanan. Erdemli bir neslin oluşmaması
için bilinçli seçilmiş bir tercihtir. Çünkü
biliniyor ki sömürgecilerin en büyük
dayanağı bilinçsiz insan topluluklarıdır.
Yaşadığı dünyayı anlamayan, tanımayan, verili düzenle tatmin olmuş, görünenin arkasına bakmayı düşünmeyen
insan yaratımının gerçekleşmesi için
STÊRKA CİWAN
Çözüm gücü olacak gençlik
Aydın Erdem ile
vurulmak istendi
uygulanan sindirme politikasının bir
sonucudur.
Başkaları için yaşamanın, fedakârlıkta bulunmanın, geçmişine sahiplenerek halkının güncel sorunları
hakkında söz sahibi olmaya çalışmanın onurlu ve erdemli bir toplum
yaratımındaki rolünün öneminden
kaynaklı olarak saldırılıyorlar bilinçli
gençliğimize. Aydın, bir başlangıçtı.
Bin yıllardır sömürge altında inim
inim inleyen halkımızın özgür yarınlara ulaşmasında “anlama” ve “uygulama “ işinin ne kadar önemli
olduğunu bilen sistem güçlerinin seç-
tiği bir isimdir. Hem halkının sorunları
karşısında çözüm gücü olmak, hem
yeni neslin karakterinin oluşmasında
çağımızın her türlü manipülasyonu
karşısında halkı bilinçlendirerek bunu
yaratacak olan üniversiteli gençlik
Aydın Erdem şahsında vurulmak istendi. Bunu yeterli görmemiş olacaklar ki her gün ayrı bir yerde paravan faşist gruplar tarafından yeni
saldırılar örgütleniyor.
Ne demişti Önderliğimiz “Doğru
tarih anlayışımızı bilmenin en üst
sınırlarıyla bütünleştiremezsek, geleceğe ilişkin anlama gücümüzü ve
yapılanma tarzımızı yetkince belirleyemeyiz. Tüm sistemin bilme kapasitesini bilmenin ufkuna alamayan bir
teorinin eksik olduğunu ve karşıt teo37
rilerin ufku içinde erimekten kurtulamayacağını temel ideolojik mücadele
gerçeği olarak anlamalıyız.”
Bu sözlerden anlaşılıyor ki Önderliğimizin başlattığı ve tüm sistemler açısından bir ilk olarak görülen yeni tarihsel toplumsal teorimizin halklaşmasında Kürt gençliğinin, özelde de üniversiteli
gençliğimizin üstlendiği rol çok iyi
görüldüğünden bilinçli bir şekilde
saldırıların odağı oluyor. Artık çok
iyi biliniyor ki aydınlanmış bir gençliğin, halkının sorunlarına alakalı
duruşu karşısında tahammül edilemiyor. Artık etrafını sarmış çarpıtma
dolu sözler ve teorilere itibar etmiyor
gençliğimiz. Başkalarının teorileri
içinde erimeyi bir kenara bırakalım
tarihin tüm özgürlük mücadelelerinin
bu sefer kesinlikle zafere ulaştırılması anlamına gelen Apocu teorinin
güçlü bir militanı, havarisi olduğundan saldırıların odağında yer alıyor.
Serhildanlarda, okullarda, örgütlenmede, dağda, sokaklarda en önde
yürüyen gençliğimize yönelik geliştirilen bu saldırıların gerçek yüzünün görülerek mücadeleciliğini
daha da güçlendirerek, daha bir kenetlenerek böylesi saldırıların beyhude bir çaba olduğunun gösterilmesi
gerekiyor. Sokaklarda atılan “İntikam” sloganları haklı talepler. İntikam
saatinin yaklaştığının görülerek herkesin içindeki bu duyguyu ani
çıkışlarla değil, örgütlü ve uzun soluklu bir mücadelenin zemini yaparak
fakat en haklı tepkilerini de asla kendiliğindenci bir pasifizme bırakmadan
her zamankinden daha fazla bilinçlenme ve bilinçlendirme faaliyetine
ağırlık vermesi önemli olmaktadır.
Böylece türlü ve umulmaz acı deryalarında tutulan benliğimiz sürekli
mutluluğun yolunu aralayabilir.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
T
A
R
İ
İskenderiye’li Bilge Kadın: HYPATİA
H
(370-415)
Araştırma & İnceleme
“Hypatia çağının yegane
bilim kadını olarak
bilinir. Zeki ve güzel
bir kadın olarak
zamanındaki erkek
dünyasında etkili
olmuştur. Aritmetik
alanında 13 ciltlik bir
yapıtı söz konusudur.
Bununla birlikte ne
felsefe ne de bilim
tarihinde adı belirgin bir
şekilde geçmemektedir”
Tîrmeh 2010
Hypatia tarihin bilinen ilk kadın
matematikçisidir. 370 yılı dolaylarında İskenderiye’de doğmuştur.
Ünlü filozof ve matematikçi Theon’un kızıydı. Theon matematikçi
Euclid’in eserine kızının da yardımı
bulunduğu söylenen bir tefsir yazmıştı. Tek bir çocuk olan Hypatia
genç yaşta felsefe ve matematiğe
karşı derin bir ilgi göstermişti. Babası
bu konularda onu büyük bir dikkatle
eğitti ve kısa bir sürede en parlak
öğrencilerinden biri oldu. Bilimi ve
zarafeti ile olduğu kadar güzelliği ile
de ünlü olan bu filozof ve matematikçi Atina’da eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye yerleşmiş ve
orada bir okul açmıştır. Güvenilir yazarlara göre Hypatia hiç evlenmemiştir. O zamanların üniversitesi
38
kabul edilen İskenderiye’deki Museion’da felsefe, matematik ve astronomi dersleri vermiştir.
Onun felsefesinin daha az metafizik
içerikli bir Yeni-Platonculuk olduğu
varsayılmaktadır. Hypatia çeşitli bilim
dallarında çalışmıştı; bir eleştirmen
ve yorumcu idi. İskenderiye’de Platon,
Aristo ve Suda gibi diğer filozoflar
üzerine halka açık dersler verdi. En
önemli öğrencisi Synesios’dur. Sonradan büyük filozof olan bu öğrencisi
ona hayranlığını ve ilmine duyduğu
takdirlerini bildiren pek çok mektup
yazmıştır. Bu mektuplar felsefe tarihi
kitaplarında bugüne kadar gelmiştir.
Hypatia öğrencilerini, İskenderiyeli
matematikçiler ve gökbilimcilerin metinlerinin düzeltilmesi ve açıklanması
işine karıştırmamış bunun yerine onları
daha çok uygulamaya yönelik olan
matematik ve gökbilim gizemlerinin
incelenmesi işine teşvik etmiştir.
Yeni Platoncu okulu yıkımın arifesinde en yüksek doruklarına çıkmıştı.
Hypatia, kişisel benliğin evrensel benle
birlik kurabileceğini göstermiştir. Bütün dinler arasındaki benzerlikleri ve
kaynaklarını açıklamıştır. Hristiyan
dogmanın istikrarsız temeli Yeni Platoncu okul Aristo’nun tümevarımlı
mantık metodunu uyarladığında daha
da açığa çıkmıştı. Mantık ve şeylerin
karşılaştırmalı makul açıklanması bu
yeni esrar dininin en çok nefret ettiği
şeyler arasındaydı. Hypatia Hristiyanlığın doğmalarını alıntı yaptığı
metafizik alegorileri irdelediği zaman
STÊRKA CİWAN
Hypatia İskenderiye’de Hristiyanlar ve Hristiyan olmayanlar arasındaki
gerginlik ve çatışmaların öne çıkan ismi olarak görülüyordu
ve bunları halka açık konferanslarda
açıkladığı zaman Hristiyanların sadece şiddetle yanıt verebileceği bir
silah kullanmıştı. Eğer okulunun devam etmesi izin verilseydi, Kilise
tarafından yürütülen hile açığa çıkmış
olurdu. Yeni Plâtoncu ışık Hristiyanlığın yamalarını fazla aydınlatmıyordu. Diğer yandan kilise pagan
inancından çok fazla şey kopyalamıştı. Bakireden doğumu, çarmıha
gerilişi ve yeniden dirilişine dek
İsa’nın yaşamında her olay pagan
tanrılarıyla ilgili efsanelerden kopyalanmıştı. Hristiyan Kilisesinin her
dogması ve ritüelinin pagan karşılığı
vardı. Bu gerçekler tüm pagan dünyası tarafından bilinmekteydi. Pagan
okulları ayakta kaldığı sürece, Kilisenin kendisini bilginin yegâne kalesi
olarak göstermesiyle çelişkiye
düşecekti. Pagan kitapları var olduğu
sürece Kitabı Mukaddes Tanrının
tek vahiysi olarak kabul edilemezdi.
Pagan filozoflar yaşayıp öğrettiği
sürece Kilisenin dogmatik iddiaları
sorgulanacaktı. Kilise için bir yol
gözükmekteydi; pagan okulları,
kayıtları ve hatta filozofları yok ederek yaptığı aşırmalarının izlerini silmek. Heretiklerin (kiliseye göre din
sapkını) toplanmalarını yasaklayan
ve mallarına el koyan on beş ferman
yayınladı. Manici görüşe sahip ve
Yahudilerle aynı günde paskalya
kutlayan Hristiyanlara ölüm cezası
verdi. Paganlara ibadet yasağı getirdi
ve mabetlerine Hristiyanların kullanımı için el koydu.
Hypatia o dönemde ilk Hristiyanlarca büyük ölçüde putperestlikle
özleştirilen öğrenim ve bilimi sim-
geliyordu. Bu süreç bir yandan da,
Antik bilimlerin ve Pagan felsefesinin
sona erdiği ve Hristiyanlaşmanın
güçlendiği bir süreçtir. Doğa bilimleri
ve matematik gibi alanlarda yoğun
bir gerileme dönemi bu tarihlerden
itibaren başlamıştır. Bu nedenle
Hypatia İskenderiye’de Hristiyanlar
ve Hristiyan olmayanlar arasındaki
gerginlik ve çatışmaların öne çıkan
ismi olarak görülüyordu. Eski
aydınlanmanın temsilcisi olan Hypatia, Pitolemais şehrinin putperest valisi Orestes’in himayesine sığınır,
Rahip Cyril’e İskendiriye’ye Başpiskopos olmasından sonra gerginlikler
daha da artar. Hypatia yaşamının
tehlikede olduğunu bilmesine rağmen
öğretilerini yaymaya devam eder.
415 yılında Cyril’in keşişleri
Hypatia’nın konuşmalarından birini
tamamladığı müzenin önünde toplandılar. Yolda kıstırıldı, elbiseleri
parçalandı, ölü bedenini sokaklarda
sürüklediler, istiridye kabuklarıyla
etini kemiklerinden sıyırdılar ve kalanı yaktılar. Eserleri yok edildi ve
adı unutuldu. Hypatia’nın ölümüyle
Yeni Platoncu okul sona erdi. Cyril´e
ise azizlik payesi verildi.
Hypatia çağının yegane bilim
kadını olarak bilinir. Zeki ve güzel
bir kadın olarak zamanındaki erkek
dünyasında etkili olmuştur. Aritmetik
alanında 13 ciltlik bir yapıtı söz konusudur. Bununla birlikte ne felsefe
ne de bilim tarihinde adı belirgin
bir şekilde geçmemektedir. Yazdığı
eserler arasında İskenderiyeli Diophantus’un Arithmetica, Pergalı
Apollonius’un Konikler ve Ptolemy’nin Matematik Kanon üzerindeki tefsirler tamamen kayıptır.
***
39
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
G
E
R
İ
L
L
A
D
A
N
SABUN KÖPÜĞÜ
Gerillanın KALEMİNDEN
“Çocukken sabunu alıp
ellerimi köpükle
doldurduktan sonra
yüzümü yıkarken
gözlerimi açamazdım.
Bir-iki denediysem de
acıyla yanan gözlerimi
sımsıkı kapatır ve iyice
yıkadıktan sonra açmaya
çalışır, büyüklerin
gözlerini koca koca
açarak yüzlerini
sabunlamalarını
gıptayla seyrederdim”
Tîrmeh 2010
Ne kadar da yanılırız zamanı tükettiğimizden yakınırken. Oysa zaman
tüketmektedir bizleri. Tükeniriz akıp
giden zamanın kıyısında. Bir oluş ve
bitişin içerisinde akıp giderken, zamanın aktığını düşünürüz. Bu düşünceyle zamanı ırmaklara benzeten edebi
laflar ederiz. Şöyle biraz durup o
“akıyor” dediğimiz zaman imgelemini
belleğimizde bir an durdurup baksak,
bedenimizde toplanmış milyarlarca
hücreyle topyekûn akıp gidenin kendimiz olduğunu görmemiz zor olmaz.
Akıp gideriz taşlara çarparak, sulara
ve köpüklere karışarak ve zamanın
koynunda demlenerek.
İnsanın süreğen yaşama istemi hayat
yolunun henüz bitmemiş olduğu bilincinden kaynaklandığı gibi çoğunda
nedeni bilinmeyen yorgunluklar da
kaynağını zamanın içindeki bu durup
dinlenmez akıştan alır. Çocukluk
çağlarında koşup oynamaya, ruhsal
uyanışa ve yeni oluşuma denk bir bedensel hareketlilik varken insanın ilerleyen ömrü, toplumun ona giydirdiği
davranış kalıplarıyla, bu kalıpların
öğrenilmesi ve kusursuz uugulanmasıyla ve bu uygulamanın cezalandırılması ya da ödüllendirilmesiyle örülür.
Çocukluk çağının sona ermesiyle birlikte çalışma hayatına başlayan insanı
en çok yoran ise, yaptığı işlerden ziyade
kendi doğal varoluş eğilimlerine meyleden özü ile onu hâkim toplumsal
yargıların denetimine mahkûm eden,
mevcut sistemlerin dayatıcılığı arasındaki bitimsiz savaştır.
40
İnsanın, bir başına kendi hayatını
idame ettirmesinin adı olarak uygarlığın
literatüründe yer edinen çalışma hayatına atılma olgusunun, “hayat sınavına
girmiş” olmak anlamına gelmesi de
ayrı bir sorundur. Nedir sınav, sınayan
kimdir tüm insanları? Biz ya da bir
bütün insanlık mıdır oluşmuş yargılarla
insanları sınayan? Yoksa zaman mı
bizleri sınamaktadır? Sadece yaşamak,
kendinden ve yaşamak için bir varoluş
iken, neden sınavlarla örülü bir ömrü
birbirimize dayatırız ki.
Bunu biraz daha abartıp “hayatın
bir sınav” olduğunun söylenmesi ise
daha dayanılmaz bir hayat bilgisizliği
örneğidir. Bu sınavlardan kurtulamayan
insan ne zaman sınavlarının sonuçlarına
göre yaşayacağının sorgulamasını yapmayarak kendi hayatının ışığını söndürür. Çünkü böyle bakış varsa hayatın
tamamı sınavları ve sınav sonuçlarını
beklemekle geçiyor demektir. Bu
kanıya göre yaşamak insanı hayat
karşısında yorgun ve bitap düşürür ki
oluşan bu seyir yaşamak kavramıyla
paradoks oluşturur.
İnsanı yoran diğer bir olgu, kendi
özsel varoluşunu gerçekleştirme mücadelesinde çarpıp çarpıp geri döndüğü
çelikten yargıların duvarıdır. İnsanlığın
çocukluk çağları nasıl ki kırılmalardan
geçerek bugünkü tahakkümcü sistem
gerçekliğinin gölgesine kadar geliyorsa,
bir insan da başından geçen ve yaşam
deneyimleri denilen, onun dünyasının
renklerini alıp götüren ve grilik yaratan
yaşantılar sonucunda çocukluktan çıkar.
STÊRKA CİWAN
Anlamıştım artık büyümek dedikleri yıllar geçtikçe benden geçen
kopup giden kimi erdemlermiş meğer
Büyüme de bunun adı olur. Büyüyen
hangi yanımızdır, küçülen nedir bunun karşısında? Bu eylemin birçok
defa gerçekleşmesi bir çocuğu büyütüp koca bir kadın ya da erkek
yapmaya yetiyor.
İnsanın büyüdükçe kazandığı birçok
değer vardır. Meraklarına bulduğu cevapların onu yeni arayışlara sürüklemesi
ve yeni maceralara, onları göze alarak
yürümesi insanın kendine kattığı değerdir. Bunların yanında insanın büyüdükçe
kaybettikleri, zaman karşısında tükenen
yanları nelerdir? O bitmeyen akışta
kendinden koparak akıp gidenler nereye
gitmiştir ve geri gelmez midir?
Çocukken sabunu alıp ellerimi köpükle doldurduktan sonra yüzümü
yıkarken gözlerimi açamazdım. Biriki denediysem de acıyla yanan gözlerimi sımsıkı kapatır ve iyice yıkadıktan
sonra açmaya çalışır, büyüklerin gözlerini koca koca açarak yüzlerini sabunlamalarını gıptayla seyrederdim.
O zamanlarda merakla ve sabırsızlıkla,
büyüyeceğim ve gözlerimi aça aça
yüzümü sabunlayacağım günleri beklerdim. Büyümenin bir kanıtıydı sanki
böyle yüz yıkamak ama ben büyümemiştim ve henüz yüzümü sabunla
yıkarken gözlerimi kapatıyordum.
Aradaki zamana neler sığdı, çocukluğa dair neler, nasıl değişti bunun
adını pek koyamadan akıp gittim zamanın içinde.
Bir gün geldi ki artık yüzümü yıkarken gözlerimi aynı özendiğim büyükler
gibi kocaman açtığımı fark ettim. Bununla da kalmadı gözlerimi kapamaya
çalıştıysam da bunu başaramadım.
Sabun kaçtığında gözlerim yanıyordu
ama bu acıya katlanıyor yine de gözlerimi kapatamıyordum. Bunu yapmaya çalıştıysam da başaramıyor
olduğumu görmem bir daha gelmemecesine kaybettiklerimi düşündürmüştü. Oysa bu zamanı beklemiş, bu
zamana özenmiştim yıllar önce.
Aslında çok karmaşık ya da muamma
olan bir şey yoktu. Bu “büyüme” denen şeyin yarattığı durum o kadar
basitti ki bunu telaffuz etmekle kavrayarak aşmak arasında bir dünya,
hatta bize göre bir evren fark vardı.
Anlamıştım artık, büyümek dedikleri, yıllar geçtikçe benden geçen, kopup giden kimi erdemlermiş meğer.
Yargısız, sınıfsız, ayrımsız olarak
doğaya ve dünyaya bakan çocuk, içinde varolduğu evrenin bütünlüğü içinde
sade bir parçadır ve bunun özbilinciyle
edinilmiş bilgiden uzak yaşar. Evrenin
41
parçaları onun için yabancı değildirler.
Ve kendinden gördüğü tüm varlıklara
karşı sonsuz bir güven duyduğundan
dolayı kendini onlara karşı konumlandırma gereği duymaz. Büyüyen
ve büyüdükçe ona içerilen yargıların
denetimine giren insan bir zaman
sonra kendini parçası olduğu evrenden
koparır ve onun dışında bir varlık
olduğu yargısının ağlarına düşer. İnsan
kendini evrensel bütünlüğün bir parçası
olarak görmekten vazgeçmekle birlikte
özden ve bütünden kopmaya başlar
ve bu sebeple yaşadığı yabancılaşma
onu bir öteki konumuna yerleştirir.
Her varlık bu konumdaki insan için
bir yabancı olduğundan güven duygusunun dışına düşer. Biraz da bu
yüzden büyüyünce yüzümüzü yıkarken
gözlerimizi kocaman açarız. Bu, özünde bir güvensizlik belirtisidir.
Büyüdükçe kazanılan değerler ne
kadar büyük olursa olsun güven olgusundaki küçülme, çocuk olmaya,
çocuk kalmaya özendirse de zamanın
içinde akmaya devam ediyoruz. Ve
eskittiğimizi söylediğimiz zamanlara
rağmen rengi solan geçmiş ve geride
bırakılan ömürler, geleceğe dair en
güçlü kılavuz oluyor. Onlar kiminde
ateşliyor, yolu kısa zamanda katetmeyi sağlıyor, kiminde de geriye
doğru çekip duruyor. Bu, kişinin
kılavuzuyla ilişkisine bağlı bir tempodur. Her şeyden bir ders çıkararak
kendini ona göre konumlandırmaktan
ziyade zamana karşı kendi
varlığımızın bilincinde olmak, her
şeye rağmen gücünü ikiye katlayan
zaman karşısında yanılgısız bir varoluş kavrayışıyla zamanın bir parçası
olduğunu bilerek yaşamak, zamanı
tükettiğimiz sanrısından kurtularak
zamanın ruhunu yakalamak, varoluşumuzu daha anlamlı kılacak bir
yaşam arkadaşıdır.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Ö
Y
K
Ü
Irkçı Babanın Sonu
Erkan KOBANLI
“Babası sürekli, dünyanın
Türk ırkına düşman
olduğunu anlatıyor, nefret
ve yalnızlık duygusunun
temelini atıyordu.
Türkcan lise çağına
geldiğinde babasının
kopyası olmuştu.
Kendince bir çete
oluşturarak ırkçılık
faaliyetlerine yandaş
ararken, diğer yandan da
Türk olmayan ve sol
görüşlü olan öğrencilere
zulüm ediyorlardı”
Tîrmeh 2010
Yavuz, evinin köşesinde ki sokağa
geldiğinde sırtını duvara yaslayarak
etrafı kontrol etti. Düşman olarak
tanımladığı solcuların veya Rus ajanlarının kendisini takip ettiğine inanıyordu.
Binaların dibinden sürtünerek evine
ulaştı. Anahtarıyla kapıyı açtıktan
sonra içeri girdi ve bu kez de kapı
deliğinden çevreyi gözetledi. Yavuz
küçük yaşlardan beri aile büyüklerinden dedelerinin Ruslar tarafından öldürüldüğünü duyuyordu. Araya giren
zamanla birlikte bunu öfke ve kine
dönüştürmüştü. Bu sebeple solcuları
ve Türk olmayanları da düşman sınıfına koyuyordu. Irkçı faaliyetlerde ön
sıralarda daima onun ismi yer alıyordu. Onun bu fobisini evlendikten
sonra farkeden karısı Neşe, pek
onunla ilgilenmiyor, doğacak çocuğunu bekliyordu. Bir o kadar da endişeleniyordu. Yavuz’un yaptıkları
doğacak çocukları adına Neşe’yi korkutuyordu. Çocuktan çok şey bekleyeceğinin ve bebekliğinden itibaren
ona Türkçülüğü aşılayacağının bilincindeydi. Ultrason yöntemi ile doğacak çocuklarının cinsiyetinin erkek
olduğunu öğrendiklerinde buna daha
çok sevinen Yavuz olmuştu. Ona göre
erkek çocuk ırkının yücelmesi için
daha faydalı olabilirdi.
Evlerinin bir odasını çocuk odası
olarak düzenlemeye başladılar. Neşe,
bir gün alışveriş dönüşü eve geldiğinde baygınlık geçirir gibi oldu.
Doğmak üzere olan çocukları için
42
hazırladıkları odaya girdiğinde duvarların tüm Türki cumhuriyetlerin bayrakları, Atatürk’ün resimleri, İstiklal
Marşı, Onuncu Yıl Marşı vb. resim ve
yazılarla donatıldığını görmüştü.
Beşikteki yorganda dahi Türk bayrağı
işlemesi vardı. İlerleyen günlerde
çocuk ismi olarak Yavuz’un ısrarı ile
Türkcan’a karar verdiler.
Beklenen doğum gerçekleştikten iki
gün sonra hastahaneden çıkışı,
Yavuz’un organize ettiği mehter marşı
çalgıcıları eşliğinde gerçekleştirdiler.
Türkcan’ın çocukluğu askeri personelden de beter geçiyordu.
Ağzından çıkan ilk kelimeler
babasının yönlendirmesiyle ırkçı söylemler oluyordu. Yavuz son derece
memnundu. Türkcan’ın yaşının ilerlemesiyle birlikte, babası Yavuz’un
ırkçılık hastalığı da daha da belirginleşiyordu. Oğlu dört yaşına geldiğinde
ona İstiklal Marşı’nı ezberletmeye
çalışıyordu.
Evde bulunan Türk tarihine yönelik
cd ve kasetleri de günde en az bir saat
izlemesi gerekiyordu. İlkokula
başladığında olayları anlamaya başlayan Türkcan, hızla babasının yoluna
giriyordu. Bunun tersi de düşünülemezdi, çünkü daha doğmadan önce
ona bir misyon biçilmişti. Misyonunun dışına çıkabilecek konumu yoktu.
Artık her sabah evden çıkmadan evvel
odasındaki Atatürk ve Nihal Atsız resmine selam veriyordu. Hemen ardından marşlardan birisini okuyor ve
ondan sonra evden ayrılıyordu.
STÊRKA CİWAN
Sol kesimlere karşı örgütleme
Babası sürekli, dünyanın Türk
ırkına düşman olduğunu anlatıyor,
nefret ve yalnızlık duygusunun temelini atıyordu. Türkcan lise çağına
geldiğinde babasının kopyası olmuştu. Kendince bir çete oluşturarak ırkçılık faaliyetlerine yandaş
ararken, diğer yandan da Türk olmayan ve sol görüşlü olan öğrencilere
zulüm ediyorlardı. O günlerde Kürt
kökenli bir öğrenciyi yaralamak suçundan tutuklanan Türkcan, kısa bir
süre sonra serbest bırakılmıştı.
Oğlunun yaptığıyla övünen Yavuz
buna karşılık onu tatile göndererek
ödüllendirmişti. Yavuz, Türkcan’ı evlendirmeye de niyetlenmişti. Ancak
müstakbel gelinin Türk dışında hiçbir
ırka mensub olmaması gerekiyordu.
Türkcan’ı sıkça ve yoğunlukla bu konuda tembihliyordu. Bir müddet
aradıktan sonra istedikleri vasıflara
uygun bir kız bulamayınca bu düşüncelerini ertelediler. Üniversite süreci
Türkcan için tamamlayıcı bir fonksiyona sahipti. Orada gerçekleştirdiği
arkadaşlıklar onun fikirlerine önemli
etkilerde bulunuyordu. Üniversiteye
devam ettiği günlerde bir grup arkadaşıyla birlikte ‘Türkçüler Lokali’ adı
altında bir dernek açtılar.
Bir bebekten
bir canavar yaratmak
Dernek tüzüğünün ilk maddesinde
sadece Türk kanından olanların üye
olabilecekleri yazıyordu. Babası
Yavuz dahi onun bu derece ırkçı
olmasından korkar olmuştu. Türkcan
düşünsel anlamdan pratiğe geçmişti ve
gözü hiçbirşeyi görmüyordu. Türkcan
günün birinde babası Yavuz’un bir de
Bulgar kökenli arkadaşı olduğunu
öğrendi. Adeta cinnet geçirmiş bir haldeydi. Babası her ne kadar onun iyi birisi olduğunu söylediyse de sinirlenen
Türkcan ona saldırmaya hakaret etmeye başlamıştı. Türkcan artık babasını bir hain olarak görüyordu. Eve de
gitmez olmuştu. Dernekte ki grubuyla
birlikte bir toplantı gerçekleştirdi.
Babası Yavuz’un durumunu masaya
yatırdı. Arkadaşları da en az Türkcan
kadar tepki gösteriyorlardı.
Böyle bir durumun kabul edilemez olduğu konusunda hemfikirlerdi. Bu suçun cezasını kesme
43
görevinin oğlu Türkcan’a düştüğünü söylediler. Aksi taktirde kendisi
de hain olarak teşhir edilecekti. Oradan çıkınca hızla eve gitti. Babasının evde yalnız olduğunu görür
görmez bağırmaya başladı.
Yavuz ise yaptığının kötü birşey
olmadığını anlatmaya çalışıyordu.
Türkcan odasına giderek yatağın
altına gizlediği beyzbol sopasını
aldı ve tekrar babasının yanına
döndü. Yavuz onun bunu yapabileceğini düşünemiyordu. Türkcan
olağan gücüyle babasına vurmaya
başladı. Bir yandan da kendisine
Türk arkadaşlar bulmazsa onu öldüreceğini söylüyordu. Sayısız darbeden sonra daha fazla dayanamayan
Yavuz baygın vaziyette yere düştü.
Babasının ölmüş olabileceğinden
dolayı korkuya kapılan Türkcan
koşar adımlarla evden kaçtı. Saatler
sonra eve gelen karısı Neşe, bir ambulans çağırarak onu hastahaneye
kaldırdı.
Üç gün sonra kendine gelen
Yavuz, bir bebekten nasıl bir canavar yarattığını düşünerek ağlıyordu.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Ş
Ê
H
İ
D
Jİ BO BÎRANÎNA FERîŞTEHEKÊ
KU Bİ ME RE ZİNDÎ JİYANKİRİBÛ
Jİ BO BÎRANÎNA RÊHEVAL NÛDA - NAZAN BAYRAM
Nalîn DİLPAK
“Lêgerîna Jiyana Azad
ji bo Nûda hewldana
herî bi wate bû. Gav
bi gav li çiyayên welatê
xwe geriya û rûkeniya
xwe li wan deran
xemiland. Gotinên
wê û bîranên wê di
jiyana me de her dem
zindî ye. Şervanek û
Miroveke mînak bû”
Tîrmeh 2010
Tevahî çîrok bi gotina “hebû û
nebû” destpêdikin ku sedemê wê ji
aliyê me ve nayê zanîn. Hebû û nebû
“her lehengek bi çîroka xwe dibe leheng.” Lê belê lehengê em dizanin, dinasin bixwe afrînerê çîrokê ye ku
çîroka jiyana wê li gor rêzika “hebû û
nebû” pêk nehat. Lewra hebû û nebû
bi hebûnê re afirand. Ew keça herî
sade ya Rojê bû, Wê ew qasî bi şidayî
Roj hembêz kiribû ku tîrêjan di rûçikê
wê de şewq vedabû û qevdek pûxte
dareşiya ji dilê wê. Yê herî xweşik ew
digihand pênaseyê Rojê bixwe bû.
Wisa xwe dît û bû ya xwe… Di tevahiya jiyana xwe de ji avsûma ku ji
Rojê wergirtiye, jiyankir.
Vaye, di demên wiha de mirov xwe
li xweziyan dipêçe. Xweziya bi tevê
lehengên wan ew qas hêsan ba vegotina çîrokan. Xweziya raveyan bikariya dilê wê bi tevê evînên neqîşandî
vegota… Xweziya tîp ji tîpên alfabê
zêdetirbana, peyv û hevok bê sînor
bana… Divê tiştek hebe ku te vebêje,
îfadeyekê te ava bike.
Em ê hewlbidin berfînekê li berpalên Zagrosan şînbûye û jiyaye vebêjin.
Em ê stranekê li Botanê bûye bêdawî
guhdarî bikin, divê mirov ji tevahî
deman û zemanan bipirse ka gelo
tiştek heye ku raveya NÛDA bike? An
jî ma qey yê herî baş NÛDA vedibêje
ne NÛDA bixwe ye? Ew nepenî, sir bû
lê herî pêş xwe li tekoşînê pêçabû, bi
çekê re bêdengî, lê belê qêrînbû ew…
Ew di nava zorê de bûn û di nava zorê
de navê serkeftinêbû. Wê ji ya hêsan
44
hes nekir, di kar û xebatê de xwe pêşan
nedida, her kes dema seyra afirandinê
de bû ew ji Rojê re di secdê de ma. Ji
nav dilê wê tofan li badibû û difûriyan
û her kesên tî dibûn ji gola wê ya serêj
çemkek ji avê digirtin… Di dilê wê de
golek ew çend paqij hebû ku her kesî
dikariya di nav de xwe xawên bike.
Mirovan di gotûbêjên wê de pûxteya
wê ya sade vedixwarin. Çavên wê biriqîna dûrûst yê dilekê zelal û paqij bû,
lê berî her tiştî afirandinekê Rêberetiyê
bû NÛDA û di her şert û mercê de dizanî dilsoza rastîyê be, xwedî rêgezbe.
Yek jê şagirtê herî baş yê Bêrîtan bû,
karî bi nazenînî Bêrîtan re bijî û Bêrîtan bide jiyîn. Gulê rêhevaltiya Bêrîtan
bû ku her dem bêhna wê xweşbû. Cih
û warên ku yekemcar rêheval Bêrîtan
lê naskir berpalên Zagrosan bû, Zagros
bû hêlîna yekem a azadiyê, salên zîldayina yekem a artêşbûna jinê bûn û ji
bo vebûna şitlan, salên berdêl dihatin
xwestin, di rengê gulên bi xwîn de cîhûwarên ku xwîna sor lê herikîn.
Di wan çiyayan de ku dengê Xwedavendan ji kûrahiyê de dihat, di çaxên
ku kesên dizanîn bibîhîsin bi NÛDA û
BÊRİTAN re dengên wan dîbihîstin.
Dema artêşên zilaman dora cîhanê girtibû û hestên jinan dorpêç kiribûn, ew
di nava lêgerîna dadmendiyê de bûn.
Artêş ji wan re hêlînbû, ya bengî artêşbûna tinekirina artêşan bû. Di kêliya
destpêkê de bi nakok e lê belê vaye rastiya mîsoger a gihîştina rastiyê ev e. Kî
dikare dilê NÛDA înkar bike, kî dikare
ji bîr bike heskirina wê ya kulîlkan? Kî
STÊRKA CİWAN
dikare dilrehmî û heskirina wê ya bi
ziravbihîstiyariyê hatiye hûnadin ji
nedîtîve bê? Û ma qey kî nedît ka wê
çawa çeka xwe hembêzkir û kî ne
şahidê wê tîlîliya di nêvenga şerê azadiyê de ye. Vaye wiha ye, ku raveya
wê bi xwe re veşartiye.
Lehenga Çiyayên Kurdistanê:
Nûda
Lêgerîna Jiyana Azad ji bo Nûda
hewldana herî bi wate bû. Gav bi gav
li çiyayên welatê xwe geriya û rûkeniya xwe li wan deran xemiland. Gotinên wê û bîranên wê di jiyana me
de her dem zindî ye. Şervanek û Miroveke mînak bû.
Her wekî ku çiyayên bilind ji bo
wê hatibin afirandin, wê di wir de
biparasta cewherê bedew yê Jinê.
Wê di wir de çeper bigirtaya, li wir
silav bidaya Besê û Zarîfeyê. Tevahî berxwedanvan û cih û warên
berxwedanê di giyana NÛDA de
vediguherîn tîlîliyê û qêrînê. Rojê ji
jinên çiya re gotibû artêşa azadiyê,
artêşa xweşikiyê, artêşa evînê.
Di baxê azadiyê de kulîlkek nadîdebû NÛDA, ji Rojê hildigirt tîna
xwe û di demên bêhna Bêrîtan dihat
de berf û qeşa diqelaşt. Dibû berfîna
berfê kun dike di demên dilsoziya
xwezayê de. Her ku Rojê ew germ
dikir ax diqelaşt, befr diqelaşt. Ku
ew bi Rojê re li ba dibû û di lêgera
vedîtina tirbên xwedavendan de bû.
Roj zarokê herî dilsoz ê xwedavend
e, zarokê şîrê herî helal vexwarî ye.
Di cîhûwarên herî kevnar ê xwedavendan de li şopan digeriyan, li cîhê
rast de bûn, li berpalên Zagrosan
de… Bi neynûkên xwe ax diraçand
NÛDA, dibe ku li hember kenên
qelp û sexte li kenekê Xwedavendî
digeriya. Di rikê xwedayên ku bi
çavên zalim li rûwê cîhanê meyze
dikirin, li çavê Xwedavendekî digeriya, nêrînek xwedî cewher digeriya… Lêgerînekî ku dibe artêş,
şêweyek dîtinê bû. Dîtinekî ku lêgervan ti caran ji bîr nekin. Navê wê
NÛDA, navê wê Bêrîtan, Navê wê
Zelal, navê wê Ezîme bû. Di rûyê
hemûyan de heman nîşane, heman
esilzadehiya stewyayî. Her wekî
kena Sorxwîn a dişibe ya zarokan,
awirên tûj ê esil ê Gulbaharê. Başe
ma gelo gava mirov li Xwedavendan
bigere dişibe Xwedavendan? Ma ji
Şehid Çekdar
45
bo şibîna wê ne pêwîste wê bibîne?
Ev yek li ba me her wekî pirsekî bersiva wê baş tê zanîn e lê mîna nayê
zanîn dixuya dike. Di kêliya dîtinê
de nayê zanîn, tenê dibe rastiyek dikare bê jiyîn. Yên evîndarê jiyana
gerîlane vê yekê dizanin, yên mîna
NÛDA lêdigerin vê yekê dibînin.
Belê wiha ye lêgerîna naqede; kulilkek bedew ê li Zagrosê xwe dîtibû
û di baxê artêşa jinê de cewherê xwe
ji Rojê hilgirtibû… Divê nehêsan be
vegotina tevahî serpêhatiyên wê jiyayî. Bi tevê rastiya wê, êşa wê û
xweşikbûna wê.. Her wekî me gotibû kulîlka wê di dema herî zor de
vedikir. Di nava salên tekoşînê de jî
xwe ji wergirtina erkên herî zor nedida paş. Piştî ku çûbû cem Rêbertiyê fêrê sadetî û dijwariyê bibû. Ji
ber vê yekê Rêbertiyê gotibû “di vê
keçikê de puxteyek heye divê derbikeve holê.” Rêbertiyê ew şandibû
Ewrupayê, ji ber jê yeqînbû ku cewherê çiyayî li bajaran xira nabe.
Jixwe wisa jî bû û gemar nebû
NÛDA. Gava vegeriya çiyan cardin
zanî deverên herî bilind bike cîhûwar, li raserên herî bilind seyra pêlên
azadiyê kir. Tevahî şûrên ku di dilê
xwe de tûj kiribû li xurçên xwe de
vaşarîbûn. Êdî ji şerên dijwartir re,
yên herî zor û qetmer re amadebû. Ji
lewra beşdarê xwebatek îdeolojîk ê
komîteya ji nûve avakirina PKK ê
bû. Ji gotinê wêdetir lehengek pêkanînê bû. Şervanê nûjen kirina PKK ê
û ji nûve gehandina Rêbertiyê bû. Li
vir ji Viyan heskir û bû rêhevala
Viyan. Ew rêwiyê heman xwebatê,
heman kedê bûn. Wan her wekî destên xwe xwîn bikin rakêşandin striyên li ser rêç e. Bi Viyan re hevaltiya
wê her wekî deryaya zelaliyêbû.
Deryayek wisa bû ku her kesê wenda
dikariya têde rûwê xwe bidîta. Ew
derya bûn tixûb derbas dikirin û
bend dişkînandin. Deryayek wisa ku
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
ne zilamê paşverû, ne jî jina paşverû
ne dikarî tê de sêbahiyê bikin. Dilê
wan cihê herî kûr ê azadiyêbû, ew
dilê mîna bêdawîtiyekê ku tê de
azadî bi sêbahiyê re hevşib bû. Li
pey şehadeta Viyan ew jî hilgirte ba
xwe, li cem Bêrîtan û Sorxwîn kulîlkek nû diçande baxê dilê xwe.
Divêya biçe Bakûr, li cîhûwarên
ku kesên bi Rêbertiyê re girêdayîne
rûwê xwe dane. Li cîhê ku Sorxwîn
lê jiyaye, xeyalên Viyan lê digerin,
biçûya cihê agir lê dibe bizot, şerên
nû bi ser şerê xwe ve zêde bikira. Divêya bi hevaltiya xwe ya dildar tesfiyekarî di şermê de xeniqandiba, bi
dilê xwe yê jina wêrek tirsonekî bidaya şermê. Li naverasta mehsûmiyetê çotek awirê tûj bû NÛDA.
ne êşiyaba û birîn nebaya… Divêya
dîrok şerm bikira, artêşên zilaman
ezap bikêşanda… Û divêya li hember Rêbertiyê serê NÛDA berz bibaya. Divêya bi xurûr li neynikê
meyze bikira, li berhemê Rêbertiyê,
li artêşa jinê. Divêya di awirên wê de
şerm bi cîh nebaya. Evîn kûr baya di
bin fermandariya wê de. Divêya şerê
wê li Botanê biba destan, Hêzil ew
biherikandiba Kurdistanê û.
Fermandara Botan û Hêzilê
Nûda, bi fedekariyeke mezin têkoşiya û ji bo Jiyaneke Azad xwe
feda kir. Rastiya Rêbertiyê baş fêmkir û di pratîka xwe de jî ev yek pêk
anî. Bi kedeke mezin û bi Hezkirineke bêhempa Têkoşîna Azadiya
Kurdistanê şîrove kir. Bi tevahî dilnizimiya xwe, keda xwe û mirovheziya xwe ve fermandarbû. Şêweyên
hilbarandina pêkanînê mîna hûner
dizanî, xwedî puxteyek wisa bû ku
bêyî bişkîne diafirand, bêyî xirabike
çêdikir. Mîna ku destên wê bêyî ku
wenda bike ji bo qezençkirina mirovan hatibû afirandin. Mîna nexşekê
bandor li mirovan dikir, vaye ew qas
nazik û ziravbihistyarbû. Mirovê
hewldan û kedêbû NÛDA. Ew çend
bê berjewendî û raveyek bê zivironek bû, mîna dayik û jinekê.
Girêdana wê jiyan dida îro û subeya xet û tekoşîna azadiya jinê ya
ku Rêbertiyê gotibû “projeya min a
nîvçe mayî ye.” Her wekî soz dabû
ku zerar nede vê xetê. Ji bo wê jin
mîna stranek dîrokîbû, divêya cardin
Tîrmeh 2010
Her wekî Rêbertiyê gotibû “yên ji
canê xwe bêzarin nikarin artêşê damezrînin, yên bê arîşen û bê coşin nikarin di artêşa jinê de ne bibin
fermandar, ne jî bibin şervan.” Yên
dev ji jiyanê berdane nikarin bibin
xwediyê rêxistinê. Ewê dev ji jiyana
xwe û canê xwe berneda. Ewê canê
xwe kire dehiyê jiyana herî bedew.
Lehengek jina egîdbû ku xet diparast, di asta bengî de bi angaşta tekoşînê û baweriyê re girêdayîbû. Di
rengê jinê de PKK’yiyek rast ê qêrîna azadiyê bû. Mirova bedew a hestanbû ku bi rêxistinkirina xwe
devrûberê xwe jî birêdixist. Bi awayek ciddî jiyankir, ji bo hevaltiyê
xwedî hewldanek mezinbû, rêhevalê
herkesekê hêjayê heskirinê bû.
46
Rûkeniya Stêrkên Ezmanan bû
Evîndara Çiyayên Azad bû Ew. Di
her bîranîneke wê de cîhanek veşartîbû. Ji Zagrosan ber bi Botanê ve herikî û Stranên Azadiyê qêriya.
Li wan axên ku weke rêgezek
îdeolojîk lê zayî jiyankir, ji bo bi
azadî bijî hemû awayê fedakariyê kir
û tekoşîn meşand, ji vê rastiyê re
pêşengî kir. Erê, li axên ji dayikbûyî
jiyankir. Li Zagrosê bihîst dengê Dayika Xwedavend. Li Cûdiyê qevdek
jiyan jî wê pêşkeşê nav lepên nebî
Nûh kir. Ji wan axan dengê hezaran
şehîdan guhdarkir. Dema henaseya
xwe ya dawî jî dida tenê kesên
xwedî bawerî dikariyan bibîhîsin vê
dengê. Ji kesên ku azweriya jinê dizanin re Botan qala xwe dike… Û
rawestgaha dawiyê ye Besta,
Hêzil… Di Besta de bûna qurtek ava
ji zoriyan hatiye dapelandin heye, jiyanek di şînahiya xwe de bê dawî
bûye. Çîroka jiyanekê ya ku tevahî
mirinan bin dixe. Tu li Hêzilê evînekî, wê rojek bê tu yê ji me re vegerî, durustbûnê û şerkirinê fêrê me
bikî. Herikîn wiha ye, bi temamî terk
nake. Xwe digehîne tevahî axên zûha
û can dide wan deveran. Ma qey te
wiha ji Zagrosan xwe negehande Botanê? Ma te bi dengê xwe wiha ne
got ji guhê Xwedavendan re?
Me du caran bihîst agahiya şehadeta te, lê di herdu caran de jî me
bawer nekir, nekarî bawer bikin, em
bawer jî nakin. Ji ber em pir baş dizanin ku dilek xwedî bawerî dike welatek, dike cemekê ku can dide tevahî
xwezayê… Tu herika berbi dîrokêyî,
rêhevalê can ê Roj û tavê, banga azadiya pêşerojêyî.
Ji bîrkirina te wê her wekî îxanetê
be. Girêdana bîranîna te jî wê anora
me be.
***
STÊRKA CİWAN
S
E
R
O
K
A
T
Î
Deryaya Bîranînan
“Her bîranîneke Rêber
Apo wateya jiyanê ya ku
em hemû lê digerin
vegotin dike. Her dem û
her demjimêr di bîra mirov
de cîheke mezin hildigir e.
Encax mirov nikare bi
çend gotin an jî bi çend
nivîs ve bîne ziman. Hê pir
tiştên ku mirov dixwaze
bilêvbike heye. Lê mirov
bîranînên azadiyê anîna
ziman de zorî dikişîne”
Mirov bi çend bîranînan nikare rastiyên jiyayî bilêvbike û rastiya Rêber
Apo vebêje. Mirovên ku çar demjimêr
di nav pergal û bernama Rêber Apo
afirandî de jiyan dikin, ji bo wan her
demjimêr, her tim wek bîranînê ye. Ji
bo wê mirov ti cara nikare deryaya bîranînan ji bîr bike. Di vê deryayê de
her demjimêreke ku derbas dibe xwedî
wateyeke pir mezin e. Di kesayeta
Rêber Apo de rastiyên ku mirov rû bi
rû dimîne, jiyan dike, hîs dike û her nêzîkatî, ji bo me wek perwerdeyekê ye.
Dema mirov Rêber Apo dibîne pir
tiştên cûda xeyal dike. Piştî ku mirov
Rêber Apo dibînê û bi Rêber Apo re
jiyan dike, raman, xeyal û hizrandinên
mirov pir cûda dibe. Di her kêliyên
demê de pir tiştên ku bandora xwe li
mirovan dike heye. Mirov rastiya Rêber
Apo, di nav pergala ku heye, bernama
ku hatî afirandin de û bi tiştên ku dibîne,
jiyan dike ve dinas e. Ji bo min tişta
herî balkeş nêzîkatiyên Rêbertî ji mirovan
re ye. Di vê pergala perwerdê de her
mirov ast û namzeta wê çi dibe bila
bibe di heman pîvanan de beşdar dibe.
Nêzîkatiyên Rêber Apo ji jin re, zilam
re, ciwan re, ixtiyar re, ji her mirov re
cûda ye. Li gor behre û têgîhîştina kesayet, nêzîkatiyên cûr bi cûr pêş dixe.
Hemû nêzîkatiyên kesayet di jiyanê de,
sekin, lêgerîna wê hemû dike mijarê
perwerdê. Rêber Apo wek bergeh û
şîrovayên me nêzî mirovan nabe û
mirov tenê bi nêzîkatî û rêgezên giştî
ve destnagir e. Li hember van rastiyan
vebijarkên cûda diafirand. Bi vê helwestê
47
ve kesayet dixist nav lêgerîn û lihûrbûneke kûr, kesayet neçar dihişt ku xwe
pêşbixe û bigûherîn e.
Rastiya Rêber Apo, Jiyana
mirovahiyê pênase dike
Di rastiya Rêber Apo de xalên ku
herî bala min dikişand û min bandor kir
ev e. Rêbazên Rêber Apo perwerdekirina
mirov, cûda ye. Nêzîkatiyên Rêber Apo
min dikişand nav hizrandineke mezin.
Dema mirov di deryaya bîranînên
azad de jiyan dike, her dem di nav
evîn, xiroş û lêgerînê de ye. Rastiyên
ku Rêber Apo ji mirov re dide nasîn,
pir girîng e. Di nav vê hawirdorê perwerdê de jî kesayet pêdiviyên xwe hildibijêrê û li gor pêwîstiyên xwe her
dem di nav lêgerîneke bê dawî de dijî.
Rêbaz û şêweyê Rêber Apo ne bi amûreke dext an jî bi sînor e. Bi awayeke
xwezayî nêzîkatiyên Rêber Apo kesayet
teşwîqê gûherîn û lêgerînê dike. Li
hember vê kesayet moral û xiroşeke
cûda dijî. Di wê demê de mirov dixwaz
e bi awayeke lezgînî biçe nav kiryarî
yê. Ji bo vê tu qad û xebat cîhexwaziyeke hilnagir e. Mirov dixwaze di vir
de vê lihûrbûnê û ramanê di deryaya
bîranînan de bigire, bi awayeke lezgîn
di nav kiryariyê de pêk bîn e. Û bi gavêke ve dixwaze zû ji Rêber Apo re
bibe bersiv. Min bi xwe jî vê rastiyê
jiyan kir. Mirov dikeve nav lêgerînê
ku çawa, hêz û moral, eşk û lêgerînên
ku min ji Rêber Apo digirt, ezê pêk bînim? Piştî demekê mirov dikeve nav
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
lêgerîneke wisa. Bi awayeke giştî serwextiyeke di milê raman, têgîn û
destgirtin de digire û bi vê behreyê
ve her dem di nav lêpirsînê de jiyana
xwe derbas dike. Di vir de kesayet ji
xwe vê pirs dike “Gelo ev lêgerîn û
hêza min ji bo kiryarîkirina Rêber
Apo têrê dike an na?” Di her perwerdê
de dema mijar dibe kesayet, rêbazê
Rêber Apo ya ku beramberî mirovan
rave dikir tê bîra min û ez li ser vê lihûrbûnekê jiyan dikim.
Dema ez çûm qada Rêber Apo pir
ciwan bûm û di naskirin û têgîhîştina
rêxistinê de jî lewaziyên min hebûn.
Bi giştî ez qadên kiryariyê de mabûm.
Çûna min li gel Rêber Apo, pir cûda
bû û bi çend gotinan ez nikarim vê
xiroşê bilêvbikim. Di kesayeta min
de rastîyên feodal pir bandor bû û ez
zêde bi girûr û înad nêzî dibûm. Li
hember vê hindek rêbazên ku Rêber
Apo pêş dixist hebûn. Her dem Rêber
Apo dixwest vê girûrbûna min a ku
bingehê xwe ji feodaliyê digire bişkîne,
ji bo wê her dem di vê milên min de
arastebûn pêşdixist. Di destpekê de
min rêbazê Rêber Apo ya ku li hemberî
Tîrmeh 2010
min pêşdixist, fêm nedikir. Ji bo wê
carna pir bi coş bûm, carna jî ez pir
bê coş û bêzar bûm. Têgîhîştina min
têrê nedikir û min nedikarî fêm bikim.
Ji bo wê di destpêke de min pir zorahî
dikişand. Piştî dem derbas bû, lihûrbûn
û lêpirsîna min di derbarê kesayet de
pêş ket, vê yekê wek rêbazê Rêber
Apo ya ji bo gûhertina mirov, min
girt dest. Rêber Apo digot; “Nêzîkatî
û bandorên feodal di jinê de pêşketinan
ava nake û nahêlê xwe derbas bike.
Heta demeke jin dikarê bi vê ve
bimeşe û xwe biparêz e. Piştî demeke
astengiyeke mezin çê dike. Ez ji bo
ku tu têkevî nav lihûrbûnê û van sînorên feodal derbas bikî, van gotinan
bikar tînim. Weke din tu wê pir girtî
bimînî û kapasîteya te ji bo pêşketin
û gûhartinê wê pir lewaz bimîne.”
Destpeke min ji nêzîkatiyên Rêbertî
re wateyeke nedida, ev jî di min de
bêzariyeke ava dikir. Piştî ku min
wate da û lihûrbûnê min li ser vê
mijarê pêşket, encax min dikarî hindek
rastiyan bipejrînim û bikaribim derbas
bikim. Piştî wê rehetiyeke, vebûneke,
coşeke di kesayeta min de pêş ket.
48
Mînaka herî balkeş
leyîstoka topê bû.
Rêber Apo ne tenê weke leyîstok
digir dest. Di wê leyîstokê de mirov
digirt dest û dahûrîn dikir. Rêber Apo
leyîstok wek rêbazeke perwerdê dest
digirt. Dema Rêber Apo top dilîst,
tevahî hêzên akademiyê dihat temaşe
dikir. Di navbera perwerdê de Rêber
Apo dîsa top dilîst. Min jî av ji Rêber
Apo re bir. Di nav ewqas hevalan de
şaşala avê li serê min de kir. Ev pir
zora min çû. Min got çawa di nav
ewqas mirovan de av serê min kir.
Bala Rêberti kişand ku ez pir bandor
bûm û girûra min şikest. Psîkolojî û
coşa min xira bû, wechê min heman
demê de rengê xwe gûherî. Çima min
tişteke wisa jiyan kir? Ev ji nêzîkatiyên
feodalî çavkaniya xwe digirt û min tu
wate ji vê nêzîkatiyê re nedida. Piştre
ji min pirs kir, got;
- “Wek tu bêzar bû û coşa te xira
bû.” Min got;
- “ Na Rêber’ê min, tişteke nebû.”
Rêber Apo got;
- “Na, ez dizanim pir zora te çû.
Min bi zanebûn wisa kir. Pêwîst e hûn
pir rehet û xwezayî bin. Kî mirov vê
rewşê temaşe dike, bila bike.”
Pir rêbazên Rêber Apo ji bo pêşxistina mirov, em dikarin bilêvbikin.
Serok dema nêzêkatiyeke ji mirov re
pêş dixist, di heman demê de jî bi kesayet re niqaş dikir. Kesayet pêwîst e
çawa bigire dest, dianî ziman. Mirov
ji bo gûhartin û vegûhartinê îqna dikir.
Ji bo ku ez bi vê ve bi sînor nebînim û
hemû demê xwe bi vê hizrandinê ve
derbas nekim, di min de jî îqnakirinêke
pêşxist. Digot “Ji bo jineke ku di van
mercên çiya de jiyan dike, pêwîst e
înad hebe. Ez ne dijî vê rastiyê me.
Şoreşgerî bixwe jî kareke înadê ye.
Ger di kesayetêkê de înad nebe, nikare
bijî û şoreşgerî bike. Lewra pêwîst e
mirov înad û girûra feodaltî, bikaribe
STÊRKA CİWAN
bizivirîne înad û girûra şoreşgerî. Kesayet ji bo vê pêwîst e her dem têbikoşe.
Ji derveyê vê di jineke de înad û girûr
nebe nikare têbikoş e. Ez ne dijî vê
me. Lê pêwîst e mirov rastiyan baş têbigîhîje û fêm bike.” Niha jî dema ez
bi van taybetmendiyên xwe ve zorî
dikişînim, gotinên Rêber Apo yê di
derbarê taybetmendiyê min de tê hizrandinê min.
Têkiliya bi xwezayê re ji bo Rêber
Apo hezkirineke mezin bû
Nêzîkatiyên Rêber Apo ji bo xwezayê tên zanîn. Ez dixwazim di vê
derbarê de mînakeke bidim. Ez rojeke
wazîfedar bûm. Di derdora akademiyê
de pir çîçek û gûl hebû. Di giştî de yê
ku av dida baxçê, hevalê jin bûn. Wê
rojê me kêmasiyak kiribû û me bexçe
av nedabû. Rêber Apo di şev tava
heyvê de derket bexçe û wan çîçeka
meyzand. Em jî derketin bexçe. Rêber
Apo bi xwe re diaxifî. Me di destpeke
de fêm nekir. Min hindek xwe nêzîk
kir, Rêber Apo bi çîçekan re diaxife.
Rêbertî min dît û gazî min kir. Ez çûm
li gel Rêbertî. Ji min re got;
-“Ev çîçek çima wisa bê av man e
û çilmisîn e. We çima li van nemeyzand?” Rêber Apo pir bêzar bû. Çîçekik ketibû erdê, girt û da destê min
û got; hûin dibêjin em şoreşgerin,
şerkerin, têkoşer in, em dixwazin
herin şer, lê hûn xwedî gûleke jî dernakev in. Gelo hûinê çawa xwedî
welateke derbikev in?
Gotinên xwe berdewam kir û got;
- Bila ev gûl li gel te be, her ku te li
vê nerî, bila ev roj bê bîra te. Bi vê ve
tucar erk û berpirsyariyên xwe yên
rojane jibîr nekin. Erkên xwe pir rast
û bi awayeke paqij pêk bîn in. Ger zimanê vê gûlê heba, wê pir rexne pêşbixista. Belkî zimanê wê nîne, lê wek
mirovan dibîne, fêm dike, lê nikare
bilêvbike, her tişt di hûndorê xwe de
dihêle. Hûin pêwîst e vê fêm bikin.
Jin jî wisa ye. Ger tu jinê di perwerdê
de pêş nexî û pê re mijûl nebî, wek
gûleke çilmisî ye. Ger tu gûleke re jî
mijûl bibî, av bidî pir bedew û coş
dibe. Belkû ji bo we pir biçûk û bê
nirx e. Lê tiştên di jiyanê de ji bo we
biçûk tên, hûn zêde bala xwe nadin
ser, di rastiya Rêbertî de ne wisa ye.
Ji bo min tiştên herî biçûk jî bi wate
ye. Pir tiştên mezin di nav tiştên biçûk
de veşartî ye.” Ev bûyer li ser min pir
bandor kir. Heta niha jî di hizrandinê
min de ye û ew gûl niha jî li gel min e.
Careke berf hati bû. Rêbertî got;
- “Bila hevalên jin werin, em gilokê
berfê bilîzin.”
Em jî çûn. Me çembereke çêkir.
Rêber Apo di navendê de sekinî û got;
- “Hemû gilokê berfê bavêjin min.”
Çend car got, me pêkneanî. Me got
wê Rêbertî nexweş bikeve. Piştre got;
-“Wek fermandareke leşkerî ez talîmat didim, di vê hun biavêjin.”
Me hemû gilokê xwe avêt ê. Ser
Rêber Apo tije berf bû. Em hemû çûn
me berfa xwe paqij kir. Got;
- “Em liyîstok dilîzin, hun çima
berfê paqij dikin. Ev leyîstokeke tu
çiqas dikarî hedefa xwe bidî dide nîşandan. Dev ji vê hestyarbûna xwe berdin.
Bi vê şêweyê têkoşîn naye meşandin.
Ev dide diyar kirin ku we hedefa xwe
nîvî de hişt, hun pêwîst e biçin lihûrbûneke jiyan bikin. Belkî leyîstoke, lê
pir tişt ji mirov re dide fêrkirin.”
Her bîranîneke Rêber Apo
bi Wate bû
Em hemû çûn, li ser vê bûyerê me
lihûrbûneke jiyan kir û me di nav xwe
de nîqaş kir e. Em çawa dikarin lihûrbûneke bikin û encam derbixin. Ev ji
bo me pir pêwîst bû.
Rojeke din jî, em siharê çûn dahûrînê.
Me derfet nedît ku em cîhê xwe paqiş
bikin. Piştî dahûrînê Rêbertî çû li
49
cîhême nerî. Piştre gazî me kir û got;
-”Hun xwarin naxwin, tu kes bi hev
re jî neaxife. Wê her kes li ser xwe biponije. Ev belavbûn û qirêja cîhê we,
belavbûna mejiyê we ye. Li ser vê lihûrbûnê jiyan bikin û zû xwe kom
bikin. Çi li ser we bandor dike, wê ji
mejiyê xwe biavêjin û rast lêhûrbûnêke
jiyan bikin. Dema mirov dibêje jin;
bedewî û paqijî tê hizrandinê mirov.
Dema dibêjin cîhê jinê, mirov dixwaze
lê ronî bike. Lê we wisa kiriye ku,
mirov naxwaze di vir de derbas jî
bibe. Ev yek şêweyê zilam dide nîşandan.”
Rêber Apo pir giran rexne kir. Ev
bûyer li ser me pir bandor kir. Got;
-”Belkî hun bibêjin em negîhiştin,
em piştre jî dikarin paqij bikin. Lê ji
bo min ne wisa ye. Ev şêwe û hezkirina
jiyanê, nîzam, rêz û rêxistina we ya jiyanê diyar dike.”
Min li ser van bûyeran lihûrbûneke
jiyan kir. Pir tiştên ku di jiyanê de ji
bo me biçûk e an jî em pir bala xwe
nadin, ji bo Rêbertî pir mezin û heta
kûrahiya wê dahûrîn dikir. Piştre mirov
wisa dibe ku li hember her tiştê jiyanê
hişyar dibe û wateyeke cûda di mirov
de pêş dikeve.
Her bîranîneke Rêber Apo wateya
jiyanê ya ku em hemû lê digerin
vegotin dike. Her dem û her demjimêr
di bîra mirov de cîheke mezin hildigir
e. Encax mirov nikare bi çend gotin
an jî bi çend nivîs ve bîne ziman. Hê
pir tiştên ku mirov dixwaze bilêvbike
heye. Lê mirov bîranînên azadiyê anîna
ziman de zorî dikişîne. Çimkî mirov
çiqas bû bersiv, çiqas pêkanî û çiqas
dikarim rastiya Rêber Apo rave bikim,
bikaribim ji hemû hevalan re bibêjim?
Ev bi serê xwe mirov dixe nav lêpirsîn
û lihûrbûn ê. Yê herî rast ew e ku,
mirov çiqas bilêvbike jî, nikare bînê
ziman û mafê wê bide.
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
G
U
E
R
İ
L
L
A
Aus dem Tagebuch eines Guerillakämpfers
Meine Geschichte
Aus der feder von Guerilla
Ereignisse und eigene Erlebnisse haben solch einen
großen Einfluss auf uns, dass ihre Spuren unser ganzes
Leben beziehen und unsere Zukunft bestimmen. Die Szenenbilder, die den Film unseres Lebens ausmachen, beherbergen verschiedene Gefühle. Wenn wir zurückblicken
auf diese Bilder, sehen wir zugleich Wut, Lächeln, Tränen,
Traurigkeit und andere Gefühle. Welches dieser Gefühle
du auch berührst, tritt Leid und Kummer hervor, wird eine
neue Türe geöffnet... und eben hier beginnt unsere Geschichte.
Jeder hat seine ihm eigene Geschichte. Aber darüber hinaus
gibt es doch auch gemeinsame Kapitel. Man hört der Geschichte von jemand anderem zu und findet sich dort
selbst, denkt sich “Das habe ich auch erlebt”. Oft fragen
wir uns auch, warum unsere Geschichten sich dermaßen
ähneln. Muss das so sein? Dann möchte man in die gemeinsamen Geschichten, die gemeinsamen Kapitel eingreifen
und diese verändern. Dabei gibt es in unseren Geschichten,
also in den Geschichten der kurdischen Kinder doch so
viele Gemeinsamkeiten. Wir alle sind die Teile der Geschichte
des anderen. So, wie es in meiner eigenen Geschichte ist...
Meine Aufgeregtheit im Alter von 7 Jahren, meinen
ersten Schultag und die Zeit danach werde ich niemals
vergessen. Meine Eltern hatten keine Schulbildung erhalten
und wollten dieses Gefühl der Gebrochenheit überwinden,
indem sie uns zur Schule schickten. Sie hatten es sich gar
zum größten Ziel gemacht, dass ihre Kinder die Sprache
erlernen und zu Beamten des Staates werden. Denn sie
hatten den Schmerz der Unterdrückung selbst erlebt. Aus
diesem Grund waren sie an meinem ersten Schultag aufgeregter, als ich es war. Als wäre es nicht meiner, sondern
ihr erster Schultag. Mein Vater hatte all meine Schulsachen
mit großer Sorgfalt gekauft. Genau, wir meine weißen
Socken mit Kirschmuster, die ich liebte und von denen ich
mir wünschte, sie würden niemals zerreißen...
Eine Menge Bücher, die ich nicht verstand, weil sie auf
einer mir unbekannten Sprache geschrieben waren, eine
Menge kunterbunter Stifte, schön riechende Radierer und
eine Menge knallbunter Perlen, welche ich noch nicht
einmal als Kleinkind besessen hatte... Das sollte wohl
Tîrmeh 2010
heißen, dass ein neues Spiel beginnt. Ich sollte den ersten
Test meines Lebens bestehen und aus Sicht derer, die uns
für die Kinder eines unwissenden, unkultivierten Volks
hielten, indem wir unseren ersten Schritt durch das Schultor
machten, die Zivilisiertheit und Zeitgenössigkeit begrüßen.
Dabei war es eigentlich der erste Schritt in einen Kampf,
den ich nicht vergessen kann und der meine Suche nach
mir selbst bestimmen sollte. Im Alter von sieben Jahren
solch eine Aufgabe zuteil zu bekommen war die größte
Ungerechtigkeit, die man einem Kind machen konnte.
Nun war mein erster Schultag gekommen. An diesem
Tag haben meine Mutter und mein Vater, die sich selbst
wie Erstklässler benahmen, alles getan, damit dieser Tag
perfekt verläuft. Meine Haare, die mir bis an den Rücken
reichten, wurden an diesem Tag von meinem Vater gekämmt.
Denn immer wenn meine Mutter meine Haare kämmte,
musste ich weinen, weil es so weh tat. Mein Vater wollte
nicht, dass ich an diesem Tag weine. Um mir nicht weh zu
tun, kämmte er meine Haare als würde er mich massieren.
Zum ersten Mal in meinem Leben hatte es mir so sehr gefallen, gekämmt zu werden.
Ich zog mir meine Uniform und den weißen Latz, den
meine Schwester mit großer Vorhut selbst gehäkelt hatte,
an und bereitete mich auf meinen Weg zur Schule vor. Zusammen mit meinen Freunden aus unserem Viertel machten
wir uns auf den Weg zur Grundschule, die gleich unten an
der Straße lag. Ich werde niemals vergessen, wie meine
Knie zitterten und meins Herz raste, als wir uns von
unserem Feld der Freiheit, unserem Haus, unserer Straße
in eine neue Welt bewegten. Der kurze Weg vom Haus zur
Schule hatte sich in eine endlose Strecke verwandelt.
Neben der Aufregung und der Angst waren wir auch voll
mit der Ungeduld, etwas Neues zu erleben. Dann standen
wir vor dem Schultor. Das Gebäude war mit grauen und
schwarzen Tönen gestrichen. Es war, als würde das Gebäude
einem befehlen, stillzustehen. Im ersten Moment hatte ich
verstanden, dass es hier anderen Farben nicht gestattet sein
würde. Dieser erste Moment war für mich voller Hast,
Chaos und Geschrei. Dann kamen die Lehrer und stellten
50
STÊRKA CİWAN
uns in einer Reihe auf. Laute Rufe
hatten Flüstereien gewichen. Damit
die neuen Schüler und Schülerinnen
sich an die Ordnung der Schule gewöhnen, stellten die Lehrer sie vor
dem Schultor, vor dem die türkische
Fahne wedelte, sich die Büste von
Atatürk befand und “Glück der, der
sich Türke nennt” stand, in eine Reihe.
Jeder, dessen Name aufgerufen wurde,
stellte sich in die Reihe seiner Klasse.
Mein Vater hatte mich zuvor den Namen, der auf meinem Ausweis stand,
auswendig lernen lassen. Zwischen all
dem, was gesagt wurde, verstand ich
nur meinen Vor- und Nachnamen. Als
mein Name aufgerufen wurde, hatte
ich verstanden, dass ich gemeint war.
Davor hatte ich überhaupt nichts von
dem, was der mit lauter Stimme sprechende, kahlköpfige, bärtige und streng
aussehende dicke Lehrer gesagt hatte,
verstanden. Ich hatte gebetet, dass ich
mit meinen Cousinen in die gleiche
Klasse und die gleiche Reihe kommen
würde und meine Gebete wurden tatsächlich erhört. Ich kam in die gleiche
Klasse wie meine Cousine. Und es
war ausgerechnet die Cousine, die am
streitlustigsten ist. Das war das Beste
an diesem Tag. Denn ich wusste, dass
wir aufeinander Acht geben würden.
Wir stützten uns gegenseitig auf unseren
Rücken. Die erste Etappe hatten wir
gemeinsam bewältigt. Wir gingen in
unsere Klasse und nahmen entsprechend unserer Körpergröße in unseren
Reihen Platz. Wir gingen Hand in
Hand in die letzte Reihe auf der Fensterseite. In der Klasse war es sehr
stickig und so offiziell, dass wir uns
nicht trauten, einen Laut von uns zu
geben. Wir schauten mit verdutzten
Augen um uns und versuchten zu verstehen. Zwischen all dem Gebrüll und
dem Staub in der Klasse wollten wir
ein Licht sehen, eine Brise spüren. In
dem Moment wünschten wir uns mehr
als alles andere, dass jemand uns
erklärt, was in diesem uns fremden
und unverständlichen Ort geschieht.
Dann hörten wir die Klingel. Die
noch rumstehenden Kinder setzten
sich schnell auf ihre Plätze und fingen
an, still zu warten. Einige Minuten
später kam ein großer, glatzköpfiger,
lächelnder und väterlicher Mann im
Anzug in den Klassenraum. Er setzte
sich an den Lehrerpult, stellte seine
Mappe darauf und sah lächelnd auf
die Klasse.
Er begann sich auf einer mir fremden
Sprache vorzustellen. Ich verstand
allein seinen Namen, der meinem
Nachnamen ähnelte. Die Stadt, die er
als seine Heimat angab, hatte ich zuvor
weder gehört, noch gesehen: Izmir...
Für Menschen aus dem Westen ist
Kurdistan ein Exil. Als Lehrer in Kurdistan zu arbeiten wird entweder als
Strafe oder Pech verstanden. Aber es
gibt auch Lehrer, die ihre Aufgabe mit
großer Genugtuung erledigen, um die
kurdischen Kinder zu assimilieren,
ihre Hirne zu waschen und sie zu Türkisieren. Sie denken, dass dies ihre
Aufgabe ist. Denn das Verständnis
einer Sprache und einer Nation hat
ihren Horizont vollkommen eingenommen. Sie spielen die drei Affen,
um über dieses Verständnis heraus
nichts zu sehen. Obwohl sie auf so
klare Realitäten treffen, beharren sie
auf ihrer begrenzten Sichtweise. Aus
diesem Grund fühlten wir uns oft so,
als würden wir uns nicht in einer
Schule, sondern auf einer Militärakademie befinden. Auch mein Lehrer
als Izmir war so. Das erste Verbot
betraf die kurdische Sprache. Das
Erste, an was er uns erinnerte, war,
dass wir nicht Kurdisch sprechen dürfen. Die Kinder, die dieses Verbot bekommen, werden entweder ihren ersten
Schritt in die eigene Verleumdung gehen oder in Widerstand treten, indem
51
sie sich darüber bewusst werden, dass
sie ohne Bildung zwar keine Zukunft
haben, aber hier mit der offiziellen
Ideologie des Staates gefüttert werden
sollen. In meinem jungen Alter habe
ich eine Menge Kinder - allen voran
meine Schwester und meine Cousine
- kennengelernt, die diese Realität
nicht akzeptiert haben und die Würde
des Kurden repräsentiert haben, ohne
zu wissen, welche Konsequenzen ihre
Haltung haben wird. Der Kampf mit
solch einem großen und schweren
Konflikt in einem sehr jungen Alter
ist einerseits sehr schwer und andererseits bringt er neue Gefühle mit
sich. Diejenigen, deren Muttersprache
Türkisch war, lernte innerhalb von einem Monat zu lesen und zu schreiben.
Aber wir brauchten ein ganzes Jahr
hierfür. Für Begriffe, die wir in unserer
Muttersprache zwar kannten, ihre türkische Übersetzung aber nicht wussten,
wurden wir mit Stöcken auf unsere
Handflächen geschlagen. Weil wir das
Türkische nicht gut kannten, konnten
wir manche Wörter nicht richtig aussprechen, uns selbst nicht zu Ausdruck
bringen. Daneben wurden wir behandelt, als wären wir geistig zurückgeblieben, was zu einem Gefühl der Ausgrenzung und Niedrigsein führte. Unter
solchen ungerechten und ungleichen
Bedingungen übten unsere Lehrer mit
ihren Stöcken in der Hand enormen
Druck auf uns aus und wir lernten das
Schreiben und Lesen nur unter Druck
und mit Angst. Aber dabei sammelte
sich Wut, Ambitionen und Hartnäckigkeit auf. Wir wollten es trotzdem
schaffen...
Mein Lehrer aus Izmir wird vielleicht
niemals verstehen, wie viele kurdische
Kinder aufgrund dieses Konflikts zu
PKK’lern wurden. Aber die Suche
nach einer Identität, die mit diesem
Widerspruch anfing, führt zur PKK,
die den freien und unabhängigen Willen
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Denn dieses System gibt niemandem, keiner Minderheit, keiner Verschiedenheit dieses Recht
des freien Kurden repräsentiert. Dies
sollte niemand vergessen.
Seit diesem Widerspruch waren genau 12 Jahre vergangen. Meine Mutter
hoffte, dass ich Beamter werden würde.
Aber ich war bereit dazu, alle Segen
des Staates abzulehnen und wandte
ihm meinen Rücken zu. Warum? Denn
ich musste vor allen Titeln erst einmal
als Mensch leben können. Ich brauchte
eine Identität, mit der ich mich definieren, zu Ausdruck bringen kann. Die
Realität des türkischen Bildungssystems
war weit davon entfernt, mir diese
Identität zu geben. Dieses System bemühte sich darum, all die Dinge, auf
deren Suche ich war, von mir fern zu
halten. Denn dieses System gibt niemandem, keiner Minderheit, keiner
Verschiedenheit dieses Recht. In diesem
Bildungssystem gibt es keinen geschriebenen Gedanken, der einen dazu
anleitet, ein tugendvoller Mensch zu
werden. Es geht nur darum, alle Menschen gleich zu machen. Es beinhaltet
Verleugnung und Genozid. Ich habe
nicht erlaubt, dass meine Lebensgeschichte von ihnen geschrieben wird.
Ich habe damit begonnen, meine Lebensgeschichte selber zu schreiben
und habe mich an diesem Punkt losgelöst. Eben diese Wirklichkeit, die
von allen kurdischen Kindern erlebt
wird, ist der Punkt, an dem sich unsere
Geschichten treffen. Die Zahl derjenigen, die in langen Jahren im türkischen Bildungssystem ihre eigene Identität leugnen, ist heute nur noch sehr
niedrig. Denn die Forderungen, die
früher mit Angst von uns zu Wort gebracht wurden, werden heute vom kurdischen Volk und seinen Kindern mit
Mut, ohne jegliche Angst und trotz
aller Hindernisse lautstark ausgedrückt.
Sie kämpfen heute dafür, aus ihren
Träumen Realitäten zu machen. Die
Tîrmeh 2010
kurdischen Kinder, die mit diesem Widerspruch aufgewachsen sind, nehmen
ihren Platz im Kampf immer mehr
ein. Aber die Forderung nach muttersprachlicher Bildung, welche vom kurdischen Volk heute auf den Serhildans
und Zusammenkünften zu Ausdruck
gebracht wird, wird vom türkischen
Staat noch immer als Separatismus
bewertet.
Dass der türkische Staat mit Begriffen wie “demokratische Öffnung”
eigentlich sich selbst belügt, wird heute
auch von der türkischen Gesellschaft
erkannt. Während jeder darauf wartete,
dass etwas geschieht, hat der türkische
Staat noch despotischere, antidemokratische, militaristische und faschistische Politiken präsentiert. Die türkische Regierung, die von Ast zu Ast
springt, will jetzt als weitere Stufe
ihres Liquidierungsplans das Flüchtlingslager Maxmur auflösen. Sie versucht das Volk von Maxmur, deren
Dörfer sie zerstört haben, zurückzuholen. Das Problem ist aber, dass sie
dies versucht, ohne irgendeine Gesetzesänderung in der Verfassung und
politischen oder wirtschaftlichen Reformen zu realisieren. In der Türkei
werden jeden Tag Menschen für das
täglich Brot begraben, wird die Armee
von Arbeitslosen immer größer. Die
Kinder in Maxmur schreiben, lesen
und sprechen auf ihrer Muttersprache.
Türkisch lernen sie als Fremdsprache.
Mit dem Schmerz, fern von der Heimat
im Exil leben zu müssen, haben sie
sich eine kurdische Welt aufgebaut.
Sie leben den demokratischen Sozialismus mit seinen Lebensprinzipien.
Auf diese Weise organisieren sie
ihr eigenes Leben. Mit der Lebensphilosophie und der ideologischen Herangehensweise, die sie von Rêber
Apo gelernt haben, haben sie eine de52
mokratische Kultur entwickelt. Diese
gleiche und freie Lebenshaltung hat
die Kraft, die Grenzen des türkischen
Staats zu überwinden und Druck auf
diesen auszuüben. Die antidemokratische und monistische Geisteshaltung
und Konstitution ist nicht in der Lage
dazu, dass Volk von Maxmur zu tragen.
Das Volk hat sowieso erklärt, wie es
in dieser Sache denkt. Jeder in Maxmur
- ob jung oder alt - hat dieses Bewusstsein.
Kommen wir nun zum Ende der
Geschichte. Ich habe die türkische
Sprache erlernt. Aber ich kann auf
keiner Sprache etwas so schön zu Ausdruck bringen, wie ich es im Kurdischen
kann. Auf anderen Sprachen bleibt
mein Ausdruck immer unfertig. Aber
trotz allem hat das kurdische Volk und
seine Kinder solch eine tolerante Sichtweise gewonnen: um sich selbst zu
Ausdruck zu bringen und andere zu
verstehen ist es eine Tugend, eine
andere Sprache zu erlernen. So, wie
man seine eigenen Schmerzen auf
diese Weise auf anderen Sprachen zu
Ausdruck bringen kann, so kann es
auch dazu führen, dass andere Menschen ihre Schmerzen auf deiner Sprache erzählen.
Trotz langen Jahren hat sich diese
Wirklichkeit in der Türkei nicht verändert. Ich lade alle kurdischen Jugendlichen, die eine ähnliche Geschichte besitzen, sich in meiner Geschichte wiederfinden, dazu ein, den
Rest ihrer Geschichte mit Freiheit aufzuschreiben. Die Berge Kurdistans,
die die Haltung des würdevollen und
freien Kurden repräsentieren, sind Ort,
wo demokratische sozialistische Charaktere entstehen und groß werden.
Diese Berge sind für alle Menschen
mit dem Bewusstsein für ein freies
Leben offen...
STÊRKA CİWAN
É
T
U
D
İ
A
N
T
L’Union des étudiants du Kurdistan
(YXK : Yekîtiya Xwendekarên Kurdistan)
Ali HAYIRLI
“En 1991 , des étudiants
kurdes issus de différentes
universités européennes se
réunissent à Bochum pour
fonder l’union des
étudiants du Kurdistan
(YXK ) afin de faire face
aux politiques de négation
et d’extermination subies
par le peuple kurde.
Consciente du devoir
historique qui pèse sur ses
épaules, la jeunesse kurde
a voulu prendre une place
plus active dans la lutte
pour la liberté menée par
son peuple “
Historique
En 1991, des étudiants Kurdes
issus de différentes universités Européennes se réunissent à Bochum pour
fonder l’union des étudiants du Kurdistan (YXK) afin de faire face aux
politiques de négation et d’extermination subies par le peuple Kurde.
Consciente du devoir historique qui
pèse sur ses épaules, la jeunesse
Kurde a voulu prendre une place plus
active dans la lutte pour la liberté
menée par son peuple.
Les étudiants Kurdes des différentes
universités s’organisent au niveau régional pour mener des activités. Les
différents groupes régionaux d’étudiants travaillent en étroite collaboration, surtout au niveau de l’Allemagne,
pour organiser des activités et des évènements communs. La fondation de
l’union des étudiants du Kurdistan répond à des besoins propres à la communauté Kurde vivant en Europe.
Les objectifs de l’Union des
étudiants du Kurdistan
Une importante partie des Kurdes
ont immigré en Allemagne suite à la
situation politique critique au Kurdistan. L’Union des étudiants du Kurdistan a pour premier objectif d’informer
la communauté européenne et ses différents organes de presse sur la situation au Kurdistan et de détruire les
idées fausses concernant le mouvement de libération national Kurde.
53
L’Union des étudiants du Kurdistan
s’occupe également des questions liées
à la question Kurde et aux droits de
l’homme, en luttant notamment contre
l’interdiction de la culture et de la langue Kurde et le piétinement des droits
de l’homme.
Le second objectif de cette association est la solidarité entre les étudiants
issus du Kurdistan. L’Union des étudiants du Kurdistan apporte différentes
aides (sociales, bureaucratique, académique…) aux étudiants venant du
Kurdistan pour étudier en Europe.
L’Union des étudiants du Kurdistan
et ses différents groupes ont également
pour objectif d’informer les jeunes
Kurdes sur leur identité culturelle et de
développer la conscience nationale.
Les étudiants Kurdes prennent part au
développement de la culture Kurde, à
la résolution de la question Kurde et
soutiennent le mouvement de libération nationale Kurde. Chaque membre
de l’Union des étudiants du Kurdistan
entreprend des recherches scientifiques concernant l’histoire, la culture et
les différentes questions en relation
avec la question Kurde. Des projets
sont présentés au public via des
symposiums et des panels.
Les activités de YXK
L’Union des étudiants du Kurdistan
vise à informer l’opinion publique et
la presse, en entreprenant des recherches scientifiques, sur la question
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Kurde et la situation des immigrés
Kurdes en Europe. L’YXK doit travaille en collaboration avec différents partenaires (associations
d’étudiants, écologistes, associations
de droits de l’Homme, sociaux-démocrates…) pour mener à terme ses
activités et ses projets. Les membres
de l’Union des étudiants du Kurdistan organisent en collaboration avec
leurs partenaires des symposiums,
des panels, des campagnes d’information, des projections de films, des
concerts…pour informer le public
sur la situation des Kurdes et du
Kurdistan.
Des campagnes ont été organisées pour sensibiliser la communauté internationale à la protection
des sites historiques et de la nature
au Kurdistan. Les campagnes menées contre la construction des barrages à Hasankeyf et à Dersim
s’inscrivent dans ce cadre. En publiant différents communiqués de
presse, l’Union des étudiants du
Kurdistan tente d’attirer l’attention
de la communauté internationale sur
la situation politique au Kurdistan et
tente de protéger la culture, la litté-
rature et la langue Kurde en se référent aux lois internationales. L’association organise bien d’autres
activités comme des cours de langue
Kurde, des concerts, des expositions, …pour sensibiliser les personnes à la question Kurde.
Le concours de poésie et d’histoire
Hüseyin Çelebi est sans doute le plus
célèbre des évènements organisé annuellement pour récompenser les
personnes passionnées par la littérature. Les personnes vivant en Europe, en Turquie et au Kurdistan
participent à ce concours en langue
Turque et Kurde. En 1992, Hüseyin
Çelebi avait été choisi comme le président honorifique de l’Union des
étudiants du Kurdistan (YXK) et un
concours de poésie qui a lieu toutes
les années a été organisé pour commémorer le nom de ce martyr.
Hüseyin Çelebi
Hüseyin Çelebi , l’ainé d’une famille Kurde patriote originaire de
Dersim, est né en 1967 à Hamburg.
À l’école, il était passionné par
l’histoire, la politique, les langues
étrangères et les sciences exactes.
L’esprit rebelle d’Hüseyin Çelebi
s’affirmât très tôt car il n’acceptait
aucune forme d’injustice. Il accumulât un certain bagage politique en
fréquentant différents milieux politiques. Les valeurs du socialisme
étaient les valeurs défendues par ce
Kurde.
Durant les années 80, il prît une
place active dans les activités politiques de la communauté Kurde
d’Hamburg. Il prît un rôle important
dans la création de la revue (Kurdistan Report) durant ses années d’études à l’université de Düsseldorf. En
1988, il fût arrêté par les autorités allemandes dans le cadre de la politique
d’isolement menée contre le PKK. Il
fût arrêté pour être le responsable du
PKK en Europe et condamné à deux
ans d’emprisonnement ferme. Durant
sa détention, il se consacrât aux défenses juridiques qui permirent à de
nombreux activistes du PKK d’être
libérés par les autorités allemandes.
Après sa libération en 1990, il
participât à la création de l’association « Les Amis du Peuple Kurde ».
Il suscitât l’intérêt de nombreux gauchistes allemands pour la cause
Kurde. En 1992, il se rendit au Kurdistan İrakien où il perdit la vie lors
d’un affrontement contre les peshmergas. Durant cette période, l’armée Turque et les peshmergas (PDK
et YNK) s’étaient entendus pour éliminer le PKK.
Hüseyin Çelebi doit être une référence pour les jeunes Kurdes qui
vivent en Europe mais aussi dans le
reste du monde. Les personnes qui
désirent avoir plus d’information
concernant l’union des étudiants du
Kurdistan peuvent consulter le site
(www.yxk-online.de).
***
Tîrmeh 2010
54
STÊRKA CİWAN
K
İ
T
A
P
Kitap
Dünyasından
Seçmeler
Herbijî-Celal Özkan, di sala 1940î de li gundê Muzêbil (Aybastî) yê
ser bi navçeya Ruhayê Pirsusê ji dayik bû. Li gund çû medresê û hetta
xetimkirina Quranê xwend. Di 17 saliya xwe de bêyî ku haya wî hebe
bavê wî jê re jin xwest û zewcî. Ji wê zewacê kecek û çar kur jê re
çêbûn. Piştî wefata dayika her sê şehîdan, ji zewaca duyemîn jî du kur
jê re çêbûn.
Herbijî di sala 1973an de weke karker hate Almanya. Hetta sala
1979an diçû welêt û dihat, lê ji ber zilm û zordestiya dewleta Tirk ev
31 salin nikare biçe cihê ji dayik bûye; ango bakurê Kurdistanê. Di vê
pêvajoyê de wî têkoşîna azadiyê nas kir û ev 40 salin ku li gor hêz û
qeweta xwe di nav refên têkoşîna azadiyê de têdikoşe. Piştî şerê
çekdarî ya sala 1984an li bakurê Kurdistanê destpê kir, li pey hev sê
kurên wî yên bi navê Îsmet, Ehmed û Şêxo tevlî nav refên şervanên
azadiyê bûn û di demên cûda de bûn gorî.
Herbijî niha ciwanekî 70 saliye û li Ewrupayê dijî...
Herbijî-Celal Özkan’nın Sê Bira Sê Heval Sê Şehîd kitabı
Mezopotamya Yayınevi’nden çıkmıştır.
Adımlarım değiyor geceye
gece demi katran
acısı yükü kadar
titrek ve alıngan
puşt zulasından yeni sıyrılmış
koynu açılıyor bana doğru
ana koynu yar koynu tadında
emerek göğsünü yürüyorum
gölgem geceye rağmen arkamda
takılmış, izlerimin yüzüne çarpan esintisine
ne ben bilirim
ensemdeki nahoş kokuyu
ne gölgem bilir peşinden sürüklendiğinin
masum tenini
Dersim eyaletinde görev yürüten Kürt özgürlük gerillası
Şiyar Dersim’in şiir kitabı Mezopotamya Yayınevi’nde çıkmıştır.
55
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
B
i
l
i
m
&
T
e
k
n
i
k
IQ’su düşük olanların intihar etme riski fazla
Gezegenlerini yutan yıldız
İsveç’teki Karolinska Enstitüsü’nden Finn Rasmussen ve
ekibinin bir milyondan fazla gencin katıldığı araştırması IQ
ile intihara teşebbüs arasında ilişki olduğunu gösterdi.
Askere gitmeden önce 1,1 milyon İsveçli gence yapılan
IQ testi sonuçlarını inceleyen bilim adamları, ortalama 24
yılı kapsayan verilerin intihar girişimi nedeniyle hastaneye
kaldırılanların sayısını gösteren kayıtlarla örtüştüğünü ortaya
koydu. Bilim adamları, IQ’su düşük olan bir kişinin intihara
teşebbüs etme riskinin IQ’su yüksek olan bir kişiye göre
yaklaşık 9 kat fazla olduğu sonucuna vardı.
Araştırmanın intiharı önleme konusunda kısa vadede
çözüm sağlamadığını belirten Rasmussen, ancak zekâ seviyesi
düşük kişilerin intihar etme riskinin daha fazla olduğunu
bilmenin faydalı olabileceğine dikkati çekti. İngiliz ve Avustralyalı bilim adamlarının da destek verdiği araştırmada ilk
kez böyle bir bağın bulunduğu vurgulandı. İngiliz Tıp Dergisinde yayımlanan araştırma, kadınları ve şizofreni ya da
manik depresyon gibi düşünce ve duygu bozukluklarına
sahip kişileri kapsamıyor.
Astronomlar, gezegenin tamamen yutulmasının on
milyon yıl kadar süreceğini söylüyor.
Enstitünün açıklamasına göre WASP-12b gezegeni,
yıldızına, etrafını sadece 1,1 gün içinde çevreleyecek kadar
yakında bulunuyor. 1.500
derece ısınan gezegen enine doğru uzamaya
başlamış ve atmosferi Jüpiter’in üç misli çapına
ulaşmış. Gezegenin
etrafında gördüğümüz dev
bir madde bulutu yakında
yıldızı tarafından yakalanacak gibi duruyor diye
açıklıyor araştırmayı yöneten Open Üniversitesi araştırmacısı
Carole Haswell. Gezegenin üzerinde, güneş sistemimizin
dışındaki bir gezegende daha önce görülmeyen kimyasallar
bulunuyor. WASP-12 yıldızı, dünyamızdan yaklaşık olarak
600 ışık yılı uzaklıktaki arabacı takımyıldızında yer alıyor.
Köpekbalıkları pazar günleri saldırıyor
Florida Üniversitesi’nden bilim adamlarının yaptığı
araştırma, Florida eyaletine bağlı, köpekbalığı saldırılarının
en fazla olduğu Valusia bölgesinde, yaklaşık 50 yıllık
istatistiklere ve gözlemlere dayanıyor. 1956-2008’de
yaklaşık 231 köpekbalığı
saldırısının bu bölgede
olduğunu belirten araştırmacılar, istatistiklerin
köpekbalıklarının pazar
günleri, ay hilalken ve siyah-beyaz ya da sarı-beyaz mayo giyenlere daha
fazla saldırdığını gösterdiğini belirtti. AraştırmaTîrmeh 2010
cılar, yüzde 60’ı sörfçü olan kurbanların çoğunun
bacağından ısırıldığını ve sabah erken saatlerde ya da
akşamüstü saldırıya uğradığını belirledi.
Araştırmaya imza atanlardan George Burgess, saldırıların
büyük çoğunluğunun dolunay hilale döndüğü sırada
olduğunu belirterek, muhtemelen Ay’ın evrelerinin
köpekbalıklarının besin kaynağı olan balıkların hareketlerini
ve çiftleşme dönemlerini etkilediğini belirtti. Araştırmacılar,
daha kolay fark edilmesi nedeniyle köpekbalıklarının siyah-beyaz ve sarı-beyaz mayolulara daha fazla saldırdığı
görüşünde birleşti. Pazar günleri ve Ağustos’ta daha fazla
saldırının olduğunu belirten araştırmacılara göre, bu durum
bu dönemde plajda daha fazla kişinin bulunmasından ve
denize girmesinden kaynaklanıyor olabilir.
56
STÊRKA CİWAN
İlk klon “boğa buzağısı’’ doğdu
NASA’nın ümitleri boşa çıktı
Verilen bilgiye göre, 50 cm uzunluğunda ve 24 kilo
ağırlığında doğan buzağıya valenciaca “bardak” anlamına
gelen ‘’Got” ismi verildi. Valencia Veterinerlik Araştırma
Vakfı Başkanı Vicente Torrent, 3 yıllık araştırma sonunda
klonlama yöntemiyle dünyada ilk boğa buzağısının doğmasının
sağlandığını açıkladı.
Geçmişte bazı Amerikalı firmaların benzer denemelerde
bulunduğunu ancak başarısız olduklarını kaydeden Torres,
klonlama yöntemiyle boğanın doğması için yapılan araştırmalara 28 bin Avro harcadıklarını kaydetti. Genç araştırmacıların
olduğu gruptan oluşan vakfın
geçmişte İberia vaşağını klonlamaya çalıştığı ancak başarı elde
edemediği, bu yüzden şansını
boğada denediği bildirildi. İspanya’nın dünyaca ünlü boğa güreşlerinde arenaya çıkacak cinste
olan “Got” adlı boğa buzağısının
sağlık durumu, yeni doğan normal
bir buzağı gibi. “Got”un
doğmasıyla, bu hayvan türünün
ortadan kalkması tehlikesinin önlenmesi için doku bankası
kurulması olasılığının da ortaya çıktığı bildirildi.
NASA yetkilileri, Kasım 2008’den beri radyo teması
bulunmayan ancak güneş panelleri ve bataryalarının
Mars’ın Kuzey Kutbu’nda uzun kışı atlatma ümidi varolan
Phoenix’in son uydu görüntülerine göre tamamen öldüğünü
belirttiler. Kızıl Gezegen’in yörüngesindeki Mars Reconnaissance Orbiter’ın (MRO) HiRISE adlı yüksek çözünürlüklü kamerasıyla 2008’de çektiği ve son gönderdiği
görüntüler arasında büyük değişiklik bulunuyor.
Yörüngeden alınan son görüntülerde, Phoenix’in kötü
hasar gördüğünü belirten daha küçük ve belirsiz hatları
bulunuyor.Uzmanlar, Phoenix’in büyük olasılıkla karbondioksit buzuyla kaplandığını ve böyle zorlu
koşulların bu tip uzay
araçları için mahvedici
olduğunu belirtiyorlar.
90 günlüğüne gönderilen ve 5 aydan fazla
çalışan statik uzay aracı
Phoenix, Mars yüzeyinde buzun varlığının
kanıtlanmasına yardımcı
olmuştu.
Mars’taki spirallerin sırrı çözüldü
Irkçıların beyni farklı çalışıyor
Amerikan uzay çalışmaları kuruluşu NASA’nın Pasadena’daki Jet Motorları Laboratuarı’ndan bilim adamları,
uzay aracının sığ radarı sayesinde Mars’taki iklim
değişikliği ve Kızıl Gezegen’in yüzey altı jeolojisi konusunda yeni bilgiler elde edildiğini belirttiler. Bilim
adamları, uzay aracının gönderdiği bilgiler ve buz katmanlarının ayrıntılı radar verileri ile Mars’ta son birkaç
milyondaki jeolojik değişikliklerin daha iyi çözümlendiğini, böylece kuzeydeki buzul şapkasının zaman içinde
nasıl soğan gibi buz katmanları haline geldiğinin daha
iyi anlaşıldığını kaydettiler. Mars’ın kuzey buzul
şapkasındaki en dikkat çekici oluşumlardan Boreale
Kanyonu’nun ABD’deki Büyük Kanyon kadar uzun,
ancak daha derin ve daha geniş olduğunu bildiren uzmanlara göre, bazı bilim adamları buranın, volkanik
sıcaklığın buz tabakasının altını eritmesi ve büyük bir
su taşkınına neden olmasıyla oluştuğunu, bir grup bilim
adamı da kuvvetli kutup rüzgârlarının buz kubbesinin
dışındaki kanyonu şekillendirdiğini düşünüyor. NASA,
MRO’nun yeni verilerine göre, kanyon ve spiralleri asıl
rüzgârın şekillendirdiğini belirtti.
İtalyan nörologlardan oluşan bilim adamları, bazıları
Afrika kökenli 40 üniversite öğrencisine, farklı ırktan insanların ellerine iğne batırılmasına ilişkin görüntüleri izletti ve katılımcılarda oluşan davranış değişikliklerini
Transkranial Manyetik Stimülasyon (TMS) aracılığıyla
gözlemledi. Bilim adamları, bazı katılımcılarda kendi
ırklarından insanların görüntüleri karşısında aynı acıyı
hissetmelerini sağlayacak şekilde otomatik olarak faaliyete geçen beyin devrelerinin, farklı bir etnik gruba ait
görüntüler karşısında ise aynı tepkiyi vermediğini ve beyinlerinin bu kişilerin acıları karşısında nörolojik olarak
duyarsız kaldığını tespit etti.
Aynı testi mora boyanmış bir ele iğne batırılan görüntüyle
tekrarlayan bilim adamları, bu durumda ise tüm
katılımcıların karşısındakinin acısıyla empati kurabildiğini
gözlemledi.
Araştırmacılar bu durumun, bazı katılımcıların beyinlerinde diğer grupların görüntüleri karşısında oluşan duyarsızlığın bunun kendilerinden çok farklı bir görüntüye
ait olmasından kaynaklanmadığını, ten rengine bağlı ön
yargılardan ileri geldiğini gösterdiğini söyledi.
57
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Şiir ve Öykü Köşesi
BEN PKK’YİM
Evîna Zarokên Çiye
Sensizliğin son anlarında isyanımla başbaşayım.
Sevgini dağlarda,
Sevgini özgürlüğün çığlıklarında arayacağım.
Dagirkeran, dagirkirîye xembêza dayîka min
Reş kofî girêdeye xaka min!
li şûna barana nisanê
Agirê dojehê dibarînin li zevîyê warê min
bi hovitî binpê dikin û diçilmisînin
Sorgulên baxca bihişta min,
wêran û talan kirin hêlîna zarokatîya min
Koçber kirin evîn û dildar xwînî bûn
Îro jî dixwazin hêvîyan tune bikin
lê divê bê zanin
Cûdi bu li hemberi tofanan,
Hêvi di hembêza xweda diparastin,
li dîji fermanên xwedanê tofana mirinê
Vayê ji nû ve avis dibe,
Axa zarokên çiyê,
bi Tîrêjên Rojê sorgul dipişkivin,
bi Tîlîlîyên bayê bakur
Govende digerînin , xwedawenda evînê
Me sund xwariye ,
Bi ayetên Zend Avesta bi Agire Zerdeşt
û em carek din!
Sund dixwin bi germahiya Rojê
Bi aşq û evînê dayîka niştiman
ku emê li ser serên te reş kofiye rakin
û bi Sorgulên ku bi xwîna evîndarê xakê rengîn
dibinî porin teni çiyayi bi xemlinin û
bi kenê çavên te bihna dilê xwe bişkinin
Emê nehêlin ku tu bibe Dojeh
tu we bê dawî Bihuşt biminê
Hembêza te wê ji bona zarokên
Çiyayê timî hêlin bê.
İlk isyanımı tanrıya karşı çıkarak başlatacağım
Daha sonra ülke gerçekliğinde
Tüm dünyaya baş kaldıracağım
Ama asla,
Tanrıların uslu kullarından olmayacağım.
Çünkü ben,
Bana dayatılan yaşamı yaşamayacağım.
Belki ilk başta yakılacağım,
Belki katledileceğim Ceylan gibi,
Yahut küçük bedenime 13 kurşun sıkılacak,
Ya da Fetahiyan gibi
Daha henüz 19 yaşında ve gencecik bir fidanken
İpler boynuma geçirilecek.
Bedenim toprakların altına gömülecek
Anam mezarımın başında ağıtlar çekecek
Ama ruhum hep Zagroslarda gezinecek
Çünkü o hiçbir zaman ölmeyecek.
Bir özgürlük türküsü olup,
Pülümür’de söyleneceğim.
Ama asla ölmeyeceğim,
Ama asla bitmeyeceğim,
Çünkü ben PKK’yim
Üç Harflik Bir Efsaneyim..!!
İdris Gengeç
Sultan Karayiğit/ Almanya - Nürnberg
Tîrmeh 2010
58
STÊRKA CİWAN
Toprağa Düşer Ölüm
dicle ve binevş’e
kara büyüler yazılmıştı
tarihin temmuz sıcağına
ölüm kuytularda pusu başında
soluğu vuruyor geceye
kapanacak bir sayfanın son sözünde
kovana sıkışmış
ince ince elenmiş barut
dizildi sıra sıra ölümün namlusuna
çorak gökyüzüne
yıldızlar uğramamıştı
çekildi sopsoğuk tetik
salındı ölüme pervasız
alev parçaları aldı geceyi
soluksuz barut
ve
ateş kokusu kapladı
beti benzi sararmış yasları
toprak serin
sessizlik kayıp
namlular sımsıcaktı
yaşam ile ölüm
bir kez daha ayrı yöne koştu
bir demet çiçek
soldu toprağın bağrında
düştü dicle
yüzünün her sayfasında
acılı iklimler yazılı
od tutmuş evler
nasıl yığılırsa son küllerine
ve
sevgiler nasıl dökülürse yalnızlığa
o da öyle
düştü küllerine ve aşkına
amansız bir fırtınada kaybolur gibi
aradı özgürlüğünü
yokladı yanı başındaki yoldaşını
kanlar usulca karışıyordu toprağa
sayamadı çok
bedenine yerleşen
pas tutmuş demir parçalarını
olgunluğu hiç bozulmamıştı
elini yanıbaşında düşen
yoldaşına uzatmış yüzünün
acılı ve kederli
ıssızlaşmış adaların
tan uykusundan uyanmış bedellerini
ödüyordu
sevgilerinin basamaklarından çıkarken
yüzü engin bir denizdi
gözleri binbir anlama bürünmüş
sıcak düşler taşıyan
sade sözcüklerdi
çoğaldı budak budak
çağladı ırmak ırmak
hüzünlü ağaçlar
üzülmüş dallarına
onun gülümseyen yüzünü astılar
düştü binevş
düştü yavrusuna doyamamış
bir ana
alkanları suladığında
Dicle kokan toprağı
sarıldı geleceğe koşan yoldaşına
elleri kenetlendi sımsıkı
bin kahpe düşman çözemezdi
birbirine tutuşmuş yürekleri
yaşamı son saatlerini sayarken
çıkardı zar zor
biraz kan bulaşmış
yavrusunun resmini
sildi apak mendiliyle
halen gülüyordu bebesi
daha dişleri çıkmamış bebe
dünyadan bihaber
öylece seviniyordu sadece resimde
bir tek anasının şefkatini bilir
adımını atamamış
hayatı bilmez çocuk
yüzünü, yüreğini yasladı
ufacık fotoğraf karesine
canını akıttı bebesine
onda yaşamayı düşleyerek
ona gülen yavrusundan
59
eğilip usulca kulağına
“gül yavrum
gül canım
gül ömrümün gerekçesi
sen güldükçe ben yaşayacağım”
dedi
ve sakındı sesini
yavrusundan ve yoldaşlarından
gayrısından
parmak izleri ve yürek izleri
saklı kaldı
çocuk gülüşleriyle işlenmiş tüm resimleri
yürek bölündü ikiye
bir dicle
bir binevş
geçti iç içe
tanrıçalar bir kez daha
kutsadı toprağın misafirlerini
Şiyar Dersim / Munzurlar
Dicle-Fidan Sıcak, Temmuz 2008’de
dersim’de şehit düştü
Binevş - Saniye Oso, aynı çatışmada
şehit düştü.
Şiyar Dersim
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
L
Ê
K
O
L
Î
N
Cizîra Binxetê
Bajarê WELATÊMIN
Erdnîgariya Cizîra Binxetê
“Li gorî belgeyên Fransî,
Erebên li vê navçê Koçer
bûn, û bicihkirina wan li
herêmê di sala 1933an de,
despêkiriye, ji xwe di wê
salê de jî gelek Aşûrî ji
Iraqê reviyan
Cizîra binxetê û ew ji hêla
Fransiyan ve li ber Xabûr
hatin bicîkirin”
Tîrmeh 2010
Rojavayê Kurdistanê... Herêma cizîrê... Bi gotineke din Cizîra Binxetê
yek ji sê herêmên sereke ye li Rojavayê
Kurdistanê.
Di destpêka sedsala 20an de, herêma
di navbera çemên Firat û Diclê de,
weke navçeya Cizîrê dihate binavkirin.
Piştre, herêma di navbera çemên
Xabûr û Dicle de, weke Cizîra jor hat
binavkirin, û ji sala 1936an û bi vir ve
ev herêm weke herêma Cizîrê hate
naskirin.
Li gorî peymanên salên 1921, û
1929an yên di navbera Tirk û Fransiyan
de, Cizîr ji Herêma bakurê Kurdistanê
hat veqetandin.
Herweha Li gorî peymanên salên
1920, û 1933an yên di navbera Ingilîz
û Fransiyan de, Cizîra binxetê ji herêma
başûrê Kurdistanê hat veqetandin.
Xaka Cezîrê 23330 (bîst û sê hezar
û sêsed û sî km kare ye), (Xaka Sûrî
hemû 185180 (sed û heştê û pênc hezar
û sed û heştê KM kare ye), Cizîr bi firehiya xaka xwe ji parêzgeha Şam, û
Helebê jî mezintire, û nêzîki 2 caran ji
Liblanê mezintire. Hejmara Kurdên
niştecihên Cizîra binxetê bi ser milyon
û nîvekê dikeve.
Xaka Cizîrê beriyeke raste û berdewamiya beriya Mêrdînê ye, ji bakur ve
pozê çiyayên Kurdistanê bi serde xûz
dibin, û ji başûr ve jî berdewamiya çiyayê Şingalê, û çiyayê Evdilezîzê,
Cizîra binxetê ji deşta Sûrî cudadikin.
Ji bilî çiyayê Evdiezîzê û Qereçokê, ti
60
çiyayên din li Cezîrê tunene.
Cizîr ji aliyê çandiniyê ve herêmeke
pir dewlemende, di salê de, ava baranê
li nêzîkî Qereçokê digihêje 500 mîlîmêtran, lê li rojavayê başûrê Hisiça
carna nagihêje 250 mîlîmêtran jî.
Germehaiya herêma Cizîrê di zivistanê de, di navbera 0 û 10 derecan de
ye, û havînê di navbera 30 û 43 derecan
de ye. Ava ku ji çiyayên bakurê Kurdistanê diherike, him kanî û him jî çemên navça Cizîrê avdide, lê Dewleta
Tirk av li ser çemên herêma Cezîrê ji
sala 1958 û bi vir de hêdî hêdî dibire.
Çemên Herêmê
Çemê Xabûr: bi giştî 477 Km dirêje,
di nav xaka Sûrî re 402 km derbas
dibe, ji kaniyê Bakurê Kurdistanê destpê
dike û bi kaniyên Serê kaniyê dewlemendtir dibe, û xwe dighîne çemê
Firatê. Niha ava çem pir kêm bûye, ji
ber ku dewleta Tirk av li ser qut kiriye,
Kaniyên Serê Kanyê jî hêdî hêdî dimiçiqin, ji ber ku dewleta sûriyê guh nade
vê herêmê.
Çemê Dicle: ji çemê Dicle tenê 50
Km dibe sînorê Cizîra binxetê û Herêma
başûrê Kurdistanê; heta niha tu sûd ji
vî çemî ji bo herêma Cizîrê ne hatiye
wergirtin.
Çemê Ceqceq (Çeq Çeq): Dirêjbûna
vî çemî 124 km, di Cezîra binxeté re
100 km derbas dibe. Ji bajarê Nisêbinê
derbasî Cezîrê dibe.
Û Herwiha çemên Cezîrê yên din jî
hatine miçiqandin, çemê Cirehê li he-
STÊRKA CİWAN
rêma Tirbesipiyê, û çemê Xenzîr li
Amûdê, û Zirgan û Circib di navbera
Dirbêsî û Serê kaniyê de ne, di encama
siyaseta dewleta Tirk û dewleta Sûrî
de, ev çem hemû hatin miçiqandin,
yan jî ava wan gelekî kêm bûye.
Kanîyên Herêmê
Berê Gelek kanî li Cizîrê hebûn û
piraniya wan hatin miçiqandin, lê li
dora Serê kaniyê hin kanî hene ku
ava wan tevlî çemê Xabûr dibe û
gelek kaniyên kibrîtê ji bo dermankirin û tendûristiyê li wir hene.
Petrola herêmê
Heta niha serê sedî sed ji petrola
Sûrî ji Cizîra binxetê, li navçeya Rimêlan ya girêdayî Tirbespiyê derdiçe,
Sûrî vê petrolê her sal bi qasî çar
milyar û pênsed milyon dolarî difiroşe, ango nêzîkî nîvê buçeya Sûrî
ji petrola cizîra binxetê tê. Hemû rafîneyên Petrolê jî li herêmên Ereban
hatine avakirin, û Kurd ji derfetên
kar bêpar dimînin.
Çandinîya Herêmê
Herêma Cizîrê her sal bi kêmanî
serê sedî 60 ji genim, ceh, nisk û
nok û ji sedî 70 ji Pembo yê seranserî
Sûrî dide.
Wekî din Cizîra binxetê derguşa
gelek bajarên kevin bû, lewra jî li
seranserî Cizîrê mirov rastî giran tê.
Ev gir ne girên Ciyografî ne, ew
kevnargehên şaristaniyê ne. Ji deverên
kevnar yên ku lêkolîn li ser hatine
kirin; girê Moza, girê Çaxirbazar û
tilhelef, encamên lêkolînan jî hemû
bi awayekî tûnd ji hêla dewletê ve
tê kontrol kirin û hemû dîrok û şaristaniya Horî û Mîtaniya dikin mal û
milkê Ereban.
Li Dêrka Hemko jî gelek şûnewarên dîrokî peyda dibin, yek ji wan
pira Bafê ya navdar e.
Desthilata Sûrî Cizîra binxetê kiriye
parêzgehek bi çar Bajaran, û her bajarek wek Navçeyekê hatiye naskirin.
û ji ber sedemên siyasî hemû navçe
61
bi wilayeta Hesekê ve hatine girêdan
- AL HASAKÊ: Bajarên pêve girêdayî evin : Til temir, Alşedadê,
Mergeda û Bîr Elhilo
- Serê Kanyê: Bajarên pêve girêdayî evin: gundên navendê û Dirbêsiyê.
- Qamişlo: Bajarên pêve girêdayî
evin: Amudê, Tirbespiyê û Tilhemîs.)
- Dêrika hemko: Bajarên pêvbe
girêdayî evin: Çilaxa û Qereçok.
Piraniya navên van bajar û bajarokan navên Erebî li wan hatine kirin,
lê gelê Kurd heta roja îro jî navên
Kurdî yên van bajaran bikartîne.
Ji 6169 gundên li Sûrî, 1178 gund
li herêma Cizîrê ne, û ji 6779 gundikên li Sûrî, 1473 gundik li herêma
Cizîrê ne.
Bi giştî hejmara niştecihên Cizîrê
nêzîkî 2 milyonane.
Herêma Cizîrê Mozayikeke gelane,
li Cizîrê Ereb; Siryanî, Aşûrî, Keldanî,
Ermenî jî dijîn.
Cizîra binxetê libenda demokrasi
û paşerojek azad e…
Dîroka Cizîra Binxetê
Li gorî dîroknasan, belgeya herî
kevin ku hebûna Kurdan di vê navçê
de bicih dike, Qehfkên ku berî 1800
salan hatine nivîsandin û di sala
1997 an hatine wergerandin ji bo zimanê Fransî.
Dîroknasê fransî Jean-Marie Durant,
diyar dike ku desthilatdariyek bi navê
Mirektiya KURA di wê demê de hebû,
birayargeha wê li çiyayê Şingalê bû,
deselatdariya vê biryargehê li ser navçeya Cizîra binxetê jî hebû.
Cizîra binxetê weke hemû herêm
û navçeyên Kurdistanê kete bin destên
gelek desthelatdariyan, çi kurd, çi
biyanî, girên vê navçê û berhemên
dîrokî şahidên vê rastiyê ne.
Piştî têkçûna Osmananyan di Cenga cîhanê ya yekemîn de, Mistefa
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
Kemal (Ataturk) fermandarê hêza
leşkerî ya 20an bû, xwe ji herêmên
Sûriyê kişand û ew radestî Înglîz û
Fransiyan kir.
Li gorî peymana Sayks-Pîko, di
sala 1916 an de, înglîz û Fransiyan
plana lihevparkirina rojhilata navîn
danîbûn, piştî hinek guhertinan, Sûrî
û herêma rojavayê Kurdistanê kete
bin destê dewleta Fransî.
Di destpêkê de, di sala 1920 an
de, Fransa plana dewletek Kurd da
perçavên xwe, ji bilî Cizîra binxetê
xetek ji Herêma Bakur jî diket nav
sînorên wê dewletê. Di tîrmeha sala
1920an de nûnerên Kurdan li Sêvirê,
soza dewletek Otonom û paşê serbixwe ji hevalbendan stenadin.
Sozên Sêvirê li ber bê çûn, û di 20
cotmeha sala 1921ê de, Fransa peymana destnîşankirina sînor bi Mistefa
Kemal re mor kir. Bi wê peymanê
navça Kurdaxê (çiyayê kurd) û Cerablus (tevlî Kobanê), û Cizîra binxetê
ketin bin destê Fransa.
Fransa li Sûrî ji her miletekî re
dewletek çêkir, lê kurd bê par man.
Navçeyên kurd ketin nav sînorê dewleta Helebê.
Heta sala 1926 an jî, hîna rojhilatî
çemê Ceqceq yanî ji Qamişlo heta
çemê Dicle ( aliyê Dêrika Hemko),
di bin destên Kurdan de bû, û Tu
deshilatdariyek din li wir tune bû, lê
di 23 Hezêrana sala 1929 an de sînorên Cizîrê heta Dicle bi Tirkan re
hatin danîn.
Di adara sala 1922 an de du hêzên
Parastina leşkerî yên Fransa, cara
pêşî çûn Cizîrê. Efserê parastinê Bonot çû Serê kaniyê û Migret jî çû
Hisiça, Dirbêsiyê, Amûd û Nisêbînê,
Wan bi çavên xwe dîtin ku li vê
navçê heta kûrahiya 20 km ji sînor,
Kurd xwedî gundin û hin kurdên
koçer û nîv koçer jî li wir hebûn.
Kurdekî ji Silêmaniyê, Şefiq beg
Qaîm-Maqam ê Serê Kaniyê bû, QaîmTîrmeh 2010
Meqamê Nisêbînê jî Qedûr beg bû, ji
xwe Amûd di destên Axên Kurdan de
bû, û rojhilatî Ceqceq, Tirbespî û Dêrik
di destên eşîrên kurdan de bûn, Hisiça
jî tenê qereqoleke kevin bû.
Li gorî belgeyên Fransî, Erebên
li vê navçê Koçer bûn, û bicihkirina
wan li herêmê di sala 1933an de,
despêkiriye, ji xwe di wê salê de jî
gelek Aşûrî ji Iraqê reviyan Cizîra
binxetê û ew ji hêla Fransiyan ve li
ber Xabûr hatin bicîkirin.
Welatparêzên kurd, bi taybetî tevgera Xoybûn, di dema Fransiyan de
doza Otonomî, û carna doza dewleteke kurdî jî dikirin, lê mixabin Kurdan hemuyan bi hevre ev doz nedimeşandin, gelekan bi sozên Ereban
bawerdikirin. Û li gorî belgeyên
Fransî, dewleta Tirk, Iraq û Îranê jî,
zor didan Fransa da ku destekê nede
tevgera netewî ya kurdan.
Di sala 1945 an de, li Şamê Nijadperestên Ereb, peyên Inglîzan,
eşîrên Ereb li Kurdên Cizîrê har
62
kirin, armanc valakirina vê navçê ji
Kurdan bû, lê Kurdan bi yekîtiya
xwe ev plan têkbirin û Kurd li ser
Xaka xwe man.
Di 17 nîsana sala 1946an Fransa
ji Sûrî derket, û desthilatdarî da destê
Ereban, ji wê demê û pêve Kurdên
rojava, bi taybetî Kurdên navça Cizîrê, bûn armanca siyaseta nijadperestên Ereb.
Dibistan û kovarên kurdan di sala
1946an de, hatin girtin, û karmendên
dewletê yên herî nijadperest li Cizîrê
bûn wezîfedar, û gelek Ereb, bi
taybetî ji Dêrazorê li bajarê Hisiça
hatin bicî kirin.
Di dema yekîtiya Sûrî û Misrê de,
Partiya kurdan ku doza mafên demokratîk dikir, bi tûndî bû armanca
dewletê, bi sedan kurd hatin girtin û
îşkence kirin. Di wê demê de, di 13
mijdara sala 1960 de , li Amûdê
nêzîkî 300 zarokên kurd, şagirtên
dibistanan di Sînemê de hatin şewitandin, ev buyer yek ji komkujiyên
STÊRKA CİWAN
herî dijwar bû, ne tenê di dîroka
rojava de, lê li seranserî Kurdistanê.
Di sala 1961, dema ku Beşîr alAzmê serok wezîrê Sûrî bû, û Nazim
al-Qudsî serokê dewletê bû, Qanûnek
derkt ji bo nasnamê ji beşekî mezin
ji Kurdên Cizîrê bikişîninm, û li gorî
wê qanûnê Serhejmarek taybet li Cizîrê pêk anîn û nasnama Sûrî ji behtirî
120 000 Kurdî hat kişandin, aniha
hejmara wan bêhtirî 350 000 ye.
Piştî hatina Partiya Bas di sala
1963 an de, Serokê Polîsê siyasî li
Qamişlo, Muhemed Teleb Hilal pilan
tunekirina Kurdan li Cizîrê amade
kir, li gorî wê pilanê: navên gund û
bajarên kurdan têne guhertin, erdê
Kurdan ji wan tê standin, di sala
1974 an de koçerên Ereb ji nava
Sûrî anîn Cizîrê û ji wan re 39 gundên
taybet li ser erdên Kurdan avakirin,
û baştirîn erdên Kurdan yên çandiniyê
li Ereban belavkirin.
Zimanê Kurdî di hemû saziyên
fermî de qedexe ye, perwerde û ragihandina bi Kurdî qedexe ye, siyaseta Erebkirin û guhertina dêmografiya Cizîrê heta Roja îro jî berdewame, herweha Kurd ji hemû erkên giring yên di leşkrî û rêveberiyên sivîl
de bêparin.
Piştî hatina conta faşist li ser deselatdariyê li Tirkî, hemû hêzên siyasî
yên bakurên Kurdistanê berê xwe
dan binxetê, ji bilî Partiya Karkerên
Kurdistanê hemû hêzên siyasî, berê
xwe dane Ewrupa û bela wela bûn.
Partiya Karkerên Kurdistanê bi
awayekî pir çalak xebata xwe di
nava gelê Rojavayê Kurdistanê de
meşand, ramanên şoreşa nûjen di
demeke pir kurt de ji hêla gelê Rojava
ve hatin pejirandin, û kar û xebat û
fedekatiya gelê Rojava bû hîmekî
bingehîn ji hîmên şoreşa hemdem.
Di 12 adara sala 2004 an de desthilatê xwest çavên Kurdan bişkîne,
Kurdên Qamişlo serî hildan, û çi-
rûskên serhildana Qamişlo li seranserî
bajarên Rojava belav bûn,
Serhildana Qamişlo yek ji buyerên
herî giring bû di dîroka Rojavayê
Kurdistanê de, gelê Kurd hemû dîwarên tirsê şikandin.
Piştî serhildanê, hikûmeta Sûrî
hevkariya xwe li dijî gelê Kurd bi
delwleta Tirk re xurt kir, bi her
awayî êrîş zêde bûn, pilanên tunekirina Kurdan xurtir dibin, jiyana
aborî bi temamî pûç kirin, siyaseta
birçîkirin û Erebkirina Kurdan û herêmên wan her û her berdewame, di
van salên dawî de, nêzîkî 100 000
kurd koçber bûne, bi sedan welatparêzên kurd di zandanan de rastî
êşkencê tên, di encama êşkenceyên
hovane de, gelek welatparêz, siyasetmedar jiyana xwe ji dest dan,
weke Bavê Cûdî, Şêx Maşûqê Xizna,
Mamosta Osman Silêman.
Di cejna Newrozê de hêzên polîs
bi awayekî hovane êrîşî Kurdan dikin,
êrîşa li Reqqayê jî, ku du ciwanên
63
Kurd jiyana xwe ji dest dan û bi
dehan birîndar bûn, yek ji mînakên
van êrîşane.
Herweha ji serhildan Qamişlo ya
2004an û bi vir de, bi dehan ciwanên
Kurd di leşkeriya Sûrî de têne kuştin.
Yek ji buyerên giring di dîroka Rojavayê Kurdistanê de berxwedana Zindana Edra ye, ku di 30 cotmeha sala
2009an de, nêzîkî 300 girtiyên Kurd
dost û endamên Partiya Yekîtiya Demokratîk PYD dest bi gireva birçîbûnê
kirin û girevê 40 rojî dom kir… berxwedana zindana Edra bi giyan û ruhê
berxwedana zindana Amedê dîwarê
tirsê di zindanên Sûrî de hilweşand.
Kesayetiyên Kurd yên Cizîrê yên
navdar û xwedî rol li seranserî Kurdistanê evin: Apo Osman Sebrî, Nûreddîn Zaza, Cigerxwîn, Haco, Mihemed Şêxo, Seydayê Namî, Seydayê
Tîrêj, bi dehan Rewşenbîr, û siyasetmedarên Kurd yên din hene…
***
Tîrmeh 2010
STÊRKA CİWAN
:)
:)
Mizah
Welle ezê te û bavê
tejî eyarbikim û
rastbikim...!!
Para Paradır
Yaşlı bir çift her yıl yılda bir gelen festivale giderlermiş. Her sene yaşlı adam gezi başına 10 dolara biletle katılınan
bir uçak gezintisine katılmak ister, her sene de karısı itiraz eder ve şöyle dermiş: “10 dolar 10 dolardır.” Üç yıl beş
yıl “10 dolar 10 dolardır” derken en sonunda yaşlı adam demiş ki; ”Bak artık 71 yaşındayım bu uçağa bu sene binmezsem bir daha hiç şansım olmayabilir.” Fakat karısı tınmamış ve şöyle demiş; “10 dolar 10 dolardır...”
Ama bu sırada uçağın pilotu bunları duymuş ve ikisine bir pazarlık önermiş. İkisi de uçağa binecekler eğer uçuşun
başından sonuna ses çıkarmadan dururlarsa bedava. Ama eğer çıt çıkarırlarsa 10 dolar ödeyecekler. Yaşlı çift kabul
etmiş. Ve uçağa binmişler.
Pilot da bahis söz konusu olunca başlamış acayip manevralar yapmaya. Taklalar atmış uçağı kendi ekseninde döndürmüş ani duruşlar dönüşler dalışlar yapmış. Ama arkadan ses yok! En sonunda pes etmiş ve uçağı indirmiş.
Yaşlı adama dönmüş; “Bildiğim her numarayı denedim. İyi dayandınız. İkiniz de çıt çıkarmadınız. Yaşlı adam
cevap vermiş: “Karım uçaktan düşünce aklıma söylemek geldi ama 10 dolar 10 dolardır.”
Tîrmeh 2010
64

Benzer belgeler