Ahmet KASIMHAN Okul Açılış Metni

Transkript

Ahmet KASIMHAN Okul Açılış Metni
SUNUŞ
Bahriyemizin en değerli unsurunun eğitimli genç bahriyeliler olduğu
gerçeği her türlü faaliyetimizin özünü oluşturmaktadır. Söz konusu eğitimin
ise sadece bugünün değil, geleceğin ihtiyaçlarına göre süreklilik içinde
şekillenir olması gerekmektedir. Bununla birlikte bugünün harekât ortamında;
Türk Deniz Kuvvetleri’nin Akdeniz’den, Okyanuslara kadar taşma başarısını
göstererek; Atatürk’ün, ”Denizciliği Türk’ün büyük milli ülküsü olarak gören
ve onu az zamanda başarmalıyız” diye ifadesini bulan direktifini, okulumuzun
yetiştirdiği bahriyeliler ile “Milli Gemilerimizle” elde etme yolunda büyük
mesafe kat etmiş olmanın haklı onurunu yaşamaktayız. Bu bağlamda; Eğitim
yılımızın ilk dersini Doç.Dr. Ahmet Kasım HAN tarafından “Atatürk’ün Strateji
Anlayışı Çerçevesinde Küresel Dengeler ve Geleceğin Subay-Stratejisti”
konusu teşkil etmiştir.
Günümüzün güvenlik algılamalarını, bölgesel ve küresel ölçekte
doğruya en yakın okumanın geleceğe hazırlanan bahriyeliler için büyük
önemde olduğu açıktır. Bununla birlikte ilhamımızın kanyağı olan Atatürk’ün
askerliğin temel değerleri üzerine fikirlerini içeren “Zabitan ile Hasbihal” adlı
eserinin günümüz koşullarında nasıl tekrar tekrar okunarak içselleştirilmesi
gerektiği ilk dersin temel vurgularından biri olmuştur.
2015-2016 Eğitim-Öğretim Yılı açılış Töreninde Doç.Dr. Ahmet Kasım
HAN tarafından verilen ilk ders metni kitap haline getirilerek istifadeye
sunulmuştur.
Mesut ÖZEL
Tümamiral
Deniz Harp Okulu Komutanı
1
2
Doç.Dr. Ahmet Kasım HAN
Ahmet Kasım HAN, İstanbul, Boğaziçi, Koç ve
Harvard
ilişkiler,
üniversitelerinde
strateji,
finans
ekonomi,
ve
uluslararası
müzakere
stratejileri
konularında eğitim almıştır. Bu kurumlardan lisans,
yüksek lisans ve doktora derecelerine sahip olan A.
Kasım
HAN,
şu
anda
İstanbul’da
Kadir
Has
Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir ve aynı
kurumda rektör danışmanlığı görevini yürütmektedir. Kendisi bu görevinden
önce İstanbul Üniversitesi İktisat fakültesinde öğretim üyeliği, aynı kurumda
siyaset ve uluslararası ilişkiler araştırma merkezi müdürlüğü, İstanbul Bilgi
Üniversitesi ve yine Kadir Has Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmıştır. Bu
kurumlar dışında arlarında Harp Akademileri Komutanlığı, T.C. Dışişleri
Bakanlığı Akademisi, Hava Harp Okulu ve İstanbul Ticaret Üniversitesinde
bulunduğu birçok okulda lisans, master ve doktora dersleri vermiş, aynı
zamanda St. Andrews Üniversitesinin Suriye çalışmaları merkezinde misafir
öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Ulusal ve uluslararası akademik
yayınlarda yer almış makale ve kitap bölümlerinin yanı sıra, başta köşe
yazarı olarak çalıştığı referans ve radikal gazeteleri olmak üzere, çeşitli
gazetelerde
ve
dergilerde
yayınlanmış
150’yi
aşkın
fikir
yazısı
bulunmaktadır. NTV ve SKYTURK te “Amerikan Savaşı”, “Enerji Formu” ve
“kerhen katılıyorum” adı altında çeşitli programlar yapmış bulunan Kasım
Han ayrıca siyaset, ekonomi ve uluslararası ilişkiler alanında 200 ün
üzerinde televizyon programına konuk olmuş, yerli ve yabancı basında yine
aynı konularda 50’nin üzerinde röportajı yayınlanmıştır. Türkiye ekonomik ve
sosyal etütler vakfı güvenlik araştırmaları direktörlüğünde bulunmuş olan
Kasım Han ayrıca uluslararası ilişkiler konseyi derneği üyesi ve denetleme
kurulu başkan yardımcısı, İnternational studies assocation ve middle east
studies assocation üyesi, ekonomi ve Dış politika araştırmaları merkezi
3
yönetim kurulu üyesi,New Perpectives Quarterly Dergisi yayın baş
danışmanı Ortadoğu Etütleri Yayın Kurulu ve uluslararası ilişkiler dergileri
yayın danışmanı kurulu üyesidir. Akademik çalışmaları dışında Türkiye
ihracatçılar Meclisi Uluslararası ilişkiler Danışmanlığının da bulunmuş,
bunların yanı sıra on yıl kadar özel sektörde sanayi ve finans kurumlarında
yönetim
kurulu
üyeliği,
yönetim
kurulu
baş
danışmanlığı,
genel
koordinatörlük, genel müdürlük, proje müdürlüğü kurumlarında bulunarak üst
düzey yöneticilik yapmıştır. Halen ülkemizin büyük ölçekli özel sektör
kurumlarında yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunmaktadır.
ABD hükümetinden, 2003 senesinde Amerikan Dış Politikası
alanında çalışmak üzere “Avrupa’nın On beş Genç Lideri” bursuyla taltif
edilmiştir. NATO tarafından iki defa Afganistan Operasyonuna ilişkin
gözlemcilik ile görevlendirilen Dr. Han, çeşitli ülke dışişleri bakanlıklarını yanı
sıra, Stockholm İnternational Peace Research Institute, İsveç; Heritage
Foundation, ABD; Heinrich Böll Stiftung ve Frederich Ebel Stiftung, Almanya
gibi kuruluşlarında aralarında yer aldığı kurumlar tarafından düzenlenen
100’ün üzerinde ulusal ve uluslararası konferansa konuşmacı ve tartışmacı
olarak katılmıştır.
4
ATATÜRK’ÜN STRATEJİ ANLAYIŞI ÇERÇEVESİNDE KÜRESEL
DENGELER VE GELECEĞİN SUBAY-STRATEJİSTİ
Doç. Dr. Ahmet K. HAN*
Sayın Komutanım, Türk Donanmasının Kıymetli Komutanı, Değerli
Amiraller ve Komutanlar, Sayın Rektör ve Rektör Yardımcıları, Saygıdeğer
Konuklar ve Değerli Bahriyeliler,
Bugün bu açılış dersini sizlere vermekten büyük onur duyduğumu ifade
etmek isterim. Ayrıca, çok uzun zamandır bu kadar büyük heyecanla ve motive
edici bir biçimde söylendiği bir biçimde İstiklal Marşımızı dinlemediğimi ve
bundan çok büyük bir keyif aldığımı hassaten belirtmek isterim.
Dersimize günümüzün resmini çizerek başlamakta fayda var.
Bir
yüzyıl
sonu
sendromu
yaşıyoruz.
Bu
yüzyıl
sonlarında
yaşadığımız sendrom her yüzyılın sonunda tekrar eder. Yazar Huysmans
göre yüzyılların son bölümündeki tarih süreklilik arz eden bir bocalama ve
kargaşayla karakterize olur. Sihir ve hurafenin alıp başını gittiği bugünlerde,
materyalizm, yani sihir ve hurafenin tam ters ucu, bir anlamda ciddi şekilde
salgın haline gelir. Bu iki zıtlık bir diğerini besleyen ilginç bir dinamik
oluşturur.1
Bundan ilk defa geçmiyoruz. Bu durum istisnai olarak geçtiğimiz
yüzyılın, yani 20. yüzyılın, sonunda başımıza gelmiyor. Daha önceki
yüzyılların sonlarında da benzer olaylar ve benzer koşullarla karşılaştık.
Uzun yüzyıl tabir edilen, yani bir yüzyılın matematiksel ve tarihleme itibariyle
yüzyıl içinde değil de, bir sonraki yüzyılın ilk 20 senesi, ilk iki 10 yıl içerisinde
sona ermesi fenomeninden geçiyor olduğumuz söylenebilir.2 Bitmemiş bir
1
J.K. Huysmans, The Damned, Çev.: Terry Hale, Penguin, London, 2001, p. 217. Türkçe
tercüme bana ait. (AKH)
2
Uzun yüzyıl kavramı Fransız Annales tarih ekolü temsilcilerinden Fernand Braudel’in on
altıncı yüzyılın takvim yüzyılı olarak (1500 -1599) biyografiler ve olaylar esas alınarak değil,
uzun erimli tarihsel yapıların incelenmesi yaklaşımı (longue durée) çerçevesinde bakılarak
5
yüzyılın kural ve kanunları, tarihsel yükleriyle, yeni doğan bir geleceğe
bakmanın ağırlığını ve bundan doğan gerilimi yaşıyoruz. Söz konusu
gerilimin ağırlığı toplumların, insanların, siyasal birimlerin hayatında
kendilerini hissettiriyor.
“Yeni Cesur Dünya” diye bir eser var. Başlığı itibariyle çok dikkat
çekmiş,
bu
dönemde
entelektüel
sohbetlerde
sıkça
kullanılan
bir
kavramsallaştırmayı dillere yerleştirmiş bir eser bu. Huxley tarafından
kaleme alınmış. Belirtmeliyim ki bu dâhiyane diye nitelenebilecek başlık
orijinal değil. Shakespeare'in "Fırtına" isimli oyununda geçer bu laf. Orada
“Yeni Cesur Dünya” ifadesi enteresan bir gözleme karşılık gelen bir
betimlemedir. Biraz önce söylediğim yüzyıl sendromuyla uyumlu enteresan
bir gözlemdir. Neden? Çünkü Shakespeare’in “Fırtına” adlı eserinde yeni
cesur dünya cümlesini kullanan Miranda, aslında bütün yaşamı boyunca bir
adada yaşamış, kendi babası, onun kölesi ve iyi niyetli bir ruh dışında
kimseyi görmemiştir. İlk defa insan arasına çıktığında karşısına çıkan
insanlar esasında, barbar, kötü niyetli ve hatta cani kişiliklerdir. Buna rağmen
Miranda onlara baktığı zaman, ilk defa o toplumsal hareketin bireysel
jestlerin ve insan ilgisinin karşısında kalınca, bu insanları takdir etmiş ve
tarihlenmesi gerektiği savı neticesinde ortaya attığı bir kavramdır. Bu kavram çerçevesinde
Braudel “uzun” on altıncı yüzyılın 1450’de başlayıp yaklaşık 1650’de bittiğini tespit etmiştir.
Benzer değerlendirmeler, “uzun 19. yüzyıl” vb. gibi, tarihsel ve tarih veya dünya sistemi analizi
kapsamında yapılan analizlerde yaygınlıkla kullanılmaktadır. Uzun yüzyıl kavramının ilk
kullanımı için bkz. Fernand Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World in the
Age of Philip II, Volume 2, Çev.: Sian Reynolds, Berkeley and Los Angeles, University of
California Press, 1995, s.893. Longue Durée kavramı için bkz. Fernand Braudel; “History and
the Social Sciences: The Longue Durée”, Çev.: Immanuel Wallerstein Source: Review
(Fernand Braudel Center), Vol. 32, No. 2, 2009, Commemorating the Longue Durée, 2009,
ss. 171-203.
6
onların “Yeni Cesur Dünya”yı oluşturduklarını söylemiştir.3 Hâlbuki bu yeni
ortam Miranda için hiç de güvenli değildir.
İşte yazar Huxley 1932 tarihli “Yeni Cesur Dünya” isimli eserinde bu
tirattan ilham almış ve gününün toplumsal gelişmelerinin penceresinden
önündeki yüzyıla bakarak insanlığın geleceğinin ciddi şekilde karanlık
olduğunu değerlendirmiştir. Bu değerlendirmesini de aynı başlıklı romanında
bir distopyanın, dünyayı felaket, otoriter, ceberrut bir geleceğin beklediğini
varsaydığı bir kurguyla ölümsüzleştirmiştir.4 Bugünün dünyasına baktığımız
zaman aynı türde bir distopyanın, adeta Miranda’nın çevresindeki kötüler ve
kötülükleri mumla aratacak belalarla dolu bir “yeni cesur dünya modelinin”,
bütün olumsuzluğuyla karşımızda şekillendiğine dair endişe duymak için
elimizde yeterli sebep var.
Zira gerçekten bir yüzyıl sonu sendromunu şiddetle yaşıyoruz ve
Huysmans’ın dile getirdiği gibi hakikaten sihir ve büyü temelli, aydınlıktan ve
bilimsel düşünceden uzak. Bilimi, en fazla uygulama, kullanım, teknoloji
olarak benimseyip, felsefesini, karşılık geldiği yaşam biçimini ve onu
üretmenin gerektirdiği anlayışı reddeden bir anlayış aldı başını gidiyor. Öte
taraftan, genelde insanlık olarak biz bunu dengelemek için, belki de çok
daha başka felaketlerin kapısını aralayan, acımasız, hiçbir surette
kaybedene tahammülü olmayan, bir bulanık materyalizm dışında bir cevap
henüz üretemiyoruz.
Peki bizim bitirdiğimiz yüzyılın sonunda, yüzyıl sonu sendromumuzun
içerisinde, kriz çağımızda, tarihsel olarak tüm bunlar neye karşılık geliyor?
Açalım. Hızla bakmak gerekirse 1970 ila 1990 arasında uluslararası
ilişkilerde,
uluslararası
ortamda,
aktör
çoklaşması
yaşadık.
Sadece
devletlerin hâkim olduğu bir uluslararası ortamdan, artan biçimde devlet dışı
3
William Shakespeare, The Tempest, 2003, New York, Spark Publishing, Act V, Scene 1, p.
188.
4
Aldous Huxley, Brave New World, New York, Buccaneer Books, 1946.
7
aktörlerin de uluslararası ilişkileri ve gelişmeleri toplumların hayatını
etkileyecek şekilde belirleyebildikleri yepyeni bir ortama gözlerimizi açtık
1970 ila 1990 yılları arasında. Gene 1980 ila 1991 yılları arasında soğuk
savaş sona erdi. Tek kutuplu ana geçişle birlikte uluslararası sistemin güç
dağılımı bakımından dönüşümünü deneyimledik. Tek kutuplu an diyorum.
Neden? Çünkü bu tek kutuplu hal, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin
uluslararası sistemin dominant baş aktörü olduğu an, çok uzun sürmedi. En
azından
kimilerinin
düşündükleri
kadar
uzun
sürmedi.
Detayına
giremeyeceğim, zaman kısıtlı, ama tek kutuplu anın ötesinde uluslararası
sistem üzerinde ABD’nin hegemonik bir egemenliği olmadı. Bir yanda
uluslararası sistemin bu yöne doğru eviriliyor olması görüntüsünün yarattığı
beklenti ve gerilimi, öte yandan bu sürecin tamamlanamamasının -ki bundan
sonra da tamamlanamayacağı artık açık- yarattığı bütün bulanıklığı, tam da
yüzyıl sonu sendromu tarifinde betimlenen bocalama ve kargaşayı da
sonuna kadar yaşadık.
Aktör çoklaşmasından, Soğuk Savaşın sonu ve bunun sonucunda
ortaya çıkan sistemik dönüşümden başka, 1980 ila 2000 yılları arasında
küreselleşmeyi ve küreselleşmenin yarattığı etkileri deneyimledik. İzah
ettiğim diğer iki faktörün etkisiyle birleşince küreselleşmenin yarattığı etki
katlandı. 2011’in 11 Eylül’ünde sistemdeki bütün bu birikme, fay hattındaki
gerilim, boşaldı. Böylelikle önümüze yepyeni bir pencere açıldı.
Bu pencereden görülen manzara şu. Güç dağılımı bakımından, zaten
Soğuk Savaş’ın sonuyla beraber dönüşmüş olan uluslararası sistemin
karakterini veren Vestfalyan anlayış da dönüşme sürecine girdi. 11 Eylül’ü
müteakip bu dönüşümün başlangıcına şahit olduk. Nihayet Haziran 2014’te
Irak-Şam İslam Devleti adıyla bilinen terör örgütünün İslam Devleti ilanıyla,
hemen bizim güney sınırımızda kanaatimce uzun 20. yüzyıl da bitti. Zira
kırılma tamamlandı ve ortaya yepyeni bir aktör formu çıkararak belki de
uluslararası ilişkilerin geleceğinin tarihinin bütünüyle dönüştüğünü bizlere
haber verdi.
8
Ortaya çıkan manzaranın en önemli unsurlarından bir tanesi sınırların
geçirgenliği. Hukuki, demografik, ekonomik ve cebri geçirgenliğin arttığı bir
dünyada yaşıyoruz. Bu dört alanın tamamını etkileyecek ve bütününden
etkilenen biçimde sınır geçirgenliğinin arttığı, egemenlik erozyonu ile
karakterize bir dünyada yaşıyoruz. Sınırlar yumuşuyor. Özellikle sınırlarına
sahip çıkamayanlar için sınırlar yumuşuyor. Bu yumuşamanın uluslararası
ortamda yarattığı dinamik günümüz uluslararası ortamında olayların
üzerinde geliştiği bir zemini teşkil ediyor. Ancak söz konusu zeminin
aktörleri, kurumları, kuralları ve çatışma çözümlemesi mekanizmaları
bakımından değişime karşı dirençli bir yapı sergilediği de bir gerçek. Bu
itibarla uluslararası sistemin önemli bir kısmı itibariyle, modernleşmenin
yaygınlaşması ile birlikte güçlenerek bildiğimiz halleriyle uluslararası ilişkileri
karakterize eden, Vestfalyan tabir edilen normları koruduğu söylenmeli.
Üstelik bu dayanıklılık sonuca dair etkiler yaratacak kadar da güçlü. Ne
bunlar? Temelde, uluslararası ilişkilerde aktörün “merkezi devlet” olduğu ve
bu devletlerin sahaları üzerinde rakipsiz egemenliklerinin, birbirleriyle
ilişkilerinde eşitliklerinin esas olması. Zemin bu. Buna “Geç Modern”
zemin (late-modern) adını vereceğim.
İkinci bir zemin, devletlerin birer siyasal topluluk olarak rakiplerinin ve
devlet-dışı aktörlerin belirleyiciliklerinin arttığı “Pre-Modern” zemin. Bu
zemin de oldukça bulanık. Olayların belirleyici dinamiklerini çözmeyi
zorlaştıran bir yapısı var. Bu zeminin dinamikleri öyle biçimleniyor ki, Modern
Sonrası zeminden geleceğe baktığımızda, geleceğe, ama geçmişe dönmek
suretiyle geleceğe yürüyüşle karakterize oluyor. Bu nedenle, bu zemine ve
dinamiklerine Pre-Modern diyorum. Zira, bugünün hâkim uluslararası sistem
algısının çoktan unuttuğu, yaklaşık üç yüz elli yıllık bir geçmişin öncesine
referansla anlaşılabilecek biçimde karakterize. Bu manada Pre-Modern.
Çünkü modern devletin dışında aktörler var artık çevremizde. Durum çoklu
aktör modelinin getirdiği dönüşümden çok ötede bir dönüşüme işaret ediyor.
9
Peki bunun önemi ne? 1970–1990 arası kuvvetle deneyimlediğimiz
aktör çoklaşması tecrübesi, devletin başat niteliğinin henüz dönüşmediği bir
dönemdi. Bugünün yeni aktörleriyle durum öyle değil. Bunların uluslararası
sistem üzerinde yaratabilmeye muktedir oldukları etkilerin, nihai olarak
devletlerle kıyaslanabilecek düzeye erişeceği bir yola girdiğimiz anlaşılıyor.
Burada belirleyici olan gelişme, 2014 Haziran’ından bu yana kendini İslam
Devleti diye adlandıran varlığın sahneye çıkarak uluslararası ortam
dediğimiz habitata eklenmesi. DAEŞ terör örgütünün evrilerek aldığı bu yeni
şekil, bize geçmişi göstermek suretiyle geleceğin, en azından riskler
babında, neye benzeyebileceğine önemli bir ışık tutuyor. İşte Pre-modern
zemin geçmişe ait, ancak geleceğe hâkim olabilecek, bu manzaraların
üzerinde şekillendiği dinamikleri barındırıyor.
Üçüncü zeminin tartışmasına geçmeden önce tanımlanması gereken
bir kavram var. Clausewitz’in “savaşın sisi” (nebel des krieges) kavramı. Bu
kavram savaşın içerdiği belirsizliğe işaret eder. Yani savaşın müphem
değişkenliğine bağlı olarak komutan stratejistin;
a) durum farkındalığına,
b) kendi imkân ve kabiliyetlerine,
c) rakibin/ düşmanın imkân ve kabiliyetlerine,
d) rakibin/ düşmanın niyetlerine,
dair yaşadığı muğlak, karar almayı zorlaştırıcı haldir aklımıza gelmesi
gereken.5
Burada rakibin/ düşmanın niyetleri dediğimiz zaman kast ettiğimiz,
sadece
çatışmaya,
operasyona
veya
muharebeye
ilişkin
niyetlerin,
hedeflerin, amaçların ötesinde, ve belki daha önemlisi, rakibin/ düşmanın
5
Bu kavramın Clausewitz tarafından ilk kullanımı için bkz. Carl Von Clausewitz, On War,
Michael E. Howard, Peter Paret (Ed.s) 1989, Princeton, Princeton University Press, Book I,
Chpt. III, p. 101.
10
“arzu ettiği son durumun” (desired end-state) ne olduğuna dair niyetleridir.
Bugün ortada öyle bir ortam var ki “savaşın sisi”nin etki ve geçerlilik alanı
artık muharebe alanını aşmıştır. Bu kavram artık, cari ve süreklilik arz eden
bir hali tarif ediyor ve bu biçimiyle uluslararası sistemin geneline hakim,
ortam tanımlayıcı, bir fenomen halini aldı. Artık “savaşın sisi” sosyo- politik
sıradanlığın adı.
Neredeyse hiçbir olayda, gerçekte gördüğümüzün ne olduğunu,
muhatabımız olan aktörlerin niyetlerinin neler olduğunu, bu niyetlere
“aslında” niye ulaşmak istediklerini, yani “arzu edilen son durumun” ne
olduğunu, yani muharebeyi de geçtim, savaşı kazanarak neticede ne elde
etmek istediğini kolaylıkla göremez olduk. Çok boyutlu belirsizliklerin
kompleks ortamında artık rakip/ düşmanın zafer tanımının ne olduğunun
ötesinde, zaferin ötesinde, zaferi elde ederek ne amaçladığını tespit
gerekiyor. Hal buyken bırakın bu zor tahlili yapmayı, bugünün uluslararası
rekabet/ güvenlik ortamında apaçıkmış gibi duran gerçekler bile gittikçe
yoğun bir “sisin” ardında belirsizleşiyor. Fikir ve kavramlara ilişkin müphemlik
artıyor. Sonuçta tüm bunlar kesinliklerin ortadan kalktığı, referansların
neredeyse bütünüyle ve daha da önemlisi yerine yenisi konmak kaygısı
taşınmadan ortadan kaldırıldığı bir “Postmodern” zeminin dinamiklerini
teşkil ediyor.
Kısacası öyle bir çağda yaşıyoruz ki bunun yarattığı karmaşayı
kelimelerle ifade etmek gerçekten zor. Bir yerde pre-modern çerçevede
anlamlı sosyo-politik ve sosyo-ekonomik koşullar, aktörler, ilişkiler ve olaylar
cereyan ediyor; ki bunları anlamak ve anlamlandırmak için bildiğimiz
uluslararası sistemin öncesine gitmek, onun dinamiklerini bu döneme
uyarlayarak, bu dönemin koşulları içerisinde anlamlandırmak ve açıklamak
zorundayız. Öte taraftan, hala modernizmin dinamiklerine tabi sosyo-politik
ve
sosyo-ekonomik
koşullar,
aktörler,
ilişkiler
ve
olaylar,
geç-modern zemin var. Ve nihayet aynı anda “post-modern hal”e tabi sosyopolitik ve sosyo-ekonomik koşullar, aktörler, ilişkiler ve olaylarda gelişme var.
11
Günümüz uluslararası ortamı, günümüz toplumsal ekonomik, siyasi
ve askeri ortamı bu üç zeminin organik bir aradalığında, adeta birbiri
içerisinde
ergimelerinde
(coalesce)
şekilleniyor
ve
tarafımızdan
deneyimleniyor. Organik, yani herhangi bir tanesi diğerine eklenmiş,
eklemlenmiş değil. Tren katarı gibi değiller. Sıralı değiller. Öncelikli değiller.
Zeytinyağı ve su gibi, birlikte ama karışmaz, değiller. Birini tutup, çekip,
ayrıştırıp, götüremiyorsunuz. Organik olarak bir aradalar. İç içe varlar. Yani
toplumsal yaşam ve eylemin üzerinde biçimlendiği zemin aynı anda bunların
tamamını kapsıyor, hepsinin dinamiklerine bir arada tabi. Uluslararası
ortamda, iç siyasette verili bir olay bunların tamamının bir arada çekim
gücüne tabi. Biri oradan, diğeri buradan çekiştiriyor.
Geleceğin subayı bu üç zeminin organikliği bağlamında, aynı anda
üçünü birden kavrayıp hareket etmek, kaçınılmaz olarak yarattıkları
paradoksal etkileri eş zamanlı yönetmek, gerektiğinde bu etkileri ayrıştırıp
verili olayda verili dinamik, trend, aktör üzerinde hangisinin ne şekilde hakim
ve etkili olduğunu anlamak, aralarındaki etkileşimin söz konusu dinamik,
trend, aktör üzerindeki etkisini, bu etkinin şiddetini, hızını ve yönünü tespit
etmek ve Clausewitz’in o ölümsüz kavramını, “savaşın sisi”ni uygulamada
(eylemde) böyle aşmak mecburiyetinde. Kesif bir savaş sisinin belirlediği
bulanıklık hayatımızın yeni gerçekliği.
Özetlemek gerekirse, günümüzün siyasal-askeri ortamı bu üç
zeminin organik bir aradalığında vücut buluyor ve kesif bir savaş sisi’nin
belirlediği artan bir bulanıklık ile karakterize oluyor.
O halde sorumuz şu: Peki, böyle bir ortamda çağın komutanı nasıl
düşünen, nasıl yetişmiş bir subay olmalıdır? Bu sorunun en kısa cevabı şu
şekilde verilmektedir: Yaratıcı ve eleştirel düşünmeyi içselleştirmiş subay.
Bilgiyi edinmenin ötesine geçmiş; bilgi edinme işinin gereklerini refleks haline
getirmiş, bunun üzerine sentez, değerlendirme tahtında eleştirel düşünen ve
yaratıcı bir lider. Daha öz bir ifadesiyle, stratejik düşünme yeteneğini en üst
düzeyde keskinleştirmiş ve bunu haslete çevirmiş olan bir subay.
12
Burada bir başka soru ortaya çıkıyor: O halde stratejik düşünce
nedir?
Belirtmeliyim ki, hayatını bu kavrama adadığını söyleyebilecek,
doktora tezini bu konu üzerine yazmış birisi olarak bu tanım sorunu benim
için çok önemli. Çünkü sorsanız, her şey stratejik bugünün dünyasında.
Günün modası başımıza gelen her şeyi stratejik lafzına emanet etmek.
Çoğunlukla
bilmediğimiz
böylelikle
strateji
kavramına
ve
“stratejik
düşünce” disiplinine ihanet ettiğimiz. Zira, bu şekilde, sıklıkla, her başımız
sıkıştığında stratejik lafzını herhangi bir meselenin başına koyduğumuz
zaman o meseleyi önemsediğimizi gösterdiğimiz zannındayız. Hâlbuki
böylelikle stratejiyi, eskilerin tabiriyle lafz-ı muteber (manalı söz) olmaktan
alıp lafz-ı mühmel (manasız söz) haline getiriyoruz. Kavramı sıfatlaştırarak
basitleştiriyor, manasızlaştırıyor, sıradanlaştırıyoruz. Bu nedenle bir tanıma
ihtiyacımız var.
Eskilerin tanımıyla tanımımız ağyarını mani, efradını cami olmalı.
Yani öyle olmalı ki, ilgili her unsuru içine alsın, olmayan, gereksiz ne varsa
da dışarıda bıraksın. Benim anlayışımca mümkün tanım şöyle dile geliyor:
Verili bir rekabet çerçevesinde, bugünü ve geleceği hayati düzeyde
etkileme potansiyeli bulunan bir soru, sorun veya olanak karşısında,
arzu edilen son hali elde etmek üzere; bilgi temelli, kavramsal, eleştirel,
yaratıcı, sistematik ve fırsatçı biçimde bütüncül ve bütünleşik akıl
yürütmeye
yönelik
zihinsel
disiplin
ve metot.
Ve
bu
metodu
kıymetlendirme kabiliyet ve kapasitesi.
Burada söz konusu olan nedir? Bir soru, sorun ve olanak. Bir galat-ı
meşhur (yerleşik yanlış) var ki tam buraya uygun açıklamayı getiriyor.
Çincede “kriz” kelimesine karşılık gelen bileşik karakterin “risk” ve “fırsat”
anlamına gelen iki karakterin bir aradalığından oluştuğu yanılgısı yaygındır.
Ama bir gerçekliğe tekabül eder. Yani sorular, sorunlar ve olanakların iç içe
geçmişliğine. İşte “savaş sisi" tam da bu girift ortama karşılık gelir.
13
Şimdi bu yüzyılda tam da bu ortamda başarıyı yakalayabilecek, bu
metodu, stratejik düşünceyi, en etkin biçimde kullanabilecek, vatanı adına
görevini mükemmelen yerine getirebilecek kabiliyet ve kapasiteye sahip, bu
meziyetleri içselleştirmiş,
subayı, komutanı, lideri, stratejisti6 arıyoruz.
Burada başarı uygulamada ölçülür.
Eş deyişle strateji nihayetinde
uygulamalı bir bilim ve sanattır. O halde soru şu oluyor: Bu tanım pratikte ne
anlam taşıyor?
Pratikte stratejik düşünce, yetiştirme arayışında olduğumuz subaystratejistin, deneyim ve eğitimle kazandığı bilgeliği etkinlikle uygulamaya
taşımasını gerektirir.7 Onu ancak böyle ölçeriz. Varlığına, başarısına ancak
6
Bu çalışmada kullandığımız haliyle subay-stratejist kavramı, yukarıda sıralandığı haliyle
askerliği meslek edinmiş kişinin, mesleği icra bakımından bulunduğu aşamalara dair, subay,
komutan, lider, stratejist olarak ifade ettiğimiz yukarıdaki taksonomi (sınıflandırma biçimi)
çerçevesinde anlamlıdır. Bu taksonomide subay, mesleğin icrasına dair hak ve yetkileri,
gerekli liyakat prosedürünü tamamlayarak, örneğin, ve günümüzde çoğunlukla, askeri
okuldan mezun olmak suretiyle edinmiş, mezun meslek sahibini işaret eder. Komutan,
subaylığı içeren, ve bunun ötesinde, ünvan ve yetkiye sahiplik bakımından olduğu kadar,
doğal yetkinlik bakımından ast-üst ilişkisini kurabilen kişidir. Lider, ilk ikisine sahip olmakla
beraber bunlarda öteye geçerek, otoritesi kendiliğindenlik arz eden, kitleyi şahsi inisiyatifinin
tahrikiyle harekete geçirebilen (Atatürk’ün Zabit ve Kumandan ile Hasbihal eserindeki ifadeyle
“harekete geçirici”, bkz. Mustafa Kemal Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, İstanbul,
Türkiye İş Bankası, 2006, s. 21) kişidir. İleride dipnot 11’da Atatürk’ten yapılan alıntı anlamını
burada bulmaktadır. Stratejist ise tüm bunların getirdiği hasletleri şahsında toplayarak,
“stratejik düşünce”ye dair yukarıda yapılan tanımın içeriğini içselleştirmiş, haslet ve refleks
haline getirmiş kişidir. Subay-Stratejist, aralarındaki ilgi ifade biçimiyle somutlaştırılmış bir
bileşik kavram olarak taksonominin tamamını kapsayan ve bir bütünselliğe dikkat çeken bir
kullanım, bu çalışmada yetiştirilmesi/eğitimi ve kendisine olan ihtiyaç problematikleştirilmiş
bulunan bireyi ifade eden kavramdır. Burada açımlanan taksonomi ve bunun uygulamadaki
sonuçlarına dair Atatürk’ün fikirleri ile örtüşmeyi tespit için bkz. Age., s. 12 ve 21.
7
“Stratejik düşünce bir liderin –deneyim ve eğitim ile kazandığı– bilgeliğin [uygulamaya]
taşınmasıdır.” Exploring Strategic Thinking: Insights to Assess, Develop, and Retain Army
Strategic Thinkers, Der.: Heather M.K. Wolters, Anna P. Grome, Ryan M. Hinds, Fort Belvoir,
United States Army Research Institute for the Behavioral and Social Sciences, 2013
14
böyle karar verebiliriz. Pratik anlam ve yansıma bu. Edindiğimiz deneyimin
ve aldığımız eğitimin gereğini, biraz evvel yaptığım tanımdaki özellikleri
taşıyan bir disiplin ve metot içerisinde hayata geçirmek.
İşte bu noktada Atatürk’e bakmak, ondan öğrenmek zamanıdır.
Atatürk’e, “çağımızın stratejik dehası” şeklinde hitap etmek hem bir
gurur kaynağı, hem de hoş bir alışkanlığımız. Ancak bu noktada iki sorumuz
var: Bu hoş gururun ve alışkanlığın ardında yatan gerçeklik nedir? Nerede
ifadesini bulmuştur? Bu da açık anlaşılması bakımından tanımların
yapılmasını gerektirir bir sorudur. Zira doğru tanımlar Atatürk’ü bize tüm
ihtişamıyla anlatacaktır. Burada slogana ihtiyaç yok. Slogan bir ifadeyi
parlatır ama Atatürk’ün slogana ihtiyacı yok. Onun ışığı sloganların
yaratabileceği sanal parlaklığı kolaylıkla aşar.
Ben bundan sonraki bölümde, bu iki sorunun üzerinde durmak
istiyorum. İlk sorunun aslında kısa bir cevabı var. Zira söylediğim gibi
stratejik düşüncenin seviyesinin ne olduğu, dehaya karşılık gelip gelmediği
gibi sorular, esasen haklarında uygulamada gözlemlenen sonuçlarla yargıya
varılabilir sorulardır. Dolayısıyla ilk sorunun cevabı, içerisinde yaşadığımız
ülkenin kuruluş destanından takip edilebilir. Bu bağlamda en kısa ifadesiyle
Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün stratejik dehasının cismani halidir.
Uzun yoldan gidersek cevabın ilk adımı büyük adamın kendisinden
geliyor; “Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir
donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve
akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve
bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek
hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”8
içerisinde Paul K. Van Riper, “The Identification and Education of U.S. Army Strategic
Thinkers”, s. 12.
8
İsmet Giritli, Atatürk‟ün 100. Doğum Yıldönümünde Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İstanbul,
Fakülteler Matbaası, 1980, s. 13.
15
Bu sözler dehanın kendine dahi eleştirel bakabildiğinin kanıtıdır. Bu
eleştirel bir bakıştır. Mustafa Kemal Atatürk, deha olduğunun farkında
olmayan bir lider değildi. Ancak, “benim bu söylediklerim değişmez değildir”
derken,
yaratıcı
ve
eleştirel
aklının
oklarını
kendisine
yönelttiğini
görmekteyiz.
Sorumuzun
cevabına
ikinci
açılım
yine
ondan
geliyor.
“Biz
ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış
bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından
çıktığımız Türk ulusu, bir de Türk milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap
kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”9
Bu cümlelerin ikisini bir arada değerlendirdiğimizde stratejik düşünce
ve stratejik düşünce eğitimi bakımdan son derece önemli altı unsur dikkat
çekmektedir. Birincisi; bilgiye sahip olmak gerekir. Elbette de derinlik içeren
bir bilgi sahipliği. Burada kastım, iyi araştırılmış ilgili disiplinlerin temeline
oturtulmuş bilgi. Cümlede dikkat çeken ikincisi unsur, tarihsel sürekliliği
barındıran, onun farkında bir biçimde bilgi sahibi olma gerekliliği. Ancak, tek
başına bilgiye sahip olmak, bu koşulları karşılasa da, yeterli görülemez. Bilgi
sahipliği, disiplinler arası (multidisciplinary) düşünme yetkinliği ve sentez
kabiliyeti ile birlikte bir bütün olmalıdır. Esas olan bu şekilde yetişmişlik.
Zira bilgiye bu biçimde sahip olmak, böyle yetişmişlik, bir yandan
üçüncü unsurumuzu teşkil eden yaratıcılığı besler, bir yandan da dördüncü
unsuru, yani fırsatçı düşüncenin gerektirdiği disiplinli esnekliği sağlar.
Unutmamak gerekir ki, bunlar stratejik düşüncenin temel taşları arasındadır.
Bunlara eşlik eden en önemli haslet ise hepsine ruh veren beşinci unsur,
yani karakterdir. Nihayet tüm bunların esas tartısını teşkil eden altıncı unsur
ise uygulamadır.
İş bilgi ve karakter sahibi olmaya geldiğinde Atatürk’ün Zabit ve
Kumandan ile Hasb-ı Hâl eserindeki şu ifadesini hatırlatmak gerekir:
9
Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, Ankara, ODTÜ Yayıncılık, 2003, s. 59.
16
“İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden-maddi
anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun
gereklerindendir.”10
Bu satırlar bize şunu söylüyor. Eğer bilgi ve karakter sahibi
değilseniz, liderlik konumuna gerekli birikimden ve karakterden yoksun
biçimde, bürokratik esasların ve zamanın takibi ile geldiyseniz, o vakit
kişilerin sadece maddi semboller nedeniyle size lider muamelesi yapmasını
beklemeyiniz. Yetişmek zorundasınız. Bilgi sahibi olmak zorundasınız.
Karakter
göstermek
zorundasınız.
Zira
bildiğinizi
aktarmak
sadece
anlatmakla olmaz. Yapacaksınız. Bu yapım eylemi ilk paragraftaki altıncı
unsura karşılık gelir, yani uygulama. Zira netice, her anlamda uygulamadan
çıkar. Yine tecrübe uygulamayla gelir. Bu ikisinin modern ve eski Türkçede
bir diğeri yerine kullanılması, iç içeliklerinin delilidir. Ne dedik, yapacaksınız.
Yapacaksınız.
Ve
yaparken,
kararlılıkta
ve
karakterde
örnek
oluşturacaksınız. Astlarınız sizi o zaman sonuna kadar takip edecektir. Ne
dedik? Strateji uygulamalı bir bilim ve sanattır.
İş yaratıcılığa geldiğinde yine aynı eserden şu sözleri hatırlamak
gerekir: “Gerek komutanların ve gerek erlerin, bizzat düşünce üreterek
kendiliklerinden iş görebilecek nitelikte yetiştirilmiş olduklarına ikna olmadan;
bir askeri birliğin, bir ordunun güvenilir ve destek verebilir bir güç olarak
tanınması gaflettir, felakettir”.11 Görüldüğü gibi yaratıcılığa inisiyatif eşlik
etmektedir. Biri olmadan öteki zaten mümkün değildir.
İş esnekliğe geldiğinde ise, Meşrutiyet döneminin Edirne manevralarına ilişkin şu bölümü hatırlamakta fayda var:
“Kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok!
Sebep?!..”
O tutkulu üslubuyla devam ediyor:
10
Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s. 7.
11
Age., s. 18.
17
“Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden
ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu.
Sebep, edemezdi...
Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları? Evet,
bu merakı gidermek için tümen komutanın yanından ayrılarak, ‘Karıştıran’
yönünde yürüyen alaylara katıldım.
Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica
ettim. “Şimdi” dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk
kâğıt çıkardı. “İşte, iki yazılı emir,” dedi, “birini gece aldım; birini sabahleyin.
Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin
hükümlerini uygulamaya başlamadık...”
Bu
emirleri
gözden
geçirdim.
İkincisi,
birincinin
hükmünü
geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, “Önce birinciyi ve sonra
ikinciyi” diyordu.
Niçin?
Çünkü alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü
emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini anlamıştı.”12
Burada anlatılan nedir?
Stratejik deha Mustafa Kemal, birikimdeki yetersizlikten kaynaklanan
bir yaratıcılık ve inisiyatif yetersizliği tespit etmektedir. Bunların disiplinli
esnekliğin yokluğuna yol açtığını görmekte ve nihayet bu faktörlerin
bütününün karakter unsurunun yoksunluğuna yol açtığını da görmektedir.
Belirtmek gerekir ki, söz konusu subaylarda karakter yoksunluğu yapısal
olmak durumunda da değildir. Yetiştirilme biçimindeki eksikler birikimde
12
Age., s. 6.
18
eksikliğe yol açmakta, bu karakterin önemli bileşeni olan cesareti yok
etmektedir. Burada cesaretten kasıt, ölümü göze alarak taarruz cesareti de
değildir. İnisiyatif alarak karar alma, bunu da kararlılık ve tutarlılıkla
uygulamaya taşıma cesaretinden bahsetmekteyiz. Öte yandan dönemin tüm
siyasi ve kurumsal koşullarıyla üzerlerinde ağırlığını hissettiren sistem
nüvelerinde taşıdıkları karakteri örseleyerek aşındırmış da olabilir.
Unutmamak
gereken,
tüm
unsurların
ve
bunların
bileşenlerinin
bütününün bir arada var olduğu (yani stratejide bütünsellik faktörü) ve
birbirleriyle ve çevreyle daimi olarak etkileştiği (yani stratejide etkileşim/etki-tepki
faktörü) gerçeğidir. Dolayısıyla geleceğin subay-stratejisti yetiştirilirken, tüm
bunların dikkate alındığı bütünleşik bir yaklaşım elzemdir. Ne kadar derinlikli ve
odaklı olursa olsun, tekil veya ayrışık/kopuk yaklaşımlar sonuç vermeyecektir.
Bilgi/ birikim, tarihsel süreklilik, yaratıcılık/inisiyatif, esneklik, karakter
ve uygulama unsurlarının karşılıklı etkileşimine ilişkin bir başka örnek ise,
yine O’nun kaleminden Trablusgarp Savaşı’na dair:
“Eldeki araç Ortaçağ’dan kalma olsa da; bunu oluşturan bireyler,
görülecek iş için adım başında bir emre, bir uyarıya ihtiyaç göstermeden
kendiliğinden hareket etme olgunluğuna ulaşmış bulunursa, karşısındaki bu
özellikten yoksun kaldıkça-ilerlemeler dünyasının en büyük kazanımlarına
sahip olsa bile- zafere ulaşamaz!...
Tarih bile diyor ki, ordular, hemen hepsi gönüllü olan sağlam yapılı ve
yetenekli askerlerden oluştuğu zamanlarda, yani eski askerlik yönteminin
geçerli olduğu dönemlerde, ordularda inisiyatif o derece belirgindi ki; üstler
bu özelliğin yokluğundan değil, tersine aşırılığından kaygılanırlardı.”13
Görüleceği
ve
metnin
bütününün
okunması
halinde
açıkça
anlaşılacağı gibi, bilgi bu analizlerin temelini oluşturur. Trablusgarp
Harbi’nde bahsi geçen askerler “Bedevi”dir. Onlar ve Mustafa Kemal ve
diğer komutanlar harekâtın gerekleri ve coğrafya üzerine tam olarak bilgi
13
Age., s. 19.
19
sahibidirler. Diğer taraftan stratejik düşüncenin metot ve çerçevesine dair iki
başlık, bir yanda soyutlama ve kavramsallaştırma yeteneği; ve öte
yanda koşullara, imkan ve kabiliyetlere ve hareket tarzına ilişkin
gerçekçilik, her iki alıntıda da gözden kaçmayacak biçimde ortadadır.
Mustafa Kemal tüm bunları 1914 yılında tespit etmiş ve yazmıştır.
Görüldüğü üzere
1914 yılında
geleceğin ulu önderi bu özellikleri
içselleştirmiş bir subay-stratejistti. Bu göreceli olarak düşük bir rütbe, erken
bir
zamandır.
Dolayısıyla
zaman
hiçbir
subay-stratejistin/komutanın
yetişmesinde erken bir an değildir. Birinci sınıf erken bir an değildir! Nasıl
dördüncü sınıf erken bir an değilse.
Şunu unutmamak gerekir Atatürk’ün liyakatte zirvesini oluşturduğu bu
dönemin genç subayları, ateş altında üzerlerine gerçekten mermiler
yağarken sadece okumuyorlardı. Bunu döneme ait hatırattan ve diğer
eserlerden biliyoruz. Bilmeyenler için zaten Anıtkabir Müzesi’ni ziyaret
etmeleri yeterli olacaktır.
Evet, onlar sadece okumuyorlardı. Aynı zamanda yazıyorlardı. Yani
bildiklerini
uygulamaya
taşıyorlar
kavramlarla
yaratıcı
düşünmeyi,
kavramsallaştırmayı beceriyorlardı. Bu konuya dikkat çekmek isterim. Zira,
entelektüel faaliyetin bu derece önemsiz muamelesi gördüğü, bilginin
çoğalarak ve ulaşılması kolaylaşarak ucuzladığı, aynı ölçüde de
münhasır (exclusive) bir karakter kazanarak ona sahip olmayanlar
üzerinde yıkıcılaştığı bir çağda onların bu tavır ve yaklaşımlarından
edinilecek çok ders var!
Bu günün koşulları, günümüz komutanının sadece askerlik bilim ve
sanatını iyi bilen bir kişi olmasının yeterli olmadığı koşullardır. Günümüz
komutanını
sadece
profesyonel
asker
olarak
görmek
ve
bu
alanda
derinleşmesinin yeterli olduğunu söylemek büyük hata olacaktır. Atatürk’ün önce
düşmanı sonra hayranı olan İngiliz başbakanı Churchill’in; “Ne kadar geriye
bakarsanız o kadar ilerisini görebilirsiniz” ifadesi burada geçerlidir. Sadece
dikeyde, yani uzmanlaşma olarak değil, yatayda da bilgilenen yani adaptasyon
20
yeteneğini, yaratıcılık ve birden fazla disiplinin entelektüel aletleriyle, disiplinler
arası, düşünme yeteneğiyle formasyonunu pekiştiren günümüz komutanı, geriye
baktığımızda nitelik çerçevesi bakımından karşılaşacağımız en yakın örnek
olarak, Roma İmparatorluğunun en yüksek askeri nitelikli makamı olan
prokonsül makamını taşıyan en iyi misallere benzemek mecburiyetindedir.
Güncel olaylara baktığımız zaman bunun örneklerini yakalamamız
mümkün. Günümüzün komutanı aynı anda subay, centilmen, diplomat,
iletişimci ve kamu idaresini bilen bir kimliği üzerinde taşımalıdır. Günümüz
savaşlarının koşulları bundan daha azını talep ve kabul etmemektedir.
Askeri eğitimde güncel meydan okuma budur. Bölgemizde gerçekleşen
Irak ve Afganistan müdahalelerine ve bu savaşlarda Amerika Birleşik
Devletleri
(ABD)
ordusunun
organizasyon
biçimine,
sorumlu
komutanlarının yetiştiriliş biçimine bakarsak, bu yönde sağlam bir
eğilimin varlığını görürüz. Bu harekâtların stratejik yönetiminde neyin
doğru neyin yanlış yapıldığını, bu harekâtlarda ABD’nin ordusunun
organizasyon
biçimini,
komutanlarını
yetiştirme
biçimini,
bunların
yetiştirilmesinde kullanılan alt yapıyı incelediğimizde manzara büyük ölçüde
açıktır. Buralarda mevcut harekat koşullarının dayattığı gereksinimleri ve
yıllara sâri çalışmalarla bunların öngörülmesi sonucu yapılan hazırlıklarla
benimsenen yetiştirme biçimini, kazandırılması elzem görülen hasletleri
dikkate aldığımızda çok yönlülük bakımından, elbette değişen koşulların
dayattığı farklılıklar (örneğin profesyonellik gibi) sabit olmak üzere,
bahsettiğimiz Roma örneğine yakınlık ilgi çekicidir.14 Deniz Kuvvetlerimiz bu
14
Burada kast edilen manasıyla “Prokonsül” benzetmesi yetişmişlik ve yetkinlik bakımından
çok yönlü ve disiplinler arası düşünme yeteneğini edinmiş, bunun etkin biçimde ve sonuç alıcı
şekilde kullanabilen, görevin gereği olan koşullara en geniş anlamında adaptasyon
yeteneğine sahip, kısaca bu çalışmada tanımlanan haliyle stratejik düşünceyi içselleştirmiş,
haslet haline getirmiş subay-stratejisti tanımlar. Bu niteleme, yaklaşık aynı anlama gelmekle
beraber daha ziyade işlev, konum ve etki yönüyle tanımlanarak, ilk defa ABD Silahlı
Kuvvetlerinin, 1986 tarihli Goldwater-Nichols Savunma Reorganizasyon Kanunu çerçevesinde
kurulan Birleştirilmiş Muharebe Komutanlıklarının (UCC – Unified Combatant Command)
Bölgesel Başkomutan (CINC – Commander in Chief) statüsü taşıyan orgeneral veya oramiral
21
rütbesindeki komutanları için The Washington Post gazetesi için kaleme alınan bir seri
makalede gazeteci Dana Priest tarafından 2000 yılında kullanılmıştır. Bu komutanlar görev
sorumlulukları itibariyle doğrudan ABD Başkanına ve Savunma Bakanına bağlıdır. Priest’e
göre söz konusu komutanlar: ellerinin altındaki ekipman; insan ve mali kaynaklar; yarı-otonom
statüleri; görev gereksinimlerinin sivil, askeri bir çok disiplini buluşturan çok yönlü yapısı; yine
görev gereksinimlerinin gerektirdiği biçimde uzun vadeli strateji üretmeye yönelik yaklaşımları;
buna uygun alt-yapıya sahip olmaları ile “Amerikan dış politikasının geleneksel olmayan
merkezleri” haline dönüşmüş bulunmaktadırlar. CINC’lara ilişkin öne çıkan ve konumuz
bakımından önemli unsur, bunların kariyerlerinin düz bir çizgi izlemekten ziyade, çok yönlü
deneyimle
bezenmiş,
disiplinler
arası
düşünebilme
yeteneğini
besler
faaliyetlerle
zenginleşmiş, entelektüel derinlikle karakterize olmasıdır. Priest’e göre, Soğuk Savaş sonrası
dönemin güvenlik tehditlerinin yarattığı çatışmaların karakteri, barış operasyonlarının
özellikleri, ulus-inşası ve barışı koruma harekâtlarının çok yönlü gereksinimleri CINC’lere
“genişlemiş diplomatik ve siyasi roller” yüklemiş ve “artan biçimde dış politika stratejisini”
belirlemekte rol oynamalarına neden olmuştur. Bkz. Dana Priest, “A Four-Star Foreign
Policy”, The Washington Post, September 28, 2000; Dana Priest, “An Engagement in 10 Time
Zones“, The Washington Post, September 29, 2000; Standing Up to State and Congress, The
Washington Post, September 30, 2000. Dikkat çekici bir unsur bu değerlendirmelerin, 11 Eylül
2001 olayı ve Irak ve Afganistan müdahalelerinin öncesinde yapılmasıdır. Söz konusu
müdahaleler CINC’lerin askeri ve sivil yönleriyle bir bütünlük içerisinde harekâta hâkim
olmalarının fark yaratıcı etkisini daha da açıkça ortaya koymuşlardır. Hatta konu üzerine
yapılan kimi çalışmalar, Irak ve Afganistan harekâtlarında “Prokonsül” konumundaki askeri
liderlerin çatışma sonrası hallerde ortaya çıkan potansiyel meselelerin sivil boyutuyla baş
etmekte zorlanmalarından ziyade, benzer konumdaki sivil idareci ve diplomatların, askeri
meseleleri kavrayışlarında sorun ortaya çıktığı tespitini yapmaktadır. Bkz. Carnes Lord,
Proconsuls: Delegated Political-Military Leadership from Rome to America Today,
Cambridge, Cambridge University Press, 2012, s. 21. Bu bir noktaya kadar bir bilim ve sanat
olarak askerlik mesleğinin hususiyetinden kaynaklanan bir durum olarak değerlendirilebilir.
Neticede konuya yabancı biri için askerliğin temel konularıyla iştigal anlaşılır bir zorluk içerir.
Öte taraftan ortamı bütüncül (holistic) ve birleşik (integrated) değerlendirmekte ve buna bağlı
disiplinli esnekliği sağlamada; eğitim, brikim, deneyim, yetişmişlik ve düşünce eksikliğine de
işaret eder. İşte subay-stratejistin yetişmesi onu tüm bu bakımlardan yetkin kılmayı, onu
gerektiğinde “Prokonsül” rolünü hakkıyla yerine getirebilecek bilgiyle mücehhez kılmayı
hedeflemelidir. Bir başka dikkat çekici unsur, “Prokonsül” benzetmesinin yapıldığı ilk günden
beri ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlıkları ve ordusu içerisinde, “Prokonsül” benzetmesinin
mantığının veya karşılık geldiği konum ve etkinin, çok tartışma konusu olmamış olmasıdır.
Aksine tartışma söz konusu benzetmeye neden olan işlevlerin nasıl daha etkin ve verimli
22
noktada zannediyorum, TSK'nın içerisinde bu imkâna sahip önde gelen bir
kuvvettir. Zira, NATO görevlerinin de içinde bulunduğu görevlerle Virginia’da
bu eğitimlerin verildiği merkezlerden biri olan Norfolk’u ziyaret etmek, söz
konusu personelin yetiştirilmesine sahne olan tesisleri görme fırsatları
olmaktadır. Elbette başka yerlerde de bu amaçla çalışan başka tesisler de
mevcut.
Uluslararası rekabetin karakteri 20. yüzyılda devrimsel olarak
nitelenebilecek bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşümün sebebi olan nükleer
biçimde yerine getirilebileceğine odaklanmıştır. Bu konudaki tartışmalar için Bkz. Howard D.
Belote, Proconsuls, Pretenders, or Professionals? The Political Role of Regional Combatant
Commanders, Chairman of the Joint Chiefs of Staff Strategy Essay Competition, Washington
DC., Fort Lesley, J. McNair, National Defense University Press, 2004, ss. 1 – 19; Jeffrey A.
Bradford, Proconsuls and CINCs from the Roman Republic to the Republic of the United
States of America: Lessons for the Pax Americana, Fort Leavenworth, School of Advanced
Military Studies United States Army Command and General Staff College, 2001; Howard J. T.
Steers, Bridging the Gaps: Political-Military Coordination at the Operational Level, Newport,
Joint Military Operations Department, Naval War College, 2001; Wesley K. Clark, Dana
Priest, Alan Lang, Civil Military Affairs and U.S. Diplomacy: The Changing Roles of the
Regional Commanders-In-Chief (CINCs); Includes Question and Answer Session, State
Department,
Washington
DC.,
May
30,
2001
(çevrimiçi)
http://2001-
2009.state.gov/s/p/of/proc/tr/ 10916.htm, 30 Eylül 2015. Tüm bunlar, bu çalışmada Atatürk’ün
görüşleri üzerinden gerekçelendirilerek anlatılan geleceğin subay-stratejistinin nasıl bir lider
ve komutan olarak yetişmesi gerektiği yönündeki tezleri, subay-stratejistin gelecekte
karşılaşacağı harekât ortamı üzerinden tanımlanan muhtemel görev sorumlulukları üzerinden
de, teyit edici nitelikte değerlendirilmektedir. Son olarak bu tartışmaların asker-sivil ilişkileri ve
askeri kurumların sivil otoritenin kontrol ve denetimine tabiyeti konusunda oturmuş kurumsal,
kanuni çerçeveye sahip ve bu konularda son derece hassas bir siyasal kültürün hâkim olduğu
ABD’de yapıldığının hatırda tutulmasında fayda vardır. Bu noktada ülkelerin güvenlik tanım ve
gereksinimleri aynı olmadığı kabul edilse bile, ki bu tabii olarak ve her şeyden önce bir iddia
meselesidir, geleceğin stratejik ortamının ülkelere benzer meydan okumalar dayatacağı
varsayılabilir. Sadece bu bile geleceğin subay-stratejistinin yetişmesinde mümkün olan en
kapsamlı ve zengin yöntem ve prensiplerin benimsenmesini, küresel örneklerin ortaya
konularak karşılaştırmalı tartışılmasını zaruri kılar.
23
silahlar, savaşın Clausewitzgil anlamda “siyasetin başka araçlarla devamı” 15
olmaktan çıkmasına neden olarak askeri-stratejik ortamı da dönüştürmüştür.
Söz konusu dönüşümü anlamak için öncelikle, “savaşın siyasetin başka
araçlarla devamı” olması ne demektir, buna değinelim. Bundan kasıt her
savaşın devlet adına net olarak tanımlanmış bir arzu edilir nihai sonuca
doğru yürütülen bir eylem olmasıdır. Bu arzu edilen nihai sonuç
nihayetinde siyasal niteliktedir. Burada istenen durumun kavrayışında,
düşüncede ve eylemde, hedeften, amaca ve buradan da arzu edilen nihai
sonuca doğru akan bir bütünlük sağlamaktır. Güvenlik ve dış politika
bakımından strateji konuşurken bu arzu edilen nihai sonucu siyasal-askeri
(politico-military) tabiriyle karakterize diyoruz.
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı arzu edilir son hale doğru akan bir
hamleler zinciri olarak, dış politikası da dâhil tüm yönleriyle, bütüncül bir
bakışla yönetmesi bunun örneğidir. Şu sözleri, bu konudaki farkındalık
düzeyinin yüksekliğini ve teorik kavrayışının derinliğini sergilemektedir:
“Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan
bir gaye elde etmek için belli başlı bir vasıtadır. Gaye fikirdir. Zafer bir fikrin
istihsaline hizmet nispetinde değer taşır. Bir fikrin istihsaline dayanmayan
zafer
payidar
olmaz.
O,
boş
bir
gayrettir.
Her
büyük
meydan
muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem
doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayrettir.”16
Süreç
içerisinde
öncelikli
olarak
Anadolu’nun
düşmandan
temizlenmesini amaçlayan bu büyük strateji nihai olarak arzu edilir son hali
Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kurmak olarak tarif etmiştir. İşte “arzu
edilen son duruma” karşılık gelen siyasal-askeri hedef buydu.
15
Clausewitz, On War, Book I, Chpt. I, p. 87.
16
Karal, Age., s. 139. Vurgular bana ait. (AKH)
24
Hedefin bu olduğunu henüz Balkan Savaşı felaketi Osmanlı
İmparatorluğu’nun üzerine çökmeden dile getirmiştir: “Asıl mesele yıkılmak
üzere bulunan imparatorluktan bir Türk devleti çıkarmaktır”.17
Atatürk, bununla da kalmamış, askeri stratejinin savaşta zirvesini
bulan siyasal-askeri soğuk yüzünü; “Ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe harb
bir cinayettir”18 sözüyle değerler ve ahlak üzerinde temellendirdiği gerçekçi
bir meşruiyet çerçevesine oturtmuştur. Burada gerçekçilikten kasıt;
korunabilir,
sürdürülebilir
ama
daha
önemlisi
mevcut
imkân
ve
kabiliyetlerimizle elde edilebilir olmaktır.
Ancak, nükleer silahlar siyasal-askeri ile askeri stratejik alanlar
arasındaki devamlılığı biraz evvel belirttiğim biçimde kopararak savaş ve
siyaset arasındaki bağlantıyı sakatlamışlardır. Zira insanlığın yok olma riski
altında olduğu bir savaştan sonra siyasetin devamından söz etmek anlam
taşımamaktadır. Bu durum Clausewitzgil “mutlak savaş” olgusunu Soğuk
Savaş döneminde uluslararası sistem ve bloklar arası rekabet düzeyinde
tekrar tartışmaya açmıştır.19 Bu noktada en baştaki hususa yani
uluslararası sistemin dönüşümü konusuna geri dönüyoruz.
17
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, Pozitif Yay., 2004, s. 49.
18
Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, Atatürk Araştıma Merkezi,
1997, Cilt II, s. 128.
19 “Mutlak Savaş” (Absoluter Krieg), değişik dillere çevirilerde, çoğunlukla Erich
Ludendorff’un aynı adlı kitabında (1935) kullandığı “topyekûn savaş” (Der Totale Krieg)
kavramı ile karıştırılmaktadır. “Topyekûn savaş”, toplumların bütün imkân ve unsurlarıyla
olanca şiddetiyle birbirleriyle silahlı mücadele etmesidir. Jan Honig, The Idea of Total War
From Clausewitz to Ludendorff, The Pacific War as Total War: Proceedings of the 2011
International Forum on War History, Tokyo, National Institute for Defence Studies, 2012. ss.
29-41. Clausewitz’in “Mutlak Savaş” kavramı, kitabının değişik bölümlerinde kendiside kimi
zaman çelişkiye düşse de, esasen gerçekte rastlanmayan sınırsız amaç ve en üst düzeyde
şiddet içeren “gerçek” savaşların anlaşılmasını sağlayacak bir nirengi model olarak ortaya
konmuş söylemsel, felsefi bir araç olarak kurgulanmıştır. Bkz. Clausewitz, On War içerisinde
Peter Paret, “The Genesis of On War”, s. 21; Janeen Klinger, “The Social Science of Carl von
25
Soğuk Savaşın ağırlığı ortadan kalktığında, içerisine girdiğimiz
askeri-stratejik ortam, yaygınlaşan nükleer silahların gölgesinde, ilginç
biçimde çatışma/ savaş olgusunu, bir anlamda, sivilleştirerek20 tekrar
siyasallaştırdı.
Aktörlerin en az bir tanesinin düzenli ordu olmadığı,
Clausewitz,” Parameters, Vol.: 36, No: 1, Spring 2006, s. 81. Yukarıdaki kullanımda kasıt
nükleer silahların savaşı, Clausewitz’in “siyasetin başka araçlarla devamı” olarak ifade ettiği,
o’nun kavramsallaştırmasıyla “gerçek savaş”ı tanımlayan, halden çıkararak kuramsal bir
soyutlama olan “Mutlak Savaş”ın sınırsız şiddet içeren ideal formuna dönüştürme
potansiyelidir. Arzu edilen son durum olarak tariflenecek siyasi hedefin ve bunun şiddete dair
bastırdığı sınırlılıkların, ortadan kalktığı, dünya üzerinde hayatı bitirebilecek bir savaş olarak
nükleer değişim, bu manada Clausewitz’in tanımıyla en uç halinde, “ideal tip” olarak, “Mutlak
Savaş” olarak değerlendirilmelidir. Bu halde insan, toplum ve haliyle siyaset yok olacağından,
savaşın siyasetin başka araçlarla devamı olduğu savı da anlamsızlaşır. Belirtmek gerekir ki
şiddetin sınırsız tırmanması bir felsefi inşa olsa da “tırmanma” olgusunu kullanım biçimi ve
diğer açık ifadelerinden yola çıkarak değerlendirildiğinde, bu durum Clausewitz için çıkarsama
planında beklenmedik bir durum da değildir. Clausewitz, On War, Book I, Chpt I, s. 77.
20
Burada sivilleşmekten kasıt yurttaşın çatışma alanına kurban ve fail olarak dönmesi, askeri
olmayan veya yarı-askeri, güçlerin çatışmaya fiilen savaşan statüsüyle dâhil olabilmesi ve bu
türden çatışmaların giderek sıklaşarak yaygınlaşmasıdır. Bunlar kullanılan araçlar bakımından
“konvansiyonel” çatışmalar şeklinde biçimlenme eğilimindedirler. Bu bakımdan aktörler için,
bir manada, altından kalkılabilir (affordable) olmaktadırlar. Öte yandan, çatışan tarafların
kimlikleri
ve
kullandıkları
ekipman
itibariyle
günümüzün
‘yeni’
çatışmaları
klasik/
konvansiyonel anlamda profesyonel orduların ve askeri teşkilatların ortaya çıkmasının erken
dönemlerinde, ve hatta öncesinde, görülen türden yapılar sergileyebilmektedirler. Bu çerçeve
kimi zaman bu çalışmada pre-modern tabir edilen zemine ait bir karakter sahibi
olabilmektedirler. Bu tür çatışmalarda toplumsal hayat tüm unsurlarıyla birlikte çatışmanın
etkisi altına girmekte, ancak öte yandan çatışmayla birlikte harmanlanarak, onunla iç içe
varlığını sürdürmektedir. Diğer yandan yukarıda tariflenen türde “topyekûn savaş”ın
gerektirdiği türden bir toplumsal mobilizasyon içermeyebilmekte, yöntem, tarafların toplumsal
mobilizasyon seviyeleri ve kullanılan silahlar bakımından asimetrik olabilmektedirler. Şiddet
kullanılan silahlar bakımından yapısal sınırlılığı tabi olmaktadır. Siyasal amacın belirleyiciliği
genellikle en üst düzeydedir ve iletişim teknolojisinin etkisiyle çatışma üzerinde stratejik olanın
ötesinde, taktik ve operasyonel düzeylerde, anlık, etki sahibidir. Bu şekilleriyle ‘yeni’ savaşlar
tam olarak savaşın Clausewitzyen tanımı içerisine düşmektedirler. Bu durum konumuzu teşkil
eden subay-stratejistin yetişmesi bakımından önem arz etmektedir.
26
savaşçıların ağırlığının profesyonel askerlerden oluşmadığı, muharebe
ortamının ise artan biçimde meskun mahallerden oluştuğu sanal, kriminal,
gayri-nizami ve nizami harekat ortamlarının aynı anda deneyimlendiği çok
boyutlu hibrid savaşlara (hybrid warfare) döndük! Başa dönersek, işte bu
pre-modern, modern ve post-modern zeminin üzerinde şekillenen askeri
stratejik, ve dolayısıyla da siyasal-askeri gerçeklik budur. Bu yeni ortam
denizlerde korsanlık, karada ise gerilla karşıtı mücadele, meskûn mahal
savaşı (urban warfare) veya terörle savaş gibi birçok isim taşıyor. Sosyopolitik boyutu öne çıkan ve nükleer silahların kullanılmadığı/kullanılamadığı
(redundant/irrelevant) ve böylelikle yeniden siyasallaşan bu savaş biçimi
askeri meseleleri sadece klasik manada askerlik bilim ve sanatının
ötesine geçen bir karaktere büründürüyor. İşte bu nedenle disiplinler
arası düşünen, böyle yetişmiş stratejik düşünceyi içselleştirmiş subaystratejistlere, komutan ve lider kimlikleriyle, ihtiyacımız var.
Bu yeni siyasallık askerin, mükemmel bir askeri eğitimin yanı
sıra, siyaseti ve toplumu çok yönlü anlayan ve çözümleyen, kültürler
arası çalışmalara aşina, diplomasi ve dış politikayı bilen, iletişim
yetenekleri gelişmiş bir yetişmişlik kazanmasını zaruri ve kaçınılmaz
kılıyor. Zaten, eğer tanımlamalarımızı hatırlarsak bileceğimiz üzere,
stratejinin ve tanım gereği onu ortaya çıkaran stratejik düşüncenin yapısı da
bu yöndedir.
Öte yandan stratejik düşünce izole ve tek yönlü olmadığı gibi, bir
disiplin ve yöntem olarak tekrar etmeyen, münferit, bir karakter sahibi de
değildir. Gerçekten, stratejik sorun ve olanaklar nevi şahsına münhasırdır.
Bununla birlikte “strateji düşüncesi” süreklilik arz eder. Rekabetin ortaya
çıktığı her sosyal ilişkinin çatışma karakteri kazanmasına bile ihtiyaç
duymadan tarafların/aktörlerin stratejik düşünce ile hareket ettiğini görürüz.21
21
Stratejnin tanımlayıcı çerçevesi olarak rekabet unsuru konusunda bkz. Ahmet K. Han,
Kavram ve Kuram Olarak Strateji, Küreselleşen Dünyada Ulusal Strateji, İstanbul, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, ss. 96 – 109. (Yayınlanmamış doktora tezi.)
27
Bu olgu, stratejik düşüncenin bir disiplin ve metot olarak kullanımının
askerlikle sınırlı olmaması, örneğin işletme ve ticarette sürekli kullanılması,
hatta bu alanlarda çalışanların zaman zaman ve hatalı olarak, stratejik
düşüncenin “evinin” kendi disiplinleri olduğunu iddia etmeleri şeklinde
gözlemlenebilir. Bu nedenledir ki bir düşünce disiplini/metodu olarak stratejik
düşüncenin sürekliliğinden bahsedilmelidir. Bu özelliği onu sanat olmanın
ötesine geçirerek bilimsel boyutunu katar. Birikimi mümkün hale getirir ve
böylelikle, öğretilebilir yapar.
Burada bulunmanızın anlamı işte bu öğrenimi almak ve gerektiğinde
onu uygulama alanında sonuca taşımaktır. Zira iş stratejik düşünce
ihtiyacına geldiğinde, bu ihtiyaç uygulama baskısı oluşturduğunda, silahlı
kuvvetler, işlevinin hususiyeti ve dikeyde sahip olunmasını gerektirdiği
birikimin özgül karakteri nedeniyle, özel sektörün aksine, bunu dışarıdan,
kurum ve hatta ülke dışından, “transfer” edemezler. Başı sıkıştığında
dışarıdan stratejik yetenekleri işe alması mümkün değildir silahlı kuvvetlerin.
Dolayısıyla,
silahlı
kuvvetler
kendi
stratejistini
yetiştirmek,
onu
yetiştirirken potansiyelini doğru tespit etmek ve buna göre yükseltmek,
komuta kademesine getirmek zorundadır. Bu nedenle bugün burada
okumak ve yetişmek görevinizdir. Ve an bu andır. Bundan sonra alacağınız
bütün görevler sizi işte bu meydan okumanın içerisine atacak, onun ateşinde
sınayacaktır.
Bu
ateşi
bizzat
yaşamın
hayat
veren
sıcaklığına
dönüştürmenin, kariyerinizi ise her birinizin hak ettiğinizden hiç kuşku
etmediğim
zirve
noktaya
taşımanın
yolu
budur.
Sizden
önceki
komutanlarımız işte bu yoldan geçmişlerdir.
Peki, bu yol nasıl bir yoldur? Sizlere nasıl hak ve ödevler yüklemekte,
sizi vatan ve millet karşısında nasıl konumlamaktadır?
Bu sorunun cevabı için sözlerime uzun bir alıntı yaparak devam etmeme
ve ardından sözü sahibine terk ederek, bitirmeme müsaade ediniz.
Alıntımızdaki sözler, silah arkadaşı Atatürk'e ilham verdiklerine ve
onu önemli bir eseri kaleme aldıracak denli heyecanlandıracak kıymette
28
kabul edildiklerine göre bugünkü vesileyle tekrar edilmeyi de hak ediyor
olsalar gerektir. Dahası bu iki paragraf, kanaatimce, burada anlatmaya
çalıştıklarımın ruhuna dair güzel bir özet teşkil etmektedir.
Silah arkadaşı Nuri Conker’e kulak verelim:
“Subaylık demek kendini ve canını feda etmeyi kesinlikle göze almış
olmak demektir. Askerlik bizim geçimimizi temin eden bir sanattır. Biz bu
sanattaki görevlerimizi diğer meslek sahipleri gibi yalnız aklımızla değil,
aklımızdan başka can ve başla da yapıyoruz. Gerektiğinde kanımızı da
akıtıyoruz. Subaylık zafer kazanmışçasına ve fedakârca savaşabilmektir.
Bizim görevimizde ölüm vardır.
Fakat
uygulama
biçiminde
ve
anında,
ölüm
asla
ve
hiç
düşünülmeyecektir. Hiçbir sanat ve görev sahibi bizim kadar tehlike ve
sıkıntıyla karşı karşıya kalmaz. Barıştaki çalışma ve hazırlıklarımız kapalı ve
sıcak yerlerden çok, dışarıda hava ve arazi koşulları altında ilerlediği gibi,
bunların fiili uygulaması olan savaş, aynı koşulların katlanmasıyla düşman
ateşi karşısında geçecektir. Yirmi iki yaşındaki genç bir teğmenin görevi
uğrunda akıtacağı taze ve sıcak kanın, askeriyenin geçimini sağlamak için
verdiği yedi yüz kuruşluk günlüğün karşılığı olduğunu kabul edecek hiçbir
akıl ve bilgi sahibi bulunamaz. Bu kan, maddi açıdan ölçülebilirliği kat kat
aşan bir hissin, vatan ve milleti savunmaya ve mesleğin namusunu
korumaya yönelik şerefli gayret hissinin yönlendirilmesi ve yardımıyla
akıtılabilir. İşte bu fedakârlıktır. Fedakârlıkla eş anlamlı olan askerlik
mesleği... [devletin]... koruyucusu olarak yücelik ve şeref sahibi olduğu için;
askerlik mesleğini seçen biz askerleri, milletimizin tüm bireyleri içinde özel ve
herkesçe
bilinen
bir
kıyafetle,
sırmalı
şeritlerle
farklılaştırmış
ve
donatmışlardır. Bu kıyafetin sahipleri kamu gözünde ayrıcalıklı ve seçkin bir
konuma layık bulunurlar. Bu da herkese nasip değildir. Ancak bu özelliğe
sahip olan yüksek fedakârlık duygusu ile donanmış nadir kişiler buna
ulaşmış olmakla övünebilirler.
29
Şu halde saygı duyulan subaylık unvanıyla bilinen insanların tamamı,
görevlerinin ve yükümlü tutuldukları işlerin önemine ve büyüklüğüne uygun
bir kişiliğe sahip olmalıdır.22
Dikkatinizden kaçmayacağı gibi iş, Conker’in veciz ifadeleriyle dönüp
dolaşıp yine karakter meselesine geldi. Ancak, burada kapanmadı. Hiç kuşkusuz
Conker yetenekli, kapasiteli ve büyük bir kumandandır. Ancak, dehanın
varlığında yetenekler ne yazık ki pek sönük kalır. Deha o çok yönlü aklını
kullanarak,
başkalarının
tespitlerini
yeniden
formüle
ederken,
sözleri
zenginleştirecek, sözleri sahiplerinin niyetlerinin çok ötesinde bir anlam ve işlev
sahibi kılacaktır. Bu duruma bu veciz paragrafa Atatürk’ün, asla itiraz manasına
gelmediği halde, paragrafın tümden bir yeniden okumasını gerektiren şu
müdahalesi örnektir.
Ve elbette son sözü dehaya bırakmak yerindedir:
“Asıl olan mertlik ve özveridir!
Bunlar, yani karakter, bilimsel ve teknik birikim ile desteklenmese bile
büyüklük kaynağıdır. Ancak her zaman emin, ideal sonuçlar vermez.”23
Hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlarken Deniz Harp Okulu’nun bu
yeni eğitim ve öğretim yılının da başarılarla dolu geçeceğine inancımı
belirtmek isterim.
22
Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, içerisinde Nuri Conker, Zabit ve Kumandan, s. 37.
23
Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s. 9.
30
KAYNAKÇA
Atatürk; Mustafa Kemal; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Ankara; Atatürk
Araştıma Merkezi; 1997.
---------------------------------; Zabit ve Kumandan ile Hasbihal; İstanbul; Türkiye
İş Bankası; 2006.
Atay; Falih Rıfkı; Çankaya; İstanbul; Pozitif Yay.; 2004.
Belote; Howard D.; Proconsuls; Pretenders; or Professionals? The Political
Role of Regional Combatant Commanders; Chairman of the Joint Chiefs of
Staff Strategy Essay Competition; Washington DC.; Fort Lesley J. McNair;
National Defense University Press; 2004; ss. 1 – 19.
Bradford; Jeffrey A.; Proconsuls and CINCs from the Roman Republic to the
Republic of the United States of America: Lessons for the Pax Americana;
Fort Leavenworth; School of Advanced Military Studies United States Army
Command and General Staff College; 2001.
Braudel; Fernand; The Mediterranean and the Mediterranean World in the
Age of Philip II; Volume 2; Çev.: Sian Reynolds; Berkeley and Los Angeles;
University of California Press; 1995.
-----------------------; “History and the Social Sciences: The Longue Durée”;
Çev.: Immanuel Wallerstein; Review (Fernand Braudel Center); Vol. 32; No.
2; 2009; Commemorating the Longue Durée; 2009; ss. 171 – 203.
Clausewitz; Carl Von; On War; Michael E. Howard; Peter Paret (Ed.s)
Princeton; Princeton University Press; 1989.
Conker; Nuri; Zabit ve Kumandan; Mustafa Kemal Atatürk; Zabit ve
Kumandan ile Hasbihal; ; İstanbul; Türkiye İş Bankası; 2006 içerisinde ss. 26
– 87.
Fon der Golts Paşa; Millet-i Müsellâha: Asrımızın Usul ve Ahval-i Askeriyesi;
Çev. Yüzbaşı Mehmed Tahir; Matbaa-i Ebuzziya; İstanbul; 1301/1885
(çevrimiçi)
www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNA
N%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLAR/EHT/197603110%20MILLETI%20 MUSELLAHA%20(EHT)/197603110.pdf; 30 Ağustos 2015.
Giritli; İsmet; Atatürk‟ün 100. Doğum Yıldönümünde Kemalist Devrim ve
İdeolojisi; İstanbul; Fakülteler Matbaası; 1980.
Goltz; Colmar Von Der; Das Volk in Waffen; ein Buch über Heerwesen und
Kriegführung unserer Zeit; Berlin; 1883.
-------------------------------; The Nation in Arms; Çev.:Philip A. Ashworth;
London; W.H. Allen; 1887.
-------------------------------; Millet-i Müselleha (Ordu Millet); Yay. Haz. İsmet
Sarıbal; Çankırı Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırma Merkezi; Kaynak
31
Eserler Serisi:1; Çankırı; 2013; (Millet-i Müselleha günümüz harflerine
aktarılırken metin üzerinde herhangi bir sadeleştirme yapılmamış, metnin
aslına sadık kalınmıştır. )
Han; Ahmet K.; Kavram ve Kuram Olarak Strateji: Küreselleşen Dünyada
Ulusal Strateji; İstanbul; İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü;
2001.
Honig; Jan; The Idea of Total War From Clausewitz to Ludendorff; The
Pacific War as Total War: Proceedings of the 2011 International Forum on
War History; Tokyo; National Institute for Defence Studies; 2012.
Huxley; Aldous; Brave New World; New York; Buccaneer Books; 1946.
Huysmans; J.K.; The Damned; Çev.: Terry Hale; Penguin; London; 2001.
Karal; Enver Ziya; Atatürk ve Devrim; Ankara; ODTÜ Yayıncılık; 2003.
Klinger; Janeen; “The Social Science of Carl von Clausewitz;” Parameters;
Vol.: 36; No: 1; Spring 2006, ss. 79 – 89.
Krauthammer; Charles; Foreign Affairs; Vol. 70; No. 1; (1990/91); ss. 23-33.
Lord; Carnes; Proconsuls: Delegated Political-Military Leadership from
Rome to America Today; Cambridge; Cambridge University Press; 2012.
Paret; Peter; “The Genesis of On War”; Carl Von Clausewitz; On War;
Michael E. Howard; Peter Paret (Ed.s) Princeton; Princeton University Press;
1989 içerisinde ss. 3 – 25.
Priest; Dana; “A Four-Star Foreign Policy”; The Washington Post;
September 28; 2000.
----------------; “An Engagement in 10 Time Zones“; The Washington Post;
September 29; 2000.
----------------; “Standing Up to State and Congress”; The Washington Post;
September 30; 2000.
Shakespeare; William; The Tempest; New York; Spark Publishing; 2003.
Steers; Howard J. T.; Bridging the Gaps: Political-Military Coordination at the
Operational Level; Newport; Joint Military Operations Department; Naval
War College; 2001.
Van Riper; Paul K; “The Identification and Education of U.S. Army Strategic
Thinkers”; Exploring Strategic Thinking: Insights to Assess; Develop; and
Retain Army Strategic Thinkers; Der.: Heather M.K. Wolters, Anna P.
Grome, Ryan M. Hinds; Fort Belvoir; United States Army Research Institute
for the Behavioral and Social Sciences; 2013 içerisinde ss. 10 – 31.
Wesley K. Clark; Dana Priest; Alan Lang; Civil Military Affairs and U.S.
Diplomacy: The Changing Roles of the Regional Commanders-In-Chief
(CINCs); Includes Question and Answer Session; State Department;
Washington
DC.;
May
30;
2001
(çevrimiçi)
http://20012009.state.gov/s/p/of/proc/tr/ 10916.htm; 12 Ocak 2015.
32