PDF Oku - sence dergisi

Transkript

PDF Oku - sence dergisi
TÜRK BÜRO-SEN ailesine yetki sürecinde
3.818 YENİ ÜYE katılmıştır.
C
GÜ
ÜM
Ü
Z
NI
Z
O
H
L
E
D
G
İNİ
Ş
I
T
T
A
ZE G Ü Ç K
Emeği geçen tüm teşkilatımıza
TEŞEKKÜR EDİYORUZ.
editör
Merhaba
Kıymetli dost, bir yaz başında daha Sence adına seninle selamlaşmamıza fırsat
veren Rabb’imize hamdediyorum.
Yasemin GÜNGÖR
Geçen zaman içinde gürültüsü az ama etkisi büyük bir seçim dönemi yaşadık.
Seçimler sonuçlandı, sorular hayat misali devam edecek. İçinden geçtiğimiz mübarek
üç ayların ve nihayet yaklaşan Ramazan ayının Milletimize huzur ve bereket getirmesini
temenni ediyorum. Bu vesile ile Ramazan ayınızı ve Ramazan Bayramınızı şimdiden tebrik
ediyorum.
Sence’yi yeniden sunabilmenin gururu ile sizi sayfalarımızda hızlı bir gezintiye çıkarmak
istiyorum.
Prof. Dr. Ruşen Keleş ile kent ve kentleşme üzerine yaptığımız sohbetin keyifli öğreticiliği için aziz
Hocamıza teşekkür ediyorum. Genceli bir gencimiz, Elnur Mustafa bize Gence’yi anlattı. Kübra Öpöz,
aşka dair bir mektubu ile Sence’nin sayfalarını süsledi. Mustafa Yiğit, Araf’ın kıyısında bir mezarlık
bekçisi ile röportaj yaptı. Bu sayıdaki diğer bir röportaj konuğumuz da Şehit Aileleri Federasyonu
Başkanı Hamit Köse oldu. Süleyman Güngör, İstanbul’un fethinin ruh ve şuur boyutunu kaleme aldı.
Abdurrahman Peşaveri adında gerçek bir kahramanı ve onun Türk’e olan sevdasını dikkatlerinize
getirdik. Cengiz Özel, bireysel hak arayışına rehberlik edecek şekilde bize Ombudsmanlık ve Kamu
Denetçiliği Kurumunu anlattı.
Banu Kıran’ın kaleminden tarihimizden bir kadın kahramanı, Süyün Bike’yi yad ettik. Ülkü Davutoğlu,
sosyal psikolojinin deneylerini aktarırken kendimizi sorgulamaya iten sarsıcılıkta bir yazı ile Sence’deki
yerini aldı. Yunus Şevki Kibar, 19 Nisan günü kaybettiğimiz Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun unutulmazlığını
dile getirdi. Ruhu şad olsun. Pehlivan Uzun Türkçemizin hayatımız olduğunun altını çizdi.
İçimizden biri bölümümüzde Hasan Işık ve Fehmi Tercan gülümsüyorlar. Efkan Çalış, unutulmuş bir
silah talimi olan Matrak sporunu tanıttı. İlhan Dülger, kalkınma yönetiminde planı ve ülkemizdeki
planlamanın seyrini özetledi. Mustafa Atalık’a “Neden geleneksel çocuk oyunları” diye sorduk ve
cevaplarını sizinle paylaştık.
Ercan Han memurun iş güvencesi sorununu ele aldı. Partilerin seçim beyannamelerinde memur için
hangi önerilere yer verdiğinin Bunun karşılaştırmasını yaptık.
Dilek Kapdağ da sıcak yaz günleri için buz gibi limonata hazırladı.
Mutlu bir yaz dönemi dileklerimizle…
İÇİNDEKİLER
Türk Büro-Sen Adına Sahibi
Fahrettin YOKUŞ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Nejla ÖKSÜZ
4
Editör
Yasemin GÜNGÖR
Yayın Kurulu
Dr. Süleyman GÜNGÖR
Yunus Şevki KİBAR
Mustafa YİĞİT
Ahmet AZİZOĞLU
Ülkü DAVUTOĞLU
Ali KARADENİZ
Banu KIRAN
Ramazan DURMUŞ
Kapak Fotoğraf
Ali Rıza ÖZER
Yönetim Yeri
Talatpaşa Bulvarı No:160
06590 Cebeci / ANKARA
Tel: 0.312 424 22 11
Yapım
Alban Tanıtım Ltd. Şti
Tunalı Hilmi Cad. Büklüm Sk. No 45/3
Kavaklıdere/ANKARA
Tel: 0.312 430 13 15
www.albantanitim.com.tr
Baskı
Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti.
Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA
Basım Tarihi
Haziran 2015
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
(Üç ayda bir yayımlanır.)
Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir.
ISSN: 2147-7329
Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından
ücretsiz dağıtılmaktadır.
4
“Bir yer büyükşehir belediyesi olacaksa orası
gerçekten büyükşehir olmalıdır”
10
“GENCE”
14
Aşka Dair...
16
Bizimkisi Araf’a Yakın Bir Meslek
“Mezarlık”
Fotoğraf Editörü
S. Bahar ALBAN
Kapak Alıntı
Kübra ÖPÖZ
Hocaların Hocası Prof. Dr. Ruşen
Keleş ile Kent ve Kentleşme
“Gence” adının kökeni ve anlamı hakkında
literatürde farklı görüşler mevcuttur.
Aşk yolunda bedenle yürünmez. Bu yol öyle bir
yoldur ki, bu kapı, öylesine dar bir kapıdır ki
geçmek için küllerinden kurtulmayan, lezzetine
erişemez...
“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; Servi,
endamlı servi, ahirete perdelik...”
18
10
14
Memurun İş Güvencesi,
Devletin Teminatıdır
Memurların iş güvencelerinin ellerinden alınması
demek, o devletin hâkim olduğu topraklardaki
temsil kabiliyetini kaybetmesi ve kamu hizmetlerini
özel sektöre, dolayısıyla küresel sermayeye
devretmesi anlamına gelmektedir.
16
20
Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı
Hamit KÖSE ile...
20
24
Şehit ailelerinin kanayan yaralarına tuz basıldı...
24
İstanbul’un Fethİ
28
OMBUDSMANLIK
34
Sarsıcı Sosyal Psikoloji Deneyleri
38
Oktay Sinanoğlu
50
“MATRAK” Dünya Matrak Derneği
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan! Sana
selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan....
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın; Fatih’in
İstanbul’u fethettiği yaştasın!..
28
Bireylerin doğrudan yönetime iştirak etmesi,
bireyler ve kamu idareleri arasındaki sorunların
kısa sürede çözümlenmesi veya çözümlenmesine
katkı sağlanması amacıyla...
34
Son yazımı “Gelecek yazılarda, bu yazıda çok az
da olsa değindiğim sosyal psikoloji konuları ile
görüşmek üzere...” diyerek tamamlamıştım. Ve
işte geldi görüşme zamanı...
Her düzeydeki eğitimi düzenleyen devlet
kuruluşları artık kesinkes yabancı “danışman”lar
hakimiyet ve güdümünden kurtarılmalı.
Matrak oyunu Türk kılıcı, Yatağan kılıcı ve Osmanlı
kılıçlarının eğitim ve teknik yapılarını içeren
Eskrim ve diğer kılıç sporlarında yüzyıllar önce
gelişimin tamamlayarak Osmanlı’da yapılmış bir
askeri spor talimdir.
56
Kalkınmanın Yönetiminde Plan
62
Siyasi Partiler 2015 Seçim
Beyannamelerinde “MEMURA”
Neler Vaat Ettiler?
Her ülkenin kalkınmasını dayandıracağı güçlü bir
veya birkaç kaynağı olmalıdır. Türkiye’nin stratejik
kaynağı ise insangücü!
Üç büyük partinin seçim beyannamelerinde çalışma
hayatı ile ilgili sundukları vaatlerin bir kıyaslamasını
ortaya koymaya çalıştık ki sonrasında takipçisi olalım.
50
38
M ATRA K
DÜNYA MATRAK DERNEĞİ
56
SENCE
Hocaların Hocası
Prof. Dr. Ruşen Keleş ile
Kent ve Kentleşme
Büyükşehir belediye kanunu hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
Şimdi bu büyükşehir konusu ilk defa gündeme 1980’den 12 Eylül müdahalesinden sonra geldi biliyorsunuz. Ama ihtiyaç daha önceden
de hissediliyordu. 1970’lerden beri özellikle İstanbul ve İstanbul’un çevresindeki belediyelerin imar ve planlama bakımından problem yarattıkları açıkça görülüyordu. Çok başlılık
imar hizmetlerini geniş ölçüde aksatıyordu. Bir çözüm
aramaya çalıştılar. Büyükşehir modeli daha gündemde
olmadığı zamanda; “mademki mahalli idareler kendilerine kanunun vermiş olduğu görevleri daha iyi
yerine getirebilmek için hizmet birliği kurabiliyorlar, birlik kurarak bu işi yürütsünler” dendi.
Fakat tabi birlik kurmak, ilgili mahalli idare meclisinin belediye meclisinin kararına bağlı, onun inisiyatifinde olduğu için, bir mecburiyet söz konusu
olmadığından, birliğe bazı belediyeler girmekten
çekindikleri takdirde imar ve planlama hizmeti açısından bütünlük gene sağlanamaz.
Dolayısıyla onları mecbur edecek bir sisteme ihtiyaç
vardı. Bu tartışmalar 12 Eylüle kadar geldi. Gerçi bu süreçte bazı birlikler kuruldu. Bu birlikelre bazı belediyeler
katıldı bazıalrı da dışta kaldı. 12 Eylülde bildiğiniz gibi anayasaya “büyük yerleşim yerleri için özel yönetim modelleri
geliştirilir” diye hüküm konulunca, hemen arkasından 1984’te
önce kanun hükmündeki kararname ile sonra da 3030 sayılı Kanunla
düzenlemeyi yaptılar.
Röportaj: Yasemin GÜNGÖR - Yunus Şevki KİBAR
4
www.sencedergisi.com
Kamu hizmetlerinde birlik ve bütünlük. Bunların başında herhalde ulaşım
gelir, imar ve planlama gelir belki çevre hizmetleri diyebileceğimiz hizmetler, konut ve gecekondu gibi konular
gelir.
Çünkü başka ülkelerde de bunlar yaşandı. Nevyork’ta, Şangay’da, Tokyo’da, Berlin’de, Roma’da benzer yöntemler izlendi. Bu; irili ufaklı yerleşim
yerlerini tüzel kişiliği olan mahalli idareleri, bir araya birleştirmek ve bütünlük sağlamaktır. Bu birleştirme iradi de
olabilir mecburi de olabilir.
İradi olmasının demin söylediğim İstanbul örneğinde olduğu gibi eksiklikleri sakıncaları olabilir. Nitekim bütünlüğü sağlayabilsinler diye Fransa’da
Paris’te dahil olmak üzere 6 büyük
yerde büyükşehir yönetimini, kanun
çıkararak kurmuşlardır.
Lehinde söylenebilecek şey kamu hizmetlerinde birlik, bütünlük, verimlilik
vs. Aleyhinde söylenebilecek bir şey
yok bence.
6360 sayılı Kanun hakkında bazı açılardan belki eleştiriler yapılabilir. Benim
öteden beri söylemeye çalıştığım şey
şu. Bir yer büyükşehir belediyesi olacaksa orası gerçekten büyükşehir olmalıdır.
Bunu derken kafamda Tekirdağ var
mesela. Yahut Mardin var, yahut ne
bileyim buna benzer gene küçük yerlerden bir tanesi Manisa var. Manisa
İzmir’in mahallesi durumuna gelmiştir
neredeyse. Belki onu İzmir ile bütün-
leştirmek daha makul olabilir. O halde
büyükşehirlerdeki düzenlemeye bir
ihtiyaç vardır.
vergi veya belediye gelirleri sisteminde radikal bir değişiklik yapmaktır.
Bunu böyle düşündüğümü söyledim.
1984’te üç büyükşehirde Ankara’da,
İstanbul’da, İzmir’de bu sistem
oluşturulduğu
zaman,
orada
kalınmalıydı diye düşünürüm ben.
Daha sonra biliyorsunuz Eskişehir,
Konya, Gaziantep vs eklendi bunlara.
Hatta bir de baktınız Erzurum’da
eklendi. Erzurum’un büyükşehir
olmakla hiçbir ilgisi yoktur.
6360’taki olay budur. Şimdi büyükşehir sayısı 30’a çıkarıldı. Ben bir öğrencimden duydum. Ordu’nun büyükşehir haline gelebilmesi için 750
bin sınırını geçsin diye sağdan soldan
nüfus getirilmiş. Bu 21 yüzyılda Türkiye’de olmaması gereken bir şey. Hiçbir
yerde olmaması gereken bir şey.
Ben Trabzon’luyum. Bu konularda
Trabzon’da yapılan birçok toplantılarda “biz de olalım, savunalım, bildiriler yayınlayalım” böyle istekler dile
getirildi. “Sakın” dedim. “Trabzon büyükşehir değil ki” Neden?
“Bir yer
büyükşehir
belediyesi olacaksa
orası gerçekten
büyükşehir
olmalıdır”
Biliyorsunuz; büyükşehir belediyesi
olan bir yere kaynak sıkıntısı olduğu
için otomatik olarak devlet bütçe vergi gelirlerinden toplanan hasılatın belli
bir miktarı aktarılıyor.
O günde öyleydi bugünde böyle. Kendi sınırları içinde toplanan vergi hasılatından pay almak, biz de büyükşehir
belediyesi olursak bundan bazı eksikliklerimizi tamamlarız diye birçok
belediye sıraya girmiştir. Haksız da değildirler. Ancak bu ihtiyacı karşılamak
için çözüm, büyükşehir olmak değil,
Röportaj
O günlerden itibaren bu konunun üzerinde çok konuşuldu. Lehinde ve aleyhinde neler söylenebilir? Tabi lehinde
söylenebilecek bir numaralı fikir birlik
ve bütünlük.
Geçmişte de bazı yerlerin belediye
yapılması için 2000 nüfus 5000 nüfus
toplayıp getirmişlerdir. Bu hakların kötüye kullanılmasıdır. Bunlara yer vermemek lazım. İşte bir bakanlık görevinde bulunan kimsenin seçim bölgesi
büyükşehir olsun diye bu tür yollara
başvurması herhangi bir şekilde tasvip
edilmez diye düşünürüm.
Bu açılardan baktığınızda objektif kriterler aramak lazım. Objektif kriter
kamu hizmetinin gerekleridir. Verimlilik, etkinlik ve söylediğim gibi tekrar
ediyorum; imar, konut, gecekondu,
ulaşım gibi çevre, ekoloji temel hizmetler açısından en uygun olan tercih
yapılmalıdır.
30 büyükşehre baktığımız zaman, bir
psikolojik faktör de var. Ben belediye
başkanı olsam kartvizitimde büyükşehir belediye başkanı yazılması beni
mutlu eder. Bu türlü şeylerde var.
Bir de şu var. Onu uygun görmem.
Bizim dilimizde “Bir taşla birden fazla kuş vurmak” diye bir deyim vardır.
Acaba bu düzenlemenin ardında dar
anlamdaki politik mülahazalar etkili
olmuş mudur? Olmuştur diyenlerde
var, olmamıştır diyenler de var.
Hatta bazı öğrenci ödevlerinde mesela köylerle kentlerinin paçal edilme-
SENCE 2015 Sayı 8
5
SENCE
sinden birleştirilmesinden doğan dar
anlamdaki ve kısa vadedeki siyasi sonuçları analiz eden çalışmalar yapıldı.
Ödemiş’te başka yerlerde daha birkaç
yerde Hatay’da vs. bundan iyi sonuç
alındığını gösteren örneklere bakarak
gençler dediler ki; “efendim burada
siyasi amaçlar da saklıydı”.
Bana sorarsanız yüzde yüz tümden
dar anlamdaki siyasi amaçlar rol oynamış değildir. Ama birkaç amaç arasında bunun da rolünün olduğu gözden
kaçmıyor. İşte kırsal alanlardan gelecek olan oyları kentlerden geleceklere
katarsanız, paçal ederseniz başarı derecesi ihtimali yükselir.
Asıl sakınca diyebilinecek şey tarım ve
kırsal alanlarla ilgili konudur. Biliyorsunuz düzenlemeden önce Türkiye’nin
nüfusunun %75’inden fazlası şehirlerde yaşıyordu.
Bir akşamda Türkiye’nin kentli nüfusu
%85’e yükseldi, belki daha fazla. Niye?
Çünkü köy tüzel kişilikleri kaldırıldı.
Kanunun çıkmasıyla 15-16 binden fazla köyün tüzel kişiliği kaldırılınca onlar
kent oldu ve orada yaşan insanlarda
kendileri bile farkına varmadan köylü
iken kentli oluverdiler. Böyle bir şey
olamaz. Köy bir sosyolojik vakadır, bir
olgudur. Kanunla “köy kent olmuştur“
demek, onu kent haline getirmez.
Çünkü kentin tanımının belli objektif
unsurları vardır.
6
hiye’ye kadar uzayan yerlerde Muğla
belediyesinin eskiden il özel idarelerinin yaptıkları bir takım devlet hizmetlerini üstlenip başarıyla yerine getirip
getirmeyeceği, bundan tarımın zararlı
mı çıkacağı faydalı mı çıkacağı konusunda şüpheler var.
Bu şüpheleri ben büyük ölçüde haklı
buluyorum ve tarım sektörünün bu düzenlemeden kısa dönemde zarar görebileceğini paylaşıyorum. Ama şuna da
inanıyorum ki il sınırlarıyla belediye
sınırlarının örtüştürülmesinin bu açılardan doğuracağı sakıncalar daha
somut bir şekilde anlaşıldıkça çok
yakın bir gelecekte hükümetler hangi
hükümet olursa olsun bu kanunu yeniden ele alıp gözden geçirecektir. Bu
ihtiyaç birkaç yıl içinde hissedilecektir,
diye düşünüyorum.
Şekli gibi görünse de esası ilgilendiren
bir nokta var. O da acaba düzenleme
yapılırken yerel yönetimlere hiç danışılmamalımıydı?
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 4 üncü maddenin bir fıkrası “Mahalli idareleri ilgilendiren her konuda
bu konular planlanırken ve karara
bağlanırken yerel yönetimlere uygun
zamanlarda ve yöntemlerde danışılır” diyor. Gerçi buna Türkiye çekince
koymuş ve kendisi açısından bağlı hale
getirmekten kaçınmış.
Ama bu biçimsel tanımla ilgili mülahazalar bir tarafa bırakılacak olursa tarım
kesimi acaba bundan fayda mı görecek zarar mı görecek? Bu konu geniş
çaplı tartışılıyor. Bence en önemli boyutlarından bir tanesi budur.
Gene aynı Yerel Yönetimler Özerklik
Şartının 5 inci maddesi “her türlü sınır
değişikliği yapılacağı zaman merkezi idare tarafından mahalli idareler
üzerinde yerel yönetimlere danışılır”
diyor. Halk oylaması yapılarak referandum yapılarak. Ama bu yapılmadı.
Acaba belediyeler demin söylediğim
gibi Manisa, Tekirdağ gibi olanlar değil
de Antalya, Mersin gibi Datça’dan Fet-
Maalesef Anayasa Mahkemesine yapılan başvuruda da Anayasa Mahkemesi
böyle bir itirazı dikkate alma ihtiyacı-
www.sencedergisi.com
nı duymamıştır. Bu nokta da kanımca
önemlidir. Madem ki demokratikleşmekte olan bir Türkiye’de katılım, halk,
kamuoyu önemli bir faktörse bunun
gereği yerine getirilse daha iyi olurdu.
Müsaade ederseniz bir teknik konu
daha var. Son olarak onu da söyleyeyim. Daha kanun kabul edilmeden Hilton’da bir toplantı oldu. Nihat ZEYBEKÇİ orada konuştu. Onu dinledim. Daha
sonra kanunun gerekçesinde de gördüm. Diyor ki “biz belediye sınırlarını
il sınırlarına kadar genişletmek suretiyle ölçek ekonomilerinden yararlanmak istedik. En önemli şey budur”.
Nedir ölçek ekonomisi? Bir fabrikanın
çapını büyülttüğünüz zaman verimlilik
de artar. Marjinal verimliliğini artırmış
olursunuz. Yani 100 kişi çalışan fabrika ile 10 bin kişi çalışan bir fabrikanın
ölçeğin büyümesinden kaynaklanan
sağladığı bir takım avantajları vardır.
Bu bir işletmecilik terimidir, ekonomi
terimidir.
Ancak kamu yönetiminde, büyükşehirlerin yönetiminde bunu gündeme
getirdiğiniz zaman biraz durup düşünmek gerekir. Nereye kadar büyümek?
Büyümenin de bir sınırının olduğunu o
işletme teorileride kabul ediyor.
Bir yere kadar kişi başına maliyetlerde
azalış, kazançlarda ve tasarruflarda
artış görünüyor. Bu ikisinin arasındaki
farkın en büyük olduğu yere kadar büyüyor fakat şehir veya işletme, fabrika
belli bir cesametin üstüne geçtiği zaman bu sefer azalmalar başlıyor.
Bunun ölçüsünü iyi görmeden, iyi
araştırmalar yapmadan önce kanunu
çıkarmak kanımca doğru değildir. Bu
konuya iyi bakmak gerekir. Araştırılmadan sadece söylem düzeyinde bir
gerekçe gibi görülmektedir.
Kentleştik mi kentlileştik mi dediniz.
Kentleşmeyi demografik anlamda
nüfusun köyden kalkıp kente gelmesi
yahut şehirdeki nüfus artışının köydekinden daha fazla olması sonucunda
toplam olarak ülkede köy nüfusu ile
kent nüfusu arasındaki dengenin kent
lehine değişmesidir. O anlamda evet
epey kentleştik.
Şimdi son düzenlemeden sonra kentleşme oranı %85-90’a yaklaştı. Başka
ülkelerde bile bu kadar yüksek kentleşme oranı yok. Demografik anlamda
bu böyle.
Ulaşım imkanlarının da sağladığı bir
takım sonuçlarla fiziki olarak da köy
kent birbirine yaklaşıyor. Fakat bir de
davranışlara bunun yansıyıp yansımadığına bakmak lazım. Biz hala kentlerde yaşıyor ve adı kentli de olsa insanlarımız köylü.
Yani bizim kentleşmemiz köylülüğü
köyden kente taşıyan bir süreç olarak
değerlendirilirse isabetli bir değerlendirme yapılmış olur. Bunu bütün
davranışlarda görüyoruz. Sokaktaki
adamın davranışında da var, milletvekilinde de var, belediye meclis üyesinde de var, bakanlar kurulu üyesinde de var. Kentlileşmemiş bir toplum
olmanın özelliklerinin söylediğim gibi
bütün bu kategorilerde çok açık bir şekilde görüyorsunuz.
Tabi bu hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesine saygı açısından tutunuz da günlük davranışlara kadar değişen bir takım insan tavırlarında açık
bir şekilde görülmektedir. Her katego-
rideki insanlarda üniversite hocaları
da dahil olmak üzere.
Tabi bu işin davranış boyutuydu. Bir
de ekonomik ve sosyal boyutu var.
Ekonomik boyutu diyelim. Acaba
kentleşme Türkiye’de sağlıklı bir ekonomik gelişmeye yol açıyor mu? Yoksa
ekonomik kaynaklar üzerinde bir yük
oluşturan özelliğe mi sahiptir?
Bu açıdan baktığımız zaman da kentleşmeye dengesiz diyoruz. Çünkü
şehirlere gelenler sanayide imalat
sanayinde değil de daha çok hizmet
dallarında lokantalarda, kahvehanelerde, otellerde, kapıcılık, odacılık vs
gibi devlet hizmetlerinde çalışıyor.
Bir memuriyet sınavı açıldığında binlerce insan kapılarda kuyruğa giriyor.
Bu hizmet sektörüne olan talebin bir
ifadesidir. Demek ki ona ihtiyaç var.
Ama sanayi sektörünün milli gelire
katkısına ve sanayi sektöründe çalışan
faal nüfusa ilişkin rakamlara baktığımızda imalat sanayinde %25’i geçmiyor. Halbuki hizmetler %50’yi geçmiştir. Tarım giderek azalıyor. O doğal. O
konuda bir itiraz yok.
Bu faal nüfusun sektörler arasındaki
dağılımında ve çeşitli sektörlerin milli gelire katkılarındaki bir dengesizlik
olarak görülmektedir.
Bir başka dengesizlik kentleşmenin
özelliği olarak bölgeler arasında görülen dengesizliktir.
Nüfus her ne kadar doğuda güneydoğuda Urfa gibi, Gaziantep, Kayseri,
Malatya, Sivas gibi, bir takım büyükşehirlere kayıyorsa da hala İstanbul’un,
İzmir’in, Eskişehir’in bulunduğu batıyla doğu ve güneydoğu arasında derin
iktisadi farklar olduğunu açık bir şekilde görüyoruz. İhmal edilemeyecek bir
dengesizlik de budur.
Bir başka dengesizlik de şehirlerin
özellikle büyükşehirlerin iç bünyelerindeki dengesizlik. Bir tarafta işte 3040 katlı apartmanlar, zengin insanlar,
kuleler, bunun yanında gecekondular.
Gerçi gecekonduları kentsel dönüşümle tavsiyeye tabi tutmaya çalışıyoruz ama fakirliği ortadan kaldırmış
olmuyoruz. Fakirliği ortadan kaldırmadıkça adı gecekondu olmasa da o
bir şekilde varlığını devam ettiren bir
olgu olarak kalıyor. Bunlar sorduğunuz soruya cevap olarak kentleşmenin
nitelikleri ile ilgili verebileceğim birkaç
örnek.
Röportaj
Kentleştik mi, kentlileştik
mi? Kentleşme ile beraber
yaşanan önemli sosyolojik
sorunlar nelerdir?
Kentsel dönüşüme nasıl
bakmalıyız?
Evet Kentsel dönüşüm çok önemli bir
olay. Bir yönü, ekonominin itici gücü
haline inşaat ve emlak sektörünün getirilmesidir. Kentsel dönüşüm bununla
aşağı yukarı özdeşleşmiştir.
Biz kentsel dönüşüm deyince, 2000’li
yıllardan önce gecekondu bölgelerinin
ıslahı, tasviyesi, gecekondu yapımının
önlenmesi ama esas itibariyle gecekondu ıslahı şeklinde anlıyorduk.
Bir başka kentsel dönüşüm kavramı
tarihi eserlerin çevresindeki şeylerin
ayıklanması ve eserlerin her taraftan
görülüp takdir edilebilecek şekle sokulması ve iktisadi bakımdan şehirlerin iktisadi ömürlerini tamamlamış
kesimlerinin canlandırılması bunlar
akla gelirdi.
Şimdi bunlara yeni bir tanesi eklendi.
Haksız değildir bu. Çünkü Türkiye’nin
topraklarının %95’inden fazlası afet
riskine maruz. Böyle olunca afet riski
taşıyan yerlerdeki yapıları yıkıp, afete
dayanıklı hale getirmek çok mantıklı
SENCE 2015 Sayı 8
7
SENCE
bir şeydir. Buna kimse hayır diyemez.
Neye hayır denilebilir?
Kentsel dönüşümün başka boyutlarını
tamamen bırakıp sadece afet konusunu kentsel dönüşüm haline getirmek,
görebildiğimiz kadarıyla 6306 sayılı
kanun böyle bir kanundur.
Güzel. Ama, acaba inşaat, emlak vetaşınmaz sektörünü ekonominin itici
gücü haline getirmek faydalı mıdır?
Yeterli midir? Bu çok önemlidir. Çünkü
bildiğiniz gibi 200’den fazla başka sektörü de sürükleyici etkileri var.
Dolayısıyla inşaata yapılan yatırım o
sektörlerde de canlanma sağlayacağı
için bu faydalı bir şeydir. Her şey de
olduğu gibi bunun da ölçüsünün kaçırılmaması lazım. Bunu yaparken sanayi gelişmeyi sanayi yatırımını ihmal
edersek iktisatçıların söylediğine göre
balon bir yerde patlar.
Bir bu yönü var. İkinci yönünü şöyle
söyleyeyim. Bizde kentsel dönüşüm
konusunda yetkiler çok dağınık. TOKİ
yetkilidir, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
yetkilidir, belediyeler yetkilidir vs. Yetki karmaşası denilen şey kamu yönetiminde önemli bir olaydır. Nasıl giderilir? Ancak koordinasyon sağlanarak
giderilir.
Acaba kentsel dönüşüm projelerinde
bu koordinasyon sağlanabiliyor mu?
Nasıl Sağlanacaktır? Kentsel dönüşüm
projelerinin şehrin imar planı içerisinde yerinin açık bir şeklide belirlenmesi onunla bütünleştirilmesi lazım. Bu,
yok.
Şimdiye kadar ister Çevre ve Şehircili
Bakanlığı olsun ister TOKİ olsun başına
buyruk bir şekilde merkezden bu işleri
yürüttüler. Benim görebildiğim kada-
8
www.sencedergisi.com
Kimse doğayı
mahvetmek yetkisine
sahip değildir. Çünkü
doğal değerler
üzerindeki haklar,
hem bugün yaşayan
insanların hem yarın,
henüz doğmamış
insanların.
rıyla belediyeler kısmen içindedirler.
Böyle olduğu içindir ki şehrin kimliği
ile bağdaşmayan bir takım projeler ortaya çıkmıştır, şehri mahvetmiştir.
Çünkü imar planı içerisinde yapı yüksekliklerinin düzeni, kat nizamları, yoğunluk nizamları ve ekolojik mülahazalar vardır. Bunlara uyulması gerekir.
Bunlara birçok projede dikkat edilmediğini görüyoruz.
Derslerime belediyelerden gelen öğrencilerim var. Onlara sordum. Dedim
ki: “Hiç havaalanından gece Ankara’ya geldiniz mi? Gelenler var mı?”
“Var” dediler. “Bu rengârenk bir
takım sular renkli sular akıyor gördünüz mü? Takdir ediyor musunuz
bunları? Dünyanın hiçbir tarafında
böyle çirkinlik görülmemiştir.” Hâlbuki Ankara Belediyesinin Estetik Daire Başkanlığı var. Orada çalışanlardan
da var öğrencilerimiz. Dediler ki: “Bu
TOKİ’nin işi, bizim işimiz değil.” Bu en
azından bir koordinasyon yokluğunu
gösteriyor. Yanlış bir iş olduğunu kabul
ediyorlar ama yanlışı belediyenin değil
TOKİ’nin yapmış olduğunu söylüyorlar.
Bizim Trabzon’da yemyeşil tepelerde
TOKİ 30-40 katlı binalar yaptı. Çok
yanlış. Kimse doğayı mahvetmek yetkisine sahip değil. Çünkü doğal değerler üzerindeki haklar, hem bugün
yaşayan insanların hem yarın henüz
doğmamış insanların. Bu açılardan
eleştirilebilir.
Şehir planları ile bütünlüğün sağlanmaması, koordinasyon eksikliği,
estetik mülahazalar, bir de demin
söylediğim gibi kentsel dönüşüm; sadece fiziki anlamda yapıyı gecekondu
olmaktan çıkarıp 30 katlı apartman
haline getirmek değil orada yaşayan
insanların içinde bulunduğu iktisadi
şartları düzeltmektir. Yani istihdamla gelişmeyle bağlantısı kurulmayan
kentsel dönüşüm, yanlış demesem
bile, eksiktir.
Bu renkli binalardan bahsettim. Işıklandırma. Bu konuda olumlu bir gelişme, TOKİ’nin aylık dergileri var.
Onlarda dikkatimi çekti. TOKİ şimdiye
kadar ki uygulamalardan vazgeçecek
ve şehirlerin kimliklerini mimari özelliklerini dikkate alarak projelerini oluşturacak.
İkinci olarak da TOKİ dergisi “Işık kirlenmesi” diye bir yazı yazdı. Bu yazıda
ışıklandırma iki açıdan sakıncalı diyor:
Bir enerji tasarrufu mülahazalarına tamamen ters bir şey. Enerji israfıdır bu
diyor.
İkincisi de yine orada zikrediliyor. Işık
kirlenmesi kanser vakalarına yol açar
bu da kanserdeki artış için sebeptir,
diyor. Çok hoşuma gitti. Yani TOKİ’nin
dergisi şimdiye kadar yapılanlara hep
alkışlayıcı bir tavır takınırken, tabi ki
doğru şeyler alkışlanabilir alkışlanmalıdır ama bir resmi dairenin eleştirel
TOKİ kuruluş amacının
dışında mı işler yapıyor?
Ona kesin olarak şimdi “evet” diyebilirim. Neden? TOKİ adı üstünde toplu
konut idaresi. Hem konut yapacak
hem toplu konut yapacak ama okul,
cami, sınır karakolu, AVM bunlarla
TOKİ’nin işi yok. Projeler içerisinde bu
türlü hizmetlere yer ayrılması gündeme gelebilir. Ama başlı başına bu işler
TOKİ’nin bir amacı değil.
Bir de TOKİ dar gelirli ve orta gelirliye konut yapmak durumundadır.
Halbuki hasılat paylaşımı adını verdiği sistem, zengine de ev yapıp ondan
alacağı parayla orta gelirliye destek olmak. Bu aslında iktisatçıların terimleri
ile kaynakların ne zaman hangi amaçla kullanılacağı konusunda koymuş
oldukları kurallarla bağdaşmıyor. Yani
zengin için ev yaparım, ondan kazanacağım parayla fakirin ihtiyacını düşünürüm şeklindeki bir mantık doğru
olamaz. Onu da belirtmek istiyorum.
Bir de en yanlış gördüğüm şey Türkiye’nin uluslararası ilişkileri çok önemlidir. Tabiî ki getirisi olacaksa iktisadi
ve siyasi bakımdan dünyanın en ücra
köşesine kadar gidebilir. TOKİ’nin
Myanmar’da, Somali’de iş yapmak
hiçbir görevi değil bence. Kesinlikle
çekilmesi gereken iş budur. Onu TİKA
yapsın, başka yerler yapsın, o amaçla
kurulmuş örgütler yapsın.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
2011’den sonra yeni KHK’lerle görev
alanı belirlendikten sonra zannediyorum kentsel dönüşüm noktasındaki
işler TOKİ’den biraz Bakanlığa kaydı.
2000’li yıllardan beri merkezileşmenin
karşısında yerelleşelim, bölgeselleşelim deniliyor.
Oysa hükümetin bütün söylemlerine
rağmen kentsel dönüşümde tam bir
merkeziyetçilik var. Belediyeler merkezden yönetiliyorlar. Bu, Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartının koyduğu
kurallara aykırı.
Bu hizmetler neticede yerel nitelikteki kamu hizmetidir. Bunu belediyeler,
halka en yakın olan kademeler hangisi ise onlar yapar. Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın Görevleri arasında her
boyutta her ölçekte imar ve uygulama
planlarını, parselasyon planlarını yapmak ve yaptırmak gibi çok geniş bir
görev var.
Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın yapısı için
neler dersiniz?
Bir bakanlığın bünyesinde hem çevre
hem şehircilik olmalı mı olmamalı mı
tartışılabilir. Bazı ülkelerde yerel yönetimlerle çevreyi birleştiren var. Biliyorsunuz bizim İmar Kanunumuz 1985
tarihli.
Orada imar planları ile ilgili 8 inci madde “imar planlarını belediye meclisleri yapar, tartıştırır ve onaylar” diyor.
9 uncu madde de bunların istisnaları
var.
Öyle durumlar olabilir ki imar planlarını belediye değil de devlet yani imar
bakanlığı, çevre ve şehircilik bakanlığı
yapar.
Bunlar nedir, sıralamış. Diyor ki: “Afet
bölgelerinde olan belediyelerin imar
planları, gecekondu uygulama proje-
leri olan, toplu konut projeleri olan,
içinden kenarından karayolu, demiryolu geçen belediyeler, havaalanlarına ve limanlara sahip olan belediyeler, birden çok belediyeyi içine
alan büyükşehir bölgeleri” Bu istisnai
durumlarda belediye değil de bunların
imar planlarını Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yapabileceğine dair zaten
imar kanunumuzda hüküm var.
Röportaj
bir tavır takınması bana taktire değer
görünmüştür.
Ama şimdi 645 sayılı KHK’nin genişletilen şekli ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu saydıklarımızdan çok daha fazla
geniş yetkilere sahip olmuştur. Adeta
İmar Kanunumuzun 9 uncu maddesinin istisnalarını genişletmiştir. Bu hukukta zımni tadil dediğimiz şeydir.
Bir, yeni çıkan kanun açıkça kanunu
değiştirdim der. Bir de söylemeden
onun başka bir şekilde düzenlenmesi
suretiyle onu tadil etmiş olur. Burada
böyle bir durum görüyorum ben. Yani
sessiz sedasız Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın imara ve planlamaya ilişkin
yetkileri hemen hemen sınırsız artırılmıştır.
Parklarla ilgili olarak süreçte görev
alan, taraf olan bileşenler birden fazla.
Bu sadece belediye meclisinin, belediye başkanının bilincinin bu konularda
artması ile olacak bir şey değil.
Onu seçenlerdeki bilincin, halkın oradan yararlanacak olanların da yeşile
parka, verdiği değerlerle ilgili bilinçlenmesi lazım.
Ağaç kesmeye ya da bir parkı ortadan
kaldırmaya kalkılırsa insanlar sokağa
dökülür. Sivil itaatsizlik eylemlerine
girişir. Londra’da, Paris’te başka yerlerde bunlar böyledir. Bizde o konulara değer verecek bilincin oluşması
zaman alacaktır.
SENCE 2015 Sayı 8
9
SENCE
GENCE
Elnur Mustafa ⎟
Gence
Şehrinin
Sembolü
Şehrin sembolü olan güneş,
ay ve sekiz köşeli yıldız;
yabancı işgalcilere karşı
çalımla savaşmış ve 1804
yılında bu mücadelede
ölen Gence hükümdarı
Cavad Han’ın bayrağındaki
amblemin yansımasıdır.
Amblemdeki güneş - sonsuz
yaşam sembolü; Ay - ebedi
ışık sembolü (beyaz ışık
olduğuna göre daha fazla
özgürlük sembolü olarak
kullanılır); Sekiz köşeli
yıldız (güneşin sembolü);
Ay üzerinde meşe yaprağı
- ihtişam, uzun yaşam
ve bilgelik sembolüdür;
Fonun yeşil olması, İslam’ın
sembolüdür.
10
www.sencedergisi.com
“Gence” adının kökeni ve anlamı hakkında literatürde farklı
görüşler mevcuttur. Gencenin tarihi ve etnografisi hakkında
geniş araştırmalar yapmış genç âlim, tarih doktoru Ferruh
Ahmedov “Gencenin Tarih Hafızası” eserinde eski şehrin
adının Türk kökenli olduğunu esaslandırmıştır.
E
ski çağlarda şehir Gence şeklinde değil, Ganca (veya Kançe) olarak adlandırılmıştır. Bu kelimenin ilk bileşeni «kan», «kaan», «kağan», «Han»; hâkim, komutan, başkan demektir. Sözün ikinci kısmı olan -ca (-ce, -ça, -çe)
yaygın kullanımda mekân, yer, yurt bildirir. “Gence», «qanca», «Kance» sözleri
«han yeri», «Han mekânı», «Han yurdu», «Han, hakanın oturduğu yer» anlamına geldiği sonucunu verir. İlginçtir ki, yirminci yüzyılın başlarına kadar «Qanja»
ve «Han yurt» isimleri yerel halkın dilinde Gence’nin güney kısmındaki dağlık
yerlerde korunmuştur. Güney Azerbaycan’da da «Gence» adlı eski merkez vardır. Hatta Tebriz’e de bazen “Gence» diyorlardı. Bu, «Gence» ifadesinin başkent
anlamı taşıdığını teyit etmektedir.
Tarihi kaynaklarda Gence’nin Büyük İskender devrinde yani milattan önce IV yüzyılda mevcut olduğu hakkında bilgiler verirler. Herodot’un verdiği bilgiye göre,
“Kirus Arazı geçip, Kür nehrine ulaşıyor. Burada dar bir dereye sokuluyor (Gencebasarın Dar dere köyü). Melike Tomris kendi sayılı orduları ile ustalıkla Kirus’un
ordusunu tuzağa düşürüp imha ediyor, Kirus’u katleder ». Kür nehrinin eski yatağının modern Gence yakınından akması ve depremler sonucunda yatağının
değişmesi hakkında jeologların görüşlerini hatırlarsak, MÖ 530 yılında meydana
gelen savaşın tam Gence Kalesi yakınlarında olması gerekiyor. Gence’nin yaşının
genellikle 2700 yıl olduğu kanaati dile getirilir. Gence şehri Azerbaycanın en eski
şehirlerindendir.
Bugünkü yerleşimi, Bakü’den 363 km batıda Küçük Kafkas Dağları’nın kuzey
eteklerinde, Kür Nehri’nin sağ kolu olan Gence Çayı boyunda ve Bakü-Tiflis de-
Değer
miryolu üzerinde bulunmaktadır. Gence misafirperverlik
timsalidir. Bu şehir Gencebasar bölgesinin merkezi olmasının yanı sıra, manevi başkentidir. Şehir iki idari birime:
Kepez ve Nizami bölgelerine bölünmüştür. Aynı adlı iki belediyesi mevcuttur. Nüfus ve ekonomik kaynaklar açısından
Azerbaycan’ın ikinci büyük şehridir.
Gence, topraklarımızın bütünlüğü uğrunda Karabağ’da 500
kişi şehit vermiş ve 8 kişi Milli Kahraman adına layık görülmüştür.
Cumhuriyet’in Gence Dönemi
XIX yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başlarında Azerbaycan
tarihi, kültürel, sosyo-politik gelişimine göre iki ana merkeze Bakü ve Gence kentlerine sahipti. Petrol endüstrisinin
gelişmesi ile daha çok kozmopolit, politeknik merkez olan
Bakü’de siyaset Rus etkisinde kalırken, Azerbaycanın milli
kuvvetlerinin sesi çıkamadı. Milli geleneklerin daha üstün
olduğu Gence ise etnik açıdan daha tek cins ve yeterince
milli aydınlara sahipti.
1905 yılında Gence’de Yusuf Bey ve Hamit Bey Yusufbeyovlar, Alekber Bey Refibeyov, Alesger Bey Hasmemmedov
gibi aydınların yönetimi ile “Türk Sosyalist- Federalist Devrim Komite”si oluşturuldu. Bunlar Azerbaycan’a özerklik ve
Rusya’nın federatif şekilde kurulması fikrini ortaya koyan
ilk siyasi gücü oluşturdular.
Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra, Azerbaycan’ın siyasi liderleri faaliyet dairelerini genişleterek “Gence Milli
Komitesi”ni kurdular.
Böylece, 1917 yılında Çarlık yıkıldıktan sonra, Azerbaycan’da aktif iki kuvvetten birisini oluşturan Nasif Bey Yusifbeyli’nin öncülüğündeki Türk Ademi-Merkeziyyet Partisi
Gence merkezinde kuruldu. Nevruz Bayramı gününde Gence’nin Şah Abbas Camii’nin avlusunda düzenlenen kalabalık mitingde partinin meramnamesi beyan edildi. Nasif Bey
Yusifbeyli’nin aynı mitingdeki konuşmasında ilk kez olarak,
Azerbaycan’ın özerkliği siyasi bir talep olarak ortaya konuldu.
Kafkasya Müslümanlarının 1917 yılında Bakü’de toplanan
kurultayında Gence liberalleri, Bakülü müsavatçıları Azerbaycan’ın milli toprak özerkliği şeklinde koyuluşu düşüncesine inandırabildiler. Böylece, Azerbaycan’ın gelecek siyasi perspektifleri konusunda tek pozisyona sahip olmaları,
Gence ve Bakü liderlerinin tek siyasi organizasyonda birleşmelerine zemin yarattı.
1917 yılının Mayıs ayında yapılan Rusya Müslümanlarının
kurultayı, “Türk Ademi-Merkeziyyet Partisi Müsavat” adı
altında birleşik bir örgütün kurulması ile sonuçlandı. Oluşturulan partinin, her iki taraftan 4 kişi olmak üzere, 8 üyeden oluşan merkezi komitesi oluşturuldu ve ortak bildiri
kabul edildi. 1917 yılının Ekim ayında partinin kurultayında
kabul edilen program Ademi-Merkeziyyet ilkeleri temelinde tertip edildi. Maalesef, bazı meselelerdeki fikir ayrılıkları aşılamadı ve bu fikir çeşitliliği sonraları Azerbaycan Halk
Cumhuriyyeti (AHC) döneminde de kendini göstermektedir.
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 28 Mayıs 1918 tarihinde ilan
edilmişse de, tüm Azerbaycan’da, hem de Bakü’de Bolşevik
- Ermeni ortaklığı at oynatırdı. Resul-Zadenin dili ile söylersek, “... böyle bir tehlike karşısında milleti savunacak tek
bir Gence kalmıştı”. 16 Hazirandan sonra Azerbaycan Halk
Cumhuriyeti hükümeti tam 3 ay Gence’de faaliyet gösterdi.
Yeni devletin ilk adımları işte bu kutsal şehirde atıldı.
SENCE 2015 Sayı 8
11
SENCE
Cumhuriyetin Gence dönemi boyunca burada halkın talebi
ile ilgili yüze yakın karar ve yasa kabul etti:
“İşte Gence’de, ilk kez olarak, milli bayrağımız başımızın
üstünde sallanmaya başladı. İşte Gence’de Azerbaycan
dili devlet dili ilan edildi. İşte Gence’de Üzeyir Bey’in önderliğinde “Azerbaycan” gazetesi yayınlandı. Gencenin
ulu adı kendisine iade edildi”.
İşte Gence’de devletin sosyal - ekonomik, mali temellerini
oluşturmak, sınır bölgelerinde güvenlik, gümrük idarelerinin teşkili, banka işlemlerinin çözümlenmesi ve diğer yönlerde pratik adımlar atıldı. Dış politikada önemli çalışmalar
yapıldı:
Taşnakların Azerbaycan halkına karşı işledikleri cinayetleri
araştıran Olağanüstü Soruşturma Komisyonu oluşturuldu.
Komisyon kısa bir sürede 36 cilt ve 3500 sayfadan, 100’den
fazla fotoğraftan oluşan tahkikat materyalleri hazırlandı ve
dünya ictimayyetine erdirmek için somut çalışmalar yaptı.
Eylül’de düzenlenecek Paris Barış Konferansı’nda dünyanın
büyük devletlerinin bağımsız Azerbaycan’ı desteklemesi
için çalışmalar yapmak üzere, bu devletlere komisyonlar
gönderildi.
En önemlisi… işte Gence’de Milli Ordumuzun teşkili için ilk
adımlar atıldı.
Azerbaycan devletini korumak, ülkemizin toprak bütünlüğünü sağlamak için gerçek çalışmalar yapıldı. Askeri bakanlık, askeri fabrika oluşturuldu. Askeri mükellefiyet hakkında
karar kabul edildi. Subay kursları organize olundu. 26 Haziran 1918 yılında ise, Azerbaycan devletinin ilk nizami askeri
gücü olan Müslüman korpusu esasında Azerbaycan - Türk
birleşik orduları «Elahidde Azerbaycan korpusu» oluşturuldu. 15 Eylül’de ise bu birleşik ordu, Bakü üzerine hücum
ederek burada hakimiyeti ele geçirmiş Sentrokaspiy diktatörlüğünü darmadağın etti ve Bakü’yü Türk düşmanı güçlerin elinden kurtardı.
Gence’de oluşturulan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin
idari ve yasama organları 17 Eylül 1918 tarihinde Bakü’ye
taşındı ve Bakü kenti başkent ilan edildi.
1920 Gence İsyanı
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, 28 Nisan 1920 tarihinde
Sovyet Rusya tarafından işgal edilince Gence şehri Azerbaycan’da Bolşevik rejimine karşı milli direniş hareketinin
12
www.sencedergisi.com
merkezi oldu. 25-26 Mayısta Gence’de General Cavad Bey
Şıhlinski, General Mehmet Mirza Kaçar ve Albay Cihangir
Bey Kazımzade’nin başkanlığında, Bolşevik hükümete karşı
Azerbaycan Milli Ordusunun isyanı başladı. İsyancılar tarafından kentteki Kızılordu’nun ve Ermeni çetelerinin hamleleri def edildi.
Düşman büyük zayiat verip geri çekildi. Bunu gören Bolşevikler Gence üzerine yeni askeri kuvvetler gönderdiler.
Şehir sürekli top ateşine tutuldu. İsyancılar şehri büyük
çalımla savunuyor, düşman saldırılarını reşadetle def ediyorlardı. 29 Mayısta Kızılordu birlikleri Kuzey ve Kuzeybatı
istikametinden şehrin ücra mahallelerine girebildiler. Sokakta, din ve vatan uğruna ölüm kalım savaşları başlandı.
Fırsattan istifade eden Ermeniler de Türkleri kırıyordu. Onlar pek çok kişiyi Ozan Camiine toplayarak yandırdılar. Ermeniler üç gün şehri yağmaladılar. Güçlü direnişe rağmen
31 Mayıs akşamı şehir Kızılordu birliklerinin kontrolüne
geçti. İsyanın bastırılması sırasında milli ordunun Tuğgeneral C.Şıhlinski, Tuğgeneral Mehmet Mirza Kaçar dahil 6
generali öldürüldü, 76 kişi subay ve asker Nargin adasına
götürülerek kurşuna dizildi.
Bazı bilgilere göre, Kızılordu tarafından 8800, Ermeni isyancılar tarafından ise 13 bin kişi öldürüldü. Bolşeviklerin 31
Mayıs katliamı sonucunda Gence kentinde nüfus yarı-yarıya azaldı. 1923 yılı verilerine göre, şehrin nüfusu sadece
38 bin idi. 1935 yılında şehrin adı Kirovabad olarak yeniden
değiştirildi. Gence’ye 1989 yılında şehrin doğma adı iade
edildi.
Cavad (Cevat) Han
Cavad Han Şahverdi Han oğlu Ziyadoğlu Kaçar (1748 - 1804)
Kacarlar soyundan büyük Azerbaycan komutanı, devlet
adamı, Gence Hanlığı’nın son hükümdarı. 1786 yılından
itibaren Gence’yi yöneten Cavad Han, 1804 yılının Ocak
ayında 3’ten 4’e geçen gece General Pavel Sisianov’un önderliğinde uzun süre şehri kuşatan Rus işgalci birlikleri ile
savaşta oğulları ile birlikte şehit olmuştur.
Cavad Han’ın ailesi Ziyadoğlular, dokuz Kızılbaş aşiretinden
olan Kaçarların bir koludur. Cavad Han, döneminde hızlı ve
karmaşık olaylar esnasında aktif siyasi faaliyetleri ile diğer
Azerbaycan hanlarının önüne geçer. Gence Hanı, Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan hanları ile Rus karşıtı bir koalisyon kurmaya girişir hatta buna bir nebze muvaffak olur.
Gence, Karabağ, Şeki hanları, lezgi birlikleri ve Gürcü pren-
Genceliler Cavad Han önderliğinde muhasaraya karşı 1 aydan fazla direnirler. Cavad Han düşmanlarının bile itiraf ettiği bir kahramanlıkla şehit olur.
Nizami Gencevi
Asıl adı İlyas Yusufoğlu olan Nizami Gencevi (1141-1209),
Azerbaycan’ın ünlü şairi ve düşünürüdür. Sanatkar bir ailede doğmuş, Gence medreselerinde eğitim almış, ortaçağ
ilimlerini mükemmel öğrenmiş, özellikle yakın Doğu halklarının sözlü ve yazılı edebiyatına yakından vakıf olmuştur.
Ömrü boyunca Gence’de yaşamış, saray şairi olmak yerine
helal zahmeti ile dolanmışdır. Nizami Gencevi yaratıcılığa
lirik şiirlerle başlamıştır. Nizami, büyük bir divan yazmış,
gazel ve kasideler ile şöhretlenmişdir. Nizami lirik sanatı ve
hümanist düşünceleri ile dikkat çeker. Fakat Nizami dünya
edebiyatı tarihinde, mesnevi biçiminde yazdığı “Sırlar hazinesi, Hüsrev ve Şirin, Leyli ve Mecnun, Yedi güzel, İsgendername” adlı beş poemadan (şiir) oluşan Hamse (Beşlik)
yazarı olarak yer bulmuştur.
Muhabbet konusunun Doğu edebiyatında yayılarak, sosyal-beşeri ideallerle, hümanist içerikle zenginleşmesinde
Nizami Gencevi şiirlerinin önemli rolü olmuştur. Nizami
Doğu edebiyatında ilk kez muhabbeti felsefi manada açıklama yaparak asil aşk kavramını yaratmış, onu insan özgürlüğü, vicdan özgürlüğü ve manevi evrim problemlerine
bağlamıştır.
Nizami edebiyatı hep hayatla ilişkilendirmeye çalışmış,
kendi konularını tarihten almasına rağmen, insan onurunu
terennüm etmiştir. O, halkın istek ve arzularını, halk tefekküründen aldığı akıllıca fikirleri yüksek sanat dili ile ifade
etmiş, hem fikir, hem de işçilik yönünden mükemmel sanatsal eserler yaratmıştır.
Doğu edebiyatı tarihinde Nizami Gencevi ilk defa kadını
yüksek insani sıfatlara sahip ulvi varlık olarak tarif etmiştir.
Nizami, cesareti mertliği ve güzel ahlakı ile seçilen kadın
karakterlerini insani keyfiyyetlerden yoksun kişilere karşı
koruyor. Nizami Gencevi emeği insanın tüm diğer canlılardan ayıran hayati talep gibi terennüm etmiştir.
Nizami Gencevi aynı zamanda büyük vatanseverdi. O tüm
eserlerinde tarif ettiği olayları Azerbaycanla ilişkilendirme-
ye, vatanın eski güçlü günlerini terennüm etmeye çalışmıştır. Onun sanatında Azerbaycan sözlü halk edebiyatından
destan, efsane, masal ve atasözlerinden bol ve ustalıkla
yararlanmıştır.
Değer
si Alexander Rusya’ya karşı ortak mücadele etmeye yemin
ederler. Fakat kritik anda Gence Hanına kimse yardım etmez ve Cavad Han Rus ordusu karşısında yalnız kalır.
XVII yüzyılın sonundan Avrupa ve Rusya’da Nizami Gencevi
mirasına ilgi artmış, eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca,
İtalyanca, İspanyolca, Rusça, Japonca gibi dünya dillerine
tercüme edilmiştir. Eserlerinin nadir yazma nüshaları Moskova, St. Petersburg, Bakü, Taşkent, Tebriz, Tahran, Kahire,
İstanbul, Delhi, Londra, Paris ve diğer şehirlerin ünlü kütüphane, müze ve yazmaları arasında değerli inciler gibi
saklanır.
Oğlum Muhammed’e Nasihat
Sen, ey on dört yaşlım, her eleme yetkin!
Gözünde aksi var iki alemin!
Yeddi yaşar oldun o zaman ki, sen,
Açıldın gül kimi, gülende çemen.
İndi ki, çatmışdır yaşın on dörde,
Başın servi kimi durur göylerde.
Gafletde oynama, gayret vaktidir,
İndi hüner vakti, şöhret vaktidir.
Ucalmak istesen, bir kemala çat,
Kemala ihtiram gösterir hayat.
Uşakken aslını sorsalar bir az,
Ağaç meyve verse cinsi sorulmaz!
Öyle ki, büyüdün, böyledir kayda,
Atanın adından sana ne fayda?
Sen, aslanlar kimi, geç cebhelerden
Yalnız hünerinin balası ol sen!
Saadet kemalla yetişir başa,
Halka hürmet eyle, edeble yaşa.
Başına efsane düşdüğü zaman
Allah korkusunu unutma bir an.
Öz adına layık işler gör ki, sen
Ahirde utanma hacaletinden.
Oğul, sözlerime yahşı kulak as!
Ata nasihati faydasız olmaz.
Nizami Gencevi
SENCE 2015 Sayı 8
13
SENCE
Aşka Dair…
Kübra ÖPÖZ ⎟
Aşk yolunda bedenle yürünmez. Bu yol öyle bir yoldur ki,
bu kapı, öylesine dar bir kapıdır ki geçmek için küllerinden
kurtulmayan, lezzetine erişemez…
Ey Cân;
Pervane böceğinin mum alevinde sevdasını bilir misin? Mum alevi, pervane böceğinin tek yaşam kaynağıdır ve de onu öldüren tek sebebi…
Pervane böceği mum alevinin ahengiyle mest olur, ona pervane olur, etrafında döner ve sema eder.
Pervanenin pervaneliği buradan gelir. Alevden bir aşka pervanedir. Çok sever pervane mum alevini.
Lakin her aşık gibi pervane de dayanamaz, kaptırır kendisini sevdalısının ruhuna…
Alevden yapılmış bir ruha…
Vücudu mumun aleviyle yanmaya başlar, ama ne fayda, pervane beden ateşini
hissetmez bile. Çünkü onun ruhu mum alevini ilk gördüğü andan itibaren yanmaya başlamıştır.
Dört bir yanını aşkın ateşi sarmıştır. Ve aşkın yüzyıllarca sürecek saltanatı
böyle başlamıştır. Canana karşı canı ortaya koyarak…
Aşka adanmış iki yürek, biri pervane böceği diğeri mum alevi… Aşık acı
çekerken maşuk yanmaz mı sanırsın? Aşığa o ateşi veren, hamken pişiren, sonra da yakan maşuktan başka kimdir?
14
www.sencedergisi.com
Edebiyat
Sen hiç, kendini yakmadan etrafını tutuşturan bir kibrit gördün mü? Maşuğun gizemi de işte böyledir.
Mum alevi pervaneyi yakıp küle çevirirken kendini de yakar eritir.
İnançları uğruna bedenlerinden vazgeçerler. Pervane aşıklığını, mum alevi maşukluğunu aşk yolunda feda eder. Çünkü bilirler ki suretten kurtulmadan öze erişilmez.
Aşk yolunda bedenle yürünmez. Bu yol öyle bir yoldur ki, bu kapı, öylesine dar bir kapıdır ki geçmek için küllerinden kurtulmayan, lezzetine erişemez…
Ey Cân;
Bir pervane ki aşk uğrunda yanmıyorsa mum alevinden, ona pervane denmez…
Bir mum alevi ki yakmıyorsa aşk uğrunda pervaneyi, ona mum alevi denmez…
Pervaneyi aşık, mum alevini de maşuk yapan fedakarlıktır. Aşk için maşuktan vazgeçmektir…
Zira aşık, aşka nisbetle hem aşık hem de maşuktur. Bu yolda pervane gibi teslim, mum alevi gibi
sadık olmak gerekir.
Aşk yolunda candan geçmek kolay değildir. Ölmeden önce ölmek kolay değildir.
Asi nefse hükmedip aşk ile maşuğa, Hakk’a yürümek sanıldığı gibi, insanların yanıldığı gibi hiç de
kolay değildir!..
Ey Cân;
Işığa alışınca karanlık daha bir karanlık geliyor insana; ışık olmayınca da karanlığa alışan göz, karanlığı hiç olmadığı kadar aydınlık sanıyor.
“Duyduk duymadık demeyin,
İnsan karanlığa da alışıyor!” diyor Eflatun…
Ey Cân;
Şimdi gönle seslenme zamanı…
Sükut vaktin geldi ey gönül
Ne kadar konuşursan o kadar yanılırsın.
Çünkü kemik yoktur dilde,
Çünkü bir Elif miktarı susmak gerekir her mecliste…
Yüreğimize bu güzellikleri yazdıran dosta selam olsun…
Ey Cân;
Sana selam olsun…
BİR DOST…
SENCE 2015 Sayı 8
15
SENCE
Bizimkisi Araf’a Yakın Bir Meslek
Mustafa YİĞİT ⎟
Mezarlık
Ç
ok ilginç bir meslek sahibiydi. Kimsenin pek de aklına gelmeyen bir meslek…
“Burada korkmuyor musun” diyorum Yılmaz Amca’ya…
“Niye korkayım ki toprağın altındakilerden değil üstündekilerden korkacaksın” diyor…
“Sadece gündüz mü buradasın” diyorum çok sakin bir şekilde “ hayır gece gündüz buradayım, burada yaşıyorum”
diyor….
Evet bizler alışıyoruz. Peki Yılmaz Amca
bu işine nasıl alışmıştı? Sordum.
“Bir kere bu iş değil, iş olarak yapılırsa ecri de kaçar” dedi. “Ben burayla öbür taraf arasında bir irtibat
olduğunu bu irtibatında bu suladığım çimler, şu mezar taşları üzerinde yaprakları hışırdayan söğütlerin seslerinden
anlayabiliyorum” dedi…
Evet Yılmaz Amca bir bekçi, hem de ne bekçi ama. Bizim
yeryüzündeki maceramız bittiğinde onun işi başlıyor. O bir
Mezarlık bekçisi.
Anladım da nasıl alıştın, insanlar mezarlıklardan korkarlar
genelde….
Elinde ibrik susuz kalmış çiçekleri suluyordu tanıştığımızda…
Buraya ilk başladığımda 13 yaşındaydım…Cenazelere mezarlığa gelirken ben de cenazeyle birlikte söğüt taşırdım.
Buralarda mezarın hemen dibine bir de söğüt dikilir….
“Hah yeni biri daha geldi, şimdi akrabaları eşi dostu dualarını okuyacaklar, birkaç ay belki gelip gidecekler, sonra biz
başbaşa kalacağız” diyordu…
Sahi doğru söylüyordu Yılmaz Amca…Hiç düşündünüz mü
eşiniz dostunuzu defnettikten sonra kaç defa gittiniz mezarlığına…
Ben tam da bunu düşünürken o cevabı verdi “ Valla ben
çok gördüm öyle kimi zaman birkaç ay her gün gelip ağla-
16
yıp sızlayanlar vardı, sonra bu geliş
gidişler birkaç güne düşer ve sonra
gelmez olurlar, çünkü insan oğlu alışır ölüme”
www.sencedergisi.com
Niye söğüt dikilir diye soruyorum…
Bizim burada söğüt dikiliyor, başka yerlerde mesela Servi
dikilirmiş diyor…
Aklıma Necip Fazıl’ın mısraları geliyor…
“Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...”
Röportaj
Tekrar soruyorum ee niye dikilirmiş bu söğütler…
Vallahi bilmiyorum, ama dedelerim anlatırdı sögüt hem
ölümün, yani faniliğin, hem de vahdetin sembolüymüş.
Yaprakları her hışırdadığında “Huu, huu” çekermiş...
Bunu duymamıştım daha önce diyorum…
Eee devam et, şimdi ne yapıyorsun yine söğüt mü dikiyorsun mezar başlarına…
“Evet yıllarca söğüt getirdim cenazelerin mezarlığa defnedilmesinde…Sonra bir gün Mezarlıklardan sorumlu olan
müdür beni yanına çağırdı.
Dedi ki ‘Sen yıllardır buralardasın sürekli burayla haşir neşirsin, mezarlıkların bakımını sana verelim mi? Ama gece
gündüz burada olacaksın’ dedi”
Sen ne dedin?
Ben gece gündüz burada olacaksın deyince biraz ürktüm.
Ancak sonra düşündüm, ben bugüne kadar toprak altındakilerden hiçbir zarar görmedim ki, ne olduysa toprak
üstünde oluyor…Ve “tamam” dedim. O gün bugündür buradayım…
Nasıl oluyor, maaş falan..
Maaş yok aslında benim ki biraz da gönüllülük, şimdi benim bu işimi de şirketleştirmişler…Yıllık bilmem kaç liraya
mezarlara bakım yapan şirketler varmış.
Hatta yurtdışından insanlar bir sürü paralar veriyormuş
memleketindeki mezarların bakımı için. İnternet diye bir
şey varmış onun üzerinden bakım yapanlar bile varmış, kameraya çekip yurtdışındaki yakınlarına bakın mezarınız şu
bakımı bu bakımı yaptım diye gönderiyorlarmış.”
“Yani mezarlıklar bile bir rant alanına dönüşmüş öyle mi?”
“Valla öyle diyorlar, ben bilmiyorum, benim bildiğim şey gücümün yettiğince bu mezarları kendi evim gibi temiz tutmak”
“Gerçekten hiç korkmuyor musun? İçin ürpermiyor mu?
burada”
“Niye korkayım ki… Mezardakilere üç kulhüallah bir fatiha
okurum, söğüt gölgesi altında da kendime kitap okurum.”
“Ne kitabı?”
“Kur’anı sonradan öğrendim. Kur’an okurum mesela özellikle Perşembe günleri…Sonra hadis kitapları. Ama en çok
da şu sıralar gökyüzüyle ve yeryüzü yani coğrafya uzayla
ilgili kitaplar okuyorum. Geceleri burada sürekli gökyüzünü
seyrettikçe merak ediyorum yıldızları, ayı ne bileyim işte…”
“Yılmaz Amca ben senin yerinde olsam yine de korkarım…”
“Aslında bizim ki biraz antreman öbür aleme, bizim meslek belki de Araf’a yakın bir meslek, bir ayağımız orda bir
ayağımız burda…” ve devam ediyor Yılmaz Amca “Korkma
yer altındakilerden, üstünde ne fırtınalar var seni tarumar
edecek bir bilsen” diyor Yılmaz Amca bana ve uzanıyor bir
mezarın tepesinde belki de yıllar önce kendi diktiği söğütün gölgesine ve beni de davet ediyor…
Ben de bir söğüt gölgesi buluyorum bir mezarın başında…
Her zaman yanımda bulundurduğum kitaplardan birini açıp
okumaya başlıyorum…Güzel bir rüzgar ılgıt ılgıt esiyor…
SENCE 2015 Sayı 8
17
SENCE
Memurun İş Güvencesi,
Devletin Teminatıdır
Ercan HAN ⎟ Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Koordinatörü
T
ürk kamu personel rejiminde, memurluk bir meslek
olarak kabul edilmiştir. Kanuna göre devlet, memur alırken,
eşitlik ve ayırım gözetmeme ilkesini
uygulamak zorundadır. Memurlar
görevlerini amirlerine bağlı olarak
ancak tarafsız bir biçimde yapmakla yükümlüdürler.
18
Kamu hizmeti yapan memur, devlet
otoritesini temsil etmekte ve bu otoriteyi kullanmaktadır. Memur, çalışması ile kamu hizmeti ürettiği ve bu
hizmeti üretirken devleti temsil ettiği, devlet otoritesini kullandığı için
özel kesim işçilerinin içinde bulunduğu çalışma ilişkilerine tabi olamaz.
Memuriyete girişin şartları da kanunla belirlenmiştir. Kimi hizmetler için
özel öğrenim gerekmektedir. Ayrıca
memurluğa girişte yarışma sınavları
ile belirlenecek ehliyet ve liyakat da
aranır. Kişiler eğitimleri, bilgi ve becerilerine göre memurluk mesleğine
girerler, bu meslekte sürekli çalışarak
ve yetişerek önceden belirlenmiş kurallara göre yükselirler.
Bu yaklaşımla, memurların çalışma
ilişkilerinde tabi oldukları kurallar
tek yanlı üretilen, çeşitli güvenceler
içeren bir statü rejimine bağlanmıştır. Statü temeline dayalı olan bu
çalışma rejiminde, memurun, başta iş güvencesi olmak üzere çeşitli
ayrıcalıkları vardır. Ancak iş güvencesi temelinde ortaya konulan bu
ayrıcalık idda edildiği gibi mutlak
bir güvence içermez.
Memuriyete atanma, görev ve yetkiler, hak ve yükümlülükler, aylık
ve ödenekler, özlük işleri, kanunla
düzenlenir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, memuriyeti sınıflandırma esasına dayandırmıştır.
Belirli sınıftaki memurlar hizmet
süreleri ve başarı derecelerine göre
kademe ve derece ilerlemesine hak
kazanırlar.
Cumhurbaşkanımız “Adam memur olmuş, kulağından tutup
atamıyorsunuz.
Mahkemeyle
geri dönüyorlar. Bu böyle gitmez.
Anayasa’nın değiştirilmesi lazım.
İşçilerde olduğu gibi kıdem tazminatını verir, kapının önüne koyarsın. Bunu yapamıyoruz. Ancak, bu
seçimlerde 400 milletvekili çıkarırsak Anayasa’yı değiştirebiliriz”
www.sencedergisi.com
“Devlete kapağı attılar mı, emekli
olana kadar çalışıyorlar.” demektedir. Herhalde sayın Cumhurbaşkanı keyfi olarak memuru işten çıkaramadığından şikayet ediyor.
Çünkü devlet memurunun hangi
sebeplerle işten çıkarılacağı 657
sayılı DMK’nın 125 inci maddesinin
E bölümünde düzenlenmiştir. Dolayısıyla devlet memurları sınırsız bir
iş garantisine sahip değildir. Ayrıca
devlet memurlarına memuriyetle
bağdaşmayan fiil ve eylemlerinden
dolayı işten çıkarmanın yanında,
uyarma, kınama, aylıktan kesme,
kademe ilerlemesi durdurulması
gibi cezalar da verilebilmektedir.
Bu bize göre de yerinde bir düzenlemedir. Kamuda her yıl en az 20
bin memur çeşitli disiplin suçlarından dolayı ceza alıyor ve ortalama
500 memurun da iş akdi fesh ediliyor. Demek ki, bir takım çevrelerce
iddia edildiği gibi devlet memurlarının iş güvencesi sonsuz ve sınırsız
değildir.
Hal böyle iken, iktidar kaynaklı birçok haberde, devlet memurlarının
sınırsız bir iş garantisine sahip oldu-
Çalışma Hayatı
ğu, ömür boyu iş garantileri olduğu
şeklinde, hiç de doğru olmayan,
açıklamalara şahit olmaktayız.
Kamuoyuna yansıyan “Dünyanın
hiçbir yerinde memur-işçi diye ayrım yok. Anayasayı değiştirip, hepsini çalışanlar yapmalıyız” şeklindeki açıklamalardan siyasi iktidarın,
kamu kesiminde memurluk güvencesini yok etmeye, tek tip istihdam
modeli diyerek memurları çalışan
adıyla özel sektör işçileriyle aynı
potada eritmeye ve iş güvencesini
kaldırmaya çalıştığı görülmektedir.
Ayrıca bu ifade doğru da değildir.
Başta ABD’de olmak üzere, Fransa, Hollanda, Portekiz, İspanya gibi
onlarca ülkede kamuda çalışanların
ya tamamı ya da büyük bir bölümü
sürekli çalışanlardan oluşmaktadır. Yani güvenceleri vardır. Bunun
böyle olduğunu Devlet Personel
Başkanlığının sitesine girerek görebilirsiniz.
İşçi, memur ayrımı kaldırıldığında
Devlet kavramının da tartışmaya
açılacağı aşikârdır. Öyle ki Devlet,
toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet
veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır.
Hukuki açıdan ele alındığında ise,
belirli bir toprak üzerinde yaşayan
insan topluluklarının bir egemenlik
anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi
iktidar altında örgütlenmesidir.
İş güvencesi ise bir devletin varlığının ve hüküm sürdüğü topraklardaki egemenliğinin temsilcisi olan
memurluk kavramının ayrılmaz bir
parçasıdır. Devletin olmazsa olma-
Memurların iş
güvencelerinin ellerinden
alınması demek, o
devletin hâkim olduğu
topraklardaki temsil
kabiliyetini kaybetmesi
ve kamu hizmetlerini özel
sektöre, dolayısıyla küresel
sermayeye devretmesi
anlamına gelmektedir.
zı, kurucu unsuru olan egemenlik ve
bağımsızlık unsurunun, yani devlet
otoritesinin ülke içinde ve dışında
vücut bulmuş hali memurdur.
Memur; salt bir mesleki tanım olmaktan öteye, taşıdığı anlam itibarı
ile devletin varlığının ve egemenliğinin temsilcisidir.
Bu bakımdan memurluk ve memurların sahip olduğu haklar, yalnızca mesleki bir kavram olmaktan
öteye, devletin şeklini ve egemenliğini de belirleyen bir unsur olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Memur ve devlet, birbirini tamamlayan ve tanımlayan iki unsurdur.
Toplumsal örgütlenmenin klan ve
kandaşlık esasına dayalı olduğu ilkel toplumlarda, toplumsal görevleri yerine getiren kuruluşlar olmadığı için bir devletin varlığından da
memurlardan da söz etmek mümkün değildir.
Tarım devrimi ile birlikte insanoğlu
üretim araçlarını kullanmaya başla-
mış, bu ortamda üretimin organizasyonu ve ürünün toplumda paylaşımı gibi konuların düzenlenmesi
gereği ortaya çıkmıştır.
Tarihte ilk olarak Mezopotamya
bölgesinde görülen bu tür yönetsel
yapılar, Çin’de ve Eski Mısır’da gittikçe güçlenmiş ve bir bölgede birlikte yaşayan toplumların organize
olması, paylaşım sorununa çözüm
bulması ve kendisi dışındaki benzer
yapılara karşı statü kazanmasıyla
birlikte ilk kamu görevlileri topluluğunun ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Dolayısıyla bildiğimiz anlamıyla devletin ortaya çıkışı, memurluk kavramının varlığı ile anlam kazanmıştır.
Bu bakımdan memurluk kavramının
yok edilmesi, devlet kavramının da
yok edilmesi demek olacaktır.
Bu bakımdan memurluk güvencesinin kaldırılması ve işçi ve memurların çalışan olarak aynı statüde
değerlendirilmesi yolundaki girişimler, devletin yönetim şeklinin de
değiştirilmesini içeren bir girişimin
ilk belirtileri olarak görülmelidir.
İşçi, memur ayrımının kaldırılmasına gerekçe olarak kamu görevlilerinin gelişmiş ülkelerdekine benzer
bir yapıya kavuşmasını arzu ettiğini
ifade edenlerin, memurlarımıza
gelişmiş ülkelerdeki maaş, demokratik, siyasi ve sendikal haklar, hizmet içi eğitim, çalışma şartı, tayin
ve terfilerde adalet gibi unsurları
örnek alması bir zorunluluktur.
Biz devlet memurları için
iş güvencemiz KIRMIZI
ÇİZGİMİZ olmalıdır.
SENCE 2015 Sayı 8
19
SENCE
Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı
Hamit KÖSE ile...
Şehit
ailelerinin
kanayan
yaralarına tuz
basıldı
20
www.sencedergisi.com
Şehit Aileleri Federasyonu ne zaman kuruldu, yapılan
çalışmalar nelerdir?
Şehit Aileleri Federasyonu 2006 yılında kuruldu. Federasyonumuz çatısı altında 15 adet il ve ilçe bazında Şehit Aileleri Derneği bulunmaktadır. Kuruluş amacımız; şehit ailelerini tek bir çatı altında toplamak, onların hukuki
sorunlarını çözebilmek, ilgili makam ve mevkilere Şehit Ailelerinin sorunlarını iletmektir.
Açılım adı altında başlatılan süreçten Şehit
Aileleri nasıl etkilendi ve gelinen süreci nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bu süreçte şehit ailelerinin kanayan yaralarına tuz basıldı. Yaraları deşildi,
evlatlarının şehit oldukları andan daha fazla üzüldüler. Bizim şehitlerimiz ne
için canlarını feda ettiler? Kutsal kabul ettiğimiz değerlerimiz için öldüler,
Gazilerimiz bu değerlerimiz için uzuvlarını kaybettiler. Bu değerler Türki-
Röportaj: Deniz GÜRBÜZ
Seçimler var, bakıyoruz AK Parti hükümeti diyor ki; “Demirtaş siyaset
yapıyor diğer kardeşi dağda…” Peki
siz Selahattin Demirtaş’ın kardeşinin
Kandil’de olduğunu bilmiyor muydunuz? Bu ülkeyi 13 yıldır böyle mi idare
ettiniz? Selahattin Demirtaş’ı 13 yıllık
iktidarınızda siz alıp Meclis çatısı altında oturttunuz.
Özellikle de bu ülkenin temel taşlarının döşendiği Dolmabahçe Sarayı’nda
Bakanlarınızla
görüştürdüğünüzde,
Demirtaş’ın kardeşinin Kandil’de olduğunu bilmiyor muydunuz? Biliyor fakat buna göz yumduysanız bu durum
çok vahimdir. Bilmiyorsanız, o daha da
vahimdir!
Açılım sürecinin tam adı “ÇÖZÜLME” sürecidir.
yahut gazi olmuştur da, bu acıyı bilsinler. Onların bu acıyı bilmeleri mümkün
değildir.
Bu 63 akil adamdan birisini arayarak,
“siz kimi, neye ikna etmeye çalışıyorsunuz?” dedim.
Bana, “sizin artı taraflarınız çok ama
Sayın Başbakan da bizi çağırdı, biz de
katıldık…” dedi.
“Katıldıysanız madem önce bizi ikna
edin. Üstelik biz dağdakiler gibi katil
de değiliz, gelin çayımızı için, bir de
bizi dinleyin” dedim.
Meydanlara çıkıp “Analar ağlamıyor”
diye masum insanları kandırmaya başladılar.
Analar ağlamıyor da; Hakkari’de kamu
hizmeti yaparken enselerine kurşun
sıkılarak infaz edilen 3 tane askerimizin suçu neydi?
Diyarbakır’da hamile eşiyle pazar alışverişinde katledilen askerimizin suçu
neydi?
Röportaj
ye’nin birliği, bütünlüğü ve üniter yapısıdır. Bizim çocuklarımız ezanlarımız
susmasın, bayrağımız dalgansın, devletimiz teröristlerle pazarlık masasına
oturmasın, Türkiye’nin üniter yapısı
pazarlık masasına getirilmesin, evlatlarımızı katleden Kandil’deki teröristlerle pazarlık yapılmasın, yasalarımızın idama mahkum ettiği İmralı’daki
bebek katiliyle pazarlık masasına oturulmasın diye bedel ödediler.
Geçtiğimiz haftalarda onbaşı ve kamu
görevlimiz kaçırıldı. Onların suçu neydi?
Bu sürece çözüm diyorlar, ama maalesef çözülmeden başka bir şey değildir.
Analar ağlamasın denilerek, hükümet
dibe vurmuştur.
Ben daha önce Cumhurbaşkanı’na
“Kürt sorunu yoktur, terör örgütü
sorunu vardır. Bu sorun da ülkenin
sorunudur” diye söylediğimde kendisi
sustu. 10 sene sonra Cumhurbaşkanı
olduğunda, bizim söylemlerimizi kullandı. “Kürt sorunu yok, terör örgütü
sorunu var” Günaydın beyefendi..!
Bizim doğudaki insanımızın sorunu
neyse, batıdaki insanımızın sorunu da
aynıdır. Yoksulluk ve işsizlik tüm Anadolu’da vardır.
Ama asker kışlasına, polis karakoluna
hapsediliyorsa, bölgenin güvenliğinden biz sorumluyuz diyorlarsa, devleti
temsilen orada toplantılara katılıyorlarsa, Kürdistan’a hoş geldiniz denilebiliyorsa ve bunlara ses çıkartılmıyor-
Bu süreç açılım süreci değil, bunun
tam adı “ÇÖZÜLME” sürecidir. Bu süreçte 63 tane kiralık akil adamı milletvekilliği vaadiyle meydana sürdüler.
Şu anda bu 63 kiralık akil adamın büyük çoğunluğu milletvekilli adaylığı ile
ödüllendirildi.
Bu adamlar neyi biliyorlardı da akil
oldular? Bu işin asıl muhatabı bizdik,
bizler ikna edilmeliydik. “Analar ağlamasın” diyorlar, anaların ağlamasının
acısını en iyi biz biliriz. Ağlayan anneler bizimdi hep. Annelerin ağlamasını
kimse istemiyor, insan olan kimse de
istemez zaten… Bu akil adamların hangi birisinin çocuğu veya yakını şehit
SENCE 2015 Sayı 8
21
SENCE
sa bu ülke bölünme noktasına veya iç
savaşa gelmiş demektir.
Biz bölünmeden yana değiliz, ancak
terör örgütü sempatizanlığı yapıp “biz
devlet kuracağız” diyenlerle, pazarlık
masasına oturulması bizleri derinden
üzmüştür. Bugün Kandil ne istiyorsa
hepsi yerine getiriliyor, Oslo’da ülkemizin üniter yapısı masaya yatırılıyor.
İmralı’ya heyetler gidip geliyor, bölücü
katilin çizdiği yol haritasına göre Hükümet Kandil’in emirleriyle hareket
ediyor.
Biz bağımsız Türkiye miyiz, yoksa terör
örgütüne teslim olmuş bir ülke miyiz?
Bizim çocuklarımız ne için öldü? Evlatlarımızın uğruna şehit düştüğü kutsal
değerlerimizden hangileri kaldı? Türklük diyemiyoruz, “Ne Mutlum Türküm
Diyene” diyemiyoruz. Andımız okullarda kaldırıldı. Hükümet istek üzerine
kaldırıldı açıklaması yaptı. Kimin isteği
bu? Bu ülkeye ihanet eden terör örgütünün isteği üzerine kaldırıldı. Hangi
Türk Andımızın kaldırılmasını istedi?
Devlet kurumlarından “T.C” ifadesi
kaldırıldı. Bunların hepsi terör örgütünün isteğiydi. Bizler şehit aileleri olarak çok üzüldük.
Bu ülkeye ihanet eden terör örgütü
üyeleri, Kandil’den indiklerinde kahraman edasıyla sınır kapımız Silopi’den
geçtiler. Ayaklarına kadar mobil mahkemeler götürüldü. Biz şikayetçi olduğumuzda, dönemin Adalet Bakanı
hakim ve savcılar hakkında soruşturmaya izin vermedi. Bir Türk vatandaşı
bu yaşananların hangisinden memnun olabilir ki? Biz kimseden bir şey
istemiyoruz, uğrunda can verilen,
uzuv verilen kutsal değerlerimiz yok
sayılmasın. En güvendiğimiz kışlalarımızda bayraklarımız indirildi, sokaklarda Türk bayrakları yakıldı. Ülkemiz
22
www.sencedergisi.com
bölünmeye götürülüyor. Uğruna can
verdiğimiz değerlerimizi, terör örgütüne teslim ettiler.
Şehit ailelerimiz, bu vatan
uğruna evlatlarını feda
etmelerine rağmen hak
ettikleri değeri görüyor mu?
Kesinlikle hayır. Seçim dönemlerinde
oy toplamak için ortaya çıkıp, şehit
ailelerine ve gazilerimize bir çok hak
verdik diyorlar.
1999 yılında İmralı
Adası’nda yatan hain
yargılanırken, Şehit
Aileleriyle birlikte
bu duruşmalara
müdahil olan tek sivil
toplum örgütü ve
Konfederasyon Türkiye
Kamu-Sen olmuş,
maddi ve manevi her
türlü desteği vermiştir.
Yasalarımızda vatana ihanet suç, kaçakçılık yapmak suç, teröre yardım ve
yataklık yapmak suçtur. Uludere’de
sınırı geçen 35 kaçakçı için, Türk Silahlı Kuvvetlerimiz yapması gerekeni
yapmıştır. Şehit cenazelerinde şehidin
1. dereceden başka yakınını cenazeye
sokmayan Devlet, Uludere’de kaçakçılık yapanların evlerine kadar gidip, göz
yaşı dökerek, başsağlığı diledi. Onların
başını okşayıp, acılarını paylaştılar.
Hangi şehit ailesinin evine o ekip gitmiştir.
Şehit ailelerine verilen
sosyal ve ekonomik hakları
yeterli buluyor musunuz?
Şehit ailelerine verilen hakları yeterli
bulmuyoruz. Sadece aile içinden bir
kişiye iş hakkı verdiler. Onu da temcit
pilavı gibi her seçim döneminde önümüze getiriyorlar. Daha önceki seçim
döneminde Şehit ve Gazi Aileleri için
yapılan yasal değişiklikte pozitif ayrımcılık olacağı söylendi. Ancak, ne yazıktır ki şehit ve gazi aileleri şu ana kadar
öyle bir ayrımcılık görmemiştir.
Uludere’de kaçakçılık yapanlar, ülkeye
ihanet edenler baskıyla şehit ilan edildi. Onlara bazı haklar verildi, mezarlıklarının adı değişti “Sivil Şehitlik” oldu.
Onlara verilen haklara ilave olarak,
Şehit ve Gazi annelerine de ikinci bir
iş imkanı verildi. Onu da her seçim döneminde propaganda malzemesi yaptılar. Fakat işin özünde Şehit ve Gazi
ailelerinin durumlarını en azından
ekonomik olarak düzeltecek bir yasal
hak hala yoktur.
Şehit aileleri 3713 sayılı Kanun kapsamında değerlendirilmiyorsa, mağdur oluyor. Vatan borcu için askerlik
şubesinden sevk pusulasını alıp, askerlik görevine giderken ölümler ya
da sakatlıklar oluyor, burada da mağduriyetler yaşanabiliyor. Biz, “askerlik
şubesinden sevk pusulasını aldıktan,
terhis olup evine teslim edilinceye
kadar geçen süre devlet garantisinde
olmalı, bu süreçte uzvunu kaybederse gazi, hayatını kaybederse şehit
statüsünde sayılmalıdır” dedik. Fakat
bu durum bu zamana kadar düzeltilmedi.
Bugün şehit olan kişi evli ve 2 çocuğu varsa birisi işe girebiliyor. “Devlet
büyüktür” diyoruz, ikisi de işe girsin.
Röportaj
“Vatan için canını veren şehidimizin
çocukları ve eşi mağdur edilmesin” diyoruz. Ancak bu güne kadar bu taleplerimize olumlu bir cevap verilmedi.
Verdiğiniz mücadelede
manevi olarak destek
bulabiliyor musunuz?
Yaşadığınız sorunlar
nelerdir?
Maalesef bu konudan çok rahatsızız.
Bugün sokak hayvanlarını koruma
dernekleri gibi dernekler kamu yararı
kapsamında değerlendiriliyor. Ancak
bu ülke için en büyük hizmeti veren
şehitlerimiz ve gazilerimizin hizmetleri kamu yararı kapsamında değerlendirilmiyor.
Bizim federasyonumuz da kamu yararı
kapsamında değerlendirilmelidir. Bizim evlatlarımız bu ülke için canlarını
vermiştir. Daha nasıl bir kamu yararı
bekliyorlar? Konuyla ilgili biz müracaat
ettiğimizde, İçişleri ve Maliye Bakanlığı bize gelirimizin az olması sebebiyle
kamuya hizmet veremeyeceğimizi ifade etmişlerdir.
Bizim Federasyon olarak ayakta duruşumuz, bu ülkeyi seven kişiler sayesin-
dedir. Bu konularda Türkiye Kamu-Sen
en büyük destekçimizdir, kendilerine
çok teşekkür ediyoruz.
Şehit Aileleri Sivil Toplum
Örgütlerinden yeterli
desteği aldı mı? Size
en çok destek veren,
çalışmalarınızda yanınızda
olan Sivil Toplum Örgütleri
hangileridir?
Bize Türkiye’nin tüm illerinde yalnızca
Türkiye Kamu-Sen destek vermektedir. Türkiye Kamu-Sen haricinde hiçbir
sivil toplum örgütü ne yardım etmiştir,
ne de destek olmuştur. Her zaman için
81 ilimizde Türkiye Kamu-Sen ailesi yanımızda olmuştur. Bundan dolayı Şehit
aileleri olarak Türkiye Kamu-Sen’e teşekkür ediyorum.
Bir tek şimdi değil, 1999 yılında İmralı Adası’nda yatan hain yargılanırken,
Şehit Aileleriyle birlikte bu duruşmalara müdahil olan tek sivil toplum örgütü
ve Konfederasyon Türkiye Kamu-Sen
olmuş, maddi ve manevi her türlü
desteği vermiştir. Türkiye Kamu-Sen
gibi sivil toplum örgütlerinin sayısının
çoğalması tek temennimizdir. Bu vatana sahip çıkanların sayısı çoğalsın…
Eklemek istediğiniz bir şey
var mı?
En büyük rahatsızlığımız seçim dönemlerinde söylenenlerdir. Şimdi
şehit ailelerine tekrar tazminat verilmesinden bahsediyorlar. Böyle bir şey
yok, vatandaşı kandırmasınlar. Şehit
aileleriyle vatandaşı yüz yüze getirmesinler. Gerçeği bilmeyen vatandaşlarımız, bu Şehit Ailelerine devletin
vermediği kalmadı diyorlar. Ancak,
verilen hiçbir şey yok.
Ayrıca biz Türk Milleti olarak Şehitlerine ve Gazilerine karşı çok duyarlı
bir milletiz. Durum böyle olduğunda
Şehitlik ya da Gazilikle ilgisi olmayan
kişiler bu durumları su istimal ediyorlar. Kapı kapı dolaşıp, hatta bazı kurum
ve kuruluşlara kumbaralar bırakarak
şehit ailelerine yardım adı altında yapılanlar, Şehit Aileleri olarak bizlerin
onurunu kırmaktadır. Hiçbir şehit ailesi yakını kapı kapı dolaşmaz. Yetkililer,
şehit ailelerini dilenci yerine koyan hiç
kimseye müsaade etmesin, denetimleri sıklaştırsınlar. Şehit aileleri dilenci
değildir… Böyle duygu sömürülerine
karşı önlem alınmalıdır.
SENCE 2015 Sayı 8
23
SENCE
İstanbul’un
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan....
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..
24
www.sencedergisi.com
Fethİ
Dr. Süleyman GÜNGÖR ⎟
Tarih
R
oma İmparatoru Kostantin tarafından miladi IV. yüzyılda inşa edilen ve tarih
ile efsanenin iç içe geçtiği bir şehirdir, İstanbul. Yerleşim geçmişi yakın çevrede
binlerce yıla uzansa da, Kostantiniyye adı ile Roma Başkenti olunca ve Bizans
dönemi boyunca; İstanbul dünyanın bir mücevheri gibi durmaktadır.
Bu mücevher, birçok cengâverin iştahını kabartmış ve tarih boyunca 29 defa kuşatılıp
kurtulmuştur. İstanbul’un kıymetini artıran en önemli faktör de, Hz. Muhammet (SAV)
tarafından bu şehrin fatihinin ve fetih ordusunun övülmesidir. Bu övgü dolayısıyla Arap
orduları tarafından defalarca İstanbul’a yönelik akınlar ve kuşatmalar gerçekleştirilmiştir. Bu yolda bir çok mücahit kan ve ter dökmüş, can vermiştir. En meşhuru, sahabeden
Ebu Eyyüb El- Ensari halen İstanbul’da medfun ve bir semte adını vermiştir. Bu fetih,
Osmanlı Sultanı II. Mehmet’e nasip oluncaya kadar birçok Türk akını da İstanbul’a yönelmiştir.
Anadolu ve Kudüs’ü Müslümanların elinden geri almak için toplanan Haçlı Orduları da
çok kere İstanbul’dan geçmişler ve geçerken de bu şehri talan edip gitmişlerdir. Kostantinepolis’in İstanbul olması arifesinde, Bizans ruhbanlarının “Katolik külahı görmek
yerine, Müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz” demelerinde herhalde bu haçlı seferlerinin etkisi ve hatırası da önemlidir.
İstanbul. En kıymetli mücevherden değerli bir şehir. Bu kıymetinden dolayıdır, Necip
Fazıl’ın İstanbul’u anlatırken coşkunluğu:
“Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.”
İstanbul’u bu denli kıymetli kılan İstanbul’a duyulan aşktır. İstanbul’u böylesine arzulatan da İstanbul’a duyulan aşktır. İstanbul aşkının kaynağı, orayı görmeden seven
Habib-i Hüda’nı, insanların en güzelinin dilindeki muştudur: “Kostantiniyye muhakkak
fetholunacaktır.” Bu müjdeye erebilmek arzusu sayesinde; İstanbul fetihten çok önce II.
Mehmet’i fethetmişti. Hicretin 5. yılına denk düşen 627 senesinde verilen bu müjdeli
haberin neticesi, 29 Mayıs 1453 günü alınmıştır.
Yaklaşık iki ay süren bir kuşatma sonucu ulaşılan zafer; Bizans İmparatorluğunu tarihe
mal ederken, Kostantinapolis’i İstanbul ve II. Mehmet’i Fatih yapmıştır. O kadar ki, gerek Türk gerekse bütün İslam tarihi içinde birçok fütuhat bulunmasına rağmen Fatih,
Osmanlı Padişahlarının yedincisi olan Sultan II. Mehmet’in özel adı haline gelmiştir. Bu
bile İstanbul’un fethini, sıradan bir kentin ele geçirilmesinden ayırmaya yeterlidir.
Bengütaş’a kazınmış
bir vasiyettir,
İSTANBUL. Bilge
Kağan adına, “güneş
tuğ, gökyüzü çadır
olsun” fermanının bir
adımıdır, İSTANBUL
Peygamberin övdüğü millet olma payesini Türk’ün göğsüne bir şeref nişanı olarak takmaya vesile olan İstanbul, bir aşk meyvesidir. Çünkü peygamber dilinden dökülen müjde, aynı zamanda o güzide insanın gönlünün arzusunun ifadesidir.
Akşemsettin donunda Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi nefesidir, İstanbul.
Sevgilinin gönlünü hoş etmek için devşirilmesi gereken bir Kızıl Elmadır, İstanbul. Allah’ın adını duyurma sevdasıyla yürüyen bir mücahedenin o günkü timsalidir, İstanbul.
Bengütaş’a kazınmış bir vasiyettir, İstanbul. Bilge Kağan adına, “güneş tuğ, gökyüzü çadır olsun” fermanının bir adımıdır, İstanbul.
SENCE 2015 Sayı 8
25
SENCE
Uzak Asya’dan dörtnala gelen bir akının binek taşıdır, İstanbul. Dünyaya
meydan okuyan bir iman ve iddianın
Türkçesidir, İstanbul.
Aşktır, hevestir, hırstır, vazifedir, lütuftur, haktır… Birbirinden beslenen birbirinin zıddı birçok şeydir, İstanbul.
Bütün bunları ismi altında toplayıp tarih içinde olgunlaşmış ve coğrafyanın
en güzel bir noktasına konuvermiş bir
mücevherdir, İstanbul.
26
Dedesi Yıldırım’dan kalan Anadolu
Hisarı’nın karşısına Boğazkesen Hisarı’nın inşasını hayal etme gücü ve
90 günde tamamlama iradesi, İstanbul’un fethinin habercisidir.
yediler elinde, tefeciye rehin bırakılmışsa da, fethin hatırasına hürmeten,
üstündeki tozları silinmesi gereken bir
cevherdir, İstanbul. İstanbul ve fethi
bir ruh ve şuur mihengidir.
Surların yetmeyeceğini bilen Bizans’ın
zincire vurduğu Haliç’i bir gecede 72
parça kalyon ile donatan bir çılgınlığın numunesidir, İstanbul’un fethi.
Gemiler kaygan tomruklar üzerinden
dağdan aşırılırken, tünellerle surların
temeline inilmesidir, İstanbul’un fethi.
Fethin anlamını ve ruhunu kavramak,
göstermelik törenlerde, Ulubatlı Hasan animasyonları ile piyes oynatmak
değildir. İstanbul’u parselasyona tabi
bir arazi olarak görmek değildir. İstanbul’u sevmek, imarcı bir bakışla selatin camileri plaza gölgesinde bırakmak
da değildir.
Aynı zamanda İstanbul, stratejik bir
deha ile bilimin harmanlandığı zamanın önünde koşma kabiliyetinin bir
eseridir. Dalda duran meyveyi zedelemeden almaya uzanan titiz bahçıvan
gibi, çevresinden kucaklanmasıdır.
Fetih evveli ile birlikte bir bütündür ve
bu dönemin bütün askeri hareketleri
ve iskanları, fetih hedefine giden yolun köşe başlarıdır. Şahi topun icadı,
imali ve kullanılmasıdır, Kostantin’in
şehrini İstanbul yapan.
***
Haçlı’nın ta ki I. Dünya Savaşı sonuna kadar hayalini bile kuramadığı bir
ukdesinin adıdır, İstanbul. “Geldikleri
gibi giderler” diyebilen bir yiğit başbuğ tarafından ebedi bir Türk yurdu
olduğunun tarihen tescil edildiği bir
zafer anıtıdır, İstanbul. Ve düşman işgalinden kurtuluşuna yeniden fetih
denilmeyen bir saygı duruşudur, İstanbul.
İstanbul, görmeden de sevilecek, en
sevgilinin hatırını taşıyan bir Burak gibi
yücelecek bir değerdir.
İstanbul’un fethi, 6 Nisan’da başlayan
kuşatmanın haftalarca sonuçsuz kalmasından dolayı çatlayan sabır taşının
bir volkana dönüşmesi ve “Rum ateşi”ni yutuvermesidir.
Bir mücevherdir, İstanbul. Onun içindir ki, “her sengine yekpare Acem
mülkü feda” görülmüştür, dünden
bugüne. Bugün kıymet bilmez miras-
İstanbul’un fethini düşünmek, İstanbul’a gönlünü kaptırmaktır. Onu fetheden güzel komutan ve güzel ordunun
her bir neferinin ruhları şad olsun.
www.sencedergisi.com
İstanbul, gözlerini kapatıp Behçet Kemal Çağlar’ın şiirine Münir Nurettin
Selçuk’un nihavent makamında bestelediği şarkıyı terennüm etmektir. Kalamış’ı bilmeden “İstanbul’u sevmezse
gönül aşkı ne anlar” diyebilmektir.
Değer
Hayatını Anadolu’nun İstiklal Mücadelesine Adayan
BİR BÜYÜK KAHRAMAN
Abdurrahman
PEŞAVERİ
1886’da Peşaver’de çok zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Aligarh
İslam Üniversitesi’nde 26 yaşında bir
öğrenci iken, Müslümanlara yardım
için 1912’de İstanbul’a geldi ve bir daha
dönmedi.
Abdurrahman Bey daha okul sıralarındayken Türkler’e karşı büyük bir hayranlık ve sevgi duymuştu. Öylesine bir
hayranlık ve sevgi ki kardeşleri Abdurrahman Bey’e “Türki Lala” yani “Türk
Ağabey” diyorlardı.
1. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine,
okuldaki öğrenciler Peşaveri’nin liderliğinde “Hilal-i Ahmer Cemiyeti Türk
Yardımlaşma Fonu”na yemek ücretlerinden yaptıkları tasarruflarla yardımda
bulundu.
Hem toplanan paraların teslimi hem
de zorda bulunan Osmanlı Ordusu’na
yardım için Hindistan Hilal-i Ahmer Cemiyeti, bir tıbbiye heyetini İstanbul’a
göndermeye karar verdi.
Babasından izin alamayacağını düşünerek, ailesinden gizlice heyete dahil
olan, parası olmadığından ceketini, elbiselerini ve kitaplarını satarak yolculuk masraflarını karşılayan Peşaveri, 30
Aralık 1912’de İstanbul’a gelen heyette
yer aldı.
1913’te Edirne’nin Bulgarlar tarafından
işgaliyle derin bir acıya boğuldu. Peşaverî kız kardeşine gönderdiği telgrafta
üzüntüsünü şöyle anlatır: “Sevgili kardeşim, Edirne ellerimizden kaydı gitti.
Allah bizleri korusun! Bu menfur hadise karşısında çaresizliğimizi tarif bile
edemiyorum. Lakin Takdir-i İlahiye
kim karşı gelebilir? Hayatı pahasına
Edirne’yi savunan Şükrü Paşa’yı tarih
daima hayırla yâd edecektir”
Peşaveri, Haziran 1913’te ülkesine dönen
heyete katılmadı, İstanbul’da yaşananları
anbean Hindistan’a bildirdi. Peşaveri, 22
Temmuz 1913’te kız kardeşine, “Sevgili
Kardeşim, Türk Ordusu şükürler olsun
Edirne’yi kurtardı. İstanbul’da bayram
havası var” şeklinde yazdı.
Rauf Orbay’ın vasıtasıyla Harp Okulu’na
kaydolan Peşaveri, 1. Dünya Savaşı başlayınca teğmen olarak Gelibolu cephesinde savaştı ve 3 kez yaralandı.
Peşaveri, İstanbul’un itilaf devletlerince işgal edilmesiyle burada gizlendi, İzmir’in işgalinden hemen sonra
25 Mayıs 1919’da Rauf Bey ile gizlice
Bandırma’ya geldi. Peşaveri, haziranda
Amasya’ya geçerek, Kuvay-ı Milliye’nin
İngilizce yazışmalarında görev aldı,
Anadolu Ajansı’nın (AA) kuruluş çalışmalarında bulundu. AA’nın ilk çalışanı
olarak kayıtlara geçen Peşaveri, ajansta
çalıştığı süre boyunca özellikle Yunan
ordusunun Anadolu’da yaptığı katliamların Avrupa kamuoyuna duyurulması
için özel çaba sarf etti.
Milli Mücadele’de büyük yararlıklar
gösteren Peşaverî, TBMM adına Ağustos 1920’de Afganistan’a “Fevkalâde
Murahhas” unvanıyla ilk Türk Büyükelçisi olarak atanmıştır. Elçiliği sırasında Afganistan Kralı Amanullah Han kendisine
çok iltifat etti, hatta ikametine, “Ayniül
İmara” denilen ve prensliği zamanında
oturmuş olduğu sarayı tahsis etti.
Kabil’e büyükelçi olarak geldiğini duyan
ailesi Peşaver’e dönmesi için mektup
üstüne mektup yazdığı Peşaveri, 10 yıl
görmediği ailesine “Vatanım işgal altındadır. Ben hür bir adamım. İngiliz
işgali altındaki topraklara gitmem”
şeklindeki tarihi cevabını verdi.
Peşaverli Abdurrahman Bey, daha sonra Kabil’e gelerek kendisiyle Peşaver’e
dönmesi için adeta yalvaran annesine
“Anne, Anadolu işgal
altındayken dönemem” dedi.
SENCE 2015 Sayı 8
27
SENCE
OMBUDSMANLIK
Bireylerin doğrudan yönetime iştirak etmesi, bireyler ve kamu idareleri arasındaki
sorunların kısa sürede çözümlenmesi veya çözümlenmesine katkı sağlanması
amacıyla TBMM adına, şikâyet esasına göre inceleme ve araştırma yapan, idareyi
denetleyen ve gerekli gördüğü hallerde idareye tavsiyelerde bulunan Kurum
Cengiz ÖZEL ⎟ Tetkik Hakimi
O
mbudsmanlık müessesesi, ilk kez 1713 yılında İsveç’te kuruldu ve 1809 yılında
İsveç Anayasasına girerek anayasal bir kurum haline geldi. İki asra yakın uygulanmasından sonra, öncelikle İskandinav ülkelerince benimsendiği oradan Avrupa’ya, ardından da tüm dünyaya yayıldığı bilinmektedir.
Bu kurum; tarihimizde Demirbaş Şarl olarak tanınan, İsveç Kralı Kral 12. Charles’ın
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamak zorunda kaldığı 1709-1714 arasındaki
konukluk/sürgün yıllarında, kökeni Selçuklu kadar uzanan ve Türkçeye “Başkadı” ya da “Kadılar kadısı” olarak çevirebileceğimiz Osmanlı’daki Kadı-ul
Kudat adlı kurumdan etkilenmesiyle doğmuştur.
Osmanlı hukuk düzeninde “Başkadı” insanların haklarını adaletsizliğe ve kamu görevlilerinin güçlerini kötüye kullanmalarına karşı
korumaktaydı. Ombudsman da menşei itibariyle buna benzer
bir korumayı gerçekleştirecek olan kişi olarak düşünülmüştür.
Nitekim Paris Yerel Yönetim Ombudsmanı, yıllık raporunda
Ombudsmanın tanıtımına ayırdığı bölümün birinci paragrafında “kurum her ne kadar 18. yy başında İsveç’te ortaya çıkmışsa da, İsveç Kralı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nda görüp kendi ülkesine uyarladığı bir kurumdur”
demektedir.
İsveç sisteminden etkilenerek, Ombudsmanı uygulayan ilk ülke 1919’da Finlandiya olmuştur. Finlandiya’yı 1955’te Danimarka takip etmiş, 1963’de Norveç’te ve Yeni Zelanda’da da kurum kabul edilmiştir.
Bugün 140’a yakın ülkede ulus, bölge, şehir ve belediye bazında uygulanmaktadır.
28
www.sencedergisi.com
Bireylerin doğrudan yönetime iştirak
etmesi, bireyler ve kamu idareleri
arasındaki sorunların kısa sürede çözümlenmesi veya çözümlenmesine
katkı sağlanması amacıyla TBMM adına, şikâyet esasına göre inceleme ve
araştırma yapan, idareyi denetleyen
ve gerekli gördüğü hallerde idareye
tavsiyelerde bulunan Kurum; yasama,
yargı ve idari denetim araçları ile kamuoyu denetimi gibi mevcut yapılara
bir alternatif değil, onları tamamlayıcı
olması niyetiyle kurulmuştur.
Kurumun yetki, görev ve sorumlulukları kapsamına “merkezî yönetim kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal
güvenlik kurumları, mahallî idareleri, mahallî idarelerin bağlı idareleri,
mahallî idare birlikleri, döner sermayeli kuruluşları, kanunlarla kurulan
fonları, kamu tüzel kişiliğini haiz kuruluşları, kamu iktisadi teşebbüsleri,
sermayesinin yüzde ellisinden fazlası
kamuya ait kuruluşlar ile bunlara
bağlı ortaklıklar ve müesseseleri,
kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, kamu hizmeti yürüten
özel hukuk tüzel kişilerinin” girdiğini
görmekteyiz.
Bu noktada Kuruma verilen inceleme
yetkisi mutlak bir yetkidir. Kurum,
başvuruya konu bir uyuşmazlığın aydınlığa kavuşması ve bir sonuca ulaşılması için gerekli her türlü incelemeyi
yapabilir. Bilgi ve belge isteyebilir. Nitekim Kanunun 18 inci maddesinde,
“Kurumun inceleme ve araştırma konusu ile ilgili olarak istediği bilgi ve
belgelerin, bu isteğin tebliğ edildiği
tarihten itibaren otuz gün içinde verilmesi zorunludur…” şeklinde hüküm
altına alınmıştır.
Ayrıca, 6328 sayılı Kanun uyarınca,
yargı organlarında görülmekte olan
veya yargı organlarınca karara bağlanmış uyuşmazlıklar; sebepleri, konusu
tarafları aynı olan, daha önce sonuçlandırılan ve belirli bir konuyu içermeyen şikâyetler de Kurumun inceleme
alanı dışındadır.
Şikâyet Başvuru Usulü
Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise
“…Devlet sırrı niteliğindeki bilgi ve
belgeler Başdenetçi veya görevlendireceği denetçi tarafından yerinde
incelenebilir.” hükmü ile tüm bilgilere erişim hakkı sağlanmaya çalışıldığı
söylenebilir.
İdarenin işlem ve eylemleri ile tutum
ve davranışı sonucu hak ve özgürlükleri veya menfaatleri ihlal edilen gerçek
ve tüzel kişiler Kuruma başvuruda bulunabilmektedirler. Bu çerçevede, tüm
bireyler yanında; şirketler, sivil toplum
kuruluşları, dernekler, vakıflar, sendikalar vb. tüzel kişiler başvuru hakkına
sahiptir.
Bunun yanında Kurum; yargısal nitelikte bir yetki olan bilirkişi görevlendirme ve tanık dinleme, her türlü
dosyaya ulaşabilme ve yöneticileri çağırabilme yetkisini haizdir.
Ayrıca, tabiiyet ve mütekabiliyet (karşılıklılık) şartı aranmaksızın yabancı
ülke vatandaşları da şikâyetlerini iletebilmektedirler.
Kurumun bir diğer yetkisi de faaliyetlerini ve önerilerini rapor ve açıklama
ile Meclise ve kamuoyuna sunabilmesidir. Kurum bundan başka, uluslararası işbirliği geliştirmeye de yetkilidir.
Kurum, idarenin işleyişi ile ilgili şikâyet
üzerine, idarenin her türlü eylem ve
işlemleri ile tutum ve davranışlarını;
insan haklarına dayalı adalet anlayışı
içinde, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek, araştırmak ve idareye önerilerde bulunmakla görevlidir.
Ancak; Cumhurbaşkanının tek başına
yaptığı işlemler ile resen imzaladığı
kararlar ve emirler, Yasama yetkisinin
kullanılmasına ilişkin işlemler, Yargı
yetkisinin kullanılmasına ilişkin kararlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin sırf askerî
nitelikteki faaliyetleri, kurumun görev
alanı dışındadır.
Çalışma Hayatı
Türkiye Cumhuriyetinin ilk Ombudsmanlık Kurumu, “Kamu Denetçiliği
Kurumu” 12 Eylül 2010 tarihinde halkoylaması ile kabul edilen 5982 sayılı
Kanun ile Anayasamızın 74 üncü maddesine eklenen hükümle anayasal
bir dayanak elde etmiş ve 6328 sayılı
Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu ile
ihdas edilmiş ve TBMM Başkanlığına
bağlı, kamu tüzel kişiliğini haiz, özel
bütçeli bir kamu kurumu olarak kurulmuştur. Kurum 29 Mart 2013 tarihinde şikâyet başvurularını almaya
başlamıştır.
Şikâyet başvurusunun insan hakları,
temel hak ve özgürlükler, kadın hakları, çocuk hakları ve kamuyu ilgilendiren genel konulara yönelik olması
halinde, doğrudan hak ve özgürlüğü
veya menfaati ihlal edilme şartı aranmaksızın tüm gerçek ve tüzel kişiler de
başvuruda bulunabilmektedirler.
Dolayısıyla bu konularda, bireyler yanında dernekler ve vakıflar gibi sivil
toplum kuruluşları da idarenin denetim mekanizmasında aktif rol alabilmektedir. Ayrıca, şikâyet başvurusu
kanuni temsilci veya vekil tarafından
da yapılabilmektedir.
Şikâyet başvurusu, Kuruma veya açılan bürolara; elden, posta, e-posta,
faks veya elektronik başvuru sistemi
yoluyla ulaştırılabilmektedir. Ancak,
faks veya elektronik posta yoluyla yapılan başvurulara ait dilekçe asıllarının
SENCE 2015 Sayı 8
29
SENCE
15 gün içerisinde Kuruma gönderilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, şikâyet başvurusu geçersiz sayılmaktadır.
Gerçek veya Tüzel Kişiler için “Şikâyet
Başvuru Formu” doldurulmak suretiyle de Kuruma başvurulabilmektedir.
Yönetmelikte belirlenen zorunlu bilgi ve belgelerin sunulması koşuluyla
form kullanılmadan da şikâyet başvurusu yapılabilmektedir.
Ayrıca, illerde valilikler ve ilçelerde
kaymakamlıklar aracılığıyla da şikâyet
başvurusu yapılabilmektedir. Ancak,
burada valilik ya da kaymakamlı şikâyet başvurusuna ilişkin herhangi bir
inceleme yapamazlar. Valilik veya kaymakamlıklar, şikâyetleri tarih ve sayı
vermek suretiyle kayıt altına aldıktan
sonra en geç üç iş günü içerisinde Kuruma göndermektedirler.
Şikâyet İnceleme Süreci ve
Kararlar
Kuruma ulaşan şikâyetler öncelikle ön
incelemeye tabi tutulmaktadır. Yapılan bu ön inceleme sonucunda;
• Konusu Kurum görev alanına girmeyen,
• Başvuru süresi içerisinde yapılmayan,
• Kurumda incelenmekte ve araştırılmakta olan bir şikâyet başvurusuyla
veya Kurum tarafından daha önce
sonuçlandırılan bir şikâyetle sebepleri, konusu ve tarafları aynı olan,
• Yargı organlarında görülmekte veya
yargı organlarınca karara bağlanmış uyuşmazlıklara ilişkin olan,
• Başvuru usulüne uygun olmayan,
• Şikâyet başvurusunda bulunması
gereken isim, adres, unvan gibi zorunlu bilgileri içermeyen,
• Menfaat ihlali içermeyen,
30
www.sencedergisi.com
şikâyetler hakkında İncelenemezlik
Kararı verilerek; başvuru sahibi, gerekçesiyle birlikte karar hakkında yazılı
olarak bilgilendirilmektedir.
görüşmeler yapılabilmektedir. Yapılan
görüşmelerde şikâyet konusu ile ilgili
bilgi verilip, idareden çözüm için işlem
tesis etmesi istenmektedir.
Öninceleme aşamasında ele alınan
bir diğer husus ise şikâyetçinin Kuruma başvurmadan önce ilgili idareye
başvurmasıyla idari başvuru yollarının
tüketip tüketilmediğidir.
Ancak, şikâyetin bu yolla çözülemediği hallerde, şikâyet konusu hakkında
bilgi ve belgeler ile şikâyet hakkındaki
değerlendirmeleri ilgili idareden talep
edilmekte, idare bilgilendirilmekte ve
böylece idareye de söz hakkı tanınmaktadır.
Kuruma başvuruda bulunabilmek için,
idari işlemden doğan zararın giderilmesinin üst makamdan, üst makam
yoksa işlemi yapmış olan makamdan,
özel kanunlarda belirtilmiş olması halinde ise bu makamlardan, idarî dava
açma süresi içinde istenmesi gerekmektedir.
İdari başvuru yollarının tüketilmediğinin tespiti halinde ise Gönderme Kararı verilmekte ve şikâyet başvurusu
ile karar gereğinin yapılması için ilgili
idareye, bilgi vermek için de başvuru
sahibine iletilmektedir.
Gönderme Kararları ile şikâyetçi, ilgili
idareye çözüm için başvurmuş olarak
değerlendirilmekte ve idari başvuru
yollarının tüketilmesi şartı sağlanmış
olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, şikâyet
işlem tesis etmesini sağlamak üzere
Kurum aracılığıyla ilgili idareye bildirilmektedir.
Ön incelemeyi takiben şikâyet başvurularının inceleme ve araştırma
aşamasına geçilmektedir. Şikâyetlerin
sebepleri ve konuları aynı olanlar için
Birleştirme Kararı alınmakta ve birden
fazla şikâyet tek bir şikâyet dosyası altında incelenmektedir.
İnceleme aşamasında, bürokrasi ve
kırtasiyeciliğe engel olmak için, şikâyetin herhangi bir yazışma yapılmadan çözülebileceği kanaatine varılırsa,
ilgili idare ile (telefonla veya bizzat)
İdare, istenilen bilgi ve belgeleri elektronik posta yoluyla Kurum elektronik
posta adresine ve bu isteğin tebliğ
edildiği tarihten itibaren en geç otuz
gün içinde de bu belgelerin asıllarını
göndermekle yükümlüdür.
6328 sayılı Kanunun “Bilgi ve belge istenmesi” başlıklı 18 inci maddesi hükmü uyarınca,süresi içinde istenen bilgi
ve belgeleri haklı bir neden olmaksızın
vermeyenler veya eksik verenler hakkında Başdenetçi veya Denetçinin başvurması halinde ilgili merciin soruşturma açma zorunluluğu bulunmaktadır.
Ancak Kanunla verilen bu ruhsatın
Başdenetçi ve denetçiler tarafından
pek kullanılmadığı görülmektedir. Soruşturma açılmasına ilişkin işlem ve
soruşturmanın sonucu hakkında ilgili
merci Kurumu bilgilendirmekle mükelleftir.
Devlet sırrı veya ticarî sır niteliğindeki bilgi ve belgeler, yetkili mercilerin
en üst makam veya kurulunca açıkça
gerekçesi belirtilmek suretiyle verilmeyebilir. Ancak, devlet sırrı niteliğindeki bilgi ve belgeler Başdenetçi veya
görevlendireceği Denetçi tarafından
yerinde incelenebilir.
İnceleme ve araştırma sonucu şikâyetin yerinde olduğu kanaatine varılması hâlinde Tavsiye Kararı verilmektedir.
İlgili merci, tavsiye doğrultusunda
tesis ettiği işlemi, aldığı önlemi veya
tavsiye edilen çözümü uygulanabilir
nitelikte görmediği takdirde bunun
gerekçesini otuz gün içinde Kuruma
göndermekle mükelleftir.
Kurumun tavsiye kararlarını emsallerine göre daha az ve daha geç sürelerde
vermesinin nedeni, tavsiye kararlarının mahkeme kararları gibi hatta daha
ayrıntılı açıklamaları içermesine gayret edilmesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Kurumun daha etkin ve verimli olabilmesi için, konunun içeriğine göre,
nitelikten vazgeçmemek şartıyla kısa
olmasından çekinmeyerek, daha fazla
tavsiye kararı vermesi beklenmektedir.
İnceleme ve araştırma sonucunda
şikâyetin yerinde olmadığı kanaatine
varılması hâlinde ise Ret Kararı verilmektedir.
Tavsiye ve red kararlarını incelediğimizde görülmektedir ki; bu kararlar
çok ayrıntılı ve kurumun karar verirken
özen gösterdiği çalışmalardır. Ancak bu
özen, kurumun gerçek işlevini yerine
getirmesine engel olan kendi önüne
koyduğu bir bariyer halini almıştır.
Tavsiye ve Ret Kararlarının, Kamu Denetçisinin önerisi üzerine, bizzat Kamu
Başdenetçisi tarafından verilmesi usulü de işin daha kısa sürede bitirilmesinin önündeki bir başka engeldir.
Ayrıca, şikâyetçinin başvurusundan
vazgeçmesi, şikâyetçi gerçek kişi ise
ölümü; tüzel kişi ise tüzel kişiliğinin
sona ermesi, şikâyet konusu talebin ilgili idare tarafından yerine getirilmesi,
inceleme ve araştırma devam ederken
şikâyet konusu hakkında dava açılması
durumlarında Kurum tarafından “Karar Verilmesine Yer Olmadığına Dair
Karar” verilmektedir.
Kurumun tarafları uzlaştırmasıyla şikâyet konusu olaydaki hatalı işlemin idare tarafından düzeltilmesi halinde de
bu karar alınmaktadır.
Genel İstatistiki Bilgiler
1 Ocak - 31 Aralık 2014 tarihleri arasında Kuruma yapılan şikâyet başvurularının sayısı 5639 olup, başvuruların büyük çoğunluğu (yaklaşık olarak
%’53’ü) internet sayfasında yer alan
“e-başvuru” sistemi aracılığı ile yapılmıştır. Başvuru şekline ilişkin veriler
aşağıda gösterilmektedir.
Kuruma yapılan başvuruların yaklaşık
% 24’lük bir kısmı “kamu personel rejimine” yönelik olarak gerçekleşirken,
bunu yaklaşık %17 ile “eğitim-öğretim,
gençlik ve spor”, %7,80 ile “ekonomi,
maliye ve vergi”, %7,50 ile “insan hakları” ve %7,43 ile “çalışma ve sosyal
güvenlik” alanları takip etmektedir
2014 yılında gelen 5639 ve 2013 yılından devreden 1528 adet olmak üzere
toplam 7167 adet şikâyet başvurusu değerlendirilmek üzere işleme alınmıştır.
İncelenmeye alınan toplam 7167 adet
şikâyet başvurusunun % 89’u Kurum
tarafından sonuçlandırılmış olup, 819
dosya 2015 yılında incelenmeye devam edilmek üzere devretmiştir.
Kurum bu kararların; %36,5’ini Gönderme, %33,8’ini İncelenemezlik,
%12,7’sini Karar verilmesine Yer Olmadığına İlişkin Karar, %10’nu Birleştirme, %2,3’ünü Ret, %1,7’sini Tavsiye, %0,4 Kısmen Tavsiye Kısmen Ret,
%1,2’sini Başvurunun Geçersiz Sayılması, %1,2’sini Mahalli İdarelere İlişkin Başvurular oluşturmaktadır.
Çalışma Hayatı
Kararda idareye hatalı davranıldığının
kabulü, zararın tazmini, işlem yapılması veya eylemde bulunulması, mevzuat değişikliğinin yapılması, işlemin
geri alınması, kaldırılması, değiştirilmesi veya düzeltilmesi, uygulamanın
düzeltilmesi, uzlaşmaya gidilmesi,
tedbir alınması gibi önerilerde bulunulmaktadır.
2014 yılı içinde sonuçlandırılan 6348
dosyanın sadece 93’ü tavsiye, 26’sı
kısmen tavsiye kısmen ret kararı niteliğindedir. Hepsini tavsiye kararı saysak bile başvuruların %2’lik dilimine
tekabül eden oranda kurumun tavsiye
kararı verdiği görülmektedir.
Bu oran yetersiz görünmekle birlikte,
sorunların yargı dışında çözümünde,
alternatif bir uyuşmazlık çözüm yeri
olarak Ombudsmanlık Kurumunun
idari hayatımıza katkıları görmezden
gelinemeyeceği gibi, istatistiklerden
de görüleceği üzere Kuruma en çok
başvuruda bulunan kamu personelinin sorunlarının çözümünde daha etkin kullanılabilecektir.
Şöyle ki; Kamu Denetçiliği Kurumu
Kanununun 17/8. maddesi gereğince “Dava açma süresi içinde yapılan başvuru, işlemeye başlamış olan
dava açma süresini durdurur.”
Davayı çeşitli nedenlerle daha sonra
açmak isteyen ancak dava açma süresini de kaçırmak istemeyen bir kamu
görevlisinin yapacağı en iyi iş, Ombudsmanlığa başvurmaktır.
6 ay içinde karar vermek zorunda olan
Kurum, çok daha önce karar verse bile
yapılacak başvuru ile dava açma süresi duracağından, Ombudsmanlıktan
alınacak cevabın tebliğine kadar ilave
bir süre kazanılmış olacaktır.
Başvurunun sonucunun olumlu olabileceğini de unutmamak gerekir.
SENCE 2015 Sayı 8
31
SENCE
Soylu Türk Kadınları
Süyün Bİke…
Banu KIRAN ⎟
B
undan 450 yıl kadar önce bir
Şubat günüydü. 60.000 kişilik
bir Rus ordusu Kazan kalesine
karşı hücuma geçmişti.(Kazan Türklerin
yaşadığı bölge). Tarih, 1550 yılı Şubatının 13’ü idi.
Kazanlılar şehirlerini kahramanca müdafaa ettiler. Surların altı kapısı vardı.
Han, Atalık, Tümen, Kabak, Muralı ve
Kırım kapıları diye anılan bu kapılarda
kanlı savaşlar oluyordu.
32
www.sencedergisi.com
Kapıların her biri Mamay Bek, Nurali
Mirza, Kuzıcak Oğlan (Oğlan Han neslinden gelen prens han anlamında)
Çora Batır, Ak Muhammed Oğlan, Kul
Muhammed Seyyid, Barbolsan Atalık
Biybars Bek gibi kumandanlar tarafından korunuyordu.
Süyün Bike de savaş yerinde diğer
kahramanlardan geri kalmadan savaşıyordu. Rusların da tarihlerinde uzun
uzadıya bahsettiği, hakkında yazılan pi-
yeslerin Moskova’da yıllarca afişte kaldığı Süyün Bike, Türk Beyliklerin kollarından olan Nogay Mirzalarından Yusuf
Mirza’nın kızıydı. Nogaylar, Kazanlılar
ve Ruslar arasında hem bilgisi hem güzelliği ile tanınmıştı.
1532 yılı yazında Kazanlılar, Safa Giray
Han’ı Kazan Hanlığı’ndan ayırıp yerine
Can Ali Han’ı getirdiler. Can Ali, Kazan
Hanı gibi görünüyordu. Fakat aslında
hanlık işlerinin çoğunu Vasili’nin buyruğuna göre yürütüyordu.
Değer
1533 yılında Can Ali Han, Süyün Bike ile
evlendi. Bu olay iki yurt arasında yakınlık meydana getirecekti. Can Ali Han,
Rus Knezi’nin buyruğundan çıkmadığı
için Kazanlılar ondan memnun değildi.
1535 yılında isyan ettiler. İsyan, Can Ali
Hanın ölümü ile sonuçlandı.
Safa Giray Han’dan kaçıp Nogay yurduna sığınmış olan beyler İvan’a mektup
yazıp Kazan’a hücum etmeye teşvik
ediyorlardı. İvan’ın istediği de buydu.
Her iki taraf hazırlanıp buluşarak 13
Şubat 1550’de Kazan önlerine geldiler.
Çetin savaşlar oldu.
Kazanlılar tekrar Safa Giray’ı han yaptılar. Can Ali’nin dul eşi Süyün Bike, hem
nüfuzlu hem de çok güzel bir hanımdı.
İkisinin evliliği ülkeye politik yönden
faydalı olacaktı.
Kazan halkının kahramanca müdafaası
karşısında 25 Şubat’ta İvan, Kazan kuşatmasını kaldırıp Moskova’ya dönmek
zorunda kaldı.
Safa Giray Han zamanında Kazan’ı işgal
etmeye niyetlenen Rus orduları 3-4
defa büyük yenilgiye uğratıldılar. Kendisinin Ulu Yurd Hanı olduğunu bilen
Safa Giray, Rus Knezlerinin buyruğunca
yürümeyip diğer hanlarla birlikte hareket ediyordu.
Süyün Bike ile Safa Giray 1547’de dünyaya gelen oğullarına Ödemiş Giray
adını koydular.
1549 yılında Safa Giray Han öldü. O sırada iki yaşında olan küçük oğlu Ödemiş Giray, Han ilan edildi. Safa Giray’ın
birinci hanımından Bölek Giray isimli
bir oğlu daha vardı. Ama Kırım vilâyetinde olduğundan küçük oğlu han seçilmişti.
Ödemiş Giray Han küçük, vasisi de
bir kadın olduğundan Moskova Knezi İvan’ın Kazan’ı alma zamanı geldi
diye hazırlanmaya başlayacağını bilen
Kazanlılar, iş başında muktedir bir er
bulunmasını lüzumlu gördüler. Safa
Giray’ın büyük oğlunun hanlık işlerine
bakmasını temin için Kırım’a elçi gönderdiler. Ruslar elçilerin üzerine hücum
edince mektup Rusların eline geçti.
Ödemiş Giray henüz bebek denecek
yaşta olduğu için hanlığının bütün işlerine Süyün Bike bakıyordu. Bu sırada
Kazanlıların Ruslarla arası iyi değildi.
1549 yılı Mart ayında Kazanlılar Morum üstüne baskın yaptılar.
1551’de Ruslar Kazan’ı yeniden muhasara etti. O sırada Kazan halkı arasında rekabet çoğalmış, dıştan yollar
tutulmuş, içerdeki asker miktarı azalmıştı. Ödemiş Giray Han, beşikte hiç
bir şeyden habersiz yatıyordu. Süyün
Bike hem oğlunun hem Kazan halkının
harap olmasından korkuyor, her türlü
çareye başvuruyordu.
Kazan Mirzaları teslim olmayı düşündükleri halde Kırım mirzaları savaş
taraftarı idiler. Halka Kırım, Nogay ve
Asterhan’dan yardım geleceğini vaad
ediyorlardı.
Kırım Mirzalarının Kazan halkından
tamamiyle ümitleri kesildikten sonra
kendi aralarında belki Osmanlılardan
yardım temin edebiliriz diyerek anlaşıp Kazan’dan ayrıldılar. Lakin onlara
kurtuluş nasip olmadı. Kahramanca savaşmalarına rağmen yolda pusu kuran
Ruslar tarafından öldürüldüler.
Kırımlılar gittikten sonra artık tamamıyle ümitleri kırılan Kazanlılar İvan’a
elçi gönderip sulh istediler.
İvan’ın Kazan elçilerine bildirdiği şartların en önemlisi, “Süyün Bike, Ödemiş
Giray Han ve bunların tarafını tutan
Kırımlılarla, onların çocuklarının esir
sıfatı ile Moskova’ya gönderilmesi” dileğiydi.
Anlaşma gereğince Ruslar, Süyün Bike’yi almaya geldiği zaman Süyün Bike
Kazan Beylerine bir şey söylemedi. Madem ki Kazan halkının rahat yaşaması
için başka çare yoktu, öyleyse Moskova’ya gidecekti.
Süyün Bike’nin üzüntüsü herkese tesir
etti. Bütün şehir halkı ağlıyordu. Süyün
Bike Kazan’dan ayrılmadan Safa Giray
Han’ın mezarını ziyaret edip helalleşmek istedi. Kabrin yanına varınca başındaki altın başlığı yere bıraktı. Büyük
bir üzüntü içinde onunla güzel ve ikballi günler geçirdiğini, şimdi Moskova’ya
esir gitmekte olduğunu söyleyip ağladı.
Süyün Bike kendisi için hazırlanmış
olan araba ile nehir kıyısına kadar gitti.
Kıyıda Süyün Bike’yi alıp gidecek olan
gemi bekliyordu. Geminin ortasında
Süyün Bike’nin oturmasına ayrılmış
süslü bir bölüm vardı. Süyün Bike kendisi ile gemiye kadar gelenlerle gönülden helalleşti.
Esirleri götüren gemiler hareket edince
halk da nehrin iki yanından ilerlemeye
başladı. Süyün Bike’nin gidişi Kazan
halkına çok dokunmuştu. Süyün Bike:
“Kazan... Ey, kanlı, kaygulu şehir, başından tacın düştü, şimdi kul oldun, senin
büyüklüğün mazide kaldı. Her ülke iyi
bir padişah ile idare edilir ve asker ile
saklanırsa o memleketi senden kim
alabilir. Senin güçlü Hanın öldü. Beylerin güçsüzleşti. Sana yardım etmedi.
Bu yüzden sen çekildin. Nerede senin
sevinçli günlerin? Nerede senin oğlanların, beylerin, mirzaların, sana bağlı
olanlar, büyükler? Nerede senin iyi
hatunların, güzel kızların? Onların şarkıları nerede? Hepsi yok oldu. Yalnız
onların ağlaması ve öksüzlüğü kaldı.
Sende bal ağaçları ve soğuk pınarlar
vardı. Onun yerine şimdi kanlar ve
gözyaşları akıyor.”
Süyün Bike bu sözlerle Kazan’a
veda etti…
SENCE 2015 Sayı 8
33
SENCE
Sarsıcı
Sosyal
Psikoloji
Deneyleri
Ülkü DAVUTOĞLU ⎟ Bilişim Uzmanı
Son yazımı “Gelecek yazılarda, bu yazıda
çok az da olsa değindiğim sosyal psikoloji
konuları ile görüşmek üzere…” diyerek
tamamlamıştım. Ve işte geldi görüşme
zamanı…
N
edir sosyal psikoloji? En kısa tanımla; bireylerin
duygu, düşünce ve davranışlarının toplum ve diğer bireyler tarafından nasıl etkilendiğini inceleyen bilim dalıdır.
Aslında sosyal psikolojinin ilgi alanı bireylerin sadece gerçekte var olan bireylerden nasıl etkilendiği değildir. Bireylerin; varmış gibi hayal edilen, hatta var olduğu ima edilen
diğer insanlardan nasıl etkilendiği de sosyal psikolojinin ilgi
alanıdır. Hatta yapılan deneyler, varlığı ima edilen bireyle-
34
www.sencedergisi.com
rin bile insan davranış, tutum ve duygularında etkili olduğunu göstermektedir.
Sosyal psikoloji bir bilimdir. Çünkü, sosyal psikolojide kuramlar ve hipotezler oluşturulurken ve bunların geçerliliği
sınanırken bilimsel yöntemler kullanılır. Bu yöntemler, deneysel olmayan yöntemler ve deneysel yöntemler olarak
ikiye ayrılır.
Deneysel olmayan yöntemler de çok fazla bilgi ve çarpıcı
sonuç sağlamasına rağmen deneysel yöntemler geçmişte
oldukça ilgi görmüştür. Sonuçlar ise inanılamayacak derecede çarpıcıdır.
İkinci Dünya savaşından sonra altın çağını yaşayan sosyal
psikoloji için yapılan deneyler arasında en önemli 4’ünün
kronolojik sırası şöyledir:
• Solomon Asch tarafından yapılan Uyma Deneyi (1953)
• Muzafer Sherif tarafından yapılan Robbers Cave Deneyi
(1954)
Sosyoloji
zalandırmanın öğrenme üzerine etkisini araştırmak amacı
ile yapılmıştır. Güya, çünkü bu bir cover deney, yani araştırmacının gerçek niyetini denekten saklandığı bir senaryoya
sahip. Deneğe anlatılan senaryo şu şekildedir: “İki denek
olacak, aralarında kura çekecekler ve bu kura sonucunda
deneklerin biri öğretmen, biri öğrenci olacak. Öğrenci ve
öğretmen farklı odalarda olacak. Öğrenci olan elektrikli
şok cihazına bağlanacak ve öğrenci yanlış yaptıkça, öğretmen öğrenciye elektrik verecek. Böylece cezanin öğrenme üzerine etkisi denenmiş olacak.”
Kura tabi ki hileli, çünkü ortada tek bir denek var. Diğer denek aslında Milgram’ın asistanı. Senaryo gereği, kura sonucu Milgram’ın asistanı öğrenci –tabi ki elektriğe bağlı değildeneğimiz de öğretmen. Öğretmen rolündeki deneğimizin
önündeki panelde 15 volttan başlayıp 450 volta kadar 15
voltluk aralıklarla giden düğmeler bulunmaktadır. Yapılan
her yanlışta verilen elektriğin dozu arttırması gerektiği söylenmiştir. Bu arada, öğrenci rolündeki sözde denek, senaryo gereği deney başlamadan, kalbinden hafif bir rahatsızlığı olduğunu söylemiştir. Yani öğretmen olan deneğin bildiği
• Stanley Milgram tarafından yapılan Otoriteye İtaat Deneyi (1963)
• Philip G. Zimbardo tarafından yapılan Hapishane Deneyi (1971)
Bu deneylerden son ikisi oldukça meşhurdur ve hatta Hapishane Deneyi başarılı filmlere konu olmuştur. Milgram
ve Zimbardo’ya deneyler konusunda ilham veren ise Asch’in “Uyma Deneyi”dir. Uyma Deneyi ile Asch, bireylerin
davranışlarının ve hatta algılarının toplumsal yönlendirmelerden ne kadar etkilendiğini, bireylerin davranış ve algılarında sandıkları kadar özgür olmadıklarını göstermiştir.
Bu deneye, dergimizin 6. sayısında kaleme aldığım yazıda
ayrıntılı olarak yer vermiş olduğumdan, burada detaya girmiyorum.
Gelelim meşhur deneylerimize…
Milgram’ın “Otoriteye İtaat Deneyi” otoriteye uyum ve itaatkarlık üzerine yapılmış en ünlü deneydir. Deney güya, ce-
SENCE 2015 Sayı 8
35
SENCE
kadarı ile olay şu şekildedir: “Kura sonucu diğer denek şu
an yan odada elektrikli şok cihazına bağlı. Kendisinden,
yani öğretmen olan denekten, öğrenci deneğin yanlış
yapması durumunda yüksek şiddete çıkabilecek kadar
elektrik vermesi için düğmeye basması isteniyor. Ayrıca,
öğrenci deneğin kalbinden rahatsızlığı var.”
Deney başladığında öğrenci yavaş yavaş yanlışlar yapmaya
başlamıştır. Öğretmen denek sadece sesleri duymaktadır
ve aslında bu sesler önceden kaydedilmiş seslerdir. Öğrenci, beşinci hatayı yapıp da 75 voltu yediği andan itibaren
inlemeye, tuhaf sesler çıkarmaya; 150 voltta deneyden çıkmak için yalvarmaya; 180 voltta “artık acıya dayanamıyorum” diye bağırmaya başlamıştır. Dozaj tehlike arz edecek
kadar yükseldiğinde, öğrenci duvarlara vurmuş ve “beni bu
odadan çıkartın” diye haykırmıştır. Deney sonucunda dehşet verici bir tablo ortaya çıkmıştır: 40 denekten 26 tanesi
450 volta kadar çıkmıştır.
Oran %65. Yani deneklerin %65’i az önce beraber kura çektikleri ve kalbinden rahatsız olduğunu düşündükleri, hiç tanımadıkları masum bir insana, otorite “yap” dediği için ve
tüm sorumluluğu alacağını temin ettiği için, bir insanı kömür haline getirebilecek 450 volt elektriği vermiştir. Kalan
%35’lik kısım ise 300 volttan önce deneyi bırakmamıştır. Bu
arada, deney yapılmadan önce deneklere kişilik testi yapılmış ve normal çıkmayanlar deneye alınmamıştır. Yani; denekler, psikopat, sosyopat, sadist ruhlu olmayan, birçoğu
lisans mezunu, anne, baba ve gençler olan sıradan, her gün
sokakta görebileceğimiz ve ne yazık ki belki aynada dahi
görebileceğimiz psikopat olmayan normal insanlar.
Bu deney defalarca farklı farklı denek gruplarıyla, başka
ülkelerde de tekrarlanmıştır. Sonuç genel olarak % 65 civarında dolaşmış, bazen yüzde 85’e bile çıkmıştır. Kadınlarla
erkekler arasında itaat konusunda bir fark çıkmadığını, kadınların da erkekler kadar vicdanı değil otoriteyi seçmeyi
tercih ettiklerini de belirtmekte fayda var.
Şimdi şu soruları cevaplayalım:
1- Bir insana 450 volt elektrik verebilir misiniz?
2- Hiçbir sorumluluğunuz olmayacağı garanti edilse, sadece
emir geldiği için, bir insana 450 volt elektrik verir misiniz?
Cevabınız hayır değil mi? Milgram da bu deneyi yapmadan
önce “masum, size hiçbir kötülük yapmamış bir insana
450 volt elektrik verir misiniz?” sorusunu sormuştur. Aldı-
36
www.sencedergisi.com
ğı evet cevabı %1’de kalmıştır. Sonuç: %65.
Bu arada, bu deney eski, aradan yıllar geçmiş diyorsanız
eğer, BBC’nin 2011 yılında bu deneyi tekrarladığını gösteren videoyu internetten izleyebilirsiniz. Bazı deneklerin,
umarsızca ve hatta gülümseyerek 450 volta çıkmasını hayretle izleyeceksiniz.
Diğer sarsıcı deney “Stanford Hapishane Deneyi”. Deneyin amacı; kişilerin sosyal rollerine nasıl ve ne kadar kolay
uyum sağladıklarını gözlemleyebilmektir. Deney için üniversitenin binalarından birinin bodrumunda hapishane
ortamı oluşturulmuştur. Denekler kameralarla izlenmiştir. Deneyde 24 erkek öğrenci denek olarak kullanılmıştır.
Rastgele seçilen 12 deneğe mahkum rolü, kalan 12 deneğe
ise gardiyan rolü verilmiştir. Deneklere bunun bir hapishane deneyi olduğu söylenmiş, ancak deneyden elde edilecek sonuçların güvenilirliği açısından ayrıntılar deneklere
verilmemiştir. Her ne kadar Zimbardo deneklere sadece
oynayacakları rolü tanımladığını deney boyunca hiçbir hareketlerine karışmayacağını söylese de, gardiyan olan deneklerle yaptığı ayrı bir toplantıda, gardiyanlara hapishanenin disiplini sağlama konusunda gerekli özen ve tutumu
sergilemeleri gerektiğini tembihlemiştir. Ancak atlanmaması gereken husus, Zimbardo’nun şiddet kullanılmaması
konusunda uyarıda bulunmayı da ihmal etmemiş olmasıdır. Deneklerin rollerine bürünebilmeleri için bir çok ayrıntı
düşünülmüştür. Öyle ki; mahkum olan denekler evlerinden
polis tarafından alınmış, parmak izi alınması gibi gerçek bir
mahkumun geçirdiği tüm süreçleri geçirmiştir.
Deneyin başlamasıyla, denekler ürkütücü derecede hızlı bir şekilde rollerini benimsemiştir. Otorite sahibi olan
gardiyanlar psikolojik şiddete çarçabuk meyletmişler ve
yaptıklarını zulüm olarak görmemeye başlamıştır. İkinci
günden itibaren deney öngörülenden daha fazla duygusal
şiddet barındırmaya başlamış ve iki hafta olarak planlanan
deney 6. gününde mecburen sona erdirilmiştir. Öğrencilerin, bunun bir deney olduğunu unutması ve onlara verilen
rolleri bu kadar çabuk kabullenmeleri, hatta ve hatta mahkum olan deneklerin hapishaneden hiç çıkamayacaklarını
düşünmeleri, insanoğlunun sosyal rollere çok çabuk adapte olabileceğinin göstergesi olarak kabul edilmiştir.
Mahkum olan deneklerin durumu ile ilgili Zimbardo’nun
not defterinde “rüyalarında bile bu hapishaneden kaçmalarına imkan yoktu” notu yer almıştır. Denekler o kadar kendini kaptırmıştır ki, gardiyan olan denekler deneyin
sonlandırılmasına üzülmüş, mahkum denekler ise kendilerine özgürlükleri bahşedilmiş gibi sevinmiştir. 6 gün süresince Zimbardo aslında kendisini de farkında olmadan
deneye tabi tutmuştur. Zira, kendisi de hapishane müdürü
gibi davranmaya başladığının farkına varmıştır. Müdürlük
rolünü hemen kapmıştır. Zimbardo “sosyal rollerin bireylerin davranış ve tutumlarına büyük etkisi vardır” hipotezini ispatlamak için bu deneyi yapmış, ancak rollere bu kadar
çabuk bürünüleceğini kendisi de tahmin edememiştir.
Sosyoloji
iki grup bir araya getirilmiştir. İki grup arasında oyunlar
ve yarışmalar düzenlenmiş, fakat işler tahmin edildiği gibi
eğlenceli gitmemiş, kısa sürede iki grup arasında nedensiz
çatışmalar ortaya çıkmıştır. Çocuklar bir hafta gibi kısa bir
sürede içinde bulundukları gruba aidiyet hissini geliştirmiş
ve karşı gruptakileri ötekileştirmiştir. Yani grup normunun
oluşması için kısa bir süre yeterli olmuştur. Deney ile amaçlanan sadece grup normunun oluşmasının gözlemlenmesidir. Lakin, gruplar arası çatışmalar da araştırmacılara farklı
ve faydalı bilgiler sunmuştur. Sonuçta Muzafer Sherif ve
ekibi, barışı sağlayabilmek için iki grubun birlikte çözebileceği problemler yaratmıştır. Su şebekesinin bilinmeyen
insanlarca tahrip edildiği ve onarılması gerektiği gibi problemler. İlginçtir ki Sherif, birlikte film izleme, oyun oynama,
eğlenme gibi aktiviteler ile barışı sağlayamamıştır. Ancak
ortak bir sorunu gören gruplar ortak sorunun çözümü ya
da ortak düşmanı alt etme için barışa yanaşmıştır. Bir sebep olmamasına rağmen grupların çatışması gerektiren
enteresandır ve daha da enteresan olanı ortak bir düşman
ya da sorun olmadığında grupların barışmamasıdır.
Asch ve Sherif’in deneyleri sosyal psikolojide oldukça masum ve faydalı deneyler olarak kabul edilmektedir. Milgram
ve Zimbardo deneyleri ise başta etik konular olmak üzere
bir çok açıdan eleştiriye maruz kalmaktadır. Hatta deneylerin geçerliliği bile bazen tartışma konusu edilmiştir. Diğer
yazılarda bu eleştiriler ve bu eleştirilerin sosyal psikoloji
bilimine etkisi üzerinde durmak dileği ile görüşmek üzere…
Muzafer Sherif tarafından yapılan Roberts Cave deneyinde
ise grup normlarının oluşması irdelenmiştir. Bu arada Sherif, sosyal psikolojinin kurucularından olan bir Türk bilim
adamıdır. Asıl ismi Muzaffer Şerif Başoğlu’dur ancak literatüre Muzafer Sherif olarak geçmiştir.
Deneyde; Roberts Cave parkına kamp yapma senaryosu
ile götürülen 11 yaşındaki 22 çocuk, 11’er kişiden iki faklı
gruba ayrılmıştır. Bu iki grup önceleri birbirleri ile görüştürülmemiş, birbirinden haberdar olmayan iki grup bir hafta
kadar parkta kampın tadını çıkarmıştır. 1 hafta sonra, bu
SENCE 2015 Sayı 8
37
Oktay Sinanoğlu
SENCE
TÜRKÇE GİDERSE
TÜRKİYE GİDER
38
www.sencedergisi.com
Değer
Yunus Şevki KİBAR ⎟
T
ürkiye’nin Aynştayn’ı olarak
bilinen biokimyacı, moleküler
biyolog ve dilbilimci Prof. Dr.
Oktay Sinanoğlu 19 Nisan 2015 tarihinde tedavi görmekte olduğu ABD’de
yaşamını yitirdi.
Ne büyük bir adam olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez, bilenler,
umursayanlar zaten biliyor.
Türkiye’ye hizmet edeyim diye bir üniversitemize geldiğinde bırakın bölüm
başkanı yapılmayı, kendisiyle nasıl
uğraşıldığını, kendisine nasıl mobbing
uygulandığını da bilenler bilir.
Oktay Sinanoğlu, 1963’te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında “tam profesör” unvanını almıştır.
20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu
unvanı kazanan en genç öğretim üyesidir. Yaşamı boyunca Kuantum mekaniğine birçok katkıda bulunmuş bir bilim adamıdır. Kuantum mekaniğinde,
Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği
yüksek simetrileri çözerek kimya bilimini sağlam bir temele oturtmuştur.
1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay
Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere
kendisine Danışman Profesör unvanını vermiştir. 1973’de Almanya’nın en
yüksek “Aleksander von Humboldt
Bilim Ödülü”nü ilk kazanan kişi olmuştur. 1975’de Japonya’nın “Uluslararası
Seçkin Bilimci Ödülü”nü kazanmış;
yine 1975 yılında özel kanunla Oktay
Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verilmiştir.
1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderilmiş
ve kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve
eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır.
Meksika hükümeti tarafından yüksek Bilim Ödülü “Elena Moshinsky”
ile ödüllendirilmiştir. Amerikan Bilim
ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk
üyesi idi.
Dünyada moleküler biyoloji dalının ilk
profesörlerinden biri olan Oktay Sinanoğlu, “atom ve moleküllerin çok
elektronlu kuramı”, “çözgeniter kuramı”,
“kimyasal tepkime mekanizmaları kuramı”, “mikrotermodinamik” ve “değerlik
kabuğu etkileşim kuramı” ile bilim dünyasına adını altın harflerle yazdırmıştır.
Oktay Sinanoğlu çok büyük bir vatanseverdi aynı zamanda. “Neden ABD’de
çalışıyorsunuz?” sorusunu “Ben Amerika’da hangi üniversite ile anlaşma
yaparsam, bulduğum sonuçları kendi
devletimle paylaşacağıma dair kayıt
koyduruyorum.” şeklinde cevaplandırmıştır.
Oktay Sinanoğlu, bize değerlerimizden kopmadan da bilim yapılabileceğini ve evrensel olunabileceğini göstermiştir. İngilizcenin bilim dili olduğu
safsatasını çürütmüş, Türkçe ile de bal
gibi bilim yapılabileceğini göstermiştir.
Ancak, ödül almak için ülkesine iftira
atmamıştır…
Bilimsel çalışmaları tüm dünyada konuşulmasına rağmen ülkemizde bilim
çok konuşulmadığından olsa gerek,
Her düzeydeki eğitimi
düzenleyen devlet
kuruluşları artık kesinkes
yabancı “danışman”lar
hakimiyet ve güdümünden
kurtarılmalı. Türk gençliğini,
dolayısıyla milletin
geleceğini, kaderini gizli,
açık düşmanalr değil, Türk
milletinin öz vatansever
evlatları belirleyecektir.
daha çok dil konusundaki hassasiyeti
ve çalışmaları ile tanınmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanına sahip olmasına rağmen kendisi
için devlet töreni düzenlenmemiş olması ve cenazesine hiçbir hükümet
temsilcisinin katılmamış olması Türkiye’de bilim adamına verilen değeri
göstermesi açısından ibretliktir.
Bilim adamlığı bir yana, “Türkçe giderse Türkiye gider” sözünü anlasak
kafidir...
Mekanı cennet olsun…
SENCE 2015 Sayı 8
39
SENCE
Çalışan, Üreten, Yol Gösteren Sendika
Türk Büro-Sen
Kadınlarımızın çalışma hayatında daha etkin ve verimli olması, toplumun huzuru,
sağlıklı aile ve iyi yetişmiş gelecek yeni nesillerin yetiştirilebilmesi için;
Çalışanların sorunlarını dile getirmek, bu
konularda kamuoyu oluşturmak için her
fırsatı değerlendiren sendikamız anneler
gününde de, çalışan annelerin sorunlarını
ve sendikamızın bu sorunların çözümüne
ilişkin görüş ve taleplerini üyelerimizle,
kamuoyu ile paylaştık.
• Ülkemizde kadına yönelik şiddetin önlenmesi için gerekli olan
bütün tedbirlerin ivedilikle alınmasını,
• Tüm çalışanların iş güvencesinin devletin teminatı altında
olmasını,
• Anneliğin sosyal bir görev olarak kabul edilmesini, istihdamda,
evlilik ve analık sebebiyle kadınlara karşı yapılan ayrımın önlenmesini ve kadınlara etkin çalışma hakkının sağlanmasını,
• Zorunlu hizmet durumlarıda dahil olmak üzere eşlerin farklı şehirlerde yaşamasından doğan sorunların ortadan kaldırılmasını, aile bütünlüğünün korunmasını,
• Kadın ve erkeğin toplum içindeki rolüyle ilgili kalıplaşmış kavramların, eğitimin her şeklinden ve kademesinden kaldırılmasını,
• Hamilelik süresince zararlı olduğu kanıtlanan işlerde kadınlara özel koruma sağlanması, sağlığın ve doğurganlığın
korunmasını,
• Doğum sebebiyle ebeveynlere, talepleri halinde 1 yıl ücretli
izin, ikinci yıl için ise maaşının ¼ i oranında ücret ödenerek
izin verilmesini,
• Çocuk yardımının, günün ihtiyaçları doğrultusunda yeniden tespit edilmesini,
• Kreş (0-3,3-6 yaş kreş ve yaşlılar için) hasta, engelli ve yaşlı
bakım hizmetlerinin profesyonelce sunulacağı bakım ve rehabilitasyon merkezlerinin yaygınlaştırılması,
ÜZ
N
ANNELER GÜNÜ
KUTLU OLSUN
• Açılacak kreş ve bakım evlerin de bu konularda uzman olan
nitelikli personelin istihdam edilmesi,
• Kreş ve bakım evi hizmetlerinden yararlanamayan personele
bu hizmetleri dışardan karşılayabilmesi için günün şartlarına
uygun ekonomik destek sağlanmasını,
• “İşin cinsiyeti olmaz, işin nitelikleri olur” ilkesiyle hareket
edilmesini, kadınların, Devletin her kademesinde, özellikle
karar mekanizmaları içinde görev almasını,
• Kadınların kamu hizmetinin hazırlanması ve uygulanmasına katılması için pozitif ayrımcılık da içeren bir dizi tedbir alınmasını,
• Tüm kamu kurumlarında personele uyum (oryantasyon) eğitimlerinde zorunlu eğitim olarak aile içi iletişim ve cinsiyet
eşitliği eğitimlerinin verilmesini,
tsal
es, Emek Ku
40
www.sencedergisi.com
dd
İnsan Muka
• Çalışanların işyerlerinde maruz kaldığı psikolojik ve fiziki tacizin (Mobing) önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını,
Talep ediyoruz...
Sendika
1 Mayıs’da Adanadan
“Memur Uyuma Güvencene Sahip Çık”
1
Mayıs geçtiğimiz yıllarda yapılan yasal düzenlemelerle,
Emek ve Dayanışma Bayramı olarak ilan edildi. Bayramların anlamı düşünüldüğünde bu günü Bayram
demek ne kadar doğru bu tartışılabilir… Yine de sadece İşçi
Bayramı gibi algılanan ve kutlanan 1 Mayısın tüm çalışanların
bayramına dönüştürülmesi doğru ve yerinde bir karar.
En azından çalışanlara, sıkıntılarını, sorunlarını kamuoyuna
geniş kitlelerle ifade edebilme imkanı sunduğu için de anlamlıdır.
Bu yıl yine Taksim inatlaşmasıyla 1 Mayıs kutlamaları amacının dışına çıkarıldı. Hükümet ve bazı emek örgütlerinin
inatlaşmasının bilançosu; 50 civarında yaralanma, 400
gözaltı ve 10 tutuklama… İstanbulluların çektiği sıkıntılar,
Türkiye’nin dışardaki itibarı ve en önemlisi İşçiler açısından
taşeronlaşmanın yoğunlaştığı, emek ve alın terinin sermayeye peşkef çekildiği, özelleştirme adı altında işçilerin işinden
edildiği bir dönemde güme giden emekçinin sorunları…
Ayrıca memurlar arasında yapılan ayrımcılık, çıkarılan torba yasalarla bir kısım çalışanların zorunlu emekli edilmesi,
demokratik hakların geriye götürülmesi, enflasyon altında
sefalet ücreti ve yüksek vergiler nedeniyle sürekli kaybeden
memurların meseleleri de güme gitti. Demokratik haklarında
gelişme bekleyen memurların, grev hakkı, bağımsız hakem
DEDİK
kurulu ve memurun siyasete katılması gibi talepler ne yazık
ki dillendirilemedi. En önemlisi memurların geleceğini karartacak olan, güvencelerinin ellerinden alınacağını açık açık
ilan eden Cumhurbaşkanının bu tavrına karşı memurların,
“Güvencemiz, varlık sebebimizdir. Güvencemiz, geleceğimizdir. İktidarın kölesi olmayacağız. Emeğimize, alın terimize ve
geleceğimize göz dikenlere fırsat vermeyeceğiz” diye, bütün
meydanlarda haykırmak ve kararlılığını göstermek varken,
kör bir inatlaşmayla memurun ve emekçinin haklı taleplerinin üzeri kapatıldı.
Oysa ki iktidar geçtiğimiz yıllarda 1 Mayıs’ta Taksim’i kutlamalara açtığında, İstanbul’da olaysız ve kavgasız 1 Mayısların
kutlanabildiğine de şahit olmuştuk.
Eskiden emek örgütleri işçi ve memur sendikaları, “Emek Platformu” çatısı altında buluşabiliyor ve sorunlarını ortaklaştırabiliyorlardı. AKP iktidarıyla, emek örgütleri de birlikte hareket
edemez oldular. Bu yıl 1 Mayıs’ı Türk-İş Zonguldak’ta, Türkiye
Kamu-Sen Adana’da, Memur-Sen Konya’da kutladı.
Ne Zonguldak’ta Türk-İş’in taşeronlaşmaya karşı feryadı, ne
Adana’da Türkiye Kamu-Sen’in “memur uyuma, güvencene
sahip çık” sloganları yeterince duyurulamadı, kamuoyuna
yansıtılamadı.
SENCE 2015 Sayı 8
41
SENCE
“Tarihimizdeki
Muhteşem Mektuplar”
T
ürk tarihinin ilk çıkış yeri Orta Asya’dan Cumhuriyetimize kadar Han, Hakan, Padişahlarımızın diğer İmparator, Kral,
Dük ve Şahlara yazdığı 150 yi aşkın mektupları kaynaklardan toplayarak bu kitabımı hazırlamış bulunuyorum. Mektuplarda Türk tarih sayfalarındaki atalarımızın kahramanlıklarını, inancını, asaletini, adaletini, merhametini, siyasetini
ve diplomasi dilini göreceksiniz. Bu mektupları okuduğunuzda, milletlerin kültür anlayışlarını, manevi hayatlarını, inançlarını,
ahlaki ve vicdani değerlerini öğrenmiş olacaksınız. Bu mektuplar, neslimizi maziden istikbale taşıyan birer kaynak ve ışık olacaktır. Genci yaşlısı herkes Türk milletinin tarihi hatıralarıyla dolu bu mektupları okumalı, tarih-kültür bilgilerini artırmalıdır.
Kitabımda yer alan mektuplardan bazı örnekler incelemeniz ve kitap hakkında fikir
edinmeniz için aşağıda yer almaktadır.
• Mete Han’ın Çin İmparatoruna yazdığı mektup
• Selçuklu Sultanı Sencer’in Bizans İmparatoruna yazdığı mektup
• Sultan Yıldırım Bayezıd Han’ın Timur Han’la karşılıklı mektupları
• Sultan II. Murad’a oğlu Sultan II. Mehmed’in (Fatih) tahta davet
için yazdığı mektup
• Fatih Sultan Mehmed’e hocası Akşemseddin’in yazdığı mektuplar
• Fatih Sultan Mehmed’in Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’a
mektubu
• Sultan Iı. Bayezıd’ın kardeşi Şehzade Cem Sultan’la karşılıklı mektupları
• Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e mektubu
• Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı Fransuva’ya mektubu
• Kanuni Sultan Süleyman’ın Alman İmparatoru Şarlken’e mektubu
• Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Şahı Şah Tahmasp’a mektubu
• Sultan III. Murad’ın İngiliz Kraliçesi Elizabeth’e yazdığı mektup
• Sultan IV. Murad’ın İran Şahı Safevi’ye mektubu
• Sultan I. Abdülmecid’e Almanların yardım istek mektubu
• Yarbay Mustafa Kemal’in Enver Paşa’ya yazdığı mektup
• Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in mektubu
• Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektup
• Antepli Şahin Bey’in Fransız Garnizon Komutanına yazdığı mektup
• Atatürk’ün Türk ordusuna son mesajı
42
www.sencedergisi.com
Kitap
Selçuklu Sultanı
II. İzzeddin Keykavus’a
Mevlana Hazretlerinin Mektubu
II.
Gıyaseddin Keyhüsrev öldüğünde İzzeddin Keykavus, Rükneddin Kılıç Arslan ve Alaeddin Keykubat
adlarında küçük yaşlarda üç oğul bırakmıştı. Sultan
II. Gıyaseddin daha sağlığında Alaeddin Keykubat’ı veliaht
tayin etmişse de devletin ileri gelenleri, eski Türk töresine
uyarak büyük oğul İzzeddin Keykavus’u tahta çıkardılar.
1246 yılında Moğol tahtına Güyük Hanın çıkması nedeniyle
yapılacak törene Moğolistan’a davet edilen İzzeddin Keykavus, ülke dışına çıktığında iç ve dış huzursuzluk çıkar kaygısıyla kardeşi Rükneddin Kılıç Arslan’ı gönderdi. Sultan II. İzzeddin vezirleri ile devletin işlerini nizama koymaya çalıştı.
Ancak devlet adamları arasında ihtiras, rekabet yüzünden
yetki çatışması yaşanmaya başladı. Bu arada törene gitmiş
olan Rükneddin Kılıç Arslan Moğol Hanı tarafından Türkiye Selçuklu Sultanlığına getirildi. 1249 yılında Sivas’a gelen
Rükneddin Kılıç Arslan’a, Sultan olarak biat edildi. Bu karışık ve huzursuzluğun çıkması üzerine Vezir Celaleddin Karatay üçlü ortak bir saltanatta tahta geçmelerini, adlarının
yaşça büyüklük durumuna göre hutbe, sikke ve kitabelerde
okunup yazılmasını önerdi. Teklif ilk önce reddedildi, ancak
daha sonra kabul edildi. (1249-1254) ülkede bir müddet
sükun sağlandı. Ancak devlet adamlarının kişisel ihtiras ve
çıkarları yüzünden otorite ve huzur yeniden bozuldu.
Moğol Hanının, II. İzzeddin Keykavus’u Moğolistan’a ısrarlı
davet etmesi üzerine Sultan bu sefer yola çıktı. Fakat, Vezir
Celaleddin Karatay’ın ölümü üzerine geri döndü ve yerine
kardeşi Alaeddin Keykubat’ı gönderdi. Ancak onun da Sultan olarak dönmesi düşünülerek Erzurum’da zehirletilerek
öldürüldü. Üç kardeş saltanatı bozuldu ve saltanat iki kar-
deşe kaldı. Her ikisi arasındaki ilişkiler olumsuz gelişmeye
başladı ve Ahmethisar yöresinde iki kardeş arasındaki savaşta (1254) Ruknettin Kılıç Arslan yenildi ve Burgulu Kalesine hapsedildi.
Selçuklu tahtına II. İzzeddin Keykavus tek başına geçmiş
oldu. Kısa bir süre ülkede huzur ve sükun sağlanmış ise
de ancak Moğol baskısı ve Moğol kumandanlarının sonu
gelmeyen istekleri karşısında sultan II. İzzeddin Keykavus
Anadolu’ya gelen Moğol ordusu ile Aksaray yakınlarında
savaştı ve yenildi. (1256) Ailesi ve adamlarıyla birlikte Aliyye (Alanya) kalesine çekildi. Sultanın Moğollar tarafından
davet edilmesi üzerine gitmeyip Bizans’a sığındı. Bunun
üzerine Moğol Baycu Noyan’ın emriyle Rukneddin Kılıç
Arslan hapisten çıkartılarak Konya’da Selçuklu tahtına oturtuldu. (Mart 1257)
IV. Kılıç Arslan’ın tek başına saltanatı fazla sürmedi. Moğol
ordusunun Bağdat tarafına gitmesini fırsat gören II. İzzeddin Keykavus Bizans İmparatoru II. Thedoros Laskaris’ten
yardım alarak Mayıs 1257’de Selçuklu tahtına tekrar geçti.
IV. Kılıç Arslan adamlarıyla birlikte Tokat’a çekildi.
Moğol hanı Mengü’nün kardeşi Hülagü, İran ve batıdaki
ülkeleri idare ediyordu. Sultan II. İzzeddin Keykavus elçi
gönderip sultanlığa devam etmek istediğini bildirdi. Ancak
Hülagü buna razı olmadı ve Mengü Hanın isteği doğrultusunda Selçuklu ülkesini iki kardeş arasında paylaştırdı.
Ancak Selçuklu idaresi bu şekilde yürürken, II. İzzeddin
Keykavus Moğollara vermesi gereken vergiyi vermediği gibi
1260 yılında Moğolları bozguna uğratan Memluklu hükümdarı Baybars’la ilişkiye geçip tek başına sultanlığa kalkıştı.
SENCE 2015 Sayı 8
43
SENCE
Bunun üzerine Moğollar da ona karşı baskılarını artırdılar.
Zor durum da kalan II. İzzeddin Keykavus, 1262 yılında Antalya’dan bir gemiye binerek aile ve yakın emirlerini de alıp,
Bizans’a sığındı. Ancak Bizans İmparatoru Michail Sultan II.
İzzeddin Keykavus’u hapse attırdı ve insanlık dışı davranışlarda bulundu. Altınordu Hükümdarı Bereke Han, II. İzzeddin Keykavus’u hapisten kurtardı ve Kırım’daki Sudak ve Solhat şehirleri dirliğinin başına verdi. 1279-1280 yıllarından
ölümüne kadar burada yaşadı. Selçuklu Sultanlığı tek başına
IV. Rükneddin Kılıç Arslan’a kaldı.
Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus, gerek tek başına gerekse kardeşleriyle ortak saltanat döneminde (1246-1249,
1249-1254, 1257-1259, 1259-1260) gönül, sohbet adamı
Mevlana Celaleddin Rumi de Konya’da yaşıyordu. Sultan II.
İzzeddin Keykavus Mevlana’ya son derece hürmet gösterir,
onun bilgi ve görgüsünden istifade etmeye çalışırdı. Mevlana’yı ziyaret eder, sohbetlerine katılırdı.
Mevlana 30 Eylül 1207 yılında Belh şehrinde dünyaya geldi.
Mevlana’nın adı Muhammed’dir. Mevlana’nın babası Bahaddin Veled, Belh şehrinde alim ve ariflerin yetiştiği meşhur bir ailedendi. Büyük bir alimdi, ünü bölgeye yayılmıştı.
Baba tarafının Hz. Ebubekir’e dayandığı belirtilmektedir.
Moğol tehlikesi baş gösterince baba Bahaddin Veled ailesiyle birlikte Belh’ten ayrıldı. Belh’te siyasi istikrar bozulmuş,
huzur kalmamıştı.
Mevlana Belh şehrinden ayrıldığında 5 yaşında idi. Baba
Bahaddin Veled aile ve yanındakilerle birlikte Nişabur’dan
Bağdat’a, daha sonra Kufe yolu ile hac vazifelerini yerine
getirmek için Kabe’ye gittiler. (1212-1213) Dönüşte Şam’a,
sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Karaman’a geldiler. Burada yedi yıl kaldılar. Mevlana, kendileri
ile birlikte bu yolculukta gelen Şerafettin Lala’nın kızı Gevher Hatunla evlendi. Bu evlilikten Sultan Veled ve Alaaddin
adlı çocukları oldu.
Sultan Alaaddin Keykubat, Bahaddin Veled ve oğlu Mevlana’nın Karaman’da olduğunu öğrenince Konya’ya davet
etmişti. Bu davet üzerine Mevlana ve ailesi Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’ya geldi. Mevlana bu sırada 24 yaşında
idi. Baba Bahaddin Veled 1231 yılında Konya’da vefat etti.
Mevlana ilim ve tahsil için bir süre Şam ve Halep’te bulundu. Ciddi tahsil gördü. Halep Haleviye Medresesinde hocası
Kemaleddin Bin Adim’den önemli ilim ve terbiye aldı. Lügat, arabiyat, fıkıh, tevsir, hadis, ma’kulat (akıl ile bilinen)
ve menkulat (nakledilen) gibi ilimlerde eğitim aldı ve üstün
44
www.sencedergisi.com
başarı gösterdi. Medreselerde dersler verdi. Selçuklu Sultanı vezirleri tarafından takip edildi. 1273 yılında Konya’da
hayatını kaybetti.
Mevlana lakabı efendi, sahip, malik anlamında Arapça sıfat olan “Mevla” kelimesi ile biz anlamındaki Arapça bitişik
şahıs zamiri “na” oluşmakta ve “Efendimiz” anlamına gelmektedir. (1)
Mevlana devlet adamlarına, ilim sahibi kişilere mektuplar
yazarak nasihatte bulunmuş, onları övmüş, yermiş veya ricalarda bulunmuştur. Ayrıca davet, taziye, tavsiye, şefaat,
teselli, iyadet (hatır sorma) tebrik gibi yazılmış mektupları
da vardır.
Mevlana Hazretleri kendisine büyük hürmet gösteren Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’a da birçok nasihat, övgü
dolu mektup göndermiştir. Nasihat dolu bu mektuplarında
Sultana duyduğu sevgiyi, bağlılığı sunar, ona babaca öğütler
verirdi. Sultan’a yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu:
“Kutluluk, devlet, o alemin tek eri, Davut soyunun övüncü, dünyanın ter-temiz özü, hacetler kıblesi, mazlumların
imdadına erişen, yoksulları kurtaran, padişahların övündükleri yücelikler denizi, Tanrıya tapan, elinin altındakileri
okşayan, lütuf ve ihsanları yayıp döşeyen kişinin günlerine,
ömrüne eş-dost olsun. Allah onların yüceliklerini daimi etsin; düşmanlarını mahvetsin; kötülüklerden korusun onları, gözcü-bekçi olsun onlara; boyuna hayırlara kavuşsunlar.
Ululandıkça ululansın, Tanrı, bütün hallerinde, sözlerinde,
işlerinde onları korusun; hayır ilham etsin onlara; lutfiyle,
keremiyle doğru yola götürsün onları.
Selamlarınızı, dualarınızı, senalarınızı alıyoruz; buluşup görüşme dileğimiz pek artık. Yüce tanrı, kavuşmamıza bir sebep yaratsın; hem de tezce. Gerçekten de o, duaları kabul
eder; duyar.
Kutlu, yomlu evlenmemiz mübarek olsun der, hayır-dualar
ederiz. Hamdolsun Allah’ın lütfuna ki Hak, ehline ulaştı. Ululandıkça ululansın, Tanrı, yaratıklarını derleyip toplar; tapısına teslim olanlara, rahmetinin yoluna yönelip ona dayananlara, öylesine bir yerde lütfederki, iki dünyanın devletinin
artmasına da sebep olur bu lütuf. «Kim Allah’a dayanırsa o,
yeter o kişiye; ve Allah, işinde üstündür.» Yüce ve kutlu Tanrının lutfuna dayanıp güvenen kişiyi, şüphe edebilir miyiz ki
Allah, herhangi bir halde kötülüğe uğrasın; hayır... Bu, şöyle
dursun, Allah, binlerce iyilik çıkarır o kişinin karşısına; çünkü
o, Allah konuğu olur. Allah da konuğunu incitmez. Tanrıya
Kitap
Tanrının has kullarına yüz tutan kişinin karşısına ne çıksa,
o şey, onun kutluluğuna sebep
olur. Hatta o yüzden bir gama
uğrasa bile o gam, ortadan kalkar; bir-biri ardınca kutluluklar
gelir.
Allah’ın, bana ayırdığı şeye razı
oldum ben; İşimi, Yaradanıma
ısmarladım.
Mevlana’nın Yedi Öğüdü
1. Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
2. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
3. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
4. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
5. Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol.
6. Hoşgörülükte deniz gibi ol.
7. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Allah, geçmişte iyilikler verdi
bana; Böylece kalan ömrümde
de iyilikler verir elbet.
Yüce Allah der ki: «Ben, kulum beni nasıl sanırsa öyleyim
ona; kim beni anarsa, anarken onunlayım ben. Malında
beni ananı, malımda anarım ben; toplulukta beni ananı,
toplulukta anarım ben. Kendi kendine beni ananı, kendim
anarım ben.»
Ululandıkça ululansın; Hak, hangi kutluluk daha fazlaysa,
hangi devlet, daha yüceyse, daha üstünse, o kutluluğu, o
devleti, o azize lütfetsin. «Gerçekten de o duaları kabul
eder.»
Duamızı, senamızı getiren, özü doğuru, gözümüzün ışığı,
huyları güzel, yüce, soyu-sopu ter-temiz oğlumuz, kalplerin
emini, vaktin Cüneyd’i zamanın Bayezid’i, şeyhlerin övüncü,
gerçek yolcularını yola götüren; Allah Müslümanları, onun
yaşamasıyla, ömrüyle faydalandırsın; Din ve Hak Husam’ının oğlu Sadrettin tapınıza yönelmiştir. O lütuf ve ihsan madenine, o yüce himmete o bağış padişahına vasiyete hacet
yoktur.
Kılıcı biledikten sonra da gördüm ben,Kesse bile elle oynatmaya muhtaç.
muştur. Mevlana’da esas olan
gönül gözüyle bakmaktır. İlahi
aşka dayalı insana sevgi besler.
Kişi inanç ve düşünce özgürlüğüne önem vermiş, insanları
sevgi ve saygıya davet etmiştir.
Edep, vefa, sabır, eğitim gibi
ahlak kavramlarının gerçek
manalarını aramayı ve insanlara bunu anlatmayı kendisine
iş edinmiştir. Onun için önemli
olan insandı. Din, felsefe, ahlak
insanı mutlu etme ve geliştirme yönünde araçtı.
Mevlana’nın Eserleri:Divan-ı Kebir, Mesnevi, Fihi Mafih,
Mektubat, Mecalis-i Seb’a ve Rubailer.
Mevlana’dan Özlü Sözler
• Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur.
• Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak
yap.
• Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir
şeyi yerine koymamak, başka yere koymak.
• Bir kimseyi tanımak istiyorsan, düşüp kalktığı arkadaşlarına bak.
• Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil.
• Dünya tuzaktır. Yemi de istek. İstek tuzaklardan kaçının.
• • Eden kendisine eder. Yapan bulur ve çeker.
• Unutma! Kazanmak koca bir ömür ister. Kaybetmeye ise
anlık gaflet yeter.
• Göz iki, kulak iki, ağzımız ise tektir. Çok görüp, çok dinleyip az konuşmak gerekir.
• Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsunuz? Hiçbir can
sizin değil, niye dövüşüyorsunuz?
Allah, arı-duru, ter-temiz devletle, yeter nimetle onları yaşatsın. O eşsiz zatın yoksulları okşaması, küçükleri yetiştirmesi, güneşten daha aydındır; bütün alemdekiler görür,
bilir bunu. «Güneş, nerede olursa olsun, gizlenmez.» Bu
tavsiye bizim de o sevapta payımız olsun diyedir. «Hayra
delalet eden, o hayrı yapan gibidir. » Yaratıp olgunlaştıran
yüce Tanrı, sonsuz cömertliklere, sonsuz ihsanlara sahip
olan o eşsiz, o tek varlığı eksik etmesin; öyle olsun ey alemlerin Rabbi.”(2)
• Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun? Doğumun bir
damla su, ölümün bir avuç toprak.
Mevlana gönülden gönüle giden sevgi yolunu keşfetmiştir.
Mevlana sevginin, mutluluğun, huzurun formülünü sun-
Sen kendi kendine yetmeyi öğren;
• Misafirsin bu hanede, ey gönül, umduğunla değil, bulduğunla gül. Hane sahibi ne derse o olur, ne kimseye sitem
eyle, ne de üzül.
Mevlana’dan bir beyit:
Sen verdikçe dost görünen çok olur
İste de gör hepsi birden yok olur.
Tüm dünyanın malına gönlün tok olur.
SENCE 2015 Sayı 8
45
SENCE
z
i
m
e
ç
k
r
ü
T
Pehlivan UZUN ⎟ Kırıkkale Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Görevlisi
T
ürkler, dünya üzerinde geniş
alanlara yayılmışlar; bu yüzden
Türkçemiz dünyanın önemli bir
bölümünde kullanılan, en çok konuşulan, en büyük dillerden biri olmuştur.
Bugün bakıldığında, batıda Balkanların
uçlarından doğuda Büyük Okyanus’a,
kuzeyde Kuzey Buz Denizi’nden, güneye
Tibet’e kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada dağınık olarak konuşulmaktadır.
Türkçemizin hangi dil ailesine ait olduğu
görüşü bugün tartışmalı olmasa da bugün genel kabul görmüş düşünce Altay
Dil Ailesine ait olduğu yönündedir.
Dil ailesi demek, bu gruba giren dillerin ortak kökten olması demektir. Buna
göre Türkçemiz genetik olarak Moğol,
Mançu-Tunguz dilleriyle birlikte Kore
ve Japon dilleriyle de genetik akrabalık
gösterir.
Yalnız, bu dil ailesi konuları dünya bilim
aleminde kesin neticeye bağlanmış konular değildir.
Türkçenin, tarihsel dönemler itibariyle
tarihi süreç içerisindeki seyrine baktığımızda dilimizin çok eski zamanlardan
46
www.sencedergisi.com
Bir dil ait olduğu milletin rengini akseder. Milletin tabiatı
dilin yapısında kendini gösterir. O yüzden bir dilin yapısı
ve renginden o milletin psikolojisi anlaşılır. Yine millete ait
kültürün rengi ve kıvamı dilin rengindendir
beri konuşulan köklü bir dil olduğunu
anlarız.
Dilimizi dönemler halinde incelemeye
kalktığımızda şöyle bir tabloyla karşılaşırız:
1. Altay Dil Birliği Dönemi
2. İlk Türkçe Dönemi (pre-Turkic)
3. Ana Türkçe Dönemi (proto-Türkçe)
4. Eski Anadolu Türkçesi Dönemi (610. yy)
5. Orta Türkçe Dönemi (11-16. yy)
6. Yeni Türkçe (Yeni Yazı Dilleri)
Dönemi (16.yy ve sonrası)
7. Modern Türkçe Dönemi (20.yy ve
sonrası)
Altay dil birliği döneminde Türkçemiz
bu dil ailesi içine ait diğer dillerle beraberdir. Daha bağımsız bir dil durumunda değildir. Milattan çok öncelere
dayanan bu tarihin kesin olarak bilin-
mesi şimdilik mümkün değildir. Yalnız
İlk Türkçe Dönemi dediğimiz dönemde
Türkçemiz bu dil ailesine mensup diğer
dillerden ayrılarak adına Türkçe diyebileceğimiz dile doğru evrilir, giderek
Türkçe olur.
Bu İlk Türkçe döneminin ne zaman başladığı konusu kesin olmamakla birlikte
milattan önce birkaç bin yıllık dönemi
kapsadığı varsayılır.
Dilimiz gelişerek bugünkü modern
Türkçeye kadar gelişimini sürdürür.
Konuşulduğu coğrafyaların başka dillerinden etkilenir, onlardan kelimeler
alır ve onlara kelimeler verir. Bu doğal
bir durumdur. Dil canlı bir varlıktır. Durmadan kendini yeniler, bazen de ihtiyaç
duyduğu kelimeleri üretir. Dolayısıyla
Türkçemizin başka dillerle girdiğimiz
kültürel etkileşim sonucunda yenilenmesi, onlardan kelimeler alması, onla-
Değer
ra kelimeler vermesi doğaldır. Bir dilin
bir başka dile kelime vermesi o kadar
korkulacak bir durum değildir. Asıl korkulması gerekilen durum; bir dilin bir
başka dilden kurallar almasıdır. İşte o
zaman dilin yapısında bozulmalar olur.
Yoksa kelime başka dilden alınmışsa,
zamanla dilde karşılığı bulunur, ödünçleme alınan kelime terk edilir, bulunan
yeni kelime kullanıma girer.
Türkçemiz medeniyet değiştirdiğimiz
zamanlarda zaman zaman yeni kabul
edilen medeniyet dillerinin tesirinde
kalmıştır. Mesela İslam Medeniyetinin
dili zaman içinde az da olsa Türkçemize
bazı dil kurallarını dayatmıştır. Tehlikeli
olan bu yapı kısmen etkili olmuş, dilimiz fazlaca etkilenmemiştir.
Bir ülkede kültürü yaratan en önemli
unsur dildir. Dil olmadan kültür olmaz.
Dil kültürü yaratır. Yaratılan kültürel
zenginlik dili geliştirir ve zenginleştirir.
Kültürü, geleneklere ve inanışlara dayalı maddi ve manevi tecrübelerin, davranış biçimlerinin, ideallerin, toplumsal
yaşam pratiklerinin ve toplumsal beklentilerin birikimiyle oluşan değerler
bütünü olarak tarif edebiliriz. Şüphesiz
kültürün başkaca tanımlamaları da yapılmaktadır. Kültür kavramının üzerinde
anlaşılmış tek tarifi yoktur, tanımlanması zor bir kavramdır.
Türk Dil Kurumunun sözlüğünde (Türkçe Sözlük) kültür, tarihsel, toplumsal
gelişme süreci içinde yaratılan bütün
maddi ve manevi değerler ile bunları
yaratmada, sonraki nesillere iletmede
kullanılan, insanın doğal ve toplumsal
çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin olarak tarif edilir.
Türkçemizin kültürümüzü yaratmasının
yanında kültürümüzü gelecek kuşaklara aktarması da önemlidir. Gelecek
kuşaklara aktarılan kültür, ortak bir vic-
danın, aklın, birliğin, bilincin oluşması
ve yerleşmesinde de etkili olur. Kolektif
bilinçaltı dediğimiz olayın oluşmasını dil
sağlar.
Milleti, kaderde kıvançta, tasada bir
olma hali olarak düşünecek olursak dilin bu birlikteliği sağlamadaki rolü inkar
edilemez.
Bizler dünyaya geldiğimiz andan itibaren gözümüzü hazır bir dil hazinesinin
içinde açarız. Bu dil bizim için Türkçedir.
Sevgili dilimiz Türkçe, sadece insanlarla ve toplumla anlaşmamızı değil düşünmemizi ve yaratmamızı da sağlar.
Türkçemiz iletişim sorunumuzu zengin
varlığıyla sağladığı gibi ürettiğimiz zenginliği de geleceğe aktarmamıza yardımcı olur, aracı olur.
Edebiyatımızın ve düşünce hayatımızın
temel taşı Türkçe’dir.
Bir dil ait olduğu milletin rengini akseder. Milletin tabiatı dilin yapısında kendini gösterir. O yüzden bir dilin yapısı ve
renginden o milletin psikolojisi anlaşılır.
Yine millete ait kültürün rengi ve kıvamı dilin rengindendir diyebiliriz. Kısaca
diyebiliriz ki her milletin dili ve kültürü özgün bir yapıya sahip olduğu gibi,
toplumsal belleğini muhafaza eden bir
kimlikle şekillenir. Zira dil, bir toplumun
benimsediği duyuş tarzını, düşünce iklimini, ruh evrenini, hayal gücünü ve
yaşama ilişkin her türlü birikimini kültür kalıbına döker. Toplumun bireyleri
arasındaki ortak paylaşım içeren etkileşimler sonucunda, kültürel kimlikler
ve millet bilinci oluşur. İşte bizim bu
coğrafyamızda millet olarak varlığımız
Türkçeyle mümkün olmuştur.
Bütün diller canlıdır. Türkçemiz de canlı
bir dildir. İhtiyaç duyduğu kelimeyi bu
canlılığı sayesinde üretir. 1960-1970’li
yıllarda sosyolojik anlamda Türkiye gecekonduculuk durumuyla karşılaştı. Dil
hemen gecekondu kelimesini türetti.
Şimdi bu kelime kime aittir. Bunun gibi
toplu taşımacılıkta dolmuşçuluk olayı
başladı, dil bu yeni duruma göre yeni
bir kelime üretmede gecikmedi, hemen
dolmuş kelimesini üreterek canlılığı sayesinde, ihtiyacı karşıladı.
Türkçemiz hayatımızdır. Onu doğru
ve düzgün konuşmalıyız. Charles Eliot
“Her insanın eğitim hayatında kazanması gereken meziyet, ana dilini doğru
ve güzel konuşmaktır” der.
Genceli Nizami,
“Sözün kanatları var, kuş gibi ince ince
Söz olmazsa neye yarar düşünce” diyor.
Dilin yani Türkçemizin iletişimdeki değeri üzerinde Yunus Emre ne güzel de
söyler:
“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz”
Türkçemizin iyi konuşulmasının temeli
şudur: “Bizi anlamışlarsa, iyi konuşmuşuz demektir.” Bu söz Mollaire aittir.
Bu topraklarda düşüncenin, kültürün,
bilimin, eğitimin varlığı Türkçemizin
varlığıyla mümkündür. Türkçe yoksa yukarıda saydıklarımız da yoktur. Türkçemiz nasıl da hayatımızın her anına düzenlenmiş. O halde ona en büyük özeni
göstermek bir görev ve sorumluluk olsa
gerek.
“Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının,
kısaca bugün kendi milliyetini yapan
her şeyin dili sayesinde korunduğunu
görüyor. Türk dili Türk milletinin, kalbidir, zihnidir.” Kemal ATATÜRK
SENCE 2015 Sayı 8
47
Hasan
1
Işık
975 yılında İstanbul’un Sarıyer ilçesinde dünyaya geldim. 5 çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuyum. İlk, orta, lise tahsilini yine aynı ilçede tamamladıktan
sonra 1998 yılında Afyon Kocatepe Üniversitesi İ.İ.B.F. maliye bölümünden
mezun oldum. Aynı yıl Sarıyer Vergi dairesinde memur kadrosuyla göreve başladım. 2010 yılında yapılan sınavda gelir uzmanı oldum. Halen Şişli Vergi Dairesinde görev yapmaktayım. Üniversite bitene
kadar ücretsiz olan bütün sanatsal faaliyetleri takip etmeye çalıştım.
Tasavvufa olan ilgim ortaokul sıralarına kadar dayanıyor.İlahi-tasavvuf eserlerini dinlerken daha o yıllarda çok etkilendiğimi
söyleyebilirim. Mustafa DEMİRCİ, Mehmet Emin AY, Sami Savni ÖZER gibi sanatçıları dinledim. Sağlam pınarlardan beslenmiş
olduk farkına varmadan. Meslek hayatına atıldıktan sonra maddi imkanlar daha iyileştiği için
sanata olan ilgim daha da yoğunlaştı. Gelecekte sanatçı olmak için değil; sadece
merak ve bu eserleri nasıl böyle icra edebildiklerini öğrenme adına iyi yorumcuları takip ettim.
Eseri okuyan dil olsada, etkisi altında kaldığınız için esas ,onu okuyan kalptir. O yüzden AŞK ve SEVGİ diyorum. Hatta rahmetli
üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’in enfes bir tespiti vardır: İnsan
sevmediği işi yapmamalı derdi. Gerçi asıl mesleğimi de severek yapıyorum.
2013 sonlarına doğru yeni gittiğim bir tasavvuf korosunda hocamızın ve albümümüzde 3 eseri bulunan
şair Ali Bayram Şahin beyefendinin de destekleriyle küçük bir demoyla başladım. İdarenin iziniyle TV
kanallarına hobi olarak çıkmaya başladım. 2014’ün
kasım ayında Mevlama (cc) hamdolsun “AĞLA GÖNÜL” albümümüz çıktı. Hani en baştan dedik ya...
AŞK…
Albümde kendi bestem yok, ancak amatör anlamda
da olsa zaman zaman şiir yazıyorum.
Bana SENCE DERGİSİ’nde bu imkanı veren Türk-Büro
Sen Genel Merkezi Başkanımız Fahrettin YOKUŞ Beyefendi başta olmak üzere tüm çalışanlara ve de albümümüzde kısmen de olsa desteklerini esirgemeyen tüm
meslektaşlarıma şükranlarımı arz ediyorum.
48
www.sencedergisi.com
Nüfus Çalışanlarının
Fehmi Abisi
Fehmi
Tercan
Başka Bahara kaldı
Dertliyiz değil mi? Derdi olan ne yapar, neyler
Bitmeyen işimizden bir haber var mı beyler?
Yeni bir şey duydunuz mu? Kim ne der? ne söyler?
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Elin bakanı hakkını vura vura aldı,
Yıllarca hakkımızı başkaları çaldı,
Sanki yapılan hangi işte adalet vardı,
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Senelerdir kahvaltımız çayla simitti,
Ne ümitmiş kardeşim yirm isene yetti,
Rahmetli zamlı maaşı alamadan gitti,
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Lafa gelince diller tatlı, sanki şeker,
Allah aşkına bu kadar yükü kim çeker?
Böyle sahipsiz personelden kim ne bekler,
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Bakın şöyle etrafa bizden safı var mı?
İnsanlar bu ücretle bu işi yapar mı?
Bu haksızlık vicdana, izana sığar mı?
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Mesleğin başında bitmeyen gayret vardı,
Geçen yıllar tüm enerjiyi hevesi aldı,
Bitirdiler bizi. Ne ümit, ne gayret kaldı,
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Bu kapılardan kimler gelip kimler geçti,
Her gelende sözler verip yeminelr içti,
Çözüm için hepsi üç beş ay ömür biçti,
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
garip nüfusçu ne yapsın? hep bekler durur,
Zulmü edenler inşallah cezasını bulur,
Çok şeyler biliyorum, konuşsam suç olur,
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Bu konu namus meselem diyenelr oldu,
Verilen söze içimiz ümitle doldu,
Hazret vali olunca yüzler yine soldu,
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
Yıllarca çabaladım duyan olmadı sesin,
Onalr börek, bizimkiler kuru ekmek yesin,
Aşık Fehmi daha ne söylesin ne desin?
Ek tazminat mı? o başka bahara kaldı.
“Daha önce ifa ettiğim İl Müdürlüğü
görevlerim sebebiyle üye olamadım, ancak
her zaman fahri üyesi olduğum sendikamıza
çok şükür yeni görevimden dolayı resmi
üyelik sıfatımı kazandım. Türk Büro-Sen
üyesi olduğum için çok mutluyum”
1
956 yılında Ankara’nın Kızılcahamam İlçesi, Örencik Köyünde dünyaya geldim.
İlkokulu köyde, ortaokul ve liseyi Ankara’da bitirdim. Ankara İktisadi Ticari İlimler
Akademisi Bankacılık ve Sigortacılık Yüksek
Okulu mezunuyum.
Memuriyete 09.08.1977 yılında Yenimahalle Nüfus Müdürlüğünde başladım. Sırasıyla Çankaya Nüfus Müdürlüğünde memur,
Gölbaşı Nüfus Müdür Vekili, Altındağ ve
Keçiören Nüfus Müdürlüğü görevlerinde bulundum. 1990 yılında İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürü olarak Aksaray’a atandım. Daha
sonra Denizli, Ankara ve Erzurum İl Nüfus ve
Vatandaşlık Müdürlüğü görevlerinde bulundum. 04.02.2013 tarihinden bu yana Nüfus
ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nde
Şube Müdürü olarak görev yapmaktayım.
10.11.1982 tarihinde evlendim. Zehra, Melek ve Saltuk Buğrahan adında üç çocuğum,
Melike adında bir de torunum vardır.
SENCE 2015 Sayı 8
49
SENCE
M ATRA K
DÜNYA MATRAK DERNEĞİ
Efkan ÇALIŞ ⎟ Dünya Matrak Derneği Başkanı
Matrak oyunu Türk kılıcı,
Matrak Tarihi
Yatağan kılıcı ve Osmanlı
Matrak oyunu Osmanlı İmparatorluğu’nda Yeniçeriler, Sipahiler ve
Osmanlı Padişahları tarafından Cenk Sanatı talimi ve spor olarak yapılmıştır. Kamus-ı Türki’de Matrak dövmeli şiş, Matrakçı ise dövmeli
şişle kılıç talimi yaptıran eğitmen olarak tanımlanmıştır.
kılıçlarının eğitim ve teknik
yapılarını içeren Eskrim ve
diğer kılıç sporlarında yüzyıllar
önce gelişimin tamamlayarak
Osmanlı’da yapılmış bir askeri
spor talimdir.
50
www.sencedergisi.com
Matrak kelimesi Arapça kökenli bir söz olan değnek sopa anlamına
gelen “Mitrak” kelimesinden gelmektedir. Matrak halk arasında çoğunlukla komik eğlence anlamları ile bilinmektedir.
Matrak oyunundan günümüze “Matrak geçmek” şeklinde bir söz gelmiştir. Bir başkası ile dalga geçmek, hafife almak, eğlenmek manaları
ile bilinen bu söz esasında ustalaşmış Matrak sporcusunun yeni başlayan bir sporcuya karşı üstünlüğünü betimlemektedir.
Spor
Matrak oyunu Türk kılıcı, Yatağan
kılıcı ve Osmanlı kılıçlarının eğitim
ve teknik yapılarını içeren Eskrim ve
diğer kılıç sporlarında yüzyıllar önce
gelişimin tamamlayarak Osmanlı’da
yapılmış bir askeri spor talimdir.
Matrak sporunun oluşması, gelişmesi ve günümüzde tekrar yaşatılması konularında tarihte bilinen iki
kişinin büyük gayretleri söz konusudur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamış Matrakçı Nasuh ve
günümüzde ise Matrakçı Efkan Çalış
büyük fedakârlıklarla bu kültürün
yaşatılması için emek vermişlerdir.
Matrakçı Nasuh’un (…1480/ 28 Nisan 1564) Matrak oyununda ve diğer cenk sporlarındaki başarısından
dolayı Matrakçı unvanını aldığına dair bilgiler mevcuttur.
Matrak oyunu ile Osmanlı askerlerine kılıç talimleri Matrakçı Nasuh tarafından Enderun-u Hümayunda öğretilmiştir. Matrakçı Nasuh Tarihçi, Matematikçi, Minyatürcü, Hattat, Coğrafyacı ve Şair, yönleri ile bilinen bir bilim adamıdır.
Matrakçı Nasuh’un Matematik, Tarih, Minyatür ve çeşitli
savaş aletlerinin kullanımını anlattığı kitapları günümüze
kadar ulaşmıştır. Matrakçı Nasuh’a Matrak oyununda ki
başarısı, yay-ok, mızrak, kılıç gibi silahları kullanmada ki
hüneri ve Mısır’da yapılan yarışmalarda ve Kanuni Sultan
Süleyman’ın karşısına defalarca çıkardığı tüm rakiplerini
yenmesinden dolayı Kanuni Sultan Süleyman tarafından
tüm Osmanlı Devletinde tanınmasını simgeleyen “Evarih-i
Zilkade 936/Haziran sonları 1529” tarihli bir berat verilmiştir. Matrak böylece Osmanlı Devletinde bir bilim dalı olarak
kabul edilmiştir.
Günümüzde Matrak, Matrakçı Efkan
Çalış’ın 2001 yılında başlattığı çalışmalarla; unutulan Selçuklu ve Osmanlı savaş ve spor yöntemlerinin
tarihi, kültürel araştırmaları ve teknik çalışmaları ile hayat bulmuştur.
Bu sürece Gazi Üniversitesi Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve
Kırıkkale Üniversitelerinden akademisyenler destek vermişlerdir.
Matrakçı Efkan Çalış’ın Matrak sporunu yeniden kurması ile (05 Eylül
2008) “Matrak sporu” adı altında
Matrak Oyunu ( Matrak Kalkan, Çift
Matrak, Kılıç Kalkan, Kılıç, At Üzerinde Matrak,) Tomak Oyunu, Cenk
Oyunu ( Küreş, Muşt Zen, Leked Kup
) gibi unutulan Türk sanatları gün ışığına çıkarılmıştır. Efkan
Çalış ayrıca unutulmuş Türk sanatı olan Tulum Oyunu da
2015 yılında Türk kültürüne spor olarak kazandırmıştır. Bir
yandan yok olmuş değerleri ortaya çıkararak spor olarak
kural ve kaidelerini belirleyen Çalış diğer yandan yaptığı
çalışmalarda Türk kültüründe var olan değerlerden yola çıkarak geçmişin izlerini taşıyan sentez çalışmalarda yapmış,
Hançer, Mızrak ve Herkes için Savunma eğitimlerini de Türk
kültürüne kazandırmıştır.
Engelli insanlara yönelik olarak yaptığı saha çalışmaları
Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Kurumları ve Engelli Dernekleri Federasyonu ile yaptığı çalışmalarla Tekerlekli Sandalye
Üzerinde Matrak oyunu, Görme Engelliler Matrak oyunu,
Zihinsel Engelliler Matrak oyunu eğitim metotlarını da
oluşturmuştur.
SENCE 2015 Sayı 8
51
SENCE
Matrak sporu 15 Haziran 2010 tarihinde Gençlik ve Spor
Bakanlığı Merkez Danışma Kurulu kararı ile Türkiye Geleneksel Spor Dalları Federasyonu’na resmen bağlanmıştır.
Türkiye genelinde Ankara, Antalya, Manisa, İzmir, İstanbul,
Hakkari, Tokat, Bursa, Adana, Kocaeli illerinde toplam 70
diplomalı Matrak antrenörü tarafından Matrak eğitimleri
verilmektedir. 130 Matrak hakeminin belge sahibi olduğu
Matrak spor dalında il şampiyonaları ve Türkiye şampiyonası yapılmaktadır. 2012 yılında Türkiye dışında Almanya,
(17-18 Mart 2012 Avrupa Gençlik Çalıştayı - Köln), Rusya
(08-10 Haziran 2012 Matrak Rusya Teknik Semineri - Sankt
Petersburg) ve Litvanya (04-08 Temmuz 2012 TAFİSA Dünya Geleneksel Spor Oyunları-Siauliai), Bosna Hersek Matrakçı Nasuh Minyatür sergisi ve Matrak Çalıştayı (7-12 Nisan 2015 Saraybosna ve Mostar) faaliyetleri ile Matrakçı
Efkan Çalış tarafından seminerler verilmiş Türk kültürü ve
Matrak sporu tanıtılmış Türkiye temsil edilmiştir.
Matrak Sporu Faydaları
Günümüzde Matrak müsabakaları başında teşekkür ve
oyun sonunda kasıtlı ve kasıtsız hatalardan dolayı oyuncuların birbirlerinden özür dilemeleri ve oyunun öğrenim sürecinde yaşatılan güzel ahlak öğretileri ile
bu sporu yapanlara moralen katkı sağlamak, mücadeleci ruh kazanımı ve kişilik gelişimine fayda
sağlamak hedeflenmektedir.
Türk kültüründe var olan fakat unutulmuş Matrak adı altında yapılan Türk ata sporları ile Türk
kültürel mirasına sahip çıkmak ve yüceltmek ana amaç olarak belirlenmiştir. Bu
çerçevede Türkiye’nin uluslararası alanda tanıtımına katkı sağlamak uluslararası amaç olarak göze çarpmaktadır.
Oyununun sporcularına fiziksel kazanımları ise genel manada spor
yapmanın verdiği faydaların yanı
sıra, kas gelişimi, sinir kas koordinasyonu, çeviklik, dayanıklılık,
odaklanma gibi faydalar olarak
sıralanabilir.
Türk Kültürüne Katkısı
Somut olmayan Kültürel Miras kapsamında değerlendirilen Matrak sporunun tekrar canlandırılması ile Türk
kültürel mirasına katkı sağlanmış ve
52
www.sencedergisi.com
Türk spor kültürünün zenginliği ortaya çıkarılmıştır. Matrak
adı altında yapılan branşlar Türkiye tarihinde yüz yıllarca
unutulmasına rağmen tekrar hayata geçirilmeleri ile emsalsiz bir spor anlayışı oluşmuştur.
Mücadele ve savunma sporları alanında yapılan birçok
spor çıktıkları ülkelerin gelenek, görenek ve felsefi yapıları ile icra edilmektedir. Matrak sporu ise Selçuklu Devleti,
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de var olan gelenek, görenek, örf, adet, güzel ahlak yapısı ve felsefi değerleri bünyesinde barındırmakta olup Türkiye’yi yurt dışında temsil
edecek köklü bir kültürel yapıya sahiptir. Dünya üzerinde
emsali olmayan oyun anlayışı ve teknik yapısı ile Matrak
Türk sporuna ve sporcusuna özgüven verecek ecdadına
yakışan Türk çocuklarını geleceğe hazırlayacak yapıda bir
spordur.
Matrak Oyunu Müsabakası Nasıl Yapılır?
Matrak oyunu müsabakaları İkinci maddede yer alan silahların yarışmasıdır. Matrak geleneksel şekli ile sağ elde ucu
topuz şeklinde içi post ve dışı deri sarılı Matrak sopası, sol
elde kalkan görevi görecek yumuşak, yuvarlak bir yastık ve
kafaya takılan miğferle icra edilir. Oyun başında “Benimle
Cenk meydanına çıktığınız için teşekkür ederim.” Diyen Matrak kuşanmış Matrakbaz sporcular birbirlerinin kafasına Matrakla dokunarak üstünlük elde
etmeye çalışırlar.
Kafaya her dokunuşla bir puan elde edilir. Oyun
sonunda her iki sporcuda “Kasıtlı ve kasıtsız hatalarımdan dolayı özür dilerim.” Diyerek birbirlerinin gönlünü alırlar. Matrak müsabakasında bir orta hakem ve iki sayı hakemi
görev alır. İki dakikalık sürelerle iki oyun
yapılır. İki oyunu alan kazanır. Beraberlik durumunda üçüncü oyun yapılır.
Tomak Oyunu Müsabakası
Nasıl Yapılır?
Tomak oyunu müsabakaları
İkinci maddede yer alan silahların yarışmasıdır. Tomak 65 santimlik kamçı şeklinde örülü çapı
1 santimlik ipin ucuna tutacak
yere ve diğer ucuna içi keçe dışı deri
kaplı yumruk büyüklüğünde yuvarlak
ve yassı olan malzemenin iliştirilmesi ile
oluşan cenk silahları talim aletidir.
Spor
Tomak oyuncuları karşılıklı teşekkür ettikten sonra Tomak
aletinin tutacak yerinden tutup
sol kolu kalkan yerine kullanıp
sağ eldeki Tomakla rakibin sırtına vurarak puan almaya çalışırlar. Bu oyunda hızlı hareket
etmek ve rakibin hamlelerini
kol ile savuşturmak maharet
gerektirir. Oyun sonunda oyuncular özür dileyerek oyunu sonlandırırlar. Tomak müsabakasında bir orta hakem ve iki sayı
hakemi görev alır. İki dakikalık
sürelerle iki oyun yapılır. İki
oyunu alan kazanır. Beraberlik
durumunda üçüncü oyun yapılır.
Cenk Oyunu Müsabakası Nasıl Yapılır?
Cenk oyunu müsabakaları kılıç kalkan ve benzeri aletler olmaksızın Osmanlı askerlerinin savunma amaçlı uyguladıkları teknikleri içeren mücadele sanatıdır. Matrak alt branşlarından Cenk Oyunu Güreş, Muşt Zen - Osmanlı Yumruk
sanatı ve Leked Kup - Osmanlı Tekme sanatı adlı Türk ata
sporlarının birleştirilmesi ile oluşan serbest mücadeleye
dayalı bir spordur. Kılıç kalkan ve benzeri Cenk silahlarının
olmadığı durumlarda cengâverlerin başvurduğu teknik yapıda Muşt Zen ve Leked Kup teknikleri uygulayarak rakibi
alt etmenin yanı sıra Cenk Oyunu için seçilen güreş teknikleri ile rakibi aşırmak ve yerde zapt etme teknikleri ile rakibi alt etmek serbesttir.
Sporcular oyun başında teşekkür ve sonunda özür dilerler.
Cenk müsabakasında bir orta hakem ve üç sayı hakemi görev alır. Bu oyun minik ve yıldızlarda 3 dakikalık tek oyun
Genç ve Yıldız sıkletlerinde ise 5 dakikalık tek oyun yapılır.
İlk oyun sonunda beraberlik durumu olursa puana dayalı
aynı süre ile ikinci bir oyun yapılır.
halkaya isabet ettiren 2 puan
ve dış halkaya isabet ettiren ise
1 puan alır. Oyun sonunda özür
dileyen sporculardan puanı çok
olan oyunu kazanır. Berberlik
durumunda bir Mızrak atışı
daha yapılır.
Tulum Oyunu Müsabakası
Nasıl yapılır?
Tulum oyunu Osmanlı devletinde bir askeri talim yöntemi olarak uygulanmıştır. Tulum keçi
derisinin torba şeklinde dikilip
içine hava doldurulmasıyla ortaya çıkan oyun aletidir. Tulum
oyunu günümüzde yastık dövüşü olarak bilinen oyun şeklinin
yüzyıllarca önce Osmanlı devletinde bir askeri talim olarak
yapıldığının kanıtıdır.
Tulum oyunu diğer Matrak sporu oyunlarında olduğu üzere
teşekkür ile başlayıp özür dileme ile sona erer. Oyunda amaç
sağ elde tutulan Tulum spor aletini rakibin başın, vücuduna
ve bacağına vurarak puan almak üzeredir. Her vuruş 1 puan
değerindedir. Matrak oyunundaki gibi Hakem düzenine sahip Tulum oyununda üç oyundan ikisini alan kazanır.
Matrak sporunda oluşan taleplere son 2.5 yıldır bağlı olduğu Geleneksel Spor Dalları Federasyonu cevap vermemektedir. Federasyonun 26 Kasım 2014 tarihinde yapılan Mali
Genel Kurulda Matrak sporunu bünyesinden çıkardı ve şu
an Matrak sporcuları Gençlik ve Spor Bakanlığından Matrak
hakkında çıkacak kararı beklemekteler. Türkiye’de resmi bir
spor olmasına rağmen henüz Uzakdoğu sporlarına yapılan
yatırım ve desteğin yüzde birini almayan Matrak Türkiye’nin
güçlü spor markası olma yolunda tüm alt yapı çalışmaları tamamlamış olup yetkililerin desteğini beklemektedir.
Mızrak Oyunu Müsabakası Nasıl yapılır?
Mızrak ucu hedefe saplanmak üzere sivri sapı ahşap olan
120 santim uzunluğunda spor aletidir. Eşleşen rakipler karşılıklı teşekkür ettikten sonra kalkan boyutunda yarışmacıların kategori ve kilolarına göre belirlenmiş uzaklığa konan
kalkan şeklindeki hedeflere üç atış yaparlar. İki sayı hakemi ve bir Orta hakem tarafından yönetilen yarışmalarda,
kalkanın ortasındaki halkaya isabet ettiren 3 puan ikinci
SENCE 2015 Sayı 8
53
Kimler
Geldi
MİMAR SİNAN
(15 Nisan 1489-17 Temmuz 1588)
“Elhâkir-ül Fakir Mimar Sinan”
Tüm İstanbul’a su sistemini kuran Mimar Sinan’ın
evine gelen suyun kesilmesinden sonra:
“Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak
kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz.
Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz.”
Batılı Mimarlar Ayasofya ile gururlanıyorlar ve “Osmanlılar Ayasofya kubbesi kadar cesim bir kubbe
yapamadılar” diyor, bu sözler Mimar Sinan’a çok dokunuyordu.
Bu sıkıntısını şu sözlerle anlatır: “Şöyle bir kubbe
yapıp Hıristiyanların dillerini kessem; Batılıların bu
iddiası beni helâk eder. Belki bütün Âlem-i İslâm’ı
kederlendirir.”
Ustalık eserim dediği SELİMİYE için: “Selimiye’nin inşasında himmet edip, yüce Allah’ın izni ve yardımı,
Sultan ikinci Selim’in de teşvik ve desteğiyle Selimiye’nin kubbesini altı zira daha yüksek, derinliğini de
dört zira fazla inşa ettim”.
EROL GÜNGÖR
(25 Kasım 1938 - 24 Nisan 1983)
“Milliyetçilik bir memleketteki milli kültüre dayanır. Halbuki
Türkiye’de batılılaşma hareketleri sonunda münevver (okumuş) tabaka Türk kültürüne büyük ölçüde yabancı kalmış,
hakiki bir kültür yaratarak bunu milletin bütün tabakalarına
yaymayı da başaramamıştır. Tarih içinde gelişen Türk milli
kültürünü daha çok halk kitleleri muhafaza etmiş bulunuyorlar. Şu halde milli kültürün modern imkânlarla geliştirilmesi demek olan milliyetçilik, ister istemez, halk içinde
yaşamakta olan temel kültür unsurlarına dayanmak zorundadır”.
“Halka dönüş ile geriye dönüşü birbirine karıştırmamak
lazımdır. Atalarımızın kültürü milletimizin çocukluk çağını temsil eder; biz o çocukluk çağında sahip olduklarımızı yüzyıllarca geliştirdikten sonra olgun bir millet haline
geldik.”
“Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin
çocuklarıyız, bizim milliyetçiliğimiz sömürgecilerin işgalinden kurtulmak için yapılan siyasi istiklal mücadelelerine
yahut sıfırdan başlayarak milli kültür yaratma hareketlerine
benzemez.”
“Sosyal bilimlerde kültür denince bir topluluğun kendi hayati problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar
içinde standart hale getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır.
Şu halde bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi
unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir”
Kimler
CENGİZ AYTMATOV
(12 Aralık 1928 - 10 Haziran 2008)
“Sen konuşmaya tenezzül etmezsin suskun sanırlar, ve
umursamaz. Bilmezler ki, bi konuşacak olsan yüzüne
bakacak yüzleri kalmaz !
“İşte oğlum atalarımız; zenginliğin sonunda kendini
beğenme, kendini beğenmenin sonunda da çılgınlık
gelir derlerdi”.
“Savaş yıllarındaki kadınlarımız hakkında çok şey söylendi. Çalışkanlıkları ve annelikleri için haklı olarak dua
almışlardır. Şayet heykeltraş veya sanatçı olsaydım 20.
yüzyılın en büyük simasını, savaş yıllarının kadınını tasavvur etmek için bütün hayatımı adar, minnettarlığımı,
saygımı, gururumu ve sevgimi göstermeye çalışırdım.”
“İnsanların karşılaştıkları güçlükler hakkında hiçbir bilgileri yoktu hayvanların. Oysa insanlar düşünen yaratıklar
olarak ortaya çıkışlarından beri kendilerini daha iyi tanımaya çalışmışlar, ama bütün çabalarına rağmen şu soruya bir türlü cevap verememişlerdi: Kötü, hemen hemen
her defasında, niçin ‘iyi’den daha güçlü olarak ortaya
çıkıyor?”
“İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi
anlatmaya yetmez.”
“Hey benim tahtımın keskin dişli bekçileri!
Beni hiç terk etmeyen boz yeleli kurtlarım hey!
Yine sizinleyim... Hep vardınız,
Han tahtıma beni siz çıkardınız.
İşte yine seferdeyiz, Batı’yı fethe gidiyorum,
Bu fetih yolunda, bugün, burada size,
Bir kerre daha yürekten ‘Sağ ol’ diyorum”.
Geçti...
KAYAHAN
(29 Mart 1949 - 3 Nisan 2015)
“Sevgisiz hiçbir şey yapılmaz. Herşeyin başı sevgidir”
“Yaşanacak günümüz varmış. Ölüm bir ceza değildir, ben
öyle düşünüyorum. Devlet hastanesine gittim, Çapa’da tedavi oldum. Söylediklerine göre 6 ay ömrüm kalmıştı. Şu
anda onların verdiği sürenin üstünden 21 sene geçti. 10
sene önce tekrar etti, yine tedavi gördüm”.
Nasıl Ayrılacağız
Neler yaşadım şu kısa hayatımda
Sen benim tek hatıramsın
Hiç bir zaman doymadım sana
Doyamam bin yıl daha yaşasamda
Günlerden sen aylardan sen yıllar zaten sensin
Nasıl ayrılacağız biz seninle
Ömrüm bin yıl olsada doyamam sana
Ellerin ellerimde olsun daima
Beni sen uğurla son yolculuğuma
En kırmızısından bir karanfil olsun
Aç perdeleri kalbim ışıkla dolsun
Gözlerin gözlerimin içinde kalsın lütfen
Ben Anadolu Çocuğuyum
Biraz da deli dolu
Kızdı mı dünyaya yakarca bakan
Sevdi mi içinde ormanlar yanan
Tek tabanca yalansız çıkmış yıllardan
Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar
Benim bu aleme aklım ermiyor
SENCE
e
d
n
i
m
i
t
e
n
ö
Y
n
ı
n
a
Kalkınm
Doç. Dr. İlhan DÜLGER ⎟
B
irinci Dünya Savaşı’nda Almanya’da
lojistik plan fikri geliştirilmişti. İlk defa
bunu ülke çapında sivil plan fikrine
uyarlayan Mustafa Kemâl, 1920’de TBMM’de
Kalkınma-Planlama toplantılarını başlattı.
Sovyet Rusya merkezi planlı ekonomiye
1928’de geçti. Türkiye ise 1933’te karma
ekonomi içinde ithal ikameci sanayi planını
uygulamaya başladı.
Kalkınma Planı, hükümetin değişim yönetimi
politika belgesidir. “Değişim” içi boş bir kavramdır; planlı uygulama artı yönde “gelişim”
için yapılır.
Ülke boyu planın üç boyutu: Büyüme (sayısal), Kalkınma (niteliksel), Gelişme (örgütleşme) kurumlaşmadır. Ülkeboyu bütüncül
plan, ülke kaynak dağılımını önceliklendiren
ve dengeleyen plandır. 20. yüzyıl Türkiye’sinin hedefi sanayileşerek üretmek, 21. yüzyıl Türkiye’sinin hedefi katma değeri yüksek
mallarla büyümek, kalkınmak ve gelişmektir.
56
www.sencedergisi.com
Çeşitli plan türlerinden dönemine en uygunu kullanılır. Türkiye’de “planlama
süreci” başlangıcından itibaren demokratik planlama felsefesi ile kurulmuştur. Anayasalarımız “demokratik yollarla planlı kalkınma” hükmü ile daha
başlangıçtan “merkezi planlama” fikrini reddetmiştir.
Demokratik planlama ile merkezi planlama arasındaki temel farklar:
Demokratik Planlama
Merkezî Planlama
Piyasa fikrine oturur
Piyasa mekanizmalarını geliştirir
Piyasa fikrini reddeder
Fiyatları devlet belirler
Özel kesim esas, kamu destektir
Özel kesimi ve mülkiyeti reddeder
Toplumun talep ve önerileri esastır
Merkez, tek parti görüşünü esas alır
Plan politikaları seçenekli hazırlanır Politikalar “plan merkezi”nce
belirlenir
Plan kararlarını seçimle gelmiş
kurullar verir
Plan kararlarını “plan merkezi” alır
Plan, Program, Bütçeler uygulamacı Plan, Program, Bütçeyi “planlama
kurumlarla işbirliği ile hazırlanır
merkezi”nin tahsisleriyle hazırlanır
Plan uygulaması Hükümete aittir
Plan “merkez”in kurumlara
talimatıyla uygulanır
Hükümet, Meclise ve seçmene
hesap verir
“Merkez” Partiye hesap verir
Plan, kamu kesimi için emredici,
özel kesim için yol göstericidir.
Plan herkese emredicidir.
Her tür yönetimde, kamu, özel işletme, okul, üniversite, kurum, kuruluş,
siyasal parti, STK vs. “karar,” “planlama,” “icra/uygulama” ve “denetim”
süreçleri bulunur.
Karar, üst yönetimlerde, planlama özel
olarak yetişmiş tarafsız teknik gruplarda, icraat, bakanlık, kurum, kuruluş birimlerinde, denetim ise iç ve dış denetim için yetişmiş özel grupların ya da
kurumların elinde bulunur. Bunlardan
biri yerli yerinde bulunmadığı zaman,
o işletme veya ülke bozulma ve zarar
yaşar.
Aceleci karar alıcılar ya da icracılar
planlama sürecini kendi kafalarındaki
bir planı uygulayarak atlayabileceklerini sanırlar. Oysa orta ve uzun vadede
başarı olmaz. İsraf ve zarar yaşanır;
hesap-kitap bilinmez, vatandaşın hakkı kaybolur.
Planlama, ülke boyu yönetim süreçlerinin vazgeçilmez boyutudur. Hükümetin açık icraatı ve harcamalarını
takibi için ve Meclis’in denetimi için
meşruiyet araçlarıdır.
Kalkınma planları; kaynak kullanımı
önceliklendirilmiş, ülke ve dünya düzeyinde dengelenmiş, projelendirilmiş, demokratik, açık, yazılı, ilân edilmiş resmî belgelerdir.
Her kuruluşun kendi planını yapması
yetmez, bunların bir noktada koordine edilerek birbirini naksetmeyecek,
farklı hedeflere sapmayacak, ülke
bütçesine sığacak hale getirilmeleri
de gerekir. Burası en üst koordinasyon
makamı olan Başbakanlıktır.
Her ülkenin kalkınmasını
dayandıracağı güçlü
bir veya birkaç kaynağı
olmalıdır. Türkiye’nin
stratejik kaynağı ise
insangücü!
Plan hazırlığı şu sürecin ürünüdür:
Devlet Planlama Teşkilâtı (DPT, şimdi
Kalkınma Bakanlığı) sürecin “teknik
kurumu,” “bütçe ve yatırım planlamacısı,” “danışman kuruluşu” ve
uygulama sırasında Başbakan adına
“üst-koordinasyon kuruluşu”dur.
İcracı kuruluşların APK’ları ya da Strateji Geliştirme birimleri, İl Planlama
ve Strateji Geliştirme Kurulları ve Özel
İhtisas Komisyonları (ÖİK) ve günümüzde internetten serbest katılım
demokratik, katılımcı planlamanın kanallarıdır.
ÖİK’ler planda yer alması istenen herhangi bir alanla ilgili tüm kuruluş ve
kişilerin, STK’ların, basının katıldığı,
divanlarını seçimle kendileri getiren,
raporlarını ilân eden bağımsız demokratik kurullardır.
Her plan hazırlığından önce, 100 civarında ÖİK yaklaşık 7000 katılımcıyla
çalışır. Yüksek Planlama Kurulu (YPK)
“seçenekler” arasından hükümet adına plan tercihlerini yapan ve karar için
hükümete götüren, Bakanlardan oluşan, Plan’ın uygulanmasının Hükümet
adına koordinasyonunu yapan kuruldur. YPK “üst karar” DPT ise teknik
“planlama” işlevi görür.
Kalkınma Planı’nın uygulanması hükümetin görevidir.
Çalışma Hayatı
Yönetimde Planlamanın Yeri
Kalkınma Açığı Nedir,
Nasıl Kapanır
Büyüme hızları piyasaya bırakıldığı
zaman, piyasalar, ülkenin olağan tarzı
ile belli bir hız ortaya koyabilmektedir. Örneğin, iç piyasaya bırakıldığında
Türkiye’nin ortalama % 3-3,5 civarında
büyüme ile teknoloji (üretim bilgisi)
düzeyi düşük bir kalkınması, bozuk kurumsal değişimi ve yüksek dış ticaret
açıkları olmaktadır.
Bu, sürdürülebilir bir yapı değildir: %
9’lar ile % -1’ler arasında (bazan - 9’a
inerek) iş hayatı dalgalanmaları ile
topluma ve ekonomiye zarar vererek
yaşamaktadır.
Diğer yandan, bu kadarlık bir büyüme,
gelişmiş ülkelerle Türkiye arasındaki
“kalkınma açığı”nı kapatmaya yetmemektedir. Türkiye’nin % 6,5 – 7 hız
ile uzun soluklu hamleler zinciri içinde hareket etmesi gereği vardır, bu da
planlı takibe ihtiyaç gösterir.
Dolayısıyla; bir, kalkınma açığının kapatılması, iki, istikrarlı kalkınma için
“planlı kalkınma uygulaması” şarttır.
Plansızlıkla kalkınmak açığı büyütür.
Örneğin, 1980 yılında Türkiye’de Kişi
Başı Milli Gelir (KBMG) 2,135 $ iken
2013’e kadar beş kat artarak 10,935 $
olmuştur. 1980 yılında ABD’de KBMG
12,393 $ iken, $’ın patronu olarak bu
rakam 2013’e kadar dört buçuk kat artarak 53,754 $ olmuştur.
Kalkınma açığımız büyüdü mü küçüldü mü? Türkiye’de Planlar hazır iken,
hükümetlerin zayıf uygulamaları bu
SENCE 2015 Sayı 8
57
SENCE
sonucu doğurmuştur. Oysa, ciddi bir
planlı kalkınma uygulaması olsaydı
Türkiye Kg. başına 1,5 $’lık düşük teknolojili mal ihracatında tıkanıp kalmaz,
hızlı kalkınan ülkeler gibi kg başına 3,5
$’lık katma değeri yüksek mal ihracatı
ve hizmetlere doğru yol alarak 25,000 $
KBMG ulaşabilirdi.
Türkiye 1960’tan itibaren planlı döneme geçerken, bu alanda sistemli bir
istismarla karşılaştı. İçerinin bilinçsiz
hareketleri ile birleşince bu politikalar çok etkili de olabildi. Özetle,
Türkiye’de “insanı değersizleştirme”
etrafında işletilen karşı strateji sözkonusudur.
Merkezî planlı devletçi ekonomiden
“planlı karma ekonomi”ye geçen ve
ciddi plan uygulaması yapan Çin’de ise
1980 yılında KBMG 310 $ iken 2013’te
22,5 kat artarak 6 bin 6995 $ oldu.
1960’larda 3 milyar nüfuslu dünyada
30 milyonluk Türkiye nüfusu fazla gösterildi. Tam ilk kalkınma planı hazırlanmadan önce Almanya’nın 1961’den
itibaren 1973’e kadar senede 150.000
işçi çekmesiyle işe başlandı. Çekilenlerin bir kısmı, Almanya’nın sınavla yeni
belgeler verdiği vasıflı işgücümüzdü.
Türkiye’nin Kalkınmasının
Stratejik Dayanağı: İnsangücü
Her ülkenin kalkınmasını dayandıracağı güçlü bir veya birkaç kaynağı olmalıdır. Bu kaynak kiminde AR-GE ve
teknoloji, kiminde petrol gibi yeraltı,
kiminde yerüstü, kiminde deniz zenginlikleri, kiminde toprağın bereketi,
kiminde insan unsuru, kiminde girişimcilik, kiminde örgütlenebilmektir.
Türkiye’nin stratejik kaynağı ise insangücü!
Tarihin her devrinde Türkler ve çevrelerine toplanan topluluklar insan
kaynağının etkili kullanımı ve insanın
liyakatine dayanarak ilerlemiş ve varolmuşlardır. İnsanımızın fedakârlık
zihniyetinden çok şeyler beklenegelmiştir.
Rekabetçi Dünya-Sistemi’nin, bir ülkeye yer biçmedeki tutumu, stratejik
kaynak üzerinde oyun kurmaktır. Eğer
bu kaynak “insangücü kaynağı” ise,
köleleştirme dâhil kendi lehine kullanır ve sahip ülkenin kullanıp kalkınmaması için içeriyi bozucu politikalar
uygulamaya çalışır.
58
www.sencedergisi.com
Askeri yönetimin, sivil yönetimin inceliklerini bilmemelerinden yararlanarak, 1961’de planlı döneme geçerken
gelen yabancı uzmanların, üretim yönetimini çelişkiye sürükleyecek önerileri boldu.
Aksi planlanmış olduğu halde, Plan’ın
uygulayıcısı durumundaki üst yönetimlere o günden itibaren sürekli yapılan birbiriyle çelişkili telkinler şunlardır:
• Türkiye’nin nüfusu
Türkiye’ye fazla,
• Düşük ücret vererek
sermaye birikiminizi yapın,
• Meslek eğitimini öteleyin.
Bugün dâhil bütün hükümetlere, fırsat pencereniz “insangücüne az ücret ödeyin, az ücret ödeyebilmek için
büyük ölçüde vasıfsız işgücü kullanın,
yani meslek eğitimine önem vermeyin,” denmekte.
Yürütme erkinin hesaplanmamış parçacıl kararları bu görüşe hizmet etmiştir. Oysa kalkınma, “çok sayıda vasıflı
işgücü ve tedricen artan ülkeye uygun ücret” politikasıyla mümkündür.
Uzak Doğu ülkelerinin kalkınması bundan ibarettir.
Asgarî ücret, bu telkinlere kanan kolaycı iktidarlar tarafından, planlı uygulamadan sapılarak, adım adım Türkiye’nin başına örülmüş bir çoraptır.
Vasıfsız tek kişinin günlük çalışması ile
geçinme mecburiyetinin kötüye kullanılmaması için bir tedbir olan “asgari
ücret,” diğer ülkelerde toplam çalışanların %10’un altındayken; Türkiye’de
ortanca ücretin % 71’inin asgari ücret
(vergisi çıkınca bugün 945 TL) olması
noktasına varılmıştır.
Ayrıca, işsizlik nedeniyle toplum bunu
tek kişi geliri olarak değil, aile geliri
olarak kullanmak zorundadır.
Bunu dahi fazla bulan işveren kayıt-dışı ve kaçak yabancı işçi kullanma yoluna girmiştir.
Dağılan SSCB’nin ucuz işgücü, Irak, Suriye iç savaşları bu bozuk düzene yeni
işgücü kaynakları sağlamaktadır.
Bugün ekonominin istihdam kapasitesi diye görünen rakamın içinde asgarî
ücret altında çalıştırılan yabancı kaçak
işgücü dâhildir. İşsiz bırakılan Türk vatandaşları olmaktadır.
AB ise, Türkiye’den gelecek “emeğin
serbest dolaşımı”na izin vermezken,
Türkiye’deki eğitimlilerin ekmeğine
ortak olacak “hizmetlerin serbest dolaşımı” ile kendi eğitimli işsizlerini Türkiye’ye sokma çabasındadır.
Çalışma Hayatı
2014’te genç işgücünün
işsizlik oranı % 31’e yükselmiştir.
31 Aralık 1961 tarihinde Saraçhane
açık-hava toplanmasında 200 bin kişiyle işçi sınıfı mücadelesi başladı.
1963’te İlk Plan yürürlüğe girerken
sendikalı işçiler vasıtasıyla üretimde
siyasal işçilik maliyeti yükselme eğilimine girmişti.
Bu iki çelişkili uygulamanın birarada
yürümesi ne anlama geldi? Düşük verimlilikli vasıfsız işgücünün ücret artışı
zorlamalarıyla üretimin birim maliyeti
yükseldi.
Hükümet, tam seçim arifesinde Çalışma Kanunu’nu değişikliği tasarısıyla
yabancı işgücü çalıştırmayı yasal hale
getirmeyi gözlerden kaçırmaya uğraşmaktadır.
Türkiye işgücü piyasası hem kaçak düşük ücretliler, hem de AB’nin eğitimli
işsizlerine açılmış olacaktır.
Mezuniyette asgarî ücrete razı olmayanlarla 2014’te genç işgücünün işsizlik oranı % 31’e yükselmiştir. Nihayet,
bugün üniversite mezunları asgarî ücretle iş aramaktadır.
Memur maaşı ile işçi ücreti ve enflasyon arasında gözetilen katsayılar memur maaşlarını da bu düzene bağımlı
kılmıştır. Reel gelirler düşmekte, toplumun “orta gelir” grubunu oluşturan
memur ve ücretliler “orta-alt gelir”
grubuna itilmiş bulunmaktadırlar.
Erken emeklilik, üretim içindeki işçilik
maliyetinin sigorta kaynakları ile fi-
nanse edilmesidir. Asgarî ücret anlayışının bir türevidir.
Genç yaşta emekli olan vasıflı işgücünün yarısı yıllar ve yıllar boyu kamu
kaynaklarından emekli maaşı alarak
tüketici olarak yaşamaktadır.
Diğer yarısı, bir emekli maaşı aldığı
için daha düşük ücretlere razı olarak
çalışmaktadır.
İşveren; düşük ücretli sigortasız, vergisiz işgücü bulmakta; faturayı devlet
ödemekte; erken emekli işgücü ise
yeni işe gireceklerin piyasada önünü
tıkamakta ve ücret seviyesini yapay
olarak düşük tutmaktadır.
Askerlerden söz alınca, 1947 Kanunu’na göre 12 sendikacı Şubat 1961’de
Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) kurdular.
Kalkınmanın üretim maliyetleri henüz
ortaya konmadan 1961 Anayasası’yla
grev ve toplu sözleşme hakkı tanındı.
Türkiye, “düşük verimli orta düzey
işgücü ücretli”, ihracat yapmaya en
uygun olmayan ülkelerden biri konumuna oturdu.
İşveren emek kullanımından kaçınmaya, teşvikli sermeye kullanımına, işgücünün sendikasızlaştırılmasına, asgarî
ücret ve kayıt-dışı istihdam üzerinden
iş görmeye yöneldi.
İşletmeler KOBİ özelliğini aşamadı;
ortaklık şirketleri çoğalamadı. Vasıflı
işgücü güvencesiz ve hakkından düşük
ücretlere çalıştırılıyor.
Türkiye, daha ilk plan hazırlıklarına
dahi başlamadan stratejik kaynağı
üzerinde yapılan bu engellemelere
rağmen, demokratik planlı kalkınmayı
ısrarla izleyerek, yine de çok önemli bir kalkınma düzeyi elde etti. Ama
elde edebileceği büyüme, kalkınma,
gelişme düzeyinin altında kalarak…
SENCE 2015 Sayı 8
59
SENCE
Neden
GEÇODER Başkanı Mustafa Atalık ile
Geleneksel
Çocuk Oyunları?
Röportaj: Yasemin GÜNGÖR
Dünyanın en
güzel fotoğrafı
oynamaktan
yanakları al al olmuş
mutlu bir çocuk
resmidir.
60
www.sencedergisi.com
T
oplumda bilgisayar, internet ve akıllı telefonların hızla yayılması, hareketsiz zaman geçirme süresinin çocuklar ve gençler arasında hızla artması, sürekli hareketsiz kalan ve düzensiz beslenen çocuklar arasında
hiperaktivite, obezite, dikkat eksikliği, göz ve omurga hastalıklarının artması,
sanal paylaşımların ve sanal iletişimin olabildiğince yaygınlaşması sonucu toplumda meydana gelen sosyal problemlerden dolayı geleneksel çocuk oyunlarının önemi ortaya çıkmıştır.
Ayrıca, gelişen teknoloji ile birlikte eski oyunların unutulması ve kültürel değerlerimizin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması, modern şehirlerdeki güvensizlik nedeniyle çocukların dört duvar arasına mahkum olmaları da bir başka
önemli konudur.
• Gelenekseli yenileyerek geleceğe
taşımak,
• Çocuklarımızda spor kültürü ve
spor bilinci oluşturmak,
• Birlikte hareket etmeyi ve takım ruhunu aşılamak,
• “Dürüstçe kazanmayı, onurluca
kaybetmeyi”, “kazananı kutlamayı,
kaybetmeyi kabullenmeyi” öğretmek,
• Anne ve babaları ile paylaşabilecekleri ortak bir geleneksel oyunu
oynatmak,
• Oyun yolu ile kaynaştırma eğitimine katkı sağlamak,
• Oyunlarımızdan bazılarını dünya
kültürüne armağan etmek,
• Hiperaktivite, dikkat eksikliği ve
obezite ile mücadele etmek,
• Teknolojik oyunlara karşı bir alternatif üretmek,
• Dil gelişimlerine katkıda bulunmak
(tekerleme ve sayışma ile) olarak
sıralabiliriz.
Faaliyetlerinizden bahseder
misiniz?
Belirlediğimiz hedef kitlemizin öğretmenlerine “oyun kavramı, oyunun
çocuk gelişimindeki yeri ve önemi”
ve belirlediğimiz oyun kuralları ile ilgili eğitimler verdik. Faaliyetlerimize
başladığımız ilk yıl ülkemizin en büyük
ilçesi olan Keçiören’deki okullarımızda
1400 şubede 3.4.5. sınıflardaki 30.000
öğrencimize mendil kapmaca, tombik,
yakan top oyunlarını oynattık.
1.400 şubeye oyunlarda kullanılacak
oyun malzemelerini sponsorlar aracılığıyla dağıttık. İkinci yılımızda Ankara
İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile geleneksel oyunları alanında iki yıllık protokol
imzaladık. 2.3.4. ve 5. sınıflara yağ satarım bal satarım oyunuyla dahil ettik.
Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne
bağlı 9 merkez ilçemizde Keçiören modelini uyguladık ve başarılı olduk.
Ankara Arena Spor Salonunda 10.000’e
yakın öğrenci ve velinin katılımıyla final
programını ve ödül törenini gerçekleştirdik. 100.000 civarında öğrencimizi
geleneksel oyunlarımızla tanıştırdık.
Ankara Büyükşehir Belediyesini de
dahil ederek Ankara’daki tüm ilk okul
ve ortaokullarımızın bahçelerine geleneksel oyun alanlarının çizimini
sağladık. Üçüncü yılımızda Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme
Genel Müdürlüğü ile “Türkiye Geleneksel Çocuk Oyunları Şenliği” adıyla
protokol imzaladık. 81 ilimizde birer il
koordinatörü belirledik ve Ankara’da
eğitimlerini tamamladık.
Çocuklarımıza
“Dürüstçe kazanmayı,
onurluca kaybetmeyi”,
“kazananı kutlamayı,
kaybetmeyi kabullenmeyi”
Röportaj
Derneğinizin amacı nedir?
ÖĞRETMELİYİZ
Ankara’da uyguladığımız geleneksel
çocuk oyunları modelini ülke genelinde il koordinatörleri marifetiyle uyguladık. Ankara’da 25 ilçenin tamamını
etkinliklerimize dahil ettik ve 180.000
öğrencimize geleneksel oyunlarımızı
oynattık. Türkiye genelinde 1.800.000
öğrencimizi geleneksel çocuk oyunlarımızla tanıştırdık. Ülke genelinde
geleneksel çocuk oyunları alanında
farkındalık oluşturduk.
Ankara’daki birçok alışveriş merkezinde hafta sonları geleneksel çocuk
oyunlarımızın tanıtımını yaptık.
Derneği olarak 14-17 Mayıs 2015 tarihlerinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde düzenlenen 1. Uluslararası Türk Dünyası Oyun ve Oyuncakları
Kurultayına katıldık.
Bu süreçte sizin
kazanımlarınız neler oldu?
Yaşadığımız bu 5 yıllık süreçte öğrendiğimiz en önemli şeylerden bahsedecek olursak;
Geleneksel değerler mutlaka korunmalı, yeni nesillere aktarılmalıdır,
ancak günümüz koşullarına uyarlayarak aktarılmalıdır. Geleneksel çocuk
oyunları ile ilgili birçok kitap yazılmıştır elbette önemlidir, ancak yazılan bu
kitaplar rafları süslemekten öteye geçememişlerdir. Uygulanmadığı sürece
yazılanların çok fazla karşılığı yoktur.
SENCE 2015 Sayı 8
61
SENCE
Siyasi Partiler
2015 Seçim Beyannamelerinde
?
MEMURA
Neler Vaat Ettiler
SENCE ⎟
D
emokrasilerde halkın yönetime katılmasının yolu
öncelikle seçimlerden geçer ve bu durum demokratik toplumlar için vazgeçilmez niteliktedir.
Günümüzde seçim ve seçime katılma, hem vatandaşların
kamu yönetimine karşı gösterdikleri ilginin derecesini, hem
de siyasal iktidarın temelinde bulunması gereken anlaşma
unsurunun oranını göstermektedir.
Seçmenleri oy vermeye iten sebep ve şartlar ne olursa
olsun, seçim mekanizmasının veya oy verme davranışının
belli sosyal ve siyasal fonksiyonları vardır. Ülkeyi yönetecek
olan kimlerdir? Seçim, ilk olarak bu sorunun cevabını karşılar, yani seçim, ülkeyi yönetecekleri ortaya çıkarır. Daha
hukuki bir deyişle seçim, kamu siyasetini yürütecek olan
kamu iktidarlarını kurar.
Dolayısıyla seçme hakkı, seçmenlere kamu hizmetinin
hazırlanması ve sunumunda kendilerini temsil edecek
kişileri belirleme olanağıyla
birlikte toplumda izlenecek
kamu politikalarının temel
niteliklerinin belirlenmesi ve
denetlenmesi fırsatı tanır. Bu
nedenle siyasi partilerin seçmenlere sundukları seçim beyannameleri büyük önem arz
etmektedir.
62
www.sencedergisi.com
Ülkemizde yeni kamu politikalarının belirlenmesi amacıyla
25 inci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerini seçmek üzere 7 Haziran 2015’te sandığa gidildi. Bu bağlamda
bizde üç büyük partinin seçim beyannamelerinde çalışma
hayatı ile ilgili sundukları vaatlerin bir kıyaslamasını ortaya koymaya çalıştık ki sonrasında takipçisi olalım.
AKP, CHP ve MHP’nin seçim beyannamelerini karşılaştırdığımızda üç ana öğe karşımıza çıkmaktadır. Birincisi emeklilik, ikincisi taşeronluk sistemi ve üçüncüsü ise genel olarak
kamu personel rejiminin düzenlenmesidir.
Yandaki tabloda da görüleceği gibi seçim beyannamelerinin
karşılaştırdığımızda CHP ve MHP iş güvencesi, taşeronlaşma,
ücret adaletsizliğini önleme, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve
aile bütünlüğü çerçevesinde istihdamı ele alıyor.
MHP kadın çalışanlara daha
etkin bir rol verirken, AKP ise
kadın çalışanlara çocuk doğumu üzerinden bir bakış açısı
geliştirmiştir. MHP ve CHP çalışanların haklarında iyileştirmelerden bahsederken, AKP
özelleştirme uygulamalarının
devam edeceğini ifade etmektedir.
MHP
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ (AKP)
Kamu personel rejimi etkinleştirilecek, insan
gücü planlaması yapılacak,
Geri kalmış bölgelerde yeterli sayıda
memur istihdam edilmesi sağlanacak,
Performans esaslı denetim sistemi gelecek,
Etkin bir eğitim programı uygulanacak,
İlk çocukta 2, ikinci çocukta 4, üçüncü ve
sonraki çocukta 6 ay yarı zamanlı, tam ücretli
ve çocuğun okula başlama yaşına kadar kısmi
süreli çalışma imkânı getirilecek,
Özelleştirme uygulamaları aynı şekilde
sürecek,
Taşeronlaşmanın sağlıklı bir şekilde takip
edilebilmesi için istatistikî bilgi akışına önem
verilecek,
Kaliteli, hesaplı ve kolay erişilebilir
kreş imkânlarının yaygınlaştırılmasına
yönelik olarak kreşleri teşvik edecek
düzenlemeleri hayata geçirilecek,
Okul saatlerinin çalışma saatleriyle uyumu
sağlanacak,
Doğum nedeniyle ücretsiz izinde
geçen sürelerin memuriyet kıdeminde
değerlendirilmesi sağlanacak,
Temmuz ayında emekli maaşlarına rutin olarak
yapılacak artıştan sonra maaşı 1.000 liranın
altında kalan SSK ve Bağ-Kur emeklilerine
seyyanen 100 lira zam yapılacak. Maaşı 1.000
lira ile 1.100 lira arasında olan emeklilerin
maaşı da 1.100 liraya tamamlanacak,
Ticari faaliyette bulunan emeklilerden
kesilen ayda yüzde 15 oranında Sosyal
Güvenlik Destek Primi yüzde 10‘a inecek,
630 binden fazla emeklimizin yararlanacağı bu
düzenlemeyle emeklilerin aylıklarına ortalama
en az 50 liralık ayrıca bir artış sağlanacak,
CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP)
MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ (MHP)
Kamu görevlilerinin maaşları kademeli olarak OECD
ülkeleri seviyesine çıkarılacak. Ek ödemelerdeki
farklılıklar giderilecek,
Kamuda çalışanlar arasındaki ücret dengesizliği
giderilecek, liyakati ve başarıyı esas alan bir ücret
sistemi oluşturulacaktır,
Gelir vergisi tarifesi çalışanlar lehine
değiştirilecek,
Ücretlerin sadece enflasyon oranındaki artışı
dikkate alan bir anlayışla belirlenmesi yerine,
çalışanalrın ekonomik büyümeden pay alması
sağlanacaktır,
Kamu görevlilerinin katsayı ve göstergeleri yeniden
düzenlenecek,
Kamuda farklı statülerde çalışan personelin özlük
haklarındaki kayıplar giderilecek,
Kamu hizmeti sunanların yalnızca güvenceli işçi ve
memurlardan oluşması sağlanacak,
Güvencesiz istihdam kaldırılacak, 4/B’li ve
4/C’li personel kadroya geçirilecek. Kamuda
taşeronlaşma uygulamasına son verilecek,
Net asgari ücret 1.400 TL.’ye çıkarılacaktır,
Asgari ücretten vergi alınmayacak,
ücretlilerin asgari ücret kadar geliri vergi dışı
bırakılacaktır,
Kamu personel rejimi liyakat ilkesini temel alan bir
anlayışla yeniden düzenlenecek,
4/B ve 4/C’lilere kadro verilecek,
Memurların yargılanmalarına ilişkin kısıtlamalar
kaldırılarak Kamu görevlilerinin yargı denetimlerinden
kaçırılması önlenecek,
Devletin asli ve sürekli hizmetlerinde çalıştırılan
taşeron işçilere de kadro verilecektir,
Sendikal haklar geliştirilerek, memurlara grevli
toplu sözleşme hakkı getirilecek. Genel grev suç
olmaktan çıkarılacak. Toplu sözleşme sistemi
etkinleştirilecek,
Kamu görevlilerine sicil affı getirilecek,
Kamu personeli sistemi yeniden yapılandırılarak, Kamu
görevlilerinin görev tanımları yeniden yapılacak,
Üst düzey yöneticiler dışında kalan tüm kamu
görevlilerinin merkezi sınavla atanması
sağlanacak,
Atamalarda liyakat ilkesine özen gösterilecek,
İstisnai memurluk uygulaması kaldırılacak,
Sınavların bağımsız olarak yapılması sağlanacak.
Görevde yükselmelerde ayrımcılık yapılmasına
müsaade edilmeyecek,
Yöneticilik için yazılı sınav şartı getirilecek,
Eş durumu nakillerinde aile birliğinin korunması esas
alınacak,
Kadrosuzluk nedeniyle yükselmesi yapılamayan
kamu görevlilerinin eğitim durumları itibarı
ile yükselebilecekleri en üst dereceye kadar
ilerlemeleri sağlanacak,
Yerel yönetimlere kamu personeli istihdamı konusunda
özerklik verilecek,
Zorunlu rotasyon uygulaması kaldırılacak,
Emekli maaşı ve ikramiye hesabında, yapılan tüm
ödemeler dikkate alınacak,
Emeklilere yılda 2 maaş ikramiye ve banka
promosyonu verilecek,
Emeklilere de sendika hakkı getirilecek,
Emeklilerden ilaç ve muayene katılım payı
alınması uygulamasına son verilecek,
Emeklilikte yaşa takılanların sorunu çözülecek,
Memurlara ilave bir derece verilecek,
Sendikal haklar çağdaş normlara uygun hale
getirilecek, örgütlenme önündeki engeller
kaldırılacaktır,
İş kazaları önlenecek, iş sağlığı ve güvenliği ön
planda tutulacaktır. İş Güvenliği Düzenleme ve
Denetleme kurulu oluşturulacaktır,
Çalışan eşlerin aynı il içinde görev yapması
sağlanacak, aile birliğinin korunması esas
alınacak,
Emekli maaşı ve ikramiye hesabında, yapılan tüm
ödemeler dikkate alınacak (Ek ödemeler emekliliğe
yansıtılacak),
Emekli ikramiyesindeki yıl sınırlaması
kaldırılacak,
Emeklilere 2 aylık asgari ücret tutatrında “emekli
destek ödeneği” verilecektir,
Emeklilikte yaşa ve prim gün sayısına
takılanların mağduriyeti giderilecek,
Emekli aylıklarındaki refah payı yükseltilecek,
kesintiler kaldırılacak, aylıklar arasındaki
eşitsizlik giderilecek, banka promosyonu almaları
sağlanacak,
Ataması yapılmayan öğretmen kalmayacak,
Eğitim öğretim tazminatı miktarı artırılarak tüm
milli eğitim çalışanlarına ödenecek,
Sağlık çalışanlarına, infaz koruma
memurlarına yıpranma payı verilecek,
Kadınlara sigortalılık öncesi dogumlar için dogum
borçlanma hakkı verilecek,
Kadınların iş hayatında karar alma
mekanizmalarında daha fazla rol alamları
sağlanarak konumları güçlendirilecek,
SENCE 2015 Sayı 8
63
BUZ GİBİ
LİMONATA…
Havalar ısınıyor, içimizi ferahlatıcı değişik limonatalarla sizinleyiz. Bildiğiniz limonata
ve içine ilave edeceğimiz değişik aromalarla farklı tatları size sunduk.
Afiyet olsun
LER :
MALZEME
ğı su
3 su barda
ğı şeker
1 su barda
mon
6-7 adet li
taze nane
Birkaç dal
Dilek KAPDAĞ ⎟
Yapılışı:
3 su bardağı suya 1 su bardağı şeker eklenip iyice kaynatıldıktan sonra soğumaya bırakılır. 6-7 tane limonun suyu sıkılıp,
bunlardan 2-3 tanesinin kabukları içine
rendelenir. Sürahinin içine öncelikle buz,
sonrada karıştırdığımız limonata eklenir.
Birkaç dal taze nane ilave edilerek kalan
limon kabuklarından ince şeritler kesilir
ve bardaklara servis yapılırken onlarla da
süslenir.
Elmalı Zencefilli Limonata
3 tane elma ve yarım zencefilin suyunu
katı meyve sıkacağında sıkın. Bir yanda
yukarıda anlattığımız klasik limonata tarifine göre hazırladığınız limonata ile iyice
karıştırın ve elma kabuklarıyla süsleyin.
Sodalı Çilekli Limonata
Yarım kilo kadar çileği süzgeçten iyice
püre haline getirinceye kadar geçirin. (ya
da blenderdan) Üzerine yarım su bardağı
toz şeker ilave ederek karıştırın. Bir kenarda sıktığınız 6 tane limonu 1 bardak su ve
1 bardak soda ile karıştırın. Limon kabuklarından 2 tanesini karışımın içine rendeleyin. İyice karıştırın. Yine buz dolu bir sürahiye limonatayı koyup limon kabukları
ve nane yaprakları ile süsleyebiliriz.
Emek Kutsal, İnsan Mukaddes
www.turkburosen.org.tr

Benzer belgeler

PDF Oku - sence dergisi

PDF Oku - sence dergisi Dilek Kapdağ, bu sayımızda ağız tadınız daimi olsun dilekleri ile “Brüksel lahanalı top köfte”yi tarif etti. Keyifli okumalar dileyerek yeni sayımıza kadar sağlıkla kalın.

Detaylı

PDF Oku - sence dergisi

PDF Oku - sence dergisi diye, sizin için dünya kadar geniş bir yelpaze açtık. Unutmayın! Sence’nin içinde, sence esintilerin olması sadece sana bağlı.

Detaylı