dergi quark1.qxp - PRP Yeditepe

Transkript

dergi quark1.qxp - PRP Yeditepe
Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü 2006 Bahar Sayı No: 12
Rauf Denktaş ile Konuştuk
Yeditepe’de Ben Anadolu
“Global Sınıf” Yeniden
Mezunlarımız Nerede
Doç. Dr. Yusuf Devran
Kadir Kılavuz
Arş. Gör. S. Nil Coşkun
Öğr. Ast. Duygu Şimşek
Uzman Gözde
Dalan
Arş. Gör. Esra Atilla Bal
Zeynep, Ceren, Ayça, Sahra, Ferda
Yeditepe Üniversitesi Adına İmtiyaz Sahibi :
Koordinatör :
Genel Yayın Yönetmeni :
Editörler :
Sanat Yönetmeni ve Sayfa Tasarımı :
Yazı İşleri Sorumluları :
Fotoğralar:
Kapak :
Grafik Tasarım :
Danışman :
Redaktör :
Çeviri :
Sekreter :
Prof. Dr. Ahmet Serpil
Prof. Dr. Ayseli Usluata
Duygu Şimşek
E. Sahra Öztürk
A. Zaynep Elgün
Ferda Uyan
Ceren Aşkın
Ayça Zengin
Duygu Şimşek
Kadir Kılavuz
E. Sahra Öztürk
A. Zaynep Elgün
Ferda Uyan
Ceren Aşkın
Ayça Zengin
Melis Toroslu
Alex Dekesoğlu
Nil Özaydınlı
Senem Koç
Begüm Akın
Sayad Çakır
Gözde Dalan
Kadir Kılavuz
Bayram Dalay
Duygu Şimşek
E. Sahra Öztürk
Gözde Dalan
Duygu Şimşek
Kadir Kılavuz
Prof. Dr. Ayseli Usluata
Doç. Dr. Yusuf Devran
Araş.
Araş.
Araş.
Araş.
Gör.
Gör.
Gör.
Gör.
S. Nil Coşkun
Esra Atilla Bal
Banu Gencer
Pelin Hürmeriç
Araş. Gör. S. Nil Coşkun
Araş. Gör. Esra Atilla Bal
Ayşe Şipal
Editörlerden . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Zeynep Elgün, Ferda Uyan, Ayça Zengin, Sahra Öztürk
İÇİNDEKİLER
Genel Yayın Yönetmeninden . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
Duygu Şimşek
“Proje Yapmak ya da Yapmamak Bütün Mesele Bu...”
Ergüder Tırnova
A. Zeynep Elgün
Eski KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile Halkla
İlişkilerin Siyasi Arenadaki Yerini Konuştuk
8 Özra Mavioğlu
11
Excel PR’dan Halkla İlişkiler Sektörüne Bir Bakış . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
Ceren Aşkın
Halka Sorduk: Sizce Halkla İlişkiler Ne Demektir? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
Kadir Kılavuz, Gözde Dalan, Ayça Zengin, Ceren Aşkın
Ekonominin Sıcak Yüzü Fuat Uycan Hoca . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
Begüm Akın
Aramızdaki Yeni Bir Dost Yüz: Esra Atilla Bal . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
Ünlü Oyun Yazarımız Güngör Dilmen’in Evine Konuk Olduk . . . . . . . . . . . . . . . 24
Gözde Dalan, Süheyla Nil Coşkun, Esra Atilla Bal
Yeditepe’de Ben Anadolu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
Senem Koç
“Çok Kültürlü” Değişim Öğrencimiz: Peter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
Our Multi-Cultural Exchange Student: Peter
A. Zeynep Elgün
Kazakistan, Manas Üniversitesi’nden Konuklarımız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
Alex Dekesoğlu, Nil Özaydınlı
“Global Sınıf” Yeniden . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34
Another “Global Class”
Mutluluğun Resmi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37
The Photograph of Happiness
Yansımalar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38
Reflections
Mezunlarımız Nerede? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
Yeditepe Üniversitesi Hastanesi: Timuçin Tunç
E. Sahra Öztürk
Mezunlarımız Nerede? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
Acıbadem Hastanesi: Çiğdem Görkey
Ferda Uyan
Mezunlarımız Nerede? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48
Novo Nordisk: Gunda Demiröz
Ceren Aşkın
Mozart 250. Yaşında İstanbul’da . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49
E. Sahra Öztürk
Öğrencilerimizin Rehberi: Özden Uslu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50
E. Sahra Öztürk
İÇİNDEKİLER
İçimizden Biri: E.Sahra Öztürk PR ve Piano
Ferda Uyan
İçimizden Biri: Aslıhan Özdamar Moda’da PR
53
Melis Toroslu
CadıSalı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54
A. Zeynep Elgün
Bir Dakikalık Hissiyat Çizelgesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 55
Senem Koç
Bir Spor Duayeni: Turgay Şeren . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56
Sayat Çakır, Pelin Baykal
“Bowling” Gezimiz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59
Ayça Zengin
“No Pain No Gain!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60
Melis Toroslu
PRP’nin “Güleryüzlü” Kimliğini Yeni Başlangıçlara Uğurlarken . . . . . . . . . . . . . 62
Prof. Dr. Ayseli Usluata
2006 Mezunlarımız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 65
İki Kapak Arasında Yaşananlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 67
Gözde Dalan
Yurtdışından Gelen Konuklarımızı Ağırladık . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 70
Bölümümüzün Görünmeyen Yüzleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 71
52
Mini mini birler olarak, bir de baktık ki, zaman yine üstüne düşeni
yapmış, sular seller gibi akıp, koca bir seneyi devirmiş,
gözümüzün yaşına bakmadan... Ama ustalığını da konuşturmuş
öbür yandan, sürüklemiş bizi derginin mutfağına... PRP
Yeditepe'nin yeni katılımcıları olarak bu bir sene boyunca
yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz, ürettiklerimiz, şu anda elinizde
tuttuğunuz sayfacıkların içinde. Bu muazzam deneyimi bu kadar
erken yaşamaya başladığım için son derecede memnunum.
Önümüzde 3 uzun yıl, yapılacak onlarca röportaj, çekilecek
düzinelerce resim, aktarılacak tonla bilgi olacak. Biricik genel
yayın yönetmenimiz, rehberimiz, güler yüzlü Duygu sayesinde
elimizden
gelenin
en
iyisini
hazırlamaya
çalıştık.
Mezunlarımızdan sevgili Zehra'yı da unutamam, ayrıca sevgili
danışmanımız Nil Hoca'mıza ve saygıdeğer Ayseli Hoca'mıza
bin teşekkür etmekten kendimi alamıyorum. Sürç-i lisan ettikse
affola…
Zeynep Elgün
PRP Yeditepe dergisinin 12. sayısında, sizlerle buluşmak çok
güzel ve heyecan verici. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü
öğrencileri olarak sizlere hazırlayıp sunduğumuz dergimiz
başarılı adımlarla yoluna devam ediyor. Bu dergiyi, genç iletişimcilerin üniversite hayatlarını, ulaşmak istedikleri hedeflerin neler
olduğunu ve geldikleri konumları yansıtmak için hazırlıyoruz.
Ayrıca, bu sayıda birçok değişiklik ve farklılık da sizleri bekliyor.
Dergimiz içerik olarak çok dolu ve çok eğlenceli. Bu sayımızda
sizlere birçok farklı konuda bilgi vermek istedik ve bunlara renkli
fotoğraflar da ekledik. Dergiyi elinize alıp sayfaları karıştırdığınız
zaman kültür sanat, spor ve sektörden haberler sizleri bekliyor
olacak.
Kısacası bu sayımızda farklı şeyler ortaya koymak ve bunları
sizinle paylaşmak istedik. Son olarak, bizlerden yardımlarını
esirgemeyen Mütevelli Heyeti Başkanımız Bedrettin Dalan'a,
Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Serpil hocamıza ve Bölüm
Başkanımız Prof. Dr. Ayseli Usluata'ya teşekkür ederiz.
Ayça Zengin
Tüm çalışanlar olarak PRP YEDİTEPE dergisinin 12. sayısını
çıkartmaktan gurur ve sevinç duyuyoruz. Bu ekip ve istekle
devam edersek sizlere daha birçok PRP'ler çıkartacağımıza
inanıyorum!
Baharın gelmesiyle birlikte bu sayımızda da yepyeni röportajlara,
deneyimlere ve faaliyetlere yer verdik. Bakarken zevk alacağınız
resimler, mezunlarımızın tavsiyeleri ve tabii ki exchange öğrencilerimizle sohbetler sizleri bekliyor. Tüm bunları hazırlarken
eğlenmeyi de ihmal etmedik! Yaptığımız gezileri ve birlikte
geçirdiğimiz eğlenceli vakitleri sizlerle de paylaştık.
Bizler bu sayıda da elimizden geleni yapmaya çalıştık ve
sonucu sizlerin de beğeneceginizi umut ediyoruz. Başta bölüm
başkanımız Prof. Dr. Ayseli Usluata olmak üzere, emeği geçen
herkese teşekkürlerimizi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bir dahaki
sayıda buluşmak dileğiyle…
Ferda Uyan
Soğuk, yoğun kış günlerinden sonra sıcak, rahat yaz günlerine
adım attığımız Bahar Döneminde sizler için hazırladığımız,
beğeneceğinizi umut ettiğimiz, Yeditepe Üniversitesi Halkla
İlişkiler ve Tanıtım Bölümü öğrencileri "dergi ekibi" olarak PRP
Yeditepe Magazine 2006 Bahar sayısını gururla sunarız ;)
Bu sayımızda da değerli öğretmenlerimizle, bölümümüz mezunlarıyla, ünlü simalarla, müzikten spora çeşitli faaliyetlerde bulunan arkadaşlarımızla röportajlarımız ve Bölümümüzde gerçekleştirilen "Intercultural Communication" dersinde tanıştığımız
yabancı arkadaşlarımızın kendileri ve Bölümümüz hakkında
yazıları ile önemli aktivitelerimiz yer almaktadır...
Sahra Öztürk
Zaman o kadar hızlı akar ki insanların avuçlarından, "Ne
oldu?" "Ne zaman?" demek için fırsat bile bulamayız
bazen. İşte ben şu anda sizlerin okuduğu bu yazımı
tarifsiz duygularla yazarak sizlere veda etmenin hüzününü
taşıyorum yüreğimde. Dört sene önce başladığım fakülte
hayatım bu yazımla son bulurken sizlerle paylaşmak
sizlere anlatmak istediğim birkaç şey olacak.
İki sene önce küçücük bir görevle başladığım PRP
Yeditepe Dergisi'nin şu anda Genel Yayın Yönetmenliği'ni
üstenmekteyim. Bu macera benim için sadece bir hobi
olarak başladı ama şu anda gururla söyleyebilirim ki bana
imkansız, olmaz, benim için çok uzak dediğim kapıları
açtı, o kapılarda saygı görmemi sağladı. Aslında en
önemlisi bana bir etiket kazandırdı dergimiz. Üniversite
hayatımda en güzel anılarımı yaşattı bana. Ayrılık yazıları
yazmak aslında zordur. İçinizde taşıdığınız tarifsiz onlarca
duyguyu karşınızdaki kişilerle paylaşmak onlara sizin hem
ne kadar mutlu hem de ne kadar hüzünlü olduğunuzu
anlatmak zordur. Benim için de kolay olmuyor. Sizlere
anlatmak istediğim o kadar çok şey varken kelimeler
kitlenip kalıyor, tıpkı benim boğazımda düğümlenip kaldığı
gibi.
Dergimiz emeklemeye başladığı zamanlarda amatörce
yapmış herşeyi, ama bana sorarsanız her sayıda biraz
daha profesyonelliğe yaklaşmış. Şu anda uluslararası bir
boyut kazanmış durumdayız. Yurtdışındaki üniversitelerin
büyük bir kısımına dergimiz ulaşıyor ve çok güzel tepkiler
alıyoruz. Bu tepkiler bizlerin şevkini biraz daha artırıyor ve
her sayımızda sizlere yenilikler ve değişiklikler sunmak
artık bizim amacımız haline geliyor.
Ben PRP Yeditepe'de güzel günler hem de çok çok güzel
günler yaşadım. O heyecanı anlatmaya çalışacağım
sizlere. Henüz ortada birşey yok iken yapılan toplantıda
aklınızda yavaş yavaş canlanmaya başlar yeni derginin
düzeni, ama sadece sizin hayalinizdir bu. Yazılar ne
zaman gelecek, ne zaman tamamlanabilir acaba diye de
küçük bir tedirginlik yaşarsınız her sayıda. Sonra yavaş
yavaş yazılar tamamlanır, düzeltmeleri yapılır. Artık sıra
sizdedir; yani tasarımda, çünkü yeni sayıyı merakla beklemekte olan çok fazla kişi vardır. Yavaş yavaş emin adımlarla yaparsınız her bir sayfayı. Ortaya hayalini kurduğunuzdan da daha güzel bir dergi çıkmaya başlamıştır
ama bitmemiştir. Henüz derginin son aşamasına
gelmemişsinizdir. Son olarak dergi tamamlanır ve
matbaaya gidilir oradaki insanların işidir bu, hergün
yaptıkları şeydir ama sizin için çok önemlidir. En ufak bir
hata en ufak bir yanılma istemezsiniz, onun için de son
dakikaya kadar insanların başında beklersiniz. Artık
bitmiştir sizin yapmanız gereken ve derginin son halinin
elinize ulaşması için beklemek kalır. Son "o gün" gelmiştir
artık. Dergi parmaklarınızın arasındadır ve sizin 4 ay
boyunca yaşadığınız o tatlı yorgunluk bir anda yerini mutluluğa bırakmıştır ama bitmemiştir daha çok sayılar vardır
önümüzde… İşte ben bu senaryoyu, heyecanımı hiç kaybetmeden, tam dört defa yaşama şansını buldum ve her
seferinde de daha da iyi olabilir ve olacak diye çıta yükselttim arkadaşlarım ve sevgili Ayseli Hocam ile birlikte.
Maalesef her güzel şeyin bir sonu vardır. Bu da benim bu
dergideki sonum ama her son da bir başlangıçtır
insanların hayatında. Burada yaşadığım herşey çok güzel
ve çok özeldi benim için. Bu yüzden de bana bunları
yaşama şansını veren Mütevelli Heyeti Başkanımız
Sayın Bedrettin Dalan'a, Rektörümüz Sayın Prof. Dr.
Ahmet Serpil'e ve en önemlisi ve benim için en özeli olan,
bana kim olduğumu ve neler yapabileceğimi anlatan ve
öğreten hocam Prof. Dr. Ayseli Usluata'ya teşekkür
etmek istiyorum.
Son olarak siz sevgili okuyucularımıza bizleri hiçbir
sayımızda yalnız bırakmadığınız için sonsuz saygılarımı
ve teşekkürlerimi sunarım. Yeni sayılarda yeni yüzlerle
tekrar buluşmak dileğiyle...
Duygu Şimşek
[email protected]
Özra Mavioğlu
Siyaset Duayeni Eski Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Cumhurbaşka’nı Rauf Denktaş
İle Halkla İlişkilerin Siyasi
A r e n a d a k i Ye r i n i K o n u ş t u k :
“Siyasette, uluslararası ilişkiler de halkla ilişkilerin önemi
gözardı edilemez.”
Özra Mavioğlu: Günümüzde halkla ilişkiler birçok
siyasetçi ve siyasi parti tarafından önemli görülmekte
ve kamuoyu oluşturmak açısından bir araç olarak
kullanılmaktadır. Sizce halkla ilişkilerin siyasetle
ilişkisi nasıldır?
Rauf Denktaş: Hayatın kendisi "karşılıklı ilişki"
meselesidir. Bireylerin dostluğu, işbirliği, birlikte başarıları
karşılıklı ilişkilerindeki uyuma bağlıdır. Bu nedenle hayatın
her alanında (evde, ailede, okulda, iş hayatında) olduğu
gibi siyasette ve hatta uluslararası ilişkilerde de "karşılıklı
ilişki" başarının, mutluluğun temelini oluşturur. Halkla
ilişkiler bu nedenle küçümsenemez, gözardı edilemez bir
daldır ve her geçen gün önemi daha da artmaktadır.
Ö.M.: Kıbrıs sorununun çözümü için halkla ilişkiler ve
imaj çalışmalarından yararlanılmış mıydı?
R.D.: Siyasi arenada halkla ilişkileri, diplomatların kendi
bireysel gayretleri ve karşıtları ile samimi işbirliği (ilişki)
içinde olmalarının ötesinde, lobiler yürütmektedir.
Profesyonel şirketler büyük paralar karşılığında bir ülkenin
davasını veya problemini karşıtlarına tanıtmak için
görevlendirilirler. Kıbrıs konusunda her iki taraf da bu
profesyonel kuruluşlardan yararlanmıştır. Ancak taa
başlangıçtan ABD ile Garantör İngiltere'nin kendi çıkarları
için suçlu taraf olan Rum-Yunan ikilisini desteklemesi ile
oluşan dengesizlik nedeniyle Türk tarafının anlatımı
(halkla ilişki, lobi faaliyetleri) bu dengesizliği ortadan
kaldıramamıştır. Rum tarafının "meşru hükümet" olarak
tanınmasının sonucu, kavganın devamı olmuştur. "Meşru
Kıbrıs" ünvanının Rumlar tarafından gaspı ve ABD ile
İngiltere'nin bunu desteklemesi Rumlar açısından kendilerinin Kıbrıs'a sahip çıkıp, adayı Yunanistan'a bağlamak
için başlattıkları kanlı mücadelenin leyhlerine halli
anlamına gelmiştir.
Ö.M.: Sizce Kıbrıs sorununun çözümünde bundan
sonra oluşturulacak stratejiler arasında halkla
ilişkilerin yeri ne olacaktır?
R. D.: Yukarıda da söylediğim gibi "halkla ilişkiler",
"tanıtım" kullanılması kaçınılmaz olan bir araçtır ve halen
de kullanılmaktadır, bundan sonra da kullanılacaktır.
Yapılması gereken şey elimizdeki bilgileri, fotoğrafları,
olaylar hakkındaki yazıları-haberleri etkili bir şekilde
kullanmaktır. Bu bilgi dağarcığını kime karşı
kullanacağımızı bilerek ve bir hedefi gözeterek hareket
etmek gerekmektedir. Kıbrıs'ta çift olan her şeyi, Rum'un
başarılı halkla ilişkiler (propaganda) etkinlikleri nedeniyle
"tek" olarak görmektedirler ve bu da Rum'un işine gelmektedir. Kıbrıs'ta iki eşit halk vardır fakat ilgililer Kıbrıs'a
Rum'un gözü ile bakmakta ve "Kıbrıs'ta %80 Rum'dan,
%20 Türk'ten oluşan tek halk vardır" demektedir. Kıbrıs'ta
Rumların saldırıları nedeniyle ikiye bölünmüş bir Ortaklık
Devletini bölünmemiş addetmekte ve hukuku çiğnenerek
Ortaklığın suçlu Rum kanadı bu tek devletin tek meşru
hükümeti olarak algılamaktadır. İki devlet oluşmuştur;
onlar tek devlet vardır, tek hükümet vardır yalanına sarılıp
kalmışlardır. Bu şaşılık ve şaşkınlık çok güçlü bir propaganda (lobi etkinliği, halkla ilişkiler) yolu ile düzeltilebilir.
Bunu başarmak için de Türk tarafının kendi varlığını, eşit
egemenliğini, devletini ölesiye savunması gerekir.
Ö.M.: Rauf Denktaş'ı biz Yeditepe Üniversitesi
öğrencileri için biraz anlatabilir misiniz?
R.D.: Karkot Deresi adlı kitabımda hayatımın özeti vardır.
Ben Türkiye ve Türklük aşkı ile, Atatürkçü bir ailenin
Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanımız Sn. Bedrettin Dalan Üniversitemizde konferans veren Sn. Rauf Denkta ş
ile birlikte.
içinde büyüdüm. Bize Rumlara karşı düşmanlık, kin, nefret
aşılamadılar ancak Rumlar’ın gün gele adayı Yunanistan'a
bağlamak için Girit'te olduğu gibi herşeyi yapabileceklerini
- yani tarihimizi ve Rum-Yunan siyasetini - öğrettiler.
Yaşadığımız olaylar bu öğrendiklerimizi kanıtladı. Kıbrıs'ın
bir Türk adası olduğuna inandık. Yetmişbin Türk şehidinin
kanı ile sulanmış bu topraklarda Yunanistan'ın azınlığı
olmamak için her fedakarlığı yapan bir halkın içinde
yetiştik. EOKA terörü karşısında dik durmasını, teslim
olmamasını bilen halkımızla ulusal direnişin içinde
görevimizi yaptık.
Ö.M.: Yeditepe Üniversitesi'ne yapmış olduğunuz
ziyaret sizde üniversitemiz ve öğrencilerimiz
hakkında nasıl bir izlenim oluşturdu?
R.D.:
Türkiye'deki
üniversitelerde
verdiğim
konferanslarda Atatürk'ün güvendiği ve Cumhuriyeti
emanet ettiği bilinçli, dinamik bir gençliğin yetişmekte
olduğuna şahit oluyorum. Yeditepe'de de bunun göğüs
kabartan şekilde var olduğunu görmek beni çok mutlu
etmiştir. Türkiye'nin içinde bulunduğu zor günlerde ümit
ışığı Atatürk'ün ilkelerini yaşayan ve yaşatan
üniversitelerden gelmektedir.
Ö.M.: Türkiye'de yaşayan Türklerin Kıbrıs sorunu
hakkındaki görüşlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sizce Kıbrıs sorununun çözümünde Kıbrıslı Türklerle
Türkiye'de yaşayan Türklerin bakış açıları arasında
fark var mıdır?
R.D.: Kıbrıs müşterek milli davamızdır. Bizim Kıbrıs'ta
varlığımız ve Enosis'i önlemek için vermiş olduğumuz
mücadele, bir bakıma, Türkiye'nin stratejik bir davasının
korunması mücadelesidir. Bu yıllarca hep böyle
yürümüştür. Bu nedenledir ki, 1960 Antlaşmaları ile
Enosis'in önü kesilmiş ve 1878'de adadan çıkmış olan
Türk askeri, Garantör Türkiye'nin askeri olarak adaya geri
gelmiştir. İsmet İnönü'nün şu sözleri sanırım bu
söylediklerimi teyid eder: "Siz kan kardeşlerimiz Kıbrıs'ta
vatan toprağını korumakta olan Türklersiniz. Vatan
müdafaasında Türk'ün sabrının son bulduğu yerde o
sabır yeniden başlar. Siz Kıbrıs'ta "artık dayanamıyorum"
diyerek teslim olsanız da Türkiye için Kıbrıs davası
bitmez. Hatta Kıbrıs'ta tek bir Türk bulunmamış olsaydı
dahi Türkiye, Kıbrıs'ı Rum'a Yunan'a bırakamaz, meseleyi
Atina'da hallederdi. Türk iseniz dayanacaksınız!" Yıl
1965'di. Halen 2006'dayız ve dayandık. İşte
düşmanlarımız bu sırrı keşfettiler. Ve o gün bu gündür
aramızı açmak için büyük bir gayret içine girdiler. Bunu
bilmeli ve "et ve tırnak" olmaya devam etmeliyiz.
Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs'ın tümüne sahip olabilmeleri
bizi Türkiye'den ayırmalarına bağlıdır. Kıbrıs elden
giderse, burada biz Rum'un veya Yunan'ın azınlığı haline
gelirsek "Türkiye denizlere açık bir ülke olmaktan çıkar".
Bu söz rahmetli Korutürk'e aittir.
Ö.M.: Biz sizi yıllardır haber programlarında izlemeye
alışmıştık. Fakat son dönemlerde çok popüler bir dizi
olan "KURTLAR VADİSİ"nde rol aldınız. Sizi bu dizide
yer almaya iten sebepler nelerdi?
R.D.: Türk Hükümeti Annan Planını benimsedikten sonra
ben "uzlaşmayı engelleyen kişi" olarak algılandım. Büyük
medya da Kıbrıs meselesinin bir an önce halledilmesinden
yana tavır koymuştu. Bu nedenle benim bu planda
gördüğüm eksikleri ve aksaklıkları duyuran beyanatlarıma
sansür konmağa başlandı. Halkımıza Annan Planı’na evet
demeleri için büyük bir kampanya başlatıldı. Türk
Sn. Rauf Denktaş’ı üniversitemizden çiçeklerle uğurladık.
hükümeti de zaman zaman yaptığı açıklamalarda beni
küçük düşüren bir hava estirdi. 40 yıl Türk Devleti ile
yürüttüğümüz bir davanın yanlış olduğu, uzlaşma niyeti
ile hareket etmeyen tarafın biz (ben) olduğumuz yayıldı.
"Hemen şimdi barış, derhal uzlaşma" çağrıları yapılmaya
başlandı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımış olan
Türkiye'nin
Dışişleri’nden
"portakalınızı
bile
satamıyorsunuz, hangi egemenlikten bahsediyorsunuz"
şeklinde beyanatlar yapıldı. Resmen bizi Annan Planı’na
evet demeye zorlayacakları aşikar olmuştu. Çaresizlik
içindeydim çünkü Annan Planı’na evet demekle bir yere
varılamayacağını, sadece "milli kriter" veya "kırmızı
çizgiler" dediğimiz temel prensiplerin erozyana
uğrayacağını görüyordum. Rum'u biliyordum. Dolayısı ile
düşündüklerimi Türk halkına duyurmak için her fırsatı
kullanmak da görev haline gelmişti. Kurtlar Vadisi Kıbrıs'ta
bir çekim yapacaktı. Benden görüş istediler. Bunları yazıp
verdim. Bunun üzerine "bu yazdıklarını sen gelip söyler
misin" dediler. Derhal kabul ettim ve çok etkili oldu.
Anadolu'nun her yerinden "bunları bilmiyorduk" diyen
teşekkür mesajları aldım.
Türkleri açısından bazı sakıncaları olduğunu biliyorduk.
Ancak AB verdiği sözleri tutmadı" diyor. Sayın Mehmet Ali
Talat ise "beni AKEL Genel Sekreteri Hristofyas kandırdı,
EVET diyeceklerini söylemişti" diyor. Verhaugen "Rumlar
beni mal-mülk meselesinde ve EVET diyecekleri konusunda kandırdılar" diyor.
Ö.M.: Avrupa Birliği'nin Kıbrıs sorununa bakış açısını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
R.D.: Annan Planı’na evet dememiz için AB ve ABD her
baskıyı yaptı, her sözü verdi. Bunlar şimdi açıkça "Biz
Rumların da evet diyeceklerine inanmıştık. Bu nedenle
Denktaş'tan kurtulmak gerekmekteydi. Ağırlığımızı Türk
tarafına koyduk ve Türkiye'nin de katkısı ile Türk tarafı
evet dedi. Rumların hayır demesi bizler için büyük bir şok
olmuştu. Bölünmüş bir adayı üye yapmakla yanlış yaptığımızı anlıyoruz fakat bunu ters çeviremeyiz. Olan
olmuştur. Şimdi ileriye bakmalıyız" demektedirler. Sayın
Erdoğan da AB tarafından aldatıldığını söylemektedir. "AB
rica etti, Annan Planını bu nedenle kabul ettik, Kıbrıs
Ö.M.: Sizin sanatla ilgilendiğinizi özellikle de
fotoğrafçılığa olan ilginizi biliyoruz. Bu hobinize daha
çok zaman ayırmayı düşünüyor musunuz ya da
yeterince zaman ayırıyor musunuz?
R.D.: Fotoğraf makinem daima yanımdadır. Gittiğim
yerlerde gördüğüm bir manzarayı, bir çiçeği, güzel bir
yüzü, bir hareketi, günün batışını, müzakerelerde ve
toplantılarda kişileri, bir anı karelerim. Dolayısı ile sırf
fotoğraf çekmek için ayırdığım bir zamanım henüz olmadı.
Şimdi Türk Hükümeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
hükümeti AB'den verilmiş olan sözlerin tutulmasını istedikçe AB şu cevabı veriyor: Kıbrıs üyemiz olmuştur. Yasal
haklarını kullanarak size vadedilenlerin verilmesine karşı
çıkıyor. Biz buna boyun eğmek zorundayız. Siz Rum
liderliğini yumuşatmak için bazı jestlerde bulununuz. Asker
çekmeğe başlayınız, Maraş'ı Rumlara veriniz; Mağusa
Limanını idareden vazgeçiniz, idareyi bize veriniz veyahut
da Rumlarla birlikte çalıştırınız" diyorlar. Vadedilen mali
yardımı da Rum'un rızası ile ve onun şartlarına tabi olarak
vermeğe kalktılar. İnşallah bizimkiler bu fıstık parasını
reddederler de "Kıbrıs meselesinin bir hürriyet, eşit
egemenlik, devlete sahip çıkma" meselesi olduğunu
anlatmış olurlar.
PROJE YAPMAK
YA DA
YAPMAMAK, İŞTE
BÜTÜN MESELE BU...
A. Zeynep Elgün
Halkla ilişkiler sektöründe 15. yılını tamamlayan MEDIALAND, kuruluşundan bu
yana çizgisini korumuş, portföyünde bulunan firmaların pek çoğuna uzun yıllardır
hizmet veren bir firma. Bu mesleğe yıllarını ve deneyimlerini vermiş olan MEDIALAND Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı ERGÜDER TIRNOVA ile yaptığımız
söyleşide, Türkiye'de PR'ın gelişiminden, 'yalancı' halkla ilişkilercilere kadar pek
çok konuyu ele aldık. Söz üstadın...
A. Zeynep Elgün: Öncelikle bizlere kendinizden ve
kurumsal kimliğinizden bahseder misiniz? Halkla
ilişkilere nasıl başladınız?
Ergüder Tırnova: Ben, Halkla ilişkilere 1978 yılında
başladım. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Dış İlişkiler
bölümünden mezun oldum. Uzun yıllar gazetecilik
yaptım.Türkiye'de ilk şeref basın kartı alan kişiyim. Fakat
sonrasında gazeteciliğin ileride pek de iyi gitmeyeceğini
mi düşündüm bilemiyorum, gazetecilikten halkla ilişkiler
sektörüne geçişim oldu. O arada da Profilo Holding'de bir
eleman arayışı vardı. Aslında medya ilişkilerine bir eleman arıyorlardı ama birdenbire halkla ilişkilerin içinde buldum kendimi. Gazetecilikten geldiğiniz zaman, halkla
ilişkilere daha yatkın oluyorsunuz. Çünkü temelini biliyorsunuz; sosyal ilişkiler, insan ilişkileri, görgü, bilgi birikimi.
Bunlara sahip olduğunuz için ve tabii gazetelerde de uzun
süre çalışmanın verdiği deneyimle iletişime yatkın oluyorsunuz. Gazetecilik öyle imkanlar sağlıyor ki kişiye; bir kere
çok değişik kesimlere gidiyorsunuz, değişik insanları
tanıyorsunuz, seyahat çok oluyor, ülkeleri geziyorsunuz;
tabii o birikimler bu iletişimi fazlasıyla sağlıyor size.
Sonrasında ise Shell'de çalışan bir arkadaşım bana bir
katalog verdi. Oradan halkla ilişkiler nedir ne değildir,
Amerika'da nasıldır diye başladım araştırmaya. Çok hoşuma gitmeye başladı yani gazetecilik de var ama halkla
ilişkiler çok başka bir şey oldu. Birden bire de kendimi
Profilo Holding'in içinde bulunca da her şey çok hızlı
gelişti. O zaman Profilo şimdiki gibi değildi tabii, çok
büyüktü. 36 tane büyük şirketi vardı. Bu şirketlerin genel
müdürleri ve koordinatörleri ile birlikte sıkı bir çalışma
içerisinde orada çok güzel şeyler yaptık. Gerçekten
Türkiye'de bugüne kadar hiç yapılmayan belki de
Avrupa'da bile çok görülmeyen şeyler yaptık. Bunlar bilimsel kaynaklı şeyler de değildi, onu da belirteyim. Yani
kitaplardan okuyup da yapmadık. Tamamen şuur altına
yerleşmiş bilgi ve birikimlerle ve o zamanki şartların da
elverdiği ölçüde bir takım şeyler geliştirdim orada. Bunlara
örnek vermem gerekirse, 78'li yıllarda sendikal olayların
çok fazla olduğu dönemdeki bir çalışmamı anlatmak
isterim. Orada yaptığım olay, Türkiye genelinde önem
kazanmıştı. O da şuydu: O dönemde sendikaların pek çok
sıkıntısı, dolayısıyla da pek çok talebi vardı. Ödemelerdeki eşitsizliklerden, çocuklarını özel okullarda iyi bir eğitim
alabilmeleri için okutamadıklarından muzdariptiler. Dedim
ki ben, "biz de onların çocuklarını koleje gönderelim.”
Kimse inanamadı tabii, “nasıl bütün çocuklar gider” diye.
Bu tabii ki mümkün değildi, yapmak istediğim şey şuydu,
hazırlık kursları açılacak, bu kurslarda özel okula gitmeye
hak kazananlara burs verilecek. Önerim kabul edildi. Aynı
yöntemi üniversiteler için de uyguladık. Ve inanır mısınız o
dönemde her gün olaylar olurdu Mecidiyeköy'de; o
olaylar bile kesildi. Fakat sonrasında ailelerin nabzını
ölçmek için yaptığımız araştırmada ailelerin çocuklarını bu
kurslara göndermemeye başladığını gördük. Bu da
Türkiye'nin acı gerçeklerinden bir tanesidir. Öte yandan
işveren sendikalarının tepkisiyle karşılaştık. Masraflı
gördüler, oysa ki minimum harcamalarla yapıyorduk bu
işleri. Ancak bu çalışmalar bize çok keyif vermeye başladı.
Ondan sonra bir sürü aktiviteler yaptık. Bu şekilde PR'a
başlangıç yaptık.
Bu çalışmalar yapılırken -o zaman bir halkla ilişkiler
derneğimiz vardı- birden bire derneğin içinde buldum
kendimi ve derneğin genel sekreteri oldum.
Bu
çalışmaları dernek içine de taşıdım. Çünkü halkla ilişkileri
ismen biliyordu herkes ama yapı olarak gelişmemişti
henüz. Açıkçası kimse de gelişmek istemiyordu. O zaman
iki tane arkadaşımız vardı; biri Alaaddin Bey, biri de Betül
Hanım. Onların üstünden dönüyordu işler. Ama ben başka
bir şey yaptım, Türkiye'de bu meslek gelişsin, ve her
şirkette bir PR elemanı olsun istedim. Şirketler
danışmanlarla bu işleri yapsın. Böyle bir çerçeve çizdim.
Tabii bu ilk başta eski duayenler tarafından pek ilgi
görmedi, hatta çok da karşı çıktılar. Çünkü o zamanki
şartlarda pek mümkün değildi. Ben başladım bu
çalışmaları yapmaya. Sonrasında derneğin 80'den
sonraki toplantısında, genel kurullar oldu ve ben derneğin
başkanı oldum, 12 sene dernek başkanlığı yaptım. Burada
çok güzel işbirlikleri yapıldı. Üniversiteler ile çalışmalara
başladık. Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Prof. Dr.
Yılmaz Büyükerşen vardı; o İstanbul'a geldi, toplantılar
yaptık ve sonuçta üniversite ile dernek ilişkilerini bir
platformda yürütmeye karar verdik. Her ay bir halkla
ilişkiler toplantısı yapıyorduk ve bir konu başlığı alıp
üzerinden gidiyorduk. “PR nedir” den başladık, müşteri
ilişkileri, program hazırlanması, bütçeye kadar, bunları
grup grup ele aldık. Bu toplantılara iletişim fakültesindeki
öğrencileri de davet ediyorduk. Dolayısıyla bire bir çalışma
oluyordu ve burada duayen insanlar halkla ilişkiler alanında yaptıkları çalışmaları anlatıyorlardı. Enteresan şeyler
yaşanıyordu. Bakın size şöyle söyleyeyim, biz dernek
yönetimini yapmak için, genel kurulu yapmak için 18 kişiyi
maalesef bulamıyorduk , dokuz kişiyle oluyordu olmuyordu. Büyük zorluklar yaşadık, derneğin yeri yoktu; gazeteciler cemiyetinde yapıyorduk toplantıları. Ben bu rakamı
300'e çıkardım bu kadar zaman içinde. Ve şu anda sadece
MEDIALAND'de yetiştirdiğimiz eleman sayısı 130'un
üzerinde. Burası bir okul gibi oldu. Böyle bir sistem içinde
bunu geliştirdik. Türkiye'nin birçok yerinde bizden yetişen
halen üst düzey yerlerde çalışan arkadaşlarımız var.
Büyük bir gurur kaynağı bizim için. Bir okul gibi bu işleri
yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz.
A.Z.E: Halkla ilişkilerin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Diğer ülkelere göre, Türkiye, halkla ilişkiler
sektörünün neresinde duruyor?
E.T: İnsanlar özellikle 80'li yıllarda bu işe inanmıyorlardı.
Özal döneminden sonra insanlar iletişime çok önem
vermeye başladı. Başbakan olduktan sonra, Amerika'nın
en büyük halkla ilişkiler uzmanlık şirketini danışman olarak
aldı; bunlara büyük paralar verildi; tanıtım konusunda
büyük ataklar yapıldı. Özal, Amerika’daki sistemi
neredeyse tamamıyla Türkiye'ye adapte etmeye çalıştı ve
biz de o boşluktan istifade ederek yüklendik halkla
ilişkilerin gelişmesine. Turgut Bey'in, her gittiği yerde
yanında PR elemanları vardı. Bunların bazıları gizliydi,
bazıları ise gün yüzüne çıkmış olanlardı. Mesela
Cumhurbaşkanlığı döneminde Kaya Toperi'yi aldı yanına.
(Toperi’nin Ankara’da kendi şirketi var.) Avrupa'daki
kitaplara baktığınız zaman, 80'lerde biz Avrupa'dan bir 50
yıl, Amerika'dan ise 150 yıl geriydik. Fakat aradan 3-4
sene geçtikten sonra biz Avrupa'yı yakaladık. Şimdi bunun
iki tane sebebi var. Bir tanesi, 'Türk insanı çok okumuyor'
lafına katılmıyorum, yanlış bir şey. Önemli olan okuduğu
zaman Avrupa seviyesinin hemen üstünde olabiliyor.
Çünkü sistemin içine girdiğiniz zaman Avrupa'da iletişimin
kökeni, gelişimi ortada. Birtakım kitaplar var, kurallar var,
onları aynen uyguluyorlar, gelişim süreci yok, yani
yaratıcılık yok. Ama Türk insanın şöyle bir tarafı var, bir
şey okuduğu zaman, hemen onun üstüne bir şey ekliyor,
yeni fikirler yaratma isteği uyanıyor. Dikkat edersiniz şöyle
bir şey vardır bizlerde, bir şey okuruz ve deriz ki “ben
bunun daha iyisini yaparım” ve hemen onun bir üstüne
çıkmaya çalışırız. Türk insanının böyle bir özelliği var.
Buna ek olarak benim şöyle bir tezim var; yeni nesil, ileriye
dönük, çağı çok çabuk yakalıyor. Hele ki bilgisayar
sistemine geçtikten sonra çok süratle geliştik biz. Gençler
daha atak hareket ediyorlar. Bizim gençlerimiz Avrupalı
gençlerden, bana göre, çok daha akıllı. Akıllı bir neslimiz
var bizim. Onun için biz atak yapmış olduk ve öne geçmiş
olduk. Bu atağımızdan dolayı, şirketler özenmeye başladı
yaptığımız işe. Bu özentiyi de şöyle getirdik gündeme;
bahsettiğim üzere ben her ay bir şirkette bir toplantı
yapıyordum, ama bunu değişik sektörlerle yapıyordum.
Çünkü halkla ilişkilercinin her konuda genel kültürünü
geliştirmesi lazım. Bir ay ilaç şirketine gidiyorduk ve orada
yapılan konferanslarda gelen kişilerin ilaç sektörüne dair
rakamsal verilere ulaşmasını ve bilgi sahibi olmasını
sağlıyorduk. Bir sonraki ay elektroniğe gidiyorduk, bir
sonraki ay beyaz eşyaya gidiyorduk. Böylece her ay farklı
sektörlerle yaptığımız konferanslarda katılımcılar arasında
bilgi alışverişini sağladık. Zamanla bu öyle bir zincir
oluşturdu ki, özellikle satın alma konusunda herkes
birbirine danışır oldu. O arada başka bir şeye daha özen
gösterdik; hiç halkla ilişkiler çalışması olmayan büyük şirketlere yöneldik. Oraya gidip bu çalışmayı yaptığımız
zaman, halkla ilişkiler nedir, ne değildir diye anlatırken o
PR ile hiç ilgilenmemiş firmanın üst düzey yöneticisi,
neden bu işe daha önce girişmediğini sorgulayarak
akabinde toplantı sonrası beni arayıp diyor ki: 'Ergüder
Bey, biz de bu işe girişmek istiyoruz, bize eleman gerek..'
Böyle bir sistem oturttuk ve geliştirdik bunu.
Tüm bu gelişmeler kapsamında, benim şu anki tespitim,
biz bırakın Avrupa'nın gerisinde olmayı, onları yaklaşık elli
sene geçtik. Bunun kanıtı olarak da şu örneği vereyim,
bizim yabancı şirketlerle de çalışmalarımız oluyor.
Bunlardan biri Bayer. Bakın, Bayer Almanya merkezin bize
yetişmesi mümkün değil. Bayer'in geçen sene çıkardığı
bir ilacın nasıl tanıtıldığını anlatayım size. Bu ilacı
tanıtacaksınız ama firmanın ismini kullanmayacaksınız,
bu da yetmezmiş gibi ilacın ismini de kullanmayacaksınız.
Ve biz bunu yaptık. Sonra mesela Nestle ile çalıştık. Onun
bir ürünü var; Maggi çorba. Dünyada belli satış noktaları
var ama Türkiye'de 5. standartta satan bir firma.
Yaptığımız kampanya ile biz Maggi'nin satış grafiğini
%7'den %50'lere çıkardık. Bu kampanya kapsamında, 81
ilde unutulmaya yüz tutan yöresel yemekler yarışması
yaptık, Milli Eğitim Bakanlığı Kız Meslek Liseleri ile
beraber. Birinci sene sonunda %54 pazar payı ile birici
sıraya çıktı Maggi. Bunlara baktığınızda, Avrupa'da bu tip
çalışmaları çok zor görüyorsunuz. İngiltere'de bir PR
dergisi var. Geçenlerde bir yazı çıkmış. İletişim çok hızlı
geliştiğinden, İngiltere'de PR konusunda değişiklikler
yapılmasına karar verilmiş, 12 maddelik bir yazı
çıkarmışlar. 'Biz de artık bunları bunları yapmaya
başlayalım' diye.. Bu tabii çok komik geldi bize. Burada,
işe yeni başlamış, asistan arkadaşlarımız bile o
yazılanların on katı güzel şeyler yazıyorlar ve konuya son
derecede hakimler. Onun için biz Avrupa ile kendimizi
mukayese edemeyiz.
A.Z.E: IPRA ile bağlantılarınızdan bahseder misiniz
biraz? 1999 Pazarlama PR'ı ödülü ve 2000 Çevre PR'ı
ödülünü Türkiye'ye kazandırmış bir firma olarak, bu
projelerin içerikleri ile ilgili bilgi alabilir miyiz?
E.T: Bizim IPRA (Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği) ile
çalışmalarımız uzun zamandır devam ediyor ve edecek
de. IPRA'da, başkanlar dahi, belirli bir dönem kalırlar ve
ondan sonra statü gereği ayrılırlar. Fakat, bakın, üç
dönemdir proje komitesinin başında Atacan (Atacan
Tırnova - MEDIALAND Basın Halkla İlişkiler ve
Reklamcılık Genel Müdürü) var ve onu bırakmıyorlar. Biz
burada üç tane IPRA toplantısı yaptık. Bir tanesi 79
yılında; Betül Hanım o zaman başkandı, ben genel
sekreterdim. Başarılı geçen bir IPRA toplantısı oldu.
Başlangıçtı. Fakat 10 sene sonra 89'da benim
başkanlığım döneminde bir tane daha yaptık. O, IPRA
tarihinde ilk sıradadır. Çünkü çok katılım oldu İstanbul'daki toplantıya. Biz bunu da ciddi bir çalışma içinde gerçekleştirdik. Şöyle ki, bir ara Macaristan Helsinki IPRA toplantılarına gittik, 11 kişilik ekip yaptık Türkiye'den. Bunun
içinde üniversitede olan arkadaşlarımız da vardı. Orada
büyük kulisler yaptık. Yani 50-60 kişiyle dönen IPRA
toplantılarını düşünün, o zaman 170 kişi geldi
Türkiye'ye. Amerikalı William Corvard diye bir başkan
vardı, Türkiye olmasın diye çok direnmişti. Ama
Türkiye'ye geldikten sonra da çok mutlu oldu. Ve daha
da önemlisi sıfır bütçeyle yaptık bu organizasyonu. O
kadar insanı getirdik, götürdük. IPRA yönetim kurulu da
tarihinde de ilk defa bedava gitti geldi. Hepsini ayarladık.
Güzel bir organizasyon oldu. Sonra tekrardan yapıldı
biliyorsunuz burada geçen sene. IPRA ile ilişkilerimiz
iyidir, IPRA'da epey üyemiz de var. Bu çalışmalar devam
ediyor ve edecek. Zaten onların gözü de Türkiye'de.
Türkiye'de çok güzel şeyler yapıldığını onlar da biliyor.
Bakın, bir halkla ilişkiler şirketinin veya bir halkla
ilişkilercinin mutlaka proje bazında çalışmalar yapması
lazım. Yani firmanın içinde üç-beş tane olayı bir haber
bülteni yapıp, medyaya götürmesi yeterli değil. Mutlaka
proje yapmanız lazım. Biz MEDIALAND olarak proje
ajansıyız, sürekli olarak projeler üzerinde çalışıyoruz.
Projesiz hiçbir şey olmaz. Böyle olduğu için de 2 tane
büyük ödül kazandık, IPRA'nın ödüllleri bunlar. Bir
tanesi Alkent 2000 pazarlama ile ilgili. Alkent projesi
büyük bir projeydi; bir milyon dolarlık evlerin satıldığı.
Üç-beş sene reklam yoluyla satılmaya çalışılmış, fakat
yaptığımız PR çalışmasıyla hedefine ulaşmış bir
projedir. Onun için ödül kazandık. İkinci büyük projemiz
ise, çevreyle ilgili. Bu bence IPRA tarihinde de çok
önemli bir şeydi. İstanbul'un çevre kirlenmesi sorunu
vardı, onun da kömürden dolayı olduğunu biliyorsunuz.
Ama biz İstanbul'un sadece kömürden kirlenmediğini,
birçok etken olduğunu, bunların başında da
otomobillerden çıkan egzoz gazının bulunduğunu
söyledik. Araştırmalar kapsamında bir tane ölçü aracı
yaptırdık. O ölçüm aracı İstanbul'un çeşitli yerlerinde
ölçümler yaptı, en kirli noktaları buldu. O araştırma ve o
değerlendirmeden sonra da otomobillerin egzoslarına pul
yapıştırıldı, biliyorsunuz. Bu araştırma sonunda hayata
geçirilmiş bir kontrol sistemidir bu. Onun dışında İstanbul'a
hep kömür kamyonları gelir, sokaklara kömürleri dökerdi.
Onlar kalktı. Paketlendi. Ve en önemlisi Karadeniz de
kömür çıkarılan ve çukur çukur bırakılan yerlerin üstünü
yazın doldurttuk ve oraları orman alanı haline getirdik.
Bunun dışında Nestle'nin Maggi'siyle kazandığımız derecemiz var; gerçi birinci olamadı o, ikinci oldu IPRA'da.
Nestle merkez bütün dünyadaki dağıtımcılarına dedi ki;
"siz de aynı projeyi uygulayacaksınız". Bütün dünyada
kullanılıyor şu an bu proje.
A.Z.E : Peki Ergüder Bey, eğitim sizce ne kadar
önemli, iyi bir PR'cı olmanın yolu mutlaka eğitimden
geçmeli mi?
E.T: Ben eğitimden yanayım. Eğitimsiz bu iş olmaz. Bu
dönemde yeni nesil şanslıdır. Çünkü bizim zamanımızda
dil problemleri vardı. Ama şimdi dil öğrenmek çok kolay.
Ve yabancı dil kesinlikle şart... Bu birincisi. Ondan sonra
iyi bir eğitim almanız lazım ama şunun da hemen altını
çizmek istiyorum, eğitim almak yeterli olmuyor bu işte.
Tabii ki genel kültür çok önemli bir şey. Ben çocuklara
üniversitede aynı şeyi söylüyorum, bol bol okumak lazım.
Gazeteleri
okuduğunuz
zaman
orada
siyaset
görüyorsunuz, ekonomi görüyorsunuz, spor, magazin
derken farkına varmadan pek çok şeyin içinde ve pek çok
şeyin farkında oluyorsunuz. Bizim her müşterimizin
kendine göre portföyü var, sadece onları kupürlesen, o
bilgiyi almış oluyorsun. Ne yazık ki, okullar eğitim verirken
bu kültürü veremiyor. Okul bitiminde, çocuk dışarı adım
attığında sudan çıkış balığa dönüyor. İnsan kitapta
okuduğu şeyi bile uygulamaya geçirirken eli ayağına
dolaşır, ki bu çocuklar uygulamayı hiç görmemişler ya da
çok az görmüşler. Onun için eğitimin sonunda mutlaka
uygulamaya geniş yer ayrılmalı. Zaten Amerika'nın
başarısı da burada. Dikkat edin, eğitimi mutlaka kurumlarla birleştirmiştir Amerika'daki eğitim sistemi. Orada
okuldan çıkmış bir çocuk sıkıntı çekmez. Çünkü firma
adabını, giriş çıkışını biliyordur. Bizi her gün arıyorlar
stajyer göndermek için. Ne kadar gelecek peki, bir ay
gelecek. Bir ayda 20 gün çalışıyorsun. 20 günde ne
yapabilir ki o çocuk? O stajdan ne hayır gelebilir?
Diyorsun ki, 'geleceklerin içinden halkla ilişkilerci
yapacaksan ben onu üç aylık dönemde alayım'. Bu defa
da öğrenci: "benim tatilim var ben gelmem" diyor. Böyle bir
sıkıntı var bizde.
Amerika'da her şey bilimsel kaynaklı, kitapları, uzman
görüşleri... Ve bunu bu sistemli bir şekilde öğrencilerine
veriyor. Fakat bu öğrenci dördüncü sınıfa geldiği zaman,
kuruluşlarla bunun uygulamasını yapıyor, yani teoriden
pratiğe geçiyor. Şimdi Türkiye'de insanların kafasında bu
işin pratiği var ama teorisi yok. Yani tam tersi bir durum var
burada. Onlar yazılımdan uygulamaya geçerken, biz
uygulamadan yazılıma geçmeye çalışıyoruz... Komik bir
durum aslında. Fakat bunu da aşıyoruz artık. Pek çok
insan bu konuyla ilgili kitaplar yazıyor artık. Eskiden kitap
bile yoktu. Kendi notlarımızdan ders anlatıyorduk. Ama
ben yine de eskide kalmış bir öğretim görevlisiyim, çünkü
kitapla bir şey anlatmayı sevmiyorum. Çok hızlı ilerliyoruz.
Ve kitabı anlattığınız zaman, öte yandan yeni kavramlar
ortaya çıkıyor ve uygulamasına bile başlanmış
olabiliyor. O yüzden ben
yine notlar, yazılım
derken kendi çapımda
bir sistem oluşturarak
ilerliyorum. Her seferinde
yeni bir şey anlatmak
zorundayım.
Çünkü
uygulama çok önemli.
A.Z.E: Bir ürün için
yapılan
çalışmalar
sırasında
iletişimin
ö n e m i n d e n
bahsedecek olursak
neler söyleyebilirsiniz?
E.T: Şimdi bir kere
iletişim çok hızlı geliştiği
için artık PR, firmaların
olmazsa olmazı. Şöyle
bir şey var, bu kalemi
çıkaracaksınız,
çıkardığınız zaman ben
buna istediğim ismi
koyamam.
Öncelikle
araştırma
yapmam
lazım. Dolayısıyla ilk
süreç başlamış oldu. PR
burada devreye girmeye
başlıyor. Ondan sonra
firma
kuruldu,
bu
firmayla ilgili acaba böyle
bir firmaya gerek var mı, firmanın çıkaracağı ürüne gerek
var mı, bu ürün Türkiye'de var mı, ithal mi ediliyor, ihraç mı
ediliyor, bunların cevaplarını bulmanız lazım. Bunun
satışına kadar devam eden bir süreçten bahsediyorum.
Ürün çıkmaya başladıktan sonra da satış sonrası süreç
başlıyor. Eskiden sadece medyaya aktarma ayağı vardı.
Şimdi ise, işimiz satış teşkilatı ile çalışmak. Yani direkt
olarak satışa etki eden bir durum olduğu için, o yüzden
çok önemli PR. Bunun aksini kimse söyleyemez ve kanıtlayamaz. Düşünün ki globalleşen dünyada artık her şey
serbest. İthalat var, ihracat var. Her üründen çok var. Siz
kendi ürününüzün en iyisi olduğunu anlatamazsanız satamazsınız. Ne yapacaksınız peki bu durumda?
Kullanacağınız tek bir yol var: İletişim. İletişim nedir,
başlıyorsunuz açılımını yapmaya, eskiden Türkiye'de bilinen bir şey vardı; reklam oldu mu her şey tamamdı. Böyle
bir şey yok. İletişim bir şemsiye gibidir, bu şemsiyenin
içinde bir sürü teller vardır. Enstrümanlar diyelim istersiniz.
Bu tellerin her biri iletişimin bir kolunu oluşturur. Bunlardan
bir tanesi de reklamdır. Bazen reklam olmadığında da
başka şeyler yapabilirsiniz. Sponsorluk var şimdi mesela.
Aktiviteler yapıyorsunuz, bir sürü şeyler yapıyorsunuz. Bu
iş artık Türkiye’de her şeyin vazgeçilmezi. Dünyada da
böyle zaten. İletişim olmadan hiç bir şey yapamazsınız.
A.Z.E: Halkla İlişkiler ajansında çalışacak birinin ne
gibi özelliklere sahip olması gerekir?
E.T:
Eğitimin % 100 olması lazım. Baktığınız zaman iyi
bir fiziği olacak, güzel konuşabilecek, insan ilişkileri iyi olacak, genel kültürü iyi olacak, bilgisayara son derecede
hakim olacak. Dünya görüşü olabilecek ve en önemlisi
yaratıcı olacak. Monoton eleman bizde olmaz. Çünkü her
firmanın problemleri ayrı ayrı. O problemlere göre çözüm
bulmamız lazım bizim. O çözümü bulacak insanın ise özel
yeteneklerinin olması lazım. Çok yönlü bizim işimiz.
Müşteriye gideceksiniz, onu dinleyeceksiniz, o size bir
şeyler anlatacak ona göre bir rapor hazırlayacaksınız. 'Siz
busunuz' diyeceksiniz. O da diyecek ki 'biz buysak o
zaman buna göre bir program yapalım'. Oturacaksınız
program yapacaksınız. Programı da beğenecekler, bu
defa ona uygun bütçe yapacaksınız. Uydurmaya çalışacaksınız. Ondan sonra bunu uygulamaya geçireceksiniz.
Başka bir hassas konu daha var burada. Bizim işimizi
yapan insanların, mutlaka işin başında olması lazım.
Bunun iki faydası var: İlki, müşteri üzerinde daha etkili
oluyorsunuz. İkincisi ise, eleman üzerindeki etkiniz.
Eleman yetiştirmek çok zor bir şey. Tek başına o işi yapabilecek kapasitede eleman yetiştirmek zor. Müşteriyle
çalışmalarınız için bunu uzun zaman gerekiyorsa elemanda da öyle; pişmesi lazım.
A.Z.E: Gerçek bir PR'cı nasıl olmalı ?
E.T. : Şimdi bakın, ilk olarak yapamayacağınız şeyi söylemeyeceksiniz. İki kişi firmayı görmeden oturup konuşuyor.
Onu da yaparız, bunu da yaparız. Yok öyle bir şey. Geçen
gün motosiklet ithalatçısı bir firmaya gittik. Oturduk,
sohbet ettik. Bir firma arıyorlar. Aynen size anlattığım gibi
dedim ki; 'benim sizi tanımam lazım'. Dedi ki 'beni
tanımanıza ne gerek var? İşte ben şurada şunu şunu
yapacağım.' 'Hayır', dedim 'öyle değil, biz o şekilde
çalışamayız. Siz bana kendinizi anlatacaksınız, ben yaptığınız şeyleri göreceğim. Ürünlerinizi göreceğim,
yöneticilerinizle tanışacağım. Her şeyi göreceğim, ondan
sonra rapor hazırlayacağım. Bu raporun içerisinden
aktivite çıkaracağız, bütçe çıkaracağız bundan sonra
uygulamasını yapacağız. Sonrasında da medyayla ilgili
kısmını gerçekleştireceğiz.' Bunun dışında başka bir
şekilde olamaz. Konuşmamız sırasında yarım saat itiraz
etti, 'bizim işimiz acele' filan diye. İki saat sonunda belli
ölçüde ikna ettik. Bize dediği şuydu, daha önce de
firmalarla çalışmışlar, fakat bir türlü istedikleri gibi
olmamış. Tabi ki olmaz, plansız programsız başlatılan bir
işin başarıyla bitmesini bekleyemezsiniz ki. Ama yıllar
geçiyor, herkes dönüp dolaşıp bize geliyor. On sene önce
konuştuğumuz insanlar bize gelmeye başlıyor.
Herkesin zannettiği şu; 'ben bu halkla ilişkiler firmasına
ayda x lira vereceğim, geriye dönüşü olur mu olmaz mı,
sokağa attığım bir para olur mu acaba, bana garanti
verebilir mi' gibi. Garanti edemem ama tabii ki dönüşü var.
Olmaması mümkün değil. Tabii bu inançsızlık içinde
olmuyor. Ama inançlı olan insanlar bu işe devam ediyor,
sonunda da meyvelerini topluyorlar. Profilo'da 28 senedir
bu işi yapıyoruz, demek ki oluyormuş.
Bir başka sıkıntı da firmalarda. Oturuyorsunuz üst düzey
yönetici ile bunları konuşuyorsunuz. 'Tamam,' diyor
'yaptıklarınız belli, referanslarınız belli, ama beni hiç işe
bulaştırma, ben ne medyayla konuşurum ne bir şey'.
Niye? 'Yok' diyor, 'biz prensip olarak medyayla içli dışlı
olmayı uygun görmüyoruz'. Orada gene iş bitiyor. Şimdi
bizim bir de PR dışında gazeteden gelen bir tarafımız var,
yani, ben eskiden gazetede de bunlara benzer işler
yapıyordum. Kurumlara, kuruluşlara yönelik bir vitrinim
vardı. Orada yöneticilerle içli dışlıydım. Şimdi ben
gazetede haber yapacağım zaman karşımda iyi bir firma
görmek isterim. Çünkü tanımadığım bir firmayla ilgili yazıyı
başka türlü yazamam. Onun karşısında doğru dürüst bir
ürün görmek isterim. Ve onları birbirine bağlayan da ciddi
bir yönetici görmek isterim. Yüzünü eskitmemeli bir
yönetici. Ama bu işin kuralı şudur; firma-ürün-yönetici.
Bunların üçünü birden bir atletizm pistine çıkardık,
yarıştırıyoruz. Bitiş çizgisinde hiçbirinin birinci gelmemesi,
üçünün de aynı anda gelmesi lazım. Çünkü yönetici ön
planda olursa firma ve ürün güme gider. Ürün ön planda
giderse kurumsallaşamazsın, firma olamazsın. Üçünü de
aynı
çizgide
görebilirseniz
hiçbir
problemle
karşılaşmazsınız. O zaman tüm taşlar yerine oturmuş olur.
Bu sistemi şimdiye kadar çalıştığımız tüm firmalarda
uyguladık.
A.Z.E: Son olarak, ne söylemek istersiniz?
E.T: Bol bol okusunlar, doğruluktan ayrılmasınlar ve
yaratıcılığın kapılarını ardına kadar açık bıraksınlar.
A.Z.E: Bu güzel röportaj için, engin deneyimlerinizi
bizlere aktardığınız için gönülden teşekkür ederim.
EXCEL PR’dan
Ceren Aşkın
HALKLA İLİŞKİLER
Sektörüne
BİR BAKIŞ
Ceren Aşkın: Öncelikle sizi ve Excel'i biraz tanıyabilir
miyiz?
Figen İsbir: Ben aslında elektrik mühendisiyim. Bir yıl
elektrik mühendisliği yaptıktan sonra kendimi iletişim
dünyasına yakın hissettim. İletişim dünyasında analitik
düşünmek çok önemli birşey. Bu anlamda alaylıyım.
Analitik düşünmek anlamında da elektrik mühendisliğinden aldığım idman gerçek iletişim sektöründe de çok
işime yaradı. Yaklaşık 10 yıl önemli reklam ajanslarında
“Creative Direktörlük” yaptıktan sonra 1994 yılında bu
alanda Excel'in kuruluşuna öncülük ettim, hala da ajans
başkanlığı görevini sürdürmekteyim. Excel 1994 yılında
kuruldu. 2003 yılında da bu alanda dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan “Hill&Knowlton” Türkiye ortağı ve
temsilcisi oldu. Excel bugüne kadar ulusal ve uluslar arası
pek çok kurum ve markaya halkla ilişkiler hizmeti verdi ve
hala vermektedir. Kendi alanında Türkiye'nin en önde
gelen şirketlerinden biridir. Aynı zamanda da Türkiye'deki
mesleki birikim, itibar, saygınlık ve donanımıyla önde
gelen 15 ajansın bir araya gelerek kurduğu İletişim
Danışmanlığı Şirketleri Derneği'nin kurucu üyelerindendir.
Bu dernek aynı zamanda dünyada sadece halkla ilişkiler
şirketlerinin üye olduğu ICCO'nun da Türkiye temsilcisidir.
C.A.: Halkla ilişkiler sektörünün gelişimini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
F.İ.: Öncelikle halkla ilişkiler, "Public Relations"ın
Türkçe'ye kötü bir çevirisidir. Aslında düzeltip -- onun da
yeterli olduğunu düşünmüyorum ama -- İletişim
Danışmanlığı diyoruz. Halkla İlişkiler kavramı en azından algı olarak benim reklamcılık dönemimde
iletişimci olmayı veya iletişimci birikimine sahip
olmayı gerektirdiğini düşündüğümüz bir meslek
değildi. Biz yanlış biliyormuşuz. Yapılan
uygulamaların da birçoğu öyle olduğu için iki şeye
tekabül ediyordu; sipariş verilen organizasyon
uygulamalarını yapmak, bir de gazetecilerle iyi
arkadaş olup onlara rica minnet haber
çıkartmak. 1992 yıllarında iletişimci birikimim
vardı; ancak algımız bu olduğu için hiçbir
zaman bu sektörde yer alacağımı düşünmemiştim. Fakat İnternet’in hayatımıza
girmesi ve Türkiye'de artık iletişim bombardımanının başlayıp pek çok marka
ve kurumun klasik anlamda reklam
dışında iletişim konusunda farkındalığının artması sonucu ben de bu
sektörün dünyada ya da deneyimli
tüketim toplumlarında neler yaptığı bilgisiyle tanışmış
oldum. Türkiye'de rekabetin klasik reklamla sınırlı
kalmayıp bir iletişim boyutuna dönüşmesiyle bu disiplinin
işlevinin gerçekten ne olduğu anlaşıldı. Hem bu iş kolunu
talep edenler tarafından hem de benim gibi yapmaya
kalkışanlar tarafından bir boşluk olduğu farkedildi. Reklam
benim deyimimle klasik anlamda bu mecrada yer satın
alarak tüketicinin veya hedef kitlenin üstbilincine hitap
etmektir. Halkla İlişkiler ise hedef kitlenin bilinçaltına
seslenir. Dolayısıyla algı yönetimi yapıyoruz. Zaten çok
fazla reklam yapan yer ve çok fazla mecra yoktu. Hedef
kitle bu kadar iletişim bombardımanı altında değildi. Böyle
bir ortamda bu mesleğin gelişmesi için çok genel bir zemin
yoktu. Ama ne zaman bu yetmedi, yani reklamın konuşmadığı zamanda da hedef kitleyle konuşmak anlamında
bir şeyler yapılabileceği dünyada olduğu gibi farkedildi; o
zaman bu mesleğin de Türkiye'deki gelişimi son derece
arttı. Ben bu mesleğe başladığımda reklam ve halkla
ilişkiler bölümleri bu kadar yaygın değildi. Ama şimdi bu
kadar istek olması aslında ihtiyacın farkındalığı ile ilgilidir.
Türkiye'de ben halkla ilişkilerin layığıyla, gerçek anlamda
yapılması için çok genç bir sektör olduğunu düşünüyorum;
fakat şu anda gördüğüm şey, genç olduğu için cahillerin,
bu işi yapabildiğini zanneden fırsatçıların da bulunması;
ancak, buna karşılık çok iyi işler yapan şirketler de var.
Evrimin kaçınılmaz bir parçası olarak bu yanlış algılar, bir
süre daha devam edecek ama daha sonra taşlar yerine
oturacak. Bir şekilde reklamın da sorgulandığı sadece
reklamla tüketiciye ulaşmanın yeterisizliğinin
farkedildiği bir ortamda bir diğer iletişim
disiplini olan algı ve itibar yönetimi ile
uğraşan bir sektör ortaya çıkacak; bence
bu Türkiye'de ve dünyada geleceğin
mesleği.
C.A.:
Diğer
ülkeler
ile
karşılaştırıldığında,
Türkiye'deki
halkla ilişkiler sektörünü nasıl
değerlendiriyorsunuz?
F.İ.: Diğer ülkelere göre örneğin;
yıllardır iletişim konusunda çok
idman kazanmış Amerika gibi
ülkelerle
kıyaslandığında
Türkiye daha hala emekleme
döneminde, ama bundan bir
on yıl önce belki yürümüyordu
bile. Ama öyle şirketler var ki
dünya standardında bu işi
yapıyorlar. Ben sektör olarak daha emekleme döneminde
diyorum. Bizim yabancı ortağımız kanalıyla da izlediğim
gerçekler var. Biz dünyanın gerisinde sayılmayız ama bu
birazcık da hizmet verdiğimiz kurumların bilinçlenmesiyle
orantılı hala. Bütün kurumlar ve markalar için demiyorum
ama ne iş yaptığımızı anlattığımız dönemler oluyor.
Halbuki orada o hizmeti satın alanlar, ne hizmeti satın
aldıklarının bilincinde oldukları için vakitlerinin çoğunu
müşteriyi eğitmeye değil işi yapmaya adıyorlar. Buna
karşılık belli ülkeler var ki - Rusya, Çin gibi - çok daha
geride. Türkiye'de 20 yıl öncesinde algılandığı gibi halkla
ilişkilerin organizasyon veya medyayla yakın ilişkilerle
haber çıkarmak olarak algılandığı başka ülkeler de var.
C.A.: Halkla ilişkiler ajansının görevi tam olarak nedir
sizce?
F.İ.: Reklam bir markanın ya da bir kurumun nasıl
algılandığını, o farkındalığın imajını, sahnesini çizer; biz
ise çoğunlukla bilinçaltına seslenerek onun nasıl
algılandığını yönetiriz. Reklam farkındalığı artırır "ben
burada varım ve şöyle biriyim" der. Siz reklamı
gördüğünüzde birisinin size kendisini pazarlamak istediğinin farkındasınızdır. Bunu bilirsiniz, oradaki bilgiyi satın
alırken bu süzgeçten geçirirsiniz. Halkla ilişkiler ise kimi
kez medyayı bir iletişim kanalı olarak alır, kimi kez birebir
kontakt kuracak projeleri hedef kitlesiyle üreterek bunun
stratejilerini oluşturarak size "ben böyle düşünüyorum"
dedirtir. Örneğin, sizin reklamda gördüğünüz şeyi halkla
ilişkiler kendi yöntemleriyle yapmaya çalıştığında reklamı
besler, destekler ve tamamlar; ama siz hedef kitle olarak
"bu benim fikrim, ben o firmanın böyle olduğunu
düşünüyorum" dersiniz. Yani halkla ilişkiler bir fikri size
kendi fikriniz olarak algılatmaya çabalar. Bunun için
kullandığı kanallardan sadece biridir medya. Halkla
ilişkiler uygulamasına bunun gibi milyonlarca örnek
verilebilir; ama genel olarak halkla ilişkiler bir kurumun ve
markanın itibar algısını birebir hedef kitlesine deneyim
yaşatarak oluşturmayı ve bu doğrultuda medya dahil, birebir iletişime yönelik pek çok projeden yararlanmayı
amaçlar. Kurumun ve markanın itibarı konusunda genel
algısında bir kriz
çıkmışsa bu krizin yönetilmesine
katkıda bulunur.
C.A.: Medya ile halkla ilişkiler ajansının ilişkileri
nasıl olmalıdır?
F.İ.: "Medyada yakın tanıdıkların olacak, ricayla haber
çıkaracaksın" düşüncesi yüzünden medya ile halkla
ilişkiler şirketleri arasında olması gereken sağlıklı
ilişkinin oturduğunu düşünmüyorum çünkü yıpratılmış,
hedefini şaşırmış bir ilişki de oluşmuştur. Medya haber
toplar ve bu haberleri yayınlar. Bu haber için örneğin
mecliste, havaalanında bir muhabiri vardır. Magazin
veya kaza haberleri için ayrı muhabirleri vardır. Doğal
olarak bu mecranın şirketlerde muhabiri yoktur.
Dolayısıyla kurumlar ve markalara ilişkin bu bilgileri
alma görevini tıpkı haber ajansı gibi biz onlara sağlarız.
Ürün ya da hizmet üreten herhangi bir kurumla onun
hedef kitlesi arasındaki haberleşmeyi sağlayacak
haber kaynakları bizim gibi şirketler olmalı. Bu nedenle dünyada medya şirketleri halkla ilişkiler kurumları
için ücretsiz haber ajanslığı yapıyor ve bizler de medya
aracılığıyla iletilen bilgileri sınamış oluruz. Dünyada
halkla ilişkiler ajansları medyaya haber malzemesi
sunan yapılar olarak algılanır. O yüzden birbirlerine
ihtiyaçları vardır. Birinin habere, diğerinin haberi iletmeye
ihtiyacı vardır. Aslında etik, doğal ve akılcı bir ilişkileri
vardır; ancak Türkiye'de maalesef bu farklı algılandığı için
bu ilişkinin çok sağlıklı zeminlerde olduğu söylenemez
şimdilik.
C.A.: Sizce halkla ilişkiler alanında çalışanların eğitimi
ne kadar önemli?
F.İ.: Her iş kolunda olduğu gibi bizim iş kolumuzda da
eğitim, ister üniversitede okuyarak, ister sonrasında kendini geliştirerek, ister ikisini birden yaparak, olmazsa
olmaz birşey. Düşünce idmanı geliştirmek için de eğitim
önemli ama bu kadar önemli olduğu halde eğitimin asla
tek başına yetmediği ender mesleklerden biri halkla
ilişkiler; sürekli kendini günceleyen bir meslek; dünyada
ne olup bittiğini, sosyal ve politik olarak insanların
algılarının
nereye yöneldiğini bilmek gerekir. O yüzden
sürekli kendini geliştirmeyi, sonra da bu güncellemeyi
mesleki süzgeçten geçirmeyi gerektiriyor. Onun için eğitim
kesinlikle tek başına yeterli değil.
C.A.: Halkla ilişkiler ajansında çalışacak kişilerde ne
gibi özellikler ararsınız?
F.İ.: Öncelikle burada iletişim fakülteleri mezunlarına belli
bir altyapıya sahip oldukları için ya da bu mesleği bilerek
seçtiklerini varsaydığımız için daha ayrıcalıklı bakıyoruz.
Burada çalışan arkadaşlarımızın %70'i iletişim fakülteleri
mezunu arkadaşlar; ama bu demek değil ki benim gibi
mühendislere hayır diyoruz. Şunu çok önemsiyoruz: bu işi
güzel ve renkli meslek diye mi seçtiniz yoksa hakikaten bu
işte sizi bekleyen sorunları çözmek için ve bunun zahmetlerinin bilincinde olarak mı seçtiniz. Bu işi bilinçli olarak
seçmiş arkadaşlarımıza öncelik veriyoruz. Onlara mutlaka
okullarında el verdiğince pratiğin içinde yaşamalarını,
başka hiçbir meslekte olmadığı kadar staj yapmak gerektiğini veya gerekirse yaz tatillerinde bir yerlerde çalışmalarını, bilginin hayata nasıl uyarlandığı konusunda fikir
sahibi olmalarını ve bu işi hakikaten eğlenceli, keyifli,
renkli bir iş olarak yapmaları gerektiğini söylüyoruz.
Yaptıkları mesleğin zahmetleri ve nihai hedefleri konusunda da çok iyi bilgi birikimine sahip olmalarını öneriyoruz.
Figen İsbir
UZMANLARDAN SONRA
HALKA SORDUK :
Sizce
Kadir Kılavuz
Gözde Dalan
Halkla İlişkiler
Ne Demektir
Temeli insan ilişkilerine dayanır.
İletişim yollarını etkili kullanabilme
sanatıdır.
SEREN EYÜBOĞLU
ÖĞRENCİ YAŞ:25
Halkla ilişkiler; sadece bir iş yerinde
insanların iş ilişkilerini ve işe alma
elemeleriyle ilgilenen bir bölüm değildir.
İnsanların tüm sosyal hayatta olan ilişkisini
etkileyen ve yaşam tarzını belirleyen bir
tarzdır.
BÜNYAMİN ANDAROĞLU
KUAFÖR YAŞ:32
Halka yapılan kamu
hizmetleridir.
HASAN BÜLBÜL
ESNAF YAŞ: 52
Halkın
dilinden anlayabilmek,
halkına gücünün yettiği kadar
maddi manevi yol göstermektir.
MUSTAFA POYRAZ
LOKANTACI YAŞ:51
Bir
tüzel ya da gerçek kişiliğin,
kuruluş amaçlarına uygun olarak,
misyonu ve vizyonu doğrultusunda, hedeflerine
ulaşmak üzere, direkt ve dolaylı olarak, kısa veya
uzun vadede, ilişkide olduğu tüm kişi ve kuruluşlarla
uygun olan bütün iletişim araçlarını kullanarak temas
kurması ve belirlemiş olduğu stratejiler doğrultusunda
yönlendirmeler yapması faaliyetlerinin tümü 'halkla
ilişkiler' olarak tanımlanır.
BÜLENT BİLGİN
GENEL KOORDİNATÖR
YAŞ:53
Halkla sağlıklı ilişki
kurabilmek ve halkın
isteklerini anlayabilmektir.
ZEYNEP ÖZBAKAN
ÖĞRENCİ YAŞ:20
Halkla
ilişkiler; bir firmanın, bir
kurumun yani bir tüzel kimliğin
her tür tanıtımı, sözcüsü, vitrini ve
bu kurumu anlatan dilidir.
A.ERTUĞRUL TİMUR
YAYINCI YAŞ:41
Kişi,
kurum ya da kuruluşların
hedef kitleleriyle bağ kurmaları,
geliştirmeleri ve onları olumlu düşünce
yada eylemlere yöneltmek amacıyla
gerçekleştirilen, her türlü iletişim kanallarını
kullanan, stratejisi belli olan ve planlı iletişim
çalışmalarıdır.
MELDA CABAR ARIKAN
HALKLA İLİŞKİLER UZMANI
YAŞ:33
Ceren Aşkın
Ayça Zengin
Bir
tanıtma şeklidir;
insanların birbirleriyle olan
iletişimi ve ilişkisi. Müşterilere karşı
nasıl davranılacağı ve kendimizi nasıl
tanıtacağımızın yollarıdır.
FARİS UYGUR
GARSON YAŞ:27
Şirketlerin,
müşterilerine kendilerini
tanıtmaları ve müşterilerini
tanıyarak hedef kitlelerini belirleme
şeklidir.
TUFAN GÜLER
BİLG. PROGRAMCISI
YAS: 30
Begüm Akın
EKONOMİNİN SICAK YÜZÜ:
FUAT UYCAN HOCA
Begüm Akın: Fuat Uycan kimdir? Bize kısaca
kendinizden bahseder misiniz?
Fuat Uycan: Galatasaray Lisesi'nde on iki sene okudum.
Ondan sonra Viyana'ya gittim. Amacım mühendislik okumaktı. Orada bana bir burs verdiler ama bu bursu daha
çok ihtiyacı olan bir arkadaşıma bıraktım. İki sene okudum
fakat Almanların çok katı mühendislik eğitimi benim hoşuma gitmedi. Ekonomi Fakültesi'ne başladım; sonra
Türkiye'ye dönmeye karar verdim. Türkiye'de İşletme İktisadı okudum ve birincilikle mezun oldum; okurken matbaacılık yapan babamla çalıştım. Asıl işimiz kitap cildiydi,
mücellitlikti. Böylelikle Türkiye'ye döndüğüm 1962 yılından
sonra babamla bu cilt işinde çalışmaya başladık. Sonra bir
matbaa kurduk. Türkiye'nin bir numaralı mücellidhanesi
durumuna geldik. Matbaamız da olduğu için, bir entegre
tesis oluştu. Meydan Larousse, Ana Britannica gibi
Türkiye'de ilk defa yapılan büyük cilt işleri gerçekleştirdik.
Daha sonra, kendimi daha iyi ifade edebilmek için kitap
yayını işine girdim. İngilizce, Almanca, Fransızca olarak
dünyanın en çok satılan kitaplarını incelemeye
başladım. Beğendiğim kitapları alıp, tercüme ettirerek
onların güzel bir Türkçe redaksiyonunu yaptım.
Yurtdışından özel harfler getirerek, bu kitapları dizip
basımını
yaptık.
Bakıyorum,
1970'lerde
çıkardığımız kitaplar o kadar kaliteliymiş ki, şimdi
Türkiye'de o kalitede kitaplar ancak çıkmaya
başladı. Onun için bu iş ilgi çekti ve birkaç
sene sonra Hürriyet ve Milliyet’ e kitap
yayını işine girdi. Satış olanakları
açısından avantaja sahip
oldukları için gazeteciler
bizim için çok güçlü rakipler
oldular. Bir süre sonra,
Türkiye'de
kitap-roman
baskısı konusunda bir standart oluşturmuş olmamıza
rağmen bu piyasadan
çekilmek zorunda kaldık.
Daha sonra çocuk ansiklopedilerine yöneldim.
Avrupa'ya gidip ilginç
çocuk ansiklopedilerinin
telif haklarını satın
aldım.
Onları
Türkiye'de kendi matbaamızda basıp, ciltleyerek kapıdan
kapıya satmaya başladık. 1998 senesinde, artık sanayici
ve tüccar olarak görevimi yaptığıma karar verdim; piyasa
koşullarının da zorlaşması ve Türkiye'nin de ekonomik
açıdan nereye gideceğini göremediğim için ticareti bıraktım.
B.A.: Hayata dair idealleriniz neler? Bunları şu ana dek
gerçekleştirebildiniz mi?
F.U.: Evet. Ben hep şunu gözettim hayatta. Akşam vicdanen rahat yatmak. Esaslı adam benim için işe yarayan,
insana faydalı olan adamdır. O açıdan ben de ticaretimi,
sanayiciliğimi doğru ve dürüst bir şekilde yapmaya, iyi
ürünler çıkarmaya çalıştım. İnsanlara yararlı olmaya
çalıştım. Şimdi en büyük idealim, adam yetiştirmek. Şayet
Türkiye'de çalışacak gençleri adam olma konusunda
etkileyebiliyorsam kendimi idealime varmış
sayacağım. Kararımdan o denli memnunum ki, niçin ticareti bir on sene önce
bırakmadığıma hayıflanıyorum. Çünkü
bu bana çok büyük doyum sağlıyor,
hem de benim için bir yaşam sevinci
kaynağı oluyor. Ben burada genç Türk
entellektüelleri ile beraber oluyorum.
Gençlik bana canlılık ve ilerisi için
umut veriyor. Sizleri gördükten
sonra, hayata ve Türkiye'de
yaşamaya dair hiç bir kötümserliğim kalmıyor.
B.A.: Deneyimleriniz ve
derslerdeki izlenimleriniz
doğrultusunda, Halkla
İlişkiler
ve
Tanıtım
Bölümü
hakkındaki
düşünceleriniz nelerdir?
F.U.: Ben sekiz yıldır bu
Üniversitede ders veriyorum. Halkla İliskiler ve
Tanıtım Bölümü’nü ders
verdiğim öteki bölümlerle
kıyasladığımda,
sizin
bölümünüzdeki öğrencilerin eğitim kalitelerinin
yüksek olduğunu görüyorum. Bu bölümdeki öğrenciler çok
iyi yetişmiş, derse katılımları çok yüksek, dersi çok iyi
alıyorlar. Sonuç olarak başarılı oluyorlar... Sizin gösterdiğiniz performans, derse katılımınız Halkla İlişkiler ve
Tanıtım Bölümü’nü öne çıkarıyor.
B.A.: İletişim sektöründe kariyer edinmeyi amaçlayan
gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Böylesine rekabet ile
iç içe olan bir toplumda, kendilerine sağlam bir yer
edinebilmeleri için nasıl bir yol izlemeliler?
F.U.: Bir kere çok yönlü bir kültür edinmeniz lazım. Her
şey ile ilgilenmeniz lazım. Bazı kapıları kendinize kapatmayıp, her konuya bakmanız lazım. Hepsine odaklanıp,
hepsinde yoğunlaşamazsınız ama konuların var olduğunu
bilmeniz bile yeterli olacaktır. Dil öğrenimine çok büyük
önem verip, birkaç yabancı dil biliyor olmanız lazım. Çok
yönlü bir kültüre sahip olabilmek için, çok okumanız ve
görmeniz lazım. Ülkeleri ve müzeleri gezmeniz, eserleri
incelemeniz lazım. Kendinizi yetiştirmeniz lazım. Empati
duygunuzu geliştirmeniz lazım. Karşınızdakileri çok iyi
anlamanız lazım. Çok sabırlı olmayı öğrenmeniz lazım
çünkü kendinizi sabırla anlatmak zorundasınız. Şimdi iş
hayatındaki en önemli faktör, insan ilişkilerinde başarılı
olmak. Onun için insan ilişkilerinizi geliştirip, en üst düzeye
çıkarabilmek için ne yapmanız gerekiyorsa yapmalısınız.
Bağnaz olmamalısınız. Türkiye'de bunun yaygın olduğunu
görüyoruz. Yetişme koşullarımız, geldiğimiz ortamlar bizleri bağnazlığa daha yatkın yapıyor. Bağnazlık insanın
tökezlemesine neden olan bir engeldir. Onun için
bağnazlıktan uzak durmalıyız.
B.A.: Neden ekonomi?
F.U.: Ekonomi, çünkü yaşamın her aşamasında var ve
herkese lazım. Buradan iletişimciler olarak mezun olup
bankacılık da yapabilirsiniz. Mesleğiniz ne olursa olsun
mutlaka ekonomi ile ilginiz olacaktır. Ekonomi konusunda
benim size verdiğim bilgiler, unutulmaya mahkum bilgiler
olmasın diye gayret ediyorum. Hangi işi ne zaman
yaparsanız yapın, yarın karşılığını alabileceğiniz bilgileri
size vermek istiyorum .
B.A.: Dünden bugüne Türkiye'yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
F.U.: Ben Türkiye'nin geleceğini, gençleri daha iyi tanıdıktan sonra, çok parlak görüyorum. Bunu da siz sağladınız.
Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, üniversitede hocalık
yaptğım süre içinde bana ümidimi kaybettiren tek bir
gence rastlamadım. Karşımda bilgisiz, ilgisiz öğrenciler
bulduğum çok oldu, hala da var, ama sonuç olarak Türk
gençlerinin iyiye ve doğruya yönlendirilebileceğini
gördüm. Onun için sizin oluşturacağınız Türkiye, biz sizi
başarılı eğitebilirsek, çok iyi olabilir. Türkler çok girişken,
ayrıca pratik zekası olan insanlar. Türklere akıllarını daha
iyi kullanmalarını öğretebilmek, başarılı olmak için gayret
sarfetmeleri gerektiğini kabul ettirmek lazım. Ondan sonra
Türkler ellerine çantalarını alıp büyük ölçüde ihracat yapabilirler. Sınıfta aklıma hiç gelmeyen sorular soruluyor,
demek ki yaratıcısınız. Yaratıcı insan çalışkan, zeki
insandır; çünkü zeka yaratıcıdır. Akıl, onu kullanmayı
öğretir. Bunun izini süren insan mutlaka başarılı olur. O
açıdan ben Türkiye'nin uygar çağın tüm koşullarına uygun
bir toplum haline gelebileceğine yüzde yüz inanıyorum.
B.A.: Ekonomik alanda gelişme gösterebilmemiz için
ne tür önlemler alınmalıdır? Bu ekonomik kalkınmada
toplumun üyelerine düşen rol nedir?
F.U.: Bizim ilk önce verimlilik konusuna dikkat etmemiz
lazım. Üretimimizi verimli bir biçimde yapmamız, ondan
sonra çalışmadan bir şeyin olmayacağına inanmamız
lazım. Bugün Avrupa'da bir üst düzey yönetici haftada
ortalama 70 saat çalışıyor. Hala böyle haftada 40-45 saat
çalışıp, onun da yarısını sohbetle, çayla geçirerek bir yere
varmamız mümkün değil. Çok çalışmadan da başarılı
sonuçlar alacağımızı, yaşam standardımızı yükselteceğimizi, uygar insanların yararlandıkları olanaklardan
yararlanabileceğimizi düşünmememiz lazım. Okuldaki
çalışmalarımızda da en verimli çalışmayı nasıl ortaya
koyabiliriz, ona bakmamız lazım.
B.A.: Türkiye'de işsizlik oranı gitgide artmakta ve iş
sahibi olanların bir çoğu da düşük maaşlar ile çalışmakta… Peki, Türkiye yıllardır süre gelen enflasyon ile
artış gösteren bu işsizliğe neden karşı koyamıyor?
Devlet yeni iş olanakları sağlamak için ne tür önlemler
almalı?
F.U.: Enflasyonu düşürmeye çalışan ülkelerde toplumun
geçici bir süre için enflasyon ile işsizlik arasında bir seçim
yapmak zorunda kalabileceğini derslerde de konuşmuştuk. Enflasyonu düşürmek istediğimizde para artışı
azalıyor. Böylelikle piyasada sizin de cebinize giren para
azalmış oluyor. Alışveriş azaldıkça, işsizlik azalıyor. Bu
doğal bir olgu. Bunun düzelmesi de biraz zaman alır.
Aslında, ekonomik krizler çok çabuk geçmiyor. Mesela,
Amerika 1929 buhranından bu yana yetmiş seneden fazla
zaman geçmiş olmasına rağmen, sonuçlarını tamamıyla
silebilmiş değil. Ekonomide bir deli kuyuya taş atıyor, kırk
akıllı çıkaramıyor ya da bu taşın çıkarılması yıllar sürüyor.
Onun için bizim bu tür sorunlarımız bitmiyor. Bu da çok
basit bir şeye dikkat etmememizden kaynaklanıyor. Biz
ihracatımızı yeterince geliştiremiyoruz. Devlet yeni iş
olanakları sağlamak için, Türkiye'de ihracatı arttırıcı
önlemler almalıdır. Türkler de bunu bireysel olarak yapabilirler. Bunun tek yolu, iyi ve uygun bir ürün
üretebildiyseniz, çantanızı elinize alıp bütün dünyayı
dolaşarak kapı kapı alıcı aramaktır. Yani biraz zahmete
girişmektir. Mesela simdi bir Çin olayı çıktı ortaya. Çin ile
mücadele edemiyoruz diyorlar. Türkiye'de ekonomi işte
bu durumda biraz durgunluğa giriyor.
Çin malları
geliyor ve çok ucuza satılıyor. Rekabet edemiyoruz.
Halbuki Çin ile
rekabet sadece fiyat ile olmaz, kalite ile
de olabilir. Müşteri isteklerine, ihtiyaçlarına odaklanarak
Çin ile mücadele edilebilir. Türkiye'de Türk müşterisine
odaklanacaksınız, onun istek ve arzularını iyi irdeleyeceksiniz ki ona karşılık verebilesiniz. Bütün işletmeniz
müşteri odaklı hareket edecek. İmalatınızın, satışınızın
her aşamasında müşteriyi ön planda tutacaksınız.
B.A.: PRP Yeditepe Dergisi hakkındaki düşünceleriniz
nelerdir?
F.U.: PRP Yeditepe dergisini biraz şaşkınlıkla inceledim.
Çünkü bu kadar doğru bir dergi açıkçası beklemiyordum.
Sizler daha amatör olduğunuz için, biraz da iş yapmış
olmak için bir dergi çıkarılabilir diye düşünüyordum. Bu
açıdan doğrusu çok sevindim. Son derginizde otuzdan
fazla konuyu işlemişsiniz. Ayrıca konuların işleniş tarzı da
çok profesyonelce olmuş. Ben sizin başarınızın nedenini
bu dergiyi gördükten sonra daha da iyi anladım. Siz benim
bildiğim diğer bölümlere göre daha başarılı bir bölümsünüz. Demek ki sizi hocalarınız çok iyi yetiştiriyorlar. Çok
güzel, çok başarılı buluyorum ve ileride iletişim sektöründe bugün Türkiye'de üzülerek müsaade ettiğimiz,
üzülerek gözlemlediğimiz bazı kusurların azalacağına
olan ümidim artıyor. Bakıyorum ki, iyi bir Türkçe ile
yazıyorsunuz, imlanız ve kurgunuz iyi, yazıda mantığınız
güzel, araştırmacısınız, her konuya değiniyorsunuz.
Demek ki, sizler bu işi ileride profesyonel olarak
yaptığınızda
gereksiz
sorular,
televizyonlarda
gördüğümüz anlamsız konuşmalar azalacaktır. Daha
içeriği zengin, daha esaslı işler yapacağınızı görmekten
çok büyük mutluluk duydum. Size ben de can-ı gönülden
başarılar diliyorum.
ARAMIZDA YENİ BİR DOST
YÜZ: ESRA ATİLLA BAL
Üsküdar Amerikan Lisesi'nden ve ardından 1999 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Bölümü'nden mezun oldum. Mezuniyetten hemen sonra bir süre A & B Halkla İlişkiler Ajansında aralarında Turkcell ve
Boeing'in de bulunduğu şirketlerin müşteri ekipleri üyesi olarak çalıştım. 2000 yılında burslu olarak Boston'daki
Northeastern Üniversitesi'nde MBA Programı’ndan kabul aldım.
Northeastern'deki MBA programı uygulama ağırlıklı bir programdı ve bu bir buçuk yıl teorik dersler ile altı aylık
"cooperative" diye adlandırılan bir tam zamanlı çalışma döneminden oluşuyordu. Boston'daki ilk yılımda derslerimi
aldım, ardından çeşitli şirketlerle yaptığım iş görüşmesi sonucu Gillete Şirketinin genel merkezinde pazarlama
bölümüne girdim. Duracell pillerinin ürün
müdür yardımcılığını yaptığım altı aylık
dönem içinde, bu konuda birçok şey
öğrenme
fırsatım oldu. 2002'de
Boston'da Northeastern Üniversitesi'nden
Organizational Behavior uzmanlığıyla
MBA derecemi alarak İstanbul'a döndüm.
Boston'daki okul dönemim boyunca
öğrencilere hem akademik hem de
kariyer danışmanlığı yaparken üniversite
ortamında çalışmanın beni kurumsal
hayattan daha çok mutlu ettiğini fark
ettim. İstanbul'a döndüğümde Yeditepe
Üniversitesi'nde
İngilizce
Hazırlık
Bölümü'nde Social ESP (English for
Special Purposes) hocası arandığını
duyunca tereddütsüz başvurdum ve iki
sene bu bölümde hoca olarak çalıştım.
Bu arada Uygarlık Tarihi ile Halkla
İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde İletişim
İngilizcesi derslerini de verdim. Bu
dönemde akademik kariyere devam
kararı alarak Marmara Üniversitesi'nde
Organizational
Behavior
Doktora
Programı’na kaydoldum.
Halen hem doktora çalışmalarımı
sürdürüyorum, hem de Halkla İlişkiler ve
Tanıtım Bölümü'nde araştırma görevlisi
olarak çalışıyorum. Okulda olmak ve
"hocam" sözünü duymak beni çok mutlu
ediyor : Aynı zamanda Boğaziçi
Üniversitesi'nin mezunlar dergisinin
(BÜMED) yazı kurulundayım ve bu dergi
için çeşitli yazılar hazırlıyor ve röportajlar
yapıyorum. Zaman zaman da yoğun
temponun stresini atmak için tenis
oynayıp, sahilde uzuun yürüyüşlere
çıkıyorum...
OYUNLARI İLE DÜNYAYI
DOLAŞAN ÜNLÜ OYUN
YAZARIMIZ GÜNGÖR
DİLMEN ’İN EVİNE KONUK
OLDUK:
Ben Anadolu’yu Dilmen’den dinledik.
Gözde Dalan: "Ben Anadolu" adlı tiyatro eserinizin ilk
karakteri olan Kibele'den ve oyundaki diğer
karakterlerden kısaca bahseder misiniz ?
Güngör Dilmen: Anadolu'nun tanrıçası Kibele var. Bunun
en eski çağlardan beri heykelleri bulunmuş, tapınakları da
var. Eskişehir'de ve Anadolu'nun bir çok yerlerinde var.
Anadolu tanrıçası Kibele… Oyun, tanrıça Kibele ile
başlıyor. Bütün öbür kişiler zaman içinde tanrıça Kibele'nin
değişik görünümleri ya da zaman içinde kızları. Bu
tanrıçanın bir iki adı var ama aynı ad; Kubaba demişler
Kibele demişler. Batıda Sibel demişler. Bize de Sibel kız
ismi olarak geçmiş. Tanrıçada Kibele ile başladık. İkinci
kişi gerçek bir kişi Puduhepa. Puduhepa bir Hitit kraliçesi.
Bundan sonra değişik mitolojik kişiler var oyunda. Bazıları
gerçek kişiler bazıları mitologyadan alınmış. Oradan da bir
şeçme yaptım. Zaten çok uzun olursa seyirci
anlayamayabilir, kopabilir.
Esra Atilla Bal: Anadolu'nun binlerce yıllık tarihinden
bahseden bir oyun ve bundan bahsederken de kadın
kimliği üzerinde duruyor. Özellikle herşeyin ortasında
o duruyor. Niçin böyle birşey seçtiniz? Niçin kadın
kimliği ile bunu irdeliyorsunuz?
G.D.: Evet. ilginç. Böyle bir oyunu yazmamı bana Yıldız
Kenter önerdi. O zamanki kültür bakanımız; ikimizin de
arkadaşı, Talat Halman istemiş böyle bir oyunu--iki dilde;
hem Türkçe, hem de ingilizce. Yıldız Kenter oynasın diye
bir öneriydi bu. Sonra bu öneri bana yapıldı. Ben de son
derece ilginç buldum. Yıldız Kenter Türkiye'nin en iyi
oyuncularından biri. Bu öneri gelmeden ben, tek kişilik bir
oyun yazmayı hiç düşünmemiştim doğrusu. Önerinin
gelmesi iyi de oldu. Çok düşündüm. Sonra çok
heyecanlandım. O gece uyuyamadım. Ve başladım oyunu
yazmaya. Bir takım kişiler daha önce de vardı. Diyelim,
tanrıça Kibele çok daha önceden yazılmış. Ondan sonra
bir iki rol daha var. Onlar da çok daha önceden yazılmışlar.
E.B.: Ben Anadolu'da binlerce yıllık “kadın hikayesi“
var. Kadının durumu hakkında bir çok şey var. Ama
öyle şeyler yazıyorsunuz ki, araştırmalarımızda bunu
gördük, kadının özü, Anadolu kadınının özü, aslında
bu binlerce yıla rağmen değişmiyor gibi bir durum
var. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
G.D.: Değişmiyor. Yazarken Anadolu'da kadının durumu
değişiyor mu değişmiyor mu diye kendi kendime bir soru
sormadım. Ben antropolog değilim. Anadolu'da yaşamış,
mitolojiden, tarihten de kişiler var. Bir takım dramlar
yaşamış kişileri seçtim. Çünkü tiyatro dram sanatıdır.
Dram olmasa zaten tiyatro da olmaz. Tiyatroya dram
seyretmek için gidilir. Dram komedi de olabilir, tragedya da
olabilir. İkisinin karışımı da olabilir. Ben şuna dikkat
etmeye çalıştım. Bu seçtiğim kişilerin birbirinden farklı
dramları var. Bazıları son derece güçlü kadınlar; kendi
kaderlerini yenen, değiştiren kişilikler var. Bir kaç tanesi de
bunun tam tersi; bir Ayşe Sultan var. Bu, sarayda altın
kafes içinde doğmuş, bütün hayatı orada geçmiş, hiç
mutlu olamamış, bir çok evlilikler yapmış ama hep böyle
kişiliksiz, edilgen zavallı bir kadın. Şimdi bu mu Anadolu
kadınını simgeliyor? Hayır. Bunun tam zıttı çok güçlü
kadınlar da var. Bir Teodora var. Değişik kadın karakterleri
var. Bunlardan yola çıkıp "Bütün Anadolu kadınları
böyledir" demek pek doğru olmaz. Bugün de böyledir. Her
kesimden kadın var, erkek var, değişik görüşler var,
ilericiler var, gericiler var, tutucular var, yobazlar var,
kökten dinciler var. Hangisi Anadolu'yu temsil ediyor?
Hepsi ülkeyi ayrı yöne çekiyor. Tarihte de kim ülkeyi
olumlu bir yöne ya da olumsuz bir yöne çekiyorsa, ülkenin
gidiş gelişi de öyle oluyor. Bana sorarsanız Türkiye'de
büyük bir devrim yapıldı. Mustafa Kemal'le... Ama bu
devrim 1950'ye kadar sürdü. Sizler doğmadan önce;
anneleriniz bile belki doğmamıştı ya da çocuktu; Atatürk
devrimlerine ihanet başladı. 55 yıldan beri de var. İleri mi
gidiyoruz yoksa geri mi gidiyoruz? İşte bazen ileri bazen
de geri öylesine gidiyor. Şimdi tiyatroya yoğunlaşalım.
Yine o sorunun cevaplarından biri; öyle tek bir kadın cinsi
yok. Değişik kadınlar var. Bazıları gülünç, bazıları
dramatik.
E.B.: Kibele'nin konuşmaları sırasında söylediği bir
şey dikkatimi çekti. "Bugün Anadolu'da eğer ki
birşeyler yapmak istiyorsanız bir kocanızın olması
lazım." Bize bunu biraz açabilir misiniz?
G.D: Şimdi o bir şaka. Ama bu bir ölçüde doğru olmuş. Ve
hala da değişmemiş. Yani genel olarak doğru bu. Ama bu
onun bir şakası. Bu demek değildir ki oyundaki bütün
kişiler öyledir. Burada oynayan bir Teodora var. Tarihi
değiştiriyor. Bizans Tarihi’ni değiştiriyor. Bir isyan olmuş;
ya hepsi ölecek ya da isyanı bastıracaklar. Kocası
Jüstinyen daha "Büyük Justinyanus" olmamış. Kaçmaya
karar veriyor. Teodora bu kaçışı önlüyor. Ve ondan sonra
kocası, karısı Teodora'nın sayesinde, “Büyük Justinyanus”
oluyor. Ayasofya da ondan sonra o çağda kuruluyor.
Kaçsalardı, hiç bunlar olmayacaktı. Şimdi orada güçlü bir
kadın portresi var.
Gözde D.: Osmanlı da da var.
G.D.: Osmanlıda da var tabii. Nilüfer Hatun da öyle. Şimdi
Nilüfer Hatun, ikinci bölümde başlıyor. Bu bir Rum kızı.
Biraz komiktir. Düğününde bir Bizanslı ile evlenecek; onu
bizimkiler kaçırıyorlar. Kaçıranlar da, Osman Gazi ile
Orhan Gazi. Osman Gazi'yi öldürmek için pusu kuruyorlar.
Düğüne çağırıyorlar. Orada Orhan Bey'le evleniyor ve bir
Osmanlı oluyor. Yani kültür değiştiriyor, din değiştiriyor.
Şimdi bu kolay mı? Bir insanın birden bire kültür ve dil
değiştirmesi kolay nı? Bunun, kuşkusuz, bir dramı var.
Oğlu, öz oğlu, artık Türk ve annesine "Annecim Bizans'ı
alacağım" diyor. Bu ülke annesinin ülkesi. Okursanız en
sonunda "Bizans, annendi senin." der Nilüfer Hatun. Yani
“benim iki kişiliğim var; genç kızlığımda, çocukluğumda
Bizanslıydım, Rumdum, bundan sonra Osmanlı oldum,
Türk oldum. Bu iki kültür içiçe ve bende bunların ikisi de
var. Almak istediğin Bizans senin annendi" der. Burada
yine güçlü bir kadın var. Ve bir de dram var. Yani insanın
ters düz edilmesi dramı. Orada milliyetçilik yok. Bir
Bizanslı kızı Türk yapmışsınız diye bir onurlanma yok. ilk
ismi Poloperaymış, sonra Nilüfer Hatun olmuş. (Bursa’ da
küçük, güzel bir çay vardır -hala varsa, kurutmadılarsaadı Nilüfer çayıdır.) O kızın yaşadığı bir kültür değişimidir.
Avrupalı olacak mıyız, olmayacak mıyız? Olursak ne olur,
olmazsak ne olur? Onun tartışması var.
E.A.B.: Cumhuriyetli kadınlarla ilgili yazdığınız
dramlarda nelerden bahsettiğinizi anlatır mısınız?
Onların dramları nelerdir?
G.D: Cumhuriyetin kuruluşuyla başlıyor. Çoğu gerçek
kişiler. Halide Edip var. Halide Edip, birbirinden ayrı iki rol
olarak var. Birincisi Osmanlılar'daki Halide Edip; ikincisi,
oyunun sonundaki Halide Edip. Orada savaşın sonlarında
Yunan esirlerini sorguya çekiyor. O esirler arasında
Anadolu Rum'u, yani yerli insanımız olup da bize karşı
savaşanlar var. Onlar kendiliğinden vatan haini oluyor.
Ama buna zorlanmışlar. İki ateş arasında kalmışlar.
Ölecekler, mecburen ölüyorlar. Böyle durumlar da var.
Sorguya çekerken bunları arıyor, bunları buluyor. O
esirlerin yaşamı iki dudağının arasında Halide Edip'in. "Bu
Uzman Gözde Dalan
Güngör Dilmen
vatan hainidir" deyince alıyorlar, kurşuna diziyorlar.
Savaşın acımasız kuralları bunlar. Diğerleri normal
düşman. Düşman ama yabancı üniformayla gelmiş. Ve
Cenevre kanunları var. Savaşın kuralları var. Onlar esir.
Ve esir alındıktan sonra onlara kötü muamele yapılamaz,
yasaktır. Yani bu esirlerin hakları da o şekilde korunmuş.
Tam düşman ise mesele yok. Ama yerli ise, kendi vatanına
karşı silah çekmişse işin rengi değişir. İşte onlardan birini
yakalar, bulur. Karşısındaki de titremektedir. Kolay değil.
İşte orada Halide Edip bocalamaya başlar; ele vereyim mi
vermeyeyim mi diye. Genç bir adamın yaşamı iki
dudağının arasında. "Sen tercümandın, şuydun, buydun
şimdi de yargıç mı oldun Halide?" diye kendine sorar.
"Ama ben söz vermiştim; Anadolu'da zavallı kadınların,
kızların çektikleri acılar, işkenceler ve o rezalet, bunların
öcleri alınmalı" der. İşte bu dramdır. İnsan iki nokta
arasında bocalıyorsa, gidip geliyorsa, bir öyle bir böyle
düşünüyorsa, kendi düşüncelerinde bölünmüşlük varsa,
bu dramdır. Halide Edip, bu dramı yaşıyor, bu bocalamayı
yaşıyor. Sonunda ya "alın götürün" diyecek kurşuna
dizecekler ya da "değil" diyecek o genç çocuğun yaşamını
bağışlayacak. İkinci bölüm, oyunun sonu böyle bitiyor.
Süheyla Nil Coşkun: Cumhuriyetlilerdeki son karakter
kimdir? Yani günümüze kadar geliyor mu oyun? Hangi
güne kadar uzanıyor?
G.D: Orada son yok. Arkası yarın diyoruz.
E.A.B.: Devamı var…
G.D: Devamı hiç olmayacak ama arkası yarın çünkü
bunun sonu yok ki. En son dişi karakter Sarı Kız'dır. Kaz
Dağı'nda bir Sarı Kız efsanesi vardır. Onunla sona eriyor.
E.A.B.: Oyununuz "Ben Anadolu" çok fazla yankı
uyandırdı. Yurt dışında da oynandı ve beğenildi.
İsveç'te ve Brooklyn'de de oynandı degil mi?
G.D.: New York'a, Amerika'ya gitti oyun. Oralara Yıldız
Kenter götürdü.
Arş. Gör.Esra Atilla Bal
Arş. Gör. Süheyla Nil Coşkun
YEDİTEPE'DE BEN ANADOLU
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
Birleşmiş Milletler tarafından 1977 yılında ilan edilen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nün geçmişi çok
eskilere, birçok kadının fabrikalarda düşük ücretle ve ağır koşullarda çalıştırıldığı 1800'lere dayanıyor.
Senem Koç
İlk kez 8 Mart 1857'de New York'lu bazı işçi kadınlar iş koşullarını protesto etmek için toplandılar. Düşük
ücreti ve kötü çalışma koşullarını düzeltmek için greve gittiler. Grev, polisin müdahalesiyle sona erdirildi.
Polisin müdahalesi sonucu çıkan yangında yüz kırk kadın işçi hayatını kaybetti. Kadın işçilerin cenaze
törenine yüz bini aşkın kişi katıldı. Bunun üzerine 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul
edilmesi önerildi ve öneri 1977 yılının aralık ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildi.
Suçluların suçluluklarını kapamak, vicdanlarını daha rahat tutmak amaçlı ilan ettikleri günlerden biri bu gün; ama diğer
taraftan da etik olguları ve kadınsal gururu temsil eden bir gün de. İşte bu naçizane günün çerçevesinde Halkla
İlişkiler ve Tanıtım Kulübü, Güngör Dilmen'in Ben Anadolu adlı tiyatro eserinden bir tiyatro okuması hazırladı. Tiyatro
okuması Üzeyir Garih salonunda yapıldı. Salon küçüktü, seyircilerin çoğu tanıdık yüzlerdi; lakin sahnede yarım ay
şeklinde duran 9 yüz yine de heyecanlıydı. Bir hata yapsalar, kimse onlara alınmayacaktı; ama yine de heyecanları
yüzlerinden okunuyordu işte. Çünkü o gün Dünya Kadınlar Günü'ydü.
Piyano tuşlarından akan notalarla dolu salondan girerken slayt gösterisiyle desteklenmiş bu tiyatro okuması herkesin
merakını cezpbetmişti. Derken yarım ayın oluşmasıyla gösteri başladı. Okunanlar acıklıydı bir yerde, bir yerde de
trajikomikti. Trajikomik burada doğru kelime değil belki; ama en iyi duranı. Çünkü "…bundan sonra O'na kim olduğunu
soranlara, "Ben Nasrettin Hoca'nın karısının kocasıyım!" diyecekmiş." cümlesi yüzlerimizde bir gülümseme şeklinde
yer alsa da aslında Türkiye'deki durumu tam anlamıyla ortaya koyabilen bir cümle. Kadınların bulundukları statü bu
tiyatro okumasıyla akıllarımızdan daha da çıkmaz oldu. Bazı şeyleri yüzümüze vurdu, bazı unuttuğumuz şeyleri tekrar
hatırlattı ve tadı damağımızda kalan harika bir okuma oldu. Kısa ve özdü. Yalın ve zengin. Vurucu ve içerikliydi.
Sahra'nın piyano vuruşlarını performans içinde de bir kez daha duyma fırsatı bulabildik; ama öyle güzel bir yerde
duyuldu ki notalar, daha iyi bir an düşünülemezdi herhalde. Ayşe Sultan'ın dramatik ama "kendine göre" maceralı
hayatı, Kibele'nin gür ses tonuyla yapılmış söylemleri tiyatro okumasının diğer vurucu noktalarıydı.
Umarım tiyatro okumasına katılan arkadaşlarımız ileride Güngör Dilmen'in bütün eserini yorumlamaya fırsat
bulabilirler. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Kulübü'nün yapmış olduğu bu etkinlik, kısacası, seyirciden tam not alarak
başarıyla sonlandırıldı.
Burcu Özefe, Sahra Öztürk, Prof. Dr. Ayseli Usluata, Begüm Akın, Doç. Dr. İlker Bıçakçı, Ferda Uyan, Gülbin Karalp
Gözde Dalan, A. Zeynep Elgün, Esra Bal, S. Nil Co şkun
Dışarıdan duyumsananlar elbetteki olayın içinden birinin duyumsadığıyla bağdaşamaz.
Şimdi de olayın içinden, tiyatro okumasına hükmeden ağızlardan birkaç kalem söz:
Esra Bal
(Anlatıcı)
LU
O E
D
’D
A
E
AN E P
N İT
E
B ED
Y
"Ben kimim bu gece?
Hangi çağda, nerede?"
İşim can vermek sözcüklere.
Eğirmek kan ipliğini gündüz gece,
Dokumak insan ruhunu
Tutkular, ihanetler, kıskançlıklar, seviler içre
Şu daracık ve sonsuz gergefte.
BE
YE N A
Dİ NA
TE D
PE O L
’D U
E
Kibele'yim ben.
Ana tanrıçası Anadolu'nun.
Ben Anadolu.
Kubaba dediler, Kibele dediler adıma,
Son Hititlerin tanrıçasıydım.
Bu toprağın çocukları
Beni Kutsal Dişi, Toprak Ana,
En büyük sevgili bellediler.
Türlü diller söyleştiler
Ayırmadım.
Birlikte yaşamayı bir öğrenebilseler…
Bütün çocuklarıma yeter
Cömert memelerim.
Oğlumdan mektup gelmiş. Oh, çok şükür.
Vefasız evlat diyordum.
Nicedir ses yok.
Bakın zarfın üstünü nasıl yazmış:
"Dünyanın en güzel annesine, Hattuşa"
Gözde Dalan
(Hattuşa’nın Annesi)
A. Zeynep Elgün
(Kybele)
"Güneşin oğlu Ramses, biricik kızımı gelin
gönderiyorum sana.
Bundan böyle Mısır ülkesinin yiğitleri
Dost olsunlar Hitit ülkesinin yiğitleriyle."
Yoo kızım, boşuna direniyorsun. Yeter ama! Kes şu
zırlamayı!
Evleneceksin dedim, ağlaya güle gideceksin!
Yaşı sana göre geçkin. Bu da barış adına senin
özverin.
BEN
AN
YEDİ ADOLU
TEPE
’DE
Ferda Uyan
(Puduhepa)
Bizans tahtına, kocam Nikeforos'u oturtmak
istiyordum, Bizans'ı ben yönetiyim diye.
Başarıya erişemedim. Onun için de suçluyum
karşınızda, Majesteleri.
Ben, mor içre doğan, Anna Komnena, şimdi bir
suçlu oluyorum karşınızda.
Kendimi bildim bileli, yarının imparatoriçesi
diye, eller üstünde uçurdular beni.
Bizans'ı ben yüceltecektim, ben. Babamın
bıraktığı yerden.
Doğduğunuz gün ışığımı çaldınız. Bizans'ın
erkek varisi gelmişti. Ben kenara itiliverdim.
Kadın olduğumu o gün anladım.
S. Nil Coşkun
(Anna Komnena)
Zeus ile oğlu Hermes!
Anadolu'yu gezmeğe çıkmışlar.
Bir tür sınama, iki yoksul yolcuya halk nasıl
davranacak diye
En sıcak konukseverliği bizim kulübede
bulmuşlar.
Hediye olarak bizleri uzun bir yaşamdan sonra
birer güzel ağaca dönüştürdü.
Gülbin Karalp
(Ihlamur Hanım)
Şu meşe ağacını görüyorsunuz ya, o benim
kocam işte.
Öldü… Ve tam kendi olan bu meşe ağacına
dönüştü.
Benim için de vakit erdi, ben de onun
yanıbaşında,
Benim huyuma kimliğime yaraşan bir ağaca
dönüşüyorum...Adıma Ihlamur diyecekler.
U
L
O E
D
A E’ D
N
A EP
N
İT
E
D
B E
Y
“Beni tanıdınız mı?” “Nerden
tanıyacakmışız!” diyorsunuz?
Adımı söylesem de tanımazsınız ki...
Nasrettin Hoca'nın karısı!
Öyledir bizim toplumda, kadınların adı yok gibidir.
Hep falanın, filanın karısıyızdır.
Bunu Hocam kocama söyledim bir gün
ayy bi üzüldü bi üzüldü: "Hanım gerçekten çok
haklısın" dedi.
Sana söz! Bundan sonra adımı kim sorsa
"Nasrettin Hoca'nın karısının kocasıyım
diyeceğim."
Burcu Özefe
(Nasrettin Hoca’nın Karısı)
Ben, Nigar. Macar Osman Paşa'nın kızı. Şiir
yeteneğim bana yaradılışımın bir lütfudur.
Yazarının
kadın
olduğu
anlaşılınca
kitaplarım kapışıldı.
E. Sahra Öztürk
(Nigar)
U
L
O
D
E
A
D
’
AN PE
N TE
E
B Dİ
YE
Ünlü bir şairimiz ise, "Kadından da şair olur
muymuş?" diyor benim için.
Aldım kalemi elime:
"Kadından şair olamaz buyurmuş üstad
Şiirin ölçüsü erkeklik öyle mi?
Ben derim ki sana, hadım belle kendini
Şiirinde ne tuz var, ne de tad"
Padişah I. Ahmet'in sevgili kızı Ayşe Sultan'ım ben.
Padişah babam beni 10 yaşımda mıydım neydim
evlendirdi.
Kocamı gözlerimin önünde boğdular.
Çok üzüldüm, çok yandım on üç yaşımda dul
kaldım.
Sonra şehit Karakaş Mehmet Paşa ile
evlendirildim.
Durmadan evlendiriliyordum ya, doğru dürüst bir
koca yok elimde. Kısmet işte. Derken dört
tane birden…
Bendeki de şans işte.
Padişah babanın talihsiz kızı Ayşe Sultan
koca yüzü mü gördü!
Begüm Akın
(Ayşe Sultan)
Ben Anadolu’nun değerli yazarı Sn. Güngör
Dilmen’e eserini bizim için kısaltıp, tiyatro
okuması olarak sahneye koymamıza izin verdiği
için teşekkür ederiz.
Tiyatro okumasından bir kare.
Arkadaşımız Dilhan Öz’e açılış konuşması için
teşekkür ederiz.
Oyun sonrasında çiçeklerle ödüllendirildik.
Arkadaşımız Sahra’ya Müziği ile bize eşlik
ettiği için teşekkür ederiz.
Oyunumuzun sahneye konmasında bize yardım
eden hocamız Doç. Dr. İlker Bıçakçı’ya
teşekkür ederiz
OUR “MULTI-CULTURAL”
EXCHANGE STUDENT
“ÇOK KÜLTÜRLÜ”
DEĞİŞİM ÖĞRENCİMİZ
Zeynep Elgün
PETER
Could you please introduce yourself briefly? (name,
surname, nationality, age, etc..)
My name is Peter Gassenmaier, I am German and British, 23
years old and study Communication Management at
INHOLLAND University Amsterdam.
In which department of Yeditepe University are you
studying?
I study at the department of Public Relations and Publicity.
When did you come to Turkey?
I arrived in Istanbul on the 19th of January 2006.
Why did you choose Turkey and Yeditepe University for your
education?
I wanted to get some theoretical education and was interested in
Public Relations. Yeditepe University was the only exchange
university that offered a course in Public Relations. I also thought
that living in Istanbul would be a nice experience.
What can you tell about the differences or similarities
between your country and Turkey?
There are not too many similarities between Germany and
Turkey, except that everyone is crazy about football in both
countries. The differences are many. For example Turkish people
are a lot more open to foreign people than Germans and very
hospitable. Values are also different, as Turks are more conservative than Germans.
Have you experienced any difficulties after coming to
Turkey? How did you get used to living in İstanbul?
The only real difficulty is that I do not speak the language here
and hardly anyone speaks English. Luckily, I quickly found some
Turkish friends who helped me with essential things like finding
an apartment.
Are you happy to be at Yeditepe?
I am happy to be here.
How is your relationship with the instructors and
students?
I am very happy with all my teachers, who give good
lessons and have been helpful whenever I needed
them. My fellow students are all very nice, but a bit
shy to speak English with me.
Do you think that studying at Yeditepe has been a
good experience for you? Would you like to come
again if you had the chance?
Overall, I would say that it has been a good
experience, as I enjoy living in Istanbul and have
gained some valuable knowledge about Public
Relations.
Bize kendini tanıtır mısın?
Adım Peter Gassenmaier. Yarı Alman, yarı İngilizim.
23 yaşındayım. Amsterdam’daki Inholland Üniversitesi'nde
İletişim Yönetimi bölümünde okuyorum.
Yeditepe Üniversitesi'nde hangi bölümde okuyorsun?
Halkla İlişkiler ve Tanıtım.
Türkiye'ye ne zaman geldin?
19 Ocak 2006'da İstanbul'a geldim.
Eğitimin için neden Türkiye'yi ve Yeditepe Üniversitesi'ni
seçtin?
Teorik bir eğitim almak istiyordum ve Halkla İlişkiler Bölümü
ilgimi çekiyordu. Yeditepe Üniversitesi, Halkla İlişkiler bölümünde
değişim programı uygulayan tek üniversiteydi. Ayrıca İstanbul'da
bulunmanın bana hoş bir tecrübe kazandıracağını düşündüm.
Gözlemlediğin kadarıyla, kendi ülkenle Türkiye arasında ne
gibi benzerlikler ve farklılıklar var?
Aslında Almanya ile Türkiye arasında çok fazla benzerlik yok,
tabii her iki ülkede de futbol çılgınlığının olması dışında!
Farklılıklar ise çok fazla. Örneğin, Türkler Almanlara oranla çok
daha sıcakkanlı ve konukseverler. Öte yandan değerler de çok
farklı; Türklerin daha tutucu bir yanı var örneğin..
Türkiye'ye geldikten sonra zorluk yaşadın mı? İstanbul'a
alışman kolay oldu mu?
En büyük problem tabii ki tek kelime Türkçe bilmememdi.
İngilizce konuşabilen de az olunca, zor zamanlar geçirdim
başlarda. Ama şanslıyım ki, çabucak bana temel konularda
yardımcı olan Türk arkadaşlarım oldu, özellikle de ev bulma
konusunda.
Yeditepe'de olmaktan mutlu musun?
Burada olmaktan mutluyum.
Öğretim görevlileri ve öğrencilerle ilişkilerin nasıl?
Tüm öğretmenlerimden son derecede memnunum. İhtiyacım
olduğunda bana hep çok yardımcı oldular. Arkadaşlarımla da
aram gayet iyi. Ama benimle İngilizce konuşurken biraz
çekiniyorlar.
Yeditepe'de okumak iyi bir tecrübe oldu mu sence, fırsatın
olursa İstanbul'a tekrar gelmeyi düşünür müsün?
Kesinlikle çok iyi bir tecrübe oldu ayrıca İstanbul'da yaşamak da
son derecede keyifliydi. Halkla İlişkiler'e dair çok değerli bilgiler
edindim.
KIRGIZİSTAN MANAS
GELECEKTEKİ
YÜKSEKLİSANS
Alex Dekesoğlu
Nil Özaydınlı
Nadirabegim Mombekova
Alex Dekesoğlu: Öncelikle seni biraz tanıyabilirmiyiz?
Nadirabegim Mombekova: Benim adım kısaca Nadira.
Kırgızistan'dan 07.09.2005 tarihinde geldim ve yaklaşık
6.5 aydır buradayım.
A. D. : Lisans eğitimin sırasında katıldığın faaliyetler
var mıydı?
N.M.: Lisans eğitimimi Kırgızistan'da Kırgızistan-Türkiye
Manas Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve
Reklamcılık Bölümü'nde tamamladım. Lisans eğitimim
sırasında toplumsal duyarlılık projelerini yürüten ekipte
çalışıyordum. "Yarın bugünden başlar" projesi
çerçevesinde başkentimiz Bişkek'e yakın VoennoAntonovka kimsesiz çocuklar yurdundaki çocuklara hem
maddi, az da olsa, hem de manevi yardımda bulunuyorduk. Onlara düzenli olarak pazar günleri gider ve dersler
verirdik. Ancak onlar zaten normal okula gittikleri için bizim
amacımız hem beraber olmak,
hem de eğlenceli bir
şekilde bir şeyler öğretebilmekti. Bazıları İngilizce, bazıları
Türkçe, bazıları resim, bazıları ise dansı seçiyorlardı.
Sonra hepimiz dışarıda oyunlar oynuyorduk. Onları parklara, pikniğe, üniversiteye, müzelere götürüyorduk.
Eğitimlerine önem verirlerse, daha da iyi geleceğin onları
beklediğini onlara göstermeye çalıştık.
A. D.: Staj dönemin nasıl geçti?
N.M.: Bizim üniversite Kırgızistan-Türkiye arasındaki ortak
üniversite olduğundan, her yıl her fakülte, bölümleri için
belli bir kontenjan ayırarak, öğrencilerine Türkiye'de staj
yapma imkanı sağlıyor. Ben 2002 yaz stajımı DMG
(Doğan Medya Grubu), DBR (Doğan Burada Rizzoli) dergi
grubunda, İş Geliştirme-Halkla İlişkiler Bölümü'nde yaptım. Orada bizim için hazırlanan uyum programı sonucunda dergi grubunun bütün bölümleri (üretim, satış, dağıtım,
muhasebe, finans, reklam, iş geliştirme, medya planlama,
araştırma bölümleri) tarafından seminerler verildi ve biz de
DBR'yi tanıtan bir sunum hazırladık. Ayrıca bütün dergileri
gezme, onların üretim prosedürlerine dair sorular sorma
ve bilgi alma şansımız oldu.
A. D.: Yüksek Lisans yapmaya nasıl ve ne zaman karar
verdin?
N.M.: Lisans eğitimimi tamamladıktan sonra bir yıl üniversitemde aynı fakültede ve bölümde araştırma görevlisi
olarak çalıştım. Akademik kariyer yapmaya o zaman karar
verdim. Bunun için de yüksek lisans eğitimine başlamam
gerekiyordu. 2004-2005 eğitim-öğretim yılı Manas ve
Yeditepe Üniversiteleri arasında yapılan akademik personel yetiştirme programı sonucunda buradayım. Burada
olmaktan, değerli hocalarımdan ders almaktan çok mutluyum ve bu şansı sağladıkları için Yeditepe Üniversitesi
ve Manas Üniversitesi yetkililerine buradan teşekkürlerimi
sunmak istiyorum.
A. D.: Yüksek Lisans sonrası hedeflerin neler?
N.M.: Şu an Yeditepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi,
Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde yüksek lisans programının ilk dönemindeyim. Yüksek lisansımı tamamladıktan sonra doktora yapmayı ve akademisyen olarak
Kırgızistan'a dönmeyi, kazanacağım tecrübe ve deneyimlerimi öğrenci arkadaşlarımla paylaşmayı düşünüyorum.
ÜNİVERSİTESİ’NİN
AKADEMİSYENLERİ
PROGRAMIMIZDA
Seyitbek Tillekov
Nil Özaydınlı: Öncelikle seni biraz tanıyabilir miyiz?
Seyitbek Tillekov: Manas Üniversitesi'nden 2004 yılında
mezun oldum. Mezun olduğumdan itibaren orada
araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Bu sene
eylül ayında da yüksek lisans eğitimine burada devam
etmemiz için Yeditepe Üniversite'sine gönderildim Manas
Üniversitesi'nden. Eylül ortalarında geldik İstanbul'a.
N.Ö. : Lisans eğitimin sırasında katıldığın faaliyetler
nelerdi?
S.T.: Lisans eğitimi döneminde genelde fakültede yapılan
faaliyetlere yardım ediyorduk. Konferans, seminer,
üniversitenin tanıtım faaliyetlerine, tanıtım broşürlerinin
yapılması gibi faaliyetlere yardımcı oluyorduk. Kısacası,
üniversitenin sosyal faaliyetlerinde yardımcı oluyorduk.
N.Ö.: Staj dönemin nasıl geçti?
S.T.: İlk İstanbul'a geldiğimde yazın staj yapmak için
gelmiştim. Aydın Doğan medya grubunda DBR'de. Staj
programı çok güzel ayarlanmıştı. Stajyerler için özel
olarak program yapılmıştı. Bu bizim için bir ay gibi kısa bir
süre de olsa çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Hem
İstanbul'u gezmiş oluyorduk. 2003 yılında da Genç
İletişimciler Yarışması'nın ödül töreni için gelmiştim, PR
dalında ödül kazanmıştık.
N.Ö.: Yüksek Lisans yapmaya nasıl ve ne zaman
karar verdin?
S.T.: Lisans son sınıftayken yüksek lisans eğitimime ülke
dışında veya Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi'nde
devam etmeyi amaçlıyordum. Üniversitede araştırma
görevlisi olmamla bu amacım gerçekleşmiş oluyordu.
N.Ö.: Yeditepe Üniversitesi'nde devam etmekte
olduğun yüksek lisans programından biraz bahseder
misin?
S.T.: Bu Yeditepe ve Kırgızistan-Türkiye Manas
Üniversitesi arasında öğretim elemanı yetiştirme
programıdır. Manas Üniversitesi'nden bu sene beş kişi bu
program aracılığıyla - ikisi doktora, üçü de yüksek lisans
olmak üzere - eğitim için gelmiş bulunmaktayız.
N.Ö.: Yüksek Lisans sonrası hedeflerin neler?
S.T.: Doktora bittikten sonra, anlaşma gereği Manas
Üniversitesi'ne öğretim elemanı olarak geri döneceğiz.
ANOTHER “GLOBAL CLASS”
“GLOBAL SINIF” YENİDEN
In the 2006 Spring Semester we had a new “Global Class” where
University of Nebraska at Lincoln’s (UNL) COMM 211 course and
Yeditepe University’s COMM 312 class were again conducted
simultaneously via video-conference.
2006 Bahar Döneminde yeni “Global Sınıfımız” yine vardı ve NebraskaLincoln Üniversitesi’nin (UNL) COMM 211 dersi ile Yeditepe
Üniversitesi’nin COMM 312 dersi yine video-konferansı aracılığında ortak
yapıldı.
The excitement of presenting!
Sunum heyecanı!
UNL COMM 211 students are
watching the presentations of
Yeditepe students.
UNL COMM 211 öğrencileri
Yeditepelilerin sunumlarını izliyorlar.
COMM 312 students of Yeditepe are
watching the presentations of UNL COMM
211 students.
Yeditepeliler UNL COMM 211 öğrencilerinin
sunumlarını izliyorlar.
UNL students are having
their Turkish breakfast at
8 am in class...
UNL öğrencileri sabah saat
8’de Türk kahvaltısını
sınıfta yaparken...
After preparing a Turkish breakfast for his students, Dr.
Chuck Braithwaite is listening to the questions.
Dr. Chuck Braithwaite öğrencilerine Türk kahvaltısı
hazırladıktan sonra soruları dinliyor.
The behind the scenes team of “Global Class”: Nil, Gözde,
Ayseli Hoca, Hakan and Esra
“Global Sınıf”ın gizli kahramanları: Nil, Gözde, Ayseli Hoca,
Hakan ve Esra
Müge, Seda, Serhat, Senem, Yiğit, Hikmet, Selim, Mustafa, Zeynep, Sibel, Alp, Müge, Filiz, Pınar, Çisem, Gülbin,
Birgül,
during the “Global Class”...
“Global Sınıf”da ...
HAPPY FAREWELL!
MUTLU AYRILIK!
Prof. James B. ("J.B.") Milliken, President of the University of Nebraska System attended our
“Global Class” and addressed the students of both universities:
Nebraska Üniversite Sistemi’nin Rektörü Prof. James B. ("J.B.") Milliken “Global S ınıf”ıma
konuk oldu ve her ikİ sınıfın öğrencilerine şunları söyledi:.
"I was invited because I made statements
publicly about the importance of exchange
programs. We are preparing our students for
the coming century. In 10 minutes I learned
something about Turkey that I didn't know
before. In the US, we have Mothers' Day and
Fathers' Day and I have three children who ask
me why we don't have Childrens' Day! Perhaps
we should follow you and celebrate Childrens'
Day in the US..."
"Yaptığım
birçok
konuşmada
değişim
programlarının
önemine
değindiğim
için
Intercultural Communication dersine katılmak
üzere davet aldım. Bizler öğrencilerimizi gelecek
yüzyıl için hazırlıyoruz. Bu ders sayesinde, 10
dakika içinde Türkiye hakkında daha önceden
bilmediğim birşey öğrenmiş oldum. Amerika'da
Anneler ve Babalar Günü'nü ayrı ayrı kutluyoruz
ama bana niçin Çocuklar Günü'müz olmadığını
soran üç çocuğum var! Belki de biz de sizin
örneğinizi hayata geçirip Amerika'da Çocuklar
Günü'nü kutlamalıyız".
THE PHOTOGRAPH OF HAPPINESS
The Chairman of our University Board of Trustees, Bedrettin Dalan visited
our 'Global Class'.
MUTLULUĞUN RESMİ
Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Bedrettin Dalan “Global Sınıf"ımıza konuk
oldu.
"I'm very happy to see your cooperation with our university and I hope it will continue. This is a very good
sample! The young generation all over the world is the same, I see my sons and my daughters in your class
as in here. I wish you all the best and hopefully you will come to our university also. You can come for
summer school, you have all the facilities and the dormitories... I hope you'll make a stronger cooperation
with Prof. Dr. Ayseli Usluata. I hope you can visit us with your students, together. All the best..."
"Üniversitemizle işbirliği yaptığınızı görmek beni çok mutlu etti, umarım bu ortaklık devam eder. Bu dersin çok güzel
bir örnek teşkil ettiğine inanıyorum. Genç kuşak tüm dünyada birbirine çok benziyor, sizin sınıfınıza baktığımda da
bizim buradaki gibi kendi kızlarımı ve oğullarımı görüyorum. Size herşeyin en güzelini diliyorum, umarım bizim okulumuza da gelirsiniz. Yaz okuluna gelebilirsiniz örneğin; hem tesisler hem de yurtlardan faydalanabilirsiniz rahatlıkla.
Prof. Dr. Ayseli Usluata ile daha güçlü işbirlikleri yapmanızı da diliyorum. Umarım bizi öğrencilerinizle beraber ziyaret
edebilirsiniz. En iyi dileklerimle..."
I never thought at the beginning that I could love Intercultural Commuication lecture that much. The most important thing that I learned from this course is the cultural similarities between the two countries. All of them were so warm and symphathetic that they were curious about our lives, too. I will never forget Nebraska
because of their presentations (North of Kansas :)) There are also lots of students
both studying and working, especially within the campus. Renting a house for
money saving rather than living at the dorms is quite interesting, too! They are
very much devoted to their religion and disciplined. It was very charming that,
even in the absence of their teacher, they were at the classroom on time! I am
also glad to see their comments on the discussion board about us.
Daha önce Intercultural Communication dersini bu kadar çok sevebileceğimi hiç düşünmemiştim. Bu
dersten öğrendiğim en önemli şey iki ülke arasındaki kültürel benzerliklerdi. Nebraska'lı öğrencilerin tümü
o kadar sıcakkanlı ve sempatikti ki, onlar da bizlerin hayatları hakkında birçok şey öğrenmek istediler.
Sunumları sayesinde Nebraska'yı hiç unutmayacağım - Kansas'ın kuzeyi . Birçok öğrencinin hem okuyup
hem de özellikle kampüs içerisinde çalıştığını öğrenmek çok ilginçti. Yurtlarda yaşamak yerine, para
biriktirmek için ev kiralandığını öğrenmek de... Nebraska’lı öğrencilerin dinlerine çok bağlı olduklarını ve
disiplinli olduklarını öğrendim. Ayrıca, hocaları gelmeden önce bile tam zamanında sınıfta olduklarını
görmek de çok etkileyiciydi! Discussion board'da bizim hakkımızdaki yorumlarını okumak da güzeldi.
PInar Yılmaz
Çisem Kılıç
People there, are not different from us. The personalities were similar as well as the sense of humour. I had some preju dice about U.S. and the young people living in the U.S. The conversation helped me change these thougths. Everyone
in our class is confident to engage in conversation with an international person and also is willing to let go of the
stereotypes in order to get a better understanding of the particular person and their culture. I hope our communication
will continue apart from the discussion board.
Oradaki insanlar bizlerden farklı değiller. Nebraska'daki öğrencilerin kişilikleri kadar espri anlayışları da bizimkine benziyor. Daha
önce Amerika ve oradaki gençler hakkında bazı önyargılarım vardı. Ama karşılıklı konuşmalarımız sonucunda bu fikirlerim
değişti. Sınıfımızdaki herkes farklı kültürden birisiyle iletişim kurmaya ve hem o kişiyi hem de kültürünü daha iyi anlayabilmek için
önyargılarını bir kenara bırakmaya gayret etti. Umarım iletişimimiz tartışma forumumuz dışında da devam eder.
In the first lesson, our instructor asked us what we think about Nebraska and we even told
her that we would not like to be a student in Nebraska! However when the lessons started,
my opinion totally changed regarding the American students, because I saw that they are
not different from us. Although they are American, we almost have the same thoughts about
the world issues.
İlk derste hocamız bize Nebraska hakkında ne düşündüğümüzü sordu ve biz de ona Nebraska'da
öğrenci olmak istemeyeceğimizi söyledik! Fakat derslere başladığımızda Amerika'lı öğrenciler
hakkındaki fikrim tamamen değişti çünkü onların bizden farklı olmadığını gördüm. Amerika'lı
olmalarına rağmen birçok konu hakkında benzer düşünceleri paylaşıyoruz.
Duygu Yıldız
Turkey is a country that has European and Asian influences
that help form its own unique identity. Santa Claus was born
on the Mediterranean Coast. It is the world's only Muslim
country that has successfully created a secular democracy.
Juliee Crocker
Türkiye Avrupa ve Asya kültürlerinin de etkisiyle kendi özgün
kimliğini oluşturmuş bir ülke. Noel Baba Akdeniz kıyılarında
doğmuş! Aynı zamanda dünyada laik bir demokrasi ile yönetilen tek
müslüman ülke…
Things I discovered:
That there are many faces to the people of the world.
You cannot believe everything you see on the news.
The US is so much more involved with the world than
I ever thought.
What I want to learn:
How does Turkey interact in the Islamic world as a
secular Muslim nation? Is it more important to the
people of Turkey that their nation to be a part of the
West (EU) or the Middle East. What was Turkey like
during the time of the Ottoman Empire? Do the people
ever want a similar empire in the future?
Neler keşfettim:
Dünyadaki insanların birçok farklı yüzü olduğunu.
Haberlerde gördüğümüz her şeye inanmamak gerektiğini.
Amerika'nın dünya ile benim düşündüğümden çok daha
fazla etkileşim içinde olduğunu…
Neleri merak ediyorum:
Türkiye laik müslüman bir ülke olarak İslam dünyasıyla
nasıl bir etkileşim içerisinde? Türkler için Batı'nın (Avrupa
Birliği) mı yoksa Orta Doğu'nun mu bir parçası olmak daha
önemli? Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye nasıl
bir ülkeydi? Türkler gelecekte benzer bir imparatorluk
kurulmasını ister mi?
Jon-Andrew Anderson
I learned that it is possible to communicate with other cultures. Leaning
about what other cultures think about Americans was really interesting.
Besides the language barrier, we are more alike than different as college
students.
Diğer kültürlerle iletişim kurmanın mümkün olduğunu öğrendim. Diğer
kültürlerin Amerikalılar hakkında neler düşündüğünü öğrenmek gerçekten
ilginçti. Dil engeli dışında, üniversite öğrencileri olarak farklı olmaktan ziyade
oldukça benzeriz!
Corice Rakowsky
I've always considered myself somewhat of a world traveller but even after my
experiences I am surprised at just how little I know. I have learnt so much from
this class. I think that this class has allowed me to retain hope for the future of
international relations (maybe at least at the personal level). My only other desire
would be that we had more time to spend with our classes because it seemed
that just as we were getting to know them and becoming familiar, we had run out
of time.
Seyahat etmeye oldukça fazla vakit ayırmama ve gezip gördüğüm onca yere rağmen,
aslında ne kadar da az şey bildiğimi görüp, şaşırdım. Bu derste o kadar çok şey
öğrendim ki! Bu ders bana uluslararası ilişkilerin geleceği hakkında umut verdi (belki de
en azından kişisel seviyede). Keşke sınıfta daha fazla zaman geçirebilseydik, çünkü
tam birbirimizi daha iyi tanımaya başlamışken dönem bitiverdi…
Nkem Kalu
COMM 312 is an awesome class and more people should take
it to learn about other cultures. I realized that the world is a lot
bigger than I thought and other cultures know more about my
culture than I know about theirs… I think other classes should
use the Global classroom to broaden their experiences.
COMM 312 harika bir ders ve diğer kültürleri öğrenmek için bu
dersi daha fazla kişi almalı. Dünyanın düşündüğümden daha
büyük olduğunu fark ettim, ve aynı zamanda diğer ülkelerin
benim kültürümü, benim onlarınkini bildiğimden daha iyi
bildiğini de… Bence diğer öğrenciler Global sınıfı ufuklarını
genişletmek için almalılar.
Ryan Hurt
What I Have Learned: Similarities & Unique Characteristics
What I Will Take With Me: Enlightened View of Today's Global Community & a More
Competent Understanding of Other Cultures. Through our discussions and presentations I
have been exposed to cultures to which I was otherwise ignorant. It has been a truly
enlightening experience!
Neler öğrendim: Benzerlikler ve Özgün Nitelikler
Bu dersten bende kalanlar: Günümüzün global toplumu hakkında aydınlanmış bir bakış
açısı ve diğer kültürler hakkında daha yetkin bir anlayış. Dersteki sunum ve tartışmalarımız
sayesinde hiç tanımadığım kültürlerle tanışma fırsatı buldum. Gerçekten çok öğretici bir
deneyimdi bu!
Paul Anderson
I was surprised to learn that your university offers classes in English. I
was interested hearing about your lives. I enjoyed getting to share what I
learned from you with my friend who has been to Turkey. I don't know
what more specifically I wish you could have told us, but I do wish we had
more time to talk with you .
Üniversitenizde derslerin İngilizce olduğunu duyduğumda çok şaşırdım.
Oradaki hayatınızla ilgili şeyler öğrenmek de çok ilgimi çekti. Sizden
öğrendiklerimi, burada daha önce Türkiye'ye gitmi ş olan bir
arkadaşımla paylaşmak çok zevkliydi. Keşke beraber daha fazla
zaman geçirebilseydik.
Anne Garrison
I never realized how people were around the world. I now have a
greater appreciation for the diversity between our nations. It was
great to hear how you guys live your day to day lives, I was
excited see the similarities and learn about our differences. The
views you had on the different topics we discussed this semester
helped me better understand how the world views America. This
class was a great experience to learn about another country and
how things work in other places around the world. It was a great
experience to learn how to communicate with another culture. I
never imagined this class would be like this.
Dünyadaki diğer insanlar hakkında pek fazla birşey bilmiyormuşum. Şimdi kültürlerimiz arasındaki farklılıklara daha olumlu gözle bakıyorum. Günlük hayatlarınızı nasıl geçirdiğinizi öğrenmek çok
zevkliydi, bezerlikleri görmek ve farklılıkları öğrenmek gerçekten heyecan vericiydi. Bu dönem
tartıştığımız konular hakkında görüşlerinizi öğrenmek, dünyanın Amerika'yı nasıl gördüğünü
anlamamı sağladı. Bu ders farklı bir ülkeyi tanımak ve dünyanın diğer yerlerinde nelerin
yaşandığını öğrenmek açısından müthiş bir deneyimdi. Aynı zamanda, farklı bir kültür ile iletişim
kurmayı öğrenmek de çok güzeldi. Bu dersin böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim.
Brandon Meyers
I knew that our biases would influence our interactions and I thought that the economic relationship
between our countries would take the biggest part of our conversations. In our first presentation, when we
were asked the meanings of our names, the atmosphere of the classroom changed, and we were relaxed.
Also some students were married and had children. On the other hand, they seemed to be more religious
than we have presumed. After all, we found out that as individual students we do not seem to be much
different from each other. In this respect, the "Global class" through interpersonal and intercultural
communication has contributed to better understanding "others" and their cultures, that is to say
Americans.
Ders başlamadan önce, önyargılarımızın etkileşimimizi etkileyeceğini ve konuşmaların büyük bir bölümünü
ülkelerimiz arasındaki ekonomik ilişkilerin alacağını düşünmüştüm. Ama ilk derste Amerikalı öğrenciler bize
isimlerimizin anlamlarını sordukları zaman sınıfın atmosferi bir anda değişti ve hepimiz rahatladık. Bazı öğrencilerin
evli ve çocuklu olması benim için ilginçti. Bir de bizim tahminimizden daha dindar olduklarını gördüm. Fakat bireyler
olarak birbirimizden çok farklı olmadığımızı da gördük. Bu açıdan, Global sınıf sağladığı hem kişilerarası hem de
kültürlerarası iletişim imkanı sayesinde "diğer"lerini ve kültürlerini daha iyi anlayabilmemize olanak tanıdı.
Hakan Kırıcı
Müge Uluçay
I really think that, to participate in this kind of conversation class was a really big chance. While we
were talking, I realized that we have some similarities such as our life style and activities. Also we
have some differences such as our countries and our worldviews. When we think about the lessond
as a whole, it is easy to say that the atmosphere among the students was good and the
communication continued in a friendly way. Also, with the help of the lessons I learned to adapt to
new situations, people, ideas, and ways of life. In addition to this, intercultural communications
helped me to improve my fluency and listening skills and also helped to extend my vocabulary.
Bu tür tartışmalara katılmanın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Konuştukça hayat tarzlarımızın ne
kadar benzer olduğunu fark ettim. Ama aynı zamanda ülkelerimiz ve bakış açılarımız gibi farklılıklarımız da
var. Derslerin tümüne baktığımızda, öğrenciler arasındaki ilişkilerin ve iletişimin oldukça uyumlu yürüdüğü
açıktı. Bu ders sayesinde yeni ortamlar, kişiler, fikirler ve hayat tarzlarına uyum göstermeyi öğrendim. Tüm
bunların yanı sıra, bu ders dil açısından da benim için oldukça faydalı oldu; hem dinleme becerilerimi
geliştirmeme hem de daha akıcı bir İngilizceyle konuşarak yeni kelimeler öğrenmeme imkan tanıdı.
When I first heard about this class with Nebraska, I was excited. However, I also felt some
fear because I thought that I wouldn't understand your English. I know English but you
also speak very fast! But then, I understood what you were saying, so I was very happy to
share our culture with you and also learn about your culture. Every person has some
stereotypes towards other people or other cultures. People should be optimistic so they
can have a chance to learn about other cultures, and also that they can open a new door
to learn new ideas! When I first came to this intercultural class, I knew that you had some
stereotypes about Turkey. But now, I hope we could open new doors for you.
Reyhan Giriftinoglu
Nebraska öğrencileriyle beraber ders yapacağımızı öğrendiğimde heyecanlandım. Ama aynı
zamanda çok hızlı İngilizce konuşacaklarını ve anlayamayacağımı düşünerek biraz korktum.
Fakat daha sonra, İngilizce ile bir sorunum olmadı ve hem kendi kültürümü onlarla paylaşma hem
de onların kültürlerini öğrenme süreci çok hoşuma gitti. Bence insanların farklı kültürleri
tanıyabilmek için öncelikle olumlu bir tutum içinde olmaları lazım, böylece farklı fikirlere yelken
açabilirler! Bu derse geldiğimde, Nebraskalı öğrencilerin de Türkiye hakkında bazı önyargıları
olduğunu tahmin ediyorum. Umarım onlar için de yeni ufuklar açabilmişizdir.
First of all the class is really fun, don't ever think that it might be boring. Learning new
things from American students about them is really interesting. First, I was thinking
that the class might be stressful about explaining things, but it turned out that it is not.
Language may cause some problems but they are trying to understand you and most
of the time they understand, so there is nothing to be afraid of. Forget about most of
the things that you learned from movies, TV and the Internet about the Americans,
because they are different than that. They are people like you and just like you, they
have the same thoughts about the world. They are not there to criticise you, they just
want to learn from you. So you have a chance to represent yourself and your country
in a way that you find appropriate, so use your chance in a correct way!
Öncelikle bu sınıf çok eğlenceli, sıkıcı olabileceğini düşünmeyin bile. Amerikalı öğrencilerden
yeni şeyler öğrenmek çok enteresan. Önceleri bu derste bazı konuları tartışmanın stresli olacağını düşünmüştüm ama kesinlikle böyle olmadı. Dil biraz sorun olabilirdi ama, onlar da bizi
anlamak için çaba sarf ediyorlardı ve çoğu zaman da anladılar, bu yüzden korkacak bir durum
yok. Televizyon, film ve İnternet’ten Amerikalılar hakkında öğrendiğiniz şeyleri unutun, çünkü
orada gördüklerinizden çok farklılar. Onlar da bizler gibiler, dünya hakkında benzer fikirlere
sahipler. Amaçları bizi eleştirmek değil, sadece bizden birşeyler öğrenmek istiyorlar. Bu ders
kendimizi ve ülkemizi onlara en uygun şekilde tanıtmak için büyük bir şans!
Selcan Yeşilyurt
This class was so good that I had a great chance to know more about the USA
and their perspective on certain issues such as media, tolerance, life styles...
Presentations & discussions all contributed to my point of view.
Bu ders Amerika hakkında daha fazla şey öğrenebilmem ve onların medya ve
tolerans konularına yaklaşımlarını ve farklı yaşam biçimlerini görebilmem açısından
çok büyük bir şanstı... Tüm sunum ve tartışmalar bakış açımın gelişmesine katkıda
bulundu.
Zeynep Akyürek
In Comm 312 class, I learned about other cultures, and I was introduced to different
kinds of people. I learned about their school life, what can I do in my free time etc.
Moreover, now I have new friends from Nebraska. In short, I think I am very lucky to be
a part of this course. When I learned that I would take this lesson, I did not think it would
be fun. However, after attending the first lesson, I was impatient about next week’s class.
Bu ders sayesinde diğer kültürleri tanıma ve farklı insanlarla tanışma imkanı buldum. Farklı
kültürlerden öğrencilerin okul hayatlarını ve boş zamanlarını nasıl geçirdiklerini öğrendim.
Şimdi Nebraska’lı arkadaşlarım var. Kısacası, bu dersin bir parçası olduğum için çok şanslıyım.
Bu dersi alacağımı öğrendiğimde eğlenceli olmayacağını düşünmüştüm, fakat ilk derse girdikten sonra, bir sonraki haftanın dersi için sabırsızlanmaya başladım!
Didem Taner
Filiz Yıldırım
The intercultural communication course provides us a chance for online
communication. This communication that includes cultural similarities and
differences can play a positive and constructive role. This lecture creates
cultural awareness. They are like us and eager to learn different cultures just like us. So understanding and appreciating intercultural differences
promotes clearer communication, breaks down
barriers, builds and
strengthens relationships. I am very happy to be a part of such a beneficial
lesson.
Intercultural Communication dersi bize online iletişim imkanı sağladı. Kültürel
benzerlik ve farklılıkları da içeren bu iletişimin bence oldukça olumlu ve yapıcı bir
etkisi var. Bu dersin kültürel farkındalık yarattığını düşünüyorum. Nebraska'daki
öğrenciler bize benziyorlar ve farklı kültürleri öğrenmeye hevesliler - tıpkı bizim
gibi. Kültürlerarası
farklılıkları anlayabilmek daha net iletişim kurmaya imkan
tanır, aynı zamanda iki farklı kültür arasındaki olası bariyerleri indirerek yeni
ilişkiler kurmaya ve güçlendirmeye olanak verir.
MEZUNLARIMIZ NEREDE?
YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ HASTANESİ’NİN
HALKLA İLİŞKİLERİ GÜVENİLİR ELLERDE:
MEZUNUMUZ
E. Sahra Öztürk
Sahra Öztürk: Okulumuzun Halkla İlişkiler ve Tanıtım
Bölümü mezunu olarak Yeditepe Üniversitesi
Hastanesi'ndeki iş yaşamınız nasıl başladı, kısaca
anlatabilir misiniz?
Timuçin Tunç:Yeditepe Üniversitesi Hastanesi'nde
çalışmaya başlamamdaki en büyük etkenlerden biri,
üniversite hayatım boyunca grup olarak kazanmış
olduğumuz başarılar ve iki iş deneyimimdir. Üniversitede
hem derslerimdeki hem de sosyal hayattaki başarılarıma
kısa süreli bile olsa kazandığım iş deneyimim eklenince
kendimi hastanede çalışırken buldum. Ayrıca bir gerçek
var ki Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Bedrettin
Dalan'ın bana güvenip inanması hastanede çalışmamdaki
en büyük sebeptir. Kendisi beni 1 Ekim 2005 tarihinde işe
başlatırken "Senden dünya markası yaratmanı istiyorum"
dedi. Bunu başarmak basit bir iş değil. Her ne kadar
Üniversite'nin sahip olduğu imaj ve marka gücü arkanızda
olsa da, sağlık sektöründe yeni bir kurumuz. Ancak bu
marka olmamıza engel değil. Hastanemiz
kurulurken
bize inanmayanlara nasıl bir dünya markası
yaratacağımızı öğreteceğiz.
S.Ö.: Yeditepe Üniversitesi'nin kardeş kuruluşu olan
Yeditepe Üniversitesi Hastanesi'nde çalışmanın, diğer
çalışma alanlarıyla kıyaslarsak sizin için ek avantajları
var mı?
T.T.: Her zaman Yeditepe Üniversitesi'nden mezun
olduğumu övünerek söyledim çünkü Yeditepe'den mezun
TİMUÇİN TUNÇ
olmak gerçekten bir ayrıcalık. Bu ayrıcalık bana pek çok
alanda avantaj sağlamaktadır. Üniversite'nin işleyişi
hakkında bilgi sahibi olmak, idari personelin birçoğu ile
öğrenciyken tanışmış olmak, hangi konuyu kiminle
konuşacağınızı bilmek ve çalıştığım kurum hakkında daha
önceden bilgi sahibi olmak gibi avantajları söz konusu.
S.Ö.: Her yerde çalışmanın ayrı ayrı zorlukları vardır
ama hastanede çalışmak diğer çalışma alanlarına göre
daha ağır olsa gerek, yani hastalarla, doktorlarla
sürekli iletişim içinde olmak gibi... Bize biraz bundan
bahsedebilir misiniz? Sizce de hastanede çalışmak
daha ağır bir sorumluluk mu getiriyor?
T.T.: Hastanede çalışmak ve hastaların psikolojisine göre
onlara davranmak ve pek tabii ki onları memnun etmek
aslında çok kolay. Çünkü hastaların istedikleri tek bir şey
var o da güler yüzlü bir şekilde onların alması gereken
kaliteli sağlık hizmetinin sunulması. Ayrıca belli bir eğitim
seviyesine ulaşmış kaliteli doktorlarla çalışmak insanın
ufkunu genişletmektedir. Böylece benim de vermem
gereken hizmetin kalitesi daha da artmaktadır. Bu benim
için ayrı bir motivasyon kaynağıdır.
Aslında durumu ağır ya da çaresizce size gelen insanların
hastanemizde iyileşerek evlerine gitmeleri ve hasta olduklarında ya da olmadıklarında akıllarına Yeditepe
markasının gelmesi hayattaki en büyük mutluluklardan
birisi benim için.
S.Ö.: İş hayatınızda karşılaştığınız sorunları
okulumuzdan aldığınız eğitim sayesinde kolayca
çözümleyebiliyor musunuz? Okulumuzun eğitiminde
yer alan gerek teorik gerekse pratik bilgiler i ş
hayatınızda başarılar kazanmanızda destek oluyor
mu?
T.T.: Hastanede karşılaştığım problemleri halledebiliyorsam bunu özellikle Ayseli Usluata ve Ebru Nurluoğlu
hocalarıma ve bölüm hocalarıma borçluyum. Onlar yeri
geldi bana tatlı sert kızdılar, yeri geldi üzerime titrediler ve
yeri geldi beni göklere çıkarttılar. Üniversite hayatım
boyunca bir gün okuldan mezun olacağım aklıma
geldiğinde hep üzülürdüm ancak ne mutlu bana ki üniversitemle iç içeyim. Üniversitede yerine getirmem gereken
bir görevim olduğu zaman inanın bana insanların yaklaşımları çok sıcak oluyor. Bunda da aldığım eğitim ve
öğrencilik yıllarımda kurmuş olduğum ilişkiler etkili olmaktadır.
Bölümümüzde verilen eğitime gelince, iş hayatımda
teorinin kullanıldığı alanlar da söz konusu, ancak şöyle bir
gerçek de var ki, aldığım eğitimin pratiğe dönük olması
beni iş yaşamına daha fazla hazırlamıştır. Farklı farklı
derslerde yapılan uygulamalı ve projeye dönük grup çalışmalarının faydası sonsuzdur. Birey bu tür çalışmalarda
fikir paylaşımını, iş dağılımını ve takım olma duygusunu
tatmaktadır. Zaten bütün bunlar iş hayatının olmazsa
olmazıdır.
S.Ö.: Sağlık sektöründe, hastanede, PR görevlisi
olarak çalışmak, yaşama dair bakış açınızda
değişimlere yol açtı mı? Demek istediğim, hastanede
görev alıyorsunuz ve her yaştan, her çeşit hastalığı
olan kimselerle karşılaşıyorsunuz, böyle bir ortamda
çalışmak sizde (eski davranışlarınızda, hayata bakış
açınızda) değişikliğe neden oldu mu?
T.T.: Hastanede çalışmam daha da hassas olmamı
gerektirdi. Ama bir kez daha söylemek istiyorum ki böyle
bir hastanede çalışmak herkese nasip olmaz. Hastanede
hastaların ölüm korkusundan uzak ve kendilerini evlerinde
hissetmeleri için mimari anlamda birçok çalışma yapıldı.
Bunların birkaçından bahsetmek istiyorum; poliklinik
girişimizde hastaları karşılayan büyük bir akvaryumumuz
var, yine poliklinik girişindeki duvarlarımızda çiçek
desenlerine rastlamanız mümkün, hastane genelinde kullanılan renkler sıcak ve pastel renkler. Ancak bunların en
önemlisi hastane mikrobunu en aza indirmek için yapılan
çalışmalardır. Hastane'ye gitmek istemeyenler bizlere
diyorlar ki: "Hasta değiliz ama hastanenizde birkaç gün
kalabilir miyiz?" İnsanların rahatlıkla gelebileceği
profesyonelce yönetilen bu hastanede çalışmak ve her
yaştan insana hak ettikleri hizmeti sunmak bizim için
büyük bir keyif.
MEZUNLARIMIZ NEREDE?
Ferda Uyan
ACIBADEM HASTANESİ’NDE BİR
YEDİTEPE PRP MEZUNU:
ÇİĞDEM GÖRKEY
Ferda Uyan: Yeditepe Üniversitesi'nde aldığınız halkla
ilişkiler eğitiminden ve şimdiki konumunuzdan
bahseder misiniz?
Çiğdem Görkey: Yeditepe Üniversitesi benim için çok iyi
bir tercihti ve tabii ki Halkla İlişkiler ve Tanıtım... Tekrar
liseden başlayıp bir üniversite seçmem gerekseydi, hiç
tereddüt etmeden yine Yeditepe'yi ve aynı bölümü
seçerdim. Üniversite seçerken alacağınız eğitimin
yanısıra öğretim kadrosu ile ilişkiler, sosyal ilişkiler ve
sosyal aktiviteler de çok önemli. Özellikle halkla ilişkiler
okuyorsanız bu daha da önemli, iç iletişimle başladık biz
herşeye. Yeditepe'den mezun olduktan sonra Acıbadem
Sağlık Grubu Kurumsal İletişim Departmanı'na başvurdum. Bir yılı aşkın bir süredir de Acıbadem'deyim,
Pazarlama Direktörlüğü'ne bağlı çalışıyorum, Kurumsal
İletişim'de 15 kişilik bir ekip ile birlikte çalışıyoruz.
Acıbadem'in basın, medya takibi, sponsorluk, grafik
tasarım, basılı evraklar; broşür, afiş, davetiye gibi tüm
organizasyonları
bizim
departman
tarafından
gerçekleştiriliyor. Biz aynı
bir ajans gibi çalışıyoruz,
herşeyi yapıyoruz, kendi
içimizde projelerdiriyoruz,
devam ettirip takibini
yapıyoruz. Biz
Acıbadem'in kendi içindeki
ajansıyız, bir halkla ilişkiler
ajansı danışma şirketi
müşterisi için ne yapıyorsa
biz onu yapıyoruz.
F.U.: Halkla ilişkilerin
tanımı size göre nedir?
Ç.G.: Halkla ilişkilerin pek
çok tanımını okudum
üniversite hayatım boyunca; işin içinde doğrudan
insan ve iletişim olunca
tanımlar da çok oluyor
doğal olarak. Bence halkla
ilişkiler kısaca her koşulda
paylaşım demek.
F.U.:
Bu
bölüme
yerleşmeden önce de
hedefiniz yine bu bölüm
müydü?
Sizi
halkla
ilişkilere yönlendiren ne
oldu?
Ç.G.: Öncelikle şunu gönül
rahatlığı ile söyleyebilirim.
Halkla ilişkiler benim için
çok bilinçli bir tercihti.
Bölümü seçmeden önce
üniversiteden katalog alıp bölümün tanımını, derslerini
incelemiştim ve dersleri görünce "işte ben bu bölümde
okumalıyım" dedim. O günden sonra da fikrim hiç
değişmedi. Halkla ilişkiler o kadar hayatın içinde ki; akşam
TV'de gördüğünüz her haber ve reklam, sabah
gazetelerde çıkan tüm ilanlar, hayata geçirilmiş ya da
geçirilmemiş tüm projeler, sokaktaki billboardlar ve daha
pek çok şey sınıfta tartışılacak bir konu. Halkla ilişkileri
seçtim çünkü iletişimi seviyorum, yeniliği seviyorum,
dinamizmi seviyorum. Bu ikisinin sıcaklığını halkla
ilişkilerde bulacağıma inandığım için seçtim ve hiç pişman
olmadım, "iyi ki" diyorum her gün işe geldiğimde ve
kartvizitimi her uzatışımda, "iyi ki".
F.U.: Halkla ilişkiler eğitiminizin iş hayatınızda ne gibi
etkileri ve avantajları oldu?
Ç.G.: İstediğin bölümü sevince, bir de eğitimi almak için
doğru yerde olunca, geriye zorla yapacak, sıkılarak
yapılacak bir şey olmadığından tüm bilgilere açık ve aç
oluyorsun. Şu anda iletişim açısından çok ihtiyaç duyulan
bir sektördeyim, sağlık sektöründeyim. Gün geçtikçe kendini yeniliyorsun, her gün yeni bir şey çıkıyor. Burada bu
iletişimi sağlamak, basın ve diğer tanıtımlarla halka sesini
duyurmak bizlere düşüyor. Yeditepe bize araştırmayı gündemi takip etmeyi öğretti; bu iş hayatında çok sıkça kullandığınız, kullanmanız gereken bir şey, bu büyük bir
avantaj bence. Hazırlıktan bölüme ilk geçtiğim yıl Halkla
İlişkiler Kulübü'nü kurduk. Üniversite bunu yapmaya seni
davet ediyor. Zaten kampüs o kadar güzel, imkanlar o
kadar çoktu ki insan derslere girip çıkmak dışında da bir
şeyler yapma ihtiyacı duyuyor. Diğer soruda da dediğim
gibi, halkla ilişkiler sınıfta okunup bitecek bir bölüm değil,
isteğin kadar teorik bilgiye sahip ol, pratiğin olmadığı
sürece iyi bir halkla ilişkilerci olmak hayalin ötesine geçemez.Yeditepe bize hayatın içinde, kalbinde yaşamayı
öğretti; kıyısında değil.
F.U.: Sizin gibi ilerde sektöre atılacak arkadaşlarımız
için tecrübe sahibi biri olarak ne gibi tavsiyelerde
bulunursunuz?
Ç.G.: Öncelikle bölüm ile ilgili kitapları okumak, yayınları
ve gündemi takip etmek çok önemli. Her gün bölümle ilgili
sadece beş sitenin anasayfasına bile bakıyor olmak bir
şeyler öğretiyor insana. Üniversitede ben en çok hangi firmanın hangi PR ajansı ile çalıştığını, önceden hangisiyle
çalıştığını, neden yollarını ayırdığını takip ederdim. Şimdi
bakınca hem ajanslar hakkında hem de firmalar hakkında
ne kadar çok şey öğrendiğimi daha iyi anlıyorum. Halkla
ilişkilerde bir de psikoloji çok önemli, psikolojik kitapları ve
yayınları takip etmek çok artı getirir, işi kolaylaştırır diye
düşünüyorum.
F.U.: Okul hayatıyla karşılaştırdığınızda, iş hayatınıza
başladığınızda ne gibi zorluklar yaşadınız?
Ç.G.: Okul hayatı daha eğlenceli, kaybedecek çok
birşeyiniz yok, hata yapma şansınız var ve bedeli çok ağır
değil, telafisi mümkün; geri dönüşü var. İş hayatı pek öyle
değil; üzerinizde firmanın sorumluluğunu da taşıyorsunuz,
bireysel davranma hakkınız bir yere kadar var. İşte kendinizi temsil etmenin yanında kurumu temsil ediyorsunuz.
Risk alırken de bunun için dört kere düşünmeniz
gerekiyor. İş hayatının da bunun yanı sıra okul hayatından
güzel yanları var tabii, birşeyleri başardığınızı ve okul
hayatının size getirdiklerini çok net görebiliyorsunuz. İş
hayatıyla okul hayatı sorumlulukların yanısıra ilişkilerde de
çok farklılık gösteriyor. Okulda tabii ki ilişkiler daha sıcak,
istediğinizle arkadaş olabiliyor, birlikte vakit geçirip
geçirmemek
konusunda
karar
verebiliyorsunuz;
çalıştığınız insanlarla ise anlaşmak çok önemli. Bu konuda neyse ki ben şanslıyım; ekip olarak biz iyi anlaşıyoruz,
herkes ılımlı, birbirine yardımcı oluyor. İş hayatının en
önemli parçası bu. Dünyanın en büyük şirketinde de
olsam benim için önce ofis içi huzur gelir. Bu yüzden de
Acıbadem'de mutluyum, yani işte mutluyum.
F.U.: Okulda aldığınız yabancı dil eğitimini yeterli
buluyor musunuz? Ve bu size ne gibi kolaylıklar
sağladı?
Ç.G.: Yeditepe hiç süphesiz bize yabancı dil konusunda
çok iyi eğitim verdi. Hazırlık çok sıkı disiplinli, her türlü
İngilizce iletişimi öğretti bize; yazma, okuma, anlama,
konuşma, daha sonra iş ingilizcesi diyebileceğim mesleki
İngilizce'yi öğrendim. Halkla ilişkiler ve reklamda yabancı
kelimeler ve tanımlar oldukça fazla. İşe başladığımda bu
kelimeleri çok sık duydum ve bunları biliyor olmak hem
zaman kazandırdı, hem de okuduğum üniversiteye
güvenmekle ne kadar doğru yaptığımı anladım. Halkla
ilişkilercinin yabancı bir dil bilmesi çok önemli. Halkla
ilişkiler çok yeni bir meslek; 50'lilerde Avrupa'ya yeni
geldiğini düşünürsek, Türkiye'de ne kadar yeni olduğunu
daha iyi anlayabiliriz. İşte bu yüzden diğer ülkeler neler
yapıyor, neyi nasıl yapıyor takip etmek, hem tekrara
düşmemek hem kendini yenilemek açısından çok önemli.
F.U.: Eğitiminiz süresince staj yapma imkanı bulabildiniz mi? Yaptıysanız nerelerde, hangi alanlarda yaptınız ve size ne gibi yararları oldu?
Ç.G.: Okurken yol katetmek açısından stajın önemi bence
çok büyük. Üç farklı yerde staj yaptım. Atalar, Rafine
İletişim ve Linx Pazarlama'da... Ve inanılmaz faydasını
gördüm. Okul öncesi hazırlık gibi düşünebilirsiniz stajı. İş
hayatını, iş ortamını tanımada oldukça faydalı.
F.U.: PR'ın günümüzdeki yeri sizce nedir? Özellikle
işverenler açısından, yeterince rağbet görüyor mu?
Ç.G.: Biraz önce de dediğim gibi PR yeni yeni tanınıyor,
kabul görüyor, önemi pek çok kişi tarafından henüz
anlaşılamadı. Firmadan firmaya halkla ilişkiler değişiyor.
Doktor veya mimar ne yapar diye sokaktaki insana sorsan
herkes aynı yanıtı verir, ne yazık ki halkla ilişkiler henüz o
duruma gelmedi Türkiye'de. Türkiye halka ili şkileri
bilmiyor, kolay zannediliyor, halkla ilişkilerin hakkettiği
yerde olduğuna inanmıyorum, ama iyiye gidiyor. Gün
geçtikçe daha da iyi olacak biliyorum ama topluma da
zaman tanımak gerekiyor önemini anlaması için.
F.U.: İster eğitim, ister iş, ister günlük yaşamınızda
olsun, bizlere de yararlı olması açısından, tecrübe
kazandığınız bir olayı anlatır mısınız?
Ç.G.: Her işte insanlarla çalışıyorsun fakat halkla ilişkiler
daha da insan odaklı kitlelere bir şeyler anlatmaya
aktarmaya çalışıyorsun, boşluk dalgınlık ya da o gün
keyifsizdim deme şansın yok; zaman zaman zorluklar,
yanlış anlaşmalar olabiliyor anlatmak istediklerini
anlatamıyosun; bazen de üslup farklı oluyor; bu da
karşındaki tarafından hoş karşılanmıyor doğal olarak. Bir
gün iş yerine bir firmadan geldiler. Görüşmeye
Acıbadem'den bir iş arkadaşımla girmiştim. Firmadan
gelen iki bayan bizimle hiç örtüşmeyen bir projeyle
gelmişlerdi. Önce dinledim, ama sonlarına doğru dayanamadım, biraz tartıştık diyebilirim. Tamamen zıt bir fikir ile
bizi bağdaştırmaya çalışıyorlardı, dayanamamıştım.
Sonunda iş arkadaşımın masanın altından bacağıma
vurmasıyla kendime geldim ve toplantı sonunda daha
sakin daha anlayışlı olmam gerektiği kanaatine vardım.
Evet halkla ilişkiler sabır işi bunu unutmamak gerekiyor. İş
yaşamında samimi, rahat yani doğal olmak çok önemli; iş
yapıyorsunuz diye kendinizi sıkmak anlamsız; bu karşı
tarafa da yansıyor. İlişkiler içten olmalı keyifli bir iş
yapıyoruz tadını çıkartmak gerekiyor, bu da güler yüzle
olur tabii ki.
F.U.: Son olarak; sizce YEDİTEPE?(her açıdan)
Ç.G.: Yeditepe deyince içim bir tuhaf oluyor çok güzel
hatırlıyorum hep, sıcak öğretmen öğrenci ilişkileri,
eğlenceli arkadaşlıklarım, ilginç ve sürükleyici dersler,
güzel kampüsüm. Yeditepe hayatın başladığı yer...
MEZUNLARIMIZ NEREDE?
Ceren Aşkın
PRP’nin GÜLEN YÜZÜ
NOVO NORDİSK’te:
GUNDA DEMİRÖZ
Ceren Aşkın: Biraz kendinden bahseder misin?
Gunda Demiröz: Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve
Tanıtım Bölümü'nden 2005 yılında mezun oldum. Şu anda
Novo Nordisk ilaç firmasında hasta danışma servisinde
çalışıyorum. Bu firma şeker hastalarıyla ve büyüme hastalarıyla çalışan bir firma.
C.A.: İş hayatına geçişin nasıl oldu?
G.D.: Ben engelliyim. Kadıköy Belediyesi'nin engellileri işe
yerleştirmek amaçlı "Engelsiz Yaşam ve Engelsiz İş" adlı
bir projesi vardı. Bu projeye başvurdum. Bu proje
aracılığıyla buraya yönlendirildim. Aradıkları niteliklere
sahip olduğuma karar verince beni işe aldılar.
C.A.: Yeditepe Üniversitesi'nde okumanın avantajları
nelerdir?
G.D.: Yeditepe'de hem yabancı hem Türk hocaların ve
İngilizce eğitimin olması büyük bir avantaj. Ben engelli
olduğum için üniversitenin bu konuda anlayışlı olması
benim için önemliydi. Kampüsü zor olmasına rağmen,
insanlar çok anlayışlı oldukları için zor geçmedi benim
için. Bir takım zorlukları vardı tabii ama birçok üniversiteye
göre yok denecek kadar azdı.
C.A.: Staj yaparken iş yerini seçme özgürlüğünüz var
mıydı?
G.D.: Staj yapamadım. Fiziksel koşullarıma uygun bir
firma bulmakta zorlandığım için birkaç kez aradım, sonra
vazgeçtim. Aslında annemin şirketinde yaptım; ama
dışardan bir firma olmadığı için stajdan saymadım.
Öğrendiğim bir şeyler tabii ki oldu, orada da bir takım
organizasyonlara destek verdim.
C.A.: İleride çalışmayı düşündüğünüz sektör
doğrultusunda mı seçim yaptınız?
G.D.: Ben aslında halkla ilişkiler sektöründe çalışmak
istiyordum; ama burada yaptığım iş de ona çok uzak bir
şey olmadığı için seve seve kabul ettim. İyi ki de kabul
etmişim; çünkü çok keyif alıyorum işimden.
C.A.: İş hayatına adım atarken PRP Yeditepe
dergisinde çalışmanızın size ne gibi faydaları oldu?
G.D.: PRP Yeditepe dergisinde çalışmak insanları
tanımana yardımcı oluyor; çünkü her türlü insanla
karşılaşıyorsun, derdini anlatmayı, onları anlamayı
öğreniyorsun. Bu nedenle PRP Yeditepe dergisini ben hep
gülümseyerek hatırlayacağım.
C.A.: Okulda aldığınız pratik ve teorik bilgiler iş
hayatıyla ne kadar paralel?
G.D.: Ben şu anda bire bir halkla ilişkiler sektöründe çalışmadığım için bunu çok iyi kestiremiyorum; ama şöyle ki
biz çok iyi hocalardan eğitim aldığımız için derdimi çok
rahat anlatabilen bir insan haline geldim Yeditepe'den
mezun olduktan sonra. Sosyal olaylarda çalıştık, çok fazla
faaliyette bulunduk kulüplerde vs. ve o yüzden şimdi
herhangi bir organizasyonda çalışmam gerektiğinde
zorlanmıyorum. Onun avantajını yaşadım.
C.A.: Bir PR'cıdan ne gibi özelliklere sahip olunması
bekleniyor? Ne gibi özellikler işe alınırken fark
yaratıyor?
G.D.: İngilizcenizin iyi olması, sabırlı olmak, empati
kurabilmek ve karşı tarafa "ben bu işi iyi biliyorum"u
hissetirebilmek çok önemli.
C.A.: İş hayatında özellikle iş başvurusunda Yeditepe
Üniversitesi'ne işverenlerin bakış açısı nedir?
G.D.: Benim şu anda ilk işim olduğu, çok da fazla iş
görüşmesi yapmadığım için bilemiyorum Yeditepe'ye
bakış açısını. Ama burası için konuşursam, burada
insanların gözü ışıldadı benim Yeditepe Üniversitesi'nden
mezun olduğumu duyduklarında çünkü biliyorlardı
İngilizce eğitim verildiğini. Ve insana değer verilen bir
üniversite olduğu için Yeditepe Üniversitesi mezunu
olmamla ilgili gayet keyifliydiler.
C.A.:
Bir PRP mezunu olarak bu bölümdeki
öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
G.D.: Bu söyleyeceğimden çok hoşlanmayacaklar; ama
devamsızlık yapmasınlar. Çok okusunlar, çok arkadaş
edinsinler ve kulüplerden olabildiğince faydalansınlar. Ben
bunları
yaptım;
okumayı
çok
becerebildiğimi
söyleyemeyeceğim, çok iyi değildim ama diğerlerini çok
rahat yaptım. Bu önemli, çünkü mezun olduğunuzda
insanlarla çok rahat iletişim kurabiliyor olmanız gerekiyor.
Halkla ilişkiler sektöründe çalışacaksanız derdinizi daha
da iyi anlatabiliyor olmanız gerekiyor. Bunu yapabilmek
için de okuldaki tüm faaliyetlerin içinde olmanız gerekiyor.
Bunu yapınca işe yaradığını görüyorsunuz. Yaparken belki
çok hoşa gider şekilde yapmıyorsunuz ama sonradan
teşekkür ediyorsunuz hocalarınıza. Mesela buraya
girdikten sonra benim tüm hocalarımı tek tek aramışlığım
vardır.
MOZART 250. YAŞINDA İSTANBUL’DA
E. Sahra Öztürk
Bu sene 27 Ocak 2006 tarihi itibariyle insanlık tarihinin ender görülen müzik yeteneklerinden biri olarak
kabul edilen Wolfgang Amadeus Mozart'ın 250. doğum yılı, tüm dünyada muhteşem konserlerle kutlanmaya başlandı.
Size, İstanbul'da da bu kutlama için düzenlenmiş olan etkinliklerden bahsetmeden önce, ünlü
sanatçı Wolfgang Amadeus Mozart'ın müzik yaşamının nasıl başladığına değineceğim;
W.A. Mozart (1756-1791) Avusturya'nın batısındaki Salzburg kentinde 27 Ocak günü doğmuştur.
Babası Leopold Mozart, Salzburg Başpiskoposluğu Sarayı Orkestrası'nda keman çalan, birçok
beste yapan ve keman için bir metod yazan bir müzisyendi.
L. Mozart, oğlu Wolfgang A. M. üç yaşına geldiği zaman kendisinden 5 yaş büyük olan kız kardeşinin
çaldığı "klavsen" parçalarını belleğine yerleştirip kendi kendine çalmaya başlayınca ondaki mucizevi özelliği fark etti. Hele bir gün minik Wolfgang'ın eline geçirdiği bir nota kağıdına daha kullanmayı
bile beceremediği kocaman tüy kalemle konçerto çiziktirdiğini görünce, ona ciddi olarak klavsen
dersleri vermeye başladı ve böylece W. A. Mozart'ın müzik yaşamı başlamış oldu.
Mozart'ın 250. yıl İstanbul Etkinlikleri
15-16 Şubat 2006 tarihlerinde, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, dünyanın büyük orkestraları ile eş zamanlı olarak
müziğin dahisi Mozart'ın 250. doğum gününü kutladılar. İbrahim Yazıcı'nın şefliğini yaptığı Devlet Çoksesli Korosu'nun
da yer aldığı konserde, Mozart'ın ölümünden önce yazdığı son bestesi "Requiem" seslendirildi.
B.İ.F. Orkestrası dışında Mozart'ın 250. doğum yılı Ülker Müzik Günleri çerçevesinde yapılan önemli etkinliklerle de
kutlandı.
11Mart Cumartesi günü AKM'de düzenlenmiş olan konserde Türkiye'nin en ünlü Keman Virtüözü Cihat Aşkın, dünyanın
en tanınmış piyanistlerinden ve Mozart yorumcularından Torleif Torgersen ve İsrailli ünlü keman yapımcısı Amnon
Weistein yer aldı.
Ayrıca programdan sonra verilen konferansta Mozart'ın improvizasyon ve Türk Müziği’ne olan yakın ilgisi örneklerle
gösterildi.
Diğer bir etkinlik ise yine Ülker Müzik Günleri çerçevesinde 13 Mart'da Lütfi Kırdar Kongre Sarayı'nda düzenlenmiş olan
"GRAND MESSE"di.
Size, Mozart'ın ünlü eseri olan "Grant Messe"nin seslendirildiği bu güzel konserden bahsetmeden edemeyeceğim…
Konser saati yaklaşınca salona girip, oturacağınız yeri, konser başlamadan önce bulmak için telaşa kapılmanıza gerek
kalmıyor. Hemen yanınıza, hem kıyafetleriyle hem de makyajlarıyla Mozart'a benzer kişiler geliyor ve
kibarca sizi karşılayıp, salonda oturacağınız yere kadar size eşlik ediyorlar. Oturduğunuz yerden
etrafı izliyorsunuz, koskocaman bir salon, kalabalık bir seyirci ve gelen dinleyicileri karşılayan
Mozart'lar… : )
Saat 21:00'i gösterdiğinde, Şef Hakan Şensoy eşliğinde Filarmonia İstanbul & Avrupa Korosu
sahneye çıktılar. Daha sonra solistler " Feryal Türkoğlu (soprano), Ferda Yetişer (Alto), Ayhan Üştük
(Tenor), Cem Beran Sertkaya (Bas)" yerlerini aldılar. Seslendirilen Mozart'ın Grand Messe'yi tüm
salonca alkışlara boğuldu. Konser bitiminde seyircileri, salona girerken karşılayan Mozart'lar
uğurladılar. Bu güzel konser bitiminde bütün yüzlerde tebessüm görmek hiç de zor değildi.
Şimdi, sakın size anlattığım ünlü besteci Mozart adına yapılmış bu muhteşem konserleri kafanızda
canlandırdıktan sonra canlı olarak izleyemediğiniz için üzüntüye kapılmayın. Ben sadece ülkemizde
Mozart'ın 250. doğumyılı için düzenlenen etkinliklerden üç tanesini size aktardım. Nice güzel etkinlikleri, müzik kenti
Viyana'da devam ettiği gibi, ülkemizde de 2006 yılı boyunca görebilmeniz mümkün.
Şimdiden sizlere hoş, mutlu seyirler… : )
Sahra ÖZTÜRK
ÖĞRENCİLERİMİZİN
REHBERİ:
ÖZDEN USLU
İLETİŞİM
ENGEL
TANIMAZ...
Özden Uslu’nun ofisinden bir kare
E.
Sahra
Öztürk:
Özgeçmişinizden
kısaca
bahsedermisiniz?
Özden Uslu: 1968 yılında Ankara' da doğdum, ODTÜ Fen
ve Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nden 1994 yılında
mezun oldum. Yeditepe Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Antropoloji Bölümü’nde "Sokak Çocuklarında
Yuva Kavramı" başlıklı tezimi vererek yüksek lisansımı
tamamladım. Halen üniverstemizde psikolog olarak
çalışmaktayım ve Almanca İşletme Fakültesi'nde Sosyal
Psikoloji derslerini vermekteyim. Evliyim, Melis adında bir
kızım var.
S.Ö.: Yeni çıkarmış olduğunuz kitabınızı çok
beğendim. En başta kitabınız için söylenmesi gereken
sıfat çok yararlı olduğu; çünkü kitap bir nevi engelli
olmayan kişiler için yazılmış, engelli kişileri anlama,
onlara ihtiyaçlarına göre davranma klavuzu diyebilir
miyiz?
Ö.U.: Evet. Kitabımın öncelikli yazılış amacı, öncelikli
diyorum çünkü birden fazla amacı var aslında, herhangi
bir engeli olmayan ve engeli olan kişilerle karşılaştığında
nasıl davranması gerektiği konusunda tereddütleri olan
tüm insanlara yönelik.
S.Ö.: Kitabınızda her konunun başında önemli kişiler
hakkında bilgiler var. Neden böyle bir yol seçtiniz ?
Ö.U.: Kitabımda belirttiğim pek çok engel türü var her
bölümde de bu engele sahip bir kişiyi tanıtmaya çalıştım.
Bu kişilerin bir çoğunun bir engeli olduğu geniş kitleler
tarafından bilinmemektedir. Öncelikle yaptıkları işlerle
tanınan bu şahısların böyle bir yönleri olmasına rağmen
başarılı olduklarının altını çizmek istedim ya da başka bir
deyişle engellerin, yapılacak bir iş için aslında bir engel
olmadığını göstermek istedim. Bu konuda kitabımın sanat
yönetmeni sayın Burcu Alev Öz'e sizin aracılığınızla
teşekkür etmek de isterim.
S.Ö.: Genellikle bu tarz kitaplarda Batı gibi olmak
istenirken yada tavsiye edilirken siz kitabınızda Türk
Kültürü ve tarihine umut bağlıyorsunuz. Kısaca
anlatır mısınız.
Ö.U.: Türk tarihi ve Türk kimliği şu an dünyada var olan ve
karekteristiğini kaybetmemiş bir kaç medeniyetten biridir.
Türkler günümüze kadar varlıklarını kültürel birikimleri ile
korumuşlar ve bunu imparatorluk düzeyinde de ifade
etmişlerdir. Her ne kadar son birkaç yüzyıldır her insan ve
toplumun doğasında olan özgüven eksikliği nedeniyle Batı
medeniyetini kendilerinden üst olduğunu düşünmeye
başlamışlarsa da Atatürk ile tekrar kimliklerini bulup bunu
da ortaya koyma fırsatına kavuşmuşlardır. Türkler tarihsel
akış içinde hümanist fikirlerini nesilden nesile aktarmışlardır. Engelli kişilere karşı yaklaşımları da her zaman
batılılardan farklı olarak yüzeysel değil içten ve kültürel
özlerine paralel olmuştur. Bugünkü uygulamalarda Avrupa
bizden bir iki adım önde görünmektedir. Ancak bizim için
doğru hedef ya da örnek Avrupa olamaz. Öncelikle
bilgimizi artırmamız gerekir. İnanıyorum ki bilgiyi öz
kültürümüzdeki ipuçları ile birleştirebilirsek bugün
batılıların uyguladığı pek çok kural ve davranış kalıbının
ötesinde bir yerde buluruz kendimizi.
S.Ö.: Önsözde engelli kişileri tanımlarken hepimizin
aslında pek çok engeli olduğunu vurguluyorsunuz.
Kitaptaki örneğinizi tekrarlıyarak açıklar mısınız ?
Ö.U.:Türkiye nüfusunun yaklaşık % 12'sinin yani
neredeyse her sekiz kişiden birinin bir engeli var. Tabii bu
değerler bizim bildiklerimiz. Bir de sonu ayrımcılığa kadar
giden gizli engel çeşitleri var. Unutkanlık, psikiyatrik engeli
olanlar ve şişmanlığı da içine alan görünüm bozuklukları
gibi pek çok engel türü. Bu gizli engeller mevcut
istatistiklerde engel olarak değerlendirilmemektedir.
Çevremizde tanıklık ettiğimiz engelleri ve birlikte
yaşadığımız engelli kişileri daha iyi tanımak ve anlamak
için kitabımda da belirttiğim şu örneği vermek isterim.
Bütün insanların uçma engeli vardır. Bu engeli aşabilmek
için teknik imkanları kullanır.
S.Ö.: Kitabınızı okuduğumda içimde bir sevinç
uyandı. Çünkü kitabınız beni imkansız gibi görünen
şeylerin aslında imkansız olmadığına dair motive etti.
Yazarken böyle bir amacınız da varmıydı ?
Ö.U.: İtiraf etmeliyim ki her okuyanın, kitabı, kendisi için
bir
motivasyon
unsuru
olarak
algılayacağını
düşünmemiştim. Ancak engeli olan kişilerin yakınlarının
özellikle de anne ve babalarının verilen örneklerle motive
olmaları amaçlarımdan biriydi. Böyle düşündüğünüzü
bilmek beni mutlu etti. Teşekkür ederim.
öğrencileri bile telkin edip onları eskisinden daha çok
hayata bağlı bireyler olmalarını sağlamışsınız. Bu gibi
durumlarda öğrencilerinize nasıl bir motivasyon
sağlıyorsunuz ?
Ö.U.: Yaşam sıkıntısı çeken pek çok öğrencimin ana
problemi hedeflerinin olmaması. Bir insan yolunun devam
ettiğine dair inanca sahip olursa, o yolun sonunda da
beklentisinin ne olduğunu bilirse yola devam eder. Benim
yaptığım tek şey onların zaten aslında içlerinde bildikleri
ama hiç ortaya çıkaramadıkları o hedeflerini bulmalarına
yardımcı olmak.
S.Ö.: Kitapta zaman zaman işyerleri ve işyerlerinde
karşılaşılan müşteriler için önerilen davranış örnekleri
yer alıyor. Sebebi nedir ?
Ö.U.: Hizmet sektöründe, insanlarla yoğun iletişim içine
giren çalışan ya da çalışacak kişiler öncelikli hedeflerim
arasında. Bugün bankalarda, marketlerde, ulaşım
sektöründe bir engeli olan kişiye nasıl davranacağını
bilemeyen, iletişimde zorlanan birçok çalışan mevcut. Bu
kitabın hizmet içi eğitime yönelik bir
rehber kitap niteliğinde çıkmasına
özen gösterdim.
S.Ö.: Piyano çaldığınızı öğrendim, ben de Yeditepe
Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü ve aynı
zamanda
İstanbul
Üniversitesi
Devlet
Konservatuarı'nda piyano öğrencisiyim. Müzikle
uğraşan kişiler için sesler çok önemlidir. Ama
kitabınızdaki örneği vurgularsam yani Beethoven'ın
duyma yetisinden yoksun zamanında bile nice
güzel
eserler bestelemesi ,müziğin sadece
seslerle sınırlı kalmadığını
gösterir.
Çünkü,
müzik
doğrudan ruha hitap eden
duygu ve düşünce tarzı
diyebiliriz. Peki,sizin müzikle
tanışmanız nasıl oldu?
Ö.U.:İlkokul 1. sınıfda kartona
bir melodika çizdim. Bu kartondan olan melodikayı çalıyormuş
gibi yaptım. Daha sonra babam
bana bir melodika aldı ve hatta
aldığım
gün
Türk Sanat
Müziği'nden birkaç parçayı da
çalabiliyordum.
Bana müzikte model olan kişi
akordiyon
çalan bir
ilkokul
öğretmenimdi. Yıllar içinde kendimi geliştirerek klavyeli çalgılarla
birlikte piyanoyu da çalmaya
başladım.
Doğuştan herkesin bir yetisi
vardır. Sadece kanalize o l d u k larımız ortaya daha fazla çıkar.
Herkesin sınırsız bir dünyası
olabilir. Fakat yeteneklerimizin birçoğu, zaman ve imkan
yokluğundan ortaya çıkamıyor.
S.Ö.: Türkiye'de engelli kişilerin
hayatlarını kolaylaştıracak teknik
araçların, malzemelerin az olması
toplumumuzun onları anlayamamalarından, onlara ilgi gösterememelerinden ya da sizin kitabınız
gibi kitaplar okumayıp engelli
kişilere nasıl davranacaklarını
bilmediklerinden midir ?
Ö.U.: En önemli eksiğimiz eğitim. Bilgi
yoksa fikir de yoktur. İnsanlar
gerçekten bu konuda bilgi sahibi
olsalar, fikir de geliştirebilirler.
Böylelikle gerekli fizik ve donanım alt
yapısı hızla tamamlanabilir. Hatta
inanıyorum ki çok kısa sürede Batı'nın
engelli kişilere sunduğu imkanların da
ötesine geçme şansımız olacaktır.
S.Ö.: Şu an Yeditepe Üniversitesi'nin yani büyük bir eğitim yuvasının ferdisiniz, burdaki insanlarla olan ilişkilerinizi ya da size karşı
davranışlarını şimdiye kadar çalıştığınız ortamlardaki
kişilerle karşılaştırdığınızda bir fark var mı?
Ö.U.: Türk insanının karakteri ayrımcılıktan uzak aslında.
Fakat üsluplar bazen değişik olabiliyor. Daha önce
çalıştığım işyerlerinde bilgisizlikten kaynaklandığını
düşündüğüm rahatsız edici ve kırıcı davranışlarla
karşılaştığım oldu. Yeditepe Üniversitesi'ndeki en önemli
unsur, ayrımcılığın olmaması. Tabii öncelikle akademik,
yani bilgi yoğunluğunu olduğu bir çevrede olmam bir sürü
şeyi değiştiriyor. Bir defa üslup çok daha farklı. Yönetim
kadrosundan başlayarak güvenlik elemanlarına kadar
üniversitemiz çalışanlarının görme engelimden kaynaklanan hiç bir olumsuz tutum ve davranışa tanık
olmadım. Bu vesileyle de hepsine teşekkür etmek isterim.
S.Ö.: Okulumuz öğrencileri yaşadıkları sıkıntılarını,
size rahatça anlatıp dile getirebiliyorlar ve öğrendiğim
kadarıyla yaşamla ilgili yoğun pürüzlere sahip
S.Ö.: İletişim denince aklınıza gelen renk nedir?
Neden?
Ö.U.: Mavi olurdu. Uzlaşının, barışın ve huzurun rengi
mavi olduğuna göre sonuçları açışından bakıldığında
iletişimin rengi de mavi olmalı.
S.Ö.: İletişim ve özellikle Halkla İlişkiler Bölümü
öğrencileri olan bizlere vermek istediğiniz bir
mesajınız var mı ?
Ö.U.: İletişim insana yönelik her mesleğin içindeki en
önemli unsur. Seçtiğiniz meslek ve yaptığınız iş bütün
branşları kapsıyor ve bu nedenle önemli bir görevi
üstlendiğinizin
bilincinde
olmanızı
isterim.
Karşılaşacağınız her kişi veya grubun özellikleri,
oluşturacağınız iletişim biçiminin temellerini belirler. Bu
nedenle çok okumalı, ve muhakeme yeteneğinizi
kullanarak çok düşünmelisiniz.
İÇİMİZDEN BİRİ: SAHRA ÖZTÜRK
P
R
ve
Ferda Uyan
Ferda Uyan: Halkla İlişkiler ve Tanıtım
Bölümü'ndeki eğitiminin yanı sıra İstanbul
Üniversitesi'nde
Konservatuar
Bölümü'nde okuyorsun. Bize biraz anlatır
mısın? Asıl istediğin, sevdiğin bölüm
hangisi?
Sahra Öztürk: Ben 7 yaşımdan beri hem
normal eğitimimi hem de İstanbul Üniversitesi'ndeki piyano eğitimimi birlikte yürütüyorum. O yüzden asıl istediğim ya da sevdiğim
bölüm diye bir ayrım yapmıyorum. Her iki
eğitimimi de sevip benimsediğim için iki
bölümü de bir bütün olarak düşünüyorum ve
inşallah böyle de devam edecek. Çünkü
eğer sadece piyano eğitimini seçseydim
buna ortaokuldayken ya da lisedeyken karar
verip,
eğitimimi sadece konservatuarda
tamamlıyor olurdum. Ben, madem biz bu
hayattaysak, yeteneğimiz, çalışma azmimiz
ve içimizde de sevdiğimiz şeyi yapma arzumuz varsa, neden yapmayalım ki, diye
düşünüyorum. Vurgulamak istediğim şey şu
ki, her iki eğitimimin de önemi büyük ve
bana göre eğitimini aldığım bu iki bölüm de
birbirinden ayrı değil, çünkü ben piyano
çalarken de bir nevi iletişim kurmuş oluyorum.
F.U.: Neden Konservatuar dışında ek
olarak halkla ilişkileri seçtin?
S.Ö.: Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nü
seçmemdeki sebep de iletişimi sadece
müzik ile yürütmek değil,
iletişimi gerektiren diğer unsurları da öğrenip, bu bölümde
de eğitim almak isteyişimdir. Eğitim
sürecimin başlamasından bu yana hep
başarılı bir öğrenciydim, zaten okulumuzun
Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü de
burslu kazandım ve umarım başarım ömrüm
boyunca hep devam eder. Lisedeyken sözel
alan yerine sayısal alanı seçip bir mühendislik bölümü kazanabilirdim ama mesleki açıdan piyano ile mühendisliğin birbirlerini
tamamlayan unsurlar içerdiğini düşünmüyorum.
İANO
F.U.: Müzik kabiliyetin nasıl ve ne zaman
ortaya çıktı?
S.Ö.: Müzik kabiliyetimi annem keşfetti.
Annem benim müziğe karşı eğilimimi ya da
müzik kulağımı farketmiş olmalı ki henüz 6.5
yaşımdayken bana "Sahra konservatuar
sınavına girer misin?" diye sorduğunda ben
de ona "Olur girerim, ama o sınav için
çarpım tablosu öğrenmem lazım mı?" diye
sormuştum (gülüşmeler…). Çünkü o sene
ilkokula da başlayacaktım, yani okul
kavramını biliyordum, ama konservatuarın
ne olduğu hakkında bir bilgim yoktu. O yılları
çok net hatırlamasam da konservatuara giriş
sınavının tek bir sınavdan ibaret olmadığını
hatırlıyorum, ilk etap kulak sınavı, sonra
diğer etaplar… Elene elene belli bir kazanan
öğrenci grubu oluşuyor. Ben de işte o
grubun içindeydim. Şimdi ise konservatuarda o başlangıç senesinden bu seneye kadar
benim gibi iki okula devam edenler ben dahil
toplam 6 ya da 7 kişidir.
F.U.: Piyano senin için neden önemli?
S.Ö.: Piyano benim için önemli, çünkü
küçüklüğümden beri hayatımın bir parçası
oldu. Herkes tatil zamanı en azından 15 gün
boyunca elini hiçbir şeye dokunmadan dinlenmeyi hedefler ama benim için öyle
değil… Aslında benim gibi ciddi anlamda
müzikle uğraşan kişiler için 15 gün kendi
enstrümanını çalmaması büyük bir kayıptır.
Zaten içten severek yapılan bir şey zorla
olmaz. Piyano çalmayı sevmeseydim, bunca
emeği, çalışmayı bu seneye kadar getirmeyi
başaramazdım.
F.U.: Neden başka bir enstrüman değil de
piyano?
S.Ö.: Enstrüman seçmede bazı hususlar
vardır; mesela piyano ve keman yaşı profesyonel anlamda en geç 8'dir. Bu yaşlarda
piyano ya da keman çalmaya başlayan
çocuklar daha verimli oluyorlar, kavrama
yetenekleri daha fazla oluyor. Ama 8'den
sonra da çalınmaz mı diye sorabilirsiniz,
tabii ki çalınır. Bana göre azmeden, yeteri
önemi gösterip çalışmaya zaman ayıran,
çaldığı enstrümanı seven ve çalmaktan da
zevk alan birinin başarılı olmaması için
nedeni yoktur. Diğer enstrümanlara
değinirsek, örneğin üflemeli çalgılara…
Sizce küçük bir çocuğun üflemeli çalgı çalabilmesi için nefes genişliği yeterli midir? Yani
ses tonu oturmadan, olgun nefes genişliğine
sahip olmadan üflemeli çalgı çalınamaz. Bu
enstrümanlara belli bir yaştan sonra kabul
ediyorlar. Mesela şan da öyledir, eğer ses
tonunuzun oturmadığı bir yaşta "Ben şan
eğitimi almak istiyorum, sınavına gireyim"
derseniz size direkt cevap "Ses tonun oturduktan ve kesinleştikten sonra girebilirsin"
F.U.:Türkiye'de müzisyenlere yeterince
değer verildiğini düşünüyor musun?
S.Ö.: Türkiye'de müzisyenlere yeterince
değer verildiğini düşünmüyorum. Hele klasik
müziğe olan ilgi hiç yok gibi, sadece belli bir
kesim için önemli diyebilirim. Toplumumuzda
klasik müzikten nefret eden kişilerin sayıları
çok, onlara göre arabesk müzik klasik
müzikten daha önemli. Ben asla kişilerin
zevklerini irdeleyemem, zaten öyle bir
lüksüm de olamaz, ben sadece klasik
müziğin faydalarından uzak kalan kişiler için
üzülüyorum. Bu yüzden okullarımızda müzik
eğitimine de Fen ya da Matematik dersi
kadar önem verilmeli. Klasik müzik konserleri ise yaygınlaşmaya başladı, ama yine de
az, yani her kesime ulaşılamadığını
düşünüyorum. Umuyorum, önümüzdeki
senelerde kültür seviyesinin gitgide yük selmesi ve diğer şehirlerimizde de konser
verilecek salonların sayıları arttırılıp sık sık
klasik alanda konserler verilmesiyle
toplumumuzda klasik müziğe ilginin artmasını ve klasik alanda müzisyenlerin
değerlerinin anlaşılmasını umuyorum.
olacaktır. Ben de sınavları kazandığımda 6.5
yaşımda olduğumdan piyano ya da kemana
yönlendirilmemin daha yararlı olacağı
düşünüldü ve gerek el yapımın elverişliliği,
gerekse de piyano çalma eğilimimin ve uyumumun yüksek oluşu sonucu piyano
eğitimim ilkokul eğitimimle birlikte 7 yaşımda
başladı.
İÇİMİZDEN BİRİ: ASLIHAN ÖZDAMAR
Moda ‘da PR…
Melis Toroslu
Halkla İlişkiler 2. sınıf öğrencisi olan Aslıhan Özdamar'la İngiltere'de katıldığı sertifika programı hakkında konuştuk. Moda ve halkla ilişkiler bölümleri birbirinden çok farklı gibi gözükse de her sektörde
olduğu gibi moda sektöründe de halkla ilişkiler gittikçe önem kazanıyor.
Melis Toroslu: Ne zaman ve nerede bu e ğitimi aldın?
Geçtiğimiz yaz üç ay Londra'da Central Saint Martins College of
Art and Design yaz okuluna katıldım.
Aslıhan Özdamar: Aldığın dersler nelerdi?
“Fashion Styling,” “Handmade Fabrics for Fashion,” “Design for
Shoes,” “Design for Vintage Bags and Purses,” “Art Direction,”
“Fashion London,” “Deconstructing Fashion.”
M.T.: Seni böyle bir eğitim almaya iten neydi?
A.Ö.: Küçüklüğümden beri eve gelen terzi ve anneanne
desteğiyle bir dikiş merakım zaten vardı. Anneannem bize
elbise dikerken ben artanlardan bebeklerime elbise dikerdim.
Her moda eğilimli genç kızın hikayesi aynıdır zaten. Kısa bir
zaman öncesine kadar kendi kıyafetlerimi yaptırıyordum. Sonra
nasıl oldu bilmiyorum ama kendimi Londra'da buldum, iyi ki de
bulmuşum, hayatımın en verimli üç ayını geçirdim.
M.T.: Bu alanda daha uzun süreli bir eğitim almak ister
miydin?
A.Ö.: Moda tasarımını özel zevkim olarak sürdürmek ve bu hobimi, desem uygun düşer, ileride de kısa kurs ya da sertifika
programlarıyla desteklemeyi düşünüyorum. Hedefim moda
tasarımcısı olmak değil. Ama modanın halkla ilişkilerini
yapacaksam, içeride neler olup bittiğini bilerek yapmak bana
daha mantıklı geliyor. O hiçbir şeyden anlamayıp tasarımcılara
kan kusturanlardan biri olmak istemem.
M.T.: Bu eğitimin sana ne gibi getirileri oldu?
A.Ö.: Her şeyden önemlisi Londra'da yaşamanın bana çok fazla
getirisi oldu. Eğitim almanın dışında Londra'yı yaşadım ki bu
benim hayatımda bir dönüm noktasıdır. Okulda ise yine bir
şeyler öğrenmenin dışında bir yaratım çevresinde buldum kendimi. Dünyanın sayılı tasarım ve sanat okullarından biri ve her ne
kadar yaz okulu da olsa orada bir üretim ortamı var. İnsanlar size
yardımcı olmak, üretimizini desteklemek, sizi iteklemek icin can
atıyor. Türk eğitim sisteminin bir parçası olarak başta ne
olduğunuzu şaşırıyorsunuz. Sonra “ne yaparsam kendim için”
zihniyeti
oturunca
yaptıklarınız
anlam
kazanıyor,
motivasyonunuz artıyor. Etrafınız takip eden, üreten, düşünen
insanlarla dolu ve bu ortama uyum sağlıyorsunuz. Özellikle
tasarım gibi yaratıcılığa dayalı bir dalda not odaklı bir öğrenci
olunamayacağını anlıyorsunuz. Zaten benim katıldığım sertifika
programında devamlılığınız olduğu sürece o sertifikayı
alıyorsunuz, yani ne kadar çalışırsanız o kadar bireysel kazanç.
M.T.: Aldığın dersleri uygulamak için yaptığın çalışmalar var
mı?
A.Ö.: Birkaç dergi çekimde “styling” asistanlığı yaptım. Ece
Sükan ve Hakan Öztürk gibi başarılı moda editörleriyle çalışma
fırsatım oldu. Bir firmanın katalog styling'ini yaptım. Tişört
baskılarım var, hala dikiyorum bir şeyler.
M.T.: Sana göre moda sektöründe halkla ilişkilerin önemi
nedir?
A.Ö.: Bu soruyu genelleyerek yanıtlarsam derdimi daha iyi
anlatabilirim. Artık sektörlere ayırmak gereksiz halkla ilişkiler iş
hayatının bir olmazsa olmazı haline geldi kanımca. İster
profesyoneller, ister alaylılarca yapılsın, her kurumun hatta
kişinin bir halkla iliskiler birimi var. Çünkü siz “freelance” çalışan
biri de olsanız, büyük bir şirket de olsanız, tanıtıma ve
pazarlamaya, yani kitlenize ulaşmaya ihtiyacınız var. Siz, iyi
olduğunuz şeyi, yani kendi işinizi yaparken, bunu birilerinin sizin
için yapabilmesi de büyük bir kolaylıktır ve avantajdır.
Günümüzde halkla ilişkiler gibi bir sektör oluşmuşken bundan
faydalanmamak
kendine
eziyettir.
Siz
bir
moda
tasarımcısıysanız,
siz
tasarımlarınızın
yaratımına
odaklanmışken, prosedürleri bir başkasının sizin için
gerçekleştirmesi, her şeye sizin koşturmamanız sizin
yararınızadır. Bu hayata bir kere geliyoruz o yüzden zamanın
değerini bilip "yapabileceğinin en iyisi"ni yapmak akıllıca olur.
Aslıhan’ın tasarımlarından .....
CaDıSaLı
Zeynep Elgün
DÜM (bir zaman önce)
Oryantal kıvrımlarımda
Mutedil iççekişlerinin karasallığı
Ve kutsanmış omuzlarının tarihçesi yatıyordu.
Ne düş hırsızları
Ne kaskatı hatıraların kayıtsızlığı
Ne de masum yatırımların arbedesi
Karışmış bir ruhun hüzünselliğinden
Daha korkunç olamazdı (ve olamadı da)
Ağırbaşlı solgun ifaden yine güçsüz
Yine dünden üzgün
TEK (bir zaman sonra)
Usulsüz ve kabulsüz yaşların döküldü her bir kıvrımıma
Unufaktım
Resimdeki çocuklar kadar ufaktım
Siyah-beyazdım
Kıvrımlarım yanardöner
Dibin de vurabileceği bir dip olmalıydı
Hem sen
Hem ben
Bu kâbusun iki ucu olmaktan
Hiç de gurur duymuyorduk
Biraz daha hoyrattı albenili gülüşün
Ve sessizce dinleniyordun
Sosyal tesislerinde boynumun
Gözlerimizi kapatıp
Bir yenisini daha ekledik imkânsızın serisine
Durduk
Bu duruşu durduramadım
sonunu ya da başını bilmediğim kaçıncı hikayenin senaryosunu kimin
yazdığından bihaber, göğsümde bir ağrı, kaçıncı tükenişin sessizliği gizli
sevişmelerde...
senden n'aber??
şiirbazların, lafebelerinin rüyasıysa bu, benim kâbusum demeye
kıyamayacağın cicilibiciliecinnilerin kaçıncı kovuşu,
huzurlarında bekleyen ağlamaklı duruşum günbegün yalarken ucube
yanlarını, beynimde - beyinlerimizde bir gümbürtü....
gümbe de gümbe de gümbe de güm güm.............
güm
BİR DAKİKALIK
HİSSİYAT ÇİZELGESİ
Senem Koç
Boğuluyorum… Gözlerimden ateş fışkırıyor… Nefesimin kesildiğini, vücudumun kendi içinde
karman çorman olduğunu hissediyorum. Boğuluyorum… Ölüyorum.
Ben ölmeye yazarken gözlerimden bir damla yaş akıveriyor; yanan yüzümden iz bırakarak geçiyor
ve tenimin ateşinden, daha yere düşmeden buhar olup uçuyor. Yüreğim dağlanıyor. Bir anda
kendimi kaybediyorum. O gözyaşımın neden, niçin aktığından habersiz yere yığılıp çaresizce
yardım bekliyorum. Hayat bu ya, yine can çıkıyor huy çıkmıyor; umarsızım.
Yardım beklerken ne zamandır kendime yabancı kaldığımı fark ediyorum. Kendimi tanıyamıyorum.
Tanımış mıydım? Tek kelimelik bu zor soruyu çözemiyor ve kıvranmaya devam ediyorum. Ağlamak
istesem, olmuyor. Olmak istemiyor belki. İçimde kalsın isteniyor. Kendi gözyaşım bile benden yana
koşmuyor.
Sakinleşiyorum sonra. O gözyaşının neden, nasıl aktığını sorgulamaya başlıyorum. Bir anda
sorgulamamı unutup seni görüyorum tam yanı başımda. Bana yardım etmek ister gibi bir halin
olduğunu seziyorum. Sezmek yetmiyor; zira etmiyorsun. Gidiyorsun dudaklarında küçücük bir
gülümsemeyle. Arkandan bağıramıyorum, gözyaşı dökemiyorum; ama duruluyorum. Sen, beni
sakinleştirmeyi başarabiliyorsun. Vücudumdaki elektriğin yere akışını duyumsuyorum… Derken
ayılıyorum. Bayılmışım oysaki. Gözyaşımın izi yüzümde parlarken etrafımda yine kimse yok. Ayağa
kalkıyorum. Nefesimin kesikliğinden eser yok. Ayağımda lastik ayakkabılar…
Bir gözyaşının hayatımı kurtardığını düşünüyorum. En ufak gözyaşı tenimi yaka yaka geçerken
bilmeden benim hayatımı bana bağışlıyor. Boğularak çıkardığım bu gözyaşı, aslında SENİ içimden
çıkarıp atıyor. Fazla tuzlu bu gözyaşı bedenimden çıkarken seni benden alıp götürüyor. O gözyaşı,
SEN oluyorsun. Gülümseyerek gidiyorsun.
Belki de daha mutluyum. Belki de daha rahat… Kalbim dağlanıyor. Yarası geçer; ama izi asla.
Düşündüm de şimdi… Giden SEN, ne kadar da bana benziyordun öyle… Kendi kendime
gülüyorum.
Nasıldı o? Maskesiz insan olmaz.
Sayat Çakır
BİR SPOR DUAYENİ:
TURGAY ŞEREN
“İYİ SPORCUNUN SORUMLULUĞU: EĞİTİMDE DE
BAŞARI”
Sayat Çakır, Pelin Baykal: Biz sizi hep büyüklerimizden ve televizyon görüntülerinden tanıdık. Sizi bir de
sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?
Turgay Şeren: Öncelikle bu güzel dergide bana da yer
ayırdığınız için teşekkür ederim. Yeni nesil tarafından hala
biliniyor ve seviliyor olmak beni çok mesut ediyor. Aktif futbol hayatımdan sonra spor yazarlığına başladım ve hala
bir spor yazarıyım. Gazetelere yazdım, şu anda Akşam'da
yazıyorum, bir de televizyon programlarında yer alıyorum.
Televizyonun benim için en büyük avantajı programlara
çıkınca halkın sizi unutmuyor olması. Yoksa beraber top
oynadığım arkadaşlarım var ki hepsinin derneğimiz çatısı
altında resimleri var, onların çoğu hayattan göçüp gittiler
ya da gündemde olmadıkları için unutuldular. Benim
unutulma şansım çok azdı ve ben de bunu iyi kullandım.
İlkokula Çorlu'da başladım. Üçüncü sınıftan itibaren
Galatasaray yetiştirici A'ya geldim. O zaman
Ortaköy'deydi Galatasaray'ın ilk kısmı. İlk kısımdan başlayarak okul hayatımın sonuna kadar yani 1952 senesine
kadar Galatasaray Lisesi''nde okudum. Çok iyi bir talebeydim. Mecburdum iyi bir talebe olmaya; çünkü
Galatasaray Lisesi''nde devlet beni okuttu, eski tabiriyle
“Leyli Meccani”. Bu terimi gençlerin anlaması mümkün
değil tabi, leyli devamlı okulda okuyan, meccani de
parasını kendisi vermeyen anlamına geliyor. Bu durumdan
ötürü eğitimime önem verdim ve başarılı bir öğrenci
oldum. Tabii on ikinci sınıfta hem Galatasaray A takımında
hem de Milli takımda başarılı olunca aklım biraz dağıldı
denilebilir. Tabii bizim o zamanlar sizin şu an sahip
olduğunuz gibi fazla şansımız yoktu, teknoloji bu seviyede
olmadığı için dağılmamız kısa zamanlı oluyordu. Ben
Galatasaray Lisesi'nde iftihara da geçtim. Sekiz şubeli
sınıflar derecelendirilirdi ve ben hep A sınıfı öğrencisi
oldum. Galatasaray'daki en iyi öğrencilerden biriydim. Bu
da bana büyük bir haz verirdi.
S.Ç.: Futbola nasıl başladınız?
T.Ş.: Ben Galatasaray Lisesi'nde santrfor oynardım. Gol
atmak kadar güzel bir şey yoktur herhalde futbolun içinde.
Gol atmak başka, gol yemek başka. Dünyanın en iyi kalecisi de olsa bir maç yemez, iki maç yemez ama en sonunda illa ki gol yer. Benim öğrenci olduğum yıllarda
Galatasaray'ın başına Molley adında bir İngiliz teknik
adam geldi. Müdür muavinimiz aynı zamanda Galatasaray
Kulübü’nün başkanıydı. Galatasaray Lisesi'nde bir “grand
tur” vardır. Fransızca bir terimdir ve büyük avlu anlamına
gelir. Biz orada futbol oynardık. Coşkun Özarı da benim
sınıf arkadaşımdır; daha doğrusu sonradan oldu, ben ona
yetiştim. Galatasaray Lisesi'ni beraber bitirdik. Coşkun'la
beraber pastasına penaltı atışırdık. Beş penaltıda o üç,
ben dört gol attım ve pastayı ben aldım. Okulun reviri en
üst katta olduğu için bu avlu tamamen görünüyordu. O
gün de Molley beni görmüş ve başkana sormuş. Aşağı
yanıma geldi ve sırtıma pat pat vurup, "Bak sana bir şey
söyleyeceğim, eğer santrfor olursan en fazla üç dört sene
iş yaparsın; sonra daha genç, daha golcü biri gelir ve sen
de başka bir kulübe gidersin veya futbolu bırakırsın. Ama
kaleci olursan sonuna kadar oynarsın" dedi. Haklı da çıktı.
Ben kaleciliği seçtim, Galatasaray ve milli takımda on
dokuz sene oynadım.
S.Ç.: Galatasaraylı olmasaydınız "Şu takımın taraftarı
olurdum" diyebileceğiniz bir kulüp var mı?
T.Ş.: Sadece Galatasaray ve milli takımda görev aldım,
başka takımım yok. Forma rengim sarı-kırmızı ve kırmızıbeyazdan oluşuyor.
dâhil olursan o hem hakemi aldatmaya girer hem de
taraftarı tahrik eder. Bizim zamanımızda eldiven yoktu.
Toplar da şimdiki gibi değil, bez toplar. Bir de saha ıslak
S.Ç.: Sizin zamanınızdaki şartlar günümüze göre daha oldu mu of! Toplar gülle olurdu, tutmak da yürek isterdi.
ağırmış. Hiç kaleciliğe ara vermek zorunda kaldınız Şimdiki eldivenler zaten topun yarısını tutuyor, geri kalan
mı?
yarısını da kaleciler. 1949 yılında 18 yaşımda futbola
T.Ş.: 1964 yılında kolum kırıldığından ötürü sekiz ay futbo- başladım. Hem Galatasaray'da hem de Milli Takım’da
la ara verdim. O zamanki başkanımız Prof. Dr. Ali Uraz başarıyla yer aldım. Bizim zamanımızda yabancı futbolcu
kolumu ameliyat etti ve platin taktı. Sekiz ay sonunda fut- yoktu. Şu anki gibi gelirler de yoktu, cüzi paralar alıyorduk.
bola geri döndüm ve iki sene bu platinle oynamaya devam Ama halkın kafasına, içine işledik, gönüllerinden silinettim. İki sene sonunda platin müthiş rahatsızlık ve acı medik. Mesela bir Lefter, Metin Oktay, Recep Adanır,
vermeye başladı. Bir ameliyat daha oldum.
Süleyman Seba asla unutulmadılar. Bu da profesyonelliğin yanında amatörlükten kaynaklandı. Hep kendimizden
S.Ç.: Aktif futbol yaşantınızı ne zaman noktaladınız?
bir şeyler verdik. Hiç unutmam, bir maçın ikinci yarısının
T.Ş.: 2 Temmuz 1967 de futbolu bıraktım. Jübile maçım başında burnum kırılmıştı, o zamanlar oyuncu değiştirme
İnönü Stadyumu'nda oldu. Bu yüzden İnönü olmadığından oynamaya devam etmiştim. Şimdi olsa…
Stadyumu'nun benim için ayrı bir yeri vardır.
Demek istediğim biz bu spora gönlümüzü vermiştik, bir
şeyler almak hep ikinci plandaydı. Şimdi ise herkes kaşıkS.Ç.: Geçmişle bu günü karşılaştırırsanız futbolda la verip, kepçeyle alma derdinde.
nelerin değiştiğini görüyorsunuz?
T.Ş.: O zamanlar mahalli lig vardı. Galatasaray'ın en S.Ç.: Asıl adınızın Türkay olduğu söyleniyor. Doğru
önemli maçları Fenerbahçe, Beşiktaş, Vefa, Beykoz ve mu?
Kasımpaşa ile olurdu. Yaz mevsimlerinde sahanın zemini T.Ş.: Benim babam Atatürk'ün özel kalem muaviniydi. Ben
çim, kışın ise ayın yüzeyi gibi olurdu çünkü aynı sahada doğduktan sonra babam Atatürk'e sormuş "Oğlumun adını
haftada dört beş maç oynanırdı. Biz çarşamba, cumartesi ne koyayım?" diye ve o da "Türkay" demiş. Adımı Türkay
ve pazar günleri olmak üzere haftada üç maç oynardık koymuşlar ve bütün resmi evraklarımda adım Türkay
fakat hiç yorulmazdık. Şimdiki futbolcular haftada iki gün olarak geçer. Tabii Turgay isminin nerden çıktığını soratop oynayınca "Eyvah bittim, mahvoldum, yoruldum" caksınız. Fransızca'da “k” harfi yoktur, bu nedenle
diyorlar veya teknik adamlar çıkıp biz bu sene çok yorul- hocalarım Türkay'ı telaffuz edemezlerdi ve bana Turgay
duk gibi beyanlarda bulunuyorlar. Biz her hafta üç maç demeye başladılar. Turgay aşağı, Turgay yukarı derken
oynayıp, üçünden de başarıyla çıkardık. Futbolcular çıt adım Türkay'dan Turgay oldu. Tabii ben hep Turgay ismi
kırıldım olmuş. En ufak şeyde yere yatıyorlar ve kalk- ile bilindim. Birçok arkadaşım iki üç şahitle mahkemeye
mıyorlar. Saha dışına alınınca da hemen kalkıp oyuna başvurup adımı değiştirmemi önerdiler fakat ben
dahil oluyorlar. Ben hakemlerin yerinde olsam bu oyuncu- Atatürk'ün bana vermiş olduğu bu ismi değiştirmeyi redları oyundan ihraç ederim. Madem o kadar yattın demek ki dettim. Hala da düşünmüyorum. Atatürk'ün verdiği bu isim
oynayamayacak durumdasın ama kalkıp hemen oyuna ile iftihar ediyorum.
Pelin Baykal
Sayad Çakır
Turgay Şeren
S.Ç.: Siz Atatürk devrini yakından yaşayan bir
kişisiniz. Bu konuda neler söylemek isterdiniz?
T.Ş.: Biz Atatürk kuşağının gençliğiyiz, onun öğütleriyle
büyüdük ve hareket ettik. Bugün bile Avrupa Birliği’ni,
Amerika'yı bir kenara bırakın Atatürk'ün bize verdiği doktrinlerle Türkiye çok daha iyi yerlere gelir diye düşünüyorum. Tabii biz ulus olarak bazı şeyleri çabuk unutuyoruz ve
bu unutkanlık bize çok pahalıya mal olabilir; çünkü
Atatürk'ün 1925'de 1930'da söylediği her şey bugün
gerçekleşmiş. Laiklik demiş, laiklik bugün dünyanın en
önemli meselesi haline geldi. Türkiye bugün belirli
savaşları niye veriyor? Laiklik adına veriyor. Laikliği kaybetmek istemiyor ki bence kaybedeceğini de düşünmüyorum çünkü laik bir cumhuriyeti Türkiye büyük bir çoğunlukla kabul etmiş. Şimdiki gençlerin de böyle olduğunu
düşünüyorum. Türkiye dört dinin de uyum içinde
yaşandığı ender ülkelerden biri. Benim her kesimden
arkadaşlarım var. Bunu bozmak isteyenler olabiliyor, bu
yüzden dolduruşa gelmememiz lazım. Eğer Türk vatandaşı kimliğini taşıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanına sahipse, o kişiye saygı duymak lazım ki size de
saygı duysunlar.
S.Ç.: Gündemdeki altı yabancı sınırlamasının kalkması ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
T.Ş.: Şu an spor yazarlığı yapıyorum ve televizyon
programlarına çıkıyorum, aynı zamanda da Profesyonel
Futbolcular Derneği’nin başkanlığını yürütüyorum. Bu
görüşümün dernek başkanı olmamla hiçbir ilgisi yoktur
yani tamamen şahsi fikrimdir. Bence altı yabancı çok fazla
çünkü hem milli takıma hem de kulüplere zarar veriyor. 1.
lig kulüplerinde dört büyükler hariç kaç tanesinde doğru
düzgün yabancı var. Gelenler de Brezilya'nın arka
mahallesinde top koşturanlar. Ben bir Hagi'ye bir
Amokachi'ye veya bir Popescu'ya karşı değilim, onlar da
lazım fakat bakın Alman Milli Takımı'na, nerede o Becken
Bauer'li, Breitner'li, Vogts'li takım veya İngiliz Milli takımına
bakın, nerede Kavin Keagen, Boby Moore. Bayern
Münich'e bakıyorsunuz on dört tane yabancı futbolcusu
var. Arsenal'e bakıyorsunuz yerli oyuncusu neredeyse
yok. Bu ülke futboluna zarar veriyor ve futbolun
gerilemesine neden oluyor. Milli takımın kalesini iki tane
Fenerbahçeli kaleci koruyor. Bu dünyanın hiçbir yerinde
görülmemiş bir olay. Bakıyorsunuz Afrika'dan kaleciler
gelmiş ve bizim pırıl pırıl gençlerimizin yerlerini almışlar.
Bu yüzden yabancı futbolcu sayısının artmasına karşıyım,
bence az ve öz olmalıdır.
S.Ç.: Basın hayatınıza nasıl başladınız?
T.Ş.: Basın hayatıma 1972 yılında Milliyet gazetesinde
başladım. Futbolu bıraktıktan sonra futboldan kopmamak
için teknik direktörlük yapmayı düşündüm. İki sene
Çukurova'da antrenörlük yaptım fakat kendi kaderimin top
oynayan on bir tane futbolcunun ayağına bağlı olduğunu
anlayınca bu mesleğin zorluklarını görmeye ve anlamaya
başladım. 1972 yılında antrenörlüğü bıraktım ve
Galatasaray Lisesi'nden de hocam olan Esat Mahmut
Karakurt beni Milliyet'e spor yazarı olarak davet etti.
Kendisi çok iyi bir eğitmen ve gazeteciydi. O zamanlar
Milliyet de sporda lider gazeteydi.
S.Ç.: Taraflı yazarlık hakkında ne düşünüyorsunuz?
T.Ş.: Spor yazarlığım boyunca hep tarafsız olmaya dikkat
ettim. Ben isterim ki hem Galatasaray hem de diğer
kulüplerle ilgili yazılar yazayım. Kaldı ki eskiden bu böyleydi fakat bir gün Hıncal Uluç diye biri ortaya çıktı boynuna Galatasaray eşarbı bağladı ve ben Galatasaraylı
yazarım dedi. Onu görenler de ben Beşiktaşlı yazarım,
ben şu takımın yazarıyım dedi ve spor yazarlığında taraflı
yazarlık başladı. Ama şu unutulmamalı ki sırtına forma
giyip yazı yazılmaz. Doğruları da, yanlışları da yazmak,
dile getirmek gerekir yoksa zararı gene Türk futbolu görür.
S.Ç.: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı
Turgay Bey?
T.Ş.: Sevgili hocam Gündüz Kılıç bana bir öğütte bulunmuştu, daha sonra bunun otokontrol olduğunu öğrenmiştim. Dedi ki "Yatağa yatınca gözlerini tavana dik. Orada bir
sürü yıldız göreceksin ve aynı zamanda yapayalnız olacaksın. İşte orası senin dünyan. Kimse yok, doğruları
düşünebilirsin. Kendini eleştir, kendini iyi görüyorsan ertesi gün gazetelere bakma ama kötü görüyorsan bak
bakalım senin hakkında neler yazmışlar. Eğer iyi diye
yazan varsa zaten o adam doğru bir adam değildir." Siz de
kendinizi tartın ve kim olduğunuzu, ne olduğunuzu bilin.
Bilin ki üstünüze oyunlar oynanmasın, Türkiye'nin geleceği siz gençlerle aydınlık kalsın, kararmasın.
BOWLING
MACERAMIZ
Ayça Zengin
A
Y
Ç
A
S
A
H
R
A
CEREN
Merhaba arkadaşlar,
Biz, dergide çalışan PRP öğrencileri olarak bu sayımızda çıkmasını istediğimiz bir gezi düzenlemeye karar verdik ve
çalışmalara başladık. Artık bahar geldi ve eğlenme zamanı diye düşündük. Ayrıca sınav zamanı da bizim için iyi bir
motivasyon olacağına inandık. Sonunda kafamızda planlar yapmaya başladık. Önceleri aklımıza pek çok fikir geldi ama
sonunda bowling oynamaya karar verdik. Arkadaşlarla toplanıp ne zaman gideceğimizi konuştuk ve herkes için uygun
bir zaman belirledik. Bu gezideki amacımız, kendi bölümümüzdeki arkadaşlarla bir bütün haline gelebilmek ve dergi
kapsamında da birliği sağlamaktı ve sanırım bunu da başarmış olduk.
Sahra
Zeynep
Ayça
Bowling oynamaya gitmeden önce güzel bir yerde oturup,
yemek yemeğe karar verdik; bu yer Parkorman'dı.
Parkormanın gerçekten güzel ve farklı bir yönü var. Şehir
içinde, o kalabalık trafiğin içinden geçip bu kadar sessiz, sakin
ve huzurlu bir yere gelebilmek, İstanbul için olağanüstü bir şey
olsa gerek. Gerçi bu sessizlik bazı günler ve gecelerde bozuluyor tabii ama eğlenmek de gerek. Hava oldukça güzeldi,
bahar artık geldi ve böyle açık hava bir yerde oturmak oldukça
güzel oldu bizim için. Orada yemeklerimiz yedik, sohbet ettik
ve etrafı dolaştık. Parkorman yaza hazırlık yaptığı için çoğu
eğlence yeri kapalıydı ama o haliyle bile çok eğlenceliydi.
Daha sonra Parkormandan ayrıldık ve Profilo alışveriş merkezine doğru yola çıktık. Oyun salonuna
geldiğimizde içimizden bazı arkadaşlar biraz gerildi çünkü daha önce hiç bowling oynamamışlardı.
Ama öğreneceklerdi. İki takıma ayrıldık; kızlar ve erkekler olarak. Oyun öncesinde herkes birbirine meydan okudu ama biz kızlar onlardan
daha deneyimliydik ve oyuna güzel başladık. Her
atışımız isabet ettikçe karşı grup sinirlenmeye
başladı ve onlarda artık oynamaya başladı. Her
şey çok keyifliydi ve eğleniyorduk. Hatta artık her
atışımızda fotoğraflar çekmeye başladık. Hem
dergiye koyabilmek, hem de bu komik anlarımızı
kalıcı hale getirebilmek için. Çünkü o kadar komik
anlar oldu ki; birimize toplar ağır geliyor, birimiz
hızını alamayıp topu yan hatta atabiliyordu. Ve
bowlingde süremiz bitmişti. Biz kızlar grubu olarak
erkekleri yenmiştik. Çok keyifli bir maç olmuştu ve
bunun devamının gelmesini istedik.
Bowling'den sonra orada daha birçok oyun çeşidi
vardı. Hepim, özellikle ben, çocuk gibi o oyunlardan da oynamak istedik ve herkes istediği oyun makinesinin başına geçti. Herkes çok mutluydu
ama zaman dolmuştu. Çoğumuz bu tür organizasyonların daha sık olmasında istekliydi. Biz de
dergi grubu olarak bu gezileri sürdürmeye karar verdik. Gelecek sayılarımızda çok çeşitli
geziler ve organizasyonlar göreceksiniz. İyi eğlenceler…
Zeynep
Ceren
“NO PAIN NO GAIN”
Melis Toroslu
YEDİTEPE PRP ÖĞRENCİLERİ,
AMERİKAN FUTBOLU MİLLİ
TAKIMIMIZDA
Ozan Sarper
Melis Toroslu: Sence milli takıma seçilmende etkin olan özelliklerin neler?
Ozan Sarper: Milli takım daha çok yeni ve ilk kez toplandı. 55 kişilik bir takımız ve
herkesin özellikleri gerçekten çok iyi. Benim seçilmemde büyük olasılıkla hırsım ve
mücadele yeteneğim, ayrıca oynadığım mevkide gösterdiğim başarı ve istikrar
etkilidir! Bir şey daha var, milli takıma girmek benim hayalimdi, hayalim gerçek oldu
ama her zaman inandım ve çalıştım!
M.T.: Türkiye'de Amerikan Futbolu'nun geleceğini nasıl görüyorsun?
O.S.: Açık ve net konuşursak Türkiye'de Amerikan Futbolu'nun geleceğini belirsiz
görüyorum. Bir şeyler yapılıyor, bir koşuşturma, bir gelişme var ancak yetersiz. Daha
federasyonumuz, haliyle ligimiz çok yeni. Her şey yerine oturduğunda, bu spor
yayıldığında, gelecekte herkes görecek ki gerçekten zevkli ve izlemeye değer. Ancak
daha alınacak çok yol var!
M.T.: Türkiye'de Amerikan Futbolu'nun eksikleri neler?
O.S.: Amerikan Futbolu'nda şu an ki eksiklikler çok belirgin. Bence; reklam, tanıtım, ilgi!
Medya ve basın kuruluşlarını kullanmadan bu ülkede bir şeyi tanıtamaz yayamazsınız. Federasyonumuzun gazete ve televizyon reklamları aracılığı ile insanlara
bu sporun var olduğunu anlatması çok kolay, en azından lig maçlarından her hafta
birini bir televizyon kanalı yayınlasa gerçekten muhteşem olurdu. İlgi de az bu spora.
Tanıtım, reklam olmayınca ilgi beklemek doğru değil, ancak federasyonumuz
sahamızı Kurtköy yerine Kadıköy'e yapmış olsaydı, insanlar rahatça ulaşıp ilgi gösterip maçları izleyebilirlerdi. Burada biraz da insanlar çaba göstermeli. Örneğin, biz
Yeditepe'nin öğrencileriyiz. Okul organizasyon yaparak Kurtköy'deki maçlarımıza en
azından 1-2 servis taraftar getirse gerçekten çok daha güzel olur her şey! Bu spor öyle
veya böyle yayılıyor. Her gün ilgilenen insan sayısı artıyor ve artacak. Söylediğim gibi
şeyler kullanılırsa daha hızlı büyüyecek bu spor. Unutmayalım ki dünyada en çok izlenilen spor Amerikan Futbolu! NO PAIN, NO GAIN!
Ozan Genç
Melis Toroslu: Neden Amerikan Futbolu'nu tercih ettin?
Ozan Genç: Çünkü enerjimi harcayabileceğim ve bunu yaparken kazanabileceğim iki spor
var; biri yüzme diğeri futbol. Yüzmeyi yaptım bitti, şimdi sıra bunda.
M.T.: Bu spora başlarken ne gibi zorluklar yaşadın? Şu an yaşadığın zorluklar neler?
O.G.: Açıkçası bir zorluk yaşamadım. Sadece başlarda antrenmanlar biraz yorucu geçiyordu o kadar. Sonraları da bazı sakatlıklar oldu. Mesela şu an dünkü antrenmandan dolayı
yürürken zorluk çekiyorum.
M.T.: Sence bu spor sana neler katıyor?
O.G.: Hırs, arkadaşlık, eğlence… Bir de başarmanın verdiği haz.
Kaan Öztürk
Melis Toroslu: Neden Amerikan Futbolu'nu tercih
ettin?
Kaan Öztürk: Amerikan Futbolu'nu seçmemdeki ilk sebep
bu oyunun takım oyunu olması. İlk seçmelere katılmak için
isim yazdırırken çok bir bilgim yoktu ama takıma girdikten
sonra takımdaki herkesin beraber bir şeyler için savaşması beni takıma bağladı ve mümkün olduğunca bu sporu
yapmaya devam edeceğim.
M.T.: Bu spora başlarken ne gibi zorluklar yaşadın? Şu
an yaşadığın zorluklar neler?
K. Ö.: Bu spora başlarken yaşadığım tek zorluk vücudumun ham olmasıydı. Bir aydan sonra ancak iyi duruma
geldim. Üstümüzde 2-3 kiloluk malzemeler olduğu için
normalden iki kat fazla güç sarf ediyorsun. Şu anda kişisel
olarak yaşadığım sorun yok ama takımca yaşadığımız
birkaç sorun var. Başta antrenman yaptığımız saha çok
küçük ve bu çok kötü sakatlıklara yol açabiliyor. Başka bir
problemimiz ise maddi açıdan çok destek göremememiz.
Halen malzeme sıkıntısı içersindeyiz. Maçlara eksik
malzemelerle çıkıyoruz. Takımımız 50 kişi fakat elimizdeki
malzeme sayısı 35, bu konuda okuldan yeterince destek
göremiyoruz. Bazı şeyleri takım içinde hallediyoruz. Ne
kadar destek göremesek de bu sporu yapmaya devam
edeceğiz.
M.T.: Sence bu spor sana neler katıyor?
K. Ö.: Bu spor bana sorumluluklarımın olduğunu gösterdi
çünkü yaptığın ufak bir yanlışlık kötü sonuçlar doğurabilir.
Ayrıca bu spor sayesinde 50 tane çok değerli kardeşim
oldu. Bu sporu yapmak için onu çok sevmeniz ve ona çok
emek sarf etmek gerekiyor. Ayrıca yaptığınız işin öneminin
farkında olmalısınız.
PRP'NİN "GÜLERYÜZLÜ” KİMLİĞİNİ YENİ
BAŞLANGIÇLARA UĞURLARKEN...
PRP'nin "çok özel kimliğini taşıyan" sevgili 2006 mezunları, sizler mezuniyet belgelerinizi alırken, duygu yüklü
anlarınızı, mutluluğunuzu, hüznünüzü ve sevincinizi sessizce yaşarken, sizi "siz" yapanın ne olduğunu, ne tür
mezunlar verdiğimizi, dört yıl içinde nereye geldiğinizi düşündüm. Kendimizi sorguladım.
Sizler yalnızca
bölümünüzün değil, İletişim Fakültesi’nin en yüksek puanlarını alarak yüksek onur ve onur derecelerinizle dönem
yitirmeksizin mezun olmaya hak kazanmıştınız. Tümünüz başarılıydınız; tümünüz çalışkandınız. Üretkendiniz: özveri
ve uğraş gerektiren masaüstü yayıncılığa el atmış ve her sayısı merakla beklenen PRP Dergisi’ni çıkarmıştınız; yaratıcı
projelerinizle ödüller almıştınız; staj yaparken iş bulmuştunuz; çünkü beğenilmiştiniz; girdiğiniz işlerde de sürekli
ilerlemiştiniz... Uluslararası konferans düzenlenmesine yardımcı olmuştunuz; girişimciliğinizle dünyanın değişik
köşelerine gidip genel kültürünüzü geliştirmiş, ülkenizi en güzel biçimde tanıtmıştınız. Sıradan ödevler, tezlerle
yetinmemiştiniz; yaptığınız işin en iyi olması için, kendinizin de beğenmesi için çaba göstermiştiniz. Tüm bu
özelliklerinize karşın alçak gönüllüydünüz, güleryüzlüydünüz, saygılıydınız, sessizdiniz. Bölümünüzün kimliğiydiniz.
Yukarıdaki nitelikler günümüzde ne derece geçerliydi? Kariyer açısından baktığımızda, yaz aylarında eğlence ve
dinlenme yerine gelecekte seçeceginiz dalı belirlemek amacıyla, staj yapmayı yeğliyordunuz. Ve öylesine
sevdiriyordunuz ki kendinizi; öylesine yararlı oluyordunuz ki çalıştığınız kurumlara... Sizleri bırakmak istemiyorlardı.
Ben ise, sizler staj yapmaya başladığınızda, korkuya kapılıyordum hep, bırakmayacaklar sizleri yine, iş bulup
öğrenciliğinizin tadını tam anlamıyla çıkaramayacaksınız diye; sizlerin tüm zamanınızı kampüste geçirmenizi,
gençliğinizi doya doya yaşamanızı istiyordum çünkü... İş yaşamınızda beğenilmeniz kuşkusuz sizin bilginizle,
sorumluluk duygunuzla, iletişim becerinizle, saygılı, olumlu ve güleryüzlü kişiliğinizle ilişkili. Bu özelliklerinizin size her
tür toplum içinde saygınlık kazandırabileceğine, ve staj yaptığınız kurumlarda üniversiteniz ve bölümünüz için
yarattığınız olumlu imajı uluslararası ortamlarda ve ülkenizi tanıtırken de yaratabileceğinize inanıyorum.
Sizi "özel" yapan içtenliğinizle, aydınlık yüzlerinizle, anılarınız ve bilgilerinizle geriye bıraktığınız sevgi dolu ortamı,
umutlarınızın gerçekleşeceği mutluluk ve sevinç dolu başlangıçlara taşımanız dileğiyle...
Prof. Dr. Ayseli Usluata
Esra, Filiz, Kader, Reyyan, Sevil, Retörümüz, Ayseli Hoca, Duygu, Fatma, Nil, Damla, Serli
Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Serpil ve hocamız Prof. Dr. Ayseli Usluata ilr birlikte mezunlarımız
Başak Öğdem
Damla Bayrak
Esra Şahiner
Filiz Pekkıyıcı
Kerem Karabayır
Nazlı Çetin
Nergis Sevim
Banu Yozgat
Didem Akyüz
Hale Gözüngü
Duygu Dobulga
Kader Çorak
Duygu Şimşek
Ramazan Kömeç
Selçuk Yiğit
Selen Hantal
Serli Saka
Sevil Yavuz
Burcu Mert
Tuğçe Varış
Leyla Tavusbay
Zuhal Kandar
Neslihan Kırmızıgül
Gözde Dalan
Belki şu anda koltuğunuzda oturmuş elinizde bulunan bu dergimizin sayfalarına dökülen yazıları
okuyor, renkli fotoğraflarına bakıyorsunuz… Ancak acaba hiç düşünüyor musunuz tüm bunları bir araya
getirirken çekilen o güzel ve tatlı sıkıntıları, verilen emekleri…! İşte biz bunları sizlerle paylaşmak istedik…
Yüreğimizin derinliklerinden gelen o duyguları dergimize nasıl yansıttığımızı, minik minik yüreklerin birleşip
nasıl da koca bir yürek haline geldiğinin öyküsünü sizlerle paylaşmaya çalışacağız...
Merhaba Arkadaşlar
hepimizin bildiği gibi Prp Bölümü’nün dönemlik bir
dergisi var. Her dönem olduğu gibi bu dönem de yeni sayımızı
çıkartmak için kollarımızı sıvamış bulunuyoruz. Eğer siz de dergide görev
almak istiyorsanız yeni dönemde çalışmak üzere hevesli arkadaşlarla en
kısa zamanda irtibata geçmek istiyorum. Bu arada hava muhalefeti ile ilgili bir
sorun olmazsa pazartesi günü yani 13.02.2006 tarihinde saat 14:00'da 607
nolu odada ilk toplantımız olacaktır. Katılırsanız ve yeni yaratıcı fikirlerinizi
bizlerle paylaşırsanız çok memnun olurum. Sevgilerle
Duygu Şimşek
Duygu dergi için ilk mailini atıyor.
4 Mart 2006
SON DURUM VE GÖREV DAĞILIMI ÜZERİNE
RÖPORTAJLAR:
1. TURGAY ŞEREN :SAYAD ÇAKIR
2. AME. FUTBOLU OYNAYAN ÖĞR. :MELİS TOROSLU
3. ASLIHAN (STİLİST) :MELİS TOROSLU
4. MEDİALAND :A.ZEYNEP ELGÜN
5. PETER (DEĞİŞİM ÖĞR.) :A.ZEYNEP ELGÜN
6. MASTER ÖĞR. 1(KIRGIZ) :ALEX DEKESOĞLU
7. MASTER ÖĞR. 2 (KIRGIZ) :NİL ÖZAYDINLI
8. MEZUN 1- ÇİĞDEM (ACIBADEM HST.) :FERDA UYAN
9. MEZUN 2- TİMUÇİN (YEDİTEPE HST.) :E.SAHRA
ÖZTÜRK
10. MEZUN 3- GUNDA (AKMERKEZ) :CEREN AŞKIN
11. FUAT UYCAN :BEGÜM AKIN
DİĞERLERİ:
1. MOZART :E.SAHRA ÖZTÜRK
2. HALKA SORDUK :GÖZDE D.+ KADİR K.+AYÇA
Z.+CEREN A.
3.
GEZİ (PAİNTBALL) :AYÇA ZENGİN
4. ŞİİR, CADISALI :A.ZEYNEP ELGÜN
5. DENEME :SENEM KOÇ
TESLİM TARİHİ: 20 Mart
Görev dağılımı da belli oldu artık kollarımızı sıvayıp işe
başlama zamanı...
Dergi ekibi hem eğleniyor hemde görevleri
üzerinde tartışıyorlar...
Dergi ekibi ilk toplantısını yapıyor...
Röportajlar için randevular alınıyor ve röportajlar tamamlanıyor; şimdi sıra danışmanlarımızın yardımıyla
yapılacak olan düzenlemelere geldi...
Sevgili hocamız Prof. Dr. Ayseli Usluata ve danışmanlarımız dergimizin düzeltmelerini
ve
düzenlemelerini yapıyorlar...
Gözde dergi için fotoğraf çekiyor...
Duygu ve Kadir dergiyi şu anda elinizde
bulunan hale getirmek üzere bilgisayar
başına oturdular ve son aşama olan
tasarımı yapıyorlar.
Sevgili Duygu, PRP Yeditepe'nin dört sayısının
hazırlanışında yer aldın; ekip içinde çalışarak başladın,
editörlük, genel yayın yönetmenliği yaptın; kasayı yüklenip matbaaya gittin, orada da çalıştın, derken sonunda
tasarımı da üstlendin. Ayrıca, bir yaz boyunca çalışıp,
koskoca konferans kitabımızın tasarımını yaparak basıma
hazırladın...
Seni 607 No.lu odada bilgisayar başında çalışırken, arıza
veren "scanner" ile uğraşırken görmeye öylesine alıştım
ki... Tam bitti derken sürekli değişiklik yaparak elimde
düzeltmelerle karşına çıktığımda güzel yüzünden hiç
eksilmeyen gülüşün, sabrın, duyarlılığın, arada haksızlığa
baş kaldırışın, yazıların gecikmesine kızışın, dergi için
birlikte üzülüp, birlikte sevinişimiz, sana bilgisayar başında "asistanlık" yapışım, yabancı akademisyenleri birlikte
gezdirişimiz, onlar için yaptığın boncuklu armağanlar hep
özlemle anacağım anılar... Seni çok özleyeceğim...
Ayseli Hocan
Arizona’dan da konuklarımız vardı.
We had visiters from Arizona as well.
Şaha Hoca, Wasanna Kenman, Ayseli Hoca, Dr. Leon F. Kenman
Hüseyin, Bayram, Aynur, Duygu, Fatma
Duygu, Bayram, Ayşe
Hayrettin, Fatma, Ayseli Hoca, Bayram
Aynur, Ayseli Hoca, Bilge
Ayşe Şipal
T.C. Yeditepe Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü
26 Ağustos Yerleşimi
Kayışdağı / İstanbul
34755 TR
Tel: (90) 216 578 00 00 / 1643
[email protected]

Benzer belgeler