Emret Komutanım - Mehmet Ali Birand

Transkript

Emret Komutanım - Mehmet Ali Birand
EMRET KOMUTANIM
Mehmet Ali Birand
MİLLİYET YAYINLARI : 65
Yayın Hakkı (Copyright) : Milliyet Yayın A.Ş. •
Kapak: Er kal Yavi Yayına hazırlayan: Hikmet Bilâ
Birinci Baskı: Ekim 1986 İkinci Baskı: Kasım 1986 Üçüncü Baskı: Kasım 1986
Bu kitap Teknografik Matbaacılık A.Ş.'de dizilip basılmıştır.
M. Ali Birand
EMRET KOMUTANIM
Milliyet
YAYINLARI
Her yönden layık olduğu ilgiyi yeterince gösteremediğim Cemre'nin beni affetmesi dileğiyle...
İlkinden bugüne kadar yazdığım kitaplarımda olsun, yoğun diğer çalışmalarda olsun bana
sevgi dolu evini açan, heyecan ve sevinçlerini paylaşıp dostluk kollarını uzatan Ayşe ve
Oğan'a, bıkmadan odasını veren Jerfi'ye ve bütün ailenin koruyucu meleği Gülsem'e...
İÇİNDEKİLER
Kitabı okumaya başlamadan önce 13
I. AYRIM: KOMUTANIN DOĞUŞU 19
1. Bölüm: Askerliği neden seçiyorlar? 24
2. Bölüm: Hayatı hemen değişmeye başlıyor
36
3. Bölüm: Harp Okulu'na girenler çelikten
gömlek giyiyor 54
4. Bölüm: Günlük hayatı 80
Ne yer, ne içer, nasıl giyinir, Talimatnamelere uyma zorunluğu, Üniformanın getirdiği
kısıtlamalar.
5. Bölüm: Atatürk İlkeleri ve ülkeyi «koruma
kollama» görevi 91
6. Bölüm: Partiler nasıl olmalı, politika
nasıl yapılmalı 114
7. Bölüm: Subayı müdahaleye mi hazırlıyoruz 135
8. Bölüm: Sivil dünyadan kopma ne zaman ve
nasıl oluyor 155
9. Bölüm: Kara-Deniz ve Havacılar arasındaki
fark 174
10. Bölüm: Dünya ordularının sorunlu kesiti:
Assubaylar 187
11. Bölüm: Batı ordularıyla karşılaştırma 194
12. Bölüm: 2000 yılının Komutanları nasıl olacak? 205
II. AYRIM: KOMUTAN KITADA 213
1. Bölüm: «Emret Komutanım» 217
Teğmen orduya ne idealle gelir, neyle karşılaşır, nasıl güçlüklerle mücadele eder, neden dayak
atar, yedeksubaya nasıl bakar, nasıl ve kimle evlenir?
2. Bölüm: Komutan yükseliyor 243
Komutanm dünyası - Teftiş korkusu - sicil - terfi - atama nasıl olur?
3. Bölüm: Komutana sağlanan olanaklar 263
Maaş - Lojman - Hastane - Orduevi -Ordu pazarları - Dinlenme kampı -Oyak.
4. Bölüm: Ordunun kreması Kurmay'lar
nasıl yetişir? 291
Akademiler - Silahlı Kuvvetler ve Milli Güvenlik Akademisi - Batıdaki uygulamalarla
karşılaştırılınca ne fark çıkıyor?
5. Bölüm: Jandarma 310
Yanlış kullanılan talihsiz bir kuvvet
6. Bölüm: Albaylık, son durak mı? 319
III. AYRIM: GENERALLERİN DÜNYASI 331
Ordu içindeki ve toplum içindeki hayatı nasıl değişir? Bambaşka bir dünyaya girer
IV. AYRIM: GENELKURMAY BAŞKANLIĞI:
SON SÖZÜN SÖYLENDİĞİ YER 341
1. Bölüm: Stratejiler/Plan - Program 353
Nato ve Milli stratejiler nasıl saptanır, kim saptar, sivil katkısı neden yoktur, Batıdaki
uygulama nasıl?
10
2 Bölüm: Silahlanma politikasında nereden nereye geldik? 363
Modernizasyonun sonu var mı, ordu bütçesini nasıl yönetir, nereye ne harcar, ABD
ve Alman yardımlarının önemi nedir?
3 Bölüm: Müzakereci asker - Dışişleriyle ilişkileri 394
4 Bölüm:İstihbaratını nasıl yapar - MİT ile ilişkileri nedir? 400
5 Bölüm:Yabancıların Türk ordusunu değerlendirmeleri - Batı ordularının sorunları 407
6. Bölüm: Milli Savunma Bakanlığı ne yapar? 414 Yetkileri neden yoktur, ne iş yapar,
Batıdaki uygulama ile karşılaştırma
V. AYRIM: ORDUNUN DEVLET YAPISINDAKİ
TSK'nin Cumhuriyet döneminde geçirdiği aşamalar - Osmanlılar dönemindeki yeri -Atatürk İnönü dönemleri - DP devresindeki patlama ve 27 Mayıs.
TSK'nin yetkilerini geri alışı ve etkinliğini arttırışı
MBK'nm iç hizmet yasası ve TSK'nin
tüm MGK ve Askeri Şûra'nm kuruluş
statüsünü değiştiren kararlan - Anayasa
kararlan (1960 - 1962)
Güçlendirme Vakıfları
Ordu eski müdahaleleri nasıl görüyor?
Orduyu müdaheleye kışkırtan lobiciler kimler?
VI. AYRIM: EMEKLİLİK, KOMUTANIN ÖLÜMÜ 479
VII. AYRIM: SONUÇ 489 EKLER 505
YERİ
421
11
OKUMAYA BAŞLAMADAN ÖNCE
Türk Silahlı Kuvvetleri, 800 bin kişilik mevcuduyla, 19S6 yılında bütçenin yüzde 25'ini
(yaklaşık 1,5 trilyon) harcadığımız, ülkenin en iyi örgütlenmiş, bozulmadan bugüne kadar
getirilmiş ve en disiplinli kuruluşudur. Aynı zamanda bütün NATO ülkelerinin de en büyük
ordularından biridir.
Türk Silahlı Kuvvetleri aynı zamanda, müdahaleleriyle siyasi ve günlük yaşantımızı da
etkilemiş, önümüzdeki yıllarda da ağırlığını hissettireceği anlaşılan bir güçtür. Özel
sohbetlerden, iç politika tartışmalarına kadar, daima «ordu ne der?» sorusu sorulur, yanıtlar
aranır. Gazetelerde, müdaheleleri nasıl yaptığı tefrika edilir, kitaplar yayınlanır.
Türk toplumu genelde ordusu ile iftihar eder, onun güçlü olmasını ister, başka hiçbir NATO
ülkesinde bulunmayan bir yerde tutar. Ordudan sadece övgüyle söz edilir. Hiçbir zaman
eleştirilmez. Adeta bir tabudur. Sıkıntıya düşülünce de kurtarıcı gözüyle bakılır.
Oysa aynı toplum, bu dev kuvveti yöneten yaklaşık 70 bin kişilik subay-assubay çekirdeğini
pek tanımaz. Dünyanın başka hiçbir uygar ülkesinde, bu kadar içice yaşanan, ancak az tanınan
bir başka ordu yoktur. Günlük hayatımızı ve güvenliğimizi böylesine ya13
kından etkileyen bu insanların hangi kökenden geldikleri, nasıl yetiştikleri, hangi fikirlerle
büyüdükleri, ne yiyip, ne içtikleri, nelere önem verdikleri, özetle «Subayların dünyası» çok as
bilinir.
Askerliğini yedeksubay veya er olarak yapanların çok kısıtlı görebildikleri dünya da yetersiz
kalır.
İşte bu kitabı yasmak istememin nedeni, bu büyük boşluğu bir parça doldurabilmekti.
Beş yıldır süren, önce Batı ordularında subayın nasıl yetiştirildiğini incelemekle başladığım,
son iki yılda da yoğunluğu Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verdiğim bu çalışmama başlarken
ümitsisdim. Yakın dostlarım, «Sen yapılamayacak işlere kalkışıyorsun, Türkiye buna daha
hasır değil,» diyorlardı. Ordunun tabuluğuna dikkat çekiyorlardı.
En basit yolu denedim. Bir dilekçe yazıp Genelkurmay Başkanlığından, yapacağım inceleme
için gerekli bilgilerin verilmesi ve yardımcı olunmasını istedim.
Yanıt beni doğruladı.
Ordu tabu olmak istemiyordu. Sivil toplum orduyu tabulaştırmak ve o şekilde tatmin
edeceğini düşünerek bu kolay yolu seçmişti.
Dilekçeme aldığım olumlu yanıt ile, dünyanın her uygar ülkesinde üzerinde yüzlerce kitap
veya makale yasılmış, ancak bizde pek bilinmeyen bilgileri toplamaya başladım. Harp
Okulları'nı ziyaret ettim, onlarla yemek yedim, oturup usun uzun tartıştım. Kışla hayatını
yaşadım.
Bu yöntem ile elinizdeki kitabı hazırladım. Bu kitapta, kendi subayımızın anlattığı Türk
ordusunu bulacaksınız. Tabii ki herkes ile teker teker konuşmak olanaksızdı. Benim için «en
fazla genelleştirilebilecek» olan görüşleri aldım. Yine de, bazı noktaları fazla ge14
netleştirmekle azınlıktaki görüşlere yeterince yer verememiş olabilirim.
Kitabın hazırlanışında söyleşi yaptığım kişilerin adlarını özellikle vermedim. Bunun bir
nedeni kendilerine verdiğim söz ise, diğeri de subayın «isminin, reklam ediliyormuş gibi»
ortalarda dolaşmasını istememesiydi.
kitap bittikten sonra, herhangi bir şekilde resmi denetime girmedi. Genelkurmay Başkanlığı
bu konuda bir istekte de bulunmadı. Uzun yıllardır yakından tanıdığım, görüşlerine ve
değerlendirmelerine büyük değer verdiğim bazı emekli ve muvazzaf dostuma, «içinde bir hata
olup olmadığını ve kitabın teknik yönlerini kontrol etmeleri için» okuttum.
Bu kitabı ne Türk Silahlı Kuvvetleri'ni övmek, ne de yermek için yazdım. Güvenliğimiz
açısından ordumuza gereksinmemiz büyük. Gereksiz hırpalamalarla da hiçbir yere
ulaşamayacağımız ortadadır.
Amacım, Türkiye'nin en önemli bir kuruluşunu bir parça tanıtabilmektir. İlerde her biri ayrı
bir kitap konusu olabilecek derinlikteki sorunlara veya paragraf başlarına dikkat
çekebilmektir.
Türk Ordusu bu toplumun bir parçası, bir aynasıdır. Bundan dolayı da, Türk toplumundaki
çelişkiler, belirli geri kalmışlıklar veya hastalıklar, Türk Ordusu'n-da da mevcuttur. Amacım,
sizlere uygar ülkelerde olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerinin doğruya en yakın resmini
çekebilmek, zaten her gün karşılaştığımız övgülerin dışında gerçekleri gösterip, orduyu
gerçek boyutlarda değerlendirebilmenizi sağlamaktı.
15
Bu kitabı okuduğunuzda «Eyvah, Türk ordusunun ne kadar da çok sorunları varmış,» diye
düşünebilirsiniz. Oysa, bu yaklaşım yanıltıcı olur. Çünkü dünya üzerindeki her orduda buna
benzeyen sorunlar bulunmaktadır. Aradaki tek fark, bu sorunların tartışılabilmesidir.
TSK hakkında kesin ve tam bir genellemeye gitmek de olanaksızdır. Bir elin beş parmağı
gibi, farklı düşünen kişilerden, değişik değerlendirmelere kadar yelpazenin her bölümüyle
karşılaşabilirsiniz. Bu nedenle ben en fasla genelleştirebileceğim eğilimleri ve görüşleri
aldım, azınlık görüşünü dışarda bırakmaya çalıştım.
Kitapta bulacağınız bilgi veya görüşleri ard niyetle okumak ve şu veya bu yöne çekip
kullanmak çok kolaydır. Kimi orduyu hırpalamak, kimi yaranmak için «koruyucu melek»
giysisine bürünüp, benim söylemediklerimi sanki söylenmiş gibi veya satır aralarını okuyup
sonuç çıkartıp yorumlayacak dostlardan ricam, bir defa olsun bu yaklaşıma rağbet
etmemeleridir. Türk ordusu hakkında ilk defa bir kitap yayınlanmaktadır. Eğer sivil toplum
olarak, bunu bir polemik konusu yapar ve kişisel görüşlerimizle, boyutlarının dışına
çıkartırsak, açılmaya çalışılan bir diyalog daha başlamadan yok edilmiş olur.
Gelin birlikte bir şeyi yapalım, aksine yıkmayalım.
Kitabın hazırlanmasında bana güven duyarak kişisel görüşlerini açıklayan Askeri Lise
öğrencilerinden okul komutanlarına, teğmenden orgenerallere, emekli subaylardan tüm eski
savunma bakanlarına; okulların16
da araştırma yapmama veya hem kendi orduları, hem de Türk ordusu hakkındaki gözlemlerini
veren, belge ve incelemelerle destek sağlayan Amerikan, İngiliz, Belçika, Alman ve Fransız
Savunma Bakanlıkları yetkililerine; kitabın hazırlanmasında son derece değerli katkılarını
esirgemeyen Hikmet Bilâ'ya; bıkmadan araştırması sayesinde bazı bölümleri yazabilmemi
sağlayan Ahmet Baydar'a ve son derece titiz çalışmasından dolayı Fehiman Cebeci'ye büyük
teşekkür borçluyum.
M. ALİ BİRAND
17
I. AYRIM:
KOMUTANIN DOĞUŞU
— ... Büyük disiplin okuluna girdiniz. Hepimin için hayırlı olsun. Bugünden itibaren
hayatınız değişecek... Eğer disiplin içinde, verilen emirlere itaat ederek çalışır ve layık
olduğunuzu gösterirseniz, sizi her şeyin ve herkesin fevkinde bir meslek sahibi yapacağız.
Para-pul ile elde edilemeyecek bir meslek... Dünyadaki görevlerin en şanlısını alacaksınız...
Okul komutanı konuşuyordu.
Etrafta çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat dinliyordu. Okula kabul edilenler konferans salonunda
toplanmış, bu heybetli insana bakıyorlardı. Çünkü henüz bu kişiyi tam olarak yerine
oturtamamışlardı. Arkasında bayraklar sıralanmıştı. Sadece Türk bayrağını tanımışlardı, ancak
diğerlerini tam olarak çıkaramıyorlardı. Konuşanın arkasında da son derece saygılı, pırıl pırıl
üniformalar içinde başka subaylar duruyordu.
Komutan sözlerini sürdürdü:
— ... Büyük Atatürk bayrağınız olacak. O'nun ilkeleri ideolojiniz, O'nun gösterdiği çizgi
hedefiniz olacak. Ne sol, ne sağ, Atatürk'ün yolunda yürüyeceksiniz. O'nun gösterdiği yolda
gideceksiniz.
Etrafına bakındı. Atatürk'ü tanıyordu da, ilkelerinin ne olduğunu pek bilemiyordu. Kendi
kendine «Acaba hemen soru mu soracaklar?» dedi. Etrafındakilerin bakışlarından da, büyük
bir bölümünün pek anlamadığı sonucunu çıkarttı ve rahatladı.
21
... Kendinizi kayıtsız şartsız vatana adayacaksınız. Her şeyinizle sadece vatanı düşünecek,
kendinizi veya ailenizi ikinci planda bırakacaksınız. Şanlı bayrağımızı bu topraklar üzerinde
payidar edecek ve bu kutsal toprakları canınızı vererek koruyacaksınız... Atatürk bu vatanı
bizlere emanet etti. O'na layık bir asker olup subay çıkarsanız, biz de bayrağı, yani vatanı
sizlere emanet edeceğiz. Bu vatanın sahipleri sizler olacaksınız.
Kalbi çarptı.
Kendine böylesine büyük ve güzel bir sorumluluk verilebileceğinden kimse söz etmemişti.
— ... Bir gün kralların sofrasında yemek yiyecek, en büyük mevkilerdeki insanlarla birlikte
olacak, bir başka gün Mehmetçik ile kumanyanızı paylaşacaksınız. Örnek bir insan
olmalısınız.
Manzara hoşuna gitti. Kendisini büyük arabalardan inerken gördü. «Bizimkiler beni görse
kimbilir ne memnun olurlar,» diye düşündü.
— ... Bugünden itibaren şanlı ve tarihi kahramanlıklarla dolu Türk ordusunun bir ferdi
oluyorsunuz. Giydiğiniz üniforma orduyu temsil ediyor. Üniformanızda-ki bir leke, ordunun
üzerine düşmüş bir leke demektir. Atacağınız her adıma dikkat etmek zorundasınız. Her
adımınız veya her sözünüzle, sırtınızdaki bu üniformayı, dolayısıyla şanlı ordumuzu
yüceltebilir veya küçültebilirsiniz. Göreviniz, yüceltmektir. Bunu yapanlar aramızda kalıp bu
ulvi görevi sürdürebilecekler, yapamayanlar ise kendilerini kapının dışında bulacaklardır.
Titrediğini hissetti.
«Ya kapıya konulursam ne olur?» diye düşündü. Aklına hemen gelen ilk kelime
«mahvolurum» idi. Ma22
hailedeki insanlar ve daha da önemlisi babasının yüzü gözünün önüne geldi. Soğuk terler
döktü.
— ... Başarabilmenizin bir tek yolu var. Bütün gücünüzle, her şeyinizle çalışmak, disiplinli
olmak ve verilen emirlere itaat etmek. Disiplin buranın kelime-i şahadeti gibidir. En
affedilmeyen şey disiplinsizlik, emirlere itaatsizliktir. İmtihanlar sırasmda kaç bin kişinin
başvurduğunu gördünüz. Başkasının yerini boş yere işgal edemezsiniz.
İşte bu son sözlere kadar her şey iyiydi de, şimdi bu işin pek beklediği gibi olmadığı hissini
ediniver-mişti.
Kendini yapayalnız hissetti. Ailesinin sıcak şefkatini aradı. «Burada ne işim var?» diye
düşündü. Artık bunu düşünmenin çok geç olduğunu anladı... Aslında okulu sevmişti. Şimdiye
kadar hiç görmediği gibi güzel ve lüks bir bina idi. Üzerine yepyeni elbiseler verilmişti.
Salonlar sıcacıktı ve anlaşılmaz bir temizlik vardı.
— ... Bu andan itibaren hepinizden bu ocağa layık insanlar olmanızı istiyorum...»
Komutan konuşmasını bitirdi. Etrafındaki büyük büyük subaylar selam durdular. Manzara
yine hoşuna gitti.
Kendi kendine «Tanrım, bana yardımcı ol, ailemin yüzünü ak çıkartayım,•» dedi ve ilk derse
girdi.
Hiç bilmediği, farkında dahi olmadığı bambaşka bir dünyaya ilk adımını attı.
Komutanın doğuşu başlamıştı...
1 inci Bölüm:
ASKERLİĞİ NEDEN SEÇTİLER?
TOPLUMUN HANGİ KESİTİNDEN GELİYORLAR?
— Neden askerlik mesleğini seçtin?
Karşımda gözlerinin içi parlayan gencecik bir subay adayı vardı. 15 yaşmda. Okula başlayalı
birkaç ay olmuş ancak, klasik yanıtı arkadaşlarından hemen öğrenmiş:
— Çok sevdiğim için, komutanım.
Onun için henüz herkes komutan. Gülümsüyorum. O da gülümsüyor.
— İstersen bir daha sorayım... Neden asker olmak istedin?
Yumuşayıveriyor.
— Bilmem. Ailem çok istedi. Babam askerliğin çok iyi bir iş olduğunu, bizim mahallede
kaldığım taktirde ulaşamayacağım yerlere ulaşabileceğimi söyledi.
— Sence nasıl? Memnun musun?
— Çok memnunum.
- En çok nesini seviyorsun?
— Üniformayla sokağa çıkmayı.
24
Türk subayının temel kaynağı askeri liseler1. Halen Harp Okulları'nm ihtiyaçlarının yarısı bu
liselerden geliyor. Diğer yarısı ise sivil liseleri bitirenlerden seçiliyor. Askeri lise uygulaması
dünyanın hiçbir yerinde yok. Bizde ise, Osmanlılar döneminden, 1845'den bu yana hiç ara
verilmeden, 140 yıldır sürdürülen bir uygulama.
Askeri liseye 14-15 yaşında girmiş olan genç ile Harp Okulu'na 19-20 yaşları arasında
gelenlerin arasında gayet tabii belirli bir fark var. Liseye gelen çocuğun pek fikri yok.
Genelde ailesi etkiliyor. Harp Okulu'na gelenler arasında bilinç daha yüksek, ancak onların da
önemli bir bölümü, sivil okullarda olduğu gibi aileleri tarafından etkileniyorlar.
— Kuleli'ye imtihana geldiğim zaman, nereye ve neden geldiğimi bilemiyordum. Askeri
lisenin ne olduğunun hiç farkında bile değildim. Babam elimden tutup getirdi.
— Ben Deniz Harp Okulu'nun imtihanına girerken okulun ne olduğunu tam olarak
anlayamamıştım. Tabii en komiği, imtihanı kazandıktan sonra, denize girmekten dahi
korktuğumun, doğal olarak da yüzme bilmediğimin, en ufak bir dalgada midemin bulandığınm farkına vardim. Ancak, iş işten geçmişti. Artık ayrılamazdım. Özellikle Harp
Okulları'ndan öyle elini ko1) Kuleli'de (İstanbul) İngilizce eğitim yapılır. Işıklar (Bursa) Lise-si'nde Fransızca, Deniz
Lisesi ve Maltepe'deki (İzmir) ise İngilizce eğitim verilir. Fen dersleri tamamen yabancı dilde
öğretilir. Toplu mevcutları ortalama 4500, yıllık mezun sayısı da 1400 -1500 arasındadır.
25
lunu sallayarak ayrılamazsın. İyi ki de ayrılmamışım. Mesleği çok sevdim.
Bunları anlatanlardan biri Tuğamiral, diğeri ise bugün ordunun en parlak Kurmay
Albaylarından biri. Her ikisinin de gelecekleri pırıl pırıl.
ASKERLİK NEDEN GÖZDE MESLEK?
Askerlik sanayileşmiş Batılı ülkelerde hiç de gözde bir meslek sayılmaz. Hatta sevilmez.
Asker, özellikle Batı Avrupa'da ülkeyi savunacak bir insan olmaktan çok, ülkenin basma
savaş derdi açabilecek bir kişi gibi görünür.. 50 milyon insanın öldüğü 2'nci Dünya
Savaşı'ndan sonra anti-militarizmin topluma özellikle işlenmesinin bu yaklaşımm
yoğunlaşmasında önemli etkisi vardır. Ekonomik gelişmeleri, kültürel ve sosyal gelişmeleri
ve en önemlisi eğitimleri «asker» in rolünü mümkün olduğu kadar arka plana atmaktadır.
Bu öylesine yoğunlaşmıştır ki, bugün Batıda —hele profesyonel ordu besleyen ülkelerde —
asker bulmak giderek güçleşmekte, buna nüfus artışının azlığı da eklenince ilanlar, özendirici
binbir yollar denenmekte... Eskiden başvurulan «Vatanın sana ihtiyacı var» kampanyalarının
yerini şimdi, «Bol para-başka yerde bulunmayacak olanaklar - yabancı ülkeleri görme fırsatı » gibi özendirici sloganlar alıyor. Gazetelerde, hatta televizyonlarda ilanla asker arayan
ülkelerin sayısı giderek artıyor.
Bizde ise tam aksine...
Örneğin, Kara Harp Okulü'na son 17 yılda, sadece sivil kaynaktan 35 bin kişi başvurmuş ve
5100 kişi alınmış.
26
Türk toplumunun büyük bir kesiminde üniforma sevgisinin ve askerliğe düşkünlüğün
geleneksel bir tutku olmasına rağmen, biraz derine inilip araştırıldığı zaman bunun sadece
sevgi veya tutkudan gelmediği, daha önemli bazı etkenlerin fol oynadığı hemen görülüveriyor.
«BAŞKA İMKANIM YOKTU...»
— Babam ölmüş, dört kardeş emekli dûl-yetim maaşıyla annemin üzerine kalmıştık. Büyük
kardeşlerim çalışıyor ancak yine de bana yetişemiyorlardı. Tahsil fırsatım askeri liseden başka
bir yerde olamazdı. Çünkü tamamen bedava idi.
Bu çocuk bugün askeri ataşe.
— Benim babam tren kondöktörü imiş. Daha iki yaşımı doldurmadan ölmüş. Annemin tahsili
yoktu ve ablalarım mecburen okumayı bırakıp çalışmaya başlamışlardı. Kafamda bir tek
kaygı vardı, o da aileme yük olmamak. Fakire yakın bir kesitteydik ve okuyamadığım taktirde
yok olacağımı biliyordum. Tek kurtuluşu Harp Okulu'na gitmekte buldum. Bu genç ilerde
general olacak.
— Öğretmenim ve okumanın ne kadar önemli olduğunu bilen bir insanım. Hele yabancı dil
öğrenmek, birkaç üniversiteye bedel. Oğlanı bu gelirimle sivil üniversitede okutmama imkân
yoktu. Oysa askeri okula girebildiği taktirde, her şeyi bedava... Yiyecek, içecek,
27
giyinecek, yatıp kalkacak bedava. Kitaplarına bile para harcamıyorsun. Üstelik cebine harçlık
da koyuyorlar. Az, ancak yine de yeterli... Tabii, tek mahzuru çocuğunu yılda ancak 45 gün
görebiliyorsun. Ne yapalım, her işin katlanılacak bir yönü var.
Okulların bedava olması, Türkiye'nin ekonomik koşulları karşısında, aileleri harekete geçiren
en önemli unsurlardan biri. Hele okullarda yapılan en son istatistiklere göre, subay adayları
ailelerinin yüzde 75'inin ortalama 30.000-95.000 TL1 aylık gelir diliminden geldiği
.düşünülürse, askerlik mesleğine rağbetin içindeki «ekonomik unsur» kolaylıkla görülebiliyor.
Okullarm bedava olmasının yanısıra, verilen eğitimin yüksek kalitesi de —ilk unsur kadar
olmamakla birlikte— önemli bir rol oynuyor.
Özellikle yabancı dil öğretilmesi ve hele son iki yıldan bu yana buna büyük ağırlık verilmesi,
bazılarının kararlarını büyük ölçüde etkiliyor.
— Oturduğumuz yörede bırakın üniversiteyi, liseyi zor buluyorduk. Parası bir yana, çocuğu
okutabilmek için bulunduğumuz kasabadan çıkarıp kente yollamamız gerekecekti. Nasıl bir
eğitim alacağını da bilemi1) Aşağıdaki istatistikler Genelkurmay, Harp Okulları ve Kuleli Askeri Lisesi'nden alınmıştır.
Her yıl, enflasyonla, katsayının değişmesiyle farklılaşan bu rakamların ortalaması
tarafımızdan çıkarılmıştır. Farklılık yüzde 10'u geçmemektedir. 1986 yılı ve dolar 500 TL
iken temel alınmıştır.
Öğrencinin yüzde 4-8'inin aile aylık geliri: 30.000'den az Öğrencinin yüzde 20-45'inin aile
aylık geliri: 30-60 bin arası Öğrencinin yüzde 50-60'ının aile aylık geliri: 60-90 bin arası
Öğrencinin yüzde 1-5'inin aile aylık geliri: 100 bin ve üstünde Bir başka genelleme ise, Harp
Okulu'ndaki öğrencilerin (bu yıl) aile ortalama aylık gelirlerini şöyle veriyor: % 80'i 5075.000 TL, % 9'u 75-100.000 diliminden.
28
yordum. Oysa duydum, askeri okullarda çocuklar hem iyi eğitim görüyorlar, hem iyi
besleniyorlar, sıcak suları bile var.
Sivil eğitimin yetersizliği, buna karşılık askeri okullardaki eğitim üstünlüğü başvuruların
önemlice bir bölümünü etkileyen bir unsur.
Tabii sadece bu değil.
«GARANTİLİ BİR GELİR...»
Ekonomik zorlamaların yanısıra rol oynayan diğer bir faktör de, oğlunu Kara Harp Okulu'na
soktuğu günün akşamı heyecanından bayılan bir esnafın şu sözlerinde çok net şekilde ortaya
çıkıyor:
— İnşallah haylazlık etmez de şu okulu bitirir. Farkında değil, ancak ona öylesine garantili bir
gelecek temin edecek ki... Saçmalamadığı taktirde, hayatının sonuna kadar belirli bir parayı
eline geçirebilecek. Arkadaşlarım var, görüyorum. Fazla para almasalar dahi temel
ihtiyaçlarmı karşılayabiliyorlar. Çocuğumun benim gibi ne olacağı belirsiz bir iş yapmasını
istemiyordum.
Harp Okulları'na çocuklarım sokmak isteyen ailelerin bazılarının kalbinde «Vatan sevgisi askerlik sevgisi ve asker millet olma özelliği» yatıyor ise de büyük çoğunluğun gerekçeleri
bambaşka.
Yeterince parası olmamak, eğitim eşitliğinin, kalitesinin bulunmaması ve güvenceli bir gelir
sağlama isteği, orduya en fazla rağbet edenler listesinin başına serbest meslek sahiplerini,
hemen ardından da başta öğretmenler olmak üzere devlet memurlarını getiriyor.
29
İşçi ve işçi emeklileri de önemli pay alanların arasında1.
Serbest meslek deyince hemen aklımıza tüccar veya sanayici gelmemeli. Küçük dükkân
sahibi veya küçük iş yapan ailelerin babaları çocuklarının daha güvenceli bir gelire
kavuşmasına uğraşıyorlar. Özellikle serbest meslek içinde esnaf aileler yoğunlukta.
Bağrı en yanık olanların ve evlatlarının hem rahatını, hem istikbalini düşünenlerin başında da,
devlet memurları ve öğretmenler geliyor. Bürokrasinin verdiği bir sezgiyle, çok açık
söylememekle birlikte, çocuklarının ilerde «etkili bir insan» olmasını istedikleri de ortada...
— Siz Türkiye'de torpiliniz olmadan nasıl öğretmenlik yapıldığını bilemezsiniz. Türk
toplumu da bilmiyor. Oradan oraya yıllarca sürüklendim. İlk iki çocuğumu bu göçten dolayı
doğru dürüst okutamadım. Bir de buna itilip kakılmanızı ekleyin... Gittiğim yerlerde benim
gibi tayin gören subay arkadaşlarım vardı. Gıptayla seyrederdim. Aynı güç yerde bulunurduk,
ancak onlar organize olduğu için daha rahattılar. Biz
1) Bu resmi istatistikler yıllara ve her kuvvete (Kara-Deniz-Hava Harp Okulları ve KaraDeniz Liseleri) göre değişiklikler gösteriyor. Son 5 yılm incelemesinde bu farkın giderek
azalmaya başladığı gözleniyor. Dolayısıyla, tarafımızdan yapılan aşağıdaki ortalama, kaba
çizgileriyle ve yüzde 7'lik bir farkla geçerli sayılabilir.
Öğrenci ailelerinin kökenleri:
Serbest meslek (genelde esnaf) .................. % 30-40 arası
Devlet memuru (faal-emekli) ..................... % 20-30 »
İşçi-Çiftçi ............................................. % 15-20 »
Subay-Assubay kökenli (faal-emekli) ......... % 8-11 »
Avukat-Doktor.................................... % 2-4 »
30
bazen köyde yemek bulamazdık. İşte oğlumun böyle duruma düşmesini istemedim.
Bir diğeri ise gözünü oğlunun paşalığına koymuştu:
— Oğlumun benim gibi itilip kakılmasını istemiyordum. Üniformaya bizim milletin bir başka
türlü bakışı yardır. Kimi saygıdan, kimi korkudan itip kaka-mazlar. Eğer akıllıysa ordu içinde
de kendini ittirip kaktırmaz. İlerde de paşa olursa «büyük adam» lığa çıkar.
Bu görüştekilerin aksine, subay kökenlilerin çocukları orduyu pek tercih etmiyor. Subaylar da
çocuklarını genellikle yollamak istemiyorlar:
— Siz askerliğin ne kadar zor ve ne kadar meşakkatli bir meslek olduğunu bilemezsiniz.
Dışardan bazılarına iyi görünebilir. Gerçekten de sevilince çok güzeldir. Ama zordur ve
karşılığında verdiği (maddi) azdır. Çocuğumun bunlara katlanmasını istemedim.
Subay kökenli ailelerin Harp Okulu çağma gelmiş çocukları da farklı düşünmüyorlar:
— Babamın durumunu gördüm. Hayatı boyunca diken üzerinde yaşadı ve sonunda
Generallikten 1950' lerde emekli olduğu zaman cebine 50 bin lira koydular. Ben üniversiteyi
bitirdikten sonra özel sektörde çalışacağım ve hayatımı yaşayacağım. Bir tane hayatım var.
Onu da doğru dürüst geçirmek istiyorum.
Çocuklarını Harp Okullarma solcup subay çıkartmak isteyen asker kökenliler arasındaki en
yüksek oran assubay ve assubay emeklilerin.
— Ben yıllarımı bu orduya verdim. Assubaylığm ne olduğunu bilenler benim dediğimi
anlarlar. Subaylarımın emrinde çalıştım. Doğrusunu söyleyeyim, oğlumun subay olmasını
bunun için de istiyorum. Onun da emrinde assubaylar olsun arzuluyorum... Aslında
31
beni en fazla iten, paramın olmaması ve bildiğim bir ocağa çocuğumu teslim edebilmek
isteğiydi. Hayatımın en büyük arzusu, bir gün yıldızlarını takıp paşa olması ve emirsubaymı
yollayıp beni özel arabasıyla evimden aldırıp Karargaha çağırması. Orada da kurmaylarıyla
birlikte beni kapıda karşılaması... Bunun bir rüya olduğunu, orduda hiçbir subayın - istese bile
bunu yapamayacağını bilmeme rağmen, yine de içimden gizli gizli düşünüyorum...
Ardından da güzel ve gevrek bir kahkaha attı... Derin bir iç geçirdi. Gülümsemesi fazla
sürmedi.
«BURADAN KURTULSUN DA...»
Askeri Liseleri ve Harp Okullarmı gezmek, adeta Türkiye'yi gezmek gibi bir şey. Her yöreden
bir şive, her yöreden bir örnek ile karşılaşıyorsunuz. Ordunun en büyük duyarlığı, Türkiye'nin
her ilinden bir gencin okullarda bulunması. Belki biraz zorlamayla da olsa, bugün Türkiye'nin
her yöresinden ve 67 ilinden öğrenci var1. Ancak ağırlık 17-20 kent ve kente bağlı kasaba ve
köylülerde.
— Bulunduğumuz yörede bu çocuktan ne köy olurdu, ne kasaba. Bir tek kurtuluşu vardı, o da
büyük kente gitmek. Askeri okulda ister tütünsün, ister tutuna1) Askerî Okul ve Harp Okullarındaki öğrencilerin geldikleri bölgelere göre oranları: İç
Anadolu'dan % 27-29 arasında. Marmara-Trakya bölgesinden % 18-27 arasında.
Karadeniz'den % 14-15 arasında. Ege'den % 8-12 arasında. Doğu Anadolu'dan % 9-10
arasında. Güneydoğu Anadolu'dan % 2-4 arasında.
32
masın, ancak kapağı büyük bir kente atsın da, önce kendini kurtarsın, sonra da belki bizi
kurtarır diye düşündüm.
İç Anadolulu bu babanın istediği gerçekleşti, ancak son olarak Kuleli Askeri Lisesi'nde
yapılan istatistikler, liselere başvuran öğrencilerin doğduklan değil de, ortaokulu bitirdikleri
yer açısından yüzde 30'u-nun büyük kentlerden geldiğini ortaya çıkardı. Oysa, üç yıl önce
aynı anketlerde bu oran yüzde 20 idi. Kentlere doğru akışın en güzel örneklerinden biri...
Bunun dışmda kalan yüzde 70 ise, kasaba ve köylerden geliyor. Bu oranın yüzde 65'i kasaba,
geri kalanı ise köy kökenli.
.— Bizim köy kasabaya çok yakında da, o şekilde kapağı atabildim, yok$a köyden çıkıp
Askeri Lise veya Harp Okulu imtihanlarW, eğitmek bir hayaldir. Her şeyden önce haberiniz
bile olmaz... Duymazsınız. Gazete okunmuyorsa ve yakmdan izlemiyorsanız, kaçırırsınız.
— Anadolu'da subaym prestiji çok büyüktür. Babam bir gün kahvenin önünden geçen
jandarma subayına ayağa kalkanları göstermiş ve «Bak oğlum, bunlar senin için de ayağa
kalksın istiyorum. Senin de böyle büyümeni istiyorum» demişti. Kışlaya giriş çıkışları,
altlarında arabaları ile subay benim için o kadar büyük ve önemli insandı ki... Mesleğe
girişimi bu durum epey etkiledi. Onlar gibi olmak istedim.
Kuvvetler arasında seçim yapan gençleri, bulundukları yerler de çok etkiliyor.
Örneğin Deniz Harp Okulu'na başvuranların yüzde 80'i deniz ile ilgili yörelerden, Marmara Ege - Akdeniz'den geliyor. Nedense Karadeniz'den pek büyük bir istek yok. Lisenin
İstanbul'da, Harp Okulu'nun da
33
Tuzla'da olması, başvurularda kentlilerin daha ağırlıklı olmalarını da etkiliyor.
Tabii beyaz üniformanın cazibesinin çektiği insanlar da yok değil:
— Eskiden Heybeliada'daydılar. Tatillerinde bembeyaz üniformalarıyla inerler ve bütün kızlar
peşlerinden koşardı. Nasıl kıskanırdım, bilemezsiniz. Askeri okula gitme fikri ilk defa öyle
girdi aklıma... Şimdi acaba bana da öyle kıskanarak bakan var mıdır bilemiyorum, ancak
erken evlendiğim için ben etrafa bakamıyorum.
Denizi seçenlerin içinde gemilerle dolaşmak ve dış dünyalara gitme tutkusundakiler de az
değil...
Hemen hemen aynı durum Hava için de geçerli.
Zaten bu iki kuvvetin Türk Silahlı Kuvvetleri içinde apayrı bir konumu var. İnsanları,
yetiştirilmeleri, düşünceleri, giyinişleri, her şeyleri Kara'ya oranla (doğal olarak) ayrı...
— Hava Harp Okulumuza öyle uçma sevgisi veya uçak merakından filan gelenlerin sayısı az.
İçlerinde, hayatında uçağa binmemiş insanlar var. Onlara burada uçmayı öğretiyor ve
sevdiriyoruz. Emredip, «seveceksiniz» diyemeyiz biz. Zorla yapamayız. Zaten seven kısa
zamanda kendini gösteriyor ve pilot oluyor. Sevmeyen yerde kalıyor.
Hava, lisesi olmayan tek Harp Okulu. Askeri ve sivil liselerden öğrenci alıyor. Hem de yoğun
bir kampanya ile en iyilerini seçmeye çalışıyor...
Kara Harp Okulu Türkiye'nin tam bir aynası. Her yönüyle... Bir ara, özellikle 1976-1980
arasında terör korkusuyla çıkan bir moda artık geçmeye başlıyor...
34
Zengin aileler çocuklarını terörden, ideolojik mücadeleden, bazıları da başıbozukluktan
koruyabilmek için Harp Okulu'na sokmuşlar. Artık yüksek gelir düzeyi, yüksek düzey
yönetici gibi kesimlerden gelenlerin sayıları yok denecek kadar azalmış durumda ve Türk
Ordusu için kolaylıkla- «tipik bir orta kesim» diyebiliriz. Orta kesimin de ortası ile aşağısı
arasındaki bölüm daha ağırlıklı... 2000 yılındaki komutanlarımızın çok genel bir profilini
çıkartmamız gerekirse, «fakir ile orta gelir arasında, Anadolulu, kasaba çocuğu, genelde
babası lise öğrenimli bir genç» diyebiliriz.
Belki de Türk Ordusu'nun birçok ülke (özellikle Latin Amerika) ordularından farklılığının
temel nedeni de işte bu kökte yatıyor. Orta sınıfa mensup olması, Türk subayının bütün
hareketlerini etkiliyor. Konuşmasından, dünya görüşüne, görevini yerine getirir-kenki
tutumundan, sivillere ve politikacılara bakışma kadar...
İşte Türk ordusunun belkemiğini oluşturan 35 bin subaym, 800 bin kişilik dev bir kadroyu
yönetecek olan insanımızın kökeni ve bu mesleği seçmelerinin nedenleri...
Bir Komutanın şu sözleri herhalde gerçeğin ta kendisini gösteriyor: x
— Askerliğe, mesleği sevdiklerinden gelmiyor gençler. Genelde iş bulmaya geliyorlar.
Güvence aradıkları için geliyorlar. Onlara mesleği biz burada sevdiriyoruz, öğretiyoruz. Tabii
o zaman da, Türkiye'nin her yerindeki sorun bizim de karşımıza çıkıyor: Kaynak sorunu,
insan sorunu... Bir gün Türkiye'nin ekonomisi düzelir, işsizlik azalırsa, o zaman gerçekten
askerlik mesleğini sevenler gelmeye başlayacak. O zaman bizim randımanımız da artacak.
35
2'nci Bölüm:
HAYATI İLK GÜNDEN İTİBAREN TAMAMEN DEĞİŞİVERİYOR
«Aynı hamurdan, biz askeri okullarda güzel bir testi yapıyoruz. Sivil okullar kötü bir ibrik
yapıyorlar.»
(Bir Komutanın kişisel görüşü)
Kapılar kapanıp ilk ders başladığı andan itibaren genç adam hayatının hiç tahmin etmediği
biçimde de-ğişivereceğini sezinliyor.
Hemen ardından da, çoğunluk için geçerli ve son derece çarpıcı olan «ilk»ler başlıyor.
Özellikle askeri liselerde ve sivil öğrenci kabul eden Harp Okullarında ilk karşılaşılan
sorunlardan biri kasabasını, köyünü, mahallesini bırakıp gelmiş olan genç adamın yalnızlık
içine düşmesi ve kavrukluğu oluyor.
İmtihana giriş heyecanı, onu kazanmanın ailede ve kendisinde yarattığı büyük keyif
birdenbire kayboluyor. O koskoca koridorlarda tek basma kalıverdiğin-de içi kararıyor.
Gözleri doluyor, anasının şefkatli bir şekilde kendine sarılışını hatırlıyor. Gözleri yaşarıyor.
Adeta acısını içine gömüyor ve kabuğuna çekiliyor.
36
— Geceleri yattığımda bazen haykıra haykıra ağlamak gelirdi içimden. Anam burnumda
tüterdi. Bütün sertliğine rağmen babamın yüzü rüyalarıma girerdi. Kendi kendime «Tanrım,,
ne olur beni onlara kavuştur,» diye dua ederdim. Öylesine ince bir ağrıydı ki o, hissetmeyen
bilemez. Hele ilk gece cebimden babamın gizlice yazıp koyduğunu tahmin ettiğim bir kâğıt
çıktığında... Bozuk el yazısıyla, «Oğlum, bizi mahalleye rezil etme. Seni sevdiğimizi düşün ve
Tanrıya emanet ol...» yazılıydı.
O baba ki, oğlu okula kabul edilip ilk üniformayı giydikten sonra memlekete veda etmeye geri
gittiği zaman taksi kiralamış ve kasabanın tek ana caddesinde taksiyle defalarca tur atıp
çocuğunu göstermişti. O'nun için büyük bir övgüydü... Belki öte yandan da bir üstünlük
gösterisi.
— Bu hisler altmda içime kapandıkça kapandım. Zaten şehre çıkmaktan korkuyordum. Hafta
sonları da okulda kalıyordum. Kaybolmaktan çekmiyordum. Adeta bu büyük kent beni
ezecekmiş gibi geliyordu... Bu durum, bir gün rehber öğretmenin beni çağırmasına kadar
sürdü.
Rehber öğretmenlerin okullarda en fazla yüklü oldukları zamanlar, tedrisatın başladığı ilk
aylarda ve özellikle de yeni gelen öğrencilerle. Memleketinden kö>-pup hiç görmediği, ilgisi
olmayan bir yere gelen bu gencecik çocukları hemen ele alıyorlar ve ayakları üzerinde
dikilene kadar alıştırmaya çalışıyorlar.
İşte Komutanın bundan sonraki yaşantısında hiçbir zaman üzerinden atamayacağı, siz katılık
deyin, ben direnme gücü diyeyim, bu his ilk günlerden itibaren başlıyor. Yuvadan uçup
Askeri Lise'nin kurallı, disiplinli ve hiçbir zaman aile şefkatinin bulunmasına
37
imkân olmayan koşullarına alıştıkça dünyası biraz daha değişmeye başlıyor. 14 yaşından
itibaren ağlamanın ne kadar büyük bir zaaf olduğunu öğreniyor. Memleketi burnunda tütse
bile, yine de gözlerinin dolduğunu göstermemesi gerektiğinin bilincine varıyor... Aynı şekilde
aşırı sevgi göstermenin de hoş olmadığı hissi giderek yerleşiyor. Lise'de bütün bunlar hafif
dozlarda verilmesine rağmen, o basamaklardan itibaren başlıyor. Her acıya dayanabilecek,
hislerini hemen göstermeyecek, çelik gibi iradeli olacak.
Bütün bunları 14'ündeki fidan gibi yaşından itibaren almaya başlıyor. İyi asker, iyi komutan
olmanın koşulları bunlar.
Harp Okulu'nun Komutanıyla oturuyorduk.
Emirsubayı geldi ve hafif bir sesle «Hazır komutanım» dedi... Doğrusu pek bir şey
anlayamadım. Komutanın «Peki, gelsinler» deyince ve içeriye aşçıbaşı ve tekerlekli bir
masanın üzerinde yemekler gelince, ben biraz irkildim. Saat henüz 11.00 idi. Komutan
şaşkınlığımı görünce anladı:
— Merak etmeyin, sizin için değil. Bana tatmam için getirdiler.
Şaşkınlığım biraz daha arttı:
— Neyi tadacaksınız?
— Okulda öğrenciye çıkan her yemeği komutan, o yoksa yerine bıraktığı tadar. Numune
yemek buzdolabına konur, 24 saat muhafaza edilir.
Aklıma bir komutanın kobay gibi kullanılabileceği gelmemişti. Meğer en önemli
geleneklerinden biriymiş. Öğrencilerine iyi ve sağlıklı yemek çıktığına önce komutanın
inanması gerekiyormuş.
38
Aklıma bir de sivil liseler geldi.
Okullara gelen öğrencilerin ikinci sorunu «beslenme». Genelde kavruk geliyorlar. Türkiye'nin
beslenme sorunu aynen okullara yansıyor tabii...
— Çocukların önemli bir oranının geldiği yöre ve kesite bakınca beslenmek değil, mide
doldurmanın öncelikli olduğu zaten anlaşılıyor. Nitekim buraya genelde, kavruk gelirler. Özel
yemekler çıkartırız ilk başlarda ve yükleme yaparız. Yüklemeli özel beslemeden sonra
genelde günde 3500 - 4000 kalori veriyoruz. Dışarda bu 1000 - 2500 arası değişir. Hamuru
mümkün olduğunca azaltmaya çalışıyoruz, ancak çocuk öylesine alışmış ki, ne zaman ekmeği
kessek «doymuyoruz» diye şikayet ediyorlar.
Her öğün mutlaka tatlısı, eti ve sebzesi ile dört-başı mamur beslenme yapılıyor. Tabii en
önemlisi, düzenli saatlerde yemek yemeğe alıştıkça çocuk birkaç ayda toparlanıyor.
— Okula gelene kadar ben hayatımda böyle yemek yememiştim. Bizim evde et ayda bir
yenirdi. En çok çorba içilir ve ekmekle bulamaç yapılırdı.
Diğer «ilk»ler arasında yıkanma geliyor...
— Ayda bir defa evde su ısıtılırdı ve o şekilde yıkanırdık. Okula girince her hafta hamam
yapıldığı gibi, her gün koşudan veya jimnastikten sonra mutlaka duş alıyoruz. Aramızda
önceleri bundan çok rahatsız olanlar bile vardı, ancak çabuk alışılıyor tabii...
39
Yemekhaneden içeri girerken, 10'ar kişilik masalara dağılmış gencecik liselilerin gözü Okul
Komutanı'ndaydı.
Hazırolda duruyorlardı.
Ardından hep birlikte dua edildi.
— Tanrımıza hamdolsun... Milletimiz varolsun. Komutan hemen ekledi:
— Afiyet olsun.
Bir ağızdan cevap verildi.
— Sağol...
Masaya oturur oturmaz içlerinden biri servis yapıyor. Dikkat ettim, hemen herkes aynı şekilde
çatal bıçağı tutarak yiyordu.
Merak ettim, sordum,..
— Buraya geldikleri zaman çocuklara ilk öğrettiğimiz bu oluyor. Nasıl yemek yenir, nasıl
çatal bıçak tutulur, hasil (şapırdatmadan ve geğirmeden) su içilir. Tabii içlerinde bu derse
ihtiyacı olmayanlar da var, ancak biz yine de veriyoruz. Aralarında ilk defa burada çatal bıçak
ile ve tabakta yemek yiyenler var...
Sofrada yemek sırasında bağırarak konuşmak, birbiriyle itişmek söz konusu değil. Büyük ve
son derece ciddi insanlar gibi yeniyor, tabii gözler yine de fıldır fıldır. Ne de olsa daha 14-18
yaşlarındalar...
Sofradan kalkarken de aynı merasim yapılıyor.
— Tanrımıza şükürler olsun. Komutan hemen ekliyor:
— Afiyet olsun.
Nasıl eskiden büyüklerimiz sofradan kalkana kadar biz de kalkmaz ve otururduk, aynı sistem
bu okullarda geçerli. Komutan sofradan kalkana ve salondan ayrılana kadar kimse yârinden
kıpırdamadan dimdik bekliyor... Komutan gidince de etraf harp sahasına
40
dönmüyor. İkişer üçerli gruplar halinde dağılıyorlar. Özellikle yüksek sesle konuşmamaya
dikkat ederek...
Aslında liseliler ilk başta bu disiplinden belki rahatsız, oluyorlar, ancak Harp Okullarına
gittikten sonra bu ilk yıllarının nasıl bir piknik havasında geçtiğini anlamakta da
gecikmiyorlar. Gerçekten, Lise'de fazla baskı yapılmamaya özen gösteriliyor. En genç
yaşındayken gençlerin, Harp Okullarına oranla daha müsamahalı büyümeleri isteniyor.
Liselilerin bir başka avantajları da var. İstedikleri takdirde, devlete belirli bir tazminatı ödeyip
ayrılabiliyorlar. Harp Okulu'na girdikten sonra pek kolay elde edemeyecekleri bir avantaj,..
Buna rağmen bütün okul boyunca sosyal hayatlarını yeniden oluşturacak dersleri alıyorlar. İlk
defa tiyatroya gitmekten tutun, tiyatroda nasıl alkışlanacağına, lokantaya girip garsona nasıl
yemek ısmarlanacağına kadar...
Askeri liselere ve Harp Okullarına girmek son derece güç. Öylesine ince eleyip sık dokunuyor
ve «en iyilerini seçebilmek için» öylesine çaba harcanıyor ki... Acaba sonunda yine de
kremanın kreması mı giriyor?
Bir Harp Okulu komutanmın tüm deneyimine dayanarak verdiği yanıt şöyleydi:
— Hayır... Bir defa unutmayın ki, Türkiyemizin insanı belirli yaşa kadar ne kadar
yetiştirilebiliyorsa, biz de işte o kadarıyla yetinmek zorunda kalıyoruz. Elimize gelen
hammadde daima en büyük sorunumuz oluyor. Üstelik mevcudun en iyisini seçmeye
çalışmamıza rağmen, bazı yörelerde bu tutuyor, bazılarında ol41
muyor. İstanbul'un en iyisi ile örneğin Nevşehir'in en iyisi arasındaki fark var ya, işte o
yetiyor.
Askeri liseye girebilmek için, her şeyden önce ortaokulda Fen derslerinde basan göstermiş
olmak gerekiyor. Zira Fen Lisesi birinci basamak sınavına girip, buradan,aldığı puanla
başvuruyor. Belirli puanm altındaysa şansı baştan yok.
Puanı aşan çocuk önce sözlü bir «mülakat»a giriyor.
— Bu ilk elemede daha çok, Türkçe biliyor mu, biliyorsa dili çok mu kötü, dış görünüşü
nasıl? Çünkü bazıları ne bileyim kekeme oluyor, kiminde kocaman bir çıban, simetrik
olmayan bir surat, hatta düztaban çıkıyor. Bazen kel, renk körü, şaşı veya bodur olan geliyor.
Hemen başta eliyoruz. Dış görünüşünün mümkün olduğu kadar düzgün olmasına dikkat
ediyoruz. Tabii yakışıklılık filan değil de, anormallik istemiyoruz.
Kalp başta olmak üzere önemli bir hastalık geçir-memiş ve çok zayıf ile aşırı şişman
olmamalarına dikkat ediliyor.
Bunu atlayanlar beden sınavı, fizik kontrolden geçiyorlar. 1600 metreyi belirli sürede
koşması, belirli sayıda mekik yapması vs... Bu ana kadar genelde, başvuranların yüzde 20'si
elenmiş oluyor.
Sonunda da, bilgi düzeyini saptamak için bilgi sınavına giriyorlar. Fen ağırlıklı ve Anadolu
Liseleri'nin giriş imtihanı düzeyindeki bu sınavdan geçince, çocuğun bütün aldığı notlar
sıralanıyor. O yıl, örneğin 1200 kişi alınacaksa, baştan 1200'üncüye kadar olanı çağırılıyor.
Ancak yine bitmedi...
Ardından araştırma başlıyor. Bir sabıkası var mı? Babası - annesi ne iş yapar? Ailesinde
ideolojik olayla42
ra, karışmış sağ veya solcu faaliyet göstermiş olan, hırsızlık, sahtecilik gibi suçu bulunanlarla,
annesi veya babasının kötü şöhretlerinin olup olmadığı araştırılır. Tahmin edebileceğiniz gibi,
bu araştırmanın bir bölümü sicillerden yapılır, diğer bir bölümü ise fazla genelleştir-memekle
birlikte mahalle polisinin kasaba veya manava gidip soruşturmasından ileri geçmez.
— Başka nasıl yapabiliriz ki? Elimizdeki olanaklar bunlar. Bazen annesi veya babası sabıkalı
olana rastlanıyor. Hemen elimine ediyoruz.
Ailesinin çok uzaktan akrabası olan bir kişide dahi ideolojik bir renk bulunsa çocuğu
etkiliyor.
— İlk yılın sonuna doğru beni Komutanın çağırdığını söylediler.. Kötü bir şeyler olduğunu
hemen anladım. Yanma çıktığımda, karşısmda bir sivil oturuyordu. Komutan sinirliydi.
«Senin Ahmet adında bir yeğenin varmış», dedi... Doğrusu kimden söz ettiğini tam
anlayamamıştım. Hayatımda hiç görmediğim ve adını bir defa işittiğim bir yeğenim vardı. Ne
iş yaptığını bile bilmiyordum. Adıyaman'da otururlardı. Komutana tanımadığımı söyleyince
daha çok kızdı. «Neden bu adamın sendikacılık yapıp grevlerde kışkırtıcılık suçundan hapse
girdiğini söylemedin?» diye bağırdı... Bir türlü yeğenimin kim olduğunu ve hiç bilemediğimi
anlatamadım... Sonunda okuldan çıkartıldım.
Çok fazla olmamakla birlikte, öğrencilerin en büyük sorunları, ister yakın, ister uzak olsun
aileleri. Nedense gencin düşüncelerine, fikrine önem verilmekle birlikte, ailenin etkisi altmda
kalabileceği sonucu çıkartılıp, gereksiz budamalara da gidilebiliyor.
Komutanlar ise, seçimin çok ciddi tutulduğunu ve titiz davranıldığmı kabul etmekle birlikte,
bu tip olayların temelinde başka nedenler olmadan harekete geçilmediğini söylüyorlar:
43
— ...Sözünü ettiğiniz olay o kadar basit değildi. Derinleştirince Harp Okulu'na giremeyeceği
tam olarak anlaşılmadıkça harekete geçmeyiz. Zira eskiden çok ağzımız yandı. Aşırı gruplara
karşı müteyakkız olmak zorundayız. Bitti mi? Yine HAYIR.
Bundan sonra da tam teşekküllü bir hastaneye gidip, tekrar «sağlamdır ve asker olabilir»
raporu alınması gerekiyor.
İşte bütün bunlardan sonra hâlâ ayakta ve sırada kalabilmişse, resmen kaydını yaptırabiliyor.
Askeri Liseye giren çocukların «üzerine titrenen öğrenci olduğunu okulu dolaşırken, derslere
girip çıkarken ve kendileriyle konuşurken hemen anlayıveriyor insan. Çok az sivil lisede
görülebilecek bir imkân bolluğu ve dikkat göze çarpıyor.
Tabii benim ilk gözüme çarpan, sınıflar oldu. Sivil liselerde sınıflar ortalama 60-70 kişidir.
Öğrenciler üst üste otururlar. Öğretmen acaba ders mi veriyor, yoksa toplu bir tartışma mı
yapılıyor belli değildir... Kuleli'yi gezerken saydım, sınıflarda en çok 25 öğrenci var. Her yer
tertemiz. Tavanlara kadar lambri döşenmiş 25 bin kitaplı dev bir kütüphane, arka arkaya dil
laboratuvar-lan, kimya laboratuvarları ve bunların içinde kullanılan aletlerin bolluğu ve
yeniliğini değme sivil okulda bulmak imkânsız... Video dershanesinde kendileri film çekiyor
ve kapalı devre yayın yapıyorlar. Kapalı devre TV yayınıyla desteklenen derslerin dışında,
profesyonel düzeye yakın insan yetiştiriliyor... Hele elektronik ve bilgisayar bolümü ile genç
öğrenciyi tamamen
44
Batı standartlarına göre hazırlayıcı olanakları sağlıyor. Daha 14-18 yaşlarında bilgisayar ile
oynayabilmeye başlıyorlar.
Kelimenin tek anlamıyla «yok» yok. Her şey var. Hiçbir şey sakınılmamış.
Sivil liselerdeki öğrencilerimiz olanaksızlıktan ders dışı (hobi) öğretim görmezken veya
olanaksızlıktan <(halk oyunlarıyla» uğraşırken, Kuleli'deki öğrenci TV'de kendi programını
yapıyor, bilgisayarları programlıyor elektronik çalışıyor. Aylık dergisini hazırlayıp kendi
matbaasmda basıyor ve 13 Olimpik branşta profesyonel sivil sporcularda bulunmayan
olanaklar içinde spor yapıyor.
İnsanı düşündüren bir farklılık.
Beni en çok etkileyen, öğrencinin böylesine yakından izlenmesiydi... Yine hiçbir sivil lisede
olmayan bir sistem başlatılmış. Bütün Askeri Lise, Harp ve Assubay okullarında uygulanıyor.
Verilen eğitimin aksayan yönleri, «ölçme - değerlendirme» bölümünde sürekli şekilde
izleniyor ve ortaya çıkarılıyor. Sınavlar yapıldıktan sonra, kâğıtları optik okuyucudan geçirip
sonuçlar bilgisayara veriliyor. Orada hangi derslerin aksadığı, öğrencilerin neden geri kaldığı,
neyi anlayamadıkları hemen ortaya çıkıyor. Sonuçlar SORU BANKASINA veriliyor. İçinde
yüzbinlerce soru olan banka, öğretmenlere istedikleri düzeyde bir sınav yapma olanağı
sağlıyor. Her sorunun yüzde kaç oranında güçlük yaratacağı da yazılı.
Diğer bir uygulama da, öğretmenlerin sınavdan geçirilmesi. Soru bankasından alman rastgele
sorular, aynı sınıfın değişik öğretmenlerin gittiği tüm şubelerine sorulur. Böylece hem
öğretmenlerin ne derece başarılı oldukları, hem de eğitimde standartlaşmanın kontrolü
yapılabiliyor.
45
Sivil liselerde bırakın böyle bir sistemin varlığını, daha düşünen dahi yok...
— Her öğrencinin her yönünü inceliyoruz. Yılda iki defa anket yapar ve bu anketleri son
sınıfa kadar götürürüz. Her şeyi sorarız ve bunları bilgisayara yükleriz. Komutan sordu mu,
bir düğmeye basmak yeter. Bu bilgiler de, genç komutanı orgeneral olana kadar da takip eder.
Anketlerden neleı çıkar?
Verilen direktefleri izleme yeteneği/Sosyal kavramları anlama yeteneği/Hayalkurma ve
yaratma yeteneği /Karmaşık durumlarda ilişkileri görme/Gözlem ve inceleme
yeteneği/Anlayarak sesli okuma/Anlayarak sessiz okuma/Belirgin gelişme
sorunları/Korkuları/Sinir-liliği, mahcubiyeti, egoistliği, saldırganlığı, kıskançlığı, kötü
alışkanlıkları, disiplini bozup bozmadığı, ideale sahip olup olmadığı, yalancılık ve hırsızlığı,
çalışma alışkanlığının bulunup bulunmadığı/Merakları/Başkalarını yönetme yeteneği var
mı?/Başkalarının etkisi altında kalıyor mu? Üzülüp sevindiğini başkalarına belli ediyor mu?..
Vs.. Vs.
— Bu anketler daha 14-18 yaşından itibaren kimin nasıl komutan olacağını, yükselip
yükselmeme olasılığını gösterir. Şaşma oranı yüzde 5'i geçmez.
Öğrencinin en karanlık veya gizli yönlerine inmek için de, tam 200 soru içeren anket
kullanılıyor.
«Problem Tarama Anketi»nin okulla ilgili bölümünde olduğu gibi (Sınıf gürültülü mü?
Çalışabiliyor musunuz? Yemekler yeterli mi?) derslerle ilgili olarak da (Hangi dersler ağır
geliyor? Bazı öğrencilere özel ilgi mi gösteriliyor? Dersler yeterince ilgi çekici mi?
Sınavlarda çok mu:heyecanlanıyorsunuz?) Aileleri, sosyal çevreye alışkanlıkları, karşı cinsle
ilgileri, duygusal yaşamı, gibi gelecek ile ilgili her şey soruluyor.
46
Liseden çıkarken bilgisayarlar bütün anketleri toplayıp karşılaştırdığında kimin ne olacağını
hatasız ortaya çıkarıyor.
— Anketlerden birinde çocuk, «hafta sonunu okulda mı, evde mi geçirmek istersiniz»
sorusuna «okulda kalmak istiyorum» diye yanıtlamış. Yanıtlar taranırken bu yanıt rehber
öğretmenlerin hemen dikkatini çekmiş. Aferin, bak asker ocağını nasıl da seviyor,
gibilerinden bir tepki bekliyorsunuz değil mi? Hayır, tam tersine hemen bu çocuk kenara
çekildi. Zira 16 yaşında olup da evi İstanbul'da bulunan bir çocuğun okulda kalmak istemesi
anormaldi. Sonunda annesiyle babasının ayrılmak üzere oldukları ve sürekli kavga ettikleri
ortaya çıktı. Bu defa biz çocuğun yanma abi gibi ona destek veren bir rehber öğretmen
koyduk. Düzelene kadar...
Bu bir tek olay değil. Öğrenciler bu şekilde teker teker izleniyor, titizlikle inceleniyor ve
işleniyor.
İzleme-değerlendirme anketi, uyum (oryantasyon) anketi, cümle tamamlama anketi, KİM BU
anketi, Ku-der meslek tercih anketi... Hepsi bir bütünü oluşturuyorlar.
Kuleli'ye giderken, aklımda« daha gencecik yaşından itibaren çocuklara silah öğretiyorlar»
fikri vardı. Oysa, Askerî Liselerde, 4 yıllık bir Anadolu Lisesi tedrisatı uygulanır. Milli Eğitim
Bakanlığı'nm programı aynen verilir. Ne az ne fazla... Bir tek farkla, o da sivil liselere oranla
çok daha ciddi biçimde. Normal bir lise öğretiminin yaraşıra «üstün beden eğitimi» ve fazla
derinine inilmeden «temel askeri eğitim» verilir.
Bütün bunlar belirli bir disiplin ve sistem içinde gerçekleştirilir. Örneğin «Atatürkçülük» dersi
sivil liselerde ne kadarsa Askerî Lisede de aynıdır... Ancak üzerine basılarak verilir...
47
Yabancı dil öğrenimi askeri liselerin son üç yıldır üzerinde en fazla durmaya başladıkları,
ağırlıklı konu1.
— Her öğrencinin ders durumu sürekli izlenir. Eğer İngilizce veya bir başka derste geri
kalıyorsa, hemen hafta sonu izinleri kaldırılır ve zorla çalıştırılıp durumu düzeltene kadar
gözetlemeye alınır. Her öğrencinin derslerini onlardan daha iyi izler durumdayız. Zorla
çalıştırıyoruz. Çocuğa zorla çalışma disiplini veriyoruz.
Spor sağlık merkezinde kondisyonu, aerobik gücü kontrol edilir, testleri yapılır, hangi branşa
yatkın olduğu, hangi dalda branşlaşması gerektiği saptanır. 1 aylık yaz kampında da hem
spora, hem de temel askeri bilgilere ağırlık veriliyor. Gelenlerin yüzde 60'ı yüzme bilmediği
için en çok yüzme kurslarının üzerine gidiliyor... Bütün bir yıl içinde, hafta sonları ve 45
günlük tatilin dışında çocuk sürekli çalıştırılıyor.
Tabii böylesine yoğun bir dikkat harcanmca, anketlerle, bilgisayarla değerlendirmelerle
yetiştirilince de başarı oranı ortalama yüzde 97 oluyor.
— Verdiğimiz titizliğin yanısıra, ilk yıl başarılı
1) Askerî Liselerde yabancı dil tedrisatına göre, Fransızca veya İngilizce öğretilen derslerin
ağırlık oranı yüzde 63. Türkçe dersler ise yüzde 30'u geçmiyor. Haftalık ders saatlerinin konu
gruplarına göre dağılımı da şöyle: Sosyal Dersler yüzde 28.57, Yabancı Dil yüzde 38, Fen ve
Matematik yüzde 26.43, Uygulamalı Dersler yüzde 6,43. Örnek olması için, Kuleli
Lisesi'ndeki dershane ve laboratuvar durumu: 50 dershane, birer tane bilgisayar, mekanik,
resim, coğrafya, tarih, genel elektronik dershane. 1 komple TV stüdyosu, 51 TV gösterici
(siyah-beyaz), 82 renkli TV gös-tenci, 7 adet 16 mm ve 2 adet 35 mm sinema makinesi, 2 adet
8 mm film çekici ve oynatıcı, 41 Viyograf cihazı, 32 kaset çalar (yabancı dil), 1 komple ses
tesisatı, 20 slayd projeksiyon makinesi.
48
olamayacağı anlaşılanları çıkartırız. Bu nedenle sonunda başarı oranımız artar.
Bu başarının bir başka nedeninin «çok para harcanması» olup olmadığını araştırdığım zaman,
Askerî Liselerin büyük kaynak çekmek yerine, ellerindeki —kaynağın da az olmadığını
söylemek gerekir— olanakları sistemli kullanmaları, önceliklerini daha iyi saptamaları, çok
daha iyi organize olmaları ve bir yıl öncesinden neye ihtiyaçları olacağım bilmeleri nedeniyle
randımanı arttırabildiklerini gördüm...
Peki, bu öğrenciye başka ne veriliyor?
Koridorları dolaşırken, yanımdaki çocuğun elinde küçük bir kartona yazılmış 12 maddelik bir
liste gördüm. İnsanın cüzdanına koyup taşıyabileceği büyüklükteydi. Sürekli yanında
bulundurması ve sık sık okuyup ezberlemesi için hazırlanmıştı. Nasıl bir insan olacağı
maddelendirilmişti:
1 — Çalışkan olacağım,'2 — Dürüst olacağım, zarar görsem bile daima doğruyu
söyleyeceğim, 3 — Askerlik mesleğini sevecek ve sevdireceğim, 4 — Giyimim ve
davranışlarım ile üniformamı koruyacak ve ona leke sürdürmeyeceğim, 5 — Gururdan
kaçacağım, ancak vakur olacağım, 6 — Kendimi ve çevremi temiz tutacağım, ve
koruyacağım, 7 — Başkaları ile değil, kendimle yarışacağım. Okuyarak, çalışarak, çağa uyum
sağlayacak ve kendimi aşacağım, 8 — Üst ve amirlerime duyduğum saygı ve itaatime,
küçüklerime duyduğum sevgiyi ekleyeceğim, 9 — Her fırsatta spor yaparak, bedenimi
geliştireceğim, 10 — Zararlı her türlü alışkanlıktan kendimi koruyacağım, 11 — İyi ahlâk
sahibi olacağım, 12 — Zayıf taraflarımı bulacak ve düzelteceğim.
Bu kartonu okuyunca askeri okulların «Eline gelen bu genç insandan, Türk toplumunda
gördüğü bü49
tün aksaklıkları giderip İdealindeki Türk gencini yetiştirmeye» çalıştığı, hiç değilse
KOMUTAN'm bu kalitelere kavuşmasını istediği anlaşılıyor.
Acaba gerçekleştirebiliyorlar mı?
Aklıma Harp Okulu Komutanının sözleri geliyor..
«Ne kadar iyi bir öğretim verirseniz verin, elinizdeki hamuru belirli bir yere kadar
yoğurabiliyorsunuz. Fazlası olmuyor...»
Komutanın Atatürk ilkelerinden başlayıp, Cumhuriyetin korunup kollanmasına kadar bütün
öğrenmesi geıekenleri Lise'den itibaren öğrenmesine çalışılıyor.
Üç askeri liseden oluşan otuz kişilik bir grup ile bir araya geldik. Lise son sınıfına gelmişlerdi.
Artık mezun olacaklar ve «asıl okul» sayılan Harp Okulları' na dağılacaklardı. Türk
Ördusu'nun çekirdeği karşım-daydı. Gencecik, tertemiz...
— Çocuklar, isterseniz önce siz bana sormak istediklerinizi sorun, sonra ben size sormaya
başlayayım.
Tam bir saat süreyle beni sınava çektiler. Yaşlarına oranla öylesine yüksek düzey sorularla
karşılaştım ki, o okula ilk geldiği günkü öğrenci gitmiş, yerine bambaşkası belirmişti.
Sıra bana gelince, en merak ettiğimden başladım.
— Çocuklar, siz ordunun gerektiğinde müdaheleye hakkı olduğuna inanıyor musunuz?
Yüzlerinde hayretle karışık bir gülümseme belirdi. Ben yanıt vermekten çekinecekler
sanmıştım. Kimbi-lir, belki Komutanlarının kulağına gidebilirdi ve hoşnutsuzluklara yol
açabilecek, yanlış yorumlanabilecek bir durum doğabilirdi.
50
Tam aksine, onlar benim bu soruyu sormamı garip karşılamışlardı. «Nasıl bilmez?» der gibi...
— Birand Bey, biz rejim ordusuyuz. Bu vatanı korumak ve kollamakla görevliyiz. Devletin
sarsılmama-sını, rejimin bozulmamasını sağlamak bizim bir yerde görevimizdir.
— Demokrasiye inanıyor musunuz?
— Gayet tabii, demokrasiden daha güzel bir yönetim var mı?
— Peki, ya halkın oylarıyla seçilmiş olan bir hükümet Atatürk ilkelerine ters düştüğünü
düşündüğünüz bir karar alırsa, yine de müdahele hakkını kendinizde görür müsünüz?
Bu defa salonun dibinden bir parmak kalktı. Kesin bir sesle yanıt aldım:
— İster sandıktan çıksın, isterse Meclisten, Atatürk ilkelerini bozmaya kalkan herkesin
karşısındayız. Halkımızın menfaati için, onu korumak için bunu yapmaya hakkımız var Merak
ettim. «Size hocalarınız bunları anlatıyor mu? Ne zaman, nasıl müdahele edilebileceğini
söylüyorlar mı?»
— Hayır. Dört yıldır bir defa dahi bu konuları konuşmadık. Müdahele edilmesi bir yana,
politikaya karışmanın orduya getireceği zararlardan söz ederler. Ancak İç Hizmet
Kanunu'ndaki Koruma-Kollama görevimiz öğretiliyor. Geriye dönüp baktığımızda da
ordunun daima halkını korumak için harekete geçtiğini görüyoruz.
— Peki çocuklar, politikacılara inanır mısınız? Hemen yanıt alıyorum...
— Hayır.. Çıkarları için halkı aldatabilirler. Yalan söyleyebilirler. Şimdiye kadar politikacılar
hakkında olumlu pek bir şey duymadım.
51
— Politikacılara inanılmaması gerektiğini size okulda mı öğretiyorlar?
— Komutanlardan değil, ben daha çok babamdan dinledim. Gazetelerde çıkan yazılarda da
politikacının hep kendi için çalıştığı yazılıyor.
— Politikacının bu ülkeyi yönetmesini istemiyormuş gibi bir haliniz var... Peki, siz yönetmek
istemez misiniz?
Hep bir ağızdan gülerek «Yoook. O bizim işimiz değil» diyorlar. Ardından da hemen
ekliyorlar «Politikacı bizim inandığımız, kafamızdaki Türkiye'ye ters düşecek tutumlara
girerse karşısmda bizi bulacaktır.»
— Amma çocuklar topluma inanmıyor musunuz? Onun seçtiği insanlardır bunlar da...
— Halkım cahildir. Politikacılar, çıkarcılar kandırabilirler.
— O zaman kendinizi Türkiye'nin güvencesi olarak görüyorsunuz.
— Gayet tabii... Böylesine dört tarafı düşmanla çevrilmiş, içerde fırsat arayan sapık fikirler
oldukça vatanm garantisi biziz. Bundan dolayı da çok iyi yetişmemiz gerekiyor.
— Bu görevi kim vermiş size?
— Atatürk, büyüklerimiz... Buna hakkımız olduğu, hatta görevimiz olduğu söylendi. Biz de
kabul ettik.
¦— Siz ne zaman bu fikirlerden vazgeçebileceğinizi düşünüyorsunuz?
—¦ Siviller ve politikacılar kendilerine çeki düzen verdikleri gün...
Karşımdakilerin yaş ortalaması 18 idi... Bir yıl sonra, Harp Okullanna gideceklerdi...
«
***
52
Bu konuşma beni çok düşündürdü. Derinlemesine inceledikçe, askeri lisede böyle bir resmi
eğitim veya yönlendirmeden çok, gencecik beyinlerin günlük yaşantıda bu fikirleri aldıklarını,
gazetelerden, ailelerinden, çevrelerinden edindiklerini anladım. Ne olursa olsun, yine de
politikacılara karşıydılar.
53
3'üncü Bölüm:
HARP OKULLARINA GİRENLER ÇELİKTEN GÖMLEK GİYİYOR
«Ben sizlerden doktor veya mühendis değil, lider subay, takım komutam yetiştirmenizi
istiyorum...»
Gn. Kr. Başkanı
Meğer Askeri Lisede'deki hayat, Harp Okullarına girilince, piknikten farklı değilmiş.
Her şey yemin töreniyle başlıyor. Son derece renkli ve görkemli bir törende edilen yemin,
Komutanın gerçek askerlik mesleğine ilk adımını oluşturuyor. Üzeri Türk bayrağı ile örtülü
bir havan topu, makinelitü-fek gibi silahların dizildiği masanın etrafına toplanılıyor ve bir el
bayrağa, diğeri silaha konulup edilen ilk yemin, geri dönüşü kolay olmayacak bir yolculuğun,
yeni bir dünyaya girmenin gerçek ilk adımının atılışını oluşturuyor:
«Barışta ve savaşta, karada, denizde, havada, her zaman ve her yerde mifîetime ve
cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizam54
lara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını canımdan
aziz bilip, icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda, seve seve hayatımı feda
eyleyeceğime namusum üzerine and içerim. ..»
İlk defa KORUMAK kelimesini duyanlar, o heyecan içinde bunun ne anlama geleceğini
bilemezlerdi...
Komutan and içme törenindeki hareketlerin anlamını da açıklayarak konuşmaya başladı:
«... Ellerinizi bir diğer silah arkadaşınızın omuzu-na koyarak ve birbirinizi sımsıkı tutarak,
askerliği canınızdan daha çok sevdiğinizi, silah arkadaşlarınıza ve Silahlı Kuvvetlere
sarsılmaz bir inançla bağlı olduğunuzu, birlik ve bütünlüğünüzü göstereceksiniz...»
İkinci mesaj da böylece veriliyordu: Askerliğe bağlılık ve birbiriniz arasında da sağlam bir
dayanışma olmalı.
«... Diğer ellerinizi şanlı Türk bayrağı üzerinde bulunan silahlara koyarak, vatan ve millet
menfaatlerini her şeyden üstün tutacağınızı, gerektiğinde uğruna canınızı ve kanmızı bile feda
etmekten çekinmeyeceğinizi gür sesinizle haykıracak ve Türk'ün geleneksel cesaretini
kanıtlayacaksınız...»
Gerçekten de hepsi en gür sesleriyle, kimisi henüz tecrübesizliğin verdiği bir havada adeta
bağırarak and içtiler...
Bu yemini ederken hiçbiri, söyledikleri kelimelerin tam olarak ne anlama geleceğini
bilmiyordu. İlerde bu kelimelerin hayatlarını nasıl etkileyeceğinin farkında değillerdi.
Komutan konuşmasını sürdürdü: «...Dimdik duran bedeninizle disiplin ruhu ile yetişmiş,
itaatkâr, kuvvetli bir maneviyata sahip, dürüst ve güvenilir ka55
rakterde, vatan ve millet sevgisiyle dolu bir askerin gücünü ve iradesini temsil edeceksiniz...»
Artık her birinin adı HARBİYELİ idi...
Yemin töreninden hemen sonra konuştuğum Har-biyelilerin büyük bir bölümü nasıl bir hayata
girdiklerini, kendilerini nelerin beklediğini doğrusu tam anlamıyla bilmiyorlardı. Tek
memnun oldukları nokta, son derece güç elemelerden geçip, ailelerinin çok istekle
bekledikleri bir aşamaya varabilmiş olmalarıydı.
«Asker olacağımdan onur duyuyorum.»
«İdealimi gerçekleştirdim.»
Bu yanıtların biraz altına inildiğinde, önemli bir çoğunluğunun «güvenilir ve sürekli bir iş
bulmuş olmaktan, geleceklerini güvenceye aldıklarından, ailelerine artık yük
olmayacaklarından ve eskiye oranla daha kaliteli bir hayata kavuşmaktan» memnuniyet
duydukları açıkça beliriveriyor. Hava veya Deniz Harp Okullan'na girenlerin büyük
bölümünden beklediğiniz «uçmaya olan hayranlık, havacılığın vereceği teknolojiye sahip
olma isteği veya denizin kendilerini çekme-- si» gibi gerekçeler fazla yoktu.
Okula kabul edilenlerden yüzde 70-80 oranmdaki bölümün 30-70 bin Türk lirası gelirli, 3-4
kardeşli, kasaba kökenli ailelerden geldiği düşünülürse, bu yanıtlar normal karşılanır.
Harp Okullan'na bir yandan askeri liselerden mezun olanlar, öte yandan da sivilden (Okuluna
göre, yüzde 40-60 arası) gelenler giriyor. Liselerden gelenler, ister istemez daha bilinçli
şekilde Harp Okulları arasında seçim yapıyorlar ve daha hırslı olarak geliyorlar. Sivil
kaynaktan gelenlerin durumları ise, liseye
56
ilk girenler gibi sallantılı başlıyor. Yoğun bir yanlızlık-la geçen ilk aylar, eğitim eksikliğinden
doğan bocalamalar, iyi ve dengeli beslenme sorunları... Adeta askeri liselerde daha önce
gördüğümüz senaryolarm aynısı tekrarlanıyor.
Törenler bitip okullarm kapıları kapandıktan sonra adeta dev bir torna dönmeye başlıyor. O ne
istediğini tam olarak bilemeyen, ailesinin yönlendirmesiyle Harp Okulu'nu seçen, fakir ile
orta halli bir ailenin töreleri ve dünya ve Türkiye görüşü, sosyal alışkanlıklarıyla gelen kavruk
genci, bu torna bambaşka bir insan haline sokmak üzere dönmeye başlıyor.
Sivil lise ve üniversitelerde de aynı günlerde başka tornalar dönmeye başlıyor, ancak dört
yıllık eğitim döneminin sonunda her iki tornadan çıkan insanlar birbirlerinden tamamen farklı
oluyorlar.
Nasıl oluyor bu farklılık?
Harp Okulları'nda dolaşırken bu farkın nereden kaynaklandığını hemen anlayabiliyorsunuz:
Disiplin.
Her şeyde disiplin; verilen talimatnamelerin bir satır dışına çıkılma olanağı yok. Bahçede
ikişer üçer kişilik gruplar halinde sessizce dolaşan öğrencileri gördükçe, yemekhanelerde
yemek yeme düzgünlüğü, şaşmayan dakikliği, yatakhanelerin düzeni, sınıflara giriş-çıkışları,
kısacası günlük yaşantılarını paylaştıkça, bu «çelik gömleğin» ne olduğunu daha iyi
anlayabildim.
Askeri okullara girenlerin önemli bir çoğunluğu «ilk defa»larla karşüaşıyor, ancak
karşılığında uyması gerekenler de oldukça yüklü.
Okullardan birindeyken sabahın kör karanlığında, çiseleyen soğuk ve kamçı gibi bir yağmurlu
hava vardı.
57
Birden bahçeden sesler duydum. Saatim 06.30'du. Acaba bir olay mı var, diye pencereye
ulaştığımda gözlerime inanamadım. O kör karanlıkta eşofmanlarını giymiş öğrenciler koşuya
çıkıyorlardı. 06.00-06.15 arasında kalkmışlar, yüzlerini yıkayıp koşuya çıkmışlardı. Benim
hayretle açılmış gözlerimi gören Alay Komutanı gülümsedi:
— Her sabah bu saatte 5 kilometre koşarlar. Saat 07.30'a kadar sürer. Sonra içeri girip 08.00'e
kadar duşlarını yapar ve kahvaltıya inerler. Koşuyu da belirli bir süre içinde bitirmeleri
gerekiyor...
Sabah bunca fizik zorlanmadan sonra 08.30'da zillerin çalmasıyla dört saatlik ardı ardına ders
başlıyor. 12.20'deki öğle yemeğine kadar... Öğle yemeğinde sadece bir saatleri var. Toplu
halde yemekhaneye giriliyor, daha önceden belirli masalara oturuluyor ve en kıdemli subayın
gelişi bekleniyor. Dua ile birlikte, yine önceden öğretildiği şekilde yemek yeniyor.
Yemekte servisi masada oturanlar sırayla yapıyorlar. Karşılıklı konuşma serbest ancak yüksek
sesle değil, karşınızdakinin duyabileceği kadar.
Zaten bir saatlik bu yemek arasının 45 dakikası böylece geçiyor ve yine Komutanm kalkışıyla
birlikte yemekhaneden çıkılıyor. Yemeğini bitirenin hemen dışarı fırlaması söz konusu değil...
Dışarı çıkış da belirli bir düzen içinde.. İkişer veya üçer kişilik gruplar halinde yavaş yavaş...
Bizim, Galatasaray Lisesi'nde yemekhaneye kapıları kırarak girişimiz, yemek mi yoksa dayak
mı yediğimizi bilemeden önümüzdekileri tamamlayıp kendimizi bahçeye savurup top
oynamaya koşuşturmamız ve öğleden sonraki derse de kan-ter içinde ve pestili çıkmış
biçimde girişimiz aklıma geldi... Fark hemen görülüveriyordu.
58
Daha bitmedi.
13.20 - 15.30 arasındaki iki ders bittikten sonra, öğrencilerin sadece yarım saatlik bir
hazırlanma araları var. Zira 16.00'da toplu savaş beden eğitimi başlıyor. Pentatlon,
sırtlarındaki kilolarca malzeme ile teçhizattı geçiş, süngüleşme vs...
Daha bu beden eğitimi biterken 17.00-18.30 arası okul takımlarına seçilmiş olanların
antrenmanları başlıyor. Diğerleri için, eğitsel kol ve güç çalışmaları (kimi elektronikbilgisayar, diğerleri müzik veya resim) başlıyor.
Harp Okulu'ndaki öğrencinin^ tek boş ve dinlenmeye ayrılan zamanı 18.30 - 19.0u arasında.
Bir nebze bu arada dinlenip kendine gelmeye ve arkadaşlarıyla konuşmaya vakit
ayırabiliyorlar.
19.00 - 20;00 arasında yemeğini yine aynı şekilde yedikten sonra, 22.00'ye kadar etüde
giriyorlar. O günlük derslerini gözden geçirme ve ertesi günküleri hazırlamak için iki saati
kalıyor. Tabii günlük yorgunlukla da mücadele etmesi ve uyuya kalmaması şartıyla... Zira
uyku 22.15'de. Tam saati geldiğinde ışıklar kapanıyor ve tüm sesler kesiliyor.
Çelik gömlek gece uyurken çıkarılabiliyor.
Harbiyelinin tam dört yılı böyle bir program içinde geçiyor. İlerde neler öğretildiğine de
geleceğiz ancak, sadece bu kadarı dahi, insanın nefesini kesmeye yetiyor.
Hafta sonları, evleri bulundukları kentte veya çok yakınlarda olanlarla, yanlarına çıkabilecek
akrabaları bulunanların dışında kalanlar yine okula geri dönmek zorunda... Yazm da kampta
spor eğitimi sürüyor. Yıl boyunca gözünde tüten ana ve babasını, kardeşlerini görebilme
süresi yılda sadece 45 gün.
59
Genelkurmay Başkanlığı bu okullardan nasıl bir subayın çıkmasını istiyor? Daha doğrusu
nasıl bir Komutan oluşturulması hedefleniyor?
Her şeyin başmda Osmanlı subayı ile 1923 sonrasının subayı arasında temel farklılıklar
olmasına özellikle dikkat harcanıyor. Kurtuluş Savaşı'ndaki subayın ruhu, gelenekleri, manevi
değerleri bu genç öğrencilere vermek hedefleniyor1.
Askeri okullarda genç Komutan adaylarma verilmek istenen eğitim beş noktada yoğunlaşıyor:
1) ASKERİ BİLGİ: İlerde emrine verilecek bir birliği eğitebilecek, yönetebilecek derecede
bilgi ve sağ-lam-dayanıklı bir beden eğitimi sağlamak.
2) GENEL KÜLTÜR: Bir yabancı dili iyi bilecek, başta Dünya sorunları olmak üzere çağdaş
kültür düzeyine çıkartılacak ve düşündüğünü kolayca yazıp anlatabilecek bir yeteneğe
kavuşturulacak.
3) SOSYAL YÖNÜ: Kibar, efendi, nerede, nasıl hareket edileceğini iyi bilen, muntazam,
temiz, namuslu, dürüst, girdiği her cemiyette takdir toplamasını bilecek ve sırtındaki
üniformanın onurunu koruyup orduya tam anlamıyla bağlı bir insan oluşturulacak.
4) DİSİPLİN: Komutanının veya talimatların dışına çıkmayacak, nedenini sormadan tam
riayet edecek, kesin itaatkâr, son derece 'çalışkan ve fedakâr olacak.
5) İDEOLOJİ: Dışardan gelecek tehditlere karşı vatanı koruyacak ve savaş sanatını nasıl iyi
bilecek-se, aynı şekilde iç tehditleri de gözetecek, vatan ve mil1) Genelkurmay'ın, Harp Okullan'na yolladığı vc 4 yıl sonunda mezun edilecek subayın
niteliklerini ayrıntılı olarak belirleyen emri için bakınız Ek T
60
let sevgisiyle dolu, Atatürk ilkeleri dışında bir ideolojiyi kabul etmeyecek, bölücü ve aşırı
akımları hemen saptayıp karşı çıkacak.
Adeta, ellerine gelen, hamurdan bambaşka bir TÜRK yaratılmaya çabalanıyor. İdeal bir Türk.
Düşlerimizde gördüğümüz bir Türk. Askerin gözüyle sivil toplumdaki hastalıklardan hiçbirini
taşımayan, tam tersine son derece bilgili, sağlam, salon adamı ancak aynı zamanda gururlu,
onurlu, savaşçı, tertemiz, çalışkan, disiplinli bir TÜRK...
Acaba gerçekleştirilmesi son derece güç bir hedef değil mi?
Bu soruya yanıtı bir okul komutanının ağzmdan verelim:
— Türk toplumunun kaynağı ortada. Hamur bizim hamurumuz. Amerikan veya Avrupa
hamuru değil ki... Olabileceğin en fazlasını gerçekleştirmeye çalışıyoruz... Kiminde sırıtıyor,
kiminde ise tutuyor.
Okullarda, Genelkurmay'm bu uzun listeli beklentilerine ulaşabilmek için, ister istemez büyük
bir yükleme yöntemine giriliyor. Bir yandan fiziksel eğitim, öte yandan bilgi akımı ve nihayet
başka ordularda bulunmayan ancak Türk ordusuna özellikle verilen fikir -moral dersleri...
(Atatürk ilkeleri, bölücülük, vatanı kollayıp koruma, belirli değerleri ayakta tutma gibi...)
Bütün bunlara ek olarak, ellerine gelen genç çocukları, geldikleri yörelerin koşullarından
çıkartıp, bırakın Türkiye'nin büyük kentlerinde, Avrupa'nm başkentlerinde rahatlıkla sosyal
hayata katılabilecek duruma sokmaya çabalıyorlar. Sürekli, bizim «adâb-ı-muaşeret» veya
sosyal kurallar öğretiliyor... Üzerinde en fazla vakit harcanan bir diğer konu da, ellerine gelen
genç çocuğu «inisiyatif» sahibi yapabilmek.
— ... Bazılarının doğuştan inisiyatifi var. Girgin
61
ve duruma hakim. Bir bölümü ise kavruk geliyor. Ailesi tarafından «aman onu yapma-aman
buna dokun-ma-aman fazla ortaya çıkma» diye büyütülen, hatta aksi görüldüğünde dayakla
uysallaştırma metodunun epey geçerli olduğu ülkemizin gencine ordudaki okulda «kişilik»
kazandırmaya çalışıyoruz. İnisiyatif sahibi olmayı öğretiyoruz. Tabii bir bölümüne
öğretebiliyor, bir bölümüne öğretemiyoruz...
Okul Komutamnı dinlerken aklımdan sivil lise ve üniversitelerdeki eğitim, oralarda
rastladığımız aynı tip sorunlar ve o sorunlara yaklaşım geldi..
Harp Okulları'na giriş askeri liselere olduğu gibi pek kolay değil.
20 yaşından gün almamış fen veya modern program uygulayıp yabancı dil dersi veren bir
liseyi bü-tünlemesiz bitirip, üniversiteye l'nci giriş sınavında en az 140 puan almış her genç
Harp Okullarına başvurabiliyor. Böylece daha ilk baştan belirli bir düzeyin üstündeki adaylar
tercih edilmiş oluyor. Aksi halde uygulanacak eğitime ayak uyduramıyorlar.
Komutan adayları (Askeri Liselerden gelenlerin dışındakiler) önce mülakattan (kişilik
envanter testi) ve hemen ardından da fizik kontrolünden geçiyor. Askeri liselere girişte olduğu
gibi, aday gencin kişiliğinde anormallik olup olmadığı, beden açısından da abartılmış bir
sakıncasının bulunup bulunmadığı araştırılıp ilk eleme yapılıyor.
Çok kısa boylu, aşırı şişman, kambur, düztaban, renk körlüğü gibi askerlik mesleğine aykırı
düşecek, eskiden geçirdiği ağır bir hastalığın izlerini taşıyanlar, dışarıda kalıyor. Liseye girifte
olduğu gibi, Harp Oku-lu'na girişte de aday belirli spor testlerinden başarıyla geçmek
zorunda...
62
Ardından tam teşekküllü bir hastaneden bir rapor getirmeleri gerekiyor.
Üniversitelerin 2'nci basamak sınavı genellikle Mayıs'ta yapılıyor. Örneğin Kara Harp
Okulu'nun sınavı da Haziran'da. Aday genç, Ağustos'un ilk haftasında kayıt olmaya
geldiğinde, Harp Okulu yöneticileri 2'nci basamakta çocuğun aldığı puanı Üniversite
Yerleştirme Merkezi'nden öğrenmiş oluyor. Eğer kazanmışsa kendisine söylüyor. Genelde de,
Komutan adayı eğer istediği dalda ve iyi bir üniversiteyi kazanmışsa çoğunlukla sivil hayatı
tercih ediyor. Bu duruma rağmen kalanların sayısı fazla değil.
Türkiye'nin her ilinden mutlaka bir kişinin bulunması arzusu da işin içine girince, Harp
Okullan'nm kremanın kremasını çekebildiğini söyleyebilmek güç. Standardın üzerinde
olmakla birlikte, yine de genelde orta düzey genç katılıyor.
Bundan sonra Komutan adayımızı bekleyen iki engel daha var. Biri, kendi ve ailesi hakkında
yapılacak gizli inceleme. İkinci engel ise, okul başlamadan önce geçireceği bir aylık uyum
kursudur. Tamamen okul koşullarının uygulandığı bu dönemde de bazı elemeler yapılıp,
Komutan adayı and içme töreninden sonra kendini okulda bulur. Hafta içinde ne ziyaretçi
kabul edebilir, ne dışarı çıkabilir.
Çelik gömlek artık giyilmiştir. Hem de kolay kolay çıkarılmamak üzere...
— Bize teslim edilen bu genci 4 yıl içinde, kelimenin tam anlamıyla yeniden İNŞA etmek
durumundayız. Bunu gerçekleştirebilmenin yolunu da, bir yandan
63
yürürlükteki eğitim sistemini kendimize göre ayarlamakta ve son derece sıkı bir disiplin
aracılığıyla adeta zorla uygulatmakta buluyoruz.
Türk Harp Okulları'nda bugünkü eğitim sistemi de, Türkiye'ye Marşal Yardımı, Kore
Savaşı'na katılma ve NATO'ya girişle birlikte değişti. O zamana kadar bambaşka bir sistem
sürdürülürdü. 1940'da mezun olan bir generalin kendi dönemi hakkındaki anıları son derece
ilginç:
— ... Askerî Lise ve Harp Okulu'nda 3 yılda iki defa smıfta kalırsan hemen erliğe ayırırlardı.
Üstelik okuduğunun yansı da erliğin normal süresine eklendiği için korkudan her şeyi
ezberlerdik... Dünya ile hiç ilgimiz yoktu. Tamamen kendi içimize kapalı yetiştirildik.
Kütüphane filan hak getire. Gazete okumak da yasaktı. Sadece yoğun bir askeri eğitim
görürdük. Genelde Alman eğitimi alınmış ve bazı değişikliklerle uygulanmıştı... O
dönemlerde Türkiye'nin siyasi ve sosyal hayatmda ideolojiler de yoktu. Atatürk ilkeleri
üzerinde pek durulmazdı. Zaten tek parti dönemi ve başta da Paşa vardı. Atatürk bayrağına
gereksinme yoktu. CHP'nin 6 ok'u bilinir ve Nutuk okunurdu, o kadar. Her şeyden önemli
olan devlete ve hükümete sadakatti. Komutanlarına ve devlet büyüklerine itaatkâr bir subay
yetiştirilmeye titizlik gösterilirdi.»
Sistem 1950'lerden itibaren Amerikanlaşmışsa da, temelinde hâlâ Alman, hatta eski Prusya
ekolü yatar. Anavatana katıksız bağlılık —Katı bir disiplin— Komutanlara gözü kapalı inanç
ve itaat.
Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu Prusya ekolünü bırakıp bizimle birlikte
Amerikanlaş-nıasına ve Amerikan sistemini büyük oranda uygula£4
masına rağmen, Türk ordusundaki Prusyalı yaklaşım henüz silinebilmiş değil.
Halen uygulanan sistem de, Amerikalıların yöntemlerinin Türkiye koşullarına göre (daha
doğrusu Türkçeleştirilerek) yeniden düzenlenmesiyle ortaya çı-karüan, bize özgü bir şey...
Üstelik, verilen ders oranlarıyla da, yine günün koşullarına göre oynanarak epey değişiklik
yapılmış.
Harp Okullarındaki eğitimin oranlarını, okunacak dersleri ve kitapları tamamen Genelkurmay
saptar. Milli Eğitim Bakanlığı bu kitapları görmez, içinde ne verildiği, sivil eğitimle ne gibi
farklılık olduğunu bilmez. İlgilenseler yollanır da, bugüne kadar hiçbir Milli Eğitim Bakanı
bunu sormak veya gerekliyse müdahele etme gereksinimi veya cesaretini gösterememiştir.
1950-160'larda okullarda verilen derslerin ağırlığı askeri konuları kapsıyordu. Ders saatlerinin
yüzde 70'i askeri, yüzde 30'u akademik ağırlıklıydı. 27 Mayıs olaylarının getirdiği hava ile
okullara liberal fikirler daha kolaylıkla girebildiği gibi, Harp Okulları üç yıldan dört yıla
çıkarıldı ve 1974'den sonra da bu ders oranı değiştirilip Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin
programı uygulanmaya başlandı. Bu defa okutulan derslerin yüzde 70'i akademik, yüzde 30'u
askeri konulara ayrıldı.
Fakat bu değişiklik kısa bir süre sonra, Genelkurmay açısından önemli bir sakınca yaratmaya
başladı. Zira kıtaya çıkan teğmen askeri bilgisinin yetersizliğinden dolayı bocalar, okullara da
ideolojilerin girmesiyle sıkıntılar duyulur oldu. 1978 döneminde olaylarm en yoğun
zamanlarında bu sistemle mezun veren Harp Okulları 'ndaki durum Genelkurmay'da alarm
zillerinin çalmasına yol açtı... Hemen ardmdan da yeni bir değişiklikle ders oranı yüzde 56
askeri (spor dahil), yüz65
de 44 de akademik olarak saptandı. Liberal akımlara kesin bir set çekildi1.
Bugün Kara Harp Okulu'nda lisans düzeyinde öğretim yapılıyor. Hukuken üniversite mezunu
sayılmıyorlar. Diplomaları, YÖK tarafından akademi mezunlarıyla eş değerde sayılıyor.
Ancak uygulamadaki etkinlik ve zorlamalar sayesinde, birçokları üniversitelerde edinilen
bilgi düzeyine rahatlıkla ulaşabiliyorlar. Hava Harp Okulu'nda, İstanbul Teknik
Üniversitesi'nden mezun bir sivilin aldığı bilginin yüzde 60'ı veriliyor. Deniz Harp
Okulu'ndaki eğitim de, işlevi nedeniyle ister istemez Kara'dan daha farklı oluyor.
Bizim dikkatimizi çeken nokta, modern bir subayın bilmesi gerekenden de ötede siyasal,
ekonomik konulara yer verilmesi ve «yönetici» yetiştirilmesi için çaba harcanması. Askeri
yönetecek, savaşacak bir subaydan çok, sosyal-politik ve ekonomik konularda bir «yönetici»
rolünün gerektirdiği bilgilerin son yıllarda giderek yoğunlaştınldığı izlenimini ediniyor insan.
Harp Okulları'nda verilen derslerin yüzde 56'sını oluşturan askeri konular (Taktik, Lojistik,
Topografya, zırhlı birlik, istihbarat, topçuluk, levazım, askeri coğrafya gibi) genelde, Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin bugün elinde bulunan araç ve gereçlerin kullanılabilmesiyle sınırlı.
Yoksa, sanayileşmiş ülkelerdeki ileri teknolojiye dayanan silah sistemleriyle ilgili eğitim
henüz yok. Bu açıdan askeri dersler ister istemez TSK'nin olanak1) Bugün dört yıllık Harp Okulları'nda toplam ders saatleri ve oranlan şöyledir:
* Askerî dersler (spor dahil): 3840 saat (% 56)
* Fen dersleri: 288 saat (% 7)
* Bilimsel dallar (Elektrik, makine, harita, işletme, hukuk, elektronik, Uluslararası ilişkiler,
vs..) 656 saat (% 17)
* Sosyal dersler: 752 saat (%*20)
66
lan çerçevesinde kalıyor. Yeni gelişmeler, yüksek teknolojinin silah sistemlerine, sevk ve
idareye etkileri okunmakla, izlenmekle birlikte, daha çok bugünün koşullarının ötesine pek
çıkılamıyor1.
Komutan adayının iyi yetişebilmesi için devlet elindeki tüm olanakları zorlayarak, mümkün
olanın da fazlasını veriyor.
Henüz Kara Harp Okulunun koşulları için söyle-nemese dahi, Hava ve Deniz Harp Okulları
Türkiye standardının çok üzerinde. Hele Deniz Harp Okulu Batı Avrupa'da gezdiğim
okulların önemlice bir bölümünün de ötesinde, ilerde belki yetmeyecek, ancak bugün göze
lüks görünen yerleri de var. Belki bundan 15 yıl sonra bu değer yargısına varmayacağız,
ancak Türkiye'de sivil öğrencilerin lise ve üniversite koşullarını gördükten sonra, arada bu
kadar büyük bir farkın çıkması, insanı ister istemez rahatsız ediyor.
Harp Okullarının en büyük özelliği, öğrencilerin iyi ve dikkatli yetişebilmeleri için gereken
tüm koşulların yerine getirilmiş olması... Örneğin üniversitelerde bir sınıfta 100-200 kişi
okurken, Harp Okullan'nda bu rakam 10 ile 20 arasında değişiyor. Her 10 öğrenciye bir
öğretmen düşecek şekilde önlem almıyor... Derslerin önemli bir bölümü doğrudan İngilizce
veriliyor. İngilizcenin yanı sıra mutlaka bir ikinci dil öğretiliyor. Rusça, dahil on ayrı dil
üzerinde eğitim olanağı var. Üstelik de bu dil eğitimi son derece modern audio-vi-suel
sistemle gerçekleştiriliyor. Avrupa'daki en modern dil dershanelerinin yöntemleri
uygulanıyor. Meslekleriy1) Ayrıntılı ders bölümü için, bakınız Ek II.
67
le ilgili derslerde de, sivil lise ve üniversitelerin birkaç misli laboratuvar ve üzerinde
denemelerini yapabilecekleri alet var... Öğrencinin genel kültürünü arttıra-bilmesi için,
örneğin Hava Harp Okülu'nda 65 öğrenciye bir kütüphane düşüyor... Öğretmenler de dersle
ezilmiyorlar. Yıllık 380 saat, haftada 12 saati geçmeyecek kadar ders vermekle zorunlu
tutuluyorlar... Yatakhaneler de ortalama 4'er kişilik odalardan oluşuyor... Deniz Harp
Okülu'nda 2000 kişilik dev sinema salonu, ayrıca çeşitli büyüklükte konferans salonları, Hava
Harp Okülu'nda Türkiye'de bulunmayan kapalı spor ve yüzme salonları... Yemekler günlük 4
bin kalori alınacak şekilde ve son derece kaliteli... Nihayet çağın koşullarına ayak
uydurabilmeleri için, her okulda giderek artan sayıda bilgisayar üniteleri, TRT'ye yakın
yenilik ve modernlikte kapalı devre TV-video yayını ve bunlann stüdyoları... Dinlenmebilardo salonları...
Buraya bütün envanteri yapmanın imkânı yok. Tek söylenebilecek şey, devlet Komutan
adayının her türlü çağdaş konforunu ve gerekli eğitim araçlarını eksiksiz karşılamış. Hiçbir
sivil eğitim müessesesinde böyle bir düzey yok, denilebilir... İşin ilginç yanı bu olanakların
sağlanmasında sadece «bol para harcanması» rol oynamıyor. Okulların, sivil eğitimin aksine
program ve planlamalarını birkaç yıl öncesinden yapmaları, gereksinmelerini en ince
ayrıntısına kadar saptaya-bilmeleri ve kuvvetler arasındaki koordinasyon sayesinde birçok
ihtiyaçlarını bazen depolarda çürümekten kurtarıp karşılarken, diğerlerini de zamanında
harekete geçip satın alabilmeleri de çok etkin rol oynuyor. Kaynak israfı en alt düzeyde
tutulunca birçok sorunlar kendiliğinden çözülüyor.
Türkiye'nin genel sivil eğitimine oranla çok daha
68
üstün bir uygulama sayesinde ileri bir eğitim verilen bu Komutan adaylarının maliyetleri de
tabii ucuz olmuyor. Örneğin; Kara Harp Okulu'nu bitiren bir teğmen yaklaşık 7 milyon Türk
lirasına mal oluyor. Deniz Kuvvetleri'nde bu rakam 23 milyona varıyor. Dünyanın her yerinde
olduğu gibi, Türkiye'de de en pahalısı uçucu pilot: Toplam 184 milyon TL1.
Askerî liselerde olduğu gibi Harp Okulları'nda da öğrencinin üzerine titreniyor. Bir dakikaları
boş bırakılmadığı gibi, her dakikası da gözleniyor. Sürekli yapılan testlerle iç sıkıntıları, aile
hayatı, okulda arkadaşlarıyla ilişkileri, ilgileri sürekli toplanıp değerlendiriliyor. Eğer birinde
aksaklık görülürse hemen rehber öğretmenler devreye giriyor ve sorununu çözmek için
yardımcı oluyor... Eğer derslerinden birinde geri kalma durumu saptanırsa, hafta sonu
izinlerinin iptaline kadar gidilip, adeta zorla çalıştırılarak arayı kapatması için bütün dikkatler
çocuğun üzerine yönlendiriliyor... Her öğrencinin sicil fişi okula adımını attığı andan itibaren
geçirdiği bunalım veya dönemlerin adeta bir aynası... Hiçbir sivil okul veya üniversitede
görülmesine imkan olmayan bir olanak. Sonuç olarak da başarı oranı ortalama yüzde 90.
Komutan adayları bu çerçeve içinde zorunlu bir yanşa itiliyorlar.
— Eğer derslerinizde geri kalırsanız veya kötü bir sicil notu alırsanız, kıtaya çıktığınız gün
sırada yanınızda oturan arkadaşınız kıdem alır ve sizin komutanmız olur... Bunu unutmayın.
İşte her subay adayının en teşvik edici etken olarak aldığı uyarı bu... O zaman da ister istemez
baş-döndürücü bir yansın içinde buluyor kendisini.
1) Subay ve Assubay maliyetlerinin ayrıntılı dökümü için bakınız
Ek an.)
69
— En iyisi olmalısınız, en bilgili, en görgülü, en ileri not sizin olmalı.
Dört yıl süresince her gün duyulan bu uyarı ile sinirler her geçen yıl biraz daha geriliyor.
Üstelik Harp Okulları içine aldığı öğrenciyi bir anlamda tutsaklıyor. Zira Harp Okulu'ndan
yarı yolda vazgeçme yok. İkinci veya üçüncü sınıfa gelip de «ben yapamıyorum» demek
imkânsız. Askeri lisedeki gibi, belirli bir tazminat ödeyip ayrılamıyor. Yasa izin vermiyor1.
Suç işlerse, evlenirse veya iki defa üst üste sınıfta kalırsa ATILIYOR. Harp Okulları'ndan
atılmış bir gencin başka hiçbir devlet kurumuna kabul edilmemesi için de, İç İşleri,
Üniversiteler ve diğer kuruluşlara hemen bilgi verilir. Bir başka deyişle, okula kaydmı
yaptıran öğrenci okuldaki bu yarışa katılmak ve bitirmek zorunda. Başka hiçbir seçeneği yok.
Bu durum da, ister istemez gerilimi arttıran bir unsur oluyor.
***
Harp Okulları'nın hiçbir şekilde hazmedemedikleri beş suç var: Disipline aykırı hareket etmek
- sınıfta kalmak - ideolojik veya parti çalışmalarına katılmak -hırsızlık, eşcinsellik...
Sadece bu suçları işleyenler değü, aynı zamanda suçu görüp, bilip de şikâyet etmeyenler de
ağır şekilde cezalandırılır. Bazen de okuldan ihraç edilirler. 1977
1) 1462 sayılı Harp Okulu Yasası 5'inci maddesine atfen 27 Kasım 1979 tarihli yönetmeliğin
I6'ncı maddesinde «...Harp Oku-lu'na giriş tarihlerinden itibaren geçecek ilk bir aylık intibak
süresinden sonra, okul masraflarını ve kanuni faizlerini ödeseler dahi okuldan çıkamazlar...»
denir. Harp Okulu mezunları, yasaya göre 15 yıl mecburi hizmet yapmak zorundadırlar.
70
- 84 arasında Kara Harp Okulu'ndan ilk girişteki bir aylık deneme döneminde (intibaksızlık
veya kendi isteğiyle) ayrılan 224 kişinin dışmda, disiplinsizlikten 318, sımfta kalmaktan 100,
sağlık nedeniyle 22 kişi çıkarıldı. Deniz Harp Okulu'ndan yine aynı dönemde 112 kişi, 51'i
disiplin, 51'i başarısızlık, 9'u da intibaksızlık nedeniyle çıkarıldı. Hava Harp Okulu'ndan ise
71 kişi...
Tabii bunların dışında bir de ideolojik nedenlerle, olaylara karıştıklarından dolayı ihraç edilen
önemli sayıda öğrenci de oldu... Harp Okulları'na, örneğin sadece İmam Hatip Okulu
mezunları alınmadığı için, ideolojik neden denildiğinde genellikle sol eğilimliler veya
müdaheleci eğilimlere katılanlar anlaşılıyor.
- Harbiye'nin 27 Mayıs ve özellikle Aydemir olaylarında oynadığı rol, hâlâ ordunun yüksek
kademelerinde rahatsızlık yaratan gelişme olarak nitelendirilir. Her çalkantılı dönemde de
mutlaka Harp Okulları'ndan sessiz ihraçlara rastlanır. Bunun en büyüğü, 21 Mayıs İkinci
Aydemir olaylarına katılmalarından dolayı 2 dönem 1400 Harbiyelinin çıkarılmasıdır. 1963
ve 1964'te bu nedenle mezun veremeyen Kara Harp Okulu 1977 -1984 arasmda da hem kendi
içinden, hem de mezun olmuşlar arasından yaklaşık 1200'ünü elemiştir.
Okullarda en sıkı gözetlemenin ideolojik konularda olduğunu söylemek, herhalde abartma
sayılmaz.
Harp Okulları'nı dolaşırken insanın aklına «Acaba bu genç öğrencilere gereğinden fazla
yükleme yapılmıyor mu?» sorusu geliyor.
Gerçekten de olağanüstü bir zorlamayla eğitim yapılıyor. Acaba genç adam bu yüklemenin
kaçta kaçını hazmedebiliyor, kaçta kaçını ezberlew>rek veya imti71
hanları verebilmek İçin öğrenip sonradan arkasını bırakıyor?
— Bu yüklemeyi yapmak zorundayız, zira biz fakir bir ülkenin ordusuna subay yetiştiriyoruz.
Benim subayım, zengin Batılılarda olduğu gibi dar alanlarda ihtisaslaşıp sadece verilen belirli
bir görevi yapmakla yetinemez... Adeta genel hekimlik gibi bir şey. Zamanında her şeyle
uğraşmak zorunda. Birliğe gelen ere iki bacağını açıp altında gördüğü çukurun tam ortasına
abdestini etmesini öğretmekle başlayıp, en modern silahın nasıl kullanılacağına kadar her
şeyle uğraşmak durumundayız... Bugün bilgisayar, yarm levazım işleri, öbür gün stratejiyle
ilgilenecek. Sadece bir tek dalı çok iyi bilen subay yetiştirebilecek kadar zengin değilim
maalesef...
Daima aldığım yanıt da bu oldu.
O zaman sathi bilgi vermiyor muyuz?
— Ne kadarmı hazmediyor? Bizce verilen bilginin tamamı hazmedilemiyor tabii... Son sınıfa
gelip de, hâlâ boş bakanlar var. Ezberleyerek gidenler var... Verilen bilgilerin sathi kaldığı
insanlarım var. Hazmedilme oranı yüzde 40 diyebiliriz. Başka bir deyimle, Harp Okulu'ndan
çıkanların yüzde 40'mm hızla tepelere çıkacak insanlar olduğunu biz zaten testlerde
görüyoruz. Geri kalan yüzde 60, ister istemez ayak sürüyor. Bütün lise ve üniversitelerimizde
bu kadar sonuç alınabilse Türkiye'yi kalkınmış sayarız.
Harp Okulları'nda yaptığım kısa bir inceleme, temel sorunun lise eğitiminden kaynaklandığını
hemen ortaya çıkarıverdi.
Okullara Askeri Iise'lerden gelen öğrenciler hiçbir zorlukla karşılaşmadan Harp Okullarındaki
eğitime hemen alışıveriyorlar, oysa sivil liselerden gelenler büyük oranda bocalıyorlar.
Nedeni de, sivil liselerdeki eğitim
72
düzeyi ve kalitesinin düşük oluşu. O kadar ki, Deniz Harp Okulu'nda, l'nci sınıftaki 238 kişilik
ilk sınıfta (Bütün Harp Okullan'nda ilk yıl ortak dersler görülür, 2'nci yıldan itibaren ihtisas
dallarına ayrılınır) 43 zayıf öğrenci tespit edildi. Bunun dörtte üçü sivil liselerden gelenler
arasındaydı.
İşte bundan dolayı (sakıncalarına daha ilerde değineceğiz) 1990'dan itibaren Harp Okulları hiç
sivil kaynağı kullanmayacak ve sadece kendi askeri liselerinden gelenleri alacak.
Komutan adaylarına ilk aşamada öğretilmeye başlanan bir diğer konu da «Durum
muhakemesi»dir. Hayatlarının sonuna kadar, ister askeri konularda olsun, ister sosyal veya
politika ile ilişkin konularda, özetle kişisel hayatında uygulayacağı bir «mantık düzeni» veya
«nasıl düşünülüp, planlı şekilde sonuca varılma metodu» da denilebilir buna.
Belirli bir DURUM karşısında nasıl değerlendirme yapılacağı, en uygun hareket şeklinin nasıl
bulunup KARARA nasıl ulaşılacağı ve bu kararın uygulamasının nasıl gerçekleştirileceği
öğretilir. Bu bir düşünme planı veya programı olarak da nitelenebilir.
Zaman zaman subayların «durum değerlendirmesi» yapmak için aralarında toplandıklarını
duyarsınız, veya gazetelerden okursunuz... Bazen de konuşurken izledikleri mantığm hemen
tamamında aynı noktalardan geçtiğinin farkına varırsınız. Bu, bütün subayların aynı şekilde
düşündükleri anlamına gelmez. Daha çok «aynı plan çerçevesinde düşündüklerini» ortaya
koyar.
73:
KOMUTAN DURUM DEĞERLENDİRMESİ (MUHAKEMESİ)
1) DURUM (içinde bulunulan koşullar)
2) DURUM DEĞERLENDİRMESİ:
a) Harekât bölgesi veya olayın niteliği.
b) Karşı tarafın durumu veya tutumu nedir?
c) Kendi durumumuz nedir?
d) Karşılaştırmalı şekilde bizim ve onların gücü nedir?
3) KARŞILIKLI HAREKET YETENEKLERİMİZ VE BUNLARIN MUKAYESESİ?
a) Hareket şeklimizin yarar ve sakıncaları; uygulama olanakları.
b) En uygun hareket şeklinin saptanması.
4) KARAR.
5) KARARIN UYGULAMASI.
a) Kim yapacak?
b) Ne zaman?
c) Nasıl?
d) Nerede?
e) Ne yapacak?
Bu mantık sırasında öğrencilere diğer önemli bir nokta da öğretilir:
«Görev çok net şeküde saptanmamış ise, sizler durumdan görev çıkaracaksınız. Her şeyin
emirle önünüze gelmesini beklemeyeceksiniz...»
burumdan görev çıkartmak Türk askerinin üzerinde titizlikle durduğu noktalardan biridir.
Bu mantık düzenlemesi, ŞABLON'u doğurur. Şablon, Türk ordusuna Amerikan eğitim
sistemiyle girmiştir. Evet'li, hayır'lı sorularla bir olayı, çözümünü en
74
basite indirerek anlama yöntemidir. Şablon yöntemi insanların karışık konuları
öğrenmelerinde çok yardımcı olur da, abartıldığında veya siyasi-sosyal unsurların, toplumsal
gelenek ve tepkilerin rol oynadığı konulara da (Türkiye'nin bazı siyasi veya sosyal sorunlarım
çözmek için ) uygulanmaya kalkıldığında, içinden çıkılmaz ve sakmcalı sonuçlar da getirir,
Şablon yine de orduların çok kullandığı yöntemlerden biridir.
***
«... Atatürk'ün deyimiyle, Büyük Disiplin okuluna hoşgeldiniz...»
Harp Okulu gerçekten bir disiplin okulu.
Komutan adayma her şeyle birlikte disiplin öğretiliyor. Hem de katıksız uyulacak, hiçbir
sorgu sual etmeden verilen emirleri uygulayacak veya talimatnamelere virgülüne kadar
uyacak.
Harp Okulları'nda disiplinin böylesine sıkı tutulmasının başlıca nedeni de, Komutanın
okuldan çıktıktan sonraki hayatında kesin bir iz bırakabilmek. Kı-ta'da aynı disiplin
uygulanamayacağından dolayı, zaman içinde disiplin düzeyinin düşme tehlikesini mümkün
olduğu kadar belirli bir düzeyde tutabilmek.
Gerçekten de teğmen adaylarının beyinlerinin içine, derilerinin altına bu disiplin unsuru
giriyor. Hem de bir daha kolay kolay çıkarılamayacak biçimde...
Her öğrencinin okula girdiğinde 160 disiplin notu vardır. Bu, altın kadar kıymetlidir. Yıllık
öğretimin sonuna gelindiğinde bu 160'dan geriye ne kaldıysa siciline geçer. Sicil demek de,
Generalliğe kadarki bütün terlilerinde hesaba alınan eh önemli unsurdur.
75
Teftiş sırasında, kazara yatakhanedeki dolabını talimatnameye göre yerleştirmemişse, bahçede
yapılmaması gereken bir hareketi görülmüşse, üzerinde üniformayla eli cebinde ve şapkası
geriye itilmiş dolaşırken rapor edilmişse... Bu liste-o-kadar uzundur ki... Talimatnameler
öylesine kabarıktır ki...
Harp Okulları'nda sivilden veya askeri okuldan ge len genç aynı disiplin uygulamasma girer.
Sivilden gelenler kadar asken liselerden gelenler de, ilk başlarda güçlük çekerler, çünkü
liselerde çocuklar bu kadar sıkılmaz.
Eğitimciler bu gençleri dört yıl içinde, sivil ortamdan çıkarıp Komutan yapabilmek için
vermek zorunda oldukları yoğun bilgi, yeni tutum ve davranışları ancak bu katı disiplinle
gerçekleştirebiliyorlar. Bu şekilde genç adamı, sivilin ortamından çıkarıp, askere özgü
intizama, temizliğe, terbiyeye, dürüstlüğe alıştırabi-liyor ve çalıştırabiliyorlar.
«Eğer burada biz işi sıkı tutmazsak ve bu disiplini beyninin içine sokmazsak, sonra kıtada kim
yapacak? Burada alıştığını kıtada erlere vereceği için başında çok katı davranmak zorunda
kalıyoruz» diyen bir Komutan ne kadar haklı olduğunu da şöyle anlattı:
— Bu biraz da bizim toplumumuzun yapısından geliyor. Biraz yumuşak davran, hemen
tepene çıkma eğilimi vardır. Biraz anlayışlı davranmaya kalktın mı, bunu zayıflık sayıp
hemen laubalileşmeye başlar. Oysa askerlik mesleğinin en kaldıramayacağı şey de
laubaliliktir.
Türkiye'nin bir yandan toplum yapısı, öte yandan da içinde bulunduğu ekonomik koşulların
da bu disiplini etkilediğini söyleyen bir başka Komutanın şu görüşleri de çok ilginçti:
76
— Elimizdeki silah sistemleri eski, devrini kapatmış. Modernizasyon sürüyor, ancak çok para
işi ve bizim gereksinmemiz de çok büyük. O zaman arayı er sayısını arttırarak kapatmak
zorundayız... İşte bu iki noktayı bir araya getirin, disiplinin bizim için öneminin Avrupalı
veya Amerikalı'dan bir kat daha fazla olduğunu anlarsınız.
Genelde askerlik denilince dünyanın her ordusunda disiplin akla gelir. Askerlik disiplinsiz
olamaz. Zira bir insanı ölüme göndermek durumundaki komutanın elindeki en önemli ikna
yeteneği, verilen emre hiç sorgu sual etmeden itaat edecek, uyacak şekilde askerini
koşullandırmasıdır.
Özelde, yani Türkiye'mizde ise bu ayrıca biraz daha önem kazanıyor. Askeri eğitimcilerin
görüşüne göre, «Türk insanı disiplin olmadığı taktirde verilen işi yapmıyor. Oysa görevin hiç
aksatılmadan yapılmasının ön koşulu disiplindir.»
Türk Ordusu'nun bu yönden en büyük özelliği, bir yandan son derece katı bir disiplin
uygulaması ve tam bir merkeziyetçilikle yönetilmesi... «Eğer her subay bir üst'ünün verdiği
emri tartışmaya başlarsa bunun içinden dünyanın hiçbir ordusu çıkamaz» diyen eğitimci belki
haklıydı ancak, bizde disiplin anlayışı ve uygulamasının (belki de toplumun yapısından
geliyordur) yetiştirilmeye çalışılatı insanlarda, acaba «inisiyatif» gibi aranan hassaları yok
etmiyor mü?..
— ...Bir rütbe üst subay ile hiçbir zaman belirli bir noktadan sonra tartışmaya girmem. Daha
önce ağzımın payını aldım. Hiç iyi görünmüyor. Hemen işleri karıştıran, ukala diye
niteleniveriyorsunuz. Bazı arkadaşlar öne çıkarlar. Eğer çok parlak iseniz biraz tolerans
gösterilir, ancak normal düzeyde bir subay olup da fazla söz alıyorsanız, kısa zamanda
kaybolursunuz.
77
Bundan dolayı en güvenceli iş, fazla ses çıkartmamaktır...
Belki yukarda görüşlerini anlatan teğmen biraz abartmış olabilir. Nitekim çok uzun yıllar
ordunun en üst kademelerinde görev yapmış bir komutan, bu görüşe kesinlikle karşı çıkıyor:
«...Tam aksine, kıta komutanı yetiştirme eğitimi sırasında, en geniş şekilde fikirlerin
söylenmesini, tartışılmasını ister ve tahrik eder. Şüphesiz bunun bir hududu vardır. Komutan
fikrini ve kararını açıkladı mı, yani son sözü söyledi mi icraat başlar. Tartışma biter. Zira
sorumluluk komutana aittir. Kararı da, iyi ve kötü yanlarıyla o verir, sorumluluğu yüklenir.
Bugünkü aşırı disiplin uygulaması bazı gençlerimizin bütün hayatlarını etkileyecek sonuçlar
da getiriyor... Kimi bu disiplini öyle noktalara çıkarıyor ki, örneğin en sevinçli anında
gülmeyi veya büyük bir üzüntüsünde ağlamayı zayıflık belirtisi gibi görmeye başlıyor. Rahat
olamıyorlar, sürekli diken üzerinde oturur gibi yıllarını geçiriyorlar. Bu yaklaşımdakiler
azınlıkta olabilir, ancak yine de bizim uyguladığımız disiplinin, gösterişten çok «gerçek iş
disiplinine» dönüşmesi herkes tarafından arzulanan bir husus.
Disiplin bugün Türk Ordusu'nun en güçlü yönlerinden biri olarak nitelendiriliyor. Toplum
ilerde geliştiği, ekonomik düzeyi, dolayısıyla eğitim seviyesi yükseldiği ve yeni değerler
ortaya çıktıkça, zorlama ile disiplin uygulaması kendiliğinden azalacaktır. Nitekim bu eğilim
şimdiden, belirli kuvvetlerde ve görevlerde kendini göstermeye başlamıştır.
Komutan adayının sivil hayattan çıkıp üniformalı hayatına başlamasıyla birlikte giren ve
meslekteki
78
geri kalan hayatı süresince de giderek artacak olan bir unsur da, ardı arkası kesilmeyen
TALİMATNAME'ler-dir.
Neyin, ne zaman, nasıl yapılacağı, en basitinden en önemlisine kadar yazılıdır. Tuvalete
girince etrafın kirletilmemesinden, çıkarken ışığın söndürülmesinden tutun, Komutanın
kapısının üzerinde saat kaçtan kaça kadar ne yapacağının belirlenmesine kadar. Dünyanın her
ordusunda bu hastalık veya kuralcılık vardır. Ancak bizde, herhalde toplumun getirdiği
nedenlerle olacak, talimatname salgınından söz edebiliriz. Prizlerin nasıl değiştirileceğinden,
topun ne zaman ve nasıl bakımının yapılacağına kadar. Bu da aslında Amerikan sistemidir.
Bu nokta herhalde bizim Türk huyumuzdan geliyor. Yani, talimatı dört başı mamur yapıp
sonradan uygulamamak. Bir Komutanın deyimiyle «yazdığımızı uygulayıp, uygulamadığımızı
da yazmadığımız» gün toplum olarak daha sıhhatli olacağız.
Bu talimatname alışkanlığı orduların hem bir yönden gücünü, bir yandan da zayıflığını
oluşturuyor.
Talimatnamesiz veya yazısız-kuralsız bir şey yapamamaya alıştığından dolayı, esnek kararlar
almak ve koşullara göre belirli talimatnameleri hemen duruma uydurma güçleri genelde azdır.
— ... Askerliğin hata yapılmasına tahammülü yoktur. Böye bir sistemin makina intizamı
içinde işlemesi de ancak kesin talimatnamelerle mümkün olur. Hiçbir şeyi oluruna
bırakamayız. Mekanizmaların az hata yapması, çarkların bazen ağır da olsa yine belirli bir
düzen içinde çalışması, ancak bu şekilde sağlanabilir.
«(Askerler katıdır» sözünün temelinde bu talimatname alışkanlığının belki biraz gereğinden
fazla abartılarak kullanılması da yatar.
79
4'üncü Bölüm:
«SEN SUBAYSIN, YANİ FARKLISIN, ÜSTÜNSÜN. ŞÖVALYE RUHLU İNSANSIN...»
Komutan adayana Harp Okulları'ndaki en büyük yükleme, manevi yönden yapılıyor. Yazılı
kitapların dışında, dört yıl süresince gençlere Komutanlarının yaptıkları konuşmalar, belirli
günlerdeki söyleşiler veya törenlerdeki nutuklarda dikkatli şekilde 'belirli temalar imleniyor.
Bunların temelinde de gence «dışardakilerden ne kadar farklı olduğunu» çeşitli yollardan
anlatmak yatıyor. Aslında subay adayına okuldan ayrılıp kıtaya gittikten ve rütbeler almaya
başladıktan sonra da büyük bir mali olanak sağlanamayacağı ortada. Genç adamın önündeki
yıllarda eline ne para geçeceği belli. Belki biraz artıp, biraz azalacak ancak aşağı yukarı aynı
çizgide kalacak.
İşte bu açığı kapatabilmek için askerlik, geleceği ook parlak ve olanaklarla dolu bir meslek
olarak nitelenemediğinden, iğin manevi yönlerine ağırlık veriliyor. Komutanların toplu halde
olsun, sınıflarda olsun hemen bütün konuşmalarında belirli temalar işleniyor:
80
— Çocuklar sizler, para pul ile ölçülemeyecek kadar büyük bir görev almış insanlarsınız.
Dünyaları verseler, sizin omuzlarınıza yüklendiğiniz bu şerefli işi kimse elde edemez. Parayla
mutluluk olmadığını, olamayacağını da hepiniz biliyorsunuz. Sizler şövalye ruhlu
insanlarsınız. Bu meslek fedakârlık mesleğidir. Karşılığında hiçbir şey beklemeden kendini
şanlı bayrağımıza, vatana adamış insanlarsınız... Bu yönden de son derece şanslısınız. Zira şu
anda sizin yerinizde olmak için her şeyini vermeye hazır milyonlarca genç var dı-şarda...
Bu konuşmalar öylesine etkilidir ki, bazen bayrak törenlerinde heyecandan düşüp bayılanlar
görülür.
Ardından subay adayma üstünlüğü anlatılır...
"— ...Her şeyin ve herkesin fevkinde bir insan olduğunuzu hiçbir gün aklınızdan çıkartmayın.
Zira sizler burada üstün bilgili-ve üstün nitelikli yetiştiriliyorsunuz... Hayatını gözü kapalı
vatanına adayan, fedakâr, dürüstsünüz... Bütün Türk tarihinin en şanlı sayfalarını yazmış olan
Türk Ordusu'nun bir subayı olarak, hem dışardaki arkadaşlarınızdan, hem de dünyanın diğer
subaylarından farklısınız...
Bu konuşmalar Komutanın belagatine ve muhayyilesine orantılı olarak son derece genişletilir.
Derslerde öğretilemeyecek şeylerin ancak bu şekilde genç adama verilmesine ezel bir itina
gösterilir. Bu şekilde subay adayının katıksız bir şekilde orduya, askerlik mesleğine
bağlanmasına çalışılır. Subay adayının yaptığı işin ne kadar önemli ve ne kadar onur verici
olduğunu da iyice öğrenmesi istenir.
Önemli bir bölümü için liseden başlayıp. Harp Oku-lu'nun sonuna kadar süren bu «özel
eğitim» son dekendisini gerçekten farklı görmeye başlıyor... Orduya
rece etkili oluyor. Subay
sınıfa geldiğinde
81
ve arkadaşlarına inanılmayacak şekilde ve içtenlikle bağlanıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri işte
böyle bir subay adayı yaratmayı başarıyorlar... Okuldan çıkıp kıta hayatına başlayıp gerçek
dünya ile karşılaşınca, okuldaki genç acaba aynı oranda bir heyecanı duyuyor mu, yoksa
gerçekler karşısında bu hisleri biraz törpüleniyor mu?
İlerde göreceğimiz gibi, gayet tabu bazı hayal kırıklıklarına uğruyorlar, ancak okuldaki
yüklemeden kalanlar dahi, Türk subayında «vatana bağlılık» - «fedakârlık» - «üstünlük» gibi
unsurlar başkalarına oranla çok daha önemli bir tortu bırakıyor.
Okullarda üzerinde ısrarla ve önemle durulan diğer bir nokta da, dış dünyaya karşı iyi bir
görüntü verebilmektir. Gerçekte tümümüzde «sonra benim için ne derler?» vardır. Ancak
askeri okullarda bu konuya özel bir yer ayrılmıştır.
— Oğlum üniforma senin şerefindir. Aynı zamanda ordunun şerefidir. Bu üniformanın
üzerindeki bir leke, ordunun üzerine damlatılmış bir leke demektir... Bir düğmenin kopuk
olması, senin ocağın, evin sayılan bu müessesenin düğmesinin kopuk olduğu anlamına gelir...
Bundan dolayı üstüne basma çok dikkat etmelisin. Daima pırıl pırıl elbisen olmalı,
ayakkabıların tertemiz boyalı olmalı..
Sokaktaki yürüyüşüne de dikkat edilir...
— Sakm kanter içinde koşmayın. Otobüslere atlayıp kapılarından sarkarak gitmeyin.
Harbiyeli'nin şerefine uygun şekilde hareket edin... Dışardan bakanların ne diyebileceğini
düşünün... Şapkası devrilmiş, kanter içinde koşan bir Harbiyeli'yi görseniz hoşunuza gider
mi?
Bazen bu sözler jjetmez ve gizlice çekilen filmler toplu halde okulda gösterilir. Düğmeleri
açık, şapka82
sı uçmak üzere koşan biri videoda gösterilir... O zaman daha da etkili olur.
Dış görünüşe önem verilmesinin nedeni de, toplumun askerini bir abaşka» görmesini
sağlamaktır. Sokaklarda yakası paçası bir yanda, sakallı dolaşan insanların yanında bir askerin
hemen tertemiz ve pırıl pırıl, hatta gösterişli bir giysi ile görünmesine dikkat edilir. Bir
bakıma ordunun prestijinin dış görünüşle de pekiştirilmesine titizlik gösterilir.
Bazen talimatnameler muziplik de eder tabii... Örneğin ısı 35 derece de olsa, öğrenci dışarı
çıkarken talimatnameye uygun şekilde eline mutlaka eldivenini almak zorundadır. Yazlıklar
giyilene kadar buna uyulur.
Kıyafetle birlikte, öğrencinin okul içinde uyduğu disiplini dışarda da göstermesi gerekir.
Genelkurmay'ın verdiği hedefler içinde görülen «temiz-intizamlı subay adayı bıyık
bırakamayacağı, saçlarını uzatamayacağı gibi, yürüyüşünden konuşmasına kadar her şeye
dikkat etmek» zorundadır.
— Çocuklar atacağınız her adımın, şanlı Türk ordusunun onurunu ilgilendirdiğini bir an için
dahi unutmayınız... Yürürken dik durun, göğsünüz kabarık olmalı. Türk'ün en yüce görevini
yüklenmeye hazır bir insan olduğunuzu gösteriniz... Başınız dik durmalı... Bazen heyecana
kapılıp kendinizi kaybederseniz, durup bir an düşünün ve 'acaba nasıl görülüyorum' deyin...
Bağırarak konuşmayın. Hele yolda yürürken arkadaşlarınızla el şakası yapmayın, birbirinize
çelme takmayın... Üzerinizde üniforma ile mahalle arasmda top oynamayın...
Üniforma subay için işte böylesine önemlidir. Adeta, açıkta duran bir kimlik kartıdır. Yolda
yürürken hemen farkedileceğini bilir... Üstelik okulda okuduğu sürece, izinli olduğu günlerde
dahi üniformasını çıkar83
tamaz. Hafta sonlarında ailesinin yanına gitse dahi üniformayı taşımak ve başında şapkasıyla
dolaşmak zorundadır.
Maça gittiğinde, canı gibi sevdiği kulübünün şampiyon olmasına iki dakika kala bir haksız
penaltıyla cezalandıran hakeme dahi bağıramaz. Tepkisini belirli ölçülerin dışına çıkmadan
göstermek zorundadır.
Özetle üniforma subayın hayatının en önemli unsurlarından biridir. Adeta onunla doğar ve
onunla ölür.
Komutan adayında oluşturulmak için çalışılan bir diğer unsur da, askerliğin talimatnamelerle
dolu katı dünyasının, özveri dolu yaşantısının yanısıra bir «salon adamı» da olmasıdır.
Çoğunluğu İstanbul - Ankara - İzmir gibi kentlerin dışından gelmiş, bir bölümü kendi
kasabasının dışında büyük bir kent dahi görmemiş bu gençlere sosyal hayatlarında karşı
karşıya kalacakları her şey öğretilmeye çalışılır.
«Bir noktayı aklınızdan çıkartmaym, öylesine ulvi bir görevdesiniz ki, bugün Mehmetçik ile
birlikte yer sofrası yapıp kumanyanızı paylaşacak, yann kralların masasmda yemek
yiyeceksiniz... İşte her ikisinde de nasıl hareket edilmesi gerektiğini bilmelisiniz...»
Okul Komutanı bu konuşmasını sık sık yinelediği gibi, ayda bir gün de uygulamalı gösterisini
yapıyordu. Bir grup öğrenciyi kokteyl-yemek davetine çağırıyor ve bu işin nasıl olduğunu
anlatıyor.
— ...Farzedin ben ve yanımda eşim, sizleri eşlerinizle davet etmişiz.. Kapının yanında durup
her geleninizin elini sıkıp, hoşgeldiniz derim ve fazla uzatmamak koşuluyla kısa bir sohbet
yaparım. Zira arkadan
84
gelenleri de bekletmemek gerekir... Bu karşılama bittikten sonra, yavaş yavaş grupları dolaşıp
daha uzunca sohbet ederim... Sizler de bir arada durmazsınız. Davetli sayısına göre, 4 - 5'er
kişilik gruplar yaparsınız. Bazen grup değiştirip tanıdıklarınızla konuşur, tanımadıklarınızla
tanışırsınız... Bu tip davetlerde koca koca gruplar olup arkadaş arkadaşa yarenlik edilmez.
Hep aynı yerde kalınmaz... Genellikle de günlük işin dışında ilginç konular açılmalı. Eğer ev
sahibi sorarsa o zaman iş konularına girersiniz veya sizin mutlaka öğrenmeniz gereken bir şey
varsa o zaman fırsatını kollayıp sorarsınız. Bir de unutmayın ki, yanıtını bilmediğiniz veya
söylemek istemediğiniz sorularla karşılaşmak istemiyorsanız, siz de fazla soru sormayın.
Elinizdeki bardakların yarısına kadar peçete kaplı olduğunu görüyorsunuz. Bu, hem elinize
buzun buğusu akmasın diye hem de ne kadar içki içtiğinizin fazla görünmemesi için konur.
Zaten fazla içki içmemek gerekir. Kokteyl ile arkadaşlarla gidilen meyhane faslını
karıştırmayın birbirine... Şimdi yemek odası açıldı. Önceden kimin nerede oturacağı kapı
kenarındaki küçük masa prototipinde yazılıdır. Oradan yerinizi iyice öğrenip, başkasının
yerine oturmadan yerinize ilerlersiniz. Ev sahibi oturmadan da masaya oturulmaz... Dikkat
edin, masada sağıma oturttuğum insan ya en üst rütbelidir veya onun misafiridir. Yemek de
daima soldan verilir... Fazla alınıp tabak doldurulmaz. İkinci defa almamak da iyi bir intiba
yaratır... Ardından da çatalları karıştırmadan ve sessizce yemeğe başlanır. Yemek sırasında
da, ev sahibi iseniz konuşmayı siz yönlendirir, ilginç konular açarsınız. Siz davetliyseniz
konuşmalara zırt diye girmez, sıranızı bekler ve söz aldığınız zaman da sesinizi herkesten
fazla çıkararak konuşmamaya dikkat edersiniz...»
85
Doğrusunu söyleyeyim 2-3 saat süren bu uygulamalı dersten ben de çok şey öğrenmiştim.
Sadece yemek yemek veya davetlerde nasıl hareket edileceğinin değil, bütün sosyal hayatta
gerekenler bu şekilde öğretilir. Dans dersi verilir, nasıl iyi bir izlenim bırakılarak
konuşulabileceği gösterilir. Amaç, okuldan çıktıktan sonra subayın komple ve çağdaş bir
insan olabilmesidir. Her yönüyle, üniversiteyi bitirmiş bir sivil kadar, hatta ondan da fazla
bilgili olması, sosyal hayatta da hiçbir şekilde geri kalmaması için çaba harcanır... Zira
aksayan her subayın bütün Silahlı Kuvvetleri aksattığma inanılır.
Harp Okullarmda yetişen Komutan adaylarının sosyal sıkıntıları, sorunları, sivil daimi yatılı
okullarda okuyanlardan çok farklı değil. Bu sıkıntüar veya sorunlar da, genç çocuğun geldiği
yöreye, ailesinin düzeyine göre değişiyor. Sorunların bir bölümü Türkiye' nin genelinde
üniversitelerde görülenlerin cinsinden. Ayrıca Harp Okullarının kendi koşulları ve askerlik
öğreniminin özel nitelikleri de, bu sorunları etkiliyor tabii.
Harp Okullarının koşullarına asker liselerden gelenler genelde daha çabuk uyabiliyorlar da,
sivil liseden çıkıp okula girenlerde - özellikle de İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük
kentlerden ve gelir düzeyi orta hallinin üzerindeki ailelerden gelenlerin dışmda kalanlarda
uyumsuzluk, doğal olarak daha fazla görülüyor.
Büyük kentlerde, gelir ve eğitim düzeyi yüksek ailelerin çocukları sorunların önemli bir
bölümünün üstesinden kolaylıkla geliyorlar. Ancak, Anadolu'dan ve
86
mütevazi ailesinin koşullarından çıkıp okula gelenler-deki sarsıntı daha büyük oluyor.
Harp Okullarında uzun yıllar görev yapmış deneyimli Komutanlara göre, bugünkü sistemin
bir sakıncalı yönü, genç adama bir aile evinin sıcaklığını, şefkatini verememesi. Son derece
sıkı bir disiplin, sabahın erken saatlerinden yatana kadar sürekli bir çalışma ve beden eğitimi
temposu, öğrenciyi doğal olarak stress içine sokuyor. Dünyanın başka Harp Okullarında da
aynı sorunla karşüaşıldığma dikkat çeken bu yetkililer, özellikle Batılı ülkelerde aile
ortamının verdiği «şefkat ve sıcaklığı» tamamen yitirmemeleri için özel izinler ve programlar
uygulandığını, hafta sonu çıkışlarında istedikleri ortama girebilmelerinin engellenmediğine
işaret ederlerken, yine de eklemekten kendilerini alamıyorlardı:
— Ben çocuğa okul dışı hayat hazırlayamıyorum.
Özellikle daimi yatılı okuyan, Anadolu'dan gelmiş, yani hafta sonu ailesinin veya
akrabalarının yanma çıkamayanların en büyük şikayetleri «okullarının dışında bir çevre
edinememeleri.» Harp Okullarında sürekli yapılan anketlerden çıkan yanıtlarda sık sık şu
ifadelerle karşılaşılıyor:
— ... Hafta sonu dışan çıkmak istemiyorum. Zira ne gidecek bir yerim var, ne de arkadaşım.
Sınıftan arkadaşlarla dolaşıp hemen okula dönüyoruz...
— ... Cumartesi veya Pazar günleri ancak maça gi-debiliyoruz. Orada da dikkatli olmamız
gerekiyor. İçimizi fazla dökemeyiz. Üzerimizdeki üniformanın şerefini korumamız gerekir...
Birkaç arkadaş grup halinde Ankara'da dolaşıyoruz. Muhit edinmek güç. Bazıları
becerebildiler. Bazılarımız ise beceremiyor. Buralı veya İstanbullu olanlar kolaylıkla bir grup
oluşturuveriyor87
lar, ancak onlar da bizi pek içlerine almak istemiyorlar galiba, zira hiç davet etmiyorlar...
Parti, davete filan gittiğimiz pek olmadı. 4 yıllık okul süresince ben 4-5 defa çaya gitmekten
öte bir şey yapamadım...
öğrencilerin sosyal hayatlarında karşılaştıkları bu yalnızlık okul yöneticilerini en çok rahatsız
eden ve üzerinde uğraşmalarına neden olan konulardan biri. Diğeri de, öğrencinin en genç ve
en faal dönemini geçirdiği bu yaşlardaki «kız arkadaş» sorunudur.
Türkiye'nin genelindeki kız-erkek ilişkilerinin kolay olmadığı, rahat bir ilişki düzeninin
bulunmadığı düşünülür ve Harp Okulu'nun getirdiği yoğun çalışma (vakitsizlik), verilen
eğitimden dolayı gelen kısıtlamalar (dikkatli olmak) ve nihayet üniformanın yarattığı ek
kısıtlama bunlara eklenirse, subay adayının «kızlarla ilişkisinin» ne oranda güçleştiği daha iyi
anlaşılabilir sanıyorum.
— Okulda en son yaptırdığımız anketlerde öğrencilerden aldığımız yanıtlar kız arkadaş
oranının giderek düşmeye başladığını gösteriyor. Daha doğrusu kız düşünme vaktinin
azaldığından şikayet ediyorlardı... Bundan dolayı şimdi emir verdim her sınıf çay yapacak
diye...
Komutanın bu duyarlığı çok iyi de, acaba sorunu çözmeye yeterli mi?
— Yeterli değil tabii, ancak başka ne yapabilirim
ki...
Cumartesi ve Pazar günleri Ankara'da Kara Harp Okulu, İstanbul'da Hava Harp Okulu ve
Tuzla'ya yeni taşman Deniz Harp Olîulu öğrencilerine dikkat ettim, kentliler dolaylıkla dış
dünyaya uyup kendi muhitle88
rini oluşturabilirken, geri kalanlar daha çok erkek erkeğe dolaşmak zorunda kalıyorlardı.
— Okuldan çıktıktan sonra o kadar az vaktimiz var ki, nerede kız bulacağız? Çevre olsa daha
kolay. Sokaktan da kız tavlamak, doğrusu okulda bize söylenenlerden sonra ayıp gibi geliyor.
Üzerimizdeki üniforma ile kız peşinde koşmayı kendime yediremiyorum. Şansı olan buluyor.
Kentlerde kız arkadaş edinmenin diğer yöntemi olan diskoteğe gitmek de kolay değil.
Üzerindeki üniformayı çıkaramayan genç çocuk kendini diskotekte garip hissediyor...
— Herkes bana bakmaya başlıyor. Bazı arkadaşlarımız gidiyorlar ancak ben kendime
yakıştıramıyorum. Üstelik çok da pahalı oldu. Ayda cep harçlığı olarak, sınıfa göre 3 ile 5 bin
lira alıyoruz. Evinden para alanlar rahat ediyorlar da, alamayınca bu kadar para ile bir yere kız
arkadaşınla gitmek güçleşiyor. Ancak pastane veya çay salonlarına gitmekle yetiniyoruz.
Genç adamın seks sorununu çözebilmesi, Türkiye* nin birçok yerinde olduğu gibi içinden
kolaylıkla çıkılamayacak bir durumda.
— Geneleve gitmek de söz konusu değil. Üzerimdeki üniformayı çıkartamam. Üniformayla
da kafamı kesseler gidemem.
Bazı komutanlar zaman zaman öğrencilerinin sivil elbise giyip bu tip küçük kaçamaklar
yapmasına göz yummuyor değil, ancak yine de soruna bir çözüm getirmekten uzak bir
yöntem.
Bir yandan Harp Okulu'nun ağır yükü, verilen özel eğitim ve nihayet üniformanın getirdiği
kısıtlamalar genç adamın çelik gömleğini oluşturur. Bundan sıkıntı duyanlar vardır, ancak
bazıları da tam aksine
89
memnuniyet hissederler. Adeta, dışardaki dünyadan farklılaşmasının bir simgesidir.
Üniforma. O sayede milyonların arasından sivrilip çıkmaktadır. Sokakta dolaşırken veya bir
toplantıya gittiğinde üniforması sayesinde göze çarparlar. Bazıları için üniformanın kız
arkadaş edinmeyi kolaylaştırıcı (özellikle Deniz ve Havacıların) bir etkisi vardır. Askerliği bir
«meslek» olarak almaya çalışanlar için üniforma kısıtlayıcı, askerliği bir «hayat seldi» olarak
alanlar için ise, hele Türk toplumunun üniformaya saygısı da buna eklenince, taşıyana
üstünlük veren bir unsurdur. O zaman da bütün güçlüklerini kolaylıkla kabul ederler. Hangi
kesimde olursa olsun, Harp Okullarındaki bu uygulamalar genç adamın ilerdeki yıllarında
düşünce tarzını, yaşantısını ve dünya görüşünü oluşturur. Bir süre sonra üniformasıyla
özdeşleşir ve artık ayrılamaz olur.
Neresinden bakılırsa bakılsın, dünyanın neresinde olursa olsun üniforma her asker için
önemlidir, ancak Türk subayı için bambaşka bir anlamı vardır. Başkalığının işaretidir.
Konuşmasına, kendisini tanıtmasına gerek kalmadan statüsünü belirleyen, sokaktaki herhangi
bir insan olmadığını gösteren, sözünün dinlenmesine olanak sağlayan hatta belirli rütbelerden
sonra bir yere girdiğinde insanları ayağa kaldıran bir bayraktır.
Bütün bunlardan dolayı üniformasına leke düşürmemeye çok dikkat ettiği gibif leke
düşürenlerden de nefret eder...
90
5'inci Bölüm:
ATATÜRK İLKELERİ VE ÜLKEYİ «KORUMA VE KOLLAMA» GÖREVİ
Yer: Kara Harp Okulu-Ankara Gün: 13 Mart
— Yoklamaya başlıyoruz...
— Hazırol..
— ......Mustafa Kemal Atatürk.
— (Bütün öğrenciler) İÇİMİZDE...
Her yılın 13 Mart günü Kara Harp Okulu'nda bu tören yapılır. Atatürk'ün 1899'da Kara Harp
Okulu'na giriş tarihidir. Numarası ve adı okununca bütün öğrencilerin birlikte «içimizde» diye
haykırmaları kadar sembolik başka bir olay yoktur. Çünkü «içimizde» deyimi tam anlamıyla
kullanılmaktadır.
Atatürk gerçekten Komutan adaylarının içine sokulur. Hiç çıkmayacak şekilde benimsetilir ve
giderek de her biri Atatürk ile özdeşleşmeye başlar.
Yine aynı şekilde, her yılın 27 Aralìk« günü yapılan bir diğer merasim .de son derece
anlamlıdır. Ata91
türk'ün Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara'ya gelişinin yıldönümü olan bu tarihte, Harbiyeliler
savaş giysileriyle «Atatürk'ün gelişini temsilen» T.B.M.M.'nin ilk açıldığı binaya kadar bir
koşu yaparlar. Aslında bu koşudan çıkan anlam «işte Atatürkler ölmedi, hepsi burada, yaşıyor
ve gerektiğinde ülkeyi felaketin ucundan kurtarıp .Cumhuriyeti ayakta tutacak ve millete
teslim edecek» "şeklin de...
Atatürk subayın her şeyidir. Bayrağıdır, yön göstericisidir, taktik vericisidir, sorunlarının
çözümündeki yardımcısıdır, kısacası her şeyidir. Subay adaylarının Atatürk sözünü
kullanmadan geçirdikleri saat olmadığını, her anlarını O'na vermeleri için çaba harcandığını
söylersek herhalde fazla abartmamış oluruz.
Bir süre sonra da, bir bölümü kendilerini Atatürk gibi görmeseler dahi, Atatürk'ün «vatanı ve
ülkeyi kurtarıcı yönünü» benimsemeye başlarlar.
Bu noktaya gelişleri de, yavaş yavaş olur.
Okula geldikleri ilk günden itibaren Atatürk'ün hiç bilmedikleri yönlerini keşfetmeye
başlayarak adımlarını atarlar. O zamana kadar okudukları okullarda hiç böyle ayrıntıya
inilmediğinden dolayı, Ata'yı belirli çizgileriyle tanımaktan öteye gitmediklerini anlarlar.
Önce eğitim yılının açılışından başlayıp, sonra dersler ve konuşmalarla kulakları doldukça,
Atatürk kafalarında bir başkalaşmaya başlar:
— ... Bu konuyu yıllarca etüd etmiş düşünürler diyorlar ki; iyi bir lider ve komutan zeki
olmalı, ileriyi görebilmeli, inisiyatif sahibi, doğru, cesur, karar verme yeteneğine sahip,
itimada layık, adaletli, anlayışlı örnek olmalıdır.
Sonra, buldukları bu vasıfları taşıyan lider ve komutanlardan örnekler vermeye çalışıyorlar.
Değişik
92
milletlere mensup değişik kişilerin liderlik ve komutanlık vasıflarını alıp bir bütün yapmaya
uğraşıyorlar.
Aslında ne gerek var böyle uzun uzun araştırma yapmaya? Her vasıf için ayrı örnek lider
aramaya? İşte Türk'ün Ata'sı. Sayılan bütün vasıfları benliğinde toplamış...
Bu konuşmadan sonra da, Atatürk'ün sözü edilen niteliklerini gösteren örneklere geçilir.
Bütün okul boyunca süren bu eğitim, sadece ders kitaplarıyla kalmaz. En basit törenden,
bütün konferanslara kadar Atatürkçülük anlatılır. Okulların salonlarından başlamak üzere, en
ücra köşedeki kışlaların toplantı salonlarma, ye-jnekhanelere ve nihayet Atatürk köşelerine
kadar yayılır.
Atatürk'ün subayın bayrağı olması için elden gelen çaba gösterilir. Sonunda da istenilen elde
edilir, Mustafa Kemal Atatürk Türk subayının gerçekten bayrağı, derisinin içine girmiş, içinde
yaşattığı ölmez, silinemeyecek bir lideri durumuna girer.
Atatürkçülük unsuruna asıl ağırlık 1980'den itibaren verilmeye başlandı. Eğitim kitapları
üzerinde yaptığımız incelemeler ve 1940 -1970 döneminde Harp Okullarından mezun olmuş
subaylarla yaptığımız konuşmalardan, Atatürkçülük akımının yıllar içinde geliştiği ortaya
çıkıyor!
1940 -1950 döneminde Atatürkçülük Harp Okulla-rı'nm eğitiminde hiç de ağırlıklı bir unsur
değil. «Atatürkçülük y>ktu. Öyle bir şeye ihtiyaç duyulmuyordu. Atatürk ilkelerine bağlılık
da son derece normal bir şeydi. Yemek yemek, su içmek gibiydi. Subay, kendi içinden çıkan
Atatürk'ün ilkelerini, devrimlerini benimsemişti. Uzun uzun okutmaya gerek yoktu. Üstelik,
Atatürk'ün en yakını olan İsmet Paşa baştaydı. Ata93
türkçülüğe karşı bir akım da söz konusu olmadığından dolayı, bizlere hiç böyle bir şey
öğretme çabası yoktu. Bazen konferanslar yapılır ve araştırma konusu olarak verilirdi tabii...
Ancak bugünkü boyutlara ulaşılmazdı» diyen 1940 -1950 arasmdaki dönemde Harp
Okullarının yönetiminde bulunmuş yetkililer, her şeyin yavaş yavaş 1950'den itibaren
değişmeye başladığına özellikle dikkat çektiler. Gerçekten de, 1950'lerden itibaren eğitim
kitaplarında ve ders dökümünde Atatürkçülüğün yeri giderek artıyor. Örneğin 1960 - 70
arasında, ders saatinin toplamına oranla yüzde 5'den yüzde 8-9 arasına kadar çıkıyor.
— Demokrat Parti döneminde ilk defa ordu homurdanmaya ve kıpırdanmaya başladı. O
zamana kadar itaatkârlıktan başka bir şey öğretilmeyen subay, birdenbire dinci akımların baş
kaldırmasıyla irkildi. Tabii ordudaki kıpırdanmanın gerçek nedenleri başkaydı, ancak subay
sınıfının içindeki his, Demokrat Parti'nin dini siyasete alet ettiği ve oy için Atatürk
devrimlerinden taviz vermeye başladığı idi... 1960 ihtilâlinden sonra, Atatürk devrimlerine
ayrılan zaman çoğaldı... Ardından, 12 Mart'ı doğuran sol hareketler arttı ve bu durum
1970'lerde de sürdü. O zaman derslerde de artış yoluna gidildi. Ancak Atatürkçülüğün bir
ideoloji gibi ağırlıklı ve bilimsel şekilde işlenmeye başlanması 12 Eylül 1980'den itibaren
oldu. Ordu başından beri Atatürk'e bağlıydı, ancak, anlattığım gibi giderek eğitimi genişletti...
Bugün Harp Okullarında yılda 960 saat ders okutuluyor. Bunun 160 saati, yani yaklaşık yüzde
20'si doğrudan veya dolaylı şekilde Atatürk devrimleri - ilkeleri ve Atatürkçülükle^ ilgili. Her
.biri yılda 32'şer saatten olmak üzere, Atatürkçülük, Liderlik, İnkilap (Devrim) Tarihi, Siyasi
Tarih, Liderlik, İç Hizmet Kanunu ve bu
94
yıldan itibaren de yeni başlatılan «sevk ve idare» dersleri Türk subayının temel eğitimini
oluşturuyor1.
12 Eylül öncesindeki olaylar, bu değişikliğin temelinde yatıyor. Sol ve sağ akımların ülkedeki
gelişmesi ve Harp Okullarına da yansıması üzerine üst düzey bir karar ile Atatürkçülüğün bir
ideolojiye dönüştürülmesi yoluna gidildi.
— ...12 Eylül öncesinde bir baktık ki, bir taraf sola, öbür taraf sağa çekiyordu. Bizim de
tutunabilece-ğimiz bir unsur geliştirmemiz gerekiyordu. İşte bu ihtiyaç karşısında
Atatürkçülüğün üzerine daha ağırlıklı şekilde gidilmesi fikri doğdu... Ancak bunu yapmak
büyük bir problem oldu. Zira aşırı sol veya aşırı sağ olmayan ve Atatürk hakkında ders kitabı
yazabilecek hoca aradık, maalesef bulamadık. Yazılmış olanları ise beğenmedik. Bunun
üzerine biz kollan sıvadık ve Özto-run Paşa son derece geniş bir çalışma hazırlattı. Üç kitapta
toplattık. Bu şekilde sistematik bir eğitime geçebildik...
Acaba Atatürkçülük gerçekten bir ideoloji mi? Silahlı Kuvvetler için bu konuda en büyük
emeği geçmiş Komutanlardan birine göre, Atatürkçülük tam bir ideolojidir:
1) Bu yıla kadar okutulan «Türk İnkılâp Tarihi» ders kitabında 1960 ihtilâline de yer
verilmekte ve Demokrat Parti yöneticileri sert şekilde eleştirilmekteydi. Bu yıl İnkılâp Tarihi
kitabı yeni baştan ele alındı ve Atatürk'ün ölümü, İnönü'nün başa geçişiyle bitirildi. Tamamen
Atatürk inkılâplarının anlamı, tarihsel nedenleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun yükseliş ve
çöküş nedenleri, son derece ayrıntılı şekilde İstiklal Savaşı ve Atatürk'ün çalışmaları
incelendikten sonra, Cumhuriyetin kuruluşu ve konulan ilkeler ele almıyor. Bilim adamları ve
"tarihçilerin eserlerinden ; yapılan-alıntılarla Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan
500 sayfa-. lık kitap bu ders yılından itibaren bütün Harp Okullan'nda okutulacak.
95
— ... Aslında komünizm ideoloji olarak nitelendiriliyor, ancak bence asıl ideoloji tanımma
Atatürkçülük yakışır. Gerçek ideolojidir. Her olaya, her gelişmeye bir yanıtı vardır.
Dinamiktir, komünizm gibi statik değildir... Biz de bu ideolojiyi her alanda, eğitimde, ailede,
her şeyde uyguluyoruz.
«Askeri Liderlik ve Atatürk» dersi işte böyle başlamıştı.
Bu konuda da askeri okullar için Genelkurmay Başkanlığı ikisi dört yüzer sayfalık, biri de üç
yüz sayfalık üç kitap hazırlattı.
Birinci kitabın ilk sayfasında BAŞEMİR de şöyle:
1. Bu kitap; geleceğin subay ve assubaylarmı, kendi öz varlığımız olan ATÂTÜRKÇÜLÜK'te
bütünleştirmek, sistemli bir eğitimle ATATÜRK KÜLTÜRÜ vererek ATATÜRKÇÜLÜK
İDEOLOJİSİ ile dolu birer asker olmalarını sağlamak, ATATÜRKÇÜLÜĞÜ bir bütün olarak
ve bütün beşeri faaliyetleri kapsayacak genişlikte açıklamak amacıyla, askeri öğretim
kurumlarında okutulacak üç kitaptan birincisi olarak, Genelkurmay Başkanlığı tarafmdan
hazırlanmıştır.
2. Birinci kitap; ATATÜRK'ün bizzat el yazıları ile yazdığı yazıların veya çeşitli zaman ve
yerlerde söylediği sözlerin, istikbale yönelik ve değerini her zaman muhafaza eden mahiyette
olanlarının bir araya getirilmesi ve gruplandırılmasıyla oluşturulmuş olup, sadece
ATATÜRK'ün kendi görüş ve direktiflerini (ideolojisini) yansıtmaktadır...
Kenan EVREN Orgeneral
Genelkurmay Başkanı
96
Bu üç kitapta Atatürk'ün Türkiye'de uygulanmasını istediği ilkeler ve bunlara ulaşabilmek için
gerekli olan hareket tarzları, Atatürk'ün siyasi partilerin nasıl hareket etmelerinden tutun da,
basın özgürlüğü, sendikalar, demokrasinin nasıl işlemesi gerektiğine kadar hemen her
konudaki yaklaşımları işleniyor1.
Askeri okullardaki eğitimin sivil okullardakiyle en büyük ve derin farklılığı işte bu noktada
başlar. Subaya son derece ayrıntılı ve çok ciddi bir tarih eğitimi verilir. Sivil liselerde ciddi bir
ders niteliğinde olmayan «Türk Tarihi», askeri okulların en önemli derslerinden biridir.
Mohaç-Kosova savaşlarından başlanıp, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşuna kadar gelen dönem adeta didik didik edilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselişi,
ardından duraklama ve çöküşü, en ayrıntılı biçimde ve tüm gerekçeleriyle işlenir.
Hele çöküş dönemi ve Kurtuluş Savaşı üzerinde daha da büyük bir titizlikle durulur. Yabancı
güçlerin Osmanlı İmparatorluğu'nu nasıl kemirdikleri, kapitülasyonlar yoluyla kanının nasıl
emildiği ve bütün bunlar olurken de, Osmanlıların vatanlarına karşı ihanet içinde yaşadıkları
özellikle vurgulanır. Saraydaki entrikalar, politikacıların birbirlerine düşmeleri ve herkesin
sadece kendi kişisel çıkarını düşünüp vatanla hiçbir şekilde ilgilenmedikleri en geniş şekilde
ve derine inilerek öğretilir.
Büyük Türk devletlerinin bir araya gelmelerinden, çöküşe kadarki bu dönemde özellikle
vurgulanan noktalar, yönetici durumdaki kişilerin gereken vatanseverliği, milliyetçiliği
gösterememiş olmalarıdır. Dış etli Bu üç kılıp içindekilerin tvnntılı dökümü ıı,ın bakınız Ek I\
97
kenler başta olmak üzere diğer gerekçeler de sayılırsa da, üzerinde durulan, asıl «vatana
kimsenin sahip çıkmamasıdır.»
Bütün bunlar sadece ders saatlerinde öğretilmiyor. Öğrencinin kütüphanelerden en çok hangi
kitapları alıp okuduğuna bakılınca, yüzde 54 gibi son derece büyük bir oranda Tarih-Coğrafya
ve Edebiyat kitapları aldığı dikkat çekiyor. Kara Harp Okulu'nun kütüphanesi örneklendiği
takdirde, alman bu tür kitapların büyük bir bölümünün de, Türkiye'nin tarihi-coğrafyası ve
edebiyat kitaplarının da genelde kahramanlıkları anlatanlar olduğu anlaşılıyor1. Askeri
okullardaki öğrencilerin derslerinin dışında pek kitap okuduğu, dünyadaki gelişmelerle
ilgilendiği söylenemez. Yabancı dil ve dersleri için zorunlu şekilde okuması gerekenlerin
dışında tarih ve edebiyat kitapları bile, kütüphanelerin büyük kapasitelerine rağmen oran
olarak düşüktür.
Tarih ile böylesine yoğun biçimde ilgilendirilen öğrenciye, vatanm Atatürk tarafından nasıl
kurtarıldığı daha da geniş şekilde anlatılır. Subay adayına Kurtuluş Savaşı ve hemen buna
bağlı olarak Atatürk'ün her anı, her adımı öğretilir. Adeta günü gününe bu savaşın iniş ve
çıkışları incelenir. Yapılan her muharebeyi adeta ezbere bilir. Kullanılan taktikten tutun,
siyasi çalışmalara kadar... Adeta Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk ile birlikte, onun içine girerek
yaşar.
Atatürk ile birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazının altından, Türkiye Cumhuriyeti'ni
çıkartıp kurtarır w. onunla beraber yeni ve modern Türkiye'yi kurar.
Bu dönem, genç öğrenciye öylesine sistematik ve
1) Kara Harp Okulu kütüphanesinde 1985 yılı itibariyle bulunan kitaplar ve öğrencilerin
aldıkları kitapların ayrıntılı dökümleri için bakınız Ek V.
98
heyecanlanyla birlikte verilir ki, aynı yaştaki, ancak sivil okullara giden öğrencilerin
duyamayacakları, bilemeyecekleri hislerle içine sindirilir. Sürekli törenleriyle, dersleriyle,
konferanslarıyla ve gösterileriyle, Kurtuluş Savaşı, daha doğrusu Türkiye'nin nerden nereye
gelip nasıl kurtarıldığı beyninin en küçük hücrelerine kadar girer... Okulun girişinde, o gün
Kurtuluş Savaşı'n-da şehit olmuş kişilerin isimlerini görerek, olayla birlikte yaşar.
Subayımızın okuldan çıkıp rütbeler alıp yükseldiği dönemlerdeki düşüncelerini iyice
anlayabilmek, demokrasiye - demokrasinin ayrılmaz parçası sayılan siyasi partilere ve
ideolojilere bakışma tam teşhis koyabilmek için, öğrencilik döneminde geçirdiği bu eğitim,
daha doğrusu KURTULUŞ SAVAŞI tecrübeleri anahtardır. Kurtuluş Savaşı deneyleri
diyoruz, çünkü bu konunun öylesine ayrıntısına ve heyecanına girer ki, sonunda gerçekten
kendi de yaşar. Kendisini Atatürk ile öz-leştirir ve «vatanı kurtarma» hissini bu dönemde
yavaş yavaş benimser.
Atatürk'ün siyasilere nasıl başkaldırdığım, nasıl ihtilal yaptığını, kurulu düzeni nasıl yıktığı,
Anadolu insanını etrafında toplamak için hangi yöntemleri izlediğini iyice öğrendikten sonra,
«gerektiğinde bu yöntemlerin yasal olduğuna, hatta yapılması gerektiğine» inanır. Atatürk'ün
sivil yönünden çok askeri yönü (doğal olarak) işlenir. Örneğin, orduda genellikle Atatürk' ün
Mareşal kıyafetli resimleri asılıdır. Ülkeyi bir hiç'ten var etmiş, vatanına sahip çıkmış bu
insan, dört yıllık eğitimin sonunda artık subayın lideri, bayrağı, kısacası her şeyidir...
Harp Okullarında gerçekleştirilen bu eğitim son derece sistematik ve hiçbir şey tesadüfe
bırakılmadan yapılır. Bu konuda Genelkurmay'm en üst düzey bir
99
yöneticisinin şu sözleri öğrenciye neyin verilmek istendiğini çok güzel özetliyor:
«Askerin kendini bulması, kendisini sivilden üstün görmesi, memleketçilik, söven olmayan
milliyetçilik, gerçek Atatürkçü düşüncenin ince noktalarını anlayabilmesi ve yurdu için
ölebileceğim kabul etmesinden kaynaklanır... Bunu kendileri de bilmezler. Beyinlerine bunlar
sokulur. Bayrak törenlerinde heyecandan bayılanları vardır. Sivilde ise bunların hiçbiri
verilmiyor... Aynı hamurdan biz güzel bir testi yapıyoruz, sivil ise kötü bir ibrik...»
Tarihiyle, Kurtuluş Savaşı'nm heyecanlarıyla yetişen, Türkiye'yi Atatürk ile birlikte kuran
Harbiyeli-ye «kurulmuş olan düzeni koruması», Atatürk'ün yaktığı «meşaleyi düşürmemesi»
görevi de veriliyor. Zaten bu görevin açıkça söylenmesine de gerek kalmıyor. Kendi
okulundan çıkmış ve ülkeyi kurtarmış olan Atatürk'ün devrimlerini yine kendi ocağından
gelen insanlar korumayacak da kim koruyacak? Son derece doğal bir şekilde, Harbiyeli
Kurtuluş sancağının kendine geçtiği, meşaleyi taşımayı sürdürmesi gerektiği sonucunu kendi
kendine çıkarıyor. Fazla söylenmesine gerek kalmadan bu görevi veya rolü benimsiyor. Bir
başka deyimle, Harbiyeli ((durumdan görev çıkartıyor» ve bu görevi daha başından
benimsiyor.
Atatürk eğitimi, Mustafa Kemal'i Harbiyeli'nin gözünde meşale yapmakla bitmiyor. Tam
aksine, hemen ardından, tek ve vazgeçilmez Ulu Önder olarak kabul edilen bu ihsanın
fikirleri, direktifleri (ki buna Atatürk'ün ideolojisi diyorlar) öğretilmeye başlanıyor.
Atatürk'ün çeşitli zaman ve yerlerde yaptığı konuşmalardan alıntılarla, nasıl bir Türkiye
yapmayı
100
amaçladığı, demokrasinin nasıl çalışması gerektiğinden ekonomiye kadar, hemen her
konudaki direktifleri okunuyor.
Atatürkçülük ideolojisinin statik olmadığı, zaman içinde ve günün koşullarına uygun
«dinamik» bir gelişme gösterdiği, dolayısıyla diğer ideolojilerdeki katılığın dışında ve eski
tecrübelerin ışığında sürekli değişerek, «ideale» doğru gittiğinin altı çizilerek, verilmekle işe
başlanıyor. Buna da «Dinamik İdeal» deniliyor.
Çeşitli konularda, Atatürkçülük kitaplarında öğretilen derslerden şu örnekler verilebilir1:
Girişte, ideolojinin nedeni anlatılıyor...
«...Atatürk'ün açıklamalarında gözlenen bir husus da devletin Dinamik İdealine ulaşmasında
en etkili aracın «güçlü devlet» olmasıdır... Türk Milleti için Dinamik İdeale ulaşmada
gerçekleştirilecek vazifeler, koşullara, imkân ve kabiliyetlerimize göre sürekli tespit edilerek
gerçekleştirilecektir. Türk Milletini bu ideallere ulaştıracak en uygun hareket tarzlarının
esasları, Atatürkçülükte mevcuttur. Atatürk Türk devletinin davalarının ideolojisini anlayacak,
anlatacak, nesilden nesüe yaşatacak fert ve kurumlar yaratılmasını istemiş ve bu yönde
çalışacak kurumlar kurmuştur... Sonuç olarak, Atatürkçülük gerçektir ve Türk Milletini
başarıya götüren değerleri, ilkeleri, esasları kapsar. Çünkü; Atatürkçülük, içinde yaşadığımız
yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de millet1) Bu bölümlerdeki alıntıların tümü, aksi belirtilmedikçe, ATATÜRKÇÜLÜK/Atatürkçü
Düşünce Sistemi adlı Harp Okulları'nda okutulan kitaptandır. İçeriğinin -ayrıntılı dökümü Ek
IV'de bulunabilir.
101
lef tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.»
Atatürkçülüğün tanımı ve önemi bölümü de şu şekilde:
«Türk Milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devletin
millet egemenliği esasma dayandırılması, akim ve ilmin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş
uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacıyla temel esasları yine Atatürk tarafından belirtilen
devlet hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata, toplumun temel müesseselerine ilişkin
gerçekçi fikirlere ve ilkelere, Atatürkçülük denir.
Atatürkçülüğün kişi ve millet olarak benimsenmesi, mevcut ve gelecekteki saptırıcı ve tutucu
cereyanlara karşı korunması; Türk Devleti'nin gelişmesinin, güçlenmesinin ve parlak
geleceğinin güvencesidir.»
Atatürkçülükte milliyetçilik unsuru, ülkenin «birlik, beraberlik ve bütünlüğü» açısmdan son
derece önemle vurgulanıyor:
«...Birlik ve beraberlik Türk Milletinin niteliklerinden biridir. Milli birlik ve beraberlik Türk
Milletinin bir bütün olması, içinde hiçbir bölücü, ayırıcı unsura yer vermemesi demektir. Milli
birlik en değerli varlığımızdır ve milletlerin güçlü ve sağlam olmaları demektir... Atatürk,
Türk milliyetçiliğinin başlıca unsuru olan milli birlik ve beraberliğin gerekliliğine ve milli
birliği sarsacak hareketlere karşı dikkati çekmiş bulunmaktadır... Atatürkçülükte halkçılık,
yuftiu, ayrıcalık iddialarından ve SINIF KAVGALARINDAN koruyan bir ilkedir...
102
Atatürkçülükte Halkçılık ile Demokrasi eş anlamlıdır...»
Atatürkçülüğün, Cumhuriyetçilik ve özellikle demokrasi anlayışı eğitimde önemli bir yer
tutuyor. Türk Milletinin demokrasiyle yönetilmesinin önemi, bunun tarihsel gelişimine
özellikle dikkat çekiliyor: Atatürk'ün «Türk Milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan
idare; Cumhuriyet idaresidir. Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli
demektir» sözleriyle başlatılan bu bölümde, Milletin sözü ve Millet Meclisi'ne verdiği
önemden sonra Halkçılığın buna tamamen bağlı olduğu belirtiliyor:
«...Atatürkçülükte Halkçılık ile Demokrasi eş anlamlıdır. Atatürk «Demokrasi (halkçılık)
esasına dayalı hükümetlerde, egemenlik, halka, halkm çoğunluğuna aittir. Demokrasi
prensibi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu şekilde,
demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin, egemenliğin kaynağına ve yaşattığına temas etmektedir»
diyerek demokrasinin halkçılığın bir sonucu olduğunu vurgulamıştır... 'Türk Milleti, en eski
tarihlerde, ünlü kurultaylarıyla, bu ku-N rultaylarda devlet başkanlarını seçmeleriyle
demokrasi fikrine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin
kurdukları devletlerde, başlarına geçen padişahlar, bu yöntemden ayrılarak despot (zorba)
olmuşlardır.' Atatürk, halkçılığın bugün bütün çağdaş anayasalarda yer aldığını ve artık bugün
halkçılık (demokrasi) fikrinin daima yükselen bir denizi andırdığımın belirtmektedir...»
103
Atatürkçülükte, demokrasiye ters düşen teoriler veya ideolojiler bölümünde Komünizme,
Sendikacılığa ve ilginçtir Dernekçiliğe de yer veriliyor:
«Atatürk, demokrasiye (Halkçılığa) hücum eden teorilerin çok haksız olduklarını belirtmiş ve
dolaylı olarak halkçılığı değerlendirmiş ve anlamının mukayeseli olarak ortaya çıkmasına
yardım etmiştir: 'Demokrasinin bu kavramı, bazı teorilerin hücumuna hedef olmaktadır.
Bolşevik Teorileri, ihtilâlci siyasi sendikalizm teorisi, çıkarların temsili teorisi. Neden
demokrasi teorimize hücum etmekte haksızlar, anlatalım:
BOLŞEVİK TEORİSİNDE millet içinden, işçi, deniz ve kara kuvvetlerinden ibaret bir
azınlık, ekonomik esaslara dayanan Komünist Partisi adı altında birleşerek bir diktatörlük
kurmuşlardır. Amaçlarında milli değillerdir. Kişisel hürriyet ve eşitlik tanımazlar. Halk
egemenliğine saygıları yoktur. İçte halkın çoğunluğunu kaba kuvvetle görüşlerini
kabullenmeye zorlarlar, yurtdışında propaganda ve ihtilâl teşkilatı ile bütün dünya milletlerine
kendi prensiplerini yaymaya çalışırlar. Halbuki, hükümet kurmaktan amaç, ilk önce kişisel
hürriyetin sağlanmasıdır. Bolşevik tarzı hükümetinde keyfi idare özelliği görülmektedir. Bir
toplumun, zorla bir kısım insanların görüşlerinin esiri yapılarak aciz bir şekilde yaşatümasına,
doğal ve akla uygun bir hükümet sistemi görüşü ile bakılamaz.
İHTİLÂLCİ, SİYASİ SENDİKALİZM teorisyen-leri de, her türlü siyasi kuruluşları, yanlız
kendi çıkarları lehine çalıştırmak ve sonunda siyasi kuvvet ve egemenliği ellerine geçirmek
isteyen işçi gruplarıdır. Bunlar, amaçlarını zorla elde etmek fır104
satım beklerken, zaman zaman genel grevler yaparak, hükümet adamları üzerinde etkili
oluyorlar ve bazı işleri kendi lehlerine çözümlettiriyorlar, yavaş yavaş varlıklarını
hissettiriyorlar...
ÇIKARLARIN TEMSİLÎ TEORİSİ; çeşitli meslek, sanat ve iş adamları, toplum içinde ayrı
ayrı birer grup, birer küçük toplum halinde düşünülürse, her bir grubun birbirinden farklı
çıkarları vardır. Bundan dolayı, diyorlar ki her özel çıkar sahibi gruplar tarafından ve
grupların sahip olduğu çıkar derecesine uyumlu olarak sonuçlanacaktır. Mecliste, bu
gruplardan birkaçı birleşip, iktidara geçince, yanlız kendi çıkarları lehine çalışacaklardır.
Buna kim engel olacaktır? İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, biz, bu ve bundan önceki teorileri
memleket ve milletimiz için uygun görmüyoruz... Bizim düşüncemizde; çiftçi, çoban, amele,
tüccar, sanatkâr, asker, doktor, kısacası herhangi bir sosyal müesseede çalışan bir vatandaşın
hak, çıkar ve hürriyeti eşittir.'
Atatürkçülükte halk; yasalar önünde kesinlikle eşitliği benimseyen, "hiçbir ailenin, hiçbir
sınıfın, hiçbir zümrenin ve hiçbir kişinin ayrıcalığım tanımayan insanlardan oluşmuş bir
topluluktur. Bu esası koruyan kişiler, halktan yana ve halkçı olarak sayılırlar.»
Halkçılıkta sosyal düzenin kurulması da doğrudan, çalışmaya bağlanıyor:
«Atatürkçülükte Türk halkının kanun önünde eşitliği benimsenmekle birlikte, onun
sorumluluğu da belirlenmiştir. Bu sorumluluk çalışmaktır. Atatürk, kişilerin çalışmaması
halinde toplumun
105.
yaşamasını ve varlığını tehlikede görür. Halkçılık ilkesine göre, Türkiye'de sosyal düzen,
kişinin çalışmasına dayanılarak korunabilir ve sürdürülebilir. Atatürk 'Ne olduğumuzu
bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan dolayı her
birimizin hakkı vardır, yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa
arka üstü yatmak ve hayatmı çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz
içinde yeri yoktur, hakkı yoktur. O halde halkçılık, toplum düzenini, çalışmaya, hukuka
dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir.' diyerek Halkçılık ve çalışmanın doğrudan
ilişkisini açıkça ortaya koymuştur.»
Atatürkçülüğün en güçlü yönünün kuvvetli bir devlet olduğu, devletin hemen bütün alanlara
müdahe-le etmesi gereğini vurgulaması ve Dinamik İdeale ulaşmanın en etkili aracının
böylesine güçlü bir Devlet olduğunun altı özellikle çiziliyor.
«Atatürk devletçiliği, kişisel çalışma ve faaliyeti esas tutar. Bununla birlikte, mümkün olduğu
kadar kısa süre içinde Dinamik İdeale kavuşmak için, milletin genel ve yüksek çıkarlarının
gereğine göre, bütün işlerde, özellikle EKONOMİK ALANDA, devletin fiilen ilgilenmesini
benimser. Devletin fiilen ügilenmesi, yapma, yaptırma, yönlendirme, teşvik, yardım etme,
yapüanları düzenleme ve kontrol etme anlamlarına gelir.»
Laiklik, Atatürk ilkeleri içinde en yaygın şekilde öğretilen ve üzerinde en çok durulanlardan
biridir. Devlet ile din işleri birbirlerinden ayrilmadığı taktir106
de Türkiye'nin yeniden eski çöküntü dönemlerine geri dönebileceği, çağdaş akımların dışında
kalarak sonunda dış güçlere teslim olabileceği konusunun da altı özellikle çizilir.
Nihayet, Atatürk ilkelerinin en sonuncusu olarak İNKILÂPÇILIK bölümünde de, ülkenin
ilerlemesi için neler yapmak gerektiği anlatılır:
«Atatürk, 'İnkılâp, var olan müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk Milletini son
yıllarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerine, milletin en yüksek medeni gereklere
göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri koymuş olmaktır' demiş ve toplumun, zamanın
gereklerine kendini uydurması, gelişmesi ve yenileşmesini istemiştir.. Ancak, Atatürk
Türkiyesi'nin ilerlemesi ile ilgili olarak 'Türkiye'yi derece derece mi ilerletmeli, ani olarak mı?
İki sistem var; biri bilinen büyük Fransız ihtilâlindeki yöntem; rejimler değişecek, ihtilâllere
karşı mukabil ihtilâller yapılacak, sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken bir de bakılacak ki,
birbu-çuk asırlık zaman geçmiş... Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar
geniş zaman var mı?' demiş ve yenileşmeyi zamana bırakmayarak, süratle yapmayı öngörmüş
ve 'benim elime büyük yetki ve kudret geçerse, ben sosyal hayatımızda arzu edilen inkılâbı bir
«coup» (darbe) ile uygulayacağımı zannederim... Neden ben bu kadar yıl yüksek öğrenim
gördükten, sosyal ve mede-• ni hayatı incelemek, hürriyetin tadını çıkartmak için hayatımı ve
zamanımı sarfettikten sonra halkın seviyesine ineyim? Onları kendi seviyeme çıkarayım. Ben
onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar! demiştir.»
107
Atatürk'ün devrimci yanı, halkı kendi istediği ve ideali olan Türkiye'nin düzeyine çıkartmak
için telkin etme ve eğitme yerine, kısa yoldan gereğini yapmayı öngörüyor. Bu düşünce şekli
aslında sadece genç Har-biyeliler tarafından değil, Türkiye'de birçok çevrede sempatiyle
benimsenen bir yaklaşım sayılabilir.
ATATÜRK «İDEOLOJİSİNDEN» NE ANLAR?
Atatürkçülüğün bu altı ilkesi (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik,
İnkılâpçılık) son derece yaygın ve son derece ayrıntıya inilerek, örneklemeler ve Atatürk'ün
konuşmaları yorumlanarak öğretilir. Dinamik İdealden, birbirine dayanışmaya kadar sayısız
alan kapsanır ve Atatürk İdeolojisi yerleştirilmeye çalışılır.
ANCAK, Harbiyeli henüz okuldan çıkarken Atatürkçülüğü bir İDEOLOJİ olarak
benimseyemiyor. Bu, ya anlatımın iyi olmaması, inandırıcılığı ve bilimselliğinde bazı
boşluklar doğması veya Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak kabul etmemesi veya
edememesinden kaynaklanıyor olabilir. Hiç değilse Harp Okullarında mezun olma
yaşamasına gelmiş sınıflarla yaptığı konuşmalar "bende, Harbiyelinin ideoloji yerine
Atatürk'ü bir bayrak olarak benimsediği izlenimi yarattı.
— Sizin için Atatürk nedir?
Gözleri pırıl pırıl olmuştu. Hatta bu soruyu sormamın temelinde yatan bir cehaleti anlayışla
karşılar gibi yanıt verdi:
— ... Atatürk bu ülkeyi kurtaran, kuran insan. Bu ülkenin nasıl gelişeceğini gösteren ilkeleri
yerleştiren insan. Bizim önderimiz...
— İdeolojisine inanıyor musunuz?
108
İdeoloji kelimesine bir tepki olabilir, hiç düşünmeden yanıt verdi:
— Biz hiçbir ideolojiye katılmayız. Biz Atatürkçüyüz.
— Ancak Atatürk ideolojisi de öğrendiniz...
— O başka. Bize Atatürk'ün ilkeleri, Ata'nm nasıl düşündüğü öğretildi.
Harp Okullarındaki gençlerin önemlice bir bölümü, ki bu noktayı öğretim üyeleri de sık sık
tekrarlıyorlar, Atatürk ideolojisi veya ilkeleri hakkındaki son derece yoğun eğitimin tam içine
girmekte güçlük çekiyorlar. Öylesine soyut, öylesine elle tutulamayan şeyler gibi görünüyor
ki, bir türlü Komutanlarının istedikleri kadar derinine inemiyorlar. İçlerinde, okuduklarını
ezberle-mişçesine anlatacak ve üzerinde tartışma yapabilecek nitelikte olanlar da var tabii,
ancak çoğunluk dönüyor dolaşıyor ve sonunda, o ünlü özetleme ve şablonlama
alışkanlığından da olabilir, Cumhuriyet Halk Partisi' nin Altı Ok'una geliyor. Altı Ok'un
yorumlanması konusunda da okullarda olsun, okuldan çıktıktan sonraki dönemlerinde olsun
fazlaca derinleştiremiyor.
Atatürk'ün bir ideoloji olarak benimsenememesi — Atatürkçülüğün gerçek bir ideoloji
olmamasından kaynaklanabileceği gibi — öğrencilerin Atatürk'ü sadece derslerde izlemeleri,
bazı konferanslar ve okumaları önerilen makale veya bazı kitaplarla yetinmelerinden de
kaynaklanıyor. Okulda verilen veya (kütüphanelerinde çok kitap olmasına rağmen)
gösterilenin dışına çıkılarak okuma merakı olmadığı gibi, Atatürk hakkında dışardan kaynak
aramak ve araştırmalarını derinleştirme alışkanlığı da zaten yok.
Somut olayları, somut elle tutulan durumlara alıştırılmış olan subayımızın, soyut Atatürk
ideolojisi ile
109
içiçeliği, Atatürk'ünün Kurtuluş Savaşları'nda yaptıklarını hissetmesi derecesinde değil.
Ancak bütün eğitimin sonunda kafasında kalan tortu çok daha net ve basittir:
— ... En duyarlı olduğumuz nokta, Atatürk'e dil uzatılması ve onun koyduğu temel ilke ve
devrimlere karşı çıkmaktır...
— Peki, nedir bu devrim ve ilkeler? Bana nelerin değişmesini kabul edemeyeceğini anlat
desem ne dersin?
— ... Laiklik en başta gelir. Laikliğe el sürdürt-mem... Ardından ülkenin bölünmesine yol
açacak ayrılıkçı hareketler ve komünizm, karşısında daima bizi bulacaktır.
Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda uyguladığı yöntemi nasıl oluşturduğu ve aklını kullanış
şeklinden çok, Atatürk'ün fikirlerinin gençlere öğretilmeye çalışılması, diye
özetleyebileceğimiz bu yöntem, bazı Harbiyeli-lerin kafasında birçok soru işaretleri ve
kavram karışıklıkları da yaratmıyor değil...
Bu kavram karışıklığı özellikle ideolojilerde kendini gösteriyor. En açık örneği de, SOL
konusunda beliriyor. Komünizm, Sosyalizm, Sosyal Demokrasi arasında önemli farkların
bulunduğu, hatta birbirlerinin temel bazı konulardaki görüşlerine saygı duymalarına rağmen,
gerçekte birbirlerinin düşmanı oldukları bilinmez. Komünizmin, en çok sosyal demokratları,
belirli bir oranda da sosyalistleri «Batının, komünizmin altını kazımak için yarattığı akımlar»
diye nitelediğini bilenin sayısı azdır. SOL denince herkesi aynı kefenin içine koyma eğilimi
egemendir.
Bunun başlıca nedeni de Harp Okullarının liberal fikirlere (bırakın sosyal demokrat veya
sosyalizmi) ka110
palı tutulması, öğrencilerin sağ veya sol ideolojilerle temaslarını en alt düzeye indirme
çabasıdır. Sadece SOL değil, SAĞ da kısıtlanır. Ancak sağ yine de, kendisini milliyetçilik
şapkası altında gösterebildiğinden ve Harp Okullarının doğal muhafazakârlığını benimsediği
için, SOL kadar kötü ve tehlikeli görülmez. Harp Okullarına girmemesine dikkat edilen
yaklaşımları «faşist diktatorya ve din devleti» diye adlandırırsak, gerçeğe daha yakınlaşırız1.
— Yavrularım, Türkiye'yi elde etmenin yolu sizleri, şanlı Silahlı Kuvvetlerin siz evlatlarını
elde etmekten geçer. Türk ordusunu içerden elde eden, Türkiye'yi de elinin içine düşürmüş
demektir. Bundan dolayı çok dikkatli olmanız gerekir. Sizler birer fidansınız... Aman dikkatli
olun. Eğer biri size kadın teklif ederse hemen irkilin, nedenini kendi kendinize sorun... Veya
size son derece güzel bir kız arkadaşlık teklif ederse, gidip önce bir aynaya bakm. Acaba bu
kadar yakışıklı mıyım da benimle arkadaşlık etmek istiyor diye bir düşünün...
Komutanın bu uyarıları genç adamın kafasma son derece net şekilde girer. Aynı zamanda dış
çevrelere karşı kuşku da bu biçimde gelişir. İster Türk, ister yabancı veya sivil-asker olsun,
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin dışındakilere şüpheci bakışı okulda başlar.
Okulun temel amacı da gençleri ideolojilerden, siyasi akımlardan uzakta tutmaktır. Bundan
dolayı kütüphanelere genelde muhafazakâr görüşlü kitap veya dergiler girer. Okul
Komutanlığı'nm kontrolünden geçip «okunabilir» damgası vurulmamış bir yayın ile
görünmenin cezası vardır. Gazetelerde de aynı ayırım görülür. Örneğin sol ve din ağırlıklı
yayınlar okullara so-kulmamaktadır.
1) Harp okullarına İmam Hatip okulları mezunları kabul edilmez.
111
Okullarda verilen konferanslar veya davet edilen konuşmacılaruı da, aşırı liberal görüşlü
insanlar olmamaları, muhafazakâr yaklaşımlarıyla tanınmış olmalarına dikkat edilir.
Bu şekilde Harbiyeli'nin Atatürkçülük ideolojisinin dışındaki siyasi akımlarla temasının en alt
düzeye indirilip, Atatürkçülüğe daha fazla zaman ayırabilmesine çalışılır.
Acaba amaçlanan hedefe varmak için en iyi yöntem bu mudur?
— 1945 yılında Yavuz gemisinde teğmendim. Hiç unutmam, askere sadece kabinenin adı
okutulurdu. Sonra akademiye gittim (1958) ve bir gün elimde Akis dergisi okurken komutanla
karşılaştım. Beni de çok seven bir insandı. 'Oğlum başını derde sokma, git evinde oku' dedi...
Bu tip anılar tarihten bir yaprak da değil... 22 yıllık bir zaman dilimi. Bugün Türk subayı dışa
ve dünyaya çok daha açık yetişiyor. Çok daha fazla okuyor. Ancak böylesine zorla
muhafazakârlık, acaba aksine bir merak veya tepki yaratmıyor mu? Komünizmin ne olduğunu
ve ne olmadığını da okutmak acaba genç teğmeni tehlikeye atmak anlamına mı gelir, yoksa
çok daha sağlıklı bir subay mı yetiştirmiş oluruz?
Hemen hemen aynı kavram kargaşası ekonomik konularda da görülüyor. Atatürkçülüğün
Karma Ekonomi, bir başka deyimle devletin ekonomiye karışması ve yönlendirici,
müdaheleci ve itici bir güç olarak ortaya çıkışı ile özellikle son yıllarda uygulanmaya
başlanan liberal ekonomi modeli ister istemez bir çelişki gibi ortaya çıkıyor. Kafalarda
karışıklık yaratıyor, hangisinin daha iyi olduğu soruları artıyor. Atatürkçü yaklaşım mı, yoksa
Özalcı yaklaşım mı?
112
Türkiye'nin 1930'lardaki cılız ekonomisini ayağa kaldıracak güçte bir özel sektörün
bulunmamasından dolayı, devlete doğal olarak daha fazla yer veren Atatürk'ün bu kaygısı
temelde anlaşılmakla birlikte, yine de zihinlerde pek net şekilde yerleşmiyor. Bu konuda
okulda olsun, okuldan çıktıktan sonra olsun eğitimde daha derinlere inip bir sentez pek
aranmadığından, işin bu yanı adeta karanlıkta kalıyor.
Türk toplumunun hemen her kesitindeki kavram kargaşası, burada da kendini gösteriyor.
113
6 nei Bölüm:
PARTİLER NASIL OLMALI, POLİTİKA NASIL YAPILMALI?
Harp Okullarında, ister derslerde olsun, ister ders niteliğini taşıyan konferanslarda,
komutanların konuşmaları -veya sohbetlerde en çok dikkat edilen noktalardan biri de, subayın
politikaya karışmaması unsuru. Komutan adaylarına sürekli örnekler verilerek, politikaya
karışmış orduların nasıl içinden yıprandıkları, nasıl birbirlerine düştükleri ve nihayet bu
çekişme sonucunda nasıl, zayıflayıp eridikleri anlatılıyor.
Atatürk'ün şu konuşmasını bir Harbiyeli ezbere bilir: •
«Efendiler,
Kumandanlar, askerlik vazifesi ve icabatını düşünürken ve tatbik ederken, dimağını siyasi
mülahazaların tesirinde bulundurmaktan kaçınmalıdırlar... Memleketin genel hayatında
orduyu siyasetten tecrit etmek ilkesi, Cumhuriyetin daima sözünü ettiği bir esas noktadır.»
Ancak, aynı konuşmanın yukarda bitirdiğimiz nok114
tasından sonraki bir cümlesi daha vardır: «...Şimdiye kadar takip edilen bu yolda, Cumhuriyet
orduları, VATANIN EMİN VE METİN HÂMİSİ OLARAK, hürmet ve kuvvet mevkiinde
kalmışlardır.»
Atatürk'ün orduyu HÂMİ olarak görmesi ile bu konuşması bir araya getirildiğinde, «Subayın
politikaya karışmaması,» politika ile uğraşmaması, politika yapmaması, yani partilere üye
olup bir politikacı gibi hareket etmemesi anlamı çıkarılıyor. Yoksa «siyasete mü-dahele
etmemek» şeklinde alınmıyor. Bugüne kadar yapılan üç müdahalede de ordunun kısa sürede
tekrar kışlasına dönmek gereksinmesi duyması ve her defasında seçimleri yaptırıp yönetimi
sivil siyasetçilere bırakmasının nedenlerinden biri de budur. Başka nedenleri de vardı tabii,
ancak subay için ((politika» pek temiz bir şey değildir. Fazla doğru söylenmekten
hoşlanılmayan, bazen kişisel çıkarların ülke çıkarlarının üzerinde görüldüğü bir meslektir.
Dolayısıyla içlerinden politikaya karışanlara, hatta şu veya bu partiye girip politika yapanlara
da subay pek iyi gözle bakmaz. «Yazık oldu bizim komutana» der. Bazıları hakkında «O
pisliğin içine düşecek insan mıydı?» diye konuşur ve emekliye ayrılmış olsa dahi eski
komutanını pek onaylamaz. Eğer bir subay arkadaşı konuşmalarında esnek cümleler kuruyor
ve gerçek niyetini veya söylemek istediğini tam olarak anlatmaktan kaçmıyorsa, «Hadi yine
politika yapmaya başladın,» der. Bu tip yaklaşıma alışmamıştır. Doğru bildiğini ve gördüğünü
açıkça konuşmak ve söylemenin daha doğru olduğu öğretildiği için de, özellikle küçük
rütbelerdeyken, karşısındakini rahatsız edecekse söylememeyi yeğler, yoksa açıkça görüşünü
ortaya koyar. Ancak rütbeler yükseldikçe ve sorumluluğu arttıkça bu açıkgözlülük ve bütün
görüşlerini belirtme tutkusunda değişmeler gözlenmez değil.
115
Herhangi bir eleştirisinin veya Komutanın hoşuna gitmeyecek bir konuşmasının geleceğini
etkileyebileceği hissi, her insanda olduğu gibi, mevkiler büyüdükçe artar.
Politikadan hiç hoşlandırılmadan, politikaya karışmaya özendirilmeden yetiştirilen
Harbiyelilere, bunlara karşılık devletin yürütülmesinde partilerin nasıl hareket etmeleri,
politikacıların nasıl olmaları gerektiği ise gayet geniş şekilde ve yine Atatürkçülük ilkeleri
derslerinde öğretilir. «Partiler, devletin dinamik idealinin gerçekleştirilmesinden
sorumludurlar» diye başla yan bu bölümde1 partilerin gözetecekleri temel ilkeler özellikle
vurgulanır.
Komutan konuşmasına şöyle başladı:
— ... Temel esasları yine Atatürk tarafından belirtilen devlet hayatına, fikir hayatına ve
ekonomik hayata, toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi fikirlere ve ilkelere
Atatürkçülük denir. Bu tarifte belirtildiği gibi Atatürkçülük bir düşünce, fikir sistemidir, bir
ideolojidir ve evrenseldir. Her ülkeye tatbik edilebilir. Bana göre bir İNANÇ olarak da
tanımlanabilir... Atatürkçülük, Kapitalizm ve Sosyalizmi reddederek, dini farklılıkların
istismarını, ayırıcı bölücü etkileri yok ederek dinamik ideale ulaşmayı hedefler...
Komutan bunun amacını ve hedefini de vurguladı:
— ... Bütün temel müesseseler, bu müesseselerdeki sorumlular için vazifelerini, hareket
tarzlarını açıklayan Atatürkçülüğü Türk milletinin değişik faaliyet kollarında ve sorumluluk
düzeylerinde vazifeli olanların kendi koşullarına ve fonksiyonlarına göre en iyi biçimde
anlamaları, Türk Milletinin fertleri için temel vazi1) Atatürkçülük 3. kitap, s: 53.
116
felerin neler olacağını daha açıklığa kavuşturur... At? türkçülükte maksadı iyi anlamak,
Atatürk'ü tanımaktır. İkincisi Atatürkçülüğün bize yüklediği vazifeleri tarif ederken, yerine
getirirken veya durmadan yeni vazifeler çıkarırken nelerin mümkün olduğunu, imkânlarımızın
neler olduğunu tesbit etmektir. Üçüncüsü, vazifelerimizin başarılması için hareket
tarzlarımızın ayrıntılarıyla neler olabileceğini belirlemekten ibarettir...
Bu genel çizgilerden sonra, Harbiyeliye devletin temeli olan Cumhuriyet-Demokrasi, yani
halkın sesinin temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisimi oluşturan partilerin nasıl olmaları,
politikacılarda nasıl nitelikler aranması, muhalefetin nasıl muhalefet yapması öğretilir.
— ... Partiler, Devletin Dinamik İdealini (burada Atatürkçülüğün Dinamik İdeali anlamında
kullanılıyor.) Gerçekleştirmekle sorumludurlar... Devletin Dinamik İdealine ulaşması
partilerin programlarının esasını teşkil eden kuraldır... Cumhuriyetçi, Milliyetçi Halkçı,
Devletçi, Laik ve İnkılâpçı Türk Devletimde, 'bütün inkılâp sonuçlarını, vatandaşların tam
güvenliğini ve milli düzen ve disiplini, dahili ve adlî teşkilât kanunlarıyla koruyan ve hiç
sarsılmayan bir hükümet otoritesi kurmak ve işletmek', başta devlet olmak üzere, devletin
bütün müesseselerinin faaliyetlerinin temelini teşkil etmelidir... Devlet yönetiminde görev
yapacak partiler, milletin tümünü temsil ederek gerçekçi, memleketin ihtiyaçlarını
karşılamaya yönelik olmayı ve dinamik ideale ulaşmayı öngörmelidirler... Türkiye için gerçek
demokrasi, Atatürk ilkelerinde ve özellikle halkçılık ilkesinde vardır. Bu nedenle demokrasi,
halkm sadece kendi görüşlerini en iyi ve sadık bir şekilde temsil edecek insanları seçmekle
gerçek değerine ulaşırlar...
Böylece, siyasi partilerin, Atatürk ilkeleri, Atatürk117
çülük derslerinde öğrenilen ve toplum hayatının hemen her yönünü kapsayan görüşlerinin
dışına çıkmamaları gereğinin altı çizilmekte...
Partilerin nasıl çalışmaları ve nasıl işlevlerini yerine getirmeleri de belirtilir:
"... Siyasi partilerin, vatandaşların her istediğini yerine getireceklerine söz vermeleri
demokrasi için zararlı olduğu kadar, inandırıcı da değildir. Halkın kendi ihtiyaçlarına çare
bulunmasını istemesi doğaldır. Ancak o, gerçekleşebilme imkânının ne olduğunu düşünemez.
Siyasi partiler ise, vatandaşların istediklerini, mevcut imkânları ile olduğu kadar, ülkenin
genel yarar ve geleceği ile birlikte ele almak zorundadır... Türk Devleti'-nin ideali, partilerin
Dinamik İdeali olmalı, Türk Dev-leti'nin temel nitelikleri bütün partilerce benimsenmeli ve
Atatürkçülük bütün partilerin müşterek esası olmalıdır...»
Partilerin, Atatürkçülüğe ters düşen bazı eğilimleri veya yasaklanan, hoş görülmeyen
görüşleri isim değiştirerek sürdürmelerine de karşı çıkılıyor:
«... Atatürkçülüğe göre değişik adlar altında, değişik kişilerce kurulan partilerde aranacak
önemli bir özellik de» programdadır. Ve isim değişikliği ile kimseyi 'aldatmamak' ve
aldatmaya çalışmamak gerekir.»
Bu noktada gösterilen örnekler arasında da, DP'nin devamı olan AP ve MSP ile Refah
Partisi'nin yarattığı alerji var.
Muhalefetin nasıl yapılması da Harbiyelilere şu şekilde öğretiliyor:
«... Atatürkçülükte muhalefette kalan parti ve kişilerin iktidarı ele geçirmek için kendi
siyasetini yaymaya çalışması, iktidardaki partiyi eleştirmesi, ANCAK bu eleştirileri milli
bütünlüğü bozucu ve yıkıcı boyutlara ulaştırmamaları, yıkıcı olmayan akılcı ve gerçekçi bir
118
muhalefet ile iktidardaki partinin yapacağı hataları millet ve ülke yararına ifade etmeleri
gereklidir...»
«Milli bütünlüğü bozucu olmama» kolayca anlaşılmakla birlikte, «yapıcı muhalefetin» nasü
gerçekleştirilebileceği, «yapıcılıktan» somut olarak ne kastedildiği tam açıklanamadığmdan
dolayı, değerlendirme daha çok kişilerin eğilimleri veya kişisel görüşlerine kalıyor.
«... Siyasi partilerin bulunmasının amacı, milleti gruplara bölmek, smıf ve çıkar çatışmalarını
körüklemek değil, halkın tamamını refaha ulaştırmak, memleketin gelişmesini sağlamak,
bunu yaparken bağımsızlık ve milli egemenliğin korunması esasına uymaktır...
Atatürkçülükte siyasi partiler, olumlu ve yapıcı mücadele vermelidirler. Milli çıkarlardan
uzaklaşarak, halkı birbirine düşman gruplara ayıracak şekilde siyasi faaliyetlere yer yoktur.
Atatürkçülükte siyasi partiler halk ile iktidar arasında köprü vazifesi görürler, toplumun
isteklerini iktidara yansıtırlar. İktidarın elindeki imkânların toplumun çıkarları doğrultusunda
kullanılmasını sağlarlar...»
Verilen bu dersler, partilerin nasıl hareket etmeleri gerektiği ile ilgili söylenenler, basında
çıkan yazılar ve bazı partililerin tutumları ister istemez Harbiyeli genç üzerinde ilk etkisi
«Benim siyasi partilerim, zamanında yıkıcı politika uygularlar, bazen halkı düşman gruplara
ayırıp birbirine düşürebilirler, yapamayacaklarını dahi vaadederler» şeklinde oluyor. Genç
subay adayının kafasındaki görüntü, ister istemez siyasi partilere daha başlangıcından itibaren
kuşkuyla, güvensizlikle doluyor.
Harbiyelinin siyasilerimize ve partilerimize bu şekilde bakışının son derece normal olduğuna
dikkat çeken yüksek rütbeli bir generalimiz şöyle diyor.
119
— Bu değerlendirmeyi sadece Harbiyelimiz mi yapıyor? Gazetelerde, TBMM'de birbirine
«Hayvan, hıyar, dangalak, dolandırıcı» diye hitap eden parlamenterlerimiz ile ilgili haberleri
okuyan halk da aynı düşüncede değil mi? Neden her ters düşünce Har biyeliye atfediliyor.
Kamuoyu böyle oluşturulursa Harbiyeli ne yapsın?
Genç Harbiyelimizin tam algılayamadığı veya böyle bir tehlike olabileceği kanısı veren diğer
bir nokta da, iktidar-muhalefet ilişkileridir. Dünyanın bütün ülkelerinde iktidarlar
muhalefetler tarafından hırpalanır. Bazen sokaklara insanlar dökülürcesine, büyük mitinglerle,
sendikalarla harekete geçilir. Nitekim demokrasilerin tarihine bakılacak olursa bu tip son
derece sert, hatta kanlı mücadelelerden geçildiği dönemler görülür. Sonunda toplumlar
demokrasinin belirli ilkeleri, ortak noktalarında buluşmuşlardır. Bizde tam anlaşılamadığı
izlenimini' doğuran, siyasi partiler arasındaki ilişkilerin veya iktidar mücadelelerindeki
sertleşmenin, partilerin ülke çıkarlarını gözetmediklerinden değil de, belki toplumun bütün
kesitlerinin demokrasi oyununa, kurallarına henüz tam anlamıyla alışamadıklarından
kaynaklandığıdır. Henüz geçiş döneminde olduğumuzdandır.
Bir başka deyimle, genç- subay adaylarımıza «bugünkü durum» yerine «nasıl olması
gerektiği» anlatılınca, genç dimağlarda birçok soru işaretleri doğmaktadır. Üstelik acaba bu
«nasıl olmalı» diye öğretilenler de ne oranda gerçekçidir? Türkiye'de hatta dünyadaki
demokrasi uygulamalarına bakıldığında biraz ütopik kalmıyor mu? Genç dimağlara «iktidar
ile muhalefetin el ele çalıştığı, birbirine son derece ılımlı bir dille çiçekler atarak ülkenin
yönetilebileceği» görüntüsünü vermek ne derece sağlıklıdır? Aeaba biz bu genç insanlara suni
bir dünya göstermiyor muyuz? Sonra da bu genç insan120
larm gerçek dünyaya çıkıp karşılaştıklarını yanlış yorumlamalarına zemin hazırlamıyor
muyuz?
Siyasi partiler hakkındaki olumsuz görüntü, siyaset adamları için de geçerli:
— ... Siyasi partilerin, vatansever, dürüst ve güvenilir kişilerden oluşması önemlidir. Samimi
olmayan ve art niyetli kişilerin milletin temsilcisi olarak Meclise girmesi, devlet yönetimine
katılması, milletin bütünlüğüne ve refahına zarar verecektir. Atatürkçülükte, partilerde vazife
alacak kişilerin çok iyi seçilmesi ve bu kişilerin ülkesini her şeyin üzerinde görmesi, hatır için
görevini kötüye kullanmaması gereklidir... Bu kişiler şuna veya buna hizmet, özel çıkar
sağlamak için değil, toplumun refahı için çalışmak zorundadırlar... Zararlı unsurların her
millet içinde bulunması ve bu kişilerin yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda çalışmaları
doğaldır. Bu unsurlar iktidarı ele geçirmek için olmayacak vaadlerde bulunup, göstermelik
programlarla faaliyet gösterebilirler. Milletin siyaset alanında faaliyet gösteren bu unsurlara
karşı her zaman uyanık olması gereklidir...
Yukarda okutulan «nasıl bir politikacı olmamalı» konusundaki satırlara herhalde imzasını
atmayacak kişi yoktur. Hem de sadece Türkiye değil, aynı zamanda hiçbir demokratik ülke bu
tip «çıkarcı» politikacı istemez. Ancak bunlar ders olarak öğretildiğinde, subay adayının
kafasmda, politikacılarımızın sanki büyük bir bölümü bu şekildeymiş gibi bir izlenim doğmaz
mı? Oysa bu ilkeler toplumların kendi iç değerlerinden oluşur. Bu tip politikacıya oy
verilmemesi, çıkarcılığı an-laşüınca da, yine seçmenleri tarafından cezalandırılması gerekir.
Oysa bütün demokrasilerde daima iyinin yanında kötüler de bulunur. Demokratik seçimlerin
en iyi temsil şekli olup olmadığı.da tartışılabilir. Ama bu121
güne kadar daha iyi bir sistem bulunamadığı için, bazı çarpıklıklarını da kabul etmek zorunda
değil miyiz?
Burada yine kişisel yoruma kalan bir diğer değerlendirme de «milletin refahına çalışmak —
art niyetli olmamak— güvenilir ve dürüst olmak» gibi nitelemeler. Zira bazılarımıza göre
ülkenin refahı için çalışmanın yolu, yöntemi başkadır, diğeri için başka. Kimi için bu sosyal
demokrat yoldan geçer, diğeri için tam liberalizmden. Biri için düşünce suçlusu vardır, öbürü
için bazı hakların verilmesi ülkenin bölünmesine değil, tam aksine daha sağlamlaşmasına yol
açar.
İşte böylesine soyut değerlendirmeler ülke gibi öğretildiğinde, genç kafalarda bazı kavram
kargaşalarına yol açmıyor mu? Yanlış değerlendirmelere sapılıp, durumdan yanlış görev
çıkartmalarla karşılaşılmıyor mu? Politikacılarımız hakkında (içlerinde hatalı olanları bulunsa
ve söylenenler belirli bir oranda doğru olsa dahi) daha başlangıçta genç subaylarımıza
olumsuz bir görüntü verilmiş olmuyor mu?
Aynı şekilde, politikacılarımızın ideolojik eğilimlerine de dikkat çekiliyor:
«...Başka milletleri örnek alarak sınıf esasına dayanan parti, millet temsilcilerini etki altına
almaya çalışan sınıf veya mezhep gibi ayırıcı esaslara dayalı baskı grupları kuran, dini ve
geçmişte kalmış gelenekleri siyasete araç olarak kullanan, bir lider ve hayali bir program
etrafında toplanarak bir parti oluşturmaya çalışan 'millete dost görünüp de ilk fırsatta iktidara
geçtikten sonra onun gerçek ihtiyaçlarını düşünecek yerde memleketi kendi istediği yolda
götüren, laf anlamayan, yetkililerin uyanlarına kulak asmayan, millette mevcut kuvvetleri
şahsına bağlamaya çalışan kahraman yüzlü insanlardan hayli zarar görüldü'. Bu tür kişilere
hiçbir şekilde yetki ve sorumluluk vermemek
122
gerekir... Bu nedenle, ülke kaderinde büyük rol oynayan siyasi partilerin yöneticilerinde bazı
yetenek ve şartların aranması, bunların sorumluluktan kaçmaması gerektiği bir gerçektir...
Diğer bir deyişle 'sınıf mücadelesi yerine sosyal düzen ve dayanışmayı kurmak ve birbirini
bozmayacak şekilde çıkarlarda uyum sağlamak, çıkarları kabiliyet ve çalışma derecesi ile
uyumlu' hale getirmek, ana amaç olmalıdır...»
POLİTİKACIYI NASIL GÖRÜR?
Türk subayının politikacıya bakışı, Harbiye'den başlamak üzere, emekliliğine kadar belirli
aşamalardan geçer. Genelde sivil toplumun politikacıya bakışıyla subayın bakışı arasında dev
bir uçurum olmamasına rağmen, küçümsenmeyecek bir farklılık da hemen göze çarpıyor.
Sivil kişi, kendisi gibi sivil olan politikacıdaki «hastalıklar» dan veya olması gerekip de
olamayan niteliklerden, subay kadar rahatsız olmuyor. Kendindeki aksaklıklara alıştığından,
politikacılarımızın bazı tutumları bize o kadar batmıyor. Daha doğrusu daha bir hoşgörüyle
karşılayabiliyoruz.
Subay, eğitiminin verdiği koşullanmalar nedeniyle, politikacıya daha keskin çizgilerle bakıyor
ve gördüğü yetersizlikleri veya hataları kabul etmiyor. Hoşgörüyle karşılamıyor. Saygı
duymuyor. Bir teğmen, komutanına Başbakan'dan, Dışişleri Bakanı'ndan daha çok inanıyor,
daha çok güveniyor ve saygı duyuyor. «Biz yaparız, bunlar bozar» anlayışı hakimdir. Yaygın
bir deyim, çok gürültülü bir toplantı olunca, «subay salonunu da meclise çevirdiniz»
benzetmesidir. Bu izle123
nimi yaratmakta, politikacılarımızın büyük katkıları da var tabii...
Her şeyin başında subayın sivil toplumdaki disiplinsizlikten hoşlanmaması, iyi organize
olmamasından dolayı duyduğu rahatsızlıkla işe başlıyor. Hele buna bir de siyasi sorumluluk
gibi bir sıfat eklenince, az da olsa hoşgörüsü tamamen yok oluyor. Çünkü bir subay için
«devlet», yine eğitim farkından dolayı, sivildeki devlete genel bakıştan çok daha başka. Subay
devleti daha çok önemsiyor. İşte bir de bu unsur eklenince, devleti koruması gereken insan
olarak gördüğü politikacının, okulda ona öğretildiğinden farklı şekilde hareket etmesini kabul
edemiyor.
Genelde Türk subayının politikacılarımıza bakışının olumlu olduğunu kimse iddia edemez.
Askeri liselerden başlayıp, Harp Okullarının son sınıfına kadar konuştuklarımdan büyük bir
bölümü için politikacı, genelde ya kişisel veya parti-ideolojik çıkarlarını ülkenin milli
çıkarlarının önünde tutan bir kişi olarak görülüyor. İçlerinde büyük güven ve saygı duydukları
politikacılar da var tabii. Kendi aralarında konuşurken, halktan kaynaklanan bazı eleştirilerin
aynılarını tekrarlarlar:
— ... Bir politikacı benim gibi, her şeyden, hatta kendinden de önce vatanını düşünmez. Önce
kendidir, önce dört yıl sonra yeniden seçilmesidir. Sonra geriye kalan zamanında vatan-millet
sözleri eder... Devleti de, yine seçimini sağlamak için iltimas dağıtarak ze-deleyebilen bir
insandır. Ben doğrusu çok az politikacıya güvenebilirim.
— ... Bizim aldığımız eğitimin yarısını, bazen onda birini dahi almamış politikacılar var.
Bunlar mı bu ülkeyi yönetecekler. Biri partiden torpille, diğeri para dağıtıp milletvekili ohnuş.
Bırak bizim gibi yabancı dil
124
bilmesini, daha Türkçeyi doğru dürüst konuşamayanlar var.
— ... Ben eğitimden çok, politikacıyı, vatanıma ve milletime verdiği öncelikle ölçüyorum.
Bizim kadar «devlet için» çalışmıyorlar. Atatürk ilkelerini filan da, biraz bizden çekindikleri
için veya tepki doğacağmdan korkup, dillerinde dolaştırıyorlar, o kadar.
— ... Bizim bazı politikacılarımız genelde cahil olduğu için, ülkenin içinde ve dışındaki
tehlikeleri hiçbir zaman gerçekten anlayabilmiş değiller...
Aslmda bu görüşler de, asker ile sivil kesim arasında giderek artan «dünya farkından»
kaynaklanıyor. En temel hedefler bir olsa dahi, hedefe varışta uygulanan mantık ve sistem
farklı olunca, bu karşılıklı ters bakış kendiliğinden çıkıyor.
Subay eğitimi sonucu iş bitirmeye alışmıştır. Bir emir verilir ve bu emir mutlaka yerine
getirilir. Bunun en tipik örneğini dolaştığım kışlalardan birinde yaşadım.
Komutanın cipi bozulmuştu:
— Oğlum Ahmet, cip bozuk, hemen yapın.
— Başüstüne komutanım.
Bir saat ^sonra er geldi. Bir başka cipin parçası sökülüp komutanın cipine konmuştu. Zira
yedekte parça yoktu ve tamir edilmesi de olanaksızdı. Öbür cip yolda kalacaktı, ancak
komutanın verdiği emir yerine getirilmişti.
Aynı komutan şehirde dolaşırken, üç gündür akan patlak su borusunun hâlâ yapılmadığını
görünce Belediyeye telefon etmişti:
— ... Ekibin çok işi var, yaparız. Dört gün soma ekip hâlâ gelmemişti. Komutan işte bunu
anlayamıyordu:
125
— Bu ülke sahipsiz mi? Bir patlak boru tamir edilemez mi?
Bunun sorumlusu olarak da, devleti iyi organize edemeyen politikacıyı görüyordu.
Aslında asker-politikacı arasındaki bu ters bakma olayı, dünyanın her ülkesinde vardır. Bugün
Amerikalı subaylarla konuşun, onlar da size bazı politikacıların sorumsuzluğundan, ülkenin
çıkarlarına yeterince dikkat etmediklerinden, ülkeyi saran tehlikelere karşı yeterince duyarlı
davranmadıklarından söz edecektir. Hele gerilimli dönemlerde bu suçlamaların daha da arttığı
gözlenir.
Asker disipline, verilen işin bitirilmesine, vakit israf edilmemesine alışmış bir insan olarak,
sivil hayattan kopmuş, o hayatın bazı dikkat edilmesi gereken noktalarını varsayamamakta.
Sürtüşme de, işte bu ayrı dünyalar arasındaki ortak noktaların çok az oluşundan ve
diyalogsuzluktan kaynaklanıyor. İlerde değineceğimiz sivil-asker dünyalarının farklılığından
geliyor.
Türk politikacısı da, çok sevmekle birlikte askerliği «katı-esnek olmayan ve dar görüşlü»
olarak niteler. Tabii bunların hiçbirini açıkça tartışmaz.
Amerikalı veya Fransız da, kendi askerini aynı şekilde dünyaya dar bakan ve durmadan
«tehlike var - savaş çıkacak» çığlıkları atan insan olarak görür. Gerçekten de, örneğin
NATO'nun sivil kanadıyla askeri kanadında bulunanlarla veya Washington'da Savunma
Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı ile konuşun, birbirinden apayrı değerlendirmeler duyarsınız.
Askeri kanat, görevleri gereği veya içinde çok yaşadığından dolayı tehlikeyi abartır. Öbürleri
ise mutlaka yumuşatır. Askeri kanadın bu abartmasının temelinde, sivil hükümetlerin
savunmaya, silahlı kuvvetlere ayrılan ödenek126
leri arttırabilme amaçlarının yattığını da hiç unutmamak gerekir.
Bizdeki politikacı-asker ilişkileriyle, Batı Avrupa veya Amerika'dakiler arasmda ise temel bir
fark vardır. Onlar ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler, ne kadar beğenmezlerse beğenmesinler
sivil yönetimin üstünlüğünü,, sivil tarafından yönetilmeyi kabul etmişler, benimsemişlerdir.
Türkiye'mizde ise henüz bu aşamaya varılamadığından dolayı, bizdeki bu ilişki rahatsızlık
yaratmaktadır.
Harbiye dönemlerinde öncelikle demokrasinin nasıl işlemesi «gerektiği» öğretildiğinden
dolayı, ülkenin gerçek koşulları; demokrasi deneyiminde karşılaşılan güçlükleri, toplumun
bazı konulan nasıl çok yavaş hazmettiğini, partilerin birbirleriyle mücadelelerinin doğal
olduğunu, sınıflar arasında pastayı paylaşma mücadelesinin kaçınılmazlığını, yani bazı
gerçekleri ancak kışlaya çıktıktan sonra, zaman içinde öğrendiği için, politikacılara ve
partilere bakışında da belirli farklılaşmalar başlar. Bir Harbiyeli ile Albay rütbesindeki bir
subayın bu konudaki görüşlerinde farklılık hemen göze çarpar. Belki gençlik ile tecrübe
kazanmışlığm arasındaki fark olabilir, ancak yine de önemli bir hoşgörü oluşur. Yine de temel
inanç hiçbir zaman değişmez. Subayın dünyası ile bizim dünyamız arasındaki büyük fark,
bakış açılarını ve değerlendirmeleri de doğal olarak etkiliyor.
Bugünkü politikacılar ile partilerin «nasıl olmaları» gerektiğini öğrenerek büyüyen genç
adam, Türkiye'nin kaçınılmaz koşullarının oluşturduğu gerçekleri görünce, bunun koşullardan
çok politikacının hatasından kaynaklandığı görüşüne inanıyor ve bu uçurum bir türlü
kapatilamıyor.
12?
Üzerinde en çok tartışma yapılan dönemlerden biri herhalde 1950-1960 arasındaki Demokrat
Parti-Ordu ilişkileridir. Bazen husumete kadar varan karşılıklı suçlamalar, birbiriyle çelişen
görüşler ve bugüne kadar süren bir anlaşmazlık dizisi.
O dönem ile ilgili olarak, Kara Harp Okulu'nda okutulan (Anayasa Hukuku) ders kitabında,
1961 Anayasasında ne gibi değişiklikler yapıldığı ayrıntılı biçimde anlatılıyor. Anlatılırken
ordunun Demokrat Parti'yi nasıl gördüğü de belirli şekilde ortaya çıkıyor:
«... Çok partili devrenin başlamasıyla yapılan incelemeler, 1924 Anayasasının eksikliklerini
ortaya koymuştur.
1945-60 yılları arasındaki siyasi gelişme, Anayasada totaliter rejime hevesli olanların istifade
edebilecekleri boşluklar bulunduğunu gösterdi. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
— Meclis hükümeti veya parlamenter hükümet sistemlerinde Devlet Başkam'mn gerektiği
zaman partiler arasında uzlaştırıcı bir rol oynaması için TARAFSIZ olması lâzımdır. Bunun
için de, Devlet Başkanı statüsünün de teamüller dışında sıkı surette Anayasa hükümleriyle
tespit edilmesi zarureti ortaya çıkmıştır.
(Bayar'm hükümeti destekleyecek taraf olduğuna işaret ediliyor)
— Siyasi partiler ve seçim sisteminin bilhassa, ara seçimlerinin Anayasa teminatı altına
alınmaları gerektiği anlaşılmıştır.
(DP'nin seçimleri ertelemesine tepki...)
— İdarenin yargı kuvveti tarafından denetlenmesi gerektiği ve bunu engelleyecek tedbirlere
im128
kân vermeyecek bir düzenlemenin getirilmesi lüzumu kendini göstermiştir.
(DP'nin yargıç ve hakimlere baskı yaptığı...)
1960 İhtilalinin gayesi iki noktada toplanmış bulunuyordu: .
1 — Demokratik Cumhuriyeti yeni Anayasaya göre düzenlemek.
2 — İktidarı yeni meclise devretmek.
... Tek partili sistemden çok partili sisteme dünyaya örnek olacak bir şekilde geçen
toplumumuz, hırslı liderlerin idaresi altmda 1950-1960 devresinde demokrasi düzenini
geliştirmekte başarısızlığa uğramıştı. Ancak, ihtilâl kuvvetlerinin, iktidarı serbest seçimler
sonunda bırakmaları, zinde kuvvetlerin Atatürk inkılâplarının izinde, Batı uygarlığına giden
yolda, demokrasi düzenini gerçekleştirmeye, fertler arasındaki «karşılıklı saygıyı sağlamaya»
kararlı olduklarını şüpheye yer vermeyecek bir tarzda göstermiştir... Çok partili devrin
başlamasıyla Atatürk inkılâplarının toplumda henüz yerleşmediği, cabalarmi önlemek isteyen
seçmenlerin, seçim sonuçları üzerinde etki yapabilecek sayıda olduğu anlaşıldı. Bu
seçmenlerin oylarının sağlanmasının iktidar yarışındaki önemini gören siyasi partiler,
inkılâplar üzerinde taviz vermeye başladılar. 1950'den 1960'a kadar devamla olarak ve
gittikçe şiddetlenerek din politikaya alet edildi. Devrimler aleyhinde bir tutum takip olundu.
Bundan dolayı da, 1945'de tartışma konusu olmayan inkılâpların 1960'da korunması gerektiği
inancı belirdi. Toplum fikirler etrafında toplanır. Bu fikirler zamanla değişir, yenilenir. Fakat
bu fikirler arasmda öyleleri vardır ki, belirli bir anda ihlâl edildikleri veya değiştirilmek
istendikleri za129
man toplum anarşiye düşer. İşte Anayasamız (1961) Atatürk inkılâplarının ihlâlinin toplumda
şiddet yollarını açacağını anlatmak istemiştir... Adalet Partisi, 1961 Anayasasına karşı
olmakla birlikte, bu görüşünü açıkça ortaya koyamamış ve oyların «hayır'lı» olmasını
isteyerek, bir kelime oyunu ile seçmenlerinden Anayasanın reddedilmesini istemişlerdir.
Kapatılmış bulunan Demokrat Parti'nin oylarını paylaşmak isteyen Yeni Türkiye Partisi bu
hususta ikiye bölünmüş, partiye has bir tutum doğmamıştır. Demokrat Parti'nin oylarını
paylaşmak isteyen Adalet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi arasında bu konuda farklılık
meydana gelmiştir. CHP ve CKMP Anayasanın yapılmasına katılmış oldukları için bunlar
Anayasanın lehinde oy kullandılar... Sonuçta EVET'ler yüzde 61, HAYIR'lar yüzde 38 ile
Anayasa kabul edildi.»
12 Eylül Harekâtı'nın nedenleri incelenirken ordunun siyasilerimize ve politika
uygulamalarına bakışı da net şekilde beliriyor:
«... Türk milleti adına tarihi sorumluluk duygusu ile hareket edilerek emir ve komuta zinciri
içinde ve emirle 12 Eylül 1980 Harekâtı gerçekleştirilmiş ve yönetime bütünüyle el
konmuştur... Memleketimizde aylarca devam etmiş olan anarşi, terör ve bölücülük karşısmda
yasama ve yürütme organları ile diğer anayasal kuruluşların hiçbirinin tedbir almaması, asayiş
ve ekonomik bunalımlara çareler getirmemiş olması, kanunlar yapması beklenen yasal
organların memleket üzerine çöken kâbusa karşı kayıtsız kalmaları, bizzat Anayasanın ihlâli
karşısmda dahi sessiz kalmayı tercih etme130
leri, 22 Mart 1980 tarihinden beri siyasi çıkar hesaplan ile Cumhurbaşkanlığı seçiminin
çıkmaza sürüklenmesi ve hafife alınması, dolayısıyla içinde bulunulan buhran ile mücadelede
en kıymetli unsur olan zamanın fütursuzca harcanması sonucunda 5241 kişi öldü ve 14 bin
kişi yaralandı... Son iki yıl içindeki can kaybının ve yaralanmanın çokluğuna rağmen,
Anayasal kuruluşlarımızın anarşinin yarattığı tehlikenin büyüklüğünü idrak edememiş
olmaları veya terör odaklarından çekinmeleri, devletin temellerine konan dinamitle her an
parçalanma tehlikesi karşısında olduklarını dikkate almamış olmaları, Devlet'in çökertilmesi
halinde, Anayasanın kanatları altına sığman tüm hukuk kurumları ile özerk, bilim müessese
ve derneklerinin bu enkaz altında yok olacağının unutulması gibi sebepler, Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin yönetime el koymasını gerekli kılmıştır... İşte, içinde bulunulan durum
dolayısıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti' ni
kollama ve koruma görevini Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine
getirme kararını almış, ülkenin ve milletin bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini
korumak, can ve mal güvenliğini sağlayarak korkudan kurtarmak, refah ve mutluluğunu temin
etmek, kanun ve nizam hakimiyetini, diğer bir deyimle Devlet otoritesini tarafsız olarak
yeniden tesis ve idame etmek, gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan ATATÜRK İLKELERİNE
yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam
temeller üzerine oturtmak gayesi ile yönetime el koymak yoluna gitmiştir.»
131
Belki okuyucularıma çelişkiymiş gibi gelecektir, ancak. Türk subayının demokrasiye
bağlılığı, ülkenin en iyi şekilde demokrasiyle yönetilebileceğine inancı çok yaygın.
Ne ki ben bir fark gözledim. O da, subayın kendi dünyasına uygun bir demokrasi istemesi.
Sivillerin dünyası ile tamamen ayrı bir dünya bu. Eğitiminden kaynaklanan, askerliğin verdiği
hayat şekli, düşünce metodunun karışımı bir dünya. Yani disiplinli, son derece iyi organize
olmuş, herkesin sadece milleti ve vatanı «kendi gibi düşünerek», el ele birlik ve beraberlik
içinde yürütülecek, kırıcı olunmayacak bir demokrasi modeli.
İşte temel sorun da bizce buradan kaynaklanıyor. Devletin nasıl olması, nasıl yönetilmesi,
hedef ve amaçlarının ne olması ve bu hedeflere vanşta ne tipte bir politikacı ve nasıl
politikalarla gidileceği hakkında kesin (esnekliği ve hoşgörüsü sivil kesim kadar olmayan)
fikirlerle yetişen subayımız, ülkeyi yönetenlerin de kendisi gibi düşünmesini ve bu şekilde bir
demokratik hayat kurulmasını arzuluyor. Bulamadıkça da hayal kırıklığına uğruyor.
Özetle, komutan adaylarımız da, subayımız da bizim gibi demokrasi ile ülkenin kalkınmasını
ve büyümesini istiyor, ancak oraya varış yöntemleri ve değer yargıları değişik olduğu için bu
dünyalar ve metodlar zaman zaman çatışıyor veya çelişiyor.
NASIL BİR TÜRKİYE GÖRÜNTÜSÜ VERİLİYOR?
Harbiye'den başlayarak mesleğinin sonuna kadar subaya verilen Türkiye görüntüsü ve
toplumumuzun
132
koşulları da, sivil eğitim sırasında verilenden son derece farklı.
Subay daha askeri liseye girdiği günden itibaren, daha önce de değindiğimiz gibi tarihi çok
yakından okuyor, adeta içinde yaşıyor. Hele Osmanlı İmparator-luğu'nun çöküş dönemi ve
nihayet Bağımsızlık Savaşı dönemindeki iç çekişmeler, ihanetler, yabancıların oynadıkları
oyunları en ayrıntısına kadar, hem de ciddi şekilde okuyor, inceliyor, üzerinde uzun uzun
tartışıyor.
Bunca ayrıntıya inip, işi ciddi biçimde ele aldıktan sonra, geçilen aşamalar bir daha hiçbir
şekilde geri gelmemesi gereken dönemler olarak hazmediliyor.
Ardından, askerlik eğitiminin verdiği genel görüntü,' subayın üzerinde iz bırakıyor. Dünyanın
her ordusunda olduğu gibi, «tehdit değerlendirmesi» yapılırken ortaya çıkan manzara da
subayı çok etkiliyor: Her yanından tehdit veya tehdit olasılığı bulunan bir ülke.
Bu ülkelerden nasıl bir tehdit gelebileceğini, hem de son derece ayrıntılı ve varsayımlara
dayandırılsa dahi «neden olmasın?» dedirtebilecek şekilde öğrenen subay, bu iç kapayıcı
manzaradan sonra içeriye dönüyor. O konuda da verilen brifingler oldukça karamsar. Mutlaka
bir bölümü doğru ve gerçekçi gözlemlere, bilgilere ve değerlendirmelere dayandırılıyor,
ancak kafalarda beliren tablo biraz daha karamsarlaşıyor.
Bugün hangi subaya soracak olursanız olun, sivillerin dünyasında olmayan, olsa bile çok daha
az oranda işlenmiş bir tablo çizer:
«Türkiye'nin her yanı, topraklarımıza göz dikmiş ve en ufak fırsatta üzerimize çullanacak
ülkelerle dolu. Üzerimizde sürekli hesaplar yapılıyor ve ülkemizin bir bölümünün nasıl
elimizden alınacağı hesaplanıyor... Bunun yanısıra ülkenin içindeki bazı güçler de, kimi133
leri dışarıyla işbirliği halinde ülkeyi parçalayabilecekleri anı bekliyorlar. İşte Komünistler,
işte Kürtler... Diğer bir tehlike de dini hareketler. Onlar da tarikatlar arası mücadele bir yana,
Türkiye'yi şeriata itmeye çalışıyorlar...»
Askerlik mesleğinin özellike gerektirdiği güçlü merkezi sisteme alışmanın da verdiği bir
yaklaşımla, Türk subayı «güçlü devlet» ister ve bekler. Devlet yöntemindeki çalkantılar,
politik veya ideolojik atamalar subayı son derece rahatsız eder. Genelde de Türkiye'deki
devlet yapısının güçsüzlüğüne, bunun sorumlusunun da siyasi partiler olduğuna inanır.
Nihayet toplumunu genelde cahil görür:
— ... Bunun aksini iddia edebilen var mıdır acaba? Benim halkım maalesef cahildir. Okuma
yazma düzeyinin nerede olduğunu hepimiz biliyoruz... Hisleri veya inançları sömürülerek bu
toplumu kandırmak ve Atatürk ilkelerinin dışına sürüklemek mümkündür.
Komutanm demokrasiye bağlılığı, işte bu tablo içinde kısıtlamalara uğruyor:
— ... Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu tehlikeler ortada. Halkımın cehaleti de ortada. O
zaman, bu ülkeyi Atatürk ilkelerinden saptırmaya kalkan bir lider, isterse sandıktan çıksın,
oyların tamammı alsın. Bizi aşamaz. Bunu kabul edemeyiz. Halkı aldatabilirler, ancak bizi
aldatamazlar.
134
7'nci Bölüm:
SUBAYI MÜDAHALEYE Mİ HAZIRLIYORUZ?
Ne askeri okullarda, ne Harp Okullarında Komutan adaylarına «gerekirse müdahele
edersiniz» denmez. Tam aksine, daha önce de değindiğimiz gibi, ordunun siyaset dışı kalması
üzerinde ısrarla durulur:
«... Komutanlar muharebede bütün güçlerini, harekâtın başarılı olmasını sağlayacak
faaliyetlere yöneltmelidirler. Komutanlar, askerlik vazife ve gereklerini zihinlerini siyasi
düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan sakınmalıdırlar... Lafla, politika ile düşmanın
aldatıcı vaatlerine kulak vermekle, askerlik vazifesi yapılamaz.»
Öğrenciler buna karşılık, Türkiye'nin siyasi hayatında oynayabilecekleri bir rol olduğunu
zaman içinde anlamaya başlarlar. Atatürkçülük, İç Hizmet Kanunu, Devrim Tarihi gibi
derslerde veya bunlarla ilgili konferanslarda, Türk Ordusunun görevleri anlatürrken, Atatürk
İlkelerinin «kollanması» ve Cumhuriyetin iç ve dış tehlikelere karşı «korunması» anlatılır.
Aslında bugünkü askeri liseler veya Harp Okul135
larında okuyan öğrencilere bu konuda fazla bir şey söylenmesi de gerekmiyor. Son yirmi yıla
bakan genç çocuk, ordunun üç müdahelesini görüyor. Okullarda öğrendiği, bu müdahelelerin
neden ve hangi koşullar ortaya çıkarsa yapılabileceğinden ibaret kalıyor.
— ...Harp Okulu'na girerken, ordunun gerektiğinde müdahele etmesinin normal karşılandığmı
biliyordum. Evde babam konuşurken durmadan «Allahtan şu Ordu var da, bizi kurtarıyor»
derdi. Orduyu ben bu şekilde görerek büyüdüm. Tam anlayamadığım, bu müdahelelerin hangi
gerekçeye dayandırıldığı ve hangi koşullar oluşursa müdahele edilmek zorunda kalındığı idi.
— Şimdi burada öğrenebildin mi?
— Tabii, artık biliyorum.
— Ne zaman müdaheleye hak görürsün?
— Atatürk'ün ilkeleri yok edilmeye kalkılırsa...
— Ben pek anlayamıyorum. Bu çok soyut. Bana daha somut yanıt ver, lütfen.
— Eğer laiklik elden gider ve ülke şeriata kayma tehlikesine girer, komünizm tehlikesi doğar
veya bölücü akımlar, açıkçası bir Kürt devleti filan kurulmaya kalkılır da, siyasiler bunu
önleyemeyecek biçimde kendi çıkar kavgalarını sürdürürlerse, müdahele ederim. Üstelik bu
da benim görevimdir.
Harp Okulu'nun son sınıf öğrencisiyle sohbetimizde, bunları hiç de tehdit eder gibi
söylemiyordu. Kendine verilmiş bir görevi ne zaman ve hangi koşullarda yerine getireceğinin
normal raporunu veren, içtenlikle buna inanmış bir insan gibi konuşuyordu.
Harp Okullarında okutulan Atatürkçülük kitapla136
rı, Silahlı Kuvvetler'in görevlerini oldukça net şekilde çiziyor1:
«... Türk Silahlı Kuvvetleri'nin genel vazifesi, iç ve dış tehditlere karşı Türkiye Cumhuriyeti'ni
kollamak ve korumaktır. Bu vazife, Türk Devleti'nin Dinamik İdeali ile birlikte ele
alınmalıdır. (Atatürk ilkeleri)... Atatürk, devletin yapısındaki bütün müesseselerin güçlü,
uyumlu ve birbirini bütünler biçimde çalışması ve gelişmesi için daima dikkate alınması
gereken nitelikleri ve ilkeleri Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve
İnkılâpçılık olarak tanımlamış, bu ilkeler ve niteliklerin bir arada uygulanmasını ve
korunmasını istemiştir. Bütün bu ilkeler ve nitelikler, devletin yapısının güçlü olmasını
sağlamak içindir. Güçlü olmak için ilk koşul Türk Devleti'nin sağlam bir temele
oturtulmasıdır. Bu temel, Türk kahramanlığına, Türk kültürüne dayanır.ve Türk milleti ile
bütünleşirse çok güçlü olur. Bu yönden, Türk milleti ile bir bütün olan Türk Silahlı
Kuvvetleri, devletin yüce varlığının sarsılmaz temelini tsşkil etmektedir.»
Ayrıntılı şekilde Atatürk ilkelerini, bunların ne anlama geldiği öğretildikten sonra, koruma ve
kollama görevinin de kendine verildiği, Ata'nm kurduğu devletin ona emanet edildiği Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin DEVLETİN TEMELİ olduğu sarsılmaz bir şekilde veriliyor. Bu
görevin Anayasadan kaynaklandığı, İç Hizmet Kanunu'nun 35'nci maddesinde açıkça
belirtildiği («Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan
Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır)») belirtiliyor. Yani bu kollama
1) Bu bölümdeki alıntıların tamamı. Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlatılmış olan,
Atatürkçülük üçüncü kitabından aktarılmıştır.
137
ve korumanın yasal olduğunu öğrenerek büyüyen gencin kafasında hiçbir kuşku kalmıyor.
Neyi, nasıl, kime karşı kollayıp koruyacağı konusunda da fazla şüphe bırakılmıyor:
«...Dinamik İdeal'e ulaşmada Türk Devleti'nin gözeteceği ve uygulayacağı esaslar, Türk
Silahlı Kuvvetle-ri'nin kollayacağı ve koruyacağı esaslardır...»
«...Atatürkçülük, devletin temeli olarak gördüğü Türk Silahlı Kuvetleri'ne, Türkiye
Cumhuriyeti'ni bütün koşullarda, iç ve dış tehditlere karşı kollamak ve korumak vazifesi
vermiştir...»
«İç ve dış barışın, Türk Devleti'nin genel güvenliğinin yenilmesi imkânsız teminatı olan Türk
Silahlı Kuvvetleri; Türk Devleti'ne karşı iç ve dış tehditleri caydırmak ve yoketmek dışında
hiçbir amaçla kullanılmamıştır...»
«...Milli ve askeri ahlâka sahip olması, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gücünü gerçekçi olarak,
zamanında ve uygun biçimde, uygun yerde kullanmaya hazır olması, gerekirse kullanması, iç
ve dış tehditlere karşı Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma vazifesini yapacağının
güvencesidir...»
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin önemine özellikle dikkat çekilir:
«... Türk milleti, ne zaman yükselme için adım atmak istemişse bu adımların önünde daima
lider olarak, daima yüksek milli ideali gerçekleştiren hareketlerin önderi olarak, kendi
kahraman çocuklarından oluşan ordusunu görmüştür...»
Atatürk'ün yukardaki sözleri şöyle geliştiriliyor:
138
«... Ordudan bahsederken, bu memleketin hakiki sahibi olan Türk milletinin aydın
evlatlarından bahsediyorum...»
Türk Devleti'nin düşmanları kimlerdir? Başka bir deyimle, içeride kime karşı kollama ve
koruma görevi yapılacaktır?
Bıj konuda, yine Atatürkçülük kitabmda, Atatürk' den alıntılar da yapılarak şöyle anlatılıyor:
«...Türk milletinin ve onun Silahlı Kuvvetle-ri'nin başarılı olması için düşmanmı tanıması
gereklidir. Türkiye'yi 'Dinamik İdealine' varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış
düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge haline koymak için ilerlememizi istemeyenlerdir.
Fakat... bizim için bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf daha vardır; o da içimizden
çıkması muhtemel olan hainlerdir. Aklı eren, memleketini seven, gerçeği gören kimselerden
böyle bir düşman çıkmaz. İçimizden böyleleri çıkarsa, onlar ya aklı ermeyen cahiller, ya
memleketini sevmeyen kötüler, ya gerçeği görmeyen körlerdir. Cahil dediğimiz zaman,
mutlaka okula gitmemiş olanları kastetmiyoruz. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahüler
çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de gerçeği gören gerçek bilginler çıkar...»
Başlangıçta da belirttiğimiz gibi ordunun siyasete karışmamasına, bütün bu okunan kitaplarda
sürekli dikkat çekiliyor. Ancak siyasete karışmamaktan neyin kastedildiği de belirtiliyor:
«...Türk Silahlı Kuvvetleri vazifelerini yerine getirirken, siyasete karışmamaya büyük özen
göstermelidir. Çünkü bir ordunun cevheri ne olursa olsun, siya139
sete karışırsa, birlikte hareket ve savaşma yeteneğini temelinden kaybeder... Memleketin
genel hayatında orduyu siyasetin dışında tutmak prensibi, Cumhuriyetin daima dikkat ettiği
bir esas noktadır... Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki bütün komutanlar, subaylar ve assu-baylar
Türk Devletine karşı vazifelerini ve sorumluluklarını Atatürk ilkelerine bağlı olarak yerine
getirirken, politikaya müdahele ve fiilen katılmak ile politikanın dışında ve üstünde olma
arasındaki farkın bilincinde olacak şekilde yetiştirilmelidirler. Türk Silahlı Kuvvet-leri'nde;
askeri gücü kendi politik amaçlarına hizmet için kullanmayı düşünen ve girişimde bulunan
komutanlar, askeri güç tarafından reddedilir ve düzeltici tedbirler süratle ve zamanında alınır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde herhangi bir şekilde politik gruplaşmalara, bağlılıklara itibar
edilmez. Bu nitelikler Türk milletince kabul edilen ve Silahlı Kuvvetler'den beklenen
değerlerdir...»
Burada verilmek istenen mesaj son derece net. Genç subay adayının, dışardan atılacak bir
çengel ile herhangi bir politik partiyle bağ kurmasının veya bir Komutanın şu veya bu parti
için orduyu kullanmasının hiçbir zaman kabul edilemeyeceği, eğer bu tip girişimler olursa
derhal ordudan çıkarılacağına işaret ediliyor... Verilmek istenen diğer mesaj da, Atatürk
ilkeleri veya vatan iç düşmanlar tarafından tehlikeye düşürüldüğü zaman yapılan müdahele ile
politikaya karışıp bir partici gibi hareket etme arasında fark olduğu, ikincisinin hiçbir şekilde
kabul edilemeyeceği vurgulanıyor. Bir başka deyimle, Komutan adayına Türk Silahlı Kuvvetleri'nin «gerektiğinde müdahele edebileceği» bunun yasal olduğu, ancak «siyaset içinde
kalmaya kalkmasına göz yumulamayacağı» söyleniyor.
140
Karşımdaki Teğmen Harp Okulu'ndan daha yeni mezun olmuştu. Pırıl pırıl, kendinden emin,
ileriye doğru güven dolu bakarak konuşuyordu. Adana'dan orta halli bir aileden gelmişti. Beş
kardeşten biriydi. Hem ailesine yük olmaktan kurtulduğu, hem de okulu başarıyla bitirdiği
için son derece mutluydu:
—.Şimdi geriye dönüp okulun sana ne verdiğini düşünsen ilk ve temelde ne gelir?
— (Çok kısa bir düşünmeden sonra) Bana kişilik verdi. Sıradan bir insan olabilecekken şimdi
bir görevi ve önemli sorumlulukları olan ve daha geniş düşünebilen bir insan oldum.
Arkadaşlarımın birçoğunun önüne geçtiğimi hissediyorum. Bir gurur verdi.
— Nedir bu görev?
— Her şeyin başında ülkeyi korumak. Hem içerde, hem dışa karşı... Siz belki anlayamazsınız,
ancak ben şu anda bu ülkenin bana emanet edildiğini hissediyorum. Adeta gerçek sahibi
benim.
— Neden ben değilim de sensin? Aramızda ne fark
var?
— Hayır, sizin sahibi olmadığınızı kastetmiyorum. Bunu anlatabilmek çok güç. Ben ülkenin
geleceğiyle o kadar dolu hissediyorum ki kendimi, belki bundan dolayı... Kendimi, ülkeyi
sizden daha fazla düşünüyormu-şum gibi geliyor. Açıkçası kendimi önemli hissediyorum.
— Okuldan çıkışında, ben ülkenin yönetiminde söz sahibiyim, diye düşünüyor musun?
— Sahibi gibi değil de, bu ülkeyi Atatürk'ün çok güç koşullarda kurduğunu biliyorum.
Kurduğu devleti bana emanet ettiğini de biliyorum. Görevim bu emaneti koruyabilmektir.
— Yani senin değer yargılarına uymayan bazı ge141
üşmeler olursa müdahele etmeye kendinde hak mı görüyorsunuz?
— Hak görmek şeklinde değil. Ülke tehlikeye düşerse onu kurtarmanın görevim olduğunu
biliyorum.
— O zaman siyasete müdahele etmeyi haklı görüyorsun-ve Atatürk'ün dediği gibi, tek
hakimiyetin milletin hakimiyeti olduğuna inanmıyorsun.
—• Hayır, böyle değil...
— Peki, nasıl? Anlat neyi hak gördüğünü?
— Aklımdan hiç çıkmayan ve komutanlarımın sürekli söylediği «aman çocuklar siyasete
girmeyin, o balçığa batmaym» idi. Ondan dolayı siyasete girmeyi bir an bile düşünmem.
Ancak ülkem bölünme tehlikesine düşer, 12 Eylül öncesindeki gibi bir durumla karşılaşılır...
Ne bileyim bir komünizm tehlikesi ile karşı karşıya kalınır ve Anayasa müesseseleri birlik ve
beraberlik için bununla başa çıkamaz duruma düşerlerse, o zaman Atatürk'ün bana emanet
ettiği bu ülkeyi kurtarmak tabii ki benim vazifem olacak.
— Bir yerde kendine görev mi çıkarıyorsun?
— Hayır, buna görev çıkartma denmez. Bu bana verilen görevdir. Sizin görev çıkartma
dediğiniz, gelişmelerden görev çıkartmadır.
— Artık kışlaya gidiyorsun, kendine güveniyor musun? — Gayet tabii. Orduda kendime güvenim arttı. En büyük kazancım da bu oldu sanıyorum.
Genç teğmenin bu son cümlesi boş değildi.
Gerçekten de Harp Okullarında ellerine gelen hamurdan, kendine güvenen bir insan yapmak,
varsa içindeki eziklikleri, pısırıklıkları yok etmek için sürekli bir yükleme yapılır.
142
Törenlerdeki konuşmalarda, dergilerindeki yazılarda, Komutanların konferanslarında, hatta
okudukları kitaplarda bu noktaya özellikle ağırlık verilir. İşte birkaç örnek:
«...Kendinize güvenin. Çünkü zeki ve yetenekli bir milletin çocuklarısınız. Türkiye en zayıf
zannedildiği zamanda, ordusu sayesinde en kuvvetli olduğunu ispat etmiştir... Rehberiniz
yüce Türk milleti ve tarihi, yolunuz Atatürk yoludur. Şeref yasanızın, doğruluk, mertlik ve
şerefle, vatan - cumhuriyet ve askerlik için çalışmak olduğunu unutmayın...»
«...Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk
vatanseverliğinin çelik-leşmiş bir ifadesidir...»
«... Türk milleti ne zaman yükselme için adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima
lider olarak kendi kahraman çocuklarından kurulu ordusunu görmüştür...»
Bunların yanısıra sürekli olarak da, Komutanlarından şu konuşmaları duyar1:
«Geleceğimizin teminatı Harbiyeliler;...»
«...Bağımsızlığımızın ve Ulusal varlığımızın yegane güvencesi olan Silahlı Kuvvetlerimizin
bir mensubu olarak gurur duymalısınız...»
«... Arkadaşlar, yetkili ve samimi otoritelerin, Harp Okulları Türkiye'de en yüksek düzeyde
devlet adamı yetiştirmiş ve yetiştiren kurumdur, sözü milletimizin umudunu
yansıtmaktadır...»
«...Atatürk inkılâp ve ilkelerinin en büyük güvencesi olan Türk subayı...»
«...Diğer benzeri okullardaki kardeşlerinize naza1) Bu atıflar 1985-86 Harp Okulları açılış konuşmalarından, okulların yayınladıkları
dergilerdeki yazılardan aktarılmıştır.
143
ran üstün nitelikleri haiz bir avuç seçkin yavrularımız-sınız...»
«... Bu okulda varoluşumuzun sebebi; malum olduğu üzere ATATÜRK'ün Cumhuriyeti
emanet ettiği genç-lerimizdir...»
«...Yasalar, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, yurdun ve milletin bütünlüğünün savunulması,
Cumhuriyetin kollanıp korunması ile görevlendirmiştir... Türk askeri üzerine düşen bu görevi
yapabileceğini, eşsiz üstün kaliteler iyle defalarca göstermiştir...»
Bir an için daha önceki söyleşimize kısaca bir dönelim:
— Okulda adeta nadide bir çiçek gibi yetiştiğinizi gördüm. Üstelik Komutanlarınız büyük
moral takviyesi yapıyorlar. Bundan dolayı hiç büyüklük kompleksine kapılmadın mı?
— (Hiç tereddütsüz) İlk başlarda insan kendi kendine, meğer ben ne olmuşum, diyor. Ancak
fazla sürmüyor. Tabii her yerde olduğu gibi kendini dev aynasında görenlerimiz de var.
Ancak sistem onları çok çabuk belirli düzeye indiriyor... Fakat insanın kendine güvenini de
arttırıyor tabii.
— Peki, okulda size neyi kollayıp, neyi ve ne zaman koruyacağınız anlatılmıyor mu?
—- Neyi kollayacağımız çok açık. Atatürk ilkelerini kollayacağız. Acaba bunlar yok mu
ediliyor, çiğneniyor mu... Ancak korumak konusunda kendi aramızda çok tartışma
yapmışızdır. Zira elle tutulan bir şey değil. Somut örnek veremiyorsunuz. Sadece, Atatürk
ilkelerinin yok edilme ve ülkenin tehdit altına düşmesi diyoruz. Bunun tabii koşullarını kimse
şimdiden saptaya-mıyor. Tartışmalarımız da aramızda hep böyle biterdi. Duruma göre görev
çıkartılır, derdik. Şimdi de aynı duru™ var. Ancak siz eğer Harp Okullarında bizlerin sa144
bahtan akşama kadar bunları düşünüp tartıştı umnzı sanıyorsanız da çok yanılıyorsunuz.
Bunlar bütün konuşma ve tartışmaların belki yüzde l'ini bile kapsamaz. Akılların gerisinde,
belleklerde oluşur ve durur.
— Atatürk ilkelerini korumak nedir sence?
— Genelde Harbiyeli için Atatürk ilkelerini korumak demek, vatanı korumak demektir. Bu
son derece açıktır... Toplumumun cahil olduğu ve politikacılar tarafından, kişisel veya politik
çıkarlarına hizmet için kandırılabileceğine de inanılır. Zaten ülkemizin karşı karşıya
bulunduğu tehlikeler (iç ve dış) ortada. Kendimizi Ata'nm bıraktığı mirasın koruyucusu olarak
görürüz. Zaten yakın geçmişimize bakın, durum hep aynı değil mi? 1960'da olsun, 1971 ve
1980 müdahelele-rinin nedenlerini okumak, Türk Ordusunun görevini ortaya koymuyor mu?
Genç teğmenden sonra, bir de Türk Silahlı Kuv-vetleri'nin en tepesinde bulunan ve
emirleriyle bu eğitimi yönlendiren iki Komutan ile konuşurken, o genç çocuğa verilmek
istenen eğitim ve mesajların gerçekten yerine geldiğini, aynı görüşlerle karşılaşınca anladım:
— Askerin kendini bulması, kendisini sivilden üstün görmesi, memleketçilik, söven olmayan
milliyetçilik, gerçek Atatürkçü düşüncenin ince noktalarını anlayabilmesi ve yurdu için
ölebileceğini kabul etmesinden kaynaklanır... Bizim üzerinde durduğumuz, Atatürk'ün neyi
yaptığı, neyi yapmak istediğidir. Mesela Atatürk'ün laiklikle, devletçilikle ne yapmak
istediğini araştırırız... Cumhuriyeti muhafaza etmek her subayın görevidir. Ülke bir bütündür.
Dil, din ayırımı olamaz. Bunları koruyabilmek de benim görevimdir. Türk145
lüğü yüceltmek temel görevimizdir. Korumak da namus borcudur. Bu konuda son derece
duyarlıyız.
— Atatürkçülük eğitimine özellikle 1980'den itibaren büyük ağırlık verilmeye başlandı. Ne
yapmak istiyorsunuz?
— Biz sadece, herkesin Atatürkçülüğü parça parça ele alıp bir yere ulaşamaması karşısında,
bir bütün olarak ele aldık. Bir bütün olarak koyduğun zaman gerçek ideolojinin Atatürkçülük
olduğu ortaya çıkıyor.
— Sivil eğitim ile sizin askere verdiğiniz eğitim arasında önemli farklılık var.
— Tabii var. Sivilin eğitim düzeyi, devlet anlayışı, ülkeye bağlılığı ve Atatürk ilkelerine
bağlılığı bizimkinden farklıdır. Aynı değildir. Aslında vatana bağlılık yabancı ordularda da
bizim kadar yoktur. Sadece eskiden Prusya ordusunda vardı, onlar da maalesef militarist
diktatörlük peşinde koştular ve ne olduğunu gördünüz.
— Sivillerin dünyayı görüşleri veya kendilerine göre dünyalarıyla subayın dünya görüşü veya
dünyası birbirinden çok farklı, değil mi? Bu bir sakınca değil mi?
— Subay ülkeyi nasıl görüyorsa, sivil de o şekilde görmelidir. Sivil'e o şekilde göreceği, aynı
değerleri ve değer yargılarını vermek gerekir. Böyle bir eğitim verilmedikçe asker-sivil
sürtüşmesi sürecektir. Benim amacım, bu sürtüşmenin silahla değil de diyalog ve uz-laşı ile
giderilebilmesidir... Kendi yönümden subaylarıma bu anlayışı vermeye çalışıyorum.- Subayı
sivil ile diyaloga itmek istiyorum. Onların gelmesini beklemeden onlara gitmelerini, sivile
kafasındaki dünyaya verdiği değerleri anlatmasmı söylüyorum. Sivili etkileyerek kendi
dünyasının daha doğru olduğuna ikna etmesini tavsiye ediyorum.
146
— Subay kendisini Türkiye'nin koruyucusu olarak görüyor...
— Amma dikkat edin subay Türkiye'nin koruyuculuğunu her alanda yüklenmez. Kendini
daha çok Türkiye'nin milli bütünlüğünü korumakla mükellef görür. Çalman mallar veya
kaçırılan vergilere karşı Türkiye'yi korumakla yükümlü hissetmez. Kulağını da kapatmaz.
Türkiye'nin her şeyini izler ve sivil yönetimi ikaz etmek, çarelerini göstermekle Türkiye'yi
korumak vazifesini yaptığı görüşündedir. Subay Türkiye'ye öncelikle bölünmeye karşı
sahiplenir. Geri kalanları sivile bırakır. Toprak bütünlüğü konusu ortaya çıkınca subayı
Türkiye'ye sahip çıkarken görürsünüz. Geriye kalan konularda uyarmakla yetinir. Subay aydın
insandır. Ekonomi kötü gidiyor diye ülkeye sahip çıkmaya (mü-clahele anlamında) kalkmaz...
Aslında siyasetçiler kendi işlerini yapmıyorlar, o zaman birileri sahip çıkıyor.
— Sivil-asker ilişkilerindeki bu rahatsızlık nasıl giderilebilir?
— Sivil-asker ilişkilerinin iyi gitmesi ve devletin korunması için en başta gelen şart taraflar
arasında diyalogu oluşturabilmektir. Aslında bunun için kurulan en güzel mekanizma da Milli
Güvenlik Kurulu'ydu...
Hemen hemen aynı boyutlarda yaptığımız bir baş-ko sohbette, de, yine Kara Kuvvetleri'nin en
tepelerindeki bir Orgeneralin sözleri ışık tutucuydu:
— ...Sivil yönetimler ülkeyi bölünmeye götürmedikçe biz müdahele etmeyiz. Ordunun
politikaya girmek istemediği artık yeterince ispatlandı sanıyorum. Zira kesin inancımız
politikaya giren ordunun daima, ertin-de sonunda kendi içinde bölüneceği ve kaybedeceğidir.
Bunu bildiğimizden dolayı, yönetime el koyduktan son147
ra biz de fazla kalmayız, hemen çekiliriz... Bir de dikkat edin müdahelelerde ordu daima
kendini temizliyor ve sonuç olarak da yara almıyor.
— Politikacıları çok kötü görmüyor musunuz? Asıl yönetmesi gereken insanlara bu kadar
güvensizlik duyulması hiç normal değil...
— Kesinlikle biz politikacıyı kötü görmüyoruz. Politikacı kendini kötü ediyor. Bizim bir
sıkıntımız yok. Sorun onlardan çıkıyor... Dikkat edin bakın, Türkiye' deki hamlelerde daima
ordu önde gitmiştir. Biz milli terbiyeye sahibiz. Bilim ve teknolojiyi olumlu kullanırız.
TARİHTE TÜRK ORDUSUNUN ROLÜ
Türk Ordusu kadar geleneklerine bağlı, tarihini iyi bilen ve bu geçmişinden gereken dersleri
çıkarabilmek için özel bir çaba harcayanı yoktur.
Genç Komutan adaylarına da bu konuda yükleme yapılır. Bu ordunun Cumhuriyetle
kurulmadığı, Osmanlılarla birlikte asırlara dayanan son derece renkli, bazen talihsiz, bazen
kahramanlıklarla dolu bir geçmişi olduğu anlatılır.
Gerçekten de, Türk Ordusunun tarihsel kökenleri incelendiği zaman, ülkenin yönetimiyle bu
ilginin yeni olmadığı, siyasete karışmanın 27 Mayıs ile başlamadığı, tam aksine
kurulduğundan bu yana, ya tamamen yönetici veya yönetimin ayrılmaz bir parçası olarak
çalıştığı görülür.
Biraz daha geriye gider ve kendimizi Harp Oku-lu'nda okuyan bir genç subayın yerine koyup
tarihimize son derece özetle ve biraz da fazla derine inmeden bakarsak, şöyle bir manzara ile
karşılaşırız:
148
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu olan 1299 yılından çöküşü olan 1918'e kadar yaklaşık
altı yüz küsur yıl süresince ordu daima son derece faal bir rol oynamıştır. Hele Osmanlıların
ilk dönemlerindeki temelleri orduya dayanır. Kısa sürede üç kıtaya yayılan Osmanlı
İmparatorluğu'nun en büyük gücü de ordusundan, daha doğrusu Yeniçeri ordusundan
kaynaklanıyordu.
Sultan nasıl imparatorluğun her şeyine sahip ise, ordunun da sahibiydi. Yeniçeriler ise,
imparatorluğun adeta eli ayağı idiler. Onlar savaşır, vergileri toplar, işgal edilen yerleri
yönetirdi. Osmanlı İmparatorluğu gücünü sürekli genişlemeden alır, Yeniçeriler de (ganimet
ile) gelirlerini bu yoldan arttırabilmişlerdi.
Osmanlılarda liderler her şeye rağmen daima Yeniçerileri gözetmek zorunluğunu
hissetmişlerdir. Örneğin, her padişah cülus bahşişi vermek zorunluğu hissederdi. Az verenler
homurtuyla karşılanır, hiç vermeyenlere ise ters bakılırdı.
Güçlü liderler ve fetihlerin geliştiği dönemlerde Yeniçerilerin etkinliği azalırken, güçsüz lider
ve fetihlerin (yani gelirlerin) azaldığında da tam tersine artardı.
Osmanlılar döneminde tam beş Padişah ve 43 Vezir Yeniçeriler tarafından değişik zamanlarda
ve deği sik nedenlerle alaşağı edilmiş veya öldürülmüştür.
Yeniçerilerin bir yandan ayaklanmalarının artışı, öte yandan da sonlarının başlangıcı, Osmanlı
ordularının Viyana kapılarındaki (1683) bozgunuyla birlikte ortaya çıkmıştır.
Nitekim 1622'de Yeniçeri Ocağı'nı lağvetmek isteyen Sultan Osman II'yi, ardından da yine
reformları hızlandırmayı planlayan IH'ncü Selim'i 1808'de öldürmüşlerdir.
Ancak 1826'da II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı'nı kapa149
tıp düzenli orduya geçti ve modernizasyonu başlattı. Nitekim bundan sonra, 1793'de ilk Topçu
Okulu, 1826'da ilk Askeri Tıbbiye ve 1849'da ilk Harp Okulu kuruldu.
Ancak Türk Ordusu yine siyasetin içindeydi.
1876'da bu defa Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve sonradan ölümünde ordu ve donanmanın
oynadığı son derece aktif rol, Yeniçerilerin lağvedilmesiyle ordunun siyasetten
çekilmediğinin en açık işaretiydi.
Ancak bu defaki değişiklik önemliydi. Yeniçeriler dönemindeki ayaklanmalar daha çok
çıkarlara dayanıyordu, siyasi niteliği pek yoktu. İlk defa Türk Ordusunun siyasi nedenlere
dayanarak iktidarı değiştirme çabaları özellikle Birinci Meşrutiyet'le ortaya çıktı.
Modernleşme hareketiyle Batı'dan etkilenen, Batı' nın liberal görüşlerini benimsemeye
başlayan ordu mensupları, eskiden Yeniçerilerin yaptıkları gibi, her yenilik hareketine karşı
çıkmak yerine, tam aksine yeniliklerin öncülüğünü yüklenir oldular. Bu tarihten itibaren ordu
daima ileri hareketlerin başını çekti. Bambaşka bir ordu kadrosu oluştu, Osmanlı subayı ile
hiç ilgisi olmayan, kişisel çıkarını değil, vatanı düşünen ve ülkenin kurtuluşuna öncelik veren
bir subay kadrosu... Ancak aynı zamanda bu kadro, tam anlamıyla politikaya da el koydu.
Türk Ordusunun gerçek siyasete karışması, modernizasyonu hızlandırma çabalarıyla birlikte
başladı.
1876'da Abdülhamit'in başa geçmesinden sonra Jön Türkler ve Osmanlılar arasındaki
liberaller, subayların desteği ile Birinci Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalıyordu.
Abdülhamit'in 1878 şubatında Osmanlı-Rus Savaşını gerekçe gösterip meclisi kapatması ve
mutlaki-yet yönetimini kurması, orduyu biraz daha politikanın içine itti.
1889'da, Jön Türklerle»birlikte, Tıbbiye, Harbiye ve
150
Mülkiye öğrencilerinden oluşan İttihat ve Terakki hareketi belirdi. İttihat ve Terakki bir süre
sonra iyine ordudan subayları da üye olarak almaya başladı. Genelde baskı rejimine karşı baş
kaldırma şeklinde gelişen bu hareket, 1909'da özellikle ordunun sayesinde Ab-dülhamit'in
tahttan indirilmesini sağladı.
Ancak bundan sonraki dönem, ordunun politikaya katılmasıyla nasıl felaketlere yol
açabileceğinin örneklerini de taşır.
1909'dan, Atatürk'ün 1919'da Samsun'a çıkıp Kurtuluş Savaşı'nı başlatmasına kadar geçen
dönem, Türk Ordusunun tam anlamıyla birbirine düşmesi, adeta için için kendini kemirmesi,
sonuç olarak Balkan Savaşı bozgunu ve ülkenin en güç dönemlerinin yaşandığı yıllardır.
Ordunun subaylarından bir bölümünün iktidarın yanında yer alması, diğerlerinin muhalefete
katılması ve sonu gelmeyen anlaşmazlıklar.
Bu tarih, Harp Okulu'nda son derece ayrıntılı biçimde okuyan her Türk subayının kafasında
ürperti yaratarak, iz bırakan olaylarla doludur. Politikaya karışmış bir ordunun her iki tarafça
nasıl kullanıldığı ve nasıl birbirine düşürüldüğünün en açık örnekleridir. Tek kelimeyle
ordunun parçalanmasının öyküsüdür.
Atatürk'ün orduyu siyasete bulaştırmamak için yaptığı bütün konuşmalar işte bu dönemin
izlerini taşır. Çünkü O'na göre, ordu devletin siyasal yönünü düzenlemede etkili olmuş ve
ilerici bir atılım gerçekleştirmişti. Dolayısıyla, siyasal işlerini tamamlamıştı. Siyasal yapıyı
Meclise bırakıp asıl görevine dönmeliydi. Ancak dinletemedi.
Bundan dolayıdır ki, Kurtuluş Savaşı'nı başlatma-sıyla birlikte üniformasını çıkartıp sivil
giysilerini geçirmişti. Asker askerliğini bilmeli, siyasi siyasiliğini bilmeliydi. Kurtuluş
Savaşı'nın askerin bir bölümünün ka151
tıldığı bir ayaklanma gibi görünmemesi için büyük çaba harcadı.
1909'da Selanik'te İttihat ve Terakki Partisi kongresinde yaptığı şu konuşma, Atatürk'ün bu
konudaki görüşlerinin en canlı örneğidir:
— ... Subaylar İttihat ve Terakki Partisi'nde kaldıkları sürece ne güçlü bir parti, ne de güçlü
bir ordu oluşturabiliriz. Üçüncü Ordunun (Selanik) subaylarının büyük bir bölümü aynı
zamanda Partinin üyssidirier. Üstelik çok da güçlü oldukları söylenemez. Üstelik Parti de bu
durumda halkı içine çekemiyor. Zira tek dayanağı ordudan kaynaklanıyor. Bugün burada
karar verelim. Partide kalmak isteyen subaylar ordudan istifa etsinler. Ayrıca politikaya
atılmak, partiye girmek isteyen askerleri menedecek de bir kanun çıkartalım...
Atatürk toplumun, sivil halkın desteğine sahip olmayan bir ordunun ülkede gerekli
değişiklikleri gerçekleştiremeyeceğine, eğer gerçekten bir devrim yapılmak veya kalıcı bir iş
yapılmak isteniyorsa bunun ancak halkın desteğiyle gerçekleşebileceğine inanıyordu.
Bu inancında ne kadar haklı olduğunu da, sivil elbiselerini giyip Anadolu'ya çıkışıyla ve halkı
hareket-lendirmesiyle ortaya koydu.
Türk Ordusunun Bağımsızlık Savaşı'ndaki rolü de ortada: Genç Türkiye Cumhuriyetini kuran
güç. Tek farkla, o da halkın desteği sayesinde.
BU DÖNEMDEN ALINAN DERS...
Türk subayının Osmanlı ordusunun subayı ile hiç152
bir ilgisi yok. Zaten böyle bir karşılaştırma yapılmasından da hiç hoşlanmaz.
Ancak bütün bu tarihini okuduktan sonra, çıkardığı belirli dersler de vardır:
1) Türk Ordusu daima ülkenin yönetiminde söz sahibi olmuş ve yönetime ağırlığını koymuş,
hiç değilse gelişmeleri etkilemiş, nihayet Bağımsızlık Savaşı'ndaki rolüyle Türkiye
Cumhuriyeti'ni kurmuştur.
2) Türk Ordusu politikanm içine girip, fiilen politika yaparak bölünmüş, hatta Balkan Savaşı
bozgu-nuyla karşılaşmıştır. Atatürk'ün belirttiği gibi, politikaya girmesini pahalı biçimde
ödemiştir.
İşte bu iki dersin sonucunda bugünkü senteze varılıyor:
«Türk Ordusu, nice kan dökülüp kurulan bu Cumhuriyeti korumalı, kollamalı ve bu ilkeler
tehlikeye düştüğü taktirde gerekirse müdahele etmeli, ANCAK politikaya fiilen karışmamalı.
Gelişmeleri rayına oturttuktan sonra yeniden kışlasına dönmelidir.
SONUÇ...
Genç Komutan adayımızın hareket veya mantığı şu sistematiğe göre gelişiyor:
1) Bu ülkeyi Atatürk bir enkaz iken kurtarıp ayağa kaldırmış ve yoktan var etmiştir. Ayakta
durabilmesi için de belirli devrimler yapmış, ilkeler koymuştur. Bu ilkelerin korunması
sayesinde Türkiye ayakta kalabilir.
2) Atatürk bu ilkeleri ve vatanı bana emanet etmiştir. İlkeleri korumak, vatanı korumaktır.
3) Bugün ülkemin etrafı ve içi tehlikelerle çevrili ve doludur.
153:
4) Halkım cahildir. Muhteris politikacılar tarafından kandırılabilir.
5) Atatürk'ün hedef olarak koyduğu Demokrasi hedefimdir, ancak Atatürk ilkeleri, yani
Türkiye'nin bağımsızlığı ve geleceği tehlikeye düşerse, benim görevim bunu engellemektir.
Bu ülke sahipsiz değildir.
Aslında, 70 bin kişilik subay toplumumuz, 50 milyonluk sivil toplumun kendini anlamasını,
kendi gibi düşünmesini bekliyor, istiyor. Bunu da henüz büyük bir çaba harcamadan istiyor.
Bu yaklaşımının nedeni de kendini haklı veya haksız şekilde, daha özveri sahibi, daha iyi
eğitilmiş, daha bilinçli, yani üstün görmesinden kaynaklanıyor..
Asker ile Sivil'in DÜNYALARI arasındaki farklılığın bir an önce giderilmesi gerektiğini ve
bu durum düzeltilemediği, sivil kadrolar ülkenin yönetiminde tehlikeli boşluklar bıraktıkları
sürece, yeni «müdahelele-rin» beklenmesine işaret eden bir sonuç...
Acaba bu dünya farklılığı veya sivil toplumdan çıkan askerin yanı başındaki arkadaşlarından
ayrılması ne zaman ve neden başlıyor?
154
8'inci Bölüm:
SİVİL DÜNYADAN KOPMA NE ZAMAN VE NASIL OLUYOR?
Dış ülkelerde gezmeye, ordularıyla ilgilenmeye başladığım günlerden bu yana benim en çok
merakımı çeken nokta, bizim dışımızdakilerin kendi orduları hakkındaki sözleriydi. Hele
bizim vura vura işlediğimiz bazı kavramlara dış dünyada hiç değinilmemesini, bunların
normal karşılanmasını bir türlü anlayamamıştım. Hoş şimdi de pek anlayabildiğimi
söyleyemem ya..
Beni en meraklandıran cümlelerimizden biri, «Milletimizin içinden çıkmış-bağrından kopmuş
şanlı ordumuz» ibaresiydi. Önceleri bana da bu son derece güzel geliyordu. Sonradan yabancı
ülkelerde başka kimseden duymayınca merakım arttı. Bu incelemeyi yaparken Alman ve
Fransızlara sordum. Onlar hiç anlamadılar sorumu:
— Ne demek istiyorsunuz?
Tercümede hata ettiğimi sanıp tekrarladım. Durup düşündüler ve aynı yanıtı aldım:
— Bundan daha normal, daha doğal bir şey olabilir mi? Gayet tabii Türk veya Alman ordusu
kendi milletinin içinden çıkacak. Herhalde bizim ordu Fran155
sız, sizinkiler de Yunanistan veya İtalyanların bağrından çıkmayacak...
Dikkatimi çeken diğer bir nokta da, bizim bütün nutuklarda, resmi konuşmalar, demeçler,
hatta gazete yazı ve haberlerinde, ordumuzdan söz ederken kullandığımız sıfatlar.
KAHRAMAN-ŞANLI-EŞSİZ-YÜCE-ÜS-TÜN vs...
Aynı incelemeyi bu açıdan da yaptım.
Batı Avrupalı ülkelerde de sıfat kullanılıyor ve kendi ordularını övüyorlar. Ancak aramızdaki
en büyük fark, kullanılan sıfatların daha mütevazilerinin (GÜÇ-LÜ-İYİ ORGANİZEYETENEKLİ gibi) seçilmesi ve daha da önemlisi bu tip yüceltici kelimelerin bizdeki kadar
sık kullanılmaması. Bunun nedenini sorduğum Alman Genelkurmay Başkanlığı Psikoloji
Bölümü Başkanımın yanıtı şöyleydi:
— Biz asker olarak ordumuzun gücünü, yeteneklerini, nasıl iyi donatıldığını ve nasıl iyi bir
eğitim gördüğünü, nihayet cesaretini, yani kahramanlığını biliriz. Toplum da bilir. O zaman
bu tip sıfatları kullanmayız. Böyle bir gereksinme duyulmaz... Diğer bir nedeni de, Alman
toplumu başta olmak üzere, Avrupa'da orduları övmek pek sempatik bir olay değildir. Ordular
ancak güç; günlerde arandığı için, o gün geldiğinde toplumun bize sarılacağını biliyoruz.
Hiçbir kuşkumuz yok.
Aynı soruyu Moskova'da sordum. Sovyetler ordularının gücüyle övünen bir toplum. En büyük
dayanaklarının, Batı'nm saldırganlığını durdurmanın ve ülkeyi barış içinde yaşatmanm en
büyük güvencesinin ordunun gücünden kaynaklandığına inanırlar. Büyük resmi propaganda
mekanizması da, Komünist Devrimde olsun, İkinci Dünya Savaşı'nda olsun ordunun rolünü
işler. Ancak yine son derece önemli bir nüans geti156
rirler. Orduyu daima sivil toplumun bir parçası olarak gösterirler. «Kahraman Sovyet
ordusunun büyük mücadelesinden» değil, «Kahraman Sovyet halkının büyük
mücadelesinden» söz edilir. Orduya dayanılması, güvenilin esine rağmen bütün Doğu
blokunda da ordu böylesine en ön plana çıkartılmamaya dikkat çekilir. Aslında orduların bu
ülkelerdeki ağırlıkları gayet iyi bilinir, fakat çok sık ve abartılmış sıfatlar kullanılmaktan
çekinilir.
Asya ve Afrika ülkelerindeki durumu inceleyemedim, ancak Batı içinde ordusu hakkında —
yine bizim kadar olmamakla birlikte— Avrupalılara oranla biraz daha övücü şekilde söz eden
diğer bir ülke de Amerika. Sadece Amerika'nın bir farkı, ordusunu gerektiğinde en ayrıntılı ve
en sert şekilde eleştiren bir toplum da olması. Herhalde dünya üzerinde Amerikan ordusu
kadar basında, parlamentoda ve toplumda tartışılan bir başka ülke yoktur. Aksayan
yönlerinden, silah seçimine, yaptığı harcamalardan, giriştiği harekatlara kadar her şeyi didik
didik incelenir. Son yıllardaki en tipik örneği, Grenada harekâtından sonra, zamanında haber
verilmediği gerekçesiyle, bundan böyle bütün harekâtlara — ne kadar gizli olursa olsun —
basın ve TV muhabirlerinin mutlaka ilk giden birliklerle olay yerine götürülme kararıydı.
Batı Avrupa'da ordular eleştirilmekle, içi didiklen-mekie birlikte yine de Amerika kadar değil.
Hele Sovyetler Birliği veya Doğu Bloku'nda böyle bir yaklaşım hiç yoktur.
Bu saptamalardan sonra, Türk toplumunun «gurur duyduğu, üzerine titrediği, canı gibi
sevdiği» ordusunu ne kadar tanıdığını merak ettim. Zaten bu kitabı
157
yazmaya başlamamın bir nedeni de, Türk sivil toplumunun gerçekten Türk subayını pek
tanımadığını hissetmem oldu. Bizim de diğer ülke toplumlarından pek farkımız yok. Ancak
başımız sıkışınca ordumuza olan sevgimiz daha bir canlanıveriyor. Geçit törenlerindeki o pırıl
pırıl askerleri seyretmek, Donanmayı, Hava Kuv-vetleri'nin tatbikat veya gösterilerini izlemek
sokaktaki adamın göğsünü kabartıyor. Ülkenin en iyi organize, şimdiye kadar da bozulmadan
işleyen bir kurumuna sonsuz bir güven duyuluyor.
Fakat Türk Ordusu, Türk sivil toplumunun içinde olmasına rağmen dışında işleyen bir
mekanizma durumunda. Sivil ile asker arasındaki dünya farklılığı ortada. Belki de ordumuzun
niteliklerini, üstünlüklerini sivil topluma anlatabilmek için böyle sıfatlar kullanıyoruz. ..
Sivil topluma sorduğunuz zaman, o da askeri ayrı bir grup olarak görüyor. Bunun bir nedeni,
ordunun içine kapanıklığı ise, galiba bir diğer nedeni de sivil toplumun kendisini gelişmelere
çok daha hızla adapte edebilmesi, hızla değişmesi, ordunun ise, dünyanın her ordusunda
olduğu gibi, muhafazakârlığından dolayı yeterince bazı sosyal değişime ayak uyduramaması
olabilir.
Ülkedeki kesimleri aldığınızda, orduya bakış açısının da değiştiğini gözleyebilirsiniz. Büyük
çoğunluğu oluşturan kırsal yöreler ve gelir düzeyi belirli bir çizginin altındaki kesim için ordu
gerçekten büyük bir disiplin okuludur. Orduyu genelde, kendine ve çocuğuna okuma yazma,
hatta bir meslek öğreten, o ana kadar görmediği kalitede ve doyuruculukta yemek yediren,
düzeyini yükselten, güvenliğini sağlayan bir okul olarak görür ve Komutana saygı duyar.
158
Orta ve üst kesimler ise, açıkça söyleyememekle birlikte, biraz daha eleştirisel gözle bakar.
Ordunun subayını nasıl yetiştirdiğini bilmediğinden dolayı, askeri sadece kahramanlıktan söz
eden insan olarak görme eğilimindedir. Kritiklerini söyleyememesinin veya söylemek
istememesinin nedenlerinden biri «bozulmadan işleyen bir kurumu zedelemekten kaçınma»
diğeri de «yanlış anlamalara yol açacağından»dır.
Oysa bizce temel neden, sivilin askeri, ülkenin bu en çok sözü edilen, günlük hayatımızı
etkileyen kuruluşunu tanımamasından kaynaklanmaktadır.
Sivil-asker farkı veya dünyalarının birbirinden ayrılması, genç subay adayının askeri lise veya
Harp Okulu'na adımını attığı günden itibaren yavaş yavaş başlar ve emekliliğine kadar sürer.
İçinden çıktığı sivil toplum ile, karşılıklı uzun bir yabancılaşma döneminden sonra,
emekliliğinde yeniden geri dönüşünde hiç tanımadığı yeni bir dünyaya girmenin güçlüklerini
çeken subay da bu durumdan rahatsızdır.
Ayrı mantık, ayrı değer yargılarıyla yetiştiği için,, sivil ile diyalog kurmakta güçlük çeker.
Sivil de aynı mahallede futbol oynayarak yola çıktığı arkadaşını subay olduktan sonra
kaybettiğini bilir. Aralarında çok az temas kurulabilmiştir. Tekrar karşılaştıklarında
birbirlerini anlayamazlar. Subay sivili disiplinsiz, kendi gibi büyük idealleri olmayan bir insan
olarak görür. Sivil de askeri gerçekte yaşanan dünyanın dışından gelen, başka değerlere daha
çok inanan katı bir insan gibi karşılar. Oysa ikisi de aynı hamurdan çıkmışlardır.
Peki, nasıl bu hale gelirler?
— İlk defa üniformayı giyip mahalleye gittiğim günü hiç unutamam. İlk farklılığı orada
hissettim. As159
lmda bu ilk fark benden çok karşımdakilerden geldi. Ben yine aynı bendim. İtişip kakıştığım,
top oynadığım arkadaşlarım bana başka bakmaya başladılar.
Okula girişinin ilk günlerini anlatan bu genci, dış dünyadan ayıran ilk simge genel
görüntüsüydü. Saçları kesilmiş, üzerinde ütülü ve lekesiz giysilerle gelmişti. Okuldan çıkana
kadar da ne zaman mahalleye gelse aynı giysiler içinde olacaktı. Artık eskisi gibi, evden
çıktığı elbiselerle kovalamaca oynayamayacak, mahalle takımına katılamayacak veya kız
peşinde koşamayacaktır. Üniformasının lekelenmemesi, daima tiril tiril olması gerekmektedir.
Oysa arkadaşları istedikleri gibi blucin ile koşuşturabilecekler, saçlarını, bıyık veya sakallarını
istedikleri gibi uzatabileceklerdir. İşte dünyalar ilk önce bu şekilde, doğal olarak ayrılmaya
başlıyordu. Günlük yaşantılarda yolların ayrılması kaçınılmazdı.
... Okula girdikten hemen sonra bana «sen sivilden farklısını» demeye başlandı. İlk yıl, genel
olarak okulun koşullarına alışmak için uğraşıldığından dolayı kimse bu farklılığı çok bilinçli
olarak hissetmez. İlk yılm sonuna doğru başlar. Hele eve her çıkışımda aileden görülen ilgi
bambaşka olur. Şimdiye kadar söylemedikleri kadar övücü sözlerle karşılanırsınız. Zira
istedikleri olmuştur. Bu övgüler sonra giderek evdeki statünüzün değişmeye başlamasıyla
kendini gösterir... Üstelik okulda hemen arkadaş edinme heyecanı da vardır. Zira 6 günü
birlikte geçirdiğiniz, birlikte yiyip, okuyup yattığınız kişiler insanın hayatını daha fazla
etkilemeye başlar. Yılın sonunda, eski arkadaşlarla temas giderek azalmaya ve yıllar içinde de
genellikle yok olmaya başlar. Girdiğiniz yeni dünya sizi içtne alıvermiştir artık. Girilen ortam
ve üzerinizdeki üniforma sivil hayattan sizi koparır. Yeni yaşam biçimi tam anla160
mıyla yerleşmeye başlar. Bu tempo ilerki yıllarda giderek artar ve yeni dünyanızın bir parçası
olursunuz.
Dış görüntü ilk farklılığı yaratıyorsa, hemen arkasından tutum veya yaklaşım farklılığı gelir.
Öğrenciden, girdiği okulun kuralları öğretilirken, sivil dünyada görülenlerin tam aksini
yapması istenir. Bağırarak konuşmamak, büyüğü geldiği zaman saygı gösterip ayağa
kalkmak, ağırbaşlı olmak ve en önemlisi disiplinli hareket etmek. Verilen saatte, verilen
görevi yapmak veya söylenen yerde bulunmak gibi. Aslında bütün bunlar her insanda olması
gereken niteliklerdir, ancak Türk toplumunda farklılık gibi görülür.
— Bir süre sonra, arkadaşlarımın bağırarak tartışmaları, küfürlü konuşmaları bana batmaya
başladı. Koskoca üniversite öğrencisi olmuşlar hâlâ itişerek yürümeleri, etrafa ve özellikle
kadınlara laf atmaları benim düşünemeyeceğim hareketlerdi...
Bundan sonra iki genç arasındaki en önemli fark, motivasyon hedeflerinin aynı olmamasından
çıkıyor.
Belki her iki gencin de temel hedefi meslek hayatında başarılı olmaktır, ancak sivil dünyanın
en önemli itici gücü zengin olmak, hiç değilse rahat bir hayat getirecek meslek edinebilmektir.
Bunu kimi için «köşeyi dönmeyi çabuklaştıncı bir meslek» diye de tercüme edebilirsiniz.
Üniversiteye giren çocuk için kişisel başarı son derece önemlidir. Üniversitenin amacı da, o
genci en iyi doktor, en iyi mühendis yapıp kendisine rahat bir hayat geçireceği bilgiyi
verebilmektir.
Babalarımızdan duyduklarımız hep aynı değil midir?
«Oğlum, çalış ve yetenek sahibi ol ki, para kazan. Aksi halde fakir kalırsın... Yırtıcı ol,
hakkını ara, gerekirse kopar al. Ağlamayan çocuğa mama verilmez...»
161
Temel amaç daha çok para getirecek bir meslek seçip bu dalda başarı, yani para
kazanabilmektir.
Askerlik mesleğine giren genç ise tam aksine para unsurundan özellikle uzaklaştırılır. Alacağı
para bellidir. Ne yaparsa yapsın, becerisi sayesinde aynı rütbedeki smıf arkadaşından daha
fazla kazanamayacağını bilir. Bir başka deyimle tatmini hiçbir zaman para açısından
olmayacaktır. Bunu bildiklerinden dolayı öğretmenleri, Komutanları diğer yöne ağırlık
verirler:
((Paranın hiçbir önemi yoktur. Siz para ile elde edilemeyecek bir meslek sahibi oluyorsunuz.
Aksine şövalye ruhlu, para için değil, vatan için çalışan insanlarsınız...»
Sivil okullarda da söylenen, ancak üzerinde hiç de inandırıcı şekilde durulmayan öğütler
askeri okullarda en çok duyulan, sık sık tekrarlanan ilkelerdir:
oDoğru olmalısın - Çıkarma düşkün olma-Vatanın her şeyden önce gelir - Arkadaşlarını sev,
gerektiğinde onlarm da haklarını koru - Üstlerine saygı duy - Sen isteme, görev ancak
yapabilene verilir.»
Nihayet sivil ve asker eğitimindeki en büyük farklılık, ülke ile ilgili bilgilerde kendini
gösteriyor.
Subay adayı, daha önce de değindiğimiz gibi, Atatürk ilkeleriyle büyüyor, bu vatanm
kendisine emanet edildiğini dinliyor, vatanın kollama ve koruma görevinin ona bırakıldığını
bilincine yerleştiriyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu durumdan, ilerde ona verilecek
sorumluluklara kadar, sekiz yıl eğitiliyor. Devletin ne demek olduğu, bunun korunması
gerektiğini okuyor. Büyük bir mirasın koruyucusu olarak yetişiyor.
Sivil okullardaki genç ise, bütün bunları son derece kısaca ve haftada 2 saatlik derslerde
duyuyor. Da162
ha da önemlisi, askeri okullardaki öğretmenler de asker olduğu ve bütün bu konulan son
derece ciddiye alıp yetiştiği, okul yönetimi de büyük önem verdiğinden dolayı, hem ders saati,
hem de verilen bu derslerin ciddiye alınmasından tümünü benimsiyor. İçinde hissediyor. Sivil
genç ise, eğitimcilerin ciddiye almama-larıyla baştan ucu bırakılan bu dersleri puan
toplamaktan ileri gidilmeyecek, ciddiye almmayan şeyler olarak görüyor.
Aynı sivil ve asker gencin okuldan çıkışlarındaki en derin fark işte bu alanda doğuyor.
Diğer bir fark, askeri okullarda çalışma zorunluğu, disiplinli bir temponun yerleştirilmesi,
itaatin en başta gelen koşullardan biri olduğunun iyice öğretilmesi-dir. Buna karşılık sivil
üniversitelerde öğrencinin tamamen serbestçe ve sorumluluğunu kendi kendine bırakılarak
sağlanmasıdır.
— Üniversitedeki arkadaşlarla karşılaştığımız zaman, akşam bir yerlere çıkmamızı
önerirlerdi. Dersleri bir gün sonra yaparız, derlerdi. Ben katılamazdım. Zira dersi yanna
bırakınca, yarın yeni bir ders geleceği için altından kalkamayacağımı bilirdim... Üstelik hiçbir
sorumluluk duyguları da yoktu. Veya vardı da ben yokmuş gibi görüyordum.
İsterseniz bir de aynı yaştaki Üniversite öğrencisiyle konuşalım:
— ... Hava Harp Okulu'ndaydı kardeşim. Öylesine katı bir disipline alışmış ki, hayatı sadece
ders ve yine ders arasmda geçmeye başladı. Yıllar geçtikçe de beni tam anlamıyla sorumsuz
ve disiplinsiz görür oldu. Oysa anlatmaya çalışıyordum ki, bu akşam diskoteğe giderim ve o
zaman ertesi gün uyumadan dersimi yetiştirebilirim. Artık mekanikleştiği için o, mutlaka
bugün dersini belirli bir saate kadar bitirmediği tak163
tirde sanki Komutanından azar işitecekmiş gibi hissediyordu. O zaman da, benim gözümde
yaşamıyordu. Sadece katı bir itaat içinde, disiplin korsesinde ders çalışıyordu. Her şeyi
giderek katılaşmaya başladı.
Öbür kardeş ise aynı fikirde değildi:
—¦ ... Kardeşim dahil olmak üzere, Üniversiteye giden eski arkadaşlarımla ne zaman
karşılaşsam ve ne kadar konuyu açmaya çalışsam, Türkiye veya Atatürk konusunda doğru
dürüst yanıt alamazdım. İdealsiz, ülke ne olmuş, nereye gidiyormuş düşünmeyen,
önemsemeyen insanlar buluyordum karşımda... Politize olanlar ise ya bir bölümü solcu, öbür
bölümü AP'li veya dincilerdi. Vatanı düşünen ve konuşanlar hep kendi açılarından
bakıyorlardı. Bir süre sonra, alay konusu olmaktan korktuğum için hiç bu sorunlara
girmedim1.
Biri, iyi para kazanacak iyi bir meslek sahibi olmayı hedefleyen ancak buna karşılık gereken
büyük çalışma hırsını pek göstermeyip «bir an önce bitsin» diye adeta teğet geçip
Üniversiteden kurtulmayı ve hayatını mümkün olduğu kadar yaşamaya çalışan ve bunun
dışında ya ideolojik görüşleri açısından ülkeyi tartışan veya hiç umursamayan bir genç...
Diğeri, kendini bütün bağlarıyla askerliğe bağlayan, kararlı, hırslı, inatla kendini ispat etmeye
ve öne geçebilmeye çalışan, aynı zamanda Atatürk'le, Türkiye ile dolu, vatanın koruyuculuğu
gibi son derece önemli gördüğü bir görevi yüklenmiş bir genç...
İşte iki apayrı dünyanın insanları...
Bu iki insanın aldıkları eğitimin kalitesi de, aralarındaki bu farklılığı Körüklüyor. Hatta bizce,
aradaki
1) Sivil liselerde okutulan ders dökümü için bakın Ek: VI.
164
r«
uçurumu giderek genişletiyor. Askeri okullarda verilen bilgi, hem kalite açısından, hem
öğrencinin —zorlada olsa— çalıştırılması açısından, üniversitelerimiz .veya liselerimizle
kıyas kabul etmiyor
Askeri liseler, Harp Okullarıyla sivil lise ve üniversitelerdeki eğitim karşılaştırıldığı zaman,
aradaki farkın askeri okullar açısından çok büyük olduğu hemen görülüyor. Aynı dersleri
veren askeri ve sivil liselerden mezun olanlar arasındaki fark dahi şaşırtıcı derecede büyük.
Sivil orta ve liselerden yeterince dolu gelmeyen öğrenciler, üniversitelerde hem güçlükle
karşılaşıyorlar, hem de üniversite öğrenim düzeyini ister istemez düşürüyorlar. Üniversite
hocalarının bugün en büyük yakınması, gelenlerin altlarının iyi beslenmemiş olmasıdır.
«Bundan dolayı biz lisede öğrenmeleri gereken bazı şeyleri üniversitenin ilk yıllarında
vermek zorunda kalıyoruz» diyen hocaların sayısı giderek artıyor. Tabii o zaman da, askeri
liseden iyi gelen öğrenci Harp Okullarının düzeyinin yükseltilmesini sağlayabiliyorlar.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren 1984 yılında yeni Deniz Harp Okulu'nun açılışını yaptıktan
sonra, okulun ultra modern tesislerini dolaşırken yanındakilere şu önemli uyarıyı yapmıştı:1
— ...Eğer sivil okullar ve üniversitelerdeki eğitim bir an önce düzeltilmez ve düzeyi yükseltilmezse, şu okuldaki modernliği görüyorsunuz, bu!) Cumhurbaşkanı'nın sözleri aynen nakledilememiştir. Çünkü yanında bulunan dört kişi ayrı
kelimelerle bize aktardığı için, konuşmasının genel hatlarını aktarmakla yetindik.
165
1^"
radan çıkacak subay ile sivil kadrolar arasında dağlarca fark olur ve bu ülke müdahelelerden
kolay kolay kurtulamaz.
Gerçekten de askeri okulları dolaşan herhangi biri, yetiştirilen iki genç arasındaki eğitim
kalitesi farkını görmemezlik edemiyor. Eğer Türkiye'de sivil-asker diyaloguna önem
verilecekse bu eğitim farklılığında daha duyarlı davranılması kaçınılmazdır. Denge
kurabilmek için, iyi olanın, yani askeri eğitimin düzeyi düşürülemeyeceğine göre, sivil
okullarımızdaki eğitime daha önem vermek vakti gelmiş ve geçmektedir.
Bu farklılık nereden kaynaklanıyor?
İlk fark sayıdan çıkıyor.
Ordunun beş lisesi ve üç Harp Okulu'nda toplam 9137 öğrencisi var. Milli Eğitimin ise 52 bin
ilkokulu, 4900 ortaokulu, 1181 lisesi, 1083 tane de meslek lisesi; 400 bin öğretmeniyle
(ilkokul dahiİ) 12 milyon öğrencisi var1. Bütçesi ise 450 milyar Türk lirası.
Kara Harp Okulu'ndan mezun olan bir teğmenin maliyeti devlete 6 milyon 700 bin Türk lirası,
Üniversiteden mezun olan bir sivil öğrencinin maliyeti ise yaklaşık 600 bin Türk lirası.
Bu tablodan da doğal olarak Harp Okullarında veya Askeri Lisede sınıflarda 15 ile 25 kişi
arasında ders görürken, Üniversitede sınıfta ortalama 300 kişi oluyor, bir tarafta dil
laboratuvarları, kimya laboratuvarları, TV-Video sistemleriyle eğitim yapılırken, istenilen her
ders kitabı bedava bulunup, yatakhanelerde 4'er kişi yatılırken, kütüphanelerin tüm olanakları
seferber edilirken, öte yandan yani sivil üniversitelerde kaynak yeter1) Silahlı Kuvvetler bünyesindeki eğitim ve öğretim ile öğrenci mevcutları için bakınız Ek:
VII,
166
sizliğinden ne doğru dürüst ders kitabı bulunabilmekte, ne de askeri okullardaki olanaklar...
Sayılar arasındaki farklılık, araç gereç eksikliği ve kaynak sorunu sivil üniversitelerin en
büyük handika-pı. Ancak bu durumun sağlanmasında askeri okullardaki kaynak israfı en
düşük düzeye indirilirken, sivil üniversitelerde en büyük sorun kaynak israfı oluyor.
— Biz askeri okullarda neye, ne zaman gereksinme duyacağımızı ve nereden bulacağımızı
önceden planlarız. Birkaç yıl öncesinden programladığımız için de herhangi bir sorunla
karşılaşmayız. Aramızdaki koordinasyon sayesinde de, kimin neye gereksinmesi var ve başka
bir okulun deposunda bulunuyorsa biliriz.
Sivil okullardaki durumu isterseniz anlatmayalım. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı'nın
müsteşarıyla bu konuyu konuşurken dayanamayıp sormuştum. Bakm yanıtı aynen şöyle oldu:
— ... Bizim Bakanlıkta uzun vadeli bir plan-program yok. Askerlerin aksine, önümüzdeki on
yıl sonunda kaç ortaokula, liseye ve öğretmene ihtiyacım olacak bilemem. Şimdilik en uzun
üç yıllık plan yapabiliyoruz ve beş yıla çıkartmak için çabalıyoruz. Ancak başaracağımızı
sanmıyorum... Bizde genelde 40 öğrenciye bir öğretmen ve bir sınıf düşer. Bundan ne verim
alabilirsiniz?
Farklılık sadece bu kadarla kalmıyor.
1) Askeri okullara öğrenciler seçilerek almıyor. Daha önce değindiğimiz gibi, genç adam
okulundan belirli bir dereceyle mezun olması gerektiği gibi, girerken ayrıca bir sınavdan
geçiriliyor. Kreması olmasa dahi, üniversiteye girme durumundaki öğrencilerin en iyilerini
seçmeye çalışıyor. Bu kadar çok masraf edildiğine göre de, böylesine bir seçim yapmakta
haklılar.
167
Yılda ilk elemeden geçen 10 bin kişiden örneğin bin kişi alınınca düzey ister istemez
yükseliyor.
Sivil lise ve ortaokulların böyle bir şansı pek yok.
2) Asker adayı olan çocuk girmeden önce gayet iyi şekilde incelenir. Ailesinden başlayıp,
kendi özel hayatının ayrıntılarına kadar inilir. Bu şekilde haylaz veya handikaplılar da elenir.
Sivilde bu da yapılamaz.
3) Öğrenci okula girdikten sonra da sürekli izlenir. Eğer bir dersi zayıf ise, komutan veya
öğretmen iznini kaldırmacasma onu zorla çalıştırır.
Sivil okullarda ise kimse ilgilenmez. Çocuk kendi başına bırakılır. Bu da verimi etkileyen bir
unsurdur.
4) En önemli etken de öğretmendir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin askeri öğretmenleri bir tek ve
kendi kaynağından yetişir. Vereceği dersi, daha önce aynı sıralardan geçmiş bir insan olarak
aynı heyecan ve ciddiyetle verir. Atatürk ilkelerini öğretirken konuyu son derece ciddiye alır.
Dolayısıyla askeri öğretmenler hem birbirini tanır, programı bilir, hem de aralarında belirli bir
standart tutturulmuştur... Okulların yöneticileri de yine özel eğitimden geçerler. Akademiden
geçip Kurmay olmuş olanları tercih ederler. Yöneticilikle öğretmenliğin çok farklı işler
olduğunu bilirler ve o şekilde hareket ederler.
Sivilde bırakın öğretmende kalite aramayı, yeterince öğretmen bulabilmek bile sorun
olmaktadır. Tamamen ayrı kaynaklardan, hiçbir standardı olmayan bir eğitimden geçmiş olan
öğretmenler, bugün herhalde Türk bürokrasisinin en onurlu ancak en zor koşullarında çalışan
insanlarıdır. Askeri öğretmenlerin iyi eğitimi yanısıra, yiyecekleri, yatacakları, sağlıkları
güvence altına alınmışken, 25 yıl hizmet etmiş iki çocuklu bir öğretmen hâlâ ortalama 135 bin
lira net maaş alabilmekte168
dir. Hem de Anadolu'ya çıktığında her şeyiyle kendi ilgilenmek zorundadır. Milli Eğitim
Bakanlığı'nın istatistiklerine göre, 400 bin öğretmenin ancak yüzde 17'si-ne konut
verilebilmektedir.
Özetlemek gerekirse, askerin verdiği eğitim ile sivilin verdiğinin arasında üç temel fark
vardır:
— Öğrenci (hammadde) farkı
— Kaliteli öğretmen farkı
— Öğrenciye sağlanan koşul ve olanaklardaki büyük fark.
İşte bu üç fark, askeri öğrencinin çok daha farklı yetişmiş çıkmasıyla sonuçlanıyor. İki genç
arasındaki dünya görüşünün ayrılmasına yol açıyor... Subayın kendisini sivilden daha üstün
görmesinde de önemli bir rol oynuyor.
Askerin sivil toplumdan uzaklaşmasında bir diğer etken de, biz siviller oluyoruz. Toplumun
değer yargıları belki buna yol açıyor, ancak dikkat ederseniz bir subay ile konuşurken ya
rütbesiyle hitap ederiz veya «Komutanım» deriz genelde... Sanki adı yokmuş gibi. Böyle hitap
etmemizi de asker istemez. Belki içlerinde bazıları bundan hoşlanırlar, ancak genelde ismiyle
hitap edilmesini saygısızlık olarak görmezler. Birçoğunun bu durumdan rahatsız olduklarını
dahi görmüşümdür.
Mutlaka toplumun subaya duyduğu saygıdan veya beğeniden kaynaklanır, ancak alış veriş
ettiğiniz yere bir subay geldiğinde onu bekletmemeye çalışırız. Askeri araca yolda, ivedi bir
işi olmasa dahi yol verilir. Köyde kahvenin önünden yüksek rütbeli bir subay geçerken ayağa
kalkılır. Bir genel müdüre böyle muamele yapılmaz. Kimi «belki alınır, kızar» diye bu şekilde
hareket ediyor olsa dahi, genelde toplumun subaya verdiği yeri gösteren hareketlerdir.
169
Eğer çok iyi tanımıyorsanız subayın yanında bütün görüşlerinizi çok açık seçik şekilde
anlatmazsınız.
Hele subayın okul dönemlerinden başlayıp, rütbeler aldıkça evde gördüğü muamele de onu
etkiler. Özetlemek gerekirse, Türk toplumu da askerine başka bir yer verme alışkanlığından
olacak, adeta kendinden uzaklaştırır. Bir fark yaratır.
Asker-sivil farkı, Üniversiteyi ve Harp Okulu'nu bitirmiş iki genç arasmda en yoğun şekilde
gözlenir.
Üniversiteden çıkmış olan genç eğer bir desteği yoksa nerede iş bulursa oraya kapılanmaya
çalışır. Eziktir ve ilerleyebilmek için bu işini kaçırmamaya çabalar. Aldığı işler de genelde
son derece basit ve sorumluluk gerektirmeyen konulardır.
Oysa bir teğmen kıtaya çıktığı gün genelde 30 kişilik takım, bazen de 100-150 kişilik bir
bölüğün sorumluluğunu alır. Bu insanların her şeyinden sorumlu olduğu gibi, yüz milyonlarca
liralık silahın, cephanenin de sorumluluğu sırtına biner. Yani gerçek hayata adımını attığı an
yepyeni bir ortama girer. Bu sorumluluk da, bütün düşüncesini, hareketlerini, sivil gençten
daha önce etkilemeye başlar. Zira gayet iyi bilir ki, bu ilk aşamada yapacağı bir hata ilerdeki
bütün rütbelerini etkileyecektir...
— Subay kendisini neden sivilden daha farklı görür?
— Disiplinli büyümüştür. Sorumluluklan olmuştur ve daha da olacaktır. Hiyerarşik bir düzen
içinde çalışmaya alışmıştır. Görevinin ne olacağını ve ne yapması gerektiğini bilir. Yani
teşkilatlıdır. Üstelik de son derece iyi bir eğitim almıştır... Bütün bunlara karşılık sivil
dünyadaki kargaşaya bakar ve kendisini üstün gö170
rür... Silahlı Kuvvetlerin en sağlam, şerefli, tek mefkureci bir güç olduğuna inanır ve bir
mensubu olarak kendini farklı görür.
— Vatanın, Atatürk ilkelerinin koruyucusu olmak da onu etkiler mi?
— Tabii etkiler. Sivillerin Atatürk ilkeleri veya vatanın korunması konusunda kendisi kadar
özverili olmadığını hisseder ve üstün görmesine yol açar.
— Bütün subaylar böyle midir? Yoksa kendini eşit görenler de var mıdır?
— Ordu beş parmağımız gibidir. İçinde kendini çok üstün gören de vardır, eşit gören de. Yani
bir istatistik yapamazsın. Ancak belirli oranlarda genelleştirme yapmak gerekirse, bir bölümü
çok üstün, diğer bir bölümü az üstün, bazıları da eşit görür... Türk Ordusu hakkındaki
değerlendirmelere «Yüzde yüz böyledir» diyemezsiniz. Zaten hiçbir toplum kesiti hakkında
yüzde yüz konuşulamaz.
— Peki, okulda neden bu kadar yükleme yapıyorsunuz? Neden üstün-farklı oldukları
sonucunu çıkaracakları şekilde bir eğitim uyguluyorsunuz?
— Ben bu moral takviyeyi yapmak zorundayım. Bu çocuğu başka neye bağlayacağım. Kıtaya
çıktığı zaman okulda kendine bahsedilen mavi gökleri bulamayacak. Öyle müthiş bir gelecek
beklemiyor. Üstelik son derece de güç koşullar altında görev yapacak. Örneğin, bizim Hizmet
Kanunu'na göre mesaimiz 24 saattir. Sırtına silahı yüklersiniz gıkı çıkmaz. Gerektiğinde taş
üstünde yatırırsınız bir şey demez. Bu morali vermekten başka çıkışım yok.
— Derslerde fazla yüklenmiyor musunuz?
— Evet, yükleniyorum, çünkü mecburum.
— Neden?
171
— Param yok. Ben burada Amerikan veya Avrupa orduları gibi son derece ayrıntılı branş
subayı yetiştiremiyorum ki... Param olsa yaparım. Bundan dolayı her şeyden biraz anlayacak,
gerektiğinde her yerde çalıştırabileceğim subay yetiştiriyorum.
— Ama o zaman da branşında derine inemeyen bir kadro oluşmuyor mu?
—¦ Çok önemli alanlarda tabii derine iniliyor. Ancak genelde subayımın her şeyden
anlamasını istiyoruz. Dedim ya, para sorunu. Amerika gibi zengin bir ülke değiliz.
— Sivil-asker dünyaları arasındaki fark sizi rahatsız etmiyor mu?
— Etmez olur mu? Tabii ediyor. Aramızda yeterince diyalog yok. Türk toplumu canı gibi
seviyor ordusunu, ancak bu yeterli değil. Kendi kabuğuna çekilmiş gibi karşıdan bakışıyoruz.
Genelkurmay Başkanımızın üzerinde en çok durduğu noktalardan biri budur. Biz açılıyoruz.
Belki yaptığımız iş nedeniyle sizin istediğiniz kadar açılamıyoruz, ancak önemli çabalar var.
Size istediğiniz bilgilerin verilmesi bile bunun işareti değil mi? Ancak dünyada orduların bir
de yapısı vardır. Bu meslek hiçbir zaman bir basın veya Üniversite gibi açılamaz. Zira biz son
derece hassas konularla uğraşıyoruz. Elimizin altından sırlar geçiyor.
— Sivil ve askerin dünyaları arasında bir uzlaşı, hiç değilse belirli bir görüş birliği
kurulmasının önemine inandığınızı söylediniz: Bu noktada ne yapıyorsunuz?
— Mümkün olduğu kadar görüşlerimizi yaymaya çalışacağız. Aslında biz de siz de aynı şeyi
hedefliyoruz: Türkiye'yi daha ileriye götürebilmek. O zaman bu uzlaşı noktasını bulmak çok
güç olmamalı.
1.72
Bir general ile yaptığımız bu sohbet aslında Genelkurmaydaki genel bir eğilimi yansıtıyordu.
Bu dünya farklılığının kapatılmasında nasıl askerimize görev düşüyorsa, aynı şekilde sivil
kadrolarımıza da önemli roller düşmekte.
Bu farklılığın daha fazla genişlemeden hiç değilse durdurulması, ülkenin geleceği için de en
önemli unsurlardan biri.
173
9'üncü Bölüm:
KARACI İLE DENİZCİ ve HAVACI ARASINDAKİ FARK NEREDEN
KAYNAKLANIYOR?
Bırakın küçüklüğümü, şimdi bile benim favorim hâlâ Denizcilerdir. Ardından Havacılar gelir,
sonra da Karacılar. Her birinin içinde çok değerli ve çok iyi dostum olanlar da var tabii...
Doğrusu nedeni tam olarak çıkarabilmiş değilim. Ancak onların bembeyaz üniformaları
içindeki halleri pek görkemlidir. Hele bir ara öğrencilere pelerin de taktırırlardı. Hiç unutmam
mahalle arkadaşım Cent, denizcilerin bu dış görüntülerinin parlaklığından dolayı
yedeksubaylığmı Denizde yapmak için uğraşmış ve pek de memnun olmuştu. Biz de onu
gıptayla seyrederdik. Mahalleye mutlaka üniformasıyla gelirdi. Hele kızlara sorarsanız onlar
için Denizcilerin üzerine yoktur. Geçit törenlerinde sakız gibi, dimdik geçişleri, sanıyorum
herkesin ilgisini çekerdi.
Bu yaklaşım son derece doğal, dış görünüşe bağlıydı. Havacılar da sempati toplarlardı, ancak
Deniz yine en önde gelirdi. Hâlâ,da öyle... Bu, kuvvetler arasında bir tercihten çok,
görüntüden kaynaklanırdı.
Zaman geçtikçe, sadece dış görüntünün değil, ki174
şisel ilişkilerde de bir farklılık hissetmeye başladım. Havacı ve Denizcilerle nedense daha bir
kolay diyalog kurabiliyordum. Karacılar arasında da aynı şekilde çok rahatlık veren ve açık
insanlar vardı. Ancak belki de rastlantı, Karacılar daha muhafazakâr tutumdadırlar.
Çocukluğumun verdiği bu dürtüyle olsa gerek, bu kitabı hazırlarken, inceleme maddelerinin
araşma bu farklılığı da aldım.
Kısa süre içinde de, gerçekten bir fark olduğunu ve üstelik bu farkın bizim ülkemize özgü
değil, bütün dünya ordularında aynı durumun mevcudiyetini buldum. Türk Karacı ne kadar
muhafazakâr, Denizci ne kadar dışa açık ve sivil dünyaya daha yakın ve diyalog
kurabiliyorsa, Amerikalı Karacı ve Denizcinin de aynı nitelikleri taşıdıklarını saptadım. Bu
farkın, işin tabiatından geldiğini, verilen görevin niteliğinden, görevi yerine getirirken
kullandıkları aletlerden kaynaklandığı ortaya çıktı.
Karacı gerektiğinde gözünüzün Önünde kıra kıra, kendini ve karşısındakini öldürerek
savaşmak zorundadır. Kara Kuvvetleri'nin büyüklüğünden dolayı daha fazla halkın içindedir,
insan elemanını (er) daha fazla kullanmak zorundadır. Genelde de savaşı Kara Kuvveti
kazanır veya kaybeder. Ya işgal eder veya işgal etmeye çalışanı dışarı atar... Hava ve Deniz
ise, temelde Karaya yardımcı güçlerdir.
Bir gün, Kara-Hava-Denizci subayların bulundukları bir toplantıda sohbet ediyorduk. Karacı
bir dostumuz gelişmeler hakkmda ve Türkiye ile ilgili görüşlerini açıklıyordu.
Denizci dostumuz —sonradan çok da iyi arkadaş
175
olduklarını öğrendim— durdu ve «...Oğlum, sen yanlış vapura binmişsin,» dedi.
Önce hiçbir şey anıamadım, merak edip sorunca bunun bir deyim olduğunu ve Ada'ya (o
zaman Deniz Harp Okulu Heybeliada'daydı) giden vapura bineceğine, Çengelköy'e (Kuleli
Askeri Lisesi'nin bulunduğu yer) giden vapura bindiğini, yanlış kuvvet seçtiğini söy-lermiş...
Denizciler için, beğendikleri, sevdikleri Karacıya en büyük övgü buymuş. Karacı subay
arkadaşlarını fazla katı ve tutucu bulurlar. Disiplin anlayışları da biraz farklıdır.
Karacıların Deniz ve Havacılara bakışları da farklıdır. Türk ordusunun bir Kara ordusu
olmasının verdiği bir üstünlükle «Her şey bizde biter,» derler. Haklıdırlar da. Deniz ve
Havacıları, kendi koşullarıyla karşılaştırdıkları zaman biraz «salon adamı» olarak görürler.
Üç kuvvet arasındaki bu yaklaşım farklılıkları gayet tabii çok ayrmtıda kalır, yoksa temel
ilkelerde aralarında hiçbir farklılık bulunmaz.
Yaklaşım farklılığı da ilk önce geldikleri yörelerden başlar.
Kara ordusunun subay adayları Türkiye'nin her yöresinden gelir. Köyünden, kasabasından
veya kentinden kopup okula girerler. Çıktıkları yöreler ve geldikleri ailelerin hem eğitim
düzeyleri, hem gelir kuşaklarında büyük farklılıklar yoktur._
Buna karşılık Deniz Lisesi'ne ve Harp Okulu'na gelenlerin yaklaşık yüzde 70'i liman
kentlerinden veya denize açılan yörelerdendir. Denizle şu veya bu şekilde bir ilişkisi olan
ailelerin çocukları çoğunluktadır. Hiç denizi görmemiş, Anadolu'nun en içlerinden gelenler de
vardır tabii. Genelleme yapılırsa, diğerleri ağır
176
basar. Geldikleri yöreler de ister istemez günlük yaşantılarını, dışa açıklıklarını, görgülerini
etkiler.
Hava Kuvvetleri'nin durumu biraz daha farklıdır. Yetiştireceği bir pilota 40 milyon dolarlık
bir uçağı teslim edeceğini bilen Hava Harp Okulu yöneticileri, diğer iki kuvvete oranla çok
daha ince eleyip sık dokur. Başvuruların önemli bir bölümü de nedense kentlerden olur.
Okulların İstanbul'da bulunmasının da etkisiyle olacak, adayların hatırı sayılır bir bölümü
gelişmiş yörelerdendir. Kara ve Deniz Harp Okullarının aksine, Havacılar özel bir kampanya
yaparlar. Kendi liseleri olmadığından, Kara liselerinde ve sivil liselerde filmler göstererek
gençleri pilotluğa özendirirler, başvuru yapmalarını tahrik ederler. Elde edecekleri avantajları,
göklerin hakimi olacakları gibi özendirici sloganlar kullanırlar. Her yıl da en çok başvuru
Hava'ya olur. Ortalama 7-8 bin kişilik başvuru içinden sadece en iyi 20CTÜ seçilir. Yani tam
anlamıyla kreması alınır. Hava Harp Okulu'na giriş, hiçbirine benzemez:
— Bizim Okula girebilmek için Üniversite Seçme Sınavım kazanmış olacak, ardından bizim
kendi sınavımızı kazanacak. Sonra psikolojik test yaparız. Psikologlarımız vardır, çocukların
kişiliklerini saptarız. Anne baba sevgisinden, dengeli bir aile hayatına, değer verdiği
duygulardan, içine kapanıklığına kadar. Bu hem yazılı, hem sözlü olur. Ardından fiziksel
sınava gelir sıra. Tam sağlam, hiçbir hatası olmaması gerekir. Sonra bizler bir mülakat
yaparız. Bundan da iyi not alırsa en sonunda Psikomotor testlerine girer. Makineye yatkın mı,
yoksa intibak edemeyecek bir insan mı, ona bakarız. Deneme uçuşu yaptırır, paraşütle
atlatırız... Hepsi bitince 1 aylık intibak eğitimine gider. Orada da uygun çıkarsa ant içip dört
yıllık lisans düzeyinde eğitime başlar. Bunu diğer Kuvvetler yapmaz. En çok biz
177
sık eleriz. Çünkü o gencin eline milyarlık alet veriyoruz. Hiçbir şeyi şansa bırakamayız...»
Böylesine ince elenip sık dokunan gençler de, ister istemez düzeyleri yüksek olanlar arasından
çıkıyor. Bu düzey de, aile hayatından, dış dünyasından aldıklarına, yaşadığı yörenin gelişmiş
olup olmadığından, aldığı temel bilginin yüksekliğine kadar birçok unsuru içine alıyor...
İsterseniz buna-elit de diyebilirsiniz... Kaynağın İstanbul, Ankara ve İzmir'den olmasının
başlıca nedeni de, psikomotor testini geçmesi, uyanıklığı, makineye çabuk adapte olabilmesi...
Üç Kuvvete subay hazırlayan okullarm yönetmelikleri, yasaları temelde aynıdır. Direktifleri
değişmez, ancak özelde değişir. Deniz ve Hava'nm gereksinmesi Kara'dan ister istemez farklı
bir eğitim uygulanmasına yol açar.
— Biz Hava Harp Okulu'nda sadece pilot yetiştirmiyoruz, aynı zamanda yönetici de
yetiştiriyoruz. Disiplini zedelemeden inisiyatif veriyoruz. Kara için disiplin her şeyden önde
gelir. Benim subayım makine ile, hem de son derece ileri teknik ile birleşiyor. Uçuşa başladığı
anda makineyle başbaşa kalıyor. Üstelik hata etme hakkı yok. Zira Allah korusun, iyi bir
değerlendirme yapamazsa, ineceği yer yoktur. Tankı kenara çekebilirsiniz, ancak uçağı ne
yapacaksınız? Bundan dolayı kafasını kullanmasına, inisiyatif sahibi olmasına gerek var.
Buna çok önem veriyoruz. Karadaki gibi verilen emre harfiyen uyamayacağı durumlar çıkınca
kararım kendi verecektir. Kafasını kullanması gerekmektedir. İşte en büyük fark budur...
Hava Harp Okulu Komutanı heyecan içinde anlatıyordu. İleri teknolojiyle uğraşmanın insanı
nasıl de178
ğiştirdiğine dikkat çekiyordu. Her defasında da dönüp dolaşıp Türkiye'nin en büyük sorununa
geliyordu: İnsan kaynağı.
— Amerikalı veya Avrupalı genç okula geldiğinde, küçük yaşında evinde bilgisayarla
uğraşmış oluyor. Bilgisayarın nasıl işlediğini biliyor, yani temel bazı kurallarla dolu geliyor.
Benim gencim bomboş geliyor.
— Bu gerçek veriminizi etkiliyor mu?
— Gayet tabii etkiliyor. Bu okulda biz uçucu ve yer subayı yetiştiriyoruz. İkinci yıldan sonra
ayrılıyorlar. Okul bittiğinde uçucu, yani pilot adaylarına bir imtihan yapıyoruz, bunların
yüzde 5'i daha elenir. Geri kalanı uçuş okuluna giderler. Yaklaşık 1.5 yıl pilotluk eğitimi
yaparlar, Orada da yüzde 30-35'i elenir. Hava Harp Okulu'ndan mezun olanların yüzde 51'i
bröve takıp uçabiliyorlar. Batı'da bu oran yüzde 74'dür. Bizde de eskiden bu oran çok daha
düşüktü. Şimdi giderek arttırdık. Ancak övünerek söyleyeyim, uçan pilotum da doğrusu en
iyisi oluyor. Kazanmadığımız uluslararası yarışma yoktur.
DENİZ Kuvvetleri'nin subayı da, HAVA gibi Uluslararası subay olmak zorunda.
Kullandıkları aletler ve bu aletlerin dilleri İngilizce. Yani sadece günlük hayatta kullanılan
yabancı dil ile yetinmemek, teknik İngilizce dilini de öğrenmek zorundalar. Öğretmenleri
derslerinin büyük bir bölümünü İngilizce verirler.
Bu iki Kuvvetteki, resmi olmayan öncelikler sıralamasını sorduğumda yöneticilerin yanıtı
şöyleydi: 1) Meslek bilgisi, 2) Vatana bağlılık, 3) Subayın ve askerin önemi-nitelikleri.
Kara'da ise öncelikler biraz farklı: 1) Vatan sevgisi, Atatürk ilkelerine bağlılık, 2) Subayın ve
Askerin önemi-nitelikleri, 3) Mesleki bilgi.
179
DENİZ HARP OKULLARI sadece kendi içlerinde değil, NATO düzeyinde de bir kulüp
gibidirler. 1972'den bu yana belirli aralıklarla Okul Komutanları toplanırlar, tecrübelerini
birbirlerine aktarırlar, yenilikleri konuşurlar, denizcilikteki son gelişmelerden söz ederler.
Şimdi Tuzla'ya taşman Deniz Harp Okulumun ult-ramodern tesislerini (1983'te 41 milyar TL;
yaklaşık 81 milyon dolar) dolaşan, böylesine ileri (hatta, Türkiye koşullarına göre lüks)
koşullarda yetiştirilen gençlerin bahçedeki dolaşmalarından, ders sıralarındaki tutumlarından
farkı hemen çıkarıveriyor.
Okul Komutanları da bunu övünerek anlatıyorlar:
— Biz burada çocukları metodik çalışmaya alıştırıyoruz. Mekanik çalışmasını istemiyoruz.
Farkımız bu... Daha rahat bir subay yetiştirmeyi hedefliyoruz. Yine disiplinli, ancak rahat
olsun istiyoruz. Daha hoşgörülüyüz.
Denizcilerin şu su üzerinde yüzen gemiye bakışları bambaşka. Benim için bir savaş gemisi, su
üzerinde giden ve gerektiğinde top atan bir alettir. Oysa bugünkü denizciliğin ve denizcinin
bakışı çok değişik:
— Gemi başlıbaşma bir dünyadır. Öyle bir dünya ki, denize açıldığınız zaman kendi
basmasınız. Arıza yaptı mı tamirci bekleyemezsiniz, her şeyinizi kendiniz yapmak
zorundasınız. En küçük bir hatanızı sadece siz ödemezsiniz, sizin sorumluluğunuza bırakılan
yüzlerce insan da öder. Biz «Gemiye bir şey olursa herkes ıslanır» deriz... Üstelik artık
gemiler tamamen bilgisayarla işliyor. Teknolojik bilgi ön plana çıktı. Her şeyi, topundan
çalışmasına kadar. Dolayısıyla benim subayınım her şeyi bilmesi gerekiyor... Bundan dolayı
biz okulda ileri teknoloji eğitimi, hem de İngilizce yapıyoruz.
— Bu eğitim öğrencinizin dünyasını nasıl etkiliyor ve verim nasıl?
180
— Benim subayım buradan bilgisayarın nasıl kullanılacağını bilerek çıkıyor. Şimdi 40
terminalli dev bir bilgisayar geliyor. Yaklaşık 800 bin dolarlık bir alet. Bilgisayar
kullanamayan deniz subayı olamaz. İkinci zorunluğu dil bilmesi. Termodinamik ve elektronik
dersleri tamamen İngilizce veriliyor. İngilizce bilenler ikinci dil alıyor. Almanca, hatta hobi
gibi Rusça öğrenenler dahi var. Haftada dört saat videolu sesli laboratu-varlarda çalışıyorlar...
Zaten ikinci sınıfta dallara ayırıyoruz. Çocuğu yeteneklerine, isteğine ve ihtiyaca göre
branşlaştınyoruz. Bilgisayar, uzay, elektronik vs... Şimdilik yedi dal var. Amerika'da on sekiz
dala ayırıyorlar. Bütün bunlar da genç adamın dış dünya ile ilişkilerini, yaklaşımını etkiliyor.
Deniz Harp Okulu'ndaki eğitimin bir ilginç ve farklı yanı da, sadece bu okulda Uluslararası
İlişkiler ve si-vil-asker ilişkilerinin ders olarak işlenmesi. Bu yaklaşım da, genç öğrencinin
dışa bakışını belirli bir oranda değiştirmesine yarıyor tabii...
Eğitim, insan (ister subay-ister sivil olsun) yetiştirme sırasındaki en büyük ve en pahalı
yatırım. Yine iş dönüp dolaşıp paraya dayanıyor. Bütün Harp Okullarında hissedilen eksiklik
veya geliştirilmesi gereken de, istenen de teorik derslerin oranının düşürülüp, gemi üzerinde
fiili uygulamaların arttırılabilmesi. Bütün dünya gemideki fiili uygulamanın büyük paralara
mal olması karşısında, son yıllarda simulator diye adlandırılan yeni bir eğitim sistemi
oluşturdu.
Öğrenci simülatörde, kendisini bir kaptan köprüsünün içinde buluyor ve daha önce
programlanıp, sanki gerçekmiş gibi, o çevre yaratılarak uygulayıcı dersler veriliyor. Bir
denizaltı veya kruvazör yönetimine oturan öğrenci, örneğin ani bir manevra veya bir yangın
181
veya bir kaza ile karşılaştırılıyor ve orada emirlerini vererek, bilgisayarı kullanarak sorunu
çözüyor. Aynı şekilde, simülatörde bir tank veya uçağın içine binmiş gibi, aynı koşullarda
eğitim yapılabiliyor. Ancak gelin görün ki, büyük tasarruf sağladığı için simülatörlerin
fiyatları da çok büyük. Örneğin bir köprüüstü seyir simülatörü 150 milyon dolar. Bunun için,
para yetiştiği kadarıyla dışardan getirtiliyor, geri kalanlar ise ordunun kendi olanaklarıyla
yapılıyor.
Simülatör son derece önemli. Aksi halde öğrenciye genelde teorik ders veriliyor ve büyük
yükleme yapılıyor. O zaman da, gemiye veya kışlaya çıkan bir teğmen o ana kadar hiç
karşılaşmadığı bir çevreye giriyor, çözümü güç sorunlarla karşılaşıp ilk aşamada bocalıyor.
Örneğin, dört yıllık eğitim süresince subay adayı toplam 3.5 ay denize çıkabiliyor. Her sınıf
atlamada 1-1.5 ay sefere gidebiliyor. NATO ülkelerinin subay adaylarına verdikleri deniz
eğitimi 1 -1.5 yıl. İngiltere en ileri olanı. Üniversite düzeyinde subay adayını alıyor ve ilk 6
ay, hafta sonları dahil olmak üzere, hiç çıkmadan izinsiz gemide eğitim yaptırıyor.
Denizcinin ye Havacının eğitimlerinin dışında günlük yaşantıları da farklıdır. Denizci subay
daha okuldayken dışarı gitmeye başlar. Eğitim sırasmda olsun, Uluslararası tatbikatlarda,
gemi teslim almaya gidişlerinde olsun, hayatında kendini hep dışarda bulur. Bir istatistiğe
göre deniz subay kadrosunun yüzde 75'i en az 1-2 defa yurt dışı gezi yapmıştır. Ülke
içindeyken de, İstanbul, Gölcük, Mersin, İskenderun, Bodrum - Marmaris gibi yörelerde
yaşamak zorundadırlar. Yani çevreleri, temas ettikleri insanlar, Karacıların hayatlarının
önemli bir bölümünü yaşadıkları yerlere oranla çok daha başkadır.
182
Havacılarda dış temas, Denize oranla yüzde 84 'lük bir oranla daha da fazladır. Kara
Kuvvetleri subay Kadrosunun ise ortalama ancak yüzde 30'u dış görev alır. Buna karşılık
genelde Türkiye'nin en güç koşullu yörelerinde görev yapar.
Bu unsurlar da dünyaya bakışlarındaki, yaklaşım-larmdaki farklılıkları yaratır.
Sadece çevre değil, görev yaşamları da hiç birbirine benzemez.
Pilotun eli kolu, onu uçuşa hazırlayan teknik ekiptir. Hayatını yanmda çalışan assubaya, yer
ekibine teslim etmektedir. Bundan dolayı aralarında gizli bir dayanışma, anlayış doğar. Bir
hatada veya bir kazada aynı şekilde hissederler. Aralarında astlık, üstlük pek kalmaz. Bir nevi
kader birliği doğar.
Aynı durumu Denizcilerin günlük yaşantısında da bulursunuz. Koskoca bir denizin
ortasmdaki geminin içinde, Komutanıyla, eriyle, assubayı ile kader birliği •etmişlerdir.
Komutan biraz hava almak için güverteye çıktığında eriyle, astıyla yanyana gelir, konuşur,
gerekirse dertleşir, şakalaşır. Birbirlerine muhtaç bir ekip olmuşlardır. Yukarda gök, aşağıda
deniz ve içinde bulundukları gemi vardır. Yemeklerini ast da olsa, üst de olsa aynı yerde
yemek zorundadır. Bütün bunlar ekipte sert askerlik kurallarının uygulanmasını zorlaştırır.
Dümendekinden, kıçtaki motorcuya kadar aralarında bir bağlılık yaratır.
Üstelik Deniz ve Hava subay kadroları da Karaya oranla dar ve genelde vakitlerinin büyük bir
bölümünü üs'lerde veya gemide geçirdiklerinden dayanışmaları da, ister istemez daha fazladır.
Dünyanın her ye^ rinde de bu geçerlidir. Amerika'da en ballandırılarak
183
anlatılan hikâyeler, izinde şu veya bu nedenle Karacılardan dayak yiyen arkadaşlarının
yardımına koşup, ardından koğuş basan Denizci veya Havacıların olaylarıdır.
Karacının koşullan son derece ağırdır. Görev yaşamından tutun, yaşadığı yere kadar. Her
şeyin başında Karacı subay diğerlerine oranla çok daha fazla insan ile uğraşmak zorundadır.
Bu da, konulmuş kuralların en katı şekilde, rütbelerin altı çizile çizile uygulanmasıyla
mümkün görülür. Biraz tolerans gösterdiğiniz anda ipin ucunun çok kolaylıkla
kaçırılıverileceği-ne inanılır. Bundan dolayı, denizdeki bir teknede Komutan assubayı veya
eriyle birlikte oturmak zorundadır. Ancak birliğini alıp dağ başına eğitime çıkmış bir
Komutan bunu yapamaz. Kendisi başka yerde, assubay başka yerde, er başka yerde oturmak
zorundadır. Gemide katı disiplin uygulanamaz, ancak dağ başında disiplin en önemli
unsurdur... Genel inanç, emrindeki eri gerektiğinde ölüme gönderebilmenin tek yolunun tam
itaat olduğudur. Bu da ancak katı disiplinle kurulabilir, rica ile değil. Hele Türk toplumu gibi
yumuşaklığı bir zaaf gibi görme eğilimindeki bir toplumdan çıkan insanları yönetmenin tek
unsuru «disiplin» olarak nitelenir.
Bir yaklaşım farklılığının en güzel örneklerinden birini anlatan Denizci dostumun şu anısını
nakletmek istiyorum:
— Genelkurmay Başkanlığı'na atanmıştım. Strateji ile uğraşıyordum. Hem de daha yeni
gemiden çıkıp gelmiştim. Yani gemi hayatımın koşullarından kurtulamamıştım. Şube
başkanım bir karacıydı. Bir gün Başkan «Mustafa..» diye seslendi. Elimde bir yazı vardı ve
bitiriyordum. Gayrıihtiyarı ağzımdan «dikkat» la184
fı çıkıverdi... Biz gemide bunu çok kullanırdık. Özellikle radarcı, izleme sırasında bir emir
verirseniz veya bağırırsanız «dikkat» der... Bunun anlamı, başka işle meşgulüm, başımı
kaldıramam, ancak sizi dinliyorum, kulağım sizde, demektir... Ben «dikkat» deyip yerimden
kalkmayınca Karacı Şube müdürüm kızdı. 'Ben seni çağırmca karşıma gelip BUYRUN demen
gerekir', diye çıkıştı. Aslında belki o da haklıydı. İki ayrı koşullanmanın küçük bir anısı...
Aslmda bu tip olaylar son derecede azdır orduda...
Bir tümenin tüm teşkilatında yaklaşık 300 subay vardır. Hava ve Denizde ast-üst her dakika
karşılaşırlar. Kara'da yüksek rütbeli Komutanı bazen ayda bir görür. ı
İşte bütün bu unsurlar aynı meslekten olmalarına rağmen insanların yaklaşımlarını,
tutumlarını etkiler. Biri diğerine göre disiplinsizdir, diğerinin değer yargılarına göre ise
gereksiz katı disiplincidir. Nasıl bir toplumda insanlar tek bir model değilse, ordularda da
durum aynıdır. Çünkü eninde sonunda onlar da —ne kadar güç bir eğitimden geçerlerse
geçsinler — insandırlar.
Türk Ordusundaki bu Kara ağırlıklılık Genelkurmay Başkanlığı atamalarında en açık biçimde
görülür. Askeri personel yasasında bu yolda bir hüküm yoktur, ancak şimdiye kadar
Karacıların dışında Genelkurmay Başkanı olmamıştır. Sorduğunuzda genel olarak şu yanıtı
alırsınız:
«Savaşı süngü kazanır. Hava ve Deniz çabuk gider. O zaman ne olacak? Karadan, Karacının
dünyasından, koşullarından anlamayan nasıl Kara ordusuna emir verebilir?»
185
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kara-Deniz ve Hava arasındaki farklılık, sadece bazı
konulardaki yaklaşım veya tutumlardaki farklılıktan ileri gitmez. Üstelik diğer ordularda
olduğu gibi, bu farklılıklar son derece basit nüansların dışına da çıkmaz. Yoksa temel
yaklaşımlar aynıdır...
186
10'uncu Bölüm:
DÜNYA ORDULARININ
SORUNLU KİTLESİ: ASSUBAYLAR...
Dünya üzerinde bir tek ordu yoktur ki, assubayla-xı sorunsuz, tam anlamıyla tatmin olsun.
Assubaylar Türk ordusunun belkemiğidir denilebilir. Eğer beyin subay ise, uygulatıcı da
assubaydır. Bir başka deyimle, subay ile er arasında bağlantıyı kuran insan. Erin ustası da
diyebiliriz.
Ordunun işleyiş mekanizması içinde assubaym rolü hiç de küçümsenemez. Erlerin bütün
eğitiminden, subay sorumludur. Uygulamayı ise ağırlıklı şekilde assu-bay yüklenir. Teğmen
ile birlikte eğitim konusunda en fazla emeği geçen kesittir. Kar, yağmur demez her gün talime
çıkartır. Emekliliğine kadar nöbet görevini sürdürür. İaşe-levazım mübaya işleri omuzundadır.
Aynı zamanda teknisyendir. Özellikle Hava ve Deniz Kuvvetleri'nde «vazgeçilmez»
teknisyenlik görevi yapar. Karada da, teknisyen olarak eğitim görmüş olanlar, tüm bakımtamir işlerini yüklenirler. Jandarmada da asayiş yükünü assubay yapar. Gerekli olunca İlçe
Jandarma Bölük Komutan Vekilliğinden Bucak'larda karakol komutanlığına kadar birçok
görev assubaylara verilir.
187
Türk ordusunun 38 bin assubayı (Subay sayısı 32 bin) sivil toplumda lise veya meslek okulu
mezunu olmuş ve çalışmaya başlamış kesitle aynı^ durumda.
En başta Çankırı'daki Assubay Hazırlama Okulu olmak üzere, Deniz Assubay, Elektronik
Assubay, Sağlık Assubay, Jandarma Assubay, Mızıka Assubay Hazırlık Okullarından çıkıp
orduya katılırlar. Teknik bölümlerden çıkanların statüleri ve durumları, gayet tabii lider
bölüme ayrılanlara oranla daha avantajlıdır.
13 -14 yaşında sivil ortaokulları bitirdikten sonra, bütün Assubay Hazırlık Okulları'na yılda
yaklaşık 8000 kadar başvuru olur ve ortalama 900'ü kabul edilir. Hazırlık okullarında,
sivildeki lise eğitimini alırlar. Buna ek olarak askeri dersler verilir. 1987'den itibaren bu
okulların tümü meslek lisesi statüsüne girecekler. Her yıl da 600 assubay adayı, hazırlık
okullarından çıkıp Piya-de-Topçu-Levazım-Elektronik-Deniz vs. sınıf okullarına yollanır. Bir
yıllık sınıf eğitimi sonunda, 17 -18 yaşında, 1986 rakamlarıyla 78 bin lira maaş ve Silahlı
Kuv-vetler'e özgü diğer olanaklarla Türkiye düzeyinde gayet iyi bir başlangıç yapmış sayılır1.
Assubaylanmızm geldikleri yere, yani kaynağa inip bir göz atarsak, okullarm 1986 döneminde
yaptıkları istatistiklere göre, yüzde 57'sinin köy ve ilçelerden geldiği, yüzde 75'inin ailesinin
aylık gelirinin 40 - 50 bin Türk lirası olduğu, yüzde 67'sinin 3-5 kardeşli, yüzde 56'sınm
çiftçi-işçi ve yüzde 25'inin de emekli memur bir aileden kaynaklandığı görülüyor. Babaların
eğitim
1) 20 yıl görev yapmış birinci sınıf bir devlet memurunun maaşı 80 bin TL.'dır. Assubayların
rütbelerine göre bekleme süreleri, dereceleri ve net maaşları için bakınız Ek VIII,
188
•durumu ise, yüzde 70'i ilk ve ortaokul mezunu, annelerin yüzde 28'inin okuma yazma
bilmediği, yüzde 68'i-nin de ya ilkokul mezunu veya sadece okur-yazar oldukları anlaşılıyor.
Geldikleri yörelere göre, dağılımları şöyle: Yüzde 49'u İç Anadolu bölgesi, yüzde 15'i
Marmara, yüzde 12'si Ege. Doğu Anadolu'dan sadece yüzde 2 ve Güneydoğu Anadolu'dan ise
yüzde-sıfır1.
Askeri liselerde öğrenciler üzerinde nasıl titreni-yorsa, Assubay Hazırlık Okulları'na girenlere
de aynı özen gösteriliyor. Sivil liselerin tam tersine, sınıflar son derece düzgün ve temiz.
Çankırı'daki en büyük Hazırlık Okulu'nu dolaşırken, nisan öğrencilere verilen olanakların
mükemmelliğini daha iyi görüyor. Herhalde Türkiye standardında çok az lisede bulunabilecek
bir uygulama var. Sürekli testler yapılıyor, sorunlu olanlar hemen rehber öğretmenler
tarafından ele almıyor ve sorunlarının çözümüne çalışılıyor.
İster istemez askeri liselere alman gençlerin düzeyinde başvuru olmadığı gibi, girişte de askeri
liseler kadar titiz bir elemeden geçirilemiyor. Bunun başlıca nedeni de, ordunun bugünkünden
çok daha fazla ve teknik elemana duyduğu gereksinme. Bundan dolayı da bütün yük
öğretmenlere kalıyor. Genelde Türkiye'nin gelişmekte olan yörelerinden gelen bu gençlere dil
dahil sıkı bir eğitim yaptırmak ve düzeylerini yükseltebilmek için, askeri liselerden daha fazla
emek harcanıyor. Her öğrenci teker teker izleniyor. Aynı sistemle, bilgisayar, soru
bankalarıyla assubay adaylarına yükleme yapılıyor.
1) Ayrıntılı istatistikler için bakınız Ek IX,
189
— Okula gelir gelmez öğrencinin genelde karşılaştığı ilk sorun uyum oluyor. En önemlisi, son
derece alıngan oluyorlar. Sosyolojik ve psikolojik bir olay. Mümkün olduğu kadar çabuk,
geldiği yörelerin veya evinde edindiği ve bizim kabul etmediğimiz kötü alışkanlıklarını
düzeltmeye çalışıyoruz.
Öğretmen öğrencilerini anlatırken gözleri parlıyordu. Ellerine gelen insandan nasıl bambaşka
bir kişi yaptıkları gözle görünüyordu.
— Ortak sorunları neler?
— Hepsi aynı... Daha çok sert hareketli (kaba anlamında kullanıldı) oluyorlar. İkinci noktaları
çok alınganlar. En küçük bir uyarıda küsüveriyorlar. Düzensizliklerini değiştirebilmek en
uzun süreyi alıyor ve hemen parlayıveriyorlar. Kavgacı mizaçta insan oluyorlar. Bu
alışkanlıklarını bırakmaları da uzun yıllar almıyor. En kolay alıştıkları da, bizim disiplin
anlayışımız.
— Kendilerini ikinci sınıf asker olarak mı görüyorlar...
— İkinci sınıf demesek bile, belirli koşullarla subay olmak imkânlarına rağmen, bunun
güçlüğünü bilerek buraya geliyorlar tabii... En büyük korkuları da küçük düşmek. Bundan
dolayı çok çalışıyorlar.
Askeri liselerde olduğu gibi assubay adaylarının pek boş zamanları yok. Lisede ayrıca Harp
Okullarında okutulan Atatürk İlkeleri gibi temel bilgileri de alıyorlar.
Boş vakitlerinde ise yüzde 56'sı gezerek, video seyrederek, sohbet ederek, müzik dinleyerek
ve hayal kurarak geçiriyor. Sevilen müzik türlerinde, Arabesk yüzde 35, Türk Halk Müziği
yüzde 33, Türk Sanat Müziği
190
de yüzde 10 oranında dinleniyor1.
Assubayların hayatları kıt'aya çıkmalarıyla değişmeye başlar. Hemen herkeste olduğu gibi,
kimi zaman abartılmış beklentilerin gerçekleşmemesi, kimi zaman yaptıkları işin ikinci sınıf
olduğu izlenimine kapılmaları ve kişisel ilişkilerden doğan rahatsızlıkları olur.
Bir sorun şeklinde değil de, daha çok insan tabiatından kaynaklanan daha iyiye ve fazlaya
olan özlemin getirdiği istekleri vardır.
Assubaylar konusu ilk defa Demokrat Parti döneminde toplumun önüne gelmişti. Demokrat
Parti, ordu içindeki dengeler ve ilişkiler konusunda kendilerinden beklenen duyarlılığı
göstermek istemediğinden veya gösteremediğinden «Assubayların hakları verilmeli»
şeklindeki bir sloganla, özellikle para ve haklarının arttırılmasını ön plana çıkartmışlardı.
«Eziliyorsunuz, sizin hakkınızı biz arayacağız» sloganı, tahmin edilebileceği gibi orduda son
derece sert tepkilere ve huzursuzluklara yol açmıştı. Assubaylar da hemen organize olarak bu
olanağı değerlendirmek amacıyla «Emekli Assubaylar Cemiyeti» kurmuşlar ve kendilerine
göre haklarını aramaya çıkmışlardı. Ordu hiçbir şekilde gruplaşma veya kitle hareketlerini
hoşgörüyle karşılamaz. Çünkü bu tip olayların ordu düzenini sarsacağına ulanılır. Assubaylar
Cemiyeti'nin bir sendika gibi hareket etmeye başlaması da, kısa sürede sert ve olumsuz
tepkilerin artmasına yol açtı.
Dünyanın bütün ordularında assubayların yakınmaları hemen hemen aynıdır. Kendi
orduevlerinin veya özel dinlenme kamplarının subaylarınki kadar kon1) Bu konulardaki ayrıntılı istatistikler için bakınız Ek: X,
191
forlu olmasını, yattıkları yerlerin düzenlenmesini istediler. Komutan tek basma yatarken,
kendilerinin kalabalık yatakhanelerde yatmalarını hoşnutsuzlukla karşıladılar.
Assubaylarm asıl sorunu tamamen insan ilişkilerinden kaynaklanıyor. Ancak bütün dünyadaki
assu-baylık mesleğinin doğal sonucu olan koşullarını değiştirmek hemen hemen olanaksız.
Assubayları en çok üzen durum, bütün meslek hayatları boyunca yönetilmek zorunda
kalmaları ve hiçbir zaman yönetici durumuna girememeleri. Zira gayet iyi bilirler ki, subay
mutlaka bir gün Komutan olacaktır. Ancak kendileri hiçbir zaman böyle bir mev-kiye
gelemeyeceklerdir. Bu durumu değiştirmenin olanağı yoktur.. Bu da içlerinde daima bir
kırıklık yaratır.
Assubaylarm bu duyarlıklarım, birçok subay paylaşmaz: «...Herkesin okula girerken ne
olacağı belli. Sonradan ortaya çıkan bir şey yok. Harp Okulları imtihanları herkese açık.
Oraya başvursalardı...» derler.
Diğer güçlükleri (yine insani yönden) görevlerinin veya sorumluluklarının rütbeleriyle hiçbir
zaman orantılı gitmemesidir. Örneğin, bir yıllık piyade assubay çavuş iken bölük
başçavuşluğu yapar, 15 yıllık başçavuşken de bölük başçavuşluğu yapabilir. Aynı işi yıllarca
yapmanın ¦ bıkkınlığı mesleklerinin güç yönlerinden biridir.
Subayın nöbet tutması rütbeleri arttıkça azalırken, assu bayın meslek sonuna kadar nöbet
görevini sürdürmesi, 15 yıllık bir assubay iken Harp Okulu'ndan yeni çıkmış bir teğmenin
emrine girmesi, hem de o genç subayın en ateşli ve tecrübesiz döneminde onun emrinde
çalışması da yine mesleğinin güçlükleri arasında sayılır.
192
Assubay genelde, son derece insanın tabiatından gelen bir dürtü ile belki doğru, belki yanlış
«Ben asıl yükü çekiyorum, aynı haklarım yok» diye düşünür. Kendine hem bu becerisi, hem
de verdiği uzun emek karşılığında, orantılı muamele yapılmasını bekler ve ister. Ancak bütün
dünya ordularmda olduğu gibi, baştan beri bilerek girdiği mesleğinin koşulları bu
beklentilerine yeterli yanıtı getiremez.
Gerçekte subay-assubay ilişkileri küçük birliklerde veya Doğu'daki mahrumiyet bölgelerinde
fazla ortaya çıkmaz. Hele meslek sınıflarında hiç fark yoktur. Deniz ve Hava'da olsun,
Kara'nm teknik servislerinde olsun, subay-assubay beraberliği veya dayanışması
kaçınılmazdır.
Bütün bunlara karşılık assubaym görev tariflerin-deki sorumluluklarının dışında sorumluluğu
yoktur. Her şeyden sorumlu olan ve bir şeyler ters gitti mi faturayı ödeyen insan, her yerde
olduğu gibi yine Komutan olur.
Assubay eğitimi Türk Ordusunun en başta gelen ve üzerine en büyük ciddiyetle eğildiği
noktalardan biridir. Artık silahlar sürekli değişmekte ve teknik adam gereksinmesi de giderek
artmaktadır. Ordunun bugün üzerinde en duyarlıkla durduğu ve daha da iyi bir eğitim
vermenin yollarını aradığı kesiti assubaylardır.
Belki ikinci smıf muamele gördükleri hissinden olacak ki, assubaylarm bir bölümü
çocuklarını Harp Okullarına göndermek isterler. Kazananların oranlan da küçük değildir.
Oğlunun, kendisinin yapamadığını yapması ve belki de emrinde başka assubaylar çalıştırıp
emirler vermesini istemelerinden kaynaklanan bir istektir bu... Aralarında, çocuklarının üst
düzey tahsil görmesi ve üst düzey devlet hizmetine girmesi arzusuyla hareket edenler de
vardır tabii...
193
11'inci Bölüm:
BATI ORDULARINDAKİ EĞİTİM İLE TÜRK SUBAYININ EĞİTİMİ ARASINDAKİ
FARKLILIKLAR...
Batı'nın gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerinin subayı ile Türk subayını karşılaştırmak veya ikisi
arasındaki eğitim farklılığını incelemek, Türkiye'nin toplum ve ülke olarak Batı ile
karşılaştırılmasına benziyor.
Türkiye Batı ülkelerinin neresinde, doğumuzdaki ülkelerin neresindeyse, bizim subayımız da
aynı konumda.
Fransız Harp Okulu'nun yatakhanesini gezerken, dolaplarının iç kapağında Playboy
dergisinden kesilmiş birbirinden güzel çıplak kızların resimlerini görmek kimseyi şaşırtmıyor.
Aynı şekilde, okulun kapısına sevgilisini bırakan genç kız ile uzun uzun süren ve oldukça
erotik öpüşüp vedalaşma sahnelerine de kimse dönüp bakmıyor.
Bunları bizim toplumumuzda düşünebilir miyiz.
Aynı şekilde Mısır veya Suudi Arabistan ordusun-daki öğrencinin bilgi düzeyi, olaylara
yaklaşımı da bizim tamamen dışımızdaki bir sistemi yansıtıyor.
194
Türk subayı beraberinde, ailesinden aldıkları, toplumunun genel düzeyinden kaptığı
koşullanmalar ve ardından da Harp Okullarının kendilerine özgü sıkı yasakları, disiplinleri,
ideolojileriyle yetişiyor. Kısacası temel fark, yetişme şeklinden ve ülkenin genel
gelişmesinden kaynaklanıyor..
İlk göze çarpan ve askeri okulların yöneticilerinin size ilk söyleyecekleri «İnsan kaynağı»
farkıdır. Batı Avrupa veya Amerikan toplumu içinde belirli bir yaşa kadar gelip askeri okula
giren genç adamın o ana kadar aldıklarıyla, benim gencimin alabildikleri son derece farklı.
Temel sorunlarını halletmiş bir toplum içinde, çok daha kaliteli bir İlk-Orta-Lise eğitimi
görmüş, okulda olduğu kadar evinde de bilgisayar ile oynamayı öğrenmiş, sık sık bulunduğu
yöreden ayrılıp başka kentlere veya ülkelere seyahat edip bulunduğu yerin bağlayıcı törelerini
kırabilecek düzeye gelmiş, elinin altmda dünyanın her yerindeki olayı en ayrıntılı biçimde
getiren 4-5 kanallı televizyonla dışındaki olayları izleyerek büyümüş, toplumunda insan
hakları - temel özgürlükler gibi sorunlarla karşılaşmamış ve daha da önemlisi ülkesini her an
tehdit altında, hatta içinden parçalanabileceği gibi bir izlenimle büyümemiş, sağlıklı bir
genç...
Bu gencin askeri okullara geldiği zamanki sorunlarıyla, benim gencimin askeri okula adımını
attığı zaman eğiticilerimizin karşılaştıkları sorunlar arasında dağlar kadar fark var. Batı'da,
belirli oranda formasyonu tamamlanmış, temel bilgileri almış bir gencin askerlik mesleğine
hazırlanması kalıyor. Bizde ise işe, o temel formasyon verilmekle başlanıyor. Bu yüzden de iş
hem güçleşiyor, hem de sürenin önemli bir bölümü askerliğin dışındaki alanlarda harcanmak
zorunda kalmıyor.
195
Bir yandan ele gelen kaynaktaki bu açıklan kapatabilmek, öte yandan da ülkenin kendine
özgü (Batı ülkelerinde olmayan) koşulları veya sorunları nedeniyle, Türk eğitim sistemi
önemli farklılıklar gösteriyor. Her ne kadar Amerikan eğitim sistemi kalıp olarak alınmışsa
da, «Türkiye'nin koşullarına göre» o kadar çok değişiklik yapılmıştır ki, bazen Amerikalılar
yöntem ve şeklin dışında kendi sistemlerini tanıyamayacak durumlara dahi girebilmektedirler.
Amerikan sistemi, Amerikan toplumundan çıkmış gencin koşullarına, düzeyine ve dünyanın
dört bir yanında süper güç olarak görev yapma yeteneği verilmesi amacıyla düzenlenmiş bir
sistem olduğundan dolayı, Türkiye'nin kendine göre düzenlemeler yapmış olması da
normaldir. Ayrıca, Türkiye'nin Kore savaşları ve NATO'ya girişinden sonra alınan bu sistem,
Amerika'da günün koşulları ve silahların değişimine paralel şekilde sürekli yenilenmiş,
değiştirilmiştir.
Bizim Fransız-Belçika-Alman ve Amerikan sistemlerinde yaptığımız incelemeler sonucunda,
aralarında farklılıklar göstermemesine rağmen, temelde bizim sisteme göre en önemli farklar
şunlar:
1) Batı'da subay, hayatı boyunca orduda kalacakmış veya kalmak zorundaymış gibi bir
yaklaşımla yetiştirilmiyor. Tam aksine askerlik bir meslek olarak veriliyor. Bizde bir «hayat
tarzı» olarak kabul edilen askerlik ile, Batı'da üniversite tahsiline eş diploma kazandırılıyor.
Avrupa veya Amerika'da Harp Okulu'nu bitiren gencin aldığı diploma —bizimkinin tam
aksine—¦ sivil hayatta da geçerli oluyor. Sadece bununla kalmıyorlar, Harp Okulu'ndan sonra
—bizde ancak çok gereksinme duyulursa uygulanır— üniversiteye devam edip doktora
yapabiliyor.
196
Örneğin, Almanya, subayını üniformasız asker; üniversiteye yolluyor. Buraya Harp Okulu
denmiyor subay Okulu diye adlandırılıyor. Dört yılın sonunda oradan aldığı diplomasıyla
birlikte askeri kursa sokuyor ve 1 yıl askeri sınıf okuluna gönderip mesleğini öğretiyor. .
Amerika'nın ünlü West Point Harp Okulu'nda aynen sivil üniversite ve ek olarak da askeri
eğitim verilir. Ardından isteyen ve yetenekli olanlar doktora için sivil üniversitelere
gidebilirler.
Belçika ve Fransa'da da aynı şekilde, politeknik tahsili yapan subayın eline geçen diploma, dış
hayatta aynen geçerlidir. Mühendis, elektronikçi, bilgisayar programcısı, doktor, kimyager vs.
olup istediklerinde hayatlarını başka alanlarda sürdürebilirler.
Bu eğitim şeklinin avantajları da şunlar:
A) Bu şekilde genç öğrenci, bütün hayatını orduda geçirmek zorunluğundaymış gibi bir hisse
kapılmıyor. Bedava yaptığı bu öğretimin aynı süresince orduya hizmet verdikten sonra, isterse
sivil hayata atılabiliyor. Kendi branşında hayatını rahatlıkla sürdürebiliyor.
Oysa, bizde üniversite düzeyinde, hatta üniversitelerden daha da geniş olanaklarla daha da
yüksek bir düzeyde eğitim yaptırılsa dahi, üniversite diploması verilmiyor. Lisans düzeyinde
bırakılıyor. Türk Ordusu, parasal koşullarından dolayı mühendis veya doktor yetiştirmek
yerine, her şeyden biraz veya yeterli bilen Komutan yetiştirmeyi amaçlıyor. Türk Harp
Okullarına girenler, Batı'da olduğu gibi devlete borcunu ödeyip ayrılamıyoriar. Harp
Okulu'ndan ayrılmak için mutlaka kötü bir şey yapmış olmak veya sakıncalı olmak
197
gerektiğinden, çıksalar dahi ilerdeki hayatlarında türlü engellerle karşılaşıyorlar. O zaman da,
girdikleri günden itibaren başka bir çıkış yolu bulunmayan bu dünyalarına sarılmaya adeta
mahkûm oluyorlar.
B) Batı'daki subay sadece askerlik değil, bir de meslek edinmiş oluyor. Böylece ikili bir
avantaj sağlıyor. O zaman da askerliği, parasız ve güvence sağlayan bir iş olarak değil, aksine
kendine bir ek altm bilezik de kazandırabilecek bir eğitim ocağı olarak görüyor.
C) Bu yöntemle, Batı, subayını daha okul seviyesinden itibaren sivil dünyadan da
koparmamış oluyor. Üniversitelerle sürekli ilişki, istediği zaman ek kurslara gitme, doktora
yapma olanakları sayesinde genç öğrenci asker dünyasma sivil hayatmdan son derece kesin
şekilde kopup girmemiş ve tüm ilişkilerini daha çok bu yeni yaşantısına göre ayarlamamış
oluyor. Geçişi yavaş yavaş, içine sindirerek ve sivil dünyadaki alışkanlıklarından toptan
vazgeçmeyerek oluşabiliyor. Bu şekilde daha kolaylıkla hazmediyor. İki dünya arasındaki
sentezi daha kolaylıkla yapabiliyor.
Batı ordularının sivil dünyadan bizdeki oranda kopmamalarının bir diğer nedeni de,
kaynaklarındaki çeşitlilik. Bir defa askeri lise yok. (Bizde 1990'dan itibaren aksine Harp
Okullarının bütün kaynağı askeri liseler olacak). Örneğin Amerikan ordusunun üç subay
kaynağı var: a) Harp Okulları, b) Er ve assubay okullarından çok yetenekli gördüklerini
alabilme olanakları, b) Sivil üniversitelerden gelenler.
Aynı şekilde Alman-İngiliz ve Fransız ordusu da sivil üniversitelerden yetenekli gençleri alıp
sınıf okullarında okuttuktan sonra subay yapabilmektedirler.
BU sivil-asker karışımı veya kaynak çeşitliliği de,
198
orduların sivil dünya ile yabancılaşmamalarını sağlıyor. İki kesim arasındaki diyalog daha
kolay sürdürü-lebiliyor. Bu noktayı etkileyen diğer bir unsur da, Ba-tı'lı askerin günlük
hayatını sivil dünyada geçirebilme olanaklarının daha fazla olmasıdır. Örneğin A.B.D.'de
bizdeki kadar olmasa büe lojman uygulaması vardır. Ancak, Amerikan subayının halkın
içinde yaşayabilmesi, sivil tatil yörelerine veya kulüplerine gidebilmesi, bizim subayımızın
ise ancak orduevlerinde ve yaz tatili için askeri kamplara gidebilmesi parasal durumdan
kaynaklanır.
2) Batı'daki eğitimin temel niteliklerinden bir diğeri de, subayına mümkün olduğu kadar
inisiyatif vermeye çalışması. Sorunların daha önceden verilmiş çözümlerini öğrenmekle
yetinmeyip kendi kendine alternatif çözüm yolları aramaya alıştırması. Subayın savaşta, hatta
barışta tek başına karar verme ve duruma göre, sorumluluğunu yüklenip birliğini
yönlendirmesi çok önemlidir. Öğrenciye daha önceki deneyimlerin nasıl çözümlendiği
anlatılırken daima varyantlar gösterilir ve askerliğin temel-belirli kuralları içinde inisiyatifini
kullanması teşvik edilir. Bu yönteme alışmış olan subayın karargâh hayatına başladığı zaman,
çözümlerin en iyisinin bulunabilmesi için, hiç çekinmeden yüksek rütbede de olsa
Komutanına gerektiğinde itirazını söyleyebilme, başka seçenekler gösterebilme cesareti arttığı
gibi, sadece verilen emirleri uygulamak alışkanlığından kurtulması sağlanıyor. Bu yaklaşım
aynı zamanda, rütbesi küçük de olsa, subayın sorumluluğunu arttırıyor ve Komutanın
emirlerini uygulamakla yetinip kendisini sorumluluktan uzaklaştırma alışkanlığını kırıyor.
«Aldığı en saçma veya yanlış emirlere gözü kapalı itaat eden subay istemiyoruz» diyen bir
West Point yetkilisi sözlerini şöyle sürdürüyordu: «Kendi gö199
rüşünü mutlaka söylemeli, eğer Komutan yine emrinde ısrar ediyorsa, o emri sonuna kadar
yerine getirmek zorundadır. Amacımız düşünen subay yetiştirebilmektir. Tek başına kamca
paniğe kapılmayacak subay makbuldür bizim için...»
3) Batı eğitim sistemlerinde dikkati çeken bir başka nokta, teorik derslerle, pratik uygulama
oranları. Ülkelerin ekonomik-parasal güçlerine orantılı şekilde değişen bu oran, orta halli
Avrupa ülkelerinde üçte iki teorik, üçte bir pratik uygulama oranı ve özellikle branşlaşma
giderek artıyor. Genelde her şeyi bilen asker istenmiyor. Tank topu veya hidrolik dalında
branşlaş-mışsa, o subaydan başka şeyleri de bilmesi beklenmiyor. Özellikle silahlarm son on
yıl içinde giderek süper elektronikleşmesi de bu ihtisaslaşma gereksinimini artırıyor.' Bütün
Batı orduları, subaylarmdaki teknik bilginin artırılması için eğitim sistemlerinde sürekli
değişiklikler yapmaya çalışıyorlar. Artık bütün silah sistemlerinin yüksek düzey elektronik ve
teknik bilgiye sahip kişilerce kullanılma zorunluğu, herkesi ister istemez bu yöne itiyor. «Ben
eğitimde hakiki mermi kullanacak kadar zengin değilim» diyen Batı eğitimcileri, tüm
güçlerini de simülatörlere veriyorlar.
4) Diğer bir ağırlık noktası, subayın teknisyen olmayanına askeri yönetme veya liderlik
dersleri. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde de yeni başlayan bu derse, Batı ordularında bize oranla
daha fazla zaman ayrılıyor. Büyük kuvvetlerin sevk ve idaresinin incelikleri; savaş ve asker
psikolojisi üzerinde çok duruluyor. Bir ilim dalı olarak almıyor.
4) Bizde —¦ ülkenin koşullarından ve geleneklerden dolayı— giderek yoğunlaştırılan
«Atatürk İlkeleri ve Ordunun Vatanı Koruma ve Kollama Görevleri» ise,
200
Batı ülkelerinin hiçbirinde görülmüyor. Askere sadece, dışardan gelecek saldırıya karşı
kendini ve ülkeyi «koruma» sanatı öğretiliyor. Ülkenin halen yerleşmiş ekonomik, sosyal ve
siyasi mekanizması incelettirilmekle yetiniliyor. Anayasa hukuku, sivil hukuk, ceza yasaları
öğretiliyor. Örneğin bizdeki uygulama gibi «nasıl olması gerektiği» diye herhangi bir tartışma
yapılmıyor. Okullara komünizmin girmemesi için uygulanan sistem de farklı. Kapitalist
ideolojinin ne kadar daha iyi olduğu, nasıl daha ileri ve başarılı olduğu öğretilirken, aynı
zamanda da karşılaştırma yapmalarına olanak sağlayabilmek amacıyla Marks-Engels de
okutuluyor. Ancak bu, Batı ideolojisinin gücünü ve üstünlüğünü göstermenin ötesine
geçmeyecek dozda bırakılıyor. Dış dünyada (sivil) yabancılık hissetmemesi, diyalogunun
kopmaması için de, liberal fikirlerin öğrencilere verilmesi cesaretlendiriliyor. Temelde tutucu
bir meslek olan askerliğin, liberal fikirlerle tamamen kontrolden çıkmaması da gözleniyor
tabii...
5) Batı'da sivil toplumların ordularına bakış şeklini de, bütün bu değerlendirmeler sırasında
dikkate almak gerekir. Batı Avrupa'da ordulara sempatiyle bakılmaz. Daha çok «felaket
getirebilecek» unsur olarak görülürler. Ordu demek, savaş tehlikesi demektir. Ordu demek, iyi
kontrol edilmediği taktirde savaşa yol açabilecek kurum demektir. Bu yaklaşımda, ülkelerin
coğrafi durumları ve ulaştıkları ekonomik güç ile kendilerine güvenlerinin artması ve
komşularından hiçbir tehlikenin gelmeyeceğine tam inancın önemli rolü vardır. Batılı tek
tehdit olarak Sovyetler Birliği'ni görür. Bu da, özellikle Batı Avrupalıların önemlice bir
bölümü için, askerlerin ileri sürdükleri kadar bir tehdit oluşturmaktadır. Dolayısıyla, ordulara
harcanan paralar daima eleştirilir, bütçelerden belirli bir oranm üzerinde
201
harcama yapmak hükümetler için büyük sorunlar çıkartır. Batı'daki ordular, Türk Ordusunun
toplumu içindeki prestijinin küçük bir parçasmı dahi hissede-mez.
6) Batının disiplin anlayışı da oldukça farklı.
Amerikalı bir teğmen, görev başında değilse, subay kulübünde veya bir eğlence yerinde
karşılaştığı komutanına kolaylıkla küçük adıyla hitap eder. İngiltere'de de, Binbaşılığa kadar
herkes birbirine ilk adıyla hitap eder. Bundan da kimse gocunmaz. Derslerde bu rahatlık
aynen sürdürülür. Teneffüs aralarmda veya küçük gruplar halindeki tartışmalar sırasında,
ayaklarım Komutanının önündeki masaya koyup, ceketinin düğmeleri çözük şekilde konuşan
öğrencileri gördüğüm zaman çok garibime gitmişti. Komutanlarla subaylar veya öğ-rencüerle
askeri öğretmenler arasındaki ilişki adeta büyük bir aile veya kulüp hayatını andırıyordu. Aynı
kişileri birkaç gün sonra görev başında gördüğümde durumun nasıl değiştiğini hemen
anladım. Benim için laubali gelen subay, Komutanının verdiği işi hiç aksatmadan, hem de
büyük bir saygı içinde, en iyi şekilde yapıveriyordu. Disiplin anlayışı farklılığımızı orada
gözledim. «Biz rahat bir subay yetiştirmeye çalışıyoruz. Zira toplumumuz rahat. Eğer bu
gence çok katı bir disiplin uygulasam, her karşıma gelişinde topuklarını şaklatıp, esas duruşa
geçmesini sağlasam, her şeyin başında meslekten soğuturum,» diyen Amerikalı öğretmene
göre aşırı disiplin öğrencilerin inisiyatiflerini kullanmalarını engelliyor. «Disiplin ile rahatlığı
birbirine karıştırmamak gerekir. Mesela okul içinde biz birbirimizi hiç selamlamayız. Ancak,
bir iş disiplini vardır ki, onu aksatan subay da yok oluverir. Öğrencime aile hayatından biraz
farklı bir sistem vermeye çaba202
lıyoruz. Oradaki gibi gülmesini, espri yapmasını, belirli .sınırlar içinde rahat olmasını
istiyoruz.»
Batı Avrupa Amerikan toplumu kadar rahat olmadığı için, West Point'ta görülen sahneler Batı
Avrupa' •da (Almanya-İngiltere veya Fransa'da) belki görülmüyor, ancak yine de subayın
inisiyatifini kullanması ve sokaktaki adam kadar rahat olması sağlanmaya çalışılıyor.
7) Batı ordularının bir diğer karakteristiği de, kendilerini tamamen sivil yönetimin emrinde
görmeleri. Parlamentonun denetimi, basının bütçeleri veya haklarında yazı yazması,
gerektiğinde eleştirilerde bulunması, Batılı subay için son derece normaldir. Zaten Ba-tı'nın
ister Doğu, ister diğer ülke ordularmdan ayrıldığı en önemli alanlardan biri de budur. Tehdit
değerlendirmesinden tutun, alınacak silah sistemlerine kadar her şeyde sivillerin rolü ve sözü
vardır. Savunma politikaları sivil kesimle birlikte oluşturulur. Tabii sivil kesimler de, bu
işlevlerini yerine getirecek düzeyde hazırlıklı ve bilgilidir.
Dikkatimi çeken nokta, Sovyetler Birliği'nde, ordunun büyük etkinliğine rağmen sivil kesimin
ağırlığının korunmasına gösterilen büyük titizlikti. Sovyetler, ordularıyla iftihar ederler,
gücünün ülkenin mevcudiyetinin en başta gelen unsurlarından biri olduğuna inanırlar. Ancak
bu dev mekanizmanın, sivil yönetimin kontrolünden çıkmaması için büyük dikkat sarfederler.
Ordularından söz ederlerken özellikle, «asker» yerine «Sovyet halkı» deyimini kullanmayı
yeğlerler.
Yukarda bazılarını saymaya çalıştığımız eğitim ve toplumsal nitelikler sonucunda, Batı
dünyasının askeri, benim askerimden ister istemez farklılıklar göstermek-"tedir. Ancak bu
fark, Türkiye'nin kendine özgü koşul203
lanndan, toplum olarak geleneklerimizden, bulunduğumuz coğrafi yerden, ekonomimizin
gücünden, dünya görüşümüzden, insan ilişkilerimizden ve eğitim sistemimizden
kaynaklanmaktadır.
Batılı asker için önce «kendisi» gelir, sonra «ailesi» ve en sonunda «vatanı korumak».
Türk askerinin öncelikleri ise tam tersine, önce «Vatanı korumak ve kollamak», sonra «ailesi»
ve en sonunda «kendi» gelir.
204
12'inci Bölüm:
2000 YILINDAKİ KOMUTAN NASIL OLACAK? TSK'NİN ÖNCELİKLERİ VE
SORUNLARI NELER OLACAK?
Türk Ordusunun kendine gelişi, kendi ayaklan üzerinde durma bilincine girmesi 1970'lerden
itibaren başlamış, özellikle 1974 Kıbrıs Harekâtı'ndan sonraki Amerikan Kongresi'nin silah
ambargosuyla etkilenmiştir. 1980'den bu yana da hemen her alanında, eğitimden başlayarak
tam anlamıyla bir «yeniden inşa» dönemine girmiştir.
Diğer alanlara ilerde değineceğiz, şimdilik sadece eğitim alanını aldığımızda, büyük farklılık
çok açık biçimde ortaya çıkıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin liselerinde, Harp Okullarında ve Akademilerinde Türkiye'nin
normal düzeyinin çok daha üzerinde bir eğitim yapılmaktadır. Artık plan-programa geçilmiş,
her yönden mükemmel bir insan yetiştirebilmek için bütün olanaklar seferber edilmiş
durumda.
2000 yıllarında üst rütbelerde Komutanlık yapacak olan subaylarımız, bugünkü
subaylarımızdan birçok yönden çok daha ileri olacaklar.
205
Fazla derine inip sosyo-psikolojik ve kültürel analize dalmadan, sadece gözle görülenleri
sıralamak bile, bu farklılığı ortaya çıkartmaya yetiyor:
1) 2000 yıllarındaki Komutan bilgisayar kullanmasını bilen, gerektiğinde programlama dahi
yapabilecek nitelikte ve elektronik bilgisi son derece geniş olacak.
2) En az iki dil bilecek. Genelde iyi İngilizce konuşabilecek, ikinci dil olarak da Almanca
veya Fransız-cası olacak. Belki pratiğinde eksiklik görülebilecek, ancak son derece rahatlıkla
okuyup, söyleneni anlayabilecek, dış yayın ve gelişmeleri daha yakından izleyebilecek.
3) Ekonomi ve sosyal bilimler bilgisi güçlü olacak. Özellikle Türkiye'nin sorunlarını ayrıntılı
olmasa dahi,, yaygın biçimde tartışabilecek.
4) Atatürk İlkeleri, Atatürk'ün kurmak istediği Türkiye, korunması gereken değerler, Atatürk
ideolojisini çok daha ileri derecede benimsemiş olacak. Gelişmeleri çok daha bilinçli şekilde
izleyecek ve «kollayacak,» daha bilimsel şekilde yorumunu yapacak.
5) Dünyaya daha açık, daha ilgili olacak, daha geniş bir dünya görüşüne sahip olabilecek.
Bu noktalar teker teker daha da genişletilebilir. Ayrıca, bazıları bu unsurlardan bazılarını daha
fazla benimserken diğerlerine o kadar önem vermeyecek... Ancak, 2000 yıllarının
Komutanlarının ulaşacakları eğitim düzeyi, gerekli düzenlemeler yapıldığı taktirde sivil
kadroların eğitim düzeyinden çok daha üstün olacak.
Bu durum da, iki sonuç çıkartabilir.
1) Türk Silahlı Kuvvetleri büyük masraf ve emeklerle yetiştirdiği subaylarmı tutmakta güçlük
çekebilir. Üstün nitelikli insana büyük gereksinme duyan özel
206
sektörün vereceği olanaklar ile orduda görevini sürdürme arasında kalabilecek olan subayların
sivile daha fazla kaçmaları gibi bir durumla karşılaşılabilinir.
2) Eğitim düzeyinin yüksekliği ve eğitimin niteliğinden dolayı 2000 yıllarının Komutanlarının
ülkeyi yöneten kadrolara, parlamenterlere, hatta diğer üst düzey sivil yöneticilere göre
kendilerini «daha kalifiye» görme eğilimleri artabilecektir. Eğer sivil eğitim düzeyinin kalitesi
arttırılmadığı taktirde, iki dünya (Sivil-Asker) arasındaki farklılıklar biraz daha açılabilecek
ve sürtüşme olasılığı artabilecektir.
3) Tam aksi tezi savunanlara göre ise, eğitim Komutanın kendi dışındaki dünyaya bakışını
tam aksine daha esnekleştirebilecek ve farklılıkları azaltabilme olasılığı yükselebilecektir.
SONUÇ...
Eğer sivil kadrolar bugünkü yaklaşımlarını değiştirip, ülkenin yönetiminde, demokrasinin
işlemesinde boşluk yaratmak yerine, ülkenin gerçek sahipliğini benimseyip ona göre hareket
edebildikleri taktirde, 2000'li yıllarda Kumanda mevkiine gelecek olan subaylarla anlaşmaları
çok daha kolay olacaktır.
Aksine, «bir şey olursa asker bizi kurtarır» gibi bir yaklaşımla ortaya çıkmayı sürdürürlerse, o
zaman hiçbir şekilde anlaşamayacakları yeni kadrolar ve dönemlerle karşılaşabileceklerdir.
2000'li yıllarda Türk ordusunu çözümlenmesi gereken önemli sorunlar da beklemektedir.
Bugün için de geçerli olan ve çözümü önemli kaynak ve çaba gerektiren bu sorunlar da
sırasıyla şunlardır:
207
1) MODERN EĞİTİM:
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en başta gelen sorunlarından biri, modern eğitime geçebilmektir.
Ordunun halen elindeki eski (kimi 2'nci Dünya ve Kore Sava-şı'ndan kalma) silah sistemleri
artık ister istemez değişmektedir. Kimi kullanılmaz hale geldiğinden, kimi zorunluktan dolayı
değiştirildikçe de yerine tamamı son derece ileri teknolojiye dayandırılmış sistemler devreye
girmektedir. Dünyadaki silah sistemlerinin gidişi bu yöndedir. Artık modern bir tankı eskisi
gibi. beş kişi kullanmamaktadır. İçindeki bilgisayar sayesinde yönlen-dirilebilmekte, yine
bilgisayar ile topu harekete geçirilebilmektedir. Uçaksavarından haberleşmesine, gemisinden
en basit uçağına kadar, Türkiye'nin önümüzdeki yıllarda almak zorunda bulunduğu
sistemlerin tümü, üstün elektronik-bilgisayar bilgisine dayanacaktır.
Bunları kullanabilecek veya kullanımını öğretme durumuna girecek olan subayların modern
teknikle eğitimleri henüz gerçekleştirilememiştir. Gerektiği şekilde simülatörlere
geçilememiştir. Tanesi 5500 dolar (385 bin TL) olan tanksavar top mermisi ile eğitim yerine,
simulatorie aynı eğitim kaçmılmazlaşmış, ancak henüz bu aşamaya gelinememiştir. Hâlâ
teorik bilgilere ağırlık verilmekte, nazariyattan tatbikata gerektiği kadar geçilememektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin subay sayısı da giderek yetersizleşmektedir. Yaklaşık 700 bin
kişilik bir ordunun 32 bin kişilik subay ve 38 bin kişilik assubay ile yönetilmesi giderek
güçleşmektedir. Kaynak yetersizliğinden dolayı, yeni gemi alırken ona göre yetiştirdiğimiz
subayı, zamanında eski gemiyi de atamadığımız için onda da görevlendirmek zorunda
kalmaktayız.
Genelkurmay'ı düşündüren diğer bir sorun da, as208
subay eğitimidir. Assubaylanmız Türkiye'nin düzeyine göre son derece iyi bir eğitim
görmelerine rağmen, gelen ileri silah tekniklerinin gerektirdiği düzeye ulaşamamaktadırlar.
Okuldan çıktıktan sonraki 1 yıllık sınıf okullarındaki eğitim yetersiz kalmaktadır. İki yıla
çıkartmak için programlar yapılmakta, ancak onun için de yeni harcamalar gerekmektedir.
Nihayet, eğitim açısından son sorun, kıta eğitimidir. Er 18 aylık bir süre için silah altına
alınmaktadır. Yedeksubaylar daha da az süre kalmaktadırlar. Devreye girmeye başlayacak
olan yeni elektronik sistemler bu ere ne zaman ve nasıl öğretilebilecektir? İlk altı ayı nasıl
hareket edileceğinin, bazılarına okuma-yazma, hatta nasıl tuvalete gidileceğinin
öğretilmesiyle geçtikten sonra, geriye kalan zamanda da tam alışacakken terhis olmaktadır.
Randıman alma süresi son derece kısadır. Üstelik bugün uygulamadaki bu yöntem, hâlâ eski
silah sistemleriyle dahi beklenen sonucu verememektedir. O zaman ilerde ne olacak? Lazerli
tüfeklerle, elektronik makinelitüfekler geldiğinde Mehmetçik nasıl uyum sağlayacak? Uyum
sağladığını düşündüğümüz taktirde, tam öğrenme döneminde gideceğine göre, büyük bir israf
ile karşı karşıya kalınmayacak mı? Tam profesyonel bir orduya geçme zorunluğu doğmayacak
mı?
Zaten bu kuşku ve kaygılar nedeniyle, 1985'de çıkarılan kanunlarla, askerliğinde başarılı
olmuş teknisyenler 5 yıllık kontratlarla silah altında tutulup, ardından birer yıl daha uzatarak
teknik adam açığı kapatılmaya çalışılıyor. Uzatmalı çavuşlara yeterli bir maaş vererek (tank
şoförü, telsiz, radyolink operatörleri gibi) elde tutma yoluna gidiliyor.
Ancak bu çabaların yeterli olmayacağını belirten, Ankara'daki Amerikan askeri yardım
heyetinin (JUS-MATT) (Joint United States Military Mission fortid
209
To Turkey) başında uzun yıllar kalan General Pendle-ton, ayrılmadan önce bize şu
değerlendirmeyi yapmıştı: «Türkiye modernizasyon programıyla birlikte profesyonel orduya
dönmek zorunda kalacaktır. Önümüzdeki yıllarda en büyük sorununuz bu olacaktır. Yoksa ne
bu kadar büyük bir orduyu besleyebilirsiniz, ne de devreye girecek olan sistemleri bugünkü er
kaynağınız ile doğru dürüst kullanabilirsiniz.»
Belki profesyonel ordu için daha uzunca bir süre var, ancak modern eğitim şimdi
Genelkurmay'ın üzerinde en çok durduğu ve çıkış yolları aradığı sorunlardan biri.
«NEDEN BU KADAR BÜYÜK BİR ORDU» sorusu, sadece Türkiye'de değil, dışarda da en
çok sorulan sorulardan biridir. Kara Kuvvetleri'nin en üst rütbelerinde bulunan Komutanın
deyimiyle nedenleri son derece basit:
«lier şeyin başında kanun var. 20 yaşma gelen her Türk vatandaşı askerliğini yapmak
zorundadır, diyor. Yani biz istemesek dahi- almak zorundayız. Hele nüfusumuz bu tempoda
arttığı taktirde, 2000'lerde silah altına alacaklarımızı yatıracak yer bile bulamama durumuna
düşebiliriz... Dikkat ederseniz yeni uygulamalar çıkartıp süreleri azaltıyoruz, bedelli
yaptırıyoruz... İkinci neden elimizdeki silah sistemlerinin eskiliği. Hâlâ elimizde bulunan
tankı beş kişi kullanıyor. Dünyadaki modern tankları bilgisayar ile birlikte sadece iki kişi
kullanıyor. Eski silahın açığını insan gücüyle kapatmak zorunda kalıyoruz... Üçüncü neden
etrafımızdaki tehdit. Hangi sınırımıza bakarsanız bakın, son derece geniş ve tehdit dolu.
Üstelik ülkenin büyüklüğü ve Silahlı Kuvvetler'in ihtiyacı da ortada. Bir depoyu korumak için
iki nöbetçi dikseniz, yüz binleri buluyor...»
210
2) MODERNİZASYON:
Türk Ordusunun yeniden inşası dediğimiz 1980 sonrasının, 1970'lerde başlatılan ancak son
yıllarda hızlandırılan en önemli projesi, silah sistemlerinin modernizasyonudur.
Uzun yıllar sadece Amerika veya Batılı müttefiklerimiz ne vermişse alan, bununla yetinen
Türk Silahlı Kuvvetleri, ancak 1970'lerden sonra geçtiği planlama döneminde ilk önce
modernizasyona el atmıştır. Modernizasyon sözü belki küçük geliyor, ancak 1986-1991
döneminde 15 milyar dolar harcanması kaçınılmaz bir program. Yine de gerçek ve yaygın bir
modernizasyondan söz edilemeyecek. Daha doğrusu 15 milyar dolar harcandıktan sonra, en
fazla aksayan bölümlerde bir denge sağlanabilmiş olunacak. Bunun nedeni de uzun yıllardır
hiçbir şeye dokunulmamış olması, ekonomik güçlükler vs... Bugün Türk Silahlı
Kuvvetlerimin bütün dikkatlerini çeken modernizasyonda da üç etap vardır:
— Yeni silah almak (F-15 uçaklar/Deniz Kuvvetleri için Firkateyn yapımı gibi)
— Türkiye'de üretilecek silahların arttırılması (F-16)
— Teknoloji transferi.
—• Eldeki mevcut silahların, daha uzun süre kullanılacak şekilde tadil edilerek
modernizasyonu.
Modernizasyon kolay kolay altından kalkılamayacak ve daha çok uzun yıllar sürecek bir
sorundur. Nedeni de, Türkiye'nin gereksinmelerinin çok büyük oluşu.
3) TOPLUMLA İLİŞKİ:
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 2000'li yıllarda karşı211
II. AYRIM
KOMUTAN KITADA
Hangi askere sorarsanız sorun hep aynı yanıtı alırsınız.
—¦ Meslek hayatınızda sizi en çok heyecanlandıran hangi anlardı?
—• Harp Okulu'ndan teğmen olup çıkışım. Ardından generalliğe terfi ettiğim haberini aldığım
gün ve emekliye ayrıldığım an. Üçünde de herkesten gizlemeye çalıştım, ancak gözlerimin
yaşardığını hissetmişim-dir. İlk ikisinde sevinçten, üçüncüsünde ise üzüntümden...
30 Ağustos'taki mezuniyet törenlerinin o görkemli hali unutulur gibi değildi. Artık uzun ve
son derece güç bir dönem arkada kalmıştı.
Artık KOMUTAN idi.
Tören için ailesini de getirtmişti. Diplomaları Cumhurbaşkanı Evren başta olmak üzere
komutanları veriyorlardı. Heyecandan ayaklarının titrediğini hissediyordu. Hele adı okunduğu
zaman neredeyse kendini kaybe-decekmiş gibi geldi. Uçarak gitti, diplomasını aldı ve uçarak
yerine döndü. Hâlâ nasıl gittiğini, nasıl alıp geri döndüğünü hatırlayamıyordu.
Ardmdan, kıtaya çıkmadan önceki eğitim ve nihayet kura günü geldi.
Komutan kıtaya gidecekti.
— Nereye gidebileceğimi, neyle karşılaşacağımı bilemiyordum. O kuraların çekimi ve
gideceğimiz kıta215
mn içine girene kadar da, hiçbir teğmen ne yapacağını bilmez. Sanki bütün öğretilenler
unutuluverir. Birkaç ay süren bir karanlık tünelden geçilir.
Komutan o güne kadar, önce askeri lisede, ardından da Harp Okullarında genelde teorik
dersler görmüş, son derece kesin bir disiplinle ancak bütün arkadaşlarıyla iç içe yaşamıştı. Öz
dili Türkçeyi düzeltmekle başlayıp, yabancı dil öğrenmiş, son derece yüklü bir eğitim
programından geçmişti. İdeal doluydu. Hırslıydı ve öğrendiklerini verebilmek için
çırpmıyordu. Üstelik henüz 22 yaşındaydı.
Okula girip çıkarken, gözle gayet iyi görülebilecek bir yere Atatürk'ün bir sözü asılmıştı. Tam
dört yıl süresince bu sc,zün gerçekten ne anlama geldiğini pek düşünmemişti. Atatürk'ün
daima olduğu gibi, çok yerinde kullandığı sözlerden biri, diye düşünüp geçmişti:
«ZABITANA HAKİKİ FEYZİ VERECEK MEKTEBİ ASLÎ KITADIR... BU KITA, TÜRK
BAYRAĞININ DALGALANDIĞI HER YERDİR...»
Atatürk'ün bu sözünün gerçekten ne anlama geldiğini öğrenmekte gecikmedi...
216
l'inci Bölüm:
«EMRET KOMUTANIM...»
Türkiye'nin en gözde kolordusuna tayin edilmişti. Trakya'daki 5'inci Kolordu.
NATO, Bulgaristan'dan gelecek olası bir saldırıya karşı yardımlarını bu Kolordu'ya yığmış,
Türkiye de Yunanistan'ı gözleyerek Milli Bütçeden yağdırmış ve böylece en güçlü, en modern
birlikler ortaya çıkmıştı.
Hele 54'üncü Zırhlı Alay görülecek bir şeydi.
Görevi teslim almak için Çorlu'ya giderken, İstanbul'a yakm olmanın verdiği rahatlığı da
düşünmüştü. Birçok arkadaşları 3'üncü Ordu'ya bağlı Kars - Ağrı'da-ki 9'uncu Kolorduyu
çekmişlerdi.
— Çorlu'yu çekmiş olmak hiç de sevindirici değildi. Harp Okulu'ndan öylesine bir hırsla ve
enerjiyle çıkmıştık ki, en güç yerlere gitmek adeta bir onur mese-lesiydi. Hiçbirimizin
gözünde, İstanbul veya Ankara yoktu. Konfor düşünmüyorduk. O istekler yıllar ilerledikçe
geliyor. Teğmenliğin ilk yılları insan kendini tam anlamıyla askerliğe adıyor.
— Kıtaya gelince en heyecanlı an neydi? Karşımdaki üsteğmen gülümsedi. Hani bazen
kendinizi çok büyük, çok önemli görürsünüz de, sonra bu217
nun sadece kendi kuruntunuz olduğunu anlar ve kendi kendinizle alay dahi edersiniz... İşte o
günleri hatırlayan insan hafifçe gülümser. Üsteğmen de öyle gülümsedi.
— Bana verilen takımı teslim alırken... Karşıma birlik dizildi. 40 - 50 kişi. Kıdemli çavuş,
assubayım, hepsi hazırol durumunda. Hemen arkalarmda da birliğin araçları filan. Çorlu'yu
bilirseniz, 54'üııcü Zırhlı Alay'ın eğitim alanları da son derece geniş ve gösterişlidir. Harika
eğitim sahalarıdır. Etraf sessizdi... Ve ilk defa o güzel lafı duydum: «EMRET
KOMUTANIM...» İlk defa emir verecek duruma girmiştim. Bilmiyorum, belki başkaları için
farklıdır, ancak benim için o an çok anlamlıydı. Dünyalar birdenbire benim oluverdi. Kendimi
öylesine güçlü ve büyük gördüm ki, o an her şeydim. Kendime gelmem hiç uzun sürmedi...
Hangi dünyaya girdiğimi kısa sürede anladım.
Askerliğin (Asteğmenlikten Yüzbaşılığa kadarki) yaklaşık ilk on yılı en güç ve en meşakkatli
dönemidir. En ağır yük kıta komutanının sırtmdadır. Eline gelen eri eğitecek, birlikte en güç
koşullarda beraber eğitime çıkacak, sabahın beşinden akşam yatma saatine kadar hiç
durmadan koşturacak, ayda 5-6 defa 24 saatlik nöbetini tutacak, haftada bir gece eğitimi
yaptıracak ve emrine verilen herkes ve her şeyden so-lumlu tutulacak.
Günlük hayatına şöyle bir bakmak yeter: 05.00 - 07.00: Askerin kaldırılışı, hazırlanması,
kahvaltısı.
08.00 -12.30: Eğitim sahasına yürüyerek gidiş. Sırtta tüfek, koşu (5 km'yi 17-24 dakikada
koşmalı) ve günün programma göre eğitim.
218
12.30 -13.30: Yemek.
13.30 -15.30: Eğitim.
15.30 -16.15: Silah bakımı.
16.15 -17.00: Spor/Pentatlon.
17.00 -17.30: Alayın akşam yoklaması
18.00 -19.00: Yemek ve mola
19.00 - 21.00: Akşam dersi.
21.30 - 22.00: Yatma ve uyku.
Birlik uyuduktan sonra teğmenin işi bitmez. Emrine verilen diğer işleri de yapmak
zorundadır. Gece bir kurşun gibi, yorgunluktan kendini yatakta bulur.
Kıtaya geldikten kısa bir süre sonra teğmenlerin önemli bir bölümü hem şaşırır, hem panikler,
hem de büyük hayal kırıklığına uğrar.
Okulda hep «Dişini sıktığı taktirde dünyanın en büyük ve ulvi görevi olan Komutanlığa
kavuşacağı, adeta cennetlik olacağı» rüyasıyla yaşamıştır.
Son derece rahat, hatta lüks sayılabilecek koşullarda yaşamış, günlük hiçbir şeyini
düşünmemiş, başkaları onun için düşünmüşler, düdük çalınmış, yemek yemiş, düdük çalınmış
yatmış, yani emir almaya alışmış ve yıllardır kurulmuş bir yay gibi, bütün idealleri, hırsı,
rekabet gücüyle fırlayıp kıtaya gelmişti. Şimdi o emir verecekti.
İlk günlerde «Ben bu işi yapamayacağım,» demeye başlamıştı.
— Bana okulda öğretilenlerle, kıtada benden beklenen arasında hiçbir benzerlik yoktu.
Komutan gelip Star Wars (Yıldızlar Savaşı) nedir diye sorsa, dinamik hesaplarını tartışsa
saatlerce konuşabilirdim. Ancak kıtaya ilk geldiğimde kendimi birdenbire tamamen yabancısı
olduğum bir çevrede ve sorunların içinde buldum. Müthiş bir sorumluluğum oldu. Emrimdeki
erle219
rin hepsiyle eğitiminden tutun, sağlığına kadar benim, ilgilenmem gerekiyordu.
Yemeklerinden, tuvalete nasıl çıkmaları ve tuvaleti nasıl kullanmalarının öğretilmesi benim
görevimdi. Müthiş yetkim oluvermişti birdenbire. Her biri 550 milyon TL'lik 4 tank, 5 milyon
liralık teçhizat, cephane, araç, emrimde sorumlu olduğum insanlar karşımda ve tepemde de
hemen istediklerinin yapılmasını bekleyen Komutan. En güç dönemdi.
Tabii teğmen her şeyi kendisi yapmaz. Assubay-lar ve çavuşlardır ağır yükü azaltan. Ancak
onun tecrübesizliğinin verdiği gerginlik büyüktür. Bütün Türk Ordusu'nun en küçük rütbeli
subayı olduğu için yukardan aşağı gelen emirler, sorular ve sorumluluklar hep sonunda
teğmene ulaşır. Karargâhtaki Komutan bir emir verdiği zaman, yağmurun altındaki teğmendir
uygulatıcısı.
Harp Okullarında —şimdi yavaş yavaş değişmeye başladı —¦ subay adayına daha çok teorik
ders öğretilmesi, kıtada birlik yönetimi, insan yönetimine fazla zaman ayrılamamasmın
sonucudur bu sıkıntılar. Genç adamın karşılaşacağı meseleler, çözmek zorunda kalacağı
sorunlar okulda veya okuldan sonra yeterince iş-lenemedikçe de bu aksaklık hep sürecektir.
Tabii iyi ve tecrübeli bir Komutana düşen teğmenler bu dönemi çok kolaylıkla atlatabiliyorlar.
Astına öğretmeyi seven, anlayışlı, ilk tecrübesizlikten doğan hataları cezalandırmak yerine
düzelten Komutanlar, Kıtaya çıkan teğmenlerin en büyük şansıdır. Aksi bir Komutana
düşenler ise,. bir süre sonra ya «Ben bu işi yapamayacağım,» diyerek tam bir karamsarlığa
kapılırlar, diğer bir bölümü de bu şok karşısında çarpık veya sorunlu bir subay olup çıkar.
Yıkıntısı da yıllar boyu sürer.
Teğmeni ilk yoklayanlar arasında, takımın kaşar220
lanmış kıdemli çavuşları ve yaşlı - tecrübeli assubayla-rı önde gelirler. Emrine girecekleri
insanın ne tipte bir komutan olacağını anlarlar. Çekingen mi, içine mi kapanık, yoksa seri ve
hırslı mı? Bunlar da doğrufu tam bir insan sarrafıdırlar. Çok geçmez, birkaç gün içinde
teğmenin gerçek kişiliğini çözüverirler ve ondan sonra da ya kafalarına göre «idare» ederler
veya tam anlamıyla kabul edip «emrine» girerler
Teğmen önce üst'ünün, ardmdan çavuş ve assuba-ymın, ast'ınm yoklamasından geçtikten
sonra da, emrindeki erler tarafından yoklanır. İçlerinde okuyup yazmasını bilmeyenler olduğu
gibi, lise mezunu, çok iyi yetişmiş, aydın ve uyanık şehir çocukları da vardır. Son ¦derece
masum şekilde gelip, masum sorular sormaya başlarlar. Teğmen önceleri bunun farkına
varmasa dahi, bir süre. sonra «Erler tarafından yoklandığını» hisseder. Bilgisi nasıldır, çabuk
sinirlenmekte midir? İyi bilmediği sorunlarla karşılaşınca nasıl tepki göstermektedir?
— Allah o ilk ayları bana bir daha yaşatmasın. Sudan çıkmış balık gibi hissetmiştim kendimi.
Bazı arkadaşların uyumu daha kolay olmuştu, ancak benim belki de şanssızlığımdan dolayı
burnumdan geldi. Belki de çok iyi oldu, çünkü daha çabuk tecrübe kazandım. Pişmem çabuk
oldu...
Genç Komutanı sinirlendiren diğer bir nokta da, söylediklerinin erler tarafından istediği gibi
anlaşılamaması ve Harp Okulu'nda gördüğü disiplinde yapılmaması. Okul yıllarının sıcaklığı
daha .üzerinden gitmediği için her şeyin okulda gördüğü gibi olmasını ister. Aynı katı
disiplin, aynı dakiklik, aynı temizlik... Tabii 18 aylık askerliğinin bittiği gün bir daha
üniforma giymeyeceği inancındaki askerin, kendisi gibi Harp Oku-lu'ndaki havaya girmemesi
sinirlerini daha da bozar.
221
Bir süre sonra karşınızda barut gibi bir subay ile karşı karşıya kalırsınız.
— Okuldan, ast-üst ilişkisinde muazzam bir disiplin içinde çıkmıştık. İdealist-Şövalye
yetiştirilmiştik. Kafamızdaki Türkiye'yi yaratmak, disiplinli ve sadece yurdunu düşünen,
savaşçı Mehmetçiği yetiştirmenin heyecanı içinde Kıtaya koşmuştum. Hırslıydım. Ancak
tecrübesizdim. «İnsan idaresinin ne olduğunu» iyi veya yeterince öğrenemediğimi anladım.
Beklediğimi bulamadıkça da ister istemez hem hayal kırıklığına uğradım, hem de sinirlendim.
Bugün generalliğini sürdüren bu Komutanm sözlerinin aynını halen teğmenliğini yapan genç
Komutanlardan duyabilirsiniz. Eskiye oranla önemli oranda bir değişme görülmesine rağmen,
hâlâ bu sorun tam çözümlenebilmiş değil.
Genç teğmenimiz bu ilk döneminde okuldaki rekabet havasını da beraberinde takımına getirir.
Her takım arasındaki yarışta mutlaka birinci olması gerekir. Bu da ister istemez çalışma
temposunun artmasına yol açar. Tabii bazılarında gerilim, hatta kaybetmeye alışmamış veya
kaybetmeyi saygıyla karşılamaya alışmamış olanlarda gerginlik, sinirlilik dahi yaratır.
Okuldan çıkarken Komutanları ona motivasyonunu açıkça göstermişlerdir:
«Bitmeyen, tükenmeyen enerjinle maiyetindeki personeli birlik içinde, tim halinde
çalışabilecek şekilde yetiştirme gayreti içinde olmalısın. Eğitmen için emrine verilecek ere,
Atatürk ilkeleri ışığında milli bir ruh, vatanseverlik, birlik ve beraberlik şuuru kazandırmaya
çalışacaksın. Temel prensip Atatürk İlkeleri ve temel amaçlarıdır. Askerliğin temeli de
disiplindir...»
222
DAYAK ATMAYAYIM DA, NE YAPAYIM...?
Peki, genç teğmen, şu anda karşısına dizilmiş olan bölüğüne bu disiplini nasıl uygulayacaktı?
Hele son zamanlarda verdiği emirlerin yerine getiriliş şeklinden de hiç memnun değildi. Sanki
arkasından onunla alay ediyorlarmış gibi geliyordu. Bazı acemilikleri de olmamış değildi ve
assubay ile çavuşun bakışlarındaki ince gülümsemeyi hissetmişti. Takım elinden gidecekmiş
gibi geliyordu. Otoritesini mutlaka kurması gerekliydi. Zaten bir türlü doğru dürüst ve okulda
gördüğü gibi bir eğitim almıyorlardı.
Kafasını attıran olay da dün gece çıkmıştı. Gece aniden teftişe çıkmış ve tanklarm nöbetçisini
tüfeğini kenara dayamış ve uyuyakalmış bulmuştu. Dünyalar başından aşağıya geçti. O ana
kadar öğretilenlerin, kafasındaki Silahlı Kuvvetlerin ne olması gerektiği ile ilgili her şeye ama
her şeye ters düşen bir sahne ile karşı karşıyaydı. Kendini tutamadı ve ere bir tekme savurdu.
Günün yorgunluğundan dolayı uyuyakalmış olan er uyandığında başına gelecekleri hemen
anlayıvermişti.
Teğmen hemen takımı topladı.
Kendi kendine «Mutlaka bir ders verilmeli. Eğer gerekeni yapmazsam benimle bunlar alay
eder,» diyordu. Aslmda orta boylu, ufak' tefek bir teğmendi. Uyu-yakalan ere yaradana sığınıp
bir tokat yapıştırdı. Tokadın sesi daha dağılmadan takımın kıdemli çavuşu hiç beklenmedik
bir söz ediverdi:
— Teğmenim, ona vuracağına bana vur...
Kıdemli çavuş 1.90 boyunda. Yaradana sığınıp vur-sa, teğmeni ezmesi işten bile değil. Ancak
öyle bir söz ortaya atılmış durumda ki, ya teğmenin cenazesi kaldırılacak veya hesaplaşma
hemen orada bitirilecek.
223
Üstelik herkesin önündeki bu sözü erkekliğine de do-kunduramamıştı.
«Buraya gel,» dedi... «Bak sana nasıl tokat atıldığını göstereyim» diye, olanca gücüyle tokadı
indirdi.
Çavuş duraladı, hafif gülümsedi ve;
— Teğmenim, dedi, helal olsun sana, şimdi Komu-tanımsm.
Dayak atmak, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin İç Hizmet Yasası'na göre kesinlikle yasaktır.
Hukuki suç sayılır. Dayak yiyen biri şikayet ettiği taktirde takım veya bölük komutanı hemen
cezalandırılır. Bu ceza da ilerdeki bütün terfilerini etkiler. Örneğin, mahkeme kararıyla hapis
cezası alan subay, bulunduğu rütbede bir yıl bekletilir.
İç Hizmet Yasası astm lehinedir. Ancak genelde, er şikayet etmez.
Bunun birçok nedenleri vardır. En başta çekinir. Ayrıca yapılan incelemede, Türk
toplumunda, özellikle çocukluk, hatta gençlik döneminde «dayak» unsurunun bir müessese
haline gelmiş olması, «Çocuğunu dövmeyen, dizini döver» gibi atasözleriyle, dövmenin
kötülükten çok genci doğru yola getirmek için uygulanan bir yöntem gibi görülmesi, yine
genelde dövülmenin olağanlığına alışılmış olması nedeniyle dayak yiyen askerde de, örneğin
Batılı ülkelerdeki gibi bir tepki görülmediği ortaya çıkıyor.
Orduda dayak olayı son derece yaygın olmadığı gibi, keyfi dayak olayına da rastlanmıyor.
Askerin son derece önemli bir suçu veya disiplini bozacak bir hareketine karşılık, yani erlerin
gözünde dayak, açık nedenleri olan bir cezalandırma.
Bir tokat veya aşırı ölçülere varmayan dayak ile
224
cezalandırılmak asker tarafından (yine incelemelere göre), gariptir ancak tercih ediliyor.
Bunun nedenini anlatan bir kıdemli çavuş aynen şunları söyledi:
— ...Eğer yasaya göre hareket edecek olsam, nöbette uyuyakalan veya verilen bir emri
yapmayan ya da kaçan bir eri mahkemeye vermem gerekecek. Oda hapsine atmam veya
mahkemeden çıkacak belirli süreli bir hapis yatması gerekecek. İşte er için en istenmeyen
budur. Zira mahkeme kararıyla her hapis yattığı gün askerliğine eklenir ve tezkere alması
gecikir. Hele haftasonu iznini kaldırıp ceza yemek, onlar için bir araba dayak yemekten daha
kötüdür.
Neden tokat atmak veya dövmek zorunda kalıyorlar?
— Yasaya göre, mesela gece kaçan askeri bizim zabıt tutup mahkemeye yollamamız gerekir.
Bu şekilde, aylarca sürecek bir mekanizma işletilmeye başlanır. Sonuç alındığında ise, askerin
suçu bile çoktan unutulmuştur. Yani caydırıcı hiçbir niteliği kalmaz. Oysa, olayın hemen
üzerine sıcağı sıcağına gidip cezalandırdığın zaman etkisi bambaşka oluyor.
Üstelik bir Takım veya Bölük Komutanı teğmenin erini mahkemeye vermesi, birliğini iyi
yönetemediği, disiplinsizliklerle karşı karşıya kalındığı izlenimi de yaratır ki, hiç iyi değildir.
Bu nedenle, hiçbir kural veya yasa olmamasına rağmen, bazı uygulamalarda, ufak suçlarda
dayak, önemli suçlarda (hırsızlık, firar, kavga çıkartmak, ideolojik girişimler vs..) mahkemeye
verme yoluna gidilir.
Bir başka kıdemli assubay çavuş emeklisi uzun deneyimlerini anlatırken daha da başka ilginç
bir noktaya parmak basmıştı:
— Beyim, bizim askerin büyük bir bölümü zaten cahil geliyor. Tarlada inek gütmüş, sonra
buraya ge225
lip silah atmasını, disiplini öğretmeye çalışıyoruz. Zaten ne kadar cahil olurlarsa disipline
sokulmaları ilk aylarda o kadar güç oluyor. Ancak en fazla iki ay sonra da muma dönüyor ve
bu defa okumuşları bir süre daha direniyorlar. Sonunda onlar da yola geliyorlar tabii. Bunun
başka yolu yok. Dayaktan kimse hoşlanmıyor, ancak disiplini başka türlü kurmanın da yolu
yok. Bizim milleti büirsin, biraz yumuşak davrandın mı kafana çıkar...
Harp Okulu'ndan bütün istimiyle çıkıp kıtaya gelen teğmenin içine düştüğü durum da dayak
olayını bir ölçüde etkiliyor.
— Teğmen buraya insan yönetimi, kıtada nelerle karşılaşabileceğini tam anlamıyla
öğrenemeden geldiği için, disiplinini kurmak veya tecrübesizliklerini örtebilmek için de biraz
dayağa dayanıyor. Kimi okulda öğrendiği disiplini bulamadığından, kimi tecrübesizliğinden,
kimi yöneticilik unsurunu tam kavrayamamaktan dolayı sert ve katı oluyorlar.
Aslmda tokat veya dayak olayını incelediğimizde karşımıza teğmenlerden çok, hayrettir ancak
yine siviller çıktı. Sıralarma göre, en çok dayak olayına karışan askerler onbaşılarla çavuşlar.
Aslmda onlar da diğerleri gibi belirli bir süre askerliklerini yaptıktan sonra sivil hayatlarına
devam edecek insanlar olmalarına rağmen, kollarma taktıkları iki çizgiyle birdenbire
kendilerini, statülerini şaşırdıklarından mı, yoksa üstlük taslamanın verdiği zevkten midir
bilemiyorum, ere en çok dayak atan oluveriyorlar.
Onlardan sonra assubaylar ve en son teğmen geliyor. Bütün bunlan okuyunca Türk ordusunda
her gün insanların odunla dövüldüğü gibi bir izlenim çıkmasın. .Nasıl ki okullarda öğrenci
dövülmesi, karakollarda dayak, hatta işkencenin önü bir türlü almamıyorsa, or226
duda da bazı uygulamalara, tüm yasalara rağmen hâlâ rastlanıyor. Eskiye oranla büyük ölçüde
azalan bu olayların, henüz önü tamamen alınamadığından ve tamamen alınması için de
toplumun gelişmesi bekleneceği için, sözünü ediyorum. Askerliğini yapmış herkesin bildiği
bir konuya değinebilmek için merak edip inceledim.
Acaba neden bu sıralama?
Dikkat ettim, erlerle en çok temasta olanlar dayak olaylarında görülüyor. Onbaşı, çavuş,
assubay ve en sonunda teğmen. Nitekim aynı teğmen, yüzbaşılığından itibaren bu tip olayların
içinde görülmemeye başlıyor. Hele binbaşılıktan itibaren, artık erin arasından çekilip.
Karargah görevi veya daha üst düzey Komutan olunca, tam aksine dayak olaylarına en fazla
karşı çıkan Lisan oluveriyor. Nice tabur komutanlarının tüm emirlerine, ısrarla
yasaklamalarına rağmen, er ile gününü geçirenler bu yöntemi bırakabilmiş değiller. Yerine
daha etkilisi bulunana kadar da ortadan kalkacağı sanılmıyor.
— ...Er en çok kimi sever, bilir misiniz? Hiç bilemiyordum.
— En sert ve en çok dayak atan çavuşu veya Komutanı. Gariptir, ben en sert çavuşların
ayrılışları sırasında, en çok dayak yiyen askerin hüngür hüngür ağladığını gözlerimle
görmüşümdür. Askerin dikkat ettiği bir tek nokta vardır, o da Komutanının (ister onbaşı, ister
tefmen olsun) hakkını aramasıdır. Komutan cezalandırmak için, bir hata ettiyse dövmesine
karşı çıkmaz. Zira sıjglu olduğunu bilir. Hele" aynı Komutan dövmesine rağmen onun hakkını
da koruyorsa ona tapar... Çok nadir olmakla birlikte, dayak atma hastaları çıkarsa, kısa sürede
duyulur. Üstlere bir haber sız227
dirildi mı, ne o teğmen kalır ne çavuş. Bu konuda Genelkurmay son derece
duyarlıdır. Sosyal bir olay adeta...
— Yedeksubaylığımı yapıyordum. Kıtada göreve başladıktan kısa bir süre sonra, benim
masanm üzerinde duran telefon durmadan elimi çarpmaya başladı. Bir, iki, üç, sonra çözdüm.
Bir İstanbullu hergele kısa devi e yaptırmış ve uzaktan ağaca çıkıp beni seyredermiş. Ben
telefonu aldıkça elim çarpıldığında kahkahalarla gülermiş. Haberini aldım ve assubayla haber
yol-lattım. Yapmamasını ihtar ettim. Babam da generaldi ve bana bütün hayatım boyunca hep,
«Aman oğlum, dayak atma. İnsanların haysiyetiyle oynama» demişti. Yeminliydim. Bir fiske
vurmayacaktım. Bu piç kurusu bütün her şeye rağmen bu şakayı sürdürmez mi... Deli
olacağım. Nihayet bir gün birliği topladım ve Allahı var, eşek sudan gelir gibi bir tokat attım.
Kendimden de utandım, ancak herif de yola geldi. Ne yaparsın şimdi?
EN GÜÇ SORUN: ER EĞİTİMİ...
Aslmda Türkiye'nin olduğu gibi, Türk Silahlı Kuv-vetleri'nin belkemiği Mehmetçik'tir. Tam
18 ay süreyle, kendinden istenen her fedakârlığı hiç gözünü kırpmadan yerine getirir.
Orduyu genelde bir okul gibi görür. Düzey, eskiye oranla çok yükselmesine rağmen, Türk
Silahlı Kuvvetleri hâlâ asker için bir okul görevini yapmaktadır. Hâlâ okuma-yazma
bilmeyenlere okuma yazma öğretilir, biraz eğilimi olanlar mutlaka bir beceri öğrenirler.
Her yıl ortalama 500.000 Türk silah âltma alınır. Okuma yazma oranının düşmesi üzerine
1972'de özel
228
okuma-yazma okulları kapatıldı, ancak halen ortalama 20 bin ere okuma-yazma öğretiliyor.
Hatta Türkçe bilmeyenler için özel Türkçe dersleri veriliyor. Silah altına almanlardan 92 bin
ere sivil hayata döndüğünde devam ettirebileceği 160 kolda (şoförlükten, tamirciliğe kadar)
meslek sahibi olacak bilgi verilip yetiştiriliyor. İhtiyacmı karşılamak için, sivil kaynaktan
kontratla tutulan 40 bin kişi de eklenirse, ordunun yetiştirdiği teknisyen, sanaatkâr sayısı yılda
130 bini geçer. Ülkedeki meslek ve teknik orta eğitim müesseselerinin yılda 100.000
civarında öğrenci mezun ettikleri düşünülürse, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu yöndeki
katkısının büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
Türkiye'nin her köşesinden, her mesleğinden, hırlısı, hırsızı kopup kışlaya gelir ve çıkışında
beraberinde hem unutulmaz anılar, hem de dağarcığında bazı yeni nosyonları götürür. Ordu
ile asker arasında son derece ilginç bir alış-veriş vardır. Atatürk İlkelerinden başlayarak, vatan
ne demektir, vatana bağlılık ne demektir'e kadar uzanan belirli değer yargılarıyla ayrılır. Kimi
hazmeder, kimi kısa bir süre sonra unutur, ancak yine de Kışla-Komutanı ve askerlik
arkadaşları pek kolay silinmez.
İlk 4 ayı acemi er eğitimiyle başlayan bu dönemde en başta verilen derslerden biri, tuvaletin
nasıl kullanılacağıdır. Sık sık tuvaletlerin tıkanmasına alışıldığı için, taşla temizlenmemesi
öğretilir:
— Oğlum, deliği hedef alacaksın ve ortadan vuracaksın. Cebinde taş filan götürme, orada
kâğıt ve su bulacaksın. Onlarla temizlenilir.
İkinci ders yıkanmadır. Haftada bir mutlaka yıkanmaları sağlanır. İmkânları geniş kışlalarda
daha da sık yıkanma vardır. •
Ardından nasıl yemek yenileceği...
230
Nihayet yatıp kalkma, yatağını özel talimata göre düzeltme ve sabah temizliği-traş olma...
Bunlar birçokları için öylesine önemli bir eğitimdir ki, hayatları boyunca da kolay kolay
unutmazlar. Oraya gelene kadar görmedikleri veya kimsenin kendilerine anlatmadığı şeyleri
orada bulurlar. İlk defa günlük 3500 kalorili ve dengeli bir beslenmeye girerler, varsa
hastalıkları-dişleri tedavi edilir. Adeta çağdaş bir yaşamın ilk derslerini orduda görürler.
Şimdi er olarak gelenlerin arasında okuma-yazma oranı büyük oranda arttığı gibi, ortaokul,
hatta lise mezunu olanlar da fazlalaşıyor. Ancak yine de ordu okul niteliğini koruyor. İşte bu
özlemi yerine getirdiği için olacak ki, Anadolu'da hâlâ askere gitmemiş veya gitmek
istemeyenlere kötü gözle bakılır. Bazı yörelerde kız dahi verilmez. Ordu kutsal bir ocak
niteliğinde görülür.
Bu acemi er eğitiminden sonra usta birliklere sev-kiyat başlar, ancak içlerinden uyanık olanlar
seçilir ve öğretmen yardımcısı olarak orada tutulurlar. Yeni geleceklere yol göstermekle
görevlendirilirler. Nitekim her dört ayda bir ilk gelen kafileyle birlikte tuvaletlerin yine hemen
tıkanması, eğitimin yine aynı şekilde başlamasıyla sonuçlanır...
Türk Ordusunun en küçük birimini oluşturan TA-KIM'da veya BÖLÜK'te sıralama aynen
şöyledir:
a) Subay (Bölük veya Takım Komutanı teğmen veya yüzbaşı assubay)
b) Çavuş (Daha tahsilli, örneğin lise mezunlarından) Onbaşı (Genelde uyanık ve az
tahsillilerden seçilir. İki haftalık kurslarda eğitilir)
c) Er.
Subayın en büyük güçlüğü, eğitmesi için yollanan bu ere, geri kalan 12-14 ayda silah
atmasından, zama232
nmda tank kullanmasına kadar çok şey öğretmek zo-runluğundan kaynaklanır. Aralarında
okul düzeyi yüksek olanların kapma yetenekleri çok daha gelişmiş olduğundan dolayı işi
kolaylaşır, ancak genelde çok zorlanır. Hele artık savaşların kahramanlık ve kendini feda
etmekle değil de, elindeki ileri teknolojiyle yapılmış silahı iyi kullanmakla kazanılacağından
dolayı zorlanmalar başlar.
İster istemez asker eğitiminde yine genelde teorik yön ağır basar. Örneğin, bir er yılda ancak
216 mermi atar. Tanesi 270 liradır. Er gibi, yedeksubaylar da elindeki tüfeği ezbere bilir, gözü
kapalı söküp yeniden monte edebilir de, attığını vurma konusuna gelince aynı beceriyi
göstermekte güçlük çeker.
Tanesi yaklaşık 90 bin lira olan hakiki top mermisi yılda 2-6 tane kullanılabilir. Nedeni çok
basit: Ülkenin zengin olmaması. Hakiki mermilerle eğitimin yerini alan simülatörlerin de
henüz devreye tam soku-lamaması.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde yılda, ortalama 12 ortak (üç kuvvetin de katılmasıyla), 11 tane de
kuvvetlerin ayrı ayrı tatbikatları vardır. Ayrıca 12 de NATO tatbikatına katılırlar. 1985
fiyatlarıyla 10 milyar Türk lirasına mal olduğundan dolayı, bunların sayısı pek
arttınlamamaktadır. Ancak bunların dışmda orduda her gün her bölükte mutlaka bir eğitim
tatbikatı vardır. Elindeki olanakları en geniş şekilde kullanabilmek ve kıta eğitimindeki
açıkları kapatabilmek amacıyla sürekli bir eğitim kampanyası sürdürülür. Ancak eğitim
kalitesi henüz Genelkurmay'ın istediği düzeye çıkarılabilmiş, çağın gerektirdiği aşamaya
getirilebilmiş değil. Eski metodlarla sürdürülmek zorunda kalmıyor.
Er, özellikle üst rütbeli Komutan için son derece önemli bir varlık sayılır. «Oğlum» diye hitap
eder. Erin
234
rahat etmesi, onun haksızlığa uğramaması en başta gelen uğraşılarından biridir.
Amerikan yardım heyeti Jusmatt'm başmda, yıllarca Ankara'da kalan General Pendleton'ın,
Türk Subayı ile er ilişkisi hakkmdaki gözlemleri ilginçtir1:
— Türk subayı silah modernizasyonunu en çok iki nedenle istiyor. Biri, doğal olarak yeterli
olmak ve herhangi bir saldırıyı püskürtebilmek. Ancak ikinci nedeni de, erini öldürtmemek.
Zira gayet iyi biliyor ki, bugünkü sistemlerle savaşmaya kalktığı taktirde, silah etkisiz
kalacağmdan dolayı çok fazla zayiat verecektir. Er telef edilecektir... Beni Türkiye'de
kaldığım süre içinde en çok etkileyen, Komutanm erine olan düşkünlüğü. Ben başka ülkelerde
bunu görmedim. Eğer soğukta yatıyorsa kendisi özel ısıtılmış çadırda yatmaz. İçine
sindiremediğinden dolayı herhalde... Er ile aynı koşulları paylaşmaya özen gösterir. En
ilginci, F-16 projesi konuşulurken Genelkurmay ısrarla bir diğer noktayı öne sürüyordu:
Soğuk geçirmeyen özel ayakkabı yapmak için teknik istiyorlardı.
Türk subayının kökenine bakıldığı zaman bu dikkatini anlamak daha kolaylaşıyor tabii...
Komutan okulda öğrendiklerini elinden geldiğince ve yeteneği ölçüsünde ere verdikçe,
karşısmdakinin giderek değiştiğini hemen farkeder. İlk ikinci ay sonundaki derlenip
toparlanma, ardından kıtalara sevkiyatı... Er silah altına girdiğinden 6 ay sonra verimli olmaya
başlar. Ancak asıl işi anlaması ve tam randıman vermesi son 6-8 aymda olur ki, o dönem de
artık ayrılma yaklaştığından, istendiği kadar uzun sürmez. Hep
1) özel görüşmemizden aktarılmıştır.
236
başından beri belirtildiği gibi, bugün de Genelkurmay'm en çok öncelik vermek istediği
küçük rütbeli subay ve er eğitimidir. Zira ilerde silahların modernleşmesi karşısında
bugünkü er kaynağı ile verilen eğitim ve kullanılan yöntemlerle istenenin elde
edilebilmesi daha da güçleşecektir. Türkiye'nin genel eğitim düzeyi artmadıkça da bu
sorun tam halledilemeyeceğinden dolayı, şimdiden profesyonel ordu olanakları üzerinde
durulması, birçok yabancı (NATO) tarafından ileri sürülüyor.
Komutanın kıtada günlük hayatını paylaştığı diğer bir grup da yedeksubaylardır.
Yüksek öğretimini yapmış her Türk gencinin 16 ay süreyle yapmak zorunluğundaki
yedeksubaylığm ilk dört ayı eğitimle geçer. Bu dört ay içinde, temel askerlik eğitimi, sınıf
ve branş eğitimi verilir. Teorik ve uygulamalı dönemden sonra da, yine kur'a ile kıtalara
yollanıp takım komutanlığı yaptırılırlar. Uygulamanın en sorun yaratan bölümü de budur.
Zira bir yanda dört yıllık Harp Okulu'ndan yetişmiş subayın eğittiği takım ile dört aylık bir
eğitimle gelen yedeksubaym asteğmen rütbesiyle eğittiği takım arasında ¦ bir fark
olmaması olanaksızdır. Yedeksubaylık, ordudaki subay yetersizliğini kapatabilmek için
geliştirilmiş bir uygulama. Hepsi takım komutanı yapılmıyorlar ancak yine de, eğitimdeki
dengesizlik ister istemez kıta eğitimine yansıyor. Üstelik yedeksubaylara verilen eğitimin
derinliği konusunda da çok kimsenin kuşkusu var. Diğer ordular daki uygulamalarda da
buna benzer sorunlar görülüyor. Nitekim Amerikan ve İngiliz ordularında bu düzeydeki
subayların tümünün muvazzaf olması zorunlu-¦ ğu profesyonel orduya geçişin en önemli
etkenlerinden biri olarak sayılır.
Yedeksubaylar, kendilerine askerliği meslek edin238
miş muvazzaflar tarafından pek «sağlam ayakkabı» olarak nitelendirilmezler. Bu da son
derece normal. Zira aldıkları eğitim, geldikleri dünyalar birbirinden son derece farklıdır.
Genelde yeterince disiplinli olarak görmezler. Askerliği kendileri gibi «vatan» için ve her
şeyin önünde saymadıklarını, adeta geçici bir grip gibi, biteceği günlerin sayıldığı bir
«kaçınılmaz kaza» olarak aldıklarına inanırlar. Bu inançlarının önemli bir bölümünde de
haklıdırlar. Gerçekten de yedeksubaylığmı, bir profesyonel subay gibi heyecanla yapan ve
kendini adayanların sayısı yok denecek kadar azdır.
Bu yaklaşım farklılığı nedeniyle de, yedeksubaylık-tan gelip asteğmen olanlara fazla
güvenilmez ve fazla iç içe olunmamaya çalışılır. Eskiden subay eğitiminin daha bu kadar
gelişmediği dönemlerde, bu dünya farklılığına bir de eğitim farklılığı eklenirdi. O zaman
tam tersine, yedeksubaylar muvazzaf subayı hafif cahil, bilgisiz hatta görgüsüz görürlerdi.
Bu da su üzerine pek çıkmayan bir gerilim yaratırdı. Şimdi bu durum değişmesine
rağmen, yine de bir yedeksubay, bir subay tarafından (Kıta hizmeti sırasmda) pek evine
davet edilmez. Belirli bir mesafe konur araya. Silahlı Kuvvetler sisteminin dışında
nitelendirildiğinden, örneğin subaylar kendi aralarında Türkiye'nin durumunu tartışacaklar
veya üst rütbeli bir Komutan gelip yüksek seviyeli askeri konularda görüşlerini alacaksa,
yedeksubaylar çağrılmazlar. Buna, bir nevi kulübe aza olmayanların önemli toplantılar
sırasında kapıdan çevrilmeleri gibi de bakılabilir.
GENÇ KOMUTANIN İLK IŞÎ: EVLİLİK Harp Okulu'nda geçen dört yıllık son derece
sıkı
239
disiplinli hayattan sonra lataya Komutan olarak çıkışın getirdiği ilk değişiklik, rahatlama
olur. Her yönden rahatlamadır bu. Artık subay olup kendini ispatlamıştır. En önemlisi de,
o güne kadar eline sadece belirli bir harçlık geçen genç adama birdenbire, hiç alışmadığı
kadar bir paranın verilmesidir1.
Son derece keyiflenir. Önce gerekiyorsa ailesine yardım eder. Ardından da harcamaya
başlar. Harcayacak fazla bir yeri de yoktur. Sabahtan akşama kadar kıtada çalışmak, boş
vakitlerinde varsa Orduevi'ne gitmekle geçen hayatının bu ilk döneminde hemen
düşündüğü, evlilik olur.
Üstelik hayatmda yeni bir değişik daha olur: Sivil giyinebilmek. Harp okullarmda
izindeyken üniformayla dolaşmanın getirdiği kısıtlama da biter.
Henüz 22 - 25 yaşları arasındadır ve Harp Okulu' nun sıkı hayatmdan sonra kendine bir
kız arkadaş bulmak, para kazanmanın da verdiği rahatlıkla, en öncelikli işlevlerden biri
olur. Hele Karacı ise ve ilk ataması Anadolu'ya olmuşsa, Harp Okulu'ndan sonra yeniden
bir yanlızlığa düşme kaygısı veya dürtüsünden dolayı, evlilik daha da çabuklaşır. Zira
bekârlar evli subayların meclislerine de pek alınmaz. Hiç değilse fazla çağı-rılmazlar. Bir
süre soma da diğer bekarlarla birlikte, kendini bekâr masalarında bulmaya başlar.
Genç Komutan evlenmenin ne derece önemli olduğunu, eşi olarak seçtiği insanın sadece
evinin temel direği değil, aynı zamanda bütün hayatını vereceği, her şeyini bağlayacağı bir
kişi olduğunu, mesleğini de etkileyeceğini, rütbe terfilerinde, özellikle generallik aşa1) Türk subayının teğmenlik döneminden Orgeneralliğine kadarki tüm bekleme süreleri,
eline geçen net para, çeşitli rütbelerde aldığı görevler ve her rütbedeki temel amacı veya
motivasyonu için bakınız Ek. XI.
240
masına geçtikten sonra daha da önemli bir rol oynayacağını 22 - 25 yaşlarının heyecanı
içinde pek düşünmez. Sonradan, sınıf arkadaşıyla puanları, her şeyi eşit olduğunda,
karısının da belirli oranda dikkate alındığını görünce, arkadaşının, eşinin üstün nitelikleri
sayesinde rütbe atlayabildiğim anladığında iş işten geçmiş olacaktır. Zira ordu, evlenip
boşanmalara da fazla olumlu- gözle bakmaz. Boşanan kişinin ya kendinde bir hata, olduğu
veya iyi seçim yapamadığı izlenimi yayılır ki, yine çok sıkışık bir durumda terfiini
etkileyebilir. Özellikle Hava ve Deniz gibi küçük topluluklarda fazla boşanıp evlenme
hemen dikkatleri çeker.
— Karacılar, özellikle büyük kentlerin dışına, Anadolu'ya atananlar hemen evlenirler. Bu
adeta, son derece önemli bir sorundan kurtulmaktır. Havacılar daha çok Harp Okulu'nun
bulunduğu İstanbul'da veya üslerin yoğun bulunduğu fakat genelde İzmir'den evlenirler.
Denizciler çok revaçtadırlar ve eskiden okulun bulunduğu Heybeliada veya Gölcük'ten eş
bulurlar1.
Komutanların bütün uyarılarına rağmen bazı genç subaylar eşlerinin niteliklerine fazla
dikkat etmezler. Oysa eşinin yüksek tahsilli olması, yabancı dil bilmesi, sosyal
niteliklerinin güçlü, girgin, ancak saygılı olması, önemli farklılıklar yaratır.
Eskiden bu seçimlerde daha da dikkatsizlik yapılırken, şimdi önemli bir bölümü eşlerinin
çalışmasını da istiyor. Tabii özellikle küçük rütbelerdeyken ve askerin onuruna münasip
bir iş olduğu taktirde. Bu şekilde eve katkılarının artması bekleniyor. Zaten evlilik,
önceleri önemli bir yalnızlık sorununun halledilmesi gibi görülüyorsa da, bir süre sonra
eline geçen paranm pek de fazla olmadığının anlaşılmasıyla bu defa yeni sorun1) İstatistiklere göre askerlerin genellikle evlilik yaşları 25'tir.
241
lar çıkmasına yol açıyor. Bundan dolayı da, eşinin çalışmasını isteyenlerin sayısı sürekli
şekilde artıyor.
Subayla evlenen kadınlarımızda da önce yavaş yavaş başlayan ve eşleri yükseldikçe artan
bir değişiklik izleniyor. Bir bölümü, (Türkiye'nin genelindeki gibi) «Tamam artık, benim
temel görevim yemek yapıp çocuk yetiştirmektir,» deyip her şeylerini bırakıveriyorlar.
Oldukları yerde kalıyorlar. Oysa belki farkında olmadan, belki de çaba harcamak
istememelerinden dolayı farkına varmamayı tercih ederek, kocalarının tam tersine her
rütbeyle, her geçen yıl ile ilerlediğini, dünyaya daha fazla açılmaya başladığını görmüyor
veya görmek istemiyorlar. O zaman da, 22 - 25 yaşındaki teğmen albaylığa geldiğinde,
arkasına dönüp bakınca, ilk tanıştığı yerde kalmış bir kadınla karşılaşıyor.
Ancak ilginci, aynı kadının eşiyle birlikte rütbe alırken son derece tutucu şekilde rütbenin
kurallarına bağlanmasıdır. Kendinden ne kadar ileri olursa olsun, kocası yarbaysa,
binbaşının eşinin ondan önde yürümesinden veya ondan önce kapıdan geçmesinden, söz
verilmeden konuşmasından hoşlanmayanlar çoktur. Adeta kendi sosyal statüsünü, ne
pahasına olursa olsun, hak etmemiş dahi olsa yine de korumak ister.
Subay eşleri arasındaki rütbeye sahip çıkma veya rütbeyi kullanma, kocalardan çok daha
fazladır. Askerlik dünyasında kadınların yeri bambaşkadır. Bazı eşler için, rütbe
alamamak kendinden çok eşini rahatsız eder... İnsanoğlunun normal bir iç dürtüsü olsa
gerek.
242
2'inci Bölüm:
KOMUTAN YÜKSELİYOR... (Yüzbaşı - Binbaşı - Yarbay)
¦Harp Okullarından ideal dolu, hırslı, adeta yaydan fırlamış gibi çıkan teğmen, kıtada en
ağır görevlerle geçirdiği on yılın sonunda yüzbaşılığa terfi edince, yeniden bir değişime
girer. Geçirdiği yıllar onun tüm sivriliklerini törpülemiş ve hayatın gerçek yönünün, Harp
Okulu'nda gösterildiği veya öğretildiği kadar olmadığını anlamıştır. Şimdi Atatürk'ün
«Gerçek eğitim kıtada olur» sözünü gördüğünde, neyi kastettiğini daha iyi anlar. Artık
tecrübe kazanmış, olgunlaşmış, durulmuş, rahatlamış ve dengeleri oluşmuştur. Örneğin
ye-deksubaylara sinirlenmek yerine, onları daha bir anlayışla karşılamaya, tecrübeli
assubayları daha az kollamaya başlar ve artık askere tokat filan da atmaz. Çünkü giderek
er ile teması azalacaktır.
Bu rütbeden itibaren, giderek fiziki yorgunluğun yerini bu defa, karargâh göreviyle
birlikte, yöneticiliğin getirdiği sorumluluklar alır. Bu sorumluluk artışı, rütbeyle birlikte
giderek yoğunlaşır. Özellikle binbaşı ve yarbayhk arasında geçen ortalama 12 yılda, tabur
ko243
mutanlığı veya alay-tabur karargâhmdaki görevler genelde yönetici - uygulatıcı
niteliktedir1.
Harp Okulu'ndan ayrılıp birdenbire kıta girdabına düşen ve o en güç dönemi atlattıktan
sonra yüzbaşı-bin-başılık rütbesine çıkan subayın bir süre sonra farkına vardığı bir diğer
önemli nokta da, okuldan ayrıldığından itibaren «Kitabı, daha doğrusu okumayı» kapattığı
olur. Yine genelde toplumumuzun bir hastalığı, subayımızın da yakasını bırakmamıştır:
Okumamak veya okuyamamak.
Eğer okumayı azaltmanın bir nedeni, genel alışkanlığımız ise, diğer nedeni de
vakitsizliktir. Kıtada sabahın erken saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar çalışmak
zorunda kalan subay, akşam evine gittiğinde yorgunluktan çöker. Canı gazete dahi
okumak istemez. Televizyonunun karşısına geçip, haberleri seyretmekle yetinme yolunu
seçer. Her alaym, mütevazi dahi olsa bir kütüphanesi var. Ancak kışlalarda ve
Orduevlerin-de dikkatimi çeken nokta, oyun salonlarının yoğunluğu ve kalabalığı idi. Biz
Türkler nasıl okumaktan pek hoşlanmazsak, Türk subayının da okumaktan fazla zevk
aldığını ve ne kadar işi olursa olsun kendine okumak için vakit ayırdığını söyleyemeyiz.
Bu okumadan kopma, meslek eğitimini etkileyebileceği gibi, subayın aldığı önemli rolde
kendini günün koşullarına ve sorunlarına, dünyada olup bitenlere uyum sağlamakta güçlük
çekmesine de yol açar.
Aslında mekanizmaya dikkat edecek olursanız, bir subay Harp Okulu'ndan sonra her yedi
yılda bir eğitim olanağına sahip olabilmekte. Hele yüzbaşılık ve binba1) Bütün rütbelerdeki bekleme süreleri, maaşlar, görevler ve subayın her rütbedeki belirli
hedefleriyle ilgili tablo için Ek: XI'e bakabilirsiniz.
244
şılık döneminde devreye giren Akademiler, yeni bir okuma dönemi getirmekte ancak,
buraya gidebilenlerin sayıları kısıtlı olduğu gibi, günlük hayatlarında ister meslekleriyle
ilgili, ister genel kültürlerini arttırıcı kitap okuyamamak, kişinin gelişmesine ters etki
yapan unsurlardan biridir. Bir başka deyimle subay, Harp Okullarından sonra eğitimdenokumaktan çok ani olarak kopar ve bütün meslek hayatı boyunca da bu alışkanlığını
sürdürür. Aralarında meraklı olup okuyanlar da vardır ve geneldeki bu hastalığın önüne
geçilmeye çalışılıyor, ancak dolaştığım Orduevlerinde dahi en az ziyaret edilen köşelerin,
varsa kütüphaneler olduğunu gözledim. Aslında okumayı teşvik edebilmek için, her
fırsatta kütüphaneler kurulmuş olmasına rağmen, bunlar genelde süs gibi durmaktan pek
ileri gidebilmiş değiller.
Harp Okullarında da 1985 yılında öğrencilerin en çok hangi kitapları aldıklarını
incelediğimde, dersleriyle ilgili olarak okumak zorunda bırakıldıkları veya dil öğrenimini
genişletmeye yönelik kitaplann dışında genelde tarihi romanlar, macera romanlarının
tercih edildiği hemen ortaya çıkıveriyor.
KOMUTANIN DÜNYASI...
Askerde «Komutan» en düşük rütbedeki teğmende olabileceği gibi, en üst rütbedeki
orgeneral de olabilir.
«Komutanın» da kendine özgü bir dünyası vardır. Bir Takım Komutanının dahi
diğerlerine oranla ayrıcalıkları bulunur ve askerliğin en zevkli yönü olarak kabul edilir.
245
Özetle, KOMUTANLIK kendi başına bir müessesedir.
Kaç yaşında ve ne rütbede olursa olsun, Komu-tan'm hem yetkileri, hem de sorumlulukları
birdenbire artıverir. O artık «emir veren» insandır. Bundan dolayı da, yaptığı iş zevkli
olduğu kadar, aynı zamanda risklidir de: •
— Bölük Komutanı olduğum dönemlerin zevkini unutamam. Emrimde 400 - 500 asker
vardı. İlk defa, hayatımda düşünemediğim şey gerçekleşmiş ve bana bir de cip verilmişti.
Şoförüm vardı. Yattığım yer ayrıydı. Diğerleriyle birlikte yatmıyordum artık. Alay
Komutanı ne emir vermişse vermiş olsun, bölük benim ağzıma bakardı. O emirleri nasıl
ve ne oranda uygulatıp uygulatmayacağım bana bağlıydı. Bu nedenle, küçük Komutan
deyip geçilmez. Komutan o birimin her şeyidir. Bir emir verdiğiniz anda, emrinizdeki
bütün tankları, zırhlı araçları harekete geçirebilirsiniz... Bambaşka bir dünyadır.
Komutan'm dünyası gerçekten çok zevkli, ancak aynı zamanda da çok riskli. Bazı emirleri
istediği gibi uygulatabilir, bir emirle tankları harekete geçirebilir, ama attığı en küçük
hatalı adım, bütün meslek hayatının sonu da olur. Çünkü, Komutan olununca herkesin
gözleri sizin üzerinize döner. Yetkilerinizi ve sorumluluklarınızı nasıl kullandığınız
sürekli izlenir.
— Genelde hangi askere sorarsanız sorun, büyük bir bölümü karargahlarda görev yapmak
yerine kıtada komutanlığı tercih eder. Bulunduğunuz statü değişiveriyor. Küçük dahi olsa,
hem kıtadakilerin size bakışları, hem de bulunduğunuz yöre halkının yaklaşımı
değişiveriyor. Artık bir başka İNSAN oluyorsunuz. Yürüyüşünüzü dahi etkiliyor^ Bir
başka türlü yürümeye başlıyorsunuz... Bunlar işin güzel yanları. Bir de getirdiği stres var.
Komutanm midesine sancı veren, o telefonun
246
çalıvermesi ve tümen, tabur veya alay komutanlığından arandığının bildirilmesidir.
Hemen «Acaba bir şey mi oldu? Biri mi kayboldu?» diye içinizi fenalıklar basar.
. Komutanın sorumluluğunun artmasıyla birlikte, mesleki riski işte bu nedenlerle büyür.
Artık tek başına karar vermek zorunda kalan insandır. Kararı yine o verecektir, imzayı o
atacaktır. Hesabı da yine ondan sorulacaktır.
— ... Küçük bir LCT gemisine Komutan olmuştum. Sevk ve idarenin basma geçince
zevkten ölmüştüm. Em-rimdekilere sicil verebilecek, ceza verebüecek duruma gelmiştim.
Askerin gelip selam çakıp «emredin komutanım» demesi, bir emirle bazı sorunları
çözebilmek çok güzeldi. Üstelik kimse de verdiğin emri tartışmıyordu. Ancaaak gelin
görün ki işler sadece orada bitmiyor. Anlattığım, işin biraz da fiyakası, kişisel tatmin.
Gemide bir yanlış manevra sonucu hasar, askerlerden birine bir şey olması, hesaplarda bir
hata olasılığı insanın uykularmı kaçırıyor. Sorumlu olunca, yaptığınız hatayı da çok ağır
ödetiyorlar. Hem adli yönden, hem de vicdanen...
—• Trakya'da bölük komutanlığı yapıyordum. Herhalde bir subayın basma gelebilecek en
büyük felaket benim başıma geldi. Bölükteki erlerden biri tüfeğiyle birlikte gece
nöbetinde kayboldu. Dışarda olsa, polisi çağırırsınız ve tüfeği çalmaktan, firardan takip
ettirirsiniz. Askerde bunu yapmak, sizin Komutan olarak başarısızlığınızın da bir simgesi
olur. Üstelik asker bir de Yunan tarafına gitti ise, rezaletin dik âlâsı. Her şeyin başında bu
bir onur meselesidir. Demek ki, Komutan olarak ben bölüğüme hakim değilim, sahip
değilim. Bir subayı da bu öldürür.
— İster 45 kişilik takım, ister 500 kişilik bölük veya 10 bin kişilik tümen-tugay komutanı
ol. Hepsi son
247
derece zevklidir. Güzel bir histir. Senden emir bekleyen insanlar olması, bir sözünün yasa
gibi kabul edilmesi, insanı çok tatmin eder. Birden hem çalıştığın yerde, hem de
bulunduğun yörede önemin artıyor. Hele Anadolu'da, küçük yerlerde komutanlık
yapıyorsan bu his daha da büyür. Buradaki Komutanın adnıı halk bilmez. Örneğin
Çorlu'nun her şeyi gibi bakılır. Bazıları «Çorlu valisi» bile derler. Herkes kendi işini
yaparken, bir de bakarsın senin işlerini yapan insanlar vardır. Emir-subaym, assubaylarm
veya şoförün. Kimsenin de verdiğin emri tartışmadığını görürsün. Kıta Komutanıyken
bile, statün değişiverir... İşte iyi ve kötü veya başarılı veya başarısız Komutan da bu güzel
anları yaşarken ortaya çıkıverir. Eğer verdiğin emirlerin tartışılmazlığına kapılır; statünün
değişmesini hazmedemez-sen, o zaman kısa sürede puan kaybetmeye başlarsın. Zira en
çok yakından ve dikkatle izlenen insandır Komutan. Bütün gözler üzerindedir. Bir hatalı
veya abartmalı hareketi hemen göze çarpar, hemen üstlerinin dikkati çekilir. Kıta
Komutanlığından başlayıp siciline notlar düşülmeye başlanır. Kısacası çok zevkli olduğu
kadar çok da yıpratıcı bir iştir.
Peki, komutanlık veya liderlik dersi veriliyor mu?
Kimi için, «Komutan yetiştirilmez, Komutan kendi kendine olur». Ne kadar ayrı eğitim
verilirse verilsin, yine de kişinin içindeki hassalar, onu iyi veya kötü bir komutan yapar.
Kimileri ise ayrı düşünür. «Komutan eğitilir, yetiştirilir. İnsan psikolojisi, yöneticilik
öğretilir. Eğer içinde de varsa, o zaman bu iki unsur bir araya gelerek tam bir Komutan
ortaya çıkar» derler. Bu tartışma bütün ordularda hâlâ sürüyor. Bizde liderlik dersleri,
komutanlık kursları, psikoloji dersleri veriliyor. Son zamanlarda bu konuya daha ağırlık
verilmeye ve çareler aranmaya başlandı. Fakat henüz gereken aşa248
maya varılabilmiş değil. Liderlik daha çok 'subayın dokusuna bağlı kalıyor. Buna karşılık
kimin iyi, kimin başarısız Komutan olduğu çok yakmdan izlenir. Aile yapısı, fiziği, güç
durumlarda nasıl hareket ettiği, sinirlenip sinirlenmediği, soğukkanlı veya heyecanlı olup
olmadığı, üslubu, kullandığı dil (küfür edip etmediği) o Komutan hakkındaki değer
yargısını oluşturur. Bu değer yargıları da yazılı değildir. Kararı verenler de, beraber
çalıştıkları diğer subaylar ve erattır.
Bugün Türk Ordusundaki Komutan'm da nitelikleri ve statüsü çok değişmiş durumda;
— Eskiden, hatta 1960'larda dahi Komutan tanrı gibi görülürdü. Komutan dediğin insan,
son derece ciddi, sert bakışlı, etrafta az görünen, az konuşan ve bağırdı mı yeri göğü
inleten insandı... Zaman geçtikçe, Harp Okullarından çıkanlar olsun, yedeksubay, hatta
bugün artık erata gelenler olsun o kadar iyi yetişmeye başladı ki, eski Komutan tipinin bir
yerde bilgisizliğini bu şekilde kapatmaya çalıştığı izlenimi doğdu. Eskiden Komutanlar
cahildi demek istemiyorum, ancak bugünkü bilgi düzeyi yoktu. Şimdi Komutandan çok
daha başka yetenekler bekleniyor. Her şeyin başmda bilgili olması isteniyor. Zaten ilk
yoklanan da, Komutanın sadece askeri bilgisi değil, genel kültürünün de iyi olup
olmadığıdır. Emrinde çalışanların günlük sorunlarıyla uğraşan Komutan bugün gözdedir.
Yoksa afur tafur içinde bağırıp çağıran değil. Zaten Komutan emrindeki kişilerin
gözlerinden ne demek istediklerini anlar. İyi Komutan değilseniz, karargahınız veya
eratınız kendi arasmda konuşurken «bilgisiz» damgasını vuruverir. Bundan da kolay kolay
kurtulamazsınız. Dolayısıyla, Komutanlık hem son derece zevkli, hem de aynı zamanda
çok sorumlu ve herkesin hedefi olan kişidir.
249
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde yeni tip Komutan yetiştirilmesine çalışılıyor. İç Hizmet
Kanunu'nun tamamını okuduğunuz zaman, bir Komutanın emrindekilere karşı nasıl
davranması ve nelerine dikkat etmesi gerektiği ile ilgili birçok madde vardır.
Talimatnameler, genelde asttan yana olduğu gibi, emrindeki insanların kayıtsız şartsız
Komutanın dilediği gibi hareket etmemesi, emrindeki kişilerin adeta koruyucusu gibi
hareket etmesi ilkesini getirirler. Cezalar da küçümsenecek gibi değildir.
Tabii talimatnameler ile uygulama ayrı ayrı şeylerdir. Komutanların içinde varsa
uygulama çok daha başarılı olur, eğer içinde yoksa, talimatnameler ne derse desin, o yine
istediğini yapar. Bütün diğer ordularda olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde de,
Komutan diye adlandırdığımız kişi bir insandır. Beş parmak nasıl eş değilse, bütün
Komutanlarımız da eş değildir.
Tek fark iyi Komutan nereye giderse gitsin, isterse emekli olsun daima eratı tarafından
hatırlanır, kalplerde yaşar. Kötüsü ise kavruk kalır ve bir süre sonra da unutulur gider...
KORKULU RÜYA: DENETLEME
Okulda bizler için smav günleri ne ise, Komutanlar için de denetleme veya asker
deyimiyle teftiş aynı şeydir. Hani smav günü yakınlaştıkça midenizde bir burulma, bir
gerilim başlar ya... Öğretmeninizin hangi konulara daha fazla önem verdiğini
araştırırsanız, nasıl bir yaklaşımla ortaya çıkılırsa daha çok göze girileceğini
hesaplarsanız, Komutan için de durum aşağı yu250
karı aynıdır. Üstelik sivil hayatta sınav çok sık olmaz, oysa ordu sürekli bir denetimle
hayatını geçirir.
— Benim dönemimde Semih Sancar Genelkurmay Başkanı idi. Malatya'daki Ulaştırma
Alayı'na geleceği haberi yayıldı. İlk iş Sancar'm en çok neye dikkat ettiğini bulmaktı.
Daha önceki teftişlerde bulunanlardan bir anket yaptık ve aldığımız yanıt: Sancar gelince
hemen mutfağa iner, yemeği denetler, temizliğe bakar ve kileri kontrol eder, şeklindeydi...
Hemen her yer temizlendi. Dağ taş beyaza boyandı, kazanlar kalaylandı ve teftişe hazır
duruma girdik. Sancar geldi ve gerçekten önce mutfağa indi. Biz bu durumdan, daha
doğrusu becerimizden çok memnunduk. Harekatm hedefini önceden saptamış ve gerekli
önlemleri almıştık. Ancak, Sancar Paşa akşam yemeğine oturunca hafifçe gülümseyerek
«Bizim zamanımızda da böyleydi. Teftiş öncesinde biz de her yeri ve her şeyi temizlerdik.
Sonra her şey eski haline dönerdi,» deyip gülmez mi... Başımızdan aşağı kaynar sular
iniverdi. Yani gördüklerinin ne anlama geldiğini anlamıştı.
Orduda teftiş hikayelerinin sonu yoktur. İçlerinde çok abartılı olanlar da vardır, gerçekleri
yansıtanlar da.
Teftiş, Komutanm meslek hayatı boyunca tekrarlanan, en önemli olaylardan biridir.
Komutanın geleceğini etkiler; bu nedenle, üst rütbedeki Komutanların hareketleri son
derece yakmdan izlenir. Komutan karargâhından çıktığı anda telsizler işler, gerekli ve
stratejik noktalara gözcüler dahi konulur. Hele üst rütbeli Komutanm karargâhında bir
yakul arkadaşı, sınıf arkadaşı varsa en. idealidir.
— Komutanların tümü bu sistemi bilirler. Çünkü kendileri de aynı dönemlerden
geçmişlerdir. Bundan dolayı sürpriz teftiş yapanlar olur. Bazıları, daha önceden
belirlenmiş genel denetlemelerin dışında, ani tef251
tişe çıkmayı kendilerine ilke yapmışlardır. Onlar daha yakından marke edilir. Askerde
sürprizden hiç hoşlanılmaz.
İzlenen Komutanlar birlik içindeki Komutanlar değildir. Onlar neyin nasıl olduğunu zaten
bilirler. Birlik dışından gelecek olan Komutanlar izlenir. Alay, tugay, tümen, kolordu
komutanlarma dikkat edilir. Onların ne zaman, nereye gidecekleri tam saptanamaz. Sürekli
dolaşırlar. Ordu Komutanı veya Genelkurmay Başkanı'nm hareketleri, yerinden ayrıldığı
andan itibaren izlenebileceği için, fazla çaba gerektirmez.
Komutanlardan bazılarının sabah sporuna, kiminin genel temizliğe dikkat ettikleri bilinir ve
kıtadaki hava bu özel dikkatlere göre hemen değişir. Ama, bütün denetimlerin bu şekilde
geçtiği de sanılmamalı. Denetimlerin büyük bir oranı, kimsenin dikkatini çekmeyecek küçük
ayrıntılarla gerçekleşir.
— Ben denetim yaparken bölük veya takım komutanına, emrindeki eratın sorunlarını
sorardım. Mektuplarını zamanmda alıyorlar mı, ne gibi sorunlarla karşı karşıyalar, sağlık
durumları ne? gibilerinden. Eğer yeterli yanıt alamazsam, o takım komutanının eratıyla
yeterince ilgilenmediği sonucunu çıkartırdım... Topun dışının pırıl pırıl olması hiç önemli
değildir. İçindeki bir mekanizmasını açtırıp baktığınız zaman, topun gerçekten iyi bir
bakımdan geçip geçmediğini hemen anlarsınız. Tecrübeli bir Komutan, teftiş sırasında ne
kadarının gösteriş, ne kadarının göz boyama, ne kadarının da gerçek olduğunu hemen anlar.
Siz bakmayın, teftişten geçenler hep aynı çabayı harcarlar. Genelde gerçek durum hemen
anlaşılır. İsteyen üst bunu suratlarına karşı söyler, isteyen verdiği notu kırar. Bazıları
görmezlikten gelir. Ancak hiçbir tecrübeli Komutan yutmaz. Bri252
fing sırasında gözünün ucuyla dışarı bakarken, erlerin gidiş-gelişlerinden birliğin durumunu
hemen anlar.
Gerçek denetim veya bir Komutanın gerçek sınavı tatbikatlarda olur. Tatbikat sırasında neyin
ne olduğu, hangi Komutanın birliğini iyi yetiştirebildiği, hangisinin gösterişe daha ağırlık
verdiği ortaya çıkıverir.
Komutanları gözleyip açık kapatmak isteyenler belki birkaç defa bunda başarılı olabilirler,
ancak genelde pek geçerli sayılmayan bir yöntemdir bu...
SİCİL - TERFİ - TAYİN
Bir subayın ilerlemesinin en belirgin işareti terfisidir. Zamanından önce terfi edenlere bir
başka gözle bakılır. Kurulmuş olan sistem, devlet memuru gibi, belirli bir süre çalışıp ondan
sonra derece almayı gerektirmez. Birçok unsurlar rol oynar. Subaylar arasındaki rekabetin,
diğerlerinden daha iyi olmak ve daha çabuk rütbe alabilme itişinin en önemli unsuru terfiduv
Zaten denetlemelerde «en iyisi,» tatbikatlarda «en iyi eğitilmiş birliğin komutanı» olmak için
sürekli bir yarış vardır. Kimse, «Eh, ben şu rütbeye geldim, artık rahatıma bakabilirim»
diyemez. Sistem bunu dedirtmez. Tam aksine «en iyisi» olabilmesi için rekabeti kamçılar. Bu
rekabet, rütbeler piramidinde yükseldikçe ve piramid daraldıkça daha da fazla artar.
Albaylığa kadarki dönemde bu yarış, generallikteki gibi değildir. Eğer büyük bir hata
etmediği, disiplinsizliği veya sorumsuzluğu olmadığı taktirde, terfi yıllarını doldurmak
yeterlidir. Tabii bu kategoriye girenler daha çok «fazla yükselme hırsı» olmayanlardır. Yarış
kıyasıya olmaz. Yükselmeyi kendilerine hedef almış olanlar ise, bununla yetinmezler, tam
aksine daha hızlı kı253
dem almanın yollarını araştırırlar. Bu yollardan biri, birliğine iyi eğitim vermekse, diğeri iyi
sicil almaktan geçer. Sicili bozuk bir subayın geleceği hiçbir zaman parlak değildir.
Siciller yıllık verilir. Tek kişiden değil, üst rütbedeki üç Komutanından ayrı ayrı sicil notu
alırlar. Sonunda da bunlar toplanır ve bölünür. Tam not da subaylarda 200, assubaylarda
100'dür.
SİCİL belgelerinde, üç ayrı hane vardır. İlk ikisine üst rütbeli Komutan notlarını atar. 3'ncüye
daha üst rütbeli sicil amiri gerekli görürse not verir, kanaatini yazar. Eğer ilk iki sicil amirinin
verdiği notların toplamı arasında 30 puan fark varsa, sicil verenler mutlaka kanaatlerini yazılı
olarak bildirmek zorundadırlar. Fark büyük olduğu için, nedenlerinin ortaya çıkması istenir.
Aynı şekilde ahlâki veya disiplinsizlikle ilgili durumlarda da kanaat yazılı belirtilir, not ile
yeti-nilmez. Her yıl sonunda, kaç defa sicil almışsa; notların toplamı sicil verenlerin sayısına
bölünüp bir ortalama çıkar. Böylece örneğin bir rütbede bekleme süresi 6 yıl ise, yıllık
toplamlar bir araya getirilir ve yeniden verilen sicil sayısına bölünerek yeni bir ortalama bulu-nur.
İşte bu ortalama terfiyi etkiler.
Sicil kâğıdında 20 soru sorulur (Assubaylar için 10 soru) ve her soruya en çok 10 puan verilir,
sorular askeri ve mesleki durumuyla ilgili olduğu gibi, günlük yaşantısı, aile, ahlaki ve zihni
durumunu da kapsar:
— Kılık kıyafeti düzgün mü?
— Şahsi ihtirası var mı?
— Kumara veya kadına düşkün müdür?
— İçki sever mi?
— Karısı rahat mıdır?
254
gibi son derece kişisel noktalara kadar iner. Kısa bir süre öncesine kadar «Vatansever midir?»
diye de bir soru vardı, ancak kaldırıldı. Çünkü bir subay olabilmenin başlıca koşulu
vatanseverlik olarak kabul edildiğine göre, sanki hâlâ kuşku duyuluyormuş gibi, sicile böyle
bir soru konmasının gereksizliği anlaşıldı. Üstelik de vatanseverlik öylesine soyut bir kavram
ki, ne ölçüsü var, ne terazisi...
Sicil amirlerinin hepsi bir olmadığından dolayı, bazen kişisel ilişkiler bu sicil vermede rol
oynamaz değil. Astına kızan bir üst, sicilde düşük not verebileceği gibi, kişiler arasındaki
dünya görüşlerinin farklılığı, mesleğe yaklaşımı ve meslek anlayışı da ister istemez rol oynar.
Örneğin, akşamları bir iki kadeh rakı içmesini seven bir Komutan için «içkiye düşkün
müdür?» gibilerinden bir soruya verilecek yanıt ile ağzma içki koymaktan nefret eden bir
Komutanın, bir defa elinde içkiyle gördüğü bir yüzbaşıya vereceği sicil bir olmayabilir. Çok
aşın bir örnek amma, ilki için «içki sevmeyen adam, adam değildir», diğeri için «içki içmek
—az da olsa — mesleğe bir ihanet» olabilir.
Sicil notları bütün Silahlı Kuvvetlerde olduğu gibi, bizde de daima bir tartışma konusu
olmuştur. Ancak bu sistem kaldırılsa' dahi yerine daha iyisi bulunamadığından, şimdi sorulan
soruların yeniden düzenlenmesi yoluna gidiliyor.
Sicil notunun önemi terfileri, Akademi'ye girip kurmay olmasmı, kıdem almasmı (maaşı artar)
etkilemesinden kaynaklanıyor. Eğer yüzbaşı - binbaşı iseniz, normal terfi alabilmek için yıllık
200 sicil puanının yüzde 60'mı yani 120'sini almış olmalısınız. Yarbay-al255
bay düzeyindeküer için bu oran daha da artar ve yüzde 70'i bulur.
Bulundukları rütbelerde kıdem alabilmek ve 1 yıl öncesinden bekleyerek bir üst rütbeye terfi
etmek isteyenlerin, becerilerinin yanısıra 200 sicil notunun yüzde 95'ini alması şart.
İşte böylesine sıkışık bir yarışta bazen bir sicil notu dahi önemli olabiliyor. Bundan dolayı,
sicil belgelerindeki sorularda yeni bir düzen getirilmeye çalışılırken, ek yeni bir yöntem daha
saptandı. 1985'ten bu yana, terfileri gelmiş olan subaylar genel bir sınavdan geçiyorlar.
Teğmen ve albaylarm dışında kalan bütün rütbeler buna girmek zorunda. Sorular da «Genel
Kültür ve Temel Askeri Bilgileri» kapsıyor.
Bu sınavın getirilmesinin bir nedeni, terfilerin daha sağlıklı kıstaslara dayandırılması ise,
diğer ve gerçek nedeni de, daha önce üzerinde durduğumuz «Subayın kıtaya çıkınca kitabı
kapatmasını» engellemek. Aksine subayı okumaya zorlamak. Kitaptan uzaklaşmamasını
sağlamak. Nitekim, sınavlar başladığından beri, zorunluluktan da olsa, kitap okumak
gereksinimini duyanların sayıları giderek artıyor. Ne derece başarılı olunacak, o ancak ilerde
görülecek.
Sicil notları hâlâ önemli bir etken. Bu konudaki şikayetleri ise, Genelkurmay yetkilileri fazla
önemsemiyorlar:
— Sicildeki bazı aksaklıkları biz de biliyoruz. Ancak bu aksaklıklar temelde büyük bir şey
değiştirmiyor. Zira bir subay yıl içinde bazen 2-3 defa sicil amiri değiştirir. 6 yıl kaldığı
rütbede 12 -18 kişiden sicil alır. Bu kişilerin bir bölümü aynı insanlar olsa dahi, önemlice bir
bölümü de değişiktir. Bu nedenle tümünün ortalaması alındığında önemli bir haksızlık veya
kayır256
ma söz konusu olamaz. Haydi oldu diyelim, bütün sistemin içinde eriyip gider.
Ne olursa olsun, sicil uygulamalarında yine bir insan unsuru vardır ve bunu tamamen ortadan
kaldırıp bilgisayar ile değerlendirilemedikçe de bu şikayetlerin önü pek kolay alınamayacağa
benzer. Amerikan, Alman ordularında dahi pek önlenememiş bu sorunun tarihçesi ordular
kadar eskidir1. Yine de subaylardaki genel kanı, bu sistem bütün yetersizliklerine rağmen
sonunda haklıya hakkını veren bir sistemdir.
Terfilerde de, normal çalışan bir subay için albaylığa kadar yükselmek büyük sorun değildir.
Sorun ve rekabet, hızlı gitmek isteyenlerde kendini gösterir. Albaylıktan generalliğe atlamak
ve generaller düzeyindeki terfilerin koşulları ise bambaşkadır ve buna ilerde değineceğiz.
Subaym günlük yaşantısına eğilindiği zaman atamalardan (asker diliyle TAYİN) söz
edilmezse, askerlikten söz edilmemiş olur. «Her tayin bir yangındır» der askerler ve doğrusu
haklıdırlar da. Herhalde Türk ordusu kadar da, subayını bir oradan bir oraya götüren, sürekli
ayakta tutan bir başka ordu yoktur. Varsa bile çok azdır.
— 44 yıllık askerim. Meslek hayatımda tam 30 defa yer değiştirdim. Otuz defa ev açıp, ev
bozdum, 30 defa çocuklarımı bazen iyi okullarda, bazen kötü
i) Burada normal koşullardan söz ettiğimiz için bir üst rütbeye atlamayı engelleyecek
koşullara pek yer vermedik. Sadece, hapis cezası alan bir subayın rütbede bekleme süresinin
uzatılabileceğini belirtmek, sizlere cezaların ağırlığı ve ciddiyeti hakkında herhalde bir fikir
verir sanırım.
257
okullarda okutmak zorunda kaldım. Göçmen gibi hissediyorum kendimi...
Bunları söyleyen bir orgeneraldi ve Türk subayının fazla sık yer değiştirmesinden
yakmıyordu. Ancak ne yaparsınız ki sistem bu... Tabii en güç geleni de ev toplamak, sürekli
çevre değiştirmek.
Subay genelde, atandığı yerde ortalama iki yıl kalır. Bazıları 1.5 olmakla birlikte 3 yıl
kalanlara da rastlanır. Ne olursa olsun, bu kadar sık hareket, iş verimliliğini de etkileyen
unsurlar arasında sayılıyor. Atandığı yere gelip yerleşmesi, sağını solunu öğrenmesi, görevine
alışması bir insanm normal koşullarda en az bir yılını alır. Ertesi yıl yeniden bir atama
beklemenin yarattığı ortamda, verim ne de olsa düşer. Bundan dolayı en çok sıkıntı çekilen
pozisyonlar Genelkurmay veya Kuvvet Komutanlıkları gibi son derece uzmanlaşma
gerektiren yerlerdir. Yapılan atamalardan sonra kişi tam işi öğrenecekken yeniden tayini
çıkmaktadır. Her şey de yasalarla saptandığından dolayı, görev sürelerinin uzatılması pek hoş
karşılanmaz.
Türkiye, Fırat nehri hiza alınıp l'inci ve 2'inci bölge diye ikiye ayrılmıştır. Fırat'm Batı ve
Doğusu da (ŞARK) A-B-C-D-E-F Garnizonları diye belgelendirilmiştir. İA en iyi yerleri
kapsar, 2F en zor koşullu, sonra sırasıyla mahrumiyet bölgelerine doğru gider. Normal olarak
da, teğmen-yüzbaşı rütbeleri arasında bir defa, binbaşı-albay rütbeleri arasında da bir defa
olmak üzere iki defa Şark hizmeti görülür.
Şark hizmeti, 7 - 8 ay yollan kapanan, ne sağlık hizmeti ne de civarında insan olan yerlerde
yapılır.
Bölgeler, ulaşımından, hastane-okul olanaklarına, kışının sertliğinden, görev yerinin
uzaklığına kadar, genelde Batı standartlarındaki sıralamalar örnek alınarak sıralandırılmıştır.
258
Sadece atamalarda değil, günlük hayatında da özveride bulunmak zorunluğu vardır. Her şeyin
başında, askeri sivilden ayıran en önemli unsur 24 saat görev yapmasıdır. İç Hizmet
Kanunu'na göre, bir asker 24 saat görev yapmakla sorumludur. Devlet memurlarının önemlice
bir bölümünde olduğu gibi «Tamam, saat 17.00 oldu, büro kapandı» diyemez. İstese dahi
bunu yapamaz. Bir defa, Komutan karargâhtan ayrılmadan subay da çıkamaz. «Belki bir şey
sorar veya ister» diye kalır. Cumartesi veya pazar günü tatil yapabilenler çok nadirdir. Her şey
Komutana bağlıdır. Komutan da işlerini tamamlayana kadar çalışmak zorunda olunca,
zincirleme şekilde en alt rütbeye kadar bu durum yansır. Büroda kalanlar belki -bir iş
yapmazlar. Belki vakit öldürmek zorunda da kalabilirler. Ancak, yine de Komutanın
beklenmesi gerekir. Bunun gecesi, gündüzü, yazı veya kışı da yoktur. Daima görev halindedir
ve gözü daima Komutanında olmak zorundadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi içinde, bu «atama» sistemini
yozlaştırmadan — iyi ve aksayan yönleriyle — bugüne kadar sürdürebilmiş olan tek
kuruluştur. İlke olarak bulunduğu kentlerden başka yerlere atanma hemen her kuruluşta
vardır. İşte polis teşkilatı, KİT'ler, bazı bakanlıklar vs... Biri istemediği bir yere atanmaya
görsün. Hemen ertesi günü telefonlar işlemeye ve arkası olan dostlar aranıp tekrar eski yerine
geri gönderilmeye çalışılır. Genelde de iyi torpili olan başarır. Askerde böyle bir girişim, o
subayın ilerdeki meslek hayatını zedelediği gibi, meslek içinde lekelenir ve daha da önemlisi
hiçbir zaman torpille atama gerçekleşmez. Tanışıklıklar veya yetenekleri nedeniyle başkasının
yerine tercih edilerek yapılan atamalar yok değildir. Vardır. Ancak, genelde
259
Türkiye'deki ŞARK-GARP turunda eşitlik gözetilir ve sistemin bozulmaması için özellikle
çaba harcanır.
Subaym bu kadar fazla tayin görmesinin —eğer avantaj larından — söz etmemiz gerekirse,
biri Türkiye'nin her yöresini görme ve tanıma olanağına kavuşmasıdır, diyebiliriz. İkinci
avantaj ise, birçok orduda görülen «şişmanlamayı» önlemesidir. Şişmanlama derken, bir
ordunun subay kadrolarının uzun yıllar aynı mevkileri korumaları, aynı garnizonlarda
kalmalarını kastediyoruz. Bu şekilde hem alttan gelenlere yeterince şans tanınmamış
olmasından dolayı homurtular artar, hem de subay yaptığı işle mesleki becerinin ötesinde
garip ve ayrılamayacağı bir ilişki kurar. İşte bu sistem, ortalama her iki yılda bir subayı
bulunduğu yerden alıp başka yöreye veya göreve yollayarak bu tehlikeli «yıllanmışlığın»
önüne geçebilmektedir.
Bu tayinlerle Anadolu'da dolaşmanm getirdiği güçlüklerden, özverilerden söz ederken, bir
noktada da haksızlık etmememiz gerekir. Değinmediğimiz taktirde, subaydan çok daha güç
koşullarda Anadolu'yu turlayan öğretmenlerimize haksızlık etmiş oluruz. Subay en ücra
köşedeki kışlaya dahi gitse, sıcak yemeğini, yatağını, bir yerden bir yere götürecek bir aracını,
gerekiyorsa hastanesini, yani temel gereksinmelerini bulabilecek bir organizasyona sahiptir.
Oysa, öğretmenlerimizin büyük bir bölümü, Türkiye Cumhuriyeti neredeyse cezalandırmak
istermiş gibi, atandığı en ücra yerlerde adeta kendi kaderiyle başbaşa bırakılır. Özellikle
mahrumiyet bölgelerinde tüm temel gereksinmelerini kendinin karşılaması gerekir. 400 bin
kişilik öğretmen ordumuzun sadece ve sadece yüzde 17'sine, bunun da büyük bir bölümü
kentlerde olmak üzere, konut verilebilmekte, geri kalanlar gittikleri köy veya kasabadakile260
rin himmetine bırakılmaktadır. Bundan dolayı, «özveri» konusundan söz ederken, bizce
gerçek özveri ile çalışan öğretmenleri ve burada değinme olanağını bulamadığımız diğer
devlet memurlarım unuttuğumuz sanılmasın. Her mesleğin kendine özgü güçlükleri, ağır
sorumlulukları, koşulları vardır ve insanlar güçlükleri önceden kabul ederek o mesleğe
girdiklerinden dolayı «risklerine, ağır sorumluluklarına» da katlanmak zorundadırlar. Bir
bölüğün komutanlığını yapan, altında milyarlık uçakla uçan bir subaym katlandığı özveri ve
sorumlulukla, bir genci yetiştiren öğretmen veya milyarlarca liranm altına imza atan bir sivil
memurun sorumlulukları temelde birbirinden pek de farklı değildir. Özetle, özveride
bulunmak sadece subaylara özgü bir şey değil. Daha nice isimsiz kahramanlarımız var...
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yine —kendi ölçüleri veya değer yargılan— içinde işleyen ve
birçok şikayetlere rağmen sivil kadrolarda görüldüğü kadar yoz-laşmamış, haksızlık oranı
daha düşük diğer sistemi de terfilerdir. Yasalarla konulmuş olan kurallar zaman zaman
değiştirilerek günün koşullarına göre ayarlamalar yapılır, ancak piramidin tepesine doğru
gittikçe daralan kadrolar, Batı ordularında görüldüğü gibi, zamanı geldiğinde boşaltılır. Bazen
etkinliği çok yaygın olan bir Genelkurmay Başkanı veya Kuvvet Komutanını yasalarla
çizilmiş görev süresi dolduğu anda hiç kılını kıpırdatmadan emekli ediveren bir sistem
işletilmektedir. Belki de Türk Ordusunun Latin Amerika veya diğer bazı az gelişmiş
ülkelerdeki ordulardan ayıran en önemli farklılıklardan birini de bu unsur belirlemektedir.
İstediği kadar yüksek rütbede olsun, istediği kadar önemli bir görevde bulunsun, «süresi
dolan» görevi devreder.
-s
261
Çıkarılan yasalar veya özel koşullu dönemlerde ordu piramidinin tepesi zaman zaman şişer.
Generallerin süreleri, bir yandan hizmet gerekleri, bazen de siyasi nedenlerle uzatılır. Ancak
bu uzatmalar da, hiçbir zaman yıllarca olmaz. Amaç, değerli bir subayın yasaların katı
kurallarında esneklik sağlanıp görev süresini uzatabilmek, örneğin kademelerdeki
tıkanıklıktan kurtarıp, gereksiz şekilde emekliye ayrılmasını önleyebilmektir. Nitekim,
piramidin tepede şişmesi, 1960 ihtilâlinden sonra yaklaşık beş bin subayın bir kalemde
emekliye sevkedilmesiyle sonuçlanmıştı. Herhalde, kendini zayıflatıp formuna sokabilmek
için, Türk Silahlı Kuvvetleri'nden başka çok az ordu bu şekilde hareket eder. İster kadro
şişmelerinde, ister sürdürülmek istenen ilkelere ters düşen mensuplarını, TSK kadar hızla
elimine edebilen bir başka ülke ordusuna biz incelemelerimizde rastlamadık. Ordunun kendi
içinde yozlaş-mamasının nedenlerinden bir diğeri de bizce budur1...
1) Harbiye'den 1962 - 63 döneminde Aydemir olayına karıştığı için 1800 kişi atılmış, bir yıl
mezun çıkmamıştı. 12 Mart'tan sonra çıkarılan subay-assubay sayışa da 800 civarındadır. 12
Eylül öncesi ve sonrasında çıkarılanların sayısı ise saptanamamıştır.
262
3'üncü Bölüm:
KOMUTANA SAĞLANAN OLANAKLAR: (Maaş, Lojman, Hastane, Orduevi, Dinlenme
kampı ve OYAK)
Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, önemli sorumluluklar, normalin üzerinde özveri, yıpratıcı
bir tempo gerektiren görevlerinin karşılığında (bugün geçerli olan uygulamayla), devletten
kötü muamele görmemektedir. Türkiye'nin genelinde devletin geliri ve emrinde çalıştırdığı
bürokratlarla karşılaştırıldığında, subayın eline geçen net para, aynı düzeyde —hatta
sorumlulukta — görev yapan bir sivil devlet memurundan bazen az farklı, bazen daha fazla
farklıdır. Bu karşılaştırma küçük rütbeli subaylarla sivil memurlar arasında yapıldığında,
denge subaylarm lehinedir. Rütbeler arttıkça, su-bay-sivil maaş dengesi arasındaki fark
azalmaktadır. Fark dediğimiz de, yüzbinlerce liralık bir fark değildir1.
1) Türk Silahlı Kuvvetlcri'nde çalışan teğmeninden orgeneraline ka-darki rütbelerin ve
assubaylarm ellerine geçen net maaşların ay-rm'ılı dökümü için Ek: XI'e bakabilirsiniz.
Ayrıca, 20 hizmet yılına göre ASKER-SİVİL maaş karşılaştırmasını da, Ek: XII'de
bulabilirdiniz.
263
Bugün Türk Ordusunun gelir düzeyi incelenirken, nasıl «zengin bir ordu» deyimi
kullanılamazsa, bir subay için «verdiği emeğin karşılığını yeterince alamadığı» da
söylenemez. Artık 1960 öncesindeki «Subaya ev kiralamam», «Subaya kız verilir mi?»
gibilerinden sloganlarla simgelenen güç dönemler, çok geride kalmıştır. Devlet emrinde
çalışan sivil kadrolarla yaygın bir karşılaştırmaya gidildiğinde, birçok bürokrat kesiminden
daha iyi maaş aldıkları dahi söylenebilir. Tabii maaş karşılaştırması, yapılması son derece güç
ve sübjektif bir işlemdir. Kişilerin işlevleri, becerileri, sorumluluk ve yetkileri, görevlerinin
nitelikleri gibi unsurlar işin içine girer. Ayrıca insanoğlu daima kendi yaptığı işin en önemlisi
olduğuna, diğerlerininkinin daha az önemli olduğuna inanır. Bu nedenle,
karşılaştırmalarımızda kullandığımız kıstasın, görev dengeleri belirli düzeye ulaşmış olanları
kapsamasına dikkat gösterdik.
Subay maaşlarının en büyük düşmanı, herkes için olduğu gibi, enflasyondur. 1960
öncelerinde subayların hayat düzeyinin nerelere düştüğünü biliyoruz. 1960 ihtilâlinden
sonraki ayarlama, durumu belirli bir süre dengede tutmuş, ancak 1970'lerin sonuna doğru
birdenbire şahlanan enflasyon, bu dengeyi yine subaylarm aleyhine bozmuştur. Dolayısıyla
yeniden bir düzenleme gereği duyulmuş ve ufak ayarlamalarla bugünkü noktaya getirilmiştir.
1980 müdahelesinden sonra yapılmak istenen yeni bir maaş ayarlaması ise, askeri yönetim
tarafından «müdahele subayın maaşı için yapılmış gibi yanlış ve gereksiz bir görüntü verir,»
gerekçesiyle askıya alınmıştı.
Genelde Türk subayının eline geçen para, devlet memurlarıyla karşılaştırıldığında biraz daha
iyi. Ancak, asıl farklılık, ordunun mensuplarma verdiği diğer yan olanaklardan kaynaklanır.
264
Bunun başında da lojman gelir.
Resmi verilere göre, Türk Silahlı Kuvvetleri personelinin yüzde 70'ine tahsis edilebilecek
sayıda lojman yapımı sürüyor. Yaklaşık 50 bin civarında olacak. Halen bu hedefin yüzde 72'si
tamamlanmış durumda ve program 1990 yılında bitirilecek. Öncelikle, ev bulmakta güçlük
çekilen mahrumiyet bölgelerinden başlamak üzere, büyük kentler en son sırada tutularak
yürütülmeye çalışılan lojmanlar, TSK personeline büyük soluk aldıran bir unsurdur. En
küçükleri 85 metrekare, genelde 100 metrekare olmak üzere planlanan lojman politikasında
bu yıla kadar doğru dürüst bir standardizasyon ve programlama gerçekleştirilememişti. Kara,
Deniz veya Hava Kuvvetleri'nde bazen 400 metrekarelik son derece geniş general-amiral
evlerine rastlanabildiği gibi, Ankara'da aynı rütbedeki bir general veya amiralin 100
metrekarelik bir yerle yetinmek zorunda kalmasıyla da karşılaşabiliniyordu. Genelkurmay
Başkanlığı son bir emirle, bundan böyle yapılacak lojmanların standart ölçülerde (85 -150
metrekare) yapılmasını ve her kuvvetin kendi lojmanını yapmak yerine, merkezi bir planlama
ve programlamayla Genelkurmay'm denetimine verilmesini sağladı. Böylelikle lojman
politikası, inşaat bölgesindeki Komutanın zevkine veya duyduğu gereksinmelere göre değil,
Genelkurmay'm saptadığı ilkelere göre uygulanacak.
Bir subaym lojmana - ödediği kira ise, metrekaresi 100 TL. üzerinden hesaplanıyor. Örneğin
100 metrekarelik bir evin kirası 10.000 Türk lirası. Maaşından otomatik şekilde kesiliyor. Bu
ödeme, hangi rütbede olursanız olun aynı...
Parasal avantajm yanı sura, her iki yılda bir gelen atamayla birlikte yeni kiralık ev aramak
gibi büyük bir
265
güçlükten kurtulunuyor. Hele büyük kentlerdeki kiraların, aynı tip yerlerde, konforda ve
büyüklükteki evler için yaklaşık 60-80 bin lira arasında değiştiği düşünülürse, ailenin
bütçesine önemli bir katkı getirilmiş olduğu görülüyor.
Lojmanları dolaştığınız zaman en çok dikkatinizi çekecek noktanın sadeliği, lüksten
kaçınılmış olması, buna karşılık tertemiz tutulmaları, binaların sürekli bakılması ve
güvenliğinin sağlandığı oluyor. Kapıda bekleyen askeri, belirli dönemlerde kıtadan yollanan
askerlerin varsa bahçe düzeninin bozulmaması için çalışmaları, genel bakım ve temizliğinin
de yine eldeki asker olana-ğıyle sürdürülmesi, subaym bir yandan sade, rahat, öte yandan da
uygar bir ortamda yaşamasını sağlıyor.
Ancak herkes de bu lojmanlara giremiyor tabii... Rütbe farkı burada da var...
Dört çeşit lojman var:
— Korgeneral ve orgeneral ve amirallere verilen ve 120-150 metrekarelik lojmanlar. Bu üst
rütbeler hiç beklemezler. Bunlara «özel tahsisli lojman» denir.
— Tümgeneral - tuğgeneral ve amirallerle, kritik veya önemli görevlere atanan subaylara
verilen «Görev tahsisli lojmanlar.» Bunlar biraz daha küçük dairelerdir, ancak yine
bekletilmezler.
— «Hizmet tahsisli lojmanlar» ise, Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı, Kuvvet
Komutanlıklarının si-yil şoförlerine, konutlarm kapıcı, kalorifercilerine, hudut karakolu,
Haberleşme Merkezi gibi yerlerde görevli personele verilir.
— Geriye kalanlar da «Sıra tahsisli lojmanlar» adıyla subaylara, assubaylara verilir. Ancak,
bunun için de bir sistem geliştirilmiştir: PUAN ESASI.
266
Bir subay veya assubay her hizmet yılı için 1 puan alıyor. Göreve başladığı günden itibaren,
başvuruda bulunup da olanaksızlık sonucu resmi lojmanda otura-madığı her ay için 1 puan
ekleniyor. Eşi çalışmıyor, yani yan geliri yoksa 6 puan, eşi kamu kuruluşlarından birinde
çalışıyorsa 2 puan, her çocuğu için 3 puan, bakmakla yükümlü olduğu her aile ferdi için 1
puan, ailesinin hiçbir yan geliri yoksa 2 puan, üstün başarılarından dolayı aldığı her ödül için
3 puan, nihayet kıta hizmetinde bulunanlara da 15 puan ekleniyor. Buna karşılık, bir
mahkemeden ceza almış veya disiplin kurullarınca terfii durdurulup kademe ilerlemesi
yapamayanlardan 3 puan indiriliyor. Lojmanın bulunduğu il içinde eğer kendinin, eşinin
üzerine veya bakmakla yükümlü olduğu kişinin konutu varsa 5 puan eksiltiliyor. İşte bu puan
sistemi sonucunda bir sıralama ortaya çıkar. Eldeki lojmanlar da bu sıralamaya göre dağıtılır.
Doğal olarak herkes tatmin edilemediği gibi, lojmana hak kazanamayanlarm bütçesine önemli
bir yük binmiş olur. Rütbeleri ve uygulanan sistemden dolayı bu konuda en çok güçlükle
karşılaşanlar da assubaylar ve küçük rütbeli subaylar olur.
Lojman sistemini geliştirmek sadece Türk Silahlı Kuvvetleri'ne özgü de değildir. Ordu çok
göz önünde olduğu ve yaptıkları lojmanları, havacıların maviye boyama tutkuları gibi, diğer
normal binalardan ayrıcalıklı görünmeleri, giriş-çıkışlarındaki neonları, kapılarında bekleyen
askeri ve bakımlı halleriyle hemen farkedilir. Dolayısıyla da, sadece TSK'nın lojman yaptığı
gibi bir izlenim doğar. Oysa özellikle son on yıldır, bütün Türk bürokrasisi (hatta
Parlamenterler) kendi mensupları için yoğun bir lojman yapımına girmiştir. Bakanlıklar,
Bakanlıklara bağlı Genel Müdürlükler, özellikle KİT'lerin lojman ve kamp sayıları her geçen
267
gün artmaktadır. Bütün çabalarımıza rağmen, bürokrasinin toplam lojman ve kamp - yatak
sayısını çıkartamadık. Ancak, sadece Gençlik-Spor Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, Kültür-Turizm, Ulaştırma ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlıkları ile bunlara
bağlı kuruluşlarının toplam 76 bin lojmanı ve 42 özel kampının bulunduğunu saptayabildik.
Tabii bürokrasinin diğer kanadının çalıştırdığı memur sayısına oranla bu lojman adetleri,
Silahlı Kuvvetler'deki oranla karşılaştırılır sa yine düşük kain, ancak lojman politikası sadece
orduda uygulanmamaktadır.
Batıda böylesine yaygın bir uygulama görülmemektedir. Bazı ülkelerde, (ABD ve İngiltere)
subaya belirli koşullarda lojman tahsis edilir. Lojman istemeyenlere, dışarda ev tutması için
lojman kirası maaşına eklenir. Tabii, büyük fark onlardaki lojman kiralarının bizdeki gibi
ucuz değil, piyasanın biraz daha altmda olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sistem, subayın
sivil dünya dışmda kalmayıp, günlük yaşantısında sivil ile teması sürdürebildiği gibi, temelde
son derece ölü bir yatırım olan bina inşaatma harcanan para, subaya ev satın alma kredisi veya
ev kirası vermesiyle ekonomiye katkıda bulunmaktadır. Türkiye'deki çarpık uygulamalar,
memuruna yeterince para veremeyen kuruluşları, adamlarını elinde tutabilmek veya tatmin
edebilmek için lojman yapımına kaymaya zorluyor. Ancak bu yöntemin devlete daha fazla ve
ölü bir yatırım yükü getirip getirmediği ciddi biçimde tartışılmadığı gibi, dikkate dahi
alınmıyor.
HASTANELER
Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına, sivil bürok268
ratlar, devlet memurları, hatta özel sektörde çalışanlara oranla sağlanan en önemli güvence
hastaneleridir1.
Subay, assubay ve bu rütbelerin emeklileri ile aileleri, yedeksubaylar, er ve erbaşlar bu
hastanelerde hiçbir ücret alınmadan bakımlarını yaptırabilirler, gerekirse ameliyat olabilirler;
ameliyat, ilaç, iaşe, kullanılan malzeme için hiçbir şey ödenmez. Eğer evlerine gidilerek
tedavi edilmeleri gerekirse sadece kullanılan ilacın yüzde 20'sini öderler. Tutuldukları
hastalıkların Türkiye'de tedavileri olanaksızsa, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Profesörler
Kurulu'nun raporuyla yurt dışına gönderilebilirler. Bütün masrafları Silahlı Kuvvetler
tarafından karşılanır.
Bu sistemden muvazzaflar büyük yarar sağladıkları gibi, er ve erbaşlar da çok yararlanırlar.
Askere giderken veya terhisteki muayenelerinin dışında, er-erbaş ilk altı aylık dönem içinde
ayda bir defa, sonra da üç ayda bir olmak üzere mutlaka kontrolden geçirilirler, hastalık
saptananlar hemen hastaneye sevkedilir. Özellikle Anadolu'nun az gelişmiş yörelerinden
gelen er-erbaş için bu çok önemlidir. Bulunduğu yörede bırakm hastaneye gidebilmeyi, doktor
yüzü göremeyenler askere ' geldiklerinde, hayatlarmda belki de ilk ve son defa muayene
olurlar. Diş sağlığından başlayıp, hastalıklarını tedavi ettirebilme olanağına kavuşurlar.
«Asker Oca.1) TSK'ne bağlı 42 adet sabit hastane bulunmaktadır. Biri 1000 yataklı, ikisi 800 yataklı, beşi
400 yataklı, 29'u da 50 ile 200 yatak arası değişir. Planlanan yatak kapasitesi 13.250 olmasına
rağmen henüz 8000'i servistedir. Bütün hastanelerin genel giderleri, personel, ilaç, alet,
malzeme, amortisman dahil bu yıl yaklaşık 40 milyar Türk lirasıdır. Subay doktor, sözleşmeli
ve yedeksu-bay (yarısını oluşturur) doktor sayısı 2.184'tür. Kadro gereksinimi
karşılanamadığından dolayı, Gülhane Askeri Tıp Fakültesi'nin 1985'ten bu yana vermeye
başladığı mezunlarla, muvazzaf doktor açığı 1990'iarda kapatılabilecektir.
269
ğı» sözünde bu sağlık bakımı da çok önemli bir yer tutar.
Askeri hastanelerin subay-assubay kadrolarının aile bütçesine getirdiği ek destek bir yana,
bizce daha da önemlisi, onurlu, sefalet çekmeden sağlığını kontrol ettirebilmesi ve tedavisini
yaptırabilmesi, derdine çare bulabilmesidir.
Türkiye'de bir yakım, tanıdığı veya parası olmayan bir insanın, istediği kadar sigortalı olsun,
devlet hastanelerinde neler çektiğini anlatmaya herhalde gerek yok. Günlerce, bazen
haftalarca kapılarda itilip kakıldığı, ardından birkaç dakikalığına görebildiği doktordan
beklediğini bulamadığı gibi, insanlarımız kelimenin tek anlamıyla süründürülmektedir. Hele
bir de ameliyat gerekenlere yapılan muamele —sanki suçlularmış gibi— ameliyat
sonrasındaki aşağılayıcı bakım veya bakımsızlık düşünülürse, askeri hastaneler birer cennet
gibidir. Doktor kadrosu da, değme sivil üniversite hastanelerinin düzeyinin altına düşmediği
gibi, bazı branşlarda çok daha iyileri bulunmaktadır. Üstelik sivil hastanelerin «bedava
bakım» düzenleri her geçen gün biraz daha pahalılandırıldığmdan, insanlar kelimenin tam
anlamıyla «paralarıyla da rezil olmakta - parasız da rezil olmaktadırlar.»
Askeri hastaneler bu yönlerden, Türk Silahlı Kuvvetlerinin en büyük nimetlerinden biridir.
Böyle olduğu bilindiğinden dolayı da, Genelkurmay tarafından üzerine titrenen kurumlardan
biridir.
Askeri hastaneler, sivilden gelen başvuruların, ancak kapasitenin yüzde 5'i kadarını kabul
edebilirler.
Silahlı Kuvvetler mensuplarını sadece sağlığında değil, ölümü halinde de yalnız bırakmaz.
Subay-assu-baylarm, emeklilerin (aileleri dahil) ve silah altın-'
270
dayken yurt içi veya yurt dışında er-erbaşların ölümlerinde de cenazelerinin naklinden
gömülmesine kadar tüm masrafları karşılanır. Albay dahil, yukarıya doğru rütbelerden
emekliler, ölümlerinde top arabalı törenle gömülürler. Bu jest, bir yerde eski komutana
duyulan vefa borcunun ödenmesidir. Komutanın unutulmadığı-nı, ordunun ona emek vermiş
kişileri silip atmadığını göstermeyi amaçlar. Türkiye'deki başkaca hiçbir kurumda da
görülmeyen bir yaklaşımdır bu.
ORDUEVLERİ...
Orduevleri de, subaym günlük hayatında önemli bir yeri olan diğer bir müessesedir.
Orduevlerinin kendilerine özgü bir havaları, ayrı bir dünyası vardır. Memduh Tağmaç'm
Genelkurmay Başkanı olduğu 1970 başlarında hiçbir sivilin (asker ailesi olsa dahi)
sokulmadığı Orduevleri, sonraları kapılarını biraz araladılar. Yine de fazla sivil girmesinden
kimse hoşlanmaz. Buralar askerin kendi konuşma üslubuyla, birbirlerine karşı saygılı hitap
sisteminin, emekli dahi olsa kesin bir rütbe hiyerarşisinin geçerli olduğu yerlerdir.
Bugün Türkiye'nin 40 ilinde Orduevi vardır. Geriye kalanlarda veya küçük birlik
karargâhlarmda da askeri gazinolar yapılmıştır. 2350 oda ve 9600 yatak kapasitesiyle, ordu
mensupları ve emeklilerinin boş zamanlarını değerlendirdikleri, ailece yemeğe çıktıkları,
görevli veya özel seyahat ettiklerinde, ucuz otel olarak kullandıkları, önemli bir boşluğu
karşılar Orduevleri.
Orduevlerinin nedenini sorduğunuzda, size şu yanıt verilir: «...T.S.K. personeli arasında
dayanışmayı arttırmak, kültürel gelişmeyi sağlamak, personel, emekli271
ler ve ailelerinin yatma, yemek yeme, dinlenme, eğlenme ve aile toplantıları yapma imkânını
yaratmak için kurulmuştur...»
Gerçekte ise, orduevlerinin en temel nedeni, dışar-daki geçerli fiyatlarla ne ailesini, ne de bir
dost veya yakınını yemeğe götüremeyecek, bir şey ikram «demeyecek, özel veya resmi
görevle gittiği kentlerde ancak çok kötü otellerde kalma durumuna düşebilecek olan subaya,
bu yönden rahatlık sağlayabilmektir.
Orduevlerindeki geçerli tarifeler, aynı kalitede servis, ikram ve konfordaki otellerle
karşılaştırıldığı taktirde, yaklaşık 5 ile 10 misli daha ucuzdur. Bir örnek vermek için,
Ankara'daki Gazi Orduevi gösterilebilir. Büyük Ankara Oteli'nden çok daha dikkatli ve iyi
malzeme kullanılarak yapılmış, normal odalara duvarlar, lambri, mini barı, televizyonu, dış
hatlı telefonuyla aşırı bir lükse kaçılmamakla birlikte son derece göz doldurucu bir şekilde
döşenmiş. Her yanı kaplama asansörle çıkılan 8'nci katı ise özel. Katta sadece yedi daire var
ve tümü güzel manzaralı, geniş, iç içe yatak odalı-oturma odalı - banyolu süitler. Bu odalar
son derece lüks. Katta garsonluk yapan askerler arasında mutlaka yabancı dil bilenler var.
Sheraton Oteli'nin kral daireleriyle karşılaştırıldığında zevk yönünden epey farklı olmasına
rağmen lükslük açısından başabaş denilebilir. Zevk açısından oldukça fakirliği bizim
dikkatimizi çekmişti. Sonra nedenini anladık. Bu kadar masraf ve emek sarfedildikten sonra,
örneğin bu kral dairelerinin dekorasyonu ve subaylar arasında «bunu becerebileceği»
düşünülen birine veya dekoratörlük yeteneklerine güvenilen bir assubayın, bazen de Orduevi
Komutanının zevkine bırakılmış. Bu 8'inci kat orgenerallere tahsis ediliyor. Ancak asıl işlevi
Türk Silahlı
272
Kuvvetleri'ntn veya Milli Savunma Bakanlığı'nm yüksek düzey konuklarını ağırlamak için
yapılmış olması. Nitekim, 1983 yılında Pakistan Devlet Başkanı Ziya-Ül -Hak tarafmdan
açılan ve ilk konuğu olduğu Gazi Or-duevi'nin bu ünlü 8'inci katına, Türk Genelkurmay Başkanı'nm davetlisi yabancı Genelkurmay Başkanları, yabancı Milli Savunma Bakanları gelmiş.
Çarpıcı renkte kumaştan döşenmiş, Fransız Louis 15 taklidi koltuklar, canım banyolardaki
plastik terlikler veya etrafı süsleyen plastik çiçeklerle, 178 bin metrekarelik bir sahaya
yayılmış son derece görkemli, birbirinden güzel baştan aşağı lambri kaplı muhteşem salonları
tam bir tezat oluşturuyorlar.
Orduevleri içinde, yabancı konukların da ağırlana-bilinmesi düşünülerek aşırı lüks demesek
dahi, oldukça konforlu sayılabilecekler dört tanedir. İstanbul'da Kalender, Harbiye'deki büyük
Orduevi, Malatya ve An-kara'daki Gazi Orduevi.
Bunları okuyunca, bütün subayların orduevlerinde lüks içinde yaşadıkları kanısına da
kapılmamak gerekir. General ve amirallere kadarki rütbelere verilen odalar sade, ancak
konforludur. Anadolu'daki bazı Orduevlerinde bazen bir odada 4 kişi dahi yatar. Genel oda
fiyatları ise, en düşüğü 150 TL. Gazi'de olduğu gibi en pahalısı 950 lira.
İki kişinin, içki içip iyi bir yemek yemesinin ortalama maliyeti 2500 - 3000 Türk lirası.
Genelde, normal bir yemek 500 - 600 TL'dir.
Orduevinde de hiyerarşi sürer. Örneğin üç ayrı yemek bölümü vardır. Araları ayrılmış,
subaylar için, üst subaylar için ve general-amiraller için. Bu bölümleri aşıp bir diğer rütbeye
çıkan subayın en büyük zevki, sosyal statüsünün de rütbesiyle birlikte değiştiğini hissetmesi
orduevinde görülür. Bir üst bölümde oturan Ko273
mutan çağırmadıkça yanma gidip konuşmak hoş görülmez.
Orduevlerinin bir diğer işlevi, subay veya emekli ailelerinin nişan veya evlenme gibi
olaylarını da zorlanmadan gerçekleştirebilmelerini sağlamaktır. Orkestrası dahil (viski hariç)
Gazi Orduevi'nde bir düğün 1985 fiyatlarıyla kişi basma 2500 TL. idi.
Pilavlı bir dönerin 285 liraya, biftekin 310, kuzu karskinin 440, çorbaların 30 ile 80 Türk
lirasına yenilebildiği restoranları, ayakkabınızı 20 liraya boyattığınız lostra salonu, saçınızı 50
liraya kestirip, eşinizin saçını boyatma dahil ortalama 3000 liraya çıkabildiği erkek ve kadın
kuaför salonuyla Gazi Orduevi için, sivil dünyada eş kalitedeki müesseselerle
karşılaştırıldığında bir ucuzluk cenneti, denilebilir.
İstenildiği zaman, istenilen odanın bulunması — her ne kadar aynı esaslar uygulandığı
belirtiliyorsa da —1 yine de rütbelerin yüksekliğinden etkileniyor. Orduevi'nde kalabilmek
için başka bir kentten (yani dışardan) gelmiş olmanız şart. İzin kâğıdını gösterirsiniz ve yer
varsa oda alırsınız. Ast'lar genelde, yer bulma şansı az olanlardır. Ani gelebilecek üstler için,
akıllı bir Orduevi komutanı daima rezerv oda saklar. Orduevi komutanı olmak da çok maharet
isteyen bir iştir. Üst'üne yapılacak ters bir muamele kişiye ters bir görüntü verebileceği gibi,
üstlerle o ana kadar çok fazla ilişkisi olmamış bir subaya geniş bir çevre de kazandırabilir. Bu
ilişkiler de, her meslekte olduğu gibi askerlikte de, belirli oranlarda önemli, hatta yardımcı
olur.
Beni çok etkileyen bu ucuzluğun nasıl gerçekleştirilebildiği idi. Nasıl oluyor da, dışarda aynı
kalitedeki bir otelde 30 - 50 bin Türk lirasına kalınıyor, aynı tip bir yemek adam basma 8-10
bin liraya yeniliyor da, Orduevi'nde bu kadar ucuz oluyor? Tahminim, TSK
274
bütçesinden destek gördüğü idi... Konuştuğum Orduevi komutanları tam aksini söylediler.
— Her şeyin başında bizim yapı masrafımız yok. Binayı bütçeden yapıyoruz. Dolayısıyla
paranın ve yüksek faizin amortismanı yok. Diğer kolaylığımız personel parası vermiyoruz.
Asker kullanıyoruz, gereken siviller de yine TSK bütçesinden karşılanıyor. Yakıt da Milli
Savunma (yani TSK) bütçesinden karşılanıyor. Ufak tamirat, son bir yıldır elektrik, su vs. gibi
harcamaları bizim kendi döner sermayemizden karşılamamız hedeftir. Bizim asıl
üstünlüğümüz, mal alımındaki titizliğimiz ve maliyetini çok düşüğe getirebilmemiz. Zira
üzerine dışardaki gibi büyük kârlar koymuyoruz. Personel ve diğer yan giderler de nispeten
daha az olduğu için fiyatları aşağıya çekebiliyoruz... Yasaya göre, işletmenin zarar etmemesi
gerekiyor. Kârımızın da yüzde 10'u geçmemesi...
Örneğin, bu sistem içinde 1985 yılında Gazi Ordu-evi'nin geliri 260 milyon, gideri 217
milyon lira. Yani 43 milyon TL kârla kapanmış.
Orduevine geliş ve gidişi de bir başka oluyor subayın. Dışardaki lokantalara parasının
yetmeyeceğini bir yana bıraksak dahi, kapıdan girerken nöbetçilerin mızrak gibi selam
çakmaları, rütbesinin hakkına ve mesleğinin onuruna gösterilen saygının bir işareti gibi...
Acaba aynı binbaşı veya yarbay Ziya restorana gelse öyle mi karşılanacak. Bu da işin biraz
hisleri okşayıcı yanı...
Subay orduevlerine assubaylar ve her isteyen sivil giremez. Assubaylarm çok daha mütevazi,
kendi orduevleri var. Bu durum da assubayları rahatsız eder. «Ordunun belkemiğini
oluştururuz, ancak ikinci sınıf muamele görürüz,» derler.
275
Siviller de, subayın ailesinden iseler veya general -amiral davetlisi iseler girebilirler. Yer
darlığından olacak, herkes arkadaşını çağıramaz.
Assubaylar arasındaki bu duyarlığı bilen ve dengeyi korumak isteyen Genelkurmay
Başkanlığı son yıllarda, maaşlarında parasal ayarlamaların yanısıra assubay or-duevlerini de
subay orduevleri düzeyine çıkartma çabasına girdi. İstanbul Maslak Yolu'nda, Ankara
Sıhhiye' de, Malatya ve Erzurum'daki inşaatlar buna örnek gösteriliyor. Assubaylara ikinci
sınıf muamele yapıldığı veya böyle hissettikleri yolundaki tartışmaları kesinlikle reddeden
yüksek rütbeli bir komutana göre «Assubay orduya ne yapacağmı, ne olabilip ne
olamayacağını bilerek girmiş bir insan ve hiçbir şekilde ikinci sınıf muamele söz konusu
değil.»
Orduevlerinin geceleri de bambaşkadır. Belirli masalarda veya salonlarda genellikle emekli
askerler kendi aralarında hararetli konuşmalar yaparlar. Ya eski anıları tazeler veya bizlerin de
sık sık yaptığımız gibi, «olmaz böyle kardeşim...»lerle başlayan Türkiye'yi kurtarma
tartışmalarına dalınır. Emekli askerler için orduevleri bir can simididir. Hiç alışmadığı sivil
dünyadan birkaç saatliğine dahi olsa kopup, kendisi gibi düşünen, alışık olduğu tarzda
konuşan silah arkadaşlarının arasına geri dönmüş olmaktan çok zevk alır. Ancak
orduevlerinin devamlı müşterileri, korgeneral - orgeneral veya amiraller gibi üst rütbelerden
emekli olmuşlardan çok, daha alt rütbelerdeyken emekliye ayrılmışlardır. Diğerleri,
zamanında etraflarında kelebek gibi uçuşulup servis yapıldığı günleri anımsayıp, şimdi
«emekli muamelesi» görmekten çekindiklerinden dolayı pek uğramazlar. „
Orduevleri de, subayın kendi dünyasına kapanıklığını arttıran bir diğer unsurdur.
276
DİNLENME KAMPLARI...
Eğer son derece iyi bakımlı, dışardan tam olarak neye benzediği pek anlaşılamayan, ancak
çok güzel yerlerde kurulmuş ve kapısında «ÖZEL EĞİTİM KAMPI» işareti olan binalara
rastlarsanız, sakm içerde silah talimi filan yapıldığını sanmayın. Buralar, Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin tatil kamplarıdır.
Türkiye'de «özel eğitim kampı» diye adlandırılan 25 kamp var. Toplam yatak kapasitesi de
12.266.
Kampların temel amacı, subay-assubay ve emeklilerine dinlenme olanağı sağlayabilmek.
Özellikle, maaşların düşük dönemlerinde uygulanmaya başlanan dinlenme kampları
kamuoyunda en çok dedikodusu yapılan konulardan biridir.
Genelde bu kamplarla ilgili standartlaşma da yeni gerçekleştirildi. Eskiden her kuvvet, hatta
bazı birlikler kendi kamplarını kurabiliyorlardı. Örneğin İskenderun'da, Antalya'da
denizcilerin kampı vardır ve oraya sadece Deniz Kuvvetleri subayları gider. Diğerleri"
reddedilmez ancak geleneği de kimse bozmak istemez. Aynı şekilde Cevizli'de Hava
Kuvvetleri'nin, Çanakkale'de Jandarma'mn kampları var. Kampların büyük bölümü yazlık
dinlenmeye yönelik. Yalnızca Uludağ'da kışlık dinlenme kampı bulunuyor. Sadece
assubaylara ayrılan kamp Burhaniye'de. Diğer kamplar karışık. As-subaylar da girebiliyorlar,
ancak yatak adedinin yüzde 30 oranını geçmemek koşuluyla.
Eğitim kamplarının cazip yönü, hem verilen servis, hem konforu, hem de ucuzluğu. Örneğin,
iki kişilik bir ailenin iki haftalık tatilinin yatak ücreti 7200 Türk lirası. Buna yine iyi kalitede
ve dışarıya oranla çok daha ucuz yemek de katılırsa, iki haftalık bir tatil ortalama 20 bin liraya
haîledilebiliyor. Dışarda, aynı düzeydeki bir yerde bu tatil, en iyimser bir hesapla en
277
az 150 bin liraya çıkar.
Genelde, bizim dışardan bakıp edindiğimiz izlenim veya kanımız, bütün subayların yaz
aylarında kendi kamplarmda bol bol kalabildikleri, kendileri gidemese de ailelerinin yaz veya
kışlarını defalarca geçirdikleri şeklindedir. Oysa gerçekler hiç de öyle değil.
Kamplardan yararlanma süresi yazın iki hafta, kışın ise bir haftadır. Kimin yararlanabileceği
de yine pu-antaja bağlanmıştır. Buna göre de kampta sıra gelip yer bulabilme ortalama 4 yılda
bir defa olur. Genelde hep Temmuz-Ağustos ayları istendiğinden dolayı da çoğu zaman yer
bulunamaz. General rütbelerinin biraz daha fazla şansı olur, astlar albaylığına kadarki
dönemde iki defa kampa gidebilirse kendini mutlu sayar.
OYAK VE ORDU PAZARLARI...
Türkiye'de ve dünyada bir başka benzeri bulunmayan OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu),
hem su-bay-assubay-jandarma ve Silahlı Kuvvetler için çalışan sivil memurlara yardım eden,
hem de bir türlü yara-namayan kuruluştur. Talihsizliği, hem üyelerinin, yani Silahlı
Kuvvetlerin belirli bir kesiti tarafından eleştirilmesi, hem de siviller tarafından kuşkulu gözle
izlenmesidir1.
1) OYAK, 1 Mart 1961'de 205 sayılı yasa ile, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının,
dayanışma ve yardımlaşmalarını sağlamak amacıyla kurulmuş bir «Ek Sosyal Güvenlik»
kuruluşudur. Yasaya göre, tüzel kişiliği olan, özel hukuk kurallarına bağlı, mali ve idari
yönden özerk, sosyal yardım ve sosyal hizmet yapar. Üyelerine, sosyal güvenlik açısından
birinci derecede bağlı oldukları, Emekli Sandığı'ndari ayrı olarak «Ek sqsyal güvence» sağlar.
İkinci bir sigorta denilebilir. Üyeliğaş muvazzaf subayların dışında, iştiraki % 5 Fi geçen
şirket memurlarını da kabul eder.
278
1961 yılında 50 milyon Türk lirasıyla yola çıkan OYAK, bugün varlığını 36 milyar Türk
lirasına çıkartmış, 28 sanayi ve ticari kuruluşun ya sahibi veya iştirakçisi durumuna girmiş,
1985'te yıllık nakit girdisi 23 milyar liraya yaklaşmış, 88.000 üyeli dev bir kuruluş olmuştur.
1950'lerde Silahlı Kuvvetler mensuplarının gelirlerindeki büyük düşme nedeniyle, 1960
ihtilâlinden hemen sonra, bu olayın tekrarlamaması için yollar aranırken OYAK fikri
doğmuştu:
— Öyle bir sistem istiyorduk ki, Silahlı Kuvvetler mensupları sadece hükümetlerin eline
bakmasm. Hiç değilse bir yandan askerliği sırasında bir ek destek görsün (borçlanma-ordu
pazarları-ev edinme), ani durumlarda ailesi güvenceye alınsın (ölüm veya malullük) hem de
emekliye ayrıldığında sefalete düşmesin. Zira sadece Emekli Sandığı'ndan alacağı maaş ile
geçimini sürdüremeyecekti. Bu nedenle, devletten hiç para almadan, üyelerinden yapacağı
kesintiler ve bu kesintileri işletip sosyal hizmet verecek bu sistemi geliştirdik. Daha sonra
OYAK'ı taklit etmek isteyen sivil kuruluşlar çıktı, ancak bir süre sonra dayanamayıp battılar.
Batı'da da, ek sigorta kuruluşları var, ancak bizimki gibi değil.
OYAK, üyelerinin maaşlarmdan (yan ödemelerinden değil) her ay yüzde 10 keser. Bu para
işletilerek, üyelere hizmet verilir. En önemlisi ve üzerine —belki de yeterli bilgi sahibi
olunamadığmdan dolayı— üyelerin sert eleştirilerini çekeni de, emekli olunca verdiği toplu
paradır.
— Bizim maaşımızdan her ay yüzde 10 kesiyor. Bu da hiç küçümsenecek bir rakam değil.
Emekli olduğum zaman benden aldığı parayı yüzde 5 yasal faiz ile
279
hesaplayarak geri veriyor. Oysa dışarda Bankalarda geçerli olan faiz oranları bir ara yüzde 40
- 50'lerde dolaştı. Bu kesintiyi ben götürüp bir bankaya yatırsam daha fazla para alabilirim.
OYAK benden aldığı bu ucuz parayı, dışarda pahalıya işletiyor ve sonunda bana yine ucuz
faizden hesap edip geri veriyor. Olur mu böyle şey?
OYAK'çılar ise bu eleştirilere karşı çıkıyorlar. Üyelerine son derece iyi bir pay verdiklerini
söylüyorlar:1
— Kestiğimiz paraları yasal faiz olan yüzde 5 ile işletiyoruz, ancak bunun üzerine yüzde 9 ek
yardım faizi ve her yılın sonunda da yaptığımız kârm payını ekliyoruz. Örneğin, 1984 yılında
yüzde 28 kâr payı koyduk ve üyemizin parasına toplam ve net olarak yüzde 43 faiz germiş
olduk. Aynı dönemlerde bankalar yüzde 47 net faiz veriyorlardı. Herhalde hiç de azımsanacak bir oran değil.
— Amma bu kâr payları her yıl bir olmuyor ki...
— Doğrudur, olmuyor. Zira her yılın ekonomik gelişmesi veya enflasyon bir olmuyor.
Örneğin 1975'de, üyelere dağıttığımız kâr payı yüzde 2.5' idi. 1980'de yüzde 4.5, 1982'de
yüzde 10, 1983'de yüzde 23, 1984'de yüzde 28, geçen yıl ise yüzde 24 oldu. Bu hesaba göre
1985'de de üyelerimize yıllık yüzde 38 faiz vermiş olduk. Dışardaki faizler yüzde 43 idi. Yani
biz biraz daha az verdik. Ancak şikâyet eden üyelerimizin unuttu1) OYAK, 1985 yılında emekliye ayrılan 3093 üyesine toplam 2 milyar 784 milyon lira ödedi.
1961'den bu yana toplam 60 bin üyesi emekli oldu ve yaklaşık 11 milyar TL.ödeme yapıldı.
Alınan emeklilik tazminatları kıdeme (yani üyelik, aidat ödeme süresine), maaşına göre
değişiyor. Örneklemek gerekirse; Temmuz 1986'da emekli olan 43 yıllık bir orgeneral 3.5
milyon lira, 33 yıl meslekte kalmış bir kıdemli albay 2.6 milyon, 23 yıllık bir kıdemli
hasçavuş assubay ise 1.159.000 TL. aldı.
280
,
ğu nokta, kendilerine son derece cazip olanaklar, yardımlar, borçlardır. Bunları hiç hesaba
katmıyorlar. Örneğin ev kredisi de en önemlisidir.
OYAK 22 yılda 40 bin üyesine (yaklaşık 8 milyar liralık) ev kredisi açmış. Bunun 15 bini
subay, 24 bini assubay, bin küsuru da sivil. Yılda ortalama 2 bin üyesine ev kredisi verir.
Örneğin geçen yılki kredi toplamı 3 milyar Türk lirası. Hem dışardan ev satın almak
isteyenlere kredi açıyor, hem de kendi inşaat şirketi ev yapıp üyelerine satıyor. OYAK'ın ev
maliyeti, dışa oranla da oldukça düşük. 100 metrekarelik bir evi 11 -12 milyon liraya veriyor.
Bugüne kadar da bu şekilde 2500 daire yapıp satmış. Yine de üyelerini pek tatmin edebildiği
söylenemez:
— Enflasyona göre, her yıl açtıkları ev kredisini değiştiriyorlar. En son 2.5 milyon Türk
lirasına çıkarttılar. OYAK'ın yaptığı evlerden alabilmenin olanağı yok. Zira çok istek var ve
sıra uzun. Dışarıda ise fiyatlar korkunç pahalı. Verdikleri 2.5 milyon Türk lirası son derece
küçük kalıyor. Kimse kabul etmiyor. Eğer çok bakımsız bir mahallede ve kötü bir inşaata
girmeyi kabul etmezsen alamazsın. Ben de üniformamla öyle yerde oturamam. Üstelik yüzde
12 faiziyle ve 10 yılda geri ödetiyorlar. Özellikle küçük rütbeli subaylar için pek cazip
olmuyor. 20 yıldır maaşımın yüzde 10'unu öderim. Evi ancak yarbayken alabilirsiniz. Yani 20
yılda evin parasını çoktan ödedikten sonra, yeniden ev_ parası ödeyerek...
OYAK ise hiç bu kanıda değil...
— Dışarıda bir mesken kredisi almaya kalksalar yüzde 35'e kadar varan bir faiz ödemek
zorundalar. Emlak Bankası ve Devlet Konut Fonu'nun 75 metrekarelik bir daireye uyguladığı
faiz oram yüzde 16, yüz metrekarelik için yüzde 22 ve üstü yüzde 35. Belki verdi281
ğu nokta, kendilerine son derece cazip olanaklar, yardımlar, borçlardır. Bunları hiç hesaba
katmıyorlar. Örneğin ev kredisi de en önemlisidir.
OYAK 22 yılda 40 bin üyesine (yaklaşık 8 milyar liralık) ev kredisi açmış. Bunun 15 bini
subay, 24 bini assubay, bin küsuru da sivil. Yılda ortalama 2 bin üyesine ev kredisi verir.
Örneğin geçen yılki kredi toplamı 3 milyar Türk lirası. Hem dışardan ev satın almak
isteyenlere kredi açıyor, hem de kendi inşaat şirketi ev yapıp üyelerine satıyor. OYAK'ın ev
maliyeti, dışa oranla da oldukça düşük. 100 metrekarelik bir evi 11 -12 milyon liraya veriyor.
Bugüne kadar da bu şekilde 2500 daire yapıp satmış. Yine de üyelerini pek tatmin edebildiği
söylenemez:
— Enflasyona göre, her yıl açtıkları ev kredisini değiştiriyorlar. En son 2.5 milyon Türk
lirasına çıkarttılar. OYAK'ın yaptığı evlerden alabilmenin olanağı yok. Zira çok istek var ve
sıra uzun. Dışarıda ise fiyatlar korkunç pahalı. Verdikleri 2.5 milyon Türk lirası son derece
küçük kalıyor. Kimse kabul etmiyor. Eğer çok bakımsız bir mahallede ve kötü bir inşaata
girmeyi kabul etmezsen alamazsın. Ben de üniformamla öyle yerde oturamam. Üstelik yüzde
12 faiziyle ve 10 yılda geri ödetiyorlar. Özellikle küçük rütbeli subaylar için pek cazip
olmuyor. 20 yıldır maaşımın yüzde 10'unu öderim. Evi ancak yarbayken alabilirsiniz. Yani 20
yılda evin parasını çoktan ödedikten sonra, yeniden ev_ parası ödeyerek...
OYAK ise hiç bu kanıda değil...
— Dışarıda bir mesken kredisi almaya kalksalar yüzde 35'e kadar varan bir faiz ödemek
zorundalar. Emlak Bankası ve Devlet Konut Fonu'nun 75 metrekarelik bir daireye uyguladığı
faiz oram yüzde 16, yüz metrekarelik için yüzde 22 ve üstü yüzde 35. Belki verdi281
ğimiz krediler azdır, ancak bizim olanaklarımız da bu kadar.
Kredi alabilmek için on yıl aidat ödenmesi gerekiyor ve sıralamada da kıdem ve çocuk sayısı
dikkate almıyor.
— ... OYAK kendi üyesi subaya kredi vermek için kefil ister. Dışarda peşinatsız 10 ay taksitle
alış-veriş yapmanın koşulları çok daha kolaydır. OYAK'ın üyesine güveni işte bu kadardır.
OYAK'ın üyelerine sağladığı başka avantajlar da
var:
— Askerlik sırasında maluliyet veya ölüm halinde yardım. Şimdiye kadar 5278 kişiye
yaklaşık 606 milyon lira ödenmiş.
— Borç para verir. İki yıla kadar vadeli ve yüzde 12 faiz ile maaşının 1.5 katı kadarıyla
borçlanîlabilinir. Bu şekilde toplam 130.000 kişiye yaklaşık 13 milyar destek sağlanmış. Geri
ödemeler her ay muntazaman maaşlardan kesintiyle yapılıyor.
Bir de Ordu Pazarları var.
Girne dahil, Türkiye'nin 15 ayrı il ve ilçesinde toplam 20 Ordu Pazarı var. OYAK hakkında
karar alan Milli Birlik Komitesi'nin üzerinde en çok durduğu ve uygulamalarının da ilk defa
1963'de başlatıldığı Ordu Pazarları, piyasaya oranla yüzde 15 daha ucuz satış yaparlar. Bunun
yanısıra, buzdolabı, televizyon, çamaşır makinesi gibi dayanıklı malları da bir yıllık, yüzde 12
faizle (dışardaki faizler yaklaşık yüzde 30!u bulur) kredili verirler. Ordu Pazarlarının 1984 yılı
satışlarının 10 milyar lirayı aştığı, kârlarının da 500 milyon liraya yaklaştığı düşünülürse, çok
rağbet gördükleri daha iyi anlaşılabilir. Bu pazarların çok daha bü282
yük kâr sağlayabileceklerini ileri sürenlere OYAK'ın yanıtı «Amaç kâr değil, üyelerimize
daha ucuz ve iyi, kalitesi güvence altında mal satabilmektir» oluyor. Buna da ordu içinde
itiraz edenler çok:
— Ordu Pazarları Mahmutpaşa ayarındadır. Kalitesi, piyasaya oranla yüzde elli kötü olduğu
için, aldığımız mal daha da pahalıya gelir. Kalite bulmak güçtür. "Şikayetlerin yoğunlaştığı bir noktayı da, kuvvet komutanlığı yapmış olan bir oramiral şöyle
dile getirdi:
— 40 yılı aşkın çalışmadan ve onca verdiğim paraya karşılık benim elime birkaç milyon lira
tutuşturup hesabımı kestiler. Bazen bizim maaşlar katlandı, ancak onların kredileri aynı
oranda artmadı. Hadi bundan vazgeçtim, bizim paralarımızla dev yatırımlar yaptılar: Yani her
geçen yıl biriken ve katlanarak artan bir değer var. Oysa, benim hesabım kesilip bırakıldım.
Peki, bunca milyarlık yatırımlar (ki benim paramla oldu) kime kalacak? Sonunda kimin
olacak? Bir de ben bu parayı şimdi ne yapacağım. Ama tazminat yerine bizim paralarımızı
işletmeye devam etseler, o kalan değerlerden ailelerimizi de yararlandırsalar daha iyi olur.
OYAK hepimizin bir yarasıdır.
İş adamlarına soracak olsanız, OYAK çok daha ran-tabl işletilebilir ve daha büyük kârlar
edebilir. OYAK çılar ise «Biz bir sigorta şirketi gibi çalışıyoruz. Her sigortalı olan, para
yatırır. O paraları sigorta şirketi çalıştırır ve zamanı geldiğinde de geri ödemeleri
gerçekleştirir. Hiçbir sigortalı da parasını aldıktan sonra, geride kalan yatırımlardan pay
istemez. Biz üyelerimize başka yerde bulamayacakları kadar geniş olanaklar sağlıyoruz»
diyorlar.
OYAK, Silahlı Kuvvetler'e bir ek yan gelir veya ¦emekli olduktan sonra iş buldukları bir
kuruluş ola, .K
283
da çalıştırılıyor mu, sorusu en çok sorulanların arasında. „>¦
OYAK'ın merkez örgütünde 250 kişi kadar bir personel vardır. İncelediğimizde, bunların
yedisinin Harp Okulu mezunu, 16'smm da Assubay Okulu mezunu olduğunu saptadık. Ordu
Pazarlarındaki 500 kadar personelin de sadece 20'si asker kökenli. İştiraki olan şirketlerinde
çalışan yaklaşık 20 bin memurun kökeni ise çıkarılamadı. Bazı kuruluşlarının yönetim
kurullarına emekli asker atamalarının yapıldığı biliniyor, ancak OYAK yetkilileri bunların
tamamının sivil kuruluşlar olduğunu ve Silahlı Kuvvetler'den de böyle bir telkinin
gelmediğini ısrarla belirttiler1.
— Rütbeli komutanlar, bırakın bize telkinde bulunmayı, toplantılarımıza gelmek, burada
görünmek istemiyorlar. Zira buradan çıkar sağlıyormuş gibi bir görüntünün yayılmasından
çok çekinirler. Özellikle de kaçarlar... Bizi eleştiren subaylar ise, meslek içinde kimseyi
eleştiremediğinden dolayı bize veryansın ediyorlar.
1) 205 sayılı yasa gereğince, üye sayısı 50-100 arasındaki temsilciler kurulu üç yılda bir
toplanır, bilanço, çalışma raporu ve denetim raporlarını inceledikten sonra, 20 asil, 10 yedekli
Genel Ku-rul'u seçerler. 20 üye şu kuruluşların temsilcilerinden oluşur: Milli Savunma
Bakanı, Maliye Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Üç Kuvvet Komutanı, Jandarma Genel
Komutanı, Sayıştay Başkanı, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Başkanı, Türkiye
Bankalar Birliği Yöaetim Kurulu Başkanı, Ticaret ve Sanayi Odaları, Ticaret Borsaları
Başkanları, MSB veya Genelkurmay Başkanlığı teşkilatından Personel Başkanı, Lojistik
Başkanı, komptrolör, Sağlık Başkanı, Araştırma ve Geliştirme Başkanı, Kanun İşleri Müdürü
ile, özel sektörde iktisadi ve mali alanlarda tanınmış kişiler arasından MSB'nin seçeceği üç
kişi. Genel Kurul çalışmaları denet, ler, öneriler yapar ve 8 kişiden (MSB, Genelkurmay,
Maliye, Hukuk, Bankacılık ve Sigortacılıkta uzmanlaşmış dört kişi) oluşan Yönetim
Kurulu'nu seçer. 8 kişinin 3'ü asker, gerisi sivil, denetleme kurulunun da 3 üyesinden l'i
askerdir.
284
Adeta bizi eleştirip deşarj oluyorlar. Gerçekleri anlattığımız zaman da kabul ediyorlar. Asıl
sorunumuz emekliler oluyor. İşleri güçleri kalmadığı için bize veryansın ediyorlar... Biz
burayı emekli askerlerin çiftliği havasına soktuğumuz gün zaten iflas ederiz. Bu konuda
Genelkurmay da çok duyarlı hareket ediyor.
OYAK'dan nasibini alamayan tek kesim ise yedek-subaylar. Askerlikleri süresince
maaşlarından yüzde 5 (subayların yarısı kadar) kesiliyor. Askerden ayrılınca o para OYAK'da
kalıyor. Bu garip durumu soruşturduğumda da şu yanıtı aldım:
— Biz de bunu biliyoruz. Zaten bundan dolayı kesintiyi azalttık. Yedeksubayları askerlikleri
süresince «kazaya-ölüme» karşı sigortalamış oluyoruz. Onların primlerini arttırdık.
İşte bu da O YAK...
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sağlanan yan olanaklar bunlar. Bu arada, çalıştıkları karargah veya
birlikten toplu halde evlere gidiş gelişler için otobüs servisleri, atamalar sırasında en büyük
güçlüğü yaratan ev eşyalarının naklindeki bazı kolaylıklar da, eklenebilir.
Bütün bunlara ilaveten subay olmalarından, taşıdıkları üniformaya Türk milletinin duyduğu
sevgi ve saygıdan kaynaklanan öncelikleri de vardır ki, bunlar daha çok günlük, hayatında
karşılaştığı güçlükleri yenmesine ve moralinin hep yüksek olmasına yardım eder.
İÇE KAPANIKLIĞI ARTAR...
Subayımızın liseye girişinden, rütbelerini yükselttiği bu döneme kadarki günlük hayatına
kısaca bir göz atmak, sivil toplumdan neden uzaklaştığını, diyaloğun285
da neden kopukluklar başladığını ve kendi dünyasına neden kapandığını hemen
gösteriveriyor.
Askeri lise ve Harp Okullarında kendi aralarında ve dış dünya ile teması çok kısıtlı büyüyen
subay adayı, kıtaya girdikten sonra da dışa açılabilecek bir ortam bulamıyor. Zaten kışlalar,
mesleklerini yürütecekleri yerler. Üstelik sabahtan akşama kadar da pek vakitleri olmadan
sürekli çalışmak ve yine meslekleri gereği bir arada olmak zorunda kalıyorlar.
Bu rutinin dışında ise, ekonomik gerekçeler veya başka nedenlerle özel lojmanlarında yine
kendi aralarında oturmak zorunda kalmaları, eğlenip dinlenmek istediklerinde de Orduevleri
veya askeri gazinoları tercih etmeleri, günlük alış verişlerini Ordu Pazarlarında yapmaları,
tatillerini mümkün olduğu kadar kendi kamplarında geçirmeleri, kısacası bütün meslek
yaşantılarında sivil dünya ile temaslarının en alt düzeyde kalması, subaym kendi içine
kapanıklığını pekiştiriyor.
Subayın sivil dostları daima vardır. Ancak ekonomik nedenlerle, aralarına girmekten çekinir.
Aldığı maaş ile dışarda bir yemeğe davet edemeyeceği, orduevi-ne de götüremeyeceği için,
karşıdan gelen davetleri mümkün olduğu kadar geri çevirir. Bunu, sivili sevmediğinden değil,
sırtındaki üniformanın onurunu zedeleyeceği veya kendi onurunun kırılabileceği
varsayımından hareketle yapar. O zaman da, arkadaşları arasında eğlenmeyi, subay aileleri
arasında görüşmeyi yeğler.
Bir diğer etken de, Türk toplumunun gözünde her subay ordu içinde olup biten her şeyi, her
düşünceyi biliyormuş varsayımından hareketle, yanıtlayamayaca-ğı veya yanıtlasa yanlış
anlamlara çekilebilecek sorulardan kaçmaktır. Bazıları için bu son derece önemli bir
gerekçedir.
286
— Bir dostum bana, sizin komutanlar ülkenin durumu hakkında ne düşünüyor, dedi.
Bilmiyorum filan diye atlattım. Ardından da benim ne düşündüğümü sordu. Gidiş felakettir
desem, karşımdaki benim ne kadar yakmım olursa olsun başka anlamlar çıkartır. Sonra ben de
bir gün o masumca ve tamamen kişisel görüşüm olarak söylediğim sözün, dönüp dolaşıp geri
döndüğünü ve «Albay Hikmet, ordu yakında müdahele edecek demiş» durumuna
girebileceğini bildiğimden dolayı, yanıt vermemek için terler döktüm. Bu defa da karşımdaki
«Yahu, adama bak, bir fikri bile yok» diye düşünür. İyisi mi, fazla temas etmemek en kolay
hal çaresidir.
Hele yabancılarla görüşmek, talimatnamelere göre, resmi izne bağlıdır. Bir dış görevde
tanıştığı, hatta beraber çalıştığı asker veya sivil olsun biri Türkiye'ye geldiğinde yemeğe veya
içkiye davet etse, özel izin alması gerekir. Ancak ne gariptir ki, aynı yabancı ile dış görev
sırasında defalarca görüşmüş, konuşmuş ve hiç de izin gerekmemiştir. Nedense i§ Türkiye'ye
gelince de-ğişiverir. însan kendi kendine, «Dışarda güvendiğimiz subaya neden Türkiye'de
güvenmiyoruz?» diye soruyor. Ancak, sivil hayatta olduğu gibi askeri hayatta da çelişkiler
var. Her şey mantıkla yönetilmiyor.
İKİ HEDEF: DIŞ GÖREV VE AKADEMİYE GİTMEK...
Yüzbaşı - binbaşı - yarbay rütbelerinin motivasyonlarından (dürtü — itici güç — büyük amaç)
biri dış görev alabilmektir. Türkiye'nin dış ülkelerdeki Askeri Ataşeliklerinde, NATO
karargahlarında çalışabilmek son derece önemlidir. Bunun başlıca nedeni de, dış atamanın
getirdiği —sivilde olduğu gibi—geniş maddi olanak287
lardır. Dış görev sırasında aldığı parayı bir subay hayatında bir defa daha göremez. Zaten
bundan dolayıdır ki, göreve başladıktan hemen sonra kalıcı malların alımına başlar. Önce
otomobil, ardından müzik seti, renkli televizyon, video, yemek odası, buzdolabı, çamaşır
makinesi, biraz daha dişini sıkabilenler bu listeyi genişletebilirler.
Subay evlerine gittiğiniz zaman, dış görev yapmış olan hemen farkedilir. Dış görevlerde daha
çok Karacı subay ile karşılaşılır amma mevcuda oranla bakılırsa en çok Hava, sonra Deniz, en
sonunda da Karacılar yurtdışı görevlere atanır.
Her ne kadar subaylarımız, dış görevleri sırasında diplomatlarımızı «Pek temasları olmamak
ve sadece kendilerini düşünmekle» eleştirilirlerse de, bazılarının yaklaşımları onlarmkinden
pek farklı değildir. Genelde, ister sivil ister asker olsun, yabancılarla temas etmek yerine Türk
Türk'e görüşme yeğlenir. Bu açıdan karşılıklı yapılabilecek fazla bir eleştiri olmaması gerekir.
Özellikle — içlerinde birçok istisnaları ben gördüm— Türkiye'den içine kapanık, kendi
dünyasında yaşamaya alışık şekilde gelen subaylarımızın dışarda — bazıları hariç— çok etkin
ve faal olduklarmı söylemek güçtür.
Üsteğmenliğin üçüncü yılını tamamladıktan sonra, kıdemli yüzbaşı olana kadarki 6 yıllık
rütbe sırasındaki en önemli, hatta hepsinin önündeki motivasyon da AKADEMİLER'e
girebilmek ve KURMAY olabilmektir.
Kurmaylar Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kremasını oluştururlar. Orduda yükselmek isteyen
hırslı her su288
bayın düşü kurmaylıktır. Böylece Silahlı Kuvvetler'in tepelerine, generalliğe giden yolun
Kurmay'lıktan geçtiğini, ordunun belkemiğini oluşturduklarını bilirler. Örneğin, kara
ordusunda yılda 24 albay general olursa, bunun (yüzde 75'i) Kurmay'dır. Diğerlerinin
generallikte ilerleme şansları dahi, Kurmay değillerse şüphelidir.- Kurmaylık öylesine
önemlidir ki, bazen evlerde aile kavgasına bile konu olur. «Hâlâ Kurmay olamadın. Bak sınıf
arkadaşîann nerede,» diye bağırmalara rastlanır. Toplum da Kurmay subayı daha farklı görür.
Geleceği açık insandır.
Bunların yanı sıra, Akademi'yi bitiren 3 yıl ek rütbe alır. Yani sınıf arkadaşlarının hemen
önüne geçi-verir. Hem maaşı artar, hem de ilerlemesi hızlanır... Dış görevlere gitme şansı da
artar. Zira Ataşelerin genellikle kurmaylardan olmalarına özen gösterilir.
Buna karşılık, kurmaylığın hırslı veya istekli olmayanlar için dezavantajları da vardır:*
— Kurmaylara «ordunun hamalı» derler. Zira üzerlerine büyük yük biner. Birdenbire
mesaisinin arttığını görür. Komutan, kurmay subayın, görevi olmasa dahi görüşünü alır, onun
bir belgeyi yeniden okumasını ister. Bir de bunlara ek olarak, diğerlerine oranla daha •çok yer
değiştirirler.
Bütün subay kadrolarından, kuvvetlerin önerilerine göre ortalama yılda 25 deniz kurmayı, 33
hava kurmayı ve 70 kara kurmayı mezun olur. Bir bakıma lise ve Harp Okullarında
yapılamayan gizli bir kalite elemesi işte bu aşamada gerçekleşir. Kendi kendine, Harp
Okulu'ndan pek fazla şey öğrenmeden veya ezberleyerek çıkmış, genelde boş bakan ile
gözlerinin içi parlayan, hırs dolu olanların yolları, Akademi'nin kapısında ayrılır. İstatistiklere
bakıldığında da, Akademilere girenlerin arasında büyük şehirlerden gelmiş, ilk ve orta
289
eğitimi daha sağlam, aile yapısı güçlü olanlar çoğunluktadır.
Akademi'ye girmek, bunlardan dolayı son derece güçtür. 6 yıllık süre içinde altı defa sınav
hakkı vardır. Daha aday olabilmek için, her şeyin başında yıllık 200 puanlık sicil notunun
yüzde 70'ini almış olmak, amirinden belge getirmek, disiplin cezası veya 21 günü aşan oda
hapsi almamış olmak gereklidir. Bunlar toplandıktan, kuvvet komutanları tarafından da
onaylandıktan sonra sınava girebilirler. En güç yanı da sınavdır.
Akademilerin kapısından giren subay önündeki büyük kapılardan önemli bir bölümünün
kendi kendine açılacağını bilir...
Tek bilmediği, girdiği yerin de çok güç olduğudur...
290
4'üncü Bölüm:
ORDUNUN KREMASI KURMA Y'LAR, NASIL YETİŞİYOR?
İstanbul'u bilirseniz, mutlaka yolunuz, Levent'ten İstinye veya Tarabya tarafına giderken
Maslak'tan geçmiştir. Ben, her defasında Maslak yolundan aşağı inerken sağ tarafta, çok
uzaklarda sislerin arasında son derece, modern, ciddi görünümlü, ancak kimselerin girip
çıktığının, farkedilemediği binalar görürdüm. Hele belirli bir yerde arabanızı park ettiğiniz
taktirde hemen düdükler çalınmaya başlanır ve nöbetçi askerlerin «Durmak yasaktır»
komutuyla karşılaşırsınız. Zaten «İzinsiz girilmez/Yasak bölge» gibi yazılardan da, buranın
normalin dışında bir yer olduğu anlaşılır.
Bu uzaklardaki, erişilmesi güç gibi görülen, hafif esrarengiz izlenim yaratan binaların
bulunduğu bölgede de, ağaçlarm arasında koskocaman bir yazı vardır: HARP
AKADEMİLERİ.
Harp Akademilerinin ne olduğunu biraz bilirdim, ancak toplumun önemlice bir kesitindeki
gibi içerde nelerin yapıldığından habersizdim. Bana, hep yaklaşılmaması gereken son derece
gizli çalışmaların, hatta plan291
larm yapıldığı bir yer gibi gelirdi. Hafif ürküntüyle geçerdim.
Akademilerin içine girdiğim gün ise bambaşka bir dünya ile karşılaştım. Kendi içinde, hiç
dışarıya çıkılmadan bütün gereksinimlerinizi karşılayabileceğiniz bir eğitim kentinde buldum
kendimi. Sokakları belirli saatlerde birdenbire canlanıveren, sonra yeniden tenhalaşrp
sessizleşen, gencecik subayların ellerinde kitaplarla bir binadan diğerine koşuşturduğu, 3 bin
nüfuslu bir kent1.
Kent sözcüğünü özellikle kullanıyorum, zira Harp Akademileri 1 milyon 180 bin metrekareye
veya 1180 dönüme yayılmış, içinde, eğitim görülen binaların haricinde öğrenci ve öğretim
üyelerinin yaşadığı evlerden oluşan mahalleler2, küçük bir postahane, bankası, ka-dm-erkek
kuaför salonları, alış-veriş merkezi, kuru te-mizlemeci, terzi, ütücü, saraç, saatçi, boyacı, hatta
çi-çekçisiyte, kendine yeterli bir kent. Öylesine güzel organize edilmiş ki, kapıdan girenler
temel gereksinimlerini orada rahatlıkla karşılayabiliyorlar. 110 çeşit süs çiçeği ve bitkisi
yetiştiren serası bile var. Öğrenci subayların çalışan eşleri de düşünülmüş. Bakımevinde
çocuk, yıllık 10 bin liraya sabahtan akşamüstüne kadar sürekli bakılıyor, eğlendiriliyor,
yedirilip içiriliyor. Tertemiz ve son derece bakımlı bir yer.
Tenis kortu, basketbol-voleybol başta olmak üzere son derece modern spor tesislerinden
başlayıp, bilardo salonuna kadar, insanı boş zamanlarında adeta spor yapmaya zorlayan
yerleri de cabası...
Akademilerde dolaşırken Türkiye'de bulunduğunu1) Bu rakama 300 öğrenci, 60 öğretim üyesi, 1000 kadar er ve öğrencilerin aileleri dahildir.
2) Evli öğrenci subay ve öğretim üyelerine tahsis edilen 2 odalı, ortalama 100'er metrekarelik
509 daire var.
292
zu unutabilirsiniz. Zaman zaman «Acaba bunlar burada mı yapıldı?» sorusunu sordum kendi
kendime. Evet, burada yapılmış, hem de bizim tarafımızdan... İnsanı hem hayrete, hem de
hayranlığa düşüren modernlikte bir kent. İstanbul 'sokaklarında¦•bazen rastladığınız sahneler
de yok. Hmkıran, tüküren, küfürler içinde bağrışarak dolaşan süfli giyimli, bir haftalık traşlı
insanların yerini sessiz, temiz ve kibar insanlar almış. İkisi de Türkçe konuşuyor. İkisi de bu
ülkenin çocuğu, ancak birbirinden çok ayrı dünyalara mensuplar. Askeri liseye giren genç
çocuk ile sivil liseye giren gencin iki ayrı tornadan çıktıktan sonra geldikleri nokta, gerçekten
hayret verici... Aynı zamanda da ürkütücü...
Bir tek Akademi yok. Hava - Kara ve I>eniz'm ayrı ayrı Akademileri var1. Okuduklarmdaki,
işlevlerindeki
1) Akademi unsuru ilk defa 1845 yılında l'nci Abdülmecid'in fermanı ile Harp Okuiu'nun dört
sınıflı olmasına, Askeri Liselerin kurulmasına ve Avrupa'da olduğu gibi kurmay subay (daha
üstün nitelikli subay) yetiştirmek amacıyla Harp Okulu'na sınıf eklenmesiyle ortaya çıkmıştı.
Sadece Kara Kuvvetleri'nden Kurmay çıkartılırdı. Deniz ve Hava'nın da eklenip, üç kuvvetten
gerçek anlamda kurmay subay yetiştirme 1927'den sonra başlamıştır. Atatürk'ün emriyle 2
Kasım 1930'da Deniz, 1 Kasım 1937'de Hava Akademileri de devreye sokulmuştur. 1945'ten
sonra savaşlar nedeniyle sık sık yer ve isim değiştiren Akademi, gerçek anlamda sürekli
eğitimine; Harp Akademileri Komutanlığı adı altında 1949 yılından itibaren geçebilmiştir.
1969'da da bugünkü Yenilevent'te-ki yerine gelmiştir. İnşaat 1975'de bitmiş ve bugüne kadar
toplam (yüzde 30 enflasyon payı ile) yaklaşık 1 milyar TL'ye malol-muştur. 1985 yılı bütçesi
1 milyar Türk lirasıdır. Kara Akademisinin iki sınıfında ortalama toplam 130, Deniz
Akademisinde 50 (yabancı uyruklular dahil), Hava Akademisinde 70 öğrenci okur. Yıllık
mezun olan kurmay subayların ortalama sayısı Kara'dan 45-50, Deniz'den 25-30, Hava'dan da
30-35'tir. Son beş yılda Aka-demi'ye girme hakkı olan, başvuran ve kazananlarla ilgili veriler
için bakınız Ek: XIII.
293
farklılıktan dolayı. Aynı mini kentte bir de «Silahlı Kuvvetler Akademisi» ve «Milli Güvenlik
Akademisi'nin» binaları var.
Bu kuruluş bana bir an fabrika gibi görünü verdi. Maslak kapısından giren normal bir subayı,
Levent kapısından çıkarken kurmay subay yapan bir makine gibi. Yılda ortalama 125-130
kadar subayı orduya kurmay edip yollayan dev bir mekanizma.
KURMAY SUBAY KİMDİR?
Bu soruya bir topçu kıdemli yüzb&şmm yanıtı ilginçtir. Belki idealindeki, belki de
rüyalarmdaki bir insanın tanımım yapmak istemiş gibi geldi bana:
— Kurmay subay, devamlı araştıran, süratle gelişen durumlara ayak uyduran, teşebbüs ruhuna
sahip, komutanın her an gözü önünde bulunan ve fakat ikinci planda kalmasını becerebilen,
olgun, tevazu sahibi, engellerin sebeplerini bilen, dâima vakti olan, uzun düşünen, kısa
konuşan, ne dediğini bilen, bilmediğini söy-lemeyen, hangi işin nerde ve nasıl biteceğini
bilen, ileriyi gören, ortalarda çok görülmeyen fakat hissedilen, ideal sahibi ancak gerçekçi
olan subaydır.
Türkiye'de çok nadir . bulunacak bir insanın tanımıydı bu. Bir başka subayın «Kurmay» tarifi,
komutanla karşılaştırarak da şöyle:
— Kurmay subay devamh araştıran, araştırmalarında gördüklerini şüphe ile karşılayandır. Bir
komutan sür'ati kullanan, Kurmay subay bu sür'ati kavrayandır. Kurmay teşebbüsleri
arayandır. Komutan göz önünde, kurmay gölgedeki adamdır. Komutan mazeretleri yenen,
kurmay sebepleri bilendir. Kurmay uzun
294
düşünüp az konuşan, ne söylediğini bilip, bilmediğini söylemeyendir...
Peki, neden Kurmay olmak istemişlerdi: — Kurmay subaylar Türkiye'nin siyasi ve askeri
hayatında önemli rol; oynamışlar, Türkiye'nin kaderini etkileyen konularda önemli görevler
almışlar ve icra etmişlerdir. Orduda daha etkili hizmet verebilmek için geldim. Kurmay olmak
bana daha etkin görevler yapma imkânı sağlayacak. Her insan mesleğinin en yüksek noktasına
çıkmak ister. Askerlikte de bu Kurmaylıktır.
Akademilerin esas görevi, lisansüstü düzeyde bir eğitim vererek yüksek «sevk-idare»
(yönetici) bilgisi vermek. Bir başka deyişle, bir bakımdan Harp Okullarının da açığını
kapatarak, hem yönetici, hem araştırıcı nitelik kazandırıp, «durum muhakemesi» sistemini
öğretebilmektir. Adeta bir araştırma merkezi gibi çalışılır.
Akademilerin üst düzey yönetimindeki komutanlar amaçlarını anlatırken özellikle bu noktaya
dikkat çektiler:
— Biz burada, neyin nerede olduğunu bilen, çare bulan subay yetiştiriyoruz. Zaten Kurmay,
çare bulan demektir. Bölük pörçük bilgileri toplayabilen, olaya şüpheyle bakan, araştırmasını
yapan, ormanın içinde kaybolmadan, olaya objektif, geniş bakmayı öğreten bir sistem
uyguluyoruz... Sistematik düşünme sanatını veriyoruz. Bizim deyimimizle durum
muhakemesini iyi yapmasını öğretiyoruz. Harp Okulları sivili asker yapar. Bazen de o askerin
üstün nitelik kazanmasını sağlar. Savaş sanatı burada öğrenilir.
295
Âkademi'de de uzmanlaşma yok. Harekattan da anlayacak, personel veya lojistik işlerinden
de. En çok üzerinde durulan noktalardan biri ise «yöneticilik» niteliğini elde edebilmesi:
— Son derece karışık sorunların içinden çıkıp çözüm yolları bulabilmeleri önemli. Yönetici,
lider komutan olmaları için çaba harcıyoruz. Fikirlerini açıkça söyleyebilmesi için
hazırlıyoruz. On sayfalık bir makaleyi ana hatlarıyla bir sayfada özetleyebilecek nitelik
veriyoruz. _______
—¦ Üzerinde durduğumuz ikinci bir nokta da, subayın daha net ve iyi konuşmasını, daha aktif
olmasını sağlamak. Örneğin komite çalışmalarında Başkanlık yapabilme nitelikleri
kazandırılması... Bazıları çok başarılı oluyor, bazılarının ise içinden gelmiyor tabii. Gayemize
ulaşmak için, bol bol seminer-grup çalışmalarına ağırlık verip, tartışma ortamı yaratıyoruz.
Genel derslerin bölümüne bakılacak olursa, iki yıllık tahsil döneminde toplam derslerin yüzde
60'ı askeri ağırlıklı, yüzde 40'ı genel kültür.
Savaş ilkeleri, taktik, strateji, silahların nitelikleri, son gelişmelerin savaş gücüne etkileri
askeri konuları oluşturuyor. Bunların yanı sıra, subayı yöneticiliğe alış-tırabilmek kadar genel
kültürünü arttırmak da oldukça geniş yer tutuyor:
--- Akademilerde son beş yıldır, bir yandan Atatürkçülük, bir yandan da Türkiye'nin genel
sorunlarıyla ilgili dersleri arttırdık. Subayın vatanim en iyi şekilde tanımasmı istiyoruz.
Ekonomik-sosyal-politik gelişmeleri gözden geçiriyor ve tartıştırıyoruz. Dışardan
konferansçılar çağırıp sürekli konferanslar veriyoruz. Prof. İsmet Giritli, Prof. Orhan
Aldıkaçtı, Prof. Feridun Ergin gibi isimleri kapsayan 30 kişilik bir davetli listemiz var.
296
Öğlencilere araştırma-değerlendirme veya durum, muhakemesi yapma sistemini iyice
benimsetebilmek için hayali senaryolar hazırlanıyor ve en sağlıklı sonucun bulunmasına çaba
gösteriliyor. Üst düzey yöneticilikte aranacak her nitelik veriliyor:
— Bizim yetiştirdiğimiz genç Genelkurmaya gidecek, ordulara, gidecek, karargahlarda
önemli görevler alacak. Ona amümtaz-bilgili-üstün subay» diye bakılacak/Uluslararası
örgütlere, dış görevlere gidecek. Bundan dolayı, ordumuzda, bulunan silah düzeyinin çok
daha ötesinde yetiştirmeye çalışıyoruz. Tekrar kıtaya döndüğünde hayal kırıklığı ile
karşılaşmasın diye gerçekleri de göstermezlik etmiyoruz.
Akademilerde subaya 21'nci asrın teknolojisi, en-formatik gerekleri ve bilgisi veriliyor.
Ancak, bu biraz teorik kalmıyor mu? Acaba, traktör kullanacak olan bir kişiyi Rolls Royce
kullanacakmış gibi yetiştirmeye çalışmıyor muyuz?
— Bir açıdan doğru. Benim subayım burada Yıldızlar Savaşı'nı en ince ayrıntısına kadar
öğreniyor. Amerika'nın geliştirdiği Airland savaş stratejisini yutuyor. İkinci Dünya Savaşı'nda
Almanya'nın uyguladığı stratejiyi ve bunun sonuçlarmı biliyor. Ancak, bütün bu bilgiler
burada kalıyor. Birliğine gittiğinde bu bilgilerini uygulamaya sokamıyor. Bu da Türkiye'mizin
bir gerçeği. Türkiye daha kendi çağında yaşamıyor. Buna karşılık biz akademide ilerimizdeki
çağın subaylarını yetiştiriyoruz. Böyle de yapmak zorundayız. O zaman verdiğimiz bilgiler
ister istemez kâğıtta, teoride kalıyor. Günlük yaşantısında bu bilgileri kullanabilecek bir ortam
olmadığmdan, bir süre sonra bir bölümünü unutmaya başlıyor. Unutmasınm bir başka nedeni
de, edindiği bilgilerini günün koşullarma göre yenileyemi297
yor veya yenilemiyor. Bütün verdiklerimizin yansı dahi subayın üstünlüğüne yetiyor.
Akademilerde dikkatimizi çeken nokta, Harp Okullarında olduğu gibi büyük yüklenme
olması. Belirli branşlarda uzmanlaşma yerine her şeyi bilmesi, adeta genel pratisyen doktor
gibi her şeyden —biraz da olsa — anlaması ilkesi, subayın büyük bir çaba harcamasına neden
oluyor.
— Akademi'ye giren subay ilk yıl müthiş zorlanır. Hiç alışmadığı bir sistem ile karşılaşmıştır.
Bazen «Ben bu işi yapamayacağım» diye ümitsizliğe dahi kapılanlar olur. İkinci yıl sistemi
kaptıktan sonra rahatlar. Neyi, ne oranda öğrenmesi gerektiğini anlar.
— Bu kadar yüklenmemizin bir başka nedeni de, elimize gelen hammaddenin bizim vermeyi
planladığımız düzeyde, eğitimi hazmetmekte karşılaştığı güçlüktür. Harp Okulları'ndan
çıkınca kitabı kapatmış ve kıtaya dalıp öğrendiklerini unutmaya başladığı bir sırada, yani
zayıf gelir. Uzmanlık yerine genelde her şeyi öğretmek istememizin bir nedeni de subay
kıtlığı. Bir de uzmanlaşırsak, o zaman durum daha da güçleşecek. Fakir ülke olduğumuzdan
dolayı, elimizdeki insana her şeyi yaptırarak arayı kapatmaya çabalıyoruz.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde subay kadrolarındaki açık uzun yıllardır sürüyor. Bu açık
nedeniyle de uzmanlaşmaya gidilemiyor. Bu durum ister istemez kurmayları da etkiliyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne her yıl yaklaşık 120-130 kurmay yetiştiren Akademiler, bugüne
kadar 4800 kurmay subay çıkartmış. Halen orduda 3 bin civarında kurmay var ki, gerçek
gereksinimin çok altında. Son yıllarda başlatılan «Yedeksubay seçimi» bu gereksinmeden
doğuyor, üniversite mezunları arasından teknik konularda uzmanlaşmışları özellikle seçip
yedeksubay yapan Silahlı Kuvvetler, diğerlerini, 16 aylık hiz298
met süresini 9 aya indirip er-erbaş olarak kullanıyor. Eğer önümüzdeki dönemlerde devreye
girecek olan ileri teknoloji bilgisini gerektiren silah sistemleri düşünülecek olursa, bu
uzmanlaşma daha da kaçınılmazlaşacak.
SAĞLANAN OLANAKLAR...
Öğrencilere epey yükleniliyor. Millet de hiçbir şeyini^ eksik etmemiş. Üstün nitelikli subay
yetiştirilebilmesi için tüm olanaklarını zorlamış.
Her şeyin başında, Türkiye'nin başka hiçbir üniversitesinde bulunmayacak zenginlikte ve
çeşitlilikte dev bir kütüphane var1. «Okuyan-Araştıran Subay» yetiştirebilmek için, dünyanın
neresinde meslekle ilgili bir ls.ita.-p çıksa, bir dergi yayınlansa önce Akademilere geliyor.
Sürekli başka ülkelerin Akademileriyle temas halinde, yeni gelişmeleri anında izliyorlar.
Kapalı devre televizyon ile eğitim yapılabiliyor. Bilgisayar merkezi, laboratuarları ve
Türkiye'nin başka yerlerinde az görülecek güzellikte, son derece modern, ve konforlu
konferans salonları, sınıflar... Her 3.5 öğr-renciye 1 öğretim üyesi düştüğünü söylersem,
herhalde eğitimin kalitesi ve subaya gösterilen itina daha iyi •anlaşılabilir.
Eğer subay öğrenci evli ise, ailesiyle birlikte, Aka-demi'nin kampüsünde oturuyor. Gidip
dolaştım, iki bazen üç odalı 100 metrekarelik tertemiz evler. Subay, ailesi ile birlikte olunca
verimini arttırabiliyor. Bekâr öğrenci veya öğretim üyeleri ise, 130 yatak kapasiteli
misafirhanede kalabiliyorlar. İki yataklı odaları bazen
1) Kütüphanede 648 bin kitap-belge-dergi, 3 .bin cilt doküman ve nadir eserler var.
299
tek, sıkışılırsa iki kişi paylaşıyor. Misafirhanede kalanlara, çamaşır, ütü, ayakkabı boyacısı,
yemek ve berber gibi hizmetler de veriliyor. Bekarlığın yükünü çekmemelerine dikkat
ediliyor. Kafasını sadece derslerine verebilecekleri bir ortam yaratılmaya çalışılıyor.
Türkiye'de son derece az insana nasip olacak yaygın, temiz, konforlu bir kampüste,
düşünülebilecek her türlü araç ve gereci istediği anda bulup yararlanabileceği bir ortamda
yetiştirilen kurmay adaylarının iki yılı pek de kolay geçmiyor. 6 saat süreyle akademide ders,
ardından ya bir konferans veya bir seminer, yorgun argın eve dönüp yemek ve çalışma1.
Ailesine en fazla 1-2 saat ayırabiliyor. Bu durumda da eşler çok önemli bir rol oynuyorlar.
Hangisi bu iki yıllık güç dönemden geçerken daha fazla destek veriyorsa, o subayın verimi de
hemen artıveriyor. Bazıları ise tam tersi...
Akademi yabancıların da gözdesidir. Örneğin 1985 -86 döneminde, iki Amerikalı, bir Güney
Koreli, dört Pakistanlı, bir de Bangladeşli subay okuyordu. Hükümetlerarası anlaşmayla
alman bu öğrencilere, eğer anlaşmada varsa evleri tam dayalı döşeli veriliyor. Renkli
televizyonundan, çamaşır makinesi, buzdolabına kadar.
Yabancıların karşılaştıkları en büyük güçlük dil
1) Akademilerdeki öğretilen derslerin ayrıntılı dağılımı da şöyle: Kurmayın görevleri olan
temel konular (Personel, İstihbarat, Harekât, Lojistik) yüzde 15.4 - Tatbiki konular (Harita ve
arazi meseleleri, arazi tatbikatları, havacılar için uçuş, harp oyunu ve plan tatbikatları, kurmay
gezileri, tetkik gezileri ve sınavlar) yüzde 55 -öenel konular (Harp Tarihi, Hukuk; Ekonomi
gibi yardımcı konular, yabancı dil) yüzde 30.
300
oluyor. Ancak özel kursları izledikten sonra, anlayabilecek duruma giriyorlar. Zaten
öğretmenler de bu han-dikapı düşünerek gerektiğinde fazla yüklenmiyorlar ve yardımcı
oluyorlar.
Yabancılar bazı derslere sokulmuyor. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çok can alıcı
konuların tartışıldığı »gizli» sayılan bilgilerin konuşulduğu dersler sadece Türk subaylarına
açık oluyor. Bu uygulama bize özgü değil. Örneğin, İngiliz veya Amerikan Askeri
Akademilerinde de, Türk subayları bazı derslere gizlilik nedeniyle alınmaz. Güney
Korelilerle, Pakistanlıların Türk Akademisinden mezun olmaktan dolayı ülkelerinde bir
üstünlükleri oluyor. Türkiye'de eğitim görmüş olmak onlara bir başkalık kazandırıyor.
Amerikalıların subay yollamaları ise, daha fâzla o genç adamın Türkiye üzerinde
uzmanlaşması amacından kaynaklanıyor. Karargahlarında komutanları tarafından seçilip,
önce Türkçe kurslarda hazırlanan Amerikalılar, Akademinin uzunca bir süredir gedikli
müşterileri arasına giriyorlar. Genelde de, bir süre sonra Türkiye'de görevlendiriliyorlar.
JUSMATT'da olsun, bizdeki Amerikan tesislerinde olsun, kazandıkları Türkçe ve daha da
önemlisi Akademideki arkadaşlıkları, kendilerine önemli bir avantaj sağlıyor.
Akademiler subayda bazı küçük değişiklikler de yapmıyor değil. Bazı askerlerimizin bir
tutkusu vardır. İki haftalık bir kursa gitse, kendini o kursta tartışılan konunun hemen uzmanı
olarak görür. Fazla derine inmeden, yapay çözümler aramaya başlar. Akademi bu hastalığı
yok ediyor. Zira iyi bir incelemenin ne olduğu orada anlaşılıyor. İyi bir inceleme yapmadan
da bir konuda bırakın uzman olmayı, doğru dürüst fikir da301
hi ileri sürülemeyeceğini yaşayarak görüyor. Kurmaylar Akademi'den sonra, olaylara daha
başka şekilde bakan kişiler oluyorlar.
İkinci unsur ise, kurmay subayın Akademi hayatında başlayarak, ülkenin siyasi gelişmelerine
ilgisinin artışı. Ordunun kremasını oluşturacak bu subaylar «yönlendirilip sorunlara duy ar
laştırılıyor lar.» Harp Okullarında verilen Atatürk ideolojisi, burada daha bi-limselleştiriliyor.
Konferanslarda olsun, plan tatbikatlarında, üzerinde tartışılan senaryolarda olsun subay
Türkiye'nin gerçekleriyle daha fazla uğraşıyor. Bazen, örneğin bir kriz senaryosu
çerçevesinde, ülkenin Başbakanına veya Cumhurbaşkanına bir suikast girişimiyle başlayan
hayali bir iç çatışma veya çeşitli olasılıklara karşı nasıl hareket edilebileceğini inceliyor. Sivil
hükümetlerin nasıl hareket etmeleri gerektiği hakkında tartışmalar yakıyor.
— Burada biz öğrencilere ihtilal hazırlığı yaptırmıyoruz. Bazılar mm kafasında böyle yanlış
bir izlenim var. Biz her türlü olasılığı kapsayacak hayali senaryolar kurup, belirli bir durum
karşısında genç adamın iyi karar verebilmesi için, tartıştırıyor, düşünme sistemini iyice
öğrenmesine çalışıyoruz.
Boş yere Türk ordusunun kreması Kurmaylardır dememişler.
Harp Okullarından sonra, Akademi'deki eğitimin düzeyi, sivil dünyadaki eğitimden son
derece yüksek ve kaliteli.
Genelde Akademi'ye girmek.çok güç. Ancak, girdikten sonra öğrenci eğer büyük bir hata
yapmazsa, anormallik ölma.zsa. pek sınıfta bırakılmıyor. Basan oranı, resmi rakamlara göre
yüzde 99 ile yüzde 100 arasında. Almışlarında öylesine sıkı bir elekten geçiriliyor-lar ki, iki
yıllık eğitimleri sırasında ciddi çalışma gös302
teren bu düzeydeki subay gereğinden fazla zorlanmıyor. Mezuniyet, giriş kadar güç olmuyor.
Nihayet diğer bir değişiklik de, okumayı unutma aşamasına giren subayı birden
okurlaştırmasıdır. İçlerinde bir bölümü sonradan yine kitabı kapatır, ancak Türk ordusunda en
çok okuyan grup yine de Kurmaylardır.
SİLAHLI KUVVETLER AKADEMİSİ...
Kurmay olan subay zaten istese dahi kitabı hemen kapatamıyor. Bir yandan yeni uygulamaya
konulan, «her rütbe terfiinde sınavdan geçme» zorunluğu hem de, kurmaylığı sırasında aldığı
bilgileri unutmaması, aradan geçen sürede tazelemesi için, kurmay olduktan sonraki on yıl
içinde mutlaka bir daha geri dönüyor ve Silahlı Kuvvetler Akademisi'nde 5 aylık bir kurs
görüyor.
Yılda ikişer dönemden ve 75'şer Kurmay subayın katıldığı kursta, Hava-Kara-Deniz taktiği,
ortak harekât, sefer planlaması, en üst düzeyden çalışma düzenleri, çevre ülkelerin askeri
yönden incelenmesi, harp hukuku, dünyada askeri yönden sorunlu bölgelerdeki durum,
strateji, yeni konsept ve doktrinler üzerinde çalışma ve güvenlik konuları ağırlıklı biçimde ele
alınır. Genelde de binbaşı ve yarbay rütbelerindeki Kurmalar katılırlar.
5 aylık süre içinde de yine akademilerde, fakat bu defa misafirhanede kalırlar.
MİLLİ GÜVENLİK AKADEMİSİ...
Akademilerin içindeki bir başka ünite de. Milli Güvenlik Akademisi'dir. Yılda bir defa olmak
üzere 20 si303
vil ve 10 üst düzey (Genellikle albay rütbesinde, ba-zen de bir ve iki general, amiral katılır)
subay, yine 5 ay süreyle bir araya gelirler.
Burası adeta büyük gereksinmesi duyulan sivil-as-ker diyalogunun en üst düzeyde
kurulmasını sağlamaya yöneliktir. Aynı zamanda da, subayların sivil bürokratları, askeri
konularda aydınlatması, sivil bürokratların da subaylara ülkenin durumunu anlatmalarını
sağlar.
Resmi tanımı şöyle;
«Milli Güvenlik. Akademisi, devletin üst kademe yönetici personelini Türkiye'nin ulusal
güvenliği konularında devlet çapında ortak planlamaya ve bu planların uygulanması açısından
koordineli çalışmaya hazırlamak, devlet kurum ve kuruluşları arasında ulusal güvenlik ve
ulusal savunma konularında ortak bir anlayış yaratmak, gerektiğinde verilecek direktifle, Milli
Güvenlik Kurulu'nun ülkemizin ulusal güvenliği sorunlarının çözümlenmesine katkıda
bulunmak amacıyla, Harp Akademileri Komutanlığı bünyesinde eğitim öğretim yapan, Silahlı
Kuvvetler'in en üst düzeyde bir eğitim-öğretim kurumudur.»
Ne okutulur diye sorulduğunda da, şu resmi yanıt Silinir:
«Amacı, öğretime katılan personele Milli Güvenlik konularında yeterli bilgi ve yetenek
kazandırmak ve planlamada kullanılabilecek esasları vermektir. Bu nedenle, Milli Güvenlik
Akademisi'nde Silahlı Kuvvetlerle birlikte, milli gücün diğer unsurlarının (sivil) milli hedefe
yönelik, etkili şekilde kullanılma esaslarının saptanması, milli ve milletlerarası politik, sosyal
konula-ım derinliğine inilerek incelenmesi ve objektif sonuçlara ulaşılması amaçlanır. Bu
amacı gerçekleştirmek için, öğretim programma politik, askeri, ekonomik, sos304
yo-kültürel konular, sevk ve idare dahil edilir. Bu konular, harp oyunu, konferanslar, ferdi
etüd çalışmaları, grup çalışmaları, geziler ve diğer tatbiki çalışmalarla geliştirilir.»
Sivillerin katıldıkları tek askeri eğitim müessesesidir, denilebilir. Askerler de sadece burada,
böylesine uzun bir süre sivillerle birlikte çalışırlar. Çağırılanların büyük bir bölümü, Genel ve
Katma Bütçeli Daireler ve Kamu İktisadi Teşekkülleri'nin Müsteşarları, Müsteşar
Yardımcıları, Büyükelçiler, Genel Müdürler, Vali, Kaymakam, Bölge Müdürü, Daire Başkanı
durumundaki insanlardır.
Aynı konfor ve görkemdeki binayı dolaşırken üst düzey yöneticiler gerçek amaçlarının
«Atatürk ilke ve şuuruna sahip, üst kademe yönetici, üst bürokrat yetiştirmek» olduğunu
söylüyor ve ekliyorlardı:
— Dünya, siyasi, askeri ve ekonomik yönden nereye gidiyor? Sorusunu inceleriz.
Çevremizdeki ülkelere bakarız. Ardından Türkiye’mizi inceleriz. Memleket sorunlarını
burada tartışırız. Konuşulanlar burada kalır. Milli güç, milli siyaset, milli hedef, milli
menfaatler nedir, sorularına yanıt ararız. Sempozyum gibi, seminer gibi çalışırız.
Üçte ikisi üst düzey sivil bürokratlardan gelen bu çalışmalardan şimdiye kadar 400 kişi
geçmiş. Aralarında dostluk kuranlar, sonradan yine görüşmelerini sürdürenler de var.
— Biz sivillere dünyamızı anlatırız. Onlar da bize kendi dünyalarını, ülkenin karşılaştığı
sorunları anlatırlar, sonra, da birlikte çözüm yolları ararız. Burada herkesin kalbi ülkesi için
atar... Maalesef sivil kuruluşlar buraya genelde kızağa çekilmiş »veya fazla etkin olmayan
kişileri yollarlar. Bu da düzeltile bilse, amaca daha çok yakınlaşılabilir.
305
BATIDAKİ UYGULAMALARA GÖRE FARK..
Bati ülkelerindeki Akademi uygulamalarıyla bizimki arasında birçok yönden fark var. Her
şeyin başında da, dışarda Akademilerin iki değil, bir yıl olması geliyor. Büyük yükleme
yapılmıyor.
İlk temel farklılık seçimden geliyor. Türkiye'de Akademi'ye kıdemli üsteğmen ile üç yıllık
yüzbaşı, yani ortalama 6 yıl kıta hizmeti görmüş, yaklaşık 30 yaşlarındaki gençler geliyor.
Amerika'da Akademilere, bizdeki binbaşı rütbesindekiler, 35-37 yaşlanndakiler geliyor.
Aradaki fark, benim kurmay adayımın daha çok genç, kıtada yeterince yoğurulmamış
olmasından, Amerikalı gencin ise daha uzun tecrübesinden dolayı, verilen bilgileri de daha
kolaylıkla hazmedebilmesinden kaynaklanıyor.
Diğer bir fark, .seçimde çıkıyor. Batıda (örneğin Fransa'da) kimin Akademilere gidecek
nitelikte" olduğunu, bir bakıma ilk elemeyi kıtadaki komutan yapıyor. Nitelikli adayları
komutan saptıyor. Bizdeki gibi, sadece imtihanda başarıya ve sicil notlarına göre değil,
atamayla oluyor. Ardından da, sınava sokuluyor. Sınav Fransa'da bir hafta, Almanya ve
İngiltere'de dört gün sürüyor. En Önemlisi de, bir heyet karşısmdaki sözlü sınav. Subayın
zekasmdan, bilgisine, espri gücünden, matematik kafasına kadar her şeyi ölçülüyor.
Öğrenciler arasmda başlangıç düzeyi açısından da farklar var. Genel kültürü yüksek, dünya
sorunlarının içinde yaşayan, New York Times, Le Monde veya London Times okuyup 5-6
kanallı televizyon seyrederek belirli bir genel kültür düzeyine daha başlangıçta ulaşmış olarak
gelenlerle, bu olanaklardan büyük ölçüde yoksun olarak Türkiye'deki Akademilere giren Türk
subayı arasmda doğal olarak bir fark vardır.
306
Öğretim sistemi de son derece farklı. Fransız Askeri Akademisi'nden mezun olmuş bir
generalimizin yaptığı karşılaştırma aynen şöyle:
—¦• Onlarda tartışma, tahrik ediliyor, konferans şeklinde yapılıyor. Subayın düşünmesi tahrik
ediliyor. Tartışma ortamı yaratılıyor. Bizde ise ders veriliyor. Har zırlanmış konular ortaya
konuluyor, belirli yönlere yönlendiriliyor ve hal tarzı da yeriliyor. Genç adamın düşünmesini
tahrik edip başka seçenekler aramaya zorlamaktan çok, çözümü öğretiriz. Orada «bir hal
tarzı» derler. Bizdeki gibi «Akademik hal tarzı» demezler. Hazır çözümler öğretilmez,
mümkün olduğu kadar esnektirler.
Konuların ele almışı da değişik...
— Derste daima bir olay verilir. Mesela, «Sovyetler Birliği Bulgaristan ve Suriye üzerinden
Anadolu'ya girdi,» denir. Her öğrenci buna-karşı ne yapılacağı hakkında bir ana görüş
oluşturur ve sınıfta açıklar. Sonra her biri oylanır Ve hangisininki daha beğenilmişse, o subay
kendi karargahmı kurar. O başkanlarım seçer, taktiğini geliştirip oyununu oynar. Böylece,
düşünen, inisiyatifi olan subay yetiştirmeyi amaçlıyorlar. Biz ise, bilgi açığımızı kapatabilmek
için kafalara bilgi yüklemesi yapmak zorundayız.
Batı Akademilerinde bütün görüşlere, ancak daha çok liberal görüşlere gittikçe geniş bir yer
veriliyor. Amerikan, Fransız ve Alman Akademileri başta olmak üzere, hemen büyük
bölümünde, Fransız Sosyalist Partisi Genel Sekreterinden, İtalyan Komünist Partisi liderine
kadar değişik görüşteki kişilere kapılar açılıyor. Ancak bu şekilde kendi sistemlerinin daha iyi
olduğunu anladıklarını belirten Amerikalı yetkililer, kendilerinin İngilizler kadar ileri
gitmediklerini, zira İngiliz Akademilerinde Komünistlerin de konferans verebildiği307
ni, Marks ve Lenin'i anlattıklarını söylüyordu. Bizde ise Akademiler, Harp Okulları gibi
kapalıdır. Liberal görüş dahi fazla benimsenmez. Türkiye'nin koşullarından kaynaklandığı
ileri sürülen bu yaklaşım nedeniyle, aşırı olmamak koşuluyla genelde muhafazakâr görüşlü
öğretim üyeleri yeğlenir.
Bir başka fark da, ekonomik güçlerinden kaynaklanır. Öğrenciler okuduklarının büyük bir
bölümünü, uygulamasıyla görür. Teoride kalmaz. Geziler ve tatbikatlara çok daha fazla vakit
harcanır. Bizde ise, genelde teorik kalır.
— Ufuk ötesini gösteren radarı okutuyorum, öğretiyorum. Ancak, gösteremiyorum. Para
meselesi... Parasızlıktan dış geziler dahi yapılamıyor.
Bütün bunlara karşılık Türk Akademilerinin en güçlü, Batı'da olmayan yanı da, üç kuvvet
akademisinin bir arada olması. Kuvvetlerin olanakları ve yetenekleri karşılıklı şekilde
öğreniliyor. Kara ile Deniz ve Hava birbiriyle tanışıyor ve birbirinin sorunlarını öğreniyor.
Türk Akademilerinin diğer güçlü bir yanı da, verilen bilginin yoğunluğuna rağmen, genel
eğitim düzeyinin Avrupa'daki bazı emsallerinden üstün olması ve Amerika'ya gittikçe
yakınlaşması...
Akademilerden ayrılırken insanın kafası binlerce soru ile doiu oluyor. Böyle bir kurumun
neden halka açılmadığından, neden tanıtılmadığndan başlayıp, verilen eğitimin niteliklerine,
niceliklerine kadar...
Kapıdan çıkarken bir subay ile karşılaştım. Hem yürüyor, hem de kendi kendine gülüyordu.
Hiçbir subayda kolay görülemeyecek bir hava içindeydi. Gözgöze geldik. «Nasılsınız?» dedi.
Mutluluğundan, önemli an
308
yaşadığı belliydi. «Biraz önce mezun olduğumu öğrendim)) dedi. Pırıl pırıl, ümit dolu, gözleri
parlıyordu;
— Ne hissediyor insan?
— Sadece güzel şeyler. En önemlisi, generallik kapısının aralandığının insana verdiği
heyecan... Artık kurmayım...
Ne anlama geldiğini o anda tam olarak anlayamamıştım.
İçimden yine de «şansın açık olsun» dedim.
Acaba meslek hayatında kurmaylığının farkını tam olarak tadabilecek miydi? Edindiği
bilgileri istediği kadar aktarabilecek mi, yoksa masa ve kâğıt çalışmaları arasında kayıp mı
olacaktı?
Yorgun ve biraz da dalgın, dışarı çıkmamla birlikte müthiş bir fren sesi ile irkildim. Ardından
da birbirinin içine giren arabalar. En öndeki askeri bir araçtı. İşaret vermeden, ani dönüş
yapmca geridekilerin hiçbir kurtulma şansı kalmamış.
Aracın şoför yerinden bir asker fırladı ve okkalı bir eleştiriyle, kendi kabahatini arkadakilere
aktarmaya başladı. Olacak şey değildi... Biraz daha yaklaşınca askerin tehdidi daha iyi
duyuldu:
— Bana bak, fazla söylenme, ayağının altına ait veririm. Jandarmayım ben...
Allah Allah, merak ettim ve «Neden ayağının altına alacaksın?» diye sordum. «Jandarma
olanlar hep başkalarını ayaklarmın altına mı alır?»
Şoförlerden biri kulağıma «Aman abi karışma, sonra paçanı kurtaramazsın,» diye fısıldadı.
İşte Jandarma ile ilk tanışmamız böyle oldu...
309
5'inci Bölüm:
TALİHSİZ KUVVET: JANDARMA
Eğer Türkiye'de bir anket yapılsa ve «Jandarma hakkında ne düşünüyorsunuz?» diye sorulsa
herhalde pek iç açıcı yanıt alınmaz. (
Kentlerde yaşayanlar, Jandarma ile çok fazla karşılaşmadıkları için, o kadar kötü bir görüntü
vermeyebilir, ancak yine de genel olarak «kaşı çatık - katı» tipli bir insandan söz eder.
Kentlilerin Jandarma ile ilişkisi, gazetelerde mahkûmların arkasında duran veya 12 yaşlarında
hırsızlık yapmış küçük bir çocuğu eli kelepçeli olarak mahkemeye sürükleyen ve hakim
tarafından «günah bu yaştaki çocuğu kelepçelemek» diye eleştirilen, şaşkın bakışlı Jandarma
erlerinden pek ileri gitmez. Kimse, şaşkın bakışlı Jandarma erinin yasalar nedeniyle o
kelepçeyi takmak zorunda olduğunu, yoksa zevkinden yapmadığını bilemez.
Kırsal yörelerde yaşayanlar ise Jandarmadan kelimenin tam anlamıyla korkar. Jandarma
karakoluna düşmektense, polis ile uğraşmayı yeğleyenlerin sayısı çoktur.
— Ben köy kahvesinde otururken Jandarma gelirse hemen ayağa kalkarım. Belki saygı
duyduğumdan
310
kalktığımı sanarlar, ancak açıkçası korkumdan kalkarım. Belki tersine gelir de başıma iş açılır
diye...
Köylerde, subaydan çok Jandarmanın forsu olduğunu, askerin yaptıramadığını Jandarmanın
kolaylıkla yaptırdığının hikayeleri hâlâ dillerdedir.
Oysa, biraz incelendiği zaman Jandarma hakkında ne kadar yamandığı, bir kuvvetin yanlış
kullanılması sonucu şöhretinin nasıl bozulabileceği ortaya çıkıveriyor. «Jandarma eziyeti»
deyiminin hangi nedenlerle doğduğu çok daha kolay anlaşılıveriyor. Bugünkü Jandarma da,
tarihi ve bazı güncel politikaların kefaretini ödüyor. Belki de kolay kolay bitmeyecek bir
kefaret ödemesi bu.
. Jandarmaya «talihsiz kuvvet» demek galiba daha doğru olur.
Jandarmalık tezatlar dolu bir meslek.
«Mantık bu kışlanın kapısında kalır, içeri giremez» deyimi meşhurdur. Bunu söyleyen
Komutan belirli bir oranda gerçeğini de ortaya koymuştur. Askerlikte bazen mantık değil,
emir önemlidir. Oysa, Jandarma bunun aksini gösteren örneklerle doludur. İnceledikçe beni
hayretler içinde bırakan bir meslek.
Jandarma, sivil halk tarafından «eline düşülmemesi gereken» bir güç olarak nitelenir.
«Jandarmaya düşeceğime, sıkıyönetime, yani subaya teslim olmayı tercih ederim,» diyenleri
çok duymuşumdur.
Silahlı Kuvvetler'in bir parçası denmesine, dördüncü kuvvet komutanlığı muamelesi
yapılmasına rağmen ordu Jandarmayı sivilleşmiş, yani biraz bozulmuş olarak görür. Kendisi
gibi katıksız asker saymaz. Polis ile bir tutar. Aynı değer yargısında bulunur ve «İnzibatı
düzenleyen yardımcı» der.
311
Polis ele Jandarmayı kendinden saymaz. Özetlemek gerekirse Jandarma kimseye yaranamaz.
Oysa, Jandarma birçok yönlerden subaydan daha gerçekçidir. Sivil halk ile çok daha fazla
temas halindedir, hukuk ve yasalarla çok daha fazla yakından ilişki içindedir. İşlevleri ve
sorumluluğu farklı olan subay sorunu emirle çözmek isterken, Jandarma hukuka çok daha
fazla dikkat eder. Olaylara daha geniş bir açıdan bakar.
YEDİ DEĞİL, NEREDEYSE ON KOCALI HÜRMÜZ...
Türk bürokrasisinde Jandarma kadar çok yere bağlı, Jandarma kadar çok yerden emir veya
görev almak zorunda bırakılan başkaca bir kurum yoktur. Kısaca bir göz atmak, omuzlarına
bindirilen yükün ağırlığını göstermeye yetiyor.
Jandarma, eğitim ve özel görevleri bakımından Genelkurmay Başkanlığı'na, araç, gereç, silah
(lojistik) açısından Kara Kuvvetlerime güvenlik ve asayiş görevleri açısından da İçişleri'ne
bağlıdır. - , ¦ — Mülki görevleri vardır: Görev sahasında güvenliği sağlayacaktır —
Kaçakçıları izleyecek, yakalayıp adalete teslim edecek — Cezaevlerinin dış korunmasını
yapacak.
— Adli görevleri: Suçluyu izleyecek, yakalayacak ve soruşturmayı yapacak.
— Askeri görevler: Asker kaçaklarını izleyip yakalayacak - Askeri yasak bölgeleri koruyacak
- Askeri yasakları uygulatacak - Askere alınacakları toplayacak-Smır Jandarması, hem sınır
korumasını yapacak, hem
312
de kaçakçılıkla mücadele edecek. Komando birliği - Havacılık birliği.
Bu kadar çok görev olunca da emir aldığı makamlar artıyor tabii: Genelkurmay Başkanlığı,
askeri görevleriyle ilgili emirleri verir, Garnizon Komutanları, Askerlik Şubeleri de
kendileriyle ilgili bölümlerin emirlerini dağıtır.
Vali, Kaymakam, Cumhuriyet Savcısı da Jandarmadan görev isteyenler arasındadırlar.
Görev sahası ise son derece geniştir: «Polisin gidemediği veya teşkilatlanmadığı yerlerin
güvenlik ve asayişinden» Türkiye yüzölçümünün yüzde 32'sinden Jandarma sorumludur. İl ve
ilçelerin dışında, özellikle kırsal yöreler Jandarmaya teslim edilmiştir. Ayrıca sekiz bölgede
de (İstanbul, İzmir, Konya, Adana, Ankara, Erzurum, Kayseri, Diyarbakır) merkezleri vardır.
Sınır boylan hariç, Türkiye'nin en ücra köşelerine kadar dağılmış durumda 3600 karakolu
bulunur. İç güvenliğin büyük yükünü sırtında taşır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden çıkan bir yasayı Jandarma, kar fırtına demeden Erzincan
dağındaki Çakmak köyüne götürüp, alındı tutanağını düzenlemekle de sorumludur.
Toplam sayısı 115 bin. Ancak sorunların temelini oluşturan nokta da buradan kaynaklanıyor.
Çünkü bu 115 bin kişilik gücün profesyonel subay sayısı sadece 1300. Assubaylar 7000,
yedeksubaylıklar 1000 (sadece teknik görevlerde kullanılıyorlar) asıl Jandarmalık görevi
yaptırılan ise, 18 aylık silah altına alman 105 bin er.
— Eri acemi eğitimi aldıktan sonra eline silah ve313
xip göreve gönderiyoruz. Başka bir olanağımız da yok ki... Hiçbir hukuk veya yasa bilgisi
yok. Vur dediğiniz zaman kırıyor çocuk. Kapıyı çalacağına, kırıp içeri giriyor. Tabii o zaman
biz kötü görünüyoruz.
Erler tek başlarına işe gönderilmiyorlar tabii. Yanlarında genellikle Jandarma assubayı oluyor,
ancak sayı yetersizliği karşısında, zaman zaman suçlu takibine çıkmak zorunda da
kalabiliyorlar.
— Bir zamanlar assubaylarm eğitimi de yetersizdi. O zaman katı davranıyorlardı. Assubayı
örnek alan er de, Jandarma üniformasının verdiği büyüklükle daha sertleşiyordu. Neyse ki,
büyük oranda bu durumun önüne geçilebildi. Fakat hâlâ geçmişin kötü anılarından tamamen
kurtulabilinmiş değil. Eğitim düzeyi arttıkça dengelenebilecek. Bir yerde yine toplumumuzun
bir sorunu, burada da karşımıza çıkıyor.
Deneyimli albay bunları anlatırken her şeye rağmen ümidini kesmemiş görünüyordu.
KÖTÜ ANILARLA DOLU BİR GEÇMİŞ...
Jandarmanın kuruluşu ve Cumhuriyetin düzlüğe çıktığı dönemlere kadarki kullanılış şekli de
üzerindeki yanlış izlenimin bir başka nedeni.
Jandarma, Osmanlılar döneminde, ilk defa 3 Kasım 1839'da «Umuru Zaptiye Hizmetleri» adı
altında ortaya çıkar. 1879'da Fransız Jandarma Teşkilât Yasası aynen tercüme ettirilip
uygulamaya sokulur. Cumhuriyet dönemine kadar da Jandarmaya en güç işler yaptırılır.
Savaşlarda, ayaklanmalarda Jandarma öne sürülür. Vergi toplanmasından, suçlu izlenmesine
kadar hep Jandarma görevlendirilir. Merkezi hükümetin zorba kuvveti durumuna getirilir.
314
Jandarmanın en güç dönemi Cumhuriyetle birlikte başlar. Gencecik Cumhuriyetin ne polis
örgütü, ne başka bir güvenlik gücü vardı. Elinde bir tek Jandarması bulunuyordu. Ülke ise
ayaklanmalarla, isyan ve iç kavgalarla sancı içindeydi. Jandarma Cumhuriyetin kolluk
görevini yapan tek kuruluşu durumunda, Türkiye'nin her yanma dağılmış, Cumhuriyeti ayakta
tutabilmek ve temellerini güçlendirebilmek için de, her olaya müdahale etme durumunda
kalıyordu. Olaylar da büyüktü. Hukuk kurallarına dikkat edilecek durum yoktu. Gerici
güçlerden başlayıp, bütün muhaliflere karşı son derece sert davranmak gerekiyordu. 1938'deki
Dersim olayları, hâlâ anımsananların başında gelir.
İşte Jandarmanın talihsizliği bu dönemdeki zorunlu rolünden de gelir. Atatürk'ün koyduğu
bütün ilkeleri uygulatan Jandarma, muhalifleri susturan Jandarma, isyanları güç kullanıp
bastıran Jandarma... Yıllar geçtikçe de, Jandarma korkusu ister istemez artıyordu.
Cumhuriyetin yerleşmesinden sonra da Jandarmanın görevi esnekleşmedi. Cumhuriyet Halk
Partisi döneminde, zorunlu olarak toplatılması gereken vergi için yine Jandarma kullanıldı. Ne
bugünkü eğitim, ne hukuk anlayışına dikkat, ne de İnsan Hakları konusundaki duyarlık... Bir
yandan ağır görevler, öte yandan da iyi eğitilmemiş subay ve assubayların yönettiği Jandarma
korkusu, silinmeyecek şekilde yerleşti.
Bugün Jandarmanın durumu tamamen değişmiştir.
Kara Harp Okulu'nun ikinci sınıfında Jandarmalığa ayrılan genç subay adayının özellikle
hukuka yat315
kın olup olmadığı kontrol edilir. İsteği kabul edilirse de, ayrı bir eğitim başlar:
— Jandarma subayı, piyadeye hukuk dersi verilmesiyle çıkar. Harp Okulu'ndan sonra Piyade
Okulu'na gider ve 11 ay sureyle piyade temel kursu görür. Ardından da, yine 3,5 ay süreyle
Jandarma Okulu'nda eğitilir. Burada mevzuatı öğrenir. Sonra da uygulamaya geçilir. Nasıl
adam yakalayacak, nasıl arama yapacak, karakol nasıl yönetilir...? Subay okulundan sonra da
dört aylık komando kursuna gider ve göreve başlar.
Jandarmanın personel yasası, Genelkurmay'ın aynıdır. Terfi, lojman vs. Tek farkı, mesaisiz
çalıştığından dolayı, Emniyet Genel Müdürlüğü'nden aldığı aylık 6000 lira civarındaki
tazminattır.
Subay adayı iken, okulda aynı sıralarda okurlar, ancak görev başlayınca, diğer subay ile
Jandarmanın yollan ayrılır. Görev sahalarının hemen hemen tamamı kırsal yörelerde olduğu
için, Jandarma bazen beş defa Doğu'ya (Şark) hizmete gider, dış görev filan söz konusu
değildir. Sınır boylarında garnizon olmadığı için zamanında tek başına yaşar.
JANDARMA DA ÇAĞA UYMAK İSTİYOR...
Bugün Jandarmanın sorunu, Türk toplumunun çağın getirdiği gelişmelerle boyut değiştirirken,
kendisini •bir türlü istediği kadar değiştirememesidir.
— Türkiye 1920 - 30'ların Türkiyesi değil. Polis yokken devlet Jandarmayı kullandı, polis
kurulunca değişecek denildi, oysa, tam tersine daha fazla kullanılır oldu. Bugünkü durum çok
değişik tabii. Artık suçun niteliği değişti, işleniş şekli bambaşka oldu. Toplum psikolojisinin
bilinmesi, kriminal bilgi sahibi olunması ge316
rekiyor. Oysa ben bu yönden hiçbir eğitim görmemiş er ile bu olayları izleme durumuna
düşüyorum. Uğraşması gerektiği insanlardan daha da geri durumdaki bu er ile olaylara nasıl
çözüm getirebilirim? Bazılarına burada Türkçe öğretiyoruz. Üniversite olaylarına bu
Jandarma gücü ile müdahele edebilir miyim? Mutlaka değişiklik gerekir.
Jandarmanın subay sayısının arttırılması, görevlerinden bir bölümünün polise aktarılması ve
binlerce karakola dağılmışlık yerine, merkez bölgelerde yoğunlaştırılmış bir kuvvetin hızla
olay yerine sevkedilmesini sağlayacak bir sistemin benimsenmesi giderek kaçınılmazlaşıyor.
— Türk toplumundaki görüntümüzü düzeltmek için uğraşıyoruz. Tek yolu da kuvvetin
yapısında değişikliğe gitmektir.
Bu belki çok doğru bir öneri olabilir, ancak karşılarına çıkarılan ilk soru da «bunca parayı
nerede bulacaksınız?» oluyor.
BATI ÜLKELERİNDE JANDARMA UYGULAMASI...
Uzun yıllar Belçika'da yaşadığım ve sık sık Fransa'ya gittiğim için, çok kolaylıkla «o
ülkelerdeki Jandarmanın da pek sevilmediğini» söyleyebilirim. Sokaktaki adam jandarmanın
yerine polisin eline düşmeyi daima tercih eder. Nedense, askeri bir yaklaşımla sorunları
çözme eğilimindeki Jandarma genelde katı görüntülüdür.
Türk, Fransız, Belçika ve İtalyan Jandarmaları arasındaki en önemli fark, Jandarma görevini
erin değil, rütbeli subay ve assubaym yapmasıdır.
Örneğin Fransız jandarmasında subay sayısı 2546.
317
Assubay 76 bin ve er sadece 9 bin. Yani bütün gücün yüzde 6.5'u. Bunlar da nöbet işlerinde
ve bürolarda kullanılıyorlar. Toplum ile temasları en alt düzeyde tutuluyor.
Belçika Jandarmasında ise er, hiç yok. Tamamen özel eğitimden geçmiş subaylar ve
assubaylardân oluşuyor.
İtalya'da Jandarma 24 bölgeye bakıyor ve subay sayısı 2000, assubay 23 bin, Uzman
Jandarma (Carabinieri) 61 bin ve er sadece 24 bin.
Jandarma sistemini uygulayan yabancı ülkelerin avantajı, polisin ülkenin her yerinde görev
yapması ve Türkiye gibi binlerce kilometrelik sınırları veya birbirinden kilometrelerce uzakta
oturum merkezleri olmaması. Dağ başındaki on haneli bir köy ile iki yüz kilometre ötedeki
diğer yirmi hanelik köyün denetimini yapmak gibi bir duruma girmiyorlar. Üstelik güvenlik
kuvvetleri arasındaki (polis-siyasi polis-Jandarma ve diğer) görev dağılımı da mümkün
olduğu kadar dengeli. Birkaç merkezden görev alan ise -yok.
: Diğer bir fark da, Batı'daki Jandarmanın bizdeki gibi para militer (yarı asker) olmaması.
Genelde polise destek veren bir güç.
1982 yılındaki değişikliklerle Jandarma daha motorize ve daha düzenli bir duruma girdi,
ancak omuzlarındaki yük yine de duruyor. .
318
6'mcı Bölüm:
ALBAYLIK, SON DURAK MI?
Komutan gece eve dönünce karısını karşısına, başını da ellerinin arasına alıp uzun uzun
düşünmeye daldı. «Acaba terfi edip general olabilecek miydi?»
Albaylığın 3'üncü yılından itibaren, eğer hırslı ve yükselmek isteyen bir Komutan ise, her gün
kafasının içini kemiren soru budur.
— Hiç unutamıyorum. Kurmay olmuş, albaylığın son bekleme yılına girmiştim. Erzurum'a
Kuvvet Komutanı geldi. Hepimiz toplandık. Bir ara benimle karşılaştı ve «Ooo, Ahmet sen
misin?» dedi. Ardından da benimle ayakta on beş dakika konuştu. O sırada diğer Komutanlar
ve arkadaşlar bekliyorlardı. Ayrılırken . «Haydi bakalım, yakında görüşürüz» dedi... Terfi
edebilme umudumu arttıran en açık işaretti bu... Zaten hemen o andan itibaren herkes bana
«oldu» gözüyle bakmaya başladı. Birçok kişinin de tutumları değişti.
Albaylık, subay mesleğinde bir bölümü için gerçekten son duraktır. Zaten bu kişiler de
akibetlerini gidişten hissederler. Hele fazla meraklı da değillerse kısa sürede havlu atarlar.
Emekli olacakları günü beklemeye başlarlar. Buna karşılık, başta kurmay albay319
lar olmak üzere, bir diğer bölümü de pek açıkça gös-termeseler bile sabahtan akşama kadar
PAŞA olacakları günü sayarlar. En büyük rüyalarının gerçekleşmesi için ne yapmak, talihsiz
bir yol kazasına uğramamak için nelere dikkat etmek gerektiğini düşünür, hesap ederler.
Çünkü general-amiral olmak bambaşka bir olaydır.
Türk toplumu için de, gerçek asker PAŞA'dır. En güçlüsü, en etkilisidir. Geriye kalanlar da
önemlidir ve saygı duyulur ancak PAŞA'ya bir başka gözle bakılır.
Bir de, general-amiral olunca bir askerin statüsü, yetkileri, sorumlulukları, çevresi, kısacası
dünyası öylesine değişir ki, bunun cazibesine kapılmamak imkânsızdır. Yasa yönünden
albaylıkla generallik arasında büyük bir fark yoktur. Albay iken emrinize verilen Alay' dan ne
bekleniyorsa, Paşa olunca emrinize verilen Tu-gay'dan da aynı şeyler bekleniyor. Maaş
açısından da önemli veya insanın hayatını değiştirecek herhangi bir artış olmaz. Asıl değişen
subayın dünyası olur. O ana kadar hizmet eden, başkasmı düşünen subay, yıldızları taktığı
andan itibaren «hizmet edilen» insan olur. Artık bazı şeyleri başkaları onun için veya onun
yerine düşünmeye başlar. Generalin kafasını yoran sorunların boyutları ve nitelikleri hemen
farklılaşır. Bu fark da uygulamalarla oluşmuştur, yasa ile değil.
Teğmenlikten başlayıp albaylığa kadarki dönemdeki terfiler, büyük bir hata veya disiplinsizlik
yapılmadığı taktirde otomatik işleyen bir mekanizma dahilinde yürür. Son durak olabilecek
albaylıktan generalliğe atlamak ise, tam anlamıyla bir dünya değiştirmek gibidir. İki rütbe
arasında, verilen hak ve yetkiler karşılaştırılamayacak kadardır.
Türk Silahlı Kuvvetleri için hiyerarşik düzen, üze320
rine en çok titrenen ve duyarlık gösterilen unsurlar dan biridir. Bugün hangi subaya soracak
olsanız, 27 Mayıs ihtilâlinden sonra kurulan Milli Birlik Komitesi'ndeki astların (yüzbaşıyarbay) bazen üstlerine emir verme durumuna girmelerini sinirlenerek anımsarlar. Bunun bir
daha tekrarlanmaması için de ellerinden geleni yaparlar. İkinci üzücü örnek, Aydemir
olaylarıdır. Talat Aydemir'in Harp Okulu öğrencilerini ayaklandırıp iki defa müdahale
girişiminde bulunduğu dönem de subayın kötü anıları arasındadır.
İşte bu yaklaşımdan hareket edildiğinde, general olmanın önemi de ortaya çıkıyor. General,
piramidin en üst düzeyine gelen, hiyerarşinin tepesinde, yani emir -komuta zincirini elinde
tutacak olan kişidir. Artık onun verdiği emirleri tartışabilecek veya kontrolünü yapabilecek
insan sayısı giderek azalır. General ordu komuta zincirinin bir halkasını oluşturur. Kararları
veren ve uygulatan generaller kadrosuna katılacak kişinin her şeyi kurallara uymalıdır. Askeri
yeteneklerinden, dünya görüşüne, siyasi eğiliminden kişisel yaşantısına kadar...
Generalliğe geçmesi düşünülebilecek albayın temel bazı nitelikleri olması gerekir. Yoksa
üzerinde dahi durulmaz.
Her şeyin başında, doğal olarak mesleğinde parlamış, ödüllendirilmiş olmalıdır. Bunun
dışında aranan nitelikler ise yazılı değildir. Adeta bir hareket kodu gibi, insanların
kafasındadır, fakat söylenmez. Eskiden daha değişikti, ancak son yıllarda aranan nitelikler
şunlar:
a) Albay o güne kadarki tutumlarıyla iç politikaya herhangi bir şekilde karışmamış olmalıdır.
Politika321
ya sözlü dahi olsa bulaşmış kişinin generalliği güçleşir.
b) Sosyal ve aile yaşamında muhafazakâr olmalı, aşırılıkları kesinlikle bulunmamalıdır.
e) Sivri, gereğinden fazla atak, fazla inisiyatif kullanmaya meraklı, fazla kendini gösterip
reklam etme yanlısı, başkalarını küçük gören, inancı, aklına her geleni açıksözlülük kisvesi
altında, söyleme tutkunu olmamalıdır.
Bir açıdan bakılırsa, sivil hayatta ödüllendirilen bazı nitelikler asker dünyasında tam tersi
tepki yaratıyor. Bu muhafazakârlığın nedeni de, ordunun yapısı gereği, bu kişilerin
çıkarabilecekleri risklerden çekinilmesidir. Ayrıca iç bünyedeki kişisel rekabetin fazla
artmasının getireceği sakıncalara dikkat edilir.
Bunlardan dolayı, küçük rütbelerde daha tolerans ile görülen bazı sivrilikler, rütbeler arttıkça
benimsen-memeye başlar. Bu rütbelerde itaat ve muhafazakârlık önemlidir. Bu yüzden de
yola liberal görüşlerle çıkan bir teğmen, albay-generallik görevine geldiğinde daha
muhafazakârlaşır. Herhalde yaşının, tecrübesinin, hem de bu koşulların etkisiyle...
Türk Silahlı Kuvvetleri, etekleri geniş, yukarı doğru yükseldikçe daralan bir piramit uygular.
Ortalama olarak da, bu piramitin tepesini oluşturan general-ami-ral sayısı 280-300
arasındadır. Piramit bazen tepede şişkinleşir, bazen normal duruma iner. Şişkinlikler de hep
olağanüstü dönemlerin getirdiği olağanüstü koşul-lardan doğmuştur. 1960 İhtilali döneminde
olsun, 12 Mart döneminde olsun böyle durumlarla karşılaşılmıştır. Son yıllarda, zaten büyük
açığı olan subay sayısın322
daki yetersizlik nedeniyle, general-amiral rütbelerinde-ki beklemeler —göreve göre— birer
yıl uzatılarak denge oluşturulmaya çalışılıyor.
Uzaktan bakınca bu piramidi korumanın çok kolay olduğu sanılabilir. Oysa, dünyanın en güç
işidir. İnsanoğlu geldiği bir yeri veya düzeyi bırakmak ister mi? Hem de o kişinin bırakmasına
karar verecekler de, en yakın arkadaşları durumundaki diğer en üst rütbeli komutanlar olacak.
Bu durumdan kurtulabilmek için general-amiral sayıları yasayla saptanmıştır1. Piramitin
altüst olduğu 1960 sonrasında 255 general ve binlerce subayı emekliye sevketmek zorunda
kalan üstler, bir daha böyle durumlarla karşılaşmamak için, ellerinden geldiği kadar piramitin
çizgilerine uymaya çalışıyorlar. Bazen başarılı olunuyor, bazen daha az başarılı...
Her yılın Temmuz-Ağustos ayları Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli dönemidir. Tayin ve
terfiler gerçekleştirilir. 6 yıllık süresini bitirip sınıra dayanmış yüzlerce albay heyecan içinde
bekleşmeye başlar: Acaba kulübe alınacaklar mı?
Her yıl üç kuvvetten general-amiral olmak için terfi bekleyen albay sayısı 1100'dür, terfi
ettirilecek olanlar ise sadece 482. Geri kalan 1052'sinin bir bölümü bir yıl daha bekler, bir
bölümü ise emekliye çıkar. Her yüz albaydan ancak 4 - 5'i yükselebilir.
Koskoca bir gelecek iki dudak arasındadır...
1) Batı'da, general-amirallige terfi ettirilecek olanların sayısı, kuvvetlerin gereksinimlerine
göre, her yıl saptanır.
2) Türk Silahlı Kuvvetleri'nin general-amiral piramiti ve yıllık generalliğe terfi edecek yasal
albay sayılarının dökümü için bakınız Ek XIV.
323.
GENERAL OLACAKLARA KİM-NASIL KARAR VERİR?
Yasal olarak terfiler, atamalar, Askerî Şûra tarafından kararlaştırılır. İki tip terfi-atama vardır
ki, Şûra'dan önce zemini hazırlanır, kesinleştirilir ve Şûra'da sadece onaylanması kalır.
Tartışılması yapılmaz.
Bunların başında da kuvvet komutanlıklarına; ordu komutanlarına, yapılan atamalarla,
korgenerallikten orgeneralliğe yükselişler ve albaylıktan, generalliğe terfîi gelir. Ordunun
tartışılmaz komutam Genelkurmay Başkanı'dır. Gündelik dilde «l'nci Başkan» denir, l'nci
Başkan kuvvet komutanlıklarına yapacağı atamayı önce kafasında hazırlar. Eğer isterse veya
gerekli görürse Cumhurbaşkanı ve Başbakana da önceden danışır. Bu yaklaşım daha çok
Genelkurmay Başkan'ın kişiliğine, Cumhurbaşkanı ve Başbakan'la ilişkilerine de bağlıdır:
Örneğin böylesine önemli atamalarda, Cumhur-başkanı'na mutlaka danışıldığı gibi, Başbakan
ve Milli Savunma Bakanı'na da bilgi verilir. Korgenerallerden orgenerallere yapılacak
terfilerde de l'nci Başkan, ilgili kuvvet komutam ve Cumhurbaşkanına danışır, fikrini alır.
Ancak son söz daima Genelkurmay Başkanı'ndadır. Bunlar duyarlı terfiler olduğundan dolayı,
Şûra'da üzerinde tartışma yapılmaması yeğlenir1.
Kısa bir süre öncesine kadar kuvvet komutanı olarak Şûra toplantılarına yoğun biçimde
katılmış bir komutanın bu konudaki anıları ilginçtir:
— Şûra toplantısı başlayınca, nadir olmakla birlikte, üzerinde tartışma yapılacak olan general
oradaysa salonu terkeder. Kısaca bir konuşulur ve Genelkur1) Atamalar Askeri Şûra göre^î dışında olup, 926 sayılı yasaya göre yürütülür.
324
may Başkanı'nın önerisi kabul edilir. Tabii en büyük güçlükler, örneğin her yönden aynı
durumdaki iki Korgeneral veya tuğamiral arasından birinin seçilmesi zorunluğundan çıkar.
— Başbakanlar hiç karışmazlar mı?
— Hayır. Gelirler, açılış konuşmasını yaparlar ve ardından susup dinlerler. Belki bir iki
kelime ederler. Ama, şu veya bu kişiyi tercih ediyorum demezler. Daha da kötüsü, eğer bir
Başbakan bir generale ağırlığını koymaya kalkarsa tam tersi olur ve geri teper. O generale
kuşkulu gözlerle bakılmaya başlanır. Şûra Başkanı olarak oy veren Başbakanların mutlaka
söylemeleri veya bir itirazları varsa, Şûra öncesinde haber yollar veya l'nci Başkan ile
konuşup sorunu halleder.
— Albaylıktan generalliğe terfiler nasıl olur?
— Başta her küvet kendi listesini hazırlar. Türkiye'nin başka hiçbir kuruluşunda, orduda
olduğu kadar albaylıktan generalliğe veya amiralliğe terfi edecekler hakkındaki kadar geniş
bir inceleme yapılmaz. Teğmenliğinden İtibarenki bütün künyesinin, tüm sicillerinin dökümü
çıkartılır ve teker teker incelenir. Eğer eşinden boşanmışsa, «neden boşandı» sorusuna kadar
tetkik edilir. Generaller arasındaki terfilerde karşılanan güçlükler burada da önümüze çıkar.
Terfi edecek olanların sayüarı bellidir. Sırası gelenler ise daha çok. Aralarında mesleki
yönden hiçbir fark olmayanların bu defa başka yönleri incelenir. Dil bilgisi, dile hakimiyeti
vs...
İşte bu başabaş yarışlarda, komutanın teğmenliğinde evlendiği eşinin iyi seçilmiş olup
olmamasının bile son derece kritik rol oynadığı durumlarla karşılaşılmıştır. Eşinin kültürü, dü
bilgisi ve sosyal hayatı kıl payı yapılan terfilerde bir faktördür.
Tabii bütün bu incelemeler ve kılı kırk yarmalar,
325
yine de kişisel ilişkilerin etkisini de tamamen ortadan kaldırmıyor. Albaylığı ve dana önceki
dönemlerinde üstleriyle iyi ilişki kurmuş, güven yaratmış, kendini tanıtmış olan albayın, şansı
biraz daha fazla oluyor. Kararı verecek durumdaki komutanların tanıdıkları bir albay, aynı
niteliklere sahip olsa dahi hiç tanınmayan, hiç denenmemiş, göze çarpmamış bir albaya
yeğleniyor. T>ünya.mn her yerindeki sistem, belirli oranda bizde de geçerli.
— Şimdiki durumu bilemiyorum. Fakat bir süre öncesine kadar kuvvet komutanlarının
cebinde bir Şûra listesi, bir de kendi listeleri olurdu. Daha önceden aramızda görüşürdük. Ben
kendi tercih ettiğim albayı söyler, ondan da amiral yapmak istediği kişiyi öğrenirdim. Belirli
bir uzlaşı doğardı. O zaman, Şûra'da albayların terfilerinin tartışması başladığındı kuvvet
komutanının önerileri itirazsız geçerdi. Zira tam bu tartışma açıldığında bir Şûra üyesi «Bu
çocuk fazla geveze, boşboğazlık ediyor» dese bitti. İnsanların .üzerinde uzun uzun • tartışma
vakti olmadığı için, o albayı koruyacak kimsesi de bulunmuyorsa terfisi kalıverir. Son derece
ince bir dengedir. Sonunda da gizli oy ile yapılıyor. Son yıllarda, Şûra toplantılarına bütün
orgeneraller girmeye başladığı için, eskisi gibi kuvvet komutanları arasındaki- ön hazırlık
aynı etkinlikte işlemiyor. Her şey Şûra'nm 18 üyesi önünde oluyor.
Albaylık durağına gelmiş olan bir subay için, eğer yükselmek arzusunda ve isteğindeyse, bu
nedenlerle komutanlarla ilişkileri çok önem kazanır. Generallik basamağına yaklaştıkça
değişiklikler kendini gösterir. Çünkü herkes, çok dar bir aralık bırakılan kapıdan birkaç
kişinin girebileceğini hilir. Komutanın iyi mütala326
aşının önemi artar. Genelkurmay Karargahı'nda bulunanlar, en üst'lerle daha sık
karşılaşabilme olanağına sahip bulunduklarından, bir avantajları vardır. Tek koşulu, kıta
görevini de iyi yapmış ve komutanları tarafından «farkedilen» subay olmak...
Acaba bütün terfiler haklı mıdır? Hiç hata yapılmaz mı?
Herhalde, bütün terfilerin tam hakkıyla yapıldığını dünyanın hiçbir ordusu iddia edemez.
Kararı verenler insanlar oldukça, insanların birbirinden ayrı tercihleri, değer yargıları ve
yanılmaları doğal oldukça, terfilerde de mutlaka hatalar yapılır. Önemli olan, hataların
fazlalaşmamasıdır.
BATIDAKİ UYGULAMA...
Batı ordularındaki terfi sistemleriyle bizimki arasındaki fark, küçük rütbelerin atamalarında
çıkmaz. Orada da bizde olduğu gibi, konulmuş kurallar çerçevesinde personel daireleri
bilgisayara bastı mı, süreleri dolanlar rütbe atlar.
Fark, en üst düzey general terfileri ve ordu-kuvvet komutanlarının atamalarında çıkar. Bizde
bu atamalara sivil hükümetler kesinlikle karışmazlar. Batı'da ise, Genelkurmay
Başkanlıklarının önerileri arasmdan seçimi sivil kanat, yani Milli Savunma Bakanları yapar.
Genelkurmay'ın önerileri dikkate alınır, fakat geri çevrildiği de olur. Bazen Genelkurmay
Başkanlar'ın haberi dahi olmaz. Sivil otorite bir generali ani bir kararla terfi ettirip kuvvet
komutanı dahi yapabilir ve hiçbir itirazla karşılaşmaz.
İkinci ve bizce daha da önemli farklılık, Batı sistemlerinde askerlik bir hayat tarzı değil de, bir
meslek ola327
rak alındığından albaylık ile generallik arasında bindeki kadar dünya farklılığı yoktur.
Bizim uygulamalarımızın aksine, binbaşılığa kadar gelmek nispeten kolaydır da, binbaşılıktan
albaylığa atlamak güçtür. Albaylık düzeyine gelenler için, generalliğe terfi o kadar büyük bir
yetki ve sorumluluk farkı getirmez. Oysa binbaşılığa kadarki gelişte yapılacak elemeler
bitirilir. Generallik eşiğine kadarki süreç içinde mümkün olduğu kadar azaltılır.
Bu durumda da, Batılı bir subay için albaylıktan emekliye ayrılmak kötü görülmüyor. Zira
albaylığa varabilmiş olmak yeteri kadar başarı sayılıyor.
Bu farkı «Her yiğidin bir başka yoğurt yiyişi vardır» diye açıklayan bir üst rütbeli subayımız,
Türkiye' nin kendine özgü koşullarının bu durumu yarattığına dikkat çekti.
HAVLU ATANLAR...
Terfi dönemi yaklaştıkça bekleyenler yavaş yavaş ikiye ayrılırlar, göreve asılanlar başka
hiçbir şey düşünemez olur. Bunun sonucu da askerliğini hobi durumuna sokar. Ne sabahı ne
akşamı vardır. Hafta sonunda bile kıtaya veya karargaha gelir. Sivil dünyadan biraz daha
uzaklaşır.
Bir de havlu atanlar vardır. Ne yaparsa yapsın generalliğe terfiin gerçekleşmeyeceğini
hissedenler ise, kendilerine yeni bir hayat hazırlamaya başlarlar. Tam aksine sivil dünya ile
temaslarını arttırırlar.
Albayların geneldeki motivasyonu ise, başında bulunduğu birliğe, giderayak «bir şeyler
verebilmek,» ve ilerde anılan bir komutan olabilmektir; Çünkü ister emekli olup ayrılsın, ister
general-amiral olsun, bir da328
ha aynı statüye hiçbir zaman gelemeyecektir. Belirli bir açıdan yolun sonuna gelinmiştir.
Komutan başını iki elinin araşma almış, işte bütün bunları düşünüyordu. Dalıp gitmişti. Deniz
Kuvvetleri Karargahı'nda çok iyi bir arkadaşı vardı. «Bir şey öğrenirsem sana haber veririm,»
demişti.
Eşi de onun kadar heyecanlıydı.
— General olamazsak ben etrafa nasıl bakacağım? Emin ol, olmazsa çok üzüleceğim.
Oğlu yanma geldi:
— Baba, Hüseyin'in amcası amiral oluyormuş, seni yapmayacaklar mı?
«Canım zarar yok* Bundan sonraki hayatımızı başka bir meslekte geçiririz,» demek istedi,
ancak diyemedi. Boğazı düğümlendi. Karısından ve çocuğundan daha fazla o istiyordu.
Birden telefon çaldı. Eşi koştu.— Alo? Burada efendim. Kocasına döndü:
— Ekrem, Deniz Kuvvetleri Komutam arıyor... Evde derin bir sessizlik oluverdi. Adeta
zaman durmuştu. Heyecanına hâkim olmaya çalıştı.
— Albay Ekrem...
— EMRET KOMUTANIM.
— (sessizlik) SAĞOLUN KOMUTANIM. HEMEN GELİYORUM KOMUTANIM. Albay
Ekrem, amiral olmuştu. Kapıya indiği zaman şaşırdı.
329
Amiral arabası, şoförü, emir assubayı ve nöbetçileri dizilmişler, selam durmuşlardı.
Başka bir dünyaya girmek üzere olduğunu ilk defa
hissetti.
İçinden hafifçe gülümsedi ve kendi kendine «Tanrım, hayatta olsaydı da anam ile babam beni
şu gün görselerdi,» dedi.
Amiralin arabası, diğer apartmandakilerin biraz meraklı, biraz gıpta dolu bakışları arasında
tozu dumana katarak uzaklaştı.
O sırada amiralin eşi, tebrik telefonlarına yanıt yetiştirmeye çalışıyordu. _ Oğlu ise, diğer
arkadaşlarıyla oynarken ilk defa, kalecilik yapmak istediğini söylemiş, bu isteği büyükler
tarafından hemen kabul edilmişti.
Hiçbiri, yeni, ancak kaç yıl süreceği bilinmeyen bir yarışın başladığının farkında değillerdi.
330
III. AYIRIM
GENERALLERİN DÜNYASI
331
— Yeni amiral olmuştum. İlk işim de yaşlı anacığıma koşup elini öpmek oldu. Beni uzun
uzun süzdü. İçini geçirdi ve «Oğlum, iyi hoş da, sen bana ne zaman Paşa olacağını söyle»
demez mi? Temelde haklıydı çünkü toplum için amirallik filan yoktur. PAŞA'lıktır önemli
olan.
PAŞA'lık bizim, Osmanlılardan bu yana nitelik değiştirerek gelen bir müessesemizdir.
Osmanlılarda durum daha değişikti. Sadece askerlere PAŞA denmiyor, yüksek düzey
bürokratlara da «Paşa» diye hitap ediliyor. Terminoloji açısından, sivil-asker ayırımı
gözetilmiyor. Bütün yetkileri elinde tutan kişi padişah. Bir yandan başkomutan, öte yandan
hükümdar. Bugünkü durum, Osmanlı döneminden farklı olmakla birlikte, yine de toplumun
zihninde en üst rütbe Paşalıktır. Bunun başlıca nedeni de, Cumhuriyet ordusunun paşalık
rütbesine gelmiş subaylarının genel durumlarının, çevrelerinin ve yetkilerinin, diğer rütbelerle
karşılaştırılamayacak oranda değişmesidir.
800 bin kişilik Türk ordusunun subay-assubay kadrosu yaklaşık 70 bin kişiyse, piramitin en
tepesini oluşturan generallerin sayısı sadece 285'tir. Sayısal yönden dahi, generallik gıpta ile
bakılan bir rütbedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, general olununca
333
yasal açıdan albaylığa oranla büyük bir farklılaşma olmaz. Örneğin, maaşı birkaç misli olmaz
(Ek'lere bakabilirsiniz) ancak uygulamalarla etkinliği büyür.
Her şeyin başında daha önemli görevlere atanır ve buna bağlı olarak sorumlulukları ve
yetkileri artmaya başlar.
— General olunca beni en çok etkileyen olay tugay komutanlığına atanmamdı. Birdenbire
emrimde 6-7 bin kişilik bir kuvvet buldum. Buna bağlı olarak da, emrimdeki zırhlı araç, tank,
cephanenin sayısı binleri ve imza yetkim de yüz milyonlarca lirayı buluverdi. Hele Anadolu
yörelerindeki bu görev, validen hemen sonraki önemli kişi durumuna sokuyor sizi.
Protokoldaki yeriniz hemen değişiveriyor.
Generallikte rütbeler arttıkça, bu görev - yetki - sorumluluk üçlüsü, diğer rütbelerin aksine
birkaç misli katlanarak büyüyor. 10 -15 bin kişilik bir tümen, 15 -70 bin kişilik bir kolordu
komutanı olmak, orta boylu bir devletin yönetimini andıran yetki ve sorumlulukları da
beraberinde getiriyor.
— Erzurum'da kolordu komutanıydım. Beni pek tanımazlar ve adımı da bilmezlerdi. Halk
arasındaki adım «Erzurum Valisi» idi. Onlar için en yüksek düzeyde Devlet'in koruyucusu
bendim.
Generallikle birlikte, Genelkurmay Başkanlığı'n veya Kuvvet Komutanlıkları Karargahları'n
en üst düzey görevlerinin kapıları da açılıyor. Karar alan komutanlara biraz daha
yakınlaşıyorsunuz.
Nasıl kıta hizmetindeyken, bulunduğunuz yerde protokolün önlerine geçip, çevrenin ileri
gelenleri sizinle görüşmek için birbiriyle yarışmaya başlıyorsa, Ankara'ya gidip Genelkurmay
veya Kuvvet Karargâhlarında görev aldığınız zaman da, görüştüğünüz kişiler değişiveriyor.
Albayken pek elde edemediği bir olanağa
334
kavuşuyor» artık Kuvvet Komutanı'yla veya Genelkurmay Başkam ile yemek yiyebiliyor,
daha sık görüşü alınıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin politikalarının saptanması, kişiye ve
bulunulan göreve göre değişmekle birlikte, hem etkinliğiniz artıyor, hem de statünüz.
Bir süre öncesine kadar, komutana hizmet veren kişiyken, şimdi karargahı genişlemiş, hizmet
verilen kişi durumuna girmiştir.
Artık lojman sırası beklemek yoktur. Generallere öncelikle lojman verildiği gibi, müsait
yerlerde lojmanın büyüklüğü de hemen artar.
Her generale, şoförlü bir makam arabası (Renault) tahsis edilir. Daha önceleri de görevine
göre makam arabası vardır, fakat birkaç yıldızlı general arabası, ister istemez bir başka olur.
Emirsubayı verilir ve postasının sayısı da artar. Artık bankaya gidip para yatırmak veya
çekmek; tiyatro bileti peşinde koşmak, maçlarda sıraya girmek gibi şeyler de yok. Her şey
sizin için yapılıyor.
Orduevlerinde olsun, dinlenme kamplarında olsun, «Maalesef yer yok» diye bir cümle
duyulmuyor. Hatta, on kişiye bir garsonun düştüğü yerlerde, size tek garson servis yapıyor,
ekmeğinizi dahi isterseniz kızartıp getiriyor. Bunlar belki küçük ayrıntılardır, ancak bir
insanın hayatını ' renklendiren ve statüsünün değişip büyüdüğünü gösteren eh önemli
simgelerdir. Bu durumdan zevk almayacak bir insan da pek düşünülemez.
SİVİLLER, DAHA FAZLA İLGİ GÖSTERİR...
Subay general olduktan sonra, hele daha da üst rütbelere doğru tırmandıkça asıl büyük
«ilgiyi» sivil kesimden görür:
335
. — Birdenbire etrafıma birtakım insanlar dolüşuverdi. Daha önce görmediğim, etmediğim
uzak akrabalar, sınıf arkadaşları çıkıverir oldu. General olduktan sonraki her yeni rütbe veya
tayinimde artık çiçekler almaya, telgraf ve telefonlarla kutlanmaya başlanmıştım. Toplumun
her kesiminden bir «ilgi ve sevgi halesi» ile çevriliverdim. Subay arkadaşlarım da tebrik
ediyor ve ilgi gösteriyorlardı. Ama siviller hepsini bastırdı. Paşa olanlara böylesine büyük ilgi
duyabileceklerini hiç sanmazdım. Kısa zamanda nedenini anladım.
Sivil toplumun generallere karşı yaklaşımını incelediğiniz zaman, subayın 30 yıllık meslek
hayatında görülmedik derecede bir yakınlaşma ile karşılaşıyorsunuz. Özel sektör olsun,
bürokrasi olsun, daha küçük düzey-dekiler ile mahallelilerin olsun daima yakın ilişki kurmak
istedikleri bir «dost generalleri» vardır. Bir bölümü «Ben Ahmet Paşa'ya dedim ki» veya
«Ahmet Paşa'ya bu konuyu yansıtırım...» diyebilmek; diğer bir bölümü, bürokrasi çarklarında
tıkanan işlerinin çözülmesi için paşanın adını kullanabilmek (çoğu zaman paşanın haberi
olmadan); başkaları da ne olur ne olmaz diyerek, ilerdeki durumunu şimdiden güvenceye
alabilmek için bir yanşa girerler.
— Paşam, ne iyi düşündünüz. Sizin gibi insanlara ne büyük ihtiyacımız var biliyor musunuz?
— Aman paşam, siz zahmet etmeyin, ben teknemi gönderip sizi aldırırım. Fikirlerinizden
yararlanmak istiyorum.
— Eğer davetime gelmezseniz çok üzülürüm.
Bir süre sonra paşa 24 saati dolu bir insan durumuna giriverir. Hele büyük kentlerde
görevliyse, insanlar birbirleriyle yarış ederler. Hediyeler, davetler, iltifatlardan geçilmez.
336
Paşaların bazıları, bunların büyük bir bölümünden hoşlanmaz. Zira alışmamıştır. Bazıları ise
hoşlanır ve hem resmi protokoldeki, hem sosyetedeki yerinin keyfini çıkartır.
Sivil kesimin belirli bölümleri paşayı elde edebilmek, onunla konuşabilmek, hiç değilse
birlikte görüne-bilmek amacıyla yapmadığını bırakmaz.
— Kuzey Deniz Saha Komutanı'ydım. Meğer protokole göre öylesine fazla görevlerim varmış
ki, bir süre sonra kendimi davetten davete koşar buldum. Çark sizi alıyor ve kendinize gelene
kadar da sürekli öğütmeye çalışıyor. Siz de insansınız, her şeyi reddedip kiliseye kapanan
rahipler gibi, kapılarınızı sürgüleyemezsiniz ya... Önemli olan ölçüyü bulabilmektir.
Generallik-amirallik düzeyinden geçmiş, halen görev yapan veya emekli olmuş komutanların
önemlice bir bölümünün birleştiği nokta, sivil bölümün bu abartılı ilgisinin, «güçlü ve yetkili»
kişiye yakın olmak isteğinden kaynaklanması. Kimi doğal olarak hoşlanmış, bazıları ise hiç
hazzetmediklerini söylediler...
Generallik - amirallikle birlikte, hem protokoldeki yerinin ön sıralara geçmesi, devleti
yakından ilgilendiren işlerle uğraşılan görevler gereği, hem de toplumun bu yakın ilgisi
sonucunda, subayın sivil ve hükümet kadrolarıyla temasları da, doğal olarak birdenbire
yoğunlaşır. Artık ister istemez, geri çeviremeyeceği davetlerde köşeye sıkıştırılıp ülkenin
gidişi veya hükümetin son politikaları hakkındaki sorulardan fazla kaçamaz olur: İster istemez
de, ilgilenme oranı artar. Belirli oranda siyasileşir dahi denilebilir.
PAŞA EŞİNİN DE RÜTBESİ ARTAR...
Generallik basamağına gelen ve orada da her dört
337
yılda bir yeni rütbe almaya başlayan generalin eşinin de rütbesi artar. Bir bölümü için bu
değişiklik hiç önemli değildir. Hatta rahatsız olanlar dahi vardır.
Ancak bir bölümü için tam tersine, modern hayata giriş anlamı taşıdığından dolayı, önemli
sayılmasa bile, çok hoşa giden bir durumdur.
Generallerde olduğu gibi, bir paşa eşinin yaşantısı da, hem ordu içinde, hem dış dünyada
farklılaşır:
— Arabayla bir yerden bir yere giderken, bir subay davetine girerken saygı gösterenlerin,
durup hemen yer verenlerin sayısı tabii ki birdenbire arttı. Bizdeki geleneğe göre, eşe
gösterilen rütbe saygısı aynen hanımlara da gösterilir. Mesela, tugay komutanıydık. Artık
berberde sıra beklemez olmuştum. Hatta gerekirse kuaförü lojmanıma dahi
çağırabiliyordum... Çay veya yemek davetleri de birden artıverdi. Oturduğunuz yer de
kocanızın rütbesine göre değişir. En baş köşeye alınırsınız. Ancak siz tuğgeneral iseniz,
korgeneralin eşinin Önüne de hiçbir şekilde geçemezsiniz. Kocam bana, fcYahu, birdenbire
selam verenlerin sayısı arttı» derken, tam olarak ne anlama geldiğini bilemezdim. Sonra, bana
da aynı ilgi gösterilince anlamaya başladım.
Komutanın eşiyle yakın olmak, ilişki kurmak, hatta dost olmak önemlidir. Hem bir sosyal
gerek, hem de ilerde bir sorun çıktığı taktirde beklenebilecek bir dayanışmanın başlangıcıdır.
— Bizim geleneklerimize göre, her yerde, evimizde büyüğe daima saygı gösterilir. Bu sistemi
bozmamaya da çok özen gösteririz. Hatta kocalarımız rütbe farklarında belki daha esnek
olabilirler de, biz eşler daha katıyızdır. Sistemin bozulmamasma özen gösteririz. İlerde aynı
rütbeye gelince, o güne kadar başkalarına gösterdiğiniz saygıyı siz beklemeye başlarsınız.
Ordu dışı hayat da, bazı subay eşleri için önemli338
dir. Sosyete sütunlarında resimlerinin çıkması, şu veya bu hayır derneğinin yönetim kurulu
başkanı olunması, hakkmızda yazılar yazılması hoşa gider. O zamana kadar, maddi
olanakların kısıtlılığından dolayı gidilemeyen büyük gazinolardaki davetlerde büyük isimli
sanatkârların, yanınıza gelip size adınızla hitap ederek sizin için bir şarkı söyleyeceklerini
belirtmeleri de, hoşunuza gider.
Kişinin hayatı artık tamamen değişmiştir.
Komutanın askeri liseye girdiği dönemlerden bugüne kadar geçen süresi ve onunla birlikte
bütün güçlükleri aşıp bu rütbeye gelen eşi, ne olursa olsun içinden generalliğin bitmesini
istemez. Böylesine renkli bir dünyadan hemen dört yıl içinde kopup gitmek yerine, bir rütbe
daha almak, generallik sürecinin en önemli motivasyonudur denilebilir. Yukarı çıktıkça
piramit daraldığından ve terfi şansı azaldığından dolayı da yarış artar. Artık en küçük hatalar
kabul edilmez olur. Komutanların muhafazakâr yaklaşımlarına ters düşecek hareketlerden
kaçınmaya özen gösterilir.
Generalliğin-amiralliğin güzel yanları olduğu kadar, kimileri için ek güçlükleri de vardır:
— Generallik rütbesi, bütün meslek hayatmızca üzerinize sorumluluk bindiren ve
hareketlerinizde dikkatli olmanızı gerektiren üniforma baskısını daha da arttırır. Canınızın
çektiği yere hiç gidemez olursunuz. Örneğin Antalya'ya gitmem gerekiyordu. Resmi arabamı
kullanamayacağım için ne yapacağımı şaşırdım. Otobüse binemezdim. Devletin koskoca
generali otobüsle gider mi? Alış veriş yapamaz oldum. Sinemaya-tiyat-roya zor gidersiniz.
Generalin rütbeleriyle birlikte artan sorumlulukları da bunun cabasıdır... Generallikte uymak
zorunda olduğunuz kurallar, çok daha fazladır. Örneğin hastala339
nan bir general çok parlak da olsa, rütbe atlama şansını, rahatsızlığının' niteliğine göre, hemen
kaybediverir. Daima sağlam, sıhhatli, tam anlamıyla itaatkâr ve iyi yönetici olmak
zorundasınızdır.
-— Bir yanda görevin getirdiği hem güzel, hem güç koşullar, öte yanda da emeklilik kara
bulutlarının hissedilmeye başlandığı dönemdir bu...
Generallerin önemli bir bölümü, Genelkurmay'dan
çok, kıta görevini yeğler. Genelkurmay'da çalışmanın prestiji vardır. Ancak, kıtada da elinizde
bir güç bulunur.
Moral yönü daha yoğundur.
— Ya kolordu komutanı olacak ve 50 bin kişiyi yönetecektim veya Genelkurmay'a atanacak
ve J başkanlarından biri olacaktım. J Başkanlığı da çok önemli, ancak bir kolordu
komutanının ağırlığı her zaman ve her ülkede daha fazladır. J-5, yani Plan Prensiplerin başına
getirildiğimi söylediklerinde biraz canım sıkılmadı değil... Fakat bizde verilen görev
tartışılmaz, sadece en iyisi yapılmaya çalışılır.
Komutan, ilk defa Genelkurmay'da bir görev alacaktı.
Genelkurmay dünyasının da bambaşka olduğunu kısa sürede anladı...
340
IV. AYIRIM:
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI" SON SÖZÜN SOYLENDİĞİ YER
Ankara'nın «Bakanlıklar» tarafına doğru gittiğinizde birbirinin yanında, görünüşleriyle ciddi
devlet binası görünümünü veren 3-4'er katlı yapılarla karşılaşırsınız. Hele bir tanesi vardır ki,
en görkemlisidir. Kapısındaki kartal heykelleriyle Hava Kuvvetleri'nin oldukça ultra-modern
ve dış görünüşüyle epey lüks olduğu izlenimi yaratır. Bu bölgede Kuvvet Komutanlıkları,
Dışişleri Bakanlığı ve eski Başbakanlık bir aradaydı. Şimdi dağılmaya başladılar.
Silahlı Kuvvetler'in komutanlık binalarının içinde en gösterişsiz ve en az konforlu olanı da
Genelkurmay Başkanlığadır. Oysa, NATO'nun ikinci en büyük ordusunun beyni burasıdır.
KOMUTAN da burada çalışır.
KOMUTAN'ımızın gelebileceği en üst rütbe orgenerallik ise, ulaşabileceği en üst görev de
Genelkurmay Başkanlığı olur. Bir subayın ulaşabileceği başka bir rütbe ve görev yoktur. Bir
açıdan da sön duraktır.
Genelkurmay Başkanlığı gerçekte, ordunun içindeki konumu ve gücü itibariyle, gereğinden
de fazla bir sadelik içindedir. Bir yanında Milli Savunma Bakanlığı, sağında Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı, daha gerisinde Hava, karşısında Jandarma ve biraz uzağında da Kara Kuvvetleri
Komutanlıklanyla çevrilmiştir.
İçine girdiğinizde hastane temizliğinde, biraz labirente benzeyen ve bilmeyenin mutlaka
kaybolacağı karışıklıktaki uzun koridorlarının her bir yanma serpiş343
tirilmiş 400 odalı, üç katlı, toplam 9 dönüme yayılmış bir alanda, 900 kişinin çalıştığı bir
yerde bulursunuz kendinizi. İlk bina 1932'de yapılmış. Gereksinme artınca 1969'da yeni bir
bina eklenmiş. Labirentliği de bundan ileri geliyor.
Adımınızı atar atmaz da, Türk Silahlı Kuvvetleri' nin kalbinin burada attığı hemen anlaşılır.
ün kapısından sadece komutan ve üst düzey davetliler alınıır. Geri kalanlar l'nci Nizamiye
diye adlandırılan yan kapıdan girerler. Ordunun en yetenekli elemanları özellikle
Genelkurmay'da görevlendirilirler. En nitelikli yedeksubayları da yine burada bulursunuz.
Çıktığım merdivenin herkes tarafından kullanılmadığı hemen anlaşılıveriyordu. Buradan
sadece komutanın ziyaretçileri çıkartılırdı. İki yanında sırım gibi iki Mehmetçiğin nöbet
tuttuğu kapı da diğerlerinden çok farklıydı.
Emir subayı bizi kısa bir süre, «dinlenmemiz» için misafir odasına aldı. Hemen içecek bir şey
isteyip istemediğimiz soruldu. Sigara uzatıldı. Biz ise çok heyecanlıydık. Çünkü yıllardan
beri, askeri liseye adımım attığı günden beri, adeta bir gölge gibi izlediğimiz KO-MUTAN'ı
en üst rütbe ve görevinin başında ziyaret edecektik.
Lisedeki yalnızlığını, ilk üniforma giyişinin heyecanını, sonra yavaş yavaş alışmasını ve Harp
Okulu'ndaki büyük disiplinli hayatım onunla birlikte yaşamıştık. Artık yolun ve kitabın
sonuna gelmiştik. Adeta, uzun yıllar alıştığımız bir insana ilk defa karşılaşacaktık. O bizi
tanımayacak, biz de onu sessizce seyredip, başka konulardan söz edip yarından ayrılacak ve
kitabın son sayfasını kapatacaktık.
344
Emir subayı içeri girdi:
— Sayın Genelkurmay Başkanımız sizi şimdi kabul edecek. Görüşme süreniz 15 dakikadır.
Başkan, aksini söylemediği taktirde, bu süreye uymanızı çok rica ederiz. Hemen sizden sonra
başka randevuları var.
İki kapılı odaya girince biraz şaşırdık.
Son derece sade döşenmiş, kapının hemen sağ tarafında Komutan'm bürosu, sol tarafta ise
oturma köşesi. Orta boy büyüklükte bir oda. En çok dikkati çeken, masanın üzerindeki
rengarenk telefonlar. Bazıları anında Kuvvet Komutanları, diğerleri ise Ordu Komutanlarıyla
direkt konuşmasını sağlıyor.
Komutan elimizi sıktı.
40 yıl önce askeri liseye girerken heyecanlanan gencecik insan gitmiş, yerine ağırbaşlı,
yüzündeki çizgiler derinleşmiş bir Komutan gelmişti. Bizi tanıyamazdı. Nitekim tanımadı da.
Tok sesiyle sordu:
— Buyrun, sizi dinliyorum...
l'İNCİ BAŞKAN...
Genelkurmay Karargahı'nda kullanılan deyim «l'in-ci Başkan». «Genelkurmay Başkanımız»
da deniyor, ancak belirli başkanlıklara bölünmüş olan karargahın en üst noktasındaki
Komutan l'inci Başkan, hemen altındaki ve yardımcısı denilebilecek düzeydeki Başkan da
«2'nci Başkan» diye adlandırılıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 800 bin mensubunun gözü her an l'inci Başkan'dadır. Bir emriyle
orduları kışlalarından çıkartabilecek, bütün rütbelerin, teğmenden orgenerale kadar karşısında
selam durduğu ve itaat ettiği insandır. Ordunun kayıtsız şartsız tek ve en son sözü söyleyecek
Başkomutanıdır.
345
Ordular, linci Başkan'ın nefes alışına dahi dikkat ederler. Söylediği söz emir, verdiği emir de
yasadır. Kimse tartışamaz, göz kırpılmadan yerine getirilir.
Genelkurmay Başkanı'nın statüsü de, başka ordulardaki meslektaşlarına oranla farklıdır.
Örneğin, Milli Savunma Bakanlarına değil, doğrudan doğruya Baş-bakan'a bağlıdırlar.
Genelkurmay Başkanları, Başbakan'ı muhatap olarak kabul ederler. Devlet protokolünde de
hemen Başbakan'dan sonra gelirler. Yani, en önde Cumhurbaşkanı gider, ardından Anayasa
Mahkemesi Başkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve ondan sonra
diğerleri...
Sadece Türk Silahlı Kuvvetleri değil, Türkiye'nin özel koşullarından dolayı, l'inci Başkan
ülkenin hemen her kesimi tarafından da ilgiyle izlenen, konuşmaları büyük bir dikkatle
dinlenen insandır. Belirli açıdan, Türkiye'nin «en önemli kişisidir» diyebiliriz.
Böylesine dev yetkiye sahip Komutanın sorumluluğu da, aynı şekilde muazzamdır.
Güneydoğu Anadolu' da ölen bir erden, denizdeki tatbikatta batan bir küçük bottan, ordunun
milyarlarca lirayı bulan modernizasyon programıma kadar her şey onu etkiler, dört yıllık
görev süresince günlük yaşantısının bir parçası olur.
Genelkurmay Başkanı'nın kişiliği çok önemlidir. Sadece orduda uygulanan politikaları değil,
Türkiye'nin siyasi hayatnı da yalandan etkiler.
Bazı Genelkurmay Başkanları eğitime önem verirler. Özellikle dil eğitimi üzerinde dururlar.
Ö zaman bütün okullardaki dil eğitiminin saatleri artırılır. Diğeri, silah alımına ağırlık verir. O
zaman, bütün diğer kesimlerdeki harcamalar kısılır ve silah ağırlığı önceliği kazanır. Kimi
daha çok inşaattan yanadır, ona göre hareket edilir.
346
Genelkurmay Başkanları, politikaların temel ilkelerini saptayan ve yön veren kişiler
olduğundan dolayı, sözleri politikaları etkiler. Aynı şekilde, Silahlı Kuvvetlerle sivil kesim,
hükümetler ve başbakanlarla ilişkiler de, Genelkurmay Başkanı'nm kişiliğinden çok etkilenir.
Bazısı katı bir tutum alabilir, bir diğeri daha yumuşak davranabilir.
Bütün bunlardan dolayı da, l'inci Başkanlık mevkii son derece önemlidir.
Genelkurmay Başkanı'nm yasal görev tarifi aynen şöyledir: «Genelkurmay Başkanı, Silahlı
Kuvvet-ler'in savaşa hazırlanmasında; personel, istihbarat, harekât, teşkilât, eğitim, öğretim ve
lojistik hizmetlerine ait ilke ve öncelikler ile ana programlarını tespit eder.»
Bir başka deyimle, Genelkurmay Başkanı, barışta ordunun eğitimini, silahlanmasını ve her
yönden hazırlığını yapar ve savaş zamanında da orduların başına geçer.
Her şeyden sorumlu olduğu ve her şey kendinden beklendiği için de, Genelkurmay'm
karargahı çok önemlidir. Beraber çalışacağı generallerin seçiminden, kendisinden sonra
gelecek l'inci Başkan'm kim olacağma kadar her şeyi düşünür.
— Kuvvet Komutanları'nın ve Ordu Komutanları' nın atanmasında, normal prosedür işler.
Danışmalar yapılır, ancak en son karar yine Genelkurmay Başkanı'nın-dır. Eşit şansa sahip iki
komutandan birini seçer. Daha kolay çalışacağı generalin yükselişini hazırlar. Bu nedenle,
özellikle tuğgenerallikten sonraki rütbe tırmanışında Genelkurmay Başkanı'nm kesin tercihi
olur. Bunu yaparken de, karargahında kolay çalışacağı, daha iyi hizmet vereceklerine inandığı
kişüer lehine ağırlığı347
m koyar. Sadece bununla kalmaz, kendisinden sonra gelecek olan Genelkurmay Başkanlarım
da hazırlar. Örneğin, bugün 2000 yılma kadar — tabii beklenmedik bir şey olmazsa—
kimlerin Genelkurmay Başkanı olacağı veya olabileceği bugünden hazırlanmıştır. Kafasında
bilir ve ona göre. tertibini alır.
Genelkurmay'ın gücünü, uzun yıllar en önemli düzeyde görev yapmış bir orgeneral en iyi
şekilde anlattı:
— Genelkurmay'ın gücü bütçeyi elinde tutmasından gelir. Kaynak oradadır. Milli Savunma
Bakanlığı' nın elinde değil. Ayrıca, savaş planlarım hazırlar. Ve Başkomutanlıktır. Amerika
ve Avrupa'da Genelkurmaylar bu kadar güçlü değildirler. Siviller orada daha etkin rol
oynarlar. Kararlara çok katılır ve kararların bir bölümünü de siviller alır. Bizde sivil etkin
değildir.
Gerçekten de bizdeki uygulamanın tam tersi, Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Yunanistan
başta olmak üzere birçok ülkede sürdürülüyor. Genelkurmay Başkanlığı rotasyonla ve her iki
yılda bir kuvvetler arasında değişiyor1. Orgeneralliğe gelmiş, hem de kuvvet komutanı olmuş
(ister Kara ister Deniz veya Hava) bir komutanın diğerinden daha az yetenekli olabileceği,
orduyu veya diğer kuvvetleri ayni oranda anlayamayacağı yaklaşımını kabul etmiyorlar.
«Eğer gerçekten anlayamayacak veya gereken yetenekte değilse o zaman Kuvvet Komutanı
olmaması gerekirdi. Eğer Deniz veya Hava kuvvet komutanı olmuşsa, o zaman Genelkurmay
Başkanı da olabilecek nitelikte sayılır.» diyen
1) ABD'de Genelkurmay Başkanlığı sembolik bir makam olup, yetki, sorumluluk ve görevleri
kısıtlıdır. Bütün kararlar sivil makam olan Milli Savunma Bakanlığı (Pentagon) tarafından ¦—
Genelkurmayın tavsiyeleri de dikkate alınarak— saptanır. Bizdeki uygulamanın tara tersidir.
348
Amerikan Pentagon'undaki yetkili, bu sistemin kuvvetler arasındaki dengenin sağlanmasında
da önemli bir rol oynadığını belirtiyordu:
«Dünyanın her yerinde, hele Amerika'da üç kuvvet daima birbirini kıskanır ve bütçeden daha
fazla pay alma mücadelesi yapılır. Üstelik her kuvvet de kendinin çok daha önemli olduğuna
inanır. Bizde tehdit değerlendirmesini ve geliştirilecek silah sistemlerini sivil makamlar
saptadığından dolayı, bu rotasyonla, kuvvetlere belirli bir oranda söz hakkı verilmiş olur.
Hoşnutsuzluklar giderilir. Sonunda yine en büyük payı en küçük kuvvet alır, ancak hiç değilse
diğerleri kenara itildikleri hissine kapılmazlar.»
Türk Silahlı Kuvvetleri'ndekı esas, en kıdemli olanın komutanlığıdır. Bir gün dahi kıdemi
yüksekse, o komutan Genelkurmay Başkanı olur1.. Bir üre önce kıdem almalarda Karâ'nın
lehine bazı uygulamalar olurdu ancak şimdi değiştirildi ve her üç kuvvet de eş şansa sahip.
Her ne kadar pratikte hâlâ Genelkurmay Başkanlıkları Kara'ya gidiyorsa da, 2000'li yıllara
doğru bu gelenekte değişiklik görülebilecek. Tabii eğer «Türkiye' nin tek gücü Kara'dır»
yaklaşımı değişir ve Deniz ile Hava Kuvvetleri'nin de Kara kadar —zamanında — etkinliği
olabileceği anlayışı artar, her şeyin sadece Kara Kuvveti ile halledilebileceği inancı yerine
daha dengeli bir yaklaşım benimsenebilir...
KARARGAHI ve J BAŞKANLARI...
Genelkurmay Karargahı'nın temelini J Başkanları oluşturur. Amerikan sisteminden alınmıştır.
J harfi de
1) Genelkurmay Başkanları, yasaya göre, görevden uzak kalırsa veya ani uzaklaşma
zorunluğu karşısında kalınırsa Hava Kuvvetleri Komutanı Genelkurmay Başkanı olur.
349
JOINT yani ORTAK anlamına gelen kelimeden alınmıştır1.
J-l Başkanı bütün personel sorunlarıyla ilgili ilke kararlarını alır. Kuvvet Komutanlıkları da bu
ilkelere göre kendi personel (atama-terfi) işlemlerini yürütürler.
J-2 Başkanlığı tüm istihbarat ( iç ve dış) toplama, dışardaki askeri ataşelerden gelen bilgileri
değerlendirme göreviyle yükümlüdür. Silahlı Kuvvetlerin en önemli Başkanlıklarından biri
sayılır. Zira «tehdit değerlendirmesi» diye adlandırılan ve gerçek tehdidin nereden geldiğinin
saptandığı çalışmalara, bu Başkanlığın derlediği bilgiler temel olur.
J-3 Harekat Başkanı'dır. Ordunun subay eğitimi, kıtada er eğitimi, teşkilâtın nasıl kurulup
nasıl işleyeceğini, nerede ne kadar kişinin görevlendirileceğini ve ne görev yapacaklarını
saptar. En önemlisi de, orduların bir savaş sırasındahi harekâtını, planlar çerçevesinde nereden
nereye ve nasıl gideceklerini belirler. Askeri manevraların planları da bu bölümde oluşturulur.
J-4 Lojistik Başkanı'dır. Ordunun silahtan cephaneye, yiyeceğinden içeceğine kadar tüm
gereksinmeleriyle ilgili ilke kararlarını alır.
J-5 (Plan Prensipler) Genelkurmay'ın en önemli Başkanlığıdır denilebilir. Politik-askeri
çerçeveyi hazırlar. Dışişleri ile işbirliği halinde Stratejik askeri, politikalar burada oluşturulur.
Tehdidin nereden geldiği (tehdit değerlendirmesi), buna karşı kuvvetlerin görev sahaları, buna
göre de silahlanma politikası, kuvvet hedefleri ve planlarım da ihtiva eden Stratejik Hedef
Pla1) Genelkurmay Başkanlığı Karargahı'nm çalışma düzeni ve Silahlı Kuvvetler'in genel teşkilât
krokisi için bakınız Ek: XV ve Ek: XVI-A.
350
nı (SHP) burada saptanır. Genelkurmay'ın dış politika veya dışişleri ünitesi sayılır. Silahlı
Kuvvetler'in emrine verilen bütçe bu bölümde kuvvetler arasında paylaştırılır ve nihayet
askeri anlaşmaları da J-5 yapar.
J-6 Muhabere ve Elektronik Başkanlığı'dır. Ordunun can damarı olan haberleşmeden
sorumludur.
J-7 ise, Harp Tarihi Başkanlığı diye adlandırılan (Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler
Başkanlığı) bölümüdür.
NATO'daki TMR (sivil kanattaki Askeri Türk Temsilci) ve NMR (NATO'nun askeri kanadı
olan SHAPE' deki Milli Askeri Temsilci) de J harfi olmadan Genelkurmay II'nci Başkanı'na
bağlıdırlar.
Çalışma sistemi de, J harfinin geldiği JOINT/OR-TAK kelimesine uygun biçimde yürütülür. J
Başkanlıkları kendilerine bağlı daire başkanlarına belirli görevler verirler. Veya kuvvetlerden
birinden bir istek gelir. Daireler, konuyla ilgili kuvvetin veya üç kuvvetin de görüşlerini alıp
bir karar taslağı hazırlar. Bu belge J Başkanı'na gitmeden önce üzerinde tartışılır. J Başkanı
tam bir görüşbirliğine varılmışsa, son bir defa gözden geçirip 2'nci Başkana (Genelkurmay
Başkanı'nın yardımcısına) yollar. Eğer üzerinde tam görüş birliğine ulaşılmamışsa, o zaman
2'nei Başkan ve ilgili J Başkanı düzeyinde yine ilgili Kuvvet veya Kuvvetlerin temsilcileri bir
araya gelip tartışırlar.
En sonunda onay için l'inci Başkan'a (Genelkurmay Başkanı) çıkartılır. Kendisine anlatılır.
Eğer kabul ederse onaylar ve hemen uygulamaya geçilir. Beğenmezse yeniden üzerinde
çalışmaya başlanır, l'inci Başkan'ın sakıncalı bulduğu yerlerin değiştirilmesi yoluna gidilir.
Kuvvetler içinde çıkacak karara hâlâ itiraz varsa, Genelkurmay Başkanı'm kim ikna ederse,
kararın de351
ğişmesini sağlayabilir. Bazen Vinci Başkan bir konuda bir kuvvetin itirazını da kabul
etmeyebilir ve imzalayabilir. O zaman bu emri kabul etmekten başka hiçbir seçenekleri
yoktur.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mekanizmasının hiçbir aksama olmadan işlemesi, üzerinde
durulan en önemli sorunlardan biridir. Bazen verilen talimatların herhangi bir şekilde
erozyona, uğramadan en alt düzeydeki takım çavuşuna ve ondan da ere kadar inmesinde
aksaklıklar olabiliyor. Ancak genelde, Türkiye'de en iyi işleyen makine denilebilir.
— Vinci veya 2'nci Başkan'ın Ankara'da imzaladığı bir emir, bölük veya takıma hem de hiç
gecikmeden, aksamadan geliyor. Son derece güzel bir tasniî yöntemleri var. Basit ve çok net.
Bazen erlere okunması için veya assubaylara öğretilmesi için yollanan yazılar dosyalarda
unutuluyor. Ancak bunlar genellikle önemi az olan konularda görülüyor.
Gerçekten de bu Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu mekanizmasının etkinliği. Başka hiçbir
bürokratik kesitte, hatta Başbakanlıkta bile bulunmayan bir iletişim var. Ordunun en büyük
güçlerinden birini de bu oluşturuyor. Ankara'dan çıkan bir emir, kısa sürede bütün
Türkiye'deki birliklere dağılıveriyor. Gerekiyorsa da anında uygulamaya sokuluyor. Her
büyük bürokratik makinede görülen aksamalar var, ancak genelde dişlileri, çok iyi işleyen bir
çark. Hiç değilse Türkiye'de bir başka eşi yok.
352
linci Bölüm:
STRATEJİLER/PLAN-PROGRAM
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendi Milli Stratejilerini saptamaya başlaması ve plan-program
dönemine girişi 1970'lerde başladı. İlk yıllar plan-program gereğinin benimsenmesiyle geçti.
Giderek yoğunlaşıp, 1980'den itibaren de her şeyini kendi eline aldı. Özellikle son beş yıl için,
«Ordunun yeniden düzenlenmesi» dönemi, denilebilir. Daha öncelerde hemen her şey
Amerika'ya, NATO'ya bırakılmıştı. Milli Strateji yerine, sadece NATO Stratejisi vardı.
Ordular, NATO Stratejisine göre konumlandırılırdı. Milli Silahlanma politikaları yerine,
Amerika'nın verdikleriyle yetinilirdi. Bugün Türk Ordusu, artık milli hedefleri, planlan da
olan bir kuvvet sayılabilir.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin iki ayrı Stratejik hedefi vardır:
1) NATO STRATEJİSİ:
Türk Silahlı Kuvvetleri Hava Kuvvetleri'nin tamamı, Kara Kuvvetleri'nin de büyük bölümü
NATO görevleri ile yükümlüdürler. Deniz Kuvvetleri ise, «Akde353
niz Çağrı Gücü» diye adlandırılan ve savaş durumunda Akdeniz'de oluşturulacak, NATO
Ortak Deniz gücüne katılırlar.
Barış döneminde, bu kuvvetler NATO planlarında görülmekle birlikte, Milli Komuta
altındadırlar. Savaş çıktıktan sonra NATO'ya tahsis edilirler.
Varşova Paktı'nın NATO veya Türkiye'ye olası bir saldırısını durdurmak amacıyla, NATO
ülkelerinin ortaklaşa hazırladıkları savaş planlarına göre, Türk ordusunun Türkiye'nin
Savunulması ile ilgili belirli görevleri vardır. Bu görevlere dayanılarak da, Türk kuvvetlerinin
görev sahaları saptanmış ve hangi Türk birliğinin barış zamanında nerede durması, savaş
zamanında da nerelere kaydırılması gerektiği belirlenmiştir.
Şu veya bu nedenle Türk Genelkurmayı NATO'ya tahsisli kuvvetlerinin yerini değiştirme
veya kaydırma gereği duyarsa, NATO'ya gerekçe göstermek ve bilgi vermek zorundadır.
Onay alınmaz ama tahsisli kuvvetin neden, ve nereye götürüldüğü konusunda adeta sorguya
çekilinir.
Türk subayı kendini NATO ile özdeşleştirmez. Bir Alman, Fransız veya Hollandalı gibi
düşünemez. Bazı noktalarda çıkarlarının çelişebileceğim dahi bilir. Oysa, diğer NATO
ülkelerinin temel çıkarları eştir. Diğer orduların subayları bu sistemin bir parçası olmuşlardır.
Sistemi oluşturduklarını bilirler. Türk subayı ise kendini, sistemin dışında ancak genel
çıkarları ve savunması açısından NATO'da çıkarları olan biri gibi görür.
— Bizim subaylarımız ne kadar rütbeleri artarsa artsın, NATO gibi veya NATO'nun üyesi bir
Belçikalı gibi düşünemez. NATO bizim için, uzaklarda kararlar alan, planlar yapan, bizim de,
her şeyini uyguluyormu-şuz gibi hareket ettiğimiz ve ümit içinde 'İnşallah se354
lirler' diye beklediğimiz bir örgüttür. Biz daha çok milli düşünürüz.
— Subay kadrolarımız gibi erlerimiz de farklı değildir. İçlerinde üniversitelilerin dahi
bulunduğu 300 kişilik birliğe 'NATO nedir' diye sordum. Beş kipi bildi: Bazıları spor kulübü
diye yanıtladı. Kimi hiç duymamış-.
2) MİLLİ STRATEJİ:
1974 yılındaki Kıbrıs Harekâtı ve hemen ardından gelen ABD Kongresi silah ambargosu,
Türk Silahlı Kuv-vetleri'nin bir «Milli Stratejisi» olması gereğinin kaçınılmazlığını ilk defa
ortaya koydu. Eskiden de vardı, ancak daha çok komutanların kafalarında ve yetersizdi.
1974'de ilk defa MASK (Milli Askeri Stratejik Konsept) belgesi hazırlandı. Yine de bu son
derece genel hatlarla yetinen, ayrıntıya inmeyen kısıtlı bir belgeydi.
1983'te ise yoğun bir çalışma başlatıldı.
Bir din için kutsal kitap ne ise, her ordu için bu belge de aynı şeydir. NATO.'da bu dokümanın
bir benzeri olan (MC-299) ve MASK aynı formülle oluşturulmuştur. Tam üç yıllık bir çalışma
sonucu 1 Temmuz 1986'da Genelkurmay'ın onayından çıkmıştır.
Aynı tip her dokümanda olduğu gibi, MASK'ta da önce tehdidin nereden geldiği («tehdit
değerlendirmesi») saptanıyor ve öncelik sırasına göre sıralanıyor. Tehdidin geliş yerine göre,
orduların yine öncelik sırasıyla nerelerde görevlendirileceği (görev sahaları) belirleniyor.
Ardından da, kuvvet hedefleri saptanıyor. Başka1 bir deyimle, karşıdaki belirli tehdide
nerede, hangi kuvvetle savunma yapılacağı ortaya konuluyor. Kuvvet Hedefleri 6 yıllık bir
plan çerçevesinde, her yıl yeniden gözden geçirilmek üzere hazırlanıyor. Hangi kuvvete.
355
ne gibi yeni silah alınacağı, neresinin modernize edileceği, bu «Kuvvet Hedefleri» belgesinde
yer alıyor.
MASK'm temel ilkesi de «bugünkü sınırları korumaktı*.»
STRATEJİ NASIL SAPTANIR?
İster NATO, ister MİLLİ olsun, Stratejinin hazırlanmasındaki ilk adım «tehdit
değerlendirmesinden» geçer. Kendinize karşı düşmanca niyetleri olduğundan kuşku
duyduğunuz ülke veya ülkelerin bu niyetleri «istihbarat» ve birçok faktörün değerlendirilmesi
sonucunda saptanır.
Örneğin NATO'da bütün ülke temsilcilerinin katıldıkları, tehdit değerlendirmesi sonucunda
kesin yargıya varılınca, ikinci aşamaya geçilir ve nereden, nasıl, ne kuvvetle olası bir saldırı
gelebileceği ortaya çıkarılmaya çalışılır. Bu da açık ve gizli istihbarat ve alman bu bilgilerin
değerlendirilmesiyle sağlanır. Stratejinin hammaddesi, bu yönden istihbarat ve
değerlendirmedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO'dan gelen bu değerlendirmelerle önce kendi harekât planlarını
(ordularının görev sahalarmı) ve Kuvvet Planlarını (bu görevi yerine getirmek için gerekli
kuvvet yapısını oluşturacak esaslar) hazırlar. Bu çalışmanın, Türkiye'ye ait bölümü
Genelkurmay'da ve Dışişleri Bakanlığı elemanlarının da katılmalarıyla gerçekleştirilir.
Ardından da, bütün NATO ülkeleri askeri temsilcileri bir araya gelirler. Gerekiyorsa belirli
düzenlemeler yapıp bir ortak strateji planı çıkar.
MİLLİ STRATEJİ çalışması da aynı sistemle gider.
356
«Karşı tarafın NİYETİ nedir? YETENEKLERİ nedir?» sorusuna yanıt, hem Milli İstihbarat
Teşkilatı'nm "(MİT), hem de Genelkurmay Başkanlığı'nın kendi istihbaratının iç ve dış
kaynaklardan elde ettiği bilgilerin değerlendirilmesiyle bulunur. Karşı ülkenin NİYET ve
YETENEKLERİNİN makul bir karışım içinde değerlendirilmesi gerekir1.
Türkiye'nin şöyle bir çevresine bakıldığında, komşuların her birinin ayrı bir kuşku nedeni
oldukları ortada.
TÜRKİYE'YE TEHDİT NEREDEN GELİYOR...
Hangi ülkenin ne kadar TEHDİT oluşturduğu da, zaman zaman değişir. Bir yandan bölgedeki
gelişmeltr (Îran-Irak savaşı veya Suriye-İsrail arasındaki durum gibi), öte yandan da
uluslararası veya süper güçler (ABD-Sovyetler) arasındaki ilişkilerin durumu (krizli dönemler
veya yumuşama dönemlerindeki gibi), TEHDİT sıralamasını etkiler.
Bunun en tipik örneği de, Türk-Yunan ilişkileridir. YUNANİSTAN son yıllarda, Türkiye
açısından Sovyetler Birliği'nden daha «yakın tehdit» olarak görülmektedir. Yunanistan'ın
getirdiği tehdit «Anadolu'yu istilası» şeklinde değil, Ege'de statükoyu değiştirme olasılığına
göre nitelendirilir. Ege'deki çıkarlarımızın korunması açısından, bu bölgedeki kuvvetlerin
güçlü olmalarına öncelik verilir.
Tehdit değerlendirmesinde ikinci sırayı VARŞOVA PAKTI alır. Ancak, Varşova Paktı ile
ilişkiler NATO Savunma Stratejisi çerçevesinde görülür.
1) Genelkurmay'ın İstihbarat yetenekleri ve MİT ile ilişkileri ilerde ayrıntılı biçimde ele
alınacaktır.
357
Üçüncü sırada SURİYE görülür. Hatay'da gözü olduğu gibi bir izlenim veren Suriye, halen
İsrail ile savaş durumu nedeniyle sınırımıza yakın bölgelerde kuvvet tutmamaktadır. Genelde,
askeri yetenekleri oldukça büyük olan Suriye «dikkatle izlenmesi gereken» bir ülkedir. Bu
değerlendirmeye varılmasının asıl nedeni, Şam'm bir zamanlar Ermeni, kısa bir süre öncesine
kadar da Kürt örgütlere, kamp-silah gibi destek verdiği yolundaki istihbarattır.
Tehdit değerlendirmesinin dördüncü sırasında İran ve Irak vardır:
İRAN'm Türkiye'ye karşı bir toprak emeli olmadığı, ancak dogmatik fikir sızmasını
körüklediğinden kuşku duyulur; Humeyni yanlısı örgütlerin Türkiye'deki faaliyetleri, bu
izlenimin temelini oluşturur. Yine de İran ordusunun bugünkü «yetenekleri» bir tehdit
niteliğinde görülmez. Irak ile savaşı bittiğinde durumda değişiklik beklenebilir.
IRAK, İran ile savaştan dolayı askeri yeteneklerinin en düşük düzeyine varmış durumda.
Türkiye üzerinde de herhangi bir şekilde toprak alma niyeti yoktur. Ancak sorun, Iraklıların
da kontrol edemedikleri Kürt örgütlerden kaynaklanmaktadır. Türkiye'nin bölgedeki
kuvvetlerinde bir zayıflama görüldüğü taktirde, Kürt gruplarının Irak topraklarını kullanarak
faaliyetlerini artıracakları sonucuna varıldığından dolayı, tehdit değerlendirmesinde önemli
bir yer verilir. Çünkü Kürt sorunu bir dış tehdit olarak görülür. Bölgedeki kuvvetler, bu
tehdide karşı koyacak şekilde donatılır, eğitilir ve konumlandırılır.
BATI'DA STRATEJİYE SİVİL KARIŞIR...
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, Batı'daki uygulamalar358
dan ayıran diğer çok önemli unsurlardan biri de, Milli açıdan «Tehdit değerlendirmesini»
tamamen kendi kendine yapmasıdır.
Genelkurmay Başkanlığı, «tehdit değerlendirmesini» kendi ve başında daima bir askerin
bulunduğu MİT' in getirdiği istihbarata dayanarak gerçekleştirir. Bu verilere dayanıp
Stratejiyi, görev sahalarını ve silahlanma politikalarını saptar. Sivil kadro'' veya kesimlerin
rolleri genelde kısıtlıdır. Ne Dışişleri Bakanlığı, ne Savunma Bakanlığı, Milli Stratejik
hedeflerin oluşmasına pek katkıda bulunmazlar. Milli Stratejik hedefler Askerî Şûra'da son
şeklini alır. Başbakan ve Milli Savunma Bakanı müdahil olurlar. Ayrıca Genelkurmay
Başkanlığı'nda hükümete bir brifing şeklinde de ayrıntılı açıklama yapılır. Milli Güvenlik
Kurulu'ndaki müzakereler sırasında söz hakları vardır, ancak genelde dinlemekle yetinirler.
Türkiye'de «tehdit değerlendirmesine» sivil kadroların girmemesi veya girmek istememesi
sakınca yaratabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, «tehdit» karşımızdaki ülkenin NİYET ve
YETENEKLERİNİN belirli bir karışımından oluşur Bu noktada gerçek niyet ile görünen
niyet arasmdaki farkı iyi görmek ve değerlendirmek gerekir. Yani ne sadece o ülkenin açık
beyan-lanndaki dostluk dolu sözlere kanıp bir sonuca varüa-bilir, ne de sadece elindeki
silahların fazlalığı ve modernliğine bakıp «tehdit» oluşturduğu söylenebilir.
Türkiye'de sivil kesim askeri stratejiyle son derece az ilgilenir. Strateji uzmanlarımız bir elin
parmağını dahi doldurmaz. Sanki bu konudan sadece ve sadece asker anlarmış gibi bir
yaklaşımla, belki de belirli bir tembellikle kimseler ellerini uzatmamışlardır.
Oysa böylesine önemli bir konu içinde, askeri bilgi
359
ve tecrübe rol oynadığı kadar, siyasi bilgi ve yaklaşımlar da aynı oranda rol oynarlar.
Asker gibi, konusunun en üst düzeyde uzmanlaşmış bir kişisi, Dışişleri veya MSB ile ne kadar
koordi-neli çalışırsa çalışsın değerlendirmesini yaparken, doğal olarak karşıdaki ülkenin
«yeteneklerine» (silah-araç ve gereçlerinin sayışma ve kalitesine - ordunun eğitim düzeyine)
daha fazla önem verir. Bütün çabasına rağmen «Niyet» bölümünü geri planda bırakabilir.
Türk ordusunun tehdit değerlendirmesini bütün unsurları bir araya getirerek, hatasız yapmaya
ve işin siyasi yönünü de dikkate almaya çalıştığı bir gerçektir. Ancak, ne olursa olsun bir
asker, bir sivil, siyasi bir diplomat gibi düşünemez. Temelinde bir askeri eğitim vardır ki,
genel değerlendirmelerinin bir bölümünde bazı şeyleri normalden daha fazla «önemli»
görebilir.
Nitekim bu tehlike bilindiğinden dolayı, başta Amerika'da olmak üzere, Batı ülkelerinde
tehdit değerlendirmesi, hatta uygulanacak stratejiler ve silahlanma politikalarında sivil
kesitlerin son derece önemli rolleri vardır.
ABD ordusu hem kendi istihbaratını yapar, hem de CIA'nm getirdiği istihbaratı temel alır.
Değerlendirmeyi tek başına Genelkurmay Başkanlığı yapmaz. Genelkurmay ile birlikte Milli
Savunma Bakanlığı (sivil kesit) birlikte oluştururlar. Bazen birinin, bazen diğerinin görüşleri
ağır basar. Ardından da, sivil çoğunluklu Milli Güvenlik Konseyi'nde son şekli verilir.
Askeri gözle baktığınız zaman, Sovyetler Birliği'nin silahlanma temposu karşısında, 1986'da
bir yıl öncesine oranla çok daha büyük bir tehdit oluşturduğunu iddia edebilirsiniz. Ancak,
sivil gözlükler, uluslararası durumu dikkate alır, son aylardaki açık ve gizli demeçlerini
değerlendirir, başka ülkelerle ilişkilerini incele360
dikten sonra, Sovyetlerin ileri sürüldüğü «derecede» tehdit oluşturmadığı sonucuna varabilir.
Batı'da en tanınmış stratejistler sivildir. Özellikle üniversite öğretim üyeleri, bilim adamları
stratejilerin geliştirilmesine büyük katkıda bulunurlar. Sadece Amerika, İngiltere, Almanya ve
Fransa'da toplam 800 Stratejik İnceleme Enstitüsü bulunmaktadır.
Bir yandan üniversiteler, öte yandan bu enstitüler, bütün zamanlarını, örneğin Sovyetler
Birliği'nin ekonomik durumunu iyice anlayabilmek için petrol üretiminden, stratejik madde
üretimine kadar binlerce konuyu çok yakından izlerler. İnceler ve sonunda ortaya öyle bir
manzara çıkarabilirler ki, tehdit değerlendirmesinde o ülke lehine veya aleyhine bir puan
eklenebilir.
Hem istihbarat, hem son derece geniş ve yaygın bir inceleme, siyasi değerlendirme ve kendi
görüşlerini katarak yapılacak tehdit değerlendirmesiyle, bu olanaklara sahip olunmadan
gerçekleştirilecek bir değerlendirme arasında büyük farklılıklar ortaya çıkar.
Türkiye'de strateji belirlenmesinde sadece Genelkurmay değil de, işin içine siviller de girmeli
demekle, bilgisiz veya yeteneksiz sivillerin davet edilmesi gerektiğini savunmuyoruz. Ama
teşvik edildiği taktirde, Türk üniversitelerinde bu konudan çok iyi anlayan kişilerin çıktığı
görülecektir.
Batı ülkelerinde olduğu gibi enstitüler kurulup, burada subaylar, sivil değerlendirmeyi de
öğrenerek yetiştirilebilir. Emekli olduktan sonra da subay, tecrübesiyle bu enstitülere katkısmı
sürdürebilir. Türkiye'de bu konuda bir iki enstitü veya dernek varsa da, gereken sonucu
verememişlerdir.
361
Sivil için, «Stratejiden sadece asker anlar» yaklaşımıyla kenara çekilmek ne kadar büyük hata
ise, asker için de, «Stratejik konulardan söz etmek milli çıkarları zedeler,» diyerek konuyu
tabulaştırmak da aynı oranda hatalıdır.
362
2'inci Bölüm:
SİLAHLANMA POLİTİKASINDA NEREDEN NEREYE GELDİK?
Türk ordusunun silahlanma politikası 1940'lardan haşlar.
Türkiye'nin, Yunanistan ile birlikte Doğu Blokuna karşı bir kalkan oluşturması için başlatılan
ünlü Marshall Yardımı, Türk Silahlı Kuwetleri'nin diğer Batılı kuvvetlerle Kore Savaşı'na
katılması ve nihayet 1952'de NATO'ya girmesi, Amerika'nın Türkiye'ye silah yağdırma
kampanyasının giderek artırılmasına yol açtı.
— Her şeyimizi Amerika'dan alıyorduk, desem fazla yanlış olmaz. Hiçbir şeyimiz yoktu.
Amerikan ordusunda kullanılmış ancak pek eskimemiş paltolar bile gelirdi. Üstelik de
kapışılırdı. Soğuğa karşı dirençli elbiseler, palaska, çatal, kaşık, battaniye, kağıt, tahta cetvel
bile çıktığı olurdu sandıklardan. Üstelik de hibe ediyorlardı. Büyük gereksinmemiz vardı.
Amerika, NATO'ya girmemizle birlikte desteğini artırdı. Sadece silah değil, Silahlı
Kuvvetler'in eğitiminden teşkilatlanmasına kadar her şey Amerikan kıstasları kullanılarak
yeniden düzenlendi.
Ankara'daki Amerikan Yardım Heyeti Başkanı Pend363
leton, görevden ayrılmadan önce o günleri şöyle anlatıyordu:
— 1940'ların sonundan, 1950'lerin ortasına kadarki dönemde, Türk ordusunu adeta yeniden
inşa ettik diyebilirim. Ortada büyük bir gereksinme vardı. Ancak, bu programın
gerçekleşmesinin diğer ve en önemli nedeni de, bizim elimizde de silah, cephane ve malzeme
olmasıydı. Hem de, ne yapacağımızı bilemeyeceğimiz kadar vardı. 2'nci Dünya Savaşı'ndan
ve Kore Savaşı'ndan kalma silah, araç-gerek yığılmıştı. Bir bölümü iyi kullanılmıştı, diğer bir
bölümü ise biraz tamirle yine kullanılabilecek duruma sokuluyordu. Bunları müttefiklerimize
dağıttık.
Amerikan ordusu bu ikinci el veya elden düşme silah - araç - gerecin yerine kendisi için
yenilerini devreye sokarken, diğerlerini başta Türkiye ve Yunanistan olmak üzere, gereksinme
duyan müttefiklerine dağıtmaya başladı.
İşte bugün Türk ordusunun kullandığı gemilerden bazıları, Kara ordusundaki bazı zırhlı
araçlar, kamyonlar, cipler, hatta bazı silah sistemleri, tanklar, 2'nci Dürja Savaşı ve Kore
görmüştür. Sayı ve oranları azalmakla birlikte, hâlâ kullanılmaktadırlar.
NATO'nun eski Başkomutanı (sonra Dışişleri Bakanı) General Alexander Haig'in «hurda
mezarlığı» diye nitelediği, eski Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Dairesi Başkanı R. Burt ve
ABD Savunma Bakan Yardımcısı Perle'nin, Türkiye'ye yardımın artırılması için Amerikan
Kongresi'nde yaptıkları her konuşmada «Türk Ordusu bu müzelik olmuş silahlarla üzerine
düşen görevi yerine getiremez,» diye dikkatleri çektikleri gerçek, 1950' lerdeki bu politikadan
kaynaklanıyor.
Türkiye fakirdi ve silaha gereksinmesi vardı, Ame364
Tika zengin ve elinde fazla silah bulunuyordu. Onlar verdi, biz aldık.
Buraya kadarı iyi de, bundan sonraki dönem hatalı yaklaşımlarla dolu.
1950-1970 arasında ise, Amerika'nın elindeki fazlalıklar yavaş yavaş erimeye başladı. Bunun
üzerine, Türkiye'ye kendi kullandığı, ancak servis dışına çıkartmayı kararlaştırdığı silahları
aktarma dönemine girildi.
—- Biz her yıl Amerika'ya bir ihtiyaç listesi bildiri-yorduk. Ancak bu, uzun ve abartılı bir
liste oluyordu. İçinde asker miğferinden pile, halattan tanka veya uçaksavara kadar her şey
vardı. Adeta «isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü kara» ilkesinden hareket
ediliyordu. Bunun başlıca nedeni de, bizim kendimize göre bir silahlanma politikamız yoktu.
Milli hedeflerimiz yoktu. Neye gereksinme duyacağımızı bilemiyorduk. Amerika bize «Bu
sizin için gereklidir,» diyor ve yolluyordu. Biz de «Fazla mal göz çıkartmaz,» diyerek, işimize
yaramasa dahi alıyorduk. Üstelik yine hibe idi... Örneğin Amerika M-60 tipi tank modelini
servise sokarken, M-48'leri -bize aktarıyordu. Reo kamyon ve Jeep'ler belki hâlâ 2'nci Dünya
Savaşı'ndan kalmaydı ancak, 10 bin Cip, 2 bin Reo bizim için önemliydi. Almamazlık
edemezdik. Önemli bir kolaylığımız da vardı. Bize verdiği elden düşme sistemlerin yedek
parçalan da stoklarında mevcut olduğu için herhangi bir zorluk olmuyordu. Bizdeki silah
sistemleri belki eski, ancak Amerika'da tamamen nesli tükenmiş sistemler değildi. Dünyanın
başka ülkelerinde de kullanıldığından, fabrikalar parça üretimini sürdürüyorlardı... Öylesine
bir plan ve programsızlık içindeydik ki, aldığımız gemi veya uçaklardaki hangi parçanın
değişme vaktinin geldiğini, hayatının dolduğunu bize Amerikalılar bildiriyordu.
Bilgisayarlara geçirmişler, örneğin F-100'
365
lerin veya gemilerin parçasının ancak şu kadar kullanılabileceğini yazmışlar. Vakti gelince
hemen sinyal yolluyor. Onlar da bize bildiriyorlardı. Bazen aniden koca koca sandıklar
gelirdi. Ne olduğunu anlayamazdık,. Amerikalılar şu parçalar değişecek derdi.
Bu rahata, bedava gelen yardıma Türk hükümetleri «nimet» olarak bakıyorlardı. Böylece
bütçenin önemli bir yükü kalkıyordu. Bu dönemdeki Genelkurmay Başkanları nasıl seslerini
çıkartmıyorsa, sivil hükümetler de bunun hep böyle devam edeceğini sanıyorlardı. Zaman
zaman «bu gidiş normal değil,» diyen Genelkurmay Başkanları veya Kuvvet Komutanları da
fazla ilgi görmüyorlardı.
1960'dan itibaren başlayan önemli bir değişikliğin ya farkına varılmadı veya varılmak
istenmedi. Amerika birdenbire uzay yarışma girdi. Uzay yarışma girmesi de, son derece
büyük bir hızla kullandığı silah sistemlerinin değişmesine yol açtı. Artık eski sistemlerle
hiçbir ilgisi olmayan: teknolojiler devreye sokulmaya, başlandı. Bilgisayarlar, lazerli silahlar,
eskiden beş kişinin kullandığı bir tankı iki kişinin kullanacağı, gemileri elektronik beyinlerle
yürütebilecek sistemler hizmete sokulmaya başlandı. Silahlanmada tam bir patlamaya girildi.
Türkiye ise hâlâ listeler veriyor ve «NATO'yu koruyoruz, öyleyse versinler» zihniyetiyle
hareket ediyordu.
Bütün bu yardımlar da, NATO'nun savunma planlarına göre saptanırdı. Amerika, NATO için
örneğin ufkun ötesini görebilen radar uçaklarının kaçınılmaz olduğunu öne sürer, Brüksel'deki
toplantılarda uzun tartışmalardan sonra herkese kabul ettirir, ardından da en iyisini yapacak
durumdaki Amerikan Boeing firması NATO'da ilke kararı alman uçağı satışa koyardı. Her366
kes de buna katılırdı. Silah sistemleri de, NATO'nun gereklerine, yani Sovyetler Birliği'nin
silah yeteneklerinin üzerine çıkacak şekilde saptanıp önerilirdi. Genelde Amerikan firmaları,
bazen de Avrupalılar kendi silahlarını satarlardı.
Bu mekanizma içinde Türkiye, Yunanistan ve Portekiz «Bizim yeterince paramız yok, ya
bedava verin veya yardım edin,» derler. Tabii bunun sonucu olarak, şu veya bu şekilde bu
ülkelere ya silah sistemi veya yardımla tedarik etmelerine destek çıkılır. Ancak Türkiye'nin
esas gereksinmeleri, Sovyetlerle savaşacak nitelikteki ileri sistemlerden çok, günlük basit
sorunlarını çözecek sistemleri içeriyordu. «Hiç yoktan iyidir» diye almmak zorunda
kalmıyordu. NATO'da 1970'lerde Türk askeri temsilciliğini yapmış bir generalin şu sözlerini
hiç unutamam:
— Biz, üzerinde beyazpeynir ve zeytinle süslenmiş bir fakir sofrasında, yanyana dizilmiş som
altodan çatal bıçakla yemek yiyen birine benziyoruz. Kuvvetlerimi bir yerden bir yere
götürecek ulaştırma helikopterim yok, buna karşılık olası bir Sovyet saldırısına karşı modern
savunma sistemlerim var. Bu sistemin olması iyi de, bakımı, yedek parçası, gerektiğinde
tamiri de bana ait. Yani, zaten dar olanaklarımla kendi gereksinimlerim karşılayamazken bu
ileri sistemlere, NATO görevi diye büyükk harcamalar yapmak zorunda kalıyorum.
Türk ordusunun donatımındaki bu sorunu, Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı Richard
Perle ile Türk Genelkurmayı arasında son dönemde yapılan yüksek düzeyde bir toplantıda,
Komutan çok net şekilde ortaya attı. Amerikanın olanak1 arı, bunların kısıtlı kalması ve Türk
ordusunun gereksinimleri tartışılırken Komutan dayanamadı:
367
— Şu soruyu da sormak gerekmez mi, Türkiye istediği, gerçekten gereksinme duyduğu silahı
mı almıştır, yoksa önüne konulanla mı yetinmek zorunda kalmıştır?
Komutan'm ortaya attığı gerçek, bugünkü silahlanma ile ilgili sorunların temelini
oluşturuyordu. Zira gerçekten de Türk ordusu «Önüne konulan silahla yetinmek,
gereksinmelerine göre silah bulmak yerine, gereksinmelerini verilen silaha göre karşılamaya
çalışmak durumunda bırakılmış veya kendi kendini bırakmıştı.
Richard Perle ile bu tartışma sırasında Savunma Bakan yardımcısının da değindiği bir nokta
vardı ki, o da göz ardı edilebilinecek gibi değildi.
— Sizin de gereksinme duyduğunuz silah peşinde koştuğunuz pek görülmüş değildir.
Amerikada, Avrupa-daki silah sergilerinde Türk pek görülmez, silah şirketleriyle temasınız
yoktur.
Perle, Türkiyenin sırtını Amerikan yardımına çok fazla dayadığına dikkat çekmek istiyordu.
1970'lere geldiğimizde, silah sistemleri tanınmayacak bir duruma gelmişti. Fiyatları da
giderek artıyor ve daha.da önemlisi, artık eskisi gibi devre dışı bırakılan sistemler hibe
edilmemeye başlanıyordu. Eskiden kolaylıkla bulduğumuz eski sistemlerin yedek parçaları
da, bu sistemler tamamen terkedildiğinden özel olarak yaptırılıyor, dolayısıyla muazzam
fiyatlar ödeniyordu. Böylece darboğaz giderek artıyordu.
Bu nedenle de, Amerika 1960'larm sonuna doğru, silah veya araç vereceğine hibe yardıma
başladı. Hiç değilse, servis dışı bıraktığı silahlan, verdiği ülkelere hibe etmiyor, hibe diye
verdiğini para karşılığında satıyordu. Belki bir cebinden alıp öbürüne koyuyordu, ancak fakir
müttefiklerine «Bundan böyle silah alınca para verilecek,» sinyalini yollayabiliyordu. Bir
yandan da, eski sistemlerin yedek parçalarını, tamir bakımlarını ya368
pan özel Amerikan firmaları için de bir pazar açmış oluyor, kendi hazinesinden de olsa bir
sübvansiyon yapıyordu.
Bu da uzun sürmedi.
1972'den itibaren hibe yardımlar, yerini FMS (Foreign Military Sales:Yabancı Askeri Satış)
kredilerine bırakmaya başlayınca bizde de hafif bir panik oldu. Hibeler az da olsa sürüyordu.
Türkiye'nin kişi başına milli gelirinin bin dolarm üstüne çıkmış olması ve Kong-re'de
genellikle bütün hibe yardımlara duyulan tepki sonucu, FMS kredileri sistemini getirdi. FMS,
piyasadan alınacak normal bir krediden de biraz pahalıydı. Ancak bu krediyi kullanıp silah
alındığında Amerikan ordusunun güvencesi sağlanıyordu, üstelik ödemeleri de uzun süreliydi.
Türkiye'nin dış piyasalardan borçlanması güç olduğundan FMS'e sarıldı.
Ancak FMS sistemi gelince bu defa Ankara'nın, silahlanma politikası ile, önceliklerini
saptaması, yani planlama yapmasının gerekliliği belirdi. Oysa o güne kadar Amerikalılar her
işi halletmişlerdi.
Şaşkınlığı arttıran diğer nedenler de, silah sistemlerindeki çeşitlenme patlamasmm da aynı
döneme rastlaması. NATO'nun silahlanma politikalarını değiştirmesi, silah sistemleriyle
birlikte bunların ikmal sistemlerinin de aniden değişmesi, yani çarkların birden baş-döndürücü
bir hızla dönmeye başlaması oldu. Çoğalan sistemler, muazzam artan fiyatların yanısıra,
Amerika' nm başka ülkelere de destek sağlamak zorunda kalması işleri zorlaştırıyordu:
— Eskiden fazlalık vardı ve karşımızda da sadece Türkiye ve Yunanistan. Oysa 1970'lerde
elimizde verecek silah kalmamıştı. Savaş da yoktu ki artığı olsun. Vietnam'dakiler orada
bırakıldı. Üstelik karşımızda yardım isteyenlerin sayısı da 50'yi geçmişti.
369
5 Ağustos 1975 günü, Türkiye'nin Kıbrıs Harekâtını cezalandırmak amacıyla Amerikan
Kongresi'nin koyduğu silah ambargosu adeta öldürücü darbe oldu.
Hibe yardım başta, tüm krediler tamamen kesildi.
AMBARGO olayı Türk Silahlı Kuvvetleri için bir şok oldu.
Adeta kâbus dolu bir rüyadan uyandı. Hele 1975'ler-de Amerika'nın silahlanma politikasının
yeniden şekil değiştirip, daha da hızlanması, daha da elektronikleş-mesi, uyduların devreye
girmesi, bilgisayarların rolünün büyütülmesi ve nihayet 1974 petrol kriziyle birlikte başlayan
enflasyon nedeniyle silah fiyatlarının kısa sürede birkaç misli artması, Türkiye'yi tam bir
darboğaza soktu.
Kendimize gelebilmemiz için, güç duruma düşmemiz gerekirmiş.
Türkiye'nin 1970'lerin sonuna gelindiğindeki durumu şöyleydi:
— Elindeki büyük sistemlerin neredeyse tamamı II. Dünya Savaşı veya Kore döneminden
kalma. Kara' da tank ve tanksavarlar tamamen etkisizleşmiş. Hava' da uçaklar normal
ömürlerini tamamlamışlar, Deniz'de-ki gemilerin ortalama yaşı 30.
,j — Eskilikten dolayı, bu, sistemlerin tamiri, bakımı müthiş pahalıya gelmekte, böylece hem
caydırıcılığı olmayan, hem de masraflı bir sistem ayakta tutulmaya çalışılıyor.
— Haberleşme yok denecek kadar kötü durumda, Hava savunması bazı yörelerde yeterli,
ancak bazı yöreler tamamen düşmana açık. Radar (gözetleme) ve Komuta Kontrol
mekanizması çağdışı kalmak üzere...
— Dünyadaki elektronik gelişme öyle noktalara varmış durumda ki, karşı taraftakinin
kullandığı sis370
temlerin hiç değilse eşi elde edilemediği taktirde büyük bir felaketle karşı karşıya
kalınabilecek. Ya bu yanşa girilecek ve adım uydurulacak veya yarış terkedilecek.
— Üstelik Kıbrıs Harekâtıyla birlikte, Türkiye'nin Yunanistan ile ilişkilerindeki gerilim
büyük boyutlara çıkmış, Ortadoğu'daki gelişmeler de bölgedeki tehlikelerin birkaç misli
artmasıyla sonuçlanmıştı.
1982'nin Mart ayında Amerikan Kongresi'nde Türkiye'ye yardım konusu tartışılırken, ABD
Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle'nin yaptığı şu açıklama, sadece Kongre'de değil,
(Türk basınına yansımamakla birlikte) Türkiye'de konuyu yakından izleyenler arasında da şok
etkisi yapmıştı:.
«...Türk Ordusunun hemen hemen tüm temel silahları artık kullanılmaz duruma girmiştir.
Bunlar sadece tank, gemi ve uçak değil, aynı zamanda haberleşme ve destek kuvvetlerini de
içermektedir. Tank toplarının hemen tamamı 90 mm'lik, çok kısıtlı etkinlikte, motorları ise
benzinle çalıştığı için de kısa mesafelere gidebilmektedir... Tanksavar silahların sadece yüzde
l'i modern ve etkilidir. Kısa menzilli hava savunma silahlarının yüzde 89'u 1940'lardan kalma,
FM haberleşme radyolarının yüzde 93'ü kullanılmayacak durumdadır... Deniz
Kuvvetleri'ndeki tüm destroyerler II. Dünya Savaşı'ndan kalma Amerikan gemileridir. Denizaltılarm yüzde 75'i yaşantılarının sonuna gelmiş olan 35 yıllık teknelerdir... Hava
Kuvvetleri'nde, avcı uçaklarının yüzde 70'i 1960'lardan kalma olduğu gibi, havaalanları için
gereken modern savunma sistemleri de yoktur... Artık kullanılmaz duruma giren bu
malzemeler, Türk ordusunun sadece savaş gücünü düşürmekle kalmamaktadır. Aynı zamanda
harekât ve destek masraflarmı da -—eskiliklerinden dolayı—büyük ölçüde artırmaktadır...»
371
Türkiye'nin «Kötü durumda olmadığı» bir saha yoktu. Geriye sadece Mehmetçiğin
kahramanlığı ve vatan sevgisi kalıyordu.
işte bunlar ordunun modernizasyon/Plan-Program çalışmalarını başlatmasına, kısacası kendi
kaderini başkalarına bırakmak değil, kendi eline alma dönemine girmesine yol açtı. Belki
ABD ambargosu şok etkisi yapmıştı, ancak 1970'lerde yavaş yavaş görülmeye başlanan
gerçekler ve uluslararası gelişmeler de Türkiye' yi bü yola gitmeye zorlamıştı.
MODERNİZASYONUN SONU VAR MI?
1970-75 döneminde ilk defa REMO (Reorganizas-yon-Modernizasyon) projesi ve milli
hedeflerin saptanıp, planlı programlı bir bütçeye geçilmesi ilk adımların atılışı idi.
Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin bu çalışmalara tam anlamıyla girmesi 1981'den itibaren başladı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, artık NATO ve MİLLİ Stratejik hedefler, bunlara göre
orduların görev sahaları, kullanılacak silah sistemleri biliniyor. Neye gereksinme duyulduğu,
neye ne kadar para harcanacağı, 1970'lerdeki gibi yıllık dilimlerle değil, 5-6 yıllık dönemleri
kapsayacak biçimde planlanıyor ve her yıl yeniden gözden geçiriliyor.
Bugün T.S.K. silah açısından belki hâlâ dış desteğe muhtaç ancak, hiç değilse «Ne verilirse
alman dönem,» yerine neye gereksinme duyulursa onu elde etmeye çalışma dönemi
yaşanıyor.
— O kadar çok gereksinmemiz, o kadar çok açığımız var ki, müttefiklerimiz ne kadar verseler
hâlâ almak zorunda kalıyoruz. Ancak şimdi neyi nereye kö372
yacağımızı biliyoruz. Bu şekilde silah sistemleri bize belki daha pahalıya mal oluyor, ancak
yenisini almamıza imkânımız yok. Korkunç pahalı. Ülkemizin takati yetmez... Hurdaya
çıkmış, kullanılmayacak durumdaki sistemler yerine az kullanılmışla yetiniyoruz.
Önceliklerimizi saptadık. Bunlarda ise yavaş yavaş en yeniye gidiyoruz.
Türk ordusunun vazgeçilemez öncelikli modernizasyon programı, bugünkü fiyatlar
değişmediği taktirde, 1985-1990 arasında 15 milyar dolarlık döviz harcaması gerektiriyor.
Bunun yaklaşık 5 milyar doları (yılda 900 milyon dolar), Amerikan ve Alman yardımları ve
Türkiye'nin bütçesinden karşılanabilecek şekilde planlanmış durumda. Geri kalan miktar ise,
ilerdeki plan dönemlerine sarkacak. Kısacası, istendiği hızda yapılamayacak.
ÖNCELİKLER:
1) HAVA'nm vurucu gücü olan uçak tam önceliğe sahip. F-16 projesinin aksamaması için,
Amerikan yardımının büyük bir bölümü ve bütçeden gereken fonlar eksiksiz aktarılıyor.
Hava Kuvvetleri'nin kendi içindeki (genel anlamda değil) ikinci önceliği ise radar açığının
kapatılması, Komuta Kontrolün geliştirilmesi ve uçaksavar sisteminin yaygınlaştırılması
projelerinde.
F-16 ile, 1994'lerde Ege'de denge oluşabilecek. Ancak 1994'e kadar da, ortadaki boşluğun
doldurulması gerekiyor. Genel Milli Savunma Bütçesi'nin (modernizasyon dahil) yüzde 22 ile
26'sını1 alan Hava Kuvvetle1) Bu oranlar, son 10 yıllık bütçelerin ortalamalarıdır. Programlara göre bazen azalır, bazen
artar. Bu rakamlara modernizasyon dahil, kuvvetlerin tüm harcamaları ¦katılmıştır. Milli
Savunma bütçesi 1986 yılında 1 trilyon 307 milyar Türk Lirasıdır.
373
ri'nin, ikinci önceliğini de gerçekleştirmeye yetecek kadar kaynak henüz yok. Geçici
önlemlerle açıklar kapatılmaya çalışılıyor.
2) DENİZ Kuvvetleri'nin firkateyn projesi ikinci öncelikli.
Tanesi yaklaşık 200 milyon dolara Almanya'da dört firkateyn yaptırılıyor. Büyük tonajda, 6-7
kuvvetindeki havaya dayanabilen, vurucu gücü büyük ve elektronik sistemle hareket eden,
aynı zamanda Komuta-Kont-rol görevi de yapabilecek yetenekte. Bu ilk dörtten sonraki ikinci
projede de, Türk-Alman-Amerikan işbirliği ile iki firkateyn daha yaptırılacak.
Türkiye'nin Ege'deki deniz gücü hâlâ çok eski gemilerden oluşuyor. Yunanistan'ın aynı tip
firkateynlerden, 1992'ye kadar sekiz tane yaptıracağı düşünülürse, önceliğin nedeni daha açık
şekilde anlaşılır.
Genel bütçenin yüzde 14-16'sını alan Deniz Kuvvetleri'nin ikinci öncelikleri, güdümlü mermi
atan hücumbotlar, mayınlama gemileri, elektronik savaş donanımlı komuta kontrol gemileri.
Firkateynlerin tamamlanması, Deniz Kuvvetleri'ndeki açığı kapatmaktan yine de uzak.
3) KARA Kuvvetleri'nin projeleri, hemen bu ikisinden sonra geliyor. M-48 tanklarının dizelle
çalışır duruma getirilmelerinden sonra toplarının atış gücü ve vurma hassasiyetini artırmayı
amaçlayan projelerden sonra, özellikle HABERLEŞME öncelikli sırada. Ordunun sadece
palaska gereksmiminin 1 milyar Türk lirasına çıktığı Kara Kuvvetleri, Milli Savunma
bütçelerinin yaklaşık yüzde 47-50'sini alır.
Kara Kuvvetleri'nin an kısa sürede modernize edilmesi beklenen gereksinmelerinin listesi çok
uzun. Modernize edilmesine rağmen hâlâ eskiliğinden bir şey de374
ğişmeyen M-48 tanklarının yerine Leopardlarm devreye sokulması, tank-savar sistemlerin
yenilenmesi...
Türkiye 1950'lerden itibaren uyguladığı yaklaşımlarının faturasını bugün ödüyor. Eğer 19501970 döneminde planlı ve bilinçli program uygulanabilmiş olsaydı, bugün hem caydırıcılığı
daha yüksek olan bir orduya sahip olabilir, hem de modernizasyon için böylesine büyük
masraflara girmeyebilirdi. Halen yapılmakta olan, eskinin biraz yenilenmesi ve en büyük
açıkların da modern ve yeni sistemlerle doldurulmasıdır.
—t Gemi, uçak, tank gibi ana silah sistemlerine öncelik verdik. Daha elektroniğe
varamıyoruz. F-16 ile uçacağız, ancak yerde hâlâ M-47 tankı var. Temel amacımız, dışa
bağımlılığımızı en alt düzeye indirmek, gereksinimlerimizi kendi kendimize karşılamak. Hiç
değilse, satın almak yerine ortaklıklarla, işbirliğiyle teknolojiyi getirerek burada
gerçekleştirmek.
Amerikalılara göre, Türkiye'nin modernizasyon çabalarının en hatalı yönü, her şeyi yapmayı
amaçlaması:
— Türkiye sadece daha fazlasmı değil, her şeyi burada üretmek istiyor; oysa buna imkân
yoktur. Küçük bir parçayı veya silahı üretmek için milyonlarca dolarlık yatırım yerine, onu
dışardan almanın daha kârlı olacağını bir süre sonra görecekler. Dünyada kimse bu yöntemi
uygulamıyor. Örneğin tank modernizasyon programı için 55 ayrı parça gerekiyordu. 1983'de
başladığımızda bu 55 parça da ABD'den gelmişti. Program bittiğinde sadece 19'u
Amerika'dan gelecek ve 30 kadarı Türkiye'de yapılacak... Üzerinde durulması gereken diğer
bir nokta da, ordunun sivil sanayi kesimiyle çok sıkı bir işbirliği yapmak zorunluğu. Zira
sanayi sek375
törü işin içine itilirse, o teknolojiyle başka üretim de yapılır. Aksi halde sadece ordu için
harcanmış veya yatırılmış bir para olarak kalır.
Modernizasyon beraberinde başka sorunları da getiriyor.
Bunun en başında, devreye girecek yeni sistemlerin elektronikleşmesi nedeniyle ordunun
eğitim (subay ve er) politikasını zorlayacak. Erin eline verilecek son derece modern bir silahı
kullanabilmesi için bilgi düzeyinin de aynı derecede yüksek olması gerekli. Aynı şekilde
profesyonel orduya doğru gidilirken, assubaylarm eğitimi de gözden geçirilecek. Ordumuzun
en önemli sorunu elektronik çağa uyması olacak.
Modernizasyonun diğer bir sorunu, silah sistemlerindeki hızlı gelişme. Bir uçaksavar veya
tanksavar sistem aldığınız ve büyük rakamlar ödediğinizde, daha silahı almadan yenileri
piyasaya çıkıyor.
Nihayet, bugünkü tempo ve gereksinmeler karşısında, modernizasyon programının kolay
kolay bitebileceğim de sanmamak gerekir. Buna karşılık kaynaklar da son derece kısıtlıdır.
Ülkenin ekonomik gereksinmeleri çok büyüktür.
Bunlardan dolayı, tehdit değerlendirmesinden başlanarak, gereksinmelerin saptanması veplanlamadan, kaynakların daha iyi kullanmasına kadar, her yönden daha uzun vadeli ve yeni
düşünceler üretmek zorun-luğu vardır. Koordinasyonun (sadece ordu içi değil, ordu ile özel
sektör arasında da) artırılması da kaçınılmazdır. Çünkü kısıtlı kaynak ve gereksinmelerdeki
kayıplar hep bu noktalardaki boşluklardan doğmaktadır.
Modern yönetim teknikleri geliştirilmedikçe, iki yıllık tayinlerle gelip kıtaya dönen subay
sistemi yerine bu görevlerdeki tecrübeyi değerlendirecek başka yön376
temler bulunmadıkça, dev ve son derece karışık programlar arasında uyum sağlanması güç
olacaktır.
Türk Genelkurmayı, milletin parasının israf edilmemesi için titreyen bir kuruluş. Artık «Nasıl
bir modernizasyon ve ne dereceye kadar modernizasyon» tartışmasının açılıp olaya
bugünkünden de daha makro planda eğilmenin yararları da ortada.
Çünkü bu modernizasyon bitmeyecektir. Bugün yerine koyduğunuz yarın eskimekte, demode
olmaktadır.
BÜTÇESİNİ NASIL YÖNETİYOR?
Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, ordunun harcamaları konusunda iki farklı görüşle
karşılaşırsınız.. Bir bölümü «Bizim ordumuz müsrif bir tüketicidir» der, diğer bir bölümü ise
tam aksine yeterince harcama yapılmadığını ileri sürer.
Yine dünyanın her yerinde, Türkiye'de olduğu gibi, Silahlı Kuvvetler'le Hükümetler arasında
bir çekişme vardır. Ordu Komuta heyeti ülkenin altında bulunduğu tehdidin büyük olduğunu,
buna karşılık daha iyi silah gerektiğini söyleyerek hükümeti sıkıştırırlar. Hükümetler ise,
ülkenin başka ekonomik gereksinmelerine dikkat çeKerler ve en azmi vermeye çalışırlar.
Genelkurmay'm en üst düzey bir yetkilisinin sözleri aynen bu manzarayı yansıtıyor:
— Bize harcanan tüm para hep cari görülmüştür. Ordunun tüketici olduğu ileri sürülmüştür.
İnsanlar durmadan para verdiklerinden, hep masraf ettiklerinden ancak bir türlü karşılığını
göremediklerinden dolayı tüketici gözüyle bakıyorlar. Alman parayı hak etmek için savaş mı
yapalım yani? Oysa, bize bir görev verilmiş. Bu ülkeyi tehditlere karşı savunmamız istenmiş.
Bu-
¦:¦ - ,; - tüfek gerekir. Ben sürekli silah isterim, karşı taraf da (hükümet) en azmi vermeye çalışır.
Dünyanın her yanında bu çekişme olur. Ancak bizde diyalog tam anlamıyla oturmadığı için,
bu çekişme garip görülüyor. Yoksa son derece normaldir.
Gerçekten de doğru. Dünyanın hiçbir ordusu yoktur ki, ABD dahil, elindeki silahtan memnun
olsun, yeterli bulsun. Daima daha ileri tekniği, daima daha yenisi istenir.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 1986 bütçesi 1 trilyon 307 milyar Türk lirası ile rekor düzeyde. Bu
rakama, Jandarmanın harcamaları, Amerikan yardımı ve geri ödemeleriyle, Almanya'dan
gelen destek de eklendiğinde, Türkiye'nin genel bütçesinin yüzde 25'inden fazlasının Silahlı
Kuvvetler'e gittiği görülür1. Modernizasyon programının da etkisi var tabii. Genel oranm bu
kadar yüksek olmasının bir diğer nedeni de eldeki silah sistemlerinin eski, dolayısıyla daha
masraflı olmasından kaynaklanıyor.
Ordu işlevi nedeniyle pahalı ve tüketicidir. Ne zaman, nerede kullanacağınızı bilemeden,
sürekli biçimde beslemek ve yeni yatırımlar yapmak zorundasınız. Örneğin bir Harpoon
füzesinin fiyatı 1 milyon dolar. Ömrü de 5 yıl. Bu süre dolduğunda özel bir enjeksiyonla
hayatı uzatılıyor, ancak bu defa da hedefi bulma yeteneği bozulmaya başlıyor. Dolayısıyla
belirli bir süre sonunda 1 milyon doları denize atmak zorundasmız.
Örneğin Deniz Kuvvetleri, üç kuvvet içinde en fazla tüketici olanıdır. Karada tankları,
kamyonları garaja çekip kontağını kapatabilirsiniz. Denizde kontak ka1) Milli Savunma bütçelerinin 1970'den bu yana dökümünü, genel bütçe içindeki payını, gayri
safi milli hasılaya göre yüzdesi, bazı NATO ülkeleriyle karşılaştırmaları için bakınız Ek:
XVII.
378
patmak yoktur. Zira geminin içinde yaşanılır. Elektrik lâzımdır. 24 saat gemi işler. Her saati
de durduğu yerde yüzbinlerce liradır... Uçağınızı sürekli şekilde, belirli bir saat süreyle
uçurmamz gereklidir. Her uçuş saati de yüzbinleri yer.
Örneğin, dün bütün ordunuza yeni bir tüfek almış-smızdır. Beş yıl sonra yüzmilyonları sokağa
atıp, yeni geleni almak zorunda kalırsınız.
. — İtfaiyeciler yangın yokken de beslenir. 'Sen git yangın çıkmca sana maaş vereceğim'
denmediği gibi, ordu da aynı durumdadır. Üstelik bu öyle bir masraf ki, belki de hiç
kullanılmayacak veya 1 saat kullanılacak.
Türkiye gibi kısıtlı kaynakları olan ve bunun da en önemli bir bölümünü Silahlı Kuvvetleri
için harcayan bir ülkenin toplumunda en çok sorulan soru, hep aynıdır: Verilen paranm ne
kadarı iyi kullanılıyor, ne kadarı israf ediliyor?
— Genelkurmay'da olsun, Kuvvet Komutanlıklarında olsun hepimizin bir tek kuşkusu ve
kaygısı vardır. Milletin bir kuruşunu israf etmemek. Her alman kuruşu en iyi şekilde
harcayabilmek.
Gerçekten de, Komuta düzeyindeki bu titizlik hemen göze çarpıyor. Ancak her şey Komuta
düzeyinde bitmiyor tabii... Uzun yıllar Deniz Kuvvetlerinde komutanlık yapmış bir amiralin
görüşü değişik:
— Ordunun parasını genelde komutanlar harcamaz. Aralarında harcayan da vardır, fakat asıl
parayı yardımcı subaylar sarf eder. İkmal subayları ve teknik personeldir. Komutan genel
ilkeyi koyar, ihaleyi bu çocuklar yapar. Şartnameleri de onlar hazırlarlar. Komutan ne bilsin
şartnameyi, bilmem neyi. Üstelik Komutanlar paradan hoşlanmadıklarından, paradan
kaçtıklarından, bu kesit (parayı harcayanlar) denetimsiz ka379
İniar. Bir suistimal durumu veya kokusu alınırsa denetlenirler.
Bir başka amiral de aynı görüşü belirtti:
— Ben çok uğraştım, ancak personelime ekonomik olmayı öğretemedim. Har vurup harman
savurmuyorlar ancak Komutan düzeyine gelmiş olanlar gibi de düşünemiyorlar, Bir gemiyi
şuradan alıp, yan taraftaki" iskeleye bağlamanın faturası 500 bin Türk lirası. Benim istediğim,
geminin başındaki adamın işin bu-yanını da düşünmesi. Henüz bu aşamaya gelebildiğimizi
söyleyemem. Fazla bir duyarlık veya titizlik olmadan cari harcamalar yapılıyor... Ancak şu
kadarını söyleyeyim, bu durum bizim ordumuzda diğerlerine oranla daha iyidir. Ama ordunun
alt düzeyi kontrol-: süz bir tüketicidir.
Türkiye'nin genelindeki sorun, Türk Silahlı Kuvvetlerimin harcamalarında da —daha az
oranda olmakla birlikte — görülüyor. Yeterli koordinasyonun sağlanamaması nedeniyle
zaman zaman karşılaşılan kaynak israfı. Kuvvetlerin kendi aralarında ve asker-sivil kesimler
arasındaki iletişim yetersizliği kaynakların en iyi şekilde kullanılmasını önlüyor.
— Bizim hesaplamamız gereken, bulmamız gereken nokta, güvenliğin gerektirdiği ile bu
güvenliği sağlayacak çizgilerin kesiştiği noktadır. İşte biz bunu yapmıyoruz.
Türk Silahlı Kuvvetlerimin bütçe planlamalarında çalışmış bir generalin bu sözleri son derece
önemli. Söylemek istediği de şu: Biz, ne kadar güvenlik istediğimizi saptamalı ve bunu bir
çizgiyle çizmeliyiz. Sonra da, ekonomik refah çizgimizi çizmeli ve bu iki eğrinin kesiştiği
yerdeki parayı harcamalıyız. Şimdi, tehdit değerlendirmesi yapıp, işte tehdit buysa, bunun için
de bu gerekir, diyoruz.
380
Kısacası harcamalara daha bilimsel yaklaşılmasından yana bir görüş,
NEREYE NE HARCANIYOR?
Enflasyonu büyük bir ülkede rakamlar her yıl öyle boyutlarda değişir ki, yüzde oranlan
üzerinde konuşmak daha sağlıklı olur.
Milli Savunma Bütçesi'nin genel olarak nereye harcandığına baktığımızda şu oranlarla
karşılaşıyoruz.
1980'e kadar ki dönemde, tüm özlük hakları dahil olmak üzere (maaş-yolluk-tazminat)
bütçenin yüzde 30'u personel giderleri. 1980'den itibaren bütçenin boyutları büyüdüğü için, bu
oran düştü ve halen yüzde 20'lerde. Önümüzdeki on yıl içinde de bu oranda gitmesi
bekleniyor.
Yeni silah alımı (modernizasyon), yedek parça, cephane, eğitim ve alt yapı veya inşaatlar
bütçenin yüzde 45'ini oluşturuyor. Bu oran 1970'li yıllarda yüzde 34 -36 arasındaydı,
önümüzdeki yıllarda ise yüzde 50'yi aşması bekleniyor. Nedeni de, enflasyon ve Türk lira-.
sının değer yitirmesi. Çünkü, özellikle modernizasyon gibi dolara bağlı harcamalarda Türk
lirası düştükçe, bu bölümün bütçe içindeki oranı da giderek artacak. En büyük tehlikeyi de bu
nokta oluşturuyor. Dövizin değeri arttıkça, modernizasyon programı etkilenecek. Bütçe
içindeki payın artışı gerçek değer artışından çok nominal artış durumuna giriyor.
Modernizasyon başta olmak üzere, bütçenin en önemli harcama dilimini yaratan yüzde 45'lik
bölümün ayrıntılı dökümü de şöyle:
Yüzde 45'i, silah sistemleri (uçak, gemi, helikopter, tank, gemi makinesi vs.) ve malzeme
alımı.
381
Yüzde 20'sı cephane ve küçük malzeme.
Yüzde 15'i inşaat (1986 bütçesinin 124 milyar TL'si enfrastrüktür İnşaatına, bunun 16 milyar
TL'si de lojman yapımına ayrıldı.)
Yüzde 20'si işletme.
Cari giderler ise (yiyecek-giyecek-yakıt-öğretim) yüzde 35.
Silahlı Kuvvetler'in, örneğin bazı inşaatlarında, gereğin dışında lükse kaçma olaylarıyla
karşılaşılıyor mu?
1985'de Genelkurmay Başkanlığı'nm yayınladığı bir emir son derece net: İnşaat yerine silah
alımına öncelik verilecek.
Eğer uçak koruganları gibi gerekli inşaat değilse, bütün yapımlar durduruldu.
Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nm, dışardan ultramodern1 görünüşlü birkaç milyar liralık
binası tipindeki yatırımlara bundan böyle yer yok. Aynı şekilde Orduevi, dinlenme kampı,
lojman yapımları da standart, laştırıldı, kısıtlandı ve tasarrufa gidiliyor.
Bütçe harcamaları, Genelkurmay'ın üzerinde en duyarlıkla durduğu konuların başında gelir.
Acaba en ideal harcama ve kaynak israfını yok edecek bir sistem oluşturulabildi mi? Acaba,
TSK'nin özel sektörden yararlanabileceği bir sanayi envanteri yapılabildi mi?
Acaba, Türk ordusu halen kendi elinde veya Türk özel sektörünün elinde bulunan teknikten
tam olarak yararlanıyor mu?
Acaba 1980'e kadarki dönemde bütçenin kuvvetler arasındaki dağılımında plan-program ve
öncelikleri mi,
1) Hava Kuvvetleri karargâhı 1984'te bitti. 48 dönümlük binanın maliyeti, mefruşatı ile
birlikte 6 milyar TL.
382
yoksa kuvvet komutanlarının pazarlık gücü veya ısrarcılıkları mı rol oynadı?
Yanıtları çok net olmayan sorular...
AMERİKAN VE ALMAN YARDIMLARININ ÖNEMİ...
Türk ordusunun bugün karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, başdöndürücü bir hızla
ilerleyen teknolojidir. Oysa, bırakm en ileri silah sistemlerinin alınmasını, kuvvetlerin
elindeki vurucu gücün normale en yakın düzeye getirilmesi dahi, eğer tüm modernizasyon
gerekleri hesap edilirse, bugünün fiyatlarıyla 100 milyar dolara varabilecek rakamlara
ulaşılabilir. Sadece 1990'a kadar gereken 15 milyar dolar dahi, Türkiye'nin gücünü
zorlamaktadır. Oysa, Silahlı Kuvvetler'in elindeki silah ve gereçler, eski NATO Başkomutanı
Haig'in deyimiyle «son derece eski, hatta hurda» durumdadır. Modernizasyon kaçınılmaz bir
olgudur. Modernizasyon da, sadece silah almak değildir. Silah ile beraber, subay öğretimi ve
er-erbaş eğitiminin de bu tempoya ayak uydurması gerekmektedir.
İşte bu noktadan hareket edildiğinde, Türk ekonomisi bugünkü sıkışıklıkta olduğu,
gelişmediği ve güçlenmediği sürece, Amerikan ve Alman askeri destekleri, Milli
Savunmacıların gözünde «vaz geçilmez» niteliktedir. Dövizle yapılan dış alımların
gerçekleştirilmesi açısından, Türk bütçesine —-tüm yetersizliğine rağmen — önemli oranda
destek sağlamaktadır.
Alman yardımı 1964 yılında başladı. Gerçek «yardım» niteliğindedir, zira hibe şeklinde
verilmektedir. Bugüne kadar da, 22 yılda toplam 2 milyar 50 milyon mark (ortalama 300 lira
kurundan hesap edilirse), 600 milyar Türk Lirasını buldu.
383
Rakam açısından bakıldığında Alman yardımı genelde çok az bulunur. 1.5 yıllık dilimler
halinde ve her dilim 136 milyon Mark olmak üzere gerçekleştirilir. Ancak, özellikle
Türkiye'nin ekonomik sıkışıklığı yaşadığı, döviz bulunamadığı dönemlerde son derece
rahatlatıcı bir unsur olmuştur.
ABD YARDIMI NEDİR - NE DEĞİLDİR?
Amerikan yardımı ise, 1985 sonu itibariyle 12 milyar 600 milyon dolara ulaşmıştır.
Bu yardımı da üçe ayırmak gerekir.
— 1950 -1964 arasında verilen kullanılmış silah, araç ve gereçler. Bunlar hibe edilmiştir.
¦— 1965'den itibaren ise «yardım», paraya dönüştürülmüştür. Yine de genelde, «Military
Assistance Prog-ram-Askeri Destek Programı» adı altında önemli bir bölüm hibe, geri kalan
da çok ucuz kredi şeklinde olmuştur. - ..,
— 1975'den itibaren ve ambargonun kalkışından sonra, yardımın koşulları biraz daha
ağırlaşmış ve FMS (Foreign Military Sales - Yabancı Askeri Satış) kredisi devreye girmiştir.
1982 yılma kadar da, FMS ağırlıklı "ticari kredilerle gelindi.
1982'den itibaren FMS kredilerinin getirdiği ağır yük üzerine, Türkiye ilk defa Washington'a
baskı yaparak, yardımın gerçek bir yardım sayılabilmesi için, kalitesinin yükseltilmesini,
dolayısıyla iç ayırımının iyice değiştirilmesini istedi. Bu konuda hem Yunanistan, hem de
Türkiye'nin uyanışları hemen hemen aynı dönemlere rastlar.
Nitekim bu baskılar karşısında Amerika 1982'den
384
itibaren, yardım paketini üçe ayırdı ve ilk defa HİBE unsurunu yeniden devreye soktu: 1)
Hibe, 2) Direkt Kredi (yüzde 3-5 oranında faizli), 3) FMS.
1983'de 400 milyon dolarlık FMS'in 110 milyon doları hibe, 1984'te 715 milyon doların 215'i
hibeye dönüştürülerek sürdürüldü. Adeta üçte bir oranında Hİ-BE-FMS dengesi oluşturulan
Amerikan desteğindeki bu durum değiştirilemediği taktirde, 1995'lerden sonraki yıllardaki
FMS borçlarının geri ödemelerinde büyük sorunlarla karşılaşılacak. Yıllık ödemeler ilerde bir
milyar doları aşabilecek ki, ödemeler dengemizi dahi zorlayacak bir borçlanmaya gidilmiş
olacak. Ekonomik gücü olumsuz etkileyince de, askeri güç desteklenemez duruma
gelebilecek.
İşte bu nedenle, Türkiye'nin önündeki en önemli sorun, Amerikan desteğini gerçek bir
yardıma dönüştürecek biçimde, kalitesini artırmak ve hibeleri çoğaltmak. Serbest piyasadaki
faiz oranlarının yüzde 15 - 20' lerde dolaştığı sıralarda, «Direkt Kredi» diye adlandırılan
yüzde 3 - 5'lik faizli krediler çok ilginç geliyordu. Şimdi de piyasanın altında olmakla birlikte,
yetersizliği nedeniyle beklenen yararı sağlayamıyor.
Amerikan desteğini hesap ederken, tek yanlı olmamak için, Washington'un 1980'den bu yana
başlattığı hibe nitelikli ekonomik yardımı ve rakamlar içinde görülmeyen, ancak
toplandığında küçümsenmeyecek miktarlara çıkan, yan yardımları da dikkate almak gerekir:
ABD DESTEĞİ YETERLİ Mİ?
Yine üzerinde en çok tartışma konusu yapılan soru, Amerika'nın Türk ordusuna sağladığı bu
desteğin yeterli olup olmadığıdır.
385
Washington desteğini, Türkiye'nin üzerine aldığı NATO yükümlülüklerini yerine
getirebilmesi için sürdürdü. ABD Savunma Bakanlığı her yıl, Kongre'den para koparabilmek
için «Türkiye'nin Stratejik konumu NATO Savunması açısından son derece önemlidir. Oysa
ülkenin ekonomik koşulları, bu görevini yerine getirmesi için gerekli olan silahlanmayı
önlemekte, bütçesine ek yük getirmektedir. Bu nedenle, NATO müttefikleri olarak destek
sağlamak zorundayız» gerekçesini kullanmakta ve T.S.K.nin modernizasyon gereksinmesini
anlatmaya çalışmaktadır.
Genel konjonktüre göre de bu destek bazen artmakta, bazen azalmaktadır. Ancak bu hangi
kıstasa göre yapılmaktadır?
Amerikan desteğinin hiçbir somut kıstası yoktur. Kongre ile Beyaz Saray arasındaki
ilişkilerden başlayıp, Türkiye'nin ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarım zorlayabilmesine
kadar giden son derece soyut verilerden hareket edilmektedir.
Gerçekte Amerikan Savunma Bakanlığı, hangi kıstasla hareket ettiği bilinmemekle birlikte,
Türkiye'ye verilecek desteği kendi içinde rakamlamıştır. Bu rakam, Türkiye'nin gerçek
gereksinmelerinin çok gerisinde olmakla birlikte, istendiği kadar zorlansın, yine de belirli bir
tavanı aşmamaktadır.
— Amerikan yardımı çok azdır, zira biz NATO üyeliğimiz nedeniyle çok geniş bir tehdit
altına girdik, üzerimize çok önemli sorumluluklar aldık. Bunları yerine getirebilmemiz için
de, milli hedeflerimizin gerektirdiğinin ötesinde silahlanmak zorunda kalıyoruz.
Müttefiklerimizden istediğimiz, bize verdikleri ek sorumluluk oranmda destek sağlamalarıdır.
Yoksa bizden fazlasını istememeleri gerekir.
Amerikan Savunma Bakanlığı (Pentagon) ise baş¦
386
ka türlü düşünüyor. En üst düzey yetkililerinden birinin görüşleri, yıllardır NATO
koridorlarında duyduğumuz gerekçelerin bir özetiydi:
—• Türkiye sadece bizleri korumuyor. Sizin anlayışınız yanlış. Sanıyorsunuz ki, NATO'yu
korumakla görevlisiniz ve bütün silahlanmanızı da buna göre yapıyorsunuz. Oysa siz, hem
kendi milli hedefleriniz için silahlanıyorsunuz, hem de NATO çerçevesindeki
sorumluluklarınızı yerine getirmek için. NATO çerçevesindeki sorumluluklarınız; da, sadece
bizim savunmamızla ilgili değil. Kendinizi de koruyorsunuz. Sovyetler bir gün saldırırsa
sadece NATO'ya değil ki, size de saldıracak. Kendinizi korumak için NATO içindesiniz. Yani
NATO' dari çıkıp bu sorumluluklardan kurtulacak mısınız? O zaman Sovyetler size hiç
dokunmayacak mı? Bizim yardımımız, size belirli ve sınırlı bir destekten ileri gidemez. Artık
1950'lerdeki gibi hareket edemeyiz. Türk ordusunu baştan aşağı donatanlayız. Herkes elini
cebine atmalıdır. Sizi destekleyerek, fazla zorlanmamanızı sağlamaya çalışırız o kadar.
Gerçekten Türkiye'ye Amerikan yardımı artamaz mı, veya hangi koşullarda artar?
Bu soruyu Washington'da araştırırken, en anlamlı ve doğruya yakın olduğunu sandığım yanıtı,
stratejileri saptayan bir amiralden duydum:
— Amerika isterse Türkiye'ye yılda milyarlarca dolar döker ve ordunuzu baştan aşağı donatır.
İşte Mısır'a, Pakistan'a aynısını yapıyoruz. Sorun, Türkiye'nin bizim öncelikli destek
verdiğimiz ülkelerin başında gelmemesi. Bunun nedeni de çok basit. Verin bize Doğu
Anadolu'da büyük üsler, katılın bizimle birlikte Çevik Kuvvet'e, açın topraklarınızı ve 6'ncı
Filo'ya, tüm kolaylıkları sağlayın, Sovyetler Birliği'ne yönelik propaganda yayını yapan Radio
Liberty, Radio Free Europe
387
landıra ballandıra anlatırlar, Türkiye'den isteklerin çoğaltılmasını isterler. Çünkü onlar için
mantık farklıdır. 'Bizim müttefikimizse, bu kadar yardım yapıyorsak ve güvenlikleri bize
bağlıysa kolaylık sağlamaları gerekir' derler. Askerce düşünürler. İşin politik yönünü veya
siyasi sorunları, Türkiye'nin koşullarını düşünmezler. Her toplantıda bu tip yaklaşımlarla
karşılanır ve Türkiye'nin neden yapamadığı ve yapamayacağını başta Dışişleri Bakanlığı
anlatır, ikna edemezse Beyaz Saray araya girip yatıştırır. Washington'dan bakılınca sizin özel
durumunuzu göremezler.
Bugünkü yardım düzeyinin daha da artırılması olanaksız görüldüğü gibi, Reagan yönetiminin
sonuna yaklaşılırken, diğer tehlike de Amerikan Kongresi'nde her geçen yıl artan «askeri
yardımların kısılması» eğilimidir. '
Amerikan sisteminde para Kongre'nin elindedir. Oradan geçmeden bir kuruş dahi ödeme
yapılamayacağı gibi, Milli Savunma Bakanlıklarının ellerindeki bütçeleri istedikleri gibi
dağıtmaları da imkânsızdır.
Oysa Kongre, Watergate (1974) olayından bu yana yönetimleri giderek artan oranda kontrolü
altına almıştır. Dış Askeri Yardımları da, mümkün olduğu kadar düşürmeye, verileni ise
(İsrail dışındakilere) krediye dönüştürmeye çalışmaktadır. Ülkedeki ekonomik-bütçesıkıntılarmdan, moral gerekçelere kadar uzanan bir dizi nedenle bu yaklaşım katılaşmaktadır.
— Hem Kongre'nin baskısı, hem de genel ekonominin gereği olarak ilk el atılan yer dış
yardımlar oluyor. Kongre engelini aşmak için eskiden, Türkiye'nin stratejik öneminden,
Kgre'de gösterdiği kahramanlıklardan söz etmek yetiyordu. Artık yetmiyor. Bugünkü
388
veya Voice Of America radyolarına anten koymasını kabul edin... İşte o zaman yardımın yedi
sıfırlı bölümüne çıkarsınız. Her şeyin bir karşılığı, bedeli vardır. Sizin bugün verdiğiniz
desteğin fiyatı bu kadardır. Artırın işbirliğinizi, alm yardımı. Mısır Camp David anlaşmasını
yaptı ve milyarlara kavuştu. Pakistan ve Afganistan da bize aktif destek veriyor.
ABD DESTEĞİ (YARDIMI) TEHLİKEDE...
Türkiye'nin, yukarda okuduğunuz Amerikalı amiralin ileri sürdüğü gibi hareket etmesi
olanaksızdır. Bunu ne Türk hükümetleri kabul edebilir, ne de Silahlı Kuvvetleri. Örneklerini
de yakın tarihimizde gördük: U-2 uçuşlarının reddi, Çevik Kuvvet'e katılmama, radyo
antenlerine hayır... vs.
Oysa, Amerika'nın evrensel çıkarları dikkate alınırsa, Türkiye'nin konumu idealdir. Sovyetler
Birliği' ne yakınlığı, Ortadoğu'yu kontrolü altına alabilecek büyüklüğü ve her türlü harekat
için her yönden uygun koşulları, değerini artırmaktadır. Hele İran'ın kaybından sonra, bu
«değer» daha da artmıştır.
Washington'da, Pentagon-Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlıklarının ortaklaşa yaptıkları
«Stratejik değerlendirme» toplantılarına katılan, eski Dışişleri Bakanı Siyasi İşler Yardımcısı
M. Nimetz ve eski Ankara Büyükelçisi, aynı zamanda ABD askeri kuruluşlarının en aktif
kişilerinden biri olan R. Kommer'in değerlendirmeleri ilginçti:
—- Toplantıda haritalar açılıp konuşmaya başlandığında, Hava ve Deniz Kuvvetleri'mizin
ağızlarının suyu akar. Parmakları Türkiye'ye gider ve buradan yararlanmanın kendilerine
kazandıracağı avantajları, bal389
yardımı çoğaltmak için Kongre'ye Türkiye'nin bize sağladığı büyük bir üs veya destekten söz
etmek gerekiyor ki, bunu da siz yapamıyorsunuz... Aslında, kimsenin niyeti Türkiye'ye
desteği azaltmak değil. Sorun bizim kendi iç dengelerimizden, daha da önemlisi paranın
yetersizliğinden doğuyor. Eskiden çok mal ve para vardı ve verilecek ülke. sayısı azdı. Şimdi
hem para azalıyor, hem de dünyanın başka yerlerindeki bağlantılarımız artıyor. Öncelikler
sıralamasında sorun çıkıyor.
Kongre'deki tartışmaları izlediğiniz zaman da, yardım yerine bütün desteğin krediye
dönüştürülmesine çalışıldığı izleniyor,
Türkiye'ye yardım konusunu Kongre'de en sorumlu noktada yönlendiren Temsilciler Meclisi
üyesi Hamilton da güçlükleri görüyor:
— Kongre üyeleri, büyük bir Komünist tehlike ile karşı karşıya olan (Nikaragua gibi)
Komünistlere kök söktüren (Pakistan gibi) veya Ortadoğu'da İsrail ile yakınlaşmadan yana
olanların (Mısır) dışmda kalan ülkelerin silahlanmalarını artık kendi paralarıyla yapmalarını
istiyorlar. Gerekirse kredi açılsın, deniyor. Ancak hibeden filan kaçınılıyor. Bu kredi sistemi
de, Amerikan firmalarına iş sahası yaratılması yönünden gör-memezliğe geliniyor. Yoksa
ellerinden gelse onu da kısacaklar.
Önümüzdeki yıllarda Amerikan Kongresi'nden destek veya yardım ancak, Komünist güçlerle\
silahlı mücadele edenler ve İsrail ile İsrail'i destekleyenlere çıkacak. Bütün bu koşullar, yarın
çıkabilecek büyük bir uluslararası kriz ile değişebilir ve Kongre kesenin ağzını açabilir. Ama
bugünkü koşullar sürdükçe pek bir farklılığın görülmesi beklenmiyor.
390
SONUÇ olarak, Türkiye'nin büyük modernizasyon gereksinmesi ve bunun için gerekli olan
kaynaklar hesap edilirken, Dış Yardıma fazla bel bağlamamak gerekecek. Genel eğilim,
Amerika'nın desteğinin süreceğini, fakat yardımın giderek azalacağını göstermektedir.
Amerikan hibe veya iyi koşullu kredileriyle bu modernizasyonun altından kalkılamayacağı ve
bu yardımın hep böyle sürmeyeceği, Türk Genelkurmay Baş-kanlığı'nm da kafasındaki en
önemli sorun. Ancak sürdükçe de, hiçbir Türk hükümeti soruna ciddi ve uzun vadeli yaklaşıp,
Silahlı Kuvvetlerle bu konuda gerçekçi bir diyaloga girmemektedir. Her şeyi Genelkurmay'a
bırakmakta, onların getirdikleri ihtiyaçlar üzerinde, «işte bu kadar paramız var ne yapalım»
gibi son derece basit bir pazarlıkla sorunu görmemezlikten gelip geçiştirmeye çalışmaktadır.
Oysa, Türkiye'nin gelişmesini dahi etkileyecek önemli bir sorunun kara bulutları toplanmaya
başlamıştır.
Türk hükümetleri, Silahlı Kuvvetleri'nin isteklerini geri çevirmemeye çalışmakta, hatta
1986'da kurulan «Savunma Sanayi Destek Fonu» da bunun en son örneğidir. İçki, Kurum ve
Gelir Vergisinden, sigara ve tüketim mallarından bu fona kaydırılacak paralarla, yılda 250300 milyar lira toplamayı amaçlıyorlar. Bu şekilde, Savunma Sanayi için kurulacak projeler
buradan beslenebilecek. 15 milyar dolara çıkacak modernizasyon programının, halen
bulunamayan 10 milyar dolarlık döviz harcaması için gereken Türk lirası açığı da buradan
karşılanacak.
Ancak, sorun Türk lirasından çok, döviz bulmak391
ta düğümlenmektedir. 1978-80 dönemlerinde, uçak yakıtı için gereken 40 milyon doları dahi,
hazineye büyük baskılar sonucu elde edilebildiği günler hâlâ Genelkurmayın aklındadır.
Bugünkü, belirli döviz rahatlığının yarın sürüp sürmeyeceği bilinmediğinden, ileriye yönelik
uzun vadeli bir plan-program yapma ve hükümetlerle Genelkurmay arasında daha geniş bir
diyalogla bu soruna şimdiden çare bulmanın yollarının aranması gerekmektedir. Hükümetler
bu konuyu, sanki Turizm Bakanlığı'nm otel zinciri yaptırmak için bütçeden para istemesi gibi
görmekte, işin içine girmek is-temezmiş gibi bir tutum sürdürmektedirler. Oysa kaynaklar
ortadadır. Gereksinmeler de ortada... Buluşup, hem tehdit, hem gereksinme, hem de kaynak
üçgeninde bir uzlaşıya varmaktan başka çıkış yolu görünmemektedir. Bu uzlaşı bulunmazsa,
günün birinde, öyle maddi zorluklarla karşı karşıya kalınabilir ki, o zaman ABD'nin beklediği
ödünlerin verilme zorunluğuna dahi düşülebilir. Zaten Washington'un da, o günü bekliyormuş gibi bir tutumla, kaynaklarmı pek açmak istemediği de sezilmiyor değil...
Bu konuda, her yönden en anlamlı konuşma, Şubat 1986'da Ankara'daki bir toplantı yapıldı.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in başkanlığında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet
Üruğ, Başbakan Turgut Özal ve diğer ilgililer, modernizasyon ve gereksinmeler hakkında bir
brifing dinlediler..Fazla süre harcanmadan bazı yeni sistemlerin alınması gerekiyor, ancak
yeterli kaynak hükümet tarafından verilmiyordu.
Genelkurmay Başkanı, brifingden sonra genel bir değerlendirme yaptı ve hükümetin kaynak
vermesini istedi.
392
Evren, Özal'a dönüp «Siz ne dersiniz?» diye sordu.
Başbakan önce rakamlarla biraz oynamak istedi. Amerikan ve Alman yardımlarının da buna
katılması gereğini belirtti', ancak baktı ki olmuyor, gerçeği söylemek zorunda kaldı.
— Bizim, hükümet olarak önceliklerimiz ortada. En başta ekonomik gelişmemiz geliyor.
Baraj, yol yapımı, enerji ihtiyaçları... Türkiye'nin çok şeye ihtiyacı var. Oysa kaynak da bu
kadar. Daha fazlasını verecek durumda değil.
Evren, Genelkurmay Başkanı'na döndü:
— Siz haklısınız. Ben de Genelkurmay Başkam'y-ken bazen uykularım kaçardı. Hemen
yapılması gerekenlerin gecikmesini gördükçe rahatsız olurdum. Ancak işte, para miktarı
ortada. Siz de plan ve programlarınızı yeniden gözden geçirin ve önceliklerinizi yeniden
düzenleyin.
Cumhurbaşkanı, ardından da Başbakan'a döndü. Herhalde ordu-sivil hükümet ilişkileri
yönünden hiç unutulmaması gereken ve ilk defa söylenmiş bir noktaya parmak bastı:
— ... Siz de artık reddetmesini öğrenin. Hep böyle oluyor. Önce ne istenirse kabul ediyor,
öderiz diyorsunuz, sonra taksitlere sıra geldiğinde 'para yok' diyorsunuz. Böyle olmaz.
Verebileceğinizi hesaplayın ve verin. Veremeyeceğinizi de açıkça 'bunu veremeyiz' deyin. Bu
iş başka türlü rayına oturmaz. Hayır demeyi öğrenin. Kimse ülkenin ekonomisini zorlamaya
uğraşmaz.
Hem demokrasi yönünden, hem de ordu-sivil hükümet ilişkileri açısından son derece önemli
bir uyarı...
393
3'üncü Bölüm;
MÜZAKERECİ ASKER/DIŞİŞLERİYLE İLİŞKİLER
Genelkurmay Başkanhğı'nın bir diğer işlevi de, askeri anlaşmalar yapmak ve özellikle NATO
içinde askeri konularda görüşünü savunmaktır. Bir başka deyimle, subayımızın «müzakereci»
niteliği de vardır.
1960'lara kadar bu işlev tamamen Dışişleri Bakanlığının elindeydi. 1960'dan itibaren,
Genelkurmay'ın etkinliğinin arttığı oranda, hele yasa değişikliği de yürürlüğe girdikten sonra,
yavaş yavaş bu konunun Dışişlerinden Genelkurmay'a kaydığını görürüz. 1980'den sonra i^e,
Dışişleri'nin ağırlığı daha da' azaldı.
NATO'ya gönderilecek askeri bir görüş veya talimat konusunda Dışişleri Bakanlığı'na
danışılır ve Bakanlığın diplomatlarından görüş alınır ancak genelde, Genelkurmay'ın gerekli
gördüğü yerde koyduğu ağırlığı son sözü oluşturur.
Temelde Türkiye'nin dış güvenliği üç organın ortak çalışmasıyla düzenlenir: Dışişleri
Bakanlığı - Genelkurmay Başkanlığı ve MİT. Ancak son on yılda, Ege' nin öncelikler
listesinde en başa geçmesi, Ege'deki sivil ve askeri konuların birbirinin içine girmeleri de,
Genelkurmay Başkanhğı'nın eskiye oranla daha fazla
394
devreye girmesine neden olmaktadır. Yine de son söz hükümetindir...
Amerikalılarla her altı ayda bir yapılan müzakereler de, tamamen Genelkurmay ağırlıklı
yapılır.
Uzun yıllar Dışişleri kanadından bu görüşmelere katılmış, deneyimli bir diplomatın
izlenimleri şöyle:
— Bizim heyetimiz genelde yüzde 95'i asker, yüzde 5'i sivilden oluşur. Karşı taraf ise genelde
sivil ağırlıklı. Milli Savunma Bakan" Yardımcısı Perle ve yakın danışmanları da sivildir. 12
kişilik heyetin en fazla 3-4'ü askerdir. İki taraf arasındaki müzakere taktiği de farklıdır.
Amerikalı heyetteki bir kişi rütbesi veya düzeyi ne kadar küçük olursa olsun, Perle'ye
müdahele edip fikrini söyler açıkça. Bizde, genel Türk müzakerecili-ği vardır. Heyetimizin
başı konuşur. Başkası genellikle söz almaz. Gerekiyorsa bir not yollar veya kulağma fısıldar.
Aramızda da Türkçe konuşur, tartışırız. Onların pek kendi aralarında tartıştıkları olmaz.
Sürekli müzakere düzeyinin sürdürüldüğü NATO' da da durum çok farklı değildir. Ele alman
askeri konunun siyasi yönü olsa dahi, asker müzakerecilere talimat Genelkurmay'dan gelir.
Dışişleri'nin görüşü de alınır.
Bizim dikkatlerimizi çeken nokta, Türk toplumunun genel müzakerecilik yaklaşımının aynen
asker müzakerecilerimizde de görülmesi. Genelde biz «uzlaşı» ile «ödün vermeyi» birbirine
karıştırır, hatta zaman zaman ısrarımızdan dolayı, daha esnek davranıp ilerde elde
edebileceğimiz bir avantajı kaybetme pahasına sonuna kadar diretiriz. Aynı yaklaşım asker
müzakerecimizde de var. Bunda, askerin eğicimi ve bu işlev için yetiştirilmeinesi de rol
oynar.
NATO veya bir başka müzakere heyetine Genelkur395
may'dan «emir» gelir. Yoksa 15 ülke temsilcileri arasında varılacak bir uzlaşı ile ilgili olarak,
çeşitli seçenekler, pek yollanmaz. Askerliğin normal işleyişi içinde, «Bu konudaki tutumunuz
şu olacaktır» denir. Müzakere masasındaki asker için de bu, «Komutanm verdiği emirdir.»
Yani dışına çıkılamayacağı gibi, aynen uygulanması gerekir. Bazen Ankara'dan görülemeyen
bir unsurun eklenmesiyle daha iyi bir sonuç almabile-cekse dahi, Komutanm emrine itiraz
edilemeyeceğinden dolayı, kimse sesini çıkartamaz. Gerektiğinde, haberi olursa Komutan
daima emrini değiştirebilir ve değiştirmiştir de, ancak son derece yoğun bir çalışma temposu
içindeki Komutana bu konu intikal edene kadar güçlükler ve tıkanıklarla karşılaşılır.
— Ben uzun süre müzakerelere katıldım. Ankara' daki düşünce, 'Biz haklıyız,- haklı
olduğumuza göre de kabul etmek zorundalar' şeklindedir. Oysa biz dışarda bambaşka bir
çevre ve hava içinde oluruz. Daha başka unsurlardan etkileniriz. Amerikalı veya Alman asker
masaya emirle oturmadığı için, daha esnek davranır. Kendi yetkisi çerçevesinde değişiklik
yapabilir. Hiç değilse, başkentinin onayı koşuluyla kabul edebilir. Ben böyle bir şey
yapamam. Emir emirdir benim için. Bunun dışma çıkmak, emre itaat etmemektir. Bu
durumda da uluslararası müzakerelerde güçlükle karşılaşmı-şımdır.
Asker müzakereciler içinde çok parlaklarıyla karşılaştığım gibi, aldığı emirlerle gerçekleri
tam uyuştu-ramayanlarla da karşılaşmışızdır.
— Komutana ikide birde çıkıp yeni emir istemek olmaz. O zaman saha 'neredeydi akim' diye
soruverir. Üstelik de, esas hata yapmamaktır. Müzakerede istediğini elde edemesen dahi,
verilen talimatı sonuna kadar sürdürmekten dolayı kimse seni suçlamaz. Üstelik emir
396
de, daima en üst komutandan geldiği için müzakereci askerin hareket yeteneği yok olur.
Asker müzakereciler olsun, Genelkurmay Karargâhında çalışanlar olsun, en iyi yönleri,
dosyalarını iyi bilmeleridir; Dosyasına askeri yönden bakışları da çok kalitelidir. Aynı sözler,
çok boyutlu dosyalar için belki söylenemeyebilir. Genel eğitimlerinden dolayı, karışık
konuları basite indirgemekten, her şeyi siyah-beyaz nitelikte görmekten ve göstermekten
yanadırlar, ö zaman da sorunlar arasında kaybolan subaylarla karşılaşılabilir. Başta da
dediğimiz gibi, eğitimlerinde ? «müzakere-cilik» unsuruna fazla yer verilmemiş olması ve
mesleğinin doğal koşulları nedeniyle bu noktaya varırlar.
Batılı subayların NATO içindeki kapalı veya açık toplantılardaki yaklaşımları ve katkılarıyla
hizim subayımızın katkı ve yaklaşımını karşılaştırdığınız zaman, diğer ordu subaylarının
(Yunanistan ve Portekizliler hariç) kendilerini daha çok NATO içinde gördüklerini
hissedersiniz. Uluslararası ekonomik ve siyasi sorunlara yaklaşımlarıyla, benim subayımın
yaklaşımı daima farklıdır. Sivil toplumumuzun aynı tip toplantılara katılan kişilerinde de aynı
yetersizlikler vardır. Bir seminerde, bakarsmız bir Alman veya Fransız, hiç kompleks
•duymadan kişisel görüşlerini açıklar. Sorduğu soruların anlamı vardır. Zira kendi dışındaki
dünya ile birliktedir,, o dünyanm içindedir. Oysa Türkiye'den aynı seminere katılan
gazetecimiz veya üniversitelimiz genelde suskunluğu tercih ederler. Sonra da «Çok
yararlandık. Adamlar bizden ne kadar da ilerdeler,» deyip, alış verişe çıkarlar. Toplantıdan bir
şeyler kapıp onu geri götürmeyi düşünenimiz çok azdır. Bunun herhalde, başlıca nedeni de,
içimize kapanıkhğımızdır. Dışımızdaki dünya ile ilgilenmemiz, 'kendimizi o dünyanm
sisteminin bir parçası olarak görmememizdir. Dışarıya
397
gidince, büyük bir bölümümüz kompleks içinde yine içimize kapanmaz mıyız?
Bu çerçeve içinde, Türkiye'nin sivili ve askeriyle birlikte NATO'dan acaba ne kadar
yararlandığı, sorusu akla geliyor.
Yüksek rütbeli ve NATO'da görev yapmış bir generalin deyimiyle «NATO yüz düğmeli bir
bilgisayara benzer; Türkiye bu bilgisayarın sadece 2 - 3 düğmesini kullanmasını öğrenmiştir
ve onun dışına hiçbir zaman çıkmaz. Ayrıntılar içinde kendimizi kaybedip, daha iyi nasıl
yararlanabilirizi düşünmeyiz,» şeklindedir.
Nitekim NATO'daki 226 komiteden Türkiye en çok 25-30'una sürekli girer. Geri kalanlar ya
kerhen izlenir veya hiç izlenmez. Üstelik bu konuyla ilgili kuruluş veya daireler arasında da
daima bir sağırlar diyalogu sürer.
Anahtar görevlerdeki subaylarımızın bir diğer talihsizliği de, görev sürelerinin çabuk
değişmesidir. Brüksel'de veya Ankara'da çok karışık ve ihtisas gerektiren .mevkilerdeki
görevler iki veya üç yıl ile kısıtlı olunca, işin içme girebilmek güçleşmektedir.
Asker, diplomata ne gözle bakar?
— On yıldır askerlerle çalışırım. On yıldır içlerine girebildiğimi söyleyemem. Hem sözlerime
ve hareketlerime dikkat etmem gerekiyormuş hissinde olurum. Askeri konularda fikrimi
söyleyince 'sen kim oluyorsun' denilebileceğinden çekinirim. Bundan dolayı çok dikkatli
biçimde gerekeni söyleriz. Oysa bir Amerikalı veya İngiliz, asker ile böyle değildir. Rütbesi
ne olursa olsun, onlarda çok daha rahat hareket edebiliyor insan. Onlarla, bir sivil ile konuşur
gibi konuşabiliyor insan. Aramızda adeta bir duvar vardır. Görünmeyen bir
398
duvar... Bu da adamına göre değişiyor. Eğer dosyayı çok iyi biliyorsan ve dile hakimsen,
asker seni bir süre izler ve beğendikten, tarttıktan sonra da inanır. O zaman, tutum farklılaşır,
ilişkiler yumuşamaya başlar ve mesafe azalır. Yine de tamamen kalktığını söyleyemem.
Diplomata pek güvendiklerini iddia edemem. Bizi, esnek müzakerecilik adı altında, fazla
ödün verebilecek kişi gibi görme eğilimlerini hissetmişimdir.
NATO Karargâhı'nda tanıdığım yabancı subaylara, «Türk subayını nasıl buluyorsunuz?» diye
sorduğumda da hep aynı yanıtı almışımdır:
— Son derece ciddidir. Komite toplantılarında fazla şaka yapılmaması gerekenlerin başmda
gelir. İçlerinde konularını çok iyi bilenlere rastladım. Birinci sınıf müzakerecilerdi, ancak
böylesine inatçısına da rastlamadım, diyebilirim.
399
4'üncü Bölüm:
İSTİHBARATINI NASIL YAPAR? MİT İLE İLİŞKİLERİ NEDİR?
Her ordunun olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri' nin de, istihbarat örgütü var.
İstihbarat her şeyin başında gelen bir unsur.
İstihbarat ile karşıdakinin niyeti anlaşılabiliyor, kuvvet durumu saptanabiliyor. Bütün bunlara
dayanarak, tehdit değerlendirmesi yapılıyor ve planlar düzenleniyor. Bundan dolayı istihbarat
adeta temel hammadde sayılıyor. İstihbaratın diğer önemli işlevi de, ani bir basLın, sürpriz bir
harekatı zamanında öğrenmek.
T.S.K.'nin üç istihbarat kanalı var.
1) Her üç kuvvetin de (Kara-Hava-Deniz) kendi istihbarat mekanizması bulunuyor. Tabur
düzeyine kadar inen istihbarat subayları elde ettikleri bilgileri bir üst'e bildirir. Gerekli
görülenler Kuvvet Komutanlığı'na oradan da Genelkurmay Başkanlığı'na kadar ulaşır. Bu
mekanizma temelde, savaş zamanında düşmana karşı kullanılmak üzere kurulmuştur. Cephe
ve düşman hatlarının ötesindeki durumun izlenmesi açısından görev-lendirüirler.
400
Ayrıca, savaş ve barış zamanında ordu içine sızabilecek yıkıcı güçler veya fikirleri de sürekli
kontrol ederler.
Sıkıyönetim dönemlerinde görevleri daha çok genişler ve tüm «Devleti yıkıcı faaliyetler» de
izlemeye almır. Elde edilen bilgiler son derece modern bilgisayarlarda değerlendirilir.
2) VHF (Very High Frequency-Yüksek Frekans dinleme) elektronik dinlemeyle, «düşmanca
niyeti olan» komşular dinleniyor. Bu şekilde 2000 kilometreye kadar, havada dinleme
yapılabiliyor. İstihbarat yetkililerinin verdikleri bilgiye göre, hemen civarımızdaki birinci
kuşak ülkelerin Türkiye'ye bir baskm yapmaları olanaksız. «48 saat öncesinden bir harekat
hazırlığını duyabilir, haber alabiliriz» diyorlar.
Bu elektronik dinlemeden elde edilen bilgiler de, diğerleri gibi BAYRAK Garnizonu'ndaki
«Elektronik İstihbarat Değerlendirme Merkezi»nde bilgisayarlarla değerlendiriliyor. Bu
konuda, özellikle teknisyen yedeksu-baylardan oluşan 3 bin kişilik bir grup çalışıyor. Hiçbir
şey oluruna bırakılmamış.
3) ATAŞELER'den gelen açık bilgi ve değerlendirmeler de, bulundukları ülkenin maliekonomik-siyasi ve askeri niyet ve yeteneklerini yansıtır.
Amerikalılar ile askeri bilgi alış verişi yapılmakla birlikte organik bir bağ yok. Gereksinme
duyuldukça, birbirlerinden bilgi alış-verişiyle yetiniyorlar.
— Biz elimizdekileri veririz, onlar da bize, bizi ilgilendirenleri aktarırlar. Tahmin
edebileceğiniz gibi, ne biz, ne de onlar fazlasını vermeyiz. Karşılıklı bir pazarlıktır. Yeteri
kadarıyla yetiniriz. Sürekli bir temasımız yoktur. Yani birlikte yapmayız bu işi. Onların
olanakları bizden çok daha fazla. Uydulardan istediklerini, istedikleri kadar dinliyorlar. Bizim
topraklarımız üzerin401
deki dinleme itasyonlarından da yararlanıyorlar. Bu istasyonlardan çıkan bilgiler, eğer bizim
için önemliyse ve istersek verirler. Yoksa doğruca Washington'a gider ve orada
değerlendirilir. Zaten önemli olan sadece bir bilgiyi almak değildir. Onun ne anlama geldiğini
bulup çıkartmak zordur aslında. Bazen biz onlara, bazen de onlar bize muhtaç olurlar...
MİT İLE İLİŞKİLER...
Genelkurmay Başkanlığı'nın bir diğer istihbarat kaynağı da Milli İstihbarat Teşkilatı'dır.
MİT'in hem ülke içinde, hem de ülke dışındaki memur larının topladığı bilgiler, Genelkurmay
Başkanlığı' na aktarılır. Eğer Genelkurmay'ın araştırılmasını istediği bir konu varsa,
Teşkilat'm çarkları dönmeye başlar; •
Teşkilat bu bilgileri, yurt dışındaki adamlarının açık ve gizli kaynaklarından veya
çalıştırdıkları ajanlardan elde eder.
Genelkurmay ile Teşkilat arasındaki ilişkiler, dışardan sanıldığı kadar «iç içe» değil. Her ne
kadar Teşkilat'm basma 1960 ihtilâlinden itibaren ya muvazzaf veya emekli bir asker
getiriliyorsa da, örneğin Genelkurmay MİT'i orduya kesinlikle sokmaz. Teşkilat, ordunun
içinde kuşkulandığı bir durum olursa, Genelkurmay'a haber vermekle yetinir. Mutlaka
kendisinin girmesi gerekiyorsa da, izin almak zorundadır.
Müsteşarı asker olmasına rağmen, Teşkilat'm içinde çok az sayıda asker çalışıyor. Hemen
büyük bölümü sivil. Belki de bundan dolayı, MİT ile Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı
arasında belirli bir mesafe hemen sezinlenebiliyor. Bunun en tipik örneği de, kısa bir sü402
re öncesine kadar Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında hem MİT, hem de Genelkurmay'ın
ayrı ayrı istihbarat brifingi yapmalarıydı.
Teşkilat'm başına bir asker atanmasının nedeni olarak «Hükümetlerin partizanca atamalar
yapma olasılığım önlemek, bazı partilerin Teşkilatı politize etmelerine karşı bir tutum almak»
gösteriliyorsa da, bunun temelinde «MİT'i kontrol altında tutmak» da yatmıyor mu acaba?
Ordu ile Teşkilat arasındaki ilişkinin, «karargâhların, karakolların korunması, silah ve diğer
lojistik gereksinmelerin sağlanması ve istihbarat konusunda işbirliğiyle sınırlı» olduğu
belirtiliyor.
Nitekim Teşkilatın Ankara'daki karargâhına girildiğinde bu, hemen anlaşıkveriyor. Koruma
ve servis için asker kullanılıyor. Daire Başkanlıklarında ise, asker kökenliler veya
muvazzafların birkaç kişiden ileri gitmediği belirtiliyor.
TEŞKİLAT NEDİR, KİMDİR?
MİT'in, kendi içindeki adı «Teşkilat» Amerikan CIA'smm adı da «Company»dir. Yani Şirket.
Ancak bizim MİT'in neye benzediği pek belli değil. Kendilerinin de en büyük yakınması bu.
İ927'de (Milli Emniyet Hizmetleri) adıyla kurulmuş ve 1964'te adı MİT olmuş.
Başbakanlığa bağlı.
İki ana yasal görevi var:
1) Devlete karşı olayları durdurmak.
2) Devletin ihtiyacı olan istihbaratı yapmak. Amerika'da iki ayrı kuruluşun, CIA ve FBI'nm
ayrı ayrı yaptıklarını tek başına yürütüyor. CIA, çoğun403
lukla Amerika dışında çalışır, istihbarat toplar, dağıtır ve Amerika'nın çıkarlarını gerektiren
eylemler organize eder. FBİ ise, Amerika içinde ve devlete zarar verecek olayları izler.
Fransa'da da, aynı şekilde iki ayrı örgüt bulunur.
MİT'e dünya üzerinde benzeyen tek örgüt, işlev yönünden Sovyetler Birliği'nin KGB'sidir.
Hem iç, hem de dıştaki gelişmelere karşı örgütlenmiştir.
Teşkilat'ın görev nizamnamesini biraz daha açarsak, içinden hemen hemen her şey çıkar:
Ülke dışıyla ilgili işlevi: Casusluk-Karşı casusluk.
Ülke içiyle ilgili işlevleri: Komünist, aşırı sağ, bölücü güçler (Kürt gruplar), Ermeni grupları
izleme, ortaya çıkartma.
Son derece geniş ve kullanılmasına göre, her yana çekilip istendiği noktalara kadar
götürülebilecek bir görev tanımı... Aşırı sağ veya sol eğilimli olduğu anda siyasi partiler de
dahil olmak üzere herkesi izleyebilecek bir görev...
Teşkilat için her şeyden önce DEVLET'in geldiğini söyleyen yetkili, neye göre hareket
ettiklerini şöyle anlattı:
— Biz Devleti korumakla yükümlüyüz. Kendimizi devleti koruyan bir müessese olarak
görürüz. Partiler hiç önemli değildir bizim için. Esas görevimiz, Devletin korunmasıdır.
Devleti ve Demokrasiyi yıkmaya yönelik her güç, karşısında bizi bulur... Askerin de emrinde
değiliz. Genelkurmay ile işbirliğimiz vardır o kadar...
— Başbakan'a bağlısınız; şimdiye kadar üç askeri müdahele oldu. Üçünden de, Türkiye
Cumhuriyeti'nin Başbakanlarının haberi olmadı. Ortada bir gariplik var. Ya siz haber
alamadınız, o zaman görevinizi iyi yapamıyorsunuz gibi bir izlenim doğuyor veya bilmenize
rağmen haber vermediniz. Hangisiydi?
404
— Günde on kişi öldürülürken, biz on defa nasır harekel; edilmesi gerektiğini, kimlerin ne
yaptığını söyleyip önerilerde bulunduğumuz zaman kimseyi kıpırdatamadık. Darbe gününü
biliyorduk, söylemedik.
— Ancak Başbakan'ın emrinde değil misiniz?
— Biz Devleti korumakla görevliyiz. Kuruluşumuzun temeli bu. Havada kalmış hükümetlere
bilgi veremezdik. Hiçbir zaman da müdahele haberini vermedik. Müdahelelerin geldiğini,
bırakın biz değil, biraz gözü gören herkes görüyordu. Haber vermeye gerek mi vardı? Ortada
bir uyarı mektubu açıkça varken, artık bunun haberlik yönü kalmış mıydı?
— Size şunu da söyleyeyim, istihbarata Başbakanlar pek de önem vermezler. İnönü ve Özal
dışında diğerleri bizden dişe dokunur bir şey istemediler. Bir gün dahi istemediler.
— Teşkilat olarak büyük yük altında değil misi-.
niz?
— Görev sahamız ve tanımımız çok geniş. Polis teşkilatının zayıflığı da buna eklenince çok
zorlanıyoruz. Normal olarak polisin yapması gereken şeyleri de biz yapmak zorunda
kalıyoruz. Zira polisin istihbaratı yok... Dünyanın her ülkesinde böyle bir Teşkilat vardır ve
gereklidir. Ancak, her işe Teşkilat'ı koşar, buna karşılık yeterince araç-gereç ve insanla
donatmazsanız, olmaz.
— Kaç kişisiniz?
— Bunu söyleyemem.
—- Eleman sıkıntınız nereden geliyor?
— Eğitim yetersiz. Asker olsun, Dışişleri Bakanlığı olsun kendi elemanını, kendi mesleğine
göre eğitiyor. Bize girmek isteyenleri burada önce okula alırız. 6'şar aylık kurslardır ve 15 yıl
içinde de 4-5 kurstan geçer-
ler. Herkese de, bu okul süresinde hangi konulara eğilimi varsa, ona göre görev dağıtımı
yaparız... Diğer önemli sıkıntı da, MİT'i bir an önce polisin yaptığı işlerden çekip, daha
kalifikasyon ve eğitim gerektiren alanlarda kullanmak gerekir. Yoksa verimimiz düşecektir.
İlersi için bu daha büyük tehlike olur.
— Türkiye'nin genel istihbaratmdaki eksiklik nedir?
— Toplu istihbarat çarkı iyi dönmüyor. Biz devlet istihbaratının bir dişlisi olmamız
gerekirken, çark görevi yapıyoruz, Dışişleri kendi, Maliye kendi, Genelkurmay kendi işlerini
yapıyorlar. Oysa arada etkili bir koordinasyon yok. Böyle bir koordinasyon olsa, biz sadece
kapalı bilgilerle ilgilenir, onlara daha geniş yer ayırırız. Bugün hem kapalı, hem açık bilgileri
toplayıp değerlendirme yapıyoruz. Diğer üniteler de kendi başlarına yapınca boş yere çaba
harcanmış oluyor.
— Kontrol edeniniz var mı? Yoksa kendi kendinize mi kontrol mekanizması yürütüyorsunuz?
— Her çalışmamızdan Başbakanlık olsun, ilgili bakanlıklar olsun haberdardırlar. Kontrol
altındayız tabii...
— CIA veya diğer örgütlerle sürekli işbirliğiniz var
mı?
— Bilgi alış verişi yaparız o kadar. Yoksa bir organik bağımız yoktur. Dünyanın her teşkilatı,
diğeriyle bu alış verişi yapar.
Teşkilat, diğer adıyla MİT yetkililerini bu aralarda en çok düşündüren ve rahatsız eden bir
diğer nokta da, Türk toplumundaki olumsuz görüntüleri. «Bunu değiştirmek istiyoruz ve
yollarını arıyoruz» diyorlar.
Ankara'daki Gene!» Karargah'tan çıkarken, daha . aklımda yüzlerce soru vardı.
406
5'inci Bölüm:
YABANCILARIN DEĞERLENDİRMESİ -BATI ORDULARININ SORUNLARI
Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında NATO müttefiklerinin çok ayrıntılı bir bilgisi yok. Başta
Amerikan, ardından Alman ve nihayet İngilizlerin, Türk ordusuyla ilgili raporları dışında
fazla bir belge bulmak çok güç. NATO'da da, değerlendirmeler genellikle bu üç ülkenin
verilerine dayandırılır. Türk ordusu müttefikler için oldukça içine kapanık bir kutu
görünümünde...
İlk dikkatlerini çeken ve her değerlendirmenin en başında söz edilen unsur ise, disiplinli
olması. Başka hiçbir orduda bu kadar disiplin görülmediğinin sürekli altım çizen aynı
raporlar, bunun sakıncalarına da dikkat çekerler. Yine aynı Batılı gözlemcilerin dikkatlerini
çeken bir diğer nokta da, «Erlerin konuşurken karşısındakinin gözlerinin içine bakmaları.»
JÜSMATT (Amerikan Yardım Grubu) programını yönettiğinden dolayı Türk subaylarıyla
geniş temas olanağı bulan Amerikalı General Pendleton'un, bu konuda bize anlattığı
izlenimlerinin, birçok yabancı subay tarafından da paylaşıldığını gördük:
«... Türk subaylarıyla ilk temas eden Batılı meslek407
taşlar, karşılarında çok mesafeli, katı ve konuşulması, yakınlaşılması çok güç insanlar
bulurlar. Sonra bu ilişki zaman içinde, Türk subayı sizi tanıdıkça dağılır... Türkiye'ye gelen
her Amerikalı generali en çok etkileyen de, erin konuşurken gözlerinize bakmasıdır. Bu,
disiplini gösterir. Dünyanın başka hiçbir ordusunda. böyle bir disiplin görülmez.»
Amerikan, Alman ve İngiliz Milli Savunma Bakanlıklarının, Ankara'daki ataşelerinden ve
diğer kaynaklardan aldıkları bilgilerle derledikleri «Türk Ordusu» başlıklı, gizlilik derecesi
düşük raporlardan ve bu konuyu yakından izlemiş yetkililerinin verdikleri (kısıtlı) bilgilerden,
Batı'nın Türk ordusunu nasıl değerlendirdiğini şöyle özetleyebiliriz:
KARA KUVVETLERİ:
1) Silah altına alman erlerin büyük bir bölümü düşük veya çok az eğitimden geldiklerinden
dolayı, özel bir çaba gerektiriyor.
2) Silah sistemleri genelde çok eski. Özellikle, tank, anti tank, uçaksavar sistemler, uçaklar,
haberleşme.
3) Savaş stokları, birçok alanda yetersiz..
4) Malzeme ve Lojistik destekte sorunlar var.
5) Esnek olmamaları, birlikte çalışmayı (Batili ordularla demek istiyor) güçleştiriyor.
6) Modem metodları çabuk kabul etmekte güçlük çekiyorlar.
7) Gereğinden çok içe kapanık ve son derece milliyetçi.
EĞİTİM: Eğitimin temeli, verilen emri soru sormadan kabul edip uygulayacak subay
yetiştirmektir.
408
GENEL DEĞERLENDİRME: Türk ordusuna verilen çok yönlü görevlere karşılık, elindeki
araç-gereçler çok yetersiz ve modern sistemler karşısında eğitim.standardı düşüktür. -Çok
merkeziyetçi ve katı bir kumanda mekanizması vardır. - Güney'de iç güvenlik görevi de
üzerindedir - 1980 müdahelesi ordunun moralini yükseltmiştir. Ülkenin yararına hareket
ettiklerinden ve yaygın destek bulduklarından memnunlar. Dış tehdit karşısında olanakları
sınırlıdır. Modern bir ordunun (Sovyetler Birliği kastediliyor) uzun ve kesif bir saldırısına
fazla dayanamaz - Disiplini çok yüksektir, ancak Batı standartlarma göre sert ve pek hoş
değildir - Türkiye, böylesine büyük bir orduyu, ihtiyacı olduğu ve istediği kadarıyla
donatamayacak oranda fakirdir. Müttefikleri de, ya yeterince zengin olmadıklarından veya
yeterince istekli olmadıklarından, kendilerinden beklenen yardımı yapmamakta veya
yapamamaktadırlar.
DENİZ KUVVETLERİ
1) Gemileri genellikle ikinci el ve ortalama yaşı 30' dur. Modernizasyon her alanda gereklidir.
2) Deniz Harp Okulu iyi eğitim veriyor, ancak küçük rütbeli subayların inisiyatifi düşük.
İnisiyatif eksikliği, kompleks ve ani çıkan görevlerde sorun yaratabilir.
3) Maddi olanaksızlıklardan dolayı denizde eğitim çok az. Bu nedenle olacak, uluslararası
tatbikatlarda, Türk Deniz Kuvvetleri, tecrübe ve kendine güven eksikliğinden mütereddit
başlar. Tatbikatın ortalarından itibaren açılır. Bu da potansiyelin iyi olduğunu gösterir. Genel
etkinlik orta ile iyi arasındadır.
4) İnatla savaşabilecek bir güç görünümünü ver409
mektedir. Moral ve heyecanı yüksektir. Sovyet donanmasına karşı dayanma oranı düşüktür.
Yunan Deniz Kuvvetleri'yle, silah açısından karşılaştırıldığında geridir. Güçlü yanı, iyi eğitim
görmüş, disiplinli çıkartma gemileri ve denizaltılarıdır.
5) Mayın filosu yetersizdir.
6) Gölcük dışında bakım destek olanakları yetersizdir.
7) Geleceği çok iyi bir kuvvettir. HAVA KUVVETLERİ:
1) Türk ordusu içinde morali en yüksek kuvvettir.
2) Pilot başına ayda 15 saat eğitim uçuşuna uyulup uyulmadığı bilinmemektedir. Pilot
yetiştirme sırasındaki başarısızlık oranı, yüzde 30 - 35 ile Batı standartlarına göre yüksektir.
3) Askeri havacılık için temel kaliteleri son derece iyidir ancak, özeleştiri, ani karar ve
muhayyile (ima-gination) yeterli değildir.
4) Uçağı kullanma ve silah taktikleri açısından genellikle iyidirler.
5) Komplike uçak sistemlerinin yeterince anlaşıla-bildiğini söylemek güçtür.
6). .Havada eğitim uçak bakımı ve lojistik, destek eksikliği Hava Kuvvetleri'nin etkinliğini
sınırlayan unsurlardır.
Bu değerlendirmelerin bir bölümü, yavaş, veya yetersiz bilgiden kaynaklanmış olabileceği
gibi, doğru bölümleri var mutlaka.
410
BATI ORDULARININ SORUNLARI..
Bu kitabı okurken belki kendi kendinize «Ordumuzun ne kadar da çok sorunları varmış»
diyebilirsiniz. Ancak, bu değerlendirmeyi yaparken hataya düşmeyin. Çünkü bütün orduların
son derece önemli sorunları vardır ve bu kitapta olduğu gibi; hepsi bir araya getirilse, aynı
sonuç ile karşı karşıya kalınabilir.
Türk ordusunun sorunlarından bazıları parasal sınırlar, bazıları geleneklerden, bazıları
tamamen bize özgü koşullardan kaynaklanıyor.
Hemen hemen aynı durumlar başka ordular için de geçerlidir.
Parasal sınırlamalar, Türk ordusu kadar olmasa dahi, Amerikan, İngiliz orduları için de
önemli sorunlardır. Silah sistemlerinin sürekli modernizasyonu, profesyonel ordunun,
yedeklerin eğitimi hâlâ üzerinde tartışılan konulardır. Savaş stokları bir türlü içinden
çıkılamayan ve sürekli tartışılan unsurlar arasındadır.
Bir de, Türk ordusunda bulunmayan, ancak üeri derecede sanayileşmiş orduların tepesinde
demoklesin kılıcı gibi duran sorunlar vardır ki, bunların tedavisi giderek
olanaksızlaşmaktadır:
İNANÇSIZLIK; bu hastalıkların başında gelmektedir. Sanayileşmiş ülkelerde ne kadar
«tehdit» unsuru işlenirse işlensin, ne kadar «vatanı koruma» sloganıyla beyin yıkanırsa
yıkansın, yine de «ölüme gitmeyi kabul etme» güçleşmektedir. Batı toplumlarında, kültür
düzeyi, sosyal inançlar ve haberleşme arttıkça, gençlerin inançsızlıkları da artmaktadır. Bu
durum da ister istemez disiplinin bozulmasına yansımaktadır.
«Acaba savaş için karar verecek durumdaki Komu411
tanlar ne derece iyi düşünüp değerlendirebiliyorlar» sorusu, hemen her gün tartışılır duruma
girmektedir.
«Tehdit nereden gelecek?» sorusu da, siyasi hayattaki yelpazenin genişlemesi, fikirlerin
serbest kalması oranında tartışılabilir hale gelmektedir.
NATO'da giderek yaygınlaşmaya başlayan bir görüşe göre, Sovyetler Birliği'nden açık bir
saldırı gelmediği taktirde, orduları harekete geçirebilmek önümüzdeki yıllarda daha da
güçleşecektir. Toplumun psikolojisiy-le ilgili uzmanlar, Batı Avrupa toplumunun bundan
böyle «Ancak üzerine ateş açılırsa harekete geçirilebileceğini» ileri sürerlerken, Amerikan ve
NATO stratejileri saptanırken toplumdaki bu hislerin de giderek dikkate almdığı gözleniyor,
UYUŞTURUCU madde kullanımı, başta Amerikan ordusunda olmak üzere, Batı Avrupa
ordularınm en büyük sorunlarından birini oluşturmaktadır. Yine toplumdaki genel eğilimin
ordulara sıçraması şeklinde beliren bu hastalık, bütün önlemlere rağmen, yavaşlatı-labilmiş
dahi değildir.
Yapılan incelemeler, Avrupa'daki Amerikan askerlerinde ve Batı Avrupa ordularmdaki
uyuşturucu mad« de kullanımının her yıl arttığını göstermektedir.
EŞCİNSELLİK de, yine Türk ordusunda görülmeyen, ancak Batı ordularmı sürekli rahatsız
eden bir diğer hastalık durumuna girmektedir. Eşcinsellerin askere alınmamaları, bazı
ülkelerde askerlikten kaçmaları teşvik ettiği gibi, Milli Savunma Bakanlıklarının tüm
engellemelere ve disiplin cezalarma rağmen durdurula-mamaktadır. Hatta bazı eşcinsel
gruplar, askere alınmamalarım protesto etmekte ve Amerika'da mahkemelerden kararlar
çıkartma yoluna başvurmaktadırlar.
412
Bu listeyi uzatabiliriz. Önemli olan, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Batı standartlarıyla
karşılaştırılmasında, tek sorunlu ordu gibi görünmemesi, hatta bazı noktalarda daha sağlam
göründüğünün unutulmamasıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Batı Silahlı Kuvvetle-ri'nden ayrıldığı en önemli nokta ise,
konumu ve yetkileri. Batı'da, Milli Savunma Bakanlıkları her şeyden sorumludurlar. Biz de
ise, Milli Savunma Bakanlığı inşaat ihaleleri ve para bulma işlevi dışında etkisiz ve yetkisiz
bir kuruluş durumundadır.
413
6'ıncı Bölüm:
MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞI NE YAPAR?
«Biz Batı Avrupa veya Amerika gibi bir sivilin, politikacının tam emrinde değiliz. Onlarla
karşılaştırıldığı zaman daha özerkiz ve kendi konularımızda daha etkiniz... Biz
Başkomutanımızı hükümetin emrine vermeyiz. 1960'dan sonra, bu durumu da Anayasaya
koyduk. Bundan böyle de, değişmesi söz konusu değil.»
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en üst düzey komutanlarından birinin bu sözleri, gerçeğin ta
kendisini yansıtıyor.
Batı ülkelerinde, Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanı'na bağlı bir ünite olarak
çalışır. Milli Savunma Bakanlığı (MSB) her şeyden sorumludur. Genelkurmay ile birlikte,
koordineli şekilde ülkenin savunmasından, stratejilerin saptanmasından, silah altına alınacak
kişiye, para bulmaktan, atamalara kadar her şeye hâkimdir. Ordunun sivil patronu olarak
görülür. Hemen her ülkenin komutanları, sivil Savunma Bakanlarını belki benimsemezler,
belki aralarında sürekli eleştirirler ve politikacılara ters bakarlar ancak, son sözün bakandan
çıkmasını da kabul ederler. Çünkü o ülkelerin toplumu için Bakan, milletin temsilcisidir. Or414
du da milletin ordusu olduğuna göre, bakanın emrine girmesi doğaldır.
Türkiye'de ise, tarihsel gelişim, olağanüstü koşullar, toplumun beklentileri, auşkanlıkları ve
geçiş dönemlerindeki hatalı yaklaşımlar nedeniyle, tam tersidir. Ordu yine milletin ordusudur,
ancak Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakam'na değil, Başbakan'a bağlıdır. Ordunun
siyasete alet edilebileceği kaygısıyla, Milli Savunma Bakanlığı, eski bir bakanın deyimiyle
«ayniyet memurluğu» düzeyine mdirilmiştir.
31 Temmuz 1970 yılında kabul edilen 1325 sayılı yasadaki gariplik, daha admı okur okumaz
anlaşılır:
«Milli Savunma Bakanlığı GÖREV ve TEŞKİLATI hakkında kanun.»
Bu başlıktan da anlaşılacağı gibi, MSB'nin YETKİSİ adeta yoktur. Başlığında dahi
«yetkiden» söz edilmez. Buna karşılık, Genelkurmay Başkanlığı ile ilgili yasa «GÖREV VE
YETKİLERİNE ait kanun» adını taşır.
Bakanlığın temel işlevi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gereksinme duyduğu parayı bulmaktır.
Hükümette bütçe tartışmaları başladığında, ordunun gereksinme duyduğu yeni sistemler,
modernizasyon veya diğer giderler için yeterli paranın ayrılmasını sağlar, Genelkur-may'm
emrine verir. Genelkurmay kendi plan ve programları çerçevesinde bütçe paylaştırmasını
gerçekleştirir.
Bunların dışında kalan diğer görevleri de şöyledir:
1) Barış ve savaşta askere alma işlemlerinin tamamını Milli Savunma Bakanlığı gerçekleştirir.
2) T.S.K'nin ihtiyacı olduğunu belirttiği ve prög415
rama aldığı silah, araç, gereç ve her çeşit lojistik maddelerinin bulunması ve satın alınması
için faaliyet gösterir.
3) Savaş sanayi hizmetlerini görür. Bir başka yönden, Türkiye'nin en büyük işverenlerinden
biri sayılır.
4) Sağlık ve veteriner hizmetleri yapar.
5) Silahlı Kuvvetler'in enfrastrüktür ve diğer (lojman dahil) tüm inşaatlarını yapar.
MSB, Genelkurmay Başkanlığı ile koordineli biçimde ve yakm işbirliği çerçevesinde
çalışmakla birlikte, gerçek işlerin içinde değildir. Örneğin, en önemli konu sayılan «tehdit
değerlendirmesinde» MSB yoktur. Buna dayanılarak yapılan stratejilerin saptanması, Kuvvet
Hedefleri planlamasında MSB bulunmaz, almması gereken silahları MSB seçmez.
Bakanlığın 3 bin kişilik bir teşkilat kadrosu vardır ve bunun sadece yüzde 5'i sivildir. Gerisi,
bakanın özel kalemi dahil olmak üzere Genelkurmay Başkanlığı tarafından atanır. Bazen bir
bakan emir subayının yerine ertesi günü bir başkasının atandığını dahi görmüştür.
MSB, başka ülkelere ayıp olmasın diye NATO toplantılarına katılır. Oysa, NATÖ'nun hiçbir
komitesine girmez, hiçbir sorunu veya kararmı da son dakikaya kadar bilmez.
— Ben aslında NATO'ya şekil olarak katılıyorum. Bütün çalışmayı Dışişleri Bakanlığı ve
Genelkurmay Başkanlığı yapıyor. Yasalar ve uygulama böyle. Bunda hiç anormal bir durum
yok. Ne zaman bir toplantı olsa', hareketten önce, yolda ve Brüksel'e veya toplantı neredeyse
oraya gidince beni brif ederler. Biz bakanlık olarak olayları izleyemeyiz. Zaten öylesine
kurulmuşuz ki, bunu izleyebilecek elemanımız dahi yok. Bizim kad416
romuzu Genelkurmay Başkanlığı verir. Hem haklı olarak en iyi ve en kalitelilerini kendilerine
saklarlar, hem de gelenler 1.5, en fazla 2 yıl içinde tayinleri çıkar ve giderler. Oysa,
Bakanlığın bir an önce uzmanlaşması, örgütlenmesini buna göre değiştirmesi gerekir.
Son yılların bir, Savunma Bakanı'nm bu sözleri, asıl yükün Genelkurmay tarafından
karşılandığını dile getiriyor, ancak aynı zamanda rahatsızlık duyulan bir noktaya da işaret
ediyor: «NATO'da savunmayla ilgili bütün çalışmalara MSB'ları katılır ve koordine ederken,
biz sadece seyrediyoruz.»
Bizim en çok ilgimizi çeken nokta, bazı toplantılarda başka ülkelerin Genelkurmay
Başkanlarının Savunma Bakanlarının arkasında oturmalarıydı. Şimdiye kadar (1960'dan bu
yana) hiçbir Türk Genelkurmay Başkanı Savunma Bakanı'nm arkasına oturmamıştır. Bu da,
yasalarla getirilen «görev ve statü farklılığının» en belirgin işaretidir.
MSB, dış yardıma ve bunun dağıtılmasına da karışmaz. Tek görevi, Amerikan veya Alman
Savunma Bakanlarıyla görüşmek ve daha fazla yardım veya gereksinme duyulan silahlan
sağlamaktır. ¦
Bakanlığın böylesine devre dışında tutulması, Genelkurmay Başkanlığı'nı oto kontrolünü
artırma zorunda bırakıyor. «Biz isteriz MSB alır. Son yıllarda tedarik işleri ve inşaatları da
oraya aktarmaya başladık. Ancak durmadan kendi kendimizin kontrolü yapmaktan da bıktık,»
diyen bir Genelkurmay yetkilisi, TSK' nin bu konudaki duyarlığına özellikle dikkat
çekiyordu.
12 Eylül öncesinde kısa bir süre de olsa Savunma Bakanlığı yapmış bir eski politikacının
izlenimleri de ilginç:
417
«Asker tayinlere, terfilere karışılmasını kesinlikle sevmez. Genelkurmay Başkanı
imzalamadan hüküme-cin atama yapması söz konusu değildir... Bir bakanın direkt ordu
komutanlarıyla sıkı ilişki kurması da rahatsızlık yaratır. Bunun başlıca nedeni de,
politikacıdan çekinmeleri ve orduyu parti politikasına bulaştırmak istememeleri. Eskiden
olmuş. Bakan bu sınırların dışına çıktı mı, acaba içimize elini mi sokuyor, diye kuşkulanırlar.
Adeta doğuştan bir itimatsızlık vardır. 1980'de Ulusu'nun Cumhurbaşkanlığına aday
gösterilmesini düşünmüştük bir ara. Evren itiraz etti. 'Bizi birbirimize kırdırmak mı
istiyorsunuz', dedi.»
Buna rağmen, bakanının kişiliği bu ilişkileri etkiliyor.
Ordunun sorunlarını benimsemiş ve hükümet içinde bunun mücadelesini veren, içtenlikle
ordunun isteklerini anlayıp hareket eden ve her şeyin başında saygılı bakanların, bu kuralları
yıkıp komutanlar tarafından sevüdikleri, örnekleriyle gösterilir.
— Bana görevi devreden meslektaşım, merak etme; yükü az bir iştir, dediğinde pek
anlayamamıştım. Zira benim için askerler çok ciddi, çatık kaşlı insanlar^ dı. Başka anlam
çıkarırlar diye dikkatli konuşmak gerekirdi. Ancak içlerine girince işin pek o kadar ileri
noktalara varmadığını da gördüm. Biz fikir veririz, öneri yaparız, dinlerler, kabul ederler.
Stratejiler, kuvvet planlarının yapımına filan girmeyiz, ancak istersek daima bilgi verirler.
Zaten sonunda hükümet onayı gerektiğinden dolayı, bizim bilgimizin dışında bir şey olmaz.
Sadece hazırlığında bulunmayız. Eğer iyi niyetli olduğunuza inanırlarsa yetki verirler.
Peki, hükümetle TSK arasında diyalog nasıl ve hangi kanaldan kuruluyor?
418
Bu konuda her iki taraf da şikayetçi:
— Biz Genelkurmay oiarak bu diyalogun artmasından yanayız. Sırf bunun için 1960'dan
sonra Milli Güvenlik Kurulu oluşturuldu. 1972'den sonra Yüksek Askerî Şûra kuruldu. Amaç,
TSK ile sivil hükümetin bir araya gelip sorunları tartışmasıydı. Ancak bir türlü bu
mekanizma, tam gerçekleştirilemedi.
— Bu kurullarda askerler daha önceden, kendi disiplinleri çerçevesinde hazırlık yapıp gelirler.
Hepsi aynı görüşü getirirler. Kendi aralarında bir görüş ayrılığı varsa, onu hallederler, sonra
masaya otururlar. O zaman da diyalog olmazdı tabii.
Gerçekleri biraz incelediğinizde, bu iki görüşün de belirli yönlerinin haklı olduğu ortaya
çıkıyor.
' Asker kanadı, siyasilere fazla itimat etmediğinden dolayı aşırı dikkatli davranıyor. Sivil
kanat da garip bir rahatsızlık içinde yaklaşıyor, içtenlikle davrandığını ya göstermiyor veya
gösteremiyor.
— Toplantı olur, sivil başbakanlar saatlerce konuşurlar, ancak bizim şikayetlerimizden
hiçbirine doğru dürüst bir çözüm getirmezlerdi. Oysa biz somut yanıtlar bekleriz. Sivilden
bizim çalışmalarımızda gösterdiğimiz disiplini, ciddiyeti bekleriz.
—¦ Askerler, kendi sistemleri içinde her şeyin bir emir ile çözümlenmesini beklerlerdi. Oysa
bizim bürokratik bir zorunluğumuz var. Parlamento var. Hükümet -etmek, birçok dengelerin
hesaplanması demektir. Kolay olur mu? Bunu anlatmak çok güç. Diğer bir güçlüğümüz de,
asker bütün bilgileri toplar ve tek elden bir yerde değerlendirir. Dolayısıyla daha sağlıklı olur.
Oysa sivil hükümet mekanizmasında bunu yapmak öylesine zordur ki...
419
Neden bu noktaya gelinmiş acaba?
1950'lerde Milli Savunma Bakanlığı'nın üstünlüğü varken, Genelkurmay Başkanlığı MSB'nin
bir ünitesi gibi çalışırken sonradan ne olmuş da bu değişmiş.
Biraz incelendiğinde yaklaşık on yılı aşkm süreli ı bir oluşum sonucunda bu statüye varılmış.
Milli Savunma Bakanı yetki ve etkilerini kaybetmiş, TSK yetki ve etkisini arttırmış.
Köprülerin altından sular nasıl geçmiş de, bu kuşku doğmuş?
420
V. AYIRIM
ORDUNUN DEVLET YAPISINDAKİ YERİ
¦ ¦;------------------- —• —;~
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin geçirdiği dönemleri özetlemek gerekirse, şöyle bir tablo ile
karşılaşılıyor:
1919 • 1929: İstiklal Savaşı ve Cumhuriyeti kurma çabaları. TSK bu dönemde anahtar rolü
oynuyor. İstiklal Savaşı'nda her şey orduya bağlı. Adeta ordu devlet görünümünde.
1930-1940: Ordunun Cumhuriyeti ve devrimleri muhaliflere, isyanlara karşı koruma dönemi.
Yine, devletin elindeki en etkili güç olarak, tek güvenilecek unsur.
19İ1-1950: İkinci Dünya Savaşı'nın Türkiye'ye de yansıyan, sıkıntılarla dolu yılları.
Sıkıntıların yamsıra, Türkiye'nin en kapalı dönemi de diyebiliriz. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin
her yönden bu sıkıntıları hissettiği ve Atatürk'ün ölümünden sonra, statüsünün değişmeye
başladığı yıllar.
1951 -1960: Türk ordusunun Amerika tarafından donatılması - Kore Savaşı'na katılması NATO'ya girişi - Amerikan sisteminin eğitimden talimatnamelere kadar uygulamaya sokuluşu
- Demokrat Parti'nin yaklaşımının yarattığı duyarlıklar ve 27 Mayıs İHTİLALİ.
1960-1974: Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Devlet Statüsü içindeki yerini değiştirip, yetkilerini
Milli Savunma Bakanlığı'ndan kendi eline alması - MÜDAHELE-ordunun ekonomik
durumunun düzeltilmesi - KIBRIS Harekâtı.
423
1975 -1980: Amerikan yardımının bir yandan şekil değiştirip, eski hibeler yerine ağır koşullu
ve kısıtlı krediye dönüşmesi - ardından üç yıllık silah ambargosu ile uyanış ve dışa güvenmek
yerine kendi planlarını ve programlarını yapması gereğinin ilk defa anlaşılmasıMÜDAHELE.
1980-2000: Türk Silahlı Kuvvetleri'nin modernizasyon programı çerçevesinde yeniden
inşasına başlanması - Plan ve Program Çerçevesinde Milli Hedeflerin, Stratejilerin ve Milli
Silahlanma politikalarının ilk defa saptanması - ordunun siyasi hayat dışında tutulma
çabalarının artırılması.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin devlet içindeki yeri, Milli Mücadele döneminden itibaren sürekli
şekilde değişmiştir. Daima da etkin olmuştur. 1876 Anayasasında ordunun yeri ile ilgili özel
bir bölüm ayrılmamakla birlikte, 7'nci maddesinde «Orduların kumandasının, padişaha ait
olduğu» belirtilmiştir. Osmanlı döneminde her şey padişaha ait olduğu için, ordu da padişahın
malı olarak nitelendirilirdi. Buna rağmen, ordu Osmanlı dönemindeki etkinliğini, yaptığı
sayısız isyanlar, düşürmelerle göstermiştir.
Genelkurmayın statüsü ile ilgili asıl aranma, İstiklal Savaşı'yla birlikte başlamıştır.
ATATÜRK DÖNEMİNDE, ÖNCE BAKANLIK GİBİ KABİNEYE ALINIYOR (1920 1924)
Yıkılan bir imparatorluğun üzerine yeni bir Cumhuriyet kurma ve Kurtuluş Savaşı'nda
oynadığı role rağmen, Atatürk dönemi, Türk ordusunun devlet işlerinden ayrılması için en çok
çaba harcandığı ve ayrıldığı dönemdir.
424
Atatürk'ün güçlü kişüiğinin bunda büyük rolü olmuştur. İttihat Terakki içinde askerin
siyasetle uğraşmasının bu hareketin ayakları üzerine dikilmesini sağlamasına rağmen, bir süre
sonra ortaya çıkan büyük sakıncalarını gören Atatürk, ordunun siyasetin dışına çıkartılması
için büyük bir mücadele vermiştir. Başta kendisi olmak üzere, siyasetle uğraşacak bütün
subayların üniformalarını bırakıp Meclise girmelerini sağlamış, hatta Osmanlılarda hem asker,
hem de sivil yüksek memurlar için kullanılan PAŞA deyimini yasaklattır-mıştı. Bu yaklaşımın
temelinde, ordu ile siyaseti birbirinden ayırmanın ne derece önemli olduğu yatıyordu. Nitekim
Atatürk'ün başlattığı bu akım, ardmdan İnönü tarafından da büyük bir duyarlıkla sürdürülmüş
ve ordu tam anlamıyla siyasetin dışına çıkartılıp, sivil otoritenin emrine sokulmuştur.
Bağımsızlık Savaşının en kritik dönemlerinde dahi Atatürk Başkomutan olarak, Genelkurmay
Başkanı ile Milli Savunma Bakanı'nı aynı düzeyde tutmuştur. 23 Nisan 1920'de Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşundan dokuz gün sonra, 2 Mayıs'ta Bakanlar Kuru-lu'nun
seçilişiyle ilgili 3 nolu yasanın birinci maddesinde, Anadolu'da kurulan 11 Bakanlı ilk
kabinenin ikisinin Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Bakanı olduğu belirtilmiştir.
Genelkurmay Başkanlığı müessesesi böylece ilk defa bir Bakanlık olarak ortaya çıkıyordu.
Genelkurmay Başkanı üniformalı bir Bakan olarak kabinede yerini alıyordu. Orduların
Başkomutanı da, son derece geniş yetkilerle donatılmış olarak kendisiydi. Genelkurmay
Başkanları, Başkomutanın emirlerini yerine getiren kişilerdi. İsmet İnönü, Mareşal Fevzi
Çakmak, General Kâzım Orbay bu yöntem içinde görev yapmışlardır.
Kurtuluş Savaşı'nın olağanüstü koşullarının gerek425
tirdiği bu durum, 1921 tarihli Anayasada da aynen sürdürüldü. Ordunun statüsü veya Müli
Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı'nın aralarındaki iş bölümü hakkında hiçbir
madde veya talimatname yok.
Atatürk, denetimi altındaki ordunun, ilerde siyasete karışabileceği kaygısından dolayı, sürekli
uyarılarda da bulunmuştur. İşte birkaçı:
«Devlet ve milletin mukadderatında, irade-i milliye amil ve hâkimdir. Ordu, işbu irade-i
milliye tabi ve hadimidir.»
(Temmuz 1919)
«Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin
de mümkün olduğu kadar, bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber, yardım etmemiz
lâzımdır.»
(Aralık 1920)
«Hakikatte efendiler, tabiatte efendiler, alemde elendiler, taksimi kuvva yoktur. Yani irade-i
milliye ile ifade ettiğimiz kuvvette, taksimi kuvva yoktur.»
(Ocak 1921)
•«Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu, istilalar yapmak veya saltanatlar
yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde aleti ihtiras olmaktan münezzehtir.
İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin, aynı mefkure ile mütehassis
ve yalnız onun emrine tâbi ve sadık öz evlatlarından mürekkep muhterem ve kıymetli bir
heyettir.»
(Nisan 1922)
«Memleketin genel hayatında orduyu siyasetten tecrit etmek ilkesi, Cumhuriyetin daima
sözünü ettiği
426
bir esas noktadır. Şimdiye kadar takip edilen bu yolda Cumhuriyet orduları, vatanın emin ve
metin hamisi olarak, hürmet ve kuvvet mevkiinde kalmışlardır.»
(Mart 1924)
«Efendiler... Kumandanlar...
Askerlik vazife ve icabatım düşünürken ve tatbik ederken, dimağım siyasi mülahazaların
tesirinde bulundurmaktan kaçınmalılardır. Siyasi cihetin icabatım düşünen başka vazifedarlar
olduğunu unutmamalıdırlar.»
(Mart 1930)
Mtekim ordu ile ilgili bu durum, 3 Mart 1924'e kadar sürmüştür. Bu tarihte çıkartılan 429
sayılı yasa ile, yeni bir düzenleme yapılmış ve Milli Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay
Başkanlığı arasında yeni bir görev dağıtımına gidilmiştir.
GENELKURMAY BAĞIMSIZLAŞTIRIhlYOn (1924)
Kurtuluş Savaşı'nm bitimiyle birlikte, Başkomutanlık kaldırılmakta, Genelkurmay Bakanlığı
lağvedilip, Genelkurmay Başkanlığı kurulmaktadır. Maddeleri incelendiğinde, en önemli
unsur «Genelkurmay Başka-m'mn bağımsız hareket edeceği ve gerektikçe Bakanlıklarla
yazışabileceğin yolundaki hükümleri içeren bölümlerde ortaya çıkmaktadır. Atama,.
Başbakan'm önerisi ve Cumhurbaşkanı'nm onayı ile yapılacaktır.
Milli Savunma Bakanlığı ise, ordunun gereksinme duyduğu paranm sağlanması ve Meclis'te
savunulması, hir başka deyimle bugünkü gibi tedarik işleriyle görevlendirilmiştir.
427
Nitekim 1924 Anayasası'nda bu yaklaşım benimsenmiş ve 40'ncı madde şu şekilde
belirtilmiştir:
«Başkumandanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisi' nin şahsiyeti maneviyesinde mündemiç
olup, Reisicumhur tarafından temsil olunur. Kuvayi harbiyenin (ordunun) emir ve kumandası
HAZARDA (barışta) kanunu mahsusuna tevfikan (özel yasasına dayanarak) Erkanı Harbiyei
Umumiye Riyasetine (Genelkurmay Başkanlığı'na) ve seferde (savaşta) İcra Vekilleri
Heyetinin (Bakanlar Kurulu'nun) inhası (önerisi) üzerine Reisicumhur tarafından nasbedilecek
(atanacak) zata tevdi olunur.»
Bu maddede önemli değişiklikler bulunmaktadır:
1) Başkomutanlık temsili bir görev olarak nitelendirilmekte ve savaş veya barış ayırımı
yapılmadan Cumhurbaşkanı tarafından temsil edileceği belirtilmektedir.
2) Ordunun barış sırasmda hazırlanma, emir kumandası Genelkurmay Başkanı'na bırakılırken,
savaşta Bakanlar Kurulu'nun önerisi üzerine, Cumhurbaşkanı tarafından atanacak bir kişiye
verilecektir. Böylece Genelkurmay Başkanlarını sadece orduyu savaşa hazırlayan kişiler
olarak görme eğilimi vardır.
GENELKURMAYIN BAĞIMSIZLIĞI KISITLANIYOR
(1944)
Bu anayasa tam 36 yıl uygulamada kalmıştır. Bunun 21 yılı da, Mareşal F. Çakmak'ın son
derece etkin ve güçlü Genelkurmay Başkanlığı altında geçmiştir. Zaten Genelkurmay
Başkanlığı'nm Milli Savunma Bakan-lığı'nm statüsünün üzerine çıkarılıp, bağımsız hareket
etmesinin sağlanmasında, Çakmak'ın rolü önemli ol428
muştur. Nitekim 21 yıl boyunca bu makam hiçbir kişiye hesap vermeden, hiçbir bakanlık veya
müesseseye bağlı olmadan çalışmıştır.
Atatürk'ün 1938'de ölümü, orduda herhangi bir kuşku ve kaygı yaratmamıştır. Zira hem
Genelkurmay'da Çakmak bulunmakta, hem de yönetime eski Genelkurmay Başkanı ve
Atatürk'ün silah arkadaşı olan bir başka asker olan İnönü geçmiştir.
Mareşal'in görevden ayrılmasından sonra, hükümet Atatürk'ün duyarlığını sürdürüp,
Genelkurmay Başkanlığı 'nın bağımsız statüsüne, 5 Haziran 1944'de çıkartılan 4580 nolu yasa
ile hemen son vermiş, yetkilerini önemli ölçüde kısıtlayıp Başbakan'a bağlamıştır. Diğer
Bakanlıklarla istediği gibi yazışması kalkmış, atamaları denetime alınmıştır.
İlk defa «Genelkurmay Başkanlığı'mn Vazife ve Se-lahiyetleri Hakkında Kanun» ile
Genelkurmay'ın, sivil •otoritenin denetimine sokulması yoluna gidilmiştir:
— Barışta, ordunun emir ve komutasına memur en yüksek makam Genelkurmay
Başkanlığı'dır. Genelkurmay Başkanlığı Başbakana bağlı ve ona karşı sorumludur.
— Barışta Genelkurmay işlerinden, barış ve savaşta ordunun emir ve komutası işlerinden
Büyük Millet Meclisi'ne karşı da Başbakan sorumludur.
— Genelkurmay Başkanı, Başbakan'm önerisi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla atanır.
—• Genelkurmay Başkanı, görevlerini ilgilendiren konularda, Başbakan tarafından belirlenen
ve gerektiğinde değiştirilebilecek ilkelere göre Bakanlar ile doğrudan temasa yetkili olabilir.
— Ordu denetimcileri ve aynı tip görevliler, Genelkurmay Başkanı'nın görüşü alınarak,
Başbakan'm öne429
risi üzerine, Bakanlar Kurulu kararıyla atanır veya görevden alınabilirler.
Ordu yönetimini, sivil hükümetin denetimine sokmak için atılan bu ilk adımdan beş yıl sonra,
30 Mayıs 1949'da çok daha kesin bir kanunla, Genelkurmay Başkanlığı'nm statüsü tamamen
değiştirilip, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmış ve bu bakanlığın bir parçası durumuna
dönüştürülmüştür. 5398 nolu bu yasa ile, bugün Batı ülkelerindeki statü uygulamaya
sokulmuş ve Milli Savunma Bakanlığı, milli savunma konularından sorumlu bir bakanlık
durumuna getirilmiştir:
— MADDE: 2) Milli Savunma Bakanlığı, Cumhuriyet ordusunun personel, haber alma,
harekat, eğitim,. seferberlik ve ikmal işlerini Genelkurmay Başkanlığı vasıtasıyla; bunların
dışındaki hizmetleri de, Bakanlığın müsteşarlığı vasıtasıyla yürütür.
— MADDE: 3) Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı'nm önerisi üzerine, Bakanlar
Kurulu kararıyla atanır ve değiştirilir
— MADDE: 4) Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile ordu müfettişleri ve diğer
orgeneral ve oramiraller, Genelkurmay Başkanı'nm mütalaası (görüşü) alınarak, Milli
Savunma Bakanı'nın önerisi üzerine, Bakanlar Kurulu kararıyla atanır veya görevden alınırlar.
Bu yasa 1 Temmuz 1949 günü yürürlüğe girdi.
Genelkurmay Başkanlığı'nm, Milli Savunma Ba-kanlığı'nm bir müsteşarlığı durumuna
indirilmesine tepki olmadı. Zira, başta İnönü vardı. Subay için her şeyden önemli nokta,
Devlet Başkani'na itaat idi. Okullarda veya karargahlarda hükümet bildirilerinin dışın430
da başka bir şey okunmaz, Kabine'deki Bakanların adlarının bilinmesi yeterli görülürdü.
Atatürk ilkeleri diye bir şey söz konusu edilmezdi.
Buna gerek görülmüyordu, zira başta Ata'nın silah arkadaşı olan ve saygı duyulan, eski
komutan İsmet Paşa bulunuyordu. Atatürk ilkeleri de, Atatürk'ün isteği üzerine kurulan
CHP'nin parti ilkelerini oluşturan altı ok'u idi.
Bütün dengeler 1950 seçimlerinde Demokrat Parti' nin seçimleri kazanmasıyla birlikte
sarsılmaya başlayı-verdi. Bundan sonraki on yıl içinde de yavaş yavaş artan bir birikimin
patladığı 27 Mayıs 1960'a kadar sürdü...
HER ŞEYİN DEĞİŞTİĞİ DP DÖNEMİ (1950-1960)
Bugün geri dönüp bakıldığında, Demokrat Parti dönemi için çok şey söylenebilir, ancak
Ordu-Devlet ilişkileri yönünden «en talihsiz devre» ve «kaçırümış fırsat» deyimleri en iyi
özetleyecek olanlardır.
Demokrat Parti'nin seçimle iktidara gelmesi ve kapıldığı heyecan, Türk toplumunda henüz
oturmamış, dengeleri daha da altüst etmiştir. Bunda DP'nin o günkü yöneticilerinin herhangi
bir kasıtları yoktu. Deneyimsizliklerinin kurbanı olmuşlardır. Ancak, 1950'lerde-ki «geçiş
dönemi» yumuşak bir inişle gerçekleştirilebil-seydi, herhalde bugün karşılaşılan sorunlardan
önemli bir bölümünün önüne daha kolaylıkla geçilebilirdi.
1950 Genel Seçimleri Türkiye'de büyük bir patlama yarattı.
. İstiklal Savaşı, ardmdan yeni kurulan Cumhuriyet
431
ve Atatürk'ün devrimlerinin yarattığı çeşitli çevrelerdeki hoşnutsuzluklar ve baş kaldırmalara
karşı zorunlu sertlikle karşı koyulması, daha nefes alınmadan İkinci Dünya Savaşı'nm
getirdiği büyük ekonomik sıkıntılar toplumu adeta boğmuştu.
Bir yandan ekonomik baskılar, öte yandan tek parti hükümeti ve bu hükümetin ister istemez
uyguladığı sıkı politikalardan sonra birdenbire, kendini ezilmiş gibi gören halkm karşısına
Demokrat Parti çıkıverdi. «Size demokrasi getiriyoruz. Bu ülkenin asıl sahibi sizsiniz,» dedi.
Kürsülerde o güne kadar hiç duymadığı konuşmalar yapılıyor, bir aday elini cebine sokup
«İşte 2.5 liramdan başka bir şeyim yok» deyince meydanlarda kıyametler kopuyordu. DP,
halkm yıllardır şikayetçi olduğu her konuya dokunuyor ve dokundukça da bü-yüyordu.
Tek adam İnönü yavaş yavaş yok oluyor, ,o mey-danlardaki eski dev insanların yerine, kendi
kasaba veya kentlerinden kendileri gibi birileri çıkıyordu. Kimi doktor, kimi çiftçi, kimi
avukat. Bambaşka bir dil, bambaşka bir yaklaşım...
İnanılacak bir şey değildi.
Nitekim Genel Seçimler bittiğinde, Demokra Parti ezici bir çoğunlukla iktidardaydı. Liderleri
de Adnan Menderes idi.
1899'da toprak sahibi bir aileden gelen Menderes 31 yaşında politikaya girmiş, ancak 1945'de
tek parti yönetimi bitene kadar pek dikkat çekmemişti. Olağanüstü macerası, 1950'de DP'nin
basma geçip, ülkenin Başbakanlığına gelmesiyle başladı. İlk defa devlet çarklarında görev
alıyordu. Aynı şekilde, Demokrat Parti'nin hemen bütün kadroları da genç, devlet deneyimi
olmayan insanlardan oluşmuştu.
432
Menderes gibi, hemen tümü içtenlikle Türkiye'nin kalkınması için görevlendirildiklerine
inanmışlardı.
Bu inançları, ilk yıllarda Amerika'nın birdenbire açılan yardımlarının getirdiği suni refah ile
daha da arttı.
Demokrasinin ne olduğunu dahi tam bilemeyen bir topluma «demokrasi» adına, coşku içinde
kollarını açtılar. Bu coşku, o günün koşullarında kısa sürede iktidar sarhoşluğuna dönüştü.
Dikkat edilmesi gereken dengeler görmemezlikteh gelindi.
İlk unutulan da, 700 yıllık Türk ordusu oldu.
Seçimlerden sonra, Milli Şefin seçimi kaybetmesini kaldıramayan bir grup subayın İnönü'ye
gidip, mü-dahele önermeleri söylentilerinin yayılması dahi kimse tarafından önemsenmedi.
Romantik bir popülizme dalmmıştı. DP, halkın oyu ile gelmişti, yani halkı temsil ediyordu ve
onlardan daha güçlüsü olamazdı.
Ordu ile ilişki kurmak bir yana, yaygın bir demi-litarizasyon hareketine giriştiler. «Ordu
gerçek yerini bulmalı, halkın ve milletin emrinde olduğunu öğrenmeli» sloganıyla hareket
ederlerken, yaklaşımlarını da pek dikkate almıyorlardı. Kapısında orgeneralleri bekleten,
parmağının ucuyla diğer subayların arasından general çağıran, hatta paylayan Savunma
Bakanlarının yaklaşımları, orduyu hiçbir şekilde dikkate almayan hükümet üyelerinin
tutumları, ilk yıllardan itibaren belirli bir birikimi başlatmaya yetmişti. Atatürk-İnönü
döneminde devlete kesin itaat ile yetiştirilen o günün generaller kadrosu da, sivil bakanlara
yaranabilmek için paltolarını tutarken, altta bazı homurtuların başladığının farkında değillerdi.
Belki bu tip olaylar abartılıyordu, tek tek sayılsa genel bir eğilimi gösterecek kadar
433
fazla olmayabilirdi ancak, yankıları ve yaptığı tahribat tahminlerden çok ileriydi.
Demokrat Parti döneminde, hemen her şey siyasi iktidarın yönetimine girmişti. Atamalardan,
terfilere kadar her şey, Milli Savunma Bakanları ve bağlı oldukları Başbakan'dan çıkardı.
1949 tarihli son yasa, tam anlamıyla ve birdenbire uygulamaya konulmuştu.
Demokrat Parti'nin kendine güvenini artıran diğer önemli bir unsur da, Amerika'nın askeri
yardımıydı. Türkiye, DP ile birlikte, hem ekonomik, hem askeri yardım akıyor ve o döneme
kadar tahta dipçikle dolaşan Türk askeri ilk def a makineli tüfeğe kavuşuyordu. Birdenbire
GMC kamyonlar, jipler binlerle gelmeye başlamıştı. Türk ordusunun Kore savaşma katılması,
ardından NATO'ya giriş için adımların atılması, Amerikan yardımının Türk ordusunu sıfırdan
donatmasıyla sonuçlanmıştı. Her şey Amerika'dan gelirdi. İçinde, İngilizce rejected (defolu)
damgası bulunan havacı trenç-kotlarından tutun, süvari birlikleri için gereken özel nallara
kadar...
Bu durum, Demokrat Parti'nin hiç değilse belirli bir kesiminde «Ordu Amerika'ya bağlı.
Washington'suz bir şey yapamazlar. Amerika da döviz musluklarını açtığına göre, bizi
destekliyor. Asker de bize mahkûmdur. Emrimizden dışarı çıkamazlar,» inancının
yerleşmesine yol açtı.
Bu yanlış kanı, eski uysal ve devlete saygılı generaller kadrosunun kendilerine yaklaşmasıyla
daha da arttı.
Diğer bir unsur da, Kurtuluş Savaşı'ndan başlayıp 1940'larm sonuna kadar daima ön planda,
devletin kaderi çizilirken söz sahibi olmaya alışmış subayın şimdi statüsü aniden
düşüvermişti.
Eskiden Jandarma onbaşısının önünde titreyen
434
adam, belki o dönemden kalma hislerin de etkisiyle, şimdi partinin bucak başkam olmanın
verdiği bir güven ve-' ya fiyakayla «Demokrasi adına» garnizon komutanının kapısını
vurmadan içeri girebiliyordu. Ordu komutanları, il veya ilçe başkanlarının arkasında, geri
plana iti-livermişlerdL
Bütün bunlardan daha da önemlisi, ekonomik durumdu.
«Her mahallede bir milyoner yaratacağım» diyen Menderes, bu konuda da büyük bir
acelecilikle, bütün projelere birden başladı. Fabrikalar, yollar, limanlar, petrol rafinerileri,
sulama tesisleri, hidroelektrik santralleri, büyük kentlerin yeniden düzenlenmesi... Bunların
her biri gerekliydi ve dev projelerdi. Türkiye'nin de büyük gereksinmesi vardı. Ancak tam
hesap edilemeyen, değirmenin suyunun nereden ve ne süreyle bulunacağı idi. Yatırımların
birdenbire artışı, Amerikan yardımı ve büyük dış borçlanma kısa sürede enflasyonist baskıları
görülmemiş biçimde arttırmaya yetti. Ardından da klasik kısır döngüye düşüldü. Bütçenin
açık vermesi, zaten kısıtlı olan ihracatın düşüşü hep aynı düzeyde süreceği sanılan Amerikan
yardımının azalması, dış borçlanmanın yabancı bankalar tarafmdan konulan sınır aşılınca
durması.
Bu ani açılma ve ardından gelen büyük enflasyon, orduyu çok etkiledi.
Ani açılma sonunda birdenbire yeni bir burjuvazinin ön plana çıktığı görüldü. Para el
değiştirivermiş, ekonominin açılması sonucunda, o zamana kadar tanınmayan bazı insanlar
(bugünün diliyle müteşebbisler) paralanıvermişlerdi. Yeni paraya kavuşmanın verdiği
hazımsızlıkları, temelsiz ekonomik genişlemeler sırasın-, da daima görülen kaçınılmaz
fırsatçıların türemesi, Türk toplumunu sarstı, karıştırmaya yetti.
435
Bu arada ekonomik gücünü en büyük hızla yitiren veya enflasyon ile mücadelede en geride
kalanlar ise, Silahlı Kuvvetler olmuştu. 1950'lerin sonuna doğru subay, ev kiralanmaz, kız
verilmez, günlük yaşantısını güçlükle geçiren bir kesit durumuna düştü.
Toplum içindeki maddi ve manevi statüsünü kaybeden, sivil hükümet tarafından itilip
kakıldığı izlenimini edinen subaylar arasmda «Biz buna layık mıyız"?» soruları giderek
yaygınlaşır oldu.
DP, ekonomik alanda sıkıştıkça sinirlenmeye başladı. CHP'nin muhalefeti, «odunu adam
göstersem seçtiririm» diyecek kadar kendinden emin olan Başbakanı sinirlendirdikçe, sert
yöntemlere, hürriyetleri kısmaya kadar giden önlemlere kayılıyordu.
Artık kısır döngünün hızı da artıyordu. Her yeni önlem daha sert tepki yaratıyor, her tepki
iktidarı daha hırçmlaştırıyordu.
Bütün bunları izleyen ordu içindeki kıpırdanmalar da artıyor, ancak itaatkâr üstlerle muhatap
olan iktidar astların ne düşündüğüne hiç önem vermiyordu. Sonradan söylemediği ileri
sürülen «Gerekirse bu orduyu yedeksubaylarla idare ederim» sözü dillerden düşmüyordu.
1950'levin ordusu da artık eski ordu değildi. Çok partili rejim, subayın ülke sorunlarını,
muhalefetin sesini çok daha fazla duymasına, sayıları ve etkinliği artan basını daha fazla
okumasına ve bütün propagandalara açılmasına neden olmuştu. Artık eskisi gibi içine
kapanık, iktidar partisi organı Ulus okuyup kabine üyelerinin adlarını ezberlemekle yetinen
subay kalmamıştı. Subayları ilk defa siyaset konuşan, ülke sorunlarını tartışan ve daha da
önemlisi toplumdan gelen homurtulardan çok etkilenen bir ordu vardı...
Üstelik bu ordunun yavaş yavaş değiştiğinin kim436
se pek farkına da varamamıştı. Amerikan yardımıyla donatılan, güçlenen, dışarıya gidip
dünyayı gören ve dil öğrenmeye başlayan Kore savaşından sonra kendine güveni artan bir
subay kadrosu oluşmuştu.
Demokrat Parti, CHP'nin en şiddetli muhalefet yaptığı dönemlerde dahi, orduya arkasını
döndü. Hiç önem vermedi, ülkedeki dengelerdeki yerini göremedi, veya görmezlikten geldi.
Kore kahramanı Tahsin Yazıcı'yı ve birkaç generali milletvekili yapmakla orduyu tatmin
edeceklerini sandılar.
«Bizim Ordu, onların ordusu» gibi ayırımlar ve ordu içinde DP sempatizanlıların terfilerde
kayırılması yolundaki söylentiler de, TSK'nin politikaya sokulup kullanıldığı yolundaki
kaygıları giderek arttırdı.
Böylesine uyanan subay kadrosu bu defa olup bitenleri büyük duyarlıkla izler oldu. En büyük
duyarlığı da, Demokrat Parti'nin din konusundaki yaklaşımıydı. Aslında dinci bir yönü
olmamasına rağmen, Menderes' in demokrasi havası içinde dinci unsurlara karşı
müsamahakâr davranılması, bu yoldan oy kazanma taktik: lerine kayması, devrimlerin elden
gittiği havasını yarattı, kaygıları arttırdı.
Hele yeni liberal ekonomik önlemlerin, o zamana > kadar alışılmamış dış borçlanmalar da,
eski kapütülas-ycnlarm geri gelebileceği kuşkusunu başlattı.
Menderes'in hesap edemediği diğer bir unsur da, İnönü faktörüydü. Muhalefet liderinin
sürekli hırpalanması, ordu içinde «İstiklal Savaşı'nm kahramanı, eski Genelkurmay Başkanı»
olan kendi liderlerinin, eski komutanlarının itilip kakılmasından başka bir şey değildi. Her
olay yeni bir yara açıyordu.
Menderes, İnönü'yü basit bir muhalefet lideri olarak gördü. Onun asker gözündeki konumunu
anlamadı veya anlamak istemedi. Kolaylıkla üstesinden gelebile437
ceğini sandı. Celal Bayar'm bu konudaki telkinlerinin etkisinde kaldı.
İnönü ve simgesi durumuna girdiği CHP, isteyerek veya istemeyerek ordu ile adeta kader
birliği yapar olmuşlardı.
Nasıl olmasın ki?
Bir yanda Atatürk'ün en yakın arkadaşı, eski komutan İnönü, onun yanında Atatürk ilkelerini
benimseyen altı oku ile CHP. Üstelik toplumun tüm rahatsızlıklarım yansıtan, halkın sözcüsü
durumuna girmiş bir parti. Onun karşısında ise, askerlikle hiçbir ilişkisi olmayan, tarafsız
kalması gerekirken açıkça DP bastonuyla dolaşan Cumhurbaşkanı Bayar ve her icraatı
toplumun belirli kesitlerinde feryatlar yaratan DP.
1958 -1960 arasında sokak gösterileri artık çatışmaya dönmüş, gazeteler sansürlü çıkmaya,
ardı ardına gazeteciler hapse atılmaya başlamıştı. Dıştan görünüş, demokratik bir halk devrimi
sonucu iktidara gelmiş olan DP'ye karşı şimdi karşı bir halk ayaklanması yaşanıyordu.
İnönü'nün önce Vatan Cepheleri kurarak ilk cephe fikrinin ortaya atılması, ardından Tahkikat
Komisyonlarıyla eleştirilerin susturulma yoluna gidilmesi aşamasındaki ünlü, «Sizleri ben
dahi kurtaramam» cümlesi, kendisi istememiş olsa dahi, ordudaki bazı subaylar tarafından
açık bir sinyal veya davet olarak kabul edildi.
27 Mayıs sabahı, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu ilk. ihtilalini yapıyordu. Tabandan gelen,
yüzbaşısından orgeneraline kadar çeşitli kesitleri içine alan, klasik deyimiyle bir ihtilal.
Türk Silahlı Kuvvetleri böylece barakasından çıkıp, açıkça siyasete karışıyordu. İlk defa
devlete müdahale ediliyordu.
438
Üç gün sonraki Fransız Le Monde gazetesinin başyazısı şöyleydi:
«... Türk ordusunun yaptığı bu hareket, tüpünden çıkartüan diş macununa benziyor. Macun
çıktıktan sonra bir daha tüpüne geri sokmak son derece güçtür...»
Dev uyandırılmıştı...
TSK'NIN YETKİLERİNİ GERİ ALIŞI VE ETKİNLİĞİNİ ARTTIRIŞI (1960 - 1982)
1960 ihtilâli, Türk ordusunun devlet yapısı içindeki yerini dramatik şekilde değiştirdi. 1944'de
başlayan TSK'ni Milli Savunma Bakanlığı'na bağlama çabalan başta olmak üzere, ordunun
karşılaştığı tüm güçlüklere uzun vadeli çözüm getirici bir dizi karar alındı. Bir daha 1950 - 60
arasındaki durumun tekrarlanmamasını amaçlayan bu değişiklikler kolay olmadı ve 1982
Anayasasına kadar sürdü.
Temel amaçlar, ordunun siyasi bir partili olacak sivil bir kişinin denetimine bırakılıp
politikaya alet edilmemesi, devlet işlerinde geri plana itilmemesi, Atatürk dönemindeki gibi
sözü dinlenip dikkate alman bir kurum durumuna sokulması idi.
1960'dan itibaren gerçekleştirilen bu değişikliklere •özetle bir göz atıldığında durum daha
netleşiyor:
— İç Hizmet yasası değiştirildi.
— MSB'nin yetkileri alınıp Genelkurmay Başkanlığına verildi ve (1924 -1944) dönemindeki
gibi tedarikle ilgilenen bir müsteşarlık statüsüne indirildi.
— Genelkurmay Başkanı'nm, barışta ordularm hazırlanmasıyla görevli olması, savaşta
Cumhurbaşka-m'nın atayaeağı kişinin Başkomutan olması statüsü
439
kaldırıldı ve. Genelkurmay Başkanı hem savaşta, hem barışta komutan olarak atandı.
— Genelkurmay'ın ağırlığı artırılarak, Başbakan'a bağlandı, protokolde eskiden Milli
Savunma Bakanı'n-dan sonra gelirken, yeri (C. Başkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan'dan
sonra) dördüncü sıraya çıkarıldı.
— Genelkurmay Başkanı'nm Cumhurbaşkanı ile aylık görüşmeleri (1970'den itibaren)
başlatıldı.
—- Milli Güvenlik Kurulu, ardından da Yüksek Askerî Şûra kurularak, hükümet ile diyalogun
oluşturulması ve ordunun görüşleri, önerilerinin dinlenilmesi, «sorunlara çözüm yolları
aranması» için bir mekanizma saptandı.
— İdari davaların sivil Danıştay yerine, askeri mahkemelerde ele alınması kararlaştırıldı.
— ATATÜRKÇÜLÜK akımı başlatıldı ve Atatürk ideolojisinin yayılması için; her geçen yıl
yeni önlemlerle büyük çaba harcanmaya başlandı. 1960-70 arasında daha düşük oranda, 197080 döneminde biraz daha üstünde durularak ve 1980'den itibaren en yaygın biçimde önce
askeri, ardından da sivil eğitime sokuldu.
— İhtilâlden hemen sonra başlamak üzere, lojman,, dinlenme kampları, orduevleri inşaatına
girildi.
— Kuvvetleri güçlendirme vakıfları kurularak, ordunun silah gereksinimlerini, bürokrasi
çarkları ve bütçelerin kısıtlayıcı unsurlarından kurtarmak için çabaya girildi.
Bu gelişmeler birdenbire olmadı. Zaman içinde ve genelde de askeri müdahalelerden sonra
alman önlemler arasına sokuldu. Genelkurmay Başkanlığı Başba-* kan'a bağlı olarak sivil
yönetimin emrinde olduğunu ve bağımsız kalmamakla birlikte, devlet strüktürü içinde kendi
işlerine sahip çıkan, yetkilerini eline alan ve ağır440
lığım hissettiren, iç işlerini dış müdahele olmadan çözümleyen bir statüye kavuştu.
1961 ANAYASASINA GETİRİLEN DEĞİŞİKLİK...
İhtilalden sekiz ay sonra 4 Ocak 1961 günü, Milli Birlik Komitesi bir dizi yasa kabul etti. İki
gün sonra, 6 Ocak günü Kurucu Meclis ve Temsilciler Meclisi toplanacaktı. Milli Birlik
Komitesi, bu tarihe kadar Silahlı Kuvvetler'le ilgili terfi düzenlemeleri, lojman yapımı ve
OYAK'ın kurulmasıyla ilgili (205 sayılı 5.1.1961 tarihli) yasalar başta olmak üzere bir dizi
karar çıkarttı.
O dönemde kimsenin dikkatini çekmeyeni, oysa en önemlisi «Türk Silahlı Kuvvetleri İç
Hizmet Kanunu» başlığını taşıyordu. 10.6.1935 tarihinde kabul edilen ve 18.6.1935 tarihli
Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 2771 sayılı «Ordu Dahili Hizmet Kanunu»nu
değiştiren bu yasanın «UMUMİ VAZİFELER» bölümünün 35'inci maddesi ise şöyleydi:
«Silahlı Kuvvetler'in vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye
Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır.»1.
O günden sonra, çıkarılan yasalarda birçok değişiklikler yapıldı, değiştirilmeyen tek madde
35'nci maddenin anahtar kelimesi de «KOLLAMAK ve KORU1) Bu hüküm, 1935 tarihli «Ordu Dahili Hizmet Kanunu'nda da yer alıyordu. Bu kanunun 34.
maddesinde şu ifade vardı: «Ordunun vazifesi Türk yurdunu ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
(Anayasa) ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır. Ordu,
askerlik sanatını öğrenmek ve öğretmekle vazifelidir. Bu vazifenin ifası için lazım gelen
tesisler ve teşkiller kurulur ve tedbirler alınır.»
441
MAK» idi. 35'inci maddeyi de kapsayan İç Hizmet Yasası 4 Ocak günü kabul edildi ve 9
Ocak günü de Resmi Gazete'de yayınlanarak uygulamaya sokuldu.
Bundan sonra, Genelkurmay Başkanlığı'nın statüsünün değiştirilmesiyle ilgili çalışmalar
başladı. Bu kolay olmadı ve 1970'lere kadar sürdü.
İlk anlaşmazlık da, Milli Birlik Komitesi ile 1961 Anayasası'nı hazırlayan Temsilciler Meclisi
Anayasa Komisyoncusu arasında çıktı.
Anayasa Komisyonu, 110'ncu maddeyi hazırlarken, «Silahlı Kuvvetler'in Komutası, barışta
Genelkurmay Başkanı'na, savaşta Bakanlar Kurulu önerisiyle, Cumhurbaşkanı tarafından
atanacak kimseye verilir» diyen eski paragrafı benimsemiş ve Başkomutanlığın da TBMM'nin
manevi varlığından ayrılamayacağını ve Cumhurbaşkanı tarafından atanacağmı belirtmişti1.
Milli Birlik Komitesi ilk paragrafı reddetti ve «ba-rış-savaş ayrımı yapmaksızın»
Genelkurmay Başkanı' nm Silahlı Kuvvetler komutanı olduğunu, ayrı bir paragraf olarak
koydu.
Bu en önemli değişikliklerden biriydi. Savaş zamal) Genelkurmay Başkanlığı'nın Kurtuluş Savaşı'ndan başlayarak, 1982' ye kadar geçirdiği
statü değişiklikleri şu belgelerden yararlanılarak derlenmiştir: Anayasa Mahkemesi Kararlar
Dergisi Sayı 4., Yıl 1967-Anayasalar (1924-1961-1982) - 2 Mayıs 1920'deki Bakanlar Kurulu
kararı - 429 sayılı ve 3 Mart 1924 tarihli (Şer'iya ve Evkaf ve Erkanı Harbiyeyi Umumiye
Vekâletlerinin ilgasıyla ilgili) yasa-5 Mayıs 1944 tarihli Genelkurmay Başkanlığı'nm Vazife
ve Selahiyetleri Hakkındaki Yasa - 30 Mayıs 1949 tarihli Milli Savunma Bakanlığı'nın
Kuruluş ve Görevlerine Dair Yasa-T.C. Anayasası ve Türk Silahlı Kuvvetleri'yle ilgili idari
kanunlar kitabı 1979)- Genelkurmay Başkanlığı'nın 28 Kasım 84 tarih ve Gn. P.P. 5020-65584 sayılı emri üzerine yapılan inceleme.
442
mnda da Genelkurmay Başkanı'nm komutan olması, eski yaklaşımı temelinden değiştiriyordu.
İlginci, MBK'nin bu değişiklik isteklerinin Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu ve
Meclis Genel Ku-rülu'nda görüşülürken reddedilmesi ve eski formülde.ısrar edilmesiydi.
Ancak bu ısrarlar uzun süreli olamadı. MBK kararlıydı. Sonunda çıkan formül «Genelkurmay
Başkam, Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır» şeklinde oldu. Savaş - Barış ayırımı yapılmaktan
vazgeçildi. Böylece, savaş durumunda başka bir. komutan atanabileceği fikri silindi.
Anayasanın getirdiği diğer önemli değişiklik, Genel kurmay Başkanı'nm Milli Savunma
Bakanı'na değil, doğrudan Başbakan'a, yani Bakanın da üstündeki makama, bağlanmasıydı.
Bu değişiklik için de Meclis'te uzun tartışmalar yapıldı. Sonunda tekrar «Genelkurmay
Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığına bağlıdır» dendi. MBK yeniden devreye girdi ve şöyle
bir öneride bulunmak zorunda kaldı:
«Silahlı Kuvvetler'in kumandanı olan Genelkurmay Başkanı, Başbakan'a bağlıdır.»
Bu şekilde Genelkurmay'm statüsü daha vurgulanıyordu.
Meclis yine direndi ve «Milli Savunmaya bağlanması» konusunda ısrar etti. Meclis'in
Anayasa Karma Komisyonu oldukça tartışmalı oturumlar sonunda, MBK' nm araya girmesi
ve ikna yeteneğini kullanıp gerekçeler göstermesi üzerine, «Genelkurmay Başkanı bu görev
ve yetkilerinden dolayı Başbakan'a sorumludur» hükü-münü getirdi.
1961 Anayasası, 110'ncu maddesi şöyle çıktı: «MADDE; 110) Başkomutanlık Türkiye Büyük
Mil443
let Meclisi'nin manevi varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanlığı tarafından temsil olunur.
Milli Güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasından, Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ne karşı, Bakanlar Kurulu sorumludur.
Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetler'in Komutanıdır.
Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulu'nun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır; görev
ve yetkileri kanunla düzenlenir. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı
Başbakan'a karşı sorumludur.»
Belirli oranlarda, İstiklal Savaşı sonrasındaki yarı bağımsız statüye geri dönülmüş
olunuyordu.
1961 Anayasası, Silahlı Kuvvetler'in gözetme görevini artırmak, aynı zamanda sivil hükümet
ile ordu arasında irtibatı sağlamak amacıyla bir de yeni organ getirdi: Milli Güvenlik Kurulu.
«MADDE 111) Milli Güvenlik Kurulu, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genelkurmay
Başkanı ve Kuvvet temsilcilerinden (bu iki kelime 1971'de değiştirilerek Kuvvet
Komutanlarının katılmalarını sağladı. Böylece sadece Genelkurmay değil, hükümetin bütün
Kuvvet Komutanlarını da dinlemesi, karşılıklı görüş alış verişinde bulunmaları amaçlanıyor,
T.S.K.'nin bütününün ağırlığı pekiştiriliyordu) kuruludur.
Milli Güvenlik Kurulu'na Cumhurbaşkanı Başkanlık eder; bulunmadığı zaman, bu görevi
Başbakan yapar.
Milli Güvenlik Kurulu, milli güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun
sağlanmasında
444
yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu'na bildirir.»1
Bu organın kuruluşu da, Genelkurmay Başkanı (yani ordunun savaş ve barıştaki komutanı)
ile, Başkomutan sıfatını — ne kadar temsili olursa olsun — taşıyan Cumhurbaşkanı'na daha
yakınlaştırmayı amaçlıyordu. Bir gün başa gelebilecek bir Başbakan'm siyasi
yaklaşımlarından orduyu uzak tutma hedefini gözleyen bu yaklaşım, Başbakan'ı da belirli bir
mesafede tutuyordu.
Nitekim bu değişikliklerden sonra, Cumhurbaşkanlarının seçimi, Türk Silahlı Kuvvetleri
tarafından daha duyarlı izlenmeye başlanmış ve asker kökenlilerin tercih edilmesi geleneğini
açmıştır. Temelde yine, politikacıya duyulan belirli bir güvensizliğin izlerini hissetmemek
imkânsızdır.
Anayasadaki bu değişiklikten sonra, ortaya garip bir boşluk da çıkıyordu. Zira hâlâ
uygulamada olan 1944 tarihli Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlıklarının
görevleriyle ilgili yasalar yürürlükteydi. Sıra bunların da değiştirilmesine gelmişti. Ordu
açısından böyle bir değişiklik zorunluydu ve Anayasaya aykırı bir durum vardı.
Bu da kolay olmadı. 1966'ya kadar beklenmesi gerekti. İnönü, CHP-AP koalisyonu başkanı
iken 1963'de ilk başvuruyu yapmış, ancak işler yavaş gitmişti. Bu kail Dikkat edilecek olursa, MGK'nin ilk şeklinde Başbakan'dan ikinci paragrafta söz
edilmektedir. 1971'deki değişiklikte ilk paragraf, «Millî Güvenlik Kurulu, Başbakan,
Genelkurmay Başkanı ve kanunun gösterdiği Bakanlar ile kuvvet komutanlarından
kuruludur» şekline sokuldu. Aynı şekilde, hükümetlerüstü bir kurul görünümü veren üçüncü
paragrafın sonundaki «...gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu'na bildirir» cümlesi de
«...Bakanlar Kurulu' na tavsiye eder» diye değiştirildi.
445
dar süre geçmesinde, Milli Birlik Komitesi'nin zaman içinde bölünmesi, etkinliğini yitirmesi
ve Harp Okulu komutam Aydemir'in iki ihtilal girişimi önemli rol oynadı. Yeni kurulan
İnönü'iü koalisyonlar ve geçiş döneminin rahatsızlıkları süreyi uzattı.
Tarihin cilvesine bakm ki, Milli Savunma Bakan-lığı'nm 1949 tarihli yasasının Anayasaya
aykırı olduğunu ve iptal edilmesi istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvuru dilekçesini,
Adalet Partisi Büyük Millet Meclisi grubundan 18 kişi imzalamıştı. Sonradan bu değişiklik
aleyhine tutum alan AP'nin bu girişimi Anayasa Mahkemesi'nin 14 Nisan 1966 tarihli ve 19
sayılı kararıyla kabul edildi.
1961 Anayasasının 110'uncu maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle 5398 sayılı (Milli
Savunma Bakanlığı' nm Kuruluş ve Görevlerine Dair) yasanın 1-2 ve 3'ncü maddeleri iptal
edildi. (Bakın, sayfa: 396)
14 Nisan günkü oylama kıl payı, 1 oy farkıyla çıkması dikkatleri çekmiştir.
Lehte oy kullananlar: Lütfi Akadlı, İhsan Keçeci-oğlu, Şeref Hocaoğlu, Salim Başol, Sait
Koçak, Muhittin Gürün, Lütfi Ömerbaş ve Askeri Yargıtay'dan atanan Ahmet Akar.
İptalin aleyhinde oy kullanan, çeşitli muhalefet şerhleri koyan ve açıklamalarıyla
gerekçelerini anlatan 7 üye de şunlardı: Rıfat Göksu, Asım Erkan, İbrahim Sevil, Celalettin
Kuralmen, Avni Girda, Muhittin Tay-lan ve Recai Seçkin.
Recai Seçkin'in neden karşı oy kullandığı ile ilgili, Anayasa Mahkemesi kararma eklenen
yazısındaki belir446
li bölümler, Temsilciler Meclisi'nde muhalefet edenlerin de görüşlerini yansıtması açısından
ilginçtir1:
...Genelkurmay Başkanı'nın ancak Başbakan'a bağlı olması gerekeceği düşüncesi, Anayasanın
llO'uncu maddesinin sadece sorumluluktan söz eden yazılışına uygun olmamaktan başka, Batı
uygarlığına bağlı ülkelerin uzun yıllar denemeleri sonunda benimsemiş oldukları ilkelere de
uygun düşmemektedir. Ki, bu önemli bir sakıncadır... Milli Savunma İşleri gibi, devlet ve
milletin yaşaması bakımından özel önem gösteren bir konuda, Genelkurmay Başkanlıklarını
belli bir Bakanlığa bağlayan İngiltere, Fransa, Amerika gibi uygar devletlerin
uygulamalarından ayrılmamız ve Anayasa hükümlerini böyle bir ayrılışa yer verecek biçimde
yorumlamamız, yukarda anılan uygarlık kurallarına uygun davranma ilkesi ile hiçbir zaman
bağdaşamaz ve uygulamada tehlikeli sonuçlar doğurabilir... 1944 -1949 arasında
Genelkurmay Başkanlığı Başbakanlığa bağlanmış, ancak Başbakanlık bu işin üzerinde,
gerekli imkânlara sahip olamaması yüzünden bu bağlanıştan iyi bir sonuç alınamamış ve
bundan dolayı da 1949'da şimdi iptali istenen hükümle Milli Savunma Bakanlığı'na
bağlanmıştır. Bugün dahi aynı yolun tutulması, o zaman karşılaşılmış olan zorluk ve
imkânsızlıkların yeniden ortaya çıkması sonucunu doğuracaktır... Şayet Anayasa,
Genelkurmay Başkanlığına bağımsız bir kurum veya hiç değilse özerk bir kuruluş niteliği
vermek isteseydi, bu tür kurum ve kuruluşlarda yaptığı gibi, açık
1) Recai Seçkin'in «karşı oy yazısını» özetlemek ve belirli bölümlerini almak zorunda
kaldığımızdan dolayı, genel anlamı bozulmuş, olabilir. İlgilenenler, Anayasa Mahkemesi
Kararlar Dergisi'nin 4'ün-cü sayısında (yıl: 1967) bunun tamamını ve diğer muhalefet şerhleriyle ilgili oy açıklamalarım bulabilirler. Biz burada hukuki yönünden çok, genel yaklaşımı
yansıtan bölümlere yer verdik.
447
hüküm koyardı: Esasen, gerek Temsilciler Meclisi'nde, gerekse yalnız subaylardan meydana
gelen Milli Birlik Komitesi'nde Genelkurmay'ın bağımsız veya özerk bir kurum olması
yolunda hiçbir karara varılmamış, sadece bu makamm bağlı olacağı Bakanlık üzerinde görüş
ayrılığı çıkmıştır... (Mahkememizdeki) çoğunluk görüşü, Genelkurmay Başkanlığı'na idare
içinde, Anayasanın öngörmediği bir tür özerklik sağlayacak nitelikte olmasından dolayı,
bizatihi Anayasaya uygun bulunmamaktadır...»
Asker ne diyor?
Milli Savunma Bakanlığı'nın eski görev ve yetkilerinin iptal edilmesini savunan asker
kanadının görüşü ise şöyle:
«Genelkurmay Başkanlığı'na hiçbir şekilde bağımsızlık verilmesi ve denetim dışı tutulması
söz konusu değildir. Başbakan'a karşı sorumluluk, Milli Savunma Bakanlığı ile sıkı işbirliği,
MGK gibi kurullardaki diyalog ve Sayıştay'ın denetimi sürdürülmüştür.
5398 sayılı kanun ile getirilen yöntem önemli sakıncalar yaratmıştı. Zira, bu kanun çıkana
kadar harekat sorumluluğu Genelkurmay Başkanlığı'na, ikmal ve idari işler de MSB'ye
verilmek suretiyle, hizmetlerde iş bölümü, dolayısıyla da bir denge sağlanmıştı. Oysa 5398
sayılı kanun seferberlik ve ikmal hizmetleri de dahil olmak üzere hemen hemen, bütün
faaliyetleri Genelkurmay Başkanlığı'nda toplamış ve bunun sonucu olarak da Genelkurmay
Karargâhı büyüdükçe büyümüş ve bir daha küçültmek imkânı bulunamamıştır. Serbest
kalarak kıtalarının eğitim, sevk ve idaresiyle uğraşacak olan şahıs hem bağlantı hem de ağır
hizmet altında ezilerek inisiyatifini kaybetme durumuna düşmüştür. Ba448
kanlık ile Genelkurmayın görevlerinde duplikasyonlar çıkmıştır. Yeni uygulamayla, tekrar
eskiye dönülmüş ve örgütlenme sağlıklı duruma sokulabilmiştir.»
14 Nisan günü Anayasa Mahkemesi'nin ka~arı kısa sürede Milli Savunma Bakanlığı'nda
duyuldu. Bakan Ahmet Topaloğlu idi. Amiral Numan Özdalga'yı çağırdı. Özdalga
hukukçuydu ve Genelkurmay Başkanlığı' mn statüsünün değiştirilmemesi için, en fazla itiraz
eden, uğraşan bir askerdi.
Bakan son derece üzgündü:
— Numan bey, duyduklarım doğru mu?
— Maalesef doğru efendim, ancak henüz Resmi Gazete'de çıkmadı. Yayınlansın o zaman
tezekkür ederiz.
Topaloğlu yutkundu:
— Bize fikrimizi soran da olmadı. Şimdi ne yapacağız.
Anayasa Mahkemesi'nin kararı Resmi Gazete'de, altı aylık bir gecikmeyle ve «gerekçenin
yazılmasının uzaması» nedeniyle ancak 12 Ekim gü' ü yayınlanabildi.
Bu tarihten iki yıl sonra 10 Ekim 1968'de, Anayasa Mahkemesi (E: 1967/Z9 ve K: 1968/41
sayılı kararla) Genelkurmay Başkanlığı'nm, Milli Savunma Bakanlığı' nın bir dairesi
olamayacağını tekrarladı. Ayrıca, subayların atanma- terlilerinde ve Milli Savunma Bakanlığı
karargahında görevlendirilecek subay ve assubayların atanmalarmda Milli Savunma
Bakanlığı'nı yetkili yapan, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Yasa-sı'nın 34'üncü
maddesiyle, 121'inci maddesinin e bendini, Anayasaya aykırı bularak iptal etti. Oysa,
Genelkurmay Başkanlığı tamamen bağımsız olduğu dönem449
lerde dahi, personel hizmetlerini daima Milli Savunma Bakanlığı'nda tutulmuştur.
1961 Anayasası yepyeni bir düzen getirmiş ve yeni dengeler kurmuştu. Yeni bir Milli
Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı yasası gerekiyordu. Bunun için 1970 yılma
kadar beklenmesi gerekti.
MSB ve GENELKURMAYIN YENİ GÖREVLERİ...
17 Ocak 1970 günü, Başbakan Süleyman Demirel" in imzasıyla, Millet Meclisi Başkanlığı'na
iki yasa tasarısı, gerekçeleriyle ve 20 nolu geçici komisyon raporuyla birlikte yollandı.
İlkinin adı «Genelkurmay Başkanı'nm Görev ve Yetkilerine Ait Kanun Tasarısı» diğerinin ise
«Milli Savunma Bakanlığı Görev, Yetki ve Teşkilatı Hakkında Kanun Tasarısı» idi. Milli
Savunma Bakanlığı yasasının başlığındaki YETKİ kelimesi dahi tasarı yasalaştıktan sonra
yayınlanırken çıkarıldı ve sadece «Görev ve Teşkilatı Hakkında Kanun» şekline dönüştü1.
Yasa tasarıları, 12 Mart müdahelesinden sekiz ay önce kesinleşti. Aynı sıralarda Silahlı
Kuvvetler için için kaynıyor ve müdahelenin hazırlıkları yapılıyordu.
18 Haziran günü, TBMM'de Genelkurmay Başkanı'nm görev ve yetkilerinin tartışması
başladı.
İlk sözü alan Güven Partisi adına Hasan Tosyalı, yeni düzenlemenin «... Milli
bağımsızlığımızın büyük teminatı olan aziz ve kahraman Silahlı Kuvvetlerimize hayırlı
olmasını, GP grubu adına dileyerek» kürsüden ayrıldı.
1) Bu iki yasanın tam metni için bakınız Ek: XVIII.
450
Yasa tasarısını Adalet Partisi, Savunma Bakanı savunuyordu. Topaloğlu yaptığı açıklamada
«Bu tasarı zaten gecikmiştir. Ancak sekiz yıldır bir uygulama içindeyiz. Genelkurmay
Başkanlığı ile Savunma Bakanlığı kendi aralarında işbirliğini sürdürüyorlar. İşte bu sekiz
yıllık deneyime dayanarak önünüzdeki tasarı hazırlandı. Bu tasarı Askeri Şûra tarafından,
uzun çalışmalar sonucu bu şekle sokuldu ve hükümetimiz virgülüne dahi dokunmadan
önünüze getirdi» diyerek, Milli Savunma Bakanlığımın adını dahi duyduğu anda sinirlenen
bazı milletvekillerini sakinleştirmeye, güvence vermeye çalışıyordu.
Bu tarihteki TBMM ve Senatosunda ardı ardına yapılan tartışmaları ayrıntılı şekilde okuyunca
garip bir izlenim doğuyor.
Millet Partisi, Milli Savunma Bakanlığımın zaten budanmış yetkilerinin daha da azaltılmasını,
hatta ortadan kaldırılıp her görevin Genelkurmay Başkanlığı' na verilmesini istiyor. CHP o
kadar ileri gitmemekle birlikte, Milli Savunma Bakanlığı'nrn yetkilerinin en düşük düzeyde
tutulmasında isv&r ediyor ve o yönde önergeler veriyordu. Bütün muhalefetin kafasındaki
fikir, Milli Savunma Bakanlığımın bir partiliye verilmesi zorunlu olacağı için, partili bakanın
orduyu siyasete sokabileceği idi.
Tartışmalar başlayınca CHP grubu adına ilk sözü alan Hayrettin Hanasağası (Elazığ)
partisinin çizgisini açıkça ortaya koydu:
—¦ Geçmişteki ve önceki uygulamalarda, Genelkurmay MSB içinde yer almıştı. Son geçmiş
dönemde olduğu gihi kötü uygulamalar, politik çeşitli çıkarlar ve yorumlar, bu temel kuruluşu
MSB'den ayırmış, 1961 Anayasası da Genelkurmay Başkanımı, MSB dışında bırakmıştır.. ,
Esas olarak Genelkurmay Başkanlığı MSB
451
ile bir bütün olarak mütalaa edilmelidir. Her ikisi de birbirini tamamlayan kuruluş ve
makamlardır.
Hanasağası konuşmasında, bazı değişiklik önerilerinde bulunduktan sonra, sözlerini «orduya
selam» ile tamamladı:
— CHP Grubu sözcüsü olarak, Büyük Türk Milletinin aziz varlığı ve özü kahraman Türk
Silahlı Kuv-vetleri'nin en büyük emir ve komuta, sevk ve idare başı aynı zamanda temel
kuruluşu olan Genelkurmay Başkanhğı'na bu kanunun hayırlı ve uğurlu olmasını temenni
eder, Türk Genelkurmay Başkanlığı camiasına ve milli övünç kaynağımız, emsalsiz Türk
Silahlı Kuvvetleri mensuplarına en içten duygularımızla, başarılar ve mutluluklar dileriz.
Güven Partisi de, Milli Savunma Bakanlığı'nm yetkisiz bir bakanlık olmasmda duyarlık
gösteriyordu. Grup adına konuşan Hasan Tosyalı, grubun görüşlerini uzun ve gereksiz bir
tarihçeden sonra anlattı:
— ... Genelkurmay Başkanı artık hem barışta, hem savaşta TSK'nin komutanı olacak. Bir
savaş durumunda komutan değişiminin yaratacağı sakıncalar ortadan kalkacak. Genelkurmay
Başkanı konuyla ilgili başka bakanlıklarla da doğrudan doğruya yazışma yapma se-lahiyeti
tanınmış oluyor. Ordumuzun harbe hazırlanmasında gereken tüm tedbirleri, ilkeleri,
öncelikleri, bütçesine ait ana programları tespit edecek, yabancı devletlerle veya uluslararası
anlaşmaların askeri yönünün tayininde rol oynayacaklar...
Milli Savunma Bakanlığı'nm bırakın sadece yetkilerinin kısıtlanmasını, tamamen ortadan
kaldırılmasını ve bu kadar yetkinin dahi tehlikeli olduğunu ileri sürenlerin başında Suna
Tu^ral (MP) geliyordu:
— ...Anayasamız, Başbakan'la Genelkurmay Başkanı arasmda başka bir makam koymamıştır.
O hal452
de kanunla getirilmek istenen Milli Savunma Bakanlığı Anayasaya aykırıdır. MSB'nin
anlaşılmaz şekilde Silahlı Kuvvetler araşma kanun dışı girişi, kuvvetleri zaafa uğratmakta,
emir-komutayı bozmakta, sorumsuzlukları ve sorumlulukları kanunsuz olarak bölmektedir.
Anayasaya dayanan bir fonksiyonu olmayan MSB'ye yer yoktur.
Suna Tural özellikle «Orduya siyaset sokulması» üzerinde durdu:
— ... Silahlı Kuvvetler politikaya itilmemelidir. Silahlı Kuvvetler, yurdu her türlü iç ve dış
tecavüzden koruma ve kollama vazifesi yapmaktadır... Asker olmayan kişilerin asker
ocağında, Anayasaya rağmen, mevki işgal etmeleri ve kendilerine verilen payelerle, atama,
yükselme, hizmete alma gibi yetki dışı muamelelere girmekle askerlik mesleğinin bağlarmı
koparırlar... Tekrar ifade edeyim ki, Milli Savunma Bakanlığı yetkileri kanunu diye bir
kanuna ihtiyaç yoktur. Genelkurmay Başkanı'na güvenmeli ve yetkilerine ortak aramamalıyız.
Zabıtlara göre, Suna Tural sözünü bitirince, CHP, GP ve MP sıralarından alkışlarla
karşılaşmış.
Hemen ardından söz alan Hilmi İşgüzar (MP), tüm tartışmalar sırasında MSB'ye en sert
eleştirileri getiren kişi olarak görüşlerini özetle şöyle açıkladı:
— ... Genelkurmay Başkanı'mn Başbakan'a sorumlu kılınmasının nedeni, memleketin
emniyetini, milli güvenliğini ilgilendiren konularda müessir olduğu için ordu ve onun başı,
doğrudan doğruya bütün bakanların üzerinde, onların inhasını, tayinini yapan Başbakan'a
karşı sorumlu tutmak suretiyle, icabında bütün bütçelerin dışında, ona katkı da katabilmek ve
Genelkurmay Başkanlığı'nm ileri sürdükleri fikirleri, teklifleri bir Bakanlar Kurulu'nun başı
olarak, icabm453
da Büyük Millet Meclisi'ne getirebilmek içindir... Diyorlar ki, 'uzun yıllar, Genelkurmay
Başkanlığı'nm bağımsız olarak vazife görmüş olmasının çeşitli mahzurları ortaya çıkmıştır ve
bu mahzurların ortaya çıkmasından sonra, yeniden bazı kanunlarda değişiklik yapılmıştır.'
Kendilerine soruyorum, Genelkurmay Başkanlı-ğı'riın bağımsız olarak çalışmış olmasından
mütevellit meydana gelen mahzurlar, sakıncalar nelerdir? Genelkurmay hiçbir siyasetin içine
girmeden, memleketin milli emniyetini ve milli güvenliğini en iyi şekilde elde tutmaktan
başka bir şey düşünemez... Bence Genelkurmayın görev ve yetkilerini tespit eden bu tasarı
yetersizdir. Milli Savunma Bakanlığı'na büyük yetkiler verilmektedir. Bu tasanlar kabul
edilirse, doğrudan doğruya ordunun içerisine siyaset sokulmuş olacaktır.
İşgüzar konuşmasında, tasarılarla ilgili olarak Türk Silahlı Kuvvetleri üyelerinin lobi
yaptıklarına da dikkat çekti:
— ¦... Hepimizin bildiği gibi, subayların, asker arkadaşların koridorlara kadar geldikleri, her
gün beyanname dağıttıkları, işte bunun bir neticesidir. Milli Savunma Bakanı'nm beyanatında
da görüyoruz; şunlar yapılacak, bunlar yapılacak diye... Arkadaşlar, bizim elimizde siyasetin
girmediği tek müessese olarak ordu kalmıştır. Bu bakımdan biz ne Fransa'ya, ne İngiltere'ye
benzeriz... Ordumuzun içersine, iktidar veya muhalefet olsun siyasetin girmemesini temin
edici kanun tasarıları üzerinde dikkatle durmamız gerekmektedir... Milli Savunma sanayii
MSB'ye bağlanamaz. Savunma sanayii, en iyi işi bilen Erkaniharbiye'dir. Mesela tipik bir
misal vereyim. Kırıkkale fabrikası bir zamanlar askeriyeye bağlı idi ve o zaman en verimli
şekilde çalışma yapıyordu. Zira askerlik müessesesi içine grev giremez, siyaset olamaz.
Sanayi Bakanlığı'na bağlandıktan son454
la her gün grev ve lokavt ile fabrikanın düştüğü durum ortada.
Milli Savunma Bakanı Topaloğlu bu heyecanlı konuşmalar üzerine müdahele edip, tasarıların
Askeri Şû-xa tarafından hazırlandığını, yani askerlerin vr sekiz yıllık bir denemenin sonucu
yapıldığını tekrarladıktan sonra, orduya siyaset sokulması konusuna özellikle değinmek
zorunda kaldı:
— ... Her şeyden evvel bu memleketin güvenlik ve bütünlüğünün teminatı olan Türk Silahlı
Kuvvetleri'ne hükümet olarak daima politika sokmamak gayreti içinde bulunduk ve bu
kanunla, TSK'nin yetiştirilmesi, eğitilmesi için Milli Savunma Bakanlığı'na en ufak bir yetki
verilmemiştir. Genelkurmay Başkanı komuta hizmetleri bakımından tamamen müstakil, Milli
Savunma Bakanlığı'na bağlı değil, Başbakan'a sorumlu bir makam olmaktadır.
Asker kökenli parlamenter Ahmet Buldanlı'nm bir cümlesi, ordunun partililere nasıl baktığını
göstermesi açısından ilginçti:
— Türk ordusunun ananevi hasletleri vardır, kurulduğu gündenberi de politikaya iştirak
etmemiştir... O kadar politikanın dışındadır ki, politikacılar bu müesseseye hiçbir şekilde
sızamamışlardır.
Adalet Partili Hüsamettin Başer de konuşmasında yasayı savunurken, ordu-sivil hükümet
ilişkilerine değindi:
Bugün, 1946 yılında kurulmuş olan demokratik idarenin gerçekleşmesinde elbette Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin büyük bir yeri, payı vardır. Şunu iftiharla söyleyebiliriz ki, 1965'den
beri Türk Silahlı Kuvvetleri Türk milletinin bütünlüğü ve birliği için daima kanun ve nizamlar
içersinde kalıp sivil otoriteyle işbir455
ligi yapmıştır. Biz bundan da iktidar olarak memnunuz.
16 ve 18 Haziran günleri yapılan bu uzun tartışmalar sırasında, yasa tasarısına yirmiye yakın
değişiklik önergesi getirildi. Tümü de, Genelkurmay Başkanlığının yetkilerini biraz daha
güçlendirmeye ve MSB ile görev ayırımını netleştirmeye yönelikti. Ancak, Askeri Şûra'dan
çıkıp gelen bu tasarının aynen yasalaşması için AP kanadı çok disiplinli bir oylama sistemi
uyguladı. İkisi dışında hepsini reddetti. Bu değişikliklerden biri, Genelkurmay kelimesinin
Genel Kurmay diye ayrı yazılmasının yanlışlığı, diğeri de metnin bir yerine «bu» kelimesinin
eklenmesiydi.
Genelkurmay Başkanlığı'na fazla bağımsızlık verildiği yönünde son derece yumuşak
deyimlerle bir iki kişi değindi. Bunlardan biri de AP Uşak milletvekili Fahri Uğrasızoğlu idi.
— Hatırlayacağınız gibi, daha önceki Genelkurmay Başkanımız bir alayişle yanında bazı
generaller de olmak üzere, bakarsınız bir gün petrol dairesine gider, temaslarda bulunur, bir
gün Ziraat Bankası'na. gider temaslarda bulunur ve bunun kamuoyunda ne kadar büyük bir
endişe ve üzüntü ile mütalaa edildiğini, karşılandığını hepiniz çok iyi hatırlarsınız. Gerçi her
Genelkurmay Başkanı aynı şekilde yapmaz, aynı tutum ve davranış içinde bulunmaz ama,
demek ki yapanlar da çıkabiliyormuş. Bilhassa yakın tarihinde acı bir tecrübe geçirmiş olan
bir memlekette, bir 27 Mayıs ihtilali geçirmiş memlekette, birtakım dedikoduların alıp
yürüdüğü bir ortam içersinde, bir Genelkurmay Başkam'nm bazı generallerle kalkıp, daire
daire dolaşmasının sakıncalarım herhalde takdir edersiniz. Onun için, Genelkurmay
Başkanlığı'nm herhangi müstakil bir daire ile doğrudan doğruya bakanlık dışında yazışma
yapması, te456
maşlarda bulunması doğru değildir. (4'ncü maddeyi kastederek) Binaenaley, bu hususun
mutlak surette bu metinden çıkarılmasına ihtiyaç vardır. (AP sıralarından alkışlar)
Hemen karşı görüşü savunanlar arka arkaya söz aldılar:
(HİLMİ İŞGÜZAR): ... Bu madde aksine çok yerindedir. Çünkü Genelkurmay Başkanı, sayın
bakan beyin burada ifade ettiği gibi, hiçbir bakanlığa bağlı değildir... Elbette görev ve
yetkilerine ait konularda, milli güvenlik yönünden lüzumlu gördüğü zaman bunu icabında
gizli olarak da her türlü kuruluşlarla temas edecek, onlardan bilgi alacaktır. Bu, onun tabii
hakkıdır.
- (HASAN TOSYALI): ...Genelkurmay Başkanı'nm görev ve yetkilerini kabul ediyoruz,
ancak bunlarla ilgili hususlarda ilgili bakanlıklara, kuruluşlara yazı yazmasından endişe
ediyoruz. Böyle şey olmaz. Bir memleketin Genelkurmay Başkanı ya vardır veya yoktur.
Anayasa ile, kanunlarla görevi, yetkisi tayin edilen bir makamın göreviyle ilgili şuraya buraya
yazı yazmasından endişe duymak kadar üzücü bir şey olamaz. Hükümetin 4'üncü madde
önerisi uygundur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 18 Haziran, Se-nato'da da 31 Temmuz günü oylanıp kabul
edilen bu iki yasanın tartışmaları sırasında, ordunun Türk siyasi hayatı içindeki yerine kimse
değinmemiş. Sadece maddeler üzerinde konuşulurken, satır aralarında, muhalefet ordunun
mümkün olduğu kadar bağımsız kalmasını önermişler, önerilerin sahibi durumunda oldukları
için son derece üstü kapalı şekilde de AP'den bazıları «fazla bağımsızlığa» karşı çıkmakla
yetinmişler.
Genelkurmay-Milli Savunma ilişkileri bu yasalar457
dan sonra, herhangi bir sürtüşme olmadan yürümüştür, MSB, Genelkurmay'a para bulmak ve
istenilen silahların bağlantılarım yapmak, Genelkurmay Başkanları basma açıklama
yapmaktan hoşlanmadıklarından dolayı da, TSK adına demeçler vermenin ötesine
gitmediğinden, herhangi bir kriz doğmamıştır. Herkes rolüne göre hareket etmiştir.
Genelkurmay bu yasayla belirlenmiş görev ve yetkileri konusunda çok duyarlıdır.
Hükümetlerle ilişkilerinin ölçü ve düzeyini oluşturan tutumları dikkatle izler, protokolü
titizlikle uygular.
12 MARTIN GETİRDİĞİ DEĞİŞİKLİK...
TBMM'deki bu tartışmalardan yedi ay sonraki 12 Mart müdahelesi, ordu-sivil hükümetler
arasındaki ilişkiye yeni bir unsur getirdi:
Yüksek Askeri Şûra.
26 Temmuz 1972 tarihinde 1612 sayılı yasa kabul edilirken, amaç hükümetlerle ordu
arasındaki diyalogun biraz daha genişletilmesi ve Milli Güvenlik Kuru-lu'nuakinin aksine,
toplantılara sadece Kuvvet Komutanlarının değil, bütün orgeneral ve oramirallerin de
katılmasıyla temasın yaygınlaşmasının sağlanmasıydı.
Sivil kanattan sadece Başbakan ile Savunma Baka-nı'nm katılacağı Şûra'da başkanlık etme
Başbakan'a verilmekte, bulunamadığı zaman Genelkurmay Başkanı bu görevi alacaktı.
Şûra'nın görevleri de şöyle düzenlendi:
— Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanacak askeri stratejik anafikrin (konsept) tespiti
ve ge-, rektiğinde yeniden gözden geçirilmesi hususlarında görüş bildirmek.
458
— Silahlı Kuvvetler'in ana program ve hedefleri ile ilgili konularda görüş bildirmek;
— Silahlı Kuvvetlerle ilgili önemli kanun, tüzük ve yönetmelik taslaklarını inceleyip görüş
bildirmek;
— Başbakan, Genelkurmay Başkanı veya Milli Savunma Bakanı'nm lüzum gördükleri
taktirde Silahlı Kuvvetlerle ilgili diğer konular hakkında görüş bildirmeleri;
— Terfileri kararlaştırmak;
Sadece barış zamanında çalışacak olan Şûra, Şubat, Ağustos ve Kasım aylarmda veya
Başbakan, Genelkurmay Başkanı veya Milli Savunma Bakanı'nm istemi üzerine de ayrıca
toplanabilir. Toplantı günü, yeri ve gündemi, Genelkurmay Başkanı'nın önerisi ve
Başbakan'ın onayı ile belirlenir. Kararlarda herkesin oyu eşittir ve salt çoğunlukla alınır.
Yüksek Askeri Şûra'nın genel sekreterliğini, Genelkurmay İkinci Başkanı yapar.
Böylece Milli Güvenik Kurulu'ndan sonra bu yeni organ ile, sivil iktidarlar Genelkurmay
çalışmaları hakkında daha geniş bilgi sahibi olabilmeye başlamışlardır. Genelde hazırlık
çalışmalarının Genelkurmay tarafından yapıldığı konulara sivil hükümetlerden şimdiye kadar
bir itiraz olmamıştır. Fikirlerin söylenmesiyle yeti-nilir.
Şûra toplantılarında yaygın bir diyalogun gelişeme-mesinin bir diğer nedeni de, askeri
kanadm konuya çok ciddiyetle girmesi ve toplantı öncesinde kendi içinde bir araya gelerek
görüşülecek konular hakkında ortak tutumunu saptayabilmesidir. Varsa görüş ayrılıklarının
toplantı öncesinden giderilip masaya oturulduğunda, karşıdaki hükümet kanadı, fazla
ayrıntıya girememektedir. Gündemin seçimi ve düzenlenmesi Genelkurmay tarafından
yapılmasına rağmen, sivil hükümet üyelerine bir ay öncesinden konular hakkında bilgi
verilmek459
tedir. Belki; ana konularla ilgili fazla bilgi akımı sağlanamamasından doğan bu durum halen
sürmektedir.
1982 ANAYASASINDA YİNE FARKLILIK. .
1982 Anayasası ordunun statüsünde herhangi bir değişiklik yapmadı. Buna karşılık
Cumhurbaşkanının artırılan yetkilerine paralel olarak Cumhurbaşkanı ile ordu arasındaki
ilişkiler de artırıldı. Temsili dahi olsa eskiden de Başkomutan sayılan Cumhurbaşkanının, bu
niteliği daha açıkça belirtildiği gibi, 104'üncü maddede şu yenilikler getirildi:
— TBMM adına Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Başkomutanlığını temsil etmek,
(1924 Anayasasından bu yana gelen Başkomutanlık konusu 82 Anayasasında kesinliğe
kavuşturuldu ve «Genelkurmay Başkanı Silahlı Kuvvetler'm Komutanı olup, savaşta
Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanı namına yerine getirir» cümlesi 117'nci maddeye
eklenir. 1924'te, Genelkurmay Başkanı sadece barışta orduyu hazırlayan ve yöneten kişi iken,
1982'de savaşta -barışta ve her yönüyle Komutanı durumuna geldi. Anayasalardaki bu hukuki
yaklaşıma rağmen, 1924'ten bu yana, uygulamada Genelkurmay Başkanları daima tek
Komutan olarak görülmüştür. Anayasalardaki değişiklikler, pratikteki durumu
hukükileştirmişlerdir.)
— Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek, (Bu konudaki karar TBMM'ne
aittir. 92'n-ci maddede, TBMM tatilde veya toplantısı olmayıp çalışmalarına ara verdiği bir
sırada, ülkenin ani bir saldırıya uğraması durumunda Cumhurbaşkanının da Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin kullanılmasına karar verebileceği, yenilik olarak getirilmiştir.)
460
— Genelkurmay Başkanı'nı atamak,
(Atama Bakanlar Kurulu'nun önerisi üzerine yapılır. Bu madde 1961 Anayasasında da vardı.)
— Milli Güvenlik Kurulu'nu toplantıya çağırmak,
— Milli Güvenlik Kurulu'na Başkanlık etmek, (Son madde 1972'de. değiştirilip bu duruma
sokulmuştur.
1982 Anayasasının getirdiği diğer değişiklik Milli Güvenlik Kuruluyla ilgili oldu.
1961 ve 1972'de Başbakan'm istediği veya görüşülen konuya göre Bakanlafm davet
edildikleri Kurula, bu defa Dışişleri Bakanı'nm sürekli katılması kararlaştırıldığı gibi, üçüncü
paragrafında da önemli bir deği-.şiklik yapıldı.
1961'de sözü geçen paragraf «MGK, Milli Güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve
koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar
Kurulu'na bildirir.» şeklindeydi.
1972'de aynı paragraf «MGK, Milli Güvenlik ile il-.gili kararların alınmasında ve
koordinasyonun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu'na tavsiye eder.»
oldu.
1982 Anayasasmda ise, «MGK, Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve
uygulanması ile ilgili kararlann alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki
görüşlerini Bakanlar Kurulu'na bildirir. Kurulun, devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin
bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını
zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar, Bakanlar Kurulu'nca •öncelikle dikkate alınır.» şekline
sokuldu.
461
Böylece bu kurula hükümetin dışında ve üstünde bir yer ve rol verilmiş oldu. Nitekim MGK
bu çerçeve-içinde Erzurum Atatürk Üniversitesi bahçesindeki ağaçların kesilip
kesilmemesinden, TRT program saatlerine,, dış tanıtmadan Dış İlişkilere kadar, ele aldığı
konuları genişletti. Güvenlik sorunlarının da dışına çıkıldı. Yeni yetkilerle donatılmış
Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının bulundukları toplantıda;
Başbakan, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlarına, Cumhurbaşkanı ile Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin görüşleri, duyarlıkları üst düzeyde anlatılmakta, TSK belirli oranda ülke
yönetimine katılmaktadır. Türkiye'' deki bu uygulama hiçbir Batı > ülkesinde yoktur.
VAKIFLAR1...
1970'den sonra başlayan ve halen süren diğer bir uygulama da «Kuvvetleri Güçlendirme
Vakıfları» oldu.
Ordunun silahlanma çabalarına ek bir destek olması için kurulan Vakıflar, bugünkü değeriyle
yaklaşık 1*0 milyar liralık özvarlığı, toplam 600 şubesi ve-16 ayrı yatırımda payı bulunan dey
bir holding olma, yoluna girmiştir.
Vakıfların kurulmasında dört temel neden vardır
— Ordunun para gereksinmesinin giderek artmasına karşılık, devlet bütçesinin kısıtlı
olanakları nedeniyle, ek bir destek yolu bulma çabası.
— Özel sektörün- ilginç görmediği veya gücünün, üzerinde bulduğu, devletin de yatırım
yapmadığı savunma sanayiini kurmak, hiç değilse ilk temelini atmak.
1) Vakıflarla ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız Ek: XIX.
462
— Bütçede para bitmesi gibi durumlarda ivedi harcamaları karşılamak ve son derece ağır
işleyen devlet bürokrasisi kurallarından kurtulup daha esnek bir «para kullanılacak kaynak»
bulmak.
— Halkın bağış potansiyelini değerlendirebilmek.
İlk ciddi adımı, Muhsin Batur kuvvet komutanıyken, Hava Kuvvetleri'ni Güçlendirme Vakfı
(Kuruluşu: 1970) attı. 25 Ağustos 1971'de (12 Mart askeri müdahalesinden sonra) Meclis'ten
geçirilen 1473 sayılı yasa, Milli Piyango'nun net kârının tamamını, her türlü spor, müsabaka
ve gösterilerden, sinema, tiyatro, konser, sirk, fuar, panayır, at yarışlarına girişte kesilen
biletlerden maktu bir ücret ve at yarışı müşterek bahislerin brüt bilet satış hasılatının yüzde
10'unun Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakf ı'na verilmesini sağladı. Böylece garantili yasal
bir destekle kurulan bu vakıf, içlerinden en zengini oldu. Yaklaşık tüm gelirleri 1985 sonu
itibariyle 85 milyar Türk lirasını buldu1.
— Atatürk 1929'da kendi el yazısıyla «Tayyare piyangosunun geliri Hava Kuvvetleri'ne
devlet bütçesine ilaveten verilir» diye yazmış. Oysa maliye bu emri görmemezlikten gelip,
Milli Piyango'yu sürekli hazineye aktarmış. Muhsin Paşa bu durumu anlayınca hemen
harekete geçti. Öylesine sıkışıktı ki, uçak yakıtı alacak parayı zor buluyordu. Yasayı hazırlattı
ve Meclis'ten geçirdi... Kolayhk büyük ölçüde arttı. Bir han1) 1985 haziranında hükümet yasada bir değişiklik yaptı ve Milli Piyango gayrisafi kârının
yüzde sadece 10'unun "Hava Kuvvetleri'ni Güçlendirme Vakf ı'na verilmesini kararlaştırdı.
Yeni kurulan tanıtma vakfı da Milli Piyatıgo'dan yararlanacak. 1984'te Milli Piyango'nun kan
30 milyar TL idi. Vakfın piyangodan geliri yaklaşık yüzde 40 azalacak.
463
gar yanar veya pist bozulur, hemen tamiri gerekir. Oysa bütçede para kalmamıştır.
Bekleyemezsiniz ki, hemen Vakıftan para çekip yaptırabilir olduk. Temel amaç, Muhsin
Paşa'nm uçak yaptırmak ve en zayıf yönümüz olan uçak sığınakları inşasını gerçekleştirmek
arzusundan kaynaklanmıştı.
Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı şimdi uçak gövdesi, motoru, lastiği yapan şirketlerde,
elektronik sanayimde hisseleri olan büyük bir kuruluş durumunda.
Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı 1972'de adını değiştirip yeniden canlandırıldı1.
Yaklaşık 10 milyar Türk liralık öz varlığı ile, Deniz Kuvvetleri'nin gereksinmelerini sürekli
nakitle karşılamaya ve denizciliği sevdirici çalışmalara ağırlık veriyor. Üç Vakıf arasında en
gerçek Vakıf niteliğindeki denizcilerininkidir.
Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, deniz ve havanın vakfı varken ve bağış yağarken
bundan yararlanmak amacıyla kurulmuş:
— 26 Ağustos 1974'de kurulduk. Kıbrıs harekâtının coşkusu içinde halktan birdenbire bağış
yağmaya başladı. Bir anda 18 milyon lira, 100 bin kutu konserve, çimento, arazi bağışlayanlar
dahi vardı. Genelkur-may'm müsaadesiyle vakfı kurma yoluna gittik. Amaç Kara Harp
Sanayiini geliştirmek, yeni sanayiler kurmak, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin vurucu gücünü
arttırmak ve orduyu dışa bağımlılıktan kurtarmaktı.
1) En eski vakıftır. 1909'da kurulup 1943'e kadar gemi alımı için bağış kampanyası yapan bu
vakıf, 1965'de bu defa Cumhuriyet gazetesinin girişimiyle «Millet yapar» sloganı etrafında
çıkartma gemisi inşası için «Türk Donanma Cemiyeti» adıyla yeniden faaliyete geçmiştir.
1972'de adı «Türk Donanma Vakfı» diye değiştirilmiş, 1981'de de «Türk Deniz Kuvvetlerini
Güçlendirme Vakfı» olmuştur.
464
Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı'nm diğer iki vakfa oranla farkı, genelde yatırımlarında
çoğunluğu elinde tutması, özvarlığı da 15 milyar TL'ye yaklaşıyor.
Her üç vakfm yönetim kurulu başkanları da, o andaki kuvvet, komutanları. Başkan
yardımcıları da kuvvetin 2'nci başkanları oluyor.
— Paranın nereye, nasıl harcanacağına yönetim kurulları karar verir. Ya bağlı olunan
kuvvetten bir istek gelir ve o karşılanır veya bir yatırım kararlaştırılır. Paranın mümkün
olduğu kadar iyi harcanması ve kârlı yatırım yapılması gözetilir. Komutanlar fazla zaman
ayıramazlar. Zaten dedikodu çıkar diye özellikle de gelmek istemezler. Biz daima kuvvetten
gelen isteklere öncelik vermeye çalışırız. Bazı söylentilerin aksine, şimdiye kadar bir tek
komutanın makam odasını döşemedik. Üstelik her yıl vakıflar tarafından denetimden geçeriz
ve her şeyimiz, hesaplarımız açıktır. Kapalımız, gizlimiz olamaz.
Vakıflar ve Vakıfların yatırım yaptığı şirketler, emekli subaylar için bir iş bulma olanağı da
yaratıyor mu?
— Kara Vakfında yönetim kurulunun 4'ü sivil, 5'i askerdir. 11 kişilik genel
müdürlüğümüzdeki 2 şoför, 1 yazıcı, 1 hademeyi de Kara Kuvvetleri Komutanüğı destek
olsun diye verir. Vakfm başkanı, günlük işlerini yürüten kişi emekli subaydır o kadar.
Şirketlerimizde kaç subay kökenli var bilemiyoruz, ancak biz konunun teknisyeni değilse,
hiçbir asker kökenliye iş bulma amacında veya çabasında değiliz.
— Bu vakıflar kuvvetlerle iç içe çalışıyor. Sizler askersiniz, yatırım, para işletme gibi işler
bambaşka beceri ve bilgi gerektirir. Nasıl işin içinden çıkıyorsunuz?
465
— Örneğin Kara Vakfının teknik kurulu, Kara Kuvvetleri'nin teknik dairesidir. Komutan
gelip ihtiyacını bildiriyor. Yatırım ve üretim önceliklerini KKK saptıyor. Fizilibiliteyi yine
vakıfla birlikte kuvvet komutanlığı araştırıyor. İşten en iyi anlayan iş adamlarından da yardım
ve destek görüyoruz. Yol gösteriyorlar. Yatırımlar süresince de en büyük desteği devletten
aldık. Ne istedikse, adamdı, bilgiydi, araç ve gereç her şeyi verdiler. En büyük şansımız da bu
oldu. Özel sektör kurmaya kalksa böyle bir destek bulamazdı. Dünyada bizdeki gibi bir
uygulama yok. Yatırımların tümü de anonim şirket. Sadece orduya satmak amacıyla da
yapmadık. Aksi halde elimizde kalabilirdi. Örneğin ASELSAN,, sırtta taşman veya arabaya
konan telsiz, 33 tür değişik elektronik mal üretiyor. Bunların yüzde 50'sini orduya, gerjsini
sivil sektöre satıyoruz. 84 - 85'de 30 milyon dolarlık ihracat yaptık. İhalelerde piyasa rayici
düzeyinde olursak Milli Savunma alıyor. Yani sırtımızı, garantili alıcıya dayamadık. Aramıza
özel sektörü almıyoruz. Hisse satarsak yanlış anlaşılır diye...
— Ne oranda başarılısınız? Ne kadar kâr ediyor?
— Bazıları kâr edemez. SİDAŞ (Sivas Dokuma Fabrikası) ve KÖYTAŞ dışındaki Kara
Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı'nın girişimleri henüz kâr etmiyorlar.
— Amacın dışındaki yatırımlar neden yapıldı?
— Kâr edilsin diye.
— Bağışlar nasıl oluyor?
— Hava'ya bağış geliri çok azdır. Yasal geliri olduğu için fazla çaba harcamazlar. Deniz de
genel faaliyetlerle (balo, gösteri «vs.) ve oranı yüksek olmayan bağışla para toplar. Kara
Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ise en büyük oranda bağış geliri ile yaşar. Ay466
rica işletilen paranın faizi, yatırımlar da katılır. En çok yardımı 1974-76 döneminde aldık.
Kıbrıs ve ardından Amerikan ambargosu sırasında... 77-79 döneminde bu girdi duralaymca il
ve ilçelere kadar yardım komiteleri kurduk. 400 şubemiz var. Bu yola gittik. 1980 müdahelesinden sonra da birden artış oldu. 82- 83'de yine durakladı. Şimdi düz bir çizgide
gidiyor.
— Komutanlar bağış için bulundukları yörelerdeki gruplara veya zenginlere telkinde
bulunmuyorlar mı?
— Her şubemizin başkam o yörenin en üst rütbeli komutanıdır. Ancak şubelerde siviller
gönüllü çalışır. Makbuz keserler daima. Daima destek olurlar zira bizim temsilcilerimizdir.
Zorla yapamazlar, ancak örneğin Minibüsçüler Derneği toplanıp bir bağış yaparsa, bu defa
Otomobilciler Derneği «Ne olur ne olmaz, belki askeri gücendiririz» diye kendi başlarına
organize olurlar. Veya Deniz'e bağış yaptıysa, Kara'ya da bağış yapmanın iyi olacağmı
düşünenler olur elbette.
— Bazı komutanların kendi şubelerinin en çok parayı toplaması için telkinde bulundukları
bilinen bir gerçek. Bu durum gereksiz söylentilere dahi yol açmıştı. Siz ne yapıyorsunuz?
— Genelkurmay Başkanlığı en son Haziran 1985'de olmak üzere bugüne kadar 15 emir
çıkarttı. Piyasadan hediye, bağış toplanmasını yasakladı. Garnizon komutanlarının baskı
anlamına gelecek en küçük imadan dahi çekinmeleri gerektiğini, bağış için başvuru olursa
yardım etmekten ileri gidilmemesini özellikle vurguladı. Bu emirden sonra, komutanlar
sadece yönlendirmeye ve denetlemeye bakıyorlar, o kadar.
Güçlendirme Vakıfları, sakıncaları her geçen gün daha belirginleşen ve en kısa sürede
düzenlenmesi gere467
ken uygulamalardan biridir. Genelkurmay'da bu yöndeki eğilime, Özal hükümetinin savaş
sanayiini özel sektöre devretme ilkesine rağmen Vakıflar hâlâ işlemektedir.
Sakıncaları çeşitlidir:
— Bugünkü silah sistemleri son derece pahalan-mıştır. Bağış ile veya pil fabrikası kurarak
kazanılacak parayı bankaya yatırıp elde edilecek faizle Türk Silahlı Kuvvetleri donatılamaz.
Bu görev devletindir ve ortada bir gereksinme varsa, bu bütçeden karşılanır. Para yoksa,
olduğu kadarına göre silahlanılır.
— ~Bu vakıfların katılımları ilerde büyüyerek hem öz varlıklarını, hem de kârlarını
"katladıkça, zorunlu olarak yeni yatırımlara girilecek ve ilerde dev holdinglerle karşı karşıya
kalmabilinecektir. Savunma sanayii için dahi'olsa holdinglerin kuvvetlerle iç içe olmaları,
kuvvet komutanlarının holdinglerin başında fiilen yö-netiyormuş gibi (yanlış olsa dahi) bir
görüntüye sahip olmaları çok sakınca yaratır.
— Vakıfların her biri kendi görüşleri doğrultusunda yatırımlara gitmekte, projelere
bağlanmaktadır. Aralarında yeterli koordinasyon bulunmamaktadır. Hükümetin genel
politikası çerçevesinde ve hem özel, hem de devlet sektörünün katılmasıyla yürütülmesi
gereken savunma sanayii, amatör vakıf yöneticilerine ve kuvvet karargahlanndaki proje
subaylarıyla değil, ancak genel bir plan ve programla gerçekleştirilebilir. Zaten az olan
kaynaklar da israf edilmemiş olur.
Türk halkının bağış* potansiyeli değerlendirilmek isteniyorsa, herhalde bir tek vakıf kurulur
ve herkes
468
buraya istediğini verir. Bu uygulamanın sürmesi Türk ordusunu ilerde yaralayacaktır1.
T.S.K'nın TOPLUMLA İLİŞKİLERİ: SAYGILI, ANCAK MESAFELİ...
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, diğer Batılı ülkelerden farklı olarak toplumla çok daha yoğun bir
ilişki düzeyi vardır. Başka orduların aksine, sıkı yönetimlerle sık sık polis-jandarma görevi
verilir ve günlük hayatta rol alır2;
Ülke bütçesinin yüzde 25'ini harcadığımız Silahlı Kuvvetler, günlük ekonomimizi de zorunlu
olarak etkileri .
Buna rağmen, toplumla ordu arasındaki ilişkiler daima, saygılı ancak mesafeli kalmıştır.
Toplumun gözünde Silahlı Kuvvetler hayatın bir parçasıdır. Otoriteyi ordunun temsil ettiğine
inanır. Bir tabii felakette olsun, günlük yaşantısında olsun başı sıkışınca orduya başvurmak
ister. Kimi erliğinde ordudan bir şeyler öğrenmiştir, kimi güç anlarda yanında asker
bulmuştur. TSK, Türk toplumunun gözünde büyük saygınlığı olan tek kuruluştur denilebilir.
Basın ile ilişkileri ise soğuktur. Subay4 genelde ba-, smdan çekinir. Bir yandan askeri
konulara yeterince eğilmemesinden yakınır, öte yandan da her askeri ko1) Genelkurmay'ın son bir emriyle yakıların yönetiminde uzak-yakın muvazzaf subayların
bulunması yasaklandı. Kuvvet Komutanları ise sadece şeref veya onur başkanı gibi bir görev
alacaklar. Vakıflar bundan böyle kendi Genel Kurullarının statülerine göre yönlendirilecekler.
2) Türkiye'de sıkıyönetimlerin ne zaman ve ne gerekçeyle ilan edildiğinin listesi için bakınız
Ek: XX.
¦¦¦¦i
469
nuyu «sır» gibi görme eğiliminden dolayı kendi içine kapanıktır.
Başka ülkelerde basın ile ilişkileri Milli Savunma Bakanlıkları düzenler ve yönlendirir.
Türkiye'de, MSB' nin olayların pek-içinde bulunmaması ve önem vermemesinden dolayı,
askeri konular giderek garip bir gizlilik içine sokulmaya, adeta tabu haline getirilmeye
başlanmıştır. Bu karşılıklı çekimserlikler nedeniyle Türk toplumu Silahlı Kuvvetleri'yle ilgili
gelişmelerin önemlice bir bölümünü fısıltı gazetesinden öğrenme durumuna düşer. Veya
aniden yapılan bir açıklamanın tam olarak ne anlama geldiğini bilemeden kabullenir.
Batı dünyasmda herhalde, Türk Silahlı Kuvvetleri kadar tasarrufları toplum tarafından
denetimsiz bırakılan bir başka ordu yoktur. Silahlı Kuvvetler kendi kendilerini denetlerler,
Cumhuriyet dönemi parlamentoları, başka bütün bakanlıkların bütçelerinde değişiklikler,
kısıntılar yaparken, Milli Savunma Bütçesi'nde bir tek defa dahi anlamlı bir inceleme veya
kesinti yapmamıştır. Bütçeler daima «Orduya selam» sloganıyla geçmiştir.
1974 - 79 döneminde yaptığımız bir incelemede. Milli Savunma, harcamalarıyla ilgili bir tek
soruya veya önergeye rastlayamadık. Bazı kentlerde askerlik şubesi açılması, askeri uçakların
sivil hükümet yetkilileri tarafından kullanılıp kullanılmadığı gibi konularda birkaç cılız
sorunun dışında, Milli Savunma Bakanlarının yıl içinde kürsüye çıkıp bilgi verme zorunluğu
duymalarının sayısı beşi geçmemiştir. Hele-hükümeti düşürmek için, 1979'da açılan gensoru
önerge kampanyasında çeşitli bakanlığa 59 gensoru verilirken, Milli Savunmaya bir tek
gensoru dahi yöneltilmemiştir.
Buna karşılık «orduya selam» geleneği yerleşmiştir.
470
İlk defa 24 Şubat 1959'da, MSB bütçesi kabul edildikten sonra 17 milletvekilinin yedi ayrı
önerge vererek «Yurdumuzun ye istikbalimizin koruyucusu şanlı ve kahraman ordumuza,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nir. .selam ve muhabbetlerinin» iletilmesini istemeleriyle
başlayan bu gelenek de, dünyanın başka bir ülkesinde yaşanmamıştır.
Atıf Benderlioğlu, Celal Dora, Turan Feyzioğlu, Baha Akşit, Mazlum Kayalar, Nüvit Yetkin,
Şinasi Ataman, İ.S. Omay, M. Ali Ülgen, Cemal Bakiçelebioğlu, Tacettin Barış, Mehmet
Erdem, Nüzhet Ulusoy, Ahmet Hamdi Sezen, Dündar Başar, Yakup Karabulut, Sami
Göknar'm kişisel ve ayn grupları adına verdikleri bu önergelerden sonra kürsüye gelen Ethem
Menderes de teşekkürlerini sunmuştu:
— Milletimizin güven kaynağı olan şanlı ordumuz, •şeref duygusu ile yapmakta olduğu vatan
muhafızlığı vazifesini, itimat ve gurur veren bir dikkatle yürütmektedir. Kahraman
ordumuzun, milletimize ve vatanımıza olan şükran ve bağlılıklarını, onun vekili olarak yük.sek huzurunuza arz ederim. Türk Silahlı Kuvvetleri'ne de selam ve muhabbetlerinizi
ulaştırmakla müftehir olacağım, (sürekli alkışlar)
İhtilalden sonra toplanan ilk Meclis'te de aynı gelenek sürdürülmüş. 21 Şubat 1962
oturumunda, MSB bütçesinin sonuna gelindiğinde, her partiden toplam 21 milletvekili yedi
ayrı önergeyle «MSB bütçesinin kabulü münasebetiyle Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri'ne
ve onun fedakâr mensuplarına Millet Meclisi selam, şükran, güven ve sevgilerini» iletir.
Oturum başkanınm oya sunuşu, ardından heyecanla «Arkadaşlar, kabul edildi, ittifakla kabul
edildi» diye sonucu bildirişi ve bu açıklamanın uzun alkışlarla karşılanması, o dönemdeki
HHÜ
.471
Senato'da da yankı bulmuştu. Bu defa 1 Şubat 1963'de Cumhuriyet Senatosu'nda partili
partisiz tüm gruplar adına birer kişinin imzasının bulunduğu «Kahraman Silahlı
Kuvvetleri'mize olan güven ve başarı dileklerimizin iletilmesini istiyoruz» önergesi yine
alkışlarla kabul edilirken, gelenek artık tam anlamıyla yerleşmeye başlamıştı. 1964'deki
selamın altında Türkiye İşçi Partisi senatörü Niyazi Ağırnaslı'nm imzası dahi vardı.
1966'da bir farklılık göze çarptı. Senato'da eskiden partili partisiz tüm gruplar bir önergenin
altına imza atarken, bu kez iki önerge verildi. CHP grubunun ayrıca verdiği önergenin dili de
değişikti: «... Büyük Türk milletinin ve vatanımızın varlığının şerefli gücü ve teminatı olan
kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri...»
Oturum başkanları da artık oylamaya dahi gerek görmeden, alkışlar arasmda önergeleri
Başbakanlığa iletiyor ve 3 Şubat günü yapılan bu konuşmalarda son sözü alan senatör Hazım
Dağlı, o dönemde çoğunluğa yakın bölümün görüşlerini yansıtır biçimde konuşuyordu:
— ... NATO tesisleri, o da görülmeye değer. Memleketimize hakikaten faydalıdır.
Görmediğimiz için bilmiyoruz arkadaşlar. Ben arkadaşlarıma daima rica ediyorum. Asker
arkadaşlarım bizim bilmediğimiz hususları bizi davet ederek göstersinler. İftihar edelim,
göğüslerimiz kabarsın, ümidimiz artsın, bunu bilhassa kendilerinden rica ediyorum. Bir ambar
gördüm arkadaşlarım, ufak bir ambardı. 138 bin çeşit eşya mevcuttu. Herhangi bir eşyayı
istediğinizde, elinize teslim ediyorlar. Bunun burada daha büyüğü varmış, onu ben görmek
fırsatmı bulamadım. Demek ki, memleketimizde yenilikler, inkişaflar tarnamiyle mevcuttur...
Hülasa edecek olursak, verdiğimiz para ordumuza azdır. Ne yazık ki, memleketin iktisadi
bünyesi budur. Ordumuz
472
bu az imkânlar ile Türk milletinin şerefine layık, Türk milletine layık, her türlü düşünüşlerden
ari, Türk milletinin istiklalini, hürriyetini, Türk milletinin demokrasisini devam ettirmek
azminde, demokrasiye inanmış, samimi inanmış ve onun korunmasına gözbebeği gibi itina
ediyor. Binaenaleyh, onlara verdiğimiz bu para azdır. Zamanı gelince bunu çoğaltmak bizim
boynumuzun borcudur.
Geleneğin diğer ilginç gelişmesi, 19 Şubat 1971 günü oldu. 12 Mart Muhtırası'na dört hafta
kala Millet Meclisi'nde şu önerge okundu:
«Türkiye'mizin ve demokratik rejimimizin şanlı bekçisi kahraman ordumuza Millet
Meclisi'nin sevgi ve şükranlarının iletilmesini arz ve teklif ederiz.»
Önergenin altında, AP, CHP ve DP Grup Başkan-vekillerinin imzaları bulunuyordu.
Gerçekte bu tip gösteriler, Silahlı Kuvvetleri abartılı kelimelerle övücü açıklamalar yapılması
Genelkurmaylardan gelmediği gibi, fazla da etkili olmuyordu. Ancak nedense gelenek
gelenekti ve bir defa başlatılıp sonra vazgeçilirse, bu defa başka anlamlara çekilebilirdi. Bu
abartılı övgüleri yapan, orduya daha da fazla para gerektiğini söyleyen politikacılarımız,
kulislerde veya ev sohbetlerinde de aksine TSK'yı tüketici ve ülkenin olanaklarının üstünde
harcama yapmakla suçlamışlardır.
Silahlı Kuvvetler'le politikacılar arasındaki ilişkiler biraz daha derine inilerek incelendiğinde
farklı yaklaşımlarla da karşılaşılıyor:
— İNÖNÜ kendi döneminde askerlerle mümkün olduğu kadar yaygın diyalog kurup, sahip
çıkarak etkili olmaya çalışmış. Buna karşın, subaylarla siyaset
473
ionuşmamaya da çok dikkat etmiş. Ancak ordunun gülüşlerine ve ağırlığına çok duyarlık
göstermiştir. Orduyu bu yolla, siyasetin dışında, tutmaya çalışmış.
— UES&İREL, yakın geçmişteki üç askeri müdahe-leden etkinlenen tek siyasi lider olmuştur.
27 Mayıs ihtilalinden sonra Silahlı Kuvvetler'e olumsuz bakmaya başlayan, DP'nin mirasım
devralan Demirel, 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerinde iktidarda bulunuyordu. Bunlara
rağmen, askerlerle diyalogu mümkün olduğu kadar geliştirmeye, karşılıklı güven havasını
oluşturmaya ve orduyu siyaset dışı tutmaya çalışmışsa da, ba-,şarûı olamamıştır.
— ECEVİT, asker kanatla en az ilişki ve diyalog kurabilmiş liderlerden biridir. Karşılıklı son
derece saygılı bir ilişkinin ötesine gitmemiştir. Subaylarla siya-.set konuşmamaya, İnönü gibi
özen göstermiştir. Askerin partilere bakışı da farklı.
— 1980'lere kadar CHP, Türk Silahh Kmvetleri'ne daima Atatürk'ün, ardından da eski
komutan İnönü' nün mirası olarak sempatik görünmüştür. Daima CHP' den etkilenmiştir. Hele
subaym kökenindeki fakir-orta hâili kesit, CHP'nin Sosyal Demokrat yaklaşımlarım
¦sempatiyle izlemiş, sıcak bakmıştır. CHP'nin hükümet döneminde ise, özellikle yüksek düzey
subayların Kürt-çülük ve Komünizm akımlarına açık bir ka,dro gibi görmeye başladıkları
CHP, bu dönemde ordu içindeki eski prestijini yitirmiştir.
— önce Demokrat Paıti, ardından da Adalet Par-tisi'ne subayın bakışı «genelde» fazla sıcak
değildir. -Özellikle Demokratların 21 Mayıs sonrasındaki gelişmeleri unutmamaları ve genel
bir kampanya yürütmeleri •de, Adalet Partililere karşı yaklaşımlarını etkilemiştir. İçlerinden
bazıları daha üımü yaklaşmakla birlikte, ge-474
nelteştirmek gerekirse, bu kanatı temsil eden politikacılara karşı rahatsızlık sürmektedir,
denilebilir.
— Dinci grupları temsil eden partiler ordu için en kabul edilmeyecek olanlardır.
— Eski MHP eğilimli partililer TSK içinde dinciler kadar itilmezler. Benimsenmemekle
birlikte, aynı katılıkta olumsuz bir yaklaşım yoktur. Sevilmez, ancak tamamen de dışlanmaz.
ORDU ESKİ MÜDAHALELERİ NASIL GÖRÜR?
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en üst düzeyinde görev yapan bir generalin şu değerlendirmesi,
ordunun hiç •değilse önemli bir kesitinin eski müdahalelere nasıl haktığmı yansıtıyor:
— Türkiye'de bugüne kadar dört müdahale şekli görüldü. İlki ve gerçek ihtilal 27 Mayıs idi.
İşlerin kötüye gittiğini gören genç bir grubun hareketiydi. Devlete karşı değil, devleti
kurtarmak-korumak için yapılmış, zira devlet elden gidiyordu. 'Buna kim sahip çıkacak*
endişelerinin birikimiyle oldu. Demokrasiyi korumaktı amaç. Emir kumanda zinciri içinde
yapılmadığından, kısa sürede ihtilal çocuklarını yemeğe başladı ve etkisizleşti... Ardından
Talat Aydemir, olayları geldi. Ardı ardına iki teşebbüs. O devlete karşı bir hareketti. Zira
1960 müdahelesinden sonra dengeler kurulmuş, devlet yeniden rayına oturtulmuştu. Fırtına
geçmişti. Sonrasında diyaloglar yoğunlaştırılacağına yeniden ihtilal yolu denendi. Bundan
dolayı da' destek bulamadı ve yok oldu... 12 Mart gerçek bir hareket değildir. Trenin rayına
oturtulması gerektiğini gösteren bir ikaz idi. Bir yanda dinciler, öte yanda Komünistler ve
Kürtler. Meclisi doğru yola sürüklemek için yapılmıştı. 12 Eylül
475
ise, 12 Mart'ta yapılamayanları gerçekleştirdi. Devleti sağlam zemine oturttu... Siyasetçiler
kendi işlerini yapamıyorlar, o zaman birileri sahip çıkıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde 1957'den başlamak üzere, bugüne kadar kısa aralıklarla sürekli bir
«müdahale» konusu tartışılmıştır. Bazen en üst kumanda düzeyinde, bazen küçük gruplar
halinde girişimler düşünülmüş, planlar yapılmıştır. 1960'larda yaşanan olaylar, 12 Mart
döneminde karşılaşılan kargaşa nedeniyle, komuta zincirine verilen önem son yıllarda
yoğunlaştırılmış, bu konudaki disiplin daha da sıkılmıştır. Türk subayının hiç istemediği,
ülkenin bir Latin Amerika veya eskiden görüldüğü gibi bazı Arap ülkelerindeki sürekli ihtilal
ve karşı ihtilaller içine düşmesidir. «Bir şey yapılması gerekiyorsa, Komutan'dan başkası
karar vermemelidir» yaklaşımı 12 Eylül hazırlığı sırasında özellikle yoğunlaşmıştı.
Her müdahaledeki ortak gerekçe de «Devletin sarsılması, ülkenin sahipsiz kalmasıdır.»
MÜDAHALE KIŞKIRTICILARI VAR MI?
Türkiye'de belirli bir süre içinde ne zaman bir siyasi kriz veya ekonomik-sosyal çalkantı olsa,
bundan önceki üç müdahalenin ortak noktalarına bakarsak, ordunun etrafında «müdahale
çağrılarının» da hemen arttığını görüyoruz.
— Bunların başında, kendi ideolojilerinin veya görüşlerinin ancak ordu içinde kendilerine
yakın subayların yapacakları bir müdahale ile kısa yoldan uygulamaya sokulabileceğine
inanan Türk eli tinin bir kesiti
476
gelir. «Komutan, bu ülke elden gidiyor, kim sahip çıkacak» çağrıları genelde önce bu kesitten
başlamaktadır.
—• Parlamentoda bir şeyler olma şansı kıt parlamenterler de, müdahale lobicileri arasında sık
sık görülmüşlerdir. Subaylarla özel ilişkiler kurmak, gizli toplantılar yapmak ve adeta yol
gösterici rollerinde haber taşıyıcılığına soyunan kişilerin sayıları hiç de az değildir.
— Basmm da bu müdahale çığlıkları atılmasında önemli bir payı vardır. «VATAN ELDEN
GİDİYOR» diye atılan bir manşetin Silahlı Kuvvetler içindeki etkisi, tahminlerin ötesinde
heyecanları ve iktidara karşı tutumu kamçılıyor.
— Diğer bir etki grubu da emekli subaylardır. Bir subay emekli dahi olsa yine komutan
sayılır. Emekli subayların yazdıkları mektuplar, karşılaştıklarında muvazzaf subaylara «size
bu millet hakkını helal etmez» şeklindeki sözleri de, kumanda katlarını en çok etkileyen
kampanyalardan biridir.
— İş çevreleri de, yatırımları için askeri bir güvence gördüklerinden dolayı, bu kampanyaya
katılırlar.
— Dış kaynaklar, fiilen müdahaleye katılmazlar, ancak tutumlarıyla veya olumsuz bir işaret
göndermeden belirli oranda bir katkıda bulunurlar. 1962 - 63 döneminde, Aydemir ile temas
kurması için Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Talbot'un Türkiye'ye yolla.-nışı ve buna
benzer başka sinyaller unutulması güç örneklerdir.
— Herhalde asıl kışkırtıcı, çoğulcu demokrasiye gerektiği gibi sahip çıkmayan sivil toplum ve
Demokrasiyi yaşatmanın başta gelen unsuru olan uzlaşıyi sevmeyen politikacılarımızda.
477
Müdahale ettikten sonra neden iktidarda kalmazlar?
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin üç müdahalesindeki ortak yön de, iktidarı ele aldığı günden
itibaren «ben geçiciyim» demeye başlaması ve sonunda da iktidarı yeniden sivile bırakması...
— Her defasmda uzun ön hazırlık yapılmadan müdahale oldu. 12 Eylül dahi hazırlığını
sonradan yaptı. Amacı treni rayına oturtmaktır. «Ben düzelteyim, gideyim» der. Dümene
geçihce asıl sorunlar başlar. Zira bir emirle işleri hallediveren asker, bürokrasinin direncini
kıramaz, sosyal çalkantılardan etkilenir, bürokrasiye güvenmediği için bu defa emekli
subayları kilit noktalara getirir, onlar da işi beceremezler ve bir süre sonra batağa girdiğini ve
batmaya başladığını hisseder. Ülke yönetmek için hazırlıklı olmadığmı bilir... Kendi içinde
bölüneceğinden korkar. Bunun 1960'lar-da yaşanmış acı örnekleri ortadadır. Bir de, askerin
sivili yönetirken kendisinin sivil toplumun hastalıklarını almasından korkar. Rüşvetti, adam
kayırmaktı, disiplinsiz hareket etmekti... İçimizde sürekli kalıcı olmak isteyenler vardır tabii,
ancak yok denecek kadar azınlıktadırlar.
Üç müdahaleyi de, çeşitli rütbelerde yaşamış bir subayın bu sözleri çok özet de olsa, genel
havayı veriyor.
478
VI. AYIRIM
EMEKLİLİK: ASKERİN ÖLÜMÜ
KOMUTAN'ı tanıyamadım.
Aradan uzunca bir süre geçmiş ve birbirimizin izini kaybetmiştik. Bir gün ortak bir
dostumuzdan haberini aldım.
— Emekli oldu, şimdi evine kapandı, öleceği günü bekliyor.
İstanbul'un güç girilebilen mahallelerinden birinde, karşı apartmanın balkonuna bakan bir
dairenin kapısını korkuyla çaldım.
Kapı açıldığında, karşımda gördüğüm manzaraya inanamadım.
Sizlerle birlikte, o liseye, Harp Okulu'na soktuğumuz dipdiri genç gitmiş, yaşının çok daha
ötesinde gösteren, çökmüş bir insan gelmişti...
Nerede o otoriter teğmen?
Neredeydi o parlak Kolordu Komutanı? Bir emriyle binlerce insanı ayağa kaldırıveren,
geçerken insanların yolda durup saygıyla selamladıkları general? Genel-kurmay'da,
Türkiye'nin geleceğini elinde tutan, bir sözüyle partileri, meclisleri titreten general yoktu
artık.
Etrafıma bakındım, ne kapıda dimdik emirlerini bekleyen emir subayı, ne Komutanın inişine
hazır şo^ förü, arabası, ne de Komutanı korumak için ciplerin üzerinde ellerinde tüfekleriyle
alesta duran erler vardı.
Gülümsedi. Ne düşündüğümü anlamıştı:
481
— Gittiler, hem de hepsi gitti. Bir günde yok olu-verdiler. Beni de buraya bıraktılar.
Yapayalnızım. Ne arayanlar, ne sık sık sağlığımı soranlar kaldı.
İçeri girdim. Mütevazı, orta boy bir daireydi. Mantolukta hâlâ üniforması asılıydı.
— Bunu da artık kaldıracağım, zira baktıkça rahatsız oluyorum.
Dışarıya da çıkamaz olmuştu:
— Sanki herkes bana acıyacakmış gibi geliyor. Üstelik, koskoca kolordulara, ordulara
hükmettikten sonra, şimdi gidip kahvede mi oturayım? Eskiden içeri girdiğimde ayağa
kalkanlar, şimdi «Boşver yahu» îüan diye konuşur oldular... Bankadan nasıl para çekileceğini,
nerede, nasıl traş olacağımı öğrenene kadar bir yıl geçti. Hele o otobüslere binmek zorunluğu
yok mu, o itilip kakılmak yok mu, kahrediyor beni... O zaman da mümkün olduğu kadar az
çıkıyorum dışarı.
Gözleri nemlendi. Komutanı hiç böyle görmemiştim.
Emeklilik her askerin basma gelen, kiminin böyle çok ağır karşıladığı, kiminin daha
kolayından aldığı bir olay. Bütün hayatının rahatsız dönemi. Bütün yetişmesi süresince,
kendini daha üstün gördüğü sivillerin düzeyine inmek ve onların araşma karışmanın verdiği
güçlük büyük.
Rütbe ne kadar yüksekken emekli olunursa, güçlük aynı derecede artıyor. Albaylık
dönemlerinde emeklilik, sivil hayata biraz daha kolay uyum sağlanmasına yol açıyor. Önünde
uzunca sayılabilecek bir dönem oluyor. Daha kolaylıkla» iş bulunabiliniyor, diyalog daha
çabuk oluşuyor. Hele assubay veya yarbay dönem482
lerinde ordudan ayrılanlar, bir de teknik konularda uzman iseler, daha çabuk uyum
sağlıyorlar. Yukarı çıktıkça dram da artıyor.
Komutan karşıma oturdu.
— Geçinebiliyor musunuz?1
— Hayır. Allah'tan şu daireyi almıştım da başımı sokabildim. Yoksa perişan olacaktım. 40
yıllık askerim, elime yaklaşık 170 bin lira emekli maaşı geçiyor. Görevdeyken aldığım ile
şimdiki arasında muazzam fark yok. Fark yan desteklerde oluyor. Araba gitti, her işimi yapan
emir subayı, posta gittiler. Ayda on bin liraya oturduğum ev gitti. Sivil hayatta, eskiden
olmayan masraflarım çıktı. Giderim arttı. Daha da önemlisi etraf ımdakiler gitti, yapayalnız
kaldım. Bu da çok normal, ancak hazırlıklı değilmişim ki, kolay alışamıyorum.
— Hiç kimse aramadı mı?
— İlk günlerde durmadan arayanlar ne kadar üzüldüklerini, benim gibi bir insanın
harcanamayacağını söyleyenler, yazık olduğunu, harcandığımı anlatanlardan telefon üstüne
telefon aldım. Ben de doğrusu yavaş yavaş 'benim gibi bir adam eme' ii edilir mi' demeye
başlamıştım. Kadrosuzluktan e'neklilik olur mu? Bana bu devlet nice para döktü, sonra
atıverdi.
— Silah arkadaşlarınız aramadı mı?
— Sağolsunlar, arıyorlar, ancak herkesin1 kendi derdi var. Üstelik de emeklilerarası bir klüp
gibi buluşuyorlar. Herkes kendi dönemini tercih ediyor. Kâğıt oynuyorlar, konuşuyorlar.
Benim emrimde çalışmış olanlarla şimdi kağıt oynayamam ki...
1) Rütbelere göre, emeklilik durumunda verilen tazminat, ödenek ve maaşlarla ilgili liste için
bakınız Ek: XXI.
483
..........Ordunun olanaklarından yararlanmıyor musunuz?
— Hepsine girme hakkım var. Orduevine, ordu pazarına, dinlenme kamplarına gidebilirim.
Arkadaşlardan giden var. Ben kendime yediremiyorum. Beni şimdi sıraya koymaya
kalkacaklar, oraya oturma, buraya otur diyecekler. Hakları da var. Üniforma bitince, bu iş
bitiyor. Daima saygılı davranıyorlar. 'Komutanım' diye selamlıyorlar, ancak gözlerinde benim
gerçek komutan olduğum günlerdeki dikkat yok. Ben de fazla gitmemeyi tercih ediyorum.
— Böyle sarsıntıya girmeye de gerek yok.,.
— Sana kolay geliyor belki. Ben de insanım, koskoca bir orduyu, yetkileriyle,
sorumluluklarıyla, hatta şatafatı ile bırakıp normal bir insan durumuna girmeye daha
alışamadım. Bakalım ne zaman alışırım. Her şeyden, her sözden alınır oldum. Kendimi
lüzumsuz, sanki toplumun hiçbir şeyine yaramayan insan olarak görmeye başladım.
— İş bulmak ister misiniz?
— Merak etme, hemen geldiler. Meğer özel sektör ne kadar meraklıymış. Kaç tane yönetim
kurulu üyeliği teklif edildi, başka arkadaşlar hiç çekinmeden kabul ettiler. Ben yapamazdım.
Komutanlık ettikten sonra her işi kabul edemezsin. Toplum seni hapsediyor. «Koskoca
komutana bu iş layık mı?» diyenlerin yanı-sıra, diğer emekliler de baskı yapıyor. Ayıptır,
filan diye ikazlar geliyor. Küçük rütbeli olsam mesele yok.
Emeklilerin dramı Türkiye için yeni değil. Asker-lerinki de, diğer emeklilerden pek farklı
değil. Zira emekli maaşları belki ilk yıllarda tatminkâr oluyor da, zaman içinde enflasyon ile
erimeye başlayınca sıkışık484
lık oluyor. Özel sektör, emekli paşaları yönetim kurullarına alarak, hükümetteki işlerini
kolaylaştırma yolunu denemeye başladılar. Hiç de başarısız olmadıkları ortada1. En çok
güçlük çekenler, tuğgeneral-tümgeneral ve korgeneral/amiraller. Üç aylıklarla yaşayamaz
duruma girdiklerinde, özel sektör ile ilişkileri yoksa veya ilişki kurmayı kabul etmek
istememişse bir süre sonra ikileme düşüyorlar. Kolordu yönetmiş bir korgeneralin belediyede
arşiv memurluğu yapması, donanma komutanlığından emekli olmuş amiralin yan gelir için
çalışmak zorunluğuyla bir bankada görev alması çok güç.
— Olamaz böyle bir şey. Ben binlerce kişiyi yönettikten sonra bu duruma düşemem. Zaten
rütbe yüksekse, bazı firmalar da 'bu adamı biz çalıştıramayız' diye almak istemiyorlar. Senin
anlayacağın tam bir yalnızlığa itiliyoruz.
Askerin bütün hayatı boyunca sivil toplum ile çok az temas etmesi, toplumun dışında
kalmasının asıl faturası bu emeklilik sırasında ödeniyor. Batılı asker sivil toplumun içinde
yaşadığından dolayı daha kolaylıkla uyum sağlayabiliyor. Üstelik askerliği onlar bir meslek
olarak görürken, biz bir «hayat tarzı» olarak alıyoruz. O zaman da, üniformayla birlikte
etraftan görülen itibar ve alkışlar yok oluverince, ister .stemez sarsıntı yaratıyor: Bu emeklilik
hastalığına fıç düşmeyen, kolay kurtulan ve çabuk uyum sağlayanlar olduğu gibi, kendini
evlerine kapatıp yavaş yavaş ölüme terkedenle-rin de sayıları küçümsenecek kadar değil.
Subayımızı toplumun üstünde ve dışında yetiştirip durmadan yücelttikten, abartılı şekilde
göklere çıkart1) Türkiye'de bugün emekli maaşı alan 25 bin subay, 28 bin de as-subay bulunmaktadır.
TSK'nm bütün olanaklarından muvazzaf "subaylar gibi yararlanabilirler.
485
tıktan sonra bir gün yapayalnız bırakıveriyoruz. O zaman gördüğü gerçeklerin bir bölümünü
daha önce de görebilse, çok daha az sarsılacak.
Sivil emeklilerin, asker emekliler kadar sarsılma-malarmm nedeni, onların alışık oldukları bir
çevre içinde yaşantılarını sürdürmeleri. Subay ise, emekli olduğu gün, sırtından 40 yıl
çıkartmadığı üniforması başta olmak üzere, her şeyi bırakıyor ve hiç tanımadığı bambaşka bir
çevrenin içine salıveriliyor. Bu şok'u kaldırmak da, kolay olmuyor. Bu duruma yol açan da
uygulanan sistemden başkası değil.
— Hiç beğenmediğim, başıbozuk gördüğüm sivil dünyaya düşmek ve buna alışmak zaman
alıyor. Sivil emeklilerin maddi olanakları belki bizlerden çok daha kötü. Doğrudur. Üstelik
biz ilişkilerimiz sayesinde daha kolay yan iş bulabiliyoruz. Bizim meselemiz, kaybettiğimiz
şeylerin para ve pul ile ölçülemeyecek şeyler olması... Bu nedenle, emekliliğimizde dahi yine
asker emeklilerle teması sürdürürüz. Birbirimizin dilinden daha kolay anlıyoruz da ondan
dolayı...
Komutan ile sohbet uzadıkça uzadı. Karşımda dertli bir insan, durmadan konuşuyor,
durmadan da «Bu devlet bana çok abartılmış bir dünya verdi, sonra da bırakıp kaçtı» diyordu.
Yanından ayrılırken «arada bir ara da konuşalım» dedi.
Silahlı Kuvvetler, özellikle korgeneral-orgeneral düzeyine gelmiş komutanlarını yanlız
bırakmamaya özen gösterir. Örneğin orgenerallere, emekliliklerinde koruma görevlileri
verilir. Özel arabası varsa, erin şoförlük yapmasma göz yumulur. Bir istekleri olursa,
olanaklar çerçevesinde karşılanmaya çalışılır. Çünkü hepsinin ak9ERS
486
lmda «Bir gün ben de emekli olacağım» fikri vardır. Fakat günlük işlerinin arasında hiçbiri de
kendini emekliliğe hazırlayamaz veya hazırlamak istemez.
Kaderin geleceği gün beklenir.
«Tabii ki emekli olacağız. Buraya kazık mı kaktık. Bizden sonraki gençlere yer açmamız
gerekir» denir, fakat emeklilik kararı çıktığı gün haksızlığa uğranıldı-ğına inanılır. Kabul
edilmez kolay kolay.
Emekliler kendi aralarında da genellikle birbirlerini rütbeleriyle çağırırlar. Genelkurmay
Başkanı, eğer eskiden komutanlığını yapmış emekli bir paşadan mektup alır veya karşılaşırsa,
yanıtı daima «Komutanım» diye başlar ve karşılaştığında da hemen selam verir. Böylesine bir
dayanışma ve saygı zinciri sürdürülmeye çalışılır. Aralarında bu zincire uymayanlar varsa da,
genelde muvazzaf subay, emeklisine gerekli saygıyı göstermeye çalışır.
Bir pazar sabahı Milliyet'in son sayfalarında, reklamların arasına sıkıştırılmış, adeta yer
doldurmak için altı punto dizili küçük bir haber gözüme çarptı...
Komutan, kalp krizi sonucu ölmüştü.
Ertesi gün Erenköy'ün pazar yerindeki küçük camiin avlusunda toplandık. Türk bayrağına
sarılı bir tabut ve başında nöbet tutan erler vardı. Başka kimseler yoktu.
Sessizce gömdük.
Arkasında soluk bir üniforma, basit bir daireden başka bir şey de bırakmamıştı.
Mezar taşının üzerinde tek isim ve tek bir tarih vardı:
s
KOMUTAN 10 Ağustos 1986.
487
VII. AYIRIM
SONUÇ
Okuyucularıma bu kitapta Türk Silahlı Kuvvetle-ri'ni az da olsa tanıtmaya çalıştım. Daha
başında da belirtmeye uğraştığım gibi, bü öylesine geniş ve her bölümü öylesine
derinleştirilerek incelenecek bir konu ki, amacım ilk adımı atabilmek, doğruya en yakın
tanımı verebilecek bir çalışmayla perdeyi hafifçe aralayabilmekti. Mutlaka aksilikler vardır,
umudum, bundan sonraki çalışmalarla başkalarının boşlukları doldurabil-meleri, bu kitapta
bulabilecekleri temel verileri de kullanıp, ordumuzu kendilerini de rahatsız etmeye başlayan
esrar perdesinden çıkartıp toplumla diyalogu arttırıcı adımlar atabilmeleridir.
İyi ve aksayan yönleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri toplumumuzun bir parçası, bir aynasıdır.
Şimdiye kadar bozulmamış olan ve dış güvenliğimiz açısından da büyük gereksinme
duyduğumuz ordumuzun, hep birlikte çözümlememiz gereken sorunları da vardır. Her şey
güllük gülistanlık değildir:
1) SİVİL-ASKER DİYALOGU:
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni uzun vadede bekleyen en büyük tehlike, siyasi müdahalelerin
sürmesi ve sivil kesim ile diyalogun yeterince kurulmamasıdır.
Kaçınılmaz gerçek, her müdahalenin hem ordu içinde yaralar açtığı, hem de toplumun çeşitli
kesimle491
riyle sürtüşmeler yarattığıdır. Eğer önümüzdeki yıllarda müdahaleler devam ederse, bu yaralar
daha da de-rinleşebilecek ve cerahatlenen apseler de patlayabilecektir. Bu varsayım, Türkiye
için her yönden en büyük sakıncayı oluşturmaktadır.
Bu diyalogdan kastettiğimiz, sadece Genelkurmay' ın ilgili ve yetkili bölümleriyle Hükümet
üyelerinin veya taşrada mülki erkan ile bölgedeki «yetkili» yüksek rütbeli komutanların
görüşüp konuşmaları değildi. Veya bir zamanlar ileri sürüldüğü gibi, orduevleri, kamplar,
askeri okullar ve lojmanların sivillere de açılması gibi gerçekçi olmayan önerileri de
kastetmiyoruz.
«Diyalog» her kesimle (basınıyla, üniversiteleriyle, siyasi ve adli organlarıyla vs.) karanlık
görüş alış verişi, birbirini anlamayı kolaylaştırıcı bir ilişki düzeyidir. Bundan, her-aklına esen
subay ve sivil, her önüne gelenle tartışması anlamı çıkarılmamalıdır. Bugün bu diyalog
olmadığı için, maalesef Türk subayının dünyası, düşünceleri yeterince anlaşılamamaktadır.
Türk toplumundaki dinamikler, değer yargılarını sürekli değiştirmektedir. Aynı şekilde
2000'li yıllarda karşımızda göreceğimiz komutanlar da bugünkülerden çok daha farklı
düşüneceklerdir. Bu yönden önümüzdeki dönem, genç Türkiye Cumhuriyetinin geleceği
açısından son derece önemlidir.
Son derece iyi .yetişmiş, bilgili subay kesimi ile değer yargıları değişen sivil toplum ve iyi bir
diyalog kurabilecek, birbirini daha iyi tanıyabilecek, verilen eğitim düzeyinin yükselmesiyle
uzlaşı ve hoşgörü yaygınlaşacak veya subay kesimi yönetici sivil kadroları yeterli görmeme
eğilimini artırırken, sivil kesim de orduya ters düşecek değer yargılarını giderek çoğaltarak
sürdürecek.
492
Bu kısır döngüden kurtulabilmenin tek yolu ile, her iki tarafın gerçek rollerini,
sorumluluklarını yeniden değerlendirerek, .birbirlerine «kendi dünyalarını» kabul ettirmeye
çalışmak yerine, diyalog ve hoşgörüye dayanan yaklaşımlarla, «ortak bir dünya» saptamaları,
nasıl bir Türkiye istediklerini, ülkede yönetimin kime ait olması gerektiği ve nasıl
yönetileceği konusunda bir uzlaşıya varmaları değil mi?
Bugün Türkiye'de kimselerin açıkça konuşmak istemediği bir Ordu-Sivil yönetim sorunu
vardır ve karşılıklı rahatsızlıklar yaratmaktadır. Subayın kafasındaki «Türkiye» ile sivilin
kafasındaki «Türkiye» arasında hâlâ önemli farklılıklar mevcuttur. Gelişmelere her iki kesim
değişik şekillerde bakmaktadır. Çelişkiler henüz giderilememiştir. Ne kadar «siyasete
girmiyor» denilirse denilsin, her müdahele ordunun belirli oıanda siyasete girmesine yol
açmaktadır. Bu durumun önlenememesi de, ordunun yıpranmasına neden olabilir. Oysa,
T.S.K.' nin bölünmesi veya toplumun bazı kesimleriyle sürtüşmesi, Türkiye'nin bölünmesine
kadar gidebilecek felâketleri de beraberinde getirebilir.
Bu felaketten kurtulabilmek için de öncelikle sivil kesime büyük sorumluluk düşmektedir.
SİVİL toplum olarak bizler her şeyden önce, Türkiye'nin ve Demokrasinin gerçek sahibi
olduğumuza inanmak ve ona göre hareket etmek zorundayız. Zaman zaman bazı sivil kesitler
zora geldikçe müdahale bekler, hatta kışkırtır ve davetiye çıkartırsa, bu kısır döngüden
kurtulamayız.
Adeta askeri müdahaleye alışmış, altından kalkamadığı sorunlar çıktığında «Asker gelip
düzeltsin» yaklaşımıyla hareket etmek ülkemize ilerde çok pahalıya mal olacaktır. Dikkat
edilecek olursa, -askeri müdaha-,
493
lelerin tümü, sivil kesimin bıraktığı büyük boşluğun or-du tarafından doldurulması ile
gerçekleşmiştir. Siyasi alanda içinden çıkılamayacak kilitlenmeler de olsa, büyük ekonomik
ve sosyal çalkantılar da çıksa, 12 Eylül öncesi durumun tam aksine, çözümün askeri
müdahaleden değil, demokratik sistem içinde Büyük Millet Mec-lisi'nden geçmesi gerektiğini
bilmemiz ve benimsememiz gerekmektedir.
Askeri göreve çağıran, çok kolaycı, ancak son derece tehlikelileşmeye başlayan bu yöntem
artık bitirilmelidir. Sivil toplum, politikacımız, basınımız Silahlı Kuvvetler'in bir daha
kullanılmaya kalkılması durumunda karşılaşabilecekleri ortamı bir an için düşünmeli ve ona
göre hareket etmelidirler. Her parti kavgasında veya ekonomik sıkışıklıkta iktidarları askere
şikayet etmek yerine, halkın oylarıyla cezalandırılmasını sağlayamazsak, tarih önünde
sorumluluk bize ait olacaktır. Sağcısı, solcusu ile bütün konularda ayrılsak dahi, demokrasiyi
yaşatma konusunda aynı görüş etrafında birleşmekten başka çıkış yolu görülmemektedir.
Türkiye'nin gerçek sahibi olduğumuza inanmadığımız ve d armadan boşluk bırakıp orduya
çağrılar yaptığımız sürece, bu kısır döngüden kurtulamayacağız.
ASKER'in de kendisini «Devletin tek koruyucusu» gibi görmekten, yönetime müdahaleyi
«gerektiğinde yapılabilecek normal görev» olarak nitelemekten vazgeçmesi, demokrasiyi
yerleştirmeye çok yardımcı olacaktır. Genç yaşından itibaren subaya «müdahale etmesi
gerektiği» söylenmemektedir. Bu yönde teşvik edilmemektedir. Ancak genç subay, geçmişe
bakarak ve ülkeyi «kollamak» görevi de kendine verildiğinden, rütbeleri arttıkça gelişmelere,
toplumun da etkisiyle, başka türlü bakmaya başlamaktadır.
494
-İç Hizmet Kanunu'nun bir maddesine dayanılarak yapılan müdahaleler, ne kadar «haklı ve
yasal» gibi görülürse görülsün aynı tahribatı yapmaktadır.
Asker, Türkiye gibi son derece karışık sosyal ve ekonomik sorunları olan bir ülkeyi
yönetemeyeceğini, böyle bir işlevin altmdan kalkamayacağını, başka işlev için eğitildiğini
iyice içine sindirir ve geçmiş üç müdahaleden alman derslere bakıp bir sonuç çıkartabilir.
Devlet sorunları, basite indirilmiş formüllerle çözümlenemeyecek kadar giriftleşmiştir.
Türk subayı «müdahale etmek için fırsat kollama-maktadır.» Ancak bundan böyle, kendi
görüşüne göre koşullar oluşsa dahi, «Ben müdahale etmem, çözüm Meclis içinde bulunmak»
yaklaşımını benimsemelidir.
Subayımızın «Bizim kafamızdaki Türkiye'yi ve bizim anladığımız anlamdaki demokrasiyi
uygulamalısınız» yaklaşımı da,, toplumdaki görüş ve inançlarla sürtüşme veya çelişki
yaratmaktadır. «Biz mecbur kaldıkça müdahale ediyoruz» demek yerine, yine bundan böyle,
sivil kadroların kendi sorunlarmı çözerek demokrasiyi yaşatma çabasına yardımcı olarak
destek sağlamaları, ülke için çok daha yararlı sonuçlar verecektir.
55 milyonluk Türkiye'deki bazı sorunların çözümlenebilmesi için, 70 bin kişilik subay
kesiminin belirli uzlaşılara varması, özverilerde bulunması gerekmez mi?
Bu uzlaşı da, son yıllarda giderek artmaya başlayan diyalogsuzluğun hemen önüne,geçilmesi
ve ordunun, içine kapanıklıktan kurtulup bu diyalogu körük-lemesiyle birbirine düşman iki
kamp durumunda değillerdir. Ancak birbirlerini bir türlü anlayamamaktadırlar. Kendi
köşesinde, saygılı, ancak mesafeli duran taraflar arasında bu sorunları tartışmak dahi henüz
495
olanaksızdır. Genelkurmay'ın bu konuda gittikçe artan çalışmaları ümitleri artırmaktadır.
Sivil ve asker karşılıklı olarak düşünce ve yaklaşımlarında değişiklik yapmaları gerektiğini
kabul eder ve bu yolda adımlar atmaya başlarsa, Türkiye çok daha kazançlı çıkacak ve
demokrasi asıl o zaman kurtulacaktır.
Yoksa askeri müdahalelerle artık demokrasinin kurtarılamayacağı aşamalara gelinmektedir.
2) TEKNOLOJİ TEHDİDİ EĞİTİM:
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni önümüzdeki yıllarda bekleyen diğer en büyük tehlike «teknolojik
ilerlemeler» olacaktır.
En basitinden, en ilerisine kadar tüm silah sistemleri artık her yıl daha gelişmekte ve
bilgisayarlar giderek artan biçimde devreye girmektedir. Artık bir uçaksavar, bir tank, bir
hücumbotu veya basit bir havan topunu kullanmak için dahi, bugün Türkiye'nin genelindeki
sivil eğitim sisteminde hemen hemen hiç verilmeyen bilgiler gerekmektedir.
Bu silahların nasıl kullanılabileceğini önce subaylarımız öğrenecek, onlar da erata
öğreteceklerdir.
Oysa, Harp Okulları'nda çıkan subay sayısı ordunun gerçek subay gereksiniminin çok altında
kalmaktadır. Bu nedenle, kısacık bir eğitim gören yedeksubay-larla eratın eğitim açığı
kapatılmaya çalışılmaktadır. Oysa, liseden başlayıp Harp Okulu'nun sonuna kadar eğitilmiş
bir subay ile birkaç aylık eğitimden geçmiş bir yedeksubaym eğittiği er arasında önemli bir
fark oluşmaktadır. Bu temel eğitim ne kadar tecrübeli üst' ler tarafından gözleniyor ise de,
yine de istenen sonuç elde edilememektedir. Er eğitim sistemi son iki yıldır
496
yeni metodlara bağlanmasına rağmen hâlâ genelde ezbere dayandırılmaktan tamamen
kurtarılamamıştır. Yetersiz bir ilk-orta-lise eğitimi görmüş bu ere, kısa bir süre sonra servise
sokulmak zorunda kalınacak ileri teknikle çalışan bir tanksavar veya uçaksavar nasıl teslim
edilecektir?
Eğitim hiçbir ülke Silahlı Kuvvetinde noksansız değildir. Herkes daha etkili sistemi
aramaktadır.
Türk ordusunun da en ivedilikle çözüm bulmak için çalıştığı sorun budur.
Harp Okulları'ndan mezun olan subaylarm eğitiminde de, teori o kadar çok ağır basmaktadır
ki, uygulamalar yine bütçe kısıtlamaları nedeniyle ancak kıta tatbikatları sırasında
gelişebilmektedir. Yabancı ülkeler sürekli izlenmeli, sistemler incelenip, Türkiye koşullarına
uydurulmaya ve eratın eğitilmesine çalışılmasına rağmen, henüz gidilecek çok uzun bir yol
vardır.
Profesyonel ve teknik eleman sayısını artırarak bu açığı kapatma yoluna gidilmektedir. Ancak
assubayla-rımızm yetiştirilmelerindeki yetersizlikler de, bugün Genelkurmaya en çok
düşündüren noktalardan biriidr.
Artık modern ordular için, er sayısı fazla önem taşımamaktadır. Sayıdan çok, eldeki silahların
etkinliği, vurucu gücün modern olması ve bu ileri teknolojiyle üretilmiş silahları en iyi şekilde
kullanan, iyi eğitilmiş askere sahip olmak daha önemlidir.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bugünkü gidişi durduracak önlemler alınmasına, yeni yasalar
çıkarılmasına rağmen giderek büyümektedir ve bir süre sonra, ülkenin nüfusuyla paralel
şekilde 1 milyonu aşacaktır. Bu olasılıkta da, bu milyonluk ordunun ne eğitiminden, ne de
beslenmesinin altından kalkılabilecektir.
Ordumuzun eğitiminde, hemen bütün komutanların gereksinme duydukları modernizasyona
gidilmediği
497
e ileri teknoloji kullanımını yoğunlaştıran eğitime ge-ilmediği taktirde, ne kadar yeni silah
sistemi almır-a alınsın, istenen etkin vurucu güç kazanılamaz. Türk iilahlı Kuvvetleri'nin
gerçek gereksinmesi, daha fazla lüşünen ve olasılıklara göre kararını veren subay sayımın
artmasıdır.
Bugün uzak bir olasılık gibi alınmasına rağmen, CS.K. ilerde ister istemez profesyonel
kadrolarını ge-ıişletmek zorunda kalacaktır. Zira ileri teknoloji bilgi gerektiren silahlar başka
türlü kullanılamayacaktır. Bu nlgiye sahip geniş subay-assubay kadrolarının yönetiminde
genellikle üniversite ve lise mezunu erattan kurulmuş, belki sayısı daha az bir ordunun
caydırıcılığı, Dugünkünden çok daha fazla olacaktır. Artık sayılara ıldanma zamanı giderek
geride kalmaktadır.
Sadece Silahlı Kuvvetler için değil, Türkiye'miz için 3e «teknoloji çağı», ayak
uydurulamadığı taktirde, en Düyük tehdidi oluşturmaktadır.
3) MODERNİZASYON:
Türk Silahlı Kuvvetlerimin gündeminde bulunan ve 2000'li yıllarda da sürecek olan diğer
önemli konu ia, elindeki eski silah sistemlerinin yeni ve modernle-riyle değiştirilmesidir.
Ancak neyi, neye göre modernleştireceğiz?
Türk ordusu büyüktür. Büyüklüğü ile birlikte gereksinimleri de aynı oranda devleşmektedir.
Basit görünen bir sistemin yenileştirilmesi düşünüldüğünde yüz milyonlarca dolardan söz
etmek zorunda kalınmaktadır. Asker ise, doğal olarak her silahın daha modernini, bir tane
varsa iki tanesini ister. Türk Silahlı Kuvvetlerimde böyle bir tutku olmamakla birlikte,
ordumuzun öncelikle savunmayı düşündüğü noktaların, mümkün ol498
duğu kadar gerçekçi şekilde, sivil kanadın da katılıp oluşturacağı «tehdit
değerlendirmelerinden» sonra milli hedeflerin saptanması ve buna dayanarak ortaya çıkacak
«önceliklere» göre uzun vadeli bir modernizasyon programı belirlemek gerekmektedir
Bugün yürütülen modernizasyon sadece delik kapatmayı amaçlamaktadır. İlerde, delik
kapatmaların ötesinde bir modernizasyon kapıyı çalacaktır. Üstelik bugün alman ve her biri
milyarlarca dolarlık sistemler beş on yıla kalmadan yerini yenilerine bırakacaktır.
Türkiye silah modernizasyonunu Sovyetler Birliği' ne karşı ve NATO görevleri çerçevesinde
mi yapmalı, yoksa öncelik ve ağırlığı kendi milli hedeflerine mi vermelidir?
Eğer milli hedeflerine öncelik vermeliyse, bu milli hedefler neler olmalıdır? Milli hedef,
sadece asker gözüyle bakılırsa başkadır, bu değerlendirmeye sivil-poli-tik görüş de katılırsa
başka olur. Bu nedenle her şeyden önce stratejilerin, hedeflerin oluşturulmasında sivil
katkısının hiç vakit kaybedilmeden yoğunlaştırılması, esnek ve yeni fikirler üretilerek uzun
vadeli bir yeni silahlanma politikasının oluşturulması gerekmektedir.
Üzerinde durulması gereken diğer bir nokta da, modernizasyon ve buna bağlı olarak
gelişmeye başlayan Savunma Sanayiinde kaynak israfının önüne geçilmesi, devlet ve özel
sektörler arasında, Türkiye'de üretilebilen ve ilerde üretilebilecek ürünleri koordineli şekilde
programlamaktır. Bugün halen, tüm iyiniyetli çabalara rağmen iyi bir koordinasyon olduğunu,
bilinçli bir Savunma Sanayi politikası uygulandığını söylemek güçtür.
Savunma Sanayii oluşturulurken de, tüketici olarak sadece Türk ordusunu değil, belirli
ürünlerde bü499
tün Türkiye'nin gereksinmelerini de düşünmek gerekir. Sadece Silahlı Kuvvetler'in
kullanacağı füze vs. gibi silahların dışında, ASELSAN'm yaptığı gibi telsiz programına
girilirken nasıl sivil sektörün gereksinimi dikkate alınmışsa, bundan sonrakilerin
programlanmasında da aynı yaklaşımın, daha da yoğunlaştırılarak sürdürülmesinde büyük
yarar vardır.
Unutulmamasmda çok yarar olan bir nokta da, Türk milletinin ordusunu çok sevmesine karşın
tüm harcamalara bugüne kadar özveriyle katkıda bulunup hiç hesabını sormamış olmasının,
bundan böyle de aynı şekilde devam edeceğini sanmamak gereğidir. Dikkat edilirse Amerikan
yardımı giderek azalmakta ve ilerde daha da azalacaktır. Buna karşın, TSK'nin gereksinmeleri
büyük, alınacak silah sistemleri de çok pahalıdır. Türk Ulusu ordusunu canı gibi sever ancak,
zorlanmasına rağmen, bütçesinin yüzde 25'inin çok daha fazla üzerine de çıkamaz. Ülkenin
kaynaklan kıttır, buna karşılık büyük bir kalkınma sorunu vardır. Kalkınma hızını frenleyecek
bir askeri harcamayı da, hiçbir hükümet topluma benimsetemez. Geçici olarak kabul ettirse
dahi, sonra ters teper.
4) DENETİM-AÇIKLIK:
Türk ordusunun önümüzdeki yıllarda, sivil kesim ile beraber halletmesi gereken bir başka
sorunu da, toplumun denetimine daha fazla açılmayı sağlamasıdır. Bu da, bir yandan Silahlı
Kuvvetler'in kendi içlerine kapanıklığı kırıp dışa açılmaları, öte yandan da karşılıklı yapıcı bir
diyalogun oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilir.
En başta parlamento olmak üzere, iktidarı ve muhalefetiyle «Aman ordu bütçesine
dokunmayalım» yak500
İaşımından kurtulur ve tüm Batılı uygar ülkelerde olduğu gibi, nereye, nasıl ve neyin
harcandığını, şimdiye kadar olduğundan daha ciddi biçimde incelerler ve hem gerçekçi, hem
de yapıcı uyarılarla ortaya çıkabilir-lerse, ilk büyük adım atılmış olur. «Hşr şeyin gizli»
olduğu varsayımını bir kenara bırakarak, bu denetim artık başlatılmalıdır.Bu konuda basma da büyük rol düşmektedir. Artık askeri konuları bilen, stratejilerden
anlayan muhabirler gerekmektedir. Genelkurmay'daki bazı dostlardan veya emekli
subaylardan duyulan dedikoduları yazan veya Savunma Bakanlarının bölük pörçük
demeçleriyle yetinen muhabirler yerine, «Savunma muhabirleri» devreye girmeli, toplumu
sürekli şekilde gelişmelerden haberdar etmelidirler. Askeri konular artık tartışılmalıdır.
Bunun için de, Müli Savunma Bakanlığı'nın kendine çeki düzen verip, topluma daha* fazla
bilgi aktaracak mekanizmalar oluşturması, Genelkurmayın aynı şekilde muhafazakâr yaklaşım
yerine, cesaretle toplumu aydınlatıcı servisler kurması gerekmektedir. NATO ülkeleri
Savunma Bakanlıkları ve Graelkurmay Başkanlıklarında en az 23 en çok 250 kişilik
enformasyon büroları vardır. Bizde ise 2'yi zor geçer. Onların görevleri de, hiçbir şey
söylememektir. Oysa, Türk toplumu öğrenmek istemektedir. Öğretilmediği, bilgi verilmediği
sürece de, kapalı kapıların, esrarlı perdelerin gerisinde bir şeyler oluyormuş izlenimi belirir.
Tam tersine, belirli sınırlar içinde topluma ne kadar çok bilgi verilirse, yapılan harcamalar,
daha çok topluma maledi-lebilir. Yanlış anlamalar ortadan kaldırılabilir, ordu sadece bir
tüketici gibi görünmekten daha fazla kurtulur.
501
Denetimsizlik veya kendi kendini denetlemek bugünkü Türk Silahlı Kuvvetleri'ni de rahatsız
etmektedir. Üstelik, bizim denetleme diye nitelediğimiz hususların büyük bir bölümü de
açıktır. Hiçbir gizliliği yoktur. Meclis çalışmalarını izlemek bu açıklığı gösterir. Denetleme,
Türk Silahlı Kuvvetleriyle toplum ilişkilerini moral alandan çıkarıp, daha sağlam zemine
oturtacaktır. Aynı şekilde, askeri konularla sivil kesitin daha fazla ilgilenmesi, stratejilerin
oluşmasında daha fazla söz sahibi olması da, bu sağlıklı yapıya çok daha büyük bir katkıda
bulunacaktır.
5) MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞI:
Uzun vadede Milli Savunma Bakanlığı'nm bugünkü durumunun normalleştirilmesi de,
kaçınılmaz olgulardan biridir. Yukarda saydığımız noktaların gerçekleşmesi, Silahlı
Kuvvetler'in sivil ilişkisinin yoğunlaşması, denetimin artışı, hedeflerin saptanması ve nihayet
ordunun sivil yönetime girmesinin yolu, Milli Savunma Bakanlığı'nm bugünkü garip
statüsünün değiştirilmesinden geçer.
Türk toplumu artık gelişmiş, Türk siyasi hayatına atılanlar geçmişten yeterince ders
almışlardır. Eskiye bakıp «orduya siyaset sokarlarsa...» kuşkusundan hareket ederek, bir yere
varmak giderek güçleşmektedir. Bu değişiklik belki önümüzdeki kısa vadede
gerçekleşmeyecektir. Ancak eninde sonunda bugünkü durumun değiştirilmesi gerekecektir. O
an geldiğinde de, siyasilerle askerler arasında karşılıklı bir güvenin kurulmaya başladığı
anlaşılacaktır. Bu güven kurulmadan yapılacak değişiklikler ne kadar yapay olacak ise,
bugünkü sistemin sonsuza kaçlar süreceğini sanmak da aynı derecede yanıltıcı olur.
502
Bugünden üzerinde düşünmeye, bu karşılıklı güvenin nasıl oluşturulabileceğini ve sistemin
nasıl rayına oturtulabileceğini tartışmaya başlarsak, o kadar zaman kazanırız.
BİTİRİRKEN...
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendi içinde ve asker -sivil ilişkilerine yaklaşımlarda yeniden ele
alınıp düşünülmesi, tartışılması gereken yüzlerce sorun var. Bunların gerçekleştirilmesi belki
çok güç olacak, eski alışkanlıklardan kurtulmak uzun yıllar sürecektir. Ancak oir yerden
başlanılmasında yarar vardır.
Orduyu siyaset dışında tutmak için orduya karşı adeta kampanya açmak yerine, Silahlı
Kuvvetleri sendikalar kadar dahi önemsememek yerine, kendi sorumluluklarını yüklenmiş bir
sivil anlayış ile kendisini her şeyden ve herkesten üstün görmeyen askeri yaklaşım hu kısır
döngüyü kırabilir.
Önemli olan taraflarm düşünce şekillerini, yöntemlerini ve yaklaşımlarını bir an önce
değiştirmek üzere kendi kendilerini hazırlamalarıdır. Aksi mide biz birbirimizle uğraşırken
Türkiye'mizi elden Kaçıracağız.
503
EKLER
EK: I
HARP OKULU'NDAN MEZUN OLAN BİR SUBAYDA BULUNACAK NİTELİKLER
a. ATATÜRK ilke ve prensiplerini içtenlikle benimsemiş, ATATÜRK sevgisi ile dolu,
ATATÜRK ve inkılâplarına ve ANA-YASA'nın başlangıç bölümünde ifadesini bulan TÜRK
devrimlerinin ilkelerine bağlı olmalı.
b. Vatan ve millet sevgisi ile dolu, bü sevgiyle vazifesine bağlı olmalı, vatan ve millet
menfaatlerini her şeyin üstünde tutmalı.
c. Cumhuriyete sadakatle bağlı, parlamenter demokratik sistemin en iyi sistem olduğu, bu
sistemin insanlara ve ülkeye, diğer sistemlere nazaran daha fazla hak ve özgürlükler verdiği
bilincine erişmiş olmalı ve TÜRK Silahlı Kuvvetleri'nin, TÜRK Yurdunu ve Anayasa ile
tayin edilmiş TÜRKİYE Cumhuriyetini korumak ve kollamak görevi olduğu fikri, zihinlerde
yerleşmiş bulunmalı.
d. Çeşitli ideolojik akımların tesiri altında kalmayacak, her türlü düşünceyi, davranışı
ATATÜRK'TÜ bir görüşle sezecek, anlayacak, değerlendirecek bir fikir düzeyine ulaşmış
olmalı.
e. İyi bir terbiye almış, iyi ahlâk ve kuvvetli bir maneviyata sahip, dürüst ve güvenilir
karakterde bir insan olmalı.
f. Askerliğin temeli olan disiplin ruhu ile yetişmiş, itaatkâr, aldığı emri canı ve kanı pahasına
zamanında yapmaya hazır olduğunu gösterecek davranışta olmalı.
507
g. Askerlik mesleğini sevmiş, silah arkadaşlarına ve Silahlı Kuvvetler'e sarsılmaz bir bağla
bağlı ve Harbiyeli ruhunu kazanmış bir subay olmalı, silah arkadaşlarına her yerde yardım
etmeyi şiar edinmeli.
h. Vazife ve mesuliyet duyguları gelişmiş, her zaman intizamlı, görev anlayışını, sorumluluk
duygusunu en üst düzeye ulaştırmış, çalışmayı alışkanlık haline getirmiş olmalı.
ı. lnsiyatif sahibi, fedakâr ve doğruluktan sapmayacak karakterde, birliğine her haliyle
kendisini kabul ettirebilecek otoriteye sahip bir komutan olmalı.
j. Askerlik mesleğinin çetin koşullarında her türlü ahvalde soğukkanlılığını muhafaza edecek
bir iradeye, kuvvetli, atılgan, ruhen ve bedenen dayanıklı bir fiziki yeteneğe sahip olmalı ve
bu yeteneğini ve sıhhatini daima korumalı.
k. Askerlik şeref ve haysiyetini her şeyden üstün tutmalı ve bunu küçük düşürücü herhangi bir
fiil ve harekette bulunmamalı.
1. Asli görevi yurt savunması olduğu bilinci içinde harp ve askerlik sanatını en iyi bilmeli ve
görevi ile ilgili olarak daima harbe hazır halde olacağı bilincine erişmeli.
m. Bir fikir ve düşünceyi açıkça ifade edecek konuşma ve yazma düzeyine ulaşmış olmalı.
n. Bir lisanı okuyup anlayabilecek, konuşabilecek, inceleme ve araştırma yapabilecek bir
seviyeyi kazanmış olmalı.
o. Çağımızın gereklerine uyabilecek genel kültüre sahip ve muhakeme yeteneği olan, Fen ve
Sosyal bilimlere vakıf, gerektiğinde Harp Okulu sonrası öğretimi yapabilecek düzeyde bilgiyi
almış olmalı.
p. Yeraltı faaliyetleri (Yıkıcı, bölücü faaliyetler)'inin memleketimizi içten yıkmayı hedef
aldığının bilincine erişmiş, bu faaliyetlere ve alınacak önlemlere karşı bilgili kılınmış olmalı,
gizliliğe riayeti ve sır saklamasını bilmeli.
r. önderlik prensiplerini bilmeli ve tatbik edebilmeli.
s. Özellikle emrine verilecek birlik ve kişileri eğitebilecek öğretmenlik yeteneğine sahip
olmalıdır.
508
EK: II
KARA HARP OKULUNDA OKUNAN DERSLER VE SÜRELERİ
(1 AKADEMİK YIL)
l'NCÎ SINIF:
a. Temel Askeri Bilimler: : 480 Saat (% 50)
(1) Taktik-Personel-Loj istik
(2) İstihbarat
(3) Topografya
(4) öğretim îlke ve Yöntemleri
(5) Türkçe Askeri Yazışma ve Hitabet
(6) Savaş Beden Eğitimi
(7) Askeri Eğitim
b. Temel Fen Bilimleri: : 288 Saat (% 30)
(1) Fizik
(2) Kimya
(3) Matematik
c. Temel Sosyal Bilimler:
(1) Yabancı Dil
(2) ATATÜRKÇÜLÜK ve înkılap Tarihi
(3) Hukuka Giriş
(4) Genel Ekonomi TOPLAM
: 192 Saat (% 20)
: 960 Saat (% 100)
509
2'NCÎ SINIF:
a.
Temel Askeri Bilimler:
: 512 Saat (% 53.4)
(1) Taktik-Lojistik
(2) istihbarat
(3) Topografya
(4) Harp Silah Araçları
(5) Zırhlı Birlik
(6) Topçuluk
(7) istihkam
(8) Muhabere
(9) Savaş Beden Eğitimi (10) Askeri Eğitim
b. Temel Sosyal Bilimler: : 208 Saat (% 21.6)
(1) Yabancı Dil (Ing. Fr. veya Alm.)
(2) ATATÜRKÇÜLÜK ve inkılap Tarihi
(3) Ekonomi
(4) Hukuk
c. Bilimsel Dal Dersleri: : 240 Saat (% 25.0)
d. TOPLAM : 960 Saat (% 100)
3'NCÜ SINIF:
a. Temel Askeri Bilimler: : 608 Saat (% 63.3)
(1) Taktik-Lojistik
(2) istihbarat
(3) Askeri Coğrafya
(4) Askeri Ceza
(5) Ulaştırma
(6) Ordudonatım
(7) Levazım
(8) Personel
(9) Motorlu Araç Tekniği
(10) Komuta Kontrol
(11) Savaş Beden Eğitimi
(12) Askeri Eğitim
b. Temel Sosyal Bilimler: : 160 Saat (% 16.7) (1) Yabancı Dil
510
(2) ATATÜRKÇÜLÜK ve inkılap Tarihi c. Bilimsel Dal Dersleri:
192 Saat (% 20) 960 Saat (% 100)
d. TOPLAM
4'NCÜ SINIF:
a.
Temel Askeri Bilimler:
544 Saat (% 57)
(1) Taktik-Loj istik
(2) Meslek Nazariyatı
(3) Harp Tarihi
(4) Askeri Psikoloji
(5) Liderlik
(6) NBC.
(7) Savaş Beden Eğitimi .
(8) Askeri Eğitim
b. Temel Sosyal Bilimler: : 192 Saat (% 20)
(1) Yabancı Dil
(2) ATATÜRKÇÜLÜK ve inkılap Tarihi
(3) Siyasi Tarih
c. Bilimsel Daİ Dersleri: : 224 Saat (% 23)
d. TOPLAM : • 960 Saat (% 100)
511
EK: III
BİR SUBAY-ASSUBAY'IN MALİYETİ
(1985 fiyatlarıyla)
Kara Kuvvetleri'nde
Subay Türk Lirası
0 Askeri lisede
2.692.469
• Harp Okulunda
3.334.402
0 Sınıf Okulunda
688.288
Toplam
6.715.159
Assttbay
• Hazırlık Okulunda 1.633.944
0 Sınıf Okulunda
403.206
Toplam
2.037.150
Deniz Kuvvetleri'nde
Subay
0 Askeri lisede
9.000.000
0 Harp Okulunda
14.000.000
Toplam
23.000.000
Assubay
0 Hazırlık Okulunda 7.000.000
0 Sınıf Okulunda
2.800.000
Toplam
9.800.000
512
Hava Kuvvetleri'nde Uçucu Subay
# Askeri lisede ® Harp Okulunda e Sınıf Okulunda Toplam
9 Askeri lisede ® Harp Okulunda % Sınıf Okulunda Toplam
Assubay
$ Sınıf Okulunda Toplam
2.692.46» 10.288.132 171.900.128 18i.881.329
2.692.469 9.361.038 1.037.096 13.690.603
1.639.500 1.639.500
EK: IV
ATATÜRKÇÜLÜK (BİRİNCİ KİTAP)
ATATÜEK'ün Görüş ve Direktifleri (ideolojisi) POLİTİK FAALİYETLER
I'nci Kısım
TÜRK MİLLETİ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
1. Mület
2. Türk Milleti
3. Türk Dili
4. Türk Yurdu
5. Milli Tarih Bilinci
6. Milli Ahlakçılık
7. Türk Milletinin Milli Hissi
8. Türk Milletinin Oluşmasında Etken Olan Unsurlar
9. Milli Birlik ve Beraberlik
10. Milliyetler Prensibi
11. Türk Milliyetçiliği
(EK-A: Onuncu Yıl Nutku)
514
II'nci Kısım
DEVLET, DEVLETİN YAPISI, DEVLETİN VAZİFELERİ
1. Devlet
2. Hakimiyet
3. Devletin Yapısı
a. Devlet Teşkilatının Dayandığı Ana ilkeler
b. Demokrasi Prensibi
c. Devlet Şekilleri
(1) Hükümdarlık (Monarşi)
(2) Oligarşi
(3) Demokrasi - Halkçılık
d. Demokrasi Prensibinin Muhteviyatı
e. Demokrasi Prensibinin Tarihi inkişafı
f. Demokrasi Prensiplerinin Bariz Vasıfları
g. Cumhuriyet ve Cumhuriyetçilik ilkesi
h. Demokrasiye Muhalif Asri Ceryanlar
4. Devletin Vazifeleri
a. Ferdiyetçi Nazariye
b. Devletçi Nazariye
c. Ferdiyetçi ve Devletçi Nazariyelerin Demokrasiye Göre Durumu
d. Devletin Vatandaştan istedikleri
e. Devletçi ve Ferdiyetçi Nazariyelerin Felsefesi
f. Türkiye Cumhuriyeti Devletine Uygun Prensipler
g. Mutedil Devletçilik
IlI'ncü Kısım HÜRRİYET VE HÜRRİYETÇİLİK
1. Hürriyet
2. Hürriyetin Muhtelif Şekilleri
a. Ferdin Maddi Menfaatlerine Tekabül Eden Hürriyetler
(1) Şahsi Hürriyet
(2) Meskenin Taarruzdan Masuniyeti
(3) Ferdi Mülkiyet
(4) Ticaret, Çalışma ve Sanaat Hürriyeti
515
b. Ferdin Fikri Hayatındaki Hürriyet Hakları
(1) Vicdan Hürriyeti
(2) Laiklik
(3) içtima ve Matbuat Hürriyetleri
(a) Genel
(b) îçtima Hürriyeti
(c) Matbuat Hürriyeti
(4) Kamuoyu ve Basın
(a) Genel
(b) Kamuoyunun Kendi Kendine Teşkilâtlanması
(c) Gazeteler
(5) Cemiyet Teşkili ve Tedris Hürriyetleri
(a) Genel
(b) Cemiyet Teşkili Hürriyeti
(c) Tedris Hürriyeti (6) İhbar ve Şikayet Hakkı
(7) Ferdi Hak-Siyasi Hak
3. Hürriyetlerin Muhafaza ve Müeyyideleri
4. Taassupsuzluk (Tolerance)
IV ncü Kısım
TOPLUMDA KULLANILAN ÖNEMLİ KAVRAMLAR VE ATATÜRK'ÜN GÖRÜŞLERİ
1. Barışçılık
2. Bağımsızlık
3. inkılapçılık
4. Çağdaşçılık (Çağdaş Uygarlığa Ulaşma)
V nci Kısım
HÜKÜMET YÖNETİMİNDE ANA ESASLAR VE PARTİLER
1. Hükümet Yönetiminde Ana Esaslar
2. Partiler
516
Vinci Kısım
MİLLÎ SİYASET-DIŞ SİYASET
1. Milli Siyaset ,.
2. Dış Siyaset
İKİNCİ BÖLÜM ASKERİ FAALİYETLER
Türk Askeri Türk SUahh Kuvvetleri Vatan Savunması Savaş ve Topyekün Savaş
Komutanlık-Liderlik Askerlikte İnisiyatif
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM EKONOMİK FAALİYETLER
1. Ekonomi
2. Mali Politika
3. Dış Ekonomik ilişkiler
4. Ulaşım
5. Tarım
6. Köylü-Çiftçi ve Bunların Kooperatifleşmesi
7. îş Bölümü
8. Çalışma Bilinci ve Meslek Seçimi EK-A: (21 Nisan 1931 Tarihli Beyanname)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BİlAM, ARAŞTIRMA, GELİŞTİRME FAALİYETLERİ VE TEKNOLOJİ
1. Bilimsellik
2. Akılcılık
ı.
2. 3. 4. 5. 6.
517
3. Gerçekçilik
4. Teknoloji (Sanayileşme)
BEŞİNCİ BÖLÜM EĞİTİM FAALİYETLERİ
1. Eğitimin önemi
2. Eğitim Programı
3. Verilecek Eğitimin Türü (Milli Eğitim)
4. Okul ve öğretmen
5. Okuma - Yazmanın Önemi
ALTINCI BÖLÜM SOSYAL FAALİYETLER
1. Bağlılık (Solidarité)
2. İnsan ve insan Sevgisi
3. Türk Kadını
4. Aile
5. Gençlik ve Spor (EK-A: Gençliğe Hitabe) '6. Sosyal Adalet ve Hukuk
7. Sınıfsal Bütünlük (Sınıfsızlık)
YEDİNCİ BÖLÜM SANAT FAALİYETLERİ
Güzel Sanatlar ve Milli Kültür
SEKİZİNCİ BÖLÜM DİNİ FAALİYETLER
Din ve İslamiyet
EK-A: (Atatürk'ün Balıkesir, Paşa Camiinde Yaptığı Konuşma)
DOKUZUNCU BÖLÜM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN EL YAZILARI VE
YAZDIRDIKLARI
518
ATATÜRKÇÜLÜK (İKİNCİ KİTAP)
ATATÜRK ve ATATÜRKÇÜLÜĞE İLİŞKİN MAKALELER
İÇİNDEKİLER FİKİR VE DEVLET
(Ord. Prof. Reşat KAYNAR) (Prof. Dr. Hamza EROGLU) (Prof. Dr. ismet GİRÎTLÎ) (Ord.
Prof. Aydın SAYILI) (Prof. Dr. Ziya BURSALIOGLU)
(Prof. Dr. Yusuf VARDAR) (Prof. Dr. Kemal AYTAÇ)
Reisicumhur îsmet ÎNÖNÜ'nün ATATÜRK'ün Ölümü Dolayısıyla Millete Beyannamesi (21
Kasım 1938)
Devlet Başkanı Orgeneral Kenan EVREN'in 1981 ATATÜRK YILI Dolayısıyla T.E.
M.M.'de Yaptığı Konuşma (5 Ocak 1981)
ATATÜRKÇÜLÜK Nedir ATATÜRK'ün Üstün Kişiliği KEMALİZM İdeolojisi ATATÜRK
ve Bilim ATATÜRK'ün Bilimsel Liderliğe
ATATÜRK ve Teknoloji ATATÜRK'ün Eğitim Görüşü
519
(Prof. Dr. Turhan OGUZKAN)
(Doç. Dr. Galip
KARAGÖZOGLU)
(Prof. Dr. Feridun AKOZAN)
(Prof. Dr. A. AFET İNAN) (Ord. Prof. Dr. Enver Ziya
KARAL) (Prof. Dr. Suna KlLÎ) (Ord. Prof. Enver Ziya KARAL)
(Ord. Prof. Enver Ziya KARAL)
(Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK) (Em. Korgr. Cemal ENGÎNSOY) (Em. Tfimg. Muzaffer
ERENDÎL)
ATATÜRKÇÜ Eğitim Politikası ve Milli Eğitim ATATÜRK inkılabının Yerleşmesinde ve
Gerçekleşmesinde Eğitimin Rolü ve Yeri ATATÜRK, Sanat ve Sanatkar (Sanatçı)
ATATÜRK ve Tarih ATATÜRK'ün Türk Tarihi Tezi
ATATÜRK ve Politika ATATÜRK'ün Siyaset Üzerindeki Düşünceleri ATATÜRK, Siyaset
Ahlâkı ve Siyasi Partiler ATATÜRK ve Aile ATATÜRK ve Askerlik ATATÜRK ve
Askerlik
EKONOMİ
(Prof. Dr. Yüksel ÜLKEN)
(Prof. Dr. Feridun ERGÎN) (Prof. Dr. Mustafa A. AYSAN)
(Prof. Dr. Hamza EROGLU)
Devlet Başkanı Orgeneral Kenan EVREN'in 2 nci Türkiye iktisat Kongresini Açış Konuşması
(2 Kasım 1861) ATATÜRK'ün iktisadi Düşüncesi ve Politikası ATATÜRK ve Türk
Ekonomisi ATATÜRK'ün Ekonomik Kalkınma Modeli ATATÜRK ve Devletçilik
DİN w
(Doç. Dr. Neda ARMANER) ATATÜRK - Din ve Laiklik
(Prof. Dr. İbrahim Agâh
ÇUBUKÇU) ATATÜRK ve Laiklik
520
DEVLETİN DİNAMİK İDEALİ
(Orgeneral Necdet ÖZTORUN) ATATÜRKÇÜLÜKTE Devletin
Dinamik ideali
CUMHURİYETİ KOLLAMA VE KORUMA HAREKATI DOLAYISIYLA DEVLET
BAŞKANI ORGENERAL KENAN EVRENİN KONUŞMASI
Cumhuriyeti Kollama ve Koruma Harekâtı Dolayısıyla Devlet Başkanı Orgeneral Kenan EVREN'in 12 Eylül 1980 Günü Yaptıkları Radyo - Televizyon Konuşması
ATATÜRK'ÜN ÖLÜM YILDÖNÜMLERİ DOLAYISIYLA YAYINLANAN MESAJLAR
(Devlet Başkam Orgeneral Kenan EVREN)
10 Kasım 1980 Tarihli Mesajı
(Devlet Başkanı Orgeneral Kenan EVREN)
10 Kasım 1981 Tarihli Mesajı
(Cumhurbaşkanı Orgeneral Kenan EVREN)
10 Kasım 1982 Tarihli Mesajı
521
ATATÜRKÇÜLÜK (ÜÇÜNCÜ KİTAP)
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
1. GENEL:
a. Atatürkçülüğün Tanımı ve Önemi:
b. Atatürkçülük Güçlü Devleti öngörmektedir:
(1) Atatürkçülükte Tam Bağımsızlık ve Milli Egemenlik İlkeleri Devletin Temel Unsurlarıdır:
(2) Atatürkçülüğün Başarılı Yönetim îçin Öngördüğü Esaslar:
c. Atatürkçülükte Devletin Dinamik İdeali:
(1) Millî Birlik ve Millî Duyguyu Güçlendiren Millî Amaçlar ile Temel Maddi Amaçlar:
(2) Kişisel Amaçlar:
(3) Millî Kültürümüze İlişkin Amaçlar:
2. DEVLET HAYATI:
a. Devletin Tanımı:
b. Devlette Egemenlik ve Bu Egemenliğin Kullanılması:
c. Türk Devletinin Yapısı ve Dayandığı Esaslar:
d. Türk Devletinin Ana Nitelikleri:
(1) Cumhuriyetçilik:
.
522
<2) Milliyetçilik: • (3) Halkçılık:
(4) Devletçilik:
(5) Lâiklik:
(6) inkılâpçılık:
«. Devlet Yönetiminde Partiler:
f. Millî Dış Politika:
g. İnsan Hak ve Hürriyetleri ile Sorumlulukları:
h. Adalet, Hukuk ve Mahkemelerin Bağımsızlığı: ı. Askerlik:
3. FtKİR HAYATI:
a. Fikir Hayatının Temel Dayanakları:
(1) Akılcılık:
(2) Bilim ve Teknoloji:
(3) Dayanışma ve Barışçılık:
(4) Taassupsuzluk:
(5) însan Sevgisi ve Evrensellik:
b. Eğitim:
(1) Eğitimin önemi:
(2) Türk Devletinin Eğitim Vazifeleri:
(3) Eğitimde Uygulanacak İlkeler:
(4) Millî Eğitim Sisteminin Gözeteceği Esaslar:
«. Kültür (Uygarlık), Tarih:
d. Güzel Sanatlar:
e. Kamuoyu ve Basın:
f. Türk Dili:
g. Toplum Yaşamı:
(1) Kadının Türk Toplumundaki Yeri ve Aile Hayatı:
(2) Gençlik:
(3) İş Bölümü ve Çalışma:
4. EKONOMİK HAYAT:
a. Ekonominin Önemi:
b. Türk Ekonomisinin Gözeteceği Esaslar:
c Ekonomik Faaliyetlere İlişkin Devlet Hayatı:
d. Ekonomik Faaliyetlere İlişkin Fikir Hayatı:
e. Ekonomik Sistem:
523
5. DİN:
a. Atatfirkçülük'te Din Nedir, Dinin Diğer Müesseselerle ilişkileri Nelerdir:
b. Atatürkçülük ve İslâm Dini:
c. Lâiklik:
Kaynakça:
Kaynakça ile îlgüi Açıklama: Temel Kaynakça:
524
EK: V
1985 YILI SONU İTİBARİYLE KARA HARP OKULU KÜTÜPHANESİ KONULARINA
GÖRE KİTAP DURUMU
•genel konular 1.836 Adet (% 6.06)
felsefe 271 »
(% 0.89)
dîn
337 » (% 1.11)
SOSYAL bilimler
10.759 »
(% 35.50)
dilbilim
4.379 »
(% 14.40)
nazarı bilimler 1.900 »
(% 6.27)
tatbiki bilimler
2.494 »
(% 8.23)
güzel sanatlar 365 » (% 1.20)
EDEBİYAT 2.219 »
(% 7.32)
TARlH-COGRAFYA-BlYOGRAFYA
5.731 »
(% 18.90)
NADİDE ESERLER 1.622 »
FAZLA NÜSHALAR
8.682 »
genel toplam
40.595 Adet
ÖĞRENCİLERİN OKUDUKLARI KİTAPLARA GÖRE İLGİ DAĞILIMI
¦000 Genel Konular % 2
100 Felsefe % 3.1
200 Din % 2.2
300 Sosyal Bilimler % 13.9
400 Dilbilim % 10.4
500 Nazari Bilimler % 5.7
600 Tatbiki Bilimler % 6.1
700 Güzel Sanatlar % 2.6
800 Edebiyat % 29.5
900 Tarih-Coğrafya % 24.5
525
EK: VI
SİVİL LİSE HAFTALIK DERS DAĞITIM ÇİZELGESİ
IX. Sınıf
X.
Sınıf
XI. Sınıf
DERSLER
FEN. ED. MAT. FEN. ED.
Türk Dili ve
Edebiyatı
5
4
6
3
3
6
Psikoloji
—
2
2
¦ —;—.
—
Felsefe Grubu
—
3
3
6
Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi 1
1
1
ı1
1
Tarih 2
2
2
2
2
2
T.C. İnkılâp Tarihi
ve Atatürkçülük
1
1
1
2
2
2:
Sanat Tarihi "—
—
2
—". —:
1
Coğrafya
2
2
2
2
2
2
Matematik
5
6
3
7
3
2Biyoloji
3
—
2
— '. 4
—.
Fizik 3
4
2
4
3
2T
Kimya ¦3
3
2
3
4
2
Yabancı Dil 5
4
4
3
3
4
Beden Eğitimi 2
2
2
1
1
1
Millî Güvenlik
Bilgisi —
1
1
1
]
1
Turizm Dersi —
l— —
1
1
1
Sağlık Bilgisi 1
1
1
1
1
1
Seçmeli Dersler
2
2
2
1
1
1
Toplam
35
35
35
35
35
35526.
EK: VII
SİLAHLI KUVVETLER BÜNYESİNDEKİ EĞİTİM VE ÖĞRETİM KURUMLARI VE
ÖĞRENCİ MEVCUTLARI
Genelkurmay Başkanlığı'na Bağlı Eğitim ve Öğretim Kurumlar»
1. Harp Akademileri Komutanlığı (İstanbul)
a. Kara Harp Akademisi : 70
b. Deniz Harp Akademisi : 25
c. Hava Harp Akademisi : 33
d. Milli Güvenlik ve Silahlı Kuvvetler Akademisi : 30
e. Silahlı Kuvvetler Akademisi : 73
2. Gülhane Askeri Tıp Akademisi Komutanlığı (Ankara)
a. Askeri Tıp Fakültesi Dekanlığı : 963
b. Sağlık Okullar Komutanlığı:
i. TSK Sağlık Meslek Lisesi: 334
ii. Sağlık Assubay Hazırlama Okulu : 243
iii. Sağlık Assubay Sınıf Okulu : 59
3. Silahlı Kuvvetler İstihbarat ve Dil Okulu (Ankara): 225
Milli Savunma Bakanlığı'na Bağlı Eğitim ve öğretim Kurumlara
1. Harita Yüksek Teknik Okulu (Ankara) : 12
2. Harita Assubay Sınıf Okulu Komutanlığı (Ankara): 11
Kara Kuvvetleri Kcmutanlığına Bağlı Eğitim ve öğretim Kurumlan
1. Kara Harp Okulu (Ankara): 3990
527
SHHHHİ
2. Askeri Liseler ve Bursa Garnizon Komutanlığı (Bursa) :
a. Kuleli Askeri Lisesi (istanbul) : 1963
b. Işıklar Askeri Lisesi (Bursa) : 1111
c. Maltepe Askeri Lisesi (izmir) : 1319
3. Assubay Hazırlama Okulu Komutanlığı (Çankırı) : 1456
4. Elektronik Assubay Hazırlama Okulu Komutanlığı (Ankara): 701
5. Askeri Mızıka Hazırlama ve Sınıf Okulu Komutanlığı (Ankara): 340
6. Nükleer, Biyoloji ve Kimya (NBC) Okulu ve Eğ. Tüm. Kom. (Konya) (Subay ve
Assubaylara kurs verir)
7. Piyade Okulu Komutanlığı (Tuzla): 2136
8. Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Kom. (Ankara): 2100
9. Topçu ve Füze Okul Komutanlığı (Polatlı): 851
10. Dağ ve Komando Okulu ve Eğitim Merkez Kom. (Eğridir): 232
11. . Muhabere Okulu ve Eğitim Merkez Kom. (Mamak) : 616
12. istihkam Okulu ve Eğitim Merkez Kom. (Narlıdere): 443
13. Ulaştırma Okulu ve Eğitim Merkez Kom. (Gaziemir) : 507
14. Levazım ve Maliye Okulu ve Eğitim Mer. Kom. (Kağıthane) : 460
15. Ordudonatım Okulu ve Eğitim Merkez Kom. (Balıkesir) : 947
16. Kara Havacılık Okulu Komutanlığı (Güvercinlik) (Subay ve assubaylara kurs verir)
17. Silahlı Kuvvetler Temel ve Savaş Beden Eğitimi ve Spor Eğitim Merkez Komutanlığı
(Ankara): Subay ve assubaylara kurs verir.
18. Askeri ve Veteriner Araştırma Enstitüsü ve Eğ. Mkz. Kom. (Gemlik) : 43
19. Sahra Sıhhiye Er Eğitim Merkez Kom. (Samsun) : (Subay ve assubaylara kurs verir)
20. Ankara Fakülte ve Yüksek Okullar Askeri Öğrenci Kom. (Ankara) : 258
21. istanbul Fak. ve Yüksek Okullar Ask. öğrenci Kom. (istanbul) : 164
Hava Kuvvetleri Komutanlığına Bağlı Eğitim ve öğretim Kurumlan
1. Hava Eğitim Komutanlığı (Gaziemir) : (Aşağıdaki okullarda belirtilmiştir :)
528
2. Hava Harp Okulu (Yeşilyurt - İstanbul) : 750
3. Hava Muhabere Okulu (Gaziemir - İzmir) : 95
4. Hava Lisan Okulu (Güzelyalı-Izmir) : 420
5. Hava Savunma Okulu (Gaziemir-îzmir) : 80
6. Hava İstihkam Okulu (Gaziemir-İzmir) : 138
7. Uçak Bakım Okulu (Gaziemir-İzmir) : 292
8. Hava İkmal ve İdari Okulu (Gaziemir-İzmir) : 131 ö. Hava Motorlu Araçlar Komutanlığı
(Bursa) : 20
Jandarma Genel Komutanlığına Bağlı Eğitim ve Öğretim Kurumları
1. Jandarma Okul Komutanlığı Bağlıları:
2. Jandarma Asb. Hazırlama Okulu (Güvercinlik-Ankara) : 851
3. Jandarma Assubay Sınıf Okulu (Güvercinlik-Ankara) : 650
4. Jandarma Subay Sınıf Okulu (Güvercinlik-Ankara)
: 73
5. Jandarma Komando Okulu ve Eğ. Alay Kom. (Foça-tzmir): 90
Deniz Kuvvetleri Komutanlığına Bağlı Eğitim ve Öğretim Kurumları
1. Deniz Eğitim Komutanlığı (Karamürsel) Bağlıları :
2. Deniz Harp Okulu (Tuzla)
3. Deniz Lisesi (Heybeliada)
4. Deniz Assübay Hazırlama Okulu (Beylerbeyi)
5. Makina Sınıf Okulları Kom. (Derince-Kocaeli)
6. Gemi Makinaları Okulu (Derince-Kocaeli)
7. Elektrik/Elektronik Okulu (Derince)
8. Güverte Sınıf Okulu (Karamürsel)
9. İkmal Okulu (Karamürsel)
10. Deniz Taktik Okulu (Gölcük)
11. Harekat Okulu (Karamürsel)
12. Sualtı Silahları ve Mayın Arama-Tarama Okulu
13. Elektronik Harp ve Muhabere Okulu (Karamürsel)
14. Top ve Füze Okulu (Karamürsel)
670 600
687 258 114 88 70 64 40 85 36 76 6£
529
EK: VIII
ASSUBAYLARIN DÜNYASI
Bekleme Net Eline
Rütbe Sûresi Derecesi Geçen Fara
Assubay Çavuş
3
yıl
10/1 85.000 TL.
Assubay Üstçavuş
3
yıl
7/1
118.000
TL.
Assubay Kıdemli Üstçavuş 3
yıl
6/1
123.000
TL.
Assubay Başçavuş 3
yıl
5/1
U0.000
TL.
Assubay Kademeli Başçvş. 3
yıl
4/1
159.000
TL.
Assubay Kıdemli Başçavuş 3
yıl
3/1
180.000
TL.
Assubay Kad. Kıd. Başçvş. 3
yıl
2/1
200.000
TL.
Assubay II. Kad.Kıd. Başçvş.
3
yıl
1/1
217.000
TL.
Not: Uçuş ekibinde veya denizaltıcı assubaylar yukarıdaki maaşlarına ek olarak, ortalama 30 40 bin TL.lık tazminat alırlar. 1 Temmuz 1986 itibariyle geçerli rakamlardır.
530
EK: IX
ASSUBAY ÖĞRENCİLERİN KÖKENLERİ
öğrencilerin Geldikleri Bölge
Sayı Yüzde
Marmara
92
15.00
Ege 79 • 12.88
Akdeniz
49
7.88
Karadeniz
.69
11.25
îç Anadolu 303 48.42
Doğu Anadolu
15
2.44
Güneydoğu Anadolu 6
0.97
Toplam : 613
Babanın Eğitim Durumu
Okur-yazar Değil
24
3.91
Okur-yazar 86
14.02
îlkokul mezunu
368 60.03
Ortaokul mezunu , . 65 10.60
Lise mezunu 64
10.44
Üniversite mezunu 6
0.97
Annenin Eğitim Durumu
Okur-yazar Değil
172 28.05
Okur-yazar 131 21.37
îlkokul mezunu
286 46.65
Ortaokul mezunu
15
2.44
Lise mezunu 7
1.14
Üniversite mezunu 2
0.32
531
Sayı
Yüzde
Ailenin Aylık Geliri
20.000 TL.'den az 20-30.000 TL. 30-40.000 TL. 40-50.000 TL. 50-75.000 TL. 75-100.000
TL. 100-150.000 TL. 150.000 TL.'den fazla
Ailenin Oturduğu Yer
Köy
îlçe Merkezi II Merkezi Yurtdışı
Baba Meslekleri
Subay/Emekli
Assubay/Emekli
Memur/Emekli
Çiftçi
işçi
Sanatkar/Esnaf Tüccar
Serbest meslek işsiz
Kardeş Sayısı
1 kardeşli
2 kardeşli
3 kardeşli
4 kardeşli
5 kardeşli
6 kardeşli 7-8 kardeşli 9-10 kardeşli 11 ve yukarı
9 59 127 188 161 58 8 3
154 197 261 1
0 10 158 130
209 52
3 49
2
5 89 192 144 85 53 36 8 1
1.46 9.62 20.71 30.66 26.26 9.46 1.30 0.48
25.12 32.13 42.57 0.16
0.00 1.63 25.77 21.20 34.09 8.48 0.48 7.99 0.32
0.81 14.51 31.32 23.49 13.86 8.64 5.87 1.30 0.16
532
EK: X
ÖĞRENCİ EĞİLİMLERİ
, (Assb. Hazırlık Okulu - Çankırı) 1986
SorularYüzde Oı
Ne Tip Müzik Seversiniz?
Türk Sanat Müziği 10
Türk Halk Müziği
33
Türk Hafif Müziği 1»
Arabesk
35
Hafif Batı Müziği
3
Sevdiğiniz Tiyatro Türü?
Trajedi 10
Dramatik
6
Polisiye
27
Tarihi 16
Komedi
41
Ne Tür Film Seversiniz?
Komedi
20
Polisiye
17
Psikolojik
2
Müzikal
3
Savaş 19
Macera
17
533
Yüzde Oram
Korku 9
Kurgu 13
Gazetede En Çok Ne Okursunuz?
Spor 25
Resimli Roman 14
Haber başlıkları 20
Makaleler 9
Karikatür 17
Ekonomi yazılan 7
Araştırma 8
Ne Tip Kitap Okursunuz?
Ders kitapları 25
Roman 31
Hikaye 18
Tiyatro 6
Bilimsel kitaplar 20
Boş Zamanlarınızı Nasıl Değerlendirirsiniz?
Gezerek 12
... Spor yaparak 14
Kitap okuyarak 4
Video seyrederek 20
ödev yaparak 12
Uyuyarak 1
Sohbet ederek 6
Hayal kurarak 3
Çalışarak 13
Müzik dinleyerek H
Satranç oynayarak 3
Not: Okul'da son dönemlerde yapılmış bir eğitim anke tinin bir genellemesidir. Tarafımızdan.
EK: XI
KARA SUBAYININ ORDU HAYATI
RÜTBESİ
Asteğmen
Teğmen
Üsteğmen
Yüzbaşı Binbaşı
Yarbay Albay
Tuğgeneral
Tümgeneral
Korgeneral
Orgeneral
NORMAL SÜRESİ 1 Yıl
3 Yıl 6 Yıl
6 Yıl 6 Yıl
6 Yıl 6 Yıl
4 Yıl
4 Yıl
4 Yıl
4 Yıl
GÖREVİ1
45 kişilik takım komutanı olur.
»
Takım veya kadro yetmezliği halinde 150-200 kişilik bölüğe vekaleten komutan olur. Bölük
komutanlığı yapar. 400-500 kişilik tabur komutam olur veya alay/tabur karargahında görev
alır. Tabur komutanı olur. 3 bin kişilik alay komutanı olur veya karargahlarda görev alır.
Kıtada 6-7 bin kişilik bir tugaya komutan olur veya karargahta (Ankara veya ordularda) görev
alır.
10 -12 bin kişilik tümen komutanı olur veya karargahlarda görev alır.
15 - 70 bin kişilik kolordu komutanı olur veya karargahlarda görev alır.
65 yaşma kadar ordu komutanı, kuvvet komutanı, Genelkurmay Başkanı olabilir.
(1) Subay kadrolarındaki eksikliklerden dolayı, bazen, teğmen ve üsteğmenler bölüklere de
vekaleten atanırlar. Burada, genelde yapılan görev atamaları dikkate alınmıştır. Yüzbaşılıktan
sonra başlayan karargâh görevleri de, hem kıtada ordu veya kolordu düzeyinde hem de
Genelkurmay'da yapılıyor. Aynı şekilde, bekleme sürelerinde ek yasalarla getirilen
beklemeler de burada hesaba katılmamıştır.
536
DERECESİ
9/1 8/1
7/1 4/1
2/1
1/4 1/4
1/4 1/4 1/4
ELİNE GEÇEN NET PARA2
95.000 TL. 110.000 TL.
123.000 TL. 134.000 TL. (3 yıl kıdem alınca 144.000 TL. Derecesi 3/1) 180.000 TL. (3 yıl
kıdem alınca 210.000 TL. Derecesi 1/1)
217.000 TL.
237.000 TL. (Kıdemli albay 259.000 TL.)
304.000 TL. 325.000 TL. 344.000 TL. 366.000 TL.
AMACI (İdeali)
Teğmen, okulunda öğrendiği bilgileri uygulayıp idealindeki komutam gerçekleştirmeye,
emrine verilen askere iyi bir eğitim sağlamaya çalışır. En hırslı olduğu dönemdir. Akademiye
girip kurmay olmak.
Karargah hayatı başlamıştır artık. Kendisini göstermek ve henüz gerçekleştirememişse
Akademiye girmek en başta gelen arzusudur. En çok bir dTş göreve atanmak ister.
En kritik dönemdedir. Üç arzusu vardır: Kıtada birliğine bir şeyler verip «iyi komutan»
olarak, anılmak, dış görev, hepsinden önemlisi generalliğe terfi edebilmek. Görevini iyi
yapmak, her geçen yıl daha zorlaşan terfileri-ni sürdürmek en başta gelen arzusudur. Ülkedeki
siyasi gelişmelerle ilgilenmesi ve fiilen uğraşması bu dönemde daha da artar.
(2) Subayın eline geçen net para hesap edilirken, Temmuz 1986'' da geçerli olan katsayılar
esas alınmış, aylık, yan ödeme, yüzde 35 Silahlı Kuvvetler tazminatı, taym bedeli, yakacak
yardımı, makam tazminatı, hizmet eri tazminatı ve aile yardımları dahil bütün yan ödentiler de
dahil edilmiştir. Pilotlar ayrıca 40.000 TL. ek uçuş tazminatı alırlar. Hesaplarda, karargahta
çalışan, eşi çalışmayan, çocuksuz personel esas-alınmıştır.
537
EK: XII
20 HİZMET YILINA GÖRE ASKER VE SİVİL PERSONEL MAAŞ ÖRNEKLERİ
ASKER PERSONEL
Rütbeler Gdrcv yeri Derece/
ve unvanı . Kademe Aylık Net Maaş
(TL.)
Kd. Binbaşı Karargah
1/2
182.535
Kıtada Komutan
1/2
184.079
Mühendis
1/2
190.592
Tabip 1/2
190.592
Hakim 1/2
215.677
«IVtL PERSONEL
Sınıfı
¦G.Î.H. Şube Müdürü 1/2
145.219ı
Uzman 1/2
99.689
Tek. Hiz.
Mühendis
1/2
200.440
Müh. (proje çizim) 1/2
163.496
Sağ. Hiz.
Tabip (Ank. merk.) 1/2
183.046
Tabip (Muş ilçeleri) 1/2
212.924
Hakim Mahkeme hakimi
1/2
208.344
Hesaplamalarda:
1. Memur aylık katsayısı 56, yan ödeme katsayısı 18 '2. Yakacak yardımı 18.500 TL.
3. Aile yardımı 1400 TL.
4. Tayın bedeli (asker personel için) Şubat 1986 için 20.343 TL.
5. 1 Mart 1979'da getirilen bir üst derece uygulaması ile. ~6. Evli, eşi çalışmayan çocuksuz
personel, esas alınmıştır.
Asker personelin hesaplarına, lojman, hastane, orduevi, ordu pazarları gibi yan olanaklar
katılmamıştır.
Not :
Sivil kesimde, özel hizmet tazminatı ve yan ödemeler görevin niteliği ve çalışılan yere göre
farklı miktarlarda verildiğinden tablodaki miktarlar, görev yerlerine göre fazla veya noksan
olabilir. Bu bakımdan sivil personelin hesaplamalarında görev yerleri parantez içinde
gösterilmiştir.
538

Benzer belgeler