Şehir ve Toplum - Marmara Belediyeler Birliği
Transkript
Şehir ve Toplum - Marmara Belediyeler Birliği
Şehir ve Toplum ISSN: 7897678343213 şehir & toplum ŞEHİR&TOPLUM Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014, ISSN: 7897678343213 ŞEHİR&TOPLUM İMTİYAZ SAHİBİ Recep Altepe (Marmara Belediyeler Birliği Başkanı) YAYIN YÖNETMENİ Dr. M. Cemil Arslan EDİTÖR Doç. Dr. Nail Yılmaz YAYIN KURULU Doç. Dr. Nail Yılmaz Yrd. Doç. Dr. Şevket Kamil Akar Yrd. Doç. Dr. Ülkü Arıkboğa Yrd. Doç. Dr. Songül Demir Dr. Hasan Taşçı DANIŞMA KURULU Ahmet Güner Sayar (Prof. Dr.) Ahmet İçduygu (Prof. Dr.) Ali Yaşar Sarıbay (Prof. Dr.) Beşir Ayvazoğlu (Yazar) Coşkun Çakır (Prof. Dr.) Fatih Andı (Prof. Dr.) Feridun Emecen (Prof. Dr.) Hüsrev Subaşı (Prof. Dr.) Kemal Sayar (Prof. Dr.) Korkut Tuna (Prof. Dr.) Mustafa Armağan (Yazar) Recep Bozlağan(Prof. Dr.) Suphi Saatçı (Prof. Dr.) Yusuf Kaplan (Dr., Yazar) YAYIN ARALIĞI Şehir & Toplum Dergisi, MBB Şehir Politikaları Merkezi tarafından Haziran ve Aralık aylarında yılda iki defa yayımlanmaktadır. İLETİŞİM Tel: +90 (212) 514 10 00 Faks: +90 (212) 520 85 58 Adres: Marmara Belediyeler Birliği, Ragıp Gümüşpala Cad. No:10 Eminönü 34134 Fatih / İstanbul YAPIM Gafa Ajans Adres: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Anadolu Sokak, No:23, D:13 Beyoğlu-İstanbul Tel: +90 (212) 243 20 86 Faks: +90 (212) 243 28 59 TASARIM Özhan Yurtseven KAPAK Hasan Dede şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Kıymetli Okurlar, Uzun ve yorucu çabaların ürün ile taçlandığı zamanlar vardır hepimizin hayatında. İşinizi başarmanın tatlı huzuru ile ürünün ne kadar tatmin edici olduğuna ilişkin endişe birbirine eşlik eder böyle zamanlarda. atölye çalışmaları yapacak ve yayınlar hazırlayacağız. Amacımız, sakin, saygılı, derinlikli ve faydalı bir tartışma ile iletişim ortamı oluşturmaktır. Yerel yönetimlerin tevarüs ettikleri birikimi, yapılan hatalar ile yüzleşmekten Uzun insanlık yürüyüşünde, bize sunul- çekinmeden, yeni dönemin imkân ve muş zaman, mekân ve imkânı yine in- eğilimlerini de dikkate alarak, şehir ve sanlığın hizmetine sunmak için yoğun toplum hayatına uygulamaları, şehre dair bir çaba gösteriyoruz. değişimi yönetebilmeleri, mekân-insan ilişkisini toplumun özgün karakterini, Değişimi izliyorsunuz. Marmara Life, gelecek beklentilerini ve evrensel ilkeleri Radyo Marmara, Marmara Haber, mar- dikkate alarak düzenlemeye çalışmaları marahaber.gov.tr, Yerel Yönetim Aka- gerekmektedir. demisi, Yönetici Geliştirme Merkezi, Şehir Politikaları Merkezi, 2014 Yerel Bugün şehirlerin eriştiği düzeyde, şehirSeçimlerinden sonra yaptığımız çalışma- ler üzerine yapılan araştırmalar büyük lardan sadece birkaçı. önem arz etmektedir. Bu araştırmalar kapsamında, şehri tüm bileşenleri ve boTürkiye yerel yönetimler tarihinde öz- yutlarıyla, toplum kavramından soyutlagün bir yere sahip olan Marmara Bele- madan tartışmanın verimli olacağı inandiyeler Birliği, bu yıl 40. yılını kutluyor. cını taşıyoruz. 40 yıllık bir geleneğin verdiği tecrübe ve kararlılıkla çalışmalarımıza hız kesmeden Bu gayretle Marmara Belediyeler Birlidevam ederken bir yandan da köklü tari- ği olarak Şehir Politikalar Merkezimiz himizin sağladığı bilgi birikiminin mey- ile Marmara Belediyeler Birliği Kültür velerini topluyoruz. Bu bilgi birikiminin Yayınları bünyesinde çıkardığımız Şeve köklü geleneğin en kıymetli meyvele- hir&Toplum dergisini sizlerle buluşturrinden biri de geçen yılın sonunda oluş- maktan büyük kıvanç duyuyor, Marmara turduğumuz Şehir Politikaları Merkezi. Belediyeler Birliği çalışanları ve derginin Şehir Politikaları Merkezi bünyesinde bir yayınlanmasında emeği geçenlere teşektaraftan şehir ve yerel yönetimler konu- kür ediyorum. sundaki bilimsel çalışmaları ve araştırmaları destekleyecek diğer taraftan bilim insanı ile uygulamacıları bir araya getiren İyi okumalar... Recep Altepe Marmara Belediyeler Birliği Başkanı ISSN: 7897678343213 şehir & toplum takdim Merhaba, Dünya nüfusunun yaklaşık olarak % 70’nin şehirlerde yaşadığı göz önüne alındığında, bu oluşumun insan yaşamında ne derece önem arz ettiği anlaşılacaktır. Konuya, Türkiye açısından bakıldığında durum daha da çarpıcıdır. Zira 50’lerle başlayarak, her geçen gün katlanarak büyüyen göç hareketlerinin, Türkiye nüfusunun % 80’e yakınını şehirlerde topladığı görülmektedir. Hal böyle olunca konu daha da önem kazanmış; şehir ve şehirciliğe olan ilgi yoğunlaşmıştır. Bu durum, yayıncılığa da yansımış, dergi ve kitaplar başta olmak üzere şehirle ilgili literatür hızla çoğalmıştır. Oldukça sevindirici olan bu gelişme, takdir edilmeli; mümkün olduğunca desteklenmelidir. Zira şehir konusuna sahip çıkmak medeniyete sahip çıkmakla eş değerdir. Ancak şehri merkeze alan süreli yayınlar, istenilen nitelikte değildir. Nitelikli olanlar ise finansal zorluklar veya ilgisizlik nedeniyle uzun soluklu olamamaktadır. Elinizdeki dergi bu bağlamda oldukça şanslıdır. Zira Şehir ve Toplum, Marmara Belediyeler Birliği’nin kurumsal desteği ile yayımlanacaktır. Şehir ve şehircilik konusuna doğru bir perspektifle yaklaşmayı amaçlayan dergi; kamu yönetimi, yerel yönetimler, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, iktisat, tarih, coğrafya, edebiyat, sanat, mimari ve planlama konuları başta olmak üzere geniş bir yelpazede çalışmaların yayımlandığı özgün bir platform olma iddiasındadır. Akademik bir yayın olmaktan çok, konuların kısa ve özlü bir şekilde bilimsel bir bakış açısıyla okuyucuya sunulduğu dergide; makale, röportaj, kültür-sanat bölümleri yanında şehirle alakalı kitap analizlerine de yer verilecektir. İlgili literatüre mütevazı de olsa katkı yapmayı hedefleyen dergide her sayı için farklı bir şehir ön plana çıkarılacaktır. Geçmiş, güncel ve geleceğe dönük her türlü konunun tartışıldığı; fakat gündemi ıskalamadan dinamik bir yayın politikası takip edecek olan dergi, Haziran ve Aralık aylarında olmak üzere yılda iki kez yayımlanacaktır. İstanbul’un merkeze alındığı ilk sayısının ilk makalesi, Ali Şükrü Çoruk tarafından kaleme alınmıştır. Makalede, Divan edebiyatı ve Modern Türk edebiyatının öne çıkan şahsiyetlerinin eserle- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 rinde İstanbul’un nasıl değerlendirildiği irdelenmiştir. Makalelerden ikincisi ise Erbay Arıkboğa’ya aittir. İstanbul özelinden hareketle şehir yönetimi ve belediyeciliğin gelişimine odaklanan makalede, İstanbul’un öncü niteliğine vurgu yapılmıştır. İbrahim Enes Özkan’ın makalesinde ise İstanbul’un Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerinde olduğu gibi günümüzde de bölgenin iktisadi lokomotifi olduğuna işaret edilmiş; kentin ticarî, sınaî ve finansal yapısı genel hatlarıyla değerlendirilmiştir. Dergide yer alan bir diğer makale ise demokratik yaşamın asli unsurları arasında sayılan ve önemi her geçen gün daha da artan toplumsal hareketler üzerinedir. Alp Baran Uncu tarafından kaleme alınan makalede, toplumsal hareketlerin Türkiye’deki yansımaları Kuzguncuk ve Arnavutköy örnekleri üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır. Abdülkadir Şenkal’ın “Küreselleşme, Sosyal Politika ve Yerel Yönetimler” ana başlığını taşıyan makalesi ise konu hakkında genel bir çerçeve çizme eğilimindendir. Son yirmi yılda sosyoekonomik alanda meydana gelen gelişmelerin sosyal politikanın yapısı ve oluşumunda köklü değişmelere yol açtığının altını çizen makale; değişimin en önemli özelliğinin yerelleşme olduğuna dikkatleri çekmiştir. Neslihan Çelik’in makalesinde ise inşaat sektörü ve konut piyasasının genel durumu, konuyla ilgili temel göstergeler üzerinden ana hatlarıyla değerlendirilmiştir. Dergide yer alan makalelerin sonuncusu ise İlknur İlhan’a aittir. Belediyeler ve kültür politikaları gibi önemli bir konuyu mercek altına alan makale, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür konusunda yaptığı faaliyetlerden hareketle geliştirilmiştir. İlk sayının konuğu Ahmet Güner Sayar olmuştur. Kendi deneyimleri üzerinden İstanbul’un değişimi ve dönüşümünü anlatan Sayar, şehrin Türk tarihi bakımından önemine vurgu yapmıştır. Mekân ve İnsan bölümünde seyyar pilav arabasıyla başlayan Unkapanı Pilavcısı Serkan Usta’nın hikâyesi anlatılırken; Almanya’nın başkenti Berlin, Dünya Şehirleri bölümünde kendine yer bulmuştur. Kültür ve Sanat bölümünde Turgut Cansever, Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi tanıtılmış; Kitap&Analiz bölümünde ise Murat Gül’ün kaleme aldığı “Modern İstanbul’un Doğuşu: Bir Kentin Dönüşümü ve Modernizasyonu isimli kitap analiz edilmiştir. Editör Doç. Dr. Nail YILMAZ 5 takdim şehir & toplum makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 TÜRK EDEBİYATINDA İSTANBUL Ali Şükrü Çoruk Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Geçmişten günümüze dünyanın önde gelen şehirlerinden birisi olan İstanbul, Türk edebiyatının fetihten sonraki dönemde gerek mekân gerekse yüklenen anlam itibariyle üzerinde en fazla yoğunlaştığı şehir olmuştur. Şüphesiz bunda şehrin, fetihten yıkılışa kadar Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmasının, ardından gelen Cumhuriyet döneminde de başta kültür ve sanat hayatı olmak üzere imparatorluktan tevarüs edilen pek çok yapının yine İstanbul merkezli devam etmesinin katkısı büyüktür. Bununla birlikte edebiyat açısından düşündüğümüzde İstanbul’a bakışın tarih boyunca aynı kaldığını söylemek mümkün değildir. Zamana bağlı olarak her alanda görülen değişim ve farklılık İstanbul’un edebiyattaki yansıması için de söz konusudur. Özellikle modern- leşme öncesi dönemde şairler ve yazarlar tarafından ortaya konulan İstanbul algısı ile sonrasında kendisini gösteren İstanbul algısı büyük ölçüde birbirinden farklıdır. Ayrıca zaman içinde coğrafî bakımdan sürekli genişleyen, günümüzde ilk hâli bir ilçe boyutunda kalmış bir İstanbul söz konusudur. Eskiden Topkapı Sarayı merkezli olarak surlarla çevrili tarihî yarımada etrafında düşünülen ve Eyüp, Galata ve Üsküdar’dan ayrı değerlendirilen İstanbul, yerleşim yeri olarak günümüzde İzmit ile Tekirdağ arasına yayılmış vaziyettedir. Yeni yerleşim merkezlerinin yanı sıra imâr ve iskân açısından mevcut semt ve ilçelerde yaşanan değişim de İstanbul etrafında oluşan edebiyata muhteva yönünden tesir etmiştir. Eskiden beri devam eden bu durumun günümüz için de geçerli olduğu- 7 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum nu söyleyebiliriz. Bütün bunları sanat ve edebiyat hareketlerinin tabiatında olan akımlar, yönelimler, içerik çeşitliliği ve anlayış farklılıklarıyla birlikte düşündüğümüzde, fetihten günümüze kadar olan dönemde geniş bir külliyat şeklinde ortaya çıkmış bir İstanbul edebiyatıyla karşılaşıyoruz. Ancak bu edebiyatı dar bir çerçevede sadece bir şehirle, İstanbul’la sınırlı düşünmemek gerekir. Bütüncül bir bakışla ele aldığımızda genel olarak Türk edebiyatına uzun yıllar yön vermiş olması, bu edebiyatın en önemli özelliği ve ayırıcı vasfıdır. İstanbul’un edebiyatımız içindeki seyrini tespit etmek kuşkusuz çok geniş çaplı bir çalışmayı gerektirir. Anadolu sahası Türk edebiyatında ön plana çıkmış ve eser vermiş sanatkârların büyük kısmının İstanbul’da yaşadığını, bu şehirden etkilendiklerini düşündüğümüzde iş daha da zorlaşmaktadır. Bundan dolayı bu yazımızda meseleyi Divan Edebiyatı ve Modern Türk Edebiyatı başlıkları altında ana hatları ile vermekle yetineceğiz. Bunu yaparken eser verdikleri dönemde ön plana çıkmış, temsil kabiliyetine sahip şahsiyetler üzerinde duracağız. Divan Edebiyatında İstanbul 8 makale Bir muhteva ve anlam olarak İstanbul’un yoğun bir şekilde Türk edebiyatında yer almaya başlaması fetih sonrasına rastlar. Şehri fetheden ve imparatorluğun başkenti hâline getiren Fatih Sultan Mehmet bu alanda da yol açıcı şahsiyetlerin başında gelir. Aynı zamanda usta bir divan şairi olan Fatih, Avnî mahlasıyla yazdığı iki gazelde o dönemde kendisine has demografik yapısı ve hayat tarzıyla sur içi İstanbul’dan farklı bir konumda olan Galata’yı konu edinir. Şair, divan şiirinin estetik sınırları içinde, idealizm çerçevesinde düşünülmesi gereken ve somut unsurların ideal güzelliği anlatmak için bir araç olarak kullanıldığı bu gazellerinde, güzellerin yaşadığı bir mekân tarzında hayal ettiği Galata’yı över. Bununla birlikte gazellerinden birisinin son beytinde; Avnîya, kılma gümân kim sana râm ola nigâr Sen Sitanbul şâhısın, ol Galata’nın şâhıdır diyerek kendisini, dolayısıyla İstanbul’u Galata’dan üstün görür. Aynı durum diğer şairler için de geçerlidir. Her ne kadar Galata özellikle rindmeşrep şairlerin şiirlerinde meyhaneleriyle, eğlence yerleriyle ve mesireleriyle övülse de iş İstanbul ile mukayeseye geldiğinde üstünlük daima İstanbul’a verilir. Çünkü âlemin ruhu olarak görülen padişahın sarayı buradadır. Nasıl ki padişah gelmiş geçmiş yahut hâlihazırdaki bütün yöneticilerden, krallardan, imparatorlardan üstündür; aynı şekilde onun yaşadığı İstanbul da başka bir yerleşim yeriyle kıyas kabul etmez derecede üstünlüğe sahiptir. Bağlı bulunduğu varlık hiyerarşisi ışığında dünyevî hiçbir mekânı bu şehir ile mukayeseye değer görmeyen divan şairi, estetik anlayışının bir gereği olarak soyutlamaya gider. İdealizmin onu götüreceği son nokta ise İstanbul’un cennete benzetilmesi, cennetten bir nişane olarak görülmesidir. Üzerinde yaşayan insanlar da hâliyle huriler ve gılmanlara benzetilir. Bütün bu hususların yoğun bir şekilde işlendiği eserlerin başında ise şehrengizler gelmektedir. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Divan edebiyatında bir şehrin âdeta güzelleme tarzında bütün yönleriyle ele alındığı şehrengizler söz konusu olduğunda, akla ilk gelen örnekler de İstanbul etrafında yazılmıştır. Agâh Sırrı Levend’in tespitiyle 15. yüzyılın sonlarından itibaren yazılmaya başlanan İstanbul şehrengizlerinde başta Topkapı Sarayı olmak üzere önemli yerleşim yerleri, camiler, çarşılar, hamamlar, medrese ve imarethaneler, Tahtakale, Kağıthane, Galata ve Eyüp, daha sonraları Boğaziçi semtleri hayat tarzı ve insanlarıyla birlikte şiir diliyle -tabiî ki güzellik noktainazarından- ele alınır. Tacizade Cafer Çelebi, Kâtib, Taşlıcalı Yahya, Fakirî, Cemalî, Azîzî, Enderunlu Fazıl bazen şehrengiz başlığıyla bazen de müstakil isimlerle İstanbul şehrengizisi yazmış başlıca şairlerdir. 16. yüzyılda ünlü tezkire yazarı Lâtifî tarafından nazım-nesir karışık tarzda yazılmış olan ve şehre sadece güzellik penceresinden değil sosyal tenkit nazarından bakan Evsâf-ı İstanbul’u ise getirdiği eleştiriler yönüyle diğer şehrengizlerden ayırmak gerekir. 1520’li yılların başında ele alındığı hâlde devlet büyüklerine sunulamayan, ancak aradan yarım asır gibi bir süre geçtikten sonra 1574’te Sultan III. Murad’a takdim edilebilen eser ilginç bir yazım serüvenine sahiptir. Yazım aşaması böylesine uzun bir sürece yayılmış olan eserde 1554 yılında kahvehanelerin açılması gibi eserin ilk yazıldığı dönemde mevcut olmayan bazı olaylar ve İstanbul’un sosyal hayatında yaşanan değişimler de söz konusu edilmiştir. Evsâf-ı İstanbul’da daha iyi bir mevki elde etmek uğruna Belgrat’tan İstanbul’a gelen Kastamonulu Lâtifî’nin bu amacına ulaşamaması neticesinde yaşadığı hayal kırıklıklarını görmek mümkündür. Sa- dece yazıldığı dönemle ilgili değil, 16-19. yüzyıl zaman diliminde ve divan edebiyatını içine alacak şekilde İstanbul’a hem beğeni hem de eleştiri çerçevesinden bakışı temsil ettiğine inandığımız eseri, yazarın düşüncelerini günümüz Türkçesiyle ve italik tarzda vererek anahatlarıyla değerlendirmenin yararlı olduğunu inanıyoruz. Eserin başında bütün divan şairleri gibi İstanbul’u kâinatın merkezine koyan ve onu cennete benzeten Lâtifî bu dünya çapındaki şehrin seyrü temaşasına müptela dünyada kim varsa bu şehirde yaşamak ister der. İstanbul’un dünya şehirleri arasındaki eşsizliği ve başta kendisi olmak üzere herkesin burada yaşamak arzusu Uzak yerlerden gelenler tüm zorlukları göze alarak burada yaşamak, kalmak için gayret sarf ederler. Ben de öyle davranıp İstanbul’a geldim. Cenneti Âdem gibi gökte ararken yerde buldum. Bir acayip şehir gördüm, sözleriyle ifade edilir ve Kimse böyle bir şehir görmemiştir, genişlikte, büyüklükte, güzellikte cennet gibidir. Dünyanın tüm güzelliği üzerinde toplanmıştır, düşüncesi eserin bütününde değişik unsurlar etrafında sıklıkla vurgulanır. İstanbul’a gelenler oradan çıkmak istemezler. İçinde türlü sanat erbabı, esnaf, 72 milletten oluşan sanatkârların sanatlarını icra ettikleri, türlü marifet gösterdikleri Hintten daha önemli yerdir. diyerek şehrin dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş, birbirinden farklı alanlarda hüner ve marifet sahibi sanat erbabı için de bir cazibe merkezi olduğunu belirtir. Bununla beraber İstanbul’da yaşamak kolay değildir. Pek çok zorluğu vardır. Başta gelen zorluk İstanbul’un pahalı bir şehir olmasıdır. Öyle gönül çelen bir şehirdir ki insanın akıl serma- 9 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum yesini elinden alır. İçi dolu bir esnaf iken dükkânı fareye bekletir. Gül gibi kat kat giyinirken kişi elbisesiz kalabilir. Ayrıca dönemine göre çok kalabalık bir şehirdir. O kadar kalabalık ki insan nefes alamaz. Kimse kimsenin farkında değildir, herkes kendi işinde gücündedir. Sanki mahşer yeridir, üzerinde yaşayan insanlar kendilerini dünya hayatına öyle kaptırmışlardır ki cehennem, hesap korkusu lügatlarında yoktur, tek kaygıları altın ve gümüş biriktirmektir. İstanbul içinden her türden insan vardır, özellikle dalaverecilerden, düzenbazlardan uzak durmak gerekir. Çünkü bunlar, hile pazarında kargayı bülbül, merkebi düldül diye satarlar. Topkapı Sarayı’nı anlatırken, cennetten bir köşedir ki buraya gelenler cenneti dünyada görür diyen ve devlet işlerinin özellikle Divan’ın çalışmasından övgüyle söz eden Lâtifî, muhtemelen kendi başına da gelmiş olacak ki ne kadar başarılı ve kabiliyetli olursa olsun bir hami olmadan devlet memuriyetine girmenin zor olduğunu söyler. Maalesef mansıp dağıtılırken hak ediş ve liyakat sorulmaz, nesebine bakılmaz, bakılan tek şey paradır. İstanbul’da konforlu bir hayat sürmek için gerekli olan para her kapının anahtarıdır, özellikle memuriyet elde etmek için elzemdir. Çünkü kuru torbaya at tutulmaz ve yemeksiz davete kimse gitmez! 10 makale Diğer şehrengiz yazarlarında olduğu gibi Lâtifî’nin de önemle üzerinde durduğu dinî yapılar Ayasofya ve Fatih Camiileridir. Eğitim kurumu olarak ise Fatih Medresesi ön plana çıkarılır. İmparatorluk başkentinde yaşamanın ve terbiye görmenin bir neticesi olan İstanbul insanı da kültürü, nezaketi, kibarlığı ve hayat tarzı ile âdeta örnek gösterilir. İstanbul insanı öyle naziktir ki bedenine sinek konsa sineğin ayakları tenine batar. Eğlence mekânları, kahvehaneler, seyir yeri ve tatlı imalathaneleri ile ön plana çıkarılan semt ise Tahtakale’dir. Özellikle burada bulunan kahvehaneler sadece şiir ve edebiyat ilgililerinin değil, herhangi bir hüner sahibi olan kimselerin toplandığı yerdir. Oraya gidenler pek çok gariplikler seyrederler. Meddahların, şairlerin, kıssahanların, kâtiplerin bu kahveleri mekân tuttuklarını söyler. Hokkabazlar, hayal oynatıcılar, orta oyunu takımları ve cambazlar da bu semtin müdavimleridir. Ayrıca Tahtakale bugün de olduğu gibi şekerci esnafının yoğun olarak faaliyette bulunduğu bir yerleşim yeridir. Özellikle düğünler ve eğlenceler için yapılan keklik, at, fil şeklindeki dev şekerlemeler İstanbul halkın rağbetini kazanmıştır. Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Kahvehane Bizans’tan beri İstanbul’da gayrimüslim azınlıkların ve Avrupalılar’ın yoğun olarak yaşadığı Galata semti Lâtifi tarafından meyhane ve içki ile anılır. Çünkü içki meclisi oradan başka yerde haramdır. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Döneminde el üstünde tutulan mesire yeri ise Kâğıthane’dir. Yaz mevsiminde kadın-erkek, küçük-büyük; herkesin kayıklarla Kağıthane’ye gittiğini söyler. Eyüp Sultan ise mukaddes bir mekândır. Semtin tarihini, yöreye adını veren Eyüp Sultan’ın hayatından pasajlarla birlikte okuyucuya sunar. Mezarın fetih esnasında Akşemsettin’in kerametiyle nasıl bulunduğunu anlatır. Divan şiirinde hikemî tarzın en önemli temsilcisi olarak kabul edilen 17. yüzyıl şairi Nâbi, oğluna öğüt vermek maksadıyla yazdığı nasihatname türündeki eseri Hayriyye’nin bir bölümünü İstanbul’a ayırmıştır. Bu eserden aldığımız; İlm ile ma’rifete cây-ı kabul Olmaz illâ ki meğer İstanbul İtsün İstanbul’ı Allah ma’mur Andadır cümle meâli-i umur Mevlid ü menşe-i ashâb-ı himem Terbiyet-hâne-i esnâf-ı ümem Ne kadar var ise ashâb-ı kemal Hep Sitanbul’da bulur istikbâl Ne kadar var ise aksam-ı hüner Hep Sitanbul’da bulur revnâk ü fer Ana mânend olamaz şehr-i diyar Olmaz anun gibi bir cây-i karar Andadur mâ-hasal-ı kadr ü hüner Taşralarda kim okur kim dinler Beyitlerinde şair yer yer taşra ile mukayese ederek İstanbul’un biricikliğini ve eşsizliğini ortaya koyar. Ona göre İstanbul dışında hüner ve marifetin değer gördüğü başka bir şehir yoktur. İstanbul’u dünyada müstesna bir yere koyar ve tüm kabiliyetli insanların toplandığı, kemale erdiği, izzet ve şeref mertebelerine yükseldiği bir yer olarak görür. İstanbul’un ilim, irfan ve eğitim yönünü ön plana çıkaran Nâbi’nin oğlundan dikkatini bu alanda yoğunlaştırmasını ve şehrin hiçbir yerde bulunmayan imkânlarından faydalanmasını istediği açıktır. 17. yüzyılda İstanbul etrafında yazılmış en önemli metin kuşkusuz Evliya Çelebi Seyahatnamesi’dir. Dünya çapındaki eserinin birinci cildini İstanbul’a ayıran Evliya Çelebi, şehrin yer yer menkıbelere dayanan tarihi, folkloru, ticaret ve esnaf hayatı, semtleri hakkında anlaşılır ve eğlendirici bir dille ayrıntılı bilgiler verir. Sadece 17. Yüzyılla değil öncesi ve sonrasıyla ilgili çıkarım ve yaklaşımlara müsait bir metin olan Seyahatname başta dil, edebiyat ve tarih sahaları olmak üzere Osmanlı özelinde yapılacak çalışmaları veri ve bilgi bakımından besleyecek zengin bir kaynaktır. Divan edebiyatında İstanbul deyince 18. Yüzyıl ölçeğinde akla ilk gelen isim olan Nedim, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Paris sefaretinden sonra imparatorluk başkentinde Fransız saray hayatının yerli bir versiyonu şeklinde değişen sosyal hayatın en canlı şahidi durumundadır. Eskisinden farklı olarak dünya zevklerinin ve nimetlerinin ön plana çıkarıldığı, âdeta şairin “Yiyelim içelim kam alalım dünyadan” mısrası ile özetlediği bu hayat tarzı sa- 11 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum 12 makale raydan başlayıp yavaş yavaş halka inmiş, yeni yapılan ve tamir edilen mesire yerleri, meydan çeşmeleri İstanbul hayatına bir genişleme sağlamıştır. Hayatın bu şekilde değişmesi ve toplumsal bir hâl alması başta iktisadî olmak üzere pek çok sıkıntıları da beraberinde getirmiş, neticede 1718 yılında başlayan bu süreç 1730 yılında yaşanan kanlı bir ayaklanmayla son bulmuştur. Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır. Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır. Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u hevâdır. Her bağçesi bir çemenistan-ı letafet Her gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü âlâdır. İnsaf değildir anı dünyaya değişmek Gülzarların cennete teşbih hatâdır. Kaynak: http://thearthistoryjournal. blogspot.com.tr/2011/02/levni.html Diyerek öncesi ve sonrasıyla İstanbul hakkında bütün divan şiirinde ortaya konulan görüşü kendi dili ve edasıyla özetleyen Nedim’in özel olarak üzerinde durduğu semt ise Kâğıthane’dir. Şiirimizde gerek dil gerekse muhteva bakımından mahallîleşme eğiliminin öncüsü olan şairin yazdığı şarkılar, yaz aylarında burada düzenlenen Sadabad eğlencelerinin bütün hususiyetlerini yansıtan bir ayna gibidir. Nedim’in mahallileşme adına açtığı yolun 19. yüzyılın başındaki en önemli temsilcisi ise yine bir İstanbul şairi olan ve şarkılarıyla Lâle Devri şairini aratmayan Enderunlu Vasıf Osman’dır. Döneme damgasını vuran Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın yakın adamlarından olan Nedim, yazdığı şiirlerle ve şarkılarla sonradan Lâle Devri diye adlandırılacak olan bu süreci bütün canlılığıyla tespit etmiştir. Hamisi İbrahim Paşa için yazdığı meşhur kasidesinde; şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Modern Türk Edebiyatında İstanbul Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (1826) ve Tanzimat Fermanı’nın ilân edilmesinden (1839) sonraki dönemde her alanda olduğu gibi Türk edebiyatında da batılı anlamda bir değişime gidilir. Ancak edebiyat ve sanat alanında yaşanan değişimin hemen değil de 1860’lı yıllardan sonra ivme kazandığını söylememiz gerekiyor. Günümüze kadar uzanan bu süreç içinde sanatkârların İstanbul’a bakışında özellikle mütareke dönemine kadar eskisiyle mukayese edilemeyecek derecede bir farklılık söz konusudur. Şüphesiz bunda ortama ve sürece hâkim olan batıyı yakalama, hayata batılı bir form verme kaygısı etkilidir. Başka bir deyişle bu süreçte İstanbul, 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan yahut yeni dönemin ihtiyaçları karşısında dönüşüme uğrayan ve başını Londra, Paris, Viyana ve Berlin gibi şehirlerin çektiği modern kent anlayışı etrafında değerlendirilir. Sanayi Devrimi’yle birlikte üretim faaliyetlerinin merkezi durumuna gelen, her türlü iktisadî harekete yön veren, kalabalık nüfusa, gösterişli binalara, ticaret merkezlerine, geniş cadde ve meydanlara sahip olan batılı modern kentler düşünüldüğünde henüz klasik şehir mantığıyla hayatını sürdürmeye çalışan, üretici olmaktan çok tüketici konumunda olan İstanbul, öncelikle yerli aydınlar ve sanatkârlar tarafından yukarıdaki parametreler doğrultusunda eleştiriye uğrar. Meseleyi modernitenin sihirli kavramları değişim, sürat ve ilerleme etrafında ele alan, Avrupa’ya yaptıkları seyahatler neticesinde gördükleri ve bir müddet yaşadıkları kentler ile İstanbul arasındaki uçurumu bizzat gören aydınların gözünde impa- ratorluk başkenti artık Divan şairinin “cennet” imgesinden epeyce uzaktadır. İstanbul ile Avrupa şehirleri arasındaki mukayesede hep olumsuzluklar İstanbul üzerinden verilir ve kısa zamanda şehrin batılı bir görünüm kazanması arzulanır. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Midhat Efendi bu yazar ve şairlerin başında gelir. Ancak batılılaşmanın gerekliliği hususunda sanatkârlar arasında fikir birliği olmakla birlikte bunun nasıl gerçekleştirileceği hakkında farklı çözüm önerileri söz konusudur. Bununla beraber ilk dönem edebiyat ürünlerinde yerli değerleri temel almak suretiyle moderniteyi eskinin üzerinde inşa etme çabası ön plana çıkarılır. Özellikle sosyal hayat söz konusu olduğunda sanatkârlar batılılaşmanın nasıl olması, batı kültürü karşısında nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği konusunda bazen kahramanlar yoluyla bazen de açık bir şekilde okuyucuyu uyarma gereği hissederler. Gazetecilik tecrübesinden de faydalanarak yazdığı romanlarla geniş okuyucu kitlesi edinen, sadece kurguya dayalı eserlerle değil halkın ihtiyacı olduğu alanlarda yaptığı yayınlarla döneme damgasını vuran Ahmet Midhat Efendi bu sanatkârların başında gelir. Aşk ve evlilik, kadın, eğlence hayatı, sosyal ilişkilerde yaşanan zorluklar, mirasyedilik, savurganlık, köklerden uzaklaşma, her yönüyle batıyı benimsemenin çıkardığı sıkıntılar, bu dönemde başını Ahmet Midhat Efendi’nin çektiği romancıların özellikle batılılaşma çerçevesinde ele aldığı konulardır. Hâliyle bu konular etrafında yazılan romanlara mekân olan başlıca şehir İstanbul’dur. Modern hayatın geliştiği Beyoğlu semti, Çamlıca, Moda, Fenerbahçe, Göksu mesireleri ve Boğaziçi ise sosyal hayatın 13 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum çeşitliliğine bağlı olarak insanların birbirlerini görmelerine imkân tanımaları sebebiyle konu seçimi ve olay örgüsü hususunda romancılara ilham veren başlıca mekânlardır. dan ayrıca önemlidir. Abdülhamid döneminde başladığı yazı hayatını Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de sürdürmüş olan Ahmet Rasim, her yönüyle İstanbul yazarı olma payesini hak eden Kaynak: http://www.galerialfa.com/en/Engraving-Gallery.html?artist=35&rc=2 yazarların başında gelmektedir. Özellikle Mütareke ve Cumhuriyet dönemlerinde yazdığı yazı ve eserlerde gündelik meselelerin yanı sıra eskiye yönelik olarak hatıralarına da yer verdiği görülür. Romancı yönüyle Ahmet Midhat’ın yanında düşünülmesi gereken Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde ise batılılaşma problemi yanında komik unsurların ön plana çıkarıldığı mahalle hayatı konu edilir. 14 makale Bu dönemde “Şehir Mektupları” başlığıyla gündelik hayattan ve aktüel meselelerden hareketle gazetelere yazdığı fıkralarla adını duyuran en önemli isim Ahmet Rasim’dir. Mahalleden eğlence hayatına, çarşı pazardan kültür ve sanat ortamlarına kadar İstanbul’la ilgili her şey onun ilgi alanı içindedir. Okuyucuyu yormadan hoşa giden bir üslupla ele aldığı bu mektuplar yazıldığı dönemin gündelik hayatı hakkında bilgi içermesi bakımın- Türk edebiyatında batı etkisinin en yoğun şekilde yaşandığı Servet-i Fünûn döneminde ise bu eğilime paralel olarak sanatkârlar tarafından kurgulanan olaylar etrafında İstanbul’da batılı hayatın ön plana çıktığı mekânlar konu edilir. Yerli hayatla ilgili unsurların geri plana itildiği, Mehmet Kaplan’ın Mai ve Siyah romanının kahramanı Ahmet Cemil etrafında yaptığı tespitle “Süleymaniye semtinde yaşadığı hâlde Süleymaniye Camii’ni görmeyen kahramanların” yer aldığı Servet-i Fünûn romanında, Beyoğlu, Adalar, Boğaziçi’nin Rumeli kıyıları gibi şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 alafranga hayatın hâkim olduğu semtler ön plana çıkar. Devrin önemli yazarları modern anlamda Türk romanının ilk temsilcisi sayılan Halit Ziya Uşaklıgil ve Mehmet Rauf’tur. Şiirde ise Tevfik Fikret, tarih karşısında aldığı olumsuz vaziyetin de tesiriyle meşhur “Sis” şiirinde bütün kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü İstanbul’u âdeta lânetler. II. Meşrutiyet sonrası Türk edebiyatının genel seyrine baktığımızda özellikle ilk dönemde İstanbul’a bakışta bir olumsuzluk söz konusudur. İlk dönemde özellikle Jöntürk fikriyatına yakın yazarların eserlerinde göze çarpan bu menfi tutumun oluşmasında Meşrutiyet’in Selânik’te ilân edilmesinin ve İstanbul’un Abdülhamid rejimiyle özdeşleştirilmesinin rolü büyüktür. Meşrutiyet’in ilânından altı ay sonra çıkan 31 Mart İsyanı, İstanbul etrafında oluşan bu olumsuz algıyı perçinler. Siyasetin her alanda belirleyici olduğu bu dönemde İttihat ve Terakki’nin Türkçü kanadına mensup bazı yazarlar tarafından İstanbul ve onun temsil ettiği kültür kozmopolit olmakla suçlanır. Türkçülük’ün önünü açmak, Osmanlıcılık idealinin sonuçsuzluğunu göstermek amacıyla geliştirilen bu tutumun neticesinde İstanbul âdeta Bizans’ın devamı olarak nitelendirilir. Meşrutiyet döneminde İstanbul hakkında olumsuz değerlendirmelerde bulunan sanatkârlardan birisi de Mehmet Âkif’tir. Fakat o getirdiği tenkitlerin çıkış noktası bakımından diğerlerinden farklıdır. Meselelere İslâmiyet ve Müslümanlık çerçevesinden ve bütüncül bir bakışla yaklaşan Âkif, İstanbul’da gözlemlediği aksaklıkları İslam dünyasının hâlihazırda yaşadığı sıkıntılarla birlikte ele alır. Özellikle şeh- rin imar bakımından yetersizliğini uzun yılların verdiği ihmalkârlığa bağlar ve bu ihmâlkarlığın sebebi olarak da İslâmiyetin hiç tecviz etmediği tembelliği görür. Âkif’e göre batıcı yazarların yaptığı gibi bütün olumsuzlukların kaynağı olarak yerli düşünceyi kabul etmek ve her şeyi batıda aramak ise onaylanacak bir durum değildir. Gerekçe olarak İslâm’ın şanlı mazisine göndermelerde bulunan Safahat şairine göre tek kurtuluş yolu, geçmişte olduğu gibi dinin yapıcı dinamiklerini asrın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden hayata geçirmektir. II. Meşrutiyet’in çalkantılı ortamına ek olarak yaşanan Trablusgarp ve Balkan savaşları, hemen ardından başlayan ve diğerleri gibi yenilgiyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nin akabinde İstanbul’un işgal edilmesi, şehrin geleceğiyle ilgili olarak batı kamuoyunda Türkiye aleyhinde yapılan tartışmalar hâliyle bütün dikkati İstanbul üzerine çevirir. Özellikle şehrin kaybedilme endişesiyle birlikte Mütareke döneminde oluşan karamsar tablo, aydınlarda eskisinden farklı bir İstanbul algısının oluşmasına sebep olur. İstanbul’un Türk ve Müslüman kimliğine vurgu yapan bu algının oluşmasında en büyük katkı Yahya Kemal’e aittir. Yahya Kemal, tartışmaların yoğun bir şekilde yaşandığı dönemde İstanbul gazetelerinde neşredilen makalelerinde Fransız düşüncesinden gelen toprağa bağlı milliyetçilik anlayışından hareketle İstanbul’u Türk ve İslam medeniyetinin âdeta tecessüm ettiği sembol bir şehir olarak görür ve şehrin Türklük ve ona ruh veren Müslümanlık olmadan düşünülemeyeceğini vurgular. 15 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum 16 makale Düşüncelerini batılı yazarların İstanbul hakkındaki değerlendirmeleriyle besleyen Yahya Kemal, sık sık şehir içinde gezilere çıkarak taşa toprağa sinmiş Türk ve İslâm ruhunu “süreklilik” kavramı çerçevesinde aktüel alana taşır. Özellikle fetih hadisesi üzerinde duran yazar Fatih Sultan Mehmed’in şehri almakla sadece Türkler’e ve Müslümanlara değil bütün insanlığa katkı yaptığını düşünür. Mütareke öncesinden başlayarak yazdığı Nedimâne tarzda gazellerle ve şarkılarla dikkatleri tekrar Lâle Devri’ne ve uzun süredir gündem dışına itilmiş divan edebiyatına çeken Yahya Kemal, her alanda eski ile yeni arasında oluşan kopukluğu ortadan kaldırmaya çalışır. Sanatının ve düşünce dünyasının merkezinde yer alan ve bütün unsurların etrafında döndüğü İstanbul ömrü boyunca onun tek ilham kaynağı olmuş gibidir. Hâliyle sanatsal kaygıların yönlendirdiği dikkati Türk ve İslâm kimliğiyle öne çıkan İstanbul semtleri üzerinde yoğunlaşır. Üsküdar, Boğaziçi, Atikvalde, Kocamustafapaşa, Çubuklu, Kanlıca ve Süleymaniye, Yahya Kemal’in gerek mimarîsi gerekse hayat tarzıyla İstanbul’u temsil kabiliyetine sahip gördüğü semtlerin başında gelir. Yazdığı şiirlerle hem döneminde hem de sonrasında İstanbul şairi olarak anılan, sanatı ve düşünceleriyle geniş bir kesimi etkileyen şairin oluşturduğu İstanbul algısı günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. Tarih şuurunu Yahya Kemal’den alan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde İstanbul, ilham kaynağı olmanın yanında özellikle modernitenin ortaya çıkardığı problemler etrafında düşünülür. Sanat ve edebiyat söz konusu olduğun- da tıpkı Yahya Kemal gibi “mükemmeliyet” çerçevesinde hareket eden, ancak eşyaya ve nesnelere bakışta hocasından daha derinlemesine ve yoğun bir gayret gösteren Tanpınar için İstanbul, “rüya” temeline oturttuğu sanatını besleyen bitmez tükenmez bir kaynaktır. Çağını yorumlamada diğer yazarlardan farklı bir yerde duran Tanpınar’ın üzerinde durduğu temel meselelerden biri de modernitenin açtığı yarık neticesinde mazi ile hâl arasında ortaya çıkan uçurumun nasıl giderileceği, tercih hakkının birinden yana kullanma şansının olmadığı bu iki unsurun süreklilik fikri etrafında nasıl birleştirilebileceği hususudur. Hâliyle bu mesele de yazar tarafından İstanbul etrafında tartışılacaktır. Başta Huzur romanı olmak üzere Beş Şehir denemesinin İstanbul bölümü yazarın bu konudaki görüşlerini gerek kahramanların ağzından gerekse direkt olarak okuyucuyla paylaştığı temel metinlerdir. Eserlerinde Proust etkisi açık bir şekilde kendisini belli eden bir başka İstanbul yazarı olan Abdülhak Şinasi Hisar’da ise çocukluk hatıraları ön plandadır. Yazar, geçip giden ve bir daha yaşanması mümkün olmayan bir zaman dilimi olarak gördüğü maziye nostalji aralığından bakar. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul seçkinleri arasında revaçta olmuş Boğaziçi hayatı Hisar’ın üzerinde önemle durduğu konudur. Abdülhak Şinasi Hisar’ın mazi karşısındaki tavrının günümüzde Selim İleri tarafından devam ettirildiğini söyleyebiliriz. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa ve Halide Edip Adıvar ise Tanzimat’tan itibaren Türk edebiyatının te- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 mel konularından birisi olan batılılaşma meselesini, bazen aktüel zamanın içinde bazen de geçmiş zaman çerçevesinde ele alıp doğu batı çatışması başta olmak üzere yeni yorum ve açılımlarla II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e taşıyan yazarların başında gelmektedirler. Tabiî ki bu konunun en somut bir şekilde ele alınacağı mekân yine İstanbul olacaktır. İstanbul ve edebiyat söz konusu oldu- 1940’lı yıllara kadar edebiyatımızda geri planda kalmış, yeterince işlenmemiş olan sıradan insan, bir özne olarak bu tarihten itibaren şiirde Garip Akımı, hikâyede ise Sait Faik’le birlikte edebiyat sahnesindeki yerini almaya başlar. Gerek Garip mensupları gerekse Sait Faik, yaşayış ve dünya görüşü olarak kendilerine yakın buldukları, gündelik nafakasıyla kıt kanaat geçinen, ekmeğini taştan çıkaran, küçük mutluluklar peşinde koşan İstanbul’un bu kesimine sonsuz sevgiyle yaklaşırlar. Sadece insanlar değil başta ağaçlar, kuşlar ve balıklar olmak üzere tabiatın bizatihi kendisi bütün olumsuzluklara rağmen hayata bağlılıklarını kaybetmeyen bu kuşağın ilgi alanı içindedir. coğrafi değişimi hakkında önemli bil- Kronolojik olarak Garip Akımı’ndan sonra gelen İkinci Yeni şiirinde İstanbul, gerek şairler gerekse hareketin ilk yılları ile sonraki dönemlerinde farklı şekillerde ele alınmıştır. Özellikle şiirinin ilk döneminde Turgut Uyar’da Garip etkisi açıkça bellidir. Hareketin önemli isimlerinden İlhan Berk ve Ece Ayhan’da İstanbul modern kent bağlamında değerlendirilir ve anlaşılması zor imgelerle karşımıza çıkar. Sezai Karakoç ise meseleye İslâm kültür ve medeniyeti perspektifinden yaklaşarak, geleneksel İstanbul algısını modern bir dille günümüze taşır. Said Naum Duhanî, Burhan Felek, Refik ğunda sadece sanat ve edebiyat değil diğer alanlara da katkısı bakımından düşünüldüğünde ihmal edilmemesi gereken başka bir kaynak da hatıratlardır. Yazıldığı yahut ele aldığı dönemle ilgili olarak gündelik hayat, gelenekler ve görenekler, edebiyat hayatı, şehrin demografik ve giler veren hatıratların yazılması ve yayınlanması II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaygınlık kazanır. Tanzimat’tan itibaren İstanbul’un yaşadığı değişimi bilen, bizzat bu dönemleri yaşamış şahsiyetler tarafından kaleme alınan, bir kısmı hatırat-roman şeklinde yazılan bu eserler epeyce bir yekûn teşkil ederler. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Aşçı İbrahim Dede, Ahmet Rasim, Ahmet Semih Mümtaz, Malik Aksel, A. Ragıp Akyavaş, Sermet Muhtar Alus, Samiha Ayverdi, Halit Karay, Lütfî Simavi, Mehmed Tevfik (Çaylak), Musahipzade Celâl, Halit Fahri Ozansoy, Sadri Sema ve Ref’i Cevat Ulunay, son olarak da Orhan Pamuk, bu sahada yazdıkları hatıratlarla eski ve yakın dönem İstanbul hayatına çeşitli yönleriyle ışık tutmuş yazarların önde gelenleridir. 17 makale şehir & toplum makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 YEREL YÖNETİM DÜNYASINDA İLKLERİN ŞEHRİ İSTANBUL Erbay Arıkboğa Doç. Dr., M.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Son Dönem Osmanlı Mirası Osmanlı İmparatorluğu’na uzun yıllar başkentlik etmiş olan İstanbul, Osmanlı’nın son dönemindeki reform hareketlerinden etkilenen şehirlerin başında geldi. Henüz Stockholm Sendromu’nun bilinmediği bir dönemde Osmanlı Devleti, askeri yenilgiler ve gerilemeler karşısında kendini yenilemenin yolunu Batılı kurumlarda ve yöntemlerde aradı. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyılın ortalarından başlayarak yerel yönetim alanında da bir dizi kurumsal değişime gitti. Osmanlı, yerel yönetim kurumlarını yenilerken Fransız sistemini referans aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde yerel hizmetleri sunan kurumlar vakıflar, loncalar ve mahalleler idi. Özellikle mahalle yapılanmasına bakıldığında, şehrin yekpare bir yapıdan daha ziyade, bal peteği gibi çok hücreli, çok gözlü bir yapıyı andırdığı görülür. 19 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Resim: İstanbul’dan Bir Görünüm Kaynak: http://resim-tr.com/resim-Eski_istanbul_Resimleri-999.htm 20 makale Osmanlının son dönemde kurmaya çalıştığı yerel yönetim kurumları ise bu gelenekten bir iz taşımamaktadır. Bugün geriye dönüp bakıldığında, acaba o dönemde farklı bir yöntem denenseydi ne olurdu şeklindeki bir soru anlamlı olmakla birlikte, bu sorunun cevabı sadece hipotetik bir egzersiz olabilir. Bu soruyu bir yana bırakıp yaşanan sürece bakalım. Bu dönemde bir taraftan şehrin içindeki bu küçük hücreler dışa doğru açılmaya, sosyo-ekonomik olarak kendi mahalleleri dışına taşmaya başlarken, diğer taraftan yerel yönetim kurumları mahalleyi değil, daha geniş bölgeleri referans alarak kuruldu. 1855 tarihi, Osmanlı İmparatorluğu için, yerel yönetim literatüründe önemli bir kilometre taşını ifade eder. Çünkü bu tarih, Devletin Payitahtı İstanbul’da ilk “modern” yerel yönetim kurumu olan Şehremaneti’nin kurulduğu yıldır. Bu kurumun bir “şehremini” (belediye başkanı), bir de “şehir meclisi” vardı. Tabii ki İstanbul, o devirde de büyük bir şehirdi. Dolayısıyla üç yıl sonra, Şehremaneti’nin altında, farklı bölgelerde belediye daireleri oluşturulması benimsendi. Ancak bütün daireler bir anda kurulmadı, hatta bazıları hiç kurulamadan değişiklikler yapıldı. Bu bağlamda ikinci önemli tarih 1858’dir. Bu tarihte, Galata-Beyoğlu bölgesinde bu dairelerden altıncısı, “Altıncı Daire-i Belediye” adıyla kuruldu. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Resim: Altıncı Daire-i Belediye Binası Kaynak: http://www.dunyabulteni.net/ haberler/293603/istanbulda-ilk-modern-belediye-6-daire-i-belediye Alt düzeydeki belediye dairelerinin kurulması sürecinde, ilk pilot uygulamaya 6 numaradan başlanması ve bu dairenin yabancıların yoğun olarak bulunduğu Pera bölgesinde kurulması, Osmanlının son dönemde takip ettiği yöntemle uyumluydu. Resmi raporlarda bu durum şu şekilde izah edilmiştir: Bölgenin gelirinin yüksek olması, bölgede önemli binaların bulunması ve orada yaşayan halkın çeşitli ülkelerdeki belediye tarzı yönetimleri görmüş olması. Diğer taraftan o dönemde, Paris’in en gözde semtindeki belediye dairesinin numarası da “altı” idi.1 Bu tarihi Daire’nin kullanmış olduğu Şişhane’deki binada, bugün Beyoğlu Belediyesi hizmet vermektedir. Osmanlı’da yerel yönetim bağlamında kurulan tek kurum belediye değildi. Fransa’da olduğu gibi il düzeyinde de, daha sonra il özel idaresi adını alacak bir yerel yönetim kurumu kurulmuştu. Gerçekte 19. yüzyılın son çeyreğinde sadece bu tür yerel kurumlar değil, Cumhuriyet’in tevarüs ettiği il, ilçe gibi mülki kurumlar da oluşturuldu. Bu mülki yapılanmanın ilk denemeleri 1864 yılında başladı ve tedrici olarak eyalet sisteminden vilayet sistemine geçildi. Bu bağlamda hem mülki idare yani taşra örgütleri, hem de yerel yönetim kurumları oluşturuldu. 1 Tarkan Oktay, İstanbul Şehremaneti, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2011, s. 23. 21 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cumhuriyet’in İstanbul’u Cumhuriyet’in yerel yönetim deneyimi de inişli çıkışlı oldu. Ve elbette, başkentin Ankara’ya taşınması ve yeni rejimin İstanbul’a mesafeli duruşu, şehri önemli ölçüde etkiledi. Genç Cumhuriyet, yerel yönetim alanına önce köylerden başladı (1924), ardından 1930’da belediyelere ilişkin kapsamlı bir yasa çıkardı. İl özel idaresine ise el atmaya yanaşmadı, bu kurum İttihat ve Terakki’nin savaş döneminde çıkarmış olduğu geçici kanunla çok uzun bir süre yetinmek durumunda kaldı. Türkiye Cumhuriyeti, köylerin kendi seçtiği muhtar tarafından yönetilmesi ve kendi toplumsal-ekonomik gücü ile idare etmesi yaklaşımını benimsedi. Şehirlerde ise belediye kurumuna bir takım hizmetlerin sorumluluğunu bıraktı ve ayrıca bu kuruma çeşitli gelir kaynakları tahsis etti. İl özel idareleri ise, hem valinin başkanlığı altında idi, hem de sorumlu olduğu konular, Ankara’nın doğrudan ilgi duyduğu konulardı. Dolayısıyla Ankara’daki yönetimin kurumsallaşması ve güçlenmesi tamamlandıkça, il özel idarelerinin içi boşaltıldı, görevleri bakanlıklara ve bunlarla doğrudan ilişkili olan vilayetteki müdürlüklere geçti. 22 makale Cumhuriyet, belediyelere ise önem verdi ve yine Fransız belediye kanunundan esinlenerek, 1930’da belediye yasasını çıkardı. Her belediyenin bir başkanı da olacaktı. Ancak o dönemdeki başkanlar, doğrudan halk tarafından seçilmiyordu. Belediye Meclisi’nin seçmesi ve Ankara’nın onaylaması gibi bir dizi işlem sonrasında belirleniyordu. Dolayısıyla 1963 yılına kadar geçerli olacak bu sistemde, belediye başkanları hem güç itibariyle hem de yerel siyasi liderlik itibariyle ön planda değillerdi. Ancak İstanbul’daki durum daha farklıydı. İstanbul Belediyesi için ayrı bir başkanın olması benimsenmemişti. Diğer belediyelerde olduğu gibi İstanbul Belediyesi’nin de bir meclisi vardı. Ancak başkanlığını ilin valisi yapacaktı. Bu durumun sadece İstanbul için değil, o dönemde Ankara için de geçerli olduğunu belirtmek gerekir. 1963 yılına kadar bu iki ilde valiler, hem vali hem de belediye başkanı olarak görev yaptılar. 1963 yılındaki değişiklikle birlikte belediye başkanları doğrudan seçilmeye ve gücünü halktan almaya başladı. 1963’te hem İstanbul’da hem de diğer kentlerde, halkın belediye başkanını doğrudan seçebilmesine imkân veren bir yasal düzenleme yapıldı. Bu düzenlemenin, bugüne kadar uzanan çok boyutlu etkilerinin olduğunu belirtmek gerekir. Çok kısa belirtmek gerekirse bu yeni durum, belediye başkanlarını güçlendirdi, yerel düzeyde önemli siyasi liderlerin ve figürlerin doğmasına zemin hazırladı ve yerel siyasetçilerin önüne ulusal siyasete geçmeye imkân veren yeni bir kapı açtı. Büyüyen İstanbul, Büyüyen Sorunlar 1960’lar, İstanbul için “yeni” tartışmaların ortaya çıkmaya başladığı yıllardır. Ülkenin değişik bölgelerinden göç alan kent merkezi, dışa doğru büyümeye başlamış, dış çeperdeki kırsal alanda yeni yerleşmeler oluşmuş, buralardaki köylerin nüfusları artmış ve bu alanlarda yeni belediyeler kurulmaya başlamıştı. Daha bu tarihlerde İstanbul, Anadolu Yakası’nda doğuya, Avrupa yakasında batıya, Boğaz hattında ise kuzeye doğru genişlemeye başlamıştır. (Bakınız Harita). şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Harita: İstanbul metropoliten alanında genişleme, 1920-1980 arası kurulan belediyeler2 1970 yılında bu büyümeye ve bunun idari biçimine ilişkin bir fotoğraf çekersek, şunları görürüz. Merkezde İstanbul Belediyesi vardır, bu belediye 14 ilçeyi kapsayan devasa bir belediyedir (Haritada Boğazın iki yakasındaki koyu/dikey taralı alan). Bu ilçelerde İstanbul Belediyesi’nin Şube Müdürlükleri vardır. Ancak bu büyüklüğüne ve genişliğine rağmen İstanbul Belediyesi, yeni göç dalgalarını yönetecek ve yönlendirecek imkâna sahip değildir. Göçlerin bir kısmı, İstanbul Belediyesi’nin dışında kalan kırsal alanlara yönelmekte ve bu alanlarda yeni yerleşmeler, yeni belediyeler oluşmaktadır. 1970’te İstanbul’daki belediye sayısı 27’dir. Bunlardan bir kısmı ilin merkezi alanından kopuk uç kısımlarında yer almaktadır, ancak bir kısmı merkezle ilişkilidir ve İstanbul Belediyesi’yle sınır komşusudur. 23 makale 2 Harita, Suri Leyla ve Hatice Kansu’nun makalesinden uyarlanmıştır. “Yerel Yönetimlerin Tarihi Gelişimi, Yasal ve Yönetsel Düzenlemeler, İstanbul Örneği”, Kent Yönetimi, İnsan ve Çevre Sorunları Sempozyumu, İstanbul BŞB yayını, 1999, s. 85. ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Tablo: İstanbul’daki nüfus büyümesi3 Yıllar 1965 1970 1975 İstanbul 2.293.823 3.019.032 3.904.588 Türkiye 31.391.421 35.605.176 40.347.719 (%) 7,3 8,5 9,7 1980 4.741.890 44.736.957 10,6 1985 1990 2000 2007 2010 2013 5.842.985 7.309.190 10.018.735 12.573.836 13.255.685 14.160.467 50.664.458 56.473.035 67.803.927 70.586.256 73.722.988 76.667.864 11,5 12,9 14,8 17,8 18,0 18,5 Bu dönemde İstanbul’un nüfusu da hızla büyüdü. İlin nüfusu, 1965 sayımında 2 milyonu geçti, 1970’te 3 milyonu aştı. 1980’e gelindiğinde ise bu rakam 4,7 milyona ulaştı ve İstanbul’un ülke nüfusu içindeki payı % 10’a yükseldi. Bugün ise neredeyse her beş kişiden biri İstanbul’da yaşar hale gelmiştir. 24 makale 1980 öncesinde göçlerle gelen nüfusun il içinde özellikle yerleştiği alanlar, merkeze yakın bölgelerdir. Haritada da görüldüğü gibi bu dönemde İstanbul il merkezi, dışa doğru hızla büyümekte, çevrede yeni yeni belediyeler kurulmaktadır. Ancak bu yeni belediyelerin, İstanbul Belediyesi ile bir entegrasyonu söz konusu değildi. TUİK 1965 yılı için İstanbul’un köy nüfusunu 500 bin olarak verir. 15 yıl sonra, 1980’de İstanbul’un köy nüfusu 1,8 milyona çıkmıştır. Gerçekte hızla büyüyen bu nüfus, köylerde değil, köyden belediyeye dönüşen yeni alanlarda yaşamaktadır. Bu alanlar İstanbul Belediyesinin sınırları dışındadır. Bu alanlar, idari açıdan kendi belediyeleri 3 TUİK 1965-2000 Genel Nüfus Sayımı istatistikleri ve 2007-2013 TUİK ADNS verileri. bulunan bölgelerdir. Ama imar ve yapı türü açısından bakıldığında buralar geniş gecekondu bölgeleridir ve çok önemli kentsel hizmetlerin bile (su, elektrik, temel altyapı vb.) tam olarak sunulamadığı yerleşim alanlarıdır. Yukarıda tasvir edilen fotoğraf, İstanbul’un sadece çok göç aldığını değil, aynı zamanda hızla metropoliten bir kent niteliğine bürünmeye başladığını da göstermektedir. Dolayısıyla artık İstanbul’un yönetiminde klasik belediye yönetiminin dışında, bu geniş ve birbiriyle etkileşim içindeki kentsel alanı, daha farklı kurumlarla yönetme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Dünyadaki metropoliten yönetim tartışmaları, 1960’lı yıllardan itibaren, İstanbul kenti üzerinden Türkiye’nin gündemine girmeye başlamıştır. Ankara, İstanbul’u Düşünüyor… ama! İstanbul’da yaşanan mekân ve nüfus ilişkisine dayalı kentsel büyüme ve bunların yarattığı çeşitli sorunlar, Ankara’nın da ilgi alanına girdi. Diğer taraftan bu dönemde planlama şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 başta olmak üzere birçok yetki, yerel yönetimlerde değil zaten Ankara’da idi. Dolayısıyla merkezi hükümet, sorunların birebir muhatabı durumunda idi ve ülkenin en büyük kentinde gözlenen idari sorunlara ve olumsuzluklara gözünü kapatabilecek durumda değildi. Aslında bu duruma ve soruna yönelik çözüm arayışları çok boyutlu seyretti. Daha 1960’ların ikinci yarısında bu sorun, akademik camianın, yerel yönetimlerin ve hükümetin gündeminde kendine yer bulmaya başlamıştı. Bu konuda çeşitli tartışmalar ve araştırmalar yapıldı, bu konu kalkınma planlarına girdi ve 1970’li yıllarda bu sorunu çözmeye yönelik yasa tasarıları hazırlandı. Ancak bütün tartışmaları bir anlamda kilitleyen ve seçenekleri tabiri-i caizse bire indiren şey, 1961 Anayasası olmuştur. Anayasaya bakıldığında bu tür büyükşehirler için farklı bir ibarenin, farklı bir modelin bulunmadığı görülüyordu. Ve henüz bu dönem, sivillerin Anayasa üzerinde söz söyleme ve onu değiştirme lükslerinin olmadığı bir dönemdi. Dolayısıyla geriye sadece, aynı bölgede yer alan belediyeleri bir birlik şemsiyesi altında bir araya getirme seçeneği kalıyordu. Önerilen çözümlerde ve hazırlanan yasa tasarılarında bu seçeneğe odaklanıldı. Ancak 1970’li yıllarda artan şiddet olayları ve siyasi gerilimler, bu çözümü de hayata geçirmeye imkân vermedi. Daha açık bir ifadeyle Hükümet, bu çözümü hayata geçirecek konuyu öncelikleri arasına almadı. “İstanbul’da nasıl bir yerel yönetim modeline geçilmelidir?” şeklinde özetlene- bilecek bu tartışmalar, yaklaşık 15 yıl sürdü. 1980 Askeri Darbesi’yle birlikte bu sorunun muhatabı, Askeri Yönetim oldu. Askeri yönetim “eski” normlarla bağlı değildir, kendi normunu kendisi koyar. Dolayısıyla kendi çözümünü de kendisi getirdi. Askeri Yönetim bir Güvenlik Konseyi kararıyla, İstanbul Belediyesi’nin etrafındaki, yakın sahasındaki bütün belediye ve köyleri kaldırdı ve bunları İstanbul Belediyesi’ne kattı. Bu karar sonrasında İstanbul’un çevresindeki 26 belediye ve 22 köy İstanbul Belediyesi’ne katıldı. Böylece il merkezindeki irili ufaklı parçalı idari yapı bütünleştirilmiş, İstanbul Belediyesi çatısı altında birleştirilmiş oldu. İstanbul Belediyesi daha da genişleyerek 22 ilçede 22 şubeli devasa tek bir belediyeye dönüştü. Bu dönemde İstanbul’daki uygulamanın benzeri bazı büyük il merkezlerinde de (Ankara, İzmir, Adana, Bursa gibi) yaşandı. 1960’lardan itibaren büyükşehirlere ilişkin yapılan tartışmalar 1980 öncesinde somut bir çıktıya dönüşmemiş olsa da, 1982 Anayasası’nda kendine yer buldu. Anayasa, bu tartışmalara oldukça esnek bir ifadeyle yanıt verdi ve büyükşehir belediyelerinin kurulması yolu açılmış oldu. Bugünü Etkileyen Kurum: Büyükşehir Belediyesi 1984 yılı, Türkiye’de büyükşehir belediyelerinin kuruluş yılıdır. İlk örnekler İstanbul’un yanı sıra İzmir ve Ankara’dadır. Böylece üç il merkezinde farklı bir yerel yönetim modeli denenmeye başlandı. Bu süreçte İstanbul Belediyesi, büyükşehir belediyesine dönüştürüldü. Bu 25 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum belediyenin sınırları tüm İstanbul’u değil, İstanbul’un kentleşmiş bölgelerini kapsıyordu. Bu sınırlar içinde 15 ilçe belediyesi kuruldu. Tabii İstanbul’daki belediye sayısı bundan ibaret değildi. Büyükşehir sınırları dışında da yerleşim alanları vardı ve bu alanlarda da toplam 10 belediye bulunuyordu. rildi. Bu modelde ilçe belediyelerinin yetkileri ve mali imkânları daha zayıf tutuldu. Bununla birlikte zaman içinde büyükşehir belediye başkanının bazı yetkileri törpülenmiş, buna karşılık ilçe belediyelerinin yetkileri bir miktar artmıştır. Resim: İBB Saraçhane Binası 26 makale İstanbul bu dönemde, Özal’ın liberalleşme, kalkınma, dışa açılma, altyapı yatırımları ve yerelleşme politikalarından ziyadesiyle etkilenecektir. Bu dönemde yapılan yasal düzenlemeler bir taraftan belediyelere imar yetkileri verirken diğer taraftan büyükşehir belediyelerine o dönem için kayda değer bir mali kaynak da sağlamıştı. Dolayısıyla büyükşehir belediyeleri daha büyük ölçekli projelere girme konusunda hevesli olmaya başladılar. 1984’te büyükşehir belediye modeline geçilirken, sistem içinde büyükşehir belediyesine ve büyükşehir belediye başkanına gözle görülür bir ağırlık ve- Aynı alan üzerinde iki farklı yerel yönetim birimi yetkili olduğunda aralarında bir işbölümü yapmak gerekir. Bu bağlamda büyükşehirdeki bir ilçe belediyesi kendi ilçesinde yetkilidir. Ancak aynı ilçede büyükşehir belediyesi de yetkilidir. Bu durumda iki kademe arasında, hangi birimin hangi hizmetlerden sorumlu olduğunu belirlemek gerekir. Basitçe söylemek gerekirse, büyükşehir belediyesinin daha makro nitelikli hizmetleri sunduğu, ilçe belediyelerinin ise daha yerel nitelikli hizmetlerden sorumlu olduğu bir yapı kuruldu. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 İki Kademeli Sistem Büyükşehir belediyesinde farklı olan tek şey “büyük” değildir, burada entegre edilmiş bir belediye sistemi söz konusudur. Ülkemizde benimsenmiş olan büyükşehir belediye sistemi, iki kademeli bir modeldir. Üst kademede büyükşehir alanının tamamını kapsayan bir büyükşehir belediyesi bulunur. Alt kademede ise kendi sınırları içinde yetkili olan ve büyükşehir belediyesi ile ilişki içinde bulunan alt düzey belediyeler bulunmaktadır. İki kademe arasındaki ilişkiler tek yönlü bir ilişkiden ziyade, karşılıklı bir ilişkidir. Her iki düzeydeki belediyenin hem seçilmiş başkanları hem de meclisleri vardır. Model, iki kademedeki belediyenin birbirinden tamamen bağımsız olarak çalışmasına değil, karşılıklı etkileşimine ve birbirini tamamlamasına dayalıdır. Ne var ki bu iki kademe arasındaki ilişkiler zaman zaman medeni ölçülerin dışına taşar. Bu tartışmalar bazen medyaya da yansır. Medyaya yansıyan olayların bir kısmı, farklı siyasi partilerin iktidarda olduğu belediyeler arasındaki kavga ve çekişmeler şeklindedir. Ancak işin tamamı bundan ibaret değildir. Aslında Özal’ın kafasındaki model, daha merkezi ve daha tek odaklı bir büyükşehir yönetimi idi. Özal, büyükşehir ile ilçe belediye başkanlarının farklı partilerden değil, aynı partiden seçilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak modelin kendi mantığı, bu yaklaşıma çok açık değildir. Dolayısıyla daha en başından beri, bu iki farklı düzeydeki seçimler, farklı siyasi sonuçlar doğuracak şekilde yapıldı. Diğer taraftan Özal’ın yanıldığı nokta, aynı siyasi partiden olan kişilerin daha kolay anlaşacağı, hiç değilse kavga etmeyeceği idi. Hâlbuki bu modelde aynı partiden seçilmiş olan büyükşehir belediye başkanı ile ilçe belediye başkanı da karşı karşıya gelme potansiyeline fazlasıyla sahiptir. Özellikle geleceğe dair siyasi beklentilerin olduğu durumlarda, alt ve üst kademedeki bu yerel liderler (başkanlar), birbirlerini yakından takip ederler ve bazen biri diğerinin önüne “medeni olmayan” engellemeler çıkarabilir. Büyükşehir düzenlemesi ile birlikte, hem İstanbul’un yoğun göç almış olan bölümü büyükşehir sınırları içine girmiş oldu, hem de alt kademede kurulan ilçe belediyeleri ile birlikte daha koordineli bir yerel yönetim sistemi hayata geçmiş oldu. Ne var ki, İstanbul halâ yoğun göç alan ve dışa doğru büyümeye devam eden bir kent idi. Dolayısıyla zaman içinde yine belediye yapılanmasına ilişkin başka bazı sorunlar tartışılmaya başlandı. İmar Gedikleri, İmar Tepeleri 1990’lı yıllardaki tartışma konularından birisi belde belediyeleri idi. Küçük nüfuslu belde belediyeleri bir taraftan büyükşehir sistemi dışında yer alıyor, diğer taraftan bir belediye olarak imar yetkisine sahip bulunuyordu. Dolayısıyla bu belediyeler büyükşehirin imar disiplini dışına çıkıyor ve kentin imar bütünlüğünü bozan uygulamalara izin verebiliyordu. Bu soruna ancak 2004’te el atılabildi. 2004’te hem İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları il sınırlarına genişletildi, hem de belde belediyelerinin başına buyruk hareket etmeleri önlendi. 27 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Ancak İstanbul gibi rant üretme potansiyelinin ve kapasitesinin yüksek olduğu bir kentte, imar gediklerini tıkamak kolay değildir. 2000’li yıllarda İstanbul’un imar bütünlüğünü bozan uygulamalarda başrolü TOKİ (Toplu Konut İdaresi) almış görünüyor. Zira TOKİ, 2004 tarihinde yapılan bir yasal değişiklik ile kendi mülkiyetinde olan alanlarda doğrudan imar planı yapma yetkisine kavuştu. Her ne kadar bu düzenlemede, mevcut imar bütünlüğünü bozmamaktan söz edilse ve büyükşehir belediye meclisine bir şekilde atıf yapılmış olsa da, TOKİ eliyle yapılan uygulamaların önemli yoğunluk artışları getirdiği ve dolayısıyla bu yetkinin gelecek dönemde İstanbul halkı üzerinde önemli sorunlara yol açacak şekilde kullanılmış olduğu ortadadır. 2011 yılında ise, kentsel dönüşümle birlikte bu kez Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da imar konusunda üst yetkili bir idare haline geldi. İmar kararlarının bu tür üst makamlar tarafından verilmesi, yerel tartışmalardan ve endişelerden uzak kararların alınmasına yol açar. Ayrıca TOKİ örneğinde, kendi mülkiyetindeki taşınmazdan en fazla ortaklık payı geliri alma şeklinde cereyan eder ve kentin genel yararı yerine kurumsal kazanç ağır basabilir. Hâlbuki belediye meclislerinde yerel düzeyde cereyan edecek tartışmalar, daha insaflı ve daha makul çözümlerin ortaya çıkmasına imkân verir. Yerel düzeyde müzakereye dayalı bu tartışmalı süreçlerde hatalı kararlar alınsa bile, sonraki süreçte bundan gerekli dersler çıkarılabilir ve benzer hataların önüne geçilebilir.4 Dolayısıyla Başkan Topbaş’ın, yeni Başbakan Davutoğlu’na “İstanbul’un planlama işini bize bırakın” yollu nazik serzenişi dikkate alınmalıdır.5 28 makale Resim: TOKİ-Kayaşehir 4 Örneğin İstanbul’un tarihi siluetini bozan 16:9 kuleleri sonrasında başlayan tartışmalarda, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi benzer durumların oluşmasını önlemek için mahalle bazında maksimum yapı yükseklik sınırlarını belirleyen kararlar almıştır. 5 Kadir Topbaş, “Sayın Başbakanımıza… bir takım bakanlıkların ve kurumların İstanbul üzerinde plan yapma yetkisinin… kalkması gerektiğini söyledim”. Radikal, 18.9.2014. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Yerel Siyasetten Ulusal Siyasete 1990’lı yıllardaki önemli diğer bir değişikliğin etkileri bugüne uzanmaktadır. 1994’te, çoğu kesimin beklemediği bir şey oldu. Refah Partisi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kazandı. Aslında daha öncesinde bunun işaretleri vardı. Ancak yine de çoğu kesim böylesi bir şokla karşılaşacağını düşünmüyordu. Dünya kenti olma yolunda ilerleyen bir kenti, Refah Partili bir başkanın yönetecek olması çoğu kişiye garip geliyordu. Ciddi biçimde dile getirilen iddialardan biri de şu idi: Bunlar “modern” bir kenti yönetme işini başaramazlar, çünkü “modern” bir düşünceye sahip değiller. Bu iddianın tersine sürecin nasıl ilerlediğini hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin çalkantılı siyasetinde partiler kapandı, isimler değişti, bu parti kendi içinden farklı bir hareket doğurdu. Ve 20 yıl sonra bugün hala, o partinin ardılı olan bir parti İstanbul’u yönetmeye devam ediyor. Diğer taraftan daha Refah Partisi’nden başlayarak bu hareket, yereldeki başarısını kademe kademe ulusal düzeye taşımayı başardı. 1996’da Refah Partisi koalisyon ortağı olmuştu. 2002 seçimlerinde ise Ak Parti tek başına Hükümet kurma gücünü elde etti. 1994’te İstanbul Belediye Başkanlığı’nı kazanan Recep Tayyip Erdoğan bu kez Başbakanlık koltuğuna oturacaktı. Türkiye’nin o dönemlerdeki yapılanmasına, siyasi alanın işleyiş biçimine ve özellikle askeri vesayetin niteliğine bağlı olarak bu sürecin düz bir seyir izlemediğini, aksine oldukça gerilimli bir süreçten geçildiğini çok iyi biliyoruz. Bu gerilimli süreç, 2002’de de bitmemiş yeni bir ev- reye bürünmüştü. Bu nedenle, seçimden birinci parti olarak çıkan Ak Parti’nin Genel Başkanı, ancak 5 ay sonra başbakanlık koltuğuna oturabilmişti. 10 yılı aşan Erdoğan Hükümetleri dönemi, sadece tek parti iktidarına, istikrara ve büyümeye değil, siyasetin normalleşmesine ve demokratikleşmeye de önemli katkılar sağlayan bir dönem oldu. İBB: Büyük, Öncü ve Kariyer Kurumu İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), Türkiye’deki hem en büyük yerel yönetim, hem de en köklü ve en kurumsal yerel yönetimlerden biri. İBB, yerel yönetimlerde çalışmak isteyen birinin tercih edeceği kurumların başında gelir. İBB’nin istihdam ettiği insan kaynağı oldukça yüksek. Sadece büyükşehirde 8.500’ün üzerinde memur, 4.000’in üzerinde işçi olmak üzere 13.000 personel çalışıyor. Ancak bu rakama hizmet alım yoluyla çalıştırılan (taşeron) personel dâhil değil. İlaveten İETT’de 5.000’i kamu personeli, 2.000’i hizmet alım yoluyla olmak üzere 7.000 personel çalışıyor. İSKİ’nin personel sayısı ise 7.500’tür. Bu üç birimdeki toplam çalışan sayısı 27 bine ulaşmaktadır.6 Bunların dışında İBB, özel hukuka tabi 26 şirkete sahiptir. Şirket çalışanları ve idari birimlerdeki bütün taşeron personel de dâhil edildiğinde, İBB ve ilişkili kurumlardaki toplam personel sayısı 72 bine ulaşmaktadır.7 Bu tür idari kurumları ve şirketleri sayesinde İBB, sadece birtakım hizmetler sunmamakta, aynı zamanda yerel yöne6 İBB, İSKİ ve İETT 2013 yılı Faaliyet Raporları. 7 İBB Genel Sekreteri Hayri Baraçlı’nın sunumundan (Ekim 2014). 29 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum ticilerin kariyerlerini geliştirebilecekleri bir işyeri olarak da işlev görmektedir. Bu bağlamda İBB, personellerine önemli deneyimler kazandıran ve başka yerel yönetimlere deneyimli personel ihraç eden bir yerel yönetim birimidir. İBB’nin idari birimlerinde ve şirketlerinde göreve başlayan veya buralarda deneyimini artıran birçok kişi, başka belediyelerde ve kurumlarda üst düzey pozisyonlara atanmış, bazıları ise, merkezi bürokraside önemli pozisyonlara gelmiştir. 30 İBB’nin kullandığı mali kaynağın büyüklüğü de, Türkiye’deki pek çok yerel yönetimin gözünü kamaştıracak niteliktedir. Örneğin İETT’nin 2014 bütçesi 1,7 milyar, İSKİ’nin 4,7 milyar, büyükşehirin 9,1 milyar olmak üzere, İBB’nin toplam idare bütçesi 15,5 milyar TL’dir. Türkiye’de yerel yönetimlerin bir yılda kullandığı toplam mali kaynağın 90 milyar TL civarında olduğu düşünülürse, İBB tek başına bu kaynağın % 16’sını kullanmaktadır. Ancak bu oranın yüksek olmadığına vurgu yapmak gerekir. Çünkü önceki sayfalarda yer alan nüfus tablosuna bakıldığında, Türkiye nüfusunun % 18,5’i İstanbul’da yaşamaktadır. Yine 2013 yılında Türkiye’de toplanan vergilerin % 44,6’sı İstanbul’dan toplanmıştır.8 Diğer taraftan İBB’nin idare bütçesi yüksek olmakla birlikte, belediye şirketlerinin de ayrı bütçeleri vardır. Bu bağlamda şirketler de dâhil edildiğinde, İBB’nin 2014 yılı konsolide bütçesi 27,5 milyar dolara ulaşmaktadır.9 makale 8 Muhasebat Genel Müdürlüğü verileri. 9 İBB Genel Sekreteri Hayri Baraçlı’nın sunumundan (Ekim 2014). Bu büyüklüğü ve prestiji nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yerel seçimlerin en gözde kurumudur ve olmaya devam edecektir. İBB, bütün partilerin kazanmayı arzu edecekleri önemli bir iktidar alanıdır. 2014 yerel seçimlerinde Kadir Topbaş üçüncü kez başkanlık yarışını kazanmış ve bir siyasi hareket, İstanbul’un 25 yılına damga vurma imkânına kavuşmuştur (1994-2019). Türkiye’nin en dinamik kentinde, çeyrek asıra tekabül eden bu süre, bir siyasi parti için tek başına muazzam bir başarı hikâyesidir. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 31 makale şehir & toplum makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL EKONOMİSİ İbrahim Enes Özkan Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, İstanbul Araştırmaları, ABD Giriş İstanbul tarih boyunca büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bu süreçte iktisadi açıdan önemini hep koruyan İstanbul günümüzde de Türkiye’nin iktisadi lokomotifi olarak işlevini sürdürmektedir. İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar Doğu Akdeniz’in en büyük kent merkezi olagelmiştir. Kent merkezinin büyüklüğü İstanbul’un Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde hem merkezi yönetimin burada olmasından hem de Doğu ile Batı arasında iktisadi ve kültürel bir geçiş noktası olmasından kaynaklanmıştır. Roma İmparatorluğu’nun doğudaki en önemli merkezi olan İstanbul, Roma tarihinde çalkantıların ve iç savaşların da merkezi olmuştur. Kuzey Avrupa’dan Orta Doğu’ya kadar uzanan bir imparatorluk için İstanbul’un en büyük stratejik önemi ticaret yollarının kontrol edilmesi için ideal bir noktada bulunmasından kaynaklanıyordu. I. Konstantin 330 yılında İmparatorluğun başkentini Roma’dan İstanbul’a taşımış ve kentin adını Nova Roma (Yeni Roma) olarak değiştirmişti. Bunun en büyük gerekçesi doğudan batıya akan ticaretin o dönemde zenginliğin kaynağı olmasıydı. 33 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum İstanbul Batı Roma’nın yıkılışından sonra Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olarak Doğu Hristiyanlığı’nın (Ortodoksluğun) merkezi olmaya devam etti. Adı ise I. Konstantin’e ithâfen Konstantinopolis oldu. Bu süreçte kent bölgesi içinde iktisadi merkez olmaya devam etti. İstanbul Osmanlı İmparatorluğu’nca fethedileceği 1453 yılına kadar Karadeniz’den, Orta Doğu’ya yapılan ticareti kontrol etti. Resim: Bizans Döneminde İstanbul Kaynak: http://gcube.milliyet.com.tr/Detail/2014/02/18/bizans-doneminde-istanbul-istanbul-bizans-imparatorlugu-1415845.jpg 34 makale Şehir, Osmanlı döneminde de ticari merkez olma işlevini sürdürdü. Osmanlı’nın Balkanlar’a da hâkim olmasıyla Küçük Asya diye adlandırılan Ege Denizi çevresi ve Anadolu topraklarında gerçekleştirilen ticari faaliyetler İstanbul merkezli olarak devam etti. Günümüzde de kent bu işlevini devam ettirmektedir. Bu çalışmada kentin ticarî, sınaî ve finansal yapısı Osmanlı İmparatorluğu dönemi çerçevesinde incelenecek, bunun yanında, İstanbul’un bugünkü iktisadi konumu ele alınacaktır. Osmanlı Döneminde İstanbul’un Yeri ve Önemi Osmanlı Döneminde İstanbul’un İaşesi Osmanlı’da merkezî devlet, başkent İstanbul’un iaşesinin sağlanmasına, sosyal, siyasî ve iktisadî düzenin temini açısından özel önem atfetmekteydi. İstanbul’un muazzam nüfusunun ihtiyaç duyduğu te- mel yiyecek maddelerinin kesintisiz akışını sağlamak İmparatorluğun başlıca sorunlarından biriydi. Barındırdığı yüksek miktarda nüfus, İstanbul’u dönem için önemli bir pazar haline getirmekte, bu da özel yatırım ve teşebbüsün bölgeye daha yoğun ilgi göstermesine neden olmaktaydı. Dolayısıyla kapalı çarşı, bedestenler vb. büyük iktisadî mekânların sadece devlet orada inşa ettiği için İstanbul’da var olduğunu düşünmek hatalı olacaktır. Yapılan üretim ve ticaretin alıcı bulma noktasında İstanbul’da bir karşılığının olması, iktisadî teşebbüslerin de kendiliğinden bölgeye akışını teşvik etmekteydi. Ancak sanayi devrimi öncesi her dönem için ulaşım ve iletişim imkânlarının şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 kısıtlılığını göz önüne aldığımızda, gerek kaynakları, gerekse iktisadî faaliyetleri itibariyle İstanbul’un muazzam nüfusunu kendi başına besleyebilmesinin imkânsızlığı da ortaya çıkmaktadır. Resim: Kapalıçarşı Kaynak: http://resimarama.net/wp-content/ uploads/2013/01/09735-Kapal%C4%B1%C3%A7ar%C5%9F%C4%B1.jpg Başkentini böyle bir problemle baş başa bırakmak istemeyen devletin İstanbul’a özel ilgisi sonucu aldığı tedbir de, İstanbul’un tüm bölgelerin üretim fazlalarının öncelikle aktarılması gereken imtiyazlı bir hedef olarak belirlenmesi şeklinde olmuştur. Böylece İstanbul daima canlı bir üretim ve ticaret merkezi olmuş, bir yandan ülkenin çok geniş bir bölümünün iktisadî gücünü çeken ve diğer yandan da bu bölgelere güç pompalayan iktisadî anlamda bir kalp görevi görmüştür. Merkezî devlet, İstanbul’un iaşe meselesinin sorunsuz işlemesine özel önem ve öncelik vererek, tahsis, ihracat yasağı, fiyat kontrolleri, temel malların ülke içinde dolaşımının izne bağlanması gibi uygulamalarla tüketim maddelerini bol ve ucuz temin etmeye çalışmıştır. Şeh- rin temel tüketim maddeleri ihtiyacının karşılanabilmesi amacıyla, İstanbul’dan çok uzak yerlerde sınaî üretim yapan üreticiler de devlet tarafından yönlendirilebilmekteydi. Örneğin İstanbul’un temizlik ihtiyacı için gerekli olan sabun naklini sorunsuz yürütmek isteyen devlet, İzmir, Girit Adası, Midilli Adası, Ayvalık, Edremit, Yunda Adası, Urla vb. daha birçok yerdeki sabun imalatına müdahale ederek, buralardaki üreticileri İstanbul’a sabun tahsisatı ile yükümlü tutmaktaydı. Şehrin gıda sanayi kapasitesinin tüm nüfusu beslemek için yeterli olmayışı, aynı şekilde Tuna boylarından, Balkanlar’dan, Batı Trakya’dan, Karadeniz, Ege Kıyıları ve Mısır’dan buğday, pirinç ve et gibi temel gıda maddelerinin İstanbul’a aktarılmasına neden olmak- 35 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum taydı. Suraiya Faroqhi, İstanbul’un iaşesine devletin verdiği önemi açıklarken, İstanbul’un meyve ihtiyacının karşılanmasında kritik bir konumu haiz Ege kıyıları için ilginç bir tanımlama yapmakta ve bölgeyi Başkentin Bahçesi olarak nitelemektedir. Osmanlı Döneminde İstanbul’da Ticaret Osmanlı döneminde ticaret, değişen ve gelişen birçok kurum eşliğinde imparatorluğun çöküşüne kadar gelişimini sürdürmüştür. İstanbul, hem kalabalık nüfusu, hem de başkent olduğu için devletin ticarî uygulama ve politikalarının da merkezinde yer almış ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştur. Kentin ticaret yollarının kesişim noktası olması da şüphesiz bu önemi artıran bir etkendi. 36 makale Osmanlı ticaretinin hizmet ettiği iktisadi prensipler, Mehmet Genç’in sınıflandırmasıyla; öncelikli olarak halkın ihtiyacının karşılanması (provizyonizm), devletin işlerliğini ve etkinliğini sağlayacak olan geliri en çoklaştırma kaygısı (fiskalizm) ve son olarak kadimden beri uygulana gelen iktisadi politikaların ve rejimin devam ettirilmesidir (gelenekçilik). İstanbul özelinde bu prensiplerin hepsi XVIII. asrın sonlarına kadar kendini fazlasıyla hissettirmiştir. Zira İstanbul, beslenmesi gereken büyük bir kent, masraflarının karşılanması için yüklü miktarda gelire ihtiyacı olan bir idare merkezi ve siyasi-ekonomik sistemin devamlılığının-gücünün bir simgesiydi. Bu amaçlara uygun biçimde, Osmanlı’nın provizyonist ticaret geleneğinde malın iaşesi sağlanmadan ihraç edilmesi engellenirdi. Örneğin 1573’de yazılan bir emirde, İzmir’den İstanbul’a gelen balmumunun dışarıya gönderilmeyerek cari narh üzerinden miri Mumhane’ye alınması, 1581’de derinin, ihtiyaçları olduğu için öncelikle ayakkabıcılara dağıtılması isteniyor, dışarıya satılması yasaklanıyordu. Ticari ilişkileri sınırlayan ve kurallar koyan bu politikalar, Osmanlı geleneğinde ihracatın hep ikinci plana itildiği, sürekli biçimde ithalatın özendirildiği ya da genel anlamda ticaret kültürünün yerleşmediği anlamına gelmeyecektir. Bilakis Osmanlı idaresi öncelikle halkın refahı ve kamu maliyesinin işlerliği açısından iç ve dış ticarete önem vermiş, bu sektörlerin devamlılığını sağlamaya çalışmıştır. Konumu gereği, İstanbul’un ticareti de hem merkezi idare hem de yerli-yabancı tacirler için ayrı bir öneme sahiptir. İstanbul’un ticarî tarihine yönelik incelemelerimiz, tarih yazımında Osmanlı ve Müslüman topluma yönelik birtakım ön kabullerin de hatalı olduğunu göstermektedir. Bu yanlışlardan birisi de, Osmanlı Türkleri’nin ya da diğer Müslüman vatandaşların ticaretle meşgul olmadığı, tüm dönemlerde yabancıların veya gayrimüslim vatandaşların ticaret sektöründe aktif olduğu kanısıdır. Hâlbuki İstanbul’a ilişkin ticarî veriler bu kanıyı açıkça yanlışlamaktadır. Örneğin, 1779-1781 yılları arasındaki deniz yoluyla yapılan iç ticaret kayıtlarına göre, İstanbul’a deniz taşımacılığı yapan tüccarın % 71,7’si Müslümanlardan, % 24,5’i Hıristiyanlardan, % 3,8’i ise Yahudilerden oluşuyordu. İstanbul’a taşımacılık yapan bu Müslüman tacirlerin % 84,3’ü Türk’tü. Hıristiyan tüccarın büyük bir kısmını da Rumlar oluşturuyordu. Ayrıca 1782 yılına ait şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 bir listeye göre, Karadeniz’den İstanbul’a buğday getiren 56 tüccarın 55’i Türk ya da diğer Müslüman Osmanlı vatandaşlarıydı; 1’i ise Rum ya da Arnavut’tu. Yine, 158 kişiden oluşan gemi kaptanlarının 136’sı Türk ya da diğer Müslümanlardan; 22’si ise Rum ya da Arnavutlar’dan oluşuyordu. Kısaca XVIII. asırda dış ticaret sektöründe yabancı tüccarlar etkinken, İstanbul merkezli Osmanlı iç ticaretini yönlendirenler ise Müslüman Türklerdi. İstanbul’un ticarî potansiyeli, Osmanlı dönemi boyunca bölgenin uluslararası ticaret açısından da bir merkez olmasına yol açmıştır. Osmanlı yönetimi de yabancı tüccar ve ülkeleri bu konuda desteklemiştir. Bu desteğin doğal bir göstergesi, erken dönemlerden itibaren verilen kapitülasyonlardı. Osmanlı ilk olarak Cenovalılar’a (1352) daha sonra da Venedikliler’e Anadolu’da ticaret yapma hakkı tanımıştı. Bu ayrıcalıklar Avrupalı tüccara cazip geldiğinden, özellikle İstanbul ve İzmir gibi limanlarda ticarethaneler kurmuşlar ve konsolosluklar açmışlardı. Bizans döneminde, İstanbul ticaretinin en önemli unsurlarından biri olan Latin kolonileri, fetihten sonra da denizaşırı ticareti yönlendiriyorlardı. Mehmed II, Bizans döneminden beri Galata’nın sakinleri olan Cenovalılar’a mal ve can güvenliği ile ticaret serbestliği tanıdı. Yerleşikleri “zımmî” (Osmanlı vatandaşı gayrimüslim) statüsüne geçirirken, ticaret amaçlı gelenlere ayrıcalıklar sundu. Sonradan Galata sakinlerine, Floransalılar ve Endülüslü Araplar eklendi. Endülüslüler, Galata’nın ticari hayatına ayrı bir canlılık katmışlardı. Kapitülasyon verilen ülke sayısının artmasıyla İstanbul ticaretinde söz sahibi olan tüccarların etnik kimlikleri de farklılaşmıştır. Örneğin 1776-78 yıllarına gelindiğinde İstanbul ticaretinin % 44.1’ini Fransızların gerçekleştirdiğini görüyoruz. Aynı yıllarda, İngilizler’in İstanbul ticaretindeki payı ise % 24.4 idi. İstanbul’un ticari hayatını yönlendiren bir diğer unsur ise lonca ve gedikler olmuştur. İstanbul’un tarım sektörü kendine yeterli üretim sunamasa da, sınai üretim ve satım alanını oluşturan loncalar (esnaf teşkilatları) kentin tekstil ve diğer imalat konularındaki iaşesini önemli oranda sağlıyordu. Üretimi yapan ve toptan ya da perakende biçimde satanlar küçük çaplı tüccar olarak adlandırabileceğimiz esnaf ve zanaatkârlardı. Diğer taraftan, esnaflık ve tüccarlık yapanlar sadece bunlar değildi. XVIII. asırda yeniçeriler de bu alana yoğun biçimde katılmıştı. Örneğin, İstanbul’da 40.000 yeniçeri esnaf teşkilatıyla/organizasyonuyla bütünleşmiş durumdaydı. Dahası Tulumbacılar teşkilatının kadrosu yeniçerilerden oluşmaktaydı. İstanbul’un ticarî ve sınaî üretimini yürüten loncalara kayıtlı esnaflar, bu işi yapmak için gedik sahibi olmak zorundaydı. Bir işin yapıldığı yer, dükkan, araç anlamında kullnaılan gedik, zamanla devletin bir kısım esnafa tanıdığı tekele dayanan üretim sisteminin adı haline gelmişti. Her ticaret ve sanat alanındaki gedik sayısı önceden belirlenmiş ve yeni gediklerin açılması sıkı kurallara ve devletin onayına bağlanmıştı. 37 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Resim: Esnaflar Kaynak: http://www.emekveadalet.org/ wp-content/uploads/osmanli-esnaf.jpg 38 makale 1826’da yeniçeri teşkilatının kaldırılmasıyla gediklerin direnci iyice azalmıştı. Gedik sahiplerine esas darbe Balta Limanı Antlaşması’yla vurulmuş oldu. Bu antlaşmadan sonra, dış ticaretin büyümesiyle birlikte, şehir ekonomisi üzerinde gediklerin hâkimiyeti kaybolmaya başladı. Bu dönemlerde serbest ticaret antlaşmaları gereğince yabancı tüccarlar perakende ticaret işine de girmiş olduklarından, bu tacirlerle onların şehirdeki temsilcileri olarak faaliyet gösteren dellal ve simsarlar ticari alanda daha aktif olarak yer almaya başladılar. Diğer yandan işleri bozulan ve birçok haklarını kaybeden gedik esnafı, zaten işyerlerinin gedik hakkını büyük paralarla yeni ticaret erbabına devretmişler ve kamu bürokrasisinde çalışma- ya başlamışlardı. Aynı zamanda, birçok gedik sahibi XIX. asırda Avrupa’yla ticari ilişkilerin artmasından nemalanmışlar; Avrupa mallarının pazarlanması için mekân talebi artınca, işyerlerini depo ve mağaza olarak kiraya verip büyük kazançlar elde etmişlerdi. 1910’da yalnız İstanbul için geçerli olmak üzere, esnaf loncaları kaldırılarak, esnaf cemiyetleri teşkil edildi. İki yıl sonra bu karar tüm ülke sınırlarında uygulanmaya başlayacaktı. Osmanlı İstanbulu’nda ticari hayatta öne çıkan unsurlardan biri de vakıflardı. Çünkü İstanbul’da arasta ve bedestenlerdeki dükkân ve atölyeler gibi ticari mekânların tamamına yakını vakıf mülküydü. Buralarda faaliyet gösteren zanaatkâr ve tüccar, vakıfların kiracısı konumundaydılar. Başka bir ifadeyle İstanbul’daki ticari mekânlar, sundukları ticari fonksiyonlar yanında aynı zamanda vakıfların da gelir kaynaklarıydı. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Vakıfların ticari hayattaki diğer bir rolü de kredi kurumunun bir parçası olmalarıdır. Hayır amaçlı para vakfedilen “para vakıfları” yatırım ve tüketim ihtiyacı için sermaye arayan kişi ve kuruluşlara borç vererek önemli bir finansal gerekliliği yerine getirmekteydi. Osmanlı Döneminde İstanbul’da Sanayi Bir bölgede ekonominin geneliyle birlikte sanayinin gelişmesi için birincil gereklilik, bölge nüfusunun artırılmasıdır. Bunun bilincinde olarak Osmanlı da, yeni başkentine dışarıdan önemli miktarda nüfus göç ettirmiştir. Fetihten hemen önce, 10.000 ilâ 40.000 arasında bir miktarda olan ve tarihinin en düşük nüfusuna sahip İstanbul, fetih sonrasında 25 yıl içinde nüfusunu ikiye katlarken, bir asır içinde de 500.000 kişilik nüfusa ulaşmış ve Avrupa’nın en büyük kenti haline gelmiştir. Nüfus artışı yanında, bu nüfusun iskânı için imar edilen yeni mahalleler, şehre yeni görünümünü kazandırmak için inşa edilen saraylar, camiler, çarşılar, bedestenler vb. bayındırlık faaliyetleri ile birlikte, iktisadî açıdan da İstanbul önemli bir gelişim süreci yaşamıştır. Erken dönemler için mevcut kayıtlar kısıtlı olsa da, fetih sonrası dönem İstanbul sanayiinin genel görünümünü sunmak için yeterli miktarda veri bulunmaktadır. Bu kaynaklardan birisi olan, 1489 yılı Ayasofya Vakıf Kayıt Defteri’ne göre Büyük Çarşı’da faaliyet gösteren 641 dükkânın 33 ayakkabıcı, 33 terlikçi, 44 külah imalatçısı, 50 terzi-keçeci ve 76 mücevherci ve diğer zanaatlardan oluştuğu anlaşılmaktadır. Haliç civarında kurulan mezbahalar ve Yedikule civarındaki 360, Kasımpaşa’daki 44 debbağhâne ile birlikte Eyüp, Ayvansaray ve Hasköy bölgelerindeki çok sayıda deri işleme merkezini de hesaba kattığımızda, XV. yüzyıl sonu itibariyle modern dönem öncesi tüm toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı İstanbul’unda da, tekstil ve gıda sektörlerinde yoğunlaşan bir sınaî üretim yapısının hâkim olduğu görülmektedir. Fetih sonrası erken dönem için İstanbul’un sınaî durumunu okuyabilmemize imkân veren bir diğer ilginç kaynak ise, Fatih devrinde kurulan mahallelerin isimlerinden ortaya çıkmaktadır. Buna göre şehrin yeni hâkimleri birçok mahallenin ismini çeşitli mesleklerden yola çıkarak belirlemiştir. Eminönü’ndeki Bozahâneler Mahallesi, Unkapanı’ndaki Debbâğıyn Mahallesi, Fatih’teki Debbâğ Yunus Mescidi Mahallesi, Demirciler Mahallesi, Galata’daki Urgancılar Mahallesi vb. bir meslekle özdeşleşmiş çok sayıda mahalle ismine rastlayabilmemiz, dönem itibariyle İstanbul’un sosyal ve iktisadî yaşamında çeşitli mesleklerin önemini de ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere sanayi devrimi ile birlikte sınaî üretim organizasyonunda temel üretim birimi fabrikalar haline gelmiştir. Bu dönemle birlikte özellikle sanayileşmiş ülkelerde her ne kadar geleneksel üretim biçimi olarak nitelendirebileceğimiz esnaflar ve onların oluşturduğu meslekî organizasyonlar tamamen yok olmamış ve üretime devam etmişse de, sınaî üretim genel olarak fabrikalarla tanımlanmaya başlamıştır. XVIII. yüzyıla kadar geçecek dönemde, kıtlık ve uzun süren savaş durumları gibi olağanüstü durumları istisna kabul 39 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum etmemiz halinde, İstanbul’da geleneksel zanaat sistemi öncülüğünde yapılan sınaî üretimde önemli sorunlar yaşanmadığını ifade edebiliriz. XVIII. yüzyılın sonlarına kadar istikrarlı bir şekilde devam ettirilebilen bu düzenli yapının altında yatan en önemli etkenlerden birisi, oldukça farklı mesleklerden esnaf ve çalışanların düzenli bir şekilde örgütlenmiş olabilmeleridir. Osmanlı mahkeme kayıtlarında esnafın iç işleyişi ve kendi aralarındaki ihtilaflara dair davalara çok fazla rastlanmaması, esnaf örgütlerinin özellikle arabuluculuk işlevini iyi yöneterek bu konudaki başarısını ve önemli ölçüde istikrarı sağlayabildiklerini göstermektedir. Esnaf birliklerinin içyapısındaki bu istikrar yanında, söz konusu dönemler için devlet ve halkla ilişkilerin de genel anlamda olumlu yürütülmesi, yine İstanbul esnafının organizasyonu açısından kurduğu istikrarın bir diğer başarılı göstergesidir. 40 makale Osmanlı sanayisinden bahsederken bazı kurumları özellikle vurgulamak gerekmektedir. Bu kurumlar özel sektörün yaptığı üretimin dışında kurulan ve dönemine göre büyük fabrikalar olarak nitelendirebileceğimiz imalathanelerdir. Sanayi devrimi öncesinde loncalar eşliğinde yapılan üretim halk tüketimini karşılarken, bu büyük imalathaneler genellikle devlet ihtiyaçlarını karşılayan yapılardı. Esnaf loncaları eşliğinde yapılan sınaî üretimin yanında, bu stratejik özellikleri nedeniyle devlet de özellikle ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kamusal yatırımlarla erken dönemlerden itibaren imalathane olarak nitelendirilen büyük sanayi tesisleri kurmuş ve işletmiştir. Baruthaneler, silah atölyeleri, askerî dikimevleri, tophaneler, tersaneler vb. sanayi tesisleri bu kamusal yatırımların somutlaşmış halleri olarak XV. yüzyıldan itibaren devletin sınaî ihtiyaçları için önemli görevler üstlenmiştir. Resim: Baruthane Kaynak: http://img.webme.com/pic/o/osmanli-devleti1299/baruthane.jpg XIX. yüzyıla gelindiğinde iktisadî açıdan Avrupa karşısında yaşanan gerilemenin giderilmesi için sanayileşmenin bir çözüm yolu olarak değerlendirilmesi, sanayileşmenin yolunun da fabrikalar açılmasından geçtiği kabul edilince, Osmanlı’da çok çeşitli üretim alanlarına yönelik bu tarz büyük çaplı üretim birimleri kurulmaya başlanmıştır. Kuruldukları mekânlar açısından ele aldığımız takdirde, fabrikalar öncülüğünde sanayileşme çabalarının ilk olarak İstanbul’dan başlatıldığını ve çoğu devlet fabrikasının Avrupa’dan getirilen makine ve teknoloji ile İstanbul’da üretime başladığını görmekteyiz. Zamanla özel teşebbüs sermayesiyle üretim yapan fabrikaların da sanayi hayatında filizlenmeye başlamasıyla, başkent İstanbul, devlet ve özel sermaye ön- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 cülüğündeki yeni dönemin sanayileşme girişimlerinin de başkenti olarak kabul edilmiştir. Resim: Feshane Kaynak: http://osmanliansiklopedisi. blogspot.com.tr/2012/07/feshane.html Birinci Dünya Savaşı öncesinde İmparatorluk geneli içinde büyük sanayinin üretim değeri itibariyle % 55’ine İstanbul ev sahipliği yaparken, % 25 ile İzmir, % 5 ile Bursa ve % 3 ile Adana İstanbul’u izleyen diğer bölgelerdi. Bu oranlar, 1910’lar itibariyle İmparatorluk sınırlarındaki büyük sanayi üretiminin yarısı civarında bir miktarın İstanbul’da gerçekleştirildiğini göstermektedir. Ancak tüm çabalara rağmen, 1910’lar sonrası yaşanan savaşların olumsuz etkisi ülke genelinde olduğu gibi İstanbul’da da sanayinin gerilemesine yol açmıştır. Var olan iktisadî kaynakların diğer sektörler ve üretim alanları aleyhine olacak şekilde askerî sanayi ve ordunun ihtiyaçlarına yönlendirilmesi de, İstanbul sınaî üretiminde yaşanan bir diğer zorunlu ve olumsuz gelişme olmuştur. Osmanlı hâkimiyeti altındaki İstanbul’un sınaî yapısını şekillendiren önemli bir geliş- me ise, Birinci Dünya Savaşı sırasında uygulanma şansı bulan milli iktisat politikaları olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılı, Osmanlı’nın uyguladığı iktisadî politikaların milliyetçilik eksenli olarak değişmesine ve milli iktisat uygulamasına geçişe neden olmuştur. Tüm kapitülasyonların kaldırıldığı bu dönemde ekonomiye yoğun bir devlet müdahalesinin de başlaması, gerek büyük çaplı, gerekse esnaf temelli küçük çaplı üretim yapan İstanbul’un sınaî üreticilerini de doğrudan etkilemiştir. Bir Türk-İslam burjuvazisi oluşturulabilmesinin hedeflendiği bu yeni dönemde, millî ve İslamî nitelikli şirketler kurulması politika olarak benimsenmiş, esnaflar açısından ise küçük üreticilerin birleşerek şirketler kurması amaçlanmıştır. Bağımsız bir sanayi kurulmasına yönelik çabalar, çeşitli yasal düzenlemeler yapılarak yerli sanayi ve 41 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum üretime teşvikler verilmesi, imtiyazlar dağıtılması şeklinde kendini göstermiştir. Tüm bu değişimin merkez üssü ve ilk başladığı bölge de başkent İstanbul olmuştur. 1917 itibariyle teşvik kanunlarından yararlanan toplam 117 sanayi işletmesinin 63’ünün, yani yarıdan fazlasının İstanbul’da olması bu durumu göstermektedir. Bu politikanın asıl sonuçları ise, küçük üreticilerin aynen 1866 Islah-ı Sanayi Komisyonu döneminde olduğu gibi birleştirilmesi çabasıyla şekillenmiştir. İttihat Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden Kemal Bey’in girişimleriyle, Heyet-i Mahsusa-i Ticariyye, Anadolu Millî Mahsulat Osmanlı Anonim Şirketi vb. İstanbul merkezli 80 civarında yeni şirket kurulmuş ve küçük üreticilikten, sermaye birikimi ve teşkilatlanmanın daha güçlü olduğu daha büyük çaplı bir üretim sürecine geçilmeye çalışılmıştır. 1910’lar sonrası Osmanlı hâkimiyetindeki son dönemlerinde, İstanbul sanayisi az sayıdaki fabrika ile birlikte, küçük üreticiliğin daha yaygın bir karakter arz ettiği bir yapıya sahipti. Bu durum cumhuriyet kurulduktan sonra da bir süre devam etti. dir. Önemli miktarda nüfus barındırması İstanbul ekonomisinde para kullanımını güçlendirirken; yoğun ticarî faaliyetler ticaretin finansmanı, ödeme sistemleri ve para değişim işlemlerine de hayat vermiştir. Biriken servetler finansal aracılar vasıtasıyla toplumun en üst kesiminden aşağıya kredi ihtiyacı olanlara aktarılırdı. Devletin para basma merkezi olan Darphane-i Amire de İstanbul sınırları içindeydi. İstanbul’u finansal piyasalar ve aracılar açısından merkezî hale getiren en önemli faktör ise kamu maliyesi finansmanıdır. Osmanlı merkez ordusunun giderek büyümesi devletin vergilerini daha büyük oranda nakit olarak toplamasına ve harcamaların tüm yıla yayılmasına yol açmıştır. Osmanlı Döneminde İstanbul’da Finans 42 makale Osmanlı gibi büyük bir imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul, bu konumu gereğince finansal anlamda da bölgesel bir merkez olmuştur. Türk-İslam devletleri geleneğinde siyasî hükümranlığın en önemli alameti; sultanların/padişahların kendi adlarına sikke darp etmeleri ve bu yetkinin paylaşılmamasıdır. Diğer taraftan İstanbul barındırdığı nüfus itibariyle Osmanlı Devleti’nin en kalabalık şehri- Resim: Darphane-i Amire Kısaca, Fetih’ten Cumhuriyet’e İstanbul, para darbının yapıldığı, ülke içinde kıymetli maden hareketlerine yön verildiği, para siyasetine ilişkin kararların alındığı ve uygulandığı, başta kamu maliyesi olmak üzere iç ve dış ticaretin finanse edil- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 diği, şehir sakinlerinin kredi ihtiyacının karşılandığı ve bu tür finansal işlemleri meslek edinen finansal aracılara ev sahipliği yapan dikkat çekici bir merkez olmuştur. Resim: Osmanlı Paraları / III. Selim Dönemi Kaynak: http://antikdonem.com/ wp-content/uploads/edd/2013/10/III.selim_4-253x130.jpg Osmanlı Devleti’nin para sistemi madeni paralara dayanmaktadır. İlk kuruluşundan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar geçen uzun dönemde para sistemi, bazı dönemlerde gümüşe (tek metal sistemi), bazı dönemlerde altın, gümüş ve bakıra (üçlü metal sistemi) ya da altın ve gümüşe (çift metal sistemi) dayalı olmuştur. Osmanlı Devleti gibi madeni para sistemlerini benimseyen devletlerin modern zamanlar öncesinde karşılaştıkları en büyük sıkıntı sikke arzının istikrarsızlığı ve kıtlığıdır. Fetihten, kaime uygulamasının başladığı 1840 yılına kadar İstanbul para piyasasında istikrarı tehdit eden temel unsurlar tağşiş ve kalpazanlıktır. Her iki unsur yarattığı enflasyon ve dolandırıcılık gibi uygunsuzluklar nedeniyle şehir halkının yaşam konforunu bozabilmekteydi. Kalpazanlığı önlemede yetersizlik, devletin halkına karşı sorumluluğunu yerine getirmede itibar kaybına neden olabilmekteydi. Ancak şehir sakinleri açısından temel problem devlet tarafından yapılan tağşişler nedeniyle ortaya çıkan hayat pahalılığıdır. Bu konu askerler, esnaf ve halk ile devlet arasında kronik bir gerilim konusu oluşturmuştur. Osmanlı para tarihinde bilinen ilk önemli tağşiş İstanbul’un fethinden önce 1444 yılında Mehmed II (1444-1446, 1451-1481) zamanında yapılmış, sistemin temel parası olan gümüş akçe % 20 oranında tağşiş edilmiştir. Asker ve halkın ciddi tepkisine neden olan bu tağşişi diğerleri izlemiştir. 1585-86 da yapılan büyük tağşiş, İstanbul’da 1589 yılında Beylerbeyi Vakası olarak adlandırılan ciddi bir isyana yol açmıştır. Paranın değerinin ayarlanması için yürütülen çabalar İstanbul’un ve dolayısıyla Osmanlı’nın para piyasasında her zaman sıkıntılı durumlar oluşturmuştur. Sadece Mehmet II zamanında değil İttihat ve Terakki döneminde de para piyasası kontrol edilmesi zor bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim 1908 yılında İttihat ve Terakki hükümetinin göreve başlaması ile para piyasasının düzenlenmesi konusu tekrar (bu zamandan önceki yaklaşık 450 yıl gibi) gündeme gelmiştir. 1909 yılında kurulan Islahat-ı Meskûkât Komisyonu’nun çalışmaları çerçevesinde yabancı uzmanlara bir rapor hazırlattırılmıştır. Para sisteminin sadeleştirilmesini hedefleyen bu öneriler meskûkât-ı mağşûşelerin (tağşiş edilmiş, değeri düşürülmüş madeni para) tedavülden kaldırılmasını önermiştir. Ancak siyasi konjonktürün önerilen para reformunun gerçekleştirilmesine uygun olmaması, aynı zamanda savaş şartları nedeniyle para piyasasındaki sorunlar çözülememiştir. Paranın değerinin normal seyrini izlemesi için yürütülen çabalar genelde olumsuz tepkiler doğurmuş- 43 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum tur. Bu konu Cumhuriyet döneminde de oldukça can yakan bir konu olmaya devam etmiştir. 44 makale Para piyasasından kaynaklanan bu sıkıntılar haricinde, İstanbul’da tarih boyunca işleyen finansal bir düzen bulunmaktaydı. Şehirde ihtiyaç duyulan finansal hizmetler, modern finansal aracılar olarak bankaların ortaya çıkmasından önce, muhtelif finansal aracılar tarafından yerine getirilmiştir. Bu aracıların isimleri zaman ve mekâna göre değişmekteyse de gördükleri fonksiyonlar benzerdir. Örneğin bunlar arasında en bilineni olan sarraflar (money-changers) bütün coğrafyalarda olduğu gibi Ortaçağ İslam Dünyası’nda ve onun devamı olan Osmanlı Devleti’nde de önemli finansal aracılardır. Bunun yanında sadece İslam dünyasına, belki de sadece Osmanlı Devleti’ne has finansal aracılar da vardır. Para vakıfları bu türün en bilinen örneğidir. İstanbul’da önemli sayıda para vakfı kurulmuş ve toplumun kredi ihtiyacını karşılamıştır. Benzer şekilde dayanışma ilkesine dayanılarak kurulan ve üyelerine yönelik hizmet veren avarız sandıkları, yeniçeri orta sandıkları, eytam sandıkları, esnaf sandıkları da para vakfı uygulamasının değişik örnekleri olarak sayılabilir. Bunlardan avarız sandıkları dışında kalanlar kalabalık asker, esnaf ve yetim nüfus barındıran İstanbul’da faaliyet alanı bulmuşlardır. Ayrıca şehirlerarası ödeme transferlerini gerçekleştiren poliçeciler ile yüksek faiz oranları ile işlem yapan muameleciler, murabahacılar, ribahorlar, tefeciler de finansal aracılar içerisinde düşünülmelidir. Diğer taraftan fetihten önce Venedik, Cenova vb. İtalyan şehir devletlerine ait tüccar- ların Galata bölgesinde yerleşik olduğu unutulmamalıdır. Osmanlı ve finans kelimeleri yan yana geldiğinde ise ilk akla gelen finansal kurumlar “Galata Bankerleri”dir. Bunlara aynı zamanda Galata Sarrafları da denir. Bu kurumlar Galata bölgesinde yerleşik olduğundan bu isimleri almışlardır. Bu zümre devletin finansman ihtiyacını karşılamanın yanı sıra özel sektöre de finansman sağlamıştır. Zaten bu bankerlerin çoğunun aynı zamanda tüccar olduğu da bilinmektedir. Resim: Galata Bankerleri Kaynak: http://www.nereyeyatirimyapmali. com/wp-content/uploads/2013/12/galata-bankerleri.jpg Osmanlı Devleti’nde modern finansal aracılar olarak bankaların gündeme gelmesi ise Tanzimat arifesindedir. İstanbul’da devlet eliyle bir banka kurulmasına ilişkin ilk öneri 1838 yılında kambiyo istikrarı sorununa ilişkin tartışmaların yapılması esnasındadır. Daha sonra müteaddit defalar ortaya konan bu fikir hayata geçirilememiştir. Durum bir devlet şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 bankası kurulması açısından böyleyken özel bankalar içinse oldukça farklıdır. XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın başları özel bankaların faaliyetleri açısından oldukça hareketli geçmiştir. Galata Bankerleri’nin kurduğu bankalar dışarıda bırakılırsa Osmanlı bankacılık sistemi ilk kurulan bankalardan itibaren neredeyse tamamen yabancı sermayeli bankaların hâkim olduğu bir piyasa olmuştur. Bu dönemde birçok yabancı banka sahibi ve tüccar İstanbul’da banka açmıştır. II. Meşrutiyet dönemine kadar geçen sürede bu duruma istisna teşkil edecek yerli sermayeli banka sayısı ise çok azdır. Bu bankalar içerisinde en önemlisi 1863 yılında tarım sektöründeki üreticilere düşük faizli kredi sağlamak amacıyla Mithat Paşa tarafından başlatılan memleket sandıkları uygulamasının 1888 yılında yeniden organize edilerek İstanbul’da Ziraat Bankası’nın vücuda getirilmesidir. Osmanlı Devleti’nde menkul kıymetler borsası tarzında bir borsanın ne zaman oluştuğu ise belirsiz olup Galata Borsası’nın kuruluşuna ilişkin 1864, 1865 ve 1866 yılları zikredilmektedir. Kendini Galata Borsası Müdürü olarak tanımlayan Antoine Ducci’nin 1846 yılına ait dilekçesinde borsanın açılması için 12 yıl uğraşarak nihayet başardığını belirtmesi, tüccarlar ve bankerler arasında 1834 yılından itibaren düzenli bir piyasanın oluşmaya başladığını göstermektedir. Galata’da bir kahvehanede tüccarların bir araya gelmesi ile başlayan borsa, daha sonra ahşap bir eve sonra da 1 Temmuz 1852 yılında İtalyan mimar André Manzin’in tasarımına göre yapılan bir binaya geçmiştir. Bu kurulan borsa şirket senetlerinden çok devlet tahvillerinin alınıp satıldığı bir hüviyettedir. Dönemi içerisinde kurulan birkaç anonim şirket olsa da bu şirketlerin borsaya büyük katkıları olmamıştır. Cumhuriyet Dönemi İstanbul’u 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması’ndan sonra daha açık, daha liberal politikalar izleyen Osmanlı, İttihat ve Terakki döneminde ise daha içine kapanık ve korumacı politikalar izlemiştir. Bu politikaların temel nedeni yaşanan savaşların ve milliyetçilik akımlarının ekonomiye yansımasıdır. Bu korumacı politikalar Osmanlı’nın son yıllarına ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vurmuştu. Bu kurumlar Osmanlı’nın iktisadi ve idari merkezi olan İstanbul’u etkilediği gibi, kurulan Cumhuriyet’in de iktisadi merkezi ünvanını taşıyan İstanbul’u da derinden etkilemiştir. Bunların yanında, artık büyük bir imparatorluğa başkentlik eden İstanbul yerine, yeni bir ülkenin en büyük şehri olarak konumlanan İstanbul, nüfus kompozisyonunun değişimi ve nüfus azalışı nedeniyle, iktisadi anlamda bir müddet kan kaybetmiştir. 1927 İstanbul nüfus istatistiklerine baktığımızda karşımıza çıkan sonucun genel itibariyle üretim yapısını desteklemeyecek nitelikte olduğu görülecektir. Bu dönemde kentte yaşayan 794.444 kişinin çoğunun mesleksiz olduğu kayıtlara geçmiştir. 45 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum 1927 Yılı İstanbul’da Mesleklere Göre Nüfus Zirai 89.517 Sınai 52.856 Ticari 70.100 Serbest 13.392 Memur 13.409 Hâkim 3.396 Ordu 18.917 PTT 4.226 Muhtelif 35.767 Toplam 301.580 Mesleksiz 492.864 46 makale Osmanlı’da olduğu gibi kısa sürede hem üretim, hem de pazar özellikleri açısından önemli bir iktisadi merkez halinde gelmiştir. Yıllara Göre Türkiye ve İstanbul Nüfusları Yıllar Türkiye İstanbul 1927 13.648.270 704.825 1960 27.754.820 1.533.822 1980 44.736.957 4.741.890 2000 64.845.216 10.018.735 2013 76.667.864 14.160.467 Kaynak: TÜİK Kaynak: TÜİK Ancak İstanbul’un tarihten gelen önemi, şüphesiz Cumhuriyet döneminin başlarındaki zayıf halinin geçici olmasına yol açmıştır. Cumhuriyet’in 90 yıllık serüveni ve bu süreç içinde İstanbul’un yaşadığı nüfus artışı da, şehrin nüfus açısından yaşadığı muazzam büyümeyi gözler önüne sermektedir. 2013 yılına gelindiğinde İstanbul’un nüfusu resmi rakamlarla 15 milyona yaklaşmış ve birçok dünya ülkesinin nüfusunu geride bırakmıştır. Türkiye nüfusunun da % 18,47’sine ev sahipliği yapan İstanbul, aynen Bizans ve Demografik büyüme sonucunda İstanbul iktisadi açıdan da büyüme yaşamış ve önemli bir ekonomik büyüklüğe ulaşmıştır. Bu büyüme sonucunda 2011 yılı verilerine göre İstanbul, Türkiye’nin ürettiği gayri safi katma değere önemli bir katkı sunmaktadır. Bu katkı toplam gayri safi katma değerin (GSKD) % 27,16’sı olarak gerçekleşmektedir. Ayrıca İstanbul, Türkiye’nin toplam sanayi üretiminin % 38’ini, hizmet üretimini % 50’sini ve ticaretinin de % 50’sini sağlamaktadır (2010 rakamlarıyla). şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Cari Fiyatlarla Bölgesel Gayri Safi Katma Değer (2011) (000 TL) Tarım Sanayi Hizmetler GSKD* Türkiye 103.635.252 316.326.396 730.491.491 1.150.453.139 İstanbul 621.756 85.466.006 226.349.898 312.437.660 Kaynak: TÜİK 1 Üretim ve katma değer açısından İstanbul’un ülke ve bölge ekonomisi açısından bu önemi finansal anlamda da kendisini göstermektedir. Finans piyasalarının büyüklüğü ve ulusal ve uluslararası bağlantılarıyla bugün İstanbul finansal anlamda ülkenin başkenti sayılmaktadır. Nitekim merkezi hükümet tarafından da İstanbul’da uluslararası bir finans merkezi kurulması için çalışmalar başlatılmıştır. Bu çalışmalar kentin tamamının bir finans merkezi olarak dizayn edilmesini de içermektedir. Bu çerçevede kentte finans sektörüyle ilgili hukukî, ekonomik ve altyapısal düzenlemeler yapılmaktadır. * Bu değer bir bölgede yerleşik ekonomik birimlerin belli bir dönemde bölgedeki ekonomik faaliyetleri sonucunda ürettikleri mal ve hizmetlerin (çıktı) üretim değerinden, bu üretimde bulunabilmek için kullandıkları mal ve hizmetler (ara tüketim) değerinin çıkarılması sonucu elde edilen değerdir. Kentin finans sektörünün gelişimine yönelik banka şube sayılarına ilişkin veriler sektörün ne kadar hızlı büyüdüğünün göstergesidir. Verilere göre 2002 yılında 1.798 olan banka şube sayısı 2013 yılına gelindiğinde 3.000’i aşmıştır. Şube sayısının yanında bankaların mevduatlarında da büyük artış gözlemlenmiştir. 1991 yılında 641.470 TL olan mevduat miktarı 2013 yılına gelindiğinde 428.002.000.000 TL olmuştur (nominal). Resim: Finans Merkezi, Ümraniye Kaynak: http://www.anadoluyakasi.net/ wp-content/uploads/2014/09/istanbul-finans-merkezi-sinirlar-480x298.jpg 47 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Sanayi ve finans yanında, dış ticaret açısından da İstanbul tarihte olduğu gibi bugün de ülkenin ticaret merkezidir. Dış ticarette yaşanan gelişme ve artışla birlikte, Türkiye için olduğu kadar İstanbul bölge ülkeleri için de bir ticaret merkezi kimliği kazanmıştır. Bunda ticaret yollarına erişim kolaylığının, barındırdığı nüfusun, altyapı ve üstyapı imkânlarının önemi büyüktür. Resim: Haydarpaşa Limanı Kaynak: http://www.anadoluyakasi.net/ wp-content/uploads/2012/04/port-480x272.jpg 48 makale İstanbul’da 2013 itibariyle, sermayesi bir milyon TL ve yukarı olan 33.384 adet firma bulunmaktadır. İthalat ve ihracat rakamlarının son 11 yıllık seyrine bakmak İstanbul’un ülke ticaretinin merkezi olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu yıllarda İstanbul’un toplam dış ticarete katkısı giderek artmıştır. İstanbul’un ihracata yaptığı katkının % 97’si 2012 yılı itibariyle imalat sektöründen kaynaklanmıştır. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum İstanbul ve Türkiye İthalat-İhracat Verileri (.000 $) İthalat İhracat Yıllar Türkiye İstanbul Türkiye İstanbul 2002 51.553.797 28.928.990 36.059.089 20.970.063 2004 97.539.766 60.816.541 63.167.153 36.834.410 2006 139.576.174 81.264.152 85.534.676 47.012.604 2008 201.963.574 111.310.505 132.027.196 73.503.523 2010 185.544.332 98.454.135 113.883.219 53.149.408 2013 251.661.250 136.504.745 151.802.637 70.680.716 Tüm bu göstergeler, iklimi, jeostratejik konumu, tarihte medeniyetlere başkentlik yapmış olması, etnik ve dini açıdan farklı insan gruplarına her dönem kucağını açmış olan İstanbul’un, dini, toplumsal, siyasi ve kültürel önemi yanında sosyo-ekonomik açıdan da bir başkent özelliğine sahip olduğunu göstermektedir. Bizans ve Osmanlı gibi tarihin gördüğü iki büyük imparatorluğun yönetimine ev sahipliği yapan İstanbul, 20. Yüzyılla birlikte savaşlar ve sonrasında gelen bir istikrarsızlıkla ekonomik açıdan belli bir zayıflama yaşamıştır. Ancak ekonomik ve ticari bağlantıların artması, ülke ve bölge ekonomisinde yaşanan istikrar ve büyüme birlikte İstanbul’un sanayi, ticaret ve finans sektörleri de giderek genişlemektedir. “Geçmiş geleceğin aynasıdır” sözünü ilke edinmemiz halinde, sistemli ve sağlam bir altyapıya dayandırılacak bu büyüme ve genişlemenin İstanbul’u tarihteki parlak konumuna tekrar taşıyacağını ifade edebiliriz. 49 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Kaynakça 1. 2. Udovitch Abraham L. , “Bankers without Banks: Commerce, Banking, and Society in the Islamic World of the Middle Ages”, The Dawn of Modern Banking, New Haven 1979, s.255-273. (Altınay) Ahmed Refik, On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı (1553-1591), Devlet Matbaası, İstanbul 1935, s. 112-113. 3. Kal’a Ahmet (Proje ve Yayın Yön.), İstanbul Ahkâm Defterleri: İstanbul Esnaf Tarihi 1-2, İstanbul 1997. 4. Kafadar Cemal, “When Coins Turned into Drops of Dew and Bankers Became Robbers of Shadows; The Boundaries of Ottoman Economic Imagination at the End of the Sixteenth Century”, Doktora Tezi, McGill University, 1986, s.61. 18. Pamuk Şevket, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914, 7. Bs., İstanbul 2011, s. 162. 19. Pamuk Şevket, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, İstanbul 2014, s. 163. 20. Özcan Tahsin, Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı, İstanbul, 2003. 21. Özcan Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Ankara 2003, s.10-15; 79-87. 22. Güran Tevfik, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Zirai Kredi Politikasının Gelişmesi, 1840-1910”, Uluslararası Mithat Paşa Semineri Bildiriler ve Tartışmalar, Edirne, Türkiye, 8-10 Mayıs 1984, pp.95-126. Ayverdi Ekrem Hakkı, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskânı ve Nüfusu, Ankara 1958, s. 58-69. 6. İnalcık Halil & Quataert Donald (Eds.), Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (16001914), C: 2, Eren Yay., İstanbul 2004, C: 2, s. 828. 23. Güran Tevfik, “İstanbul’un İâşesinde Devletin Rolü (1973-1839)”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası Ellinci Yıl Armağanı, C. 44, S. 1-4, İstanbul 1986, s. 245. 7. Sahillioğlu Halil, “Bir Asırlık Osmanlı Para Tarihi, 1640-1740”, Doçentlik tezi, İstanbul Üniversitesi, s.123-130. 24. Eldem Vedat, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, Ankara 1994, s. 167. 8. Sahillioğlu Halil, “Kuruluştan XVII. Asrın Sonlarına Kadar Osmanlı Para Tarihi Üzerine Bir Deneme”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1958, s.226230. 9. Sahillioğlu Halil, “Osmanlı Para Tarihinde Dünya Para ve Maden Hareketlerinin Yeri (1300-1700)”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 1978 (Özel Sayı), s.2-19. 25. Müller-Wiener Wolfgang, “15-19. Yüzyılları Arasında İstanbul’da İmalathane ve Fabrikalar”, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi Yeni Araştırmalar Yeni Görüşler, Yay. Haz. Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul 1992, s. 53-57. 11. Al Hüseyin, Şevket Kamil Akar, Dersaadet Borsasının Oluşumu, s.11. 12. Genç Mehmet, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul 2000, s. 318-320. 50 17. Pamuk Şevket, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, İstanbul, 2000, s.51-54, 68. 5. 10. Kazgan Haydar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Şirketleşme: Osmanlı Sanayii Monografi ve Yorumlar, İstanbul 1991, s. 32. makale 16. Kaya Süleyman, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Kredi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2003, s.83-92. 13. Akın Nur, 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Galata ve Pera, 2002, s.228. 14. Aynural Salih, “Selim III Döneminde İstanbul’da İktisadi Hayat”, İ.Ü., SBE, Doktora Tezi, İstanbul 1989, s. 115-117. 15. Akgün Seçil, “Mithat Paşa’nın Kurduğu Memleket Sandıkları: Ziraat Bankası’nın Kökeni”, Uluslararası Mithat Paşa Semineri, Ankara 1986, s.189-191. 26. Toprak Zafer, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, İstanbul, 2012. 27. Tekin Zeki, “Tanzimât Dönemine Kadar Osmanlı İstanbul’unda Dericilik”, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Yeniçağ Tarihi ABD, İstanbul 1992, s. 12-13. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 51 makale şehir & toplum makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 KENTİN VE DEMOKRASİNİN ASLİ UNSURLARI OLARAK TOPLUMSAL HAREKETLER: KUZGUNCUK VE ARNAVUTKÖY ÖRNEKLERİ Baran Alp Uncu Dr., Marmara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. Sivil toplum denildiğinde, akla genellikle ilk olarak dernekler gelir. Hatta bunun ötesinde, sivil toplum çoğunlukla derneklerden oluşan bir toplumsal alan olarak tasavvur edilirken, ‘derneksel hayat’ sivil topluma eş anlamlı olarak kullanılır. Ancak bu durum farklı sivil toplum tanımlarından bir tanesinin, neoliberal sivil toplum modelinin, 1980’lerle beraber dünya genelinde ağırlıklı olarak kabul görmesinden ileri gelmektedir. Neoliberal yaklaşıma göre, rasyonellik çerçevesinde hareket eden bireylerin bir araya gelerek bireysel haklarını savundukları ve kendi çıkarlarını gözettikleri devletin dışında kalan alana sivil toplum denir. Bu alanın ana aktörleri ve taşıyıcıları, formel bir iç işleyişe sahip, kendi kural ve bürokrasisini oluşturmuş, katı- lımın gönüllük esasına dayalı olduğu ve kâr amacı gütmeyen kurumsal yapılar olarak örgütlenen derneklerdir. Tarif edilen neoliberal sivil toplum yaklaşımı, özellikle 1980’lerle beraber dünya genelinde siyasal alanda temsili liberal demokrasi modelinin, ekonomik alanda neoliberal piyasa ekonomik modelinin egemen hâle gelmesiyle geniş kabul görmüştür. Devleti –özellikle de sosyal devleti- verimsiz, etkisiz ve yozlaşmış bir siyasi kurum olarak gören neoliberal anlayış, sivil toplumu ve dolayısıyla derneksel hayatı kurtarıcı olarak öne sürer. Neoliberal yaklaşım, sivil topluma hem devletin baskı ve müdahalelerini sınırlama, hem de bir zamanlar sosyal devletin sağladığı hizmetleri yerine getirme rolünü biçer.1 1 Kaldor (2003); Edwards (2004). 53 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Buna paralel olarak, 1990’lı yıllarda dünya genelinde dernekler alanında bir devrim (associational revolution) yaşandı. Sayıları önceki dönemlerde görülmemiş bir hızla artan STK’lar (İngilizce’de Non-Governmental Organizations, NGOs), eğitim, sağlık, yardım gibi birçok alanda gittikçe artan oranlarda faaliyet göstermeye başladı. Diğer yandan, küreselleşme sürecinin etkisiyle, kendi ulusal sınırlarının içerisinde kalmayan STK’lar, kurdukları ulusal sınırları aşan bağlarla ulus-ötesi bir karakter kazanmaya başladı. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler de sivil toplumun tüm bunları çok daha hızlı, etkin ve yaygın bir şekilde yapabilmesine imkân tanıdı. 54 makale Neoliberal sivil toplum anlayışını hâkim kılan tüm bu süreçler, modelin sorgulanmasını ve eleştirisini de beraberinde getirdi. Bu eleştirilerden birine göre, neoliberal yaklaşımın bize söylediğinin aksine, sivil toplumun aslında farklı siyasi görüşü, toplumsal sınıfı ve kimlik aidiyetleri barındıran çok parçalı ve çeşitlilik içeren bir alandır. Sivil toplumun çeşitliliği ve çok parçalılığı, içerisinde birbiriyle bazen rekabet eden, çatışan bazen de örtüşen bir dizi çıkar, norm ve değerin bulunduğuna işaret eder. Bu da sivil toplumun tek bir norm ve değerler kümesine sahip olamayacağını gösterir. Bu nedenle, ‘derneksel hayatın’ toplumu otomatik olarak -liberal çerçeve içerisinde belirlenmiştek bir ‘iyi’, ‘doğru’ ve ‘güzel’e doğru götüreceği varsayımı yanıltıcıdır.2 kat çekmektedir. Buna göre, toplumun içinde var olan çeşitli eşitsizliklere bağlı olarak, daha fazla kaynaklara sahip aktörlerin sesleri daha fazla çıkmakta ve karar alma mekanizmalarına daha fazla etki etmektedir. Bu da toplumsal aktörlerin dernekler yoluyla eşit bir şekilde kararlara katılma fırsatı yakalayacağı varsayımını boşa çıkarır. Eleştirilerin yoğunlaştığı en önemli noktalardan biri ise neoliberal anlayışın sivil toplumu devletin tam karşısına konumlandırması üzerinedir. Böylesine bir devlet-sivil toplum karşıtlığını reddedenler, sivil toplumun ve devletin birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu ileri sürer. Çünkü sivil toplumun işleyebilmesi için devletin sağladığı hukuk düzenine ve koruduğu haklara ihtiyacı vardır; devletin de meşruiyetini sağlayabilmesi için sivil toplumdan gelen talepleri bastırıp, yok saymadan, bu taleplere cevap vermesi gerekmektedir. Son olarak, neoliberal yaklaşımın sivil toplum içerisindeki hakları ve talepleri bireyi merkeze alarak tarif etmesine de eleştirilen noktalardan biridir. Bu karşı, alternatif bir sivil toplum anlayışına sahip olanlar kolektif kimliklerin, taleplerin ve farklı mücadele biçimlerinin de sivil toplumun önemli bir boyutunu oluşturduğunu belirtir.3 Diğer yandan, eleştiriler sivil toplumun aktörleri arasındaki eşitsizliklere de dik- Bu eleştirilerden yola çıkarak, sivil toplumu devletin karşısındaki derneksel hayata indirgeyen neoliberal yaklaşımdan farklı, alternatif bir sivil toplum tanımına ulaşmak mümkün: Çeşitli kimlik ve sınıfsal aidiyetlere sahip farklı örgüt, grup ve bireylerin a) bir arada yaşama pratiklerini geliştirdikleri; b) kolektif ve bireysel haklarını değişik 2 Edwards (2004). 3 Anheier, Galsius ve Kaldor (2001); Kaldor (2003); Edwards (2004). şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 mücadele biçim ve örgütlenmeleriyle aradığı; c) devletin ve piyasanın müdahalelerine karşı yaşam biçim ve alanlarını savundukları ve d) aynı zamanda siyasi, ekonomik ve sosyal alanlardaki karar alma mekanizmalarına katılımlarını artırmaya çalıştıkları eylem, ilişki ve mücadelelerin bir bütünü. Bu tanıma göre, bu yazının asıl konusu olan toplumsal hareketleri, kampanyaları, koalisyonları ve diğer oluşumları –sosyal forum, dayanışma, platform, inisiyatif gibi- sivil toplumun önemli birer parçası olduğunu değerlendirebiliriz. Türkiye’de sivil toplumun serüveni Türkiye’de –dolayısıyla İstanbul’da- sivil toplum 1980’li yılların ortalarından itibaren batıdakine benzer bir sıçrayış gösterdi. Bu durum, baskıcı 12 Eylül 1980 darbesinin ve sonrasındaki otoriter askeri rejimin öngörülmemiş bir sonucuydu.4 12 Eylül Darbesi, 1960-1980 arası dönemde gelişmekte olan sivil toplum hareketliliğinin üzerinden deyim yerindeyse silindir gibi geçmişti.5 Kısaca, önceki döneme ait tüm toplumsal hareket, dernek, sendika ve diğer siyasi örgütlenmeler 12 Eylül askeri rejimi tarafından kapatıldı ve/veya yasaklandı. Oysa, tüm bu örgütlenmeler, 4 Toprak (1994). 5 Her ne kadar sivil ve askeri elitlerin denetiminde yazılmış olsa da, 1961 Anayasası özellikle dönemin ekonomik modeline uygun olarak sosyal ve siyasal hakları Türkiye’de daha önce görülmemiş düzeyde garanti altına aldı. Verilen dernekleşme ve sendikalaşma hakları ile sağlanan ifade özgürlüğü, sivil toplum için önceki dönemlere göre daha liberal ve özgürlükçü bir siyasi ortamın oluşmasına neden oldu. Bunun sonucunda, sendikalar, meslek oda ve birlikleri ve derneklerin hem sayılarında hem de faaliyetlerinde hızlı bir artış görüldü. Bunlarla beraber, 1960’lardan itibaren işçi ve öğrenci hareketlerinde de büyük bir yükseliş gözlemlendi. Bkz.: Keyder (1987); Uğur (1998). her ne kadar 12 Mart Muhtırası’yla beraber devletin giderek artan baskıcı ve dışlayıcı tutumu karşısında bazı yönlerden ‘sivil’ olma özelliklerini yitirmeye başlamış olsalar da, sonraki döneme taşınacak önemli bir birikim anlamına gelmekteydi.6 Geçmişiyle bağı kopartılan sivil toplum aktörleri, siyasal ve toplumsal hayatın her alanını sıkı bir kontrol altına alan darbe rejimine karşı farklı biçimlerde ve değişik amaçlarla örgütlenmeye başladı. Daha önceki dönemin siyasi kutuplaşmalarına savrulmayan ve de devletten/ resmi ideolojiden/diğer toptancı ideolojilerden kendilerini ayrıştıran sivil toplum aktörleri, farklı kimliklerin ve meselelerin üzerinden hak arayışlarına girişti.7 Özellikle 1970’lerden itibaren batıda görülen mesele odaklı yeni toplumsal hareketlerin 1980’lerden itibaren Türkiye’de de görülmeye başlaması sivil toplumun canlanışının habercisiydi. Kadın, çevre, insan hakları gibi meseleler üzerine mobilize olan toplumsal hareketler, otoriter siyasi yönetime karşı çıkarak, demokratikleşme ve çoğulculuk gibi talepleri dillendiren ilk muhalif sesler oldu. Sivil toplum hayatındaki bu gelişmeler, siyaset ve ekonomideki yapısal değişimlerle pekişti. Devlet merkezli ulusalcı kalkınma modelinden piyasaya dayalı ekonomik düzene geçiş, küreselleşmeye bağlı olarak ulus-devletin rol ve öneminde meydana gelen değişiklikler ve yine 6 Mardin’in (1983) de belirttiği gibi, her ne kadar kavramın Türkçe kullanımındaki ‘sivil’ kelimesi askeri-olmayan anlamını çağrıştırsa da, sivil toplum kavramıyla “şehir âdabı”na vurgu yapılmaktadır. Buna bağlı olarak, “sivil” (İngilizce’de civil) “uygar olma” durumunu, sivil toplum kavramı da tarihsel olarak batıda şehir hayatıyla beraber gelişen haklar ve yükümlükleri anlatmaktadır. 7 Göle (1994); Toprak (1996). 55 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum küreselleşmeye bağlı olarak ulusal olan dışında yerel ve ulus-ötesi siyasi alan ve fırsatların ortaya çıkmasıyla, sivil toplumun devletle olan ilişkisi daha bir sorgulanır hâle geldi. 8 Daha önce ulusal-devlet ve ulusalcılık tarafından baskı altında tutulan yerel etnik ve dini kimlikler de özgürlüklerini genişletmek için harekete geçti. Böylelikle demokratikleşme ve çeşitlilik talepleri sivil toplumun daha geniş bir kesimi tarafından dile getirilmeye başlandı. 56 makale Dünyada yaşanan gelişmelere paralel olarak, Türkiye’deki dernek hayatı da büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle 1990’lardan itibaren dernek sayısında büyük bir artış gözlemlendi. Bu sayısal artışta, Avrupa Birliği’ne (AB) katılım sürecinin ve buna bağlı olarak getirilen yeni yasal düzenlemelerin etkisi büyük oldu. Diğer taraftan bu niceliksel artışı karşılayacak niteliksel bir dönüşüm ise tam anlamıyla yaşanamadı. Bir taraftan, AB’yle uyum çerçevesinde genişletilen bazı haklar ve Dernekler Kanunu’nda yapılan düzenlemeler gibi olumlu değişiklikler sonucunda STK’lar için şartlar daha olumlu hâle geldi. Ancak yine de derneklerin yaşadığı çeşitli sorunlardan dolayı sivil toplumun Türkiye’de etkin ve sağlıklı bir şekilde yürüdüğünü söylemek güç. Derneklerin yaşadıkları sorunların arasında finans kaynaklarının kısıtlılığı, nitelikli personelin zor bulunuyor olması, var olan yasaların pratikte uygulanmaması, karar alma süreçlerine yeterince katılamamaları, Türkiye genelinde gönüllülüğün düşük seviyelerde olması ve STK’lar arasındaki işbirliği ve dayanışma ağlarının/ilişkilerinin yeterince gelişmemesi sayılabilir.9 8 Keyman (2005) 9 İçduygu, Meydanoğlu ve Sert (2010). Diğer yandan, Türkiye’de toplumsal hareketler artan düzeylerde varlığını hissettirmekte ve yaygınlaşmakta. Son dönemlerde sayısı ve etkisi hızla artan mesele odaklı hareketlerin öncülleri arasında 1990’lardan itibaren ortaya çıkan Bergama Hareketi, Mersin-Akkuyu Nükleer Enerji Karşıtı Hareket, 1 Dakika Karanlık Protestoları ve Irak Savaşı Karşıtı Hareketi sayabiliriz. Kent hakkı ve sorunlarıyla ilgili hareketler için dönüm noktalarının da sonraki bölümde detaylıca ele alacağımız Kuzguncuk Bostanı Hareketi ve Arnavutköy’deki 3’üncü Köprü Karşıtı Hareket’in olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kuzguncuk Bostanı Hareketi Kuzguncuk Bostanı Hareketi’nin uzun soluklu hikâyesine geçmeden önce, bir arka plan sağlaması için Kuzguncuk’un kendisinden başlamak gerekir… Kuzguncuk, tarihsel olarak eski İstanbul’un birçok semtinde olduğu gibi oldukça kozmopolit bir yapıya sahipti. 1933 yılında yapılan bir sayıma göre, semt yoğun bir Yahudi ve Rum nüfusuna sahipken, az miktarda Ermeni ve Müslüman da semtin yaşayanları arasındaydı. Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan nüfusun homojenleştirilmesi (tektipleştirilmesi) politikaları sonucunda gayrimüslim nüfus zaman içinde semti terk etmek zorunda kaldı. Türkiye’nin geneli ile karşılaştırıldığında Kuzguncuklu gayrimüslimlerin ev ve mahallelerini daha geç bir dönemde terk ettiği görülmekte. Örneğin, Rum nüfus Kuzguncuk’taki varlığını Kıbrıs ile ilgili sorunların patlak verdiği 1960’lara kadar sürdürebilmiş- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 ti. Ermeniler “Asala Olayları” sırasında ayrılırken; Kuzguncuk’tan en geç giden Yahudiler’in göçü ise zamana yayılmıştı. 2005 yılına gelindiğinde, Kuzguncuk’ta sadece 56 Rum, 7 Ermeni, 30 Yahudi’nin kaldığı görülmektedir.10 Köklü bir demografik değişim geçiren Kuzguncuk’ta, özellikle Karadenizli göçmenlerin oranları gün geçtikçe arttı.11 Kuzguncuk’un yeni sakinleri artık gayrimüslimlerin evlerini ucuz fiyatlara satın alan orta ve dar gelirli Karadenizliler olmuştu. Bu gruba bir de 1980’lerden itibaren eski evleri alıp, yenileyerek Kuzguncuk’a yerleşen eğitimli orta sınıf sanatçı-aydın-entellektüeller eklendi.12 Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri hoşgörü, kozmopolitlik ve beraber yaşamanın simgesi olan Kuzguncuk, gayrimüslim nüfusun ayrılmasından sonra da bu sembolik özelliğini devam ettirdi. Semtin görece bozulmamış mimari yapısının ve semt dokusunun temel taşlarından olan dini mabetler her ne kadar cemaatlerinden yoksun olsalar da çeşitliliğin ve bir arada yaşamanın sembolleri olarak hâlâ ayaktadır. Küçük bir Boğaz köyü olan Kuzguncuk’ta toplam 3 kilise, 2 Sinagog ve 2 cami bulunuyor.13 Dini mabetlerin sayılarından daha da önemli olan birbirleriyle konumlandırılış biçimleri. Birbirinin yanı başında duran Ayios Yergios Rum Ortodoks Kilisesi ve Beth Yakov Sinagogu, aynı duvarı paylaşan Sırp Kirkor Lusaroviç Ermeni Kilisesi ve 10 Morgül, 2005 11 Morgül’ün (2005) araştırmasında yaptığı tasnife göre, Kuzguncuk’ta İstanbul doğumlulardan sonra sırasıyla Rizeliler, Kastamonulular, Sinoplular, Sivaslılar, Ankaralılar, Trabzonlular, Giresunlular, Ardahanlılar gelmekte. 12 Morgül (2005); Mills (2006). 13 Belge (1995). Kuzguncuk Camii barış içinde farklılıkları koruyarak bir arada yaşamanın olasılığını bugün de göstermekteler. Kuzguncuk semtinin dokusunun en önemli köşe taşlarından biri de mahallelilerin 20 yıldan fazladır savundukları Kuzguncuk Bostanı. Bu birazdan anlatacağımız gibi hem bostanın tarihinden hem de semtin üzerine inşa edilen tarihinden kaynaklanıyor. Tarihsel olarak bahçe ve bostanlar Osmanlı İmparatorluğu dönemi İstanbulu’nun sosyal ve ekonomik hayatında önemli bir yer tutmaktaydı. Büyük bir miktarda tüketici bir nüfusa sahip eski İstanbul’un iaşesi Osmanlı yönetimin en çok önem verdiği konulardan biriydi. Dönemin ulaşım imkânlarının yetersiz oluşu, İstanbullular’ın gereksinim duyduğu sebze ve meyve gibi dayanıksız gıda maddelerinin uzaklardaki kırsal bölgelerden sağlanmasının önündeki en büyük engeldi. Bu nedenle, Bizans döneminden beri var olan İstanbul ve çevresindeki bahçe ve bostanlar, kentin taze sebze ve kısmen de olsa meyve ihtiyacını karşılamak üzere örgütlenmişti (Bilgin, 2010). Bugün Kuzguncuk Bostanı olarak bilinen “İlia’nın Bostanı” da, İstanbul’un geneline yayılmış kent bostanlarından biri. 700 yıllık bir geçmişe sahip Kuzguncuk Mahallesi’ndeki bostana ait ilk kayıtlarda arazinin mülkiyetinin Abdullah Ağa Vakfı’na ait olduğu görülmekte. Sultan Reşat döneminde, bostanın mülkiyeti Arnavut Şoro ve Dode ailelerine geçmiş. 1951 yılında ise bostan, hisseleri farklı gayrimüslim vatandaşlar arasında bölüşülür hâlde kadastroya kaydedilmiş. Bu 57 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum noktada hisse sahiplerinin gayrimüslim kimliği altının çizilmesi gereken bir husus. Çünkü hisselerin çoğu 1966 yılında bilinemeyen neden ve yollarla Vakıflar İdaresi’ne geçmiş. Geriye sadece İspiro Şoro’ya ait 300/360’lık hisse kalır. O hisseler de, benzer şekilde 1977 yılında Vakıflar Dairesi’nin üzerine geçirilir. 1951 yılında Kuzguncuk’ta vefat eden İspiro Şoro’nun hisselerinin neden oğlu İlia Şoro’ya geçirilmediği ise bir muamma olarak kalır. Mülkiyeti tamamen Vakıflar Dairesi’ne ait olsa da, İlia Şoro bostanı hayata gözlerini yumduğu 1984 yılına kadar ekip biçmeye devam eder.14 Bostanın mülkiyet hikâyesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlayıp, Cumhuriyet tarihi boyunca devam eden gayrimüslim mülklerinin transferine dair örnek teşkil etmekte. Sonrasında bostanı Kuzguncuklular kullanmaya başlar. Adı da İlia’nın Bostanı olur. Semtteki diğer 2 bostanın ortadan kalkmasıyla da Kuzguncuk Bostanı olarak anılmaya başlanır. Kuzguncuk Bostanı ya da diğer adıyla İlia’nın Bostanı, 1990’ların ilk yarısından itibaren Kuzguncuk ahalisinin hayatının merkezine yerleşir. Bunun nedeni, bu tarihlerden itibaren bostan sürekli bir yapılaşma tehdidiyle karşı karşıya kalmasıdır.15 58 makale Kuzguncuk Bostanı aslında ilgili planlarda “yeşil alan” olarak görülmektedir ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na göre koruma altındadır. Ancak buna rağmen, Kuzguncuk Bostanı’nın yapılaşmaya açılmasına müsaade edecek girişimler 14 Morgül (2005). 15 İbid. 1986 yılında başlar. Boğaziçi İmar Yüksek Koordinasyon Kurulu 1986 yılında planlarda yaptığı tadilatla, bostanın arazisini ilkokul yapımına uygun hâle getirir. Kuzguncuk Bostanı 1992 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 10 yıllığına “Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı’na kiralanır. Mülkü kiralayan vakıf önce hastane, sonrasında ise “tarımsal amaçlı bir yapı” inşa etme hedefiyle girişimlerine başlar. Kuzguncuklular da semtlerinin dokusunun en önemli yapıtaşlarından biri olarak gördükleri bostanı olduğu gibi korumak için harekete geçer.16 Bu ilk hareketlenme dalgasında, Kuzguncuklular dağınık ve birbirlerinden kopuk bir hâlde örgütlenirler. Kuzguncuk’a sonradan gelip yerleşen sanatçı-entelektüellerden oluşan mahallenin eğitimli ve siyasi bilinci yüksek ‘seçkinleri’ ile çoğunluğunu Karadenizli göçmenlerin oluşturduğu ‘eski’ mahallelileri birbirinden bağımsız gruplar olarak hareket ederler. Birinci grup daha çok mücadelenin idari, hukuki ve medyatik yönleriyle ilgilenir.17 İkinci grubu oluşturan eski mahalleliler ise imza toplama, şenlik düzenleme, yürüyüş yapma ve basın açıklamaları düzenleme gibi faaliyetlere yoğunlaşır. Böylelikle hem kamuoyunu konuyla ilgili bilgilendirmiş olurlar; hem de medyanın etkin kullanımı yoluyla bostanın yapılaşmaya açan izni veren yetkililere bu kararın geri çekilmesi için baskı uygularlar. Meslek odaları gibi konuyla ilgili uzman kuruluşlardan aldıkları desteğin de etki16 Morgül (2004; 2005). 17 Bostan hareketinin ilk eylemcileri bu orta sınıf aydın/ entelektüel grubun içinden çıkmıştır. Bkz. Mills (2006). şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 siyle, Kuzguncuklular ilk saldırı karşısında bostanlarını bostan olarak korumayı becerir.18 Vakfın ikinci girişimi ise, 1998 yılında bostan alanının üzerinde bu defa özel bir ilkokul yapmayı planlamasıyla başlar. Vakıf yönetimi, bostan arazisini ‘okul alanı’ olarak gösteren planların ‘özel ilköğretim okulu’ yapımına izin verecek şekilde tadili için 3 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na başvurur. Kurul planda değişiklik başvurusunu reddeder ama nasılsa sadece 1 ay sonra kararını tadil önerisinin uygun olduğu yönünde değiştirir. Sonrasında, Mili Eğitim Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Boğaziçi İmar Müdürlüğü gibi resmi kurumlar arasındaki yazışmalar sonucunda plan tadili ilgili gereken her tür resmi zemin hazırlanmış olur. Henüz konuyla ilgili resmi yazışmalar sonuçlanmamışken, 30 Mayıs 2000 tarihinde zemin etüdü yapmak üzere gelen bir sondaj kamyonu Kuzguncuk Bostanı’nın girişinde belirir. Bunu gören Kuzguncuklular bir kez daha harekete geçer. Bostanın kapısının önüne 4 saat boyunca set çekerler. Ama kamyonun girmesini engelleyemezler. Mahalleliler bu sefer daha organizedirler ve 1997 yılında kurdukları Kuzguncuklular Derneği çatısı altında birleşerek hareket ederler.19 Bostanı kurtarmak için farklı birçok yöntem denerler. Piknik ve şenlik gibi kitlesel eylemler düzenlerle, mahal18 Morgül (2004; 2005). 19 Arnavutköylüler, valilik nezdinde alınacak izinleri kolaylaştıracak olması gibi araçsal nedenlerle dernekleşmişlerdir. Kendilerini STK olmak yerine, ‘tabandan gelen hareket olarak tarif etmektedirler. Bkz.:Morgül (2004). leliyi ev ev dolaşıp, bilgilendirirler; afişleme yapıp, bildiriler dağıtırlar; kahvehanelerde konuşmalar organize ederler; yazılı ve görsel medya ile söyleşiler yaparlar; ilgili resmi ve özel kurumlarla görüşmeler ve yazışmalar yoluyla başvurularda bulunurlar ve kendilerine yardım edebilecek uzman STK’larla görüşüp desteklerini alırlar. Meselelerini sürekli gazete sayfalarına taşımanın yanı sıra sanal ortamda açtıkları internet sayfası ve imza toplama kampanyası ile daha geniş çevrelerin desteğine ulaşmaya çalışırlar. Tüm bu eylemler, mahallenin bir bütün olarak, dayanışma içerisinde projeye karşı çıktığını gösterir. Bostanın önünde bir araya gelerek oluşturdukları insan barikatında olduğu gibi, yeri geldiğinde, şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerine de başvururlar. Tüm bu çabaların sonucunda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi 14 Kasım 2000 tarihinde plan tadilatının uygun görülmediğine karar verir. Üstüne Şehir Plancıları Odası’nın açtığı davadan yürütmeyi durdurma kararı çıkınca, Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı geri adım atarak, bostanı tekrar kiralamama kararı alır. 2012 yılında Kuzguncuklular’ın karşısına yeni bir proje daha çıkar. Ancak bu defa, proje sahibinin kimliği gizlidir. Artık neyi, nasıl yapmalarını gerektiğini çok iyi bilen Kuzguncuklular, repertuarlarında biriktirdikleri bilgilerini, tecrübelerini ve farklı eylem biçimlerini vakit geçirmeden kullanıma sokarlar. İstanbul 6. Kurul’un proje hakkındaki olumsuz kararı çıkar; ama kimliği belirsiz proje sahipleri Ankara’daki Yüksek Kurul’a 59 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum başvururlar.20 Sonrasında süren eylemler sonuç verir. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Komisyonu yapılması planlanan bina kütlesinin ‘Kuzguncuk’un mimari yapısına ve çevre yapı karakterine uygun olmaması’ nedeniyle projenin iptaline karar verir. Bu noktada, Kuzguncuklular bostanlarını kurtarmanın sevincini yaşarken, Kuzguncuk Derneği’nin komisyonca taraf olarak kabul edilmesiyle etki yaratma güçlerini somut bir şekilde ispatlamış olurlar.21 Son olarak, 2013 yılının Mart ayında bostan bu defa Üsküdar Belediyesi’ne kiralanır. Belediye ekiplerinin yaklaşık bir yıl sonra, 2014 yılının Nisan ayında aralarında tarihi bir nar ağacının olduğu bostandaki bazı ağaçları kesmesi her zaman tetikte duran mahallelileri bir kez daha seferber eder. Mahalle hayatının merkezinde bostanı bir kez daha nöbet beklerler. Gösterdikleri direncin sonunda belediyeden bostanın bostan olarak bırakılacağı sözünü alırlar.22 Dinamikleri, yapısı ve demografisi değişmiş, artık küresel bir kent olma yoluna girmiş İstanbul’un orta yerinde işlevini yitirmiş bir bostan için neden bu kadar mücadele verilir diye sorulursa… 60 makale Bostan, hızla betonlaşan İstanbul’da az sayıda kalan yeşil alanlardan bir tanesi. Yeşil alan olarak önemi bir kenara yazdıktan sonra, olası bir deprem anında civarda yaşayanların güvenli şekilde toplanabileceği tek boş alanın Kuzguncuk Bostanı olduğunu da ekleyelim. 20 http://www.kahramanbostan.org/bostan_mucadelemiz_2013.asp [erişim tarihi: 30.10.2014] 21 Radikal (2013). 22 Kuzguncuk Postası (2014). Bu ekolojik ve fiziki nedenlerin yanı sıra, bostan mahalleli kimliğinin oluşmasına doğrudan katkıda bulunan sembolik ve kültürel bir öneme de sahip. Kuzguncuk’un geçirdiği demografik dönüşüme rağmen hâlâ kozmopolitliğin sembolü olarak görüldüğünden yukarıda bahsetmiştik. Gayrimüslimlerden sonra semte yerleşenlerle, bir tür mutenalaşma (gentrification) süreciyle semte gelen sanatçı/entelektüel orta sınıfın bir arada yaşadığı düşünüldüğünde, kültürel açıdan çeşitlilik arz eden bir yaşamın Kuzguncuk’ta hâlâ mevcut olduğunu görürüz. Bu farklı kesimleri bir arada tutan ise özlemi duyulan eski mahalle yaşantısının doğal ama aynı zamanda yeniden tanımlanmış bir şekilde Kuzguncuk’ta devam etmesi. Bunun yanı sıra, Kuzguncuk hoşgörü ve barış içerisinde birlikte yaşama gibi eskinin değerlerinin yeniden üretilerek yaşatıldığı bir semt. Bir anlamda 700 yıllık bostan, Kuzguncuk’un çeşitliliğin en güzel örneklerinden birinin verildiği geçmişiyle bugününü birbirine bağlamakta. Çocukken oynadığı bostanını savunan birçok Kuzguncuklunun şimdilerde kendi çocukları o alanda oynuyor. Dahası bostan piknik, şenlik, sinema gösterimleri gibi ortak etkinliklerin yapıldığı, mahallelinin birbiriyle görüştüğü, bir bölümünde hâlen sebze yetiştirilen ortak bir kamusal alan.23 23 Mills (2006). şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Resim: Kuzguncuk Bostanı Kaynak: http://guernica.tv/wp-content/uploads/2014/01/DSC00036.jpg Bir anlamda, Kuzguncuklular kendi yaşam alanlarının merkezine oturttukları bostanlarının geleceği hakkındaki kararların kendileri tarafından verilmesinin mücadelesini veriyorlar. 3. Köprüye karşı Arnavutköy Semt Girişimi Bahsini geçireceğimiz ikinci kent hareketi/kampanyasının merkezi yine bir Boğaziçi köyü: Arnavutköy. Arnavutköy merkezli 3’üncü Köprü Karşıtı Hareket, görüleceği gibi Kuzguncuk Bostanı Hareketi ile amaçları, örgütlenme biçimleri, eylem repertuarları açılarından büyük benzerlikler taşımakta. Ama hareketi incelemeye başlamadan önce, semtin geçir- diği tarihsel dönüşümden ve demografik yapısından bahsetmekte yarar var. Arnavutköy, tarihsel olarak aynı Kuzguncuk gibi etnik bakımdan oldukça karma bir nüfusa sahipti. Uzun zamanlar boyunca yaşayanlarının çoğunluğunu Rumların oluşturduğu semtte Ermeniler, Yahudiler ve Müslümanlar da yaşamaktaydı. Arnavutköy’ün Osmanlı döneminden devralınan kozmopolit yapısı Cumhuriyet döneminin başlarında bozulmadan devam etti. Her ne kadar, Türkiye’de yaşayan Rum nüfusunun kitleler hâlinde göçe zorlandığı 19231924 Zorunlu Nüfus Mübadelesi’nden İstanbul’da yaşayanlar muaf tutulsa da Arnavutköylü Rumların bir kısmı bu dönemde Türkiye’yi terk eder. Ancak, bu durum, Arnavutköy’ün Rum nüfusunda büyük düşüşlere neden olmaz. Gayrimüslim nüfusun Türkiye genelin- 61 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum de azalmasına neden olan bir diğer uygulama özellikle gayrimüslimlerin mal ve birikimlerini hedef alan 1942 yılında Varlık Vergisi’dir. Ancak, özellikle gayrimüslimlere yüksek oranlarda uygulanan bu vergi, Arnavutköy’de yaşayan bazı varlıklı gayrimüslim vatandaşlar dışında semtin genelini oluşturan alt ve orta gelir grubu gayrimüslimleri fazla etkilemez. Arnavutköy’ün demografik yapısında büyük değişikliklere yol açan gelişmeler asıl olarak 1950’li yıllarla beraber yaşanmaya başlanır. 1955 yılında gayrimüslim vatandaşların can ve mallarını hedef alan bir pogrom olan 6-7 Eylül Olayları, 1964 yılında alınan kararla Yunan vatandaşlığına da sahip olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Rumların sınır dışı edilmesi ve Türkiye’nin 1974 yılındaki Kıbrıs Müdahalesi, gayrimüslimlerin –özellikle de Rumların- aşamalar hâlinde Arnavutköy’ü ve Türkiye’yi terk etmelerine neden olur.24 Bu gelişmeler sonucunda, 1912 yılında Arnavutköy nüfusunun yüzde 93’ünü oluşturan gayrimüslimlerin Arnavutköy yaşayanları arasındaki oranı 1999 yılına gelindiğinde yüzde 3’e düşer.25 1960’lı ve 70’li yıllarda hızla artan yoğun iç göç ile beraber, Rumlardan boşalan yerlere özellikle Karadeniz’den gelen62 makale 24 Neyzi (1999); Keyder (2000). / 6-7 Eylül Olayları sırasında tahrip edilen gayrimüslim mal ve mülklerinin arasında Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi ve Arnavutköy Okulu da bulunmaktadır (Güven, 2005). Dönemin tanıklarının ifadelerine göre, toplanan kalabalık gayrimüslim dükkân, ev, otomobil ve kiliselerine saldırarak bunları yakıp, yıkmıştır. Dahası, 2 Rum vatandaş olaylar sırasında aldıkları yaralar sonucunda hayatlarını kaybetmiştir (http://www.megarevma.net/theoralhistory.htm [erişim tarihi: 29.10.2014]. 25 Danışman ve Üstün (2002) ler geçer.26 Bir zamanlar yükselişte olan orta sınıf Rumların inşa ettiği ve semtin mimari dokusunun ana unsuru olan 2-3 katlı, sadece bir ailenin yaşabileceği büyüklükteki ahşap evlerin yeni sahipleri de bu yeni göçmenler olur. Bu durum semtin dokusunda ve mimari yapısında -yamaçlardaki boş arazilere inşa edilen bazı gecekondular dışında-büyük değişikliklere neden olmaz. Çünkü İstanbul’un birçok bölgesinde görülen apartmanlaşma furyası Arnavutköy’de yaşanmamıştır. Eski binaların yerine çok katlı betonarme yapıların dikilmemesinin birinci nedeni, iç göçle gelip semte yerleşenlerin inşaat masraflarını karşılayamayacak kadar yoksul olmalarıydı. Diğer yandan, ahşap evlerin üzerine oturduğu arsalar kâr elde edecek büyüklükte apartmanların inşa edilmesine imkân tanımayacak kadar küçüktü.27 1980’li yıllarda yapılan mevzuat değişikliğiyle beraber, tarihi yapıların -dış cephelerinde asıllarına sadık kalınması kaydıyla- yeniden inşa edilmesi ve onarılması mümkün kılınır. Bu da, 1980’lerde uygulamaya konulan piyasa merkezli yeni ekonomik modelle beraber yükselişe geçen yeni orta sınıfların Arnavutköy’e olan ilgisini arttırır. Özellikle finans, reklam, sigortacılık gibi sektörlerin çalışanları artan ekonomik güçlerinin üzerine statü olarak kendilerini ayrıştırma arayışlarına girmişlerdi. Eski mahalle hayatının izlerini hâlâ taşıyan Arnavutköy, estetik değeri yüksek mimari yapılarıyla bu yeni sınıfların farklılıklarını sergileyebilmeleri için biçilmiş kaftandı. Böylelikle, uzun bir süre yoksul ve harap hâlde bulunan Arnavutköy’ün 26 Karadenizlilerin Arnavutköy’e ilk kez, 1950’li yıllarda semtin meşhur çilek bahçelerinde çalışmak için gelmeye başlamışlardır. 27 Keyder (2000: 215). şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 ahşap evleri bir bir yenilenerek yeni orta sınıfın ve sanatçıların ikamet ettiği hanelere dönüşür. Diğer bir deyişle, Arnavutköy 1980’lerle beraber “mutenalaşma” (gentrification) sürecine girmiş olur. Bu süreç, Arnavutköy’ün tepe ve yamaçlarındaki boş arazilerde inşa edilen ve gelir düzeyleri daha da yüksek üst düzey yöneticiler gibi kesimlerin yerleştiği lüks site ve villalarla beraber pekişir.28 Bu gelişmeler ışığında, bir dönem türdeşleşen Arnavutköy nüfusunun zaman içerisinde bir kez daha karma bir nitelik kazandığını söyleyebiliriz. Bu defa, etnik ya da dinsel olmaktan çok sınıfsal bir çeşitlilik söz konusu olur. Mutenalaşma süreciyle beraber ortaya çıkan yeni orta sınıf yaşantısının yanı başında, ağırlıklı olarak yoksul kesimlerden oluşan ‘eski’ Arnavutköylüler de yaşamlarını sürdürmektedir. Bu da kahvehane, manav, bakkal gibi ‘eski’ mahalle yaşantısının unsurlarının, yeni yaşam biçimleri ve tüketim kalıplarıyla iç içe geçerek bir arada yaşamasına neden olur. Özetle, Arnavutköy –aynı Kuzguncuk gibi- içerisinde farklı yaşam biçimlerini ve kimlikleri barındıran, tarihi mimari yapısını ve sokak dokusunu koruyan, eski mahalle yaşamı ve ilişkilerinin yeni içerik ve anlamlarla yaşatıldığı bir semt hâlini korur. Arnavutköy’deki 3’üncü köprü karşıtı harekete gelirsek… 2 Aralık 1998 tarihinde dönemin Bayındırlık ve İskân Bakanı Yaşar Topçu, yapılması planlanan 3’üncü köprünün 28 Keyder (2000). Arnavutköy-Kandilli arasına inşa edileceğini açıklar.29 STK’ların ve Koruma Kurulu’nun eleştirilerine kulaklarını tıkayacaklarını söyleyen Topçu’nun bu açıklaması, mahalleleri harekete geçirir.30 3’üncü Köprü’nün mahalleleri üzerinde yaratacağı birçok olumsuz etkinin endişesini taşıyan Arnavutköylüler, Arnavutköy Semt Girişimi (ASG) adı altında bir araya gelip örgütlenirler. ASG farklı siyasi görüş, kültürel kimlik ve sınıflardan mahallelileri bir araya getiren kapsayıcı bir örgütlenmedir. İlk iş olarak bilgi edinme ve bilgilendirme faaliyetlerine girişirler. Çeşitli meslek odaları ve akademisyenlerin de desteğiyle 3’üncü köprünün etkileri ve İstanbul’da ulaşım üzerine yapılan çalışmaları toplarlar. Düzenli olarak yaptıkları kahvehane toplantılarında semt sakinleri güncel gelişmeler hakkında bilgi edinirler. Sonrasında seslerini duyurabilmek için farklı etkinlik ve eylemlerde bulunurlar. Eski İstanbul’da yaygınca görülen semt panayırı geleneğini canlandırarak –daha sonra her yıl düzenli olarak organize edecekleri- Arnavutköy Panayırı’nı düzenlemeye başlarlar. Bir semt hareketi için eylemlerine katılanların sayısı hiç de fena değildir. Panayıra 2 bin civarında insan katılır. 3’üncü köprüye karşı toplam 4 bin civarında imza toplarlar. Toplantı, yürüyüş ve basın açıklamalarıyla kamuoyunun geneline ve yetkililere har daim seslenirler.31 Arnavutköylüler’in köprü yapımına kar29 Hürriyet, 3.12.1998. 30 2004 yılında katıldığı bir TMMOB tarafından düzenlenen “İstanbul Ulaşımı ve Boğaz Geçişleri” isimli panelde, Arnavutköy Semt Girişimi Sözcüsü İsmail Üstün hareketin başlangıç noktası olarak bu tarihi aldıklarını belirtir (http://www.imo.org.tr/resimler/dosya_ekler/529547412ef8539_ek.pdf [erişim tarihi: 29.10.2014]). 31 İbid. 63 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum şı böylesine bir mücadeleye girmesindeki amaçlarını 3 ana başlık altında toplamak mümkün:32 Fiziki/mekânsal çevrenin korunması… ASG, Arnavutköy’ün 1. Derece SİT alanı olduğunu, semtte korunması gereken birçok tarihi bina, eski eser, yalı ve yeşil alanın bulunduğunu vurgular.333’üncü köprü ve köprüye çıkan yolların yapımı durumunda tüm bu mimari yapıların, sokakların ve mahallenin merkezi olan çarşısının geri döndürülemez şekilde tahrip olacağını söyler. Ekolojik dengenin korunması… ASG ayrıca Arnavutköy üzerinden geçecek karayolunun insan sağlığını olumsuz şekilde etkileyecek düzeyde gürültü ve hava kirliliğine yol açacağını belirtir. Ekolojik dengeyle ilgili olarak ortaya çıkacak bir diğer problemin deniz kirliliği olduğuna işaret eder.34 Toplumsal dokunun korunması… ASG, hareketin internet sayfasında Arnavutköy’ü İstanbul’un geriye kalan en eski mahallelerinden biri olarak tanımlar. Eski İstanbul’un diğer mahallelerinin yok edildiğini veya ortadan kaldırıldığını, elde avuçta kalan Arnavutköy’ün ise gelecek nesilleri miras bırakılması gereken bir değer ol- 64 makale 32 Ciravoğlu (2006); Voulvouli (2011). 33 Kültür Bakanlığı Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun 1970 ve 5595 sayılı “Boğaziçi Yalıları Tescil” kararı ile 1976 tarihli ve 9483 sayılı “Arnavutköy Tescil” kararına göre, Arnavutköy’de korunması gereken yapı ve yeşil alanların listesi şöyledir: “54 adet korunması gerekli eski eser yalı, 288 adet korunması gerekli sivil mimari örneği, 32 adet aynen korunması gerekli eski eser olan resmi ve dini yapılar ile anıtsal yapı unsurları, 30 adet aynen korunması gerekli anıt ağaç ve Boğaziçi doğal ve tarihi SİT alanının yeşil görünümünü yaratan unsurlardan olmaları nedeni ile aynen korunması gerekli 5 adet yeşil doğal SİT alanı (bostan)”. 34 Danışman ve Üstün (2002) ;Voulvouli (2011); Paker (yayına hazırlanmakta). duğunu söyler. Bu noktada, mahalle yaşantısına, komşuluk ilişkilerine ve sıcak, samimi toplumsal yaşama göndermeler yapılarak, 3. Köprü’nün tüm bunları tehlikeye attığını söylerler. Kaynak: http://www.megarevma.net/IU_13.jpg Arnavutköylüler’in bu amaçlarla düzenledikleri eylemleri kısa zamanda sonuç verir. İstanbul 3 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun verdiği köprünün yapılamayacağına dair karar sonrasında proje askıya alınır. Ancak kısa bir süre sonra, dönemin Bayındırlık ve İskân Bakanı Koray Aydın’ın projeyi gözden geçirmesiyle, 3’üncü köprü meselesi tekrar gündeme gelir. Bu defa Arnavutköy-Çengelköy arasında yapılacağı söylenen köprüye karşı eylemler tekrar başlar. Ta ki Şubat 2003 yılında üçüncü köprü projesi askıya alınana kadar. Arnavutköylüler’in uzun zaman sürdürdükleri 3’üncü köprüye karşı direnişlerinin altı çizilmesi gereken bazı önemli özellikleri bulunmakta: şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Bunlardan birincisi her ne kadar yaşadıkları semti korumak isteyen mahallelilerin sivil bir girişimi olarak ortaya çıksa da, mücadelelerini tikel (particularistic) ve bencil çıkarlarıyla sınırlamazlar. Diğer bir deyişle, meselelerinin ve taleplerinin sınırlarını sadece kendi mahalleleriyle çizmezler. 3’ncü köprüye sadece Arnavutköy’de değil, İstanbul Boğazı’nın hangi bir noktasına yapılırsa, yapılsın karşı çıktıklarını ilan ettiler. Yine buna bağlı olarak, İstanbul’un trafik ve ulaşım sorunun Boğaziçi’nin herhangi bir noktasına yapılacak köprülerle çözülemeyeceğini savundular. Bu da, batıda –özellikle de Amerika’da- görülen ve oldukça eleştirilen “Kendi Arka Bahçemde Olmaz” (NotIn-My-Backyard”) tipi bir toplumsal hareket olmadığının en büyük kanıtı. Buna bağlı olarak bir diğer önemli husus da, ASG’nin salt bir reddiyeci tavır takınmayarak meseleleriyle ilgili çözüm önerileri de geliştirmesidir. ASG ve destekçileri köprünün yapımına karşı çıkarken, aynı zamanda 3. Köprü’nün yapımına gerekçe olarak sunulan İstanbul’un ulaşım sorununu çözmek için alternatif yollar önerirler. Meslek odaları ve akademisyenlerin katkılarıyla ürettikleri çözümler arasında, İstanbul’un iki yakası arasında raylı tüp geçişi ve deniz ulaşımının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması bulunur.35 Sonuç olarak kentin ve demokrasinin asli unsuru olarak toplumsal hareketler Kuzguncuk Bostanı Hareketi ve Arnavutköy 3’üncü Köprü Karşıtı Hareket, 35 ASG Sözcüsü İsmail Üstün’ün 2002 yılında yaptığı konuşma, http://v3.arkitera.com/v1/haberler/2002/06/10/ kopru3.htm [erişim tarihi: 20.10.2014] Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş en başarılı toplumsal hareketlerin arasında yer alır. Başarıları sadece önlerine koydukları somut hedeflerini -İlia’nın Bostanı’nı korumak ve Arnavutköy’den geçecek 3’üncü köprü projesini engellemek- elde etmeleriyle sınırlı değil. Asıl hedefleri olmayan ama oldukça önem taşıyan kazanımlardan bir tanesi kent bilincini ve kent aidiyetini güçlendirmeleri. Her iki hareketin temelinde, önceden var olan mahalle ve arkadaşlık ağları bulunmakta. Belirlenen ortak bir mesele etrafında harekete geçirilen mahalle ve arkadaşlık bağları, mücadeleleri sırasında daha sıkılaşır, yoğunlaşır ve güçlenir. Aynı zamanda savundukları ortak alanla ilişkilerini oluşturdukları dayanışma ağları üzerinden yeniden tanımlamaktadırlar. Bu ortak alana, kolektif olarak belirlenmiş yeni anlamlar verilir. Bu da belirli bir mekâna ait olma hissini kuvvetlendirebilecek bir unsur olarak karşımıza çıkar. Bu noktadan bakıldığında hem Kuzguncuklular hem de Arnavutköylüler mahallelerini İstanbul’un bir parçası saymış, boğazın iki yakasından birbirlerine destek vermiş ve kentle ile olan bağlarını güçlendirmişlerdir. Aynı zamanda, mekâna ait olanı alıp yeni anlamlar katarak tekrardan üreterek kullanmışlardır. Örneğin Kuzguncuk’ta semt panayırı Kuzguncuk’ta ise Hıdrellez şenliklerinin hareketlerinin amacını kapsayacak şekilde düzenlenmesi mahallelilerin mücadeleleri sırasında mekânın geçmişiyle de bağ kurmasını sağlamıştır. Son olarak, her iki hareketin de ortak noktası katılımcı demokrasi arayışlarına tabandan gelen bir katkı sunmuş olmalarıdır. Bu arayışlar dünya genelinde hem toplumsal hareketler yoluyla hem 65 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum de teorik tartışmalarla kendini sıklıkla beli etmekte. Sona zamanlarda, hâkim model olan temsiliyete dayalı, çoğunlukçu liberal demokrasi birçok yönüyle eleştirilmekte. Liberal demokrasinin yetersizliklerini aşamanın yolunu arayanlar, karar alma mekanizmalarının olabildiğince tabana ve yerele yayılmasının ve farklı gruplar arasında eşit müzakere süreçlerinin oluşturulmasının gerektiğini söylemekte (Della Porta, 2013). Tam da bu noktada, Kuzguncuk ve Arnavutköy’deki gibi kendi yaşam alanlarıyla ve kentleriyle ilgili kararların alınma süreçlerine doğrudan katılım talebinde bulunan ve radikal demokrasi prensiplerini kendi içi örgütlenmelerinde tatbik ederek yatay, esnek ve merkezi olmayan bir şekilde hareket eden hareketlere ihtiyaç bulunmakta. Son dönemlerde Kuzguncuklular’ın ve Arnavutköylüler’in açtığı yoldan ilerleyen çeşitli kent ve ekoloji hareketlerinin, forumların, dayanışmaların ve platformların önemi de bu noktada görülmekte. Kaynakça 1. Belge, Murat (1995), İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları: İstanbul. 2. Ciravoğlu, Ayşen (2006) Sürdürülebilirlik Düşüncesi- Mimarlık Etkileşimine Alternatif Bir Bakış: “Yer”in Çevre Bilincine Etkisi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Yıldız teknik Üniversitesi: İstanbul. 3. Danışman, G. ve İsmail Üstün (2002) ‘Arnavutköy Semt Girişimi’nin 3. Boğaz Köprüsü Projesine Yerel Tarihiyle Karşı Koyuşu,’ TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi 36. Dönem Çalışma Raporu, İstanbul, 87-91. 66 makale 4. Della Porta, Donatella (2013) Can Democracy Be Saved?, Polity Press. 5. Edwards, Michael (2004) Civil Society, Polity Press. 6. Göle, Nilüfer (1994) ‘Towards and Autonomization of Politics in and Civil Society in Turkey’ içinde M. Heper and A. Evin (der.) The Third Turkish Re- public: A Case Study in Transition to Democracy, Boulder, CO: Westview Press, 213-222. 7. Hürriyet (1998) ‘3. Köprü olacak o kadar,’ 3.12.1998. 8. İçduygu, Ahmet, Zeynep Meydanoğlu ve Deniz Ş. Sert (2010) Civil Society in Turkey: At a Turning Point: CIVICUS Civil Society Index (CSI) Project Analytical Country Report for Turkey II, TÜSEV Publications. 9. Kaldor, Mary (2003) Global Civil Society: An Answer to War, Polity Press 10. Keyder, Çağlar (1987) State and Classes in Turkey, Verso/New Left Books. 11. Keyder, Çağlar (2000) ‘İki Semtin Hikâyesi,’ içinde Çağlar Keyder (der.) İstanbul: Küresel ve Yerel Arasında, Metis, 206-221. 12. Keyman, Fuat (2005) ‘Modernity, Democracy and Society,’ içinde F. Adaman ve M. Arsel (der.) Environmentalism in Turkey: Between Democracy and Development, Ashgate, 35-50. 13. Kuzguncuk Postası (2014) ‘Kuzguncukluların bostan projesi,’ 3, Ekim. 14. Mardin, Şerif (1983) ‘Sivil Toplum,’ Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 7, İletişim Yayınları, 1918-1922. 15. Mills, Amy (2006) ‘İlya’nın Bostanını Korumak: Kuzguncuk’ta Bir Mahalle ‘Landscape’i Özlemini Gerçekleştirmek,’ içinde Tolga İslam ve David Behar (der.) İstanbul’da Soylulaştırma: Eski Kentin Yeni Sakinleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 16. Morgül, Tan (2004) ‘Kuzguncuklular Derneği Deneyimi,’ Sivil Toplum ve Demokrasi Seminerleri,, http://stk.bilgi.edu.tr/savunuculukseminer.asp [erişim tarihi: 28.10.2014]. 17. Morgül, Tan (2005) Yeni Toplumsal Hareketler Bağlamında Toplumsal Aktörün ve Protestonun Dönüşümüne Yerel Bir Örnek: Kuzguncuk Bostanı Hareketi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi. 18. Morgül, Tan (2011) ‘Kuzguncuk’ta bostan korkulukları,’ Radikal, 15.02.2011. 19. Neyzi, Leyla (1999) İstanbul’da Hatırlamak ve Unutmak: Birey, Bellek ve Aidiyet, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 20. Paker, Hande (yayına hazırlanmakta) ‘Environmental concerns for Istanbul: local mobilization, cosmopolitan attachments?’. 21. Radikal (2001) ‘Arnavutköylüler askıya aldırmıştı,” 11.06.2001. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 22. Radikal (2013) ‘Kuzguncuk bostanı kurtuldu,’ 13.11.2013 23. Radikal (2014) ‘Kuzguncuk Bostanı’nı hep beraber koruyacağız,’ 16.03.2014. 24. Toprak, Binnaz (1996) ‘Civil Society in Turkey,’ içinde A. R. Norton (der.) Civil Society in the Middle East, Vol. 2, E. J. Brill: Leiden, 87-119. 25. Uğur, Aydın (1998) ‘Batı’da ve Türkiye’de Sivil Toplum: Kavram ve Olgunun Gelişim Serüveni,’ içinde 26. Ünsal (der.) 75 Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 213-227. 27. Üstün, İsmail (2001) ‘Su uyur, köprücüler uyumaz,’ İstanbul, 38, Tarih Vakfı Yayınları. 28. Voulvouli, Aimilia (2011) ‘Transenvironmental Protest: The Arnavutköy Anti-Bridge Campaign in İstanbul,’ Environmental Politics, 20(6): 861-878. 67 makale şehir & toplum makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 KÜRESELLEŞME, SOSYAL POLİTİKA VE YEREL YÖNETİMLER: KORUMACILIKTAN NEOLİBERALİZME Abdulkadir Şenkal Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi, İİBF, Çalışma Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi. Giriş Geçen 20 yılda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ekonomik ve sosyal politika alanında büyük değişimlere sahne olmuştur. Hükümetlerin II. Dünya Savaşı’ndan önce baskın oldukları sosyal ve ekonomik alanlarda, müdahaleci olmayan tutum takınarak eski politikalarına dönmeleri bu açıdan önemli bir gelişmedir. Özellikle Bretton Woods kuruluşları tarafından dayatılan politikalarla, kamu harcamalarının sağlık ve eğitimi de kapsayacak şekilde kısılması, devletin küçültülmesi ve sosyal politikaların serbest piyasa kuralları doğrultusunda düzenlenmesi benimsenmiştir (Şenses,2002;51). Bu süreçte meydana gelen değişim geniş anlamda “liberalleşme” veya daha geniş anlamda “küreselleşme”olarak nitelendirilmektedir. Başta azgelişmiş ülkeler olmak üzere dünyanın genelinde sosyal politika açısından krize yol açan bu gelişmenin önümüzdeki yıllarda etkisini devam ettirme ihtimali yüksektir. 69 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Kaynak: http://4.bp.blogspot.com/-5mTgy0L42a4/UYkDYeEIymI/AAAAAAAAAHg/ l8Dwj8H5Qew/s1600/%C4%B0sciler.jpg Sosyal politika açısından ortaya çıkması muhtemel krizin etkisinin büyük olacağı iddia edilmektedir. Krizin temel nedeni neoliberal ekonomi politikaların bir sonucu olarak sosyal harcamalarda kesintiye gidilmesi konusunda yapılan dayatmalardır. Burada temel sorun bu süreçte sosyal politikanın nasıl bir konum üsteleneceğidir. Özellikle sosyal politikanın daha liberal bir boyut alması ve yerel kuruluşların daha etkin olmasını gerektiği ifade edilmektedir. Bu sayede hem krizin etkileri daha da hafifletilecek ve hem de sosyal politikaların kapsamı genişleyecektir. 70 makale Küreselleşme, Refah ve Sosyal Politika 1980’li yıllardan beri sosyal politika alanında devletin rolünde meydana gelen değişiklikler analiz edilmeye çalışılmaktadır. Savaş sonrası yıllarda, refah dev- letinin genişleme döneminde sosyal önlemlerden ziyade ekonomik göstergelere yönelinmiştir. Emek piyasası ve emeğin çalışma koşullarında artan değişim giderek sosyal güvenlik alanında toplanmaktadır. Sosyal büyümenin 3 temel faktörü olan (devlet, piyasa, aile) arasındaki küçülme, refah sistemleri içinde artan yoksulluk tehlikesi ve sosyal güvenlik garantisinin azalmasında görülmektedir. Yaşanan sosyoekonomik dönüşümün yasal çerçevesinde önemli değişimler, merkez dışı dönüşümlerde toplanmaktadır. (toplu pazarlık, serbest girişim yatırımları ve bireysel anlaşmalarda). Batı Avrupa’nın gelişmiş refah devletlerinin yapılarında ve amaçlarında meydana gelen sapmalara rağmen I. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda devletin yeniden yapılanmaya doğru bir eğilimi vardı. Sosyal bilimciler, özellikle genişleme sürecinde yeni grup ve üyelerin katılması ve sosyal güvenlik harcamalarının artışı karşısında sosyal güvenlik sistemlerinin genişlemesine önem verdiler. Devlet anlayışında bu gelişme yaşanırken sosyal politikanın yerel birimler tarafından yerine getiril- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 mesine yönelik bir anlayışın ortaya çıktığı görülmektedir. Bu süreçte devletin sosyal ve ekonomik hayattaki rolünün azalması, kamu politikalarının etkinliğinin artmasına neden olarak, gelir güvenliği, sağlık hizmeti, konut, eğitim ve ekonomiyi yönetmek için piyasaya müdahale edilmesine ve işsizliğin artmasına neden olmuştur. Bu uygulamalar refah hizmeti, çocukların, ailelerin, işçilerin, işsizlerin, yaşlıların, hastaların sosyal haklarının tanınması şeklinde değerlendirilebilir. Böyle bir politikanın temel özelliği beşikten mezara ekonomik ve sosyal güvenlik tedbirlerinin alınmasını gerektirmektedir. Özellikle bu süreç şehirlere yönelik göçü artırınca ve yoksul kesimlerin sayısı artınca, refah devleti önceden yoksun bırakılan fırsatları görüşmeye başlayarak yaşam standartlarının düzelmesi için belirgin bazı aşamalar getirmiştir. Vatandaşların bir hakkı olarak bu hizmetleri garanti eden refah devleti, halklarının sadakatlerini korumak için daha iyi olabilirler. Vatandaşlık, sadece politik bir durumu değil, fakat ulusal bir topluluğun üyeliğini de kasteden, politik söylemler için de uyruklukla ilişkilendirilebilir. Refah devletinin gelişmesi içinde sosyal hakların tanınması, ekonomik ve sosyal güvenliklerinin garantörü ve kaynağı olarak ulusal devlete halkları bağlayan hizmetleri sağlarlar (McEwen,2001;90). Geçen yirmi yılda, neoliberal ekonomi politikalarının bir sonucu olarak dünyanın birçok ülkesinde sosyal politikanın ihmal edilmesi tepkilere neden olmuştur. Normal şartlarda devlet, ekonomik etkinliği artırmaya çalışarak belirli sektörlere müdahale eder. Ekonomik verimlilikteki artış, nüfusun bütününe faydası olan ücret artışları ve istihdamda genişlemeye öncülük eder. Örneğin, eğitim, sağlık ve konut gibi kamu yatırımları özel sektör için bir tasarrufu temsil etmiştir. Bu arada istihdam, ücret ve çalışanları destekleyen fiyat politikaları, bir bütün olarak piyasaların ve çalışan işçilerin satın alma güçlerini artırmıştır. Sosyal politika, giderin değil, yatırımın bir parçası gibi görülür. Ancak bu dönemde bazı az gelişmiş ülkelerde yaygın olarak ortaya çıkan sosyal mobilite devlet tarafından belli bir program dâhilinde kontrol edilmiştir. Bu çeşit faktörler, ‘ulusal gelişmeci devlet’ olarak bilinen ve Latin Amerika’da etkili olan devlet tipi aynı zamanda Batı Avrupa “refah devletinin” oluşmasına yardımcı olmuştur. Ülkeden ülkeye değişmelerle Keynesyen-fordist model 1930 ile 1970 yılları arasında zayıflamıştır. 1950’lerden beri söz konusu uluslararası sistemlerdeki değişmeler, işletme faizleri ve emek talebi arasındaki ıraksama ve tekrarlayan mali krizler nedeniyle krize girmiştir. Askeri diktatörlük, otoriterlik ve 1982’de patlak veren borç krizleri, bu modelin ve aynı şekilde sosyal politikaların ihmal edilmesine yol açmıştır. Keynesyen-fordist modelin sınırlamalarının ve etkisizliğinin farkında olmak başarılarını küçümsemeye neden olmamalıdır. Bu modelin dinamikleri neoliberal ekonomik politikalar uygulanması sonucu, emeğin verimlilik düzeyi düşük alanlara kayması, istihdamda daralma ve iç göç artışının yaşanmasına bu da yoksulluğun artmasına yol açmıştır. 71 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Yerel Yönetimler ve Sosyal Politika İnsanlık tarihinde ilk kez dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşamaktadır. Özellikle 2000’lı yıllar artan göç ile birlikte toplumsal açıdan dezavantaj ve yoksulluğun artması hususlarına karşı, sosyal alanda yükselen bir ilgiye sahne olmuştur. Bu durum gelişmiş ülkelerin genelinde ve özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde sosyal harcamalarda bir takım kısıtlamalar ve yüksek orandaki işsizlik konusunda bir takım korku ve endişeleri beraberinde getirmiştir (Room,1999;166). Özellikle bu dönemde hızlı nüfus artısı, göç ve kentleşme yeni şehirlerin doğuşunu, mevcutların ise nüfuslarında artışa yol açmıştır. Bu ise yerel yönetimlerin sosyal politika alanındaki sorumluluklarının genişlemesine neden olmuştur (Aydın,40;2009). 72 makale Şehir planlamasının sosyal ve kültürel boyutu, birçok yerel yönetim açısından önemli bir öncelik haline gelmektedir. Yerel yönetimler açısından bu stratejilerin temel özelliği insanları sağlam ilişkilerle bağlayan ahlaki bir alan olduğunu belirtiyor. Bu açıdan sosyal politikalar toplumun sosyal tutarlılığını kaybetmesiyle ilgili artan şüphelerin var olmasından dolayı bir topluluğa ait olma hissi uyandıracak güvenli ve arkadaşlık dolu kamu alanları oluşturmalıdır. Bu amaçla yerel yönetimler tarafından sosyal kaynaşmayı sağlamaya yönelik çalışmalar, 2000’li yıllardan sonra kentsel politikaların en önemli karakteristik özelliklerinden birisi olmuştur. Yaşanan göçler ve küresel şehirlerin ortaya çıkışı azgelişmiş ülkelerde ciddi sos- yal ve ekonomik sorunların yaşanmasına neden olmaktadır. Küresel kentlerin ortaya çıktığı toplumlarda yaşanan göç ve nüfusun tahmin edilmeyen artışı çoğu dünyanın en yoksul ülkelerinde insanların aşırı yoksulluk içinde yaşamalarına yol açmaktadır. Bunun yanında dünyadaki sayısız sorunlardan hiçbiri artık bu yeni küresel kentsel gerçekliği ele almadan çözülemez (Sclar,2014;3). Göç ve şehirleşme ile birlikte artan suç ve sosyal çatışmaları karşısında toplumları yeniden düzene sokmayla ilgili söylev ve görüşler birçok ülkede benzer olsa da, mevcut sosyal ekonomik yapı ve kurumlar kent yapılanmasının izleyeceği yolu şekillendirmektedir. Bu anlayış hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde benzerdir. Ancak farklı refah rejimleri genelde farklı anlamlarda aynı fenomenlere yaklaşmakta ve aynı idari teknolojiyi uygulamaktadırlar. Küreselleşmeyle birlikte devlet müdahaleciliğinin asgari düzeye indirilmesi gerektiğine yönelik söylemler gittikçe artmaktadır. Ancak günümüzde ortaya çıkan sosyal sorunlar Sanayi Devrimi’ndekinden daha karmaşık, çözülmesi zor ve evrensel niteliklidir. Teknolojik gelişmelerle birlikte, emeğin üretim sürecindeki rolü genişlerken, her işçi makinelere giderek daha fazla yapılan sermaye yatırımını üretken hale getirmek zorundadır. Teknik ve ekonomik birimler arasındaki bağımlılık işgücünün daha programlı olarak çalışmasını gerektirir. Teknolojik ilerlemenin hızlanması, haber ve bilginin rolünü de güçlendirmektedir. Emeğin bir bölümünün değer yaratabilmesi için becerilerinin çoğaltılması gerekmektedir. Emeğin stratejik rolü, ge- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 rekli olan tüketim araçlarının, özellikle de kamu kaynakları ve hizmetlerin rolünü eşit ölçüde artırmaktadır. Konut, okul, kreş, bakımevi, sağlık, kültür, ulaşım gibi hizmetler, modern toplumların sosyal yapıları ve üretim süreçlerinin ihtiyaçları açısından zorunlu hale gelmiştir. Her gün aynı saatlerde işçileri kentin dört bir yanına taşıyan bir ulaşım sistemi olmaksızın bir emek piyasası tasarlanabilir mi? Bunlardan biri de, örgütleme tarzının kendisi ve kamu hizmetlerinin sağlanması ile ortaya çıkan tüketimdir. Ancak banliyöler ile buna bağlı davranış ve tüketim modeli belirli bir kent politikasıyla gerçekleşmiştir. Devlet ise her zaman bu politikanın en önemli aracı olmuştur. Yerel Yönetimlerin Sosyal Politikaya Etkisi Yerel yönetimlerin sosyal politika açısından fonksiyonları değerlendirildiğinde bu kurumların dönem dönem ve ülkeden ülkeye değişmekle birlikte önemli sosyal politika fonksiyonlarını yerine getirdiği görülmektedir (Ersöz,2010;66). Özellikle yerel yönetimlerin halka yakın kurumlar olmaları nedeniyle, bu durum sosyal sorunlara doğrudan ve ilk elden ulaşma avantajını da beraberinde getirmiştir (Kesgin, 2012;176). Sosyal ve kültürel kompleks içinde eğitimin, sağlık ve diğer sektörlerin yeterliliğini artırmak için organizasyonlara ve ekonomik mekanizmalara önemli boyutlarda reform getirilmesi gereklidir. Günümüz sisteminin ana özellikleri tamamen devlet fonlarından tasarımlanmış olup, kontrolün esasen kamu fonları ve hizmetlerinin dağılımı üzerinden te- mini hedeflenmiş bulunmaktadır. Bir taraftan bu durum, kurumların sınırlandırılmış haklarıyla, diğer taraftan ise piyasa ilişkilerinin haddinden fazla kurallara bağlanmasıyla eşleştirilmiştir. Böyle bir mekanizmada gerek bütçe gerekse sosyal homojenlik için spesifik gereksinim vardır. Bu, sadece ortalama gelir gruplarının kamu hizmetlerinden tatmin oldukları ve kendi üreticilerini çözümsel talepler vasıtasıyla etkilemeye çabalamadıkları takdirde işleyebilir. Bu şartlar bazı uzantılar bağlamında, birçok Batı Avrupa ülkesinde görülebilir. Bugün için enformel piyasa, tüketicilerin korunamadığı bir sosyal ve kültürel sınıf içinde spontane bir biçimde oluşmuştur. Bu yüzden devlet gerek yasal gerekse mali fonksiyonların hiç birini doğru dürüst yerine getirememektedir. Aynı zamanda, sosyal ve kültürel bir sınıfa mensup bireyler bazı hallerde tüketici taleplerine reaksiyon bağlamında daha esnek olmaya başlar. Ancak, devlet pasif olduğundan ve ortaya aktif olarak çıkan bir piyasa için güçlü bir temsilci rolü oynaması gerekirken, fonları gereksiz bir biçimde boşa harcamaktadır. Bu talep esas olarak, ekonomik ve sosyal açıdan sıkıntı çeken ailelerin ve şirketlerin menfaatlerini etkiler. Burada amaç; konuyu karaborsaya düşürmek değil, sosyal ve kültürel bir sınıfın geliştirilmesi için azami yarar sağlayabilmek ve bundan mağdur duruma düşenlerin yararına oluşturulacak kamu fonlarının hedefine uygun harcanmasını sağlamaktır. Bu yüzden devletin eğitim ve sağlık hizmetleri için ayırdığı fonların geliştirilmesi gereklidir (Şenkal,2011;159). Küreselleşme süreciyle birlikte yerel yönetimler için birincil uyarıyı verebilse 73 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum 74 makale bile, yerel tercihlerin benimsenmesine neyin sebep olduğunu açıklayabilmek için yerel düzeye dikkat harcanması gerektiği açıktır. Ancak beklenmeyen gelecekte sadece dağıtım mekanizmasının tasarımı için temel oluşturacak olan bir duruma gelinmesi de olanak dışı görünmektedir. Buna alternatif bir model ise, doğrudan dağıtıma hedeflenen değil, öncelikle yüksek yeterliliğe sahip hizmet üretimi ve bu bazda daha geniş erişim sağlayabilen modeldir. Bu model altında hizmet veren bir organizasyon, sunulan teşviklere bir yanıt olarak kendi stratejilerini tasarımlayabilen, bağımsız bir tüzel kişiliktir. Bu nedenle, devlet fonları ve genel efektif teşvik işlemleri sosyal açıdan tercih edilen hizmet dağılımları olan bir teşvike odaklanan üreticilere dönüşmelidir. Bu çerçevede devlet fonları, rekabet kuralları içinde tahsis edilmiş siparişler formunda konuya hâkim olarak gerçekleştirilmelidir. Bu yöntem fonların doğrudan dağıtımı yerine ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesine olanak sağlayacak şekilde düzenlenmesine yardımcı olur. Devletin hizmet alımları, bir kurumun çatısı altında birleştirilebilir. Bunun sonucunda, sosyal ve kültürel hizmetler içindeki bütçesel ve bütçesel olmayan fonların formasyonu ve kullanımı için şeffaf bir mekanizma oluşturabilir. Sosyal ve kültürel hizmetlerin esas eşitsizliği bölgeler de dâhil olmak üzere derhal elimine edilecek bir konu değildir. Ancak, başlangıçta sorunun yasal yollardan çözümü için gerekli görülen süreçler, çözülecek objenin kendi şeffaflığı ve yasallığıdır. Devletin sosyal ve kültürel hizmet piyasasına katılımı, talebin ana kaynağı rolüyle sınırlı kalmamalıdır. Bu piyasa, hizmetlerin devlet tarafından kontro- lünün yanı sıra kuralların konmasını da gerektirmektedir (Şenkal,2011;162). Bunun dışında belediye teşkilatları ya da dini hayır kurumları tarafından sunulan yerel ve düzensiz yardımlar da mevcuttur. Para yardımı, sosyal hizmet ve diğer hizmetlerle birleştirilme eğilimindedir. Yardım miktarları çoğunlukla çok düşüktür; bazı gruplar ve bölgeler için mevcut bile değildir (Gough,1996;18). Bütünüyle ele alırsak, yasaların gereksinimlerine uyum sağlayanlar dâhil olmak üzere, farklılıkları azaltmak için gösterilen çabalar, bölgelerarası yeniden dağılımın maddi yoğunluğuna yol açabilir. Ekonomik büyümenin henüz istikrara kavuşmamış olduğu ve hatta çok dağınık bir durum arz ettiği hallerde, yeniden dağılımın yoğunlaştırılmasına müsaade edilmesi olanaksızdır. Bu nedenle, pratikte buna alternatif oluşturacak bir mekanizmanın varlığı mevcut değildir. Bu durumu göz önüne alarak, sosyal politikalarda ve bütçeler arası ilişkilerde böylesi bir reformun yapılmasını ve olumsuzlukların ve de yetersizliklerin yakın gelecekte elimine edilebilmesini imkânsız kılmaktadır. Bu amaçla gerçekleştirilecek bir reformun amacı, üç tür problem çözümü üzerinde odaklanma çabası olup, bölgesel eşitsizlikleri soyut olarak azaltmak konularını bir kenara bırakmaktır. Birincisi, dengesiz ekonomik büyüme sırasında sosyal farklılıkların kontrolsüz yoğunlaştırılmasının önlenmesi gereklidir. İkincisi, sosyal problemlerin bağımsız çözümünden yana olan hükümetler ve yerel yönetimlerin faaliyetleri teşvik edilmelidir. Üçüncü olarak, bütçeler arası akışların daha ziyade fon programlarına yönelik olması gerekir. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Bununla birlikte ortak kaynaklar şehirlerde yaşayan farklı insanlar için ortak bir anlam ifade etmez. Yerel okullar çocuklar sayesinde bunlarla oldukça ilgilidir; ve fiziksel özürlüler bu kaynakları uygunluk ve memnuniyet açısından sağlam olanlardan oldukça farklı bir şekilde algılayabilirler. Aynı şekilde son dönemlerdeki tartışmalar dikkati bu şehirlere yöneltmiştir ki bu 1990’ların bir buluşu değildir. İlk olarak zarar görmüş topluluk çalışmalarının uzun bir geleneği ve bu toplumların bireysel ve kamusal kaynakları arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. Bunun çok açık bir örneği İngiltere’de Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün 1950 ve 1960’lardaki çalışmalarından ve 1970’lerdeki Toplum Geliştirme Projesi’nden elde edilmektedir. İkincisi farklı bir gelenek olarak bazı devletler kendi kaynak dağılım programlarındaki yerel alanların dezavantaj göstergelerini kullandılar: İngilterede Çevre Bakanlığı bu göstergeleri yıllardır bu amaç doğrultusunda kullanmaktadır. Bununla birlikte önceki gelenekler farklı bölgelerdeki yerel kamu kaynakları düzeylerini karşılaştırma metodundan ziyade, belirli alanların durum araştırmaları tarafından domine edilmişti. Daha sonraki nicel ve ulus çapındaki gelenek ise büyük ölçüde bireysel ve ailesel kaynak göstergelerinin toplamına dayanıyordu ve bunları yerel alanlara ait olanlarla bütün halinde birleştirmeye çalıştı. Bireysel ve ailesel kaynakların yan yana göstergeleri olarak hazırlanabilecek ve ulus çapında başvurulabilecek yerel kamu kaynakları göstergeleri oluşturmak acil bir araştırma konusudur (Room,1999;170). Sivil Toplum Yerel Yönetim İlişkisi Sivil toplum örgütlerinin amaçları birçok yönden sosyal politikanın amaçlarıyla benzerlikler gösterir. Sivil toplum örgütü hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde sosyal hayata ve sosyal değişime önemli katkılar sağlamaktadırlar. Sosyal refah, sosyal bütünleşme, adil gelir dağılımı, çevre kirliliği, evrensellik gibi sosyal politikanın temel bazı amaçları doğrultusunda faaliyet gösterirler. Bir bakıma sivil toplum örgütleri kendi amaçlarına ulaştıkları ölçüde sosyal politikanın hedeflerini de gerçekleştirmiş olurlar (Şenkal,2003;105). Sosyal politika açısından önemli fonksiyonlar üstlenen sivil toplum örgütlerinin büyük bir kısmı büyük şehirlerde yoğunlaşmıştır. Aynı zamanda, liberal toplum, toplumu daha büyük oranlarda ilgilendiren daha geniş konuları çözümlemekten ziyade, kendine ait en fazla acil önlem isteyen konuları çözümlemeyi hedef görmektedir. Azgelişmiş ve gelir dağılımının bozuk olduğu ülkelerde orta sınıf oldukça küçüktür. Sivil toplum örgütlerinden en fazla itibara sahip olanları, fon oluşturmada yabancı kaynaklara dayanan organizasyonlardır. Kamu örgütlerinin büyük bir bölümü, ya sanal bağımsız yapılar ya da açık seçik veya gizli politik çatışmalar içine girmeyi hedefleyen örgütlerle bağlantılıdır. Başka bir deyişle, kamusal yapılar genellikle devletin faaliyetleriyle bağlantılı olarak addedilirler. Kaynakların yeniden dağılımında katılımcı olmayı arzu etmek, genelde sosyal objektifleri bağımsız bir biçimde kullanmak veya bunlara her hangi bir amaçla ulaşma niyetini ortaya koyar. Şahsi organizasyon ve karşılıklı yardım- 75 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum laşma, geleneksel aile ve arkadaşlık ilişkilerinin karakteristikleri içinde olağan bir uygulamadır. Bir diğer acil problem ise, birçok konuda mali israfın hükümetle ilgisi bulunmayan, sivil toplum örgütleri tarafından yapılmasıdır. Bunların çoğu faaliyetlerini gerçekten ticarileştirilmiş olup, bunlardan bazıları yasa dışıdır. Ticari olmayan organizasyonlar bazı hallerde vergi kaçırmak isteyen şirketler tarafından kullanılmaktadır. Bu nedenle, ticari olmayan sektörün vergi menfaatlerini kısmak gibi bir eğilim mevcuttur. Bunun karşılığında, bu eğilim elbette sivil toplum örgütlerinin geliştirilmesini de olumsuz yönde etkilemektedir. 76 makale Günümüzde dünyanın azgelişmiş bölgelerine yardım ve küresel sorunlara karşı en iyi temsil aracı olarak sivil toplum örgütleri görünmektedir. Sivil toplum örgütleri, küreselleşme ile birlikte güç dengesini genel çıkarlardan özel çıkarlara doğru harekete geçirmeye başlamışlardır. Latin Amerikan belediyeleri, yerel yönetim tarafından alınan kararları paylaşan sivil toplum temsilcileri aracılığıyla “karşılıklı demokrasi” adı altında yeni bir yönetim tarzı geliştirmişlerdir. Dünyanın her yerinde buna benzer olaylar yaşanmaktadır. Örneğin, Hindistan’da “Panchayati Raj Sistemi” adı altında yerinden yönetim ve 21. Yüzyılla ilgili planlar çerçevesinde çatışma sonrası yeniden yapılanma ve milli gelişme stratejileri adı altında yeni girişimler oluşturuldu (Şenkal,2003;103). Sosyal Politika Krizi 1980’lerin kriz ve ekonomik yapısal düzenleme programları sosyal politika so- runlarının daha da artmasına yol açtı. Bunun sonucu olarak, sosyal politika sorunları topluma görülmemiş boyutlarda yüksek sosyal maliyet yükledi (Laurell,1992;18). 1980’lerdeki kriz neoliberal modele başvurma koşullarını yaratmıştır. Bu model, ekonomide piyasa kontrolünün kaldırılması, ticari liberalizasyon, kamu sektörlerinin parçalara ayrılması ile karakterize edilmiştir. Devletin sosyal gelişme konusundaki bütünleyici rolü terkedilmiştir. Onun yerine finansal sektöre doğru geliri pompalayan, döviz kuru, vergi politikası ve faiz oranları tarafından kurulan piyasa kazananlar ve kaybedenlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Alternatif kamu politikası, çalışmak isteyen herkes için uygun iş sağlamaya dayalıdır. Tam gün çalışma hem ahlaki bir zorunluluktur, hem de ekonomik adalet ve başarı için önemlidir (Aronowitz, Di Fazio,1994;17-9). İstihdamı artırmaya yönelik kamu harcamaları, gerek duyulan emek yoğun işleri sağlamak için kamu finansmanı gerektirir. Bu uygulamalar, neo-keynesyen politikaların uygulandığı ülkelerde, sabit bir ekonomik büyümeyi sürdürmek için, istihdamdaki azaltmayı sağlamak, ücret enflasyonunu önlemek açısından gereklidir. Bu fikirler Avrupa refah devletlerinin politikalarıyla bağlantılıdır. Sosyal Avrupa üstünde oldukça iyimser olan bir bakış Leibfried ve Pierson tarafından ortaya konmuştur (Mac Gregor,1999;28-27). Sosyal politikada yaşanan kriz konusunda öne sürülen çözümler; yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgüt- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 lerinin güçlendirilmesi gerektiğidir. Günümüzde yerel yönetimlerin sosyal politika alanındaki etkinlikleri artmıştır. Sosyal belediyecilik anlayışının gelişmesi de bu gelişmenin bir sonucudur. Birçok ülkede sosyal belediyecilik adı altında çeşitli projeler uygulamaya sokulmakta ve korunmaya muhtaç insanlara yardımlar yapılmaktadır. Bu çerçevede yerel hizmetler, denetime açık bir şekilde yerine getirilmeli, sosyal politikaların planlanmasında, programlanmasında ve yürütülmesinde hem sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, hem duyarlı girişimciler etkili bir işbirliği içinde olmalıdırlar. Yerel yönetimlerde sosyal politika ve sosyal hizmetler alanında uzman olan kişilerin artırılması gerekmektedir (Yıldırım,2014;504). Yerel yönetimlerin, sosyal politika alanında etkin olmalarının nedenlerini “çağdaş belediyelerin bu hizmetleri üretmesi gerektiği” düşüncesi ile açıklamaktadır. Bunu belediyecilik anlayışının sosyal politikalara önem veren bir anlayış olduğu cevabı ile artan talebi karşılama ihtiyacı izlemektedir(Aydın,159;2009). Sivil toplum örgütleri de sosyal politikada önemli roller üstlenmektedirler. Özellikle yerel yönetimler bu genel hedefi gerçekleştirebilmek için, yerel yönetimler, değişik alt hedefler belirlemek durumda olmanın ötesinde farklı yöntemlere de müracaat etmektedirler. Örneğin hedeflerin katılımcı demokrasi anlayışına uygun olarak gerçekleştirilmesini sağlamak için STK’larla işbirliği yapmaktadırlar (Seyyar,2008;32). Neoliberal Bir Sosyal Politika Anlayışına Doğru… Günümüzde azgelişmiş ülkelerin genelinde sosyal politika, toplumun belirli kesimleri arasındaki yapısal uyumun olumsuz etkisini bertaraf etmek için tasarlanan bir dizi sınırlı tedbirlerle ihmal edilmiştir. Bu olumsuz etkiler, neoliberal politikanın önceki sistemlerin kaynakları dağıtımındaki mantıksızlık içinde kökleştirildi. Bu süreçte sosyal politika geçici bir uygulama olarak düşünüldü. Temel düşünce yapısal uyum çerçevesinde, temel makroekonomik dengeyi yeniden kuracağı ve enflasyon olmaksızın ekonomik büyümeyi sağlayacağı iddia edildi. Güçlü bir ekonominin sosyal politikaları gereksiz kılacağı anlayışı yaygınlık kazandı. Sosyal sorunlar bir yatırım değil, devlet gideri olarak düşünüldü. Sosyal gelişme kavramı sosyal harcamaları artırdığından, sosyal harcamaların azaltılmasına çalışıldı. Sosyal harcamadaki azalmaya çalışılırken, sadece zorunlu sosyal politikaların uygulanmasına devam edilecekti. Sonuç olarak, sosyal politika önemli ölçüde ihmal edilmiştir. Neoliberal sosyal politikanın finansal politikalarla sermaye birikiminin ilerlemesine yardım ettiği iddia edilmektedir. Örneğin, çoğu Latin Amerika ülkesinde, sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesi, finansal kaynakların özel sermayeye devredilmesine yol açmıştır. Bu ülkeler için, sosyal yatırım fonları ve küçük işletmeleri destekleyerek sermaye birikimini teşvik eder. Geri kalanı için, neoliberal sosyal politika bir yardım kurumu gibi işler, aşırı derecede yoksullara doğru yardımı yönetir. Düşük gelir gruplarının çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek- 77 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum ten ziyade, sosyal politika çoğu yapısal uyumun kurbanı olan yaşam standardı zaten yoksulluk sınırının altında olan nüfusa yardım etmeye ve ilave olunan kötüleşmeyi önlemeye çalışır. Neoliberal sosyal politikanın özellikleri, politik sistem için bir yasallaştırma fonksiyonunu yerine getirme kapasitesini güçlükle sınırlandırır. Gerçekte sosyal politika, sosyal çatışmaları azaltmak için önemli bir araçtır. Bu sayede aşırı sosyal gerginlikler büyük politik problemler haline gelmez. Neoliberalistler bu problemlerin bütün ekonomi modelini risk altına koyabilecek, ülkeye yabancı sermaye akışını olumsuz yönde etkileyecek bir istikrarsızlık havasını yaratmasından korkarlar. Bu doğrultuda, sosyal politika şimdiki politikaları birbirine yakınlaştırır. Neoliberal sosyal politika sıkça birbirine karıştırılan üç temel özelliğe sahiptir: -özelleştirme, -hedef belirleme, -yerinden yönetim (desantralizasyon) 78 makale Sosyal hizmetlerin özelleştirilmesi, mali krizleri azaltmak, hizmet dağıtımını daha etkili kılmak ve serbest kamu hizmetlerinden kaynaklanan mikro-makro ekonomik çarpıtmalardan kurtulmak için bir yol olarak dikkate alınmıştır. İş ve ticari kriterlere dayalı olan yeni işletme ilkeleri ileri sürülmüştür. Bunlar etki alanının kalitesi ve genişliği üzerindeki önemli tepkilerdir. Kullanıcı ücretlerinin, borç verme kurumları tarafından varsayılan finansal yükü azaltan bir yol olduğu tartışmalıdır. Onlar ayrıca kamu hizmetlerini ihtiyacı olanlar tarafından kullanılmasını sağlamayla işe yaramaz kaynakları önleme yolu olarak görülmektedir (Vilas,1996;16). Arjantin’de ise ekonomik kriz ve IMF’nin dayatmaları sonucu liberal bir sosyal politika anlayışın etkilerini görmek mümkündür. Sosyal hizmet alanlarındaki harcamaları gerek GSMH, gerekse konsolide bütçe harcamaları içinde yüksek oranlara ulaşmıştır. Bunun nedenleri, harcamaların % 40’ını devlet tarafından değil de hak sahipleri tarafından finanse edilen sosyal güvenlik harcamalarıdır. İkincisi ise, harcamaların ekonomideki konjonktürel dalgalanmalara duyarlı bir görünüm sergilemesidir (Koyuncu, Şenses, 2004;25). Özelleştirme, kamu hizmeti düşüncesinden vazgeçmeyi ve kâr elde etme amacını taşıyan bir işin ikamesini içerir. Sosyal hizmetlerden yararlanma hakkı, bir vatandaş hakkı gibi çok uzun süre göz önünde tutulmaz; fakat kişinin ödeme gücüne dayalıdır. Sosyal hizmetlerin özelleştirilmesi yeni sosyal eşitsizliklere yol açar; çünkü onlara sadece zengin grupların mali gücü yetebilir. Ayrıca azgelişmiş ülkeler için özelleştirme işsizlik demektir. Özelleştirme, kamu kuruluşlarını yeniden yapılandırmak için önemli olabilir, fakat insanları kamu teşebbüslerinden verimsiz işlerden çıkarıp işsiz bırakmak bir ülkenin gelirini artırmaz, işçilerin refah düzeyini ise, hiç artırmaz (Stiglitz,2002;79). Bu sağlığın korunması ve eğitimin hakları olduğuna inanan alt ve orta sınıflardaki belli kesimler yüzünden özelleştirmeye direnmeyi açıklar. Örneğin Arjantin’de, sosyal güvenlik sistemi özelleştirildiğinde düşük gelirli ücretli işçiler sağlık hizmetlerinden yararlanma haklarını kaybetmişlerdi. Sonuç olarak, bu işçiler kamu sağlık siste- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 mine yeniden başvurmaya zorlandılar. Baskın bir etki içinde, kamu hastaneleri dışında yoksulun yoksulluğuna son verilmiştir. Sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin özelleştirilmesi sosyal politika açısından olumsuz bir girişimdir. Çünkü bu gibi hizmetler ticari bir mal değildir. Eğer ticari bir mala ihtiyacınız varsa satın alırsınız. Eğer ticari mal almaya mali gücünüz yetmezse satın almazsınız. Ancak bu gibi sosyal yönü olan hizmetlerin özelleştirilmesi, bu hizmetlere ihtiyacı olan kesimin hizmetlere ulaşımını zorlaştıracaktır (Şenkal,2011;153). Neoliberal sosyal politikanın ikinci önemli ilkesi hedef belirlemedir. Fonların daraltılması sosyal politikaları önemli ölçüde etkiler. Hedef belirleme kaynakların etkin kullanımı için bir destekleme yolu olarak geliştirilir. Hedef belirlemenin lehindeki iddialar Keynes-fordist modelde eleştirilere neden olmaktadır. Bu model, evrensel ilkeler ve serbest sosyal hizmetler üzerine kurulmuştur. Neoliberal düşünce, kentli ücret-emek baskı grubu ve orta sınıftaki işçiler için yararlıdır, fakat kırsal yoksullara ve kayıt dışı sektörde çalışanlara etkisi yoktur. Sosyal programları amaçlamak, özellikle en önemli ihtiyaca ulaşmayı tasarlamak, devletin sosyal politikası üzerinde yeni yönetim teknikleri yaratır. Açıkça, hedef belirleme, kıt kaynaklarla tırmanan sosyal problemlere cevap verme ihtiyacından çok daha az desteklenen etkisiz Keynes-fordist sosyal güvenlik modeline cevap verir. Sosyal politikanın son temel ilkesi yerinden yönetimdir. (desantralizasyon) Neoliberaller Keynesyen-fordist modeli çok merkeziyetçi olduklarından dolayı eleştirirler. Sosyal politika ile ilgili olan kararların, nüfusu etkileyen yerel örgütlerce örneğin belediyeler gibi kurumlar tarafından üstlenebileceğini iddia ederler. Yerel yönetimler, insanların problemleriyle doğrudan doğruya karşı karşıya geldiklerinden bu problemlerin çözümü konusunda daha etkili olabilirler. Yerel kuruluşlar tarafından uygulanan sosyal politikalar, bireylerin gelişimini desteklediği gibi yönetim uygulamasından yoksul insanlara yetişme imkânı verir. Birçok azgelişmiş ülkede yerel yönetimler tarafından uygulanan sosyal politikalar, önemli bir desantralizasyon örneğidir. Vatandaşlar devlet politikalarını belirleme ve ne kadar para harcanacağını saptama konularında doğrudan karar verme sürecine katılırlar. Bu deneyim bütünüyle neoliberalizm ile ilgili politik tasarılara aittir. Burada, neoliberal bağlamdaki desantralizasyon program tasarlamaya değil, program yürütmeye dayandırılmıştır. Bu fonksiyonel desantralizasyon ile eş anlamlı fakat politik desantralizasyon ile eş anlamlı değildir. Politik desantralizasyon, sosyal programların ve politikaların demokratikliğine değil, desantralizasyon varsayımına güven verir, fakat kıt kaynaklardan oldukça büyük etkinlik kazanır. Çok iyi merkezi sistemden merkeziyetçi olmayan siteme değişim yapmak hem karmaşıktır, hem de zaman alır. Desantralizasyon sürecine dayanan problemlerden biri, aktörlerin yerel seviyedeki görevlerin kendilerine devredilmesini varsaymaktaki yetersizliktir. Örneğin belediyeler kendilerini her türlü sosyal hizmetleri gerekli finansal, insan, yönetim ve malzeme kaynakları olmaksızın sağlamakta sorumludurlar. Bu sık sık hizmet dağılımı ve kalitesindeki kö- 79 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum tüleşmenin etkinsizliği olarak tercüme edilir (Şenkal,2011;160). Sokaktaki insanların yürürlüğe sokulan sosyal politikalara katılması yerel yapılarda kolay olurken, merkeziyetçi planlamaya dayalı sistemlerde oldukça zordur. Ortaklık için ihtiyaç duyulan sosyal gruplarda olmayan ya da az derecede olan faktörler bir düzenin sonucudur. Merkezi devletin varlığı olmaksızın politik irade ile doğru değişkenlik desentralizasyon için zayıf sosyal grupları atlayarak son bulur. Keynes-fordist sosyal politikanın etkinsizliğine ve eşit olmayan ulaşımlarına işaret eder. Fakat neoliberal sosyal politikanın sonuçlarını düzeltmez. 80 makale Neoliberal sosyal politikayı yoksullukla savaşmanın sınırlı yapısı içinde değerlendirsek bile, sonuçları zayıftır. Yoksulluk programlarının çoğunluğu yoksul ile ilgili yeni bir biçimi temsil eder. Fakat bu bütün olarak yoksullukta önemli bir azalma olarak algılanmaz. Şimdiye kadar, uygulanan neoliberal sosyal programların kapasitesi, sadece yoksulluk sınırında yaşayan insanların sayısını azaltmak olduğunu gösterdi. Acil istihdam programları, gıda yardımı ve diğerleri etkili olarak uç sınırdaki ihtiyaçlara hizmet edebilir. Yoksulluk dışında yükselme, çok daha karmaşık bir süreçtir. Sosyal politikalar dışında çok başarılı olan çeşitli ekonomik, finansal, politik ve kurumsal faktörlere dayanır. Neoliberalizm bu programların tahmin edebileceğinden daha büyük bir oranda insanı marjinalleştirir ve sosyal dışlanmaya maruz bırakır. Meksika’nın durumu genellikle belirli bir sektörel politikanın teknik etkinliği ile ekonomik modelin mantıklı kullanımı arasındaki tansiyonu örneklendirir. 1989 ile 1992 yılları arasında uygulamaya sokulan Yoksulluk Programları aşırı derecede yoksul olan Meksikalı sayısını 1.3 milyona azaltırken, aynı sayıdaki insanlar 1988 ile 1992 yılları arasında bazı sektörlerde meslek kaybına uğramıştır (Şenkal,2011;158). Sonuç ve Genel Değerlendirme Son yirmi yılda sosyoekonomik alanda meydana gelen gelişmeler sosyal politikanın yapısında ve oluşumunda önemli değişiklilere yol açmıştır. Bu değişimin en önemli özelliği sosyal politikada yerelleşme, diğer bir değişle yerel yönetimlerin etkin bir konuma gelmeleridir. Bugün dünyanın birçok ülkesinde yerel yönetimler sosyal politika ve sosyal hizmetler alanında önemli işlevler yüklenmekte ve çeşitli uygulamaları devreye sokmaktadır. Öte yandan sosyal politikada yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin etkin bir konuma gelmesinin sosyal politikanın neoliberal bir çizgiye kaymasına yol açtığı iddia edilmektedir. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Kaynakça: 1. 2. 3. Aronowitz. S, Di Fazio. W, (1994); The Jobless Future, University of Minnesota Press, London. Aydın Murat, (2009), Sosyal Politika ve Yerel Yönetimler, Yedirenk Kitap, İstanbul Elliott D. Sclar, Social Policy and Social Exclusion: The Urban Context Keynote Remarks,http:// www.academia.edu/346718/Social_Policy_and_ Social_Exclusion_The_Urban_Context_Keynote_Remarks 4. Ersöz Halis Yunus.(2010); Sosyal Politikada Yerelleşme, İTO yayınları, Yayın No:2010-99, İstanbul 5. Gough Ian, (1996); “Social Assistance in Southern Europe”, South European Society and Politics, 1996, Volume 1, No.1 6. Kesgin Bedrettin,(2012), Kentsel Yoksulluğa Yönelik Yerinden ve Yerel Müdahale: Sosyal Belediyecilik, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Ağustos, Sayı:26 7. Koyuncu. Murat, Şenses. Fikret, (2004); “Kısa Dönem Krizlerin Sosyoekonomik Etkileri: Türkiye, Endonezya ve Arjantin Deneyimleri”, Çalışma ve Toplum, 2004/3. 8. Laurell. Asa Cristina,(1992); “For an alternate, the production of public service. (Latin America Faces the 21st Century),” Social Justice, Winter, Vol:19, No:4 9. Mac. Gregor, Suzanne, (1999); Welfare, Neo-Liberalism and New Paternalism: Three Ways for Social Policy in Late Capitalist Societies. Capital&Class, Spring, Issue: 67. 15. Şenkal Abdulkadir.(2003); “Küreselleşme, Sosyal Politikanın Dönüşümü ve Sivil Toplum Örgütleri”, Sosyal Siyaset Konferansları, 45. Kitap, 2003 16. Şenses. Fikret, (2001); Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk, İletişim Yayınları, İstanbul. 17. Vilas Carlos M.(1996); Neoliberal social policy: managing poverty (somehow). (includes related articles on World Bank’s social policy) NACLA Report on the Americas, May-June, Vol:29 No:6. 18. Yıldırım Arzu.(2014):, Belediyelerin Sosyal Politika Uygulamaları Üzerine Bir Değerlendirme: Malatya Belediyesi Örneği, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 17, Ağustos 10. McEwen, Nicola. (2001); ‘The nation-building role of state welfare in the United Kingdom and Canada’ in Trevor C. Salmon and Michael Keating (eds.), The Dynamics of Decentralization: Canadian Federalism and British Devolution. Kingston: McGill-Queen’s University Press, s.90. 11. Room Graham J. (1999); “Social Exclusion, Solidarity and the Challenge of globalization”, International Journal of Social Welfare,Jul99, Vol:8, Issue:3, s.166 12. Seyyar Ali, (2008); Yerel Siyasetin Gelişiminde Sosyal Politikaların Önemi, yerelsiyaset.com, 13. Stiglitz. Joseph, E, (2002); Küreselleşme: Büyük Hayal Kırıklığı, Plan. B.Basım Yayım Dağıtım, İstanbul. 14. Şenkal Abdulkadir, (2011); Küreselleşme sürecinde Sosyal Politika, Alfa yayınları, İstanbul. 81 makale şehir & toplum makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 İNŞAAT SANAYİİ VE KONUT PİYASASI GENEL GÖRÜNÜMÜNE İLİŞKİN TEMEL GÖSTERGELER Neslihan Çelik Yrd. Doç. Dr. Marmara Üniversitesi S.B.M.Y.O. [email protected] Giriş Günümüzde, dünya GSYİH’sında en büyük payı hizmetler sektörü almaya devam etse de; sanayi sektörü büyümenin temel dinamikleri arasındaki yerini korumaktadır. İnşaat sanayii de ekonomik büyümede rolü olan segmentler arasında yer alan ve işgücüne istihdam olanağı sağlayan önemli alanlardandır. Bu sektörde faaliyet gösteren dünyanın önde gelen şirketlerinin yurt içi ve yurt dışı projelerden elde ettiği gelir oldukça yüksek rakamlara ulaşmıştır ve artan oranlarda büyümeye devam etmektedir. Dünya ekonomisindeki genel eğilime paralel olarak Türkiye’de de hizmetler sektörünün GSYİH ve toplam katma değer içindeki payı genel olarak sanayiye ve özel olarak inşaat sanayisine kıyasla oldukça yüksektir. Ancak; Türkiye ekonomisinde inşaat sektörü; mevcut girişimlerin sayısı, istihdam oranları ve uluslararası piyasalardaki faaliyetleri göz önüne alındığında kayda değer sektörler arasındadır. Sektörde ağırlığı ise ikâmet amaçlı yapılara ilişkin faaliyetler oluşturmaktadır. Dünya ve Türkiye ekonomisindeki gelişmeler dikkate alındığında, inşaat sanayiinin ve konut piyasasının görünümünü anlamaya yönelik veriler ilgi uyandırmaktadır. Bu bağlamda çalışmada, inşaat sek- 83 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum törünün ve ülkemizde konut piyasasının genel durumunu anlamaya yönelik bazı temel göstergeler, kısaca ele alınmıştır. Dünya Ekonomisinin Genel Görünümü ve Türkiye Dünya Bankası verilerine göre; 20002012 yılları arasında dünya ekonomisinde GSYİH toplamı yaklaşık 2.2 katına çıkarak; 2000 yılında 33 trilyon dolarken 2012 yılında 72 trilyon dolar olmuştur. 2000 yılında yüksek gelirli ülkelerin dünya GSYİH’sındaki payı yaklaşık % 81 iken, 2012 yılında bu oran yaklaşık % 68 düzeyine gerilese de; düşük ve yüksek gelirli ülkeler arasındaki uçurum devam etmektedir. Tablo 1: GSYİH’nın Yapısı Tabloya göre, söz konusu dönemlerde düşük gelirli ülkelerin payı % 0.5’ten % 0.7 civarına çıkarak, sadece sembolik bir artış göstermiştir. Aslında düşük gelirli ülkeler 1990-2000 yıllarındaki yıllık ortalama büyüme performansını geçen son 10 yılda iki katına çıkarsa da, bu performans dünya GSYİH’sı içindeki payının kayda değer oranda artmasına yeterli olamamıştır. Dünya ekonomisi geçen 10 yılda, 19902000 yılları aralığına kıyasla daha yavaş büyümüş; % 2.9 olan büyüme hızı % 2.7’ye düşmüştür. Aynı dönemlerde orta gelirli ülkelerin artan yıllık ortalama büyüme oranları ise dikkat çekicidir. Orta gelirli ülkeler son 10 yılda ortalama % 6.3 oranında büyüyerek, dünya GSYİH’sındaki paylarını % 17’lerden % 31 civarına yükseltmişlerdir. GSYİH (milyar $) Tarım (GSYİH’nın %’si) Sanayi (GSYİH’nın %’si) İmalat Sanayii (GSYİH’nın %’si) Hizmetler (GSYİH’nın %’si) 2000 2000 2000 2000 2000 2012 2012 2012 2012 2012 Dünya 32,981.1 72,905.3 4 3 29 27 19 16 67 70 Düşük Gelirliler 178.7 527.0 33 27 21 23 12 12 46 49 Orta Gelirliler 5,561.2 22,516.2 13 10 37 36 22 21 51 54 Düşük-Orta Gelirliler 5,737.7 23,057.2 13 10 36 36 22 21 50 54 Yüksek Gelirliler 27,241.9 49,886.8 2 1 28 25 18 15 70 74 Türkiye 266.6 788.9 11 9 31 27 22 18 57 64 GSYİH’de Büyüme 84 makale GSYİH Yıllık Ortalama % Büyüme Tarım Yıllık Ort. % Büyüme Sanayi Yıllık Ort. % Büyüme İmalat Sanayii Ort. Yıllık % Büyüme Hizmetler Ort. Yıllık % Büyüme 19902000 19902000 19902000 19902000 20002012 19902000 2.2 3.2 3.0 1.2 5.9 2.9 6.6 20002012 20002012 20002012 20002012 Dünya 2.9 2.7 2.1 2.6 2.3 2.6 Düşük Gelirliler 2.7 5.6 2.8 3.6 2.6 6.6 Orta Gelirliler 4.3 6.3 2.6 3.7 4.8 6.9 4.4 6.6 Düşük-Orta Gelirliler 4.2 6.3 2.6 3.7 4.7 6.9 4.3 6.6 Yüksek Gelirliler 2.6 1.8 1.1 0.9 1.7 1.0 Türkiye 3.9 4.6 1.3 1.9 4.6 5.2 4.0 4.8 Kaynak: World Bank, World Development Indicators, 2014 1.7 4.6 5.2 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Kaynak: http://www.ekofinans.com/application/static/data/611x395_ekonomi_50b38533d37a1.jpg Dünya toplam GSYİH’sında temel sektörlerin katkısı incelendiğinde, hizmetler sektörünün % 70 ile liderliğini sürdürdüğü fark edilmektedir. % 27 olan sanayi kaynaklı ekonomik büyümenin % 16’sını ise imalat sanayiinin gerçekleştirdiği görülmektedir. Türkiye 1990-2000 yıllarında yıllık ortalama % 3.9 olan ekonomik büyüme hızını 2000-2012 aralığında % 4.6’ya çıkarmıştır. Yaklaşık son 10 yılda ülkemizde hizmetler sektörünün GSYİH’daki payı artarken; sanayi ve imalat sanayiinin paylarının azaldığı göze çarpmaktadır. İnşaat Sanayii OECD (2014) verilerine göre 2012 yılı itibariyle; Endonezya, İspanya, Slovak Cumhuriyeti ve Şili, toplam katma değeri içinde inşaat sanayiinin en fazla paya sahip olduğu ülkeler arasındadır. Bu ülkelerden Endonezya 2010 yılında % 5.5 olan inşaat sektörü katma değerinin payını, 2012’de %10.3’e çıkarmıştır. AB-28’in 2010 yılında inşaat sanayii katma değeri toplam katma değerin % 6’sını, 2012 yılında % 5.9’unu oluşturmaktadır. Aynı dönemlerde Türkiye’de inşaat sektörünün toplam katma değere katkısı % 5.4’ten % 4.9’a düşmüştür. Ülkemizde inşaat sanayii katma değerinin toplam katma değer içindeki payının AB-28 ve Avrupa Alanı ortalamasının gerisinde olduğu görülmektedir. 85 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Tablo 2: Seçilmiş Bazı Ülkelerde İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Katma Değer (Toplam katma değerin %si olarak) Tarım, Avcılık, Ormancılık, Balıkçılık Sanayi (enerji dâhil) İnşaat Sanayii Ticaret, Ulaştırma, Konaklama, Lokanta Hizmetleri, Haberleşme Finansal ve Sigorta; Gayrimenkul; İş Hizmetleri Diğer Hizmet Faaliyetleri 2000 2012* 2000 2012* 2000 2012* 2000 2012* 2000 2012* 2000 2012* Endonezya 15.6 15.3 40.4 36.8 5.5 10.3 20.8 20.2 8.3 7.2 9.3 10.2 İspanya 4.2 2.5 20.8 17.4 10.3 8.6 28.1 29.5 16.9 20.3 19.6 21.8 Slovakya 4.5 3.1 28.8 27.0 7.2 8.2 26.4 26.7 16.6 18.3 16.6 16.7 Şili 5.4 3.6 27.9 27.7 6.6 8.3 19.5 18.4 16.4 20.1 24.3 21.9 Estonya 4.8 4.1 21.6 21.2 5.9 7.8 29.4 26.9 21.6 23.3 16.7 16.7 15.1 10.1 40.4 38.5 5.6 6.8 16.6 16.3 8.3 11.1 14.1 17.1 Fransa 2.5 2.0 17.8 12.5 5.0 6.3 23.1 22.8 27.5 30.4 24.1 26.0 İtalya 2.8 2.0 22.6 18.4 5.1 5.9 26.1 24.8 24.8 28.3 18.9 20.6 Kore 4.6 2.6 31.6 33.8 6.9 5.8 21.7 18.8 19.3 19.1 15.8 19.7 Japonya 1.5 1.2 24.3 20.5 7.0 5.6 20.7 24.6 15.9 17.0 30.7 31.1 Almanya 1.1 0.8 25.2 25.8 5.3 4.7 20.3 18.6 26.2 27.2 21.9 22.9 Türkiye 10.8 8.9 24.6 21.8 5.4 4.9 29.1 31.8 19.5 20.2 10.6 12.4 Avrupa Alanı 2.4 1.7 22.0 19.3 5.9 5.8 23.8 23.2 24.7 26.9 21.3 23.2 AB-28 2.3 1.7 22.0 19.3 6.0 5.9 24.4 24.0 24.2 26.2 21.2 22.8 *ya da mevcut son yıl Kaynak: OECD, Factbook 2014 AB-27 ülkelerinin (2010) inşaat sanayii katma değerinin ortalama % 55’ini özel inşaat faaliyetleri oluşturur. Bina inşaatının % 30.6 ve bina dışı yapı inşaat faaliyetlerinin % 14.6 payı mevcuttur (Bkz. Tablo 3). 86 makale AB-27 ülkelerinde inşaat sanayiinin istihdam ettiği işgücünün % 58.5’inin özel inşaat faaliyetlerinde çalıştığı göze çarpmaktadır. Bu ülkelerde inşaat sanayiinde yer alan toplam 3 milyonu aşkın girişimin 2 milyondan fazlası özel inşaat faaliyetleri yürütmektedir. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Tablo 3: AB-27 İnşaat Sanayii Sektörel Analiz (AB-27, 2010) Sektör toplamının %’si olarak Katma Değer İstihdam İnşaat Sanayii 100.0 100.0 Özel inşaat faaliyetleri 55.0 58.5 Bina İnşaatı 30.4 29.4 Bina dışı yapıların inşaatı 14.6 12.1 Temel göstergeler Girişim Sayısı (bin) İstihdam Edilenlerin Sayısı (bin) Ciro (EUR milyon) Katma Değer(EUR milyon) İnşaat Sanayii 3.292,3 13.423,2 1.548.603 496.073 Bina İnşaatı 882,2 3.940,0 580.144 150.931 Bina dışı yapıların inşaatı 101,5 1.630,0 255.000 72.200 Özel inşaat faaliyetleri 2.308,6 7.849,9 713.000 273.000 Kaynak: Eurostat, Construction Statistics, April 2013 Türkiye’de finans dışı sektörlerin sağladığı katma değer içinde inşaat sanayii katma değerinin payı % 7.6 seviyesindedir. Ülkemizde finans dışı ekonomik faaliyetlerce yapılan istihdamın % 7.6’sı inşaat sanayiinde gerçekleşmektedir. Aynı parametreler açısından bakıldığında, AB-27 ortalamasının % 8.4 katma değer ve % 10.1 istihdam oranına sahip olduğu görülür (Bkz . Tablo 4). AB-27 ülkelerinde inşaat sektörü toplam katma değerinin % 17.2’sini Fransa sağlamaktadır. Bina inşaatı toplam katma değerinde en yüksek pay İspanya’nın; bina dışı yapı faaliyetlerinde ise Birleşik Krallık’ındır. İtalya 600 bini, Fransa 450 bini aşkın girişim sayısı ile AB-27’de sektördeki toplam girişim sayısının yaklaşık üçte birine sahiptir. Ülkemizde sektörde 100 binden fazla girişim görülmekte ve 681 bin civarında işgücü istihdam edilmektedir. 87 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Tablo 4:AB-27: İnşaat Sanayiinin Nispi Önemi (2010) Seçilmiş Ülkelerde (Finans Dışı Ekonomik Faaliyetlerde) Katma Değer ve İstihdamda Payı (%) Katma Değer İstihdam AB-27 8.4 10.1 Belçika 8.1 11.5 Çek Cumhuriyeti 8.2 11.7 Almanya 5.2 6.6 İspanya 13.2 13.8 Birleşik Krallık 8.5 7.8 Fransa 9.8 11.8 Danimarka 7.1 9.8 İsveç 8.7 11.4 İtalya 9.0 11.9 Türkiye* 7.6 7.6 AB-27 Toplam Sektör Katma Değeri İçinde En Fazla Payı Olan Üye Ülkeler Ülke AB-27 katma değeri içinde payı (%) Fransa İnşaat Sanayi 17.2 İspanya Bina İnşaatı 22.0 Birleşik Krallık Bina dışı yapıların inşaatı 20.0 Fransa Özel inşaat faaliyetleri 23.8 Seçilmiş Ülkelerde İnşaat Sanayi Temel Göstergeleri Girişim Sayısı (bin) İstihdam Edilenlerin Sayısı (bin) Ciro (EUR milyon) Katma Değer(EUR milyon) AB-27 3.292,3 13.423,2 1.548.603 496.073 Belçika 92,2 304,3 56.074,2 14.302,5 Çek Cumhuriyeti 167,5 406,5 31.625,7 6.757,7 Almanya 238,9 1.638,9 170.822,3 67.433,7 İspanya 371,0 1.659,5 201.118,8 62.991,5 Birleşik Krallık 265,3 1.381,8 212.926,6 78.849,6 Fransa 456,7 1.793,3 257.148,3 85.538,7 Danimarka 31,6 147,7 22.698,1 8.133,9 İsveç 87,1 330,6 48.888,3 16.154,6 İtalya 607,8 1.821,9 207.545,8 60.489,4 Türkiye* 106,9 681,8 45.515,9 8.752,5 *2009 verileri 88 makale Kaynak: Eurostat, Construction Statistics, April 2013 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Engineering News-Record Magazine (ENR)’nin, firmaların küresel pazarlarda uluslararası piyasalarda bir önceki yılda elde ettikleri gelirlere göre sıralama yaptığı 2014 “Top 250 International Contractors” listesinde; Türkiye’den, 4’ü ilk 100 içinde olmak üzere toplam 42 şirket yer almaktadır. Listede, dünyanın tepedeki 250 müteahhitlik firmasının 62’si Çin’e aittir. Konut Piyasası Türkiye’de son 60 yıllık yapı ruhsatı verilerine bakıldığında, inşaat sektöründe ağırlığı ikamet amaçlı yapıların aldığı fark edilmektedir. 2010 yılında ruhsat alan 79.140 yapının 70.292’si konut iken; 4146’sı ticari amaçla kullanılan yapılardı. Kaynak: http://qzprod.files.wordpress. com/2013/08/shanghai-tower-from-topweb.jpg?w=700 ENR 2014 “Top 250” listesine göre; tepedeki 250 şirketin yurt dışı müteahhitlik hizmetlerinden elde ettiği geliri, 2013 yılında 2012’ye göre % 6.4 oranında artmış ve 511.05 milyar dolardan 543.97 milyar dolara yükselmiştir. Ayrıca tepedeki 250 grubun yurt içi projelerden elde ettiği gelir, 2012’de 813.55 milyar dolarken % 7 artarak 2013’te 871.50 milyar dolara ulaşmıştır (ENR, 2014). 89 Kaynak: http://emlakkulisi.com/resim/orjinal/MTI2MDA2Nj.jpg makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Tablo 5: Yapı Ruhsatı (Konut ve Ticari Yapı) A:Yapı Sayısı B:Yüzölçüm (m²), C: Değer (Milyon) D: Daire Sayısı 90 makale Yıllar Toplam Ev Apartman Ticari Yapı 1954 A B C D 51.374 6.964.620 786.640 54.224 34.938 3.744.134 369.329 - 2.780 1.412.742 197.641 - 4.947 969.707 119.056 - 1960 A B C D 49.133 6.602.118 1.571.287 56.227 32.595 3.176.099 576.868 - 3.294 1.861.227 591.374 - 5.493 787.301 206.903 - 1970 A B C D 75.503 19.741.753 8.120.207 154.825 40.555 4.390.513 1.258.534 51.731 15.558 10.866.833 4.730.372 103.094 10.067 2.106.300 840.214 - 1980 A B C D 69.579 28.422.401 249.539.727 203.989 39.948 5.851.578 47.350.418 56 435 21.901 16.529.380 149.331.471 147.554 4.247 3.882.032 34.236.044 - 1990 A B C D 123.304 60.083.035 26.077.483.598 381.408 69.291 10.025.730 4.056.839.620 91.406 40.107 33.892.831 14.965.544.014 290.002 5.513 8.278.613 3.600.642.550 - 2000 A B C D 79.140 61.694.941 7.141.019.688 315.162 40.074 7.860.323 884.353.259 51.621 30.218 37.491.801 4.423.711.611 263.541 4.146 9.030.437 994.886.270 - 2014* A B C D 74.214 112.617.603 88.321.452.674 52.520 *Ocak-Haziran 2014 Kaynak: TÜİK, Yapı İzin İstatistikleri şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Ülkemizde 2013 yılı itibariyle alınan yapı ruhsatlarının % 85’ini ikâmet amaçlı binalar oluşturmaktadır. Aynı yıl verilen yapı kullanma izin belgelerinin % 87’si de ikâmet amaçlı binalara aittir. 2014 yılının ilk 6 ayında da ruhsat alımın % 72’si ve izin belgelerinin % 70.5’i ikâmet amaçlı binalar için söz konusu olmuştur. Tablo 6: Yapı Ruhsatları ve İzin Belgeleri 2014 yılında Türkiye’de konut fiyatlarının bu yılın ilk çeyreğinde geçen yıla göre % 6.7 oranında yükseldiği göze çarpmaktadır. Aynı yıl Ukrayna, Hindistan, Slovenya, Rusya, Yunanistan, İtalya, Fransa ve Portekiz gibi ülkelerde konut fiyatlarının düştüğü görülmektedir. Politik sorunlarla uğraşan Ukrayna’da konut fiyatları bir önceki yılın ikinci çeyreğine göre % 28.6 ile rekor düzeyde bir azalma kaydetmiştir. Kullanım Amacı ile Alınan Yapı Ruhsatları (% Payları) 2013 (%) 2014 *(%) İkamet amaçlı binalar 85 72 Diğer 5 Sanayi binaları ve depolar 4 Ofis 3 Toptan ve perakende ticaret binaları 2 Otel 1 Kullanım Amacı ile Yapı Kullanma İzin Belgeleri 2013 (%) 2014 *(%) İkamet amaçlı binalar 87 70.5 Toptan ve perakende ticaret binaları 5 Sanayi binaları ve depolar 3 Diğer 3 Ofis 2 Otel 1 *Ocak-Haziran 2014 Kaynak: Emlak Konut GYO A.Ş, Gayrimenkul ve Konut Sektörüne Bakış, 2014; TÜİK, Haber Bülteni, Yapı İzin İstatistikleri, Ocak-Haziran, 2014 91 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum % Değişim Ülke % Değişim Ülke Tablo 7: Dünya Konut Fiyatları (2014), Bir önceki döneme göre % değişme Ukrayna (q2) -28.6 İsviçre(q2) 1.5 Hindistan (q1) -7.8 Tayland(q2) 2.3 Slovenya (q1) -7.0 Polonya(q2) 2.3 Rusya (q2) -6.0 Bulgaristan(q2) 2.3 Yunanistan(q2) -5.6 Lüksemburg(q1) 2.5 İtalya(q1) -5.2 Avusturya(q2) 2.6 Singapur (q2) -5.0 Güney Afrika(q2) 2.7 İspanya(q1) -4.1 Kanada(q2) 2.8 Hırvatistan(q2) -2.9 İsveç(q1) 3.4 Kuzey Kıbrıs (q2) -2.5 Almanya(q2) 3.5 Fransa(q1) -2.1 ABD(q2) 3.6 Portekiz (q2) -1.7 Malezya(q1) 4.3 Japonya(q1) -1.6 Litvanya(q3) 4.4 Finlandiya(q2) -1.4 Kolombiya(q1) 4.4 Belçika(q2) -1.1 Letonya(q2) 4.6 Norveç(q2) -0.9 Brezilya(q2) 4.6 Hong Kong(q2) -0.9 Malta(q1) 5.2 Slovakya(q1) -0.9 Çin(q2) 5.6 Meksika(q2) -0,7 İsrail(q1) 6.1 Filipinler(q2) -0.4 Yeni Zelanda(q1) 6.3 Kore(q2) -0.2 Türkiye(q1) 6.7 Hollanda(q2) 0.0 İzlanda(q1) 6.8 Macaristan(q1) 0.1 Avustralya(q2) 7.4 Endonezya(q2) 0.8 Birleşik Krallık(q2) 8.7 Danimarka(q1) 1.2 İrlanda(q2) 9.1 Çek Cumhuriyeti(q1) 1.3 Estonya(q1) 15.9 q1:ilk çeyrek, q2:2.şeyrek, q3:3.çeyrek Kaynak: IMF, The Global Housing Watch, October 2014 92 makale Tablo 8’e göre ülkemizde 2008 itibariyle 427 bin civarındaki konut satış sayısı 2013 yılında 1 milyonun üzerine çıkmıştır. Konut satışlarında ilk sırayı yaklaşık 235 bin ile İstanbul almakta, onu Ankara izlemektedir. İllerdeki konut satışı rakamlarında, gelir düzeyleri yanında, talep koşullarını etkileyen alıcıların sayısı da önemli bir unsurdur. Bu bağlamda, illerdeki hane sayıları ve ortalama hane büyüklüğü göz önünde bulundurulması gereken değişkenler arasındadır. Kaynak: http://emlakkulisi.com şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Tablo 8: Türkiye’de Konut Satışları Rakamları (Konut Satışının En Yüksek ve En Düşük Olduğu Bazı İller) 2008 2012 2013 2014* Hane Sayısı (bin) Ort. Hanehalkı Büyüklüğü Türkiye 427.105 701.621 1.157.190 115.786 19.482 3,8 İstanbul 103.503 167.110 234.789 20.923 3.700 3,6 Ankara 87.087 106.019 137.773 12.615 1.435 3,3 İzmir 26.627 46.429 72.421 7.103 1.213 3,2 Mersin 11.216 18.447 32.393 3.104 450 3,7 Bursa 10.244 24.724 40.894 1.068 743 3,5 Kayseri 10.615 18.581 27.109 2.914 319 3,9 Eskişehir 9.928 19.422 21.292 2.165 257 3,0 Konya 10.102 17.491 27.724 2.889 533 3,8 Gaziantep 8.006 15.963 21.594 2.230 365 4,7 Hakkâri 43 33 138 10 34 7,2 Şırnak 251 76 846 45 56 7,6 Ardahan 26 124 185 12 24 4,3 *Eylül ayı Kaynak: TÜİK, Konut Satış İstatistikleri Sonuç 1990-2000 yılları aralığına göre büyüme hızı yavaşlayan dünya ekonomisinde hizmetler sektörünün ağırlığı devam etmektedir. Dünya GSYİH’sında yüksek gelirli ülkeler ile düşük gelirli ülkeler arasındaki uçurum sürmekle birlikte; Dünya Bankası verilerine göre, son 10 yılda orta gelirli ülkeler GSYİH’laları- nı yaklaşık 4 kat; dünya GSYİH’sındaki paylarını yaklaşık 2 kat artırmayı başarmışlardır. Dünyada 2000-2012 yıllarında sanayi büyüme hızı yıllık ortalama % 2.6 ve imâlat sanayii büyüme hızı % 2.2 olmuştur. Türkiye’de sanayi ve imâlat sanayii büyüme hızı yıllık % 5.2 ile dünya ortalamasının üstünde seyretmiştir. Söz konusu dönemde ülkemizde inşaat sektörünün toplam katma değer içindeki payı ise azalmış ve aynı parametreler bakımından AB-28’in gerisindeki pozis93 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum yonunu sürdürmüştür. Türkiye’de finans dışı ekonomik faaliyetlerce sağlanan istihdamın % 7.6’sının da inşaat sanayiinde gerçekleştiği göze çarpmaktadır. Eurostat verilerine göre AB-27 ülkelerinde inşaat sanayiinde toplam 3 milyonu aşkın girişimin üçte birine İtalya ve Fransa sahiptir. Türkiye’de de 100 binden fazla girişim faaliyet göstermekte olup; bunlardan 42’si dünyanın tepedeki 250 müteahhit firması (ENR, 2014) içine girmiştir. Yapı ruhsatı ve yapı kullanma izni verilerine bakıldığında Türkiye’de inşaat sektöründe ağırlığı ikâmet amaçlı yapıların oluşturduğu anlaşılmaktadır. Ülkemizde 2013 yılı itibariyle yıllık konut satışı sayısı 1 milyonun üstüne çıkmıştır. Konut satış rakamlarında ilk sırayı, diğer illere göre büyük farkla İstanbul almakta, onu Ankara izlemektedir. Elbette illerdeki konut satışı rakamlarında, gelir düzeyleri yanında, talep koşullarını etkileyen alıcıların sayısı da önemli bir unsurdur. Bu bağlamda illerdeki hane sayıları ve ortalama hane büyüklüğü göz önünde bulundurulması gereken bileşenler arasındadır. 94 makale Kaynakça: 1. Emlak Konut GYO A.Ş, Gayrimenkul ve Konut Sektörüne Bakış, 2014 2. ENR, 2014 top 250 http://enr.construction.com/ toplists/top-international-contractors/001-100.asp 28.10.2014 3. Eurostat, Construction Statistics, April 2013 4. IMF, The Global Housing Watch, October 2014 http://www.imf.org/external/research/housing/ 02.11.2014 5. OECD, Factbook 2014 6. OECD, Economic Outlook, 2013 7. TÜİK, Haber Bülteni, Yapı İzin İstatistikleri, Ocak-Haziran, 2014 8. TÜİK, Konut Satış İstatistikleri 9. TÜİK, Yapı İzin İstatikleri 10. IMF, The Global Housing Watch, October 2014 http://www.imf.org/external/research/housing/ 02.11.2014 11. World Bank, World Development Indicators, 2014 12. Yükseler Zafer, Gayri Menkul Sektöründe Gelişmeler ve Olası Sorunlar, TCMB, Ocak 2009. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 95 makale şehir & toplum makale 96 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ VE KÜLTÜR POLİTİKALARINDAKİ DEĞİŞİM İlknur İlhan Yılmaz İstanbul Araştırmacısı Giriş Kültürün bir hizmet unsuru olması çok yakın zamanlara dayanmaktadır. Öyle ki “kültür politikası” halka daha iyi bir hizmet verme arzusu ile ortaya çıkmamış insanların kültür hakkı olduğu gerçekliği üzerine var olmuştur. Nitekim kültür politikası kavramı ilk kez 1960’lı yıllarda Unesco toplantılarında Unesco Genel Müdürü René Maheu tarafından ortaya atılmıştır. Maheu, “kültür politikası” kavramını 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi’nin 27. maddesindeki ‘kültür hakkı’ kavramına dayandırmıştır. Zira her insanın eğitim hakkı ve çalışma hakkı olduğu gibi bir de kültür hakkı vardır. Maheu, bu haktan herkesin yararlanması gerektiğini, seçkinlerin, varlıklı bir azınlığın ya da kültür uzmanlarının tekelinde olamayacağını savunmuştur. İnsanların kültürel haklara sahip olmasının ise devletin kültür politikalarıyla mümkün olabileceğine vurgu yapmıştır. Günümüz dünyasında bu hakkın savunulması, başta kültür bakanlıkları olmak üzere ilgili bakanlıklar ile belediyelerin ve bu konuda sorumluluk üstlenmek zorunda olan üniversite, vakıf, dernek, platform gibi çeşitli ulusal ve uluslararası kuruluşların hizmet alanına girmektedir. Bu hizmetler tek tek söz konusu kurum ve kuruluşlar aracılığıyla yürütülebildiği gibi ortaklaşa da yürütülebilir. Ancak belli alanlarda belli kurum ve kuruluş- 97 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum ların yetki ve sorumluluğu üstlenmesi kaçınılmazdır. Yerel manada kültür politikalarının belirlenmesinde birincil dereceden yetkili ve sorumlu kuruluşlar belediyelerdir. Dolayısıyla belediye yöneticileri ve çalışanları bu yetki ve sorumlulukları yasalar çerçevesinde sonuna kadar kullanmakla yükümlüdür. Bilindiği gibi belediyeler seçimle iş başına gelen kişiler tarafından yönetilir. Bu durum yöneticilerin, mensubu olduğu siyasi partilerin ideolojisini belediye hizmetlerine; dolayısıyla da kültür politikalarına yansıtmalarına neden olmaktadır. Bu ise yerel kültür politikalarının belli aralıklarla değiştirilmesi ile sonuçlanmakta; uzun soluklu kültür politikalarının geliştirilmesini engellemektedir. Dolayısıyla da kaynakların heba edilmesiyle karşı karşıya kalınmaktadır. Bu gerçeklik, yerel yönetimlerin ideolojik yaklaşımlardan çok bölge ya da şehrin yerel özelliklerinden hareketle kalıcı ve ciddi kültür politikaları üretmeleri gerçeğini bir kez daha vurgulamaktadır. 98 makale Bu makalede, İstanbul gibi köklü bir tarihi geçmişi olan ve birçok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapan şehrin günümüze kadar nasıl bir kültür politikasıyla yönetildiği anlatılmak istenmiştir. Ancak konunun genişliği göz önünde tutulduğunda çalışmanın sınırlandırılması gerektiğine karar verilmiş, uygulanan yerel kültür politikaları İstanbul’un büyükşehir belediyesi statüsünü elde ettiği tarihten itibaren değerlendirmeye alınmıştır. Bu çerçevede dönemsel uygulamalara, Kültür A.Ş.’nin kültür politikalarındaki rolüne değinilmiş ve ilgili literatüre bakılarak konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır. Kavramsal Açıdan Kültür ve Kültür Politikası Kavramsal Açıdan Kültür Kültür kavramı çeşitli alanlarda kullanılmasına rağmen sosyal/kültürel antropolojinin konusu olan soyut bir sözcüktür. Amerikalı antropologlar Alfred Kroeber ve Clyde Klukhohn (1952) kültür kavramının 164 farklı tanımını derlemiş ve tartışmışlardır. Bu derlemeyi eleştiren sosyal bilimci Bernand Berelson ise (1964), “eğer bilimsel bir kavramın bu kadar çok tanımı varsa onun artık tanımlanamayacağını kabul etmek gerektiğini” söylemiştir. Sosyal Antropolog Radcliffe Brown, kavramın değilse bile sözcüğün hiç kullanılmamasını önermiştir. Ancak kültür kavramı kullanılmaya devam edilmiştir. Kültür sözcüğü Latincede, Colere, sürmek, ekip-biçmek, Türkçede “ekin” anlamında kullanılmaktadır. Kültür sözcüğü Latince “cultura” kök sözcüğünden gelmektedir. 15. yüzyılın başlarında kavram değişerek İngilizceye “culture” olarak geçmiştir. Kavram, çiftçilik ve doğal büyümenin gözetilmesi manasına gelmektedir (Williams, 2005; s.105.). “Culture” sözcüğü 17. yüzyıla kadar Fransızca’da aynı anlamda kullanılmıştır. İlk kez Voltaire, sözcüğü insan zekâsının (esprit) oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi anlamında tanımlamıştır (Güvenç, 1994; s.96.). 19.yüzyılda “culture” ya da “kültür” kavramı Biritanya ve Almanya’da yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır (Burge, 2008; s.9). Etnolog G. Klemm, (18431852) “İnsanın Genel Kültür Tarihi” şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 isimli eserinde “Cultur” sözcüğünü uygarlık ve kültürel evrim anlamlarında kullanmıştır. Daha sonra kavram buradan İspanyolca, İngilizce ve Slav dillerine geçmiştir (Güvenç, s.96.). da sınıfsal olarak ele alınmalarına göre değişik özellikler göstermektedir. Bu değişik özellikler, kültürü yönetenlerin bakış açılarını da farklılaştırmaktadır (Çeçen, 1985; s.125,126.). Gordon Marshall’ın “Sosyoloji Sözlüğü”nde kültür, sosyal bilimde insanın toplumsal yaşam içinde biyolojik olarak ya da yaygın kullanımıyla sadece sanat değil, toplumsal araçlarla aktarılıp iletilen her şeyi ifade eden, insanların simgelere dayalı ve öğrenilmiş yönlerini anlatan genel bir kavram olduğu ifade edilmiştir (Gordon Marshall Sosyoloji Sözlüğü, 1999, s.442.). Hıfzı Topuz ise kültür politikalarına daha geniş bir çerçeve çizer. Ona göre kültür politikası, otoriter rejimlerdeki güdümlü kültür politikaları ile sınırlı tutulmamalıdır. Kültür politikası daha geniş, özgürlükçü ve demokratiktir. Diğer bir ifadeyle kültür politikaları devletin tekelinde olmadığı gibi devletin, kültürlere yön vermesi ve kültür alanında yasaklar ve zorunluluklar getirmesi de değildir. Hıfzı Topuz kültür politikasını şöyle tanımlanmıştır (Topuz,1998, s.7.): Günümüz dünyasında toplumları birbirinden ayırt eden ve onları tanımlayan tek kavram kültürdür. Artık gelişmiş toplumlar söz konusu olduğundan saf bir ırk bulmak olanaksızdır. Bir kültürün işlevi, topluma bir yaşama şeması veya yaşama deseni sağlamaktır (Köktaş, 1996; s.458.). Kavramsal Açıdan Kültür Politikası Politika, tüm insanlık yararına olan bir toplum düzeni kurma amacındadır. Buna göre kültür ve politika birbirine yakın olan kavramlardır. Demokratik rejimlerde seçimle iş başına gelen, diğer bir ifade ile politikayı yürüten yönetici iktidara geldiği anda ister istemez kendi kesiminin istekleri doğrultusunda adımlar atacaktır. Dolayısıyla ona göre kültürel programlar hazırlayıp yönetecektir. Nitekim başa gelen her iktidarın kültüre ilişkin politikalarında değişimler söz konusu olacaktır. Kültür politikaları kültürün küresel, milli ya Bir ülkede kültürlerin ve kültür varlıklarının korunması ve geliştirilmesi için kültürle ilgilenen devlet kuruluşlarının, bakanlıkların, yerel yönetimlerin, sivil toplum örgütlerinin, vakıfların, derneklerin, üniversitelerin kültür alanlarında izledikleri politikalara denir. Bu tanıma göre kültür politikası halkın kültürel yaşama katılabilmesi için yapılan uygulamaların bütünü olmasının yanında, toplumdaki her kişinin yaratıcılığını ortaya koyması ve geliştirmesi için alınan önlemler, kurulan örgütler ve sağlanan bir takım kolaylıkların tamamıdır denilebilir (Topuz, s.7,8.) 99 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Politikalarındaki Değişim 1984 yılında çıkarılan 3030 Sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu ile İstanbul Büyükşehir yapılmıştır. İlk İBB Başkanı Bedrettin Dalan olmuştur. Dalan dönemi daha çok yıkım faaliyetleri ve kentsel müdahalelerle geçmiştir. Kültürel hizmetler bu anlamda geri plana atılmıştır. Boğaziçi’nin imara açılması, Tarlabaşı yıkımları, Gökkafes inşası gibi uygulamalar sürekli tartışma konusu olmuştur (Ekinci, 1994;s.75.). Dönemin söylemlerine göre tarihi ve kültürel miras için korumacılık politikası amaçlanmıştır (İBB 1987 Faaliyet Raporu, 1988.). Fakat tek başına dini mabet olarak kullanılan cami gibi yapılar korunurken, gökdelen gibi çok katlı devasa yapıların yanında sönük kalmış, bu ikinci plana atılma durumu gökdelen tartışmalarını artırmıştır. 100 makale Sözen dönemine gelindiğinde yazılı bir kültür politikasının varlığından söz etmek mümkündür. Sözen, göreve geldiği ilk yıl çıkan faaliyet raporuna göre sosyal demokrat bir dünya görüşü çerçevesinde demokratik ve katılımcı bir kültür politikasının belirlenmesi dikkat çekmektedir. Kültür, dönemin politikalarına girmiş olmakla birlikte Kültür A.Ş.’nin kurulması bu dönemin eseridir. Kadın Eserleri Müzesi’nin kurulması yine bu döneme aittir (İBB 1989 Faaliyet Raporu, 1990; s.34.). Sözen dönemi çeşitli kültürel uygulamalara yer vermiş olsa da dönemin kötü olaylarının başında yer alan İSKİ ve şehrin temizliği gibi sorunlar Sözen’e seçimi kaybettirmiş ve dönemin kapanmasına sebep olmuştur. Resim: Kadın Eserleri Kütüphanesi Kaynak: http://ibb.fotografika.com.tr/resimler/kadin_eserleri_ara.jpg Erdoğan’ın belediye başkanlığı yaptığı dönemde ise kültür politikaları dikkat çekmeye ve hissedilir şekilde değişmeye başlamıştır. Bu dönemin kültür politikaları sivilleşmeden, demokratikleşmeden ve çok seslilikten yana bir kültür ortamı oluşturmayı amaç edinmiştir (Basında Kültür-Sanat 1994-1995.). Dönemin kültürel anlayışı, geleneklere bağlı ancak modern zamanların gereklerine de uygun, yenilikçi bir anlayışı hâkim kılmaya çalışmıştır. Erdoğan döneminde öne çıkan kültürel hizmetler daha ziyade uluslararası niteliğe sahip faaliyetlerdir. Dönemin amaçları arasında İstanbul kültürünü önce İstanbullular’a sonra dünyaya tanıtmak vardır. Ayrıca İstanbul’u Türk ve İslam dünyasının buluştuğu, kaynaştığı bir kültür merkezi haline getirmek, belediyenin kültür politikası amaçları arasında yer almıştır (İstanbul Şehir ve Belediye, s.125.). Bu bakımdan Erdoğan döneminin Türk ve İslam Kültürü’nün birleştirilmesi çerçevesinde bir kültür politikasını esas aldığı iddia edilebilir. Bu dönemde önceki dönemlerin batı kültürünü önceleyen etkisi azalmış, Türk ve İslam dünyası ile ŞeHiR & tOPlUm Cilt:1, SaYI:1, aRalIk 2014 olan ilişkiler dönemin belirleyici unsuru olmuştur (İBB 1997 Faaliyet Raporu, s.194-196.). Bununla birlikte batı kültürü ile olan sıcaklık da muhafaza edilmiş, doğu ve batı kültürlerini birleştiren organizasyonlara da yer verilmiştir. Söz gelimi CRR’de yapılan mehter-caz organizasyonu dönemin kültür politikasını yansıtması bakımından önemli bir örnektir (Basında Kültür-Sanat 1994-1995.). Grafik 1: 1985-1912 İBB Şehir Tiyatroları’nda Sahnelenen Oyunlar Gürtuna dönemi ise kültürel anlamda İstanbul’u batı ve doğu kültürleri arasında bir köprü olarak görmüştür. Gürtuna’nın kültürel anlamda en önemli projelerinden biri “Kentim İstanbul” projesidir. Söz konusu proje ile İstanbullular’a aidiyet duygusu kazandırmayı amaç edinmiştir (Bir İstanbul Sevdası, s.81.). İstanbul’un, dolayısıyla da İstanbul’a ait kültürel değerlerin tanıtılması bağlamında etkinliklerin yoğunlaştığı bu dönem bir tanıtım dönemi olarak değerlendirilebilir. İstanbul şuralarının düzenlenerek sivil toplum kuruluşları, uzmanlar ve akademisyenlerin İstanbul’un sorunlarıyla ilgilenmelerinin sağlandığı (İBB 1999 Yılı Faaliyet Raporu, s.199.) Gürtuna dönemi, kültürel etkinlikler bakımından bir önceki dönemin devamı niteliğindedir. Kaynak: http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Dramuturgi.aspx (Erişim: 15.06.2013) 1∗ İBB Şehir Tiyatroları’nda oynanan oyunları gösteren aşağıdaki grafik kültür politikalarının dönemlere yansımasını göstermesi bakımından anlamlıdır. Grafik 1’e göre şehir tiyatrolarında sergilenen oyunlarda genel bir artış söz konusudur. Dalan ve Sözen dönemlerinde yerli ve çevri oyunları birbirine yakınken, Erdoğan döneminde yerli oyunlara ağırlık verilmiştir. Erdoğan döneminde çeviri oyunlarında düşüş yaşanırken, çocuk oyunlarında artış gözlemlenmiştir. Erdoğan dönemi ile başlayan siyasi ideolojideki değişiklik şehir tiyatroları üzerinden özellikle yerli oyunlara ağırlık verilmesi ile milli kültür vurgusunun yapıldığını söylemek mümkündür. Gürtuna döneminde azalan çeviri oyunlar Topbaş döneminde yerli oyunlara yakın hale gelmiştir. Topbaş döneminde kültürel hizmetlerin arttığını, hatta diğer dönemlere göre zirvede olduğunu iddia etmek mümkündür. Örneğin, 2007 yılında gerçekleştirilen 2.632 etkinlik sayısı giderek ivme kazanmış, 2011 yılında 3.868’e çıkmıştır. Dönemin kültür politikası çoğulculuk ve çeşitlilik anlayışı içinde 1* Tablo 3 kaynaktaki verilere göre yapılmıştır. Tabloya bakıldığında Dalan 5 yıl, Sözen 5 yıl, Erdoğan 4 yıl, Gürtuna 6 yıl ve Topbaş 9 yıl görev yapmıştır. 101 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum geleneksel ve çağdaş kültürü tanıtmayı ve yaşatmayı, farklı kültürleri tanıyıp İstanbul’un kültür hayatına sunmaktır. Buna göre İBB’nin kültür politikasının temelinde, geleneksel kültürü yaşatmanın yanında yeni kültürlere de açık olarak belediye sınırları içinde yaşayan halkın kültür ihtiyacını karşılamak vardır (Topbaş, 2008; s.7.). Topbaş döneminin kültürel anlamdaki en önemli uygulaması İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilmesidir. İstanbul’un kültür başkenti olarak seçilmesi hem kültürel etkinlikler bakımından hem de turizm açısından önemlidir. Kültürün, Avrupa Kültür Başkentliği sayesinde bir sektör ve strateji alanı olarak karşımıza çıkmaktadır (Bilgili, (drl.) Ünsal, 2011, s.20-21.). Buna göre 2010 Avrupa Kültür Başkentliği, 2012 Avrupa Spor Başkentliği, İstanbul-Gyeongju Dünya Kültür Expo 2013 deneyimleri ile birlikte İstanbul küresel arenada yoğun kültürel birikimi ile kültür endüstrisinde yer edinmiştir. 102 makale Kaynak: http://gcube.milliyet.com.tr/Detail/2010/04/15/bu-fotograf-181-ulkeye-gonderildi-rainer-stratmann-istanbul-1170530.jpg Günümüzde yazılı bir kültür politikası oluşturmak ve bu politika çerçevesinde etkinlikleri gerçekleştirmek belediyelerde az rastlanır bir uygulamadır. Çünkü küresel ortamda kültür bazı belediyelerce henüz öncelikli hizmet alanına girememiştir. Bununla birlikte kültürün öncelikli hizmet alanı olan İBB, açtığı kültür merkezlerinin etkin ve verimlilik konusunda yeterli olduğu söylenemez. Ayrıca açılan kültür merkezlerindeki etkinlikler bulunduğu semtin sakinlerine hitap etmesi konusunda eksiklikler vardır. Resim: Haliç Kongre Merkezi şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 İBB Kültür Politikalarında Kültür A.Ş.’nin Rolü İBB’nin kültürle ilgili faaliyetlerinde büyük paya sahip olan Kültür A.Ş. 1989 yılında kurulmuştur (Aksoy ve Enlil, 2010; s. 46-49.). Amaç, İBB bünyesinde, İstanbul’un ulusal ve uluslararası alanda tanıtımını sağlamak, kültürü çeşitli etkinliklerle bilinir hale getirmektir. (Satan, 2012; s.149.). Kültür A.Ş. Sözen döneminin kültürle ilgili uygulaması olarak literatüre girse de önemli faaliyetlerini yakın dönemlerde gerçekleştirmiştir diyebiliriz. Kültür A.Ş. belediyeye bağlı, bazı kültür merkezlerinden ve tarihi yerlerden sorumludur. İBB’nin kültürle ilgili alt yapısı, kültür merkezlerinden, kütüphanelerden, konser salonlarından, tiyatro sahnelerinden, galerilerden, müzelerden, kongre ve etkinlik alanlarından oluşmaktadır (Aksoy ve Enlil, 2010; s. 46-49.). Sözen döneminde kurulan Kültür A.Ş. İBB’nin kültür alanında etkin olduğu yıllarda ön planda bir şirket olmuştur. Topbaş döneminin Kültür A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan, eski Kültür A.Ş.’nin uygulama alanları olarak sadece CRR ve birkaç kültür merkezi olduğunu daha sonra müzelerin eklenmesiyle kültüre mekânlarda 30’a varıldığını söylemiştir. Miniatürk, Yerebatan Sarnıcı, Panorama 1453 Tarih Müzesi, Türk Dünyası Kültür Mahallesi, Kristal İstanbul Müzesi, Zafer Müzesi açılan müzelerden bazılarıdır. Kültür A.Ş. son dönemlerde yayıncılık hizmeti de vermeye başlamış, İstanbul temalı yayınlar üreten bir kamu yayıncısı olmuştur. Bayhan, ‘bürokrasinin, kültür ve sanatın hızına yetişemediğinden Kültür A.Ş. bir özel sektör anlayışıyla hareket etmektedir. Şirketin amacının para kazanmak değil, İstanbul kültürüne katkı sağlamaktır’ demiştir. Kültür A.Ş. bu dönemde gelirlerinde her yıl % 20’ye yakın artışla finansal olarak beş kat, etkinlik ve proje bazında ise on dört kat büyümüştür. Öyle ki Topbaş döneminde yakın zamanda müze olan Panorama 1453 Tarih Müzesi, 1 milyonun üzerinde ziyaretçi bulundurmuştur. Resim: Panorama 1453 Müzesi Bayhan, amaç olarak İstanbul’u kente gelen herkesin her metrekarede bir kültür etkinliğiyle karşılaşacağı bir kent yapmak olduğunu söylemiştir. Dünyadaki beş güç olan; askeri güç, ekonomik güç, diplomatik güç, politik güç ve kültürel güç sıralamasında gerçekte belki otuz beşinci güç olan kültürün birinci sıraya alınması İstanbul’un marka şehir olması Kültür A.Ş. tarafından önemli bir hedef olarak belirtilmiştir (Bayhan, drl. Ünsal, 2011; s. 32-35.) Uluslararası prestij ödüllerinde Kültür A.Ş. “Uygarlık Beşiği İstanbul” kitap projesi ile İslam Başkentleri ve Kentleri 103 makale ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Teşkilatı (OICC) Kent Ödülleri Yarışması’nda birincilik ödülü almıştır. Aynı zamanda Kültür A.Ş. turizm alanındaki çalışmaları ile Editorial Office ve Ticaret Liderleri Kulübü’nden “Yeni Milenyum Ödülü”nü almıştır (İBB, Büyük Değişim Dokuz Yıldır Devam Ediyor, s.300) Sonuç Günümüz belediyecilik anlayışında sadece yol, alt yapı, ulaşım, emlak gibi hizmetlerin dışında kültürel hizmetlere de büyük önem verilmektedir. Öyle ki İBB’nin vizyonunda yer alan İstanbul’u sürdürülebilir bir dünya kenti yapmak amacı doğrultusunda İstanbul’u finans, teknoloji, bilgi üretimi ve bunların yanında kültür, turizm ve kongre aktiviteleri için bir cazibe merkezi haline getirilmesine yönelik her türlü katkının sağlanmasına çalışılmaktadır. İstanbul tarihi kültürel mirası ve jeopolitik konumu ile özellikli bir alana sahiptir. Kozmopolit yapısı, belediyelerin kültür politikalarına da yansımıştır. Her dönemin kültür politikalarında yerel ve küresel kültür kavramları mevcuttur. Nitekim İBB, İstanbul’un küresel konumunun farkında ve uygulamalara yansıtmaktadır. Kaynakça 1. Aksoy, Asu ve Zeynep Enlil, Kültür Ekonomisi Envanteri İstanbul 2010, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, 2011. 2. Bayhan, Nevzat. “İstanbul’u Marka Yapan da Yapacak Olan da Kültür ve Sanattır”. İstanbul Kültür ve Sanat Sektörü içinde., Deniz Ünsal (drl.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, ss.32-44. 3. Burge, Peter. Kültür Tarihi. Mete Tunçay (çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008. 4. Bilgili, Ahmet Emre, “İstanbul Tartışmasız Bir Kültür Başkentidir”. İstanbul Kültür ve Sanat Sektörü içinde, Deniz Ünsal (drl.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, ss.17-21. 5. Çeçen, Anıl. Kültür ve Politika, 2. Basım, Ankara: Gündoğan Yayınları, 1996. 6. Güvenç, Bozkurt. İnsan ve Kültür, 6. Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994. 7. Gordon Marshall Sosyoloji Sözlüğü. “Kültür”, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1999. 8. Ekinci, Oktay. İstanbul’u Sarsan On Yıl 1983-1993. İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1994. 9. Köktaş, M. Emin. “Sosyolojik Açıdan Eğitim ve Kültür Aktarımı”, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara, S.7, 1996, ss.458-461. 10. Özyol, İdris.“Mehter-Caz Konseri” Y.Yüzyıl. 3 Haziran 1995, Aktaran: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı, Basında Kültür-Sanat 1994-1995, İstanbul, 1995, s. yok. 11. Satan, Ali. İstanbul’un 100 Yılı. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları. 2012. 12. Topbaş, Kadir. “Yeni Ufuklara Doğru,”. 40. Yıl Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı 2004-2008. İstanbul: İBB, 2008. 13. Topuz, Hıfzı. Dünya’da ve Türkiye’de Kültür Politikaları, İstanbul: Adam Yayınları, 1998. 14. Williams, Raymond. Anahtar Sözcükler Kültür ve Toplumun Sözvarlığı. Savaş Kılıç (çev.). İstanbul: İletişim Yayınları, 2005. 104 makale 15. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Araştırma Müdürlüğü. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1987 Faaliyet Raporu. İstanbul, 1988. 16. İBB 1989 Faaliyet Raporu, İBB Yayını, 1990. 17. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 1997 Faaliyet Raporu ve Tanıtım Kitabı. 18. İBB 1999 Yılı Faaliyet Raporu ve Tanıtım Kitabı. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 19. Bir İstanbul Sevdası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2003. C.2. 20. İBB, Büyük Değişim Dokuz Yıldır Devam Ediyor!. 21. İstanbul Şehir ve Belediye, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı Yayınları, 1996. 22. http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/trTR/Sayfalar/Dramuturgi.aspx 105 makale şehir & toplum konu & konuk ISSN: 7897678343213 ŞeHiR & tOPlUm Cilt:1, SaYI:1, aRalIk 2014 Ahmed Güner Sayar’la İstanbul Üzerine Bir Söyleşi: YaŞadIĞIm iStaNBUl: FetHi Ve FatiH’i aNlamak iStaNBUl’U kORUmak Röportaj: Nail Yılmaz İstanbul’un fethinin önemi ve Müslüman-Türk kültüründeki yeri nedir? Ahmed Güner Sayar*: Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u 29 Mayıs 1453’de fethediyor. Fetih sonrasında, bugünkü suriçi İstanbul’unu kabil olduğu kadar kısa bir zamanda bir Müslüman-Türk şehri haline getirmek istiyor. İşe önce mezarlıklardan başlıyor. Zira mezarlıklar, bir ülkenin tapu senedidir. İstanbul, Salı günü fethediliyor ama sokak aralarındaki çarpışma, Cuma gününe değin devam ediyor. Bu çarpışmalarda askerlerimiz şehit oluyor. Durumdan Fatih Sultan Mehmed haberdar ediliyor. ‘Askerlerimiz şehit oluyor, ne yapalım?’ diye Sultan’a sorduklarında, Sultan, şehit oldukları mahalle defnedin 1 ∗ Prof.Dr. Beykent Üniversitesi Öğretim Üyesi. diye emir veriyor. Bunun anlamı şu; şehri kısa bir zaman zarfında Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak istiyor. Fetihle birlikte Türkler, İstanbul’u bir mezbele halinde buldular. Biten Bizans’tan birkaç tarihi mabet dışında şehir, harap ve sefil bir hâlde idi. ’Nimel-ceyş’ denilen İstanbul’un bu kutlu askerlerini kabirlerinden bugüne kalanlar, sokak aralarında, 1453’den beri, bir Türk mührü olarak duruyorlar. Ayrıca, yapılan düz damlı bodur minareli mescitler, camiler, namazgâh, hamam, sebil ve çeşmeler yanında Türk zevkini yansıtan evler inşa ediliyor. Birkaç balıkçı Rum köyü bulunan Boğaziçi, zarif yalıları, sahilhaneleri ve bey ve paşa konaklarıyla Türkleşiyor. Bu meyanda, Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif yerlerinden insanları merkezî İstanbul’da iskân ediliyor. Buna dönemin eğitim kurumu medre- 107 kONU & kONUk ISSN: 7897678343213 şehir & toplum seleri de ilâve etmeliyiz. Mesela, Niğde Aksaray’dan, ya da Samsun Çarşamba’dan gelenler, iskân olundukları mahallere, geldikleri beldenin ismini veriyor. Netice itibariyle, İstanbul’un tarihi yarımadası, kısa diyebileceğimiz bir sürede, 20 ilâ 30 yıl arasında, yeni fizyonomik çizgileriyle bir Müslüman-Türk şehri görünümünü kazanıyor, Fatih Sultan Mehmed, bunu öyle bir şehirde gerçekleştiriyor ki, orası en az on asırlık bir Bizans şehridir. Onlar, 10 asırdır İstanbul’da kalmıştır. Bizans’tan bu şehri işgal etmek kolay olabilirdi, ama zapt etmek zor olacaktı. Bazen şehir işgal edilir, ancak güçlü kültür birikimin yoksa işgal ettiğin yerde esir olursun. İstanbul’a güçlü Bizans damgasını vurmuş müthiş bir kültürün izlerini taşıyan, temel dini abidelerini koruyaraktan, Fatih Sultan Mehmed, bu muhteşem projeyi gerçekleştiriyor. Akan zamanda İstanbul, kazandığı bu ruhanî çizgilerini devam ettirerek, Müslüman bir şehir olmaya devam ediyor, ruhaniyetini bir asırdan ötekine muhafaza ediyor. 108 KONU & KONUK Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethiyle iki mühim işlevi, -irrasyonel ve rasyonel unsurların birlikteliği açısındanyerine getiriyor. Önce şehre kudsiyetini kazandıran Hz. Peygamber’in hadisini gerçekleştiriyor. İkincisi, şehre maddi bir görünüm kazandırırken Bizans kültürünün karşısına Türk kültürünü getiriyor. Yapılan mimari eserler ve diğer imar hareketlerinin yanında bu şehre iskân ettiği insanlar, onlara eğitimi ve sağlık hizmetleri vermek için açılan medrese ve şifahanelerle, buradaki Türk insanını İstanbullu [şehrî] yapıyor. Esasen, Sultan’ın vakfiyesinde yer alan şu beyit, yaptığımız değerlendirmelerin özlü bir hülasasıdır: “Hüner şehri bünyâd eylemektir Reaya kalbin abâd eylemektir” Türkler’in, Anadolu’ya girişleri ile birlikte, istikbâle matuf devlet programlarında, ilk sırada olmasa bile, mutlaka İstanbul’un fethi vardı. Nitekim 1071’de Anadolu’ya geçişin gerçekleşmesinden on yıl sonra, 1081’de Üsküdar’a ulaşılıyor. Üsküdar’dan İstanbul’a baktığında, Hz. Peygamber’in – ‘İstanbul mutlaka feth olunacaktır’ – hadisi, Türklerin bu programını yönlendiriyor. Üsküdar’dan surlarla çevrili İstanbul’a bakarlar ve geri dönerler. İstanbul’un kutsiyeti, bu hadiste gizlidir. Önce 1352’de, Üsküdar alınır. Ancak Fetih, bu tarihten dolu bir asır sonra, 1453’de müyesser oluyor. Bu tarihten sonra, bu şehre has ruhaniyetin kazandırılmasının ardında, Hz. Muhammed’in bu hadisine ittiba edilmesi söz konusudur. Dolayısıyla, bugünden düne baktığımızda, tarihi Suriçi yerinde duruyor, ancak, 1910’lar itibariyle başlayan, önce tedrici bir yıkım sürecini, kör kazma ve dehşetengiz yangınlarla İstanbul kan kaybetse de, büyüsünü korudu ve o ruhnüvaz görünümü ile Cumhuriyetli yıllara ulaştı. Ben, doğma büyüme o tarihi yarımadanın çocuğuyum. Fatih’te Hırka-i Şerif’te, yani Müslüman bir muhitte hayatım geçti. Çevrem tarih kokan eserlerle dolu idi. Akseki Mescidi (1453), Hırka-ı Şerif Camii (1851), Eski Ali Paşa ya da Mesih Paşa Camii (1585). Çeşmeler, eski yazılı mezarlar vd. İstanbul’un hemen her semtinde bu çizgiler vardı. Ne var ki, iktisadi ihtiyaçlara cevap veriyorum, o nedenle yol açıyorum diye mescitleri, ‘nimel ceyş’ mezarlarını yıkıp, o tarihi yapı taşlarının şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 yerini, gündelik ihtiyacı gideren yapılaşma ile kapatacak olursanız, bu şehre mührünü vurmuş olan Türk-Müslüman kimliğinizi kaybedersiniz. Zira yıkımlarla, bize İstanbul’un ulûhiyetini ikram eden ecdadın bu toprakta hayatlarıyla yarattıkları eserlerin hatırası ile birlikte, mesela, yıkılmış bir mescitte, ismini dahi bilmediğimiz bir sanatkârın elinden çıkmış bir minberin veya mihrabın da yok oluşu ile gerçekte yok edilen İstanbulluluktur. Sivil yapılaşma ile kötü bir popülizmin esiri olan beledî yönetim de İstanbul’a zarar verdi. Neyi kaybettiğimize dikkat etmemiz lazım. Kazanç hırsının yarattığı ‘ahistoric’ iktisadi hedonizm, ‘historic’ İstanbul’u bu hâle getiren baş düşmanımızdır. Ulûhiyeti olan İstanbul’u, taş yığını haline getiren bu düşmanı, önce içimizde aramamız gerekiyor. Eğer inanıyorsanız, Hz. Peygamber’in hadisine sarılmak ve o hadise uygun olarak işler görmüş insanların mirasına halel getirmemek için Suriçi İstanbul’a tarih ve çevre şuurunu sahiplenmiş yöneticilerin dikkat ve özenine ihtiyacımız vardır. Hocam, sizin bildiğiniz İstanbul’da planlama ya da yıkımlar ne zaman başladı? 1910’lar itibariyle, Şehremini olan Cemil Topuzlu Paşa zamanında, imar faaliyetleri adı altında tarihi noktalara dokunulmaya geçildi. O dönemde, İmparatorluk coğrafyasında tek bir şehir var, o da İstanbul. Sur içerisinde başka bir şehir yok çünkü. Kubbelerin kesimi de bu zamanlarda yapılmış, Türk mührü kesilmiştir. İstanbul, bu yıkım faaliyetlerinin en şedidini, Demokrat Parti iktidarı döneminde yaşamıştır. 60 kadar mescit yanında, daha sayısını bilmediğimiz mezar taşlarından tutun, namazgâhlara kadar ecdat yadigârı eserler helâk edilmiştir Bu gerçeği pek bilen yoktur. Kaynak: http://www.turkishny.com/photogallery/history/stanbulu-ykarak-tarihe-gecenler#2785-0000386039 Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in söylemlerine baktığınız zaman, İstanbul’un Ankara’nın yanında üvey evlat muamelesi gördüğünü, İstanbul’un ihmal edildiğini, İstanbul üzerine planlamaların yapılmadığını söylediğini görürsünüz. Menderes’in bu yıkım icraatı karşısında üç kişi ona isyan etmiştir. Bunlardan birincisi, Yahya Kemal Beyatlı’dır. “Yıkıyorsun. Yıksana Süleymaniye’yi” demiştir. İkincisi, Osmanlı Mimari Tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi. Üçüncüsü ise Süheyl Ünver’dir. Süheyl Bey ise şöyle demiştir; 109 KONU & KONUK ISSN: 7897678343213 şehir & toplum “Evet, Süleymaniye’ye, Sultanahmed’e, Nuruosmaniye’ye, Ayasofya’ya, Fatih’e dokunmuyorsun, bunlar selâtin camiiler. Bunlar, bir ordunun komutanları. Askerler nerede?” Erler olmadan komutanlar bir şey yapamaz.” 110 KONU & KONUK Demokrat Parti’nin başına gelenler ve halâ siyaseten bir parti olarak toparlanamaması, işte bu yüzdendir. Diyeceğim şu ki, yöneticiler, hususiyle Fatih kazasının idarecilerinin çok dikkatli olmaları gerekiyor. Ama bu yol açma hevesiyle yapılanların hepsi de, İstanbul’u ihya etme uğruna yapılmıştır, ne yazık ki. Ama şehrin tarihi köşe taşları muhafaza ederek bunların yapılması gerekirdi. Ben çocukluğumdan kaç tane mescidin, yıkıldığını hatırlıyorum. Ne hazin hikâyedir, bir bilseniz. Allah gani gani rahmet eylesin. Süheyl Ünver, her yıkılan tarihi eseri resmetmiş ve defterler hazırlamıştır. Hatta kendisi anlatmıştı; bir keresinde yıkımın başlamasını geciktiriyor. Bekletiyor ve o arada yıkılacak mescidin sulu boya resmini yapıyor. Yıkıcılar, Süheyl Hoca’yı resmini tamamlayana değin bekliyorlar. Yıkılan mescitlere ilişkin Hoca’nın yaptığı her resim bugün belgesel kıymeti olan resimlerdir. Bu resimler, daha sonrada, Recep Tayyip Erdoğan’ın Büyükşehir Başkanlığı döneminde yayımlanan bir albümde, “Benim Sevdiğim İstanbul” adı altında 240 tane sulu boya resim içinde yayınlanmıştır. O resimlere baktığınız zaman, şimdi o camilerden, tarihi eserlerden bazılarının yerlerinde yeller esiyor. Eğer yola gidip yıkılmamışsa, İstanbul’u fetheden o kutlu askerlerin mezarlarının bir kısmı, halk arasında çaput bağlanarak, ya da o mezarlara, ‘uludur, çarpar’ korkusuyla bakıldığı için yıkıcıların kör kazmasından korunmuştur. Yoksa bu ekonomik beklentiler arasında çok fazla tutunamaz ve onlar da kaybolup giderdi. İşte, İstanbul’un hazin tarihi, macerası budur. Bu hikâye, 1910’larla birlikte, Cemil Topuzlu’nun imar hareketleri ile başladı, daha sonra, Cumhuriyet döneminde harf inkılabıyla birlikte, tedrici bir süreç içerisinde devam etti. O eski yazılı kitabelerin bazılarının, ya üstü kapatıldı, ya da imha edildi. Mesela, İstanbul Üniversitesi’nin taç kapısının üzerinde T.C. ibaresi yer alıyordu. O ibarenin altında, Sultan Abdülaziz’in tuğrası vardı. O şimdi, yeniden gün yüzüne çıkartıldı. Aynı şekilde orası, kuruluşu itibariyle, Osmanlı Genel Kurmay binası, Daire-i Umur-u Askeriyye idi. Süheyl Ünver ve Sabri Ülgener kaynaklı olduğu için anlatıyorum bunları. 1933 senesinde, orası Darülfünûn’dan üniversiteye geçiş sürecinde, İstanbul Üniversitesi’ne veriliyor, binalar ve o muhteşem alan. Taç kapının her iki yanında, Fetih Suresi’nin ilk ayetleri yazılıdır. Hattatı ise Mehmed Şefik Bey’dir. Taç kapıdan içeri girişte ve dışarı çıkış- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 ta, bu enfes yazıları görürsünüz. Hat ve hattattan anlayan dönemin Darülfünûn Reisi İsmail Hakkı Baltacıoğlu, bu yazıların yerlerinden alınmasına, dolayısıyla imhasına mâni olabilmek düşüncesiyle, üzerlerinin mermerle kapatılmasını sağlıyor. 1950’lere doğru, Süheyl Ünver Bey, daha sonraki rektörlerden Sıddık Sami Onar’dan rica ederek bu mermerlerin kaldırılmasını gerçekleştiriyor. Bir tek, tuğranın üzerini kaplayan mermere dokunulmuyor. O da, yakın bir tarihte kaldırıldı. Henry Prost var mesela, İstanbul’un planlanmasında yer alıyor. Büyükşehir Belediyesi’nde danışmanlık yapıyor. Millet Caddesi, Vatan Caddesi, Kennedy Caddesi gibi büyük caddelerin planlanması bu dönemde yapılmış. Avrupa’dan getirilen başka mimarlar da burada yer alıyor Ancak 1950’lerden sonra Demokrat Parti döneminde yerli mimarinin geliştirilmesi adına, belki de Türkleştirme-Müslümanlaştırma düşüncesiyle bir komisyon kuruluyor. Bu komisyonda bizden de çeşitli mimarlar yer alıyor. Ancak hazin olan şudur ki, bu komisyonun yaptığı ve uyguladığı birçok planda da tarihi eserlere dikkat edilmemiştir. İstan- bul’u yeniden dizayn ederken, ihya etme yerine, hazin sonunu hazırlamışlardır. Henry Prost belki bizim ruhumuzu, tarihimizi anlayamamıştır, ama estetiğe dikkat etmiştir. Tasarımında estetik kaygıları öne çıkarmıştır. Ancak bizim insanımız dediğimiz, daha hassas olması gereken kişiler, bu binalara, tarihimizin ve kültürümüzün anıt yapılarına gereken değeri vermemişler gibi gözüküyor. Bu hususta ne dersiniz? Benim düşünceme göre bu, Demokrat Parti’nin hatası; İstanbul’u sadece Suriçi’nden ibaret saymasından kaynaklanıyordu. Kentleşmeyi, nüfusu, sanayileşmeyi, hesap edemediler. İstanbul artık bir çekim merkezi durumuna geldi. Üretim ve istihdamla, sanayileşmesi, sermaye birikimi ve para kazanması, eğitim kurumları, turizmi, sağlık turizmi, tarihi, kültür ve medeniyetiyle mühim bir çekim merkezi haline gelmiştir. İstanbul’un yeniden imar edilmesi aşamasında yapılan planlar, bu bağlamda, dikkatsizce olmuştur. Değerlerimize dikkat edilmemiştir. Artık o tarihi eserler, kültürümüzü yansıtan nadide yapılar, bizim tarihimizi artık bir bütün olarak yansıtmaktan uzak kalıyor. Onları geri getiremeyiz. Onlar ilk ve son 111 KONU & KONUK ISSN: 7897678343213 şehir & toplum numunelerdi. Yalan söylemeyen bu eserlerdeki taşlar, tarihî esintiyi sunarken, zamanda sürekliliği de gerçekleştiriyorlardı. Benim ilkokul öğrenciliğim sırasında, Beşiktaş’ta, Mimar Sinan’ın yaptığı Sinan Paşa Hamamı vardı, şimdi yok. 1960 öncesi bir tarihte, yol açıyorum diye, bu hamam yıkıldı. Hâlbuki tarihi yarımadadaki mevcut ecdat yadigârı eserler, sizi bir an içinde geçmiş zamanlara hicret ettiriyor. Vefa’da, Molla Hüsrev Camii ile Ekmekçizâde Ahmed Paşa Medresesi’nin bulunduğu sokakta ilk on – oniki metre, 1453’den bu güne değişmediğini rahmetli Süheyl Ünver Hocamız, yaptığımız İstanbul gezilerinden birinde anlatmıştı. 112 KONU & KONUK Demokrat Parti döneminde yapılan planlamalar, maalesef Türk-İslam görünümünü ortadan kaldırdı. Hem de dünya kültür mirası diyebileceğimiz Bizans ve Roma kalıntıları da yok edildi. İstanbul merkezli konuştuğumuzda 90 senelik Cumhuriyet tarihinin dini mimarisi yoktur diyebiliriz. Bizatihi dönemsel olarak düşündüğümüzde dönemi ve Atatürk ve İnönü dönemlerinde, İstanbul’a dair bir planlama yapılmamıştır. Atatürk İstanbul’a küstü ve bu yüzden İstanbul’a yıllarca gelmemişti. Bu dönemlerde, İstanbul’da estetik değeri olan eserler gün yüzüne çıkmamıştır. Daha sonra görüldü ki, alınan bazı kanuni tedbirlerle, maddi-ekonomik yapılaşma, şehre kimlik veren özgün eserleri yıkmasa bile, onları gölgede bırakabiliyor. Mesela, Ataşehir’de Mimar Sinan Camisi var. Camii güzel, estetik bir hüviyete sahip olduğu söylenebilir. Ancak arkasında 80 katlı bir rezidans var. Dolayısıyla bu devasa yapı, camiinin nefes almasını engelliyor, ruhaniyetini, klasik üslubu çağrıştıran estetik hüviyetini yok ediyor. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Sivil mimaride, Sedad Hakkı Eldem’in izlediği yol da sahipsiz kaldı. Bugün mimarımız, milli zevkimizi yansıtan bir Türk evi inşa edemiyor. Edilenlere bakın! Maslak’ta neredesiniz? Hangi millettensiniz, belli değil. 1960 öncesinde, Göztepe – Erenköy – Suadiye çizgisinde, geniş bahçe içerisindeki ahşap konaklar, sanki Babil’in asma bahçeleri gibiydi. Onlardan bugüne ne kaldı? Sadece ekonomik ihtiyaca cevap veren zevksiz ve sevimsiz, estetik bir çağrışımdan yoksun devasa bloklar, onların yerini aldı, bahçeler de yok oldu. Yahya Kemâl Beyatlı diyor ki: “Ömrüm İçerenköy’ünde geçsin” Aziz Üstad’a, bugün İçerenköy’ünde çepçevre bloklar arsında o büyülü İstanbul köşesinden ne kaldı? Şu an, bizim elimizde avucumuzda ne kaldıysa, tarihi yarımadadaki eserler kaldı. Orada yapılaşmaya 3-4 kattan fazlasına izin verilmemeli. Bu tarihi noktaları yüselen beton binalara kurban etmemeliyiz. Ekonomik endişe, bizi kültür alanında şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 yolda bıraktı. Fatih Hırka-ı Şerif’te, 1908 yılında Ümmi Kenan Rıfai Tekkesi’nin yapıldığı yerin karşısına, bu tekkeyi gölgede bırakacak bir bina yapılmış. Şimdi, suç bizim, hepimizin. Tekke’nin karşısına bu binayı yapan adamın iktisadi açlığı var. Bu sadece verilebilecek örneklerden biridir. Binayı yapan adam, burada tekke var, bunu gölgede bırakmayayım diyebilir mi? Merkezi İstanbul’da bunlara dikkat edilmeden, ekonominin ve çıkarların rehberliğinde yapılaşma sürüp, gitmektedir. Yakın bir tarihe değin, Altunîzade Camii uzaktan kendini fark ettirirdi. Şimdi sinmiş vaziyette, yarın ancak yanına vardığınız zaman, bu 19. asır mimarisinden bir örneği yansıtan bu mabedi görebileceğiz. Artık, bunların bir ikincisi yok. Mesela, bir başka örnek de, Zeytinburnu’nda yapılan 154 metre yüksekliğindeki o şeddadi bina! Metrobüs ile Boğaziçi Köprüsü’nü geçerken, Süleymaniye Cami’nin minarelerinin 4+1 olduğunu görürsünüz! Yüreğinize bir hançer sokulmuş gibidir! Üsküdar, İhsaniye’den Sultanahmed Camii’ne bakın, minareler 6+1 olmuş. Yazık, günah değil mi? İstanbul, bunu hak etmedi! Biz bu ruhu kaybettik. Ruhsuz insan ne kadar mutlu olabilir ki? Ekonominin, kişisel çıkarlar üzerinden İstanbul’un ecdat yadigârlarına verdiği zararı, mülki ve idari amirler görmüyorlar mı? Kaynak: http://d.aktifhaber.com/ news/791870.jpg Evliyaullahtan bir zat, diyor ki; “Fatih, İstanbul’un Medine’sidir.” Bunun anlamı şu; bu beldenin ruhaniyetine dokunma. Eyüp Sultan’da da aynı ruh vardır. Orası öyle bir yer ki, eğer hissediyorsan, ne dünyadasın ne ahirettesin. Şimdilerde, Eyüp Sultan Camii ve civarı, buralarda ufacık bir ada gibi kaldı. Ekonomik açlık, maalesef yapılaşmaya itti bizleri. İktisadi bir hareketlilik için yapılan bu çalışmalar, tarihimizden uzaklaşmaya sebep oldu. Ruhu rehin alacak bir ekonomik yükselme, merkezî İstanbul’da kimseye hayır getirmez. Dikkat ederseniz, bir kanada odaklanmış konuşmuyorum. Maslak’ta, Ümraniye’deki yapılaşmanın yarattığı sıkıntıyı, ‘hangi millettensiniz, belli değil’i unutmadan göz ardı edilebilir. Çünkü kişisel çıkarların toplum çıkarlarına dönüşmesi gerçeğini nasıl reddedebiliriz? Bu gerçeğe rağmen, sel gider kum kalır misali, ekonominin yaptırım gücü ileriye dönük kültürel zenginliğin olmazsa olmazı iken, nasıl olurda mevcut ‘historic’ bir kültür mirasını yıkar ve yerine gelecek için ‘ahistoric’ bir kültüre zemin olur, bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Bu Hâl, bizatihi ekonomik düzlemi karmaşaya sürüklemez mi? 113 KONU & KONUK ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Son olarak, İstanbul’a nasıl sahip çıkmak gerektiği hususunda neler söylemek istersiniz? Bizde, Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vurmuş Türk kültür tarihçiliğinin iki farklı kümeleşmesi vardır. Bunlardan biri, Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü çizgisiyle 2000’li yıllara ulaşmış ve halâ devam eden tarih araştırmalarıdır. İkincisi ise, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi [Tolun] Efendi’nin etrafında kenetlenen ve bir araştırma gurubu oluşturan dört kişiden bahsedebiliriz. Bunlar; Muallim Cevdet İnançalp, Osman Nuri Ergin, Ahmed Süheyl Ünver ve kitapçı Mehmed Raif Efendi’dir. Bunların hepsi çok çalışkan ve çok üretken insanlardır. Süheyl Bey’in Süleymaniye Kütüphanesi’ne vakf ettiği 1200’den fazla el yazması defter vardır. Bunların neşri gerekmektedir. Şimdiye değin, 30 kadar defter neşredilmiştir. Vakfedilen bu defterlerin içerisinde İstanbul’un ayrı bir yeri vardır ama İstanbul defterlerinin büyük bir kısmı henüz neşredilmemiştir. İstanbul’un biz Müslüman Türkler için önemi Hz. Peygamber’den geliyor. Sahip çıkılıyorsa bu yüzden sahip çıkılıyor. Süheyl Bey’in bana naklettiği bir fıkra var. Aslında bütün sır bu fıkrada gizlidir. Fıkra şöyle; 114 KONU & KONUK “Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fetheder. Rum Patriği gelmiş ve şöyle demiş: ‘Devletlü Sultanım! Siz Türkler’in elinden bu şehr-i İstanbul’u kılıçla kıyamete değin kimse alamaz. Bu iş bitti. Yalnız tapuya dikkat et.” Resim: İstanbul’un Tapusu/Mezar Taşları Şu an, Edirne’ye baktığınızda, orada Osmanlı izlerini daha çok görürsünüz. Çünkü tarihi yapılar İstanbul’a nispetle dar bir alana sıkışmışlar. İstanbul ise çok açıldı. İstanbul merkezi hariç, biraz Üsküdar’da tarihi köşe taşları var. Bunun dışında diğerleri, Yahya Kemâl Beyatlı’nın tevcihiyle, ezansız semtlere dönüştüler. Fatih’in ruhaniyeti Cumhuriyet’le beraber bir başka mecburiyeti olan, ‘önce doymaları gerek’ iktisadi gerçeğine teslim oldu. Bu ruhaniyeti kabzetmemek lâzım. Oysa bu semtte bir başkalık var. Çünkü bu şehir, senin olmak için, senin kanını alıyor, sonra sinesinde mündemiç bütün maddi-ruhi değerleri senin için koruyor, sana veriyorsa, öncelikle oradaki cami, mescit, namazgâh, hamam, çeşme, mezarlık vd., bütün bunlar, bu maddi alana ait zenginliktir. Onların üzerine titremek, korumaya almak da maddeyle konuşmaktır. Şayet önümüzdeki on yıllarda, farklı yolları tıkanmadan, bir sarmala dönüştürüp, onunla ikinci binyıla gidilecekse, ricâl-i devletin omuzlayacağı problemlerden biri de tarih ve çevre şuurunu yetişen nesillere aktarmak olacaktır. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 115 KONU & KONUK şehir & toplum mekan & insan ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 SEYYAR PİLAV ARABASIYLA BAŞLAYAN BİR HİKÂYE: MEŞHUR UNKAPANI PİLAVCISI/SERKAN USTA Azad Bedirhan Marmara Üniversitesi, İstanbul Araştırmaları Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi. Taptaze demli bir çayın dumanı kadar iç okşayan buğulu camlarının yarattığı şiirsellik ve kapitalist modernitenin merkez üssü olan kentlerde bireyin yaşadığı sosyo-ekonomik karanlığı delercesine, yılların yorgunluğuna inat parıldayan isli sarı ışıklarıyla kendilerini taa uzaklardan bir deniz feneri misali hemen fark ettiren seyyar pilav arabalarına İstanbul’un hemen hemen her köşesinde rastlamak mümkün. Öyle ki, İstanbul’da sayıları her geçen gün artan üç tekerlek bir heves düsturuna sahip bu seyyar pilavcılar; insanca yaşayabilmek adına ilk günkü heyecanla işlerine sarılarak ekmek para- sı için, deyim yerindeyse zembereğinden boşalmış bir saat gibi İstanbul sokaklarını, caddelerini, meydanlarını bir bir arşınlamaktalar... Anadolu’nun iklimi, yüzyıllardır bozulmayan rengarenk dokusu gibi her birinde birbirinden çok farklı hayat hikayelerine rastlayabileceğiniz bu şirin mi şirin mütevazı ekmek teknelerinin içerisinden, kendine has lezzetiyle sıyrılarak gelen tabiri caizse İstanbul’un dört bir tarafına nam salmış kuşkusuz tek ikon marka: “Meşhur Unkapanı Pilavcısı/Serkan Usta” dersek, sanırım o meşhur deyişte olduğu gibi “Sezar’ın hakkını Sezar’a” teslim etmiş oluruz. 117 mekan & insan ISSN: 7897678343213 şehir & toplum 118 mekan & insan Osmanlı İmparatorluğu zamanında dönemin birbirinden farklı eğlencelerinin yapıldığı tek yer olarak ünlenen o zamanki adıyla “Direklerarası”’nda (Mimar Sinan’ın çıraklık eseri olan Şehzadebaşı Camii’nin yakın çevresini oluşturan alan) günümüzdeki adıyla Şehzadebaşı’nda yer alan ve lezzetli tavuklu pilavlarıyla adından sıkça söz ettiren “Meşhur Unkapanı Pilavcısı”nın hikâyesi, 1992’de Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı bir köyden kopup gurbet ellere, diğer bir ifadeyle “taşı toprağı altın şehir İstanbul’a” çalışmaya gelen 1972 doğumlu Serkan Usta ile birlikte başlıyor. Serkan Usta, Mardinli on bir çocuklu ailenin yedinci çocuğu. 1990’lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan kanlı çatışmalı ortam, onu ve ailesini İstanbul’a kadar sürüklemiş. Nitekim o bu durumu şöyle açıklıyor: “(…)Mardin’de durumumuz ekonomik olarak zaten kötüydü, on bir çocuklu bir ailede yalnızca babam çalışıyordu. Bir de bu savaş (90’lı yıllardaki savaş ortamını kastedi- yor) başlayınca köyümüzü Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamaları çerçevesinde korucuların baskısıyla boşaltmak zorunda kaldık. Suçu, günahı olmayan birçok arkadaşım, akrabam o yıllarda gözaltında alındı. Kimi faili meçhullere kurban gitti… Savaştan önce ufak tefek toprağı olan köylünün temel geçim kaynağı olan tarım, yaşanan çatışmalar ve OHAL durumuyla birlikte artık yapılamaz hale gelmişti. Köyümüzde topraklarımız olmadığından tarım yapamıyorduk. Tarımın yapıldığı geniş verimli topraklar ise büyük ölçekte bölgedeki toprak ağalarının elindeydi ve buralarda karın tokluğuna köleci bir çalışma düzeni vardı Dolayısıyla buralarda kötü çalışma koşullarından ve gelirin çok düşük olmasından ötürü çalışmadık. Ailemizin geçimini hayvancılık yaparak sağlıyorduk. Ancak, OHAL uygulamalarıyla meralara çıkış yasağı konulunca hayvancılık da ortadan kalktı. Böylelikle bizi kıt kanaat geçindiren üç-beş hayvanımızı satarak, kendimize daha iyi bir hayat sağlamak amacıyla ailece İstanbul’a geldik. Yoksa benim ne işim olurdu İstanbul’da(…)” şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 OHAL uygulamalarının yarattığı zorunlu göçün mağdurlarından birisi olan Serkan Usta’nın açıklamaları ışığında karanlık 90’lı yıllar Türkiye’sinin bilfiil izdüşümü niteliğindeki OHAL’a kısaca değinmek gerekir. Devletin PKK ile mücadelede uyguladığı bir yöntem olarak bilinen OHAL, 1987 yılında uygulanmaya başlanmıştır. Çıkarılan kanun OHAL valisine istediği yerleşim yerlerini boşaltma yetkisini vermiştir. Buna göre Doğu ve yoğunluklu olarak Güneydoğu illerinde birçok köy boşaltılmıştır. Köyleri boşaltılan insanların büyük bir kısmı İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa vb. batı illerine göç etmek zorunda kalmıştır. OHAL uygulaması zamanında kaç kişinin zorunlu göçe maruz kaldığıyla ilgili çeşitli iddialar vardır. Sivil toplum kuruluşlarının iddialarına göre bu sayı bir milyon ile dört milyon arasında değişmektedir. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Araştırmaları Enstitüsü tarafından 2006 yılında bu konu ile ilgili yapılan bir araştırmaya göre OHAL zamanında göç eden insanların sayısı 950.000 ile 1.250.000 arasındadır. Kuşkusuz, zorunlu göçle büyük kentlere gelen insanlar buralarda büyük sıkıntılar yaşamışlardır. Sevdiklerini arkalarında bırakarak göç eden insanlar, mallarını, mülklerini ya geride bırakmak zorunda kalmış ya da değerinin çok altında ucuz fiyatlara satmak zorunda kalmışlardır. Gittikleri yerlerde barınma ve geçim konusunda da sıkıntılar çekmişlerdir. İşsiz kalmışlar, düzenli gelir kaynakları olmadığı için borçlanmışlar, ya da ellerinde ne varsa tüketmişlerdir. Göç ettikleri büyük kentlerde kötü hayat şartlarında yaşamış, sağlık, eğitim vb. konularda sorunlarla karşılaşmışlardır. Göç alan şehirler de bir anda kapasitesinin çok üstünde insanı barındırmak zorunda kaldıkları için yozlaşmış, yani buralarda anomi artmış, sosyal kontrol azalmıştır. Dolayısıyla hayat şartları kentlerde yaşayanlar için de kötüleşmiştir. Ama neticede en çok acıyı doğup büyüdüğü toprağından göç etmek zorunda kalan insanlarımız yaşamıştır(1). Tıpkı OHAL zamanlarında Mardin’deki dramın canlı bir timsali olarak o günlerden söz açılınca yaşadığı, tanık olduğu acıları hüzünle yad eden Serkan Usta gibi. Resim: Serkan Usta Mardin’de yaşanılan cendereden ailesini kurtarma arayışı içindeyken, şu an Almanya’da ikamet eden Mehmet Emin Kıratlı isimli Şanlıurfalı bir aile dostu aracılığıyla İstanbul’a geldiğini söyleyen Serkan Usta: “Mardin’de ekonomik durumumuz kötü olduğundan ilkokulu bırakmak zorunda kaldım. İlkokulda doğru dürüst Türkçe bilmediğimden dolayı biz sınıf olarak öğretmenlerle; öğretmenler de bizlerle iletişim kurmakta zorlanıyordu. Sınıftaki durumumuz; öğretmenin öğrencileriyle, öğrencilerin de öğretmenleriyle olan iletişimsizlik sorununu çok güzel işleyen “İki Dil Bir Bavul” filminden farksızdı… İstanbul’a geldiğimde 20 yaşın- 119 mekan & insan ISSN: 7897678343213 şehir & toplum daydım, doğru dürüst Türkçe bile bilmiyordum. Çoğu kez bu durumdan dolayı küçümsendim, hor görüldüm. Ancak hiçbir zaman ümitsizliğe kapılıp pes etmedim. Türkçeyi tam anlamıyla ancak 23 yaşımda öğrenebildim(…)” diyor. Gel gelelim Serkan Usta’nın 1992’de İstanbul’a gelir gelmez yaptığı ilk iş olan seyyar arabada pilav satmaktan halk arasında meşhur bir pilav ustası olarak ünlenmesi ve nihayetinde kendi dükkânını açmasına giden yolun nasıl gerçekleştiği sorusunun cevabına. İstanbul’a geldiğinden beri bu işi yapan ve halen ilk günkü aşkla işine dört elle sarılan Serkan Usta, seyyarlıktan Meşhur Unkapanı Pilavcısı olmaya giden yolu şöyle açıklıyor: 120 mekan & insan “1992’de adı geçen aile dostumuzun telkiniyle İstanbul’a geldiğimde aile dostumuz (M. Emin Kıratlı) beni kendi lokantasında (Bahçelievler- Ziya Ocakbaşı) önce komi olarak işe aldı. Daha sonra ise (belirli bir zaman sonra) lokanta ustasının yanında yemek yapmayı öğrendim. Yaptığım en başarılı yemek pilavdı. Yaptığım pilavlar müşteriler tarafından çok beğeniliyordu. Yaptığım pilavın çok tutulduğunu görünce iş konusunda kendime olan özgüvenim arttı. Aldığım ücret ailemizin geniş olması nedeniyle beni hiç tatmin etmiyordu; kıt kanaat geçiniyorduk. Dolayısıyla işten ayrılarak kendi işimin patronu olmaya karar verdim ve iki Mardinli köylüm ile birlikte o zamanın parasıyla 100 milyon verip kendimize güzel bir pilav tezgahı ve 50 milyona da yayık ayran yapabileceğimiz bir fıçı satın aldık. İlk günler, akşam 6’da başlayıp gece 4-5’e kadar İstanbul’u deyim yerindeyse emektar seyyar arabamızla karış karış geziyorduk. Daha sonra İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İ.M.Ç.)’nı keşfettik. En çok kazancı, İ.M.Ç. bloklarının önünde(caddeye bakan taraf) akşam 7-8 olduğunda seyyar arabamızın etrafını saran taksiciler sayesinde elde ediyorduk. Bizim dışımızda o bölgede pilav satan yalnızca sekiz seyyar pilav satıcısı vardı; ancak herkesin lokasyonu farklıydı. Kuşkusuz bu lokasyonlar içerisinde en işlek ve gözde yer bizimkisi idi. Bizi meşhur eden ise esasında taksicilerdir. Hemen her gün 2030 taksiciyi seyyar pilav arabamızın etrafında görmeniz mümkündü. Çünkü o bölgede pilav satan ve bizim köylümüz (Mardin/ Nusaybin) olan diğer seyyarlardan farkımız pilavımın daha lezzetli oluşuydu. O yüzden taksicilerin yalnızca bizim bulunduğumuz lokasyonu birbirlerine tavsiye etmesiyle zamanla ünlendik. Ünümüzü taçlandıran esas gelişme ise İbrahim Tatlıses ve Savaş Ay gibi isimlerin diğer seyyarların içinde yalnızca bizim tezgâhımızı ziyaretiyle gerçekleşmiştir.” Rahmetli Savaş Ay’ın 30 Temmuz 2011’de Takvim gazetesindeki köşesinde Unkapanı Pilavcısı ile ilgili olarak belirttiği ifadeler pilavın ne derece lezzetli olduğunun açık bir ispatı gibi adeta: “(…) İstanbul’daysanız eğer. Hele de yolunuz hangi saat olursa olsun Unkapanı’na şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 düşmüşse gözünüze takılmıştır. Saraçhane Kemeri’nin bitiminde, Fatih Şehir Tiyatrosu’nun yanındaki Hıfzıssıhha önünde bir seyyar pilavcı var. Bir de o 3 tekerlekli seyyar arabanın içine tepeleme dolu pilavı tüketmekte olan kalabalıklar. Gece gündüz fabrika gibi çalışıyor bu tezgâh. Başta taksi şoförleri olmak üzere tekmil Unkapanı ahalisinin uğrak yeri burası. İ.M.Ç. bloklarında çalışan, devlet dairelerinden yemek paydosuna çıkan, civardaki öğrenci yurtlarından akın akın pilav seferine kalkışanlarla dolup taşıyor orası. Geçen gece yanaştım durdum kıyısına. Önce çevreyi gözledim, gelen giden yiyen içenlerin keyifli hallerini resimledim. Sonra bir tabak da ben tattım pilavdan. Altı nohut, üstü didiklenmiş tavukgöğüsleriyle dolu tabağı bir çırpıda bitti, utandım ikinciyi isteyemedim (…)” Her ne kadar Meşhur Unkapanı Pilavcısı’nın seyyar arabası ünlü isimlerin uğrak mekânı haline gelmişse de Serkan usta bir seyyar satıcı olarak bu durumdan olumsuz etkilendiklerini ifade ediyor: “Savaş Ay, İ.M.Ç.’deyken seyyar pilav tezgâhımızı ziyaret etmiş ünlülerdendir. Savaş Ay ne zaman bizimle ilgili haber yapsa (Serkan ustanın dediğine göre 90’ların sonlarından 2000’lere kadar birçok kez haber olmuşlar) zabıtalar denetimleri daha da sıkılaştırıyordu ve dolayısıyla ünümüz arttıkça gece bile sivil giyinimli müşteri şeklindeki zabıtalar ani baskınlarla ekmek teknelerimize el koyuyorlardı. Savaş Ay’ın 2011’deki haberinden sonra bir hafta boyunca seyyar arabalarımıza sürekli olarak el konuldu.” Ekmek kazanmanın derdine ve telaşına düşen insanların ekmek teknelerinin peşine düşen zabıtalardan söz açılınca ken- disini tutamayarak heyecanla hiç unutamadığı bir anısını şöyle anlatıyor: “Hiç unutmuyorum 2010’da bir bayram gecesi (12.00-01.00 arası) her zamanki yerde (İ.M.Ç. Saraçhane kemerinin bitiminde Hıfzısıhha önünde) pilav satıyoruz. İ.M.Ç.’nin arka bloklarındaki 3-4 seyyar arabasına zabıtalarca el konulduğunu haberini alır almaz, apar topar İ.M.Ç. 6. bloğun içerisine girdim ve binadaki esnafın şaşkın bakışları arasında seyyar arabamı zabıtlar el koymasın diye binanın asansörüne koydum; ancak başarılı olamadım. Asansör altıncı kata doğru giderken hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıktığımda beni kovalayan zabıtaların asansördeki seyyar arabayı fark edip araca el koyduklarını gördüm. Yani zabıtaları atlatmak için kan ter içinde kalarak kilometrelerce koşuşturmam yine boşa gitmişti…” Zabıtalardan kendi tabiriyle “çok çektiklerini” ifade eden Serkan Usta, tezgâhlarının gidebileceği ihtimalini öngörerek her zaman için yedek seyyar pilav arabası bulundurduklarını ifade ederken zabıtaların çalışma sistematiğinin de altını çizerek: “Biz Hıfzısıhha önünde beklerken aynı yol güzergâhta 2-3 seyyar pilav arabası daha vardı. 100-200 kişilik büyük ekiplerle ve ani baskınlarla bir grup aşağıdan bir grup da yukarıdan geliyorlardı. Biz daha ne olduğunun şaşkınlığı içerisindeyken kaçma imkânımız pek ol(a)muyordu. Zabıtalar ekmek teknelerimize el koydukları yetmezmiş gibi bir de bize nispet yaparcasına gözümüzün önünde binbir emekle hazırladığımız tepeleme pilavın üstüne yayık ayranını ya da ketçabı boca ediyorlardı. Ailemizin ekmek kapısı olan ve maddi zorluklarla mücadele ederek aldığımız seyyar tezgâhlarımızın alınması yetmez- 121 mekan & insan ISSN: 7897678343213 şehir & toplum miş gibi bir de pilavlarımızın zevk için bu şekilde bir uygulamaya maruz kalması bizleri daha çok öfkelendiriyordu ” diyor. 122 mekan & insan O yıllarda belki de zorunlu göç mağduru birçok insanın yaptığı gibi seyyar pilav arabasıyla geçimini sağlayan Serkan ustanın yaşadığı sorunlar aslında bizlere “seyyar satıcılık” olgusunun mikro bir fotoğrafını sunuyor. Türkiye’deki iş imkanlarının hala yeter düzeye gelmemesinin, ülkedeki iş imkanlarının kısıtlı olması ya da alınan asgari ücretlerin bireyi tatmin edici nitelikten yoksun olmasının zımnen bir neticesi olan ve marjinal sektörün taşıyıcısı olan seyyar satıcılık, eskiden beri varlığı bilinen bir iş olarak günümüzde genellikle göç ile karakterize edilir. Göçün sebebi ne olursa olsun; göç ile gelen nüfus, kente uyum sağlama sürecinde geçimini sağlamak için fazla vasıf gerektirmeyen işler yapmaktadır. Bu işlerden birisi de kuşkusuz seyyar satıcılıktır. Seyyar satıcılığın örneklerine geçmişte de rastlıyoruz. Örneğin 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’sunda da göç ile seyyarlık arasında bir bağlantı söz konusudur. Göçmenin biraz birikimi var ise, seyyar satıcılık yapmaktadır. Sıradan insanların çarşıda harcayabileceği para genellikle çok sınırlı olması dolayısıyla birçok köylü ve yoksul kentli yerleşik esnaftan çok, seyyar satıcıdan alışveriş etmeyi yeğlemişlerdir. Ulaşım güç ve masraflı olduğundan, seyyar satıcıların yokluğu halinde, bu tüketicilerin alışveriş hacminin daha da düşeceği tahmin edilmektedir. 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı toplumunda “çift bozan akçesi” adı altındaki göçü önlemeye yönelik tedbire rağmen, ülkede başlayan iktisadi kriz sonucu kırsal kesimden İstanbul’a büyük çapta nüfus akını olmuş; bu durum şehirdeki iktisadi ve sosyal hayatı istikrarsızlığa itmiştir. Yeni gelen nüfusun ortaya çıkardığı uyum ve bütünleşme problemi uzun müddet rahatsızlıklara sebebiyet vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde kadılara seyyar satıcılarla ilgili şikâyetlerin de olduğu görülmektedir. Kastamonu’da XV. ve XVIII. yüzyıllar arasında seyyar olarak gezen ve adına “Acem tüccarı” denilenler hakkında kusurlu mal sattıkları gerekçesiyle iki adet dava olduğu bilinmektedir. Yerleşik esnaf, koltukçu adı verilen seyyar satıcıların rekabetini haksız diye nitelendirmektedir. Çünkü koltukçular, dükkânlardan ve pazaryeri tezgâhlarından alınan vergilerin önemli bir kısmından kaçınabilmektedir. Ayrıca mallarını rekabet ettikleri dükkânların önüne sererek ve biraz daha ucuza satarak müşteri çekebiliyorlardı. Bazı koltukçular veresiye satış da yapmakta ve başarılı olanlar ticaretle tefeciliği birlikte yürütmüş olmaları mümkün görünmektedir. Kentlerle ilgilenen Osmanlı görevlileri de vergilendirilmeleri ve hele denetlenmeleri güç olduğu için, koltukçulardan hoşlanmazlardı. Han ve bedesten idarecileri kimi zaman, bugün de kullanılan yöntemlere başvurarak, koltukçuları kentteki ticari yapılarda yer kiralamaya zorlamaya çalışırlardı. Loncaların ve muhtesibin müdahalesinden görece uzak olması, seyyar satıcılığı göçmenler için çekici kılmış olmalıdır. Bu avantajdan özellikle koltukçunun kırlık bölgeleri gezerek köylülerle kent pazarı arasındaki bağı oluşturduğu sırada yararlandığı düşünülebilir. Seyyar satıcılarla ilgili şikâyetlerin yanı sıra, seyyar satı- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 cıların kaldırılmasına yönelik şikâyetler de bulunmaktadır. 16 Kasım 1913 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde; İstanbul/ Arnavutköy ahalisinin seyyar satıcıların men edilmeleri yüzünden zaruri ihtiyaçlarını dükkâncılardan fahiş fiyatla almaya mecbur kaldıkları şikâyet edilmektedir. Bu tür esnafa münasip mahaller tahsis edilmesi için belediyeye başvuru yapıldığından bahsedilmektedir (2). Belge 1: 16 Teşrinisani 1913 tarihli Tasvir-i Efkâr Gazetesi Modern toplumlarda mekân ve zaman soyut olgulardır. Mekân, kendi başına varlığı olan bir nesne değil, özellikle kapitalist üretim tarzında verili toplumsal ilişkiler sonucunda üretilen bir nesnedir. Modernlik sonrası tartışmalar sayesinde coğrafya disiplini kapitalizmi, politik, ekonomik, tarihsel ve kültürel coğrafya olarak kavramsallaştıran, bunların coğrafyasını üreten bir dönüşüm yaşamıştır. Sonuç olarak, bir yandan yaşadığımız tüm çevreyi etkileyen, yaşamlarımızı dönüştüren bir kapitalist dünya pazarı içinde, bulunduğumuz ortamların do- ğasının ne kadar samimiyetten karşılıklı anlayış ve iyi niyet iletişiminden uzak bir hal aldığını bizzat içinde yaşayarak her gün tecrübe ettiğimizde seyyar satıcılığın kişiyle edilen hoş sohbetler bakımından ayrı bir nostaljisi, keyfi olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla Serkan Usta’nın anlattıklarından hareketle, yukarıdaki bilgiler ışığında mimarlarının zabıtalar olduğu seyyar satıcıların hali pür melali eleştirel akıl düzleminde değerlendirildiğinde geçmişten günümüze kadar süregelen bu sorunun, Serkan Usta’nın “pilav cellatları” dediği zabıtalar ile bir anlamda çözümsüzlüğe mahkûm edilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken sürdürülebilir daha farklı bir paradigmaya, çözüme işaret etmektedir. Hikâyemize Serkan Usta’nın askerliği ile devam edelim. Ailesinin sorumluluğunu üstlenerek İstanbul’da ekmeğini kazanmanın zorluklarıyla mücadele etmekten ötürü askere oldukça geç denilebilecek bir yaşta 30 yaşında giden Serkan Usta, lokantada aşçı olarak görevlendirilmişti. Askerlik günlerini büyük bir keyifle yâd eden Serkan Usta hiç unutamadığı bir anısını ise şöyle anlatıyor: “Bir gün bölük komutanı gazinoya geldi ve benim yaptığım pilavın erler ve subaylar tarafından çok beğenildiği söyledi. Kendisinin ilk defa gazinoda yemek yiyeceğini söyleyen komutan, pilavı övüldüğü kadar olmaması halinde beni mutfaktan atacağını belirtti. Bu son sözden sonra büyük bir tedirginlik, heyecan ve korkuyla karışık bir haleti ruhiye içerisinde pilavımı yaptım, pilavı tadan komutanım beklemediğim bir hışımla şöyle dedi: ‘Böyle pilav mı olur be adam hemen mutfağı terk et, hiç beğenmedim!...’ dedi. Ama ben pilavımın lezzetinden gayet emindim. Nitekim 123 mekan & insan ISSN: 7897678343213 şehir & toplum ben, komutanım neden pilavımı beğenmedi acaba? sorusuna cevap arayarak düşünceli ve bir o kadar da büyük bir şaşkınlıkla gerisin geri mutfağa doğru giderken arkadan komutanın aniden “evlat hemen gel buraya!” şeklindeki o tok, davudi sesi duydum. Yanına vardığımda: Ben hayatımda böylesine lezzetli bir pilavı ilk defa yiyorum. Şu zamana kadar eşimin pilavlarının çok iyi olduğunu söylerdim, onun pilavı üzerine pilav tanımazdım ama yanılmışım. Pilavın harika olmuştu Serkan Usta…” demesi beni ziyadesiyle memnun etmişti. 124 mekan & insan Askerden geldikten sonra köylüleri olan ortaklarıyla birlikte on sene daha seyyar pilavcılığa devam eden Serkan Usta, şiddeti giderek artan zabıta baskınlarından dolayı maddi açıdan zor duruma düşer ve dolayısıyla 2012’de seyyar pilavcılığı bırakarak sağdan soldan aldıkları borçlarla Unkapanı İ.M.Ç. bloklarında küçük bir dükkân açmaya karar verir. Daha sonra ortaklarıyla birtakım nedenlerden dolayı anlaşmazlığa düşen Serkan Usta, yaptığı pilavlarla markalaştırdığı Meşhur Unkapanı Pilavcısı ile yollarını ayırmaya karar verir. O zamanlar birinci hedefinin İ.M.Ç. bloklarında aynı isimle bir dükkân açmak olduğunu belirtmektedir. Bu hedefini bölgedeki dükkân fiyatlarının el yakmasından ötürü bir türlü gerçekleştiremeyen Serkan Usta, nihayetinde Şehzadebaşı’nda, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nin çıkış kapısının hemen yan tarafında “Meşhur Unkapanı Pilavcısı/Serkan Usta” adında bir pilav dükkânı açar. Şu an Unkapanı’nda bulunan “Meşhur Unkapanı Pilavcısı”na yıllarını veren ve meşhur eden bu kişi, böylelikle eski ortakları olan köylülerine artık rakip olmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne aylık 10.000 liraya yakın bir kira bedeli ödedikleri söyleyen Serkan Usta, işlerinin iyi olduğundan dem vurarak kiranın kendilerini ekonomik olarak zorlamadıklarını da ifade etmektedir. Kuşkusuz günümüz İstanbul’unda seyyar veya dükkân şeklinde faaliyet gösteren birçok pilavcı var ve bunların sayısı gittikçe de artıyor. Bu somut gerçeklik karşısında “Meşhur Unkapanı Pilavcısı”nı esasında halk arasında ünlendiren isim olan Serkan Usta, kendilerini diğerlerinden ayıran özellikler bağlamında şöyle diyor: “Bizi diğer pilavcılardan ayıran en önemli özellik; benim 22 yıllık pilav tecrübemdir. Bunca yıllık tecrübem çerçevesinde lezzetli pilavlar yapmamın kaynağı; artık meslek sırrı olarak ifade edebileceğim pilav kıvamını dengede tutturmamdan ileri gelmektedir. Aslında İstanbul’da bu kadar çok pilavcının olmasını yadırgamıyorum. Çünkü insanlar bizim pilavımızın lezzetinin kalitesini daha net bir biçimde görüyor. Ayrıca şu anki pilavcıların yüzde 80’i bize öykünerek bu işe başladılar ve birçoğunun yaptığı pilav, insanlarımızın damak zevkine hitap etmekten oldukça uzak. Diğer taraftan bizi diğerlerinden ayıran önemli bir husus da tek seferde büyük miktarlarda pilavlar yapmamamızdır. Müşterilere taze taze pilav yiyebilsinler diye günde ortalama bir miktar pilav çıkartıyoruz. Üretim tesisimiz (Fatih) dükkânımıza yakın olduğundan dolayı günde 2-3 kez pilav yaparak tesisle dükkân arasında mekik dokuyorum. Ve böylelikle mekânımızın müdavimleri olmuş müşterilerimiz günün her saatinde taze pilav yiyebiliyorlar.” Üniversite öğrencilerinin vize ve final haftalarında oldukça yoğun olan ve bu gibi zamanlarda ortalama 120-130 ki- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 logram arasında pilav sattıklarını ifade eden Serkan usta, öğrencilerin vize ve final haftalarının dışında ise ortalama 70-80 kg arasında pilav satışı yaptıklarını belirtmektedir. Şimdilik tek bir şube olarak faaliyet gösteren, turistlerin de uğrak mekânı olan “Meşhur Unkapanı Pilavcısı”nın sahibi Serkan Usta’nın “herkesin bir derdi var değirmenincininki de su” özdeyişinde olduğu gibi tek derdi: Rekabetin inanılmaz boyutlara ulaştığı bu günlerde işini istediği şekilde büyütememek. Tabii, ekmeğin kentlerde beylik tabirle aslanın ağzında değil artık bilfiil midesinde olduğu bu çağda Serkan Usta’ya hak vermemek elde değil sanırım. Serkan Usta’nın hayattaki tek hedefi ise Ortaköy’de bir şube açmak. Laf dönüp dolaşıp İstanbul’da yaşam mücadelesine geldiğinde ise şöyle diyor: “Eskiden İstanbul daha güzeldi, insanların birbirlerine karşı az da olsa bir saygısı vardı. Şimdi bakıyorum da eski günlerdeki o saygı ve sevgi artık kalmadı gibi. Sanki herkes yarın öbür gün çekip gideceği bir handa yaşıyormuş gibi davranıyor. İşsizlik oranı şimdiki boyutlarda değildi, insanların kazancı kendisini ve ailesini geçindirmeye yetiyordu. Ama ne yazık ki günümüzde böyle bir durum yok artık. Kendi işim çerçevesinde dünle bugünü kıyasladığımda o zamanlar yani seyyarlık yaparken kazancım çok daha iyiydi. Tabii, zabıtalar izin verdiği müddetçe (…)” Resim: Meşhur Unkapanı Pilavcısı Bazen etrafımızdaki insanların neler yaşadıklarını bilmeden iktisadi, rafine duygularla “en büyük sorun, benim sorunum” edasıyla salt kendi yaşantımıza saplanarak sadece hikmetinden sual olunmaz o “büyük sorunlarımıza” bakarız. Özellikle İstanbul gibi kentlerde ağırlığını daha fazla hissettiren bu durum, büyük bir disneylandın içinde replikalara mahkûm olmuş kentlilere sorunların içinden çıkılmaz birer dağ gibi göründüğü, sanki çözümün kaf dağının ardında olduğu menem bir ruh hali yaratır. Tam da bu noktada, kan, gözyaşı ve umutla yoğrulmuş topraklar olan Fırat’ın öte yakasındaki illerden İstanbul gibi büyük kentlere zorunlu göçün yarattığı travmalar, toplumsal bellekte hala tazeliğini korurken bu acı deneyimlerin çemberinden geçmiş Serkan Usta’nın Mardin’den İstanbul’a uzanan hikâyesi, aslında inanç, azim ve mücadelenin nelere kadir olduğunun kentliler açısından somut bir örneği… Şehzadebaşı’ndaki “Meşhur Unkapanı Pilavcısı/Serkan Usta”, müşfik, ulu bir çınar ağacının hemen yanı başında, turuncu tentesinin gölgeliğinde oturup bol tereyağlı pilav ve yanında buram buram Anadolu kokan bol köpüklü yayık ayranıyla bir dem soluklanacağınız mütevazı bir mekân. Ayrıca, Fatih’te hijyenik ortamda üretim yapılması hasebiyle de İstanbul’da gönül rahatlığıyla lezzetli pilav yiyebileceğiniz ender mekanlardan birisi olduğunu söyleyebiliriz. 125 mekan & insan ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Kaynakça: 126 mekan & insan 1. Hacı Duru, Mehmet Yiğit, Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun, Uygulanması ve Etkileri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, İİBF Dergisi, ss.126-127, Ağustos 2014, Cilt:2, Sayı:9. 2. Taner KILIÇ, Kentsel Mekânların Kullanımı ve Seyyar Satıcılık: Diyarbakır Örneği, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Coğrafya Bilim Dalı, Yayımlanmış Doktora Tezi, ss.32-33, 2010. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 127 mekan & insan şehir & toplum dünya şehirleri ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Veritas-lustitia-Libertas1 ŞEHİR VE YAŞAM: BERLİN Songül Demir Yrd. Doç. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü Özet Bütün1insanların yaşamı ister büyük bir şehirde, ister küçük bir şehirde olsun mutlaka belirli bir yerde ve zamanda geçer. Kimi zaman insan ömrünü sürdüreceği şehri gönüllü olarak seçer kimi zaman da zorunlu olarak doğduğu yeri benimser. Yaşamayı seçtiğimiz yer, aynı zamanda bizim geçmişimizi ve geleceğimizi, her zaman doğrudan olmasa da, mutlaka belirler. İnsanın yaşamını belirleyen şehirlerin bir kısmı ise, sadece tarihe şahitlik etmez aynı zamanda tarih içinde büyük bir rol oynar. Tarih içinde 1 Bu kelimeler Latincedir ve sırasıyla: Hakikat-Adalet- Özgürlük anlamına gelmektedir ve Freie Üniversitesi’nin ambleminde yazılı olan kelimelerdir. önemli rolleri üstlenmiş ve bu yazının konusu olan şehirlerden biri de Berlin’dir. Giriş Seneca yaşamı bir yolculuğa benzetir. Bu öyle bir yolculuktur ki, bu yolculuğu belirleme veya değiştirme imkânını da beraberinde taşırız. Eğer yaşamı bir yolculuk olarak belirleyeceksek; aslında bu yolculuğun nerede, hangi ülkede, hangi şehirde başlayacağına karar veremeyiz. Ama yolculuğumuz nerede başlarsa başlasın bu yolculuğun, nerelerden geçeceğine, hangi şehirlerin hayatımızda söz sahibi olacağına karar verebiliriz. 129 dünya şehirleri ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Kaleme alacağım bu yazı ise esasında şehir ve yaşamı konu edinmektedir. Ama konu edilen şehir herhangi bir şehir değil. Avrupa’nın önemli, önemli olduğu kadar gerek tarihi gerekse kozmopolitik yapısıyla ilginç bir şehri olan Berlin’dir. İki Yaka Bir Şehir: Berlin İnsanı tanımak, anlamak ve açıklamak için o insanın, zaman ve mekânın içinde olan, yaşamına göz atmak gerekir. Söz konusu olan bu yaşam, zaman acısından su üç evreden oluşur; Geçmiş, şimdi ve gelecek. İşte herhangi bir şehri tanıtabilmek ve üzerinde konuşabilmek için de bu üç zaman dilimi, geçmiş, şimdi ve gelecek büyük rol oynar. Berlin’in geçmişine baktığımızda en az bugünkü kadar önemli bir şehir olduğunu görmekteyiz. Özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren endüstri alanında hatırı sayılır bir şehir haline gelmiştir. Daha çok ağır elektrik sanayi, haberleşme ve ulaşım alanında büyük atılım yapılmıştır.2 Endüstrileşme ile birlikte çok sayıda işçi Berlin’e göç etmiştir. Buna bağlı olarak da işçiler için binalar inşa edilmiş, hatta mahalleler kurulmuştur. Öte yandan şehirde “Dahlem”de kuzey batı bölgesinde dönemin oldukça önemli bilimsel araştırma merkezi kurulmuştur. 130 dünya şehirleri Üniversitesi”ni, 1928’de değişen adıyla “Humboldt Üniversitesi” ve burada yapılan bilimsel çalışmaları unutmamak gerekir. Öyle ki, bu üniversitede II. Dünya Savaşı öncesine kadar 29 tane Nobel Ödülü almış bilim adamı çalışmaktaydı ve Albert Einstein da bunlardan biriydi. Bir diğer yanda ise, Kral Wilhelm zamanından kalma Barok izleri taşıyan “Friedrichstadt” bulunmaktadır. Bu haliyle Berlin, bir yandan büyük bir sanayi şehri olma özelliğini taşırken, öbür yandan çok önemli bilimsel katkıları olan araştırma merkezi ve tarihsel dokusu da hesaba katıldığında üç farklı özelliği bir arada barındırabilen bir şehir olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sarsıntı geçirmekle birlikte Berlin Avrupa’nın metropollerinden biri olmaya devam etmiştir. Ancak II. Dünya Savaşı sonrası Berlin’de çok büyük bir yıkım yaşanmış, kısaca Berlin’de taş üstünde taş kalmamıştır. Bu arada “Unterden Linden”de ünlü Alman filozof Johann Gottlieb Fichte ve Teolog Friedrich Schleiermacher tarafından 1810 yılında Hukuk, Tıp, Felsefe ve Teoloji fakültesiyle kurulan “Berlin 2 AEG şehrin doğu tarafında (Schöneweide) bulunurken Siemens batı tarafında bulunmaktaydı. Örneğin, Berlin’de “Siemensstadt” adında metro istasyonu bulunmaktadır ve bu bölgede küçük de olsa firmanın bir fabrikası vardır. Resim: II: Dünya Savaşı Sonrası Berlin Kaynak: http://2.bp.blogspot.com/-dGqr6ebbWBc/UrYktYtv7LI/AAAAAAAAIIc/ KmqsSgifsXI/s1600/Brandenburg88.jpg şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Öte yandan endüstri ve araştırma merkezleri de büyük zarar görmüştür. Nazilerin yönetimi ele almasıyla birlikte hemen hemen büyük başarılar elde etmiş bütün bilim adamları, kimi Yahudi olduğu gerekçesiyle; kimisi de komünist olduğu için üniversitelerden uzaklaştırılmış, sonunda da ülkeyi terk etmeye zorlanmışlardır. Zamana damgasını vuran olay ise, savaş sonrası şehrin ikiye bölünmesi olmuştur. Başlıkta da belirtildiği gibi şehir Almanların II. Dünya Savaşı’nı kaybetmesi sonucunda iki yakaya ayrılmıştır. Resim: Berlin Duvarı Kaynak: http://1.bp.blogspot.com/-rDF9Tmp1U_I/UrYkkYj0zUI/AAAAAAAAIIE/ a2Q8gLxUMLI/s1600/Brandenburg85.jpg Bölünmüş Şehir Savaştan büyük bir yenilgiyle çıkan şehrin bölünmesi kısaca şöyle gerçekleşmiştir: Berlin II. Dünya Savaşı sonrası müttefikleri Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından kontrol edilmeye başlandı. Bu doğrultuda daha sonra Rusya tarafından kontrol edilen bölgede sınır belirlendi, gözetleme kuleleri kuruldu ve askerler tarafından kontrol noktaları çizildi. Bütün bu olup biten karşısında batı Berlin’de hareketlenmeler başladı. Amerika ve Rusya arasındaki soğuk savaşın etkisiyle kriz iki şehrin bölünmesi çözümüyle asıldı. Sonuç olarak doğu Berlin’de Rusya’nın müttefiki olan DDR (Deutschen Demokratischen Republik- Alman Demokratik Cumhuriyeti) hükümeti iş başına geçti. Batı tarafında ise Bundesrepublik Deutschland (Federal Alman Cumhuriyeti) yönetime Amerika’nın müttefiki olarak devam etti. Bu arada Berlin uzun yıllar Almanya’nın başkenti iken, bu bölünme ile başkent olma özelliğini kaybetti ve batı tarafının yeni başkenti Bonn olarak belirlendi.3 Şehrin ikiye bölünmesi ile birlikte Humboldt Üniversitesi doğu tarafında kaldı ve batı tarafın da ise, doğu-batı krizi sonucu 1948 yılında kurulan Freie Üniversitesi büyük bir hızla gelişmeye başladı. Doğu tarafındaki komünist eğilimin ak3 Burada Berlin duvarı hakkında verdiğim bilgiler oldukça yüzeyseldir. Daha detaylı bilgi için şuraya başvurulabilir: Edgar Wollfrum: “Die Mauer, Geschichte einer Teilung”, Keil, Lars-Broder: “Der Mauerfall” 131 dünya şehirleri ISSN: 7897678343213 şehir & toplum sine batı tarafında daha çok Amerikan zihniyeti etkili olmuş ve olmaya devam etmektedir. Şehrin ikiye bölünmesi beraberinde doğu-batı arasındaki geçişler yasaklandı. Şehrin iki yakası arasındaki geçişler vizeye tabi tutulurken, kurallara uymayan özellikle doğudan batıya geçmeye çalışan vatandaşların sonu ölüm oldu. Düne kadar bir arada yaşayan hatta beraber savaşan ve bu savaşın bedelini beraber ödeyen insanlar bir anda iki farklı bölgede yaşamak zorunda kalmıştı ve içlerinden bazıları sadece öbür tarafa geçtiği için öldürülüyordu.4 132 dünya şehirleri Ölümler beraberinde hala anlam verilmeyen hikâyeleri ve acıları da beraberinde getirmişti. Fakat ölümlere rağmen iki yakanın birleşmesine kadar insanlar her türlü tehlikeyi hatta ölümü göze alarak doğudan-batıya kaçmaya çalıştı. Berlin duvarının örülmesi batı tarafındaki politikacılar tarafından şiddetli eleştirilere maruz kalsa da5 iki şehir arasındaki duvarın yıkılması ancak 1989 yılında gerçekleşmiştir. Özellikle halkın başkaldırma noktasına gelmesi ve dönemin Sovyet Devlet Başkanı Michael Gorbatschow’un 1980 yılından başlayarak izlediği Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yenilik, Değişim) politikaları sonucu soğuk savaş zayıflamış, Berlin duvarının yıkım kararı alınmıştır. Dönemin gazeteleri incelediğinde de bir politikacı olarak Gorbatschow’un durumu ne kadar iyi yönettiği ve insancıl yaklaşımı görülebilir. 4 Resmi rakamlara göre doğudan batıya geçmek isterken öldürülenlerin sayısı yaklaşık 200 kişidir, ama ölenlerin sayısı tartışmaya açıktır. 5 Özellikle Berlin duvarının inşasının ilk yıllarında dönemin başbakanı Konrad Adenauer ve Berlin Belediye Başkanı Willy Brandt duvara karsı politika izlemişlerdir. Birleşen Şehir İki yakası birbirinden ayrılan şehrin yeniden bir araya gelmesiyle doğu tarafında hummalı bir çalışma başlatılmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda doğu tarafında dev binalar kurulmuş, özellikle tarihi binalar ki, bunların içinde müzeler, sergi salonları, tiyatro binaları bulunmaktadır, yeniden restore edilmiştir. Böylece doğu tarafında yıllarca ihmal edilen, yıkılmaya yüz tutan tarihi binalar yeniden şehrin dokusuna kazandırılmıştır. Ancak hemen belirtilmelidir ki; doğu tarafının içlerine doğru yapılacak herhangi bir gezide hala doğu bloğu ruhunu taşıyan (Platenbau-beton kutu şeklindeki binalar) yapılaşma ve şehir dokusunu görmek mümkündür. Resim: Platenbau-Beton Kutu Şeklindeki Binalar (Berlin) Kaynak: http://www.bgt-berlin.com/images/platte2_480.jpg şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Yeniden restore edilen müzeler ve tiyatro salonları Berlin’e gelen turistlerin uğrak yerlerinin başında gelmektedir. Romalılar’dan kalma birkaç tarihi eseri saymazsak, Almanya’da geçmişe ait hatırı sayılır tarihi eserlerden bahsetmek mümkün değildir. Buna rağmen Berlin’de “Meseuminsel” (Müze adası) adı altında çok geniş bir alan bulunmaktadır ve burada Eski Müze, Yeni Müze, Ulusal Galeri, Boden Müzesi, İslam Sanatları Müzesi, Mısır Müzesi ve en önemli ve en çok ziyaretçi çeken müzelerden biri olan ve antik dönem eserlerinin sergilendiği Pergamon Müzesi bulunmaktadır. Bu müzelerde Almanya’nın kendi tarihi mirası yerine, müzelerin adından da anlaşılacağı üzere farklı ülkelere ve kültürlere ait olan eserler sergilenmektedir. Pergamon Müzesi’ndeki en önemli parçalardan biri olan Zeusaltarı ve Millet Kapısı’dır.6 Ayrıca Babil’den (Irak bölgesi) Ischtar Kapısı ve Duvarı ki, bu dünyanın yedi harikasından biridir, en kıymetli eserler arasındadır. Mısır Müzesi’nde ise, Mısır’dan getirilen eserler arasında günümüzde paha biçilmez değerde olan son Firavun neslini temsil eden zamanın kraliçesi olan “Nefertiti” başlığı bütün dünyadan gelen turistlerin ilgisini çekmektedir. 6 Çok kıymetli olan bu parçalar Türkiye’de Ege Bölgesi’nde Bergama ve Milet olarak bilinen yerlerden götürülmüşlerdir. Resim: Meseuminse Kaynak: http://www.treffpunkt-berlin.eu/ bilder/museum/Museumsinsel.jpg Öte yandan Berlin günümüzde sadece müzeleri ile dikkat çekmez. Berlin’de kendinizi doğa yerine beton binalarla çevrili bir şehirde bulmazsınız. Aksine doğa ve şehir iç içe geçmiştir. Herhangi bir semtte dolaşırken büyük veya küçük mutlaka bir parka rastlarsınız. Parklarda da sadece ağaçlara rastlamakla kalmaz, doğal ortamında rahatça yaşayan sincaplarla bile karşılaşabilirsiniz. Kendi bahçenizdeki bir ağacı kesmek için bile belediyeden izin almanız gerekir. Hal böyle olunca oldukça soğuk bir iklime sahip olan bir şehrin niçin bu kadar yeşil olduğunu anlamak da zor değil. Bununla birlikte şehir Çin’deki toplu taşıma ile yapılan ulaşım oldukça çeşitlidir. Şehrin her noktasına, isteyen bisikletle, isteyen metro (Ubahn), 133 dünya şehirleri ISSN: 7897678343213 şehir & toplum hızlı şehir içi treni (schnellbahn) ve otobüslerle gidebilir. Ayrıca şehrin birçok yerinde Tramvaylar (Straßenbahn) iş görmektedir. Toplu taşıma araçları, özel araçlara fazla ihtiyaç duymadan gerekli ulaşımı sağlar. Bu ise, hem çevre hem de yaşama biçimini olumlu olarak etkileyen önemli bir unsurdur. Şehir geniş bir alana planlı bir şekilde kurulduğu için, geniş caddeler, geniş meydanlar şehrin genel karakterini oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, suni kanallar yoluyla şehir çepeçevre kuşatılmıştır ve yazları bu kanallarda gemilerle gezmek oldukça eğlencelidir. Bu kanallar şehrin mikro klimasını olumlu yönde etkilerken, biyolojik yaşamın çeşitliliğini de sağlar. Ne kadar çok binalar yenilense ve binaların bir kısmı çağdaş mimari dokuyla oldukça yüksek inşa edilse de şehirde hâkim olan kalıcılık hissi, geçici olmayan duygusu hep korunmaktadır. Uzun bir süre bu şehre uğramasanız da her şeyi yerli yerinde bulmanız, olağanüstü bir durum olmadığı müddetçe, mümkündür. Yıllar sonra bile hiç bu şehirden ayrılmamış gibi şehri eskiden tanıdığınız, bildiğiniz gibi dolaşabilirsiniz. Zaman ağır işler burada arkanızdan sizi kovalamaz. Hep bir yere yetişememe geç kalma korkusu yaşamazsınız. 134 dünya şehirleri Bütün bunların yanısıra yakın geçmişin bütün izlerini şehirde görmek mümkündür. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda yaşanan felakete ilişkin birçok anıt bulmaktadır. Örneğin Kürfestendamm semtinde bulunan Gedächtniskirche’nin (anı kilisesi) savaş zamanında kulesi büyük ha- sar görmüştür, ancak bu hasar o günleri unutmamak adına tamir edilmeden bırakılmıştır. Ayrıca, 2005 yıllında şehrin tarihi giriş kapısı olan Brendenburgertor yakınında Avrupa’da öldürülen bütün Yahudileri temsilen “Holocaust-Mahnmaln” yapılmıştır. Yine bu anıtın hemen yakınında bulunan bir diğer anıt ise 1933 yılında Naziler tarafından yakılan kitaplar için yapılmıştır. Çok Kültürlü Şehir Berlin’de birçok farklı milletten insan bulmak mümkündür. Türkler’den Araplar’a, Balkanlar’dan Slavlar’a, Afrika’dan Hintliler’e ve Asyalılar’a şehrin her köşesinde rastlamak mümkündür. Berlin’de yaşayan yabancılar arasında Türkler en yoğun nüfusa sahiptirler. Türkler’in yoğun olarak bu şehirde yaşamaları kültürel açıdan şehre ve kimi yerleşim yerlerine sözü edilebilir bir farklılık getirmektedir. Bunun en belirgin örneği “Kreuzberg” semtidir ve burada semtin ismi büyük bir yazı ile bir taraftan Almanca bir taraftan Türkçe yazılmıştır. Öyle ki, Türkler, Almanlar’ın ve burada yaşayan yabancıların yemek kültürünü doğrudan etkilemişlerdir. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Resim: Kreuzberg (Küçük İstanbul) Kaynak: http://www.elifabeth.com/wp-content/uploads/825.jpg Bunun en belirgin örneği Almanya’da Türklerin yapıp sattığı “Döner’’dir. Ancak bu döner Türkiye’deki dönerlerden farklı olarak kendine has sosları ile tamamen buraya, burada yaşayanların damak zevkine göre uyarlanmıştır. yük bir keyifle kutlanmaktadır. Bir arada yaşayan farklı kültürlere sahip bireyler sadece Berlin’i yani Almanya’yı etkilememektedir. Bu bireyler aynı zamanda birbirleri arasında da etkileşime girerek birbirlerini tanıma ve anlama imkânı bulmaktadırlar. Berlin’deki kozmopolit yapı hemen hemen hiçbir Alman şehrinde bulunmamaktadır. Öte yandan İtalyanlar’dan ve İtalyan pizza dükkânlarından bahsetmeden geçmemek gerekir. Dahası gerek Hint, gerek Asya gerekse Yunan lokantalarından, kısaca dünya mutfağından birçok farklı örnek bulmak mümkündür. Farklı yemek kültürlerinin yanı sıra birçok farklı adet ve geleneğin, kısaca yaşam biçiminin etkisi şehirde belirgin olarak görülmektedir. Bu ise, küçük kapalı topluluklar halinde yaşanmasına da neden olmaktadır. Ancak şehre renk katan geleneklerden de bahsetmek gerekir. Örneğin son yıllarda Türkler tarafından 23 Nisan Dünya Çocuklar Günü şehrin tarihi kapısı ve aynı zamanda kutlama alanı olan “Burandenburgertor”da bü- Resim: Uluslararası Çocuk Festivali Çok kültürlü yaşam Berlin’de yapılan festivalleri de renklendirmektedir. Her sene yapılan film festivali, tiyatro festivali, edebiyat festivali hem Berlin’de yaşayan yabancılar tarafından büyük ilgi görmekte hem de uluslararası katılımlarla oldukça yoğun geçmektedir. Bu da şehrin yaşamına gerek ekonomik gerekse kültürel acıdan büyük bir zenginlik katmaktadır. 135 dünya şehirleri ISSN: 7897678343213 şehir & toplum 136 dünya şehirleri Değerlendirme Kaynakça: “Yolda olmak“ felsefeciler için ayrıca önem taşır. 20 yüzyılın başlarında yaşamış olan Alman filozof Karl Jaspers bunu “Philosophie heißt: auf dem Weg sein” (felsefe yolda olmaktır) sözüyle dile getirir.7 Yazının ilk başlarında da belirtildiği gibi yaşam insanın çıktığı bir yolculuktur ve önemli olan bu yolun sadece nasıl değil nerede yüründüğüdür. Bu nedenle şehirler bizim yaşamımızın doğrudan etkilemektedir. Eğer Berlin’de bir yolculuk yapılacaksa bu yolculuk hiçbir zaman geçmişten kopuk olmayacaktır. Geçmişten kalan ve yeni yapılan bütün anıtlarıyla Berlin, kendine ait geçmişten gelen izlerin hepsini korur, şehrin her köşesinde geçmiş, insanı bir gölge gibi takip eder. Ancak bütün bunlar Berlin’de şimdinin yaşanmasına mani olmaz. Şehri canlı tutan ve şimdide yaşatan en önemli unsur çok kültürlülüğün getirdiği zenginliktir. Yukarıda dile getirilen festivaller bunun en iyi örneğidir. 1. Jasper, Karl (2013): Was ist Philosophie?, München, Piper Verlag 2. Keil, Lars-Broder (2014): DerMauerfal, Köln, Lingen Verlag. 3. Ribbe, Wolfgang(Ed.) (1987): Geschichte Berlins, 2.Bände, München, C.H. Beck Verlag. 4. Wolfrum, Edgar(2009): Die Mauer. Geschichte einer Teilung, München, C.H. Beck Verlag. Öte yandan Berlin geleceğe hazırlanmayı da ihmal etmemektedir. Gerek çağdaş mimari ile yapılan yeni binalar, gerek Humboldt ve Freie Üniversiteleri’ndeki bilimsel araştırma ve çalışmalar, gerekse müstakil araştırma merkezi olan, Wissenschaftszentrum Berlin, Berlin Brandenburgische Akademi der Wissenschaften, Max- Palnck Institut, Robert Koch Institut, Stiftung Wissenschaft und politik, Max Delbrück Zentrum, DFG Forschungszentren gibi, araştırma merkezlerinde yapılan çalışmalar hep gelecek içindir. Ancak bütün bunların doğrultusunda sonuç olarak denilebilir ki; Berlin’e yapılacak yolculuk mutlaka zamanda bir yolculuk olacaktır. 7 Jaspers, Karl:“Was ist Philosophie“ (Piper Verlag 2013 Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 137 dünya şehirleri şehir & toplum kültür & sanat ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 BİR ŞEHİR KÜTÜPHANESİ: TURGUT CANSEVER ŞEHİR VE YEREL YÖNETİMLER KÜTÜPHANESİ Serra Yılmaz Uzman Kütüphaneci, Marmara Belediyeler Birliği Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi. Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi, Marmara Belediyeler Birliği tarafından 2008 yılında kurulan bir ihtisas kütüphanesidir. Kütüphane, şehrin belleği olarak İstanbul’a ait yayınlarla birlikte, kamu yönetiminin önemli bir bölümünü oluşturan yerel yönetim başlığı altında toplanan kitapların derlemesinden oluşmaktadır. Bir ihtisas kütüphanesi olarak Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi’nin en önemli özelliği, İstanbul’un kültürel mirasını geçmişle günümüz arasında bağ kuran en temel kanallarından biri olması ve yerel yönetimler açısından Türkiye’de bulunan bilimsel yayınların tek bir çatı altında toplandığı bilgiyi barındırmasıdır. Resim: Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi, Sultanahmet Kütüphaneler bilgi toplumunun gereksinim duyduğu hizmeti sağlayabilecek kurumların başında gelmektedir. Eski çağlardan itibaren kitaplar bilime giden yoldur. “Kitaplık kurmak ibadetha- 139 kültür & sanat ISSN: 7897678343213 şehir & toplum ne yapmak kadar kutsaldır”, öyle ki ilk kütüphaneler dini yapılarda ve felsefe okullarında oluşturulan kitap depoları olmuştur. Tarihsel açından bakıldığında kütüphaneler toplumların en önemli kurumları arasında sayılmaktadır. Sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmanın temeli bilgi okuryazarlığının gelişmesine ve bilgi hizmeti sunan kütüphanelerin çoğalmasına bağlıdır. Kütüphaneler gerekli bütün belgelerin toplandığı bir kurum olarak bilginin, bireyler ve toplum için erişilebilir olmasını ve paylaşılmasını ve aktarılmasını sağlamaktadır. Modern kütüphanecilik hizmeti kayıtlı bilginin üretimi, erişimi, düzenlenmesi, yeniden biçimlenmesi, yorumlanması, yayımlanması ve iletilmesine yönelik hizmetleri kapsamaktadır. İhtisas kütüphaneleri belirli bir bilim disiplinine yoğunlaşmış yayınların bulunduğu özel amaçlara hizmet eden kütüphanecilik anlayışını ifade etmektedir. Bu anlamda kütüphaneler uzmanlaştıkları belgelerin türüne göre de isimlendirilebilir. Bir konu üzerine yoğunlaşan yayınlar öğrencilerin, araştırmacıların ve konu ile ilgili olanların tek bir çatı altında bilimsel yayınlara ulaşmalarını kolaylaştırmaktadır. 140 kültür & sanat Bununla birlikte özellikle şehir kütüphanelerinin önemli özelliği de toplumun gelişmesine hizmet etmek amacıyla insanın yaşadığı şehir ile ilişki kurmasını sağlamasıdır. Şehir kültürünün çağlar boyu yaşamış olduğu toplumsal süreçleri ve değişimleri göz önüne alarak şehir kütüphaneleri, toplumsal belleğin sürekli güncellenerek kültür aktarımının yapılmasına olanak sağlamaktadır. Bellek, kimlik ve aidiyet kavramları çok kapsamlı bir içeriğe sahiptir. Toplumlardaki sürekliliği arama çabaları şehir kütüphaneleri ile doğrudan ilişkilidir. Şehir kütüphaneleri, bugünün anlaşılabilmesi için geçmişe başvurmak kültürel belleğin geçmişini anımsamak ve anlama çabası ile birlikte geleceği şekillendirme amacına hizmet etmektedir. Kolektif bilincin oluşması ve aidiyet duygusunun pekiştirilmesi de şehir kütüphanelerinin kültürel bellek kurumu olarak ele alınmasını sağlamıştır. Milletleri ilerleten ve yükselten kütüphaneler tarihte ve günümüzde önemli bilgi merkezleri olmuşlardır. Yaşadığımız yüzyılda hızla gelişen teknolojiye rağmen kitaplar hala en önemli bilgi kaynakları olma özelliğini korumuştur. Marmara Belediyeler Birliği, gerekli olan bilgiye doğru ve zamanında ulaşılabilmesini sağlamak amacıyla Türkiye’de şehir ve yerel yönetimler alanında bir ilk olan bu ihtisas kütüphanesinin temellerini 2008 yılında atmıştır. Kütüphane, yerel yönetimler başta olmak üzere, İstanbul üzerine yayınlanmış belgeler ve genelden özele doğru siyaset, sosyoloji, kamu yönetimi konularına yönelik bilgi kaynaklarından oluşmaktadır. Kütüphaneye mimarlık ve şehircilik alanında önemli çalışmalar olan Mimar Turgut Cansever’in ismi verilmiştir. Mimarlık ve düşünce tarihimizin önemli bir ismi olan, özgün mimari mekân uygulamaları ile üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülen ve birçok ulusal ve uluslararası yarışmada elde ettiği başarılarla “Bilge Mimar” olarak tanınan Mimar Turgut Cansever’in isminin verilmesi, Marmara Belediyeler Birliği için iftihar kaynağı olmuştur. şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 2008 yılında Marmara Belediyeler Birliği’nin Hizmet Binası’nda temelleri atılan kütüphane 2009 yılında hizmet vermeye başladı. Yaklaşık 3.000 adet yayınla başlayan proje 2014 yılı itibariyle 18.000 civarında yayına ulaşmıştır. Yerli ve dış kaynaklı eserlerin, süreli yayınların, akademik alanda yapılan çalışmaların yer aldığı kütüphane her geçen gün büyümeye devam etmiştir. Gereken her türlü bilgi ve belgeyi bütün araştırmacıların, akademik çalışma yapanların, üniversite öğrencilerinin ve bütün belediye çalışanlarının kullanımına sunacak şekilde düzenlemek, mevcut bilgi kaynaklarından en iyi şekilde yararlanılmasını sağlamak Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi’nin kuruluş amacıdır. Kurulduğu günden bu yana yerel yönetimler ve şehir konusunda en yeni ve dış kaynaklı yayınların sağlanması hedeflenmiştir. Bir ilki ve aslında önemli bir başarıyı temsil eden Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi, hızlı gelişimiyle birlikte bulunduğu alana sığamaz olmuş ve iki defa taşınma süreci geçirmiştir. Marmara Belediyeler Birliği iyi seçilmiş bir kitap koleksiyonunun, gerçek bir üniversite öğreniminden farksız olmayacağı varsayımıyla 2008 yılında Marmara Belediyeler Birliği Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi’nin temellerini atmıştır. Kütüphane yaklaşık bir yıl sonra 2009 yılında Marmara Belediyeler Birliği’nin birlik binasının ikinci katında hizmet vermeye başlamıştır. Bu sürecin başlamasıyla birlikte Marmara Belediyeler Birliği, Hacı Beşir Ağa Medresesi’nin Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi olması konusunda teklif sunmuştur. Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi’nin İstanbul’un eski dönemlerinde darüssaade ağası olan Hacı Beşir Ağa’nın yaptırdığı Eyüp Bölgesinde yer alan Hacı Beşir Ağa Medresesine taşınmasına karar verilmiştir. 2009 yılında medresenin restorasyonu başlamış ancak son aşamaya gelinmesine rağmen kütüphanenin bu binaya taşınması gerçekleşmemiştir. Kütüphane dermesinin hızla gelişmesi nedeniyle bulunduğu fiziksel ortama sığamaması nedeniyle Marmara Belediyeler Birliği’nin Eminönü’ndeki hizmet binasından taşınma konusu gündeme gelmiş 2012 yılının Nisan ayında Marmara Belediyeler Birliği ve Marmara Üniversitesi arasında yapılan bir protokolle Sultanahmet’te bulunan Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası’na taşınmıştır. Sürekli olarak büyüyen ve kataloğunu zenginleştiren kütüphane halen binada hizmet vermektedir ancak kütüphane zamanla bu binada da bulunduğu alana sığamaz olmuştur. Kütüphanenin en önemli özelliği yerel yönetimler alanında bir ihtisas kütüphanesi olmasıdır. En güncel yayınların yer aldığı kütüphanede Uluslararası bir kataloglama sistemi olan Anglo American Kataloglama Kuralları 2, Dewey Onlu Sınıflama sistemi kullanılmakta açık raf sistemi ile kullanıcılarına hizmet vermektedir. Ayrıca otomasyon sistemi sayesinde katalog taraması yapılmakta uzaktan erişimde Marmara Belediyeler Birliği web sayfasından kütüphane katalog taranmaktadır. Bu süreçte, gerek 141 kültür & sanat ISSN: 7897678343213 şehir & toplum yurt içinden gerekse yurt dışından hibe destekleri de alınmıştır. Oluşturduğu koleksiyonla Türkiye’de şehir kültürüne önemli katkıları olan kütüphane, İstanbul’a dair bilgileri toplamak ve yararlandırmak suretiyle şehrin belleği olmuştur. Çok kültürlü İstanbul’un kendisini oluşturan bütün öğeleri içinde barındıran katmanları kütüphanede temsil edilmektedir. Kültürel mirasımızın yok olmaması ve tüm kültür birikimimizin gelecek kuşaklara aktarılması Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi’nin en önemli amacıdır. Aynı zamanda yerel yönetimler açısından zengin içeriği ile birlikte çok boyutlu bilgiyi aktararak Türkiye’de yerinden yönetim, yerel demokrasi alanında önemli katkıları bulunmaktadır. Uluslararası kaynakça derlemelerine ek olarak, Türk devlet geleneğinden başlayarak, Osmanlı dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti ile yaşanan bütün siyasal gelişmelerin yerel yönetimler perspektifinde tematik olarak ele alındığı katalogda öğrenciler, araştırmacılar ve ilgi duyan bütün vatandaşların kolaylıkla erişebileceği önemli bir bilgi kaynağı bulunmaktadır. Belediyeleri ilgilendiren hukuki ve idari düzenlemelerin bulunduğu kütüphanede Avrupa Birliği’ne uyum süreci ile ilgili çalışmaların yoğunluğu da dikkat çekmektedir. 142 kültür & sanat Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi, Marmara Belediyeler Birliği’nin görevleri arasında saydığı yerel yönetimlerin ve demokrasinin güçlenmesi ve modern yerel yönetim anlayışının bir uzantısıdır. Marmara Belediyeler Birliği geleceğe ait vizyonunu tanımlarken demokratik, katılımcı belediyecilik anlayışı ve eğitim hizmetlerine verdiği önem bu kütüphane ile bütünleşmektedir. Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi önümüzdeki yıllarda da faaliyetlerini geliştirerek, gerek sahip olduğu yayınlar, gerekse kütüphanecilik anlayışı ile birlikte şehir kültürü ve yerel yönetimlere katkısını artırarak devam ettirecektir. Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum 143 kültür & sanat şehir & toplum kitap analiz ISSN: 7897678343213 şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 Murat Gül (2013): Modern İstanbul’un Doğuşu (Bir Kentin Dönüşümü ve Modernizasyonu) Çev: Büşra Helvacıoğlu, Sel Yayıncılık: İstanbul Değerlendiren: Elif Topal Demiroğlu Marmara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi. Türkiye’nin İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişte ve Cumhuriyet döneminde tanık olduğu siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimin taşıyıcısı olarak İstanbul’un hem gündelik anlatılarda hem de akademik çalışmalarda her zaman özel ve önemli yeri olmuştur. İstanbul kentinin tarihini okumak aynı zamanda siyasi tarihi de anlayabilmenin anahtarıdır. Bu nedenle İstanbul üzerine yapılmış sayısız araştırma, film, belgesel müzik, yayımlanmış kitap, roman, hikâyeler vb. her biri bize İstanbul’un köklü geçmişi, bugünkü çelişkilerini ve gelecekteki belirsizliklerini anlatmak üzere kurgulanmıştır. İstanbul’u anlamaya çalışmak bir kenti anlamanın çok ötesinde olduğu kadar bizatihi Tür- 145 kitap analiz ISSN: 7897678343213 şehir & toplum kiye’nin modernleşme hikâyesini de anlamak demektir. Murat Gül’ün doktora tezinin yeniden düzenlenmiş hali ile Sel Yayınları’nın KentSel serisinden yayımlanan Modern İstanbul’un Doğuşu kitabı da benzer bir yoldan giderek İstanbul’un planlama tarihi ve kent formunun geçirdiği değişim ve dönüşümü kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Aynı zamanda İstanbul üzerine geniş bir kaynak listesi ve dipnota da sahip olması dolayısıyla bu alanda çalışanlar ve alana ilgisi olanlar için önemli bir kaynak haline geliyor. 146 kitap analiz Kitap, İstanbul’un 19. yüzyılın ortalarından 1960’a kadar geçirdiği dönüşümünü şehir planlamasını şekillendiren toplumsal ve siyasal olaylar bağlamında anlatırken dönemlere göre değişen politikaların izlerini kentin dokusunda, sokaklarında ve binalarında arıyor. Tarihsel dönemleme yöntemi takip edilerek İstanbul’un yaşadığı dönüşümün hikâyesi modernleşmenin dönüm noktaları olarak ele alınan üç temel dönemin izi sürülüyor. Dönemleme Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak batılı reformların pilot kenti olan İstanbul’un anlatıldığı, 18. ve özellikle 19. yüzyılı kapsayan Geç Osmanlı Dönemi ile başlıyor. İkinci olarak ulus devletin inşasında yeni devletin kaynak ve ilgisine mazhar olamayan “eski” ye ait simgelerin taşıyıcısı olarak ihmal edilen İstanbul’un anlatıldığı 1923 ile 1950 arasındaki Erken cumhuriyet dönemi anlatılıyor. Son olarak Demokrat Parti’nin iktidarı devraldığı 1950 ile birlikte şekillenmeye başlayan ve 1956 ile imar hareketine dönüşen modernleşme bağlamının İstanbul’u nasıl yeniden şekillendirildiğini anlatan Menderes Dönemi inceleniyor. Temel olarak üç bölüm olarak yapılandırılan kitapta her bölüm iki ayrı dönem çerçevesinde oluşturulmuş. Geç Osmanlı Dönemi başlığındaki ilk bölümü; İstanbul’da yerel ihtiyaç ve hizmetlerin görülmesinden sorumlu farklı düzeydeki makamlar ve kurumlara değinilirken aslında şehirde modern anlamda bütünleşik bir kent yönetiminin olmayışının özellikle kentsel büyüme ve imarın gelişigüzel geliştiği Klasik İstanbul’un son dönemi anlatılmış. İlk bölümün ikinci dönemi ise 1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı’nın İstanbul’a olan etkisinin kenti nasıl yeniden şekillendirdiği çerçevesinde yapılandırılmıştır. Kırım Savaşı’na kadar bürokrasi ve entelektüeller düzeyinde olan Avrupa kültürü ile tanışıklık Kırım Savaşı ile İstanbul halkının da Avrupa kültürü ile tanışma fırsatına dönüşmüştür. Bu etki iki yönüyle değerlendirilmelidir. İlki İstanbul’da yaşayan Avrupalılar’ın daha iyi bir çevre ve hizmet taleplerinin karşılanması amacıyla girişilen hizmetlerde çeşitlenme ve Avrupa kültürünü tanımaya başlayan Osmanlı halkının “kentsel” hizmet beklentilerindeki değişimlerdir. Kitap bu değerlendirmeyi ağırlıklı olarak ilk boyutuyla yapmış görünmektedir. 1855 yılında Şehremaneti’nin kurulması ile modern anlamda bir kent yönetimi sistemine geçişin ilk adımları atılmış ve ardından hem kentteki Avrupalılar’ın ihtiyaçları hem de kentsel mimariye hâkim ahşap binalarda sıklıkla görülen yangınların zorladığı yeni bir kentsel yapılanma ihtiyacı ile bir dizi yasal düzenlemeye gidilmiştir. Kitabın ikinci bölümünü 1923 yılında değişen rejimin geçmişi reddetme ka- şehir & toplum Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 rakterinden İstanbul’un etkilenmesi ve Cumhuriyet’in Avrupa Modernizmine döndüğü yüzünden İstanbul’un mahrum kalması temelinde şekillendirilmiştir. Bölüme başlığını veren ihmal edilme mefhumu aslında İstanbul’un geçmiş konumunu tamamen kaybetmesi ve İstanbul-Ankara karşıtlığı üzerinden değerlendirilmiştir. Geleceğin kenti olan Ankara’nın inşa sürecinde Kemalistlerin İstanbul’u geçmişin kenti olarak görmeleri neticesinde yaklaşık on yıllık bir dönemde kent, devletin ilgisine mazhar olamadığı gibi kentsel gelişmesini de kontrolsüz bir şekilde gerçekleşmiştir. Kemalist rejimin kente olan ilgisinin artmaya başladığı 1933 ile 1950 yılları arasında İstanbul ile ilgili yapılan düzenleme, modernizasyon ve özellikle imar çalışmalarını yazar “yeni rejimin imzasının Türkiye’nin en büyük kentinin toprağına kazınması” olarak adlandırmıştır (sy: 118). Ancak yeni rejimin İstanbul’a artan ilgisinin nedenine çok kısa değinilmiş. İstanbul’un önemini “anlama” sürecinde hangi dinamiklerin aktör ve süreçlerin etkili olduğunu veya bu sürecin çözümlemesi yapılmamış. Bu bölümde özellikle İstanbul’un modern anlamda ilk imar planı olarak değerlendirilen ve 1936 yılında bizzat Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından davet edilerek master planı çalışması yapan Henry Prost İmar Planı’nın yapım sürecinin ve planın İstanbul’un tarihi, kültürel ve sosyal dokusuna neden uyumlu ve uygun olmadığı vurgulanmıştır. Prost’un planının temel unsurlarından olan modern ve geniş yol ağlarının İstanbul’daki demiryolu ağının çöküşü anlamı taşıdığını, tarihi yarımada için önerdiği hedeflerin yeni bir kentsel doku yaratmak anlamına geldiğini ve böyle bir müdahalenin de kentin siluetinin bozacağını, planlanan yolların çoğunun yüksek maliyetli ve doğru tasarlanmamış ve uygulaması zor olması ve ulaşım öngörülerini yapabilecek sağlam istatistiki veriden ve analizden yoksun olunması gibi yönlerden Prost’un planına yapılan eleştiriler bu bölümde önemli bir yer kaplıyor. Prost Planı’na eleştirel bakış kent ve yerel yönetimler çalışanların yabancı olmadığı bir yaklaşım olmakla birlikte kitapta Prost’un Kemalist ilkeleri benimsediği ve bu ilkeler ışığında bir izlek takip ettiği savı ortaya atılmıştır. Bu sav Prost’un makalelerinden Mustafa Kemal’e yazdığı övgülerle desteklenirken rejimin eskiyi tamamen silme çabasının Osmanlı izlerini yok ederek kentin Greko- Romen karakterini ortaya çıkaracak yöndeki planlaması ise Prost’un planının öne çıkan unsurlarından biri olarak değerlendiriliyor. Son bölümde ise İstanbul’un uzun soluklu değişim ve dönüşüm hikâyesinin başlangıcı olarak değerlendirilebilecek Menderes döneminin İstanbul üzerindeki yansımaları ele alınmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yaşadığı değişim dalgasından Türkiye de politik, ekonomik ve sosyal olarak etkilenmiştir. Tek parti yönetiminin uygulamalarının yol açtığı demokratik açmazlar ile ekonomik ve toplumsal sorunlar birleşmesi ve üyesi olunan uluslararası kuruluşların da rejimi uymaya zorladıkları politikaların sonucunda çok partili hayata geçişin bir adımı olarak Demokrat Parti kurulmuştur. Çok partili hayata geçiş tartışmaları ışığında Demokrat Parti, 1950 yılında girdiği ikinci genel seçimlerde iktidarı elde edince Türkiye için yeni bir 147 kitap analiz ISSN: 7897678343213 şehir & toplum 148 kitap analiz dönem başlamıştır. Bu yeni dönem siyasi tarihimiz için anlam taşıdığı kadar İstanbul’un kentleşmesi ve kentler arası büyümenin dengeleri açısından da önem taşımaktadır. Kitap, Demokrat Parti’nin iktidarının ilk yıllarında İstanbul’un genel durumu ve hükümetin İstanbul’a olan yaklaşımına kısaca değindikten sonra yazar son bölümünde İstanbul’un Menderesli yıllarını anlatmış. Bugün İstanbul’un imarının dinamik yapısının köklerini bulduğu radikal imar hareketi 1950’li yılların ortalarında başlamıştır. Başbakan Adnan Menderes ise iktidarının son dört yılı olan 1956-1960 yılları arasının büyük kısmını İstanbul’da bizzat imar çalışmaları ile ilgilenerek geçirmiştir. Bu yakından alaka ve Başbakan Menderes’in projelerinin kent çalışmaları alanında Menderes dönemi imar hareketi eleştirileri ve değerlendirmelerinde öncelikli konuların başında gelmektedir. Kitabın bu bölümünde aslında literatürde hâkim bir konumu olduğunu inkar edilemeyecek Menderes dönemi kent projeleri, imar çalışmalarına karşı takınılan olumsuz tavrın aksine bir yaklaşım çerçevesinde kaleme alınmış gibi görünüyor. Yazar Menderes dönemine görece daha nesnel bir gözden bakmaya çalışarak Menderes dönemini yeniden yorumlamak ve bu dönemin İstanbul Modernleşmesi bağlamında görülebilmesini imkân sağlamak amacıyla Menderes’in yargılanma sürecindeki birincil kaynaklar olan dava tutanakları, dönemin tanıklarıyla yapılan mülakatlardan yararlanmış. Bölümün çerçevesini çizen temel unsurlar ise İstanbul’da açılan geniş yollar, imar planına gelen tepkiler ve Menderes’in gerçek anlamda bir imar planının olup olmadığıdır. Son bölümde yazar, literatürde hâkim olan ve kendi ifadeleri ile “yüzeysel tarihi bakış açısı”nı terk ederek Menderes’in imar uygulamalarının meşruiyetini ve bu uygulamaların arkasındaki toplumsal ve bilimsel dayanağı ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Bu dayanağı ortaya koymaya çalışırken de Menderes’in geniş yollarının aslında Osmanlı ve Cumhuriyet’in erken döneminde ortaya konduğunu gösteren uzun bir tarihçenin olduğunu vurgulamıştır (sy:210). Sonuç bölümünde okuyucuyu yeniden uyaran önemli bir vurgu yapılmıştır: Osmanlı’nın son dönemlerinden, Erken Cumhuriyet ve Menderes dönemine İstanbul’u mimarı ve fiziksel olarak değiştirme çabasıyla yapılmış planların yalnızca fiziksel bağlamlarıyla değerlendirmek değişimin meydana geldiği dönemdeki toplumsal, siyasi ve ekonomik bağlamı gözden kaçırmaya neden olmaktadır. Tarihsel bakış açısıyla değerlendirilmeyen planlar ise kentin imar tarihini değerlendirmek ve bizatihi planlamacıların veya siyasilerin kentin imar tarihindeki rolünü gözden kaçırmaya sebebiyet vermektedir (sy:216). Bu çerçevenin içerisinde kalarak bugünün İstanbul’una çok küçük bir parantezle değinilmiştir. Telaşlı ve çılgın faaliyetlerle büyüyen İstanbul’da bu kent için radikal ve hızlı değişimi öngören iki önemli isim olan Prost ve Menderes’in izleri bizlerle birlikte yaşadığı hatırlatılmıştır. Yazar, İstanbul’un modernleşme sürecini, Türkiye’nin modernleşme sürecinin kendine özgü uğrakları çerçevesinde anlatırken modernleşmeye eleştirel bir yaklaşım geliştiriyor. Özellikle Cumhuriyet Dönemi projeleri, Prost Planı ve İstan- Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014 şehir & toplum bul’un erken Cumhuriyet tarafından ihmal edilmesi bu eleştirinin ana noktalarını oluşturuyor. Eleştiriyi yaparken Geç Osmanlı Dönemi dönüşüm dinamiklerinin kente yansımalarını ve kentteki değişimi görece daha nesnel bir bağlamda değerlendirmektedir. Görsel kaynaklarla zenginleştirilen kitap; İstanbul’un geçirdiği dönüşümü ve bugünkü İstanbul’un tarihi tanıklığını daha iyi anlaşılabilmesi açısından önemli bir kaynak haline gelmektedir. Kitabın temel savının Menderes döneminin yeniden yorumlanması iken bu döneme ayrılan alan diğerlerine oranla daha zayıf kalıyor. Geç Osmanlı ve özellikle Prost Planı dönemi detaylı şekilde aktarılırken, Menderes dönemi daha kısa geçilmiştir. Kitabın böyle yapılandırılması bizim için eleştirilebilecek bir husus olsa da kitabın İstanbul kentleşme tarihi açısından özgün konumu ve Menderes dönemi imar planının farklı bir bakış açısıyla ilk yorumlarından biri olması dolayısıyla bu alanda yapılacak diğer çalışmalara da bir kapı açabileceği notunu da düşmek gerekir. 149 kitap analiz