Şehir ve Toplum - Marmara Belediyeler Birliği

Transkript

Şehir ve Toplum - Marmara Belediyeler Birliği
Şehir ve Toplum
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
ŞEHİR&TOPLUM
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014,
ISSN: 7897678343213
ŞEHİR&TOPLUM İMTİYAZ SAHİBİ
Recep Altepe
(Marmara Belediyeler Birliği Başkanı)
YAYIN YÖNETMENİ
Dr. M. Cemil Arslan
EDİTÖR
Doç. Dr. Nail Yılmaz
YAYIN KURULU
Doç. Dr. Nail Yılmaz
Yrd. Doç. Dr. Şevket Kamil Akar
Yrd. Doç. Dr. Ülkü Arıkboğa
Yrd. Doç. Dr. Songül Demir
Dr. Hasan Taşçı
DANIŞMA KURULU
Ahmet Güner Sayar (Prof. Dr.)
Ahmet İçduygu (Prof. Dr.)
Ali Yaşar Sarıbay (Prof. Dr.)
Beşir Ayvazoğlu (Yazar)
Coşkun Çakır (Prof. Dr.)
Fatih Andı (Prof. Dr.)
Feridun Emecen (Prof. Dr.)
Hüsrev Subaşı (Prof. Dr.)
Kemal Sayar (Prof. Dr.)
Korkut Tuna (Prof. Dr.)
Mustafa Armağan (Yazar)
Recep Bozlağan(Prof. Dr.)
Suphi Saatçı (Prof. Dr.)
Yusuf Kaplan (Dr., Yazar)
YAYIN ARALIĞI
Şehir & Toplum Dergisi, MBB Şehir Politikaları
Merkezi tarafından Haziran ve Aralık aylarında
yılda iki defa yayımlanmaktadır.
İLETİŞİM
Tel: +90 (212) 514 10 00
Faks: +90 (212) 520 85 58
Adres: Marmara Belediyeler Birliği,
Ragıp Gümüşpala Cad. No:10 Eminönü 34134
Fatih / İstanbul
YAPIM
Gafa Ajans
Adres: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Anadolu
Sokak, No:23, D:13 Beyoğlu-İstanbul
Tel: +90 (212) 243 20 86
Faks: +90 (212) 243 28 59
TASARIM
Özhan Yurtseven
KAPAK
Hasan Dede
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Kıymetli Okurlar,
Uzun ve yorucu çabaların ürün ile taçlandığı zamanlar vardır hepimizin hayatında. İşinizi başarmanın tatlı huzuru ile
ürünün ne kadar tatmin edici olduğuna
ilişkin endişe birbirine eşlik eder böyle
zamanlarda.
atölye çalışmaları yapacak ve yayınlar hazırlayacağız. Amacımız, sakin, saygılı, derinlikli ve faydalı bir tartışma ile iletişim
ortamı oluşturmaktır.
Yerel yönetimlerin tevarüs ettikleri birikimi, yapılan hatalar ile yüzleşmekten
Uzun insanlık yürüyüşünde, bize sunul- çekinmeden, yeni dönemin imkân ve
muş zaman, mekân ve imkânı yine in- eğilimlerini de dikkate alarak, şehir ve
sanlığın hizmetine sunmak için yoğun toplum hayatına uygulamaları, şehre dair
bir çaba gösteriyoruz.
değişimi yönetebilmeleri, mekân-insan
ilişkisini toplumun özgün karakterini,
Değişimi izliyorsunuz. Marmara Life, gelecek beklentilerini ve evrensel ilkeleri
Radyo Marmara, Marmara Haber, mar- dikkate alarak düzenlemeye çalışmaları
marahaber.gov.tr, Yerel Yönetim Aka- gerekmektedir.
demisi, Yönetici Geliştirme Merkezi,
Şehir Politikaları Merkezi, 2014 Yerel Bugün şehirlerin eriştiği düzeyde, şehirSeçimlerinden sonra yaptığımız çalışma- ler üzerine yapılan araştırmalar büyük
lardan sadece birkaçı.
önem arz etmektedir. Bu araştırmalar
kapsamında, şehri tüm bileşenleri ve boTürkiye yerel yönetimler tarihinde öz- yutlarıyla, toplum kavramından soyutlagün bir yere sahip olan Marmara Bele- madan tartışmanın verimli olacağı inandiyeler Birliği, bu yıl 40. yılını kutluyor. cını taşıyoruz.
40 yıllık bir geleneğin verdiği tecrübe ve
kararlılıkla çalışmalarımıza hız kesmeden Bu gayretle Marmara Belediyeler Birlidevam ederken bir yandan da köklü tari- ği olarak Şehir Politikalar Merkezimiz
himizin sağladığı bilgi birikiminin mey- ile Marmara Belediyeler Birliği Kültür
velerini topluyoruz. Bu bilgi birikiminin Yayınları bünyesinde çıkardığımız Şeve köklü geleneğin en kıymetli meyvele- hir&Toplum dergisini sizlerle buluşturrinden biri de geçen yılın sonunda oluş- maktan büyük kıvanç duyuyor, Marmara
turduğumuz Şehir Politikaları Merkezi. Belediyeler Birliği çalışanları ve derginin
Şehir Politikaları Merkezi bünyesinde bir yayınlanmasında emeği geçenlere teşektaraftan şehir ve yerel yönetimler konu- kür ediyorum.
sundaki bilimsel çalışmaları ve araştırmaları destekleyecek diğer taraftan bilim
insanı ile uygulamacıları bir araya getiren İyi okumalar...
Recep Altepe
Marmara Belediyeler Birliği Başkanı
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
takdim
Merhaba,
Dünya nüfusunun yaklaşık olarak %
70’nin şehirlerde yaşadığı göz önüne
alındığında, bu oluşumun insan yaşamında ne derece önem arz ettiği anlaşılacaktır. Konuya, Türkiye açısından
bakıldığında durum daha da çarpıcıdır.
Zira 50’lerle başlayarak, her geçen gün
katlanarak büyüyen göç hareketlerinin, Türkiye nüfusunun % 80’e yakınını şehirlerde topladığı görülmektedir.
Hal böyle olunca konu daha da önem
kazanmış; şehir ve şehirciliğe olan ilgi
yoğunlaşmıştır.
Bu durum, yayıncılığa da yansımış,
dergi ve kitaplar başta olmak üzere şehirle ilgili literatür hızla çoğalmıştır.
Oldukça sevindirici olan bu gelişme,
takdir edilmeli; mümkün olduğunca
desteklenmelidir. Zira şehir konusuna
sahip çıkmak medeniyete sahip çıkmakla eş değerdir. Ancak şehri merkeze alan süreli yayınlar, istenilen nitelikte değildir. Nitelikli olanlar ise finansal
zorluklar veya ilgisizlik nedeniyle uzun
soluklu olamamaktadır. Elinizdeki dergi bu bağlamda oldukça şanslıdır. Zira
Şehir ve Toplum, Marmara Belediyeler
Birliği’nin kurumsal desteği ile yayımlanacaktır.
Şehir ve şehircilik konusuna doğru
bir perspektifle yaklaşmayı amaçlayan
dergi; kamu yönetimi, yerel yönetimler, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji,
iktisat, tarih, coğrafya, edebiyat, sanat,
mimari ve planlama konuları başta olmak üzere geniş bir yelpazede çalışmaların yayımlandığı özgün bir platform
olma iddiasındadır.
Akademik bir yayın olmaktan çok, konuların kısa ve özlü bir şekilde bilimsel
bir bakış açısıyla okuyucuya sunulduğu
dergide; makale, röportaj, kültür-sanat
bölümleri yanında şehirle alakalı kitap
analizlerine de yer verilecektir. İlgili
literatüre mütevazı de olsa katkı yapmayı hedefleyen dergide her sayı için
farklı bir şehir ön plana çıkarılacaktır.
Geçmiş, güncel ve geleceğe dönük her
türlü konunun tartışıldığı; fakat gündemi ıskalamadan dinamik bir yayın
politikası takip edecek olan dergi, Haziran ve Aralık aylarında olmak üzere
yılda iki kez yayımlanacaktır.
İstanbul’un merkeze alındığı ilk sayısının ilk makalesi, Ali Şükrü Çoruk tarafından kaleme alınmıştır. Makalede,
Divan edebiyatı ve Modern Türk edebiyatının öne çıkan şahsiyetlerinin eserle-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
rinde İstanbul’un nasıl değerlendirildiği
irdelenmiştir. Makalelerden ikincisi ise
Erbay Arıkboğa’ya aittir. İstanbul özelinden hareketle şehir yönetimi ve belediyeciliğin gelişimine odaklanan makalede, İstanbul’un öncü niteliğine vurgu
yapılmıştır. İbrahim Enes Özkan’ın makalesinde ise İstanbul’un Roma, Bizans,
Osmanlı dönemlerinde olduğu gibi
günümüzde de bölgenin iktisadi lokomotifi olduğuna işaret edilmiş; kentin
ticarî, sınaî ve finansal yapısı genel hatlarıyla değerlendirilmiştir. Dergide yer
alan bir diğer makale ise demokratik yaşamın asli unsurları arasında sayılan ve
önemi her geçen gün daha da artan toplumsal hareketler üzerinedir. Alp Baran
Uncu tarafından kaleme alınan makalede, toplumsal hareketlerin Türkiye’deki
yansımaları Kuzguncuk ve Arnavutköy örnekleri üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır. Abdülkadir Şenkal’ın
“Küreselleşme, Sosyal Politika ve Yerel
Yönetimler” ana başlığını taşıyan makalesi ise konu hakkında genel bir çerçeve
çizme eğilimindendir. Son yirmi yılda
sosyoekonomik alanda meydana gelen
gelişmelerin sosyal politikanın yapısı ve
oluşumunda köklü değişmelere yol açtığının altını çizen makale; değişimin en
önemli özelliğinin yerelleşme olduğuna
dikkatleri çekmiştir. Neslihan Çelik’in
makalesinde ise inşaat sektörü ve konut
piyasasının genel durumu, konuyla ilgili
temel göstergeler üzerinden ana hatlarıyla değerlendirilmiştir. Dergide yer
alan makalelerin sonuncusu ise İlknur
İlhan’a aittir. Belediyeler ve kültür politikaları gibi önemli bir konuyu mercek
altına alan makale, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nin kültür konusunda yaptığı
faaliyetlerden hareketle geliştirilmiştir.
İlk sayının konuğu Ahmet Güner Sayar olmuştur. Kendi deneyimleri üzerinden İstanbul’un değişimi ve dönüşümünü anlatan Sayar, şehrin Türk
tarihi bakımından önemine vurgu
yapmıştır. Mekân ve İnsan bölümünde
seyyar pilav arabasıyla başlayan Unkapanı Pilavcısı Serkan Usta’nın hikâyesi anlatılırken; Almanya’nın başkenti
Berlin, Dünya Şehirleri bölümünde
kendine yer bulmuştur. Kültür ve Sanat bölümünde Turgut Cansever, Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi
tanıtılmış; Kitap&Analiz bölümünde
ise Murat Gül’ün kaleme aldığı “Modern İstanbul’un Doğuşu: Bir Kentin
Dönüşümü ve Modernizasyonu isimli
kitap analiz edilmiştir.
Editör
Doç. Dr. Nail YILMAZ
5
takdim
şehir & toplum
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
TÜRK EDEBİYATINDA
İSTANBUL
Ali Şükrü Çoruk
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
Geçmişten günümüze dünyanın önde
gelen şehirlerinden birisi olan İstanbul,
Türk edebiyatının fetihten sonraki dönemde gerek mekân gerekse yüklenen
anlam itibariyle üzerinde en fazla yoğunlaştığı şehir olmuştur. Şüphesiz bunda
şehrin, fetihten yıkılışa kadar Osmanlı
İmparatorluğu’na başkentlik yapmasının, ardından gelen Cumhuriyet döneminde de başta kültür ve sanat hayatı
olmak üzere imparatorluktan tevarüs
edilen pek çok yapının yine İstanbul
merkezli devam etmesinin katkısı büyüktür. Bununla birlikte edebiyat açısından düşündüğümüzde İstanbul’a bakışın
tarih boyunca aynı kaldığını söylemek
mümkün değildir. Zamana bağlı olarak
her alanda görülen değişim ve farklılık
İstanbul’un edebiyattaki yansıması için
de söz konusudur. Özellikle modern-
leşme öncesi dönemde şairler ve yazarlar tarafından ortaya konulan İstanbul
algısı ile sonrasında kendisini gösteren
İstanbul algısı büyük ölçüde birbirinden
farklıdır. Ayrıca zaman içinde coğrafî
bakımdan sürekli genişleyen, günümüzde ilk hâli bir ilçe boyutunda kalmış bir
İstanbul söz konusudur. Eskiden Topkapı Sarayı merkezli olarak surlarla çevrili
tarihî yarımada etrafında düşünülen ve
Eyüp, Galata ve Üsküdar’dan ayrı değerlendirilen İstanbul, yerleşim yeri olarak
günümüzde İzmit ile Tekirdağ arasına yayılmış vaziyettedir. Yeni yerleşim
merkezlerinin yanı sıra imâr ve iskân
açısından mevcut semt ve ilçelerde yaşanan değişim de İstanbul etrafında oluşan
edebiyata muhteva yönünden tesir etmiştir. Eskiden beri devam eden bu durumun günümüz için de geçerli olduğu-
7
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
nu söyleyebiliriz. Bütün bunları sanat ve
edebiyat hareketlerinin tabiatında olan
akımlar, yönelimler, içerik çeşitliliği ve
anlayış farklılıklarıyla birlikte düşündüğümüzde, fetihten günümüze kadar olan
dönemde geniş bir külliyat şeklinde ortaya çıkmış bir İstanbul edebiyatıyla karşılaşıyoruz. Ancak bu edebiyatı dar bir
çerçevede sadece bir şehirle, İstanbul’la
sınırlı düşünmemek gerekir. Bütüncül
bir bakışla ele aldığımızda genel olarak
Türk edebiyatına uzun yıllar yön vermiş
olması, bu edebiyatın en önemli özelliği
ve ayırıcı vasfıdır.
İstanbul’un edebiyatımız içindeki seyrini tespit etmek kuşkusuz çok geniş çaplı
bir çalışmayı gerektirir. Anadolu sahası
Türk edebiyatında ön plana çıkmış ve
eser vermiş sanatkârların büyük kısmının İstanbul’da yaşadığını, bu şehirden
etkilendiklerini düşündüğümüzde iş
daha da zorlaşmaktadır. Bundan dolayı
bu yazımızda meseleyi Divan Edebiyatı
ve Modern Türk Edebiyatı başlıkları altında ana hatları ile vermekle yetineceğiz.
Bunu yaparken eser verdikleri dönemde
ön plana çıkmış, temsil kabiliyetine sahip
şahsiyetler üzerinde duracağız.
Divan Edebiyatında İstanbul
8
makale
Bir muhteva ve anlam olarak İstanbul’un
yoğun bir şekilde Türk edebiyatında yer
almaya başlaması fetih sonrasına rastlar.
Şehri fetheden ve imparatorluğun başkenti hâline getiren Fatih Sultan Mehmet bu alanda da yol açıcı şahsiyetlerin
başında gelir. Aynı zamanda usta bir divan şairi olan Fatih, Avnî mahlasıyla yazdığı iki gazelde o dönemde kendisine has
demografik yapısı ve hayat tarzıyla sur
içi İstanbul’dan farklı bir konumda olan
Galata’yı konu edinir. Şair, divan şiirinin
estetik sınırları içinde, idealizm çerçevesinde düşünülmesi gereken ve somut unsurların ideal güzelliği anlatmak için bir
araç olarak kullanıldığı bu gazellerinde,
güzellerin yaşadığı bir mekân tarzında
hayal ettiği Galata’yı över. Bununla birlikte gazellerinden birisinin son beytinde;
Avnîya, kılma gümân kim sana râm ola
nigâr
Sen Sitanbul şâhısın, ol Galata’nın şâhıdır
diyerek kendisini, dolayısıyla İstanbul’u
Galata’dan üstün görür. Aynı durum
diğer şairler için de geçerlidir. Her ne
kadar Galata özellikle rindmeşrep şairlerin şiirlerinde meyhaneleriyle, eğlence
yerleriyle ve mesireleriyle övülse de iş
İstanbul ile mukayeseye geldiğinde üstünlük daima İstanbul’a verilir. Çünkü
âlemin ruhu olarak görülen padişahın
sarayı buradadır. Nasıl ki padişah gelmiş geçmiş yahut hâlihazırdaki bütün
yöneticilerden, krallardan, imparatorlardan üstündür; aynı şekilde onun
yaşadığı İstanbul da başka bir yerleşim
yeriyle kıyas kabul etmez derecede üstünlüğe sahiptir. Bağlı bulunduğu varlık hiyerarşisi ışığında dünyevî hiçbir
mekânı bu şehir ile mukayeseye değer
görmeyen divan şairi, estetik anlayışının bir gereği olarak soyutlamaya gider.
İdealizmin onu götüreceği son nokta
ise İstanbul’un cennete benzetilmesi,
cennetten bir nişane olarak görülmesidir. Üzerinde yaşayan insanlar da hâliyle
huriler ve gılmanlara benzetilir. Bütün
bu hususların yoğun bir şekilde işlendiği eserlerin başında ise şehrengizler
gelmektedir.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Divan edebiyatında bir şehrin âdeta güzelleme tarzında bütün yönleriyle ele
alındığı şehrengizler söz konusu olduğunda, akla ilk gelen örnekler de İstanbul etrafında yazılmıştır. Agâh Sırrı
Levend’in tespitiyle 15. yüzyılın sonlarından itibaren yazılmaya başlanan İstanbul şehrengizlerinde başta Topkapı
Sarayı olmak üzere önemli yerleşim yerleri, camiler, çarşılar, hamamlar, medrese
ve imarethaneler, Tahtakale, Kağıthane,
Galata ve Eyüp, daha sonraları Boğaziçi
semtleri hayat tarzı ve insanlarıyla birlikte şiir diliyle -tabiî ki güzellik noktainazarından- ele alınır. Tacizade Cafer Çelebi,
Kâtib, Taşlıcalı Yahya, Fakirî, Cemalî,
Azîzî, Enderunlu Fazıl bazen şehrengiz
başlığıyla bazen de müstakil isimlerle
İstanbul şehrengizisi yazmış başlıca şairlerdir. 16. yüzyılda ünlü tezkire yazarı Lâtifî tarafından nazım-nesir karışık
tarzda yazılmış olan ve şehre sadece güzellik penceresinden değil sosyal tenkit
nazarından bakan Evsâf-ı İstanbul’u ise
getirdiği eleştiriler yönüyle diğer şehrengizlerden ayırmak gerekir. 1520’li yılların
başında ele alındığı hâlde devlet büyüklerine sunulamayan, ancak aradan yarım
asır gibi bir süre geçtikten sonra 1574’te
Sultan III. Murad’a takdim edilebilen eser
ilginç bir yazım serüvenine sahiptir. Yazım aşaması böylesine uzun bir sürece
yayılmış olan eserde 1554 yılında kahvehanelerin açılması gibi eserin ilk yazıldığı dönemde mevcut olmayan bazı olaylar
ve İstanbul’un sosyal hayatında yaşanan
değişimler de söz konusu edilmiştir. Evsâf-ı İstanbul’da daha iyi bir mevki elde
etmek uğruna Belgrat’tan İstanbul’a gelen Kastamonulu Lâtifî’nin bu amacına
ulaşamaması neticesinde yaşadığı hayal
kırıklıklarını görmek mümkündür. Sa-
dece yazıldığı dönemle ilgili değil, 16-19.
yüzyıl zaman diliminde ve divan edebiyatını içine alacak şekilde İstanbul’a hem
beğeni hem de eleştiri çerçevesinden
bakışı temsil ettiğine inandığımız eseri,
yazarın düşüncelerini günümüz Türkçesiyle ve italik tarzda vererek anahatlarıyla
değerlendirmenin yararlı olduğunu inanıyoruz.
Eserin başında bütün divan şairleri gibi
İstanbul’u kâinatın merkezine koyan ve
onu cennete benzeten Lâtifî bu dünya
çapındaki şehrin seyrü temaşasına müptela dünyada kim varsa bu şehirde yaşamak
ister der. İstanbul’un dünya şehirleri arasındaki eşsizliği ve başta kendisi olmak
üzere herkesin burada yaşamak arzusu
Uzak yerlerden gelenler tüm zorlukları göze
alarak burada yaşamak, kalmak için gayret
sarf ederler. Ben de öyle davranıp İstanbul’a
geldim. Cenneti Âdem gibi gökte ararken
yerde buldum. Bir acayip şehir gördüm, sözleriyle ifade edilir ve Kimse böyle bir şehir
görmemiştir, genişlikte, büyüklükte, güzellikte cennet gibidir. Dünyanın tüm güzelliği üzerinde toplanmıştır, düşüncesi eserin
bütününde değişik unsurlar etrafında
sıklıkla vurgulanır. İstanbul’a gelenler
oradan çıkmak istemezler. İçinde türlü
sanat erbabı, esnaf, 72 milletten oluşan
sanatkârların sanatlarını icra ettikleri, türlü
marifet gösterdikleri Hintten daha önemli
yerdir. diyerek şehrin dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş, birbirinden farklı
alanlarda hüner ve marifet sahibi sanat
erbabı için de bir cazibe merkezi olduğunu belirtir. Bununla beraber İstanbul’da
yaşamak kolay değildir. Pek çok zorluğu
vardır. Başta gelen zorluk İstanbul’un
pahalı bir şehir olmasıdır. Öyle gönül
çelen bir şehirdir ki insanın akıl serma-
9
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
yesini elinden alır. İçi dolu bir esnaf iken
dükkânı fareye bekletir. Gül gibi kat kat
giyinirken kişi elbisesiz kalabilir. Ayrıca
dönemine göre çok kalabalık bir şehirdir.
O kadar kalabalık ki insan nefes alamaz.
Kimse kimsenin farkında değildir, herkes
kendi işinde gücündedir. Sanki mahşer yeridir, üzerinde yaşayan insanlar kendilerini
dünya hayatına öyle kaptırmışlardır ki cehennem, hesap korkusu lügatlarında yoktur,
tek kaygıları altın ve gümüş biriktirmektir.
İstanbul içinden her türden insan vardır,
özellikle dalaverecilerden, düzenbazlardan uzak durmak gerekir. Çünkü bunlar,
hile pazarında kargayı bülbül, merkebi düldül diye satarlar.
Topkapı Sarayı’nı anlatırken, cennetten
bir köşedir ki buraya gelenler cenneti dünyada görür diyen ve devlet işlerinin özellikle
Divan’ın çalışmasından övgüyle söz eden
Lâtifî, muhtemelen kendi başına da gelmiş olacak ki ne kadar başarılı ve kabiliyetli olursa olsun bir hami olmadan devlet memuriyetine girmenin zor olduğunu
söyler. Maalesef mansıp dağıtılırken hak
ediş ve liyakat sorulmaz, nesebine bakılmaz,
bakılan tek şey paradır. İstanbul’da konforlu bir hayat sürmek için gerekli olan para
her kapının anahtarıdır, özellikle memuriyet elde etmek için elzemdir. Çünkü
kuru torbaya at tutulmaz ve yemeksiz davete
kimse gitmez!
10
makale
Diğer şehrengiz yazarlarında olduğu gibi
Lâtifî’nin de önemle üzerinde durduğu
dinî yapılar Ayasofya ve Fatih Camiileridir. Eğitim kurumu olarak ise Fatih
Medresesi ön plana çıkarılır. İmparatorluk başkentinde yaşamanın ve terbiye
görmenin bir neticesi olan İstanbul insanı da kültürü, nezaketi, kibarlığı ve hayat
tarzı ile âdeta örnek gösterilir. İstanbul
insanı öyle naziktir ki bedenine sinek konsa
sineğin ayakları tenine batar.
Eğlence mekânları, kahvehaneler, seyir
yeri ve tatlı imalathaneleri ile ön plana
çıkarılan semt ise Tahtakale’dir. Özellikle burada bulunan kahvehaneler sadece
şiir ve edebiyat ilgililerinin değil, herhangi
bir hüner sahibi olan kimselerin toplandığı
yerdir. Oraya gidenler pek çok gariplikler
seyrederler. Meddahların, şairlerin, kıssahanların, kâtiplerin bu kahveleri mekân
tuttuklarını söyler. Hokkabazlar, hayal oynatıcılar, orta oyunu takımları ve
cambazlar da bu semtin müdavimleridir.
Ayrıca Tahtakale bugün de olduğu gibi
şekerci esnafının yoğun olarak faaliyette
bulunduğu bir yerleşim yeridir. Özellikle düğünler ve eğlenceler için yapılan
keklik, at, fil şeklindeki dev şekerlemeler
İstanbul halkın rağbetini kazanmıştır.
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Kahvehane
Bizans’tan beri İstanbul’da gayrimüslim
azınlıkların ve Avrupalılar’ın yoğun olarak yaşadığı Galata semti Lâtifi tarafından meyhane ve içki ile anılır. Çünkü içki
meclisi oradan başka yerde haramdır.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Döneminde el üstünde tutulan mesire
yeri ise Kâğıthane’dir. Yaz mevsiminde kadın-erkek, küçük-büyük; herkesin
kayıklarla Kağıthane’ye gittiğini söyler.
Eyüp Sultan ise mukaddes bir mekândır.
Semtin tarihini, yöreye adını veren Eyüp
Sultan’ın hayatından pasajlarla birlikte
okuyucuya sunar. Mezarın fetih esnasında Akşemsettin’in kerametiyle nasıl bulunduğunu anlatır.
Divan şiirinde hikemî tarzın en önemli
temsilcisi olarak kabul edilen 17. yüzyıl
şairi Nâbi, oğluna öğüt vermek maksadıyla yazdığı nasihatname türündeki eseri Hayriyye’nin bir bölümünü İstanbul’a
ayırmıştır. Bu eserden aldığımız;
İlm ile ma’rifete cây-ı kabul
Olmaz illâ ki meğer İstanbul
İtsün İstanbul’ı Allah ma’mur
Andadır cümle meâli-i umur
Mevlid ü menşe-i ashâb-ı himem
Terbiyet-hâne-i esnâf-ı ümem
Ne kadar var ise ashâb-ı kemal
Hep Sitanbul’da bulur istikbâl
Ne kadar var ise aksam-ı hüner
Hep Sitanbul’da bulur revnâk ü fer
Ana mânend olamaz şehr-i diyar
Olmaz anun gibi bir cây-i karar
Andadur mâ-hasal-ı kadr ü hüner
Taşralarda kim okur kim dinler
Beyitlerinde şair yer yer taşra ile mukayese ederek İstanbul’un biricikliğini ve
eşsizliğini ortaya koyar. Ona göre İstanbul dışında hüner ve marifetin değer
gördüğü başka bir şehir yoktur. İstanbul’u dünyada müstesna bir yere koyar
ve tüm kabiliyetli insanların toplandığı,
kemale erdiği, izzet ve şeref mertebelerine yükseldiği bir yer olarak görür. İstanbul’un ilim, irfan ve eğitim yönünü ön
plana çıkaran Nâbi’nin oğlundan dikkatini bu alanda yoğunlaştırmasını ve şehrin
hiçbir yerde bulunmayan imkânlarından
faydalanmasını istediği açıktır.
17. yüzyılda İstanbul etrafında yazılmış
en önemli metin kuşkusuz Evliya Çelebi Seyahatnamesi’dir. Dünya çapındaki
eserinin birinci cildini İstanbul’a ayıran
Evliya Çelebi, şehrin yer yer menkıbelere dayanan tarihi, folkloru, ticaret ve
esnaf hayatı, semtleri hakkında anlaşılır
ve eğlendirici bir dille ayrıntılı bilgiler
verir. Sadece 17. Yüzyılla değil öncesi ve
sonrasıyla ilgili çıkarım ve yaklaşımlara
müsait bir metin olan Seyahatname başta
dil, edebiyat ve tarih sahaları olmak üzere Osmanlı özelinde yapılacak çalışmaları
veri ve bilgi bakımından besleyecek zengin bir kaynaktır.
Divan edebiyatında İstanbul deyince 18. Yüzyıl ölçeğinde akla ilk gelen
isim olan Nedim, Yirmisekiz Çelebi
Mehmet Efendi’nin Paris sefaretinden
sonra imparatorluk başkentinde Fransız saray hayatının yerli bir versiyonu
şeklinde değişen sosyal hayatın en canlı
şahidi durumundadır. Eskisinden farklı olarak dünya zevklerinin ve nimetlerinin ön plana çıkarıldığı, âdeta şairin
“Yiyelim içelim kam alalım dünyadan”
mısrası ile özetlediği bu hayat tarzı sa-
11
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
12
makale
raydan başlayıp yavaş yavaş halka inmiş, yeni yapılan ve tamir edilen mesire yerleri, meydan çeşmeleri İstanbul
hayatına bir genişleme sağlamıştır.
Hayatın bu şekilde değişmesi ve toplumsal bir hâl alması başta iktisadî olmak üzere pek çok sıkıntıları da beraberinde getirmiş, neticede 1718 yılında
başlayan bu süreç 1730 yılında yaşanan
kanlı bir ayaklanmayla son bulmuştur.
Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.
Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ
Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u hevâdır.
Her bağçesi bir çemenistan-ı letafet Her gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü âlâdır.
İnsaf değildir anı dünyaya değişmek Gülzarların cennete teşbih hatâdır.
Kaynak: http://thearthistoryjournal.
blogspot.com.tr/2011/02/levni.html
Diyerek öncesi ve sonrasıyla İstanbul
hakkında bütün divan şiirinde ortaya konulan görüşü kendi dili ve edasıyla özetleyen Nedim’in özel olarak üzerinde durduğu semt ise Kâğıthane’dir. Şiirimizde
gerek dil gerekse muhteva bakımından
mahallîleşme eğiliminin öncüsü olan şairin yazdığı şarkılar, yaz aylarında burada
düzenlenen Sadabad eğlencelerinin bütün hususiyetlerini yansıtan bir ayna gibidir. Nedim’in mahallileşme adına açtığı
yolun 19. yüzyılın başındaki en önemli
temsilcisi ise yine bir İstanbul şairi olan
ve şarkılarıyla Lâle Devri şairini aratmayan Enderunlu Vasıf Osman’dır.
Döneme damgasını vuran Sadrazam
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın yakın adamlarından olan Nedim, yazdığı şiirlerle ve şarkılarla sonradan Lâle
Devri diye adlandırılacak olan bu süreci
bütün canlılığıyla tespit etmiştir. Hamisi İbrahim Paşa için yazdığı meşhur
kasidesinde;
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Modern Türk Edebiyatında
İstanbul
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (1826) ve
Tanzimat Fermanı’nın ilân edilmesinden
(1839) sonraki dönemde her alanda olduğu gibi Türk edebiyatında da batılı anlamda bir değişime gidilir. Ancak edebiyat ve sanat alanında yaşanan değişimin
hemen değil de 1860’lı yıllardan sonra
ivme kazandığını söylememiz gerekiyor.
Günümüze kadar uzanan bu süreç içinde
sanatkârların İstanbul’a bakışında özellikle mütareke dönemine kadar eskisiyle mukayese edilemeyecek derecede bir
farklılık söz konusudur. Şüphesiz bunda
ortama ve sürece hâkim olan batıyı yakalama, hayata batılı bir form verme kaygısı etkilidir. Başka bir deyişle bu süreçte
İstanbul, 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya
çıkan yahut yeni dönemin ihtiyaçları
karşısında dönüşüme uğrayan ve başını Londra, Paris, Viyana ve Berlin gibi
şehirlerin çektiği modern kent anlayışı
etrafında değerlendirilir. Sanayi Devrimi’yle birlikte üretim faaliyetlerinin merkezi durumuna gelen, her türlü iktisadî
harekete yön veren, kalabalık nüfusa,
gösterişli binalara, ticaret merkezlerine,
geniş cadde ve meydanlara sahip olan
batılı modern kentler düşünüldüğünde
henüz klasik şehir mantığıyla hayatını
sürdürmeye çalışan, üretici olmaktan
çok tüketici konumunda olan İstanbul,
öncelikle yerli aydınlar ve sanatkârlar tarafından yukarıdaki parametreler
doğrultusunda eleştiriye uğrar. Meseleyi
modernitenin sihirli kavramları değişim,
sürat ve ilerleme etrafında ele alan, Avrupa’ya yaptıkları seyahatler neticesinde gördükleri ve bir müddet yaşadıkları
kentler ile İstanbul arasındaki uçurumu
bizzat gören aydınların gözünde impa-
ratorluk başkenti artık Divan şairinin
“cennet” imgesinden epeyce uzaktadır.
İstanbul ile Avrupa şehirleri arasındaki
mukayesede hep olumsuzluklar İstanbul
üzerinden verilir ve kısa zamanda şehrin
batılı bir görünüm kazanması arzulanır.
Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Midhat Efendi bu yazar ve şairlerin
başında gelir. Ancak batılılaşmanın gerekliliği hususunda sanatkârlar arasında
fikir birliği olmakla birlikte bunun nasıl
gerçekleştirileceği hakkında farklı çözüm
önerileri söz konusudur. Bununla beraber ilk dönem edebiyat ürünlerinde yerli
değerleri temel almak suretiyle moderniteyi eskinin üzerinde inşa etme çabası
ön plana çıkarılır. Özellikle sosyal hayat
söz konusu olduğunda sanatkârlar batılılaşmanın nasıl olması, batı kültürü karşısında nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği
konusunda bazen kahramanlar yoluyla bazen de açık bir şekilde okuyucuyu
uyarma gereği hissederler. Gazetecilik
tecrübesinden de faydalanarak yazdığı
romanlarla geniş okuyucu kitlesi edinen, sadece kurguya dayalı eserlerle değil
halkın ihtiyacı olduğu alanlarda yaptığı
yayınlarla döneme damgasını vuran Ahmet Midhat Efendi bu sanatkârların başında gelir. Aşk ve evlilik, kadın, eğlence
hayatı, sosyal ilişkilerde yaşanan zorluklar, mirasyedilik, savurganlık, köklerden
uzaklaşma, her yönüyle batıyı benimsemenin çıkardığı sıkıntılar, bu dönemde
başını Ahmet Midhat Efendi’nin çektiği
romancıların özellikle batılılaşma çerçevesinde ele aldığı konulardır. Hâliyle
bu konular etrafında yazılan romanlara
mekân olan başlıca şehir İstanbul’dur.
Modern hayatın geliştiği Beyoğlu semti, Çamlıca, Moda, Fenerbahçe, Göksu
mesireleri ve Boğaziçi ise sosyal hayatın
13
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
çeşitliliğine bağlı olarak insanların birbirlerini görmelerine imkân tanımaları
sebebiyle konu seçimi ve olay örgüsü hususunda romancılara ilham veren başlıca
mekânlardır.
dan ayrıca önemlidir. Abdülhamid döneminde başladığı yazı hayatını Meşrutiyet
ve Cumhuriyet dönemlerinde de sürdürmüş olan Ahmet Rasim, her yönüyle
İstanbul yazarı olma payesini hak eden
Kaynak: http://www.galerialfa.com/en/Engraving-Gallery.html?artist=35&rc=2
yazarların başında gelmektedir. Özellikle
Mütareke ve Cumhuriyet dönemlerinde
yazdığı yazı ve eserlerde gündelik meselelerin yanı sıra eskiye yönelik olarak hatıralarına da yer verdiği görülür.
Romancı yönüyle Ahmet Midhat’ın yanında düşünülmesi gereken Hüseyin
Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde ise batılılaşma problemi yanında komik unsurların ön plana çıkarıldığı mahalle hayatı
konu edilir.
14
makale
Bu dönemde “Şehir Mektupları” başlığıyla gündelik hayattan ve aktüel meselelerden hareketle gazetelere yazdığı fıkralarla adını duyuran en önemli isim Ahmet
Rasim’dir. Mahalleden eğlence hayatına,
çarşı pazardan kültür ve sanat ortamlarına kadar İstanbul’la ilgili her şey onun
ilgi alanı içindedir. Okuyucuyu yormadan hoşa giden bir üslupla ele aldığı bu
mektuplar yazıldığı dönemin gündelik
hayatı hakkında bilgi içermesi bakımın-
Türk edebiyatında batı etkisinin en yoğun şekilde yaşandığı Servet-i Fünûn
döneminde ise bu eğilime paralel olarak
sanatkârlar tarafından kurgulanan olaylar etrafında İstanbul’da batılı hayatın ön
plana çıktığı mekânlar konu edilir. Yerli
hayatla ilgili unsurların geri plana itildiği,
Mehmet Kaplan’ın Mai ve Siyah romanının kahramanı Ahmet Cemil etrafında
yaptığı tespitle “Süleymaniye semtinde
yaşadığı hâlde Süleymaniye Camii’ni
görmeyen kahramanların” yer aldığı
Servet-i Fünûn romanında, Beyoğlu,
Adalar, Boğaziçi’nin Rumeli kıyıları gibi
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
alafranga hayatın hâkim olduğu semtler
ön plana çıkar. Devrin önemli yazarları
modern anlamda Türk romanının ilk
temsilcisi sayılan Halit Ziya Uşaklıgil ve
Mehmet Rauf’tur. Şiirde ise Tevfik Fikret, tarih karşısında aldığı olumsuz vaziyetin de tesiriyle meşhur “Sis” şiirinde
bütün kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü İstanbul’u âdeta lânetler.
II. Meşrutiyet sonrası Türk edebiyatının
genel seyrine baktığımızda özellikle ilk
dönemde İstanbul’a bakışta bir olumsuzluk söz konusudur. İlk dönemde özellikle
Jöntürk fikriyatına yakın yazarların eserlerinde göze çarpan bu menfi tutumun
oluşmasında Meşrutiyet’in Selânik’te ilân
edilmesinin ve İstanbul’un Abdülhamid
rejimiyle özdeşleştirilmesinin rolü büyüktür. Meşrutiyet’in ilânından altı ay
sonra çıkan 31 Mart İsyanı, İstanbul etrafında oluşan bu olumsuz algıyı perçinler.
Siyasetin her alanda belirleyici olduğu bu
dönemde İttihat ve Terakki’nin Türkçü
kanadına mensup bazı yazarlar tarafından İstanbul ve onun temsil ettiği kültür
kozmopolit olmakla suçlanır. Türkçülük’ün önünü açmak, Osmanlıcılık idealinin sonuçsuzluğunu göstermek amacıyla geliştirilen bu tutumun neticesinde
İstanbul âdeta Bizans’ın devamı olarak
nitelendirilir.
Meşrutiyet döneminde İstanbul hakkında olumsuz değerlendirmelerde bulunan
sanatkârlardan birisi de Mehmet Âkif’tir.
Fakat o getirdiği tenkitlerin çıkış noktası
bakımından diğerlerinden farklıdır. Meselelere İslâmiyet ve Müslümanlık çerçevesinden ve bütüncül bir bakışla yaklaşan
Âkif, İstanbul’da gözlemlediği aksaklıkları İslam dünyasının hâlihazırda yaşadığı
sıkıntılarla birlikte ele alır. Özellikle şeh-
rin imar bakımından yetersizliğini uzun
yılların verdiği ihmalkârlığa bağlar ve bu
ihmâlkarlığın sebebi olarak da İslâmiyetin hiç tecviz etmediği tembelliği görür.
Âkif’e göre batıcı yazarların yaptığı gibi
bütün olumsuzlukların kaynağı olarak
yerli düşünceyi kabul etmek ve her şeyi
batıda aramak ise onaylanacak bir durum
değildir. Gerekçe olarak İslâm’ın şanlı
mazisine göndermelerde bulunan Safahat şairine göre tek kurtuluş yolu, geçmişte olduğu gibi dinin yapıcı dinamiklerini asrın ihtiyaçlarına cevap verecek
şekilde yeniden hayata geçirmektir.
II. Meşrutiyet’in çalkantılı ortamına ek
olarak yaşanan Trablusgarp ve Balkan
savaşları, hemen ardından başlayan ve
diğerleri gibi yenilgiyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nin akabinde
İstanbul’un işgal edilmesi, şehrin geleceğiyle ilgili olarak batı kamuoyunda Türkiye aleyhinde yapılan tartışmalar hâliyle
bütün dikkati İstanbul üzerine çevirir.
Özellikle şehrin kaybedilme endişesiyle birlikte Mütareke döneminde oluşan
karamsar tablo, aydınlarda eskisinden
farklı bir İstanbul algısının oluşmasına
sebep olur. İstanbul’un Türk ve Müslüman kimliğine vurgu yapan bu algının
oluşmasında en büyük katkı Yahya Kemal’e aittir. Yahya Kemal, tartışmaların
yoğun bir şekilde yaşandığı dönemde
İstanbul gazetelerinde neşredilen makalelerinde Fransız düşüncesinden gelen
toprağa bağlı milliyetçilik anlayışından
hareketle İstanbul’u Türk ve İslam medeniyetinin âdeta tecessüm ettiği sembol
bir şehir olarak görür ve şehrin Türklük ve ona ruh veren Müslümanlık olmadan düşünülemeyeceğini vurgular.
15
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
16
makale
Düşüncelerini batılı yazarların İstanbul
hakkındaki değerlendirmeleriyle besleyen Yahya Kemal, sık sık şehir içinde
gezilere çıkarak taşa toprağa sinmiş Türk
ve İslâm ruhunu “süreklilik” kavramı
çerçevesinde aktüel alana taşır. Özellikle fetih hadisesi üzerinde duran yazar
Fatih Sultan Mehmed’in şehri almakla
sadece Türkler’e ve Müslümanlara değil
bütün insanlığa katkı yaptığını düşünür.
Mütareke öncesinden başlayarak yazdığı
Nedimâne tarzda gazellerle ve şarkılarla
dikkatleri tekrar Lâle Devri’ne ve uzun
süredir gündem dışına itilmiş divan edebiyatına çeken Yahya Kemal, her alanda
eski ile yeni arasında oluşan kopukluğu
ortadan kaldırmaya çalışır. Sanatının ve
düşünce dünyasının merkezinde yer alan
ve bütün unsurların etrafında döndüğü
İstanbul ömrü boyunca onun tek ilham
kaynağı olmuş gibidir. Hâliyle sanatsal
kaygıların yönlendirdiği dikkati Türk
ve İslâm kimliğiyle öne çıkan İstanbul
semtleri üzerinde yoğunlaşır. Üsküdar,
Boğaziçi, Atikvalde, Kocamustafapaşa,
Çubuklu, Kanlıca ve Süleymaniye, Yahya Kemal’in gerek mimarîsi gerekse hayat tarzıyla İstanbul’u temsil kabiliyetine
sahip gördüğü semtlerin başında gelir.
Yazdığı şiirlerle hem döneminde hem de
sonrasında İstanbul şairi olarak anılan,
sanatı ve düşünceleriyle geniş bir kesimi
etkileyen şairin oluşturduğu İstanbul algısı günümüzde de varlığını devam ettirmektedir.
Tarih şuurunu Yahya Kemal’den alan
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde
İstanbul, ilham kaynağı olmanın yanında özellikle modernitenin ortaya çıkardığı problemler etrafında düşünülür.
Sanat ve edebiyat söz konusu olduğun-
da tıpkı Yahya Kemal gibi “mükemmeliyet” çerçevesinde hareket eden, ancak
eşyaya ve nesnelere bakışta hocasından
daha derinlemesine ve yoğun bir gayret
gösteren Tanpınar için İstanbul, “rüya”
temeline oturttuğu sanatını besleyen
bitmez tükenmez bir kaynaktır. Çağını
yorumlamada diğer yazarlardan farklı
bir yerde duran Tanpınar’ın üzerinde durduğu temel meselelerden biri de
modernitenin açtığı yarık neticesinde
mazi ile hâl arasında ortaya çıkan uçurumun nasıl giderileceği, tercih hakkının birinden yana kullanma şansının
olmadığı bu iki unsurun süreklilik fikri
etrafında nasıl birleştirilebileceği hususudur. Hâliyle bu mesele de yazar
tarafından İstanbul etrafında tartışılacaktır. Başta Huzur romanı olmak üzere
Beş Şehir denemesinin İstanbul bölümü
yazarın bu konudaki görüşlerini gerek
kahramanların ağzından gerekse direkt
olarak okuyucuyla paylaştığı temel metinlerdir.
Eserlerinde Proust etkisi açık bir şekilde
kendisini belli eden bir başka İstanbul
yazarı olan Abdülhak Şinasi Hisar’da ise
çocukluk hatıraları ön plandadır. Yazar, geçip giden ve bir daha yaşanması
mümkün olmayan bir zaman dilimi olarak gördüğü maziye nostalji aralığından
bakar. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul seçkinleri arasında revaçta
olmuş Boğaziçi hayatı Hisar’ın üzerinde
önemle durduğu konudur. Abdülhak Şinasi Hisar’ın mazi karşısındaki tavrının
günümüzde Selim İleri tarafından devam
ettirildiğini söyleyebiliriz.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami
Safa ve Halide Edip Adıvar ise Tanzimat’tan itibaren Türk edebiyatının te-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
mel konularından birisi olan batılılaşma meselesini, bazen aktüel zamanın
içinde bazen de geçmiş zaman çerçevesinde ele alıp doğu batı çatışması başta
olmak üzere yeni yorum ve açılımlarla
II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e taşıyan yazarların başında gelmektedirler.
Tabiî ki bu konunun en somut bir şekilde ele alınacağı mekân yine İstanbul
olacaktır.
İstanbul ve edebiyat söz konusu oldu-
1940’lı yıllara kadar edebiyatımızda geri
planda kalmış, yeterince işlenmemiş olan
sıradan insan, bir özne olarak bu tarihten
itibaren şiirde Garip Akımı, hikâyede ise
Sait Faik’le birlikte edebiyat sahnesindeki
yerini almaya başlar. Gerek Garip mensupları gerekse Sait Faik, yaşayış ve dünya görüşü olarak kendilerine yakın buldukları, gündelik nafakasıyla kıt kanaat
geçinen, ekmeğini taştan çıkaran, küçük
mutluluklar peşinde koşan İstanbul’un
bu kesimine sonsuz sevgiyle yaklaşırlar.
Sadece insanlar değil başta ağaçlar, kuşlar
ve balıklar olmak üzere tabiatın bizatihi
kendisi bütün olumsuzluklara rağmen
hayata bağlılıklarını kaybetmeyen bu kuşağın ilgi alanı içindedir.
coğrafi değişimi hakkında önemli bil-
Kronolojik olarak Garip Akımı’ndan
sonra gelen İkinci Yeni şiirinde İstanbul,
gerek şairler gerekse hareketin ilk yılları
ile sonraki dönemlerinde farklı şekillerde
ele alınmıştır. Özellikle şiirinin ilk döneminde Turgut Uyar’da Garip etkisi açıkça
bellidir. Hareketin önemli isimlerinden
İlhan Berk ve Ece Ayhan’da İstanbul modern kent bağlamında değerlendirilir ve
anlaşılması zor imgelerle karşımıza çıkar.
Sezai Karakoç ise meseleye İslâm kültür
ve medeniyeti perspektifinden yaklaşarak, geleneksel İstanbul algısını modern
bir dille günümüze taşır.
Said Naum Duhanî, Burhan Felek, Refik
ğunda sadece sanat ve edebiyat değil diğer alanlara da katkısı bakımından düşünüldüğünde ihmal edilmemesi gereken
başka bir kaynak da hatıratlardır. Yazıldığı yahut ele aldığı dönemle ilgili olarak
gündelik hayat, gelenekler ve görenekler,
edebiyat hayatı, şehrin demografik ve
giler veren hatıratların yazılması ve yayınlanması II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet
dönemlerinde yaygınlık kazanır. Tanzimat’tan itibaren İstanbul’un yaşadığı değişimi bilen, bizzat bu dönemleri yaşamış
şahsiyetler tarafından kaleme alınan, bir
kısmı hatırat-roman şeklinde yazılan bu
eserler epeyce bir yekûn teşkil ederler.
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Aşçı İbrahim Dede, Ahmet Rasim, Ahmet Semih
Mümtaz, Malik Aksel, A. Ragıp Akyavaş,
Sermet Muhtar Alus, Samiha Ayverdi,
Halit Karay, Lütfî Simavi, Mehmed Tevfik (Çaylak), Musahipzade Celâl, Halit
Fahri Ozansoy, Sadri Sema ve Ref’i Cevat Ulunay, son olarak da Orhan Pamuk,
bu sahada yazdıkları hatıratlarla eski ve
yakın dönem İstanbul hayatına çeşitli
yönleriyle ışık tutmuş yazarların önde
gelenleridir.
17
makale
şehir & toplum
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
YEREL YÖNETİM DÜNYASINDA
İLKLERİN ŞEHRİ İSTANBUL
Erbay Arıkboğa
Doç. Dr., M.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Öğretim Üyesi
Son Dönem Osmanlı Mirası
Osmanlı İmparatorluğu’na uzun yıllar
başkentlik etmiş olan İstanbul, Osmanlı’nın son dönemindeki reform hareketlerinden etkilenen şehirlerin başında
geldi. Henüz Stockholm Sendromu’nun
bilinmediği bir dönemde Osmanlı Devleti, askeri yenilgiler ve gerilemeler karşısında kendini yenilemenin yolunu Batılı kurumlarda ve yöntemlerde aradı. Bu
bağlamda Osmanlı İmparatorluğu, 18.
yüzyılın ortalarından başlayarak yerel
yönetim alanında da bir dizi kurumsal
değişime gitti. Osmanlı, yerel yönetim
kurumlarını yenilerken Fransız sistemini referans aldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde yerel hizmetleri sunan kurumlar vakıflar, loncalar ve mahalleler
idi. Özellikle mahalle yapılanmasına
bakıldığında, şehrin yekpare bir yapıdan daha ziyade, bal peteği gibi çok
hücreli, çok gözlü bir yapıyı andırdığı
görülür.
19
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Resim: İstanbul’dan Bir Görünüm
Kaynak: http://resim-tr.com/resim-Eski_istanbul_Resimleri-999.htm
20
makale
Osmanlının son dönemde kurmaya çalıştığı yerel yönetim kurumları ise bu gelenekten bir iz taşımamaktadır. Bugün geriye dönüp bakıldığında, acaba o dönemde
farklı bir yöntem denenseydi ne olurdu
şeklindeki bir soru anlamlı olmakla birlikte, bu sorunun cevabı sadece hipotetik bir
egzersiz olabilir. Bu soruyu bir yana bırakıp yaşanan sürece bakalım. Bu dönemde bir taraftan şehrin içindeki bu küçük
hücreler dışa doğru açılmaya, sosyo-ekonomik olarak kendi mahalleleri dışına taşmaya başlarken, diğer taraftan yerel yönetim kurumları mahalleyi değil, daha geniş
bölgeleri referans alarak kuruldu.
1855 tarihi, Osmanlı İmparatorluğu için,
yerel yönetim literatüründe önemli bir
kilometre taşını ifade eder. Çünkü bu
tarih, Devletin Payitahtı İstanbul’da ilk
“modern” yerel yönetim kurumu olan
Şehremaneti’nin kurulduğu yıldır. Bu
kurumun bir “şehremini” (belediye başkanı), bir de “şehir meclisi” vardı. Tabii ki
İstanbul, o devirde de büyük bir şehirdi.
Dolayısıyla üç yıl sonra, Şehremaneti’nin
altında, farklı bölgelerde belediye daireleri oluşturulması benimsendi. Ancak
bütün daireler bir anda kurulmadı, hatta bazıları hiç kurulamadan değişiklikler
yapıldı. Bu bağlamda ikinci önemli tarih
1858’dir. Bu tarihte, Galata-Beyoğlu bölgesinde bu dairelerden altıncısı, “Altıncı
Daire-i Belediye” adıyla kuruldu.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Resim: Altıncı Daire-i Belediye Binası
Kaynak: http://www.dunyabulteni.net/
haberler/293603/istanbulda-ilk-modern-belediye-6-daire-i-belediye
Alt düzeydeki belediye dairelerinin kurulması sürecinde, ilk pilot uygulamaya
6 numaradan başlanması ve bu dairenin
yabancıların yoğun olarak bulunduğu
Pera bölgesinde kurulması, Osmanlının son dönemde takip ettiği yöntemle
uyumluydu. Resmi raporlarda bu durum şu şekilde izah edilmiştir: Bölgenin
gelirinin yüksek olması, bölgede önemli
binaların bulunması ve orada yaşayan
halkın çeşitli ülkelerdeki belediye tarzı
yönetimleri görmüş olması. Diğer taraftan o dönemde, Paris’in en gözde semtindeki belediye dairesinin numarası da
“altı” idi.1 Bu tarihi Daire’nin kullanmış
olduğu Şişhane’deki binada, bugün Beyoğlu Belediyesi hizmet vermektedir.
Osmanlı’da yerel yönetim bağlamında
kurulan tek kurum belediye değildi. Fransa’da olduğu gibi il düzeyinde de, daha
sonra il özel idaresi adını alacak bir yerel
yönetim kurumu kurulmuştu. Gerçekte
19. yüzyılın son çeyreğinde sadece bu tür
yerel kurumlar değil, Cumhuriyet’in tevarüs ettiği il, ilçe gibi mülki kurumlar da
oluşturuldu. Bu mülki yapılanmanın ilk
denemeleri 1864 yılında başladı ve tedrici
olarak eyalet sisteminden vilayet sistemine geçildi. Bu bağlamda hem mülki idare
yani taşra örgütleri, hem de yerel yönetim
kurumları oluşturuldu.
1 Tarkan Oktay, İstanbul Şehremaneti, Yeditepe Yayınları,
İstanbul, 2011, s. 23.
21
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cumhuriyet’in İstanbul’u
Cumhuriyet’in yerel yönetim deneyimi
de inişli çıkışlı oldu. Ve elbette, başkentin Ankara’ya taşınması ve yeni rejimin
İstanbul’a mesafeli duruşu, şehri önemli
ölçüde etkiledi. Genç Cumhuriyet, yerel
yönetim alanına önce köylerden başladı
(1924), ardından 1930’da belediyelere ilişkin kapsamlı bir yasa çıkardı. İl özel idaresine ise el atmaya yanaşmadı, bu kurum
İttihat ve Terakki’nin savaş döneminde
çıkarmış olduğu geçici kanunla çok uzun
bir süre yetinmek durumunda kaldı.
Türkiye Cumhuriyeti, köylerin kendi
seçtiği muhtar tarafından yönetilmesi ve
kendi toplumsal-ekonomik gücü ile idare
etmesi yaklaşımını benimsedi. Şehirlerde
ise belediye kurumuna bir takım hizmetlerin sorumluluğunu bıraktı ve ayrıca bu
kuruma çeşitli gelir kaynakları tahsis etti.
İl özel idareleri ise, hem valinin başkanlığı altında idi, hem de sorumlu olduğu
konular, Ankara’nın doğrudan ilgi duyduğu konulardı. Dolayısıyla Ankara’daki
yönetimin kurumsallaşması ve güçlenmesi tamamlandıkça, il özel idarelerinin
içi boşaltıldı, görevleri bakanlıklara ve
bunlarla doğrudan ilişkili olan vilayetteki
müdürlüklere geçti.
22
makale
Cumhuriyet, belediyelere ise önem verdi ve yine Fransız belediye kanunundan
esinlenerek, 1930’da belediye yasasını
çıkardı. Her belediyenin bir başkanı da
olacaktı. Ancak o dönemdeki başkanlar,
doğrudan halk tarafından seçilmiyordu.
Belediye Meclisi’nin seçmesi ve Ankara’nın onaylaması gibi bir dizi işlem sonrasında belirleniyordu. Dolayısıyla 1963
yılına kadar geçerli olacak bu sistemde,
belediye başkanları hem güç itibariyle
hem de yerel siyasi liderlik itibariyle ön
planda değillerdi. Ancak İstanbul’daki
durum daha farklıydı. İstanbul Belediyesi için ayrı bir başkanın olması benimsenmemişti. Diğer belediyelerde olduğu
gibi İstanbul Belediyesi’nin de bir meclisi
vardı. Ancak başkanlığını ilin valisi yapacaktı. Bu durumun sadece İstanbul için
değil, o dönemde Ankara için de geçerli
olduğunu belirtmek gerekir. 1963 yılına
kadar bu iki ilde valiler, hem vali hem de
belediye başkanı olarak görev yaptılar.
1963 yılındaki değişiklikle birlikte belediye başkanları doğrudan seçilmeye ve
gücünü halktan almaya başladı. 1963’te
hem İstanbul’da hem de diğer kentlerde, halkın belediye başkanını doğrudan
seçebilmesine imkân veren bir yasal düzenleme yapıldı. Bu düzenlemenin, bugüne kadar uzanan çok boyutlu etkilerinin olduğunu belirtmek gerekir. Çok
kısa belirtmek gerekirse bu yeni durum,
belediye başkanlarını güçlendirdi, yerel
düzeyde önemli siyasi liderlerin ve figürlerin doğmasına zemin hazırladı ve
yerel siyasetçilerin önüne ulusal siyasete
geçmeye imkân veren yeni bir kapı açtı.
Büyüyen İstanbul,
Büyüyen Sorunlar
1960’lar, İstanbul için “yeni” tartışmaların
ortaya çıkmaya başladığı yıllardır. Ülkenin değişik bölgelerinden göç alan kent
merkezi, dışa doğru büyümeye başlamış,
dış çeperdeki kırsal alanda yeni yerleşmeler oluşmuş, buralardaki köylerin nüfusları artmış ve bu alanlarda yeni belediyeler
kurulmaya başlamıştı. Daha bu tarihlerde İstanbul, Anadolu Yakası’nda doğuya,
Avrupa yakasında batıya, Boğaz hattında
ise kuzeye doğru genişlemeye başlamıştır.
(Bakınız Harita).
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Harita: İstanbul metropoliten alanında genişleme, 1920-1980 arası kurulan belediyeler2
1970 yılında bu büyümeye ve bunun idari biçimine ilişkin bir fotoğraf çekersek,
şunları görürüz. Merkezde İstanbul Belediyesi vardır, bu belediye 14 ilçeyi kapsayan devasa bir belediyedir (Haritada
Boğazın iki yakasındaki koyu/dikey taralı alan). Bu ilçelerde İstanbul Belediyesi’nin Şube Müdürlükleri vardır. Ancak
bu büyüklüğüne ve genişliğine rağmen
İstanbul Belediyesi, yeni göç dalgalarını
yönetecek ve yönlendirecek imkâna sahip değildir.
Göçlerin bir kısmı, İstanbul Belediyesi’nin dışında kalan kırsal alanlara yönelmekte ve bu alanlarda yeni yerleşmeler, yeni belediyeler oluşmaktadır.
1970’te İstanbul’daki belediye sayısı
27’dir. Bunlardan bir kısmı ilin merkezi alanından kopuk uç kısımlarında yer
almaktadır, ancak bir kısmı merkezle
ilişkilidir ve İstanbul Belediyesi’yle sınır komşusudur.
23
makale
2 Harita, Suri Leyla ve Hatice Kansu’nun makalesinden
uyarlanmıştır. “Yerel Yönetimlerin Tarihi Gelişimi,
Yasal ve Yönetsel Düzenlemeler, İstanbul Örneği”,
Kent Yönetimi, İnsan ve Çevre Sorunları Sempozyumu,
İstanbul BŞB yayını, 1999, s. 85.
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Tablo: İstanbul’daki nüfus büyümesi3
Yıllar
1965
1970
1975
İstanbul
2.293.823
3.019.032
3.904.588
Türkiye
31.391.421
35.605.176
40.347.719
(%)
7,3
8,5
9,7
1980
4.741.890
44.736.957
10,6
1985
1990
2000
2007
2010
2013
5.842.985
7.309.190
10.018.735
12.573.836
13.255.685
14.160.467
50.664.458
56.473.035
67.803.927
70.586.256
73.722.988
76.667.864
11,5
12,9
14,8
17,8
18,0
18,5
Bu dönemde İstanbul’un nüfusu da hızla büyüdü. İlin nüfusu, 1965 sayımında
2 milyonu geçti, 1970’te 3 milyonu aştı.
1980’e gelindiğinde ise bu rakam 4,7 milyona ulaştı ve İstanbul’un ülke nüfusu
içindeki payı % 10’a yükseldi. Bugün ise
neredeyse her beş kişiden biri İstanbul’da
yaşar hale gelmiştir.
24
makale
1980 öncesinde göçlerle gelen nüfusun il içinde özellikle yerleştiği alanlar,
merkeze yakın bölgelerdir. Haritada da
görüldüğü gibi bu dönemde İstanbul il
merkezi, dışa doğru hızla büyümekte,
çevrede yeni yeni belediyeler kurulmaktadır. Ancak bu yeni belediyelerin,
İstanbul Belediyesi ile bir entegrasyonu söz konusu değildi. TUİK 1965
yılı için İstanbul’un köy nüfusunu 500
bin olarak verir. 15 yıl sonra, 1980’de
İstanbul’un köy nüfusu 1,8 milyona
çıkmıştır. Gerçekte hızla büyüyen
bu nüfus, köylerde değil, köyden
belediyeye dönüşen yeni alanlarda
yaşamaktadır. Bu alanlar İstanbul
Belediyesinin sınırları dışındadır. Bu
alanlar, idari açıdan kendi belediyeleri
3 TUİK 1965-2000 Genel Nüfus Sayımı istatistikleri ve
2007-2013 TUİK ADNS verileri.
bulunan bölgelerdir. Ama imar ve yapı
türü açısından bakıldığında buralar
geniş gecekondu bölgeleridir ve çok
önemli kentsel hizmetlerin bile (su,
elektrik, temel altyapı vb.) tam olarak
sunulamadığı yerleşim alanlarıdır.
Yukarıda tasvir edilen fotoğraf, İstanbul’un sadece çok göç aldığını değil, aynı
zamanda hızla metropoliten bir kent niteliğine bürünmeye başladığını da göstermektedir. Dolayısıyla artık İstanbul’un
yönetiminde klasik belediye yönetiminin
dışında, bu geniş ve birbiriyle etkileşim
içindeki kentsel alanı, daha farklı kurumlarla yönetme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Dünyadaki metropoliten yönetim tartışmaları, 1960’lı yıllardan itibaren, İstanbul
kenti üzerinden Türkiye’nin gündemine
girmeye başlamıştır.
Ankara,
İstanbul’u Düşünüyor… ama!
İstanbul’da yaşanan mekân ve nüfus
ilişkisine dayalı kentsel büyüme ve
bunların yarattığı çeşitli sorunlar,
Ankara’nın da ilgi alanına girdi.
Diğer taraftan bu dönemde planlama
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
başta olmak üzere birçok yetki,
yerel yönetimlerde değil zaten
Ankara’da idi. Dolayısıyla merkezi
hükümet, sorunların birebir muhatabı
durumunda idi ve ülkenin en büyük
kentinde gözlenen idari sorunlara ve
olumsuzluklara gözünü kapatabilecek
durumda değildi.
Aslında bu duruma ve soruna yönelik
çözüm arayışları çok boyutlu seyretti. Daha 1960’ların ikinci yarısında bu
sorun, akademik camianın, yerel yönetimlerin ve hükümetin gündeminde
kendine yer bulmaya başlamıştı. Bu konuda çeşitli tartışmalar ve araştırmalar
yapıldı, bu konu kalkınma planlarına
girdi ve 1970’li yıllarda bu sorunu çözmeye yönelik yasa tasarıları hazırlandı.
Ancak bütün tartışmaları bir anlamda
kilitleyen ve seçenekleri tabiri-i caizse
bire indiren şey, 1961 Anayasası olmuştur. Anayasaya bakıldığında bu tür
büyükşehirler için farklı bir ibarenin,
farklı bir modelin bulunmadığı görülüyordu. Ve henüz bu dönem, sivillerin Anayasa üzerinde söz söyleme ve
onu değiştirme lükslerinin olmadığı
bir dönemdi. Dolayısıyla geriye sadece, aynı bölgede yer alan belediyeleri
bir birlik şemsiyesi altında bir araya
getirme seçeneği kalıyordu. Önerilen
çözümlerde ve hazırlanan yasa tasarılarında bu seçeneğe odaklanıldı. Ancak
1970’li yıllarda artan şiddet olayları ve
siyasi gerilimler, bu çözümü de hayata
geçirmeye imkân vermedi. Daha açık
bir ifadeyle Hükümet, bu çözümü hayata geçirecek konuyu öncelikleri arasına almadı.
“İstanbul’da nasıl bir yerel yönetim modeline geçilmelidir?” şeklinde özetlene-
bilecek bu tartışmalar, yaklaşık 15 yıl
sürdü. 1980 Askeri Darbesi’yle birlikte
bu sorunun muhatabı, Askeri Yönetim
oldu. Askeri yönetim “eski” normlarla
bağlı değildir, kendi normunu kendisi koyar. Dolayısıyla kendi çözümünü
de kendisi getirdi. Askeri Yönetim bir
Güvenlik Konseyi kararıyla, İstanbul
Belediyesi’nin etrafındaki, yakın sahasındaki bütün belediye ve köyleri kaldırdı ve bunları İstanbul Belediyesi’ne
kattı. Bu karar sonrasında İstanbul’un
çevresindeki 26 belediye ve 22 köy İstanbul Belediyesi’ne katıldı. Böylece il
merkezindeki irili ufaklı parçalı idari
yapı bütünleştirilmiş, İstanbul Belediyesi çatısı altında birleştirilmiş oldu.
İstanbul Belediyesi daha da genişleyerek 22 ilçede 22 şubeli devasa tek bir
belediyeye dönüştü. Bu dönemde İstanbul’daki uygulamanın benzeri bazı
büyük il merkezlerinde de (Ankara,
İzmir, Adana, Bursa gibi) yaşandı.
1960’lardan itibaren büyükşehirlere ilişkin yapılan tartışmalar 1980 öncesinde
somut bir çıktıya dönüşmemiş olsa da,
1982 Anayasası’nda kendine yer buldu.
Anayasa, bu tartışmalara oldukça esnek
bir ifadeyle yanıt verdi ve büyükşehir
belediyelerinin kurulması yolu açılmış
oldu.
Bugünü Etkileyen Kurum:
Büyükşehir Belediyesi
1984 yılı, Türkiye’de büyükşehir belediyelerinin kuruluş yılıdır. İlk örnekler
İstanbul’un yanı sıra İzmir ve Ankara’dadır. Böylece üç il merkezinde farklı bir
yerel yönetim modeli denenmeye başlandı. Bu süreçte İstanbul Belediyesi, büyükşehir belediyesine dönüştürüldü. Bu
25
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
belediyenin sınırları tüm İstanbul’u değil,
İstanbul’un kentleşmiş bölgelerini kapsıyordu. Bu sınırlar içinde 15 ilçe belediyesi kuruldu. Tabii İstanbul’daki belediye
sayısı bundan ibaret değildi. Büyükşehir
sınırları dışında da yerleşim alanları vardı ve bu alanlarda da toplam 10 belediye
bulunuyordu.
rildi. Bu modelde ilçe belediyelerinin
yetkileri ve mali imkânları daha zayıf
tutuldu. Bununla birlikte zaman içinde
büyükşehir belediye başkanının bazı
yetkileri törpülenmiş, buna karşılık
ilçe belediyelerinin yetkileri bir miktar
artmıştır.
Resim: İBB Saraçhane Binası
26
makale
İstanbul bu dönemde, Özal’ın liberalleşme, kalkınma, dışa açılma, altyapı yatırımları ve yerelleşme politikalarından
ziyadesiyle etkilenecektir. Bu dönemde
yapılan yasal düzenlemeler bir taraftan
belediyelere imar yetkileri verirken diğer
taraftan büyükşehir belediyelerine o dönem için kayda değer bir mali kaynak da
sağlamıştı. Dolayısıyla büyükşehir belediyeleri daha büyük ölçekli projelere girme konusunda hevesli olmaya başladılar.
1984’te büyükşehir belediye modeline
geçilirken, sistem içinde büyükşehir
belediyesine ve büyükşehir belediye
başkanına gözle görülür bir ağırlık ve-
Aynı alan üzerinde iki farklı yerel yönetim birimi yetkili olduğunda aralarında bir işbölümü yapmak gerekir. Bu
bağlamda büyükşehirdeki bir ilçe belediyesi kendi ilçesinde yetkilidir. Ancak aynı ilçede büyükşehir belediyesi
de yetkilidir. Bu durumda iki kademe
arasında, hangi birimin hangi hizmetlerden sorumlu olduğunu belirlemek
gerekir. Basitçe söylemek gerekirse,
büyükşehir belediyesinin daha makro
nitelikli hizmetleri sunduğu, ilçe belediyelerinin ise daha yerel nitelikli
hizmetlerden sorumlu olduğu bir yapı
kuruldu.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
İki Kademeli Sistem
Büyükşehir belediyesinde farklı olan tek
şey “büyük” değildir, burada entegre edilmiş bir belediye sistemi söz konusudur.
Ülkemizde benimsenmiş olan büyükşehir belediye sistemi, iki kademeli bir
modeldir. Üst kademede büyükşehir alanının tamamını kapsayan bir büyükşehir belediyesi bulunur. Alt kademede ise
kendi sınırları içinde yetkili olan ve büyükşehir belediyesi ile ilişki içinde bulunan alt düzey belediyeler bulunmaktadır.
İki kademe arasındaki ilişkiler tek yönlü
bir ilişkiden ziyade, karşılıklı bir ilişkidir.
Her iki düzeydeki belediyenin hem seçilmiş başkanları hem de meclisleri vardır.
Model, iki kademedeki belediyenin birbirinden tamamen bağımsız olarak çalışmasına değil, karşılıklı etkileşimine ve
birbirini tamamlamasına dayalıdır. Ne
var ki bu iki kademe arasındaki ilişkiler
zaman zaman medeni ölçülerin dışına
taşar. Bu tartışmalar bazen medyaya da
yansır. Medyaya yansıyan olayların bir
kısmı, farklı siyasi partilerin iktidarda olduğu belediyeler arasındaki kavga ve çekişmeler şeklindedir. Ancak işin tamamı
bundan ibaret değildir.
Aslında Özal’ın kafasındaki model, daha
merkezi ve daha tek odaklı bir büyükşehir yönetimi idi. Özal, büyükşehir ile ilçe
belediye başkanlarının farklı partilerden
değil, aynı partiden seçilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak modelin kendi
mantığı, bu yaklaşıma çok açık değildir.
Dolayısıyla daha en başından beri, bu iki
farklı düzeydeki seçimler, farklı siyasi
sonuçlar doğuracak şekilde yapıldı. Diğer taraftan Özal’ın yanıldığı nokta, aynı
siyasi partiden olan kişilerin daha kolay
anlaşacağı, hiç değilse kavga etmeyeceği
idi. Hâlbuki bu modelde aynı partiden seçilmiş olan büyükşehir belediye başkanı
ile ilçe belediye başkanı da karşı karşıya
gelme potansiyeline fazlasıyla sahiptir.
Özellikle geleceğe dair siyasi beklentilerin olduğu durumlarda, alt ve üst kademedeki bu yerel liderler (başkanlar), birbirlerini yakından takip ederler ve bazen
biri diğerinin önüne “medeni olmayan”
engellemeler çıkarabilir.
Büyükşehir düzenlemesi ile birlikte, hem
İstanbul’un yoğun göç almış olan bölümü
büyükşehir sınırları içine girmiş oldu,
hem de alt kademede kurulan ilçe belediyeleri ile birlikte daha koordineli bir yerel yönetim sistemi hayata geçmiş oldu.
Ne var ki, İstanbul halâ yoğun göç alan
ve dışa doğru büyümeye devam eden bir
kent idi. Dolayısıyla zaman içinde yine
belediye yapılanmasına ilişkin başka bazı
sorunlar tartışılmaya başlandı.
İmar Gedikleri,
İmar Tepeleri
1990’lı yıllardaki tartışma konularından birisi belde belediyeleri idi. Küçük
nüfuslu belde belediyeleri bir taraftan
büyükşehir sistemi dışında yer alıyor,
diğer taraftan bir belediye olarak imar
yetkisine sahip bulunuyordu. Dolayısıyla bu belediyeler büyükşehirin
imar disiplini dışına çıkıyor ve kentin
imar bütünlüğünü bozan uygulamalara izin verebiliyordu. Bu soruna ancak
2004’te el atılabildi. 2004’te hem İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları
il sınırlarına genişletildi, hem de belde
belediyelerinin başına buyruk hareket
etmeleri önlendi.
27
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Ancak İstanbul gibi rant üretme potansiyelinin ve kapasitesinin yüksek olduğu
bir kentte, imar gediklerini tıkamak kolay değildir. 2000’li yıllarda İstanbul’un
imar bütünlüğünü bozan uygulamalarda başrolü TOKİ (Toplu Konut İdaresi)
almış görünüyor. Zira TOKİ, 2004 tarihinde yapılan bir yasal değişiklik ile kendi mülkiyetinde olan alanlarda doğrudan
imar planı yapma yetkisine kavuştu. Her
ne kadar bu düzenlemede, mevcut imar
bütünlüğünü bozmamaktan söz edilse ve
büyükşehir belediye meclisine bir şekilde
atıf yapılmış olsa da, TOKİ eliyle yapılan
uygulamaların önemli yoğunluk artışları
getirdiği ve dolayısıyla bu yetkinin gelecek dönemde İstanbul halkı üzerinde
önemli sorunlara yol açacak şekilde kullanılmış olduğu ortadadır. 2011 yılında
ise, kentsel dönüşümle birlikte bu kez
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da imar konusunda üst yetkili bir idare haline geldi.
İmar kararlarının bu tür üst makamlar
tarafından verilmesi, yerel tartışmalardan ve endişelerden uzak kararların alınmasına yol açar. Ayrıca TOKİ örneğinde, kendi mülkiyetindeki taşınmazdan en
fazla ortaklık payı geliri alma şeklinde cereyan eder ve kentin genel yararı yerine
kurumsal kazanç ağır basabilir. Hâlbuki
belediye meclislerinde yerel düzeyde cereyan edecek tartışmalar, daha insaflı ve
daha makul çözümlerin ortaya çıkmasına
imkân verir. Yerel düzeyde müzakereye
dayalı bu tartışmalı süreçlerde hatalı kararlar alınsa bile, sonraki süreçte bundan
gerekli dersler çıkarılabilir ve benzer
hataların önüne geçilebilir.4 Dolayısıyla
Başkan Topbaş’ın, yeni Başbakan Davutoğlu’na “İstanbul’un planlama işini bize
bırakın” yollu nazik serzenişi dikkate
alınmalıdır.5
28
makale
Resim: TOKİ-Kayaşehir
4 Örneğin İstanbul’un tarihi siluetini bozan 16:9 kuleleri
sonrasında başlayan tartışmalarda, İstanbul Büyükşehir
Belediye Meclisi benzer durumların oluşmasını önlemek
için mahalle bazında maksimum yapı yükseklik sınırlarını
belirleyen kararlar almıştır.
5 Kadir Topbaş, “Sayın Başbakanımıza… bir takım bakanlıkların ve kurumların İstanbul üzerinde plan yapma yetkisinin… kalkması gerektiğini söyledim”. Radikal, 18.9.2014.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Yerel Siyasetten
Ulusal Siyasete
1990’lı yıllardaki önemli diğer bir değişikliğin etkileri bugüne uzanmaktadır.
1994’te, çoğu kesimin beklemediği bir
şey oldu. Refah Partisi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kazandı.
Aslında daha öncesinde bunun işaretleri
vardı. Ancak yine de çoğu kesim böylesi
bir şokla karşılaşacağını düşünmüyordu.
Dünya kenti olma yolunda ilerleyen bir
kenti, Refah Partili bir başkanın yönetecek olması çoğu kişiye garip geliyordu.
Ciddi biçimde dile getirilen iddialardan
biri de şu idi: Bunlar “modern” bir kenti
yönetme işini başaramazlar, çünkü “modern” bir düşünceye sahip değiller.
Bu iddianın tersine sürecin nasıl ilerlediğini hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin çalkantılı siyasetinde partiler kapandı, isimler
değişti, bu parti kendi içinden farklı bir
hareket doğurdu. Ve 20 yıl sonra bugün
hala, o partinin ardılı olan bir parti İstanbul’u yönetmeye devam ediyor. Diğer taraftan daha Refah Partisi’nden başlayarak
bu hareket, yereldeki başarısını kademe
kademe ulusal düzeye taşımayı başardı.
1996’da Refah Partisi koalisyon ortağı olmuştu. 2002 seçimlerinde ise Ak Parti tek
başına Hükümet kurma gücünü elde etti.
1994’te İstanbul Belediye Başkanlığı’nı kazanan Recep Tayyip Erdoğan bu kez Başbakanlık koltuğuna oturacaktı.
Türkiye’nin o dönemlerdeki yapılanmasına, siyasi alanın işleyiş biçimine ve
özellikle askeri vesayetin niteliğine bağlı
olarak bu sürecin düz bir seyir izlemediğini, aksine oldukça gerilimli bir süreçten
geçildiğini çok iyi biliyoruz. Bu gerilimli
süreç, 2002’de de bitmemiş yeni bir ev-
reye bürünmüştü. Bu nedenle, seçimden
birinci parti olarak çıkan Ak Parti’nin
Genel Başkanı, ancak 5 ay sonra başbakanlık koltuğuna oturabilmişti. 10 yılı
aşan Erdoğan Hükümetleri dönemi, sadece tek parti iktidarına, istikrara ve büyümeye değil, siyasetin normalleşmesine
ve demokratikleşmeye de önemli katkılar sağlayan bir dönem oldu.
İBB: Büyük, Öncü ve
Kariyer Kurumu
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB),
Türkiye’deki hem en büyük yerel
yönetim, hem de en köklü ve en kurumsal
yerel yönetimlerden biri. İBB, yerel
yönetimlerde çalışmak isteyen birinin
tercih edeceği kurumların başında gelir.
İBB’nin istihdam ettiği insan kaynağı
oldukça yüksek. Sadece büyükşehirde
8.500’ün üzerinde memur, 4.000’in üzerinde işçi olmak üzere 13.000 personel
çalışıyor. Ancak bu rakama hizmet alım
yoluyla çalıştırılan (taşeron) personel dâhil değil. İlaveten İETT’de 5.000’i kamu
personeli, 2.000’i hizmet alım yoluyla
olmak üzere 7.000 personel çalışıyor. İSKİ’nin personel sayısı ise 7.500’tür. Bu üç
birimdeki toplam çalışan sayısı 27 bine
ulaşmaktadır.6 Bunların dışında İBB, özel
hukuka tabi 26 şirkete sahiptir. Şirket
çalışanları ve idari birimlerdeki bütün taşeron personel de dâhil edildiğinde, İBB
ve ilişkili kurumlardaki toplam personel
sayısı 72 bine ulaşmaktadır.7
Bu tür idari kurumları ve şirketleri sayesinde İBB, sadece birtakım hizmetler
sunmamakta, aynı zamanda yerel yöne6 İBB, İSKİ ve İETT 2013 yılı Faaliyet Raporları.
7 İBB Genel Sekreteri Hayri Baraçlı’nın sunumundan
(Ekim 2014).
29
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
ticilerin kariyerlerini geliştirebilecekleri
bir işyeri olarak da işlev görmektedir.
Bu bağlamda İBB, personellerine önemli deneyimler kazandıran ve başka yerel
yönetimlere deneyimli personel ihraç
eden bir yerel yönetim birimidir. İBB’nin
idari birimlerinde ve şirketlerinde göreve başlayan veya buralarda deneyimini
artıran birçok kişi, başka belediyelerde
ve kurumlarda üst düzey pozisyonlara
atanmış, bazıları ise, merkezi bürokraside önemli pozisyonlara gelmiştir.
30
İBB’nin kullandığı mali kaynağın büyüklüğü de, Türkiye’deki pek çok yerel yönetimin gözünü kamaştıracak niteliktedir.
Örneğin İETT’nin 2014 bütçesi 1,7 milyar, İSKİ’nin 4,7 milyar, büyükşehirin 9,1
milyar olmak üzere, İBB’nin toplam idare
bütçesi 15,5 milyar TL’dir. Türkiye’de yerel yönetimlerin bir yılda kullandığı toplam mali kaynağın 90 milyar TL civarında
olduğu düşünülürse, İBB tek başına bu
kaynağın % 16’sını kullanmaktadır. Ancak
bu oranın yüksek olmadığına vurgu yapmak gerekir. Çünkü önceki sayfalarda yer
alan nüfus tablosuna bakıldığında, Türkiye nüfusunun % 18,5’i İstanbul’da yaşamaktadır. Yine 2013 yılında Türkiye’de
toplanan vergilerin % 44,6’sı İstanbul’dan
toplanmıştır.8 Diğer taraftan İBB’nin idare
bütçesi yüksek olmakla birlikte, belediye
şirketlerinin de ayrı bütçeleri vardır. Bu
bağlamda şirketler de dâhil edildiğinde,
İBB’nin 2014 yılı konsolide bütçesi 27,5
milyar dolara ulaşmaktadır.9
makale
8 Muhasebat Genel Müdürlüğü verileri.
9 İBB Genel Sekreteri Hayri Baraçlı’nın sunumundan
(Ekim 2014).
Bu büyüklüğü ve prestiji nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yerel seçimlerin en gözde kurumudur ve olmaya
devam edecektir. İBB, bütün partilerin
kazanmayı arzu edecekleri önemli bir
iktidar alanıdır. 2014 yerel seçimlerinde
Kadir Topbaş üçüncü kez başkanlık
yarışını kazanmış ve bir siyasi hareket,
İstanbul’un 25 yılına damga vurma
imkânına kavuşmuştur (1994-2019).
Türkiye’nin en dinamik kentinde, çeyrek
asıra tekabül eden bu süre, bir siyasi
parti için tek başına muazzam bir başarı
hikâyesidir.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
31
makale
şehir & toplum
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE
İSTANBUL EKONOMİSİ
İbrahim Enes Özkan
Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi,
İstanbul Araştırmaları, ABD
Giriş
İstanbul tarih boyunca büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bu süreçte iktisadi açıdan önemini hep koruyan
İstanbul günümüzde de Türkiye’nin
iktisadi lokomotifi olarak işlevini sürdürmektedir. İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar Doğu
Akdeniz’in en büyük kent merkezi olagelmiştir. Kent merkezinin büyüklüğü
İstanbul’un Roma, Bizans ve Osmanlı
dönemlerinde hem merkezi yönetimin
burada olmasından hem de Doğu ile
Batı arasında iktisadi ve kültürel bir geçiş noktası olmasından kaynaklanmıştır.
Roma İmparatorluğu’nun doğudaki en
önemli merkezi olan İstanbul, Roma tarihinde çalkantıların ve iç savaşların da
merkezi olmuştur. Kuzey Avrupa’dan
Orta Doğu’ya kadar uzanan bir imparatorluk için İstanbul’un en büyük stratejik
önemi ticaret yollarının kontrol edilmesi için ideal bir noktada bulunmasından
kaynaklanıyordu. I. Konstantin 330 yılında İmparatorluğun başkentini Roma’dan İstanbul’a taşımış ve kentin adını
Nova Roma (Yeni Roma) olarak değiştirmişti. Bunun en büyük gerekçesi doğudan batıya akan ticaretin o dönemde
zenginliğin kaynağı olmasıydı.
33
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
İstanbul Batı Roma’nın yıkılışından sonra
Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olarak Doğu Hristiyanlığı’nın (Ortodoksluğun) merkezi olmaya devam etti. Adı ise
I. Konstantin’e ithâfen Konstantinopolis
oldu. Bu süreçte kent bölgesi içinde iktisadi merkez olmaya devam etti. İstanbul
Osmanlı İmparatorluğu’nca fethedileceği 1453 yılına kadar Karadeniz’den, Orta
Doğu’ya yapılan ticareti kontrol etti.
Resim: Bizans Döneminde İstanbul
Kaynak: http://gcube.milliyet.com.tr/Detail/2014/02/18/bizans-doneminde-istanbul-istanbul-bizans-imparatorlugu-1415845.jpg
34
makale
Şehir, Osmanlı döneminde de ticari merkez olma işlevini sürdürdü. Osmanlı’nın
Balkanlar’a da hâkim olmasıyla Küçük
Asya diye adlandırılan Ege Denizi çevresi ve Anadolu topraklarında gerçekleştirilen ticari faaliyetler İstanbul merkezli
olarak devam etti. Günümüzde de kent
bu işlevini devam ettirmektedir. Bu çalışmada kentin ticarî, sınaî ve finansal
yapısı Osmanlı İmparatorluğu dönemi
çerçevesinde incelenecek, bunun yanında, İstanbul’un bugünkü iktisadi konumu
ele alınacaktır.
Osmanlı Döneminde
İstanbul’un Yeri ve Önemi
Osmanlı Döneminde
İstanbul’un İaşesi
Osmanlı’da merkezî devlet, başkent İstanbul’un iaşesinin sağlanmasına, sosyal,
siyasî ve iktisadî düzenin temini açısından özel önem atfetmekteydi. İstanbul’un
muazzam nüfusunun ihtiyaç duyduğu te-
mel yiyecek maddelerinin kesintisiz akışını sağlamak İmparatorluğun başlıca sorunlarından biriydi. Barındırdığı yüksek
miktarda nüfus, İstanbul’u dönem için
önemli bir pazar haline getirmekte, bu da
özel yatırım ve teşebbüsün bölgeye daha
yoğun ilgi göstermesine neden olmaktaydı. Dolayısıyla kapalı çarşı, bedestenler vb. büyük iktisadî mekânların sadece
devlet orada inşa ettiği için İstanbul’da
var olduğunu düşünmek hatalı olacaktır.
Yapılan üretim ve ticaretin alıcı bulma
noktasında İstanbul’da bir karşılığının
olması, iktisadî teşebbüslerin de kendiliğinden bölgeye akışını teşvik etmekteydi. Ancak sanayi devrimi öncesi her dönem için ulaşım ve iletişim imkânlarının
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
kısıtlılığını göz önüne aldığımızda, gerek
kaynakları, gerekse iktisadî faaliyetleri
itibariyle İstanbul’un muazzam nüfusunu
kendi başına besleyebilmesinin imkânsızlığı da ortaya çıkmaktadır.
Resim: Kapalıçarşı
Kaynak: http://resimarama.net/wp-content/
uploads/2013/01/09735-Kapal%C4%B1%C3%A7ar%C5%9F%C4%B1.jpg
Başkentini böyle bir problemle baş başa
bırakmak istemeyen devletin İstanbul’a
özel ilgisi sonucu aldığı tedbir de, İstanbul’un tüm bölgelerin üretim fazlalarının
öncelikle aktarılması gereken imtiyazlı
bir hedef olarak belirlenmesi şeklinde olmuştur. Böylece İstanbul daima canlı bir
üretim ve ticaret merkezi olmuş, bir yandan ülkenin çok geniş bir bölümünün
iktisadî gücünü çeken ve diğer yandan da
bu bölgelere güç pompalayan iktisadî anlamda bir kalp görevi görmüştür.
Merkezî devlet, İstanbul’un iaşe meselesinin sorunsuz işlemesine özel önem
ve öncelik vererek, tahsis, ihracat yasağı, fiyat kontrolleri, temel malların ülke
içinde dolaşımının izne bağlanması gibi
uygulamalarla tüketim maddelerini bol
ve ucuz temin etmeye çalışmıştır. Şeh-
rin temel tüketim maddeleri ihtiyacının
karşılanabilmesi amacıyla, İstanbul’dan
çok uzak yerlerde sınaî üretim yapan
üreticiler de devlet tarafından yönlendirilebilmekteydi. Örneğin İstanbul’un
temizlik ihtiyacı için gerekli olan sabun
naklini sorunsuz yürütmek isteyen devlet, İzmir, Girit Adası, Midilli Adası,
Ayvalık, Edremit, Yunda Adası, Urla
vb. daha birçok yerdeki sabun imalatına
müdahale ederek, buralardaki üreticileri İstanbul’a sabun tahsisatı ile yükümlü
tutmaktaydı. Şehrin gıda sanayi kapasitesinin tüm nüfusu beslemek için yeterli
olmayışı, aynı şekilde Tuna boylarından,
Balkanlar’dan, Batı Trakya’dan, Karadeniz, Ege Kıyıları ve Mısır’dan buğday,
pirinç ve et gibi temel gıda maddelerinin
İstanbul’a aktarılmasına neden olmak-
35
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
taydı. Suraiya Faroqhi, İstanbul’un iaşesine devletin verdiği önemi açıklarken,
İstanbul’un meyve ihtiyacının karşılanmasında kritik bir konumu haiz Ege kıyıları için ilginç bir tanımlama yapmakta
ve bölgeyi Başkentin Bahçesi olarak nitelemektedir.
Osmanlı Döneminde
İstanbul’da Ticaret
Osmanlı döneminde ticaret, değişen ve
gelişen birçok kurum eşliğinde imparatorluğun çöküşüne kadar gelişimini
sürdürmüştür. İstanbul, hem kalabalık
nüfusu, hem de başkent olduğu için devletin ticarî uygulama ve politikalarının
da merkezinde yer almış ve ayrıcalıklı bir
konuma sahip olmuştur. Kentin ticaret
yollarının kesişim noktası olması da şüphesiz bu önemi artıran bir etkendi.
36
makale
Osmanlı ticaretinin hizmet ettiği iktisadi
prensipler, Mehmet Genç’in sınıflandırmasıyla; öncelikli olarak halkın ihtiyacının karşılanması (provizyonizm), devletin işlerliğini ve etkinliğini sağlayacak
olan geliri en çoklaştırma kaygısı (fiskalizm) ve son olarak kadimden beri uygulana gelen iktisadi politikaların ve rejimin devam ettirilmesidir (gelenekçilik).
İstanbul özelinde bu prensiplerin hepsi
XVIII. asrın sonlarına kadar kendini fazlasıyla hissettirmiştir. Zira İstanbul, beslenmesi gereken büyük bir kent, masraflarının karşılanması için yüklü miktarda
gelire ihtiyacı olan bir idare merkezi ve
siyasi-ekonomik sistemin devamlılığının-gücünün bir simgesiydi. Bu amaçlara uygun biçimde, Osmanlı’nın provizyonist ticaret geleneğinde malın iaşesi
sağlanmadan ihraç edilmesi engellenirdi. Örneğin 1573’de yazılan bir emirde,
İzmir’den İstanbul’a gelen balmumunun dışarıya gönderilmeyerek cari narh
üzerinden miri Mumhane’ye alınması,
1581’de derinin, ihtiyaçları olduğu için
öncelikle ayakkabıcılara dağıtılması isteniyor, dışarıya satılması yasaklanıyordu.
Ticari ilişkileri sınırlayan ve kurallar koyan bu politikalar, Osmanlı geleneğinde
ihracatın hep ikinci plana itildiği, sürekli
biçimde ithalatın özendirildiği ya da genel anlamda ticaret kültürünün yerleşmediği anlamına gelmeyecektir. Bilakis
Osmanlı idaresi öncelikle halkın refahı
ve kamu maliyesinin işlerliği açısından iç
ve dış ticarete önem vermiş, bu sektörlerin devamlılığını sağlamaya çalışmıştır.
Konumu gereği, İstanbul’un ticareti de
hem merkezi idare hem de yerli-yabancı
tacirler için ayrı bir öneme sahiptir.
İstanbul’un ticarî tarihine yönelik incelemelerimiz, tarih yazımında Osmanlı
ve Müslüman topluma yönelik birtakım ön kabullerin de hatalı olduğunu
göstermektedir. Bu yanlışlardan birisi
de, Osmanlı Türkleri’nin ya da diğer
Müslüman vatandaşların ticaretle meşgul olmadığı, tüm dönemlerde yabancıların veya gayrimüslim vatandaşların
ticaret sektöründe aktif olduğu kanısıdır. Hâlbuki İstanbul’a ilişkin ticarî veriler bu kanıyı açıkça yanlışlamaktadır.
Örneğin, 1779-1781 yılları arasındaki
deniz yoluyla yapılan iç ticaret kayıtlarına göre, İstanbul’a deniz taşımacılığı
yapan tüccarın % 71,7’si Müslümanlardan, % 24,5’i Hıristiyanlardan, % 3,8’i
ise Yahudilerden oluşuyordu. İstanbul’a taşımacılık yapan bu Müslüman
tacirlerin % 84,3’ü Türk’tü. Hıristiyan
tüccarın büyük bir kısmını da Rumlar
oluşturuyordu. Ayrıca 1782 yılına ait
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
bir listeye göre, Karadeniz’den İstanbul’a buğday getiren 56 tüccarın 55’i
Türk ya da diğer Müslüman Osmanlı vatandaşlarıydı; 1’i ise Rum ya da
Arnavut’tu. Yine, 158 kişiden oluşan
gemi kaptanlarının 136’sı Türk ya da
diğer Müslümanlardan; 22’si ise Rum
ya da Arnavutlar’dan oluşuyordu. Kısaca XVIII. asırda dış ticaret sektöründe yabancı tüccarlar etkinken, İstanbul
merkezli Osmanlı iç ticaretini yönlendirenler ise Müslüman Türklerdi.
İstanbul’un ticarî potansiyeli, Osmanlı
dönemi boyunca bölgenin uluslararası
ticaret açısından da bir merkez olmasına yol açmıştır. Osmanlı yönetimi de
yabancı tüccar ve ülkeleri bu konuda
desteklemiştir. Bu desteğin doğal bir
göstergesi, erken dönemlerden itibaren verilen kapitülasyonlardı. Osmanlı ilk olarak Cenovalılar’a (1352) daha
sonra da Venedikliler’e Anadolu’da
ticaret yapma hakkı tanımıştı. Bu ayrıcalıklar Avrupalı tüccara cazip geldiğinden, özellikle İstanbul ve İzmir gibi
limanlarda ticarethaneler kurmuşlar ve
konsolosluklar açmışlardı. Bizans döneminde, İstanbul ticaretinin en önemli
unsurlarından biri olan Latin kolonileri, fetihten sonra da denizaşırı ticareti
yönlendiriyorlardı. Mehmed II, Bizans
döneminden beri Galata’nın sakinleri
olan Cenovalılar’a mal ve can güvenliği
ile ticaret serbestliği tanıdı. Yerleşikleri
“zımmî” (Osmanlı vatandaşı gayrimüslim) statüsüne geçirirken, ticaret amaçlı
gelenlere ayrıcalıklar sundu. Sonradan
Galata sakinlerine, Floransalılar ve Endülüslü Araplar eklendi. Endülüslüler,
Galata’nın ticari hayatına ayrı bir canlılık katmışlardı.
Kapitülasyon verilen ülke sayısının artmasıyla İstanbul ticaretinde söz sahibi
olan tüccarların etnik kimlikleri de farklılaşmıştır. Örneğin 1776-78 yıllarına gelindiğinde İstanbul ticaretinin % 44.1’ini
Fransızların gerçekleştirdiğini görüyoruz. Aynı yıllarda, İngilizler’in İstanbul
ticaretindeki payı ise % 24.4 idi.
İstanbul’un ticari hayatını yönlendiren
bir diğer unsur ise lonca ve gedikler olmuştur. İstanbul’un tarım sektörü kendine yeterli üretim sunamasa da, sınai
üretim ve satım alanını oluşturan loncalar (esnaf teşkilatları) kentin tekstil
ve diğer imalat konularındaki iaşesini
önemli oranda sağlıyordu. Üretimi yapan ve toptan ya da perakende biçimde
satanlar küçük çaplı tüccar olarak adlandırabileceğimiz esnaf ve zanaatkârlardı. Diğer taraftan, esnaflık ve tüccarlık yapanlar sadece bunlar değildi.
XVIII. asırda yeniçeriler de bu alana
yoğun biçimde katılmıştı. Örneğin,
İstanbul’da 40.000 yeniçeri esnaf teşkilatıyla/organizasyonuyla bütünleşmiş
durumdaydı. Dahası Tulumbacılar teşkilatının kadrosu yeniçerilerden oluşmaktaydı.
İstanbul’un ticarî ve sınaî üretimini
yürüten loncalara kayıtlı esnaflar, bu
işi yapmak için gedik sahibi olmak zorundaydı. Bir işin yapıldığı yer, dükkan, araç anlamında kullnaılan gedik,
zamanla devletin bir kısım esnafa tanıdığı tekele dayanan üretim sisteminin
adı haline gelmişti. Her ticaret ve sanat
alanındaki gedik sayısı önceden belirlenmiş ve yeni gediklerin açılması sıkı
kurallara ve devletin onayına bağlanmıştı.
37
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Resim: Esnaflar
Kaynak: http://www.emekveadalet.org/
wp-content/uploads/osmanli-esnaf.jpg
38
makale
1826’da yeniçeri teşkilatının kaldırılmasıyla gediklerin direnci iyice azalmıştı.
Gedik sahiplerine esas darbe Balta Limanı Antlaşması’yla vurulmuş oldu. Bu antlaşmadan sonra, dış ticaretin büyümesiyle
birlikte, şehir ekonomisi üzerinde gediklerin hâkimiyeti kaybolmaya başladı. Bu
dönemlerde serbest ticaret antlaşmaları
gereğince yabancı tüccarlar perakende
ticaret işine de girmiş olduklarından, bu
tacirlerle onların şehirdeki temsilcileri
olarak faaliyet gösteren dellal ve simsarlar
ticari alanda daha aktif olarak yer almaya
başladılar. Diğer yandan işleri bozulan ve
birçok haklarını kaybeden gedik esnafı,
zaten işyerlerinin gedik hakkını büyük
paralarla yeni ticaret erbabına devretmişler ve kamu bürokrasisinde çalışma-
ya başlamışlardı. Aynı zamanda, birçok
gedik sahibi XIX. asırda Avrupa’yla ticari
ilişkilerin artmasından nemalanmışlar;
Avrupa mallarının pazarlanması için
mekân talebi artınca, işyerlerini depo ve
mağaza olarak kiraya verip büyük kazançlar elde etmişlerdi. 1910’da yalnız
İstanbul için geçerli olmak üzere, esnaf
loncaları kaldırılarak, esnaf cemiyetleri teşkil edildi. İki yıl sonra bu karar tüm ülke
sınırlarında uygulanmaya başlayacaktı.
Osmanlı İstanbulu’nda ticari hayatta
öne çıkan unsurlardan biri de vakıflardı. Çünkü İstanbul’da arasta ve bedestenlerdeki dükkân ve atölyeler gibi ticari mekânların tamamına yakını vakıf
mülküydü. Buralarda faaliyet gösteren
zanaatkâr ve tüccar, vakıfların kiracısı konumundaydılar. Başka bir ifadeyle
İstanbul’daki ticari mekânlar, sundukları ticari fonksiyonlar yanında aynı zamanda vakıfların da gelir kaynaklarıydı.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Vakıfların ticari hayattaki diğer bir rolü
de kredi kurumunun bir parçası olmalarıdır. Hayır amaçlı para vakfedilen “para
vakıfları” yatırım ve tüketim ihtiyacı için
sermaye arayan kişi ve kuruluşlara borç
vererek önemli bir finansal gerekliliği
yerine getirmekteydi.
Osmanlı Döneminde
İstanbul’da Sanayi
Bir bölgede ekonominin geneliyle birlikte sanayinin gelişmesi için birincil gereklilik, bölge nüfusunun artırılmasıdır. Bunun bilincinde olarak Osmanlı da, yeni
başkentine dışarıdan önemli miktarda
nüfus göç ettirmiştir. Fetihten hemen
önce, 10.000 ilâ 40.000 arasında bir miktarda olan ve tarihinin en düşük nüfusuna sahip İstanbul, fetih sonrasında 25 yıl
içinde nüfusunu ikiye katlarken, bir asır
içinde de 500.000 kişilik nüfusa ulaşmış
ve Avrupa’nın en büyük kenti haline gelmiştir. Nüfus artışı yanında, bu nüfusun
iskânı için imar edilen yeni mahalleler,
şehre yeni görünümünü kazandırmak
için inşa edilen saraylar, camiler, çarşılar,
bedestenler vb. bayındırlık faaliyetleri ile birlikte, iktisadî açıdan da İstanbul
önemli bir gelişim süreci yaşamıştır.
Erken dönemler için mevcut kayıtlar kısıtlı olsa da, fetih sonrası dönem İstanbul
sanayiinin genel görünümünü sunmak
için yeterli miktarda veri bulunmaktadır. Bu kaynaklardan birisi olan, 1489 yılı
Ayasofya Vakıf Kayıt Defteri’ne göre Büyük Çarşı’da faaliyet gösteren 641 dükkânın 33 ayakkabıcı, 33 terlikçi, 44 külah
imalatçısı, 50 terzi-keçeci ve 76 mücevherci ve diğer zanaatlardan oluştuğu
anlaşılmaktadır. Haliç civarında kurulan
mezbahalar ve Yedikule civarındaki 360,
Kasımpaşa’daki 44 debbağhâne ile birlikte Eyüp, Ayvansaray ve Hasköy bölgelerindeki çok sayıda deri işleme merkezini
de hesaba kattığımızda, XV. yüzyıl sonu
itibariyle modern dönem öncesi tüm
toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı İstanbul’unda da, tekstil ve gıda sektörlerinde
yoğunlaşan bir sınaî üretim yapısının hâkim olduğu görülmektedir.
Fetih sonrası erken dönem için İstanbul’un sınaî durumunu okuyabilmemize imkân veren bir diğer ilginç kaynak
ise, Fatih devrinde kurulan mahallelerin
isimlerinden ortaya çıkmaktadır. Buna
göre şehrin yeni hâkimleri birçok mahallenin ismini çeşitli mesleklerden yola
çıkarak belirlemiştir. Eminönü’ndeki
Bozahâneler Mahallesi, Unkapanı’ndaki
Debbâğıyn Mahallesi, Fatih’teki Debbâğ
Yunus Mescidi Mahallesi, Demirciler
Mahallesi, Galata’daki Urgancılar Mahallesi vb. bir meslekle özdeşleşmiş çok
sayıda mahalle ismine rastlayabilmemiz,
dönem itibariyle İstanbul’un sosyal ve iktisadî yaşamında çeşitli mesleklerin önemini de ortaya koymaktadır.
Bilindiği üzere sanayi devrimi ile birlikte sınaî üretim organizasyonunda temel
üretim birimi fabrikalar haline gelmiştir.
Bu dönemle birlikte özellikle sanayileşmiş ülkelerde her ne kadar geleneksel
üretim biçimi olarak nitelendirebileceğimiz esnaflar ve onların oluşturduğu meslekî organizasyonlar tamamen yok olmamış ve üretime devam etmişse de, sınaî
üretim genel olarak fabrikalarla tanımlanmaya başlamıştır.
XVIII. yüzyıla kadar geçecek dönemde,
kıtlık ve uzun süren savaş durumları
gibi olağanüstü durumları istisna kabul
39
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
etmemiz halinde, İstanbul’da geleneksel
zanaat sistemi öncülüğünde yapılan sınaî üretimde önemli sorunlar yaşanmadığını ifade edebiliriz. XVIII. yüzyılın
sonlarına kadar istikrarlı bir şekilde devam ettirilebilen bu düzenli yapının altında yatan en önemli etkenlerden birisi, oldukça farklı mesleklerden esnaf ve
çalışanların düzenli bir şekilde örgütlenmiş olabilmeleridir. Osmanlı mahkeme
kayıtlarında esnafın iç işleyişi ve kendi
aralarındaki ihtilaflara dair davalara çok
fazla rastlanmaması, esnaf örgütlerinin
özellikle arabuluculuk işlevini iyi yöneterek bu konudaki başarısını ve önemli
ölçüde istikrarı sağlayabildiklerini göstermektedir. Esnaf birliklerinin içyapısındaki bu istikrar yanında, söz konusu
dönemler için devlet ve halkla ilişkilerin
de genel anlamda olumlu yürütülmesi,
yine İstanbul esnafının organizasyonu
açısından kurduğu istikrarın bir diğer
başarılı göstergesidir.
40
makale
Osmanlı sanayisinden bahsederken bazı
kurumları özellikle vurgulamak gerekmektedir. Bu kurumlar özel sektörün
yaptığı üretimin dışında kurulan ve dönemine göre büyük fabrikalar olarak
nitelendirebileceğimiz imalathanelerdir.
Sanayi devrimi öncesinde loncalar eşliğinde yapılan üretim halk tüketimini
karşılarken, bu büyük imalathaneler genellikle devlet ihtiyaçlarını karşılayan
yapılardı. Esnaf loncaları eşliğinde yapılan sınaî üretimin yanında, bu stratejik
özellikleri nedeniyle devlet de özellikle
ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere,
kamusal yatırımlarla erken dönemlerden itibaren imalathane olarak nitelendirilen büyük sanayi tesisleri kurmuş ve
işletmiştir. Baruthaneler, silah atölyeleri,
askerî dikimevleri, tophaneler, tersaneler
vb. sanayi tesisleri bu kamusal yatırımların somutlaşmış halleri olarak XV. yüzyıldan itibaren devletin sınaî ihtiyaçları
için önemli görevler üstlenmiştir.
Resim: Baruthane
Kaynak: http://img.webme.com/pic/o/osmanli-devleti1299/baruthane.jpg
XIX. yüzyıla gelindiğinde iktisadî açıdan
Avrupa karşısında yaşanan gerilemenin giderilmesi için sanayileşmenin bir
çözüm yolu olarak değerlendirilmesi,
sanayileşmenin yolunun da fabrikalar
açılmasından geçtiği kabul edilince, Osmanlı’da çok çeşitli üretim alanlarına yönelik bu tarz büyük çaplı üretim birimleri kurulmaya başlanmıştır. Kuruldukları
mekânlar açısından ele aldığımız takdirde, fabrikalar öncülüğünde sanayileşme
çabalarının ilk olarak İstanbul’dan başlatıldığını ve çoğu devlet fabrikasının Avrupa’dan getirilen makine ve teknoloji ile
İstanbul’da üretime başladığını görmekteyiz. Zamanla özel teşebbüs sermayesiyle üretim yapan fabrikaların da sanayi
hayatında filizlenmeye başlamasıyla, başkent İstanbul, devlet ve özel sermaye ön-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
cülüğündeki yeni dönemin sanayileşme
girişimlerinin de başkenti olarak kabul
edilmiştir.
Resim: Feshane
Kaynak: http://osmanliansiklopedisi.
blogspot.com.tr/2012/07/feshane.html
Birinci Dünya Savaşı öncesinde İmparatorluk geneli içinde büyük sanayinin
üretim değeri itibariyle % 55’ine İstanbul ev sahipliği yaparken, % 25 ile İzmir,
% 5 ile Bursa ve % 3 ile Adana İstanbul’u
izleyen diğer bölgelerdi. Bu oranlar,
1910’lar itibariyle İmparatorluk sınırlarındaki büyük sanayi üretiminin yarısı
civarında bir miktarın İstanbul’da gerçekleştirildiğini göstermektedir. Ancak
tüm çabalara rağmen, 1910’lar sonrası
yaşanan savaşların olumsuz etkisi ülke
genelinde olduğu gibi İstanbul’da da sanayinin gerilemesine yol açmıştır. Var
olan iktisadî kaynakların diğer sektörler
ve üretim alanları aleyhine olacak şekilde askerî sanayi ve ordunun ihtiyaçlarına yönlendirilmesi de, İstanbul sınaî
üretiminde yaşanan bir diğer zorunlu
ve olumsuz gelişme olmuştur. Osmanlı hâkimiyeti altındaki İstanbul’un sınaî
yapısını şekillendiren önemli bir geliş-
me ise, Birinci Dünya Savaşı sırasında
uygulanma şansı bulan milli iktisat politikaları olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914
yılı, Osmanlı’nın uyguladığı iktisadî politikaların milliyetçilik eksenli olarak değişmesine ve milli iktisat uygulamasına
geçişe neden olmuştur. Tüm kapitülasyonların kaldırıldığı bu dönemde ekonomiye yoğun bir devlet müdahalesinin
de başlaması, gerek büyük çaplı, gerekse
esnaf temelli küçük çaplı üretim yapan
İstanbul’un sınaî üreticilerini de doğrudan etkilemiştir. Bir Türk-İslam burjuvazisi oluşturulabilmesinin hedeflendiği
bu yeni dönemde, millî ve İslamî nitelikli
şirketler kurulması politika olarak benimsenmiş, esnaflar açısından ise küçük
üreticilerin birleşerek şirketler kurması
amaçlanmıştır. Bağımsız bir sanayi kurulmasına yönelik çabalar, çeşitli yasal
düzenlemeler yapılarak yerli sanayi ve
41
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
üretime teşvikler verilmesi, imtiyazlar
dağıtılması şeklinde kendini göstermiştir.
Tüm bu değişimin merkez üssü ve ilk
başladığı bölge de başkent İstanbul olmuştur. 1917 itibariyle teşvik kanunlarından yararlanan toplam 117 sanayi
işletmesinin 63’ünün, yani yarıdan fazlasının İstanbul’da olması bu durumu göstermektedir. Bu politikanın asıl sonuçları
ise, küçük üreticilerin aynen 1866 Islah-ı
Sanayi Komisyonu döneminde olduğu
gibi birleştirilmesi çabasıyla şekillenmiştir. İttihat Terakki Cemiyeti’nin önemli
isimlerinden Kemal Bey’in girişimleriyle,
Heyet-i Mahsusa-i Ticariyye, Anadolu
Millî Mahsulat Osmanlı Anonim Şirketi
vb. İstanbul merkezli 80 civarında yeni
şirket kurulmuş ve küçük üreticilikten,
sermaye birikimi ve teşkilatlanmanın
daha güçlü olduğu daha büyük çaplı bir
üretim sürecine geçilmeye çalışılmıştır.
1910’lar sonrası Osmanlı hâkimiyetindeki son dönemlerinde, İstanbul sanayisi az
sayıdaki fabrika ile birlikte, küçük üreticiliğin daha yaygın bir karakter arz ettiği
bir yapıya sahipti. Bu durum cumhuriyet
kurulduktan sonra da bir süre devam etti.
dir. Önemli miktarda nüfus barındırması
İstanbul ekonomisinde para kullanımını
güçlendirirken; yoğun ticarî faaliyetler
ticaretin finansmanı, ödeme sistemleri
ve para değişim işlemlerine de hayat vermiştir.
Biriken servetler finansal aracılar vasıtasıyla toplumun en üst kesiminden aşağıya
kredi ihtiyacı olanlara aktarılırdı. Devletin para basma merkezi olan Darphane-i
Amire de İstanbul sınırları içindeydi. İstanbul’u finansal piyasalar ve aracılar açısından merkezî hale getiren en önemli
faktör ise kamu maliyesi finansmanıdır.
Osmanlı merkez ordusunun giderek büyümesi devletin vergilerini daha büyük
oranda nakit olarak toplamasına ve harcamaların tüm yıla yayılmasına yol açmıştır.
Osmanlı Döneminde
İstanbul’da Finans
42
makale
Osmanlı gibi büyük bir imparatorluğa
başkentlik yapan İstanbul, bu konumu
gereğince finansal anlamda da bölgesel
bir merkez olmuştur. Türk-İslam devletleri geleneğinde siyasî hükümranlığın en
önemli alameti; sultanların/padişahların
kendi adlarına sikke darp etmeleri ve bu
yetkinin paylaşılmamasıdır. Diğer taraftan İstanbul barındırdığı nüfus itibariyle
Osmanlı Devleti’nin en kalabalık şehri-
Resim: Darphane-i Amire
Kısaca, Fetih’ten Cumhuriyet’e İstanbul,
para darbının yapıldığı, ülke içinde kıymetli maden hareketlerine yön verildiği,
para siyasetine ilişkin kararların alındığı
ve uygulandığı, başta kamu maliyesi olmak üzere iç ve dış ticaretin finanse edil-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
diği, şehir sakinlerinin kredi ihtiyacının
karşılandığı ve bu tür finansal işlemleri
meslek edinen finansal aracılara ev sahipliği yapan dikkat çekici bir merkez
olmuştur.
Resim: Osmanlı Paraları / III. Selim Dönemi
Kaynak: http://antikdonem.com/
wp-content/uploads/edd/2013/10/III.selim_4-253x130.jpg
Osmanlı Devleti’nin para sistemi madeni paralara dayanmaktadır. İlk kuruluşundan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar
geçen uzun dönemde para sistemi, bazı
dönemlerde gümüşe (tek metal sistemi),
bazı dönemlerde altın, gümüş ve bakıra
(üçlü metal sistemi) ya da altın ve gümüşe (çift metal sistemi) dayalı olmuştur.
Osmanlı Devleti gibi madeni para sistemlerini benimseyen devletlerin modern zamanlar öncesinde karşılaştıkları
en büyük sıkıntı sikke arzının istikrarsızlığı ve kıtlığıdır. Fetihten, kaime uygulamasının başladığı 1840 yılına kadar
İstanbul para piyasasında istikrarı tehdit
eden temel unsurlar tağşiş ve kalpazanlıktır. Her iki unsur yarattığı enflasyon
ve dolandırıcılık gibi uygunsuzluklar nedeniyle şehir halkının yaşam konforunu
bozabilmekteydi. Kalpazanlığı önlemede
yetersizlik, devletin halkına karşı sorumluluğunu yerine getirmede itibar kaybına
neden olabilmekteydi. Ancak şehir sakinleri açısından temel problem devlet
tarafından yapılan tağşişler nedeniyle
ortaya çıkan hayat pahalılığıdır. Bu konu
askerler, esnaf ve halk ile devlet arasında
kronik bir gerilim konusu oluşturmuştur. Osmanlı para tarihinde bilinen ilk
önemli tağşiş İstanbul’un fethinden önce
1444 yılında Mehmed II (1444-1446,
1451-1481) zamanında yapılmış, sistemin temel parası olan gümüş akçe % 20
oranında tağşiş edilmiştir. Asker ve halkın ciddi tepkisine neden olan bu tağşişi
diğerleri izlemiştir. 1585-86 da yapılan
büyük tağşiş, İstanbul’da 1589 yılında
Beylerbeyi Vakası olarak adlandırılan
ciddi bir isyana yol açmıştır.
Paranın değerinin ayarlanması için yürütülen çabalar İstanbul’un ve dolayısıyla
Osmanlı’nın para piyasasında her zaman
sıkıntılı durumlar oluşturmuştur. Sadece Mehmet II zamanında değil İttihat
ve Terakki döneminde de para piyasası kontrol edilmesi zor bir alan olarak
karşımıza çıkmaktadır. Nitekim 1908
yılında İttihat ve Terakki hükümetinin
göreve başlaması ile para piyasasının düzenlenmesi konusu tekrar (bu zamandan
önceki yaklaşık 450 yıl gibi) gündeme
gelmiştir. 1909 yılında kurulan Islahat-ı
Meskûkât Komisyonu’nun çalışmaları
çerçevesinde yabancı uzmanlara bir rapor hazırlattırılmıştır. Para sisteminin
sadeleştirilmesini hedefleyen bu öneriler
meskûkât-ı mağşûşelerin (tağşiş edilmiş,
değeri düşürülmüş madeni para) tedavülden kaldırılmasını önermiştir. Ancak siyasi konjonktürün önerilen para
reformunun gerçekleştirilmesine uygun
olmaması, aynı zamanda savaş şartları
nedeniyle para piyasasındaki sorunlar
çözülememiştir. Paranın değerinin normal seyrini izlemesi için yürütülen çabalar genelde olumsuz tepkiler doğurmuş-
43
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
tur. Bu konu Cumhuriyet döneminde de
oldukça can yakan bir konu olmaya devam etmiştir.
44
makale
Para piyasasından kaynaklanan bu sıkıntılar haricinde, İstanbul’da tarih boyunca
işleyen finansal bir düzen bulunmaktaydı. Şehirde ihtiyaç duyulan finansal hizmetler, modern finansal aracılar olarak
bankaların ortaya çıkmasından önce,
muhtelif finansal aracılar tarafından yerine getirilmiştir. Bu aracıların isimleri
zaman ve mekâna göre değişmekteyse
de gördükleri fonksiyonlar benzerdir.
Örneğin bunlar arasında en bilineni
olan sarraflar (money-changers) bütün
coğrafyalarda olduğu gibi Ortaçağ İslam Dünyası’nda ve onun devamı olan
Osmanlı Devleti’nde de önemli finansal
aracılardır. Bunun yanında sadece İslam dünyasına, belki de sadece Osmanlı
Devleti’ne has finansal aracılar da vardır.
Para vakıfları bu türün en bilinen örneğidir. İstanbul’da önemli sayıda para vakfı
kurulmuş ve toplumun kredi ihtiyacını
karşılamıştır. Benzer şekilde dayanışma
ilkesine dayanılarak kurulan ve üyelerine yönelik hizmet veren avarız sandıkları, yeniçeri orta sandıkları, eytam
sandıkları, esnaf sandıkları da para vakfı
uygulamasının değişik örnekleri olarak
sayılabilir. Bunlardan avarız sandıkları
dışında kalanlar kalabalık asker, esnaf
ve yetim nüfus barındıran İstanbul’da
faaliyet alanı bulmuşlardır. Ayrıca şehirlerarası ödeme transferlerini gerçekleştiren poliçeciler ile yüksek faiz oranları
ile işlem yapan muameleciler, murabahacılar, ribahorlar, tefeciler de finansal
aracılar içerisinde düşünülmelidir. Diğer
taraftan fetihten önce Venedik, Cenova
vb. İtalyan şehir devletlerine ait tüccar-
ların Galata bölgesinde yerleşik olduğu
unutulmamalıdır.
Osmanlı ve finans kelimeleri yan yana
geldiğinde ise ilk akla gelen finansal kurumlar “Galata Bankerleri”dir. Bunlara
aynı zamanda Galata Sarrafları da denir.
Bu kurumlar Galata bölgesinde yerleşik olduğundan bu isimleri almışlardır.
Bu zümre devletin finansman ihtiyacını
karşılamanın yanı sıra özel sektöre de finansman sağlamıştır. Zaten bu bankerlerin çoğunun aynı zamanda tüccar olduğu
da bilinmektedir.
Resim: Galata Bankerleri
Kaynak: http://www.nereyeyatirimyapmali.
com/wp-content/uploads/2013/12/galata-bankerleri.jpg
Osmanlı Devleti’nde modern finansal
aracılar olarak bankaların gündeme gelmesi ise Tanzimat arifesindedir. İstanbul’da devlet eliyle bir banka kurulmasına ilişkin ilk öneri 1838 yılında kambiyo
istikrarı sorununa ilişkin tartışmaların
yapılması esnasındadır. Daha sonra müteaddit defalar ortaya konan bu fikir hayata geçirilememiştir. Durum bir devlet
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
bankası kurulması açısından böyleyken
özel bankalar içinse oldukça farklıdır.
XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın başları özel
bankaların faaliyetleri açısından oldukça hareketli geçmiştir. Galata Bankerleri’nin kurduğu bankalar dışarıda bırakılırsa Osmanlı bankacılık sistemi ilk
kurulan bankalardan itibaren neredeyse
tamamen yabancı sermayeli bankaların
hâkim olduğu bir piyasa olmuştur. Bu
dönemde birçok yabancı banka sahibi
ve tüccar İstanbul’da banka açmıştır. II.
Meşrutiyet dönemine kadar geçen sürede bu duruma istisna teşkil edecek yerli
sermayeli banka sayısı ise çok azdır. Bu
bankalar içerisinde en önemlisi 1863 yılında tarım sektöründeki üreticilere düşük faizli kredi sağlamak amacıyla Mithat Paşa tarafından başlatılan memleket
sandıkları uygulamasının 1888 yılında
yeniden organize edilerek İstanbul’da
Ziraat Bankası’nın vücuda getirilmesidir.
Osmanlı Devleti’nde menkul kıymetler borsası tarzında bir borsanın
ne zaman oluştuğu ise belirsiz olup
Galata Borsası’nın kuruluşuna ilişkin 1864, 1865 ve 1866 yılları zikredilmektedir. Kendini Galata Borsası
Müdürü olarak tanımlayan Antoine
Ducci’nin 1846 yılına ait dilekçesinde
borsanın açılması için 12 yıl uğraşarak nihayet başardığını belirtmesi,
tüccarlar ve bankerler arasında 1834
yılından itibaren düzenli bir piyasanın oluşmaya başladığını göstermektedir. Galata’da bir kahvehanede tüccarların bir araya gelmesi ile başlayan
borsa, daha sonra ahşap bir eve sonra
da 1 Temmuz 1852 yılında İtalyan
mimar André Manzin’in tasarımına
göre yapılan bir binaya geçmiştir. Bu
kurulan borsa şirket senetlerinden
çok devlet tahvillerinin alınıp satıldığı bir hüviyettedir. Dönemi içerisinde kurulan birkaç anonim şirket
olsa da bu şirketlerin borsaya büyük
katkıları olmamıştır.
Cumhuriyet Dönemi
İstanbul’u
1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması’ndan sonra daha açık, daha liberal
politikalar izleyen Osmanlı, İttihat
ve Terakki döneminde ise daha içine
kapanık ve korumacı politikalar izlemiştir. Bu politikaların temel nedeni yaşanan savaşların ve milliyetçilik
akımlarının ekonomiye yansımasıdır. Bu korumacı politikalar Osmanlı’nın son yıllarına ve Cumhuriyet’in
ilk yıllarına damgasını vurmuştu. Bu
kurumlar Osmanlı’nın iktisadi ve idari merkezi olan İstanbul’u etkilediği
gibi, kurulan Cumhuriyet’in de iktisadi merkezi ünvanını taşıyan İstanbul’u
da derinden etkilemiştir. Bunların yanında, artık büyük bir imparatorluğa
başkentlik eden İstanbul yerine, yeni
bir ülkenin en büyük şehri olarak konumlanan İstanbul, nüfus kompozisyonunun değişimi ve nüfus azalışı nedeniyle, iktisadi anlamda bir müddet
kan kaybetmiştir.
1927 İstanbul nüfus istatistiklerine
baktığımızda karşımıza çıkan sonucun
genel itibariyle üretim yapısını desteklemeyecek nitelikte olduğu görülecektir. Bu dönemde kentte yaşayan
794.444 kişinin çoğunun mesleksiz olduğu kayıtlara geçmiştir.
45
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
1927 Yılı İstanbul’da
Mesleklere Göre Nüfus
Zirai
89.517
Sınai
52.856
Ticari
70.100
Serbest
13.392
Memur
13.409
Hâkim
3.396
Ordu
18.917
PTT
4.226
Muhtelif
35.767
Toplam
301.580
Mesleksiz
492.864
46
makale
Osmanlı’da olduğu gibi kısa sürede hem
üretim, hem de pazar özellikleri açısından önemli bir iktisadi merkez halinde
gelmiştir.
Yıllara Göre Türkiye ve
İstanbul Nüfusları
Yıllar
Türkiye
İstanbul
1927
13.648.270
704.825
1960
27.754.820
1.533.822
1980
44.736.957
4.741.890
2000
64.845.216
10.018.735
2013
76.667.864
14.160.467
Kaynak: TÜİK
Kaynak: TÜİK
Ancak İstanbul’un tarihten gelen önemi,
şüphesiz Cumhuriyet döneminin başlarındaki zayıf halinin geçici olmasına yol
açmıştır. Cumhuriyet’in 90 yıllık serüveni ve bu süreç içinde İstanbul’un yaşadığı
nüfus artışı da, şehrin nüfus açısından
yaşadığı muazzam büyümeyi gözler önüne sermektedir. 2013 yılına gelindiğinde İstanbul’un nüfusu resmi rakamlarla
15 milyona yaklaşmış ve birçok dünya
ülkesinin nüfusunu geride bırakmıştır.
Türkiye nüfusunun da % 18,47’sine ev
sahipliği yapan İstanbul, aynen Bizans ve
Demografik büyüme sonucunda İstanbul iktisadi açıdan da büyüme yaşamış ve
önemli bir ekonomik büyüklüğe ulaşmıştır. Bu büyüme sonucunda 2011 yılı verilerine göre İstanbul, Türkiye’nin ürettiği
gayri safi katma değere önemli bir katkı
sunmaktadır. Bu katkı toplam gayri safi
katma değerin (GSKD) % 27,16’sı olarak gerçekleşmektedir. Ayrıca İstanbul,
Türkiye’nin toplam sanayi üretiminin %
38’ini, hizmet üretimini % 50’sini ve ticaretinin de % 50’sini sağlamaktadır (2010
rakamlarıyla).
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Cari Fiyatlarla Bölgesel Gayri Safi Katma Değer (2011) (000 TL)
Tarım
Sanayi
Hizmetler
GSKD*
Türkiye
103.635.252
316.326.396
730.491.491
1.150.453.139
İstanbul
621.756
85.466.006
226.349.898
312.437.660
Kaynak: TÜİK
1
Üretim ve katma değer açısından İstanbul’un ülke ve bölge ekonomisi açısından
bu önemi finansal anlamda da kendisini
göstermektedir. Finans piyasalarının büyüklüğü ve ulusal ve uluslararası bağlantılarıyla bugün İstanbul finansal anlamda
ülkenin başkenti sayılmaktadır. Nitekim
merkezi hükümet tarafından da İstanbul’da uluslararası bir finans merkezi
kurulması için çalışmalar başlatılmıştır.
Bu çalışmalar kentin tamamının bir finans merkezi olarak dizayn edilmesini de
içermektedir. Bu çerçevede kentte finans
sektörüyle ilgili hukukî, ekonomik ve
altyapısal düzenlemeler yapılmaktadır.
*
Bu değer bir bölgede yerleşik ekonomik birimlerin belli
bir dönemde bölgedeki ekonomik faaliyetleri sonucunda
ürettikleri mal ve hizmetlerin (çıktı) üretim değerinden,
bu üretimde bulunabilmek için kullandıkları mal ve
hizmetler (ara tüketim) değerinin çıkarılması sonucu elde
edilen değerdir.
Kentin finans sektörünün gelişimine yönelik banka şube sayılarına ilişkin veriler
sektörün ne kadar hızlı büyüdüğünün
göstergesidir. Verilere göre 2002 yılında
1.798 olan banka şube sayısı 2013 yılına
gelindiğinde 3.000’i aşmıştır. Şube sayısının yanında bankaların mevduatlarında
da büyük artış gözlemlenmiştir. 1991 yılında 641.470 TL olan mevduat miktarı
2013 yılına gelindiğinde 428.002.000.000
TL olmuştur (nominal).
Resim: Finans Merkezi, Ümraniye
Kaynak: http://www.anadoluyakasi.net/
wp-content/uploads/2014/09/istanbul-finans-merkezi-sinirlar-480x298.jpg
47
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Sanayi ve finans yanında, dış ticaret açısından da İstanbul tarihte olduğu gibi
bugün de ülkenin ticaret merkezidir. Dış
ticarette yaşanan gelişme ve artışla birlikte, Türkiye için olduğu kadar İstanbul
bölge ülkeleri için de bir ticaret merkezi
kimliği kazanmıştır. Bunda ticaret yollarına erişim kolaylığının, barındırdığı
nüfusun, altyapı ve üstyapı imkânlarının
önemi büyüktür.
Resim: Haydarpaşa Limanı
Kaynak: http://www.anadoluyakasi.net/
wp-content/uploads/2012/04/port-480x272.jpg
48
makale
İstanbul’da 2013 itibariyle, sermayesi bir
milyon TL ve yukarı olan 33.384 adet
firma bulunmaktadır. İthalat ve ihracat
rakamlarının son 11 yıllık seyrine bakmak İstanbul’un ülke ticaretinin merkezi
olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu yıllarda İstanbul’un toplam dış ticarete katkısı giderek artmıştır. İstanbul’un ihracata
yaptığı katkının % 97’si 2012 yılı itibariyle
imalat sektöründen kaynaklanmıştır.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
İstanbul ve Türkiye İthalat-İhracat Verileri (.000 $)
İthalat
İhracat
Yıllar
Türkiye
İstanbul
Türkiye
İstanbul
2002
51.553.797
28.928.990
36.059.089
20.970.063
2004
97.539.766
60.816.541
63.167.153
36.834.410
2006
139.576.174
81.264.152
85.534.676
47.012.604
2008
201.963.574
111.310.505
132.027.196
73.503.523
2010
185.544.332
98.454.135
113.883.219
53.149.408
2013
251.661.250
136.504.745
151.802.637
70.680.716
Tüm bu göstergeler, iklimi, jeostratejik
konumu, tarihte medeniyetlere başkentlik yapmış olması, etnik ve dini açıdan
farklı insan gruplarına her dönem kucağını açmış olan İstanbul’un, dini, toplumsal, siyasi ve kültürel önemi yanında
sosyo-ekonomik açıdan da bir başkent
özelliğine sahip olduğunu göstermektedir. Bizans ve Osmanlı gibi tarihin gördüğü iki büyük imparatorluğun yönetimine
ev sahipliği yapan İstanbul, 20. Yüzyılla
birlikte savaşlar ve sonrasında gelen bir
istikrarsızlıkla ekonomik açıdan belli bir
zayıflama yaşamıştır. Ancak ekonomik
ve ticari bağlantıların artması, ülke ve
bölge ekonomisinde yaşanan istikrar ve
büyüme birlikte İstanbul’un sanayi, ticaret ve finans sektörleri de giderek genişlemektedir. “Geçmiş geleceğin aynasıdır”
sözünü ilke edinmemiz halinde, sistemli
ve sağlam bir altyapıya dayandırılacak
bu büyüme ve genişlemenin İstanbul’u
tarihteki parlak konumuna tekrar taşıyacağını ifade edebiliriz.
49
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Kaynakça
1.
2.
Udovitch Abraham L. , “Bankers without Banks:
Commerce, Banking, and Society in the Islamic
World of the Middle Ages”, The Dawn of Modern
Banking, New Haven 1979, s.255-273.
(Altınay) Ahmed Refik, On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı (1553-1591), Devlet Matbaası, İstanbul
1935, s. 112-113.
3.
Kal’a Ahmet (Proje ve Yayın Yön.), İstanbul Ahkâm
Defterleri: İstanbul Esnaf Tarihi 1-2, İstanbul 1997.
4.
Kafadar Cemal, “When Coins Turned into Drops
of Dew and Bankers Became Robbers of Shadows;
The Boundaries of Ottoman Economic Imagination at the End of the Sixteenth Century”, Doktora
Tezi, McGill University, 1986, s.61.
18. Pamuk Şevket, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi
1500-1914, 7. Bs., İstanbul 2011, s. 162.
19. Pamuk Şevket, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, İstanbul 2014, s. 163.
20. Özcan Tahsin, Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı,
İstanbul, 2003.
21. Özcan Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Ankara 2003, s.10-15; 79-87.
22. Güran Tevfik, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Zirai
Kredi Politikasının Gelişmesi, 1840-1910”, Uluslararası Mithat Paşa Semineri Bildiriler ve Tartışmalar, Edirne, Türkiye, 8-10 Mayıs 1984, pp.95-126.
Ayverdi Ekrem Hakkı, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskânı ve Nüfusu, Ankara 1958, s. 58-69.
6.
İnalcık Halil & Quataert Donald (Eds.), Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (16001914), C: 2, Eren Yay., İstanbul 2004, C: 2, s. 828.
23. Güran Tevfik, “İstanbul’un İâşesinde Devletin Rolü
(1973-1839)”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Mecmuası Ellinci Yıl Armağanı, C. 44, S. 1-4, İstanbul 1986, s. 245.
7.
Sahillioğlu Halil, “Bir Asırlık Osmanlı Para Tarihi,
1640-1740”, Doçentlik tezi, İstanbul Üniversitesi,
s.123-130.
24. Eldem Vedat, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, Ankara 1994,
s. 167.
8.
Sahillioğlu Halil, “Kuruluştan XVII. Asrın Sonlarına
Kadar Osmanlı Para Tarihi Üzerine Bir Deneme”,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1958, s.226230.
9.
Sahillioğlu Halil, “Osmanlı Para Tarihinde Dünya
Para ve Maden Hareketlerinin Yeri (1300-1700)”,
ODTÜ Gelişme Dergisi, 1978 (Özel Sayı), s.2-19.
25. Müller-Wiener Wolfgang, “15-19. Yüzyılları Arasında İstanbul’da İmalathane ve Fabrikalar”, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi Yeni Araştırmalar Yeni
Görüşler, Yay. Haz. Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul
1992, s. 53-57.
11. Al Hüseyin, Şevket Kamil Akar, Dersaadet Borsasının Oluşumu, s.11.
12. Genç Mehmet, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet
ve Ekonomi, İstanbul 2000, s. 318-320.
50
17. Pamuk Şevket, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, İstanbul, 2000, s.51-54, 68.
5.
10. Kazgan Haydar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Şirketleşme: Osmanlı Sanayii Monografi ve Yorumlar,
İstanbul 1991, s. 32.
makale
16. Kaya Süleyman, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Kredi”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2003, s.83-92.
13. Akın Nur, 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Galata ve
Pera, 2002, s.228.
14. Aynural Salih, “Selim III Döneminde İstanbul’da
İktisadi Hayat”, İ.Ü., SBE, Doktora Tezi, İstanbul
1989, s. 115-117.
15. Akgün Seçil, “Mithat Paşa’nın Kurduğu Memleket
Sandıkları: Ziraat Bankası’nın Kökeni”, Uluslararası
Mithat Paşa Semineri, Ankara 1986, s.189-191.
26. Toprak Zafer, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918,
İstanbul, 2012.
27. Tekin Zeki, “Tanzimât Dönemine Kadar Osmanlı
İstanbul’unda Dericilik”, Doktora Tezi, Marmara
Üniversitesi Yeniçağ Tarihi ABD, İstanbul 1992, s.
12-13.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
51
makale
şehir & toplum
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
KENTİN VE DEMOKRASİNİN ASLİ UNSURLARI
OLARAK TOPLUMSAL HAREKETLER:
KUZGUNCUK VE ARNAVUTKÖY
ÖRNEKLERİ
Baran Alp Uncu
Dr., Marmara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi,
Uluslararası İlişkiler Bölümü.
Sivil toplum denildiğinde, akla genellikle
ilk olarak dernekler gelir. Hatta bunun
ötesinde, sivil toplum çoğunlukla derneklerden oluşan bir toplumsal alan olarak tasavvur edilirken, ‘derneksel hayat’
sivil topluma eş anlamlı olarak kullanılır.
Ancak bu durum farklı sivil toplum tanımlarından bir tanesinin, neoliberal sivil toplum modelinin, 1980’lerle beraber
dünya genelinde ağırlıklı olarak kabul
görmesinden ileri gelmektedir.
Neoliberal yaklaşıma göre, rasyonellik
çerçevesinde hareket eden bireylerin bir
araya gelerek bireysel haklarını savundukları ve kendi çıkarlarını gözettikleri
devletin dışında kalan alana sivil toplum
denir. Bu alanın ana aktörleri ve taşıyıcıları, formel bir iç işleyişe sahip, kendi
kural ve bürokrasisini oluşturmuş, katı-
lımın gönüllük esasına dayalı olduğu ve
kâr amacı gütmeyen kurumsal yapılar
olarak örgütlenen derneklerdir. Tarif
edilen neoliberal sivil toplum yaklaşımı, özellikle 1980’lerle beraber dünya
genelinde siyasal alanda temsili liberal
demokrasi modelinin, ekonomik alanda neoliberal piyasa ekonomik modelinin egemen hâle gelmesiyle geniş kabul
görmüştür. Devleti –özellikle de sosyal
devleti- verimsiz, etkisiz ve yozlaşmış
bir siyasi kurum olarak gören neoliberal
anlayış, sivil toplumu ve dolayısıyla derneksel hayatı kurtarıcı olarak öne sürer.
Neoliberal yaklaşım, sivil topluma hem
devletin baskı ve müdahalelerini sınırlama, hem de bir zamanlar sosyal devletin
sağladığı hizmetleri yerine getirme rolünü biçer.1
1 Kaldor (2003); Edwards (2004).
53
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Buna paralel olarak, 1990’lı yıllarda dünya genelinde dernekler alanında bir devrim (associational revolution) yaşandı.
Sayıları önceki dönemlerde görülmemiş bir hızla artan STK’lar (İngilizce’de
Non-Governmental Organizations,
NGOs), eğitim, sağlık, yardım gibi
birçok alanda gittikçe artan oranlarda
faaliyet göstermeye başladı. Diğer yandan, küreselleşme sürecinin etkisiyle,
kendi ulusal sınırlarının içerisinde
kalmayan STK’lar, kurdukları ulusal
sınırları aşan bağlarla ulus-ötesi bir karakter kazanmaya başladı. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler de sivil
toplumun tüm bunları çok daha hızlı,
etkin ve yaygın bir şekilde yapabilmesine
imkân tanıdı.
54
makale
Neoliberal sivil toplum anlayışını hâkim
kılan tüm bu süreçler, modelin sorgulanmasını ve eleştirisini de beraberinde getirdi. Bu eleştirilerden birine göre, neoliberal yaklaşımın bize söylediğinin aksine,
sivil toplumun aslında farklı siyasi görüşü, toplumsal sınıfı ve kimlik aidiyetleri
barındıran çok parçalı ve çeşitlilik içeren
bir alandır. Sivil toplumun çeşitliliği ve
çok parçalılığı, içerisinde birbiriyle bazen
rekabet eden, çatışan bazen de örtüşen
bir dizi çıkar, norm ve değerin bulunduğuna işaret eder. Bu da sivil toplumun
tek bir norm ve değerler kümesine sahip
olamayacağını gösterir. Bu nedenle, ‘derneksel hayatın’ toplumu otomatik olarak
-liberal çerçeve içerisinde belirlenmiştek bir ‘iyi’, ‘doğru’ ve ‘güzel’e doğru götüreceği varsayımı yanıltıcıdır.2
kat çekmektedir. Buna göre, toplumun
içinde var olan çeşitli eşitsizliklere bağlı
olarak, daha fazla kaynaklara sahip aktörlerin sesleri daha fazla çıkmakta ve karar
alma mekanizmalarına daha fazla etki
etmektedir. Bu da toplumsal aktörlerin
dernekler yoluyla eşit bir şekilde kararlara katılma fırsatı yakalayacağı varsayımını boşa çıkarır. Eleştirilerin yoğunlaştığı
en önemli noktalardan biri ise neoliberal anlayışın sivil toplumu devletin tam
karşısına konumlandırması üzerinedir.
Böylesine bir devlet-sivil toplum karşıtlığını reddedenler, sivil toplumun ve
devletin birbirini tamamlayan unsurlar
olduğunu ileri sürer. Çünkü sivil toplumun işleyebilmesi için devletin sağladığı
hukuk düzenine ve koruduğu haklara
ihtiyacı vardır; devletin de meşruiyetini
sağlayabilmesi için sivil toplumdan gelen talepleri bastırıp, yok saymadan, bu
taleplere cevap vermesi gerekmektedir.
Son olarak, neoliberal yaklaşımın sivil
toplum içerisindeki hakları ve talepleri
bireyi merkeze alarak tarif etmesine de
eleştirilen noktalardan biridir. Bu karşı, alternatif bir sivil toplum anlayışına
sahip olanlar kolektif kimliklerin, taleplerin ve farklı mücadele biçimlerinin
de sivil toplumun önemli bir boyutunu
oluşturduğunu belirtir.3
Diğer yandan, eleştiriler sivil toplumun
aktörleri arasındaki eşitsizliklere de dik-
Bu eleştirilerden yola çıkarak, sivil toplumu devletin karşısındaki derneksel
hayata indirgeyen neoliberal yaklaşımdan farklı, alternatif bir sivil toplum
tanımına ulaşmak mümkün: Çeşitli
kimlik ve sınıfsal aidiyetlere sahip farklı örgüt, grup ve bireylerin a) bir arada
yaşama pratiklerini geliştirdikleri; b)
kolektif ve bireysel haklarını değişik
2 Edwards (2004).
3 Anheier, Galsius ve Kaldor (2001); Kaldor (2003); Edwards
(2004).
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
mücadele biçim ve örgütlenmeleriyle
aradığı; c) devletin ve piyasanın müdahalelerine karşı yaşam biçim ve alanlarını savundukları ve d) aynı zamanda
siyasi, ekonomik ve sosyal alanlardaki
karar alma mekanizmalarına katılımlarını artırmaya çalıştıkları eylem, ilişki
ve mücadelelerin bir bütünü.
Bu tanıma göre, bu yazının asıl konusu
olan toplumsal hareketleri, kampanyaları, koalisyonları ve diğer oluşumları
–sosyal forum, dayanışma, platform, inisiyatif gibi- sivil toplumun önemli birer
parçası olduğunu değerlendirebiliriz.
Türkiye’de sivil toplumun
serüveni
Türkiye’de –dolayısıyla İstanbul’da- sivil
toplum 1980’li yılların ortalarından itibaren batıdakine benzer bir sıçrayış gösterdi. Bu durum, baskıcı 12 Eylül 1980
darbesinin ve sonrasındaki otoriter askeri
rejimin öngörülmemiş bir sonucuydu.4 12
Eylül Darbesi, 1960-1980 arası dönemde
gelişmekte olan sivil toplum hareketliliğinin üzerinden deyim yerindeyse silindir
gibi geçmişti.5 Kısaca, önceki döneme ait
tüm toplumsal hareket, dernek, sendika
ve diğer siyasi örgütlenmeler 12 Eylül
askeri rejimi tarafından kapatıldı ve/veya
yasaklandı. Oysa, tüm bu örgütlenmeler,
4 Toprak (1994).
5 Her ne kadar sivil ve askeri elitlerin denetiminde yazılmış
olsa da, 1961 Anayasası özellikle dönemin ekonomik
modeline uygun olarak sosyal ve siyasal hakları Türkiye’de
daha önce görülmemiş düzeyde garanti altına aldı. Verilen
dernekleşme ve sendikalaşma hakları ile sağlanan ifade
özgürlüğü, sivil toplum için önceki dönemlere göre daha
liberal ve özgürlükçü bir siyasi ortamın oluşmasına neden
oldu. Bunun sonucunda, sendikalar, meslek oda ve birlikleri ve derneklerin hem sayılarında hem de faaliyetlerinde
hızlı bir artış görüldü. Bunlarla beraber, 1960’lardan itibaren işçi ve öğrenci hareketlerinde de büyük bir yükseliş
gözlemlendi. Bkz.: Keyder (1987); Uğur (1998).
her ne kadar 12 Mart Muhtırası’yla beraber devletin giderek artan baskıcı ve dışlayıcı tutumu karşısında bazı yönlerden
‘sivil’ olma özelliklerini yitirmeye başlamış olsalar da, sonraki döneme taşınacak
önemli bir birikim anlamına gelmekteydi.6
Geçmişiyle bağı kopartılan sivil toplum
aktörleri, siyasal ve toplumsal hayatın
her alanını sıkı bir kontrol altına alan
darbe rejimine karşı farklı biçimlerde ve
değişik amaçlarla örgütlenmeye başladı.
Daha önceki dönemin siyasi kutuplaşmalarına savrulmayan ve de devletten/
resmi ideolojiden/diğer toptancı ideolojilerden kendilerini ayrıştıran sivil toplum aktörleri, farklı kimliklerin ve meselelerin üzerinden hak arayışlarına girişti.7
Özellikle 1970’lerden itibaren batıda görülen mesele odaklı yeni toplumsal hareketlerin 1980’lerden itibaren Türkiye’de
de görülmeye başlaması sivil toplumun
canlanışının habercisiydi. Kadın, çevre,
insan hakları gibi meseleler üzerine mobilize olan toplumsal hareketler, otoriter
siyasi yönetime karşı çıkarak, demokratikleşme ve çoğulculuk gibi talepleri dillendiren ilk muhalif sesler oldu.
Sivil toplum hayatındaki bu gelişmeler,
siyaset ve ekonomideki yapısal değişimlerle pekişti. Devlet merkezli ulusalcı
kalkınma modelinden piyasaya dayalı
ekonomik düzene geçiş, küreselleşmeye
bağlı olarak ulus-devletin rol ve öneminde meydana gelen değişiklikler ve yine
6 Mardin’in (1983) de belirttiği gibi, her ne kadar kavramın
Türkçe kullanımındaki ‘sivil’ kelimesi askeri-olmayan
anlamını çağrıştırsa da, sivil toplum kavramıyla “şehir
âdabı”na vurgu yapılmaktadır. Buna bağlı olarak, “sivil”
(İngilizce’de civil) “uygar olma” durumunu, sivil toplum
kavramı da tarihsel olarak batıda şehir hayatıyla beraber
gelişen haklar ve yükümlükleri anlatmaktadır.
7 Göle (1994); Toprak (1996).
55
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
küreselleşmeye bağlı olarak ulusal olan
dışında yerel ve ulus-ötesi siyasi alan ve
fırsatların ortaya çıkmasıyla, sivil toplumun devletle olan ilişkisi daha bir sorgulanır hâle geldi. 8 Daha önce ulusal-devlet
ve ulusalcılık tarafından baskı altında
tutulan yerel etnik ve dini kimlikler de
özgürlüklerini genişletmek için harekete
geçti. Böylelikle demokratikleşme ve çeşitlilik talepleri sivil toplumun daha geniş bir kesimi tarafından dile getirilmeye
başlandı.
56
makale
Dünyada yaşanan gelişmelere paralel olarak, Türkiye’deki dernek hayatı da büyük
bir gelişme gösterdi. Özellikle 1990’lardan
itibaren dernek sayısında büyük bir artış
gözlemlendi. Bu sayısal artışta, Avrupa
Birliği’ne (AB) katılım sürecinin ve buna
bağlı olarak getirilen yeni yasal düzenlemelerin etkisi büyük oldu. Diğer taraftan
bu niceliksel artışı karşılayacak niteliksel
bir dönüşüm ise tam anlamıyla yaşanamadı. Bir taraftan, AB’yle uyum çerçevesinde genişletilen bazı haklar ve Dernekler
Kanunu’nda yapılan düzenlemeler gibi
olumlu değişiklikler sonucunda STK’lar
için şartlar daha olumlu hâle geldi. Ancak
yine de derneklerin yaşadığı çeşitli sorunlardan dolayı sivil toplumun Türkiye’de
etkin ve sağlıklı bir şekilde yürüdüğünü
söylemek güç. Derneklerin yaşadıkları sorunların arasında finans kaynaklarının kısıtlılığı, nitelikli personelin zor bulunuyor
olması, var olan yasaların pratikte uygulanmaması, karar alma süreçlerine yeterince katılamamaları, Türkiye genelinde
gönüllülüğün düşük seviyelerde olması ve
STK’lar arasındaki işbirliği ve dayanışma
ağlarının/ilişkilerinin yeterince gelişmemesi sayılabilir.9
8 Keyman (2005)
9 İçduygu, Meydanoğlu ve Sert (2010).
Diğer yandan, Türkiye’de toplumsal
hareketler artan düzeylerde varlığını
hissettirmekte ve yaygınlaşmakta. Son
dönemlerde sayısı ve etkisi hızla artan
mesele odaklı hareketlerin öncülleri
arasında 1990’lardan itibaren ortaya çıkan Bergama Hareketi, Mersin-Akkuyu
Nükleer Enerji Karşıtı Hareket, 1 Dakika
Karanlık Protestoları ve Irak Savaşı Karşıtı Hareketi sayabiliriz.
Kent hakkı ve sorunlarıyla ilgili hareketler için dönüm noktalarının da sonraki
bölümde detaylıca ele alacağımız Kuzguncuk Bostanı Hareketi ve Arnavutköy’deki 3’üncü Köprü Karşıtı Hareket’in
olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Kuzguncuk Bostanı Hareketi
Kuzguncuk Bostanı Hareketi’nin uzun
soluklu hikâyesine geçmeden önce, bir
arka plan sağlaması için Kuzguncuk’un
kendisinden başlamak gerekir…
Kuzguncuk, tarihsel olarak eski İstanbul’un birçok semtinde olduğu gibi oldukça kozmopolit bir yapıya sahipti.
1933 yılında yapılan bir sayıma göre,
semt yoğun bir Yahudi ve Rum nüfusuna
sahipken, az miktarda Ermeni ve Müslüman da semtin yaşayanları arasındaydı.
Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan
nüfusun homojenleştirilmesi (tektipleştirilmesi) politikaları sonucunda gayrimüslim nüfus zaman içinde semti terk
etmek zorunda kaldı. Türkiye’nin geneli
ile karşılaştırıldığında Kuzguncuklu gayrimüslimlerin ev ve mahallelerini daha
geç bir dönemde terk ettiği görülmekte.
Örneğin, Rum nüfus Kuzguncuk’taki
varlığını Kıbrıs ile ilgili sorunların patlak
verdiği 1960’lara kadar sürdürebilmiş-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
ti. Ermeniler “Asala Olayları” sırasında
ayrılırken; Kuzguncuk’tan en geç giden
Yahudiler’in göçü ise zamana yayılmıştı.
2005 yılına gelindiğinde, Kuzguncuk’ta
sadece 56 Rum, 7 Ermeni, 30 Yahudi’nin
kaldığı görülmektedir.10
Köklü bir demografik değişim geçiren Kuzguncuk’ta, özellikle Karadenizli
göçmenlerin oranları gün geçtikçe arttı.11 Kuzguncuk’un yeni sakinleri artık
gayrimüslimlerin evlerini ucuz fiyatlara
satın alan orta ve dar gelirli Karadenizliler olmuştu. Bu gruba bir de 1980’lerden itibaren eski evleri alıp, yenileyerek
Kuzguncuk’a yerleşen eğitimli orta sınıf
sanatçı-aydın-entellektüeller eklendi.12
Osmanlı İmparatorluğu zamanından
beri hoşgörü, kozmopolitlik ve beraber
yaşamanın simgesi olan Kuzguncuk, gayrimüslim nüfusun ayrılmasından sonra
da bu sembolik özelliğini devam ettirdi.
Semtin görece bozulmamış mimari yapısının ve semt dokusunun temel taşlarından olan dini mabetler her ne kadar
cemaatlerinden yoksun olsalar da çeşitliliğin ve bir arada yaşamanın sembolleri
olarak hâlâ ayaktadır. Küçük bir Boğaz
köyü olan Kuzguncuk’ta toplam 3 kilise,
2 Sinagog ve 2 cami bulunuyor.13 Dini
mabetlerin sayılarından daha da önemli
olan birbirleriyle konumlandırılış biçimleri. Birbirinin yanı başında duran Ayios
Yergios Rum Ortodoks Kilisesi ve Beth
Yakov Sinagogu, aynı duvarı paylaşan
Sırp Kirkor Lusaroviç Ermeni Kilisesi ve
10 Morgül, 2005
11 Morgül’ün (2005) araştırmasında yaptığı tasnife göre,
Kuzguncuk’ta İstanbul doğumlulardan sonra sırasıyla Rizeliler, Kastamonulular, Sinoplular, Sivaslılar, Ankaralılar,
Trabzonlular, Giresunlular, Ardahanlılar gelmekte.
12 Morgül (2005); Mills (2006).
13 Belge (1995).
Kuzguncuk Camii barış içinde farklılıkları koruyarak bir arada yaşamanın olasılığını bugün de göstermekteler.
Kuzguncuk semtinin dokusunun en
önemli köşe taşlarından biri de mahallelilerin 20 yıldan fazladır savundukları
Kuzguncuk Bostanı. Bu birazdan anlatacağımız gibi hem bostanın tarihinden
hem de semtin üzerine inşa edilen tarihinden kaynaklanıyor.
Tarihsel olarak bahçe ve bostanlar Osmanlı İmparatorluğu dönemi İstanbulu’nun sosyal ve ekonomik hayatında
önemli bir yer tutmaktaydı. Büyük bir
miktarda tüketici bir nüfusa sahip eski
İstanbul’un iaşesi Osmanlı yönetimin
en çok önem verdiği konulardan biriydi. Dönemin ulaşım imkânlarının yetersiz oluşu, İstanbullular’ın gereksinim
duyduğu sebze ve meyve gibi dayanıksız gıda maddelerinin uzaklardaki kırsal
bölgelerden sağlanmasının önündeki en
büyük engeldi. Bu nedenle, Bizans döneminden beri var olan İstanbul ve çevresindeki bahçe ve bostanlar, kentin taze
sebze ve kısmen de olsa meyve ihtiyacını
karşılamak üzere örgütlenmişti (Bilgin,
2010).
Bugün Kuzguncuk Bostanı olarak bilinen “İlia’nın Bostanı” da, İstanbul’un geneline yayılmış kent bostanlarından biri.
700 yıllık bir geçmişe sahip Kuzguncuk
Mahallesi’ndeki bostana ait ilk kayıtlarda arazinin mülkiyetinin Abdullah Ağa
Vakfı’na ait olduğu görülmekte. Sultan
Reşat döneminde, bostanın mülkiyeti
Arnavut Şoro ve Dode ailelerine geçmiş.
1951 yılında ise bostan, hisseleri farklı
gayrimüslim vatandaşlar arasında bölüşülür hâlde kadastroya kaydedilmiş. Bu
57
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
noktada hisse sahiplerinin gayrimüslim
kimliği altının çizilmesi gereken bir husus. Çünkü hisselerin çoğu 1966 yılında
bilinemeyen neden ve yollarla Vakıflar
İdaresi’ne geçmiş.
Geriye sadece İspiro Şoro’ya ait
300/360’lık hisse kalır. O hisseler de,
benzer şekilde 1977 yılında Vakıflar Dairesi’nin üzerine geçirilir. 1951 yılında
Kuzguncuk’ta vefat eden İspiro Şoro’nun
hisselerinin neden oğlu İlia Şoro’ya geçirilmediği ise bir muamma olarak kalır.
Mülkiyeti tamamen Vakıflar Dairesi’ne
ait olsa da, İlia Şoro bostanı hayata gözlerini yumduğu 1984 yılına kadar ekip
biçmeye devam eder.14 Bostanın mülkiyet hikâyesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun
son dönemlerinde başlayıp, Cumhuriyet
tarihi boyunca devam eden gayrimüslim mülklerinin transferine dair örnek
teşkil etmekte. Sonrasında bostanı Kuzguncuklular kullanmaya başlar. Adı da
İlia’nın Bostanı olur. Semtteki diğer 2
bostanın ortadan kalkmasıyla da Kuzguncuk Bostanı olarak anılmaya başlanır.
Kuzguncuk Bostanı ya da diğer adıyla
İlia’nın Bostanı, 1990’ların ilk yarısından
itibaren Kuzguncuk ahalisinin hayatının
merkezine yerleşir. Bunun nedeni, bu
tarihlerden itibaren bostan sürekli bir
yapılaşma tehdidiyle karşı karşıya kalmasıdır.15
58
makale
Kuzguncuk Bostanı aslında ilgili planlarda “yeşil alan” olarak görülmektedir
ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na göre
koruma altındadır. Ancak buna rağmen,
Kuzguncuk Bostanı’nın yapılaşmaya
açılmasına müsaade edecek girişimler
14 Morgül (2005).
15 İbid.
1986 yılında başlar. Boğaziçi İmar Yüksek Koordinasyon Kurulu 1986 yılında
planlarda yaptığı tadilatla, bostanın arazisini ilkokul yapımına uygun hâle getirir. Kuzguncuk Bostanı 1992 yılında
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
10 yıllığına “Türkiye Organ Nakli ve
Yanık Tedavi Vakfı’na kiralanır. Mülkü
kiralayan vakıf önce hastane, sonrasında
ise “tarımsal amaçlı bir yapı” inşa etme
hedefiyle girişimlerine başlar. Kuzguncuklular da semtlerinin dokusunun en
önemli yapıtaşlarından biri olarak gördükleri bostanı olduğu gibi korumak için
harekete geçer.16
Bu ilk hareketlenme dalgasında, Kuzguncuklular dağınık ve birbirlerinden
kopuk bir hâlde örgütlenirler. Kuzguncuk’a sonradan gelip yerleşen sanatçı-entelektüellerden oluşan mahallenin
eğitimli ve siyasi bilinci yüksek ‘seçkinleri’ ile çoğunluğunu Karadenizli göçmenlerin oluşturduğu ‘eski’ mahallelileri birbirinden bağımsız gruplar olarak
hareket ederler.
Birinci grup daha çok mücadelenin idari,
hukuki ve medyatik yönleriyle ilgilenir.17
İkinci grubu oluşturan eski mahalleliler ise imza toplama, şenlik düzenleme,
yürüyüş yapma ve basın açıklamaları
düzenleme gibi faaliyetlere yoğunlaşır.
Böylelikle hem kamuoyunu konuyla ilgili
bilgilendirmiş olurlar; hem de medyanın
etkin kullanımı yoluyla bostanın yapılaşmaya açan izni veren yetkililere bu kararın geri çekilmesi için baskı uygularlar.
Meslek odaları gibi konuyla ilgili uzman
kuruluşlardan aldıkları desteğin de etki16 Morgül (2004; 2005).
17 Bostan hareketinin ilk eylemcileri bu orta sınıf aydın/
entelektüel grubun içinden çıkmıştır. Bkz. Mills (2006).
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
siyle, Kuzguncuklular ilk saldırı karşısında bostanlarını bostan olarak korumayı
becerir.18
Vakfın ikinci girişimi ise, 1998 yılında
bostan alanının üzerinde bu defa özel
bir ilkokul yapmayı planlamasıyla başlar. Vakıf yönetimi, bostan arazisini ‘okul
alanı’ olarak gösteren planların ‘özel ilköğretim okulu’ yapımına izin verecek
şekilde tadili için 3 Numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na
başvurur. Kurul planda değişiklik başvurusunu reddeder ama nasılsa sadece 1
ay sonra kararını tadil önerisinin uygun
olduğu yönünde değiştirir. Sonrasında,
Mili Eğitim Bakanlığı, İstanbul Valiliği,
Boğaziçi İmar Müdürlüğü gibi resmi kurumlar arasındaki yazışmalar sonucunda
plan tadili ilgili gereken her tür resmi zemin hazırlanmış olur.
Henüz konuyla ilgili resmi yazışmalar
sonuçlanmamışken, 30 Mayıs 2000 tarihinde zemin etüdü yapmak üzere gelen
bir sondaj kamyonu Kuzguncuk Bostanı’nın girişinde belirir. Bunu gören
Kuzguncuklular bir kez daha harekete
geçer. Bostanın kapısının önüne 4 saat
boyunca set çekerler. Ama kamyonun
girmesini engelleyemezler. Mahalleliler
bu sefer daha organizedirler ve 1997 yılında kurdukları Kuzguncuklular Derneği çatısı altında birleşerek hareket
ederler.19
Bostanı kurtarmak için farklı birçok
yöntem denerler. Piknik ve şenlik gibi
kitlesel eylemler düzenlerle, mahal18 Morgül (2004; 2005).
19 Arnavutköylüler, valilik nezdinde alınacak izinleri
kolaylaştıracak olması gibi araçsal nedenlerle dernekleşmişlerdir. Kendilerini STK olmak yerine, ‘tabandan gelen
hareket olarak tarif etmektedirler. Bkz.:Morgül (2004).
leliyi ev ev dolaşıp, bilgilendirirler;
afişleme yapıp, bildiriler dağıtırlar;
kahvehanelerde konuşmalar organize ederler; yazılı ve görsel medya ile
söyleşiler yaparlar; ilgili resmi ve özel
kurumlarla görüşmeler ve yazışmalar
yoluyla başvurularda bulunurlar ve
kendilerine yardım edebilecek uzman
STK’larla görüşüp desteklerini alırlar.
Meselelerini sürekli gazete sayfalarına
taşımanın yanı sıra sanal ortamda açtıkları internet sayfası ve imza toplama
kampanyası ile daha geniş çevrelerin
desteğine ulaşmaya çalışırlar. Tüm bu
eylemler, mahallenin bir bütün olarak, dayanışma içerisinde projeye karşı çıktığını gösterir. Bostanın önünde
bir araya gelerek oluşturdukları insan
barikatında olduğu gibi, yeri geldiğinde, şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerine de başvururlar.
Tüm bu çabaların sonucunda, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi 14 Kasım 2000
tarihinde plan tadilatının uygun görülmediğine karar verir. Üstüne Şehir Plancıları Odası’nın açtığı davadan yürütmeyi
durdurma kararı çıkınca, Türkiye Organ
Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı geri adım
atarak, bostanı tekrar kiralamama kararı
alır.
2012 yılında Kuzguncuklular’ın karşısına
yeni bir proje daha çıkar. Ancak bu defa,
proje sahibinin kimliği gizlidir. Artık
neyi, nasıl yapmalarını gerektiğini çok
iyi bilen Kuzguncuklular, repertuarlarında biriktirdikleri bilgilerini, tecrübelerini ve farklı eylem biçimlerini vakit
geçirmeden kullanıma sokarlar. İstanbul
6. Kurul’un proje hakkındaki olumsuz
kararı çıkar; ama kimliği belirsiz proje
sahipleri Ankara’daki Yüksek Kurul’a
59
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
başvururlar.20 Sonrasında süren eylemler
sonuç verir. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Komisyonu yapılması planlanan
bina kütlesinin ‘Kuzguncuk’un mimari
yapısına ve çevre yapı karakterine uygun
olmaması’ nedeniyle projenin iptaline
karar verir. Bu noktada, Kuzguncuklular bostanlarını kurtarmanın sevincini
yaşarken, Kuzguncuk Derneği’nin komisyonca taraf olarak kabul edilmesiyle
etki yaratma güçlerini somut bir şekilde
ispatlamış olurlar.21
Son olarak, 2013 yılının Mart ayında
bostan bu defa Üsküdar Belediyesi’ne
kiralanır. Belediye ekiplerinin yaklaşık
bir yıl sonra, 2014 yılının Nisan ayında
aralarında tarihi bir nar ağacının olduğu bostandaki bazı ağaçları kesmesi her
zaman tetikte duran mahallelileri bir kez
daha seferber eder. Mahalle hayatının
merkezinde bostanı bir kez daha nöbet
beklerler. Gösterdikleri direncin sonunda belediyeden bostanın bostan olarak
bırakılacağı sözünü alırlar.22
Dinamikleri, yapısı ve demografisi değişmiş, artık küresel bir kent olma yoluna
girmiş İstanbul’un orta yerinde işlevini
yitirmiş bir bostan için neden bu kadar
mücadele verilir diye sorulursa…
60
makale
Bostan, hızla betonlaşan İstanbul’da az
sayıda kalan yeşil alanlardan bir tanesi.
Yeşil alan olarak önemi bir kenara yazdıktan sonra, olası bir deprem anında
civarda yaşayanların güvenli şekilde toplanabileceği tek boş alanın Kuzguncuk
Bostanı olduğunu da ekleyelim.
20 http://www.kahramanbostan.org/bostan_mucadelemiz_2013.asp [erişim tarihi: 30.10.2014]
21 Radikal (2013).
22 Kuzguncuk Postası (2014).
Bu ekolojik ve fiziki nedenlerin yanı sıra,
bostan mahalleli kimliğinin oluşmasına
doğrudan katkıda bulunan sembolik ve
kültürel bir öneme de sahip.
Kuzguncuk’un geçirdiği demografik dönüşüme rağmen hâlâ kozmopolitliğin
sembolü olarak görüldüğünden yukarıda bahsetmiştik. Gayrimüslimlerden
sonra semte yerleşenlerle, bir tür mutenalaşma (gentrification) süreciyle semte
gelen sanatçı/entelektüel orta sınıfın bir
arada yaşadığı düşünüldüğünde, kültürel açıdan çeşitlilik arz eden bir yaşamın
Kuzguncuk’ta hâlâ mevcut olduğunu
görürüz. Bu farklı kesimleri bir arada
tutan ise özlemi duyulan eski mahalle
yaşantısının doğal ama aynı zamanda
yeniden tanımlanmış bir şekilde Kuzguncuk’ta devam etmesi. Bunun yanı
sıra, Kuzguncuk hoşgörü ve barış içerisinde birlikte yaşama gibi eskinin değerlerinin yeniden üretilerek yaşatıldığı
bir semt.
Bir anlamda 700 yıllık bostan, Kuzguncuk’un çeşitliliğin en güzel örneklerinden
birinin verildiği geçmişiyle bugününü
birbirine bağlamakta. Çocukken oynadığı bostanını savunan birçok Kuzguncuklunun şimdilerde kendi çocukları o
alanda oynuyor. Dahası bostan piknik,
şenlik, sinema gösterimleri gibi ortak
etkinliklerin yapıldığı, mahallelinin
birbiriyle görüştüğü, bir bölümünde
hâlen sebze yetiştirilen ortak bir kamusal
alan.23
23 Mills (2006).
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Resim: Kuzguncuk Bostanı
Kaynak: http://guernica.tv/wp-content/uploads/2014/01/DSC00036.jpg
Bir anlamda, Kuzguncuklular kendi yaşam alanlarının merkezine oturttukları
bostanlarının geleceği hakkındaki kararların kendileri tarafından verilmesinin
mücadelesini veriyorlar.
3. Köprüye karşı
Arnavutköy Semt Girişimi
Bahsini geçireceğimiz ikinci kent hareketi/kampanyasının merkezi yine bir
Boğaziçi köyü: Arnavutköy. Arnavutköy
merkezli 3’üncü Köprü Karşıtı Hareket,
görüleceği gibi Kuzguncuk Bostanı Hareketi ile amaçları, örgütlenme biçimleri,
eylem repertuarları açılarından büyük
benzerlikler taşımakta. Ama hareketi incelemeye başlamadan önce, semtin geçir-
diği tarihsel dönüşümden ve demografik
yapısından bahsetmekte yarar var.
Arnavutköy, tarihsel olarak aynı Kuzguncuk gibi etnik bakımdan oldukça
karma bir nüfusa sahipti. Uzun zamanlar boyunca yaşayanlarının çoğunluğunu Rumların oluşturduğu semtte Ermeniler, Yahudiler ve Müslümanlar da
yaşamaktaydı. Arnavutköy’ün Osmanlı
döneminden devralınan kozmopolit yapısı Cumhuriyet döneminin başlarında
bozulmadan devam etti. Her ne kadar,
Türkiye’de yaşayan Rum nüfusunun
kitleler hâlinde göçe zorlandığı 19231924 Zorunlu Nüfus Mübadelesi’nden
İstanbul’da yaşayanlar muaf tutulsa da
Arnavutköylü Rumların bir kısmı bu
dönemde Türkiye’yi terk eder. Ancak,
bu durum, Arnavutköy’ün Rum nüfusunda büyük düşüşlere neden olmaz.
Gayrimüslim nüfusun Türkiye genelin-
61
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
de azalmasına neden olan bir diğer uygulama özellikle gayrimüslimlerin mal
ve birikimlerini hedef alan 1942 yılında
Varlık Vergisi’dir. Ancak, özellikle gayrimüslimlere yüksek oranlarda uygulanan bu vergi, Arnavutköy’de yaşayan
bazı varlıklı gayrimüslim vatandaşlar
dışında semtin genelini oluşturan alt ve
orta gelir grubu gayrimüslimleri fazla
etkilemez.
Arnavutköy’ün demografik yapısında
büyük değişikliklere yol açan gelişmeler
asıl olarak 1950’li yıllarla beraber yaşanmaya başlanır. 1955 yılında gayrimüslim
vatandaşların can ve mallarını hedef alan
bir pogrom olan 6-7 Eylül Olayları, 1964
yılında alınan kararla Yunan vatandaşlığına da sahip olan Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı Rumların sınır dışı edilmesi ve Türkiye’nin 1974 yılındaki Kıbrıs
Müdahalesi, gayrimüslimlerin –özellikle
de Rumların- aşamalar hâlinde Arnavutköy’ü ve Türkiye’yi terk etmelerine
neden olur.24 Bu gelişmeler sonucunda,
1912 yılında Arnavutköy nüfusunun
yüzde 93’ünü oluşturan gayrimüslimlerin Arnavutköy yaşayanları arasındaki
oranı 1999 yılına gelindiğinde yüzde 3’e
düşer.25
1960’lı ve 70’li yıllarda hızla artan yoğun
iç göç ile beraber, Rumlardan boşalan
yerlere özellikle Karadeniz’den gelen62
makale
24 Neyzi (1999); Keyder (2000). / 6-7 Eylül Olayları
sırasında tahrip edilen gayrimüslim mal ve mülklerinin
arasında Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi ve Arnavutköy
Okulu da bulunmaktadır (Güven, 2005). Dönemin tanıklarının ifadelerine göre, toplanan kalabalık gayrimüslim
dükkân, ev, otomobil ve kiliselerine saldırarak bunları
yakıp, yıkmıştır. Dahası, 2 Rum vatandaş olaylar sırasında
aldıkları yaralar sonucunda hayatlarını kaybetmiştir
(http://www.megarevma.net/theoralhistory.htm [erişim
tarihi: 29.10.2014].
25 Danışman ve Üstün (2002)
ler geçer.26 Bir zamanlar yükselişte olan
orta sınıf Rumların inşa ettiği ve semtin mimari dokusunun ana unsuru olan
2-3 katlı, sadece bir ailenin yaşabileceği
büyüklükteki ahşap evlerin yeni sahipleri
de bu yeni göçmenler olur. Bu durum
semtin dokusunda ve mimari yapısında
-yamaçlardaki boş arazilere inşa edilen
bazı
gecekondular
dışında-büyük
değişikliklere neden olmaz. Çünkü İstanbul’un birçok bölgesinde görülen
apartmanlaşma furyası Arnavutköy’de
yaşanmamıştır. Eski binaların yerine çok
katlı betonarme yapıların dikilmemesinin birinci nedeni, iç göçle gelip semte
yerleşenlerin inşaat masraflarını karşılayamayacak kadar yoksul olmalarıydı. Diğer yandan, ahşap evlerin üzerine oturduğu arsalar kâr elde edecek büyüklükte
apartmanların inşa edilmesine imkân tanımayacak kadar küçüktü.27
1980’li yıllarda yapılan mevzuat değişikliğiyle beraber, tarihi yapıların -dış
cephelerinde asıllarına sadık kalınması
kaydıyla- yeniden inşa edilmesi ve onarılması mümkün kılınır. Bu da, 1980’lerde
uygulamaya konulan piyasa merkezli yeni
ekonomik modelle beraber yükselişe geçen yeni orta sınıfların Arnavutköy’e olan
ilgisini arttırır. Özellikle finans, reklam, sigortacılık gibi sektörlerin çalışanları artan
ekonomik güçlerinin üzerine statü olarak
kendilerini ayrıştırma arayışlarına girmişlerdi. Eski mahalle hayatının izlerini hâlâ
taşıyan Arnavutköy, estetik değeri yüksek
mimari yapılarıyla bu yeni sınıfların farklılıklarını sergileyebilmeleri için biçilmiş
kaftandı. Böylelikle, uzun bir süre yoksul
ve harap hâlde bulunan Arnavutköy’ün
26 Karadenizlilerin Arnavutköy’e ilk kez, 1950’li yıllarda
semtin meşhur çilek bahçelerinde çalışmak için gelmeye
başlamışlardır.
27 Keyder (2000: 215).
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
ahşap evleri bir bir yenilenerek yeni orta
sınıfın ve sanatçıların ikamet ettiği hanelere dönüşür. Diğer bir deyişle, Arnavutköy 1980’lerle beraber “mutenalaşma”
(gentrification) sürecine girmiş olur. Bu
süreç, Arnavutköy’ün tepe ve yamaçlarındaki boş arazilerde inşa edilen ve gelir
düzeyleri daha da yüksek üst düzey yöneticiler gibi kesimlerin yerleştiği lüks site ve
villalarla beraber pekişir.28
Bu gelişmeler ışığında, bir dönem türdeşleşen Arnavutköy nüfusunun zaman
içerisinde bir kez daha karma bir nitelik
kazandığını söyleyebiliriz. Bu defa, etnik ya da dinsel olmaktan çok sınıfsal bir
çeşitlilik söz konusu olur. Mutenalaşma
süreciyle beraber ortaya çıkan yeni orta
sınıf yaşantısının yanı başında, ağırlıklı
olarak yoksul kesimlerden oluşan ‘eski’
Arnavutköylüler de yaşamlarını sürdürmektedir. Bu da kahvehane, manav, bakkal gibi ‘eski’ mahalle yaşantısının unsurlarının, yeni yaşam biçimleri ve tüketim
kalıplarıyla iç içe geçerek bir arada yaşamasına neden olur.
Özetle, Arnavutköy –aynı Kuzguncuk
gibi- içerisinde farklı yaşam biçimlerini
ve kimlikleri barındıran, tarihi mimari yapısını ve sokak dokusunu koruyan,
eski mahalle yaşamı ve ilişkilerinin yeni
içerik ve anlamlarla yaşatıldığı bir semt
hâlini korur.
Arnavutköy’deki 3’üncü
köprü karşıtı harekete
gelirsek…
2 Aralık 1998 tarihinde dönemin Bayındırlık ve İskân Bakanı Yaşar Topçu,
yapılması planlanan 3’üncü köprünün
28 Keyder (2000).
Arnavutköy-Kandilli arasına inşa edileceğini açıklar.29 STK’ların ve Koruma
Kurulu’nun eleştirilerine kulaklarını
tıkayacaklarını söyleyen Topçu’nun bu
açıklaması, mahalleleri harekete geçirir.30 3’üncü Köprü’nün mahalleleri üzerinde yaratacağı birçok olumsuz etkinin
endişesini taşıyan Arnavutköylüler, Arnavutköy Semt Girişimi (ASG) adı altında bir araya gelip örgütlenirler. ASG
farklı siyasi görüş, kültürel kimlik ve sınıflardan mahallelileri bir araya getiren
kapsayıcı bir örgütlenmedir. İlk iş olarak
bilgi edinme ve bilgilendirme faaliyetlerine girişirler. Çeşitli meslek odaları ve
akademisyenlerin de desteğiyle 3’üncü
köprünün etkileri ve İstanbul’da ulaşım
üzerine yapılan çalışmaları toplarlar.
Düzenli olarak yaptıkları kahvehane
toplantılarında semt sakinleri güncel
gelişmeler hakkında bilgi edinirler.
Sonrasında seslerini duyurabilmek için
farklı etkinlik ve eylemlerde bulunurlar.
Eski İstanbul’da yaygınca görülen semt
panayırı geleneğini canlandırarak –daha
sonra her yıl düzenli olarak organize
edecekleri- Arnavutköy Panayırı’nı düzenlemeye başlarlar. Bir semt hareketi
için eylemlerine katılanların sayısı hiç
de fena değildir. Panayıra 2 bin civarında insan katılır. 3’üncü köprüye karşı
toplam 4 bin civarında imza toplarlar.
Toplantı, yürüyüş ve basın açıklamalarıyla kamuoyunun geneline ve yetkililere har daim seslenirler.31
Arnavutköylüler’in köprü yapımına kar29 Hürriyet, 3.12.1998.
30 2004 yılında katıldığı bir TMMOB tarafından düzenlenen “İstanbul Ulaşımı ve Boğaz Geçişleri” isimli
panelde, Arnavutköy Semt Girişimi Sözcüsü İsmail Üstün
hareketin başlangıç noktası olarak bu tarihi aldıklarını
belirtir (http://www.imo.org.tr/resimler/dosya_ekler/529547412ef8539_ek.pdf [erişim tarihi: 29.10.2014]).
31 İbid.
63
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
şı böylesine bir mücadeleye girmesindeki
amaçlarını 3 ana başlık altında toplamak
mümkün:32
Fiziki/mekânsal çevrenin korunması…
ASG, Arnavutköy’ün 1. Derece SİT alanı olduğunu, semtte korunması gereken
birçok tarihi bina, eski eser, yalı ve yeşil
alanın bulunduğunu vurgular.333’üncü
köprü ve köprüye çıkan yolların yapımı
durumunda tüm bu mimari yapıların,
sokakların ve mahallenin merkezi olan
çarşısının geri döndürülemez şekilde
tahrip olacağını söyler.
Ekolojik dengenin korunması… ASG ayrıca Arnavutköy üzerinden geçecek karayolunun insan sağlığını olumsuz şekilde etkileyecek düzeyde gürültü ve hava
kirliliğine yol açacağını belirtir. Ekolojik dengeyle ilgili olarak ortaya çıkacak
bir diğer problemin deniz kirliliği olduğuna işaret eder.34
Toplumsal dokunun korunması… ASG, hareketin internet sayfasında Arnavutköy’ü
İstanbul’un geriye kalan en eski mahallelerinden biri olarak tanımlar. Eski İstanbul’un diğer mahallelerinin yok edildiğini veya ortadan kaldırıldığını, elde avuçta
kalan Arnavutköy’ün ise gelecek nesilleri
miras bırakılması gereken bir değer ol-
64
makale
32 Ciravoğlu (2006); Voulvouli (2011).
33 Kültür Bakanlığı Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar
Yüksek Kurulu’nun 1970 ve 5595 sayılı “Boğaziçi Yalıları
Tescil” kararı ile 1976 tarihli ve 9483 sayılı “Arnavutköy
Tescil” kararına göre, Arnavutköy’de korunması gereken
yapı ve yeşil alanların listesi şöyledir: “54 adet korunması
gerekli eski eser yalı, 288 adet korunması gerekli sivil
mimari örneği, 32 adet aynen korunması gerekli eski eser
olan resmi ve dini yapılar ile anıtsal yapı unsurları, 30 adet
aynen korunması gerekli anıt ağaç ve Boğaziçi doğal ve
tarihi SİT alanının yeşil görünümünü yaratan unsurlardan olmaları nedeni ile aynen korunması gerekli 5 adet
yeşil doğal SİT alanı (bostan)”.
34 Danışman ve Üstün (2002) ;Voulvouli (2011); Paker
(yayına hazırlanmakta).
duğunu söyler. Bu noktada, mahalle yaşantısına, komşuluk ilişkilerine ve sıcak,
samimi toplumsal yaşama göndermeler
yapılarak, 3. Köprü’nün tüm bunları tehlikeye attığını söylerler.
Kaynak: http://www.megarevma.net/IU_13.jpg
Arnavutköylüler’in bu amaçlarla düzenledikleri eylemleri kısa zamanda sonuç
verir. İstanbul 3 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun verdiği
köprünün yapılamayacağına dair karar
sonrasında proje askıya alınır. Ancak
kısa bir süre sonra, dönemin Bayındırlık
ve İskân Bakanı Koray Aydın’ın projeyi
gözden geçirmesiyle, 3’üncü köprü meselesi tekrar gündeme gelir. Bu defa Arnavutköy-Çengelköy arasında yapılacağı
söylenen köprüye karşı eylemler tekrar
başlar. Ta ki Şubat 2003 yılında üçüncü
köprü projesi askıya alınana kadar.
Arnavutköylüler’in uzun zaman sürdürdükleri 3’üncü köprüye karşı direnişlerinin altı çizilmesi gereken bazı önemli
özellikleri bulunmakta:
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Bunlardan birincisi her ne kadar yaşadıkları semti korumak isteyen mahallelilerin
sivil bir girişimi olarak ortaya çıksa da,
mücadelelerini tikel (particularistic) ve
bencil çıkarlarıyla sınırlamazlar. Diğer
bir deyişle, meselelerinin ve taleplerinin
sınırlarını sadece kendi mahalleleriyle
çizmezler. 3’ncü köprüye sadece Arnavutköy’de değil, İstanbul Boğazı’nın hangi bir noktasına yapılırsa, yapılsın karşı
çıktıklarını ilan ettiler. Yine buna bağlı
olarak, İstanbul’un trafik ve ulaşım sorunun Boğaziçi’nin herhangi bir noktasına
yapılacak köprülerle çözülemeyeceğini
savundular. Bu da, batıda –özellikle de
Amerika’da- görülen ve oldukça eleştirilen “Kendi Arka Bahçemde Olmaz” (NotIn-My-Backyard”) tipi bir toplumsal hareket olmadığının en büyük kanıtı.
Buna bağlı olarak bir diğer önemli husus
da, ASG’nin salt bir reddiyeci tavır takınmayarak meseleleriyle ilgili çözüm önerileri de geliştirmesidir. ASG ve destekçileri
köprünün yapımına karşı çıkarken, aynı
zamanda 3. Köprü’nün yapımına gerekçe
olarak sunulan İstanbul’un ulaşım sorununu çözmek için alternatif yollar önerirler. Meslek odaları ve akademisyenlerin
katkılarıyla ürettikleri çözümler arasında,
İstanbul’un iki yakası arasında raylı tüp
geçişi ve deniz ulaşımının geliştirilmesi
ve yaygınlaştırılması bulunur.35
Sonuç olarak kentin ve demokrasinin asli unsuru olarak toplumsal hareketler
Kuzguncuk Bostanı Hareketi ve Arnavutköy 3’üncü Köprü Karşıtı Hareket,
35 ASG Sözcüsü İsmail Üstün’ün 2002 yılında yaptığı konuşma, http://v3.arkitera.com/v1/haberler/2002/06/10/
kopru3.htm [erişim tarihi: 20.10.2014]
Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş en başarılı toplumsal hareketlerin
arasında yer alır. Başarıları sadece önlerine koydukları somut hedeflerini -İlia’nın
Bostanı’nı korumak ve Arnavutköy’den
geçecek 3’üncü köprü projesini engellemek- elde etmeleriyle sınırlı değil.
Asıl hedefleri olmayan ama oldukça önem
taşıyan kazanımlardan bir tanesi kent bilincini ve kent aidiyetini güçlendirmeleri.
Her iki hareketin temelinde, önceden var
olan mahalle ve arkadaşlık ağları bulunmakta. Belirlenen ortak bir mesele etrafında harekete geçirilen mahalle ve arkadaşlık bağları, mücadeleleri sırasında daha
sıkılaşır, yoğunlaşır ve güçlenir. Aynı zamanda savundukları ortak alanla ilişkilerini oluşturdukları dayanışma ağları üzerinden yeniden tanımlamaktadırlar. Bu ortak
alana, kolektif olarak belirlenmiş yeni
anlamlar verilir. Bu da belirli bir mekâna
ait olma hissini kuvvetlendirebilecek bir
unsur olarak karşımıza çıkar. Bu noktadan bakıldığında hem Kuzguncuklular
hem de Arnavutköylüler mahallelerini
İstanbul’un bir parçası saymış, boğazın iki
yakasından birbirlerine destek vermiş ve
kentle ile olan bağlarını güçlendirmişlerdir. Aynı zamanda, mekâna ait olanı alıp
yeni anlamlar katarak tekrardan üreterek
kullanmışlardır. Örneğin Kuzguncuk’ta
semt panayırı Kuzguncuk’ta ise Hıdrellez şenliklerinin hareketlerinin amacını
kapsayacak şekilde düzenlenmesi mahallelilerin mücadeleleri sırasında mekânın
geçmişiyle de bağ kurmasını sağlamıştır.
Son olarak, her iki hareketin de ortak
noktası katılımcı demokrasi arayışlarına tabandan gelen bir katkı sunmuş olmalarıdır. Bu arayışlar dünya genelinde
hem toplumsal hareketler yoluyla hem
65
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
de teorik tartışmalarla kendini sıklıkla
beli etmekte. Sona zamanlarda, hâkim
model olan temsiliyete dayalı, çoğunlukçu liberal demokrasi birçok yönüyle
eleştirilmekte. Liberal demokrasinin yetersizliklerini aşamanın yolunu arayanlar, karar alma mekanizmalarının olabildiğince tabana ve yerele yayılmasının
ve farklı gruplar arasında eşit müzakere
süreçlerinin oluşturulmasının gerektiğini söylemekte (Della Porta, 2013). Tam
da bu noktada, Kuzguncuk ve Arnavutköy’deki gibi kendi yaşam alanlarıyla ve
kentleriyle ilgili kararların alınma süreçlerine doğrudan katılım talebinde bulunan ve radikal demokrasi prensiplerini
kendi içi örgütlenmelerinde tatbik ederek yatay, esnek ve merkezi olmayan bir
şekilde hareket eden hareketlere ihtiyaç
bulunmakta. Son dönemlerde Kuzguncuklular’ın ve Arnavutköylüler’in açtığı
yoldan ilerleyen çeşitli kent ve ekoloji hareketlerinin, forumların, dayanışmaların
ve platformların önemi de bu noktada
görülmekte.
Kaynakça
1.
Belge, Murat (1995), İstanbul Gezi Rehberi, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları: İstanbul.
2.
Ciravoğlu, Ayşen (2006) Sürdürülebilirlik Düşüncesi- Mimarlık Etkileşimine Alternatif Bir Bakış:
“Yer”in Çevre Bilincine Etkisi, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Yıldız teknik Üniversitesi: İstanbul.
3.
Danışman, G. ve İsmail Üstün (2002) ‘Arnavutköy
Semt Girişimi’nin 3. Boğaz Köprüsü Projesine Yerel
Tarihiyle Karşı Koyuşu,’ TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi 36. Dönem Çalışma Raporu, İstanbul, 87-91.
66
makale
4.
Della Porta, Donatella (2013) Can Democracy Be
Saved?, Polity Press.
5.
Edwards, Michael (2004) Civil Society, Polity Press.
6.
Göle, Nilüfer (1994) ‘Towards and Autonomization
of Politics in and Civil Society in Turkey’ içinde M.
Heper and A. Evin (der.) The Third Turkish Re-
public: A Case Study in Transition to Democracy,
Boulder, CO: Westview Press, 213-222.
7.
Hürriyet (1998) ‘3. Köprü olacak o kadar,’ 3.12.1998.
8.
İçduygu, Ahmet, Zeynep Meydanoğlu ve Deniz Ş.
Sert (2010) Civil Society in Turkey: At a Turning
Point: CIVICUS Civil Society Index (CSI) Project
Analytical Country Report for Turkey II, TÜSEV
Publications.
9.
Kaldor, Mary (2003) Global Civil Society: An
Answer to War, Polity Press
10. Keyder, Çağlar (1987) State and Classes in Turkey,
Verso/New Left Books.
11. Keyder, Çağlar (2000) ‘İki Semtin Hikâyesi,’ içinde
Çağlar Keyder (der.) İstanbul: Küresel ve Yerel Arasında, Metis, 206-221.
12. Keyman, Fuat (2005) ‘Modernity, Democracy and
Society,’ içinde F. Adaman ve M. Arsel (der.) Environmentalism in Turkey: Between Democracy and
Development, Ashgate, 35-50.
13. Kuzguncuk Postası (2014) ‘Kuzguncukluların bostan projesi,’ 3, Ekim.
14. Mardin, Şerif (1983) ‘Sivil Toplum,’ Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 7, İletişim Yayınları, 1918-1922.
15. Mills, Amy (2006) ‘İlya’nın Bostanını Korumak:
Kuzguncuk’ta Bir Mahalle ‘Landscape’i Özlemini
Gerçekleştirmek,’ içinde Tolga İslam ve David Behar (der.) İstanbul’da Soylulaştırma: Eski Kentin
Yeni Sakinleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
16. Morgül, Tan (2004) ‘Kuzguncuklular Derneği Deneyimi,’ Sivil Toplum ve Demokrasi Seminerleri,,
http://stk.bilgi.edu.tr/savunuculukseminer.asp
[erişim tarihi: 28.10.2014].
17. Morgül, Tan (2005) Yeni Toplumsal Hareketler
Bağlamında Toplumsal Aktörün ve Protestonun
Dönüşümüne Yerel Bir Örnek: Kuzguncuk Bostanı Hareketi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul Bilgi Üniversitesi.
18. Morgül, Tan (2011) ‘Kuzguncuk’ta bostan korkulukları,’ Radikal, 15.02.2011.
19. Neyzi, Leyla (1999) İstanbul’da Hatırlamak ve
Unutmak: Birey, Bellek ve Aidiyet, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları.
20. Paker, Hande (yayına hazırlanmakta) ‘Environmental concerns for Istanbul: local mobilization, cosmopolitan attachments?’.
21. Radikal (2001) ‘Arnavutköylüler askıya aldırmıştı,”
11.06.2001.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
22. Radikal (2013) ‘Kuzguncuk bostanı kurtuldu,’
13.11.2013
23. Radikal (2014) ‘Kuzguncuk Bostanı’nı hep beraber
koruyacağız,’ 16.03.2014.
24. Toprak, Binnaz (1996) ‘Civil Society in Turkey,’
içinde A. R. Norton (der.) Civil Society in the Middle East, Vol. 2, E. J. Brill: Leiden, 87-119.
25. Uğur, Aydın (1998) ‘Batı’da ve Türkiye’de Sivil Toplum: Kavram ve Olgunun Gelişim Serüveni,’ içinde
26. Ünsal (der.) 75 Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru,
Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 213-227.
27. Üstün, İsmail (2001) ‘Su uyur, köprücüler uyumaz,’
İstanbul, 38, Tarih Vakfı Yayınları.
28. Voulvouli, Aimilia (2011) ‘Transenvironmental
Protest: The Arnavutköy Anti-Bridge Campaign
in İstanbul,’ Environmental Politics, 20(6): 861-878.
67
makale
şehir & toplum
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
KÜRESELLEŞME,
SOSYAL POLİTİKA VE YEREL YÖNETİMLER:
KORUMACILIKTAN
NEOLİBERALİZME
Abdulkadir Şenkal
Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi, İİBF,
Çalışma Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi.
Giriş
Geçen 20 yılda gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkeler ekonomik ve sosyal politika alanında büyük değişimlere sahne
olmuştur. Hükümetlerin II. Dünya Savaşı’ndan önce baskın oldukları sosyal
ve ekonomik alanlarda, müdahaleci
olmayan tutum takınarak eski politikalarına dönmeleri bu açıdan önemli bir
gelişmedir. Özellikle Bretton Woods
kuruluşları tarafından dayatılan politikalarla, kamu harcamalarının sağlık ve
eğitimi de kapsayacak şekilde kısılması,
devletin küçültülmesi ve sosyal politikaların serbest piyasa kuralları doğrultusunda düzenlenmesi benimsenmiştir
(Şenses,2002;51). Bu süreçte meydana
gelen değişim geniş anlamda “liberalleşme” veya daha geniş anlamda “küreselleşme”olarak nitelendirilmektedir. Başta
azgelişmiş ülkeler olmak üzere dünyanın genelinde sosyal politika açısından
krize yol açan bu gelişmenin önümüzdeki yıllarda etkisini devam ettirme ihtimali yüksektir.
69
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Kaynak: http://4.bp.blogspot.com/-5mTgy0L42a4/UYkDYeEIymI/AAAAAAAAAHg/
l8Dwj8H5Qew/s1600/%C4%B0sciler.jpg
Sosyal politika açısından ortaya çıkması
muhtemel krizin etkisinin büyük olacağı
iddia edilmektedir. Krizin temel nedeni
neoliberal ekonomi politikaların bir sonucu olarak sosyal harcamalarda kesintiye gidilmesi konusunda yapılan dayatmalardır. Burada temel sorun bu süreçte
sosyal politikanın nasıl bir konum üsteleneceğidir. Özellikle sosyal politikanın
daha liberal bir boyut alması ve yerel kuruluşların daha etkin olmasını gerektiği
ifade edilmektedir. Bu sayede hem krizin
etkileri daha da hafifletilecek ve hem de
sosyal politikaların kapsamı genişleyecektir.
70
makale
Küreselleşme,
Refah ve Sosyal Politika
1980’li yıllardan beri sosyal politika alanında devletin rolünde meydana gelen
değişiklikler analiz edilmeye çalışılmaktadır. Savaş sonrası yıllarda, refah dev-
letinin genişleme döneminde sosyal önlemlerden ziyade ekonomik göstergelere
yönelinmiştir. Emek piyasası ve emeğin
çalışma koşullarında artan değişim giderek sosyal güvenlik alanında toplanmaktadır. Sosyal büyümenin 3 temel faktörü olan (devlet, piyasa, aile) arasındaki
küçülme, refah sistemleri içinde artan
yoksulluk tehlikesi ve sosyal güvenlik
garantisinin azalmasında görülmektedir.
Yaşanan sosyoekonomik dönüşümün
yasal çerçevesinde önemli değişimler,
merkez dışı dönüşümlerde toplanmaktadır. (toplu pazarlık, serbest girişim yatırımları ve bireysel anlaşmalarda). Batı
Avrupa’nın gelişmiş refah devletlerinin
yapılarında ve amaçlarında meydana gelen sapmalara rağmen I. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda devletin yeniden yapılanmaya doğru bir eğilimi vardı. Sosyal
bilimciler, özellikle genişleme sürecinde
yeni grup ve üyelerin katılması ve sosyal
güvenlik harcamalarının artışı karşısında
sosyal güvenlik sistemlerinin genişlemesine önem verdiler. Devlet anlayışında
bu gelişme yaşanırken sosyal politikanın
yerel birimler tarafından yerine getiril-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
mesine yönelik bir anlayışın ortaya çıktığı görülmektedir.
Bu süreçte devletin sosyal ve ekonomik
hayattaki rolünün azalması, kamu politikalarının etkinliğinin artmasına neden
olarak, gelir güvenliği, sağlık hizmeti,
konut, eğitim ve ekonomiyi yönetmek
için piyasaya müdahale edilmesine ve
işsizliğin artmasına neden olmuştur. Bu
uygulamalar refah hizmeti, çocukların,
ailelerin, işçilerin, işsizlerin, yaşlıların,
hastaların sosyal haklarının tanınması şeklinde değerlendirilebilir. Böyle
bir politikanın temel özelliği beşikten
mezara ekonomik ve sosyal güvenlik
tedbirlerinin alınmasını gerektirmektedir. Özellikle bu süreç şehirlere yönelik göçü artırınca ve yoksul kesimlerin
sayısı artınca, refah devleti önceden
yoksun bırakılan fırsatları görüşmeye
başlayarak yaşam standartlarının düzelmesi için belirgin bazı aşamalar getirmiştir. Vatandaşların bir hakkı olarak
bu hizmetleri garanti eden refah devleti,
halklarının sadakatlerini korumak için
daha iyi olabilirler. Vatandaşlık, sadece
politik bir durumu değil, fakat ulusal
bir topluluğun üyeliğini de kasteden,
politik söylemler için de uyruklukla ilişkilendirilebilir. Refah devletinin gelişmesi içinde sosyal hakların tanınması,
ekonomik ve sosyal güvenliklerinin garantörü ve kaynağı olarak ulusal devlete
halkları bağlayan hizmetleri sağlarlar
(McEwen,2001;90).
Geçen yirmi yılda, neoliberal ekonomi politikalarının bir sonucu olarak
dünyanın birçok ülkesinde sosyal politikanın ihmal edilmesi tepkilere neden olmuştur. Normal şartlarda devlet,
ekonomik etkinliği artırmaya çalışarak
belirli sektörlere müdahale eder. Ekonomik verimlilikteki artış, nüfusun
bütününe faydası olan ücret artışları
ve istihdamda genişlemeye öncülük
eder. Örneğin, eğitim, sağlık ve konut
gibi kamu yatırımları özel sektör için
bir tasarrufu temsil etmiştir. Bu arada
istihdam, ücret ve çalışanları destekleyen fiyat politikaları, bir bütün olarak
piyasaların ve çalışan işçilerin satın
alma güçlerini artırmıştır. Sosyal politika, giderin değil, yatırımın bir parçası gibi görülür. Ancak bu dönemde
bazı az gelişmiş ülkelerde yaygın olarak ortaya çıkan sosyal mobilite devlet
tarafından belli bir program dâhilinde
kontrol edilmiştir. Bu çeşit faktörler,
‘ulusal gelişmeci devlet’ olarak bilinen ve
Latin Amerika’da etkili olan devlet tipi
aynı zamanda Batı Avrupa “refah devletinin” oluşmasına yardımcı olmuştur.
Ülkeden ülkeye değişmelerle Keynesyen-fordist model 1930 ile 1970 yılları
arasında zayıflamıştır. 1950’lerden beri
söz konusu uluslararası sistemlerdeki
değişmeler, işletme faizleri ve emek
talebi arasındaki ıraksama ve tekrarlayan mali krizler nedeniyle krize girmiştir. Askeri diktatörlük, otoriterlik
ve 1982’de patlak veren borç krizleri,
bu modelin ve aynı şekilde sosyal politikaların ihmal edilmesine yol açmıştır.
Keynesyen-fordist modelin sınırlamalarının ve etkisizliğinin farkında olmak başarılarını küçümsemeye neden
olmamalıdır. Bu modelin dinamikleri
neoliberal ekonomik politikalar uygulanması sonucu, emeğin verimlilik
düzeyi düşük alanlara kayması, istihdamda daralma ve iç göç artışının yaşanmasına bu da yoksulluğun artmasına yol açmıştır.
71
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Yerel Yönetimler ve
Sosyal Politika
İnsanlık tarihinde ilk kez dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşamaktadır. Özellikle 2000’lı yıllar artan
göç ile birlikte toplumsal açıdan dezavantaj ve yoksulluğun artması hususlarına karşı, sosyal alanda yükselen bir ilgiye sahne olmuştur. Bu durum gelişmiş
ülkelerin genelinde ve özellikle Avrupa
Birliği ülkelerinde sosyal harcamalarda
bir takım kısıtlamalar ve yüksek orandaki işsizlik konusunda bir takım korku ve endişeleri beraberinde getirmiştir
(Room,1999;166). Özellikle bu dönemde
hızlı nüfus artısı, göç ve kentleşme yeni
şehirlerin doğuşunu, mevcutların ise nüfuslarında artışa yol açmıştır. Bu ise yerel
yönetimlerin sosyal politika alanındaki
sorumluluklarının genişlemesine neden
olmuştur (Aydın,40;2009).
72
makale
Şehir planlamasının sosyal ve kültürel
boyutu, birçok yerel yönetim açısından
önemli bir öncelik haline gelmektedir.
Yerel yönetimler açısından bu stratejilerin temel özelliği insanları sağlam ilişkilerle bağlayan ahlaki bir alan olduğunu
belirtiyor. Bu açıdan sosyal politikalar
toplumun sosyal tutarlılığını kaybetmesiyle ilgili artan şüphelerin var olmasından dolayı bir topluluğa ait olma hissi
uyandıracak güvenli ve arkadaşlık dolu
kamu alanları oluşturmalıdır. Bu amaçla
yerel yönetimler tarafından sosyal kaynaşmayı sağlamaya yönelik çalışmalar,
2000’li yıllardan sonra kentsel politikaların en önemli karakteristik özelliklerinden birisi olmuştur.
Yaşanan göçler ve küresel şehirlerin ortaya çıkışı azgelişmiş ülkelerde ciddi sos-
yal ve ekonomik sorunların yaşanmasına
neden olmaktadır. Küresel kentlerin ortaya çıktığı toplumlarda yaşanan göç ve
nüfusun tahmin edilmeyen artışı çoğu
dünyanın en yoksul ülkelerinde insanların aşırı yoksulluk içinde yaşamalarına
yol açmaktadır. Bunun yanında dünyadaki sayısız sorunlardan hiçbiri artık
bu yeni küresel kentsel gerçekliği ele
almadan çözülemez (Sclar,2014;3). Göç
ve şehirleşme ile birlikte artan suç ve
sosyal çatışmaları karşısında toplumları yeniden düzene sokmayla ilgili söylev
ve görüşler birçok ülkede benzer olsa da,
mevcut sosyal ekonomik yapı ve kurumlar kent yapılanmasının izleyeceği yolu
şekillendirmektedir. Bu anlayış hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde benzerdir. Ancak farklı refah rejimleri
genelde farklı anlamlarda aynı fenomenlere yaklaşmakta ve aynı idari teknolojiyi
uygulamaktadırlar.
Küreselleşmeyle birlikte devlet müdahaleciliğinin asgari düzeye indirilmesi
gerektiğine yönelik söylemler gittikçe
artmaktadır. Ancak günümüzde ortaya
çıkan sosyal sorunlar Sanayi Devrimi’ndekinden daha karmaşık, çözülmesi zor
ve evrensel niteliklidir. Teknolojik gelişmelerle birlikte, emeğin üretim sürecindeki rolü genişlerken, her işçi makinelere
giderek daha fazla yapılan sermaye yatırımını üretken hale getirmek zorundadır.
Teknik ve ekonomik birimler arasındaki bağımlılık işgücünün daha programlı
olarak çalışmasını gerektirir. Teknolojik
ilerlemenin hızlanması, haber ve bilginin
rolünü de güçlendirmektedir.
Emeğin bir bölümünün değer yaratabilmesi için becerilerinin çoğaltılması gerekmektedir. Emeğin stratejik rolü, ge-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
rekli olan tüketim araçlarının, özellikle de
kamu kaynakları ve hizmetlerin rolünü
eşit ölçüde artırmaktadır. Konut, okul,
kreş, bakımevi, sağlık, kültür, ulaşım gibi
hizmetler, modern toplumların sosyal
yapıları ve üretim süreçlerinin ihtiyaçları
açısından zorunlu hale gelmiştir. Her gün
aynı saatlerde işçileri kentin dört bir yanına taşıyan bir ulaşım sistemi olmaksızın
bir emek piyasası tasarlanabilir mi? Bunlardan biri de, örgütleme tarzının kendisi
ve kamu hizmetlerinin sağlanması ile ortaya çıkan tüketimdir. Ancak banliyöler
ile buna bağlı davranış ve tüketim modeli
belirli bir kent politikasıyla gerçekleşmiştir. Devlet ise her zaman bu politikanın
en önemli aracı olmuştur.
Yerel Yönetimlerin Sosyal
Politikaya Etkisi
Yerel yönetimlerin sosyal politika açısından fonksiyonları değerlendirildiğinde
bu kurumların dönem dönem ve ülkeden ülkeye değişmekle birlikte önemli
sosyal politika fonksiyonlarını yerine
getirdiği görülmektedir (Ersöz,2010;66).
Özellikle yerel yönetimlerin halka yakın
kurumlar olmaları nedeniyle, bu durum
sosyal sorunlara doğrudan ve ilk elden
ulaşma avantajını da beraberinde getirmiştir (Kesgin, 2012;176).
Sosyal ve kültürel kompleks içinde eğitimin, sağlık ve diğer sektörlerin yeterliliğini artırmak için organizasyonlara
ve ekonomik mekanizmalara önemli
boyutlarda reform getirilmesi gereklidir. Günümüz sisteminin ana özellikleri
tamamen devlet fonlarından tasarımlanmış olup, kontrolün esasen kamu fonları
ve hizmetlerinin dağılımı üzerinden te-
mini hedeflenmiş bulunmaktadır. Bir taraftan bu durum, kurumların sınırlandırılmış haklarıyla, diğer taraftan ise piyasa
ilişkilerinin haddinden fazla kurallara
bağlanmasıyla eşleştirilmiştir. Böyle bir
mekanizmada gerek bütçe gerekse sosyal
homojenlik için spesifik gereksinim vardır. Bu, sadece ortalama gelir gruplarının
kamu hizmetlerinden tatmin oldukları
ve kendi üreticilerini çözümsel talepler
vasıtasıyla etkilemeye çabalamadıkları
takdirde işleyebilir. Bu şartlar bazı uzantılar bağlamında, birçok Batı Avrupa ülkesinde görülebilir. Bugün için enformel
piyasa, tüketicilerin korunamadığı bir
sosyal ve kültürel sınıf içinde spontane
bir biçimde oluşmuştur. Bu yüzden devlet gerek yasal gerekse mali fonksiyonların hiç birini doğru dürüst yerine getirememektedir. Aynı zamanda, sosyal ve
kültürel bir sınıfa mensup bireyler bazı
hallerde tüketici taleplerine reaksiyon
bağlamında daha esnek olmaya başlar.
Ancak, devlet pasif olduğundan ve ortaya aktif olarak çıkan bir piyasa için güçlü
bir temsilci rolü oynaması gerekirken,
fonları gereksiz bir biçimde boşa harcamaktadır. Bu talep esas olarak, ekonomik
ve sosyal açıdan sıkıntı çeken ailelerin ve
şirketlerin menfaatlerini etkiler. Burada
amaç; konuyu karaborsaya düşürmek
değil, sosyal ve kültürel bir sınıfın geliştirilmesi için azami yarar sağlayabilmek
ve bundan mağdur duruma düşenlerin
yararına oluşturulacak kamu fonlarının
hedefine uygun harcanmasını sağlamaktır. Bu yüzden devletin eğitim ve sağlık
hizmetleri için ayırdığı fonların geliştirilmesi gereklidir (Şenkal,2011;159).
Küreselleşme süreciyle birlikte yerel yönetimler için birincil uyarıyı verebilse
73
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
74
makale
bile, yerel tercihlerin benimsenmesine
neyin sebep olduğunu açıklayabilmek
için yerel düzeye dikkat harcanması gerektiği açıktır. Ancak beklenmeyen gelecekte sadece dağıtım mekanizmasının
tasarımı için temel oluşturacak olan bir
duruma gelinmesi de olanak dışı görünmektedir. Buna alternatif bir model ise,
doğrudan dağıtıma hedeflenen değil,
öncelikle yüksek yeterliliğe sahip hizmet
üretimi ve bu bazda daha geniş erişim
sağlayabilen modeldir. Bu model altında
hizmet veren bir organizasyon, sunulan
teşviklere bir yanıt olarak kendi stratejilerini tasarımlayabilen, bağımsız bir
tüzel kişiliktir. Bu nedenle, devlet fonları ve genel efektif teşvik işlemleri sosyal
açıdan tercih edilen hizmet dağılımları
olan bir teşvike odaklanan üreticilere dönüşmelidir. Bu çerçevede devlet fonları,
rekabet kuralları içinde tahsis edilmiş siparişler formunda konuya hâkim olarak
gerçekleştirilmelidir. Bu yöntem fonların doğrudan dağıtımı yerine ekonomik
kalkınmanın gerçekleştirilmesine olanak
sağlayacak şekilde düzenlenmesine yardımcı olur. Devletin hizmet alımları, bir
kurumun çatısı altında birleştirilebilir.
Bunun sonucunda, sosyal ve kültürel hizmetler içindeki bütçesel ve bütçesel olmayan fonların formasyonu ve kullanımı
için şeffaf bir mekanizma oluşturabilir.
Sosyal ve kültürel hizmetlerin esas eşitsizliği bölgeler de dâhil olmak üzere derhal
elimine edilecek bir konu değildir. Ancak, başlangıçta sorunun yasal yollardan
çözümü için gerekli görülen süreçler, çözülecek objenin kendi şeffaflığı ve yasallığıdır. Devletin sosyal ve kültürel hizmet
piyasasına katılımı, talebin ana kaynağı
rolüyle sınırlı kalmamalıdır. Bu piyasa,
hizmetlerin devlet tarafından kontro-
lünün yanı sıra kuralların konmasını da
gerektirmektedir (Şenkal,2011;162). Bunun dışında belediye teşkilatları ya da dini
hayır kurumları tarafından sunulan yerel
ve düzensiz yardımlar da mevcuttur. Para
yardımı, sosyal hizmet ve diğer hizmetlerle birleştirilme eğilimindedir. Yardım
miktarları çoğunlukla çok düşüktür; bazı
gruplar ve bölgeler için mevcut bile değildir (Gough,1996;18).
Bütünüyle ele alırsak, yasaların gereksinimlerine uyum sağlayanlar dâhil olmak
üzere, farklılıkları azaltmak için gösterilen çabalar, bölgelerarası yeniden dağılımın maddi yoğunluğuna yol açabilir.
Ekonomik büyümenin henüz istikrara
kavuşmamış olduğu ve hatta çok dağınık bir durum arz ettiği hallerde, yeniden
dağılımın yoğunlaştırılmasına müsaade
edilmesi olanaksızdır. Bu nedenle, pratikte buna alternatif oluşturacak bir mekanizmanın varlığı mevcut değildir. Bu
durumu göz önüne alarak, sosyal politikalarda ve bütçeler arası ilişkilerde böylesi bir reformun yapılmasını ve olumsuzlukların ve de yetersizliklerin yakın
gelecekte elimine edilebilmesini imkânsız kılmaktadır. Bu amaçla gerçekleştirilecek bir reformun amacı, üç tür problem
çözümü üzerinde odaklanma çabası olup,
bölgesel eşitsizlikleri soyut olarak azaltmak konularını bir kenara bırakmaktır.
Birincisi, dengesiz ekonomik büyüme
sırasında sosyal farklılıkların kontrolsüz
yoğunlaştırılmasının önlenmesi gereklidir. İkincisi, sosyal problemlerin bağımsız çözümünden yana olan hükümetler
ve yerel yönetimlerin faaliyetleri teşvik
edilmelidir. Üçüncü olarak, bütçeler arası
akışların daha ziyade fon programlarına
yönelik olması gerekir.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Bununla birlikte ortak kaynaklar şehirlerde yaşayan farklı insanlar için
ortak bir anlam ifade etmez. Yerel
okullar çocuklar sayesinde bunlarla oldukça ilgilidir; ve fiziksel özürlüler bu
kaynakları uygunluk ve memnuniyet
açısından sağlam olanlardan oldukça
farklı bir şekilde algılayabilirler. Aynı
şekilde son dönemlerdeki tartışmalar
dikkati bu şehirlere yöneltmiştir ki bu
1990’ların bir buluşu değildir. İlk olarak zarar görmüş topluluk çalışmalarının uzun bir geleneği ve bu toplumların bireysel ve kamusal kaynakları
arasında karşılıklı bir etkileşim vardır.
Bunun çok açık bir örneği İngiltere’de
Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün
1950 ve 1960’lardaki çalışmalarından
ve 1970’lerdeki Toplum Geliştirme
Projesi’nden elde edilmektedir. İkincisi
farklı bir gelenek olarak bazı devletler
kendi kaynak dağılım programlarındaki yerel alanların dezavantaj göstergelerini kullandılar: İngilterede Çevre
Bakanlığı bu göstergeleri yıllardır bu
amaç doğrultusunda kullanmaktadır.
Bununla birlikte önceki gelenekler
farklı bölgelerdeki yerel kamu kaynakları düzeylerini karşılaştırma metodundan ziyade, belirli alanların durum araştırmaları tarafından domine
edilmişti. Daha sonraki nicel ve ulus
çapındaki gelenek ise büyük ölçüde bireysel ve ailesel kaynak göstergelerinin
toplamına dayanıyordu ve bunları yerel alanlara ait olanlarla bütün halinde
birleştirmeye çalıştı. Bireysel ve ailesel
kaynakların yan yana göstergeleri olarak hazırlanabilecek ve ulus çapında
başvurulabilecek yerel kamu kaynakları göstergeleri oluşturmak acil bir araştırma konusudur (Room,1999;170).
Sivil Toplum Yerel Yönetim İlişkisi
Sivil toplum örgütlerinin amaçları birçok yönden sosyal politikanın amaçlarıyla benzerlikler gösterir. Sivil toplum örgütü hem gelişmiş ve hem de gelişmekte
olan ülkelerde sosyal hayata ve sosyal
değişime önemli katkılar sağlamaktadırlar. Sosyal refah, sosyal bütünleşme, adil
gelir dağılımı, çevre kirliliği, evrensellik
gibi sosyal politikanın temel bazı amaçları doğrultusunda faaliyet gösterirler.
Bir bakıma sivil toplum örgütleri kendi
amaçlarına ulaştıkları ölçüde sosyal politikanın hedeflerini de gerçekleştirmiş
olurlar (Şenkal,2003;105). Sosyal politika
açısından önemli fonksiyonlar üstlenen
sivil toplum örgütlerinin büyük bir kısmı
büyük şehirlerde yoğunlaşmıştır. Aynı
zamanda, liberal toplum, toplumu daha
büyük oranlarda ilgilendiren daha geniş
konuları çözümlemekten ziyade, kendine ait en fazla acil önlem isteyen konuları
çözümlemeyi hedef görmektedir. Azgelişmiş ve gelir dağılımının bozuk olduğu
ülkelerde orta sınıf oldukça küçüktür.
Sivil toplum örgütlerinden en fazla itibara
sahip olanları, fon oluşturmada yabancı
kaynaklara dayanan organizasyonlardır.
Kamu örgütlerinin büyük bir bölümü,
ya sanal bağımsız yapılar ya da açık seçik
veya gizli politik çatışmalar içine girmeyi
hedefleyen örgütlerle bağlantılıdır. Başka bir deyişle, kamusal yapılar genellikle
devletin faaliyetleriyle bağlantılı olarak
addedilirler. Kaynakların yeniden dağılımında katılımcı olmayı arzu etmek, genelde sosyal objektifleri bağımsız bir biçimde kullanmak veya bunlara her hangi
bir amaçla ulaşma niyetini ortaya koyar.
Şahsi organizasyon ve karşılıklı yardım-
75
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
laşma, geleneksel aile ve arkadaşlık ilişkilerinin karakteristikleri içinde olağan bir
uygulamadır. Bir diğer acil problem ise,
birçok konuda mali israfın hükümetle
ilgisi bulunmayan, sivil toplum örgütleri
tarafından yapılmasıdır. Bunların çoğu
faaliyetlerini gerçekten ticarileştirilmiş
olup, bunlardan bazıları yasa dışıdır. Ticari olmayan organizasyonlar bazı hallerde vergi kaçırmak isteyen şirketler
tarafından kullanılmaktadır. Bu nedenle,
ticari olmayan sektörün vergi menfaatlerini kısmak gibi bir eğilim mevcuttur.
Bunun karşılığında, bu eğilim elbette
sivil toplum örgütlerinin geliştirilmesini
de olumsuz yönde etkilemektedir.
76
makale
Günümüzde dünyanın azgelişmiş bölgelerine yardım ve küresel sorunlara
karşı en iyi temsil aracı olarak sivil
toplum örgütleri görünmektedir. Sivil
toplum örgütleri, küreselleşme ile birlikte güç dengesini genel çıkarlardan
özel çıkarlara doğru harekete geçirmeye başlamışlardır. Latin Amerikan
belediyeleri, yerel yönetim tarafından
alınan kararları paylaşan sivil toplum
temsilcileri aracılığıyla “karşılıklı demokrasi” adı altında yeni bir yönetim
tarzı geliştirmişlerdir. Dünyanın her
yerinde buna benzer olaylar yaşanmaktadır. Örneğin, Hindistan’da “Panchayati Raj Sistemi” adı altında yerinden
yönetim ve 21. Yüzyılla ilgili planlar
çerçevesinde çatışma sonrası yeniden
yapılanma ve milli gelişme stratejileri
adı altında yeni girişimler oluşturuldu
(Şenkal,2003;103).
Sosyal Politika Krizi
1980’lerin kriz ve ekonomik yapısal düzenleme programları sosyal politika so-
runlarının daha da artmasına yol açtı.
Bunun sonucu olarak, sosyal politika
sorunları topluma görülmemiş boyutlarda yüksek sosyal maliyet yükledi (Laurell,1992;18). 1980’lerdeki kriz neoliberal
modele başvurma koşullarını yaratmıştır. Bu model, ekonomide piyasa kontrolünün kaldırılması, ticari liberalizasyon,
kamu sektörlerinin parçalara ayrılması
ile karakterize edilmiştir.
Devletin sosyal gelişme konusundaki
bütünleyici rolü terkedilmiştir. Onun
yerine finansal sektöre doğru geliri
pompalayan, döviz kuru, vergi politikası ve faiz oranları tarafından kurulan piyasa kazananlar ve kaybedenlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Alternatif kamu politikası, çalışmak
isteyen herkes için uygun iş sağlamaya dayalıdır. Tam gün çalışma hem
ahlaki bir zorunluluktur, hem de ekonomik adalet ve başarı için önemlidir
(Aronowitz, Di Fazio,1994;17-9). İstihdamı artırmaya yönelik kamu harcamaları, gerek duyulan emek yoğun
işleri sağlamak için kamu finansmanı
gerektirir. Bu uygulamalar, neo-keynesyen politikaların uygulandığı ülkelerde, sabit bir ekonomik büyümeyi
sürdürmek için, istihdamdaki azaltmayı sağlamak, ücret enflasyonunu
önlemek açısından gereklidir. Bu fikirler Avrupa refah devletlerinin politikalarıyla bağlantılıdır. Sosyal Avrupa üstünde oldukça iyimser olan
bir bakış Leibfried ve Pierson tarafından ortaya konmuştur (Mac Gregor,1999;28-27).
Sosyal politikada yaşanan kriz konusunda öne sürülen çözümler; yerel
yönetimlerin ve sivil toplum örgüt-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
lerinin güçlendirilmesi gerektiğidir.
Günümüzde yerel yönetimlerin sosyal
politika alanındaki etkinlikleri artmıştır. Sosyal belediyecilik anlayışının
gelişmesi de bu gelişmenin bir sonucudur. Birçok ülkede sosyal belediyecilik
adı altında çeşitli projeler uygulamaya
sokulmakta ve korunmaya muhtaç insanlara yardımlar yapılmaktadır. Bu
çerçevede yerel hizmetler, denetime
açık bir şekilde yerine getirilmeli, sosyal politikaların planlanmasında, programlanmasında ve yürütülmesinde
hem sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, hem duyarlı girişimciler etkili
bir işbirliği içinde olmalıdırlar. Yerel
yönetimlerde sosyal politika ve sosyal
hizmetler alanında uzman olan kişilerin artırılması gerekmektedir (Yıldırım,2014;504).
Yerel yönetimlerin, sosyal politika
alanında etkin olmalarının nedenlerini “çağdaş belediyelerin bu hizmetleri
üretmesi gerektiği” düşüncesi ile açıklamaktadır. Bunu belediyecilik anlayışının sosyal politikalara önem veren
bir anlayış olduğu cevabı ile artan talebi karşılama ihtiyacı izlemektedir(Aydın,159;2009). Sivil toplum örgütleri
de sosyal politikada önemli roller üstlenmektedirler. Özellikle yerel yönetimler bu genel hedefi gerçekleştirebilmek için, yerel yönetimler, değişik alt
hedefler belirlemek durumda olmanın
ötesinde farklı yöntemlere de müracaat
etmektedirler. Örneğin hedeflerin katılımcı demokrasi anlayışına uygun olarak gerçekleştirilmesini sağlamak için
STK’larla işbirliği yapmaktadırlar (Seyyar,2008;32).
Neoliberal Bir Sosyal Politika
Anlayışına Doğru…
Günümüzde azgelişmiş ülkelerin genelinde sosyal politika, toplumun belirli
kesimleri arasındaki yapısal uyumun
olumsuz etkisini bertaraf etmek için tasarlanan bir dizi sınırlı tedbirlerle ihmal
edilmiştir. Bu olumsuz etkiler, neoliberal
politikanın önceki sistemlerin kaynakları
dağıtımındaki mantıksızlık içinde kökleştirildi. Bu süreçte sosyal politika geçici
bir uygulama olarak düşünüldü. Temel
düşünce yapısal uyum çerçevesinde, temel makroekonomik dengeyi yeniden
kuracağı ve enflasyon olmaksızın ekonomik büyümeyi sağlayacağı iddia edildi.
Güçlü bir ekonominin sosyal politikaları
gereksiz kılacağı anlayışı yaygınlık kazandı. Sosyal sorunlar bir yatırım değil,
devlet gideri olarak düşünüldü. Sosyal
gelişme kavramı sosyal harcamaları artırdığından, sosyal harcamaların azaltılmasına çalışıldı. Sosyal harcamadaki
azalmaya çalışılırken, sadece zorunlu
sosyal politikaların uygulanmasına devam edilecekti. Sonuç olarak, sosyal politika önemli ölçüde ihmal edilmiştir.
Neoliberal sosyal politikanın finansal
politikalarla sermaye birikiminin ilerlemesine yardım ettiği iddia edilmektedir.
Örneğin, çoğu Latin Amerika ülkesinde,
sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesi, finansal kaynakların özel sermayeye devredilmesine yol açmıştır. Bu ülkeler için, sosyal yatırım fonları ve küçük
işletmeleri destekleyerek sermaye birikimini teşvik eder. Geri kalanı için, neoliberal sosyal politika bir yardım kurumu
gibi işler, aşırı derecede yoksullara doğru
yardımı yönetir. Düşük gelir gruplarının
çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek-
77
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
ten ziyade, sosyal politika çoğu yapısal
uyumun kurbanı olan yaşam standardı
zaten yoksulluk sınırının altında olan
nüfusa yardım etmeye ve ilave olunan
kötüleşmeyi önlemeye çalışır. Neoliberal sosyal politikanın özellikleri, politik
sistem için bir yasallaştırma fonksiyonunu yerine getirme kapasitesini güçlükle
sınırlandırır. Gerçekte sosyal politika,
sosyal çatışmaları azaltmak için önemli
bir araçtır. Bu sayede aşırı sosyal gerginlikler büyük politik problemler haline
gelmez. Neoliberalistler bu problemlerin
bütün ekonomi modelini risk altına koyabilecek, ülkeye yabancı sermaye akışını
olumsuz yönde etkileyecek bir istikrarsızlık havasını yaratmasından korkarlar.
Bu doğrultuda, sosyal politika şimdiki
politikaları birbirine yakınlaştırır.
Neoliberal sosyal politika sıkça birbirine
karıştırılan üç temel özelliğe sahiptir:
-özelleştirme,
-hedef belirleme,
-yerinden yönetim (desantralizasyon)
78
makale
Sosyal hizmetlerin özelleştirilmesi, mali
krizleri azaltmak, hizmet dağıtımını
daha etkili kılmak ve serbest kamu hizmetlerinden kaynaklanan mikro-makro
ekonomik çarpıtmalardan kurtulmak
için bir yol olarak dikkate alınmıştır. İş
ve ticari kriterlere dayalı olan yeni işletme ilkeleri ileri sürülmüştür. Bunlar etki
alanının kalitesi ve genişliği üzerindeki
önemli tepkilerdir. Kullanıcı ücretlerinin, borç verme kurumları tarafından
varsayılan finansal yükü azaltan bir yol
olduğu tartışmalıdır. Onlar ayrıca kamu
hizmetlerini ihtiyacı olanlar tarafından
kullanılmasını sağlamayla işe yaramaz
kaynakları önleme yolu olarak görülmektedir (Vilas,1996;16). Arjantin’de ise
ekonomik kriz ve IMF’nin dayatmaları
sonucu liberal bir sosyal politika anlayışın etkilerini görmek mümkündür.
Sosyal hizmet alanlarındaki harcamaları
gerek GSMH, gerekse konsolide bütçe
harcamaları içinde yüksek oranlara ulaşmıştır. Bunun nedenleri, harcamaların
% 40’ını devlet tarafından değil de hak
sahipleri tarafından finanse edilen sosyal güvenlik harcamalarıdır. İkincisi ise,
harcamaların ekonomideki konjonktürel
dalgalanmalara duyarlı bir görünüm sergilemesidir (Koyuncu, Şenses, 2004;25).
Özelleştirme, kamu hizmeti düşüncesinden vazgeçmeyi ve kâr elde etme
amacını taşıyan bir işin ikamesini içerir.
Sosyal hizmetlerden yararlanma hakkı,
bir vatandaş hakkı gibi çok uzun süre
göz önünde tutulmaz; fakat kişinin ödeme gücüne dayalıdır. Sosyal hizmetlerin
özelleştirilmesi yeni sosyal eşitsizliklere yol açar; çünkü onlara sadece zengin
grupların mali gücü yetebilir. Ayrıca azgelişmiş ülkeler için özelleştirme işsizlik
demektir. Özelleştirme, kamu kuruluşlarını yeniden yapılandırmak için önemli
olabilir, fakat insanları kamu teşebbüslerinden verimsiz işlerden çıkarıp işsiz
bırakmak bir ülkenin gelirini artırmaz,
işçilerin refah düzeyini ise, hiç artırmaz
(Stiglitz,2002;79). Bu sağlığın korunması
ve eğitimin hakları olduğuna inanan alt
ve orta sınıflardaki belli kesimler yüzünden özelleştirmeye direnmeyi açıklar.
Örneğin Arjantin’de, sosyal güvenlik
sistemi özelleştirildiğinde düşük gelirli
ücretli işçiler sağlık hizmetlerinden yararlanma haklarını kaybetmişlerdi. Sonuç olarak, bu işçiler kamu sağlık siste-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
mine yeniden başvurmaya zorlandılar.
Baskın bir etki içinde, kamu hastaneleri
dışında yoksulun yoksulluğuna son verilmiştir. Sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin
özelleştirilmesi sosyal politika açısından
olumsuz bir girişimdir. Çünkü bu gibi
hizmetler ticari bir mal değildir. Eğer ticari bir mala ihtiyacınız varsa satın alırsınız. Eğer ticari mal almaya mali gücünüz
yetmezse satın almazsınız. Ancak bu gibi
sosyal yönü olan hizmetlerin özelleştirilmesi, bu hizmetlere ihtiyacı olan kesimin hizmetlere ulaşımını zorlaştıracaktır
(Şenkal,2011;153).
Neoliberal sosyal politikanın ikinci
önemli ilkesi hedef belirlemedir. Fonların daraltılması sosyal politikaları önemli
ölçüde etkiler. Hedef belirleme kaynakların etkin kullanımı için bir destekleme
yolu olarak geliştirilir. Hedef belirlemenin lehindeki iddialar Keynes-fordist
modelde eleştirilere neden olmaktadır.
Bu model, evrensel ilkeler ve serbest
sosyal hizmetler üzerine kurulmuştur.
Neoliberal düşünce, kentli ücret-emek
baskı grubu ve orta sınıftaki işçiler için
yararlıdır, fakat kırsal yoksullara ve kayıt dışı sektörde çalışanlara etkisi yoktur.
Sosyal programları amaçlamak, özellikle
en önemli ihtiyaca ulaşmayı tasarlamak,
devletin sosyal politikası üzerinde yeni
yönetim teknikleri yaratır. Açıkça, hedef belirleme, kıt kaynaklarla tırmanan
sosyal problemlere cevap verme ihtiyacından çok daha az desteklenen etkisiz
Keynes-fordist sosyal güvenlik modeline
cevap verir.
Sosyal politikanın son temel ilkesi yerinden yönetimdir. (desantralizasyon)
Neoliberaller Keynesyen-fordist modeli
çok merkeziyetçi olduklarından dolayı
eleştirirler. Sosyal politika ile ilgili olan
kararların, nüfusu etkileyen yerel örgütlerce örneğin belediyeler gibi kurumlar
tarafından üstlenebileceğini iddia ederler.
Yerel yönetimler, insanların problemleriyle doğrudan doğruya karşı karşıya
geldiklerinden bu problemlerin çözümü
konusunda daha etkili olabilirler. Yerel
kuruluşlar tarafından uygulanan sosyal
politikalar, bireylerin gelişimini desteklediği gibi yönetim uygulamasından yoksul insanlara yetişme imkânı verir. Birçok azgelişmiş ülkede yerel yönetimler
tarafından uygulanan sosyal politikalar,
önemli bir desantralizasyon örneğidir.
Vatandaşlar devlet politikalarını belirleme ve ne kadar para harcanacağını saptama konularında doğrudan karar verme
sürecine katılırlar. Bu deneyim bütünüyle neoliberalizm ile ilgili politik tasarılara
aittir. Burada, neoliberal bağlamdaki desantralizasyon program tasarlamaya değil, program yürütmeye dayandırılmıştır. Bu fonksiyonel desantralizasyon ile
eş anlamlı fakat politik desantralizasyon
ile eş anlamlı değildir. Politik desantralizasyon, sosyal programların ve politikaların demokratikliğine değil, desantralizasyon varsayımına güven verir, fakat
kıt kaynaklardan oldukça büyük etkinlik kazanır. Çok iyi merkezi sistemden
merkeziyetçi olmayan siteme değişim
yapmak hem karmaşıktır, hem de zaman
alır. Desantralizasyon sürecine dayanan
problemlerden biri, aktörlerin yerel seviyedeki görevlerin kendilerine devredilmesini varsaymaktaki yetersizliktir.
Örneğin belediyeler kendilerini her türlü
sosyal hizmetleri gerekli finansal, insan,
yönetim ve malzeme kaynakları olmaksızın sağlamakta sorumludurlar. Bu sık
sık hizmet dağılımı ve kalitesindeki kö-
79
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
tüleşmenin etkinsizliği olarak tercüme
edilir (Şenkal,2011;160).
Sokaktaki insanların yürürlüğe sokulan
sosyal politikalara katılması yerel yapılarda kolay olurken, merkeziyetçi planlamaya dayalı sistemlerde oldukça zordur.
Ortaklık için ihtiyaç duyulan sosyal gruplarda olmayan ya da az derecede olan faktörler bir düzenin sonucudur. Merkezi
devletin varlığı olmaksızın politik irade
ile doğru değişkenlik desentralizasyon
için zayıf sosyal grupları atlayarak son
bulur. Keynes-fordist sosyal politikanın
etkinsizliğine ve eşit olmayan ulaşımlarına işaret eder. Fakat neoliberal sosyal
politikanın sonuçlarını düzeltmez.
80
makale
Neoliberal sosyal politikayı yoksullukla
savaşmanın sınırlı yapısı içinde değerlendirsek bile, sonuçları zayıftır. Yoksulluk programlarının çoğunluğu yoksul ile
ilgili yeni bir biçimi temsil eder. Fakat bu
bütün olarak yoksullukta önemli bir azalma olarak algılanmaz. Şimdiye kadar, uygulanan neoliberal sosyal programların
kapasitesi, sadece yoksulluk sınırında yaşayan insanların sayısını azaltmak olduğunu gösterdi. Acil istihdam programları, gıda yardımı ve diğerleri etkili olarak
uç sınırdaki ihtiyaçlara hizmet edebilir.
Yoksulluk dışında yükselme, çok daha
karmaşık bir süreçtir. Sosyal politikalar
dışında çok başarılı olan çeşitli ekonomik, finansal, politik ve kurumsal faktörlere dayanır. Neoliberalizm bu programların tahmin edebileceğinden daha
büyük bir oranda insanı marjinalleştirir ve sosyal dışlanmaya maruz bırakır.
Meksika’nın durumu genellikle belirli
bir sektörel politikanın teknik etkinliği
ile ekonomik modelin mantıklı kullanımı arasındaki tansiyonu örneklendirir.
1989 ile 1992 yılları arasında uygulamaya sokulan Yoksulluk Programları aşırı
derecede yoksul olan Meksikalı sayısını
1.3 milyona azaltırken, aynı sayıdaki insanlar 1988 ile 1992 yılları arasında bazı
sektörlerde meslek kaybına uğramıştır
(Şenkal,2011;158).
Sonuç ve Genel
Değerlendirme
Son yirmi yılda sosyoekonomik alanda
meydana gelen gelişmeler sosyal politikanın yapısında ve oluşumunda önemli
değişiklilere yol açmıştır. Bu değişimin
en önemli özelliği sosyal politikada yerelleşme, diğer bir değişle yerel yönetimlerin etkin bir konuma gelmeleridir.
Bugün dünyanın birçok ülkesinde yerel
yönetimler sosyal politika ve sosyal hizmetler alanında önemli işlevler yüklenmekte ve çeşitli uygulamaları devreye
sokmaktadır. Öte yandan sosyal politikada yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin etkin bir konuma gelmesinin
sosyal politikanın neoliberal bir çizgiye
kaymasına yol açtığı iddia edilmektedir.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Kaynakça:
1.
2.
3.
Aronowitz. S, Di Fazio. W, (1994); The Jobless Future, University of Minnesota Press, London.
Aydın Murat, (2009), Sosyal Politika ve Yerel Yönetimler, Yedirenk Kitap, İstanbul
Elliott D. Sclar, Social Policy and Social Exclusion:
The Urban Context Keynote Remarks,http://
www.academia.edu/346718/Social_Policy_and_
Social_Exclusion_The_Urban_Context_Keynote_Remarks
4.
Ersöz Halis Yunus.(2010); Sosyal Politikada Yerelleşme, İTO yayınları, Yayın No:2010-99, İstanbul
5.
Gough Ian, (1996); “Social Assistance in Southern
Europe”, South European Society and Politics, 1996,
Volume 1, No.1
6.
Kesgin Bedrettin,(2012), Kentsel Yoksulluğa Yönelik Yerinden ve Yerel Müdahale: Sosyal Belediyecilik, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Ağustos, Sayı:26
7.
Koyuncu. Murat, Şenses. Fikret, (2004); “Kısa Dönem Krizlerin Sosyoekonomik Etkileri: Türkiye,
Endonezya ve Arjantin Deneyimleri”, Çalışma ve
Toplum, 2004/3.
8.
Laurell. Asa Cristina,(1992); “For an alternate, the
production of public service. (Latin America Faces
the 21st Century),” Social Justice, Winter, Vol:19,
No:4
9.
Mac. Gregor, Suzanne, (1999); Welfare, Neo-Liberalism and New Paternalism: Three Ways for Social Policy in Late Capitalist Societies. Capital&Class,
Spring, Issue: 67.
15. Şenkal Abdulkadir.(2003); “Küreselleşme, Sosyal
Politikanın Dönüşümü ve Sivil Toplum Örgütleri”,
Sosyal Siyaset Konferansları, 45. Kitap, 2003
16. Şenses. Fikret, (2001); Küreselleşmenin Öteki Yüzü
Yoksulluk, İletişim Yayınları, İstanbul.
17. Vilas Carlos M.(1996); Neoliberal social policy: managing poverty (somehow). (includes related articles on World Bank’s social policy) NACLA Report
on the Americas, May-June, Vol:29 No:6.
18. Yıldırım Arzu.(2014):, Belediyelerin Sosyal Politika
Uygulamaları Üzerine Bir Değerlendirme: Malatya
Belediyesi Örneği, Adıyaman Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 17, Ağustos
10. McEwen, Nicola. (2001); ‘The nation-building role
of state welfare in the United Kingdom and Canada’
in Trevor C. Salmon and Michael Keating (eds.),
The Dynamics of Decentralization: Canadian Federalism and British Devolution. Kingston: McGill-Queen’s University Press, s.90.
11. Room Graham J. (1999); “Social Exclusion, Solidarity and the Challenge of globalization”, International Journal of Social Welfare,Jul99, Vol:8, Issue:3,
s.166
12. Seyyar Ali, (2008); Yerel Siyasetin Gelişiminde Sosyal Politikaların Önemi, yerelsiyaset.com,
13. Stiglitz. Joseph, E, (2002); Küreselleşme: Büyük
Hayal Kırıklığı, Plan. B.Basım Yayım Dağıtım, İstanbul.
14. Şenkal Abdulkadir, (2011); Küreselleşme sürecinde
Sosyal Politika, Alfa yayınları, İstanbul.
81
makale
şehir & toplum
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
İNŞAAT SANAYİİ VE KONUT PİYASASI
GENEL GÖRÜNÜMÜNE İLİŞKİN
TEMEL GÖSTERGELER
Neslihan Çelik
Yrd. Doç. Dr. Marmara Üniversitesi S.B.M.Y.O.
[email protected]
Giriş
Günümüzde, dünya GSYİH’sında en
büyük payı hizmetler sektörü almaya
devam etse de; sanayi sektörü büyümenin temel dinamikleri arasındaki yerini
korumaktadır. İnşaat sanayii de ekonomik büyümede rolü olan segmentler
arasında yer alan ve işgücüne istihdam
olanağı sağlayan önemli alanlardandır.
Bu sektörde faaliyet gösteren dünyanın
önde gelen şirketlerinin yurt içi ve yurt
dışı projelerden elde ettiği gelir oldukça yüksek rakamlara ulaşmıştır ve artan
oranlarda büyümeye devam etmektedir.
Dünya ekonomisindeki genel eğilime
paralel olarak Türkiye’de de hizmetler
sektörünün GSYİH ve toplam katma
değer içindeki payı genel olarak sanayiye ve özel olarak inşaat sanayisine kıyasla oldukça yüksektir. Ancak; Türkiye
ekonomisinde inşaat sektörü; mevcut
girişimlerin sayısı, istihdam oranları ve
uluslararası piyasalardaki faaliyetleri göz
önüne alındığında kayda değer sektörler
arasındadır. Sektörde ağırlığı ise ikâmet
amaçlı yapılara ilişkin faaliyetler oluşturmaktadır.
Dünya ve Türkiye ekonomisindeki gelişmeler dikkate alındığında, inşaat sanayiinin ve konut piyasasının görünümünü
anlamaya yönelik veriler ilgi uyandırmaktadır. Bu bağlamda çalışmada, inşaat sek-
83
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
törünün ve ülkemizde konut piyasasının
genel durumunu anlamaya yönelik bazı
temel göstergeler, kısaca ele alınmıştır.
Dünya Ekonomisinin Genel
Görünümü ve Türkiye
Dünya Bankası verilerine göre; 20002012 yılları arasında dünya ekonomisinde GSYİH toplamı yaklaşık 2.2 katına
çıkarak; 2000 yılında 33 trilyon dolarken
2012 yılında 72 trilyon dolar olmuştur. 2000 yılında yüksek gelirli ülkelerin
dünya GSYİH’sındaki payı yaklaşık % 81
iken, 2012 yılında bu oran yaklaşık % 68
düzeyine gerilese de; düşük ve yüksek
gelirli ülkeler arasındaki uçurum devam
etmektedir.
Tablo 1: GSYİH’nın Yapısı
Tabloya göre, söz konusu dönemlerde
düşük gelirli ülkelerin payı % 0.5’ten % 0.7
civarına çıkarak, sadece sembolik bir artış
göstermiştir. Aslında düşük gelirli ülkeler
1990-2000 yıllarındaki yıllık ortalama büyüme performansını geçen son 10 yılda
iki katına çıkarsa da, bu performans dünya GSYİH’sı içindeki payının kayda değer
oranda artmasına yeterli olamamıştır.
Dünya ekonomisi geçen 10 yılda, 19902000 yılları aralığına kıyasla daha yavaş
büyümüş; % 2.9 olan büyüme hızı % 2.7’ye
düşmüştür. Aynı dönemlerde orta gelirli ülkelerin artan yıllık ortalama büyüme
oranları ise dikkat çekicidir. Orta gelirli
ülkeler son 10 yılda ortalama % 6.3 oranında büyüyerek, dünya GSYİH’sındaki
paylarını % 17’lerden % 31 civarına yükseltmişlerdir.
GSYİH (milyar $)
Tarım (GSYİH’nın %’si)
Sanayi
(GSYİH’nın %’si)
İmalat Sanayii
(GSYİH’nın %’si)
Hizmetler
(GSYİH’nın %’si)
2000
2000
2000
2000
2000
2012
2012
2012
2012
2012
Dünya
32,981.1
72,905.3
4
3
29
27
19
16
67
70
Düşük Gelirliler
178.7
527.0
33
27
21
23
12
12
46
49
Orta Gelirliler
5,561.2
22,516.2
13
10
37
36
22
21
51
54
Düşük-Orta Gelirliler
5,737.7
23,057.2
13
10
36
36
22
21
50
54
Yüksek Gelirliler
27,241.9
49,886.8
2
1
28
25
18
15
70
74
Türkiye
266.6
788.9
11
9
31
27
22
18
57
64
GSYİH’de Büyüme
84
makale
GSYİH
Yıllık Ortalama %
Büyüme
Tarım
Yıllık Ort. %
Büyüme
Sanayi
Yıllık Ort. %
Büyüme
İmalat Sanayii
Ort. Yıllık %
Büyüme
Hizmetler Ort.
Yıllık % Büyüme
19902000
19902000
19902000
19902000
20002012
19902000
2.2
3.2
3.0
1.2
5.9
2.9
6.6
20002012
20002012
20002012
20002012
Dünya
2.9
2.7
2.1
2.6
2.3
2.6
Düşük Gelirliler
2.7
5.6
2.8
3.6
2.6
6.6
Orta Gelirliler
4.3
6.3
2.6
3.7
4.8
6.9
4.4
6.6
Düşük-Orta Gelirliler
4.2
6.3
2.6
3.7
4.7
6.9
4.3
6.6
Yüksek Gelirliler
2.6
1.8
1.1
0.9
1.7
1.0
Türkiye
3.9
4.6
1.3
1.9
4.6
5.2
4.0
4.8
Kaynak: World Bank, World Development
Indicators, 2014
1.7
4.6
5.2
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Kaynak: http://www.ekofinans.com/application/static/data/611x395_ekonomi_50b38533d37a1.jpg
Dünya toplam GSYİH’sında temel sektörlerin katkısı incelendiğinde, hizmetler
sektörünün % 70 ile liderliğini sürdürdüğü fark edilmektedir. % 27 olan sanayi
kaynaklı ekonomik büyümenin % 16’sını
ise imalat sanayiinin gerçekleştirdiği görülmektedir.
Türkiye 1990-2000 yıllarında yıllık ortalama % 3.9 olan ekonomik büyüme
hızını 2000-2012 aralığında % 4.6’ya
çıkarmıştır. Yaklaşık son 10 yılda ülkemizde hizmetler sektörünün GSYİH’daki
payı artarken; sanayi ve imalat sanayiinin
paylarının azaldığı göze çarpmaktadır.
İnşaat Sanayii
OECD (2014) verilerine göre 2012 yılı
itibariyle; Endonezya, İspanya, Slovak
Cumhuriyeti ve Şili, toplam katma değeri
içinde inşaat sanayiinin en fazla paya sahip
olduğu ülkeler arasındadır. Bu ülkelerden
Endonezya 2010 yılında % 5.5 olan inşaat
sektörü katma değerinin payını, 2012’de
%10.3’e çıkarmıştır. AB-28’in 2010 yılında
inşaat sanayii katma değeri toplam katma
değerin % 6’sını, 2012 yılında % 5.9’unu
oluşturmaktadır. Aynı dönemlerde Türkiye’de inşaat sektörünün toplam katma
değere katkısı % 5.4’ten % 4.9’a düşmüştür. Ülkemizde inşaat sanayii katma değerinin toplam katma değer içindeki payının
AB-28 ve Avrupa Alanı ortalamasının gerisinde olduğu görülmektedir.
85
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Tablo 2: Seçilmiş Bazı Ülkelerde İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Katma Değer (Toplam
katma değerin %si olarak)
Tarım, Avcılık,
Ormancılık,
Balıkçılık
Sanayi (enerji
dâhil)
İnşaat Sanayii
Ticaret, Ulaştırma,
Konaklama,
Lokanta Hizmetleri,
Haberleşme
Finansal
ve Sigorta;
Gayrimenkul; İş
Hizmetleri
Diğer Hizmet
Faaliyetleri
2000
2012*
2000
2012*
2000
2012*
2000
2012*
2000
2012*
2000
2012*
Endonezya
15.6
15.3
40.4
36.8
5.5
10.3
20.8
20.2
8.3
7.2
9.3
10.2
İspanya
4.2
2.5
20.8
17.4
10.3
8.6
28.1
29.5
16.9
20.3
19.6
21.8
Slovakya
4.5
3.1
28.8
27.0
7.2
8.2
26.4
26.7
16.6
18.3
16.6
16.7
Şili
5.4
3.6
27.9
27.7
6.6
8.3
19.5
18.4
16.4
20.1
24.3
21.9
Estonya
4.8
4.1
21.6
21.2
5.9
7.8
29.4
26.9
21.6
23.3
16.7
16.7
15.1
10.1
40.4
38.5
5.6
6.8
16.6
16.3
8.3
11.1
14.1
17.1
Fransa
2.5
2.0
17.8
12.5
5.0
6.3
23.1
22.8
27.5
30.4
24.1
26.0
İtalya
2.8
2.0
22.6
18.4
5.1
5.9
26.1
24.8
24.8
28.3
18.9
20.6
Kore
4.6
2.6
31.6
33.8
6.9
5.8
21.7
18.8
19.3
19.1
15.8
19.7
Japonya
1.5
1.2
24.3
20.5
7.0
5.6
20.7
24.6
15.9
17.0
30.7
31.1
Almanya
1.1
0.8
25.2
25.8
5.3
4.7
20.3
18.6
26.2
27.2
21.9
22.9
Türkiye
10.8
8.9
24.6
21.8
5.4
4.9
29.1
31.8
19.5
20.2
10.6
12.4
Avrupa Alanı
2.4
1.7
22.0
19.3
5.9
5.8
23.8
23.2
24.7
26.9
21.3
23.2
AB-28
2.3
1.7
22.0
19.3
6.0
5.9
24.4
24.0
24.2
26.2
21.2
22.8
*ya da mevcut son yıl
Kaynak: OECD, Factbook 2014
AB-27 ülkelerinin (2010) inşaat sanayii
katma değerinin ortalama % 55’ini özel
inşaat faaliyetleri oluşturur. Bina inşaatının % 30.6 ve bina dışı yapı inşaat faaliyetlerinin % 14.6 payı mevcuttur (Bkz.
Tablo 3).
86
makale
AB-27 ülkelerinde inşaat sanayiinin istihdam ettiği işgücünün % 58.5’inin özel
inşaat faaliyetlerinde çalıştığı göze çarpmaktadır. Bu ülkelerde inşaat sanayiinde
yer alan toplam 3 milyonu aşkın girişimin 2 milyondan fazlası özel inşaat faaliyetleri yürütmektedir.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Tablo 3: AB-27 İnşaat Sanayii Sektörel Analiz
(AB-27, 2010)
Sektör toplamının %’si olarak
Katma Değer
İstihdam
İnşaat Sanayii
100.0
100.0
Özel inşaat faaliyetleri
55.0
58.5
Bina İnşaatı
30.4
29.4
Bina dışı yapıların inşaatı
14.6
12.1
Temel göstergeler
Girişim Sayısı (bin)
İstihdam Edilenlerin Sayısı (bin)
Ciro (EUR
milyon)
Katma Değer(EUR
milyon)
İnşaat Sanayii
3.292,3
13.423,2
1.548.603
496.073
Bina İnşaatı
882,2
3.940,0
580.144
150.931
Bina dışı yapıların inşaatı
101,5
1.630,0
255.000
72.200
Özel inşaat faaliyetleri
2.308,6
7.849,9
713.000
273.000
Kaynak: Eurostat, Construction Statistics,
April 2013
Türkiye’de finans dışı sektörlerin sağladığı katma değer içinde inşaat sanayii
katma değerinin payı % 7.6 seviyesindedir. Ülkemizde finans dışı ekonomik faaliyetlerce yapılan istihdamın % 7.6’sı inşaat sanayiinde gerçekleşmektedir. Aynı
parametreler açısından bakıldığında,
AB-27 ortalamasının % 8.4 katma değer
ve % 10.1 istihdam oranına sahip olduğu
görülür (Bkz . Tablo 4).
AB-27 ülkelerinde inşaat sektörü toplam
katma değerinin % 17.2’sini Fransa sağlamaktadır. Bina inşaatı toplam katma
değerinde en yüksek pay İspanya’nın;
bina dışı yapı faaliyetlerinde ise Birleşik
Krallık’ındır.
İtalya 600 bini, Fransa 450 bini aşkın girişim sayısı ile AB-27’de sektördeki toplam girişim sayısının yaklaşık üçte birine
sahiptir. Ülkemizde sektörde 100 binden
fazla girişim görülmekte ve 681 bin civarında işgücü istihdam edilmektedir.
87
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Tablo 4:AB-27: İnşaat Sanayiinin Nispi Önemi
(2010)
Seçilmiş Ülkelerde (Finans Dışı Ekonomik Faaliyetlerde) Katma Değer ve İstihdamda Payı (%)
Katma Değer
İstihdam
AB-27
8.4
10.1
Belçika
8.1
11.5
Çek Cumhuriyeti
8.2
11.7
Almanya
5.2
6.6
İspanya
13.2
13.8
Birleşik Krallık
8.5
7.8
Fransa
9.8
11.8
Danimarka
7.1
9.8
İsveç
8.7
11.4
İtalya
9.0
11.9
Türkiye*
7.6
7.6
AB-27 Toplam Sektör Katma Değeri İçinde En Fazla Payı Olan Üye Ülkeler
Ülke
AB-27 katma değeri içinde payı (%)
Fransa
İnşaat Sanayi
17.2
İspanya
Bina İnşaatı
22.0
Birleşik Krallık
Bina dışı yapıların inşaatı
20.0
Fransa
Özel inşaat faaliyetleri
23.8
Seçilmiş Ülkelerde İnşaat Sanayi Temel Göstergeleri
Girişim Sayısı
(bin)
İstihdam Edilenlerin Sayısı (bin)
Ciro (EUR
milyon)
Katma Değer(EUR
milyon)
AB-27
3.292,3
13.423,2
1.548.603
496.073
Belçika
92,2
304,3
56.074,2
14.302,5
Çek Cumhuriyeti
167,5
406,5
31.625,7
6.757,7
Almanya
238,9
1.638,9
170.822,3
67.433,7
İspanya
371,0
1.659,5
201.118,8
62.991,5
Birleşik Krallık
265,3
1.381,8
212.926,6
78.849,6
Fransa
456,7
1.793,3
257.148,3
85.538,7
Danimarka
31,6
147,7
22.698,1
8.133,9
İsveç
87,1
330,6
48.888,3
16.154,6
İtalya
607,8
1.821,9
207.545,8
60.489,4
Türkiye*
106,9
681,8
45.515,9
8.752,5
*2009 verileri
88
makale
Kaynak: Eurostat, Construction Statistics,
April 2013
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Engineering News-Record Magazine
(ENR)’nin, firmaların küresel pazarlarda uluslararası piyasalarda bir önceki
yılda elde ettikleri gelirlere göre sıralama yaptığı 2014 “Top 250 International
Contractors” listesinde; Türkiye’den, 4’ü
ilk 100 içinde olmak üzere toplam 42
şirket yer almaktadır. Listede, dünyanın
tepedeki 250 müteahhitlik firmasının
62’si Çin’e aittir.
Konut Piyasası
Türkiye’de son 60 yıllık yapı ruhsatı verilerine bakıldığında, inşaat sektöründe
ağırlığı ikamet amaçlı yapıların aldığı
fark edilmektedir. 2010 yılında ruhsat alan 79.140 yapının 70.292’si konut
iken; 4146’sı ticari amaçla kullanılan yapılardı.
Kaynak: http://qzprod.files.wordpress.
com/2013/08/shanghai-tower-from-topweb.jpg?w=700
ENR 2014 “Top 250” listesine göre; tepedeki 250 şirketin yurt dışı müteahhitlik
hizmetlerinden elde ettiği geliri, 2013 yılında 2012’ye göre % 6.4 oranında artmış
ve 511.05 milyar dolardan 543.97 milyar
dolara yükselmiştir. Ayrıca tepedeki 250
grubun yurt içi projelerden elde ettiği gelir, 2012’de 813.55 milyar dolarken % 7
artarak 2013’te 871.50 milyar dolara ulaşmıştır (ENR, 2014).
89
Kaynak: http://emlakkulisi.com/resim/orjinal/MTI2MDA2Nj.jpg
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Tablo 5: Yapı Ruhsatı (Konut ve Ticari Yapı)
A:Yapı Sayısı B:Yüzölçüm (m²), C: Değer (Milyon)
D: Daire Sayısı
90
makale
Yıllar
Toplam
Ev
Apartman
Ticari Yapı
1954
A
B
C
D
51.374
6.964.620
786.640
54.224
34.938
3.744.134
369.329
-
2.780
1.412.742
197.641
-
4.947
969.707
119.056
-
1960
A
B
C
D
49.133
6.602.118
1.571.287
56.227
32.595
3.176.099
576.868
-
3.294
1.861.227
591.374
-
5.493
787.301
206.903
-
1970
A
B
C
D
75.503
19.741.753
8.120.207
154.825
40.555
4.390.513
1.258.534
51.731
15.558
10.866.833
4.730.372
103.094
10.067
2.106.300
840.214
-
1980
A
B
C
D
69.579
28.422.401
249.539.727
203.989
39.948
5.851.578
47.350.418
56 435
21.901
16.529.380
149.331.471
147.554
4.247
3.882.032
34.236.044
-
1990
A
B
C
D
123.304
60.083.035
26.077.483.598
381.408
69.291
10.025.730
4.056.839.620
91.406
40.107
33.892.831
14.965.544.014
290.002
5.513
8.278.613
3.600.642.550
-
2000
A
B
C
D
79.140
61.694.941
7.141.019.688
315.162
40.074
7.860.323
884.353.259
51.621
30.218
37.491.801
4.423.711.611
263.541
4.146
9.030.437
994.886.270
-
2014*
A
B
C
D
74.214
112.617.603
88.321.452.674
52.520
*Ocak-Haziran 2014
Kaynak: TÜİK, Yapı İzin İstatistikleri
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Ülkemizde 2013 yılı itibariyle alınan yapı
ruhsatlarının % 85’ini ikâmet amaçlı binalar oluşturmaktadır. Aynı yıl verilen
yapı kullanma izin belgelerinin % 87’si de
ikâmet amaçlı binalara aittir. 2014 yılının
ilk 6 ayında da ruhsat alımın % 72’si ve
izin belgelerinin % 70.5’i ikâmet amaçlı
binalar için söz konusu olmuştur.
Tablo 6: Yapı Ruhsatları ve İzin Belgeleri
2014 yılında Türkiye’de konut fiyatlarının bu yılın ilk çeyreğinde geçen yıla
göre % 6.7 oranında yükseldiği göze
çarpmaktadır. Aynı yıl Ukrayna, Hindistan, Slovenya, Rusya, Yunanistan, İtalya,
Fransa ve Portekiz gibi ülkelerde konut
fiyatlarının düştüğü görülmektedir. Politik sorunlarla uğraşan Ukrayna’da konut
fiyatları bir önceki yılın ikinci çeyreğine
göre % 28.6 ile rekor düzeyde bir azalma
kaydetmiştir.
Kullanım Amacı ile Alınan Yapı Ruhsatları (% Payları)
2013 (%)
2014 *(%)
İkamet amaçlı binalar
85
72
Diğer
5
Sanayi binaları ve depolar
4
Ofis
3
Toptan ve perakende ticaret binaları
2
Otel
1
Kullanım Amacı ile Yapı Kullanma İzin Belgeleri
2013 (%)
2014 *(%)
İkamet amaçlı binalar
87
70.5
Toptan ve perakende ticaret binaları
5
Sanayi binaları ve depolar
3
Diğer
3
Ofis
2
Otel
1
*Ocak-Haziran 2014
Kaynak: Emlak Konut GYO A.Ş, Gayrimenkul ve Konut Sektörüne Bakış, 2014;
TÜİK, Haber Bülteni, Yapı İzin İstatistikleri, Ocak-Haziran, 2014
91
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
% Değişim
Ülke
% Değişim
Ülke
Tablo 7: Dünya Konut Fiyatları (2014), Bir
önceki döneme göre % değişme
Ukrayna (q2)
-28.6
İsviçre(q2)
1.5
Hindistan (q1)
-7.8
Tayland(q2)
2.3
Slovenya (q1)
-7.0
Polonya(q2)
2.3
Rusya (q2)
-6.0
Bulgaristan(q2)
2.3
Yunanistan(q2)
-5.6
Lüksemburg(q1)
2.5
İtalya(q1)
-5.2
Avusturya(q2)
2.6
Singapur (q2)
-5.0
Güney Afrika(q2)
2.7
İspanya(q1)
-4.1
Kanada(q2)
2.8
Hırvatistan(q2)
-2.9
İsveç(q1)
3.4
Kuzey Kıbrıs (q2)
-2.5
Almanya(q2)
3.5
Fransa(q1)
-2.1
ABD(q2)
3.6
Portekiz (q2)
-1.7
Malezya(q1)
4.3
Japonya(q1)
-1.6
Litvanya(q3)
4.4
Finlandiya(q2)
-1.4
Kolombiya(q1)
4.4
Belçika(q2)
-1.1
Letonya(q2)
4.6
Norveç(q2)
-0.9
Brezilya(q2)
4.6
Hong Kong(q2)
-0.9
Malta(q1)
5.2
Slovakya(q1)
-0.9
Çin(q2)
5.6
Meksika(q2)
-0,7
İsrail(q1)
6.1
Filipinler(q2)
-0.4
Yeni Zelanda(q1)
6.3
Kore(q2)
-0.2
Türkiye(q1)
6.7
Hollanda(q2)
0.0
İzlanda(q1)
6.8
Macaristan(q1)
0.1
Avustralya(q2)
7.4
Endonezya(q2)
0.8
Birleşik Krallık(q2)
8.7
Danimarka(q1)
1.2
İrlanda(q2)
9.1
Çek Cumhuriyeti(q1)
1.3
Estonya(q1)
15.9
q1:ilk çeyrek, q2:2.şeyrek, q3:3.çeyrek
Kaynak: IMF, The Global Housing Watch,
October 2014
92
makale
Tablo 8’e göre ülkemizde 2008 itibariyle 427 bin civarındaki konut satış sayısı
2013 yılında 1 milyonun üzerine çıkmıştır. Konut satışlarında ilk sırayı yaklaşık
235 bin ile İstanbul almakta, onu Ankara
izlemektedir. İllerdeki konut satışı rakamlarında, gelir düzeyleri yanında, talep koşullarını etkileyen alıcıların sayısı
da önemli bir unsurdur. Bu bağlamda,
illerdeki hane sayıları ve ortalama hane
büyüklüğü göz önünde bulundurulması
gereken değişkenler arasındadır.
Kaynak: http://emlakkulisi.com
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Tablo 8: Türkiye’de Konut Satışları Rakamları (Konut Satışının En Yüksek ve En Düşük
Olduğu Bazı İller)
2008
2012
2013
2014*
Hane Sayısı
(bin)
Ort. Hanehalkı
Büyüklüğü
Türkiye
427.105
701.621
1.157.190
115.786
19.482
3,8
İstanbul
103.503
167.110
234.789
20.923
3.700
3,6
Ankara
87.087
106.019
137.773
12.615
1.435
3,3
İzmir
26.627
46.429
72.421
7.103
1.213
3,2
Mersin
11.216
18.447
32.393
3.104
450
3,7
Bursa
10.244
24.724
40.894
1.068
743
3,5
Kayseri
10.615
18.581
27.109
2.914
319
3,9
Eskişehir
9.928
19.422
21.292
2.165
257
3,0
Konya
10.102
17.491
27.724
2.889
533
3,8
Gaziantep
8.006
15.963
21.594
2.230
365
4,7
Hakkâri
43
33
138
10
34
7,2
Şırnak
251
76
846
45
56
7,6
Ardahan
26
124
185
12
24
4,3
*Eylül ayı
Kaynak: TÜİK, Konut Satış İstatistikleri
Sonuç
1990-2000 yılları aralığına göre büyüme hızı yavaşlayan dünya ekonomisinde hizmetler sektörünün ağırlığı devam
etmektedir. Dünya GSYİH’sında yüksek
gelirli ülkeler ile düşük gelirli ülkeler
arasındaki uçurum sürmekle birlikte;
Dünya Bankası verilerine göre, son 10
yılda orta gelirli ülkeler GSYİH’laları-
nı yaklaşık 4 kat; dünya GSYİH’sındaki
paylarını yaklaşık 2 kat artırmayı başarmışlardır.
Dünyada 2000-2012 yıllarında sanayi büyüme hızı yıllık ortalama % 2.6 ve
imâlat sanayii büyüme hızı % 2.2 olmuştur. Türkiye’de sanayi ve imâlat sanayii büyüme hızı yıllık % 5.2 ile dünya
ortalamasının üstünde seyretmiştir. Söz
konusu dönemde ülkemizde inşaat sektörünün toplam katma değer içindeki
payı ise azalmış ve aynı parametreler
bakımından AB-28’in gerisindeki pozis93
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
yonunu sürdürmüştür. Türkiye’de finans
dışı ekonomik faaliyetlerce sağlanan istihdamın % 7.6’sının da inşaat sanayiinde
gerçekleştiği göze çarpmaktadır.
Eurostat verilerine göre AB-27 ülkelerinde inşaat sanayiinde toplam 3 milyonu aşkın girişimin üçte birine İtalya ve
Fransa sahiptir. Türkiye’de de 100 binden fazla girişim faaliyet göstermekte
olup; bunlardan 42’si dünyanın tepedeki
250 müteahhit firması (ENR, 2014) içine
girmiştir.
Yapı ruhsatı ve yapı kullanma izni verilerine bakıldığında Türkiye’de inşaat sektöründe ağırlığı ikâmet amaçlı yapıların
oluşturduğu anlaşılmaktadır. Ülkemizde
2013 yılı itibariyle yıllık konut satışı sayısı 1 milyonun üstüne çıkmıştır. Konut
satış rakamlarında ilk sırayı, diğer illere
göre büyük farkla İstanbul almakta, onu
Ankara izlemektedir. Elbette illerdeki
konut satışı rakamlarında, gelir düzeyleri yanında, talep koşullarını etkileyen
alıcıların sayısı da önemli bir unsurdur.
Bu bağlamda illerdeki hane sayıları ve
ortalama hane büyüklüğü göz önünde
bulundurulması gereken bileşenler arasındadır.
94
makale
Kaynakça:
1.
Emlak Konut GYO A.Ş, Gayrimenkul ve Konut
Sektörüne Bakış, 2014
2.
ENR, 2014 top 250 http://enr.construction.com/
toplists/top-international-contractors/001-100.asp
28.10.2014
3.
Eurostat, Construction Statistics, April 2013
4.
IMF, The Global Housing Watch, October 2014
http://www.imf.org/external/research/housing/
02.11.2014
5.
OECD, Factbook 2014
6.
OECD, Economic Outlook, 2013
7.
TÜİK, Haber Bülteni, Yapı İzin İstatistikleri,
Ocak-Haziran, 2014
8.
TÜİK, Konut Satış İstatistikleri
9.
TÜİK, Yapı İzin İstatikleri
10. IMF, The Global Housing Watch, October 2014
http://www.imf.org/external/research/housing/
02.11.2014
11. World Bank, World Development Indicators,
2014
12. Yükseler Zafer, Gayri Menkul Sektöründe Gelişmeler ve Olası Sorunlar, TCMB, Ocak 2009.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
95
makale
şehir & toplum
makale
96
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ VE
KÜLTÜR POLİTİKALARINDAKİ
DEĞİŞİM
İlknur İlhan Yılmaz
İstanbul Araştırmacısı
Giriş
Kültürün bir hizmet unsuru olması çok
yakın zamanlara dayanmaktadır. Öyle ki
“kültür politikası” halka daha iyi bir hizmet verme arzusu ile ortaya çıkmamış
insanların kültür hakkı olduğu gerçekliği üzerine var olmuştur. Nitekim kültür
politikası kavramı ilk kez 1960’lı yıllarda
Unesco toplantılarında Unesco Genel
Müdürü René Maheu tarafından ortaya
atılmıştır. Maheu, “kültür politikası” kavramını 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi’nin 27. maddesindeki ‘kültür
hakkı’ kavramına dayandırmıştır. Zira
her insanın eğitim hakkı ve çalışma hakkı olduğu gibi bir de kültür hakkı vardır.
Maheu, bu haktan herkesin yararlanması
gerektiğini, seçkinlerin, varlıklı bir azınlığın ya da kültür uzmanlarının tekelinde
olamayacağını savunmuştur. İnsanların
kültürel haklara sahip olmasının ise devletin kültür politikalarıyla mümkün olabileceğine vurgu yapmıştır.
Günümüz dünyasında bu hakkın savunulması, başta kültür bakanlıkları olmak
üzere ilgili bakanlıklar ile belediyelerin
ve bu konuda sorumluluk üstlenmek
zorunda olan üniversite, vakıf, dernek,
platform gibi çeşitli ulusal ve uluslararası
kuruluşların hizmet alanına girmektedir.
Bu hizmetler tek tek söz konusu kurum
ve kuruluşlar aracılığıyla yürütülebildiği gibi ortaklaşa da yürütülebilir. Ancak
belli alanlarda belli kurum ve kuruluş-
97
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
ların yetki ve sorumluluğu üstlenmesi
kaçınılmazdır. Yerel manada kültür politikalarının belirlenmesinde birincil
dereceden yetkili ve sorumlu kuruluşlar
belediyelerdir. Dolayısıyla belediye yöneticileri ve çalışanları bu yetki ve sorumlulukları yasalar çerçevesinde sonuna kadar kullanmakla yükümlüdür.
Bilindiği gibi belediyeler seçimle iş başına
gelen kişiler tarafından yönetilir. Bu durum yöneticilerin, mensubu olduğu siyasi partilerin ideolojisini belediye hizmetlerine; dolayısıyla da kültür politikalarına
yansıtmalarına neden olmaktadır. Bu ise
yerel kültür politikalarının belli aralıklarla değiştirilmesi ile sonuçlanmakta; uzun
soluklu kültür politikalarının geliştirilmesini engellemektedir. Dolayısıyla da
kaynakların heba edilmesiyle karşı karşıya kalınmaktadır. Bu gerçeklik, yerel
yönetimlerin ideolojik yaklaşımlardan
çok bölge ya da şehrin yerel özelliklerinden hareketle kalıcı ve ciddi kültür politikaları üretmeleri gerçeğini bir kez daha
vurgulamaktadır.
98
makale
Bu makalede, İstanbul gibi köklü bir tarihi geçmişi olan ve birçok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapan şehrin günümüze kadar nasıl bir kültür politikasıyla
yönetildiği anlatılmak istenmiştir. Ancak
konunun genişliği göz önünde tutulduğunda çalışmanın sınırlandırılması gerektiğine karar verilmiş, uygulanan yerel
kültür politikaları İstanbul’un büyükşehir
belediyesi statüsünü elde ettiği tarihten
itibaren değerlendirmeye alınmıştır. Bu
çerçevede dönemsel uygulamalara, Kültür A.Ş.’nin kültür politikalarındaki rolüne değinilmiş ve ilgili literatüre bakılarak
konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
Kavramsal Açıdan Kültür ve
Kültür Politikası
Kavramsal Açıdan Kültür
Kültür kavramı çeşitli alanlarda kullanılmasına rağmen sosyal/kültürel
antropolojinin konusu olan soyut bir
sözcüktür. Amerikalı antropologlar Alfred Kroeber ve Clyde Klukhohn (1952)
kültür kavramının 164 farklı tanımını
derlemiş ve tartışmışlardır. Bu derlemeyi eleştiren sosyal bilimci Bernand Berelson ise (1964), “eğer bilimsel bir kavramın bu kadar çok tanımı varsa onun artık
tanımlanamayacağını kabul etmek gerektiğini” söylemiştir. Sosyal Antropolog
Radcliffe Brown, kavramın değilse bile
sözcüğün hiç kullanılmamasını önermiştir. Ancak kültür kavramı kullanılmaya devam edilmiştir.
Kültür sözcüğü Latincede, Colere, sürmek, ekip-biçmek, Türkçede “ekin”
anlamında kullanılmaktadır. Kültür
sözcüğü Latince “cultura” kök sözcüğünden gelmektedir. 15. yüzyılın başlarında
kavram değişerek İngilizceye “culture”
olarak geçmiştir. Kavram, çiftçilik ve
doğal büyümenin gözetilmesi manasına gelmektedir (Williams, 2005; s.105.).
“Culture” sözcüğü 17. yüzyıla kadar Fransızca’da aynı anlamda kullanılmıştır. İlk
kez Voltaire, sözcüğü insan zekâsının
(esprit) oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi
ve yüceltilmesi anlamında tanımlamıştır
(Güvenç, 1994; s.96.).
19.yüzyılda “culture” ya da “kültür” kavramı Biritanya ve Almanya’da yaygın
olarak kullanılmaya başlamıştır (Burge,
2008; s.9). Etnolog G. Klemm, (18431852) “İnsanın Genel Kültür Tarihi”
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
isimli eserinde “Cultur” sözcüğünü uygarlık ve kültürel evrim anlamlarında
kullanmıştır. Daha sonra kavram buradan İspanyolca, İngilizce ve Slav dillerine
geçmiştir (Güvenç, s.96.).
da sınıfsal olarak ele alınmalarına göre
değişik özellikler göstermektedir. Bu
değişik özellikler, kültürü yönetenlerin
bakış açılarını da farklılaştırmaktadır
(Çeçen, 1985; s.125,126.).
Gordon Marshall’ın “Sosyoloji Sözlüğü”nde kültür, sosyal bilimde insanın
toplumsal yaşam içinde biyolojik olarak
ya da yaygın kullanımıyla sadece sanat
değil, toplumsal araçlarla aktarılıp iletilen
her şeyi ifade eden, insanların simgelere
dayalı ve öğrenilmiş yönlerini anlatan
genel bir kavram olduğu ifade edilmiştir (Gordon Marshall Sosyoloji Sözlüğü,
1999, s.442.).
Hıfzı Topuz ise kültür politikalarına
daha geniş bir çerçeve çizer. Ona göre
kültür politikası, otoriter rejimlerdeki
güdümlü kültür politikaları ile sınırlı
tutulmamalıdır. Kültür politikası daha
geniş, özgürlükçü ve demokratiktir.
Diğer bir ifadeyle kültür politikaları
devletin tekelinde olmadığı gibi devletin, kültürlere yön vermesi ve kültür
alanında yasaklar ve zorunluluklar getirmesi de değildir. Hıfzı Topuz kültür
politikasını şöyle tanımlanmıştır (Topuz,1998, s.7.):
Günümüz dünyasında toplumları birbirinden ayırt eden ve onları tanımlayan
tek kavram kültürdür. Artık gelişmiş
toplumlar söz konusu olduğundan saf bir
ırk bulmak olanaksızdır. Bir kültürün işlevi, topluma bir yaşama şeması veya yaşama deseni sağlamaktır (Köktaş, 1996;
s.458.).
Kavramsal Açıdan
Kültür Politikası
Politika, tüm insanlık yararına olan bir
toplum düzeni kurma amacındadır.
Buna göre kültür ve politika birbirine
yakın olan kavramlardır. Demokratik
rejimlerde seçimle iş başına gelen, diğer
bir ifade ile politikayı yürüten yönetici
iktidara geldiği anda ister istemez kendi kesiminin istekleri doğrultusunda
adımlar atacaktır. Dolayısıyla ona göre
kültürel programlar hazırlayıp yönetecektir. Nitekim başa gelen her iktidarın kültüre ilişkin politikalarında değişimler söz konusu olacaktır. Kültür
politikaları kültürün küresel, milli ya
Bir ülkede kültürlerin ve kültür varlıklarının korunması ve geliştirilmesi için
kültürle ilgilenen devlet kuruluşlarının,
bakanlıkların, yerel yönetimlerin, sivil
toplum örgütlerinin, vakıfların, derneklerin, üniversitelerin kültür alanlarında
izledikleri politikalara denir.
Bu tanıma göre kültür politikası halkın
kültürel yaşama katılabilmesi için yapılan
uygulamaların bütünü olmasının yanında, toplumdaki her kişinin yaratıcılığını
ortaya koyması ve geliştirmesi için alınan
önlemler, kurulan örgütler ve sağlanan
bir takım kolaylıkların tamamıdır denilebilir (Topuz, s.7,8.)
99
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Politikalarındaki Değişim
1984 yılında çıkarılan 3030 Sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu ile İstanbul
Büyükşehir yapılmıştır. İlk İBB Başkanı
Bedrettin Dalan olmuştur. Dalan dönemi daha çok yıkım faaliyetleri ve kentsel
müdahalelerle geçmiştir. Kültürel hizmetler bu anlamda geri plana atılmıştır.
Boğaziçi’nin imara açılması, Tarlabaşı
yıkımları, Gökkafes inşası gibi uygulamalar sürekli tartışma konusu olmuştur
(Ekinci, 1994;s.75.). Dönemin söylemlerine göre tarihi ve kültürel miras için
korumacılık politikası amaçlanmıştır
(İBB 1987 Faaliyet Raporu, 1988.). Fakat tek başına dini mabet olarak kullanılan cami gibi yapılar korunurken,
gökdelen gibi çok katlı devasa yapıların
yanında sönük kalmış, bu ikinci plana
atılma durumu gökdelen tartışmalarını
artırmıştır.
100
makale
Sözen dönemine gelindiğinde yazılı bir
kültür politikasının varlığından söz etmek mümkündür. Sözen, göreve geldiği
ilk yıl çıkan faaliyet raporuna göre sosyal
demokrat bir dünya görüşü çerçevesinde
demokratik ve katılımcı bir kültür politikasının belirlenmesi dikkat çekmektedir.
Kültür, dönemin politikalarına girmiş
olmakla birlikte Kültür A.Ş.’nin kurulması bu dönemin eseridir. Kadın Eserleri
Müzesi’nin kurulması yine bu döneme
aittir (İBB 1989 Faaliyet Raporu, 1990;
s.34.). Sözen dönemi çeşitli kültürel uygulamalara yer vermiş olsa da dönemin
kötü olaylarının başında yer alan İSKİ ve
şehrin temizliği gibi sorunlar Sözen’e seçimi kaybettirmiş ve dönemin kapanmasına sebep olmuştur.
Resim: Kadın Eserleri Kütüphanesi
Kaynak: http://ibb.fotografika.com.tr/resimler/kadin_eserleri_ara.jpg
Erdoğan’ın belediye başkanlığı yaptığı
dönemde ise kültür politikaları dikkat
çekmeye ve hissedilir şekilde değişmeye
başlamıştır. Bu dönemin kültür politikaları sivilleşmeden, demokratikleşmeden
ve çok seslilikten yana bir kültür ortamı
oluşturmayı amaç edinmiştir (Basında
Kültür-Sanat 1994-1995.). Dönemin
kültürel anlayışı, geleneklere bağlı ancak
modern zamanların gereklerine de uygun, yenilikçi bir anlayışı hâkim kılmaya
çalışmıştır.
Erdoğan döneminde öne çıkan kültürel
hizmetler daha ziyade uluslararası niteliğe sahip faaliyetlerdir. Dönemin amaçları arasında İstanbul kültürünü önce
İstanbullular’a sonra dünyaya tanıtmak
vardır. Ayrıca İstanbul’u Türk ve İslam
dünyasının buluştuğu, kaynaştığı bir kültür merkezi haline getirmek, belediyenin
kültür politikası amaçları arasında yer almıştır (İstanbul Şehir ve Belediye, s.125.).
Bu bakımdan Erdoğan döneminin Türk
ve İslam Kültürü’nün birleştirilmesi çerçevesinde bir kültür politikasını esas aldığı iddia edilebilir. Bu dönemde önceki
dönemlerin batı kültürünü önceleyen
etkisi azalmış, Türk ve İslam dünyası ile
ŞeHiR & tOPlUm
Cilt:1, SaYI:1, aRalIk 2014
olan ilişkiler dönemin belirleyici unsuru olmuştur (İBB 1997 Faaliyet Raporu,
s.194-196.). Bununla birlikte batı kültürü ile olan sıcaklık da muhafaza edilmiş,
doğu ve batı kültürlerini birleştiren organizasyonlara da yer verilmiştir. Söz gelimi
CRR’de yapılan mehter-caz organizasyonu dönemin kültür politikasını yansıtması bakımından önemli bir örnektir (Basında Kültür-Sanat 1994-1995.).
Grafik 1: 1985-1912 İBB Şehir Tiyatroları’nda
Sahnelenen Oyunlar
Gürtuna dönemi ise kültürel anlamda İstanbul’u batı ve doğu kültürleri arasında
bir köprü olarak görmüştür. Gürtuna’nın
kültürel anlamda en önemli projelerinden biri “Kentim İstanbul” projesidir. Söz
konusu proje ile İstanbullular’a aidiyet
duygusu kazandırmayı amaç edinmiştir
(Bir İstanbul Sevdası, s.81.). İstanbul’un,
dolayısıyla da İstanbul’a ait kültürel değerlerin tanıtılması bağlamında etkinliklerin yoğunlaştığı bu dönem bir tanıtım dönemi olarak değerlendirilebilir.
İstanbul şuralarının düzenlenerek sivil
toplum kuruluşları, uzmanlar ve akademisyenlerin İstanbul’un sorunlarıyla ilgilenmelerinin sağlandığı (İBB 1999 Yılı
Faaliyet Raporu, s.199.) Gürtuna dönemi, kültürel etkinlikler bakımından bir
önceki dönemin devamı niteliğindedir.
Kaynak: http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Dramuturgi.aspx
(Erişim: 15.06.2013) 1∗
İBB Şehir Tiyatroları’nda oynanan oyunları gösteren aşağıdaki grafik kültür politikalarının dönemlere yansımasını göstermesi bakımından anlamlıdır.
Grafik 1’e göre şehir tiyatrolarında sergilenen oyunlarda genel bir artış söz konusudur. Dalan ve Sözen dönemlerinde
yerli ve çevri oyunları birbirine yakınken, Erdoğan döneminde yerli oyunlara
ağırlık verilmiştir. Erdoğan döneminde
çeviri oyunlarında düşüş yaşanırken,
çocuk oyunlarında artış gözlemlenmiştir. Erdoğan dönemi ile başlayan siyasi
ideolojideki değişiklik şehir tiyatroları
üzerinden özellikle yerli oyunlara ağırlık verilmesi ile milli kültür vurgusunun
yapıldığını söylemek mümkündür. Gürtuna döneminde azalan çeviri oyunlar
Topbaş döneminde yerli oyunlara yakın
hale gelmiştir.
Topbaş döneminde kültürel hizmetlerin arttığını, hatta diğer dönemlere göre
zirvede olduğunu iddia etmek mümkündür. Örneğin, 2007 yılında gerçekleştirilen 2.632 etkinlik sayısı giderek
ivme kazanmış, 2011 yılında 3.868’e
çıkmıştır. Dönemin kültür politikası
çoğulculuk ve çeşitlilik anlayışı içinde
1* Tablo 3 kaynaktaki verilere göre yapılmıştır. Tabloya bakıldığında Dalan 5 yıl, Sözen 5 yıl, Erdoğan 4 yıl, Gürtuna
6 yıl ve Topbaş 9 yıl görev yapmıştır.
101
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
geleneksel ve çağdaş kültürü tanıtmayı
ve yaşatmayı, farklı kültürleri tanıyıp
İstanbul’un kültür hayatına sunmaktır.
Buna göre İBB’nin kültür politikasının
temelinde, geleneksel kültürü yaşatmanın yanında yeni kültürlere de açık
olarak belediye sınırları içinde yaşayan
halkın kültür ihtiyacını karşılamak vardır (Topbaş, 2008; s.7.).
Topbaş döneminin kültürel anlamdaki
en önemli uygulaması İstanbul’un 2010
Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilmesidir. İstanbul’un kültür başkenti olarak
seçilmesi hem kültürel etkinlikler bakımından hem de turizm açısından önemlidir. Kültürün, Avrupa Kültür Başkentliği
sayesinde bir sektör ve strateji alanı olarak karşımıza çıkmaktadır (Bilgili, (drl.)
Ünsal, 2011, s.20-21.). Buna göre 2010
Avrupa Kültür Başkentliği, 2012 Avrupa Spor Başkentliği, İstanbul-Gyeongju
Dünya Kültür Expo 2013 deneyimleri ile
birlikte İstanbul küresel arenada yoğun
kültürel birikimi ile kültür endüstrisinde
yer edinmiştir.
102
makale
Kaynak: http://gcube.milliyet.com.tr/Detail/2010/04/15/bu-fotograf-181-ulkeye-gonderildi-rainer-stratmann-istanbul-1170530.jpg
Günümüzde yazılı bir kültür politikası
oluşturmak ve bu politika çerçevesinde
etkinlikleri gerçekleştirmek belediyelerde az rastlanır bir uygulamadır. Çünkü
küresel ortamda kültür bazı belediyelerce
henüz öncelikli hizmet alanına girememiştir. Bununla birlikte kültürün öncelikli hizmet alanı olan İBB, açtığı kültür
merkezlerinin etkin ve verimlilik konusunda yeterli olduğu söylenemez. Ayrıca
açılan kültür merkezlerindeki etkinlikler
bulunduğu semtin sakinlerine hitap etmesi konusunda eksiklikler vardır.
Resim: Haliç Kongre Merkezi
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
İBB Kültür Politikalarında
Kültür A.Ş.’nin Rolü
İBB’nin kültürle ilgili faaliyetlerinde büyük paya sahip olan Kültür A.Ş. 1989
yılında kurulmuştur (Aksoy ve Enlil,
2010; s. 46-49.). Amaç, İBB bünyesinde,
İstanbul’un ulusal ve uluslararası alanda tanıtımını sağlamak, kültürü çeşitli etkinliklerle bilinir hale getirmektir.
(Satan, 2012; s.149.). Kültür A.Ş. Sözen
döneminin kültürle ilgili uygulaması olarak literatüre girse de önemli faaliyetlerini yakın dönemlerde gerçekleştirmiştir
diyebiliriz. Kültür A.Ş. belediyeye bağlı,
bazı kültür merkezlerinden ve tarihi
yerlerden sorumludur. İBB’nin kültürle
ilgili alt yapısı, kültür merkezlerinden,
kütüphanelerden, konser salonlarından,
tiyatro sahnelerinden, galerilerden, müzelerden, kongre ve etkinlik alanlarından
oluşmaktadır (Aksoy ve Enlil, 2010; s.
46-49.).
Sözen döneminde kurulan Kültür A.Ş.
İBB’nin kültür alanında etkin olduğu
yıllarda ön planda bir şirket olmuştur.
Topbaş döneminin Kültür A.Ş. Genel
Müdürü Nevzat Bayhan, eski Kültür
A.Ş.’nin uygulama alanları olarak sadece CRR ve birkaç kültür merkezi
olduğunu daha sonra müzelerin eklenmesiyle kültüre mekânlarda 30’a
varıldığını söylemiştir. Miniatürk, Yerebatan Sarnıcı, Panorama 1453 Tarih
Müzesi, Türk Dünyası Kültür Mahallesi, Kristal İstanbul Müzesi, Zafer
Müzesi açılan müzelerden bazılarıdır.
Kültür A.Ş. son dönemlerde yayıncılık
hizmeti de vermeye başlamış, İstanbul
temalı yayınlar üreten bir kamu yayıncısı olmuştur.
Bayhan, ‘bürokrasinin, kültür ve sanatın
hızına yetişemediğinden Kültür A.Ş. bir
özel sektör anlayışıyla hareket etmektedir. Şirketin amacının para kazanmak
değil, İstanbul kültürüne katkı sağlamaktır’ demiştir. Kültür A.Ş. bu dönemde
gelirlerinde her yıl % 20’ye yakın artışla
finansal olarak beş kat, etkinlik ve proje bazında ise on dört kat büyümüştür.
Öyle ki Topbaş döneminde yakın zamanda müze olan Panorama 1453 Tarih
Müzesi, 1 milyonun üzerinde ziyaretçi
bulundurmuştur.
Resim: Panorama 1453 Müzesi
Bayhan, amaç olarak İstanbul’u kente gelen herkesin her metrekarede bir kültür
etkinliğiyle karşılaşacağı bir kent yapmak
olduğunu söylemiştir. Dünyadaki beş
güç olan; askeri güç, ekonomik güç, diplomatik güç, politik güç ve kültürel güç
sıralamasında gerçekte belki otuz beşinci
güç olan kültürün birinci sıraya alınması İstanbul’un marka şehir olması Kültür
A.Ş. tarafından önemli bir hedef olarak
belirtilmiştir (Bayhan, drl. Ünsal, 2011;
s. 32-35.)
Uluslararası prestij ödüllerinde Kültür A.Ş. “Uygarlık Beşiği İstanbul” kitap
projesi ile İslam Başkentleri ve Kentleri
103
makale
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Teşkilatı (OICC) Kent Ödülleri Yarışması’nda birincilik ödülü almıştır. Aynı
zamanda Kültür A.Ş. turizm alanındaki
çalışmaları ile Editorial Office ve Ticaret
Liderleri Kulübü’nden “Yeni Milenyum
Ödülü”nü almıştır (İBB, Büyük Değişim
Dokuz Yıldır Devam Ediyor, s.300)
Sonuç
Günümüz belediyecilik anlayışında sadece yol, alt yapı, ulaşım, emlak gibi
hizmetlerin dışında kültürel hizmetlere
de büyük önem verilmektedir. Öyle ki
İBB’nin vizyonunda yer alan İstanbul’u
sürdürülebilir bir dünya kenti yapmak amacı doğrultusunda İstanbul’u finans, teknoloji, bilgi üretimi ve bunların yanında
kültür, turizm ve kongre aktiviteleri için
bir cazibe merkezi haline getirilmesine
yönelik her türlü katkının sağlanmasına
çalışılmaktadır.
İstanbul tarihi kültürel mirası ve jeopolitik konumu ile özellikli bir alana sahiptir. Kozmopolit yapısı, belediyelerin
kültür politikalarına da yansımıştır. Her
dönemin kültür politikalarında yerel ve
küresel kültür kavramları mevcuttur.
Nitekim İBB, İstanbul’un küresel konumunun farkında ve uygulamalara yansıtmaktadır.
Kaynakça
1.
Aksoy, Asu ve Zeynep Enlil, Kültür Ekonomisi
Envanteri İstanbul 2010, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi yayınları, 2011.
2.
Bayhan, Nevzat. “İstanbul’u Marka Yapan da Yapacak Olan da Kültür ve Sanattır”. İstanbul Kültür ve
Sanat Sektörü içinde., Deniz Ünsal (drl.), İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, ss.32-44.
3.
Burge, Peter. Kültür Tarihi. Mete Tunçay (çev.).
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.
4.
Bilgili, Ahmet Emre, “İstanbul Tartışmasız Bir Kültür Başkentidir”. İstanbul Kültür ve Sanat Sektörü
içinde, Deniz Ünsal (drl.), İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2011, ss.17-21.
5.
Çeçen, Anıl. Kültür ve Politika, 2. Basım, Ankara:
Gündoğan Yayınları, 1996.
6.
Güvenç, Bozkurt. İnsan ve Kültür, 6. Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.
7.
Gordon Marshall Sosyoloji Sözlüğü. “Kültür”, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1999.
8.
Ekinci, Oktay. İstanbul’u Sarsan On Yıl 1983-1993.
İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1994.
9.
Köktaş, M. Emin. “Sosyolojik Açıdan Eğitim ve
Kültür Aktarımı”, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara,
S.7, 1996, ss.458-461.
10. Özyol, İdris.“Mehter-Caz Konseri” Y.Yüzyıl. 3 Haziran 1995, Aktaran: İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Kültür İşleri Daire Başkanlığı, Basında Kültür-Sanat
1994-1995, İstanbul, 1995, s. yok.
11. Satan, Ali. İstanbul’un 100 Yılı. İstanbul: İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları. 2012.
12. Topbaş, Kadir. “Yeni Ufuklara Doğru,”. 40. Yıl
Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı 2004-2008.
İstanbul: İBB, 2008.
13. Topuz, Hıfzı. Dünya’da ve Türkiye’de Kültür Politikaları, İstanbul: Adam Yayınları, 1998.
14. Williams, Raymond. Anahtar Sözcükler Kültür ve
Toplumun Sözvarlığı. Savaş Kılıç (çev.). İstanbul:
İletişim Yayınları, 2005.
104
makale
15. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Araştırma
Müdürlüğü. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1987
Faaliyet Raporu. İstanbul, 1988.
16. İBB 1989 Faaliyet Raporu, İBB Yayını, 1990.
17. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 1997 Faaliyet Raporu ve Tanıtım Kitabı.
18. İBB 1999 Yılı Faaliyet Raporu ve Tanıtım Kitabı.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
19. Bir İstanbul Sevdası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi,
2003. C.2.
20. İBB, Büyük Değişim Dokuz Yıldır Devam Ediyor!.
21. İstanbul Şehir ve Belediye, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı
Yayınları, 1996.
22. http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/trTR/Sayfalar/Dramuturgi.aspx
105
makale
şehir & toplum
konu &
konuk
ISSN: 7897678343213
ŞeHiR & tOPlUm
Cilt:1, SaYI:1, aRalIk 2014
Ahmed Güner Sayar’la
İstanbul Üzerine Bir Söyleşi:
YaŞadIĞIm iStaNBUl:
FetHi Ve FatiH’i aNlamak
iStaNBUl’U kORUmak
Röportaj:
Nail Yılmaz
İstanbul’un fethinin önemi ve Müslüman-Türk kültüründeki yeri nedir?
Ahmed Güner Sayar*: Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u 29 Mayıs 1453’de fethediyor. Fetih sonrasında, bugünkü suriçi
İstanbul’unu kabil olduğu kadar kısa bir
zamanda bir Müslüman-Türk şehri haline getirmek istiyor. İşe önce mezarlıklardan başlıyor. Zira mezarlıklar, bir ülkenin
tapu senedidir. İstanbul, Salı günü fethediliyor ama sokak aralarındaki çarpışma,
Cuma gününe değin devam ediyor. Bu
çarpışmalarda askerlerimiz şehit oluyor.
Durumdan Fatih Sultan Mehmed haberdar ediliyor. ‘Askerlerimiz şehit oluyor,
ne yapalım?’ diye Sultan’a sorduklarında,
Sultan, şehit oldukları mahalle defnedin
1
∗ Prof.Dr. Beykent Üniversitesi Öğretim Üyesi.
diye emir veriyor. Bunun anlamı şu; şehri
kısa bir zaman zarfında Türkleştirmek ve
Müslümanlaştırmak istiyor. Fetihle birlikte Türkler, İstanbul’u bir mezbele halinde buldular. Biten Bizans’tan birkaç tarihi mabet dışında şehir, harap ve sefil bir
hâlde idi. ’Nimel-ceyş’ denilen İstanbul’un
bu kutlu askerlerini kabirlerinden bugüne kalanlar, sokak aralarında, 1453’den
beri, bir Türk mührü olarak duruyorlar.
Ayrıca, yapılan düz damlı bodur minareli mescitler, camiler, namazgâh, hamam,
sebil ve çeşmeler yanında Türk zevkini
yansıtan evler inşa ediliyor. Birkaç balıkçı
Rum köyü bulunan Boğaziçi, zarif yalıları,
sahilhaneleri ve bey ve paşa konaklarıyla
Türkleşiyor. Bu meyanda, Anadolu ve
Rumeli’nin muhtelif yerlerinden insanları merkezî İstanbul’da iskân ediliyor.
Buna dönemin eğitim kurumu medre-
107
kONU &
kONUk
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
seleri de ilâve etmeliyiz. Mesela, Niğde
Aksaray’dan, ya da Samsun Çarşamba’dan
gelenler, iskân olundukları mahallere,
geldikleri beldenin ismini veriyor. Netice
itibariyle, İstanbul’un tarihi yarımadası,
kısa diyebileceğimiz bir sürede, 20 ilâ 30
yıl arasında, yeni fizyonomik çizgileriyle
bir Müslüman-Türk şehri görünümünü
kazanıyor, Fatih Sultan Mehmed, bunu
öyle bir şehirde gerçekleştiriyor ki, orası
en az on asırlık bir Bizans şehridir. Onlar,
10 asırdır İstanbul’da kalmıştır. Bizans’tan
bu şehri işgal etmek kolay olabilirdi, ama
zapt etmek zor olacaktı. Bazen şehir işgal
edilir, ancak güçlü kültür birikimin yoksa
işgal ettiğin yerde esir olursun. İstanbul’a
güçlü Bizans damgasını vurmuş müthiş
bir kültürün izlerini taşıyan, temel dini
abidelerini koruyaraktan, Fatih Sultan
Mehmed, bu muhteşem projeyi gerçekleştiriyor. Akan zamanda İstanbul, kazandığı bu ruhanî çizgilerini devam ettirerek,
Müslüman bir şehir olmaya devam ediyor, ruhaniyetini bir asırdan ötekine muhafaza ediyor.
108
KONU &
KONUK
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethiyle iki mühim işlevi, -irrasyonel ve rasyonel unsurların birlikteliği açısındanyerine getiriyor. Önce şehre kudsiyetini
kazandıran Hz. Peygamber’in hadisini
gerçekleştiriyor. İkincisi, şehre maddi bir
görünüm kazandırırken Bizans kültürünün karşısına Türk kültürünü getiriyor.
Yapılan mimari eserler ve diğer imar hareketlerinin yanında bu şehre iskân ettiği
insanlar, onlara eğitimi ve sağlık hizmetleri vermek için açılan medrese ve şifahanelerle, buradaki Türk insanını İstanbullu [şehrî] yapıyor. Esasen, Sultan’ın
vakfiyesinde yer alan şu beyit, yaptığımız
değerlendirmelerin özlü bir hülasasıdır:
“Hüner şehri bünyâd eylemektir
Reaya kalbin abâd eylemektir”
Türkler’in, Anadolu’ya girişleri ile birlikte, istikbâle matuf devlet programlarında, ilk sırada olmasa bile, mutlaka
İstanbul’un fethi vardı. Nitekim 1071’de
Anadolu’ya geçişin gerçekleşmesinden
on yıl sonra, 1081’de Üsküdar’a ulaşılıyor. Üsküdar’dan İstanbul’a baktığında,
Hz. Peygamber’in – ‘İstanbul mutlaka
feth olunacaktır’ – hadisi, Türklerin bu
programını yönlendiriyor. Üsküdar’dan
surlarla çevrili İstanbul’a bakarlar ve
geri dönerler. İstanbul’un kutsiyeti, bu
hadiste gizlidir. Önce 1352’de, Üsküdar
alınır. Ancak Fetih, bu tarihten dolu bir
asır sonra, 1453’de müyesser oluyor. Bu
tarihten sonra, bu şehre has ruhaniyetin
kazandırılmasının ardında, Hz. Muhammed’in bu hadisine ittiba edilmesi söz
konusudur. Dolayısıyla, bugünden düne
baktığımızda, tarihi Suriçi yerinde duruyor, ancak, 1910’lar itibariyle başlayan,
önce tedrici bir yıkım sürecini, kör kazma ve dehşetengiz yangınlarla İstanbul
kan kaybetse de, büyüsünü korudu ve o
ruhnüvaz görünümü ile Cumhuriyetli
yıllara ulaştı.
Ben, doğma büyüme o tarihi yarımadanın çocuğuyum. Fatih’te Hırka-i Şerif’te, yani Müslüman bir muhitte hayatım geçti. Çevrem tarih kokan eserlerle
dolu idi. Akseki Mescidi (1453), Hırka-ı Şerif Camii (1851), Eski Ali Paşa
ya da Mesih Paşa Camii (1585). Çeşmeler, eski yazılı mezarlar vd. İstanbul’un hemen her semtinde bu çizgiler
vardı. Ne var ki, iktisadi ihtiyaçlara
cevap veriyorum, o nedenle yol açıyorum diye mescitleri, ‘nimel ceyş’ mezarlarını yıkıp, o tarihi yapı taşlarının
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
yerini, gündelik ihtiyacı gideren yapılaşma ile kapatacak olursanız, bu şehre
mührünü vurmuş olan Türk-Müslüman kimliğinizi kaybedersiniz. Zira
yıkımlarla, bize İstanbul’un ulûhiyetini
ikram eden ecdadın bu toprakta hayatlarıyla yarattıkları eserlerin hatırası ile
birlikte, mesela, yıkılmış bir mescitte,
ismini dahi bilmediğimiz bir sanatkârın elinden çıkmış bir minberin veya
mihrabın da yok oluşu ile gerçekte yok
edilen İstanbulluluktur.
Sivil yapılaşma ile kötü bir popülizmin esiri olan beledî yönetim de İstanbul’a zarar verdi. Neyi kaybettiğimize dikkat etmemiz lazım. Kazanç
hırsının yarattığı ‘ahistoric’ iktisadi
hedonizm, ‘historic’ İstanbul’u bu hâle
getiren baş düşmanımızdır. Ulûhiyeti
olan İstanbul’u, taş yığını haline getiren bu düşmanı, önce içimizde aramamız gerekiyor. Eğer inanıyorsanız,
Hz. Peygamber’in hadisine sarılmak
ve o hadise uygun olarak işler görmüş
insanların mirasına halel getirmemek
için Suriçi İstanbul’a tarih ve çevre şuurunu sahiplenmiş yöneticilerin dikkat
ve özenine ihtiyacımız vardır.
Hocam, sizin bildiğiniz İstanbul’da
planlama ya da yıkımlar ne zaman
başladı?
1910’lar itibariyle, Şehremini olan Cemil Topuzlu Paşa zamanında, imar faaliyetleri adı altında tarihi noktalara
dokunulmaya geçildi. O dönemde, İmparatorluk coğrafyasında tek bir şehir
var, o da İstanbul. Sur içerisinde başka
bir şehir yok çünkü. Kubbelerin kesimi de bu zamanlarda yapılmış, Türk
mührü kesilmiştir. İstanbul, bu yıkım
faaliyetlerinin en şedidini, Demokrat
Parti iktidarı döneminde yaşamıştır.
60 kadar mescit yanında, daha sayısını
bilmediğimiz mezar taşlarından tutun,
namazgâhlara kadar ecdat yadigârı eserler helâk edilmiştir Bu gerçeği pek bilen
yoktur.
Kaynak: http://www.turkishny.com/photogallery/history/stanbulu-ykarak-tarihe-gecenler#2785-0000386039
Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in söylemlerine baktığınız zaman,
İstanbul’un Ankara’nın yanında üvey
evlat muamelesi gördüğünü, İstanbul’un ihmal edildiğini, İstanbul üzerine planlamaların yapılmadığını söylediğini görürsünüz. Menderes’in bu
yıkım icraatı karşısında üç kişi ona
isyan etmiştir. Bunlardan birincisi,
Yahya Kemal Beyatlı’dır. “Yıkıyorsun. Yıksana Süleymaniye’yi” demiştir. İkincisi, Osmanlı Mimari Tarihçisi
Ekrem Hakkı Ayverdi. Üçüncüsü ise
Süheyl Ünver’dir. Süheyl Bey ise şöyle
demiştir;
109
KONU &
KONUK
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
“Evet, Süleymaniye’ye, Sultanahmed’e,
Nuruosmaniye’ye, Ayasofya’ya, Fatih’e
dokunmuyorsun, bunlar selâtin camiiler. Bunlar, bir ordunun komutanları.
Askerler nerede?” Erler olmadan komutanlar bir şey yapamaz.”
110
KONU &
KONUK
Demokrat Parti’nin başına gelenler ve
halâ siyaseten bir parti olarak toparlanamaması, işte bu yüzdendir. Diyeceğim şu ki, yöneticiler, hususiyle Fatih
kazasının idarecilerinin çok dikkatli
olmaları gerekiyor. Ama bu yol açma
hevesiyle yapılanların hepsi de, İstanbul’u ihya etme uğruna yapılmıştır, ne
yazık ki. Ama şehrin tarihi köşe taşları
muhafaza ederek bunların yapılması gerekirdi. Ben çocukluğumdan kaç
tane mescidin, yıkıldığını hatırlıyorum. Ne hazin hikâyedir, bir bilseniz.
Allah gani gani rahmet eylesin. Süheyl
Ünver, her yıkılan tarihi eseri resmetmiş ve defterler hazırlamıştır. Hatta
kendisi anlatmıştı; bir keresinde yıkımın başlamasını geciktiriyor. Bekletiyor ve o arada yıkılacak mescidin sulu
boya resmini yapıyor. Yıkıcılar, Süheyl
Hoca’yı resmini tamamlayana değin
bekliyorlar. Yıkılan mescitlere ilişkin Hoca’nın yaptığı her resim bugün
belgesel kıymeti olan resimlerdir. Bu
resimler, daha sonrada, Recep Tayyip
Erdoğan’ın Büyükşehir Başkanlığı döneminde yayımlanan bir albümde, “Benim Sevdiğim İstanbul” adı altında 240
tane sulu boya resim içinde yayınlanmıştır. O resimlere baktığınız zaman,
şimdi o camilerden, tarihi eserlerden
bazılarının yerlerinde yeller esiyor.
Eğer yola gidip yıkılmamışsa, İstanbul’u
fetheden o kutlu askerlerin mezarlarının bir kısmı, halk arasında çaput bağlanarak, ya da o mezarlara, ‘uludur, çarpar’ korkusuyla bakıldığı için yıkıcıların
kör kazmasından korunmuştur. Yoksa
bu ekonomik beklentiler arasında çok
fazla tutunamaz ve onlar da kaybolup
giderdi.
İşte, İstanbul’un hazin tarihi, macerası budur. Bu hikâye, 1910’larla birlikte,
Cemil Topuzlu’nun imar hareketleri ile
başladı, daha sonra, Cumhuriyet döneminde harf inkılabıyla birlikte, tedrici bir
süreç içerisinde devam etti. O eski yazılı
kitabelerin bazılarının, ya üstü kapatıldı,
ya da imha edildi. Mesela, İstanbul Üniversitesi’nin taç kapısının üzerinde T.C.
ibaresi yer alıyordu. O ibarenin altında,
Sultan Abdülaziz’in tuğrası vardı. O şimdi, yeniden gün yüzüne çıkartıldı. Aynı
şekilde orası, kuruluşu itibariyle, Osmanlı Genel Kurmay binası, Daire-i Umur-u
Askeriyye idi. Süheyl Ünver ve Sabri Ülgener kaynaklı olduğu için anlatıyorum
bunları. 1933 senesinde, orası Darülfünûn’dan üniversiteye geçiş sürecinde,
İstanbul Üniversitesi’ne veriliyor, binalar
ve o muhteşem alan. Taç kapının her iki
yanında, Fetih Suresi’nin ilk ayetleri yazılıdır. Hattatı ise Mehmed Şefik Bey’dir.
Taç kapıdan içeri girişte ve dışarı çıkış-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
ta, bu enfes yazıları görürsünüz. Hat ve
hattattan anlayan dönemin Darülfünûn
Reisi İsmail Hakkı Baltacıoğlu, bu yazıların yerlerinden alınmasına, dolayısıyla
imhasına mâni olabilmek düşüncesiyle, üzerlerinin mermerle kapatılmasını
sağlıyor. 1950’lere doğru, Süheyl Ünver
Bey, daha sonraki rektörlerden Sıddık
Sami Onar’dan rica ederek bu mermerlerin kaldırılmasını gerçekleştiriyor. Bir
tek, tuğranın üzerini kaplayan mermere
dokunulmuyor. O da, yakın bir tarihte
kaldırıldı.
Henry Prost var mesela, İstanbul’un
planlanmasında yer alıyor. Büyükşehir Belediyesi’nde danışmanlık
yapıyor. Millet Caddesi, Vatan Caddesi, Kennedy Caddesi gibi büyük
caddelerin planlanması bu dönemde
yapılmış. Avrupa’dan getirilen başka mimarlar da burada yer alıyor
Ancak 1950’lerden sonra Demokrat
Parti döneminde yerli mimarinin
geliştirilmesi adına, belki de Türkleştirme-Müslümanlaştırma düşüncesiyle bir komisyon kuruluyor. Bu
komisyonda bizden de çeşitli mimarlar yer alıyor. Ancak hazin olan
şudur ki, bu komisyonun yaptığı ve
uyguladığı birçok planda da tarihi
eserlere dikkat edilmemiştir. İstan-
bul’u yeniden dizayn ederken, ihya
etme yerine, hazin sonunu hazırlamışlardır. Henry Prost belki bizim
ruhumuzu, tarihimizi anlayamamıştır, ama estetiğe dikkat etmiştir.
Tasarımında estetik kaygıları öne
çıkarmıştır. Ancak bizim insanımız
dediğimiz, daha hassas olması gereken kişiler, bu binalara, tarihimizin
ve kültürümüzün anıt yapılarına
gereken değeri vermemişler gibi gözüküyor. Bu hususta ne dersiniz?
Benim düşünceme göre bu, Demokrat
Parti’nin hatası; İstanbul’u sadece Suriçi’nden ibaret saymasından kaynaklanıyordu. Kentleşmeyi, nüfusu, sanayileşmeyi, hesap edemediler. İstanbul artık bir
çekim merkezi durumuna geldi. Üretim
ve istihdamla, sanayileşmesi, sermaye birikimi ve para kazanması, eğitim kurumları, turizmi, sağlık turizmi, tarihi, kültür
ve medeniyetiyle mühim bir çekim merkezi haline gelmiştir. İstanbul’un yeniden
imar edilmesi aşamasında yapılan planlar, bu bağlamda, dikkatsizce olmuştur.
Değerlerimize dikkat edilmemiştir. Artık o tarihi eserler, kültürümüzü yansıtan
nadide yapılar, bizim tarihimizi artık bir
bütün olarak yansıtmaktan uzak kalıyor.
Onları geri getiremeyiz. Onlar ilk ve son
111
KONU &
KONUK
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
numunelerdi. Yalan söylemeyen bu eserlerdeki taşlar, tarihî esintiyi sunarken, zamanda sürekliliği de gerçekleştiriyorlardı. Benim ilkokul öğrenciliğim sırasında,
Beşiktaş’ta, Mimar Sinan’ın yaptığı Sinan
Paşa Hamamı vardı, şimdi yok. 1960
öncesi bir tarihte, yol açıyorum diye, bu
hamam yıkıldı. Hâlbuki tarihi yarımadadaki mevcut ecdat yadigârı eserler, sizi
bir an içinde geçmiş zamanlara hicret ettiriyor. Vefa’da, Molla Hüsrev Camii ile
Ekmekçizâde Ahmed Paşa Medresesi’nin
bulunduğu sokakta ilk on – oniki metre,
1453’den bu güne değişmediğini rahmetli Süheyl Ünver Hocamız, yaptığımız İstanbul gezilerinden birinde anlatmıştı.
112
KONU &
KONUK
Demokrat Parti döneminde yapılan planlamalar, maalesef Türk-İslam görünümünü ortadan kaldırdı. Hem de dünya kültür
mirası diyebileceğimiz Bizans ve Roma
kalıntıları da yok edildi. İstanbul merkezli
konuştuğumuzda 90 senelik Cumhuriyet
tarihinin dini mimarisi yoktur diyebiliriz.
Bizatihi dönemsel olarak düşündüğümüzde dönemi ve Atatürk ve İnönü dönemlerinde, İstanbul’a dair bir planlama
yapılmamıştır. Atatürk İstanbul’a küstü ve
bu yüzden İstanbul’a yıllarca gelmemişti.
Bu dönemlerde, İstanbul’da estetik değeri olan eserler gün yüzüne çıkmamıştır.
Daha sonra görüldü ki, alınan bazı kanuni
tedbirlerle, maddi-ekonomik yapılaşma,
şehre kimlik veren özgün eserleri yıkmasa
bile, onları gölgede bırakabiliyor. Mesela,
Ataşehir’de Mimar Sinan Camisi var. Camii güzel, estetik bir hüviyete sahip olduğu söylenebilir. Ancak arkasında 80 katlı
bir rezidans var. Dolayısıyla bu devasa
yapı, camiinin nefes almasını engelliyor,
ruhaniyetini, klasik üslubu çağrıştıran
estetik hüviyetini yok ediyor. Bunu anlatmaya çalışıyorum.
Sivil mimaride, Sedad Hakkı Eldem’in izlediği yol da sahipsiz kaldı. Bugün mimarımız, milli zevkimizi yansıtan bir Türk
evi inşa edemiyor. Edilenlere bakın!
Maslak’ta neredesiniz? Hangi millettensiniz, belli değil. 1960 öncesinde, Göztepe – Erenköy – Suadiye çizgisinde, geniş
bahçe içerisindeki ahşap konaklar, sanki
Babil’in asma bahçeleri gibiydi. Onlardan bugüne ne kaldı? Sadece ekonomik
ihtiyaca cevap veren zevksiz ve sevimsiz,
estetik bir çağrışımdan yoksun devasa
bloklar, onların yerini aldı, bahçeler de
yok oldu. Yahya Kemâl Beyatlı diyor ki:
“Ömrüm İçerenköy’ünde geçsin”
Aziz Üstad’a, bugün İçerenköy’ünde
çepçevre bloklar arsında o büyülü İstanbul köşesinden ne kaldı? Şu an, bizim elimizde avucumuzda ne kaldıysa,
tarihi yarımadadaki eserler kaldı. Orada
yapılaşmaya 3-4 kattan fazlasına izin
verilmemeli. Bu tarihi noktaları yüselen beton binalara kurban etmemeliyiz.
Ekonomik endişe, bizi kültür alanında
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
yolda bıraktı. Fatih Hırka-ı Şerif’te, 1908
yılında Ümmi Kenan Rıfai Tekkesi’nin
yapıldığı yerin karşısına, bu tekkeyi gölgede bırakacak bir bina yapılmış. Şimdi,
suç bizim, hepimizin. Tekke’nin karşısına bu binayı yapan adamın iktisadi açlığı var. Bu sadece verilebilecek örneklerden biridir. Binayı yapan adam, burada
tekke var, bunu gölgede bırakmayayım
diyebilir mi?
Merkezi İstanbul’da bunlara dikkat
edilmeden, ekonominin ve çıkarların
rehberliğinde yapılaşma sürüp, gitmektedir. Yakın bir tarihe değin, Altunîzade Camii uzaktan kendini fark
ettirirdi. Şimdi sinmiş vaziyette, yarın
ancak yanına vardığınız zaman, bu 19.
asır mimarisinden bir örneği yansıtan
bu mabedi görebileceğiz. Artık, bunların bir ikincisi yok. Mesela, bir başka
örnek de, Zeytinburnu’nda yapılan 154
metre yüksekliğindeki o şeddadi bina!
Metrobüs ile Boğaziçi Köprüsü’nü geçerken, Süleymaniye Cami’nin minarelerinin 4+1 olduğunu görürsünüz! Yüreğinize bir hançer sokulmuş gibidir!
Üsküdar, İhsaniye’den Sultanahmed
Camii’ne bakın, minareler 6+1 olmuş.
Yazık, günah değil mi? İstanbul, bunu
hak etmedi! Biz bu ruhu kaybettik.
Ruhsuz insan ne kadar mutlu olabilir
ki? Ekonominin, kişisel çıkarlar üzerinden İstanbul’un ecdat yadigârlarına
verdiği zararı, mülki ve idari amirler
görmüyorlar mı?
Kaynak: http://d.aktifhaber.com/
news/791870.jpg
Evliyaullahtan bir zat, diyor ki; “Fatih,
İstanbul’un Medine’sidir.” Bunun anlamı
şu; bu beldenin ruhaniyetine dokunma.
Eyüp Sultan’da da aynı ruh vardır. Orası öyle bir yer ki, eğer hissediyorsan, ne
dünyadasın ne ahirettesin. Şimdilerde,
Eyüp Sultan Camii ve civarı, buralarda
ufacık bir ada gibi kaldı. Ekonomik açlık,
maalesef yapılaşmaya itti bizleri. İktisadi
bir hareketlilik için yapılan bu çalışmalar,
tarihimizden uzaklaşmaya sebep oldu.
Ruhu rehin alacak bir ekonomik yükselme, merkezî İstanbul’da kimseye hayır
getirmez. Dikkat ederseniz, bir kanada
odaklanmış konuşmuyorum. Maslak’ta,
Ümraniye’deki yapılaşmanın yarattığı sıkıntıyı, ‘hangi millettensiniz, belli değil’i
unutmadan göz ardı edilebilir. Çünkü
kişisel çıkarların toplum çıkarlarına dönüşmesi gerçeğini nasıl reddedebiliriz?
Bu gerçeğe rağmen, sel gider kum kalır
misali, ekonominin yaptırım gücü ileriye
dönük kültürel zenginliğin olmazsa olmazı iken, nasıl olurda mevcut ‘historic’
bir kültür mirasını yıkar ve yerine gelecek için ‘ahistoric’ bir kültüre zemin olur,
bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Bu
Hâl, bizatihi ekonomik düzlemi karmaşaya sürüklemez mi?
113
KONU &
KONUK
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Son olarak, İstanbul’a nasıl sahip
çıkmak gerektiği hususunda neler
söylemek istersiniz?
Bizde, Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vurmuş Türk kültür tarihçiliğinin
iki farklı kümeleşmesi vardır. Bunlardan
biri, Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü çizgisiyle 2000’li yıllara ulaşmış ve halâ devam eden tarih araştırmalarıdır. İkincisi
ise, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi [Tolun]
Efendi’nin etrafında kenetlenen ve bir
araştırma gurubu oluşturan dört kişiden
bahsedebiliriz. Bunlar; Muallim Cevdet
İnançalp, Osman Nuri Ergin, Ahmed
Süheyl Ünver ve kitapçı Mehmed Raif
Efendi’dir. Bunların hepsi çok çalışkan
ve çok üretken insanlardır. Süheyl Bey’in
Süleymaniye Kütüphanesi’ne vakf ettiği
1200’den fazla el yazması defter vardır.
Bunların neşri gerekmektedir. Şimdiye değin, 30 kadar defter neşredilmiştir.
Vakfedilen bu defterlerin içerisinde İstanbul’un ayrı bir yeri vardır ama İstanbul defterlerinin büyük bir kısmı henüz
neşredilmemiştir.
İstanbul’un biz Müslüman Türkler için
önemi Hz. Peygamber’den geliyor. Sahip
çıkılıyorsa bu yüzden sahip çıkılıyor. Süheyl Bey’in bana naklettiği bir fıkra var.
Aslında bütün sır bu fıkrada gizlidir. Fıkra şöyle;
114
KONU &
KONUK
“Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fetheder. Rum Patriği gelmiş ve şöyle demiş:
‘Devletlü Sultanım! Siz Türkler’in elinden
bu şehr-i İstanbul’u kılıçla kıyamete değin
kimse alamaz. Bu iş bitti. Yalnız tapuya
dikkat et.”
Resim: İstanbul’un Tapusu/Mezar Taşları
Şu an, Edirne’ye baktığınızda, orada
Osmanlı izlerini daha çok görürsünüz.
Çünkü tarihi yapılar İstanbul’a nispetle
dar bir alana sıkışmışlar. İstanbul ise çok
açıldı. İstanbul merkezi hariç, biraz Üsküdar’da tarihi köşe taşları var. Bunun
dışında diğerleri, Yahya Kemâl Beyatlı’nın tevcihiyle, ezansız semtlere dönüştüler. Fatih’in ruhaniyeti Cumhuriyet’le
beraber bir başka mecburiyeti olan, ‘önce
doymaları gerek’ iktisadi gerçeğine teslim oldu. Bu ruhaniyeti kabzetmemek
lâzım. Oysa bu semtte bir başkalık var.
Çünkü bu şehir, senin olmak için, senin
kanını alıyor, sonra sinesinde mündemiç
bütün maddi-ruhi değerleri senin için
koruyor, sana veriyorsa, öncelikle oradaki cami, mescit, namazgâh, hamam, çeşme, mezarlık vd., bütün bunlar, bu maddi alana ait zenginliktir. Onların üzerine
titremek, korumaya almak da maddeyle
konuşmaktır. Şayet önümüzdeki on yıllarda, farklı yolları tıkanmadan, bir sarmala dönüştürüp, onunla ikinci binyıla
gidilecekse, ricâl-i devletin omuzlayacağı
problemlerden biri de tarih ve çevre şuurunu yetişen nesillere aktarmak olacaktır.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
115
KONU &
KONUK
şehir & toplum
mekan &
insan
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
SEYYAR PİLAV ARABASIYLA BAŞLAYAN
BİR HİKÂYE:
MEŞHUR UNKAPANI
PİLAVCISI/SERKAN USTA
Azad Bedirhan
Marmara Üniversitesi, İstanbul Araştırmaları Bilim Dalı
Yüksek Lisans Öğrencisi.
Taptaze demli bir çayın dumanı kadar
iç okşayan buğulu camlarının yarattığı
şiirsellik ve kapitalist modernitenin merkez üssü olan kentlerde bireyin yaşadığı
sosyo-ekonomik karanlığı delercesine,
yılların yorgunluğuna inat parıldayan isli
sarı ışıklarıyla kendilerini taa uzaklardan
bir deniz feneri misali hemen fark ettiren seyyar pilav arabalarına İstanbul’un
hemen hemen her köşesinde rastlamak
mümkün. Öyle ki, İstanbul’da sayıları
her geçen gün artan üç tekerlek bir heves düsturuna sahip bu seyyar pilavcılar;
insanca yaşayabilmek adına ilk günkü
heyecanla işlerine sarılarak ekmek para-
sı için, deyim yerindeyse zembereğinden
boşalmış bir saat gibi İstanbul sokaklarını, caddelerini, meydanlarını bir bir arşınlamaktalar... Anadolu’nun iklimi, yüzyıllardır bozulmayan rengarenk dokusu
gibi her birinde birbirinden çok farklı
hayat hikayelerine rastlayabileceğiniz bu
şirin mi şirin mütevazı ekmek teknelerinin içerisinden, kendine has lezzetiyle
sıyrılarak gelen tabiri caizse İstanbul’un
dört bir tarafına nam salmış kuşkusuz tek
ikon marka: “Meşhur Unkapanı Pilavcısı/Serkan Usta” dersek, sanırım o meşhur deyişte olduğu gibi “Sezar’ın hakkını
Sezar’a” teslim etmiş oluruz.
117
mekan &
insan
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
118
mekan &
insan
Osmanlı İmparatorluğu zamanında dönemin birbirinden farklı eğlencelerinin
yapıldığı tek yer olarak ünlenen o zamanki adıyla “Direklerarası”’nda (Mimar
Sinan’ın çıraklık eseri olan Şehzadebaşı Camii’nin yakın çevresini oluşturan alan) günümüzdeki adıyla Şehzadebaşı’nda yer
alan ve lezzetli tavuklu pilavlarıyla adından sıkça söz ettiren “Meşhur Unkapanı
Pilavcısı”nın hikâyesi, 1992’de Mardin’in
Nusaybin ilçesine bağlı bir köyden kopup gurbet ellere, diğer bir ifadeyle “taşı
toprağı altın şehir İstanbul’a” çalışmaya gelen 1972 doğumlu Serkan Usta ile birlikte başlıyor. Serkan Usta, Mardinli on bir
çocuklu ailenin yedinci çocuğu. 1990’lı
yıllarda Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan
kanlı çatışmalı ortam, onu ve ailesini İstanbul’a kadar sürüklemiş. Nitekim o bu
durumu şöyle açıklıyor:
“(…)Mardin’de durumumuz ekonomik olarak zaten kötüydü, on bir çocuklu bir ailede
yalnızca babam çalışıyordu. Bir de bu savaş
(90’lı yıllardaki savaş ortamını kastedi-
yor) başlayınca köyümüzü Olağanüstü Hal
(OHAL) uygulamaları çerçevesinde korucuların baskısıyla boşaltmak zorunda kaldık.
Suçu, günahı olmayan birçok arkadaşım, akrabam o yıllarda gözaltında alındı. Kimi faili
meçhullere kurban gitti… Savaştan önce ufak
tefek toprağı olan köylünün temel geçim
kaynağı olan tarım, yaşanan çatışmalar ve
OHAL durumuyla birlikte artık yapılamaz
hale gelmişti. Köyümüzde topraklarımız olmadığından tarım yapamıyorduk. Tarımın
yapıldığı geniş verimli topraklar ise büyük
ölçekte bölgedeki toprak ağalarının elindeydi ve buralarda karın tokluğuna köleci bir
çalışma düzeni vardı Dolayısıyla buralarda
kötü çalışma koşullarından ve gelirin çok düşük olmasından ötürü çalışmadık. Ailemizin
geçimini hayvancılık yaparak sağlıyorduk.
Ancak, OHAL uygulamalarıyla meralara çıkış yasağı konulunca hayvancılık da ortadan
kalktı. Böylelikle bizi kıt kanaat geçindiren
üç-beş hayvanımızı satarak, kendimize daha
iyi bir hayat sağlamak amacıyla ailece İstanbul’a geldik. Yoksa benim ne işim olurdu
İstanbul’da(…)”
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
OHAL uygulamalarının yarattığı zorunlu göçün mağdurlarından birisi olan
Serkan Usta’nın açıklamaları ışığında
karanlık 90’lı yıllar Türkiye’sinin bilfiil
izdüşümü niteliğindeki OHAL’a kısaca
değinmek gerekir. Devletin PKK ile mücadelede uyguladığı bir yöntem olarak
bilinen OHAL, 1987 yılında uygulanmaya başlanmıştır. Çıkarılan kanun OHAL
valisine istediği yerleşim yerlerini boşaltma yetkisini vermiştir. Buna göre Doğu
ve yoğunluklu olarak Güneydoğu illerinde birçok köy boşaltılmıştır. Köyleri boşaltılan insanların büyük bir kısmı İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa vb. batı illerine
göç etmek zorunda kalmıştır. OHAL uygulaması zamanında kaç kişinin zorunlu
göçe maruz kaldığıyla ilgili çeşitli iddialar
vardır. Sivil toplum kuruluşlarının iddialarına göre bu sayı bir milyon ile dört
milyon arasında değişmektedir. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Araştırmaları Enstitüsü tarafından 2006 yılında bu konu ile
ilgili yapılan bir araştırmaya göre OHAL
zamanında göç eden insanların sayısı
950.000 ile 1.250.000 arasındadır.
Kuşkusuz, zorunlu göçle büyük kentlere
gelen insanlar buralarda büyük sıkıntılar
yaşamışlardır. Sevdiklerini arkalarında
bırakarak göç eden insanlar, mallarını,
mülklerini ya geride bırakmak zorunda
kalmış ya da değerinin çok altında ucuz
fiyatlara satmak zorunda kalmışlardır.
Gittikleri yerlerde barınma ve geçim konusunda da sıkıntılar çekmişlerdir. İşsiz
kalmışlar, düzenli gelir kaynakları olmadığı için borçlanmışlar, ya da ellerinde ne
varsa tüketmişlerdir. Göç ettikleri büyük
kentlerde kötü hayat şartlarında yaşamış,
sağlık, eğitim vb. konularda sorunlarla
karşılaşmışlardır. Göç alan şehirler de
bir anda kapasitesinin çok üstünde insanı barındırmak zorunda kaldıkları için
yozlaşmış, yani buralarda anomi artmış,
sosyal kontrol azalmıştır. Dolayısıyla hayat şartları kentlerde yaşayanlar için de
kötüleşmiştir. Ama neticede en çok acıyı
doğup büyüdüğü toprağından göç etmek
zorunda kalan insanlarımız yaşamıştır(1). Tıpkı OHAL zamanlarında Mardin’deki dramın canlı bir timsali olarak
o günlerden söz açılınca yaşadığı, tanık
olduğu acıları hüzünle yad eden Serkan
Usta gibi.
Resim: Serkan Usta
Mardin’de yaşanılan cendereden ailesini
kurtarma arayışı içindeyken, şu an Almanya’da ikamet eden Mehmet Emin
Kıratlı isimli Şanlıurfalı bir aile dostu
aracılığıyla İstanbul’a geldiğini söyleyen
Serkan Usta:
“Mardin’de ekonomik durumumuz kötü olduğundan ilkokulu bırakmak zorunda kaldım. İlkokulda doğru dürüst Türkçe bilmediğimden dolayı biz sınıf olarak öğretmenlerle;
öğretmenler de bizlerle iletişim kurmakta
zorlanıyordu. Sınıftaki durumumuz; öğretmenin öğrencileriyle, öğrencilerin de öğretmenleriyle olan iletişimsizlik sorununu çok
güzel işleyen “İki Dil Bir Bavul” filminden
farksızdı… İstanbul’a geldiğimde 20 yaşın-
119
mekan &
insan
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
daydım, doğru dürüst Türkçe bile bilmiyordum. Çoğu kez bu durumdan dolayı küçümsendim, hor görüldüm. Ancak hiçbir zaman
ümitsizliğe kapılıp pes etmedim. Türkçeyi
tam anlamıyla ancak 23 yaşımda öğrenebildim(…)” diyor.
Gel gelelim Serkan Usta’nın 1992’de İstanbul’a gelir gelmez yaptığı ilk iş olan
seyyar arabada pilav satmaktan halk arasında meşhur bir pilav ustası olarak ünlenmesi ve nihayetinde kendi dükkânını
açmasına giden yolun nasıl gerçekleştiği
sorusunun cevabına. İstanbul’a geldiğinden beri bu işi yapan ve halen ilk günkü
aşkla işine dört elle sarılan Serkan Usta,
seyyarlıktan Meşhur Unkapanı Pilavcısı
olmaya giden yolu şöyle açıklıyor:
120
mekan &
insan
“1992’de adı geçen aile dostumuzun telkiniyle İstanbul’a geldiğimde aile dostumuz (M.
Emin Kıratlı) beni kendi lokantasında (Bahçelievler- Ziya Ocakbaşı) önce komi olarak
işe aldı. Daha sonra ise (belirli bir zaman
sonra) lokanta ustasının yanında yemek yapmayı öğrendim. Yaptığım en başarılı yemek
pilavdı. Yaptığım pilavlar müşteriler tarafından çok beğeniliyordu. Yaptığım pilavın çok
tutulduğunu görünce iş konusunda kendime
olan özgüvenim arttı. Aldığım ücret ailemizin geniş olması nedeniyle beni hiç tatmin
etmiyordu; kıt kanaat geçiniyorduk. Dolayısıyla işten ayrılarak kendi işimin patronu olmaya karar verdim ve iki Mardinli köylüm
ile birlikte o zamanın parasıyla 100 milyon
verip kendimize güzel bir pilav tezgahı ve 50
milyona da yayık ayran yapabileceğimiz bir
fıçı satın aldık. İlk günler, akşam 6’da başlayıp gece 4-5’e kadar İstanbul’u deyim yerindeyse emektar seyyar arabamızla karış karış
geziyorduk. Daha sonra İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İ.M.Ç.)’nı keşfettik. En çok
kazancı, İ.M.Ç. bloklarının önünde(caddeye
bakan taraf) akşam 7-8 olduğunda seyyar
arabamızın etrafını saran taksiciler sayesinde elde ediyorduk. Bizim dışımızda o bölgede
pilav satan yalnızca sekiz seyyar pilav satıcısı vardı; ancak herkesin lokasyonu farklıydı.
Kuşkusuz bu lokasyonlar içerisinde en işlek
ve gözde yer bizimkisi idi. Bizi meşhur eden
ise esasında taksicilerdir. Hemen her gün 2030 taksiciyi seyyar pilav arabamızın etrafında görmeniz mümkündü. Çünkü o bölgede
pilav satan ve bizim köylümüz (Mardin/
Nusaybin) olan diğer seyyarlardan farkımız
pilavımın daha lezzetli oluşuydu. O yüzden
taksicilerin yalnızca bizim bulunduğumuz
lokasyonu birbirlerine tavsiye etmesiyle zamanla ünlendik. Ünümüzü taçlandıran esas
gelişme ise İbrahim Tatlıses ve Savaş Ay gibi
isimlerin diğer seyyarların içinde yalnızca
bizim tezgâhımızı ziyaretiyle gerçekleşmiştir.”
Rahmetli Savaş Ay’ın 30 Temmuz
2011’de Takvim gazetesindeki köşesinde
Unkapanı Pilavcısı ile ilgili olarak belirttiği ifadeler pilavın ne derece lezzetli olduğunun açık bir ispatı gibi adeta:
“(…) İstanbul’daysanız eğer. Hele de yolunuz hangi saat olursa olsun Unkapanı’na
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
düşmüşse gözünüze takılmıştır. Saraçhane
Kemeri’nin bitiminde, Fatih Şehir Tiyatrosu’nun yanındaki Hıfzıssıhha önünde bir
seyyar pilavcı var. Bir de o 3 tekerlekli seyyar arabanın içine tepeleme dolu pilavı tüketmekte olan kalabalıklar.
Gece gündüz fabrika gibi çalışıyor bu tezgâh.
Başta taksi şoförleri olmak üzere tekmil Unkapanı ahalisinin uğrak yeri burası. İ.M.Ç.
bloklarında çalışan, devlet dairelerinden
yemek paydosuna çıkan, civardaki öğrenci
yurtlarından akın akın pilav seferine kalkışanlarla dolup taşıyor orası. Geçen gece
yanaştım durdum kıyısına. Önce çevreyi
gözledim, gelen giden yiyen içenlerin keyifli
hallerini resimledim. Sonra bir tabak da ben
tattım pilavdan. Altı nohut, üstü didiklenmiş
tavukgöğüsleriyle dolu tabağı bir çırpıda bitti, utandım ikinciyi isteyemedim (…)”
Her ne kadar Meşhur Unkapanı Pilavcısı’nın seyyar arabası ünlü isimlerin uğrak
mekânı haline gelmişse de Serkan usta
bir seyyar satıcı olarak bu durumdan
olumsuz etkilendiklerini ifade ediyor:
“Savaş Ay, İ.M.Ç.’deyken seyyar pilav tezgâhımızı ziyaret etmiş ünlülerdendir. Savaş Ay
ne zaman bizimle ilgili haber yapsa (Serkan
ustanın dediğine göre 90’ların sonlarından
2000’lere kadar birçok kez haber olmuşlar)
zabıtalar denetimleri daha da sıkılaştırıyordu ve dolayısıyla ünümüz arttıkça gece bile
sivil giyinimli müşteri şeklindeki zabıtalar
ani baskınlarla ekmek teknelerimize el koyuyorlardı. Savaş Ay’ın 2011’deki haberinden sonra bir hafta boyunca seyyar arabalarımıza sürekli olarak el konuldu.”
Ekmek kazanmanın derdine ve telaşına
düşen insanların ekmek teknelerinin peşine düşen zabıtalardan söz açılınca ken-
disini tutamayarak heyecanla hiç unutamadığı bir anısını şöyle anlatıyor:
“Hiç unutmuyorum 2010’da bir bayram gecesi (12.00-01.00 arası) her zamanki yerde
(İ.M.Ç. Saraçhane kemerinin bitiminde Hıfzısıhha önünde) pilav satıyoruz. İ.M.Ç.’nin
arka bloklarındaki 3-4 seyyar arabasına
zabıtalarca el konulduğunu haberini alır
almaz, apar topar İ.M.Ç. 6. bloğun içerisine
girdim ve binadaki esnafın şaşkın bakışları
arasında seyyar arabamı zabıtlar el koymasın diye binanın asansörüne koydum; ancak
başarılı olamadım. Asansör altıncı kata doğru
giderken hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıktığımda beni kovalayan zabıtaların asansördeki seyyar arabayı fark edip araca el koyduklarını gördüm. Yani zabıtaları atlatmak
için kan ter içinde kalarak kilometrelerce
koşuşturmam yine boşa gitmişti…”
Zabıtalardan kendi tabiriyle “çok çektiklerini” ifade eden Serkan Usta, tezgâhlarının gidebileceği ihtimalini öngörerek
her zaman için yedek seyyar pilav arabası
bulundurduklarını ifade ederken zabıtaların çalışma sistematiğinin de altını çizerek:
“Biz Hıfzısıhha önünde beklerken aynı yol
güzergâhta 2-3 seyyar pilav arabası daha
vardı. 100-200 kişilik büyük ekiplerle ve ani
baskınlarla bir grup aşağıdan bir grup da yukarıdan geliyorlardı. Biz daha ne olduğunun
şaşkınlığı içerisindeyken kaçma imkânımız
pek ol(a)muyordu. Zabıtalar ekmek teknelerimize el koydukları yetmezmiş gibi bir de
bize nispet yaparcasına gözümüzün önünde
binbir emekle hazırladığımız tepeleme pilavın üstüne yayık ayranını ya da ketçabı boca
ediyorlardı. Ailemizin ekmek kapısı olan ve
maddi zorluklarla mücadele ederek aldığımız seyyar tezgâhlarımızın alınması yetmez-
121
mekan &
insan
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
miş gibi bir de pilavlarımızın zevk için bu şekilde bir uygulamaya maruz kalması bizleri
daha çok öfkelendiriyordu ” diyor.
122
mekan &
insan
O yıllarda belki de zorunlu göç mağduru birçok insanın yaptığı gibi seyyar pilav arabasıyla geçimini sağlayan Serkan
ustanın yaşadığı sorunlar aslında bizlere “seyyar satıcılık” olgusunun mikro
bir fotoğrafını sunuyor. Türkiye’deki iş
imkanlarının hala yeter düzeye gelmemesinin, ülkedeki iş imkanlarının kısıtlı
olması ya da alınan asgari ücretlerin bireyi tatmin edici nitelikten yoksun olmasının zımnen bir neticesi olan ve marjinal
sektörün taşıyıcısı olan seyyar satıcılık,
eskiden beri varlığı bilinen bir iş olarak
günümüzde genellikle göç ile karakterize
edilir. Göçün sebebi ne olursa olsun; göç
ile gelen nüfus, kente uyum sağlama sürecinde geçimini sağlamak için fazla vasıf gerektirmeyen işler yapmaktadır. Bu
işlerden birisi de kuşkusuz seyyar satıcılıktır. Seyyar satıcılığın örneklerine geçmişte de rastlıyoruz. Örneğin 16. yüzyıl
Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’sunda
da göç ile seyyarlık arasında bir bağlantı
söz konusudur. Göçmenin biraz birikimi
var ise, seyyar satıcılık yapmaktadır. Sıradan insanların çarşıda harcayabileceği
para genellikle çok sınırlı olması dolayısıyla birçok köylü ve yoksul kentli yerleşik esnaftan çok, seyyar satıcıdan alışveriş etmeyi yeğlemişlerdir. Ulaşım güç ve
masraflı olduğundan, seyyar satıcıların
yokluğu halinde, bu tüketicilerin alışveriş hacminin daha da düşeceği tahmin
edilmektedir. 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı toplumunda “çift bozan akçesi” adı
altındaki göçü önlemeye yönelik tedbire
rağmen, ülkede başlayan iktisadi kriz sonucu kırsal kesimden İstanbul’a büyük
çapta nüfus akını olmuş; bu durum şehirdeki iktisadi ve sosyal hayatı istikrarsızlığa itmiştir. Yeni gelen nüfusun ortaya
çıkardığı uyum ve bütünleşme problemi
uzun müddet rahatsızlıklara sebebiyet
vermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde kadılara seyyar satıcılarla ilgili şikâyetlerin
de olduğu görülmektedir. Kastamonu’da
XV. ve XVIII. yüzyıllar arasında seyyar
olarak gezen ve adına “Acem tüccarı”
denilenler hakkında kusurlu mal sattıkları gerekçesiyle iki adet dava olduğu
bilinmektedir. Yerleşik esnaf, koltukçu
adı verilen seyyar satıcıların rekabetini
haksız diye nitelendirmektedir. Çünkü
koltukçular, dükkânlardan ve pazaryeri
tezgâhlarından alınan vergilerin önemli
bir kısmından kaçınabilmektedir. Ayrıca mallarını rekabet ettikleri dükkânların önüne sererek ve biraz daha ucuza
satarak müşteri çekebiliyorlardı. Bazı
koltukçular veresiye satış da yapmakta ve başarılı olanlar ticaretle tefeciliği
birlikte yürütmüş olmaları mümkün
görünmektedir. Kentlerle ilgilenen Osmanlı görevlileri de vergilendirilmeleri
ve hele denetlenmeleri güç olduğu için,
koltukçulardan hoşlanmazlardı. Han ve
bedesten idarecileri kimi zaman, bugün
de kullanılan yöntemlere başvurarak,
koltukçuları kentteki ticari yapılarda yer
kiralamaya zorlamaya çalışırlardı. Loncaların ve muhtesibin müdahalesinden
görece uzak olması, seyyar satıcılığı göçmenler için çekici kılmış olmalıdır. Bu
avantajdan özellikle koltukçunun kırlık
bölgeleri gezerek köylülerle kent pazarı
arasındaki bağı oluşturduğu sırada yararlandığı düşünülebilir. Seyyar satıcılarla
ilgili şikâyetlerin yanı sıra, seyyar satı-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
cıların kaldırılmasına yönelik şikâyetler
de bulunmaktadır. 16 Kasım 1913 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde; İstanbul/
Arnavutköy ahalisinin seyyar satıcıların
men edilmeleri yüzünden zaruri ihtiyaçlarını dükkâncılardan fahiş fiyatla almaya
mecbur kaldıkları şikâyet edilmektedir.
Bu tür esnafa münasip mahaller tahsis
edilmesi için belediyeye başvuru yapıldığından bahsedilmektedir (2).
Belge 1: 16 Teşrinisani 1913 tarihli Tasvir-i
Efkâr Gazetesi
Modern toplumlarda mekân ve zaman
soyut olgulardır. Mekân, kendi başına
varlığı olan bir nesne değil, özellikle kapitalist üretim tarzında verili toplumsal
ilişkiler sonucunda üretilen bir nesnedir.
Modernlik sonrası tartışmalar sayesinde coğrafya disiplini kapitalizmi, politik,
ekonomik, tarihsel ve kültürel coğrafya
olarak kavramsallaştıran, bunların coğrafyasını üreten bir dönüşüm yaşamıştır.
Sonuç olarak, bir yandan yaşadığımız
tüm çevreyi etkileyen, yaşamlarımızı
dönüştüren bir kapitalist dünya pazarı
içinde, bulunduğumuz ortamların do-
ğasının ne kadar samimiyetten karşılıklı
anlayış ve iyi niyet iletişiminden uzak bir
hal aldığını bizzat içinde yaşayarak her
gün tecrübe ettiğimizde seyyar satıcılığın
kişiyle edilen hoş sohbetler bakımından
ayrı bir nostaljisi, keyfi olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla Serkan
Usta’nın anlattıklarından hareketle, yukarıdaki bilgiler ışığında mimarlarının
zabıtalar olduğu seyyar satıcıların hali
pür melali eleştirel akıl düzleminde değerlendirildiğinde geçmişten günümüze kadar süregelen bu sorunun, Serkan
Usta’nın “pilav cellatları” dediği zabıtalar
ile bir anlamda çözümsüzlüğe mahkûm
edilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken
sürdürülebilir daha farklı bir paradigmaya, çözüme işaret etmektedir.
Hikâyemize Serkan Usta’nın askerliği ile
devam edelim. Ailesinin sorumluluğunu
üstlenerek İstanbul’da ekmeğini kazanmanın zorluklarıyla mücadele etmekten
ötürü askere oldukça geç denilebilecek
bir yaşta 30 yaşında giden Serkan Usta,
lokantada aşçı olarak görevlendirilmişti.
Askerlik günlerini büyük bir keyifle yâd
eden Serkan Usta hiç unutamadığı bir
anısını ise şöyle anlatıyor:
“Bir gün bölük komutanı gazinoya geldi ve
benim yaptığım pilavın erler ve subaylar tarafından çok beğenildiği söyledi. Kendisinin
ilk defa gazinoda yemek yiyeceğini söyleyen
komutan, pilavı övüldüğü kadar olmaması
halinde beni mutfaktan atacağını belirtti. Bu
son sözden sonra büyük bir tedirginlik, heyecan ve korkuyla karışık bir haleti ruhiye içerisinde pilavımı yaptım, pilavı tadan komutanım beklemediğim bir hışımla şöyle dedi:
‘Böyle pilav mı olur be adam hemen mutfağı
terk et, hiç beğenmedim!...’ dedi. Ama ben pilavımın lezzetinden gayet emindim. Nitekim
123
mekan &
insan
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
ben, komutanım neden pilavımı beğenmedi
acaba? sorusuna cevap arayarak düşünceli
ve bir o kadar da büyük bir şaşkınlıkla gerisin geri mutfağa doğru giderken arkadan
komutanın aniden “evlat hemen gel buraya!”
şeklindeki o tok, davudi sesi duydum. Yanına vardığımda: Ben hayatımda böylesine
lezzetli bir pilavı ilk defa yiyorum. Şu zamana kadar eşimin pilavlarının çok iyi olduğunu söylerdim, onun pilavı üzerine pilav
tanımazdım ama yanılmışım. Pilavın harika
olmuştu Serkan Usta…” demesi beni ziyadesiyle memnun etmişti.
124
mekan &
insan
Askerden geldikten sonra köylüleri olan
ortaklarıyla birlikte on sene daha seyyar
pilavcılığa devam eden Serkan Usta, şiddeti giderek artan zabıta baskınlarından
dolayı maddi açıdan zor duruma düşer
ve dolayısıyla 2012’de seyyar pilavcılığı
bırakarak sağdan soldan aldıkları borçlarla Unkapanı İ.M.Ç. bloklarında küçük
bir dükkân açmaya karar verir. Daha
sonra ortaklarıyla birtakım nedenlerden
dolayı anlaşmazlığa düşen Serkan Usta,
yaptığı pilavlarla markalaştırdığı Meşhur
Unkapanı Pilavcısı ile yollarını ayırmaya
karar verir. O zamanlar birinci hedefinin
İ.M.Ç. bloklarında aynı isimle bir dükkân açmak olduğunu belirtmektedir. Bu
hedefini bölgedeki dükkân fiyatlarının
el yakmasından ötürü bir türlü gerçekleştiremeyen Serkan Usta, nihayetinde
Şehzadebaşı’nda, İstanbul Üniversitesi
Fen Fakültesi’nin çıkış kapısının hemen
yan tarafında “Meşhur Unkapanı Pilavcısı/Serkan Usta” adında bir pilav dükkânı açar. Şu an Unkapanı’nda bulunan
“Meşhur Unkapanı Pilavcısı”na yıllarını
veren ve meşhur eden bu kişi, böylelikle
eski ortakları olan köylülerine artık rakip
olmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne
aylık 10.000 liraya yakın bir kira bedeli
ödedikleri söyleyen Serkan Usta, işlerinin iyi olduğundan dem vurarak kiranın
kendilerini ekonomik olarak zorlamadıklarını da ifade etmektedir.
Kuşkusuz günümüz İstanbul’unda seyyar
veya dükkân şeklinde faaliyet gösteren
birçok pilavcı var ve bunların sayısı gittikçe de artıyor. Bu somut gerçeklik karşısında “Meşhur Unkapanı Pilavcısı”nı
esasında halk arasında ünlendiren isim
olan Serkan Usta, kendilerini diğerlerinden ayıran özellikler bağlamında şöyle
diyor:
“Bizi diğer pilavcılardan ayıran en önemli
özellik; benim 22 yıllık pilav tecrübemdir.
Bunca yıllık tecrübem çerçevesinde lezzetli
pilavlar yapmamın kaynağı; artık meslek
sırrı olarak ifade edebileceğim pilav kıvamını dengede tutturmamdan ileri gelmektedir.
Aslında İstanbul’da bu kadar çok pilavcının
olmasını yadırgamıyorum. Çünkü insanlar
bizim pilavımızın lezzetinin kalitesini daha
net bir biçimde görüyor. Ayrıca şu anki pilavcıların yüzde 80’i bize öykünerek bu işe
başladılar ve birçoğunun yaptığı pilav, insanlarımızın damak zevkine hitap etmekten
oldukça uzak. Diğer taraftan bizi diğerlerinden ayıran önemli bir husus da tek seferde
büyük miktarlarda pilavlar yapmamamızdır. Müşterilere taze taze pilav yiyebilsinler
diye günde ortalama bir miktar pilav çıkartıyoruz. Üretim tesisimiz (Fatih) dükkânımıza yakın olduğundan dolayı günde 2-3 kez
pilav yaparak tesisle dükkân arasında mekik
dokuyorum. Ve böylelikle mekânımızın müdavimleri olmuş müşterilerimiz günün her
saatinde taze pilav yiyebiliyorlar.”
Üniversite öğrencilerinin vize ve final
haftalarında oldukça yoğun olan ve bu
gibi zamanlarda ortalama 120-130 ki-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
logram arasında pilav sattıklarını ifade
eden Serkan usta, öğrencilerin vize ve
final haftalarının dışında ise ortalama
70-80 kg arasında pilav satışı yaptıklarını belirtmektedir. Şimdilik tek bir şube
olarak faaliyet gösteren, turistlerin de
uğrak mekânı olan “Meşhur Unkapanı Pilavcısı”nın sahibi Serkan Usta’nın
“herkesin bir derdi var değirmenincininki
de su” özdeyişinde olduğu gibi tek derdi:
Rekabetin inanılmaz boyutlara ulaştığı
bu günlerde işini istediği şekilde büyütememek. Tabii, ekmeğin kentlerde beylik
tabirle aslanın ağzında değil artık bilfiil
midesinde olduğu bu çağda Serkan Usta’ya hak vermemek elde değil sanırım.
Serkan Usta’nın hayattaki tek hedefi ise
Ortaköy’de bir şube açmak.
Laf dönüp dolaşıp İstanbul’da yaşam
mücadelesine geldiğinde ise şöyle diyor:
“Eskiden İstanbul daha güzeldi, insanların
birbirlerine karşı az da olsa bir saygısı vardı.
Şimdi bakıyorum da eski günlerdeki o saygı ve sevgi artık kalmadı gibi. Sanki herkes
yarın öbür gün çekip gideceği bir handa yaşıyormuş gibi davranıyor. İşsizlik oranı şimdiki boyutlarda değildi, insanların kazancı
kendisini ve ailesini geçindirmeye yetiyordu.
Ama ne yazık ki günümüzde böyle bir durum yok artık. Kendi işim çerçevesinde dünle bugünü kıyasladığımda o zamanlar yani
seyyarlık yaparken kazancım çok daha iyiydi. Tabii, zabıtalar izin verdiği müddetçe (…)”
Resim: Meşhur Unkapanı Pilavcısı
Bazen etrafımızdaki insanların neler
yaşadıklarını bilmeden iktisadi, rafine
duygularla “en büyük sorun, benim sorunum” edasıyla salt kendi yaşantımıza saplanarak sadece hikmetinden sual
olunmaz o “büyük sorunlarımıza” bakarız. Özellikle İstanbul gibi kentlerde
ağırlığını daha fazla hissettiren bu durum, büyük bir disneylandın içinde replikalara mahkûm olmuş kentlilere sorunların içinden çıkılmaz birer dağ gibi
göründüğü, sanki çözümün kaf dağının
ardında olduğu menem bir ruh hali yaratır. Tam da bu noktada, kan, gözyaşı ve umutla yoğrulmuş topraklar olan
Fırat’ın öte yakasındaki illerden İstanbul gibi büyük kentlere zorunlu göçün
yarattığı travmalar, toplumsal bellekte
hala tazeliğini korurken bu acı deneyimlerin çemberinden geçmiş Serkan
Usta’nın Mardin’den İstanbul’a uzanan
hikâyesi, aslında inanç, azim ve mücadelenin nelere kadir olduğunun kentliler açısından somut bir örneği…
Şehzadebaşı’ndaki “Meşhur Unkapanı
Pilavcısı/Serkan Usta”, müşfik, ulu bir
çınar ağacının hemen yanı başında, turuncu tentesinin gölgeliğinde oturup
bol tereyağlı pilav ve yanında buram
buram Anadolu kokan bol köpüklü yayık ayranıyla bir dem soluklanacağınız
mütevazı bir mekân. Ayrıca, Fatih’te
hijyenik ortamda üretim yapılması hasebiyle de İstanbul’da gönül rahatlığıyla lezzetli pilav yiyebileceğiniz ender
mekanlardan birisi olduğunu söyleyebiliriz.
125
mekan &
insan
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Kaynakça:
126
mekan &
insan
1.
Hacı Duru, Mehmet Yiğit, Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında
Kanun, Uygulanması ve Etkileri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, İİBF Dergisi, ss.126-127, Ağustos
2014, Cilt:2, Sayı:9.
2.
Taner KILIÇ, Kentsel Mekânların Kullanımı ve
Seyyar Satıcılık: Diyarbakır Örneği, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Coğrafya Bilim Dalı,
Yayımlanmış Doktora Tezi, ss.32-33, 2010.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
127
mekan &
insan
şehir & toplum
dünya
şehirleri
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Veritas-lustitia-Libertas1
ŞEHİR VE YAŞAM:
BERLİN
Songül Demir
Yrd. Doç. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi,
Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
Özet
Bütün1insanların yaşamı ister büyük
bir şehirde, ister küçük bir şehirde olsun
mutlaka belirli bir yerde ve zamanda geçer. Kimi zaman insan ömrünü sürdüreceği şehri gönüllü olarak seçer kimi
zaman da zorunlu olarak doğduğu yeri
benimser. Yaşamayı seçtiğimiz yer, aynı
zamanda bizim geçmişimizi ve geleceğimizi, her zaman doğrudan olmasa da,
mutlaka belirler. İnsanın yaşamını belirleyen şehirlerin bir kısmı ise, sadece
tarihe şahitlik etmez aynı zamanda tarih
içinde büyük bir rol oynar. Tarih içinde
1 Bu kelimeler Latincedir ve sırasıyla: Hakikat-Adalet- Özgürlük anlamına gelmektedir ve Freie Üniversitesi’nin
ambleminde yazılı olan kelimelerdir.
önemli rolleri üstlenmiş ve bu yazının
konusu olan şehirlerden biri de Berlin’dir.
Giriş
Seneca yaşamı bir yolculuğa benzetir.
Bu öyle bir yolculuktur ki, bu yolculuğu
belirleme veya değiştirme imkânını da
beraberinde taşırız. Eğer yaşamı bir yolculuk olarak belirleyeceksek; aslında bu
yolculuğun nerede, hangi ülkede, hangi
şehirde başlayacağına karar veremeyiz.
Ama yolculuğumuz nerede başlarsa başlasın bu yolculuğun, nerelerden geçeceğine, hangi şehirlerin hayatımızda söz
sahibi olacağına karar verebiliriz.
129
dünya
şehirleri
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Kaleme alacağım bu yazı ise esasında şehir ve yaşamı konu edinmektedir. Ama
konu edilen şehir herhangi bir şehir değil. Avrupa’nın önemli, önemli olduğu
kadar gerek tarihi gerekse kozmopolitik
yapısıyla ilginç bir şehri olan Berlin’dir.
İki Yaka Bir Şehir: Berlin
İnsanı tanımak, anlamak ve açıklamak
için o insanın, zaman ve mekânın içinde olan, yaşamına göz atmak gerekir. Söz
konusu olan bu yaşam, zaman acısından
su üç evreden oluşur; Geçmiş, şimdi ve
gelecek. İşte herhangi bir şehri tanıtabilmek ve üzerinde konuşabilmek için de
bu üç zaman dilimi, geçmiş, şimdi ve gelecek büyük rol oynar.
Berlin’in geçmişine baktığımızda en az
bugünkü kadar önemli bir şehir olduğunu görmekteyiz. Özellikle 19. yüzyılın
ortalarından itibaren endüstri alanında
hatırı sayılır bir şehir haline gelmiştir.
Daha çok ağır elektrik sanayi, haberleşme ve ulaşım alanında büyük atılım yapılmıştır.2 Endüstrileşme ile birlikte çok
sayıda işçi Berlin’e göç etmiştir. Buna
bağlı olarak da işçiler için binalar inşa
edilmiş, hatta mahalleler kurulmuştur.
Öte yandan şehirde “Dahlem”de kuzey
batı bölgesinde dönemin oldukça önemli
bilimsel araştırma merkezi kurulmuştur.
130
dünya
şehirleri
Üniversitesi”ni, 1928’de değişen adıyla
“Humboldt Üniversitesi” ve burada yapılan bilimsel çalışmaları unutmamak
gerekir. Öyle ki, bu üniversitede II. Dünya Savaşı öncesine kadar 29 tane Nobel
Ödülü almış bilim adamı çalışmaktaydı
ve Albert Einstein da bunlardan biriydi. Bir diğer yanda ise, Kral Wilhelm
zamanından kalma Barok izleri taşıyan
“Friedrichstadt” bulunmaktadır. Bu haliyle Berlin, bir yandan büyük bir sanayi
şehri olma özelliğini taşırken, öbür yandan çok önemli bilimsel katkıları olan
araştırma merkezi ve tarihsel dokusu da
hesaba katıldığında üç farklı özelliği bir
arada barındırabilen bir şehir olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sarsıntı geçirmekle birlikte Berlin Avrupa’nın
metropollerinden biri olmaya devam
etmiştir. Ancak II. Dünya Savaşı sonrası
Berlin’de çok büyük bir yıkım yaşanmış,
kısaca Berlin’de taş üstünde taş kalmamıştır.
Bu arada “Unterden Linden”de ünlü Alman filozof Johann Gottlieb Fichte ve
Teolog Friedrich Schleiermacher tarafından 1810 yılında Hukuk, Tıp, Felsefe
ve Teoloji fakültesiyle kurulan “Berlin
2 AEG şehrin doğu tarafında (Schöneweide) bulunurken Siemens batı tarafında bulunmaktaydı. Örneğin,
Berlin’de “Siemensstadt” adında metro istasyonu
bulunmaktadır ve bu bölgede küçük de olsa firmanın bir
fabrikası vardır.
Resim: II: Dünya Savaşı Sonrası Berlin
Kaynak: http://2.bp.blogspot.com/-dGqr6ebbWBc/UrYktYtv7LI/AAAAAAAAIIc/
KmqsSgifsXI/s1600/Brandenburg88.jpg
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Öte yandan endüstri ve araştırma merkezleri de büyük zarar görmüştür. Nazilerin yönetimi ele almasıyla birlikte
hemen hemen büyük başarılar elde etmiş bütün bilim adamları, kimi Yahudi
olduğu gerekçesiyle; kimisi de komünist
olduğu için üniversitelerden uzaklaştırılmış, sonunda da ülkeyi terk etmeye zorlanmışlardır.
Zamana damgasını vuran olay ise, savaş
sonrası şehrin ikiye bölünmesi olmuştur.
Başlıkta da belirtildiği gibi şehir Almanların II. Dünya Savaşı’nı kaybetmesi sonucunda iki yakaya ayrılmıştır.
Resim: Berlin Duvarı
Kaynak: http://1.bp.blogspot.com/-rDF9Tmp1U_I/UrYkkYj0zUI/AAAAAAAAIIE/
a2Q8gLxUMLI/s1600/Brandenburg85.jpg
Bölünmüş Şehir
Savaştan büyük bir yenilgiyle çıkan şehrin
bölünmesi kısaca şöyle gerçekleşmiştir:
Berlin II. Dünya Savaşı sonrası müttefikleri Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya
tarafından kontrol edilmeye başlandı. Bu
doğrultuda daha sonra Rusya tarafından
kontrol edilen bölgede sınır belirlendi,
gözetleme kuleleri kuruldu ve askerler
tarafından kontrol noktaları çizildi. Bütün bu olup biten karşısında batı Berlin’de hareketlenmeler başladı. Amerika
ve Rusya arasındaki soğuk savaşın etkisiyle kriz iki şehrin bölünmesi çözümüyle asıldı. Sonuç olarak doğu Berlin’de
Rusya’nın müttefiki olan DDR (Deutschen Demokratischen Republik- Alman
Demokratik Cumhuriyeti) hükümeti iş
başına geçti. Batı tarafında ise Bundesrepublik Deutschland (Federal Alman
Cumhuriyeti) yönetime Amerika’nın
müttefiki olarak devam etti. Bu arada
Berlin uzun yıllar Almanya’nın başkenti
iken, bu bölünme ile başkent olma özelliğini kaybetti ve batı tarafının yeni başkenti Bonn olarak belirlendi.3
Şehrin ikiye bölünmesi ile birlikte Humboldt Üniversitesi doğu tarafında kaldı
ve batı tarafın da ise, doğu-batı krizi sonucu 1948 yılında kurulan Freie Üniversitesi büyük bir hızla gelişmeye başladı.
Doğu tarafındaki komünist eğilimin ak3 Burada Berlin duvarı hakkında verdiğim bilgiler oldukça
yüzeyseldir. Daha detaylı bilgi için şuraya başvurulabilir:
Edgar Wollfrum: “Die Mauer, Geschichte einer Teilung”,
Keil, Lars-Broder: “Der Mauerfall”
131
dünya
şehirleri
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
sine batı tarafında daha çok Amerikan
zihniyeti etkili olmuş ve olmaya devam
etmektedir.
Şehrin ikiye bölünmesi beraberinde doğu-batı arasındaki geçişler yasaklandı.
Şehrin iki yakası arasındaki geçişler vizeye tabi tutulurken, kurallara uymayan
özellikle doğudan batıya geçmeye çalışan
vatandaşların sonu ölüm oldu. Düne kadar bir arada yaşayan hatta beraber savaşan ve bu savaşın bedelini beraber ödeyen insanlar bir anda iki farklı bölgede
yaşamak zorunda kalmıştı ve içlerinden
bazıları sadece öbür tarafa geçtiği için öldürülüyordu.4
132
dünya
şehirleri
Ölümler beraberinde hala anlam verilmeyen hikâyeleri ve acıları da beraberinde getirmişti. Fakat ölümlere rağmen iki
yakanın birleşmesine kadar insanlar her
türlü tehlikeyi hatta ölümü göze alarak
doğudan-batıya kaçmaya çalıştı. Berlin
duvarının örülmesi batı tarafındaki politikacılar tarafından şiddetli eleştirilere
maruz kalsa da5 iki şehir arasındaki duvarın yıkılması ancak 1989 yılında gerçekleşmiştir. Özellikle halkın başkaldırma
noktasına gelmesi ve dönemin Sovyet
Devlet Başkanı Michael Gorbatschow’un
1980 yılından başlayarak izlediği Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yenilik,
Değişim) politikaları sonucu soğuk savaş
zayıflamış, Berlin duvarının yıkım kararı
alınmıştır. Dönemin gazeteleri incelediğinde de bir politikacı olarak Gorbatschow’un durumu ne kadar iyi yönettiği
ve insancıl yaklaşımı görülebilir.
4 Resmi rakamlara göre doğudan batıya geçmek isterken
öldürülenlerin sayısı yaklaşık 200 kişidir, ama ölenlerin
sayısı tartışmaya açıktır.
5 Özellikle Berlin duvarının inşasının ilk yıllarında dönemin başbakanı Konrad Adenauer ve Berlin Belediye
Başkanı Willy Brandt duvara karsı politika izlemişlerdir.
Birleşen Şehir
İki yakası birbirinden ayrılan şehrin
yeniden bir araya gelmesiyle doğu tarafında
hummalı bir çalışma başlatılmıştır. Yapılan
çalışmalar sonucunda doğu tarafında dev
binalar kurulmuş, özellikle tarihi binalar
ki, bunların içinde müzeler, sergi salonları,
tiyatro binaları bulunmaktadır, yeniden
restore edilmiştir. Böylece doğu tarafında
yıllarca ihmal edilen, yıkılmaya yüz tutan
tarihi binalar yeniden şehrin dokusuna
kazandırılmıştır. Ancak hemen belirtilmelidir ki; doğu tarafının içlerine doğru
yapılacak herhangi bir gezide hala doğu
bloğu ruhunu taşıyan (Platenbau-beton
kutu şeklindeki binalar) yapılaşma ve şehir dokusunu görmek mümkündür.
Resim: Platenbau-Beton Kutu Şeklindeki
Binalar (Berlin)
Kaynak: http://www.bgt-berlin.com/images/platte2_480.jpg
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Yeniden restore edilen müzeler ve tiyatro salonları Berlin’e gelen turistlerin
uğrak yerlerinin başında gelmektedir.
Romalılar’dan kalma birkaç tarihi eseri saymazsak, Almanya’da geçmişe ait
hatırı sayılır tarihi eserlerden bahsetmek mümkün değildir. Buna rağmen
Berlin’de “Meseuminsel” (Müze adası)
adı altında çok geniş bir alan bulunmaktadır ve burada Eski Müze, Yeni
Müze, Ulusal Galeri, Boden Müzesi,
İslam Sanatları Müzesi, Mısır Müzesi
ve en önemli ve en çok ziyaretçi çeken müzelerden biri olan ve antik dönem eserlerinin sergilendiği Pergamon
Müzesi bulunmaktadır. Bu müzelerde
Almanya’nın kendi tarihi mirası yerine, müzelerin adından da anlaşılacağı
üzere farklı ülkelere ve kültürlere ait
olan eserler sergilenmektedir. Pergamon Müzesi’ndeki en önemli parçalardan biri olan Zeusaltarı ve Millet Kapısı’dır.6 Ayrıca Babil’den (Irak bölgesi)
Ischtar Kapısı ve Duvarı ki, bu dünyanın yedi harikasından biridir, en kıymetli eserler arasındadır. Mısır Müzesi’nde ise, Mısır’dan getirilen eserler
arasında günümüzde paha biçilmez değerde olan son Firavun neslini temsil
eden zamanın kraliçesi olan “Nefertiti”
başlığı bütün dünyadan gelen turistlerin ilgisini çekmektedir.
6 Çok kıymetli olan bu parçalar Türkiye’de Ege Bölgesi’nde
Bergama ve Milet olarak bilinen yerlerden götürülmüşlerdir.
Resim: Meseuminse
Kaynak: http://www.treffpunkt-berlin.eu/
bilder/museum/Museumsinsel.jpg
Öte yandan Berlin günümüzde sadece
müzeleri ile dikkat çekmez. Berlin’de kendinizi doğa yerine beton binalarla çevrili
bir şehirde bulmazsınız. Aksine doğa ve
şehir iç içe geçmiştir. Herhangi bir semtte dolaşırken büyük veya küçük mutlaka
bir parka rastlarsınız. Parklarda da sadece
ağaçlara rastlamakla kalmaz, doğal ortamında rahatça yaşayan sincaplarla bile
karşılaşabilirsiniz. Kendi bahçenizdeki
bir ağacı kesmek için bile belediyeden
izin almanız gerekir. Hal böyle olunca
oldukça soğuk bir iklime sahip olan bir
şehrin niçin bu kadar yeşil olduğunu anlamak da zor değil. Bununla birlikte şehir
Çin’deki toplu taşıma ile yapılan ulaşım
oldukça çeşitlidir. Şehrin her noktasına,
isteyen bisikletle, isteyen metro (Ubahn),
133
dünya
şehirleri
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
hızlı şehir içi treni (schnellbahn) ve otobüslerle gidebilir. Ayrıca şehrin birçok
yerinde Tramvaylar (Straßenbahn) iş
görmektedir. Toplu taşıma araçları, özel
araçlara fazla ihtiyaç duymadan gerekli
ulaşımı sağlar. Bu ise, hem çevre hem de
yaşama biçimini olumlu olarak etkileyen
önemli bir unsurdur.
Şehir geniş bir alana planlı bir şekilde kurulduğu için, geniş caddeler, geniş meydanlar şehrin genel karakterini oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, suni kanallar
yoluyla şehir çepeçevre kuşatılmıştır ve
yazları bu kanallarda gemilerle gezmek
oldukça eğlencelidir. Bu kanallar şehrin
mikro klimasını olumlu yönde etkilerken, biyolojik yaşamın çeşitliliğini de
sağlar.
Ne kadar çok binalar yenilense ve binaların bir kısmı çağdaş mimari dokuyla
oldukça yüksek inşa edilse de şehirde
hâkim olan kalıcılık hissi, geçici olmayan
duygusu hep korunmaktadır. Uzun bir
süre bu şehre uğramasanız da her şeyi
yerli yerinde bulmanız, olağanüstü bir
durum olmadığı müddetçe, mümkündür. Yıllar sonra bile hiç bu şehirden ayrılmamış gibi şehri eskiden tanıdığınız,
bildiğiniz gibi dolaşabilirsiniz.
Zaman ağır işler burada arkanızdan sizi
kovalamaz. Hep bir yere yetişememe geç
kalma korkusu yaşamazsınız.
134
dünya
şehirleri
Bütün bunların yanısıra yakın geçmişin
bütün izlerini şehirde görmek mümkündür. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda yaşanan felakete ilişkin birçok anıt bulmaktadır. Örneğin Kürfestendamm semtinde
bulunan Gedächtniskirche’nin (anı kilisesi) savaş zamanında kulesi büyük ha-
sar görmüştür, ancak bu hasar o günleri
unutmamak adına tamir edilmeden bırakılmıştır. Ayrıca, 2005 yıllında şehrin
tarihi giriş kapısı olan Brendenburgertor
yakınında Avrupa’da öldürülen bütün
Yahudileri temsilen “Holocaust-Mahnmaln” yapılmıştır. Yine bu anıtın hemen
yakınında bulunan bir diğer anıt ise 1933
yılında Naziler tarafından yakılan kitaplar için yapılmıştır.
Çok Kültürlü Şehir
Berlin’de birçok farklı milletten insan
bulmak mümkündür. Türkler’den Araplar’a, Balkanlar’dan Slavlar’a, Afrika’dan
Hintliler’e ve Asyalılar’a şehrin her köşesinde rastlamak mümkündür.
Berlin’de yaşayan yabancılar arasında
Türkler en yoğun nüfusa sahiptirler.
Türkler’in yoğun olarak bu şehirde yaşamaları kültürel açıdan şehre ve kimi yerleşim yerlerine sözü edilebilir bir farklılık
getirmektedir. Bunun en belirgin örneği
“Kreuzberg” semtidir ve burada semtin
ismi büyük bir yazı ile bir taraftan Almanca bir taraftan Türkçe yazılmıştır.
Öyle ki, Türkler, Almanlar’ın ve burada
yaşayan yabancıların yemek kültürünü
doğrudan etkilemişlerdir.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Resim: Kreuzberg (Küçük İstanbul)
Kaynak: http://www.elifabeth.com/wp-content/uploads/825.jpg
Bunun en belirgin örneği Almanya’da
Türklerin yapıp sattığı “Döner’’dir. Ancak
bu döner Türkiye’deki dönerlerden farklı olarak kendine has sosları ile tamamen
buraya, burada yaşayanların damak zevkine göre uyarlanmıştır.
yük bir keyifle kutlanmaktadır. Bir arada
yaşayan farklı kültürlere sahip bireyler
sadece Berlin’i yani Almanya’yı etkilememektedir. Bu bireyler aynı zamanda
birbirleri arasında da etkileşime girerek
birbirlerini tanıma ve anlama imkânı
bulmaktadırlar. Berlin’deki kozmopolit
yapı hemen hemen hiçbir Alman şehrinde bulunmamaktadır.
Öte yandan İtalyanlar’dan ve İtalyan pizza dükkânlarından bahsetmeden geçmemek gerekir. Dahası gerek Hint, gerek
Asya gerekse Yunan lokantalarından,
kısaca dünya mutfağından birçok farklı
örnek bulmak mümkündür.
Farklı yemek kültürlerinin yanı sıra
birçok farklı adet ve geleneğin, kısaca
yaşam biçiminin etkisi şehirde belirgin
olarak görülmektedir. Bu ise, küçük kapalı topluluklar halinde yaşanmasına da
neden olmaktadır. Ancak şehre renk katan geleneklerden de bahsetmek gerekir.
Örneğin son yıllarda Türkler tarafından
23 Nisan Dünya Çocuklar Günü şehrin
tarihi kapısı ve aynı zamanda kutlama
alanı olan “Burandenburgertor”da bü-
Resim: Uluslararası Çocuk Festivali
Çok kültürlü yaşam Berlin’de yapılan
festivalleri de renklendirmektedir. Her
sene yapılan film festivali, tiyatro festivali, edebiyat festivali hem Berlin’de
yaşayan yabancılar tarafından büyük
ilgi görmekte hem de uluslararası katılımlarla oldukça yoğun geçmektedir.
Bu da şehrin yaşamına gerek ekonomik
gerekse kültürel acıdan büyük bir zenginlik katmaktadır.
135
dünya
şehirleri
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
136
dünya
şehirleri
Değerlendirme
Kaynakça:
“Yolda olmak“ felsefeciler için ayrıca önem
taşır. 20 yüzyılın başlarında yaşamış olan
Alman filozof Karl Jaspers bunu “Philosophie heißt: auf dem Weg sein” (felsefe
yolda olmaktır) sözüyle dile getirir.7 Yazının ilk başlarında da belirtildiği gibi yaşam
insanın çıktığı bir yolculuktur ve önemli
olan bu yolun sadece nasıl değil nerede
yüründüğüdür. Bu nedenle şehirler bizim
yaşamımızın doğrudan etkilemektedir.
Eğer Berlin’de bir yolculuk yapılacaksa bu
yolculuk hiçbir zaman geçmişten kopuk
olmayacaktır. Geçmişten kalan ve yeni
yapılan bütün anıtlarıyla Berlin, kendine
ait geçmişten gelen izlerin hepsini korur,
şehrin her köşesinde geçmiş, insanı bir
gölge gibi takip eder. Ancak bütün bunlar
Berlin’de şimdinin yaşanmasına mani olmaz. Şehri canlı tutan ve şimdide yaşatan
en önemli unsur çok kültürlülüğün getirdiği zenginliktir. Yukarıda dile getirilen
festivaller bunun en iyi örneğidir.
1.
Jasper, Karl (2013): Was ist Philosophie?, München,
Piper Verlag
2.
Keil, Lars-Broder (2014): DerMauerfal, Köln, Lingen Verlag.
3.
Ribbe, Wolfgang(Ed.) (1987): Geschichte Berlins,
2.Bände, München, C.H. Beck Verlag.
4.
Wolfrum, Edgar(2009): Die Mauer. Geschichte einer
Teilung, München, C.H. Beck Verlag.
Öte yandan Berlin geleceğe hazırlanmayı da ihmal etmemektedir. Gerek çağdaş
mimari ile yapılan yeni binalar, gerek
Humboldt ve Freie Üniversiteleri’ndeki bilimsel araştırma ve çalışmalar, gerekse müstakil araştırma merkezi olan,
Wissenschaftszentrum Berlin, Berlin Brandenburgische Akademi der Wissenschaften,
Max- Palnck Institut, Robert Koch Institut,
Stiftung Wissenschaft und politik, Max
Delbrück Zentrum, DFG Forschungszentren
gibi, araştırma merkezlerinde yapılan çalışmalar hep gelecek içindir.
Ancak bütün bunların doğrultusunda
sonuç olarak denilebilir ki; Berlin’e yapılacak yolculuk mutlaka zamanda bir yolculuk olacaktır.
7 Jaspers, Karl:“Was ist Philosophie“ (Piper Verlag 2013
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
137
dünya
şehirleri
şehir & toplum
kültür &
sanat
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
BİR ŞEHİR KÜTÜPHANESİ:
TURGUT CANSEVER
ŞEHİR VE YEREL YÖNETİMLER
KÜTÜPHANESİ
Serra Yılmaz
Uzman Kütüphaneci, Marmara Belediyeler Birliği Turgut Cansever
Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi.
Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi, Marmara Belediyeler Birliği tarafından 2008 yılında
kurulan bir ihtisas kütüphanesidir. Kütüphane, şehrin belleği olarak İstanbul’a
ait yayınlarla birlikte, kamu yönetiminin önemli bir bölümünü oluşturan
yerel yönetim başlığı altında toplanan
kitapların derlemesinden oluşmaktadır.
Bir ihtisas kütüphanesi olarak Turgut
Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler
Kütüphanesi’nin en önemli özelliği,
İstanbul’un kültürel mirasını geçmişle
günümüz arasında bağ kuran en temel
kanallarından biri olması ve yerel yönetimler açısından Türkiye’de bulunan
bilimsel yayınların tek bir çatı altında
toplandığı bilgiyi barındırmasıdır.
Resim: Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi, Sultanahmet
Kütüphaneler bilgi toplumunun gereksinim duyduğu hizmeti sağlayabilecek
kurumların başında gelmektedir. Eski
çağlardan itibaren kitaplar bilime giden yoldur. “Kitaplık kurmak ibadetha-
139
kültür &
sanat
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
ne yapmak kadar kutsaldır”, öyle ki ilk
kütüphaneler dini yapılarda ve felsefe
okullarında oluşturulan kitap depoları
olmuştur. Tarihsel açından bakıldığında
kütüphaneler toplumların en önemli kurumları arasında sayılmaktadır.
Sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmanın temeli bilgi okuryazarlığının gelişmesine ve bilgi hizmeti sunan kütüphanelerin çoğalmasına bağlıdır. Kütüphaneler
gerekli bütün belgelerin toplandığı bir
kurum olarak bilginin, bireyler ve toplum için erişilebilir olmasını ve paylaşılmasını ve aktarılmasını sağlamaktadır.
Modern kütüphanecilik hizmeti kayıtlı
bilginin üretimi, erişimi, düzenlenmesi,
yeniden biçimlenmesi, yorumlanması,
yayımlanması ve iletilmesine yönelik
hizmetleri kapsamaktadır.
İhtisas kütüphaneleri belirli bir bilim disiplinine yoğunlaşmış yayınların bulunduğu özel amaçlara hizmet eden kütüphanecilik anlayışını ifade etmektedir. Bu
anlamda kütüphaneler uzmanlaştıkları
belgelerin türüne göre de isimlendirilebilir. Bir konu üzerine yoğunlaşan yayınlar öğrencilerin, araştırmacıların ve
konu ile ilgili olanların tek bir çatı altında
bilimsel yayınlara ulaşmalarını kolaylaştırmaktadır.
140
kültür &
sanat
Bununla birlikte özellikle şehir kütüphanelerinin önemli özelliği de toplumun
gelişmesine hizmet etmek amacıyla insanın yaşadığı şehir ile ilişki kurmasını
sağlamasıdır. Şehir kültürünün çağlar
boyu yaşamış olduğu toplumsal süreçleri ve değişimleri göz önüne alarak şehir
kütüphaneleri, toplumsal belleğin sürekli güncellenerek kültür aktarımının yapılmasına olanak sağlamaktadır. Bellek,
kimlik ve aidiyet kavramları çok kapsamlı
bir içeriğe sahiptir. Toplumlardaki sürekliliği arama çabaları şehir kütüphaneleri
ile doğrudan ilişkilidir. Şehir kütüphaneleri, bugünün anlaşılabilmesi için geçmişe
başvurmak kültürel belleğin geçmişini
anımsamak ve anlama çabası ile birlikte
geleceği şekillendirme amacına hizmet
etmektedir. Kolektif bilincin oluşması
ve aidiyet duygusunun pekiştirilmesi de
şehir kütüphanelerinin kültürel bellek
kurumu olarak ele alınmasını sağlamıştır.
Milletleri ilerleten ve yükselten kütüphaneler tarihte ve günümüzde önemli bilgi merkezleri olmuşlardır. Yaşadığımız
yüzyılda hızla gelişen teknolojiye rağmen
kitaplar hala en önemli bilgi kaynakları
olma özelliğini korumuştur. Marmara
Belediyeler Birliği, gerekli olan bilgiye
doğru ve zamanında ulaşılabilmesini
sağlamak amacıyla Türkiye’de şehir ve
yerel yönetimler alanında bir ilk olan
bu ihtisas kütüphanesinin temellerini
2008 yılında atmıştır. Kütüphane, yerel
yönetimler başta olmak üzere, İstanbul
üzerine yayınlanmış belgeler ve genelden özele doğru siyaset, sosyoloji, kamu
yönetimi konularına yönelik bilgi kaynaklarından oluşmaktadır.
Kütüphaneye mimarlık ve şehircilik
alanında önemli çalışmalar olan Mimar
Turgut Cansever’in ismi verilmiştir. Mimarlık ve düşünce tarihimizin önemli
bir ismi olan, özgün mimari mekân uygulamaları ile üç kez Ağa Han Mimarlık
Ödülü’ne layık görülen ve birçok ulusal
ve uluslararası yarışmada elde ettiği başarılarla “Bilge Mimar” olarak tanınan
Mimar Turgut Cansever’in isminin verilmesi, Marmara Belediyeler Birliği için
iftihar kaynağı olmuştur.
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
2008 yılında Marmara Belediyeler Birliği’nin Hizmet Binası’nda temelleri atılan
kütüphane 2009 yılında hizmet vermeye
başladı. Yaklaşık 3.000 adet yayınla başlayan proje 2014 yılı itibariyle 18.000
civarında yayına ulaşmıştır. Yerli ve dış
kaynaklı eserlerin, süreli yayınların, akademik alanda yapılan çalışmaların yer aldığı kütüphane her geçen gün büyümeye
devam etmiştir.
Gereken her türlü bilgi ve belgeyi bütün araştırmacıların, akademik çalışma
yapanların, üniversite öğrencilerinin ve
bütün belediye çalışanlarının kullanımına
sunacak şekilde düzenlemek, mevcut bilgi
kaynaklarından en iyi şekilde yararlanılmasını sağlamak Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi’nin kuruluş amacıdır. Kurulduğu
günden bu yana yerel yönetimler ve şehir
konusunda en yeni ve dış kaynaklı yayınların sağlanması hedeflenmiştir. Bir ilki
ve aslında önemli bir başarıyı temsil eden
Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel
Yönetimler Kütüphanesi, hızlı gelişimiyle
birlikte bulunduğu alana sığamaz olmuş
ve iki defa taşınma süreci geçirmiştir.
Marmara Belediyeler Birliği iyi seçilmiş
bir kitap koleksiyonunun, gerçek bir
üniversite öğreniminden farksız olmayacağı varsayımıyla 2008 yılında Marmara
Belediyeler Birliği Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi’nin temellerini atmıştır. Kütüphane yaklaşık bir yıl sonra 2009 yılında
Marmara Belediyeler Birliği’nin birlik
binasının ikinci katında hizmet vermeye
başlamıştır.
Bu sürecin başlamasıyla birlikte Marmara Belediyeler Birliği, Hacı Beşir Ağa
Medresesi’nin Mimar Turgut Cansever
Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi olması konusunda teklif sunmuştur.
Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel
Yönetimler Kütüphanesi’nin İstanbul’un
eski dönemlerinde darüssaade ağası olan
Hacı Beşir Ağa’nın yaptırdığı Eyüp Bölgesinde yer alan Hacı Beşir Ağa Medresesine taşınmasına karar verilmiştir.
2009 yılında medresenin restorasyonu
başlamış ancak son aşamaya gelinmesine
rağmen kütüphanenin bu binaya taşınması gerçekleşmemiştir.
Kütüphane dermesinin hızla gelişmesi nedeniyle bulunduğu fiziksel ortama
sığamaması nedeniyle Marmara Belediyeler Birliği’nin Eminönü’ndeki hizmet
binasından taşınma konusu gündeme
gelmiş 2012 yılının Nisan ayında Marmara Belediyeler Birliği ve Marmara
Üniversitesi arasında yapılan bir protokolle Sultanahmet’te bulunan Marmara
Üniversitesi Rektörlük Binası’na taşınmıştır. Sürekli olarak büyüyen ve kataloğunu zenginleştiren kütüphane halen
binada hizmet vermektedir ancak kütüphane zamanla bu binada da bulunduğu
alana sığamaz olmuştur.
Kütüphanenin en önemli özelliği yerel
yönetimler alanında bir ihtisas kütüphanesi olmasıdır. En güncel yayınların
yer aldığı kütüphanede Uluslararası bir
kataloglama sistemi olan Anglo American Kataloglama Kuralları 2, Dewey
Onlu Sınıflama sistemi kullanılmakta
açık raf sistemi ile kullanıcılarına hizmet
vermektedir. Ayrıca otomasyon sistemi
sayesinde katalog taraması yapılmakta
uzaktan erişimde Marmara Belediyeler
Birliği web sayfasından kütüphane katalog taranmaktadır. Bu süreçte, gerek
141
kültür &
sanat
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
yurt içinden gerekse yurt dışından hibe
destekleri de alınmıştır.
Oluşturduğu koleksiyonla Türkiye’de
şehir kültürüne önemli katkıları olan
kütüphane, İstanbul’a dair bilgileri toplamak ve yararlandırmak suretiyle şehrin
belleği olmuştur. Çok kültürlü İstanbul’un kendisini oluşturan bütün öğeleri
içinde barındıran katmanları kütüphanede temsil edilmektedir. Kültürel mirasımızın yok olmaması ve tüm kültür birikimimizin gelecek kuşaklara aktarılması
Mimar Turgut Cansever Şehir ve Yerel
Yönetimler Kütüphanesi’nin en önemli
amacıdır.
Aynı zamanda yerel yönetimler açısından zengin içeriği ile birlikte çok boyutlu
bilgiyi aktararak Türkiye’de yerinden yönetim, yerel demokrasi alanında önemli
katkıları bulunmaktadır. Uluslararası
kaynakça derlemelerine ek olarak, Türk
devlet geleneğinden başlayarak, Osmanlı
dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti ile yaşanan bütün siyasal gelişmelerin yerel
yönetimler perspektifinde tematik olarak
ele alındığı katalogda öğrenciler, araştırmacılar ve ilgi duyan bütün vatandaşların
kolaylıkla erişebileceği önemli bir bilgi
kaynağı bulunmaktadır. Belediyeleri ilgilendiren hukuki ve idari düzenlemelerin
bulunduğu kütüphanede Avrupa Birliği’ne uyum süreci ile ilgili çalışmaların
yoğunluğu da dikkat çekmektedir.
142
kültür &
sanat
Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi, Marmara Belediyeler Birliği’nin görevleri arasında saydığı yerel yönetimlerin ve demokrasinin
güçlenmesi ve modern yerel yönetim
anlayışının bir uzantısıdır. Marmara Belediyeler Birliği geleceğe ait vizyonunu
tanımlarken demokratik, katılımcı belediyecilik anlayışı ve eğitim hizmetlerine
verdiği önem bu kütüphane ile bütünleşmektedir.
Turgut Cansever Şehir ve Yerel Yönetimler Kütüphanesi önümüzdeki yıllarda
da faaliyetlerini geliştirerek, gerek sahip
olduğu yayınlar, gerekse kütüphanecilik
anlayışı ile birlikte şehir kültürü ve yerel
yönetimlere katkısını artırarak devam
ettirecektir.
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
143
kültür &
sanat
şehir & toplum
kitap
analiz
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
Murat Gül (2013):
Modern İstanbul’un
Doğuşu
(Bir Kentin Dönüşümü ve Modernizasyonu)
Çev: Büşra Helvacıoğlu,
Sel Yayıncılık: İstanbul
Değerlendiren:
Elif Topal Demiroğlu
Marmara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi,
Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi.
Türkiye’nin İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişte ve Cumhuriyet döneminde
tanık olduğu siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimin taşıyıcısı olarak İstanbul’un hem gündelik anlatılarda hem de
akademik çalışmalarda her zaman özel
ve önemli yeri olmuştur. İstanbul kentinin tarihini okumak aynı zamanda siyasi
tarihi de anlayabilmenin anahtarıdır. Bu
nedenle İstanbul üzerine yapılmış sayısız
araştırma, film, belgesel müzik, yayımlanmış kitap, roman, hikâyeler vb. her biri
bize İstanbul’un köklü geçmişi, bugünkü
çelişkilerini ve gelecekteki belirsizliklerini
anlatmak üzere kurgulanmıştır. İstanbul’u
anlamaya çalışmak bir kenti anlamanın
çok ötesinde olduğu kadar bizatihi Tür-
145
kitap analiz
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
kiye’nin modernleşme hikâyesini de anlamak demektir. Murat Gül’ün doktora
tezinin yeniden düzenlenmiş hali ile Sel
Yayınları’nın KentSel serisinden yayımlanan Modern İstanbul’un Doğuşu kitabı
da benzer bir yoldan giderek İstanbul’un
planlama tarihi ve kent formunun geçirdiği değişim ve dönüşümü kapsamlı bir
şekilde ele alıyor. Aynı zamanda İstanbul
üzerine geniş bir kaynak listesi ve dipnota
da sahip olması dolayısıyla bu alanda çalışanlar ve alana ilgisi olanlar için önemli bir
kaynak haline geliyor.
146
kitap analiz
Kitap, İstanbul’un 19. yüzyılın ortalarından 1960’a kadar geçirdiği dönüşümünü
şehir planlamasını şekillendiren toplumsal ve siyasal olaylar bağlamında anlatırken dönemlere göre değişen politikaların
izlerini kentin dokusunda, sokaklarında
ve binalarında arıyor. Tarihsel dönemleme yöntemi takip edilerek İstanbul’un
yaşadığı dönüşümün hikâyesi modernleşmenin dönüm noktaları olarak ele
alınan üç temel dönemin izi sürülüyor.
Dönemleme Osmanlı İmparatorluğu’nun
başkenti olarak batılı reformların pilot
kenti olan İstanbul’un anlatıldığı, 18. ve
özellikle 19. yüzyılı kapsayan Geç Osmanlı Dönemi ile başlıyor. İkinci olarak
ulus devletin inşasında yeni devletin kaynak ve ilgisine mazhar olamayan “eski”
ye ait simgelerin taşıyıcısı olarak ihmal
edilen İstanbul’un anlatıldığı 1923 ile
1950 arasındaki Erken cumhuriyet dönemi anlatılıyor. Son olarak Demokrat
Parti’nin iktidarı devraldığı 1950 ile birlikte şekillenmeye başlayan ve 1956 ile
imar hareketine dönüşen modernleşme
bağlamının İstanbul’u nasıl yeniden şekillendirildiğini anlatan Menderes Dönemi
inceleniyor.
Temel olarak üç bölüm olarak yapılandırılan kitapta her bölüm iki ayrı dönem
çerçevesinde oluşturulmuş. Geç Osmanlı Dönemi başlığındaki ilk bölümü;
İstanbul’da yerel ihtiyaç ve hizmetlerin
görülmesinden sorumlu farklı düzeydeki makamlar ve kurumlara değinilirken
aslında şehirde modern anlamda bütünleşik bir kent yönetiminin olmayışının
özellikle kentsel büyüme ve imarın gelişigüzel geliştiği Klasik İstanbul’un son
dönemi anlatılmış. İlk bölümün ikinci
dönemi ise 1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı’nın İstanbul’a
olan etkisinin kenti nasıl yeniden şekillendirdiği çerçevesinde yapılandırılmıştır. Kırım Savaşı’na kadar bürokrasi ve
entelektüeller düzeyinde olan Avrupa
kültürü ile tanışıklık Kırım Savaşı ile
İstanbul halkının da Avrupa kültürü ile
tanışma fırsatına dönüşmüştür. Bu etki
iki yönüyle değerlendirilmelidir. İlki İstanbul’da yaşayan Avrupalılar’ın daha
iyi bir çevre ve hizmet taleplerinin karşılanması amacıyla girişilen hizmetlerde
çeşitlenme ve Avrupa kültürünü tanımaya başlayan Osmanlı halkının “kentsel”
hizmet beklentilerindeki değişimlerdir.
Kitap bu değerlendirmeyi ağırlıklı olarak ilk boyutuyla yapmış görünmektedir.
1855 yılında Şehremaneti’nin kurulması
ile modern anlamda bir kent yönetimi
sistemine geçişin ilk adımları atılmış ve
ardından hem kentteki Avrupalılar’ın ihtiyaçları hem de kentsel mimariye hâkim
ahşap binalarda sıklıkla görülen yangınların zorladığı yeni bir kentsel yapılanma
ihtiyacı ile bir dizi yasal düzenlemeye gidilmiştir.
Kitabın ikinci bölümünü 1923 yılında
değişen rejimin geçmişi reddetme ka-
şehir & toplum
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
rakterinden İstanbul’un etkilenmesi ve
Cumhuriyet’in Avrupa Modernizmine
döndüğü yüzünden İstanbul’un mahrum kalması temelinde şekillendirilmiştir. Bölüme başlığını veren ihmal edilme
mefhumu aslında İstanbul’un geçmiş
konumunu tamamen kaybetmesi ve İstanbul-Ankara karşıtlığı üzerinden değerlendirilmiştir. Geleceğin kenti olan
Ankara’nın inşa sürecinde Kemalistlerin
İstanbul’u geçmişin kenti olarak görmeleri neticesinde yaklaşık on yıllık bir
dönemde kent, devletin ilgisine mazhar
olamadığı gibi kentsel gelişmesini de
kontrolsüz bir şekilde gerçekleşmiştir.
Kemalist rejimin kente olan ilgisinin
artmaya başladığı 1933 ile 1950 yılları
arasında İstanbul ile ilgili yapılan düzenleme, modernizasyon ve özellikle imar
çalışmalarını yazar “yeni rejimin imzasının Türkiye’nin en büyük kentinin toprağına kazınması” olarak adlandırmıştır
(sy: 118). Ancak yeni rejimin İstanbul’a
artan ilgisinin nedenine çok kısa değinilmiş. İstanbul’un önemini “anlama”
sürecinde hangi dinamiklerin aktör ve
süreçlerin etkili olduğunu veya bu sürecin çözümlemesi yapılmamış. Bu bölümde özellikle İstanbul’un modern anlamda
ilk imar planı olarak değerlendirilen ve
1936 yılında bizzat Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından davet edilerek master
planı çalışması yapan Henry Prost İmar
Planı’nın yapım sürecinin ve planın İstanbul’un tarihi, kültürel ve sosyal dokusuna neden uyumlu ve uygun olmadığı
vurgulanmıştır. Prost’un planının temel
unsurlarından olan modern ve geniş yol
ağlarının İstanbul’daki demiryolu ağının
çöküşü anlamı taşıdığını, tarihi yarımada
için önerdiği hedeflerin yeni bir kentsel
doku yaratmak anlamına geldiğini ve
böyle bir müdahalenin de kentin siluetinin bozacağını, planlanan yolların çoğunun yüksek maliyetli ve doğru tasarlanmamış ve uygulaması zor olması ve
ulaşım öngörülerini yapabilecek sağlam
istatistiki veriden ve analizden yoksun
olunması gibi yönlerden Prost’un planına yapılan eleştiriler bu bölümde önemli
bir yer kaplıyor. Prost Planı’na eleştirel
bakış kent ve yerel yönetimler çalışanların yabancı olmadığı bir yaklaşım olmakla birlikte kitapta Prost’un Kemalist
ilkeleri benimsediği ve bu ilkeler ışığında
bir izlek takip ettiği savı ortaya atılmıştır.
Bu sav Prost’un makalelerinden Mustafa
Kemal’e yazdığı övgülerle desteklenirken
rejimin eskiyi tamamen silme çabasının
Osmanlı izlerini yok ederek kentin Greko- Romen karakterini ortaya çıkaracak
yöndeki planlaması ise Prost’un planının
öne çıkan unsurlarından biri olarak değerlendiriliyor.
Son bölümde ise İstanbul’un uzun soluklu değişim ve dönüşüm hikâyesinin
başlangıcı olarak değerlendirilebilecek
Menderes döneminin İstanbul üzerindeki yansımaları ele alınmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yaşadığı
değişim dalgasından Türkiye de politik,
ekonomik ve sosyal olarak etkilenmiştir.
Tek parti yönetiminin uygulamalarının
yol açtığı demokratik açmazlar ile ekonomik ve toplumsal sorunlar birleşmesi
ve üyesi olunan uluslararası kuruluşların
da rejimi uymaya zorladıkları politikaların sonucunda çok partili hayata geçişin
bir adımı olarak Demokrat Parti kurulmuştur. Çok partili hayata geçiş tartışmaları ışığında Demokrat Parti, 1950
yılında girdiği ikinci genel seçimlerde
iktidarı elde edince Türkiye için yeni bir
147
kitap analiz
ISSN: 7897678343213
şehir & toplum
148
kitap analiz
dönem başlamıştır. Bu yeni dönem siyasi tarihimiz için anlam taşıdığı kadar
İstanbul’un kentleşmesi ve kentler arası
büyümenin dengeleri açısından da önem
taşımaktadır. Kitap, Demokrat Parti’nin
iktidarının ilk yıllarında İstanbul’un genel durumu ve hükümetin İstanbul’a
olan yaklaşımına kısaca değindikten
sonra yazar son bölümünde İstanbul’un
Menderesli yıllarını anlatmış. Bugün İstanbul’un imarının dinamik yapısının
köklerini bulduğu radikal imar hareketi
1950’li yılların ortalarında başlamıştır.
Başbakan Adnan Menderes ise iktidarının son dört yılı olan 1956-1960 yılları
arasının büyük kısmını İstanbul’da bizzat imar çalışmaları ile ilgilenerek geçirmiştir. Bu yakından alaka ve Başbakan
Menderes’in projelerinin kent çalışmaları alanında Menderes dönemi imar
hareketi eleştirileri ve değerlendirmelerinde öncelikli konuların başında gelmektedir. Kitabın bu bölümünde aslında
literatürde hâkim bir konumu olduğunu
inkar edilemeyecek Menderes dönemi
kent projeleri, imar çalışmalarına karşı
takınılan olumsuz tavrın aksine bir yaklaşım çerçevesinde kaleme alınmış gibi
görünüyor. Yazar Menderes dönemine
görece daha nesnel bir gözden bakmaya
çalışarak Menderes dönemini yeniden
yorumlamak ve bu dönemin İstanbul
Modernleşmesi bağlamında görülebilmesini imkân sağlamak amacıyla Menderes’in yargılanma sürecindeki birincil
kaynaklar olan dava tutanakları, dönemin tanıklarıyla yapılan mülakatlardan
yararlanmış. Bölümün çerçevesini çizen
temel unsurlar ise İstanbul’da açılan geniş yollar, imar planına gelen tepkiler ve
Menderes’in gerçek anlamda bir imar
planının olup olmadığıdır. Son bölümde
yazar, literatürde hâkim olan ve kendi
ifadeleri ile “yüzeysel tarihi bakış açısı”nı
terk ederek Menderes’in imar uygulamalarının meşruiyetini ve bu uygulamaların arkasındaki toplumsal ve bilimsel
dayanağı ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
Bu dayanağı ortaya koymaya çalışırken
de Menderes’in geniş yollarının aslında
Osmanlı ve Cumhuriyet’in erken döneminde ortaya konduğunu gösteren uzun
bir tarihçenin olduğunu vurgulamıştır
(sy:210).
Sonuç bölümünde okuyucuyu yeniden
uyaran önemli bir vurgu yapılmıştır:
Osmanlı’nın son dönemlerinden, Erken
Cumhuriyet ve Menderes dönemine İstanbul’u mimarı ve fiziksel olarak değiştirme çabasıyla yapılmış planların yalnızca fiziksel bağlamlarıyla değerlendirmek
değişimin meydana geldiği dönemdeki
toplumsal, siyasi ve ekonomik bağlamı
gözden kaçırmaya neden olmaktadır.
Tarihsel bakış açısıyla değerlendirilmeyen planlar ise kentin imar tarihini değerlendirmek ve bizatihi planlamacıların
veya siyasilerin kentin imar tarihindeki
rolünü gözden kaçırmaya sebebiyet vermektedir (sy:216). Bu çerçevenin içerisinde kalarak bugünün İstanbul’una çok
küçük bir parantezle değinilmiştir. Telaşlı ve çılgın faaliyetlerle büyüyen İstanbul’da bu kent için radikal ve hızlı değişimi öngören iki önemli isim olan Prost
ve Menderes’in izleri bizlerle birlikte yaşadığı hatırlatılmıştır.
Yazar, İstanbul’un modernleşme sürecini, Türkiye’nin modernleşme sürecinin
kendine özgü uğrakları çerçevesinde anlatırken modernleşmeye eleştirel bir yaklaşım geliştiriyor. Özellikle Cumhuriyet
Dönemi projeleri, Prost Planı ve İstan-
Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2014
şehir & toplum
bul’un erken Cumhuriyet tarafından ihmal edilmesi bu eleştirinin ana noktalarını oluşturuyor. Eleştiriyi yaparken Geç
Osmanlı Dönemi dönüşüm dinamiklerinin kente yansımalarını ve kentteki değişimi görece daha nesnel bir bağlamda
değerlendirmektedir. Görsel kaynaklarla
zenginleştirilen kitap; İstanbul’un geçirdiği dönüşümü ve bugünkü İstanbul’un
tarihi tanıklığını daha iyi anlaşılabilmesi
açısından önemli bir kaynak haline gelmektedir. Kitabın temel savının Menderes döneminin yeniden yorumlanması
iken bu döneme ayrılan alan diğerlerine
oranla daha zayıf kalıyor. Geç Osmanlı
ve özellikle Prost Planı dönemi detaylı
şekilde aktarılırken, Menderes dönemi
daha kısa geçilmiştir. Kitabın böyle yapılandırılması bizim için eleştirilebilecek
bir husus olsa da kitabın İstanbul kentleşme tarihi açısından özgün konumu ve
Menderes dönemi imar planının farklı
bir bakış açısıyla ilk yorumlarından biri
olması dolayısıyla bu alanda yapılacak
diğer çalışmalara da bir kapı açabileceği
notunu da düşmek gerekir.
149
kitap analiz

Benzer belgeler