Geçmişe nostalji ve ot/et meselesi

Transkript

Geçmişe nostalji ve ot/et meselesi
03-11-icindekiler-syf:003-05-icindekiler-Syf
9/30/11
1:18 PM
Page 8
BANA GÖRE
Geçmişe nostalji ve ot/et meselesi
İ
Allah’tan harman köyün dışındaydı da evler tutuşmamıştı. Kendi kendime şimdi iyi ki köylerde çocuk da yok.
Ya bizim gibi ateşle oynarken bu kuruyan otları tutuştursalar, 100 bin dönümü kim söndürecek? Söndürecek
birileri olsa bile o kadar suyu nereden bulacaklar? Eskiler “Su olmayan yerde ot, ot olmayan yerde de et
olmaz“ derlerdi. Bu sene yağmur çok yağmış, o yüzden
ot boldu. Ama et yoktur. Çünkü suyun bollaştırdığı otları tüketecek ne koyun, ne sığır sürülerine rastlamadım,
Altköyü’nün 10 km eninde, 10 km boyundaki arazisinde...
Yulaflı’nın Puğar‘dan su içerken, “Gölün tepe alçalmış mı ne” diye geçirdim içimden. Sonra kendi
kendime “Tepe aynı tepe, ya ben yaşlandım ya da
otlar tepeyi alçak gösteriyor“ dedim. Tepe aynı tepeyse; “Nerede Binali dayı ile Hakkı Çavuş, nerede
bu ikilinin koyun sürüleri” diye düşündüm. Sonra
Kök Osman’ın Turan’ı hatırladım. O da Binali dayı ve
Hakkı Çavuş gibi davar güderdi. Fakat Hakkı Çavuş kadar güzel kaval çalamazdı. Ama Hakkı Çavuş’un çaldığı kavalı iyi üflerdi. Turan’ın nefesine, Hakkı Çavuş’un
kemikleri incelmiş derileri büzüşmüş parmakları anlam
verirdi. Hem de ne anlam... Yanık mı yanık, hüzünlü mü
hüzünlü... O sesler hadi bizim için yanık ve hüzünlüydü,
peki koyunlar için ne ifade ediyordu da bizden daha
müthiş bir konsantrasyonla dinliyorlardı?
Kuzeyden Binali dayının, güneyden Hakkı Çavuş’un
batıdan Turan’ın sürülerinin Çevlüğün çayırda buluşmaları geldi gözümün önüne. Ne günlerdi? Hiçbir zaman anlayamamıştım, bu üç sürünün birbirine karışmama hikmetini... Anlayamadığım bir diğer konu da ellerinde bakraçlarla koyunları sağmaya gelen kadınların
binlerce koyun arasından kendi koyunlarını tanımalarıydı? Bunu defalarca sormuştum onlara... Her defasın-
hasad hayvancılık
eylül-ekim 2011, y›l: 27, say›: 317
Seyfettin BATAL
[email protected]
Yazarın doğup büyüdüğü Altköyü ve onun
100 bin dekarlık arazisinin küçük bir bölümü. Türkiye’deki
binlerce köy ve kasabada olduğu gibi
Altköyü’nde de
1980’lere kadar arazinin tamamı ekilip biçi-
nsan yaşlandıkça geçmişe daha çok özlem duyuyor.
Ben de en çok çocukluk yıllarıma özlem duyuyorum.
Hâlbuki çocukluğum da, gençliğim de çalışmak ve
okumakla geçti. Hiç oyun oynamadım, hiç eğlenmedim
desem yalan olmaz. Mesela ben, horon tepmesini de,
halay çekmesini de, dans etmesini de bilmem. Çünkü ne
çocukluğumda ne de gençliğimde bunları yapmaya ve
öğrenmeye zamanım olmadı. Benim çocukluğum da,
gençliğim de çalışmak ve okumakla geçti. Ama yine de
en çok çocukluk yıllarıma özlem duyuyorum. Çünkü o
yıllarda mutluydum. Mutluluğumun kaynağı da iki basit olaydı. Birisi her yıl sınıfımı geçmek, ikincisi de yazın
otlattığım hayvanların karnının iyi doymasıydı. Tabi bu
her zaman olmazdı. Çünkü o yıllarda köyümüzde çok
hayvan vardı. 1950’li, 60’lı yıllarda meralar sökülüp
tarla yapıldığı için yayılım alanı (mera) da fazla değildi.
Bu yüzden hayvanları her gün iyi doyurmak mümkün olmuyordu. Hayvanlar iyi doymayınca et de tutmuyorlardı. Yani ot, et meselesi.
Geçen ay yolum doğup büyüdüğüm, hayvan otlattığım köyüme (Erzincan, Refahiye, Altköyü) düştü. Ekip
biçtiğimiz arazileri, hayvan otlattığım yamaçları ve dere kenarlarını gezdim. 100 bin dönüm olarak tahmin ettiğim köyümüzün arazisinde bir karış bile ekili yer yoktu. Ne büyükbaş, ne de küçükbaş hayvana rastlamadım.
Her yerde ot diz boyuydu. Bırakın tarlaların sınırlarını
yollar bile kaybolmuştu. Tapusuz yerleri Orman İdaresi,
tapulu yerleri de doğa ağaçlandırmış. Böylece bizim
köyün arazisi %40 oranında ormanlaşmış. Hayvan olmadığı için ucu bile kopmayan otlar, kuruyarak bu yılki
ömürlerini de tamamlamışlar. Yürürken ayaklarımın altında ezilen kuru otların çıtırdayan sesi beni düven sürdüğüm yıllara götürdü. Sonra ateşle oynarken bir harman dolusu buğday sapını nasıl yaktığımızı hatırladım.
liyordu. Buna rağmen
köyde binlerce koyun,
yüzlerce sığır ve yüzlerce manda vardı.
Şimdi koyunun ve
mandanın adı bile yok.
Sığır sayısı ise yıldan
yıla 20-30 arasında
değişiyor. 1980’lere
kadar Ortadoğu’nun
hayvan kaçakçılığının
odak noktası olan
Türkiye, şimdi kırmızı
et ihtiyacını ithal
hayvanlardan
karşılıyor.
8
03-11-icindekiler-syf:003-05-icindekiler-Syf
9/30/11
da da aynı cevabı vermişlerdi: “O ne biçim soru Karaoğlan, insan kendi koyunu tanımaz mı, sen onu
tanımasan o seni tanır.”
Geçmişi hatırlamak ne güzel, insana bedava sinema
seyrediyormuş gibi geliyor... Hem de yönetmeni ve
oyuncusu insanın kendisinin olduğu bir sinema filmi...
Arabam, kuruyan otları ezerek Yulaflı’nın puğardan,
Burnukesiğe doğru ilerliyor, ama ben Çevlüğün çayırdaydım, sonra birden köprünün başına geliverdim. Ne
günlerdi... Muhittin dayı köprünün başına atmış sandalyeyi, yakmış cigarasını oturuyor. Ali Osman dayı çift
sürmeden geliyor. Muhittin dayıya laf atmadan geçer
mi... “Otur Muhittin otur, bu dünyada işin iş...” Muhittin dayı laf altında kalacak adam değildi: “Ali Osman,
Allah seni çalışmak için beni de oturmak için yaratmış..”
Ali Osman dayı uzaklaşırken arkadan Muhittin dayının ifadesi ile (köy enstitüsü mezunu) üç yeni yetme
geliyor. Akılları sıra Muhittin dayıyı makaraya saracaklar... Biri “Muhittin dayı orada tek başına ne yapıyorsun, köylüler mi sana küstü, sen mi köylülere?..“ diye soruyor. Köye sandalyeyi getiren ve ilk kahvehaneyi açan Muhittin dayı hemen cevabı yapıştırıyor:
“Kimse kimseye küsmedi, üç gün mektebe gittiniz,
başıma adam mı kesildiniz? Size mektepte öğrettiler mi bilmem, ben şimdi aha bu Altköylülere
1:18 PM
Page 9
sandalyede oturmasını öğretiyorum..” Bu cevap
üzerine üç yeni yetme arkalarına bakmadan yollarına
devam ediyorlar. Onlar uzaklaşırken atının üstünde ormancı yaklaşıyor. Muhittin dayı ormancıya laf atmadan
duramaz. “Revir (Bizim oralarda orman idaresine
revir denir)... Ormana git, çamı devir, arabaya yükle, görürlerse çek revire (orman idaresine), görmezlerse kapıya devir.”
Ne günlerdi... Paramız yoktu, pulumuz yoktu, ayağımız çarıklı, pantolonumuz yamalıydı, yemeğin üç çeşidini dört kabını kim bulmuş. O sadece düğünlerde
olurdu. Hem de yedi çeşit birden. Normal zamanlarda
akşam bulgur pilavı leğenine, sabah süt tenceresine çalardık kaşığı.. Çarıklı ayağımızla, yamalı pantolonumuzla
ve bir çeşit yemekle mutluyduk, huzurluyduk. İşte bunun için özlüyorum çocukluk yıllarımı. Hatta ağustos güneşinde tırpan biçen babamın arkası sıra dökülen buğday başaklarını topladığım günleri bile. En çok da anamı... Hele o inekleri sağdıktan sonra sütü süzerken yüzüne yayılan gülümsemeyi hiç unutamam. Nasıl yapardı o küp küp peynirleri ve sonra nasıl saklardı onları koca bir yıl boyunca... Ne soğuk hava deposu vardı, ne
buzdolabı, ne de derin dondurucusu... Bir de ilkokulu bitirdiğim zaman, babamın “ortaokula mı gideceksin,
demirci kursuna mı?” deyişini... “Ortaokula” deyince ne kadar mutlu olmuştu rahmetli.
ª
Orta ve Doğu Anadolu
bölgelerimizdeki
birçok köyün ve
kasabanın ekilmeyen
arazilerinde ve
meralarında ete süte
dönüşmesi gereken bu
otlar her yıl kuruyup
toz olurken
yetkililerimiz
Türkiye’nin kırmızı et
sorununa Avrupa, Asya
ve Amerika
kıtalarındaki ülkelerde
çözüm arıyorlar.
eylül-ekim 2011, y›l: 27, say›: 317
hasad hayvancılık
9
03-11-icindekiler-syf:003-05-icindekiler-Syf
9/30/11
1:18 PM
Page 10
BANA GÖRE
İşte yurdumuzun bir
başka köşesinden, boş
bir mera. Şimdi yabani
hayvanların dışında
hemen hemen hiç bir
canlının ayak basmadığı bu otlar
1980’lere kadar büyük
ve küçükbaş hayvanlar
tarafından ete süte
dönüştürülü-
Bu kısa nostaljik girişten sonra şimdi gelelim asıl konuya. Yani ot ve et meselesine.. Şu anda Türkiye’nin en
önemli sorunu kırmızı et... Bir zamanlar binlerce koyunun, yüzlerce sığırın, yüzlerce camışın otlayacak yer bulamadığı Altköyü’nün şimdilerde ekilmeyen dikilmeyen
arazisindeki otlar her yıl kuruyup toz oluyor, Türk insanı Avrupa’dan, Uzakdoğu’dan ve Amerika’dan ithal
edilen hayvanların etlerini tüketiyor. Niye, çünkü Altköyü gibi binlerce köyde artık tarım ve hayvancılık yapan
yoktur.
Devlet, yem bitkisi ekimi için teşvik primi veriyor. Altköyü gibi binlerce köyde yem bitkisi ekmeye gerek yoktur. Çünkü her taraf ot, her taraf hayvan yemi. Yeter ki
bir traktörün ve bir de biçerin olsun... Geçen ay İzmir Tarım Fuarı’nda sohbet ettiğimiz köylülere bunu söylemiş
arkasından da “Müteşebbisler hep hayvancılıkla ilgili yatırımları, Trakya, Marmara, Ege ve Akdeniz
bölgelerimize yapıyorlar. Hâlbuki bugün İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun hemen bütün köylerinde kaba yem ihtiyacı sıfır maliyetle karşılanabilir“ demiştim. Köylülerden bir tanesi “Seyfettin Bey,
iyi güzel söylüyorsun da, o şimdi ekilmeyen tarlalardaki otu biçecek, taşıyacak ve kes yapacak
traktörün yaktığı mazotun litresi kaç lira biliyor
musun?” diye sordu... Benden önce bir başka köylü
atıldı ve şunları söyledi: “Seyfettin Bey, bu ülkede
mazotun fiyatını en iyi bilenlerdendir. Onun için
de hemen her yazısında hükûmete tarıma vereceğiniz en iyi destek, tarımsal üretimde kullanılan
mazot ve elektrikten ÖTV ve KDV almamaktır diyor.”
1960’lı, 70’li ve 80’li yıllarda Türkiye’deki bütün
köylerin arazileri ekiliyordu, hatta 50’li yıllarda meralar
bile sürülüp tarla yapılmıştı, birçok yerde hayvanların otlayacağı bir karış bile mera kalmamıştı. Doğru dürüst
yem bitkisi de ekilmezdi. Buna rağmen Türkiye’de bir
kırmızı et sorunu yoktu. Çünkü o yıllarda bütün köyler
büyük ve küçükbaş hayvan sürüleri ile doluydu. Şimdi
ise köylerimizin hemen hemen tüm arazisi mera olmuş,
ot diz boyunu geçiyor, ama ne büyükbaş, ne de küçükbaş hayvan sürüsü var. Ekilmeyen dikilmeyen arazilerimizdeki otlar her yıl kuruyup toz oluyor, yetkililerimiz
de kırmızı et sorununun çözümünü Avrupa, Asya ve
Amerika kıtalarındaki ülkelerde arıyorlar. Bu acı gerçek, geçen ay yapılan İzmir Tarım Fuarı’na da yansımıştı. Fuara katılan bitkisel üretimle ilgili firma sayısı gözle
görülür bir şekilde azalırken, hayvancılıkla ilgili firma sayısında ciddi bir artış vardı. Bunların çoğunu da yurt dışından canlı hayvan ithal eden firmalar oluşturuyordu.
Bir zamanlar Ortadoğu’nun canlı hayvan kaçakçılığının odak noktası olan Türkiye bugün, et ihtiyacını ABD
ve Avrupa ülkelerinden ithal ettiği hayvanlardan karşılıyor. Geçen ayki Bursa Tarım Fuarı’nda tirajı komik bir
olay vardı. Firmanın biri fuar alanına üç tane Angus danası getirmiş, üstüne de şu notu düşmüş: “%100 yerli.” Türkiye’de doğduğunu ve Türkiye bakım besleme
koşulları altında yetiştirildiğini ifade etmek amacıyla
yerli ifadesi kullanılmış. Kültür ırkı sığır varlığının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması adına süt ve et verim yönlü ırkların ülke koşullarında yetiştirilmesi ve çoğaltılması sevindirici gelişmelerdir. Ancak, olaya bakın; bulunduğu çevre koşullarına mükemmel uyum sağlamış, Güneydoğu Kırmızımız, Anadolu Karamız, Boz Stepimiz,
bunlar tarih, elin Angusu %100 yerlimiz olmuş. Benim
köylüm mazot pahalı olduğu için vatan toprağının otunu biçip hayvan besleyemiyor. Bu yüzden tarlasını, çiftini, çubuğunu terk ederek büyük şehirlerin varoşlarında var olma yok olma savaşı veriyor. Fidan gibi gençlerimizin canı pahasına korudukları bu toprakları; çiftçimiz
ekip biçemiyorsa, köylümüz otunu ete, çiçeğini bala
dönüştüremiyorsa buralar bize vatan mıdır, gençlerimize mezar mı? I
yordu.
10
hasad hayvancılık
eylül-ekim 2011, y›l: 27, say›: 317

Benzer belgeler