Kadınların Fotoğraf Etkinliği

Transkript

Kadınların Fotoğraf Etkinliği
Kontrast
Foto g r af Der gisi
Sayı:46
Mar t - Nisan
2015
,
Kadınların Fotoğraf Etkinliği
ana sponsorluğunda
yayımlanmaktadır.
. Laleper Aytek . Orhan Cem Çetin . Sebla Selin Ok . Sevim Sancaktar
. Gülderen Bölük . Çiğdem Üçüncü . Pınar Gediközer . Mehmet Özer
. Özcan Yurdalan . Orhan Alptürk . Eda Çalışkan . Şule Tüzül
Kontrast
Dosya
Kontrast
Konusu
Editör
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Eda ARISOY
Mart - Nisan
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Kamuran FEYZİOĞLU
Merhaba
Sayının hazırlıklarına başladığımız günlerde
sanat çevrelerinde kadına fotoğraf üzerinden
bakmayı amaçlamış, o yol haritası üzerinden
de gider olmuştuk. Ta ki, ardı arkası
kesilmeyen şiddet haberlerine kadar...
Derginin tasarıma girmesi planlanan
günlerde ülkenin dört bir yanından şiddet
haberleri gelmeye başlamıştı. Dünyanın
ve dahası bu coğrafyanın kanayan yarası,
herkes gibi bizim de gündemimize girmişti.
Özgecan’ın vahşi bir şekilde öldürülüp,
cesedinden kurtulmak için seçilen yöntemler
kanımızı dondururken, ülkenin bir başka
köşesinden 17 yıllık eşini kırk parçaya
ayırarak yok etmeye çalışan bir kocanın
haberini duyuyorduk. Son anda özel ricamızı
kırmayarak bize dosya konumuz haricinde,
“kadına karşı şiddete” yönelik yazı vermeyi
kabul eden hocamız Mehmet Özer’e teşekkürü
bir borç biliyoruz.
Dosya konumuzu hazırlarken Emine Ceylan
ile aramızda geçen yazışmalarda “…
Türkiye’de kadın fotoğrafçıların sorunu yok,
büyük boyutlu ‘kadın’ sorunu var” sözüne
de, haberdar olduğumuz vahşet ve şiddet
haberleri ışık tutuyordu…
Kimi yaşamların kaderi, toplumların
kaderini belirler. Özgecan’ın kısa
yaşamından hareketle, şiddetin her türlüsüne
maruz kalan yaşamlara yapılan tüm
saldırıları kınıyoruz.
Kontrast Yayın Ekibi Adına
Yayın Yönetmeni
Kamuran Feyzioğlu
[email protected]
2
3
AFSAD
Yayın Kurulu
Burcu VARDAR
Ceren ÖZCAN
Deniz KORAŞLI
Ebru ERDOĞAN
Mehmet VİDİNLİ
Nilüfer ZENGİN
Yiğit KOÇBAY
Zeynep HAMURDAN
Redaksiyon
Gökhan ÜNLÜ
Grafik Tasarım
Cem DEMİR
Reklam
Cem DEMİR
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Baskı Mattek Matbaa
Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 1354 Caddesi 1362
Sokak No: 35 İvedik ANKARA/TÜRKİYE
Tel:0.312.433 23 10 Pbx
Faks:0.312.434 03 56
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale,
fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin, elektronik
ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları
AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/
veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi
dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin
tamamının ya da bir bölümünün kullanılması
yasaktır.
Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına
aittir.
Kapak Fotoğrafı: Marja PIRILÄ
Tytti, Liminka, Finlveiya, 2013
İçindekiler
4
Kadınların Fotoğraf Etkinliği *
Hazırlayanlar:
Ebru ERDOĞAN
Yiğit KOÇBAY
Ceren ÖZCAN
4
9
“Sözümüzü” Esirgedikçe
“Gözümüzü” Çok Cılız
Zannediyorlar,
Sözsüz, Sessiz ve Mücadelesiz
Olmayacak...
Laleper AYTEK
F/64
38
Portfolyo
43
Portfolyo
47
Karşı-laşan Düşünceler
50
Usta İşi
54
Ve Sinema...
56
Fotoğraf Okuma
58
Okuyoruz
Sanat Tarihinde Kadın
Kontenjanı
Orhan Cem ÇETİN
12
Fotoğrafta Biyografi ve
Otobiyografi /Aynayı Elinde
Tutan Kadın
Sebla Selin OK
15
“Fotoğraf Alanında Üreten
Bir Kadın Olmak” Üzerine…
Sevim SANCAKTAR
19
Fotoğrafın Öncü Kadınları
Gülderen BÖLÜK
23
Periferik Bakışın Ötesi
Kadın Belgesel Fotoğrafçısı
Olmaya Dair Düşünceler
Çiğdem ÜÇÜNCÜ
27
36
Kadınlar, Düğünler ve Doğumlar
Pınar GEDİKÖZER
28
Kontrast Fotoğraf Dergisi sordu:
Fotoğrafın cinsiyet kimliği içeren
bir pratik olduğunu düşünüyor
musunuz?
34
Ne Gelir Elimizden İnsan
Olmaktan Başka
Mehmet ÖZER
Fotoğrafta Kadın Sözü
Özcan YURDALAN
Gamze
Begüm KOÇUM
Hazırlayan: Ceren ÖZCAN
Interior / Exterior
Marja PIRILÄ
Hazırlayan: Ceren ÖZCAN
Fotoğrafçı – Fotoğraf – Temsil
Orhan ALPTÜRK
İlk Türk Kadın Savaş Fotoğrafçısı
“Semiha Es”
Hazırlayan: Deniz KORAŞLI
Kadın Gözünden Sinema
Eda ÇALIŞKAN
“Gölgeler Çekildiğinde”
Şule TÜZÜL
Işık Sözcükleri
Tarihin Fotoğrafisi Üzerine Tezler
Eduardo CADAVA
Hazırlayan: Burcu VARDAR
* Dosya konumuzu hazırlarken yardımlarını esirgemeyen
Sayın Ahu Antmen’e özel teşekkürlerimizi sunarız.
Dosya
Konusu
Mart - Nisan
“Sözümüzü” Esirgedikçe “Gözümüzü” Çok
Cılız Zannediyorlar,
Sözsüz, Sessiz ve Mücadelesiz Olmayacak...
Laleper AYTEK
Fotoğrafçı/Öğretim Görevlisi
Koç Üniversitesi
Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü
[email protected]
Kadınlar, hiç yabancısı olmadıkları iç dünyalarına fotoğrafla bakarak
yeni bir dünyanın da kapılarını aralamayı, dünyaya çoğalarak bakmayı
ve katılmayı başardılar. Ve bugüne kadar dış seslere feda ettikleri,
hatta yasaklanan iç seslerini önce kendileri duydular, kendilerine ve
yaptıklarına inandılar, ardından da duyurmaktan çekinmemeyi ve
sakla(n)mamayı öğrendiler.
Fotoğraf Cinsiyet Kimliği İçerir mi?
Yıllar önce, 1994’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü
nedeniyle Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen
“Kadın ve Fotoğraf” başlıklı bir panele izleyici olarak
katılmıştım. Beş konuşmacı da (moderatör dahil)
kadındı, fotoğrafçıydı (moderatör hariç) ve (bir
konuşmacı hariç) akademisyendi. Konuşmacıların
tümüne günün anlamıyla örtüştüğünü düşündüğüm
ve o günlerde kafamı çok kurcalamaya başlamış
olan ortak bir soru yöneltmiştim: “Fotoğrafta bir
kadın bakışından söz edilebilir mi?”
Soruma ortak, tek bir cevap geldi: “Hayır,
fotoğrafın dili evrenseldir, kadını, erkeği
ol(a)maz”. Bu derece hızlı ve net bir konsensüsle
verilen cevabın ardındaki düşünceleri biraz
daha ayrıntılı öğrenmek isteğiyle yeni sorular
sorduğumdaysa, moderatör tarafından “bu konuyu
gereğinden fazla uzattığım” söylenerek uyarılmış ve
“kadın ve fotoğraf” başlığı altındaki çok daha gerekli
!!! olduğuna inanılan konulara geçilmişti.
Kadın fotoğrafçı denildiğinde fotoğrafın evrenselliği
nasıl bozulurdu, bozulabilir miydi? (bu cevabın
-tartışmaya gerek bile duymadan- fotoğrafçı
ve akademisyen kadınlar tarafından verilmiş
olmasının vahametini ve NASIL’ını sormayı şimdilik
erteleyerek) Bu ve benzeri yaklaşımların ürettiği
akıl yürütmeler ve değerlendirmeler üzerinden
4
5
AFSAD
kadın yazar, kadın oyuncu, kadın sinemacı, kadın
şair ve kadın fotoğrafçı (ya da hiç anlayamadığım
bir ifadeyle: Fotoğraf sanatçısı!) olmak üzerine
çok düşündüm. Böyle yapıldığında bu alanlardaki
evrensellik ortadan kaldırılmış, sınırlandırılmış ve
hatta gereksiz bir ayrımcılık mı yapılmış oluyordu?
Hiç şüphesiz çekilen fotoğraf, yani işin kendisidir
aslolan. Ancak fotoğrafçının cinsiyetinin fotoğrafın
evrensel dilini ortadan kaldıran bir unsur olduğunu
iddia etmek, fotoğrafçının cinsiyetinin “O”
fotoğrafları yapmaktaki payını açıkça yok saymaktır.
Bu iddianın sahiplerinin yahut bu teze katılanların
90’ların ortasına kadar Türkiye’de neden bu
kadar az sayıda fotoğrafçı olduğuna dair de bir
açıklamaları vardır elbet ya da olmalıdır. Bu iddianın
savunucuları için Linda Nochlin’in “Geçmişin ve
bugünün düzeni, kadınlarla birlikte, beyaz, tercihen
orta sınıf mensubu ve her şeyden önce erkek olarak
doğma şansına erişememiş herkes için, yalnızca
sanat alanında değil daha başka yüzlerce alanda
da engelleyici, baskıcı ve cesaret kırıcıdır”1 tespiti
anlıyorum ki “hepimizin bildiği bir şey” değil ve
onlar için belli ki; “kadın sanatçıyla ilgili sorunun
ardında, yüzlerce monografinin konusu olan, eşsiz
ve tanrısal Büyük Sanatçı miti yatmaktadır –bu
erkek sanatçı, doğduğu günden beri, gizemli bir
öz taşır, altın yumurtlayan tavuk gibi bir şeydir
bu ve adı da Deha’dır, Yetenektir. Ve tıpkı cinayet
gibi, koşullar uygun olsun olmasın, eninde sonunda
mutlaka ortaya çıkacaktır” 2.
Ahu Antmen’in İkinci Göz: Türkiye’den Kadın
Fotoğrafçılar kitabındaki giriş yazısında ifade
ettiği gibi; “Fotoğrafçılığın akademik eğitiminin
kurulmasında ve köklenmesinde başlıca rol oynayan
kişinin kadın olduğu3, çok sayıda kadının fotoğraf
eğitimi gördüğü, amatör fotoğraf derneklerine üye
olduğu, reklam4 ya da basın sektöründe çalıştığı,
sanatsal olarak fotoğrafla kendini ifade ettiği
bir ülkede tarihsel ya da güncel boyutuyla kadın
fotoğrafçıların bu kadar az görünmesi elbette
şaşırtıcı bir durum” dur.
yok?” sorusuna, Nanette Salomon’un cevabıyla,
“Normal sayılan seçkileri şüpheli hale getirecek
yeni stratejiler belirlemek ve yeni görsel okuma
önerileri getirebilmek”6 üzerinden bir cevap bulma
isteğidir de aynı zamanda.
Önemli olan, kadın fotoğrafçı denildiğinde
“kadınsı” olduğu vehmedilen özellikleri bir üslubun
göstergesi olarak düşünmekten vazgeçmektir.
Çünkü sorun Linda Nochlin’in de belirttiği gibi;
“Bizim kaderimizde, hormonlarımızda, aybaşı
kanamalarımızda, kadın olmamızda değil,
kurumlarımızda ve eğitimimizdedir –burada
eğitim sözcüğünü, anlamlı simgeler, işaretler ve
kodlarla çevrili dünyamıza
Bu durum şaşırtıcı olmakla
adım
attığımız
andan
birlikte
Linda
Nochlin’in
Fotoğrafçının, eğer
itibaren yaşadığımız her
tespitlerinin dünya fotoğrafı
şeyi kapsayan bir anlamda
ölçeğinde bugün de devam
becerebilirse, ruh
kullanıyorum.”7 Erkeklerle
etmekte olduğunu görmek,
birlikte modelden özgürce
David Gibson’un yazıp annesine verdiği şey işte tam da
çalışan
kadın
sanat
ithaf ettiği! “The Street
öğrencilerinin
ancak
19.yy.
budur; kralın çıplak
Photographer’s
Manual”5
sonunda
görülebildiği,
adlı kitapta farklı başlıklar/
20.yy.
ortasına
kadar
olduğu, sahteliklerin dünyadaki kadın sanatçıların
bölümler altında işleri ve
yaklaşımlarıyla yer verilen 20
sayısının erkeklerin üçte
fotoğrafçıdan sadece üçünün temizlenip, maskelerin
biri
olduğu,
kadınların
kadın oluşu daha da şaşırtıcı
temel
kariyerlerinin
hâlâ
düşürüldüğü, farklı
değil midir?
evlilik olarak görülebildiği
bir
dünyada,
Linda
21.Yüzyılda hala görünmezlikler
gerçekliklerin de
Nochlin
şu
tespitinde
biriktirebiliyoruz, yok sayılmalar
çok haklıdır; “Kadınlar
üzerinden hâlâ fotoğrafın
açığa çıkarıldığı
ne kadar yetenekli ya da
kadını
erkeği
ol(a)maz
dâhi olurlarsa olsunlar,
diyebiliyoruz...
zamanlardır. Bu
erkeklerle aynı ölçüde yetki
Fotoğraf; cinsiyet kimliği içeren
ve başarı elde etmeleri
eylemin sonunda
bir pratiktir ve fotoğrafçısı
gerçekten de kurumsal
üzerinden cinsiyetlidir. Bir
fotoğrafçının dünyaya olarak engellenmiştir.”8
fotoğrafçının kadın ya da erkek
Bu toplumsal ve kurumsal
olması, fotoğrafçıyı ve fotoğrafı
ortadan
gösterdiği (ve aslında engellemelerin
yapan toplam tarihsel, sosyal,
kalkabilmesi için fotoğtoplumsal, ekonomik ve kişisel
biriktirdiği) aslında
rafçıların işleriyle birlikte
unsurların,
değişkenlerin
cinsiyet kimliklerinin de
üzerinde
hatta
fazlasında
kendi suretidir.
görünür olması, tabii ki
belirleyicidir. Bu toplam ve
sadece kadın oldukları için
birbirinden ayrılamaz unsurlar ayrı ayrı ve/veya değil, ürettikleri nitelikli işlerle desteklenmeleri
birlikte bir fotoğrafçının “kendine ait” fotoğrafını, bir farkındalık oluşturabilmek adına önemli ve
kişisel görsel dilini oluştururken tüm aidiyetlerinin gereklidir.
izlerini taşır ve her kare fotoğrafçıyı da aidiyetlerini
Bugün, 2015’te, Türkiye’deki kadın fotoğrafçıları
de dönüştürerek zenginleştirir.
işleriyle “çok cılız” bulan erkek bakışını açıkça
Kadın ya da erkek olmak bu aidiyetler içindeki rahatsız etmek, kadın ve fotoğrafçı akademisyenleri
ortak üst payda olarak önemlidir. Kadınların ve (üzerine hiç düşünmeden reddetmek yerine)
işlerinin yüzyıllardır yok sayıldığı bir dünyada kadın sorgulamaya davet edebilmek üzere, yok sayma
fotoğrafçılar olarak duruyor ve işler üretiyor olmak, çabalarını, Türkiye’de kadın fotoğrafçılar tarafından
ayrımcılık değil, görünür olma talebidir.
özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren
niceliksel olarak da artan nitelikli projeleri görünür
Bu talep bir yandan da, -kadınlara yer açmanın önem
kılarak bu kemikleşmiş kanonik yaklaşıma sağlam
ve gerekliliğini saklı tutarak ama esas mesele- Linda
işlerle karşı çıkma çabasıdır.
Nochlin’in “Neden hiç büyük kadın sanatçı
Semiha Es’in, Yıldız Moran’ın ve daha pek çok
kadın fotoğrafçının sesini, sözünü ve gözünü gün
yüzüne çıkarma çabası ve gerekliliğidir. Kadınları ve
çalışmalarını yok sayarak evrensel olunamayacağını,
asıl
böyle
yapıldığında
evrensel
olandan
uzaklaşılarak, ayrımcılık yapıldığını dünyaya ilan
etmek, bir daha söylemektir.
Bu
çabadan
(özellikle
geçmişteki
kadın
fotoğrafçıları(mızı) ‘sayılmayanlar’ kategorisinden
kurtararak işlerini gün yüzüne çıkarmak ve genç
kuşak kadın fotoğrafçıların önünü açabilmek üzere)
vazgeçemeyiz, asla vazgeçmemeliyiz.
Türkiye’de Kadın Fotoğrafçı Olmak
2013 sonunda İstanbul Kadın Müzesi, Sabancı
Üniversitesi ve Koç Üniversitesi ortaklığında 2830 Kasım 2013 tarihleri arasında düzenlenen
“Semiha Es Uluslararası Kadın Fotoğrafçılar
Sempozyumu” kapsamında Ahu Antmen ile
birlikte küratörlüğünü üstlendiğimiz “İkinci Göz:
Türkiye’den Kadın Fotoğrafçılar” seçkisi ve
sergisinin fotoğrafın cinsiyet kimliği çerçevesinde
gerçek bir buluşma olarak okunması gerektiğine
inanıyorum. Ahu Antmen, sergi kataloğunda
“cinsiyetçi” olduğunu özellikle vurguladığı bu
sergiyle; “Biraz da nasıl oluyor da “tarafsız” ya da
“objektif” seçimler sonucunda oluşturulan sergilerin
(ben sergilere fotoğraf yarışması ve jüri üyelerini
de eklemek istiyorum) yalnız ya da çoğunlukla
erkeklerden oluşabildiğine dair soru işareti
uyandırmak” istenmekte olduğunu belirtiyor.
Bu araştırma ve seçki sürecinde9 gördük ki, Türkiye’de
kadın fotoğrafçıların sesleri, sözleri ve gözleri
Gültekin Çizgen’in belirttiği gibi asla “çok cılız”
değil.10 Tam tersine bugün hiç olmadığı kadar gür,
güçlü, cesaretli ve kendine ait. 1980’li yılların ikinci
yarısı ve 90’lı yıllarla birlikte, Türkiye’de fotoğrafta
yaşanan değişim, hareketlilik ve farklılaşmanın
ardında kadın fotoğrafçıların bu arenaya aktif olarak
çıkmalarının önemli bir payı olduğu görülüyor. Bu
yıllardan sonra kadın fotoğrafçıların sayısındaki
niceliksel artış nitelikli işlerin de habercisi oldu.
Sanata dair olanın vazgeçilmezi “içe bakış” fotoğrafta
da karşılığını bulmaya başladı ve kadın fotoğrafçılar
özellikle bu eksen üzerinden de işler üretmeye
başladılar. Kadınlar, hiç yabancısı olmadıkları iç
dünyalarına fotoğrafla bakarak yeni bir dünyanın
da kapılarını aralamayı, dünyaya çoğalarak bakmayı
ve katılmayı başardılar. Ve bugüne kadar dış seslere
feda ettikleri, hatta yasaklanan iç seslerini önce
kendileri duydular, kendilerine ve yaptıklarına
inandılar, ardından da duyurmaktan çekinmemeyi
ve sakla(n)mamayı öğrendiler.
Avrupa ve Amerika’da ilk fotoğraf akımı olan
Resimselcilik Akımına karşı çıkışın tarihi olarak
gelişen ve 20. yy. başına tarihlenerek, Paul Strand
ile başlayan modern fotoğrafın 200 yıla yaklaşan
6
7
AFSAD
tarihine baktığımızda —Fransız Bilimler Akademisi
tarafından 1839’da bir icat olarak Jacques Louis
Mande Daguerre adına tescil edilişinden bu
yana— özellikle 20.yy.’ın ikinci yarısından itibaren
yerleştirilebileceği temel eksenlerin başında
öznelleşme ekseninin geldiği söylenebilir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kusursuz
kompozisyon ve idealleştirilmiş, soylulaştırılmış
görüntülerin hâkim olduğu “doğrudan fotoğraf”
anlayışı yerini kişisel olanın arayışına bırakır.
İdealleştirme ve mükemmeli yakalama arzusu
iki Dünya Savaşı ile ciddi biçimde yara alır ve
savaşlar süresince yaşananların ardından fotoğrafta
neredeyse kutsal kabul edilen “mükemmellik”
anlayışından uzaklaşılır. Dünya artık kimse için
tekin, ideal, eksiksiz ya da kusursuz bir coğrafya
değildir. Tam tersine kusurlu, adaletsiz ve ayrımcı
bir yerdir. Böyle bir düzen içinde tarafsızlık diye
bir seçenek yoktur, olamaz. Weegee’nin polis foto
muhabiri olarak New York sokaklarında şehrin
suç, ceza ve ölüm üzerinden karanlık yüzünü
yansıttığı sansasyonel siyah/beyaz fotoğrafları,
Lisette Model’in kibar fahişeleri, Diane Arbus’un
ucubeleri, fahişeleri ya da cüceleri, Walker Evans’ın
pardösüsünün altına gizlediği fotoğraf makinesiyle
New York metrosunda çektiği “Yolcular” serisi
kusursuz olma arayışı ve arzusundan çok, kıyıda
köşede kalmış, el değmemiş okumaları (duygular,
düşünceler, sorular...) bölerek bir çok ayrıntıya
dokunabilme talebiyle, aslında bir anlamda, büyük
bir gözaltının fotoğraflarıdır. Fotoğrafçının, eğer
becerebilirse, ruh verdiği şey işte tam da budur;
kralın çıplak olduğu, sahteliklerin temizlenip,
maskelerin düşürüldüğü, farklı gerçekliklerin de
açığa çıkarıldığı zamanlardır. Bu eylemin sonunda
fotoğrafçının dünyaya gösterdiği (ve biriktirdiği)
aslında kendi suretidir.
Fotoğraf, kusursuz bir güzellik ideali ile kusurluluk
halleri, dünyayı süsleme çabalarıyla maskesini
indirme gayretleri arasında salınır ve Benjamin’in
ifadesiyle ancak “Mekanik olanı fetheden ruh,
hayattaki benzerliğe bir yorum kattığında” gelir.
Bir fotoğrafın gelivermesi ancak görünen gerçekliğin
üzerindeki makyajın silinmesiyle mümkün olur.
Bu, bir tür altın vuruştur. Barthes, Camera
Lucida’da “Fotoğrafta hiçbir şey reddedilemez
ya da dönüştürülemez” der. Fotoğrafçı çektiğini
dönüştüremez ama çekerken dönüştürür ve
fotoğrafçı her karenin ardından gerçekle arasında
yeni(den) bir bağ kurar.
Türkiye’de fotoğraf, bu bağı 80’li yılların ve öncesinin “güzelleştiren”, “uysal” fotoğraflarıyla kuramadı.
Dünyayı fotoğraflarla güzelleştirme sevdası Türkiye’de (bugün hâlâ belirli oranda devam ediyor olsa
bile) fotoğrafa profesyonel olarak başladığım 90’lı
yılların başında son demlerini yaşıyordu. Dünya
güzellikler kadar acılar, kayıplar, savaşlar, çirkinlik-
ler ve kusurluluk halleri arasında salınıp dururken,
Türkiye fotoğrafında bugün adları “duayen” olarak
geçen ve hepsi de erkek olan fotoğrafçıların tartışılamaz egemenliğindeydi. Dokunulmazlıkları vardı duayenlerin. İşleri, sergileriyle ilgili haber olmaları dışında herhangi bir yazı yazılamazdı haklarında. Onların çektikleri fotoğraftı, gerisi ise teferruat. Onlar
görüyorlardı, bizlerse izliyorduk. Bu durum uzun bir
süre böyle devam etti. Fotoğrafçılar olarak var olabilmek adına yapılabilecek tek şey onlar gibi olmak,
onların yanında saf tutmaktı galiba. Yaşça bizlerden
büyüktüler ve erkektiler. Farklı olmamak gerekliydi.
Farklı olduğunuzda çemberin dışında kalma tehlikeniz vardı. Ve istenen özünde farklılık (yaratmak)
değil, aynılıklar üretmekti. Türkiye’de fotoğraf anlayışı, dernekler, fotoğraf merkezleri, dia gösterileri
ve tek tük sergilerle “ideal” fotoğraf tanımı üzerinden yürüyordu. Fotoğraf kişisel değil, toplumsal bir
etkinlikti, köylüsüyle, fakiriyle, çocuğuyla, dağıyla,
ormanıyla, mükemmel manzaralarıyla bir tür sosyal
mesaj (yum)ağı gibiydi. Bu ağın Türkiye’de fotoğrafı
geleneksizleştiren ve tektipleştiren yapısını anlamak
zaman aldı. Yıldız Moran Ara Güler’in çağdaşı olmasına rağmen, Coşar Kulaksız’ın sözleriyle; “Türkiye’de daha fotojurnalizm bile emekleme halindeyken ve bugün “üstat” diye anılan kişiler fotoğrafın sanatsal boyutunu bilmez iken Yıldız Moran
1951’de İngiltere’de fotoğraf eğitimi alıyor ve yurt
dışında açtığı ilk sergisinde 25 fotoğrafının 25’ini
de satıyorken”, biz fotoğrafçılar bu tarihten bihaber,
“Türkiye’yi en iyi Türk fotoğrafçılar çeker” milliyetçi
söylemlerine yer bulabilen bir fotoğraf dünyasının
içindeydik. Bu anlamda bugün 50’li yaşlarının ikinci
yarısında olan 60 kuşağı fotoğrafçılarının fena halde
arada kalmış bir kuşak olduğunu söylemek sanıyorum yanlış olmaz.
1980’lerin sonu ile 90’lı ilk yıllarda bu coğrafyada bir
görüntünün fotoğraf olarak kabul edilebilmesinin
olmazsa olmazları, katı kuralları vardı: Güzel olana
dairdi fotoğraf, güzelleştirmeliydi, toplumsaldı,
ters ışık, gölge oyunları iyiydi, cazipti hatta
yaratıcıydı da ama fotoğrafın rule of thirds gibi
altın kuralları vardı, ufuk çizgisinin yeri, bir insanın
bir fotoğrafa nasıl yerleştirileceğinin kuralları
netti, asla değiştirilemeyecek, bozulamayacak
ve karşı çıkılamayacak gibiydi. Fotoğrafta ideal
olana, mükemmel görüntüye bu kurallara
uyulmadan ulaşılamazdı. İdeal olana ulaşılması
ise vazgeçilemeyecek bir hedefti. Hayata dair olanı
görmeyi engelleyen, fotoğrafta kişisel olana yakın
durmayan ve asla “en önemli kural kuralsızlıktır”
diyemeyen bu yasakçı anlayışın, yaklaşımın bir
yerde tıkanacağını, çıkmaza gireceğini içindeyken
değil ama sonuna doğru fark etmeye başlamıştık.
Türkiye’de fotoğrafın merkezi(nde) olan tüm
kurumlar bu yaklaşımla fotoğraf yaptılar (ya da belki
de çektiler demek daha doğru)... Kendine kapalı ve
kişisel olandan hayli uzak(ta)... Bu anlayış giderek
artan sayıda düzenlenen fotoğraf yarışmalarıyla
taçlandırıldı, tescillendi. Yarışmalara atanan jüri
üyelerinin %90’ı erkek ve “duayen” fotoğrafçılar
oldu. Bazı yarışmalarda göstermelik bir tane kadın
fotoğrafçı olabiliyordu. (Linda Nochlin’e hak
vermemek mümkün mü?) Fotoğraf kendini böyle
tanımlayarak içe kapalı, evrensellikten oldukça uzak
bir yapı ile tanımlandı o yıllarda. Yarışmalarda,
derneklerin düzenlediği bir örnek sergilerde ustalara
tapınarak, yarışmalarda kapılan birincilikleri ve
ikincilikleri ya da 1-2 dia gösterisiyle “fotoğraf
sanatçısı” olabilen, eleştiriye ve sorgulamaya
kapalı bir döneme tanıklık ettik fazlasıyla. Bunca
kapalılıkla ne fotoğrafçı yetişebildi bu topraklarda,
ne fotoğraf eleştirisi gelişebildi, ne de bir fotoğraf
geleneği oluşabildi (tabii istisnaları hariç tutarak),
ta ki 90’lı yılların ortalarına kadar... Bu coğrafyada
tekdüzeliği kırabilen, farkında olmadan karşı çıkan
galiba sadece 90’lı yıllarda reklam fotoğrafçılığı da
yapan fotoğrafçılar oldu. Çünkü reklam başka bir
dünyaydı, duayenler yakınında, çevresinde olsalar
da, stüdyo fotoğrafı anlamında o dünyanın çok
fazla içinde değildiler. Reklam özünde “ayrılıklar”,
“yenilikler” ve “farklılıklar” üzerinden ilerleyen bir
mecra olduğu için bu topraklarda şanslı olduğunu
söyleyebiliriz.
Dünya fotoğrafı çemberin içine girmiş ve
kişiselleştirmenin derin sularında kaybolurken, var
olan tüm kurallar kuralsızlıkla yer değiştirirken,
Türkiye’de fotoğraf çemberin dışına giderek daha
fazla itilmekteydi. Dünya maskelerini indirirken,
bu coğrafyada maskelerimiz giderek kalınlaşıyordu.
Roland Barthes’in ifadesiyle, “Fotoğrafın sonsuza
dek kopyaladığı şey aslında yalnız bir kere
olmuştur. Varoluş açısından asla yinelenemeyecek
olanı, mekanik olanı yineler fotoğraf”11. Optik
görüntülerin yaratıcıları zihinsel görüntülerdir.
Zihinsel görüntüler optik görüntülerin statikliğini
taşımazlar ve tespit edildiklerinde her fotoğrafçıda
ve karede farklı bir gerçekliğin yansıması, kurgusu
olurlar. Görüntü tespit edildiği anda bir gerçeklik
ve ölümdür. Barthes’in “punctum” diye adlandırdığı
ölülerin dönüşüdür. Punctum “delme kavramına
gönderme yapıyor, hem de sözünü ettiğim
fotoğraflar aslında delinmiş, hatta bu hassas uçlarla
delik deşik olmuşlar; bu izler, bu yaralar, kesinlikle
birer noktadır”. [...] Punctum, ilk ögeyi yani
studium’u bozar. Studium, “insan için bir tat, genel,
hevesli, ama tabii ki özel keskinliği olmayan bir tür
kendini verme anlamına gelir. [...] Bir fotoğrafın
punctum’u beni delen (ama aynı zamanda da
beni bereleyen, bana acı veren) o kazadır”. [...]
Fotoğrafın kendine ait “biricik” dünyasına studium
gibi genel, hafif ve yüzeysel, punctum gibi özel, ağır
ve derin yaklaşılabilir. Görüntüye dair bir iz, bir
tedirginlik ya da bir duygu “sahneden yükselir, bir
ok gibi dışarı fırlar ve bana saplanır”12. İçsel bir
çalkantı, kısa bir süreliğine de olsa bir alt-üst oluş
yaratır. Bu, Barthes’in ifadesiyle “gelivermektir”. Bir
fotoğrafın “gelivermesi” ancak görünen gerçekliğin
üzerindeki makyajın silinmesi, fotoğrafçı tarafından
tıpkı Eugène Atget’in 20.yy. başında çektiği Paris
fotoğrafları gibi, hem kendisi hem de izleyici için
saklı olanı, görünmeyeni göstermeye doğru yeni bir
yolculuğun başlatılmasıyla mümkün olur...
Gerçekte, yani dış dünyada(n) “olan” şey, fotoğrafçının o ana adanmış iç dünyası ile harmanlanarak
yeniden okunabildiğinde bu, fotoğrafçının iç dünyası ile dış dünya(sı)nın buluşması ve şeylerin aslına
sadık kalınması gerekmeden, öznel bir ima ile (yeniden) inşa edilmesidir.
Türkiye’de fotoğraf bu öznellik inşasına belki çok geç
başladı ama ne kadar sevindirici ki çok sayıda kadın
fotoğrafçıyla birlikte başladı.
dünyasında kadınların görünür olmaya başladığı bir alan
profesyonel tanıtım fotoğrafçılığı sektörüydü. Gülnür Sözmen,
Tülin Altılar, Sevil Sert gibi fotoğrafçılar uzmanlaştıkları
sektörlerde/alanlarda isimleştiler. Bu fotoğrafçıların
üretimlerini izlediğinizde, bazılarının ‘kişisel’ bir portfolyoyu
da korumaya çalıştıkları görülür; örneğin Gülnur Sözmen’in
reklam, kurumsal kimlik ya da sanat şeklinde kategorize
ettiği tüm fotoğraflarını ‘ışık’ konusu bağlamında sunumu
gibi. Bugün daha sanatsal yönleriyle tanıdığımız Ani Çelik
Arevyan ve Laleper Aytek gibi fotoğrafçıların da tanıtım
fotoğrafçılığı geçmişi var.
5 -David Gibson, The Photographers Manual, Thames &
Hudson, 2014.
6- Nanette Salomon, “Sanat Tarihi Kanonu: Dışlama
Günahları”, İletişim Yayınları, Sanat Hayat Dizisi, 13, 1.Baskı
2008, İstanbul, s.171.
7-Linda Nochlin, Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?,
İletişim Yayınları, Sanat Hayat Dizisi, 13, 1.Baskı 2008,
İstanbul, s.126.
Dipnotlar ve Kaynaklar
8- a.g.e, s.157.
1- Linda Nochlin, Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?,
İletişim Yayınları, Sanat Hayat Dizisi, 13, 1.Baskı 2008,
İstanbul, s.125-126.
9- İkinci Göz: Türkiye’den Kadın Fotoğrafçılar seçkisi için
Ahu Antmen’in sergi kataloğundaki yazısında; “Tarihsel
ya da güncel boyutuyla Türkiye’nin kadın fotoğrafçılarının
kapsamlı
bir
dökümü
olmadığını;
öyle
olmayı
amaçlamadığını belirtmek gerek.” olarak açıklıyor.
2- a.g.e, s.130.
3-Türkiye’deki ilk fotoğraf bölümünü Mimar Sinan
Üniversitesi’nde 1978 yılında kendisini fotoğraf eğitimine
adamış olan Güler Ertan kurdu, 1994’de Marmara
Üniversitesi’nde fotoğraf bölümünün kuruluşunda da yine
öne çıkan isim oydu. Ertan, fotoğraf üzerine çok sayıda kitap
da yayımladı.
4-Türkiye’de
8
9
1980’li
AFSAD
yıllardan
başlayarak
fotoğraf
10- Gültekin Çizgen, Sanat ve Kadınlara Dair, İFSAK
Fotoğraf ve Sinema Dergisi, sayı 152, 2014/02, s.57.
11- Barthes, age 18.
12- Barthes, age, 41-42.
Sanat Tarihinde Kadın Kontenjanı
Dosya
Konusu
Mart - Nisan
Orhan Cem ÇETİN
www.orhancemcetin.com
Her fotoğrafçı, ömrü boyunca kendi belgeselini çeker. Ama bu
belgesel, onun cinsiyeti hakkında olmak zorunda değildir.
Bu yazı, 8 Mart Dünya
münasebetiyle yazılıyor.
Kadınlar
Günü
Malum; daima ezilenlerin, ihmal edilenlerin,
hor görülenlerin günü olur. Muktedirin özel
bir güne, hatırlanmaya, gönlünün alınmasına
ihtiyacı yoktur. Ezilenin ise o günü kutlanır, sesini
çıkartmasına, görünür olmasına 24 saat için izin
verilir. O da geriye kalan 364 gün boyunca bu lütuf
ile idare eder, sabırla bir sonraki özel gününü
bekler.
Esasen ben, feminist hareketin tam da bu nedenle
dünya kadınlar gününü reddetmesi gerektiğini
düşünenlerdenim. Kadınlar gününe -ya da
bir başka ihmal edilenler gününe- sahip çıkıp
onu kullanmak, bana mevcut pozisyonu bizzat
meşrulaştırmak, onu teyit etmek gibi geliyor.
Ama öyle görünüyor ki pragmatik bakış açısı
baskın çıkıyor. Üstelik muktedir, bu özel günleri
vurguluyor, özendiriyor ki, hem herkes rengini
belli etsin hem de diğer günler ezilenlerin sesleri
çıkmasın, çıkacak olursa kutlamalar, etkinlikler,
müsamaha edilen yürüyüşler vs. kafalarına
kakılsın.
Dua edelim de gelecekte Dünya İnsanlar Günü’nü
kutluyor olmayalım.
Bunu bir tarafa koyduktan sonra, sanat tarihine
göz atalım. Acaba benzer bir süreç orada da
çalışıyor mu?
Sanat tarihinin büyük ölçüde erkekler, yani
muktedir tarafından yazıldığı bir gerçek. Toplamda
kadın sanatçıların marjinal denebilecek kadar az
sayıda yer aldığı bir külliyattan söz ediyoruz.
1985’ten bu yana seksist, erkek bakışlı sanat
tarihi ve sanat yönetimi ile mücadele eden, goril
kılığı giyerek kimliklerini gizleyen ve eylemler
gerçekleştiren Guerrilla Girls* hareketi üyelerinin
2011 yılında yaptığı bir sayıma göre, New York
Metropolitan Sanat Müzesi’nin Modern Sanat
Bölümü’nde işleri sergilenen sanatçıların %96’dan
fazlası erkek iken, yapıtlardaki çıplakların %76’sı
kadındır.
13. yy.’dan 1970’lere kadar Batı resim sanatı
tarihinin başyapıtlarının sıralandığı Masterworks
kitabında da çoğu çıplak çok sayıda kadın bedeni
göze çarparken, yazar Iain Zaczek bilin bakalım
kaç kadın sanatçıya yer vermiş?
Yanıt: 1 (bir).
Bu ayrıcalıklı kadın, Georgia O’Keeffe’dir. Onu
bu denli özel yapan, erkekler kulübüne sızmasını
sağlayan acaba neydi?
1887-1986 yılları arasında yaşayan ve “Amerikan
Modernizmi’nin Annesi” kabul edilen O’Keefe’in
işlerinde üstü örtük olarak erotizm ve kadın olma
hali temsil edilir.
Kadınların Met. Müzesi’ne girebilmek için çıplak olmaları mı
gerekiyor?
Bu ipucu üzerinden iz sürdüğümüzde, sanat tarihi
içinde kendisine yer bulan kadınların hemen
hepsinin işlerinde ortak bir tema olduğunu
görüyoruz: Kadın olmak, cinsiyetçilik, beden
politikaları, feminizm. Guerrilla Girls hareketi
bile belki bu sayede varlığını sürdürebiliyor!
olarak cinsiyet, cinsellik ve beden politikalarının
yorumlandığını görmek mümkün. Örnekse,
David Hockney, Gilbert & George ya da Robert
Mapplethorpe.
Nitekim yerel bir bakış da bu saptamayı doğrular
nitelikte. Türkiye’de çağdaş sanatın önde gelen
isimlerine baktığımızda göze çarpan Şükran
Moral, Nilbar Güreş, Canan Şenol, Neriman Polat,
1935 yılında tamamladığı ünlü “Ram’s Head, White Hollyhock
and Little Hills” (Koç Başı, Beyaz Gülhatmi ve Küçük
Tepeler) tablosunda, kadın üreme organı şemasını görmek
mümkündür.
Öte yanda, denilebilir ki, “Bunda şaşacak bir
şey yok. Kadınların bir numaralı varoluş krizi
ve mücadele alanı bu ise, sanatlarında tekrar
tekrar açığa çıkması da gayet doğal”. Ancak
kadın sanatçıların saplantılı bir biçimde, pek az
istisna ile sadece bu konu üzerinde çalıştıklarını
düşünmek de abes olurdu. Sanatçı zihni böylesine
tek boyutlu değil bildiğimiz kadarıyla.
Muhtemelen başka bir filtreleme süreci çalışıyor
ve kadın sanatçıların sanat tarihinde yer almasına,
yalnızca kadın olmaya dair işler üretmeleri
koşuluyla yer veriliyor. Hatta sadece kadın değil,
“erkek olmayan” çoğu sanatçının işlerinde baskın
Robert Mapplethorpe - Makyajlı Otoportre (1980)
10 11
AFSAD
Francesca Woodman, Otoportre, İsimsiz, 1976
Nezaket Ekici, Gülsün Karamustafa, Nur Koçak
ve başka kadın sanatçıların işlerinde aynı temalar
önde duruyor.
Fotoğraf disiplininde de durum farksız. Tüm
dünyada kadın fotoğrafçıların sayısı parmakla
gösterilecek kadar azken, öne çıkan sanatçılar
yine en azından erken dönem işlerinde kadın
olma hali, cinsiyetçilik ve bedene dair serilerle
kendilerine sanat tarihinde yer bulabiliyorlar.
Hemen akla gelen isimler arasında Julia Margaret
Cameron’dan
başlayarak
Cindy
Sherman,
Francesca Woodman, Nan Goldin, Sophie Calle,
Sarah Moon ve Sally Mann sayılabilir.
Durum Batı’da böyle iken, çok daha erkek/
hetero egemen olan Türkiye’de de manzara farklı
olmuyor tabii ki. Geçtiğimiz yıl gerçekleşen Kadın
Fotoğrafçılar
Sempozyumu’nda,
arkalarında
muazzam birer külliyet bırakan Semiha Es ve Yıldız
Moran’ın neden unutulup gittiği, neden onlardan
bugüne dek hak ettikleri kadar söz edilmedikleri
tartışıldı. Bence yanıt çok basit: “Ellerinin hamuru”
ile savaş fotoğrafçılığı, manzara, portre, gezi gibi
konular çalışarak erkek fotoğrafçıların alanına
girmişlerdi de o yüzden. Oysa kendilerinden çok
sonra gelen hemcinsleri gibi davranıp kadın olma
İki güncel örnek vermek
gerekirse, yıllardır fotoğrafta
kadın bakışının bayrağını
taşıyan
Laleper
Aytek’in
İstanbul’da, Fransız Kültür
Merkezi Sanat Galerisi’nde
sunduğu Non-Paris** ve
Cemre Yeşil’in Maria Sturm
ile birlikte yürüttüğü For
Birds Sake (Kuş Aşkına)
serileri sayılabilir.
Her fotoğrafçı, ömrü boyunca
kendi belgeselini çeker. Ama
bu belgesel, fotoğrafçının
cinsiyeti hakkında olmak
zorunda
değildir.
Kadın
fotoğrafçıların
günümüzde
bu çemberi kırabildiklerini ve
Özlem Şimşek- Şehsuvar Kadınefendi Olarak Otoportre
(Abdülmecid Efendi’den), 2011
kadın bakışını hayatın tümüne çevirdiklerinde
de görünür olabildiklerini sevinerek görüyorum.
ya da en azından Türkiye’de kadın olma, kadın
kimliği taşıma, toplumsal cinsiyet, beden vb.
temalarda gezinselerdi, belki de daha görünür
olabileceklerdi.
Örnekler arasında Silva Bingaz, Gözde Türkkan,
Özlem Şimşek, Emine Ceylan, Çınar Eslek, erken
dönem işleri ile Cemre Yeşil, hemen aklıma gelen
isimler.
Laleper Aytek - Non-Paris serisinden, 2015
Ancak son dönem şahit olduğumuz sevindirici
bir gelişme, muhtemelen sanat kurumlarında
ve sanat eleştirisi müessesesinde kadınların
sayısının
artması,
internet
yayıncılığının
yaygınlaşması, kişisel web siteleri yoluyla
yapıtların izleyiciye ulaşmasında sadece kişisel
filtrelerin devreye girmesi sayesinde, kadın
fotoğrafçıların çok daha evrensel temalara ve
varoluşun geneline dair, kişisel bakışları ile görsel
yorumlarını, öykülerini ortaya koyabilmeleridir.
Cemre Yeşil ve Maria Sturm - For Birds Sake (Kuş Aşkına)
serisinden (2014)
* www.guerrillagirls.com
** Editör Notu: Laleper Aytek Non-Paris Sergisi 08.03.2015
tarihine kadar CerModern’de izlenebilir.
Dosya
Konusu
Mart - Nisan
Fotoğrafta Biyografi ve Otobiyografi /
Aynayı Elinde Tutan Kadın
Sebla Selin OK
Öğretim Görevlisi
Marmara Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi
Fotoğraf Bölümü
Bazen de kendi bedenini boş bir tuval gibi kullanarak, ilişki kurduğu
hikâyeleri bu beden üzerinden betimleyerek anlatır. Kendi bedenini
ortaya koyarak aslında öteki ile kurduğu ilişkide kendini tanımayı
hedeflemektir denebilir. Belki de bu nedenle, yani hem etken
hem de edilgen olabildiği için, kadının bakış açısı biyografik değil
otobiyografiktir.
Egemen kültür yüzyıllardır kadına etkin, özerk bir
özne olma hakkını tanımamaktadır. Bu egemen
kültür içerisinde, kadının simgeleyen ve temsil
eden olması çok zordur. Çünkü kendisi bir simge
olarak değer bulur. Kadınlık sosyal yaşantı
içerisinde biyolojik olmaktan çok kültürel olarak
üretilen bir durumdur ve bu durum içerisinde
kadının “ben” diyebilmesi ve saf kendi varlığından
bahsedebilmesi zordur. Erkek egemenliğinde olan
dünyada kadınların var olma çabaları bu güne
dek birçok hikâyenin ilham kaynağı olmuştur. Bu
egemen dünyada kendine yer açmak için sayısız
manevra kabiliyeti geliştirmiş olan kadın yine de
rahat bir hareket alanı oluşturamamıştır denebilir.
Tüm bakışlar kadının üzerindedir ve sürekli
gözetlenmektedir. John Berger’e göre, “Kadın
içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın
olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden
ayrı iki öğe olarak görmeye başlar.” Böyle bir
ortamda gözetlenmenin etkisinden kurtulamayan
kadının davranışları da çocukluğunun ilk yıllarından
itibaren kendini seyretme alışkanlıklarıyla donanır.
Bu ikilik özellikle kadın fotoğrafçılar için çoğu
zaman kendi varoluşunu yeniden yorumlama
sürecini başlatmıştır. Özellikle 1970’lerden beri
birçok kadın fotoğrafçı kadınlık durumuyla ilgili
kodlanmış bilgilere dikkat çekmeye çalışarak
kadınların öteki’liğini fotoğrafları aracılığıyla
12 13
AFSAD
tartışmıştır.
Eril
dilin
özellikle
feminist
yaklaşımların hedefi haline gelmesi ise kadın
fotoğrafçıların bakış açılarının şekillenmesine
katkı sağlamış, çevresindeki olaylar ve nesnelerle
ilişkisini yeniden kurmaya yönelen kadın egemenlik
durumunu da yeniden sorgulamaya başlamıştır.
Virginia Woolf’a göre “Kadınlar yüzyıllardır, erkek
görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında
gösterebilen enfes bir güce sahip büyülü bir ayna
görevini yerine getirmişlerdir.” Ancak bu epik
betimlemeyle ifade edilen durum, kadının fotoğraf
aracılığıyla benliğinin derinliklerine yönelmesi ve
aynı zamanda kendi yansımasıyla da karşılaşma
anını keşfetmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır.
O güne dek egemen olanı yansıtan bir araç gibi
görülebilecek olan kadın, artık yöneldiği konular ve
nesneler üzerinden öteki hikâyeleri yansıtabileceği
bir ayna tutmaktadır elinde. Bunu yaparken tıpkı
bir günlük tutar gibi yaşantısına dair özel ve genel
ayrıntıları kaydeder. Bazen de kendi bedenini boş
bir tuval gibi kullanarak, ilişki kurduğu hikâyeleri
bu beden üzerinden betimleyerek anlatır. Kendi
bedenini ortaya koyarak aslında öteki ile kurduğu
ilişkide kendini tanımayı hedeflemektir denebilir.
Belki de bu nedenle, yani hem etken hem de edilgen
olabildiği için, kadının bakış açısı biyografik değil
otobiyografiktir.
28-30 Kasım 2013 tarihleri arasında düzenlenen
Semiha Es Uluslararası Kadın Fotoğrafçılar içseliyle ve sosyal çevreyle olan ilişkilerini,
Sempozyumu kapsamında açılan İkinci Göz: ilkelliği, modernliği, -mış gibi yapmayı, iletişim
Türkiye’den Kadın Fotoğrafçılar sergisi bu problemlerini büyük puntolarla yazmaktadırlar.
anlamda otobiyografik bir seçki niteliğindedir Birbirinden farklı bakış açılarına sahip olmalarına
denebilir. Küratörlüğünü Ahu Antmen ve Laleper karşın temelde tek bir İkinci Göz olma
Aytek’in üstlendiği serginin kitabı, bugün aynı durumunu imleyen kadın fotoğrafçılar bir araya
zamanda Türkiye’deki kadın fotoğrafçılarla ilgili getirildiklerinde birbirine benzemez biyografik
bir arşiv niteliği de taşımaktadır. Fotoğrafçılık fragmanlar algısı yaratmamaktadır. Hikâyelerin
kariyerlerinin başlangıcına göre 1980’lerden içerikleri ortak olmasa da özgürleşmeye doğru
başlayarak günümüze kadar uzanan seçkiye dâhil kat edilen yol ortaktır ve bu da kadınlık adına
olan sanatçıları aslında temelde bir tek ortak kapsamlı bir otobiyografi yazımıdır. Bu kadının
özellik birleştirir; kadın olmak. Bu birleştirici yükselen fotoğraf şarkısıdır.
yapı dışında sergi ve kitapta yer alan 26 kadının
birbirinden farklı hikâyeleri ve bakış açıları Bir anlamda kendi varoluşunu etkin kılmak için
olduğunu vurgulamak gerekir. Projenin ve seçkinin yeni hikâyeler yaratan kadın fotoğrafçılara karşı
çekici olan tarafı da budur. Belgesel ve kişisel birçok en belirgin eleştiriler çoğunlukla kendilerine
hikâyenin yer aldığı bu seçki, konu ve bakış açısı olan hayranlığı dışa vurdukları yönündedir. Belki
de kadının erkek egemen yapı
çeşitliliğine karşın bir karışıklık
fetişleştirilmiş olan
algısı yaratmaz. Asıl önemli olan
Baskı altındayken içerisinde
varlığına
karşı
duyduğu tepkiyi
ise özelden genele ya da genelden
olayları,
durumları,
fotoğraf
aracılığıyla
dile getiriyor
özele gibi klasik kanona dâhil
olması
çoğu
durumda
bir tehdit
nesneleri ve
olabilecek bir seçki mantığına da
algılanmaktadır.
20.
dâhil olmaz. Bu mantığı şaşırtarak kişileri gözlemleme olarak
yy.’ın
en
güçlü
ifade
araçlarından
hepsinin özel olduğuna, kendi
biri olan ve kadının yalnızca
kabiliyetini
başına olduğuna ve kendi başına
değil
seyreden
özel olan şeylerin bir araya gelip geliştirmeye çalışan seyredilen
olmasına da olanak sağlayan
yine de bir kaos yaratmayacağına
kadın
eline
bir
ifade
fotoğraf
belki
de
egemen
ikna eder izleyiciyi. Bu nasıl
yapıyı
bu
yönde
sarsmaktadır.
aracı geçtiğinde onu
mümkün olur?
Woolf’a göre “…kadın gerçeği
hâkim
olan
dilin
söylemeye başlarsa erkeğin
Daha önce de belirttiğim gibi
erkek egemen yapının içerisinde sınırları içine dâhil aynadaki görüntüsü küçülmeye
varlığını sürdüren kadın için bu
etmeme refleksiyle başlar; yaşam karşısındaki
uyumluluğu yok olur. Erkek
kendiliğinden olur belki de. Baskı
hareket
eder.
Bu
sabah kahvaltısında ve akşam
altındayken olayları, durumları,
yemeğinde
kendini
gerçek
nesneleri ve kişileri gözlemleme
davranış aynı
boyutlarının en az iki katında
kabiliyetini geliştirmeye çalışan
zamanda özgürlüğe göremezse, kararlar vermeyi, …
kadın, eline bir ifade aracı
kaçış/özgürleşme nasıl sürdürecektir?”
geçtiğinde onu hâkim olan dilin
sınırları içine dâhil etmeme
adına kaçış olarak İFSAK Sinema ve Fotoğraf
refleksiyle hareket eder. Bu
Dergisi’nin
152.
sayısında
tanımlanabilir.
davranış aynı zamanda özgürlüğe
Gültekin Çizgen bu durumun
kaçış/özgürleşme adına kaçış
yeniden gündeme gelmesini kaçınılmaz kılan bir
olarak tanımlanabilir. Küçük karanlık bir odacık
yazı yazmıştır. Kadınları çok iyi tanıdığı üzerine
olan fotoğraf makinası bu anlamda kadının
biçimlendirdiği yazısında “Kadının yükselen bir
kendine ait odasıdır. Woolf’un “Para kazanın, fotoğraf şarkısı var mıdır?” sorusu Gültekin
kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Çizgen’in cevaplanma ihtiyacı duyduğunu gösterir
Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden ya da soru sorma biçiminden dolayı okuyucu
yazın!..” öğretisi, fotoğraflar aracılığıyla kendini tarafından bu şekilde algılanabilir. Bu nedenle
ifade eden kadın için hem geçimini sağladığı, hem bu yazıyı Gültekin Çizgen kadının yükselen
boş vakitlerini işlevsel hale getirdiği hem de erkek şarkısı (ne demekse?) olarak okuyabilir. Bu arada
egemenliğinin sınırlarından dışarı çıkabildiği fotoğraflar ile daha yakın benzerliklerin şarkılarla
bir öykü yazım alanının keşfi ile örtüşmektedir. değil öykülerle sağlandığını da akılda tutmak
Bu nedenle bu öykülerin hepsi başka yaşamları, gerekebilir. Bu nedenle de erkeklerin, kadınların,
durumları ve kişileri anlatıyor olsalar bile aynı çocukların, farklı etnik ve kültürel çevrelere
zamanda otobiyografiktirler. Bu kadınlar düşlerini, mensup olan, farklı ülkelerde yaşayan insanların,
duyamayanların,
konuşamayanların,
zihinsel
sorunlar yaşayanların ve hatta göremeyenlerin
bile anlatabileceği fotografik öyküler olduğu ve
bu öyküleri anlatanların da kendi aidiyetlerine
göre şekillenebilecek bir betimleme diline
sahip olabilecekleri Gültekin Çizgen’e şaşırtıcı
görünmemelidir.
Sonuç olarak ‘kadının yükselen bir fotoğraf
şarkısı var mıdır?’ bilmiyor ve ilgilenmiyorum.
İlgilendiğim ve belki de hepimizin ilgilenmesi
gereken, kadının yükselen bir görme ve anlatma
biçiminin var olduğudur. İkinci Göz bunun var
olduğuna dair iyi bir örnektir. Ancak bu bir öncelik,
büyüklük, farklılık, seçkincilik ifadesi gibi algılanıp
tehdit olarak görüldüğü sürece kadınlara olan saldırı
devam edecek gibi gözükmektedir. Oysa kadının
yükselen bir görme ve anlatma biçimi vardır demek
son derece olağan bir önermedir. Bunun anlamı
şöyle açılabilir: Kadınlar fotoğraf çekme konusunda
her geçen gün etkinleşmektedirler ve anlattıkları
öyküler her durumda gözle görülür biçimde
belirgin olmasa da kadınlık durumuna dair izler
taşımaktadır. Ayrıca tekrarlamak gerekirse bu
sadece kadına özgü olmadığı gibi etnik, kültürel,
bedensel, zihinsel farklılıkları da kapsamaktadır.
Bu anlatım adına bir olanaktır, çeşitliliklerin
zenginliğidir, olumludur ve çoğulcudur. Belki de
kadın fotoğrafçılar özelinde hem negatif hem de
pozitif ayrımcılığın son bulması bir süreçtir ve
bu sürecin doğru işlemesi için yapılması gereken
kadınların daha çok fotoğraf çekmesi, izletmesi ve
fikirlerini paylaşmasıdır.
Kaynaklar
1- John Berger, Görme Biçimleri, Çev:Yurdanur Salman,
İstanbul, Metis Yayınları, 2002.
2- Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev: Suğra Öncü,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
3- Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev: Suğra Öncü,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
4- Gültekin Çizgen’in İFSAK Sinema ve Fotoğraf dergisinde
yazdığı Sanat ve Kadınlara Dair isimli yazıya atıf
olarak…
5- Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev: Suğra Öncü,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
6- Gültekin Çizgen, Sanat ve Kadınlara Dair, İstanbul,
İFSAK Fotograf ve Sinema Dergisi, sayı. 152, 2014.
MURAT AZAKLI
fotoğraf malzemeleri
A. Konur Sokak 27/3 Çankaya / ANKARA T. 0 312 417 52 12 C. 0 532 252 60 50 C. 0 538 777 70 70
W. www.muratazaklifoto.com.tr M. [email protected]
14 15
AFSAD
“Fotoğraf Alanında Üreten
Bir Kadın Olmak” Üzerine…
Dosya
Konusu
Mart - Nisan
Sevim SANCAKTAR
Sanatçı
www.sevimsancaktar.com
www.reccollective.org
Kadın sanatçıların daha çok deneysel üretimler içinde
olduğu, yeni formlar denediği bir zamanlamada, varlıklarının
kavramsallaştırılmasına karşı olan mücadeleleri aynı
zamanda kadınların bir çok alandaki varlıklarını görünür
kılma mücadelesine dönüşmüştür.
“Bakmak”
ve
Merkezinde Kadın
“Görmek”
İkileminin
Baskın, muhafazakar ve kısıtlayıcı kuralcılık üzerine
kurulmuş bir toplumsal yapının içinde, özellikle
de kadın sanatçıların üretimlerine bakmak bugün
hala önemini ve gerekliliğini koruyor. Aslında konu
üretimden ziyade, “bakmak” ve “görmek” sorusu
ile ilgili ve sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel alanın
merkezinde dururken, fotoğraf gibi belli bir alan
üzerinden konuya dair bir okuma yapmak mümkün
olabilir mi? Somut veriler üzerinden ilerlemek bizi
hangi (farklı) bilgilere ulaştırabilir? Ya da buradan
bir çıkarım yapmak mümkün müdür?
“Fotoğraf ‘alanında’ üreten bir kadın olmak;
dernekler,
okullar,
fuarlar,
galeriler,
kolektifler” başlığı üzerinden bir yazı yazmam
istendiğinde ilk aklıma gelen öncelikle, eril tahakküm
üzerine kurulu bir toplumsal yapının kadın ve
erkeklere bıraktığı alanlara bakmak olmalıydı.
Cinsiyete dayalı ayrımcılığı beraberinde getiren
toplumsal cinsiyet rolleri, biyolojik özelliklerden
yola çıkarak sosyal alanı, kamusal ve özel alan olarak
ikiye ayırmış, erkeği kamusal alanda tanımlarken
kadına ise özel alanı tahsis etmiştir1. Bu ayrımcılık
sadece erkeğe sosyal mekan içinde bir iktidar alanı
yaratmakla kalmayıp, sanatta da olduğu gibi bir
çok alandaki üretimin cinsiyet rolleri üzerinden
değerlendirilmesine zemin oluşturmuştur.
Birçok sosyal alan bu bağlamda eril özellikler
taşımaktadır. Sanat alanında ise ayrıcalıklı ve
daha eşitlikçi ortak bir alan yaratılmaya çalışıldığı
söylenebilir. Fotoğraf mecrasından bakacak olursak,
var olan alanların yeterliliği ve niteliği her ne kadar
ayrı bir tartışma konusu olsa da kadın sanatçıların
üretimlerini gösterebildikleri bir çok alan erkeklerle
aynı ölçüde imkanlar yaratabilmektedir. Başka
bir perspektiften bakılacak olursa, günümüzde
kadınların kendi üretim ve sunum alanlarını
yaratamadıkları vurgusu üzerinden gitmek çok da
gerçekçi olmayacaktır sanıyorum. Fakat günümüzün
iletişim çağının getirdiği tüm olasılıklar dahi, “erkek”
bakış açısına olan itirazları ve kadınların üretimlerine
bakan gözün erilliğini ortadan kaldıramadığı için hala
önemini sürdüren bir tartışmadır. Kadın sanatçıların
üretimlerinin, kendilerine sunum mekanı buldukları
galeriler, fuarlar, dernekler veya akademik ortamların
herbiri için farklı tespitlerde bulunulabilir. Ama
bu tespitler, sadece fotoğraf alanının sorunu
olmadığından, konuyu medium spesifik (mecraya
özgü) bir çerçeve içerisinde muhafaza etmek
gerekli midir? Cinsiyet rollerinin özellikle kadınlara
dayattığı “kurgulanmış” rolleri, dar bir alana
hapsetmek, tartışmayı toplumsal bir düzeye taşımayı
engelleyecektir. Kendi adıma, sorunun “Fotoğraf”
gibi spesifik bir alanda tartışılabilecek bir konu
olduğunu düşünmemekle birlikte bu alanda üreten
kadın sanatçıların işlerini ortaya çıkaran durum veya
tartışmalarla birlikte izlek olarak almaya çalışacağım.
Bunu yaparken sanat alanından farklı örneklere ve
mücadelelere bakmaya da çalışacağım.
Tartışmanın ayrıştığı önemli iki başlık, kadın
sanatçıların üretimleri ve daha öncelikli olarak
sanatçıların üretimlerinin nasıl temsil edildiği
olacaktır. Her ne kadar birbirinden ayıramayacağımız
süreçler olarak kabul etsek bile bunların farklı
mücadeleler içinde barınabilen durumlar olduğunu
düşünüyorum. Dolayısıyla benim bu yazıda özellikle
üzerinde durmak ve düşünmek istediğim, üstesinden
gelinemeyen
birçok
toplumsal
eşitsizlikten
yalnızca biri olan eril bakışın fotoğraf alanında
kadın üretimlerini nasıl gözardı ettiği ya da nasıl
yorumladığı olacaktır.
hatırlatmıştır (JSTOR*). Acaba bu gerçekleşebilmiş
midir? Sanat tarihinde bilinen bazı örnek durumların
ortaya çıkışının zamanlaması farklı soruları da
beraberinde getirmiştir (ancak bu yazının konusu
olmadığından detaylandırmayacağım).
1960 sonrası feminist hareketlenmeyle beraber ortaya
çıkan tartışmaların bir çok alana yayılması çeşitli
Temsiliyet meselesi varoluşla ve görünürlülükle karşı duruş eylemlerinin de ortaya çıkmasına alan
alakalı bir durumdur: Varoluş ve üretim biçimleri açar. Kadın sanatçıların öncelikle çağdaşlarıyla eşit
bir yanda onları nasıl görüp ve yorumladığımızla temsiliyet şansı edinmeleri ve tarihte sessiz bir şekilde
ilgilidir daha çok. Yoksa çeşitli toplumsal olaylar var olmaya devam etmemeleri, mücadelelerinin esası
olur. Bunlara en iyi örneklerden
sırasında ve dönemler içinde
biri olan, sanat alanındaki
kadınların
üretimlerini
çeşitli
Tünelin ucuna
cinsiyetçi ve ırkçı yaklaşımlara
sebep-sonuç ilişkileri üzerinden
karşı mücadele etmek için biraraya
okumak her zaman en kolaycı
gelmeden yolda
gelmiş bir grup feminist ve kadın
yaklaşım olabiliyor. Aynı biyolojik
biriken çok
sanatçıdan
oluşan
Guerilla
farklılıkların getirdiği sınırlamaları
Girls’dür.
New
York
sokaklarına
cinsiyetçi
yaklaşımların
önemli sorular
posterlerle galeri ve
meşrulaştırma
aracı
olarak
var ve en değerlisi astıkları
müzelerin
kadın
sanatçılara
kullanılması gibi... Bazı toplumsal
sergilerinde
az
yer
verilmesini
gerçeklikleri
hayatımıza
biz
belki de belli bir
protesto eden Guerilla Girls, 1985
eklemliyoruz. Ancak bazı alanları
tespit yapmaktan
yılında yine sokaklara astıkları
belli tanımlar üzerinden okuyoruz.
posterlerde o yıla kadar MOMA
kaçınıp, kadın
Kökeni çok daha eskilere dayanan
da sergilenen 169 sanatçının
sanatçıların eril
feminist söylemin 20.yy.’ın ikinci
sadece %10’undan azının kadın
yarısı itibariyle toplumsal bir
bir gözün bakıp da sanatçılardan oluştuğuna dikkat
harekete
dönüşmesi,
sanatta
görmezden geldiği çekerler.
da
yankılarını
kadınların
Kolektif
hafızanın
biraraya
mücadelesiyle
bulmaya
alanları içinde
getirdiği kadın kimliğini görünür
başlamıştır. Kadın sanatçıların
sınırlandırdığı
kılmak için olan ısrar ve mücadele,
daha çok deneysel üretimler içinde
olduğu, yeni formlar denediği toplumsal rollerinin kadınların bireysel mücadele
biçimlerini de geliştirmelerini
bir zamanlamada, varlıklarının
sorunsallığını
sağlar. Bunlara verilebilecek en
kavramsallaştırılmasına
karşı
iyi örnekler arasında erkek ismi
olan mücadeleleri aynı zamanda
nasıl algılayıp
kullanan ama cinsel kimliğini
kadınların bir çok alandaki
dönüştürüldüğüne tanımlamaktan kaçınan Fransız
varlıklarını
görünür
kılma
sanatçı Claude Cahun, işlerini bir
mücadelesine dönüşmüştür. Sanat
dair soruları
erkek ismi olan “George” sinonimi
tarihinde birikerek günümüze gelen
çoğaltmakta
ile imzalayan Grace Hartigan
görünmezlik tam anlamıyla eksik
ve eserlerini sadece isminin baş
bir okuma bilgisini de beraberinde
ve cinsiyetten
getirmiştir.
harfleri olan L.K ile imzalayan Lee
tamamen arındırıp, Krasner olacaktır.
Rönesans
atölyelerine
kadın
sanatçıların alınmaması, daha yüksek sesle tekrar Mücadele biçimlerini hafızamızda
tutarak günümüze geldiğimizde,
çok ev işleriyle tanımlanmış bir
tekrar sormakta
bugün
kadınların
Türkiye’de
kadın kimliğinin inşaasının politik
yatıyor.
fotoğraf veya sanat alanında
ortamında kadınların belli roller
kendilerine alan bulamadıklarını
içinde
varolmaları
beklentisi
dolayısıyla devam etmektedir. Örneğin, Franz Hals iddia edebilir miyiz? Görünür bir pozitif ayrımcılık
ve Judith Leyster 17. yy.’da yaşayan ve birbirine çok üzerine konuşmak ya da konuyu siyah-beyaz olarak
yakın bir resim tekniği ile işler üreten iki sanatçıdır. algılamaktan çok cinsiyetin belirleyici olmadığı bir
Leyster`in, Franz Hals in çağdaşı olmasına rağmen yapı hayal edemez miyiz? Burada fotoğrafın kendi
sanat tarihinde kendisine yer verilmemesi bu alanı içerisindeki farklı deneyimlerinden ve yaşanılan
anlamda şaşırtıcı olmamıştır. Hatta 1800’lerin ikinci sorunlardan bahsedebiliriz. Bakan gözün genellikle
yarısına kadar, yaklaşık iki yüzyıldır Franz Hals`in erkek olmuş olması, sanat tarihinin genelde eril bakış
resmi olarak bilinen “The Duet” isimli resmin, tarafından yazılmış olması ve kadınların genellikle
aslında Judith Leyster tarafından yapıldığının ortaya bunu tekrar ediyormuş gibi görünmesi, kadınların
çıkması yeni bir sanat tarihi yazımının aciliyetini kendi alanlarında varlıkları üzerine düşündürüyor.
16 17
AFSAD
Kadınlar bu alanda varlık gösteremediği için değil,
yanlış okumalar ve kadını belli toplumsal rollere
hapseden yaklaşımlardan dolayı.
Örneğin belgesel fotoğrafın ve nesnel estetiğinin
vurgulandığı bir zamanda çektiği fotoğraflarda
kendi özgün sanatsal yaklaşımına vurgu yapan Yıldız
Moran, 60’lı yıllarda önemli üretimler gerçekleştirmiş
bir fotoğrafçıdır. Moran’ın çok geç tanıdığımız,
fotoğraf üstüne geliştirdiği özgün söylemi için,
bugün hala pozisyonunu koruyan ve fotoğraflarının
zamanının çok ötesinde gittiğini söyleyebiliriz.
Moran için, “24 saat düşünülen, yaşanılan, ikinci
plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana,
hayata özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal
olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir
fotoğrafçı”. Sanatçının kullandığı mediumla ilgili bu
alıntı bir kadın sanatçının bir dönem ki temsiliyeti
konusunda farklı sorular akla getirmektedir. Yıldız
Moran, 2000’lere gelinene dek neden çok fazla
tanınmıyordu? Çocukları olunca fotoğrafı bırakan
Moran, 24 saatini veremediği fotoğrafın onu artık
tatmin edemediğini düşündüğünden mi bırakmıştı?
Yoksa anne olmanın hiç konuşulmadan kadınlara
yüklediği sorumluluklarla, gereken vakti mi
ayıramıyordu fotoğraf üretimine? Bunu hiçbir zaman
bilemeyebiliriz. Ama münferit bir örnek olmaktan
çıkarıp en azından bir sanatçı, bir anne, bir kadın
olarak ürettiği toplumsal yapılara dair düşünmek bile
bize yeni şeyler öğretecektir. Ve en önemlisi birinin
eşi, annesi, kızı olarak anılmadan sadece kendi
ürettiği fotoğrafların gücü üzerine hangi platformda
konuşabiliriz Moran’ı?
Tarih boyunca kadına ve erkeğe biçilmiş roller,
belli kültürel ve sosyal yapılar tarafından tekrar
tekrar tanımlanırken, bugün artık cinsiyet rollerini
tartışmak içine kıstırıldığı alandan çıkıp yeni bir
söylem yaratmaz mı?
Sanıyorum bunun pek de mümkün olmadığını
gösteren bir örnek vakayı da ele alabiliriz. Evet bu
benim için bir vaka çünkü cinsiyet ve fotoğraf genel
başlığı altında oldukça cinsiyetçi bir yaklaşımla
kadınlar üzerine yazılan bir metne değinmek önemli
diye düşünüyorum. Münferit bir örnek olduğunu
akılda tutarak ulaşabildiğim en güncel örneklerden
biri olduğu ve dilini çok sorunlu bulduğum için
üzerine değinmek istedim. Gültekin Çizgen’in
İfsak dergisinde yayınlanan yazısında Türkiye’de
fotoğraf üretiminin bugün durduğu noktayı
değerlendirmek yerine, kendi kişisel tarihinin
altını kalın çizgilerle belirginleştirmeye çalışan bir
yaklaşım görmekteyiz. Söz konusu yazıya hakim ton
olan, kadınların üretimlerinde “kadınsılığı” aramak
ve başarılı olmalarının önkoşulu olduğuna dair gibi
tanımlamalar yapmak yazımın başından itibaren
değinmeye çalıştığım bakmak ve görmek sorunsalına
iyi bir örnek teşkil etmektedir. Tünelin ucunu görmek
için aradaki her şeyi kaçırmak belki tüm dünya tarihi
boyunca sıkça kullanılmış bir bakış açısı. Özellikle
Türkiye’deki belli cinsiyetçi düşünce biçimlerinin aklı
hapsettiği tartışmalara da benzemektedir. Tam bu
noktada bu tarihi kim nasıl yazıyor sorusu ne anlama
gelir? Bugün galerilerde, fuarlarda müzelerde veya
akademilerde kadınların ne kadar aktif olabildiği ya
da hangi sergilere katılabildikleri kadın sanatçıların
sanat ortamlarındaki yerini betimlemeye yetebilir
mi?
Yoksa görünürlük sorununun türevleri mi
bahsettiğimiz? Bakıp gördüklerimiz mi? Bakıp da
göremediklerimiz mi? Ya da hem bakmak istemeyip
hem de görmediklerimiz mi daha önemli?
Sanatçıların üretimlerini aynı platformda, içinde
oldukları dönemlere göre, cinsiyeti göz önünde
bulundurmadan değerlendirme yapmak ve onlara
bakan gözün yaklaşımını farklı mecralar üzerinden
paylaşmak, sözkonusu üretimleri kamusallaştırır
bir anlamda. Artık günümüzde üretimin paylaşımı
ve dolaşımı oldukça önemli bir iletişim aracına
dönüşmüşken, bu paylaşımlar çok hızlı büyüyen bir
akış halini aldığından her alanda olduğu gibi hızlı
tüketimi de beraberinde getirir, sürekli bir tüketim
halinin ötesine geçerek kendini görünür kılmak
arzusu ile kaçınılmaz dönüşümlere uğrar. Ali Artun’un
deyişiyle “Artık pazarlama, mal ve hizmetlerin çok
ötesinde, düşüncelerden, politikalardan kentlere,
ülkelere, hatta kişiliklere varıncaya kadar bir varlık
koşuludur. Pazarlanamayan şey kimliksiz kalmaya
mahkümdur.”2
Çağdaş dünyada baskın bir bilinirlik-pazarlama
eşliği, sanatın sergilenmesi, fonlanması ve
kamusallaştırılması gibi alanlara da dokunuyor.
Belirgin prestijli durumlardan biri olarak görülen
“önemli” sanatçıların ya da yaşam alanlarına ait
“değerler”in müzeleştirilmesi, hangi sanatçının
üretiminin kaydının tutulacağı konusunda önemli bir
kıstas olabilir mi? “Sanatçı Müzeleri” bugün büyük
sanatçıların öne çıkması anlamına gelebilir mi?
Film still, Bir Endülüs Köpeği, Yönetmen: Luis Buñuel
Bugün Türkiye’deki sanatçı müzelerinin hepsi,
bazı araştırma alanları haricinde erkek sanatçılara
aittir. Eskihisar’daki Osman Hamdi Bey Evi ve
Müzesi, Muğla’daki Osman Hamdi Bey Müzesi,
Burhan ve Angela Doğançay Vakfı Doğançay Müzesi,
Burgazada’daki Sait Faik Abasıyanık Müzesi,
Aşiyan’daki Tevfik Fikret Müzesi, Cihangir’deki
Orhan Kemal Müzesi gibi yaklaşık 15 müzeden
bahsedebiliriz.
Semiha Berksoy için ölümünden sonra kurulan
müze ve kadın sanatçıların üretimlerini arşivlemek
amacıyla kurulan İstanbul Kadın Müzesi sanal müze
olarak yayınlanmaktadır. Yazıda üzerinde durmak
istediğim üretimlerin görünür kılınması, bakmak ve
görmek sorunsalı tam bu noktada hangi sanatçıların
müzeleleri olduğu konusuna bizi getirebiliyor.
Özellikle fotoğraf alanının hafızasızlığı, bu tartışmayı
alanının dışına taşırmaktadır. Bugün yaşayan bir çok
sanatçı kendi müzesinin kurulmasını farklı sebeplerle
önemsiyor ve buna alan açmaya çalışıyor. Yine fotoğraf
alanından bir örnek ile devam edersek Ara Güler
Fotoğrafçılık Eğitim ve Sanat Vakfı, Ara Güler Müzesi
kurmayı hedefliyor bir süredir. Müzenin işlevinin
ne olacağı, Türkiye’de üst kuşak fotoğrafçıların
yararlanabileceği bir yapı olup olmayacağını zaman
gösterecek. Müzeleşme fikrini hayatta olmayan
sanatçılar üzerinden düşündüğümüzde, yine belli
imkanlar doğrultusunda birilerinin önem atfetmesi
üzerine kurulabilen yapılardan bahsediyoruz. Bir
karar mercii, “değer” ve bir tarih yazımı burada karar
mekanizmalarını oluşturan etkenler. Peki bugün
müzesi olmadığını vurguladığımız kadın sanatçılar
neden görmezden gelindi acaba? Sanat alanının,
fotoğraf alanının daha “eşitlikçi” olduğu iddiası
ne kadar gerçekçi olabilir? Yıldız Moran gibi veya
edebiyat alanından örnek verecek olursak mesela
Sevim Burak’ın bugün bir müzesi olmamasını nasıl
okuruz? Veya müzesi olmaması Sevim Burak’ın
üretiminde neyi değiştirebilir? Ve sanırım en kritik
soru acaba Sevim Burak bir müzesinin olmasını ister
miydi?
Tünelin ucuna gelmeden yolda biriken çok önemli
sorular var ve en değerlisi belki de belli bir tespit
yapmaktan kaçınıp, kadın sanatçıların eril bir
gözün bakıp da görmezden geldiği alanları içinde
sınırlandırdığı toplumsal rollerinin sorunsallığını
nasıl algılayıp dönüştürüldüğüne dair soruları
çoğaltmakta ve cinsiyetten tamamen arındırıp,
yüksek sesle tekrar tekrar sormakta yatıyor. Bir
anlamda iktidar alanı kurgulamak ve bunun sonucu
olarak ortaya çıkan hiyerarşik yapıyı fırsat yarattığı
ölçüde sorgulamak, bu sorunun cevabını bulmak için
esas olacaktır.
* JSTOR, Journal Storage, 1995’te kurulmuş olan ve akademik
dergileri arşivlemek için kullanılan çevrim içi bir sistemdir.
Kaynaklar
1- Sankir, Hasan http://www.sdergi.hacettepe.edu.tr/
makaleler/hasan_sankir_1_1010.pdf).
2- Artun, Ali http://www.aliartun.com/content/detail/48
Sayfa 56-57 üzerine notlar, İFSAK Fotoğraf ve Sinema Sanatı Dergisi, 152. sayı
18 19
AFSAD
Fotoğrafın Öncü Kadınları
Dosya
Konusu
Mart - Nisan
Gülderen BÖLÜK
Fotoğraf Tarihçisi
[email protected]
Kadınlar, onun karşısında sadece peçelerini değil saçlarını,
omuzlarını açmakta da bir sakınca görmezler ve bu özel
fotoğraflarını, cephedeki eşlerine, özlem dolu mektuplarıyla
birlikte gönderirler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında İstanbul
Yıldız’da açılan stüdyonun fotoğraf tarihimizde
ayrı bir anlamı var. Orası ilk stüdyomuz olmasa
da kurucusu Naciye Hanım, ilk profesyonel kadın
fotoğrafçımızdır.
Aslında fotoğrafhane olarak bahsi geçen adres,
Naciye Hanım ve ailesinin yaşadığı Sait Paşa
Konağı’ndan başka bir yer değil. “Türk Hanımlar
Fotoğrafhanesi Naciye” yazan tabela kapının önüne
asıldığında, takvimler 1919 gibi imparatorluğun
dağılmakta olduğu zorlu yılları işaret etmektedir.
Naciye Hanım’ın asker olan eşi İsmail Hakkı Bey
cephede savaşırken, kendisi de ailesine bakmak ve
ayakta durmak zorunda kalır. Asker maaşlarının
düzensiz ödendiği bu zamanlarda birikimleri de hızla
tükenince Naciye Hanım bir fotoğrafhane işletmeye
karar verir. Aslında amatör olarak fotoğrafla ilgilenen
İsmail Hakkı Bey’in önceden çatı katına kurmuş
olduğu stüdyo, işini bir hayli kolaylaştırır.
Bir paşa kızının çalışması o yıllar için kabul edilecek
bir durum değilse de Naciye Hanım kimseye
aldırmaz, çalışma hayatı boyunca da bir engelle
karşılaşmaz. Üstelik kadın oluşu ona ticari bir avantaj
da sağlar. Kadınlar, onun karşısında sadece peçelerini
değil
saçlarını,
omuzlarını
açmakta
da
bir
sakınca görmezler
ve
bu
özel
fotoğraflarını, cephedeki
eşlerine,
özlem
dolu
mektuplarıyla birlikte gönderirler.
Naciye Hanımın kendi portresi
Bugün Naciye Hanım’dan geriye kalan fotoğrafların
sayısı sınırlı da olsa çalışmaları hakkında fikir verir.
Günışığı kullanarak yaptığı çekimlerde, dönemin
stüdyolarında sık görülen resimli fon perdesi, sehpa,
saksı içinde çiçek gibi aksesuarlar göze çarpar.
Naciye Hanım stüdyodaki portre çekimlerinin
dışında, düğünlere de fotoğraf çekmeye gider. Ayrıca
Sultan Reşat’ın torunlarına fotoğraf dersleri vermek
için haftada iki gün saraya gider. Haftada bir gün
de harem ağalarıyla birlikte sultanlar gelerek, onun
stüdyosunda karanlık oda dersleri alırlar. Ancak
ne yazık ki bunların hiç birisi elimize ulaşmadı, en
azından şimdilik…
Naciye Hanım, bir müddet Beşiktaş’taki konakta
çalıştıktan sonra, Beyazıt’ta üç katlı bir apartmana
geçer. Alttaki iki kat oturmaları için ayrılır. Çatı katı
ise yine fotoğrafhaneye dönüştürülür; çatı tamamen
kaldırılıp camlarla kaplanır. Burada da fotoğraf
çalışmalarına ara vermeden devam eder.
İsmail Hakkı Bey yıllarca cephede olmanın ve aldığı
yaraların etkisiyle sinirli bir adam olmuştur. Bu
durum Naciye Hanım’la ayrılmalarına neden olur.
Soyadı kanunundan sonra oğlunun aldığı “Suman”
soyadını kullanan Naciye Hanım, torunu oluncaya
kadar Beyazıt’taki fotoğrafhanede çalışmalarını
sürdürür.
Doğumunun ardından torunu Sevgi
Divitçioğlu’yla (ressam) daha fazla vakit geçirmek
isteyerek, 1930 yılında fotoğrafhaneyi kapatır ve
Ankara’ya gider. Naciye Hanım, 1973’teki vefatına
kadar da bir daha fotoğraf çekmez.
Fotoğraf alanında faaliyet gösteren bir diğer isim de
Muzaffer Hanım’dır. Osmanlıca olarak yayımlanmış
Süs Dergisi, 1923 yılı Haziran sayısında kendisini
okuyuculara takdim eder. Dergi
“Hakikaten
sanatkâr bir resimci” diye överek “Mahcup olmaktan
hiç korkmaksızın karilerimize (okuyucularımıza)
kendisini hararetle tavsiye edeceğiz. Artık
hanımefendiler için İstanbul dükkânlarına kadar
zahmet edip sürüklenmek, yabancı erkeklerle temas
etmek rahatsızlığı kalmadı. Adi bir kartpostala gün ve
saat tayin ederek adresinizi yazınız, idare hanemize
gönderiniz. Muzaffer Hanım hemen şitab edecek
(acele edecek) ve hem resimlerinin muvaffakiyetiyle
hem fiyatının ehveniyeti ile sizi son derece memnun
edecektir. Bir tecrübe ediniz!” diye tavsiye eder.
Hatta tavsiyenin de ötesine geçerek irtibat için
derginin adresini gösterip aracılık eder. Ayrıca
Muzaffer Hanım’ı çağırmaları konusunda bir de
gerekçe sunar: İnsanların fotoğraf çektirmek istediği
halde az fotoğrafının olması, bazı zorluklardandır;
Muzaffer Hanım’ı çağırdıkları takdirde bu zorluklar
da ortadan kalkacaktır.
“… Resimciye gitmek, ihtimal sıra beklemek,
sanatkârın keyfine esir olmak, makine karşısında
mum gibi dikilip durmak bize bir angarya gelir ve
bütün bu işleri yapmaya üşeniriz. Mesela resimci
kalkıp bizim ayağımıza gelse, oturduğumuz yerde
resmimizi çıkarsa şüphesiz hepimiz sık sık resim
çıkarmak isteriz. Hem atelyelerde çekilen resimlerde,
kurma bebek gibi gergin, bir heykel gibi camid
(ruhsuz) bir tavır vardır. Hâlbuki mesela evimizde,
bahçemizde, hatta acemi
bir amatörün çıkardığı
resimlerde bile ne tabiilik,
ne sıcaklık bulunur, değil
mi?”
Demek
ki,
evimizde,
kendi muhitimizde çıkan
resimler daha hoş, daha
renkli ve daha canlı
oluyor.
Bahusus
(en
çok)
hiç
yorulmadan
uğraşmadan,
oturup
dururken çıkacağını da
düşünelim. Hele köylerde,
uzak taraflarda oturan
hanımefendilerin
resim
çıkarmak için İstanbul’a
inmesi, Beyoğlu’nda bir
dükkâna gidip yabancı
erkeklerle temas etmesi ne
müşküldür!”
Bu haberden yaklaşık iki
ay sonra (4 Ağustos 1339)
dergi Muzaffer Hanım’la
ilgili “Seyyar Fotoğraf”
başlığıyla
bir
haber
daha yayımlar. Orada
da;
hanımefendilerden
gelen
davetler
için
arz-ı şükran ettikten sonra Muzaffer Hanım’ın
katılacağı davetlerin tarihleri konusunda bir uyarı
yapar. Herhangi bir zorlukla karşılaşılmaması için
20 21
AFSAD
Naciye Hanım kızı ve torunuyla
mektupların en az bir hafta önce gönderilmesi
konusuna dikkat çeker.
İlanlardan, Muzaffer Hanım’ın da Naciye Hanım gibi
kolay kabul gördüğünü, fotoğraf çekimlerine gittiğini
ancak bazılarına, davet mektupları eline geç ulaştığı
için yetişemediğini çıkarabiliriz. Yine de fotoğrafa
başladığı tarih konusunda net bir şeyler söylemek
için daha fazla belgeleye ihtiyacımız var.1
Cumhuriyet’in ilanından bir müddet sonraysa bu
kez profesyonel hayatın içinde Maryam Şahinyan
görülür. Maryam, Sivas’ın köklü ailelerinden
birinin çocuğu olarak 1911 yılında dünyaya gelir.
Doğumundan kısa bir süre sonra, 1915 yılında
Şahinyan Ailesi oradan ayrılmak zorunda kalır ve
tüm varlıklarını geride bırakarak Samsun üzerinden
İstanbul’a gelirler. Maryam’ın babası fotoğrafçıdır.
O da okulu bıraktıktan sonra babasının yanında
çalışır. 1937 yılından
itibaren de stüdyoyu
tek başına işletmeye
başlar
ve
1985’e
kadar yarım asır gibi
uzun bir iş hayatının
ardından geriye iki yüz
bine yakın bir arşiv
bırakır. Fotoğrafların
büyük çoğunluğunun
kadınlara ait olması,
Maryam Şahinyan’ın
da kadınlar için bir
tercih sebebi olduğunu
göstermektedir.2 1996
yılındaki vefatının ardından, Şişli Ermeni
Mezarlığı’na defnedilir.
Onun yaklaşık elli yıl
Foto Galatasaray - 14 Eylül 1955
Sergi” diye söz ettiği stüdyosu, birçok sanatçının
uğradığı, sanat sohbetlerinin yapıldığı bir mekâna
dönüşür.
Yıldız Moran ülkesindeki ilk sergisini 1955 yılında
İstanbul’da açar. Aynı yıl çalışmalarını Ankara’da da
sergiler. Ardından 1956 ve 1957 yılında, İstanbul’da
birer sergi daha açarak, 1962 yılında fotoğraflarını
Edinburgh’a taşır.
Moran, 1962 yılında şair Özdemir Asaf ile evlendikten
sonra fotoğrafçılığı bırakır. 1970 yılında İstanbul’da
açacağı sergi, onun son sergisi olur. Nurullah Berk’in
“Anıtsal Fotoğraflar” diye söz ettiği çalışmaları
dolayısıyla, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi,
Fotoğraf Enstitüsü tarafından 1982 yılında, kendisine
onur üyeliği verilir.
Yıldız Moran kendi portresi - 1949
boyunca kaydetmiş olduğu arşivinin bugün tamamen
korunuyor olması ise son derece sevindirici.
1950’li yılların önemli fotoğrafçılarından Yıldız
Moran ise kendinden önceki hemcinslerinden farklı
olarak, fotoğrafçılık üzerine eğitim almış, yurt içinde
olduğu kadar yurt dışında da sergiler açmış, fotoğrafı
sanatsal katmanda üretmiş bir isim.
Yıldız Moran 1932 yılında, modern görüşlü, sanat
ve edebiyata düşkün bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya gelir. Deniz subayı olan babası Vahit Bey,
Genelkurmaylığa bağlı olarak Mısır ve Almanya’da
da görev almış, profesyonel olarak değilse de amatör
olarak fotoğrafla ilgilenmiş, ilk büyük İngilizceTürkçe Sözlüğü kaleme almış ilerici biri; teyzesi ise
edebiyatımızın erken dönem yazarlarından Müfide
Ferit (Tek), dayısı sanat tarihçisi Mazhar Şevket
İpşiroğlu’dur.
Ses Dergisi’nin 25 Haziran 1983 yılında kendisiyle
yapmış olduğu röportajda “Fotoğraf makinesi o denli
varlığınızın bir parçası olmalıdır ki; konu ile aranızda
bir engel oluşturmasın. Şiirselliği olan her şey
sanat fotoğrafının konusudur, fotoğraf aracılığıyla
evrensel olan ve işlenen konunun kavramını içeren
fotoğrafı çekmek tek amacımdı…” diyen Moran, tüm
fotoğraflarını izin alarak çektiğini belirtir. Hiçbir
özel yaşama izinsiz girmemiş, bu titizliğini konuya
saygılı yaklaşım olarak değerlendirmiştir. Bu görüş
onun hemen her fotoğrafında hissedilir. Dönemin
fotoğrafçılarınca bolca kaydedilen Anadolu insanı,
Moran’ın karelerinde farklılık gösterir. Fotoğrafları
hiçbir yargı içermez. Oradaki figürlerle izleyici
arasındaki mesafe devamlı korunur ve hepsi kendi
basit gerçekliğinde kaydedilir. O, en dramatik, en
acıklı, en inanılmaz olanın peşine düşmemiş, sıradan
anları estetik bir şekilde sunabilmiştir.
Yıldız Moran 15 Nisan 1995’de İstanbul’da hayata
veda eder.
Yıldız Moran 1951’de, Robert Koleji’nden sonra
dayısının yönlendirmesiyle İngiltere’ye Bloomsbury
Technical College’e gider. Burada fotoğrafa dair
temel teknik bilgiler edinir. 1952’de Ealing Technical
College’e geçer. Ardından Old Vic Tiyatrosu’nun ünlü
fotoğrafçısı John Vickers’in asistanı olur.
Çok geçmeden, ilk kişisel sergisini 1953 yılında
Cambridge’de açar. Bu arada İtalya’da fotoğraf
kulübüne üye olur ve çeşitli Avrupa ülkelerini gezerek,
yoğun bir şekilde fotoğrafla uğraşır. Son derece
üretken olduğu bu dönemde, 1954’e kadar Londra’da
beş sergi daha açar.
Yıldız Moran, bu sergilerin ardından yurda döner.
Çalışmalarına ara vermeden devam ederek İstanbul
ve Anadolu’da sayısız fotoğraf çeker. Bu arada Beyoğlu
Kallavi Sokak’ta, Maya Galeri’nin üstünde bir stüdyo
açar. Burada hem fotoğraf üretir hem de eserlerini
sergiler. O dönemde basının “Kapanmayacak Bir
Yıldız Moran - Pasaj
Kaynakça
1-Bölük Gülderen, Fotoğraf Dergisi, Sayı. 112
2- http://tayfunserttas.blogspot.com.tr
22 23
AFSAD
Periferik Bakışın Ötesi
Kadın Belgesel Fotoğrafçısı
Olmaya Dair Düşünceler
Dosya
Konusu
Mart - Nisan
Çiğdem ÜÇÜNCÜ
Fotoğrafçı
Nar Photos
… bir silahı andıran zavallı nikonuma sarılan, nikonumu
erkeklerin bakışlarının nedeni olan ve aslında ilk anda hemen
ilgilerini çeken -sanki tüm cephanenin- ve kadınlığımın
toplandığı kalçalarıma doğru sıkı sıkı tutan benim. Kadınlığım
benim için tehlikeli ve sanki onlar için de bariz bir şekilde
tehlike teşkil ediyor.
Bugün karşı durduğumuz erkekleri biz yarattık.
Hem onlardan korkuyoruz hem de onları kendimize
tâbi zannediyoruz. Çelişkili geliyor kulağa; ama
akla yatkın. Onlara özel bir konum tahsis ederek
başlıyoruz, çünkü erkeklere karşı bazı malum
sorumluluklar hissediyoruz. Onları besliyoruz,
onlara bakıyoruz, onları el üstünde tutuyoruz. Bu,
her erkeği bir kadının doğurduğu gerçeğine borçlu
olduğumuz bir miras sanki. Onları kürsüye çıkarıp
haklarımız üzerine konuşmalarına izin verdiğimizde
iyi hissetmek için kendimize söylediğimiz şeyler
gibi; sanki bizim himayemizi hakediyorlar, sanki
kadınlar adamlardan daha güçlü. Bunlar, camide
cemaata önderlik etmelerine, dini kurallarla
bizi
yönetmelerine,
devletleri
kurmalarına,
fotoğraflarımızı çekmelerine, bizim imgelerimizi
tanımlamalarına, görünüşümüzü yargılamalarına
izin verdiğimizde ve bizim için inşa ettikleri evlere
uyum sağladığımızda düşündüklerimiz.
bu yetersizliği hissettirebilmek için elinizden alma
ihtiyacı duyan benim.
Fotoğraf makinemle hemen hemen her gün
gece gündüz demeden yürürken, Tarlabaşı’nın
karanlık sokakları boyunca erkeklerin bakışlarını
doğrulttuğu, her köşebaşındaki kötü niyetli
erkeklerden çekinen, onlardan korkarken aynı anda
onlara karşı sürekli bir saldırganlık güden, bir
silahı andıran zavallı Nikonuma sarılan, Nikonumu
erkeklerin bakışlarının nedeni olan ve aslında ilk
anda hemen ilgilerini çeken -sanki tüm cephaneninve kadınlığımın toplandığı kalçalarıma doğru sıkı
sıkı tutan benim. Kadınlığım benim için tehlikeli,
ve sanki onlar için de bariz bir şekilde tehlike
teşkil ediyor. Bu da yetmezmiş gibi bir de fotoğraf
makinem var.
Erkeklerden alıntı yapan ve aynı anda onları ifşa
eden kadınları dinleyen bu kişi benim. Caminin
üst katında, erkeklerin menzili dışındaki kadınlar
bölümünde oturup, aşağıda oturan erkeklere gözünü
diken benim; çünkü erkekler ön saflarda oturabiliyor.
Annelerimizin size verdiği ve saçma bir şekilde
benim de size bahşettiğim iktidarı geri almak için
namazı en önde, sizin gözünüzün önünde kıldırmak
için sürekli bir arzu duyan benim. Devletlerinizin,
siyasi partilerinizin önderliğini sırf öfkemden, beni
ve benim gibileri savunamadığınızdan dolayı size
Periferik bakışın ötesi
Fotoğraf
makinemle
cinsel
özelliklerimi
karşılaştırmam biraz zorlama gözükse de yakından
bakıldığında öyle değil aslında. Fotoğraf makinesinin
sadece gözlerden oluşan bir görüntüleme ürünü
olduğu gerçeğini göz önüne alırsak, benim kadın
bedenimi de bir nevi aynı şeymiş gibi varsayabiliriz
rahatlıkla.
John Berger’in Görme Biçimleri’nde söylediği ve benim
de gündelik hayatta her gün, özellikle bugünlerde
bir kadın fotoğrafçı olarak Türkiye’de hayatımı
kazanmaya çalışırken deneyimlediğim gibi, “kadın,
olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır”.1
Bunun neticesinde “kadın olarak doğmak, erkeklerin
mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde
doğmak demektir”.2 Erkeklerin siyasi liderlik ve
her türlü iktidar araçlarını baskın olarak kullandığı
ataerkil bir toplumsal düzende yaşadığın için bir
kadın olarak bu düzen içindeki rolünü sen tekrar
tekrar sorgularken ayrıca her daim iktidar partisi
tarafından sorgulanmayı da göğüslemelisin. Sonuç
olarak, erkeğin hakim olduğu düzen de senin rolünü
ve imgeni tanımlamakla yükümlü.
Judith Butler’ın 1990’da ‘Cinsiyet Belası’nda söylediği
gibi, biyolojik olan cinsiyet (sex) ile toplumsal
olarak inşa edilen cinsiyet (gender) arasındaki
farkı ve bu teorinin dayandığı Michel Foucault’nun
post-yapısalcı söylem tanımını (söz ve eylemi bir
arada kapsayan) göz önünde bulundurduğumuzda,
davranış ve kimliğimizi dışa vurma şekillerimizin
önceden belirlendiğini görüyoruz. Belirli bir cinsiyet/
toplumsal cinsiyet kimliğiyle tanımlandığımızda veya
birini tanımladığımızda, aslında bizi rahatsız eden
eşitsizliği, adaletsizliği onaylamış oluyoruz. Dahası bu
kısıtlamalar, söylem adında hüküm süren bir yasanın
bakış açısına göre belirlendiği için, sırf toplum
tarafından onay görmek için onları kabul etmemezlik
edemeyiz. Toplumsal gerçeği biçimlendiren baskının
söyleminin varlığı sona ermediği sürece, kadın bedeni
kaçınılmaz bir şekilde baskıyla ilişkilendiriliyor.
Görüntü üretebilen bir makineyle donanmış herhangi
bir kadın fotoğrafçı olarak kendime daha yakından
baktığımda, var olan düzende rahatsızlık yarattığımı
görüyorum. Gece yarısı erkeklerin hakim olduğu
Periferik bakışın ötesi
24 25
AFSAD
sokaklarda kendi başıma yürüme cüreti gösterirken,
hatta erkeklere açık olan kahvelere girip onları tavla
oynarken, sigara içerken gözetleyen ve fotoğraf çeken
ben, bu düzenin içinde şüphesiz bir arızayım.
Şimdi tam olarak ne oluyor da gözlenen rol
değiştiriyor? Sadece gözlenen olmaktan çıkıp,
gözlemeye de mi başlıyor? Sadece görüntü olmaktan
çıkıp, bir de görüntü üretmeye mi başlıyor? Özellikle
belli gerçeklikleri yakalamaya çalışıp bunu dışarıya
sunan bir kadın belgesel fotoğrafçısı için algılamanın
yöntemleri ve bakış açıları değişmeli, değil mi?
Haber fotoğrafçılığı üzerine ilk deneyimlerim
farklı bir hikaye barındırıyor. Mesela; protestoları
çekmek için sokağa çıktığımda, burada da erkek
fotoğrafçıların sayısının kadın fotoğrafçılardan çok
daha fazla olduğunu gördüm. Foto-muhabirliğine
henüz başladığım ve her şeyi sıfırdan öğrendiğim
için durmadan diğer fotoğrafçıların davranışlarını
ve çalışma yöntemlerini gözlemliyorum. Kendimi,
onların tutumlarını takınırken, jestlerini taklit
ederken buluyorum, eylemcileri takip ederken ardı
ardına sigara yakıyorum, her daim güçlü kararlı
adımlarla ilerliyorum, en iyi görüş alanı için ön safları
kapıyorum, tepe çekimleri için çöp konteynırlarının
ve korkulukların üzerine çıkıyorum. En cesuru, en
delikanlısı olmak istiyorum. Rekabet edebilmek
istiyorum.
Ama yine de aşamadığım bazı engeller olduğunu fark
ettim. Ön saflardaki konumumu koruyamamamın
sorumlusu olan fiziksel bünyemi ele alalım. Benden
genellikle daha uzun ve güçlü olan erkek fotoğrafçılar,
birbiri ardına görüş alanımı kesip önümdeki alanda
hak iddia ederken ne kadar uğraşsam ya da ne kadar
seri olsam da onlarla rekabet edemeyeceğimi bana
ağır bir şekilde hatırlatıyor. Ön saflardaki yerimi
korumaya çalıştığım anlarda ya yok sayıldım ya da
ciddiye alınmadım.
Sonunda savaşacak güçte olduğumu kendime
kanıtlamak için tehlikeli durumları kovalayarak bu
eksiklik hissimi dengelemeye çalıştım. İstanbul’daki
bir protestoda zorba polislerin, biber gazının,
tomaların, plastik mermilerin, ortalığı ateşe veren
eylemcilerin ve aslında ne kadar tehlikeli durumlar
olduğunu bir saniye bile düşünmeyip üzerinde hiç
bir güvenlik teçhizatı olmadan habire olayların
ortasına atılan kendimin, günün menüsünde yer
aldığını hatırlıyorum. En sonunda basın mensupları
güvenlik sebeplerinden dolayı alanı boşaltınca zar
zor kendime gelmiştim ve fotoğrafçı bir arkadaşım
telefonda aklıselim bir şekilde konuşmasaydı o anda
bile ilerlemeye hazırdım.
Erkek fotoğrafçı meslektaşlarımla eşit şartlarda
çalışmama mâni olan diğer engeller, toplum içinde
ziyadesiyle kökleşmiş durumda. İstanbul’un bir
muhitinde uzun süreli bir foto-belgeselin çekimlerine
başladığımda taciz, hırsızlık ve farklı türlerde
tehdit gibi vakalarla yüzleşmek durumunda kaldım.
Sokaklarda alanımı ve güvenliğimi kısıtlayarak
üzerimde iktidarlarını ispatlama gereği duyan bazı
erkekler için dışarılarda kendi başına gezinen bir
kadın olarak ben, kolay bir avım. Bu, elbette gündelik
hayatta alıştığım bir şey… Kadınların çoğu mutlaka
alışıktır bunlara. Buna maruz kalmak için kışkırtıcı
bir fotoğraf makinesinin refakatine ihtiyacım yok;
ama tabii ki bazı gerçekliklerin görsel kesitini
yakalamaya uğraşan, bunu yapmak için yeterli
ayrıcalık bahşedilmemiş ve ayrıca toplumsal, kültürel,
bir de tarihsel olarak en zayıf ve en kırılgan cinsiyete
mensup biri olarak fotoğraf makinemi taşımamdan
dolayı, haliyle daha fazla sorunla yüzleşiyorum.
Toplumsal cinsiyetimin temsil ettiği bahsi geçen
tüm faktörler ve çalışma şartlarımın etkileri işlerimi
çözümlerken, beni bazen tatminsiz kılıyor. Çoğu,
fotoğrafçılık piyasasına yön veren adlarını duyurmuş
deneyimli fotoğrafçılar oldukları için işlerimi onların
çalışmalarıyla karşılaştırırken, fotoğrafik gözümü
şekillendiren, kaçınılmaz bir şekilde beni onların
yöntemleriyle fotoğraflar üretmeye ayartan, onların
bakış açılarına alışan yetersizliğimi hissediyorum.
Piyasada başka türlü nasıl var olunur?
Dolayısıyla erkekler tarafından eğitilerek, onlar
tarafından kollanarak, onlar tarafından yargılanıp
incelenerek ve onları inceleyerek nasıl bu işte ayakta
kalabilir ve bireysel bakış açınızı koruyabilirsiniz?
Henüz kendi fikirlerinizi bile geliştiremeden, tüm
bakış açınız zaten virüsü kapmış olmuyor mu? Bu
kadın-erkek meselesini büyük resme bakmak için
iki saniyeliğine tamamen kenara koyalım; peki hali
hazırda belli kuralları koymuş ve kısıtlı alanınızı
belirlemiş bir düzenin içinde nasıl ilerleyebileceksiniz?
Şu ana kadar konuştuklarımız: Düzen konumunu haklı
göstermek ve korumak için sizi belli bir yere koymalı,
bilimsel şartlarda, tarihsel değerlendirmelerde ve
toplumsal tartışmalarda sizi nasıl algılayacağının
ve nasıl algılanacağınızın ana hatlarını ve kodlarını
kurmalı. Düzen kendisini, kendi ilkeleri tarafından
kurulmuş ve yönetiliyor olan genel söylemin
üzerine inşa eder ve kaçınılmaz bir şekilde bu oyunu
kazanamayacağınızı ima eder. Yani en azından durum
bu, nasıl oynanacağını bilmiyorsanız.
Lynda
Nead’ın
‘Kadın
Çıplaklığı:
Sanat,
Müstehcenlik ve Cinsellik (1992)’ adlı yapıtı bu
bölümde kılavuzumuz olsun. Nead, feminist eylemin
ana akımın dışına taşmasına muhalif olarak karşı
kültür pratiği (counter-cultural-practice) kavramını
tesis eder. Kurtuluş, kamusal alanda müdahale ve
zaptla, yerleşik algıyı ve bileşenlerini yapı-bozumuna
uğratan bir arıza gibi çalışarak ve böylece sistemin
kusurlarını ve sakatlığını ifşa ederek talep edilmelidir.
Feminist eylem, egemen sistemin ulaşılamaz olduğu
ütopyada gerçekleştirilmemelidir, söylemin sınırları
dahilinde gerçekleştirilmelidir. Çünkü (Butler’ın
uygulamalarını hatırlayarak) kişi söylemin dışında
onay görmez.
Tarlabaşı’nda kaldığı evin çatısından bakan Suriyeli mülteci
kadın
Kendilerini ana akımdan tecrit eden ve alt-kültürel
olarak addedilebilecek kurumları inceleyerek,
meşruluklarının
yetersizliğin
itirafı
üzerine
kurulduğunu ima edebilirsiniz. Yetersizlikten yola
çıkmak sizi bir yere götürmez daha da dibe çeker.
Yetersizlik kendini kamusal ihmale sürükleyen,
kaçınılmaz bir şekilde baştan beri esnetilmez
olmasına neden olan ekonomik dezavantajlara sebep
olur.
Diyorum ki, hiç bir zaman eşit olamayacağımızdan
- çünkü aslen farklıyız - mesele eşitlik talebi değil,
mesele hakkımızın verilmesi için yeterli esneklikteki
çeşitliliği elde etme hususunda diretmek. İçinde
yaşadığımız bu yapının bir parçası olduğumuz için biz
de sorumluyuz. Dolayısıyla biz bu yapının içeriğini
müşterek bir şekilde yaratabiliriz.
Tüm bu cinsiyet çerçevesi içinde haber fotoğrafçısı
ya da belgesel fotoğrafçısı olan benim örneğime geri
dönersek, mesleğin getirdiği tehlikenin dozundan
bağımsız olarak söylenebilir ki, benim pratiğim aslında
o tehlikenin bir bölümünü muhalefete dönüştürmek.
O haber arenasında bir iş görmeyeceğim; çünkü kamu
talebi üzerine fotoğraf çekebilen biri değilim, olmak
da istemem; ama yine de sahalara çıkıp hem bildiğimi
okuyup işlerimi kamuya sunmaktan vazgeçmiyorum,
hem de genel geçer bir onaya gereksinim duyuyorum.
Kamusal alanda fotoğraf makinemle birlikte yer
almaya devam edeceğim ve erkeklerin sokaklar
üzerindeki mülkiyetini kaydederek, karşılığında
onların sokaklarda çekilen fotoğrafları üzerinde hak
talep edeceğim. Düzenin içindeki zıpçıktılığımı göz
önüne sererek, varlığımı görünür kılacağım. Böylece
düzenin yetersiz gerçekliğinin maskesini düşürerek,
onun üzerinde bir parça üstünlük elde edeceğim.
O tüm özel tertibin içindeki gerçeklikleri yakalamaktan
ve maskelerini düşürmekten bahsetmişken, son bir
kaç sorunun hala sorulması gerekiyor. Ortada hakiki
bir gerçeklik olmadığında ben neyi savunuyorum?
Aynı çatı altında misafir edilecek birden fazla gerçeklik
olduğunda hangi gerçeklik daha çok savunulmaya
değer? Ve buna kim karar verecek? Fotoğrafçı mı?
Feminist politika hakkında yavuz görüşleri olan
yeni tanıştığım bir kadın, foto-belgeselime şöyle
bir göz attıktan sonra kabaca şunları söylemişti:
“Bu Tarlabaşı değil. Mesela, şu kadının elbisesinin
kırmızı rengine bak. Orada böyle bir renk yok. Bu
bana göre Tarlabaşı değil. Tarlabaşı kadına şiddetin
gırla olduğu, insanların üç maymunu oynadığı,
farklı etnik kökenler arasında şiddet ve ayrımcılığın
kol gezdiği bir yer. Mesela, Kürtlerin ve Afrikalı
mültecilerin arasında dayanışmanın d’si yok. Şu
fotoğrafta çamaşır asan kadına bak. Kim bilir hangi
şartlar altında yaşıyor, buraya gelmek için nelerden
vazgeçti, yakılan köy, öldürülen hemşeriler ve hala
fakirliğin, şiddetin, ayrımcılığın, evsizliğin cefasını
çekiyor. Senin fotoğrafında flamenko dansı yapıyor
gibi gözüküyor. Flamenko dansçısı mı ya da öyle biri
mi o? Senin fotoğrafların fazla canlı, keskin, fazla
renkli. İşlerine bakarken gördüğüm o baskın kaçış
romantizmi beni fazlasıyla rahatsız etti.”
Ve bir kez daha; hangi gerçekliği ve kimin gerçekliğini
savunuyorum ben? Hangi gerçeklik daha çok
savunulmaya değer? Ve ben nasıl olur da buna karar
vermeye cüret ederim?
Bu idam hükmüne benim anlık tepkim şunu söylemek
oldu: “Evet bu bir tür romantizm. Ve evet, sanırım
haklısın, belirli bir gerçeklikten kaçıyorum.”
Kişisel olan her daim politiktir.
Eleştirmenimin bahsettiği gerçekliğin varlığını,
içinde yaşadığımız ataerkil yapıya borçlu olduğunu
var sayarsak, ben kesin surette ondan kaçmaya
çalışıyorum. O gerçekliğin, resmedilen kadının
gerçekliği olmasını istememem gibi, benim de
gerçekliğim olmasını istemezdim.
Editör Notu: Çiğdem Üçüncü, 80’lerde Almanya’ya
yerleşmiş Türk göçmenlerin 3. nesili olarak, 1986 yıllında
Almanya’da doğmuştur. Metni ingilizce olarak kaleme
almıştır.
Kaynaklar
1-2 John Berger, ‘Görme Biçimleri’, s. 46
26 27
AFSAD
Sanırım bu elzem soruları dolu dolu cevaplayamam;
ama naçizane bakış açım şimdilik şöyle galiba: Ben
bir belgesel fotoğrafçısıyım. Toplumu fotoğraflıyorum
ve toplumun bir parçasıyım. Resmedilen, benim
gerçekliğimin bir parçası ve ben de resmedilen
gerçekliğin bir parçasıyım. Fotoğraf çekmek hüküm
vermektir, cinsiyettir, toplumsal cinsiyettir, taraftır.
Bundan kaçamazsınız. Sizden ve gerçekliğinizden
kaçamayacağım gibi, karşılığında siz de benden ve
benim gerçekliğimden kaçamazsınız. Fotoğraf çekmek
sizinle benim aramda olan müşterek bir deneyimdir
ve kimseye bir gerçeklik borcumuz yoktur; ama kesin
surette birbirimize gerçekliklerimizi borçluyuzdur.
Ve–
İngilizceden Çeviri: M. Cem Öztüfekçi
Kadınlar, Düğünler ve Doğumlar
Dosya
Konusu
Mart - Nisan
Pınar GEDİKÖZER
Fotoğrafçı
[email protected]
Hayatımızın her anında artık fotoğraf var.
Tanıklık etmek, belgelemek, hissettiklerimizi
anlatmak ve anlara sahip olmak için fotoğraf çekiyoruz.
Belgeliyoruz, çünkü böyle bir anı yaşadığımızı tekrar
tekrar hatırlamak ve hatırlatmak istiyoruz.
Teknolojinin bize sunduğu imkânlarla, fotoğrafların
yüzlercesini cebimizde veya çantamızda taşıyıp,
istediğimiz yerde gözden geçirebiliyoruz artık. Sadece
kaydetmek değil, paylaşmak da var bu sürecin içinde.
Hem sevdiklerimizle hem de öte bir zamandaki
kendimizle.
Fotoğraf pratiğini herkesin kolaylıkla tecrübe
etmesine imkân veren teknolojiler ve çeşitlenen
mecralar
nedeniyle
çok
daha yoğun bir ilgi gören
fotoğraf, hayatımızın her
köşesine girmeye başladı.
Kimi konular eskisinden farklı
bir şekilde fotoğraflandığı
için, kimi konular da hafif
ve performanslı kameraların
sunduğu teknik imkânlarla
ele alındığı için eskiye nazaran
daha popüler hale geldi. Tıpkı
düğünler ve doğumlar gibi.
Stüdyodan Belgesele
Özellikle Amerika ve İngiltere’de düğünlerin belgesel
birer çalışma olarak ele alınıp fotoğraflanması,
diğer ülkelerdeki fotoğrafçılara da farklı bir bakış
açısı kazandırdı. Benzer bir yaklaşım da Türkiye’de
son 10 sene içinde şekillendi. Kontrollü bir stüdyo
ortamında çekilen fazla bir sürpriz ve kişisellik
barındırmayan fotoğrafların yerini, çoğunlukla
olayların geçtiği mekânlarda gerçekleşen çalışmalar
almaya başladı. Günün akışına göre şekillenen bu
çalışmalarda herhangi bir stüdyodan ve stüdyonun
getireceği masraflardan bağımsız olmak, konuya ilgi
duyan fotoğrafçıların daha rahat, daha korkusuzca
ve daha az yatırımla bu sektöre adım atmalarını
sağladı. Bu tip farklı yaklaşımları ilk uygulayanlar da,
bahsettiğimiz konulara ilgi duyan kadın fotoğrafçılar
oldular. İçinde yer aldıkları toplumda kadın
olmanın getirdiği zorunlu deneyimler, gözlemler
ve paylaşımlarla, gerek düğün gerekse de doğum
konularında erkeklere nazaran daha derin bir bilgi
birikimine sahip olduklarını fark ettiler. Birçok
aşamasına defalarca tanık oldukları bu süreçlerde,
olayların merkezinde yakın bir gözlemci olarak
kalmaya ve kurdukları duygusal bağa odaklandılar.
Ürettikleri işler farklıydı. Daha içeriden bakabilen
ve daha önceden görülmemiş süreçleri yansıtan
bu samimi, doğal fotoğraflar sektördeki taleplerin
yönünü de değiştirdi. Düğün ve doğum sektörünün
tüm dönemlerdeki sürekliliği ve pazarın büyüklüğü
de zaman içinde birçok kadın fotoğrafçının sektöre
girmesine, herhangi başka firmaya bağlı kalmadan
kendi ayakları üzerinde durup, iş sahibi olabilmesine
imkân tanıdı, yeni bir ekonomik özgürlük alanı
yarattı. Fotoğrafçı Seçimi
İlk yıllarda belgesel kavramını
öğretmek ve içeriğini tanıtmak
düğün ve doğum fotoğrafçılarının
işlerinin önemli bir parçasıyken,
artık
bu
bilgilendirmeye
eskisi kadar zaman ayırmak
gerekmiyor.
Müşterilerin
çoğunluğunu oluşturan kadınlar
bugün
istekleri
konusunda
daha netler. Öncesinde detaylı
planlamalar yaptıkları, zamanı
geldiğinde de büyük bir heyecan ve koşturmaca
içinde geçirdikleri doğum ve düğün günlerinde,
önem atfettikleri konuların etkileyici ve detaylı bir
şekilde belgelenmesini istiyorlar. Bu isteklerini
yerine getirecek kişinin yanında rahat olmaları çok
önem taşıyor. Belki de özellikle bu yüzden kadın
fotoğrafçıları seçme eğiliminde oluyorlar.
Bir düğünü belgeleyen kadın fotoğrafçı, gelinin
yanındaki arkadaşları kadar önem taşıyabiliyor.
Hatta kimi anlarda verdiği manevi destekle onların
bile önüne geçebiliyor. Bir doğuma tanık olan kadın,
kendi hayatında tecrübe ettiği veya etme potansiyeli
bulunduğu bir durumla karşılaşıyor. Bebeğin ailesi
ile birlikte gülüyor, endişeleniyor, diğerleri ile aynı
duyguları paylaşabiliyor. Bu doğal yakınlığın altında,
düğün ve doğumların toplumsal olarak kadına dair
deneyimler olarak tanımlanmış olması yatıyor.
Dosya
Konusu
Kontrast Fotoğraf Dergisi sordu:
Mart - Nisan
Fotoğrafın cinsiyet kimliği içeren bir pratik
olduğunu düşünüyor musunuz?
Diana BLOK
Fotoğrafçı / Eğitimci
www.dianablok.com
Benim bu soruya ilk tepki olarak vereceğim cevap,
kesinlikle evet. Lâkin, çok karmaşık ve yüzlerce yıllık
insanlık tarihini içinde barındırdığından bu konunun
derinliklerine inmenin kolay olmadığını düşünüyorum.
Kadın bakışı, erkek bakışı ve her ikisini de barındıran
androjen bakışı diye bir şeyin var olduğuna inanıyorum. Bu son dediğim 10 yıl içerisinde hızla gelişen
bir bakış, yine de halen son derece nadir bulunan
bir şey. Hepimiz oldukça görsel açıdan şartlanmış
durumdayız. Gerçek bir bireyin gözlerinden orijinal
bir bakış kazanmak için, kendi geçmişimiz ve hayat
koşullarımızdaki bu şartlanmayı sorgulamak gerek. İlk başlarda, 40 yıl önce bir fotoğrafçı olmaya karar
verdiğimde, bir kadın olarak genelde erkeklerin
mesleği olan bir meslek seçtiğimi hiç düşünmemiştim.
Diğerlerinin arasında kadının temsili konusundaki
rahatsızlığımı ve kafa karışıklığımı tahlil ve ifade
etme dürtüsü hissettim. Bu beni içinde günlük
haberleri ve geleneksel mitolojileri araştırdığım,
güzelliği ve vücudun kusurlarını, cinsiyet rollerini ve
sezginin kuvvetini sorguladığım öz portreler çekerek
fotoğrafik deneyler yapmaya yönlendirdi. Fotoğraf
makinesi bunun için mükemmel bir aletti.
Davranışlarımı, cinsiyet kimliğimi ve ifade özürlüğümü kısıtlayan inanç sistemleri, fotoğraf aracılığıyla
bir şekle büründü. Güzellik kodları ve kadınlık, rahatsız edici belli model ve formlarla sınırlandırılmıştı. Geleneksel olmayan cinsel kimlik ve cinsiyet imgelerini temsil eden rol modeller çok azdı.
Hollanda’daki Rietveld Sanat Akademisi’ndeki (1977)
ilk günümde bir öğrenci olarak tüm fotoğrafçılık öğretmenlerinin erkek olduğu gerçeği ile yüzleşmiştim.
Böyle bir yaklaşımla öğrenim göremeyeceğim fikri
benim için netleşmişti. Bu sebeple ilk günün ardından oradan ayrıldım ve fotoğrafçılık alanında herhangi bir akademik çalışmadan bağımsız olarak çalışmaya devam ettim. Bu bana kendi ilgi alanım olan
konuları, yani cinsellik, şehvet, cinsiyet, kimlik ve aile
yapılarını son derece kişisel bir düzeyde keşfetmek
için fırsat tanıdı.
28 29
AFSAD
70’lerin sonlarında ve 80’lerin başlangıcında kadınlar
profesyonel fotoğrafçı olma isteklerini dile getirmeye
başladılar. Pek çoğu kendi kendini eğitmişti ve yeni
bir bakış açısı geliştirmekte çok önemli katkılarda
bulundu. Bizler dünya çapındaki farklı sanat okullarında ve master programlarındaki ilk kadın öğretmen kuşağı olduk. Şimdi, 40 yıl sonra çok daha fazla
kadın fotoğrafçı ve öğretmen var. Bunun yanında
bizim bakış ve algılayışımıza olan ihtiyaç konusunda
daha iyi bir farkındalık var.
Fotoğraf, dünyamızın bir aynasıdır. Anlamlı
fotoğrafın konusu günümüzde giderek daha çok
politik, insani ve sosyal konularla ilgili olmaya
başladı. Kısıtlama ve genişletme el ele, yeni
teknolojiler ve bizim iletişim biçimimiz sayesinde
her zamankinden daha fazla kadın buna dâhil
olmaktadır. Hatta cinsiyet bir raddeye kadar yeni
medya aracılığı ile gizli kalabiliyor.
Birkaç yıl önce, Hollanda’daki Royal Academy of
Fine Arts’da çalışırken verilen bir dersi hatırlıyorum. Hintli fotoğrafçı Dayanita Singh konuşmak
üzere davet edilmişti. Fotoğrafçılık Bölümü Koordinatörü’ne, dinleyicileri nasıl bir fotoğraf makinesi kullandığını sormamaları için uyarmasını özel
olarak istemişti. Anlaşıldığı kadarıyla bununla ilgili
olan e-posta kaybolmuş ve zamanında dinleyiciler
uyarılamamıştı. Dersin sonunda bir fotoğrafçı el
kaldırıp ona nasıl bir fotoğraf makinesi kullandığını
sordu. Singh kızgın şekilde bir soruyu sorana bir de
koordinatöre baktı ve bir an duraksadıktan sonra
cevap verdi: “Klitorisimle fotoğraf çekiyorum”
Bu genelde erkeklerin sorduğu, kadınlar tarafından
pek sık sorulmayan sıkıcı soruya verilmiş unutulamayacak kadar sert bir cevaptı. Pek çokları görünüşe göre hala fotoğrafı “fotoğraf” yapanın arkasındaki göz ve ruhtan ziyade makinenin kalitesi olduğunu
düşünüyor.
2000 yıldan beri erkek bakışıyla biçimlendirilip
kontrol edilen geleneksel kadın bedeni temsili,
hala pek çok kadın tarafından hissedilen bir zorluk. Bunlar bizim görme ve hareket etme biçimimizi
şekillendirdi. Bunların gerçek olduğuna inanmak
şiddetli bir ayrımcılığa, hastalığa ve tüm dünyadaki kadınların huzursuz olmasına sebep oldu. Umarım içinde yaşadığımız bu gelgit dalgası halindeki
tasvirlerin arasında “androjen bakış”ın gelişmesi,
çoğalıp yayılması için daha fazla düşünce ve farkındalık oluşur. Eğer fotoğrafçılar gerçek güzelliğin ve
değişimin elçileri olacaklarsa, her birinin içindeki
cinsiyet rollerinde daha büyük bir merhamet ve içsel denge olmalı.
Brezilya, 21-2-2015
Çeviri: Zeynep Hamurdan
Gözde Mimiko TÜRKKAN
Sanatçı / Fotoğrafçı
www.mimiko.net
Başlangıçta John Berger’in “Erkek-nesne-aktif” ve
“Kadın-obje-pasif” ve Laura Maulvey’nin “Male gaze”
(erkek bakışı) kavramlarına karşılık, kendi “Kadın
bakışımı” ortaya koymama yarayan bir araçtı fotoğraf
benim için. 2008’de gerçekleştirdiğim “Baktım sana
dönüp baktığımda baktın mı bana” adlı lisans bitirme
projemde yazdığım üzere, “Kendi ‘kadın bakışımın’
arayışında olduğumu da söyleyebilirim; ancak bakış
açım dünyaya, dolayısıyla bana hâkim olan “Erkek
bakışı” ile çarpıtılmış gibi geliyor. Benim ‘kadın bakışım’, benzer bir şekilde erkeklerden birer arzu objesi
yaratmama mı neden oluyor? Belki hayır; ama erkeklerden obje yaratma süreci, erk sahibi olma ve onların
benim üzerimde olduğu gibi, benim de onların üzerinde güç sahibi olmamın bir yolu olabilir.” Bu bakımdan fotoğraf cinsiyetler arası olduğu kadar, başka
birçok çekişmenin yansıdığı bir egemenlik oyun alanı
aynı zamanda.
Diğer yandan cinsiyetimiz, kimliğimizin parçalarından bir tanesi ve cinsiyet de kendi içinde biyolojik, sosyal, psikolojik gibi çok çeşitli etkenlerin bir
araya gelmesinden oluşan (ve hatta değişken) bir
yapı. Kimliğimiz ise her hareketimizde izini bırakan,
bizi biz yapan şey. Bu sebeple fotoğraf aracına veya
pratiğine de kaçınılmaz olarak onu kullanan kişinin
kimliği sızıyor.
Böyle düşündüğüm kadar, basmakalıp ve klişe bir kadın-erkek, nesne-obje, bakılan-bakan, pasif-aktif, zıt
çiftlerine takılıp kalmamak gerektiğine inanıyorum.
Tıpkı biyolojik cinsiyetimizin, cinsiyet kimliğimizin
yalnızca bir kısmı olduğunu hatırlamamız gerektiği
gibi. Dolayısıyla, “Kadın bakışı” (veya erkek bakışı)
altında, o cinsiyete ait bireylerin üretimlerini toplayarak bir panorama elde etmek veya genel bir kanı
oluşturmak son derece yanıltıcı olacaktır.
Cinsiyet kimliklerinin bu izlerini, belli bir cinsiyet
tarafından sahiplendirilmeye çalışmanın yanıltıcılığına karşılık, bireysel seviyede fotoğrafın eser sahibi
hakkında birçok ipucu vermesi de bir o kadar heyecan verici. Belki de bu sayede, cinsiyet anlayışımız ve
kavramımız da değişime uğrayabilir ve bireysel farklılıklara karşı daha açık ve duyarlı oluruz.
Hülya EMEÇ
DİHA Foto Muhabiri
[email protected]
Fotoğrafı kime sorarsanız sorun, size “ânı yakalama”
olduğunu söyleyecektir. Fakat popüler olan bu cevabın ötesinde, fotoğrafın “an” meselesinin çok çok ilerisinde olduğunu ısrarla belirtmek gerekir. Fotoğrafı
sadece “an” içerisine hapsetmek, her şeyden önce fotoğrafa aykırıdır. Fotoğrafın, diğer tüm sanat dallarının oluşum noktası olduğunu ve sanatın ilk kıvılcımının fotoğrafla başladığını da eklemek isterim. Farklı
bir deyişle fotoğraf, her tür sanat alanının “ilk adım”
aşamasıdır. Bundan hareketle, göz ve düşüncede beliren her şey öncelikle bir kadrajdır. Söz konusu kadrajın ne kadar estetik olduğu ya da olacağı, tamamen
fotoğrafçının hayal ve görme gücüyle ilgilidir. Dünyanın, yazılmış en basit hikâyesini okurken bile, beyinde devamlı akışkan bir fotoğraf dizisi oluşur. Ödüllü
filmler, ilk olarak birer fotoğraf karesi idi. Mevsimlerin doğa içerisinde göstermiş olduğu değişimler birer
fotoğraf karesi değildir de nedir?
İlkin elit çevrelerde karşılaştığımız fotoğraf, bugün
cebimizde taşıdığımız basit bir telefonun içerisine
bile yerleştirilmişse, fotoğraf çekiminin artık evrensel
bir boyut kazandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki
evrenselleşmiş fotoğrafta, acaba cinsiyet söz konusu
olduğunda da aynı şeyleri söylemek mümkün müdür? Hayır! Çünkü erkeğin egemen olduğu, mevcut
toplumsal karakter içerisinde kadın, bir objektif karşısında hemen utanarak, çekinerek yüzünü saklıyorsa, fotoğrafın büyük bir çoğunluğunun hala “erkek”
olduğu, su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
‘Postmodern kültür’ adı altında bir tüketim kültürüne malzeme olarak sunulan fotoğrafçılıkta, belirleyici olan tüketim kültürünün geleneğin ve inancın
fotoğraf üzerindeki etkisini ortaya koymuş olmasıdır.
Kendi kültürünü reddetmek üzerine kurulu olan model bakış açısı, bundan dolayıdır ki, modern insan
için kadın bedeni, sürekli ilerleme ve fethetme aracı
olarak fotoğrafla resmeder. Bugün Türkiye’de şampuan, araba, tekerlek ya da en basit bir ürünün tanıtımı kadın üzerinde yapıldığı gibi, kadını ya da insanı
esas alan bir objektiflikten söz edilmesi mümkün değildir. Tarihsel ve sosyolojik olarak da olaya bakıldığı
zaman fotoğrafın bu şekliyle kabul edilmesi olanaksızdır. Kadını, doğayı fethetme aracı olarak ele alan
zihniyetin bu manada çekeceği bir fotoğraf objektif ve
tarafsız olamayacaktır. Bu haliyle siyasal iktidarların
kendini kelimelerle ifade edemediği düşüncelerin fotoğrafa yansımasıdır. Fotoğraf hala sistem odaklarının egemenliği altındadır. “Fotoğraf, cinsiyet kimliğini içeren bir pratik midir?”
sorusu modern bakış açısı içerisinde büyük paradoksları hatta zaman zaman trajedileri de ortaya çıkarır.
Çünkü aidiyet kaygısıyla bakan, geleneğini, tarihini,
kendi düşünce dünyasını, mana boyutunu bilen, içinde yaşadığı modernite ve yabancılaşmanın idrakinde olan birisi bu görüntüdeki bütünlüğü ve doğallığı
algılar; kadın, hayvan, toprak ve tabiatın uyumunu,
bozulmamışlığını, kendini muhafaza edişini hisseder
ve görür. Fotoğraf sahip olma güdüsüyle değil de özgürleştirme aracı olarak kullanılmalıdır. Nitekim aksi
durumda çekilen fotoğraf, kendine ait bir fotoğraf değil de kendi aidiyetine ait bir fotoğraf ve bakış açısı
olacaktır. Mesele bu kısır döngüyü kırabilmektir.
Kadın, ne zaman ki, dünyanın tüm coğrafyalarında,
tüm farklı toplum katmanlarında, gerek kahkahalarını, gerek çelişkilerini, gerekse de aşklarını kadraja taşıyabilirse ya da kadına böylesi bir zemin hazırlanırsa, o vakit fotoğrafın içerisindeki hâkim soğuk erkek
rengi kaybolup, kadının ihtişamlı gök kuşağı renkleri
ortaya çıkacaktır.
Pınar GEDİKÖZER
Fotoğrafçı
[email protected]
Fotoğraf hissettiklerimi dile getirmenin, fark ettiğim
detayları göstermenin bir yolu. Benim tanıklığımın
ifadesi; hayatın, “ben” süzgecinden geçip ulaştığı tat.
“Ben” süzgecinin içinde bir dolu şey var. Üzerinde
yaşadığım coğrafya, içinde büyüdüğüm kültür, ailem,
hayatıma giren insanlar, öğrendiklerim, sezdiklerim,
özlemlerim, korkularım, kafa karışıklıklarım,
isteklerim, toplum içinde çoğunlukta veya azınlıkta
oluşum…
Malzemesi, formu, çerçevesi belli olan bu yapıyı
nasıl kullanacağım bana kalmış. Kadın veya erkek
olabilirim, kadın bedeninde ama erkek hissiyatında
olabilirim ya da mümkün olabilecek tüm kombinasyonları deneyimleyebilirim, güdülerim beni bir
yönden bir yöne çekebilir. Bunların bir önemi olmadığını düşünüyorum. Asıl değer taşıyan, bu süreçler
ve değişkenlerle karşılaşıp, yaratmaya cesaret edip
edemeyeceğim.
Türkiye’de ve dünyada sanatçı olarak var olabilmek
kolay değil. Kendi dilini bulmak, kendini anlamaya
çalışmak; cesaret, özgürlük ve zaman gerektiriyor.
İnsanın kendi ile karşılaşması, kendini farklılığıyla,
aynılığıyla kabul etme çabası için gerekli bu cesaret.
Canının yanacağını bilerek yol almak, korkmak ama
yine de devam etmektir cesaret. Süreç, insanın gözünü ve kalbini keskinleştiriyor, önündeki perdeleri
aralıyor. Yaralara rağmen ayakta kalabilmek insana
yürüyüşüne devam etmesi için güç veriyor.
Toplumun büyük bir kesiminde, kültürün dayattıkları sanki en doğruymuş gibi algılanıyor. İçinde
şekillendiğim bu toplumda, erkeklerin kadınlara na30 31
AFSAD
zaran daha özgür olmaları, daha az korkutulmaları,
daha az yargılanmaları, kendilerini bir hak sahibi,
bir karakter ya da bir sanatçı olarak daha cesaretle
ortaya koymalarını sağlıyor. Her nesil, kendinden
sonraki nesle öğrendiklerini aktarırken, her zaman
akılcı bir şekilde sorgulamadığı için, bugün hala kadınlar veya toplumda ikinci sınıfta görülen herhangi bir kesim, erkeklerden daha büyük mücadeleler
ile hayata başlıyor. Yetki verilmemiş sorumluluklar
zinciri vuruluyor sırtlarına. Dayatmalara, etiketlemelere ve biçilen standart rollere karşı ayakta kalmaya çalışıyorlar. Kendini görmek, ses çıkarabilmek, sesini başkalarına duyurabilmek, kendi yolunu
açmak cesaret istiyor.
Tüm bunların ışığında, evet, tabi ki fotoğraf bir pratik olarak, karakterin şekillenmesinde en önemli
etkenlerden biri olan cinsiyet kimliğini de sonuna
kadar içeriyor.
Sebla Selin OK
Öğretim Görevlisi
Marmara Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü
[email protected]
Fotoğrafın cinsiyet kimliğini “de” içeren bir pratik
olduğunu düşünüyorum. Fotoğraflar, hem fotoğrafçının hem de izleyicinin deneyimi ve bilgisinin
üzerine aktarıldığı araçlardır denebilir. Bir fotoğrafı yorumlarken ya da okurken, fotoğrafçının varlığını görmezden gelmek, görüntüyü de fotoğrafçıyı
da tek tipleştiren, fotoğrafın oluşma süreçlerini
yok sayan bir anlayıştır. İnsanların durumlarla,
olaylarla ve kişilerle ilişki kurarken aidiyetlerinden tamamen soyutlanarak ilişki kurması beklenemez. İnsanların ait oldukları cinsiyet, toplum,
etnik vb. kimlikler de varlıklarının anlamına şekil
veren değerlerdir. Bu bakımdan, bir ilişki ve iletişim aracı olan fotoğrafın hem fotoğrafçı hem de
izleyici açısından kimlik içeren okumalara da açık
olduğunu düşünüyorum. Ancak bu demek değildir
ki fotoğraflarda her durumda cinsiyet kimliği ön
plandadır ve fotoğraflar cinsiyet kimliğinden yoksun
bırakıldıklarında anlamdan da yoksun kalırlar. Bu
başka bir şey söylemek olur ve bu anlayış pozitif
ve negatif anlamda ayrımcılıklara da yol açabilir.
Fotoğraflar baskın ve belirgin bir biçimde cinsiyet
kimliğinin temsil edildiği nesneler olabildikleri gibi,
bu anlamda bir aidiyetin izini süremeyeceğimiz
bakış açıları da barındırırlar. Bu nedenle belki de
hem fotoğrafçı hem de izleyici için önemli olan ve
imlenmesi gereken fotografik görüntünün cinsiyet
kimliğini içeren bir pratik olması değildir, cinsiyet
kimliğini “de” içeren bir pratik olmasıdır.
Senem SİNEM
Fotoğrafçı
www.senemsinem.com
[email protected]
Bu sorunun sadece kadınlara soruluyor olması dahi,
bu alandaki süre giden eşitsizliğe işaret etmekle kalmıyor, bir bakıma bu eşitsizliği yeniden üretiyor. Gönül isterdi ki, bu soru yalnızca kadın fotoğrafçılara
değil erkek, kuir ve trans birey fotoğrafçılara da yöneltilsin. Eşitliği, yaşamın her alanındaki tüm pratiklerde –yani bir soru sorarken bile– hemen şimdi
hayata geçirmek gerekir.
Cevaba gelince, öncelikle nesnesi, öznesi, üretim araçları, süreçleri ve ilişkileri ile cinsiyet kimliği içermeyen bir pratiğin olmadığını belirtmek gerekir. Kültür,
sanat, politika, spor, bilim, vb. hayatın her alanındaki tüm pratikler cinsiyet kimliği içerir. Doğal olarak,
fotoğraf da çekim aşamasından fotoğraf nesnesinin
çoğaltımına ve sergilenmesine/yayınlanmasına dek
her aşamasında cinsiyet kimliği içeren bir pratiktir.
Dahası fotoğraf, cinsiyet kimliğini içermekle kalmaz,
güçlendirebilir, yeniden üretebilir, dönüştürebilir,
açık edebilir veya gizleyebilir de.
Aslında, nesnelerde cinsiyetsiz değildir (bu durum,
birçok dilde nesnelerin başına gelen ve dişi ya da erkek olduklarını imleyen tanımlıklardan da anlaşılabilir). Fotoğraf nesnesi de, her bakımdan ideolojiyle
biçimlenmiş, hatta en ideolojik edimlerden biri olduğunu iddia edebileceğimiz ‘Bakış’ ı içeren bir ürün olması nedeniyle cinsiyet sahibidir. Kişinin nereye, neden ve nasıl baktığı; bu bakışla neleri gördüğü ya da
neleri hiç algılamadığı veya görmezden geldiği; tüm
bunların ise fotoğraf nesnesinde ne şekilde temsil
edildiği ya da dönüştürüldüğü fotoğrafçının cinsiyet
kimliğiyle yakından ilgilidir.
Erkek bakışı, kadın veya kuir bakışına göre daha pervasızdır çünkü erkek bireyler, genel olarak, çocukluktan itibaren dilediğince bakmak, gönlünce dikizlemek
ve kendi arzusunda ötekinin tepkisinden korkmadan
göz göze gelmek için yetiştirilir. Kadın ve kuir
bireyler ise dış dünyaya daha kapalı, daha kontrollü,
kısıtlanmış ve tedirgin büyütüldüğü için bakışları da
–eğer bilinçli bir meydan okuma çabası ya da tam tersine, erkek bakışını hiç sorgulamadan yeniden üretmek gibi bir tercih yoksa- bu nitelikleri içerir.
Keza fotoğraf kamerası da erkek iktidarının temsilcisi eril bir nesnedir çünkü Camera Obscura’dan bu
yana fotoğraf kamerasının mekanik/dijital teknolojisi ağırlıklı olarak erkekler tarafından geliştirilmiştir.
Zaten teknik, mekanik, teknolojik alanlar da genelde
erkeklerin hâkimiyetindeki eril uğraşlar olarak kabul
edilir. Bu nedenle diğer cinsiyetlerin böylesi bir eril
nesneyle yalnız kaldığında onu nasıl kullanacağı çok
önemlidir.
Fotoğraf kamerasını iktidar sahibi olmak için bir araç
haline mi getirecekler yoksa bakışıyla, üretim sürecindeki nesne, mekân, kişilerle kurdukları ilişkilerle
kendi kimliklerini görünür kılmayı, her an, her eylemlerinde yaşamayı mı tercih edecekler? Örneğin,
savaş fotoğrafçısı bir kadın, savaşı yücelten, askerleri
kahramanlaştıran, zafere odaklanan ve silahları seksileştiren fotoğraflar mı çekecek yoksa savaşın içinde
hayatta kalma mücadelesini ve yaşamı yücelten, acıları yansıtan, tüm korkuları ve zaaflarıyla askerleri
insanlaştıran, silahları gücün değil güçsüzlüğün aracı
olarak gören fotoğraflar mı çekecek?
Serra AKCAN
Nar Photos
[email protected]
Öncelikle cinsiyet kimliği derken neden bahsettiğimizi
açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Biyolojik, fizyolojik,
genetik cinsiyetimiz dışında kendimizi ait hissettiğimiz
cinsiyet kimliğimiz vardır. Toplumsal cinsiyetimizi
belirleyen bu kimlik ile ekonomik, politik, sosyal,
cinsel hayatımız biz istesek de istemesek de şekillenir.
O zaman soruya cevabımız “Evet, fotoğraf da hayatın
diğer alanlarında olduğu gibi cinsiyet kimliği içeren
bir pratiktir” olacaktır. Çünkü heteroseksüel, lezbiyen, gay, biseksüel, trans ve interseks bireyler hayatı
birbirinden farklı yaşarlar ve hayata farklı bakarlar.
Bu soruya bir kadın fotoğrafçı olarak cevap verirken,
toplumsal cinsiyet eşitsizliği meselesine girme ihtiyacı duyuyorum. Çağlar boyunca kadınlara ve erkeklere
farklı biçilen rollerden, yüklenen sorumluluklardan,
onların yapabileceklerine ya da yapamayacaklarına
göre ev içi ve kamusal alan olarak ayrılan işlerden,
bu yüzden iki cinsin toplumsal hayata katılma biçimlerinin ve o hayattaki temsiliyetlerinin farklılaşmasından söz etmem gerekecek. Çalışma hayatından
siyasete, eğitimden sanata kadar her türlü kamusal
alanda cinslerin farklı temsiliyeti toplumsal cinsiyet
eşitsizliğini oluşturur. Bu eşitsizlikten dolayı kadınlar
ve erkekler mağdur durumdadır. Fakat var olan erkek
egemen sistem her zaman erkeğin yanındadır. Konudan sapıyor gibi görünsem de bunlardan bahsetmeden bir kadın fotoğrafçının pratiklerini konuşmanın
yanlış olacağını ya da eksik kalacağını düşünüyorum.
Uzatmadan meselenin iki aşamasını geçerek devam
edeyim, eğitim alarak ve meslek edinerek ona dayatılan rollerin bir kısmını kabul etmeyip kamusal alana
çıkan kadından bahsedeyim biraz. Kocalı ve çocuklu
ise öncelikli olarak onların bakımını sağlamalı, evi
idare etmelidir, yoksa neyi nasıl yaparsa yapsın kabul
görmez. Hem erkek gibi çalışmalı ve düşünmelidir
hem de kadın gibi görünmeli ve davranmalıdır. Evlenmemiş ve anne olmamış ise zaten neyi nasıl yaparsa yapsın eksiktir. Evli ya da bekar olsun, kendisini
ailesine, iş arkadaşlarına, yaşadığı topluma kabul ettirmelidir. ‘Başarılı’ olmak istiyorsa doğduğundan bu
yana ona öğretilmiş kadınlık rollerinden bir kısmını
unutmalı, bir kısmını devam ettirmelidir. Nerede nasıl davranacağını, konuşacağını, neyi yapıp, neyi yapmayacağını bilmeli, buna göre bazı hayat pratiklerini
değiştirmeli, bazılarını korumalıdır. Hem kafası bir
erkeğinki kadar net olmalı ve öyle çalışmalıdır hem
de duygusallığını korumalıdır. Şimdi en başta verdiğim “Evet” cevabımla çelişebilecek bir yerdeyim, bu yüzden konuya sorularla
giriş yapıyorum. “Erkek gibi düşünen, çalışan, üreten kadın fotoğrafçının pratiği erkek fotoğrafçınınkinden farklı mıdır? Olduğu gibi düşünen, çalışan,
üreten heteroseksüel, lezbiyen, gay, biseksüel, trans
ve interseks bireylerin pratiği diğer fotoğrafçılarınkinden farklı mıdır? Farklı ise bu pratiklerden hangisi neye ve kime göre kabul görür? Kadın fotoğrafçı
olmanın avantajları mı dezavantajları mı fazladır?
Bu avantajlar/dezavantajlar üretilen işlere ne kadar
yansır? Kadın fotoğrafçıların işlerine, bir erkek fotoğrafçının işlerine bakıldığı gibi bakılmalı mıdır,
bakılmamalı mıdır?” gibi kafamda bir sürü soru ile
bir kadın fotoğrafçı olarak fotoğraf çekme pratiğimi
gözden geçiriyorum… Pratiğini batıdan aldığımız bu
medyanın diline, kamera arkasına geçip bir ‘taraf’
olma seçimine, neyin fotoğrafını çekersek çekelim eni
sonu kendi gerçeğimizi ya da yalanımızı söylediğimiz
meselelerine, elimizde silah gibi tuttuğumuz aracın
‘erkek’siliğine girmiyorum bile... Virginia Woolf’un şu sözünü fotoğrafa uygulamak geçiyor içimden...
“Kadınlar erkekler gibi yazıp, erkekler gibi yaşar ya
da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur, çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında,
iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesiyle
nasıl idare ederiz?”
Silva BİNGAZ
www.silvabingaz.com
Aidiyetlerin farklı etkileri üzerinden kadın
fotoğrafçılığına bakış
Eğer fotoğrafçılığı bir eylem ve yapma hali ve bunu
destekleyen tüm arka planlarıyla ele alacak olursak,
cinsiyet bunu hayatın içinde olmazsa olmaz bir gerçeklik olarak etkiler. Dolayısıyla cinsiyetsiz bir sanatın olamayacağı yani üretimimizde bundan bağımsız
olamayacağımız önermesi bana daha yakın gelen bir
durumdur. Burada, sanatın içinde cinsiyetin kaçınılmaz olduğu ifadesinden anlamamız gereken bana
göre; kadın sanatçıların özellikle gender üzerine üretilmiş bir iş yapması değil, en genel anlamda aidiyetlerimizin farkındalığının ve bunları sorgulamanın
başta kadın fotoğrafçılar olmak üzere tüm fotoğrafçıların kaçınılmaz gerçekliği olduğu bilgisidir.
Kadın fotografçıların 200 yıllık fotoğraf tarihindeki
etkilerinin kıtadan kıtaya ve ülkeden ülkeye çok farklı geliştiğini biliyoruz. Ait olunan coğrafya, etnik ve
dinsel kimlikler, nasıl feminist duruşu farklı aidiyetler üzerinden de tarifleme ihtiyacını duyuyorsa, aynı
32 33
AFSAD
durum kadın fotoğrafçıların fotoğraf tarihinde belirleyiciliğinin ölçüsünü de gösteriyor. Karşılaştırmalı
bir örnek verecek olursak; Kuzey Amerika fotoğrafçılığında kadınların baskın bir şekilde fotoğraf tarihini
etkilediğini ve Amerikan feminizmiyle direkt olmasa
da dolaylı çakışmaları olduğunu görürken, Asya veya
Afrika fotoğrafçılığında ise etiğe, düşüne ve geliştirilmiş değerler sistemine kaçınılmaz bir şekilde bağlı
olan feminen fotoğrafçılığın içselleştirilmiş bir toplumsal yaygınlıkla değil, bireysel çıkışlarla kendini
ifade ettiğini görürüz.
Feminist aktif politakının içerisine esas itibariyle
1990’ların sonuna doğru girdiğimi söyleyebilirim.
Dolayısıyla fotoğrafa başlamamla feminist örgütlerde aktif olarak çalışmam aynı döneme denk geldi.
Şu anda feminist politikanın içinde aktif olarak yer
almasam da fotoğraf yolumu keskinleştirirken feminizm ve onun çevresindeki görüşlerim, fotoğrafçılığımı etkileyen önemli bir faktör. 1997’den 2001’e kadar
gittiğim her yerde hemen hemen sadece kadınların
fotoğrafını çektim diyebilirim. Aslında bu dönemde
fotoğrafçı-sanatçı kimliğimdense feminist-aktivist
kimliğimin oluşturduğu bilinç daha ön plandaydı.
Bu fotoğrafları 2000’de ve 2001’de “Evde Değilse
Nerede (She is not at Home Where)” adında bir slayt
gösterisiyle sundum. Bu çalışma benim bir fotoğrafçı
olarak ilk uzun soluklu işim olan cinsiyetçiliğe maruz
kalmış Iraklı bir kadın göçmen ve çocuklarının hikâyesini anlattığım “Beyan” isimli çalışmamın yolunu
açtı. 2006’da ise Paris’te “Avrupalı Kadınlar” adı altında Avrupa’dan farklı ülkelerin fotoğraf sanatçılarıyla beraber EU-Women adı altında ortak bir fotoğraf kitabı yaptık.
Sinem DİŞLİ
Fotoğrafçı/Görsel Sanatçı
www.sinemdisli.com
Şüphesiz ki fotoğraf tüm diğer üretim alanları gibi
cinselliği de yansıtır. Fakat sadece cinsel kimliği
merkeze alan pozitif ayrımcılığa da şüphe ile
baktığımı itiraf etmek zorundayım. Kimlik hareketi
olarak kodlanan toplumsal muhalefetin indirgenmesi,
örneğin bilhassa kadınlara adanmış günlerin ısrarla
çiçeklerle kutlanması, kadının hassas olanla temsil
edilmesi, hala kırılgan ve korunmaya muhtaç bir
varlık olduğu düşüncesinin bir ön kabul olduğunu
yansıtıyor. Bireyi bölüp parçalara ayırmak, onun
bütünsel varoluşunu yadsıyıp içinde bulunduğu
kültür ve sosyal dinamiklerden ayırmak, özgürlüklerin
eşitliğine giden bir yolu kanımca tıkamaktadır. Tıpkı
kadın emeğinin değersizleştirilmesi; ona yüklenen
rollerin artısıyla özgürlüğünün doğru orantılı olduğunun yanılsaması gibi. Cinsiyetin sosyal anlamını ve
sembolik operasyonunu, hem tarihsel süreç içindeki
sanatsal yaratım ve bu tarihselliği temsil, hem de temel bir anlayış olmadan kavramak mümkün olmayacaktır. Nasıl ki bu nereden geldiğimizle de ilişkili bir
sorunsalı doğuruyorsa da: Türk fotoğrafçı olarak tanımlanmaktansa, “Fotoğrafçı ve Türkiye’de doğmuş
büyümüş” demek arasında bile bir farklılık vardır.
Kelimelerin sırası, tonu dahi içlerinde hangi düşünceyi merkeze alıp almadığımızı gösteriyor. Biz öncelikle bulunduğumuz toplum içinde bir bireyiz. Nasıl
bir fotoğrafçı olduğumuz ya da yaptığımız iş, nereli
olduğumuza göre ya da cinsiyetimize göre tutumumuzu yansıtıyor olabilir ya da bugün bir kadın fotoğrafçı kadına olan şiddeti işliyor olabilir, fakat bir tercih
olarak işlemiyor da olabilir. Israrla söz konusu kişiyi
kadın fotoğrafçı olarak değerlendirmek, hiyerarşileri
yeniden üretmekten başka bir sonuç getirecek mi?
klişeleşmiş söylemlerden sıyrılmaya çalışıyorum ama
kendimi birinden kurtarsam, öteki klişenin içinde
buluyorum. Bunun başlı başına bir şey demek olabileceğini de düşünür oldum. Fotoğrafta kadın gözünden, kadın ruhundan, kadınsal bir duyarlılıktan,
annelikten, doğurganlıktan ve kadına atfedilmiş (ve
atfedilmemiş) daha birçok kavramdan bahsetmek
tabi ki mümkün; aynı şey erkek için de geçerli şüphesiz. Bu bağlamda, evet fotoğraf cinsiyet kimliği içeren
bir pratik; ancak en başta da dediğim gibi fotoğraf
pratiğinin cinsiyet kimliği içerme kapasitesinin diğer
tüm sanatsal pratiklerden bir farkı olduğunu düşünmüyorum.
Temel olarak cinsiyetimiz tüm diğer özelliklerimiz
gibi, kaçınılmaz olarak üretilen işe yansır. Tabi ki göz
ardı edemeyeceğimiz bir gerçek, erkek egemen toplumların kadınları bilim ve sanat alalından izole edilmiş olduğu ve buna karşı hareketlerin doğmuş olduğudur. Bu da feminizmle başlar. Fakat unutmayalım
ki 20.yy.’ın sonralarında feminizmin yükselmesi aynı
zamanda soyut sanatın birçok kadın sanatçı tarafından kucaklanması, zamansal olarak tarih içinde tesadüf değildir. Cinsel kimlik tartışmalarının boğduğu
ortamdan bağımsızlaşmak ve yaratmak, kişiyi sanatçı
olarak var etmek fırsatını doğurmuştur. Tahmin ediyorum ki, uygarlık diye adlandırdığımız toplumsal yapının yüzünü görmemiş kabilelerin, egemen toplumlar tarafından tek taraflı yazılmış, kadınlardan ya da
eş cinslerden tamamıyla arındırılmış sanat tarihinden
haberleri bile olmamıştır.
Fotoğrafın cinsiyeti olup olmadığından çok, medium
araçsallaştırılarak ortaya konan cinsiyetçi yaklaşımlardan bahsedebiliriz.
Bugün erkek egemen bir toplumda, fotoğrafçıların ürettikleri işin ne olduğundan bahsetmeden, sırf
kadın oldukları için bir araya getirmek sanatçıların
kadın olabileceğini de vurgulamaktan başka bir kapı
aralayabilir mi?
Ama burada, üretimin cinsiyetçi bir perspektiften
okunma çabası bizi yanılgıya düşürür; çünkü bu
okuma, mecra üzerinden toplumsal cinsiyet rollerinin kadın ve erkeğe biçtiği roller ile sınırlı kalmamalı.
New York, Ocak 2015
Cemre YEŞİL
Fotoğrafçı/Görsel Sanatçı
www.cemreyesil.com
[email protected]
Günümüzde diğer tüm sanatsal pratikler ne kadar
cinsiyet kimliği içeriyorsa, fotoğrafın da o kadar cinsiyet kimliği içerdiğini düşünüyorum. Kişinin kendini
ifade edebildiği ya da etmeyi tercih ettiği mecra her
ne olursa olsun, ortaya çıkan eser şüphesiz ki -cinsiyeti de dâhil olmak üzere- yaratıcısına dair birçok iz
taşır. Bir yazar, bir ressam ve bir fotoğrafçı arasında
bu bağlamda herhangi bir fark olmadığını düşünüyorum. Fotoğraf pratiğinin tarihine baktığımızda kadının, hayatın birçok alanında olduğu gibi burada da
ikincil olduğunu görürüz. Nitekim geçmişte, fotoğraf
pratiğinin bir ‘makine’ kullanımı yetkinliği gerektirdiğinden dolayı daha maskülen bir algı yaratmış olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bir yandan da bu soruya cevap vermeye çalışırken
Sevim SANCAKTAR
Sanatçı
www.sevimsancaktar.com
www.reccollective.org
Farklı kültürel yapılar içinde kadın ve erkeğin daha
rahat ulaşabileceği yapılar mevcut. Müslüman ülkelerde kadının özel alana daha rahat girebilmesi
avantaj yaratan bir iletişim ortaya koyabiliyor ve bu
avantajlı durumların üretimi ne yönde etkilediğinin
ise tartışabileceğimiz apayrı bir konu olduğunu düşünüyorum.
Örneğin; günümüzde birçok kadın fotoğrafçı savaş
bölgelerini izliyor ve fotoğrafları dünyaya servis ediliyor. Amerikalı fotoğrafçı Lara Logan’ın 2011 yılında
Tahrir Meydan’ındaki gelişmeleri izlediği sırada saldırıya uğramasının ardından, kadın fotoğrafçıların
çatışma alanlarına gönderilmesine tepki gösterilmişti. Yayın kuruluşlarının kadın fotoğrafçıları o bölgelere göndermesi eleştirilmişti. Burada tepkiye sebep
olan, aile içi rollere daha ‘uygun’ görülen kadının bir
erkekten daha ‘korunmasız’ kabul edilişi mi? Çatışma
alanlarında çalışmanın, kadın fotoğrafçının da tercihi
olabilmesinin tuhaf oluşu mu?
Kadın olarak, toplumun içindeki varlığını sosyo-politik bir mesele olarak ele alan sanatçılar ve mücadeleleri 1960’lardan itibaren güçlendi. İdeolojik, kültürel, estetik ve erkek egemen anlatıların daha eşitlikçi
ve cesurca bir yaklaşımla yeniden tanımlandığı bir
sürecin içindeyiz. Dolayısıyla bir fotoğrafçının fotoğraflarından çok, sadece kadın olduğu için çatışma alanlarında çalışmasını yadırgayan; kadınların
üretimlerinde ‘kadınsı bir dokunuş’ arayan; erkeği
sanatçı - kadını ilham perisi olarak modelleyen bir
yaklaşımı cinsiyetçiliği ile yorumlamak daha doğru
olacaktır.
Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka*
Mehmet ÖZER
AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi Eğitmeni
Fotoğrafçı, Şair
Özgecan Aslan evine gitmek için bindiği dolmuşta üç kişi tarafından tecavüze uğradı, bıçaklandı, öldürüldü
ve bedeni yakılarak derenin kenarına atıldı. 20 yaşında, üniversite öğrencisiydi.
Özgecan’ın annesi “Çok acı çekmiştir, keşke kurşunla öldürselerdi” dediğinde durmuştu zaman. Şimdi, genç
bir kadının tecavüz edilen ve yakılan bedeninden yükselen çığlık gelip gözpınarlarımıza oturuyor. Acının
gölgesinde buluşuyoruz. Binlerce kadın çığlığı kuşatıyor bizi. Aile içi şiddete uğrayan, töre cinayetleriyle
toprağa gömülen kadınların çığlığı. Tecavüze uğrayan, öldüresiye dövülen, öldürülen kadınların çığlığı.
Babanın, erkek kardeşin, sevgilinin, eşin, devletin şiddeti ile ruhları örselenmiş kadınların çığlığı.
Özgecan’ın katliamını yarım ağızla dillendiren hükümet yetkilileri, kadınların öfkesinin sokağa taşması
karşısında, kadına yönelik taciz, tecavüz ve katliamları sıradan olaylar gibi göstermeye çalıştı. Özgecan
Aslan dava dosyasına gizlilik konması, tecavüzcülerin hukuksal koruma altında olduğunu gösteriyor. Erkek
şiddetini koruyan tutumlara daha önce de tanık olduk. 14 yaşındaki kız çocuklarına tecavüz edenlerin
“RIZASI VARDI” gerekçesiyle beraat ettirildiklerini, çocuk tecavüzüne “çocuk gelin” adı altında izin veren
anlayışın da yargı yolu ile aklandığını biliyoruz.
Kadına yönelik şiddet, tecavüz ve kadın cinayeti davalarında faillere “haksız/ağır tahrik”, “iyi hal” ve
“pişmanlık” indirimi uygulanarak yargı kararları tecavüzü önlemek yerine teşvik etmektedir.
Son 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı ama ceza
almadan serbest bırakıldılar. Kadın bedeni üzerindeki egemenlik biçimleri yasanın koruyuculuğu ile
yasal bir görünüm kazanmıştır. Pozantı Cezaevinde tutuklu çocuklara tecavüzü ortaya çıkaran Zeynep
Kuriş’in tutuklanma gerekçesi şiddetin kaynağını göstermektedir. “Devletin mahremiyetini deşifre etmek”
suçundan Zeynep hapse girer cezaevleri müdür ve müdür yardımcısı terfi ile ödüllendirilir. Suçu örtmek
de suçu işlemek kadar şiddet içermektedir. “…oturun yerinize tehdidi” de böyle bir suçtur. Kadına ve cinsel
tercihlere karşı saldırılar meşruiyetini siyasal iktidardan almaktadır. İHD (İnsan Hakları Derneği) verilerine
göre 2014 yılında Türkiye’de erkeklerin saldırısı sonucu 294 kadın öldürüldü, 458 kadın yaralandı ve 142
kadın taciz ve tecavüze uğradı. Türkiye’de her gün ortalama 4-5 kadın saldırıya uğramakta bu kadınlardan
1 veya 2’si yaşamını yitirmektedir. Cinayet ve tecavüzlerin nedeni sadece tecavüzcüler değildir, bunu
besleyen bir arka plan var.
İşte onlardan bir kaçı;
“Kızlı-Erkekli öğrenci evi olmaz. Öğrenci evleri denetlenecek”
“Bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilmem”
“Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”
“Kadın erkek eşitliği fıtrata ters”
“Feministler hiçbir şeyden anlamaz”
“Kadınlar erkeğin yaptığı işi yapamaz”
“Herkes Müslüman olursa kadın cinayeti olmaz”
(Recep Tayyip Erdoğan- Eski başbakanlık dönemi)
“Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek” (Mehmet Şimşek – Maliye Bakanı)
34 35
AFSAD
“Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız
bulamıyor” (Erhan Ekmekçi - AKP il Genel Meclis
Üyesi)
“Evdeki işler yetmiyor mu?” (Veysel Eroğlu –
Orman ve Su İşleri Bakanı)
“Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün?
Günahı ne, anası ölsün.” (Melih Gökçek - Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanı)
“Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet
bakar” (Recep Akdağ-Sağlık Bakanı)
“Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından
daha masumdur” (Ayhan Sefer Üstün – İnsan
Hakları Komisyon Başkanı. AKP Milletvekili)
“Tecavüze tahrik eden kadın, cezalandırılsın”
“Kadın tecavüz çocuğunu doğursun”
Cinsiyetçi, dinci, muhafazakâr propaganda ile
şiddete dinci bir içerik kazandırılmaktadır.
Söylemleri ve tutumları ile tecavüzü sıradanlaştıran
devlet, birinci derecede sorumludur. Tecavüz ve
cinayetler sıradan bir vaka değil, sistemlidir ve bu nedenle kadın cinayetleri politiktir.
“Çalışan kadın fuhuşa hazırlık yapar”, “dekolte giyene tecavüz ederler”, “hamile kadının sokakta dolaşması
terbiyesizliktir”, ”Türk kadını evinin süsüdür”, “anne de olsa dizinin üstü tahrik eder”, kadına yönelik
şiddetin kaynağı bu zihniyettir.
Erkek egemen sistemin kadına yönelik şiddeti, sözde bilim insanları, kanaat önderleri, siyasetçi ve
gazeteciler tarafından görmezlikten gelinerek, kadını suçlamaktadır. “susun, oturun yerinize” tehdidi,
yargının ödüllendirici ceza indirimleri, erkek egemen sisteme meşruiyet kazandırıyor ve kadına yönelik
şiddeti sürekli kılıyor.
“Kadın erkek tokalaşamaz, erkek 4 karı alabilir, kadından ve gavurdan tanık olmaz, akraba evliliği caizdir,
doğum kontrolü yasaktır, iz bırakmadan kadınlarınızı dövününüz, evlilik dışı cima da erkeğe 100 kırbaç
ceza, evlilik dışı cima da kadına recm ile ölüm” sözleri sözde bir bilim insanına aittir.
Kadını cinsel obje olarak gören zihniyet, kadın bedeni üzerinde her türlü şiddeti uygulamayı bir hak
olarak görüyor ve devlet bu davranış biçimini içselleştirerek meşruiyet kazandıran bir tutum sergilemeyi
sürdürüyor.
Tarihsel bir eşikteyiz. Çünkü kadınlar sokaklardan evlerine dönmeyecekler. Mutfaklarına dönmeyecek
kadınlar. Korkuya, şiddete teslim olmayacaklar.
Kadın mücadelesinin büyümesi, kadınların özgürlük talebinin daha da büyümesini sağlıyor ve şiddet
kapıların ardında kalmıyor, kadınlar susmuyor, erkek tarafından dayatılan kaderi kabul etmiyorlar,
Kadınlar kendisinden başlayarak herkes için bir gelecek istiyor. Eşitler arasında eşit bir gelecek.
Susarak katilleri, tecavüzcüleri ödüllendirmeyin
Kara ceylan ateşler içinde üşümüştür şimdi,
Acı düşmüştür kirpiklerine
Soluğumuzla ısıtalım sokakları
Özgecan olalım
18 Şubat 2015, Ankara
* Edip Cansever
f/64
Doğaçlama
Mart - Nisan
Fotoğrafta Kadın Sözü
Özcan YURDALAN
Fotoğrafçı, Yazar
[email protected]
“Kadın Fotoğrafçılarla Fotoğraf Üzerine” kitabı Dokuz Eylül Üniversitesi Fotoğraf Bölümü
hocalarından Işık Özdal’ın yayını. 2009 yılında “Koyu Kitap” logosuyla İzmir’de basılan kitap
Türkiyeli dokuz kadın fotoğrafçıyla yapılan mülakatları içeriyor.
Laleper Aytek, Emine Ceylan, Maggie Danon, Güler Ertan, Arzu Filiz Güngör, Hafize Kaynarca,
Engin Özendes, Zeynep Özcan ve İlke Veral 2008 yılının Nisan-Ekim aylarında Işık Özdal’ın
sorularını cevaplarken kendi fotoğraf hikâyelerini, Türkiye fotoğrafı hakkındaki görüşlerini,
fotoğraf ortamımızda kadın fotoğrafçıların yerini ve fotoğrafta kadın bakışı konusundaki
değerlendirmelerini paylaşmışlar.
Kontrastın bu sayıdaki temasına uygun olarak dergide bana ayrılan yeri Işık Özdal’ın önsözde
söylediklerinden başlayarak kadınların sözüne bırakıyor ve aradan çekiliyorum.
“Beni bu röportajları yapmaya yönlendiren nedenlerden ilki, günümüz Türk fotoğraf ortamına ve
geriye dönük olarak Türk fotoğraf tarihine baktığımızda, kadın fotoğrafçılarımızın çok az sayıda
olmasıdır. Bunun çeşitli nedenleri olabilir, ancak bu fotoğraf sanatçılarımızın Türk fotoğrafının
gelişimine, eğitim, kurumsallaşma, estetik boyut ve özgün tarzları ile büyük katkı sağladıkları
tartışılmazdır.”
Laleper Aytek
“Kadın duyarlılığının, bana daha cesaretli iç
yolculukları dış yolculuklardan çok bir iç seyri ve
kişisinin kendisiyle karşılaşmasındaki cesaret ve
samimiyet ihtimalinin yüksekliğini çağrıştırdığını
söyleyebilirim. Bunun fotoğrafa yansı(tıl)ması
tabii ki şart değil ama yansıdığında da sahicilikten
kaynaklanan bir diğer güzellikle karşılaşıyoruz ki
bunu önemli buluyorum. (+ bunu bir tek kadınlar
yapıyor ya da yapabiliyor da demiyorum) ama
kadınlar yüzyıllardır kendi dünyalarında, evlerinin
içinde ve daha çok yalnız yaşadılar. Bugün görünür
olmaya başlamaları yani içerden dışarıya çıkmaları
bir süreç olacaktır.” (s-15)
Emine Ceylan
“... Tek tek kişiler var. Kadın akımı, kendine yol
çizmiş bir çoğunluk olduğunu sanmıyorum. Çok çok
az. Nedenleri belli aslında. Fotoğrafta kendinden
çok fazla özveri gerekiyor. Kadınların evlilik
meşguliyeti, zaman zaman mesleğini yapmasını
bile engelliyor. Her alanda olduğu gibi kadınlar
36 37 AFSAD
özne olmaktan kaçınıyor, kendilerine pusula görevi
gören erkeklerin peşi sıra sürükleniyorlar. Eşlikçi
olmayı tercih ediyorlar. Kolay yolu seçiyorlar yani,
rahat olanı...” (S-41)
Fotoğrafta kadın ve erkek bakış açılarının,
duyarlılığının
ayrıştığını
düşünüyor
musunuz?
“Düşünmüyorum. Öyle olsaydı erkek yazarlar
kadınları daha iyi anlatamazlardı... Duyarlı
insan vardır. Duyarlılık ile bakışın ayrı olduğuna
inanıyorum. Kadın bakışı olabilir, doğum konusu,
menstürasyon, menapoz gibi konulara daha yakın
olabilir. Menapoz konusunu bir kadın erkekten
daha iyi anlatabilir ama duyarlılıkta hayır.” (s-41)
Maggie Danon
“Fotoğraf makinesi elime geçtikten sonra her
şeyi bıraktım. Çok çabuk makroya yöneldim. Şu
kadarcık bir kareden bir eser çıkarmak. Her tarafta
soyut, yani nereye baksam soyut şeyler görüyorum.
Manzara ve diğer fotoğraf örneklerini herkes
yapıyordu. Benim için önemli olan başkasının
yapmadığını yapmak.” (s-44)
Güler Ertan
“Ben fotoğrafta kişilik arayan biriyimdir. Bakıldığı
zaman bu Ansel Adams’ın fotoğrafı diyebiliyoruz,
bu da Ayşe’nin, Mehmet’in ya da Fatma’nın
diyebilmeliyiz.” (s-71)
Arzu Filiz Güngör
“Sadece fotoğraf alanında değil aslında diğer
alanlarda da geçerli bir şey var. Gördüğüm,
üretimi ile çok öne çıkmıyor kadın. Bunun önü
kesiliyor, engelleniyor anlamında söylemiyorum
sadece. Onlar da var tamam, ama erkek-egemen
bakış açılarının hâkim olduğu, hatta kadınların
dahi erkek-egemen bakış açısına sahip olduğu
bir toplumda, dünyada da öyle, bir tür ‘bir adım
geride olmayı kabullenmişlik’ var. Başka görevler
var. Hayatın kadının önüne koyduğu, halletmesi,
çözmesi gereken başka konular var. Onlar
halledildikten sonra geriye kalan zamanda yapılan
bir şey olduğu için fotoğraf, bir şekilde “ben
bunları üretiyorum, paylaşmak istiyorum” diye
öne çıkmıyor kadınlar. İstisnalar kaideyi bozmaz.”
(s-92)
“...Yani kimliğiniz sonuçta nasıl baktığınızı
değiştiriyor. Kimliğimize ait şeylerden birinin
kadın oluşumuz olduğunu kabul ediyorsak ki
insan gey, lezbiyen, transseksüel ya da başka bir
cinsel kimlikle de kendini tanımlıyor olabilir ve
cinsel kimliğimiz ya da toplumsal cinsiyetimiz
eğer kimliğimizin bir parçası ise dünyaya nasıl
baktığımızı da etkiler. ‘Hayır, ben kadın olarak
değil insan olarak bakıyorum’ diyen de bir şeyleri
gözden kaçırıyordur.” (s-93)
“Dünyada şu anda egemen olan şiddet, egoizm,
baskıcılık ve daha birçok şeyin ardında eril bakış
var. Bu eril bakışa sahip olanların içinde kadınlar
da var. Cinsiyetçi bir bakışla söylemiyorum bunu,
bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Başka
seçenekler, farklı bakış ve yaşayışların mümkün
olabileceğini düşünüyorum. Feminizm de bunun
olabileceğini söylüyor ama bir çok fikir ayrılığı ile
beraber ki bu da zenginleştirici bir şey olabilir.” (s94)
Hafize Kaynarca
“İki ayrı cins, iki ayrı fizyolojik yapı sonucunda ayrı
düşünme biçimleri gelişiyor. Doğal olarak ayrı bir
kültürel algı da gelişiyor. O nedenle farklı bakış
açılarının olması normal... Ama bu kadının ya da
erkeğin bakışının daha iyi olduğu anlamında değil,
farklı olduğu yönünde belirlenirse daha doğru olur.
Kadın anne olmaktan dolayı farklı bakıyor.” Bir de
bizim toplumumuzda, benim için geçerli değil ama
erkeklerin çalışma ve hareket özgürlüğünün ve
olanaklarının daha fazla olduğunu düşünüyorum.”
(s-117)
“Fotoğraf camiasının içindeysen organizasyonlarda,
eğitim çalışmalarında yer alıyorsan fotoğraf
camiası seni var sayıyor. Ama dışında kalıyorsan
ne üretirsen üret haberdar olmuyorlar. Ben kadın
kimliğimden dolayı gençlik yıllarımda ayrımcılığa
biraz maruz kaldım ancak mücadeleci kişilik
yapımdan olsa gerek pek etkilenmedim. Fotoğraf
camiasında da böyle bir ayrımı fazla yaşamadım...”
(s-118)
Engin Özendes
“Bir gün Metin Sözen dedi ki ‘Sen Türkiye’de
fotoğraf tarihi diye bir kavram getirdin.’ Bu
bilinmeyen bir şey değildi, bütün dünyada
insanların fotoğraf tarihi üzerine yazıları, kitapları
vardı ama Türk fotoğrafına ilişkin gerçekten geriye
dönük bakılmış toplu yazılar işler yoktu. Bir tek
Perihan Kuturman’ın İsviçre’de yayınlanmış 2-3
sayfalık makalesinden başka bir şey yoktu.” (s-126)
Zeynep Özcan
“Türk fotoğrafına önemli çalışmalar yapan kadın
fotoğrafçılarımız oldukça az. Ancak teknolojinin
sunduğu imkânlar ile sayıları giderek artıyor.
Umuyorum ki gelecekte nitelikli fotoğraf yapan
kadın fotoğrafçılarımızın sayısı artacaktır...
Sanatla ilgilenen insanlar duyarlıdır. Bakış
açısı da duyarlılık da insandan insana değişir.
Bunun kadın ya da erkek olmakla bir ilişkisi
olacağına inanmıyorum. Salt kadın olduğu için,
fotoğraflarının takdir edilmesi, aşağılamak
anlamına gelir.” (s-146)
Arzu Veral
“Aslında kadınlık halinden çok genel bir insanlık
haline değinme arzusuyla üretiyorum. Öte
yandan kadın oluşumdan gelen doğal bir farklılık
fotoğrafıma kendiliğinden yansıyor. Modellerin
kadın olması ise benim ile izleyici arasında dolaysız
ve daha iletken olduğu için. Yani sonuçta özümüzü
inkâr etmeyen ama karşı cinsle de barışık söylemler
benimkiler.” (s-153)
Portfolyo
Doğaçlama
Gamze
Mart - Nisan
Begüm KOÇUM
Fotoğrafçı
www.begumkocum.com
Gamze 14 yaşında “Progeria” (Erken yaşlılık hastalığı)
hastası, Almanya’nın Stuttgart - Hemmingen
bölgesinde yaşayan bir Türk kızı. 2014 yılının Ocak ve
Nisan ayları arasında periyodik olarak yanına gidip,
kişisel kesişimimin bıraktığı izleri fotoğrafladım ve bu
metodu, serimin ana teması yapmaya karar verdim.
Gamze’nin sağlık durumu sonucu yaşadığı hayat
sıkıntısı, psikolojisi ve yaşamıyla ilgili sürekli eksilen
beklentilerini fotoğraflayarak, bu durum ve izleyici
arasında aracı olmayı denedim. Bir aracı olarak
bu projeyi gerçekleştirirken yaşadığım deneyimi
ve değişimi görsel dilime aksettirmek projedeki en
önemli amaçlarımdan biriydi.
Dört ay boyunca Gamze’yi kendi yaşam alanında,
izolasyonunda fotoğraflamaya gittim ve hep aynı
yollardan geçerek pansiyonuma geri döndüm. Tek
başıma Hemmingen’e yaptığım yolculukların ve
ziyaretlerin, Gamze ile iletişimimin bende yarattığı
zihinsel ve duygusal değişimin projemin gelişimine
direkt olarak yansıdığını düşünüyorum.
38 39
AFSAD
Açıkçası projenin metodolojisini geliştirirken kendi
rolümü tam anlamıyla tanımlamamış, Gamze ve
rahatsızlığı etrafında dönen yaşamı için sadece bir
aracı olmanın yeteceğini düşünmüştüm. Ancak
projem bir deneyime dönüşüp, fotoğraflamanın
şahsiliği biriktikçe kendimin de projenin bir parçası
olduğunu hissetmeye başladım.
Kendi yaşamıma, geçmişime ve geleceğime - daha
önce tanımadığım, üstelik bu denli büyük bir hastalığı
olan, benden yaşça küçük biriyle fotoğraflarım
sayesinde kurduğum ilişki ile - yeniden bakabilmek
projemin önemli bir sonucu oldu.
Ortaya çıkan fotoğrafları seçerken dikkatli olmaya
özen gösterdim. Ne Gamze’yi ne de kendimi ajite
etmeyecek şekilde bir seri ortaya çıkarmak doğru
olacaktır diye düşündüm. İnsanların üzüntüsü
üzerinden duyarlılık yapmak hoş değil ve ben bunu
hedeflemedim. Tek derdim “Böyle bir proje yaptım ve
bunu yaparken de bunları hissettim”i verebilmekti.
Hazırlayan: Ceren ÖZCAN
40 41
AFSAD
42 43
AFSAD
Interior / Exterior
İç / Dış
Portfolyo
Doğaçlama
Mart - Nisan
Marja PIRILÄ
www.marjapirila.com
Camera Obscura* fenomeni, defaten basit ve büyülü
beni her seferinde kendine hayran eder. 1996 yılından
beri bu metotla yoğun şekilde çalıştım. Benim için
Camera Obscura, yaşam alanlarını ve ussal yapıları
incelemek, bilinçaltı hissiyatını bir ışık demetiyle
ortaya çıkartmak için bir metot. Bir mekân “karanlık
odaya” evrildiği zaman, fotoğrafın özü ve büyüsünü
tekrar tekrar hatırlatıyor. Bu benim ışıkla çalıştığımı
en net şekilde hissettiğim zamanlar oluyor.
“Interior/Exterior”
projesinin
başlangıcı
bir
fotoğrafçılık dergisinde Abelardo Morel’in birkaç
siyah beyaz fotoğrafını gördükten sonra gece gelen
bir ilham ile oldu: Camera Obscura’ya dönüştürülmüş
bir oda içinde bir insanı, o insanın odasını ve aynı
zamanda penceresindeki manzarayı görebildiğim
bir görüntüydü - ne bütünlük ama - . Bir insanın
yaşam ortamının tüm öğelerini görüntüleyecek bir
metottu. Bir belgeleme yöntemi olarak kullanılmak
üzere ortaya çıkan fikir kısa zamanda yeni bir yöne
doğru genişledi. Fotoğraflar bir insanın sadece yaşam
ortamını değil ussal yapısını da yansıtmaya başladı:
anıların yansımaları, dalıp gitmeler, korkular ve
hayaller.
Bu seri için çalışmak benim adıma bir aile albümüne
fotoğraf çekmek gibiydi; insanları ziyaret etmek,
kendimi de ziyaret etmek demekti. Fotoğrafları
çekmek için insanların odalarını, pencereleri sıkı sıkı
plastikle kaplayıp bir delik açıp basit bir dışbükey
lens yerleştirerek, Camera Obscuraya dönüştürdüm.
Pencereden görünen görüntü, düşsel katmanlı bir
boşluk yaratarak duvarlara ters olarak yansıdı. Bu
görüntüyü ve odanın sahibini basit bir fotoğraf
makinesi ile görüntüledim.
“Interior/Exterior”
benim
Camera
Obscura
metoduyla hazırladığım en kapsamlı ve uzun süreli
proje. Şimdiye kadar bu seriyi Finlandiya, Norveç,
İtalya ve Fransa’da çektim ve süreç devam ediyor.
Fotoğraf Kitabı:
“CAMERA OBSCURA interior/exterior” fotoğraf
kitabı 2002’de Musta Taide tarafından basıldı.
Bu kitabın baskısı tükendi fakat benim geçmiş
çalışmalarımı içeren yeni kitabımda “Carried by
Light 2014” bu seriden fotoğraflar da var. Yeni kitap
hem İngilizce hem Fince. Jyrki Siukonen tarafından
yazılan bir makale ve benim yazdığım açıklamaları
içeriyor. 269 sayfa, sert kapak, 21.5 x 25.5 cm
boyutunda, yayıncısı Musta Taide/Aalto Arts Books.
Ayrıca benden de kitabı temin edebilirsiniz.
* ç.n. Latince karanlık kutu
Çeviri: Zeynep HAMURDAN
Sara, Tampere, Finlveiya, 2013, boyut: 97x163 cm
Lalla, Rouen, Fransa, 2007, boyut: 97x124 cm
Paula´nın Odası, Oulu, Finlveiya, 1996,
boyut: 90x66 cm
Monastery Bahçesi, Rouen, Fransa, 2007,
boyut: 97x128 cm
Ella, Rovaniemi, Finlveiya, 2013, boyutu: 80x96 cm
44 45
AFSAD
Alvar ve Erik, Rovaniemi, Finlveiya, 2013,
boyut: 142x111 cm
Anu, Tampere, Finlveiya, 2004, boyut: 79x95 cm
Tiina´nın Odası, Tampere, Finlveiya, 2002,
boyut: 160 x 120 cm
Kikka, Helsinki, Finlveiya, 1996, boyut: 80x97 cm
Kari Patricia, Bergen, Norveç, 1998,
boyut: 90x120 cm
Iris, Nauvo, Finlveiya, 2004, boyut: 80x95 cm
Don Italo, Mazzano Romano, İtalya, 1999,
boyut:184x150 cm
Kaarina, Tampere, Finlveiya 1999,
boyut: 90x70 cm
Alessandra ve Nathan, Floransa, İtalya, 1999, boyut: 146 x 120 cm
46 47
AFSAD
Fotoğrafçı – Fotoğraf – Temsil
Karşı-laşan
Düşünceler
Doğaçlama
Mart - Nisan
Orhan ALPTÜRK
Fotoğraf Sanatçısı
Yazar
[email protected]
Gelişen post-modern dönem ve post-postmodern
dönemin fotoğraf anlayışına geçmeden önce, bu
döneme kadar çok ihmal edilmiş ve bir çok kurum,
kişi -gerek üreten gerekse tüketen bağlamında- ele
alınıp tartışılmamış olan FOTOĞRAFÇI-FOTOĞRAF
ve TEMSİL (anlam yaratımı) ilişkilerini gözden
geçirmemiz gerekmektedir. Yoksa bugün yaşanmakta
olan ve 2.nesil* fotoğraf olarak tanımladığımız,
ontolojik yapısı tamamen değişime uğramış fotoğraf
anlayışını sağlıklı bir şekilde değerlendirmemiz
mümkün olamayacaktır.
1970’lere kadar Fotoğraf, Anlam-Temsil boyutundan
çok, nesnel gerçekliğe doğrudan nedensellik
ilişkisi ile ele alınmış, fotoğrafın bir belge, bir tanık
olma yönü tartışılagelmiştir. Bir AN kavramına
yaslandırılan klasik fotoğraf, uzam-zaman ilişkisinde
ele alınmamış, yüzyüze algının bir sürece dayalı
olmasının bu üçlü ilişkiyi nasıl etkilediği
göz ardı edilmiştir.
Windows: American Photography since 1960’ adında
büyük boyutlu bir sergi düzenleyerek, fotoğrafları
fotoğrafçının temsil anlayışına göre iki gruba
ayırmıştır. PENCERE ve AYNA…
Bu sergide; Diane Arbus, William Eggleston,
Elliot Erwitt, Lee Friedlander, Ernst Haas, Robert
Heinecken, Les Krims, Ray Metzker, Joel Meyerowitz,
Ed Ruschenberg, Stephen Shore, George Tice gibi bir
çok isim yer alır.
Szarkowski bu kuşağın işlerinin 30’ların, 40’ların
sosyal işlerine göre çok daha kişisel olduğunu belirtir.
Metaforik bir şekilde bu işleri AYNA ve PENCERE
diye iki gruba ayırarak değerlendirir.
AYNAcıları bir romantik anlayış ile dünya üzerine
kendi duyarlılıkları ile izlenimlerini, görüşlerini
dile getirenler
olarak değerlendirir. PENCERE
Temsil, bir ANLAM’ın yaratılması, dile
getirilmesi olarak ele alınmamış, Klasik
Yunan’dan bu yana gelen mimesis
doğrultusunda
değerlendirilmiştir.
Fotoğraf nesnel gerçekliğin yansıtılması
doğrultusunda;
benzerlik,
yakınlık,
süreklilik, bütünlülük ve ilişkisellik
boyutlarında adeta sürekli olarak
sınanmıştır. Yani fotoğrafçının nesnel
dünyayı kendine fotoğrafının nesnesi
olarak seçmesi ve nesneden yansıyan
ışığın optik ve kimyasal kaydı ontolojik
tanımlaması olarak ele alınmıştır.
Fotoğrafta
ortaya
çıkan
anlamın
sorgulaması pek yapılmamıştır.
Bu konuda ilk köklü ve geniş boyutlu
yaklaşımı
1978
yılında
‘Modern
Sanatlar Müzesi’ Fotoğraf Bölümü
Başkanı olan John SZARKOWSKI
yapmıştır. MOMA’da ‘Mirrors and
Minor White
Robert Frank – bir pencereden fotoğrafçısı
Lee Friedlander
fotoğrafçılarını -hatta pencere yerine Pencere’den
deyimini tercih eder- da şeyleri, dünyayı kendi
bulunuşları, kendi gerçeklikleri içinde gösterenler
olarak tanımlar.
hayatta hiç kullanmadığımız vantage (seyir-bakış)
açılarından çekimlerini yapmış, kimi zaman da
gölgesini de önündeki nesnel görünüme düşürmüştür.
Aynı pencere’den bakan herkes dünyada aynı şeyi
görür mantığı ile bu pencere türü fotoğraflarına bakan
her izleyici de aynı şeyi görecektir. Fotoğraf bir pencere
aracıdır. Bu aracın yarattığı gerçeklik yanılsaması
aslolandır. Bu tür fotoğraflarda FOTOĞRAF adeta
görünmez olandır. Tam da Modernizm’in özne
yerine BİREY kavramı olarak tanımladığı insanın
üretim, tüketim anlayışına uygundur. (Fakat bilinçli,
bilimsel bilgi ile donanmış bir okur-yazar izleyici
bu fotoğrafların da bir öznel yaklaşım olduğunun
farkındadır).
Ayna fotoğraflarında ise artık her fotoğrafçı
kendi
öznelliğinde
fotoğraflar
çekmektedir.
Amacı bir birey olarak kendi öznel duygularını
ve dünya üzerine izlenimlerini fotoğraf aracılığı
ile dile getirmektir. Seçtiği konular ve fotoğrafını
oluşturduğu manipülasyon kombinasyonları da bu
yöndedir (Toplumsal Gerçekçi rolünü hiç bir şekilde
üstlenmezler).
Bu fotoğrafçıların içinde LEE FRIEDLANDER’ın
çok ayrı bir yeri vardır. Friedlander, bir temsil
sistemi olarak fotoğraflarında kendi öznelliğini
çeşitli yöntemler ile –manipülasyonlar- her zaman
gündemde tutmuş salt bir pencere anlayışının
tarafsızlığı içinde kalmamıştır… Kimi zaman güncel
Lee Friedlander
48 49
AFSAD
Bu dönemin de sosyal, ekonomik, teknik koşulları
ve dinamikleri, sürekli olarak bu temsil anlayışlarını
fotoğrafçının nesnel gerçeklik karşısındaki duruşunu
her dönemin olduğu gibi, son derecede etkilemiştir.
Life, Look gibi dergilerin yanında, 1952 yılında ilk
baskısını yapan Minor White’ın Aperture dergisi
Ayna’cıları temsil ederken, bütün ülkeyi yıllarca
gezen Robert Frank’ın ‘THE AMERICANS’ sergisi de
Pencere’cileri etkilemiştir. Ama yine de unutulmaması
gerekir ki hiçbir fotoğrafçının tüm işleri böyle net
iki temsil anlayışında değerlendirilemez. En başta
da dediğim gibi SZARKOWSKI’nin bu sergiyi
düzenlemesindeki en büyük katkı TEMSİL’in bir
YANSITMA olarak değil bir ANLAM YARATIMI
olarak tartışmaya açılmasını sağlamak olmuştur.
Fotoğrafçı-Fotoğraf-Temsil (Anlam) ilişkisi artık
birbirinden bağımsız değil, aksine bir sacayağının
ayrılamaz parçaları olarak fotoğraf dünyasında yerini
bulmuştur.
Temsil anlayışları bir toplumun tarihsel, toplumsal
ve ideolojik bağlamdaki gerçeklik algısının
izdüşümüdürler.
*İFSAK DERGİ/2012/01 -145 sayıda; Görüntüleme ve
Görütülenende Zaman Algısı-Handan Tunç/Orhan Alptürk
yazısı
Şubat 2015, İzmir
Elliot Erwitt
FOTOĞRAF / PRODÜKSİYON / DİJİTAL BASKI
ok, Laminasyon, Poster, Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, P
Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, Poster, Fotoğraf, C
Fotoblok, Laminasyon, Poster baskıları, Reprodüksiyon,
Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, Poster, Slayt tarama
Slayt - Negatif banyo
sergi fotoğraf
baskıları
Selanik Caddesi, 27/B Kızılay/ANKARA
Tel: 0 312 4180558 pbx Fax: 0.312.4181756
www..ratcolor.com
Usta
İşi
Doğaçlama
Mart - Nisan
İlk Türk Kadın Savaş Fotoğrafçısı
“Semiha Es”
“Şanslı bir kadındım” demiş. Dünyanın dört bir yanını
dolaştığı, kimselerin gidemediği yerleri gördüğü için. Yetmiş
yıl boyunca sevdiği adamın yanında olduğu, onunla elli yıl
boyunca kimselerin yaşamadığı maceraları paylaştığı için.
Dünyanın ilk kadın savaş fotoğrafçısı ilan edildiği, 100 yaşına
bastığında ünlü bir fotoğraf makinası markasından gıcır gıcır
bir makina aldığı için.
1912 yılında orta halli bir ailenin kızı olarak
İstanbul’da dünyaya gelen Semiha Es, iyi
denilebilecek bir eğitim aldı. 15 yaşına geldiğinde
Fransızlara ait telefon idaresinde santral memuresi
olarak çalışmaya başladı. 1929’da Cumhuriyet
Gazetesi’nin güzellik yarışmasına girmek istedi.
Abdülhak Hamit ve Bedia Muvahhit’in aralarında
olduğu jüri, yaşı çok küçük olduğu için başvurusunu
kabul etmedi. Bu başvuru esnasında genç ve parlayan
bir gazeteci olan Hikmet Feridun Es ile tanıştı.
Evlendiler. Bir süre sonra da fotoğraf çekmeyi
öğrenerek eşinin yanında profesyonel olarak foto
muhabirliğine başladı. Birlikte dünyanın pek çok
yerine gittiler. Eşinin gazetede yazdığı yazıları o
fotoğrafladı. İlk büyük seyahatlerini Akşam Gazetesi
için 1940’larda ABD’ye yaptılar. Franklin Roosevelt
ile burada tanıştı, güvenlik müdahale etmeden
önce bir kare fotoğrafını çekti. Washington’dan
sonra Hollywood’a yerleştiler ve hem Akşam’a
hem de Yedigün Dergisi’ne sinema sanatçılarının
ve yönetmenlerinin hayatları ile ilgili bol fotoğraflı
haberler geçtiler. Semiha Es bu dönemde stüdyoların
profesyonel fotoğraflarını kullandıkları için fazla
fotoğraf çekme fırsatı bulamamıştı. 1950 Kasım’ında
Kore Savaşı’na katılan Türk Tugayı’nın arkasından
Hürriyet Gazetesi savaşın görüntülenmesi için
Semiha Es’i görevlendirdi. Kore’ye gittiler. Savaş
sırasında cepheden geçtiği fotoğraflar hemen her
gün Hürriyet Gazetesi’nin ilk sayfasında basıldı.
Savaştan sonra Hikmet Feridun Es’in Hürriyet için
yazdığı gezi yazılarını fotoğraflarıyla destekledi.
Uzakdoğu ve Afrika’ya ilk bu yıllarda gitti. Hayat
Dergisi’nin ilk yıllarında hemen her sayıda
fotoğrafları basıldı.
Uzakdoğu ve Afrika seyahatlerinde çektiği yerlilerin
fotoğrafları büyük ses getirdi. Türk okuyucu daha
önce beyaz adamın girmediği bu kabile hayatlarının
fotoğraflarına merakla baktı, yazı dizilerini takip etti.
1970’lerin ortalarına kadar Avrupa ve Avustralya’yı
da kapsayan seyahatlerde gezi yazıları için fotoğraflar
çekti. 30 yıl dünyayı gezdikten sonra emekli oldu. Eşi
1992’de hayatını kaybettikten sonra Balmumcu’daki
evine çekildi, doksanlı yaşlarında bacaklarındaki
rahatsızlık artınca neredeyse evinden çıkamaz oldu.
2011’de Mind The Ad Reklam Ajansı tarafından
verilen Türkiye Fotoğraf Sanatçısı Onur
Ödülü’nü aldı. Ödül evinde yapılan törenle verildi.
12 Aralık 2012’de, 100 yaşında evinde vefat etti.
Semiha Es, yaşadığı dönemde biraz olsun bilinse
de bir süre sonra görünmez oluverdi. Ta ki onun
50 51 AFSAD
ve deneyimlerini paylaşmaları amaçlanmıştı.
varlığını fark edip bir röportaj için görüşen gazeteci
Özgün Levent’e, tanıştıktan bir gün sonra emanet
ettiği ‘kırmızı bavul’a kadar...
O kırmızı bavul açılınca Semiha Es’in yaşamı,
fotoğrafları, yarım asra sığdırdığı anıları da bir bir
döküldü ortaya. 2008 yılıydı.
Sempozyumun paralel etkinliği olan Semiha Es’e
armağan olarak düzenlenen “Semiha Es” sergisi;
Es’in çeşitli ülkelerde ve dönemlerde çektiği otuza
yakın fotoğrafı , “İkinci Göz: Türkiye’den Kadın
Fotoğrafçılar” başlıklı diğer sergi ise; Türkiyeli
26 kadın fotoğrafçının katılımıyla gerçekleşen
Türkiye’nin
yaşayan
kadın
fotoğrafçılarının
yapıtlarından bir seçkiyle Türkiye’de önemli bir
bilgisel ve sanatsal birikim oluşturan kadın sanatçı
potansiyelini görünür kılmayı; günümüze değin
yoğun bir üretim içinde olan kadın fotoğrafçıları ve
fotoğrafı sanatsal bir ifade biçimi olarak kullanan
kadın sanatçıları tanıtmayı ve bu fotoğrafçıların
fotografik ifadenin öznelleşmesi sürecindeki
katkılarını ortaya koymayı hedeflemişti. Ahu Antmen
ve Laleper Aytek’in küratörlüğünde hazırlanan
sergide yer alan eserler kitap olarak da yayımlandı.
Semiha Es artık fark edilmişti. Fark etmenin
yüklediği sorumluluk ve belki de gecikmiş olmanın
“mahcubiyetiyle” İstanbul Kadın Müzesi’nin (İKM)
“Kadın Kültür Mirası Etkinlikleri” çerçevesinde
Koç Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın
Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KOÇKAM) ile Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet
ve Kadın Çalışmaları Forumu’nun ortak çalışmasıyla
28-30 Kasım 2013 tarihleri arasında Semiha Es
anısına “Semiha Es Uluslararası Kadın Fotoğrafçılar
Sempozyumu” düzenlendi.
Çıkış noktası Semiha Es’in bir kadın fotoğrafçı
olarak mücadelesini ve Türkiye fotoğraf tarihine
olan katkısını ‘görünür’ kılmak olan sempozyumda,
dünyanın farklı ülkelerinden ve Türkiye’den gelen
her yaştan kadın fotoğrafçıların ve kadın fotoğrafçılar
üzerinde çalışmaları olan ‘fotoğraf tarihini
şekillendiren cinsiyetçi, heteronormatif bakış’
üzerine sözü olan kadınların birbirlerini tanımaları
Gazeteci yazar Zeynep Avcı’nın kaleminden Semiha
Es’in yaşamı, kariyeri ve anıları:
“Hikmet Feridun Es Akşam gazetesinde başlamış
mesleğe, sonra Sedat Semavi’nin ünlü Yedigün’ünün
muhabiri olarak ABD’ye gönderilmiş. Çiçeği
burnunda karısı Semiha da yanında. (Semiha
Hanım “Kocam beni sepet gibi taşırdı” diye tarif
ediyor durumu). Anılarını anlatırken sözünü
etmiyor ama ilk profesyonel fotoğraf makinasını
oralarda edinmiş olmalı. Objektifini ABD başkanı
Roosevelt’e yönelttiğinde foto muhabirliği hayatının
ilk büyük gafını yapıyor: Güvenlik nedeniyle kolay
kolay fotoğraf çektirmediğini bilmiyor başkanın.
Korumaların elinden zor kurtarıyorlar Semiha’yı.
Genç kızlığında eline zor aldığı fotoğraf makinası
bundan sonra vazgeçilmez hale geliyor. Hikmet
Feridun nereye, Semiha oraya. Yedigün’den
sonra Hürriyet’e geçen Hikmet Feridun ilk büyük
gazetecilik deneyimini Kore Savaşı’nda yaşıyor.
Semiha da öyle. Türk askerlerinin ona emanet
ettikleri mektupları da (parası yeterse) oradan
elli yıl boyunca
kimselerin
yaşamadığı
maceraları
paylaştığı
için.
Dünyanın
ilk
kadın
savaş
fotoğrafçısı ilan
edildiği,
100
yaşına bastığında
ünlü bir fotoğraf
m a k i n a s ı
markasından
gıcır gıcır bir
makina
aldığı
için.
postaya verirmiş. “Anne” derlermiş askerler ona.
Oysa henüz 40’ında bile değilken.
İşte bu minval üzerine, Afrika senin, Okyanusya
benim, adalar senin, kıtalar benim, dolaşmışlar
da dolaşmışlar. Hikmet Feridun Es Türkiye’nin en
iyi tanınan gazetecilerinin başındaymış 40’lı, 50’li,
60’lı yıllarda. Gazetede röportajı yayımlandığında,
Hikmet Feridun Es’in adının altında küçük
puntolarla “Fotoğraflar: Semiha Es” bazen
yazarmış, bazen yazmazmış... O ise “Şanslı bir
kadındım” demiş. Dünyanın dört bir yanını dolaştığı,
kimselerin gidemediği yerleri gördüğü için. Yetmiş
yıl boyunca sevdiği adamın yanında olduğu, onunla
52 53
AFSAD
Ve işin en acıklı
tarafı
şudur:
Ben
gazetecilik
yaptım,
üstelik
Cumhuriyet’te
b a ş l a d ı m ,
Hürriyet’te
bitirdim. Elden
ele dolaşan Hayat
Mecmuasında,
H ü r r i y e t
gazetesinde
Hikmet Feridun’u
okur da okurduk;
bol şortuyla, koca
şapkasıyla hayatımızın bir parçası olmuştu. Çıplak
memeli Afrikalı kadınlarla yan yana, kangurularla
kucak kucağa fotoğraflarına bayılırdık. Ama
gelin görün ki ben Semiha Es adını son yıllarda
duymuştum. Kocası tepemizde parlak bir yıldız gibi
süzülürken bu hanımın esamesi bile okunmazdı.
Yalnızca foto muhabiri değil, iyi fotoğrafçı, iyi
gözlemci, zevkli bir göz. Bazı kareleri çarpıcı
mükemmeliyette. O günlerin teknik koşulları
düşünüldüğünde (hele foto muhabiri için) bu kareleri
çekebilmek büyük beceri ister.
Bir de hangi dönemde, hangi
olanaksızlıklarla boğuşarak
dolaştığı düşünülürse... Peh,
peh!”
Kadın
fotoğrafçılara,
fotoğraf dünyasındaki yerleri
ve
katkılarından
dolayı
şükranlarımızı sunarız.
Laleper
Aytek,
Ahu
Antmen, Zeynep Avcı’ya
katkılarından
ötürü,
Semiha Es’in fotoğraf
arşivinden bir seçkiyi
bizimle paylaştığı için
Özgün Levent’e teşekkür
ederiz.
Kaynaklar:
Not: Semiha Es fotoğraflarının belli
dönemleri içerdiği bilinmekle beraber, tarih
ve yer kayıtları olmadığı için fotoğraflarda
bu bilgiler yer almamaktadır.
http://www.posta.com.tr
http://www.ucansupurge.org
http://tr.cyclopaedia.net/wiki/Semiha_Es
http://www.kadinhareketidernegi.org.tr
http://www.istanbulkadinmuzesi.org/semiha-es
http://www.istanbul.net.tr
Zeynep Avcı, Kasım 2013
Hazırlayan: Deniz KORAŞLI
Fotoğraf Kitaplarının Türkiye’deki Adresi
www.homerbooks.com
HomerKitabevi
Homerbooks
homerbookstore
Temel Fotoğraf No: 1
Temel Fotoğraf No: 2
Temel Fotoğraf No: 3
Yazarı:
Çeviren:
ISBN:
Fiyatı:
Yazarı:
Çeviren:
ISBN:
Fiyatı:
Yazarı:
Çeviren:
ISBN:
Fiyatı:
Fotoğrafta Kompozisyon
David Präkel
Nedim Sipahi
978-9944-483-34-6
42.00 TL.
Kompozisyon başarılı bir fotoğrafın oluşturulabilmesi için
temel bileşenlerden biridir. Ne denli teknik beceri içerirse
içersin, eğer bir görüntü biçimsel tasarım yönünden
eksiklik taşıyorsa, izleyicinin pek de ilgisini çekmeyecektir.
Öyleyse başarılı kompozisyon nasıl oluşturulur? Etkileyici
ve beğenilecek bir kompozisyon için kurallara uymak mı,
yoksa onları yıkmak mı gerekecektir?
Fotoğrafta Işık
David Präkel
Nedim Sipahi
978-9944-483-38-4
46.50 TL.
Işığı ve aydınlatmayı anlamak iyi fotoğrafçılık için temel
ilkedir ve iyi bir fotoğrafçı ışıkla boyamasını da öğrenmelidir.
Herhangi bir görüntünün aydınlatılma biçimi, izleyicinin
onun içeriğini nasıl göreceğini ve yorumlayacağını
etkileyecektir. Bu kitap altı bölüme ayrılmıştır. İlk bölümde
her türden ışığın fotoğrafçı için ne gibi olanaklar sunduğu
kuramsal açıdan ve temel ilkeleriyle incelenirken, ışık
çeşitleri ve ışığın bağlı olduğu kurallar açıklanmaktadır.
homerkitabevi
Fotoğrafta Pozlandırma
David Präkel
Nedim Sipahi
978-9944-483-41-4
46.50 TL.
Pozlandırma konusu hem filmli, hem de sayısal
fotoğraf makineleri için fotoğrafçılığın en karmaşık
yönlerinden birini oluşturur. Yetersiz bir pozlandırma
nadiren iyi bir görüntüye yol açar ve kendi amaçlarınız
doğrultusunda perde hızı ve diyafram açıklığı gibi
fotografik değişkenlere müdahale edebilmek, gerçek
fotoğrafçılığın da bir işaretidir.
Homer Kitabevi Merkez
Yeni Çarşı Caddesi, No: 12/A, Galatasaray, 34433, Beyoğlu/İstanbul, Tel: +90 212 249 59 02 - Faks: +90 212 249 67 86
Homer Kitabevi Ankara
Bestekâr Sokak, No: 35, Kavaklıdere, 06680, Çankaya/Ankara, Tel: +90 312 426 07 77 - Faks: +90 312 465 04 20
Ve
Sinema...
Kadın Gözünden Sinema
Mart - Nisan
Eda ÇALIŞKAN
[email protected]
“1960’larda sinema okulu giriş sınavlarında Martha
Coolidge’den ‘Beş tane kadın yönetmenin adını
saymasını’ istiyorlar. ‘Sayamazsan, bu sınavı
geçemezsin’ diyorlar. Beş tane kadın yönetmenin adını
sayamıyor; ama film okuluna giriyor ve yönetmen
oluyor. Düşünün yani 1895’te sinematograf bulunmuş
ve Türk Sineması’nda 1950’lerde kadın yönetmenler
ilk defa film çekmeye başlamışlar” (Öztürk, 2005).
Zaman yolculuğunda, kadın olmanın temeli, sınırlarla
çizilen bir yaşam olarak algılanmaktadır. Kadının iş ve
sanat dünyasında alışılagelmiş işler dışındaki varlığı,
çoğu kez hoş karşılanmamış, yadırganmış ve ikinci
planda tutulmuştur. Durum dünya genelinde böyle
olunca, kadın hep mücadeleci taraf olmuştur. Kendini
bir sanat dalında var edebilmek için var gücüyle
çalışmış, becerikliliği ile de kendini kanıtlamıştır.
Genel anlamda sinema incelendiğinde erkek egemen
bir yapıyla karşılaşmamız sürpriz değil maalesef ki.
Türkiye’de
sinema
sektörüne
baktığımızda,
sinemanın geç gelişmesi ile kadına toplumdaki
bakış açısının yön değiştirmesi hususları şüphesiz eş
zamanlı olmamıştır. Bu zaman atlaması, kadının Türk
Sineması’na girişinin önünde engel teşkil etmiştir.
Sinemanın kamera arkasındaki mücadelesinin zorlu
olması, uzun ve zorlu şartlarda çalışma zorunluluğu,
toplumsal yeri nedeniyle sesini duyurma zorluğu gibi
nedenler kadın yönetmenlerin Türkiye’de sinema
sektöründe var olmalarını uzunca bir müddet
engellemiştir. Kadınların zaruri nedenlerle bile
çalışmaları bu denli normal karşılanmazken, sanatın
içinde var oluşları pek çabuk kabul görmemiştir.
Hâlbuki kadının duyguları ve olaylara bakış açısı,
sinema sektörünün uzun yıllar mahrum kaldığı bir
olgudur. Türk Sineması’nın başlangıç yıllarında
oldukça emek veren kadın yönetmenlerden Birsen
Kaya’nın röportajlarında bu konudan bahsetmesi,
çektiği filmlerde kadın gözüyle anlatımdan ziyade
erkek gözüne yakın anlatımı, var olan düzenin bir
devamı niteliğindeydi. Ancak sinema alanındaki
gelişmeler, Türk yönetmenleri de zaman içerisinde
farklı yerlere taşımış, yeni dönemde çekilen kadın
filmlerinde artık yönetmenlerin kendi sinema dillerini
oluşturmada daha cesur oldukları gözlenmiştir.
Yeşim Ustaoğlu Türk Sineması’nda kendi diliyle
konuşabilen yönetmenlerden biridir.
Kadın
hayatı
54 55 AFSAD
öğretendir,
kadın
yol
gösteren,
düzenleyen, toparlayandır. Kadının tüm bu
özellikleri onun sinemada duruşunu etkileyecek
niteliktedir. Zira kadının dünyaya bakışının beyaz
perdeye yansımaları daha sonraki yıllarda büyük
yankı uyandıracaktır. Sinema sanatında, kadının
incelikli bakışı, estetik algısı ve organizasyon yeteneği
şüphesiz çok anlamlıdır ve sinemaya yön vermeye
devam edecektir. Kadının estetik bakışı sinemanın
önünü açacaktır.
Türk sinemasına yön veren kadın
yönetmenlerden bazıları;
Bilge Olgaç (1940 – 1994)
Türk
Sineması’na,
Yeşilçam
yıllarında en çok emek vermiş
kadın yönetmenlerimizdendir. Aynı
zamanda Türk Sineması’nda en çok
film çeken kadın yönetmen unvanına da sahiptir.
Filmografi: Bir Yanımız Bahar Bahçesi 1994,
Kurşun Adres Sormaz 1992, Umut Hep Vardı 1991,
Aşkın Kesişme Noktası 1990, Yarın Cumartesi 1988,
Kızın Adı Fatma 1998, İpekçe 1987, Gömlek 1988,
Üç Halka 25 1986, Gülüşan 1985, Yavrularım 1984,
Kaşık Düşmanı 1984, Şöhret Budalası 1975, Bir Gün
Mutlaka 1975, Tanrı Sevenleri Korur 1974, Bacım
1974, Açlık 1974, Savulun Geliyorum 1972, Kanlı
Öç 1972, Kaderin Pençesi 1972 bazıları olmak üzere
toplam 40 sinema filminde yönetmen olarak imzası
bulunmaktadır. İlk filmini 1965 yılında, sinemanın
imkânsızlıklarla boğuştuğu yıllarda çekmiş, 1994
yılına kadar da sinema sektöründe aktif olarak
bulunmuştur. Ayrıca sinema filmlerine ek olarak, Elif
Ana-Ayşe Kız 1987 adlı dizide yönetmenlik yapmıştır.
Bir auteur yönetmen olarak Bilge Olgaç, 30 kadar
senaryoya da imzasını atmıştır. Bu senaryoların
tamamı kendi yönetmenliğini yaptığı filmlere aittir.
Bilge Olgaç yönetmenlik koltuğu dışında da sinemada
kamera arkasında birçok görevde bulunmuş, film
kurgusu bile yapmıştır. Türk Sineması’nın gelmiş
geçmiş en aktif yönetmenlerinden olan Olgaç,
sinemanın tamamen erkek egemen olduğu yıllarda
adından sıkça söz ettirmiştir.
Cahide Sonku (1916 – 1981)
Cahide Sonku kariyer hayatına, Muhsin Ertuğrul
döneminde oyuncu olarak başlar. Türk Sineması’nın
ilk kadın yönetmenidir. 1949
yılında oynadığı ‘Fedakâr Ana’
filmi sırasında yönetmen Seyfi
Havaeri rahatsızlanınca, başrolünü
üstlendiği bu film, Cahide Sonku için
yeni bir başlangıç olacaktır. Filmi
yönetmen koltuğuna geçerek bizzat
tamamlayan Cahide Sonku o tarihten itibaren de hem
oyuncu hem yönetmen hem de yapımcı olarak Türk
Sineması’nda hizmet vermiştir.
Filmografi: Büyük Sır 1956, Beklenen Şarkı 1953,
Vatan ve Namık Kemal 1951. Bunlara ek olarak 10
kadar filmin yapımcılığını üstlenmiştir. Ayrıca, Vatan
ve Namık Kemal adlı filmin senaryosunu da kendisi
yazmıştır. Cahide Sonku, asıl çıkışını tiyatro ve sinema
oyuncusu olarak yapmış olsa da son derece başarılı
işlere imza atmış olan kadın yönetmenlerdendir.
Birsen Kaya (1943-)
1 Ocak 1943 yılında doğan Birsen Kaya,
1963 yılında, bir dergide çalışırken,
röportaj yapmak üzere yanına gittiği
Halit Refiğ’in asistanlık teklifi üzerine
sinemaya adım atmıştır. 200’e yakın
filmde kamera arkasında çalıştıktan
sonra, kendi filmlerini çeken Birsen
Kaya, 15 filmin yönetmen koltuğuna oturmuştur.
Kendi yazdığı senaryoların yönetmenliğini yapan
Kaya, aynı zamanda auteur bir yönetmen olarak
Türk Sineması’nın ilk yıllarına damgasını vurmuştur.
Nazmi Özer’in yönetmenliğini yaptığı ‘Kanlı Kader’
filminin çekimleri esnasında rahatsızlanmasıyla,
bu filmde asistan olarak çalışan Birsen Kaya filmi
tamamlamak durumunda kalmıştır. Yönetmen
koltuğuna ilk oturuşu bu şekilde gerçekleşir Kaya’nın.
Türk Sineması’nda ilklere imza atan Kaya, kadın
yönetmen olarak ilk erotik filmi çekmiş; ancak film,
sansür nedeniyle izleyici kitlesiyle buluşamamıştır.
Ayrıca çalıştığı yapım şirketinin maddi zorluk
içerisinde olması Kaya’ya 8 günde film çektirmiştir.
Filmografi: İntikam Derler Adıma 1970, Kanlı
Kader 1970, Sevimli Serseri 1970, Sana Allah Acısın
1970, Aşkolsun 1971, Kanunsuz Yaşayanlar 1971,
Killing Ölüm Saçıyor 1971, Kirli Eller 1971, Bitirim
Kemal 1972, Hedefte Beş Adam 1972, Vur Kır Geç
1972, Dadaş Rıfat 1974, Dadaş Rıfat Geliyor 1975,
Şeftalisi Ala Benziyor/24 Ayardayım 1975. Yönettiği
13 filmin 11’inin senaryosunu da kendisi yazmıştır.
Biket İlhan
1944 yılında İzmir’de doğan Biket
İlhan, Türk Sineması’na 7 filmle
yönetmen olarak adını yazdırmıştır.
Çektiği filmlere ek olarak kamera
arkasında ve yapımcı olarak da Türk
Sineması’na hizmet etmiştir. Dizi film
yönetmenliği de bulunan İlhan halen aktif olarak
sinema yapmaktadır.
Filmografi: Mavi Gözlü Dev 2007, Ayın Karanlık
Yüzü 2005, Kayıkçı 1999, Sokaktaki Adam 1995, Bir
Kadın Yüzü 1993, Senin için Bir Kadeh 1993, Yarım
Kalan Mucize 2012.
Tomris Giritlioğlu
Tomris Giritlioğlu, 1957 yılında
Konya’da
doğmuştur.
Film
yönetmenliğinin yanı sıra, senaryo
yazarlığı ve yapımcı olarak da
birçok projeye imza atmıştır. Son
dönemde, özellikle başarılı casting
yönetimi sayesinde, birçok yapım sevilmiş ve
izleyici tarafından ilgiyle takip edilmiştir. Üniversite
yıllarında çok etkilendiği ünlü yönetmen Andrey
Tarkovski’nin, yönetmen olmasında fazlaca rolü
olduğunu söylemiştir. Yönetmenlik macerasına TRT
kurumunda başlayan Giritlioğlu, bu kurumda çeşitli
belgesellere de imza atmıştır.
Filmografi: Güz Sancısı 2008, Salkım Hanımın
Taneleri 1999, Kördüğüm 1997, 80.Adım 1996, Yaz
Yağmuru 1993, Suyun Öte Yanı 1991, Kantodan
Tangoya 1989.
Yeşim Ustaoğlu
1960 yılında Kars, Sarıkamış’ta
doğan Yeşim Ustaoğlu, sinemaya kısa
film çekerek başlamıştır. Yeni Türk
Sineması döneminin en başarılı ve
en aktif yönetmenlerinden olduğunu
söyleyebiliriz.
Ustaoğlu
zaman
içerisinde geliştirdiği kendine has anlatım diliyle de
Türk Sineması’nda sadece kadın yönetmenler arasında
değil, genel anlamda da yerini farklılaştırmıştır.
Sinema
karelerinde
sinematografiye
fazlaca
yüklenmesiyle bilinen yönetmenin özellikle “Araf”
filminde, her bir karenin fotoğraf tadında olması,
anlatımını derinleştiren nedenler arasındadır.
Filmlerinde, yönetmenin oyuncuyla olan bağının
sağlam kurulması, dikkati çeken başka bir yönüdür
Ustaoğlu’nun. Çok fazla sayıda ödülü bulunan
Ustaoğlu, hem yurtiçi hem de yurtdışında Türk Kadın
Film Yönetmeni olarak kendinden söz ettirmektedir.
Filmografi: Araf 2012, Pandora’nın Kutusu 2008,
Sırtlarındaki Hayat (Belgesel) 2004, Bulutları
Beklerken 2003, Güneşe Yolculuk 1999, İz 1994,
Hotel (kısa) 1992, Düet (kısa) 1990, Magnafantagna
(kısa) 1987, Bir Anı Yakalamak (kısa) 1984. Yeşim
Ustaoğlu’nun 2016 yılında vizyona girmesi beklenen
yeni filmi Tereddüt, şu an yapım aşamasındadır.
Kaynaklar
http://www.kadrajsinema.com/kadin-yonetmenler-hayatiyoneten-kadinlar-1/
http://www.sinematurk.com/
Öztürk, S. R. 2004, Sinemanın ‘Dişil’ Yüzü: Türkiye’de Kadın
Yönetmenler, Om Yayınları, İstanbul.
Fotoğraf
Okuma
Doğaçlama
“Gölgeler Çekildiğinde”
Mart - Nisan
Şule TÜZÜL
[email protected]
Bedenimiz üzerinde, kendimiz dışında herkes söz
sahibi; en başta iktidar, sonra toplum, ebeveynlerimiz,
kardeşlerimiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız, medya,
neredeyse herkes. Daha ağzımızı açıp “Durun!”
diyemeden herkes bedenimizin nasıl olması, nasıl
görünmesi, nasıl davranması konusunda konuşuyor,
konuşuyor, konuşuyor…
Sergi ismini Cahide Birgül’ün aynı isimli romanından
almış. Bu sayfada gördüğünüz fotoğraflar bu serginin
fotoğrafları. Ne söylüyor bu fotoğraflar? Kimin diliyle
konuşuyor; iktidarın mı, kadının mı? Erkeğin mi
sözcükleri izleyiciye ulaşan?
İşte tam da bu nedenle, fotoğraf alanında nü çalışmalara
ihtiyacımız var. Şöyle güzel bir nü fırtınasına ihtiyaç var.
Öyle bir fırtına ki, üşüttüğü kadar ısıtsın, savurduğu
kadar toparlasın, karmaşası kadar anlatsın, anlaşılsın.
Peki nasıl fotoğraflar?
Her alanda olduğu gibi, fotoğraf alanında da bayrağı
kimseye kaptırmayan erkek egemen anlayış ve
bakış açısı nedeni ile her ne kadar nü çalışmaların
çoğalmasından yanaysam da bu çalışmalara bir o
kadar soru işaretleri ile yaklaşıyorum. Metin Tütün’ün
çalışmaları bu kapsamdaki sorularıma olumlu yanıt
veren örnekler oldu.
Geçtiğimiz günlerde Metin Tütün’ün, nü fotoğraflardan
ve bu fotoğraflardan yola çıkarak yaptığı heykellerinden
oluşan ilk kişisel sergisi Gölgeler Çekildiğinde,
İstanbul’da, Gama Art Galery’de izleyici ile buluştu.
Fotoğrafa konu olan her şey nesneye indirgenir.
Fotoğraftaki ister sümüklü çocuk olsun, ister bir
natürmort, ister maden işçisi, ister bir nü kaçınılmaz
biçimde hepsi fotoğrafın nesnesidir. Fotoğrafın
Fotoğraf: Metin TÜTÜN
56 57 AFSAD
başarısı, fotoğrafçının fotoğrafça söyledikleri ile
nesneye borcunu ödemesinde gizlidir ve bence o borcu
ödemelidir.
Metin Tütün’ün fotoğraflarına baktığımda, fotoğrafın
nesnesi kadın bedeni evet ama insani duyguyu saf dışı
etmeden fotoğraflarla kadına ve aslında “insan”a dair
hikâyeleri görebiliyorum.
Fotoğrafçı bir hikâye yazmayı amaçlamamış olabilir.
Her fotoğraftan ve fotoğrafçıdan bir hikâye beklentisi
içinde olmanın, fotoğrafçıya haksızlık olduğu
düşüncesindeyim. Özellikle bu tür çalışmalarda ışık ve
estetik kaygısı yoğun, biçimsel öğelerin kusursuzluğuna
odaklanılmış olabilir. Olmalıdır da. Resim ve heykel
çalışmaları da bulunan Metin Tütün’ün bu önceliklerle
fotoğraflarını ürettiğini görebiliyoruz. Ama her izleyici
fotoğrafa yakınlaşabildiği ölçüde kendi hikâyesi ile
buluşur fotoğraflarda. Bu yüzden her fotoğrafın izleyici
sayısı kadar hikâyesi olabilir.
Nü çalışmalarda çok az fotoğrafçı belirli bir üslup ortaya
koyabiliyor. Genelde erkek egemen bir bakışla çekilen
ve yine erkek egemen bakışla fotoğraflara bakacak olan
bir kitleye (bu kitleye kadınlar da dâhil çünkü maalesef
kadınların da büyük bir kısmı kendilerine erkek egemen
gözle bakıyor) hitap eden fotoğraflarla karşılaşıyoruz.
Ki bu fotoğraflar ne kadar çarpıcı, estetik olursa olsun,
hatta göz zevkimizi sonsuz bir biçimde doyuruyor
olsalar bile, kendi adıma kendimi uzak hissettiğim
fotoğraflar. Örneğin Koray Erkaya fotoğrafları
böyledir; ortaya koyduğu üslup ve farklı kadraj/
sunum tercihleri ile işin içine sanatını da soktuğunu
düşündüğüm çok iyi fotoğraflardır. Görsel olarak
enfestir hepsi. Keza Niko Guido fotoğrafları da öyledir.
Her iki fotoğrafçının da çalışmalarının hayranıyım.
Burada onlara olumsuz bir eleştiri getirmiyorum. Ama
o fotoğraflara yakın hissedemem kendimi. Çünkü o
kadınlar gerçek dünyada yok. Evet, pek çok insanın
hayal dünyasını okşayacak ve hatta sarsacak kadar
erotikler. Bu yanlış mı? Hayır asla değil. Kaldı ki Metin
Tütün çalışmaları da erotik. Ama hâlihazırda karşımıza
çıkan nü çalışmaların birçoğu bana söyledikleri
ile benim için yaşamın dışında gibiler. Bense bir
fotoğrafa baktığımda yaşama dokunmak istiyorum.
Bunun fotoğrafın belgesel özelliği ile ilgisi yok, soyut
bir çalışma da olabilir, kolaj da, fotoğrafçı tarafından
gerçeklikten koparılıp yeniden yaratılmış bir fotoğraf
da. Mesele bana hissettirdikleri, düşündürdükleri…
Zaten iyi fotoğraflar izleyiciyi kendisiyle ve fotoğrafın
sunduğu gerçeklikle yüzleştirebilen fotoğraflardır.
Metin Tütün’ün fotoğraflarında, eğilince katları belli
olan karınlar, kassız ya da sıkılaşmamış bacaklar,
hani bastırsan belki selülitleri belli olacak kalçalar,
tüyleri görünen ameliyatla şişirilmemiş göğüsler
vs. görüyoruz. Yaşamın terini görmekle kalmıyor
neredeyse hissediyoruz, ona dokunuyoruz. Fotoğraflar,
tüm bunların ne kadar güzel olduğunu, ne kadar estetik
olduğunu, ne kadar erotik olduğunu ve hepsinden daha
önemlisi ne kadar yaşama dair olduğunu anlatıyor.
Fotoğraflar bedeni estetize etmiyor ama erkek egemen
dünya tarafından biçimlendirilen düşüncelerimizi,
duygularımızı normalize ediyor. Nasıl yani bu bedenler
normal değiller miydi?! Elbette normaller. Ama sistem,
içinde yaşadığımız coğrafya, bırakın bu bedenlerin
normalliğini, herhangi bir şekilde görünmesini bile
anormalize ediyorken Metin Tütün fotoğraflarının
alışılagelmiş bakış açısına karşı bir direniş olarak boy
gösterdiğini düşünüyorum. Kadın ya da erkek izleyici
olsun, doğru okunduğunda insanı kendisi ve bedeni ile
barıştıran fotoğraflar bunlar.
Fotoğraflara baktığımda gölgeler hiç çekilmesin, her
şey o atmosferin, o hikâyenin içinde kalsın istiyorum.
Aralık 2014 – Ocak 2015
*Sergi fotoğraflarının tamamı için www.metintutun.com
Konuya bu şekilde baktığımda, Metin Tütün
fotoğraflarını yaşama dokunduğum hissini uyandıracak
yakınlıkta buluyorum. Çünkü çok bizdenler (kadın ya
da erkek ayırmıyorum yine), bize benziyorlar. İdealize
edilmemişler, estetize de edilmemişler. Bu kadınlar
doğal halleri ile estetik ve erotik öğeler dışlanmadan,
bir hikâyenin parçası olabilmişler. Yaşamın içinden
hikâyeler.
Erkek egemen bakış açısının içine hapsolmuş, o
dünyada kalmış izleyiciler, kadın ya da erkek olabilir,
bu fotoğraflardan rahatsız olabilirler. Çünkü her
birimiz bu fotoğraflarda bir yüzleşme yaşıyoruz.
Fotoğraf: Metin TÜTÜN
Okuyoruz
Mart - Nisan
Işık Sözcükleri
Tarihin Fotoğrafisi Üzerine Tezler
Eduardo CADAVA
Çeviri: Aziz Ufuk KILIÇ
Metis Yayınları/2008/217 Sayfa
‘‘HER ÖNSÖZ ışığa doğru bir açılıştır. Tıpkı sabah ışığını içeri alan
küçük pencere ya da görüntülere geçit veren fotoğraf makinesi
açıklığı gibi, önsöz de bir tür ışığı deneyimlememizi sağlar”.
Eduardo Cadava Princeton Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünde öğretim üyesidir ve Işık Sözcükleri Türkçe’ye çevrilen ilk kitabıdır. Yazarın bir çok
alanda (edebiyat, felsefe , fotoğrafçılık, mimarlık,
müzik, demokrasi, savaş, bellek ve unutma, ırk ve kölelik, insan hakları ve vatandaşlık ve karar etiği üzerine) yazıları yayınlanmıştır. Kitabın başlangıcındaki
Jean-Luc Nancy’e ait “Fotoğrafi düşüncenin gerçekliğini gösterir” sözü kitaba dair ilk intibayı
oluştururken, isminin de “Işık Sözcükleri:
Tarihin Fotoğrafisi Üzerine Tezler” olması bize tezlerin birer ışık sözcüğü olduğunu ima ediyor. Kitabını ağırlıklı olarak
Walter Benjamin’in denemeleri üzerine
yazmış ve bize Benjamin’i Weimar Almanyası’nın en keskin siyasal ve kültürel
araştırmacılarından biri olmanın ötesinde, teknoloji ile görüntünün yeniden üretilebilirliği arasındaki ilişkiyi dert edinen
bir düşünür olarak tanıtmıştır.
Cadava, kitabında özgün bir yöntem izlemiş ve sistematiği reddetmiştir. Benjamin’e de, kendinde olmayan bir sistematiklik yüklemek yerine, tam tersi dağılmış
bir biçimde duran denemelerin yan yana olabilirliğini
göstermiştir. Yazar fotoğrafi hakkındaki fikrini Benjamin’den alıntılayarak şöyle açıklamıştır: “Fotografi,
tarihte ilk kez, bir insana ait kalıcı ve şaşmaz izleri
muhafaza etmeyi olanaklı kıldı”. Benjamin’in fotoğrafa yönelik fikirlerinin, felsefi ve sosyolojik çıkarımlarının yer aldığı denemelerini ustaca bir araya
getirmiş ve onun Tarihi yazmak, tarihi alıntılamaktadır sözünü, fotoğrafında An’ın alıntılanması olduğu
fikriyle birleştirmiştir. Önsöz kısmındaki ilk cümlesi;
“HER ÖNSÖZ ışığa doğru bir açılıştır. Tıpkı sabah ışığını içeri alan küçük pencere ya da görüntülere geçit
veren fotoğraf makinesi açıklığı gibi, önsöz de bir tür
ışığı deneyimlememizi sağlar”.
58 59
AFSAD
Fotoğraf ve felsefeye can veren şeyin ışık olduğuna
inanan yazar, her ikisine de; düşünüm, uygulama ve
açık seçiklilikle, bilgiyle ulaşılacağını savunur. Günümüz kitlelerinin tutkulu eğilimi diye adlandırdığı
uzaklığın azaltılmasının görüntü arzusuyla ilintili bir
tutku olduğunu düşünen Cadava, mesafe olarak bize
uzakta olan bir şeyin yakında olabileceğini şu cümleyle, “Ortadan kaldırılmış mesafe kendi başına yakınlık
değildir. Büyük mesafede uzaklık değildir” dile getirmiştir. Henri Bergson, Louis A. Blanqui, F. Kafka, S.
Freud, Goethe gibi birçok ismin de
içinde bulunduğu kitapta Blanqui’nin
“hiçbir orijinal tip yoktur ki, bütün diğerlerinin kalıntılarından oluşmamış
olsun’’ sözünü “Yalnızca yeniden üretilebilir olduğumuz ölçüde kim isek
oyuz. Kendi portresini çeken ve sonra
sonsuzca tab eden fotoğraf makinesi gibi, yeryüzü kendini sonsuz kere
yeniden üretir’’ cümlesiyle açıklayan
yazarımız, fotoğrafın üretiminde bir
zaman dilimini gösterdiğini hem de
gösterdiğinin dışında bir zamanı yansıttığını ek olarak da her bakan gözle yeniden üretildiğini bize anımsatmaktadır.
Başta tarih ve fotoğraf olmak üzere yirmi sekiz temanın yer aldığı kitapta; kökenler, yazıtlar, yıldızlar,
yeniden üretilebilirlik, izler, dil gibi alt başlıklar yer
alıyor. Bazı kitaplar dip notları ve kaynakçalarıyla da
dikkat çeker “Işık Sözcükleri” de bu kitaplardan biri,
yüz dört dip notun bulunduğu kitapta yazar, okuyucuları üzerinde durmak istediği diğer konularla ilgilenmeleri için de yönlendirmiştir. Cadava siz fotoğraf
severleri; fotoğrafın ışığında, tarihe düşünsel bir yolculuğa çıkarıyor.
Hazırlayan: Burcu VARDAR
Hayalinizdeki kareyi birlikte yaşayalım...
Ali Ertan GÜNEY
08.08.2014
Ağrı
5137m
-15°C
CLEAR
8:40

Benzer belgeler