Untitled - ipc - Sabancı Üniversitesi

Transkript

Untitled - ipc - Sabancı Üniversitesi
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Yeni Đşbirliği Alanları, Güçlü Đlişkiler
Yossi Alpher, Nilgün Arısan Eralp, Seçil Paçacı Elitok,
Rana Deep Islam, Ayhan Kaya, E. Fuat Keyman,
Ghassan Khatib, Ziad Majed, Almut Möller,
Dorothée Schmid, Thomas Straubhaar, Nathalie Tocci
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Yeni Đşbirliği Alanları, Güçlü Đlişkiler
Europe in Dialogue 2012 | 03
© 2012 Bertelsmann Stiftung, Gütersloh
Editörler:
Armando Garcia Schmidt, Joachim Fritz-Vannahme
Yayın Editörleri:
Christian-P. Hanelt, Julia Seiler, Meryem Kösehasanoğulları
Çeviri:
Mehmet Beşikçi, Zeynep Altok
Düzenleme:
Dieter Dollacker, Berlin
Kapak fotoğrafı:
iStockphoto
Basım:
Print Center
www.bertelsmann-stiftung.de
ipc.sabanciuniv.edu
Akdeniz’de Đşbirliği için Yeni Öneriler …………………………….7
Christian-P. Hanelt and Julia Seiler
Dönüşüm Ortakları
Türkiye ile AB Arasında “Dönüşümcü Bir Ortaklık”
Olasılığı: “Fırsat” Gerçeğe
Dönüşecek mi? …………………………………………………………….....17
Nilgün Arısan Eralp
Sınırları Aşmak mı, Đç Kapanık Bir Birlik Olmak mı?
Avro Krizi ve Avrupa Birliği’nin Güney
Komşularıyla Đlişkileri …………………………………………………….27
Almut Möller
Türkiye, Avrupa ve Arap Komşuları ……………………………….35
Ziad Majed
Arap Dünyasında Türkiye-AB Đşbirliği …………………………….43
Nathalie Tocci
Çatışma Çözümleri
Bölgesel Çatışmaların Işığında
Türkiye ve Arap Baharı …………………………………………………..51
E. Fuat Keyman
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Gerilimler:
Türkiye ve AB İlerleme Sağlayabilir mi? ………………………...61
Dorothée Schmid
AB ve Türkiye’yi Orta Doğu’da Etkin Olmaya
Đkna Etmek …………………………………………………………………..71
Ghassan Khatib
Türkiye, Avrupa Birliği ve Bölgesel Çatışma Çözümü:
Đsrail’den Bir Bakış ………………………………………………………79
Yossi Alpher
Akdeniz’de Karşıdan Karşıya Göç
Göç için yeni bir hedef ülke olarak Türkiye:
Geleceğe dair sorunlar ve beklentiler ………………………..87
Ayhan Kaya
Türkiye’den Avrupa’ya Göç:
Ne Orada Ne Burada …………………………………………………...99
Seçil Paçacı Elitok and Thomas Straubhaar
Korku Politikasından Đmkânlar Politikasına:
Akdeniz’in Güneyinden Kuzeye Göç …………………………109
Rana Deep Islam
Yazarlar ……………………………………………………………………..119
Akdeniz’de İşbirliği için Yeni Öneriler
7
Akdeniz’de Đşbirliği için Yeni Öneriler
Christian-P. Hanelt ve Julia Seiler
2010 yılı Aralık ayından beri Kuzey Afrika’da cereyan eden çarpıcı gelişmeler
dünya çapında gözlemcileri cezbetmeye devam ediyor. Tunuslular, Mısırlılar ve
Libyalılar diktatörleri başarıyla yerlerinden ettiler ve özgürlük, onur ve adalet
içinde yaşama arzularının peşinden koşuyorlar. Bu ülkelerin yurttaşları ve
liderleri seçimler düzenleme ve anayasa taslakları hazırlama konusunda ne
kadar istekli olduklarını ortaya koymuştur. Ancak, hâlâ ülkeleri içinde güvenliği
sağlama ve sosyo-ekonomik eşitsizliklere çareler bulma ihtiyacı içerisindedirler.
Fas’tan Türkiye’ye
Bertelsmann Vakfı 13. Kronberg Toplantısı’nı 2011 Đlkbaharı’nda, bu
değişimler cereyan etmekteyken Fas’ın Rabat kentinde düzenledi. Konferans,
Tunus, Mısır ve Libya’da devam etmekte olan ayaklanmaların ışığında,
Avrupa’nın güney komşularıyla ilişkilerine yeni bir ayar verme üzerine
odaklanmıştı. Bertelsmann Vakfı, Avrupa Diyaloğu dizisi kapsamında
konferansın arifesinde yayınladığı The Future of the Mediterranean – Which
Way for Europe and North Africa? [Akdeniz’in Geleceği – Avrupa ve Kuzey
Afrika Hangi Yolu Seçmeli?] başlıklı yayınında, Kuzey Afrikalı seçkin
araştırmacılardan ve aktivistlerden fikirlerini ifade etmelerini ve bölgedeki
dönüşüm süreçlerini desteklemek amacıyla Avrupa’nın hangi eylemlerde
bulunabileceğine – ve bulunması gerektiğine – dair öneriler sunmalarını
istemişti.
Bununla birlikte, Avrupa’nın, finansal krizin yanı sıra Arap Uyanışı’na
oldukça geç tepki vermesi, Avrupa Birliği’nin (AB) bir dönüşüm ortağı olarak
hareket etme yeteneğini sınırlamıştır. Etkin bir ortakla işbirliği yapmak
Avrupa’nın çabalarını destekleyebilir ve güney komşularındaki güvenilirliğini
onarmaya yardımcı olabilir.
8
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Bölgesel bir yumuşak güç olarak Türkiye
Türkiye on yıllardır Avrupa için değerli bir ortak olmuştur. Türkiye aynı
zamanda, nüfusu Arap ve ağırlıklı olarak Müslüman olan ülkelerde sağlam bir
itibara ve hatırı sayılır bir etkiye sahiptir. 2001 yılından beri, Türkiye’nin yeni
dış ve iç politika yaklaşımı Ortadoğu’da bölgesel bir güç ve kilit önemde bir
aktör olarak yükselişini kolaylaştırmıştır. AB’ye tam üyelik sürecindeki inişçıkışlara rağmen, Türkiye AB ve ayrı ayrı üye ülkelerle olan ilişkilerini
yoğunlaştırmıştır. Aynı zamanda doğuya da yönelmeye başlamış, doğrudan
komşularıyla ve Katar ve Suudi Arabistan gibi yükselişte olan diğer güçlerle
bağlarını güçlendirmiştir. 2002 ve 2003 yıllarında şiddetli bir ekonomik kriz
deneyimi geçirmiş olan Türkiye, küresel finansal krizden görece az hasar alarak
çıkmış, gerek Avrupa’yla gerekse de Rusya’dan (Orta) Asya’ya uzanan
bölgedeki ülkelerle iş ve ticaret ilişkilerini derinleştirmiştir.
2001 yılında AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) Đslamcı güçleri resmi olarak
kurulmuş bir siyasi parti ve parlamenter sistem içinde başarılı bir biçimde
bütünleştirmiştir. 2002 yılında yapılan genel seçimlerdeki başarısının ardından
iktidara gelen AKP, Türkiye’yi şiddetli finansal krizden çıkaran sağlam temelli
ekonomik politikalar uygulamıştır. Gerçekten de, sonraki yıllar boyunca devam
eden ekonomik büyüme partinin 2007 yılındaki milletvekili seçimlerini de
kazanmasına yardımcı olmuştur.
AB’ye tam üyelik şartlarını yerine getirmeye yönelik olarak AKP hükümeti
2000’li yılların başlarında, şeffaflığı arttırmayı ve azınlık haklarını güçlendirmeyi
(gerçi bu ikincide ancak sınırlı bir ölçüye kadar adım atılmıştır) hedefleyen bir
dizi reformu hayata geçirmiştir. Hatta hükümet, askeri kurumlar üzerinde sivil
denetimin yaygın olduğu bir bölgede dikkate değer bir gelişme olarak, Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin geleneksel güçlü etkisi üzerine daha fazla kısıtlama
getirmiştir. Ordunun siyasetten geri çekilmesine paralel olarak, sivil toplum
kuruluşları gelişmiştir. AB üyeliği beklentisinin sağladığı isteklendirmeyle
birlikte çeşitli kurumlar ve örgütler, ifade özgürlüğü, kadın hakları ve siyasi
katılım gibi bireysel ve siyasi haklar için mücadele vermiştir.
Đfade özgürlüğü ve azınlık hakları alanlarındaki süregiden eksikliklere
rağmen, Türkiye’de şahit olunan olumlu gelişmeler ülkeyi, demokratik olmayan
rejimlerin baskın olduğu bir bölgede öncü bir aktör haline getirmiştir. Avrupa,
Akdeniz’de İşbirliği için Yeni Öneriler
9
2011’de başlayan bölgesel gelişmelere yetkin bir biçimde tepki vermek
amacıyla, stratejik bir ortaklık için doğuya bakmalıdır. Dolayısıyla, seçkin
Sabancı Üniversitesi bünyesindeki Đstanbul Politikalar Merkezi, AvrupaTürkiye işbirliği konusu üzerine odaklanarak Akdeniz’de siyaset ve kalkınma
üzerine bir tartışma yapmak amacıyla 14. Kronberg Toplantısı’nı 2012
Mayıs’ında Đstanbul’da düzenlemek için bizi davet ettiğinde, Bertelsmann Vakfı
çok memnun olmuştur.
14. Kronberg Toplantısı ve Avrupa Diyaloğu
2011’de Fas’ta düzenlenen Kronberg Toplantısı ve bununla ilgili Avrupa
Diyaloğu yayınından bu yana yaklaşımımızı genişlettik ve önümüzde duran
görevleri gözden geçirdik: Arap Dünyası’ndaki dönüşüm süreçleri,
Ortadoğu’daki bölgesel çatışmalar ve Akdeniz’de karşıdan karşıya göç
olgusunun içerdiği fırsatlar ve tehditler. Bu meseleler, farklı bölgelerde bulunan
ve farklı arkaplanlara, deneyimlere ve yeteneklere sahip olan çeşitli aktörler
arasında sürdürülebilir ve eşgüdümü iyi sağlanmış bir işbirliği gerektirmektedir.
Bu nedenle, dahil olan her tarafın kendini açıkça ve özgürce ifade edebildiği
sürekli bir diyaloğu muhafaza etmemiz önemlidir. Avrupa Diyaloğu’nun bu
yayını Avrupa’dan, Türkiye’den, Arap Dünyası’ndan ve Đsrail’den katılan
yazarlara, Arap Uyanışı bağlamında Avrupa’yla Türkiye arasındaki işbirliğine
dair çok çeşitli fikirleri ve bakış açılarını dile getirme fırsatı sunmayı
amaçlamaktadır.
Dönüşüm ortakları
Devrimci Mısır, Tunus ve Libya’nın geleceği küresel düzeyde ilgi odağı
olmaya devam etmektedir. Durumun istikrarsız olmaya devam ettiği Libya’da,
Muammer Kaddafi rejiminden önce var olan uzun süreli mücadeleler ve
toplumsal bölünmeler gelişmeleri şekillendirmeye devam etmektedir.
Tunus’taki durum oldukça umut vaat edici görünürken, Mısır’da kurucu bir
meclisin tesis edilmesinin askeri konsey ile Đslamcı ve laik partiler arasında
hassas bir mesele olduğu ortaya çıkmıştır. Devrimleri laik güçler
yönlendirmişti, ama seçimler Đslamcıları iktidara getiriyor: Bu gelişmeler
Avrupa için yeni bir sorun teşkil etmektedir. Đslamcı partiler dış politikalarını,
10
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
özellikle de Avrupa’ya yönelik politikalarını nasıl şekillendirecek? Bu ülkelerde
genişletilmiş siyasi katılım ve demokratik seçimler olmasını isteyen AB, kendi
adına, eğer güvenilirliğini muhafaza etmek istiyorsa, Đslamcıların seçim
zaferlerini tanımalıdır. Türkiye örneği Đslamcı partilerin bir yandan Batı’yla
güçlü bağları muhafaza ederken diğer yandan bir devlet ekonomisini başarılı
bir biçimde idare edebileceğini göstermektedir.
Katılımcılardan Almut Möller (DGAP; Berlin), Ziad Majed (Paris Amerikan
Üniversitesi), Nilgün Arısan Eralp (TEPAV, Ankara) ve Nathalie Tocci (IAI,
Roma) bu meseleleri araştırıyor ve Arap Dünyası’ndaki gelişmeleri
desteklemede Türkiye’yle AB arasında gerçekleşecek bir işbirliğinin içerdiği
fırsatların ve engellerin ayrıntılarını ortaya koyuyorlar. Türkiye’nin diplomatik
yetenekleri, bölgesel etkisi ve sendeleyen bir ekonomiyi idare etme
konusundaki uzmanlık bilgisinin, dönüşümü hedefleyen bir ortaklık için değerli
katkılar olduğu konusunda yazarlar hemfikirdir. Tarihi, ağırlıklı olarak
Müslüman nüfusu ve süregiden siyasi dönüşüm deneyimi göz önüne
alındığında, Türkiye gerçekten de mevcut koşulları şekillendirmek için iyi bir
konumdadır. Ziad Majed bu bağlamda, ortak bir Avrupa-Türkiye girişimini
kolaylaştırıcı bir etken olarak Türkiye’nin dış politikasını tartışmaktadır.
Buna karşın Avrupa, güney komşularındaki gelişmeyi desteklemek amacıyla
özgül politika araçları ve kurumları tesis etmiştir. Böylesi araçlardan biri olan
AB’nin gümrük birliğinin bölgedeki dönüşümü desteklemeye yönelik
potansiyel olarak etkin bir araç olduğu sıkça vurgulanmaktadır. Türkiye’yle AB
arasında daha güçlü bir dış politika diyaloğu olması gerektiğini savunan
Nathalie Tocci, özgül bir Avrupa-Türkiye diyaloğunu hayata geçirebilecek
kurumsal mekanizmaların tesis edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu
noktaların yanı sıra, yazarlar aynı zamanda Türkiye-Avrupa işbirliğinin
temelindeki muhtemel çatlakları da ele alıyorlar. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik
sürecinin duraklaması ve AB’nin kendi içindeki bölünmeler bu bakımdan altı
özellikle çizilen noktalardır. Avro krizinin AB üzerindeki bölücü etkisine
değinen Almut Möller burada, “iki vitesli” bir Avrupa’nın tek tek AB üyelerine
komşularıyla ilişkilerini güçlendirme fırsatı sunabileceğini öne sürmektedir.
Türkiye’nin Arap komşuları arasındaki popülaritesine işaret eden Nilgün
Arısan Eralp, Türkiye’nin Arap komşuları tarafından hâkim ya da hegemonik
bir güç olarak algılanmasının içerdiği tehlikelere karşı uyarılarda bulunmaktadır.
Akdeniz’de İşbirliği için Yeni Öneriler
11
Bu ve Türkiye’de reformların duraklaması gibi diğer etmenler göz önüne
alındığında, Eralp ortak çabaların başarılı olmasının koşulu olarak
kurumsallaşmış diyalog ihtiyacının altını çizmektedir.
Çatışma çözümleri
Arap Uyanışı hakkında yürütülen fikirler diğer bölgesel gelişmeleri de göz
önüne almak zorundadır. Suriye’de değişim sağlamaya yönelik uluslararası
mücadele, Đran’ın nükleer programı hakkındaki ihtilaf ve Đsraillilerle Filistinliler
arasında süregiden çatışma bunların öne çıkanlarındandır. Katılımcılardan Fuat
Keyman (ĐPM, Đstanbul), Dorothée Schmid (IFRI, Paris), Ghassan Khatib
(bitterlemons.org, Ramallah) ve Yossi Alpher (bitterlemons.org, Tel Aviv),
çatışma çözümlerindeki bölgesel aktörler olarak Türkiye ve AB’nin rollerine
dair tartışmada bu meseleleri ele alıyor. Tek tek ülkelerin önceliklerini
değerlendirerek, verimli bir AB-Türkiye işbirliği için muhtemel alanları tespit
ediyorlar. Dorothée Schmid, istikrar ve güvenlik konusundaki ortak çıkarlarına
rağmen AB ve Türkiye’nin ille de aynı hedefleri neden paylaşmadıklarını
göstermektedir. Örneğin, Kıbrıs ya da Kürtler konusundaki (dış) politika
yaklaşımlarında ve Đsrail-Filistin çatışmasını ele alma biçimlerinde
birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Đsrail-Filistin çatışmasına odaklanan Yossi
Alpher, Türkiye ve Đsrail’i yakınlaştırmak için bu konuda daha güçlü bir ABA.B.D. çabasının yararlı olacağının altını çizmektedir. Akdeniz’de gerçek
anlamda bir istikrar tesis etmenin aleyhine olarak kısa vadeli stratejik hedeflere
öncelik vermesinden dolayı Avrupa’yı eleştiren Ghassan Khatib, güvenilirlik
için Türkiye’nin sahip olduğu itibarın Avrupa’nın itibarına nasıl üstün geldiğini
örneklerle açıklamaktadır. Khatib, Arap Birliği gibi kurumlarla oluşturulacak
bölgesel ortaklıkların, hem Türkiye hem de Avrupa’nın çabalarını daha büyük
bir güvenilirlikle güçlendirme fırsatı içerdiğini düşünmektedir. Türkiye’nin
kendine özgü konumunun altını çizen Fuat Keyman, Arap ülkelerindeki
yurttaşların dış aktörler tarafından başlatılacak ya da askeri güçler tarafından
kontrol edilecek bir demokratikleşme sürecini kabul etme konusunda isteksiz
olduklarını bize hatırlatmaktadır.
12
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Göç olgusunun içerdiği fırsatlar ve sorunlar
Avrupa Diyaloğu’nun bu yayınında ele alınan üçüncü mesele göç olgusu ve
bunun Avrupa, Türkiye ve Akdeniz için içerdiği fırsatlar ve sorunlardır. Hem
Avrupa hem de Akdeniz’deki ülkeler, sayısız göç sürecinin etkileri yoluyla
birbirine giderek daha bağlı hale gelmektedir. AB içerisinde yaklaşık 20 milyon
insan (Avrupa’nın toplam nüfusunun % 4’ü) Avrupa vatandaşlığı statüsüne
sahip değildir. Eurostat’ın en son verilerine göre (Statistics in Focus 34/2011),
Türk ve Fas uyruklu vatandaşlar AB içinde yaşayan yabancıların en kalabalık
kesimini oluşturmaktadır. Avrupa’daki sığınmacıların sayısı 2011 yılında yüzde
19 artmıştır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR)
göre, Avrupa’da sığınma talep eden Tunus uyruklu vatandaşların sayısı aynı
dönemde dokuz kat artarken, Libya uyruklu sığınma talepçilerinin sayısı beş
kat artmıştır; Suriye uyruklu sığınma talepçilerinin sayısı ise alarm verecek bir
ölçüde yüzde 68 artmıştır. 2012 yılının Mart ayına kadar, Suriye’den gelen
17.000 mülteci Türkiye’deki mülteci kamplarına kayıt yaptırmıştır.
Katılımcılardan Rana Islam (Berlin), Thomas Straubhaar ve Seçil Paçacı
Elitok (HWWI, Hamburg) ve Ayhan Kaya (Bilgi Üniversitesi, Đstanbul) gerek
Türkiye ve AB’deki göçmenlerin durumunu, gerekse de Türkiye ve Avrupa’nın
göç politikalarının Arap ülkelerinde nasıl algılandığını ele alıyor. Bütünleşme
sorunlarına ve kamuoyunda tartışılan meselelere dikkat çeken katılımcılar, göç
olgusunun beraberinde getirdiği ekonomik, siyasi ve kültürel avantajları
araştırarak göçmen nüfuslarına yönelik tutumların daha açık ve olumlu olması
gerektiğini belirtmektedir. Katılımcılar dairesel geçici göçün ve düzenli işgücü
göçünün yasadışı göçü azaltmada ve Avrupa’daki demografik eksikliği
kapatmadaki faydalarını vurgulamaktadır. Rana Islam birçok Avrupa ülkesinde
göç politikalarının şekillenmesinde güvenlik kaygılarının etkisini
eleştirmektedir; zira bu etkinin giderek daha fazla göçmenin yüz yüze geldiği
aşırı sağcılığı yumuşatmaya yönelik pek bir katkısı yoktur. Ayhan Kaya, önemli
bir net göç ülkesi olarak Türkiye’nin dairesel göçün düzenlenmesinde kilit bir
rol oynayabileceğini ileri sürmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin göç politikasının
iyileştirilmesi gerekliliğinin ve göç olgusunun kamuoyunda tartışılması
ihtiyacının altını çizmektedir. Türkiye’nin yakın gelecekte işgücü ihraç eden bir
ülkeden işgücü ithal eden bir ülkeye kayacağına değinen Thomas Straubhaar ve
Akdeniz’de İşbirliği için Yeni Öneriler
13
Seçil Paçacı Elitok, Türkiye ve Avrupa için kapsamlı ve ileri görüşlü bir göç
politikası fikrini desteklemektedir.
Bu yayının derlenmesinde bizi desteklemiş olan herkese teşekkürlerimizi
sunmak isteriz. Bu yayına ve konferansa fikirleriyle ve zamanlarıyla katkıda
bulunan yazarlara teşekkür ederiz. Ahmet Evin’e ve onun Đstanbul Politikalar
Merkezi’ndeki çalışkan ekibine gayretli ve değerli desteklerinden dolayı
özellikle şükran borçluyuz. Değerli katkıları ve Türk araştırmacılar
konusundaki tavsiyeleriyle Ahmet Evin bu sürecin ayrılmaz unsuru olmuştur.
Ayrıca, bu yayının Đngilizce ve Türkçe tercümelerinin yayına hazırlanmasındaki
çabalarından dolayı Barbara Serfozo ve Mehmet Beşikçi’ye, sayfa tasarımı ve
grafikler konusundaki desteğinden dolayı da Dieter Dollacker’e teşekkür
ederiz. Son ama elbette aynı derece önemli olarak, bu yayının hazırlık sürecinde
değerli katkılarıyla bize destek olan ve bu giriş bölümüne katkıda bulunan Ruth
Martens’e teşekkürlerimizi sunarız.
Sözü yazarlarımıza bırakmadan önce, AB ve Türkiye’nin Akdeniz’de
sürdürülebilir bir kalkınmayı nasıl destekleyebileceğine dair burada öne sürülen
tavsiyelerin bazılarını kısaca vurgulamamıza izin veriniz.
Bir bakışta kilit noktalar
Dönüşüm ortakları
• Avrupa ve Türkiye, Arap ülkelerindeki dönüşümü ve bölgesel çatışmaların
çözümünü desteklemek amacıyla, kendi güçlü oldukları alanlarla uyumlu
olarak hareket etmelidir. Avrupa çok-taraflı bir işbirliği için gerekli uzmanlık
bilgisine ve müesses kurumsal çerçevelere (örneğin Avrupa Komşuluk
Programı, Avrupa-Akdeniz Ortaklığı, Akdeniz için Birlik Projesi – UfM,
genişleme politikası ve dönüşüm ortaklıkları) sahipken, Türkiye bölgede
esnek ve güvenilir bir aktördür. Demokratikleşme ve kalkınma konusundaki
kendi deneyimi sayesinde Türkiye komşuları için değerli bir ilham kaynağıdır.
• Đşbirliğine yönelik mevcut kurumlar (UfM), çeşitli aktörler arasındaki
diyaloğu desteklemek ve kapasite inşasını hedefleyen önlemleri hayata
geçirmek için güçlendirilmelidir.
14
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
• Yatırımlar, serbest ticaret anlaşmaları ve gümrük birliğinin Güney Akdeniz
ülkelerine doğru genişletilmesi, ekonomi ve göç politikalarını destekleyebilir.
• Resmi ya da hükümetler-arası anlaşmalara paralel olarak, ikinci yol
diplomasisi sivil toplum işbirliğini beslemelidir.
• Bir ülkenin özel ihtiyaçlarına dikkat çekmek
kapasitelerinin zorlanmamasına yardımcı olacaktır.
bölgesel
STK'ların
Çatışma çözümleri
• Avrupa ve Türkiye çifte standartlardan kaçınmalıdır: Güvenlikle ilgili ve
ekonomik çıkarlar, öncelik sıralamasında insan hakları ve demokrasinin
üzerinde olmamalıdır.
• Avrupa ve Türkiye, Ortadoğu çatışmasına ve Đran’ın nükleer programı
konusundaki anlaşmazlığa barışçıl çözümler aramada çok daha kararlı
olmalıdır.
• Arap Birliği gibi bölgesel aktörlerle işbirliği, hegemonik güçlerin bölgeye
girmeye hazırlandığı yollu algılardan kaçınmak için elzemdir.
Akdeniz’de karşıdan karşıya göç
• Đslam ile Đslamcılığı birbirinden doğru bir şekilde ayırmak, sağlam temelli dış
politikaların ve bütünleşme hakkında duyarlı tartışmaların teşvik edilmesi için
hayati bir öneme sahiptir. Yaygın bir biçimde kullanılan terimler üzerine
derinlikli düşünmek, önyargıların ve aşırı sağcılığın kökleşmesiyle mücadele
etmeye yardımcı olacaktır.
• Avrupa, katı savunmacı bir politika yerine, ortak, ileri görüşlü ve stratejik bir
göç politikası tesis etmelidir.
• Dairesel göç politikaları ve hedef-odaklı göç politikası yasadışı göçü
azaltabilir. Önemli bir transit ülke olarak Türkiye bu çabalarda hayati
önemde bir rol oynayabilir.
Akdeniz’de İşbirliği için Yeni Öneriler
15
• Farklı ülkelerin kendilerine özgü ihtiyaçlarını daha iyi bir biçimde dikkate
almak, bölgesel sivil toplum örgütlerinin (STK’lar) taşıyabileceklerinden fazla
bir yükün altına girmesini önleyecektir.
• Göçmenlerin hedef ülkeleri, göçmenlere iyi bir eğitim çerçevesi sunmaktan
fayda sağlayabilirler.
16
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Türkiye ile AB Arasında “Dönüşümcü Bir Ortaklık” Olasılığı
17
Türkiye ile AB Arasında “Dönüşümcü Bir
Ortaklık” Olasılığı: “Fırsat” Gerçeğe
Dönüşecek mi?
Nilgün Arısan Eralp
Hem Türkiye hem de Avrupa Birliği, Arap dünyasındaki sarsıntılı dönüşüm
sürecine – her ne kadar biraz gecikmeyle de olsa – bir tepki verme ihtiyacını
kabul etmelerine rağmen, henüz bölgeye yönelik ortak bir yaklaşım
geliştirmemiştir; halbuki böyle bir yaklaşım, daha etkin, değer temelli ve ileriye
yönelik bir strateji inşa etme fırsatı sunan bir alternatiftir (Soler i Lecha 2011:
27). Gerçekten de, gerek AB gerekse de Türkiye Arap dünyasındaki dönüşüm
konusunda, ortak bir strateji geliştirmek şöyle dursun, hâlâ herhangi bir
kurumsallaşmış diyalog süreci içine bile girmemiştir. Öte yandan, her iki
aktörün de bölgeye yönelik yeni bir politika tasarlama hedefi doğrultusunda
enerjilerini ve potansiyellerini birleştirerek birlikte hareket etme noktasında
hem tarihsel bir sorumluluğu vardır, hem de bu hâlihazırda bir fırsat olarak
belirmektedir. Arap dünyasındaki dönüşüm sadece bir yandan genişlemesonrası AB’nin cazibesini ve dönüştürücü gücünü kontrol etmekle, diğer
yandan ise Türkiye’nin AB ile ilişkisindeki dinamikleri değişikliğe uğratmakla
kalmayacak, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’da oynamaya çalıştığı yeni
rolü de test edecektir (Krastev 2011: 1).
Türkiye’nin dönüşüm sürecindeki Arap ülkelerini
desteklemek için kullanabileceği mevcut araçlar ve
stratejiler
Türkiye’nin dönüşüm sürecindeki Arap ülkelerini desteklemeye yönelik
hâlihazırdaki çabaları incelenirken, aslında stratejilere kıyasla araçların çok daha
net algılanabilir bir konumda olduğu görülmektedir. Bu alanda hükümet
davranışlarını yönlendiren başlıca etmenler içerisinde, ülkenin kendi bölgesinde
yeni uygulamaya başladığı aktif dış politika ve “başkalarına örnek olma”
18
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
yönünde giderek artan çabaları yer almaktadır. Rejime rehberlik eden niyetin
bir “ilham kaynağı” işlevi görmek ya da bir “gösteriş etkisi” sunmak olduğu
söylenebilir (Ülgen 2011b: 1).
Daniel Dombey’in 26 Şubat 2012 tarihli Financial Times’ta yayınlanan
“Türkish Diplomacy: An Attentive Neighbor” [Türk Diplomasisi: Đlgi
Gösteren Bir Komşu] başlıklı makalede işaret ettiği gibi, “Osmanlı
Đmparatorluğu’nun doksan sene önce yıkılışından bu yana Türkiye Ortadoğu
ve ötesinde bu denli aktif bir rol oynamamıştı.” “Köklü bir değişim” olarak
tarif edilen (Tocci ve Walker 2010: 1) bu aktif politika Türkiye’nin bölgesel bir
arabulucu olarak giderek daha önemli bir rol oynamasıyla başlamış ve bunu,
ekonomik ve ticari bağlantılarla ve Türkiye’ye yakın ülkelere yönelik serbest bir
vize politikasıyla güçlendirilen diplomatik bir etkinlik izlemiştir (Soler i Lecha
2011: 27). Beyan olunan hedef, Türkiye ile Arap dünyası arasında daha geniş
bir ekonomik bütünleşmeyi teşvik ederek istikrarlı ve müreffeh bir komşuluk
geliştirmekti (Kirişçi 2011a: 43); bu doğrultuda insanların serbest dolaşımına da
özel bir vurgu yapılıyordu.
Esas itibarıyla özerk olan bu dış politika bir dizi geniş uluslararası akım
tarafından şekillenmektedir. Bunlar arasında, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve
dünyada ortaya çıkan çok-kutupluluk, 11 Eylül’ün ardından yaşanan olaylar,
ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve sonra da boşaltması, küresel ekonomik sistemin
kırılgan doğası, Türkiye’nin AB’ye üye bazı ülkeler tarafından Avrupa
mimarisinden dışlanması ve sonrasında AB’ye tam üyelik müzakerelerinin
duraklaması, son olarak da ABD etkisinin azalmasının bölgede yarattığı boşluk
sayılabilir. Bütün bu etmenler Türkiye’nin jeo-politik konumunu yeniden
tanımlamış ve dış politikasında bölgesel vurguyu arttırmıştır (Kardaş 2011: 34).
Bununla birlikte, Arap dünyasında son zamanlarda yaşanan dönüşümlerin
ortaya çıkardığı ortamda, özellikle de çok-taraflı eylem ve yardımı gerektiren
durumların (Libya ve Suriye örnekleri gibi) sayısının artmasıyla birlikte, mevcut
koşullar özerk bir eyleme daha az olanak sağlar bir hale gelmiştir (Özel 2012:
4). Bu durum Türkiye’yi yeniden Batılı ortaklarına daha yakın bir konuma
getirmektedir. Başta Đran ve Rusya örnekleri olmak üzere, bölgede etkisini
arttırmak için yarışan aktörlerin sayısının artması bu yakınlaşmada önemli bir
rol oynamaktadır.
Türkiye ile AB Arasında “Dönüşümcü Bir Ortaklık” Olasılığı
19
Bu bağlamda, Türkiye Arap dünyasındaki değişime yönelik demokrasi yanlısı
bir duruş benimsemiş olsa da, bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik netleşmiş bir
stratejiye sahip değildir. Yine de, böylesi bir stratejinin yokluğunda bile,
Türkiye belirsiz dönüşüm süreçleri içerisinde olan ülkeler için bir ilgi merkezi
olmayı kesinlikle başarmıştır. Başka önemli etmenlerin de etkili olmakla
birlikte, dinsel ve kültürel alanlardaki yakınlıklar bu konuda hayati bir rol
oynamıştır.
Đstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Türkiye Ekonomik ve Sosyal
Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından gerçekleştirilen ve 16 Ortadoğu ülkesini
kapsayan yakın zamanlı bir anket çalışması, Türkiye’nin bölge insanlarının
gözünde en yüksek itibara sahip ülke olduğunu ortaya koymuştur (Akgün and
Gündoğar 2012: 21). Đlginç olan, ankete katılanların Türkiye’nin bölge için bir
model, bölgenin gelecekteki ekonomik lideri ve barışa en çok katkı yapan ülke
olduğunu söylemeleridir; Türkiye’nin Müslüman kimliğiyse, demokratik rejimi
ve işleyen ekonomisi olgularının ardından ancak üçüncü en önemli etmen
olabilmiştir.
Türkiye’nin “gösteri etkisi”, serbest vize politikasının da eşlik ettiği liberal
ticaret politikaları ve ekonomik performansı üzerinden işlemektedir (Kirişçi
2011: 46). Öte yandan, “Arap Baharı’nın da itici gücü olan demokrasi,
hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların korunması gibi temel değerleri
tam olarak hayata geçirebilen ve ağırlıklı olarak Müslüman bir nüfusa sahip bir
ülke” olmanın hayati bir rol oynadığı açıktır (Verheugen 2012: 3). Türkiye bu
değerlerin kendi ülkesi içinde tesis edilmesini önemli ölçüde AB’ye tam üyelik
sürecine borçludur; bu süreç ülkenin son yıllardaki siyasi, ekonomik ve
toplumsal dönüşümünde önemli bir hızlandırıcı işlevi görmüştür.
Dolayısıyla, Türkiye’nin bölgedeki cazibesi önemli bir araçtır ve bu cazibenin
oluşumunda, ülkenin kendi ekonomik performansı ve siyasi modelinin yanı sıra
AB’ye tam üyelik süreci önemli bir rol oynamıştır. Bu cazibeyi bölge içerisinde
siyasi bir etki gücüne dönüştürmek için, Türkiye siyasi reform, ekonomik
reform ve kurumsal yapılanma gibi alanlardaki deneyimini paylaşmak
zorundadır; böylece bölgedeki ekonomik büyüme ve sürdürülebilir
demokratikleşme sürecine katkıda bulunacaktır.
20
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
AB ve Türkiye hangi alanlarda işbirliği yapabilir?
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da demokratik reform ve ekonomik
modernleşmenin geliştirilmesi konusunda Avrupa Birliği uzun bir zamandan
beri uğraş vermektedir. Bunu genellikle, iki taraflı ortaklık anlaşmaları
biçimindeki bölgesel işbirliği ve ticari liberalleşme çabalarına girerek
yapmaktadır. Bölgesel hedeflerini gerçekleştirmede büyük ölçüde başarısızlığa
uğramış olmasına rağmen, AB normlarının ve uygulamalarının Akdeniz’de tesis
edilmesinin AB ile bölge ülkeleri arasındaki kayda değer ekonomik ve siyasi
uçurumu azaltabileceğine yönelik inanç AB’yi motive etmektedir (Soler i Lecha
2011: 27).
Avrupa-Akdeniz Ortaklığı’nın (EMP) kurulduğu 1995 yılından bu yana AB,
Akdeniz bölgesine yönelik bir dizi özgül politikayı hayata geçirmiştir; ama
bunlar AB projesinin kendisine benzer politikalar içermemiştir.
1995’te EMP’nin kuruluşundan 2004 yılında Akdeniz ülkelerinin Avrupa
Komşuluk Politikası’na (ENP) dahil edilmesine ve 2008 yılında EMP’nin yerini
almak üzere Akdeniz için Birlik Projesi’nin (UfM) ortaya çıkışına kadar, hatta
2011 yılındaki “Güney Akdeniz ile Demokrasi ve Refah Ortaklığı” örneğinde,
Avrupa Birliği Akdeniz’deki ortaklarıyla ilişkiler için başarılı bir çerçeve ve
strateji bulmak için uğraşmıştır. Çeşitli çabaların birçok açıdan birbirini
tamamlamasına çalışılmıştır: Örneğin, ENP AB’nin her bir ortakla kurduğu iki
taraflı ilişkilere odaklanırken, EMP ve onun yerini alan UfM bütün ülkelerin
birbirleriyle buluşabilecekleri forumlar sağlamıştır.
Ne yazık ki, bu politikalar, gelir ve demokratik yönetişim alanlarında bölgeyle
Avrupa Birliği arasındaki derin uçurumu başarılı bir şekilde kapatamamıştır.
Aslında, bu politikalar otoriter rejimleri daha da güçlendirmeye hizmet etmiş
(Grant 2011: 1), bu ise AB’nin bölgede itibar kaybetmesine yol açmıştır.
Akdeniz için Birlik Projesi (UfM) ve onun yerini aldığı Avrupa-Akdeniz
Ortaklığı’nın (EMP) başlıca zayıflığı odak noktalarının devletler ya da
hükümetler olması, buna karşın özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin
gelişimine daha az vurgu yapmalarıdır. Öte yandan, Avrupa Komşuluk
Politikası (ENP) demokrasi, insan hakları ya da hukukun üstünlüğünün
geliştirilmesine kayda değer bir vurgu yapmaktan ziyade, büyük ölçüde
ekonomik ortamı iyileştirmeye odaklanmıştır.
Türkiye ile AB Arasında “Dönüşümcü Bir Ortaklık” Olasılığı
21
Bunun sonucunda Avrupa Birliği, mevcut koşullara daha iyi uyum sağlayan
bir bölgesel politikanın oluşturulmasına yönelik olarak, bir yandan koşulluluk
ölçütlerini daha katı bir seviyeye çıkarırken, bir yandan da “para, piyasalar ve
hareketlilik” konularında daha fazla şey sunması gerektiğine karar vermiştir
(Grant 2011: 2).
Geçmişteki bütün bu zayıflıklar hesaba katıldığında, Arap dünyasındaki
dönüşüme Avrupa Birliği 2011 yılında oluşturulan “Güney Akdeniz ile
Demokrasi ve Refah Ortaklığı” ile tepki vermiştir. Bu program, hem yüz yüze
ilişkiler yoluyla demokratik dönüşüme ve kurumsal yapılanmaya, hem de eğitim
ve sağlık sistemlerinin iyileştirilmesi yoluyla kentsel ve kırsal kalkınmaya vurgu
yapmaktadır. Đlgilenilen diğer alanlar arasında temel özgürlüklerin korunması,
anayasa ve hukuk reformu ve yolsuzlukla mücadele yer almaktadır
(Schumacher 2011: 109). Bu hedeflerin hayata geçirilmesi konusunda
benimsenen yaklaşım, “çok çaba harcayana daha çok, az çaba harcayana daha
az” şeklinde ifade edilmiştir; bunun anlamı, yardımların demokrasi ve insan
hakları alanlarındaki performans ölçüsünde sağlanmasıdır. Başka bir deyişle,
geçmişte yapılandan farklı olarak, AB bu defa yardımları katı bir koşulluluk
ilkesine tâbi tutmayı hedeflemektedir.
Zayıflıklarına karşın, AB’nin hâlihazırdaki en büyük varlığı, Kuzey Afrika ve
Ortadoğu bölgesine dair, daha önceki yıllarda izlediği politikalar yoluyla
edindiği zengin uzmanlık bilgisidir. Bu politikaların AB’nin Türkiye’nin sahip
olmadığı finansal ve kurumsal kaynaklar edinmesine olanak sağladığı
konusunda yaygın bir konsensüs mevcuttur. Buna karşın Türkiye de Arap
kamuoyunda, AB’nin son on beş-yirmi yıl içinde yitirdiği bir popülerliğe
sahiptir. Dolayısıyla, AB ile Türkiye’nin güçlü yönlerini birleştirmeleri akıllıca
olacaktır, zira kendi ortak komşuluk bölgelerinde hem ekonomik kalkınmayı
hem de daha geniş bir sürdürülebilir kalkınma örüntüsünü desteklemek her iki
tarafın da çıkarınadır. Bu her iki tarafa da, bölgede işleyen bir işbirliğini inşa
edebilecekleri bir temel sunacaktır.
Avrupa Birliği’nin kendisi Arap dünyasında siyasi bir model olarak
görülmese de, Avrupalı ya da evrensel değerler Türkiye’nin bir ilham kaynağı
haline gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Arap protestocular Avrupa
toplumlarını taklit edilecek bir model olarak görmemektedir, ama başkaldırılar
esnasında, demokrasi, özgürlük ve yolsuzluğa son verme gibi Avrupalı önemli
22
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
değerlere ve normlara saygı gösterilmesini talep etmişlerdir; bu değer ve
normların hepsi AB’ye tam üyelik sürecinde Türkiye’de belli bir ölçüde tesis
edilmiştir. Bunlar aynı zamanda Avrupa Birliği’nin uzun zamandan beri bu
ülkelerde kurumsallaştırmaya çalıştığı normlardır. AB’nin bölgeye yönelik yeni
stratejik yaklaşımındaki öncelikli ilgi alanları – özellikle temel özgürlüklerin
korunması, anayasa ve hukuk reformu – yine AB’ye tam üyelik süreci sayesinde
uzun zamandan beri Türkiye’nin kendi dönüşüm sürecinin önemli bileşenleri
olmuştur. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgedeki cazibesi Avrupa’nın “güvenilirlik
açığı”nı kapatma potansiyeli sunmaktadır (Soler i Lecha 2011: 27).
Yukarıda değinilmiş olan TESEV anketinde, katılımcılara Türkiye’nin AB’ye
tam üye olmasının genel olarak bölgede AB’ye fayda sağlayıp sağlamayacağı
sorulmuştur. Katılımcıların yüzde altmışı Türkiye’nin tam üyeliğinin AB’nin
bölgesel rolü üzerinde olumlu bir etki yapacağını söylemiştir (Akgün and
Gündoğar 2012: 22). Đşte bu yüzden, AB ile Türkiye arasındaki işbirliğinin
Arap dünyasında olumlu bir siyasi ve ekonomik dönüşüm yaratma potansiyeli
var görünmektedir; bu bilhassa, taraflar toplumsal tabanda kapasite
oluşturmayı hedefleyen projeler geliştirerek Arap ülkelerindeki reformcu
güçleri kuvvetlendirebilirse geçerlidir. Türkiye’nin iş çevreleri ve sivil toplumu
bu hedefi gerçekleştirme yolunda araçsal bir rol oynayabilir. Ortak bir strateji
ya da hatta mesele hakkında işleyen bir diyalog sürecinin tesis edilmesine dair
henüz ortada hiçbir belirti olmamasına rağmen, bölgeye yönelik dış
politikalarında AB ve Türkiye’nin daha yakın bir biçimde işbirliği yapmaya
yönelik beyan ettikleri isteklilik bu anlamda umut vericidir.
Türkiye’nin son yıllardaki ekonomik ve siyasi dönüşüm süreci AB
normlarının bölgede tesisi için çok iyi bir vitrin sunmakla birlikte, ülkenin AB
ile gerçekleştirdiği gümrük birliği de faydalı olabilir (Ülgen, Ekim 2011: 2).
Eğer bu deneyim bir bütün olarak bölgeye yayılabilir ve AB’nin tek tek Arap
ülkeleriyle yapmış olduğu serbest ticaret anlaşmalarının yerini alabilirse, siyasi
dönüşümün yanı sıra çokça ihtiyaç duyulan ekonomik büyümeyi de
tetikleyebilecek bir ekonomik bütünleşme sürecini başlatabilir.
Türkiye ile AB Arasında “Dönüşümcü Bir Ortaklık” Olasılığı
23
Başarılı bir ortaklığın önündeki muhtemel engeller
Arap dünyasına yönelik stratejik bir AB-Türkiye ortaklığı beklentisinin
sürdürülebilir demokratikleşme ve ekonomik büyümeyi harekete geçirmek için
güçlü bir potansiyel taşımasına rağmen, böylesi bir işbirliğinin önünde AB’den,
Türkiye’den ve/ya iki taraf arasındaki ilişkilerden kaynaklanan önemli engeller
bulunmaktadır.
Avro krizi, Birliğin ekonomik ve finansal temellerine yönelik sürekli tehditler
ve Schengen sisteminin çökme olasılığı (Soler i Lecha 2011: 29) gibi AB’nin
kendi iç sorunları, Türkiye ile AB arasında başka koşullarda başarılı olabilecek
bir ortaklığa engel olabilir. AB’nin finansal krizi Arap dünyasına yönelik yeni
politikalara tahsis edilen para miktarını kolayca kısıtlayabilir. Öte yandan,
yasadışı göçmen sayısında devasa bir artış riski (ki böyle bir risk zaten
mevcuttur) ve Đslami köktendincilik hayaleti Avrupa kamuoyunda Arap
dünyasına daha fazla AB desteği sağlanmasına yönelik kolayca yaygın itirazlara
yol açabilir.
AB ile Türkiye arasında etkin bir ortaklığın önündeki bir diğer olası engel
AB’nin dış politika kurgusundaki eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Birçok
meselede AB ülkeleri arasında konsensüs bulunmamaktadır ve bu durum ortak
bir stratejiye ulaşmayı zorlaştırmaktadır. Üye devletlerin politikaları arasında
etkin bir eşgüdüm sağlanmadığı sürece, Türkiye ile herhangi bir üye devlet
arasındaki iki taraflı sorunlar daha geniş anlamda Avrupa Birliği’yle Türkiye
arasındaki Arap dünyasına yönelik ortak eylemin temelini zayıflatabilir.
Bir ilham kaynağı olarak Türkiye’nin kırılganlığı AB ile Türkiye arasında
herhangi bir ortaklığın önünde ciddi bir engele dönüşebilecek bir diğer
etmendir. Bu kırılganlık hem Türkiye’nin kendi içindeki siyasi reform sürecinin
yavaşlamasından, hem de ekonomik performansındaki istikrarsızlıktan ileri
gelmektedir. Türk demokratikleşmesi hâlâ devam etmekte olan bir çalışmadır
ve başta temel özgürlükler ve hukukun üstünlüğü alanlarında olmak üzere son
yıllarda ciddi gerilemeler yaşamıştır. Bu durum sürekli hale gelirse ülkenin
bölgedeki dönüştürücü gücünü ciddi bir biçimde zayıflatabilir. Ayrıca, Türk
ekonomisinin gerek yükselen petrol fiyatları karşısındaki hassasiyeti gerekse de
AB ekonomilerinin performansına bağımlılığı, zor dönüşüm süreci esnasında
24
Türkiye’nin Arap
içermektedir.
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
ülkelerini
destekleme
yeteneğinde
risk
faktörleri
Türkiye’nin kırılgan demokratikleşme süreci, ülkenin birkaç yıldır duraklama
konumundaki AB’ye tam üyelik süreciyle yakından bağlantılıdır. Đlkesel olarak,
tam üyelik müzakerelerinin başlaması geri dönülemez bir sürecin başlangıcını
oluşturmaktadır ve bu süreçte aday ülkenin tam üyelik beklentileri zamanla
aşama aşama daha fazla netleşmektedir. Ancak, durum Türkiye için böyle
olmamıştır (Arısan Eralp 2011: 1), zira müzakere başlıklarının yarısı siyasi
nedenlerden dolayı tıkanmıştır. Türkiye’nin altı yıldan daha uzun bir zamandan
beri tam üyelik müzakerelerine dahil olmasına rağmen, AB’ye katılım meselesi
ülkede neredeyse önemini yitirmiştir ve bugün tam üyelik tartışması iç
dönüşüm süreçleri üzerinde çok az bir etkide bulunmaktadır. “Tam üyelik
müzakerelerinde bir iyileşme yaşanmadığı ya da en azından AB Türkiye’ye vize
serbestliği sağlama konusunda adım atmadığı sürece” (Soler i Lecha 2011: 29)
bu durum Avrupa Birliği’yle dış politika alanındaki işbirliğinin karşısındaki en
ciddi riski oluşturmaktadır.
Daha geniş bir çerçevede ise Türkiye, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’ya yönelik önceki politikalarının hatasını tekrarlamaktan kaçınmaya
çalışmalıdır; AB’nin o politikaları, Avrupa’nın değerlerini mi çıkarlarını mı
muhafaza etmek gerektiği arasında bölünmüş ve “para, piyasalar ve
hareketlilik” vaatlerini yerine getirmede nihai olarak başarısız olmuştur. Charles
Grant’ın da işaret ettiği gibi, “birçok AB lideri Avrupa’nın değerleriyle çıkarları
arasında kaçınılmaz bir ikilem algılamış ve ikincisine öncelik vermeyi seçmiştir”
(Grant 2011: 1). Türkiye bu tuzağa düşmekten kaçınmalı ve diğer ülkeler
üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan bir süper güç gibi davranmaktan uzak
durmalıdır. Böyle bir davranışın komşulara Türkiye’nin imparatorluk
geçmişinin olumsuz mirasını hatırlatma olasılığı vardır (Verheugen 2012: 3).
Bunu yapmaktansa, başkalarına yardım sunan, en iyi pratiklerini paylaşan ve
yönlendirme sağlayan bir ilham kaynağı işlevi görerek önemli bir rol
oynayabilir.
Türkiye ile AB Arasında “Dönüşümcü Bir Ortaklık” Olasılığı
25
Đleriye bakmak
Arap dünyasındaki dönüşüm ekonomik olarak müreffeh ve demokratik
ülkeler yaratma istikametinde ilerledikçe, bu sürece yardım etmenin en iyi
yolunun ulus-aşırı işbirliği olduğu giderek daha açık hale gelmektedir (Bishara
2012: 19). Gerek Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki dönüşümün karmaşık ve
belirsiz doğası, gerekse de söz konusu fırsatların genişliği göz önüne
alındığında, hem Türkiye hem de Avrupa Birliği bölgede insan haklarına
saygının onarılmasına, sürdürülebilir bir demokratikleşme sürecine ve
ekonomik büyümeye yardımcı olma yönünde bir sorumluluk hissetmektedir.
AB ile Türkiye arasında başarılı bir bölgesel politika ortaklığı her iki tarafın da
konumunu güçlendirecektir. Bununla birlikte, böylesi bir ortaklığın altında
yatan önemli potansiyel ancak taraflar arasında diyalog kurumsallaştırılırsa
gerçeğe dönüştürülebilir. Eğer bu yapılamazsa, her iki taraf da “bölgede
sorunlarla doğrudan ilgili bir aktör olmakla yerel ve bölgesel siyasi gelişmelerin
altında ezilen basit bir seyirci olmak arasında sıkışıp kalacaktır” (Schumacher
2011: 108).
Kaynakça
Akgün, Mensur and Sabiha Senyücel Gündoğar. “The Perception of Turkey in the Middle
East 2011.” Istanbul: TESEV Foreign Policy Program. February 2012.
http://www.tesev.org.tr/Upload/Publication/8df416b2-6026-4af7-bbc9ba90954e7b3b/Perception%20of%20Turkey%202011_IIBASIM.pdf
Arısan Eralp, Nilgün. “Turkey-EU Relations: Has It Become a Hopeless Case?” Istanbul:
TEPAV, 2011. http://www.tepav.org.tr/upload/files/13194377600.Turkey_____EU_Relations_Has_It_Become_a_Hopeless_Case.pdf
Bishara, Marwan. The Invisible Arab. New York: Nation Books, 2012.
Grant, Charles. “A New Neighbourhood Policy for the EU.” Londra: Centre for European
Reform, 2011. http://www.cer.org.uk/publications/archive/policy-brief/2011/newneighbourhood-policy-eu
Kardaş, Şaban. “Turkish-American relations in the 2000s: Revisiting the Basic Parameters
of Partnership?” Perceptions 16 (3): 25–52, 2011.
26
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Kirişci, Kemal. “Comparing the Neighborhood Policies of Turkey and the EU in the
Mediterranean.” In Turkey: Reluctant Mediterranean Partner, edited by Natalie Tocci,
Meliha Altunisik and Kemal Kirişci. Washington, D.C.: German Marshall Fund,
Mediterranean Paper Series, February 2011a: 23–46.
-------. “Turkey‟s Demonstrative Effect and the Transformation of the Middle East.”
Insight Turkey 13 (2): 33–55, 2011b
Krastev, Ivan. “Arab revolutions, Turkey’s dilemmas: zero chance for zero problems.”
Open Democracy. 2011. http://www.opendemocracy.net/ivan-krastev/arabrevolutions-turkey%E2%80%99s-dilemmas-zero-chance-for-zero-problems
Özel, Soli. “Waves, Ways and Historical Turns: Turkey’s Strategic Quest.” Washington,
D.C.: German Marshall Fund, 2012. http://www.gmfus.org/archives/waves-ways-andhistorical-turns-turkeys-strategic-quest
Schumacher, Tobias. “The EU and the Arab Spring: Between Spectatorship and
Actorness.” Insight Turkey 13 (3): 107–119, 2011.
Soler i Lecha, Eduard. “The EU, Turkey, and the Arab Spring: From Parallel Approaches
to a Joint Strategy?” Turkey and the Arab Spring: Implications for Turkish Foreign
Policy From a Transatlantic Perspective içinde, yayına hazırlayan Nathalie Tocci, Ömer
Taşpınar vd. Washington, D.C.: German Marshall Fund Mediterranean Paper Series,
2011: 25–34.
TESEV Foreign Policy Program. The Perception of Turkey in the Middle East, Ocak 2012.
http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DPT/OD/YYN/Perception_of_Turkey_2
011.pdf
Tocci, Natalie and Joshua Walker. “The Sea Change in Turkey’s Middle Eastern Policy.”
Open Democracy. 2010. http://www.opendemocracy.net/opensecurity/nathalie-toccijoshua-walker/sea-change-in-turkeys-middle-eastern-policy
Ülgen, Sinan. “A Faster, Better Route to Economic Integration Across The
Mediterranean.” Brüksel: Carnegie International Economic Bulletin, 13 Ekim 2011a.
-------. “From Inspiration to Aspiration. Turkey in the New Middle East.” Brüksel: Carnegie
Europe, The Carnegie Papers, Aralık 2011b.
Verheugen, Günter. “Meeting the Geopolitical Challenges of the Arab Spring : A Call for a
joint EU-Turkish Agenda.” TEPAV: International Policy and Leadership Institute,
Turkey Policy Brief Series, 2012. http://www.tepav.org.tr/upload/files/13280024649.Meeting_the_Geopolitical_Challenges_of_the_Arab_Spring_A_Call_for_a_joint_EU
_Turkish_Agenda.pdf.
Sınırları Aşmak mı, İçe Kapanık Bir Birlik Olmak mı?
27
Sınırları Aşmak mı, Đçe Kapanık Bir Birlik Olmak
mı? Avro Krizi ve Avrupa Birliği’nin Güney
Komşularıyla Đlişkileri
Almut Möller
Arap uyanışında bir buçuk seneyi doldururken, Avrupa Birliği üstesinden
gelinmesi gereken iki zorlukla karşı karşıyadır. Birinci zorluk Avrupa Birliği’nin
kendisiyle ilgilidir: Finansal, ekonomik ve kamu borçları krizlerinin yanı sıra,
bir dizi AB üye ülkesinin rekabet gücünü kaybetmesi, hem kendi yurttaşları
hem de potansiyel yeni üyeler için Avrupa Birliği’nin refahının, ekonomik ve
sosyal uyumunun, hatta cazibesinin sorgulanmaya başlamasına yol açmıştır.
Avrupa Birliği’nin karşısındaki ikinci zorluk, Arap uyanışının ve Güney
Akdeniz’deki değişen siyasi manzaranın ortaya koymuş olduğu dış kaynaklı bir
zorluktur. 2011 yılının ilk aylarından bu yana, AB ülkeleri güney komşularında
ortaya çıkmakta olan yeni bir düzenle karşı karşıyadır ve bu düzen, en azından
şimdilik, pek de “düzenli” bir görünüm sunmamaktadır.
Bu yazıda bu zorluklar arasındaki bağlantıyı inceleyeceğim ve Avrupa
Birliği’nin içsel durumunun güney komşularıyla dış ilişkileri üzerinde nasıl bir
etkide bulunduğunu çözümleyeceğim. Gerek içsel gerekse de dışsal zorlukların
bir yandan büyük bir belirsizlik ve hatta riske yol açarken, diğer yandan da
Avrupa Birliği’nin komşularıyla ilişkilerinde gerçek anlamda bir yenilenme –
AB’nin yurttaşlarına verdiği barış ve refah sözünü yerine getirmeye devam
etmesine yardım edebilecek bir yenilenme – için fırsatlar sunduğunu
savunacağım.
Avro Krizinin AB’nin Đç Uyumu Üzerindeki Etkisi:
“Đki Vitesli” Yeni Bir Avrupa’ya Doğru
Bu yazının kaleme alındığı 2012 yılının baharında, Yunanistan ve diğer Avrobölgesi ülkelerindeki kamu borçları krizinin akut belirtilerinin başarılı bir
28
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
biçimde ele alındığına dair AB başkentlerinde ihtiyatlı bir iyimserlik mevcuttur.
Acil kriz meselelerinin ele alınmasından başka, AB ülkeleri yaygın bir biçimde
(her ne kadar herkes aynı fikirde olmasa da), krizin altında yatan ana
nedenlerden biri olarak düşünülen kamu borçlarının gelecekte birikimini
sınırlamayı amaçlayan mevcut kuralların takviye edilmesi ve yeni kuralların tesis
edilmesi üzerinde anlaşmıştır
Bununla birlikte, iki yıllık büyük sıkıntı döneminden sonra bile, AB ve üye
ülkeler kriz durumundan “normallik” durumuna öyle kolayca geçememektedir.
Son iki yıldır en çok zikredilen kelime tasarruftu; ama şimdilerde aşılması
gereken engel ise büyümenin, yeni istihdam alanlarının ve rekabet gücünün
yeniden tesis edilmesidir. Gerçekleştirilmeyi bekleyen bu hedefle ilgili olarak
birkaç soru öne çıkmaktadır: AB’ye üye ülkeler, yeni ortaya çıkan güçlerin
giderek daha fazla belirleyici olduğu küreselleşmiş bir dünyada Avrupa
Birliği’nin yeniden başarılı bir rekabetçi güç durumuna gelebilmesi için onu
nasıl güçlendirebilirler? “Avrupa modeli” olarak bilinen model – toplumsal
uyumu ve çevresel sürdürülebilirliği hedefleyen bilgi temelli ekonomiler – hâlâ
makul bir hedef midir? Krizin en şiddetli safhası artık geride kalmış
görünmektedir ve bu temel meseleler ele alınmayı beklemektedir.
Krize verilen yanıtın “Daha az değil daha fazla Avrupa!” olmasına rağmen,
AB’ye üye ulus-devletler ulusaşırı düzeydeki ekonomik ve toplumsal işlerde
kendi yetki alanlarından daha fazla feragat etme ya da bunları paylaşma
konusunda tereddütlü kalmaya devam etmektedir. Ayrıca, kriz esnasında
Avrupa Birliği içindeki merkezkaç kuvvetler güçlenmiştir. 2012 yılının Mart
ayında benimsenen yeni “Ekonomik ve Parasal Birlikte Đstikrar, Koordinasyon
ve Yönetişim Antlaşması”nı imzalamamaya karar veren Birleşik Krallık ve Çek
Cumhuriyeti – ki Birleşik Krallık AB’ye üye ülkeleri Lizbon Antlaşması dışında
bir yasal çözüme bile zorlamaktadır – bunun en canlı örneğidirler ve ayrıca tek
örnek de değildirler. Avrupa Birliği içerisinde Avrupa-şüpheciliği
(euroskepticism) yükseliştedir ve AB karşıtı kampanyalar rağbet görmeye
başlamıştır.
27 üyeden oluşan Avrupa Birliği’nin, yönetilebilirliğin sınırlarına dayanıp
dayanmadığını sormak yanlış olmaz. Birliğin dümenini kontrol etmenin
gelecekte çok daha zor olacağına şüphe yoktur. Đşte bu arkaplan üzerinde,
Avro-bölgesi içindeki 17 üye kendi başlarına hareket etmeye karar vermiş ve
Sınırları Aşmak mı, İçe Kapanık Bir Birlik Olmak mı?
29
2011 sonbaharında da “gerçek” bir mali birliğe doğru yönelme konusunda fikir
birliğine varmıştır. Hâlihazırda bu doğrultuda atılmakta olan adımlar oldukça
ürkek gözükmektedir, ama bu adımlar önümüzdeki yıllarda gerçekleştirilecek
başka eylemler için bir rota belirleyecektir. Avro-bölgesi, krizin baskısı altında,
doğru çalışmayan ekonomik ve parasal birliğini tamamlaya yönelik adımları
nihayet atmaya başlamıştır.
Avro-bölgesi dışındaki sekiz üye, Avro-bölgesi “merkezine” ellerinden
geldiği kadar yakın durmak istediklerini açıklamıştır. Ama bu beyan, asıl
meselenin Avro-bölgesinin “içinde” mi “dışında” mı yer alındığı gerçeğini
maskelemeye yetmemektedir. Gelecekte Avro-bölgesi içindeki yeni yönetişim
biçimleri etkilerini hissettirmeye başladığı zaman, bu gerçek daha da belirleyici
olacaktır. Bunun bir sonucu olarak, Avro-bölgesinin “merkezi” ile “çevresi”,
“içindekileri” ile “dışındakileri” arasındaki mesafenin giderek daha da açılma
riski mevcuttur.
27 üyeli Avrupa Birliği senkron eksikliği sorunuyla ne dereceye kadar başa
çıkabilir? Bu gelişmenin 27 üyelik AB’nin iç uyumu için aşılması gereken bir
zorluk teşkil edeceği açıktır. Ancak, iki vitesli Avrupa beklentisi, Avrupa Birliği
ve komşuları arasındaki ilişkiler açısından o kadar da kötü bir şey olmayabilir.
AB içerisinde daha gevşek bir çevre/periferi, Birliğin dışsal çevresi/periferisi
için yeni fırsatlar yaratabilir.
Aslında iki vitesli bir AB komşu ülkeleriyle, 27 üyeli AB’nin hâlihazırda
elinden gelenden çok daha becerikli bir biçimde ilişki kurabilir. Çünkü söz
konusu komşular, özünde ortak pazar tarafından tanımlanan daha geniş bir
Avrupa Birliği’nin daha kolay bir biçimde parçası olabilirler. Öte yandan, pek
çok şey önümüzdeki yıllarda krize bir tepki olarak AB’nin içe kapanma
politikasına devam mı edeceğine, yoksa bunun yerine, değişen güney
komşularını daha yakın bir işbirliğini hedefleyen yeni fikirlerle kucaklamak mı
isteyeceğine bağlıdır.
30
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Tasarruf Zamanlarında Dış Đlişkiler:
Çok Daha Đçe Kapanık Bir Birlik mi?
Kriz Avrupa Birliği’nin dış politikasını nasıl etkileyecek? Öncelikle, Birlik son
iki yılda, sadece kendi yurttaşları arasında değil, komşuları ve dünyanın
gözünde de inanılırlığından ve cazibesinden çok şey kaybetmiştir. Avrupa
Birliği bir zamanlar gerek sınırlarının içinde gerekse de dışında büyük bir ilgi
merkeziydi; ayrıca, onunla komşuluk ilişkileri geliştirme beklentisi – ya da
Türkiye örneğinde olduğu gibi Birliğe üye olma umudu – güney
komşularındaki birçok lider ve yurttaş için çok şey ifade eden bir politika
teklifiydi.
Bugün ise, birçok kişi Avrupa Birliği’ni artık vadesini doldurmuş, büyüyen iç
uçurumlar ve yetersiz kalan kurumlar tarafından parçalanmış bir yapı olarak
tarif etmektedir. Komşu Arap ülkelerinde, önceden muhalefette olan birçok
güç AB’yi, istikrarla ilgili çıkarlarına öncelik verip daha önce ifade etmiş olduğu
değerlerini göz ardı etmekle, eski rejimlerle işbirliği yapmak ve dolayısıyla da o
rejimlerin gücünü sürekli kılmakla suçlamaktadır.
Avrupa’nın dış politikası hâlihazırda bu algı çerçevesi içerisinde işlemek
durumundadır. Gerçekten de, bu dış politikanın etkileri AB’nin dış
eylemliliğinin etki alanını daha şimdiden sınırlamaya başlamıştır (Avrupa Dış
Đlişkiler Konseyi tarafından yayınlanan 2012 yılı Avrupa Dış Politika
Karnesi’ndeki bulgulara bakınız.)
Ayrıca, AB üyeleri tarafından ancak son zamanlarda yüksek öncelikli bir
hedef olarak ilan edilen AB’nin dış politikasını güçlendirmeye dönük çabalar
ivmesini kaybetmiştir. AB hükümetleri ağırlıklı olarak ekonomik ve finansal
sorunlara odaklanmaktadır; dış politika radar menzilinden neredeyse çıkmıştır.
Elbette bu, AB üyelerinin hepsinin birden şu anda bir dış politika eksikliği
sorunu olduğu demek değildir. Ancak, Lizbon Antlaşması’nın vaatlerine
rağmen, ortak AB yaklaşımlarını güçlendirmeye yönelik enerji birçok AB
başkentinde dinamizmini kaybetmiştir.
Almanya’nın Mart 2011’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde askeri
harekâta karşı çıkışının karmaşıklaştırdığı AB üyelerinin Libya’ya müdahalesi
meselesi, buna güzel bir örnektir. Bir başka örnek olarak da, Lizbon
Antlaşması’nda ifade edilen dış politika ve güvenlik araçlarını daha fazla
Sınırları Aşmak mı, İçe Kapanık Bir Birlik Olmak mı?
31
geliştirmeye (örneğin, daimi olarak yapısallaştırılmış işbirliğine girme) yönelik
tereddüt ya da yeni oluşturulmuş Avrupa Dış Eylem Servisi’nden faydalanma
konusunda aşikâr olan uzak görüşlülük eksikliği zikredilebilir. AB’nin dış
politikası söz konusu olduğunda, AB hükümetlerinin hayal gücü hâlihazırda
oldukça zayıf görünmektedir. Hâlbuki içinden geçtiğimiz bu dönem, yeni ve
büyük ölçüde de belirsiz bir geleceğe doğru geçiş sürecine giren AB’nin güney
komşuları meselesinde tam da yaratıcı düşünceye ihtiyaç duyulan bir zaman
dilimidir.
Avro krizinin kaldırdığı tozun dağılması ve AB hükümetlerinin Birliğe ait bir
dış politikaya yeniden daha fazla zaman ve enerji ayırması sadece bir zaman
sorunu mudur? Ne yazık ki bundan emin olmak pek mümkün değildir.
Krizden en çok etkilenen ve ciddi bütçe kesintileri yapmaya başlayan ülkeler
sadece Avro-bölgesi ülkeleri değildir. Avrupa Birliği’ndeki bütün devletlerde,
gelecekte dış politika ve savunma meselelerine harcanacak daha az para olacağı
anlamına gelen tasarruf tedbirleri benimsenmiştir. Bu gelişme bir yandan
gerçekten de AB düzeyinde daha az değil daha fazla işbirliğinin olmasını
gerektirecektir; ama diğer yandan, politika açısından bakıldığında, AB
hükümetleri üzerindeki işbirliğine yönelik baskı henüz ulusal kesintileri telafi
etmeye yetecek düzeye ulaşmamıştır.
Şurası açık ki, bu gelişme, AB’nin güney komşularına yönelik dış ve güvenlik
politikası açısından umut verici değildir. Örneğin, eğer güney komşularda Libya
benzeri bir başka senaryo ortaya çıkarsa, AB ülkeleri şu anki koşullarda kendi
başlarına bir askeri müdahale planı yapma ve bunu uygulamaya geçirme
yeteneğine sahip değildirler. Bundan daha da önemli olan, böyle bir şeyi büyük
olasılıkla gelecekte de yapma yeteneğine sahip olmayacaklarıdır. Ayrıca,
Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerine müdahil
olma meselesinde artık çok daha seçici bir tutum benimsemiştir. AB’nin
Türkiye’yle olan güvenlik ilişkisi dikkate değer bir potansiyel barındırmaya
devam etmektedir, ama bu ilişki henüz uygun bir başlangıç yapabilmiş değildir.
Avrupa Birliği güney komşularıyla yakın ilişkiler geliştirme konusunda, ulusal
hükümetlerden ziyade büyük ölçüde AB kurumları – bilhassa Avrupa
Komisyonu ve Avrupa Dış Eylem Servisi (EEAS) – tarafından uygulamaya
geçirilen bir dizi özgül dış politika aracına başvurmuştur. Bunlar, genişleme
politikası (Türkiye örneği), tek tek ülkeler bazında Avrupa Komşuluk Politikası
32
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
(Cezayir, Mısır, Đsrail, Ürdün, Lübnan, Libya, Fas, Đşgal Altındaki Filistin
Toprakları, Suriye ve Tunus’u kapsamaktadır) ve Barselona Süreci/Akdeniz
için Birlik Projesi’ni (UfM) içermekteydi.
Bununla birlikte, bu politika yaklaşımlarından hiçbiri şu ana değin kayda
değer bir başarı sağlamamıştır. Gerek AB gerekse de Türkiye içindeki bir dizi
nedenden dolayı Türkiye’nin AB üyeliği beklentileri üyelik müzakerelerinin
başladığı 2005 yılı Ekim ayından bu yana oldukça çarpıcı bir biçimde
değişmiştir. Arap uyanışına bir tepki olarak Avrupa Komşuluk Politikası
(ENP) 2011 yılında gözden geçirilmiştir (Avrupa Komisyonu Yüksek
Temsilcisi’nin ortak iletişim birimin 8 Mart 2011 tarihli “Güney Akdeniz’le
Demokrasi ve Refah Paylaşımı Ortaklığı” ve 25 Mayıs 2011 tarihli “Değişen
Komşularla Đlişkilere Yeni Bir Yaklaşım” başlıklı belgelerine bakınız.) Bu
belgelere göre, Avrupa Birliği güneye yönelik Avrupa Komşuluk Politikasını üç
“M” üzerine odaklamak istemektedir: money (para), mobility (hareketlilik) ve
markets (piyasalar). (Arap uyanışlarının ardından AB tarafından alınan
önlemlerin kapsamlı bir değerlendirmesi için bakınız “AB’nin Arap ‘Baharı’na
Tepkisi”, MEMO 11/918, 16 Aralık 2011).
Ancak, Avrupa Birliği güney komşuları için yaptığı harcamaların, verdiği
borçların ve gerçekleştirdiği yatırımların genel düzeyini 2011’den bu yana
arttırmış olsa da, rakamlar bunun güneye yönelik Avrupa Komşuluk
Politikasına yeni bir nitelik seviyesine yükseltmek için yeterli olmadığını öne
sürmektedir. Hareketlilik (yasal göç biçiminde) ve piyasa erişimi vaatleri şu
anda her zamankinden daha şüpheli bir durumdadır. Vize kolaylığı sağlanması
AB içerisinde hassas bir meseledir ve önerilmiş olan derin ve kapsamlı serbest
ticaret anlaşmalarının (DCFTAs) gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ya da Güney
Akdeniz ülkelerinin AB ortak pazarına erişimini önemli bir ölçüde iyileştirip
iyileştirmeyeceğini ancak zaman gösterecektir. Son olarak, Akdeniz için Birlik
Projesi (UfM) Arap uyanışı süreci başladığında büyük ölçüde görünmez bir
durumdaydı ve o zamandan bu yana da, AB ülkeleriyle Güney Akdeniz ülkeleri
arasında bölgesel bir alış-veriş forumuna duyulan ihtiyacın artmasına rağmen,
görünmez kalmaya devam etmiştir. Öte yandan, eğer 2010 yılının sonlarında
gelişmekte olan bir Avrupa-Akdeniz uzman topluluğu var olmuş olsaydı, son
bir buçuk yılda diyaloğun kolaylaştırılması ve yeni projelerin geliştirilmesinde
çok daha büyük bir rol oynamayı becerebilirdi.
Sınırları Aşmak mı, İçe Kapanık Bir Birlik Olmak mı?
33
Dolayısıyla, bazı üyelerin – bilhassa Fransa – başlangıçtaki sendelemelerinin
ardından AB’nin Arap uyanışına oldukça hızlı bir tepki geliştirdiğini kabul
etmek gerekmekle birlikte, 2011 Mart ve Mayıs aylarında yayınlanan iki
belgenin stratejik bir tepki olma vaadini ne kadar yerine getirdiği şüphelidir.
Sınırları Aşmak: Akdeniz Komşuluğu için Yeni Fikirler
Arap uyanışına ve AB-Türkiye ilişkilerinin değişen içeriğine yönelik stratejik
bir tepkinin, Avrupa Birliği’nin Berlin Duvarı’nın yıkılışına gösterdiği tepkiye
benzer bir derinlik gerektirdiği söylenebilir. O dönem boyunca, Avrupa Birliği
genişlemeyi, çoğu bugün artık AB üyesi olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini
değiştirmekte kullanılan bir stratejik araç olarak benimsemişti. Bunu söylemek,
Avrupa Birliği’nin Avrupa Komşuluk Politikası ülkelerine bir zamanlar
Macaristan, Polonya ya da Litvanya’ya – ve aslında, Türkiye’ye de – önerdiği
türden bir üyelik önerisi yapması gerektiği anlamına gelmemektedir. Ama
Birliğin güney komşularındaki değişimlere yönelik tepkisinin, AB kurumlarının
şu ana değin benimsemiş olduğundan daha uzun vadeli bir stratejik görüşe
dayanması gerekmektedir. Üye devletlerin hükümetleri işte bu noktada devreye
girmek zorundadır. Zaman siyaset zamanıdır, hem genişleme hem de Avrupa
Komşuluk Politikası’nın dayandırıldığı düzenlemeci yaklaşımlar zamanı
değildir.
Đfade etmek istediğim soru aslında oldukça basittir ve Avrupa Birliği’nin
yaşadığı iç ve dış zorluklar arasında bir köprü kurmaktadır: Avrupa Birliği,
yaşadığı iç huzursuzluğa, güney komşularıyla yeni işbirliği biçimleri üzerinden
ne ölçüde çözümler bulabilir? Ticaret, teknoloji, enerji, güvenlik, nüfus ve
doğal kaynaklar, böylesi bir tartışmanın temelinde yer alması gereken
meselelerden sadece birkaçıdır. Sorulması gereken soru, Avrupa’nın krizi iki
yılını doldururken, AB ve üyelerinin taze, cesur ve alışılmışın dışında bir
düşünme sürecine girmeye istekli olup olmadığı ve bunu becerip
beceremeyeceğidir. Son on yılda, Güney Akdeniz’e dair söylem ağırlıklı olarak
olumsuz olmuştur ve büyük ölçüde güvenlik kaygılarına odaklanmıştır. Komşu
ülkelerde geleceğin belirsizlikler içermesine rağmen (ve daha açık siyasi
sistemlere ve toplumlara yol açacak süreçlere girişmiş olan ülkelere özel bir ilgi
göstererek), Avrupa Birliği üyeleri Güney Akdeniz’le komşuluk ilişkileri için
34
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
olumlu bir söylem geliştirebilirler mi? Eski komşuluk modellerini çevreleyen
kavramsal sınırların aşılması ve yeni bir işbirliği vizyonu geliştirilmesi,
sendelemekte olan Birliğe çokça ihtiyaç duyduğu dayanağı verebilir.
Buna karşılık güneydeki komşular için de Avrupa Birliği hakkında yeni bir
biçimde düşünmeye başlamak faydalı olabilir: Krizin bir sonucu olarak, AB
artık yekpare bir blok değildir (aslında hiçbir zaman da öyle olmamıştır). 2011
yılı boyunca, Avrupa Birliği “iki vitesli” bir Avrupa yolunda yürüyüşünü
sağlamlaştırarak hızlandırmış ve Avro-bölgesi de mali birliğe doğru emin
adımlarla ilerlemeye başlamıştır. Şimdilik bunun başarılı olacağını farz edelim.
Bu, diğer 10 AB üyesine, farklı arzu düzeyleri olan bir çevre/periferi oluşturma
olanağı sağlar. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin üyeleri, yeni Avrupa Birliği’yle
ilişkiler açısından nerede durmak istedikleri hakkında düşünme (ya da yeniden
düşünme) fırsatını değerlendirmelidirler.
Türkiye, Avrupa ve Arap Komşuları
35
Türkiye, Avrupa ve Arap Komşuları
Ziad Majed
Yönetişimde “Türkiye modeli”nin Arap dünyasına ihracı, son zamanlarda
giderek daha fazla telaffuz edilir oldu. Bunun en önemli nedeni, Türkiye’de
hem bir dönem güçlü bir ordunun siyasette belirleyici rol oynamış olması, hem
de Đslami kimlik taşıyan bir partinin mevcut din-devlet ayrımına uygun şekilde
ülkeyi yönetmek üzere seçilmiş bulunmasıdır.
Arap Baharı’nın patlak vermesinin ardından Tunus ve Mısır’ta ilk serbest çok
partili seçimler düzenlendi. Fas’ta da aynı sıralarda düzenlenen seçimlerden
Müslüman Kardeşler büyük bir zaferle çıktı. Türkiye’nin demokrasi
deneyimleri, hükümette olan AKP’nin mutedil tavrı ve Türkiye’nin
deneyimlerinden ders çıkarılması gerekliliği gibi konularda konuşmalar
sıklaştıkça bu ülkelerle Türkiye arasında karşılaştırma da daha çok yapılır oldu.
Aşağıdaki sayfalarda Türkiye’nin Arap olmayan bir aktör olarak bölgedeki
rolünün nasıl bölgenin Arap olmayan diğer aktörü Đran’a alternatif oluşturacak
şekilde evrildiği çözümlenmeye çalışılacak. Aynı zamanda Arap-Türk
ilişkilerinin, özellikle de Akdeniz havzasında gelişmekte olan Türkiye-Avrupa
işbirliği bağlamında nasıl daha yakın hale gelebileceği sorusu ele alınacak.
Orta Doğu, 2003 – 2010
Son yıllarda, Orta Doğu içindeki ittifak ve politikaların şekillenişinde Arap
devletlerinin etkisi azalmış, buna mukabil Đran ve Türkiye’nin rolleri artmıştır.
Bu durum esasen 2003’teki Irak savaşı ile birlikte Amerika’nın bölgede daha
doğrudan bir rol oynamaya başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Ancak son üç yıldır
ABD ordusunun Irak’tan askerlerini çekmeye başlamasıyla ve Obama
yönetiminin Filistinliler ile Đsrailliler arasındaki barış görüşmelerindeki
tıkanıklığı gidermekte başarısız olmasıyla birlikte Amerika’nın bölgedeki varlığı
daha az hissedilir olmuştur.
36
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Buna mukabil 2003 ile 2009 arasındaki dönemde Đran bölgedeki çıkarlarını
etkili bir şekilde kovalamış ve bölgenin tümünde nüfuzunu arttırmıştır. Đslam
Cumhuriyeti petrol fiyatlarında birkaç yıl süren yükselişten faydalanmış ve elde
ettiği kazancı silah geliştirmek ve Rusya’dan satın aldığı malzeme ile bir “sivil
nükleer program” başlatmak için kullanmıştır. Amerikalıların, doğu komşusu
Afganistan’daki Taliban rejimini ve batı komşusu Irak’taki Baas rejimini
devirmesi de Đran’a jeopolitik açıdan stratejik fayda sağlamıştır. Tahran bu
sayede komşusu olan iki düşman rejimle uğraşmaktan kurtulmuş, üstelik Irak
ve Afganistan’da belli toplumsal ve mezhepsel tabanlara dayanan Đran
müttefiklerinin varlığını stratejik olarak değerlendirme imkanına kavuşmuştur.
Özellikle Irak’ta bu sayede Amerikalıların bahçesine doğrudan erişim elde
etmiş ve onların siyasi ve güvenlikle ilgili sorunlarını daha da derinleştirebilir
pozisyona gelmiştir. Tüm bu süreçte Đran’ın ana gayesi, genel olarak
Washington’la pazarlık gücünü arttırmak ve Amerika’nın Irak’tan çekilmesi
sonrasında oluşacak geçiş dönemi hükümetlerinde aktif bir ortak olabilmek idi.
Đran ayrıca Suriye ile ittifakı, Hamas ve Đslami Cihad’a olan desteği ve
Hizbullah’la organik bağı sayesinde bir ayağını Akdeniz kıyısına basarak ArapĐsrail çatışmasında baş oyunculardan biri haline geldi. Temmuz 2006’da
Lübnan’da yaşanan Đsrail-Hizbullah savaşı bunu net bir şekilde gösterdi. Đran’ın
buradaki varlığı hem siyasi hem de askeri olarak perçinlenmiş oldu.
Sonuç olarak Tahran nükleer programına karşı çıkan ya da düşmanca
yaklaşanların manevra imkanını kısıtlama ilkesini şiar edindi. Bunu, saldırıldığı
takdirde bazı müttefikleri vasıtasıyla misilleme yapacağı tehdidinde bulunarak
ve çeşitli alanlarda gerilim veya çatışma noktaları yaratarak gerçekleştirmeye
çalıştı. Ayrıca Lübnan’da Hizbullah ulusal hükümete Đran’ın siyasi çıkarları
doğrultusunda hareket etmesi için baskı yapıyor, Đran bu sayede Lübnan içinde
daha fazla nüfuz sahibi olabiliyordu.
Ama Đran’ın gücündeki bu artış, bölgedeki bazı rejimlerin bekasını tehdit
ettiği için paradoksal olarak ülkenin yayılmacılık kapasitesini tüketen bir şeye
dönüştü. En azından bazı devletlerin Đran’la soğuk da olsa makul düzeyde bir
ilişkiyi sürdürme çabasını terk etmesine sebep olduğu kesin. Đran’ın Orta
Doğu’daki nüfuzunun derinleşmesi mezhep gerilimlerini de arttırarak “Şii
Đran’ın Sunni Arap topraklarına hükmedeceği” korkusunu hortlattı ve bu,
Türkiye, Avrupa ve Arap Komşuları
37
Đran’ın politikalarına düşman Orta Doğu başkentlerinde sıkça telaffuz edilir bir
sav haline geldi.
Hem Đran’ın nükleer programıyla ilgili müzakerelerin akamete uğramasının
ardından ülkeye yönelik uluslararası yaptırım ve tehditler artmış olduğu, hem
de ülkede ağır bir ekonomik kriz yaşandığı ve Dini Lider Hamaney ile
Cumhurbaşkanı Ahmedinejad arasındaki rejim içi ayrışma yeniden
belirginleştiği için, Đran’ın bölgedeki yayılmacılığının sürmesinin güç olduğu
söylenebilir. Đran kapasitesinin sınırına ulaşmıştır ve yeni alanlarda siyasi yatırım
yapması artık mümkün değildir.
Dolayısıyla bölgedeki iki rakip ABD ile Đran son yıllarda nüfuzlarını kısmen
kaybetmiş gibi görünüyorlar. Bu da yeni bir bölgesel gücün önemli rol
oynamaya başlayabileceği anlamına gelebilir. Đşte burada Türkiye ciddi bir
oyuncu olarak yarışa giriyor.
Türkiye baş aktörlerden biri olabilir mi?
Avrupa ile Asya arasında köprü vazifesi gören laik Müslüman bir ülke ve bir
NATO üyesi olarak Türkiye ciddi bir ekonomik, jeostratejik ve siyasi öneme
sahip. Pek çok Türk yetkili Ankara’nın bu önemi değerlendirerek Washington
ve Tahran’ın boş bıraktığı alanlarda zaman içinde daha fazla rol üstlenmesi
gerektiğine inanıyor. Son yıllarda Orta Doğu’da Ankara’nın etkinliğinde
gözlenen artış, Türklerin “yumuşak” güç kullanımına olan inançlarına
bağlanabilir.
Türkiye “sıfır sorun” adı verilen yaklaşım uyarınca yıllardır komşularının ve
bölgesel aktörlerin büyük kısmı ile iyi ilişkiler sürdürüyor. Bunun yanında hem
içeride (iktidardaki parti ile laik ordu arasında) hem de dışarıda (örneğin ABD
ile Đran ve Suriye arasında) karşıtları dengeleme stratejisi izliyor. Türkiye bu
denge oyununda alan dar olsa bile hep kendine manevra imkanı yaratmaya
çalışıyor. Örneğin, 2010’da Đsrail askerlerinin Gazze’ye Özgürlük Filosu’na
yaptığı saldırının ardından Đsrail ile ilişkileri bozulmasına rağmen, Amerika ile
ittifakını sürdürdü, hatta daha da geliştirmeye çalıştı. Nükleer meselesine
çözüm üretmek için Đran’la çalışma girişimlerini başka bölgesel konularda
Suudi Arabistan ile eşgüdüm sağlayarak dengelemeye gayret etti. Türkiye Irak
38
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Kürtlerine ilişkin politikasında kısıtlayıcı bir tutum takınsa da Bağdat’a karşı bir
açıklık da sergiledi. Ve nihayet Sünni (ve Müslüman Kardeşler kökenli bir lider
kadro tarafından yönetilen) bir ülke olarak Türkiye, Arap ülkelerinde ve
Filistin’de Đran’dan çok daha etkili olabileceğinin farkında.
Türkiye bölgedeki ilişkilerinde şimdiye dek genelde temkinli davrandı ve
önündeki seçenekleri (ve “geri çekilme hatlarını”) açık tutmaya gayret etti. Belli
ki Đran ile ABD arasındaki gerilimlerin nereye varacağını görmek için bekliyor.
O cephede neler olacağını beklerken bir yandan da, AB kapısı son dönemde
kapanmış gibi görünse de, Avrupa ile olan ilişkileri üzerinde çalışmaya devam
ediyor.
Yine de 2011’de Arap dünyasında yaşananlar, yani Tunus, Libya ve Mısır’da
ama en çok da Suriye’de başlayan isyanlar Türkiye lider kadrosunu yeni bir
sınavla karşı karşıya getirdi. Bölgenin, özellikle de Akdeniz kıyısındaki ülkelerin
siyasi haritası yeniden çizilmekte ve bu gelişme gelip Türkiye’nin güney sınırına
dayandı. Tüm bunlar Türkiye’yi mevcut pozisyonlarını yeniden
değerlendirmeye ve belli faktörleri hesaba katan yeni bir Orta Doğu politikası
geliştirmeye zorluyor.
Öncelikle, Müslüman Kardeşler bölgede birden fazla ülkede seçim başarısı
kazanmış bulunuyor. Bu nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’deki
deneyimlerinden yararlanılması bahsi sık sık geçer oldu. Bu değerlendirmenin
en anlamlı olacağı ülkeler muhtemelen Mısır ve Tunus’tur.
Đkinci olarak, NATO’nun Libya halkını korumak için Libya’daki savaşa
müdahale etmesi ve BM mandasının tesisi Türkiye’nin önüne bazı meseleler ve
fırsatlar getirdi. Bu müdahalenin biçiminin tanımlanmasında Türkiye’nin etkin
rol oynaması ve müdahalenin Kaddafi rejiminin devrilmesiyle sonuçlanması
Türkiye’nin Libya ile olan ilişkilerini yeni bir evreye soktu.
Üçüncü olarak, Suriye’deki olaylar Türk diplomasisinin dikkatle yeniden
tasarlanmasını gerektirmekte. Suriye rejimi halk ayaklanmasını kanlı bir şekilde
bastırma yoluna gitti ve birkaç ay içinde binlerce insanı öldürdü. Rejimin
uyguladığı şiddet ülkeyi çözülme noktasına getirdi. Suriye’nin Türkiye’yle hem
uzun biri sınırı hem de sıkı ekonomik bağları var. Bu nedenle Suriye’deki
durum, hem güvenlik ve finans açısından hem de Kürt meselesine ilişkin
olarak Türkiye’nin çıkarlarını doğrudan tehdit ediyor. Şam’da olası bir rejim
Türkiye, Avrupa ve Arap Komşuları
39
değişikliği Türk liderlerin yakından takip etmesi ve ustalıkla ele alması gereken
bir durum olacaktır. Zira Türkiye yeni bir Suriye yönetimi ile iyi ilişkiler
kurmaya çalışırken bu rejim değişikliğinin çeşitli taraflar (yani Rusya, Đran, AB,
ABD, Suudi Arabistan ve son derece etkin bir aracılık rolü oynayan Katar)
arasındaki çıkar çatışmalarını nasıl etkileyeceğini de düşünmek zorunda
kalacaktır. Türkiye Esad rejimini set bir şekilde kınamış, şehirlerini muhalefetin
toplantılarına açmış ve Suriyeli siviller için mülteci kampları kurmuş (hatta bir
tane de Suriye ordusunda yer almamak için kaçan askeri personel için kamp
açmış) olsa da somut hareketlerinde hâlâ mütereddit görünüyor. Türk liderler
Şam’da perde arkasında olup bitenleri tam olarak kavrayamamış gibi
duruyorlar.
Dördüncü olarak, Katar’ın zaman zaman Suudi Arabistan’la rekabet halinde
seyreden siyasi ve ekonomik yükselişi, bölgedeki güç dinamiklerini etkilemekte.
Hem Doha hem de Riyad’daki liderler Suriye’deki durum karşısında radikal bir
yaklaşım geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorlar ve çıkarları uyarınca Esad
rejiminin devrilmesini istiyorlar. Basra Körfezi’ndeki dinamikler Türkiye için
stratejik önem taşıdığından, Türk liderler Körfez Ülkeleri Đşbirliği Konseyi’nin
bu en etkin iki ülkesi ile siyasi eşgüdüm sağlamak istiyorlarsa onlarınkinden çok
da uzak olmayan bir pozisyon almak durumundalar.
Beşinci olarak, Türkiye’nin doğal gaz ve Orta Asya ile ilgili karşılıklı çıkarlar
dolayısıyla Rusya’yla da bağları vardır. Rekabet ya da bazı konularda birbirini
anlamayla ilgili problemler nedeniyle iki ülke arasında zaman zaman gerilim
olabilmektedir. Son dönemde Suriye bu gerilim konularının başında geliyor.
Altıncı olarak, Türkiye her ne kadar AB üyeliği sürecinde defalarca kapıların
yüzüne kapandığını gördükten sonra batı istikametindeki hareketini yavaşlatmış
olsa da genel olarak Avrupa’ya yönelişinden vazgeçmiş değildir. Önemli
ekonomik ve siyasi ilişkiler, Avrupa ülkelerinde yaşayan büyük Türk
toplulukları ve Akdeniz’deki çıkarları, Türkiye’yi Avrupa kıtasına
bağlamaktadır. Fransa’yla olan gerilime rağmen bu temel çıkarlar Türkler için
öncelikli olmaya devam etmektedir.
Ve nihayet yedinci olarak, Türkiye NATO üzerinden Amerika Birleşik
Devletleri’yle de bağlantılıdır. Son dönemde Đsrail’le yaşadığı gerilim,
Türkiye’nin ittifak içindeki yerini değiştirmiş denemezse de belirgin sıkıntılara
40
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
sebep olmuştur. Türkiye’nin Filistin meselesinde daha etkili bir rol
oynayabilmesi de ABD ile olan ilişkilerine bağlıdır.
Akdeniz’de Đşbirliği
Tüm bu sebeplerden ötürü, Akdeniz havzasında işbirliği yapmak, hem
Ankara hem de diğer tüm başkentler için hayati önem taşımaktadır. Türkiye,
Akdeniz çevresindeki ülkelerle ilişkilerinde hareket esnekliği gibi nadir bir
beceriyi sergileyebildiği için, işbirliği sayesinde ekonomik ve demografik
ağırlığına denk bir rol üstlenebilecektir. Türkiye-Avrupa işbirliğini perçinlemek
için atılan her adım Akdeniz'i daha huzurlu bir yer haline getirecektir. Ancak
bu adımlar atılırken birkaç önemli meselede dikkatli davranılması gerekiyor.
•
Din-devlet ilişkisi meselesi. Pek çok Arap ülkesi ile Đsrail’i ilgilendiren
bu mesele ele alınırken, farklılığa, dinsel, kültürel ve etnik çeşitliliğe saygı ve
hoşgörü gösterilmelidir.
•
Đnsan hakları meselesi Ekonomik işbirliği, kalkınma ve yatırım
projelerinde uluslararası anlaşmalarda tanımlandığı şekliyle insan haklarına
saygı gösterilmesi şart koşulmalıdır. Đnsan hakları, bir toplumun tüm
bileşenlerinin siyasi ve kültürel haklarının tanındığı kamusal ve özel alan
özgürlüklerini içerir. Konu bu bakımdan Suriye, Irak ve Türkiye’deki Kürtler
ile Kuzey Afrika ve diğer bazı Akdeniz ülkelerindeki tüm etnik ve dinsel
grupları doğrudan ilgilendirmektedir.
•
Kadın hakları meselesi. Kadınlar tüm Arap ülkelerinde ayrımcılığa
uğramaktadır. Uluslararası anlaşmaların desteğiyle buna karşı adımlar atılmalı
ve hükümetler kadınların siyasi ve ekonomik karar alma süreçlerine katılımını
arttıracak kanun ve politikalar geliştirmeye teşvik edilmelidir. Buna ek olarak
hükümetler, medeni kanunda ve vatandaşlık haklarıyla ilgili kanunlarda
değişiklik yaparak kadınlara yönelik ayrımcılığı meşrulaştıran yasal dayanakları
kaldırmaya teşvik edilmelidir.
•
Göç, ırkçılık ve entegrasyon meseleleri. Göçteki artış ile giderek
ağırlaşan ekonomik krizler bir araya gelince entegrasyon ve ırkçılıkla ilgili
sorunlar da arttı. Kuzeye göçün dizginlenebilmesi ancak güneydeki ülkelere
Türkiye, Avrupa ve Arap Komşuları
41
daha fazla yatırım yapılması ve bu ülkelerdeki istihdam olanaklarının
arttırılmasıyla mümkün olabilir. Göçmenlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi
ve entegrasyon konusunda onlara destek sunulması da toplumsal gerilimleri
kısmen azaltacaktır.
•
Ordunun siyasetteki rolü. Ordunun seçilmiş siyasilerin otoritesine tabi
olduğu bir siyaset kültürünün desteklenmesi bölgenin tümünde önemli bir
konudur. Pek çok Arap ülkesinde (ve daha önceki dönemlerde Türkiye’de)
askeri güçler siyasi karar alma süreçlerinde çok önemli roller oynamışlardır.
Yeni siyasi elitlerin ortaya çıkması ve serbest ve adil seçimlerin
düzenlenmesiyle, bölgede bir zamanlar insanların hayatına hükmeden darbe ve
sıkıyönetim dönemlerinin tüm izleri silinmelidir.
•
Yargı bağımsızlığı ve yolsuzlukla mücadele. Anayasal kurumların
yeniden tesisi yanında yargı reformu yapılarak yargının siyasi otoriteler
karşısındaki bağımsızlığı güvence altına alınmalıdır. Böylelikle yargının
ekonomileri mahveden ve halkta manevi çöküntü yaratan yolsuzlukla mücadele
etmesi mümkün hale gelecektir.
•
Suriye.
Şam’da
istibdat
rejiminin
sona
ermesini
ve
demokratikleşmenin başlamasını güvence altına alacak bir geçiş aşaması
yaşanmazsa Akdeniz’de huzur ve istikrar pek mümkün olmayacaktır. Suriye
için bir çözüm bulma konusunda işbirliği yapmak, hem Avrupa’nın hem de
Türkiye’nin çıkarınadır. Her ikisi de Esad rejiminin insan hakları ihlallerini açık
bir şekilde kınamışlardır ama Suriye halkını korumak için daha başka tedbirler
alınmalıdır.
•
Filistin/Đsrail. Bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik BM
kararlarına dayalı ciddi barış görüşmelerinin yeniden başlaması için Türkiye ile
Avrupa’nın birlikte atacağı adımlar tüm Akdeniz havzasının istikrar ve refahı
için önemlidir. 65 yıldır Filistin sorunu ve Filistin topraklarındaki işgal
gerilimlere, öfkeye ve adaletsizliklere yol açıyor. Oradaki soruna ve çözümüne
farklı yaklaşımları değerlendirmenin vakit çoktan geldi.
Gerçekten de bugün Akdeniz ülkeleri – kıyılarda yer alanlar ve onların
komşuları – büyük bir tarihi kavşaktalar. Adalet, barış ve ekonomik kalkınma
için yapılacak kapsamlı bir işbirliği, hem bugün hem de gelecekte meyvelerini
verecektir. Bu süreçte Avrupa da Türkiye de başrollerde yer alabilirler.
42
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Arap Dünyasında Türkiye-AB İşbirliği
43
Arap Dünyasında Türkiye-AB Đşbirliği
Nathalie Tocci
Türkiye ile Avrupa Birliği’nin dış politika alanında işbirliğine girmesi, yeni bir
konu değil. Đki tarafın bölgeleri ile ilgili yaklaşım ve vizyonları temelde
örtüşüyor olduğundan, ortak bir strateji yürütme fikri uzun yıllardır anlamlı bir
çaba olarak hep gündemdeydi. Ama konjonktür hiç bugünkü kadar müsait
olmamıştı. Orta Doğu ve Kuzey Afrika (ODKA) bölgesinde yaşanmakta olan
tarihi dönüşüm, dış politikada AB-Türkiye işbirliğini zorunlu hale getirdi.
Özellikle de Arap Baharı, bugünün olağanüstü koşullarında ne AB’nin ne de
Türkiye’nin tek başına etkili olabileceğini açıkça gösterdi.
Bu yazıda bu genel tespit ışığında AB ile Türkiye’nin Arap dünyasında
potansiyel dış politika işbirliğinin ana hatları çizilecek ve diplomasi, yardım,
ticaret ve güvenlik konuları ele alınacaktır. Diplomasi, yardım ve ticaret gibi
alanlarda iki taraf arasında iş bölümü yapılması anlamlı olacaktır. Güvenlik
alanında ise Suriye’de yaşanmakta olanların gösterdiği gibi, birlikte hareket
edilmesi daha uygun olacaktır.
Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde bugün ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor.
Müzakerelerin başladığı 2005’ten bu yana 32 fasıldan sadece 13’ü açılabildi.
Geri kalan fasılların çoğu Kıbrıs, Fransa ya da genel olarak Avrupa Konseyi
tarafından engellendi. Sonuç olarak tüm ivme kaybedildi ve Haziran 2010’dan
bu yana hiçbir yeni fasıl açılmadı. Kıbrıs’ın 2012’nin ikinci yarısında başlayacak
AB dönem başkanlığı yaklaşırken Türkiye’nin AB ile siyasi diyalogu kesme
tehdidinde bulunması, üstelik bu doğu Akdeniz adasında iki toplum arasındaki
görüşmelerin de durma noktasına gelmesi durumun daha da kötüye gittiğini
gösteriyor.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen AB ile Türkiye’nin beraber yaşadıkları
bölgede işbirliği yapmaları için koşullar hiç bu kadar uygun olmamıştı.
Özellikle de Arap dünyasındaki tarihi dönüşüm bölgenin güneyinde AB ile
Türkiye’nin birlikte hareket etmesini zorunlu kılıyor. Türkiye’nin bölgedeki
44
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
rolü ve Türkiye ile AB arasındaki sinerji her zamanki gibi yine çok önemli. AB
bölgedeki dönüşümü desteklemek için çeşitli yardım, ticaret ve diplomasi
araçları geliştirmiş olsa da son yılların iddialı Türkiye'sinin bölgedeki itibarına
sahip değil. Üstelik Türkiye’nin dış politikası da “üçüncü dalga”ya girmiş gibi
görünüyor (Lesser 2011). Ankara hâlâ dış politikada strateji özerkliği için
uğraşadursun (Kardaş 2011), Arap Baharı arka bahçesi bu kadar karışıkken
kendi başına etkili olamayacağını göstermiş bulunuyor.
Dolayısıyla mevcut gerilimlere rağmen AB ile Türkiye’nin dış politikada
işbirliğine girmesi Arap Baharı’yla beraber çok daha gerekli hale geldi. Zira iki
tarafın birlikte yaşadıkları bölgenin türlü sorunları karşısında ortak stratejik
kaygıları var. Böyle bir işbirliğinin arzu edilir ve de mümkün olduğunu kabul
edersek, içeriği nasıl olmalı?
Arap dünyasına ilişkin ortak bir AB-Türkiye stratejisinin
unsurları
Kurumsal çerçeve
Aşılması gereken ilk zorluk dış politika alanında diyaloğu mümkün kılacak
uygun kurumsal mekanizmayı kurmak olacak. Türkiye’nin katılım sürecindeki
sıkıntılar, AB-Türkiye diyaloğunun zarar görmesine sebep oldu. 2009 Lizbon
Antlaşması’nın kabulüne kadar Türkiye yetkilileri AB troykasıyla düzenli
toplantılar yapıyorlardı. Buna ek olarak, Türkiye’nin katılım sürecinin (yavaş da
olsa) ilerlediği dönemde Türkiye katılım fasıllarıyla ilgili müzakerelerin
açılışında ve tamamlanışında yapılan hükümetler arası konferanslarda AB üyesi
devletlerle de ayrı ayrı görüşüyordu. O yıllarda Türkiye dış politikasını Ortak
Dışişleri ve Güvenlik Politikası (OGDP) ile aynı hatta çekmeye de hevesle
girişmişti. Ama AB-Türkiye ilişkileri bozuldukça Türkiye ile AB’nin dış
politikayı tartışacağı ortamlar giderek azaldı (Ülgen 2011a).
Bu sorunu gidermek amacıyla Yüksek Temsilci Catherine Ashton ile
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu kısa süre önce düzenli toplantılar yapmaya
başladılar ve yılda bir kez de Yüksek Temsilci Catherine Ashton, Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu, Komisyon Üyesi Stefan Füle ve Avrupa Birliği
Arap Dünyasında Türkiye-AB İşbirliği
45
Bakanı Egemen Bağış’ın katılacağı dörtlü toplantı yapılmasına karar verildi.
Ayrıca Davutoğlu’nun AB’nin Gymnich dışişleri toplantılarına katılması
gündeme geldi.
Bu tür görüşmeler sıklaştırılmalı ve Türkiye’nin katılım müzakerelerinin
Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası (OGDP) faslı altında yürütülmelidir.
Ayrıca görüşmeler bir yandan –örneğin yıllık zirvelerle– devlet başkanları
seviyesine çıkarılırken, bir yandan da Türkiye bakanlık ve ajansları ile AB genel
müdürlükleri, Dış Eylem Servisi ve Konsey’in Siyaset ve Güvenlik Komitesi
arasındaki yapılacak toplantılarla sektörel seviyelere indirilmelidir. Türkiye ve
Avrupa’dan bölge ile ilgili çalışma yapan sivil toplum kuruluşları da diyaloğa
dahil edilmelidir.
Diplomasi
Diplomasi alanında Türkiye ile AB arasında coğrafi ve tematik işbölümüne
gidilmesi faydalı olacaktır. Coğrafi olarak AB diplomatik çalışmalarında Mağrip
üzerine odaklanırken Türkiye doğal olarak Maşrık’taki yakın komşularına
yoğunlaşabilir.
Tematik olarak ise Avrupa Birliği insan hakları, temel hak ve özgürlükler,
şeffaflık, hesap verebilirlik ve hukukun üstünlüğü gibi meselelerde uluslararası
hukukta temellenen evrensel normları savunmaya daha yatkın bir konumda
gibi görünüyor. Bölgedeki itibarı pek de parlak olmayan AB, uluslararası
hukukun somut zeminine dayandığı zaman olası eleştirilere karşı daha
korunaklı olacaktır. Türkiye ise diplomatik girişimlerinde daha özgül siyasi
temalara, özellikle de müdahalesinin ülkenin geçmişi itibarıyla daha meşru
sayılacağı konulara odaklanabilir. Başbakan Erdoğan’ın 2011 sonbaharındaki
Kahire gezisinde laikliği övmesi buna iyi bir örnek teşkil ediyor. Erdoğan’ın
sözlerini Müslüman Kardeşler’in hiç hoş karşılamadığı, selefi Nur Partisi’nin de
eleştirdiği bir gerçek. Ama aynı sözleri bir AB yetkilisi telaffuz etseydi
Mısır’daki tepkiler çok daha şiddetli olurdu. Laiklik çağrısı yapan kişinin kendi
ülkesinde genel anlamda Đslamcı sayılan bir lider olması, Erdoğan’a AB
yetkililerinin elde etmesi çok zor bir meşruiyet sağlamıştı.
Benzer şekilde, emekli Türk askerlerini bölgedeki silahlı kuvvetlerin
demokratik değerlere yeterince önem vermediğini beyan ederken ya da
46
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Türkiye’den iş adamlarını bölgede ihracatı teşvik edecek politikalar
geliştirilmesi için çağrıda bulunurken hayal edebiliriz. Đşte bu şekilde farklı
kesimlerden Türkiyeli aktörler komşu ülkelere diplomatik mesajlar iletebilirler.
Bu mesajlar AB ile eşgüdümlü olacak ama AB aktörlerinin mesajlarından
kısmen farklı tınlayacak ve tam da Türkiye’nin devam eden demokratikleşme
sürecindeki “eksiklikler” sayesinde daha olumlu algılanacaktır (Kirişci 2011).
Yardım
Arap Baharı hareketlerini destekleyecek somut yardımlara gelince, AB ile
Türkiye yönetişim desteği sağlama konusunda birlikte hareket edebilirler.
AB’nin Teknik Yardım ve Bilgi Değişimi Ofisi (TAIEX) ve Eşleştirme
programları bu alanda yararlı birer model olarak iş görebilir. AB bu gibi
oluşumlar aracılığıyla bölgedeki yönetişim yapılarında kapasite gelişimini
destekleyecek eğitim ve değişim programları yürütebilir. Türkiye de bu
programlara dahil edilerek ilave bir uzmanlık birikimi sağlayabilir.
Türkiye’nin kendi reform yaptığı alanlardaki tecrübeleri de bu bağlamda
faydalı olacaktır. Ülgen ümit verici bazı örnekler zikrediyor (Ülgen 2011b).
Bunlardan biri bankacılık sektörüdür. 2001’e kadar Türkiye (AB’nin aksine)
bölgedeki diğer devletler gibi bankacılık sektöründe klientelizmden muzdaripti
ama o günden sonra etkili denetim mekanizmalarını da içeren kökten bir
revizyon sürecine girdi. Bu bakımdan Türkiye’nin Suriye’ye bankacılık
reformlarında yardım etmeye başlamış olması hiç de şaşırtıcı değildir. Đkinci bir
örnek de hem Mısır ve Tunus gibi isyanların yaşandığı hem de Cezayir gibi
isyan yaşanmayan ülkelerde çok önemli yeri olan kentsel planlama ve konut
meselesidir. Komşuları gibi büyük bir genç nüfusa sahip olan ve benzer bir
kentleşme süreci geçiren ama bu bağlamda yaşadığı konut sorunlarına Toplu
Konut Đdaresi ile çözüm bulabilen Türkiye, bu alanlardaki uzmanlığı ile
bölgede Avrupa Birliği’ne göre daha faydalı olabilir. Üçüncü bir örnek de
küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin (KOBĐ) Türkiye’de aldığı teşviklerdir.
Ekonomi üzerindeki devlet egemenliğini kırıp bağımsız bir özel sektörün
gelişmesini sağlamanın önümüzdeki dönemin önemli meseleleri olduğu
ODKA bölgesinde benzer teşvikler gerekmektedir. Türkiye Odalar ve Borsalar
Birliği’nin (TOBB) bu alandaki tecrübelerinin AB programlarıyla
bütünleştirilmesi faydalı olacaktır. Nitekim TOBB Türkiye, Suriye, Lübnan ve
Arap Dünyasında Türkiye-AB İşbirliği
47
Ürdün’den ticari kuruluşların temsilcilerinden oluşan Levant Doğu Akdeniz
Dörtlüsü Đş Forumu’nun kurulmasında önemli rol oynamıştır.
Bunlara ek olarak, AB’nin Eşleştirme ve Teknik Yardım ve Bilgi Değişimi
Ofisi (TAIEX) programları, AB üyesi olmayan Türkiye’yi işin içine katarak
topluluk müktesebatının ihracına yaptıkları vurguyu kısmen hafifletmiş
olacaklardır. Müktesebatın yaygınlaştırılması çabası AB içindeki en temel
mesleki önyargılarından biridir. Devletlerin AB üyeliği konusunda hevesli
olduğu Avrupa’nın doğusunda bu tutum makul olsa da müktesebat ile
uyumluluğun Güney Akdeniz’de de aranması sorun yaratabilir. Türkiye’nin AB
programlarına dahil edilmesi Birliği sadece müktesebat ihraç etmekle yetinmek
noktasından komşularının yönetişim ihtiyaçlarına daha etkili karşılık verme
noktasına gelmeye zorlayacaktır.
Ticaret
Doğu ile güney arasındaki farklılıklar ticaret konusunda da gündeme geliyor.
Derin ve Kapsamlı Serbest Ticaret Anlaşmaları (DCFTA), Doğu Avrupa’daki
komşularla ilişkilerin geliştirilmesi için uygun bir yöntem gibi dururken, bunun
güneyde de aynı şekilde işe yarayacağı söylenemez. DCFTA’lar güney
komşularla yapıldığında fazlasıyla karmaşık ve maliyetli olabilirler; üstelik orta
vadede bölge içi ticareti geliştirmeye pek hizmet de etmeyebilirler.
Ülgen tarafından önerilen bir diğer alternatif AB-Türkiye gümrük birliğinin
Akdeniz’in güneyini kapsayacak şekilde genişletilmesidir. Ancak bu AB
gümrük birliği içinde Türkiye’nin yaşadığı sıkıntıların gelişmişlik düzeyi daha da
geri olan ülkelere yayılması anlamına gelecektir. Mesela Akdeniz’in güneyindeki
ülkeler, tıpkı Türkiye gibi, dış ticaret ilişkilerini özerk bir şekilde belirleme
imkanını kaybedeceklerdir. Bu, güneydeki rekabet gücü düşük bu ekonomilere
ciddi ölçüde zarar verebilir; zira dünyanın geri kalan ülkelerine uyguladıkları
“en çok gözetilen ulus kaydı”na göre belirlenmiş gümrük vergilerini önemli
ölçüde kaybedeceklerdir. Yine de bir ODKA ülkesi AB-Türkiye gümrük
birliğine katıldığı zaman tek bir anlaşma imzalayarak sadece AB ile Türkiye’yi
değil kendi komşularını da içeren bir gümrük alanına dahil olmuş olacak, bu da
beraberinde hem AB kaynaklı ticareti ve Doğrudan Yabancı Yatırımları
getirecek hem de bölgeler arası ticareti teşvik edecektir. Ancak bu gibi projeler
48
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
hayata geçirilirken en az on yıl sürecek bir geçiş dönemi tanımlanmalı, bu süre
zarfında güney Akdeniz ülkeleri AB’nin de desteği ile dünyanın geri kalan
kısmına uyguladıkları gümrük vergilerini tedrici olarak düşürüp rekabet
güçlerini arttırmaya çalışmalıdırlar.
Güvenlik
Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki güvenlik işbirliği bölgedeki belirli kriz
noktalarına odaklanacaktır. Bu yazı kaleme alındığı sırada ABD ve Arap Ligi’ne
paralel olarak AB-Türkiye güvenlik işbirliğinin yürütülmekte olduğu ana mesele
Suriye’dir. Krizde yeni aşamalara geçildikçe ve uluslararası toplum uygun eylem
planının ne olacağı konusunda uzlaşmaya yaklaştıkça AB’nin de bu plana tam
olarak nasıl katılacağının belirlenmesi gerekecektir. Ama tabii bu sorunun
cevabı AB içinde ne ölçüde bir uzlaşı sağlanabileceğine bağlıdır. Dolayısıyla,
AB’nin Yüksek Temsilci Ashton vasıtasıyla mı yoksa (Đran ve Libya
örneklerinde olduğu gibi) belli üye devletlerden oluşan çekirdek grup ile mi
hareket edeceği henüz belli değildir.
AB katkısının ne şekilde olacağı sorusu bir yana, “Suriye’nin Dostları” adı
altında AB, Türkiye, ABD ve Arap Ligi’nin önemli ülkeleri de dahil 70 küsur
ülkeden oluşan bir iletişim grubunun kurulmuş olması, bölgede bir birleşik
güvenlik stratejisinin şimdiden oluşmaya başladığına işaret ediyor. Türkiye ile
Atlantik ötesi partnerlerinin başı çektiği Suriye’nin Dostları grubu, insani
yardım amaçlı müdahelelerin, Suriye muhalefetine verilebilecek desteğin ve
önümüzdeki dönemde şekillenecek uluslararası uzlaşının hangi somut biçimleri
alabileceğini değerlendirmekte. Suriye’nin Dostları grubunun çalışmaları,
bölgede ileride ortaysa çıkabilecek başka krizlerde AB-Türkiye güvenlik işbirliği
için önemli bir model teşkil edebilir.
Bundan sonrası
AB-Türkiye işbirliğine yönelik geçmiş girişimlerin sonuçları tamamen başarılı
olmuştur denemez ise de Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da bugün yaşanmakta
olan tarihi dönüşüm dış politikada AB-Türkiye işbirliğini zorunlu hale
getirmiştir. Özellikle de Arap Baharı AB ile Türkiye’nin bugünün olağandışı
Arap Dünyasında Türkiye-AB İşbirliği
49
meselelerini birlikte çözmeye çalışırlarsa ortak stratejik çıkarlarını çok daha
etkili bir şekilde gerçekleştirebileceklerini ortaya koymuştur.
Bu bağlamda bu yazıda Arap dünyasında olası bir AB-Türkiye işbirliğinin ana
hatları çizilmiştir. Bu ortak strateji kabaca resmi ve gayri resmi diplomatik
girişimleri ve yardım, ticaret ve güvenlik alanlarında işbirliğini içerecektir.
Diplomasi, yardım ve ticaret gibi alanlarda iki taraf arasında anlamlı bir iş
bölümü yapılabilir. Güvenlik alanında ise, bugün Suriye’de yaşananların
gösterdiği gibi, birlikte hareket edilmesi daha uygun olacaktır.
Tüm bunlar Türkiye ile Avrupa Birliği arasında dış politika işbirliğini zora
sokan çok sayıdaki sorunu, en başta da AB-Türkiye ilişkilerinin bugünkü
sıkıntılı halini, azımsadığımız anlamına gelmiyor. Ama bölgede gerçekleşmekte
olan tektonik kaymaları etkili bir şekilde karşılamaya çalışmak, her iki taraf için
de kaçınılmaz bir meseledir.
Kaynakça
Kardaş, Şaban. “Quest for Strategic Autonomy Continues, or How to Make Sense of
Turkey’s ‘New Wave’.” On Turkey içinde. Washington, D.C.: German Marshall Fund,
28 Kasım 2011. http://www.gmfus.org/archives/quest-for-strategic-autonomycontinues-or-how-to-make-sense-of-turkeys-new-wave
Kirişci, Kemal. “Democracy Diffusion: The Turkish Experience.” Turkey and its
Neighbors: Foreign Relations in Transition içinde, (haz.) Linden, Ronald vd., s. 179–
215. Boulder: Lynne Rienner, 2011.
Lesser, Ian. “Turkey’s Third Wave – And the Coming Quest for Strategic Reassurance.”
On Turkey içinde. Washington: German Marshall Fonu (GMF), Ekim 2011.
http://www.gmfus.org/wp
content/files_mf/1321550150_magicfields_attachment__1_1.pdf
Ülgen, Sinan. “How to operationalize foreign policy dialogue between the EU and Turkey.”
On Turkey içinde. Washington, D.C.: GMF, Nisan 2011a.
http://www.gmfus.org/archives/how-to-operationalize-the-foreign-policy-dialoguebetween-ankara-and-brussels
Ülgen, Sinan. “From Inspiration to Aspiration: Turkey in the New Middle East.” The
Carnegie Papers. Washington, D.C.-Brüksel: Carnegie Barış Vakfı, Aralık 2011b.
50
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Bölgesel Çatışmaların Işığında Türkiye ve Arap Baharı
98
Bölgesel Çatışmaların Işığında Türkiye ve Arap
Baharı1
E. Fuat Keyman
Đlk uyanışlarının üzerinden bir buçuk seneden fazla bir zaman geçen Arap
Baharı tüm Ortadoğu’da ivmesini kaybetmeden yeşermeye devam etmektedir.
Geçen yıl Tunus ve Mısır’da otoriter hükümetlerin düşüşünün ardından,
devrim geçen sonbahar Libya’daki zorba Muammer Kaddafi rejimini alaşağı
etti. Ne var ki, kasırga hâlihazırda Suriye’deki, 21. yüzyılın en ağır mezalim ve
insan hakları ihlallerinin bazılarının faili Esad rejiminin üzerine çökerken bile,
Arap Baharı’nın geleceği son derece belirsiz olmaya devam etmektedir.
Demokrasiye geçiş sürecinde başarılı olacaklar mı, yoksa siyasi ve ekonomik
istikrarsızlık kargaşasına girme yazgısıyla mı yüz yüze gelecekler? Siyasi ve
kurumsal gelişmenin alternatif bir modeli var mı ve eğer varsa, bu nerede
bulunabilir? Bu son soru bölgenin içinde ve dışında dikkatleri Türkiye’ye doğru
çekmektedir; ama aynı zamanda bu soru daha yakından ele alınmayı
gerektirmektedir: Mesela, Türkiye bu ülkelerde mesul ve demokratik bir
yönetişimin tesis edilme sürecinin geliştirilmesine ve genişletilmesine hangi
özgül biçimlerde katkıda bulunabilir? Türkiye ile Avrupa Birliği’nin (AB), Arap
Baharı hareketine olumlu bir etki yapma amacıyla eşgüdümlü ve işbirlikçi bir
tarzda birlikte çalışmaları mümkün müdür? Bu yazıda, Türkiye’nin dinamik
ekonomisinin, derinleşmekte olan girişimci kültürünün ve laik demokrasisinin
Arap Baharı için gerçekten de bir model ya da bir “ilham kaynağı” işlevi
görebileceğini öne sürüyorum. Ayrıca, eğer Türkiye ile AB birlikte çalışabilir ve
birlikte hareket edebilirlerse, Türkiye’nin kendisinden beklenen rolleri oynama
yeteneği ve kapasitesi muazzam bir biçimde artacaktır.
1
Bu yazıyı kaleme alma ve düzeltme sürecindeki değerli katkılarından dolayı Cana Tulus ve
Onur Sazak’a teşekkür etmek isterim. Onların sıkı çalışması ve mükemmel düzeltileri
olmasaydı bu yazı meydana gelmezdi.
52
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Tarihsel bağlam: Çoklu küresel krizler
Bir küresel kriz çokluğu nedeniyle rotası şaşan bir dünyada, yukarıda
değinilen sorulara kolayca yanıt bulmak mümkün değildir. Küreselleşme sadece
şiddetli değil, aynı zamanda çok-yönlü bir kriz geçirmektedir. Dünya aynı anda
hem Batı’nın gerilemesine hem de geri kalan bölgelerin yükselişine şahit
olmaktadır. Daha da önemlisi, Charles Kupchan’ın yerinde bir şekilde öne
sürdüğü gibi, dünya giderek “hiç kimsenin dünyası” haline gelmektedir.
Küresel ölçekte cereyan etmekte olan iktidar kayması hem çok-kutupluluk hem
de çoklu modernite eğilimleri yaratmaktadır. Çok-kutupluluk eğilimi, “yükselen
güçlerin, mevcut uluslararası sistemin kurallarını benimsemekten ziyade, hâkim
hale gelen düzende kendi değerlerine ve çıkarlarına fayda sağlayacak biçimlerde
ayarlamalar yapma peşinde koşmaları” durumunun bir sonucudur; çoklu
modernite eğiliminden ise, hem modernleşme ile Batılılaşma arasındaki
evliliğin giderek daha fazla bozulması, hem de “Batı modelinin ulusal ve
uluslararası düzene dair birbiriyle yarışan birçok tasarımdan sadece birini
sunduğu, politik açıdan çeşitlilik içeren bir ortam”ın (Kupchan 2012: 4) varlığı
kastedilmektedir.
Dolayısıyla Arap Baharı, çoklu küresel krizler ile “hiç kimsenin dünyası”nın
ortaya çıkışı arasında bir örtüşme yaşanmaya başladığı bir zamanda patlak
vermiştir. Güçlü devrimci hareket dünyadaki en uzun süreli otoriter rejimlerin
bazılarını şimdiden bertaraf etmiştir. Bununla birlikte, bölgede bir iktidar
boşluğu da yaratmıştır. Ayrıca, Ortadoğu’da demokratik yönetişim deneyiminin
yeterli olmaması, demokratikleşmenin temelinin oluşturulmasının önünde
önemli bir sorun teşkil etmektedir. Özyönetim için yerli modellerin
yokluğunda, reformcular eninde sonunda iyiliği ispat edilmiş modellere ve
küresel düzeyde en iyi pratiklere yönelecektir.
Demokrasiye geçiş modelleri
Bu süreci kolaylaştırmak için, demokrasiye geçişin nasıl ve hangi yollarla
meydana gelebileceği ve hayata geçirilebileceğini analiz etmek hayati bir öneme
sahiptir. 1970’li yıllardan bu yana çeşitli bölgelerde otoriter rejimlerden
demokrasiye geçiş süreci yaşanmıştır ve bu süreç her defasında sancılı
Bölgesel Çatışmaların Işığında Türkiye ve Arap Baharı
53
olmuştur. Bu çeşitli örneklerin her biri son zamanlarda yaşanan gelişmeleri
aydınlatabilecek dersler sunmaktadır. Güney Avrupa’da (Yunanistan, Portekiz,
Đspanya) 1970’li yılların başında yaşanan geçiş süreçleri, Latin Amerika’da
(Brezilya, Arjantin, Şili ve Meksika) 1980’li yıllarda birbiri ardına gelen
dönüşümler ve 1990’larda Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde yaşanan benzer
deneyimlerin hepsi, askeri ya da otoriter rejimlerden demokrasiye geçişe dair
farklı biçimler ya da modeller oluşturmuştur. Bu modeller içinde, Güney
Avrupa ve Doğu/Orta Avrupa deneyimleri Avrupa Birliği’nden bir referans
noktası olarak istifade etmiştir. Bu bölgelerdeki ülkeler AB ile bütünleşme
süreci içine girmiş, sonuçta da bugün tam üyelik statüsünü elde etmiştir.
Ayrıca, Güney Avrupa, Latin Amerika ve Doğu/Orta Avrupa örneklerinin
hepsi küreselleşme ve küresel ekonomiyle tanışma süreci yaşamıştır; bu
tanışma bu deneyimlerde olumlu bir rol oynamıştır.
Buna karşın, Arap Baharı hem Avrupa Birliği gibi bir referans noktası
olmadan, hem de küresel ilişkilere ciddi bir belirsizlik katan ve kolektif olarak
çoklu küresel krizlerin müsebbibi olan güvenlik, ekonomi, toplum ve ekolojiyle
ilgili acil sorunların oluşturduğu bir arkaplan üzerinde gerçekleşmektedir.
Ekonomik bir bakış açısından bakıldığında, küresel ekonomik kriz ciddi bir
finansal erimeye, küresel bir ekonomik durgunluğa ve yaygın bir işsizliğe yol
açmıştır. Güvenlik cephesinde ise, Suriye ve Libya’daki rejim değişikliği ya da
rejim restorasyonu da dahil olmak üzere, Arap Baharı’yla ilişkili özgül sorunlar
doğal olarak günümüzün uluslararası ilişkilerinde büyük bir öneme sahiptir.
Öte yandan, bu meselelerin bizzat kendisi, kolektif olarak küresel bir güvenlik
krizi oluşturan sorunların etkisi altındadır; bu sorunlar ABD silahlı
kuvvetlerinin çekilişinden sonra Irak’ın geleceği ve giderek artan bölünme
riskini, Ortadoğu’da çoktandır devam eden çatışmalarla ilişkili daha geniş
ölçekteki belirsizlikleri, Đran kaynaklı giderek çetrefilleşen sorunları, Afganistan
ve Pakistan güvenlik riski bölgelerini ve genel olarak şiddet ve terörizmi
içermektedir.
Đklim değişikliği, enerji ve kaynak kıtlığı ve gıda güvensizliğinden
kaynaklanan küresel tehditler, giderek yaklaşan küresel krizin üçüncü ayağı olan
bir medeniyet krizi oluşturmaktadır. Hegemonya ve küresel iktidar
dağılımındaki kaymalar krizi ise – hâlihazırda küresel bir liderliğin eksikliği ve
modernitenin krizini birleştiren eğilimler – küresel krizin son ve hayati
54
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
önemdeki unsurunu oluşturmaktadır (daha fazla ayrıntı için bkz. Keyman
2013, basılıyor). Risk ve istikrarsızlığın damga vurduğu bu ortamda, Batılı
güçler Akdeniz ve daha geniş ölçekte Ortadoğu bölgesinde son zamanlarda
yaşanan gelişmelere etkin ve yapıcı bir biçimde tepki vermekten aciz kalmıştır.
Doğu ve Güney Avrupa’da demokratikleşmenin ve serbest piyasa ekonomisine
geçiş sürecinin kolaylaştırılmasında asli etkenlerden biri olmasına rağmen,
Avrupa Birliği bu rolü Arap Baharı bağlamında tek başına oynamayı
becerememektedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki yıllarda, AB
üyeliği beklentisi, Orta ve Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerin hızlı bir
demokratikleşme ve piyasa liberalleşmesine girişmeleri için değerli bir mükâfat
işlevi görmüştü. Ayrıca, bu ülkelerde sivil toplum zaten belli bir derecede
gelişmişti. O dönemde AB’nin finansal açıdan durumu çok daha iyiydi ve Çek
Cumhuriyeti, Polonya, Slovakya ve Macaristan gibi ülkelerdeki
demokratikleşme sürecini teşvik etmek amacıyla, çeşitli kaynakları yapısal
reform paketleri biçiminde kolayca taahhüt edebiliyordu.
Ne var ki, 1990’lı yılların müsait iklimi artık ortadan kaybolmuştur. Bugün
Brüksel şiddetli küresel ekonomik krizle ve giderek yayılan kamu borçları
sorunuyla sarsılmaktadır. AB’nin önde gelen aktörlerinin Yunanistan’daki
finansal erimeye tepki vermeye yönelik son girişimleri, Avrupa’nın en acil
meseleleri çözmeyi amaçlayan çabalar için bile kaynaklarını seferber etme ve
halk desteği sağlama kapasitesi üzerindeki kısıtlamaları ortaya sermiştir.
Yunanistan’daki durum şu anda kontrol altına alınmış gibi görünse de, bu
sorunun etrafa yayılma – ve siyasi artçı şoklar yaratma – olasılığı hâlâ Đtalya,
Đspanya ve Portekiz’in başını ağrıtmaktadır ve AB’nin geleceğinin ne olacağına
dair endişeleri güçlendirmektedir. Dahası, AB üyeliği beklentisini başkaldıran
Arap uluslarını reform gerçekleştirmeye teşvik edecek bir araç olarak
kullanmak mümkün değildir.
Dikkati çeker bir şekilde, Arap Baharı aynı zamanda, bölgesel açıdan geniş ve
çeşitli olan başkaldırılara son derece sınırlı bir tepki gösteren Amerika Birleşik
Devletleri’nin gerilemekte olan kapasitesini ortaya sermiştir. Birçok gözlemci
Amerika Birleşik Devletleri’nin olayların çeşitliliğine uygun bir biçimde hitap
etmeyi beceremediğini savunmuştur. En azından bu ülkelerde demokrasinin ve
iyi/mesul yönetişimin geliştirilmesine katkı yapmak ve, daha da önemlisi,
Suriye örneğindeki gibi insani trajedileri azaltmak için etkin stratejiler geliştirme
Bölgesel Çatışmaların Işığında Türkiye ve Arap Baharı
55
açısından bu tespiti yapmak mümkündür. Woodrow Wilson Merkezi
araştırmacılarından Aaron David Miller’a göre, yaşanan süreç, tam da ülkenin
söz konusu başkaldırılara tepki verme kapasitesindeki gerilemeden dolayı,
Amerika Birleşik Devletleri için bir bahardan ziyade bir “Arap Kışı” olmuştur.
Miller özellikle ABD’nin Mısır ve Tunus’ta yaşananlara zorlayıcı bir biçimde
müdahil olmadaki başarısızlığının altını çizmektedir; zira bu iki ülkede
yaşananlar daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer Arap ülkeleri
üzerinde uzun vadede etkide bulunma yeteneğini doğrudan bir şekilde zaafa
uğratmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Mısır ve Tunus’ta otoriter rejimlerin
devrilmesine destek çıkmasına çıkmıştır, ama müdahilliğini ve desteğini
gösterecek somut araçlardan yoksun kalmıştır. Örneğin, başkaldırıların giderek
artmasının ardından, Arap Baharı yılının ortalarında, Başkan Barack Obama
yaptığı bir konuşmada ABD’nin bölgede yaşananlara doğrudan müdahil olma
durumunun seçici niteliğinin devam edeceğini belirtmiştir. Bölgedeki yeni siyasi
ve ekonomik durum, ABD’nin Batı Avrupalı ortaklarılarıyla ve bölgesel
güçlerle uyum içinde hareket etmesine olanak sağlayacak yeni bir Amerikan
yaklaşımı gerektirmektedir. Bu aktörlerin her birinin, Arap Baharı’nın yeni
özgürlüğe kavuşmuş toplulukları için demokratik hükümetleri, hukukun
üstünlüğünü, temel insan haklarını ve istikrarlı bir siyasi ve ekonomik ortamı
geliştirmek amacıyla kaynaklarını kullanma görevi vardır.
ABD ve Avrupa’nın kapasitelerindeki gerileme, Türkiye gibi bölgesel
aktörlerin Arap Baharı ülkeleri içerisinde giderek artan bir etkiye sahip
olmasına olanak sağlayan bir iktidar boşluğu yaratmıştır. Gerek Türkiye
Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) gibi grupların yaptığı yakın
zamanlı araştırmalara gerekse de Joshua W. Walker gibi akademisyenlerin
değerlendirmelerine göre, Türkiye Arap Baharı’nın “belirsiz kazanan”ı ve
“yükselen yıldız”ı (Steven A. Cook ve Şaban Kardaş için) olmuştur. Bu
atmosferde Türkiye’nin, bir yandan aynı anda küresel sorunları “proaktif bir
dış politika” aracılığıyla ele alırken, diğer yandan bölgede stratejik bir rol
oynaması beklenmektedir. Türk dış politikası Arap Baharı’na onu daha geniş
bir küresel bağlama yerleştirerek yaklaşmış ve bu bölgede demokrasiye geçişin
sadece bölgesel değil, küresel düzeyde de barışı ve istikrarı arttırabileceğini
savunmuştur. Türkiye bunu yaparken kendini mevcut otoriter rejimlerin
yanında değil, siyasi ve ekonomik değişim talep eden halkların yanında
konumlandırmıştır.
56
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Türkiye Arap Baharı’na neden ve nasıl tepki vermeli?
2012 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık seçimi yapılacaktır ve
bu olay daha şimdiden siyasi tartışmaların ve ilginin odağı olmaya başlamıştır.
Avrupa’da kamu borçları krizi 2012 yılında da birincil ya da hatta tek siyasi
endişe olmaya devam edecektir. Süper güçler ve diğer büyük güçler böylece
kendi içlerine dönüp içteki meselelere ve sorunlara odaklanırken, tüm gözler
Arap Baharı ülkeleri için potansiyel bir model ya da, en azından, bir ilham
kaynağı olarak Türkiye’ye çevrilmektedir. Ülkenin Müslüman bir nüfusa sahip
laik bir demokrasi olarak imajı, gözlemci ve araştırmacıların Türkiye’yi gelişmek
isteyen Arap demokrasileri için bir model olarak savunmalarını teşvik
etmektedir. Türkiye’nin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri
döneminde bölgeyle tesis ettiği güçlü diplomatik ve ekonomik ilişkiler de bu
algıyı güçlendirmektedir.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikası,
Ankara’nın Türkiye’nin komşularıyla ve bölgedeki önemli konumdaki diğer
devletlerle siyasi, ekonomik ve diplomatik ilişkilerini iyileştirmesinde araçsal bir
rol oynamıştır. Bununla birlikte, Arap Baharı beraberinde değişim ve dönüşüm
getirmiştir. Barışçıl rejim değişikliğinin yanı sıra çatışma ve direniş, insani
trajedi ve giderek artan iç savaş riskleri de ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle,
gerek Arap dünyasındaki olaylar gerekse de Türkiye-Đran ve TürkiyeErmenistan ilişkilerinde son zamanlarda yaşanan olumsuz gelişmeler
“komşularla sıfır sorun” politikasının sürdürülmesini zorlaştırmıştır. Yine de,
Türkiye bu politikayı, kendi proaktif, yapıcı ve yumuşak-güç-temelli dış politika
stratejisinin asli unsurlarının en azından biri olarak muhafaza etmek
istemektedir. Gerçekten de, “sıfır sorun” politikasının yaşayıp
yaşayamayacağına dair şüphelerin artıyor olmasına rağmen, birçok Arap devleti
Türkiye’nin çarpıcı büyüme oranını ve AKP’nin neo-liberal ekonomik
politikası altında yurttaşlarının ekonomik refahındaki iyileşmeleri bir saygı ve
ilham kaynağı olarak görmektedir. Yurtiçindeki güçlü büyümenin itmesiyle,
daha geniş ölçekte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki – ve son zamanlarda da
Sahra altı Afrika’daki – Türk yatırımları Türkiye’nin bu ülkelerle ekonomik ve
diplomatik ilişkilerini güçlendirmiştir; böylece Türkiye bir yandan onlara
alternatif bir kalkınma modeli sunarken, bir yandan da bu ülkelerin halklarının
gönlünü ve aklını kazanmıştır. Örneğin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2011
Bölgesel Çatışmaların Işığında Türkiye ve Arap Baharı
57
yılında Mısır’ı ziyaret ettiğinde, Türkiye’nin kilit önemde bir Arap müttefiki
olmasının getirdiği itibar sayesinde, bir rock yıldızı gibi karşılanmıştır. Erdoğan
bu ziyaret esnasında Türkiye-Mısır ilişkilerini iyileştirmenin yanı sıra ekonomik
fırsatları da teşvik etmiştir.
Türkiye aynı zamanda, bölgedeki en karmaşık çatışmaların bazılarının barışçıl
yollarla çözümüne yönelik olarak tüm siyasi ve diplomatik ağırlığını koymuştur.
2004 ile 2008 yılları arasında, Đstanbul’da en üst düzeyde bir dizi toplantı
düzenleyerek, gerek Đsrail ile Filistin gerekse de Đsrail ile Suriye arasında barışı
güvence altına almayı hedefleyen çabalara (her ne kadar bu çabalar başarılı
olmasa da) müdahil olmuştur. Türkiye’nin çabaları Đsrail’in 2008 yılındaki
Gazze saldırısının ve bilhassa da Đsrail özel kuvvetlerinin 2012 yılında Mavi
Marmara gemisinde dokuz sivil Türk’ü öldürmesinin ardından donmuş gibi
gözükse de, Ankara bu meseleyle aktif biçimde ilgilenmeye devam etmektedir.
Ayrıca, Türkiye 2011 yılının Ocak ayında, Đran’ın nükleer hedefleri meselesini
tartışmak üzere üst düzey bir zirveye ev sahipliği yapmıştır. “Đstanbul
görüşmeleri” olarak adlandırılan bu konferans, Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin beş daimi üyesini ve Almanya’yı – “P5 + 1” olarak bilinmektedir –
Đran’dan gelen delegasyonla bir araya getirmiştir. Đstanbul aynı zamanda, Tunus
ve Libya gibi özgürlüğe yeni kavuşmuş Arap ülkelerinin geleceğini tartışan
uluslararası konferanslar için cazip bir ev sahibi işlevi görmektedir. Arap
Baharı’nın geçen sene başlamasından bu yana, etkili siyasetçiler, insan hakları
aktivistleri ve kanaat önderleri bu üst düzey Đstanbul zirvelerinde Batılı
muadilleriyle defalarca bir araya gelmiştir. Bunun sonucu olarak, çatışma
çözümleri ve barışın inşası üzerine yakın zamanlarda gerçekleşen bir
sempozyumda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Đstanbul’u Birleşmiş
Milletler’in çatışma çözümleri merkezi (hub) olarak adlandırma isteğini dile
getirmiştir.
Şüphesiz, yukarıda zikredilen değerler (siyasi haklar ve özgürlüklere dair
sorunlara rağmen), Türkiye’nin laik demokratik yönetişim sistemi ve dinamik
serbest piyasa ekonomisi, Türkiye modelinin Arap devrimcileri tarafından
benimsenmesi lehine propaganda yapan coşkulu kimseler için bir ilham
kaynağı işlevi görmektedir. Ancak, Türkiye’nin bölgeye olumlu katkılar
yapmasıyla kendi modelini dayatma hırsını birbiriyle karıştırmamak için son
58
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
derece dikkatli olmak gerekmektedir. Aslında, çeşitli nedenlerden dolayı, kendi
modelini dayatma isteği kadar hakikatten uzak bir tutum olamaz.
Birincisi, Türkiye’nin bizzat kendisi, demokrasiyi geliştirmeye çalışan Arap
ülkelerine kendi modelini dayatma konusunda isteksizdir. Arap Baharı’nın
başlangıcından itibaren, Türk hükümeti bu ülkelerde bir ulus inşası rolünü
üstlenme konusunda ne arzusu ne de planı olduğunu net bir biçimde beyan
etmiştir. Bir Türk demokratikleşme modelinin lehine telkinlerde bulunuyor
olduğu iddialarını da çeşitli vesilelerle reddetmiştir. Türkiye, bir yandan bu
ülkelerle ekonomik ve ticari ilişkilerini derinleştirirken, bir yandan da yapısal
yardım sağlama taahhüdünde bulunmaktadır; bununla birlikte, Osmanlı
dönemindeki gibi bir etki alanını yeniden tesis etmeye yönelik gizli bir gündemi
olduğuna dair iddiaları da reddetmektedir. Ayrıca, Ankara her ülkenin ulusal
çıkarları ve egemenliğine saygı göstermenin elzem olduğunun da farkındadır.
Đkincisi, Türkiye modeli özgün koşulların bir ürünüdür; sürecin daha
başındaki Arap ülkelerinin bu modeli benimsemesi Türkiye’dekilerle tıpatıp
aynı kurumların tesis edileceğini garanti etmeyebilir. Ülkenin sekülarizm ve
laisizm deneyimi, 1920’li yılların başından beri sürmekte olan kendi reform
sürecine içkindir. Türk demokratikleşmesi önemli ölçüde, askeri gücün
demokrasiyle ve laik bir sistemin dinsel bir yönelimle uzlaştırılması çabalarının
etkisi altında kalmıştır. Öte yandan, bu yapıcı gerilim aynı zamanda ekonomik
başarı için bir model işlevi görmüş ve Doğu ile Batı’yı buluşturan işlevsel bir
kültürün tesis edilmesine yardımcı olmuştur.
Üçüncüsü, Arap Baharı ülkelerinin kendileri Türkiye modelini – ya da bir
başka modeli – kabul etme konusunda aslında isteksizdir. Özelde Türkiye
modeli de dış kaynaklı ve bölgenin gerçekleri ve kendine özgü koşullarıyla
uyuşmaz görülmektedir. Arap devrimcilerinin çoğunluğu, alternatif modeller
üzerine dönen tartışmayı Ortadoğu’daki Osmanlı mirası prizmasından
görmektedir. Mısır gibi belli ülkeler bu mirasa karşı kayıtsız kalabilir ya da hatta
onu takdir edebilirken, Arap Sokağı’ndaki insanların çoğunluğu ister Türk ister
başka kaynaklı olsun dışarıdan dayatılan her türlü tasarıya karşı çıkmaktadır.
Son olarak, Arap Baharı’nın birçok aktörü Türk ordusunun demokratikleşme
süreci üzerinde istikrarsızlaştırıcı bir etki yapmış olduğunu bilmektedir. Tunus
ve Libya’da ordu-destekli rejimlere karşı kazanılan zaferler ve Mısır halkıyla
hükümetin askeri gardiyanları arasındaki süregiden iktidar yarışı göz önüne
Bölgesel Çatışmaların Işığında Türkiye ve Arap Baharı
59
alındığında, bu hareketlerin isteyeceği son şey ordu “destekli” bir
demokratikleşme sürecidir. Bununla birlikte, eğer Türkiye Arap Baharı’na
Avrupa Birliği’yle eşgüdüm ve işbirliği içerisinde yaklaşır ve kendini sadece
dinamik ve dönüşüm geçirmekte olan bir ülke olarak değil, aynı zamanda
AB’ye tam üyelik yolunda ilerleyen bir ülke olarak sunarsa, bu algılama
değişebilir. Bu durumda, bölgenin demokratik geçiş sürecine yapacağı katkılar
daha etkin bir hale gelebilir ve böylesi katıların bölge halkları ve hükümetleri
tarafından algılanma biçimi iyileşebilir.
Aslında, Türkiye komşularındaki demokratikleşme sürecine hâlâ hatırı sayılı
ölçüde bir destek sağlayabilir. Ayrıca, Türkiye’nin en önemli katkısı
muhtemelen, ekonomik iyileşme ve sürdürülebilir kalkınma alanlarındaki
deneyimini paylaştıkça gelecektir. Bu her iki alanda da Türkiye ile AB
arasındaki işbirliğinin hayati bir önemi bulunmaktadır. Son on yıl zarfında,
Türkiye özel sektörünü dönüştürmüş, piyasalarını daha şeffaf ve rekabetçi bir
hale getirmiş ve yabancı yatırımcıların güvenini arttırmak için gerekli olan
finansal ve piyasaya özgü düzenlemeleri hayata geçirmiştir. Aynı şekilde, devlet
de sunduğu sosyal hizmetleri güçlendirmeye yönelik etkili reformlara
girişmiştir. Bugün, sağlık hizmetlerinin kalitesi ve nüfusun eğitim hizmetlerine
erişimi, 1980’li ve 1990’lı yıllarla kıyaslandığında büyük ölçüde iyileşmiştir.
Bu deneyime dayanarak, Türkiye Arap Baharı ülkelerindeki mevcut
ekonomik rahatsızlıkların bir kısmına etkin çözümler sunabilir. Kemal
Derviş’in öne sürdüğü gibi, Arap Baharı ülkelerinin, rant peşinde koşan
kapitalizm ve itibarsız devlet bürokrasisine bel bağlama gibi eski pratikleri
kökünden temizleyecek politikalara ihtiyacı vardır (Derviş 2011). Daha da
önemlisi, “gerçek anlamda rekabetçi bir özel sektörün önü açılmalıdır” ve bu
ihtiyacı karşılayacak politikalara “ne eski devletçi sol, ne de rant peşinde koşan,
ahbap-çavuş tarzı kapitalist sağ sahiptir” (Derviş 2011). Bu anlamda, Arap
Baharı ülkelerinin doğru yolu bulmasına yardım etmek için Türkiye hem
1980’li yıllardan beri önemli ölçüde geliştirdiği kendi serbest piyasaları
bağlamındaki uzmanlık bilgisini, hem de son on yılın sorumlu büyüme
deneyimini kullanabilir. Gerçekten de, Türkiye’nin Arap Baharı’na istikrarlı bir
katkı yapmak için en büyük potansiyele sahip olduğu alanlar ekonomik
kalkınma ve demokrasi alanlarıdır.
60
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Kaynakça
Derviş Kemal. “The Economic Imperatives of the Arab Spring.” Year End Series, Project
Syndicate, 2011. www.project-syndicate.org
Keyman, E. Fuat. Turkey’s Transformation and Democratic Consolidation. Londra:
Palgrave/Macmillan, 2013, basılıyor.
Kupchan, Charles A. No One’s World. Oxford: Oxford University Press, 2012.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Gerilimler
61
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Gerilimler: Türkiye
ve AB Đlerleme Sağlayabilir mi?
Dorothée Schmid
Gerek Türkiye gerekse de Avrupa Birliği (AB), Ortadoğu ve Kuzey Afrika
bölgesinde söz sahibi paydaşlardandır. Arap Baharı’nı izleyen süreçte her iki
aktör de bir yandan devrim-sonrası duruma uyum sağlama, diğer yandan da
kendi güvenliklerini sağlamak ve orta vadede kendi çıkarlarını ilerletmek üzere
sürecin parçası olan yeni aktörlerle tatmin edici bir biçimde ilişkiye geçme
sorunuyla karşı karşıyadır.
Aslında, hem Avrupalılar hem de Türkler Arap başkaldırılarının aniliği ve
sertliği karşısında hazırlıksız yakalanmışlardır. Akdeniz’deki bocalayan
ortaklarıyla ilişkilerinde bazı açılardan aynı zorluklarla karşılaşmış olmalarına
rağmen, Avrupalıların ve Türklerin bu zorluklara verdikleri tepkiler ne birbirine
benziyordu ne de eşgüdüm içinde gerçekleşmişti. Bu durum kısmen,
Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinin durma noktasına gelmesinin bir sonucu
olarak Türkiye ile AB arasındaki karşılıklı siyasi ilişkinin kötüleşen niteliğinden
kaynaklanmıştır. Bununla birlikte, başka önemli etmenlerin de hesaba katılması
gerekmektedir. Türkiye ve AB Ortadoğu’da doğal ortak değildirler. Bu bölge
uzun yıllardan beri Avrupa’nın dış politikalarının odak noktalarından biri
olmuştur; öte yandan Türkiye, onyıllardan beri sürdürdüğü gönüllü uzak
durma politikasının ardından, Arapların gönlünde ve zihninde yer eden önemli
bir geri dönüşü ancak son zamanlarda gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla, görüşler
ve çıkarlar açısından Türkiye ile AB arasındaki ayrılıklar hafife alınmamalıdır.
Hâlihazırda bölgesel istikrar her iki aktör için de öncelikli kaygı gibi
görünmektedir. Bazı ülkelerde sürekli bir hale gelen karışıklık ve şiddet daha da
kötüleşerek iç savaşlara yol açabilir ya da devletler-arası çatışmaları yeniden
alevlendirebilir. Geçiş dönemi henüz sona ermemişken, tek tek bazı örnekler
ve geçici durumlar dışında yeni işbirliği pratiklerine kalkışmak ya da
sürdürülebilir güvenlik anlaşmaları tasarlamak oldukça zor olmaya devam
etmektedir. Böylesi riskli beklentiler karşısında eylemsiz kalma tercihinin
62
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
getireceği ağır yükü ne Türkiye ne de AB kaldırabilir. Ne var ki, uzun yıllardan
beri bir etki rekabeti arenası işlevi görmüş olan Ortadoğu’nun, çatışmayı
önleme alanında etkin bir işbirliği tesis edilebilecek bir bölge haline gelip
gelmediğini ancak zaman gösterecektir.
AB – Türkiye İlişkilerinde Ortadoğu’nun Rolü
AB-Türkiye ilişkileri bağlamında Ortadoğu tarihsel olarak önemli bir rol
oynamış ve her iki taraf da ondan sürekli bir biçimde istifade etmiştir. Türkiye
1952 yılından beri bir NATO üyesi olarak Ortadoğu’da bir Batı müttefiki olma
konumunu elde etmiştir. Soğuk Savaş esnasında bu müttefikliğin Doğu’daki
destek noktası rolünü üstlenmiş ve Amerikan yönetimi tarafından bölgedeki en
önemli stratejik ortak olarak görülmüştür. Avrupa Birliği ise, oldukça uzun
sayılabilecek bir dönem boyunca Türkiye’ye belirsiz bir biçimde muamele
etmiştir. Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na katılma niyetini erken bir tarihte
ifade etmesine rağmen, tam üyelik müzakereleri ancak 2005 yılında başlamıştır.
Türkiye o tarihe kadar AB’nin Akdeniz politikalarının görüş alanı içinde
tutulmuştur; ama bu konumda hiçbir zaman içi rahat etmemiştir.
Tam üyelik süreci başladığında Türkiye, fazla zaman kaybetmeden
Ortadoğu’yu diplomatik yakınlaşmayı geliştirmek için kullanılabilecek bir
pazarlık kozu olarak tanımlamıştır. Türkiye daha sonra bölgeye coğrafi
yakınlığını ve onunla arasındaki kültürel bağları ısrarla vurgulayarak, güvenlikle
ilgili sorunlarda varsaydığı arabuluculuk etme ve sorun çözme kapasitesinin
altını çizmiştir. Böylesi bir söylem, Türk dış politikasının tarzında ve hedefinde
Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla başlayan dönemde gözlemlenen ve Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin 2002 yılında Ankara’da iktidarı ele almasıyla yükselişe
geçen değişimi de yankılamaktaydı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
yönlendiriciliğinde, Türkiye bölgede hızlı bir biçimde, komşularında barışı ve
refahı ilerletmeye odaklanmış iyi huylu bir yumuşak güç olma itibarını
kazanmıştır. Türkiye’nin Arap ülkeleri ve Đran’a yönelik diplomatik
yaklaşımları, bu ülkelere karşı onyıllara uzanan hasmâne ya da savunmacı
tutumu göz önüne alındığında, bilhassa kayda değer görünmekteydi.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Gerilimler
63
Son yıllarda, Türkiye kendini Batı ile Müslüman Doğu arasındaki bir köprü
olarak sunmuş ve daha sonra da bu tezi daha incelikli hale getirerek “Ortadoğu
için bir model olarak Türkiye” temasına çevirmiştir. AB’ye tam üyelik süreci
yavaşladığında – yaklaşık olarak 2006 yılından itibaren – Türkiye Ortadoğu’daki
rolü konusunda, AB’nin bölgedeki stratejik gelişmelerle başa çıkmadaki
etkisizliğine meydan okuma çabası içerisinde daha atılgan bir yaklaşım
sergilemeye başlamıştır. Böylece Türkiye’nin bazı girişimleri, AB’nin
benimsediği duruşlardan tedricen ama açık bir biçimde farklılaşmaya
başlamıştır. Bunun en bariz örneği Đran’ın nükleer programıdır; Türkiye
yaptırımlara itiraz etmiş ve paralel bir siyasi anlaşmanın aracılığını yapmaya
çalışmıştır. Đsrail-Filistin çatışmasında Türkiye, Mavi Marmara gemisine Gazze
kıyısı açıklarında yapılan saldırının (2010) ardından Đsrail’le diplomatik olarak
açık bir karşı karşıya gelme süreci içine girmiştir. Bu noktadan itibaren
Ortadoğu, AB ile Türkiye arasında diplomatik işbirliği geliştirmenin ideal bir
mekânı olmaktan ziyade, bu iki aktör arasındaki siyasi yarığın en belirgin
olduğu alanlardan biri haline gelmiş görünmektedir.
Artan gerilimler: AB ve Türkiye’nin Arap Baharı’na
karşı duruşlarının karşılaştırmalı bir değerlendirmesi
Paylaşılan kaygılar, paralel çıkarlar?
Gelecekteki muhtemel yakınlaşma ve işbirliği artışı senaryoları hakkında
düşünebilmek için, her iki tarafta da bölgesel bağlılığı yönlendiren, endişeler ve
çıkarlar arasındaki farklılıkları belirleyen güçleri değerlendirmek gerekir.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki istikrar ve güvenlik konusunda AB
ve Türkiye’nin bazı endişeleri paylaştığı açıktır. 2011’de ardı ardına yaşanan
başkaldırılar ve onların siyasi, ekonomik ve daha geniş anlamda da stratejik
açılardan ortaya çıkardığı sonuçlar böylesi geleneksel kaygıları belirgin bir
biçimde güçlendirmiştir. Bir dizi Arap ülkesinde neredeyse eşzamanlı olarak
başlayan beklenmedik ve hızlı rejim değişimleri henüz bir son noktaya
varmamıştır. Bu değişimler hem iç karışıklık, hem de bölgesel ve sistemli
istikrarsızlık ortaya çıkarmıştır: Bunlar Ortadoğu’nun sınırlarının çok
64
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
ötesindeki uluslararası ilişkilerin de gidişatını etkileyebilecek durumdadır
(örneğin Çin, Rusya ve hatta Avrupa gibi oldukça uzak yerlerde demokrasi
yanlısı protestocular bu tarihten itibaren Arap örneğini takip ettiklerini iddia
etmiştir). Bölgesel ölçekte ise, eski ihtilafların yeniden alevlenmesinin ve
yenilerinin ortaya çıkma olasılığının bir sonucu olarak, güvenlik tehdidi
artmaktadır. Şiddetin yoğunlaşma riski çok-yönlüdür:
Devletler-içi düzeyde, farklı ciddiyet derecelerinde ortaya çıkması muhtemel
sorunlar şunlardır: Libya’da Albay Muammer Kaddafi rejimine karşı muhalif
güçlerin 2011’de NATO kuvvetlerinin yardımıyla gerçekleştirdiği ayaklanma
örneğinde olduğu gibi, doğrudan iç savaş; muhalefetin Beşar Esad yönetimine
karşı verdiği mücadelenin bugünlerde askeri operasyonlar biçimine girdiği ve
pervasızca baskılara yol açtığı Suriye örneğinde olduğu gibi, iç karşıtlıkların
gideren derinleşmesi; ya da hâlihazırdaki mezhep çatışması tırmanışının siyasi
bir parçalanmaya yol açabileceği Irak örneğinde olduğu gibi, iç siyasi
uzlaşmanın ciddi bir biçimde bozulması.
Devletler-arası düzeyde, Đsrail-Filistin çatışmasının yeniden harekete geçmesi
ve Đsrail’le komşu Arap ülkeleri arasında imzalanan barış anlaşmaları
konusundaki belirsizliğin bunu daha da derinleştirmesi; Đsrail’e karşı bir
saldırıyı önlemek için gerçekleştirilecek muhtemel bir Batı müdahalesinin
ardından Đran’la karşı karşıya gelme olasılığı kaygıları daha da arttırmaktadır.
Avrupalılar ve Türkler yukarıda listelenen krizlerin muhtemel sonuçlarını ille
de benzer bir biçimde değerlendirmemektedir. Onların mevcut duruma yönelik
değerlendirmelerini ve kendi bireysel çıkar tanımlamalarını belirleyen etmenler
vardır. Bunlar, kendi coğrafi yakınlıkları, komşu ülkelerle hâlihazırdaki
ilişkilerinin niteliği ve eyleme geçmek için etkin araçların elde bulunup
bulunmamasıdır.
Tamamen güvenlik-odaklı bir bakış açısından, bölgedeki savaşlarla
ilişkilendirilen riskler, AB ile kıyaslandığında, bazı kriz yataklarına çok yakın bir
konumda yer alan bir ülke olan Türkiye için daha doğrudan etkilere sahiptir.
Türkiye cephe hattında bulunmaktadır ve Suriye krizine bir çözüm bulunması
noktasında elzem bir rol oynaması beklenmektedir. Aslında, Suriye’yle dikkate
değer bir uzunlukta (822 km) sınır çizgisini paylaşmakta olan Türkiye, bir dizi
etnik (Kürtlerin varlığı), ekonomik (Irak’a giden yolların Suriye’den geçmesi) ve
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Gerilimler
65
stratejik (Đran ve Rusya’yla ilişkiler) etmen nedeniyle, oradaki durumun kötüye
gitmesinden kolayca zarar görebilir bir konumdadır. Her tür yerel karışıklıkla
ilişkili zorluklar AB için daha uzak görünmektedir. Böylesi olaylar, Batılı
değerlere karşı radikal bir ideolojik mücadeleyi hedefleyen politik güçleri ön
plana çıkarabilir ve terörizm tehdidi seviyesini muhtemelen arttırır. Eğer siyasi
krizler Körfez Ülkeleri ve Cezayir gibi petrol ve doğalgaz ihraç eden ülkelere
sıçrarsa Avrupa’nın ekonomik performansı da olumsuz bir biçimde
etkilenebilir. Đfade edilmekte olan en somut endişe ise aslında, bölgesel
karışıklıkların Avrupa’ya yönelik istenmeyen göçmen sayısını arttırabileceğidir.
Çıkarlar söz konusu olduğunda, AB ve Türkiye’nin hedefleri kendiliğinden
yakınlaşmayabilir. Her iki aktör de bölgede bir “komşuluk” yaklaşımı
izleyeceğini iddia etmektedir, ama bu etiket her bir aktör için farklı anlamlara
gelmektedir. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikasının başarısı,
Türkiye’nin bölgedeki etkisini pekiştirmeyi hedefleyen kırılgan bir siyasi
dengeler zincirinin tesis edilmesine bağlıydı. Bu yumuşak gücün ekonomik
tarafı, ülkenin enerji ihtiyaçlarını güvence altına almak ve AB’nin ekonomik
yavaşlamasını telafi etmek üzere, yeni ihracat pazarları açmak amacıyla Arap
ülkeleriyle imzalanan bir dizi serbest ticaret ve serbest dolaşım anlaşmasına
dayanıyordu. Türkiye, AB modelinden esinlenen bir Ortadoğu ülkeleri bloğu
inşa etme hedefini açıkça ifade etmiştir. Bu doğrultuda Türkiye’nin vize
politikası, AB’nin göç konusunda göreli olarak kısıtlayıcı rejimine kafa
tutmuştur. Son olarak, bir yandan Kıbrıs AB ile çekişme yaşanan kemikleşmiş
bir sorun olmaya devam ederken, bir yandan da Kürt sorunu gibi Türkiye’nin
ulusal gündemindeki birkaç önemli takıntının Avrupalı müttefiklerle kolayca
paylaşılabilmesi mümkün değildir.
Arap Baharı’na verilen tepkiler: Araçların ve tepkilerin karşılaştırılması
Arap başkaldırılarına Avrupa ve Türkiye’nin verdiği tepkileri, yukarıda sözü
edilen ve kısmen birbiriyle çelişen kaygılar ve çıkarlar belirlemiştir. Pratik
açıdan bakıldığında, Türkiye’nin başlıca hedefi bölgede kendi takipçilerinin
beklentilerini yerine getirmekti; AB ise Akdeniz ülkeleriyle kendi eski işbirliği
sistemini bir acil durum temelinde yeniden düzenleme konusunda aslında
kendini mecbur hissetmiştir.
66
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak yükselen profili, her ciddi değişim
senaryosunda onu doğal bir başrol oyuncusu haline getirmiştir. Gerek artan
ekonomik ve siyasi etkisi, gerekse yansıttığı kültürel hava, eyleme geçme
sorumluluğu yaratmıştır. Arap Baharı ülke için bir hakikat anıydı; Türk
diplomasisi hedeflerini duruma göre ayarlamak, protestoların tutarlılığını hızlı
bir biçimde değerlendirmek ve tarihin yanlış tarafında kalmaktan kaçınmak için
zor seçimler yapmak zorundaydı. Türkiye’nin tepkisi birbirine paralel iki
kanaldan geldi. Birincisi pasifti: Türkiye’nin Arap kamuoyundaki popülaritesi,
“Türkiye modeli”nin Arap ülkelerindeki siyasi geçiş süreçleri için uygun bir
model olup olmadığı tartışmasıyla (Türk yetkililer taktik olarak, Türkiye’nin bir
“model” değil, daha ziyade bir “başarı hikâyesi” ve bir “ilham kaynağı”
olduğunu söyleyerek bunu önemsiz göstermeye çalışmış olsalar bile) teyit
edildi. Đkinci kanal aktif diplomasiydi ve siyasi beyanları (Başbakan Erdoğan
Hüsnü Mübarek’e iktidarı bırakması gerektiğini tavsiye eden ilk siyasi liderdi),
arabuluculuk önerilerini (Libya krizinin başlangıcında, daha sonra Suriye’de),
müdahaleyi (Libya’daki NATO koalisyonuna en sonunda katılarak) ve yardımı
(savaşın ardından yeni Libya yönetimine bütçe desteği sağlayarak) içeriyordu.
Böylesi kaotik bir ortamda Türkiye’nin avantajı hem esnekliğe, hem de değişen
stratejileri desteklemek için harekete geçirilebilecek eksiksiz bir dışsal araç
koleksiyonuna sahip olmasıydı.
AB tarafında ise Arap Baharı, AB’nin çokça eleştirilen Akdeniz politikaları
için uzun zamandır beklenen bir “güncelleşme” (aggiornamento) anı olarak
görüldü. Avrupalıların elinde yola erken çıkmış olma avantajı vardı; zira
bölgenin siyasi eksikliklerine yönelik Avrupa-Akdeniz Ortaklığı’nın (EMP) ve
sonra da Akdeniz için Birlik Projesi’nin (UfM) başlamasından itibaren
yaptıkları analizler, Tunus’taki isyanı tetikleyen kilit önemdeki etmenler olarak
görünen ekonomik ve toplumsal meseleleri güçlü bir biçimde vurgulamıştı.
Benzer bir biçimde, hukuk devleti, demokrasi, hesap sorulabilirlik ve sivil
toplumun rolü gibi ilkelerin hepsine Kasım 1995’teki Barselona
Deklarasyonu’nda çok değerli bir statü atfedildiği de unutulmamalıdır. Böylesi
ilkeleri düzenli işbirliği programları yoluyla hayata geçirmedeki yetersizliğinin
bir sonucu olarak AB’nin inanılırlığı zarar görmüştür; bununla birlikte,
Avrupa’ya zarar veren “bekle ve gör sendromu” aslında bir değere de
dönüştürülebilir. AB ile Ortadoğu-Kuzey Afrika arasındaki işbirliğinin hukuki
temelleri varlığını sürdürmektedir; bunun yanı sıra, devrim-sonrası
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Gerilimler
67
ortamlardaki çözümü zor finansal sorunları etkili bir biçimde ele almaya
yönelik bir dizi yeni kılavuz ilke de 2011 ilkbaharında yayınlanmıştır.
Birlikte çalışmak mı, birbirini test etmek mi?: Kriz
zamanlarında en azından asgari bir etkinlik düzeyine
ulaşmak
Birbirini tamamlayıcı duruşlar için ortak hedefler
Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinde AB ve Türkiye ne tür hedefler
paylaşabilirler? Her iki taraf da insan haklarını ve demokratik değerleri
desteklediklerini ilan etmiştir. Ne var ki, otoriter rejimlerle geçmişteki suç
ortaklığı sicili yüzünden AB’nin yüz kızarıklığı devam ederken, bazı temel
özgürlüklerin ülkedeki hâlihazırdaki durumunun endişeye neden olduğu
Türkiye modeli de bizzat kendi içinde başarısızlığa uğrayabilecek bir görünüm
sunmaktadır. Ekonomik alanda, Türkiye öncelikli olarak iş yapan bir aktör
görüntüsündedir; henüz bir bağışçı konumuna gelmemiştir. Dolayısıyla,
muhtemel ortak bir eylem için en çok umut vaat eden alan bölgesel güvenlik
meselesidir; bu bilhassa, siyasi geçiş süreçlerinin pürüzsüz olmasına katkıda
bulunmayı ve şiddet sorunlarının iç savaşlara dönüşmesini engellemeye
çalışmayı içeren çatışma önleme alanları için geçerlidir.
Tarafların doğal eylem biçimi belli bir ölçüde birbirini tamamlayabilir. AB
sağlam bir kurumsal çerçeve inşa etmiştir; Türkiye ise gerçekten olağanüstü bir
ilişki ağı tesis etme kapasitesine sahiptir ve buna istinaden esnek müdahale
konusunda daha yeteneklidir. Đran gibi, AB ile ilişkileri giderek daha fazla
bozulan aktörleri de içerecek bir biçimde ilişki kurma ve arabuluculuk etme
Türkiye’nin başlıca güçlü yönleri olmaya devam etmektedir. Bunun yanı sıra,
Türkiye’nin bölgedeki popülaritesi hâlâ yüksek seviyelerde seyretmeyi
sürdürürken, bazı AB üyelerinin – özellikle Fransa’nın – itibarı zayıflamıştır.
Uzun vadede reform ve kurumsal inşa programlarının idare edilmesi AB’nin
güçlü olduğu alandır; bununla birlikte, son zamanlarda Türkiye, seçimlerin
organize edilmesine ve yeni (Đslamcı) Arap seçkinlerinin eğitilmesine verdiği
destek örneğinde olduğu gibi, tepkisel bir tarzda yardım hedefleme konusunda
68
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
dikkate değer bir yetenek sergilemiştir. Buna karşın, siyasi baskı ya da askeri
müdahale son başvurulacak zorunluluklar olarak ortaya çıktığı zaman, örneğin
Libya örneğinde Türkiye’yle geçici koalisyonlar tesis edebilen Avrupa
devletleri, etkinlik konusunda daha avantajlı görünmektedir.
Ortak eylem için sınırlamalar ve ilkeler
Türkiye’nin hayal kırıklığına uğrayan AB üyeliği, stratejik yakınlaşmaya
yönelik her girişimin üzerine büyük bir gölge düşürmektedir. Türkiye’nin,
Kıbrıs’ın 2012’nin ikinci yarısındaki AB dönem başkanlığı esnasında AB ile
ilişkilerini tamamen donduracağı uyarısı bu anlamda çok da cesaret verici
değildir. Türkiye Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinde ortak eyleme yönelik
Avrupa’nın her talebini tam üyelik sürecine katkı için kullanılabilecek bir fırsat
olarak görmektedir; öte yandan, başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri,
böylesi sürekli pazarlıklardan kaçınmak amacıyla diplomatik işbirliğinin tam
üyelik sürecinden koparılmasında ısrar etmektedir.
Gelecekte, Türkiye’nin Avrupa politikalarının çerçevesinin belirlenmesine
yapacağı etkin katkı, büyük ölçüde, uygun siyasi istikametler konusunda AB’nin
önde gelen üye ülkeleriyle anlaşmaya varabilme kapasitesine bağlı olacaktır.
AB-Türkiye
işbirliğinin
hâlihazırdaki
kurumsal
biçimi
gerçekçi
görünmemektedir. Örneğin, hâlâ gergin olan Fransa-Türkiye ilişkileri Suriye
krizi konusunda karşılıklı istişarede bulunmayı engellemiştir. Sürekli
engellerden ileride kaçınılmak isteniyorsa, güven tesis edici önlemler zorunlu
olacaktır.
AB ile Türkiye arasındaki yüz yüze ilişkiler günümüzde çok üretken
görünmemekle birlikte, Amerika Birleşik Devletleri’ni içine alan bir üçgen ilişki
tesisi, daha geniş bir çerçevedeki güvenlik işbirliğini desteklemek için daha
umut verici bir yol olabilir. Arap Baharı’nın başından beri Washington
gerçekten de Türkiye’yi cephe hattına itmiş ve dikkatli bir biçimde
müttefiklerinin birlikte çalışmasını sağlamaya çalışmıştır. 2011 yazında Libya
krizi, AB ve Türkiye’nin aslında görüş ayrılıklarını aşıp ortak bir müdahale
şablonu üzerinde anlaşabileceğini göstermiştir. Türkiye ile NATO’ya üye diğer
bazı devletler (Fransa, Kıbrıs) arasındaki karşılıklı fikir ayrılıklarından
kaynaklanan gerilime rağmen, bu ittifak Amerikalıların aracılık ederek herkesi
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Gerilimler
69
bir diyalog ve ortak eylem disiplinine sokabileceği bir arena olmaya devam
etmektedir.
İşbirliği alanları ve kanalları
Sürekli işbirliği hedefine ulaşmak amacıyla, Ortadoğu’nun geleceği hakkında
küresel düzeyde görüş alışverişlerine kesinlikle ihtiyaç vardır ve bunlar güven
tesis edici bir önlem işlevi görebilir. Öte yandan, böylesi görüş alışverişlerini
resmi düzeyde organize etmenin zorluğu devam etmektedir. Sivil toplum
örgütleri ve düşünce kuruluşlarının oluşturduğu paralel diplomasi ya da ikinci
yol diplomasisi, Türkiye ve onun Avrupa Birliği’ndeki muadilleri arasındaki
bağlantıyı canlı tutmakta çok faydalıdır.
Bununla birlikte, devletler-arası düzeyde bilgi paylaşımı ve istişare süreçleri,
Amerika Birleşik Devletleri’nin aracılığı olsun ya da olmasın, her ne pahasına
olursa olsun muhafaza edilmelidir. Suriye’yi tartışmak üzere düzenlenenler gibi
bu özgül amaca hizmet eden toplantılar ve konferanslar şu an için en düzgün
işleyen sistem gibi görünmektedir.
Son olarak, finansal işbirliği ajansları düzeyindeki sinerji göz önüne
alındığında, Türk Kalkınma ve Đşbirliği Ajansı (TĐKA) ile Avrupa Kalkınma ve
Đşbirliği Ofisi’nin (DevCo) birlikte ortak faaliyetler düzenlemeleri, uzun vadede
siyasi anlaşmanın geliştirilmesi için pratik bir yol olabilir. Ayrıca, kesinlikle
insani yardım da, Türkiye’nin coğrafi konumu ve bu alandaki özgül yetenekleri
düşünüldüğünde, gelecekte ortak eylemin mümkün olabileceği alanlardan biri
olacaktır.
70
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Kaynakça
Pierini, Marc. “Turkey, the EU and the Arab Transition Processes.” başlıklı ve Ifri
tarafından düzenlenen konferanstaki konuşma, Brüksel, 14 Şubat 2012
Schmid, Dorothée (yay. Haz.). “La Turquie au Moyen-Orient: le retour d’une puissance
régionale?.” Paris: CNRS Editions, 2011.
Soler i Lecha, Eduard. “The EU, Turkey, and the Arab Spring: From Parallel Approaches
to a Joint Strategy?” içinde, yayına hazırlayanlar: Nathalie Tocci, Ömer Taşpınar ve
Henri J. Barkey. Washington, D.C.: GMFUS ve IAI, Ekim 2011: 25-35.
Tocci, Nathalie. “Turkey and the Arab Spring: Implications for Turkish Foreign Policy in
Transatlantic Perspective.” Yorum yazısı, Carnegie Endowment, 12 Eylül 2011.
Ülgen, Sinan. “How to operationalize foreign policy dialogue between the EU and Turkey.”
içinde. Washington: GMF, Nisan 2011.
AB ve Türkiye’yi Orta Doğu’da Etkin Olmaya İkna Etmek
71
AB ve Türkiye’yi Orta Doğu’da Etkin Olmaya
Đkna Etmek
Ghassan Khatib
Son yıllarda Avrupa’nın Orta Doğu’ya ilgisinin artmakta olduğuna ve bölgeye
ilişkin faaliyetlerinin giderek yoğunlaştığına dair pek çok işaret var. Aynı şekilde
Türkiye farklı sebeplerle de olsa bölgeyle daha doğrudan ilgilenmekte. Bu
örtüşme akla şu soruyu getiriyor: Đki taraf bölgeye dair faaliyetlerini eşgüdüm
içinde yürütürlerse hem bölge meselelerini kavrayışlarını derinleştirme hem de
bölgedeki etkinliklerini arttırma imkanı bulmazlar mı?
Orta Doğu, çok derin etkileri olacak devrim niteliğinde bir dönüşümden
geçiyor. Bu dönüşüm ve ardından gelen istikrarsızlık uluslararası toplumda ama
özellikle de Türkiye ve Avrupa devletleri gibi civar ülkelerde dikkat ve endişe
ile izleniyor. Bu önemli gelişmelerin Đsrail’in Filistin’deki hukuk dışı işgalini ve
Filistinlilerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi üzerindeki baskısını
sonlandırma girişimlerinin başarısızlığa uğramasıyla Orta Doğu’da güvenliğin
zaten kırılganlaştığı bir döneme denk gelmesi de işin cabası.
Avrupa Birliği ve Avrupa devletleri, hele Filistin-Đsrail meselesine ilişkin
ortak bir politika benimseyebilirlerse, Filistin Otoritesi’ne mali destek
sağlamanın ötesine geçebilecek bir siyasi rol oynayabilirler. Tarihi, dini ve
coğrafi etkenler Türkiye’yi de bölgedeki rolünü genişletmeye itiyor.
Arap Baharı deneyimi Arap Ligi’nin Araplar arasındaki ve genel olarak Orta
Doğu’daki çatışmalarda tek başına başarılı bir arabuluculuk rolü
oynayamayacağını gösterdi. Zaten bizzat Arap Ligi bu tür girişimlerinde
kendisine destek olacak uluslararası katkılar beklediğini beyan etti ki Avrupa ile
Türkiye bu alanda en doğal adaylardır. Ancak ne Avrupa ne de Türkiye şimdiye
kadar Akdeniz mahallesinde yapabileceklerinin tamamını yapmış değiller.
Çatışmaları çözüme kavuşturmak için birlikte çalışma konusunda da adım
atmış değiller.
72
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Irak savaşı ve diğer müdahalelerin ardından bölgedeki itibarını neredeyse
tamamen kaybeden ABD’nin aksine Avrupa buradaki yüksek itibarı sayesinde
etkin rol oynayabilecektir. Aynı şekilde Arap ülkelerinde yeni yükselen güçlerin
büyük kısmı Türkiye’yi takdir etmekte ve kendi toplumları için bir model
olarak görmektedir. Đsrail’in 2008-2009 Gazze saldırılarında Türkiye’nin
Filistinlilere verdiği destek ülkenin Arapların gözündeki yerini hayli
yükseltmiştir.
Türkiye ile Avrupa aynı benzersiz konumda yer aldıklarına göre, Filistin
topraklarındaki Đsrail işgalinden Arap Baharı’yla bağlantılı yeni çatışma ve
sorunlara Orta Doğu’daki mevcut çatışmalarda işbirliği içinde arabuluculuk
rolü oynayabilirler mi? Ve Atlantik ötesindeki müttefikleri ABD’nin nüfuz
gücü düşünüldüğünde bu ikisinin gerçekte ne kadar manevra alanı var?
Arap dünyası kuzeyindeki komşularından ne istiyor?
Arap dünyası modern tarihinin en önemli ikinci aşamasından geçmekte.
Birinci önemli aşama bundan yaklaşık yarım yüzyıl önce Arap halklarının isyan
ederek Avrupa sömürgeciliğinin boyunduruğundan kurtulmasıyla yaşanmıştı.
Yoksulluk, işsizlik ve baskıdan bıkan yurttaşların sosyal ve ekonomik adalet ile
demokratikleşme arzusunu yansıtan şu anki aşamanın elli yıl önceki devrimi
tamamladığı söylenebilir.
Topluca “Arap Baharı” olarak anılan ayaklanmaların bu noktasında henüz
sonuçları öngörmek, hatta kapsamlı bir analiz yapmak için vakit erken (bu hem
de riskli olacaktır). Çeşitli süreçler şu an hâlâ işlemekte ve belki de henüz erken
bir aşamadalar. Üstelik bu süreçler bir ülkeden ötekine büyük farklar
gösteriyorlar.
Yurttaşların başı çektiği Tunus ve Mısır’daki devrimler, Libya’da Kaddafi
rejimini deviren silahlı müdahaleden çok farklı bir nitelik taşıyor. Aynı şekilde
Yemen’deki ayaklanmaların kendine özgü tarafları var ve Suriye’deki çatışmalar
başlı başına ayrı bir kategori teşkil ediyor. Kısacası, büyük genellemeler yapmak
zor; Mısırlıların ihtiyaçları Suriyelilerinkinden, Yemenlilerinkinden ya da
Bahreynlilerinkinden farklı.
AB ve Türkiye’yi Orta Doğu’da Etkin Olmaya İkna Etmek
73
Yine de denebilir ki Mısırlılar ve Tunuslular liderlerini devirip serbest ve adil
seçimlere dayalı bir demokratik süreci işletmeye başladıklarına göre bundan
sonra sürecin devam edebilmesi için ekonomik ve sosyal kalkınma gerektiği
aşikardır. Ekonomik büyüme, işsizlik ve yoksulluğun geriletilmesi, nihayetinde
yaşam standartlarının yükseltilmesi bu bağlamda hayati önem taşımaktadır.
Avrupa Đmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) yöneticisi Thomas Mirow’un 16
Mart 2012’de AFP tarafından yayımlanan şu sözleri, Avrupa’nın bu sürece
destek olmak için neler yapabileceğini özlü bir şekilde ifade ediyor: “Güney ve
doğu Akdeniz bölgesinin tamamında yılda 2,5 milyar € (3,27 milyar $) yatırım
yapabilecek kapasitemiz var” diyen genel müdür, Mısır, Ürdün, Fas ve Tunus’a
ilişkin destek planlarını duyurdu.
Suriye’ninse en azından şu an için çok farklı ihtiyaçları var. Ülke bölgesel ve
bölgeler arası hakimiyet savaşının ortasında kaldı ve bu savaşın kurbanı olmuş
durumda. Suriye halkı özgürlük, onurlu bir yaşam ve daha yüksek hayat
standartları için mücadele ederken bölgesel ve bölgeler arası oyuncular kendi
çıkarlarını ilgilendiren bambaşka sebeplerle taraflardan birini ya da ötekini
destekliyorlar.
Araplar yabancıların ülkelerine müdahalesi konusunda hassastırlar. Đçinde
bulunduğumuz netameli dönemde yardım etmek isteyenleri bekleyen en
önemli zorluklardan biri samimi bir yardım etme arzusu ile denetim altına
alma, hakimiyet kurma ve sömürme ihtirası arasında yolunu bulabilmek olacak.
Araplar bölgelerine ilişkin uluslararası planları değerlendirirken müstakbel
ortaklarının Filistin halkına ve onların davasına nasıl yaklaştığına özellikle
dikkat edeceklerdir. Rusya ile Çin Suriye rejiminin uluslararası alanda
kınanmasını veto ile engellediğinde ABD’nin onları eleştirmesi, sokaktaki
sıradan Arap insanı için anlaması zor bir şey olabilir. Zira aynı Amerika, Filistin
topraklarındaki hukuksuz Đsrail yerleşimlerinin genişletilmesini eleştiren bir
kararı veto etmişti. Bu gibi çifte standartlar her türlü girişimin inandırıcılığına
zarar verecektir.
Bölgede istikrarsızlık yaratan bir diğer unsur da Irak. Irak, Đran ile Suriye
arasında oluşuyla çok önemli bir stratejik konumda yer alıyor. Suriye’deki
rejimin sürmesi, mevcut Irak hükümetinin çıkarına. Bu nedenle Irak’ta
mezhepler arası gerilimdeki artış muhakkak dikkatle izlenmeli. Daha geniş
74
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
ölçekte ise Kürt meselesi Suriye, Irak ve Türkiye’yi birleştiren ortak payda;
Suriye Kürtleri özel bir statü elde ederse Kürtlerin statüsünün zaten hassas bir
konu olduğu Irak’ta da mutlaka bunun etkileri olacaktır.
Avrupa ile Türkiye, bölgede olumlu ve faydalı bir etki yapmaya yönelik
girişimlerinde mutlaka Đran faktörünü de dikkate almalılar. Orta Doğu’da
hakimiyet sağlama yarışının içinde olan Đran, hem devletleri hem de devlet dışı
aktörleri etkilemeye yönelik bir strateji izliyor. Đran’ın nüfuzunun
etkisizleştirilebilmesi için öncelikle Filistin Topraklarındaki Đsrail işgalinin
sonlandırılması ve Filistin sorununa bir çözüm bulunması gerekiyor.
Avrupa ve Türkiye nasıl yardım edebilir?
Bu uluslararası bağlamda hem Avrupa hem de Türkiye Arap Baharı ve
Đsrail’in sürmekte olan işgali ile ilgili meselelerde olumlu katkıda bulunabilecek
bir konumda yer alıyorlar. Sömürgecilik geçmişine rağmen Avrupa’nın yapıcı
bir rol oynamasına yetecek derecede güvenilirliği var. Arap ülkelerinin en güçlü
ticari ilişkileri Avrupa’yla olanlardır ve Arap kamuoyu Avrupa’yı ABD’ye göre
daha dengeli bir aracı olarak görmektedir.
Arap dünyası ile kısmen ortak bir dinsel ve tarihsel mirasın sahibi olan
Türkiye’nin itibarı daha da yüksek. Đsrail’in Dökme Kurşun Operasyonu
ardından Filistinlileri desteklerken aldığı ilkeli tavır dost ülke olarak konumunu
daha da perçinledi. Bugün pek çok Arap Türkiye örneğini kendi
demokratikleşme süreçleri için muhtemel bir model olarak görüyor.
Türkiye’nin Đslami bir kimlik ile demokrasiyi bağdaştırmaktaki başarısı ve belli
bir süreklilik içinde devam eden ekonomik kalkınması da Türkiye’nin Araplar
gözündeki yerini yükseltti.
Türkiye ile Avrupa bu zorlu geçiş sürecinde Arap dünyasına destek olmak
için nasıl eşgüdüm içinde hareket edebilirler? Türkiye ile Avrupa’nın
ilişkilerinde de Doğu-Batı gerilimlerinin etkisi yok değil. Ama her halükârda iki
tarafın bölgede ortak çıkarları mevcut. Aşağıdaki ilkelere riayet edildiği takdirde
bu çıkarların kapsamını daha da genişletmek mümkün olacaktır.
AB ve Türkiye’yi Orta Doğu’da Etkin Olmaya İkna Etmek
75
Öncelikle, söz konusu anlaşmazlık ve çatışmaların belli başlı tüm tarafları ile
yapıcı diyaloglar kurulmalı ve sürdürülmelidir. Hükümetler ile Đslamcılar ve
devrimciler de dahil muhalif gruplar, özellikle de gençlik temelli muhalefet
odakları bu tarafların en önemlilerindendir.
Đkinci olarak, çifte standarttan kaçınılmalı ve tutarlı bir politika
geliştirilmelidir. Avrupa ve Türkiye, Arap Baharı’nın demokratikleşme,
toplumsal ve ekonomik gelişme gibi meşru hedeflerinin gerçekleşmesine
yardımcı olma rollerini pekiştirmek istiyorlarsa dengeli sayılabilecek mevcut
konumlarını iyice belirginleştirmelidirler.
Üçüncü olarak, hem Türkiye hem Avrupa kendi ideallerine sadık kalmalı,
Amerika gibi kendi ülkesinde demokrasiyi savunurken Arap dünyasındaki
demokratik hareketleri kendi kaderine terk etme hatasına düşmemelidirler.
Çelişkili politikalar yürütmenin mantıklı bir sebebi olamaz. Demokratikleşmeyi
ve toplumsal ve ekonomik gelişmeyi engelleyen rejimlerle iyi ekonomik
ilişkileri sürdürmek gibi bencilce bir gaye bile uzun vadede bu politikayı
yürütenlere zarar verecektir çünkü bu şekilde bazı hayati ilişkileri bozulacak ve
kamuoyunun güveni kaybedilecektir.
Bu süreçte Avrupa Birliği ve Türkiye faaliyetlerini Arap Ligi ile sıkı eşgüdüm
içinde yürütmelidir. Arap Ligi’nde çeşitli sıkıntılar olsa da, Arap devletlerini
kolektif hareket etmeye teşvik etmek bölgenin uzun vadeli gidişatı açısından
çok önemlidir. Bu hem Araplar’ın gelecekte de eşgüdüm içinde hareket
etmesini kolaylaştıracak, hem de kamuoyundaki “dış müdahale” endişelerini
kısmen de olsa giderecektir.
Avrupa ve Türkiye ayrıca geçiş dönemindeki Arap ülkeleriyle ekonomik ve
kültürel alışverişlerini de yoğunlaştırmalıdırlar. Bu, demokratikleşmeyi
destekleyecek ve değişimin kalıcı bir nitelik kazanması ve istikrarın korunması
bakımından hayati önem taşıyan ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacaktır.
Resmi politikalar, bir din olarak Đslam ile Đslam’ı kendi hedefleri uğruna
kullanan aşırı radikal siyasi güçlerin ayrımını yapabilmelidir. Özellikle Avrupa,
kıtada yaygın olan Đslamofobiyi yok etmek için daha fazla çaba göstermelidir.
Nihayet, Avrupa ve Türkiye –ve tabii uluslararası toplumun geri kalanı– Batı
Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’teki Đsrail işgalini sonlandırma ve Filistin
76
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
halkına 65 yıl önce yapılan haksızlığı giderme sorumluluklarını ciddi ve dolaysız
bir şekilde sahiplenmelidirler.
Avrupa ve Türkiye, bu bağlamda Filistinliler ile Đsraillilerin tanınmış sınırlar
çerçevesinde yan yana barış ve güven içinde var olmasını mümkün kılacak iki
devletli bir çözümün gerçekleşmesine yardım edebilirler ve etmelidirler. Bu da
Filistinlilerin ülkelerini ve onun kurumlarını inşa etmelerine yardım etmek gibi
pek çok adımı gerektiriyor. Ayrıca, Đsrail’i iki devletli çözüme ket vuran
uygulamalarını, özellikle de işgal altındaki Doğu Kudüs ve diğer yerlerdeki
hukuksuz yerleşimlerin genişletilmesi uygulamasını durdurmaya ikna etmeyi de
gerektiriyor.
Tarihi bir fırsat
Avrupa dahil tüm dünya Arap dünyasının belli kısımlarında son yüz yıldır
yaşanan sıkıntılardan az ya da çok sorumludur. Yirminci yüzyılın ilk yarısında
Araplar, önce Türkiye ardından sömürgeci Avrupa devletleri olmak üzere,
büyük ölçüde yabancıların doğrudan yönetimi altındaydı. Yüzyılın ikinci
yarısında ise Arap dünyası Doğu ve Batı güçlerinin bölgede hakimiyet
kurabilmek için mücadele ettiği Soğuk Savaş hesaplarının ortasında kaldı.
Bu dönem boyunca Batı’nın bölgeye yaklaşımı büyük ölçüde bencil, fırsatçı
ve basiretsizdi. Kontrolü elinde tutabilmek ve stratejik ve ekonomik yarar elde
edebilmek için demokratikleşmeyi, insan haklarına saygıyı, sosyal ve ekonomik
kalkınmayı engellemeye çalıştı. Bugün bu politika müthiş bir şekilde geri tepmiş
bulunuyor.
ABD başkanı Barak Obama, 2009 Mayıs’ında Kahire’de yaptığı tarihi
konuşmada “Müslümanları hak ve fırsatlardan mahrum bırakan sömürgecilik
ile çoğunluğun Müslüman olduğu ülkelerin istek ve özlemleri yok sayılarak
kukla muamelesi gördüğü Soğuk Savaş dönemi, tüm bu gerilimleri beslemiştir”
diyerek bu hataya değinmişti. Ama bugün Obama’nın konuşmasının üzerinden
sadece üç yıl geçmiş olduğu halde pek çok Arap bu yaklaşımın sözde kaldığını,
herhangi bir somut politika değişikliğine yol açmadığını düşünüyor. Bir başka
deyişle, ABD hükümeti değişim fırsatını harcamış bulunuyor ve bugün hâlâ
AB ve Türkiye’yi Orta Doğu’da Etkin Olmaya İkna Etmek
77
büyük bir şüphe ile karşılanıyor. Pek çok Arap Washington’un Arap Baharı’na
olan ilgisinin arkasında ne niyetler yattığını sorguluyor.
ABD ile Arap dünyası arasındaki bu büyük uçurum, başkalarına başı çekme
fırsatı sunuyor. Avrupa ile Türkiye bu tarihsel fırsatı değerlendirip Arap
halkının yeni dile gelen arzularını destekleyerek Arap halkları ile başarılı bir
şekilde ilişki kurabilecekler mi? Yoksa kendi kısa vadeli amaçları uğruna
Arapların sahici ve uzun vadeli çıkarlarını göz ardı etmeyi sürdürecekler mi?
78
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Türkiye, Avrupa Birliği ve Bölgesel Çatışma Çözümü
79
Türkiye, Avrupa Birliği ve Bölgesel Çatışma
Çözümü: Đsrail’den Bir Bakış
Yossi Alpher
Bu makale Ortadoğu’daki bölgesel çatışma sorunu bağlamında Đsrail, Avrupa
Birliği ve Türkiye arasındaki etkileşimlere bakmaktadır. Makalede sorunlu
bölgeler tarif edilmekte, Đsrail hükümetinin meseleyle ilgili politika yaklaşımı
çözümlenmekte ve Đsrail için yeni hareket istikametleri önerilmektedir.
Bölgede Đsrail güvenlik ve politika kuruluşlarının tanımladığı başlıca çatışma
alanları içinde ilk sırayı, Đran’ın nükleer ve bölgesel/ideolojik hırslarının ortaya
çıkardığı tehdit almaktadır; bunun ardından, Đsrail-Arap barışını ve bölgedeki
istikrarı etkileyebilecek, komşu Arap ülkelerindeki – bilhassa Mısır ve
Suriye’deki – devrimlerin yarattığı “taşma” meseleleri gelmektedir. Đsrail’in
kendisine düşmanca hareket eden devlet-dışı (non-state) aktörlerle – Filistin
sorunu, Şii Đran/Lübnan destekli Hizbullah’ın ve Hamas, El Kaide ve diğer
Sünni grupların sorumlu olduğu cihat terörizmi – etkileşimi bunlarla iç içe
geçmiş bir meseledir. Đsrail’in kendi karasuları içinde geniş doğalgaz yatakları
keşfetmesi ve Lübnan’ın bunların küçük bir kısmına itiraz etmesi, Kıbrıs ve
Türkiye’yi de içine alabilecek bir başka potansiyel çatışma kuşağına işaret
etmektedir. Gerçekten de, bu sorunlu alanların neredeyse her birine dair bir
Türkiye “açısı” mevcuttur.
Çatışma alanlarının bu “sıralamasının” göze çarpan özelliklerinden biri,
hâlihazırda Đsrail’de Filistin meselesine görece düşük bir öncelik atfediliyor
olmasıdır. Görünüşe bakılırsa bu durum, algılanan Đran tehdidinin önemi
giderek artan hâkimiyetini ve bunun yanı sıra kafaların Arap Baharı’yla ilişkili
meselelerle meşgul olmasını yansıtmaktadır. Açıktır ki, Başbakan Binyamin
Netanyahu hükümeti Đsrail’in tehdit değerlendirmesinin tam da bu şekilde
algılanmasını istemektedir; Filistin meselesi, her ne kadar inatçı olmaya devam
etse de ve hatta her gün yeni yerleşimlere dair “kanıtlar” ortaya çıksa da, idare
edilebilir bir sorun seviyesine indirilmektedir. Bu durum aynı zamanda, gerek
80
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Obama yönetiminin üç yıllık kötü idaresinin, gerekse de Filistin lideri Mahmud
Abbas’ın, doğrudan müzakerelerin faydasını yitirdiği ve alternatif bir yaklaşım
bulunması gerektiği yollu açık değerlendirmesinin bir yan ürünüdür. Avrupa ve
Türkiye’nin bakış açısından bakıldığında ise Đsrail-Filistin çatışmasına gösterilen
ilginin düşük seviyeli olması, Đsrail-Filistin meselesi Đran’la ve bölgedeki
devrimler-barış-terörizmle ilgili sorunları şekillendirdiği ve bu sorunlarla ilişkili
olduğu sürece, stratejik olarak neredeyse tamamen çarpık bir çizgi olarak
görülmektedir ve dolayısıyla da bu çatışmanın daha yüksek bir öncelikle ele
alınması gerekmektedir.
Đsrail’in görüşüne göre ise Đran’ın yarattığı tehdit hiçbir şekilde Tahran’ın
nükleer istekleriyle sınırlı değildir. Đran Đsrail’in etrafını, Suriye, Lübnan
(Hizbullah) ve Gazze’deki (Hamas) füze ve roketlerle kuşatmış durumdadır.
Bu kuşatma Đran’ın, Şii hâkimiyetindeki Irak’taki yoğun etkiden de destek alan
“Şiileşmiş” Doğu Akdeniz (Lübnan’daki Şii bölgeleri ve Suriye’deki Alevi
rejimi) arzularını yansıttığı gibi, Đsrail’i arzuladığı bu bölgeye saldırmaktan
caydırma isteğine de işaret etmektedir. Bunun bir sonucu olarak, Đsrail’le Đran
(ve Đran’ı temsil eden ve onunla ittifak halinde olan güçler) arasındaki gerilimin
kazara yükselmesi tehlikesi, en azından Đsrail’in Đran’ın nükleer altyapısına bir
saldırı düzenleme tehlikesi kadar büyüktür. Bu ikinci tehlike, Đsrail’in fiziksel
güce başvurma tehditlerinin dürtmesiyle ABD öncülüğünde uygulanan
yaptırımlar işe yaradığı ve Đran’la Beş-artı-Bir ülkeleri arasında doğrudan
müzakereler gerçekleştiği sürece, beklemeye alınmış görünmektedir.
Ayrıca, Suriye’deki kargaşa ve huzursuzluk, Devlet Başkanı Beşar Esad,
onun etkili kuzeni Rami Mahluf ve Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın bir dizi
tehdit ileri sürmesine, bölgesel ve uluslararası ilgiyi Suriye devriminden başka
taraflara çekmek amacıyla Đsrail’e önleyici bir saldırı düzenlemekten
bahsetmesine yol açmıştır. Gerçekleşme olasılığı ne kadar düşük olursa olsun,
bu tehdit de Đsrail tarafından ciddiye alınmak zorundadır. Yukarıda zikredilen
senaryoların hepsinin ya da herhangi bir tanesinin derinleşmesi bölgesel bir
savaş haline yol açabilir.
Potansiyel olarak Đsrail’i, Türkiye’yi ve muhtemelen Avrupa’yı içine alan ve
daha idare edilebilir olan bir çatışma yönetimi senaryosu ise Đsrail’in Suriye’ye
minimalist türden bir müdahalesiyle ortaya çıkabilir. Đsrail hâlihazırdaki
düşüncesinde kendini, Suriye topraklarına insani amaçlar için bile bir
Türkiye, Avrupa Birliği ve Bölgesel Çatışma Çözümü
81
müdahalenin adayı olarak görmemektedir. Bunun nedeni de basitçe, böylesi bir
müdahaleye yönelik gerekçelerinin olası her durumda komşuları tarafından
kötü amaçlı – bir Arap ülkesini işgal etme çabası – olarak
değerlendirilebileceğidir. Dolayısıyla, müdahale meseleyle ilgili her taraf için
istenmeyen sonuçlar doğurabilecektir. Đsrail, aşırı derecede bir kışkırtma
olmadığı sürece, askeri kuvvetlerinin Suriye topraklarına ayak basmaması
gerektiği fikrinde görünmektedir. Bunun temel nedeni de, bir yanıltma fırsatı
olarak Esad’a Đsrail’e saldırma gerekçesi vermekten kaçınma isteğidir. Đsrail,
Golan Tepeleri’nde çatışmadan kaçacak Suriyeli mültecileri kabul etme olasılığı
doğrultusunda hazırlıklar yaptığını zaten duyurmuş ve dolaylı insani yardım
sağlama önerisinde bulunmuştur.
Ne var ki, Suriye’den ya da Güney Lübnan’dan gelecek bir saldırıya karşı
koyma olasılığının ötesinde, Đsrail’i daha proaktif bir biçimde müdahale etme
isteğine sevk edecek “en kötü durum” senaryolarını düşünmek de zor değildir.
Örneğin, eğer Esad rejimi El Kaide güçleri, diğer radikal Đslamcı isyancılar ya
da kendi başına hareket eden ordu içi bir fraksiyon tarafından ele geçirilip
sorumsuzca kullanılabilecek hayati derecede önemli savaş araç-gereçleri –
örneğin Suriye’nin elinde bolca bulunan kimyasal silah başlıkları ve füze
fırlatma sistemleri – üzerindeki kontrolünü kaybederse, Đsrail’in bu teçhizatları
bombalamaya karar vereceği düşünülebilir. Türkiye de bu olasılığa karşı hassas
olacak ve önleyici bir hamle üzerine düşünecektir. Đsrail’le Türkiye arasında
yakın bir işbirliği olmazsa, meseleler kolayca kontrolden çıkabilir.
Açıktır ki, Đsrail’i Đran ve/ya Suriye ile karşıtlık içine sokan olasılıklar, her iki
ülkeyle de sınırları olan ve Suriye’deki muhalefetin desteklenmesinde önemli
bir rol oynayan Türkiye’yi de son derece yakından ilgilendirmektedir. Suriye
meselesi, Irak’la ilişkili meseleler ve Đran’ın nükleer programı konularında
Türkiye’nin Đran’la olan ilişkileri de son aylarda giderek gerginleşmiştir.
Görünüşe bakılırsa, giderek bir Sünni-Şii bölünmesi haline gelen sorun söz
konusu olduğunda Đsrail ve Türkiye aynı tarafta yer almaktadırlar ve
politikalarında eşgüdüm sağlama ihtiyacını ciddiye almak zorundadırlar.
Gerçekte ise durum böyle değildir. Đsrail’le Türkiye arasında olması gereken
ve yukarıda değinilen durumların her birinin gerektirdiği stratejik ve diplomatik
eşgüdüm, mevcut koşullarda zayıf bir beklentidir. Đsrail’in algısında, bu
gelişmenin – ki Đsrail’deki neredeyse bütün çevrelerde derin bir üzüntü
82
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
yaratmaktadır – ardında iki neden bulunmaktadır. Bunlardan biri, Türkiye’nin
Filistin sorunundan istifade ederek ve Đsrail’in yıkılmasından bahseden Hamas
Đslamcılarını destekleyerek, Đsrail’in aleyhine bir biçimde bölgesel etki
geliştirmedeki ısrarıdır. Birinci nedenle ilişkili olan ve daha geniş bir açıklamaya
dayanan diğer neden ise Türkiye’nin Ortadoğu’daki mevcudiyetini genişletme
isteğinin öncelikle, onunla benzer düşüncedeki Sünni Đslamcılarla yakın ilişkiler
kurmaya dayanmasıdır. Sözü edilen Sünni Đslamcılar devrimci Arap dünyasında
hâkim siyasi güç haline gelmektedirler ve Đsrail’le üretken bir stratejik ilişki
kurmaya ya çok az bir yer vermekte ya da hiç yer bırakmamaktadırlar.
2011 yılı boyunca, Başbakan Binyamin Netanyahu hükümeti, Mayıs
2010’daki Mavi Marmara olayında öldürülen dokuz Türk vatandaşı için
Türkiye’den özür dileme fırsatını, görünen o ki, kaçırmıştır. Bazıları bu
hamlenin iki ülke arasındaki ilişkiyi önceki durumuna döndürebileceğini umut
etmişti. Netanyahu’nun aslında bizzat kendi stratejik danışmanlarının
bazılarının verdiği tavsiyeyi reddederek böylesi bir özür dilememesi, onun
Türkiye’nin bölgeye yaklaşımında Arap ve Đslamcı yanlısı tutumların baskın
olduğu şeklindeki değerlendirmesini yansıtmaktadır. Buna göre Đsrail’in
pişmanlık ifadesi Ankara’nın temel yaklaşımını değiştirme yolunda çok az bir
etkide bulunabilir ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Đsrail’i küçük
düşürme zaferi şeklinde yorumlanabilirdi. Ama bu karar Đsrail’in Türkiye gibi
hâkim bir bölgesel aktörle acil bir uzlaşma yolu bulma ihtiyacını göz ardı
etmiştir.
Kilit rollerdeki Đsrailli politika oluşturucular belli ki yanlış bir Türkiye
görüşüne göre çaba harcamaktadırlar; bu görüşe göre Türkiye’nin gerçek
kaderi, sırf bir Arap ülkesi olmadığı ve Arap dünyasıyla geçmişte bir soğukluk
yaşadığı için, Đsrail’in doğal bir bölgesel müttefiki olmaktır. Bu yaklaşım iki ülke
arasında 1950’li yıllarda başlamış olan stratejik/askeri ittifaka Đsrail’in “çevre
doktrini” (periphery doctrine) çerçevesi içerisinde bakmaktadır. Bu ise
Türkiye’nin hâlihazırdaki bölgesel yaklaşımı gerçekliğiyle tamamen uyuşmaz bir
durumdadır.
Türkiye ile Đsrail arasında yakın gelecekte stratejik bir işbirliği beklentisi, Đsrail
ve Türkiye’nin çıkarlarının çatışıyor göründüğü bir dizi mevcut ve potansiyel
çatışma durumunun gölgesinde kalmaktadır. Bu potansiyel çatışma durumları
şöyle sıralanabilir: Đsrail’in Đran’ın nükleer altyapısına saldırma tehdidi; Filistin
Türkiye, Avrupa Birliği ve Bölgesel Çatışma Çözümü
83
meselesi; siyasi Đslam’ın baskın olduğu bir Mısır hükümetinin eylemlerine
Đsrail’in olası tepkileri; Akdeniz açıklarındaki enerji kaynaklarının kullanımı – ki
buna Lübnan (Đsrail’in kullanabileceği deniz yetki alanı) ve Türkiye (Kıbrıs’ın
deniz yetki alanı) itiraz etmektedir – konusunda Đsrail’in Kıbrıs (söylentilere
göre Đsrail Hava Kuvvetleri’nin Baf’a iniş yapma hakkını da içermektedir) ve
Yunanistan’la giderek güçlenen ittifakı.
Enerji keşifleriyle ilgili bu sonuncu sorun, çözümü kolay olmayan bazı
zorluklar ortaya koymaktadır. Đki ya da üç yıl içinde Đsrail doğalgaz ihraç eden
bir ülke haline gelecek ve tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir refah ve
ekonomik güç elde etmeyi sabırsızlıkla bekleyebilecektir. Akdeniz’de Kıbrıs’la
işbirliği içerisinde işlettiği sondaj alanları ve teçhizatı bir başka çatışma alanı mı
olacak, yoksa ekonomik etkisi çatışmayı yatıştırmasına olanak sağlayacak mı?
Yine dikkati çekecek bir şekilde, tuzdan arındırma konusunda harcadığı büyük
çabalar sayesinde Đsrail önümüzdeki on-on beş yıl içerisinde suya çok ihtiyacı
olan komşularına su ihraç edebilecek bir düzeye gelecektir. Dolayısıyla bu da,
gelecekteki potansiyel çatışmalarda ya da çatışma çözümünde bir başka
ekonomik etmen oluşturacaktır.
Đsrail’in bölgesel stratejik tutumundaki belki de en büyük boşluk, Arap
devrimlerine yönelik proaktif bir tavır benimsemekteki başarısızlığıdır. Bunu
yapmak yerine, pasif bir “her şeye hazırlıklı olarak kal” yaklaşımını tercih
etmiştir. Netanyahu hükümeti bu yaklaşımı ancak, örneğin Sina Yarımadası
içindeki ya da oradan gelecek şiddet sorunu söz konusu olduğunda Mısır’daki
Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’yle işbirliğinde ve Kral II. Abdullah’ın
sendeleyen statüsünü en azından kısmen desteklemek üzere Ürdün’de yapılan
müzakereler-öncesi barış görüşmelerine katılımda olduğu gibi, baskı
altındayken terk etmiştir.
Buna karşın Türkiye, “sıfır çatışma” politikası fiilen çökmüş olsa da,
Suriye’deki Esad rejimine muhalefete öncülük ederek ve siyasi Đslam’la
demokrasiyi kaynaştırmayı hedefleyen kendi başarılı modelini savunarak, Arap
devrimci gelişmeleri konusunda stratejik çıkarlarını Đsrail’den çok daha iyi
değerlendirmiş görünmektedir. (Yol gösterici bir karşılaştırma örneği olarak,
Suudi Arabistan da Arap Baharı’yla ilişkili olarak algılanan kendi çıkarlarına
yönelik tehditlere Đsrail’den çok daha başarılı bir tepki vermiştir; bunu, komşu
ülkeler Bahreyn, Yemen ve Ürdün’de göreli huzuru muhafaza etmek için
84
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
kuvvet, hâkim etki ve para bağışları üçlüsünden oluşan bir karışımı kullanarak
başarmıştır.)
Đsrail’in, devrimci Arap siyasi Đslam’ı tarafından kuşatılmaktan duyduğu
korkular meşrudur, ama gösterdiği tepki sönük kalmış ve onu bölgede ortaya
çıkacak başka devrimci değişimlere karşı kırılgan bir durumda bırakmıştır. Yeni
ve eski rejimlere yönelik daha olumlu bir görüntü ortaya koymak amacıyla
Đsrail’in daha proaktif olabileceği ve olması da gerektiği alanlara örnek olarak,
barış görüşmeleri ya da Filistin uzlaşması konusuna Mısır ve Hamas’ı dahil
ederek Filistin Kurtuluş Örgütü’yle (FKÖ) alternatif bir stratejik istikamete
yönelme ve Suriye sorununu Türkiye’yle tartışma verilebilir.
Bilhassa tıkanmış olan Filistin meselesi, tahmin edilemeyecek bir şekilde
patlama ya da kötüleşme tehlikesi ortaya koymaktadır. Filistin siyasetinin
geçirdiği felç ve bunun yanı sıra Netanyahu hükümetinin çok da gizli olmayan,
yeni yerleşim birimlerini yaşayabilir bir iki-devletli çözümün imkânsızlaşacağı
bir noktaya varıncaya kadar genişletme gündemi gösteriyor ki, eğer kendi
başlarına bırakılırlarsa iki tarafın anlamlı bir ilerleme gerçekleştirme şansı çok
azdır. Bu noktada Đsrail’deki barış kampı, Ortadoğu Dörtlüsü (Quartet) ve
Türkiye’nin, Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Mahmud Abbas’ın Birleşmiş
Milletler girişimine daha yakın ve daha olumlu bir ilgi göstermesi
gerekmektedir. Bütün nihai statü meselelerini Oslo çerçevesine göre çözmeyi
hedefleyen en üst düzeydeki iki çabanın (2000’deki Camp David ve 2008’deki
Olmert-Abbas görüşmeleri) başarısız olmasının ardından, Abbas Oslo
formülünün ömrünün sona erdiğini ve yerine alternatif bir paradigma
bulunması gerektiğini anlamış görünmektedir.
Bir Filistin devletinin Birleşmiş Milletler, Ortadoğu Dörtlüsü ya da başka bir
uluslararası oluşumun öncülüğünde uluslararası planda tanınması, çatışmayı iki
devlet arasındaki bir sorun olarak yeniden formüle ettiği ve önceliği konuyla en
ilgili meselelerin – 1967-sonrası sınırlar sorunu, güvenlik ve Kudüs’te ikiz
başkent – çözümüne verdiği ölçüde, kafa yormaya değer bir ileri adım olasılığı
sunmaktadır. 1967-öncesinin mülteciler ve kutsal yerlere dair söylemlerle ilgili
meseleleri çözümsüz kalmaya devam etse bile, çatışmayı idare etme ve istikrara
kavuşturma yönünde dev bir adım atılabilecek, Hamas’ın sürece daha kolayca
dahil edilmesine olanak sağlanmış olacaktır. Böylesi bir yaklaşım – aslında
Türkiye, Avrupa Birliği ve Bölgesel Çatışma Çözümü
85
mevcut tıkanmışlığa yönelik neredeyse her alternatif – sürece hâlihazırdakinden
çok daha üst düzeyde bir uluslararası katılım gerektirecektir.
Đsrail’in Avrupa’nın Đsrail-Filistin çatışmasına karışmasını algılama biçimi,
Avrupa Birliği içindeki politika kopukluğuna ve bunun sonucunda da AB’nin
dinamik ve zorlayıcı bir konum ifade edememesine odaklanmaktadır. AB ve
belirli Avrupa ülkeleri Netanyahu hükümeti üzerinde baskı oluşturmaya
çalıştıkları ölçüde, Kudüs bu kopukluktan istifade etmektedir. AB’nin öncülük
ettiği hâlihazırdaki Ortadoğu Dörtlüsü barış çabaları hem Đsraillilere hem de
Filistinlilere giderek daha faydasız göründüğü gibi, genelde Ortadoğu
Dörtlüsü’ne ve özelde de Avrupa’ya duyulan güvenin aşınma riski de ortaya
çıkmaktadır. Bunlar Đsrail-Filistin barışı için alternatif bir paradigma ihtiyacının
ışığı altında yeniden değerlendirilmek zorundadır. Genel seçimlerle ilgili
hesaplar nedeniyle Obama yönetiminin hiçbir riskli barış çabası içine girmediği
2012 yılı, Ortadoğu Dörtlüsü’nün böylesi bir yeniden değerlendirme yapması
için mükemmel bir fırsattır.
Buna paralel olarak Đsrail hükümeti, bir bütün olarak AB ile kıyaslandığında
daha az eleştirel olan ya da Đsrail’in tehdit değerlendirmelerini paylaşan belirli
Avrupa ülkeleriyle (Đran konusunda Birleşik Krallık ve Fransa, Türkiye ve
enerji meselesi konusunda Yunanistan ve Kıbrıs, çatışmada Đsrail’i destekleyen
konumlarından ötürü de Orta Avrupa ülkeleri) stratejik işbirliği arayışı içine
girmektedir. Avrupa-Đsrail ilişkisinde bilhassa hassas bir potansiyel rahatsızlık
noktası Almanya’nın Netanyahu hükümetine yönelik giderek artan
memnuniyetsizliğidir; Almanya buna, bir yandan Almanya’nın Avrupa
Birliği’nin ekonomik amiral gemisi olarak giderek büyüyen rolünün, diğer
yandan da kendi Holokost tarihinden dolayı Đsrail konusunda kendi kendine
koyduğu kısıtlamaların prizmasından bakmaktadır.
Son olarak, çoğu Avrupa ülkesi Ortadoğu çatışması konusunda adım
atarken, Đsrail’in etkisinin görece güçlü olduğu Amerika Birleşik
Devletleri’nden işaret beklemektedir. Washington, Türkiye-Đsrail ilişkilerini
iyileştirmek için kendi bölgesel etkisini kullanmaya da çalışmıştır, ama bu çok
az başarı sağlamıştır. Bu noktada, Amerika’nın Đsrail-AB-Türkiye üçgeni
üzerindeki etkisinin geleceği açısından, yaklaşan ABD genel seçimlerinin
potansiyel öneminin altını çizmeliyiz: Örneğin, yeniden başkan seçilmiş bir
Barack Obama öncekinden daha zorlayıcı bir rol benimseyebilir.
86
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Göç için Yeni Bir Hedef Ülke Olarak Türkiye
87
Göç için yeni bir hedef ülke olarak Türkiye:
Geleceğe dair sorunlar ve beklentiler
Ayhan Kaya
Çok-etnikli, çok-kültürlü ve çok-dinli bir ülke olan Türkiye, aralarında Sünni
Türkler, Alevi Türkler, Sünni Kürtler, Alevi Kürtler, Çerkezler, Lazlar,
Ermeniler, Gürcüler, Museviler, Rumlar, Araplar ve Süryaniler’in bulunduğu
yaklaşık 50 farklı Müslüman ve/ya gayrimüslim etnik gruba ev sahipliği
yapmaktadır. Bununla birlikte, son on yılda gerçekleştirilen demokratik
reformlara rağmen, Türk devleti 1923’te cumhuriyetin kuruluşundan bu yana
Türkiye toplumunun etnik ve kültürel çeşitliliğe dayanan niteliğini resmi olarak
tamamen tanımamıştır. Ülkenin etno-kültürel ve dinsel heterojenliği tarih
boyunca Anadolu’yu boydan boya kateden çeşitli güç dalgalarının bir
sonucudur. Yeni göç dalgaları modern Türkiye’yi yeniden bir göç hedefi ülke
haline getirmektedir. Bu yazı hem Türkiye’ye yönelik göç dalgalarının
hâlihazırdaki durumunu, hem de bunların yarattığı sorunları ve fırsatları ele
almaktadır.
Yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca Türkiye ağırlıklı olarak bir tarım
ülkesiydi. Bununla birlikte, tarım sektöründe daha sonra yaşanan makineleşme
ve endüstriyel üretimin yükselişe geçişi ülkenin nüfus dinamiklerini köklü bir
şekilde değişime uğrattı ve kayda değer bir iç ve dış göç ortaya çıkardı.
Gerçekten de, Türkiye Đstatistik Kurumu’nun (TÜĐK) verileri 1927 yılından
2000 yılına kent nüfusunun üç kat arttığını göstermektedir.
Türkiye son yıllarda, kısmen transit göç ve geri dönüş göçünde yaşanan
artışın bir sonucu olarak, bi pozitif net göç ülkesi haline gelmiştir. Ülke aynı
zamanda uluslararası doğrudan yatırım içim de giderek daha cazip bir hedef
haline gelmektedir.
88
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Türkiye’de yeni göç trendleri
Türkiye’ye gelen göçmenlerin sayısı Türkiye’den yurtdışına giden
göçmenlerin sayısına neredeyse eşittir. Demografik bir bakış açısından
bakıldığında, beyin göçünden duyulan sürekli kaygılar hariç tutulursa, dış göç
artık Türkiye için önemli bir sorun teşkil etmemektedir. Dünya Bankası
verilerine göre, Türkiye’nin 2010 yılındaki göçmen nüfusu 1,4 milyon insana ya
da toplam nüfusun yaklaşık yüzde 1,93’üne ulaşmıştır. 2010 yılı için net göç
oranı yaklaşık yüzde 0,06 olmuştur (World Bank 2010).
Afganistan, Bangladeş, Irak, Đran ve Pakistan’dan gelen düzensiz göçmenler
1990’lı yıllardan beri Türkiye’yi bir transit rota olarak kullanmaktadır (Kirişçi
2003; Đçduygu 2009). Türk Dış Đşleri Bakanlığı’nın istatistiklerine göre, 2000
yılı ile 2008 yılı arasında 561.000 civarında düzensiz göçmen yakalanmıştır.
Türkiye, kurbanların genellikle Moldova, Ukrayna, Rusya Federasyonu,
Kırgızistan ya da Özbekistan’dan geldiği, Karadeniz bölgesindeki insan
kaçakçılığı için de bir hedef istikamettir. Türkiye, bilhassa Doğu Avrupa ve eski
Sovyetler Birliği’nden gelerek ya Türkiye’nin kendi içinde yeni iş ve yeni bir
hayat arayan, ya da Türkiye’yi Batı’da iş bulmak için bir basamak taşı olarak
gören göçmenler için uzun bir dönem boyunca hedef bir ülke olmuştur
(Đçduygu 2009; Danış, Taraghi ve Perouse 2009). Oluşturdukları topluluklar
göreli olarak hâlâ düşük bir profil sergiliyor olsa da, Đstanbul yakın zamanlarda
gelen çok sayıda göçmene ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Kaiser ve Đçduygu
(2005) Türkiye’de sadece Avrupa Birliği’nden gelmiş olan sekiz farklı göçmen
kategorisi tespit etmektedir.
Türkiye daha uzak ülkelerden gelen transit göçmenler için önemli bir
basamak taşı işlevi görmektedir. 1995 yılı ile 2009 yılı arasında yetkililer
794.937 düzensiz göçmen yakalamıştır (IOM 2010). Đran devrimi,
Ortadoğu’daki karışıklık, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Körfez Savaşı gibi
bölgede yaşanan siyasi gelişmeler Türkiye’yi fiili olarak bir ilk sığınak ülke
haline getirmiştir. Bu bölgeden gelen göçmenlerin gelecekte bu dalganın en
büyük bileşenini oluşturmaları beklenmektedir (Frenzen 2011).
Türkiye’nin sadece Avrupalı sığınmacılara mülteci statüsü tanıdığını
belirtmek gerekir. Türkiye son yıllara kadar, Avrupalı olmayan mültecilerin yeni
bir ülkeye (başlıca hedef ülkeler Birleşik Krallık, Kanada ve Avusturalya’dır)
Göç için Yeni Bir Hedef Ülke Olarak Türkiye
89
yerleşmesini kolaylaştırmada dünya çapında ilk üç ülke arasında yer almaktaydı
(IOM 2008: 31). Ülkenin Avrupa Birliği’ne üye olma çabaları bir yandan göç
politikalarını şekillendirdiği gibi, bir yandan da AB’nin kendi göç ve sığınma
politikalarının gözden geçirilmesine yönelik baskılar yaratmaktadır (Kirişçi
2009). Bu yazı kaleme alındığı esnada, Türk hükümetinin Avrupa
Komisyonu’yla geri kabul anlaşması üzerine yürüttüğü müzakereler son
aşamaya gelmiş durumdaydı (Council of the European Union 2011).
Türkiye’nin bölgedeki büyüyen yumuşak gücü
Ortadoğu ülkeleri, Afrika ülkeleri, Pakistan, Đran, Irak, Ermenistan,
Azerbaycan, Afganistan, Bangladeş ve başka ülkelerden gelen göçmenler
Türkiye’yi kayıtdışı işlerin bulunabilir olmasından, ücretlerin görece (kendi
geldikleri ülkelerle kıyaslandığında) yüksek olmasından, coğrafi yakınlığından,
var olan sosyal ilişki ağlarından ve ülkenin esnek vize sisteminden dolayı tercih
etmektedir. Örneğin, Kuzey Afrikalı göçmenler Türkiye sınırları içine girmek
için, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, vize almak zorunda değildir. Bazı
Kuzey Afrikalı göçmenler Türkiye’ye gelmeyi, sonradan Türkiye-Yunanistan
sınırını geçmek suretiyle Avrupa Birliği ülkelerine gizlice girmek için bir ilk
basamak olarak görmektedir. Türkiye’deki büyük kentlerin sunduğu fırsatların
cazibesine kapılan bu göçmenlerin bazıları ise Türkiye’de kalmayı tercih
etmektedir.
Bugün Türk ekonomisi hızlı bir yükseliştedir ve son küresel finansal krizi
Avrupa ülkelerinin çoğundan daha iyi savuşturmuştur. Büyük ve dinamik bir
nüfusa sahip olan ülkenin ekonomisi 2002 yılından 2007 yılı sonuna kadar yıllık
ortalama yüzde 6,0’lık bir büyüme gerçekleştirmiştir; bu oran bu denli uzun bir
süre boyunca dünyada gerçekleşen en yüksek büyüme oranlarındandır. Gayri
Safi Yurt Đçi Hasıla (GSYĐH) 2008 – 2009 krizi esnasında gerilemiş, ama 2010
yılında hızlı bir şekilde kendini toparlamıştır (% 6,8’lik bir büyüme oranına
90
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
ulaşmıştır). Kişi başına düşen gelir (satın alma gücü paritesi temelinde) 10.350
Avro’dur (2009 rakamlarıyla).1
Türkiye’nin komşularıyla gerçekleştirdiği ticaretin hacmi 1991 yılı ile 2008 yılı
arasında 4 milyar Amerikan Doları’ndan 82 milyar Amerikan Doları’na
yükselmiştir. Türkiyeli girişimciler bugün, Irak, Bulgaristan, Gürcistan, Rusya,
Orta Asya, Suriye, Lübnan ve şimdilerde Yunanistan gibi komşu ülkelere ve
bölgelere, Türk Sanayicileri ve Đşadamları Derneği (TÜSĐAD), Müstakil
Sanayici ve Đşadamları Derneği (MÜSĐAD, Dış Ekonomik Đlişkiler Kurulu
(DEĐK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye Đşadamları ve
Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ve Türkiye Đhracatçılar Meclisi (TĐM)
gibi çeşitli iş dernekleri yoluyla bir yatırım akışını yönlendirmektedir. Dahası,
Türkiye’nin Suriye, Ürdün ve Lübnan’la yaptığı serbest ticaret anlaşmaları da,
ki bunlar Avrupa’nın Akdeniz politikalarıyla ve Avrupa Komşuluk
Politikası’yla uyumludur, ülkenin komşularıyla yaptığı ticaretin hacminin
artmasına katkıda bulunmaktadır.
Türkiye bölgede yumuşak bir güç haline gelmektedir; Türkiye’nin diğer
ulusların hareket etme, düşünme, tahayyül etme ve dünyayı algılama tarzlarını
etkileme yeteneği artmaktadır. Bu etki, devletin ideolojik aygıtlarını (popüler
kültür, medya, kilise, eğitim kurumları) içeren çeşitli kanallar üzerinden
gerçekleşmektedir. Suriye, Lübnan, Mısır ve Đran gibi komşu ülkelere
uygulanan vize kısıtlamalarını kaldırma kararı da Türkiye’nin bölgedeki siyasi
ve kültürel etkisini güçlendirmiştir. Müslüman dünyanın Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’a gösterdiği büyük ilgi, ABD Başkanı Barack Obama’nın
Türkiye’yi ziyareti ve Türk popüler kültürünün (Türk yerli TV dizileri gibi)
yaygınlaşması, ülkenin artan etkisine dair başka örnekler sunmaktadır. Goethe
Enstitüsü, British Council, Cervantes Enstitüsü gibi muadillerine benzer bir
biçimde, Yunus Emre Enstitüsü’nün şubeleri Türkiye’nin kültürünü ve dilini
bölge çapında yaymaktadır.
1
Aksi belirtilmediği sürece, burada kullanılan bütün veriler Türkiye Đstatistik Kurumu’ndan
(TÜĐK) alınmıştır (www.tuik.gov.tr).
Göç için Yeni Bir Hedef Ülke Olarak Türkiye
91
Yüksek eğitim Türkiye’nin en hızlı büyüyen sektörlerinden biridir; 2011 yılı
itibarıyla ülkede 103 kamu üniversitesi ve 62 özel vakıf üniversitesi
bulunmaktadır (Şekil 1). Mevcut sınıf sayısı kapasitesi bugün ülke içi öğrenci
sayısını aşmış olduğundan, Türk üniversiteleri artık komşu ülkelere giderek
daha fazla odaklanmaktadır. Türk üniversiteleri aynı zamanda Ortadoğu’dan,
Orta Asya’dan ve Afrika’dan da öğrenci çekmektedir. Eğitim-öğrenim
tarafında ise, vakıf üniversitelerinin sayısının hızlı bir biçimde artması, Türk
kökenli olanların yanı sıra yabancı akademisyenleri ve araştırmacıları da
çekmektedir. Bu üniversitelerin çoğunun ve aynı zamanda kamu
üniversitelerinin bazılarının eğitim-öğretim dili Đngilizce olduğu için,
uluslararası akademisyenler ve araştırmacılar kariyerlerinin en azından bir
kısmını Türkiye’de tamamlamaya giderek daha fazla istekli hale gelmektedir.
Şekil 1: 1933 yılından bu yana kamu ve vakıf üniversitelerinin sayıları
Kaynak:
Yüksek Öğrenim Kurulu, http://www.yok.gov.tr
92
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Geri dönüş göçü
Avrupa ülkelerinde geçici dönüşümlü (circular) göç politikalarının 1974
yılında resmi olarak sonlandırılmasından önce, tahminen 2 milyon Türk
kökenli göçmen dairesel (circular) bir geçici göç biçiminin parçası olmuştu.
1974 yılından sonra, ailelerin yeniden birleşmesi biçiminde Türkiye’ye geri
dönmeye yönelik göçlerin sayısı artışa geçti. Geri dönüş göçü günümüzde bile
devam etmektedir (Tablo 1).
Tablo 1: 2003 ile 2008 arasında Türkiye’ye Dönüş Göçü
Almanya
Avusturya
Hollanda
2003
35,612
2,470
1,125
2004
37,058
2,684
1,992
2005
34,595
2,976
1,987
2006
33,229
3,338
2,189
2007
32,172
3,329
2,335
2008
38,899
3,269
2,291
Kaynak:
Not:
Eurostat 2011
Bu tabloda verilen sayılar, etnik köken olarak Türk olup olmadıklarına
bakılmaksızın Türkiye’ye göç eden bütün Almanya, Avusturya ve Hollanda
vatandaşlarını içermektedir. Bununla birlikte, geri dönenler içerisinde
Almanya, Avusturya ya da Hollanda vatandaşlığı statüsüne sahip olmayanlar
dahil edilmemiştir. Bakınız: http://epp.eurostat.ec.europa.eu
1990’lı ve 2000’li yılların geri dönüş göçü 1970’li ve 1980’li yılların geri dönüş
göçünden oldukça farklıdır. Tipik olarak ilk geri dönenler ya döngüsel emek
göçünün bir parçasıydılar ya da, 1984’te olduğu gibi, bir dizi destekli tersine
göç programından birinin katılımcısıydılar. Günümüzde ise ulusaşırı
göçmenlerin (transmigrants) dönüş göçü, önceden ikamet ettikleri ülkeyle
anayurtları arasında sürekli bir hareketlilik süreci haline gelmiştir. Türkiye’ye
geri dönenlerin ya da ulusaşırı göçmenlerin profili oldukça çeşitlidir; bunlar
arasında sadece Türkler değil, aynı zamanda Süryaniler, Kürtler ve hatta
ebeveynlerinin yurduna geri dönen Rumlar da yer almaktadır.
Göç için Yeni Bir Hedef Ülke Olarak Türkiye
93
Türkiye’nin göç politikalarına dair kamusal tartışma
Hükümetin konuyla ilgili yasaları 2011’de yürürlüğe sokmuş olmasına
rağmen, Türkiye’nin hâlihazırda yeterli olgunlukta bir göç politikası ya da yasal
çerçevesi yoktur. Avrupa Birliği bu politikaların içeriğini ve gidişatını
etkilemektedir (Özçürümez ve Şenses 2011). Gerçekten de, Türkiye’nin Suriye
(2001), Yunanistan (2001), Kırgızistan (2003), Romanya (2004) ve Ukrayna
(2005) ile imzalamış olduğu geri kabul anlaşmalarında AB’nin etkisi çok
belirgindir. Geri kabul anlaşması müzakereleri bir yandan Đran, Pakistan,
Bangladeş, Hindistan, Sri Lanka, Çin ve Bulgaristan ile devam etmektedir;
Türkiye diğer yandan öneri anlaşma taslakları hazırlayıp Mısır, Rusya
Federasyonu, Belarus, Gürcistan, Đsrail, Sudan, Nijerya, Etyopya, Fas, Tunus,
Libya, Cezayir, Ürdün, Lübnan, Kazakistan, Özbekistan ve Moğolistan’a
sunmuştur. Bunlara ek olarak, 2008 yılında Đçişleri Bakanlığı bir Đltica ve Göç
Bürosu
oluşturmuştur
(http://gib.icisleri.gov.tr);
büronun
görevi,
akademisyenler, STK’lar, uluslararası örgütler, Birleşmiş Milletler Mülteciler
Yüksek Komiserliği (UNHCR) ve Avrupa Birliği’yle işbirliği içerisinde göç
politikaları üretmek ve bunları hayata geçirmektir.
Göç politikası Türkiye kamuoyunda nadiren önemli bir tartışma konusu
olmaktadır. Bununla birlikte, kamuoyu 1 Şubat 2012’de yürürlüğe giren
yabancıların oturma ve çalışma izni olmadan Türkiye’de yaşamasını ve
çalışmasını zorlaştıran yeni yasayı dikkate almıştır. Daha önceleri yabancılar 90
günlük vize süreleri sona erdiğinde resmi olarak Türkiye’den ayrılıyor ve sonra
yeni bir 90 günlük vize ile hemen yeniden giriş yapıyorlardı. Ama yeni yasa
yabancı ülke vatandaşlarının Türkiye’ye turist vizesiyle sadece üç aylığına girip
kalmasına izin verirken, hemen yapılan yeniden girişlere artık izin
vermemektedir (Ziflioğlu). Bu yasadan olumsuz etkilenenlerin başında
Ortadoğu ülkeleri, Ermenistan, Gürcistan, Orta Asya Türki Cumhuriyetleri ve
Güney Akdeniz ülkeleri vatandaşları gelmektedir; bunlar, 2007’de çıkarılan ve
Bulgaristan ve Romanya’dan gelen göçmen işçilerin Türkiye’de yaşamasını ve
çalışmasını zorlaştıran yasanın ardından Türkiye’deki kayıtdışı işçi piyasasının
taleplerini (çoğunlukla hademe, ev temizlikçisi, “bavul ticaretçisi” vs.
biçiminde) karşılamaktaydı.
94
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Göçün Türk toplumu ve kültürü üzerindeki etkisi
Bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde kurulmuş olan Türkiye tarihsel olarak
çok-kültürlü ve çok-dinli bir ülkedir. Öte yandan, devletin cumhuriyet
döneminde farklılıkları görmezden gelen politikaları Türk vatandaşlığını
günümüze değin açık ya da örtük bir biçimde Sünni-Müslüman-Türk üçgeni
temelinde tanımlamıştır; bu tanım etnik olarak Türkleri ve/ya dini açıdan
Sünni olanları (mesela Kürtler, Aleviler, Çerkezler, Araplar vs.) içine alırken,
gayrimüslimleri ulus tasavvurundan etkin bir biçimde dışlamıştır. Bununla
birlikte, son otuz yıl, kimlik politikasının yükselişi (bilhassa Kürtler ve Aleviler
örneğinde), siyasi Đslam, Avrupalılaşma ve elbette küreselleşme gibi çeşitli
küresel ve yerel meselelerle ilişkili muazzam sosyal ve siyasi değişimlere sahne
olmuştur. Türkiye de siyasi ve ekonomik perspektifini komşu ülkelere doğru
kaydırmaktadır.
Türkiye giderek göç için bir hedef ülke haline gelmekte olduğu için, Türk
vatandaşları yakın gelecekte çok daha fazla bir insan çeşitliliğiyle daha sık
karşılaşacaktır. Etno-kültürel ve dinsel çeşitliliği idare etmeye çalışan merkezi
ve yerel yönetimler, ülkenin kendi yerli (otokton) azınlıklarının yanı sıra, sayıları
giderek artan dış kaynaklı (allokton) göçmen nüfusuyla ilgilenmek zorunda
kalacaktır. Dolayısıyla, devletin ve iktidardaki siyasi partilerin, söz konusu
çeşitliliği saygı, tanıma ve insan hakları temelinde idare etme yönünde güçlü bir
siyasi irade ortaya koymaları acil bir ihtiyaçtır.
AB’nin göç kontrollerini dışsallaştırmasının ortaya
çıkardığı sorunlar
Katı bir biçimde demografik bir perspektiften bakıldığında, Avrupa
ülkelerinin, kendilerine gelen göçmenleri engellemeye çalışmaktan ziyade,
kendi nüfuslarını arttırma ihtiyacı içinde oldukları görülür. Buna göre, AvrupaAkdeniz bölgesine yönelik “sıfır hoşgörülü” bir göç politikası orta ve uzun
vadede ne uygulanabilirdir, ne de sürdürülebilirdir. Katı savunmacı bir sıfır göç
politikası ancak Avrupa ile Güney Akdeniz ülkeleri arasında yapısal çatışmalara
yol açar ve yasadışı çalışan kurumsal olmayan aracı emek piyasası aktörlerinin
ortaya çıkmasına yardım eder (Avrupa-Akdeniz bölgesi göç meselelerine dair
Göç için Yeni Bir Hedef Ülke Olarak Türkiye
95
daha fazla analiz için bakınız Piperno ve Stocchiero 2006). Sahra Çölü’yle
Mağrip ülkeleri (Libya, Fas, Tunus) arasındaki ve Đtalya, Malta ve Đspanya’ya
yönelik tehlikeli deniz kaçakçılığı rotaları üzerindeki düzensiz transit
hareketlerin artışı kısmen bu kısıtlayıcı politikanın bir sonucudur. Aynı durum,
Türkiye, Yunanistan ve Đtalya hattından geçen transit göç için de geçerlidir.
Avrupa Birliği ülkelerine gelen transit göçmenlerin çoğunluğu Senegal,
Gambiya, Mali, Kongo, Liberya, Nijerya, Sierra Leone, Kamerun, Fildişi Sahili,
Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Hindistan, Çin ya da Irak kökenlidir; bunların
transit göç yolları Fas, Cezayir, Kanarya Adaları, Tunus ya da Türkiye’den
geçmektedir.
Avrupa ülkelerinin, transit ülkelere göç akışlarını sınırlamada birincil bir rol
yükleyen sınır kontrollerini “dışsallaştırma” kararı sürdürülebilir bir çözüm
değildir. Bu nedenle, Güney ve Doğu Akdeniz havzasından gelen göç
süreçlerini idare etmeye yönelik farklı bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Yeni bir göç
idaresi stratejisinin bir unsuru, bir Avrupa-Akdeniz serbest ticaret bölgesi
oluşturmak olabilir; bu, AB’nin Barselona Süreci’nin stratejik hedefleriyle
uyumlu olacak ve AB ile komşu ülkeleri arasında mal ve sermaye dolaşımı
fırsatlarını geliştirecektir. Ayrıca, Avrupa Birliği ülkeleri, göçmenlerin kendi
anayurtlarındaki yerel kalkınma için hızlandırıcı olma rollerini genişleten
politikalar aracılığıyla, göç akışlarının idaresiyle etkin bir biçimde ilgilenmelidir.
Geleceğe dair sorunlar ve beklentiler
Türkiye’nin artan bölgesel ekonomik, siyasi ve kültürel etkisi onu sadece
Ortadoğu, Güney Akdeniz ve Kafkas ülkelerinden değil, aynı zamanda Avrupa
ülkelerinden gelen göçmenler için de cazip bir göç hedefi haline getirmiştir.
Türkiye’nin dış politikasının, iç siyasetinin ve ekonomisinin Avrupalılaşması
Türkiye’yle komşuları arasındaki dostane ilişkilerin gelişmesinin yolunu daha
pürüzsüz bir hale getirmiştir. Türkiye’nin giderek daha da çok-kültürlü bir ülke
haline geliyor olması olgusu göç, bütünleşme ve vatandaşlık alanlarında daha
fazla reform gerektirecektir. Politika oluşturucular ve daha geniş ölçekte
toplum yakın gelecekte bu meseleler üzerine daha fazla odaklanmak zorunda
kalacaktır; ama hakikaten, olumlu belirtiler daha şimdiden ülkenin bunu
yapmaya istekli olduğuna işaret etmektedir.
96
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Kaynakça
Council of the European Union [Avrupa Birliği Konseyi]. “Council Conclusions on EUTurkey Readmission Agreement and Related Issues.” 3071st Justice and Home Affairs
Council meeting [3071. Adalet ve Đçişleri Konseyi toplantısı]. Brüksel, 24-25 Şubat
2011.http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cms_data/docs/pressdata/en/jha/119
501.pdf
Danış, Didem, Cherie Taraghi ve Jean-Francoise Perouse. “Integration in Limbo: Araqi,
Afghan, Maghrebi and Iranian Migrants in Istanbul.” Land of Diverse Migrations, Challenges
of Emigration and Immigration in Turkey içinde, yayına hazırlayan Ahmet Đçduygu ve Kemal
Kirişci. Đstanbul: Đstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009: 443–636.
Frenzen, Niels. “Frontex Issues 2011 Annual Risk Analysis.” The Migrants at Sea Blog, 12
Mayıs 2011. http://migrantsatsea.wordpress.com/2011/05/12/frontex-issues-2011annual-risk-analysis/
Đçduygu, Ahmet. “International Migration and Human Development in Turkey.” Human
Development Research Paper 52. New York: UNDP, 2009. http://mpra.ub.unimuenchen.de/19235/
International Organization for Migration [Uluslararası Göç Örgütü] (IOM) . “Migration in
Turkey: A Country Profile.” Cenevre: IOM, 2008.
http://www.turkey.iom.int/documents/migration_profile_turkey.pdf? entryId=10260
IOM. Study on Migration, Employment and Labour Market Integration Policies in the European Union,
Cenevre: IOM, 2010.
Kaiser, Bianca ve Ahmet Đçduygu. “Türkiye’deki Avrupa Birliği Yurttaşları.” Türkiye’deki
Çoğunluk ve Azınlık Tartışmaları içinde, yayına hazırlayan Ayhan Kaya ve Turgut
Tarhanlı. Đstanbul: TESEV Yayınları, 2005: 224–240.
Kirişçi, Kemal. “Turkey: A Transformation from Emigration to Immigration.” Migration
Information Source, 2003.
http://www.migrationinformation.org/Profiles/print.cfm?ID=176
Kirişçi, Kemal. “Harmonization of Migration Policy and Turkey’s Security Challenges.”
Đstanbul: Centre for Economics and Foreign Policy Studies [Ekonomi ve Dış Politika
Araştırma Merkezi] (EDAM) and German Marshall Fund, 2009.
OECD. International Migration Outlook. Paris: SOPEMI 2010.
Özçürümez, Saime ve Nazli Şenses. 2011. “Europeanization and Turkey: studying irregular
migration policy.” Journal of Balkan and Near Eastern Studies 13(2): 233–248. DOI:
10.1080/19448953.2011.578867
Göç için Yeni Bir Hedef Ülke Olarak Türkiye
97
Piperno, Flavia ve Andrea. Stocchiero. “Migrants and Local Authorities for the
EuroMediterranean Transnational Integration.” CeSPI Working Papers 23/2006.
Turkish Industry and Business Association [Türk Sanayicileri ve Đşadamları Derneği]
(TÜSIAD). Turkey’s Window of Opportunity. TUSIAD Publication No-T/99-3-254,
Đstanbul: 1999.
World Bank [Dünya Bankası]. World Bank Data, Turkey. 2010.
http://data.worldbank.org/country/turkey
Ziflioğlu, Vercihan. “Foreigners leave Turkey amid new residence law.” Hürriyet Daily News,
27 Ocak 2012. http://www.hurriyetdailynews.com/foreigners-leave-turkey-amid-newresidence-law.aspx?pageID=238&nID=12391&NewsCatID=33939
Bölgesel Çatışmaların Işığında Türkiye ve Arap Baharı
98
Türkiye’den Avrupa’ya Göç
99
Türkiye’den Avrupa’ya Göç:
Ne Orada Ne Burada
Seçil Paçacı Elitok ve Thomas Straubhaar
Tarihsel bağlam içerisinde Türkiye-AB göçü
Avrupa, Asya ve Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesini birbirine bağlayan coğrafi
konumu nedeniyle, tarihi boyunca Türkiye önemli göç hareketlerine ev
sahipliği yapmıştır; içe ve dışa doğru göç hareketleri için hem bir kaynak ve
hedef ülke, hem de başka ülkelere gitmeyi hedefleyen göçmenler için bir transit
koridor işlevi görmüştür (Kirişçi 2003; Tolay 2012). Türkiye içindeki kitlesel iç
göç hareketleri düzenli aralıklarla gerçekleşen bir olgu olmuştur ve olmaya
devam etmektedir; bu göç hareketleri ağırlıklı olarak kırsal alanlardan kentsel
alanlara, küçük şehirlerden büyük şehirlere ve ülkenin doğusundan batısına
doğru gerçekleşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında kurulmasının
ardından, göç politikası ulus inşa etmenin bir aracı olarak görülmüş ve özellikle
türdeş (Türkçe konuşan ve Müslüman) bir kimliği beslemek için tasarlanmıştır
(Đçduygu ve Sert 2009).
Farklı göç örüntüleri
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki en önemli göç hareketlerinden
biri Yunanistan’la Türkiye arasındaki nüfus mübadelesidir (1922); bu süreçte
yaklaşık 1,5 milyon etnik Rum Anadolu’dan giderken, 500.000 Müslüman ve
Türk de Türkiye’ye gelmiştir. Diğer Balkan bölgelerinden “Türk kökenine ve
kültürüne sahip” insanların Türkiye’ye göçü, otoritelerin de teşvikiyle sonraki
yıllar boyunca devam etmiştir. Türkiye’ye yönelik ikinci kitlesel göç dalgası
Đkinci Dünya Savaşı esnasında gerçekleşmiş, Avrupa’dan kaçan yaklaşık
100.000 Yahudi Türkiye’de geçici sığınma yeri bulmuştur. Daha sonraki
yıllarda, 1970’li yılların sonunda Đran’daki rejim değişikliğinin ardından,
neredeyse 1 milyon Đranlı Türkiye’ye göç etmiştir; aynı şekilde, 1988 ile 1993
yılları arasında yaklaşık 510.000 Iraklı Kürt Türkiye’ye gelmiştir. Son olarak,
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından neredeyse 1 milyon göçmen
100
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Türkiye’ye göç etmiştir (Kirişçi 2003). Günümüzde, Türkiye öncelikli olarak
komşu bölgelerden (Avrupa, Sovyetler Birliği, Ortadoğu-Kuzey Afrika) göç
almaktadır; bu bölgelerden gelen göçmenler farklı vasıf düzeylerindedir,
Türkiye’de farklı süreler geçirmektedir ve çok çeşitli göçmen statülerine
sahiptir. Bununla birlikte, genel olarak bakıldığında Türkiye’ye yönelik göç artış
halindedir. Bilhassa Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinden gelen göçmenler
Türkiye’yi yükselen yaşam standartları ve iş fırsatları (özellikle kayıt dışı
sektörlerde) nedeniyle tercih etmektedir. 2011-2012 yıllarındaki Arap Baharı da
Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinden Türkiye’ye göçü tetikleyen bir başka
etmen olmuştur.
Dış göç
Türkiye’den Batı Avrupa’ya yönelik dış göç, Türkiye’yle Almanya arasında
1961 yılında imzalanan (daha sonra diğer Batı Avrupa ülkeleriyle de benzer
anlaşmalar için müzakereler yürütülmüştür) misafir işçi programı olarak bilinen
bir işgücü alımı anlaşmasıyla başlamıştır. Almanya’ya akan Türk göçmenleri her
iki ülke için de bir nimet olmuştur. Bir yandan Đkinci Dünya Savaşı’nın
ardından Almanya’nın yükselişe geçen ekonomisinin ortaya çıkardığı işgücü
açıklarını kapatmaya yardım ederken, diğer yandan Türkiye’de 1960’lı yılların
başlarında yaşanan ekonomik durgunluğun yarattığı işgücü fazlasını
rahatlatmıştır. Misafir işçi programı, petrol krizi nedeniyle 1970’li yılların
ortasında sona ermiştir, ancak Türklerin Avrupa’ya göçü aile birleşimi
biçiminde devam etmiştir. Sonraki yıllarda diğer hedef ülkeler de (örneğin
Rusya ve Ortadoğu) önemli istikametler olmuştur.
Transit ve yasadışı göç
Türkiye’nin esnek vize rejimi (bilhassa Ortadoğu ülkelerine yönelik olarak)
ülkeyi yasadışı göçmenler ve düzensiz göç dalgaları için bir merkez haline
getirmiştir. Avrupa’daki hedef ülkelerine ulaşmak isteyen göçmenler Türkiye’yi
sık sık bir transit koridor olarak kullanmaktadır. Sığınmacılar ve mülteciler de
başlangıçta sahip oldukları resmi statüyü kaybedip yasadışı olma durumuna
düşebilmektedir. Türkiye’nin sığınmacılık politikasındaki, Avrupalı olmayan
mültecilere Türkiye’de sadece geçici olarak kalma izni veren coğrafi sınırlama
Türkiye’den Avrupa’ya Göç
101
şartının bir sonucu olarak, başvuruları reddedilen birçok sığınmacı yasadışı
göçmen durumuna gelmektedir. Bu durum Avrupa Birliği için özel bir öneme
sahiptir, zira Türkiye-AB ortak sınırı nedeniyle Türkiye içinden yapılan her
transit geçiş AB içindeki göç örüntüleri üzerinde doğrudan bir etki
yapmaktadır.
Türkiye-AB göç örüntülerine dair geleceğe yönelik
perspektifler
Türkiye’nin AB’ye tam üyelik süreci bağlamında, Türkiye’den Avrupa’ya
“olası göçler” ve bunun Avrupa’daki işgücü piyasaları üzerindeki etkisi AB
içinde önemli kaygılar yaratan bir mesele haline gelmiştir. Bu konuda üç etmen
çok önemli bir rol oynamaktadır: Türkiye’nin artan nüfusu ve Avrupa’yla
kıyaslandığında daha genç olan işgücü; yaşam standartları açısından Türkiye’yle
AB arasındaki fark; Türk göçmenlerin Müslüman kimliği.
Nüfus gelişimi
AB’ye üye ülkeler arasında hâlihazırda en büyük nüfusa Almanya sahiptir.
Bununla birlikte, bilhassa eğer Türkiye AB’ye katılırsa, bu durum gelecekte
muhtemelen değişecektir. Şekil 1 bu noktayı göstermektedir: 2012 yılında, bu
yazının kaleme alındığı esnada, Almanya’nın nüfusu 82 milyon iken,
Türkiye’nin nüfusu 74 milyondur. Birleşmiş Milletler’in Dünya Nüfusu
Beklentileri raporundaki orta vadeli projeksiyonlara göre, bu iki ülkenin nüfusu
2020 yılında neredeyse eşit bir düzeye erişecektir. Türkiye’nin nüfusunun nihai
olarak yaklaşık 92 milyona çıkacağı tahmin edilirken, Almanya’nın nüfusu
yaklaşık 75 milyon seviyesine gerileyecektir (Şekil 1). Bunun sonucunda,
gelecekte Türkiye’de işgücü arzı fazlası ve Almanya’da işgücü talebi artışı
yaşanabilecektir. Öte yandan, Türkiye’deki doğurganlık oranı ve nüfus artışı
oranları hâlihazırda düşüşteyken, ülkedeki iş fırsatları yükseliştedir. Bu her iki
etmen de zaman içerisinde dışarıya göç güdülerini azaltabilir.
Şekil 1: Almanya ve Türkiye’de toplam nüfus (milyon olarak, 1980-2010 arası; 20112050 arası için BM’nin doğurganlık orta-varyantı kullanılmıştır)
102
Kaynak:
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Birleşmiş Milletler Sekreterliği Ekonomik ve Sosyal Đşler Birimi Nüfus Bölümü,
“World Population Prospects: The 2010 Revision” [Dünya Nüfusu Beklentileri:
2010 Değerlendirmesi], http://esa.un.org/undp/wpp/index.htm
Siyasi bir bakış açısından bakıldığında, eğer Türkiye Avrupa Birliği’ne
katılırsa, bu durum oy verme hakları açısından diğer üyeler için oldukça
maliyetli olacaktır. Göç perspektifinden bakıldığında ise Türkiye Avrupa’daki
nüfus gerilemesi için olası bir çareyi temsil etmektedir.
Yaşam standartları
Ortalama yaşam standartları açısından Türkiye’yle Avrupa Birliği arasında
hâlihazırda önemli bir fark mevcuttur (Şekil 2). Satın alma gücü paritesi
bazında hesaplanan kişi başına düşen milli gelirler (KBDMG) kıyaslandığında,
bu farkın yüzdelik oranlar açısından 1980 ile 2010 yılları arasında azaldığı
görülebilir. Bununla birlikte, Türkiye’deki KBDMG bugün AB’deki düzeyin
yaklaşık yarısında seyretmeye devam etmektedir. Bu fark bazı olumsuz yan
etkiler doğurmaktadır.
Türkiye’den Avrupa’ya Göç
103
Gelecekte AB’nin yaşam standartlarıyla Türkiye’ninkiler arasında bir
yakınlaşma olacağı tahmini göz önüne alındığında bile, bilhassa Türkiye bir AB
üyesi olursa, yaşam standartları arasındaki fark muhtemelen gelecek on beşyirmi yıl boyunca Türkiye’den AB’ye göçü teşvik etmeye yetecek derecede
geniş kalmaya devam edecektir. Bununla birlikte, bireysel olarak verilen
yurtdışına göç etme kararları, yaşam standartlarındaki farklılıkla çizgisel değil
logaritmik bir ilişkiyi takip etmektedir. Bunun anlamı şudur ki, geniş gelir
farklılığı koşullarında bireysel olarak göç etme eğilimi güçlü olabilmektedir,
ama gelir farklılıkları daraldıkça göç etme eğilimi de zayıflamaktadır.
Dolayısıyla, önümüzdeki on beş-yirmi yıl içerisinde, Türkiye’de yaşam
standartlarının hızlı bir şekilde yükselmesi yurtdışına göçü muhtemelen daha
düşük seviyelere çekecektir.
Şekil 2: Türkiye ve Avrupa Birliği’nde kişi başına düşen milli gelir (satın alma gücü
paritesi $, 1980-2010)
Kaynak:
Dünya Bankası, Dünya Kalkınma Göstergeleri;
http://data.worldbank.org/indicator/NY.GNP.PCAP.PP.CD
Not:
Yukarıdaki şekilde, KBDMG, satın alma gücü paritesi kullanılarak uluslararası
ortalama dolar kuruna dönüştürülmüştür. Türkiye’yle Avro bölgesi arasındaki
yaşam standartları açısından gerçek farkı yansıtmak için ABD dolarının satın
alma gücü paritesi kullanılmıştır.
104
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Avrupa’nın Hıristiyan değerleri ve Türk göçmenlerin Müslüman kimliği
Birçok Türk göçmenin Müslüman kimliği Avrupa’da son yıllarda büyüyen
bir endişe kaynağı haline gelmiştir. Din ve kültür meseleleri Türkiye’yle AB
arasındaki tam üyelik müzakerelerinde sık sık odak noktasını oluşturmuştur.
Bu eğilim güçlendikçe, Avrupa’daki Türk göçmenler giderek “Müslümanlar”
şeklinde algılanır olmuşlardır. 11 Eylül Olayları Müslüman fanatizmi
korkularını kuşkusuz arttırmış ve Müslüman olmayan bazı çevrelerde
Đslamofobiye yol açmıştır. Ayrıca, Türk göçmenlerine ait etnik ve dinsel
nitelikli derneklerin artan sayısı Türk diasporası içerisinde muhafazakârlığın
yükselişte olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin iç siyaseti de Avrupa’daki
Türk topluluklarının dinsel eğilimleriyle ahenkli bir evrim süreci içeresinde
olmuştur. Bu durum, Avrupa’nın seküler kimliğiyle Türkiye’nin Müslüman
geleneğinin sorunsuz bir şekilde bir arada var olup olamayacağına dair sorular
ortaya çıkarmaktadır.
Asılsız korkular mı?
Daha önce de değinildiği gibi, Türkiye’den AB’ye yönelik göçlerin
önümüzdeki onyıllar içerisinde devam edeceği beklenmektedir. Bu beklenti,
AB ülkelerinin (özellikle de Almanya’nın) Türk işçilerinin dolaşımını
kısıtlamaya devam etmesinin temel nedenlerinden biridir. Ama bu korkular
teorik tahminlerle mi yoksa ampirik kanıtlarla mı haklılaştırılmaktadır?
AB’ye göç eden Türklerin “göç etme niyeti”ni tahmin etmekteki temel
yöntembilimsel zorluk Türkiye’nin gelecekte AB’ye tam üye olup olmayacağına
dair belirsizlikte yatmaktadır; zira tam üyelik serbest işgücü dolaşımının önünü
açabilecektir. “Göç etme niyeti”ne dair mevcut tahminler, 0,5 ila 4,4 milyon
Türk göçmenini içerecek bir göç potansiyeli ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte, bu tahminler insanların kendi yerel çevreleriyle olan
toplumsal ve kültürel bağlarını yeterli derecede açıklayamayabilmektedir.
Böylesi bağlar göçün önünde önemli pratik engeller teşkil etmesine rağmen,
teorik ekonomi perspektifi bunları çoğunlukla hafife almakta ve yapısal göç
(tahmin etme) modellerinin ayrılmaz bir unsuru haline yeteri derecede
getirmemektedir.
Türkiye’den Avrupa’ya Göç
105
Erzan vd. (2006), AB’ye üye olmanın Türkiye’deki ekonomik büyümeyi
arttırabileceğini, bunun da yurtdışına göçten beklentilerin cazibesine kapılan
insan sayısını azaltabileceğini öne sürmektedir. Avrupa Birliği’nin Doğu’ya
doğru genişleme sürecinin ardından göç akışları geçici olarak artmış, ama
sonradan düşmüştür. Bu nedenle, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin ardından
AB-Türkiye göç meselesi için de en gerçekçi senaryo, bir nevi göç tümseğidir.
Serbest dolaşım haklarının ardından göç akışlarında muhtemelen bir artış
yaşanacak, ama bu akışlar daha sonra zamanla azalacaktır.
Gelecekte Avrupa Birliği’nden Türkiye’ye yönelik göç akışlarını da bir dizi
etmen (gelir farklılıkları, işsizlik, göçmen ağları, göç politikaları, din, kültür vs.)
belirleyecektir. Đstanbul uluslararası ticaret için muhtemelen giderek daha cazip
bir yer haline geleceği için, gurbetçi işçiler ve profesyonel elemanlar bu duruma
paralel olarak çalışmak için Türkiye’ye göç etmeye niyetlenecektir. Yabancı
profesyonel elemanların yanı sıra, Almanya’da eğitim görmüş ama Türk
kökenli olan yüksek vasıflı göçmenler söz konusu olduğunda da göç
potansiyeli bugün önemli olduğu gibi gelecekte de önemli olacaktır.
Türkiye’nin, Ortadoğu’dan ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinden gelen göç
akışlarını yönetmede oynadığı rol günümüzde son derece önemlidir. Bu
bağlamda, Ortadoğu’dan gelen göç akışının önemini yakın gelecekte de
sürdüreceği, belki hatta bu akışın Türkiye’nin vize politikalarındaki
değişikliklerin bir sonucu olarak artabileceği beklenmektedir. Sözleşmeye bağlı
işgücü göçü ve evlilik göçü gibi mevcut göç biçimleri yakın gelecekte varlığını
devam ettirecek, ama sığınmacılık düşme gösterebilecektir (özellikle de Kürt
sorununa çözüm bulunursa). Eğer Kürt azınlık özerklik hakları elde etmede
başarılı olursa, Kürtler ülke içinde batıdaki kentlerden ülkenin doğu
bölgelerindeki köylere göç etmeye niyetlenebilir. Türkiye’den Ortadoğu’ya göç
potansiyeli, bölgedeki işverenlerin kendi vatandaşlarını tercih etme eğilimi
yüzünden, göreli olarak zayıftır.
106
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Sorunlar ve fırsatlar1
Yasadışı göç, Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle ilişkilerinde karşılaştığı en önemli
sorunlardan birini oluşturmaktadır. Kirişçi (2008) yasadışı göç politikasının
Türkiye için artan önemini vurgulamakta ve bunu hem bir sorun hem de bir
fırsat olarak görmektedir. Avrupa Birliği’nin göçe bir güvenlik meselesi olarak
yaklaşmasının AB-Türkiye ilişkilerini ters bir biçimde etkilediğini ve her iki
tarafta da güvensizlik yarattığını savunmaktadır. Kirişçi’ye göre, Avrupa Birliği
Türkiye’nin yasadışı transit göçle mücadele etmek ya da onu engellemek için
yeteri kadar çaba göstermediğini düşünmektedir. Ama öte yandan Türkiye’nin,
AB’ye gitmeye çalışan yasadışı göçmenler için bir tampon bölge haline
gelmekte hiçbir çıkarı yoktur.
AB düzenlemeleriyle uyumlu olarak, Türkiye son zamanlarda kendi
sığınmacılık yasasında, vize düzenlemelerinde, yasadışı göç politikalarında ve
insan kaçakçılığıyla mücadele çabalarında bir reform sürecine başlamıştır. 1994
tarihli Mülteciler ve Sığınmacılar Yönetmeliği ve sığınmacılık prosedürlerini ve
mültecilerin-sığınmacıların haklarını ve yükümlülüklerini düzenleyen 2006
Genelgesi gözden geçirilmektedir. Türkiye 1951 tarihli Birleşmiş Milletler
Mülteciler Sözleşmesi’nin tarafıdır, ama Avrupalı olmayanlara mültecilik
statüsü vermeyi engelleyen coğrafi sınırlamaları henüz kaldırmamıştır. Eğer
Türkiye göç ve sığınmacılık politikalarını iyileştirmede başarılı olursa, o zaman
göç kaynaklı sorun bir fırsata dönüştürülebilir. Örneğin, reformlar Türkiye’nin
AB’ye tam üye olmayı başarma şansını arttırabilir. Güvenlik perspektifinden
bakıldığında ise, yasadığı göç konusunda Türkiye’yle AB arasında işbirliği ve
diyalog her iki taraf için de faydalı olabilir (Kirişçi 2008: 126).
Türkiye, düşük ücretler, ekonomik istikrarsızlık, işsizlik ve elverişsiz çalışma
koşulları gibi göçü tetikleyici etmenlerin etkisini azaltmak amacıyla ekonomik
reformlara da girişmelidir. Türkiye’nin 1960’lı yıllardaki yaklaşımının– yani
göçü işsizliğin bir çaresi ve yurtdışından gelen işçi dövizlerini de önemli bir dış
kaynak olarak görme yaklaşımının – yerini daha gerçekçi ve günün koşullarına
uygun bir gelecek stratejisi almalıdır.
1
Ayrıca Elitok/Straubhaar 2012’deki çeşitli katkılara bakınız.
Türkiye’den Avrupa’ya Göç
107
Avrupa’daki mevcut göç politikaları, çevrimsel ve geçici göçte bir artış
yaşandığına dair net kanıtlar sunmaktadır. Bu eğilim, günümüzde artık
“başarısız” addedilen geleneksel misafir işçi programlarına bir alternatif bulma
çabası olarak görülebilir ve bu noktada üç temel avantaj tespit edilebilir:
• Düşük ya da sıfır daimi göç riski: Göç geçici ve/ya çevrimsel ise, daimi göç
“riski”nin ya düşük ya da sıfır olduğu farz edilmektedir; bu da Avrupa
ülkelerinin “uyum” maliyetlerinden tasarruf edeceği anlamına gelmektedir.
Fakat, gerek çalışma yaşamında gerekse de toplumsal hayatlarında kısa-süreli
göçmenler bile uyumla ilgili ihtiyaçlara sahiptir.
• Esnek işgücü piyasaları: Avrupa aynı zamanda, kısa-vadeli işgücü
eksikliklerinin mevsimsel işçiler tarafından karşılanacağı daha esnek işgücü
piyasaları oluşturmaya niyetlenmektedir. Öte yandan, Avrupa’nın yapısal ve
uzun-vadeli demografik sorunları (bu sorunlar ağırlıklı olarak nüfusun
yaşlanması ve daralmasıyla ilgilidir) sadece kısa-süreli göç yoluyla
hafifletilebilir gibi değildir. Çeşitli araştırmalara göre, Avrupa’nın uzun-vadeli
ihtiyaçları nihai olarak göçmenler tarafından karşılanmak zorunda kalacaktır.
Bu açıdan, her vasıf düzeyinde, göç Avrupa’nın geleceği için zaruridir.
Dahası, esneklik işverenler tarafından kolayca istismar edilebilir, çünkü
kendilerine düşük ücretler ödenmesinden dolayı tercih edilmeye başlayan
göçmenlerin pazarlık gücünü azaltabilir.
• Düzensiz göçte azalma: Politika oluşturucular, çevrimsel ve geçici göç
programlarının yasadışı göçü azaltma işlevi göreceğini umut etmektedir.
Bununla birlikte, bu işlev aşırı şişkin bir bürokrasi kurumu ve izlemedenetleme programları gerektirebilir, çünkü göçmenlerin geri dönüşü garanti
değildir ve çevrimsel ya da kısa-süreli göçmenler bile vize sürelerini aşmak
suretiyle yasadışı durumuna düşme potansiyeline sahiptir.
108
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Kaynakça
Elitok, Seçil Paçacı ve Thomas Straubhaar (yay. haz.). Turkey, Migration and the EU:
Potentials, Challenges and Opportunities. Hamburg: Hamburg University Press, 2012.
Erzan, Refik, Umut Kuzubas ve NiluferYildiz. “Immigration Scenarios: Turkey-EU.”
Turkish Studies 7 (1): 33–44, 2006.
Đçduygu, Ahmet ve Deniz Sert. “Turkey. Focus Migration Country Profile,” No 5, April
2009. http://focus-migration.hwwi.de/uploads/tx_wilpubdb/CP_05_Turkey_2009.pdf
Kirişci, Kemal. “Turkey: A Transformation from Emigration to Immigration.” Washington,
D.C.: Migration Policy Institute Migration Information Source, 2003.
http://www.migrationinformation.org/Profiles/display.cfm?id=176
Kirişçi, Kemal. “Managing Irregular Migration in Turkey: A Political-Bureaucratic
Perspective.” CARIM Analytical and Synthetic Notes, 61. Fiesole/Florence: Robert
Schuman Centre for Advanced Studies (EUI), 2008.
Polenz, Ruprecht. “Besser für beide: Die Türkei gehört in die EU.” Hamburg: Edition
Körber-Stiftung, 2010.
Tolay, Juliette.“Coming and Going: Migration and Changes in Turkish Foreign Policy.”
Turkey & Its Neighbors içinde, yayına hazırlayan R.H. Linden vd.. Boulder: Rienner,
2012.
Korku Politikasından İmkanlar Politikasına
109
Korku Politikasından Đmkanlar Politikasına:
Akdeniz’in Güneyinden Kuzeye Göç
Rana Deep Islam
Birleşik Krallık’ta bir toplumsal sorumluluk projesinden doğan rap grubu
Asian Dub Foundation, 2003’te en politik şarkılarından birini çıkardı. “Avrupa
Kalesi” adlı şarkının sözleri şöyle:
“Bu bizim hakkımız, durumu bileceksin // Çocuklarıyız biz küreselleşmenin
// Sınır mınır yok, gerçek bağlantı var // Đsyanın fitilini ateşleyeceksin // Yok
milliyeti bu neslin // Aşağından gelen baskı tek çözüm // (…) // Yık
duvarlarını Avrupa Kalesi’nin.”
Şarkının sözleri grubun Avrupa’yı, orada yabancılara ve göçmenlere yapılan
muameleyi olumsuz gördüğünü ortaya koyuyor. Aslına bakılırsa bir bütün
olarak şarkı 21. yüzyılın ilk on yılındaki tartışmaların arkaplanını oluşturan
Zeitgeist’ı yansıtmakta. Bu dönemde özellikle solcu çevrelerde Avrupa’nın
sınırlarının ardında pusuda bekleyen tehlikeleri dışarıda tutabilmek için
duvarlar diktiğini düşüncesi hakimdi. Bu dönemin anaakım söyleminde
ifadesini bulan fikirler –en başta da Batı yarımkürenin varoluşunu tehdit ettiği
söylenen “medeniyetler çatışması” fikri– uzmanlar, karar alma konumundakiler
ve kamuoyunun gözü önündeki kişilerce dahi benimsendi. Đslam dini ve Orta
Doğu-Kuzey Afrika bölgesi (ODKA) genel olarak Batı’yı, özel olarak da
Avrupa’yı tehdit eden başlıca tehlike kaynakları olarak görülüyordu. Önemli bir
husus, Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde zikredilen beş ana tehdidin tamamının
bu bölgede mevcut olmasıdır. Bu beş tehdit, uluslararası terörizm, bölgesel
çatışmalar, başarısız devletler, kitle imha silahları ve organize suç örgütleridir.
Ana çerçeve bu olunca ODKA bölgesiyle ilgili yaklaşımlarda güvenlik odaklı
bir mantık egemen oldu. Avrupa Komşuluk Politikası kapsamında oluşturulan
eylem planlarının içeriği bu durumu ayan beyan ortaya koyuyor.
Güvenlikleştirme trendini izleyen Avrupalı karar alıcılar, radikalizmin ve
köktendinciliğin kaynağında ekonomik yoksunluk ve toplumsal ayrışma
[segregasyon] yattığını düşünüyorlardı. AB’nin ekonomik işbirliği, yönetimsel
110
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
destek, siyasi reform tekliflerini ve AB ile Akdeniz’deki “partner devletleri”
arasında tercihli ticaret anlaşmalarını gündeme getirmesi, bunların hep
Avrupa’nın güvenliğini arttıracak önlemler olarak görülmesindendi. Bu anlayışa
göre Avrupa’nın komşularının refahı ne kadar artarsa oralardan Avrupa’ya
istikrarsızlık ve güvenlik tehditlerinin gelmesi riski de o oranda azalacaktı.
Güvenlik odaklı bu bakış açısında göç konusu da toplumsal bir olgu olmaktan
çıkıp güvenliği doğrudan ilgilendiren siyasi bir etkene dönüştü.
Ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya göçün iki boyutu var.
Bölgeden Avrupa’ya sürekli bir göç baskısı var, bu meselenin dış boyutudur.
Ama bir de bundan ayrı bir iç boyutu bulunuyor ki o da aile tarihinde göç olup
iki, üç, hatta dört kuşaktır Avrupa’da yaşayan AB vatandaşları ve AB
mukimlerinde ifadesini buluyor.
Avrupa pusulayı nasıl şaşırdı?
Avrupa’nın bütünleşmesi projesi bundan 60 yıl kadar önce kıtanın savaş
sonrasındaki harap vaziyetine bir siyasi yanıt olarak ortaya çıkmıştı.
Bütünleşme hoşgörüsüzlüğe, yabancı düşmanlığına, aşırı milliyetçiliğe ve
şovenizme karşı bir kalkan olarak görülüyordu. Bu görüşün altında şu basit
mantık yatıyordu: Avrupa toplumları arasındaki düşmanlık bitecek, yerini
işbirliği ve ortak kurumların getirdiği bağlara bırakacaktı. Ne var ki AB’nin
başarısı, bugün başındaki en büyük tehdide dönüşmüşe benziyor. Avrupa’nın
genç kuşakları, savaşı, açlığı, kargaşayı ve yıkımı ancak ders kitaplarından
biliyorlar. Đki dünya savaşının hatıraları kıtada artık unutulmuş gibi. Soğuk
Savaş döneminde Avrupa’nın savaşlarla dolu tarihi kendi kendisinin “ötekisi”
gibi tasvir ediliyor ve kolektif bir Avrupa kimliği oluşturmak için bir ayna
olarak kullanılıyordu. Bugünse “bizden” olanlar ve olmayanları belirlemeye
yönelik jeopolitik düşünme tarzına geri dönülmekte (Diez 2004). Yabancı
halklar, medeniyetler ve ülkeler giderek Avrupa’nın “ötekisi” olarak
betimleniyor ve kıtanın bunlardan kendini koruması gerektiği söyleniyor.
Tüm Avrupa’da sağ partilerin yükselişine tanık olmamız şaşırtıcı değil.
2000’de Jörg Haider ve lideri olduğu Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ)
koalisyonla hükümet ortağı oldu. Bu durum Avrupalı siyasetçilerde infial
Korku Politikasından İmkanlar Politikasına
111
yaratmıştı. Avrupa Birliği FPÖ’nün hükümet ortağı olmasına tepki olarak
Avusturya’ya yaptırımlar dahi getirmişti. Ama belli ki artık devir değişti. On yıl
önce kamuoyunun tepkisine neden olan sağ popülizm bugün çok daha normal
bir hal aldı ve Fransa’da Ulusal Cephe (Front National), Belçika’da Flaman
Menfaati (Vlaams Belang), Đsviçre Halk Partisi (Schweizerische Volkspartei),
Almanya’da Almanya Yanlısı Vatandaş Hareketi (Pro Deutschland),
Hollanda’da Özgürlük Partisi (Partij voor de Vrijheid) veya Đsveç Demokratları
(Sverigedemokraterna) olarak karşımıza çıkıyor. Radikal sağ yaygın kamuoyu
desteği bulmuş gibi görünüyor.
Sayılan tüm bu partiler Đslam’a karşı eleştirel ve saldırgan bir tutumu da
içeren bir ideolojiyi paylaşıyorlar. 9/11 terör saldırıları, Londra ve Madrid
bombalamaları ve karikatür krizi Avrupa’daki Đslam karşıtı duyarlılığı
güçlendirerek bu partilere seçim başarısı getirdi. Ancak Müslümanlara karşı
duyulan bu güvensizlik ve şüphecilikte yapısal ve toplumsal etkenlerin de
büyük payı var. Bunların en önemlisi, göçmenlerin ve göçmen kökenli AB
vatandaşlarının entegrasyon konusunda yeterli ve işlevsel bir isteklilik
göstermemesi, hatta tümden isteksiz olması.
Avrupa’daki Müslümanların büyük kısmı Cezayir, Fas, Tunus ve Türkiye
kökenli. ODKA bölgesinden Avrupa’ya göç konusunun Đslam ve Đslamofobi
tartışmalarıyla böylesine içiçe geçmiş olması bundan kaynaklanıyor (ayrıca bkz.
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi 2006). Bu iki mesele
aynı madalyonun iki yüzü gibi. Cami inşası (bkz. Đsviçre’de minare yapımının
yasaklanmasıyla sonuçlanan referandum örneği), namus cinayetleri, yabancı
kökenli çocukların suça karışmaları, Fransız banlieue’lerinde ve Birleşik
Krallık’ta olduğu gibi kentlerin merkez ve çeperlerinde yaşanan ayaklanmalar
gibi konularla ilgili olarak medyada çokça yer alan ve kanaat oluşturan
tartışmalar, Avrupa’nın “Đslamlaşacağı” korkusunu iyiden iyiye arttırdı.
Dolayısıyla, Đslam’ın ve Müslüman göçmenlerin toplumda dışlanışı hiç yoktan
türemiş bir durum değil; bilakis, kolay anlaşılır gibi duran gündelik birtakım
deneyimlere dayanıyor ve yabancıların sinsice toplumu işgal edeceği
korkusundan kaynaklanıyor. Pek çok Alman için Türkiye’nin AB üyeliği
sürecinin kaderi Brüksel’de değil, Berlin-Neukölln ve Berlin-Kreuzberg’deki
“problemli mahalleler”de (Problemkieze, kentsel mahallelerdeki parçalanmış
toplulukları ifade eden bir terim) olup bitenlere bağlı.
112
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
AB’nin dört bir yanında Akdeniz’in güneyinden gelen insanlara duyulan hınç,
sadece sağcı partilerce ifade ediliyor denemez. Anaakım siyasi partilerin de
giderek bu duyguları taşıyan seçmen kesimlerinden oy toplamaya çalıştığı artık
açıkça gözleniyor. 2011’de Fransa, Birleşik Krallık ve Almanya’nın hükümet ve
devlet başkanları neredeyse eşzamanlı olarak çok-kültürlülük devrinin
kapandığını kamuoyu önünde beyan ettiler (Laurence ve Vaïsse 2011). Ama bu
üç siyasetçi ne çok-kültürlülükten tam ne anladıklarını ortaya koydular, ne de
hayallerindeki entegre toplumun nasıl bir şey olduğunu anlattılar. Uyum içinde
nasıl daha iyi yaşayabiliriz sorusunun ayrıntılarına inmekten uzak kalan bu
tartışma, aşırı sağ oyları toplamayı hedefleyen yönetici elitlerin ucuz bir halkla
ilişkiler hamlesi olarak kalmış gibi görünüyor.
Alman hükümetinin entegrasyon söylemine en sivri katkısı, 2011’de Đç Đşleri
Bakanı Hans-Peter Friedrich’in “Đslam’ın Almanya’da yeri yok” sözleri ile geldi.
Bu tür demeçlerin göçmenleri entegrasyona teşvik etmesi pek mümkün değil
zira yabancı kökenli kişilerin nasıl karşılanması gerektiği konusunda kafalarında
herhalde bundan farklı bir şey vardır. Göçmenlerinin çoğunun hayatlarında
sahiden entegrasyonu sağlamış oldukları, istihdam imkanları sundukları, vergi
ödedikleri ve Almanya’nın refahına katkıda bulundukları düşünülürse bu gibi
çatışmacı ifadelerin göçmenlerce yüzlerine inmiş bir şamar gibi algılanmış
olması gayet doğaldır. Friedrich’in yaptığı “ötekileştirmek”tir – yani, belirli bir
grup insana ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar Alman toplumunun parçası
olamayacakları bildirmektir.
Karar alma konumundakilerin entegrasyonun, entegrasyonu teşvik eden
sözlerle başlayacağını anlaması gerekiyor. Avrupa sathında göçmen toplulukları
içinde bazı unsurların nüfusun çoğunluğunu oluşturan kesimin toplumsal
ilkelerini benimsemekte zorluk yaşadığı bir gerçek. Bu gruplardaki görece
yüksek işsizlik oranları ve yüksek eğitimde göçmenlerin temsili ile ilgili
istatistikler bunu ortaya koyuyor (Almanya örneği için bkz. Bundesamt für
Migration und Flüchtlinge 2011, Bundesamt für Migration und Flüchtlinge
2009). Bu sorunların halının altına süpürülmemesi, şeffaf bir şekilde
konuşulması gerek. Ancak son tahlilde nihai amaç etnik köken ayrımı
yapmaksızın insanların yaşam koşullarını sahiden iyileştirmek olmalı, yoksa
siyasi yelpazenin aşırı sağ kesiminden oyları kapmak değil.
Korku Politikasından İmkanlar Politikasına
113
Nüfus, saatli bomba gibi
Konunun dış boyutuna bakarsak, ODKA bölgesinden Avrupa’ya göç petrol
fiyatı şokunun yaşandığı 1970’lerden bu yana kaide değil, istisnadır. Göçmenler
ve iltica etmeye çalışanlar, özellikle de Sahra altından gelenler, Kuzey Afrika
üzerinden Avrupa topraklarına ulaşmaya çalışıyorlar ama AB ülkelerine
gitmeye çalışan göçmenlerin sadece yüzde 10 kadarı ODKA kökenli (Gubert
ve Nordman, 8, 62). Yine de Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan göç baskısı
görece yüksektir denebilir; özellikle tüm bölgeyi saran Arap Baharı isyanlarıyla
bu eğilim daha da güçlenmiştir. Protestoların şiddeti ve yayılma hızı Batılı
gözlemcileri şaşırtmış olabilir ama eylemlerin altında yatan demografik
gerçekler aslında yıllardır biliniyordu. Arap Đnsani Gelişme Raporu’na göre
Arap nüfusunun yüzde 54’ü 25 yaşın altındadır (Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı 2010). Bu kabarık genç nüfus ile bölge dünyanın en hızlı artan ikinci
nüfusuna sahiptir (Avrupa Toplulukları Komisyonu 2008, 6). Nüfusun bu genç
kesiminde işsizlik oranı yüzde 24’tür. Bu basınçlar varken halk
ayaklanmalarının başlaması zaten an meselesi idi (Roudi 2011). Bu rakamların
ardında, ekonomik fırsatların yokluğunu ve yolsuzluğa batmış yetkililerin
bitmek bilmeyen tacizlerini protesto etmek için kendini yakan Tunuslu genç
sokak satıcısı Mohammed Bouazizi’nin yüzünü görebiliriz. Onun kendini
yakması 2011’de değişim talebiyle tüm bölgeyi saran isyanın fitilini ateşledi
(Fahim 2011).
Arap Baharı’nın bölgeye demokrasi ve hukukun üstünlüğünü getirecek bir
reform sürecini başlatacağı umudu henüz gerçekleşmiş değil. Đstibdat
rejimlerinin devrilmesi sadece başlangıçtı; dönüşüm süreci ise yıllar sürecektir.
Toplumun tüm kesimlerini temsil eden sürdürülebilir yönetim sistemlerinin
kurulması uzun ve sancılı bir mücadeleyi gerektiriyor. Dolayısıyla, ODKA
bölgesi bir istikrarsızlık ve jeopolitik kararsızlık alanı olmaya devam edecek.
Avrupa’ya göçmeye çalışanların sayısındaki artış gibi bazı göstergeler buna
işaret ediyor. 2012 başında Eurostat AB’ye yapılan iltica başvurularının
neredeyse yüzde 25 arttığını açıkladı. En büyük artış, sırasıyla altı kat ve beş kat
artışla Tunuslu ve Libyalı’lardan gelen başvurularda gerçekleşmişti (Eurostat
2012). Bu trend sönümlenme aşamasına gelene kadar muhtemelen önce daha
da güçlenecektir. Zaten devasa boyutlardaki istihdam talebi de aynı şekilde
daha da artacaktır. Güney Akdeniz ülkeleri önümüzdeki 10 yılda sırf mevcut
114
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
işsizlik oranlarını koruyabilmek için 25 milyon yeni iş yaratmak zorundalar
(Dünya Ekonomik Forumu/OECD 2011, 9). Bugün itibarıyla bu çözülmesi
imkansız ölçekte bir sorun gibi göründüğünden, Avrupa gelecekte Akdeniz’le
ilgili her türlü plan yaparken Orta Doğu ve Akdeniz’den gelen istihdam temelli
göç meselesini de hesaba katmak zorunda kalacak.
Ne yapılmalı?
Avrupa Birliği küresel güç olma iddiasına uygun hareket etmek istiyorsa,
güneyinde olan biteni aktif olarak şekillendirebilmelidir. Arap dünyası için
Marshall Planı benzeri bir girişim önerilmişse de henüz somut politikalar
düzeyinde harekete geçilmiş değildir. Genel olarak, AB’nin ODKA ülkelerine
sadece güvenlik kaygıları perspektifinden yaklaşmayı bırakması şarttır. Elbette
bu bölgeden kaynaklanan pek çok sıkıntı var. Ama bölge iki tarafın da
faydalanabileceği muazzam bir potansiyele ve fırsatlara da sahip. Bu nedenle
Avrupa devletlerinin göç meselesini her iki boyutuyla ele almaları kendi
çıkarlarına olacaktır. ODKA kökenli göçmen trafiği, Avrupa toplumlarının
mevcut göçmen topluluklarını entegre edebilmesi meselesiyle ister istemez
ilişkilidir.
Planlı işgücü göçünün getirileri
Yukarıda bahsedildiği gibi, ODKA ülkeleri genç nüfustaki şişkinlik sebebiyle
işsiz bir kuşak sonucuna doğru sürüklenmekte. Pek çok Avrupa ülkesi ise
doğurganlık oranlarının düşmesi ve ortalama yaşam süresinin artması sebebiyle
gittikçe küçülen bir işgücü ile karşı karşıya. Bu durum bariz bir eleman açığına
yol açıyor; 2010’da eleman açığı oranı yüzde 1,5’tu. Almanya’da bu oran yüzde
2,6’ya kadar çıkmıştı (Eurostat 2011, 68). Đşgücü açığı en çok hizmet
sektöründe, özellikle de toptan ve perakende ticarette, otel ve restoranlarda, ve
ulaşım ile iletişim alanlarında hissediliyor. (Dünya Bankası/Avrupa Komisyonu
2009, 37). Dolayısıyla, Akdeniz’in iki yakasındaki işgücü piyasaları bugün
itibarıyla doğal bir şekilde birbirlerini tamamlar nitelikteler. ODKA’dan
Avrupa Birliği’ne nizami işgücü göçü sağlanabilirse güney Akdeniz
toplumlarının nüfus fazlası kısmen azalacak, aynı zamanda Avrupa’daki nüfus
Korku Politikasından İmkanlar Politikasına
115
açığının olumsuz makroekonomik sonuçları da hafifletilebilecektir. AB’nin
bölgeye ilişkin politikaları kapsamında kurulacak bir Akdeniz iş ve işçi bulma
ajansı vasıtasıyla Avrupa’daki eleman açıkları ODKA ülkelerinden yeterli
nitelikleri taşıyan adaylarla kapatılabilir. Frontex’in aksine bu ajans AB’nin dış
sınırlarını korumayı değil, göçmen akışını teşvik etmek ve uygun yerlere
yönlendirmek üzere sınırları açmayı hedeflemelidir.
Bir değer olarak çeşitlilik
Akdeniz’in güneyinden Avrupa’ya entegrasyon hedefli bir göç hareketinin
gerçekleşebilmesi için öncelikle AB’de karar alma konumunda olanların bakış
açısının değişmesi gerekiyor. Gerek dış, gerek iç boyutlarıyla göç meselesine
ilişkin siyasi ve kamusal söylemler hâlâ büyük ölçüde olumsuz imaj ve
önyargılara dayanıyor. Avrupa Birliği’nde kamuoyunun gözü önündeki kişiler
göçle ilgili konuları ele alırken bilinçli olarak olumlu bir tavır takınmalılar.
Avantajlar ve fırsatlar dezavantaj ve risklerden daha fazla vurgulanmalı. Amaç,
Avrupa çapında bir Willkommenskultur (hüsnü kabul kültürü) felsefesi ve
kimliği sergilemek ve bunun her bir AB mukimi tarafından içselleştirilmesini
sağlamak olmalı.
Sağ popülizme direnmek
ODKA kökenli göçmenlere yaklaşımın olumlu hale gelebilmesi için genel
iklimin değişmesi, bunun için de AB’li politikacıların yükselişte olan aşırı sağ
hissiyatı kontrol altına almaları şart. Avrupalı karar alıcıların bu konudaki
kayıtsızlıkları bugün apaçık ortada. Sağ popülizmin parlamentoda ya da
hükümette temsil edilmediği bir AB üyesi ülke yok gibi ama siyasi elitler bu
konuda neredeyse tamamen suskun kalmayı tercih ediyorlar. Bu pasif tutum,
Avrupa’da anaakım siyasetin aşırı sağcı partilerin siyasi sistemdeki varlığı
konusunda teslimiyetçi davrandıkları algısını yaratıyor. Bu pasifliğe artık bir son
vermek gerek. Stéphane Hessel’in “Öfkelenin!”de yazdığı gibi, Avrupa
toplumunun kurucu normlarına aykırı toplumsal trendlere kayıtsız kalmamak
vatandaşlık görevidir. Bu örnekte de söz konusu olan norm, insanların etnik ve
dini kökenleri nedeniyle ayrımcılığa uğramalarını engelleyecek tolerans ve insan
onuruna saygı ilkeleridir. Bu konuda atılacak ilk adımlardan biri, özel olarak
116
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
sağcı partilerin ve bunların yabancı düşmanı ideolojilerinin nüfuzunu
marjinalleştirmek amacıyla devlet ve hükümet başkanlarını yılda bir kez
buluşturacak bir AB konseyi kurmak olabilir.
Đslam konferansı vasıtasıyla diyaloğu güçlendirmek
Yukarıda da belirtildiği gibi, Avrupa’daki pek çok göçmen ve göçmen
ailelerden gelen AB vatandaşı ODKA kökenlidir. Bu insanların Müslümanlık
kimliğine indirgenmeleri elbette yanlış ama Avrupalıların Đslam dinine ve
Đslam’ın toplumdaki yerinin giderek genişlemesine nasıl yaklaştıkları konusunda
tartışmayı teşvik etmek gerekiyor. Bu yapılırken konu hakkında konuşmakla
yetinmemek, bu din ve temsilcileri ile diyalog kurmak büyük önem taşıyor.
Böyle bir alışverişin gerçekleşeceği mecralardan biri Almanların
Islamkonferenz’ı benzeri bir Đslam Konferansı serisi olabilir. Devlet ile Đslam
arasındaki hassas ilişkiler, laiklik meselesi, ve bu dinin topluma daha iyi entegre
olmasını sağlamak gibi konuları bu tür bir forumda konuşmaya ihtiyaç vardır.
Korku Politikasından İmkanlar Politikasına
117
Kaynakça
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Đzleme Merkezi (EUMC).
“Muslims in the European Union. Discrimination and Islamophobia.”
Viyana: EUMC, 2006.
Avrupa Toplulukları Komisyonu (CEC). “Regions 2020 – Demographic
Challenges for European Regions.” Komisyon Üyelerinin Ön Raporda
Kullandığı Belgelerden, SEC(2008) 2868, “Regions 2020 – An Assessment
of Future Challenges for EU Regions.” Brüksel: CEC, 2008.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı. “Arab Human Development
Report – Population Levels, Trends and Policies in the Arab Region:
Challenges and Opportunities.” New York: UNDP, 2010.
Bundesamt für Migration und Flüchtlinge. “Migranten am Arbeitsmarkt in
Deutschland.” Integrationsreport Ön Rapor 36, 2011.
Bundesamt für Migration und Flüchtlinge. “Berufliche und akademische
Ausbildung von Migranten in Deutschland.” Integrationsreport Ön Rapor
22, 2009.
Diez, Thomas. “Europe’s Others and the Return of Geopolitics.”
Cambridge Review of International Affairs 17: 319–335, 2004.
Dünya Bankası ve Avrupa Komisyonu. “Shaping the Future – A Long
Term Perspective of People and Job Mobility for the Middle East and
North Africa.” Washington, D.C./Brüksel: Dünya Bankası/Avrupa
Komisyonu, 2009.
Dünya Ekonomik Forumu ve OECD. “Arab World Competitiveness
Report, 2011–2012.” Paris: OECD, 2011.
Eurostat. “Asylum Applicants and First Instance Decisions on Asylum
Applications: Second Quarter 2011.” 2012.
118
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Eurostat. “Labour Market Statistics – 2011 Edition.” Brüksel: Eurostat,
2011.
Fahim, Kareem. “Slap to a Man’s Pride Set Off Tumult in Tunisia.” The
New York Times, 22 Ocak 2011.
Gubert, Flore ve Christophe J. Nordman. “Migration from MENA to
OECD Countries: Trends, Determinants, and Prospects.” Dünya
Bankası’nın “Shaping the Future: A Long-Term Perspective of People and
Job Mobility for the Middle East and North Africa.” başlıklı raporunun
hazırlık belgelerinden, Washington, D.C.: Dünya Bankası, 2009.
Laurence, Jonathan ve Justin Vaïsse. “The Dis-Integration of Europe.”
Foreign Policy, 28 Mart 2011.
Roudi, Farzaneh. “Youth Population and Employment in the Middle East
and North Africa: Opportunity or Challenge?” Birleşmiş Milletler
Gençlerle Đlgili Uzmanlar Grubu Toplantısı tarafından yayımlanmış makale,
Gençlik ve Kalkınma, 2011.
119
Yazarlar
Yossi (Joseph) Alpher Đsrail’e ilişkin stratejik konularda çalışan bir yazar ve
danışmandır. Aynı zamanda bitterlemons.net internet yayın grubunun
editörlerindendir. 1981-1995 arasında Tel Aviv Üniversitesi’ne bağlı Jaffae
Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde çalıştı ve müdür konumuna yükseldi. Daha
sonra Đsrail-Filistin barış süreci üzerine odaklanarak Temmuz 2000’de (Camp
David görüşmeleri sırasında) Đsrail Başbakanı Özel Danışmanı olarak görev
yaptı.
Nilgün Arısan Eralp lisans derecesini Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi
Bölümü’nden aldı. Leicester Üniversitesi Ekonomik Kalkınma
programından ve London School of Economics Avrupa Çalışmaları
programından yüksek lisans dereceleri vardır. Eralp 1987-1996 yılları
arasında Türkiye’de bazı başka yüksek resmi yetkililer yanında Avrupa
Birliği’nden sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı’na ve
Başbakan’a danışmanlık yaptı. 1990-1992 yılları arasında Devlet Planlama
Teşkilatı AB ile Đlişkiler Genel Müdürlüğü’nde uzman olarak çalıştı.
1996’da, Đktisadi Kalkınma Vakfı ile Avrupa Komisyonu’nun birlikte
finanse ettiği “Küçük ve Orta Boy Đşletmelere Gümrük Birliği Hakkında
Bilgi Ağı Kurma Projesi’nin koordinatörlüğünü üstlendi. 1997-2000
arasında Devlet Planlama Teşkilatı AB ile Đlişkiler Genel Müdürlüğü’ne
bağlı Politika ve Uyum Dairesi başkanı olarak görev yaptı. Bu görevden
ayrıldıktan sonra 2009 yılına kadar Başbakanlık Avrupa Birliği Genel
Sekreterliği’nde (ABGS) Ulusal Program Dairesi Başkanlığı görevini
sürdürdü. Eralp bu dönem boyunca ABGS’yi temsilen Ankara Üniversitesi,
Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezi'nde (ATAUM)
Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. AB ve Türkiye-AB ilişkileri gibi konularda
çok sayıda yayın yaptı ve çeşitli üniversitelerde dersler verdi. Eralp
2009’dan bu yana TEPAV Avrupa Birliği Enstitüsü’nün direktörlüğünü
yapmaktadır.
120
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Seçil Paçacı Elitok Utah Üniversitesi’nde ekonomi doktorası yapmıştır.
Uzmanlık konuları ekonomik kalkınma, kalkınma ekonomisi ve uluslararası
ticarettir. Lisansüstü çalışmaları boyunca önce Utah Üniversitesi Ekonomi
Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış, ardından Maltepe
Üniversitesi (Đstanbul) kadrosuna katılarak göç konulu araştırma projeleri
yürütmüş, Erasmus programının koordinatörlüğünü üstlenmiş ve verdiği
dersleri çeşitlendirmiştir. Aralık 2006’da Utah Üniversitesi’nden Yüksek
Öğretim’de Uzmanlık (HETS) sertifikası aldı. Haziran 2009’da, AB Marie
Curie Araştırma Eğitimi Ağı Göçmenlerin Ulusötesi Konumu programı
çerçevesinde verilen Marie Curie araştırma bursuyla Hamburg Uluslararası
Ekonomi Enstitüsü’ne (HWWI) gitti ve Göç Araştırma Grubu’nda uzman
araştırmacı olarak çalıştı. Başlıca araştırma konuları arasında uluslararası
göç, özellikle de Türkiye’den dışarı ve dışarıdan Türkiye’ye göç, üst düzey
kalifiye göç ve göçmen işçi dövizleri sayılabilir. Seçil Paçacı Elitok halen
araştırmacı olarak HWWI bünyesinde çalışmaktadır.
Christian-Peter Hanelt Bertelsmann Stiftung’un “Avrupa’nın Geleceği”
programında Avrupa ve Orta Doğu uzmanı olarak çalışmaktadır. On yıldan
uzun süredir Stiftung’daki “Kronberg Orta Doğu Konuşmaları”nı
düzenlemektedir. Kiel ve Şam’da siyaset bilimi, tarih ve Arap ilimleri
okuyan Hanelt, Almanya, Kiel’deki Christian-Albrechts Üniversitesi’nde
Siyaset Bilimi alanında yüksek lisans yaptı. Kuveyt savaşı ve Orta Doğu
barış sürecinin başlamasını izleyen dönemde Alman SAT.1 kanalında editör
ve muhabir olarak çalıştı. Mısır’da okur-yazarlığın yaygınlaştırılması, Đsrail
ve Filistin Toprakları’ndaki gazetecilerin eğitilmesi gibi konularda faaliyet
gösterdi. Uzmanlık alanları arasında Đsrail-Arap çatışması, AB-Körfez
Đlişkileri (Körfez Đşbirliği Konseyi), Irak ve Đran, Arap dünyasında
sosyopolitik ve ekonomik kalkınma sayılabilir.
Rana Deep Islam halen Erlangen-Nürnberg Üniversitesi’nde uluslararası
ilişkiler alanında doktora yapmaktadır. Araştırma konularından bazıları AB
ile Türkiye’nin Orta Doğu’ya yaklaşımları ve Alman toplumunda göç ve
entegrasyon meselesidir. Rana Deep Islam aynı zamanda Potsdam ve
121
Chemnitz Üniversitelerinde dersler vermektedir. 2011’de Washington
D.C’deki Johns Hopkins Üniversitesi’ne bağlı Çağdaş Almanya Çalışmaları
Amerikan Enstitüsü’nden (AICGS) araştırma bursu almıştır. Daha önce
Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda çalışmış, Washington D.C.’deki
Uluslararası Đlişkiler Đleri Araştırmalar Okulu’nda çeşitli görevlerde
bulunmuş ve Berlin’de Alman Sosyal Demokrat Parti’nin Yönetim
Kurulu’nda yer almıştır. Belçika’nın Bruges kentindeki Avrupa Koleji’nden
aldığı yüksek lisans derecesi vardır.
Ayhan Kaya Đstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü’nde siyaset
bilimi profesörü ve Jean Monnet kürsüsü başkanıdır. Avrupa Enstitüsü’nün
başkanı olarak ilgilendiği alanlardan bazıları şunlardır: Avrupa’da
moderniteler ve kimlikler, özellikle de Almanya, Fransa, Belçika ve
Hollanda’daki Avrupa Müslümanları; Türkiye’deki Çerkes diasporası;
modern diaspora kimliklerinin oluşumu ve ifadesi; hoşgörü ve çokkültürlülük. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Warwick
Üniversitesi’nden almıştır. En son yayımlanan kitabı Islam, Migration and
Integration: The Age of Securitization’dır (Londra: Palgrave, 2009); diğer
yayınlarından bazıları şunlardır: Circassian Diaspora in Turkey (Đstanbul:
Đstanbul Bilgi University Press, 2011), Belgian-Turks (Brüksel: Kral
Baudouin Vakfı, 2008, Ferhat Kentel ile birlikte), Euro-Turks: A Bridge or a
Breach between Turkey and the EU (Brüksel: CEPS Yayınları, 2005, Ferhat
Kentel ile birlikte). Europeanization and Tolerance in Turkey (Londra: Palgrave,
2013) başlıklı kitabı yakında yayımlanacaktır. Halen “Avrupa’da Kimlikler
ve Moderniteler” ve “Hoşgörü, Çoğulculuk ve Toplumsal Kaynaşma: 21.
Yüzyıl Avrupasının Sorunlarına Cevap Ararken” başlıklı FP7 projeleri ile
“Yurtdışına ve Köyden Kente Göçün Orta Ve Doğu Avrupa’da Etkileri”
başlıklı bir AB projesinde çalışmaktadır.
E. Fuat Keyman Đstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde Uluslararası Đlişkiler
profesörüdür. Sabancı Üniversitesi’ne bağlı Đstanbul Politikalar Merkezi’nin
de direktörüdür. Aynı zamanda Radikal gazetesine düzenli yazı yazmakta ve
Türkiye ve dünya siyaseti üzerine yorum ve analizler yaptığı bir TV
122
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
programını
sürdürmektedir.
Çalışma
alanları
demokratikleşme,
küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve Türkiye-AB ilişkileridir.
Bu konularda gerek Đngilizce gerek Türkçe pek çok yayını vardır.
Kitaplarından bazıları şunlardır: Symbiotic Antagonisms: Contending Discourses of
Nationalism in Turkey (Salt Lake City: Utah Üniversitesi Yayınları, 2011,
Ayşe Kadıoğlu ile birlikte); Remaking Turkey (Oxford: Lexington, 2008);
Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics, Domestic Transformations
(Đstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007, Ziya Öniş ile birlikte);
Citizenship in a Global World: European Questions and Turkish Experiences
(Londra: Routledge, 2005, Ahmet Đçduygu ile birlikte); Globalization, State,
Identity/Difference: Towards a Critical Social Theory of International Relations (New
Jersey: Humanities Press, 1997); Kentler: Anadolu’nun Dönüşümü (Đstanbul:
Doğan Yayıncılık, 2010, Türkçe); Küreselleşme, Avrupalılaşma ve Türkiye’de
Vatandaşlık (Đstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009, Türkçe); Türkiye’nin
Đyi Yönetimi (Đstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, Türkçe); Değişen
Dünya Dönüşen Türkiye (Đstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, Türkçe);
ve Türkiye ve Radikal Demokrasi (Đstanbul: Alfa, 2001, Türkçe).
Ghassan Khatib halen Filistin Yönetimi Medya Merkezi’nin yöneticiliğini
yapmaktadır. 2002’de Filistin Çalışma Bakanı, 2005-2006’da da Planlama
Bakanı olarak görev yaptı. 2006-2009 yılları arasında Birzeit
Üniversitesi’ndeki sosyal yardım merkezinde başkan yardımcısı olarak
çalıştı. Araştırma, kamuoyu yoklamaları ve medya faaliyetlerine odaklanan
Kudüs Medya ve Đletişim Merkezi’nin kurdu ve bir dönem başkanlığını
yaptı.1991’de Madrid’deki Orta Doğu Barış Konferansı’na ve 1991-1993
yılları arasında devam eden ikili müzakerelere Filistin heyetinin üyesi olarak
katıldı. Khatib, internette yayımlanan Filistin-Đsrail siyasetiyle ilgili
bitterlemons.org dergisinin kurucu ve yöneticilerinden biridir. Durham
Üniversitesi’nde Orta Doğu siyaseti üzerine doktora yapmıştır. Palestinian
Politics and the Middle East Peace Process: Consensus and Competition in the
Palestinian Negotiation Team adlı bir kitabı vardır.
123
Ziad Majed ABD’deki Kettering Vakfı’nda konuk araştırmacı olarak bulunmuş
(2008) ve aylık Al-Ofok dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenmiştir (2007–
2010). Ayrıca Uluslararası Kesintisiz Diyalog Enstitüsü’ne danışmanlık
yapmıştır. Stockholm’deki Uluslararası Demokrasi ve Seçim Destek
Enstitüsü’nde program görevlisi (1999-2000) ve Beyrut’taki Lübnan
Politika Araştırmaları Merkezi’nde proje koordinatörü olarak çalışmıştır
(1994–1998). 2007’den beri Arap Demokrasi Çalışmaları Ağı’nda
koordinatör ve araştırmacı, 2010’dan beri de Paris Amerikan
Üniversitesi’nde Orta Doğu Çalışmaları bölümünde yardımcı doçent olarak
görev yapmaktadır.
Almut Möller Avrupa’nın bütünleşmesi ile Avrupa dışişleri ve güvenlik
politikaları üzerine çalışan bir siyasi analisttir. Berlin’deki Almanya Dış
Đlişkiler Konseyi’ne (DGAP) bağlı Alfred von Oppenheim Avrupa
Politikalar Merkezi’nin başkanıdır. Möller, Avrupa Birliği’ndeki genel siyasi
ve kurumsal gelişmeler, Almanya’nın Avrupa politikası ve AB’nin
komşularına, özellikle de Orta Doğu’ya ilişkin dış politika ve güvenlik
meseleleri gibi konularda pek çok yayın yapmıştır. Avrupa ve dünya siyaseti
üzerine Alman ve dünya medyasında sık sık yorumcu olarak yer almaktadır.
Anadili olan Almanca’nın yanında çok iyi derecede Đngilizce ve Fransızca
konuşmakta, Arapça’sını da geliştirmektedir. Almut, 2010’da DGAP’a
katılmadan önceki dönemde Londra’da bağımsız analist olarak çalıştı. 20022008 yılları arasında Münih’teki Ludwig-Maximilians-Universität’e bağlı
Uygulamalı Politika Araştırmaları Merkezi’nde (CAP) araştırmacı olarak
bulundu ve AB’de kurumsal reform, genişleme ve Avrupa-Akdeniz işbirliği
gibi konularda çalıştı. Möller halen Washington D.C.’deki Johns Hopkins
Üniversitesi’ne bağlı Çağdaş Almanya Çalışmaları Amerikan Enstitüsü
(AICGS) ve Viyana yakınlarındaki Maria Enzersdorf’da bulunan Avusturya
Avrupa ve Güvenlik Politikaları Enstitüsü (AIES) bünyesinde araştırmacı
olarak yer almaktadır. 2006’da Çin’in Pekin kentindeki Renmin
Üniversitesi’nde, 2007’de Kahire’deki Al Ahram Siyasi ve Stratejik
Araştırmalar Merkezi’nde, 2008’de de Washington D.C.’deki AICGS’de
konuk araştırmacı olarak bulundu. Möller’in Münih Ludwig-MaximiliansUniversität’ten Siyaset Bilimi alanında yüksek lisans derecesi vardır (2002).
124
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Münster’deki Westfälische Wilhelms-Universität’te ve Aix-en-Provence’taki
Institut d’Études Politiques’te (Sciences-Po) de okumuştur. Yayınlarının
listesine
DGAP’ın
web
sayfasından
ulaşılabilir:
https://dgap.org/de/user/258
Dorothée Schmid Uluslararası siyaset üzerine çalışan Paris’teki düşünce
kuruluşu Institut français des relations internationales’de (IFRI) Türkiye
Programı direktörüdür. Akdeniz ülkeleri ve Orta Doğu’ya ilişkin AB
politikaları konusunda çalışan bir uzman olarak, bölgedeki siyasi reform ve
demokratikleşme süreçlerine ilişkin Avrupa-Akdeniz bağlamında yürütülen
araştırma projelerinde Avrupa’daki çeşitli enstitülerle sıkı bir ilişki içinde
çalışmıştır. Şu anki çalışmaları daha çok Fransa-Türkiye ilişkileri, Türkiye iç
siyasetindeki gelişmeler ve Türkiye’nin özellikle Arap baharından sonra
beliren yeni diplomatik hedefleri konularındadır. Son dönemdeki
yayınlarından biri, Türkiye’deki düşünce kuruluşu EDAM ile beraber
yayımladığı Les Élites françaises et la Turquie : une relation dans l'attente (Fransız
Eliti ve Türkiye: Đkircikli bir Đlişki) başlıklı rapordur (2010). Ayrıca
Türkiye’nin Orta Doğu’ya ilişkin dış politikasını ele alan bir kitabın
editörlüğünü üstlenmiştir: La Turquie au Moyen-Orient : le retour d'une puissance
régionale ? (Türkiye ve Orta Doğu : Bir Bölgesel Güç Yeniden mi Doğuyor?), CNRS
Yayınları (2011). Dorothée Schmid Sciences-po Paris’te ekonomi
okumuştur. Yine Sciences-po Paris’ten ekonomi alanında yüksek lisans
derecesi almış ve Paris-II Üniversitesi’nde (Panthéon-Sorbonne) siyaset
bilimi doktorası yapmıştır.
Julia Seiler halen Bertelsmann Stiftung’a bağlı “Avrupa’nın Geleceği”
programında çalışmaktadır. Londra Üniversitesi Yakın ve Ortadoğu
Çalışmaları Okulu’ndan (School of Oriental Studies and African Studies)
yüksek lisans derecesi aldı. Amman’daki Friedrich Ebert Vakfında staj
yapan Julia Seiler, Arapçasını ilerletmek için de Suriye, Yemen ve Mısır’da
kaldı.
125
Thomas Straubhaar Hamburg Uluslararası Ekonomi Enstitüsü’nün (HWWI)
müdürü (2005’ten bugüne) ve Hamburg Üniversitesi’nde ekonomi
profesörü (1999’dan bugüne) olan Straubhaar’ın uzmanlık alanı, uluslararası
ekonomik ilişkilerdir. Bern Üniversitesi’nden ekonomi alanında doktorasını
aldıktan sonra (1993) Berkeley’de California Üniversitesi’nde doktora
sonrası araştırmalar yapmıştır (1985–1986). 1987 yılında “Uluslararası
Emek Göçünün Ekonomisi” konulu yayınıyla Bern Üniversitesi’nden
habilitasyon (doçentlik) almıştır. Bern, Konstanz, Basel ve Freiburg
Üniversitelerinde dersler veren Straubhaar, 1992’de Hamburg’daki Helmut
Schmidt Üniversitesi’nde ekonomi profesörlüğüne atanmıştır. 1998’den bu
yana yine Hamburg’daki Europa Kolleg’e bağlı Entegrasyon Araştırmaları
Enstitüsü’nün müdürü olarak görev yapmaktadır. 1999-2006 yılları arasında
Hamburg Uluslararası Ekonomi Enstitüsü’nün başkanlığını yürütmüştür.
2010’da Washington D.C.’deki Transatlantic Academy’de araştırmacı olarak
bulunmuştur. Yazarın başlıca araştırma konuları, ekonomik ilişkiler,
ekonomi politikaları, denetleme politikaları, göç, nüfus ekonomisi ve eğitim
ekonomisidir.
Nathalie Tocci Istituto Affari Internazionali’nin müdür vekili The International
Spectator’da editör yardımcısıdır. Transatlantic Academy (Washington D.C.),
Avrupa Üniversitesi Enstitüsü (Floransa) ve Avrupa Politikalar
Merkezi’nde (Brüksel) araştırmacı olarak bulunmuştur. Yayımlanmış
kitaplarından bazıları şunlardır: Turkey's European Future: Behind the Scenes of
America's Influence on EU-Turkey Relations (New York:: NYU Yayınları,
2011); The EU Civil Society and Conflict (Londra: Routledge 2011, yay. haz.);
Civil Society, Conflict and the Politicisation of Human Rights (Tokyo: UN
Üniversitesi Yayınları, 2011, R. Marchetti ile yay. haz.); Cyprus: A Conflict at
the Crossroads (Manchester: Manchester Üniversitesi Yayınları, 2009, T. Diez
ile yay. haz.); The EU and Conflict Resolution (Londra: Routledge, 2007); EU
Accession Dynamics and Conflict Resolution (Londra: Ashgate, 2004).
126
Avrupa, Türkiye ve Akdeniz
Europe in Dialogue’un Önceki Yayınları
Europe in Dialogue 2012 | 02
The Arab Spring: One Year After. Transformation Dynamics,
Prospects for Democratization, and the Future of the ArabEuropean Cooperation.
Amine Ghali, Ibrahim Hegazy, Salam Kawakibi, Eberhard Kienle, Elham Manea,
Samir Saadawi, Tobias Schumacher, Jan Völkel
Europe in Dialogue 2012 | 01
Solidarity: For Sale? The Social Dimension of the New
European Economic Governance.
Gordon Bajnai, Thomas Fischer, Stephanie Hare, Sarah Hoffmann, Kalypso
Nicolaïdis, Vanessa Rossi, Juri Viehoff, Andrew Watt
Europe in Dialogue 2011 | 02
European Economic Governance. Impulses for Crisis
Prevention and New Institutions.
Iain Begg, Ansgar Belke, Sebastian Dullien, Daniela Schwarzer, Ramūnas
Vilpišauskas
Europe in Dialogue 2011 | 01
The Future of the Mediterranean. Which Way for Europe
and North Africa?
Khalil Al-Anani, Zeidan Ali Zeidan, Moncef Cheikh-Rouhou, Arslan Chikhaoui,
Ahmed Driss, Moaaz Elzoughby, Bassma Kodmani, Mehdi Lahlou, Ziad Majed
Europe in Dialogue 2010 | 01
Rebalancing the Global Economy. Four Perspectives on
the Future of the International Monetary System.
Stefan Collignon, Richard N. Cooper, Masahiro Kawai, Yongjun Zhang
Transformation
TransformationIndex
IndexBTI
BTI2012
2012
BERT_Titel_BTI2012.qxd:Bertelsmann
BERT_Titel_BTI2012.qxd:Bertelsmann
Cover A4
Cover
24.02.2011
A4 24.02.2011
11:38 Uhr
11:38Seite
Uhr 1Seite 1
| 2006
| 2006
| 2008
| 2008
| 2010
| 2010
| 2012
| 2012
20032003
Advocating
Advocatingreforms
reformstargeting
targetingthethegoal
goalof ofa aconstitutional
constitutional
democracy
democracyand
andsocially
sociallyresponsible
responsiblemarket
marketeconomy,
economy,thethe
Transformation
TransformationIndex
IndexBTIBTIprovides
providesthetheframework
frameworkforforanan
exchange
exchangeof ofbest
bestpractices
practicesamong
amongagents
agentsof ofreform.
reform.Within
Within
thisthisframework,
framework,thetheBTIBTIpublishes
publishestwo
tworankings,
rankings,thetheStatus
Status
Index
Index
and
and
thethe
Management
Management
Index,
Index,
both
both
of of
which
which
areare
based
based
onon
in-depth
in-depth
assessments
assessments
of of
128
128
countries.
countries.
Bertelsmann
Bertelsmann
Stiftung
Stiftung
(ed.)(ed.)
Transformation
Transformation
Index
Index
| BTI
| BTI
2012
2012
Politische
Politische
Gestaltung
Gestaltung Index
Transformation
Transformation
Index
BTIBTI
2012
2012
im internationalen
im internationalen
Vergleich
Vergleich
Political
Political
Management
Management
in International
in International
Comparison
Comparison
2012,
2012,
approx.
approx.
180
180
pp.
pp.
paperback
paperback
approx.
approx.
EUR
EUR
22.00
22.00
/ ISBN
/ ISBN
978-3-86793978-3-86793344-5
344-5
Sustainable
SustainableGovernance
GovernanceIndicators
Indicators2011
2011
Bertelsmann
Bertelsmann
Stiftung
Stiftung
(ed.) (ed.)
Sustainable
Sustainable
Governance
Governance
Indicators
Indicators
2011
2011
How
Howsuccessful
successfulareareOECD
OECDcountries
countriesin inachieving
achievingsustainable
sustainable
policy
policyoutcomes?
outcomes?How
Howeffectively
effectivelydodogovernments
governmentsin inthese
these
countries
countriessteer
steerchange,
change,and
andtotowhat
whatextent
extentdodothey
theyengage
engage
civil
civil
society
society
in in
thethe
process?
process?
In In
answering
answering
these
these
questions,
questions,
thethe
2011
2011edition
editionof ofthetheSustainable
SustainableGovernance
GovernanceIndicators
Indicators(SGI)
(SGI)
aims
aimstotofoster
fostergood
goodgovernance
governanceand
andsustainable
sustainablepolicy
policy
outcomes
outcomesin inthetheOECD
OECDbybyencouraging
encouraginginstitutional
institutionallearning
learning
through
through
anan
exchange
exchange
of of
best
best
practices.
practices.
The
The
authors
authors
argue
argue
that
that
national
national
governments
governments
stillstill
have
have
a considerably
a considerably
broad
broad
cope
cope
of of
action
action
in in
facing
facing
upcoming
upcoming
challenges.
challenges.
Policy
Policy
Performance
Performance
and and
Governance
Governance
Capacities
Capacities
in the
in OECD
the OECD
2011,
2011,
288
288
pp.,
pp.,
paperback
paperback
EUR
EUR
32.00
32.00
/ ISBN
/ ISBN
978-3-86793-081-9
978-3-86793-081-9
Contact:
Contact:
Verlag
Verlag
Bertelsmann
Bertelsmann
Stiftung,
Stiftung,
P.O.
P.O.
Box
Box
103,
103,
33311
33311
Gütersloh,
Gütersloh,
GERMANY
GERMANY
FaxFax+49
+49
5241
5241
81-681175,
81-681175,
E-Mail:
E-Mail:
[email protected]
[email protected]
Adres
Adres| İletişim
| İletişim
Bertelsmann
BertelsmannStiftung
Stiftung
Carl-Bertelsmann-Straße
Carl-Bertelsmann-Straße256
256
P.O.
P.O.Box
Box103
103
33311
33311Gütersloh
Gütersloh
GERMANY
GERMANY
Phone
Phone+49
+495241
524181-0
81-0
Fax
Fax +49
+495241
524181-81999
81-81999
GarciaSchmidt
Schmidt
Armando
ArmandoGarcia
Phone
Phone+49
+495241
524181-81543
81-81543
E-Mail
[email protected]
[email protected]
Joachim
JoachimFritz-Vannahme
Fritz-Vannahme
Phone
Phone +49
+495241
524181-81421
81-81421
E-Mail
E-Mail [email protected]
[email protected]
www.bertelsmann-stiftung.org
www.bertelsmann-stiftung.org

Benzer belgeler