Yavuz Selim - Haber Ajanda

Transkript

Yavuz Selim - Haber Ajanda
Bir
y
aylıketimin
mas
r af ı
₺90
Bir yetime de
“siz” sahip çıkın
www.cansuyu.org.tr
ANKARA
0312 473 44 77
İSTANBUL
0212 521 65 65
İZMİR
0232 264 44 45
BURSA
0224 223 06 06
KONYA
0332 236 15 05
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi
ÖZEL SAYI 2015 YIL 9 SAYI 101
15 TL www.haberajanda.com.tr
haber
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Haberin Ajandası
M. SERHAT BIÇAK
Önümüze dağlar
sıralansa da…
FİKRİ AKYÜZ
Haber Ajanda ve
Yavuz Selim’e dair
PORTRE
NESRİN ÇAYLI
Yüreği nasır tutmuş bir adam
Yavuz Selim
Yayınları
haberajanda
İçindekiler
ÖZEL SAYI: 101 // NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2015
BAŞYAZI // DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Haberin Ajandası
12
Krizler, kumpaslar, darbe girişimleri, operasyonlar ve
daha nice gündem sarsan sürprizler gördük. Türkiye’de
zaten bir elin parmakları kadar olan benzer dergiler birer
birer kepenklerini kapatırken, Haber Ajanda yoluna devam
etti. Kimi zaman bir sonraki sayıyı hangi parayla çıkartacağımızı düşünürken, diğer yandan da “hür tefekkürün”
neredeyse “tek kalesi” misali kalan Haber Ajanda’yı
ayakta tutmanın yollarına kafa yoran birileri vardı.
KAPAK 1
32 SERVET HOCAOĞULLARI
32
Sistem ve rejim sorunundan
doğruyu çıkarmak Türk usûlü
başkanlık sistemi
Devletin içerisine, belli bir gayeye
ulaşmak maksadıyla sızmaları ya da
ülkenin millî menfaatleri doğrultusunda –bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne kadar
İsrail’e çok net şekilde tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı var bu yapının. Bunu
en azından kendi içlerinde yapmalılar. Dolayısıyla üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden
bir örgüttür.
40 AHMET YOZGAT
Beyaz Türk ve Müslümanların
gizli kodları: Rizorto Planı
Lakin canının derdine düşmüş olan
Kemal Paşa, “Kulağı engelli bu adam,
milletin başına bela olacak!” fikrinde sabitti, öutlaka gereğinin yapılmasını istiyordu. Etrafındakiler Paşa’yı
“sakinleştirmek” için tek nüshalı bir
gazete bile bastılar “Hakimiyet-i Milliye” matbaasında. Özel baskı Ulus gazetesinin manşeti şöyleydi: “Eski Başvekil İnönü vefat etti!”
60 METİN KÜLÜNK
52
40
2
60
özel sayı 101 2015
52
Küresel üst akıl ve taşeronları
Paralel ihanet çetesinin içerideki
uzantıları, DHKP-C’nin özellikle İstanbul’daki eylemlerinin önünü bilerek
ve planlı şekilde açmıştır. Daha düne
kadar hiç ses yokken veya herhangi
bir eylem gerçekleşmiyorken böyle bir
vahşetle karşılaşılması, paralel örgütün hiçbir kutsalının olmadığını tekraren ispat etmiştir.
M. SERHAT BIÇAK
Paralel ittifak-paralelde ittihat
Türkiye’de, ancak Erdoğan’sız olunca
Cumhuriyet’in yaşayacağını söyleyenlerin hangi ufuksuzluklarda kaldıklarının paralel görüntüsüdür bu düşünce. Zira Erdoğan kölelerin özgürlüğü
için savaşırken, kölelerini kaybetmekten korkanlar, Capitol tepelerine çıkıp
bağırma arzusundalar…
10 EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK
12 BAŞYAZI / DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Haberin Ajandası
14 HABER AJANDA
Ayın Olayı
16 SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
20 ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
26 ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
32 KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI
Sistem ve rejim sorunundan doğruyu
çıkarmak: Türk Usûlü Başkanlık Sistemi
40 AHMET YOZGAT
Beyaz Türk ve Müslümanların gizli kodları: Rizorto Planı
46 TURGAY ALKAN
Birincil Milletler Kuşağı ve
Sınır boylu kavimlerin kompleksi
52 MEHMET SERHAT BIÇAK
Sezaryen devleti evlat edinmek:
Paralel ittifak-paralelde ittihat
60 METİN KÜLÜNK
Küresel üst akıl ve taşeronları
63 LOKMAN AYVA
Yeni Türkiye yolunda farkındalıklar
64 ORHAN MÜCAHİT
Küresel düzenin prangalarından
kurtulan Türkiye
66 ORHAN RUFAT KARAGÖL
Antik Çağ ilkelliğinden
Martaval Paşa bilgeliğine
68 ZİHNİ ÇAKIR
Parlamenter oligarşi
71 NADİRE YILDIRIM
Muhalefetin on yıldaki ortak tanımı:
“Anti AKP”
72 SERVET HOCAOĞULLARI
SÖYLEŞİ / Gençler “Başkanlık Sistemi” diyor
76 SABRİ ÖĞE
MHP nedir, ne yapmak istiyor?
79 CÜNEYT AKAR
Onunla diğerleri arasında
kocaman bir fark var!
80 PROF. DR. SERHAT ATABEY
Siz neden milletvekili (aday) adayı olmadınız?
82 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Muhsin
84 MEHMET SERHAT BIÇAK
SÖYLEŞİ / Ali Fuat Taşkesenlioğlu: “Türkiye
ekonomisi, hedefleri doğrultusunda sonuçlar
elde etmeyi sürdürecektir”
özel sayı 101 2015
3
haberajanda
İçindekiler
KAPAK 2 SÖYLEŞİ: FİKRİ AKYÜZ
“Üst kademe, devleti ele geçirme
gayesiyle hareket eden bir örgüttür!”
140
Seküler bir hizmet vermemiş olsalardı kendilerine “cemaat” diyebilirdik. O yüzden din terminolojisindeki “cemaat” kelimesini
de bunlar için tam olarak oturtamıyorum ben. Devletin içerisine, belli bir gayeye ulaşmak maksadıyla sızmaları ya da ülkenin
millî menfaatleri doğrultusunda –bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne kadar İsrail’e çok net şekilde
tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı var
bu yapının. Bunu en azından kendi içlerinde yapmalılar.
102
102
118
KAPAK 3
NESRİN ÇAYLI
Yüreği nasır tutmuş bir adam:
Yavuz Selim
İzin verseniz eliniz olmasına, el ele tutuşmak yerine “İnsan hiç kendi elini tutar da yürür mü bu hayatta?!” sorusuna
vereceğiniz cevabın tâ kendisidir Yavuz Selim. Elinizden emin olduğunuz kadar emin olursunuz onun varlığından.
Ve o artık sizin hayatınızdadır ama siz
gibi, sizden gibi, ayrı değil aynılığa talip olandır! Böyle okunduğunda ahvali, çoğalırsınız. Böyle bir okuma yapamayanların hayatında Yavuz Selim’i tutmak
zordur. Ne o kalabilir; ne de o tip insanlar, hayatlarında onun kalmasına tahammül edebilir.
SÖYLEŞİ: PROF. DR. S. MEHMET ŞEN
“Şu üç şeyi kaçırma:
Tarif, ölçü ve değer!”
92
Hamdolsun bu zihniyet terk ediliyor,
ancak yine de yapılacak çok iş var. İşte
tam da bu noktada, özellikle de oldukça zahmetli bir çaba olan bir dergi
çıkarmak ve 100. sayıya ulaşmak, takdir edilecek örnek bir davranıştır. Özellikle bir cemaat, güç veya grup desteği
olmadan, büyük bir gönüllü fikir hareketi içinde varlık gösterilmesi de ayrıca
önemli bir özelliktir.
SÖYLEŞİ: PROF. DR. REFİK TURAN
“Tarih boyunca bütün
devletlerimizin insan merkezli
olduğunu dünyaya göstereceğiz”
124
Haber Ajanda için “ilk göz ağrım” deyimi hafif kalır benim için, bağlı bulunduğum, parçası olduğum bir bütün zira.
Görmesem özlediğim, uzakta olduğumda hayıflandığım bir yapı…
SÖYLEŞİ: PROF. DR. TURAN GÜVEN
“İlham kaynağı Kur’an olan eser,
değerinden bir şey kaybetmez!”
118
4
92
özel sayı 101 2015
124
Bir dergi “hür tefekkür” için bir ortam
yaratıyorsa, artık orada kale duvarları
yıkılır ve dünyaya açık bir hale gelir. Bugün bizim istediğimiz de kale duvarlarını yıkıp dünyaya açılmaktır. Bilim, eleştiri ile gelişir; eğer uzun ömürlü olmak
istiyorsa, siyasetin de bu eleştiri kültürünü geliştirmesi gerekir.
92 ULUĞ BAYINDIR
SÖYLEŞİ / Prof. Dr. Refik Turan: “Tarih boyunca
bütün devletlerimizin insan merkezli olduğunu
dünyaya göstereceğiz”
100 FİKRİ AKYÜZ
Haber Ajanda ve Yavuz Selim’e dair
102 NESRİN ÇAYLI
PORTRE / Yüreği nasır tutmuş bir adam: Yavuz Selim
118 ÖMER BEKİR SADIK
SÖYLEŞİ / Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen:
“Şu üç şeyi kaçırma: Tarif, ölçü ve değer!”
124 SELÇUK KAYIHAN
SÖYLEŞİ / Prof. Dr. Turan Güven: “İlham
kaynağı Kur’an olan eser, değerinden bir şey
kaybetmez!”
129 MESUT EMRE BALCI
Tarihe düşülmüş sempatik bir not
130 AYŞE YAŞAR UMUTLU
El-Medinetü’l Fâzıla ve Mukaddime’yi
okuyan siyasetçi de gerek!
132 MEHMET ŞEKER
Biz de “Der Şipigel” gibi mi yapalım?
135 AYTEKİN ATASOYU
Medyadan uzak durma, ama oyununa da gelme
136 AYTEN ÇALIŞ
“Yeni denklem”de sürpriz kart:
Kürt-Türk Açılımı
138 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI
Katilini yetiştirme sanatı
140 YAVUZ SELİM
SÖYLEŞİ / Fikri Akyüz: “Üst kademe, devleti ele
geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür!”
156 NESRİN ÇAYLI
SÖYLEŞİ / Hilmi Türkmen:
“Ensar olmanın şükrü nasıl edâ edilir?”
166 CAHİT TUZ
Suudi Arabistan kaldığı yerden
devam mı edecek?
170 MEHMET FATİH ÖZTARSU
Ermenistan’ın oligarşiyle başı dertte
172 YAHYA KURT
İran kim için çalışıyor?
174 MURAT İLKTER
Vezir bol, şah kim?
176 AHMET TURGUT
Kutlu bir doğum beklerken
180 DR. MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
Damardan parçalar
182 DR. MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
SÖYLEŞİ// Prof. Dr. Selami Bakırcı:
Neden Osmanlıca?
186 SÜNDÜZ KONURALP
“Cevabı olmayan soruların peşinde tükeniyor ömürler”
188 CANSU DEMİRCİ / KİTAPLIK
192 AHMET YOZGAT / KARİKATÜR
özel sayı 101 2015
5
haberajanda
İçindekiler
SÖYLEŞİ: ALİ FUAT TAŞKESENLİOĞLU
“Türkiye ekonomisi, hedefleri doğrultusunda
sonuçlar elde etmeyi sürdürecektir”
84
“Başarılı ve istikrarlı büyüme rakamlarıyla dikkat çeken Türkiye ekonomisi,
bugün dünyanın en büyük 16. ekonomisi olarak küresel ekonominin önemli
aktörleri arasında yer alıyor. Ülkemizin bugün geldiği noktada bankacılık
sistemimizin küresel krizlere karşı direncinden aldığımız gücün de önemli
bir katkısı var. Küresel ekonomilerdeki dalgalanmaların Türkiye ekonomisi
üzerinde büyük bir etki yaratmayacağını ve ülkemizin, hedeflerinden taviz
vermeyeceğini düşünüyorum.”
100
68
63
136
132
76
176
166
FİKRİ AKYÜZ
Haber Ajanda ve
Yavuz Selim’e dair
ZİHNİ ÇAKIR
Parlamenter oligarşi
Adalet, nesafet, nefaset, zarafet gibi kavramların hakkını bihakkın yerine getirenlerin sayısı
ne yazık ki çok az! İşte aşağıdaki paragraflarda yer alan pozitif
vurguların tekabül ettiği isimlerden biri de Yavuz Selim’dir.
O, ismiyle müsemmadır. Hem
“yavuz”dur; yani merttir, yiğittir. Hem “selim”dir; yani sağlamdır, samimidir. Kurduğu bu
dergi de öyledir…
AK Parti, mevcut rejimin, elitist
bir azınlığa hizmet eden ve bilhassa muhafazakâr mütedeyyin kesimlerle farklı dil ve etnik kimliklere sahip zenginlikleri
ötekileştiren yönünü ön plana
çıkarırken, başkanlık sistemi ile
tüm farklılıkların aynı masa etrafında toplanıp uzlaşma kültürüyle yönetime direkt katılımının tesis edilebileceğini öne
çıkarmalı.
100 68
MEHMET ŞEKER
Biz de “Der Şipigel”
gibi mi yapalım?
Şimdi biz de Der Şipigel gibi
yapsak mı? Elinde “Die Einreichung” (Boyun eğmeyin!) yazan bir karton taşıyan bir Alman
genç kızının fotoğrafını kapağa
koysak mı? Bir başka fotoğrafta
“Widerstehen” (Direnin!) yazısı
bulunsa, nasıl olur?
SABRİ ÖĞE
MHP nedir,
ne yapmak istiyor?
Bu gün itibariyle MHP’nin fikir ve
siyaset bakımından CHP ve Ulusalcılarla arasında hemen hemen
hiçbir fark kalmamış gibidir. Mademki MHP’nin inançlı bilinen tabanı da boynunu büküp liderine
tabi oluyor, bu üç partinin birleşip iktidar alternatifi olabilecek
ciddi bir muhalefet partisi meydana getirmeleri, belki ülkemiz...
132 76
6
özel sayı 101 2015
LOKMAN AYVA
Yeni Türkiye yolunda
farkındalıklar
Gereğini yaptıklarımın sonunda, onun mutluluğunu yaşamak,
yeni meselelerle tanışmak ve onlar için kafa yormak, başarılar
elde etmek… Günlük hayat koşuşturmasında bunları sistemli bir
şekilde yapamıyor, bazen de toplumsal ve siyasî anlamda dünde
kalıp bugünün farkına varamıyoruz. Gerçekten “Yeni Türkiye”yi
yaşamaya başladık mı?
63
AHMET TURGUT
Kutlu bir doğum beklerken
Muhammedî tebliğin ana düsturları olan bu hassasiyetleri görmezden gelen bizlerse, ekseriyetle hedef kitleyi “Bizimkiler”
ve “Onlar” diyerek önce ikiye
ayırıyor ve “bizimkiler”i muştunun, “ötekileri” ise ikazın muhatabı sayıyoruz. Üstelik müjdelemek yerine vaatler/ayrıcalıklar
sunuyor, uyarmak yerine de tehdit ediyoruz.
AYTEN ÇALIŞ
“Yeni denklem”de sürpriz
kart: Kürt-Türk Açılımı
Rusya, İran, Irak ve Körfez olarak özetlenebilecek temel enerji sahasının neredeyse içinde olan
ve de petrol ve gaz gibi iki temel
enerjinin vanasını elinde tutacak
olan bir Türkiye var artık. Bu zamana kadar tam kapasite değerlendirilemeyen coğrafî konum
avantajından maksimum düzeyde faydalanacak farklı ve dinamik
bir Türkiye…
136
CAHİT TUZ
Suudi Arabistan kaldığı
yerden devam mı edecek?
Suudi Arabistan özelinde değerlendirme yapacak olursak durumu iki nedenle açıklamamız
mümkündür. Birincisi, Suudi
Arabistan’ın izlediği geleneksel
ve kuşatıcı olmaktan uzak politika anlayışı; ikincisi ise birinci politikanın bir sonucu olarak kapalı
ve savunmacı politika anlayışının
benimsenmiş olmasıdır.
176 166
haberajanda
İçindekiler
SÖYLEŞİ: HİLMİ TÜRKMEN
Ensar olmanın şükrü nasıl edâ edilir?
156
Neticede, iktidarın hizmetleri ve bizlerin yereldeki hizmetleriyle
boy ölçüşemezler, öyle bir ufukları yok! Bu millet de bunu görüyor. Düşünebiliyor musunuz, bir parti, 2001’in 14 Ağustos’unda
kuruluyor, kurulduktan 14 ay sonra, 3 Kasım 2002’de seçiminden
tek başına iktidar olarak çıkıyor. 12 yıldır iktidarsınız, içinizden iki
Cumhurbaşkanı çıkarmışsınız ve yine Allah’ın izni ile bu iktidar
devam ediyor. Dünya siyasî (partiler) tarihinde böyle bir başarı
yok! Bu kolay bir iş değil ki...
46
66
80
130
64
71
82
174
TURGAY ALKAN
Sınır boylu kavimlerin
kompleksi
O. RUFAT KARAGÖL
Antik Çağ ilkelliğinden
Martaval Paşa bilgeliğine
Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz Kuzey ve
Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül ve Hindistan çıkışlı grupların
Yafesîlerle eşleşmesinden, sondan bir önceki formata evrilmiş
olmaları muhtemel. Son şekilleri de bugünkü tarifleri olarak
dünya milletler skalasında yer
alan halleridir tahminen.
46
ORHAN MÜCAHİT
Küresel düzenin prangalarından kurtulan Türkiye
Maalesef dost saydığımız ülkeler
gerçekleri göremiyor ve henüz bizler kadar cesur değiller. Evet, doğrudur, Türkiye’nin itibarı azalıyor.
Çünkü Türkiye, “Dünya beşten
büyüktür!” diyerek mevcut nizama başkaldırmış durumda. İtibar
karnesini düzenleyenler bu bozuk
nizamın kucağındayken, verilen
notun herhangi bir önemi yok.
64
8
özel sayı 101 2015
Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz Kuzey ve
Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül ve Hindistan çıkışlı grupların
Yafesîlerle eşleşmesinden, sondan bir önceki formata evrilmiş
olmaları muhtemel. Son şekilleri
de bugünkü tarifleri olarak dünya milletler skalasında yer alan
halleridir tahminen.
66
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Muhalefetin on yıldaki ortak
tanımı: “AntiAKP”
Bir kez daha artan bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde, projesiz ve seviyesiz söylemlerle dolu
bir “iki ay” yaşayacağız. Adını bile bilmediğim onca parti ile
AK Parti bir kez daha karşı karşıya. Kim bilir, belki de bir CHPMHP koalisyonu bizi bekliyordur,
ne dersiniz?! Sizin anketleriniz ne
söylüyor, yüzde 39 mu, 51 mi?
71
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Siz neden milletvekili (aday)
adayı olmadınız?
Çoğu insan, içindeki makam ve
mevki hırsını sorgulama yerine
gizleme eğilimindedir. Diğer insanlardan zaten gizlenir de, insan
kendisi ile yüzleşmekten de kaçınır. Hatta farklı psikolojik yöntemlerle kendi kendine “iyi işler”
yaptığının propagandasını yapar.
Bazen buna kutsiyet de atfeder.
Kısaca “şeytanın sağdan yaklaşması” ile tehlikenin farkına varacak o hassasiyeti kaybeder.
80
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Muhsin
Bir kez daha artan bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde, projesiz ve seviyesiz söylemlerle dolu
bir “iki ay” yaşayacağız. Adını bile bilmediğim onca parti ile
AK Parti bir kez daha karşı karşıya. Kim bilir, belki de bir CHPMHP koalisyonu bizi bekliyordur,
ne dersiniz?! Sizin anketleriniz ne
söylüyor, yüzde 39 mu, 51 mi?
82
AYŞE YAŞAR UMUTLU
El-Medinetü’l Fâzıla ve
Mukaddime’yi okuyan
siyasetçi de gerek!
Sayın Başbakan Davutoğlu’nun,
İslam filozofu Farabi’nin eseri
“El-Medinetü’l Fâzıla”yı valilere
önerdiği gün, arzu ettim ki İbni
Haldun’un eseri Mukaddime’yi
de tüm siyasetçilere önersin. Fakat öte yandan büyük bir paradoks ile yüzleşmek zorunda olduğumuzun da farkında olmalıyız
130
MURAT İLKTER
Vezir bol, şah kim?
Çünkü biz Almanlarla savaşırken, onların müttefiki olan Ruslar
da bu arada Karadeniz’e donanma indirerek Ozi Kalesi’ni işgal etmiş, ardından da Odesa’ya girerek
Kırım’ı elimizden çıkarmışlardır.
Bu savaş neticesinde Osmanlı artık Kırım hanlarını atama yetkisini
yitirmiş, Ruslar neredeyse tüm Kırım bölgesine hâkim olmuşlardır.
174
1 Numara
Otel
Tefrişleri
Çok yakında
Ümitköy mağazamız açılıyor.
haberajanda
Editör
Özel Sayı: 101
Nisan - Mayıs - Haziran 2015
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
TEMSİLCİLİKLER
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
HABER AJANDA
BASKI
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo
Bosnia and Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Nisan 2015
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168
06420 Yenişehir/Ankara
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL,
kurum ve kuruluşlar için
360 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007 287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
10
“Haber Ajanda” denince, akıllara, bünyesinde yıllarca kalem
oynatan şöhretli isimler gelmez.
Ancak “Yavuz Selim” ismi ille de
anılır. Bütün ailesi ile beraber büyük yükü omuzlayan “Ağabey”,
her nedense kızgın hallerine rağmen hep “şekerliliği” ile hatırlanan, bir tür ikna makinesi olarak
karşısındakini orta yola getirebilen, muhatabında bir yanlış gördü
mü uyaran, uyarmasına rağmen
devam edildi mi üçüncü hakkı
israftan sayan bir delikanlıdır.
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
özel sayı 101 2015
Önümüze dağlar
sıralansa da…
D
İNLEDİĞİM ses kaydında bir “ara” oluyor ve Sevgili
Ağabeyim Fikri Akyüz’den şu güzel türküyü dinliyorum: “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım/ Önümüze
dağlar sıralansa da!/ Sermayem derdimdir, servetim âhım/ Karardıkça bahtım karalansa da…”
2006 yılında yayın hayatına
girerken kim bilir hangi türkü dolanıyordu dudaklarda. Ama sus pus
haldeki çenesini sadece heyecanını
bastırmak için sıkıca kapayan genç,
babasıyla birlikte Meşrutiyet Caddesi’ndeki Meşrutiyet Apartmanı’nı
ararken hiçbir türkü geçirmiyordu
içinden.
Öncesinde şiirlerini ve birkaç düz
yazısını gönderdiği Yavuz Selim’le
ilk buluşmasıydı bu. Yazdıklarını
gönderdiği onca insandan tenezzül edip de cevap veren, hem de
“Yazmaya devam!” diyen tek isimle
buluşacaktı yani. Hiçbiri yayınlanmamıştı o yazıların ama bir cevap
gelmişti ya, yeterdi…
Şimdi rahmetle yâd ettiği ve hayranı olduğu birçok isimle tanışma
fırsatı bulabilir miydi? Peki, ya onlarla birlikte aynı mecrada yazmak?!
Hayal mi şimdi bu? Babanın menajerlik haklarını, annenin gözlerinde
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
nasıl da parıldadığını düşünmek
için erken miydi? Ya şöhret?!
Birkaç ay sonra ilk yazısı yayınlandı. Artık “Ağabey”i olan
Yavuz Selim’i, bu kez yazısının
yayınlandığı dergisini almak
için ziyarete gitti. Önündeki
yazı, secde eden insanlarla
dolu iki tam sayfayı kaplıyordu.
Heyt be! Nasıl da yazmıştı!
Dışarıya çıktığında binanın
önünde şöyle bir durdu… Hayır,
gelen limuzini beklemiyordu.
Soluklandı ve devam etti. Metro kapısından geçti, istasyonda
bekleyen trene bindi, elinde
sıkıca tuttuğu dergiyi kaldırıp
kapağına baktı… E? Hiç kimse
dönüp bakmıyor, kimsecikler
“Yazılarınızı severek okuyoruz”
demiyor, yahu biri çıkıp da
“Pardon! Saat kaç?” diye bile
sormuyordu. İşte şöhret oracıkta bitivermişti! Kendini yalnız
kendi tanıyordu…
Babası ve annesinin had
bildirme konusunda üstüne
yoktu. Eve geldiğinde büyük sırıtmalarla doldurduğu yüzünü
acaba ne bekliyordu? “Filanca
falanca yazarlarla şu yaşımda
birlikte yazıyorum” demenin
cezası, babanın verdiği ve
annenin “Baban doğru söylüyor!” diye tasdiklediği cevapta
patlamıştı: “Fatih İstanbul’u
fethettiğinde kaç yaşındaydı?
21! Sen?”
“Ben de gönüller fethedeceğim!” edebiyatı yapmanın zamanı değildi, “Haklısın baba!”
deyip kenara oturmak en evla
işti. Zaten babası götürmüştü
Yavuz Ağabey’i ile buluşturmaya, cakası kimeydi?
***
İşte o 2006, döne gele 2015’e
erdi. Yani 9 yıl geçti. Türkiye’de
okumaya dair basılan yayın
organlarının belki de okunması
ve dolayısıyla basılması en zor
ve cesaret isteyen türü olan
“dergi” öyle isimlerle sahneye
çıkmıştı ki, dudaklarında bir
türkü yoktu ama bir türkü onlara işte böyle yakışıyordu: “İşte
gidiyorum çeşm-i siyahım/
Önümüze dağlar sıralansa da!/
Sermayem derdimdir, servetim âhım,/ Karardıkça bahtım
karalansa da…”
Haber Ajanda, yukarıda ilk
gününü kısaca anlattığım yeni
yetmenin, yani benim hayatıma o gün her şeyiyle girdi. Ve
o günden beridir dudaklarım
bu türküyü mırıldanır oldu.
Öyle ya, sermayesi yalnız derdi,
serveti ise âhı olduğu halde,
bahtının belki de bundan sonra
daha çok karalanacağını bile
bile, önüne sıralanan dağları
aşmak için didinenlerin işiydi
bu iş…
“Haber Ajanda” denince, akıllara bünyesinde yıllarca kalem
oynatan şöhretli isimler gelmez.
Ancak “Yavuz Selim” ismi ille
de anılır. Bütün ailesi ile beraber
büyük yükü omuzlanan “Ağabey”, her nedense kızgın hallerine rağmen hep “şekerliliği” ile
hatırlanan, bir tür ikna makinesi
olarak karşısındakini orta yola
getirebilen, muhatabında bir
yanlış gördü mü uyaran, uyarmasına rağmen devam edildi mi
üçüncü hakkı israftan sayan bir
delikanlıdır.
“Delikanlıdır”, zira hep delikanlı kalabilmek için Haber
Ajanda’yı bir okula çevirmiştir.
Bu ülkede bu yüzden “ekol”
hüviyetiyle hatırlanacak birkaç dergi varsa, Haber Ajanda
onların arasında muhakkak
yerini ayarlamıştır. Keza altyapı
ve özkaynak yatırımı için uğraşır, bonservis meseleleriyle
uğraşmaz.
Sözü çok da zorlamayıp
ağdayı tavında bırakmak gerek
tabiî. Bu haddi belirleyip eyleyelim işimizi…
Eğer bir nostaljiyi yaşatmak
istiyorsanız, konuyu evvela
ajite eder, dramatik hale getirirsiniz. Hele yaptığınız işin ulvî
melekelerinden bahsetmek ve
“Bu işi de ancak bizim gibiler
yapabilir!” demekse kastınız,
ilahî nitelikteki yardımlardan
bahseder, bütün eksiklik ve
yanlışlıkları Rabbü’l-Âlemîn’in
gideriverdiğini ve işleri her
seferinde O’nun yoluna koydu-
Haber Ajanda, bütün bu 9 yılı en duru, en sade, en
temiz hizmet aşkına sahip olarak, “Kargaşaya gerek
yok, alternatif var!” demenin ölçüsünde yaşadı.
Ajanda, geçmiş günlerin notlarının biriktirildiği hesap defteri değil, gelecek günlerin programlarının
tutulduğu ati defteridir; Haber Ajanda, işte bu şuurla tuttu 101 sayı boyunca takvimini. Ve bunu ne
bilinmek, ne de sevilmek için yaptı…
ğunu anlatır durursunuz…
Bu tür bir dil kullanmayı
âdet edinip bahsini ettiğimiz
tavrı sürdürmeyi alışkanlık haline getirdiğinizde, bilmelisiniz
ki o işi hep eksik yapıyorsunuzdur. Öyle ya, bu da yaptığınız
işin tarafınızca bile bile eksik
ve yanlış bırakıldığını gösterir.
Kusura bakmayın ama bu,
hem kendinize, hem de ortaya
koyduğunuz ürünü tüketecek
olana saygınızın olmadığına
işaret eder.
“Olur mu, basılı eser hiç
tükenir mi?” demeyin, eğer
eksik ve yanlış bırakmışsanız,
o da tükenir. Ya dönemlik
kürler içeren zayıflama reçetesi olursunuz, ya yeni gelinin
annesinden apardığı yemek
tariflerini tutup da çeyizine
kattığı “Ajanda”sı…
Yavuz Selim, Haber Ajanda
ile bu tür bir edebiyat cakasından kaçınıp en dar imkânlara
rağmen “Allah yoluna koyuyor”
deme küstahlığından kaçınarak, yanlışlığı veya eksikliği
her defasında kapata kapata
en titiz eserin ortaya çıkması
için didindi. Tabiî onun en
“şeker” hallerini çayında eritip
hem bilgisi, hem de emeğiyle
karıştıran Müzeyyen Abla’yı
hep başa kondurmalı. Haydar
Alp, Hilâl ve Mustafa Eren’inse
bu dergide yazan her ismi
mutlaka ağabey, abla yahut da
kardeş edindiklerini öğrenmek
için samimiyetlerine bir lahza
bakmak yeterlidir.
Haber Ajanda, bütün bu 9
yılı en duru, en sade, en temiz
hizmet aşkına sahip olarak,
“Kargaşaya gerek yok, alternatif
var!” demenin ölçüsünde ya-
şadı. Ajanda, geçmiş günlerin
notlarının biriktirildiği hesap
defteri değil, gelecek günlerin
programlarının tutulduğu ati
defteridir; Haber Ajanda, işte bu
şuurla tuttu 101 sayı boyunca
takvimini. Ve bunu ne bilinmek,
ne de sevilmek için yaptı…
Efendimiz (sav), Hazreti
Ömer ile Hazreti Ali’ye hırka-i
şerifini emanet ederek Yemen’deki Üveysî’ye teslim
etmelerini söylemişti. Karen’e
vardıklarında Hazreti Ömer,
hırka-i şerifi teslim ettikten
sonra Üveysî’ye şöyle dedi:
“Resulullah’tan hakkınızda çok
güzel sözler işittim. Bana bir
öğüt verir misiniz?” Böyle bir
sahabeden gelen bu isteğe karşı
boynu bükük Üveysî, “Ahali sizi
bilir mi?” diye sordu. “Elbette”
cevabını alınca, “Öyleyse kendinizi unutturun, Allah bilsin,
yeter!” dedi. Hazreti Ömer “Bir
tane daha!” deyince, bu kez
“Ahali sizi sever mi?” diye sordu.
Yine “Evet!” cevabını alınca,
“Öyleyse kendinizi yine unutturun, Allah sevsin, yeter!” dedi.
“Bal rengi gözlerin kapı
şahidinin” verdiği bu nasihat,
Hazreti Ömer gibi adaletiyle
tanınan dev bir isme değil,
elbette bizlere verildi. Ömer’ce
yaşayanlar, ancak “adalet fikri”
ile hemhâl olur, Allah’ın dostluğunu kazanıp O’nun ilmiyle
donanmaktan başka bir şey
istemezler. Ve gittikleri yolda
önlerine dağlar sıralansa da
yürümekten vazgeçmezler…
Bana inandığı için Yavuz
Ağabey’e, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum…
Haber Ajanda! Nice dalyalı
sayılara…
özel sayı 101 2015
11
haberajanda
Başyazı
Haber
Ajanda’nın yayında olduğu
dokuz yıl boyunca bu ülke
nice acayip
dönemlerden,
nice zihinsel
dönüşümlerden geçti. Krizler, kumpaslar,
darbe girişimleri, operasyonlar ve daha
nice gündem
sarsan sürprizler gördük.
Türkiye’de
zaten bir elin
parmakları
kadar olan
benzer dergiler birer birer
kepenklerini
kapatırken,
Haber Ajanda
yoluna devam
etti. Kimi
zaman bir
sonraki sayıyı
hangi parayla
çıkartacağımızı
düşünürken,
diğer yandan da “hür
tefekkürün”
neredeyse “tek
kalesi” misali
kalan Haber
Ajanda’yı
ayakta tutmanın yollarına
kafa yoran
birileri vardı.
12
H
AYAT, üzerinde düşündüğünüz
takdirde hakikaten tuhaf bir
macera; kıvrımlı ve karmaşık bir
yola benzer aslında. Nice hadiseler, nice tanışıklıklar, nice denk
gelmeler, neticede sizi siz olduğunuz insana dönüştürür yavaş yavaş. Bu macera,
ayrıca ileri düzeyde kaotik ve hesaba kitaba gelmez
niteliktedir. Mesela, yeni tanıştığınız insanlardan
hangisinin hayatınızın çizgisini değiştireceğini pek
bilemezsiniz. Herkes hayatınızı bir şekilde etkiler
ama bazılarının etkisi yıllar sonra geriye bakıp “Vay
be!” demenize neden olur. Yıllar evvel doktoramı
bitirmek üzereyken tanıştığım Yavuz Selim de böylelerinden biri oldu benim için…
>> O zamanlar kendi çapında bir internet güncesine
yazan, okumaya meraklı
ve tuhaf ilgi alanları olan
biriydim. Ailevî tanışıklıklar
neticesinde bir araya geldiğimizde, daha ilk tanışmamızda
Yavuz Selim bana, “Bir dergide
yazmalısın” deyivermişti. Fikir
ilk başta bana çok uzaktı; öyle
ya, aklına estiği zaman aklına
eseni yazan, kimin okuduğunu pek umursamadan kendi
kendine notlar alan biri için
belli aralıklarla, düzenli olarak
yazı yazma, deyim yerindeyse “millete akıl verme” fikri
biraz yabancıydı tabiî. İlk tanıştığımız gün de dâhil olmak
üzere, sürekli olarak “yazmanın gerekliliği” konusunda
beni uyaran bu adam, bugün
bir şeyler yazıyorsam, işte o
süreci başlatan kişi oldu!
İlk yazacağım dergi, Yavuz
Selim’in çıkartacağı Kırmızı
Çizgi dergisi olacaktı. Tabiî
bende heyecan doruktaydı.
Önce en iyi bildiğim yerlerden
başladım; bilim, bilim felsefesi, sinirbilimleri ve sinema
gibi konularda ilk yazarlık
deneyimlerimi yaşadım.
Yazımın basıldığı ilk dergiyi
elime aldığımda bir tuhaf
özel sayı 101 2015
olduğumu hatırlıyorum. O
sayfalar arasında sözlerimi
görmek, garip hisler uyandırmıştı içimde. Çok kısa bir
sürede kendimi “dergi yazarı”
havasına girebileceğim bir
ortamın içinde buldum ve
“dergi” denen şeyin nasıl bir
mecra olduğunu belki de ilk
defa yakinen deneyimlemeye
başladım.
Türkiye’de dergi çıkartmaya kalkmanın delilik olduğunu, yazarlığa başladığımın
ilk aylarından itibaren duyar
olmuştum. Fakat bunun
gerçekten ne düzeyde bir
delilik olduğunu anlamam
için birkaç ay geçmesi gerekti.
Önce Kırmızı Çizgi dergisinden muhtelif nedenlerle
ayrıldık. Hemen ardından,
ben artık “Bu iş bitmiştir!” diye
düşünürken Yavuz Selim
yeni bir projeyle geldi. Yeni bir
dergi çıkartacaktı ve adı da
“Haber Ajanda” olacaktı. Daha
önce yaşadığımız deneyimimizdeki zorlukları kısmen
de olsa bildiğim için, elbette
önce onu böyle bir girişimde
bulunmaması hakkında ikna
edesim geldi. Fakat daha bu
düşünce aklımdan geçerken,
Kırmızı Çizgi için girdiği
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
maddî ve manevî bütün sıkıntıları yeni bir derginin düşüncesi
sayesinde unutmuş ve iştiyakla
bu fikre yoğunlaşmış birini böyle
bir engellemeyle karşı karşıya
bırakmaya gönlüm razı olamadı.
Dergiciliğin önemini o zamanlar pek bilmiyordum; Türkiye’deki zihinsel durumlarla dergilerin
ilişkisinin farkında değildim. Neden -çoğu abur cubur malumatla
dolu- birkaç tanesi dışında güncel
siyasî dergi bulunmadığını hiç
düşünmemiş, bunu bir eksiklik
olarak bile görmemiştim. Ama
Yavuz Selim’in binbir sıkıntıya
rağmen “Dergi!” demesinin altında önemli bir şeyler olduğunu
hissediyordum. Ayrıca artık bu
maceradan uzak duracak halim
yoktu. Zira “dergi” tutkusu, sanırım benim de kanıma karışmaya
başlamıştı.
Neticede, şu an elinizde tuttu-
ğunuz Haber Ajanda’nın ilk sayısını dokuz yıl önce elimize aldık.
Elimdeki derginin şekli ve görüntüsü ile arka planındaki “ekip”
bilgisi ciddi bir tezat içeriyordu.
Dergide onlarca yazar vardı. Ama
elimizde tuttuğumuz dergi, başta
Yavuz Selim ve eşi Müzeyyen Selim olmak üzere, sadece üç-dört
kişinin çalışmasının neticesinde
ortaya çıkmış inanılmaz bir işti.
Herhangi bir grup, oluşum, parti
yahut sermayeye bağlı olmadan
bu işin pek fazla ilerleyemeyeceğini ben dahi anlıyordum. Sadece
binbir zahmetle –ama eğilip
bükülmeden- alınan iki veya üç
reklâmla böyle kaliteli bir iş ne
kadar sürdürülebilirdi ki?!
Azmin adı
Hesaba katmadığım şeyin
“azim” ve “kararlılık” olduğunu
da zamanla öğrenecektim elbette. Haber Ajanda’nın yayında
olduğu dokuz yıl boyunca bu
ülke nice acayip dönemlerden,
nice zihinsel dönüşümlerden
geçti. Krizler, kumpaslar, darbe
girişimleri, operasyonlar ve daha
nice gündem sarsan sürprizler
gördük. Türkiye’de zaten bir elin
parmakları kadar olan benzer
dergiler birer birer kepenklerini kapatırken, Haber Ajanda
yoluna devam etti. Kimi zaman
bir sonraki sayıyı hangi parayla
çıkartacağımızı düşünürken,
diğer yandan da “hür tefekkür”ün
neredeyse “tek kalesi” misali
kalan Haber Ajanda’yı ayakta
tutmanın yollarına kafa yoran
birileri vardı. Türkiye gibi “kimin
nereden konuştuğunun” hemen
anlaşılması gereken bir yerde,
yazarlarının sonuna kadar hür
bir platformda yazabildikleri
böyle “garip” bir dergiye destek
bulmanın ne kadar sıkıntılı bir iş
olduğunu tahmin edersiniz. En
büyük sıkıntı da her zaman bu
oldu. Ama Haber Ajanda dostları
her zaman oradaydılar ve onlar
için bu iş devam etmek zorundaydı.
İsim vermeden de olsa, bir
anektodu anlatmadan geçemeyeceğim... Bugün Türkiye’nin
yakından tanıdığı sivri dilli
yazarlarımızdan biri, bir dönem
Haber Ajanda dergisinin de yazarları arasındaydı. Kendisiyle
şahsen hiç tanışmamıştım ama
Türkiye’nin değişen zihinsel
kodlarından o da etkilenerek
uzak noktalara savrulup her şeye
muhalifleşenler arasına katılmıştı. Daha sonraları bir vesile ile bir
araya gelip tanıştığımızda, kendisine derginin yeni sayılarından
birini de götürmüştüm. Dergiye
baktı ve bu ekibin hikâyesini
anlatmaya başladı. Dediğine göre
önceleri “samimî bir dergi” olarak
başlayan Haber Ajanda artık
“Cemaat”e yaslanmış ve paraya
para dememeye başlamıştı.
Kendisini şaşkın bir gülümsemeyle dinlerken, o sırada Haber
Ajanda Genel Yayın Yönetmeni
olduğumu ve elinde tuttuğu
sayının, bankadan alınan kredilerle basılabildiğini söylemedim.
Sadece dinledim ve Türkiye’nin
bir “kanaat önderi”nin haline acıyarak bu derginin neden önemli
olduğunu bir kez daha fark ettim.
Birkaç yıl sonra ise, HükümetCemaat restleşmesinde aynı
arkadaşımızı yılmaz bir cemaat
savunucusu olarak konuşurken
görünce kanalı değiştiriverdim...
Buraya kadar olan kısımdan
sanki ben de bu sıkıntıları yaşamış biriymişim gibi bir mesaj
verdiysem hemen düzelteyim:
Hayır, ben sadece bir kısmına
şahit oldum. Şahit olduğum kısım
bile, “Türkiye’de dergi çıkartmanın nasıl bir delilik olduğu” konusunda yeterli deneyim edinmemi
sağladığı kanaatindeyim. Yavuz
Selim ve ailesi, ciddi bir maddî
yükün altında, ancak bir davaya
gönül vermiş insanların yapabileceği şeyi yaptılar ve yapmaya
devam ediyorlar.
Sadece Haber Ajanda ile de
sınırlı kalmadı bu çabanın meyveleri. Geçtiğimiz yıl, uzunca bir
zamandır hayâlini kurduğumuz
Kültür Ajanda dergimiz de yayın
hayatına geçti. Şimdi sırada “Balkan Ajanda” var. İnşallah böyle
giderse daha nice “Ajanda”larla
gündemin kaydını tutmaya,
tarihe not düşmeye ve müstakbel
medeniyetimize katkı yapmaya
devam edeceğiz.
Neticede insanın hayatı kıvrım kıvrım dönüşlerden, acayip
tevafuklardan ve hesap kitap
tutmaz desenlerden örülüyor.
Laboratuvarına kapanmış bir
bilim adamından yazıp konuşabilen bir fikir sevdalısına dönüştüren şahsî kavşaklarımda Haber
Ajanda ve Yavuz Selim’in payı
bu yüzden çok büyük. Allah’tan
dileğim, bu bitmeyen enerjisinin
bu ülkeye ve bütün insanlığa ışık
olacak nice hizmetlere vesile
olmasıdır. Ajanda’ya gönül verenler dâvâlarına bu azimle devam
ettiği sürece, -sebepler dairesinde- bunun olacağına eminim;
bence siz de emin olabilirsiniz…
Nice yüzüncü sayılarda görüşmek umuduyla...
özel sayı 101 2015
13
AYINOLAYI
Ayın Olayı
Haber Ajanda
Adalet, şehadet, namus:
Mehmet Selim Kiraz
Ö
YLE süreçler geçirdik ki son bir buçuk yılda,
bu ülkede Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri bile genel seçimlere denk bir havada yürütüldü. Söz konusu seçimlerde başarı yakalayan isimler, çalıştıkları kurumlardan davullu
zurnalı uğurlandılar, siyasî liderler gibi kalabalıklarla
karşılandılar.
>> O günlerde adaletle yaşayıp
adaletle yaşatacakların da iki kutba bölündüğünü gördük. Hâlbuki
adalet tekti, orası veya burası,
hâsılı iki yakası olmazdı. Ancak
bu ülkede adaletin dahi iki yakası
bir araya gelmiyorsa, ekonomik
enflasyondan değil, ihanet enflasyonundandır.
HSYK’ya dair seçimler sırasında söz konusu iki kutbun bir yanı,
AK Parti ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her kuvvete
uzandığını, ülkede hegemonik
bir sultanın yerleşmek üzere
olduğunu, adaletin bile bir tarafa
göre işleyeceğini iddia edip, başta
Erdoğan olmak üzere kendilerinden olmayan bütün yargı camiasını suçladı.
Şimdikinden daha küçük
yaşlardayken bir söz duymuş ve
çok şaşırmıştım. O söz şöyleydi:
“Bu ülkenin en güvenlikli ve en
korkulan insanları savcılardır.” Bu
söze neden şaşırdığımı şöyle anlatayım: Epey küçükken siyasî bir
büyüğüm, onların yargılama anında hüküm verici değil, sadece sav
üretici olduklarını, bu sebeple
14
özel sayı 101 2015
aslında durumun hiç de söylenen
gibi olmadığını öğretmişti bana.
Öyle ya, en korkulan ve en güvenlikli insanlarsa savcılar, 24 Mart
1978 günü Cumhuriyet Savcısı
Doğan Öz nasıl öldürülebilmişti?
Öz’ün ölüm yıldönümünden tam
37 yıl 1 hafta sonra, yani 31 Mart
2015 günü ise başka bir Cumhuriyet Savcısı hedef alındı.
Mehmet Selim Kiraz, 1969, Siirt
doğumlu bir savcıydı. Zor şartlar
altında tahsilini tamamlayan
Kiraz, İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden mezun olduktan
sonra ilk olarak 2010’da Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Savcılığı’na
atandı. Burada 4 yıl bulunan Kiraz, HSYK’nın 2014 yılı yaz kararnamesiyle İstanbul Cumhuriyet
Savcılığı’na atandı ve Başsavcı
tarafından Memur Suçlarını Soruşturma Bürosu’nda görevlendirildi. Bu görevi yerine getirirken
karşısında bulduğu dosyalardan
biri de Gezi kalkışmasında başına
isabet eden gaz fişeğiyle yaralanarak 269 gün komada kaldıktan
sonra hayatını kaybeden 15 yaşındaki Berkan Elvan hakkındaki
soruşturmaya aitti.
Elvan’ın 11 Mart 2014 günü hayatını kaybetmesinin hemen ardından, 12 Mart 2014 günü İstanbul
Cumhuriyet Savcılığı tarafından
olaya dair soruşturma açıldı. Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınan 18 polis
memuruna rağmen Savcılık, konuya ilişkin güvenlik kamerası görüntülerine ulaşamadı. Zira polis
tarafından bu olaya dair hiçbir görüntünün olmadığı ifade edilmişti.
Ancak 17 Nisan 2014 günü, Savcılık
güvenlik kamerası görüntülerine
ulaştı ve soruşturmayı derinleştirdi. Bilirkişi incelemesine sunulan
görüntülerle ilgili henüz bir karar
çıkmamışken, soruşturmayla
ilgilenen ve konuyu derinleştiren
savcının adı, az önce kısaca kariyer silsilesini aktardığımız “Mehmet Selim Kiraz” idi.
Bir gerçek ve
savunulacak yanı
olmayan bir mazeret
Üniversitelerin en cafcaflı bölümleri, politik ürün çıktısının en
görünür alanlarıdır. Siyasal bilimler, iktisadî ve idarî bilimler veya
hukuk, bu söylediğimiz alanların
örgütsel çıkarım ve yönlendirmelerinin yapıldığı fakülteleri oluştururlar. Elbette diğer fakültelerde
de politik açılım ve gelişim söz
konusudur; fakat ilk üç örnek, ileride siyasî manevrayı belirleyecek,
çizgi çekecek kalemin sahibidir.
Buralarda yetişenin yetişme tarzı,
gelecekte kendi adına belirleyece-
ği vicdan ve adalet kurumunun
adresini belirletir insana.
İşte kim ne derse desin, hakikatte bu tarzda yetişip adaleti
tesis edecek mekanizmaların
adamları olsalar da hiçbiri
bağımsız değildirler. Yalnız bu
ülkede değil, dünyanın her
yerinde kendi fikrî altyapısıyla
yaşayan yargı insanları vardır.
Türkiye’de AK Partili, sosyalist,
ülkücü, akıncı, komünist veya
ulusalcı gibi türlerle sayabileceğiniz yargı mensuplarının
ABD’deki muadili cumhuriyetçi
veya demokrat, Almanya’daki
muadili yeşilci, Hıristiyan-demokrat veya liberal olabilir.
Bunların aşırıları da diğerlerinin bulunduğu “yargı” dairesi
içerisine mensup olabilirler.
Türkiye’de DHKP-C, TİKKO,
İBDA-C veya Hizbullah tipi örgütlerin sempatizanı kimseleri
de yargı mensubu olarak görebilirsiniz. Bunların ABD’deki muadili KKK, Almanya’daki muadili
NSU sempatizanları olabilir.
Hatta sempatizan değil, doğrudan üyesi dahi olabilirler.
Mehmet Selim Kiraz’ın şehadetiyle ilgili olarak yapılan
yetkili açıklamalarının ortak
paydası, teröristlerden birinin
Çağlayan Adliyesi’ne avukat
cüppesiyle girmesiydi. Ek detaylarda örgütle birlikte hareket
eden avukatlardan da bahsedilmişti. Ancak her nedense bütün
avukatlar zan altında kalmışçasına, “Saldırıyı yapanların
avukatlıkla ve baromuza kayıtlı
avukatlarla bağ ve ilgileri yoktur” özetinde bir açıklama geldi
İstanbul Barosu’ndan. Zaten
Baro Başkanı Ümit Kocasakal,
teröristlerin isteği üzerine ikna
konuşmaları için rehin alma
olayı esnasında adliyeye de
gelmişti.
rı şiddet ve nefret” göstererek
eleştiren ve adliye koridorlarında olay çıkaranlar, kendilerinde
hangi hakkı bulabiliyorlar?
Yoksa onların dertleri “yardımcı
olmak” değil mi?
yeni kaosların, yeni cinayetlerin
ortaya çıkması için ellerinden
geleni yaptılar, yapıyorlar. Bir
savcı onların tuzağını bozacaktı
ki, o da Dracula’nın sol tetikçisi
DHKP-C’nin hedefi oldu.
Berkin Elvan’ın ölümü üzerine Okmeydanı’nda yapılan
gösteri çatışmaya dönüşmüş, bu
sırada Burakcan Karamanoğlu
adında başka bir genç hayatını
kaybetmişti. Burakcan, gösteri
sırasında taşkınlık yapan DHKPC’li teröristlerle karşı karşıya
gelmiş ve vurularak öldürülmüştü. Bu detayları doğrudan
DHKP-C yayınlamış, cinayeti
üstlenmişti.
Madem bu meselenin avukatlık kurumunu en küçük bir
noktasından, paçasından dahi
tutan bir yanı yoktu, öyleyse
2013’te Çağlayan Adliyesi’ni basıp örgüt sloganları atan avukat
örnekleri ile meşhur Danıştay
saldırısını gerçekleştiren ve Danıştay İkinci Başkanı’nı öldüren
Alpaslan Arslan hakkında ne
söylenebilirdi? Bu tür örnekler
ortadayken, Savcı Kiraz’ın şehit
edilmesinin üzerine güvenlik
önlemlerinin arttırılmasını “aşı-
Peki, her şey Berkin’in intikamı için miydi? “İntikam” ne
demekti? İntikam için ne gerekliydi? “Burak” yetmemiş, yeni
“can”lara mı ihtiyaç duyulmuştu? Bu ne yobaz bir vampirlikti
böyle?! Bu ne biçim bir kudurmuşluktu?!
Savcı Mehmet Selim Kiraz,
31 Mart 2015 günü şehit oldu.
“Çözüm’ü bulduk, şükür ki
artık şehit haberi almayacağız”
derken, askerden değil, adalet
bekçilerinden verdik şehidi.
Ancak milletler, feda insanlarının varlıkları üzerine yaşarlar.
Nitekim o güzel şehidin babası
da böyle diyor: “Vallahi ben
sakindim; ‘Allah’tan geldi’
dedim, ‘Takdir-i İlahî’ dedim.
‘Kaderimizde bu var’ dedim. Oğlum bunu hak etmemişti, ama
kaderde bu varsa boynumuz
kıldan incedir. Biz inanan insanlarız; hamdolsun gayrimeşru bir
yolda değildi. Namusuyla, alnının akıyla, şerefiyle, onuruyla,
haysiyetiyle görevinin başında
takdir-i İlahî oldu. Ben memnunum, şükrediyorum. Yüreğimde
yanıyor ama şükrediyorum…”
Berkin Elvan, Türkiye için
kutup oluşturmanın sembol
isimlerinden biri oldu. “Sanatçı”,
“gazeteci” veya “siyasetçi” unvanlı ajan-provokatörler, onun
adeta kartvizitini kullanarak
Şehidimizle, şehadetinin hakkını vererek haşret bizi Allah’ım!
özel sayı 101 2015
15
Türkiye Ajanda
Selçuklu kartalı, Hoca’sına kavuştu
YAYIN hayatına girdiğimiz ilk
günlerden beri
her daim yanımızda olan ve
“ağabey” endamıyla yazılarının yanında bizlere yol gösteren
kıymetli yazarımız ve Hocamız
Prof. Dr. Refik
Turan, Türk Tarih Kurumu Başkanlığı görevine
getirildi.
>> Ülkemizde ve dünyadaki ender Selçuklu
tarihi duayenlerinden
biri olan Hocamız hakkındaki karar, Resmî
Gazete’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet
Davutoğlu ve Başbakan
Yardımcısı Numan
Kurtulmuş’un imzalarıyla yayınlandı. Atama
kararına dair yayınlanan
tebliğde, “Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu’nda açık bulunan 1’inci derece kadrolu
ve 4800 ek göstergeli
Türk Tarih Kurumu
Başkanlığı görevini yürütmek üzere Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Refik Turan’ın
görevlendirilmesi, 2547
sayılı Kanunun 38’inci
maddesi ile 664 sayılı
Kanun Hükmünde
Kararnamenin 24’üncü
maddesi gereğince
uygun görülmüştür”
denildi.
Prof. Dr. Refik Turan
Türk Tarih Kurumu Başkanı
16
özel sayı 101 2015
Yüce Mevla’dan kendisine hizmetlerinde yar
ve yardımcı olmasını ve
de muvaffakiyetler nasip
etmesini dilediğimiz
Hocamızı biz de Ajanda
Yayınlar Grubu olarak
tebrik ediyoruz.
Selçuk Kayıhan // [email protected]
Kozmik Oda’da paralel kodlara doğru
ANKARA Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast girişimi iddiası ile başlatılan Kozmik Oda
Soruşturması’nda verdiği takipsizlik kararında dikkat çeken detaylar
ortaya çıktı.
Bölge Başkanlığı’na ait 11 ve 16
nolu odalarda ikinci kez yapılan
aramalarda elde edilen silinebilir CD-RW, flashdisk, hafıza kartı,
fotoğraf makinesi ve içindeki
hafıza kartının çözümlerinin
yapılması bilirkişilerden istenmiş ve imajları çıkartılarak
bilirkişilere teslim edilmiştir.”
Kararda, Seferberlik Bölge
Başkanlığı personeline verilen
Albay Baki K.’yı takip emrinin
askerî mevzuata aykırı olduğu,
ancak şüphelilerin söz konusu
adreste bulunma nedenlerinin
Bülent Arınç’ı takip etmek ya da
saldırı gerçekleştirmek olmadığı belirtildi.
Paralel kodlar gösteriyor ki,
Da Vinci gibi çalıştıkları imajlar
üzerinde dördüncü boyut alt
resimler oluşturmakta yıllardır
profesyonelleşenler, saf ve
başka alt görüntüleri olmayan resimleri “alt görüntülere
sahipmiş” gibi göstermekten
geri kalmamışlar. Öyle ya bu
maharet, devletin en mahrem
noktalarına sızıntı kaynakları
oluşturmuş ve aldatmayı dahi
aldatmakta şeytana pabucunu
ters giydirmeye vesile olmuş.
Balyoz
beraat etti
>> Genelkurmay Seferberlik
Bölge Başkanlığı’ndaki kozmik
odada yapılan aramada el
konulan ve Genelkurmay’ın
“devlet sırrı niteliğinde” olduğunu belirttiği 1 buçuk terabaytlık
veri içeren sabit belleklerin
“bilirkişilere teslimi sırasında
imajlarının alınması ve bu imaj
alma işleminin kimler tarafından yapıldığı ile ilgili tutanak
bulunmadığı” belirtildi.
125 milyon MS Office Word
sayfasına denk gelen içeriğe sahip belgelerin bazı başlıklarına
da yer verilen kararda “vali ve
belediye başkanları, siyah personel, yeşil personel, turuncu
personel, beyaz personel, yardımcı kuvvet olarak gösterilen
çizelge, koruculardan faydalanma, halk, oy tabanındaki hareketlilik, partiler sistemi, tarikatlar, azınlıklar, yeni kurulması
gereken gerilla birlikleri, grup
ve bireysel gayrinizamî harple
ilgili yönergeler ve rektörler”
gibi başlıklar tasniflendi.
Söz konusu sabit belleklerin Genelkurmay Başkanlığı’na
iade edildiği belirtilen takipsizlik kararında, soruşturmayı
başlatan telefon ihbarının sahte
olduğu, ihbar tutanağında belirtilen saatte herhangi bir telefon
görüşmesi yapılmadığı, tutanağı tutan polis hakkında da soruşturma açıldığı kaydedildi.
Kararda, 38 kişi hakkında
“cebir ve şiddet kullanarak
Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya
görevlerini yapmasını kısmen
veya tamamen engellemeye
teşebbüs, silahlı terör örgütü
kurma veya yönetme, silahlı
terör örgütüne üye olma, kişiyi
yerine getirdiği kamu görevi
nedeniyle öldürmeye teşebbüs”
suçlarına yer verildi. 20 Ocak 2010’da son verilen
aramalarda bulunan ve imajları
alınan 1 buçuk terabaytlık sabit
belleğin TÜBİTAK BİLGEM
uzmanlarına teslim edildiği
belirtilen kararda şöyle denildi: “16 Mart 2013 tarihinde
savcıya teslim edilen 1 buçuk
terabaytlık imaj hard disk ile 18
Eylül 2013’te Ankara Seferberlik
ANADOLU 4. Ağır Ceza
Mahkemesi, yeniden görülen
Balyoz Planı Davası’nda Çetin
Doğan, Halil İbrahim Fırtına
ve Engin Alan’ın da aralarında
bulunduğu 236 sanığın hepsinin beraatına karar verdi.
Mahkeme, kapatılan İstanbul
10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin
236 sanık hakkında verdiği
mahkûmiyet hükmünün iptaline karar verirken, dijital verilerle ilgili “sahtecilik” iddiasına
ilişkin kuvvetli suç şüphesi
bulunmasından ötürü ilgililer
hakkında suç duyurusunda
bulunulmasına da hükmetti.
Bu davaya ilişkin birkaç yorum
yapılarak akla gelen tahminleri
muallakta bırakabilme ihtimalini kuvvetlendirebiliriz, ancak
bekliyoruz ki asıl yorum yapılacak saf görüntüler daha net
ortaya çıksınlar.
özel sayı 101 2015
17
Türkiye Ajanda
“Türkiye IŞİD’in destekçisi” diyenlere şok nazire
17 ARALIK süreci, Türkiye’nin dünya ülkeleri “T” hesabında “teröristler beraber ülke” olarak algılanması için yapılan ahlaksız taarruzlarla dola dola bugüne ulaştı.
Londra hükümetinin derdi ortaya çıktı. İlk açıklamayı Dışişleri
Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu yaptı
ve üstü örtülü şekilde “Üç kızın
Suriye’ye geçişine ilişkin aracılık eden kişi yakalandı. Bu kişi
DEAŞ’a karşı oluşturulan koalisyonun bir üyesi adına çalışıyor”
bilgisini verdi.
>> Bu süreçte ille de DEAŞ
(IŞİD) ile ilişkilendirilmek istenen Türkiye’nin her hamlesi
başka bir yakasından çekiştirilmeye çalışıldı düşmanlar,
hainler, işbirlikçiler ve paraleller
tarafından. Sünni kodlarla IŞİD’ci
yapılmaya zorlanan Türkiye,
Şii kodlar taşıyan söylem veya
tavırlara girmeyegörsün, hemen
Tevhid-i Selam’la ilişkilendirildi.
Ancak Türk İstihbaratı’nın
bunların altında kalmaya niyeti
yoktu ve maskelerin düşeceği gün için hazırlanıyordu.
İngiltere’den Suriye’deki DEAŞ
kamplarına doğru yola çıkan
İngiltere vatandaşı üç kıza dair
haberler uluslararası medyada
dönedursun, Türk yetkililer bu
kızların nasıl Suriye’ye sokulduklarını sıkı operasyon sonucunda ortay çıkardılar.
Türkiye üzerinden Suriye’ye
geçirilen bu üç kızla ilgili hem
zamanında bilgi paylaşımı yapmayıp, hem de “THY açıklama
yapmalı! Olayı araştırmak için
İngiliz polislerini göndereceğiz!”
gibi skandal açıklamalar yapan
Bölgedeki istihbarat kaynaklarından “Mehmet Reşit” kodlu
kişinin Suriye uyruklu “Mohammad Al-Rashed” adlı şahıs
olduğunu belirleyen güvenlik
güçleri, Şanlıurfa’da yapılan
operasyonla bu kişiyi gözaltına
aldı. İlk sorgusunda her şeyi itiraf
eden Al-Rashed, “Kanada İstihbarat Servisi için çalışıyorum.
Zaman zaman servisin aldığı
biletlerle Ürdün’e giderek Kanada
Başkonsolosluğu’nda topladığım
bilgileri ilgililerle paylaşıyorum.
Son olarak Shamina Begüm,
Anira Abase ve Kadiza Sultana
adlı kızları İstanbul’dan alıp Gaziantep otogarı yakınına getirerek
eleman aktarımı yapan şahıs-
larla irtibata geçtim ve Suriye’ye
götürmek üzere teslim ettim. 21
Şubat 2015’te Kanada istihbarat
görevlilerine bu konuda bilgi
aktardım. Tüm bunları Kanada
vatandaşlığını elde etmek için
yaptım” ifadelerini kullandı.
ABD ve İngiltere gizli servislerinin son 50 yılda konuşlandırdığı ajan ve muhbir tipi servis
elemanlarının aynı yöntemle
bölgelerde tutulduğunu ve
Kanada’nın İngiltere için ne
demek olduğunu bilince her
şey çözülüyor. Peki, Türkiye’yi
ya IŞİD’ci, ya Tevhid-i Selam’cı
yapma derdinde olanların bu
konuya dair herhangi bir tepkileri var mı? Beklemiyoruz da…
Bu arada Türkiye, Hatay’da,
sınırda yakalanan 9 İngiliz’i
de sınırdışı etti. Türkiye’den
Suriye’ye yasadışı yollarla geçmeye çalışan İngiltere uyruklu
9 kişi, yakalanmalarının ardından sınırdışı edildiler. Belki bu
kimseler masum insanlardı, zira
9 kişiden 4’ü çocuktu; ancak
girmek istedikleri yer Suriye
ve giriş yolları yasadışı… Yani…
Sütten ağzı yanan, yoğurdu
üfleyerek yiyor.
Kadro vampiri paralelin KPSS mağaraları gün yüzüne çıkıyor
BİNLERCE gencin umutlarının söndüğü 2010 yılındaki KPSS sorularının çalınmasının tespitinin ardından, sorular çalındığı için iptal edilen 2010 KPSS Eğitim Bilimleri Sınavı gibi Genel Yetenek ve Genel Kültür Sınavı sorularının da çalındığı tespit edildi.
>> Üç buçuk yıl uyutulan
soruşturma dosyasında savcı
değişikliğinin ardından paralel
yapının oyunları ortaya çıkıyor.
Soruşturma kapsamında soruların kendisine gönderildiği tespit
edilen B. S.’nin bilgisayarında,
eğitim bilimleri bölüm sorularının yanı sıra genel yetenek
ve genel kültür soruları da
bulundu. Yalvaç Cumhuriyet
Başsavcılığı’nın 31 Ağustos 2010
tarihinde başlattığı soruşturmada alınan kararla şüpheli
adaylardan bir kısmı dinlemeye
alındı. Bu dinlemelerden birine
takılan B.S.’ye, tüm soruların
Ankara Turgut Özal Düşünce ve
Hamle Derneği’nde çalışan B. K.
tarafından e-posta aracılığıyla
18
özel sayı 101 2015
gönderildiği tespit edildi. Soruşturmayı yürüten Yalvaç
Cumhuriyet Başsavcısı Ayhan
Gökalp, aldığı ifadeler ve yaptığı incelemeler sonucu KPSS
sorularının Fethullah Gülen
Cemaati’ne yakın kişilere servis
edildiğini ortaya çıkardı. Bunun
üzerine paralel yapı Başsavcı’yı
tasfiye ettirmeyi başardı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı,
ÖSYM’nin Ankara’da olması ve
daha geniş çaplı soruşturma
başlatma bahanesiyle ısrarla
dosyayı istedi ve dosya, alınan
yetkisizlik kararı ile 22 Haziran 2011 tarihinde Ankara’ya
gönderildi. Bu tarihten sonra
soruşturma Ankara Başsavcı
Vekili Şadan Sakınan’a verildi ve
uykuya alındı.
YÖK Denetleme Kurulu, 10-11
Temmuz 2010’da gerçekleştirilen KPSS’de soruların çalınmasıyla ilgili o dönem incelemelerde bulunmuş ve rapor hazırlamıştı. 7 kişilik bilirkişi heyetinin
önemli tespitlerde bulunduğu
raporun Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı’na gönderildiği,
ancak soruşturma savcısı Şadan
Sakınan’ın raporda yer alan
şüpheli adayların çok az bir
kısmının ifadesine başvurduğu
ve bu ifadeler doğrultusunda
hiçbir işlem yapmadığı tespit
edilmişti.
Söz konusu sınavda 100 ve
üzeri soruya doğru cevap veren
aday sayısı 3 bin 227. Eğitim
Bilimleri Sınavı iptal edildikten
sonra büyük başarıya imza atan
adayların birçoğu ikinci sınava
girmedi. Öğretmen olmak için
sınava giren adayların büyük
çoğunluğu, Genel Yetenek ve
Genel Kültür alanından aldıkları
puanlarla kamuda memur olmayı tercih etti. Dolayısıyla “hırsız”
birçok memur halen görevini
yürütüyor.
Selçuk Kayıhan
Panik yok, çimenlere bir şey olmadı!
17 ARALIK darbe teşebbüsünün ardından AK Parti içerisinde bir
“tuzluk, aktif, pasif, profesyonel, uyuyan hücre” kazanı kaynatılmaya başlanmıştı. 17 Aralık’ın üzerinden iki önemli seçim geçmişti ki,
kimsenin aklına gelmeyeceği bir anda iki önemli isim ve dolayısıyla
bu iki ismin etrafında oluşan gruplar arasında bir düello gerçekleşti.
Süreci” hakkındaki düşünceleri nedeniyle çeşitli eleştiriler
getirmesi tüm kamuoyunca
şaşkınlıkla karşılanırken, ABB
Başkanı Melih Gökçek’ten ise
bir sosyal paylaşım mesajı
aracılığıyla tepki aldı. Gökçek’in,
“Arınç’ın çıkışı paralel yapının
talimatıyla oldu. Artık AK
Parti’nin sözcüsü olamaz, bizi
temsil edemez, görevden alınmalı! Başbakan Yardımcılığı ve
Hükümet Sözcülüğü’nden istifa
etmeli! Bülent Arınç, seni istemiyoruz!” şeklindeki mesajları
politik gündemde büyük yankı
uyandırdı.
>> AK Parti’nin malum üç
dönem kuralının 7 Haziran 2015
itibariyle sadece “aktif” görünümü “pasif” görünüme dönüştüreceği isimlerden olan Başbakan
Yardımcısı Bülent Arınç, yine
gelecek dönemki yerel seçim-
lerde bu kuralın üzerinde etkili
olacağı Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanı ile karşılıklı
beyan düellosuna girişti.
Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “Çözüm
Kimi çevreler tarafından 7
Haziran itibariyle bu görevlerin
hepsini zaten bırakmış olacak
olan Arınç’a böyle bir tepkinin
aşırı abartılı ve şahsî menfaatleri arttırmak amaçlı olduğu
yönünde yorumlarken, kimi
çevrelerce ise Gökçek’i destekleyerek Arınç’ın artık bardağı
taşırdığı ve haddini tamamen
aştığı vurgulandı.
Gökçek’in Arınç’ı kızı ve dama-
dı üzerinden “paralelci” olmakla
itham etmesi, doğrusu her fırsatta Fethullah Gülen’e duyduğu
hürmet ve hayranlığını dile
getiren Arınç için çok da önemli
görünmüyordu. Zira Arınç, kendisini istifaya çağıran Gökçek’i,
“Gökçek, benim görevden alınmamı isteyecek kadar haysiyetli
bir adam değildir” diyerek yanıtladı. Gökçek’i, adaylığı sırasında
paralel yapının “kucağı”nda
oturmak ve bu yapıya Ankara’yı
parsel parsel “satmak”la suçlayan
Arınç, 2009 ve 2014 seçimlerinde
Gökçek’in adaylığına itiraz ettiğini, “Yeter artık, Ankara’ya yakışmıyor!” dediğini, ancak partinin
aday göstermesi üzerine onu
desteklemek zorunda kaldığını
da beyan etti.
“Filler dövüşünce çimenler
ezilir” derler ya, bu sözlü düello
sırasında kiminin telaşı, kiminin beklentisi vardı. Zira bir
taraf AK Parti’nin bundan zarar
görmesini, bir tarafsa konunun
hem AK Parti’yi bölmemesini,
hem de hemen yakındaki 7
Haziran’da sandığa yansımamasını istiyordu. Ancak meseleye
el konuldu ve konu kapanmasa
da ağızlar kapandı. Dinlendikten sonra yeni bir kapışmanın
gelmeyeceğinin garantisi yok,
ama şimdilik çimenlere bir şey
olmadı…
TANAP’ta ilk adım
TRANS Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nde
tarihî adım atıldı. Temel atma merasimi, Türkiye,
Azerbaycan ve Gürcistan Cumhurbaşkanlarının ortak
katılımıyla gerçekleştirildi.
>> Azerbaycan gazını
Avrupa’ya taşıyacak olan Trans
Anadolu Doğalgaz Boru Hattı
Projesi’nin (TANAP) Türkiye’deki ilk borusu Kars’ta indirildi.
Türkiye’de yapılan en büyük
boru hattı projesi olma özelliğini
taşıyan TANAP ile Gürcistan
sınırımızdaki Türkgözü’nden
girecek olan doğalgaz, Kars’ın
Selim ilçesinden boru hattı ile
Edirne’nin İpsala ilçesine uzanacak ve oradan da Yunanistan’a
geçecek. TANAP’ta ilk gaz akışı
2018 yılında sağlanacak.
Avrupa’yla şu sıralar -ki uzun
süre devam edecek şekildearası bozuk olan Yunanistan’ın
sırf İpsala ayağından sonra
kendisiyle Avrupa’ya taşınacak
doğalgazın büyüsüne kapıldığını belirttikten sonra, Ortadoğu kaynaklarının yıllardır o
övündüğümüz ama maalesef
bir işimize yaramadığını sandığımız jeopolitik konumumuzla
birlikte nasıl kıymetlendiğini
görmemek mümkün değil.
TANAP, 2023’ün en önemli
hazırlayıcılarından olacak.
özel sayı 101 2015
19
Dünya Ajanda
Kral öldü, yaşasın Yeni Kral! Suriyeli
SUUDİ Arabistan’da Kral Abdullah’ın vefatıyla tahta oturan Kral Selman, bölgede süregelen politikalar yerine yeni iletişim mekanizmaları
kurmaya ve Suudi Arabistan’ın bilindik imajını kurtarmaya çalışan görüntüler veriyor. Ve Kral Selman bu konuda öyle hızlı ki, Kral Abdullah
dönemi politika yürütücü şahıs ve grupları dağıtmakla ilk icrasını yerine getirerek büyük dikkat çekiyor.
muhalif imam
ölü bulundu
LONDRA’daki bir camide imamlık yapan Suriye doğumlu Abdul Hadi
Arwani, bir sabah İngiliz polisi tarafından bir
otomobil içerisinde ölü
olarak bulundu. Arwani, Beşar Esed’e muhalif
yönüyle tanınıyordu.
>> Türkiye ile ilişkilere de
daha önceki ikili ilişkilere göre
daha çok ağırlık vereceğini
somut adımlarla gösteren Kral
Selman, örneğin Mısır politikasında darbeci Sisi’ye parasal
kaynak sağlamak yerine,
Türkiye’ye daha yakın duruyor.
Elbette onu Türkiye’ye yakın tutan sadece Mısır konusu değil,
Yemen ve Irak’taki İran yapılanması ile IŞİD terör örgütünün
bölgedeki varlığı da bu durumu
oluşturan diğer faktörler. Zira
Musul’a gerçekleştirilen operasyon konusunda da IŞİD’in
bölgeden temizlenmesi planında Türkiye’ye ihtiyaç olduğunu
yine önce Yeni Kral’dan işittik.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kral Selman’ın
daveti üzerine yaptığı Riyad
ziyareti sonrasında beyan ettiği
“Suudi Arabistan’ın atacağı
hamlelerle Mısır’da devran
dönebilir” açıklaması ise bütün
20
özel sayı 101 2015
bu değişimin en önemli verilerinden.
Dolayısıyla “Suudi ArabistanTürkiye ilişkilerinde yeni bir dönem başlıyor” demenin hiçbir
sakıncası yok. Kral Selman’ın
geleceğe dönük gerçekleştirilmesini istediği birçok konu
Türkiye ile ilişkilerine dönük.
2013’te yapılan Riyad-Ankara
ortak projeleri bilindiği gibi iptal
edilmişti, ancak bu projeler Yeni
Kral için öncelik arz ediyor.
Söz konusu projelerin en
önemlisi, askerî içerikli anlaşmalar. Yeni Kral Selman bin
Abdülaziz, veliaht prens olduğu
Mayıs 2013’te Ankara’ya resmî
bir ziyaret gerçekleştirmiş,
iki ülke arasında askerî ve
ekonomik anlaşmalar dizisi
imzalanmıştı. Ancak Mısır’daki
darbenin üzerine görüş ayrılığına düşülmesi sebebiyle bu
anlaşmalar iptal edilmişti. Peki,
Kral Abdullah’ın iptal ettirdiği
bu anlaşmalar Kral Selman ile
yeniden ve derhal imzalanıp
uygulamaya dökülebilir mi?
Kraliyet Ailesi içerisinde
Mısır’daki darbeyi destekleyen ve finanse eden grupları
tasfiye etme yoluna giden Kral
Selman, ilk adımı Sisi’nin en
önemli destekçilerinden biri
olan Kraliyet Divan Başkanı
Halit el-Tuveyciri’yi görevden
alarak attı. Hatta Mısır’daki
darbeye karşı çıktığı için 2013’te
görevden alınan Kâbe İmamı
Suud eş-Şureym de Kral Selman
yönetimince görevine iade
edildi. Bu hamleler de gösteriyor ki, az önce sorduğumuz
sorunun cevabı kısaca “Evet!”
olabilir. Bu durumu fark eden
Arap medyasının Türkiye karşıtları bile ülkemiz yönetimine
övgüler düzen yayın anlayışını
benimsediler.
>> Arwani’nin ölümüne
dair çıkan haberler arasında
şöyle bir iddia dikkat çekiyor:
“Cami cemaatinden biriyle
arasındaki tartışma sebebiyle
öldürüldü.” Bu iddianın Batı
İslamofobisi için ne büyük bir
çapta olduğunun farkındayız
elbette. Zira ortaya çıkacak
sonuç şu: “Müslümanlar, yan
yana ibadet dahi edemeyen
vahşilerdir!”
Daily Mail gazetesi, 6
çocuk babası olan 48 yaşındaki Arwani’nin, Londra’nın
batısında kalan Nur Camii eski
imamı olduğunu aktarırken,
“Sokakta, gün ortasında işlenen bu cinayetle ilgili Suriye
rejiminden şüpheleniliyor”
yorumunu yaptı. Gazete ayrıca, Arwani’nin Esed rejimine
muhalif olmasıyla tanındığına ve Londra’da daha önce
yapılan rejim karşıtı birçok
protestoya destek verdiğine dikkat çekti.
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Yemen’e askerî operasyon
YEMEN’de yaşanan Husi ayaklanmasına karşı Yemen Cumhurbaşkanı Hadi, Suudi Arabistan’ı açıkça Yemen’e müdahaleye davet etmişti. Bu çağrıya uyan Suudi Arabistan yönetimi, Yemen’e yönelik askerî
operasyon başlattı. 10 ülkenin katıldığı operasyonda İran destekli Şii
Husilerin denetimindeki Başkent Sana havadan bombalandı. Sana’daki hava operasyonuna karşı Husi militanlar, uçaksavar bataryalarıyla
jetlere ateş açtılar.
“Musul’u terk
etmemizi söyledi”
TERÖR örgütü IŞİD’in lideri El-Bağdadi, rüyasında Hz. Muhammed ile görüştüğünü ve Musul’dan
çekilmeleri konusunda
telkin aldığını söyledi.
>> Bu haberi,
söz konusu
durumun
bizim için ne
kadar normal
ve bugünlere
dair ne çok
şey anlattığını
hatırlatmak için sayfalarımıza
alıyoruz. Öyle ya, El-Bağdadi’nin
bu açıklaması bize ne kadar da
tanıdık geliyor, öyle değil mi?
Tabiî söz konusu haberin
Musul’a yapılacak operasyonun
hemen öncesinde servis edildiğini de belirtmeliyiz. IŞİD’den
kurtulan Musul, operasyonu
gerçekleştirenler tarafından değil, bu açıklamaya göre IŞİD’in
çekilmesinden ötürü rahatladı
yani. Tamam, “IŞİD Musul’dan
çekildi” diyelim istedikleri gibi.
Peki, El-Bağdadi’ye üfleyen
gerçekte kimdi?
>> Suudi Arabistan’ın bu
operasyonuna birçok ülkeden
destek var. Türkiye’nin de destek verdiği operasyonla ilgili
olarak ABD Başkanı Obama,
lojistik ve istihbarat alanında
Suudi Arabistan’a destek olduklarını beyan etti.
Suudi Arabistan, Yemen
sınıra 150 bin asker yığınca,
bunun bir kara operasyonuna
işaret ettiği yorumlandı. Suudi
Arabistan’ın öncülüğünde 10
Arap ülkesinin katılımıyla
düzenlenen hava operasyonunda Husi Ensarullah Hareketi ve
devrik lider Ali Abdullah Salih’e
bağlı askerî üslere “gece baskını” düzenlendi. Operasyonda
isabet alan bazı sivil yerleşim
yerlerinde 25 sivil hayatını kaybetti.
Birçok askerî unsur bu operasyonlarla etkisiz hale gelir-
ken, Deylemi üssü, İhtiyat Komutanlığı ve Reyme Humeyd
Komutanlıkları bünyesinde yer
alan hava savunma sistemleri,
uçak savar bataryaları ve 4
savaş jetinin de vurulduğu
kaydedildi. Sadece Sana ile sınırlı kalmayan operasyonların, Husilerin
dün büyük bir ilerleyiş kaydettiği güney bölgelerinde de yapıldığı bilgileri geliyor. Aden’e 60
kilometre mesafedeki el-Aned
askeri üssünün de bombalanmasının ardından, Husilerin
üssü terk ettiği öne sürüldü. Yemen’deki bu hava operasyonunu Suudi Arabistan başta
olmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Ürdün,
Sudan, Kuveyt, Mısır ve Fas
yürütüyor. Körfez ülkelerinden
yalnız Umman bu operasyonda
yer almıyor. Ürdün, Fas, Mısır,
Pakistan ve Sudan, ileri bir kara
harekâtında da yer alacağını
şimdiden duyurdu.
Bilindiği gibi bütün bu süreç,
Ocak ayında Yemen’in başkenti
Sana’yı ele geçiren Şii Husi milislerin, Yemen Cumhurbaşkanı
Mansur Hadi’nin bulunduğu
Aden kentine yaklaşmasının
ardından başladı. Husi milisler,
Suudi Arabistan’ın müdahalesinin bölgede daha büyük bir
savaşa neden olacağını belirtiyor. Ancak İran ve Lübnan Hizbullah’ından gelen açıklamalar,
uzlaşma içerikli olmak yerine
havayı daha da geren nitelikler
taşıyor. İran Dışişleri Bakanlığı,
Yemen’e yapılan askerî hava
operasyonunu kınayarak, saldırının derhal durdurulmasını
talep ediyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Merziye Afham,
Yemen’e başlatılan askerî
operasyonu “tehlikeli bir adım
ve ülkelerin milli egemenliğini
zedeleyen uluslararası sorumluluklara aykırı bir eylem”
olarak değerlendirdiklerini
belirtti. İranlı sözcü, “Bu saldırı,
terörizm ve aşırıcılığın yayılmasından başka bir sonuç vermeyip, güvensizliği bölge geneline
yaymış olacak” diye konuştu.
Demek ki İran da, ABD de
şunu öğrenmeli: Başkalarının
içişlerine karışmamalı ki terörizm ve aşırıcılığın önüne geçilsin ve güvensizlik ortamından
kurtulsun insanlık…
Bu arada bir dipnotu da ekleyelim: Yemen’deki bu operasyon sırasında Yemen El-Kaide’si
ile IŞİD, hem koalisyona, hem
de Husilere karşı neredeyse birleşmiş durumda. Hava saldırılarını fırsat bilen iki terör örgütü,
Yemen’de cezaevinde bulunan
300’ü aşkın mahkûmu bünyelerine kattılar. Yemen’den yeni bir
Suriye mi çıkar bilinmez ama
birilerinin bütün bu durumları
önceden hesap ettikleri kesin!
özel sayı 101 2015
21
Dünya Ajanda
2 7 özgürlükçü hakkında
idam kararı çıktı
NSU tanığı
olmanın kaderi:
Sebebi bilinmeyen ölüm!
MISIR’da, aralarında İhvan-i Müslimin lideri Muhammed Bedii ve
13 yöneticisinin de bulunduğu 27 kişi hakkında idam kararı verildi.
tan, hükümet karşıtı gösterilere
katılmak ve yalan haber yaymakla suçlandığı davada müebbet hapse çarptırıldı.
>> Sisi’ye göbeğinden bağlı Kahire Ceza Mahkemesi, Mısır
kamuoyunda “Rabia Operasyonları Birimi” olarak bilinen
davada yargılanan ve idam
cezasına çarptırılan Bedii ile
13 sanığın dosyasını ele aldı ve
görüşünü almak üzere dosyayı
Devlet Müftülüğü’ne gönderdi.
Müftülüğün onayladığı idam
kararı, Kahire Ceza Mahkemesi
tarafından uygulanacak. Bu
da demek oluyor ki, sadece
mahkemeler değil, Müftülük de
Sisi’ye göbekten bağlı.
Mısır’da yasadışı ilan edilen
Müslüman Kardeşler’in önde
gelen üyelerinden ve aynı
zamanda bir ABD vatandaşı
olan Vaiz Salih Sultan’ın oğlu
Muhammed Sultan, 2013’ten
bu yana tutuklu olmasını ve
hapis şartlarını protesto etmek
amacıyla 14 aydır açlık grevi
yapıyordu. Babası hakkında
verilen idam cezası da onanan
27 yaşındaki Muhammed Sul-
Elbette ABD vatandaşı olması
sebebiyle Muhammed Sultan
hakkında ABD’den tepki de
geldi. Her zamanki gibi “Kaygılıyız!” serzenişini yineleyen
ABD, davanın sonuçlarıyla ilgili
“derin” endişe taşıdığını bildirdi.
Muhammed Sultan, 2013’ün
Ağustos ayında babası Salih
Sultan için eve gelen polisler
tarafından babası evde bulunamayınca tutuklanmıştı. Zaten
sırf bu manzara dahi Mısır’daki
darbe yönetiminin hangi boyutlarda olduğunu göstermeye
yetecektir.
Haklarında idam kararı
çıkan 27 kişiye daha birçok ek
listeler ekleneceği ortada. Ve
bu 27 kişi, “14 Ağustos 2013’te
Rabiatu’l-Adeviyye gösterilerinin dağıtılması sırasında ülkede
kaos çıkarma, polis karakolları,
kamu malları, devlet kurumları
ve özel kuruluşlar ile kiliselere
saldırı planı hazırlama” gibi suçlamalar sebebiyle tutukluydu.
Peki, plan nerede?
Papa’dan soykırım iddialarına destek
KATOLİK lider Papa Francesco, 1915 olaylarını anmak için
Vatikan’da düzenlediği ayinde
20. yüzyılın ilk soykırımının Ermeni toplumuna karşı yapıldığını
söyledi. Papa’nın yönettiği ayin
yaklaşık bir buçuk sürerken, genel duaya Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Dünya
Ermenileri ruhanî lideri ve Ermeni Apostolik Kilisesi Katolikosu II.
Karekin ve de Kilikya Katolikosu
I. Aram da katıldı. Papa ayinin
hemen başında yaptığı konuşmada, “20. yüzyılın ilk soykırımı
Ermenilere yapıldı” dedi. Papa’dan Katolik ve Ortodoksların Avrupa’nın ortasında,
Bosna’da yapılan “hakikî” soykırım için ne diyeceğini merakla
bekliyoruz.
22
özel sayı 101 2015
ALMANYA’daki Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU) davasında tanık olarak yer alan
bir kişi daha ölü bulundu. Evinde bulunan 20
yaşındaki tanık hakkında otopsi için incelemeler yapılıyor. Peki, herhangi bir cinayet şüphesi dillendirilecek mi?
>> 2013 yılında NSU Araştırma Komisyonu’na ifade
vereceği gün esrarengiz bir
şekilde arabasında yanarak
ölen Florian H. adlı Neo-Nazinin
eski sevgilisi olduğu öğrenilen
20 yaşındaki tanık hakkında
Alman emniyeti ve savcılıktan
yapılan açıklamaya göre, evinde
arkadaşı tarafından kasılmış
halde nöbet geçirirken bulunan
tanık, tüm müdahalelere rağmen
kurtarılamadı.
Genç kadının söz konusu
komisyona verdiği beyana göre
çok korktuğunu ve kendisini
tehdit altında hissettiğini söylediği belirtiliyor. İddialara göre,
NSU Araştırma Komisyonu’na
ifade vereceği gün esrarengiz
bir şekilde arabasında yanarak
ölen Florian H. adlı Neo-Nazi,
2007 yılında Heidelberg’te NSU
terör örgütü tarafından öldürülen Michele Kiesewetter adlı
polis memurunu kimin öldürdüğünü
biliyordu.
Savcılık, şüpheli bir şekilde
hayatını kaybeden Florian H.
adlı Neo-Nazinin dosyasını,
ailesinin yanan arabada delil
olabilecek silah ve anahtarlar
bulması ve NSU Komisyonu’na
ulaştırılması üzerine geçtiğimiz
günlerde yeniden açmıştı. Polisin, 2013 yılında yanan arabada
söz konusu silah ve anahtarları
nasıl görmediği ise hâlâ esrarını
koruyor. Velhâsılıkelâm, Almanya bir yüzkarası yaşıyor!
Ömer Bekir Sadık
O n ayl ı b a r ı ş ç ı l nü k le e r s i l a h
P5+1 ülkeleri ve Tahran, İran’ın barışçıl nükleer program izlemesini
garanti altına almak ve karşılığında yaptırımları kaldırmayı öngören
çerçeve anlaşma kapsamında sonunda uzlaştı. “Sonunda” dediğimize bakmayın, sadece oyunun perdeleri uzun tutulmuştu. Yani bu son
zaten gerçekleşecekti. Artık İran da “barış” için nükleer silah üretebilecek “rahatlıkla” ve kimse kendisine ambargo uygulamayacak.
dönüştürülecek. Yabancı bilim
insanları da bu merkezdeki
araştırmalara katılacak.
Tahran, en ısrarcı olduğu
konulardan biri olan yeni nesil
santrifüj geliştirmek için AR-GE
çalışmalarına devam edebilecek. Ancak bu, P5+1 ülkelerinin
onayladığı parametreler kapsamında olacak. Uluslararası Atom
Enerjisi Kurumu, İran’ın tüm
tesislerini denetleyebilecek.
Ayrıca ABD, AB ve BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu
İran’ın kararlaştırılan tüm
adımları attığını onayladığında,
nükleer programla ilgili tüm
yaptırımlar kaldıracak. ABD’nin
İran’a yönelik “terörizm, insan
hakları ihlalleri ve balistik füzeler” alanlarındaki yaptırımları
ise sürecek.
>> İran’da “zafer” olarak kutlanan uzlaşma, İran’a karşı bazı
sınırlamalar ve haklar getiriyor.
Şöyle ki, İran uranyum zenginleştiren santrifüjlerinin sayısını
üçte iki oranında azaltacak. 10
yıl boyunca bunların tamamı
ilk nesil santrifüjlerden oluşacak ve 15 yıl boyunca uranyumu yüzde 3,67’den fazla zenginleştirmeyecek. İran, mevcut
durumda 10 bin kilogram olan
düşük ölçüde zenginleştirilmiş
uranyum stoğunu 15 yıl boyunca zenginleştirilmiş şekilde 300
kilograma düşürecek ve bunun
yanında yine 15 yıl boyunca
yeni uranyum zenginleştirme
tesisi kurmayacak. Mevcut
durumda İran’ın bir nükleer
silah için gereken maddelere
ulaşması adına gereken süre 2-3
ay; getirilen sınırlamalarla İran,
10 yıl boyunca atom bombasına
ulaşmaya 1 yıl daha uzak olacak. Kom kentinde -yeraltında
bulunan ve bu nedenle askerî
bir müdahaleden etkilenmeyeceği düşünülen- Fordo
Tesisi’nde en az 15 yıl boyunca
uranyum zenginleştirmeyecek. Bu tesis, nükleer, fizik ve
teknoloji araştırma merkezine
Söz konusu uzlaşıya dair en
sert tepki elbette İsrail’den geldi.
İsrail Stratejik İlişkiler Bakanı
Yuval Steinitz, “Lozan’daki
gülümsemeler, İran’ın nükleer
konuda hiçbir ödün vermediği,
İsrail ve Ortadoğu’daki diğer
ülkeleri tehdit ettiğine dair korkunç gerçekten kopuktu. Dünyayı kötü bir nihaî anlaşmadan
vazgeçirmek için çabalarımız
sürecek” dedi. Öyle ya, kalıcı
metin 30 Haziran 2015 günü
hazırlanacak. Bakalım o güne
kadar neler olacak?
Avrupalı bankaların kara para hezeyanı
nıldığı şüphesiyle dava açıldığı
bildirildi.
KARA para aklama iddialarıyla anılan İngiltere merkezli HSBC’nin Cenevre Şubesi,
söz konusu iddialara dair yapılan soruşturmanın ardından ceza olarak 1 milyar avro
ödemeye mahkûm edildi.
HSBC’nin “varlıklı müşterilerinin İsviçre’deki hesapları
üzerinden vergi kaçırmalarına
yardımcı olduğu” iddiasını destekleyen belgelerin, bankanın
eski bilgi işlem çalışanı Herve
Falciani tarafından sızdırıldığı
ortaya çıkmıştı. Paris Savcılığı,
Mart ayında iddialarla ilgili
bir de soruşturma başlatmıştı.
Fransız Le Monde gazetesinin
öncülüğünde toplanan Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler
Konsorsiyumu tarafından ortaya çıkarılan skandal ile “Swissleaks” adı verilen belgelere göre
yaklaşık 9 bin Fransız vatandaşının söz konusu bankada
5 milyar avro civarında gizli
hesabının bulunduğu biliniyor.
para aklandığına dair iddialara
ilişkin yürüttüğü soruşturmanın ardından bu tür bir cezaya
başvurduğu belirtiliyor. Tabiî
söz konusu bir İngiliz bankası
olunca, 17 Aralık darbe teşebbüsü sürecindeki ahlaksızlıkla
bir ülkenin ekonomisine kast
edilmiyor ve bu tür haberler
görmezlikten geliniyor.
>> Konuya dair doğrudan
İsviçre’de yapılan yorumlarda, bir Fransız mahkemesinin,
HSBC Cenevre Şubesi’nde kara
HSBC kendisine verilen bu cezayı “yersiz ve aşırı” bulduğu
bildirdi ve davayı temyize taşıyacağını belirtti. HSBC’nin yaptığı bu beyan, Türkiye’de “HSBC
ile Halkbank’ı karıştırmayalım,
bunlar sadece iddia!” diyen hainlere de ayrıca duyurulur!
Tabiî HSBC’ye dair bu karar
bir Fransız mahkemesinden
çıkınca, Fransız müşterilerin
kara para aklama faaliyetlerine
yardımcı oldukları gerekçesiyle
HSBC tarafından da bir dava
açıldı. HSBC’den yapılan yazılı
açıklamada, 2006-2007 yılları
arasında bankanın Fransa
üzerinden İsviçre’deki şubelerinin kara para aklama ve vergi
kaçakçılığı faaliyetleri için kulla-
özel sayı 101 2015
23
Dünya Ajanda
Avustralya’da İslam karşıtı gösteri
Av u s t r a l y a l ı l a r c a e n g e l l e n d i
Üniversitede
katliam
AVUSTRALYA’nın Melbourne kentinde İslam karşıtı gösteri yapmak isteyen “Reclaim Australia” (Avustralya’yı Geri Alın) adlı grup,
eyleme tepki gösteren bir başka grup tarafından engellendi.
EL-KAİDE bağlantılı Somalili terör örgütü EşŞebab, Kenya’da yüzlerce öğrenciyi rehin tuttuğu üniversitede, güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine vahşi bir katliam gerçekleştirdi.
>> Teröristler, sabah saatlerinde yaptıkları baskın sonrasında Müslüman öğrencileri
ayıklayıp Hıristiyan öğrencileri
rehin aldılar. Bunun üzerine
operasyon düzenleyen Kenya
güvenlik güçleri ile Eş-Şebab
militanları arasında çatışma
çıktı. 4 terörist öldürülürken,
143 üniversite öğrencisi hayatını kaybetti. Tabiî bunun yanında birçok yaralan da mevcut…
Afrika’daki Eş-Şebab ve Boko
Haram tehdidine karşı neden
bir ses çıkarmıyor dünya?
Yoksa birilerinin Afrika için de
demokrasi ve özgürlük planları
mı var geleceğe ilişkin?
>> İslam karşıtı bu gösteri,
ülkedeki bütün sivil toplum
kuruluşları ve insan hakları
savunucularının tepkisini çekti.
Söz konusu gruba karşı çıkan
Avustralyalılar, “Irkçılığa yer
yok!”, “Müslümanlar hoş geldiniz!”, “Irkçılara hayır!”, “Korkuya
hayır!” gibi sloganlarla Müslümanlara destek oldular.
“Avustralya’yı geri alın!” şeklindeki bir sloganı İslam karşıtı
bir grubun kullanması ise aklımıza şunu getirdi: Bu grup, belli
ki zamanında Aborijinlere karşı
haksız ve vahşice davranan,
NSA binasına
şok baskın girişimi
ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) Fort Mead’deki
merkezine baskın girişiminde bulunuldu. 1 kişi hayatını
kaybetti, 2 kişi yaralandı.
>> Sabah saatlerinde bir
araçla gelerek merkez kampüsüne giriş kapısını kırıp içeri
girmeye çalışan 2 kişi, güvenlik
güçlerince vuruldu. Aracın bina
giriş kapısına çarpması sonra-
24
özel sayı 101 2015
sında güvenlik güçleri silah kullanırken, araçtaki şahıslardan
biri öldürüldü, diğeri yaralandı.
Olayda bir güvenlik görevlisi de
hafif şekilde yara aldı. Araçtaki
kişilerin kadın kıyafeti giymele-
onların topraklarına arsızca
konan atalarından utanmış ve
ülkenin asıl sahipleri olan bu
kabileye karşı bir pişmanlıkla
“Avustralya’yı geri alın!” çağrısı
yapmış olsalar… Bu hayalin
gerçekleşmeyeceğini biliyoruz
ama “Ya tutarsa?” dünyası işte!
ri ise dikkat çekiciydi. FBI’dan
yapılan açıklamaya göre “olayın terörizmle alakalı bir girişim olduğuna inanılmıyor”.
İşte bu düşünce, konuya dair
birçok komplo teorisini peşinden getiriyor! NSA’nın da bulunduğu
Fort Mead’deki bu bölgede
ABD’nin silahlı güçlerine ait
95 güvenlik birimi bulunuyor.
Yaklaşık 11 bin askerî personelin yanı sıra 29 bin sivil memurun da bulunduğu alanda 6 bin
kişi sürekli ikamet ediyor. SİNAN CANAN
KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER
Bilmek isteyeceğiniz
şeylerle dolu bir kitap!
özel sayı 101 2015
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
26
Bir kalbe iki sevgi sığmaz!
C
UMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’a düşmanlık, hakaret ve nefret kusma yarışında ilk
sırayı alanların daha önce gizli,
17 Aralık darbe teşebbüsünden
sonra ise aşikâr yaptıkları bir iş
var ki, o işin adı “düşmanlık sırasında neye sığınılacağını şaşırmak” şeklinde konulabilir.
özel sayı 101 2015
en insanî ve en somut tecrübedeki hâlidir.
Yaklaşık bir buçuk yıldır ABD senatörlerine, AB temsilcilerine, Avrupalı devlet yetkililerine, topyekûn Batı’nın kalemşörlerine
mektuplar gönderip mikrofonlar uzatılarak
yapılan Türkiye kötülemesinin mimarının
kalbini işte bu söz çerçevesinde değerlendirmek için aşağıya aldığımız 14 Mart 2015
tarihli Zaman gazetesinin haberine göz
atmamız yeterli olacak:
“NY Times: ‘Otoriterleşen Türkiye
NATO’dan uzaklaşıyor!’
Amerika’nın saygın gazetesi New York
Times, Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin
giderek artan bir şekilde otoriterleştiğini ve
NATO ile bağlarının kopmaya başladığını
yazdı. Gazetede yayınlanan başyazıda
ilk olarak, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın
resmî internet sitesinde ülkenin güvenliği ve
önem verdiği konularda NATO’nun ‘merkezî
rol’ oynadığının ifade edilmesine rağmen
Türkiye’nin birliğe bağlılığının hiçbir dönem
böylesine ikircikli olmadığı vurgulandı.
Türkiye’nin IŞİD ile mücadelede yeterli
adım atmaması, Çin’den NATO sistemine
uymayacak savunma sistemleri almayı
planlaması ve Rusya’nın Ukrayna işgali konusunda net tavır sergilememesinin NATO ile
ilişkilerine zarar verdiğine dikkat çekildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
ve Hükümet’in NATO ile tam bir işbirliği
yapmadığı ve NATO’nun öncelikleri ve
menfaatlerine açık bir şekilde karşı gelen bir
tavır sergilendiğinin dile getirildiği başyazıda,
‘Gerçek şu ki, Türkiye Erdoğan’ın liderliği altında giderek artan bir şekilde otoriterleşiyor.
Ayrıca ülkenin, anlaşmada ‘Demokrasinin
prensipleri üzerine kuruldu’ denen birlikten
(NATO) giderek bağını kopardığı su yüzüne
çıktı’ ifadelerine yer verildi.
Başyazıda, aylardan bu yana Batılı müttefiklerinin Türkiye’ye, binlerce yabancı militanın Suriye’ye girerek IŞİD’e katılmasına neden
olan ‘geçirgen sınırını’ kapatması için baskı
yaptığı belirtildi. Her ne kadar Türk hükümeti
geçişleri zorlaştırmak için birtakım adımlar
atmış olsa da bunun yeterli olmadığının ifade
edildiği başyazıda, ‘Uzun bir sınırı tamamen
kapatmak imkânsız olabilir. Ancak ülkenin
dev ordusuna ve saygıdeğer istihbarat servisine bakacak olursak, Türkiye’nin daha iyi
bir iş çıkarmaması mazur görülemez’ ifadesi
kullanıldı.
>> Tasavvufî kaynaklara dayalı pek kıymetli bir cümledir “Bir kalbe iki sevgi sığmaz!” sözü... Bu sözü hayatının her safhası
ve her kategorisi için ilke edinebilir insan.
Zira bu söz Allah’ın, kuluna kaldıramayacağından fazlasını yüklemeyeceği vaadinin
New York Times muhabirleri Tim Arango
ve Eric Schmitt’in geçtiğimiz haftaki haberlerine değinilerek Türkiye’deki sınır nöbetçilerinin kaçakçıların geçişlerini görmezden
geldikleri, hatta kaçakçıları gördüklerinde
başlarını başka yöne çevirdikleri iddiası da
bu yönde atılan adımların yetersiz olduğuna
Uluğ Bayındır // [email protected]
örnek gösterildi.
Başyazıda ayrıca Türkiye’nin Çin’den
radar ve uzun menzilli hava savunma
füzelerini içeren 3,4 milyar dolar değerinde hava savunma sistemi almayı düşünmesi eleştirildi. Amerika ve Avrupalı
müttefiklerin kendileri yerine Çin’den
böylesi bir askerî teçhizatı satın almayı
risk olarak gördüklerinden karşı çıktığı
belirtilerek, ‘Türkiye’nin onlardan savunma sistemi almamasından rahatsızlar,
çünkü Türkiye’yi Suriye saldırılarından
korumak için Türkiye topraklarına Patriot füze bataryaları yerleştirdiler’ ifadesi
kullanıldı.
Mukayesenin daniskası kökten değil,
paralelden çıkar
H
ABERİN başlığını görüp de içeriğine bakmak istediğinizde hemen bir notla karşılaşıyorsunuz:
“ABD’de espri, biz de tutuklama!”
NATO’nun kendi sistemlerini Çin’den
gelenler ile entegre etmek istemeyeceğine dikkat çekilen başyazıda, ‘Çin’in
sistemi riskli bir yazılıma sahip olabilir ve
ABD’li Kongre üyeleri buna karşı’ denildi.
New York Times’in Türkiye’yi eleştirdiği bir diğer konu ise Türkiye’nin
Rusya ile ilişkileri. Türkiye’nin Rusya
ile bu yıl doğalgaz boru hattı anlaşması
imzalaması beklendiğine dikkat çekilen
başyazıda, Ukrayna’yı by-pass edecek bu
anlaşmanın, Erdoğan hükümetinin Batı
yaptırımlarına kulak asmadığını gösterdiği vurgulandı.
Makalede son olarak, Amerikalı
yetkililerin Türkiye’nin hiçbir şekilde
NATO’dan ayrılacağını düşünmediği
belirtildi. Ancak ‘Böyle bir hareket tabiî ki
felaket bir hata olur. Ama gerçek şu ki, bu
ihtimalin yükseldiğinin düşünülmesi bile,
bir krizde Türkiye’ye güvenmek konusunda müttefiklerinin nasıl kaygılı olduğunu ortaya koydu’ ifadeleri kullanıldı.”
ABD Başkanı’nın okuduğu mesajlardan birinde
şöyle diyormuş: “Obama’yı
dünyanın öbür ucundaki
bir golf sahasına götürüp
orada bırakmanın bir yolu
var mıdır?” Obama da
buna “Bence harika fikir!”
diye karşılık vermiş. Dertten kurtulmak için elbette
harika fikir! Ancak bunca
derdin arasında Erdoğan’a
bunu sorun, “Dert adamı
söyletir” karşılığını bulursunuz.
Haberi hep birlikte baştan sona okuyup gördük ki, her satırında tehdit, her
satırında kötüleme, her satırında karalama olan NYT menşeli bir yazıyı kendi
kanallarını köpürtme ve kara propaganda malzemesi olarak kullanmaktan
geri kalmayan bir paralel çeteyle karşı
karşıyayız.
“Bir kalbe iki sevgi sığmaz!” sözünü
hatırlattıktan sonra bu haberi okuyunca insan merak ediyor ve şöyle soruyor:
“Paralel çetenin liderinin de, profesyonellerinin de, medyatörlerinin de birer
kalbi var haliyle; peki, bunların o tek
kalplerinde yer tutan sevgi kime ait?
Türkiye’ye mi?”
Bu sorunun cevabı, haberi okuduğunuzda asla “Türkiye’ye ait” şeklinde
karşımıza çıkmıyor, çıkamıyor.
Derdi ki bağıra çağıra gözyaşları
içinde, “Canım çıksın!”. Kusura bakma
“h”efendi ama canın çıkalı, hatta yerine
başka can koyalı çok olmuş! Ve sen,
O’nun (cc) yüklemediğinden fazlasını
kaldırmaya yeltenmiş, haddini çoktan
aşmışsın. Sırtlandığın yükün altında
ezileceğini sen de biliyorsun!
da olunca “La bebe!” diye
başlayası geliyor insanın
ama kendi kendini teskin
ederek bir “Ulan!” çekip
bodoslama dalıyor konuya: Obama, kendisiyle alay
eden mesajları okuyup
seyircilere yaşattığı keyifli anları başına çalsın!
Onun göz yumduğu coğrafyalarda, Myanmar’da,
Kandahar’da, Gazze’de,
Halep’te kimsenin keyifli
bir an yaşadığı yok! “O da
böyle olsun!” dediğiniz
Erdoğan’ın insanlara keyifli anlar yaşatmasını bekliyorsunuz kendisiyle dalga
geçip? Kusura bakmayın,
milletin başına ördüğünüz
çorapları sökmekle uğraşmaktan, Obama’nın görmezlikten geldiği coğrafyalara uzanmaktan keyifli
anlar yaşamıyor, dolayısıyla yaşatamıyor da…
>> ABD Başkanı Obama,
her özgürlükçü taklidi
yapabilen ABD’li gibi,
popülarite kulvarı olan bir
“talk show” programına
konuk olmuş. “Jimmy Kimmel Live” adlı programda
Obama, kendisiyle alakalı
sosyal paylaşım mesajlarını okuyarak “yüksek özgüveni ve kendiyle barışık
şahsiyeti” (!) sayesinde
kendisiyle dalga geçmiş.
Tabiî bu durumu haberleştiren paralel yapının
medyatörleri öyle imrenmişler ki bu hâle, “Neden
bizim başkanımız da böyle
kendiyle dalga geçmiyor?”
diyerek hayıflanmışlar. Bu
medyatörler Erdoğan’ı çok
seviyorlar yahu! Kendisiyle dalga geçmesinde ne
büyük hayırlar görüyorlar
ki hazırladıkları haberle
bu tip bir liderliğin daha
sevecen olacağını ileri
sürüyorlar. Yoksa bunlar
başkanlık sistemini de mi
destekliyorlar acaba?
Habere göre ABD
Başkanı Barack Obama,
Twitter’de kendisiyle alay
eden mesajları okumuş ve
programdaki esprili ifadeleriyle seyredenlere keyifli
anlar yaşatmış…
Serde az Ankaralılık
Obama’ya yollanan
bir diğer mesaj ise,
“Obama’nın gözlerini nasıl
ışıldatırsınız? Kulaklarından içeri el feneri tutarak”
şeklindeymiş. Bu mesajda
herhangi bir hakaret var
mı paralel medyatörler?
Sırf size söylendiği için
en ufak sözden hakaret
çıkartan sizler, Erdoğan,
yakınları, sevdikleri ve
onu sevenler hakkında
yazdığınız hakaretlerin aynılarını sıkıysa Obama’ya
gönderin! Ondan sonra
haber başına not düşersiniz: “Biz de tutuklama ve
sonra salıverilme, ABD’de
Guantanamo!”
özel sayı 101 2015
27
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
28
Sümeyye Erdoğan’dan paralel
“cihat” tanımına uymayan tarif
“S
ÜMEYYE Erdoğan’dan olay ‘cihat’ tanımı” başlıklı haberi görür görmez okudum.
Acaba nasıl bir tarif yapmış olabilirdi Sayın
Cumhurbaşkanı’nın kerimesi ki “olay tanım”
şeklinde sunulmuştu haber?
>> Sümeyye Erdoğan,
Katar’da toplanan Empower
Gençlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “cihat” kelimesi üzerine yaklaşımlarını
sıraladı. “Cihat kelimesinin
anlamı ‘çabalamak’tır. Bir
yönetmen, dünyaya gerçek
İslam’ı anlatan bir film sunarak cihat yapabilir. Cihadı
sadece ‘savaşta çarpışmak’
olarak algılamak, bu yüce
anlayışın sadece bir karikatürü olabilir” ifadelerini
kullandı.
özel sayı 101 2015
Bu ifadeleri haberde
okuduktan sonra paralel bir
empati kurarak bu haberi
şöyle düşünerek yazabileceklerini hissettim: “Yahu
‘cihat’ adam öldürmek değil
miydi? Hoşgörü ve diyaloğa
göre bizde cihada yer yok!
Öyleyse Sümeyye Hanım,
babası gibi cihadistlerin
gittiği yolu sırf sevimli göstermek için böyle entelektüel bir yorum getirmeye
çalışmış. Ama yemezler
Sümeyye Hanım! Biz ciha-
dın ne olduğunu gayet iyi
biliriz…”
Konuşmasını şu pasajlarla sürdürmüş Erdoğan:
“İdealler popüler kültürle
değil, kendi inançlarımız ve
değerlerimizle olur. Popülaritenin hâkimiyeti, insanoğlunun vasıflarını, özelliklerini,
zenginlik ve benzersizliğini
öldürüyor. Dürüst olmak
gerekirse bundan çok bıktım. Bir kitap mağazasına
girdiğimde, ‘çok satan’ diye
isimlendirilen kitaplara
bakmak bile istemiyorum.
Unutmayın ki popüler olan,
dışarıda birinin amaçlarına
hizmet eden bir araçtır...
Dürüst olalım, haberlerde
gördüğünüzün çoğu, sosyal
medyada okuduklarınız,
hatta kitaplar gerçek değiller.
Bu yüzden şüpheci olun ve
bilgi kanallarınızı çeşitlendirin. Elinizdeki bilginin perde
arkasını görmeye çalışın;
“Yazarı kimdir, düşünce
biçimi nedir, ne gibi çıkarları,
amaçları olabilir?” diye düşünün…
Herkesin bir motivasyonu vardır; yazarlar, gazeteciler, akademisyenler,
hatta entelektüellerin de.
Bu yüzden gazetecilik veya
akademisyenlikte tarafsızlık
çoğunlukla tatlı, hatta acı bile
denilebilecek bir yalandır.
Batı’nın gelişmiş ülkelerinin,
basın özgürlüğü veya akademik tarafsızlığı hakkında
size üstten konuşmalarına
izin vermeyin. Çünkü kamu
algısını şekillendirmeye ve
oynatmaya gelince asıl profesyonel ‘Batı dünyası’. Bu
yüzden ana akımla yetinmemelisiniz. Zira medyada, akademide, finansal kurumlarda
olsun, ana akımın diğer bir
kötü yanı da sistemin devam
etmesini sağlamasıdır. Ana
akım, koltuklarını kaybetmemek için genellikle risk
almayan ve politik olarak
konuşan insanlardan oluşur.
Bu yüzden doğruyu öğrenmek istiyorsanız, ana akımın
bilgi kanallarının dışına
çıkın. Ancak o zaman doğru
mesaja ulaşabilirsiniz...”
Anladım ki ihanetin ana
akımı, kendilerine bağlı
müntesiplerin bu sözleri
benimseyerek kendi varlıklarını sorgulama ihtimallerinden rahatsız olmuş ve
Erdoğan’ın açıklamalarına
“Olay!” demiş. Biz ise kendisini tebrik ediyor, her
nedense “Kimin kızı işte?!”
demekten kendimizi alamıyoruz.
Uluğ Bayındır
Vampir medyanın terör iştiyakı
31
MART 2015 günü yaşanan elim olayla bir savcımızı Beka âlemine
yolcu ettik. Savcı Mehmet Selim Kiraz, iki teröristin İstanbul’daki Çağlayan Adliyesi’ne avukat kılığında sızmasıyla önce rehin alındı, ardından şehit edildi.
Demokrasiye
göre hareket
etmek, paralel
lügatte “suç”
TARAF gazetesinin
yayınladığı bir haber,
Türkiye’de parti kapatma vakalarının önüne
geçme noktasında tek
başına hareket eden AK
Parti’ye karşı yapılmış
başlı başına bir iftiralar
manzumesiydi.
Söz konusu habere
göre AK Parti, parti kapatmalarını kendisine dert
edinmiyor, yalnız kendi
lehine çalışıyor, hatta
aslında kendisi dışındaki
bütün partilerin kapatılması için uğraşıyordu.
Yayınlanan bu haberin
ardından haftalarca konuşulan “AK Parti bütün
partileri kapattıracak!”
iddiası, Türkiye’de siyasî
gerilimin ne tür yalanlarla kolayca arttırılabileceğinin deliliydi.
Peki, bu süreçte millet
birbirini yerken paralel
dillerini konuşturarak
yalan ve iftira dolu haberleri servis edenlerde
-özür dilemeyi veya tekzip çekmeyi geçtik- hiçbir
utanma emaresi gördük
mü? Elbette hayır! Böyle
haberlerle daha çok
karşılaşacağımızın belgesidir bu!
>> Şehit Kiraz’la çekindikleri aşağılık fotoğrafları sosyal medyada
paylaşan teröristler,
imansız merkez medyanın bu fotoğrafları
yayınlamasıyla istediklerine ulaştılar. Sosyal
medyada konu üzerine
mesajlarını yayınlayan
ölü sevicisi ve gizli terör
destekçisi “gazeteci”
veya “sanatçı” unvanlı
ajan-provokatörlerse bu
teröristler aleyhine tek
kelam etmezlerken, Nasrettin Hoca’yı yerinden
kaldırıp “Hırsızın hiç mi
günahı yok?” dedirtecek
yönlendirmeler yaptılar.
Şehit Savcımızın
defnedileceği gün,
Başbakanlık tarafından
cenaze merasimine dair
bir akreditasyon uygulaması yapıldı. Zira millet
nezdinde anti-psikolojik
baskılar oluşturacağı, Şehit Savcımızın özellikle
ailesinin kötü etkileneceği belirtilmesine rağmen
bu fotoğrafları yayınlayan medya organlarının
cenaze törenine alınma-
ları istenmemişti.
İşte bu durum karşısında dahi çirkeflikten
vazgeçmeyen imansız
merkez medya, Şehit
Savcımızın ailesinin dahi
uyarılarına rağmen bu
fotoğrafları yayınlamayı
sürdürmekten çekinmedi, bundan ufacık bir
hayâ dahi etmedi.
Yalnız bu fotoğrafları
yayınlayan ama daha
sonra bir özür metniyle
hatasını açıklayan Milat
gazetesi de merasime
alınmadı. Öyle ya, ne
olursa olsun adaletli
olunmalıydı. Milat gazetesinin özür metni
şöyleydi: “Milat gazetesi
olarak tüm milletimizden özür diliyoruz. Dün
Çağlayan Adliyesi’nde
yaşanan elim ve vahşi
olayı sayfalarımıza aktarırken, gazetecilik refleksinin verdiği heyecanla
merhum Savcımız Mehmet Selim Kiraz’ın görüntüsünü teröristlerle
beraber yayınlamak gibi
tarihî bir hata yaptığı-
mızı kabul ediyor, başta
Savcımızın eşinden, çocuklarından, ailesinden
olmak üzere okurlarımız
ve tüm Türkiye halkından özür diliyoruz. Yaptığımız hatanın farkında
olduğumuzu biliyor ve
‘beşer’ olduğumuzun
altını çizerek aynı hatayı
bir daha tekrarlamayacağımıza söz veriyoruz.”
Milat gazetesini bu
onurlu davranışından
tebrik ediyor, imansız
merkez medyayı ise
kınıyor, teröre verdiği
destekten ötürü de lanetliyoruz.
özel sayı 101 2015
29
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
30
Söz sığıntı kalınca
kalem ne etsin?
N
AZLI Ilıcak, 12 Mart 2015 tarihli Bugün gazetesinde
yazdığı “Gül ve G günü” başlıklı yazısıyla ilginç bir şekilde dikkatimizi çekti.
ve şöyle yazıyor:
“Hakan Fidan’ın yeniden
MİT Müsteşarlığı’na dönmesi,
kolay kabul edilebilecek
bir olay değil. Ahmet Davutoğlu “İhtiyacım var” dedi
ama buna rağmen direnemedi, Fidan’ı yeniden MİT
Müsteşarlığı’na atamak zorunda kaldı.
Peki, Tayyip Erdoğan eskisi
gibi Hakan Fidan’a güvenebilir mi? Hiç sanmıyorum!
Belki artık böcek konusunda
tuzağa düşürüldüğünü de
yavaş yavaş idrak eder. Bütün
deliller, böceğin prize polisler
tarafından yerleştirilmediğini
ortaya koyuyor. Şüpheler
Mustafa Varank ve MİT görevlileri üzerinde yoğunlaşıyor.
Hakan Fidan’ın MİT’e
atanmasından sonra, Tayyip
Erdoğan’ın giderek herkese
kuşkuyla baktığına ve yalnızlaştığına şahit olduk. Erdoğan,
o tarihten sonra yolunu şaşırdı. Ama en sıkışık zamanında
Hakan Fidan’a sahip çıkmasına rağmen, Fidan kolayca
ona sırtını dönüp siyasete
girdi. Bu davranışının Cumhurbaşkanı ile arasında bir
güven bunalımı yaratmaması
mümkün mü?
Benim Erdoğan’a bir tavsiyem var: Son gelişmeler
ışığında geçmişte yaşananları biraz sorgulasın. Mesela
böcek bulunduktan sonra
önemli bir güvenlik zaafı
yaratan bu durum neden
hemen savcılığa intikal
ettirilmedi de 2 yıl boyunca
kapalı devre bir soruşturma
yürütüldü? Ve niçin BİLGEM
eski Başkan Yardımcısı Hasan
Palaz’ın belirttiği gibi, birileri
TÜBİTAK’tan böceğin yerleştirildiği tarihin geriye alınmasını istedi?”
>> Zira o günlerde Abdullah Gül’ün siyasete dönüp
dönmeyeceği, AK Parti’den
milletvekili adayı olup olmayacağı, aday olursa davullu
zurnalı bir karşılamanın
yapılıp yapılmayacağı tartışılıyordu. Bakalım o günleri
Nazlı Hanım nasıl değerlendirmiş.
“Abdullah Gül’ün bir yakınıyla, neden bu aşamada
onun aktif siyasete dönmek
istemediğini konuştum. Gül,
özel sayı 101 2015
Tayyip Erdoğan’ın davetinin
samimi bir talep olmadığının farkında. Diyelim ki
milletvekili seçildi… Bugünkü
şartlarda partide iki kanadın
çarpıştığı inkâr edilemez bir
gerçek. Gül, ister istemez bir
grubun adamı haline gelecek,
kendisini bir çekişme ve
tartışmanın içinde bulacaktır.
Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın
başkanlık sisteminde ısrarlı
olduğu biliniyor. Gül buna da
karşı. Diyelim ki milletvekili
oldu, ya suskun kalmak mec-
buriyetinde ya da tepki göstererek taraf olacak. ‘Peki, neyi
bekliyor?’ derseniz… Siyasetin
topyekûn ona ihtiyaç duymasını... Bunun için de zaman
gerekiyor. ‘Sabrıyla -siyaset
de biraz sabır işi olduğuna
göre- G gününe hazırlanıyor’
diyebiliriz.”
Bu yazının devamındaki
alt başlıklar içerisinde Dr.
Hakan Fidan’ın aday adaylığı ve sonrasında geri çekilişini de değerlendiriyor Ilıcak
Bu yazı, paralel yapının
hiç kimseyle milletin aklını çelemeyeceğini itiraf
edişinin somut bir halidir.
Milletin Erdoğan’dan başkasına itimat etmeyeceği
gerçeğini bilen ve hatta daha
çok kabullenen paralel çete,
nifak, fitne ve belki de efsunlu oyunlarıyla Erdoğan’dan
ne denli medet umduğunu
ayan beyan ifade etmelidir
artık (!).
Ey paralel çete! Yenildin,
yenildin, yenildin…
Batı ve dünya tarihinde Mill, bir özgürlük kahramanı
olarak görülürken, Spencer, büyük ününün yanında
katı bir sosyal darwinist olmakla itham edilmiştir. Her
ikisi de Amerika ve İngiliz toplumunun en etkili
şahsiyetlerden olmuş, mevcut devlet sistemlerini kuran
önemli isimlerdendir. Mill çok geniş kesimler
tarafından okunurken, Spencer sadece elit ve yönetici
bir kesimin okuduğu bir isim haline gelmiştir.
Spencer’ı, üniversitelerde okumak ve okutmak söz
konusu olduğunda, tehlikeli görülmüş, Yale gibi bir
üniversitede dahi büyük tartışmalara ve bazı öğretim
elemanlarının görevlerinden olmasına sebep olmuştur.
Türkiye’de 1907’de Prof. Mehmet Ali Avni, Süleyman
Nazif’e yazdığı bir mektupta “Spencer’ın sosyolojisini
ve eserlerini içimizde anlayacak kimseleri fevkalâde az
görüyorum”, demiştir. Bu kitap, o zamandan bu yana,
ülkemizde Spencer’ın adalet anlayışı üzerine yazılmış
ilk kitaptır.
Bu kitaptan amacımız, Mill’in felsefesini eleştirerek
kendi felsefesini ortaya koyan Spencer’ın adalet
anlayışını incelemek ve mevcut demokratik sisteme etki
ve eleştirilerini sorgulamak için bir kapı aralamaktır.
özel sayı 101 2015
31
haberajanda
Kapak Dosyası
Meseleye aslında “başkanlık
sistemi” ve “parlamenter sistem”
hakkında konuşurken ve bunları
kıyaslarken şu düşüncelerle
başlamalıyız: “İnsan olarak insan hakları gibi, seçmen olarak
siyasetten beklentilerim bağlamında temel siyasî haklarım
neler? Bu haklarımı bana verme
iddiasında olan sistemi dinlemek ve bu iddiada olan sistemlerin ülke karnelerini görmek
istiyorum. Ayrıca toplumumda
bir sistem varsa ve bazı sorunlar
çözülmüyorsa, diğer sistemleri
de tanımak ve değerlendirmek
istiyorum. Bunu konuşalım!”
***
Özellikle siyasî sistemlerin
özünde “kendine özgü olmak”
vardır. Tabiî ki siyasal sistem
Türk usulü olacak. Nasıl Amerikan usulü, İngiliz usulü veya
Fransız usulü normal karşılanıyor ve hatta onların usulü ile
ortaya çıkan başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistem birer model olarak örnekleniyorsa,
aynı şekilde Türk usulü deyimi
de usule uygundur. Ayrıca Türklerin tarihinin kendilerine ait bir
model geliştirecek zenginlikte
olduğu gerçeği bilinmeldir.
***
Neden Özal, Demirel ve Erdoğan ısrarla “başkanlık sistemi”
tanımında ısrar ettiler ve ABD
örneğinden yola çıktılar? Bunun
cevabı çok basit aslında. Üç lider
de sistem kıyaslaması yapmak
yerine ekonomi, güvenlik ve
özgürlük alanlarında gelinmesi
gereken nokta olarak bir rolmodel sunuyorlar. Yani “sistem”
değil, sistemlerden amaç olan
“yaşam kalitesi” mevzuundan
söz açıyorlar. Peki, bu yaşam
kalitesi İngiltere ve Fransa’da da
varken neden ABD üzerinden
gündeme alınıyor?
***
32
özel sayı 101 2015
“İ
NSAN hakları” denince aklımıza ne geliyor? İnsan hakları için toplanmış insanları
gördüğümüzde ne hissediyoruz? Tabiî ki “Herkes için iyi
olan, hak olan ve adil olan yaşansın!” talebi
dile geliyor. Neden biri çıkıp “İnsan hakları
nedir? Faydalı mı, zararlı mı?” diye sormak
ihtiyacı duymuyor? Çünkü insan hakları,
dünyanın ağır bedeller ödeyerek tecrübe ettiği ve herkes için, herkes tarafından benimsenmiş ortak değerleri anlatmaktadır. Öyle
ki, bu hakları ihlal edenleri dünya kınıyor;
bu konuda zaaf gösteren ülkeler uyarılıyor ve
hatta tazminata mahkûm ediliyor. Dolayısıyla iyi bir gelecek arzu edenler ve vadedenler,
insan haklarını bir ölçü, bir değer olarak benimsiyor ve istiyor.
Peki ya demokrasi? Demokrasi de büyük
savaşlardan ve can yakan olaylardan sonra insanlığın en önemli kazanımlardan biri olarak
benimsendi ve geliştirildi. Bugün “Demokrasi istemiyoruz!” diyene itibar eden veya destek veren kaldı mı acaba? Hayır, insan hakları
gibi en temel haklardan biri olarak talep ediliyor.
İnsanların “iyi gelecek” listesi içinde kaydedilmiş birçok değer, imkân, hedef ve en
önemlisi de insan için yaşansın istenen hak-
lar vardır. Peki, konu “başkanlık sistemi”olunca neden tartışmalar, suçlamalar, itirazlar ve
ısrarla “Bize iyi gelmez, bunda hayırlı sonuçlar yok!” tepkilerine başlanıyor? Acaba henüz
tecrübe edilmediği veya ihtiyaç duyulmadığı
halde başkanlık sistemini isteyen toplumlar
bundan zarar mı gördü?
Örneğin bu konu gündeme geldiğinde
çok tekrarlanan “Başkanlık sistemi bir tek
tam anlamıyla ABD’de var ve istisnadır!”
sözlerini düşünelim: Acaba ABD’de yaşayan
başka tür canlılar mı var? Orası uzaydan gelen yaratıkların kurduğu bir ülke mi? Tabiî ki
değil, sonuçta insan var ve insan için geçerli
her unsur orada da mevcut. Üstelik “ABD”
deyince dünyanın aklına iyi bir gelecek için
birçok şey bir arada geliyor. Peki, başkanlık
sistemi olmayan yerlerde mutsuzluk, başarısızlık, kötülük mü var?
Kuşkusuz bunu iddia etmek hem doğru
değil, hem de kimseye bir fayda getirmez. O
zaman şu tespiti yapmamız gerekiyor: Konuşmak, tartışmak ve değerlendirmek herkes için gereklidir ve sonuçta tercihlere saygı
duyma durumu ortaya çıkar. Ancak görünen
o ki, Türkiye’de “yasakçı” anlayışa sahip ve
“Halk için en iyi olanı biz biliriz” diyen bir
azınlık, ısrarla bazı şeylerin konuşulmasını,
bilinmesini ve tartışılmasını istemiyor.
S. Servet Hocaoğulları
[email protected]
Her türlü sistemde bu üç unsurun varlığı mümkün, bunun
şartları ve unsurları da başka.
Asıl “hazır olmak” ise şu anlama
geliyor: “Türkiye, insan hakları
gibi siyasî haklar noktasında
da bilgili, bilinçli, örgütlü mü?
Türkiye’ye özgü siyasî hakları
yorumlayacak ve yapılandıracak
eğitilmiş, dünya görgüsüyle yetişmiş insan kaynağı ne durumda? En önemlisi de, alışılmış yüz
yıllık parlamenter sisteme dair
bilinçaltı nasıl transfer edilerek
dönüştürülecek ve bunun için
resmî ve sivil kuruluşlar, AB müzakereleri ve fasıl açmalar gibi
bir program hazırlandı mı?”
Recep Tayyip Erdoğan
T.C. Cumhurbaşkanı
özel sayı 101 2015
33
haberajanda
Kapak Dosyası
Başkanlık sistemini bir “teklif ” olarak
sunanları dinlemek yerine hemen “Padişah
olmak isteyenler var! Bazıları saraylarda
yaşamak istiyor! Tek adam dönemi geliyor!
Geleceğimiz bir tek kişinin dudak hareketine, keyfine bırakılıyor!” gibi suçlayıcı, konuyu karartıcı tutum ve tepkilere girişiliyor.
Neden?
Sebep noktasında iki ihtimal var: Başkanlık sistemini isteyenler konuyu herkesin
anlayacağı açıklıkta anlatamıyor ve faydalarını, geleceği “iyi” kılacak sebeplerini örnekleyemiyorlar. Ya da anlatılsa da mevcut
toplum kendine bunu uygun görmüyor;
daha iyi olan ve toplumun “iyiler arasında
en iyi” şeklinde gösterdiği başka bir tercihte
bulunularak örneğin “parlamenter sistem”,
“İyiler arasında en iyisi bu!” şeklinde tercih
ediliyor. Eğer durum bundan ibaretse, o
zaman şu gerçeği kabullenmek durumundayız: Toplum bilinçli, tercihlerin farkında,
değerlendirmeyi sonlandıracak tecrübeye
sahip ve sonuçta karar verip yoluna devam
ediyor, öyle mi?
Sonda “Öyle mi?” dediğimizde bir “sessizlik” oluşuyor. Çünkü bu noktada toplumun
bir eksikliğini, zaafını, hazırlıksızlığını dillendirmek biraz “riskli” görünüyor. Çünkü
toplum tarafından azarlanmak ve toplumun
verdiği bazı haklardan olma endişesi devreye giriyor. Bir anlamda hem toplum, hem de
topluma iyi olanı hatırlatmaktan sorumlu
olanlarda bir “özgüven” çatışması beliriyor.
Doğrusu özellikle politika yapanlar buna
cesaret edemiyorlar. Hatta akademisyenlerin içinden bile -ki tarafsız ve özgüvenin
sesi olmak durumunda olanlar bilim adamlarıdır- bazıları çıkıp “ABD’de yaşayanlar
bilinçli oldukları için başkanlık sistemi işliyor ve faydalı. Fakat bizim toplum henüz
bu bilinçte olmadığı için parlamenter sistem
daha iyi!” diyebilmektedirler. Ne talihsiz ve
gerçekçi olmayan yorumlar bunlar!
Oysa meseleye aslında başkanlık sistemi
ve parlamenter sistem hakkında konuşurken ve bunları kıyaslarken şu düşüncelerle
başlamalıyız: “İnsan olarak insan hakları gibi, seçmen olarak siyasetten beklentilerim
bağlamında temel siyasî haklarım neler? Bu
haklarımı bana verme iddiasında olan sistemi dinlemek ve bu iddiada olan sistemlerin ülke karnelerini görmek istiyorum.
Ayrıca toplumumda bir sistem varsa ve bazı sorunlar çözülmüyorsa, diğer sistemleri
de tanımak ve değerlendirmek istiyorum.
34
özel sayı 101 2015
Bunu konuşalım!”
Şimdi bir parmak kalkıp söz hakkı istiyor
ve başkanlık sistemini anlatmaya hazırlanıyor. Bir bakıyorsunuz, hemen söz hakkını
vermek istemeyen bir irade devreye giriyor
ve bırakın konuşturmayı, parmak kaldıranı
azarlamaya kalkıyor. “Acaba başkanlık sistemi geldiğinde birileri bir şey mi kaybedecek, bazı kazanımlar yok mu olacak yahut
gerçekten kötü adamlar başkanlık sistemi
sayesinde daha da büyük kötülükler yapma
fırsatı mı bulacaklar?” diye insanın kafası
karışıyor.
Oysa kafa karışıklığı için ortada bir neden
yok. Ortada olan tek şey, bütün dünyanın
insan hakları gibi siyasî hakları da konuşuyor ve talep ediyor, aynı zamanda da bu
hakları en iyi sunan “sistemin” tercih ediliyor
olması.
Siyasî haklardan söz açılınca çok verilen
bir örnek var: “Bu elbise bize dar geliyor…”
Doğrusu bu örnek de eksik bir niteleme var.
Elbisenin dar gelmediğini düşünelim: Yine
bedene uyan, ama daha kaliteli kumaştan
bir elbise var önümüzde.
Mevzuyu doğru okumak ve yorumlamak
gerekiyor. Çünkü başkanlık ile parlamenter
sistemi hem toplumun bedenine uygunluk,
hem de hak ettiği kalite açısından değerlendirmek lazım. Çok ilginçtir, bazı siyaset
bilimciler çıkıp şu tespiti yapıyorlar: “Efendim, başkanlık sistemi kaliteli kumaş olabilir ama bu kumaşı ancak zenginler giyebilir.
Biz bedenimize ve bütçemize uygun elbiseyi giymek zorundayız, bu ise bize lüks gelir.”
Oysa ABD gibi zengin olup da parlamenter
sistemde ısrar eden ülkeler ve toplumlar da
var. Demek ki konuyu derli toplu, objektif ve
tercihi topluma bırakacak şekilde anlatmak
gerekiyor. Eski bir deyişle “yangından mal
kaçırır gibi” panik konuşmalarla bu mesele
çözülmez. O zaman meseleyi “konuşmak”
başlangıcına alalım ve dünyanın konuşması
gibi biz de “başlayalım”.
Temel siyasî haklar
Bütün sistemlerin itiraz etmediği ve ana
başlıklar hükmünde olan siyasî haklar şunlardır:
Kuvvetler ayrılığı: Yasama-yürütme-yargı, kendi alanında bağımsız hareket edebilsin.
Demokratik düzen: Her aşamada seçme
oranının atama oranına göre fazla olmasına
dikkat edilsin.
Âdem-i merkeziyetçilik: Yerinden yönetimin merkeziyetçiliğe oranının fazla olmasına uyulsun.
Denetleme (check-balance): “La yüs’el” (sorulamaz) durumların olmaması ve sorumluluğu takip eden birimlerin varlığı şart; ihlale
izin verilmesin.
Çoğulculuk: (Bu hak, insan ve toplum ta-
S. Servet Hocaoğulları
biatı gereği farklı ve çeşitlidir. Zamanla her
toplum bu fark ve çeşitliliği bir arada tutmayı öğrenir ve “kendine özgülük” niteliğine
sahip olur.) Kendine özgülük unutulmadan
çoğulculuk yaşatılsın.
bilir veya bu maddeler birkaç başlık altında
toplanabilir. Önemli olan, neyin konuşulduğunu anlamaktır. Niyet olarak derdimizse
üzüm yemek olsun, bağcıyı dövmek için
bahane üretmek değil.
Kuşkusuz siyasî hakları ana başlıklar altında toplarken başka başlıklar da eklene-
Bu siyasî hakları birey veya topluma çok
gören, buna itiraz eden çıkar mı? Hayır!
Çünkü insan hakları gibi bu haklar da büyük bedeller ödenerek elde edilen tecrübeyle sabit ölçülerdir. Ayrıca bu haklar, birbirlerini etkileyecek dizayna sahip canlı organlar
Dinamik yapı: Sistemin etkin olması ve
bir yeri kilitlendiğinde -adeta jeneratör gibidevreye girecek unsurların varlığı önemlidir;
sistem aynı anda çökmesin.
gibi bir bütünün parçalarıdır. Dolayısıyla bir
kısmı verilip diğerlerinden mahrum bırakmak olmaz. Bu bağlamda “Başkanlık sistemi siyasî hakların tamamını veriyor, fakat
parlamenter sistem bazılarından bizi mahrum bırakıyor” denemez -ya da tersi iddia
edilemez-. İki sistem de bu hakları vermek
durumunda ve dünyadaki bütün örnekler de
bu çaba içinde.
Diktatörlük ise bu hakların çoğunu vermeyen bir anlayıştır ve artık dünya bu an-
Belki de Sayın Erdoğan’ın eksik bıraktığı bir şey var: Yürütme unsuru ile ilgili teklifini gerekçelendirebiliyor, ancak diğer tüm unsurlarla ilgili teklif ve analize dayalı örneklemeleri
erteliyor. Nitekim Sayın Erdoğan’ın ertelediği ve “konuşulsun” dediği unsurlar hakkında neredeyse konuşan tek kişi, Prof. Dr. Burhan Kuzu. Sayın Kuzu bile sadece denetleme
unsurunun ve yasama-yargı pozisyonları ile -sınırlı bir anlamda ekonomi, güvenlik, özgürlük unsuruna adaleti de ekleyen çıktı analizi ile tamamladığı- hukukî çerçeveyi anlatıyor.
Çoğulculukla ilgili siyasal sosyoloji, âdem-i merkeziyetçilik noktasında kent-fedaral karakteri ve en önemlisi de demokratik düzene katılım kodları hakkında açıklama yapan yok.
Olanlar da akademik çalışmalar ve ülkelerdeki uygulamaları raporlandırmakla sınırlı. Öyleyse sistem veya öntakıdan daha önemli bir eksiklik var, o da “hazırlık”...
özel sayı 101 2015
35
haberajanda
Kapak Dosyası
Acaba “Demek ki Türkiye’nin serüveni İngiltere’ye benzer aşamalar geçirmiş, biz de parlamenter sisteme böylece
karar vermişiz. Eğer ABD veya Fransa gibi süreçlerden geçseydik biz de başkanlık veya yarı başkanlık sistemine
sahip olmuş olacaktık” dememiz mümkün mü?
layışı kınamaktadır. Diktatörlüğün dünyaya
ödettiği bedeller ve yaşattığı büyük acılar
olmuştur. Siyasî hakları vermek istemeyen
her türlü uygulama ve anlayışın “geleceği”
olmadığı gibi, “iyi bir gelecek” senaryosunda
yeri ve rolü de yoktur, zira olmamalıdır.
O zaman iletişimi doğru kurmayı sağlayan soru şudur: Sistemler bu hakları veriyorsa, sistemleri farklı isimlendirmenin sebebi
ve tercih nedeni nedir? Neden bir toplumda
başkanlık sistemi, birinde parlamenter sistem, bir diğerinde de yarı başkanlık vardır?
Bunun çok net bir cevabı var: Toplumların
bu hakları elde etme serüveni ve bu hakları
korumak için geliştirdiği araçlar, yöntemler,
anlayışlar farklı. Örneğin ABD’nin kuruluş
serüveni ve şartları öyle gelişmiş ve sonuçta
bu haklar öyle bir sistem içinde yaşatılmış
ki bu sisteme “başkanlık sistemi” denilmiş.
İngiltere’de ise farklı tecrübeler, farklı dokular devreye girmiş ve “parlamenter sistem”
36
özel sayı 101 2015
dediğimiz yapı ortaya çıkmış. Fransa’nın
“yarı başkanlık sistemi” diye tanımlanan
aşamaya bambaşka yolculuk serüveniyle
gelmesi de böyle. Nitekim Türkiye’de yüz
yıldır parlamenter sistemle sonuçlanan bir
süreç yaşanmış ve mevcut sistem bu olmuştur. O zaman sorun ne?
Acaba “Demek ki Türkiye’nin serüveni
İngiltere’ye benzer aşamalar geçirmiş, biz de
parlamenter sisteme böylece karar vermişiz.
Eğer ABD veya Fransa gibi süreçlerden
geçseydik biz de başkanlık veya yarı başkanlık sistemine sahip olmuş olacaktık!” dememiz mümkün mü?
Eğer durum bundan ibaretse ve toplum
buna inanıyorsa, ortada mutlu, huzurlu parlamenter sistem varsa ve durduk yerde başkanlık sisteminden bahsediliyorsa, o zaman
ülkemizi ABD veya Fransa’ya çevirmeye kalkışanlar var demektir. Sonuçta biz,
“biz” olmaktan çıkarız ve kaos olur. Hatta
ABD’deki gibi ülke küçük devletçiklere bölünür, oradaki gibi federe devletler var olur
ve ABD şartları bizde olmadığı için önce
siyasî haklar kaybolur, sonra da ülkemizi
paramparça buluruz.
Gerçekten parlamenter
sistemden memnun
muyuz?
Halk “sistem” tartışmalarına ancak büyük
krizler veya ihtilal, devrim, kaos sonrası girer. Fakat sistem değişikliğine girmese de
üç konuda sıkıntıya düşülür ve bunlar kısır
döngü içinde kalıp çözülmezse, halk bu kez
hem arayışa girer, hem de diğer seçenekleri
dinlemek ister. Bu üç önemli kırılma noktası şunlardır: Ekonomi, güvenlik ve özgürlük...
Ekonomi, güvenlik ve özgürlük için şöyle
diyemeyiz: “Başkanlık sistemi olursa bu üç
alanda sorunlar neredeyse biter ama başka
sistemlerde her zaman bu alanlarda kriz
olur…” Bu hem bilimsel değildir, hem de
dünya örnekleri ile ispatlanamaz. Nitekim
Türkiye’de parlamenter sistemin devamın-
S. Servet Hocaoğulları
dan yana olanlar bu üç alandaki sorunların
neredeyse yüz yıldır Türkiye’de bir türlü çözülemeyişini şöyle izah ederler: “Sorun sistemde değil! Çünkü başta İngiltere olmak
üzere birçok ülkede parlamenter sistem var
ve bu üç alanda bizdeki gibi uzun süren krizler yok. Bizde bu üç alanda kısır döngü olma
sebebi, parlamenter sistemin kurallarını işletemeyişimiz, siyasî haklara hep müdahale
edilmesi ve en önemlisi de toplumun dünya
ile eşzamanlı olarak kendini siyasî haklar
noktasında geliştirememesidir. Dolayısıyla
sistemin aksayan yanlarını çözerek, yolumuza gerçek parlamenter sistemle devam
etmeli, başka serüvenlere ise girmemeliyiz.
Siyasî haklar pekâlâ, hem de bizim şartlarımıza göre parlamenter sistemle yaşanabilir.”
Demek ki sistemle ilgili olarak değil, -ama hangi sistem olursa olsun- sonuçta bu
üç önemli alanda uzun süren kriz var olduğunda ortaya huzursuzluk ve mutsuzluk çıkıyor. Çözüm “sistem değişikliğine” giderek
aranmayabilir, ama aynı sistem içinde bir an
önce ve ivedi olarak bu konuların çözüme
kavuşması gerekiyor.
İlginçtir, Türkiye hem sistem değişikliğine direniyor, hem de bu üç alandaki krizi
çözemiyor. Neden? Böyle tuhaf ve anlamsız
bir kilitlenmeyi hak etmediğine ve yüz yıldır
bu üç kırılma noktasında durmadan depremler yaşadığına göre bilmediğimiz başka
bir şey mi var? Yoksa gerçeklerle yüzleşmekten mi korkuyoruz?
Örneğin parlamenter sistem İngiltere’de
doğdu ve bu üç alanda kriz yaşamıyor. Peki,
şartlarımız benzemediği halde İngiltere’yi
taklit ettiğimiz için mi bu kısır döngüye giriyoruz? Nitekim 12 Eylül Darbesi sonrası
yapılan anayasa ile adı “parlamenter” ama
gerçekte “yarı başkanlık” sistemine geçildiği
söyleniyor. Yoksa biz yüz yıl sonra Fransa’ya
benzediğimiz için bu sefer de Fransa’ya mı
benzemeye çalışıyoruz? Şimdi de başkanlık
sistemiyle “ABD’ye benzeyelim” teklifi mi
geliyor? Biz hiç Türkiye olamayacak mıyız?
Veya “Türkiye olalım” derken dünyada ilk
defa ve bizim tarafımızdan geliştirilmiş bir
yeni model sahibi mi olacağız? “Türk usulü”
derken bu mu kast ediliyor?
Türk usulü “çözmek”
Bir inceliktir, ama “Türk usulü” derken,
aslında bıyık altından gülümseyerek “Türk,
işini bilir!” (işgüzarlık iması ile) anlamına
gelen bir vurgu yapıyoruz. Dolayısıyla bir
şeyin önüne veya ilgili konuda ara cümle
olarak “Türk usulü” deyimi yerleştirildiğinde, işin içinde en kaba tabirle bir “hinlik”
olduğu, kılıfına uydurmanın denendiği havası veriliyor. Keza özünde eksiklik ve zaaf
içeren tarzda “Türk usulü” diye bir niteleme yapmak başlı başına bir hata ve ayıptır.
Aksine, özellikle siyasî sistemlerin özünde
“kendine özgü olmak” vardır. Tabiî ki siyasal sistem Türk usulü olacak. Nasıl Amerikan usulü, İngiliz usulü veya Fransız usulü
normal karşılanıyor ve hatta onların usulü
ile ortaya çıkan başkanlık, yarı başkanlık ve
parlamenter sistem birer model olarak örnekleniyorsa, aynı şekilde Türk usulü deyimi
de usule uygundur. Ayrıca Türklerin tarihinin kendilerine ait bir model geliştirecek
zenginlikte olduğu gerçeği bilinmeldir.
Ancak bu tarihî fırsat Osmanlı sonrası değerlendirilmedi ve kendine özgülük
“dünyadan kopmak” sanılarak, hatta “İngiliz
usulü eşittir evrensel, bilimsel, doğru” kabul
edilerek kopyalandı. Öyle ki, temel konuların bir kısmı İngiliz, bir kısmı da Fransız
usulü olarak olduğu gibi kopyalanıp uygulandı. Sonuçsa ortada! Dünyaya benzemeyen, dünya gibi olamayan, ama kendisi
de olamayan, iki arada bir derede ve de üç
alanda kriz içinde kriz yaşayan, bir dönem
içinde bile orijinaliyle parlamenter sistemi
yaşayamamış bir tarih var önümüzde...
Şimdi de deniyor ki, “Tam performans
noktasında ömrü ortalama yüz yıl olan
parlamenter sistemi 25 yılda Türk usulüyle
kendimize benzettik ve çıkmaz sokağa girdik. Şimdi daha az ömürlü olan başkanlık
sistemini Türk usulü yaparsak, iflah olmaz,
krizler labirentine düşeriz”.
Fakat bunların hepsi psikolojik ve politiktir. Ne gerçeklerle ilgisi var, ne de buna
“konuşmak” denir. Esas olan şudur: Temel
siyasî hakların sağlamasını -hiçbirini atlamadan- tek tek yapmak ve bu hakları tam
da Türk usulü bir modelleme ile geliştirmek…
Peki, acaba bunu denersek ismi ve içeriği başka bir sistem mi ortaya çıkar? Ayrıca
neden Özal, Demirel ve Erdoğan ısrarla
“başkanlık sistemi” tanımında ısrar ettiler
ve ABD örneğinden yola çıktılar? Bunun
cevabı çok basit aslında. Üç lider de sistem
kıyaslaması yapmak yerine ekonomi, güvenlik ve özgürlük alanlarında gelinmesi gereken nokta olarak bir rol-model sunuyorlar.
Yani “sistem” değil, sistemlerden amaç olan
“yaşam kalitesi” mevzuundan söz açıyorlar.
Peki, bu yaşam kalitesi İngiltere ve Fransa’da
da varken neden ABD üzerinden gündeme
alınıyor?
Parlamenter sistemi savunanlar, bu gerçeklerden yola çıkarak bu liderleri suçluyor
ve bu suçlamayı şu cümlelerle özetliyorlar:
“Ekonomi, güvenlik ve özgürlük siyasal
sistem unsurları değildirler. Yani bizim altı
maddede topladığımız siyasî haklar kapsamına girmezler. Tüm sistemlerin kurulma
amacı, yaşam kalitesi ile ilgilidir. Bu standartlara parlamenter sistemle de ulaşabiliriz.
Özal, Demirel ve Erdoğan’ın aynı standartları ABD örneği, dolayısıyla başkanlık
sistemi üzerinden gerçekleştirme ısrarı, tamamen kendi siyasî güçlerini arttırmak ve
hayattayken kendi şahsî yaşam kalitelerini
yükseltme hırsından ibarettir. Türkiye’nin
ne tarihî geçmişi, ne de ABD usulüne benzer bir siyasal dokusu var. Evet, parlamenter
sistemin eksik uygulanmasından kaynaklı
sorunlar var ve dünyadaki gelişmelere göre
kendini yenilemesi gerekir. Ancak bu durum, sistem değişikliği gerektirmez. ABD
de zaten dünyada istisna örnektir ve çok çok
özel şartları vardır.”
İşte tam da bu noktada can alıcı, yol ayrımı olan ve Özal ile Demirel’in, şimdilerde
de Erdoğan’ın sorduğu kilit açıcı bir cevap
anahtarı var: “Değişen dünyaya ayak uydurmak noktasında en değişken, en hızlı, en
etkin, en stratejik unsur olan ve siyasî haklar
içinde eskiden eşit, fakat artık tüm dünyanın kabul ettiği gibi eşitler içinde birinci
olan bir unsur var ki onun adı “yürütme”…
Evet, “yürütme”... “Eşitler arasında birinci” esprisine yaslanarak şunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz: “Sistem, siyasî hakların
gerçekleştirilmesi demektir. Ancak bu gerçekleştirmede siyasî hakların bir veya daha
fazlası topluma özgü yapılandırıldığında
veya değişen dünyayı doğru okuma önceliğine göre tercih sıralama farkı gözetildiğinde ortaya çıkan tarz nedeniyle “sistem”
kelimesinin önüne, onu “tanımlayan” bir
unsur gelmektedir. Örneğin “parlamenter”
veya “başkanlık” sıfatını getirme nedenimiz,
ikisi arasında bambaşka siyasî haklar olması değildir. İkisi de yukarıda zikrettiğimiz
hakları gerçekleştirmek durumundadırlar
ve ikisinde de aynı haklar mevcuttur. Bir
anlamda “sistem”, ortak tanımdır. Ancak
bu hakların gerçekleştirilme şekli, bizim
Anadolu deyişiyle “her yiğidin yoğurt yeme
özel sayı 101 2015
37
haberajanda
Kapak Dosyası
İlginçtir, Türkiye hem sistem değişikliğine direniyor, hem de bu üç alandaki krizi çözemiyor. Neden? Böyle tuhaf ve
anlamsız bir kilitlenmeyi hak etmediğine ve yüz yıldır bu üç kırılma noktasında durmadan depremler yaşadığına
göre bilmediğimiz başka bir şey mi var? Yoksa gerçeklerle yüzleşmekten mi korkuyoruz?
38
özel sayı 101 2015
S. Servet Hocaoğulları
şekli” gibi bir tarz farkını işaret eder. Nitekim siyasî haklar içinde farklı nitelemeye
sebep olan ve olmazsa olmaz hükmündeki
unsurlar vardır. Bu noktadaki kilit unsur da
“yürütme”dir. Zaten bir toplumun şuna karar vermesi lazım öncelikle: “Yürütme şekli
ne olsun?”
Yani hayatı kolaylaştıracak her şeyi, hizmeti veya icra alanını seçtiğimiz bir kişiye
ve ekibine mi, yoksa bir meclise mi vereceğiz? Eğer “Kişi ve ekibi yürütmenin patronu olsun” derseniz, o sistem adı kaçınılmaz
olarak “başkanlık” öntakısını alır. Yok, eğer
“İcra meclise teslim edilsin” derseniz, bu kez
o öntakı “parlamenter” olur. “İcra meclis ile
bir kişi arasında pay edilsin” denirse, ona da
yarı başkanlık denir.
Bunun anlamı şudur: Siyasî haklar içinde
olan kuvvetler ayrılığı, demokratik düzen,
âdem-i merkeziyetçilik, denetleme, çoğulculuk ve dinamik yapı unsurları içinde bir
sistemin önüne farklı bir sıfat getirmemizin
ilk ve keskin sebebi, önce “yürütme” unsurunun patronunu tayin etmektir.
Keskinliğin ucuna hemen örnek verelim.
Sayın Erdoğan tüm konuşmalarında, herkesin anlayacağı sadelikte ve gayet net bir
hatırlatmada bulunuyor:
“Hayatı kolaylaştıran hizmetlerden ben
sorumluyum. İcranın başıyım; hizmetin
hesabını ben veriyorum. Yani yürütmenin
başı benim. Ancak ne zaman bir köprü,
tünel, havalimanı, hastane veya kentsel dönüşüm işine girsem, bu hizmetlerin dünya
standartlarındaki normal süresinin en az
iki katı daha fazla süre içinde binbir türlü
zorlukla yapabiliyorum. Neden? Çünkü
bürokraside bir sürünceme, Meclis’te ayrı
bir sürünceme… İlgili yasayı değiştirmek
ayrı bir süre… Say, say bitmez! Artık dünyada yürütme öyle bir noktada ki seçmenin
siyasî hakları içinde, eşitler arasında birinci
olan bu unsurun verimli ve etkin olması için
kaçınılmaz bir yol var: Bir an önce yürütmeden sorumlu kişinin, ekibini kurup engellere
takılmadan icraya yönelmesi, vatan hainliği
ve yolsuzluk dışında rahat bırakılması lazım.
Bunun adı, ‘Yürütmenin patronu meclis değil, seçilen başkan olsun’ demektir. Ben bu
hakkı alıp işime baktıktan sonra, yasamayargı-âdem-i merkeziyet-çoğulculuk gibi
diğer konularda ille de ABD gibi olmak
zorunda değiliz. Tüm sistemler incelenir ve
kendine özgü, Türk usulü bir model çıkabilir. Yeter ki konuşalım!”
Sayın Erdoğan’ın “yürütme” öncelikli talebine hemen tepkiler geliyor: “Sistem bir
bütündür. Kuvvetler ayrılığında başkanlık,
âdem-i merkeziyette parlamenter, denetlemede yarı başkanlık olmaz! Veya bir melez
ya da karma olsun, dünyada olmayıp ilk defa
Türkiye’nin deneyeceği bir şey olamaz. Bu
intihardır, kabul edilemez! Kaldı ki, ‘Başkanlık’ dedin mi diğer tüm unsurların da
kökten değişmesi lazım. Yüzyıllık parlamenter sistemle ortaya çıkmış kurum, kuruluş, hukuk, anlayış, tarz, refleks, hâsılı her şey
tepetaklak olacak!”
Gördüğünüz gibi “konuşmamak” için sebep çok. Oysa konuşmak şudur: “Tüm siyasî
hakları tek tek ve sonrasında aralarındaki
etkileşimi dikkate alarak bütünü ile izah et,
önerilerini söyle, gerekçelendir ve ikna et!”
Belki de Sayın Erdoğan’ın eksik bıraktığı
bir şey var: Yürütme unsuru ile ilgili teklifini
gerekçelendirebiliyor, ancak diğer tüm unsurlarla ilgili teklif ve analize dayalı örneklemeleri erteliyor. Nitekim Sayın Erdoğan’ın
ertelediği ve “konuşulsun” dediği unsurlar
hakkında neredeyse konuşan tek kişi Prof.
Dr. Burhan Kuzu. Sayın Kuzu bile sadece
denetleme unsurunun ve yasama-yargı pozisyonları ile -sınırlı bir anlamda ekonomi,
güvenlik, özgürlük unsuruna adaleti de ekleyen çıktı analizi ile tamamladığı- hukukî
çerçeveyi anlatıyor. Çoğulculukla ilgili siyasal sosyoloji, âdem-i merkeziyetçilik noktasında kent-fedaral karakteri ve en önemlisi
de demokratik düzene katılım kodları hakkında açıklama yapan yok. Olanlar da akademik çalışmalar ve ülkelerdeki uygulamaları raporlandırmakla sınırlı. Öyleyse sistem
veya öntakıdan daha önemli bir eksiklik var,
o da “hazırlık”.
Türkiye başkanlık
sistemine hazır mı?
Başkanlık sistemi ile ekonomi arasında
doğrudan, parlamenter sistemle ekonomi
arasında ise ters bir orantı yok. Veya “Özgürlükler başkanlıkla genişler” diyemeyiz. Dolayısıyla “Türkiye başkanlık sistemine hazır
mı?” sorusu, “Türkiye ekonomik açıdan güçlü
mü, özgürlük noktasında tahammülkâr mı,
güvenlik noktasında bölünmeden birlik içinde kalır mı?” anlamına gelmez.
Her türlü sistemde bu üç unsurun varlığı mümkün, bunun şartları ve unsurları
da başka. Asıl “hazır olmak” ise şu anlama
geliyor:
“Türkiye, insan hakları gibi siyasî haklar
noktasında da bilgili, bilinçli, örgütlü mü?
Türkiye’ye özgü siyasî hakları yorumlayacak
ve yapılandıracak eğitilmiş, dünya görgüsüyle yetişmiş insan kaynağı ne durumda?
En önemlisi de, alışılmış yüz yıllık parlamenter sisteme dair bilinçaltı nasıl transfer
edilerek dönüştürülecek ve bunun için resmî
ve sivil kuruluşlar, AB müzakereleri ve fasıl
açmalar gibi bir program hazırlandı mı?”
Eğer cumhurbaşkanını halkın seçmesini
“Yürütmenin patronu seçilmiş bir kişi ve
onun kuracağı ekip olsun!” diye tercüme
ediliyorsa, 2015 seçimindeki vekil profilinde “Yürütmeyi unut, yasamaya odaklan!
Bunun için çoğunluk avukatlardan oluştu”
pozisyon alışı vardır ve bu duruş, dışarıdan
atama ile Meclis karması oluşturularak tamamlanacaksa şu itiraf edilmelidir: Siyasî
haklarımızdan olan kuvvetler ayrılığı hakkının “yürütmenin bağımsızlığı” şıkkı gerçekleşiyor. Yani Sayın Erdoğan “başkanlık”
öntakısına hazır, peki ya “sistem”?
Sayın Erdoğan “Başkan” sıfatını aldıktan
sonra, örneğin yargı birebir ABD’deki gibi
yüksek mahkeme yapısı olmak zorunda
değil, bize ait başka bir türde olabilir. Denetleme mekanizması, gensoru, hükümet
düşürme veya Sayıştay ve Danıştay yapısı
değişirken ille de ABD tecrübesi tek seçenek değil; İngiltere, Fransa veya başka bir
ülke örnek alınabilir. Çoğulculuk ille de
ABD gibi federatif olmak zorunda değildir;
âdem-i merkeziyetçilik, Bütünşehir Yasası
geliştirilerek farklı bir aşamaya getirilebilir.
Bu gibi değerlendirmelerle sonuçlandıracağımızı düşünmek ister misiniz?
Bu noktada mesele “yürütme”de mi kilitleniyor? Parlamenter sistemde başkanlık
gibi etkin ve hızlı bir yürütme kurulamaz
mı? Nitekim tüm bunlara karşılık “Ya hep,
ya hiç!” diyen muhalefete de hazırlıksız
yakalanacakları şu soruyu sorabiliriz: “Yüz
yıldır ekonomik, güvenlik ve özgürlük krizinde bu milletin acı çekmesine çözüm bulamadığınız halde ne konuşuyorsunuz, neyi
konuşuyorsunuz? Başkanlık sisteminin bile
konuşulmasına tahammülünüz yoksa siz ‘ne’
konuşuyorsunuz?! Bırakın, konuşalım!”
Konuşma sonunda bir önerimiz var: “Hayatımızı kolaylaştıracak hizmetleri geciktirene hakkımızı helal etmiyoruz! Biz siyasî
haklarımızı insan hakları gibi tam şekilde ve
hemen istiyoruz!”
özel sayı 101 2015
39
haberajanda
Öteki Sır
Projeyi planlayanlar, pratik içerisinde bu “minik sorunun” olmaması
ve ortadan kalkması gerektiğine
kaniydiler. Bir yol bulundu ve entolojik sorun çözüldü: Balkanlarda
yüzyıllardan beri yaşayan bir grup
Türkmen vardı ve bunlar, vakti zamanında bölgenin Türkleştirilmesi
amacıyla Anadolu’nun değişik
yörelerinden göçtürülüp bilhassa
Bulgaristan ve Makedonya’ya ve
tabiî Trakya’ya yerleştirilmiş “Esmer Türk Müslümanlar”dı. Bunların arasında Kocacık Türkmenleri
olarak Mustafa Kemal Paşa’nın
akrabaları da bulunuyordu...
***
Esefle yazıyorum ki, Mustafa
Kemal, 1918-1933 arasındaki
yaşananların perde arkasında bir
ya da birkaç gizli el olduğunu anlayamamış olmalı. Olmalı mı? Daha
doğrusu, üstün zekâsından kuşku
duymadığımız Gazi Paşa’nın, işin
arkasındaki gizli parmağı anlamamış olmasının imkânı yok. Ancak
o, sıfırlanmış devlet gücünün yeni
organizasyonu ayağa kaldıramayacağının bilincindeydi elbette; elzem
olan gücün tesisi noktasında, belki
de “Abdülhamid aklı ve siyaseti”ni
kullanmaktaydı. Bu siyaset, tüm
güç odaklarından azamî derecede
faydalanma ve oralardan güç
devşirmekti. Bu tekniğin Mustafa
Kemal Paşa’nın mücadelesindeki
en belirgin örneği, Rusya ile kurduğu bağda kendini göstermişti.
***
Meclis’in ekartasyonunun da tam
söyleniş şekliyle Beyazlatılmış
“Rizorto Planı”nın fikri olduğunu
fark edemedi. Belki de onun en
büyük hatası bu oldu. Moda deyimle “Paralel Rizorto” da diyebileceğimiz planlamanın mühendisleri,
Birinci Meclis’i Gazi Paşa’nın ikbali
için değil, kendi istikballeri için
kapattırmışlardı. Zaten ondan
sonra Rizortocuların yönetim
üzerindeki etkileri, daha hızlı bir
şekilde artmaya ve açıktan açığa
hissedilmeye başlandı.
40
özel sayı 101 2015
Beyaz Türk ve Müslümanlar
RIZORTO P
Ahmet Yozgat
[email protected]
ın gizli kodları “BEYAZ
LANI
TÜRKLER” diye diye tamlamanın önüne getirilen ve
bu yapısıyla tam bir şifre/cifir olan “beyaz” kelimesinin
anlamındaki daralmanın bize nelere mâl olduğunu anlamamaya devam ediyoruz... Kastedilen şu: Beyaz Türkler, Osmanlı’nın Selanik ve civarında mukim “Sefarad İbraniliği”nden sadır olan “Mesiyanik bir dönmelik” şeklinde kendini gösterirken “Mesih”leri sebebiyle adlarına Sabetaistler/Sabetaycılar denilen azınlık
olarak biliniyor. Evet, onlar bir azınlıktılar ve ülkeye geliş tarihleri 1492’den itibaren birkaç yıl sürdü; bir bakıma 1500’de bu göç tamamlandı. Kendilerine has
bir İspanyolca konuşuyorlardı ve bu dile Yahudi İspanyolcası anlamına gelen
“Judio” veya “Jidio” (Yidiş) deniyordu.
>> Buradaki Yahudiler, 1492 yılına kadar
Endülüs Emevilerinin son hali olan Ben-i
Ahmer Sultanlığı’nın tebası oldular ve mutluydular. İberya’nın Hıristiyan kralları İspanyol Birliği’ni kurmaya karar verince, Endü-
lüs Müslümanlarıyla onlara da “Ya git, ya
mürted ol, ya öl!” tercihi göründü. Bunun
üzerine Sefarad zenginleri, yeni krallarla çalışma yoluna girdiler. Ancak ülkeden ayrılma sırasında kullanılan gemi ücretini verecek parası olan orta kuşak Akdeniz’e açıldı,
fakir İbraniler ise döndü ve konvers oldular.
Ülkeden ayrılan Sefarad İbranilerine o
zamanki Osmanlı Padişahı İkinci Bayezid
Osmanlı’ya sığınma hakkı verdi. Kemal Reis’in Akdeniz’den topladığı Sefaradlar, başta
İzmir olmak üzere Selanik ve Edirne’ye yerleştirildiler. “Geldiklerinde ne kadardılar?”
sorusunun cevabı muğlak; 50 binden başlatan ve abartılı bir şekilde 1 milyona kadar
çıkaranlar var.
Selanik merkezli Sefarad Yahudileri, 1650
yaklaşırken bir kriz yaşadılar ve toplum ikiye
ayrıldı. O çağda yaşamakta oldukları siyasî ve
bağlı olarak ticarî ve sosyal sıkıntılar nedeniyle bir grup ana gövdeden ayrıldı ve Mesihleri
Sabetay Sevi’nin arkasından giderek “göreceli
olarak din değiştirip” Müslümanlaştılar. Fakat Osmanlı halkı, bunların hidayetini samimi bulmadı ve onları “Selanik Dönmeleri” olarak kendinden ayrı tuttu. Onlara “Osmanlı Avdetî” diyordu halk; daha sonra Mesihlerine gönderme yaparak “Sabetayist” veya
“Sabetaycı” yakıştırması da yapıldı.
Az topluluk, yoğun güç
Peki, Musevilikten ayrılan bu özel cemaatin mensup sayısı ne kadardı? Bilinen bir
kayıt olarak Selanik nüfus defterlerinde, İmparatorluğun yıkıldığı esnada Avdetîlerin sayısı 6-7 bin kadar geçiyor. Bununla beraber,
sayılarına oranla sıkletleri oldukça faz-laydı
söz konusu cemaatin, zira ticarî ilişkileri ve
işleri nedeniyle yeterince sermaye biriktirmişlerdi. Bunun bir uzantısı olarak, Selanikliler bir bakıma Osmanlı toplumunun Batı’ya açık en geniş penceresinin önünde otu-
özel sayı 101 2015
41
haberajanda
Öteki Sır
İddia o ki, en yakın adamı İsmet Paşa’nın Rizorto’yla muvazi hareket ettiğini
anlayarak onun ölüm emrini verdi. Bu
sırada İstanbul’daydı ve İnönü’yü oraya
çağırdı, fakat koca kulaklar, küçük ve
derin ağızlarıyla Malatyalı’yı “Gitme!”
diye uyarmışlardı. Zaten o da gitmedi.
Lakin canının derdine düşmüş olan
Kemal Paşa, “Kulağı engelli bu adam,
milletin başına bela olacak!” fikrinde
sabitti, öutlaka gereğinin yapılmasını
istiyordu. Etrafındakiler Paşa’yı “sakinleştirmek” için tek nüshalı bir gazete
bile bastılar “Hakimiyet-i Milliye” matbaasında. Özel baskı Ulus gazetesinin
manşeti şöyleydi: “Eski Başvekil İnönü
vefat etti!”
ruyor, Batı dillerini biliyor ve Batı mekteplerinde okuyorlardı. Bu sebeple Fransız baronları, İngiliz sörleri ve Latin senyörleriyle
yakın temas içindeydiler.
Tabiî geniş bir çerçeve içindeki çeşitlikleri sebebiyle Beyaz Türkler, sadece bir avuç
“Avdetî”den müteşekkil değildi. “Beyaz” unvanını onlarla paylaşan başkaları da vardı.
“Kriptoist” biçimleriyle onlara benzeseler
de orijinleri başka azınlıklar da mevcuttu
koalisyonun içinde. Bakalım kimler vardı
Avdetîlerin dışında…
Plan 1: “Madem
Avrupa’dan geldik, Avrupalı
kök buluruz…”
Osmanlı, 14. asrın ortalarından beri teba
edindiği Balkanik popülasyonun Hıristiyan
ekalliyetleri içerisinden asker devşiriyordu.
Devlet-i Aliyye, ana babaları Hıristiyan
olan bu çocukları kızıl börklü “turnacıbaşları” marifetiyle tek tek seçiyor, Gelibolu’ya
getiriyor, sünnet ediyor, Kelime-i Şehadet
getirtiyor ve “Müselman” yapıyordu. O devlet, “acemi oğlan” yapmadan evvel, bu oğlancıkları Anadolu yakasındaki belli başlı Türk
ailelerinin yanına “yanaşma” olarak koyuyor
ve Türkleştiriyordu. Böylece Dersaadet ve
çevresinde kara kaşlı, kara gözlü, yağız ya
da esmer Müslümanların yanında sarışın,
beyaz tenli, renkli gözleriyle yadırgı duran
bir insan tipolojisi de oluşuyordu. Kavramın düz anlamıyla bunlar, “Beyaz Türk
Müslümanlar”dı.
Ancak zamanla (yüzyıllar içerisinde) evlenmeler sebebiyle kavramın düz anlamının
42
özel sayı 101 2015
Ahmet Yozgat
bir önemi kalmadı; toplum kumrallık ve ela
gözlülükte benzeşti. Fakat bu benzeşme, toplum katmanlarını idealde aynılaştıramadı ve
buna bağlı olarak “Beyaz Türk Müslümanlar” kavramı saklı bir mecaza büründü. Daha
sonra kavramda yer alan “din hanesi” boşaltıldı ve elde kaldı “Beyaz Türkler” ifadesi.
Yıkılış esnasında bir projeydi ve bu proje doğrultusunda adları “Selanik Dönmesi”nde sabitlenmiş olan “Osmanlı Avdetîleri”nin sayılarını arttırmak ve baskın bir “kadro nüfusu” oluşturmak maksadıyla iki taraf
da “Beyazizm”de buluşturuldu ve o zaman
asıl anlamıyla “Beyaz Türkler” kadrosu teşekkül ettirilmiş oldu. Fakat...
Şunu söylemenin zamanının geldiği kanaatindeyim: Evet, Avdetîler ve “Devşirilmişoğulları” Beyazizsttiler, lakin Osmanlı
toplumunda Bulgarlar, Hırvatlar ve benzerleri gibi bir ırkî etikete sahip değillerdi. Bu
itibarla ve zoraki olarak Türk ve Müslüman
gibi sayılıyorlardı. En azından onlar gerçek
kimliklerini ancak evlerinde kullandıkları
için, sokağa çıktıklarında Türk ve Müslüman gibi davranıyorlardı. Bununla birlikte
“Esmer Müslümanlar” tarafından -açıkça
dillendirilmese de- biliniyor ve isimlerinin
altına rezerv konuluyordu.
Her şeye rağmen her iki taraf da Türk ve
Müslümandı, ama nüansı işaretlemek için
“Beyaz” ve “Esmer” nitelemesi, bu kelimelerle olmasa da bir biçimde yapılageliyordu.
Kuruluş esnasında gerek duyulan “Beyaz
kadro projesi”nin sorunu buradaydı. Projeyi planlayanlar, pratik içerisinde bu “minik
sorunun” olmaması ve ortadan kalkması
gerektiğine kaniydiler. Bir yol bulundu ve
entolojik sorun çözüldü: Balkanlarda yüzyıllardan beri yaşayan bir grup Türkmen
vardı ve bunlar, vakti zamanında bölgenin
Türkleştirilmesi amacıyla Anadolu’nun değişik yörelerinden göçtürülüp bilhassa Bulgaristan ve Makedonya’ya ve tabiî Trakya’ya
yerleştirilmiş “Esmer Türk Müslümanlar”dı.
Bunların arasında Kocacık Türkmenleri
olarak Mustafa Kemal Paşa’nın akrabaları
da bulunuyordu.
“Evlad-ı Fatihan” olarak da bilinen Balkan Türkmenleri, zaman içerisinde anavatandan ayrı düştükleri için, bölge halklarından hususiyetle Boşnak, Pomak ve Torbeş
gibi Müslümanlaşmış unsurlarla tesis edilen
evlilikler sebebiyle açık tenli bir görünüme
kavuşmuş, bir bakıma beyazlaşmış ve Devşirmeoğullarıyla ayırt edilemez görüntüye
bürünmüşlerdi. Tabiî bu arada Osmanlı’nın
Balkanlara verdiği önem nedeniyle asırlar
evvel vedalaştıkları Anadolu Müslüman
Türklerine göre yukarıda söylendiği gibi
hem “rengen”, hem okumuş yazmışlık oranının yüksekliği sebebiyle “zihnen”, hem de
Avrupa’yla temas kolaylığı hasebiyle “mentalen” Beyaz sayılıyorlardı. Bu bir hususiyetti
ve plancıların işini çok kolaylaştırıyordu.
Selaniklilerin etkisi, devletin kuruluşuna kadar sondayken, kuruluştan sonra en öne geçti. Sıralayalım:
Lakin fakirin ve bu makalenin derdi bu
değil. Yolculuğa “Beyaz Türk Müslümanlar”
olarak başlayan kadro daha sonra “Beyaz
Türkler” düzleminde sabitlenince nitelemenin Müslümanlarına ne olduğu, “Beyaz
Müslümanlar”ın serüveninin nasıl geliştiği
ve tabiî buna bağlı olarak nitelemenin antitezi olan “Esmer Müslümanlar”ın durumudur asıl derdimiz.
Selanikliler, 1930’lu yıllara gelirken sistemi oturtma işlemini tamamladıktan sonra
ülkede bile ikamet etme gereğini duymadılar ve Evropa’ya gittiler. Onların varlıkları ekonomi ve sanayide temerküz etmişti
-tabiî bir de bankacılık sektöründe-. Söz
konusu Yidiş kavminin kaymak tabakası
ülkenin burjuvazisini oluştururken, orta tabakası “Dışişleri”ne yerleştirildi ve “Beyaz
Memurlar” hepimizin bildiği monşer tipolojisini oluşturdular. Bir de –kendilerine
göre- yoksul alt katman vardı. Onlar da ülkenin sinemacı veya medyacısı oldular. Onlar da kavmin döküntülerinden kotardıkları
kayrılmış yeteneksizlerden aktör, aktrist,
yazar, ressam ve genel anlamda sanatçı çıkararak ülkenin “büyük sanatçılar klanı”nı
şekillendirdiler.
Proje sahipleri, Avdetîleri de Devşirilmişoğullarına kattıkları gibi bu karışımı da
alıp “Rumeli Yörükleri”ne kattılar. Bu karışımın en meşhur prototipi olmasa da ideal
tipolojisi Mustafa Kemal’di: Beyaz tenli,
mavi gözlü, sarı saçlı, Türk, Müslüman,
okuryazar... Oluşturulan Beyaz gruba lider
olabilecek ileri bir zekâya da sahip olması,
“Ali Rıza Bey’in Oğlu”nu oy çokluğuyla
“bir numara” yaptı. Daha sonra söz konusu
projedeki parlak başarısı nedeniyle Selanikli
Mustafa, “birinci adamlık” düzlemine tartışmasız biçimde çıkınca isminin “Atatürk”
olması da tartışılmadı. Durum bu!
Büyük pastayı pay etmek
Malum, Oda TV davasından dolayı bir
süre hapse düşen yazar Soner Yalçın, asrın
başında kerpiç kalınlığında iki kitap yayınlamıştı. “Efendi” baş ismiyle neşredilen bu
kitaplardan biri “Beyaz Türklerin Sırrı”, diğeri de “Beyaz Müslümanların Sırrı” alt başlıklarını taşıyordu. Bu yazıda fakir, Soner’in
efendilerinin özetini çıkarmak niyetinde
değil, şahsi gözlem ve tefekkür edinimlerini kayda geçirmek üzere masa başında. Bu
arada, Soner’in iddialarının arka planını bir
başka yazıda, “Efendi-3”te yazmaya çalışacağımı da duyurmuş olayım. Devam edelim…
Elbette söz konusu o “Türkoslar”, kendilerini sadece “Beyaz” diye etiketlenecek bir
dizi pratik ve devrimle ayrı bir yere taşıdıklarında içlerindeki “Müslim” unsur da eriyip
yok olmadı; geri çekildi ve Müslümanın
Beyazları “arazi” oldu. Peki, hangi arazide?
Bilindiği gibi sözünü ettiğimiz Beyaz çatının ilk, sayıca en az ve çekirdek unsuru olan
Çatı, Millî Mücadele sırasında “Balkan
Türkleri, Devşirmeoğulları ve Selanikliler” şeklindeydi. Bu sıralama Birinci Meclis sıralarında da devam etti. Fakat İkinci
Meclis’le birlikte sıralama değişti ve şöyle
oldu: Devşirmeoğulları, Selanikliler ve Balkanlı Türkler... İkinci sıralamanın ömrü de
uzun sürmedi ve devrimlere geçildiğinde
türbülans tamamlandı. “Selanikliler, Devşirmeoğlulları ve Türkmenler” olarak son şeklini alan sıralamada Selanikliler, kendilerini
resmî organizasyonun beyni olarak konumlandırmışlardı ve çok sonraları “derin devlet”
şeklinde tarif edilir oldular. Ancak bu tarifin
içini dolduranların Selanikliler olduğunu
geniş halk kitleleri asla bilemedi, sadece dar
bir “erbab” çevresi farkındaydı saklı hakikatin. Geniş kitlelerin akıllarına, “derin devlet”
deyince başta TSK, MİT ve devletin bir kısım bürokratları geliyordu.
“Beyaz kader”in zoraki sonucu sebebiyle
ikinci katmanını oluşturan Devşirmeoğullarına devletin üst düzey bürokrat ve ona bağlı amir kadroları oluşturma görevi düşmüştü. “Beyaz çatı”nın alt katındaki Balkanlı
Türklerin pasta bölüşümünde dışlandıkları
söylenemez. Nüfusları “mübadele anlaşması” ile çoğaltılarak devletin memur kadrolarının bekçiliğinde istihdam edilmek de onlara çıkarılmıştı.
Ya bizimkiler, zavallı Anadolulular? Onlar
için biçilen urba, Osmanlı’nın 1453’ünden
beri savaşta erat, hazerde çiftçilikti ve öyle
devam edeceklerdi. Ha bir de memurin ta-
özel sayı 101 2015
43
haberajanda
Öteki Sır
kaldırılamaz ağırlığını sırtlandı ve canla
başla uğraşarak bir devletin kuruluşunda
başat rolü oynadılar. Galiba o an yapılacak
en iyi şey buydu, zira yangından ilk kurtarılacakları kurtarmak bile namümkündü.
Buna rağmen yedi düvelin pençesinden hiç
olmazsa Anadolu’yu almayı becerdiler. Yoksa sıfırlanmak mukadderdi…
Burada şunu yazmadan geçmek mümkün
değil: Yukarıdaki cümlede “rol” sözcüğünü
kullandım. “Rol” diyorum, zira gerçekten de
o uğursuz aralıkta yaşananlar tam da birer
roldü. Ancak esefle yazıyorum ki, Mustafa
Kemal, 1918-1933 arasındaki yaşananların
perde arkasında bir ya da birkaç gizli el olduğunu anlayamamış olmalı. Olmalı mı?
Daha doğrusu, üstün zekâsından kuşku
duymadığımız Gazi Paşa’nın, işin arkasındaki gizli parmağı anlamamış olmasının
imkânı yok. Ancak o, sıfırlanmış devlet
gücünün yeni organizasyonu ayağa kaldıramayacağının bilincindeydi elbette; elzem
olan gücün tesisi noktasında, belki de “Abdülhamid aklı ve siyaseti”ni kullanmaktaydı.
Bu siyaset, tüm güç odaklarından azamî derecede faydalanma ve oralardan güç devşirmekti. Bu tekniğin Mustafa Kemal Paşa’nın
mücadelesindeki en belirgin örneği, Rusya
ile kurduğu bağda kendini göstermişti.
“Führerizm”e karşı kazanılan ikinci savaşın galibi Amerika olarak ortaya çıktığında, “Milli Şef” de bir bakıma kaybetmişti. Onun kaybı, vasallarında yeni bir düzen
dikte eden Amerika’nın yanında konumunu yeniden belirleyen Rizortocular
tarafından terk edilmesiydi. Üstelik İkinci Paşa’yla yollarını ayıran Rizortocular,
İnönücülük ya da İsmetizmi de çekip almıştı ellerinden. İnönücülük, bundan böyle
“Atatürkçülük” olarak adlandırılacak, İsmetizm de “Kemalizm” olacaktı.
kımına “efendi” aşağılamasıyla “odacı” kadrosu lazımdı; “çiftçilik mahkûmiyeti”nden
yırtanlar da oda işleriyle vazifelendirildiler.
Bu sayede “Milletin efendisi köylüdür” sözünde görev aldılar, “efendi” olarak tabiî.
Mustafa Kemal’in
Abdülhamid siyaseti
Mühendislik anlamında ta Abdülhamid
devrinin sonlarına doğru uzanan ve Selanik’te planlanan “Beyaz hurucu”, Sultan’ın
halliyle 1908’de hayata geçirildi. Artık tam
adını koymak gerekirse, bütün bunlar bir
“Neo - Turqei Planı” idi ve mühendislik çalışması da,militarik etüdü de Makedonya Ri-
44
özel sayı 101 2015
zorto mahfilinin eseriydi. Eserin adım
adım yürütülerek nihaî noktaya eriştirildiği
1930’lu yılların başına kadar işin başında
-samimiyetinden kuşku duymadığımızMustafa Kemal vardı.
O, Makedonya Debre’nin Kocacık (Konyacık) nahiyesinde yerleşik olan atalarına
bağlı, genetik yapısı nedeniyle ve bir Kocacık Türkmeni olarak yaşamaya devam etti.
Evlad-ı Fatihan olarak da bilinen ceddine
asla ihanet etmedi. “Ya yaptıkları, ettikleri?”
diye sorulduğunu duyar gibi oluyoruz; bu
fısıltılara vereceğimiz yegâne karşılık şudur:
Ne yazık ki Mustafa Kemal ve arkadaşları,
mevcut şartların tabana vurmuşluğunun
Şöyle ki, 1919 Samsun’undan sonra Havza’ya geçen Gazi Paşa, küçük ilçede gözden ırak olarak yirmi gün kadar kaldı -hatta 22-. Orada geçirdiği bunca gün, Paşa’nın, Padişah’tan aldığı kısmî gücüne Abdülhamid’in ruhundan devşirdiği enternasyonal gücü eklemledi. İddia o ki, Paşa’nın ilçede görüştüğü şahsiyetler arasında İngilizler,
bir Amerikalı general ve bir de Rus diplomat vardı.
Lenin’in görevlisi olarak Havza’da bulunan diplomat, Gazi’ye kuracağı devletin
“Bolşevik temeller” üzerine bina edilmesini
önermeye gelmişti. Paşa “Neden olmasın?”
diyerek muğlak bir cevapla işi bitirmiş ve
Sovyetlerin desteğini kapmıştı. Bu destek, daha sonra silah ve altın olarak geldi
Erzurum’a. Karabekir Paşa’nın söz konusu
yardımı bizzat aldığını yazıyor kaynaklar.
Bununla birlikte Mustafa Kemal, Bolşevik
diplomata verdiği muğlak sözü yerine getirdi ve Türkiye Komünist Partisi’ni arkadaşlarına kurdurdu. Ama ne yapsın Paşa, halk
o partiden hazzetmedi, bu parti kısa sürede
tabela partisine dönüşerek sessiz sedasız
terk etti siyaset sahnesini. Bunun gibi, Amerikalıların önemsediği yapısıyla bir bakıma
Ahmet Yozgat
liberal sayılabilecek Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırkası da onun eseri, 1931’de hayata
geçirdiği Serbest Fırka da…
Özel bir manşet
Geriye dönelim… Kocacık Türkmenlerinden Kızıl Hafız’ın torunu son kahraman
Mustafa’nın “Ankara Projesi”ne ecinnilerin
karıştığını peyderpey sezinlemesi, yol haritasını da değiştirmesini gerektirmedi. Galiba o,
tıpkı Abdülhamid gibi “Güçlerinden istifade
ederim; ta ki amacıma ulaşana kadar…” diye
düşünüyordu. Bu tekniği hayata geçirmekte başarılı da oluyordu. Tıpkı Ruslara yaptığı gibi Birinci Meclis’i de saf dışı etmişti.
Ancak Birinci Meclis’in ekartasyonunun da
tam söyleniş şekliyle Beyazlatılmış “Rizorto
Planı”nın fikri olduğunu fark edemedi. Belki de onun en büyük hatası bu oldu. Moda
deyimle “Paralel Rizorto” da diyebileceğimiz
planlamanın mühendisleri, Birinci Meclis’i
Gazi Paşa’nın ikbali için değil, kendi istikballeri için kapattırmışlardı. Zaten ondan
sonra Rizortocuların yönetim üzerindeki etkileri, daha hızlı bir şekilde artmaya ve açıktan açığa hissedilmeye başlandı.
Ankara’nın çekirdek kadrosu içerisinde
burnu en keskin olan da Mustafa Kemal
Paşa’ydı; Rizorto’nun kokusunu da ilk o aldı
ve lakin keskin “Selanikli kokusu”, Çankaya
sofralarının anason rayihası arasında kaynadı gitti. Haddizatında “Çankaya sofrası” da
Rizortoyenler tarafından Gazi Paşa’ya karşı
Gazi Paşa için alınmış birer önlemdi ve başarılı olundu. Belki de Mustafa Kemal’in en
son çözdüğü komploydu o sofralar.
Durumu anladığında takvimler 1930’ları
bulmuş ve iş işten geçmişti Mustafa Kemal
için. Kuruluşun ardından on yıl geçmiş,
“Paralel Rizorto” devletin dizginlerini eline almıştı. Yapılacakların birçoğu Zübeyde Hanım’ın Oğlu eliyle yaptırılmıştı. En
kötüsü de, Zübeyde’nin üzerine titrediği
Sarı Paşa’sının vücudu alarm vermeye başlamıştı.
Buna rağmen Mustafa Kemal, girdaptan bir çıkış rotası aradı ve ilk çare olarak
“Rizorto”yu yasakladı. Tarihler bunu, “Mustafa Kemal Paşa, Masonların derneğini
kapattı!” diye yazıyor. Bu karardan sonra
Gazi’nin hastalığının bir anda sıçradığı ve
sarılığın siroz şekline yükseldiği biliniyor.
Garip bir şekilde Paşa’nın hastalığını tedavi
eden de bir başka “dul kadının evladı” idi:
Dr. Mim Kemal Öke…
On yıllık kuşatılmışlığın nihayet künhüne eren Mustafa Kemal, o yıllarda o kadar
bunalmıştı ki önünün kapatıldığını ve hızla
ölüme itildiğini fark ettiğinde geriye dönmeyi ve işi sil baştan başlatmayı bile düşündü.
İddia o ki, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ni konutuna çağırdı ve ona makamını
teslim etmeyi önerdi. Yine iddia o ki, en yakın adamı İsmet Paşa’nın Rizorto’yla muvazi
hareket ettiğini anlayarak onun ölüm emrini
verdi. Bu sırada İstanbul’daydı ve İnönü’yü
oraya çağırdı, fakat koca kulaklar, küçük ve
derin ağızlarıyla Malatyalı’yı “Gitme!” diye
uyarmışlardı. Zaten o da gitmedi. Lakin
canının derdine düşmüş olan Kemal Paşa,
“Kulağı engelli bu adam, milletin başına bela
olacak!” fikrinde sabitti, öutlaka gereğinin
yapılmasını istiyordu. Etrafındakiler Paşa’yı
“sakinleştirmek” için tek nüshalı bir gazete
bile bastılar “Hakimiyet-i Milliye” matbaasında. Özel baskı Ulus gazetesinin manşeti
şöyleydi: “Eski Başvekil İnönü vefat etti!”
İkinci basamaktan gizli
birinci basamağa
Hiç olmazsa işitme engelli adam ölmüştü.
Artık Mustafa Kemal, kısmen rahat yatağında ölebilirdi. Bu itibarla “sürgün edildiği
Savarona yatı”ndan Dolmabahçe’ye taşındı.
Paşa’nın -devletin istikbali için- attığı son
imza, Dersim isyankârlarının yok edilmeleri
hususundaydı. Rizorto paralelizminin, Kızıl
Hafız’ın Torunu’nun omzuna yüklediği son
günah da bu oldu. Neden mi? Bu bir başka yazının muhtevası olmalı, şimdi yerimiz
dar…
Galiba 1938 yılının 10 Kasım’ı, Rizorto
Planı’nın başarısının zirvesi oldu. Ve “İlk
Türkiye darbesi 11 Kasım 1938’de yapıldı”
ya da “Cumhuriyet dönemi darbeler tarihimizin ikincisi” mi deseydik bu cümleye. Bir
evveli daha var ama neyse…
İsmet Paşa’nın, “velinimeti”nin koltuğuna
oturması ile 1930’lu yılların ortasında tamamlanan “Mustafa Kemal devrimleri”nin
yerini alan “İsmet İnönü devrimleri”nin su
yüzüne çıkması, resmen ve geride kalan yılları telafi edercesine süratli bir şekilde başladı.
Devir, savaş devriydi. Atatürk’ün ölümünden birkaç ay sonra başlayan İkinci Dünya
Savaşı şartlarının uygunluğu nedeniyle
“İnönü devrimleri”ne itiraz edecek bir babayiğit çıkmadı ülke evladı arasından. Elbette devlet dairelerinden Atatürk resimlerini
kaldırtan, boşalan yere kendi portresini taktıran, paralara kendi suretini bastıran İsmet
İnönü, hayata geçirdiği şahsî devrimleri nedeniyle hamuru yeniden yoğrulan devletin
resmî ideolojisini de “Milli Şef ” olarak kendi adıyla etiketleyecek ve “İsmetizm veya
İnönücülük” diyecekti ki “savaş bitti”...
“Führerizm”e karşı kazanılan ikinci savaşın galibi Amerika olarak ortaya çıktığında, “Milli Şef ” de bir bakıma kaybetmişti.
Onun kaybı, vasallarında yeni bir düzen
dikte eden Amerika’nın yanında konumunu
yeniden belirleyen Rizortocular tarafından
terk edilmesiydi. Üstelik İkinci Paşa’yla yollarını ayıran Rizortocular, İnönücülük ya da
İsmetizmi de çekip almıştı ellerinden. İnönücülük, bundan böyle “Atatürkçülük” olarak adlandırılacak, İsmetizm de “Kemalizm”
olacaktı.
Ya İsmet Paşa? O, yeni sistemin siyasî
düzleminde kendisine Führer’den çakma
“Milli Şef ” adını takanların yanındaydı ve
bu durakta hevesi kursağında kalan “İsmet
ideolojisi”ni ortanın solunda yeniden tanzim edebilirdi. Hayatı oradan oraya savrulmakla geçen İsmet Paşa, bir kez daha
savrulurken hayatının yeni dönemini Mustafa Kemal’in Havza’da kurgulayıp “Türk
Bolşevik Partisi” kandırmacasının durduğu
1925’ten ve de tekraren başlatıyordu. Ona
da yetmedi hayatı, 1932 Serbest Fırka ve
Menemen darbesindeki tecrübesini 1960’da
denedi, kısmen başarılı oldu. 1971’de bir kez
daha denedi ama yeni nesil darbeciler tarafından 9 Mart mezarlığına gömülen siyasî
hayatı, iki yıl sonra “Anıtkabir’in varoşu”nda
son durağına ulaştı. Vefa bizde kalsın, eğer
layıksa, kendisine Yüce Rahim’den rahmet
dileriz…
Sonuç
Rizorto’nun ikinci doğumu 1950’de oldu.
Makedonya Selanik Rizorto’sunda kurgulanan planın yol haritası üzerindeki adım adım
yolcuğuna “Beyaz Türk Müslümanlar”ın
“Beyaz Türk” kısmıyla devam edişlerinden
yola çıkarak… Peki, bu arada “Beyaz Müslümanlara ne oldu?” diye sormuştuk ya, işte
manşet olarak şu oldu: “Yeter, söz milletin!”
mottolu 1950 seçim zaferi…
Ve bu yazının nihaî hedefinin ayrıntılarıyla Beyaz Müslümanlara ne olduğunu
anlamak olduğunu belirtmiştik ya, sözümüz
söz, dediğimizden caymış değiliz, maceranın o bölümünü bir sonraki yazıda anlatmaya çalışacak ve detaylandıracağız inşallah…
özel sayı 101 2015
45
haberajanda
Kökler
Teolojik hikâyeler,
gerek Kur’an ve
gerek Tevrat’ta birbirini tamamlayacak
nitelikte seyrediyor.
Hatta Sümer, Akad,
Elam gibi Ortadoğu
uygarlıklarına ait
ezoterik hikâyelerde
yer alan belli belirsiz
anlatımlar da semavi kitapların retoriğiyle senkronize bir
durum arz etmekteler. Bu kutsal menkıbelere göre Nuh
Peygamber, ilahî
planlar dâhilinde ve
kendisine vahiyle
emredilen gemisini
yapmaya başladığında, kırk yıl sürecek
bir dülgerlik macerasına girişmişti. Bu
hummalı çalışmalar
sırasında kendisine
yardımcı olan üç
oğlu vardı: Yafes,
Sam ve Ham…
46
özel sayı 101 2015
M ADEM
isimlendirelim: Diyariçi (ülkeiçi) milleti…
yazının başlığında “sınır boyu
milleti” diye bir tarif yaptık, sınır
boyluların karşısındakini de
Turgay Alkan
[email protected]
>> Aslında bu kategorizasyonda millet, ülkeiçi adlandırılmasında saklı. Sınır
boylular ise “millet” kelimesinin tam karşılığı sayılmasa gerek. Hani ilkokul matematiğinde “kümeler” başlıklı bir tema/
ünite dersi okutulmakta ya, örneğimiz
oradan olsun.
Aritmetikte akıllı çocuklara bu küme konusu, “birbirine benzeşen varlıklar
topluluğu” olarak tarif edilmekte ve söz
konusu varlıklar “eleman” şeklinde isimlendirilerek eliptik bir grafik kutu içerisinde gösterilmekte. Konu, daha sonra
kümelerin birbiriyle ilişkisi şeklinde devam etmekte.
Kümeler ayrı, aynı ve kesişen şeklinde üç biçimde sınıflanıyor. Adı üstünde, ayrı ve aynı kümeler, benzer ve
farklı varlıklar ihtiva eden grupları ifade
ediyorlar. Kesişen kümelerse, içlerinde
benzeyen ve benzemeyen varlık bulunduran kümelerin ilişkisi üzerine kuruluyor. İki küme, -benzemeyen varlıklar dışarıda kalmak şartıyla- benzeyen varlıkların ortak alanda işaretlenmesi şeklinde
resmediliyor. Bir bakıma iki ayrı parça,
sınır boyunda çakıştırılıyor ve oluşan ara
bölgede benzeyen unsurlar işaretleniyor.
Bu ara bölgede yer alan her varlık, aslında iki tane ama küme grafiği içerisinde
bir tane gösteriliyor. Bir bakıma benzer
varlıklar eşleştirilerek evlendiriliyor ya
da iki varlıktan bir eleman çıkartılıyor.
Bu eleman, her iki ana kümenin özelliklerini taşıyor, ancak ortak alanın malı/
varlığı sayılıyor. Bir bakıma iki kümenin
ortak elemanı veya iki eşin çocuğu gibi.
Her iki eşin ortak özelliklerini taşıyan
bir “üçüncü eleman” da denilebilir onun
için, melez yani o. Söz konusu melez yavru, haddizatında ne o, ne bu; lakin hem
onun, hem bunun birer parçası sayılabilir.
Küme örneği, sınır boyu milletlerini
anlatmak açısından açıklayıcı sanırım,
hem bununla birlikte bir durumu da aydınlatmış oldu: Yazının başlığının yanlışlığını…Bir daha bakalım yazının başlığına: “Sınır boyu milletleri”… Burada
dikkat çektiğimiz kelime “millet”; birinci paragrafın son cümlesini tekrar ve eğip
bükmeden yeniden yazmamız şart oldu:
“Sınır boylular “millet” kelimesinin tam
karşılığına sahip değiller; bu bağlamda özgün bir ırk saymanın imkânı da
yoktur onları, zira ortada melez bir grup
var.”
Melez olma durumu, sınır boyluların
kanıyla sınırlı değil, haliyle dilleri, kültürleri ve fizikî görüntüleri de orta karar,
dinleri ve inançları da. Ancak inançları
zamanla baskın olandan ya da (haksızlık
etmeyelim kendilerine) doğru zannettiklerinden yana evrilebiliyor.
En kötüsü, bu kabil grupların insanî
ve dolayısıyla sosyal duygu dünyalarında
da bir “ortadanlık” fluluğu oluşuyor kanaatimizce. Şurası bir genel geçerdir ki,
iki güçlü kimlik ve kişilik arasında gelişen üçüncül alan, kendi özgün kimlik
ve kişiliğine sahip olamıyor. Biliyorsunuz, bu satırların yazarı bir çiftçi oğlu,
bu sebeple gençliğinde tarla tapanla
haşır neşir olmuş biri. Yani biz, çiftçilik
yaptığımız zaman içerisinde, yan yana
gelen buğday ve çavdar ektiğimiz tarlalarımızın sınır sınıra çakışan kısmında,
buğday ve çavdarın aynı alanda büyüdüğüne şahit olurduk. Zira ekim anında
karşılıklı olarak tohumlar sıçrardı birbirine. Ve biz çiftçiler, o alanın ürününü ne buğday, ne çavdar sayardık. Zira
hasat edilen ürün, yakın oranda karışık
olurdu. Bu karışımı ancak hayvan yemi
olarak kullanırdık. Çünkü o karışımdan
ne un olurdu, ne de tohumluk. Bir başka
tarifle, biraz ondan, biraz bundan husule
gelen ürün karışımı, gözden dışarı olduğu için çuvallara konulmaz, ahırdaki
hayvan musullarındaki yerini alırdı. Dedik ya, biraz ondan, biraz bundan…
Her şeye en baştan
başlayalım
İşte sınır boyluların halet-i ruhiyesini
özetleyen tarif de bu! Yani “biraz ondan,
biraz bundan” hali… Bu şekildir ki, sınır
boyu ya da “tampon bölge insanları”nın
özgün kimlik ve kişilik inşasını engelleyen yegâne/temel unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle orijinal kimlik
ve kişilik yoksunluğu, millet olmama
durumuna sebep olmakta ve bu durum,
sınır boyluların temel kaderi olarak süregitmektedir.
Haklı olarak soruyorsunuz “Kim bu sınır boylular?” diye… Bu kabil arkaik kavimler, hususiyetle kökü tarihin derinliklerine dayanan, çoğunlukla imparatorluk
kurmuş ya da imparatorluklarla bir şekil-
özel sayı 101 2015
47
haberajanda
Kökler
Asyalı Yafesîlerin başında Türkler geliyor; sonra Moğollar, Mançular ve Koreliler… Bunların dışındaki Kuzey, Orta ve Güneydoğu Asyalıların tamamının ikinci
ve üçüncü kuşak kavimler olma ihtimali oldukça yüksek. Asya’da Yafesoğlu olmayan tek millet grubu, Hint kıtası ve çevresinde yaşayanlar olarak karşımıza
çıkıyor. Bu grubun Samî ve Hamî kırması üçüncül soy oldukları kanaatindeyiz.
Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz Kuzey ve Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül
ve Hindistan çıkışlı grupların Yafesîlerle eşleşmesinden, sondan bir önceki
formata evrilmiş olmaları muhtemel. Son şekilleri de bugünkü tarifleri olarak
dünya milletler skalasında yer alan halleridir tahminen.
de muhatap olmuş milletlerin varoşlarında
yaşayan vasal ırklardır. Doğudan başlamak
gerekirse, Çin’in etrafındakiler, Orta Asyalı
Bozkır Türklerinin etrafındakiler, İran’ın, Arap coğrafyasının çevresini kuşatan azınlıkların tamamı bu tarifin içine girer.
Örneklemeyi biraz daha müşahhas şekle
48
özel sayı 101 2015
getirmek gerekirse, mevzuya “Kimler sınır
boylu olmayan milletlerdir?” diye sormalıyız. Bir insanı tarif için neden babasının
üzerinden iz sürülürse, milletlerin menşei
araştırılırken de baba ya da ataya gitmek
şarttır. Bu durumda hangi milletin babasını
bilip de ona gideceğiz? Bu mümkün değil!
Ama babaya, yani “en baba”ya gitme olasılığımız var. O halde gidelim…
İnsanoğlunun dip babası olarak pozitivist bilim her ne kadar bir hücreyi tarif etse
de işin o kadar küçüğü bize kılavuzluk yapmaya yetmez. (zaten yaptırmayız da.) İkinci önerme olarak maymunu da Darwin’e
havale eder geçeriz. Bizim için aslolan tek
seçenek “yaratılış” hakikatidir ve bu itibarla
dip ata Âdem’dir. Ancak makalenin aradığı
ilk ata ve ilk peygamber olarak Havva’nın
kocası da değil, Nuh’tur. Zira Hz. Nuh, ilk
kez kavimleşen insanlığın babası olarak
Hz. Âdem’den farklı bir konuma sahiptir
bizim için. Yani Hz. Nuh, daha belirgin ve
belirleyici bir isim...
Teolojik hikâyeler, gerek Kur’an ve gerek
Tevrat’ta birbirini tamamlayacak nitelik-
Turgay Alkan
te seyrediyor. Hatta Sümer, Akad, Elam
gibi Ortadoğu uygarlıklarına ait ezoterik
hikâyelerde yer alan belli belirsiz anlatımlar
da semavi kitapların retoriğiyle senkronize
bir durum arz etmekteler. Bu kutsal menkıbelere göre Nuh Peygamber, ilahî planlar
dâhilinde ve kendisine vahiyle emredilen
gemisini yapmaya başladığında, kırk yıl
sürecek bir dülgerlik macerasına girişmişti.
Bu hummalı çalışmalar sırasında kendisine
yardımcı olan üç oğlu vardı: Yafes, Sam ve
Ham…
Aslında “İnsanlığın İkinci Atası” unvanlı Peygamber’in oğul sayısı üç değil, daha
çoktu. Dördüncü oğlun adı Kenan’dı. Ancak o, babasına yardım etme niyetinde
olan biri sayılmazdı. Zira Baba’nın eşi ya
da eşlerinden biri gibi o da inananlardan
değildi. Bilmiyoruz, belki de ana-oğul birlikte reddediyorlardı kadim hakikati. Her
neyse…
Kader yolculuğu
Gemi, Baba, üç oğul ve bir ya da birkaç
inananla tamamlandı. Bu hususta fakirin
kanaati, gemiye emeği geçen Nebi’nin yanı
sıra sadece üç oğluydu. Ve o üç oğul, insanlığın tufan sonrasındaki birinci kuşak
babaları olmaya hak kazandılar. Tufandan
sonra yaşayan Âdemoğullarının tamamı, o
üç oğulun belinden indi.
“Peki, bu üç genç dülger eratının evlatlarını veren kadınlar kimdi?” şeklindeki
bir soruya gerek görmüyoruz. Elbette eşleriydi. Yani üç genç adam, gemiye eşleriyle binmiş olmalılar. Ve tabiî anneleri ve
babalarıyla beraberce, maaile yani… Buna
göre Yafes, Sam, Ham ve onların eşleriyle
beraber Baba Nuh, Nuh’un eşi ya da eşleri:
Kader gemisinin yolcuları…
Tabiî bir de hayvanlar âlemi, ilk transatlantiğin şanslı müşterileriydi. Hatırlarsanız, hayvanlar âleminin gemiye dâhil olan
çiftlerinin tefekkürünü Kültür Ajanda’nın
10’uncu sayısında “Nuhoğullarının Serencamı” adlı makalede yapmıştık, girmiyoruz
bu itibarla.
Kavimleşmeye doğru
“Tufan gemisi”, bir yılı aşan bir süre boyunca yerden ve gökten üzerine fışkıran
seller arasında, tam 367 gün yaşam savaşı
verdi. Sürenin sonunda sakinleşen yeryüzünün sivri uçlarından birinin -Kur’an’ın
dediğine göre Cudi dağının- zirvesine
oturdu ve ilahî planda murat edilen yolculuğunu tamamladı.
Geminin oturduğu Cudi için, “Anadolu’nun güney doğusundaki Cudi dağıdır” diyenler de var, “Cudi kelimesi ‘herhangi bir
dağ’ anlamında kullanılmıştır” diyenler de.
“Cudi, bölge halklarından birinin şivesinde
zirve ya da dağ anlamında kullanılan bir
kavramdır” diyenlerin iddiasını çok anlamlı ve üzerinde durmaya değer görmediğimiz için geçiyoruz. Ayrıyeten Cudi’nin ne
olduğu çok da mühim değil, nasıl olduğu
daha önemli. Nasıldı peki?
Cudi, demir atmaya en uygun yapıdaydı ve bölgeye hâkim olması, onun olmazsa
olmazlardandı. Yani kıyıda köşede kalmış
bir Cudi, ikinci grup yeryüzü konargöçerlerinin işini zorlaştırırdı. “Eski Dünya”
diye adlandırılan üç kıtanın tam ortası,
Cudi’nin koordinatlarını verebilir bize, haritaya bakmak lazım.
Cudi’ye demir atan geminin yolcuları,
dağ etrafında uzanan düzlükler belirginleştiğinde elbette karaya ilk adımı atma
zamanının geldiğini anladılar. Bu an, Baba
Âdem’in Serendip adasındaki Adem dağına ayak basışından daha anlamlıydı, zira
dünyanın kıyamete kadar uzayan formatının ve “popülasyonik şemaili”nin ilk fırça
vuruşuydu. Acun, Âdemoğullarının kategorisiz hazırlık evresini tamamlıyor ve
“kavim kavim” yapıldığı devreye giriyordu.
Bu devre, kısa bir süre aile aile, uzun bir
süre sülale sülale, daha uzun bir süre aşiret
aşiret devam edecek, sonra kavimler ortaya çıkacaktı. Kavimleşme, 1789 Fransız
Devrimi’ne kadar gri alanda yürüyecek ve
söz konusu devrimle birlikte siyah beyaz
keskinliğinde karar kılıp milletleşecekti.
İnsanlığın ilk aileleri belli: Yafes ailesi,
Sam ailesi ve Ham ailesi… İşte bu aileler,
insanoğullarının fideliği oldular! İlk kavmî
çekirdek, görevini yerine getirdi. Yani kavimlerin büyükbabaları Yafes, Sam ve
Ham’dı, ancak öz babaları, bu üç kardeşin
oğulları oldu. Büyük bir ihtimalle ilk kavimler, adlarını da Nuh’un torunları olan
bu babalardan aldılar. Bir soru daha: “Dünya yüzündeki milletler, sayıları her kaç ise,
ikinci evrenin üçüncü kuşağı olan Torun-u
Nuh’tan mı doğdular?” El-cevap: Hayır!
Onlardan doğanlar, birinci kuşak kavimler olarak tarihteki prototip durumlarıyla
yerlerini aldıktan epey sonra yeni kavimleri
doğurdular; ikinci, üçüncü ve daha sonraki
kavimlerin rahmi oldular. Buraya, daha alt
paragraflarda devam etmek niyetiyle bir
virgül atalım.
Irklar
Aradan geçen zaman içinde, gerek birinci kuşak kavimler, gerekse daha sonra
tarih sahnesine çıkan tali toplumlar arasında varlıklarını devam ettirenler bulunduğu
gibi, kaybolup gidenler de oldu. Yaşantısına kısmen evrilerek devam edenler olduğu
gibi, hâlâ değişim üzerinde olanlar da var.
Sonuçta kavimler de birer kader üzere halk
ediliyor ve o kader dairesi içinde hayatiyetlerini devam ettiriyorlar. Aralarında uzun
bir ömre sahip olanlar da var, olmayanlar
da.
Kadim efsaneler, bir Atlantis ülkesinden
ve o masal ülkede yaşayan Atlantisli soydan söz eder. “Hani, şimdi neredeler Atlantisliler?” diye sormakta bir mahzur yok,
hatta sormak lazım. Cevabı, flu bir efsanenin satır aralarında saklı. Onlar gibi, Hint
Okyanusu’ndaki kıtalarında oturan “Mu
ırkı”nın da alacakaranlık bir efsanesi var,
ancak kendileri yoklar. Geçtik efsanelerden
ve efsanevî kavimlerden, tarihin bahsettiği
Fenikeliler, Kartacalılar, Hitityalılar, Sümerler neredeler?
Bu saydıklarımızı zaman içinde yok
olan ya da kaderlerini tamamlayan ve ilahî
planda yaşamalarına gerek görülmeyen kavimler olarak algılamak mümkün, bir de bu
ara zamanda yaşamış kavimler var. Mesela fakirin yazılarında sık sık sözünü ettiği
“Tötonlar”…
Günümüzde kendini “Töton ırkı”ndan
sayan birileri yok, ancak ona nispet eden
bazıları bulunmakta; Almanlar, İngilizler ve Fransızlar gibi… Bu ulusların tarih
sahnesine çıkış tarihleri biliniyor. 0 (sıfır)
tarihinden itibaren ve Tötonlar olarak var
olan çakır gözlü, sarışın insan toplulukları,
0’la 500 arasında Tötonken, 500 ile 1500
arasında ayrı ayrı milletler olarak kendi
dillerini konuşup kendi devletlerini oluşturdular.
Bir başka de örnek “Ruslar”… Tarih
sahnesine çıkışları daha dün gibi bilinen
bu ırkın bidayetinde “Korkunç İvan” diye
bir knezin dirayeti yer tutmakta. Misal,
Portekiz halkı da tıpkı Ruslar gibi en yeni
özel sayı 101 2015
49
haberajanda
Kökler
Yazının birincil amacı, ilk kuşak kavimlerin izini sürmek... Bu itibarla çoğalarak kendi geniş ailelerini kuran ilk üç
oğul olarak Yafes, Sam ve Ham’ın Baba
Hz. Nuh yaptıkları muhtemel jeostratejik toplantıyı çok önemsiyoruz. Diyor
ki artık iyice yaşlanmış ve belki 900
küsur yaşına gelmiş olan Nebi Nuh,
“Bakın evlatlarım! Artık bu dağın etrafına sığınamayacak kadar çoğaldınız.
Bu durumda alın ailelerinizi yanınıza
ve sürülerinizi sere serpe otlatacağınız
yeni meralar bulmaya gidin”.
milletlerden biri olarak örnek teşkil ediyor bize. Bu halkın geçmişi birkaç yüzyıl
öncesine gitmiyor. Tıpkı Portekiz gibi bütün Latin Amerika halkları da İspanyol
rahminden doğmuş durumdalar ve henüz
gelişmemiş, “milletimsi” topluluklar olarak
kendilerini tarife ve tarihe hazırlıyorlar.
Cudi ve sonrası
İki üst paragrafta virgül attığımız yere
geri dönelim ve kaldığımız yerden devam
edelim.
Tahmin edileceği gibi bu yazının birincil
amacı, ilk kuşak kavimlerin izini sürmek...
Bu itibarla çoğalarak kendi geniş ailelerini kuran ilk üç oğul olarak Yafes, Sam ve
Ham’ın Baba Hz. Nuh yaptıkları muhtemel jeostratejik toplantıyı çok önemsiyoruz. Diyor ki artık iyice yaşlanmış ve belki
900 küsur yaşına gelmiş olan Nebi Nuh,
“Bakın evlatlarım! Artık bu dağın etrafına
sığınamayacak kadar çoğaldınız. Bu durumda alın ailelerinizi yanınıza ve sürülerinizi sere serpe otlatacağınız yeni meralar
bulmaya gidin”.
Evet, mealen buna benzer bir konuşma
geçmiş olmalı İkinci Baba ve üç oğlu arasında. Ondan sonra Yafes’i kuzeye giderken,
Ham’ı güneye yol alırken gördü yeryüzü.
Sam ise babasına en yakın yer olan Ortadoğu coğrafyasının sahibi oldu. Asyalılar, Afrikalılar ve Avrasyalılar kendi biogenetiklerini
ve tabiî kültogenetiklerini oluşturma işine
koyuldular. Kur’an’ın ifadesiyle “Birbirleriyle tanışsınlar ve bilişsinler” ilahî muradı üzere kavimleşme böylece başlamış oluyordu.
İnsanlık tarihinin ikinci sahnesinde ve Cudi
dağının etrafındaki geniş düzlüklerden yola
çıkarak bu seyir yol buluyordu.
50
özel sayı 101 2015
Turgay Alkan
Nuh Baba’dan ayrılan oğullar, ikinci
ayrışmayı gittikleri kıtalarda yaşamış sayılmalılar. “Kıta babaları” diyebileceğimiz
üç Nuhoğlu’nun genç evlatları, kendi aileleriyle bir yan bölgeye geçerken ilk sülalelerin de temelini atmış oluyorlardı. İşte bu
ilk sülaleler, kısa bir süre sonra ilk kabile ya
da aşiretlerin, onlar da birincil kavimlerin
su basmanı olacaklardı. Bunlar üç aşağı,
beş yukarı günümüzde de belli. Mesela
Afrikalı Ham’dan türeyen ilk milletlerin
sayısı çok değil, diğer kardeşleri gibi az ve
bu skalada Habeşliler, Koptlar ve Sudaniler
yer alıyor. Ancak bugün Afrika’da mekân
tutan onlarca ulus için “bu üçlüden türeme”
denilebilir. Yani tali uluslar olarak Berberiler, Orta Afrika kuşağında Tuarekler ve
daha güneyde yer alan Kush ırkları Pigmeler filan…
Hamî ırklar gibi Samîler de bidayette üç
beş taneydi. Bunların başında Fenikeliler,
Aramiler ve Amelikalılar yer tutuyordu.
Ancak zaman içinde bunların özgün takipçileri kalmadı ve talî ırklar türeyerek Samî
geleneğini devam ettirdiler. Günümüzde
bunların en belirginleri, Hz. İbrahim’in –ki
kendisinin Arami olduğu ihtimal- iki oğlunun babalık yaptığı İsmailoğulları ve İshakoğullarıdır. Yani Araplar ve İsrailliler...
Fenikelilerin devamı olarak da Rumlarla
başlayan Akdeniz esmerlerini sayabiliriz.
İçtimaî devinim
Çıkalım Kuzeye ve Asyalılara bir göz
atalım. (Yani Yafes’in sulbundan gelen birincil milletlerin kimliklerinin peşine düşelim.)
Asyalı Yafesîlerin başında Türkler geliyor;
sonra Moğollar, Mançular ve Koreliler…
Bunların dışındaki Kuzey, Orta ve Güneydoğu Asyalıların tamamının ikinci ve üçüncü kuşak kavimler olma ihtimali oldukça
yüksek. Asya’da Yafesoğlu olmayan tek
millet grubu, Hint kıtası ve çevresinde yaşayanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu grubun
Samî ve Hamî kırması üçüncül soy oldukları kanaatindeyiz. Hindistan’dan yola çıkan
ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen
ve günümüz Kuzey ve Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül
ve Hindistan çıkışlı grupların Yafesîlerle
eşleşmesinden, sondan bir önceki formata
evrilmiş olmaları muhtemel. Son şekilleri
de bugünkü tarifleri olarak dünya milletler
skalasında yer alan halleridir tahminen.
Tekrar geri dönelim ve “Her şeyin doğrusunu Âlim olan bilir” diyerek bir ara özet
yapalım.
Nuh Dede’nin üç oğlunun belinden
inen ve sayıları birkaç elin parmakları adedince olan birincil milletlerin dışında kalan tüm ırklar, “sınır boyu halkı” sayılabilir.
Ancak hayatlarının belli bir döneminde
sınır boyu tamponları olan halklar, zaman
içinde kavimleştiklerinde kendi varoşlarına
devrettikleri yaftalarından kurtulmanın
heyecanıyla skaladaki yerlerini alıyorlar. Bu
evrilme tarih boyunca devam edegeldi ve
her devir, kendi sınır boylusunu kavimleştirme vazifesiyle tarihe katkıda bulundu.
Bu “içtimai devinim” hiç durmadı ve günümüze kadar süregeldi -süregidecek de-.
Lakin şunu söylemeden geçmemeliyiz: Tarihin bir noktasında sınır boyu halkı olarak
ortaya çıkmış her sosyal grup için “İlle de
kavimleşecek!” diyerek bir postülat ortaya
koymak da sosyolojiye uygun düşmez. Sonuçta burada işlenen hususun matematiğe
dair bir kesinlik değil, sosyal ilme ait bir çıkarsama olduğunu unutmamak lazım.
Sonuç
Devam edelim ve gelelim günümüz sosyo-devlet yapısı içinde yer alan sınır boyu
milletlerine.
Yazının baş kısımlarında söz edildiği gibi,
dünyanın siyasî haritasında Hindistan’ın
etrafını kuşatan bir sınır boyu kuşağından
söz edebiliriz. Bunun gibi, Çin’in güneydoğusunda milletimsi sınır boylulara da
rastlanıyor. Rusya’nın Avrupa bölgesinde
de “sınır boyu kavimcikleri” haddinden
fazla. Ve tabiî Asya’da İran’ı unutmamak
gerekiyor. Bunun gibi, Türkiye’nin güneyinde, doğusunda ve güneydoğusunda ciddi sayıda sınır boyu sosyal gruplar mevcut.
Afrika’ya geçince, orada da “sınır boyu sosyalitesi” açısından zengin bir müktesebatla
karşılaşmak olası. Keza Latin Amerika’nın
da ciddi sayıda sınır boyu topluluklarını
bağrında barındırdığı görülüyor.
İçinden yeni çıktığımız 20. yüzyıl, sınır
boyu yapıları belirginleştiren bir turnusol
gibi davrandı ve bütün kabile, aşiret ve boy
oluşumlarını kavimleştirme hususunda
kışkırtıcı bir rol oynadı. Lakin aynı yüzyıl,
milletleri ve sınır boyu kavimlerini ve aşiretleri oldukça sağlam hudutlar içine hapsetmişti. Hani ulus devletler yüzyılıydı ya,
o minvalde…
İşte bu hapsedilmişlik halidir ki, mevcut
milletleri topyekûn bir savaşın eşiğine, sınır boyluları ise terörvari eylemlerin ortasına getirip bıraktı. Bu yıllarda yaşananların
tarifi şöyledir: İnsanoğlu, sosyal bataklığın
ortasında debelene debelene girdaptan
kurtulmaya çalışıyor ya da çırpına çırpına
daha da batıyor balçık bahrine. “Kurtuluş
imkânı var mı, varsa ne kadar mesafede?”
sorusu hak oldu burada. Ya da toptan keselim tren biletini, çare ne?
Kestirmeden söyleyelim: “Yeniden imparatorluklar çağına dönmek…” Eğer böyle
dersek ayıplamayın lütfen! Sözünü ettiğim
“imparatorluklar çağı”ndan kasıt, imparatorlukların kavimler üstü yaklaşımıdır.
Bu yaklaşımı günümüzde kısmen hayata
geçiren ülke ABD’dir, ancak en başarılı örnek Osmanlı olarak duruyor tarihte. Zaten
ABD’nin Osmanlı’yı örnek aldığı iddia
edilir ki, eğer öyleyse, orada ortaya konan
örnek olabildiğince kötü olarak gözlemleniyor. Zira Osmanlı bu kadar berbat olamaz!
İnsanlık tarihini bir çıkmazın başına çakan “sınır boyu topluluklar enflasyonu” sonucunda sorun yaşayagelen Türkiye’nin bizatihi Osmanlı mirasçısı olması, 21. yüzyılı
anlama ve yorumlamada Ankara’ya kolaylık sağlayacaktır. Yeter ki topyekûn olarak
Anadolulular, 1999’u, hatta daha öncesini
yaşamaya devam etme anakronizminden
kurtarılıp 2000’in ilerisine geçme becerisini göstersinler, o zaman iş çok kolay olacaktır.
Ha gayret Anadolu halkı! Irkî planda Türklük, Kürtlük veya Çerkezlik gibi,
inanç düzleminde Sünnilik ve Alevilik gibi ayrışmaları yaparken bakılması gerekenin ana millet ve tali millet tarifinin iyi yapılması gerektiğini de anımsatarak “sınır
boyu kalabalığı” sendromuna kapılmamak
gerektiğini hatırlatmak isterim. Herkes
kendini son babaya göre değil de Dip
Baba’ya giderek tarif eder ve ona uygun bir
gelecek koordinatı belirlerse, kendisi için
yaptığı bu belirleme, herkes için son derece
pozitif bir sonuç doğurur. O halde haydi
en yakın ortak babada ya da Dip Baba’da
birleşmeye!
Ve Allahualem…
özel sayı 101 2015
51
haberajanda
Gündem
Agatha Christie romanlarından çizgi roman karakterlerine, Hollywood
yapımlarından Star Trek
serilerine, şarkı isimlerinden ABD, Kore, hatta
Bangladeş’te dahi bulunan
müzik gruplarına, kara
deliklerden savunma sistemlerine birçok mecrada
kullanılan bu ismin en çok
kullanıldığı yer, “İngiltere
menşeli savaş gemileri”.
Bunları şöyle özetleyebiliriz: HMS Nemesis, (İngiltere’deki çeşitli Kraliyet donanma gemileri), USS Nemesis (ABD donanma
gemisi), Nemesis (Doğu
Hindistan Şirketi’ne ait bir
Britanya savaş gemisi),
OPV Nemesis (New South
Wales Polis Kuvvetleri
tarafından kullanılan devriye gemisi).
***
Yine üç ciltten biri olan
“Cehennem” adlı bölümde
ise, Dante’nin tasavvuruna göre “Inferno” şeklinde
isimlendirilen cehennemin
dokuz katı vardır. Bu dokuz
katın yedi ve dokuzuncu
katına yerleştirilenlerin arasında ise ilginç
bir ilişki bulunmaktadır.
Inferno’nun yedinci katına
zalimler, dokuzuncu katına
ise hainler yerleştirilmiştir.
Bu iki zümrenin “paralel”
hali ise düşündürücüdür.
Zira zalim, devletin kudret
ve imkânını kendi hegemonyası altına alarak
millete zulmedendir ki bu,
milletten alınan yetkiye
ihanettir. Öyleyse zalim,
aynı zamanda haindir.
Hain ise, devletine ihanetle
etmekle millete zulmetme
düşüncesindeki düşmanlara arka çıkmakta, dolayı-
52
özel sayı 101 2015
Sezaryen devleti
Paralel ittifak-p
evlat edinmek:
aralelde ittihat
“S
IC samper tyrannis!” En başa alarak imgelerle süslenen kadim savaşın anahtarlarından birini hatırlatmak istediğimiz bu Latince
cümle son dönemde karşımıza oldukça fazla seçmelerle çıkarılsa
da, dehşet verici tarihî derinliğiyle muhalif ruhun en belirgin adrenalin pompalarından biri olma özelliğini taşıyor.
>> Bu yazı da yayınlandıktan sonra Türkiye’nin 2023 vizyonunu nihaî demde şekillendirecek kulvara girmiş olacağız. 7 Haziran 2015
günü yapılacak “format” seçimine bir aylık
süreç kalıyor bu aralıkta. Yalnız söz konusu bu
aralığa doğrudan değinmek yerine başkanlık
sistemi üzerine kurulu olsa da bazı yavan tartışmalarla geçirilen Türkiye gündemini tam da
bu konu üzerinde biraz yönlendirmek isteriz.
Bilindiği üzere başkanlık sistemi, her nedense hep bir tekel yönetim ve hükümdarlık
düşüncesiyle bir arada sunularak konuşulur
muhaliflerince. Peki, başkanlık sistemi düşüncesi gerçekten de kendisine yönelik ithamları
hak ediyor mudur? Yoksa bu sisteme dair konuşulan muhalif eleştiriler, iftira sınırını aşan
iddialara mı dayanıyordur?
Bilim insanlarının ulaşabildiği ve dolayısıyla tahlilleri arasına aldığı en eski siyasî tarihe
baktığımızda Sümerlerde de, Babillerde de,
Akatlarda da, Hititlerde de, Urartularda da,
Lidyalılarda da, İyonyalılarda da, Spartalılarda
da, Mısırlılarda da, Türklerde de, Romalılarda
da, Perslerde de, Çinliler veya Japonlarda da
aynı tip yönetim sistemleriyle karşılaşılıyor.
Belli ki bu yönetimler, bulundukları bölgelerde
diğer insanlara liderlik edenlerce oluşturulan ve
bu liderliği “hükmetmek” seviyesine çıkararak
çeşitli kurumlarla kendine bağlayan bir biçimle
formatlanmışlar.
Bu yönetim tiplerini oluşturan liderliğin unvanı kimi yerde lugal, kimi yerde pal, kimi yerde
kral, kimi yerde li, kimi yerde sin, kimi yerde
han, kimi yerde hakan, kimi yerde firavun yahut
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
sıyla zulmetmektedir. Öyleyse hain, aynı zamanda
zalimdir.
***
Ancak bütün bu suikast
sırasında geçen diyaloglardan en önemlisi, tarihe
de yüzyıllardır mâl olmuş
durumdaki Sezar-Brutus
diyaloğudur. Sezar’ın son
sözlerinin ne olduğu kesin
olarak bilinmemektedir,
bu konu hakkında bilim
adamları da oldukça tartışmışlardır; ancak bazı ciddi
veriler, bu diyaloğun doğruluğa daha yakın olduğunu
gösterir. Sezar, üzerine çullananların arasında Servilia
Caepionis adlı metresinden
olan oğlu Brutus’u görünce
“Sen de mi Brutus? (Sen de
mi çocuğum?)” diye sorar.
Brutus’tan gelen cevap, o
en baştan beridir değindiğimiz ve tarih boyunca kullanılacak ama burada ilk kez
dillendirilecek olan tümcedir: “Sic samper tyrannis!”
***
Şimdi başkanlık sistemi ve
kulvarında yürüdüğü Yeni
Türkiye tartışmalarında
hep aynı sloganı kullanıyorlar: “Yaşasın Cumhuriyet!” Robespierre’nin
Luis için söylediği “sic
samper” sloganı da böyle bitiyordu: “Louis doit
mourri! Que la république
peut vivre!” Türkiye’de,
ancak Erdoğan’sız olunca
Cumhuriyet’in yaşayacağını söyleyenlerin hangi
ufuksuzluklarda kaldıklarının paralel görüntüsüdür
bu düşünce. Zira Erdoğan
kölelerin özgürlüğü için
savaşırken, kölelerini kaybetmekten korkanlar, Capitol tepelerine çıkıp bağırma
arzusundalar…
özel sayı 101 2015
53
haberajanda
Gündem
da ceasar (kayser) olmuş. Hatta bu unvanlar,
belirli dönemlerde doğrudan liderliği elinde
bulunduran kimseyle birebir örtüştürülüp
doğrudan bir liderin ismiymiş gibi kullanılmış da. Asurbanipal, Naram-Sin, Zhin
Han, Oğuz Han, (Hz. Musa’yı takip ederken Kızıldeniz’de boğulan) Firavun veya Jül
Sezar, bu kullanımlardan birkaçı. Peki, modern başkanlık sisteminin uygulandığı ülke
ve rejimlerde “başkan” unvanının doğrudan
bir isimmiş gibi yapışıp kaldığı bir şahsı örnek vermek mümkün mü?
Bu örneği vermekte zorlanacağız, hatta belki de bulamayacağız. Belki aklımıza
yakın tarih itibariyle “Bilge Kral” lakabıyla
(Rabbim ruhunu şad eylesin) Aliya İzzetbegoviç gelecektir. Ama belirttiğimiz üzere o, başkanlık sisteminin işlediği bir yerde
başkan değildi. Hem onun için kullanılan,
bir unvan değil, lakaptı. Ayrıca bu kullanımın “Bilge Kral” değil de en azından “Bilge Başkan” şeklinde dillendirilmesi lazımdı.
Madem böyle bir örnek bulamıyoruz,
öyleyse günümüz başkanlık sisteminde lider hükmündeki şahsiyetlerin değerlendirmesini yapmak yerine, başta değindiğimiz
Latince vurgunun köklerine inelim.
Nemesis
Bu konuya girer girmez, mitolojide “Nemesis” isimli bir figürle karşılaşıyoruz. Nemesis, adaleti sağlamak için intikam almayı
savunan merhametsiz bir tanrıça, Roma’da
“Ultio” adıyla da karşımıza çıkıyor. “Merhametsiz tanrı mı olur?” demeyin; mitoloji,
bugün de yaşatılmaya çalışıldığı kendi gerçekliğinde iyi hasletlerin de, kötü hasletlerin de tanrı veya tanrıçalarıyla dolu.
Peki, Nemesis nasıl tanınmış? Aşırı gurur
ve bencilliğe düşenleri cezalandırarak… İşte
bu yüzden intikamı savunuyor! Dolayısıyla
kindar ve merhametsiz… Bu tanrıçanın tasvirinde kullanılan işaretlerse ilginç! “Kılıç ve
kum saati” şeklindeki iki materyalin kullanımı, sanırım intikamın nasıl soğuk yenen bir
aş olduğunu açıklamaya yetmekte (!).
“Nemesis” isminin hangi alanlarda kullanıldığına bakalım mı? Edebiyat, sanat,
müzik, film, oyun, illüzyon, astroloji, bilgisayar sistemi, yarış aracı (otomobil ve uçak),
askerî ve gayrimeşru operasyon, hava savunma sistemi, eğlence…
Agatha Christie romanlarından çizgi
roman karakterlerine, Hollywood yapım-
54
özel sayı 101 2015
larından Star Trek serilerine, şarkı isimlerinden ABD, Kore, hatta Bangladeş’te dahi
bulunan müzik gruplarına, kara deliklerden
savunma sistemlerine birçok mecrada kullanılan bu ismin en çok kullanıldığı yer,
“İngiltere menşeli savaş gemileri”. Bunları
şöyle özetleyebiliriz: HMS Nemesis, (İngiltere’deki çeşitli Kraliyet donanma gemileri), USS Nemesis (ABD donanma gemisi),
Nemesis (Doğu Hindistan Şirketi’ne ait bir
Britanya savaş gemisi), OPV Nemesis (New
South Wales Polis Kuvvetleri tarafından
kullanılan devriye gemisi).
ABD’nin başlangıçta bir İngiliz kolonizasyonu olarak doğduğunu düşünürsek, söz
konusu gemilerin hepsinin de İngiltere mühürlü olduğunu görmek sizce de ilginç değil
mi? HMS grubunun aritmetik sıralamalı
birkaç gemisi, doğrudan İngiliz Kraliyet donanmasının. OPV’nin, bir İngiliz prensliği
olan Galler’in güneyindeki emniyet güçlerince kullanılması da tamam! İngiliz sömürgesi olmasıyla bilinen Hindistan’da kaim
bir şirketin savaş gemisi sahibi olmasını da
anladık. Tüm bunlar varken ABD’ye de bir
Nemesis yakışırdı zaten (!)…
Bu ismi öyle bir yerde görürüz ki, eyleme geçirilen kurgusu üzerinde de ayrıca
konuşulmalıdır ki bu konu, Ermeni Taşnak
Partisi’nin 1919 yılında alınan kararla başlattığı silahlı eylemler bütünü olan “Nemesis Operasyonu”dur.
Nemesis Operasyonu, Ermeni tehciri kararının alınmasını sağlayan Osmanlı İmparatorluğu ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin devlet adamlarını hedef almıştır. Operasyon için öncelikle yaklaşık 650
kişinin listesi çıkarılır. Operasyonu yönetmek için özel bir birim oluşturulur ve tüm
yetki bu birime bağlanır. Birimin yöneticisi,
Ermenistan’ın ABD Büyükelçisi Armen
Garo’dur. Finansal destek için özel bir fon
oluşturulmuştur. Operasyonun yasal engellerle karşılaşmaması için bir dernek kurulur
ve kooperatif statüsünde çalışarak yardım
balolarında eğitim ve hayır işleri için para
toplanır; toplanan paralar, silahlı birimin
fonuna kaynak olarak aktarılmıştır. Tehcir
kararında etkisi olanların bazılarının yanı
sıra, Türklerle birlikte hareket eden bazı
Ermeniler de bu operasyonla hayatlarını
kaybettiler. ASALA mı? Nemesis’ten bir
ASALA doğmuş olabilir mi bilinmez, onu
Zeus’a sormak lazım (!)…
Dante’nin Inferno’su
Tarihteki hiçbir zaman zarfında unutulmayacak olan Nemesis’in bu kadar çok
hatırlanmasının sebebi ortada. Peki, konumuz olan “Sic samper tyrannis!” şeklindeki
sloganla ne tür bir ilişkisi olabilir?
Bunun için 1200’lü yılların sonlarında
yaşamış önemli bir edebiyatçıyı, Dante’yi
(Durante Alighieri) anarak başlamamız gerekecek. Dante’nin en bilinen eseri, “Commedia” başlığıyla yazdığı üç ciltlik manzumeler bütünüdür. “Cehennem”, “Araf ”
ve “Cennet” olarak üçe ayrılan bu ciltlerde
Dante, İtalyancayı şaha kaldıran bir üslup
kullanmıştır. Tabiî eserin “Commedia” olan
ismi, eser yazıldıktan 100 yıl sonra -Giovanni Boccaccio tarafından- başına “La
Mehmet Serhat Bıçak
Divina” getirilerek “La Divina Commedia”,
yani “İlahi Komedya” haline çevrilmiş ve
Kilise tarafından “ilginç bir biçimde benimsendiği” için böylece Hıristiyanlaştırılmış.
Dante’nin İlahi Komedya’sında, az önce
değindiğimiz üzere üç ayrı bölüm vardır.
Bu bölümlerden ikincisi olan Araf ’ta, yeryüzündeki günahları birer birer sıralar. Bu
günahların en başındaysa “kibir” vardır.
Yine üç ciltten biri olan “Cehennem” adlı
bölümde ise, Dante’nin tasavvuruna göre
“Inferno” şeklinde isimlendirilen cehennemin dokuz katı vardır. Bu dokuz katın
yedi ve dokuzuncu katına yerleştirilenlerin
arasında ise ilginç bir ilişki bulunmaktadır.
Inferno’nun yedinci katına zalimler, dokuzuncu katına ise hainler yerleştirilmiştir.
Bu iki zümrenin “paralel” hali ise düşün-
dürücüdür. Zira zalim, devletin kudret ve
imkânını kendi hegemonyası altına alarak
millete zulmedendir ki bu, milletten alınan
yetkiye ihanettir. Öyleyse zalim, aynı zamanda haindir. Hain ise, devletine ihanetle
etmekle millete zulmetme düşüncesindeki
düşmanlara arka çıkmakta, dolayısıyla zulmetmektedir. Öyleyse hain, aynı zamanda
zalimdir.
Bu iki katın sahipleri, kibrin, yani en büyük günahın ortakları oldukları için cehennemin de en dibindedirler. Öyleyse onlar,
yaptıklarının bedelini en ağır şekilde ödemek zorundadırlar. Bu bedeli tahsil edecek
bir vücut şarttır; hem de vakit geçirmeden,
kılıcını her an keskin tutarak…
Rönesans’ın en ünlü yapıtlarından biri
olan İlahi Komedya’nın müessiri Dante,
siyasî anlamda Papalık makamıyla birçok
kez karşı karşıya gelmişti. Bu dönemde Papalığa karşı yapılanan Tapınak Şövalyeleri
ile birçok araştırmacı tarafından ilişkilendirilen Dante, bazılarınca Fede Santa, bazılarınca da Fedeli D’Amore adındaki bir
ezoterik derneğin üyesi kabul edilmiştir.
Zira İlahi Komedya ve diğer eserlerinde
Latince ve İtalyanca kullanırken müthiş
derecede sembolizme başvurmuş, Tapınakçı imgeler kullanmıştır. Ayrıca Dante,
bir şövalye olan dedesinin hayranıdır ve
onun soyunun “Roma”ya dayanmasıyla
övünmektedir.
“Roma” demişken, onun övündüğü Roma’da ortaya çıkan “Sic samper tyrannis!”
cümlesinin hikâyesine bu kadar hazırlığın
arkasından geçebiliriz.
özel sayı 101 2015
55
haberajanda
Gündem
“Sen de mi Brutus?”
Gaius Julius Ceasar, kendisine Latince
“rex”, yani bizim bildiğimiz anlamıyla “kral”
şeklinde hitap edilmesinden hoşlanmıyor
ve “Ben kral değil, Sezar’ım” diyordu. Aslında onun bu çıkışı, gayet siyasî idi. Zira
Roma’nın en tepesindekinin unvanı idi “cesear”, yani bizim dillendirişimizle “kayser”.
Dolayısıyla onun bu cevabı, ne yanından
bakılırsa bakılsın doğru bir görüntü veriyordu.
Şimdi kendisine “kral” denilmesinden
hoşlanmayan Gaius Julius Ceasar’a ( Jül Sezar) yapılan suikasta gelelim ve bu sahneyi
biraz tahayyül edelim.
Kendilerine “Liberatores” (Özgürlükçüler) ismini veren bir grup senatörden bir
kısmı, -suikast planı dâhilinde- daha önce
Senato’nun yetkilerini kaldıran Sezar’dan
Senato’ya gücünü geri vermesi hakkında
Sezar’dan ricada bulunmak için hazırladıkları dilekçe taslağını okuması için Sezar’ı
Forum’a çağırdı. Suikast haberini alan Sezar yanlıları Forum hamlesine düşerken,
Sezar’ın yolu Campus Martius’daki Pompei Tiyatrosu’ndan geçerken başka bir Liberator grup tarafından kesildi ve Doğu
Portikosu’na bitişik bir odaya yönlendirildi.
Tuzağın bir parçası olan dilekçeyi okumaya başladığı an Sezar’ın, dilekçeyi arz
eden Liberatores mensubu Tillius Cimber
tarafından togası aşağı indirildi. Sezar’ın
Cimber’e “Bu bir vahşet!” şeklinde çıkıştığı
sırada başka bir Liberator Casca, hançeriyle Sezar’ın boğazını kesti.
Casca’nın kolunu yakalayan Sezar bu kez
de ona “Casca, seni hain! Ne yapıyorsun?”
deyince Casca afalladı ve yardım çağırdı.
Marcius Junius Brutus’un da bulunduğu
geri kalan kırk kişilik grup bir anda Sezar’ın
üzerine çullanıp onu bıçaklamaya başladı. Sezar’ın burada can vermesinin ardından Brutus ve beraberindekiler, bağıra çağıra Capitol tepesine yürüdüler ve Roma’ya
şöyle seslendiler: “Roma halkı! Bir kez daha
özgürüz…” Ancak bütün bu suikast sırasında geçen
diyaloglardan en önemlisi, tarihe de yüzyıllardır mâl olmuş durumdaki Sezar-Brutus diyaloğudur. Sezar’ın son sözlerinin ne
olduğu kesin olarak bilinmemektedir, bu
konu hakkında bilim adamları da oldukça
tartışmışlardır; ancak bazı ciddi veriler, bu
diyaloğun doğruluğa daha yakın olduğunu
gösterir. Sezar, üzerine çullananların ara-
56
özel sayı 101 2015
sında Servilia Caepionis adlı metresinden
olan oğlu Brutus’u görünce “Sen de mi
Brutus? (Sen de mi çocuğum?)” diye sorar.
Brutus’tan gelen cevap, o en baştan beridir
değindiğimiz ve tarih boyunca kullanılacak ama burada ilk kez dillendirilecek olan
tümcedir: “Sic samper tyrannis!”
Shakespeare, Julius Caesar adlı oyununda işte bu diyaloğa yer verir. Elbette diyalog, edebiyatın tarihe kattığı yoğurmalar
içerisinde mayalanmıştır. Shakespeare’nin
kullandığı “Sic samper tyrannis!” tercümesi,
İngilizce “Thus always to tyrants!” şeklindedir. Kuvvetle muhtemel, Türkçeye çevirisinde yine edebî bir kaynaştırma yapılmak
istendiği için bu İngilizce cümle “Öyleyse
yıkıl Sezar!” şeklini almıştır. Ancak bu kaynaştırma zorlaması, Türkçede bambaşka
mecralara akmış ve sonunda “Tiranlara
(zorbalara) ölüm!” biçimine evrilmiştir. Bu
çeviride Fransız İhtilali’nin hırçın delikanlısı Ropespierre’nin “Louis doit mourir”,
yani “Luis ölmeli!” cümlesinin yattığını
düşünebiliriz. Ancak “Sic samper tyrannis!” yahut İngilizce formuyla “Thus always
to tyrants!” cümlesi, “Tiranlara hep böyle
(olur)!” anlamına gelir.
Karnak rahiplerinin
intikamı
“Tiran” kelimesi, döneminin krallarına,
kayserlerine, prenslerine, imparatorlarına,
diktatörlere, hâsılı yöneticilere verilen bir
unvan olarak kullanılmıyordu. “Gücüne
mahkûm eden kibirli, müstebit (istibdatçı)”
anlamındaki bu kelimeyi biz, siyaseti yönlendirecek platformlarda gördük. Bu platformların temel zemini ise inanç sistemleri
oldu. Ancak inanç sistemleri ilahî temellerden çıkarılıp şahsî fikirlerin tasdik edici
enstrümanları halini alınca, “inanılan” değil,
“kullanılan” oldular.
Antik Mısır veya Pagan Roma’nın Hıristiyanlıkla tanışmaya başladığı yıllarda bu
hikâyeyi görürüz. İkisine de değinmekte
fayda var.
Antik Mısır’da Amon ile Ra şebi eylenmeden evvel, en büyük olarak Amon’a
inananların çok tanrılı bir inanç sistemleri
vardı. Amon, “razı olan” anlamındaki ismiyle yaratıcı (baş)tanrı hükmündeydi. Elbette
ona inanan Mısırlıların Amon’a tapındıkları mabetlere de “Amon Tapınağı” deniyordu. Bu tapınaklara mensup rahipler, Mısır
firavunundan korksalar da “din adamı” rüt-
beleriyle firavun karşısında dahi dokunulmaz kimselerdi.
Mısır firavunları, bugün kullanılan “Abdullah”, yani “Allah’ın abdi” veya “Tanrıkulu” şeklinde tercüme edilebilecek bir
isimlendirmeyle “Amon Huteph” ismini
özellikle tercih ediyorlardı. Dolayısıyla saltanatın devamı da hep aynı isimle devam
ediyordu; I. Amon Huteph, II. Amon Huteph gibi…
Bu ismin kullanımındaki derinlik, Amon
Tapınağı etkisi altındaki kralların halka gösterdikleri tahakkümü din üzerinden kurgulamak ve firavun olarak ölümsüzlük, yani daha ilerisinde tanrılık örgüsüyle kuvvetlendirmeden kaynaklanıyordu. Antik
Mısır’da bu geleneği bozan ilk hükümdar,
IV. Amon Huteph olan ismini değiştirerek
tek tanrı inancını kabul etmiş şekilde Mısır
halkının da çok tanrılı inançtan vazgeçmesini isteyen “Achen Aton” olmuştu. Yani
Achen Aton, firavunluğu elinin tersiyle
itiyor, tanrılıkta gözünün olmadığını belirtiyordu.
Achen Aton, “Aton’un hizmetkârı” anlamına geliyordu. “Aton”, Antik Mısır’da tekliği bildiren ve güneşle simgelenen tanrının
adıydı. Achen Aton’un bu inanç bildirisini
en ileri düzeyde destekleyense eşiydi. Onun
adı, Mısır tarihinin en meşhur kadın hükümdarlarından biri olarak “Nefertiti” şeklinde anıldı. Ancak Achen Aton’un bu devrimi uzun sürmedi ve kendisinin vefatıyla
geliştirdiği inkılabın bütün izleri büyük bir
hınçla alelacele silindi. Bu hıncın arkasında,
tek tanrıya inanan sisteme geçişi sağlayan
Achen Aton’a duyulan nefret vardı. Zira
Achen Aton, Karnak’ın (Amon Tapınağı)
“Dinimiz (kazancımız) elden gitti!” telaşındaki rahiplerince “sapkın hükümdar” ilan
edilmişti.
Achen Aton’un ölümüyle tahta çıkan
genç hükümdar, bugün lanetiyle meşhur
Tutankhamon’du. Tutankhamon’un yetişmesinde Amon Tapınağı’nın gizli çalışmaları oldu. Öyle ya, Tutankhamon’un asıl
adı, tek tanrıya inanan babası tarafından
“Tutankh Aton” olarak konulmuştu. Fakat
o bu dini benimsemediği için ismini değiştirdi ve “Aton’un yaşayan resmi” yerine
“Amon’un yaşayan resmi” anlamına gelen o
meşhur ismi aldı.
“Diz çök ve itaat et!”
Pagan Roma’nın Hıristiyanlıkla tanışma-
Mehmet Serhat Bıçak
ya başladığı yüzyıl içerisinde, tarihteki ilk
halk devrimlerinden biriyle yine Mısır’ın
İskenderiye şehrinde karşılaşıldı. Bu devrim, pagan asillerinin ve devlet yöneticilerinin asi Hıristiyan köleler ve yoksullar
karşısında nasıl diz çöktürüldüğünü en çarpıcı detaylarıyla gösterir. Bu detaylardan bir
örneği buraya kaydetmek lazım...
Hypetia, İskenderiye’de yaşayan önemli filozoflardan biriydi ve bir hanımefendiydi. Öğrencilerinden biri olan Orestes,
Roma’nın asillerinden birinin oğluydu ve
ona âşıktı.
Hıristiyan İskenderiye devrimi gerçekleşip de paganlara karşı üstünlük sağlanınca,
İskenderiye Senatosu’nda Hıristiyan senatörler de yerlerini aldı ve bir baskı gücü oluştu. Bu sırada Orestes, elindeki gücü kaybetmeme düşüncesinin de gösterdiği hamleyle
Hıristiyan oldu. Hıristiyan olmanın da verdiği kuvvetle Orestes, daha sonra İskenderiye Valisi oldu. Ancak Hypetia’ya aşkı devam
ediyordu ve bu sebeple de kendisiyle sürekli
olarak görüşmeye çalışıyordu. Mütefekkir
hanımefendi, bölgedeki sosyal karışıklığın
önüne geçmesi için Hıristiyanlığı kabul et-
memiş biri olsa da Vali Orestes’i etkisi altına
alabilmişti. Ancak Hıristiyan piskoposlar tarafından bu durum kabullenilemiyordu.
Bu konuda bir hamle yapma kararı alan
piskoposların lideri Cyril, Vali Orestes’i “çağırarak” bağlılık yemini ettirmek istedi. Vali,
bu çağrıya uyup uymama arasında kalmıştı
doğal olarak. Zira davet küstahça idi ve geleneklere aykırıydı. Fakat Cyril’in ayağına
gitti Orestes.
Karşısındaki Vali’yi İncil’den sözlerle karşıladı Cyril. Bu sözler kısaca diyordu ki, “Kadından akıl almayacaksın, yoksa…”.
özel sayı 101 2015
57
haberajanda
Gündem
Vali, kendisine verilen mesajı almıştı. Fakat Cyril’in hamlesi daha bitmemişti. Eline
İncil’i aldı ve Vali’nin karşısına geçip şöyle
dedi: “Diz çök ve itaat et!”
(Hypetia, tarihte Hıristiyan din adamlarının “cadı” ilan ettiği ilk kişidir.)
İleride Pope Alexandria namıyla anılacak Cyril, tarihin bildiği ilk papalardan
biriydi ve Roma’da teşkilatlandırdığı yapıyla gelecek nice yılların en önemli lider
örneklerinden biri oldu. Çünkü o, Vali’ye
diz çöktürdüğü anda inanç sistemlerini
tahakkümü altına alarak kamuyu yönlendirebilmenin yöntemini bulmuştu.
Vali’yle birlikte İncil karşısında eğilmemiş, İncil’in “sahibi” (ve sözcüsü) olarak
kendi önünde de diz çöktürmüştü. Amon
rahiplerinden beslendiği bu politik şifre,
günümüz tahlillerinin aydınlatıcı feneri
hükmünde.
“Sezaryen” kelimesi, bütün dünya dillerinde aynı kökle kullanılagelmiştir. Ancak “Sezar’a ait” şeklinde bir anlam ifade eder. Brutus,
Sezar’ın metresi Servilla’dan dünyaya gelmiş ve Sezar’ın miras ve saltanatını bıraktığını ilan ettiği Octavius’a düşmanlıkla Sezar’a kastetmiştir.
Liberatoreslerin savunduğu özgürlük düşüncesi, Sezar’a karşı geliştirdikleri paralel yapılanmanın halk nezdindeki enstrümanları olmuştur.
Ancak Octavius ve Markus Antonius’un tarihî konuşmalarının ardından
halk, onların düşündüğü yapılanmaya hayat hakkı tanımamıştır.
İttifak-ittihat
Bir televizyon kanalının ana haber bülteninde şöyle bir başlıkla karşılaştım: “CHPParalel Yapı ittifakı”… Başka bir kanalda ise başlık daha ilginç, hatta saçmaydı:
“AKP-MİT’le ittifak mı yaptı?”
Ortak kelime “ittifak” olunca, tarihî tüm
ittifakların geçmişi ve o günkü diğer haberlerin nelerden bahsettiğiyle tek tek ilgilenmek elzem oldu. Bu satıra kadar belirtilen
ittifaklara yeni örnekler de vereceğiz ama
bugünün simge “cezaevi ziyaretleri”nin
aynı isimler tarafından yapılması, ittifakın
boyutlarının hangi hücrelerle sağlandığını
ayrıca görmemiz açısından önemli ipuçları
veriyor.
Patrona Halil’den tutun da Gezi’ye, Ergenekon soruşturmasından tutun da paralel
yapı davalarına kadar bütün serencamın ortak noktaları, “Sic samper tyrannis!” cümlesinin sadece “paralel” şekilde ifadelendirilmesinde yatıyor. Ergenekoncuları ziyaret
edenlerle paralelcileri ziyaret edenlerin dedeleri Patrona Halil ve 31 Mart vakasında
“Müstebit Padişah!” repliğini kullanırlarken
Osmanlıca biçimde; Cumhuriyet mitingleri, Gezi ve paralel yapının profesyonelleri
tarafından “Latin” Türkçeyle “Tiranlara
boyun eğmek yok!” repliği kullanılıyor. Zira
“Tiranlara ölüm!” demenin kendileri açısından nasıl kayıp getireceğini elbette çok
iyi biliyorlar. Nemesis tapıcıları, Hüseynî
rol almanın sahtekârlığı içindeler.
Sezaryen
“Sic samper tyrannis!” cümlesinin binlerce yıllık serüveninde, cümlenin ilk defa
kullanılıp da aynı tip vakalarda farklı dillere
çevrilerek nasıl aynı referanslar kullanıldığını aktarmaya çalıştığımız dosyamızda, kendilerini Nemesis’le bütünleştiren Tapınakçıların bu imge üzerine kurulu son vuruş
hamlelerine örnekler sunmaya gayret ettik.
Cümleyi ilk kullanan Brutus’un ardından
Tapınakçılara mâl olmuş bu mottonun sezaryenle ilintiye uğramasına gelince…
Bilindiği gibi Jül Sezar ile meşhur bir “sezaryen” tarihçesi vardır. Yalnız bu kelimenin
etimolojik altyapısında tarihî bazı yanlışlıklar silsilesi gelişir. Eski Roma’da, doğum
sonrası hayatta kalmayacağı düşünülen anneye şöyle bir yöntem uygulanırdı: Fetüsü
koruma amaçlı karın kesimi. Bu yöntemle
fetüs, rahimden çıkarılırdı. Jül Sezar’ın bu
yöntemle doğduğu söylenmişse de gerçek
58
özel sayı 101 2015
Mehmet Serhat Bıçak
olmadığı ortaya çıkmıştır. Zira bu yönteme
göre hiçbir anne yaşamını sürdüremezken,
Sezar’ın annesi hayatını sürdürmüştür. (Aksini Allah bilir…)
“Sezaryen” kelimesi, bütün dünya dillerinde aynı kökle kullanılagelmiştir. Ancak
“Sezar’a ait” şeklinde bir anlam ifade eder.
Brutus, Sezar’ın metresi Servilla’dan dünyaya gelmiş ve Sezar’ın miras ve saltanatını bıraktığını ilan ettiği Octavius’a düşmanlıkla
Sezar’a kastetmiştir. Liberatoreslerin savunduğu özgürlük düşüncesi, Sezar’a karşı geliştirdikleri paralel yapılanmanın halk nezdindeki enstrümanları olmuştur. Ancak Octavius ve Markus Antonius’un tarihî konuşmalarının ardından halk, onların düşündüğü yapılanmaya hayat hakkı tanımamıştır.
Ahırdaki tiyatrocu
“Tapınak” kelimesinin önüne ne koyarsak koyalım, gösterdiği refleksler açısından
ortaklıklarla dolu bir tarihle karşılaşırız.
Bu tarihin “Sic samper tyrannis!” tümcesine doğrudan rastlayan en son iki halkasını
ABD’de görürüz.
Tam da 2015’in bugün yaşadığımız günlerinde başlayan 1861 Savaşı, ABD tarihinde “Amerikan İç Savaşı” veya “KuzeyGüney Savaşı” ismiyle bilinmektedir. Washington’daki yönetimle bu yapıdan ayrılmak isteyen 11 Güney eyaleti arasında çıkan bu savaşın sebebi, köleliğin kaldırılması
düşüncesinin, Abraham Lincoln’un ABD
Başkanı seçilmesiyle zirve yapmasıydı. Bu
savaşta 600 bini aşkın insan hayatını kaybetti.
1800’lü yıllarda, ABD’nin güneyindeki
bölgelerde büyük çiftlikler ağırlık kazanmıştı. Bu çiftliklerde pamuk, tütün ve şeker
kamışı yetiştirilmekte, gerekli işgücü ise Afrika’dan gemilere doldurulup doldurulup
getirilen ve memleketinde özgürken ABD’de köle yapılan insanlar kullanılarak sağlanıyordu. Kuzey ABD’sinde ise kölelik ortadan kaldırılmıştı. Batı yeni eyaletler kurulurken, bu eyaletlerde köleliğe yer verilmiyordu. Güneyde bulunan yaklaşık 200 bin
civarındaki köle sayısı, 1800’lerin ortalarına
yaklaşıldığında 4 milyona ulaşmıştı.
ABD’de yapılacak bu Başkanlık seçiminde Abraham Lincoln adlı avukat yine adaydı. Bu seçimi nihayet kazanan Lincoln, ülkenin bütününde köleliğin kaldırılmasını
savunuyordu. Bu düşünce Güneylileri çıldırtıyordu. Sonunda 11 Güney eyaleti bir
araya gelerek Amerika Konfedere Devleti’ni kurdu ve bağımsızlığını ilan etti. Kuzey
bölgesi, Amerika Birleşik Devletleri adıyla
hayatına devam ediyordu.
Savaştan, köleliğin kaldırılmasını savunan Lincoln liderliğindeki Kuzeyliler galip çıktı. Ancak Güneylilerin hıncı bitmiyordu. Zaferin ilanından bir hafta sonra, Ford
Tiyatrosu’nda (Pompei Tiyatrosu Roma’daki idi) sahnelenen “Amerikalı Kuzenimiz”
adlı oyunu izlemek üzere Lincoln ve eşi de
oradaydı. Tiyatro binasına gelip de yerine
oturduktan sonra Lincoln’un başına, alkış
gürültüsünden faydalanmak üzere iki el
ateş edildi. Bu saldırıyı düzenleyen kişinin
adı “John Wilkes Booth”tu.
Booth, kendisine hamle yapmak isteyenlerin arasından sıyrılarak balkondan sahneye doğru atladı ve bağırdı: “Sic samper tyrannis!”
Kölelerin özgürlüğünü savunan adam,
Booth ve yandaşlarınca “tiran” ilan edilmişti meğer.
Booth, kaçtığı Virginia’daki bir ahırda
kıstırılarak öldürüldü. Onun öldürüldüğü
şehrin ambleminde, bugün dahi aynı sembol yer almaktadır; bir Roma özgürlükçüsünün ayağının altında ölü yatan kayser ve
altlarında yazan o cümle: “Sic samper tyrannis!”
Peki, John Wilkes Booth bu sloganı nereden öğrenmişti?
Öncelikle Booth, dönemin en meşhur
tiyatrocularından biriydi. Tam bir Güney
fanatiği olan Booth’un Dante’nin İlahi
Komedya’sı ile Shakespeare’nin Julius Ceasar’ını okuması, hatta sahneye taşıması,
hatta yaşaması çok normaldi. Peki, Dante
gibi dedesinin şövalyeliğinden çok etkilenen biri olması?..
Oklahoma
19 Nisan 1995 günü ABD, Oklahoma’da
tarihinin en kanlı eylemlerinden birini yaşadı. Alfred Murrah Federal Binası önünde otomobile yerleştirilmiş bir bombanın
patlaması sonucu binanın yarısı enkaza
dönüşürken, ikinci kattaki yuvada bulunan
çocuklar dâhil, 168 kişi can verdi, çok sayıda yaralanan oldu.
Eylemi gerçekleştiren eski asker Timothy McVeigh, saldırıdan üç gün sonra yakalandı.Yakalandığında eylemi ABD’nin Körfez Savaşı’ndaki tutumuna tepki olarak yap-
tığını söyleyen McVeigh’in üzerinde Lincoln figürlü bir tişört vardı ve şöyle yazıyordu: “Sic samper tyrannis!”
“Que la république
peut vivre!”
Şimdi başkanlık sistemi ve kulvarında
yürüdüğü Yeni Türkiye tartışmalarında hep
aynı sloganı kullanıyorlar: “Yaşasın Cumhuriyet!” Robespierre’nin Luis için söylediği “sic samper” sloganı da böyle bitiyordu:
“Louis doit mourri! Que la république peut
vivre!” Türkiye’de, ancak Erdoğan’sız olunca
Cumhuriyet’in yaşayacağını söyleyenlerin
hangi ufuksuzluklarda kaldıklarının paralel
görüntüsüdür bu düşünce. Zira Erdoğan
kölelerin özgürlüğü için savaşırken, kölelerini kaybetmekten korkanlar, Capitol tepelerine çıkıp bağırma arzusundalar…
Annenin karnı yarılmış olabilir ama birileri diyor ki, “Anne öldü!”. Hayır, anne
hayatî emareler gösteriyorsa, yaşıyor demektir. Öyleyse hınçla hareket etmek ve
“yaşayana ölü, ölüye canlı” demenin kendisi
cinayet değil mi?
Bu devlete çok sezaryen doğumla karşı
karşıya bırakıldı. Bu memlekette medyanın
önümüze sunduğu ve adına “derin devlet”
dedikleri bütün fetüsler çetelere aitti, gayrimeşruydular. Tarih boyunca bu böyle oldu.
İttifakta da, ittihatta da paralel yapılanmaların adına “derin” diyerek gerçek tiranları
gözümüzden kaçırdılar.
Paralel yapılanma, yalnız bugünün gündemine mahsus bir örgütlenme değildir, bir
tarihçedir, süreçler bütünüdür. Adına “derin
devlet” denilerek devleti itibarsızlaştıran
bu tür yapılanmaların bütünü, aynı sloganı sayıklayan tiyatro oyuncularının sahne
oyunudur. Yani FG ile başlamaz, ama FG
ile bitebilir. Bunun için uykudaki hücrelere kâbuslar yaşatılmalıdır. Çözüm; ahırda
sıkıştırmak değil, kâbusu göstererek göğüs
kafesini çatlatmaktır. Bunun için de psikolojik referanslarımızın yeniden kodlanmasıyla başlanmalıdır.
En iyisi Erdoğan’ın sezaryene dair bir
konuşmasıyla bitirelim yazımızı: “Sezaryenle ilgili doğumlara karşıyım. Kürtajı bir
cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin
müsaade etme hakkı olmamalı. Ha anne
karnında bir çocuğu öldürmüşsünüz, ha
doğduktan sonra, hiçbir farkı yok! Buna
karşı çok daha duyarlı olmaya, el birliği
yapmaya mecburuz!”
özel sayı 101 2015
59
haberajanda
Siyaset
MİT’e operasyon, Gezi
kalkışması,
17-25 Aralık
darbe girişimi ve Kobani olayları gibi
vakıalar, aynı
karanlık elin
hamleleridirler. Yaşanan
tüm bu süreçlerin sonrasında küresel
aklın büyük
satranç oyunundaki yeni
hamlesi, doğrudan suikastlar olarak karşımıza
çıkmıştır. Savcımızın şehit
edilmesinde
karşılaştığımız kirli akıl,
işte bu akıldır!
Yaşanan vakıa, anonim
bir terör saldırısıdır. Birden
çok ülkenin
bu olay üzerinden fayda sağlamak
ve Türkiye’ye
bir mesaj vermek istedikleri açıktır. Bu
olayın görünür sebebi,
Berkin Elvan
olayıdır. Ancak bu, aysbergin sadece görünen
kısmıdır. Asıl
mesele, o
yavrucağın
ismi altına
saklanan gizli
hesaplardır.
60
Küresel üst ak
Ö
NCELİKLE Şehit Savcımızı rahmetle yâd ediyor,
kederli ailesine, yakınlarına ve ülkemize başsağlığı diliyorum. Bu elim olayı değerlendirirken, ülkemizin ve coğrafyamızın ne tür tehlikeli planlara
konu edildiğini açıklamaya gayret edeceğim.
>> Küresel üst aklın Türkiye’yi
istikrarsızlaştırma ve Erdoğan’sızlaştırma hedefini gerçekleştirmek
için attığı adımlardan biri de İstanbul Cumhuriyet Savcılarımızdan
Mehmet Selim Kiraz’ı şehit etmek
oldu.
Küresel üst akıl, Türkiye’de devlet
sisteminin değişmesini, Türkiye’nin
kendi iradesiyle terörü sonlandırmasını ve bu coğrafyada Kürtler-
özel sayı 101 2015
le yaptığı ittifakı güncelleyen bir
Türkiye’yi istemiyor. Küresel üst
akıl, Türkiye’nin enerji bölgelerine
ilgi göstermesini de bu bakımdan
hazmedemiyor. Küresel üst akıl,
Türkiye için geçmişte olduğu gibi
her söylediklerini yapan, global
ilişkilerini millî değil, üst aklın belirlediği minvalde şekillendiren bir
yapıyı arzulamaktadır. Ankara’nın,
13 yıl öncesinde olduğu gibi, iç dinamiklerinde yeniden bir Baas mo-
deli kuşanmasını istiyorlar.
Oysa son 13 yılda köprünün altında çok sular aktı. Türkiye, geldiği
nokta itibariyle başkaları tarafından
tarif edilen, istikameti dışarıdan
belirlenen bir ülke değildir. Zira
Türkiye, kendini tanımlamaktadır.
Hatta yalnız kendini tanımlamamakta, bunun da ötesinde bir gelecek tanımı yapmaktadır. Bu kendini tanımlama ve gelecek tasavvurunun merkezinde ise “demokrasi
merkezli olarak kendi insanı ve
tarihî birikimiyle barışmak” bulunmaktadır. “Farklılıkların birliği”
ilkesi üzerinden hareketle işlenen
bu tanımlamada, iç dinamiklerde
yeni bir devlet sistematiği oluşturma kodu vardır.
Metin Külünk*
[email protected]
ıl ve taşeronları
Küresel üst akıl, -Mısır’da yaptığı şekilde- Türkiye’yi de Ortadoğu’yu tarif ettiği
gibi tarif etmek istiyor. Mursi’den Sisi’ye
geçiş, küresel üst aklın demokrasi, özgürlük
ve hukuk kavramlarından ne anladığının en
net göstergesidir. Bu kavramlar, küresel üst
aklın kendi hegemonyası için kullandığı ve
içini kendi menfaatleri doğrultusunda doldurduğu bir zemine sahiptir. Bu zeminde
gerekirse diktatörlüğe dahi yer vardır. Çünkü Mursi’den Sisi’ye geçiş, bu durumun en
net ispatıdır.
Darbeler dönemi bitti,
suikastler dönemi başladı
Bizimle küresel üst aklın “demokrasi ve
özgürlük” kavramlarından anladığı farklıdır.
Biz bu kavramlardan bahsederken, bir halkın kendi dinamikleriyle kendi geleceğini
ikame etmesini algılıyoruz. Ancak onlar, bir
milletin ancak üst akla hizmet ettiği ölçüde
demokratik ve özgür kalabileceklerini düşünüyorlar.
Bu akıl, geçmişte darbeler üzerinden sistemleri regüle ediyordu. Yani bir ülke bu aklın kontrolünden dışarı çıkma yoluna girdiğinde veya kendileri açısından bir istikrarsızlık gördüklerinde, o ülkeyi darbelerle
regüle ediyorlardı. Ancak dünyada “darbeler
dönemi bitti” ve bundan sonra söz konusu
operasyonlar şekil değiştirdi. Küresel üst
akıl, ekonomik, siyasî ve terör odaklı operasyonlar üzerinden egemenliğini sürdürmenin peşine düştü. Darbeler döneminin
sonlanmasına rağmen Türkiye’de gerçekleş-
tirilen örneğin Cumhuriyet mitingleri, işte
bu talebin açığa çıkış noktalarından biriydi.
Fakat boşa düştüler ve demokrasi galip geldi.
Özellikle 28 Şubat post-modern darbesiyle birlikte klonlanan ve organik laikçilik
üzerinden form tutan ulusalcılık düşüncesi geliştirildi. Soğuk Savaş sonrası Gladyo
yapılanmasının muhafazakârlık soslu boyutu olan “paralel yapı”, devlet içerisinde,
özellikle yargı ve güvenlik bürokrasisinde
kadrolaştırıldı. Bu iki aks üzerinde de “One
minute!” süreciyle beraber Türkiye’yi istikrarsızlaştırma ve Erdoğan’sızlaştırma çalışmaları hızlandı.
Bu çalışmaların ilk adımı Gezi, ikinci adımı 17-25 Aralık, üçüncü adımı da 17-25
Aralık sonrası algı operasyonları yahut deyim yerindeyse siyasî itibarsızlaştırma suikastlarıdır. 30 Mart seçimleri ve sonrasında yapılan, özellikle Devlet Başkanımız
Erdoğan’a yönelik başlatılan algı operasyonları, Gezi sürecinden daha üst şiddette
sürdürülmüştür. Sokağa dönük bir aksiyondan ziyade kalemle yapılan bu itibarsızlaştırma kampanyası daha derinden ilerletilebilmiştir. Bu süreç, gelecekte üzerinde çok
düşünülecek bir dönem olarak kayıtlara
geçmiştir.
Belirttiğimiz üç adıma en son eklemlenen operasyon ise “Kobani eylemleri” olmuştur. Kobani ile 17-25 Aralık veya Kobani ile Gezi arasında amaç ve nitelik açısından herhangi bir fark yoktur. Zira sokaktaki
eylemcinin şekli değil, amaçlanan gaye ve
sonuç önemlidir.
MİT’e operasyon, Gezi kalkışması, 17-25
Aralık darbe girişimi ve Kobani olayları gibi
vakıalar, aynı karanlık elin hamleleridirler.
Yaşanan tüm bu süreçlerin sonrasında küresel aklın büyük satranç oyunundaki yeni
hamlesi, doğrudan suikastlar olarak karşımıza çıkmıştır. Savcımızın şehit edilmesinde karşılaştığımız kirli akıl, işte bu akıldır!
Yaşanan vakıa, anonim bir terör saldırısıdır.
Birden çok ülkenin bu olay üzerinden fayda
sağlamak ve Türkiye’ye bir mesaj vermek
istedikleri açıktır. Bu olayın görünür sebebi,
Berkin Elvan olayıdır. Ancak bu, aysbergin
sadece görünen kısmıdır. Asıl mesele, o yavrucağın ismi altına saklanan gizli hesaplardır. Bu hesapları iyi tetkik edebilmemiz için
Suriye’deki gelişmelere bakmamız gerekir.
Bir el, ısrarla gelecek 50 yılda Türkiye’nin
Ortadoğu’ya çıkmasını engellemek, bugüne
kadar olduğu gibi yalnız Anadolu’ya hapsetmek, İran’a bir Akdeniz koridoru açmak
hususunda hesaplar yapmaktadır. Ve bunun
için çalışırken yine ısrarla Kürt kardeşlerimizi kullanmak, onlar üzerinden bunu gerçekleştirmek istemektedir.
Süleyman Şah operasyonu
bir oyunu bozmuştur!
Gerek Suriye, gerekse Irak merkezli olarak yürütülen kirli savaş ve bu savaş etrafında
şekillenen bölgesel nüfus dengeleri ve silahlı
alan hâkimiyeti mücadelesi, Türkiye’nin
Kürtlerle gerçekleştireceği stratejik ittifakı
Gerek Suriye, gerekse Irak merkezli olarak yürütülen kirli savaş ve
bu savaş etrafında şekillenen bölgesel nüfus dengeleri ve silahlı alan hâkimiyeti mücadelesi, Türkiye’nin Kürtlerle gerçekleştireceği stratejik ittifakı bozmanın ve Türkiye’yi tıpkı Sevr’de olduğu
gibi belirli bir bölgeye sıkıştırma planının parçalarıdır. Türkiye, artık her istenildiğinde üzerinde operasyon yapılabilecek bir ülke değildir. Artık gerektiğinde yapılan operasyonlara operasyonla cevap
veren, oyun kuran bir Türkiye vardır.
özel sayı 101 2015
61
haberajanda
Siyaset
Paralel ihanet çetesinin içerideki uzantıları, DHKP-C’nin özellikle İstanbul’daki eylemlerinin önünü bilerek ve planlı şekilde açmıştır.
Daha düne kadar hiç ses yokken veya herhangi bir eylem gerçekleşmiyorken böyle bir vahşetle karşılaşılması, paralel örgütün hiçbir kutsalının olmadığını tekraren ispat etmiştir.
bozmanın ve Türkiye’yi tıpkı Sevr’de olduğu
gibi belirli bir bölgeye sıkıştırma planının
parçalarıdır. Türkiye, artık her istenildiğinde
üzerinde operasyon yapılabilecek bir ülke
değildir. Artık gerektiğinde yapılan operasyonlara operasyonla cevap veren, oyun
kuran bir Türkiye vardır. O sebeple Devlet
Başkanımız Erdoğan, büyük Türk-Kürt
ittifakını engelleme oyunlarını bozmuş ve
Süleyman Şah operasyonu ile oyun kurucuların oyunlarını yıkmıştır.
Tüm bu bölgesel gelişmelere eklenen son
hadise ise Yemen’de patlak veren iç savaştır. İran’ın Yemen’e müdahalesi, Fatımilerin
Abbasilere yaptıklarını ve Çaldıran öncesinde Akdeniz’e çıkan Safevileri hatırlatmaktadır. Lakin görünen o ki, İran’ın bu işi tek
başına kotarması mümkün değildir!
Türkiye’nin kendi iradesiyle Kürtlerle ittifakını güncellemesi, ABD’yi ve tabiî
62
özel sayı 101 2015
Batı’da yine bize dost görünen ülkeleri panikletmiştir.
Bu durumu gören Batılı akıl, “İslâm dünyasını terbiye etmek ve Türkiye hedefini fokuslamak için İran’ın önünü açmaya” başlamıştır.
İran’ın, Lozan’da yürüttüğü nükleer çalışma görüşmelerinde vardığı anlaşma ve
ABD ile geliştirdiği sıcak ilişkiler, oluşturulan bu geniş hareket alanının Yemen’de
değerlendirildiğini göstermektedir. Kısa bir
süre sonra aynı hareketlerin Lübnan’da yaşanmayacağına ise kimse garanti veremez.
Bütün bu faktörleri değerlendirdiğimizde,
Savcımızın şehadetinden çoklu fayda üreten
küresel üst akıl her açıdan belirginleşmektedir. Bu küresel aklın ülkemizdeki bugünkü
uşağının adı ise “Paralel İhanet Çetesi”dir.
Paralel yapı, çatı bir terör
örgütüdür!
Paralel ihanet çetesinin içerideki uzantıları, DHKP-C’nin özellikle İstanbul’daki
eylemlerinin önünü bilerek ve planlı şekilde
açmıştır. Daha düne kadar hiç ses yokken
veya herhangi bir eylem gerçekleşmiyorken
böyle bir vahşetle karşılaşılması, paralel örgütün hiçbir kutsalının olmadığını tekraren
ispat etmiştir.
Paralel yapı, kendi Stalinist örgütlenmesinin menfaati uğruna hiçbir güçle ittifak
etmekten çekinmemektedir. Devlet Başkanımız bir televizyon konuşmasında, “Bu
bir MOSSAD projesidir!” diyerek konuyu
açıkça özetlemiştir.
Dolmabahçe, Sultan Ahmet ile alışveriş
merkezi bombalamaları ve son olarak da
Çağlayan Adliyesi’nde birileri, terör örgütü
üyelerinin İstanbul içerisine girmesine izin
vererek bu eylemlerin önünü açmış olabilirler mi?
Bu soruyla bahsi kapatmak ve son olarak
şunu hatırlatmak istiyorum: “Paralel yapı,
çatı bir terör örgütüdür!”
* AK Parti İstanbul Milletvekili
haberajanda
Toplum
Lokman Ayva
[email protected]
>> Yeni Türkiye’yi yaşamaya başladığımın her
gün farkına varıyorum.
Bizim gibi çok hızlı değişim
gösteren ülkelerde bunu
fark etmenin ne kadar zor
olduğunu da biliyorum.
Öyle konulara giriyoruz
ki, çok eski değil, 10 sene
önce, “Sahi ya, biz o günlerde tam bunu tartışıyorduk”
deyiveriyoruz. Yaşı 25’in
üstünde olan herkesin çok
rahatlıkla hatırlayacağı
üzere, 1999 yılında seçimi
kazanmış başörtülü bir
milletvekilinin yemin edip
edemeyeceğini konuşuyorduk mesela, televizyonlar, gazeteler, adliyeler
hep bunu tartışıyordu.
Yeni Türkiye yolunda
farkındalıklar
D
ÜNMÜŞ gibi yaşamak veya bugünü yaşamak…
Bugünün başladığının farkına varmak… Farkına
vardıklarımın gereğini yapmak… Gereğini yaptıklarımın sonunda, onun mutluluğunu yaşamak,
yeni meselelerle tanışmak ve onlar için kafa yormak, başarılar elde etmek… Günlük hayat koşuşturmasında bunları sistemli bir şekilde yapamıyor, bazen de toplumsal ve
siyasî anlamda dünde kalıp bugünün farkına varamıyoruz.
Gerçekten “Yeni Türkiye”yi yaşamaya başladık mı?
ailemizden, işyerimizden,
gönüllü çalışmalarımızdan çıkarıp atmamız
lazım. Parlamentomuzun
dünü ve bugünü değil,
geleceği planlaması, geleceğin sorunlarını çözüyor
olmak için daha vizyoner
bir yapılanmaya girmesi
de gerekiyor. Üniversitelerimizin sadece Türkiye’ye
yönelik değil, öncelikle
Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz havzası, Orta Asya
ve Ortadoğu bölgelerinde
araştırmalar yapar hale
gelmesi, sinemalarımızın,
kitaplarımızın ve dergilerimizin, konularını yine bu
bölgelerden seçebiliyor
olması lazım.
Bugünkü manzara gösteriyor ki, öyle bir tartışma
yapay, uydurma, zorla
dayatılan bir tartışmaymış
ve gereksiz yere acılar
çekmişiz.
Sahi, en son ne zaman
milyon TL vererek bakkaldan ekmek almıştık?
Biliyor musunuz, 2014
başında hiçbir kişi gelip
benden şöyle bir ricada
bulunmadı: “Bizim çocuğun dershane ücretlerinde biraz indirim yaptırabilir miyiz?”
Bu sorunlar ortadan
kalkıyor ama başka sorunlarımız başlıyor. Yurtdışında yaşadığı dönemlerde
uluslararası pazarlama ve
satış ile meşgul olmuş bir
beyefendiyle tanıştık. Fark
ettik ki, özellikle savunma
ve bilgisayar yazılımı sanayinde ne kadar büyük
bir uluslararası pazarlama
sorunumuz varmış. Bunların çözülmesi lazım! Sinema sanayinin uluslararası satış sorunu, bildiğim
kadarıyla büyük ölçüde
çözüldü. Şimdi de sağlıkta
ve üniversite eğitimlerinde uluslararası satış
ve pazarlama sorununu
çözmeye çalışıyoruz. Bu
uluslararası pazarlama ve
satış konusu tabiî ki bunlarla sınırlı değil, mesela
elinizdeki Haber Ajanda
Yeni Türkiye’de gelin, bir de
şunu yapalım: Hayallerimize,
çalışmamıza, düşünmemize,
sevmemize, paylaşmamıza
sınır koymayalım, bunları olabildiğince sınırsız yapalım.
dergimizin Balkanlar, Orta
Asya, Kafkasya, Avrupa,
Acem, Arap ve Afrika
versiyonlarını da okuyabiliyor olmalıyız. Kitaplarımız, müzik eserlerimiz,
oyuncaklarımız, eğitim
materyali ve metodlarımız da dünyada dolaşmalı. Dolaşması gereken bir
grubumuz da Türkçeyi
yabancı dil olarak öğretecek öğretmenlerimiz.
Siyasî, idarî ve hukukî
yönden de Yeni Türkiye’de
olduğumu anlıyorum. Bir
bakıyorum, Türkiye’nin en
başarılı politikacısı, partisinin başında 13 sene kalmış.
Eski Türkiye’de öyle mi
ya? Başarısızları bile 15-20
sene partisinin başında
kalabiliyor. Ya genel başkan değişimi? Skandallar,
kasetler veya “Allah düşman başına bile vermesin”
türünden sıkıntılarla
yapılabiliyordu. Hatırlayınız İsmet Paşa ile Ecevit’in
genel başkan değişimini...
Bugün iktidar partisinin
genel başkanlığı bile son
derece huzur ve mutluluk
verici bir tabloda devroldu. Biz günlerce bu değişim nedeniyle çıkan kavga
ve hakaretleri izlemek
durumunda kalmadık,
demek ki böyle de olabiliyormuş. Sanırdık ki, bu tür
güzellikler sırf Batı’da olur;
bunlar için “Batılılaşma”yı
bile istemiştik. “Elin adamı”
diye başlayan cümleleri az
kurmadık.
Bunların farkında
olmak çok güzel, insanı
mutlu ediyor. Ama birtakım sorumlulukları da
beraberinde getiriyor.
Öncelikle bu sürecin
sürdürülmesi ve aynı
şekilde kısır çekişmeleri
bireysel manada bizim de
Yeni Türkiye böyle
bir şey işte! Verimlilik ve
etkinliğin yükselmeye
başladığı, kalitenin arttığı,
sorunun da, çözümün de,
mutluluğun da, acının da
insana yaraşır olduğu bir
aşama… Bu dönemin tehlikelerinden biri de insanın
kendi içine dönmesi,
kendisiyle başbaşa kalmaya zaman ayırmaması
olacaktır. Samimiyet ve
doğallığın azalma ihtimali
de diğer tehlikeler… Sabır, tevazu, diğerkâmlık
tekrar tekrar yaşanmaya
çalışılmalı bu dönemde.
Bu değerler yaşanmazsa,
-Allah muhafaza- o değerlere mecbur kalma durumumuz her zaman kapıda
bir tehlike olarak bekler.
Yeni Türkiye’de gelin,
bir de şunu yapalım:
Hayallerimize, çalışmamıza, düşünmemize, sevmemize, paylaşmamıza
sınır koymayalım, bunları olabildiğince sınırsız
yapalım.
özel sayı 101 2015
63
haberajanda
Siyaset
Evet, doğrudur,
Türkiye bölgesinde
yalnızlaşıyor, çünkü prangalarını attı
ve artık eskisi gibi
küresel çetenin esiri
değil. Evet, doğrudur,
Türkiye’nin dostları
azalıyor, çünkü artık
mevcut düzene “One
minute!” diyecek
cesareti kendinde
bulabiliyor. Maalesef dost saydığımız
ülkeler gerçekleri
göremiyor ve henüz
bizler kadar cesur değiller. Evet, doğrudur,
Türkiye’nin itibarı
azalıyor. Çünkü Türkiye, “Dünya beşten
büyüktür!” diyerek
mevcut nizama başkaldırmış durumda.
İtibar karnesini düzenleyenler bu bozuk
nizamın kucağındayken, verilen notun
herhangi bir önemi
yok.
64
özel sayı 101 2015
Küresel düzenin pran
G
EÇTİĞİMİZ ay Financial Times’te, “Türkiye’nin, dostlarıyla beraber Ortadoğu’yla ilgili hayalleri
de buhar olup uçuyor” başlıklı
Daniel Dombey imzalı bir makale yayımlandı.
Makale, Türkiye’nin şu anki dış politikasını
eleştirerek Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan görüşler içeriyor. >> Mr. Dombey, Türkiye’nin, yürüttüğü
dış politika ile son yıllarda bölgesinde yalnız
kaldığını, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sorunlar yaşadığını, ABD dâhil, Batı nezdinde
itibarının kalmadığını iddia ediyor.
Mr. Dombey ilgili makalesinde diyor ki,
“Türkiye’nin büyük güç olma hayalleri buraya kadarmış. Bundan daha 3 yıl önce, o
Orhan Mücahit
[email protected]
galarından kurtulan Türkiye
zamanki Dışişleri Bakanı ve şimdiki Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin yeni
Ortadoğu’nun efendisi, lideri ve hizmetçisi
olmasıyla övünüyordu. Ama ülkenin müttefikleriyle ve komşularıyla ilişkileri, ağırlıkla
Erdoğan’ın kişiselleşmiş diplomasi tarzı
nedeniyle bozuldu. Ankara’nın Mısır, İsrail ve Suriye’de büyükelçisi yok. Kahire, Türk
tırlarının Afrika ve Körfez’e ulaşmasına izin
veren değerli bir anlaşmadan vazgeçmek
üzere. Libya geçen hafta, bir zamanlar Türk
inşaat sektörü için büyük bir gelir kaynağı
olan firmaların devlet sözleşmelerine artık
alınmayacağını açıkladı. Geçen hafta da
Türkiye, Yemen’deki elçiliğini kapayarak
vatandaşlarından ülkeyi terk etmelerini istedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
de Türkiye’nin gerilemekte olan uluslararası
itibarının bir göstergesi”.
Türkiye’nin aynı zamanda ABD ile olan
ilişkileri ve Afrika’daki paralel yapılanmaya karşı sürdürülen mücadele de yazıda ele
alınmış: “Başkan Barack Obama’nın, Erdoğan’ı güvenilir beş uluslararası liderden biri
gördüğü günler geride kaldı. Erdoğan’ın
söylemi, giderek artan bir şekilde İslamî
bir havaya bürünüyor. Erdoğan, Afrika ile
ilişkileri geliştirmekle övünüyor ama bu konuda da çok iyi sayılmaz. Cumhurbaşkanı,
Fethullah Gülen Hareketi tarafından açılan,
çoğu Afrika’daki okulların kapatılması için
diğer ülkeler nezdinde kampanya yürütüyor.
Ancak sadece birkaç ülke Gülen okullarını
kapattı, diğerleri bu okulları savundu. Hatta
geçen hafta da Afrika Birliği, Gülen’in başlıca vakıflarından biriyle işbirliği anlaşması
yaptığını açıkladı. Erdoğan da ülkesinin yalnız kalmasına şaşırmış görünüyor…”
Bu makaleyi önemseyişimin sebebine gelince…
Bildiğiniz gibi, yurtdışında olduğu gibi ülkemizde de -başta muhalefet olmak üzerepek çok insan buna benzer iddialarla Hükümet’e yükleniyor. Peki, bu iddialar doğru
mu? Dostlarımızın azaldığı, iyice yalnızlaştığımız, itibarımızın azaldığı, diğer ülkelerle
sorunlarımızın arttığı doğru mu?
Prangadan kurtulmak,
yalnızlık değil, özgürlüktür
Açıkçası ben bu analize ve düşüncelerin birçoğuna katılıyorum. Bu sorular bana
sorulsaydı, vereceğim cevap direkt “Evet!”
olurdu. Ancak ben bu cevabı ezilerek veya
bir kızgınlıkla değil, bilakis gurur duyarak
verirdim. Evet, altını çizerek söylüyorum,
ben ülkemin şimdiki yalnızlığı ile gurur
duyuyorum. Aslolan şu ki, bu tespitin pek
çok açıdan doğru olması, bize Türkiye’nin
yanlış yolda olduğunu ya da yanlış yaptığını
göstermez, aksine -mevcut düzen düşünüldüğünde ve bu eleştirileri yapanlara baktığımızda- çok doğru bir politika izlediğimizi
ve dosdoğru yolda olduğumuzu belirtir.
Mevcut kurulu düzen, zaten baştan aşağı
yanlış... Hâkim düzen, baştan aşağı hain, alçak ve zalimane… Kim bu mevcut düzeni savunuyor ve bu düzenden memnun oluyorsa,
emin olun ya kör ve sağırdır ya da bu düzenin kölesidir.
Evet, doğrudur, Türkiye bölgesinde yalnızlaşıyor, çünkü prangalarını attı ve artık
eskisi gibi küresel çetenin esiri değil. Evet,
doğrudur, Türkiye’nin dostları azalıyor, çünkü artık mevcut düzene “One minute!” diyecek cesareti kendinde bulabiliyor. Maalesef dost saydığımız ülkeler gerçekleri göremiyor ve henüz bizler kadar cesur değiller.
Evet, doğrudur, Türkiye’nin itibarı azalıyor.
Çünkü Türkiye, “Dünya beşten büyüktür!”
diyerek mevcut nizama başkaldırmış durumda. İtibar karnesini düzenleyenler bu
bozuk nizamın kucağındayken, verilen notun herhangi bir önemi yok.
Türkiye bugün, küresel çetenin kurulu sermaye düzenini deşifre etti ve haksız kazanç
içeren faiz sistemine karşı açıkça savaş açtı.
İşte bu yüzden haramzade sermaye sahipleri
kudurdular! İşte bu yüzden satılık kalemleri
devreye girdi ve bu yüzden hakikati söylemiyor, yalan haberlerle nefret ve kin kusuyorlar!
Türkiye masumu ve mazlumu gözetiyor,
güçlü olanı değil, haklı olanı savunuyor.
Bu yüzden Türkiye, küresel çetenin kuklası
olan hükümetlerle, krallarla, rejimlerle, sistemlerle sorun yaşıyor. Bu yüzden Türkiye,
kukla liderler nezdinde itibar kaybediyor.
Bu yüzden ticarî ilişkilerinin gelişmesi engellenmeye çalışılıyor.
Suriye’deki rejimle kötüyüz, çünkü kendi halkını gözünü kırpmadan katleden bir
katile karşı çıkıyoruz. Mısır’daki hükümetle
kötüyüz, çünkü darbe ile meşru hükümeti
deviren, binlerce insanı katleden bir diktatöre karşı çıkıyoruz. İsrail hükümeti ile
kötüyüz, çünkü hemen her gün Filistin’de
katliam yapan, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmek için sürekli planlar yapıp uygulayan
bir zihniyete karşı çıkıyoruz.
O zaman yeniden sormak lazım: Bütün
bunlar gerçek olduğuna göre yanlış yerde
duran kim?
Türkiye düzenin dışına çıktı, kurulu sistemi bozdu. Elbette bunun bir bedeli var ve
bugün bu bedel ödeniyor. Ancak ümitvar ve
emin olunuz ki çok yakın bir zaman içinde
dünya, Türkiye’nin politikalarının doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacak. Bunun
işaretleri gelmeye başladı. DEAŞ ile beraber Suriye konusunda Türkiye’nin haklılığı
görülmeye başlandı. ABD-İsrail ilişkileri
gittikçe kötüleşiyor. Sisi, arkasındaki desteği
yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Biz anlık
menfaatler üzerine kısa vadeli, çıkar odaklı
ve onursuz bir siyaset yerine, uzun soluklu,
sağlam temeller üzerine inşa edilen, dürüst
bir siyaset yöntemi izliyoruz.
Türkiye, yavaş ama derin ve sağlam bir yol
üzerinde ilerliyor. Atılan tohumlar yakında
filizlenecektir. Bekleyin ve görün, bugün Erdoğan ve Davutoğlu’nu yerden yere vuranlar,
yakın bir zamanda kendilerine methiyeler
düzeceklerdir. Bekleyin ve görün, yakın bir
zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak bile bir ayrıcalık haline gelecek!
özel sayı 101 2015
65
haberajanda
Akıl Fikir İşleri
Psikolojik harbin sonuçları,
düşmanın eğitim ve bilgi
düzeyiyle doğru orantılıdır.
Ve daha fazlası için biraz
kitap oku! Bugün, yani
içinde yaşadığın şu gün,
sadece tek bir ülkenin kırka yakın istihbarat servisi
varsa ve sen hür bayrağının altında martaval
okuyabiliyorsan, bu, atalarının ve dininin sana karşı
müsamahasındandır. Hani
evlatsın ya, o açıdan...
66
özel sayı 101 2015
Antik Çağ ilkelliğind
D
ÜELLONUN kuralıdır, şartlar her iki taraf için de eşit olmalıdır. Taraflardan birinin, karşıdakinin gözüne kum atmasından sonra yapacak bir şey yoktur. Hileyle de olsa ölüm
kaçınılmazdır artık. Hayat sona erdikten sonra ise paylaşılacak söz Münker ve Nekir ile olacaktır. Bu sebeple düşmanın
varlığı, görmesini bilene bir fırsattır. Düşman, kişiyi daima
zinde ve tetikte kılar. Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
en Martaval Pasa bilgeliğine
>> “Göze kum atma geleneği” aslında
Antik Çağa dayanır. Örneğin M.Ö. 600’de
Atinalı diktatör Solon, insanların içme suyuna Helleborus bitkisi köklerinden yapılan
ve aktif dienoller içeren zehirli kimyasallar
karıştırmıştır. M.S. 960’da Çinliler arsenik
buharı kullanmaya başlamışlardır; mesela
Avusturyalı Şövalye Senftenberg, Belgrad
savunması sırasında Türklere karşı arsenik
dumanı kullandıklarını rapor etmiştir. Daha
neler neler... Veba mikrobu taşıyan kadavralar mancınıklarla düşman askerlerin üzerine bile fırlatılmıştır. Peki, cepheye düşen
birtakım gazların askerler üzerinde eşcinsel
eğilimler gösterdiğini duymuş muydunuz? Geçmiş zaman, tarih kâtiplerimizden
nakledilir ya, dünyanın akıllı başlı adamları
Lahey’de toplanıp, konferanslar düzenleyip
kimyasal kullanımına karşı birtakım kararlar almışlarmış. Kararlar da özetle bunları
yasaklamak işte! Sonra ne olmuş? İlk olarak
Birinci Dünya Savaşı’nda yeni kimyasallar
vitrine çıkmış. 1915-1918 yılları arasında
“gergin Germenlerin” peş peşe geliştirdikleri
zehirli gazlar, kısa bir süre içinde İtilaf Devletleri tarafından da yapılıp kullanılmaya
başlanmış. Ocak 1915’te Almanlar, ilk kez Polonya’da Ruslara karşı kullandıkları klor gazı ile
başarılı olamamışlar, ama 22 Nisan günü
Flandrea’da İngiliz ve Fransızlara karşı aynı
gazı kullandıklarında beklentilerinin ötesinde bir başarı kazanmışlar. İtilaf Devletleri
geri kalır mı? Onlar da klor gazı üretip, yanı
sıra gelişmiş gaz maskeleri üzerinde çalışmışlar.
Sen misin bunu yapan, Almanlar bu sefer
de öldürücü bir gaz olan Fosgen ve toplarla
atılan gaz mermilerini icat etmişler. Hazır
“gaz”a gelmişken, hemen peşinden de son
derece zehirli bir gaz olan Hardal gazını
sürmüşler dünya piyasasına. Sonra da bunu
İngilizler üzerinde kullanarak binlerce insanın ölümü geliyor tabiî -yıl 1917-. Her iki
taraf da bir yıl sonra bu gazı birbirleri üzerinde kullanarak boylarını arşa uzatmışlar...
- E hani Lahey? - Boş ver hocam Lahey’i, elinde yeni bir
şeyler var mı, ondan haber ver!
Sonra ne mi olmuş? Yine bu akıllı başlı adamlar 1925’te, “Bu sefer bir değişiklik
yapalım” deyip Cenevre’de toplanmışlar. Ne
güzeldir Cenevre!.. Giderseniz gölün hemen kenarında bulunan kafelerden birine
oturup (sanırım su saatinin oraları en güzel
kısımlarıydı) şu dünyanın bilmem kaçıncı
büyük su fıskiyesini izlerken güzel kahvelerinden tadın... Konuya dönelim; 1925’te,
Milletler Cemiyeti öncülüğünde Cenevre
Protokolü imzalanmış. O günün akşamında
aman Allah’ım, ne eğlenceler, ne eğlenceler… Çok kapsamlı yasaklar getirmişler ya,
“Vur patlasın! Çal oynasın!”…
İlk çeken mi, en alengirli
mi kazansın?
Yazının gidişatına uydurmak için söylemiş olsaydım keşke, fakat yine 2. Dünya
Savaşı’nda çok daha alengirli silahlar boy
göstermiş. Ancak bu kez daha farklı yöntemler de ortaya çıkmış hava bombardımanı ve yeni uygulama metotlarıyla birlikte.
Koruyucu aygıt ve maske üreten çalışanların
tezgâhta ne konuştuklarını bilmiyoruz…
Yeryüzünden kaybolup gittiğine inandığımız doğal hastalıklara, yeni biyolojik
silahlara ve bu alana giren her türlü saldırı
sistemlerine daha fazla girmeyelim.
Ne oldu şimdi, geldik mi düelloya, şartlara? “Hangi şartlar, koşullar ve kimler?” diye
sormak gerekmez mi? “Rabbin kim?” sorusuna verilecek cevap kadar önemli olan, hatta “fer’i meselenin” önünde yer alan “bazı”
konular üzerinde de düşünmek gerekmez
mi? Sözümüz martavalcılara elbette!
Bu noktada bugün “modern savaşlar” olarak isimlendirilen konulara da değinmek
icap ediyor biraz: Psikolojik savaşlar...
Adına her ne kadar “modern” denilse de,
bundan 2 bin 500 yıl önce Çinli bir general
olan Sun Tzu, psikolojik savaşın maddelerini kaleme alırken şöyle diyordu:
1. Düşman ülke liderlerinin başarılarını
küçük düşürün ve şöhretlerine gölge düşürerek zamanı geldiğinde kendi halkının
onları hor görmesini sağlayın. 2. Aşağılık
ve bozuk karakterli insanların işbirliğinden
mutlaka yararlanın. 3. Düşman ülkelerdeki
iyi şeyleri daima karalayın. 4. Düşman halkın arasına nifak tohumları serpip kavgalarını büyütün. 5. Düşmanın geleneklerini
gülünç duruma sokun.
Şimdi Martaval Paşa’ya soruyorum: Şu
yukarıda yer alan maddelerin kaçı sana tanıdık geldi? Türkî devletlerin parçalanma sürecinde kullanılan psikolojik savaş yöntemi
bugün rafa mı kaldırıldı?
Haritayı önüne koy ve şöyle bir göz gezdir, bir Türkiye vatandaşı olarak, aslında elini kolunu sallaya sallaya gezebileceğin Türkî
devletlerin yol haritasının daha başlangıç
noktasında karşına milimetrik sınırlarla çizilmiş olan Ermenistan çıkıyor olabilir mi?
Ne sürpriz değil mi?!
Psikolojik savaşın en büyük saldırı silahı
propaganda ve provokasyondur. Çünkü insanları ikna etmek ve onları değiştirmek şarttır. Bunun için görünmez alanlarda birtakım
görünmez kişiler tarafından insanların zevkleri ve istekleri değiştirilir. Algılarla oynamak
için binlerce metot vardır. Aptalı “akıllı” olduğuna ikna etmek kolaydır; biraz akıllı içinse
pek fazla hipnoz yöntemi mevcut.
Psikolojik harbin sonuçları, düşmanın
eğitim ve bilgi düzeyiyle doğru orantılıdır.
Ve daha fazlası için biraz kitap oku! Bugün,
yani içinde yaşadığın şu gün, sadece tek bir
ülkenin kırka yakın istihbarat servisi varsa
ve sen hür bayrağının altında martaval okuyabiliyorsan, bu, atalarının ve dininin sana
karşı müsamahasındandır. Hani evlatsın ya,
o açıdan...
Sizden yukarıdaki mecburî ayrılışımızı şöyle noktalamak isteriz: “İyi uykular
Türkiye’m!” şeklinde sayıklayanların başuçlarına kıpkızıl elmalar koyun, uyandıklarında belki canları çeker de birer ısırık alırlar. “Karanlık seni örtemez AK Sakal!/ Güç
bizdedir, Şura’da hayat var!..”
özel sayı 101 2015
67
haberajanda
Derin Plan
Hal böyleyken, 7 Haziran seçimlerini aynı
zamanda sistemsel bir değişim vaadi üzerine
oturtan AK Parti, başkanlık sistemi ile ilgili klasik argümanlar yerine “demokratik katılım” ve
“parlamenter oligarşi”yi kullanmalı. Mevcut rejimin, elitist bir azınlığa hizmet eden ve bilhassa
muhafazakâr mütedeyyin kesimlerle farklı dil ve
etnik kimliklere sahip zenginlikleri ötekileştiren
yönünü ön plana çıkarırken, başkanlık sistemi ile
tüm farklılıkların aynı masa etrafında toplanıp
uzlaşma kültürüyle yönetime direkt katılımının
tesis edilebileceğini öne çıkarmalı.
PARLAMENTER OLİGARŞİ
7
HAZİRAN, asla sıradan bir seçim olmayacak. Hukuksal tanımı itibarıyla 25. “Dönem Milletvekili Genel Seçimi” olsa da bir
nev’i “Kurucu Meclis”in seçimi bu seçimler.
>> Türkiye, ya parlamenter oligarşiye veda
edip demokratik katılımın en üst seviyede
olduğu başkanlık sistemini tesis edecek bir
Meclis’ten yana irade belirleyecek, ya da
tüm temel sorunların ana sebebi olan parlamenter oligarşinin devamından yana.
Konuyu “bölünme korkusu” üzerinden ele alalım…
Ülkedeki farklı grupların kaynaşması ve
dayanışmasıyla aynı masa etrafında toplanabilmesini engelleyen de bu gruplar arasındaki
ayrışma ve çatışmayı körükleyen de mevcut
parlamenter sistemin ta kendisi aslında.
Cumhuriyet rejimini koruma ve kollama
amacıyla girişilecek her türlü hukuksuzluğu
meşrulaştırma maksadıyla geliştirilen bu
temel korku algısı, Kürt toplumunu potansiyel hain ilan eden bir devlet anlayışının da
sebebi değil mi? Kürtleri ötekileştirip başkalaştıran bu sakat mantığın ürünü olarak gelişen “inkâr politikalarına” rağmen, yapılan
tüm anket çalışmalarında “bölünme” gibi bir
talebin yüzde 100’lere dayanan bir oranla
reddedildiği ortaya çıkmadı mı?
Biliyorum, “Hoppala! Bu nasıl bir tanımlama?” diyecek çoğunuz. Ama gerçek bu!
Parti liderlerinin taassubuna dayalı bir
seçim sistemiyle halka “seçilmişleri seçme”
hakkından öte bir katılım yetkisi vermeyen
parlamenter sistemde, farklılıkların ayrı ayrı
örgütlenmesine dair bir yönlendirme de söz
konusu.
Dil, din, etnik ve hatta kültürel farklılıkları ayrı siyasî örgütlenmelerle karşı karşıya
getirme, marjinalleşmeyi tetikleme gibi bir
misyonu var parlamenter sistemin. Bu haliyle bile ayrıştırma ve çatışmaya yönelik bir
oligarşinin merkezi aslında. Oysa başkanlık
sistemi, bütün bu farklılıkları aynı masa etrafında toplanmaya ve uzlaşmaya yönlendiren ve hatta bunu zorunlu kılan bir çark.
Başkanlık sistemine karşı çıkanların temel iki argümanı var: Birincisi bölünme korkusu, ikincisiyse otoriterleşme…
68
özel sayı 101 2015
Muhalefet direncini bu argümana dayandıranlar, bölgesel yönetim anlayışının federatif düzeni tetikleyeceğini ve bunun da bir
süre sonra bölünmeyle sonuçlanacağını öne
sürüyorlar. En somut örnekleri de Güneydoğu ve Kürtler...
Daha enteresan bir anekdot aktaracak
olursak, Kuzey Irak Kürt toplumundaki
genel eğilimin Türkiye ile ekonomik olarak
sağlanan entegrasyonun siyasî olarak da gerçekleşmesinden yana göründüğünün alenen
ortada olduğunu inkâr edebilir miyiz?
“Başkanlık sistemi bölünmeyi getirir” söylemlerinin ne siyasî, ne de sosyolojik açıdan
bir karşılığı var. Ve hatta en kötü olasılık
durumunda bile bu söylemleri tersine çevirecek ekonomik karşılıklar fazlasıyla söz
konusu.
Bugün Kuzey Irak petrollerinin dış pazara
dağılımı noktasında bile bölgesel yönetimin
güvendiği ve işbirliği yaptığı ülke “Türkiye”.
Irak Merkezî Hükümeti ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi arasındaki çatışma ve kavganın Türkiye ile ekonomik entegrasyon adımlarına dayandığını bilmeyen kalmadı.
Bu kadar somut veriye rağmen başkanlık
sisteminin bölünmeyi tetikleyeceğini söylemek, sadece mevcut rejimin üzerine oturduğu 3 temel korku algısından “bölücülük” paranoyasına esir olmaktan başka bir şey değil.
Türkiye’de Türk milliyetçiliği akımının
lideri merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’in,
“Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır.
Türk milleti, dünya imparatorlukları kurduğu
devirlerde bunu uyguladı. Bu, icra gücünün tek
elde toplanmasıyla mümkün. Tarih ve töremize uygun olarak başkanlık sistemini savunuyoruz” ifadeleriyle sahiplendiği bu sisteme
“bölünme” korkusuyla karşı çıkmanın reel
hiçbir dayanağı yok.
Belki birilerine ütopik gelecek ama başkanlık sistemi, temelde bölünmeyi değil,
coğrafyayı genişletmeyi ve Osmanlı’nın son
haritasını yeniden çizmeyi tetikleyecek bir
sürecin de mihenk taşı olabilir.
Ortadoğu, Balkanlar ve Türk cumhuriyetlerinde oluşan toplumsal algıyı sosyo-politik
olarak tahlil ederseniz ne demek istediğimi
daha iyi kavrarsınız. Bu bölgelerde, bilhassa ABD kontrolündeki çeşitli grupların ve
“cemaatlerin” Türkiye’ye yönelik toplumlarda oluşan heyecanı köreltme ve Türkiye’yi
güçsüz gösterme çabalarına esir düşmeyin
yeter ki!
Zihni Çakır
[email protected]
Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu
özel sayı 101 2015
69
haberajanda
Derin Plan
Sistemin inşası için sosyal
kabul var mı?
Başkanlık sisteminin bir otoriterleşmeye
sebep olacağını öne sürenler, bu sistemin inşası için sosyal ve ulusal bir kabulü hep göz
ardı ediyor, yine böyle bir sistemin işlerliğinin en temel gereksiniminin, farklı fikirleri,
inanç gruplarını ve de etnik yapıları temsil
edecek bir liderin varlığı olduğunu bilmiyor
ya da dikkate almıyorlar.
Cumhuriyet rejimini koruma ve kollama amacıyla girişilecek her türlü hukuksuzluğu meşrulaştırma maksadıyla geliştirilen bu temel korku algısı,
Kürt toplumunu potansiyel hain ilan eden bir devlet anlayışının da sebebi
değil mi? Kürtleri ötekileştirip başkalaştıran bu sakat mantığın ürünü olarak gelişen “inkâr politikalarına” rağmen, yapılan tüm anket çalışmalarında “bölünme” gibi bir talebin yüzde 100’lere dayanan bir oranla reddedildiği ortaya çıkmadı mı?
Başkanlık sistemi ile bir otoriterleşmenin
geleceğini öne sürenlere gelince…
Otoriterleşmeden kasıt, halkın yönetime
katılması ve farklılıkların temsiliyse, mevcut
sistemin oligarşik yönü bu katılıma daha düşük seviyede izin veriyor. Parlamenter sistemin bir sonucu olarak 50’yi aşkın parti örgütlenmesinden sadece 3 veya 4’ünün Meclis’te
yer alması bile kendi başına bir garabet değil
mi?
Bunu Siyasi Partiler Kanunu ve seçim sistemine dayandıranlara tavsiyemse, baraj
uygulamasının olmadığı bir sistemde, neredeyse 2 yılda bir seçimi zorunlu kılacak
istikrarsızlık hatırlatması yapmak yeterlidir
sanırım.
Aslında bir zenginliğe dönüştürülebilecek farklılıkların siyasî örgütlenmeler üzerinden marjinalleşmesini tetikleyen parlamenter oligarşi, bu farklılıkları bir çatışma
aracı haline dönüştürmeyi amaçlayan karanlık yapılara da malzeme sunuyor aynı
zamanda. Oysa başkanlık sisteminde bütün farklılıkları aynı masa etrafında toparlayan bir uzlaşma kültürü hâkim. Yine bu
uzlaşma ve anlaşma sonrasında her farklı
grubun yönetime katılımını kolaylaştıran
bir çark söz konusu.
Kuvvetli, adil ve daha hızlı bir icra sürecinin işlerliğini otoriterleşme olarak tanımlamak, ülkedeki sorunların ve kalkınma hamlelerinin önündeki bürokratik ve sistemsel
tıkanmalara “otoriter” kılıf uydurmaktan
70
özel sayı 101 2015
başka bir şey değil.
Başkanlık sisteminin en temel özelliği,
güçlü ve karizmatik lider(ler)e ve halkla
teması en üst seviyede olan, halkın talep ve
beklentilerini okuyup ona göre siyaset ve
söylem geliştiren parti örgütlerine olan ihtiyaç… Türkiye’de başkanlık sistemine karşı
çıkanların “otoriterleşme” söylemleri ile örttükleri asıl korku da budur kanımca.
Mevcut siyasî yelpazeyi okuduklarında,
Recep Tayyip Erdoğan dışında “güçlü ve
karizmatik lider” profiline karşılık gelecek
bir lider profili, -AK Parti haricinde- halkla teması en üst seviyede olan ve halkın
beklentilerini okuyup siyaset söylem ve eylemlerini de bu merkeze oturtan siyasî bir
örgüt yok.
CHP, iktidar hedefini sandık dışı iradelere
dayandırıp bu uğurda “öteki gündeme sahip”
paralel yapılarla bile ittifaka girişebilecek seviyelere düşmüş durumda. Aynı parti, siyaset
anlayışını ceberut devlet ve farklılıkları ötekileştiren rejimi koruma ve kollama söylemlerine oturtmuş. MHP ve Kürt siyaseti ise etnik
milliyetçilik ve ayrımcılık temelinde bir siyaset anlayışına esir düşmüşler. Bu handikaplara sahip muhalefetin başkanlık sisteminden
yana tavır sergilemesi tabiî ki beklenemez.
Gücünü istikrarsızlık ve terörize edilmeye
müsait marjinal çoğulculuktan alan siyaset
dışı vesayet bloklarının başkanlık sisteminden yana bir irade ortaya koyması da kendi
ayaklarına sıkmak olacaktır.
Mevcut rejimin inşası sırasında olmayan
bir sosyal ve ulusal kabulün İstiklal Mahkemeleri üzerinden idam sehpalarında tesis
edildiğini örtmeye çalışıyorlar.
O dönemin toplumsal realitesinin reddedilerek kılık kıyafetinden, dinî inanç ve kültürel farklılığından dolayı insanların ötekileştirilip başkalaştırıldığını ve hatta rejimin
tesisi için darağaçlarında katledildiğini göz
ardı etmemizi bekliyorlar.
AK Parti, söylemini
“demokratik katılım” ve
“parlamenter oligarşi”
üzerine kurmalı
Hal böyleyken, 7 Haziran seçimlerini aynı zamanda sistemsel bir değişim vaadi üzerine oturtan AK Parti, başkanlık sistemi ile
ilgili klasik argümanlar yerine “demokratik
katılım” ve “parlamenter oligarşi”yi kullanmalı.
Mevcut rejimin, elitist bir azınlığa hizmet
eden ve bilhassa muhafazakâr mütedeyyin
kesimlerle farklı dil ve etnik kimliklere sahip
zenginlikleri ötekileştiren yönünü ön plana
çıkarırken, başkanlık sistemi ile tüm farklılıkların aynı masa etrafında toplanıp uzlaşma kültürüyle yönetime direkt katılımının
tesis edilebileceğini öne çıkarmalı.
Bugün AK Parti’ye yönelik yüzde 50’yi
aşan destek ve yüzde 65’lere varan sempatinin altında yatan sosyolojik gerçeklik,
hâlihazırdaki rejimin ötekileştirip nimetlerini elitist gruplara dağıttığı düzeni tersine
çevirme hamleleri iken, bu rejimin yerine
vaat edilen başkanlık sistemi ile elde edilecek kazanımları doğru ve anlaşılır bir propaganda süreciyle anlatabilmek, AK Parti için
7 Haziran’da yüzde 55’leri getirebilir.
Kendine yüzde 35’leri hedef koyan bir ana
muhalefet ve etnik siyasetin dışına çıkamayan diğer muhalefetle girişilecek yarışta böyle
radikal bir vaadin altının doldurulması durumunda yeni anayasa için gerekli sayısal çoğunluk bir yana, Sayın Cumhurbaşkanı’nın
koyduğu “400” hedefi bile uzak olmaz.
haberajanda
Siyaset
N
Nadire Yıldırım
[email protected]
İCEDİR gündemi takip
etmiyordum; birkaç gündür “Son iki ayda neler
olmuş?” diye bakıyorum
da, beş yıl da geçse çok
şey kaçırmayacağımızı
anladım. Şaşırtan veya
değişen bir şey yok. Sanırsınız 2015 değil, bir önceki
seçim zamanları… Davutoğlu Başbakan, Erdoğan
seçilmiş Başkan; fark bu!
“Şaşıracak bir şey yok”
dedim, özür dilerim;
neredeyse düşüp bayılacaktım… “Siyasete giren
insanın başarıyı hedeflemesi, eğer başarısız
olursa siyaseti bırakması
lazım. Bu gayet doğal bir
şey, hepimiz için geçerli”
diyen kişinin adı “Kemal
Kılıçdaroğlu”. İşte bu söze
inanamadım, ya siz?
Muhalefetin on yıldaki ortak tanımı:
“AntiAKP”
BU ÜLKENİN bir on yılını daha yazacak bir partiden söz
ediyorsak, “yapılarındaki mevcut aksaklıklar ve olası sorunlar, sadece parti içi meselelermiş gibi düşünülemeyecektir” sanıyorum. Seçim sıcakları artacak ve muhtemelen
bir kez daha artan bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde,
projesiz ve seviyesiz söylemlerle dolu bir “iki ay” yaşayacağız. Adını bile bilmediğim onca parti ile AK Parti bir kez daha
karşı karşıya. Kim bilir, belki de bir CHP-MHP koalisyonu
bizi bekliyordur, ne dersiniz?! Sizin anketleriniz ne söylüyor,
yüzde 39 mu, 51 mi?
nü hızlandırmalı. İktidar
garantili parti oluşunun
getirdiği doğal fırsatçılıklara karşı hızlı bir temizleme
ve dönüştürme sürecine
sahip olmalı.
“Kılıçdaroğlu” demişken onunla başlayalım.
Listelerindeki isimler
umurumda değil ama
vaatler süper! Anadolu
çocuğuyum ya, İstanbul
burjuvası ile aynı oya
sahip olsam da yazık ki
beni enterese eden şey bu
işte! Ne öğretmenin sorunu kalacak, ne çiftçinin.
Gelsin CHP iktidarı! IMF
de ardından koşacak mı
peki? Vaat zengini olan
CHP, plan fakiri!
Hep söylüyorum, “Erdoğan rüzgârı ve Davutoğlu
sempatisi ile prim yapan
partililer, teşkilat ve belediye başkanları bir an
önce gerçek vizyon sahipleri ile yer değiştirmeli”.
Bugün bunca sorunu
bunca engelleme ile bu
denli aşabilen bir parti
hâlâ kemik oyları kazanmada başarısızsa, bunun
sebebi sadece kronik
ayrışmalarda aranmamalı. Kendi bünyelerinde
nelerin kaybettirdiği de
esas konu olmalı. AK Parti,
dönülemez bir eşikte yeni
bir seçim zaferine gidiyorken artık alt başlıklara da
yoğunlaşmalı.
MHP sahip olduğu
kimliği nasıl bu kadar
silikleştirdi ve bu ne
zaman bu kadar hazmedildi ki kemik oyun hiç
değişmiyor olduğunu çok
merak ediyorum. Sosyologlardan ciddi bir siyaset
okuması gelse ne güzel
olacak! Tabiî bir aşağılama
ve yönlendirme çabası
olmadan…
Cumhurbaşkanlığı
seçim sürecinde hayretler içinde izlediğim ve
“Gelecek yirmi yılda ilk
on siyasetçiden biri olur”
dediğim Demirtaş, gelecek okumada başarısızlık
haneme bir puan daha
yazdırdı. Diyarbakır olaylarından bu yana taban
yapmış performansının
eksilere mi vuracağını
göreceğiz. Oysa HDP’nin
ve kendisinin temsil edilmediğini düşünen Kürt
vatandaşlarımızın umudu
olacak bir vizyonu sırtlamış gibiydi. Meğer sadece
seçim stratejisi imiş. Oysa
yeni bir seçim daha var
ve barış sürecinin gerçek
takipçileri, yazık ki olması
gerekenin neden oldurulmadığını anlıyorlar.
“Koalisyon” sözcüğünü unutalı çok olmuştu;
temcit pilavsız olmaz bu
seçim yemeği de, buyurun buradan! Yerseniz...
Bunca yıldır seçim
kaybetmemiş bir parti,
ne oldu da yüzde 30’lara
düştü acaba. Anketler
öyle diyormuş. “Destekli
at!” derdi babam, ümitler
de var elbette: Ya tutarsa?
Ya yüzde bilmem kaç
olan kararsızlar bunu da
yerlerse? Ne güzel! Diyorum “Size göre değişen bir
yok!” diye.
AK Parti’nin seçim
beyannamesi, temel ilkelerin ne olması gerektiği
konusunda evrensel bir
anlayış ve gerçek demokrasi yolunda ümit veriyor.
Ancak iktidarın uzun yol
yorgunluğu artık geçmeli.
Üç beş yıldır konuşulan ve
hayata geçmeyen projeler
bir an önce uygulanmalı.
AK Parti, içsel dönüşümü-
Bu ülkenin bir on yılını
daha yazacak bir partiden
söz ediyorsak, “yapılarındaki mevcut aksaklıklar
ve olası sorunlar, sadece
parti içi meselelermiş gibi
düşünülemeyecektir”
sanıyorum. Seçim sıcakları artacak ve muhtemelen
bir kez daha artan bir
Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde, projesiz ve
seviyesiz söylemlerle dolu
bir “iki ay” yaşayacağız.
Adını bile bilmediğim
onca parti ile AK Parti bir
kez daha karşı karşıya.
Kim bilir, belki de bir CHPMHP koalisyonu bizi bekliyordur, ne dersiniz? Sizin
anketleriniz ne söylüyor,
yüzde 39 mu, 51 mi?
özel sayı 101 2015
71
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ
Her ne kadar bazı çevreler biz gençleri bilinçsiz
bırakmak, kötü emellerine
alet etmek, ülkedeki huzursuzluk ve çatışma hesabını
yapanlara taşeron kılarak
suistimal etmek istiyorlarsa da, biz, “Taşkınlık değil,
başkanlık!”, “Kan değil, başkan!” diyerek gençlerimizi,
konuyu değerlendirecek
ve destekleyecek noktada
tutan projeler geliştiriyoruz. Bunu da oldukça
basit bir hatırlatmayla, can
alıcı bir soruyla gündeme
taşıyoruz: “Bütün dünya
sistemleri halka hizmet ve
gençlere gelecek noktasında ‘yürütmenin güç ve
önemi’ni kabul ediyorlar;
yürütmenin gücü, halk
tarafından seçilen bir başkan ve ekibi tarafından mı,
yoksa partilerin oluşturduğu bir meclis tarafından mı
en iyi uygulanır?” İşte bu
kadar net düşünüyoruz!
***
Biz, Gezi olaylarındaki
gibi gençleri taşkınlığa,
provokasyona, yanlış
maceralara sürükleyen ve
bundan çıkar sağlamak
isteyen şer güçlerden ders
alan gençleriz. Hafızasını
kaybetmiş, milli ve manevi
değerlerden uzak, amaçsız
ve eğlence dışında hayatın
gerçekleriyle yüzleşmeden
büyütülen, ergen travmalar
üzerine uyuşturucu ve
seks ticareti yapan ahlaksız
odaklara karşı uyanık olan
gençleriz. Biz, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in umudu
Âsım’ın nesli ve Üstad
Necip Fazıl’ın gençliğe hitabındaki gibi sağa sola bakmadan “Ben varım!” diyen
kutlu davanın neferleriyiz.
72
özel sayı 101 2015
Mahmud Esat Kurtulmuşlar
Gençler “başk
B
AŞKANLIK İçin Gençlik (Bİ Gençlik) Hareketi, start verdiği aksiyonla
48 saat içinde Türkiye hareketine
dönüştü. Manifestoları, logoları, iddiaları, aldıkları destek ve kampanya
yöntemleriyle fenomen haline gelen
hareketin kurucu öncülerinden iki
gönüllü gence ulaştık ve sıcağı sıcağına sorduk, onlar
da gençliğin doğasındaki sıcaklık, hız ve dinamizmle
cevap verdiler...
“Gençler dünyayı
takip ediyor”
• “Başkanlık İçin Gençlik
Hareketi”, büyük bir
gönüllü gençlik hareketi
olarak start verdi ve kısa
sürede tüm Türkiye’de
7’den 77’ye destek gördü.
Kuşkusuz bu hareketin
gönüllü de olsa kurucu öncüleri oluyor. Sizler de bu
kurucu öncülerden ve ilk
sözcülerindesiniz. Öncelikle sizleri kısaca tanımak
isteriz…
Mahmud Esat Kurtulmuşlar: Ailenin altı çocuğundan
üçüncüsü olarak 1990’da,
Bursa’da doğdum. Üniversiteyi okumak için geldiğimiz
Ankara’da kaldık, 7 yıldır
da aktif siyasetin içindeyim.
Evli, bir çocuk babası olarak
TBMM çatısı altında danışmanlık hizmeti yapıyorum. Siyaset kültürümü, Refah Partisi
Bursa Teşkilatı kurucularından
olan babamdan aldım.
AK Parti ilçe ve il teşkilatları sonrasında Genel
Merkez’de, farklı kademelerde
görevlendirildim. Dolayısıyla
siyaset-gençlik etkileşiminin
birçok yönünü tecrübe etme
imkânı buldum. Bu tecrübemi
genç arkadaşlarla paylaşacağım
ve birlikte gençlik sorunlarına
çözüm arayacağım.
Servet Hocaoğulları // [email protected]
Muhammed Burak Gültekin
anlık sistemi” diyor
Her sivil hareketi önemser
ve katkıda bulunmaya çalışırım. “Başkanlık İçin Gençlik
Hareketi”nin gönüllü kurucu
öncülerinden biri olmak da
hayatımda verdiğim önemli
kararlardan biri olmuştur.
Muhammed Burak Gültekin: Üniversite okumak için
Amasya’dan Ankara’ya 2007
yılında geldiğim günden beri
gençliğin ruhuna uygun birçok
sosyal projede yer aldım. Ulusal
haberlere konu olacak birçok
gençlik hareketinin içinde aktif
ve öncü rol aldım. 2009 yılında
tanıştığım AK Parti Gençlik
Kolları çatısı altında birçok
siyasî projede yer aldım. 2012
yılında, Gençlik Kolları Genel
Merkezi MKYK üyesi oldum.
Politik dil ve teşkilat disiplini
içinde birçok hareket tecrübem
olmasının yanı sıra, özellikle
sivil gençlik hareketlerinin
önem ve etkisini bilen biri
olarak Başkanlık İçin Gençlik
Hareketi’nin öncü kurucu üyelerinden biri olmanın bir mesajı
olduğunu düşünüyorum. Bu
mesaj şudur: “Gençler dünyayı
takip ediyor; ülkenin geleceğine
ilişkin fikirleri ve önerileri var.
Gençleri dinlemek ve destek
vermek gerekiyor, özellikle de
sivil hareketler ise…”
“Bİ Gençlik,
biriken enerjinin bir
yansımasıdır”
• Anladığımız kadarıyla
sadece sivil destek alan
bir gönüllü hareket değil,
geniş katılımlı ve sivilaktif siyaset uyumunun
olduğu bir gençlik hareketi
olarak başladı ve “başkanlık sistemi”nin önemini
anlatmak ve bu noktada
gençliğin öncü rol almasını
hedeflemek için yola çıkıldı.
Peki, zor olan bu uyumu
nasıl sağladınız?
Mahmud Esat Kurtulmuşlar: Siyaset zaten sivile hizmet
için var; sivilin seçtiği meşru
iktidar yolu siyasettir. Ayrıca
her zaman sivil alanla temasta
ve işbirliği içindedir. Dolayısıyla bizim için bir parti içinde
olmak, her zaman politik ve
kapalı dil kullanacağımız anlamında gelmez. Özellikle de AK
Parti içinde bu mümkün değil,
çünkü 12 yıldır iktidar olmayı,
özünde sivil siyaseti merkeze
almasından kaynaklanıyor.
AK Parti, gençlik yapılanması bağlamında toplumun her
kesimini kuşatan tek partidir.
Başkanlık İçin Gençlik Hareketi bu nedenle start alırken,
gönüllü, sivil ve en önemlisi de
gençliği önemseyen aileler tarafından desteklenen bir hareket
olması özelliği ile “kuşatıcı”
ve “etkin” olmuştur. Özellikle
çocuklarını politikadan uzak
tutmaya çalışan, endişe duyan
aileler, huzurla ve teşvik ederek
bu projeye destek veriyorlar.
Kuşkusuz bu özgüven, bu tür
sağlıklı bir ortamı sağlayan AK
Parti’nin hizmeti, başarısı ve
özel sayı 101 2015
73
HABERA JANDASÖYLEŞİ
gençlere verdiği önemden kaynaklanıyor.
Vekil olma yaşını 25’e, oy
kullanma yaşını 18’e indiren
irade, bu siyasî harekettir. Bu
bağlamda gençliğin ufkuna,
akleden kalbine başkanlık sistemini koyan da aynı siyasî zekî
ve iradedir. Nitekim Başkanlık
İçin Gençlik Hareketi’ne
destek veren binlerce genç ve
aile, aktif olarak partide, teşkilat içinde görev alanlardan
oluşmadı. AK Parti’ye oy veren
sosyal tabakalardan sıcak tepkiler gelmesi doğal. Diğer siyasî
parti tabanlarındaki gençler
de her konuda olduğu gibi sırf
hareketin kaynağı AK Parti
olduğu için manipüle edilmek
isteniyor. İnanıyorum ki başkanlık sisteminin ne olduğu
objektif olarak öğrenildiğinde,
bu harekete destek de geniş
kitlelere ulaşılacaktır.
Muhammed Burak Gültekin:
Aslında dünyadaki örneklere
de baktığımızda, toplumsal
değişimlerin, büyük kararların
özü ve öznesi her zaman sivil
güçler, halk hareketleri olmuştur. “Arap Baharı” olarak bilinen
Ortadoğu’daki hareketin halk
hareketi olması ve öncülüğünü
74
özel sayı 101 2015
gençlerin yapması, aynı şekilde
Mısır’da yaşanan büyük hareketin en güçlü yönünün genç
bir hareket olması ve “Rabia
Hareketi” olarak bizde de karşılık bulan destek hareketi açıkça
gösteriyor ki, sivil hareketin özü
“gençlik hareketleri”dir.
Bu bağlamda Başkanlık İçin
Gençlik Hareketi de sivil güce
inanan gençlerin ortak aklını
ifade etmektedir. Nitekim
yıllardır dillendirilen başkanlık
sistemi konusunda AK Parti
dışındaki siyasî partilerin ağızlarına sakız olarak koydukları
“Yaptırtmayız! Muhtar bile olamazsın! Başbakan olamazsın!
Cumhurbaşkanı olamazsın!”
söyleminin şimdi de “Başkan
olamazsın!” gibi, anlam ve bağlam içermeyen yasakçı zihniyet
ürünü cümlelerine gençler
itibar etmiyorlar.
Gençler biraz da merak ve
tepki enerjileri sebebiyle, bir
şey kendilerinden gizlenmek
istendiğinde ona yöneliyor,
araştırarak veya hemen gerekli
sivil tepkiyi veriyorlar. Gençlerde büyük bir “başkanlık sistemi”
merakı var; en azından ne olup
olmadığına ilişkin sorgulama
içindeler. Özellikle başkanlık
sistemi ile yönetilen ABD
örneğindeki gücü, etkinliği,
hızı ve sonuçları bildikleri için
konuya ilgililer. Fakat muhalefet ve anlam veremediğimiz
bazı akademisyenler, gençleri
bilinçlendirmek yerine “Padişahlık gelecek!”, “ABD özel
koşullara sahip” ve (daha üzücü
olan yanı “aşağılık kompleksi
ile”) “Türk usulü olmaz!” gibi
izahlarla gençlerden bir şeyler
kaçırmaya çalışan kampanyalar
yürütüyorlar.
İşte Bİ Gençlik, yani Başkanlık İçin Gençlik Hareketi,
kaçırılmak ve örtülmek istenen
gerçekleri ortaya çıkarmak ve
ülkemiz geleceğinin sıhhatine
“iyi gelecek” reçeteleri almak
için bu hareketi başlatmaya
karar vermiştir. Üstelik bu karar,
aylardır sohbet ortamlarında
dertleşen gençlerin ve ailelerin
biriktirdiği enerji sonucunda
doğaçlama ve farklı illerin ortak
aklı ile gerçekleşmiştir.
“Taşkınlık değil,
başkanlık”
• Peki, siz başkanlık sistemini
çözdünüz mü? Gençler bu
hareketi topluma, seçmene
anlatabilecekler mi? Bir
de seçimlere çok az zaman
kaldı, sizce geç kalmadınız
mı?
Mahmud Esat Kurtulmuşlar:
Başkanlık sistemini ilk defa
gündeme getiren biz değiliz;
Özal döneminden bu yana
Türkiye bu sistemi gündem yapıyor ve tartışmaya açıyor. Fakat ısrarla ne olduğu, özellikle
“Geleceğimiz” denen gençlerin
bu konuda bilinçlendirilmesi
noktasında bir türlü sonuç
alınamıyor. Kuşkusuz bunun
siyasî ve sosyolojik sebepleri var.
Ancak özellikle AK Parti’nin
kurucu lideri ve Yeni TürkiyeYeni Vizyon ufkunun mimarı,
cumhurun başı, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın yoğun olarak gündem oluşturduğu 2007’den bu
tarafa başkanlık sistemi, toplumun bilgisi ve desteği dâhilinde
her zaman konuşuldu.
Ancak bu gündem, “rejimanayasa değişikliği” sınırlarını
aşamadı ve tüm muhalefet partileri ısrarla yeni anayasa çalışmalarını sabote ettiler. Hatırlanacağı üzere önemli iyileştirmeler
içeren anayasa referandumuna
bile “Hayır” kampanyası düzenleyerek karşı çıktılar. Neden?
Çok basit bir nedeni vardı
Servet Hocaoğulları
bunun: “İyi geleceği” AK Parti
kurarsa hiçbir zaman iktidar
olamayacaklardı...
Halk bunu gördü ve onları
cezalandırdı. AK Parti yerelde
ve genelde 12 yıldır iktidarda.
Şimdi dünya klasmanında söz
sahibi olan güçlü bir Türkiye
var. 2023 ve 2071 hedefleri olan
Türkiye için başkanlık sistemi
şart! Çünkü bu hedeflerdeki
ekonomik, siyasî ve kültürel güç
için en doğru sistem, “başkanlık
sistemi”.
Başkanlık İçin Gençlik
Hareketi’nin heyecan dalgaları
oluşturması da bunun en büyük
kanıtı. 24 saatte hareketin sembolü olan selamlama ve logomuzun binlerce insan tarafından paylaşılması bizi mutlu çok
etti ve doğru yolda olduğumuzu
gösterdi. En çok da başkanlık
sistemi hakkındaki meraklı
soruların gelmesi bizi mutlu
etti. Çünkü bu alanda bilinçlendirmek için planladığımız
etkinlikler, tanıtım broşürleri ve
kitapçıklarımız hazır durumda.
Yeter ki gençlere güvenelim ve
destek verelim!
Muhammed Burak Gültekin: Kuşkusuz gençlerimize
başkanlık sistemini anlatmak
noktasında sade, etkin ve somut
önerileriniz olmalı. Yasama detayları, bol istatiksel karşılaştırma, felsefî soyutlamalar sadece
kafa karıştırır. Bunları ciddiyetsiz bulduğumuz veya önemsemediğimiz için söylemiyoruz;
biz hızlı, pratik, somut, risk alan
ve en önemlisi de işin özünü
görmeyi ve göstermeyi seviyor
ve istiyoruz. Her ne kadar bazı
çevreler biz gençleri bilinçsiz
bırakmak, kötü emellerine alet
etmek, ülkedeki huzursuzluk
ve çatışma hesabını yapanlara
taşeron kılarak suiistimal etmek
istiyorlarsa da biz, “Taşkınlık
değil, başkanlık!”, “Kan değil,
başkan!” diyerek gençlerimizi,
konuyu değerlendirecek ve
destekleyecek noktada tutan
projeler geliştiriyoruz. Bunu
da oldukça basit bir hatırlatmayla, can alıcı bir soruyla
gündeme taşıyoruz: “Bütün
dünya sistemleri halka hizmet
ve gençlere gelecek noktasında
‘yürütmenin güç ve önemi’ni
kabul ediyorlar; yürütmenin
gücü, halk tarafından seçilen
bir başkan ve ekibi tarafından
mı, yoksa partilerin oluşturduğu
bir meclis tarafından mı en iyi
uygulanır?” İşte bu kadar net
düşünüyoruz!
Neredeyse yüz yıldır parlamenter sistemle yönetilen
ülkenin başına neler geldiğini
tarih kitaplarından okuyoruz.
Biz tabiî 12 yıldır istikrarlı bir
hükümet tarafından yönetildiğimiz ve belki eski günleri gençler
olarak yaşamadığımız için tam
kıyas yapamıyoruz; belki bu
yaşanmışlıkları bilmeyen birçok
gencimiz başkanlık sistemine
karşı önyargılı ve/veya diğer
partilerin manipülasyonlarından
etkilenmişlerdir. İşte Bİ Gençlik,
bu noktada bilinçlendirme ve
kıyaslama imkânı sağlayacak
bir etkinlik ve projeler dizisi
sunacak, gerçekler öğrenilecek
ve gençlere, ülkeye iyi gelecek
çözümlere kavuşacağız. Sürprizlerimiz var yani...
“Bu, sadece
başlangıç!”
• Ne gibi sürprizler bunlar?
Gençliğin ihtiyaçlarına cevap veren, sorunlarını çözen
sürprizler mi?
Mahmud Esat Kurtulmuşlar:
Kuşkusuz… Biz, Gezi olaylarındaki gibi gençleri taşkınlığa,
provokasyona, yanlış maceralara
sürükleyen ve bundan çıkar
sağlamak isteyen şer güçlerden
ders alan gençleriz. Hafızasını
kaybetmiş, milli ve manevi
değerlerden uzak, amaçsız ve
eğlence dışında hayatın gerçekleriyle yüzleşmeden büyütülen,
ergen travmalar üzerine uyuşturucu ve seks ticareti yapan
ahlaksız odaklara karşı uyanık
olan gençleriz. Biz, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif ’in umudu
Âsım’ın nesli ve Üstad Necip
Fazıl’ın gençliğe hitabındaki
gibi sağa sola bakmadan “Ben
varım!” diyen kutlu davanın
neferleriyiz.
Bu kutlu dava, özünü İslam dininden alan ve Şeyh
Edebalı’nın “İnsanı yaşat ki
devlet yaşasın!” felsefe ve tecrübesiyle imparatorluk kurmuş
ecdadın, İstanbul’u fetheden
“genç başkan” Fatih Sultan
Mehmed Han örnekliğini
düstur edinmiş ve Recep Tayyip Erdoğan gibi yaşayan lider
rehberliğinin kıymetini bilen
bir gençliğiz.
Başkanlık sistemini bir
heves ve moda için istemiyoruz; geleceğimizi gerçekler
ışığında görüyoruz. Kuşkusuz
bu noktada bizim de destek
kadar çok yönlü eğitilmeye ve
rehberliğe ihtiyacımız var. Biz
bir sivil harekete katılan gençleriz. Türkiye’nin tamamında
bu harekete gönül vermiş ve
çalışan gençler, onlara destek
veren aileler var. Tıpkı bize
kıymet veren Haber AjandaKültür Ajanda ailesi gibi… Bu
noktada bu iki dergiye, özelde
de size (Servet Hocaoğulları)
teşekkür ediyoruz. Zira 17
Aralık operasyonuyla hedeflenen “Erdoğan’sız Türkiye”
projesini deşifre eden ve bildiğimiz, sevdiğimiz, rehber kabul
ettiğimiz Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ı her yönüyle anlatan,
başkanlık sisteminin gerekçelerini sıralayan kitabınız “Yeni
Türkiye-Yeni Vizyon: Zamanı
Geldi-Recep Tayyip Erdoğan”,
bize yol haritası sunmuş ve ışık
tutmuştur.
Muhammed Burak Gültekin:
AK Parti döneminde, her alanda olduğu gibi gençlik alanında
da birçok sorun çözüldü ve
örnek projeler geliştirildi. Başta
imam-hatip okulları olmak
üzere meslek liselerindeki katsayı zulmü, insan haklarının
en temel ve onurlu hakkı olan
eğitim özgürlüğü sağlandı ve
büyük bir yara olan başörtüsü
problemi çözüldü. Gençlerin
işsizlik kâbusu ve güven krizi
normalleştirilerek hızlı bir şekilde çözülmeye başlandı. Tabiî
ki her normalleşme sürecinde
ülkeyi karıştıran dış güçlerin ve
içerideki uzantılarının yaptığı
provokasyonlar, yer yer yaşanan
ekonomik krizler, darbeci-vesayetçi-faiz lobileri sebebiyle
akamete uğrayan birçok süreç
ve proje oldu.
Elbette “Gençlerin tüm
sorunları çözüldü” diyemeyiz.
Ancak çözüm yoluna girildi ve
bunu hızlandıracak en etkin
sistem de “başkanlık sistemi”.
Bir anlamda karanlık geride
kaldı ve aydınlık ufukla beraber beyaz günlere yol almaya
devam ediyoruz. Bir anlamda
Zamanı Geldi! Beyaz ip, siyah
ipten ayrılıyor”.
İnanıyoruz ki Başkanlık İçin
Gençlik Hareketi, sadece başkanlık sitemini talep eden bir
hareket değil, başkanlık sistemiyle çözüleceğine inandığımız
her konuda beyaz projeler
üreten bir harekete kısa sürede
dönüşecektir. Çünkü bunun
için gerekli tüm alt ve üst yapıya sahip, herkesin katıldığı bir
harekete zaten dönüştü. Gençliğe ve geleceğe hayırlı olsun!
Bu arada bir çağrımızı tekrar
etmek istiyoruz: Ellerini kalpleri
üzerine koyarak fotoğraf çekip
sosyal medyadaki paylaşımlarımıza eşlik etsin milletimiz ve
sitemizi ziyaret ederek desteklerini belirtsinler. Bizi takip etsinler; çünkü bu, sadece başlangıç!
• Bu gençlik hareketi karşısında ne diyelim elimizi
kalbimizin üstüne koyup
“Hayırlı olsun!” demekten
başka? Kutlu yolunuzda,
sizin şahsınızda tüm gençleri kutluyoruz…
özel sayı 101 2015
75
haberajanda
Analiz
Mevcut MHP yönetimi fikriyatı itibariyle
1960’lardaki seküler yönetime benzemekte, bir
farkla ki, o eski yönetimin
başı iktidar olabilmek için
yanıp tutuşmakta iken,
şimdiki “lider” bunun tam
aksine, iktidar olmayı
asla istememektedir.
1999 seçimlerinden sonra hükümeti kurma fırsatı ayağına kadar gelmiş
iken, bundan paniğe kapılıp bu imkânı altın tepsi
içerisinde tarihî hasmına
nasıl sunduğu, milletin
vermediği iktidarı kendi
eliyle sola nasıl teslim
ettiği hatırlardadır.
Türk siyasî hayatında
ilk defa bir parti iktidar
olmaktan ürküyor, korkuyor. Şayet MHP iktidar
olmayı hedeflemiş olsaydı, kendi kadim tabanının
da içinde bulunduğu ana
gövde muhafazakâr merkez sağ seçmene yönelmesi gerekirdi. Oysa tamamını alsa dahi iktidar
olmaya yetmeyecek olan
CHP tabanına yöneliyor,
sadece davasını değil,
onlarca yıl diş-tırnak
bir çabayla elde etmiş
olduğu bütün kalelerini
bilerek bir kalemde siyasi
rakibine terk ediyor.
Bu gün itibariyle
MHP’nin fikir ve siyaset
bakımından CHP ve Ulusalcılarla arasında hemen
hemen hiçbir fark kalmamış gibidir. Mademki
MHP’nin inançlı bilinen
tabanı da boynunu büküp liderine tabi oluyor,
bu üç partinin birleşip
iktidar alternatifi olabilecek ciddi bir muhalefet
partisi meydana getirmeleri, belki ülkemiz için
daha faydalı bir davranış
olacaktır(!).
76
özel sayı 101 2015
MHP
nedir,
ne yapmak istiyor?
Muhafazakâr CKMP’den seküler MHP doğdu
M
İLLİYETÇİ HAREKET, 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’ni Alpaslan
Türkeş’in ele geçirmesi ile beraber, seçmen tabanında herhangi
bir talep ve siyasî boşluk olmamasına rağmen, “Türkçülük” olarak ifade edilen seküler ırkçı milliyetçiliğin siyasî temsilcisi olarak siyaset alanına dâhil oldu.
>> Adını daha sonra 1969
yılında MHP olarak değiştirdi. O zamanki seçmen tercihleri bakımından merkez sağın
ana partisi olan Adalet Partisi (AP) ve öbür tarafta solcu
değil ama seküler olmanın da
ötesinde İslâm dinine hasım,
otoriter anlayışa sahip Kemalist Cumhuriyet Halk Partisi
yer alıyordu. 27 Mayıs rejimiyle beraber ortaya çıkan diri bir
Marksist hareketin siyasî temsilcisi olan Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965 seçimlerinde
millî bakiye seçim sistemi sayesinde parlamentoya 15 milletvekili ile girmeyi başarmıştı. Bu tablo içerisinde MHP,
kendi seküler anlayışı ve liderinin ters konumu bakımından
paradoks da olsa, hedef seçmen kitlesi olarak 1965 seçimlerinde yüzde 50’nin üzerinde oy alarak tek başına iktidara
gelmiş olan AP’nin üzerinde
oturduğu muhafazakâr merkez sağ seçmeni hedef almıştı. Bilindiği gibi AP, Demokrat
Parti’nin devamı ve aynı seç-
men kitlesinin temsilcisi durumunda, Türkeş ise Demokrat
Parti’yi deviren cuntanın önde
gelen aktörlerinden birisi idi.
Siyaseten CHP’yi, seçmen tabanı bakımından AP’yi ve ideolojik olarak TİP’i hedef alan
MHP, bütün iddialı çabalarına rağmen, seçmenden 1965,
69 ve 73 seçimlerinde olumlu
bir karşılık göremedi. Bunun
sebebi, siyasî tabloda bir boşluk
olmaması, partinin lideri olan
Alpaslan Türkeş’in 27 Mayıs
askeri darbesindeki öne çıkan
rolünün merkez sağ seçmen
üzerindeki olumsuz etkisidir.
İktidar hedefinde
en önemli unsur
gençlik; ideolojik
kök İslam öncesi
İdeolojik bir parti olan
MHP, uzun vadeye matuf bir
iktidar yürüyüşüne çıkmıştı. Bu yolda seçmen desteği
önemli bir faktör olmakla beraber, yegâne unsur olarak görülmemiştir. O yıllarda de-
mokrasimiz henüz çok ham
olduğu için, iktidar erkini ele
geçirmede seçmen iradesi dışındaki güçlerin ağırlıklı rolü,
toplum tarafından adeta normal kabul ediliyor ya da kabul
etmek zorunda kalınıyordu.
Nitekim yüzde 50’nin üzerinde bir seçmen desteği ile iktidara gelmiş olan AP, başta
asker olmak üzere vesayet güçlerine vermekte olduğu onca
tavize rağmen, her an alaşağı
edilme tehditleri ve korkuları
altında icraat yapmaya çalışıyordu. O zamanki tabirle “iktidarsız iktidar”dı. MHP, gerçek
iktidar olabilmek için seçmen
desteğinden başka, hatta onsuz, başka çevik kuvvetlere sahip olmak gerektiği inancı ile
kendi kadrolarını yetiştirmek
amacıyla toplumun her kesimine, özellikle de toplumun en
dinamik kesimi ve gelecekteki
kadroların ana kaynağı olduğu
düşüncesinden hareketle gençlik üzerine yoğunlaştı. Yakın ve
güçsüz iktidar yerine, uzak fakat güçlü bir iktidarı hedefleyen “Milli devlet, güçlü iktidar!” sloganını geliştirdi. Ancak
burada gençliğe yüklenen misyon sadece geleceğin kadrolarının hazırlanması ile sınırlı
olmayıp, demokrasi dışı metotların söz konusu olabileceği bir
ortamda iktidara el koymanın
önemli bir unsuru da olmaktı.
MHP lideri için iktidar olmak,
daima metottan önce gelen bir
Sabri Öğe
[email protected]
hedef olmuş, bunu, partisinin bir genel kurulunda partililere hitaben açıkça “Ben sizi
sokakta ıspanak fiyatına satılan demokrasiye çağırmıyorum…” ifadesiyle açıklamış,
vereceği fikir ve heyecanla peşine takacağı
Türk gençliğinin önünde hiçbir gücün duramayacağına inanmıştı. Gençliğe sunulan
“Tanrı Türk’ü korusun!” sloganı ve partinin
görüşlerini anlatan “9 Işık” adı verilen metindeki 9 rakamı, İslam öncesi Türk toplumunun kült değerlerinden mülhemdi.
Türkçülükten
İslamcılığa geçiş
1960’lı yıllarda MHP, gençlik tabanında
istenildiği gibi olmamakla beraber, daha ziyade devrimci solun azgınlığına tepki olarak bir kıpırdanma sağlasa da, seçmen tabanında hiçbir karşılık bulamadı. 69 sonunda
partinin fikriyatında ve siyasetinde bir ma-
kas değişikliği oldu. MHP seküler milliyetçilikten vazgeçiyor, milliyetçiliğin yanına İslâm kelimesini ekleyerek bunu, “Tanrı
dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslümanız!” sloganıyla ifade ediyordu. Ancak bu
sloganın gençlik üzerinde olumlu bir etkisi olmuş olsa da, 1973 seçimlerinde sandığa yansıyan önemli bir getirisi olmadı. O seçimde MSP’nin 48 milletvekiline mukabil
MHP ancak üç milletvekilliği kazanabildi.
Siyasette İslâmlaşma eğiliminin hayat bulabilmesi, soğuk savaşın en kızıştığı o yıllarda Sovyetlerin komünizm vasıtasıyla güneye doğru yayılma hamlelerine karşı ABD’nin
uygulamaya çalıştığı “Yeşil Kuşak” projesinin sağladığı imkân sayesinde olmuştur. Dış
kaynaklı da olsa, seçmen tabanı ve gençlik
bu ortamı sevdi, sağ siyaset de bu yörüngeye girmek zorunda kaldı. O dönemde MHP
tabanı ve gençliği İslâmlaşma yolunda ken-
di yönetimini zorlayarak ve aşarak, o yılların acımasız sağ-sol çatışmasının da tesiriyle 70’li yılların ortalarında “Kanımız aksa da
zafer İslâm’ın!” noktasına gelmiş oldu. MHP
artık İslâmcı bir parti idi.
Siyaset stratejisindeki
kırılmalar
MHP liderliği, 1969 seçimlerinden sonra iki kırılma daha yaşadı. Siyasette merkez
sağın patronu durumundaki AP’ye muhalefet etmekten vazgeçip tam aksine ona destek olmak ve ona tutunmak yoluna girdi. O
kadar ki, AP iktidarının 1969 seçiminden
sonra kurduğu hükümete Meclis’teki tek
sandalyesiyle güvenoyu verdi, 1975 ve 1977
MC koalisyon hükümetlerinde bu parti ile
uyum içinde el ele beraberce yer aldı. Gençlik siyasetinde ise, görüldü ki MHP’nin Ülkücü gençliği, umulanın aksine her şeyi ol-
özel sayı 101 2015
77
haberajanda
Analiz
yor, yalnız girdiği 95 seçimlerinde ise Meclis dışında kalıyordu.
Devlet Bahçeli’nin MHP’si
milletin verdiği krediyi boşa
harcadı
MHP, tarihinin en yüksek oyunu 1999
seçimlerinde Demokratik Sol Parti’den çok
az bir farkla ikinci parti olarak aldı. Bu defa
bir reaksiyon partisi olarak değil, fakat buna
mukabil bir aksiyon partisi olarak da değil;
bu defa 90’lı yıllardaki siyasi kaoslara ve sorumlusu partilere karşı oluşan reaksiyon ve
yeni bir lidere sahipliği sebebiyle ve bir nevi
çaresizlikten dolayı denenmeye değebilecek
son bir umut olarak değerlendirilmişti. Seçmen, ihtiyaten vermiş olduğu bu desteğin,
MHP’nin göstereceği performansa göre
devamını da getireceğinin işaretini vermiş
iken, MHP onca esip gürlemesinin aksine o kadar korkak, basiretsiz ve aciz bir iktidar örneği ortaya koydu ki, seçmen, verdiğini 2002 seçiminde hemen geri alıp MHP’yi
seçim barajının altında bıraktı.
“Devletin başına
Devlet gelecek”miş!
duğu gibi önüne katıp silip süpürememekte
ve fakat iki taraf arasına giren yabancı karanlık ellerce körüklenen kardeş kavgasını
çatışma unsuru olarak kullanmakta... Bunu
önlemek için MHP liderliğince devrimci
gençliğe karşı sert mücadele yerine diyalog
yolu arandı. Lakin bu konuda çoktan iş işten geçmişti.
MHP her ne kadar kendisini bir aksiyon
partisi olarak takdim etmiş ise de, toplum
tarafından daima bir reaksiyon partisi olarak algılanmış, seçmen tarafından öyle değerlendirilmiştir. 1977 seçimlerinde ilk defa
olarak seçmen tabanından kısmen de olsa
olumlu bir tepki almış, Meclis’e 17 milletvekili sokmuştu. Bu olumlu tepki, ihtilalci
komünizme karşı büyük bedeller ödeyerek
gösterdiği reaksiyona karşı küçük bir jestten ibaretti.
78
özel sayı 101 2015
MHP lideri Alpaslan Türkeş, iktidar mücadelesinde sırtını daima devlete ve özellikle askere dayamaya çalışmışsa da, partisinin
İslâmcı niteliğinden dolayı askerin öfkesini celbetmiş olduğundan, sonuçta en büyük
darbeyi 12 Eylül’ün askeri cuntasından aldı.
Yeniden eskiye dönüş:
Laikçi MHP
1980 sonrasında MHP, darbeden edinmiş olduğu tecrübeyle konjonktüre uygun olarak rotasını bir kere daha değiştirip
İslâmcı siyasete kesin olarak sırtını dönüyor,
laik cepheye yanaşıyor, ABD ve İsrail yanlısı bir siyaset izlemeye başlıyordu. MHP’nin
bu politikası, partinin tabanında ve gençlik
içerisinde rahatsızlıklara ve kopmalara yol
açıyor, merkez sağ seçmenin tavır almasıyla 90’lı yıllarda bir dönem Refah Partisi’nin
listesinden Meclis’e girmeye muvaffak olu-
Mevcut MHP yönetimi fikriyatı itibariyle 1960’lardaki seküler yönetime benzemekte, bir farkla ki, o eski yönetimin başı iktidar olabilmek için yanıp tutuşmakta iken,
şimdiki “lider” bunun tam aksine, iktidar olmayı asla istememektedir. 1999 seçimlerinden sonra hükümeti kurma fırsatı ayağına
kadar gelmiş iken, bundan paniğe kapılıp
bu imkânı altın tepsi içerisinde tarihî hasmına nasıl sunduğu, milletin vermediği iktidarı kendi eliyle sola nasıl teslim ettiği hatırlardadır. Türk siyasî hayatında ilk defa bir
parti iktidar olmaktan ürküyor, korkuyor.
Şayet MHP iktidar olmayı hedeflemiş olsaydı, kendi kadim tabanının da içinde bulunduğu ana gövde muhafazakâr merkez
sağ seçmene yönelmesi gerekirdi. Oysa tamamını alsa dahi iktidar olmaya yetmeyecek olan CHP tabanına yöneliyor, sadece
davasını değil, onlarca yıl diş-tırnak bir çabayla elde etmiş olduğu bütün kalelerini bilerek bir kalemde siyasi rakibine terk ediyor.
Bu gün itibariyle MHP’nin fikir ve siyaset
bakımından CHP ve Ulusalcılarla arasında
hemen hemen hiçbir fark kalmamış gibidir.
Mademki MHP’nin inançlı bilinen tabanı
da boynunu büküp liderine tabi oluyor, bu
üç partinin birleşip iktidar alternatifi olabilecek ciddi bir muhalefet partisi meydana
getirmeleri, belki ülkemiz için daha faydalı
bir davranış olacaktır(!).
haberajanda
Analiz
Ö
Cüneyt Akar
[email protected]
NCEKİLERDEN farklı bir
cumhurbaşkanı profili
çizeceğini bilerek ve bekleyerek seçtik Erdoğan’ı.
Mustafa Kemal’den sonra
devleti doğrudan yönetmeye talip olan ilk cumhurbaşkanı olacaktı belki
de. Başkanlık sistemine
-bir an önce- geçişin bu
şekilde olması da kaçınılmazdı elbette. Ne var ki,
ne iktidar, ne de muhalefet
siyasetindeki tecrübelerimiz bu değişimin bu kadar
sert oluşunu hazmetmeye
yetti.
Erdoğan, mitingler
düzenleyerek vatandaşa
teşekkür konuşmaları
yaparken paralel savaş
nutukları atmaya devam
etti, amenna… Açılışlara,
konferanslara, törenlere
katıldı, muhalefete verdi
veriştirdi, eyvallah…
Çankaya’ya çıkmadı, Ak
Saray’a taşındı, biraz abartsa bile ülkemize yakıştı…
Kader arkadaşı Abdullah
Gül’le farklı frekanslarda
konuştu, zaten alışmıştık…
Yurtdışı gezilerine herkesten çok çıktı ve hiçbiri
turistik mahiyette kalmadı, işe yaradı, o da tamam…
Bakanlar Kurulu’na başkanlık etti, sebebini çözemedik ama kabullendik…
Her şey iyi hoş da, Merkez Bankası’nı da düşman
ilan etmesi, parti tabanına
bile “Gerekli miydi?” dedirtti. Gerçekten gerekli
miydi?
Erdoğan Başçı’ya vurdukça doların ateşi yükseldi. İşte biz buna alışık
değildik. Erdoğan bugüne
kadar ekonomik krizleri
ülkeden uzak tutmakla
prim yapmış bir politikacı
iken, nasıl oldu da devletin
ve vatandaşın cebine kur
akrebini sokmaya çekinmedi?
Muhtemelen Merkez
Bankası Başkanı Başçı
da paralel örgüt üyesi ve
bunu öğrenen Erdoğan,
onu köşeye sıkıştırmak,
gerekirse istifa ettirebilmek için her platformda
üzerine oynamaya başladı.
Garip olan da bu zaten;
yani iki kere üst üste kendi
seçtiği Başkan’a savaş
açmış olması. Başçı ise
açık-kapalı önemli destekler buldu Hükümet’ten.
Bir gariplik de Hakan
Fidan konusunda yaşandı.
Onunla diğerleri arasında kocaman bir
fark var!
AK PARTİ 366 sayısını aşarsa, sonbaharda ya da en geç
2016 kışı bitmeden yeni anayasa ile yaşamaya başlarız.
HDP Meclis’e girerse aritmetik çok değişir ve bence bu,
CHP’nin sandalye sayısına olumlu yansır. Belki AK Parti
ve HDP toplamı bile yeni anayasa yapmaya yetmeyebilir.
Öyleyse bu seçimin memleket için en hayırlı sonucu, Kürt
siyasetinin bir dönem dışarıdan yürütülmesindedir.
MİT Müsteşarı’nın siyasete
girmek isteği Erdoğan
tarafından veto edildiği
halde Davutoğlu bu vetoyu görmezden gelebildi.
Ve Erdoğan, hiç alışık
olmadığı şekilde, belki de
siyasî hayattaki en kritik
yenilgisini almak üzereydi.
Tüm muhalefetin “kukla”
yakıştırması yaptığı Başbakan, Fidan için politik
bir kariyer hedefi çizdi
ve Erdoğan’a rağmen bu
yoldan sapmama gayreti
gösterdi. Aslına bakarsanız, Hakan Fidan’ın MİT’in
başında kalması bence
de en doğrusuydu. Zira o
görevi layıkıyla yerine getirdiğine inananlardanım.
Onun yerini dolduramama riskini almazdım ben
olsam. Nitekim Erdoğan,
bir Bakanlar Kurulu’nda
istediğini yine aldı ve
Fidan, siyaset sahnesine
çıkmadan MİT’in başında
kaldı.
Haziran’dan beklediklerimiz
2002’den bu yana yapılan tüm seçimler, sonucu
önceden belli, getirecekleri
kestirilebilen seçimlerdi.
AK Parti yükselirken
muhalefet kan kaybediyor,
iktidarın önü her defasında biraz daha açılıyordu.
Bu seçimlerden önce de
sonuç üç aşağı beş yukarı
belli. En azından biliyoruz
ki AK Parti, yüzde 40 bandının üzerindeki bir oyla
tek başına iktidara gelecek.
Ancak bu seçim, iktidar
için değilse de muhalefet
için yeni ve kritik bir test
anlamı taşıyor. Kendi kulvarında rakipsiz olan iki
parti, CHP ve MHP, sonuç
ne olursa olsun, özel bir
değişiklik geçirmeyecek.
Çünkü onların kaybedecek bir ideolojileri bile
kalmadı.
Bu seçim, Kürt siyasetinin seçimi olacak. Ağustos
2014’te Demirtaş’ın adaylığında girdikleri Cumhurbaşkanlığı yarışında neredeyse yüzde 10 barajını
bulan Kürt oyları, HDP’yi
cesaretlendirdi ve seçime
bağımsız adaylarla değil,
parti çatısı altında girmeye
karar verildi. Bu cesaret,
onları bir dönem Meclis
dışında da tutabilir. Ancak
İç Güvenlik Paketi’ne
şiddetle karşı çıkan HDP,
Çözüm Süreci’ne verdiği
destekle “Demokratik siyasetin içinde ben de varım!”
diyerek hem radikal, hem
ılımlı, hem de devletçi Kürt
oylarına ambargo koyma
hedefinde. Anketlere göre
barajın altında kalıyor gibi
görünseler de onları parti
olarak Meclis’te görmemiz
sürpriz olmamalı bence.
Eğer Meclis’e giremezlerse,
AK Parti’nin Meclis’teki
sandalye sayısı, anayasa
değişikliği barajını aşabilir.
AK Parti 366 sayısını
aşarsa, sonbaharda ya
da en geç 2016 kışı bitmeden yeni anayasa ile
yaşamaya başlarız. HDP
Meclis’e girerse aritmetik
çok değişir ve bence bu,
CHP’nin sandalye sayısına
olumlu yansır. Belki AK
Parti ve HDP toplamı bile
yeni anayasa yapmaya
yetmeyebilir. Öyleyse bu
seçimin memleket için en
hayırlı sonucu, Kürt siyasetinin bir dönem dışarıdan
yürütülmesindedir.
özel sayı 101 2015
79
haberajanda
Siyaset
Çoğu insan,içindeki makam ve mevki hırsını sorgulama
yerine gizleme eğilimindedir. Diğer insanlardan zaten gizlenir de, insan kendisi ile yüzleşmekten de kaçınır. Hatta
farklı psikolojik yöntemlerle kendi kendine “iyi işler” yaptığının propagandasını yapar. Bazen buna kutsiyet de atfeder. Kısaca “şeytanın sağdan yaklaşması” ile tehlikenin
farkına varacak o hassasiyeti kaybeder. Zaman geçtikçe
bataklığın içine daha çok girdiği ve alışkanlık kazandığı
için çıkış da zorlaşır.
SİZ
NEDEN
mil etvekili (aday) adayı
olmadınız?
80
özel sayı 101 2015
Prof. Dr. Serhat Atabey
[email protected]
M
ALUM olduğu üzere, her seçime doğru milletvekili olabilmek için adaylar arasında kıyasıya bir mücadele başlar.
Bu süreç çeşitli yönleriyle incelenmeye muhtaçtır. Çünkü
içinde, aynı parti için bile olsa akla hayale gelmedik oyunlar bulabilirsiniz. 2015 Haziran ayı seçimleri için sürecin
başladığı şu günlerde etrafımız öyle çok adayla kaynadı
ki bu işe şaşmamak elde değil. Ufak bir umudu olandan tutun da bu bahaneyle
gündeme gelmek isteyene kadar hayli aday adayı ortaya çıktı. Tabiî ki adayların hangi partiye doğru hücum ettiği, bir anlamda seçimi kimin kazanacağına
dair ipucu da vermektedir. Konjonktür hangi partiyi işaret ediyorsa, kazanma
ihtimali hangi partideyse, aday akını da o tarafa doğru olmaktadır. Bu dönemki
aday adayı yoğunluğunun ortaya çıkmasında, iktidar partisinin “üç dönem
kuralı” sebebiyle birçok ağır abinin siyasetten çekilecek olmasının da etkisi var.
>> Önce “İnsan neden milletvekili adayı
olmak ister?” sorusuyla başlayalım. Adaylara sorarsanız “Hizmet için”, “Birikimlerimi
siyasete aktarmak için”, “Memlekete daha
faydalı olmak için” gibi cevaplar verirler.
Gerçek öyle mi? Ya da gerçekten kaç kişinin
gerçek niyeti bu? Tartışılmaya muhtaç…
Tabiî temiz sicilli ve iyi niyetli insanların
da siyasete soyunduklarını görebiliyoruz.
Lakin bu süreçlerde makam mevki, şan
şöhret ve mal mülk hırsıyla dolu olduğunu
bildiğimiz insanların milletin karşısına çıkıp
bozuntuya vermeden “Milletime hizmet etmek istiyorum” deyişlerini gördükçe siyasetten de, siyasetçiden de uzak durmak istiyor
insan.
Milletvekilliğinin, aslında herkesin çok
tercih etmeyeceği bir iş olması lâzım. Çünkü milleti temsil edip ona hizmet etmek
ciddi bir fedakârlık gerektirir. Ayrıca milletin emanetinin ağırlığı da öyle herkesin kolay kolay taşımayacağı bir mesuliyettir. Buna
rağmen ufak bir ışık gören, “Bu işe benden
daha layık kim ola ki?”, “Şu ankilerden benim neyim eksik?” diyerek gözüne kestirdiği
yüksek makamlara talip olmaktadır.
İşin arka planına baktığımızda makam ve
mevkilere, diğer insanların önüne geçme ve
de tanınma arzusu, insanın fıtratında olan
kötü hasletlerdendir. Yani içimizde böyle
nefsanî bir motivasyon mevcut. Bu kontrol
edilemediği takdirde her fırsatı değerlendirmeye çalışır, her yeni durumda “Benim için
bir şey çıkar mı?” sorgulaması yaparız. Burada kendimizi frenlemek adına sormamız
gereken soru şu: Bu makamı elde edince
neyi kazanıp neyi kaybetmiş oluyoruz?
Bu boyuta Homo economikus varlık olarak
baktığınızda kârlı bir iş gibi görünür. Çünkü bu tür pozisyonlar mal mülk, para ve güç
gibi birçok dünyalık nimet sunmaktadır.
Hele çalıp çırpma niyetiniz ve istidadınız
varsa fırsat, bu fırsattır. Lakin bu şekilde
kazandıkça, bir taraftan da hem öbür dünyamızı, hem ahlakî değerlerimizi kaybedip
gidiyoruz, nerede kaldı “İstemez misin ya
Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun?”
diyen Peygamber’in (s.a.v.) ümmeti olmak?
Bu sorgulama, tabiî ki perspektifi sadece
bu dünya olmayanlar içindir. Aksi halde
söylediklerimizin bir manası yok!
Sağdan yaklaşan kim?
“Öbür dünya” gibi bir derdi olanların,
makam ve mevkinin bir imtihan vesilesi olduğunun şuurunda olmaları gerekiyor. İnsanların belli makamları tuttuktan sonra
nasıl da başkalaştıklarına dair tarihten ve
günümüzden yüzlerce misal bulmak mümkün. Çünkü insanın içindeki nefsanî ve
şeytanî potansiyelini ortaya çıkarmak için
gerekli ortam oluşmuştur. Bir muhtarlık, belediye başkanlığı, valilik, milletvekilliği nasip
olmuşsa, hele bir de sonradan görme ise o
insan, dünyalık ne varsa onlara tamah etmişse…
Çoğu insan, içindeki makam ve mevki
hırsını sorgulama yerine gizleme eğilimindedir. Diğer insanlardan zaten gizlenir de,
insan kendisi ile yüzleşmekten de kaçınır.
Hatta farklı psikolojik yöntemlerle kendi
kendine “iyi işler” yaptığının propagandasını
yapar. Bazen buna kutsiyet de atfeder. Kısaca “şeytanın sağdan yaklaşması” ile tehlikenin farkına varacak o hassasiyeti kaybeder.
Zaman geçtikçe bataklığın içine daha çok
girdiği ve alışkanlık kazandığı için çıkış da
zorlaşır.
Kabul etmek lazım ki, siyasetin tabiatı kirlidir. İyi niyetli, gerçekten insanlara faydalı
olmak için bu işe girişenlerin de bu çetin sınanma sürecinde zorlandıkları vakidir. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, nefsanî
ve şeytanî hırsla oralarda bulunan onca kişi
arasında siyasete girip de kirlenmeden çıkabilmek fevkalâde bir maharet gerektirir.
Hele Türkiye’de çevreden merkeze doğru
sosyal hareketliliğin devam ettiği şu 10-15
senede muhafazakârların ortaya koydukları
tavır ve davranışlar problematiktir. Bu değişim dönemlerinde birçok insan, iyi niyetinden, saf ve masum özelliklerinden uzaklaşıp gitmektedir. “Keşke eskisi gibi kalsaydı”
diyeceğimiz çok insan vardır, var olmaya da
devam edecektir.
“Peki, kim milletvekili olacak, nasıl olacak?”
Bu soru herhangi bir makam ve mevki
için de sorulabilir. Aslında bu konuyla ilgili bir kriterimiz var. Hazreti Peygamber
(s.a.v.), ashabından birine şu tavsiyede bulunuyor: “Ey Abdurrahman, amirlik isteme!
Eğer sen istemeden bir makama getirilirsen,
Allah yardımcın olur. Eğer kendi arzunla amir
olursan, Allah’ın yardımından mahrum kalabilirsin.”
Siyasette de böyle olamaz mı? Aday adayları kendi istekleriyle ortaya çıkmak yerine,
parti yetkilileri hem partilerine değer katacak, hem de millete hizmet edecek potansiyeli olanları bulsalar, onları partilerinde
siyaset yapmaya davet etseler ve böylelikle
Allah’ın yardımından mahrum kalmasalar
olmaz mı? Siyasete böyle girenlerin çıkışları
da kolay olacaktır. Şimdi böyle bir manzaradan hayli uzağız. Entrika, aldatma, hile,
yalan, torpil veya iltimas gibi ne kadar menfi
yol varsa, daha aday adaylığı sürecinde karşımıza çıkmaktadır. Bu yol önce seçimde rakip partililere karşı, seçildikten sonra da bakanlık ve benzeri pozisyonlar, hatta bir sonraki dönemde de yeniden seçilebilmek için
gidilen bir yoldur. Sistem bu yolu kullananı
dışarı atıncaya kadar da devam etmektedir.
Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı
süresi bitiminde “5+5” mücadelesini, kaç
tane seçim kaybettiği halde hâlâ partilerin
başından gitmeyen liderleri, bazı illerdeki
kronik milletvekillerini hatırlayın.
Ey aday adayı arkadaşlar! Hâsılı hem sizi,
hem de bizi zor günler bekliyor. Keşke partiler çok göze batmaya çalışanları değil de
gerçekten millete hizmet edecek adamları
bulup getirseler…
özel sayı 101 2015
81
haberajanda
Toplum
Yerli araba üretmenin tam zamanı! Alman’a,
Fransız’a daha iyi bir cevap verilemez. Arabanın markasını da buldum: “MUHSİN”. Neden mi? En az üç sebebi var: Birincisi, kelime
Kur’an’dan: “Allah muhsinlerle beraberdir.’’
İkincisi, tahmin ettiğiniz gibi büyük bir şehidimizin ismi. Telefondaki muhaveremiz hâlâ
kulaklarımdadır. Üçüncüsü, biz bu arabayı yapıp komşulara ihraç edeceğiz; bana itimat edin,
“Muhsin’’, komşularımızda herhangi bir kuş
isminden (!) çok daha makbul ve matlubdur.
Araplar özel isim olarak çok severek kullandıkları gibi, Arapça’daki manası itibariyle de çok
tutulur, iyi satar.
MUHSİN
B
OKSTA da var sol gösterip sağ vurmak. Güreşte de oyunlar olur; rahmetli Yaşar Doğu’nun en güzel oyunlarındandı, kasten sol bacağını
rakibine kaptırır, sonra da onu doğduğuna pişman ederdi. Koskoca
Kanuni dahi bu oyuna geldi. Hayır, Yaşar Doğu’ya karşı değil elbette,
Fransa’ya karşı. “Almanya’nın bacağını kapacağım’’ diye Fransa’yla
yakınlaştıkça yakınlaştı. Neticeyi hepimiz biliyoruz, tekrara gerek yok.
>> Şimdi de öyle… Fransa’yla bir işbirliği,
bir anlaşma, “Aman iyi ilişkilerimiz olsun’’
gayretleri… Herkesle iyi ilişkilerimiz olsun da yine kündeye gelmenin âlemi yok.
Fransa’da Röno adlı firma Fransız halkına
araba satışı yapabilmek için neredeyse üzerine para veriyor, bizde ise Klio’ya ödenen
parayla Fransa’da Avdi alırsınız.
Başkan Fransuva’nın “Perşembe’si’’ bu
“Çarşamba’dan’’ belli oldu, Başkan gidici…
Ayni şekilde Sarkozi’nin gelişi de neredeyse
tescillendi; Sarkozi Türkiye’ye yatırım yapmaya karşı, pek münasip, yapmasın.
Türkiye bu otomobil montaj “sanayiinden ve sanayicilerinden’’ az çekmedi. Parasını yiyenler sefasını sürüyor. Bir tanesi
dahi bu “teneke trampet’’ arabalardan birini sürmüyor. Alman arabasının konfor ve
emniyeti içerisinde milletin haline bakıp
bakıp gülüyorlar muhtemelen. Memlekete
avdet ettiğimde bu “teneke trampetlerden’’
bir tane kiraladım, arabayı park ederken iki
defa direksiyon simidi kilitlendi. İyi ki park
ederken… Ya çevreyolunda seyr-ü sefer esnasında kilitlenseydi?
Alman deyince… Yukarıdaki Kanuni ör-
82
özel sayı 101 2015
neğini beyhude vermedim. Folksvagen firması Türkiye’ye yatırım yapmıyor ya, bakın
Almanlar nereye yatırım yapıyorlar: Bemeve ile Mersedes adlı firmalar, yatırımlarını Mısır’a yaptılar. Yanlış okumadınız,
“Mısır”a… Fabrikalar Mısır’a kuruldu.
Biz Röno montajlamaya devam ederken,
zaten Amerikan Çiroki cipleri montajlayan Mısır, şimdi en lüks Alman arabalarını montajlayacak. Biz “teneke trampetlere’’
devam…
Şimdi ne malum Alman’ın Fransız’la
anlaşıp da Türkiye’ye yatırım yapmadığı,
kasten Mısır’a yatırım yaparak Ortadoğu’da
Türkiye’nin önünü kesmek ve ayrıca
Ortadoğu’da bir tevhide mani olmak istemediği?
Bakınız, yukarıdaki Kanuni örneği. Dikkat! Kündeye gelmeyelim. Aman yine tuş olmayalım!
Şu son zamanlarda, Sisi iktidara oturtulduğundan beri Mısır’a yapılan yatırım dudak uçuklatır. İstanbul’un Anadolu Yakası’nda büyükçe bir proje yapan Dubai merkezli Emaar inşaat ve taahhüt şirketi, Kahire’de halen inşaat esnasındaki “Uptown Cai-
ro’’ isimli projesinin yanında “projecik’’ kalır. Sisi’ye şimdi “birileri’’ bir de ferman
buyurdu, yeni bürokratik-administratif bir
başkent inşa edilecek ve Kahire yakınlarında “Şuruq’’ tabir edilen mıntıkada yeni bir
başkent vücut bulacak. Muazzam bir proje!
Pek çok şirketle beraber Emaar, önde gelen müteahhit firmalardan. Beş senede teslim! Biz Kanal İstanbul projesi sebebiyle
hâlâ birbirimizi yiyelim, yapılmaması için
kırk dereden su taşıyalım, Mısır ikinci Süveyş Kanalı’nı ilerletiyor…
Bayılıyoruz vakit ve enerji israf etmeye.
Hâlâ Başkanlık sistemi tartışılıyor.
Çünkü Amerika, Rusya, Fransa ve diğer
hepsi geri bir zekâya sahip, bir bizim muhalif kesim akıllı… Maaşallah!
Büyük Britanya Krallığı’nın anayasası bile
yok değerli kardeşlerim ve bacılarım! Onlar
da mı geri bir zekâya sahipler? Kuvvetler
ayrılığı diye bir tonoza bağlanmışız, yerimizden kıpırdanamıyoruz. Niçin ayrı olacakmış yahu bu kuvvetler? Devlet şizofren
mi olsun?
Dedim ya, vakit israfı… Birilerinin işine
yarıyor kaybettiğimiz bu vakit. Biz Türkiye’de bu türlü “işlerle’’ oyalanırken, yatırımcı bu
arada Mısır’a para akıtıyor.
Mısır deyince bakın aklıma ne geldi: “El
Gouna’’ tabir edilen bir mıntıka var Kızıldeniz sahilinde, pek çok Avrupalı yabancının
(Alman, Belçikalı, İngiliz vs.) burada emlaki
mevcut, Mısır onlara bir komünote kurma
hakkını vermedi. Ne onlara mahsus kilise
Mehmet Ziya Üsküdarlı
[email protected]
var, ne de mezarlık. Bunu yazmamın sebebi
boşuna değil. Alanya’daki Almanlar bir komünote teşkil ettirdiler; kendileri için papaz
getirttiler, kilise kurdurttular, mezarlık tahsis ettirdiler, Türk kaymakamını ayaklarına
bile getirttiler. Mısır’da bunu yapamazlar.
Üstelik Mısır, onların her kuruşuna muhtaç
tatbik ediyorsunuz?’’ Cevaba dikkat! “Onlar da bize vize tatbik ediyorlar.’’ Neyse, biz
önümüze bakalım, müspet ve muhsin şeyler
düşünelim. Arabayla başlamıştık, arabayla itmam edelim.
Tam zamanı!
Biz Röno montajlamaya devam ederken, zaten Amerikan Çiroki cipleri montajlayan Mısır, şimdi en lüks Alman arabalarını
montajlayacak. Biz “teneke trampetlere’’ devam… Şimdi ne malum Alman’ın Fransız’la anlaşıp da Türkiye’ye yatırım yapmadığı,
kasten Mısır’a yatırım yaparak Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü kesmek ve ayrıca Ortadoğu’da bir tevhide mani olmak istemediği?
durumda; Mısır her türlü yardıma muhtaç.
Buna rağmen Mısır, yabancılara vize tatbik
ediyor. Mısır’a gitmek isteyen Avrupalı turist, kendi memleketindeki Mısır konsolosluklarında vize kuyruğuna giriyor.
Dostum Mısır Sefiri’ne sordum: “Siz
bunların himmetine muhtaç iken nasıl vize
Yerli araba üretmenin tam zamanı! Alman’a, Fransız’a daha iyi bir cevap verilemez.
Arabanın markasını da buldum: “MUHSİN”. Neden mi? En az üç sebebi var: Birincisi, kelime Kur’an’dan: “Allah muhsinlerle beraberdir.’’ İkincisi, tahmin ettiğiniz
gibi büyük bir şehidimizin ismi. Telefon-
daki muhaveremiz hâlâ kulaklarımdadır.
Üçüncüsü, biz bu arabayı yapıp komşulara
ihraç edeceğiz; bana itimat edin, “Muhsin’’,
komşularımızda herhangi bir kuş isminden
(!) çok daha makbul ve matlubdur. Araplar
özel isim olarak çok severek kullandıkları
gibi, Arapça’daki manası itibariyle de çok
tutulur, iyi satar.
Yazımı Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inden
iki beyit ile bitireyim. Sanki bugünün AB
memleketlerine ve onların memleketimizdeki temsilcilerine sesleniyormuş gibi hissettim: “Bir gün gelecek, sen de perişan olacaksın/ Ey gonca! Bu cem’iyyeti her dem mi
sanırsın?/ Namerd olayım çarha eğer minnet
edersem/ Cevrinle senin, ben keder etsem mi
sanırsın?’’
özel sayı 101 2015
83
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ
“Başarılı ve istikrarlı
büyüme rakamlarıyla
dikkat çeken Türkiye
ekonomisi, bugün dünyanın en büyük 16.
ekonomisi olarak küresel ekonominin önemli
aktörleri arasında yer
alıyor. Ülkemizin bugün
geldiği noktada bankacılık sistemimizin küresel krizlere karşı direncinden aldığımız gücün
de önemli bir katkısı
var. Küresel ekonomilerdeki dalgalanmaların
Türkiye ekonomisi
üzerinde büyük bir etki
yaratmayacağını ve ülkemizin, hedeflerinden
taviz vermeyeceğini
düşünüyorum.”
***
“Halkbank olarak ‘enerji sektörü’nü, kaynak
aktaracağımız öncelikli
sektörler arasında değerlendiriyoruz. Enerji
verimliliği ve yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanında
hem bankamız kaynaklarını, hem de Avrupa
Yatırım Bankası, Dünya
Bankası ve Fransız Kalkınma Ajansı (FKA) gibi
yabancı finans kuruluşlarından sağladığımız
fonları kullanıyoruz.
Bu kapsamda Enerji
Verimliliği Kredisi, Yenilenebilir Enerji Kredisi,
Lisanssız Elektrik Üretim Kredisi ürünlerimizi
uygun vade ve faiz
oranlarıyla sunuyoruz.”
84
özel sayı 101 2015
Ali Fuat Taşkesenlioğlu
Halkbank Genel Müdürü
Mehmet Serhat Bıçak // [email protected]
Halkbank Genel Müdürü Ali Fuat Taşkesenlioğlu:
“TÜRKİYE EKONOMİSİ,
hedefleri doğrultusunda sonuçlar elde etmeyi sürdürecektir”
R
İVAYET odur ki, daha “Fatih” namını almadan evvel
İkinci Mehmed Han, bir av köşkü yapma ricasıyla Bizans İmparatoru Konstantin’e başvurur. İstediği, bir
miktar toprak parçasıdır. İmparator Konstantin, genç
Türkmen Beyi ile dalga geçer ve bir öküzden yüzülen
deriyi İkinci Mehmed Han’a gönderir. Konstantin’in
ettiği alay, İkinci Mehmed’in deri büyüklüğünce bir toprak parçasında söz
konusu köşkü yapmasına izin verdiği yönündedir.
>> Ancak İkinci Mehmed
Han, cebir ve geometriyle
yoğrulmuş zihnini müthiş
bir mimari hisle bezemiştir.
Gönderilen deriyi derhal ince
sicimler haline getirtir ve birbirine ekletir. Genç Türkmen
Beyi’nin, verdiği deriyi ne yaptığını merak eden Konstantin,
birbirine eklenen sicimlerden
muazzam bir arazinin çevrildiğini ve Rumeli Hisarı adıyla
anılacak burçların yükseldiğini
gördüğünde dehşete düşer.
İkinci Mehmed Han’dan bir
haber gelir Konstantin’e ki, o
haber şöyledir: “Gönderdiğin
deriden başka sicim katıldıysa,
yaptığım her şeyi yıkarım!”
Bu eşsiz zihnî birikim, tarihin en bilinmez dehlizlerinde
yalnız bırakılmış, su alarak
kabarması, çatlaması yahut da
çürümesi için terk edilmişti
belki de... Son 13 yılını düşündüğümde ülkem, vurgunlar
yiyeceğini bile bile o dehlizlere
daldı, su almış, kabarmış, çatlamış ve çürümüş kimliğine
sarıldı ve son bir derin nefesle
suyun yüzüne çıkmayı başardı.
Yazarkasalar, “çırınk!” sesleri
yerine parçalanma seslerine
alışmıştı. Sokakta günün başladığını ve bittiğini bildiren
kepenkleri duyan yoktu. Ne
verenin, ne alanın yüzü kalmıştı
istemeye; suratlar asık, sîretler
renksizdi. “Hayırlısı!” demeyi
diline pelesenk eden ülkem,
geleceğini son bir hamleyle
bağlayıp bu kez “Hayır!” demişti, “Aldatılmaya hayır!”…
O günlerde biricik devlet
babasına sığınan vatan yavrucakları, karşılarında ufuklardan
medet bekleyen bir adam
buluyorlardı. Ancak ülkem, o
son derin nefesi almış ve suyun
yüzüne çıkmıştı bir kez. Ecdadı
da suya erişemeyince kalyonlarını karadan yürütmemiş
miydi!?
Hayır, benden ekonomik
terimler duymayacaksın ülkem!
Zaten onun da hepi topu iki
kelime değil mi? İş, aş…
Paritesini, kurunu, enflasyonunu, deflasyonunu, devalüasyonunu, krizini ve daha birçok
terimini her gün işitmesine
rağmen, ülkemin ekonomik
terminolojiden anladığı iki
söylem, “iş ve aş” idi. Zira ülkem, obasında konaklarken bir
imparatorluğun alaylı bakışlarla
gözetlediği bir gençti. Ancak
madem iş ve aş gerekliydi,
öyleyse üretmek gerekti. Peki,
neyi?
Üretmek için önce üretimi
yapacak tesisi üretmek lazımdı, tabiî o tesisin üretimini
gerçekleştirmek için de “tahsil
görmüş” üretici... Peki, madem
değirmen vardı, suyu nereden
gelecekti? Taşıma suyla değirmen döner miydi? Madem
özel sayı 101 2015
85
HABERA JANDASÖYLEŞİ
“Şube ve personel sayımızı da arttırarak ürün ve hizmetlerimizi daha fazla
kanaldan müşterilerimize ulaştıracağız. Bu kapsamda, yıl içinde bankamıza bin 500 kişinin daha katılmasını ve
50 yeni şube açmayı planlıyoruz.”
üretim için daha çok fabrika,
üretici için mühendis, işçi,
ama ille de bunları yetiştirecek
öğretmen lazımdı; bu yüzden
fabrikalar ve okullar daha da
çok üretildi. Değirmene su sağlamak için daha çok baraj inşa
edildi. Fakat önemli olan baraj
yapmak değil, şehri su baskınlarından korumaktı. Bunun için
barajlara nitelik kazandırıldı.
Öyle ya, daha on yıl önce
kriz sendromunun kas seyirten
dalgalanmaları yaşanıyordu madem, öyleyse üreten
Türkiye’ye, üreten bankalar
kazandırılmalıydı. “Kazandırılmalıydı” dediğimize bakmayın,
o bankalardan biri, Türk ekonomisinin “Zümrüd-ü Anka”sı
küllerinden doğdu. Üreten
Türkiye’nin bankası Halkbank,
bir zamanlar ümit kesilmiş
86
özel sayı 101 2015
Mehmet Serhat Bıçak
HALKBANK I. ÇEYREK (MART 2015) BİLGİLERİ
ekonominin dinamosu hüviyetine büründü. Esnafın, küçük
ve orta ölçekli girişimlerin,
teknolojinin, eğitimin, sporun
ve daha birçok platformda
“halk”ının yanında oldu.
Bir zamanlar “Batar mı!?”
şeklinde konuşulan, asparagas
haberlerle karanlık dehlizlerin
vurgunlarına hedef olan Halkbank, halkıyla büyümeye, halkı
için üretmeye, teknolojiden
spora her alanda üretimi desteklemeye devam ediyor.
Marifet iltifata tâbidir; öyleyse
Türk ekonomisinin “Zümrüd-ü
Anka”sı, üreten Türkiye’nin bankası Halkbank’a biz de iltifattan
geri durmayalım ve bu marifetin en ileri uç beyi, Halkbank
Genel Müdürü Sayın Ali Fuat
Taşkesenlioğlu ile yaptığımız
ekonomik alan söyleşisine sizleri
de davet edelim…
***
“Dünyanın en
büyük 150 bankası
arasında yer almayı
hedefliyoruz”
• Sayın Genel Müdürüm, öncelikle Halkbank’ın gelecek
vizyonuna ve hedeflerine
dair birkaç ipucu alabilir
miyiz?
Halkbank olarak, bugüne
kadar olduğu gibi bundan
sonra da KOBİ bankacılığın-
HALKBANK I. ÇEYREK (MART 2015) BİLGİLERİ
Mar-14
2014
Mar-14
88.921
2014
101.767
65.610
88.921
23.311
65.610
76.545
101.767
25.222
76.545
81.834
108.380
26.545
81.834
5.290
6.613
1.323
5.290
6,9
6,5
5,2
6,9
26.658
23.311
115.579
26.658
8,1%
115.579
32.779
25.222
134.546
32.779
8,0%
134.546
34.668
26.545
143.047
34.668
8,0%
143.047
1.889
1.323
8.502
1.889
5,8
5,2
6,3
5,8
29.928
8,1%
26.844
8,0%
26.619
8,0%
8.502
(225)
6,3
(0,8)
Menkul Değerler
Mevduat
29.928
100.159
26.844
103.708
26.619
106.894
(225)
3.186
(0,8)
3,1
Özkaynaklar
Mevduat
Aktif Toplamı
Özkaynaklar
14.527
100.159
145.524
14.527
16.536
103.708
155.423
16.536
17.045
106.894
161.273
17.045
509
3.186
5.850
509
3,1
3,1
3,8
3,1
Aktif Toplamı
145.524
155.423
161.273
5.850
3,8
Nakdi Krediler
Ticari Krediler
Nakdi
Krediler
Bireysel
Krediler
Ticari Krediler
Gayri
Nakdi
Krediler
Bireysel
Krediler
Toplam
Krediler
Gayri
Nakdi
Krediler
Nakdi Kredi
Pazar Payı
Toplam
Krediler
Menkul
Değerler
Nakdi Kredi
Pazar Payı
Mar-14
Mar-14
Net Kar
Net Kar
2014
530
Kredi / Mevduat
2.206
584
2014
Mar-15
Mar-14
88,8%
201498,1%
Mar-15
101,4%
61,1%
88,8%
2,67%
61,1%
65,5%
98,1%
3,55%
65,5%
67,2%
101,4%
3,38%
67,2%
2,67%
3,55%
3,38%
Reeskontlar dahildir.
Takipteki Krediler / Toplam Krediler
53
10,0
Reeskontlar dahildir.
“Cacanska Banka’nın satın alımına yönelik sözleşmenin imzalanması,
Balkanlardaki büyüme stratejimiz doğrultusunda attığımız ilk adım değil.
Bu konudaki ilk adımı Halkbank AD Skopje ile Makedonya’da atmıştık ve
bugün ülkenin en büyük üç bankasından biriyiz. Hedefimiz, ülkemizde
sahip olduğumuz gücü ve deneyimi tüm Balkanlara taşımak ve bölgenin
güçlü bankalarından biri olmak...”
daki liderliğimizi sürdürürken,
bankacılığın her alanında fark
yaratacak ürün ve hizmetler
geliştirmeye devam edeceğiz.
Bu kapsamda reel sektör, öncelik verdiğimiz alanlar arasında
yer almayı sürdürecek.
Türkiye’nin üretim ve ihracat
alanında yaptığı yatırımların
finansmanında bankacılık sektörünün rolü düşünüldüğünde,
özellikle ticarî kredilerde
önemli gelişmeler yaşanacağını
öngörüyoruz. Biz de bu alanda-
ki uzmanlığımızla reel sektörün
ihtiyaçlarını doğru analiz edecek ve “KOBİ” denilince akla
gelen ilk banka olmaya devam
edeceğiz.
2015 yılında aktif toplamın-
!
!
5/
!
139.9
02
!
39.2
99.2
155.4
83.4
91.1
30.7
55.2
9..
2002
2005
2008
2011
2013
2014
5%/
3%3
4%-
4%2
5%.
4%5
"
!(9)
20.0
9.6
25.0
26.9
1.2
"
!(9)
2.206
2014 Mart'a Göre 2014 Mart'a Göre
Mar-15
Fark
Fark %
2014 Mart'a Göre 2014 Mart'a Göre
Mar-15
Fark
Fark % 10,0
584
53
Mar-14
Kredi // Mevduat
Aktif
Kredi
Takipteki
Krediler / Toplam Krediler
Kredi
/ Aktif
5
!
17.4
2014
530
!
51.1
Milyon TL
Milyon
TL
2014 Sonuna Göre 2014 Sonuna
Göre
Mar-15
Fark
Fark %
2014 Sonuna Göre 2014 Sonuna Göre
Mar-15
Fark 6.613
Fark %
108.380
6,5
9/5
10.4
5.4
6.2
1.1
2002
2005
2008
2011
2013
2014
/%1
1%-
3%5
5%.
5%-
5%-
2002
"
!(9)
2005
2008
2011
2013
2014
./%0
./%0
..%0
..%4
&
&
özel sayı 101 2015
87
HABERA JANDASÖYLEŞİ
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
da yüzde 13 ilâ 15 arasında,
kredilerde yüzde 16 ilâ 18,
mevduatta ise yüzde 13-15
arasında büyüme elde etmeyi
hedefliyoruz. Verimliliği merkeze alarak yürüteceğimiz bu
çalışmalar sonucunda, 2015
yılında özkaynak kârlılığımızın
yüzde 20’nin üzerinde gerçekleşmesini hedefliyoruz.
Şube ve personel sayımızı da
arttırarak ürün ve hizmetlerimizi daha fazla kanaldan müşterilerimize ulaştıracağız. Bu
kapsamda, yıl içinde bankamıza
bin 500 kişinin daha katılmasını ve 50 yeni şube açmayı
planlıyoruz.
Diğer yandan bireysel bankacılık alanında da Paraf ’la
yaptığımız atılımı sürdüreceğiz.
Üç milyon 400 bin kart adedine ulaşan Paraf, müşterilerine
sunduğu Katlı ParafPara, ParafGünüm, Cumartesi Restoran indirimi gibi, kredi kartı
sektöründe fark yaratacak pek
çok kampanya ile özellikle iki
yılda, sektörde rakiplerinden
farklı bir yer edindi. Bu alandaki başarımızı 2015 yılında
da sürdürecek, Paraf ’ın özellik
ve kampanyalarına yenilerini
ekleyeceğiz.
Halkbank olarak önümüzdeki dönemde gerçekleştireceğimiz atılımlarla “Halkbank”
markasını yurtiçinde ve yurtdışında daha yükseklere taşımayı
hedefliyoruz. Bu doğrultuda
88
özel sayı 101 2015
2015-2020 yılları için yol haritamızı yeniden belirledik. Gerçekleştireceğimiz çalışmalarla
bilanço yapımızı ve uluslararası
piyasalarda sahip olduğumuz
itibarı daha da güçlendireceğiz.
Güçlü sermayemizle gelecek
5 yılda da önemli başarılara
imza atmayı ve Türkiye’nin en
verimli bankası olma yolunda
emin adımlarla ilerlemeyi
sürdüreceğiz. Bu çalışmalarımız sonucunda Halkbank’ın,
dünyanın en büyük 150
bankası arasında yer almasını
hedefliyoruz.
“Endişelere karşın
pozisyon alınmış olması, etki şiddetini
azaltabilir”
• 2014 yılına kıyasla 2015’te
Türkiye ve dünya ekonomisini nelerin beklediğine
ilişkin yorumlarınızı öğrenebilir miyiz?
FED’in faiz artırım kararı
beklentisi piyasalarda birtakım
dalgalanmalara yol açsa da,
ECB’nin parasal genişleme
politikasının, likidite endişelerinin ortadan kalkmasını ve
FED kararının etkilerinin daha
kısıtlı olmasını sağlayacağını
söyleyebiliriz.
Bu etkinin görece kısıtlı
kalmasında FED’in faiz artırım kararının uzun süredir
beklenmesinin ve piyasalarda
buna göre pozisyon alınması-
nın da önemli etkisi olacağını
düşünüyoruz. Dolayısıyla bu
durumun Türkiye ekonomisi
üzerinde olumsuz bir etkiye
neden olmasını beklemiyoruz.
Türkiye ekonomisi, hedefleri
doğrultusunda sonuçlar elde
etmeyi sürdürecektir.
“Türkiye,
hedeflerinden taviz
vermeyecektir”
• 2013’le başlayan küresel
sıkışmanın oluşturduğu
izlenimlere Türkiye’yi dâhil
etmenin türlü yollarına
girişildi. Sizce Türkiye bu
buhranı hangi ölçülerde
yaşıyor, zarar görüyor mu?
Türkiye’nin kalkınma ve
büyüme planında bir aksaklık yaşanacağını bekliyor
musunuz? Üzerinde önemle durulan “Orta Vadeli
Plan”ın başarıya kavuşması
için önüne çıkan engelleri
aşabilecek kuvvete sahip mi
Türkiye?
2001 krizinde ekonomisi ve
bankacılık sektörü ciddi hasar
Mehmet Serhat Bıçak
“Girişimci Kredisi ürünümüzden üniversite mezunu olup deneyim kazandığı ve eğitimini aldığı iş kolunda kendi işyerini
açmak isteyen ‘cesur’ girişimciler ile teknokentlerde faaliyet
gösteren, patenti alınmış her türlü buluş, icat ve yeni fikri
faaliyete geçirmek isteyen ‘mucit’ girişimciler ve KOSGEB,
TÜBİTAK, TTGV gibi kurumlardan hibe almaya hak kazanmış girişimciler, 48 aya kadar vadeyle faydalanabiliyorlar.
gören Türkiye, ekonomik anlamda bir yeniden yapılanma
sürecinden geçti. Bu süreç
sayesinde istikrarlı sonuçlar
elde etmeye başlayan ülkemiz,
2008’de patlak veren küresel
ekonomik krizi yara almadan
atlatırken, kamu bankaları dâhil
hiçbir bankaya sermaye yardımı
yapmak zorunda kalmayan çok
az ülkeden biri oldu.
Başarılı ve istikrarlı büyüme
rakamlarıyla dikkat çeken Türkiye ekonomisi, bugün dünyanın
en büyük 16. ekonomisi olarak
küresel ekonominin önemli
aktörleri arasında yer alıyor. Ülkemizin bugün geldiği noktada
bankacılık sistemimizin küresel
krizlere karşı direncinden aldığımız gücün de önemli bir katkısı
var. Küresel ekonomilerdeki
dalgalanmaların Türkiye ekonomisi üzerinde büyük bir etki
yaratmayacağını ve ülkemizin,
hedeflerinden taviz vermeyeceğini düşünüyorum.
/--/'/-.1
.&-0-&---
06%2!
2.7
0.2
0.2
2002
2005
100.4
110.4
1.5
90-
!
5
!
5.5
3.1
Bankamız, yılın ilk çeyreğinde
toplam kredilerini 2014 yılsonuna göre yüzde 6,3 artırarak 143
milyar TL’ye, nakdî kredilerini
108,4 milyar TL’ye, toplam
mevduatını ise 106,8 milyar
TL’ye yükseltti. Bu süreçte
KOBİ kredilerimizi de içeren
ticarî kredilerimiz yüzde 6,9
artışla 81,8 milyar TL’ye ulaştı.
132.0
4.7
1.6
• Bankanızın 2015 yılı ilk
çeyrek sonuçlarını öğrenebilir miyiz?
22
!
7.0
9.6
“İlk çeyrek
hedeflerimize
ulaşmanın
memnuniyetini
yaşıyoruz”
!
8.1
12.5
5.
!
Güçlü bankacılık sistemimiz
ve istikrarlı ekonomi politikalarımızla ekonomik büyümemizi
bundan sonra da sürdüreceğimize ve dünyanın en hızlı
büyüyen ekonomileri arasındaki yerimizi koruyacağımıza
inanıyorum.
2008
2011
2013
2014
2002
2005
2008
2011
2013
66.0
73.1
2014
103.3
*
&
255
245
286
125
2.4
100
50
64
"
!(9)
25
5
2002
2005
2008
2011
2013
2014
2002
2005
2008
2011
2013
9/-
31.8
150
318
227
39.9
11.5
8.3
2002
2005
2008
2011
2013
2014
/%2
0%4
3%1
5%.
5%-
5%.
"
!(9)
90
20.9
2002
2005
2008
2011
2013
2014
5%0
5%0
5%5
6%2
.-%3
6%5
2014
&
&
özel sayı 101 2015
89
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Aktif toplamında, üç aylık
dönemde yüzde 3,8 artış elde
eden bankamızın ilk çeyrek
kârı, 584 milyon TL olarak
gerçekleşti. Özkaynaklarımızdaki artış ise yüzde 3,1 oranında. Mart sonu itibariyle
elde ettiğimiz bu sonuçlarla
yılın ilk çeyreğini hedeflerimiz
doğrultusunda tamamlamaktan
memnuniyet duyuyoruz.
“Halkbank,
KOBİ’lerin en büyük
destekçisi”
• Halkbank’ın sloganı, “Üreten Türkiye’nin bankası”…
Halkbank’ın bireysel ve
kurumsal anlamda üretime
dönük proje ve stratejilerine dair bilgi alabilir miyiz
sizden?
Halkbank olarak çağdaş
bankacılığın tüm alanlarında
müşterilerimizin ihtiyaçlarını
doğru analiz ederek yeni ürün
ve hizmetler geliştiriyoruz. Bu
kapsamda bireysel ve kurumsal
müşterilerimize yönelik kredi
ürünlerimizle ihtiyaç duydukları her an onların yanlarında
olmayı hedefliyoruz.
KOBİ bankacılığı tarafında
sektörel ihtiyaçlara yönelik özel
ürün ve paketler geliştiriyoruz.
“KOBİ İhracat Atılımı Paketi”
ile standart ihracat kredi paketlerinden farklı bir yaklaşımla
faiz ve/veya döviz alış kur oranlarına duyarlı müşterilerimize
özel kredi çözümleri sunuyoruz.
Halkbank olarak “enerji
sektörü”nü, kaynak aktaracağımız öncelikli sektörler arasında
değerlendiriyoruz. Enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanında hem
bankamız kaynaklarını, hem de
Avrupa Yatırım Bankası, Dünya
Bankası ve Fransız Kalkınma
Ajansı (FKA) gibi yabancı
finans kuruluşlarından sağladığımız fonları kullanıyoruz. Bu
kapsamda Enerji Verimliliği
Kredisi, Yenilenebilir Enerji Kredisi, Lisanssız Elektrik Üretim
Kredisi ürünlerimizi uygun vade
ve faiz oranlarıyla sunuyoruz.
KOBİ’lere en uygun finansal desteği sağlamanın
yanında, onların ihtiyaçlarını
doğru analiz edip danışmanlık
ve eğitim hizmetleri vererek
finansman dışı desteklerle de
yanlarında olmayı amaçlıyoruz.
KOBİ’lere özel olarak tasarla-
ALİ FUAT TAŞKESENLİOĞLU,
1964 yılında
Erzurum’da doğdu.
Atatürk Üniversitesi
İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi İşletme
Bölümü’nden 1985
yılında mezun oldu.
Daha sonra Beykent
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Finans
Bölümü’nde yüksek
lisansını tamamlayan
Taşkesenlioğlu, halen
aynı üniversitede İşletme Yönetimi Ana Bilim
Dalı’nda doktora eğitimine devam etmektedir.
İş hayatına 1988
yılında, Yenidoğan Yayın
Dağıtım Şirketi’nde
başlayan Taşkesenlioğlu, 1988-1996
yılları arasında Faisal
90
özel sayı 101 2015
Finans Kurumu A.Ş.’de
Baş Uzman, 1996 yılı
Ekim ayında göreve
başladığı Asya Katılım
Bankası A.Ş.’de sırasıyla
Proje Pazarlama Müdür
Yardımcılığı, Merter ve
Sultanhamam Şube
Müdürlüğü, Kredi Tahsis
Birim Müdürlüğü ile Kredi Tahsis Genel Müdür
Yardımcılığı görevlerinde bulundu.
30 Mart 2012 tarihinde Türkiye Vakıflar
Bankası T.A.O. Yönetim
Kurulu üyeliğine seçilen
Taşkesenlioğlu, Türkiye
Vakıflar Bankası T.A.O.
Denetim ve Kredi Komitesi Yedek Üyeliği, 20
Nisan 2012 ile 7 Şubat
2014 tarihleri arasında
Vakıf Portföy Yönetimi
A.Ş. Yönetim Kurulu
Başkanı, Vakıf Finans
Factoring Hizmetleri A.Ş.
Yönetim Kurulu Başkan
Vekili ve Vakıf Menkul
Kıymetler Yatırım Ortaklığı A.Ş. Yönetim Kurulu
Başkan Vekili görevlerini yürüttü.
7 Şubat 2014 tarihinden itibaren Türkiye
Halk Bankası A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi ve
Genel Müdürü olarak göreve başlayan Ali Fuat
Taşkesenlioğlu, aynı
zamanda Halk Sigorta
A.Ş. Yönetim Kurulu
Başkanlığı görevini
yürütmektedir.
Mehmet Serhat Bıçak
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
dığımız “www.halkbankkobi.
com.tr” platformundaki “Uzmanına Danışın” adlı köşe ile
KOBİ’lerin ticarî faaliyetler,
hukuk, vergi ve benzeri konularda uzman danışmanlardan
danışmanlık hizmeti almalarına
olanak sağlıyoruz.
Ayrıca KOBİ’ler, yenilenebilir
enerji, enerji verimliliği ve otel
yatırımları gibi projeler için de
uzmanlarımıza başvurabiliyorlar. Bu platformda KOBİ’ler, bilançolarındaki dengesizlik ya da
olumsuzlukların giderilmesi ile
ilgili sorularına cevap bulabilirken, yatırım teşviki ile ilgili yeni
yatırım ya da kapasite arttırımı
konusunda ücretsiz danışmanlık
hizmeti de alabiliyorlar.
“İstihdam ve
ekonomik büyüme
için Halkbank hazır!”
• “Üreten Türkiye” tamlamasının kalkınma hedefindeki
ülkemiz için önemli bir yer
tuttuğunu, bu açıdan özellikle teknoloji ve ağır sanayi
konusunda Halkbank’ın
desteklerinin yadsınamayacağını ve de devamının
geleceğini düşünüyorum.
Halkbank’ın bu iki kulvarda
yaptığı katkılara ilişkin çalışmalarınızı öğrenebilir miyiz?
Halkbank olarak sektörel
ihtiyaçlara yönelik sanayi, iş
ve meslek kollarına özel ürün
ve paketler geliştiriyoruz. Bu
kapsamda ihracat, makine
imalatçıları, teknoloji, imalat,
AR-GE, inovasyon, medikal,
turizm, taşımacılık, tarım ve
benzeri sektörlere yönelik pek
çok ürünümüz bulunuyor.
Bu ürünlerimizle reel sektöre
destek olurken, girişimci ruha ve
yeni iş fikirlerine sahip, özellikle
yazılım, donanım geliştirme veya
mobil uygulamalar gibi teknolojik ürün ve uygulamalar alanında
projesi olan, patenti alınmış her
türlü buluş, icat ve yeni fikri
faaliyete geçirmek isteyen genç
girişimcileri destekliyoruz.
“Girişimci Kredisi” ürünümüzden üniversite mezunu olup
deneyim kazandığı ve eğitimini
aldığı iş kolunda kendi işyerini
açmak isteyen “cesur” girişimciler ile teknokentlerde faaliyet
gösteren, patenti alınmış her
türlü buluş, icat ve yeni fikri faaliyete geçirmek isteyen “mucit”
girişimciler ve KOSGEB, TÜBİTAK, TTGV gibi kurumlardan hibe almaya hak kazanmış
girişimciler, 48 aya kadar vadeyle faydalanabiliyorlar.
Üniversite mezunu, deneyimsiz, mezun olduğu bölümle
ilgili kendi işini kurmak isteyen
“genç” girişimciler ile meslekî
kuruluşlardan eğitim sertifikası
veya belgesi bulunan, deneyimli
ve kendi iş yerini açmak isteyen
“usta” girişimciler ise bu krediyi
36 aya kadar vadeyle kullanabiliyorlar.
Bu ürünümüzle istihdam
oranlarının artmasına ve ekonomik büyümenin hedeflerle
uyumlu ilerlemesine destek
olmayı ve ülkemizde girişimcilik oranlarının yükselmesine
katkı sağlamayı hedefliyoruz.
Kuruluş misyonumuz doğrultusunda reel sektörün en büyük
destekçisi olmaya bundan sonra
da devam edeceğiz.
“Güç ve
birikimimizi
Balkanlara da
taşıyacağız”
• Sırbistan’da faaliyet gösteren Cacanska Banka’nın
yüzde 76,6’sını devraldınız.
Türkiye’nin bankalarının
yurtdışında bu tür yatırımlara girişmeleri çok önemli.
Yurtdışı şubeleri açmaya ve
bu tür yatırımlara devam
edecek misiniz? Böylesi bir
hamleyi Sırbistan’da yaparak
başlamasının sebebi nedir?
Bir Balkanlar yatırımı mı bu?
Cacanska Banka’nın satın alımına yönelik sözleşmenin imzalanması, Balkanlardaki büyüme
stratejimiz doğrultusunda attığımız ilk adım değil. Bu konudaki
ilk adımı Halkbank AD Skopje
ile Makedonya’da atmıştık ve
bugün ülkenin en büyük üç
bankasından biriyiz. Hedefimiz,
ülkemizde sahip olduğumuz
gücü ve deneyimi tüm Balkanlara taşımak ve bölgenin güçlü
bankalarından biri olmak.
Bu satın almanın Sırbistan’daki Türk yatırımlarının artmasına
ve piyasanın büyümesine katkıda bulunacağına inanıyoruz.
Halkbank olarak Türkiye ile
Sırbistan arasında bir köprü
görevi üstlenmeyi hedefliyoruz.
Cacanska Banka ile hem KOBİ,
hem de bireysel müşterilerimize
hizmet verecek, farklı segmentlere farklı ürün çözümleri
sunacağız. Cacanska Banka’nın,
Bankamızın kârlılığına ve büyüme hedeflerine de katkıda
bulunacağına inanıyoruz.
özel sayı 101 2015
91
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ
Türklerin tarihiyle ilgili
hangi konuda çalışma
varsa, dünyanın hangi
noktasında araştırma
yapılıyorsa kurumumuz onunla alakadardır. Hakkımızdaki
kanun ve yönetmeliğimiz de bu şartlara
müsaittir, hatta teşvik
edicidir. “Nerede Türk
tarihine temas eden,
nerede tarihimize dair
araştırılan bir nokta
varsa, TTK da orada!”
diyebilirim.
***
Bu noktada Selçuklu,
işte o Osmanlı’yı doğuran anadır, atadır.
Hatta Osmanlı’nın arka
planına baktığımızda,
yani kurumsallaşması
ve devlet yapısına bihakkın inkılabın sahibi
Selçuklu’dur. Çok basit
bir örnek vereyim:
Selçuklu Malazgirt
Savaşı’nda medeniyet
devirmiştir. Zira Bizans
bir devdir, bir medeniyetin temsilcisidir. Mukayese edilemez ama
Osmanlı medeniyetler
yenmiştir, ancak devirmemiştir.
Bunu şöyle izah
edeyim: Alparslan
az sayıda askeriyle
Bizans’ı alt etti ama
bu zaferin temelinde, Selçuklu’nun
Bizans’tan matematik
hususunda daha ileri
olması vardı. Sadece
matematikte değil;
ilim bir bütündür,
dolayısıyla tıp ileri,
astronomi ileri, devlet
92
özel sayı 101 2015
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, ilk söyleşisini Haber Ajanda’ya verdi
“Tarih boyunca bütün devletlerimizin
insan
merkezli
olduğunu dünyaya göstereceğiz”
Prof. Dr. Refik Turan
Türk Tarih Kurumu Başkanı
Uluğ Bayındır // [email protected]
Haydar Alp Selim
I
NSAN, bazı insanları başkalarından daha evvel tanıdığı için kendince haklı bir gurura, bir
sevinç ve mutluluğa kapılır. Prof. Dr. Refik Turan, bizim için hem bir hoca, hem bir ağabey,
hem de bir rehber olarak böylesi isimlerden
biri.
>> Türk Tarih Kurumu
Başkanlığı’na geçtiğimiz ay
içerisinde atanan kıymetli
Hocamızı Haber Ajanda ve
öncesinde tanımak, elbette
bizler için gurur verici. Onu,
bulunduğu makamla anlatmak, anlatıyı eksik bırakır.
Daha önceleri babam ve
SOGEV vasıtasıyla tanıdığım
Prof. Dr. Refik Turan’ı, aslında
bir toplantılar manzumesi için
bir araya geldiğimiz Bolu’da
“öğrendim”. Evet, “Öğrendim”
diyorum; zira yalnız tarih
akademisyeni olarak değerlendirilemeyecek ölçüdeki derinliğine ya da sadece toplum
rehberi olarak yorumlanamayacak kadar bütünlük kuracak
zihnî ve kalbî birikimine orada
şahit oldum.
Selçuklu tarihine dair birikimiyle ülkemizde ve dünyada
ender akademisyenlerden biri
olan Turan, tarih, medeniyet,
devlet ve insan unsurları
bakımından ihtiyaç duyduğumuz birçok sahada geçmişle
şimdiyi buluşturacak ve ileride
tarihiyle bütünleşmiş, önceki
zaaf ve hatalardan arınmış
sağlam bir gelecek hazırlayacak temellere önemli katkılar
sunacak değerlerimizdendir.
Hayatını Selçuklu’ya
adayarak Selçuklu gibi arka
planda yer edinmiş, ancak
yine Selçuklu gibi, meselelerin
köklerine ve temellerine sahip
biri olarak başrolde bulunmuş
bu büyük tarih insanını Türk
Tarih Kurumu Başkanlığı
makamında görmekten tekrar
ve tekrar gurur duyduğumuzu
belirtiyor, samimî sohbeti için
teşekkür ediyor ve gerisi bizde
kalan güzel söyleşimizle sizleri
baş başa bırakıyorum.
Allah yâr ve yardımcınız
olsun Hocam…
***
“TTK, Cumhuriyet
tarihindeki en
köklü kurumlardan
biridir”
• Öncelikle yeni görevinizin
size ve ülkemize hayırlı
olmasını, tarihimiz adına
güzel kazanımlar getirmesini diliyoruz. Türk Tarih
Kurumu’nu kısaca izah
ederek başlayabilir miyiz
sohbetimize?
Teşekkür ederim… Malûm
olduğu üzere Türk tarihi,
Türkiye Cumhuriyeti kaydını
1920’de Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin açılışı ve 1923’te
Cumhuriyet’i ilânı ile açtı.
Türk Tarih Kurumu, Cumhuriyet tarihi içerisinde köklü
kurumlardan biridir. 1931’de
Türk Tarih Tetkik Cemiyeti
adıyla kurulmuş, bilahare
şimdiki ismini almıştır.
Cumhurbaşkanı sıfatıyla
Mustafa Kemal Atatürk’ün
bizzat verdiği direktif ve bu
direktifin üzerine devletin
çeşitli kademelerinin harekete
geçmesiyle kurulan Türk Tarih
Kurumu, o günden bugüne
yaptığı çalışmalarla prestij toplamış, isim yapmış ve popüler
olmuş bir yapıdır. Bugünkü halini 1984’te alan kurumumuz,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu” adındaki çatı
kurum içerisine dâhil edilmiştir. Başkan, Başkan Yardımcısı,
Bilim Kurulu, Yayın Kurulu ve
diğer üyeleriyle idarî bir teşkilat
yapısına sahiptir.
Çalışma alanlarımızı
şöyle aktarayım: Türklerin
tarihiyle ilgili hangi konuda
çalışma varsa, dünyanın hangi noktasında araştırma yapılıyorsa kurumumuz onunla
alakadardır. Hakkımızdaki
kanun ve yönetmeliğimiz de
bu şartlara müsaittir, hatta
teşvik edicidir. “Nerede Türk
tarihine temas eden, nerede
tarihimize dair araştırılan bir
nokta varsa, TTK da orada”
diyebilirim.
• Peki, Türk Tarih Kurumu
ne yapar, nasıl çalışır?
Kurumumuzun olağan
işlerinden biri, mevcut çalışmaları yayınlamak ve kamuya
kazandırmaktır. Bu hizmetin
en başında kitap ve makale
yayınlamak vardır. Bu yayınları da “kaynak eser yayını” ve
“telif eser yayını” diye ikiye
ayırabiliriz.
“Kaynak eser”, tarihî belge
niteliği taşıyan, tarihî olayları bulundukları zaman ve
zeminde kayıt altına alan
belgesel yapıttır ve doğrudan
veriler içerir. Belli bir konuyu
esas alarak tarih araştırmacıları
tarafından okuyucuya sunulan analiz-sentez türüne de
“telif eser” denir. Tabiî olarak
bu çalışmalar, Türk Tarih
Kurumu’nun benimsediği
belirli kriterlere göre yayınlanırlar.
TTK ayrıca, gerek
Türkiye’de, gerekse uluslararası çerçevede çeşitli bilimsel
toplantılar yapar; kongreler,
konferanslar, sempozyumlar,
paneller düzenler. Bunu bazen ortak, bazen de münferit
biçimde yerine getirir. 4 yılda
bir uluslararası bir kongre
düzenler ki bu kongre çok
önemlidir. Bu kongre, en az 1
yıllık hazırlık evresi gerektiren
değerli bir kongredir.
“İnkılabın sahibi
Selçuklu’dur”
anlayışı ve siyaset
ileri… En önemlisi de
Selçuklu’da hukuk
ileriydi.
***
Günümüzde yaşatılmaya çalışılan Ermeni
tehciri meselesi,
çeşitli boyutları olan
bir meseledir, ancak
Türkiye’nin tek meselesi değildir. Şu çok
önemlidir ki, bu mesele
Ermenilerle Türkler
arasındaki bir konu değildir. Zira bundan çok
daha ötede, küresel
boyutta siyasî bir çerçeveye sahiptir. Dikkat
ediniz, bu konuda arka
arkaya alınan kararların hepsi siyasîdir.
***
Vatikan’ın “Ben de buradayım!” şeklindeki çıkışı, elbette yeni bir tarafı daha gözler önüne
getirdi. Papa Francis’in
konuşması, bu açıdan
şaşkınlık vericidir. Galiba Türkiye’nin karşısında yer alan koroda
boş bulunan kadroyu
böylece doldurmak
istemişler.
***
Seyrine yüzde yüz
şekilde sadık kalınarak tarihî bir olayın
sahneye aktarılması
çok zordur; dolayısıyla
bunu beklemek de
yanlıştır. Ancak tahayyülün, gerçeğin özüne
uyması gerekir. Gerçek
dışı bir olayın hayal de
olsa gerçeğin kendisi
gibi verilmesi doğru
değildir.
özel sayı 101 2015
93
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Örneğin sorduğunuz sorudaki iki örnek arasında niyet ve kurgu açısında çok büyük farklar vardır. “Diriliş: Ertuğrul” adlı yapım, bu noktada hem iyi niyetli, hem
de kurgu olarak başarılıdır. Diğeri olan “Muhteşem Yüzyıl”ı ise niyet olarak kötü,
kurgu açısından da başarısız buluyorum. Muhteşem Yüzyıl adlı dizinin tek başarısı, popüler olmasıdır.
• TTK’nin ambleminden
hareketle, güzel haberinizi
aldığımızda “Kurum, Hocasına kavuştu!” dedik, zira
önemli bir Selçuklu uzmanısınız. Selçuklu bizim için
hep gizemli kaldı; TTK
bundan sonra Selçuklu tarihine daha çok ağırlık verecek mi? Türkiye’de Selçuklu
Devleti neden hiçbir zaman
anlatılmadı? Hâlbuki onu
anlamak ve bilmek, özellikle bugün karşılaşılan bazı
durumları aydınlatması
açısından çok önemli olmaz
mıydı?
94
özel sayı 101 2015
Tarih konusundaki çalışma
hayatıma Genel Türk Tarihi
Kürsü’ sünde başladım. Genel
Türk Tarihi çerçevesini göz
önüne alınca Selçuklu ile ilgili
çalışmaya başladım. Kendi
çalışma alanım olduğu için
diğer alanlardan daha yakın
geliyor bu konu. Zira insan,
çalıştığı alanla duygusal bir bağ
da kuruyor. Selçuklu ile hemhâl
oldum, günlerim onunla geçti.
Onu düşündüm… O yüzden
geleceğe dair o beklentinizde
haklı olabilirsiniz. Yani Selçuklu’ ya dair çalışmalara da
ağırlık verilebilir. Tabiî öte
yandan Selçuklu’nun gizemi
ve açıklanamayan mahiyeti
söz konusudur şüphesiz. Bunu
irdelemek önemli mi? Hem de
çok önemli…
• Selçuklu’nun bu önemi
nereden geliyor?
İngiliz düşünür ve tarihçi
Arnold Toynbee diyor ki “
Dünya tarihinin gelmiş geçmiş
en büyük üç imparatorluğu
vardır. Bu üç imparatorluk,
diğer imparatorluklara göre en
büyükleridir. Bu imparatorluklara Osmanlı da dâhildir
(diğerleri Roma ve Birleşik
Krallık). Toynbee, bu isimleri
bir sıraya koymuyor. Bu tespite
güçlerini, yüz ölçümleri, hacim
ve nüfusları dâhil ediyor.
Bu imparatorlukların teşkilat
ve kurum yapılarına, getirdikleri
kanunlarla, dünyaya sundukları
nizamata dikkat edilmiş bu tespit ortaya koyulurken. Bunun
doğrultusunda sayısız denecek
çapta Osmanlı tarihi araştırması yapılmıştır Batı’da.
Bu noktada Selçuklu, işte
o Osmanlı’yı doğuran anadır,
atadır. Hatta Osmanlı’nın arka
planına baktığımızda, yani
kurumsallaşması ve devlet
yapısına bihakkın inkılabın
sahibi Selçuklu’ dur. Çok basit
bir örnek vereyim: Selçuklu
Malazgirt Savaşı’nda medeniyet devirmiştir. Zira Bizans bir
devdir, bir medeniyetin temsilcisidir. Mukayese edilemez ama
Osmanlı medeniyetler yenmiştir, ancak devirmemiştir.
Uluğ Bayındır
Bunu şöyle izah edeyim:
Alparslan az sayıda askeriyle
Bizans’ı alt etti ama bu zaferin temelinde, Selçuklu’nun
Bizans’tan matematik hususunda daha ileri olması vardı. Sadece matematikte değil; ilim bir
bütündür, dolayısıyla tıp ileri,
astronomi ileri, devlet anlayışı
ve siyaset ileri… En önemlisi
de Selçuklu’da hukuk ileriydi.
Selçuklu medreseleri, kendi
içlerinde bambaşka bir inkılaba
sahiplerdi. O kadar değerli,
o kadar çalışkan ve üretken,
bugün isimlerini ve eserlerini
saymakla bitiremeyeceğimiz
birçok âlim ve bilgin yetiştiren
büyük bir ihtişama sahipti.
toplumsal, hem bilimsel, hem
askerî, hem ekonomik alanda
zafer… Osmanlı dahi böyle bir
oranla fark atamamıştır kendi
dönemindeki diğer ülkelere.
Selçuklu’ya dair söylenecek
çok şey var. Selçuklu’nun arkasından oluşturduğu nizam,
Osmanlı’nın ne denli önemli bir
mirasçı olduğunu, bunun kıymetini ne büyük bir derecede bildi-
• Tam da 100’üncü yılında,
Ermeni tehcirinin sözde
diaspora tarafından daha da
ateşleneceği bir zaman diliminde, Nisan arefesinde bu
göreve getirildiniz. Türkiye,
sözde soykırım iddiaları
karşısında nasıl davranmalı?
Ermeni tehciri konusunun
şimdiye kadar bu denli
büyümesinin önüne geçil-
maalesef karşılık verilemez.
Çünkü bu konudaki gündemi
maalesef biz ayarlamıyoruz.
Bu ayarlamayı yapanı “küresel
akıl” şeklinde tanımlayabiliriz.
Elbette Türkiye Cumhuriyeti
Devleti bu ayarlamada tek
başına muktedir olmayabilir
ama aciz de değildir.
Günümüzde yaşatılmaya
çalışılan Ermeni tehciri me-
Şunu kesinlikle Osmanlı’yı
tenzif etmek için söylemiyorum, bilakis onur duyuyorum:
“Osmanlı medresesi” denir
ama Selçuklu’nun Bağdat’ta
kurduğu Nizamiye Medreseleri,
ardından gelen bütün medreselerin kökü mahiyetindedir. Yani
kök Selçuklu’da… Selçuklu eğitiminde yer alan dersler, programlar ve kitaplar, Osmanlı’da
aynıyla devam ettirilmişlerdir.
Bunun yanında ordu şekli,
ekonomi, maliye sistemi, siyaset, bilim veya sosyolojik kurgu
gibi tüm özellikler, Osmanlı’da
Selçuklu’dan uyarlamadır. Selçuklu’daki “gulam”, Osmanlı’da
“kapıkulu” olur. Yahut Selçuklu’daki “ikta”, Osmanlı’da “tımar
sistemi” adını alır. Bu yüzden
“İnkılabın sahibi Selçuklu’dur”
diyorum.
Size basit bir gerçeği daha
açıklayayım: Türk tarihinin
-kendi zamanındaki ölçütlerine
göre- ekonomik bakımdan diğer ülkelere oranla zirve yapan
bir numaralı devleti, Selçuklu
Devleti’dir. Somut bir örnekle
ele almak gerekirse, 13. yüzyıl
Anadolu’sunun yıllık geliri
bugünkü bir rakamla mesela 30
milyon dolar ise, aynı dönemde
İngiltere’nin 4, Fransa’nınsa
3 milyon dolar idi. Yani hem
ğini de ayrıca gösterir. Muhafaza,
geliştirme, daha geniş alanlara
ulaştırma, bunu uzun süreli bir
sistematiğe oturtma becerisini
Osmanlı ortaya koymuştur.
“Soykırım
söylemi isnatlar,
iftiralar, yalanlar
ve hikâyelerle
doldurulmuştur”
mesi hususunda eksik mi
kalındı? Toplumda şöyle bir
algı var: “Tarihçilerimiz hep
aynı şeyleri söylüyorlar, bu
safsatayı tamamen ortadan
kaldıracak bir hamleyi ortaya koymayacak mı devlet?”
Dilerseniz en sondan başlayayım… “Her seferinde karşımıza çıkan bu sorunu kökten
çözmeliyiz” şeklindeki öneriye
selesi, çeşitli boyutları olan bir
meseledir, ancak Türkiye’nin
tek meselesi değildir. Şu çok
önemlidir ki, bu mesele Ermenilerle Türkler arasındaki
bir konu değildir. Zira bundan
çok daha ötede, küresel boyutta
siyasî bir çerçeveye sahiptir.
Dikkat ediniz, bu konuda arka
arkaya alınan kararların hepsi
siyasîdir.
özel sayı 101 2015
95
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Elbette savaşlarda askerler can verebilirler; buradaki detay, Kanunî’nin insanî
yönünü çok iyi ortaya koyar. Selçuklu da, Osmanlı da, diğer Türk devletleri de
“ümen”, yani “insan merkezli” devletlerdir. Türk Tarih Kurumu olarak bu hassayı
bütün dünyaya öğreteceğiz.
“1915’te Ermeniler katledilmişlerdir” cümlesi etrafında
şekillenen söylemi, bazı hızlarını alamayanlar “genocide”,
yani “soykırım” kelimesiyle
şiddetlendirmektedirler. Bu
söylemi kabullenmediğim gibi
anlayamıyorum da.
“Belli amaçlarla, kasıt niyetli
olarak üç kişiyi dahi öldürmek
soykırımdır” şeklinde BM’nin
kabul etmiş olduğu bir tanım
var ama adı üzerinde zaten,
“soykırım”. Hukukî tarifi bir
tarafa, propaganda boyutu çok
dehşet verici bu söylemin. Bel-
96
özel sayı 101 2015
ge ve kaynaktan uzak, güvenli
bir telif eseri dahi bulunmayan
bu söylem, isnatlar, iftiralar,
yalanlar ve hikâyelerle doldurulmuştur tamamen.
“Diaspora, karar
merkezinin belli
olmaması sebebiyle
başka şeyler
düşündürüyor”
Biz ise bu konunu bilimsel
boyutuyla meşgulüz. Bu boyutta istenen seviye yakalanamamış olabilir, ancak ellerinden
geldiği kadarıyla bu konu
üzerinde gayret sarf eden bütün
araştırmacılarımıza teşekkür
ediyorum. İnşallah daha yeterli
ve daha disiplinli çalışmalarla
meseleye netlik kazandırmaya
çalışacağız.
Konuya iki taraftan bakmak mümkündür. İlk taraf
“Türkler”dir. Bu tarafı daha
büyütmenin veya genişletmenin
maalesef imkânı yoktur; zira
İslâm dünyası, bu konuya karşı
hayli bigânedir. Ne yazık ki,
Türkiye’nin yanında olup da ses
getirecek çapta bir tepki görünmemektedir. Tabiî bu görüntüde
Azerbaycan’ı istisna tutabiliriz.
İkinci tarafsa kalabalıktır ve
kendi içinde taraflara sahiptir.
Bu taraflardan ilki, Ermenistan
Devleti’dir. Bununla beraber
“diaspora” diye tarif edilen ve ne
Türkiye’de, ne de Ermenistan’da
yaşayan, herhangi bir sınıra sahip olmayan propaganda grubu
vardır. Diaspora konusunda
bir muğlaklık da mevcuttur
aslında. Ne bir dernek, ne bir
teşkilat, ne bir muhtar cumhuriyet, ne de bir devletten bahsedebiliriz. Bu konuda sistematik
bir şeyden söz edilemez. Şehir
efsanesi değil, sanki küresel bir
efsane(!)… Sınırları ve karar
merkezi belli olmayan bir şeyin
bu kadar etkin olması, başka
düşünceleri de peşinden getiriyor. Bu noktada aklımıza yeni
bir taraf olarak topyekûn büyük
devletler, Osmanlı tabiriyle
Uluğ Bayındır
“düvel-i muazzama” geliyor.
Küresel sistemin ana aktörleri,
bu konuda bize karşı taraftırlar.
Ancak bütün bunların dışında kalan, küresel sistem ve
diasporadan uzak duran, derdi
sadece kardeşçe yaşamak olan
Ermeni vatandaşlarımız vardır.
Bunlara Ermenistan ve başka
ülkelerde yaşayıp da sadece
barışı düşleyen insanları da
ekleyebiliriz tabiî.
• Peki, Vatikan’ın bu konuda
hakkında yaptığı açıklamayı
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Vatikan’ın “Ben de buradayım!” şeklindeki çıkışı, elbette
yeni bir tarafı daha gözler
önüne getirdi. Papa Francis’in
konuşması, bu açıdan şaşkınlık
vericidir. Galiba Türkiye’nin
karşısında yer alan koroda boş
bulunan kadroyu böylece doldurmak istemişler.
Türk halkı ise böyle çıkışları yadırgamıyor; çünkü bu
konuda rahatsız edileceğini
biliyor. Aslen bir din kurumu
olan Vatikan’ın böyle bir baskı
aracını kullanması, yalnız siyasî
bir tabloyu önümüze sunuyor.
Bu noktada Papa’nın Katolik
dünyanın lideri olmasının
yanında Vatikan Devleti’nin
“Devlet Başkanı” unvanına
sahip olduğunu hatırlamalıyız.
Bu çıkış, içerik açısından ne
dinî, ne de ilmîdir. Papalık gibi
bir merkezden böyle bir beyanın paylaşılması, yadırganacak
bir durumdur. Bu çıkışı tarih
yargılayacak ve Papalığın önüne
getirecektir. Çünkü bu beyan
sadece iftira, yalan ve hilaf-ı hakikate dayalıdır. Diyanet İşleri
Başkanlığımız tarafından karşı
taraf hakkında böyle bir çıkış
gelse, onu da yadırgardım.
“Algı projelerine
ancak daha iyi
yapıtlarla cevap
verilebilir”
• Türkiye’de toplum, tarihini
televizyon dizilerinden
öğrenir oldu. Bir yıl önce
Şehzade Mustafa’nın
nasıl öldüğünü merakla
bekleyenler, şimdi Halime
Sultan’ın Ertuğrul Gazi ile
evlenip evlenmeyeceğini
heyecanla takip ediyorlar.
Hem bu tür projelere dair
yorumlarınızı, hem de ülkemizde bu konuya nasıl
yaklaşılması gerektiğini
öğrenebilir miyiz?
Ekranın gücü hepimizce malum… Sinema icat edildikten
sonra filmlerin çeşitli kategorilerde yayınlandığını görüyoruz
ki bunlardan biri de “tarih”.
Tarihî filmler, ötede beri
kimlik ve şuur inşasında kullanılan araçlardandır. Bütün
insanlara aynı ayarda kitap
okutamazsınız, dolayısıyla aynı
ayarda düşündüremezsiniz de.
Ancak istemeseler de, farkında
olmasalar da bir sinema filmiyle
tek tip bilgilendirme yapabilir,
aynı şeyi düşündürebilirsiniz.
Maalesef Türk tarih öğretiminde tarihî filmlerin kullanımı pek içimize siner şekilde
olmamıştır. Daha önceleri
başrollerinde Cüneyt Arkın
veya Kartal Tibet gibi isimlerin
oynadığı Tarkan, Kara Murat,
Malkoçoğlu, Battal Gazi veya
Suat Yalaz’ın senaryolaştırdığı
Karaoğlan serileri gibi filmler,
iyi niyetli çalışmalardır.
• Tarihî film çekerken bilimsel mânâda nelere dikkat
edilmeli sizce?
Seyrine yüzde yüz şekilde
sadık kalınarak tarihî bir olayın
sahneye aktarılması çok zordur;
dolayısıyla bunu beklemek de
yanlıştır. Ancak tahayyülün,
gerçeğin özüne uyması gerekir.
Gerçek dışı bir olayın hayal de
olsa gerçeğin kendisi gibi verilmesi doğru değildir.
Tarihî içeriğe sahip bir film
çalışmasının, konu edilen olayın
ana hatlarını aşmaması gerekir. Mesela Osmanlı’nın hem
Müslim, hem de gayrimüslim
hukuku mevcuttur; ancak
yapıtta “Osmanlı gayrimüslimlerin hakkını yiyordu” şeklinde
bir görüntüye yer verilmesi
doğru olmaz. Bu varsa, başka
bir niyet vardır.
Örneğin sorduğunuz sorudaki iki örnek arasında niyet
ve kurgu açısında çok büyük
özel sayı 101 2015
97
HABERA JANDASÖYLEŞİ
“Fethü’l-gulûb”, “kalplerin kazanılması” demektir. “Fethü’l-ebvâb” ise “(kale/şehir)
kapıların kazanılması” demektir. Ve bu iki deyim de birbirlerini tamamlayıcıdırlar.
Yani ancak birbirleriyle anlam bulurlar, bir olmazsa diğeri yarım kalır. Savaş tarihinde zapt veya işgal etme vardır ama “fetih”, bunlardan apayrı bir anlam taşır bu
yüzden. Fethin hedefinde insanları, yani gönülleri kazanmak vardır.
farklar vardır. “Diriliş: Ertuğrul”
adlı yapım, bu noktada hem iyi
niyetli, hem de kurgu olarak
başarılıdır. Diğeri olan “Muhteşem Yüzyıl”ı ise niyet olarak
kötü, kurgu açısından da başarısız buluyorum. Muhteşem
Yüzyıl adlı dizinin tek başarısı,
popüler olmasıdır.
Muhteşem Yüzyıl’ı izleyip
de Kanunî Sultan Süleyman’a
sempati duyan bir insanın
olduğuna inanmıyorum. Bu,
kabul edilebilir bir şey değildir,
faciadır! Dizideki bütün karakterler, entrika peşinde koşan,
birbirleri hakkında sadece kötü
düşünen, fitne kaynatan, sürekli
birbiriyle çekişen şahsiyetler
olarak canlandırılmışlardır.
Fitne ve fitnenin kaynadığı
98
özel sayı 101 2015
haremden başka bir unsura yer
verilmemiştir. Ve bütün bunların ortasına da kendisini sadece
haremine adamış bir padişah
vardır diziye göre. Böylece
moda deyimle bir “algı” oluşturulmuştur.
Bu proje, elbette emek verilmiş bir çalışma ürünüdür. Zira
dünyada da tutuldu. Bilimsel
anlamda çok büyük yanlışları
ihtiva ediyordu. Bu yanlışlıklar
silsilesi daha isminden itibaren
başlıyordu. Sırf “Muhteşem
Süleyman” isminden mülhem
“Muhteşem Yüzyıl” adının konulmasında matematik mânâda
dahi yanlışlık vardır.
Ancak bu eleştiriyi geçmeli
ve imkân oluşturularak böyle
bir algıyı temizlemek için yeni
bir proje hazırlanmalıdır bence.
Zira bu tür algı projelerine
ancak daha iyi yapıtlarla cevap
verilebilir.
“Kanunî, at
sırtında ruhunu
teslim etmiş bir
şehittir”
• Kanunî ile oğlu arasında bir
tercih yaptırıldı ve “Kanunî
sapık, Şehzade masum”
tercihine yönlendirildi toplum…
Kanunî’nin oğluyla yaşadığı
olay gerçekten de çok dramatiktir. Ancak Kanunî, beni adeta çarpan hasletlerinden birini
Korfu Seferi’nde gösterir. Şöyle
ki, Korfu birinci değil, ikinci
seferde alınmıştır. Sebebi de
şudur: İlk kuşatma esnasında
Kanunî’nin yakınında yer tutan
dört askerimiz, şarapnel isabet
etmesi sonucu şehit düşerler.
Buna doğrudan şahit olan
Kanunî, bir refleksle “Bu ada
benim tek askerim dahi etmez!”
der ve kuşatmayı iptal eder.
Elbette savaşlarda askerler
can verebilirler; buradaki detay,
Kanunî’nin insanî yönünü çok
iyi ortaya koyar. Selçuklu da,
Osmanlı da, diğer Türk devletleri de “ümen”, yani “insan
merkezli” devletlerdir. Türk
Tarih Kurumu olarak bu hassayı bütün dünyaya öğreteceğiz.
• Az önceki Ermeni tehciri
konusundaki sorumuza
güzel bir ek cevap oldu bu,
teşekkür ederiz Hocam…
Bu olay, yalnız Kanunî’nin
değil, bütün devletlerimizin
insana ve dünyaya bakışını izah
eden bir durumu ortaya koyar.
Dizide saraya hapsedilen
Kanunî, Mohaç Zaferi gibi
Uluğ Bayındır
“ilk göz ağrım”
Haber Ajanda için “ilk göz ağrım” deyimi hafif kalır benim için; bağlı bulunduğum, parçası
olduğum bir bütün zira. Görmesem özlediğim,
uzakta olduğumda hayıflandığım bir yapı…
bir dünya rekorunun birinci
aktörüdür. Kanunî, at sırtında
ruhunu teslim etmiş bir şehittir.
Şehadetin ne demek olduğunu
anlatmaya lüzum yoktur sanırım…
“Fethü’l-gulûbun
inceliklerini
anlatacak, daha
iyi toplum için
çalışacağız”
• Bu soruya adlığımız cevapla
Türk Tarih Kurumu’nun
gelecek vizyonuna dair
görüntüsünü de almış olduk aslında. Peki, sadece
savaşlar ve barışlarla bilinen
tarih çalışmalarına yeni
bir nesil yetiştirme açısından toplumlar imar eden,
kütüphaneler geliştiren,
temizliği aşılayan, hâsılı
medeniyet kuran o büyük
düşünce ufkunu da dâhil
edecek misiniz?
Gayet tabiî… “Devlet-i ebed
müddet” felsefesinden yola
çıkarak, devletlerimizin devamlılığının altında yatan aslî ilke
ve unsurları halkımıza ve tüm
dünyaya sunmaya gayret edeceğiz. Örneğin Selçuklu inkılabının, uzun ömürlü devletler
kurmanın ve fetihlerin nasıl
gerçekleştirildiklerinin altyapısını anlatmaya dair çalışmalar
yapacağız.
Bu noktada yeri gelmişken
“fetih” kelimesinin üzerinde durmak isterim. Bu kelimeyi ben
çok severim; akla evvela cenk
etmeyi getirse de, özellikle iki
kullanımıyla çok derin anlamlar
barındıran bir kelimedir “fetih”.
“Fethü’l-gulûb”, “kalplerin kazanılması” demektir.
“Fethü’l-ebvâb” ise “(kale/
şehir) kapıların kazanılması”
demektir. Ve bu iki deyim de
birbirlerini tamamlayıcıdırlar.
Yani ancak birbirleriyle anlam
bulurlar, bir olmazsa diğeri
yarım kalır. Savaş tarihinde
zapt veya işgal etme vardır ama
“fetih”, bunlardan apayrı bir
anlam taşır bu yüzden. Fethin
hedefinde insanları, yani gönülleri kazanmak vardır.
Dolayısıyla “fetih” kelimesinin tarihteki karşılığı budur.
Mesela Anadolu Selçuklu
Devleti’ne bağlılıklarını bildirmek üzere, Bizans’tan bağını
koparmış Rum ve Ermeniler
bizzat Konya’daki Selçuklu
Sultanına gelmişlerdir. Fethü’lgulûb budur!
Timur, Ankara Savaşı’nın
ardından Osmanlı’nın Anadolu’daki idarî teşkilatını
sarsmıştır. Bursa, Kütahya ve
Isparta gibi beyin merkezlerini
özellikle vurmuştur. (Mesela
Isparta Uluborlu-Eğirdir’deki
Hamitoğulları’nın Osmanlı’ya
farklı bir katkısı ve aralarında önemli bir işbirliği vardır.
Timur’un buraya gidişi boşuna
değildir.) Trakya’ya gitmemiştir
Timur, ancak Balkanlardaki
Osmanlı tebaası buna rağmen
Osmanlı’ya bağlılığını bozmamıştır. Devletin idare merkezi
dağılmışken bağımsızlık kovalamak yerine, Boşnak, Arnavut,
Sırp, Makedon ve Hırvat
tebaanın bütünü Osmanlı’ya
bağlanmış, sadık kalmıştır.
Fethü’l-gulûb budur!
Podolya, Lehistan, Balkanlar
ve Kafkasya’nın bazı bölgeleri,
askerle değil, gönüllü olarak
Osmanlı’ya bağlanmış, “Sana
tâbiyim” demişlerdir. Bu, daha
iyi koşullarda yaşama isteğinin
getirdiği bir durumdur; kimlik
değiştirme değil, daha ideal
olana tâbi olmakla ilgilidir. Bu
noktada şunu diyebiliriz: Tebaa
olmak başka, devletin halkı
olmak başkadır. Hüviyet sahibi
olmak başka, kimlik sahibi
olmak başkadır.
“Haber Ajanda,
benim kültür evim…”
• Son olarak bize dair bir soru
sormak istiyorum: Dergimiz Haber Ajanda’da en
başından beri hem hocalık,
hem ağabeylik yaptınız. Ve
Haber Ajanda 101’inci sayısına erişti 9’uncu yılında.
Neler söylemek istersiniz bu
konuda, hislerinizi öğrenebilir miyiz?
Haber Ajanda, Türkiye’de
samimî insanların bir araya
gelmesinden oluşan bir müessese. Kendi açımdan değerlendirdiğimde benim kültür
evim…
Yıllardır yazı yazdığım, bir
araya geldiğimizde fikir serdettiğm, yeni şeyler öğrendiğim,
çizgisini değiştirmeden, samimiyetle yoluna devam eden bir
dergi Haber Ajanda. Bunda,
başta Yavuz Selim ve mutfaktakilerin büyük emeği var.
Haber Ajanda için “ilk göz
ağrım” deyimi hafif kalır benim
için, bağlı bulunduğum, parçası olduğum bir bütün zira.
Görmesem özlediğim, uzakta
olduğumda hayıflandığım bir
yapı… Can-ı gönülden başarılar diliyorum…
• Biz de size başarılar diliyor
ve samimî sohbetiniz için
teşekkürlerimizi sunuyoruz
Hocam, Allah başımızdan
eksik etmesin sizi…
özel sayı 101 2015
99
haberajanda
Bize Dair
Adalet, nesafet, nefaset, zarafet
gibi kavramların hakkını bihakkın yerine getirenlerin sayısı ne
yazık ki çok az! İşte aşağıdaki
paragraflarda yer alan pozitif
vurguların tekabül ettiği isimlerden biri de Yavuz Selim’dir.
O, ismiyle müsemmadır. Hem
“yavuz”dur; yani merttir, yiğittir.
Hem “selim”dir; yani sağlamdır,
samimidir. Kurduğu bu dergi de
öyledir…
Haber Ajanda
Y
AKLAŞIK 25 yıldır, düzenli olarak günde 7-8 gazete, ayda 4-5 dergi
okurum. Kitaplar da cabası... Ama 12 yıl öncesine kadar herhangi
bir mecrada makale, deneme veya şiir gibi dallarda tek bir satır dahi
yazmamıştım.
>> Pardon, yazmıştım! 1991 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin
tuvaletinde son sınıfta okurken… Yine pardon! Cümleyi “tuvaletinde son sınıfta okurken” diye yazdım, amfi tuvalette olmadığına
göre, elbette “Son sınıfta iken, fakültenin
tuvaletinde” demem lazımdı.
Evet, son sınıfta iken, fakültenin tuvaletine 6-7 satır yazmışlığım vardı. Hatta bu
“köşe yazımın” altına iki, üstüne de bir adet
yorum gelmişti. O zaman Twitter, Facebook, Whatsapp veya Instagram “neyin” yoktu tabiî. Ama interaktif yorum o zaman da
vardı.
O yazımı çok iyi hatırlıyorum, demiştim
ki: “Cumhuriyetçiliğe evet, jakobenliğe hayır! Laikliğe evet, din düşmanlığına hayır!
Milliyetçiliğe evet, ırkçılığa hayır! Halkçılığa evet, popülizme hayır! Serbest teşebbüse
evet, vahşi kapitalizme hayır! İnkılapçılığa
evet, ihtilalciliğe hayır! Ağırbaşlılığa evet,
pasifliğe hayır! Ciddiyete evet, somurtkanlığa hayır! Nükteye evet, cıvıklığa hayır! Dobralığa evet, patavatsızlığa hayır! Cömertliğe
evet, savurganlığa hayır! Tutumluluğa evet,
cimriliğe hayır!”
Evet, tuvalet duvarına yazdığım ilk ve
tek köşe yazım buydu. Gelen yorumlardan
birinde “Helal olsun!”, diğerinde “Hoşt!”,
üçüncü ve son yorumda ise “Türkiye laiktir,
laik kalacaktır!” yazıyordu.
100
özel sayı 101 2015
İkinci köşe yazımı ise 11 yıl aradan sonra,
yani 2002’de, İstanbul’daki “Aydınses” isimli
yerel bir gazetede yazdım. Bu, işin yazma
kısmı, bir de okuma kısmı var tabiî...
Fikri Akyüz
[email protected] // Twitter.com/akyuzfikri
ve Yavuz Selim’e dair
Annemin okuma yazması yoktu, hâlâ yok.
Babam ilkokulu okumamıştı ama askerde
okuma yazma öğrenmişti. Mahallemizde
üniversiteye giden bir kişi bile yoktu. Akrabalarım arasında ise üniversite okuyan sadece
dayımdı. Dolayısıyla eve gazete gelmezdi…
Aslında gelirdi! Ama içinden pırasa, mandalina, bulgur filan çıkardı. Çünkü annem
pazardan gelmiş olurdu. Çünkü o zamanlar
yiyecekler kesekâğıdına konulurdu.
Annem pazardan geldiğinde “Aha eve gazete ve dergi geldi!” der, içindeki meyveyi bir
güzel yedikten sonra gazete ve dergi okuma
keyfine başlardım. Güzel günlerdi!
O kadar güzel günlerdi ki… Evimiz gecekonduydu, üç odalıydı. Kışın sobanın yandığı oturma odasında küçük kardeşlerim yaramazlık yaptığında ders çalışamaz, kesekâğıdı
okuyamazdım. Anne babamın yatağına giderdim ama yatak buz gibi olurdu. Annem
sobanın üstünde bir tuğla ısıtır, tülbentle
sarar ve yorganın içine koyardı. İşte o tuğla
var ya o tuğla, sert görünürdü ama annemin
kucağı kadar yumuşak, annemin ellerinin içi
kadar sıcaktı.
O tuğladan ve o tuğlayı yatağıma koyup
beni ısıtan, rahat rahat ders çalışmamı sağlayan annemden, yokluk içinde beni okutan
babamdan ve ağabeyimden Allah bin kere
razı olsun...
Mert, yiğit, sağlam, samimî
Evet, bunları niye yazıyorum? Şunun için:
Okumaya meyyal, bu arada dergi okumaya
da eğilimli biri olarak bugün burada, şu anda,
şu yazıyı yazmaktaki heyecan, arzu ve iştiyakımı sizlerle paylaşmak için…
Aslında yazıya Haber Ajanda dergisiyle,
daha doğrusu Haber Ajanda dergisinin kurucusu Yavuz Selim Ağabey ile nasıl tanıştığımla başlayacaktım. Ama Yavuz Ağabey’le
beni tanıştıran iki kişi var ki, önce okurum,
sonra hem okurum, hem arkadaşım, daha
sonra hem okurum, hem arkadaşım, hem
de dostum olan bu iki kişiden bahsetmezsem yazı eksik kalır. Bu kadim ve vefakâr
dostlarım, İnternet Haber’de yazdığım
günlerden beri daimî okurlarımdan olan
Murat İlkter ile Muhteşem Tıraş’tır.
Zor zamanlarda hep yanımda olan bu iki
dostum, bir gün “Fikri! Ankara’da ‘Haber
Ajanda’ isimli bir dergi var, sahibi Yavuz Selim… Kalender, çelebi, anî parlamasıyla biraz da seni andıran bir arkadaşımız… Orada
yazmanı isteriz!” dediler.
O zamanlar yazacak bir mecram vardı,
Yeni Şafak’ta yazıyordum. Kaldı ki, Yeni
Şafak’ta yazdığım günler, askerî vesayetin
yoğun olarak yaşandığı günlerdi. Demokratik açılımlar bir taraftan savcı-yargıç “cüppesi”yle, diğer taraftan patron “cukkasıyla”,
öte taraftan asker “cuntasıyla” engellenmek
isteniyor ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer’in de bu üçlüye büyük destek vermesiyle bir şekilde sıkıştırılıyordu.
Bu dönem öyle alengirli, öyle netameli, öyle çetrefil konuların yoğun olduğu bir
dönemdi ki, 2006 yılının Mayıs ayında Danıştay’taki cinayet, 2007 yılının Ocak ayında
Hrant Dink cinayeti, yine 2007 yılı NisanMayıs ayında 367 krizi, 2008 yılı Mart ayında AK Parti’yi kapatma davası gibi kritik
konular hep bu sürece aitti. Ben de bu konularda bu “üçlü paralel yapıya” karşı çok sert
yazılar yazıyordum.
Demokrasilerde başörtüsü nedeniyle eğitim ve çalışma hakkının ortadan kaldırılamayacağını, başörtüsüne geçit vermeyen
yargıçları öldürme hakkının olamayacağını,
partilerin şiddete doğrudan buluşmamak
kaydıyla kapatılamayacağını, askerin siyasete
müdahale etme hakkı ve görevi olamayacağını, dolayısıyla 27 Nisan E-Muhtırası’nın
millî iradeye suikast girişimi olduğunu yazıp
duruyordum.
“İşte böyle bir konjonktürde acaba Haber
Ajanda’da yazarsam, genel yayın politikalarıyla çelişir bir durum hasıl olur mu?” diye
doğrusu endişe etmedim değil…
Önce dergiyi karıştırdım. (Hayır, dergide
ortalığı karıştırmadım, sadece derginin sayfalarını karıştırdım!) Baktım, ben ne düşünüyorsam bu dergi de aynı fikirleri önceliyor. Üstelik cesurane ve merdane bir şekilde
yayın yapıyor. Yavuz Ağabey’in teklifine
“Evet!” dedim ve yazmaya başladım.
Sonra gazeteden bir şekilde ayrı kaldım.
Ama boşta kaldığım o günlerde Haber Ajanda yazı yazma arzumu karşılıyor ve “muhafazakâr medyadan” dışlanmama rağmen
Yavuz Ağabey arkamda bir kale gibi duruyordu.
Bir ara, “Ağabey! Bazı muhafazakâr gazete yöneticileri beni istemiyor, ben burada da
yazmayayım. Sana benim üzerimden zarar
gelmesini istemem” demiştim. Ben bunu der
demez, “Bu cümleyi bir daha kurarsan seni
kovarım!” dedi. İşte Yavuz Ağabey böyle bir
adamdı! Bu adamla “yola çıkılırdı”. Çünkü
bu adam, ikbal kaygısı ve rant beklentisiyle
“yoldan çıkmayan” bir adamdı.
Bu medyada pek çok temiz arkadaş gördüm. Ama at gibi kişneyen, it gibi ürüyen,
attan düşünce “Zaten inecektim” diyen, kibri
şaha kalkmış, yalakalığa doğru dörtnala koşan güruha da bu medya “cangıl”ında rastladım. Yazma hevesi olan, bu hevesini tatmin
etmek için “Şu an nasıl olsa bu iktidar çok
güçlü, bari yalakalık yapayım da bir gazetede yazayım” diye düşünen insanların ahlakî
zafiyetleri beni ürkütüyor. Ya da tam tersi,
“Madem bu iktidarın karşısında halkın yarısı
var, o halde bu kesime oynayayım” diye düşünen bir başka “cingöz” gazeteci grubu da var.
Bu gruptaki kişiler de, sanki bu iktidar 12 yıl
boyunca tek doğru bir iş yapmamış gibi, iktidara söverek kariyer elde etmeye ya da kariyerlerini muhafaza etmeye çalışıyorlar.
Berbat olan, vahamet arz eden husus zaten tam da burası! Zira her iki grup da “bir
şekilde” tutunuyor, çünkü yırtınıyor. Yırtınıyor ama acımıyor. Acımıyor; çünkü yırtınmadan önce zaten ar damarı çatladığı için
“acıyı bal eylediğini” zannediyor. Ve olan,
diğerlerine oluyor…
Adalet, nesafet, nefaset, zarafet gibi kavramların hakkını bihakkın yerine getirenlerin sayısı ne yazık ki çok az! İşte yukarıdaki
paragraflarda yer alan pozitif vurguların tekabül ettiği isimlerden biri de Yavuz Selim’dir.
O, ismiyle müsemmadır. Hem “yavuz”dur;
yani merttir, yiğittir. Hem “selim”dir; yani
sağlamdır, samimidir. Kurduğu bu dergi de
öyledir…
özel sayı 101 2015
101
HABERAJANDA
Nesrin Çaylı
İzin verseniz eliniz
olmasına, el ele tutuşmak yerine “İnsan
hiç kendi elini tutar da
yürür mü bu hayatta?!”
sorusuna vereceğiniz
cevabın tâ kendisidir
Yavuz Selim. Elinizden
emin olduğunuz kadar
emin olursunuz onun
varlığından. Ve o artık
sizin hayatınızdadır
ama siz gibi, sizden
gibi, ayrı değil aynılığa
talip olandır! Böyle
okunduğunda ahvali,
çoğalırsınız. Böyle bir
okuma yapamayanların hayatında Yavuz
Selim’i tutmak zordur.
Ne o kalabilir; ne de o
tip insanlar, hayatlarında onun kalmasına
tahammül edebilir.
***
Ne mazisinin yükünden yüksünen, ne ânın
çirkinliğine göz yuman,
ne gelecek zamanların süfli hayâllerine
kapılan bir adamdır
bana göre Yavuz Selim.
Söylemez, eyler... Fakat
çokça dinler... Varsa
doğru bildiğine abes
gelen, aykırı düşen bir
beyan, hiç ertelemez
düşüncesini ânında
söyler.
***
Eşinin ve üç yavrusunun da belirttiği gibi
sinirli bir adamdır aslında Yavuz Selim; fakat
onu böylesi sinirli kılan
acaba nedir?!
“Rüzgâr”
imgesinin tam karşılığıdır benim için
“Yavuz Selim” ve
benim hayatıma tam
da portre dosyamda
bahse değer satırlardaki tahlil gibi
girivermiştir.
102
Derindir bu sorunun
cevabı onda... Görünene çabuk aldananlar,
yalnızca zahir ile hükmedenler içindir bu
tespit. Nasıl dergimizin
künyesinde bir isim
olmaktan öte gösterisi
yoksa, Selim’i yakından
özel sayı 101 2015
H
AYAT, pek çoğumuz için çoğu zaman belli
yüzler, belli isimler ve rutin akışlarla şekillenir. Gittiğimiz yerleri, bize gelenleri bilir, tedbir yahut rahatlığa dair içimizde bir yerlerde düşünce olarak, duygu olarak kendimizi hazırlarız. “Yaşamak” denilen, kendimize
münhasır menkıbemizin ana kurgusunu aslında kısmen tayin edebildiğimiz bir akıştan
mülhemdir hayatlarımız. İstisna olaylar ve müstesna kişiler müdahil
olunca bu menkıbemize, bir parça şaşkınlık yaşarız. Çok nadirdir hazırlıksız yakalanışlarımız... Ve tuhaftır, rutin olan yaşanmışlıklarımızın süresi çok olsa da istisnai zaman, mekân ve kişiler kaderimizde
daha etkili bir rol oynar. >>
Nesrin Çaylı
[email protected]
İlker Kırmızı
tanımayanlar bilmez o sinirli
görüntünün ardında saklı
derin merhamet denizini. O
da pek umursamaz aslında
bunu. Varsın çekinsinler etrafındakiler. Yanılsınlar, yadırgasınlar ne gamdır onun
için.... Çünkü dost zannettiği,
gülümseyip varını yoğunu
paylaştığı çok insan(cık)lardan yaralanmıştır kalbi.
***
Öyle az uz değildir yaralarının derinliği. Büyük dostlukların kabristanını ağırlar
yüreği. Anlatmaz, susar... O
susuyorsa, kavgasını rafa
kaldırmışsa, bir dost cenazesi daha kalkıyordur hayatın
görünmez musallasından
onun için.
***
Dile kolaydır 9 yıl, 101 sayı...
İşte bu süre içinde kalem tutan elleri nasır tutmaz fakat
kelimeleri yoğuran zihni,
tutkusunu ağırlayan kalbi
şikâyetinden imtina ettiği
bir başınalığı, terk-i diyar
eyleyen dost vurgularıyla
nasır tutar. Sert eser dergicilik dünyasında rüzgârlar;
önüne geleni savurur lakin
Yavuz Selim eğilip bükülmeden, yıkılıp devrilmeden
dik duruşuyla meydan okur
esen rüzgârlara dostlarının
kopardığı fırtınaya, maddî
manevî tipiye tayfuna...
Kim bilir, belki de etrafını bir
hortum gibi saran bu keskin
rüzgârlara direnirken öğrenmiştir kalbi rüzgâr olmayı,
esmeyi, savurmayı...
***
Rüzgâr dedimse öyle latif, öyle
zarif, öyle yaz sıcağının tesellisi bir meltem geliverdiyse aklınıza, unutun gitsin! Yani öyle yumuşacık bir adam hiç değildir.
Dur durak bilmez, çalışır. Evet
o çalışır, dışarıdan seyredenler sadece gördüklerinden
ibaret sanırlar da, “Derdin
nedir, bize düşen bir şey var
mıdır?” diye hiç mi hiç sormaz, gördüklerini bilir, görmediklerini merak bile etmezler.
Hatta gün sayarlar, ha bu
gün, ha yarın kapanacaktır
özel sayı 101 2015
103
HABERAJANDA
elbet önünde sonunda Yavuz Selim’in
Haber Ajanda’sı. Öyle olmaz işte... Ve onlar da bir süre sonra bıkarlar saymaktan
sayıları... Artık, dostları da düşmanları da
hem Yavuz Selim’in sırra kadem basmış
kederlerinden bihaberdirler, hem Haber
Ajanda’nın başarısına kani olup el-nihaye
takdirlerini sunabilmişdirler.
***
İşte bu 101 aylık sürecin ardından Yavuz
Selim, ellerine bakar nasırsızdır; içini
dinler kalbi ve zihni bir kendisinin bildiği,
hatıraları dokundukça canını yakan nasırlarla kuşanmıştır. Bu sebeple hatırlamak
istemez maziyi, canı yanmasın, yanan
canı can yakmasın diye!
***
Ah bir de estiren yanı vardır Yavuz
Selim’in... Hani rüzgâr gibidir demiştim
ya... Ilık bir keşişleme ile eserse, tez atlatabilirsiniz olup biteni... Fakat, güçlü eserse
kasırga gibi cereyanda kalma ihtimaliniz
de muhtemeldir.
***
Şöyle durup bir düşününce aslında onunla çalışmak zorluğunu samimiyetle kabul
ediyorum. Fakat altını ısrarla çizerek
söylüyorum ki, görünenin ardında saklı
olan Yavuz Selim’in merhameti, adaleti
ve hakkaniyeti bütün bu zorlukları bir
bahar rüzgârı serinliğinde kabul etmemi
sağlıyor.
***
Dokuz yıllık bir süre içerisinde dergicilikte
kat ettiği yolları, biriktirdiği tecrübeleri
bana aktardığı için, 150’ye yakın yazar
arkadaşını bana dost kıldığı için, beni bu
kocaman kalpli insanlardan oluşan büyük
aileye dahil ettiği için kendisine kalbî teşekkürlerimi sunuyorum.
***
Yavuz Selimle tanışıyor olmak, bir grup ile
tanış olmak kadar çoğalmaktır. O, dostunuz olur, sırdaşınız olur, hocanız olur, kardeş olur, ağabeyi olur, baba olur, yol arkadaşı olur... En önemlisi, onu tanıyorsanız
artık, hayatınızda sahici bir insanınız olur!
***
Yavuz Selim, kendi rüzgârında hayra vesile güzelliklere doğru bazen yumuşak bir
tebessümle, bezen de sert bir esiş ile sizi
savurur! Onunla yola çıkmışsanız -hangi
alanda olursa olsun- bilin ki onun niyeti
hayr, sizin akıbetiz hayr olur!..
104
özel sayı 101 2015
Meselâ ben, bazen şiddetinden Ayet-el
Kürs’yi unuttuğumu bilirim(!). Ama bazen de onu, bahar eşiğinde tohumları göçüren şefkatli bir rüzgâra
benzetirim. Kimi zaman kar ve soğuk getiren bir poyraz gibi eser, kimi zaman dağların kuytularını serinleten karayele benzer. Bazen şiddeti 130 kilometreye
ulaşan, etrafında kim var kim yok rüzgârında savuran lodos olma ihtimali yüksektir.
Nesrin Çaylı
>> Hayatınıza beklenmedik bir biçimde, gayet özgüvenli hatta biraz tanıdık(mış) gibi
ve olabildiğince rahat bir üslûp
ile biri giriverir ve siz neye uğradığınızı anlayamadan o kişinin rüzgârıyla savrulduğunuzu
fark edersiniz. Ömrünüzde hiç
olmayan ve son dakika haberi
gibi aniden hayatınızın merkezine düşen bir isim vardır artık
ömrünüzde. Gündemi belirleyen, hayat akışını kendi mecraına doğru sürükleyen bir adamdır o... Tâbiri caiz midir bilmiyorum, afallarsınız bir an... Bu
yeni isim hızlıdır, tez canlıdır,
ezber bozdurucudur. Biriktirdiğiniz hiç bir şey yoktur onunla.
Aslında o bir yabancıdır. Aniden karşınıza çıkıvermiştir ve
siz tedbirlisinizdir. Evet yabancıdır, hatta yabancısı olduğunuz
bir şehrin üslûbu vardır dilinde, hâlinde... Fakat öyle tuhaftır
ki, bir o kadar da âşinasınızdır
ona... Tedbirlerinizi bozdurmaya meylettirecek bir âşinalıktır
bu. Yine de temkini elden bırakmazsınız. Önceleri sıradan
deneyimlerinizle tahlile yeltenir, sonraları bunun beyhude
bir uğraş olduğu kararı ile daha
çok yaşanmışlığa ihtiyaç duyarsınız o kişi hakkında bir tahlil
yapabilmek için...
Hayatınıza âniden teşrif eden
bu yabancı, aynaya bakmak kadar size tanıdık gelebilir. Kendinizi bildiniz bileli onu tanıyormuşçasına kabulleriniz değişir. O ezber mi bozuyor, siz de
bozarsınız... O yabancılığı sahiciliğiyle izale mi ediyor, siz de
öyle yaparsınız... Onu tahlil etmek için yaşanmışlık biriktirme gayretinizin de beyhudeliğine şahit oluverirsiniz; çünkü ilk
sizde uyandırdığı intiba ne ise,
onu tanıdığınız günlerin sayısı
artsa bile ilk günkü izleniminize kattığınız pek bir şey olmamıştır fazladan. O, doğal ve samimidir... Kâinattan bir betimleme ile onu ifade etmek istediğinizde aklınıza ilk gelen teş-
YAVUZ SELİM
bih, “rüzgâr” olur.
Elest Meclisi’nde
başlayan tanışıklık
Ne vakit tanıştığınızın hesabını yapmaya kalktığınızda bir
kaç yıllık takvimin bir yanılsama olduğuna karar verip tanışıklık takviminin ilk yaprağının
aslında “Elest Meclisi”nde koparıldığına inanırsınız. Bu isim,
hayatınızın, yazgınızın bir parçacısıdır; bir gerekçeye mebnidir karşınıza öyle aniden çıkışı. Şaşkınlığınız sürüyor olsa da,
kadere amentünüzü tazelersiniz. Râm ve râzı olup ömrünüze yeni katılan bu isimle, ideanızla, inancınızla, dâvânızla,
sevdalarınızla hayra dair bir
yolculuğa çıkmak için sözleşirsiniz. “Allah’ım, dingin hayatıma ikram ettiğin bu rüzgârın(!)
vardır bir hikmeti elbet ve bana
uzaktır hikmetinden sual etmek!”
dersiniz.
Evet, son tahlilde “Rüzgâr”
imgesinin tam karşılığıdır benim için “Yavuz Selim” ve benim hayatıma tam da yukarıda bahse değer satırlardaki tahlil gibi girivermiştir.
Rüzgâr dedimse öyle latif,
öyle zarif, öyle yaz sıcağının tesellisi bir meltem geliverdiyse aklınıza, unutun gitsin! Yani
öyle yumuşacık bir adam hiç
değildir.
Meselâ ben, bazen şiddetinden Ayet-el Kürs’yi unuttuğumu bilirim(!). Ama bazen de
onu, bahar eşiğinde tohumları göçüren şefkatli bir rüzgâra
benzetirim. Kimi zaman kar ve
soğuk getiren bir poyraz gibi
eser, kimi zaman dağların kuytularını serinleten karayele benzer. Bazen şiddeti 130 kilometreye ulaşan, etrafında kim var
kim yok rüzgârında savuran lodos olma ihtimali yüksektir.
Uzun yıllardır portre çalışmaları yapıyorum. Pek çok ismi
kısa gözlemler, ucu açık sorular-
la çözmem ve kelimelerle resimlemem hiç de zor olmadı. Fakat
benim için Yavuz Selim, müstesna yapısı, farklı birikimleri ve
“saklı adam” unvanı ile resmedilmesi zor bir isim doğrusu.
İstanbul ikliminden
Ankara’da mukim Yavuz Selim’i
kelimelerle ne kadar doğru resmedebilirim, henüz bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o
da, “İslâm” ve “Ümmet” kavramlarını hayatında temel esas
olarak kabul eden, hani “ilmek ilmek” derler ya, harf harf
“Hakk”ın ve “hakkaniyet”in
sesi, sözü olmakta dikkate değer bir biçimde gayret sarf eden
Yavuz Selim ile tanış olmak,
şükredilesidir...
Yazacağım satırlar ise şükrümün tezahürüdür. Çünkü zordur zor olmasına ama güzel bir
adamdır Yavuz Selim. Üç yıl
gibi bir süredir tanışıyor olmakla birlikte, adalet, şefkat, merhamet, ahde vefâ gibi insanî vasıfları had safhada barındırıyor olmasaydı, bu satırları yazıyor olmayacaktım belki de...
Zor bir adam;
meselâ...
Evet, zor bir işe kalkıştığımı itiraf ediyorum. Yavuz Selim zor, onu yazmak daha zor!
Efendim, aklınızda “zor!” ifadesinin bir izah aradığını tahmin
edebiliyorum. Meraktasınızdır Yavuz Selim’i böylesi zor kılan ne diye?
Bir kere, portresini yazmak
için bir saat 52 dakikalık ses
kaydı alırsınız ve çözümlemek
için oturduğunuzda sırra kadem basmış bir adam ile karşılaşırsınız. Kendisinden söz etmeyi sevmeyen, dokuz yılını doldurmuş elinizdeki Haber Ajanda dergisinin künyesinde “İmtiyaz Sahibi” unvanı ile ismini görmekten öte bir
bilgiye haiz olmak için elinizden geleni ardınıza koymazsı-
nız; gazetecilik tecrübelerinizi, dostluk ritüellerini kullanırsınız ama yine de yaşanmışlıklardan mülhem gözlemlerinize başvurmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. Bu zorluk değil
midir? Anlatıverse kendini bir
çırpıda “Ben...” diye başlayıverse cümleleri, bir paragrafta tam
altı defa “zor” kelimesini kullanmak zorunda kalmayacaktım meselâ!
Bitmedi! Leb demeden leblebiyi anlamasa, sözün nereye
varacağını kestirivermese, hadi
kestirdi diyelim, sinirlenmese, “kolay” kelimesini daha çok
kullanabilirdim. Bu da ikinci meselâ...
Öğrenmenin ilk ve önemli anahtarıdır merak. Ve bu huy
meleke hâline gelmiştir Yavuz
Selim’de. Peşi sıra sorular yöneltmese, gizli olanın üzerindeki örtüyü sorularıyla çekiştirmese, her şeyi öyle önemseyip
merak etmese kolay bir adam
olabilirdi meselâ...
Olası sorunları hesaplamasa, bu hesaplardan sebep tedbir
gerçekleştirmese, şüpheci yaklaşımı ile ahret sualine tâbi tutmasa, hayatınızı özgür, zihninizi sorularıyla esaret zincirine
vurmasa kolayın kolayı olabilirdi. Bu da dördüncü meselâ...
Aklına geleni istemese, bir
günde beş dosyayı derleyip toparlamanızı beklemese, onun
gibi yatıp onun gibi kalkmanızı
önermese, sizden kendi tarzında iş beklemese, disiplinli, titiz,
planlı ve programlı bir hayata
sizi davet etmese kolay bir insan olabilirdi meselâ...
Yanlış gördüğünün üzerine gitmese, doğru bildiğini alenen söylemese, muhatabı hatada ısrar edince fırtına olup esmese, hadi esti diyelim, şefkatinin cenderesinden geçip size
gelmese, sözüyle yahut kollarıyla -adam gibi adam dostlarına
sarılıp gönül aldığına şahit ol-
özel sayı 101 2015
105
HABERAJANDA
muşluğum vardır!- sizi sarmasa,
gönlünüzü almasa, hayatınızda
kalmaya devam etmese işiniz
kolay olabilirdi meselâ...
lecek zamanlarda sayılı güzel
adamdan biri olarak anılacak
bu güzel insanla tanış olmak elbet zor olacak!
Öyle ya, ömrünüzün beklenmedik bir vaktinde karşınıza çıkan bu adamı eğer kıymet bilenlerdenseniz, ne kadar sinirli,
ne kadar tez canlı olursa olsun
hayatınızdan bir çırpıda çıkarma konforuna sahip değilsinizdir. Çünkü onu hayatınızdan
çıkarmanın bir kayıp olduğunu
bilirsiniz. Sizin adınıza tedbir
geliştiriyor olduğunu, kendisini
sizin yerinize koyduğunu okursanız onun ahvalinden bu kayba tahammülünüz olamaz! Bu
kaçıncı meselâ!?
Üstelik ona sorsanız, zor biri
olduğunu kabul etmez. Hatta
sizin hayatınızı kolaylaştıracak
kadar sizinle ve sizin etrafınızdakilerle ilgilenen, kederlerinizi keder edinen, çare üretmek için yol yöntem belirleme gayretine düşen bir adamdır. Öyledir hakikaten de...
Ama unuttuğumuz vasıflardır ya hani bunlar ve sorarsınız
“Niye böylesine benim sorunumu
sahipleniyor ki?” diye kendinize... “Ona ne”dir ki sizin müşküllerinizden? Onda zorluk
addettiklerimiz aslında bu tür
yadırgamalarımızdır! Çünkü
her geçen gün Batı’nın, Peygamber toprakları olan bu vatanın güzel insanlarına empoze ettiği bireysellik ve bencillik
kriterlerine istemesek de yenik
düşmüşüzdür. Ve sizin adınıza
kaygılanan, bu kaygısını aktaramadığında, anlaşılamadığında sinirlenen bir adamdır Yavuz Selim.
Hattab’ın oğlu
Ömer (ra) kadar zor...
Hâsılı, işte böylesi zordur ve
böylesi güzel bir adamdır Yavuz Selim. Dosttur, sizin adınıza kaygılanacak kadar... Arkadaştır, sizinle aynı yolu sabırla
kat edecek kadar... Sırdaştır, kör
bir kuyunun sağırlığı kadar...
Mü’min ahlâkına sahip mücadeleci bir ihvandır, Hattab’ın
oğlu Ömer kadar! Şiddetiyle, hiddetiyle, adaletiyle, merhametiyle, zahmete talip oluşuyla
ve gayretiyle tam da Hz. Ömer
(ra) meşreplidir!
Verseler omzuna un çuvalını taşır mı bilmem ama un çuvalından daha ağır kaygılar taşıdığını bilirim. Gençlerin geleceğinden kendini mesul tutan
bir adamın zorluğuna tahammülü ben ibadet telakki ederim.
Dergisinin sayfalarını yeni kalemlere tedrisat mahallî olarak
sunan, uzak şehirlerden isimleri buluşturan, onları zaman zaman bir araya getirip kardeş sayımızı arttıran bu güzel fakat zor adamı anlamayanın sevemeyeceğini çok rahat söyleyebilirim. Evet, sözüyle değil,
hâliyle okunabilecek bir adam
Yavuz Selim. Bu gün “yedi güzel adam”dan söz ediliyor, ge-
106
özel sayı 101 2015
İzin verseniz eliniz olmasına,
el ele tutuşmak yerine “İnsan hiç
kendi elini tutar da yürür mü bu
hayatta?!” sorusuna vereceğiniz
cevabın tâ kendisidir Yavuz Selim. Elinizden emin olduğunuz
kadar emin olursunuz onun
varlığından. Ve o artık sizin hayatınızdadır ama siz gibi, sizden gibi, ayrı değil aynılığa talip olandır! Böyle okunduğunda ahvali, çoğalırsınız. Böyle bir
okuma yapamayanların hayatında Yavuz Selim’i tutmak zordur. Ne o kalabilir; ne de o tip
insanlar, hayatlarında onun kalmasına tahammül edebilir.
Sadece bugün, yani yarım
asırlık ömrünün bu deminde böyle değildir Yavuz Selim. Çok küçük yaşlardan itibaren zordur aslında... Daha doğrusu hayatın zorlu şartları onu
rüzgâr kılmıştır. Ezberi önce
hayat bozmuştur da, Yavuz Selim de ezber bozmayı hayatın kitabından okumuştur. Dokuz on yaşlarında annesine verdiği sözü yetişkinliğinde tutan,
bir hayâle sadık kalarak ahde
vefânın imzasını hayatına atan,
ondört yaşında “sürgün” edilen kaç çocuk vardır etrafınızda? Sürgün edildiğini bilen bir
çocuğun ruh hâlini tahmin ne
de zordur. İşte böylesi anlaşılması, tahmini, tahayyülü zor bir
serüvendir Yavuz Selim’in hayat
menkıbesi.
Kars’ta bir ağa kızı
Uzun yıllar öncesidir. Genç
bir adam Artvin’den düşer yollara. Elinde bir bavul, bavulunda mesleğinin gerektirdiği aletler, yüreğinde hayata dair umutlar olan bir adamdır o. Adı Haydar... Kars’a gelir. İyi bir marangozdur Haydar
(Baba). Geldiği şehrin bir köyünde okulun ahşap işlerini yapacaktır. Kış gelmeden, sayılı
yaz günlerinin kadrini bilip çalışacaktır ki, okul açılıncaya kadar yetişsin penceresi kapısı.
Çalışkandır. Namazlı, niyazlıdır
bu genç adam.
Genç adamın geldiği bu köyün çok güzel bir kızı vardır: Mahmut Ağa’nın güzeller güzeli torunu Firdevs... Henüz ondört yaşındadır Firdevs. Genç adam Firdevs’i görür görmez âşık olur. Ona türküler yakar. Sonra köyün imamına açar derdini. Zira niyeti ciddidir. İmam aracı olur bu
abdestli namazlı genç adama.
Allah’ın emri ve Peygamber’in
kavliyle evlenir Firdevs (Anne)
ve Haydar (Baba). Ve Mahmut
Ağa’nın torunu Firdevs’in kaderine bir er sevdasıyla birlikte beş çocuk yazılır. İşte Yavuz
Selim, Haydar Baba’nın ve Firdevs Anne’nin -Rabbim rahmet buyursun kendilerine- en
küçük oğullarıdır. (Diğer anneden olan dört ağabeyle be-
raber) dokuz çocuğun en küçüğü olmanın tüm nimetlerinden faydalanır. Çok seviliyordur. Hâlleri vakitleri yerindedir.
Çünkü Haydar Baba, Kars’ta
ehil bir marangozdur. Ablaları ve ağabeyleriyle mes’ud bir
çocuktur o... İkinci annem dediği büyük ablası Makbule
Hanım’ın -Rabbim rahmet buyursun kendisine!- biriciğidir.
İki kadının şefkatini aynı anda
hissetmekten olsa gerek yeşil
gözlü, kumral bu çocuğun özgüveni erken gelişmiştir.
Yedi yaşında okula başladığı
ilk günün sonunda eve dönünce ablası Makbule Hanım “Bir
arkadaşın oldu mu?” diye sorar.
“Evet” der Yavuz Selim. “Nasıl
biri?” diye ikinci soruyu yöneltir
ablası. O kumral çocuk, iki küçük eli arasına yüzünü alıp “Çok
güzel bir kız, tıpkı benim gibi...”
der. Barışıktır Rabbi’sinin kendisine verdiği yüzle ve mutlu
olur bahtına düşenle..
Yaşa ve yaşat
metodu
Öyle fazlaca sözlü tembihlerin, nasihatlerin olmadığı, “yaşa
ve yaşat” metodunun esas alındığı bir aileye sahiptir Yavuz
Selim. Bugünkü disiplinli çalışma prensiplerini ne bir kitaptan okumuştur, ne de sesli, sözlü tembihlerle öğrenmiştir. O, yalnız ve yalnız gözlemleyerek, kendisinin bugün istikrarlı bir başarı grafiği çizmesine vesile olacak ilk terbiyeyi babasını seyrederek almıştır. İş disiplini ve başarının yaşayan örneğidir babası. Ve Yavuz Selim,
tembihlenmeden öğrenecek kadar duyarlı bir zekâya sahiptir.
Dikkatlidir...
Haydar Baba, sabah namazını mutlaka camide edâ eder,
eve dönüp kahvaltısını yaptıktan sonra marangoz dükkânını
açarmış. Öğle vaktine kadar çalışır, namazını camide
edâ eder, yemek için evine ge-
Nesrin Çaylı
YAVUZ SELİM
Evet, zor bir işe kalkıştığımı itiraf ediyorum. Yavuz
Selim zor, onu yazmak daha zor! Efendim, aklınızda “zor!” ifadesinin bir izah aradığını tahmin
edebiliyorum. Meraktasınızdır Yavuz Selim’i böylesi zor kılan ne diye?
lir ve sonra dükkânına dönermiş. Sadece ikindi namazını
dükkânında kılarmış. Akşam
yine ezanla birlikte dükkânını
kapatır, namazını edâ eder, evine öyle gelirmiş. Yemek akşam
namazından sonra yenirmiş.
Sonra yatsı namazı için tekrar
camiye gidiş ve eve dönüş... Bu
hiç değişmeyen sessiz bir eğitim modeliymiş...
Onun kulağına öğretmeye dair hiç bir şey fısıldanmadığı halde kendi merakı, gözlemi
ve dikkati ile yol kat etmiş. İşte,
Yavuz Selim’in bu hâline işaret
eden güzel bir hatıratı:
Bir gün Firdevs Anne ile
Makbule Ablası kendi aralarında sohbet ediyorlardır. Anneciğinin küçük bir sitemi vardır diğer çocuklarına: “Onca erkek tornumuz oldu ama hiçbir
kardeşin, babanın adını vermedi
oğullarına!” der. Bu konuşmaları odada sessizce oynayan Se-
lim duyar ve annesine “Üzülme
annem, kısmet olur da bir oğlum
olursa, söz veriyorum, babamın
adını koyacağım!” der...
İşte bu hatıratın ilerleyen satırlarda iki erdemin bir karakterde nasıl şekillenip vuku bulduğuna şahit olacaksınız. Tıynetinde var olan dürüstlük ve
vefa yıllar sonra alan bulur bulmaz tezahür eder Selim’in hayatında, delikanlı olduğu bir
çağda...
Ezber bozan bir
çocuk!
İşte böyle, her şey güzeldir,
düzenlidir. Tâ ki, ilkokul dördüncü sınıfa geldiğinde Makbule Ablasının nişanlanmasına kadar... Annesinden çok ablası ile olan Yavuz Selim, bugün
dahi net bir biçimde tahlil edemediği bir ruh hâliyle ablasının kitaplarına yönelir. On yaşındadır ama iki küçük eli ara-
sında, Kerime Nadir’in, Oğuz
Özdeş’in, Yaşar Kemal’in kitapları vardır. Ablasının bir yıl süren nişanlılık süresince, kim bilir belki de ablasına ait daha
çok hatıra biriktirmek, onun
meşgul olduklarıyla meşgul olmak gibi bir eğilimle okuma alışkanlığını o yaşta kazanır. Sevdiğinin sevdiği şeylerle uğraşarak, ablasının evlenip
gidecek oluşuna teselli devşirmenin zekice bir yöntemidir bu
aslında.
Dedim ya, kendine münhasır, ezber bozan bir çocuktur o.
Ve ablası evlenip ayrılır evden.
Okuyup bitirdiği kitaplar da
yoktur artık, raflar boştur. Ancak tam da bu aralarda mahalleden bir ağabeyin vasıtasıyla
Tercüman’ı tanır. Kars’ın merkezinde, Orduevi’ne yakın bir
gazete bayiinin müdavimidir
artık. Her sabah, erken saatlerde o bayinin önünde yeşil göz-
lü onbir yaşlarında kumral bir
çocuk görülür. O çocuk, Tercüman gazetesini satın alıp kazağının içine saklar. Buna mecbur
olduğunu bilir o yaşta. Çünkü Kars, o yıllarda (1976) siyasî
olarak çok karışıktır.
Yavuz Selim, kısa zamanda iyi bir Tercüman okuyucusu
olur. Annesi, “Gözlerin okumaktan kör olacak, çık sokağa arkadaşlarınla oyna. Kirlen, toza toprağa bulan” diyerek onu evden
dışarı kovsa da o ısrarla okumalarını yapar. Bir kısmını kendi başına okurken, kalan kısmını babası işten eve gelip yemeğini yedikten, namazını edâ ettikten sonra babasına okuyarak
tamamlar.
Yavuz Selim onbir yaşındadır ve elleri arasında neredeyse boyu kadar bir gazeteyi açıp,
yeşil gözleri Ahmet Kabaklı, Rauf Tamer, Mukbil Özyörük ve Yavuz Donat gibi köşe
özel sayı 101 2015
107
HABERAJANDA
yazarlarının satırlarına dokunuyordur. İşte bugünün başarısı, bugünün hikâyesi aslında tâ
o yıllarda başlar. Çünkü o, daha
onbir yaşındayken gazeteci yazar olma kararını almıştır.
Genç bir idealist!
Ortaokul yıllarında okumaları biraz daha ciddileşiyor diyeceğim ama olmayacak. Zaten ciddi okumalar yapan bir
çocukken buraya ne tür bir tanımlama getireceğimi bilememenin şaşkınlığını yaşıyorum.
Ve ancak sonunda dimdik bir
ünlem koyacağım şu cümleyi
yazıyorum: “Yavuz Selim 13-14
yaşlarında siyasi düşünce refleksini geliştirici okumalara yöneliyor!”
Kars’ta küçük bir alana sıkıştırılmış, solcuların baskısının keskin olduğu ülkücü ağabeyleriyle tanışıp hemhal olmaya başlıyor. O ağabeyleri ona
Türk-İslâm birliğini anlatan kitaplar veriyor. Ve böylece ilk
siyasî rol modellerini kitap sayfalarında bulan Yavuz Selim,
Ortadoğu ve Hergün gazeteleriyle de tanışıyor. Kars, komünistler tarafından kurtarılmış
bölge ilân edilmiştir ve kalesinde orak çekiçli Rus bayrağının
salındığı dönemlerdir.
Tevekkeli değil, kimi zaman
onun inanmışlığına, İslam ve
ümmet kavramlarının dilinde ve fiillerindeki yansımalarına baktığınızda bir roman kahramanını izler gibi oluyor insan!
Bugün bile o ideal kahraman
duruşuna biz şahit oluyorken,
o henüz 13-14 yaşlarındayken,
bir arkadaşıyla birlikte, komünist öğrenciler tarafından hazırlanan duvar gazetesindeki yazıları, akşamdan hazırladıkları Necip Fazıl, Mehmet Akif,
Yahya Kemal gibi millî şairlerimizin şiirlerini okula erkenden giderek değiştiriyorlar. Bu
sebeple neredeyse hergün ko-
108
özel sayı 101 2015
münist çocuklardan dayak yiyiyorlar.
Yaşıtlarından çok değişik ve
çok farklı olan bu yeşil gözlü
çocuk, geceleri yaşının küçüklüğüne aldırmadan sokağa çıkıp
duvarlara sloganlar yazıyor. Ülkücü ağabeylerinin ondan yazmasını istediği klişe sloganlar
vardır. Fakat Selim, o beklenen
sloganlar yerine küçük ellerine
aldığı büyük fırçalarla ve renkli boyalarla duvarlara hep “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın olacak!” sloganını yazıyor. Ülkücü ağabeylerinin keskin bakışları arasında “Neden bizim söylediğimizi yazmıyorsun?” sorusuna ise gayet emin bir cevapla “Çünkü bu sloganı çok seviyorum!” diyor.
O, henüz gençlik yıllarına
adım atmadığı çocuk yıllarında
bile kendinden emin bir kararlılıkla yol alır.
Paraya hiç ihtiyacı olmadığı
halde, babasının yaptığı ayakkabı boya sandığı ile boyacılık
yapar Selim. Çekirdek, çiklet
satar. Neden böyle şeyler yaptığını sorsanız, “Eğlenceli ve işe
yarar bir şeylerdi” der. Erken büyümüş bir çocuktur ve kocaman
bir adam kalbi vardır göğsünde. Sorumluluk bilinci gelişmiş,
tecrübe eğitimini kendi belirlemiş bir küçük adam...
“Ya git, ya öl!”
tehdidi
Yıl 1979’dur ve pek çoğumuzun ihtimal veremeyeceği bir
gerçeğin tam içindedir Yavuz
Selim. Yaşadığı şehrin komünistleri tarafından “sürgün” yemiş bir çocuktur o artık. Makbule Ablasının eşi Bahattin
eniştesi, komünistlerin yaptığı baskıya karşı onu artık koruyamayacaktır. Mesaj, nettir: “Ya
bu şehri terk edecek, yahut Yavuz öldürülecek! Üç gün müsaade size!” denir. Bu ihtar yetmezmiş gibi, dört katlı “Sarı Köşk”
unvanlı, mahallenin o vakitler
en güzel evi Yavuz Selim’in ailesine aittir ve kurşunlanmıştır.
Duvarlarına tehdit sloganları
yazılmıştır. Gitmekten diyemeyeceğim, ailesi tarafından korumak için gönderilmesinden
başka çare kalmamıştır.
Bir arkadaşı vardır Selim’in
kendisi gibi erken yaşlarda
Hakk, hukuk, dâvâ, ülkü, ümmet, kavramlarını ezber ettiği bir küçük çocuk... Onun da
yazgısına sürgün düşmüştür ve
ikisine de artık Kars’tan yol görünmüştür.
Bu iki küçük çocuk mu desem, boyları ve yaşları küçük
ama kalpleri kocaman taze delikanlılar mı desem bilemediğim, ortaokul mezunu bu çocuklar, bir şehirden sürgün olmanın istisnai hatırasını doldurup hafızalarına düşerler yola...
İlk durağı Ankara olur Selim’in.
Ağabeyisi Mehmet Selim gözetimindedir artık. “Sarı Köşk,
anneciği, babacığı, annesi kadar
canına can katan Makbule Ablası, Ayşe Ablası ve onu kayırıp
kollayan Bahattin Eniştesi” ardında kalır. Yüksünmez, söylenmez, “keşke” biriktirmez bu ilginç tecrübeyi yaşadığına dair.
Evet, o, “Ya git, ya öl!” tehdidine maruz kalmış ve kimi varsa ardında bırakıp ilk gurbetine çıkmıştır. İşte hayatındaki
ilk tembihi de o vakitler almıştır. “Sessiz, suskun, göze batmayan bir lise öğrencisi olacak!”tır.
Henüz 1980 Darbesi olmamıştır. Selim, derslerini çalışan sıradan bir öğrenci olma gayretiyle okuluna devam eder. Çok çalışmalıdır. Çünkü darbe öncesi Kars’ta ortaokulda ders değil, siyasî olayların pratiğine şahit olmuştur. Ankara’da yazıldığı lise ise, eğitimi hayli iyi olan
Kurtuluş Lisesi’dir. Öyle yapar...
Fakat fiilen sükûnet hâlinde
olsa da Selim, zihnî “kelimelerin” ustaca kullanımı ile zamana meydan okuyacak bir hare-
Nesrin Çaylı
ketliliktedir. Tarih ve edebiyat
sınavlarında verdiği cevaplarla,
kompozisyon derslerinde yaptığı tahlillerle dikkatleri çeker.
Tarih Hocası, ülkücü hareketin önde gelen isimlerinden
–Allah rahmet eylesin- Ayvaz Gökdemir’in kardeşi Ender Gökdemir’dir. Selim, En-
YAVUZ SELİM
der Hocasını çok sever. Edebiyat hocası ise dürüst bir solcudur. Her iki hocası da ağabeyeni okula çağırırlar ve Yavuz Selim hakkında “Bu güne kadar,
tarih ve edebiyatta böyle derin ve
tutarlı tahlil yapabilen bir öğrencimiz olmadı!” derler ve taktirlerini belirtirler. Yavuz Selim, o
yılı, Kars’ta iyi bir eğitim gör-
memiş olmasına rağmen teşekkür belgesi alarak tamamlar.
Dilini kaybeden
dinini kaybetmeye
mahkûmdur!
O yılın Eylül ayında darbe olur. Hemen sonrasında,
Bursa’ya amcasının yanına gi-
der Selim. Henüz 16 yaşındadır
ve kaderin rüzgârında savrulurken, rüzgâr olmayı, esince savurmayı öğreneceği yaşlardadır.
Artık sağ-sol kavgaları son
bulmuştur. Okullarda sinsi bir
asayiş berkemaldir. Silahların
gölgesi kalkmıştır eğitim gören
öğrencilerin üzerinden. Fakat
Bir kere, portresini yazmak için
bir saat 52 dakikalık ses kaydı
alırsınız ve çözümlemek için oturduğunuzda sırra kadem basmış bir adam ile karşılaşırsınız.
Kendisinden söz etmeyi sevmeyen, dokuz yılını doldurmuş elinizdeki Haber Ajanda dergisinin künyesinde “İmtiyaz Sahibi” unvanı ile ismini görmekten öte bir bilgiye haiz olmak için
elinizden geleni ardınıza koymazsınız; gazetecilik tecrübelerinizi, dostluk ritüellerini kullanırsınız ama yine de yaşanmışlıklardan mülhem gözlemlerinize başvurmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. Bu zorluk değil midir? Anlatıverse kendini bir çırpıda “Ben...” diye başlayıverse
cümleleri, bir paragrafta tam altı defa “zor” kelimesini kullanmak zorunda kalmayacaktım
meselâ!
özel sayı 101 2015
109
HABERAJANDA
Leb
demeden
leblebiyi anlamasa,
sözün nereye varacağını kestirivermese,
hadi kestirdi diyelim,
sinirlenmese, “kolay”
kelimesini daha çok
kullanabilirdim. Bu
da ikinci meselâ...
110
özel sayı 101 2015
Nesrin Çaylı
daha nitelikli ve kayda değer bir
kavgası vardır şuurlu gençlerin. Siyasî tercihlerini, kullanılan kelimeler üzerinden belirleyen ve doğru olanın izini sürmeye gayret eden taraftadır Selim. “Uydurukçaya hayır!” diyenlerdendir. Olasılık da ne? İhtimal demek varken... İmkân dururken olanak demenin âlemi
neymiş? Hayatmış tercih edilen, yaşam değil! Dilini teslim
eden, dinini de teslim eder! Dilini kaybeden, dinini de kaybetmeye mahkûmdur!
Müstear isimli
genç bir yazar
Lise ikinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar dil üzerinden
kurulmuş, üstü örtülü çekişmeleriyle, nitelikli mücadelesiyle tarih ve felsefe hocalarının olumsuz tepkilerine maruz kalırken, Ali Şaylan isimli edebiyat hocasının dikkatini çeker Selim. Hocası ona Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ve Peyami Safa’nın kitaplarını tavsiye eder. Tarık Buğra’yı ve Nihat
Sami Banarlı’yı okumasını ister. Nurettin Topçu’nun bütün
eserlerini şart koşar. Bahaeddin
Özkişi’nin “Sokakta” ve “Göç
Zamanı”, Peyami Safa’nın
“Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Fatih-Harbiye”, “Bir Tereddüdün Romanı”, “Matmazel
Noraliya’nın Koltuğu”, “Yalnızız” ve özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” adlı romanların kahramanları Yavuz
Selim’in genç yaşında “rol modeller” oluşturur.
Aynı zamanda, denemeler yazar, günlük tutmaya lise
sona kadar devam eder. “Dede
ve Nasihat” isimli bir hikâyesi
okulunda birincilik ödülü alır
ve Kayseri’de neşredilen Erciyes Dergisi’nde yayımlanır.
Siyasî yazılarını ise Yeni Düşünce dergisine “Kürşat Bozkurt” imzası ile gönderir. Yıllar
sonra dergiye uğradığında Ya-
YAVUZ SELİM
vuz Selim’i bilen kimse yoktur
ve “Kürşat Bozkurt” Yeni Düşünce dergisinin yazarlarındandır. Yavuz Selim, sanki o genç
yaşlarında “saklı adam” olarak
kalmaya karar vermiştir.
Üniversite
yıllarında 33 dergiyi
gözlemi altında
tutar
Yıl 1983’tür. Lise yılları geride kalmış, üniversite yılları başlamıştır. Yavuz Selim’i
Ankara’ya çeken bir his, içinde dolaşmaktadır. Tercihleri arasında, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Edebiyat Bölümü vardır. Kazanır... Fakat kendi ifadesi ile
ilk üç ay sonrasında “Duvara
toslamış gibi” hisseder. Büyük
bir hayâl kırıklığı yaşamaktadır. Çocuk yaşında sürgün edilişinde bile yaşamadığı bir şaşkınlığın içindedir. Çünkü, edebiyat adına beklentilerinin çok
gerisinde olan bir müfredat vardır okulunda. Tam burada bu
hayâl kırıklığına dair kendi fikrimi ifade etmeden geçemeyeceğim. İlkokul dördüncü sınıftan lise sona kadar “baba” kitaplar ve üç dört gazete okuyunca
11, 12 dergiyi takip edip yazınca bu şaşkınlığın mesuliyetini
sisteme yüklemek haksızlık olur
doğrusu. Yavuz Selim’in erken
okumalarının, kendi dünyasında yarattığı hezeyandır bu bence. Ve Selim’in üst aklının, sıra
dışı şekillenişinin ispatıdır.
Öyle yahut böyle... Çok sıkılır Selim. Derslere girmez, vize
ve finalleri zar zor verir. Bir gazetede muhabir olarak görev
yapıyordur. Yani çocuk yaşlarında olduğu gibi yine hem okuyor hem harçlığını kazanıyordur. Şimdi dikkat kesiliniz: Size
abartı gibi gelebilir ama Selim,
üniversite yıllarında 33 dergiyi
gözlemi altında tutar. Zamanla
azalsa da takip ettiği dergilerin
sayısı 10’un altına hiç düşmez.
Resmedilmiş bir
sevda!
Aşkın bir enerjisi, sıra dışı
tercihleri ve erken gelişmiş bir
kimliğe sahiptir Yavuz Selim.
Gazeteci olacaktır, edebiyatçı değil. Kararı kesindir. Ve ömrünün en büyük “keşke”si üniversitede edebiyat okumuş olmasına aittir. “Yazık ve kaybedilmiş zamanlarımdı!” diye belirtmekten de hiç imtina etmemektedir. Fakat Ankara’da o fakültede okumasının kader nezdinde farklı bir gerekçeyi barındırığını belirtir. Çünkü şu anda
27 yılı doldurduğu evliliğinde
hayat arkadaşı da aynı üniversiteden mezundur ve belki de o
üniversitede okumasının yazgısında isminin yanına eş olarak
“Müzeyyen Hanım”ın isminin
yazılmasından başka gerekçesi de yoktur.
Müzeyyen Hanım’ı Ankara
otobüs terminalinde görmüştür ilk kez. Başını otobüsün camına yaslamış uzaklara giden
bir portredir Müzeyyen Hanım
Yavuz Selim’in gözünde. Arkadaşları farkedince, Müzeyyen Hanım’ın sınıf arkadaşları olduğunu söylerler. Etkilenmiştir bu anlık, bu kısacık enstantaneden Selim. Yarı dönem
tatilinde bir hikâye kaleme alır.
Ankara’ya döndüğünde de gözündeki enstantaneyi arkadaşına kara kalemle çizdirtir. Ve
bu hikâye “Bizim Ocak” dergisinde yayınlanır. Böyle başlar
uzun yıllar yanyana kat edilecek
hayat yolculuğunun ilk adımı.
Ancak Yavuz Selim, üçüncü sınıfın Mart ayına kadar Müzeyyen Hanım’dan hep uzak durur.
Küs gibidirler, hiç konuşmazlar,
selamlaşmazlar bile...
1986’nın Mart ayı, Yavuz Selim ile Müzeyyen Hanım’ın
hayatlarının dönüm noktasıdır. Sınıf arkadaşları Recep
Çınar’ın aracılığıyla Kurtuluş
Parkı’nda bir araya getirilirler.
Ama Müzeyyen Hanım, Yavuz
Selim’i görünce şaşırır. Çünkü
bu durumdan habersizdir. Recep Çınar, müsaade alıp ayrılır.
Artık başbaşa kalmışladır. Yavuz Selim, direkt evlilik teklifinde bulunur. Müzeyyen Hanım, kabul etmez. Yavuz Selim,
bir hafta müsaade ister kendisini tanıtması için. Ve Müzeyyen Hanım, dördüncü gün evlilik teklifini kabul eder. 20 Aralık 1987’de de evlenirler.
İsmi ile müsemma
bir adam...
Yıllar sonra, bugün Müzeyyen Hanım’a Yavuz Selim sorulduğunda, “Yavuz Bey, hayatının merkezinde olduğumuzu
her zaman hissettirdi. Allah’a şükürler olsun, sevgisinden ve ilgisinden hiç mahrum olmadık. Yavuz Bey, ismiyle müsemma biri.
Çok güçlü ve çetin bir karakteri
var. Bunu onu tanıyan herkes bilir. İlk başlarda sert tavırlarından
rahatsız olanlar daha sonra, sevdiklerini ve dostlarını nasıl sahiplendiğini görünce onu sevmeye ve ona güvenmeye başlar. Belki
de Haber Ajanda dergisini kurup
150’ye yakın yazarı ‘gönüllü’ olarak bu derginin etrafında toplamasının ana sebebi budur!” diye
anlatıyor.
Peki Haber Ajanda dergisi diye sorunca ise, “Çocuklar,
baba 100’üncü sayıyı görecek miyiz, diye şakalaşırlardı. Yavuz
Bey de, hedefine kilitlenmiş bir
inançla, Allah izin verirse göreceğiz, derdi. Dergi hazırlanır, baskıya verilir, matbaadan eve gelir; Yavuz Bey istisnasız her sayıda heyecanla paketleri açar, dergiyi eline alır, okşar... O an, görünmeye değer en güzel andır. Sanırsınız, kucağına yeni doğan bir bebeği vermişler. Yüzündeki ifade
aynen öyledir. Haydar’ı, Hilâl’i,
Eren’i ilk kucağına aldığı an ki
ifadenin aynısı... Bu dergiler Yavuz Bey’in 4’üncü ve 5’inci çocuklarıdır. O bizden çok şey beklemedi. Sadece, yanımda olun, bana
özel sayı 101 2015
111
HABERAJANDA
ne duygusal karşılıyor ki isteğimi, hiç vakit kaybetmeden bilgi
aktarımına başlıyor. Telefon görüşmemizde peşi sıra anlattığı
pek çok hatırasının hepsini aktaramayacağım için üzgünüm.
Yavuz Selim, Haydar Alp’in
babası ama aynı zamanda beni
vuruş sayısı ile sınırlayan, sayfaları etkili ve yetkili kullanmayı öğreten Ajanda Yönetim Kurulu Başkanım(!). (İtiraf ediyorum, iş paylaşımı yaptığım,
emir komuta zinciri kurduğum
bir başkandan çok dost bildiğim güzel bir insandır Yavuz
Selim benim için.)
İşte bu açıdan bakınca Haydar Alp’in kısaltmaya kıyamadığım anekdotlarını sizlerle
paylaşacağım. Fakat uzun hatıralarını bir başka çalışmada değerlendirmek üzere sakladığımı
da bilmesini istiyorum. Şöyle
anlatıyor Haydar Alp babasını:
Öğrenmenin ilk ve önemli anahta-
rıdır merak. Ve bu huy meleke hâline gelmiştir Yavuz Selim’de. Peşi sıra sorular yöneltmese, gizli olanın üzerindeki örtüyü sorularıyla
çekiştirmese, her şeyi öyle önemseyip merak
etmese kolay bir adam olabilirdi meselâ...
güç verin, dua edin, dedi. En büyük yükü o üstlendi. Allah emeklerini boşa çıkarmasın! Çocuklarım ve ben onunla gurur duyuyoruz!” diyor.
Müzeyyen Hanım’ın küçük
bir sitemi var aynı zamanda. Sitemini zarif ve hassas bir soru
ile ulaştırıyor bizlere: “Güzel işler yapan insanların sağlığında
kıymetleri bilinse, takdir edilseler çok mu!?”
Güzel evladın,
güzel babaya, güzel
duası...
Müzeyyen Hanım ve Yavuz
112
özel sayı 101 2015
Selim, üç güzel evlada sahip
oluyorlar. Önce ilk oğulları geliyor dünyaya (1988). Hani yukarıda bahsini ettiğim “sözünde
durma” ve “ahde vefa” erdemlerinin vuku buluşuna hayat şahitlik ediyor. Çünkü Selim, erkek doğan ilk yavrusunun adını
annesine 10 yaşındayken verdiği sözü unutmayarak tutuyor
ve oğlunun adını “Haydar Alp”
koyuyor!
Bu çalışmayı yapma hazırlıklarındayken, diğer kardeşlerden daha fazla zaman geçirme
imkanına sahip olduğum Haydar Alp’ten yardım istiyorum.
Öylesine heyecanlı ve öylesi-
“Babamın en önemli özelliklerinden biri azimli ve kararlı olmasıdır. Dokuz yıllık dergi serüveni ve daha öncesinde
başarısızlığı asla kabul etmeyen
yapısıyla bize verdiğimiz kararların arkasında durup sonuna
kadar mücadele etmeyi öğretti.
Sabırlı olmanın bir erdem olduğunu yine ben babamdan
öğrendim. ‘İstediğin bir şey varsa sabredeceksin, bekleyeceksin. Zamanı geldiğinde hayırlısıysa senin için olur zaten’ der
her zaman. Yaşadığı tecrübelerden olsun, ileriyi görme yeteneğinden olsun, olayları ve kişileri çok iyi analiz edebilme meziyetine sahiptir. Çabuk sinirlenir, istediği gibi olsun ister her
şeyi. Bunda titizliğinin de payı
büyük tabii ki...
Mesela dergi paketleme işleminde dergilerin sırtları aynı
tarafta olmayacak. Kültür Ajanda ön tarafta, arka tarafta da
Haber Ajanda’nın reklâmı olacak. İyi yapıştırılacak, uçlarında boşluk olmayacak. Burada
bile işine verdiği önemi görebiliyoruz. Keşke herkes onun kadar işini önemseyip ciddiye alsa
baştan sona.
Babam evine bağlı birisidir.
Onun için ev en önce gelir. Ailesi, çocukları vazgeçilmezdir.
Bu zamana kadar ne yaptıysa,
ne için uğraşıp çabaladıysa sırf
ailesi ve bizim içindir. Ben veya
kardeşlerim, çocukluğumuzdan
bugüne kadar, bundan mahrum
kaldık, şuna hiç sahip olamadık, diyebileceğimiz hiç bir şey
yok. Çok paramız olduğu zaman da aynı harçlığı alırdık, az
olduğunda da bu bize hiç yansımadı.
Küçükken bir gün babama
‘Baba, Allah’a şükür paramız
var, neden harçlığımızı artırmıyorsun?’ diye sormuştum da ‘Az
parayla idare etmeyi öğrenin.
Belli mi olur, gün gelir yokluk
çekeriz, o zaman da o hayat size
zor gelir!’ diye cevap vermişti.
Belki de tutumlu olma alışkanlığım babamın bu sözleri sayesinde oldu.
Babamın bize en çok söylediği sözlerden birisi de ‘Şer görünür hayr çıkar, hayr görünür
şer çıkar!’ sözüdür. Babamın sözünün ne kadar geçerli olduğunu çok defa yaşayarak gördüm.
Ne zaman babamı dinlemezsem işim rast gitmez. Dinlediğimdeyse hep güzel şeyler ortaya çıkar.
Böyle bir sürü şey var. Biz,
bize düşkün olan bir babaya sahibiz, bunu etrafımızdaki başka
babalara bakınca daha iyi anlıyor insan. Allah onu başımızdan eksik etmesin! Allah ona
sağlık ve güzel bir ömür nasip
etsin inşallah!”
Haydar Alp’in bu güzel duasına ben de gönülden “amiin!”
diyorum!
Bir Hilâl doğuyor!
Haydar Alp’ten 11 ay son-
Nesrin Çaylı
ra Hilâl teşrif ediyor dünyaya (1989).
Selim’in biricik kızı Hilâl’e
babasını sorduğumda... “Babam için hayatta önemli olan üç
şey, eşi, evlatları ve mesleğidir.
Babamın hep güzel hayâlleri olmuştur ve bunları hep gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bana bunlar hep imkansızmış gibi gelirdi. Ama benim babam hayallerini hep gerçekleştirdi. Biz daha
hayatta yokken başlamış tabii bu
hayâllerini gerçekleştirmeye. Annemle evlenmesi, sonra üç evladına mükemmel bir baba olması ve son olarak da hayâlindeki
dergileri çıkarması... Daha tabii ki gerçekleştirmek istediği
hayâller var. Rabbimin izniyle onlar da inşallah gerçekleşecek. Bu zamana kadar mesleğine olan bu büyük sevgisini anlayamamıştım. Zaman geçtikçe
anlıyorum ancak. Çok özel, güzel yazar arkadaşları, ağabeyleri ve kardeşleri var; çok güzel iki
dergimiz var. Etrafıma bakıyorum da mesleğini bu kadar bü-
YAVUZ SELİM
yük aşkla yapan insan sayısı çok
az. Babamın sevgisi sonsuzdur;
çok sinirliymiş gibi görünse de
yüreği yumuşacıktır. Bize, Ajanda Ailesi’ne ve dostlarına verdiği
değer bambaşkadır!” diyor...
Bir güzel tahmin,
bir gönülden âmin!
Hilâl’den 15 ay sonra (1991)
bir erkek evlatları daha oluyor
Selim çiftinin. Mustafa Eren
geliyor dünyaya. Kısa ve fakat
babası hakkında detayları kapsayan cümleleriyle Eren bize
babasını bakın nasıl anlatıyor:
“Babam bizim için her zaman
cömert, yol gösterici ve sevgisini
gösteren, kısacası çok iyi bir baba
olmuştur. Bizimle yani çocuklarıyla olan ilişkisi de her birimizin kişilik özelliklerine göre belirlemiştir. Hepimizle ayrı ayrı özel
olarak ilgilenmiştir. Hayatı boyunca yaşadığı zorlukların üstesinden gelmeyi başarmıştır. Çok
mücadeleci ve pes etmeyen bir duruşa sahip olmuştur. Sert bir mizaca, çabuk sinirlenen bir yapı-
ya sahiptir; ancak çok merhametli, kocaman bir kalbi vardır. En
önemli işi Haber Ajanda olmuştur. Derginin ilk çıktığı zamanlarda hedefinin 100’üncü sayıya ulaşmak olduğunu söylüyordu.
Ne yalan söyleyeyim, buna pek ihtimal vermiyordum ama o pes etmeyen mücadeleci yapısıyla bu hedefe ulaştı. Sanırım, Allah izin
verdikçe birkaç 100 sayı daha devam edecek gibi duruyor Haber
Ajanda...”
Eren’in bu güzel tahmininin
dua hükmüne geçmesini canı
gönülden diliyorum.
İşte böylesi güzel evlatların babasıdır Yavuz Selim. Peşi
sıra doğmuş üç yavrusu ve hayatını tezyin eden eşi Müzeyyen Hanım ile saklı bir saadet
köşkünün reisidir o... Bu güne
kadar saklı olan sadece bu saadetleri değildir. Haber Ajanda dergisinin ardında var olan
enerjide bu çalışma ile kısmen
âşikâr olsa bile kıymet ve anlam noktasında hakkıyla izahı
mümkün olamayacak bir gü-
zellik bütünüdür Selim ailesi.
Basiret açıklığının
tezahürü
Yıl 1994’tür. Üç çocuklu Selim ailesi Yalova’da mukimdirler. Yavuz Selim, Ankara gazeteciliğinin verdiği farklı bir tecrübeyle körü körüne bir siyasî
algıya sahip değildir. 1994’te
mahallî seçimler gerekçesiyle
sık sık Yalova’ya gelen İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkan
Adayı Recep Tayyip Erdoğan’ı
ve Refah Partisi Genel Başkanı
– Allah rahmet eylesin- Necmettin Erbakan’ı tanır. Tanışma
yoktur, yakından dinleme vardır. Yakından dinleyerek, seyrederek tanır bu iki ismi. Çocuk
yıllarından bu yana emek verdiği, şekillendiği “ülkücü” çizgisi
önce Refah Partisi’nden başlar,
2002’de AK Parti ile netleşir ve
gönlüne Recep Tayyip Erdoğan
sevgisi perçinlenir. Rahmetli Necmettin Erbakan’ı da çok
sever Yavuz Selim. AK Parti, Erbakan’ın başlattığı dâvânın
Olası sorunları
hesaplamasa,
bu hesaplardan sebep tedbir gerçekleştirmese, şüpheci yaklaşımı ile
ahret sualine tâbi tutmasa, hayatınızı
özgür, zihninizi sorularıyla esaret zincirine vurmasa kolayın kolayı olabilirdi. Bu da dördüncü meselâ...
özel sayı 101 2015
113
HABERAJANDA
devamıdır; Recep Tayyip Erdoğan da Erbakan Hoca’nın talebesidir ona göre...
“Ülkücü abilerle büyüyen,
Türk-İslâm Birliği hakkında yığınla kitap okuyan, çok küçük
yaşlarda ülkücü bir idealist olarak şekillenen, üstelik siyasî partiler muhabirliği yaptığı dönemler-
de Milliyetçi Çalışma Partisi’ni
takip eden, nikâh şahidi Alparslan Türkeş olan Yavuz Selim, nasıl böylesi köklü bir değişime kani
olabilir?” sorusunu sormadan
edemiyorum.
Soruma verdiği cevap, hamd
edilesi bir basiret açıklığının
şerhi hükmünde oluyor doğru-
su: “Ben, İslâm ve Ümmet bilinci çerçevesinde İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna hiç tereddüt etmeden
başını verebilecek ağabeylerimden
–Allah onlardan razı olsun- etüt
ettim ülkücülüğü. Hilâlcilerden
oldum. Körü körüne bir itaat, sorgusuz-sualsiz bir kabul değildi
benimkisi. O yılların karmaşıklığı arasında ehven olan bir tercihti. Üstelik Hak din İslâm’a mugayir bir yanı yoktu inandıklarımızın. Bugün Rahmetli Muhsin
Yazıcıoğlu ismi ile izah edilebilir
bir anlayışın savunucularıydık!”
diyor. Selim, o günleri anlatırken bugünkü inanç ve hayat
perspektifini izah eden önemli
bir hususun altını da şöyle çiziyor: “Ben ülkücü çizgide yol alırken de İslâmî değerlerin esas alındığı bir siyasî anlayışa sahiptim.
İslâm’ın men ettiği hiç bir şeyi
meşru görmüyordum geçmişte. Bu
gün de öyle... Yani imânî perspektifte değil, siyasî cihette bir değişimdir benim yaşadığım. Ve bunun için de Rabbime şükrediyorum...”
Böylesi bir basiret açıklığının,
bir insanda ancak ihlas ve sabr
ile tezahür edebileceğini düşünüyorum. Asr Suresi’nde geçen,
“...salih amel işleyenler ve sabredenler müstesna!” ayeti kerimesinde dikkat çekilen ihlas ve
sabrın, insanı nasıl “hüsran”dan
muaf kıldığının şerhini okur
gibi(!) oluyorum.
Aklına geleni istemese,
bir günde beş dosyayı derleyip toparlamanızı beklemese, onun gibi yatıp onun gibi kalkmanızı önermese, sizden kendi tarzında iş
beklemese, disiplinli, titiz, planlı ve programlı
bir hayata sizi davet etmese kolay bir insan
olabilirdi meselâ...
114
özel sayı 101 2015
Ne mazisinin yükünden yüksünen, ne ânın çirkinliğine göz
yuman, ne gelecek zamanların süfli hayâllerine kapılan bir
adamdır bana göre Yavuz Selim. Söylemez, eyler... Fakat
çokça dinler... Varsa doğru bildiğine abes gelen, aykırı düşen
bir beyan, hiç ertelemez düşüncesini ânında söyler.
Bu özelliklerini ve daha fazlasını 2002 yılı itibariyle yayınladığı kitaplarında gözlemlemeniz mümkün. “Milli Görüş Hareketi’ndeki Ayrışmanın Perde Arkası: Yol Ayrımı”
ve hemen ardından kaleme aldığı Sayın Abdullah Gül’ün biyografi kitabı “Gül’ün Adı” dikkate değerdir.
Afganistan’a giderek, üstelik en tehlikeli dönemde orada 36 gün yaşayarak sahici müşahedeleri ile kaleme aldığı “Ah
Afganistan” ve “Afganistan ve
Dostum”da yaptığı söyleşiler,
onun aileye, çocuklara ve onların hissedişlerine verdiği değerin küçük temsillerini barındırır. “Ulusalcılığın Anatomisi”
isimli kitabı ise editoryal titizliğini tespitte zorlanmayacağınız
bir çalışmadır.
İşte Yavuz Selim, çocuk yaşlarda kurduğu hayâllerine dokunabilen bir adamdır. O, bugün hem iyi bir gazetecidir ve
hem de iyi bir yazardır.
Dik duruşuna dair pek çok
şahidi olduğum olay anlatabilirim. Ancak ne kadar anlatırsam
anlatayım, eksik kalacağından
da eminim. Eşinin ve üç yavrusunun da belirttiği gibi sinirli
bir adamdır aslında Yavuz Selim; fakat onu böylesi sinirli kılan acaba nedir?!
Büyük
dostlukların
kabristanıdır onun
yüreği
Derindir bu sorunun cevabı onda... Görünene çabuk aldananlar, yalnızca zahir ile hükmedenler içindir bu tespit. Nasıl dergimizin künyesinde bir
isim olmaktan öte gösterisi
yoksa, Selim’i yakından tanımayanlar bilmez o sinirli görüntünün ardında saklı derin merhamet denizini. O da pek umursamaz aslında bunu. Varsın çekinsinler etrafındakiler. Yanılsınlar, yadırgasınlar ne gamdır
onun için.... Çünkü dost zannettiği, gülümseyip varını yoğunu paylaştığı çok insan(cık)lardan yaralanmıştır kalbi.
Öyle az uz değildir yaraları-
Nesrin Çaylı
nın derinliği. Büyük dostlukların kabristanını ağırlar yüreği.
Anlatmaz, susar... O susuyorsa,
kavgasını rafa kaldırmışsa, bir
dost cenazesi daha kalkıyordur
hayatın görünmez musallasından onun için.
Görünenlere çokça değinmediğim bu çalışmada, dergilerimizin saklı adamının suretinden ziyade siretine dair ipuçları vereyim istedim. Evet, istedim... Hatta uzun ısrarlarla ve
101’inci sayıyı önemli bir gerekçe göstererek onu ikna etmeye çalıştım. Aslında itiraf etmeliyim, biraz da Yavuz
Selim’in böylesi saklı duruşuna
şaşkınım.
Bu şaşkınlığımı körükleyen
tecrübelerim bana şunları hatırlatıyor mesela: Necip Fazıl
Kısakürek bir dergi çıkarır, adı
Büyük Doğu... Sezai Karakoç
Diriliş dergisine soluk verir...
Cahit Zarifoğlu Mavera’ya...
Bu örnekleri arttırabilirim.
Ve bu dergiler öncelikle sahiplerinin çalışmalarını ağırlar. Selim’e bu tecrübeme binaen hayret ve merakla şu soruyu yöneltmiştim: “Gazetecisin,
siyaset birikimine haizsin, neden
yazmıyorsun dergilerinde?”
O gülümsemişti bu sorumu
duyunca. “Yazarlarımız yazıyor
ya her şeyi...” Bu cevap bile çok
söze hacet bırakmaksızın onun
nasıl değişik kabulleri olduğunun izahıdır aslında.
Onu bilen anlar,
anlayan sever!
Evet, elleri kalem elidir Yavuz Selim’in. Hiç hoyrat işlere
dokunmamış, hiç güneşte kavrulmamıştır teni. Fakat hayata
yansıyan görüntüsünün ardında
ismi kadar saklı kederleri vardır.
Aslında onu yakından tanımayanlar için o bir yanılgıdır. Ellerinde hiç nasır yoktur fakat kalbi nasır tutmuş bir adamdır o.
Yavuz Selim, dergicilik yol-
YAVUZ SELİM
culuğuna ilk önce “Kırmızı
Çizgi” ile çıkar. Sekiz sayı sonra
Kırmızı Çizgi’nin tüm sorumluluğunun rahmetten çok zahmetinin kendi omuzlarında olduğunu görür ve pek de iyi tanımadığı 7 isimle yollarını ayrılır.
Yavuz Selim’in etrafında kim
varsa bu süreçten sonra içinde Selim’in olduğu bir derginin hayatta olabileceği ihtimalini dahi düşünmezler. Evet,
kısa ömürlü bu dergi ile dergicilik hayatının sonlandığını sanıyordur herkes. Zira bir
yığın maddî külfet, bir o kadar manevî sarsıntının ardından dergi çıkarmak, ancak
Donkişot’un yel değirmenlerine karşı açtığı savaş kadar
imkânsız görünür dostlarına,
derdiyle dertlenen yakınlarına...
Evet, onu seven için de sevmeyen için de, hele hele 2006 yılında ülkenin şartları da göz
önünde bulundurulunca imkân
dışı görünmektedir. Fakat etrafındaki herkes için bu büyük bir
yanılgıdır...
Bir haftalık dinlenmenin ardından beş kişilik ortak bir yapıyla çalışmalarına başlar ve
Nisan 2006’da “Aylık Siyasi, Strateji ve Toplum Dergisi:
Haber Ajanda”nın ilk sayısını
hem şirket ortağı, hem de Genel Yayın Yönetmeni olarak çıkarır. Kırmızı Çizgi’de 6 veya
7 yazar hariç kendisinin oluşturduğu yazar ekibinin tamamı
Haber Ajanda’ya geçer. Takviye isimlerle muazzam bir kadro oluşur. Hani, “Selim, zor!” dedik ya buraya kadar, şimdi de
“Zor işler, zor olanın harcıdır!”
demenin tam yeridir. Evet, Selim bir başına, tutkusuyla, inancıyla, ideasıyla bütün zorlukları
göğüsler. Haber Ajanda o gün
bu gündür bu tutkunun semeresi olarak ülke siyasetinin nabzını tutar.
İşte bugün, 9 yıldır tecimsel egemenlere baş eğmeden,
reklâm verecek ticarî firmalara değmeden bir iki reklâm ile
matbaa masraflarını karşılayarak 101’inci sayıya ulaşır Yavuz
Selim’in “Haber Ajanda”sı...
Dile kolaydır 9 yıl, 101 sayı...
İşte bu süre içinde kalem tutan elleri nasır tutmaz fakat kelimeleri yoğuran zihni, tutkusunu ağırlayan kalbi şikâyetinden
narak ve tutkun olarak ısrarcı oldum. Fakat istikrarı önemsediğim
için maddî ve manevî sıkıntılar
beni yıldırmaya güç yetiremedi!”
cevabını verir. Tesadüfi bir istikrar değildir bu. Bu başarının
hikâyesi, tâ o çocuk yaşlarında
kendisini savuran rüzgârların
öğrettiğidir. Bir de, sabah namazı ile başlayan ve akşam eza-
imtina ettiği bir başınalığı,
terk-i diyar eyleyen dost vurgularıyla nasır tutar. Sert eser dergicilik dünyasında rüzgârlar;
önüne geleni savurur lakin Yavuz Selim eğilip bükülmeden, yıkılıp devrilmeden dik
duruşuyla meydan okur esen
rüzgârlara dostlarının kopardığı fırtınaya, maddî manevî tipiye tayfuna... Kim bilir, belki de
etrafını bir hortum gibi saran
bu keskin rüzgârlara direnirken
öğrenmiştir kalbi rüzgâr olmayı, esmeyi, savurmayı...
nına kadar süren çalışmalarındaki istikrarla oğluna rol model olan Haydar Baba’nın sessiz, sözsüz Yavuz Selim’e öğrettikleriyle başlar bu ısrar ve istikrarlı başarının menkıbesi...
Israr mı, istikrar
mı?
“Bu başarının formülü ısrarın
mı, istikrarın mı?” diye sorsanız,
“Körü körüne bir ısrar değil. İna-
Dur durak bilmez, çalışır.
Evet o çalışır, dışarıdan seyredenler sadece gördüklerinden
ibaret sanırlar da, “Derdin nedir, bize düşen bir şey var mıdır?”
diye hiç mi hiç sormaz, gördüklerini bilir, görmediklerini merak bile etmezler. Hatta gün sayarlar, ha bu gün, ha yarın kapanacaktır elbet önünde sonunda Yavuz Selim’in Haber
Ajanda’sı. Öyle olmaz işte... Ve
onlar da bir süre sonra bıkarlar saymaktan sayıları... Artık,
dostları da düşmanları da hem
özel sayı 101 2015
115
HABERAJANDA
Yavuz Selim’in sırra kadem
basmış kederlerinden bihaberdirler, hem Haber Ajanda’nın
başarısına kani olup el-nihaye
takdirlerini sunabilmişdirler.
İşte bu 101 aylık sürecin ardından Yavuz Selim, ellerine bakar nasırsızdır; içini dinler kalbi ve zihni bir kendisinin
bildiği, hatıraları dokundukça
canını yakan nasırlarla kuşanmıştır. Bu sebeple hatırlamak
istemez maziyi, canı yanmasın,
yanan canı can yakmasın diye!
Evet bu 101 aylık süre içinde
nice güzel dostları vardır ki, en
iyi onlar bilir Yavuz Selim’i... Ve
bilen anlar, anlayan sever...
Ömrünüzün beklenmedik
bir vaktinde karşınıza çıkan bu adamı eğer kıymet bilenlerdenseniz, ne kadar sinirli,
ne kadar tez canlı olursa olsun hayatınızdan bir çırpıda çıkarma
konforuna sahip değilsinizdir. Çünkü onu hayatınızdan çıkarmanın
bir kayıp olduğunu bilirsiniz. Sizin adınıza tedbir geliştiriyor olduğunu, kendisini sizin yerinize koyduğunu okursanız onun ahvalinden bu kayba tahammülünüz olamaz! Bu kaçıncı meselâ!?
116
özel sayı 101 2015
Haber Ajanda’da yıllarca yazan, Selim’in ağabeyisi, dostu, sırdaşı olan pek çok isimden
müstesna “üç ağabeyi”den biri
olan –diğerleri Prof. Dr. Seyit
Mehmet Şen ve Prof. Dr. Turan Güven’dir; her ikisini de
dergimiz bu sayısında söyleşileriyle ağırlıyor- Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik
Turan... Refik Hocamıza Yavuz Selim’i sorduğumda, yalın bir dostluğun tanımını alıverdim. Yüksüz, zahmetsiz, sevgi ve hürmet yüklü bir tanımdı
bu, ki bilirim dağa nasıl bağırılırsa öyle yankı alınırdı. “Yavuz,
ailesi ve dergileriyle bütünleşmiştir. Toplumu ve milleti ile kaynaşandır. Meyve ağacına benzer.
Mesela şeftali gibi... Rengi vardır, kokusu, dokusu vardır. Dostluğunun lezzeti vardır. İnsanlara iyilik yapma kaygısıyla yaşar. En güzeli de mesleğine olan
vefasıdır!” Ona nasıl hitap ediyorsunuz diye sorduğumda, işte
o yalın ifade dökülüverdi Refik Hocamızın dudaklarından:
“Yavuz! Sadece ismi ile hitap ediyorum. Duvarları olmayan, engel
tanımayan bir biçimde...”
Böylesi kabûllü ve süslü cümlelerden uzak, net ifade edilebilen bir sevginin sahiciliği tesirinde saklıydı. Tanı-
Nesrin Çaylı
mış, anlamış ve sevmiş bir dostun kabûllü ifadeleriydi bunlar...
Anladım, güzel adamları, güzel
adamalar anlar ve onlar birbirini ihlasıyla varlığıyla, sözleriyle,
hisleriyle sarar sarmalar!
Malûm olduğu üzere, bu çalışmaya Yavuz Selim’i sığdırmak maalesef namümkün! Belki bir gün gençlere, inananlara,
başarıyı yakalamak isteyenlere
kahramanı rol model oluşturacak bir roman yazılabilir onun
hakkında. Ve belki o zaman Selim hakkında hakkıyla tanım,
tasvir, tahlil ve tanışıklık gerçekleştirilebilir. Bu sayfalara ancak bu kadarını yansıtabilmeyi bile önemsiyorum. Çalışmayı sonlandırmadan önce kısacık
da olsa Yavuz Selim ile çalışmanın ve benim hayatıma yansıyan özünden, sözünden bahsetmek istiyorum.
Ne değişen, ne
azalan, ne yanıltan
bir adam
Yıl 2012 Eylül ayıydı. Telefonum çaldı. Ve Yavuz Selim,
Haber Ajanda’ya yapılacak olan
AK Parti 4. Kongresi’nin ardından sanat ve kültürel boyutunu
değerlendirerek bir dosya hazırlamamı istemişti. Böyle başlamıştı tanışıklığımız. Ve aradan sekiz ay geçmiş, Yavuz Selim İstanbul’a geleceğini bildirmişti. Atölyeme -Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi’ne- davet etmiştim. Sanat dersi yaptığımız bir akşam katılmıştı bize.
O gün, bana ve öğrencilerime
yansıyan Yavuz Selim ile aradan geçen üç yıla rağmen ne
değişen, ne azalan, ne yanıltan
bir Yavuz Selim oldu.
Dost edinirken dikkat kesildiğim iki prensibimin karşılığını bulmuştum. Birincisi aile
mefhumuna olan saygı ve hassasiyet, diğeri çocuklara olan
duyarlılık... Eğer bir adam yahut kadının kalbinde çocuklara dair bir hassasiyet yoksa, ço-
YAVUZ SELİM
cuk sesi neşe değil, gürültü ifade ediyorsa, çocukları erteleyip
kendini eyliyorsa benim hayatıma girme şansı yoktur o kişinin. Çünkü çocuk kalbini ağırlayamayanın beni inciteceğinden korkarım. Çocukların sevemediği büyüklerden imtina
eder, onlarla ne iş ne aş paylaşımında bulunmam. Çünkü kandırılmaktan korkarım.
İşte Yavuz Selim o gün, telefonunda yüklü olan fotoğrafları öğrencilerime ve bana göstererek eşi Müzeyyen Hanım’ı,
Bosna’da tahsil görmüş Haydar Alp’ini, güneş gibi gülümseyen Hilâl’ini ve incecik, uzun
örgü saçı ile farklı bir tarzı olan
Eren’ini bize fotoğraflarından
tanıştırmıştı. Atölyemize yalnız başına bir adam gelmiş, ailesi ile birlikte etrafımızı sarıvermişti. Tek başına büyük kalabalıkları barındıran bir adamdır çünkü o...
10 yaşında sanat dersi alan
ve ilk tablosunun çerçeveciden
gelmesini bekleyen Şeyma’cığımın telaşına şahit olmuş, heyecanının nedenini merak etmiş sormuştu. “İlk tablosu gelecek, çerçeveci geciktikçe, telaşı artıyor!” demiştim. Ve az sonra gelmişti küçük sanatçımın tablosu. Yavuz Selim Şeyma’cığımın tablosunu satın almak istedi. Şeyma bana baktı. İzin verdim, hem tekniğini anlattı, hem
maliyetinden söz etti ve telif
miktarının nasıl belirlediğimizi söyledi. Yavuz Selim Tabloyu satın aldı.
Küçük bir çocuğun
kahramanı olmak!
Öğrencilerime zamanın dilinden söz ederken, “Sanatınızın kıymet bilinmez hâle gelmemesi için minicik de olsa telif hakkınızı saklı tutun. Çünkü ülkemizde profesyonellik ne yazık ki
aldığınız para ile ölçülüyor; para
almıyorsanız hep amatör muamele görüyorsunuz. Annelerimi-
zin yaptığı iğne oyaları ve danteller çok zahmetli, çok sanatlı ve
çok zor fakat işte bu disiplin olmadığı için kıymetsiz bir muamele görüyor” derim. Bunu bilen ve hatırlayan Şeyma, kulağıma “Ben artık Yavuz Abi sayesinde profesyonel oldum, değil mi hocam?” sorusunu fısıldamıştı. Bir çocuğu mutlu edişine Selim’i tanıdığım ilk gün şahit olmuştum. Üstelik o tablonun ilk olması nedeniyle tekrar,
“Bu tablo ilk emeğin, sanatta ilk
göz ağrın. Onu sana emanet ediyorum, ömrün boyunca sakla olur
mu?” diyerek yine Yavuz Selim tarafından Şeyma’ya armağan edilmesi de ayrı bir güzellikti. Sadece Şeyma değil, o gün
atölyede bulunan sekiz öğrencimin hepsi onu sevmişti. İki
yılı aşkın bir süre olmasına rağmen, İstanbul’a geldiğinde eğer
programı uygunsa o gün tanıştığı sanat öğrencilerimle görüşmeyi diler. Ve öğrencilerim onu
sevdikleri kadar onunla zaman
geçirmeyi de çok sever.
Bu hatıra Yavuz Selim’in gülümseyen yüzüne ait, şefkatinin, merhametinin, nezaketinin örneğidir. Eğer bir zaman
sonra Kültür Ajanda hayâlini
bana açmışsa ve ben o hayâlin
rüzgârına müdahil olmuşsam,
işte o ilk tanışıklığımızda yapılmış, sonrasında yanıltmamış
tahlillerin hatırınadır. Bugün
Genel Yayın Yönetmenliğini
yaptığım Kültür Ajanda’mızın
18’inci sayısını birlikte hazırlıyorsak, yine o görünenin ardında saklı olan güzel adamın başarısıdır.
Ah bir de estiren yanı vardır
Yavuz Selim’in... Hani rüzgâr
gibidir demiştim ya... Ilık bir
keşişleme ile eserse, tez atlatabilirsiniz olup biteni... Fakat, güçlü eserse kasırga gibi cereyanda kalma ihtimaliniz de muhtemeldir. Çalışırken, zaman zaman tansiyon yükselmiyor değil. Kapak dosyası belirlemele-
rimizde, sanat anlayışımızın zaman zaman farklılığı nedeni ile
seçtiğim fotoğrafların eleştirilmesinde, kültür ve sanatın siyaset ile olan mesafesine dair girdiğimiz tartışmalarda, literatür ve gelenek kabulleri üzerine yaptığımız teatilerde gerildiğimiz anlar oluyor. Şöyle durup
bir düşününce aslında onunla
çalışmanın ne kadar zor olduğunu samimiyetle kabul ediyorum. Fakat altını ısrarla çizerek
söylüyorum ki, görünenin ardında saklı olan Yavuz Selim’in
merhameti, adaleti ve hakkaniyeti bütün bu zorlukları bir
bahar rüzgârı serinliğinde kabul etmemi sağlıyor. Hem üstelik bana bu titizlikleri de hiç yabancı gelmiyor. Ben de kendi
uzmanlık alanımda ondan geri
kalır tarafımın olmadığını yeni
yeni keşfediyorum. Erik ne kadar ekşiyse o kadar ekşi, şeker
ne kadar tatlıysa o kadar tatlı olmak gibi bildik lezzetlerin çarpışmasını hayret ile seyrediyorum.
Dokuz yıllık bir süre içerisinde dergicilikte kat ettiği yolları, biriktirdiği tecrübeleri bana
aktardığı için, 150’ye yakın yazar arkadaşını bana dost kıldığı için, beni bu kocaman kalpli
insanlardan oluşan büyük aileye
dahil ettiği için kendisine kalbî
teşekkürlerimi sunuyorum.
Yavuz Selimle tanışıyor olmak, bir grup ile tanış olmak
kadar çoğalmaktır. O, dostunuz
olur, sırdaşınız olur, hocanız
olur, kardeş olur, ağabeyi olur,
baba olur, yol arkadaşı olur... En
önemlisi, onu tanıyorsanız artık, hayatınızda sahici bir insanınız olur!
Yavuz Selim, kendi rüzgârında hayra vesile güzelliklere doğru bazen yumuşak bir tebessümle, bezen de sert bir esiş
ile sizi savurur! Onunla yola
çıkmışsanız -hangi alanda olursa olsun- bilin ki onun niyeti
hayr, sizin akıbetiz hayr olur!..
özel sayı 101 2015
117
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Hamdolsun bu zihniyet
terk ediliyor, ancak yine
de yapılacak çok iş var.
İşte tam da bu noktada,
özellikle de oldukça
zahmetli bir çaba olan
bir dergi çıkarmak ve
100. sayıya ulaşmak,
takdir edilecek örnek bir
davranıştır. Özellikle bir
cemaat, güç veya grup
desteği olmadan, büyük
bir gönüllü fikir hareketi
içinde varlık gösterilmesi de ayrıca önemli bir
özelliktir.
***
Maalesef biz tariflerini
kaybetmiş bir ülkeyiz.
Her zaman şunu hatırlatırım: “İlim tasniftir, tariftir…” Ancak bu âriflik
hali kaybolunca, aydın
geçinen tipler ortaya çıkıyorlar. Bu (sözüm ona)
aydınlar, halkın iradesini
inkâr eden, çıkarlarını
önceleyen örgütlenmelere giriyorlar. Bu çeteciliktir!
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen:
“Şu üç şeyi kaçırma:
TARİF, ÖLÇÜ VE DEĞER!”
118
özel sayı 101 2015
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Mustafa Eren Selim
V
AN’da görev yaptığı yıllarda bir akrabamızdan duymuştum evvela
adını. Yazdığı makaleler ve yayınladığı kitaplarla bulunduğu makamda bambaşka bir görüntü veriyordu. Öyle ya, bu ülke darbe isteyeni,
rant ilişkileri kuranı veya şovmenleriyle birçok üniversite rektörüne şahit olmuş, ancak onun gibisini, hem de o yıllarda hiç görmemişti.
>> 28 Şubat sürecinin bütün
vahşi ruhunu hisseden, yazdığı
kitaplarla –kendi deyimiyle“Ne mutlu Türkleri” cereyan
cereyan çarpan, ancak bütün
saldırılara rağmen ilim ve
idareciliğini Türkiye’ye güzel
örneklerle yansıtan, bugünün
rektörlerini, dekanlarını, hâsılı
büyük hocalarını yetiştiren bir
“insan”dır Seyit Mehmet Şen…
lum ahvalini konuştuğumuz
sohbetimizi buraya aktarmak.
Ancak şunu söylemeliyim:
Seyit Hocamın sohbetine asla
doyum olmaz! O konuştukça
sevginin, muhabbetin, temizliğin, ahlakın ve en önemlisi
de Müslüman olmanın, yani
insan olmanın ne büyük nimet olduğunu tekrar ve tekrar
anlarsınız.
İsminin başına “Prof. Dr.”
yazmadığıma bakmayın, o bu
unvanla birlikte öyle güzel
sıfatları hak ediyor ki, bu yüzden isminden evvel özellikle
tırnak işaretiyle belirttim “insan” kelimesini. Zira o, en çok
bu kelimeyi sever. İnsan, ona
göre “İslâm” demektir. İnsanı
İslâm’da arar, bulur, gösterir
ve yaşar, yaşatır. Onun için
en güzel unvan, “Müslüman
insan”dır.
“Peygamber” deyince hisleri
coşan, “Hatice” deyince gözleri dolan, “Fatıma” deyince
dudaklarını ısıran, “Gökteki
Yıldızlar”dan tek tek ışık alan
bu münevver insanın her sözü,
o veya bu yana eğip bükmeden,
yalnız ve yalnız saf gönlünün
zihin imbiğinden süzülen cümleleridir.
Portre veya biyografik bir
türde yazı yazıyorsanız, konu
edindiğiniz kişinin tarihçesi
üzerinden aktarırsınız verileri.
Ancak bu, Seyit Hoca için daha
farklıdır; onu bir Müslümanlığı,
bir de hanımıyla anlatmalısınız. Eşimi ve kızımı daha ilk
tanışmalarında adeta muhabbet
bağına sokan bu güzide çift,
kendilerini tanıyan herkes tarafından yalnız hayır dualarla
anılacak ender bir ailedir.
Tabiî benim derdim, şu
an bir portre veya biyografi
kurgusu ortaya koymak değil,
kıymetli Hocamız ile 100’üncü
sayısına erişmiş dergimizi ve
dergimiz üzerinden genel top-
Kendisine söylememişimdir
ama kitaplarını yudum yudum
okuduğum gibi, yıllarca çeşitli
gazete ve haftalık mecmualarda
çıkan yazılarını kesip kesip sakladığım “Müslüman”ı tanıdığım
için Rabbime şükrediyorum.
Allah başımızdan eksik etmesin!
***
“Bir cemaat, güç
veya grup desteği
olmadan, büyük
bir gönüllü fikir
hareketi içinde
varlık gösterilmesi
çok önemli”
• Kıymetli Hocam, yazarı da
olmanızdan iftihar ettiğimiz Haber Ajanda’nın 100.
sayısına eriştik, bu noktada
değerlendirmelerinizi ve
hislerinizi almak isteriz...
Maalesef nüfusu artışına
rağmen okuma oranının düştüğü, gazete okuyucularının
bile 3-4 milyonu geçmediği
bir ülkedeyiz. Hatırlayacağınız
gibi, yıllarca ilkokullarımızda,
adı “Okuma” olan metinlerde
bile “Uyu uyu yat, yat yat uyu”
deyip durdular ve gerçekten de
bizi uyuttular. Başka ülkelerde
böyle mi? Örneğin Amerika’da
okuduğum zaman dikkatimi
çekmişti; çocuklarımın gittiği
okulda okutulan kitapta bir
cümleyi hem unutmuyor, hem
de birçok konferansımda misal
veriyorum, zira bu söz bana,
Efendimiz’in “Hikmet, müminin yitiğidir” sözünü hatırlatır
her zaman: “Erken kalkarsanız
sağlıklı, akıllı ve zengin olursunuz.”
Kim sağlıklı, akıllı ve zengin olmak istemez ki? Bugün
ABD’nin ilkokullarında bu
cümlelerle büyüyen çocukları
bir düşünün. Bizdeyse uyku,
karga ve ot konulu yazılar
hâkimdi. Hatta “A. Gül Açar”
vardı; aslında adı “Agop Gül
Açar” idi de “A.” ile kısaltılırdı
“Agop” ismi. İlginç değil mi?
Aslında bu tarzda kullanılan kelime ve sözlerin peşine düşseniz,
bize nasıl davranıldığına dair
çarpıcı örneklere rastlarsınız.
Bir de olumsuz başlarsa
insan, motivasyon da bozulur.
Bizde “okuma, yazma, düşünme, (hatta) oturma” gibi, bilinçaltını edilgenleştiren sözcükler
baskındı.
Hamdolsun bu zihniyet terk
ediliyor, ancak yine de yapılacak çok iş var. İşte tam da bu
noktada, özellikle de oldukça
zahmetli bir çaba olan bir dergi
çıkarmak ve 100. sayıya ulaşmak, takdir edilecek örnek bir
davranıştır. Özellikle bir cemaat,
güç veya grup desteği olmadan,
büyük bir gönüllü fikir hareketi
içinde varlık gösterilmesi de
ayrıca önemli bir özelliktir.
Her yıl genişleyen yazar kadrosu ve de öğrenen ve paylaşan
ciddi okur kitlesiyle bugünlere
gelmesi, 101. sayısını çıkaran
Haber Ajanda’nın yanı sıra 17.
sayısına kavuşan Kültür Ajanda
ile zenginleşmesi çok güzel!
Yavuz Selim Bey başta olmak
üzere, sizin ve değerli kardeşimiz Aykut’un mutfaktaki
gece gündüz çabalarını, gizli
kahraman Müzeyyen Selim
Hanımefendi başta olmak
üzere tüm hanımefendilerin
fedakârlıklarını, yazar kardeşlerimizin katkısını takdir ve
tebrik ediyorum.
“Maalesef
tariflerini
kaybetmiş bir
ülkeyiz”
• Toplumu okutmayan ve
düşündürtmeyen zihniyetin bugün geldiği nokta
nedir? Onlar hâlâ güçlü ve
hâkimler mi?
Öncelikle biz de bir “devlet”
geleneği vardır, bir de “çeteler”
vardır. Çetelerin de hesapları ve
iktidarları vardır. Bir 12 Mart,
12 Eylül, 27 Mayıs, 27 Nisan
veya 28 Şubat’ın hep birer çete
hareketidir.
28 Şubat sürecinde “DevletSistem-Rejim İlişkileri” başlığı
altında konferanslar verdim.
Hatta çekinip konferansı iptal
etmek isteyenler olabiliyordu;
kabul etmiyor ve konferansımı
veriyordum. Oysa devlet başka bir şeydir ve kendi içinde
geleneği, disiplini, değerleri
vardır. Kurucu irade vardır,
öğrenir. Örneğin Osmanlı’da
kurucu irade, bir iman, ahlak
ve adalet iradesidir. Bu sebeple
Osmanlı’da deli ve günahkâr
vardır, ancak “kâfir” yoktur.
Oysa bu kurucu irade yok
edilmek istenmiştir. Bu saldırıyı
yapan isimlere bakın, çok kâfir
bulursunuz.
Bu bağlamda kurucu irade-
özel sayı 101 2015
119
HABERA JANDASÖYLEŞİ
nin önemini, bağlamını açalım
ve örneğin Cumhuriyet kurulduğunda da kurucu iradeye
bir bakalım… Ne denilmişti?
“Hâkimiyet milletindir.” Bu ne
demektir? “İktidar halkındır.”
İktidarın halka ait olmasının
Yunancası “demokrasi”, Rusçası
“repablika”, İslâm’daki karşılığı
ise “hilafet”tir. “Cumhuriyet”
kelimesi de aynı şeyi anlatır.
Cumhuriyet’in kurucu aklı
“Halkın hâkimiyeti” demiş,
ama bakıyorsunuz ki sadece
kâğıt üstünde kalmış. Olabilir,
ama bu prensip söylenmiş ve
yazılmış.
Nitekim Menderes döneminde bu, kâğıt üstünden çıkıp
halkın arasına girmiş, halk
tarafından sahiplenilmiş ve
120
özel sayı 101 2015
uygulanmış. Devlet şart, ama
onu tanrılaştırmak, kutsamak
doğru değildir. Devlet “birlik,
dirlik ve düzen”i temsil eder.
Hamdolsun, benim milletim
tarih boyunca devletsiz kalmamıştır. Ancak esas olan, meşru
olan bu birlik ve düzen adına
halka hizmet etmektir.
Gün gelir, sistem çökse de
devlet devam eder. Tıpkı her
koşulda suyun yatağını bulması
gibi yatağını bulur yani. Ama
siz devlet adına hareket ettiğinizi söyler de halka hizmet
etmez, halkın tercihlerine karşı
çıkar, halkın seçmesini engellerseniz, orada “devlet” adı altında
çeteleşiyorsunuz demektir. Dolayısıyla halkın iktidarı yerine
kendi iktidarını geçirme çabası-
na “çeteleşme” denir. Çeteleşme,
devletin varlığını tehdit eder.
Birileri devlet adına hareket ettiğini iddia ediyor, ama sonuçta
halkın iradesine karşı çıkıyorsa,
ancak ve ancak çetedirler. Bu
nedenle bizim tarih boyunca
devleti önemseyişimiz, aslında
ve özünde halkın iradesini
sahiplenmemizdendir. Bizde
devletsizlik dönemi yoktur.
Ayrıca devletin bir sistemi
vardır ve sistemde değişik içerik
ve şemalar olabilir. Bu nedenle
bir dönemin adını “Selçuklu”,
bir başka dönemin adını “Osmanlı” koyabilirsiniz, ancak söz
konusu devlet aynıdır, devlette
devamlılık esastır. Bu nedenle
birtakım yapılanmalara “derin
devlet” diyenlere itiraz ediyo-
rum. Hayır, o çetedir! Ancak
devletin derinliği vardır. Bu
noktada devlet biriciktir ve
derinliği vardır; tıpkı köklü
ağaçlar gibi... Devletin görünür
hali sistemdir.
“Vefası az olanın
imanı da azdır”
Maalesef biz tariflerini kaybetmiş bir ülkeyiz. Her zaman
şunu hatırlatırım: “İlim tasniftir, tariftir…” Ancak bu âriflik
hali kaybolunca, aydın geçinen
tipler ortaya çıkıyorlar. Bu
(sözüm ona) aydınlar, halkın
iradesini inkâr eden, çıkarlarını
önceleyen örgütlenmelere giriyorlar. Bu çeteciliktir!
Dolayısıyla tarihimizdeki
Ömer Bekir Sadık
görkemli dönemleri neden
kaybettiğimiz üzerine düşündüğümüzde şu gerçekle
karşılaşıyoruz: Önce kavramlarımızı, tariflerimizi kaybettik.
Tarihimizde onur duyacağımız
çok şey var. Adalet, çeşitlilik ve
çoğulculuk var. Çünkü kurucu
irademizde İslâm var, adil devlet var. Kurucu akıl ve kurucu
ahlakında İslâm ve adil devlet
olan ve de bunu gelenekli kılan
bir tarihimiz var.
Ancak öyle dönemler gelmiş ki, çeteleşenler halkın bu
kurucu mayasını inkâr edip
kendi iktidarlarını ikame etmeye kalkmışlar. Düşünsenize,
gün gelmiş “Faiz haramdır”
diyenlerin suçlandığı, baskı
altına alındığı dönemler olmuş,
Allah’ın haram dediğini dillendirenleri baskı altına alanlar
çıkmış… Kim bunlar? Çete!
Bunların devlet veya milletle ilgileri yoktur. Bunlar alçak, hatta
rahmetli Necip Fazıl Üstad’ın
dediği gibi “çukur”durlar.
Hatırlayalım: Batı’nın bize
“Türkler” dediği dönemde, biz
“Türk milleti” derken bir ırkı
kast etmedik, bir ırkı üstün
tutmadık. Çünkü Allah ırkçılığı
reddetmiştir, üstünlük takvadadır. İslâm’ı kurucu akla yerleştiren bir ahlak, başka ırkları nasıl
aşağılar?
Terminoloji çok önemli! Ke-
lime ve kavramları yerli yerinde
kullanmamız gerekir. Burası
karışırsa eğer, önce tarihe vefasızlık başlar ve bunun sonu her
şeye vefasızlığa döner. Zaten
insan Allah’a vefasızlık gösterme cüretinde bulundu mu, her
şeye hayli hayli vefasızlık eder,
şirretleşir, şerefsiz olur. Vefası az
olanın imanı da azdır.
“İnsana sevgiyi
kaybettik,
vefa kalmadı,
değerlerden
uzaklaştık,
tariflerimiz yok…”
• Peki, nereden başlamak
lazım?
Öyle hallere düşürüldük ki,
ucundan tutup başlamamız
gereken çok şey var. Bugün en
ciddi sorunların başında eğitim
geliyor. Bu eğitim kaliteli insan
yetiştirmediği gibi, “aile” gibi
temel değerlerimizi ayakta
tutan güçte de değil. AK Parti
döneminin, tüm umutlarına
rağmen örneğin bir tefekkür,
mütefekkir ve fikir gelişimi
noktasında başarısına, projesine
rastlayamadık.
Bugün, dokuz yıl gezip dolaşan, hatta birlikte yaşayan,
sonra resmî olarak evlendiğinin
dokuzuncu gününde birbirini
öldüresiye dövüp öldürmeye
kalkan insanlar var. Evlilik ve
boşanma konusunda o kadar
çok örnek var ki, geldiğimiz
noktanın dehşet düzeyini betimliyor bu. Yazık!
Oysa Elest Bezminde
-ruhlar yaratıldığı zaman- bizi
yaratan Rabbimiz “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” dediğinde, biz “Bele/Öyledir!”
dedik, “Neam/Evet!”demedik.
Burada bir incelik var; içinde
cevabını da saklayan daha geniş
bir kabul var. Sadece söylenen
şeye baş sallayıp “Doğrudur”
demiyoruz, “Bizim Rabbimizsin; şahidiz ve buna vefalıyız”
demişiz. Biz bununla Müslümanlığı önceden kabul ettik;
doğduğumuzda bu şahitliğe
vefa göstermek durumundayız.
Kuşkusuz bu noktada eksikliklerimiz, hatalarımız olacaktır.
Günahlarımız da var olacaktır.
Günah da insan içindir; melekler günah işlemezler. İnsan
günah işlediğinde ağlar, tövbe
eder, Rabbine yönelir. Ama
günahın, hatanın da bir sınırı
vardır. Bu sınırlar da aşılırsa,
buna Kur’an’ın dediği gibi
“Belhum edal/Hayvanlardan
da aşağı” diyoruz. Hatırlayalım:
“Özgecan” adında bir hanım
kızımızı öldüren aşağılık biri
vardı -ki bu aşağılık tipler çoğaldı-…
Vefa yok, “mütefekkir” kişilerse yok denecek kadar azlar.
Elbette Hükümetimizin değerli
hizmetlerini takdir ediyoruz,
ancak kabul etmek ve görmek
gerekir ki aile, gençlik ve kültür
noktalarında çok da başarılı
olunamadı. Çünkü mütefekkir
yetiştirmediler. Evlilikler noktasında korkunç örnekler var,
cinayetler arttı. Neden? Çünkü
insana sevgiyi kaybettik, vefa
kalmadı, değerlerden uzaklaştık, tariflerimiz yok…
Bu noktada Haber Ajanda
dergimiz “vefa sayıları” yapmalıdır. Gerçi hamdolsun yüzüncü
sayıya kadar hakkı tavsiye,
özeleştiri ve öneri noktasında
büyük hizmetler de verdi, inşallah sayılarımız aynı zaman da
değerlerimizle birlikte artar.
“Başarının bir sırrı
da vefadır”
• Hocam, bu devlet geleneği
içinde mütefekkir yetiştiren,
medeniyet kurmaya yönelik
ekoller vardı. Hatta yakın
tarihimizde Sezai Karakoç
veya Necip Fazıl gibi güzel
örnekler de var. Dolayısıyla
sizin gibi değerli mütefekkir
insanlar çıktı. Bugünse hata
yapa yapa ve bunları tecrübe
ede ede yol almaya çalışıyor,
bir anlamda rehbersiz ve
örneksiz yürümeye çalışıyoruz…
Yakın tarihimize şöyle bir
baktığımızda, hemen şunu
özel sayı 101 2015
121
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Talebelerime, “Riyazu’s-Salihin’i kaç defa okudun?”, “Hasan Basri Çantay’ın mealini
kaç kere okudun?” diye sorarım. “Okudun mu?” değil, “Kaç defa okudun?”. Bu önemli! Çünkü sürekli bir okuma vardır. “Kütüb-ü Sitte”, yani ana hadis külliyatımızı ömrümüzde bir kere bile okuduk mu? Muazzam bir bilgi ve erdem doludur bu eser. Bir
Cemil Meriç, Bir Mehmet Akif, Bir Necip Fazıl olmak lazım; mütefekkirliği onlarda
görüyoruz. Okumak bilgi ve belge ile başlamalı, böylece devam etmeli hayat. Bilgi
ve belgeyi istişare eden, kazanımı arttıkça tevazuu da artan bir geleneğimiz var.
Google tıklayıp, gördüğünü bilgi sanıp sosyal medyada caka satan tipler türedi.
Olmaz böyle! Bu kafadan tefekkür çıkmaz!
fark ederiz: Başta okumak var,
okuduklarını tartışmak var,
beyin fırtınası ve istişare var,
devletin de hatası olduğunda
iyi niyetle düzeltmek, şerre
karşı itiraz, hayırlı olanı sahiplenme var…
122
özel sayı 101 2015
Talebelerime, “Riyazu’sSalihin’i kaç defa okudun?”,
“Hasan Basri Çantay’ın mealini
kaç kere okudun?” diye sorarım.
“Okudun mu?” değil, “Kaç defa
okudun?”. Bu önemli! Çünkü sürekli bir okuma vardır.
“Kütüb-ü Sitte”, yani ana hadis
külliyatımızı ömrümüzde bir
kere bile okuduk mu? Muazzam bir bilgi ve erdem doludur
bu eser. Bir Cemil Meriç, Bir
Mehmet Akif, Bir Necip Fazıl
olmak lazım; mütefekkirliği
onlarda görüyoruz. Okumak
bilgi ve belge ile başlamalı, böylece devam etmeli hayat. Bilgi
ve belgeyi istişare eden, kazanımı arttıkça tevazuu da artan
bir geleneğimiz var. Google
tıklayıp, gördüğünü bilgi sanıp
sosyal medyada caka satan
tipler türedi. Olmaz böyle! Bu
kafadan tefekkür çıkmaz!
Kur’an, “Onların kalpleri var,
anlamazlar!” diyerek duygusal zekâya işaret eder. Kur’an
Efendimiz’e, “Sen onlara
merhametli davranmasaydın,
etrafından dağılıp giderler
miydi?” der; zekânın duyguyla
meczi var burada. Maalesef bazı
tipler ortaya çıkıyor ve nere-
Ömer Bekir Sadık
deyse kendini Nebi gibi değerli
sanıyorlar. Etrafında kendisine
sanki nebi ve vahiy gelmiş gibi
yönelen gruplar oluşuyor, ondan sonra da “Rüya gördüm,
bize işaret var” diyenler, “Benim
Hocaefendim/Şeyhim, gece
yarısı sağıma soluma döndüğümü bilir” gibi sapkın ve çarpık
inanışlara sahip oluyorlar.
Oysa Ashab-ı Kiram bile
“Ya Resulallah, bu vahiy mi?”
diye sorarlardı. Müthiş bir şey
bu! Bu, hürriyetin tarifidir. Hz.
Ebu Bekir’in, “Kur’an’a, Sünnete uymadığımda bana itaat
etmek zorunda değilsiniz! Beni
düzeltin!” demesi, hürriyeti
korumaktır. Hz. Ömer’in bazı
konulardaki itirazlarına Efendimiz “Sus!” dememiştir. Öyle
olsaydı, hayatı boyunca susacak
kadar vefalıdır. Efendimiz’in
Hz. Ebu Bekir’e övgüleri ve
sahiplenişi hep vefa örneğidir.
Çünkü en zor günlerinde o
vardı.
Efendimiz’in, “Ebu Bekir’in
olduğu yerde başkasının imam
olması şık düşmez” sözü, vefanın tanımıdır. Bu noktada
Sayın Erdoğan’ın da özellikle
siyasî vefası iyi bir örnektir.
Belediye Başkanlığı döneminde
çalıştığı ekibini kendisiyle beraber taşımıştır. Demek ki vefa
varsa, değerli kılma, güven duyma ve kemale erme de vardır.
Başarının bir sırrı da vefadır.
“Tarif yok olmuş,
ruh çekilmiş, metot
unutulmuş, ölçü
kaçırılmış!”
• Hakikatleri haykıracak özü
sözü bir hareket için tarihî
referanslarımız ve özün
yolu nedir?
Öz, hakikat peşinde olmaktır.
Muhalefet etmekten kastımız,
özü korumak ve hakikati haykırmaktır; değilse, geçici itiraz
etmek değildir. Öz, kuşatıcılıktır. “Ben, ben, ben” demeyeceksin, “Benim cemaatim”, “Benim
tarikatım”, “Benim hizbim”
dersen, senden olmayanı bağrına basmayacaksan, o zaman
kardeşlik nerede?
Bizim medeniyetimiz, gönülden gönle akma medeniyetidir.
Şekilcilik değildir. Soft olma
halidir, ama şekilci softalık
değildir. Allah ve Resulü’ne
itaat esastır. (“Halife” dediklerimiz bile aslında Emirü’lMüminin”dirler.)
Yerli yerince konuşmak
lazım! Onun için, daha önce
söylediğim gibi derginizde
yazıların tamamı olmasa da
bir kısmı hürriyet ve vefa gibi
konuları ele almalı. Hürriyet ve
vefa, şu âna kadar konuştuğumuz gibi çıkar ilişkileri üzere
kurulan adam kayırma, hak
etmeyeni ciddi görevlere getirme veya istediği her şeyi yapma
değildir.
Bir de illet olan ve kulluğu
yok eden “putperestlik” gibi
bir küfür vardır. Bir bakıyorsunuz, cahiliye dönemindeki
gibi (kendi elleriyle helvadan
put yapıp canı acıkınca onu
yemesi gibi) bazen bir popçuyu
veya topçuyu, siyasetçiyi, şeyhi
put edinenleri görüyorsunuz.
Neden? Allah’ı sever gibi bir
şeyi sevmek, kalplerde Allah
sevgisine eşdeğer bir şeye sevgi
duymak putçuluktur. Günümüzde şeyhine böyle bakıp,
“Şeyhin ayak izine boynumuzu
uzatıp kendimizi ona kurban
etmeliyiz” deme sapkınlığı var.
Esas olan Nebi’nin sünneti,
yani O’nun ahlakı, hayatı yorumlayışı, örnek yaşamı, değerler dünyası ve bu değerlerin her
bir olayda vücut bulmasıyken,
sadece cübbe takıp sarık giyme,
yiyip içmeyle, hâsılı günlük
pratiklerini şekilcilikle ele alıp
uygulayanlar var. Tarif yok
olmuş, ruh çekilmiş, metot
unutulmuş, ölçü kaçırılmış!
Bu nedenle siyasetten ekonomiye, aile hayatından eğitime
kadar her alanda yaşadığımız
çarpıklıklar çoğalmış. “Dervişlik dedikleri tâc ile hırka değil./
Gönlü derviş eyleyen, hırkaya
muhtaç değil!” diyen Yunus
Emre’nin de hayat pınarı olan
kaynaklarımızı kaybetmişiz.
Ehl-i dünyayı İslâm’a çağıracağı yerde kendi cemaatine
çağıran çarpık yollar oluşuyor.
Müritlerin sırtından geçinene
şeyh denir mi?
“Yitik
değerlerimizi
bulacak ve yeniden
medeniyet yolunda
örgütleneceğiz”
• Ölçüler ve tarifler tekrar
geldiğinde, eskisi gibi
medeniyet ve büyük cihan
devletine de sıra gelecek mi?
Esas olan ölçüdür, “abd”
olmaktır, niyettir; sonuçsa Rabbimizin takdiridir. Bu noktada
en önemli şey şudur: “Birlikte
olmak”… Birlikte olup kardeşlik hukukunu geliştirmek ve
korumak durumundayız. Abidliğimizi İslâm’ın ölçüsüne göre
yaşamalıyız. Kulluk, “kişinin,
efendisinin dediğini yapması”
demektir. Abidliğe, yani ubudiyete kulluk denmez! Abd,
Allah’ın emir ve yasaklarına
itaat etmektir. Kulluk ise, insan
cinsinden bir efendinin dediğini yapmaktır. Birini diğerinin
yerine ikame etmeyelim.
Bir bakıyorsunuz, bir ilahiyatçı çıkıp, “Hıristiyan ümmeti
ile Müslüman ümmeti, kıyametten önce Hz. İsa geleceği
için Hz. İsa’nın şahsiyeti etrafında toplanmalıdır” diyebiliyor.
Kur’an’ın reddettiği şeyleri
savunan ilahiyatçılar var. Demek ki bir yerde bir sapma, bir
ölçüsüzlük var.
Allah, “Başkalarının ilahlarına sövmeyin!” diyor. Öyle
ya, “O da kalkar, senin ilahına
söver”. Bu, şirk olan putları
olumlamak değil, “kaba saba
küfürle saldırmamak” anlamındadır. Her şeyin ölçüsü
var; İmam-ı Azam, İmam
Şafii, İmam Malik veya İmam
Hanbel gibi isimleri değerli
ve örnek kabul ettiren unsur,
“hiçbir zaman ölçüyü kaçırmamalarıdır”. Özellikle bu ruh ve
ölçüyle gençlerimizi yetiştirmeliyiz. Böyle yaparsak, inşallah
bir gün cihan devletine, büyük
medeniyete kavuşuruz.
Bu yolda gönüller kurmalıyız.
İnsanların hataları da, günahları da olabilir, biz doğru olanı
gösterecek, hayatımızla örnek
olacağız. Ölçülü davranacak ve
bunun kaynağının Kur’an olduğuna tanık ettireceğiz. Kur’an
okumayı bıraktık, onunla bağımız koptu. “Kîl u kâl” dedikleri “O dedi, bu dedi” yolunun
peşine düşerseniz, Kur’an’da
anlatılan toplum olamazsınız.
Yitik değerlerimizi bulacak
ve yeniden medeniyet yolunda
örgütleneceğiz. Hataları sebebiyle insanları dışlamayacak,
kucaklayacağız. Gençleri
eğitecek ve onlara beş önemli
hedef vereceğiz ölçü ve değer
kazandırdıktan sonra tabi -bir
anlamda duygusal zekâya kanatlar takacağız-: Düş, hayâl,
heyecan, aşk ve tasa…
Düşlemeyen, hayal kurmayan, heyecanları hayra yönlendirmeyen, aşk ile çalışmayan ve
tasalanmayan bir gençliğin hali,
milletin geleceğini tehdit eden
sorunlarla dolu olacaktır. Dileğim odur ki, Haber Ajanda gibi
düşleri, hayâlleri, heyecanı olan
ve aşk ile yola koyulan, tasaları
olan çabalar artsın.
Allah, nice yüzüncü sayılara
tarifi, ölçüyü ve değeri kaçırmadan ulaşan hizmetler nasip
etsin…
• Amîn! Çok teşekkür ediyoruz Hocam…
Ben teşekkür ederim…
özel sayı 101 2015
123
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Öğrencilik yıllarımdan beri çeşitli dergilerde yazı yazdım.
Yazı yazmayı, insanın
zihinsel ve entelektüel gelişimine
büyük katkı yapan
bir eylem olarak
görüyorum. Deniz
kenarındaki yüksekçe bir yerde oturup
elinizdeki küçük
yiyecek parçalarını
denize atarsınız ya,
yazı yazmak da tıpkı
böyle bir şey. Nasıl ki
denize attığınız yiyecek parçalarının hangi balık tarafından
alınacağını bilmek
mümkün değilse,
yazılmış bir yazı da
insan denizine atılan
fikir kırıntılarıdır ve
kimlere ulaşacağı
bilinmez.
***
Entelektüel, kültürel
ve bilimsel bir altyapı
olmadan medyanın
ifsat edici ince taktik
ve stratejilerine karşı
koyabilmek mümkün
değildir. Entelektüel
yetersizlik ve manevî
boşluk insanın ayağına dolaşır, olaylar
karşısında aciz
bırakır. İşte Haber
Ajanda ve benzer,
dergiler, dünyadaki
değişim ve dönüşüm
süreçlerini anlaşılabilir bir dille topluma
sunarak bu konuda
kendi üzerine düşen
görevi yapmış oluyor.
124
özel sayı 101 2015
“İlham kaynağı Kur’an olan
Prof. Dr. Turan Güven
Selçuk Kayıhan
[email protected]
Haydar Alp Selim
eser, değerinden bir şey kaybetmez!”
D
AHA, çocukken ismini duymaya
başlamıştım kendisinin. “Hoca mı,
başkan mı, ağabey mi?” diye düşünürken daha tanışamadan ayrılmıştım Ankara’dan. O zamanlar bana
göre en ulaşılmayacak yerlerin insanıydı. Herhangi bir açıklamasını
okuduğum veya dinlediğim zaman,
“Hiç politik bir kimlikten bu kadar sivil bir beyan çıkar mı?”
diye düşünürdüm. Öyle ya, siyasî bir partinin yüksek makamlarını doldurmasına rağmen ille de bütünleyici ve bütünleştirici olmanın geleceğe dair birlik vurgusunda olduğunu anlardım söylediklerinden.
>> Uzaklarda devam ederken
hayata, bir gün elime geçen kitabıyla düşündüm: “Hakikaten
de insan gelecekte mi yaşar?”
O güne kadar onlarca kitap ve
yüzlerce makale yazmış, hem de
yaş itibariyle büyüklük payesi
almış birinin “İnsan Gelecekte
Yaşar” demesinin sebebini kendi yaşadıklarım sayesinde günbegün fark etmeye başlamıştım.
Ankara’ya gidiş gelişlerim
sırasında sonunda tanıştığım
ama başkanlık payesini politik
alanda bıraktığını gördüğüm
bu sakalsız aksakallı, ne büyük
şeref ki bu kez nikâh şahidim
de olmuştu.
Evet, Prof. Dr. Turan
Güven’den bahsediyorum. Bilimsel veya akademik manada
hiç dersini almadığım halde
kendisi kabul ederse talebesi
olmakla övündüğüm kıymetli
Hocam ile bir güzel sohbet
ettik, çoğu bize kaldı...
Hani başta “O zamanlar
bana göre en ulaşılmayacak
yerlerin insanıydı” şeklinde bir
cümle kullanmıştım ya, o cümle
benim için hâlâ geçerli. Ya ben
büyümedim, ya Hocam bir
türlü gençliğini bırakmıyor…
Çok teşekkür ederiz Hocam,
iyi ki bizimlesiniz…
***
“Böyle bir dergide
yazı yazmak, var
olan tecrübemi daha
da geliştirdi”
• Haber Ajanda 100’üncü
sayısına erişti; en başından
bugüne içerisinde bulunduğunuz bu uzun süreç
hakkında neler hissediyorsunuz?
Her şeyden önce, bir dergi
için önemli bir başarı olduğunu
düşünüyorum. Türkiye gibi az
okuyan ülkelerde her ay bir
kitap hacmindeki dergiyi -hem
de 9,5 punto ile- çıkarmak ve
bunu yaşatabilmek önemli bir
başarı hikâyesi olsa gerek...
Şüphe yok ki bu hikâyenin
ayrıntılarını derginin mutfağındaki insanlar -yani sizler- ya-
zarlardan daha iyi bilir. Emeği
geçen tüm arkadaşları kutlamak
lazım…
Benim en çok merak ettiğim konu şu: Acaba okunuyor
muyuz? Yoksa kendimiz çalıp
kendimiz mi oynuyoruz? Bu
konuda içten bakışla dıştan
bakış arasında mutlaka fark
olacaktır. Gerçekçi ve nesnel bir
değerlendirme için bu iki görüşün kesişim noktalarını almak
gerekiyor. Böyle bir dergide
yazı yazmak, var olan tecrübemi
daha da geliştirdi.
“Çocuklarınızı sizin
yaşadığınız zamana
göre değil, onların
yaşayacağı zamana
göre yetiştiriniz...”
• Geçmişte de birçok yayında
yer aldınız, makalelerinizle
tecrübe ve bilginizi aktararak bizlere hem hocalık,
hem ağabeylik ettiniz; bütün bunları değerlendirince
günümüz neslini ve yayın
hayatını nasıl yorumladığınızı öğrenebilir miyiz?
Öğrencilik yıllarımdan beri
çeşitli dergilerde yazı yazdım.
Yazı yazmayı, insanın zihinsel ve entelektüel gelişimine
büyük katkı yapan bir eylem
olarak görüyorum. Deniz kenarındaki yüksekçe bir yerde
oturup elinizdeki küçük yiyecek
parçalarını denize atarsınız ya,
yazı yazmak da tıpkı böyle bir
şey. Nasıl ki denize attığınız
yiyecek parçalarının hangi balık
tarafından alınacağını bilmek
mümkün değilse, yazılmış bir
özel sayı 101 2015
125
HABERA JANDASÖYLEŞİ
gibi nice aydınlarımızı okuyup
anlayacak düzeyde değiller.
Tabiî ki bardağın dolu tarafına da bakmak lazım gelirse,
maneviyatımızı güçlendiren
manzaralar da yok değil. Kültürümüzdeki yozlaşma ve dünyevileşme konusunda ortaya çıkan
problemlerin baş sorumluları
olarak bizden sonraki nesilleri
suçlamak büyük haksızlık olur.
Aydınlar, entelektüeller, bilim
insanları, eğitimciler ve aileler
olarak bizler ne yaptık? İşte bu
ağır soru hâlâ cevabını beklemektedir.
Eğitim sistemimiz dökülüyor. Galiba bizler, Hz. Ali’ye
atfedilen şu sözü eğitim sistemimizdeki yerine koyamadık:
“Çocuklarınızı sizin yaşadığınız
zamana göre değil, onların
yaşayacağı zamana göre yetiştiriniz...”
Bir dergi “hür tefekkür” için bir ortam yaratıyorsa, artık orada kale duvarları yıkılır ve
dünyaya açık bir hale gelir. Bugün bizim istediğimiz de kale duvarlarını yıkıp dünyaya
açılmaktır. Bunu başarabilmek için vıcık vıcık politize olmamak, olaylara bir partinin
ve iktidarın gözüyle bakmamak lazım. Bilim, eleştiri ile gelişir; eğer uzun ömürlü olmak istiyorsa, siyasetin de bu eleştiri kültürünü geliştirmesi gerekir.
yazı da insan denizine atılan
fikir kırıntılarıdır ve kimlere
ulaşacağı bilinmez.
Bazı insanlarla karşılaştığımda, yıllarca önceki yazılarımı
okuduklarını ve hiç unutmadıklarını söylemeleri benim için
gurur verici bir şey... Bir entelektüel ve aydın olarak ülkemin
ve dünyanın beşerî meselelerine
dair düşüncelerimi yazarken
hep belli bir seviyeyi tutturmaya
özen gösterdim. Bugüne kadar
yazdıklarını beğenen biri olmadım. “Bunu daha güzel yazılabilirdim” demediğim hiçbir yazım
olmamıştır. Bulamayacağımı bile
bile hep mükemmeli aramayı
sürdürdüm ve sürdürüyorum.
126
özel sayı 101 2015
Günümüzün nesli ile ilgili
düşüncelerimi sormuştunuz,
bu konuda söylenecek çok şey
var. Her şeyden önce, bugünkü neslin yaşadığı zaman ve
mekânla bizim neslin yaşadığı
zaman ve mekân çok farklı.
Bizim neslin hayatından fakruzaruret içinde geçen çocukluk ve yaşanamayan gençlik
yıllarını çıkarırsanız, geriye
çok az bir zaman kalıyor. Ama
bugünkü nesil hem çocukluklarını, hem de gençliklerini
bizden daha iyi şartlarda yaşıyor. Ama bunun kıymetini
derinden idrak ettikleri kanaatinde değilim. Her şeyi
hazır bir şekilde kucaklarında
buluyorlar -veya bulmak üzere
beklentileri var-. Çabaları yok,
beklentileri çok... Post-modern
çağın sanal âlemine kendilerini
kaptırmış, zorluklara karşı dirençsiz, hayatın gerçekliğinden
kopmuş durumdalar... Hele
“öbür dünya” diye bir kavramı neredeyse hayatlarından
çıkarmış görünüyorlar. Doymak bilmeyen, tatminsiz ve
şükürsüz bir nesil görüyorum.
Kültürümüz ve dilimiz her
geçen gün irtifa kaybediyor.
Nesillerin kültür taşıyıcı vasıfları yok oluyor. Ahmet Hamdi
Tanpınar, Cemil Meriç, Necip
Fazıl, Mehmet Akif, Osman
Turan, Erol Güngör ve bunlar
Medya, var olduğu günden
beri gerçeğin anlaşılması için
değil, hep toplum mühendisliğinin bir aracı olarak işlev
görmüştür. Yaşadığımız çok
önemli tarihî olaylar karşısında,
medyanın yönlendirmesiyle yeni neslin nasıl tepkiler
verdiğini hepimiz gördük.
Bu görüntüler bize, bugünkü
neslin medya tarafından nasıl
mankurtlaştırıldıklarının da bir
tescili oldu. Gençlik, medyanın
yıkıcı yayınlarına karşı bilimsel,
entelektüel ve zihinsel bir donanıma sahip değil ve dil üzerinde oynanan oyunlarla tam
anlamıyla bir beyin patinajı ve
idrak gecikmesi yaşamakta. İşin
kötüsü, yeni nesil bunu da idrak
edebilmiş değil.
Entelektüel, kültürel ve
bilimsel bir altyapı olmadan
medyanın ifsat edici ince taktik
ve stratejilerine karşı koyabilmek mümkün değildir. Entelektüel yetersizlik ve manevî
boşluk insanın ayağına dolaşır,
olaylar karşısında aciz bırakır.
İşte Haber Ajanda ve benzer
dergiler, dünyadaki değişim ve
Selçuk Kayıhan
dönüşüm süreçlerini anlaşılabilir bir dille topluma sunarak
bu konuda kendi üzerine düşen
görevi yapmış oluyor.
“Artık yerlimilli unsurlar da
çıkıp bir iki laf
söyleyebiliyorlar”
• Türkiye’de, medyadaki haber-yorum manzaralarını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
İtibar edilebilir bir ortalama
var mı sizce?
Gerçekten çok güzel bir soru
sordunuz. Bunca dertlenmemize rağmen, medyadaki “haberyorum” programlarına baktığım
zaman gelecekten ümitli oluyorum. Dünyada “medya” deyince
kimlerin ve hangi mahfillerin
akla geldiğini biliyorsunuz;
küresel güçlerin elindeki medya, dünyayı yönetmek isteyen
belli ailelerin tekelinde bulunuyor. Paraya hükmeden ve
doymak bilmeyen bu medya
baronları, kendilerinin, dünyayı
idare etmek için yaratıldıklarına
inanıyorlar. Bildikleri ve yaptıkları en iyi iş, insanların arasına
fitne tohumları ekmek, savaşlar
çıkararak kan dökmek... Onlara
sorarsanız, “Biz ıslah edicileriz”
derler, oysa yaptıkları her şey
ortada! Kendileri dışında kalan
insanların köle olarak yaratıldıklarına inanıyorlar. İşte bu
sapık zihniyetli insanlar, bugün
paralarını sadece medyaya değil,
yüksek teknolojiye de harcıyorlar. Yani para, medya ve yüksek
teknoloji kimdeyse, dünyayı
en fazla onlar etkiliyor. Başarılı
olmalarının önündeki en büyük
engel, yine kendileridir. Neden?
Çünkü ellerindeki bu imkânları
insanlığın mutluluğu için kullanmıyorlar; fıtratı zorluyorlar,
doymak bilmiyorlar, paylaşmıyorlar, kendileri dışındaki insanları “köle” olarak görüyorlar
ve herkes onlara hizmet etsin
istiyorlar. Yani kısacası, adaletsiz
bir dünya düzeni kurma peşin-
deler. Ama başaramayacaklar!
Onların karşısında, gerçekleri
insanlara ulaştıran alternatif
bir medya oluşuyor. Türkiye
Cumhuriyeti’nin TRT’leri bile
onlar için korkulu birer rüya...
Dünya medya baronlarının
Türkiye’deki uzantılarına baktığımızda, onların karşısında da
alternatif özel medya kuruluşları oluştu. Bunların güçleri ve
etkileri sınırlı olsa da bundan
rahatsızlık duyduklarını biliyoruz. Eğer Türkiye’de siyasî irade
bu yolu açmamış olsaydı eski
düzende devam edilecekti.
Sorduğunuz “haber-yorum”
programlarını seyrederken iki
şeye seviniyorum. Birincisi,
medya tekelinin kırılmış olması; ikincisi de dünyadaki değişim ve dönüşüm süreçlerini iyi
anlayan yetişmiş insanlarımızın
sayısının artmış olması...
Eskiden medya baronlarının
borusunu öttürenleri dinleyip
dünyayı da onların gözüyle
görüyorduk. Ama şimdi onların
karşısında yerli ve milli unsurlar
da var. Ne zaman ki yerli-milli
unsurlar toplumda kritik bir
oranın üzerine çıkarsa, işte o
zaman küresel bir etkileme
gücüne erişebileceğiz. Yani
demek istiyorum ki, medyadaki
“haber-yorum” programlarında
medya baronlarının sözcülerinin karşısına yerli-milli unsurlar da çıkıp bir iki laf söyleyebiliyor artık. Bana göre bu çok
önemli bir gelişmedir.
“Eskiye özlem
duyanlara
katılmıyorum”
• Daha evvelinde Büyük
Doğu, Diriliş, Serdengeçti,
Tercüman veya Hergün
gibi gazete ve mecmuaları
okuyarak büyük ustalardan fayda edinebildiniz; o
yayınları değerlendirince
bugünün yayınlarında neyin
eksik, neyin fazla olduğunu
kıyaslayabilir misiniz?
Genellikle bizim kuşaklar
hep eskiye bir özlem duyarlar.
Yaşadıkları zaman dilimini
idealize ederek günümüzde
olan her şeyi de yerden yere
vururlar. Oysa herkes yaşadığı
çağın ruhuna göre hareket eder.
Belki 50 yıl sonra, bugünkü kuşaklar da bizim bu eskiye özlem
duyan ihtiyarların durumuna
düşecek ve kendi geçmişlerini
kutsayacaklar. Ben bunlara hiç
katılmıyorum; çünkü geçmişin
neyini özlediklerini anlamış
değilim.
Geriye dönüp baktığımda
“Ah geçmiş!” diyecek bir şey
göremiyorum. Yurtiçinde bir
mektubun bir hafta gibi uzun
bir zamanda alıcısına ulaşmasını mı özleyeceğim? Yaklaşık
200 kilometre uzaklıkta bir
şehre gittiğiniz zaman sanki
dünyanın öbür ucuna gitmiş
gibi gurbetlik çekmenin neresi
güzel ve iyi? Eve bir telefon
bağlatmak için dünyanın parasını harcamanın da özlenecek
bir yanını göremiyorum. Yukarıda belirttiğiniz dergiler ve
gazeteler, bence var oldukları
çağın ruhuna göre hareket ettiler ve tarihî görevlerini yaptılar;
ama bugünün insanına verecek-
özel sayı 101 2015
127
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Bir de dar bir ihtisas alanında
kalıp da körlük yaşamayanlar
yapabilir bu işi. Ayrıca güzel
yazabilmek ve meramınızı
anlatabilmek için çok okumalı
ve dilimize de hâkim olmalısınız. Bugün birçok resmî
akademisyen, kendi dilinde bir
sayfa yazıyı yazmaktan acizdir;
ama yabancı dilde yazılmış
onlarca, bazılarının da yüzlerce
makalesi var.
Hafta sonlarını pişpirik
oynayarak geçirenlerin aksine,
ben de zamanımı hiç boşa
harcamadan kitap okurum ve
yazarım. Bir konu hakkında
tefekkür eden, kafa yoran insan,
düşünmeyen insandan her
zaman bir adım öndedir. Bunu
unutmamak lazım!
“Siyasetin de
eleştiri kültürünü
geliştirmesi gerekir”
• Geleceğin ve elbette günümüzün düşünürlerinde
hangi özelliklerin olması
gerekli sizce?
leri fazla bir şeyleri yok. Hepsi
“Soğuk Savaş” döneminin kalın
duvarlarla birbirinden ayrılmış
ideolojik toplum kompartımanlarına hitap ediyorlardı.
Birbirine karşı söz düellosu ve
polemik için vardılar.
Peki, evrensel mesaj verenler
yok muydu? Elbette vardı! O
da vahyin aydınlattığı akılla
hareket edenlerde görülüyordu.
Bugün Mehmet Akif merhumun “Safahat” adlı eseri değerinden neden bir şey kaybetmiyor? İlham kaynağı Kur’an
olduğu ve yaşayan toplumun
sorunlarına vahyin aydınlattığı
akılla baktığı için...
“Gerçek aydını,
gerçek entelektüeli
ve gerçek bilim
insanını arıyorum”
• Dergi hayatında eksik
128
özel sayı 101 2015
gördüğünüz, “Şu da olsa...”
diye düşündüğünüz şeyler
var mı?
Bütün dünyada etkili olacak
düzeyde fikir ve düşünce üretimi yapacak dergilere ihtiyacımız var. Bir derginin, gazetenin
veya medyanın vıcık vıcık politize olması, güvenilirliğini kaybettirir. Bu tuzağa düşmemek
lazım! Ülkenin siyasî, sosyal,
beşerî ve ekonomik sorunlarına
nesnel, bilimsel ve üst düzeyde
bir bakışı benimsemeliyiz.
• Türkiye’de entelektüel hayat
sizce hangi seviyede? Seviyeyi yükseltmek için neler
yapılmalı?
Türkiye’de herkes kendi
kozası içinde yaşıyor ve bir
şeyler yapıyor. Dışa açılma, fikir
paylaşımı ve seviyeli eleştiriler
olmuyor. “Aydın”, “entelektüel”
ve “bilim insanı” dediğimiz
kişilerin çoğunun bir yerlere
kafadan bağlı olduğunu görünce, bunların gerçeklerini arıyorum. Yani gerçek aydını, gerçek
entelektüeli ve gerçek bilim
insanını arıyorum.
• Akademik dili kırarak doğrudan toplumsal cümlelerle
topluma hitap edebilen bir
kaleminiz var Hocam, bunu
nasıl yapabiliyorsunuz?
Fenciler lafı fazla dolandırmazlar. Temel bilimcinin, aslında nötr doğa olayları ile ilgilendiği için gayet basit ve güvenilir
bir yöntemi vardır: Bilim metodu... Nesnel olmayı ve indirgenemeyecek kadar karmaşık
olayları herkesin anlayabileceği
bir formata sokmayı başarır. Bu
durum, teknisyenlik boyutunu
aşarak bilimi tefekkürle birlikte
yürütenler için geçerlidir.
Bizim dünyamıza ait bir
düşünürde aradığım ilk özellik,
özgür olmasıdır. İnsanlığın en
güvenilir bilgi ve ilham kaynağı
olan vahyi dışlamamalıdır.
• “Hür tefekkürün kalesi”
deyişi sizin için ne ifade
ediyor?
Sanırım bu söz, merhum
Cemil Meriç’in dergiler için
söylediği bir söz... Bir dergi
“hür tefekkür” için bir ortam
yaratıyorsa, artık orada kale
duvarları yıkılır ve dünyaya
açık bir hale gelir. Bugün bizim
istediğimiz de kale duvarlarını
yıkıp dünyaya açılmaktır. Bunu
başarabilmek için -az önce de
söyledim- politize olmamak,
olaylara bir partinin ve iktidarın gözüyle bakmamak lazım.
Bilim, eleştiri ile gelişir; eğer
uzun ömürlü olmak istiyorsa,
siyasetin de bu eleştiri kültürünü geliştirmesi gerekir.
haberajanda
Toplum
>> Kazım Amca’nın bu
görüntüsü, fotoğraf karesindeki askerler de dâhil
olmak üzere herkesi hem
şaşırtıyor, hem de keyiflendiriyor.
Mesut Emre Balcı
[email protected]
“Torunlarıma hatıra
kalsın istedim” diyor kendisine soran gazetecilere.
Yaşlı ve sempatik bir amcamız için mevzu gayet
güzel ve anlamlı, ancak
geniş perspektifte baktığımızda mesele bu kadarla
sınırlı değil. Kazım Amca
sadece “selfie” çekmiyor,
aslında bir bakıma tarihe
not düşüyor.
Çok değil, on yıl önce
-kendisine sorsanız bir
onur vesikası sayacağını
tahmin ettiğim- sakalı ve
takkesiyle devlet aklı için
mücrim sayılabilecek
bir dış görünüşe sahip
Kazım Amca. O dönemde
devletin o ildeki en üst
yöneticilerinin katıldığı
böylesi bir organizasyonda
ciddiyeti bozabilecek en
ufak bir harekete dahi
izin verilmeyecekken, bu
mücrim (!) duruşuyla aynı
pozu vermesine müsaade
edilir miydi? Bu bir tartışma konusu…
Başörtüsü sebebiyle
oğlunun yemin törenine
katılamamış ve o gurur
gününü izleyememiş annelere şahit olduğumuzda
aynı karenin on yıl önceki
akıbetiyle alakalı kafamız
karışıyor doğal olarak.
“İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın” mantalitesini
devlet idaresinin ve medeniyetinin şiarı kabul etmiş
tarihsel birikimin zamanla
kendi vatandaşından
korkar vaziyete gelmesi
nasıl bir evrilmenin sonucu olduğunu insan merak
etmiyor değil. Kendi halkına yabancı, vatandaşının
değerlerinden korkan,
korkmanın ötesinde bu
değerleri kendisi için bir
tehlike olarak da gören anlayış, şükür ki Türkiye’de
artık tarih oluyor.
“Ulan öküz Anadolulu!
Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var?
Milliyetçilik lazımsa bunu
biz yaparız. Komünizm
gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz
var: Birincisi çiftçilik yapıp
ürün yetiştirmek, ikincisi
Tarihe düşülmüş
sempatik bir not
Y
ER Erzurum, düşman işgalinden kurtuluşun 97’nci
yılında tören düzenleniyor. Törende askerler, siyasetçiler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, öğrenciler,
kısacası toplumun her kesiminden oluşan bir katılımcı kitlesi var. Sonra biri çıkıveriyor kalabalığın arasından ve
askerlerin önüne geçerek cep telefonunu çıkararak gündelik
tabirle “selfie” çekip kendisini ve arkadaki askerleri görüntülüyor. Başında takkesi, parmağında yüzüğü, uzun beyaz sakallarıyla bizden bir dede 63 yaşındaki Kazım Yılmaz…
yerine zenginlik gözüyle
bakan bir anlayış, toplumsal huzurun sağlanmasında en önemli faktör
olacaktır.
de askere çağırdığımızda
askerlik yapmaktır…” 1929-1946 yılları arasında dönemin Ankara Valisi
Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti’ye
hitaben kullandığı bu
ifadeler, bir dönem devlet
mekanizmasının ve devlet
aklının nasıl çığrından çıktığının en net göstergesidir.
Anadolu toprağının sahibi
ve Anadolu coğrafyasının
yetiştirdiği milletine -ne gariptir ki- yine Anadolu’yu
korumak ve kollamak
adına bu şekilde hakaret
edebilen bir devlet adamı…
Farklı kültür, etnisite,
anlayış ve ideolojilerden
oluşan bir toplumu bir
arada tutabilecek bir dil
ve ortak bir yaşam alanı
sağlayabilmek, toplumsal
refah ve huzur sağlamak
açısından en önemli kriterdir. İşte bu dili oluşturmak,
vatandaşlarını ortak bir
zeminde refah üzere
kurulu anlayışla bir araya
getirebilmek de devletin
görevidir. Dolayısıyla
kuralları belli bir zümre tarafından konulmuş, ulusal
ve uluslararası stratejisi
dar bir çerçevede hazırla-
nan bir devlet anlayışı bu
açıdan yeterli olmamaktadır. Birey-devlet ilişkisinde,
vatandaştan devletin karşı
konulamaz kurallarına
göre şekillenmesi değil,
devletten muhatap olduğu
halk kitlesinin gerçeklerine göre şekil alması beklenmektedir.
Güvenlik mekanizmaları elbette içeriden ya
da dışarıdan gelebilecek
saldırılara karşı mevcut
yapıyı koruyacak şekilde
temellendirilir. Ancak
burada önemli olan, devlet
açısından neyin tehlike
olarak addedilip neyin
tehlikesiz görüldüğüdür.
Bütün vatandaşlarını tek
tipleştirmek isteyen ve
bir kalıptan çıkma nesiller görmeyi düşleyen
anlayışın günümüz dünyasına ayak uyduramadığı aşikârdır. Bu nedenle
buradaki o çok hassas
denge, büyük önem teşkil
etmektedir.
Toplumdaki her farklılığı kendi varlığı için bir
sorun olarak gören bakış
açısından ziyade, bunları
bir renklilik olarak gören
ve bu farklılıklara sorun
Vatandaşları arasındaki
her farklılığı kendisi için bir
tehlike olarak gören bakış,
bir süre sonra paranoyak
bir hal alacak, sistemle
halk arasındaki mesafe
gittikçe açılacaktır. Dolayısıyla ortak dil ve ortak
yaşam koşulları üzerine
yoğunlaşılmalı ve ceberrut devlet anlayışından
vatandaşıyla bütünleşen,
onu kendi varlığıyla kabul
eden, ülkenin her tarafına
yayılmış adalet anlayışıyla
hükmeden bir devlet
fikriyatına geçilmelidir.
Türkiye’nin son yıllarda
devlet aklı olarak yaşadığı
değişimin halktaki olumlu
yansıması da toplumun
devletle barışık ruh haline
ne kadar hasret çektiğini
ve buna ne kadar hazır
olduğunu net bir biçimde
göstermektedir.
İşte Kazım Amca bu
hareketiyle hepimizin
zihnine böyle derin manaları olan bir hatıra kazıdı!
Devletinden korkmayan,
aksine onu sahiplenen,
kendisinden gören vatandaş ve bu vatandaştan
çekinmeyen, korkmayan,
onun yaşam tarzına ve
fikrine saygı duyan devlet… Bin yılı aşkın süredir
gelişerek devam edegelen
devlet aklımızın temelinin
dayandığı bu anlayışa her
gün daha fazla yaklaştığını görmek, şu dönemin
şahitleri olarak bizleri
umutlandırmaya fazlasıyla
yetiyor.
özel sayı 101 2015
129
haberajanda
Siyaset Felsefesi
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
El-Medinetü’l Fâzıla ve
Mukaddime’yi
okuyan siyasetçi de gerek!
S
AYIN Başbakan Davutoğlu’nun, İslam filozofu Farabi’nin
eseri “El-Medinetü’l Fâzıla”yı valilere önerdiği gün, arzu
ettim ki İbni Haldun’un eseri Mukaddime’yi de tüm siyasetçilere önersin. Fakat öte yandan büyük bir paradoks ile
yüzleşmek zorunda olduğumuzun da farkında olmalıyız.
Maalesef bu eserlerin nasıl bir yöntemle okunup nasıl eleştirileceği
bilincine çok da haiz olmayan zihinlerin toplumuyuz. Çünkü bizim
eğitim sistemimizde ve hâlâ yönetici yetiştiren kurumlarda, bahsi
geçen siyasî ve felsefî sistemlerin ne üzerine kuruldukları etkin bir
biçimde öğretilmiyor.
>> Bu teorilerin bireyi, toplumu ve devleti
yöneten sistemler olarak nasıl yapılandırılmış
olduğu bütüncül bir disiplin anlayışı ile izah
edilmiyor. Ezber edilecek şekildeki bir aktarmacılıkla nakledilmeye çalışan bu anlayış,
herhangi bir idraki kaçınılmaz olarak geliştiremiyor. Bu yazının gayesi, kadim metinleri okuyacak ve anlayacak toplum olmaz ise,
yöneticinin de olamayacağını işaret etmektir.
Nitekim “layık olduklarımızla yönetiliriz”.
Zira ne El-Medinetü’l Fâzıla, ne de Mukaddime, takdir edersiniz ki zihinsel örgüsü
yahut inşası, felsefe disiplini ile yapılandırılmamış kişilerde idrak tesis edecektir. Bu
anlamda çok kıymetli eserler, önemli mevkilerdeki insanlar için anlaşılması zor, hatta imkânsız, güncelliğini yitirmiş birer eski
kaynak kitaptır.
Hâlbuki bu kadim eserler, Başbakan’ın
dikkat çektiği gibi hâlâ bize bir medeniyet
130
özel sayı 101 2015
inşasında rehber olabilecek, üstelik uyarıp
ibret alınacak, aynı zamanda tarih, din ve
dünya işlerinde geçmişten ders ve örnek
almak isteyenler için yararlı ve elzem eserlerdir ve olup bitenlerin nedenlerini, nasıl
başlayıp nasıl geliştiğini son derece güçlü
deliller ile ortaya koyarlar.
Malumunuz, yönetim yetkisinin kime ait
olacağı insanlığın uğraştığı en eski konulardan biri olmakla birlikte, hâlâ değişmeyen
konulardan da biridir. Medeniyet yerine
İbni Haldun’un deyişi ile “Umran”dan söz
edebilmek için, “Öncelikle hem bu toplumda, hem de yönetime talip olanda hangi
idrak olmalı?” sorusu ile vakit geçiren taliplerin olup olmadığını merak ediyorum.
Kanaatimce insanların inşa ettiği her tür
kurumun da “nedensellik ilkesi” ile belli bir
düzeyde bağlı olduğu teorisi yönetmeye talip olanların zihinlerinde olsa idi, eminim ki
yapılanlar ve hedeflenenler daha çok incele-
nirdi. Çünkü bir toplumun yaptıklarının ve
ortaya koyduklarının hepsi bir bütün olarak
analiz edilip birbirinden kopuk görülmediğinde, atılan her düğümün hangi toplumsal
uzvu kangren edeceği en azından tahmin
edilebilir ve tedbirli olmaya gayret edilirdi.
Mukaddime’de dikkat
çekilen beş aşama
Nereye talip olduğunun farkında olan
insanlar, en azından zihinlerini bir süre şu
sorularla meşgul edebilmeliler: Bütün tarih
boyunca insan, neden “sosyal bir varlık” olarak tanımlanmış? Yönetim şekilleri sınıflandırılırken, mevcut sistemler içinde en etkin
olanlar ne zamandan beri değişmemiş? Bu
sistemlerin bozulmaları halinde ne tür tehlikelerle yüzleşebilineceğini neye dayanarak
ifade etmişler? Tarihî ve sosyal olayların tek
başına bir varlığı ve anlamı olsa da, ancak
ve ancak nedenleri ve sonuçları ile -yani önceki ve sonraki olaylarla ilişkileri bağlamında- kendiliğinden ilkeler kurdukları iddiası
ne kadar tutarlıdır? Böylesi sistemlere paternalist yönetimler öneren âlimlerin en büyük
dayanağı “gönüllü birliktelik ile kurulmuş
olması” iken, bu olmadığı takdirde monarşiye dönüşeceği iddiasının temelleri nelerdir?
Demem o ki, “giren hesap borçlu, çıkan
hesap alacaklı” düzenini öğrenmeden önce,
yöneticiler için bu soruların zihinsel meşguliyeti öncelendiği gün, daha çok umut besleyebiliriz. Bu konuda Başbakan’la hemfikir
olduğumuzu farz ediyorum.
En sarsıcı teorilerden biri de İbni Haldun’un Mukaddime’sindeki “her devlet için
öngörülen beş aşamalık yaşam süresi”dir.
Çünkü ona göre devletler de canlı bir organizma gibi doğar, yaşar ve ölürler. Bu teoride bir hakikat payı görmemek imkânsızdır.
“Tarih tekerrürden ibarettir” düşüncesine
yakın bir söylemdir bu. Arz etmeye çalıştığım gibi, acaba bu minvalde sorular ve
sorunlar, günümüz yöneticileri için zihinsel
bir meşguliyet midir? Çünkü şöyle diyordu
İbn Haldun:
“’Zafer’ aşaması, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği, fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. ‘İstibdat’ dönemi, hükümdarın yönetimde dizginleri tamamen kendi eline
aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla
bir devlet vardır. İktidarın iyice pekişmiş
olduğu ve ‘ferağ’ adı verilen üçüncü devrede
ise, artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem, rahatlık
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu
T.C. Başbakanı
ve sükunet çağı ve bir yandan da gösterişin,
şatafatın arttığı, ilimlerin, sanatların geliştiği
dönemdir. Kısacası bu dönem, dinlenme ve
rahatlık dönemidir.
Dördüncü dönem, ‘müsalemet’ (huzur,
barış) devresidir. Bu dönemde kanaat ve
barış hâkim olup, önceki hükümdarların
örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi
ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin
kurduğu düzene de kanaat edilir. Beşinci
dönem ise ‘israf ’ çağıdır. Devlet yavaş ya
da birden gelen bir sona doğru ilerlemeye
başlar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler; görevler ehil
olmayanlara dağıtılır, ordu bozulur, şecaat ve
atılganlık kaybolur, zevk düşkünlüğü arttığı
için gelirler giderleri karşılayamaz, düşman
devletler cesaretlenmeye başlar. Zevk düşkünlüğünün arttığı israf dönemi sonrası,
bedevî toplumun hadarî (kentli) toplumu
savaşla mağlup ederek onun yerini alması
söz konusudur.
Bu durum, döngüsel olarak sürekli bu
şekilde devam etmektedir.” (İbni Haldun,
2009: 399-401.)
Üzerinde defalarca, yine ve yeniden düşünülmesi gereken ifadelerdir bunlar.
Ve bir diğer önemli kavramı da “asabiyet”tir. İnsanların akrabalık ilişkileri ve soy bağı
ile kendi soyundan olanlarla yardımlaşmaya,
onlara karşı doğal olarak beslediği şefkatten
dolayı daha çok önem verdiğini, bu duygunun dayanışmaya neden olduğunu söyler.
Böylece düşmanlarına korku salanın da bu
olduğunu ifade eder. Bunun tabiî bir durum
olduğunu, yani içgüdüsel bir tavır olduğunu
savlar. Böylesi bir iddiayı okuyup anlamak,
bu tür iddiaların her birini ırkçılık kılıfına
sokmaya meyilli zihinler için sakıncalıdır.
Fakat bir filozofu kendi sistemi içinde okuyup anlamak gerektiğini bir metot olarak
öğrenmiş kişi için İslam ahlakı ve Tevhid
inancını bir ilke olarak önceleyen filozofun
teorisinin böyle bağdaştırılamayacağını bilir,
konuyu ırkçılığa indirgemeden, yerinde bir
hakikat algısına zihnini açar.
Değinmeden geçmek istemem; aslında
El-Medinetü’l Fâzıla’da, Farabi’nin toplum
liderini hem öğretmek, hem de öğrenmekten sorumlu tutmasının nedenlerini idrak
etmek son derece önemlidir. Ahlaken ve
fikren yetkinleşmemiş insan için toplumda
herhangi bir liderlik konumunu layık görmemesi bir mana ifade etmeli. Bizde böyle
bir tespit için kriterlerimiz yeterince inşa
edilebilmiş midir? Yepyeni bir dönemde
yeni konumlara talip idarecilerin, Farabi’nin
işaret ettiği “yetkin insan” olmanın ne demek olduğu kaygısını taşıyıp taşımadıklarını tespit edebiliyor muyuz?
Bir siyasî lider için çeşitli özellikler sayar Farabi. Örneğin der ki, “İyi bir anlama
yeteneğine sahip, hafızası güçlü ve de zeki
olmalıdır. Öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmeli
ve öğretimin getirdiği zorluklara karşı sabırlı olmalıdır. Güzel bir ifade yeteneğine
sahip olmalı, şehvetine düşkün olmamalı ve
yeme, içme ve cinsel arzularına düşkün olmamalıdır. Doğruluğu ve doğruları sevmeli,
yalandan ve yalancıdan nefret etmeli, onurlu
ve cömert olmalı, her türlü bayağı şeyden
kendisini uzak tutmalı, altın ve gümüş gibi
dünyevî şeyleri basit görmeli, adaleti ve adil
kimseleri sevmeli, insanlara adil davranmalıdır. Haksızlık yapılması istendiğinde karşı
koyabilmeli, azimli ve kararlı olmalı, amaçlarına ulaşma hususunda cesur olmalıdır”.
Böylesi bir yaklaşım, yöneticin ahlakî yetkinliğini kesinlikle zorunlu bir hale getirmektedir. Bu yaklaşımla gücün yanlış kullanımları ve dahası, suiistimallerin bile kontrol altına alınmaya çalışıldığı iddia edilebilir.
Farabi’nin işaret ettiği vasıfların bir “insan-ı
kâmil” tanımlaması bakımından “filozof yönetici” olmanın ne derece yüksek bir mevki
olduğu anlaşılabilir.
Sonuç olarak, işte tüm bu sistemleri okuyup anlayabilecek bireyler, toplumlar ve o
toplumdan çıkacak yöneticiler üretebilmek,
üniversitelerin lise düzeyindeki skolastik
dayatmacılıkla sağladığı ezbercilikten kurtulup, dünyanın konsantre olduğu sosyal
ve felsefî deneyleri yapabilen kadrolar üretebilmeleri, gereksiz bürokratik yığınlardan
kurtulabilmelerine bağlıdır.
İbni Haldun (2009), Mukaddime, Cilt 1 (çev. Süleyman
Uludağ), 6. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
Farabi (1990); El-Medinetü’l Fâzıla, M.E.B. Yay., Terc.:
Nafiz Danışman, İstanbul.
Farabi (2012); Tahsilu’s-Sa’ada, Divan Yay.,Terc.: Prof.
Dr. Ahmet Arslan, Ankara.
Ali Çiftçi, Nihat Yılmaz, “İbn Haldun’un Siyaset Teorisi
ve Siyasal Sistem Sınıflandırması”, Turkish StudiesInternational Periodical For The Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic Volume 8/7 Summer
2013, p. 83-93, Ankara-Turkey
özel sayı 101 2015
131
haberajanda
Yorum
Şimdi biz de Der Şipigel gibi yapsak mı? Elinde “Die Einreichung” (Boyun eğmeyin!) yazan bir
karton taşıyan bir Alman genç kızının fotoğrafını kapağa koysak mı? Bir başka fotoğrafta “Widerstehen” (Direnin!) yazısı bulunsa, nasıl olur?
Cevap veriyorum: Hak ediyor olabilirler fakat bize yakışmaz. Sadece o günleri hatırlatabiliriz.
Bize nasıl davrandıklarını yüzlerine vurabiliriz. Fakat Der Şipigel gibi yapamayız. Bosna Savaşı
zamanında, Sırplar Boşnaklara saldırırken, insanlık dışı muamelede bulunurken, işkence uygularken, bazı askerler Aliya İzzetbegoviç’e gelerek, misilleme yapmayı teklif eder. Rahmetli Aliya
şiddetle reddeder. Açıklama basittir: “Biz de onlar gibi mi olalım?”
Savaşın da bir hukuku vardır. İnsanlık dışı hareketler, bize uymaz. Savaşta nasıl davranılacağı,
kitapta bellidir ve bize iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.v.)’in yolundan yürümek yaraşır…
Biz de “DER ŞİPİGEL”
gibi mi yapalım?
O GÜN,
kahramanlar diyarı Maraş’taydık. Şiir festivali çerçevesinde düzenlenen programların birinden diğerine yetişmek için koşturmaktaydık.
>> “Siz buradasınız ama İstanbul kaynıyor” dedi bir arkadaş. Yanlış hatırlamıyorsam Yasin Mortaş’tı söyleyen.
“Nedir, ne oluyor!?” demeye kalmadı,
Gezi Parkı’nda yer değiştirilecek birkaç ağaç
için gösteriler başladığını öğrendik.
Tivitır yıkılıyordu… Sanal âlemde yayınlanan fotoğraflar, yazılan yazılar öylesine
bombardıman havasına bürünmüştü ki insaf sahibi kim varsa “Bu kadar da olmaz!”
diyordu.
Sonrası malûm… Taksim, savaş alanına döndü. Gezi olayları aldı başını yürüdü.
Devlet ve hükümet karşıtı eylemler hüviyeti
kazandı. Kılıf çok güzel hazırlanmıştı. Görünen yüzüyle, birkaç masum gencin yeşilden yana tavır koyması; görünmeyen yüzüy-
132
özel sayı 101 2015
le ise gizli bir elin ülkeyi karıştırması, altını
üstüne getirmesiydi. Camlar kırılıyor, taş ve
molotof atılıyor, polis araçları, belediye otobüsleri devriliyor, can kurtaran araçları bile
ters çevrilip yakılıyordu.
Polisler başlangıçta ölçülü davranırken,
daha sonra şiddete şiddetle karşılık vermeye
başlamıştı. İstanbul Emniyet Müdürü’nden
haber alınamıyor, nerede olduğu bilinmiyor,
telefonla bile ulaşılamıyordu.
İstanbul’da başlayan olaylar kontrolden
çıkmış, diğer şehirlerde de kopyalayıp yapıştırma yapılmıştı.
İş makineleri ile saldıranlar, Başbakanlık ofisini kuşattı. Dolmabahçe Camii, işgale uğradı ki içeriye ayakkabılarıyla girenlerin
orayı revire çevirdikleri görüldü. Görüntü-
lerde bira kutuları ile ilaç kutuları, sargı bezleri, izmaritler bir aradaydı. Sanal ortamda
yayınlanan sahte fotoğrafların kimi yurt dışından, kimi başka tarihlerden, kimileri de
montajlı şekilde servis edilmekteydi. Profesyonel desteğe rağmen, o kadar alel acele yapılmıştı ki bazı görüntülerde polislerin
sırtında “Police” ve “Polizei” yazıları değiştirilememişti. Belki de zaman bulunamamıştı. Devrim oluyordu. Devrim beklemezdi.
Acele etmek gerekirdi. Hükümet devrilecek, Tayyip gidecekti. Nereye? Yurt dışına
kaçabilirdi pekâlâ. Ya da tutuklanabilir, ellerine kelepçe takılıp hapse gönderilebilirdi.
Devrim bu! Ne yapılacağı olayların akışına
bağlıdır, önceden tam kestirilemez. Bazen
planlansa bile tutmaz. Mesele ağaç değildi, hâlâ anlamayanlar vardı. Üçüncü köprüye hayır diye bağırıyordu kendilerini Taksim
Mehmet Şeker
[email protected]
Platformu diye ortaya atanlar. Üçüncü havalimanına hayır diyordu. Üçüncü ne varsa
karşıydılar. Üçüncü çocuk bile onlara göre
olmamalıydı. Çılgın proje Kanal İstanbul
da derhal durdurulmalıydı. Ağlak sesli Can
Dündarlar canlı yayına bağlanıyor, oğlunun
orada olduğunu söylüyorlardı. Kısa sürede
oğlunun Ankara’da olduğu ve yalan beyanda bulunduğu anlaşıldı. Fakat sıcak açıklama, olayları körükleme işlevini yerine getirmişti.
Adnan Keskin isimli şahıs, CHP’nin
bilmemnesi sıfatıyla çıkıp açıklama yapıyor, Ankara’da Aylin isimli bir genç kızın polis panzeri altında ezilerek öldüğünü söylüyordu.
Hükümetten hoşlanmayan bütün eski
tüfekler bir araya gelmişlerdi. Aktörü, artizi,
şarkıcısı bir aradaydı. Gezicilere destek vermek artık bir racon sayılıyordu. Ne de olsa
hükümet devrilmek üzereydi. Koroya katılmak, cephede yerini almak gerekiyordu.
Yoksa yarın açıkta kalınabilirdi.
Kabataş’ta bir genç kadın çok çirkin bir
saldırıya uğramıştı. Ne var ki kamera kayıtları yok edilmiş ve o işin sahibi şirketin
paralel bağlantısı çok sonradan ortaya çıkmıştı. Zira Gezicileri masum göstermek
gerekiyordu. Onlar kimseye saldırmazdı.
Onlar insancıl tiplerdi. Yeşilden yanaydılar... Bize öyle pazarlamak isteyenlerin hepimizi akılsız, hafızasız sanmaları muhtemeldir. Lakin, meydanlarda yaşanan savaş
provalarını ve o görüntü kayıtlarını ne yapacağız?
Kırmızılı kadınlar türedi, sembolleştiril-
mek üzere pazarlandı. Duran adamlar çıktı,
orada burada durmaya başladılar. Semboller
savaşında yeni taktikler geliştiriyordu Gezici kadrolar.
Batı’dan da güzel destek geldi doğrusu. Endişeli açıklamalar yapıldı. İtidal çağrısı ne kadar masum görünmekteydi. Provokatörler devredeydi, onu bilmeyen yoktu.
Ama hem casuslarını gönderip hem Gezicilere destek verip, hem de barış yanlısı mesajlar vermek nasıl bir şeydir? Batı’nın klasik iki yüzlü tavrının en bariz belgesidir, ne
olacak başka!
Der Şipigel isimli Alman dergisi özel sayı
hazırlamıştı. Özel, Türkçe özel sayı. Kapakta bir genç kız fotoğrafı vardı. Elindeki kartonda “Boyun eğme” yazıyordu.
özel sayı 101 2015
133
haberajanda
Yorum
nistan ve İtalya’dan da insanların geldiğinin
tespit edildiğini söyledi.
Gösterilerin sabah 05.30’da başladığını
ve şiddet yanlısı grupların sokaklarda barikatlar kurduklarını, kısmen de bunları ateşe
verdiklerini anlatan Maiziere, polise de taş
ve maytap atarak saldırıldığını söyledi.
Polisin insan olarak değil “nefret objesi” olarak görüldüğünü ifade eden Maiziere, “Kim bu şekilde özgürlük hakkını istismar ederse bunu hoş göremeyiz” ifadesini
kullandı. “Burada siyasi bir tartışmadan söz
edilemez. Polisleri hedef alarak taşlar atmanın, araçları yakmanın gösteri yapma
özgürlüğüyle herhangi bir ilgisi yok” diyen Maiziere, bu olayların aylar öncesinden
planlandığını ifade etti. Bu olayların küçümsenmeyeceğini belirten Bakan, içinde
2 polisin bulunduğu aracı kundaklamanın
adam öldürmeye teşebbüs suçu olduğunu,
bunu yapanların hukuk devletinin tüm sertliğini hissetmesi gerektiğini kaydetti. Maiziere, olaylar sırasında devlete ait 55 hizmet aracının zarar gördüğü, 7 polis aracının
da kundaklandığı, bazıları ağır olmak üzere
150 polisin yaralandığı bilgisini verdi.
O sayıyı bulup saklamak gerekirdi. Tarihî
bir belgeydi o. Yarın iki yüzlü Almanların iki
yüzüne birden çarpmak için. İşte ben burada bir yüzüne çarpıyorum. Diğer yüzüne de
siz çarpın…
***
Gezicilerin ve onları destekleyen organizatörlerin, kışkırtmak için elinden geleni ardına koymayanların planları tutmadı. Millet olayı gördü, anladı… Aptal zannettikleri
millet, her şeyin farkındaydı.
Devirmek istedikleri Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ı yurt dışından dönüşünde havalimanında yüzbinler karşıladı. Erdoğan oyunu gördüğünü açıkça ifade etti. İstanbul’da birkaç yerde ve ardından Ankara’da
muazzam kalabalıklara hitap ederek Gezicilere resti çekti. Mümkün olsa da burada o
konuşmaların hepsini yayınlayabilsek… Kalabalıkların görüntüsüne hareketli şekilde
yer verebilsek… Böyle bir imkân olmadığı
için özet geçiyor ve gerisini hafızanıza bırakıyorum.
***
Gelelim bugüne… Şimdi Almanya’da olaylar başladı. Kelimenin tam anlamıyla “Almanya Gezisi” diyebiliriz. Oturduğumuz
yerden ekranlara bakarak Almanya’nın Gezisini takip edebiliyoruz. Yola düşüp oraya
134
özel sayı 101 2015
kadar gitmek gerekmiyor.
Frankfurt’ta yaşanan olaylar, Türkiye’dekinin ikizi sanki. Gezi eylemlerine sonuna
kadar destek veren Almanya, Türk hükümetine endişelerini iletmiş, Alman medyasında polisin eylemcilere şiddet uyguladığı yönünde yayınlar yapılmıştı.
Hatırlayalım, Taksim meydanında bikinili Alman bir kadın dakikalarca sarhoş
vaziyette dans etmiş, Türkiye’yi aşağılamış,
Türkiye’ye medeniyet getirdiğini söyleyerek
gülünç duruma düşmüştü.
Bu rezillikler yetmezmiş gibi, Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth (Ben
ona Klodya Rot diyorum, yoksa başka bir
şey diyenler var mı!?) da Gezi olayları esnasında İstanbul’a gelmiş, eylemcileri övmüş, Türk polisine ise sert tepki göstermişti.
Rot, “Olanların canlı tanığıyım. Savaş gibiydi. Kadın ve çocuk demeden gaz bombası atıldı” ifadelerini kullanmıştı. Kendince
Türkiye’ye “Rot ayarı” yapıyordu.
Ne ilginçtir, Federal Meclis’te Frankfurt’taki olayların gündeme alındığı oturumu
Federal Meclis Başkan Vekili Klodya Rot
yönetti.
Alman İçişleri Bakanı Maiziere, gösterilere İsviçre, Hollanda, Danimarka, Yuna-
Yeşiller Partisi Milletvekili İrene Mihalic
de, polislerin insanları ve toplanma özgürlüğü gibi yüksek değerleri koruduğunu belirterek, polisi “nefret alanı” olarak görmenin
kapitalizme değil topluma zarar vereceğini
söyledi.
***
Öhö, öhhööö... Birden öksürük geldi, bakar mısınız? Şimdi biz de Der Şipigel gibi
yapsak mı? Elinde “Die Einreichung” (Boyun eğmeyin!) yazan bir karton taşıyan bir
Alman genç kızının fotoğrafını kapağa koysak mı? Bir başka fotoğrafta “Widerstehen”
(Direnin!) yazısı bulunsa, nasıl olur?
Cevap veriyorum: Hak ediyor olabilirler fakat bize yakışmaz. Sadece o günleri hatırlatabiliriz. Bize nasıl davrandıklarını yüzlerine vurabiliriz. Fakat Der Şipigel
gibi yapamayız. Bosna Savaşı zamanında,
Sırplar Boşnaklara saldırırken, insanlık dışı
muamelede bulunurken, işkence uygularken, bazı askerler Aliya İzzetbegoviç’e gelerek, misilleme yapmayı teklif eder. Rahmetli Aliya şiddetle reddeder. Açıklama basittir:
“Biz de onlar gibi mi olalım?”
Savaşın da bir hukuku vardır. İnsanlık dışı
hareketler, bize uymaz. Savaşta nasıl davranılacağı, kitapta bellidir ve bize iki cihan
güneşi Efendimiz (s.a.v.)’in yolundan yürümek yaraşır…
haberajanda
Medya
K
Aytekin Atasoyu
[email protected]
İTLE iletişim araçları,
gazete, televizyon, internet
ve sosyal platformları ile
toplum içerisinde çok
geniş bir ağa sahiptir. Sahip
olduğu bu ağ ile toplumun
tüm kesimlerine en çabuk
ve en kolay şekilde ulaşabilen tek aygıt konumundadır.
Anadolu’nun birçok yerinde eş dost, hatta akraba
bile olsa bir eve misafir
olunduğunda yatak odası
kapalıdır ve gelen misafirler ev sahibine ne kadar
yakın akraba olurlarsa
olsunlar, yatak odasına
girmezler. Bunu “mahremiyetin ihlali” sayarlar. Günümüzde medya, televizyon
ve internetiyle en yakın
arkadaş ve dostumuzun
girmediği bireyin en mahrem yeri olan yatak odasına kadar girmiş durumdadır. Bu özelliğinden dolayı
medya, siyasal, sosyal ya
da toplumsal olarak iktidar
iddiası taşıyanların, mensubu oldukları ideolojileri
topluma hâkim kılmak
isteyenlerin topluma
ulaşmak için kullandıkları
aygıtların en başında gelir.
“Haber” kavramı da
toplumu bilgilendirmesi
ve eğlendirmesi gibi özelliklerinden dolayı medyanın en önemli çıktısı
konumundadır. Haber,
toplumu bilgilendirme ve
eğlendirmenin yanında
kimi zaman açık, kimi zaman örtük şekilde -medya
yapılanmasının özelliğine
bağlı olarak- belli bir ideolojiyi de topluma sunar.
Medya, sahiplik ilişkisi,
medya organizasyonunun
ekonomik ve siyasî yapısı,
medya organizasyonunu
yönetenlerin sahip olduğu
siyasî, sosyal ve ideolojik
aidiyetler de medyanın
ideolojik sunumlarına
tesir eder.
Medyanın, ideolojileri
topluma sunarken hep
nesnel ve objektif olması
beklenir. Ama nesnel ve
objektif olabilme, yukarıda
saydığım nedenlerden dolayı çok mümkün olmaz.
Hatta bazen medya, yukarıdaki nedenlerden dolayı
taraf olmayı seçer. Medya,
taraf olduğu durumlarda
kamuoyunu manipüle
etmekten çekinmez, manipülatif haberler yaparken
kimi zaman toplumsal
Medyadan uzak durma, ama
oyununa da gelme!
BİLİNÇALTI, psikolojik bütünlüğü korumak için kişiyi tek
bir yayını takip etmeye ya da hiçbir yayını takip etmemeye yönlendirebilir. Eğer gerçeği arıyorsanız takip etmekten
uzak durmayın, çok sayıda medyayı birlikte takip edin. Kanaatlerinizi oluştururken sadece televizyon ve gazete yayınları ile yetinmeyin, internet ve sosyal medyayı da takip edin.
Bunun yanı sıra tartışma konuları ile ilgili diğer yayınlara da
başvurun. Aksi halde medya, ideolojik sunumlarla kanaatlerinizi rahatlıkla manipüle edebilecektir.
tepkileri azaltmayı, kimi
zaman da bu tepkilerin
tetiklenmesini amaçlar.
Gezi olayları sırasında bazı
basın yayın organları ile
özellikle sosyal medyadan
yapılan yayınlar, bu türden
yayınlardı.
Kamuoyu medya yayınları sayesinde şekillenirken, bireysel kanaatler de
bundan etkilenir. Bu etki
çoğu kez diğer değişkenlerden daha fazla etkiye
sahiptir. Çünkü toplumsal
yaşamda çok sayıda
bireyin tek bilgi kaynağı
medyadır.
temel faktörken, sonuçları
belirleyecek olan seçmenin nasıl karar vereceğini
de medya yayınları belirleyecektir. Özellikle kararsız
seçmenlerin tercihlerinde
medya yayınlarının içeriği
fazlasıyla etkili olacaktır.
Bu nedenden dolayı seçmenler, medya yayınlarını
takip ederlerken, doğru
tercihlerde bulunmak
istiyorlarsa medya içeriklerini iyi analiz etmek
durumundadırlar. Aksi
takdirde manipülatif
yayınlar, seçmenleri kolaylıkla yönlendirebilirler.
Haziran ayında genel
seçimler ve bu seçimlerin çok sayıda gündem
maddesi var. Yeni anayasa, başkanlık sistemi
tartışmaları, HDP’nin barajı
geçip geçemeyeceği de
bu başlıklardan sadece
birkaçı. Hiç şüphesiz seçim
sonuçları, bu tartışmaların
nasıl noktalanacağı konusunda temel belirleyen
olacaktır. Seçim sonuçları
bu tartışmaların nasıl
sonlanacağını belirleyen
Bunun önüne geçmek
için birkaç noktaya dikkat
etmek gerekir. Bol metaforun kullanıldığı haberler,
genellikle kitleyi belli bir
kanaate doğru sürüklemek veya kitle üzerinde
duygusal etkiler yaratmak
için yapılırlar. Bu nedenle
bu tür haberleri okurken
veya dinlerken duygu
durumunuzda müspet
veya menfi kabarmalar
olabilir. Okuduğunuz ya
da dinlediğiniz haberlerde
millî, manevî, etnik veya
ideolojik söylemlere çok
fazla yer veriliyorsa, bilin
ki bu haberler ideolojik
veya etnik aidiyetlerinizi
harekete geçirerek sizi etki
altına almayı amaçlamaktadırlar. Bu tür içeriklerle
etki altına alınan kişilerde
kanaatlerin değişmesi
veya var olan kanaatin
pekiştirilmesi amaçlanır.
Bilinçaltı, psikolojik
bütünlüğü korumak için
kişiyi tek bir yayını takip
etmeye ya da hiçbir yayını
takip etmemeye yönlendirebilir. Eğer gerçeği
arıyorsanız takip etmekten
uzak durmayın, çok sayıda
medyayı birlikte takip
edin. Kanaatlerinizi oluştururken sadece televizyon
ve gazete yayınları ile
yetinmeyin, internet ve
sosyal medyayı da takip
edin. Bunun yanı sıra
tartışma konuları ile ilgili
diğer yayınlara da başvurun. Aksi halde medya,
ideolojik sunumlarla
kanaatlerinizi rahatlıkla
manipüle edebilecektir.
özel sayı 101 2015
135
haberajanda
Analiz
Rusya, İran,
Irak ve Körfez
olarak özetlenebilecek
temel enerji
sahasının neredeyse içinde olan ve de
petrol ve gaz
gibi iki temel
enerjinin vanasını elinde
tutacak olan
bir Türkiye
var artık. Bu
zamana kadar
tam kapasite
değerlendirilemeyen
coğrafî konum avantajından maksimum düzeyde
faydalanacak
farklı ve dinamik bir Türkiye… Ayrıca
Kırım meselesi yüzünden
Avrupa-Rusya hattının
kopma düzeyinde ciddî bir
sarsıntı yaşaması da Türkiye için önemli
bir avantaja
dönüşmüş
durumda. Zira
gaz ve petrolün büyüttüğü Rusya,
zaten Avrupa
için bir tehdit
oluşturmuştu; Kırım, bir
diğer alarm
oldu.
136
Ayten Çalış
[email protected]
“Yeni denklem”de sürpriz kart:
KÜRT-TÜRK AÇILIMI
Eski Türkiye’nin terör enkazı
E
TNİK ve mezhebî kozları birer sinir ucu olarak kullanıp sürekli mevcut dengeleri değiştirmek, köklü bir
küresel gelenektir, malum. Türkiye’nin yaklaşık otuz
yılına mâl olan, maddî manevî çok ağır kayıplar vererek “bölgede varlık göstermemizi engelleyen bir takoz”
işlevi gören terör hadisesi de bu kirli geleneğin en etkin aparatlarından biriydi şüphesiz.
>> İş bölünmeye geldiği zaman
herkesin ayağa kalkacağı ve buna asla
müsaade edilmeyeceği gayet iyi biliniyordu. Ancak Türkiye’yi bölgede
“yaralı” tutup ayağa kalkmasını engellemek için de bundan daha iyi bir
formül yoktu.
Bize uzun yıllar “Buna ‘Kürt meselesi’ denilmeli mi, denilmemeli mi?”
sualini tartıştıran bu tarihî açmaz,
nihayetinde Kürtlerle değil, “marjinal Kürtler”i manipüle ve provoke
eden bilindik adreslerle ilgili bir durumdu, ama yine de Türklerle Kürtleri karşı karşıya getirdi. Ve Türkiye
ile terör odakları arasında yaşanan
bu uzun vadeli çarpışma, 2013 tarihli Meclis raporuna göre 35 bin
576 insanın hayatını kaybetmesine
neden oldu.
Aynı rapora göre, son otuz yılda
şehit olan kamu görevlisi sayısı 7
bin 918. 1984-2012 yılları arasında
hayatını kaybeden sivil sayısı ise 5
bin 557. Yine aynı yıllar arasında ölü
olarak ele geçirilen terörist sayısı da
22 bin 101. Tabiî örgüt içi infaz sayısı
hariç…
Bölgenin terör olayı ile verdiği göç
ise 386 bin 360 olarak yansıyor demografik haritaya ve bu süreçte yaşanan malî kaybınsa haddi hesabı yok!
özel sayı 101 2015
“Kürt Açılımı” değil,
“Kürt-Türk Açılımı”
Sonuçta bölgeyi dengede (!) tutmak ve Türkiye’nin belirli bir etki
alanının dışına çıkmasını engellemek
için kullanılan bu otuz yıllık çomağın
ne Kürtlere, ne Türklere, ne de beraber yaşadığımız bu coğrafyaya bir
hayır getirmediği ortada bugün.
Aslında hep ortadaydı, ama “konunun hassasiyeti”, “çözümü dile getirebilecek bir iradenin ortaya çıkmaması” ve
“çözümsüzlükten gıdalanan adreslerin
gücü” gibi faktörler bir araya gelerek
gözlerimize kalın bir perde çekti.
Bu perdenin arkasından birçok şey
söylendi ve zaman zaman karşılıklı
barış çığlıkları filan atıldı, ama taraflar birbirlerini net göremedikleri
için hiçbir zaman realist bir noktada
buluşamadı. Arada hep birileri ya da
birbirimize dokunmamızı ve güvenmemizi engelleyen bir tampon bölge
vardı çünkü. Ve hâlâ var. Fakat fark
şu ki, bu sefer aynı çukura düşüp düşüp yara alan tarafların yorgunluğu
ve kurguya uyanmışlıkları, bu işe cesaretle soyunan güçlü bir siyasî irade
ile birleşmiş durumda.
Bu önemli birleşim ve “yüzyıllık bir
eşiği aşmaya azmetmiş yeni bir Tür-
kiye”, aradaki tamponu iyiden iyiye
zorlamaya başladı ve çok ciddî bir
aşamaya gelindi. Eğer bu kritik eşiği
aşabilirsek, konu “Türkiye’deki Kürt
açılımı” olmaktan çıkacak ve “dünya genelindeki bir Kürt-Türk açılımı”
haline dönüşecek. Zira meselenin
esası da bu aslında! Bölgede belirli
bir çıkar birlikteliği ile hareket etmeyi başarabilen bir Kürt-Türk hattı
oluşturulabilecek mi, yoksa bilindik
adreslerin küresel sömürüsü bir “kara
düzen” misali sürüp gidecek mi?
“Kara düzen”in sonu
Bu temel soruya “Yerleşik düzen
devam etmeli, bu düzeni devam ettireceğiz!” şeklinde cevap veren adreslerle
Oslo sürecinden rahatsız olan, Gezi
ve 17-25 Aralık organizasyonlarını
yürüten, İran’la olan ekonomik yakınlaşmayı büyük bir tehlike olarak
pompalayan, Bağdat’ın Türkiye’ye
yönelik müspet yönelimlerini tehdit
gören ve Rusya ile olan ciddî paslaşmalardan kaygı duyan adresler
aynı. Dolayısıyla Çözüm Süreci’nin
neticeye ulaşmaması için arada bir
tampon işlevi gören yapının haritası
ortada. Zaten bu mevcut haritanın
ana kodları, uluslararası platformda
“Dünya beşten büyüktür!” haykırışıyla
da gayet güzel özetlendi.
Peki, şimdi ne olacak? Sürecin zorladığı kapı ortada; yavaş yavaş mevcut “kara düzen”in sonuna doğru geliyoruz. Zira “değişen enerji denklemleri”, klasik ifade ile “kartların yeniden
karılması”na sebep oluyor.
Rusya, İran, Irak ve Körfez olarak
özetlenebilecek temel enerji sahasının neredeyse içinde olan ve de petrol
ve gaz gibi iki temel enerjinin vanasını elinde tutacak olan bir Türkiye var
artık. Bu zamana kadar tam kapasite değerlendirilemeyen coğrafî konum avantajından
maksimum düzeyde faydalanacak farklı ve
dinamik bir Türkiye… Ayrıca Kırım meselesi yüzünden Avrupa-Rusya hattının kopma düzeyinde ciddî bir sarsıntı yaşaması da
Türkiye için önemli bir avantaja dönüşmüş
durumda. Zira gaz ve petrolün büyüttüğü
Rusya, zaten Avrupa için bir tehdit oluşturmuştu; Kırım, bir diğer alarm oldu.
Hal böyle olunca, Çözüm Süreci’ni aşmış
bir Türkiye’de Kuzey Irak ve Bağdat petrolü,
Rusya ile arası bozuk olduğu için mecburen
Ankara’nın kapısını çalacak olan Avrupa’ya
bizim üzerimizden akacak. Bu da Avrupa’daki enerji pazarının Türkiye tarafından kontrol
edilmesi demek! Arkasından İran’ın enerjisine köprü olarak ikinci bir dev adımı atmamız
da mümkün.
Bu önemli açılımlara 1923-2023 itibariyle yükü üzerimizden kalkacak yüzyıllık
anlaşmaları da eklersek, Türkiye’nin Ortadoğu’da hatırı sayılır bir büyümenin içine
girmesi ve mevcut “kara düzen”in son bularak bölge halklarının rahatlaması kuvvetle
muhtemeldir. Zira tarihin aktığı yön, başka
bir yön artık!
Roller yeniden dağılırken…
Sonuç olarak dünya üzerinde değişen enerji dengeleri, nice zaman sonra harekete geçen
fay hatları, çok ciddî bir coğrafî konum avantajını elinde bulunduran Türkiye için büyük fırsat!
Dahası, bu bereketli süreçte Erdoğan gibi
dominant bir lidere sahip olmak, yani titiz
hamlelerle avantaja çevrilmesi gereken böylesi bir süreci güçlü bir lider eliyle yürütebilmek oldukça önemli ki başkanlık sistemi tam
da bunun için gerekli!
Kafa kafaya vererek çözüm meselesini tüm
engellere ve engellemelere rağmen nihayete
eriştirebilmiş bir Kürt ve Türk gücü, çok ciddî
bir enerji piyasası oluşturan mümbit bölgede
figüranlıktan başrole terfi etmiş fevkalâde kilit bir blok demektir. Zira mevcut konjonktür
gereği Avrupa’yı arkasında bırakıp zarurî olarak Çin’e yönelecek olan Rusya Avrupa’daki
pazar açığını kapatabilmek için doğuya doğru genişlerken, Avrupa pazarına enerji akışı
sağlayacak olan Türkiye de aynı zamanda etki
alanını güneye doğru taşıyacaktır. Ve Rusya
ile doğan fıtrî paslaşma ve doğal denge gereği İran da bu çok yönlü işbirliği içinde yer
alacaktır. Bu da yerleşik “kara düzen” ve Batı
tandanslı emperyal dengelerden yeni bir
konsepte geçmek, yeni rollerin getireceği yeni
statülere kavuşmak demektir.
Dolayısıyla artık “çözüm” meselesine “reel
parametreler” ile yaklaşıp “Eski Türkiye”nin
sürekli olarak düşürüldüğü o karadeliği atlayarak farklı bir etaba geçmenin zamanıdır.
Zira bu tarz konjonktürel fırsatlar, şüphesiz
ki her zaman kapıyı çalmazlar.
Bundan elli yıl sonra ne bugün üzerinde
tartıştığımız isimler, ne “Kandil mi, İmralı
mı?” gibi sorular, ne de Demirtaş-Arınç polemiğinde geçen cümleler kalacaktır elde. O
zamanki sorun, “bizden sonraki kuşakların
bölgedeki güvenliği ve refahı” olacaktır şüphesiz. Onun için zaman, “çözüm” meselesinin
Türkiye’deki bir “Kürt Açılımı” değil, dünyadaki yeni denklemde ciddî bir denge unsuru
oluşturacak olan “Kürt-Türk Açılımı” olduğunu kavrama vaktidir. Kavrama ve oyunu
kurallarına göre oynama vakti!..
Zira çok oyalandık…
özel sayı 101 2015
137
haberajanda
Toplum
İyinin ne olduğunu bilmeyen bir topluluk, iyi talep edemez. Özgürlüğü aile
terbiyesi, toplumsal ahlak normları ve
son olarak hukuk sistemi içerisinde
yasalarla tanımlanan bireyden bir öz
denetimde bulunmasını beklemekse
gayet tabiî olacaktır. Neyin yasal, neyin
gayriahlakî olduğunu algılayabilen bireyler, ilkel güdülerini bastırabildikleri
gibi devleti yönetenlerin hatalı davranışlarını da denetleyebilecek, gerektiğinde yasal haklarını sonuna kadar
kullanarak en iyiye giden yolda meşale
vazifesi görebileceklerdir.
Katilini
yetiştirme
sanatı
“B
İLMEM ki nasıl anlatsam,/ Nasıl, nasıl
size derdimi…/ Bir dert ki yürekler acısı,/
Bir dert ki düşman başına.../ Gönül yarası
desem.../ Değil!/ Ekmek parası desem.../
Değil!/ Bir dert ki.../ Dayanılır şey değil.” (Orhan Veli)
>> Bu dert hepimizin... Her sabah toplumsal olarak iç acıtan, yürek burkan, bizleri derinden yaralayan olaylarla güne başlıyoruz.
Yaşanan kıyım, tecavüz ve vahşetin karşısında ansızın öfkeye bürünüyor, cezalandırdığımız zaman bizi rahatlatmasını umduğumuz
günah keçileri arıyor ve bir an önce hissettiğimiz bu öfkenin son bulması için sürekli
birilerini suçluyoruz. Sorumluluklarımızdan
kaçıyor olmayalım? Ya bu kötü tablodan hepimiz sorumluysak, yaşanan akıl almaz olaylarda her birimiz aynı ölçüde pay sahibi isek?
138
özel sayı 101 2015
Taş devrinden bugüne, doğal afetlerin,
vahşi yaşamın, açlığın ve kıtlığın, kısacası
var olma kavgasının gölgesinde bir arada
barınma zorunluluğu bugün farklı nedenler
etrafında hâlâ geçerliliğini koruyor.
Dilerseniz önce insanları ilkel devirlerden
yola çıkarak sosyal bir toplum olmaya iten
nedenleri araştıralım, bu toplulukların neden yönetilmeye ihtiyaç duyduklarını gözden geçirelim.
Evet, bir arada yaşamalıyız ama nasıl?
Dünya kurulalı beri sürekli tartışılan bir
konudur: En ideal yönetim biçimi nedir,
ne olmalıdır? Hangi medeniyet fikri bizleri güven içinde müreffeh bir geleceğe taşır?
Neden devlet var ve neden yasalar bizlere
gerçek anlamda güvence sağlayamıyor?
Aile-devlet helezonunda
çocuk
Klanlardan köylere, şehir devletlerinden
imparatorluklara, insan ve devlet arasında
gelişen binlerce yıllık organik bağı hangi
sosyolojik kuramlarla açıklayabiliriz? İnsan
Muhammed Lütfü Avcı
[email protected]
topluluklarını bir arada yaşamaya iten yasalar ve bu yasaların üstel kapsayanı devlet
midir, yoksa devletler, doğa yasalarının bir
arada kalmaya ittiği insan topluluklarının
geliştirdiği soyut barınaklar mıdır?
Aile hayatıyla başlayan temel birliktelik duygusu, ilkel insanın devleti bir yuva
tasavvuruyla imar etmesine yol açar ve ilk
dönemlerde devlet, dört tarafı ahşap yahut
taş surlarla çevrili bir arazide anlamını bulur. En azından ilk devirlerde algı bu yöndedir. Fakat binlerce yıl tekrarlanan bu algı,
gen haritalarımızda bir bakıma yer etmiş
olamaz mı? Yani devletin evle özdeş kabul
edilmesi, psikolojik olarak bizlerin doğasıyla
bütünleşmemiş midir? Bir düşünelim: Neden bizler “devlet teyze, devlet amca” değil
de “devlet ana” deriz? Yahut devleti neden
“vatan” sözcüğüyle tanımlarız? “Vatan” sözcüğü, tanımı itibariyle “kişinin doğduğu yer”
anlamına gelir. Yani aile, otağ, yuva...
“Devlet” kavramının temelinde korunaklı
bir ev, evin içerisinde varlığını sürdüren aile
birlikteliği, şefkatli bir anne ile koruyucu
bir baba figürü bulunur. Devlet, amca veya
teyze olamaz. Ancak anne yahut baba kavramları, bizlere evimizde olduğumuz duygusunu verebilir.
Şimdi mikro aileden devlet çatısı altındaki makro-sosyal aileye, bireyin tutum ve
davranışlarını belirleyen ana nedenlerden
bazılarına gelelim…
Ülkesinin sınırları içerisinde kendini evinde hissedemeyen veya devletin yasalara
dayanan otoritesiyle problem yaşayan bireylerin aile yaşantılarına derinlemesine
inmek gerekebilir. Ev bezgini çocuklarımız varsa dikkatli olalım; evinde durmaya,
anne babası veya kardeşleriyle vakit geçirmeye tahammülü olmayan çocuklarımız,
insan sevgisinden habersiz büyüyorlar demektir bu. Kendisi gibi düşünen arkadaş
gruplarıyla sürekli aynı kaygılar üzerinden
kurdukları iletişim aile tarafından sevgi ve
bağlılık duygusu ile takviye edilmiyorsa, bu,
çocuğun aileden bağımsız hareket etmesine,
sorumluluk duygusunu yitirmesine neden
olabilir. Her istediğine ulaşmasına rağmen
sevgisiz ve sorumluluk bilincinden yoksun
bir yaşam, çocuklarımıza mutluluk getirmeyecektir.
Yalnız test çözüp çözmemeleriyle ödüllendirilen ya da cezaya çarptırılan, ahlakî
eksiklikleri görmezden gelinen, kendilerine
sorumluluk aşılanmayıp her ihtiyaçları anne
babalar tarafından karşılanan çocuklar, bir
gün toplum için büyük problemlere dönüşebilirler.
Son dönemde tanık olduğumuz kan donduran cinayetleri işleyen, tecavüz ve gasp
olaylarına karışan, başkalarının malında,
özgürlüğünde ve canında hak iddia ederek
soğukkanlı bir tavırla suça bulaşan bireyler
de bir zamanlar çocuktu. Onlara dikkatlice
bakarsak, birçoğunda cahil tavırlar sergileyerek şiddetle sorunlarını çözmeye çalışan
anne babanın izlerini görürüz.
Birçoğunun da aile yaşamları boyunca aile
otoritesiyle frenlenmemiş, otokontrol gelişimini sağlayan terbiye ve ahlak kurallarından
nasibini almamış bireyler olduklarını mütalaa ederiz. Bu şahıslar, çocukluk devrelerinde aile şefkatinden ve kurallarından yoksun
kaldıkları için daha geniş kapsamlı bir aile
kurumu olarak tanımlanabilecek devlet çatısı altında sürdürülen makro-sosyal aile hayatının yasalarına da uyum sağlayamazlar.
Onları aşırı derecede fiziksel ve duygusal baskı altında tutmak, öğretileri, ahlakî
değerleri şiddet yoluyla aşılamaya çalışmak
da çocuklarımızı şiddete meyilli fertlere dönüştürecektir. Yani mikro yuvada otoriteyi
temsil eden anne ile ahlakî bağ kuramayan
çocuk, makro yuva olan devlet mekanizmalarıyla da uyumlu bir bağ kuramayacaktır.
İyi talep, iyiyi talep
Tam bu noktada yönetilme güdüsünün
de bizlere doğal yollardan aşılandığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bir annenin bebeğini
emzirmesi kadar doğal ve binlerce yıllık
tabiî kanunlarla tahkim edilmiş yasalara
uyma ve idare edilme prensipleri, biz insan
topluluklarını bir arada tutabilen mayayı
oluşturmaktadır. Ancak bu yönetilme hali
içinde şiddet barındırıyorsa, çocuk her şeyi
şiddet yoluyla çözüme kavuşturmaya çalışacaktır.
Yasaların çizdiği sınırların ihlal edilmesi
durumu, normal gidişata aykırılık olarak
algılanır. Toplumsal düzene aykırı duruşlar,
insan yaşantısını ve topluluğun menfaatlerini zedeleyebilir. İşte bu yüzden “ceza”
kavramı, devlet birlikteliğini muhafaza eden
yasaların geçerliliğini sağlamak üzere anlam
kazanır. Tabiî kaftanına bürünen gösterişli bir başkaldırı, çoğu insan için özgürlük
olarak tanımlanabilir. Ancak diğer fertlerin
özgürlükleri gasp edildiğinde yasaların zarureti belirir.
Diğer taraftan yasaları kendi gayesi etrafında tornadan geçiren güç sahipleri, insanları köleleştirmekten haz duyabilirler.
“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire
vurulmuştur” diyen Rousseau, devleti elinde bulunduran erklerin yasaları kullanarak keyfî uygulamalara imza atabilecekleri
gerçeğini hatırlatır bizlere. Nurettin Topçu
da “Devlet ve Demokrasi” adlı kitabında
bu durumu, “Devletin temeli kültür, kültürün kaynağı insanlık sevgisi ve ebedîlik
ihtirasıdır, ebedilik yolunda yürüyen ruhlara
hürmettir. Monarşi gibi demokrasi de bu
hürmet esasını kaybettikten sonra zulüm ve
tasallut oluyor” sözleriyle ifade ediyor.
Krallık yahut demokratik parlamento fark
etmez, zorbalık, ahlakî mekanizmaların kaybolduğu her ortamda kendini gösterecektir.
Despotik durumlar yaşandıkça, “yönetici
erkleri” denetleyen mekanizmalara olan ihtiyaç artar. Bu ihtiyacı da yine bireyin edindiği
ilkeli yaşam pratiğiyle karşılayabiliriz.
İyinin ne olduğunu bilmeyen bir topluluk, iyi talep edemez. Özgürlüğü aile terbiyesi, toplumsal ahlak normları ve son olarak
hukuk sistemi içerisinde yasalarla tanımlanan bireyden bir öz denetimde bulunmasını
beklemekse gayet tabiî olacaktır. Neyin yasal, neyin gayriahlakî olduğunu algılayabilen
bireyler, ilkel güdülerini bastırabildikleri gibi
devleti yönetenlerin hatalı davranışlarını da
denetleyebilecek, gerektiğinde yasal haklarını sonuna kadar kullanarak en iyiye giden
yolda meşale vazifesi görebileceklerdir.
İnsanlığa ve ülkesine sevgi besleyen, fazilet ve erdem sahibi örnek bireyler yahut
katiller yetiştirmek sizin elinizde. Seçim
sizin! Çocuklarımızı sevgi ile kuşatıp onları
şiddetten uzak yöntemlerle manevî, ahlakî
ve anenevî kurallarla büyütmek, bunu yaparken onlara sorumluluk aşılayacak davranışlar kazandırmak, gelecekte kendilerinden emin olduğumuz güvenilir, dürüst
ve vicdanî değer yargılarına sahip fertler
olmalarını sağlamak hepimizin görevi. Bu
görevi binlerce yıl boyunca hakkıyla yerine
getirmiş bir milletin ferdi olarak geleceğe
umutla bakıyorum.
özel sayı 101 2015
139
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Fikri Akyüz, milliyetçidir ama
ırkçı değildir; muhafazakârdır
ama mutaassıp değildir;
Cumhuriyet’i benimsemiştir
ama jakobenist değildir;
serbest piyasa ekonomisine
inanır ama vahşi kapitalizmi
reddeder; laikliğin teorik
anlamda doğru bir sistem
olduğunu düşünür ama din
düşmanlığı ya da toplumdan
dini soyutlama anlayışına
karşı çıkar.
***
Benim ölçüm, Maide
Suresi’nin 8’inci ayetidir. Bu
ayette mealen şöyle buyuruluyor: “Ey iman edenler!
Allah için hakkı ayakta tutanlar
ve adaletle şahitlik yapanlar
olunuz. Bir kavme olan kininiz,
sizi adaletsizliğe sevketmesin!
Adaletli olun! Çünkü o takvaya
daha yakındır. Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
***
Avukatlığı bırakmamalı, medyaya fazla güvenmemeli, Yeni
Şafak’tan hiçbir sebep yokken
istifa etmemeliydim. Takvim
ve Akşam’dan istifalarımda
haklı gerekçelerim vardı. Ancak
Yeni Şafak’tan istifa etmemi
gerektirecek hiçbir şey yoktu.
***
Bizim muhafazakâr medya,
biraz kafasını uzatan adamın
kafasını kesmekte çok mahir.
12 yıl boyunca Hükümet, bir
Türkiye’ye bir Türkiye daha
kattı; ama bu dönemde bizim
medyamızda ne bir entelektüel yetişebildi, ne de yetişmiş olanların önü açılabildi.
Devşirmelerle muhafazakâr
medyanın idamesi mümkün
değildir ve Türkiye’nin bugün
yaşadığı en büyük sıkıntılardan biri de budur!
140
özel sayı 101 2015
Fikri Akyüz
Mehmet Serhat Bıçak
Yavuz Selim // [email protected]
Fikri Akyüz, “İl e de meşru devlet!” diyor ve Fethullah Gülen ve arkadaşları için son sözünü söylüyor:
“Üst kademe, devleti
ele geçirme gayesiyle
hareket eden bir
örgüttür!”
FİKRİ AKYÜZ,
Haber Ajanda’nın kıdemli yazarlarından
biridir. Aynı zamanda ilk sayıdan
itibaren Kültür Ajanda’nın da hem
İstişare Kurulu Üyesi, hem de yazarıdır.
>> Fikri Akyüz, zaman zaman “kendisiyle ilgili” aldığı kararlarda beni üzen bir arkadaşımdır ama benim
en değerli üç beş kadim dostumdan biridir. Fevridir,
duygusaldır, tez canlıdır; ama merttir, dürüsttür, samimidir, dâvâ ehlidir... Çok güzel bir aile babasıdır...
Benim amacım uçaklara binmek değildi, bu toplum bunca
badire atlatırken yanında
olmaktı. Başındaki örtüden
dolayı öğrencisini üniversiteden atan bir Türkiye vardı.
“Hamdolsun!” kelimesini
kullandı diye Sayın Erdoğan’ın
partisinin kapatılması istendi.
İşte bunlara karşı benim bir
tavrım olmalıydı. Ama o günler, yani üç beş sene evveline
kadar bu idareye her türlü
hakareti yapanlar, toplumun
moral ölçütlerine, değerlerine
her türlü lafı eden adamlar,
para ve koltuk sevdası için
Hükümet’e yanaştılar. Tuhaf
karşıladığım husussa şu: Bu
kimseler bugün iltifat görüyorlar. Bu duruma başka ne
denebilir ki!?
***
SkyTürk 360, Akşam ile aynı
grubun televizyonuydu. Bu
kanalda 7 ay boyunca program yapmama ve bu program
kanalın en çok izlenen yapımı
olmasına rağmen, yazarı
olduğum Akşam gazetesinde
programımızın adı dahi zikredilmiyordu. Bir olur, iki olur,
7 ay boyunca geçmez mi?
Gazetede programım “Kara
Kutu”ya yer verilmiyordu. Bu
sebeple şunu düşündüm:
Önemli bir referansla alındığım
için beni itemediler, ama çekemediler de...
***
17 Aralık darbe teşebbüsü
olduktan 9 gün sonra, yani 25
Aralık’tan da 2 gün sonra 27
Aralık 2013’te, Haber Türk’teki
Balçiçek Pamir’in programına
Today’s Zaman Genel Yayın
Müdürü Bülent Keneş ile
katıldım. Birtakım kesimler
“Türkiye’de Hükümet ha gitti,
ha gidecek!” nöbetindeyken,
ortaya koyduğum net tavırla o
özel sayı 101 2015
141
HABERA JANDASÖYLEŞİ
programda, “Burada Hükümet’e yapılmış özel bir operasyon vardır!” özetinde bir değerlendirme yaptım ve bu değerlendirmem
üzerine Fethullah Gülen’e yakın kesimlerce eleştiri yağmuruna
tutuldum.
***
Partiden samimi olduğum bazı arkadaşlar, “Daha sonra seninle ilgili bir kaseti ortaya atmasın bunlar?” diye uyarıyorlardı.
İstifamın ardından aynı kimseler arasında dahi “Yahu Fikri’nin
gerçekten kaseti mi var!?” gibi soruları yöneltmişler birbirlerine.
Oysa tavrınız netse, adalet ve hakkaniyetten uzakta değilseniz,
korkacağınız mercii Cenab-ı Allah’tır, ikinci olarak da vicdanınızdır.
***
Birebir genel yayın yönetmenlerinden değil ama orada çok
güçlü olan bir isim tarafından hem TV, hem de gazetelerden
herhangi birinde yer almam için 15 bin lira gazete, 15 bin lira da
TV programı maaşı teklif edildi. O ücreti alsaydım, şu an belki
kirada oturmayacaktım. Ancak bu teklife cevaben ilk cümlem
şu oldu: “Benim ağzımdan söz bir kere çıkar. Sizinle çalışmayı
düşünmüyorum...”
***
MİT tırlarının durdurulması hadisesiyle ilgili olarak paralel yapıya
yakın veya mensup bazı isimler şunu diyorlardı: “El-Kaide’ye
giden silahlar vardı o tırlarda…” Aradan bir ay geçti, gündeme
şu oturdu: “O tırların içinde Kısıklı’daki villadan çıkarılan dolarlar
dolduruldu ve yurtdışına götürüldü…” Daha sonra da başka bir
iftirayı taşıdılar gündeme. Aynı konuya farklı deliller üretmek
zulümdür!
***
Ergenekon ve Balyoz dâvâları esasen doğru yürütülüyordu.
Kuddusi Okkır hakkında “Paranın başındaydı!” diye haber yapıldı. Ancak sonrasında gerçek ortaya çıktı. O konuda da o isme
zulmedilmişti. Bütün bunları söylemek, “oraya buraya sinyal
çakmak” değildir. Hem oraya, hem buraya sinyal çakan adam, iki
tarafın da yanlışlarını görmeyen adamdır.
***
Mesele, insan meselesi değil, devletin bekası meselesidir. Ben
“Meşru devlet mi, paralel mi?” diye sorulduğunda bu yüzden
“İlle de meşru devlet!” derim.
***
Seküler bir hizmet vermemiş olsalardı kendilerine “cemaat”
diyebilirdik. O yüzden din terminolojisindeki “cemaat” kelimesini
de bunlar için tam olarak oturtamıyorum ben. Devletin içerisine,
belli bir gayeye ulaşmak maksadıyla sızmaları ya da ülkenin
millî menfaatleri doğrultusunda –bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne kadar İsrail’e çok net şekilde
tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı var bu
yapının. Bunu en azından kendi içlerinde yapmalılar. Dolayısıyla
üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir
örgüttür.
142
özel sayı 101 2015
>> Fikri Akyüz, samimi bir
AK Partili’dir. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan’ı çok sever ve takdir
eder; lider olarak sadece onu
bilir, onu tanır...
Ve Fikri Akyüz, devletine,
milletine ve ümmetine ölümüne bağlı yiğit bir adamdır.
Şahidim... Onu tanıyan
bütün yazarlarımız da şahittir:
Fikri Akyüz, “paralel örgüt”ün
görünen veya görünmeyen bir
mensubu değildir. “İlle de meşru devlet!” diyen Fikri Akyüz,
Fethullah Gülen ve arkadaşları
için “Üst kademe, devleti ele
geçirme gayesiyle hareket eden
bir örgüttür!” net ifadesiyle “ne
olduğu” hakkındaki şüpheleri
kökünden kesip atacak kadar
berrak ve saftır!
Yıllar sonra yaptığım söyleşiyle Fikri Akyüz’ü “anlaşılır”
kılmaya çalıştım. Sordum, üstüne üstüne gittim, sıkıştırdım,
net cevaplar istedim.
“Paralelci” diye etiket yapıştıranlar... Şüphesi olanlar... İşte
Fikri Akyüz... Ne olur, artık
daha fazla günaha girmeyin!
***
“Mizacım,
avukatlığı daimî
olarak yapmaya
müsait değildi”
• Uzun zamandır Haber
Ajanda ve Kültür Ajanda’da
yazıyor, Kültür Ajanda İstişare Kurulu’nda yer alıyorsun. Yazarlarımız seni çok
iyi tanıyor, okurlarımız da
tanıyor seni. Yine de “Fikri
Akyüz”ü senden dinlemekle
başlayalım söyleşimize...
1970 yılında, İstanbul’da doğdum. Aslen Erzurum İspirliyim.
1992’de İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nden mezun
oldum. Evliyim, 18 ve 12 yaşında olan iki kız babasıyım. Şu an
avukatlık değil ama aktif olarak
hukuk danışmanlığı yapıyorum.
Fikri Akyüz, milliyetçidir ama ırkçı değildir;
muhafazakârdır ama mutaassıp değildir; Cumhuriyet’i
benimsemiştir ama jakobenist
değildir; serbest piyasa ekonomisine inanır ama vahşi
kapitalizmi reddeder; laikliğin
teorik anlamda doğru bir sistem olduğunu düşünür ama din
düşmanlığı ya da toplumdan
dini soyutlama anlayışına karşı
çıkar. Bunlar, fikrî mânâda Fikri
Akyüz’ü tasvir eden hususlardır.
Karakteristik yönümü belirtmeyi burada doğru bulmuyorum, onu okurlar değerlendireceklerdir.
• Pekâlâ, hukukçu olmayı
seçmenin özel bir sebebi var
mıydı?
Bölüm tercihleri yaptığım
sırada, ağabeyim bir trafik kazası geçirdi ve bu sebeple bir
çocuk yaralandı. Ağabeyimin
kullandığı kamyonette ben de
bulunuyordum. Tanık olarak
mahkemeye çağırıldım. Tanıklık yaptığım duruşma sırasında
hâkim ve avukatları görünce
hukukçu olmaya karar verdim.
Bir hafta sonra tercihimi hukuk
fakültesinden yana kullandım.
Ancak, dershaneye gitmemiştim ve çevremde de üniversite bitiren kimse yoktu; dolayısıyla hukuk fakültesine dair
hiçbir detay bilmiyordum. Fakültenin Beyazıt Meydanı’nda
olduğunu biliyordum ama
yerini bilmiyordum. Kazanıp
da kayıt yaptırmaya gittiğimde, meşhur merkez kapısının
önünde duran birine “Hukuk
Fakültesi nerede?” diye sormuştum, o da kapıyı gösterip, “Aha
bu kapı!” demişti.
• Avukatlık mesleğini kaç yıl
devam ettirdin?
Yaklaşık 13 yıl... Fakat mizacım, avukatlığı daimî olarak
yapmaya müsait değildi.
“İlk yazıma hiç
tepki alamadım”
Medyanın hiçbir
zaman istikrarlı olamayacağını
düşünmeliydim, ama
düşünemedim...
• Yazma sürecinden evvel
avukatlık sonrası bir arayışa
girdin mi hiç?
Hayır... Zaten yapabileceğim
başka bir şey de yoktu. Bir
şekilde hayatımı idame ettiriyordum. Gazetecilikse aklımın
ucundan bile geçmiyordu. Kaldı ki gazeteci olduğumu iddia
etmem, çünkü bir muhabir
olarak veya editöryal alanda
çalışmadım. Ancak yazar olduğumu kabul edebilirim.
• Peki, yazarlık serüvenin
daha sonra nasıl şekillendi?
Açıkçası avukatlık yaptığım
ve “Mesleğimde biraz daha ilerleyebilir miyim?” düşüncesinin
oluştuğu günlerde, bölgemizde
yerel yayın yapan “Aydınses”
isimli aylık bir gazetenin sahibiyle tesadüfen tanıştım. Amacım, o gazetede hukuk köşesi
yazmaktı. Gazete sahibi Murat
Aydın’a, “Gazetenizin her sayısında hukuk yazıları yazabilir
miyim?” diye sordum, “Tabiî!”
dedi ve ilk yazımı soru-cevap
tarzında ve boşanma dâvâlarına
ilişkin kaleme aldım. O zamana
kadar hiçbir yerde tek satır
yazmadım.
Bu yazının ardından hiç geri
dönüş olmadı; ikinci yazım da
ceza davalarıyla ilgiliydi, ona
da dönüş olmadı. Sonra Murat
Bey’e, “Hukuk yazıyoruz ama ne
arayan var, ne soran!? Yazdığım
yazmadığım belli değil. Demek
ki bu yazılar etkili değil! Ben en
iyisi siyasî içerikli bir yazı yazayım!” dedim. Üçüncü yazımı
siyasî içerikli yazdım ve o gün
gelen telefon sayısı 40’ı aştı.
Aydınses’te üç ay gibi bir
süre yazdıktan sonra “internethaber.com” adlı haber sitesinin
sahibi Hadi Özışık, yazılarım
dikkatini çektiği için orada
yazmamı istedi. Tabiî bu arada
avukatlığa devam ediyordum.
Bu sitede yazmaya başladıktan
iki ay sonra Yeni Şafak Genel
Yayın Yönetmeni Selahattin
Sadıkoğlu aradı. Öneren, kendisiyle hiçbir temasım olmayan
Mehmet Barlas’mış. Gittim,
“Haftaya başlayacaksın” dedi,
fakat o haftanın sonu gelmedi;
iki sene sonra Mustafa Karaalioğlu aynı gazeteye Genel Yayın
Yönetmeni olunca, onun daveti
üzerine Yeni Şafak’ta yazmaya
başladım. Tabiî aradaki o iki yıl
boyunca hep “internethaber.
com” sitesinde yazdım. Bu sitede ilk yazımı 92 kişi okumuştu.
İkinci yazı 200 civarını, bir ay
sonra 10 bini bulan okunma
oranı, siteden ayrıldığımda
ortalama 25 bini bulmuştu. Bu
ayrılık, Yeni Şafak’ın başlangıcı
oldu.
Konuştuk, başlangıç gününü
belirledik Selahattin Bey’le.
Murat Bey ve Hadi Bey’den
sonra tanıdığım üçüncü gazeteciydi Selahattin Bey, dördüncü
bir gazeteci tanımıyordum o
güne kadar. Selahattin Bey’in
odasına ilk gittiğimde odasında
Ahmet Kekeç, Hüsnü Mahalli
ve Fehmi Koru vardı. Bu isimlerle ilk defa orada tanıştım.
Ancak Selahattin Bey, ne olduysa artık, çağırmadı beni bir
daha. İki yıl sonra Karaalioğlu,
haftada bir yazmam için davet
etti. İlk hafta bir yazı yazdım,
ikinci haftada “İki yazı olsun”
dedi, üçüncü hafta “Haftada üç
yazı olsun” dedi ve nihayet bu
şekilde yazmaya devam ettim.
• Yeni Şafak’la baştaki iletişimsizlik sürecini hızlı geçtin. Biraz daha detay verir
misin?
Aslında çok sevdim. Fakat
dediğim gibi, avukatlığı daimî
şekilde yapmaya mizacım müsait değildi.
“Öz’ün fotoğrafını
ilk ben vermiştim”
• Hukukçuluğu sevemedin
mi?
özel sayı 101 2015
143
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Bir siyasî lider formatından da
üst bir seviyeye bürünerek her
alanda aktif olduğunu görmek,
açıkçası büyük bir aldatılmışlık
hissi verdi. Bu ülkenin yüzde
52’sinin desteğini almış birine
karşı “firavun” diyen birinin saygı
ile karşılanacak bir durum olduğu kanaatini taşımıyorum. Keza,
bir cemaate yakın bazı yetkililerin
yanlışını dile getirirken, o cemaate gönül vermiş insanlara “sülük”
demenin de saygıyla mukabele
göreceğini düşünmüyorum.
***
Bana bir Twitter mesajımı
gösterip “Sen paralelcisin!” diyemezler. Aynı şekilde başka bir
mesajımı gösterip “Sen yalakasın!” da diyemezler. Kaldı ki, iki
hitaptan da nefret ederim. Nefret
ettiğim bir söylemi hak edecek
ne bir söz ederim, ne de bir yazı
yazarım.
***
Kumpas kurmakla suçlanan
isimler ve daha sonra bu isimlere ekleneceklerin hak ettikleri
cezalarla cezalandırılacakları kanaatindeyim. Ayrıca söz konusu
paralel yapının gittikçe zayıflayacağını düşünüyorum. Tarih şunu
kaydedecek: “Bu devlet içinde
devleti ele geçirmek isteyenler
vardı, ancak bu mücadeleden
söz konusu kimseler mağlup
ayrıldılar!”
***
Bu 12-13 yıl içerisinde şekillenen
medya, maalesef hakkında
güzel düşünülebilir bir yapı
kazanmadı. Bu toplumu sağlıklı
şekilde bilgilendirecek ve entelektüel yetiştirecek minvalde
gayret gösterecek bir medyaya
ihtiyaç var. Bu konuda şimdikiler
bir gayret göstermiyor ve devşirmelerle, nevzuhur isimlerle
yürüyorlar. Koca bir dâvâ böyle
yürütülemez!
144
özel sayı 101 2015
Farkındasınızdır, Sözcü’den ko-
vulan, ertesi gün Cumhuriyet’te yazabiliyor.
Cumhuriyet’ten atılan, Aydınlık’a geçebiliyor. Bizimkiler öyle değiller, “Bu da nereden çıktı?!” veya
“Bu fazla sivrildi!” deyip önüne set çekiyorlar.
Yavuz Selim
• Peki, hâkim veya savcı olsaydın, bakışın farklı olur
muydu?
Hâkimlik sınavlarına hiç
girmedim, bundan pişman da
değilim. Ama hâkim veya savcı
olsaydım, iyi bir hâkim veya
savcı olabileceğimi düşünüyorum. Çünkü adalet duyguma
güveniyorum.
• Avukatlığa neden uymadı
mizacın?
Bağımlılık ve yüksek efor
gerektiren bir meslek avukatlık. Toplum algısında “yalancı
mesleği” diye bilinse de her
mesleğin iyileri ve kötüleri
vardır. “Çok kazanan avukat
yalancıdır!” anlamının yüklendiği cümlelere karşıyım. Ancak
dürüstlüğe son derece fazla
ehemmiyet verdiğiniz takdirde
çok para kazanacağınızı sanmıyorum.
• Peki, hukukçu olmanın
yazarlık hayatında faydasını
gördün mü?
Elbette, hem de çok…
Açıkçası, hukuk fakültesini
kazanana kadar evimizde
Kur’ân-ı Kerîm ile mızraklı
ilmihâl dışında üçüncü bir
kitap yoktu. Annem ve babam,
ilkokul mezunu dahi değillerdi. Mahallemde üniversiteyi
bitiren sadece bir kişi vardı ve
dolayısıyla kitap kültürü de,
okuma imkânı da yoktu. Kitap
okumaya üniversitede başladım.
Hatta bu yüzden tahsil süremi
biraz uzattım da... Akademik
kitapların dışındaki kitapları da
okuyordum. Okudukça kelime
haznem daha da zenginleşti.
Dolayısıyla hukukçulukla birlikte yazarlığımı değerlendirdi-
ğimde, hukukçuluğumun yazarlığıma katkısını gördüğümü
rahatlıkla ifade edebilirim.
• Tahsil açısından aynı dönemi paylaştığın hoca ve
öğrenciler arasında kimler
vardı?
Mesela Zekeriya Öz, Veli
Küçük’ün kızı Zeynep Küçük
ve Özel Yetkili Başsavcı Vekili
Fikret Seçen ile aynı dönemde
okuduk. Hocalarımız Erdoğan
Teziç, Süheyl Batum ve Orhan
Aldıkaçtı gibi isimlerdi.
Süheyl Batum, fakülte döneminde muhafazakâr öğrenciler
tarafından dahi çok sevilen
liberal görüşlü bir isimdi. Daha
sonraları keskin bir ulusalcı
tavra büründü. Erdoğan Teziç
de yine öğrenciler tarafından
sevilen bir hocaydı. O da 1990
ve 2000’li yıllarda bambaşka bir
çizgide yer aldı.
• Zekeriya Öz?!
Onunla tanışık değildim.
Ancak popüler bir isim olduktan sonraki bir zamanda
mezuniyet yıllığına bakarken
Zekeriya Öz’ü farketmiştim.
Hatta medyamızda yayınlanan
o ilk fotoğrafını da yıllıktan ben
vermiştim.
“Yemeğin adını
sorduğumda ‘maklube’ olduğunu söylediler”
• Sevgili Fikri, üniversite
yıllarında nasıl bir dünya
görüşün vardı? İdeolojilerle
aran nasıldı? Anlatır mısın
biraz?
Kenar bir semtte büyüdüğüm için Beyazıt’a bile ancak
üniversiteye başladığımda gide-
bilmiştim. Üniversiteyi kazandıktan sonra arkadaş edinme
hissine kapılır insan…
Bir arkadaş grubu, işte bu
sıralarda (1987) Gedikpaşa’da
bir eve götürdü beni. O zamana
kadar ne Fethullah Gülen’in
adını, ne “maklube” kelimesini
duymuşum, ne de böyle bir ortama girmişim. Bir ara bir kaset
koydular videoya, televizyonda
Fethullah Gülen’i izletmeye
başladılar. O gün, şu günlerde
çok popüler bir savcının yapmış olduğu çok “popüler” bir
yemek yedim. Yemeğin adını
sorduğumda “maklube” olduğunu söylediler. Hayatımdaki
ilk maklubeyi orada yediğimde
daha iki aylık bir üniversite
öğrencisiydim.
O günlerde sigara içmeye
yeni başlamıştım. O gün evdeki
grubun içinde tek sigara içen
bendim. Özgürlüğüne fazlasıyla
düşkün olan biri olarak bu
toplantı beni pek açmamıştı;
sigara içmeme o gün itiraz
edilmemişti ama tek başıma
olduğum için rahatsız oldum ve
toplantılara gitmedim. Belki sigara içmiyor olsaydım, şimdi bu
söyleşiyi de yapmıyor olacaktık
(gülüyor)... O iki aylık sürenin
sonrasında hiçbir cemaat veya
tarikata girmedim, toplantılarına iştirak etmedim.
savcılarından biriydi.
“Bir kavme
olan kininiz, sizi
adaletsizliğe sevk
etmesin!” (Maide, 8)
• Fikri Akyüz için “hakkaniyet” kelimesinin bambaşka
bir yerinin olduğu her
hâliyle belli. Bunu yakın
dostluğumuzdan dolayı sadece biz değil, bütün arkadaşlarımız görüyor, biliyor.
Peki, “tahammül” kelimesi,
“hakkaniyet” kadar bir yer
edinebildi mi sende?
Hakkaniyete ziyadesiyle
ehemmiyet veririm. Mesela
“Patronlar ezer, işçiler ezilir!”
şeklinde genel bir kanı vardır;
ancak bir işçi, durup dururken
“servet düşmanlığı” adı altında
patronuna zarar verirse, burada
ezilen kimdir? Tam bu an “ezilen” kişi patrondur, dolayısıyla
patronun tarafındayım. Bir
önyargı niteliğindeki “Patron
ezer, işçi ezilir!” şeklinde bir
kanıya sahip değilim.
Normalde bir hoca, talebesinin rehberidir; talebe de
hocanın gösterdiği yolda gidendir. Ancak talebe, hocanın
da önüne geçebilecek birikime
• Yemeği hazırlayan savcı
kimdi?
Pasif de olsa görevde olduğu
için ismini burada vermek
doğru olmaz.
• Peki, onun “maklubeci”
olduğu biliniyor mu?
Tabiî… İki yıl öncesine
kadar önde gelen Ergenekon
Evet,
bir patron veya bir CEO, herhangi bir
yazarının yazısını beğenmeyebilir ama asla ve
asla yazısını beğenmediği yazarına telefon açarak
ağır hakaretlerde bulunamaz, telefonu suratına
kapatamaz... Hiçbir yönetici bu hakka sahip değildir.
özel sayı 101 2015
145
HABERA JANDASÖYLEŞİ
O ismin referansıyla girdim gazeteye, fakat o isme danışmadan ayrıldım. Ona karşı büyük bir mahçubiyetim olduğu ve hakkında bir spekülasyona mahal vermemek için ismini vermemekte
ısrarcıyım.
erişmiş olabilir.
Her zaman söylerim, benim
ölçüm, Maide Suresi’nin 8’inci
ayetidir. Bu ayette mealen şöyle
buyuruluyor: “Ey iman edenler!
Allah için hakkı ayakta tutanlar
ve adaletle şahitlik yapanlar
olunuz. Bir kavme olan kininiz,
sizi adaletsizliğe sevketmesin!
Adaletli olun!Çünkü o takvaya
daha yakındır. Allah’tan korkun!
Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır.”
Ayetin mealine mealen yaklaştığımda şunu görüyorum:
“Başkalarına karşı kininiz, sizi
adaletsizliğe sevk etmesin!” Bu
ayet, muhteşem bir ayettir! Ben
“adalet” kavramını hukuk fakültesinde değil, Kitap’ın Maide
Suresi’ndeki 8’inci ayetten
öğrendim.
Bir kimse, mesela Atatürk’ten
nefret edebilir ama ona olan
kini, Atatürkçülere karşı ada-
146
özel sayı 101 2015
letsizce davranabilmesinin
mazereti olamaz! Bir cemaat
liderine kin duyabilirsiniz, ama
ona sempatiyle bakan insanlara
zulmetmek, söz konusu ayetin
yasakladığı bir unsurdur.
Yahut bir cumhurbaşkanına
kin duyuyor olabilirsiniz, ancak
o cumhurbaşkanına oy veren
insanlara -verdikleri oy sebebiyle- iftira atmak ve hakaret
etmek, o insanın adaletsizlik
üzere olduğunu gösteren temel
bir işarettir.
• İşte bu duruşun, her iki
tarafa da mesajlar veren bir
hâl içeriyor. Toplumda sana
karşı oluşan kafa karışıklığı
da buradan kaynaklanıyor... Ancak burada bir ara
verelim ve yeniden başa
dönelim... “internethaber.
com”da yazdığın süre boyunca herhangi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldın mı?
Hadi Özışık, Yeni Şafak’a
gitmem konusunda beni hep
teşvik etti, hatta gitmeme
mutlu oldu. Bugüne kadar
yazdığım hiçbir mecrada
müdahaleyle karşılaşmadım.
Ne Takvim’de, ne Akşam’da,
ne Yeni Şafak’ta, ne İnternet
Haber’de herhangi bir sıkıntıyla
karşı karşıya kalmadım.
• Yeni Şafak’ta ne tür yazılar
yazmanı istemişlerdi?
Siyaset ve gündeme dair…
Yeni Şafak’ta başladığım (2006)
gün itibariyle tanıştığım gazeteci sayısı beş veya altı olmuştur.
Ama İnternet Haber’de yazdığım yazılardan Mehmet Barlas,
Nazlı Ilıcak, Taha Akyol, Alper
Görmüş veya Emre Aköz
gibi tanınmış yazarlar alıntılar
yapınca ciddi bir motivasyon
kazanmıştım.
Yeni Şafak’ta yazdıktan iki
yıl sonra, 2008 Mart’ında, Yeni
Şafak’ın dahil olduğu gruba ait
olarak yeni kurulan TV Net’in
Program Müdürü, “Fikri Bey,
ana haberde beş dakika kadar yorum yapabilir misiniz?
Diğer arkadaşımız gelemedi
de...” dedi. İlk defa televizyona
çıkarak ana haber bülteninde
yorumumu yaptım; ertesi hafta
Haber 7’de (Ülke TV’nin eski
adı) bir saatlik bir programa
davet edildim. Ondan sonraki
hafta da rahmetli Mehmet Ali
Birand, 32. Gün’e davet etti.
O programa çıktıktan sonra,
dört beş yıl boyunca yaklaşık
500 canlı yayına çıkmış oldum.
Yani televizyon maceramız da
TV Net’teki o beş dakikalık
yorumla başlamış oldu. Ancak
mesleğe profesyonelce, yani telif
karşılığı girdiğim ilk yer Yeni
Şafak oldu. Avukatlığı da 2009
yılında, Takvim gazetesinde
yazdığım dönemde bıraktım.
“Bunun adı
literatürde
kıskançlıktır”
• Yeni Şafak süreci kaç yıl
devam etti?
İki buçuk yıl… O iki buçuk
yıl boyunca pek çok gazeteci
ve yazarla tanışma imkânı
buldum. Cumhurbaşkanı
Gül, Başbakan Erdoğan ve
bakanlarla tanışma imkânı da
buldum. Şunu samimiyetle
itiraf etmeliyim: Yeni Şafak’ta
iki buçuk yıl boyunca yazdım;
orada yazarken birdenbire televizyonlara çıkmak ve üst düzey
insanlarla muhatap olmak, bana
aşırı bir güven getirdi. “Fikri!
Sana bu saatten sonra medyada
çok daha iyi imkânlar sağlanır”
diye kendi kendime düşündüğüm oldu. Zaten avukatlıktan
soğumaya başlamıştım. Ama
bunun hata olduğunu birkaç yıl
içinde fark ettim.
• Hata neydi, neredeydi?
Avukatlığı bırakmamalı,
medyaya fazla güvenmemeli,
Yeni Şafak’tan hiçbir sebep
Yavuz Selim
yokken istifa etmemeliydim.
Takvim ve Akşam’dan istifalarımda haklı gerekçelerim vardı.
Ancak Yeni Şafak’tan istifa
etmemi gerektirecek hiçbir şey
yoktu.
Buradan şuraya geliyoruz:
Havalanmadım ama “Fikri!
Sen artık medyada bir şekilde yer
bulursun” şeklindeki özgüvenin
ne kadar yanlış olduğunu bilahare anladım. Medyanın hiçbir
zaman istikrarlı olamayacağını
düşünmeliydim, ama düşünemedim...
• Yeni Şafak’tan ayrılışın nasıl
oldu?
Bugün geriye dönüp baktığımda, aslında pek makul bulmadığım sebep şuydu: Haftada
üç gün yazıyordum, gündemse
çok yoğundu. 367 meselesi, AK
Parti’ye açılan kapatma dâvâsı
meselesi, Ergenekon dâvâsı
derken, tâbiri caizse haftada üç
yazı kesmiyordu beni. Genel
Yayın Yönetmenim o sıra Yusuf
Ziya Cömert’ti; Yusuf Bey’e
“Haftada dört yazıya çıkabilir
miyiz?” diye sordum, “Hayır!”
dedi.
Bir de televizyonlara, marka
programlara sık sık çıkmaya
başlayınca Yusuf Ziya Cömert
bir gün beni yanına çağırdı ve
“Artık televizyonlara çıkma!”
dedi. “Neden çıkmayayım Ağabey? Gazeteye bir zararım mı
var? Eğer varsa hatamı düzelteyim!” dedim. “Hayır, sadece
çıkma!” dedi. Sonradan çok
güvendiğim ve şu an grupta
olmayan bir arkadaşımın olaya
tanıklığıyla öğrendiğime göre,
Yusuf Ağabey’i bu konuda
yönlendiren kişi, bugün Takvim
Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ergün Diler’miş.
Daha sonra bu durumu
öğrenince üzüldüm ve Yusuf
Ağabey’e “Ben ayrılıyorum
Ağabey!” dedim. Ancak geriye
dönüp baktığımda, “Ayrılmamalıydım, mücadele edilecekse
içeride etmeliydim!” diyorum.
Bana televizyonlarda “Yandaş Fikri”
deniliyordu, hiç de gocunmuyor ve “Evet, yandaşım!” diyordum. Bir
fikriyatım ve bir partim var zira. Hem neden saklayayım? “Yandaş”
atfından asla gocunmadım ama “yalaka” kelimesini duyduğumda
tüylerim diken diken olur!
Bu, sadece Yusuf Ziya Cömert
veya Ergün Diler’in taşıdığı tıynet değil, “bizim” medyamızda
şu kanaat çok yaygın –bu konuda somut birçok duruma maruz
kaldım-: Bizim muhafazakâr
medya, biraz kafasını uzatan
adamın kafasını kesmekte çok
mahir. 12 yıl boyunca Hükümet, bir Türkiye’ye bir Türkiye
daha kattı; ama bu dönemde
bizim medyamızda ne bir
entelektüel yetişebildi, ne de
yetişmiş olanların önü açılabildi. Devşirmelerle muhafazakâr
medyanın idamesi mümkün
değildir ve Türkiye’nin bugün
yaşadığı en büyük sıkıntılardan
biri de budur!
• Bu konuyu biraz açmalıyız… Hakikaten farklı ve
katıldığım bir tespit bu.
Ancak şu sorunun cevabını
merak ediyorum: Ergün
Diler’in Yusuf Bey’i yönlendirme sebebi ne olabilir?
İçimden geçen düşünceyi
net şekilde söylemeyi seven
biriyim, o yüzden kısaca şöyle
diyeyim: Bunun adı literatürde
“kıskançlık”tır.
“Hakkımdaki
düşünceleri,
‘Nereden çıktı bu
adam?!’ şeklindeydi”
• Peki, Yusuf Bey bunu nasıl
algılayıp böyle bir tebligatta
bulunmuş olabilir sana?
O dönemde Sayın Gül, Sayın Erdoğan ve sair bakanlarla
çok sık görüşen biriydim. AK
Parti teşkilatının da sevdiği
biriydim. Medyada okunuyordum. Açıkçası muhafazakâr
medya camiasında en kaba
hâliyle şu kanaatin hâsıl oldu-
ğunu düşünüyorum: “Nereden
çıktı bu adam?!”
Bizim medyanın birçok
yöneticisinde ve çalışanında
hâlâ bu düşünce yıkılabilmiş
değil. Sol veya liberal medyada
bu anlayış çok azdır. Farkındasınızdır, Sözcü’den kovulan,
ertesi gün Cumhuriyet’te yazabiliyor. Cumhuriyet’ten atılan,
Aydınlık’a geçebiliyor. Bunların
yönetmenleri “Bu kişi filanca
gazeteden atıldı, oranın yönetmeni de arkadaşım, ayıp olur bunu
alırsam…” diye düşünmüyor.
Aldıkları kişinin tiraj veya reytingine bakıyorlar. Bizimkiler
öyle değiller, “Bu da nereden
çıktı?!” veya “Bu fazla sivrildi!”
deyip önüne set çekiyorlar.
• Kendi aralarında bir konsensüs mü var yani?
Bir gettolaşma, bir kast sistemi var bence…
• Yusuf Bey sana “Televizyonlara çıkma!” deyince
senin ilk tavrın nasıl olmuştu?
“Yusuf Ağabey, size saygı
duyuyorum; fakat belli ki ben
burada istenmiyorum, televizyona çıkmamı bile istemiyorsunuz.
Oysa Yeni Şafak’ın patronlarına
birileri televizyonlarda saldırırlarken, sırf patronum olduğu
için değil, 2001 yılında yaşadıkları mağduriyetten dolayı onları
savunan biri olarak karşılarında
duruyorum. Dolayısıyla onlara
bir zarar vermedim. Yanlış cümleler kullanıyorsam beni uyarın,
düzelteyim kendimi!” demiştim.
• Peki, o dönemlerde katıldığın televizyon programlarında veya yazdığın
yazılarında Sayın Erdoğan’ı
veya özellikle Sayın Gül’ü
rahatsız edici bir hâlin mi
vardı?
Tam tersine, hem Sayın Gül,
hem Sayın Erdoğan, hem de
bütün bakanlar yazılarımdan
dolayı –karşılaştığımızda- taltif edici sözlerle mukabele
ederlerdi. Ancak şunu da bir
parantez içinde söyleyeyim: O
dönem içerisinde herkes “Fikri,
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve
bakanların ziyaretlerinin pek
çoğuna katılıyor” zannederdi.
Oysa şu söyleşiyi yaptığımız
âna kadar dahi, medyaya girdiğim günden itibaren bu saydığımız makam sahiplerinin ne
yurtiçi, ne de yurtdışı gezisine
davet edildim. Bu duruma nefsaniyetle yaklaşacak olsaydım,
7-8 yıl boyunca bir kez de olsa
bunu hissettirirdim. Bu durumu kafama dahi takmamama
rağmen, bazıları benim son
zamanlarda eleştirilere başladığımı söyledi.
Benim amacım uçaklara
binmek değildi, bu toplum
bunca badire atlatırken yanında
olmaktı. Başındaki örtüden
dolayı öğrencisini üniversiteden
atan bir Türkiye vardı. “Hamdolsun!” kelimesini kullandı
diye Sayın Erdoğan’ın partisinin kapatılması istendi. İşte
bunlara karşı benim bir tavrım
olmalıydı. Ama o günler, yani
üç beş sene evveline kadar bu
idareye her türlü hakareti yapanlar, toplumun moral ölçütlerine, değerlerine her türlü lafı
eden adamlar, para ve koltuk
sevdası için Hükümet’e yanaştılar. Tuhaf karşıladığım husussa
şu: Bu kimseler bugün iltifat
görüyorlar. Bu duruma başka
ne denebilir ki!?
özel sayı 101 2015
147
HABERA JANDASÖYLEŞİ
“Köşeler, kimsenin
babasının malı
değildir!”
• Yeni Şafak’tan istifa ettikten
sonraki sürece geçelim...
İki ay kadar bir yerde yazmadım. Daha sonra Takvim gazetesinden davet ettiler ve orada
yazmaya başladım. Takvim’de
9 ay kadar yazdım. O sırada
Medya Grup Başkanı Serhat
Albayrak, bana telefon açarak
“Sen benim yazarlarım Rasim
Ozan’la Sevilay Yükselir’i nasıl
eleştirirsin?” dedi ve de ağır bir
hakarette bulundu, suratıma
telefonu kapattı. Ramazan’ın
birinci günüydü...
• Kütahyalı ile Yükselir, o
sıralar Sabah’ta yazıyorlardı.
Onlar hakkında ne yazmıştın ki!?
Rasim Ozan’ı, Nagehan
Alçı ile beraber evinde Aydın
Doğan’la buluşmasını eleştirmiştim. Aydın Doğan’ın
buradaki maksadının, bu kişiler
vasıtasıyla Serhat Albayrak
üzerinden Hükümet’e yaklaşma
çalışması olabileceğini belirtmiştim. Orada ne Albayrak’ı, ne
de Sayın Erdoğan’ı eleştirdim.
Sevilay Yükselir’i ise örneklendirme yaparken eleştirmiştim.
Ama aynı grupta yazdıkları için
bir patron, bir yazarının yazısını
beğenmeyebilir, hatta onu yayınlamayabilir. Ertuğrul Özkök’ün
yazdıklarına katılmam ama
söylediği doğru bir söz var:
“Köşeler, kimsenin babasının
malı değildir!”
Evet, bir patron veya bir
CEO, herhangi bir yazarının
yazısını beğenmeyebilir ama
asla ve asla yazısını beğenmediği yazarına telefon açarak
ağır hakaretlerde bulunamaz,
telefonu suratına kapatamaz...
Hiçbir yönetici bu hakka sahip
değildir.
O günlerde avukatlığı
bıraktığım için tek gelirimi
Takvim’den aldığım maaştı.
Albayrak’ın, telefonu suratıma
kapatmasından hemen sonra
sekreterini aradım ve “O patronuna söyle, haddini bilsin!”
dedim ve istifa ettim. Ondan
sonra da muhafazakâr medyada
tutunamadım.
• İstifa etmeyebilirdin de
değil mi?
2014 yılının
Nisan ayının başıydı istifa tarihim.
17-25 Aralık darbe teşebbüsünün üzerinden üç aylık bir
zaman geçmişti; bu tarihten istifa ettiğim Nisan ayına kadar arşivlerde duran yazılarıma bakarak Fikri Akyüz’ün
nerede durduğuna bakılmasını isterim.
148
özel sayı 101 2015
Etmeyebilirdim ama kendime saygımı yitirirdim. Bana
hakaret edilen yerde durmam
mümkün değildi. Beş parasız
kalsam da bunu göze almalıydım…
• Takvim’de paylaştığın o
eleştiriyi yine savunuyorsun…
Yavuz Selim
Bugüne kadar yazdığım
tüm yazıların altına yine imzamı atarım! O gün hakaret
etmek yerine sadece “İstifa et!”
dese, “Sen bana nasıl ‘İstifa
et!’ dersin?” deme hakkına
sahip miyim? Hayır! Sayın
Cumhurbaşkanı’nın damadının
kardeşi olabilirsin, ama bunlar
işgüzarlıktır.
“Ambargo
denilecekse eğer, o
bir yıla denebilir”
• Bundan sonra nasıl bir
ambargo uygulandı sana?
Takvim ve Yeni Şafak’tan
istifa etmeme rağmen yine
birçok televizyon programına
katıldım, yani bir sıkıntı yaşamadım. Ancak ne olduysa son
bir yılda oldu. Ambargo denilecekse eğer, o bir yıla denebilir.
• Bir ara Aktüel dergisinde de
gördük seni…
Takvim’le aşağı yukarı eşzamanlıydı o…Takvim’den ayrılınca o da bitti.
Takvim’den istifa ettikten
sonra televizyonlara çıkıyordum ama yazı yazma konusunda yaklaşık bir buçuk sene
boşta kaldım. Milletvekili
aday adayı olduğum 2011
Haziran’ıyla (2011 Genel
Seçimleri’nde AK Parti’den
milletvekili aday adayı oldum.
Temayülde, teşkilat dışında
aday olanların arasında birinci
seçilmeme rağmen aday gösterilmedim. Bunu tamamen
saygıyla karşıladım. Çünkü
mezarlıklar, vazgeçilmez
adamlarla doludur diye düşünürüm.) Gezi olaylarının olduğu 2013 Haziran’ı arasında
Hükümet’in icraatının büyük
çoğunluğunu savundum. Ne
bir kompleks yaşadım, ne
de bir tepki gösterdim. 2013
Temmuz’unda, şu an adını vermek istemediğim, dönemin en
kudretli siyasilerinden birinin
referansıyla Akşam gazetesine
çağırıldım.
Şunu söylemezsem olmaz:
27 Nisan E-Muhtırası’nı alkışlayıp Hükümet’e salvo konuşmaları
yaparlarken bazıları -ki isimleri bende mahfuz-, ben az önceki düşünceye göre sabah tutuklanacağımı bile bile veryansın ediyordum.
E-Muhtırayı alkışlayanlar, işte onlar “yanaştılar”! Evet, yandaş yazar
vardır, yalaka yazar vardır; bir de “yanaşma” yazar vardır…
“Aklıma geldi,
sorayım: Seni
Mehmet Ocaktan mı
davet etti?”
• Takvim’den sonra, bizler
şahidiz, büyük bir geçim
sıkıntısı yaşadın. Peki, Akşam gazetesinden çağırılana
kadar herhangi bir girişimin
olmadı mı?
Herhangi bir gazetede yazma adına bir talebim olmadığı
gibi çağırılmadım da... 2013’ün
Temmuz’unda, talebim olmamasına rağmen referans ile
çağırıldım ve başladım.
• Sana referans olan siyasiyi
öğrenmek isterim…
O ismin referansıyla girdim
gazeteye, fakat o isme danışmadan ayrıldım. Ona karşı büyük
bir mahcubiyetim olduğu ve
hakkında bir spekülasyona
mahal vermemek için ismini
vermemekte ısrarcıyım.
• Tamam, pekâlâ... Devam
edelim... Akşam’daki süreç
nasıl başladı?
Akşam’la birlikte SkyTürk
360 dönemi de başladı tabiî.
Çok ilginçtir, Akşam gazetesinde başladığım gün Ergün Diler
beni aradı. Beş yıl boyunca hiç
görüşmediğim Diler aradı ve
“Fikriciğim merhaba! Hayırlı
uğurlu olsun. Çok sevindim yazmana!” dedi. Kendisiyle beş on
dakika konuştuk ki, şöyle ilginç
bir soru yöneltti: “Ha kapatmadan… Aklıma geldi, sorayım:
Seni Mehmet Ocaktan mı davet
etti?!”
Amacı şuydu: “Eğer Mehmet
Ocaktan davet etmişse seni, bu-
nun hesabının birileri tarafından
Ocaktan’a sorulması lazım!”
Akıllıca davrandığınızı sanabilirsiniz ama karşınızdakini
aptal yerine de koymamalısınız.
Bozuntuya vermeyerek şöyle
dedim: “Talebim olmaksızın,
önemli bir siyasînin referansıyla
girdim.”
Şunu da ayrıca belirtmeliyim:
Ergun Diler’le bizim ayaküstü
bir tanışıklığımız var, ötesi
yok...
• Diler’in sana karşı olan
bu tutumunun nereden
kaynaklandığını düşünüyorsun?
Hiç bilmiyorum!
• Sürece devam edelim lütfen...
Akşam’da yazdığım süre içerisinde yazılarıma hiçbir müdahalede bulunulmadı, haftada
iki gün yazıyordum. Bu süreç
sırasında gündem yine yoğundu.
“17 Aralık Operasyonu” olmuş,
yerel seçimlere girilmiş, Cumhurbaşkanlığı seçimi takvimi belirlenmişti. Bu sebeplere binaen
üç gün yazmak için Ocaktan’dan
bir istekte bulundum, “Boş
yerimiz yok” şeklinde bir cevap
aldım. Bundan üç gün sonra
gazetenin tepesinde bir anons
vardı: “Turgay Güley, haftanın
beş günü, yazılarıyla Akşam’da!”
Tamam, haftada beş gün yazabilir bir yazar, bir şey söylenemez
buna. Ama bana üç gün önce
söylediğiniz söz belli…
SkyTürk 360, Akşam ile aynı
grubun televizyonuydu. Bu
kanalda 7 ay boyunca program
yapmama ve bu program kanalın en çok izlenen yapımı olma-
sına rağmen, yazarı olduğum
Akşam gazetesinde programımızın adı dahi zikredilmiyordu.
Bir olur, iki olur, 7 ay boyunca
geçmez mi? Gazetede programım “Kara Kutu”ya yer verilmiyordu. Bu sebeple şunu düşündüm: Önemli bir referansla
alındığım için beni itemediler,
ama çekemediler de...
• Peki, sana referans olan
ismi Ocaktan biliyor muydu, bu tavrın arkasında,
aslında seni gazeteye davet
eden isme bir tavır mı vardı
acaba?
Elbette biliyordu beni davet
ettireni, başka türlü gazeteye
girişim mümkün olmazdı ki…
Beni davet eden isim olanları
bilemez zaten; o, “Nasılsa bu
adam yazıyor” diye düşünmüştür…
“Yazdığım
gazetenin politikası,
partime zarar
veriyordu”
• İstifa sürecine gelelim istersen…
Ben girdiğimde TMSF’de
olan Akşam’ın yayın politikasının düzeleceğini düşünüyordum. Daha sonra gazeteyi
Ethem Sancak Bey satın aldı.
Sancak’ın alımından sonra
düzeleceği inancımı muhafaza
ettim. Ancak öyle zorlu bir
yayın anlayışı egemen olmaya
başladı ki, yıllarca savunduğum
partime, demokrasiye, hakkaniyete ve adalete zarar veren bir
çizgiye girilmeye başlandı.
• Müsaadenle araya girmem
lazım! “Partime zarar veren
özel sayı 101 2015
149
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Ne paralelci, ne örgüt üyesi,
ne de başka bir yapının müridiyim. Ben, mevcut tarikat ya da cemaatlerden Menzil’e sempati duyuyorum ama müritlerinden değilim. Mizacıma uygun
olmadığını düşünüyorum.
çizgi” diyorsun öncelikle…
Evet “partime”… Bana televizyonlarda “Yandaş Fikri”
deniliyordu, hiç de gocunmuyor
ve “Evet, yandaşım!” diyordum.
Bir fikriyatım ve bir partim var
zira. Hem neden saklayayım?
“Yandaş” atfından asla gocunmadım ama “yalaka” kelimesini
duyduğumda tüylerim diken
diken olur, çünkü o kelimeden
nefret ederim!
• İfadelerinin net olmasından, bir gazeteci olmana
rağmen olumlu bir farklılığa sahip olduğunu her
hâlinde, her duruşunda
hissediyorum… Seni en
çok rahatsız eden ve istifaya
götüren sebep neydi?
Öncelikle bir noktaya önemle vurgu yapmalıyım: 2014 yılının Nisan ayının başıydı istifa
150
özel sayı 101 2015
tarihim. 17-25 Aralık darbe teşebbüsünün üzerinden üç aylık
bir zaman geçmişti; bu tarihten
istifa ettiğim Nisan ayına kadar
arşivlerde duran yazılarıma
bakarak Fikri Akyüz’ün nerede
durduğuna bakılmasını isterim.
(O arşivi hâlâ orada tutan kişiye
de teşekkür ederim.)
17 Aralık darbe teşebbüsü
olduktan 9 gün sonra, yani 25
Aralık’tan da 2 gün sonra 27
Aralık 2013’te, Haber Türk’teki
Balçiçek Pamir’in programına
Today’s Zaman Genel Yayın
Müdürü Bülent Keneş ile
katıldım. Birtakım kesimler
“Türkiye’de Hükümet ha gitti,
ha gidecek!” nöbetindeyken,
ortaya koyduğum net tavırla o
programda, “Burada Hükümet’e
yapılmış özel bir operasyon vardır!” özetinde bir değerlendir-
me yaptım ve bu değerlendirmem üzerine Fethullah Gülen’e
yakın kimselerce eleştiri yağmuruna tutuldum.
“Dün neysem,
bugün oyum; ama
yanaşmaların
varlığına da
şahidim”
• Peki, o günlerde örgütün
darbe teşebbüsü üzerinden
daha iki gün geçmişken,
“Fethullah Gülen tarafı
galip gelirse bu kavgada ben
nerede durmalıyım?” muhakemesini yapmadın mı hiç?
Orada iki gün geçmiş... Daha
fenalarıyla karşılaştı bu ülke: 27
Nisan E-Muhtırası gece saat
23:20’de verildi, Yılmaz Özdil
ve sair gazeteciler televizyonlarda “Tank geliyor!” çapında
sözler sarf ediyorlardı. İhtimâl,
“Tank” başlıklı yazılarına başlamışlardı. Daha internet sitesinde muhtıra ilânı yayınlanalı 20
dakika olmuştu ki Haber Türk
veya CNN Türk’ten aradılar
beni… Ben o zaman “Bu askerler galip gelirlerse ne yaparım?”
diye düşünmedim, “17 Aralık’ın
galibi bunlar olurlarsa ne yaparım?!” diye düşünebilir miyim?
O zaman muhtırayı çekenlere
de veryansın etmiştim.
Şunu söylemezsem olmaz: 27
Nisan E-Muhtırası’nı alkışlayıp
Hükümet’e salvo konuşmaları
yaparlarken bazıları -ki isimleri
bende mahfuz-, ben az önceki
düşünceye göre sabah tutuklanacağımı bile bile veryansın
ediyordum. E-Muhtırayı alkışlayanlar, işte onlar “yanaştılar”!
Evet, yandaş yazar vardır, yalaka
Yavuz Selim
yazar vardır, bir de “yanaşma”
yazar vardır…
• İstifana ve ardından seninle ilgili etrafında gelişen
olaylara temas etmek ister
misin?
Partiden samimi olduğum
bazı arkadaşlar, “Daha sonra
seninle ilgili bir kaseti ortaya
atmasın bunlar?” diye uyarıyorlardı. İstifamın ardından aynı
kimseler arasında dahi “Yahu
Fikri’nin gerçekten kaseti mi
var!?” gibi soruları yöneltmişler birbirlerine. Oysa tavrınız
netse, adalet ve hakkaniyetten
uzakta değilseniz, korkacağınız
mercii Cenab-ı Allah’tır, ikinci
olarak da vicdanınızdır.
Belirttiğim gibi, darbe teşebbüsüyle istifamın arasındaki üç
aylık süreçte söylediklerim ve
yazdıklarım ortadaydı. Ancak
durum öyle bir hâl almaya başladı ki, bir yerlere yamanmaya
çalışan gazeteciler ya da bir koltuk kapma derdinde olan yahut
kapmış olduğu koltuğu muhafaza gayretindeki bazı politikacılar ve bürokratlar, toplumda
bir cadı avına başladılar.
Bir gün kalktım ve yazımı
yazmaya başlayacaktım, başlamada önce bir de baktım
ki yazı yazdığım gazetenin
duyurusunda “Paralelin silahlı
örgütü: Ötüken” şeklinde bir
başlıkla karşılaştım. Bu sadece
bir duyuruydu, özel röportajsa
ertesi gün verilecekti. Röportaj,
Ergenekon sanıklarından Ahmet Zeki Üçok ile yapılmıştı
ve Fethullah Gülen’in terörist
örgütlenmesini anlatma ama-
cıyla yayınlanacaktı. Bu anonsu
görünce çok sinirlendim…
• Neden?
Fethullah Gülen’e yakın olan
bu topluluk, iddianame ya da
kalemle birtakım yanlışlıklar
yapmadı değil. Ama siz, “silahlı
örgüt” dediğinizde problemlerle
karşılaşırsınız.
Bir: “Ötüken” ismini kim
kullanıyor? Bir Ergenekon
sanığı… İyi de, bu Ergenekon
sanıklarına bir zamanlar terörist
diyorduk, terörist dediğimiz
insanların laflarından medet
umacak hâle mi düştük?
İki: Evet, bir “örgüt” ile karşı
karşıyayız, ancak “silahlı” değil.
Hele Emniyet’e sızarak silahlı
olduklarını söylemek külliyen
yanlış; hem mantıken, hem vicdanen, hem taktik, hem strateji
olarak yanlış…
Ben bu iki perspektiften
bakarak, belki ileride daha iyi
anlaşılacak bir tepki gösterdim. O tepkiyi keşke bizim
muhafazakâr yazarların hepsi
vermiş olsaydı da karşı tarafa
malzeme veren türde şirazeden
çıkan bir durumla karşılaşmasaydık. Tekrar ediyorum:
Mantıkî, vicdanî, taktiksel ve
stratejik anlamda o haberi ve
o tür haberleri sorunlu buluyorum. İşte bu sebeplerle istifa
ettim…
“Ne satlık
kasetim var, ne ben
satlığım!”
• Konuyu köşende kaleme
alıp tenkit etmek varken
istifa etmeye mecbur mu
hissettin kendini? Bu soruyu şu sebeple soruyorum:
Seni gazeteye davet eden
“referans” belliyken, yazdığın eleştiri yazısına da
karışamazlar, dolayısıyla
seni gazeteden de kovamazlardı…
Bir yöneticinin kovma
hakkına sahip olduğu gibi,
çalışanın da istifa hakkına sahip
olduğunu düşünüyorum. Bana
uygulanan mobbingin yanında
saçma manşetlerle demokrasiye,
hukuka ve AK Parti’ye zarar
veriliyorken anî bir karar vermek durumundaydım.
Bugün 28 Şubat manşetlerini kim tasvip edebilir? Bir
zamanlar Çiller’in “Öncü” adlı
bir gazetesi bir BTV adında
televizyon kanalı vardı, esâmesi
bile okunmuyor şimdi. Çünkü
tarihe, attığı manşetlerle geçti.
Kime fayda sağladı Öncü?!
• Fikri Akyüz, bu tip kararlar
alırken fevrî mi davranıyor?
Kişiliğim fevriliğe yakın, ama
gözü kara biri değilim…
• Diyorsun ki, “Tek sebep
manşetler ve yayın politikası
değil; istenmiyordum ve bu
yüzden mobbing uygulanıyordu, TV programımıza
dahi ambargo vardı ve hepsi
birikti, manşetle patladı”.
Peki, bu kararı alırken bir
aile reisi olduğunu düşünmedin mi?
Hayır, hiçbir şeyi düşünmedim! “İki çocuk büyütüyoruz,
iki maaş elden gidecek” diye bir
Belli makamlara gelen insanların
çeşitli dünya görüşlerine sahip olmalarında bir problem yoktur. Öncelikle kendini saklayarak belli makamlara gelmek, etik bir problemdir. Geldikten sonra o makamı suistimal ve istismar etmek hukukî
ve siyasî bir problemdir. Hele o makamı hileyle ele geçirme konusu
varsa ortada, bu durum hem ahlakî (etik), hem hukukî, hem de siyasî
bir problemdir.
an bile düşünmedim. Ancak
Allah’a iman eden adam, rızkın
bir şekilde kendisine verileceğine de iman eden adamdır.
Elbette sıkıntılar yaşayacağımı
biliyordum ama istenmediğim
yerde duramazdım…
• Fakat seni ne Ocaktan, ne
de Sancak çağırdı. Seni davet ettiren o “önemli” şahsa
mahçup olacağın hiç aklına
gelmedi mi?
Maalesef istifa ettiğim an
gelmedi, sonra geldi... Gerçekten mahçup olduğumu hissettim. Ayrıca bana güvenen
o önemli siyasînin zihninden
“Fikri istifa etti ama acaba
karşı taraf onu kandırdı mı?”
şeklinde bir sorunun geçmesi
de muhtemeldi. “Zaman en iyi
ilâçtır!” dedim, aradan 13 ay
geçti...
• Şimdi kısa kısa sorular sorarak net cevaplar isteyeceğim
senden… Örgütün elinde
kasetin var mıydı?
Hayır! Ama bir türkü kasetim var, ailemden başkası dinlemedi. Yani ne o kaset satlıktı ne
de ben satlığım…
• İstifa aşamasına kadar örgütten herhangi bir tehdit
aldın mı?
Hayır, bir tehdit ya da şantajla karşılaşmadım.
“O beyanatı
Zaman’a
vermeseydim daha
doğru olurdu”
• İstifadan sonra seninle buluşmuştuk, istifanın yanlış
olduğunu belirtmiştim.
Sonra ortalık bu kadar bulanıkken nasıl oldu da Zaman
gazetesine beyanat verdin
–ki manşete çekilmişti-?
O beyanatı başka gazeteye de
versem aynı cümleleri söylerdim,
ki sözün kuvvetinin tesiri açısından tercihimi bu yönde kullansaydım, yani Zaman’a vermeseydim, daha doğru olurdu…
özel sayı 101 2015
151
HABERA JANDASÖYLEŞİ
İstifamı Twitter’de duyurduğum cümlelerin peşine, söz
konusu yapının hiçbir yayın
organında yazmayacağıma
dair söz verdiğimi belirten bir
cümle daha ekledim. Bu yemini
orada belirttiğim için, Zaman’a
vereceğim bir beyanatın yanlış
anlaşılacağını düşünmemiştim.
• Bu beyanatın aleyhte kullanılacağını tahmin etmedin
mi? Zira Sayın Erdoğan’ı
nasıl sevdiğini iyi bilen biri
olarak, AK Parti’ye “partim”
diyen birinin bunları düşünmesi gerektiğine inanıyorum ve her şey yangın
yerine dönmüşken böyle bir
kararı uygulamanı anlayamıyorum…
Ben bununla alakalı olarak
safiyane bir niyetle, o beyanattan sonra “AK Parti’yi savunan
bir yazar, daha makul şeyler söylüyor!” diye düşünülebileceğini
tahayyül ettim. Bu olay da bu
düşüncenin tezahürüydü.
• Pişman mısın?
Söylediğim sözler için değil,
ancak Zaman gazetesi yerine
başka bir tercih konusu noktasında pişmanlığımı ifade
edebilirim.
• Bu beyanattan sonra bir de
röportajın var Zaman’ın
Pazar ekinde…
Evet, orada yayınlandı. Ancak
o röportajda şöyle bir cümlem
vardı: “Cemaat’e yakın olduğunu
düşündüğüm bazı savcılar ve Emniyetçiler, Ergenekon ve Balyoz
gibi dâvâlarda bir takım hukuk
ihlallerinde bulundular.” Ayrıca
Bugün ve Zaman gazetelerinin
7 Şubat MİT krizindeki tavırlarına yönelik eleştirilerim de o
röportajda yayınlandı. Herhangi
bir bozma veya cımbızlama,
ayıklama olmadı.
“Benim ağzımdan
söz bir kere çıkar!”
• Twitter’da örgütün yayın organlarında yazmayacağına
152
özel sayı 101 2015
dair bir söz vermiş olsan da,
onlardan teklif aldın mı?
Birebir genel yayın yönetmenlerinden değil ama orada
çok güçlü olan bir isim tarafından hem TV, hem de gazetelerden herhangi birinde yer
almam için 15 bin lira gazete,
15 bin lira da TV programı
maaşı teklif edildi. O ücreti
alsaydım, şu an belki kirada
oturmayacaktım. Ancak bu
teklife cevaben ilk cümlem şu
oldu: “Benim ağzımdan söz bir
kere çıkar. Sizinle çalışmayı düşünmüyorum...”
İki buçuk yıl işsiz kaldığımda, Aksiyon Genel Yayın
Yönetmeni Bülent Korucu’ya
“Aksiyon’da yazabilir miyim?”
diye sormuştum -ki o dönem
Ali Bayramoğlu da oradaydı-,
“Yazara ihtiyacımız yok!” karşılığını vermişti. O an reddedilmek değil de, bu cümlenin
üç kelimeden ibaret olması
incitmişti beni. Kanal Türk’te
de geçmişte program yapmış ve
kovulmuştum. (Kovulduğum
tek yer Kanal Türk’tür.) “Ters
Cephe” adlı programda sırf
“KCK operasyonları sırasında
tespih taneleri gibi dizilen insanların görüntüsü hoş olmadı” ve
“İlker Başbuğ’un tutuklanması
doğru değildir” dediğim için,
programdan sadece bir gün
sonra kanalla yolumu ayırdılar.
• Galiba bu kovulma, İpek
Ailesi’nin istememesine
rağmen olmuştu…
Evet! Sonradan kulağıma
geldi, Akın İpek’in annesi Hanımefendi beni çok severmiş,
“Bu çocuğa yanlış yapıldı” diyerek
üzüntüsünü dile getirmiş.
• Sevgili Fikri, bu örgüt mensubu kişilerle hâlâ görüşüyor musun?
Evet, hâlâ görüşüyorum.
Ancak Türkiye öyle bir noktaya
geldi ki, çok sıcak sohbetler
ettiğim o arkadaşlarla her bir
araya gelişimizde Cemaat-İk-
tidar kavgasını konuşuyor ve
birbirimizi incitme noktasına
geliyoruz. Kendi taraflarının
hatalarını da gören ama bağını
koparamayan, uzun yıllardır tanıdığım bu arkadaşlarımı ikna
etmekle mükellef hissediyorum
kendimi. Zira bu kişileri temiz
insanlar olarak biliyor ve ne
savcılarla, ne Emniyet’le ilgileri
olduğunu düşünüyorum.
• Sence fazla bir iyi niyet değil
mi bu? Çünkü sadece kendi
kanallarını ve gazetelerini
takip ederek yaşayan ve
aradan bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ “Biz ne
yaptık ki bize zulmediyorlar?” diyen insanlar var…
Benim arkadaşlarım, Cumhurbaşkanımıza ve partime
küfreden insanlar değiller.
Dolayısıyla önümde iki şık var:
Ya ben o arkadaşlarla konuşup onları ikna edeceğim ya
da birbirimizi kıracağız… Bu
insanlar, yolda görüp de “Dur
şunu bir ikna edeyim” dediğim
kimseler değiller, yirmi yıllık
arkadaşlarım bunlar. Hem bazı
noktalarda ikna etmeyi başarıyorum da. O yüzden konuşmanın bence bir zararı yok. Ama
konuşulamayacak eski arkadaşlar da var. Zira bunlar, ağızlarını
açar açmaz hakarete başlıyorlar.
Bunlarla konuşmuyorum, konuşulmaz da...
“Ey işgüzarlar! Sırf
doğruyu söyledi
diye bu adama zulmetmeyin”
• Paylaştığın Twitter mesajları neden yanlış anlaşılıyor
sence?
140 karakterle yazılan 10
mesaj yazıyorsam, ikisi öne
çıkarılıyor ve karşı tarafça “Bu
bizim talebe!” ilan ediliyorum.
Sonra diğer 8 mesaja bakılıyor ve yine karşı tarafça “Vay
yalaka! Hırsızı destekliyor!”
deniliyor. Twitter’in bu yüzden
oluşturduğu bir sıkıntıyla karşı
karşıyayım. Günlük gazete
köşem yok ki detaylıca anlatayım derdimi.
• Açık bir soru sorayım: Sen
bir “Paralelci Örgüt” mensubu musun?
Ne paralelci, ne örgüt üyesi,
ne de başka bir yapının müridiyim. Ben, mevcut tarikat ya da
cemaatlerden Menzil’e sempati
duyuyorum ama müritlerinden
değilim. Mizacıma uygun olmadığını düşünüyorum.
“Örgüt” kavramı kullanımına
dair bir hamle yapmamı istiyorsan, şöyle bir kıyasla açıklamada
bulunmak isterim: PKK, bir terör örgütüdür; HDP ise onunla
ilintisi olduğuna inandığımız
insanların bulunduğu legal bir
siyasî partidir ve Türkiye’deki
seçmenlerce desteklenmektedir.
Şiddet, silah ve vahşet unsurlarını kullanmayan masum Kürt
seçmenini bu noktada ayırıyoruz yani. Bunun gibi, “paralel
örgüt” konusunda da temiz
insanlarla görevini suiistimal
veya istismar eden, birilerini
jurnalleyen, belge kaçıran suçluları ayırt etmeliyiz.
• Devlet’in onlara karşı
güttüğü bir haksızlık veya
zulüm mü var ortada?
Devlet içerisinde bürokratlar
ve siyasetçiler yer alırlar. AK
Parti’yi destekleyen bütün
bürokratların tamamının temiz olduklarını söyleyemeyiz,
içlerinde işgüzarlar da vardır.
Bu işgüzarlığa şöyle bir örnek
vereyim: Bir tapu-kadastro
memuru, sıkı bir AK Partili,
ancak bu memur, -örneğin- Fatih Koleji’nin arsası
hakkında yapılan bir işlemin
yanlış olduğunu dile getiriyor;
bunu duyan daire amiri, AK
Parti’ye hiçbir bağlılığı yokken,
sırf memura karşı tavra sahip
olduğu için bu ifadeyi kullanıyor ve o memurun sürülmesini,
ceza almasını sağlıyor. İşte bu,
vicdanları yaralayan bir durumdur!
Yavuz Selim
Bu noktadan hareketle hedef
kitlemin devlet aklı olmadığını belirteyim. İşgüzarlara
karşı demek istiyorum ki, “Ey
işgüzarlar! Bu açığa aldığınız
adam iyi bir AK Partili. Sırf bir
doğruyu söyledi diye bu adama
zulmetmeyin”. Benim derdim
baştan sona bu!
MİT tırlarının durdurulması
hadisesiyle ilgili olarak paralel
yapıya yakın veya mensup bazı
isimler şunu diyorlardı: “ElKaide’ye giden silahlar vardı o
tırlarda…” Aradan bir ay geçti,
gündeme şu oturdu: “O tırların
içinde Kısıklı’daki villadan çıkarılan dolarlar dolduruldu ve yurtdışına götürüldü…” Daha sonra
da başka bir iftirayı taşıdılar
gündeme. Aynı konuya farklı
deliller üretmek zulümdür!
Ancak bir de şöyle bir örnek
vererek sorayım: NT kitap-kırtasiyenin kasa görevlisi olan bir
kızcağız, sülalece AK Parti’ye
oy vermiş ve yine verecek biri.
Hiçbir şeyle ilgisi olmaksızın
ekmek parası için orada çalışıyor. Daha sonra KPSS’ye
giriyor ve mülakata alınıyor.
Çalıştığı iş yerleri sorulduğunda
NT referansıyla karşılaşılıyor ve
hakkı olan işe alınmıyor. İşte bu
da zulümdür! Yani nasıl yalan
delil üretmek zulümse, bu hakkı vermemek de zulümdür.
gayret edip can kurtarmaya
çalışan bir yapı (devlet) var.
Bu kurtulma gayreti içindeyken etrafında olan bazı
kimseleri yere düşürüyor bu
yapı. Bu anda yere düşenler
kurtulma gayretindeki yapıya (devlete) küsmeliler mi,
küsebilirler mi?
Elbette hayır! Benim tek
isteğim, bu olurken hatâların
minimize edilmesi. Zira küçük
denilen hatâlar, her yerde küçük
küçükken toplamda büyük
zararlara işarettirler.
• Söz konusu sürecin başlangıcından beri sırf soruşturmaları sulandırmak
için ortaya atılan “Ona
dokunma! Buna dokunma!”
çıkışının bir izahı olabilir
mi? Devletin karşısında
şöyle bir yapılanma var:
Yaptığı her hareketle devletin hamlelerinden boşluklar
elde eden ve devleti her
seferinde o hamlelere karşı
savunma yapmakla uğraştıran bir örgüt…
Konuya şöyle bakıyorum:
Mesele, insan meselesi değil,
devletin bekası meselesidir. Ben
“Meşru devlet mi, paralel mi?”
diye sorulduğunda bu yüzden
“İlle de meşru devlet!” derim.
Teşbihte hatâ olmaz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
PKK ile ettiği mücadeledede
elbette devletten yanaydık.
Ancak devletin imkânlarını,
kudretini, ismini kullanan bir
komutan, Cizre’nin bir köyünde yaşayan vatandaşlarımıza
dışkı yedirmeye kalkarsa, ona
tepkimi göstermemeli miyim?
“Gösterme! Etme!” diye diye
30 yıl boyunca edilen mücadelenin geldiği boyutları hepimiz
gördük. İşgüzar komutanların
bu tür işkencelerinden dolayı
PKK daha da büyüdü. Şimdiki
girişimler o yüzden daha cesur
ve daha etkin çözümler sunuyor
bize. İstiyorum ki buradan yola
çıkarak daha etkin çözümler
bulunsun ve masumlara zulmedilmesin.
“Paralel yapı,
devleti ele geçirme
gayesiyle hareket
eden bir örgüttür”
• Bu söylediklerine katılıyorum. Ancak karşımızdaki
bu örgütün hayâlet kadroları, arkasında da devasa
güçler var. Verilen mücadelede birtakım eksikliklerin
olabileceği ama bunların da
telafi edileceği ihtimaline
inanmamız gerekmez mi?
Ben tabiî ki buna inanıyorum. Zira bu tür yapılar
karşısında devlet ilelebet payidar kalacaktır. Herkes gider,
bütün isimler geçer, ama devlet
Ben Tayyip Erdoğan’a
“firavun” veya “hırsız” demiş olsaydım, bugün bu örgütün gazete
ve televizyonlarında olur, büyük paralar kazanırdım. Birileri gibi,
uhreviyat izafe ederek Sayın Erdoğan’a methiyeler düzseydim, bazı
işgüzar gazete yöneticileri tarafından yine bir yerlerde yazdırılırdım.
Ama ben vicdanen müsterihim...
Ergenekon ve Balyoz
dâvâları esasen doğru yürütülüyordu. Kuddusi Okkır hakkında “Paranın başındaydı!” diye
haber yapıldı. Ancak sonrasında
gerçek ortaya çıktı. O konuda
da o isme zulmedilmişti. Bütün
bunları söylemek, “oraya buraya
sinyal çakmak” değildir. Hem
oraya, hem buraya sinyal çakan
adam, iki tarafın da yanlışlarını
görmeyen adamdır.
• Bir tarafta bir millete, devlete kasteden birileri var.
Namluya mermi sürülmüş,
nişan alınmış, tetik çekilmiş… Diğer tarafta da mermiye hedef olmamak için
özel sayı 101 2015
153
HABERA JANDASÖYLEŞİ
payidar kalacaktır, hem de
ilelebet…
• Terör, yalnız silahlı şiddet
eylemi içeren kamusal
bir eylem değildir. Zira
terörün amacı, kamuyu
kitlesel araçları kullanarak
ayaklandırmaktır. Velev ki
karşımızdaki bir “silahlı
terör örgütü” niteliğinden
kendini sıyırıyor görünse de
tetikçileri vasıtasıyla silah
da kullanmıştır, cinayet ve
suikast de işlemiştir. Tabanı
bir tarafa bırakarak, onların
hiçbir şey bilmediklerini,
göremediklerini düşünüyoruz. Peki, yukarıdaki yönetici yapıyı bir dinî cemaat
olarak mı, yoksa bir terör
örgütü olarak mı niteliyorsun?
“Örgüt” kelimesi tek başına,
“teşkilat, yapılandırılmış organizasyon” demek... O yüzden
terminolojiyi burada yaptığımız
gibi doğru yerlere oturtarak
kullanmakta fayda var. Ve bu
terminolojiyi kullandığımızda
bir örgütün terör örgütü olduğu
sonucu çıkarılabilir.
Ayrıca açtıkları eğitim kurumlarında verdikleri eğitimle
çok başarılı oldular. Seküler bir
hizmet vermemiş olsalardı kendilerine “cemaat” diyebilirdik. O
yüzden din terminolojisindeki
“cemaat” kelimesini de bunlar
için tam olarak oturtamıyorum
ben. Devletin içerisine, belli
bir gayeye ulaşmak maksadıyla
sızmaları ya da ülkenin millî
menfaatleri doğrultusunda
–bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne
kadar İsrail’e çok net şekilde
tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı
var bu yapının. Bunu en azından kendi içlerinde yapmalılar.
Dolayısıyla üst kademe, devleti
ele geçirme gayesiyle hareket
eden bir örgüttür.
Bu örgütün belli makamları
ele geçirme gayesi taşımasına
154
özel sayı 101 2015
şöyle bir açıklama getirmekte
fayda var: Belli makamlara
gelen insanların çeşitli dünya
görüşlerine sahip olmalarında
bir problem yoktur. Öncelikle kendini saklayarak belli
makamlara gelmek, etik bir
problemdir. Geldikten sonra o
makamı suiistimal ve istismar
etmek hukukî ve siyasî bir
problemdir. Hele o makamı
hileyle ele geçirme konusu
varsa ortada, bu durum hem
ahlakî (etik), hem hukukî, hem
de siyasî bir problemdir.
“Gülen’in her
alanda aktif
olduğunu
görmek, büyük bir
aldatılmışlık hissi
verdi”
• Fethullah Gülen’e dair düşüncelerini alabilir miyim?
Hayatımın hiçbir döneminde
Gülen’in vaazlarından etkilenen
bir adam olmadım. Onun dinî
ve millî çerçevede sarf ettiği söz
ve tavırla benimkisi örtüşmüyor. 17 Aralık, bu mânâda kendisine bakışıma bir değişiklik
getirmedi.
Fethullah Gülen’in öncüsü
olduğu okulları gezip görmüş,
verdikleri eğitimi bilen biri
olarak daha evvel onları öven
yazılar kaleme aldım. Zira Fethullah Gülen ve oluşturduğu
yapının, siyasetin bu kadar içinde olduğunu düşünmüyordum.
Bir siyasî lider formatından da
üst bir seviyeye bürünerek her
alanda aktif olduğunu görmek,
açıkçası büyük bir aldatılmışlık
hissi verdi. Bu ülkenin yüzde
52’sinin desteğini almış birine
karşı “firavun” diyen birinin
saygı ile karşılanacak bir durum
olduğu kanaatini taşımıyorum.
Keza, bir cemaate yakın bazı
yetkililerin yanlışını dile getirirken, o cemaate gönül vermiş
insanlara “sülük” demenin de
saygıyla mukabele göreceğini
düşünmüyorum.
• KPSS skandalı hakkındaki
düşüncelerinin öğrenebilir
miyim?
Söz konusu KPSS 2010
yılında yapılmıştı, yani üzerinden 4 yıl geçti. O yıl hile yapıldığına dair veryansın edilirken,
sırf Sözcü gazetesi yazdı diye
bizler itimat göstermedik. Bu
noktada ihmalkârlık gösterildiğine inanıyorum. Bizi aldatan ve devleti ele geçirmeye
çalışanlar, işte bu noktada başarılı olmuşlar demektir. Güvendiğimiz insanlar da olsalar,
haklarında öne sürülen iddiaları araştırmalı, bu iddiaları
ihmâl etmemeliydik. “Bunların
alnı secdeye değiyor, bunlardan
zarar gelmez!” diyenleri çok
duyduk, çok gördük. İster cemaat, ister AK Parti’den olsun,
“Alnı secde gören”in hırsızlık
yapması mubah değildir; puan
çalmak da hırsızlıktır, ihalede
para çalmak da...
“Tarih, onların
mağlup olduklarını
kaydedecek”
• Fikri Akyüz, “Bizim” dediği
kesim tarafından neden
yanlış anlaşılıyor? Neden bir
kısım insan “Fikri Akyüz
paralelci mi?” diye soruyor?
Bu konu üzerinde bir özeleştiri yaptın mı hiç?
Her zaman özeleştiri yapan
biriyimdir. Dolayısıyla her
söz ve yazımın arkasındayım.
Hâlihazırda kaotik bir zemin
var ve insanlar, manzaralara ve
konulara görmek istedikleri
gibi yaklaşıyorlar. Ben Tayyip
Erdoğan’a “firavun” veya “hırsız”
demiş olsaydım, bugün bu örgütün gazete ve televizyonlarında olur, büyük paralar kazanırdım. Birileri gibi, uhreviyat izafe
ederek Sayın Erdoğan’a methiyeler düzseydim, bazı işgüzar
gazete yöneticileri tarafından
yine bir yerlerde yazdırılırdım.
Ama ben vicdanen müsterihim.
Bana bir Twitter mesajımı
gösterip “Sen paralelcisin!” diyemezler. Aynı şekilde başka bir
mesajımı gösterip “Sen yalakasın!” da diyemezler. Kaldı ki,
iki hitaptan da nefret ederim.
Nefret ettiğim bir söylemi hak
edecek ne bir söz ederim, ne de
bir yazı yazarım.
• Gülen hakkındaki yargılama sürecine ilişkin ne düşünüyorsun?
Hakkında dâvâların açılması
zaten gayet doğaldır. Hukuken söylüyorum, hakkındaki
tutukluluk istisna olmalıdır.
İyi bir yargılama sonrasındaki mahkûmiyet veya beraat
kararını bekleyeceğiz. Ancak
önemli olan tutuklamak değil, yargılamak ve bu sürecin
altyapısını iyi hazırlamaktır.
Tutukladığınız kişi tahliye de
olabilir, beraat de edebilir. Şu
anki operasyonlarda, diğer
önemli davalarda bunu görmüyor muyuz?
• Bundan sonraki süreci nasıl
değerlendiriyorsun? Erdoğan ve örgüt açısından bu
silsile sence nasıl bir sonuca
erecek?
Kumpas kurmakla suçlanan
isimler ve daha sonra bu isimlere ekleneceklerin hak ettikleri
cezalarla cezalandırılacakları
kanaatindeyim. Ayrıca söz
konusu paralel yapının gittikçe
zayıflayacağını düşünüyorum.
Tarih şunu kaydedecek: “Bu
devlet içinde devleti ele geçirmek
isteyenler vardı, ancak bu mücadeleden söz konusu kimseler
mağlup ayrıldılar!”
“Ses getiren
bir medya arzu
ediyorum”
• Hükümet’e yakın medyayı
değerlendirir misin?
AK Parti, altyapı ve hizmet
noktasında Türkiye’de 80 yılda
yapılanları 13 yıla sığdırdı.
Ancak artık kültür ve eğitim
noktasında gelişim politi-
kalarına ihtiyaç var. 13 yılda
büyük badirelerden geçildi.
Ukrayna, Suriye, Mısır, Irak ve
Yunanistan’la etrafımız büyük
olaylara tanık oldu. Türkiye’de
kapatma dâvâları, muhtıralar,
suikastlar, başörtüsü ve “Çözüm Süreci” gibi birçok başlık
konuşuldu. Böyle bir ortamda
istikrarın oturtulması konusu
öncelik kazanmalıydı.
İşte bu yüzden kültür ve
eğitim ayağının bugüne kadar
eksik kalmasını anlayabiliriz.
Ancak 7 Haziran seçimlerinden sonra 4 yıl seçim yok.
8 Haziran’dan başlamak üzere
büyük ve devrimsel kararlar
alınmasını temenni ediyorum.
Bu 12-13 yıl içerisinde şekillenen medya, maalesef hakkında
güzel düşünülebilir bir yapı
kazanmadı. Bu toplumu sağlıklı
şekilde bilgilendirecek ve entelektüel yetiştirecek minvalde
gayret gösterecek bir medyaya
ihtiyaç var. Bu konuda şimdikiler bir gayret göstermiyor ve
devşirmelerle, nevzuhur isimlerle yürüyorlar. Koca bir dâvâ
böyle yürütülemez!
Ben 28 Şubat’taki yayınıyla
bilinen Yeni Şafak’ı ve onun
gibi etkili ve etkin gazeteleri
arıyorum. Ses getiren bir medya
arzu ediyorum. Bir adaya gidip
topluma çıplaklıktan başka
bir şey sunmayarak toplumun
kodlarının altına dinamit döşeyenlerle olmaz bu iş!
Hürriyet’in ekiyle
muhafazakâr gazetelerimizin
eklerinin birbirinden farkının
olmadığını görmek, içimi acıtıyor. Taklitle bu işler yürümez!
Hani yerli otomobil için bir
babayiğit arıyoruz ya, adam gibi
bir gazete için de bir babayiğit
aramalıyız!
• Peki, bu gazete ve televizyonların hiç mi faydası
olmadı?
Bazı badireler kolaylıkla
atlatılamayabilirdi, dolayısıyla
bu anlamda faydaları oldu.
Hürriyet’in ekiyle
muhafazakâr gazetelerimizin eklerinin birbirinden farkının olmadığını görmek, içimi acıtıyor. Taklitle bu işler yürümez! Hani yerli otomobil için bir babayiğit arıyoruz ya, adam gibi bir gazete için de bir
babayiğit aramalıyız!
Ancak ilâve oyların gelmesini
de bu medya engelledi. Ben,
Hükümet’i destekleyen medyanın daha tutarlı, ayakları
en sağlam şekilde yere basan
bir yapıya sahip olmasının
istiyorum. Yandaşlıktan gocunmayan ama yalakalık da
yapmayan bir medya benim
istediğim… Eğer böyle bir
medya oluşturulursa, muhtemel destek oranı yüzde 60’a
daha kolay ulaşacaktır.
“Esas oğlan ben
miyim?”
• Fikri Akyüz için bir
hikâyemiz var: Esas oğlan,
sevdiği kızı babasından
istemiş ama baba, “Seni de
severim ama onu başkasıyla
sözledik, bu yüzden sana veremem!” demiş. Esas oğlan
babaya, kızını nasıl sevdiği-
ni mi kanıtlamalı, yoksa bu
sevdadan vaz mı geçmeli?
Esas oğlan ben miyim?
• Evet…
Bakalım o kız da esas oğlanı
seviyor mu? O beni sevmiyorsa,
ben de onu sevmiyorum. O kızın gideceği koca efendi, temiz,
munis bir adamsa hayıflanmam
ama beni almayıp bir psikopatla evlenirse zoruma gider…
• Bir kitap çalışması yürütüyorsun, hakkında biraz bilgi
verir misin?
Oldukça büyük bir arşive sahibim. İnşallah Türkiye’de yeni
bir tür oluşturacak ve ilk niteliği
taşıyacak mukayeseli siyasî içeriğine sahip bir tarih çalışması
içindeyim. Formatı çok farklı
olacak. Hedef kitlemse bölümü
ne olursa olsun bütün üniver-
site öğrencileri olacak. Kitabı
okuyan, son yüzyılı hatmetmiş
olacak.
• Son sorum Sevgili Kardeşim: Hayattan beklentilerin
nelerdir?
Hayata hep umutla baktım.
Zifiri karanlıktan çıkma uğraşında, aydınlığın geleceğine
kavuşma niyetinde olan biriyim.
Türkiye’nin geleceği konusunda ise bir izahım olacak.
Cumhurbaşkanımıza bu konuda çok kızıyorum, zira hedef
olarak 2023 Türkiye’sini ilk
10’da zikrediyor. Neden ilk 5,
hatta 2040’ta da zirveyi zikretmediğine hayıflanıyorum.
Türkiye, potansiyelleri olan bir
ülke ve bu ülkenin lideri olarak
Sayın Cumhurbaşkanımız çok
önemli bir role sahip...
özel sayı 101 2015
155
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ
Ama etrafımız ne yazık
ki bir ateş çemberi! Biz
de maalesef bu ateşin
ortasında yaşıyoruz.
Anadolu medeniyeti
tarihimize bakıyoruz
da, bu topraklarda çok
fazla çatışmanın olduğunu, kan ve gözyaşının
aktığını görüyoruz.
Etrafımızdaki coğrafyalarda da tarih boyu
böyle olmuş. O yüzden
ülke olarak birbirimizi
sevmek, iyi niyetlerle
birbirimizi kucaklamak
durumundayız. Bu ülke,
sığınacak tek limanımız!
***
Biz ev sahibiyiz ve “Ensar” tarafında olduğumuz için şükrediyoruz.
Bizim geleneğimizde
“Ensar” olmak, kucak
açmak var. Suriye’de,
2011’de başlamış savaş. Esed’in zulmünden
kaçanlar, Türkiye’yi bir
güvenilir liman olarak
görmüş ve gelmişler...
***
Orada arkadaşlarla
şunu dedik: Bu insanlar
vatanlarında nasıl bir
zulüm ve işkenceye
tâbi tutulmuşlar da
burada, bu şartlara razı
oluyorlar, bu şartları
tercih ediyorlar? Fakat
bakıyorsunuz ki, onlar
Urfa’da memnunlar.
İnanılamayacak kadar
kötü kış şartları, dört
duvar arasında, hatta
duvar bile değil, çadırlarda mes’ud olduklarını görüyorsunuz. Bir
hanım üç gün önce
doğum yapmış; hava
156
özel sayı 101 2015
Hilmi Türkmen
Üsküdar Belediye Başkanı
Nesrin Çaylı // [email protected]
Ensar
olmanın
şükrü
nasıl edâ
edilir?
B
İR coğrafyanın göklerinde kuşlar
kanat çırpıyorsa o coğrafyanın verimliliğine, çok çocuk varsa ve o çocuklar
mutlu ise o coğrafyanın güçlü bir geleceğe sahip olacağına işaret ettiğine
inanıyorum. Benim ülkemin göğünde
kuşlar kanat çırpıyor Elhamdülillah!
Çocukların ve gençlerin yüzü eskisinden daha çok gülümsüyor.
>> Üsküdar Belediyesi, çocuklara ve gençlere yönelik
ciddi çalışmalara imza atıyor.
Yaşadığım semtin belediyesi
muhalefetten olunca, yaşadığım semte uzak olmasına rağmen böyle güzel projeler gerçekleştiren belediyelerin çalış-
malarını -örnek teşkil etmesi için- duyurma gayretine düşüyorum.
Hele ki çocukları ilgilendiren ve onların tertemiz dünyalarını zenginleştirmeye yönelik
yapılan işlerse bunlar, “Durmak olmaz!” diyorum.
Yaklaşık 10 yıldır atölyemde, sanatın renkleri, şiirin ahengi ile çocuk dünyalara renkçe ve Türkçe konuşmanın nasıl güzel bir şey olduğunu öğretmek için çabalıyorum.
Ve o masum kalplerden beslenerek, yanımızda yöremizde kol gezen çirkinliklere direnebiliyorum. Bu yüzden çok
önemli buluyorum çocuklara
yapılan her bir yatırımı, verilen tüm emekleri ve de gönülden kutluyorum.
İşte Üsküdar Belediyesi, geçtiğimiz günlerde çocuklar ve gençlerle ilgili güzel çalışmalarına iki yeni proje daha
soğuk, bebek ağlıyor
beşikte; bebeğini emzirmesi gerek ama yeterli
gıdaları yok… Soruyoruz
bu manzarayı görünce
“Burada olmaktan memnun musunuz?” diye...
“Evet!” diyorlar, “Bizim
ülkemizde zulüm var,
katliamlar var, tecavüz
var, şiddet var... Burada
en azından güvendeyiz,
huzurdayız”.
***
Her yerde söylüyorum:
Cumhuriyet’in 92. yılındayız, değil mi? 80. yılı,
2003... Cumhuriyet’ten
sonra 80 senede yapılanları terazinin bir kefesine, son 12 yılda yapılanları da diğer kefesine
koyun, hangi sahada
olursa olsun, son 12
yılda yapılanlar kesinlikle daha ağır basar.
***
Neticede, iktidarın
hizmetleri ve bizlerin
yereldeki hizmetleriyle
boy ölçüşemezler, öyle
bir ufukları yok! Bu
millet de bunu görüyor.
Düşünebiliyor musunuz,
bir parti, 2001’in 14
Ağustos’unda kuruluyor, kurulduktan 14 ay
sonra, 3 Kasım 2002’de
seçiminden tek başına
iktidar olarak çıkıyor.
12 yıldır iktidarsınız,
içinizden iki Cumhurbaşkanı çıkarmışsınız
ve yine Allah’ın izni ile
bu iktidar devam ediyor.
Dünya siyasî (partiler)
tarihinde böyle bir başarı yok! Bu kolay bir iş
değil ki...
özel sayı 101 2015
157
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Kartı teslim ediyoruz ve kolilerle dolu belediye araçları ve çalışanlarıyla görünmüyoruz bile. Gösterişten uzak, hakikî ihtiyacı karşılayabilecek bir yöntem bu.
Gösterişe ihtiyaç yok! Orasında değiliz ki işin... Yaşlı, fakir ya da paraya muhtaç
kimsenin de onuru ve gururu var. Onu kıramayız. Siyaset uğruna niçin yaşlı annemizin, babamızın, teyzemizin, ablamızın onurunu incitelim!?
ekledi. Dergilerimiz Kültür
Ajanda ve Haber Ajanda ise bu
iki çalışmaya gönülden destek
verdi. Atölyem “Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi”nin öğrencileri olan “Bahar Çiçekleri”
de “Suriyeli mülteci kardeşlerine” oyuncak armağan eden Üsküdar Belediyesi’ne heyecanla
desteklerini sundular.
Evet, bu iki güzel projenin
ilki, “Onları sevindirmek çocuk
oyuncağı!” sloganı ile başlatılan
oyuncak kampanyasıydı.
İkinci güzel proje ise, 7 dönümlük bir arazi yalnız çocuklara tahsis edilerek, onları sanal
ortam oyunlarından ve ekran
karşısından kurtaracak, toprakla hemhâl olmalarını sağlayacak bir proje. Sloganları ise harika: “Üsküdar’ın fidanları toprakla buluştu!”
İşte beni heyecanlandıran bu
158
özel sayı 101 2015
iki projenin detaylarını öğrenmek ve genel seçim arefesinde
Üsküdar Belediye Başkanı Sayın Hilmi Türkmen’in değerlendirmelerini almak üzere Sayın Başkan’la güzel ve samimî
bir söyleşi gerçekleştirdik.
Aynı zamanda AK Partili belediyelerde sayılı özel kalem müdirelerinden biri olan Üsküdar
Belediyesi Özel Kalem Müdiresi Gülsüm Hasbal İsmailoğlu ile
kampanyayı değerlendirdik.
Evet, gündemimiz çocuk
olunca, masum kalplerin ve zihinlerin hayatın çirkinliklerinden korunması için yapılan her
çalışmanın birer fiilî dua olduğunu düşünüyor, sizleri söyleşimizle baş başa bırakıyorum.
***
“Bu ülke, sığınacak
tek limanımız!”
• Yakın zamanda çocuklarla
ilgili iki güzel projeyi hayata geçirdiniz. Bu çalışmalarınızdan söz etmeden önce,
Hükümetimizin mültecilerle ilgili duyarlılığı hakkında
neler söylemek istersiniz?
Öncelikle, bu hayırlı çalışmamızdan insanların haberdar olmalarını sağladığınız için teşekkür ediyorum...
Bizim medeniyetimiz, inançlarımız ve geleneklerimiz, bize
yardımlaşmayı, “neme lazımcı”
olmamayı, paylaşmayı, “komşusu açken tok yatmamayı” öğretir, tavsiye eder. Hele bu durum
aç ve açıkta olanlarla, muhtaç
veya savaş mağduru kimselerle ilgiliyse, hele hele de bunun
içinde çocuklar varsa uyumamamız, bu işin peşine düşmemiz lazım.
İnananlar ve Türk halkı ola-
rak ne kadar hamd etsek azdır, zira cennet gibi bir vatanda yaşıyoruz. Memleketimizin
her köşesi muazzam. Her şehrine, her köşesine gitmesek de,
pek çok yere gidip gördük ki
her yörenin kendine ait, muhteşem doğal güzellikleri var. Yerüstü ve yeraltı kaynakları, verimliliği, havası, suyu, bitki örtüsü ile Anadolu’nun her bir köşesi ayrı bir güzellik ve değere sahip. Ama etrafımız ne yazık ki
bir ateş çemberi! Biz de maalesef bu ateşin ortasında yaşıyoruz.
Anadolu medeniyeti tarihimize
bakıyoruz da bu topraklarda çok
fazla çatışmanın olduğunu, kan
ve gözyaşının aktığını görüyoruz. Etrafımızdaki coğrafyalarda da tarih boyu böyle olmuş. O
yüzden ülke olarak birbirimizi
sevmek, iyi niyetlerle birbirimizi
kucaklamak durumundayız. Bu
ülke, sığınacak tek limanımız!
• Evet, tasvir ettiğiniz bu coğrafyada yaşamanın şükrünü
edâ etmeli...
Doğru! Bugün Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da kan ve
gözyaşı hâkim. Onlar için sığınacakları bir liman var; onlara Türkiye kapılarını açtı. Cumhurbaşkanımız, yetkililerimiz,
Hükümetimiz, devlet büyüklerimiz, -sağ olsunlar- “serbest sınır-açık sınır” ilkesi uyguladılar ve savaştan, zulümden kaçanlar, kendilerini Türkiye’ye,
Anadolu’ya attılar. Hamd ediyoruz ki huzurlu, zengin ve
mümbit topraklarımız var.
Ensar olmanın
şükrü
• Mülteciler hakkında muhalif görüşler ve memnuniyetsizlikler var. Sizce mültecilerin durumunu nasıl okumalıyız?
Şu an ülkemizde, sadece
Suriye’den savaş sebebiyle göç
eden 2 milyon mülteci var ve
bunun 500 bini çocuk. Bugüne
Nesrin Çaylı
kadar bu mülteciler için ödenen
kaynak, 5 milyar dolar. Hamdolsun, var ki harcanıyor. Bir
zamanlar çalışanlarımızın maaşını ödeyemeyen bir ülkeydik,
bugünse yardımlardan söz ediyoruz. Helali hoş olsun! Keşke
daha çok imkân olsa, daha çok
yardımlaşsak...
Biz ev sahibiyiz ve “Ensar”
tarafında olduğumuz için şükrediyoruz. Bizim geleneğimizde “Ensar” olmak, kucak açmak
var. Suriye’de, 2011’de başlamış
savaş. Esed’in zulmünden kaçanlar, Türkiye’yi bir güvenilir
liman olarak görmüş ve gelmişler, kapılarımızı açmışız. Başta
sınır illerimiz olan Hatay, Şanlıurfa, Gaziantep, Kahramanmaraş ve o civarda olmak üzere bütün illerimizde Suriyeliler
var. Hatta İstanbul’da da mevcutlar…
Tabiî göçen ya da iltica eden
mültecilerin hayat şartları zor;
Suriye’de kim bilir ne güzel bir
hayatları vardı... Bağ bahçe sahibiydiler belki de... Ama bir
gece ansızın yollara düşüp geldiler, ansızın fakirleştiler. Bir
günlük iş… O yüzden bu dünya kimseye kalmaz! Kimse “Ne
oldum?” demesin! “Ne olacağım? Yarınımız ne olacak?” demeliyiz.
Mülteci
kamplarından
kelimelerle bir resim
• Son projenizden biri, Suriyeli mülteci çocuklara yönelik… Daha önce mülteci kamplarında bulundunuz mu?
Bundan üç ay önce AK Parti İl Başkanlığı, Suriyeli mülteciler için bir yardım kampanyası düzenledi. Sloganımız şuydu: “Kış soğuktur, üşütür; İstanbul’un kardeşliği ısıtır...” Bu kampanyaya AK Partili belediyeler olarak destek olduk; 150 tırı aşan miktarda yardım toplandı.
• Nasıl duygular yaşadınız?
Suriyeli mülteci kardeşlerimizin hâlleri, tepkileri nasıldı?
İçerisinde sobalar, ısıtıcılar,
giyecekler ve yiyecekler, sağlık ve hijyen malzemeleri olan
150 tırla Şanlıurfa’ya vardık,
kampları ve evleri ziyaret ettik.
Ne yazık ki, gördüğümüz perişan hâlden ötürü insanlığımızdan utandık! Orada arkadaşlarla şunu dedik: Bu insanlar vatanlarında nasıl bir zulüm ve işkenceye tâbi tutulmuşlar da burada, bu şartlara razı oluyorlar, bu şartları tercih ediyorlar? Fakat bakıyorsunuz ki, onlar Urfa’da memnunlar. İnanılamayacak kadar kötü kış şartları,
dört duvar arasında, hatta duvar
bile değil, çadırlarda mes’ud olduklarını görüyorsunuz. Bir hanım üç gün önce doğum yapmış; hava soğuk, bebek ağlıyor
beşikte; bebeğini emzirmesi gerek ama yeterli gıdaları yok…
Soruyoruz bu manzarayı görünce “Burada olmaktan memnun musunuz?” diye. “Evet!” diyorlar, “Bizim ülkemizde zulüm
var, katliamlar var, tecavüz var,
şiddet var... Burada en azından
güvendeyiz, huzurdayız”.
• Ziyaretinizden bir resim istesek, o resmi kelimelerle
nasıl çizersiniz?
Ayakları çıplak çocuklar...
İmkânsızlık, temizliğe dahi engel olmuş; yaralıları var, üşüyorlar... Küçücük bir oyuncak verince açlıklarını unutuyor, hemen oynamaya başlıyor ve gülümsüyorlar. Çocuk işte!..
• “Onları sevindirmek çocuk
oyuncağı!” şeklinde sloganlaştırdığınız kampanyanız
bu ziyaretin sonrasında mı
planlandı?
Evet, o tecrübemizden sonra Üsküdar’a dönünce, bu çocukların mutluluk vesilesi olmayı istedik. 500 bin çocuktan
söz ediyoruz; geldik ve hemen
arkadaşlarla istişarelerimizi yapıp bir kampanya hazırlığına
giriştik. Sloganımız da çok güzeldi: “Onları mutlu etmek çocuk oyuncağı!” Çocukları mutlu etmek isterseniz, bu iş, oyuncak kadar kolaydır aslında. Gerçekten alaka çığ gibi büyüdü.
Oyuncaklar kumbaralarımızda
birikti. Biliyorsunuz, 23 Nisan,
çocuklara atfedilmiş tek millî
bayram ve dünya çocuklarının
bayramı. İşte biz de 23 Nisan
günü, Çocuk Bayramı’nda, savaşın çocukları “mutlu olsunlar” diye Üsküdar’ın çocuklarıyla Urfa’ya gittik.
Sabah 07:00’da başladı yolculuğumuz. İlk durağımız, Suriyeli çocukların eğitim gördüğü
bir okul oldu ve orada 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarına katıldık. Üsküdarlı çocuklar, Suriyeli yaşdaşlarına kendi elleriyle bizzat teslim ettiler hediyelerini. Bayram işte bu!
Alan bayram etti, veren bayram etti… En önemlisi de çocuklar bayram etti! Dahası, sebep olanlar ve emeği geçenler
de bayram etti. Tam bir 23 Nisan Çocuk Bayramı oldu...
“Çocuklar mutlu,
biz mutluyuz!”
• Kaç kumbaranız vardı ve bu
kumbaralar nerelere konmuştu?
Aslında Üsküdar sınırları
içindeydi proje, 180-200 kumbaramız vardı; fakat duyan arıyor, biz de kumbaralarımızı
farklı ilçe ve illere gönderiyorduk. Üsküdar Belediyesi’nin bir
kampanyasıydı bu, fakat herkes
sahiplendi. Devletin en tepesinden en ücra köşesine kadar ulaşan bir kampanya oldu. Sayın
Cumhurbaşkanımız, Hükümetimiz, bakanlarımız, milletvekillerimiz, STK’larımız kumbaralarımıza oyuncak attı.
• Oyuncakların kullanılmış veya yeni olması önemli miydi?
“Kullanılmamış” olması konusunda hassasiyetimiz yüksekti. Bu anlamda uyarılarımız
oluyordu. Paketinde ve yeni
bir oyuncak olmalıydı. Daha
önemlisi “Şiddet içerikli oyuncaklar gönderilmemeli!”ydi...
• Kumbaralara atılan oyuncaklar için bir denetleme var
mıydı, gelen oyuncaklar değerlendirilip uygunluğuna
göre mi ayrıldı?
Evet, oyuncaklar hem paketli, hem de hijyenik olması açısından, ayrıca yaş sınırlarına uygunluk bakımından değerlendirilip ayrıldı. Satranç takımları,
bisikletler, bebekler, arabalar, kız
ve erkek çocuklarının ilgi alanlarına göre sınıflandırıldı. Bunları güzelce koliledik ve içinde
ne olduğunu ve miktarını kolinin üzerine yazdık.
Ömrümüz
kandilsiz kalmasın!
• Bu yıl 23 Nisan’ın bir başka
güzelliği daha vardı: Regaip
Kandili...
Evet, Regaip Kandili olması dolayısıyla Şanlıurfa’da Balıklı Göl’deki “Hz. İbrahim’in
makamı” diyebileceğimiz camide bir de kandil programı icra ettik. Şanlıurfa Müftümüz ve Valimiz ile görüştük,
Üsküdar’dan ülkemizin seçkin hafızları ve mevlithanlarıyla birlikte gittik, yanımızda da
10 bin paket kandil simidi götürdük ve çadırlarda, kamplarda, okullarda ve camide dağıttık. Böylelikle bir Üsküdar klasiğini de Şanlıurfa’ya taşımış olduk. Günübirlik, ama dolu dolu
bir program oldu.
• Sayın Başkanım, olmasını
isteyip de sahip olmadığınız
bir oyuncak oldu mu hiç?
Benim hiç oyuncağım olmadı. Günümüzde oyuncak olarak
gördüğümüz o güzel oyuncakların hiçbiri yoktu. Bizim köyde tahtadan yapılma bir kızağı-
özel sayı 101 2015
159
HABERA JANDASÖYLEŞİ
görüldüğü gibi, duyarlılığınızı belki de toprakla temas
halinde olan çocukluğunuza borçlu olabilir misiniz?
Çok doğru! “Toprak, çamur”
diyoruz ya, biz, Üsküdar Belediyesi olarak bir ilki daha gerçekleştirdik ve bir örneği daha
olmayan şu projeyi geliştirdik: Üsküdar Belediyesi Bilgi
Evleri’nde 30 bine yakın çocuk
eğitim görüyor. Kuzguncuk’ta
vakıflara ait bir bostan vardı, orayı kiraladık ve yeniden
6-7 dönümlük alanı bahçe olarak düzenledik. Bu bahçeye bilgi evi çocukları geliyor; domates, salatalık, biber, patlıcan gibi
fideleri dikiyorlar. Her bilgi evinin bir bahçesi var. Oranın sahibi de bilgi evi çocukları. Geçen haftalarda fidelerimizi birlikte diktik.
• Dikilen fidelerin bakımından da çocuklar mı sorumlu olacak?
Üsküdar Belediyesi, geçtiğimiz günlerde çocuklar ve
gençlerle ilgili güzel çalışmalarına iki yeni proje daha
ekledi. Dergilerimiz Kültür Ajanda ve Haber Ajanda
ise bu iki çalışmaya gönülden destek verdi. Atölyem
“Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi”nin öğrencileri
olan “Bahar Çiçekleri” de “Suriyeli mülteci kardeşlerine” oyuncak armağan eden Üsküdar Belediyesi’ne
heyecanla desteklerini sundular.
mız vardı. Yaylada, özellikle bir
dağın tepesine çıkar, 1-2 kilometre kayardık. Çok tehlikeli
bir oyundu. Kızağımız iyi kaysın diye de annemize söylemeden, (bilirsiniz bizim tereyağımız meşhurdur Trabzon’da) dolaptan yağı alır, kızağımızın altına sürer, kayardık. Arabadır,
bisiklettir, bu tür oyuncaklarımız olmadı bizim...
• Zamane çocuklarından
daha mı mutluydunuz acaba?
Mutluyduk, ancak şöyle ifade
160
özel sayı 101 2015
etmeliyim: Çok doğal, çok sade
bir hayatımız vardı. En önemlisi de toprakla iç içeydik. Şehirlerdeki beton yığınları arasında büyümedik. Çocukluğumuz dağda, bayırda, toprakta,
çamurda geçti. Doğa ile iç içe
geçti çocukluğumuz.
Üsküdar’ın
fidanları
• Toprakla bağımız koptukça
ve beton yığınları arasında
kayboldukça kalplerimizin
katılaştığını düşünüyorum.
Şefkat projelerinizden de
Birkaç günde bir gelip, bahçelerindeki fideleri sulayacaklar. Çocuklarımızı belediye
imkânlarımızla oraya götürüp
getireceğiz, toprakla haşır neşir
olacaklar. Elleri toprağa değecek, üstleri başları toprak kokacak, çamurlanacaklar. Kitaplarda ve manavlarda, pazarlardaki tezgâhlarda gördükleri sebzeleri elleriyle, kendi emekleriyle yetiştirecekler. Bir de toprakta nasıl göründüğünü öğrenecekler. Onlara, “Çocuklar! Artık
anne ve babanızın pazardan hazır alıp getirdikleri domates ve
salatalığı yemeyeceksiniz. Burada kendiniz yetiştireceksiniz ve
çok daha lezzetli olacak” diyorum; çok mutlu oluyorlar, adeta
bu mutlulukla uçuyorlar.
• Üretmeyi de öğretiyorsunuz...
Tabiî… Tüketimden üretime
bir güzel adım bu! Orada da
sloganımız şu: “Üsküdar’ın fidanları toprakla buluştu!”
• Ben bu tür projelerin siyasî
olmaktan çok vicdanî olduğunu düşünüyor ve adına
“şefkat projeleri” diyorum.
Mark Twain, “Şefkat öyle
bir dildir ki kör de görebilir,
sağır da işitebilir” diyor...
Çok doğru bir ifade!
“Siyaset uğruna
değerlerimizi
harcamaktan
kurtulmalıyız!”
• Hangi duyarlılıkla hayata
geçirilmeli bu tür projeler?
Bu tür işler şovla, görüntüyle, gösterişle olmaz! Ancak gönüllülük üzere Allah rızası için
yapılır. “Vatandaşın bir yarasına
merhem olunabiliyor mu?” diye
bakılmalıdır. O zaman bu tür
işler bereketlenir.
• Böylesi hassasiyetle hazırlanmış ve hayata geçirilmiş
başka “şefkat” projeleriniz
var mı?
Biliyorsunuz, belediyeler fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine
kumanyalar halinde paketler
veriyor; biz bu işi kaldırdık ve
kredi kartı gibi bir kart verdik.
Üsküdar’da 5 bin ihtiyaç sahibi
vatandaşımıza kartlarını teslim
ettik. Kartın adı “Üsküdar Destek Kartı”. Vatandaşımız doğrudan kendisi market veya bakkaldan istediğini alıyor. Vatandaşımızın ihtiyacını ucuz gıdalarla sınırlandırmayalım, neye
ihtiyacı varsa onu alsın istedik.
Kartı teslim ediyoruz, işimiz
bitiyor. Artık kolilerle dolu belediye araçları ve çalışanlarıyla görünmüyoruz. Gösterişten
uzak, hakikî ihtiyacı karşılayabilecek bir yöntem bu. Gösterişe ihtiyaç yok! Orasında değiliz ki işin... Yaşlı, fakir ya da paraya muhtaç kimsenin de onuru
ve gururu var. Onu kıramayız.
Siyaset uğruna niçin yaşlı annemizin, babamızın, teyzemizin,
ablamızın onurunu incitelim!?
• Kart sahibi istediği her yer-
Nesrin Çaylı
de bu kartı kullanılabiliyor,
dilediğini alabiliyor mu?
Bu kartla istediği marketten, istediği ürünü alıyor. Mecbur mu bizim vereceğimiz makarnayı, pirinci, çayı, çorbayı
tüketmeye? Gidip yumurta, et
veya kahvaltılık ne ihtiyacı varsa almalı. “Şefkat Projesi” dediniz ya, işte budur! Böyle olması
ve buna doğru gitmemiz lazım.
Artık insanımız da bunu görüyor. Değer vermek, adam yerine
koymak önemli. Siyaset uğruna
değerlerimizi harcama yanlışlığından kurtulmamız gerekiyor.
“Gençlerle ısrarla
arkadaş olmalıyız”
• Çocuklara yönelik oyuncak
ve fidan projelerinizi yakından takip ediyorum. Peki,
gençlere yönelik çalışmalarınız nelerdir?
Üsküdar Belediyesi olarak
gençlerle ilgili çok ciddi hamlelerimiz ve hedeflerimiz var. Ancak bunun yanında ne yazık ki
onlara dair kaygılarımız da var.
Bir sloganımız var: “Gençleri
iyilerle, iyiliklerle arkadaş edeceğiz.”
Her çocuğun arkadaşı, bir
çevresi var. Fakat biz bu çevreyi
iyi insanlardan oluşturmak istiyoruz. İyi insanların uğraşlarıyla uğraşmalarını istiyoruz. Nedir bu iyi uğraşılar? Kültürdür,
eğitimdir, sanattır, spor aktiviteleridir, meslektir... İşte biz bu
gençlerimizin iyi insanlarla buluşması adına çalışmalar yapıyoruz.
Gençler için yeni bir anlayışla bilgi evlerimizde, çocuk akademilerimizde çalışmalar devam ediliyor. Parklarda spor tesisleri oluşturuyoruz, kafeteryaların muhabbet merkezleri
hâlini almasını istiyoruz. Gençler futbolu çok seviyorlar; onlar spor tesislerinde top oynarken, aileleri gelecek, biz gideceğiz ve orada bir sohbet halkası
oluşturacağız.
Gençler bize gelmiyor, öyleyse biz onlara gitmeliyiz ki gidecekleri kötü alanlardan onları koruyabilelim. Gençlerle arkadaş olmamız lazım. Aksi takdirde uyuşturucu, hatta Bonzai gibi illetlerle, başka tür tehlikelerle karşı karşıya kalabilirler. Bu yüzden ısrarla arkadaş
olmalıyız. Biz olmazsak, başka
birileri muhakkak arkadaş oluyor. Yanlış insanlarla arkadaş olmalarını engellemenin tek yolu,
onları bizim arkadaş edinmemizden geçiyor. Çevre çocuğu
etkiliyor; “geleceğimizin teminatı” dediğimiz çocuklarla ilgilenmek, boynumuzun borcudur.
Yüzme, futbol, hentbol, tekvando, güreş ve judo gibi pek
çok faaliyet alanımız var. Geçenlerde, “Doğu sporlarıyla
gençlerimiz ilgilensinler” diye
Burhan Felek Kültür Merkezi’mizi hizmete açtık. Hâsılı,
her işimiz çok önemli, ama
gençlere yapılan yatırım çok
daha önemli. Onları yok sayamayız!
İşe adam değil,
adama iş!
• Bir yıl önce göreve geldiğiniz zaman görüştüğümüzde
ÜSKİM projenizden söz etmiş, 5 yılda 5 bin işsize iş temini yapılacağını söylemiştiniz. Tam bir yıl sonra, “En
az bin kişi işe girmiş olmalı”
desem…
Evet, diyebilirsiniz. Şu an
ÜSKİM’e (Üsküdar İş Merkezi) tam 15 bin müracaat var.
Daha bir yıl henüz dolmuşken
3 bin kişi işe başladı. Bunlar inşallah devam edecek.
Bu önemli bir konu! Bazen
iş arayan işe, işveren de iş arayana ulaşamıyor, doğru kaynaktan
eleman temin edilemiyor. ÜSKİM aracılığı ile doğru işe doğru eleman yahut “yeteneğe uygun iş” bulma noktasında köprü
görevi yapıyoruz. 3 bin kişi işle,
iş veren de doğru kişilerle buluşturuldu. Hamdolsun, bir yıl
dolmadan bu rakama ulaştık.
Biz buna şükrediyoruz…
“Hizmette sınır
tanımıyoruz!”
• Haziran ayında gerçekleşecek genel seçimler hakkında
kısa bir değerlendirme yapmanızı rica etsem...
Az önce de bahsettiğimiz
gibi, güzel bir ülkemiz var. Demokratik ve laik bir hukuk devletiyiz. Demokrasi ile idare edilen bir Cumhuriyetiz. Seçim,
hür irade ile yapılan bir uygulama; hamdolsun ülkemizde darbe dönemleri geride kaldı, vatandaş iradesini sandığa yansıtıyor ve sandıktan çıkan sonuca
göre yönetiliyor. Şu an seçimlere iki aydan daha kısa bir süre
kaldı, yine sandığa gideceğiz.
Vatandaşımız son sözü söyleyecek, karar onun...
• Geçmişten günümüze bir
tablo çizseniz...
Ülkemizde, son 12 yılda
AK Partimiz hem genel idarede, hem yerel yönetimlerin çoğunda iş başında. Baktığımızda,
2002-2015 arası 13 yıllık yolculukta gerçekten de (hamdolsun) bir yerden çok önemli yerlere gelindi. Türkiye, artık hem
içeride, hem dışarıda sözü edilen bir ülke hâline geldi. Eskiden ülkemizin gündemi dışarıda belirleniyordu. Şimdiyse ülkemiz gündem belirler bir hâle
geldi. Dünyada konuşuluyoruz
artık; kendi gündemimizi belirlemekle birlikte, dünyanın da
gündemini belirliyoruz. Dolayısıyla siyasî anlamda itibarımız
arttı, ekonomik anlamda zenginleştik. Dünyanın en büyük
ekonomileri arasına girdik.
Biliyorsunuz, ekonomik
imkânlar yükseldi. Faizlere, enflasyona baktığımızda hayli ciddi bir başarıya ulaştık. Çift ha-
neli enflasyon değerlerini hatırlıyorum da hayâl bile edemezdik tek haneli rakamlara ineceğini. Şimdi tek haneli rakamların 5’ini, 4’ünü beğenmez hâle
geldik.
Terazinin iki
kefesine bir
bakalım…
• Seçmen de aynı şekilde mi
okuyordur yapılanları?
Siyasî ve ekonomik istikrar,
birbiriyle etle tırnak gibidir, ayrılamaz. Milletimiz devamlı bu
istikrara 12 yıldır “Evet!” dedi.
Vatandaşımız ekonomik noktayı görüyor ve bu noktadan geriye dönmeyeceğine de inanıyor.
Dolayısıyla bu seçimler, siyasî
istikrar anlamında önemli ve
sevgili vatandaşlarımız, bu hizmet yolculuğuna, bu proje anlayışına yine “Evet!” diyeceklerdir.
Her yerde söylüyorum:
Cumhuriyet’in 92’nci yılındayız, değil mi? 80’inci yılı, 2003...
Cumhuriyet’ten sonra 80 senede yapılanları terazinin bir kefesine, son 12 yılda yapılanları da diğer kefesine koyun, hangi sahada olursa olsun, son 12
yılda yapılanlar kesinlikle daha
ağır basar.
Eğitim, sağlık, çevre, altyapı,
üst yapı ve dilediğiniz herhangi bir alanı alıp kıyaslayın…
25-26 havalimanı vardı, bugün
52 havalimanı var. 75 üniversite vardı, bugün 176 adet var.
Sadece trafiğe kayıtlı araç sayısı 2002’de 4 milyon, bugün 18
milyon… Hangisini sayalım?!
Derslik sayısı şu an 450-500
bin civarında ki bunun 250300 bini son 10 yılda yapıldı. 850 bin öğretmen var Türkiye’mizde, bunun yarısı son
10 yılda atandı. Şimdi atama
yaygarası koparılıyor maalesef, bunlar üzücü... Çocukların
okul kitaplarının ücretsiz dağıtılması, FATİH Projesi ve ulaşımsa dünya standartlarını aşmış durumda.
özel sayı 101 2015
161
HABERA JANDASÖYLEŞİ // 23 NİSAN URFA ALBÜMÜ
Sosyal huzurun temini ve
geleceğin inşası
Hayrda yarışan, çocukların
kalbine mutluluk, yüzüne taze
bir gülüş armağan eden bütün
projeleri önemsediğimizi belirtiyor, Üsküdar
Belediyesi’nin, bu
ve bundan sonra
imza atacağı “Şefkat Proje”lerini
yerel yönetimlerin, sanata, kültüre, gençliğe ve
özellikle çocuklara yönelik yaptıkları ve yapacakları çalışmaların
destekçisi olacağımızı ifade ederek başarılar diliyoruz. Zira biz,
yerel yönetimlerin gençliğe ve
çocuklara yapacakları her bir yatırımla sosyal huzurun teminine,
geleceğin daha
sağlam inşa edilebileceğine inanıyoruz.
162
Ü
SKÜDAR Belediyesi’nin organize etmiş olduğu “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” sloganıyla gerçekleştirilen Suriyeli çocuklar için oyuncak kampanyasının hayata geçirilişine bizzat şahit olduk. Dergimiz Kültür
Ajanda’nın da yazarlarıyla birlikte gönül desteğinde bulunduğu bu etkinliğe
23 Nisan 2015 tarihinde Şanlıurfa’ya giderek iştirak ettik.
>> Kampanya boyunca, dev
kumbaralarda toplanan oyuncaklar 7 TIR ile İstanbul’dan hareket ederek 23 Nisan günü
Şanlıurfa’ya ulaştırıldı.
Etkinliğe, Yenice
Mahallesi’nde bulunan Suriyeli Misafirler Bilgi ve Eğitim
Merkezi’nin bahçesinde düzenlenen tören ile başlandı. Törene
Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük,
Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanı Celalettin Güvenç, Toplumsal Girişim
Merkezi Başkanı Saadet Gülbaran ile STK temsilcileri ve vatandaşlar katıldı.
Dergimiz adına ise Ajanda Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Selim, Kültür Ajanda Genel Yayın
Yönetmeni Nesrin Çaylı, yazarlarımızdan Mehmet Şeker, Fikri Akyüz ve Nehir Aydın Gökduman katıldı.
Şanlıurfa Belediyesi, Valiliği ve Müftülüğünün de katılımı ve katkıları ile düzenlenen bu etkinlik gün boyu sürdü.
Mülteci kampları ziyaret edildi, Regaip Kandili olması nedeni ile Kur’an-ı Kerim tilaveti ve
mevlit-i şerif okundu, kandil si-
özel sayı 101 2015
mitleri dağıtıldı.
Suriye’de ki iç savaş nedeni ile Türkiye’ye sığınan 2 milyon mültecinin 600 binini bağrına basan, onları her şart ve
imkânları ile kucaklayan Şanlıurfa halkını, gösterdiği büyük
gönüllüklerinden dolayı kutluyoruz.
***
Üsküdar ve Şanlıurfa Belediye başkanlarının, yetkili katılımcıların yaptığı duyarlı konuşmalar, Suriyeli mülteci çocukların söylediği şarkılar ve dağıtılan oyuncaklarla duygusal anlar yaşandı. Türk bayraklarının,
balonların, rengarenk bisikletlerin ve daha pek çok oyuncağın dağıtıldığı bu organizasyonda çocukların sevinci görülmeye değerdi.
Bir çocuğun yüzünde tebessüm olmayı seçen, bu duyarlılıktan ecirden başka bir şey
beklemeyen Üsküdar Belediye
Başkanı Av. Hilmi Türkmen’e,
Urfa Belediye Başkanı Celalettin Güvenç’e her iki belediyenin Sosyal ve Kültür İşleri
Müdürlüğü’ne, emeği geçen bütün güzel çalışanlara, hassaten ve bizzat dergimizi ve ya-
zarlarımızı davet ederek böylesi
bir sevincin ve hayrın bir parçası olmanın huzurunu armağan
eden Üsküdar Belediyesi Özel
Kalem Müdiresi Gülsüm Hasbal
İsmailoğlu’nu tebrik ediyor, teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Alternatif medyanın olumsuz
yaklaşımlarını kınıyor, böylesi kalabalık ve çok kapsamlı bir
organizasyonda olması ihtimal
küçük aksiliklerin büyütülmesinin, yapılan çalışmanın niteliğine dair bir hazımsızlık işareti olduğunu düşünüyoruz.
Son tahlilde, hayrda yarışan, çocukların kalbine mutluluk, yüzüne taze bir gülüş armağan eden bütün projeleri
önemsediğimizi belirtiyor, Üsküdar Belediyesi’nin, bu ve bundan sonra imza atacağı “Şefkat Proje”lerini yerel yönetimlerin, sanata, kültüre, gençliğe ve özellikle çocuklara yönelik yaptıkları ve yapacakları çalışmaların destekçisi olacağımızı ifade ederek başarılar diliyoruz. Zira biz, yerel yönetimlerin
gençliğe ve çocuklara yapacakları her bir yatırımla sosyal huzurun teminine, geleceğin daha
sağlam inşa edilebileceğine inanıyoruz.
Nesrin Çaylı
özel sayı 101 2015
163
HABERA JANDASÖYLEŞİ
ğin önemli. Bırak dedikoduyu,
ne yapıyorsan onu göster!
O yüzden 7 Haziran’da yapılacak olan seçim önemlidir.
Sayın Cumhurbaşkanımız da
bu yüzden, “Bize bu rejim dar
geliyor artık!” diyor. Yeni, sivil bir anayasa ile başkanlık sistemine geçmemiz lazım. Yeni
Türkiye’den bahsediyoruz; öyleyse bu, yeni anayasa ve yeni
sistem demektir. Tabiî bugün
buna karşı çıkıyorlar ama karşı çıktıklarının ne olduğunu bilseler üzülmeyeceğiz, körü körüne bir karşı çıkma var. Bu işi
kişi nezdinde değerlendiriyorlar, ancak mesele kişilerle kaim
değil.
• Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” teorisine göre, ihtiyaçlar tamamlandığında kültür-sanat çalışmalarına ağırlık verilir; gördüğüm
şu ki, AK Belediyeler bu anlamda güzel projeler hazırlıyorlar...
Tabiî... AK Belediyeler olarak bizler, “Su getirdik!”, “Çöp
topluyoruz” demiyoruz, bunları
artık geçtik. Belediyecilik bambaşka bir mecraya doğru gidiyor. Kültür ve sanat adına yatırımlar yapılıyor. Mesela şu an
bir şiir festivali yapıyoruz. Bundan 15 sene önce duysak, bir
belediyenin şiir festivali yaptığına inanır mıydık? Şimdi hizmetin sınırı yok!
• Bu anlamda başka ne tür çalışmalarınız var?
Çok küçük bir örnek daha
vereyim belediyeciliğin geldiği noktayı izah etmesi için: Ülkemizde bildiğiniz gibi memleketinin dışında vefat eden yakınları alıp doğduğu topraklara götürme geleneği vardır.
Biz, ilçemizde vefat etmiş vatandaşımızın cenazesini de, yakınlarını da memleketine götürüyoruz. Hiçbir ücret talebimiz de yok bunun için. Rize’ye,
164
özel sayı 101 2015
Kastamonu’ya, Samsun’a; nereye isterse, oraya…
Son bir iki aydır bir artı
daha ekledik bu hizmetimize:
Cenaze yakınları memleketine
giderken, Bolu’da bir tesis ile
anlaştık ve vatandaşımızın akşam yemeğini karşılamaya başladık. İnsanlarımız bundan çok
memnunlar. Milyonluk projeler yapıyoruz ama inanın onları böyle anlatmıyoruz. Biz,
vatandaşımızın mutluluğundan besleniyoruz; onların hoşuna giden, bizim de hoşumuza gidiyor.
• Bir AK Belediye olarak muhalefeti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim siyasî bir rakibimiz
yok, kendimizle yarışıyoruz.
AK Parti ile yarışacak kalitede,
kalibrede, düşüncede, tarzda
ve ufukta bir siyasî parti yok.
Bakıyoruz muhalefete, söyledikleri ve ürettikleri ortada,
bir projeleri dahi yok. Ancak
Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımıza laf yetiştirme peşindeler. Proje üretmeleri gerekirken sadece söylem üzerinde duruyorlar. Millet boş konuşanla proje üreteni çok iyi
ayırt ediyor.
Neticede, iktidarın hizmetleri ve bizlerin yereldeki hizmetleriyle boy ölçüşemezler,
öyle bir ufukları yok! Bu millet de bunu görüyor. Düşünebiliyor musunuz, bir parti,
2001’in 14 Ağustos’unda kuruluyor; kurulduktan 14 ay sonra, 3 Kasım 2002’de seçiminden
tek başına iktidar olarak çıkıyor. 12 yıldır iktidarsınız, içinizden iki Cumhurbaşkanı çıkarmışsınız ve yine Allah’ın izni ile
bu iktidar devam ediyor. Dünya
siyasî (partiler) tarihinde böyle bir başarı yok! Bu kolay bir iş
değil ki...
“Paralel ihanet bile
işe yaramadı”
• Bunun sırrı nedir?
Bunun sırrı, milletin tam
içerisinden çıkmış bir Liderimizin olmasıdır. Vatandaşın,
2001’deki gibi, yani kurulduğu günkü gibi AK Parti’ye ve
Liderimize güveni aynen devam ediyor; hem de hiç sarsılmadan…
Paralel ihanetler, montajlar bile işe yaramadı. Yaramaz!
Millet bir söylenene bakıyor, bir
de yapılana. Vatandaşımız biliyor ki, ne dediğin değil, ne etti-
Çokça boş işle uğraştık, gereksiz yere çok zaman kaybettik. Bu ülkede başörtüsü,
imam-hatipler, katsayısı meselesi gibi konularla gündem geçirildi. Bu ülkede, yıllarca devlet
dairesinin çay ocağında çalışan
Ayşe Abla’ya müdahale edilmedi, ama başörtülü şefe, müdüre,
doktora bunu çok gördüler…
• Özel Kalem Müdireniz örtülü (Elhamdülillah); bu,
imanlı bir kalbin özgürlüğü
mesela...
Gayet tabiî... Bu ülke hepimizin, öyleyse insanlar arasında bir ayrım yapmanın kime ne
faydası var? Bugüne kadar bundan bir fayda gördük mü? Bunun faydasını bizi sevmeyen, iki
yakamızın bir araya gelmesini
istemeyenler gördü. Onlar mutlu oluyorlar.
Güzel bir ülkemiz var; iklimimiz uygun hamdolsun, yağmurumuz güneşimiz, yeşilimiz,
doğamız çok güzel... Bizi bize
bıraksalar, bu güzel ülkede daha
güzel günler göreceğiz!
Daha güzel günlerin yakın
olduğuna inanıyor, kabulünüz
ve söyleşi için teşekkürlerimi
sunuyorum.
• Ben teşekkür ediyorum…
Nesrin Çaylı
Oyuncak kampanyasını yakînen takip etti Gülsüm Hanım. Fakat hiç şüphesiz, “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” temalı kampanyaya emek ve destek veren çok insan vardı.
Kampanyanın planlanmasından organizasyonuna, konumlandırılmasından yaygınlaştırılmasına kadar hemen her aşamasıyla ilgilenen Gülsüm Hasbal İsmailoğlu ile kampanya
hakkında bilgi aldık.
***
O daha ziyade, yapılan işin örnek teşkil etmesi, diğer yetki sahiplerinin de harekete geçmesi için dua ediyor. Çünkü gözleri ıslak, yüzünden tebessümü çalınmış çocukları görmeye dayanamıyor.
Müdürlük makamında şefkatli bir anne:
Gülsüm Hasbal İsmailoğlu
G
ÜZEL işler, takdir edilesi gayretlerin, kutlanası
emeklerin ürünüdür kuşkusuz. Yetkilerin hayra
vesile olacak projelere kanalize ediliyor olması
ise müreffeh zamanların müjdesi. Bununla birlikte, kendisine verilen yetkiler dairesinde müdürlük makamında bir hanım oturuyorsa, kadına bahşedilen şefkat,
merhamet ve hassasiyet gibi hassaları yitip gitmemişse, ne
çok derde deva, ne çok acıya şifa olunacaktır.
>> Bir de Allah korkusu ile oturuluyorsa o koltuğa, attığı adımın, kurduğu cümlenin hesabı tutuluyorsa
inançla, var olan her bir yetki, huzur,
mutluluk ve başarılı etkilerle tezahür
edecektir.
İşte böylesi duyarlılığa haiz bir hanımefendi, Üsküdar Belediyesi Özel
Kalem Müdiresi olarak görev yapıyor:
Gülsüm Hasbal İsmailoğlu...
Hasbal, makamında misafirlerini tebessümüyle ağırlarken, hiç susmayan telefonlarını ihmâl etmemeye özen gösteriyor, kapısına uğrayan
herkese çözüm üreten en az bir cümlesi oluyor.
Vakit mefhumu biraz farklı işliyor
Gülsüm Hanım’ın. “Mesaisi bitmiştir,
evine gitmiştir, yemeğini yemiş, yorgunluk kahvesini içiyordur artık” dediğiniz bir vakitte arasanız ve saatler
en erken gecenin 12’sini gösteriyor
olsa, onun hâlâ işinin başında olduğunu öğrenebilirsiniz. Ramazansa iftar
yemeklerinde, sabahları halka çorba
servisinde, şiir festivalinde, spor salonunda ve daha pek çok yerde, tahminleri zorlayan zamanlarda onu bulabilirsiniz.
Bununla da kalmayıp pek çok “şef-
kat projesi”nin hayata geçmesi için
büyük emek sarfediyor. İşte onlardan biri de “Onları sevindirmek çocuk
oyuncağı!” sloganıyla yürütülen bütün bir kampanya. Suriyeli mülteci çocuklar için oyuncak toplanması üzere
mümkün olan herkesi arayarak kumbaralara sevk eden de o. Pek çok insanla kampanya hakkında temasa
geçmesinin tek nedeni, sadece daha
çok oyuncak toplanmasını sağlamak
değil, daha ziyade, yapılan işin örnek
teşkil etmesi, diğer yetki sahiplerinin
de harekete geçmesi için dua ediyor.
Çünkü gözleri ıslak, yüzünden tebessümü çalınmış çocukları görmeye dayanamıyor.
Oyuncak kampanyasını yakînen
takip etti Gülsüm Hanım. Fakat hiç
şüphesiz, “Onları sevindirmek çocuk
oyuncağı!” temalı kampanyaya emek
ve destek veren çok insan vardı.
Kampanyanın planlanmasından organizasyonuna, konumlandırılmasından yaygınlaştırılmasına kadar hemen her aşamasıyla ilgilenen Gülsüm
Hasbal İsmailoğlu ile kampanya hakkında bilgi aldık.
Söze başlarken, “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” sloganıyla yü-
masumiyeti gayretimizi daha da artıyor, artırmalı da...” diyor.
AK Partili İstanbul belediyelerindeki iki hanım özel kalem müdiresinden
biri olan İsmailoğlu, böyle bir kampanyanın gerçekleştirilmesinden ve
bizzat sorumluluk alarak gayret sarf
etmekten büyük mutluluk duyduğunu belirtiyor ve ekliyor: “İçinde bulunduğum siyasetin tek bir amacı var, o
da insana hizmet etmek... Birer üyesi olduğumuz topluma, ülkemize ve
insanımıza hizmet... Bu yolda karınca kararınca bir şey yapabiliyorsak ne
mutlu bize!”
Çalışkan, samimi ve çokça gayretli Gülsüm Hanım’a, sorumluluğu yüksek, vebali ağır bu görevinde başarılar diliyorum. Gözlerindeki ışık ve
gülüşündeki ihlas, bana bu başarının
kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Kendisini kutluyorum...
rütülen oyuncak kampanyasını destekleyen dergilerimiz Haber Ajanda
ve Kültür Ajanda’ya, Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi öğrencisi olan “Bahar Çiçekleri”ne teşekkürlerini belirtiyor.
Ülkemizde soluk alan bütün çocukların şefkatli insanlarla bağı olması gerektiğini düşünüyor ve bir
liyakat, bir teveccühten çok, desteklerimizin bir görev olduğunu belirtiyorum kendisine. Bununla birlikte,
Hasbal’ın zarif teşekkürlerini dergilerimiz ve Bahar Çiçeklerim adına kabul ediyorum.
Gülsüm Hanım iki çocuk annesi, fakat müdürlük makamına oturduğunda çocuklarının sayısı artıyor. O hem
Üsküdar’ın çocuklarının, hem uzak
şehirlerde mülteci çocukların annesi oluveriyor.
Üsküdar Belediyesi’ne yolumuz
düştüğü her an yoğun bir çalışma
temposu içerisinde gördüğümüz Hasbal, bir anne hassasiyetiyle gecesini gündüzüne katarak kampanyanın
amacına ulaşması için gayret ettiklerini söylüyor.
Harcadığı emeğe ve gösterdiği
gayrete bakıp kampanyayla ilgili düşüncelerini merak ediyorum. Soruma,
“En başta da yetim çocukları güldürmek, bir insanlık vazifesi… Bu noktada Suriyeli yetim çocuklar veya başka bir ülkenin çocukları olsun, onların
gözyaşlarını silmek, yüzlerini güldürmek, insan olarak hepimizin vazifesi… İnsanlık namına yapılan her hayırlı
iş önemlidir, ancak elbette söz konusu çocuklar olunca, kampanya bir kat
daha önemli hâle geliyor. Çocukların
özel sayı 101 2015
165
haberajanda
Dünya
Suudi Arabistan özelinde değerlendirme yapacak olursak durumu iki nedenle açıklamamız mümkündür. Birincisi, Suudi Arabistan’ın izlediği geleneksel
ve kuşatıcı olmaktan uzak politika anlayışı; ikincisi ise birinci politikanın bir
sonucu olarak kapalı ve savunmacı politika anlayışının benimsenmiş olmasıdır. Ancak Kral Abdullah’ın vefatından sonra göreve gelen Kral Selman bin
Abdulaziz’in jet hızıyla gerek iç politika, gerekse dış politikayı ilgilendiren
34 kararı hayata geçirmesi, “Yeni yönetim geleneksel politika çerçevesinin
dışına mı çıkıyor?” sorusunu akla getirdi.
SUUDİ ARABİSTAN
KALDIĞI YERDEN
DEVAM MI EDECEK?
S
UUDİ Arabistan, sahip olduğu coğrafik, ekonomik ve sosyal yapıdan dolayı bölgesinin, hatta dünyanın en önemli aktörlerinden biridir. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olması,
İslamiyet’in doğduğu topraklar ve dolayısıyla Müslümanlar için en
kutsal mekânları barındırması ve 350 milyonluk Arap dünyasındaki etkinliği, Suudi Arabistan’ın temayüz eden başlıca özellikleridir.
Özellikle İslam dünyasının en kutsal iki mescidi olarak kabul edilen Mekke’deki
Mescid-i Haram ve Medine’de bulunan Mescid-i Nebevi’nin Suudi Aarabistan
topraklarında yer alması, Suud rejiminin ülke içindeki ve İslam dünyasındaki
prestijinde son derece önemli bir etkiye sahiptir.
>> Ancak Suudi Arabistan’ın gerek bölgesel, gerekse küresel ölçekte sahip olduğu söz konusu bu prestije uygun ağırlığını
hissettirdiğini söylememiz mümkün değildir. Zira Osmanlı’nın yıkılmasından sonra
Arap ve İslam dünyasında bağımsızlıklarını
ilan eden devletler, bağımsızlık sonrasında
kültürel, siyasal ve ekonomik olarak sömür-
166
özel sayı 101 2015
geci anlayışa bağımlı kaldılar. Nitekim pek
çok Arap düşünürü bu durumu, “kapitalist
projenin dünya çapındaki başarısının bir
sonucu”1 olarak değerlendirmektedir. Sömürgeci anlayış, 20. yüzyılda kurulan yeni
dünya ülkelerini kendi kontrol mekanizmalarıyla idare yoluna gitmiş ve söz konusu
bu ülkelerin modern çağa uygun reformları
hayata geçirmede yardımcı olma kaygısını
yaşamamıştır.
Sömürgeci Batı dünyası, hiçbir zaman
bu ülkelerdeki insan hakları sorununu veya
demokrasinin yokluğu meselesini gündeme
getirmemiştir. Diğer taraftan yaşanan Körfez savaşları ve bölgede sürekli krizlerin cereyan etmesi, başta Suudi Arabistan olmak
üzere bölge ülkelerinin, kapasitelerine doğru orantıda hareket etmelerine engel olmuştur. Dolayısıyla bu durum, bölge ülkelerinin
özgün ve kuşatıcı politikalar icra etmelerine
imkân vermemiştir.
Suudi Arabistan özelinde değerlendirme yapacak olursak durumu iki nedenle
açıklamamız mümkündür. Birincisi, Suudi
Arabistan’ın izlediği geleneksel ve kuşatıcı
olmaktan uzak politika anlayışı; ikincisi ise
birinci politikanın bir sonucu olarak kapalı
Cahit Tuz*
[email protected]
bazı adımlara imza atmış olsa da köklü ve
dünya siyasetine entegre hamleler yap(a)
madı. Ancak yeni Kral’ın göreve gelir gelmez attığı adımlar, ülke siyasetinin geleceğiyle ilgili değişim içerikli sorular ve buna
bağlı olarak da sorgulamalara neden oldu.
Zira Suudi Arabistan’ın sahip olduğu bölgesel ve küresel etki gücü, ülkede meydana
gelen her tür gelişme karşısında bölgesel ve
küresel devletlerin kayıtsız kalmamalarını
gerektirmektedir.
Yeni Kral Selman’ın göreve gelmesiyle
hem iç, hem de dış politika açısından önemli mesajlar içeren adımlar atıldı. İç politika
açısından devlet memuru, emekli, öğrenci ve engellilere 2 aylık ikramiye verilmesi
ile elektrik ve su hizmetleri projeleri için
20 milyar riyallik (5,33 milyar dolar) bütçe ayrılması talimatı ve kamu haklarından
dolayı ceza alan mahkûmlara yönelik genel
af çıkarılması, bu bağlamda zikredebileceğimiz önemli hususlardır. Ayrıca Ekonomi
ve Kalkınma Konseyi’nin kurulması kararı
ve elektrik ve su hizmetlerine yönelik projelerde harcanmak üzere 20 milyar riyal
tahsis edilmesinin kararlaştırılması ile ülkede kayıtlı tüm edebiyat kulüpleri ve çeşitli
kategorilerde oynayan futbol takımlarına
ikramiye verilmesinin karara bağlanması, iç
politika açısından zikredebileceğimiz diğer
önemli adımlardır.
ve savunmacı politika anlayışının benimsenmiş olmasıdır. Ancak Kral Abdullah’ın
vefatından sonra göreve gelen Kral Selman
bin Abdulaziz’in jet hızıyla gerek iç politika,
gerekse dış politikayı ilgilendiren 34 kararı
hayata geçirmesi, “Yeni yönetim geleneksel
politika çerçevesinin dışına mı çıkıyor?” sorusunu akla getirdi.
Nitekim Arap basınında kaleme alınan
pek çok makale, gerek başlık, gerekse içerik
itibariyle yeni Suud yönetiminin ilk reflekslerini değişim sinyali olarak değerlendirdi.
Ancak esas olan soru, yeni Suudi yönetiminin politika değişikliğine gidip gitmeyeceğinden ziyade, şu ana kadar süregelen
ve bölge meselelerine beklenenden daha az
yapıcı katkı sunan geleneksel politikanın
değişmesi gerektiği idrakinde olup olmadığıdır. Zira Suudi Arabistan’ın icra ettiği geleneksel politikalar yerli değil ve dolaysıyla
böylesi ölümler veya isim değişikliklerinden
sonra ülke politikalarında etkin olan dinamikler devreye girmek suretiyle müdahale
ediyorlar. Bu nedenle Kral’ın ölümünden
sonra oluşan yeni yönetimin attığı adımları
doğru analiz etmek için, doğru soruyu bulup ona cevap aramanın son derece önemli
olduğu kanaatindeyim.
Yeni Kral’a göre değişim
gerekli mi?
Kuşkusuz Suudi Arabistan Kralı’ının vefatı, Suud Hanedanı ve dolayısıyla Suudi
Arabistan’ın geleceğiyle ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Özellikle
yeni Kral’ın yaptığı atama ve aldığı kararlar,
söz konusu tartışmaları daha da alevlendirdi. Suudi Arabistan şartlarında reformcu
özelliğiyle bilinen Kral Abdullah, görevde
kaldığı on yıl boyunca reform sayılabilecek
Suudi Arabistan dış politikasının, geleneksel yapısı nedeniyle genelde muhafazakâr ve gelişmelere geç cevap veren bir
politika olduğu malumdur. Ancak yeni Kral’ın göreve başlamasıyla gerek iç politika,
gerekse dış politikada son derece önemli
bir hareketlilik yaşandı. Şüphesiz bu bağlamda dış politikada atılan en önemli adım, Halid Tuvayciri’nin Kraliyet Divanı
Başkanlığı’ndan alınmasıdır.
Kral Abdullah döneminde Suud dış politikasında son derece etkin rol oynayan Tuvayciri, İslamcılara ve özellikle “siyasal İslamcı” hareketlere karşı düşmanca eğilimleriyle öne çıktı.
Yine Tuvayciri (Birleşik Arap Emirlikleri
Veliahtı Muhammed Bin Zayid ile birlikte),
Mısır’da 3 Temmuz 2013 günü yaşanan darbenin ana dış aktörlerinden biri olmuş, Müslüman Kardeşler ve tüm muhaliflerine karşı
kanlı bir kampanya yürüten Sisi’nin en büyük
destekçisi olarak boy göstermişti. Dolayısıyla
Halit Tuveyciri’nin görevden alınması sebebiyle Suud’un dış politikasında bazı restorasyonlara gideceğini söylememiz mümkündür.
Yapılan görev değişiklikleri ve atılan bazı
özel sayı 101 2015
167
haberajanda
Dünya
adımlarla ilgili imal-i fikir ettiğimizde, yeni
Suud yönetiminin uzun vadeli bir strateji
planı ve değişimi gerekli gören bir anlayışı
benimsediğine dair ipuçlarını yakalayabiliriz ki bunların birincisi, Sudeyrilerin geri
dönüşü olarak ifade edebileceğimiz atamalardır. Zira yeni Kral Selman, Sudeyri
kardeşlerden Naif ’in İçişleri Bakanı olan
oğlu ve amcası, eski Veliaht Prens Sultan’ın
damadı olan Muhammed bin Naif ’i, yürüttüğü bakanlık görevine ilaveten Veliaht
Yardımcısı olarak atadı. Dolayısıyla Veliaht
Prens Mukrin’den sonra taht, yeniden Sudeyri kolunda kalacak.
Kral Selman, ayrıca kendi oğlu Muhammed bin Selman’ı da, kendisinin daha önce
yürüttüğü Savunma Bakanlığı ve Kraliyet
Divanı Başkanlığı görevlerine getirmiştir.
Gerek yeni Kral Selman’ın vefat eden Kral
Abdullah döneminde üstlendiği önemli görevler, gerek Sudeyri koluna mensup bazı
prenslerin üstlendiği önemli görevler ve
Kral Abdullah’ın vefatından sonra yapılan
atamalar, hanedanın Sudeyri kolunun ülke
yönetimindeki nüfuzunun devam edeceğine
işaret etmektedir.
168
özel sayı 101 2015
İkinci ipucu da Suud Hanedanı’nın üç
neslini temsil eden yeni Kral Selman, Veliaht Prens Mukrin ve Veliaht Yardımcısı
Prens Muhammed bin Naif ’in Obama
heyetiyle yapılan görüşmeye birlikte katılmasıdır. Zira bu, ülke tarihinde ilk defa
gerçekleşen bir durumdur. Dolayısıyla yeni
Kral, düşündüğü uzun vadeli stratejilerini
doğrudan Veliaht ve Yardımcısı ile paylaşmak suretiyle yapılan atamaların sadece birer isim değişikliğinden ibaret olmadığını,
aynı zamanda politikalardaki değişim ve
yeni yaklaşımı ifade eden temel unsurları da
somut bir şekilde ortaya koyduğunu belirtmektedir. Bu durum, aynı zamanda sisteme
ilişkin bazı değişikliklere de işaret etmesi
bakımından önemlidir.
Üçüncü ipucu, İhvan-ı Müslim’e karşı
kullanılan yumuşak söylemdir. Bilindiği gibi
Mısır’da yapılan askerî darbenin en önemli
sonuçlarından biri de İhvan Hareketi’nin
terör örgütü ilan edilmesi olmuştu. Özellikle darbeci Sisi’ye destek veren Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bu hususta
öncü bir rol oynamıştı. Ancak Kral’ın ölümünden sonra üst düzeyde yapılan açıkla-
malar, yeni Suudi yönetiminin bu konuda
siyaset değişikliğine gittiğine işaret etmektedir. Nitekim Suudi Arabistan Dışişleri
Bakanı, gazetecilerle yaptığı bir toplantıda
İhvan Hareketi’yle ilgili yöneltilen soruya, “Bizim Müslüman Kardeşler ile hiçbir
problemimiz yok. Bizim problemimiz, bu
cemaate bağlı küçük bir grupla. Bu grup
mürşide (genel başkan) biat sorumluluğu
taşıyor”2 şeklinde verdiği cevap, bu bağlamda son derece önemlidir.
Yine Şura Meclisi eski üyesi Ahmet etTuveyciri, katıldığı bir televizyon programında “İhvan Hareketi tüm ümmeti kapsayan büyük bir harekettir. İhvan’ı terör olarak
görmek, aklıselimin işi olamaz ve Suudi
Arabistan’a da küfretmek gibi olur”3 ifadesini kullandı.
Dördüncü ipucu şudur: Yeni Suudi yönetiminin, Suriye sorununu çözme konusunda
petrol fiyatları kartını kullanması. Nitekim
New York Times gazetesinin Amerikan ve
Suudi yetkililere dayandırarak verdiği bir
haberde, Suudi Arabistan petrol piyasasındaki gücünü, Rusya’nın Esed’e verdiği
desteği sonlandırmasını sağlamak amacıyla
Cahit Tuz
kullandığı yorumunda bulundu. Gazete,
bir Suudi yetkilinin “Eğer petrol meselesi
Suriye’ye barış gelmesine katkı sağlayacaksa, Suudi Arabistan’ın bir anlaşmadan uzak
durması için sebep görmüyorum” ifadelerine
yer vererek, Suudi yönetiminin petrol konusundaki nüfuzunu daha etkin kullanacağına
işaret etmektedir.
Beşinci ipucumuz, başta Suud medyası
olmak üzere, tüm Arap medyasında yeni
Suud yönetimini konu alan tartışmaların
ülke politikalarında “değişim” ekseninde
olmasıdır. Arap basını, yeni Kral Selman’ın
gerek iç politika, gerekse dış politikayı yakından ilgilendiren atamalarını, yeni Suud
yönetiminin değişimin idrakinde olduğu şeklinde yorumladı. Nitekim Suudi
Arabistan’ın dünyadaki sesi olarak ifade
edebileceğimiz Londra merkezli Şarqu’l
Awsat gazetesi bu durumu, “Yeni Kral’ın
imza attığı kararlar, geleceği öngören ve çağın değişikliklerini idrak eden vizyoner bir
bakış açısını sunmaktadır”4 başlığıyla değerlendirdi.
Yine aynı gazete, yeni Kral’ın kararlarını “Kral Selman, ‘Yeni Suudi Arabistan’ı
kuruyor”5 şeklinde ve yeni Kral’ın engelli
vatandaşlarla ilgili yayınladığı genelgeyle
ilgili haberi de “Tarihî kararlar paketinde
‘engelliler’ için Kraliyet Ailesi’nin yönelimi6” ifadesiyle vererek “tarihî kararlar” vurgusu yapmıştır.
Hatta bazı tartışmalar bir adım öteye
gitmek suretiyle, “Suud Ailesi’nde darbe”7
şeklinde değerlendirilmiştir. (Bu tartışmalar daha çok Sudeyri kolunun yönetimdeki
nüfuzunun artması etrafında yapılmaktadır.)
Geleneksel politika anlayışıyla yönetilen
bir ülkede, yeni yönetimin göreve gelmesinin hemen akabinde bu denli hızlı adımlar
atılması ve yukarıda zikrettiğimiz hususlar
dikkate alındığında yeni Suud yönetiminin
mevcut geleneksel politika anlayışıyla bölgede baş döndüren hızlı gelişmeleri taşıması
ve idare etmesinin mümkün olmayacağı idrakinde olduğunu söylememiz mümkündür.
Ancak burada önemli olan husus, modern
Suudi Arabistan üzerinde nüfuzunu devam ettiren Batılı güçlerin, yeni Kral’ın bu
değişim idrakini hayata geçirmesine müsaade edip etmeyeceğidir. Özellikle Kral
Abdullah’ın ölümü üzerinden kısa bir süre
geçmesine rağmen, İngiltere Veliaht Prensi
Charles’in Suudi Arabistan’a 16 gün arayla
iki ziyaret düzenlemiş olmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Türk-Suud ilişkileri için
tarihî fırsat
Türk dış politikasının son 12 yıldır sürekli
genişleyen dış politika ufukları, Türkiye’yi
küresel ölçekteki tüm gelişmeleri izlemeye
ve artan imkânları ölçüsünde katkıda bulunmaya zorlamaktadır. Bu itibarla Türkiye,
yeni dış politikasında önceliği bölgemizde
bulunan tüm ülkelerle yakın ilişkiler geliştirmenin yolunu aramakta bulacaktır.
Kuşkusuz Suudi Arabistan, yeni Türk dış
politikasında önemli bir yere sahiptir. AK
Parti’nin yönetime gelmesiyle birlikte Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinde önemli gelişmeler yaşandı. Özellikle ABD’nin
2003 Irak işgali ile birlikte bölgede meydana gelen radikal değişiklikler sonucu
ortaya çıkan yeni tehdit algılamaları, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinde yeni bir
süreç başlatmıştır. Ayrıca “Arap Baharı”,
ABD’nin Irak’tan çekilmesi ve ekonomik
krizin Avrupa devletlerini ve ABD’yi vurması, Suudi Arabistan’ı, stratejik tercihlerini
yeniden gözden geçirmek noktasına yöneltmiştir. Dolayısıyla değişen şartlar ve anlayışlar giderek Türkiye ve Suudi Arabistan’ın
birlikte hareket etmesini gerekli kılmıştır.
Ancak Kral Abdullah dönemindeki Suudi
yönetiminin bölgede değişen dinamikleri
yeterince idrak edememesi ve geleneksel
politikalardaki ısrarı, iki ülkenin söz konusu değişimi fırsata dönüştürmesine olanak
vermemiştir.
Kral Abdullah’ın ölümünden sonra kurulan yeni yönetimde zuhur eden değişim
iradesi, bölgesel ve küresel konjonktür göz
önüne alındığında iki ülkenin önünde tarihî
bir fırsata işaret etmektedir. Zira iki ülkenin dış politika dosyaları (kısmen Mısır
meselesi dışındaki) oldukça yakın tezleri
savunmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan,
son dönemde terörist saldırıların hedefi altındadır. Son olarak 7 Ocak 2015 tarihinde
Irak sınırındaki Suveyf Sınır Kapısı’nda Suudi güvenlik güçlerine yönelik saldırıda üç
hudut muhafızı hayatını kaybetmiş, saldırı
IŞİD tarafından gerçekleştirilmişti. Bu radikal terör gruplarına karşı birlikte hareket
etmek, iki ülke için hayatî bir öneme haizdir.
İran’ın bölgede yayılmacı bir politika izlemesi, İran-ABD yakınlaşması, Yemen’deki
gelişmeler, Suriye ve Irak dosyaları da her iki
ülke için rahatsız edici gelişmeler olarak cereyan ediyor. Tüm bunların yanı sıra, bölgenin hızla bir Sünni-Şii çatışmasına sürüklenmesi de tüm İslam coğrafyası için belki
yüzyıl sürecek bir kaos ortamı oluşturabilir.
İşte tam da bu noktada, orta ve uzun vadede
bölgedeki gelişmelerin bölge halklarının lehine ilerlemesini sağlayacak, İslam dünyasını toparlayabilecek yeni bir ittifak hamlesini
gerçekleştirilebilir!
Diğer taraftan iki ülkenin beraber hareket etmesini gerektiren pek çok husus
da mevcuttur. Malikî sonrası oluşan Irak
hükümetinin son derece zayıf ve her tarafın yardımına muhtaç durumda olması,
Katar’ın Körfez İşbirliği Teşkilatı’na dönem
başkanlığı etmesi (zira Katar’ın bölgedeki
gelişmelerle ilgili düşünceleri Türkiye ve
Suudi Arabistan’la örtüşüyor), Türkiye’nin
İran gibi milis gücü olmaması ve ideoloji üzerinde siyaset yapmaması, iki ülkenin
beraber hareket etmesine önemli fırsatlar
sunmaktadır.
Kuşkusuz bölgede hiçbir ülke tek başına
dönüştürücü bir güce sahip değildir. Dolayısıyla bölgede yaşanan kaosun bitirilmesi
ve muhtemel kaosların önlenmesi için gerek
bölgesel, gerekse küresel anlamda son derece önemli bir nüfuza sahip olan Türkiye ve
Suudi Arabistan’ın beraber hareket etmesi
son derece önemlidir. Bu bağlamda yeni
Suud yönetiminin “değişim idrakine” işaret
eden adımları ve Türkiye’nin küresel ölçekte
yüksek sesle dile getirdiği itirazları, kurulacak ittifakı küresel anlamda önemli bir
güce dönüştürebilir. Kanaatimce böyle bir
ittifakın doğuracağı en büyük sonuç, Suudi
Arabistan’ı Batı’nın nüfuzundan kurtaracak
ve Türkiye’nin de “itiraz eden bir güç”ten
“dönüştürücü bir güc”e tahavvül etmesini
sağlayacaktır.
* SDE Ortadoğu Uzmanı
Dipnotlar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
Abdullah Bilkaziz, “el- ‘Awleme ve’l haviyye esSaqafiyye” (Küreselleşme ve Kültürel Kimlik), elMustakbel el-Arabi, Mart 1998, s 92
http://www.salmogren.net/NewsDetails/TWOHOURS-WITH-1561
http://www.almokhtsar.com/node/430307
http://aawsat.com/print/278406
http://aawsat.com/print/278426
http://aawsat.com/print/278411
http://khadija-bengana.net/vb/showthread.
php?t=1753 ve
https://www.watan.com/
reports/4379-%D8%A7%D9%84%D8%B3%D9
%8A%D8%A7%D8%B3%D8%A9-%D8%A7%D
9%84%D8%AE%D8%A7%D8%B1%D8%AC%D
9%8A%D8%A9-%D8%A7%D9%84%D8%B3%
D8%B9%D9%88%D8%AF%D9%8A%D8%A9%D9%81%D9%8A-%D8%B9%D9%87%D8%AF%D8%A7%D9%84%D9%85%D9%84%D9%83%D8%B3%D9%84%D9%85%D8%A7%D9%86% D 8 % A 8 % D 9 % 8 A % D 9 % 8 6 %D8%A7%D9%84%D8%A7%D9%86%D9%82%D9%84%D8%A7%D8%A8-%D9%88%D8
%A7%D9%84%D8%AA%D8%BA%D9%8
A%D8%B1-%D9%88%D8%B3%D8%B1%D8%BA%D8%B6%D8%A8-%D8%A7%D9%84
%D8%A5%D9%85%D8%A7%D8%B1%D8%A7
%D8%AA.html
özel sayı 101 2015
169
haberajanda
Hazar
Rusya’nın tek söz sahibi
olduğu Avrasya Ekonomik
Birliği’ne üyelik konusunda
hiçbir tereddüt göstermeyen Serj Sarkisyan’ın, yaşadığı gerilimli siyasî atmosferde aldığı Türkiye kararı
ile birkaç hamle ötesini hesapladığı belli oluyor. Şu an
Batıcı muhalif kanada daha
da yakınlaşan Tsarukyan’la
birlikte hareket eden diğer
servet gruplarının bitirilmesi, bir anlamda otoriterleşmenin göstergesi ve eksen
kaymasının engellenmesi
olarak yorumlanabilir. Tamamen Rusya güdümündeki
bir ülkeye yakışır manzaraya kavuşan Ermenistan,
Sarkisyan’ın tek adam olma
hevesinin kurbanı olarak büyük sorunlarla karşılaşabilir.
Nitekim Robert Koçaryan
silsilesine bağlı olan servet
grupları, bu duruma sessiz
kalmayacak gibi görünüyor.
170
özel sayı 101 2015
Ermenistan’ın oligarşiyl
E
RMENİSTAN Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, pek de sürpriz olmayan
bir kararla Türkiye-Ermenistan arasındaki protokollerin geri çekilmesi
için Parlamento Başkanı Galust Sahakyan’a bir mektup gönderdi. Mektubunda 2009 yılında imzalanan protokoller konusunda Türkiye’nin
gerekli adımları atmadığını ve bu konudaki sorumluluğun tamamen
Türkiye’ye ait olduğunu belirten Sarkisyan, Türkiye’de siyasî irade eksikliği olduğunu ve durumun bu şekilde devam edemeyeceğini dile getirdi.
İyi bir satranç oyuncusu olan
Sarkisyan, bilindik yaklaşımlarını 24 Nisan öncesinde tekrar
sergilemiş ve mevcut durumla
ilgili olarak uluslararası camianın dikkatini çekmeye çalışmıştır. Karabağ meselesinde
olduğu gibi, “masaya oturan
ilk taraf olmama” ilkesini terk
etmeyen anlayış, protokoller
konusunda da Türkiye’nin devamı gelmeyen siyasetini usta
biçimde kullanarak manidar
bir adım atmıştır.
Sarkisyan’ın bu hamlesinde
hem kendisini Çanakkale’ye
davet eden Türk tarafının aceleci yaklaşımlarının, hem de
yakın zamanda Ermenistan
iç siyasetinde yaşanan çalkantıların etkisi bulunmaktadır.
Nitekim kısa bir süre önce
başlayan oligarşi savaşı, bunun
en önemli göstergesidir.
Ülkenin en büyük oligarklarından olan Müreffeh Ermenistan Partisi lideri Gagik
Tsarukyan’la başlayan savaş,
Sarkisyan’ı daha da otoriterleştirebilir. Gagik Tsarukyan,
halk arasında “Dodi Gago”,
yani “Aptal Gago” lakabına
sahip bir oligark ve önemli bir
siyasetçi olarak uzun zamandır iktidar aleyhine yaklaşımlar sergilemekte ve Sarkisyan
karşıtı bloğa desteklerini sürdürmekteydi. Yakın zamanda
ele alınan vergi kanunu kapsamında vergi kaçakçılığını
önleme kararı alan yönetimle
arası daha da bozulan Tsaruk-
Mehmet Fatih Öztarsu
[email protected]
e başı dertte
yan, sahibi olduğu devasa servetin kaybolacağı endişesini taşıyarak tutumunu sertleştirdi. Fakat eski bir asker olan ve herhangi bir
güven kaybı yaşadığı kesime şiddetle mukavemet eden Sarkisyan’ın cevabı gecikmedi.
Tsarukyan’ı devletin belası olarak niteleyen
Sarkisyan, ilk aşamada bu kişinin Milli Güvenlik Konseyi’nden kovulduğunu açıkladı
ve böylesi önemli bir kuruma sinemaya gelir
gibi gelinmemesi gerektiğini ifade etti.
Sarkisyan’a yakın kadrolar da zaman kaybetmeden Tsarukyan’ın bitirilmesi için harekete geçilmesi gerektiğini vurgulamaya başladılar. Sarkisyan’ın Tsarukyan silsilesindeki
oligarşiye büyük bir darbe vuracağı bekleniyor. Bir başka önemli oligark olan Başbakan
Hovik Abrahamyan da Sarkisyan’a tam desteğini sunduğu açıklamalarıyla Tsarukyan’ı
hedef almaya başladı.
Ülkenin sarsılmaz oligarşik yapısının
önemli dayanaklarından olan ikinci Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ise, yeni baş-
layan bu savaşın kısa zamanda sonlandırılması çağrısında bulundu. Açıklamasında, bu
savaşın ülke ekonomisi, Karabağ meselesi ve
soykırımın 100. yılı konusunda Ermenistan aleyhine döneceği vurgusunda bulunan
Koçaryan, esasında savaşın kendisine dönmesinden duyduğu endişeyi dile getiriyor.
Nitekim Sarkisyan ve Tsarukyan, fazla vakit
geçmeden gizli bir görüşmeyle savaşı ertelediler. Tsarukyan’ın bilinmeyen sebeplerle barışa mecbur bırakılması, Tsarukyan’la birlikte
büyük mitingler planlayan muhalefette hayal
kırıklığı oluşturdu. Fakat yakın zamanda Ermenistan kaynaklarının bölüşümü konusunda savaş baltalarının yeniden çıkarılacağına
şahit olabiliriz. İşte muhalefetin bir türlü harekete geçemediği Ermenistan’da iç siyasetin
en büyük çıkmazı budur!
Kim bu oligarklar?
Ülkenin içinde bulunduğu vahim durumu
bilmek ve mafyavari biçimde ülkeyi yöneten
sarsılmaz oligarşiyi tanımak, son gelişmeleri anlamak açısından büyük önem taşıyor.
Örneğin konuya endişeli biçimde müdahale
etmeye çalışan Robert Koçaryan’ın mal varlığına bakarsak, meselenin vahameti anlaşılabilir. Cep telefonu ithalatının yüzde 80’ini
elinde bulunduran Koçaryan, pek çok banka,
maden ve dinlenme tesisinin tek patronu.
Moskova’da alışveriş merkezi ve kumarhaneleri olan Koçaryan, “onursal ortak” olarak da
sayısız şirketin yönetiminde yer alıyor.
Savaşın önemli isimlerinden olan Gagik
Tsarukyan ise, 1980’li yıllarda Rusya’da zaptiye olarak çalışmış ve bir süre sonra (güçlü
söylentilere göre) tecavüz suçundan hapis
yatmış bir isim. Hızlı yükselişi Robert Koçaryan dönemine rastlayan ve karakter olarak siyasetle pek ilgisi olmayan Tsarukyan’ın
çimento ve içki fabrikaları, benzin istasyonları, mobilya imalathaneleri ve maden şirketleri bulunmaktadır. İhtişamlı sarayları olan
Tsarukyan’ın aslanlar ve yırtıcı kuşlar beslediği de bilinmektedir.
Elbette savaşın diğer tarafı olan Serj Sarkisyan ve taraftarlarının malî durumu da
genel manzarayı görmek için göz önünde
tutulmalıdır. Karabağ Savaşı döneminde
komutanlık yapmış olan Sarkisyan, yakın
zamana kadar ülkenin en zengin sekizinci
kişisiydi. Büyük bir kumarbaz olan Sarkisyan, bu konuyla ilgili olarak 2013 yılında
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde
bir suçlamayla karşılaşmıştı. Muhalif Miras
Partisi’nden Zaruhi Postancıyan, Sarkisyan’a
Avrupa’daki bir kumarhanede 70 milyon avro
kaybedip kaybetmediğini sormuş ve bu konu
dünya basınında yankı uyandırmıştı. Onlarca
ev, bina, dinlenme tesisi, benzin istasyonu,
çimento ve içki fabrikaları, mağazalar zinciri, futbol takımı ve kendine ait bankası olan
Sarkisyan, çeşitli ortakları üzerinden servetini idare etmektedir. Önceki yıllarda Gagik
Tsarukyan’la anlaşmazlıklar yaşayan kardeşi
Saşik ise, ABD’ye taşıdığı servetiyle oradaki
gayrimenkul varlığını korumaya devam ediyor. Giderken yanında götürdüğü 30 milyon
dolar ise hâlâ gizemini koruyor.
Ermenistan siyasetinde göze batmayan
kişilerin diğerlerine göre çok daha büyük
bir servet sahibi olduğu, bilinen bir gerçektir. Örneğin son tartışmalarda Sarkisyan’a
destek olan “fare” lakaplı Başbakan Hovik
Abrahamyan’ın muazzam serveti, şimdiye
kadar adını saydığımız oligarkları geride bırakmaktadır. Benzin istasyonları, dinlenme
tesisleri, madenleri, sayısız bahçeleri, gaz istasyonları, çimento ve içki fabrikaları, otelleri ve
daireleri olan Abrahamyan, alelacele savaş ilan
ettiği Gagik Tsarukyan ile dünürdür. Akrabalık durumuna rağmen Cumhurbaşkanı’nın
yanında tavır alan Abrahamyan’ın bu seçimi,
Ermeni medyasında en çok tartışılan konular
arasında bulunuyor.
Şu an ülke gündeminde tartışılan bu isimler dışında çok daha büyük bir oligarşi varlığı
bulunmaktadır. Yıllardır her türlü yolsuzluğu meşru vasıta bilerek ülke kaynaklarını
sömüren gruplar, siyasî görevlerle koruma
zırhına alındığından dolayı herhangi sorun
yaşamamışlardır. Arada bir muazzam servetin aralarında bölüşümü konularında sorun
yaşayan bu yapı, herhangi bir siyasî krizin
oluşmaması için sus payı verilerek sakinleştirilen onlarca isimle doludur. Fakat bu isimler üzerinde yaşanacak herhangi bir sarsıntı,
ülke ekonomisine yönelik de büyük etkiler
oluşturacaktır. Şu an görünense, çeşitli servet
gruplarından bir kısmının bölüneceği ve yeni
grupların ortaya çıkacağıdır.
Rusya’nın tek söz sahibi olduğu Avrasya
Ekonomik Birliği’ne üyelik konusunda hiçbir tereddüt göstermeyen Serj Sarkisyan’ın,
yaşadığı gerilimli siyasî atmosferde aldığı
Türkiye kararı ile birkaç hamle ötesini hesapladığı belli oluyor. Şu an Batıcı muhalif
kanada daha da yakınlaşan Tsarukyan’la
birlikte hareket eden diğer servet gruplarının bitirilmesi, bir anlamda otoriterleşmenin
göstergesi ve eksen kaymasının engellenmesi olarak yorumlanabilir. Tamamen Rusya
güdümündeki bir ülkeye yakışır manzaraya
kavuşan Ermenistan, Sarkisyan’ın tek adam
olma hevesinin kurbanı olarak büyük sorunlarla karşılaşabilir. Nitekim Robert Koçaryan
silsilesine bağlı olan servet grupları, bu duruma sessiz kalmayacak gibi görünüyor.
özel sayı 101 2015
171
haberajanda
Strateji
IRAN
kim için çalışıyor?
T
Irak ordusunun
başında IŞİD ile
mücadele etmek için Tikrit’e
giren Kasımî de
İran’ın bu bölgedeki çalışmalarını yoğunlaştırdığının ve daha
görünür kıldığının delillerinden
biri. Öte yandan
Yemen’deki
Husileri de destekleyen İran,
orada da kendi
projeleri için
uygun bir ortam
hazırlamaya
çalışıyor. İran’ın
Lübnan’daki etkinliğini bilmeyen yok. Özellikle de Hizbullah
ile olan ilişkiler,
İran’ın o bölgedeki etkinliğini
destekleyen
bir diğer unsur
olarak karşımıza
çıkıyor.
172
ARİHİN hemen her döneminde askerî ve siyasî
anlamda hareketli bir bölge olan Ortadoğu, stratejik konumunun yanında enerji merkezi olması
itibariyle son dönemde dünyanın siyasî, askerî
ve ekonomik operasyonlarıyla yine karşı karşıya.
Bölgede Körfez Savaşı sonrası askerî anlamda nispeten azalan
hareketlilik, ABD’nin Irak’a “demokrasi” götürmesiyle yeniden
hareketlenmeye başladı. Sonrasında bölgeye nispeten bir sakinlik gelse de yer yer gerçekleştirilen eylemler, saldırılar ve
operasyonlarla bölge sıcaklığını hep muhafaza etti.
>> Türkiye ise AK Parti’nin iktidarı ile bu bölgede bir itfaiye rolü
üstlendi. Genel anlamda olumlu
giden bu gelişmeler, “Türkiye eksen kayması yaşıyor” söyleminin
ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında Türkiye, sadece bu bölgeye
sükûnet, huzur ve refah getirmeyi
amaçlıyordu. Bunu da tarihî misyonundan hareketle kendisine bir
görev telakki etmişti. Ve bu süreçte
çok önemli mesafeler alındı.
Özellikle Başbakan Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu
sürede başlattığı sıfır sorun politikası, bölgeye siyasî ve ekonomik
anlamda epey bir canlılık getirdi.
Sonrasında ise Arap Baharı ile
ortaya çıkan ve halkın içerisinden
yükselen hareketler, ümit ve gele-
özel sayı 101 2015
cek beklentisine pozitif anlamda
katkı sağlamaya başladı. Fakat
küresel aktörlerin müdahalesi
ve rekabet çatışması ile beklentiler akim kaldı. Özellikle Suriye ve Mısır örnekleri, maalesef
Türkiye’yi ekonomik ve siyasî anlamda zor durumda bıraktı. Fakat
Türkiye, bu durumda bile yaptığı
insanî ve vicdanî sorumluluğu sayesinde bölgedeki kardeş halkların yanında oldu.
Yaşanan tüm olaylar neticesinde bugün iyice kaynayan bir kazan
haline gelen Ortadoğu’da Batı’nın
sadece menfaat eksenli hareket
ettiğini görmek zor değil. Buna
özellikle de Müslüman dünyasını
kontrol etmek ve bölgenin gerçek
hâkimi olmak isteği eklenince bu
durum oldukça kuvvet kazanıyor.
Bu aynı zamanda İsrail’in o bölgede daha etkin ve güçlü olması
için de elzem.
Ortadoğu’da herkes bu güç
mücadelesinin bir tarafından tutup menfaat koparmaya uğraşırken, İran sessiz ve derin bir şekilde bölgedeki nüfuzunu özellikle
mezhepsel inancı önceleyerek etkili kılmaya devam ediyor ve her
geçen gün etkisini biraz daha hissettiriyor. Irak’ı Maliki’ye emanet
ederek Irak’ta etkinliğini kuran
İran, Suriye’de Esad’ı desteklemeye devam ediyor. IŞİD’in bölgedeki Sünnî algısına verdiği zarar
da İran’ın bu düşüncelerine son
derece önemli katkılar sunuyor.
Irak ordusunun başında IŞİD
ile mücadele etmek için Tikrit’e
Yahya Kurt
[email protected]
giren Kasımî de İran’ın bu bölgedeki çalışmalarını yoğunlaştırdığının ve daha
görünür kıldığının delillerinden biri. Öte
yandan Yemen’deki Husileri de destekleyen İran, orada da kendi projeleri için uygun bir ortam hazırlamaya çalışıyor. İran’ın
Lübnan’daki etkinliğini bilmeyen yok.
Özellikle de Hizbullah ile olan ilişkiler,
İran’ın o bölgedeki etkinliğini destekleyen
bir diğer unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Tüm bunlar, İran’ın bölge ile ilgili birçok
plan ve projesi olduğunun kanıtı. Dışarıdan bakıldığında ise İran, kendi istikbali
için hummalı bir şekilde çalışıyor görünüyor ki oldukça önemli mesafeler kat etmiş
gibi bir izlenim de mevcut. Fakat burada
iki husus ortaya çıkıyor. Birinci husus şu:
Müslümanların ağırlıklı olduğu bölgede
İran, çok yakın bir tarihte yalnız kalabilir.
Bunun yanında, karşısında siyasî, ekono-
TÜRKİYE, BUGÜN BÖLGEDE HER NE KADAR SİYASÎ VE EKONOMİK ANLAMDA ZOR OLSA DA MENFAAT SİYASETİ DEĞİL, HAK VE ADALET SİYASETİ GÜDÜYOR. BUGÜN İÇİN ZOR VE YIPRATICI GÖRÜNEN BU YÖNTEM, BÖLGENİN
VE İSLAM DÜNYASININ GELECEĞİ İÇİN BİR UMUT FİLİZİ YEŞERTİYOR.
mik ve askerî anlamda da bir cephe oluşması muhtemel. İkinci husus da şöyle: Bugün konjonktür gereği hem bölgede etkin
bir birliğin oluşmasını engellemek, hem
de Sünnî İslam inancını itibarsızlaştırmak
için İran’ın önünü açan Batı, yarın İran
biraz başarılı olduğunda yine İran’ı baskı
altına almaktan vazgeçmeyecek.
Bunun yanında İran’ın bu bölgede etkinliğini arttırma faaliyetleri, bölgedeki
Müslüman bloğunun mezhepsel açıdan
daha belirgin ayrılıklara ve kırılmalara da
yol açacağı aşikâr. Bu da bu bölgede sadece
İsrail’in işine yarayacak. Görünürde o büyük Pers İmparatorluğu rüyasını gerçekleştirmek için azamî gayret gösteren İran,
aslında bölgede Batı ve İsrail çıkarları dışında bir şeye hizmet etmiyor.
Son söz de Türkiye’ye… Türkiye, bugün
bölgede her ne kadar siyasî ve ekonomik anlamda zor olsa da menfaat siyaseti değil, hak
ve adalet siyaseti güdüyor. Bugün için zor ve
yıpratıcı görünen bu yöntem, bölgenin ve
İslam dünyasının geleceği için bir umut filizi yeşertiyor.
özel sayı 101 2015
173
haberajanda
Analiz
VEZİR BOL,
Orduya ihtiyaç duymayan
devlet
ŞAH KİM?
Bu tanımlamalara en uygun devlet elbette
“Almanya”, fakat o da şu an öyle bir açmaza
girdi ki, hem avro bölgesini bir arada tutmak için kıvranıyor, hem de bu bölgedeki
ekonomik krizlerin faturasını kendi halkına
ödetmemek için uğraşıyor. O yüzden hem
Yunanistan’a saldırıyor, hem de tarihsel şuur
ile Ukrayna üstünden dünyada en fazla ticaret yaptığı Rusya ile hesaplaşıyor.
Yaşadığımız zaman içinde yer alan jeopolitik boşluk alanlarındaki yaşanan krizlerde
de bu güç parametreleri kullanılıyor. Küçük
büyük tüm unsurlar (devlet ve örgütler)
krizin içine çekiliyor. Bütün güç parametrelerinin birbirine girmesi neticesinde dünyanın “ta” öbür ucundan müdahil olunması
Almanlar, gerçekten tarih boyunca tüm
insanlığı şaşırtmış bir millet. İki dünya savaşından yenik çıksa da öyle bir mühendislik
altyapısı mevcut ki çok kısa sürede tekrar
eski pozisyonuna geri dönüp dünya siyasetine yön verebiliyor. Hem de bunu potansiyel
G
ÜÇ parametrelerini belirleyen unsurlar artık tek bir
nokta ile ifade edilmiyor. Ekopolitik, jeopolitik, jeokültür,
jeoekonomi, jeostrateji gibi tanımlamaların hemen hepsi
bir arada kullanılıyor. Hiçbiri de birbirinden üstün değil…
kimseyi şaşırtmıyor. Çünkü dünya birbirine
girmiş durumda. Nihayetinde bu güç unsurlarından en yenisi olan “ekopolitik”, 20.
yüzyılın üçüncü çeyreğinde -ortaya çıkan
küreselleşme ve globalleşme- ülkeler arasındaki bağımlılığı belirlemede ana unsur
haline geliyor.
TARİHÎ TECRÜBESİ OLAN MİLLETLER, İŞTE BÖYLE FİZİKÎ SORUNLAR YARATIP
SAVAŞ STRATEJİLERİ OLUŞTURURLAR. ŞİMDİ ANLIYOR MUYUZ İTALYANLARIN,
TRABLUSGARB’I İŞGAL ETTİKTEN SONRA NEDEN HİÇ ALAKALARI OLMADIĞI HALDE
ON İKİ ADALARI NEDEN ALDIKLARINI? YA DA BİZ KIBRIS HAREKÂTI’NDA GİRNE,
LEFKOŞE VE MAGOSA’YI ALIRKEN NEDEN YASAK MARAŞ VE GÜZELYURT’U DA ELE
GEÇİRDİK?
174
özel sayı 101 2015
Almanya’nın tarih boyunca yapmak istediği jeostratejik açılımların önündeki en büyük engelin Rusya olduğunu artık bilmeyen
yok. Ama bu öyle bir çetrefil ki, Almanya’da
sadece Rusya’ya ihracat yapan 5 bine yakın
şirket var ve hepsi de Merkel’in, Obama’nın
peşine takılmasından rahatsız.
Murat İlkter
[email protected]
verilerin en önemlilerinden biri olan askerî
güçten yoksun olarak becerebiliyor.
Almanya, her zaman teknolojik kapasitesini her türlü silahı yapabilecek evrilmeye münasip bir yapıda tutar. Mesela bizim
en güvendiğimiz Meko sınıfı firkateynlerle
Ay ve Prezeveze sınıfı denizaltılar bu altyapının ürünü. Savaş uçağı üret(e)miyor ama
“Airbus” üretiyor. Lufthansa ile dünyanın en
güçlü ticarî filolarından birine sahip.
Ordusunun var mı, yok mu olduğunu tartışmaya bile gerek yok, ama inanılmaz bir
istihbarat gücü mevcut. Hedefine koyduğu
ülkeleri bu istihbarat gücü ile vururken, üretim ve ihracata yönelik ekonomik gücü ile
de her türlü siyasî pozisyona zorluyor. Bunu
yaparken de o ülke içindeki meşru görünen
stratejik araçlarını kullanıyor.
Bilinmelidir ki, Gezi olaylarının ardında
da bu güç vardır, Hürriyet’in arkasında da
bu güç, Güneydoğu’daki olayların içinde
de bu güç… Aynı güç, Ukrayna üstünden
Rusya’yı vuruyor.
Minsk’de Merkel, Hollande, Proşenko ve
Putin bir araya geldiğinde, Putin’e “Hayatımın en mutlu günü sayılmaz elbette” dedirtebiliyor. Proşenko ise, suratı sirke satarak Kırım’ın kaybının üstünü örtmek için
Donetsk bölgesindeki geril(e)meye dair
“Federatif yapıyı kabul etmedik” diye kendi
halkına moral takviyesi yapmaya çalışıyor.
İran-Irak Savaşı gibi, kaybedeni yoksa kazananı kim?
Almanya, artık tamamen ABD ile birlikte hareket ediyor. ABD 1990’larda Sovyetleri dağıttıktan sonra, Putin’le tekrar emperyalist hedeflere yürümeye kalkan Rusya’nın etrafını kuşatmak için bulabileceği
en güçlü müttefikin Almanya olduğunu
biliyor. Obama’nın desteğini alan Merkel
de Putin’e yüklendikçe yükleniyor. Elbette
kadim bir geçmişe sahip Rusya’nın da eli
armut toplamıyor.
Rusya neler yapıyor?
Putin de avro bölgesini krizden çıkarmaya çalışan Almanya’yı hem 2014’deki Hamburg olayları ile vuruyor, hem de Kırım ile.
“Zamanlama”, liderliğin ve stratejinin en
önemli araçlarından biridir; Putin’de de bu
kabiliyet fazlasıyla var.
Savaş stratejisinde bir kural der ki, “İşgal
ettiğiniz bölge ile birlikte ön hattı daha ileriye kurunuz ve pazarlıkları bunun üstünden yürütünüz”. Dolayısıyla Kırım burada
ana hedef, Donetsk ise pazarlık havzasıdır.
Rus coğrafyasını gezip incelerken bir şey
fark ettim. 1990’larda Sovyetler dağılırken
bile bu dağılmayı Rusya’nın planladığı o
kadar açık ki… Zira her yeni kurulan devletin başına ileride sorun yaratacak ve bunu
Rusya’nın hakemliğine mecbur bırakacak
sorunlu hatlar oluşturulmuş. Donetsk de
bunlardan biri, Abhazya da, Karabağ da,
Kırgızistan ile Özbekleri birbirine düşman
kılan Oşi de.
Tarihî tecrübesi olan milletler, işte böyle fizikî sorunlar yaratıp savaş stratejileri
oluştururlar. Şimdi anlıyor muyuz İtalyanların, Trablusgarb’ı işgal ettikten sonra
neden hiç alakaları olmadığı halde On İki
Adaları neden aldıklarını? Ya da biz Kıbrıs
Harekâtı’nda Girne, Lefkoşe ve Magosa’yı
alırken neden Yasak Maraş ve Güzelyurt’u
da ele geçirdik?
Böyle durumlarda pazarlık süreleri bilinçli olarak uzun tutulur. Çünkü süre uzadıkça tahkimat ve sosyal değişim için vakit
kazanılır. Artık duruma göre ana hedefe
ulaşıldıysa, pazarlık ana hedeften uzaklaşmış ve antlaşma zamanı gelmiş sayılabilir.
Ön hattı da sorunlu bölgeye kaydırmak,
zaferin tescilidir. Bu da maalesef Donetks
havzasında insanların daha çok uzun süre
ölmesi demektir.
Ruslar ellerindeki enerji kozunu öyle kullanıyorlar ki, mesela bir yandan Macaristan’la nükleer işbirliği antlaşması yaparken,diğer yandan da Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile donanmanın ikmali için anlaşıyorlar. Macaristan ile Avrupa’yı kuşatmanın hazırlıklarını yaparken, Yunanistan ve
Güney Kıbrıs’ın ekonomik kriz içinde kıvranmasını fırsat bilip Akdeniz’de, Batı’nın
o çok güvendiği alternatif doğal gaz yataklarında “Ben de söz sahibiyim” demek
istiyor.
Rusya’da öyle bir inanmışlık mevcuttur ki,
bu, tarih boyunca aynı kolektif şuur ile vuku
bulur. Zor zamanlarda Rus milleti eğer
güçlü bir liderlik yakalamışsa, hangi şartlar
içinde olursa olsun, topyekûn direnişe geçer.
Sanmasınlar ki Rusya teslim olur ve geri
adım atar, Kırım’ın ilhakının bedeli ne ise,
Ruslar ödemeye hazırdır. Bunu Napolyon’a
karşı da ispat ettiler, Hitler’e karşı da.
“Dünya beşten büyüktür!”
BM’nin kurulmasındaki yegâne amaç,
dünyadaki tüm sorunlara büyük devletlerin müdahil olup ortak politika belirlemesi içindi. Dünyanın beş büyüğüne bundan
dolayı veto hakkı tanınmış ve sorunların
önüne bu şekilde geçilebileceği varsayılmıştır. Fakat dünya yerinde durmuyor ve bölge
güçleri artık bu karar mekanizması içinde
yer almaya çalışıyorlar.
Erdoğan da sürekli olarak “Dünya beşten
büyüktür!” derken dünyada bir algı oluşturmak istiyor ki bunu başarmışa da benziyor.
Daha üç beş gün önce (bugün 4 Mart 2015)
İnsan Hakları Örgütü’nden bu slogana dönük bir açıklama geldi. Artık herkes biliyor
ki, BM denen bu kurumun hiçbir işlevi kalmadı. Varsa bile, bu güç ancak ana devletlerin çıkarlarını sekteye uğratacak hamlelere
cevap niteliğinde.
Rusya bu beşte mi? Kâğıt üzerinde evet!
Ama Putin de biliyor ki, kendisi bu beşin
içinde değil. İkinci Dünya Savaşı sonunda
dünyaya nizam vermek amacıyla kurulan
bu beş, artık birbiri ile didişmekle kalmıyor,
birbirlerinin hâkimiyet sahalarına da müdahale ediyor ve acısını da tüm dünya çekiyor.
Tarihte hiç ön plana çıkarılmaz ama bu
millet, I. Abdülhamit döneminde Almanlarla da savaşmış ve ağır bir mağlubiyet
tattırmıştır. Fakat bu savaşın sonucu bize
oldukça pahalıya mâl olmuştur. Çünkü biz
Almanlarla savaşırken, onların müttefiki olan Ruslar da bu arada Karadeniz’e donanma indirerek Ozi Kalesi’ni işgal etmiş, ardından da Odesa’ya girerek Kırım’ı elimizden çıkarmışlardır. Bu savaş neticesinde Osmanlı artık Kırım hanlarını atama yetkisini
yitirmiş, Ruslar neredeyse tüm Kırım bölgesine hâkim olmuşlardır.
Sonuç şu: Zamanlama mükemmel! Kırım tekrar Rusların eline geçti, bize de seyretmek kaldı. Kim seyretmedi ki?
Son söz: Veziri bu kadar bol bir oyunda
Şah kim?
Ne olabilir ki? İnsanlık!
özel sayı 101 2015
175
haberajanda
Siyer-i Nebi
Kutlu bir doğum
Rahmeti her şeyi kuşatan Rabbimiz!
Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Habibinin (s.a.v.) aşkına,
bizleri Sen’in kelimelerinle düşünen, Sen’den bir hikmetle akledip güzel işler ortaya çıkaranlardan eyle… Usve-i Hasane,
Hatem, Şahid, Beşir, Nezir, Dai, Müzekkir, Sirac-ı Münir olan Resulün (s.a.v.) hürmetine, bizleri O’nun (s.a.v.) gördüğü, işittiği ve
aklettiği yerden gören, işiten ve akleden kullarından kıl... Şüphesiz ki Sen, dilediğine dilediğince lütfedebilensin. (Âmin!)
176
özel sayı 101 2015
Ahmet Turgut
[email protected]
beklerken
M
İLADÎ bir uyarlamayla Nisan aylarını “Kutlu Doğum Haftası” saydık ve
Peygamber Efendimiz’i
(s.a.v.) hatırla(t)manın vesilelerinden bir vesile edindik. Elbette bu
vesileden muradımız, bin 444 yıl evvelki doğumdan ziyade, “güncel bir doğum” sayesinde kendimizdeki Muhammedîliği uyandırabilmek. Ve biliyoruz ki bunun yegâne yolu,
Efendimiz’i (s.a.v.) yaşamın her sahasında
rehber edinebilmekten, Kur’an terminolojisiyle O’nu (s.a.v.) “Usve-i Hasane”, yani
“üretilebilir-yinelenebilir güzel örnek” almaktan geçiyor.
Nitekim “Kişi, sevdiğiyle birliktedir” buyuran Efendimiz (s.a.v.), bu birlikteliğin en
tabiî sonucunun da Sevgili’nin ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu bildirmişti bizlere.
Evet, Rehberimizdir Efendimiz (s.a.v.).
Bu rehberliğin birincil ilkesini, Ahzab Suresi’nin 40. ayetinde görüyoruz: “O, Al-lah’ın
Resulü ve Nebilerin Hatemi’dir.”
Dikkat edileceği üzere bu ayette Efendimiz’in (s.a.v.) hem resul, hem nebi olduğu
zikredilmekte. Birçok sözlük her iki kelimeyi “elçi, haberci” misali tekli Türkçe karşılıklarla aynîleştirebiliyor. Vahye muhataplığın
vurgulandığı bu iki kelimenin aralarındaki farkı araştırınca seçebiliyoruz ki, “nebi”
kelimesinde “haberin kendisi” önemlidir.
Ancak “resul” kelimesi ise ilgili yere/kişilere
bu “haberi getirmesi için gönderilen kişi”yi
anlatır. “Nebi” sözcüğünde “haberin intikal
edişi”ne vurgu yapılırken, “resul” kelimesindeki vurgu ise doğrudan “haberi getiren kişi”
üzerindedir.
Başka bir izahla “nebi” haberin ilk elden alıcısı, “resul” ise aldığı gibi aktarıcısıdır. Haliyle her resul, aynı zamanda nebidir; lakin
her nebi, resul olmak zorunda değildir.
Hakeza Efendimiz’in (s.a.v.) Nübüvvetine
dair ilk emir “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla...” ayetiyle1 gelmişken, Risaletine dair ilk
emirse “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar!”
ayetinde2 geçmektedir.
Hatemü’l-Enbiya
Gelelim Ahzab Suresi 40. ayette yer alan
“Hatemü’l-Enbiya” tabirine...
Bu tabirde yer alan “hatem” kelimesi, Arapçada “mühür” anlamına gelir. Herhangi bir yazı, bildiri veya mektubun nihayete
erdiğinin belgelendirilmesi ve içeriğinin
özel sayı 101 2015
177
haberajanda
Siyer-i Nebi
tasdik edilmesi amacıyla en altına mühür
basılması sebebiyle “hatem” kelimesi sonlanmayı ve evvelki ifadeleri tasdik etmeyi
anlatır. Haliyle Efendimiz (s.a.v.), Resullerin ve Nebilerin “Sonuncusu”dur. Hem
Risâlet, hem de Nübüvvet Kapısı, Efendimizden (s.a.v.) sonra başka hiçbir kimseye
açılmamak üzere kapatılmıştır.
Günümüzde güya kelime oyunları yaparak “Hz. Muhammed Son Nebi’dir ama
Son Resul değildir” iddiasıyla yola çıkıp
“Ben nebi değilim ama resulüm” durağına
uğrayan tüm hezeyanlar, ilahiyatın veya etimolojinin değil, doğrudan psikiyatrinin ilgi
sahasındadır.
Yine Hatemiyetin sonucu olarak Efendimizin (s.a.v.) evvelki kitapların ve risaletlerin
tasdikleyicisi olması özelliği, O’na (s.a.v.) verilen hüküm ve hikmetin hem maziyi, hem
de geleceği kuşatıcılığını gösterir. Bu öyle bir
kuşatıştır ki, bahaneler O’nun karşısında güneş görmüş kar misali erimeye mahkûmdurlar.
Tebliğe dair ilkelerin propaganda veya algı operasyonu prensipleriyle değiştirildiği böylesi bir süreçte Efendimiz’in (s.a.v.) öğrettikleriyle aramızda
beliren bir diğer fark ise, Efendimiz’in (s.a.v.) insanları “Hakk’a davet” etmesi, bizlerinse aynı hedef kitleyi “kendimize çağırmayı” tercih etmemizdir.
Öyle ki, böylesi bir dejenerasyon neticesinde tebliğin tanımı, “adam kazanma sanatı” olarak değiştirilebilmiştir.
Şahid, Müjdeleyici ve
Uyarıcı
Efendimiz’in (s.a.v.) rehberliğinin diğer
bir ilkesi ise, O’nun (s.a.v.) davetçi, müjdeleyici ve uyarıcı olmasıdır. Nitekim ilahî mesaj
ve nasihatler ile emir ve yasakların insanlığa
ulaştırılması, O’nun (s.a.v.) aslî vazifesi olan
hakikati tebliğ etme görevinin öncelikli gereğidir. Ahzab Sûresi 45. Ayet, Efendimiz’in
(s.a.v.) bu amaçla gönderildiğini de dile getirmektedir: “Ey Nebi! Seni Şahid, Müjdeleyici ve Uyarıcı olarak gönderdik.”
Bu ve benzeri ayetlerin3 ortak şahitliğiyle anlıyoruz ki, Efendimiz (s.a.v.) Kur’an-ı
Kerim’de ilahî haberi alması ve aktarmasıyla
“Resul ve Nebi”, ilahî haberlere muhatap
kitleleri müjdelemesi yönüyle “Beşir/Mübeşşir”, onları uyarması yönüyle “Nezir/
Münzir”, hakikate davet edişiyle “Dai”, aslolan gerçeği hatırlatışıyla “Zikir/Müzekkir”, tüm bu emeklerine hem insanlığı, hem
de Allah’ı tanık tuttuğu için “Şahid” vasıflarıyla adlandırılmıştır.
Efendimiz’in (s.a.v.) hayatını anlatan Siyer-i Nebi kitaplarını ve bizatihi Kendisinin
sözlerini etüt edince anlıyoruz ki, Efendimiz
(s.a.v.), kendisine tebliğin ulaşmadığı kişiyi
“davet ehli gayrimüslim” saymış, “kâfir” nitelemesini ise ancak kendisine ulaşan apaçık tebliğe rağmen hakikate teslim olmaya
direnenler için kullanmıştır. Üstelik kâfirin
değil, küfrün varlığını dert edinmiştir. Zira
O (s.a.v.), failin terbiyesini fiilin ıslahına
bağlamış ve mücadele önceliğini faile değil,
fiile vermiştir. Öyle ki, yalan söylemenin zararlarını öğretmeden hiç kimseyi yalancılıkla itham etmediği gibi, zalimi değil, zulmü
yok etmeye çağırmıştır.
Yine aynı sebeple müşriklerin değil, şirkin düşmanı olmuştur. Mekke’nin fethedildiği gün, gücü yetmesine rağmen, üstelik de
hukuken bunu yapmaya hakkı bulunduğu
halde, Kendisine her türlü düşmanlıkta sınır
tanımayan Kureyşli müşriklerle hesaplaşmak yerine şirki hedef göstermiş, Kureyş
ekâbirlerini azat ederken, Kâbe’deki tüm
putları kırmıştır.
Yine O’nun (s.a.v.) temiz hayatını okuduğumuz vakit görebiliyoruz ki, Efendimiz
(s.a.v.), Kur’an’ın da en belirgin üslubu olan
ya müjdeleyip uyarmak ya da uyarıp müjdelemek yolunu seçmiş, her halükârda aynı
hedef kitleyi hem müjdelemiş, hem de uyarmıştı.
178
özel sayı 101 2015
Ahmet Turgut
Muhammedî tebliğin ana düsturları olan bu hassasiyetleri görmezden gelen
bizlerse, ekseriyetle hedef kitleyi “Bizimkiler” ve “Onlar” diyerek önce ikiye ayırıyor
ve “bizimkiler”i muştunun, “ötekileri” ise
ikazın muhatabı sayıyoruz. Üstelik müjdelemek yerine vaatler/ayrıcalıklar sunuyor,
uyarmak yerine de tehdit ediyoruz. Şahitlik
bahsinden nasibimiz ise, kardeşlerimiz hakkında bir kenarda suç dosyaları biriktirip
günü geldiğinde bunları tüm kamuoyunun
tanıklığına sunmak şeklinde beliriyor.
Ya biz?
Tebliğe dair ilkelerin propaganda veya
algı operasyonu prensipleriyle değiştirildiği
böylesi bir süreçte Efendimiz’in (s.a.v.) öğrettikleriyle aramızda beliren bir diğer fark
ise, Efendimiz’in (s.a.v.) insanları “Hakk’a
davet” etmesi, bizlerinse aynı hedef kitleyi
“kendimize çağırmayı” tercih etmemizdir.
Öyle ki, böylesi bir dejenerasyon neticesinde tebliğin tanımı, “adam kazanma sanatı”
olarak değiştirilebilmiştir.
Adam olması beklenen kişiye Hakk’ın anlatılması yerine, “Bir adamımız daha olsun!”
beklentisinin yol açtığı bu kirlilikten uzak
kalmak isteyenler neye dikkat etmelidirler
peki?
Eğer muhataplarınıza kendilerini geliştirebilmeleri veya düzeltebilmeleri için onların muhtaç olduğu değerleri, bilgileri ve
hükümleri veriyorsanız, şüphesiz ki bu, tebliğin gereğidir. Aksine, muhataplarınıza onların görmek/duymak istedikleri şeyleri veriyorsanız, bu, tebliğin değil, propagandanın
gereğidir.
Nitekim ilk tavırda “usul dairesinde”
derdinizi anlatırken, kınayıcıların kınamalarından çekinmeme, yani izzet ve vakar
hali belirgindir. Bu uğurda muhataplarınızın zihin/gönül konforunu bozmaktan
ve bunun sonucunda bedel ödemekten
çekinmezsiniz. Propagandist tavırlarda aslolansa “rağbet görebilmek”tir. Bu amaçla
hedef kitlede mevcut olan önyargıları tekrar etmek veya onların bireysel/kimliksel
egolarını okşamaktan geri durmazsınız.
Kitlenizden elde edeceğiniz maddî karşılığı, emeğinizin değil, “uyumluluğunuzun
doğal getirisi” addedersiniz. Üstelik bunu
kâh yalanlar üzerine inşa edersiniz, kâh
“seçilmiş doğrular” üzerinden.
Beşerî sahadan bir misal ile bu ayrım açı-
labilir sanırım: Farz edelim ki paylaşmayı
sevmeyen bir insanla muhatabız… Propagandistler böylesi bir insanı ne tür argümanlar kullanarak kendi saflarına çekerler?
“Aslolan insandır… Ne ararsan kendinde
ara, zira kâinatın gözbebeğisin sen! İnsan
olmazsa tüm bu âlemlerin hikmeti de olmaz…” vs.
Duymak istediklerimiz ya
da duyulması gerekenler
Tüm bu cümleler, vazettikleri müstakil
yargılar itibariyle doğrudurlar. Ama hepsi
de hedef kitlenin hassasiyetleri gözetilerek
seçilmiş olan doğrulardır. Örnekteki şahıs,
cimri bir insan olduğu için paylaşmayı sevmeyen, kendisini merkeze almış egosantrik
biridir. Haliyle -cümle itibariyle doğru yargılar barındıran- tüm bu ifadeler, ondaki
enaniyet/ego damarını besler.
Oysa aynı şahsa “Tüm mülkün mutlak
sahibi Allah’tır. O, mülkünü dilediğine verir. Bununla da seni ve diğer insanları imtihan eder. Haliyle sana emanet edilen malı
mülkü muhtaç kişilerle paylaşman gerekir.
Eğer böyle yapmazsan, Allah’ın rahmetinden hissen azalır” derseniz, tüm bu sözler de
doğrudur ki üstelik de cimri-egosantrik bir
insanın iyi-güzel-doğru bir kişilik kazanabilmesi için “ihtiyaç duyduğu doğrular” da
tastamam bunlardır. Nitekim bahse konu olan “hedef şahıs”,
her iki sözü de dinler. İlk sözler egosuna
hitap ettiği için onları aynen alır; aklı da
bu söylenenleri doğrular. İlk argümanı dillendiren/yazan şahsı veya ekibi kendisine
yakın bulur. Hele bir de sözüne ve tespitlerine güven duyulan bir kişiyseniz, muhatabınız sizin ilminize, bilgeliğinize iyiden
iyiye hayran olur. İkinci grupta zikredilen
argümanlara ise kulak vermek istemez ve
bilakis bunları hatırlatanlardan uzak durmaya çalışır.
Yukarıdaki örneği nazarî bir dille özetlersek şunları yineleyebiliriz pekâlâ:
Sistemin nasıl ilerlediğinin farkında olan
ve temel hedefleri “adam kazanmak” olan
propagandacılar, hedef kitlenin duymak
istediği yalanları ve/veya doğruları söyler
ve bu sayede onlardan rağbet de görürler.
Dertleri “adam kazanmak” değil, “adam olmak ve adam yetiştirmek” olan gönül erleri ise, rağbet kaygısından bağımsız şekilde
muhatabına, onun hatırlamaya muhtaç ol-
duğu doğruları anlatır ve gösterirler. Bu sayede muhatabının daha iyi-güzel-doğru bir
insan olmasına çalışırlar ve propagandistler
gibi, putların birini alıp yerine bir başkasını koymakla veya putları Kâbe’den çıkarıp
Mescid-i Harâm’ın bir kenarına bırakmakla
uğraşmazlar, Beytullah ve onun harimi temizlenene değin putları kırmak için didinir
dururlar.
Bu ilkesel farkları anladıktan sonra çevrenize ve medyaya yeniden bir bakın isterseniz! Kimlerin hangi sözleri/doğruları neden
hoşunuza gidiyor? Veya neden size soğuk
geliyor?
Bu konuda kendimizi tartmak veya
Kur’an’ın ifadesiyle nefsimizi “levm edebilmek”, şüphesiz ki Efendimiz’in (s.a.v.) ve
O’nun bize aktardığı Kitap’ın ışığında sağlıklı, doğru ve temiz bir zemine oturacaktır.
Belki de bundan sebep, mezkûr ayet şöylece
devam etmektedir:
“Ey Nebi! Seni Şahid, Müjdeleyici ve Uyarıcı olarak gönderdik. Ve Seni Allah’ın izniyle
O’na davet eden bir Dai ve aydınlatan bir
kandil (Sirâc-ı Münir) kıldık. İnananları,
kendilerini büyük bir lütfün beklediğiyle müjdele! İnkârcılara ve ikiyüzlü davrananlara
gelince, onlara itaat etme, ezalarına aldırma!
Sadece Allah’a güvenip dayan! Vekil olarak Allah yeter…”4
Kendi doğumumuza niyaz
Son sözümüz, kendi doğumumuza niyaz
olsun...
Rahmeti her şeyi kuşatan Rabbimiz!
Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Habibinin (s.a.v.) aşkına, bizleri Sen’in kelimelerinle düşünen, Sen’den bir hikmetle akledip
güzel işler ortaya çıkaranlardan eyle…
Usve-i Hasane, Hatem, Şahid, Beşir,
Nezir, Dai, Müzekkir, Sirac-ı Münir olan
Resulün (s.a.v.) hürmetine, bizleri O’nun
(s.a.v.) gördüğü, işittiği ve aklettiği yerden
gören, işiten ve akleden kullarından kıl...
Şüphesiz ki Sen, dilediğine dilediğince
lütfedebilensin. (Âmin.)
1. Alâk, 1.
2. Müddessir, 1-2.
3. Bakara, 119; Nisa, 79 ve 165; Fatır, 24; Sebe, 28;
Ğaşiye, 21-22; Ahzab, 46.
4. Ahzab, 45-48.
özel sayı 101 2015
179
haberajanda
Toplum
Medeniyet ve
kültürümüz inanç
eksenlidir. Bundan
dolayıdır ki tarihimizde, yukarıda
ifade edildiği anlamda bir sefalet
yaşanmamış, insanımız yalnızlığa
itilmemiştir. Çocukları birer emanet olarak gören
zihniyetin onları
ötekileştireceğini,
hele hele istismar
edebileceğini düşünemeyiz. Bizi ayakta tutan bu anlayış
korundukça var
olmuşuzdur. Bu
anlayış zayıfladıkça
başımıza gelenler
ise ortadadır, damardan parçalarla
parçalanmışızdır…
DAMARDA
B
ÜYÜK kentlerin cazibesinin kendine çektiği taşralı insanların eritilişlerinin öyküsüdür son çağın bu
hazin şarkısı. Son çağın parçalara ayırdığı cemiyet,
bugün eriyik halde kayıplara karışmıştır.
>> “Bir tek dileğim var: Mutlu
ol, yeter!”
En geniş açılımıyla aile kurumunun içine düşürüldüğü bataklığın yansımaları olarak bugün anne, baba, çocuk, kardeş ve
akraba, birer kavramdan öteye
gidemeyen değerlere indirgenmiştir. Toplumsal katmanları bir
arada tutacak olan değer yargıları birer birer silikleştirilmiş, yerlerine uçucu, tutarsız, bol baharatlı kelimeler ikame edilmiştir.
Baharatı bol tutmuşlardır, çünkü
bu çürük etin kokusu ancak bol
baharatla giderilebilirdi.
“Kıvırcık marulun vardır inşallah;/ Bir salata yapsan, bol limon
sıksan…/ Senin de iştahın iyi maşallah…/ İçim ürperiyor, ya evde
yoksan?”
Vahşi kapitalizmin kâra endeksli iş anlayışında, ucuz işgücü olarak kullanılacak bir meta
olmaktan başka değerleri olmadıklarını gören, bilen ve yaşayan
insanların içine düştükleri sefalet korkunç olmuştur. Cemiyetin
içinde var oluşların (kapital patronlara para kazandıran insan
kaynağı) olarak tarif edebilecek
kadar kendini yoklukta, patronajlarını kulelerde kanıksayan
fertler cehennemine çevirmişlerdir yaşamı.
“Çaresiz kalmışım, gözlerim şaşkın…/ Çile rüzgârında savrulmuşum ben./ Dertler derya olmuş,
ben de bir sandal,/ Devrilip bat-
180
özel sayı 101 2015
mışım, boğulmuşum ben…”
İşgücü kavramı, daha da ucuza çalıştırılabildikleri için kadın
ve çocukları da kapsamıştır. Böylece aile ortadan kaldırıldığı için,
çocuklar sahipsizlik bataklığına
düşürülebilmiştir. En tabiî sosyal
hakların lafının bile edilmediği
bu ortamda sistem, durmadan
ve durdurul(a)madan uçurum
insanlarını üretebilmiştir. Heyelanlar cehennemimiz, Batı dünyası için “kazançlar cenneti” diye
tarif edilegelmiştir. Enkazlar,
kazların yolunduğu çiftliklerde
bir bir meydana gelmiştir. Uçurumlar, uçurtması vurulanlar ve
uçurulanlar hiç bitmemiştir.
“Uçurumun kenarına getirdin
ömrümü,/ Harabeye döndürdün
garip gönlümü…”
Tecrit edilen bu insanlar için
inanç bir lüks, aile biyolojik bir
ortam, ahlak ise bir zaaftır. En
yalın anlamıyla yaşamak için
her şey yapılabilir ve mubahtır.
Ölüm, bütün acı ve ıstırapları
dindiren kurtarıcıdır. Cemiyeti
bu hale getiren akıl, akılsızlık haline bu ülkeyi ustaca alıştırmıştır.
Aklı tutulan ve aklıyla oynanan
halk, çıkış yolunu aramaktan
dahi uzak kalmıştır. Ve tarih tüm
bunları bir bir yazmıştır.
“Ben zaten her acının tiryakisi
olmuşum,/ Ömür boyu bitmeyen
dert ile yoğrulmuşum…”
İnancın medeniyet dokusundaki payı inkâr edilerek, yerine
kâr ikame edildiğinde, gidişat,
varoş kültürünün sahipsiz çocuklarının çoğalışından başka bir
yere doğru olmamıştır. Engellenemez bu sürükleniş, duyarsız,
kör, sağır ve umarsız bir neslin
türetilmesiyle nihayete ermiştir.
Lakin bu coğrafyada “arkası yarın” hep var olmuştur.
“Martılar ismini gelir fısıldar;/
Sahilde sensizlik benimle ağlar./
Her tarafta senden bir hatıra var./
Baktığım, gördüğüm, duyduğum
sensin…”
Yukarıdaki tabloda ana hatlarıyla görüldüğü üzere, Batılı
eksende yer alan düşünce sistemlerinin insanlığı ittiği uçurumlardaki en temel karakteristik öğe
“yalnızlık” olmuştur. Yalnızlaştırılmış bireyler, duygu derinliği olmayan, dava, şuur, hedef ve ufuk
gibi niteliklerin eylem alanından
ziyade kazanç, hırs, ihanet ve çelme takma gibi vahşi kapitalizmin
cehennemine esir düşmüş ya da
düşürülmüşlerdir.
“Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş./ Tanrı istemezse insan
ölmezmiş./ Sen tanrı mısın beni
öldürdün,/ Eşime dostuma beni
güldürdün?”
Batı’ya göre her zaman Doğulu kalacak olan toplumumuz,
böyle bir yalnızlığa düşmemek
için medeniyet ve kültürüne
sarılmalıdır. Medeniyet ve kültürün izleri bu toplumdan silindikçe, fertleri bekleyen akıbet,
yalnızlıktan başka bir şey olmayacaktır.
“Ayağıma prangalar taktılar,/
Gözlerimi dağladılar, yaktılar;/
İki koldan, bir alnımdan çaktılar,/
Çarmıha gerdiler sensiz iki gün…”
Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
N PARÇALAR
Yetişkinler olarak baş edemediğimiz ve
edemeyeceğimiz bu yalnızlığa itilen, sosyal
bir yara olarak kanayan, adına “sokak çocukları” denilerek etiketlenen çocuklarımızın
içinde bulundukları hâl, yalnızlıktan başka
bir şey değildir. İhmal edilmişlikten terk
edilmişliğe uzanan süreçte yaşam mücadelesi veren bu çocukların yalnızlığı “yabancılaşmaya” dönüştüğünde, maalesef birer suç
makinesi haline gelmektedirler.
“Bugün yine bana ayrılmak düşer,/ Deli gibi
döne döne savrulmak düşer./ Bugün yine bana
of çekmek düşer…/ Of! Of! Of!../ Bugün yine
bana ağlamak düşer,/ Çıra gibi yana yana kül
olmak düşer./ Bugün yine bana ah çekmek düşer./ Ah! Ah! Ah!..”
Medeniyet ve kültürümüz inanç eksenlidir. Bundan dolayıdır ki tarihimizde, yukarıda ifade edildiği anlamda bir sefalet
yaşanmamış, insanımız yalnızlığa itilmemiştir. Çocukları birer emanet olarak gören
zihniyetin onları ötekileştireceğini, hele hele
istismar edebileceğini düşünemeyiz. Bizi
ayakta tutan bu anlayış korundukça var olmuşuzdur. Bu anlayış zayıfladıkça başımıza
gelenler ise ortadadır, damardan parçalarla
parçalanmışızdır…
Ne yazık ki, bugün kültürel çözülmenin
neticesi olarak sahipsizlik batağında çırpınan
çocuklarımız var.Bize ait olan ve kültürümüze
kazandırmamız gereken bu çocuklar için neler yapabileceğimizi ortaya koymadıkça, onları yalnızlık uçurumuna düşmekten de koruyamayız.
İnsan, yaptığı ve yapmadığı her şeyden
sorumludur ve hesaba çekilecektir.
Not: Kıymetli Ali Hocam’a katkılarından
ötürü minnettarım.
özel sayı 101 2015
181
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ
Tarihe bakıldığında pek çok
alfabe değiştirdiğimiz görülmektedir. Orhun Kitabeleri’nde
görülen “Göktürk” veya “Orhun alfabesi”nin o dönemde
pek çok Türk boyu tarafından
kullanıldığı sanılmaktadır.
Onun için bazı tarihçiler buna
“Turan alfabesi” adını vermektedirler. Orta Asya Türklerinin
kullandığı Uygur alfabesinin
aslının da Aram yazısı kökenli
Suğd alfabesi olduğu kabul
edilir. İslamiyet’ten sonra ise,
son İlhanlı hükümdarı olan
Sultan Ebu Said (716-726) tarafından Arap alfabesinin kullanılmasıyla yeni bir döneme
girilmiştir. İşte Türklerin kültür
ve medeniyetlerinin günümüze
aktarılmasını sağlayan bu yazıyı Selçuklular ve Osmanlılar
da kullanmışlardır. “Osmanlıca”
şeklinde adlandırılan alfabenin
aslı da buna dayanmaktadır.
***
Osmanlıca, alfabe olarak her
ne kadar Arapça kökenli olsa
da anlam, mantık ve boyut
açısından Türkçedir. Çünkü Osmanlıcadaki bir kelimenin anlamı, Arapçadaki anlamından
farklıdır. Osmanlılar, Arapların
kullandığı anlamı direkt olarak
kullanmamışlardır. Ne var ki,
bugünün insanı Osmanlıca ile
Arapçayı sanki aynı dilmiş gibi
biliyor. Osmanlıcanın bir Türk
dili olduğunu bilenlerin sayısı
çok az.
***
İlhanlılar, Selçuklular ve Osmanlıların, kısacası tarihî geçmişimizin tamamı bu dille, yani
Osmanlıcayla kaydedilmiştir.
Harf değişimi, bilgi hazinesi ile
bu milletin bağlantısını kesmiştir. Yerine yenisi hemen ikame
edilemeyeceği için, besleneceği
bilgi kaynaklarından millet
mahrum bırakılmıştır. Bundan
dolayıdır ki, uluslararası düzeyde, özellikle sosyal bilimler
alanında ne bir bilim adamı, ne
bir felsefeci, ne bir sosyolog,
ne bir edip veya yazar, şair
yetişmiştir.
182
özel sayı 101 2015
Ne
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Selami Bakırcı
Dr. Muhammed İkbal Bakırcı // [email protected]
denB Osmanlıca?
U lanetleme çağı her zaafı kurumsallaştırdı. Yanıyoruz hararetinden, suya
hasretiz! Deniz suyu içenler gibi harareti
geçmeyenleriz. Bu çağda kurumsallaştırıp zaaflarımızla bizi yöneten, küfre
gardiyanlık eden her fert, elbette bir
gün, ilelebet kendileri için mesken
edindikleri ve bizi de esiri ettirdikleri bu zindanın bedelini
ödeyecektir.
>> Uyanışın uzun sürdüğü
bir dönemdeyiz. Ayılıyoruz,
lakin uyutulduğumuz yerden
zor kalkıyor, uyanırken zorlanıyoruz. Bu bir yorgunluk
alameti değil, sarhoş edilmiş
bir cemiyetin sızdıktan sonraki
sersem halidir. Bu dediklerim,
meşum bir felaketin adeta hasar
raporudur.
Bu raporda en önemli yerlerden birini tutan bölüm de
medeniyet mirasımızdan koparılışımızın can alıcı kesiği “Harf
İnkılabı”dır. Osmanlıca bugün
gençler için yabancı diller arasında tarif ediliyorsa, can alıcı
kesiği atan Batı dünyasının bir
başarısıdır bu. Buna mukabil,
bizim için de tamire muhtaç,
derman olunacak yaranın
yerine işaret eden önemli bir
ipucudur hem. Medeniyetimize
ait bilimsel, sosyal ve kültürel arşivimizin saklı olduğu
dâhiyane bir hafızayı barındırır
Osmanlıca.
Gönül dünyası imar ve restore edilen sosyal katmanlar için
bugünlerde Osmanlıca ikram
ediliyor. Bu konuyu saygıdeğer
Hocamız, Atatürk Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve
Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof.
Dr. Selami Bakırcı ile yaptığımız söyleşide farklı boyutlarıyla
sohbet etme imkânı bulduk.
Kendilerine bize kıymetli zamanını ayırdığı için öncelikle
teşekkür ediyorum. Arzu ederseniz, Selami Hocamızla yaptığımız keyifli sohbetle sizleri baş
başa bırakayım.
***
“Osmanlıcanın bir
Türk dili olduğunu
bilenlerin sayısı çok
az”
• Sayın Hocam, öncelikle
değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Söyleşimize bazı kavramları
tanımlayarak başlayalım isterim… Hocam, bir toplum
için “dil” nedir, ne önemi
vardır?
Dil, insanlar arasında ile-
tişimi sağlayan toplumsal bir
olgudur. Aynı zamanda insanın
duygu, düşünce ve isteklerini
ifade etmek için kullandığı
yegâne araçtır. Onun için insan,
“konuşan canlı” olarak tanımlanır. Bu itibarla dil, insanlığın
inşa etmeye çalıştığı medeniyetin temel unsurlarından biridir.
Güçlü ve sağlam medeniyetler,
ancak güçlü bir dil ile ikame
edilirler.
• Bir medeniyetin olmazsa
olmazlarından biridir dil.
Osmanlıca özelinde bu konuyu ele alacak olursak ne
söylemek istersiniz Hocam?
Osmanlıca, Osmanlı
Devleti’nin kullandığı dilin
adıdır, yani Türkçedir. Bugünkü
kullandığımız dilden farkı, sadece alfabesinin farklı olmasıdır.
Tarihte, dilini kısmen veya
tamamen değiştirmeyen hemen
hemen hiçbir millet yoktur.
Türkler de İslamiyet’i kabul
ettikten sonra Arap alfabesini
kullanmaya başlamış. Dolayısıyla bunu eleştirmenin fazla bir
ehemmiyeti yok.
Bu alfabeyi kullanmaya başlamış olmamız, gerilemeye neden olmamış, bilakis kültür ve
medeniyetimizi geliştirmemize
daha da yardımcı olmuştur.
Bunu “Divan-ı Lügati’t-Türk”
ve “Kutadgu Bilig” gibi ilk
eserlerde görmekteyiz.
Tarihe bakıldığında pek çok
alfabe değiştirdiğimiz görülmektedir. Orhun Kitabeleri’nde
görülen “Göktürk” veya “Orhun alfabesi”nin o dönemde
pek çok Türk boyu tarafından
kullanıldığı sanılmaktadır.
Onun için bazı tarihçiler buna
“Turan alfabesi” adını vermektedirler. Orta Asya Türklerinin
kullandığı Uygur alfabesinin
aslının da Aram yazısı kökenli
Suğd alfabesi olduğu kabul
edilir. İslamiyet’ten sonra ise,
son İlhanlı hükümdarı olan
Sultan Ebu Said (716-726)
tarafından Arap alfabesinin
kullanılmasıyla yeni bir döneme
girilmiştir. İşte Türklerin kültür
ve medeniyetlerinin günümüze
aktarılmasını sağlayan bu yazıyı
Selçuklular ve Osmanlılar da
kullanmışlardır. “Osmanlıca”
şeklinde adlandırılan alfabenin
aslı da buna dayanmaktadır.
İlhanlılarla başlayıp Selçuklularla devam eden bu yazı,
Osmanlılarla “lisan-ı Osmanî”,
yani “Osmanlı dili” veya kısaca
“Osmanlıca” adını almıştır.
İlhanlılar döneminde bu
dil -o dönemde Osmanlılar
olmadığı için “Osmanlıca”
demiyorum-, Selçuklular ve
Osmanlılar döneminde olduğu
kadar estetik bir yapıda değildi.
O dönemlerde daha çok “kufi”
tarzda olan bir yazı şekli vardı.
Osmanlıcada gördüğümüz
onlarca şekil, sonraki Selçuklular ve özellikle Osmanlılar
özel sayı 101 2015
183
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Osmanlıca eğitimin aslî olan boyutu, yani üçüncü boyutunu bilimsel alan oluşturmaktadır. Bu alan, diğer iki boyuttan çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Zira
bu alan oldukça hacimli olduğundan, büyük bir ciddiyet de gerektirmektedir. Etkilediği tabakalara bakıldığında konunun hassasiyeti fark edilecektir. Bugün bilimsel
anlamda yapılan Osmanlıca çalışmalar, hem kalite, hem de yetenek bakımından çok
çok yetersiz kalmıştır. Milyonlarca adet evraka ve deftere sahip Osmanlı arşivini biliyorsunuz, bunlar sadece okunmayı değil, inceleme ve araştırmayı beklemektedir.
döneminde eklenerek dili geliştirmiştir.
Osmanlılar döneminin “hat”
sanatının meşhur üstatları
Maraşlı Hayreddin, Karahisarlı
Hüseyin Çelebi, Erzurumlu
Halid ve en son İstanbullu
Hafız Osman’la, estetik olduğu
kadar fonksiyonel bir yazı haline getirilmiştir. Öyle ki, yazının
şeklini gördüğünüz zaman,
bu belgenin ilgi alanını anlayabildiğiniz gibi, hitap şekliye
yazının kimden hangi makama
gönderildiğini de tahmin edebilirsiniz. Bu haliyle Osmanlıca,
maliye ve ekonomiye ait özel
yazı şekli bulunan tek dildir.
• Osmanlıca ile Arapça
184
özel sayı 101 2015
arasındaki farklar ve benzerlikler hakkında ne söylenebilir?
Osmanlıca, alfabe olarak
her ne kadar Arapça kökenli
olsa da anlam, mantık ve boyut
açısından Türkçedir. Çünkü
Osmanlıcadaki bir kelimenin
anlamı, Arapçadaki anlamından farklıdır. Osmanlılar,
Arapların kullandığı anlamı
direkt olarak kullanmamışlardır. Ne var ki, bugünün insanı
Osmanlıca ile Arapçayı sanki
aynı dilmiş gibi biliyor. Osmanlıcanın bir Türk dili olduğunu
bilenlerin sayısı çok az.
Bakınız, dünyada iki medeniyet vardır: Batı medeniyeti ve
Doğu medeniyeti. Doğu, diğer
adıyla İslam medeniyetinin dili
üç ayaklıdır. Bunlar Arapça,
Farsça ve Osmanlıcadır. Osmanlıcanın akademik boyutu,
bilim tarihi açısından oldukça
önem arz etmektedir. Özellikle
fen bilimleri, tıp, astronomi,
mimari ve matematik biliminde
derinlemesine bir araştırma
yapmak istediğinizde, bunu
Osmanlıcasız yapmanız düşünülemez.
“Dünyanın
aydınlanma çağına
girdiği bir dönemde
harf değişiminin
yapılması, Türklerin
medeniyet
yarışından
diskalifiyesidir”
• Harf İnkılabı’nın etkileri
muhakkak derin boşluklar
oluşturdu. Bunun hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Osmanlı’nın son dönemlerinde, her alanda olduğu gibi
eğitim alanında, dolayısıyla
yazıda da birtakım sıkıntılar
bulunmaktaydı. O dönemki
eğitim problemlerini yok saymıyorum, ancak bu problemleri
ıslah etmek yerine, büyük bir
tartışma içerisinde yeni bir harf
sistemi getirmek, sadra şifa
olmadığı gibi yarayı daha da
derinleştirmiştir.
Tam da dünyanın aydınlanma çağına girdiği bir dönemde,
bilimde, fende, sanatta ve
edebiyatta atılımın yaşandığı
bir zaman diliminde harf değişiminin yapılmış olması, Türk
milletinin medeniyet yarışından
diskalifiye edilmiş olması demektir.
• Bizim o dönemki medeniyet yarışında olmadığımızı
Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
iddia edenler var. “Böyle bir
yarış bizim için zaten yoktu” diyorlar. Bunun cevabı
nedir?
Herhangi bir yarışın “olmadığı” veya “yok” varsayıldığı
döneme bir bakalım…
Özellikle sosyal alandaki
seviyeyi, edebiyat, bilim, düşünce ve felsefe alanındaki seviyeyi
millet olarak hâlâ yakalayabilmiş değiliz. Ayrıca ilginç bir
husus daha var: O tarihlerde
Osmanlı’nın bir “vilayeti” olan
bazı ülkeler, bu atılımı bizden
önce yakalamışlardır. Çünkü
onlar dil olarak böyle bir inkıtaya uğramamışlardır.
“Harf değişimi,
bilgi hazinesi ile bu
milletin bağlantısını
kesmiştir”
• Millet olarak “Neden bizim
bilim adamlarımız çıkmıyor?” sorunsalına bakacak
olduğumuzda, Osmanlıcanın kaldırılması ile bir
bağlantı bulunabilir mi?
Dil, bir millet veya toplumun
hafızasıdır, kültür ve medeniyet
arşividir. Toplumlar her şeyini
bununla kaydederler. Bu arşiv
veya bellek ne kadar dolu ve
zengin olursa, bilim, kültür,
sanat, edebiyat, felsefe ve benzeri alanlarda o kadar ilerleme
sağlanır.
İlhanlılar, Selçuklular ve Osmanlıların, kısacası tarihî geçmişimizin tamamı bu dille, yani
Osmanlıcayla kaydedilmiştir.
Harf değişimi, bilgi hazinesi ile
bu milletin bağlantısını kesmiştir. Yerine yenisi hemen ikame
edilemeyeceği için, besleneceği
bilgi kaynaklarından millet
mahrum bırakılmıştır. Bundan
dolayıdır ki, uluslararası düzeyde, özellikle sosyal bilimler
alanında ne bir bilim adamı, ne
bir felsefeci, ne bir sosyolog, ne
bir edip veya yazar, şair yetişmiştir.
1930’lu yıllarda yaşamış bir
tarihçimiz, bu acı gerçekler için
şöyle demektedir: “Unutmayalım ki, selefimiz ne olursa olsun,
biz onların halefiyiz; bugün
iftihar ettiğimiz eserler, onların
eserleridir, kendimiz daha bir şey
ortaya koyamadık.”
Osmanlıca, işte bahsettiğimiz
bu sebeplerden dolayı önemlidir! Osmanlıca, her şeyden
önce daha stenografik bir
alfabeye sahiptir. Yani daha az
karakter sayısıyla daha çok şey
yazılır ve ifade edilir. Mesela bir
sayfa Osmanlıca yazıyı günümüzde kullandığımız alfabeyle
yazmak istediğimizde, bu, hacim olarak iki katına çıkmaktadır. Bu artık tarihe mâl olmuş
bir özelliktir. Bugün bizim için
tarihimizi ve kültür mirasımızı
okuyup anlamamız gereken bir
durum söz konusudur.
Öz medeniyet mirasımıza
yabancılaştırılmışız. O kadar
yabancılaştık ki, Osmanlıca bir
belgeyi yabancı bir dille yazılmış gibi gibi algılıyoruz. Hatta
“Şu belgenin çevirisini yapınız”
demeye başladık. Kullandığımız
kurumsal terminolojileri dahi
anlamaz hale geldik. Devletin
memuru olan “mutemedi”, para
dağıtan bir yer olarak görmeye
başladık. Bugün başta maliye
olmak üzere, hukuk, adalet, siyaset, eğitim, askeriye, meclis ve
hatta tıp alanında kullandığımız terimlerin kahir ekseriyeti
Osmanlıcadır. Özellikle hukuk
alanında oldukça yanlış kullanımların bulunduğu görülmektedir. Çünkü dilin bizatihi
kendisi, yani aslı bilinmiyor.
“Milyonlarca
belge incelenmeyi
bekliyor”
• Osmanlıca eserlerimiz,
Osmanlıca koleksiyonlar
bugün ne durumdadır?
Osmanlıca koleksiyonumuzun en önemlisi, matbaanın
gelişinden sonra Osmanlıca
olarak basılmış Türkçe eserler
koleksiyonudur. Bu da Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi
Kütüphanesi Seyfettin Özege
Koleksiyonu’dur. Merhum
Özege’nin, basılmış olan bütün
eserleri toplayarak oluşturduğu
bu koleksiyon, 50 bin civarında
eserden oluşmaktadır ve Türkiye’deki tek koleksiyondur ki
dünyada böyle bir koleksiyon
bulunmamaktadır.
Diğer taraftan yurtdışında,
Osmanlı hâkimiyetinde kalmış
pek çok coğrafyada bulunan
Osmanlı vesikaları da yine
kültür mirasımızın önemli bir
kısmını oluşturmaktadır.
• Son zamanlarda Osmanlıcaya olan ilginin arttığını
müşahede ediyoruz. Eğitimlerin, kursların artmış
olması hususunda ne düşünüyorsunuz?
Bugün üniversitelerdeki
pek çok bölümde Osmanlıca
okunuyor ve öğretiliyor. Durum göründüğü kadar basit
değil. Son dönem Osmanlıca
bir metni okumak, Osmanlıca
okumak demek değildir. Bu
işin bilimsel bir şekilde ele
alınması gerekir. Hatta bu
durumun üç boyutu olduğunu
düşünüyorum.
Birinci boyutu şöyle: Ortaöğretimde en azından basit bir
metni okuyabilecek Osmanlıca
bilinmelidir. Zira devlet memuru olduğu zaman kullandığı
kelimenin aslını bilebilen bir
nesil yetiştirilmiş olur.
İkinci boyutta Osmanlıca ile
hemhal olan halk inşa edilmelidir. Kültürel anlamda büyük
çoğunluk Osmanlıca bir eser
okumak ister. Bu bir roman
olabilir, hikâye olabilir, dinî veya
tarihî bir eser olabilir; bu alanla
ilgili eser bulmak ise çok zor.
Bana kalırsa Kültür ve Turizm
Bakanlığı bu manada Osmanlıca eserlerin tıpkı basımlarını
yaparak satışa sunmalıdır.
Osmanlıca eğitimin aslî olan
boyutu, yani üçüncü boyutunu
bilimsel alan oluşturmaktadır.
Bu alan, diğer iki boyuttan çok
daha büyük bir önem arz etmektedir. Zira bu alan oldukça
hacimli olduğundan, büyük bir
ciddiyet de gerektirmektedir.
Etkilediği tabakalara bakıldığında konunun hassasiyeti
fark edilecektir. Bugün bilimsel
anlamda yapılan Osmanlıca
çalışmalar, hem kalite, hem de
yetenek bakımından çok çok yetersiz kalmıştır. Milyonlarca adet
evraka ve deftere sahip Osmanlı
arşivini biliyorsunuz, bunlar
sadece okunmayı değil, inceleme
ve araştırmayı beklemektedir.
Medeniyet tarihimizin vesikaları olan vakfiyelerinse 25
milyonun üzerinde olduğu sanılmaktadır. Bunların büyük bir
özveriyle incelenmesi gerekir.
Aynı şekilde tapu ve kadastro
kurumlarındaki milyonlarca
vesikaya basit bir tapu belgesi
olarak bakmamak, her birine
aynı zamanda birer tarihî belge
olarak yaklaşmak gerekir. Kaldı
ki, bugün o belgelerin ve defterlerin bir kısmı henüz tasnif
dahi edilmemiş ve bakımsız bir
durumda kaderlerine terk edilmiş haldedir.
İşte bu üç boyutu da titizlikle ele aldığımızda gerçek bir
Osmanlıca eğitimi yapılıyor
demektir. Aksi takdirde günübirlik bir heves olmaktan öteye
gidemez ve toplumsal bir beklentiyi şekerleme verilen çocuğun eğlencesi gibi karşılamış
oluruz ki bunu hiçbir şekilde
kabul edemeyiz.
• Sayın Hocam, konunun derinliğini ve kapsadığı alanın
genişliğini biliyoruz; arzu
ederiz ki Osmanlıca üzerine
tüm başlıkları ele aldığımız
daha geniş bir sohbet edelim; fakat anladık ve gördük
ki, Osmanlıca üzerine ciddi
bir yaklaşıma ihtiyaç var. Yüzeysel, günübirlik adımlarla
aslında faydadan çok zarar
verebileceğimiz bir mecraya
gitme riski ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda sözünü
ettiğiniz hususların dikkatlice ele alınması gerekiyor.
Kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için tekrar teşekkür
eder, saygılarımızı sunarız.
özel sayı 101 2015
185
HABERA JANDA/SÖYLEŞİ
“Cevabı olmayan sorular
Saymakla bitmeyeceği için
ve anlaşılmayı
kolaylaştırmak adına bir
örnekle iktifa
edelim. “Elma
mı daha kırmızı, yoksa armut
mu daha ekşi?”
türünde bir
sorunun cevabı
olamaz. Hayata dair her
birimizin onlarca, yüzlerce
yanlış sorusu
var ve amansızca bunlara
cevap arayıp
duruyoruz.
Huzursuzluk
ve ümitsizliğin
kaynağının bu
tür yanlışlar
peşinde koşmaktan kaynaklandığını
düşünüyorum.
Cevabı olmayan soruların
peşinde tüketilen ömürler…
186
İ
Ç İÇE midir hayatlar? Sorunlar iç içeyse, sorulan sorular da iç içedir. Kıymetli yazarımız ve sevgili ağabeyimiz Prof. Dr. Bünyami Ünal, herkesin kendine sorduğu,
sordukça yenilerini doğurduğu sorularla hayatı kendi
yorum perspektifinden bir roman üslubuyla anlattı, biz
de kendisiyle “İç İçe Hayatlar” adlı romanı üzerine kısa ama hoş
bir söyleşi yaptık.
>>“Herkes eteğinde
biriktirdiğiyle
yüzleşiyor”
• Yazmaya ne zaman başladınız?
Hep söylerler ya, duyanlar da
bu sözden biraz irrite olurlar:
“Ortaokul yıllarından beri yazıyorum…” Bir deftere el yazısıyla yazmıştım ilk hikâyemi. Kemalettin
özel sayı 101 2015
Tuğcu’dan etkilenmiş olmalıyım ki
o tatta ama çok abartılmış, çocukça bir versiyonuydu. Daha sonraki
yıllarda, nereden bulmuşlarsa kız
kardeşlerim bu defteri bulmuşlar.
Bu arada söylemeyi unutmayayım, hikâyenin adı “Ömercik” idi.
Okuyup okuyup benimle dalga
geçiyorlardı. Dalga geçmekle
kalmayıp, zaman zaman yazdıkla-
rımın komikliğini vurgulamak için
“Ömercik”i başkalarına da okutturmakla beni tehdit ediyorlardı…
• “Ömercik” nasıl bir hikâyeydi?
Sonradan o defter kayboldu.
Keşke şimdi elimde olsaydı ve
yazdıklarıma bakarak o günlerdeki
kendimi biraz daha yakinen tanıyabilseydim… Hatırlayabildiğim
kadarıyla şerbeti çok kaçmış, kötü
hazırlanmış bir tatlı gibiydi…
• O halde “İç İçe Hayatlar”a
ikinci romanınız diyebiliriz…
Tam olarak değil, “üçüncü”
desek daha doğru…
• İkinci hangisi?
Tıp doktoru olduğum için
Sündüz Konuralp // [email protected]
ın peşinde tükeniyor ömürler”
ikincinin durumunu kendi
terminolojimle anlatmaya çalışayım. O roman prematüre
doğdu, şimdi yeni doğan yoğun
bakımda ve iyileşmeyi bekliyor,
bakımı yapılıyor. Düzelince
okuyucuyla buluşacak…
• Peki, neden “prematüre”
diyorsunuz?
Kitap, son yıllarda ülkemizde
yaşanan “fitneyi” ele alıyordu.
Okuttuğum dostlarım yanlış
anlaşılmalara sebep olabileceğinden endişe ettiler. Dostlarımın uyarılarını dikkate alıp
yeniden yazdıklarıma bakınca
haklı olabileceklerine kanaat
getirip işi o haliyle durdurdum.
Sakıncalı olabilecek, daha
doğrusu rahatsızlık duyduğum,
fitneye ilişkin bölümleri revize
ederek yeniden kitabı ele aldım.
• “İç İçe Hayatlar”da hangi
konuyu işlediniz?
Kitap, ilk bakışta romanın
başkahramanı Mehmet’in bir iç
hesaplaşma hikâyesi gibi görünse de, dikkatli bakıldığında
Mehmet ile ilişkili diğer tüm
kahramanların her birinin kendi iç muhasebelerini yaptıkları
bir kurgu içeriyor. Kısaca her
bir “kahraman”, birbirleriyle içi
içe geçmiş hayatlarında, eteklerinde biriktirdikleri hatalarıyla
yüzleşiyorlar.
“Bu kitap, çok
yazarlı bir romandır”
• Biraz da “İç İçe Hayatlar”ı
nasıl kaleme aldığınızdan
bahseder misiniz?
Bence kitabın en ilginç yönü
bu mesele… Başka roman
yazarlarının kitaplarını nasıl
yazdıklarını tam bilemesem de
bizim kitabın yazılış biçiminin
diğerlerinden farklı olduğunu
düşünüyorum…
• Biraz daha detaylandırabilir
misiniz?
Dikkat ettiyseniz bir önceki
soruya “Benim” yerine “Bizim
kitap” diye cevap vermiştim.
Hakikati bu olduğu için o şekilde ifade ettim. Şunu demek
istiyorum: Bahsi geçen kitabın
yazarlarından yalnızca bir tanesi benim…
• Tam anlayamadım…
“İç İçe Hayatlar”, çok yazarlı
bir roman… Mesela romanda
Mehmet’in ilki ortaokulda,
ikincisi lise yıllarında olan
sevgilisi Nilüfer’den aldığı iki
mektup var. O mektuplardan
birincisini bugün itibariyle,
roman kahramanı Nilüfer’in
romandaki yaşıyla uyumlu,
dayımın torunu Sinem’e yazdırdım. Meseleyi anlattım ve
Sinem’e “Sen olsan nasıl bir
mektup yazardın?” dedim.
Yazdığı mektubun neredeyse
virgülüne dokunmadan romandaki ilgili bölüme yerleştirdim.
İkinci mektubu da lise yaşlarındaki başka bir kıza yazdırdım…
• İlginç!
Daha bitmedi! Romanda
Mehmet, karısından ayrılıyor;
ayrılıp memleketine dönen
eşi, günlüklerini kayda aldığı
ajandasını unutup gidiyor.
O ajandada olanları da eşim
Deniz yazdı. Ona da mevzuyu
anlattım ve “Böyle bir ilişki yaşasaydın hatıra defterine neler
yazardın?” dedim, o da ilgili
bölümleri yazdı.
• Değişik olmuş…
Durun, daha bitmedi! Dayımın kızı Yeşim ve yeğenim
Özge’nin yazdığı yerler de var.
Direkt akışa, kurguya ilişkin
müdahaleleri oldu. Mesela
Mehmet ile Nilüfer, kafamdaki
kurguya göre boşanacaklardı,
ancak müsaade etmeyip onları
yeniden buluşturdular…
• İlgimi çekti…
İki doktora öğrencimin (Elif
ve Zeliha) müdahaleleri de var
ki, “Kitabın başından sonuna
kadar hem edisyon, hem de
kurgunun mantıksal tutarlılığını onlar başardı” desem
yeridir.
“Hiçbir yanlış
sorunun mantıklı bir
cevabı yoktur”
• “İç İçe Hayatlar” romanının
ana fikrini bir cümleyle
özetlemenizi istesek, nasıl
bir tanımlama yapardınız?
Ana fikir, “hiçbir yanlış sorunun mantıklı bir cevabının
olamayacağı” üzerine inşa
edilmiş…
• Biraz daha açabilir misiniz
bunu?
Bilmiyorum fark edebiliyor
musunuz, insanlar mutsuz ve
umutsuzlar. İşlerinde, ilişkilerinde, evlerinde derin, hem
de çok derin hayal kırıklıkları
yaşıyorlar. Her bir hüsran bir
başkasını, bir başkası diğerini
netice veriyor. Yine tıbbî jargonla söylemek gerekirse, buna
biz “negatif feedback” ya da
“olumsuz geri besleme” adını
veriyoruz.
• Tam anlayamadım…
Demek istediğim şu: Eski
tabirle “daire-i faside”, yeni
dilde “kısır döngü” durumu…
Daha anlaşılır biçimde söylemek gerekirse, “ilk düğmenin
yanlış iliklenmesi” meselesi…
İnsanlarımızın bahsettiğim durum derelerinde debelendiğini
görebiliyorum.
• “Yanlış soru” dediniz, örnek
verebilir misiniz?
Saymakla bitmeyeceği için
ve anlaşılmayı kolaylaştırmak
adına bir örnekle iktifa edelim.
“Elma mı daha kırmızı, yoksa
armut mu daha ekşi?” türünde
bir sorunun cevabı olamaz.
Hayata dair her birimizin
onlarca, yüzlerce yanlış sorusu
var ve amansızca bunlara cevap
arayıp duruyoruz. Huzursuzluk
ve ümitsizliğin kaynağının bu
tür yanlışlar peşinde koşmaktan
kaynaklandığını düşünüyorum.
Cevabı olmayan soruların peşinde tüketilen ömürler…
Bir başladı mı, “negatif feedback” (olumsuz geri besleme,
daire-i faside, kısır döngü)
terimiyle ifadesini bulan gerçeklikle karşılaşıyoruz. Ya bu
çıkmaz bir yerden kırılacak ya
da karanlık, sisli, korku ve endişe dolu dünya dağdağası içinde
koca koca ömürler, hayatlar
ziyan edilecek. Başka yol yok!
• Kitabınızda bu tür yanlış
sorularla nasıl yüzleşilmesi
veya baş edilmesi gerektiğini mi ele aldınız?
Bildiğim çareleri roman
üslubu içerisinde tüm yaralı
gönüllere derman olur ümidiyle
kaleme aldım. Rabbim her
birimizin maddî ve manevî
dertlerine şifalar versin…
özel sayı 101 2015
187
haberajanda
Kitaplık
Ajanda Grubu Genel Yayın Yönetmeni Doç. Dr. Sinan Canan, Tuti Kitap’tan çıkan “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” ile yine
karşımızda. Bilmek istemek veya bilmeyi istemek üzerine bütün merak oklarını zihnî bir poligonda sırayla yayından
çıkaran bu kitapla bilmek isteyeceğiniz ve tefekkür vadilerinde dolaşacağınız bir şükür gezisine çıkacaksınız.
Kimsenin
Bilemeyeceği Şeyler
Ü
ZERİNDEKİ beyin figürlü tek soru işaretiyle
dikkat çeken bir kitap
çarpıyor gözümüze.
“Kimsenin Bilemeyeceği
Şeyler” adlı bu kitap, günümüz
popüler yayın çizgisinin bütün
izlerini taşıyan tasarımıyla hayli
göz dolduruyor. Ancak mesele
kitap olunca, içinin ziyadesiyle
zihin doldurması önem arz
ediyor.
Kimsenin bilemeyeceği bir şey
var mıdır, yok
mudur? “Vardır”
demenin de,
“Yoktur” karşılığını vermenin de
hangi süreçlerle
ilgili olduğunu
düşünmenin,
beyindeki soru
işaretlerini teker
teker noktalara
dönüştürmenin
imkânı ölçülebilir mi?
188
özel sayı 101 2015
“Kimsenin Bilemeyeceği
Şeyler”, Tuti Kitap’tan çıkan
sapsarı bir kitap. Peki, bir kitabı
hiç okumadan değerlendirmek
isteseniz, “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” hakkında neler söylerdiniz? “Sarı”, “Beyin figürlü soru
işaretli”, “Beyinle ilgili bir kitap
herhalde” filan mı?
Bilmem dikkat ettiniz mi ama
herhangi bir meslek erbabının
başında durup da yarım saat
kendisine çıraklık yapmak
istediğinizde kendisinden izin
alabilir yahut da diğerlerine göre
küçük olan yaşta olup da sizden
büyüklerin konuşmaları arasına
girerek konuya farklı bir söylem
getirirseniz belli bir sınırdan
sonra hangi tepkilerle karşılaşacağınızı kestirebiliyorsunuzdur:
“Bunlar herkesin bileceği şeyler
değil!”
Hele bu tepkilerin en acımasızı şudur: “Sen mi bilecen, ben mi
bilecem?”
Günümüz şartlarındaki bazı
kulvarlar üzerinde ise bu tip
durumlar tam bir toplumsal
hipnoz seviyesindedir. O kulvarlar, kimsenin bilemeyeceği şeylerle doludur ve kaynağından
öğrenmek yerine oligopol tarzı
memba bayilerince farklı şişele-
re konularak sunulur; o bayiler
olmadıkça bilemez, anlayamazsınız.
Düşünsenize, “Milyoner” tarzı
bilgi yarışmalarının katılımcıları
büyük kariyerlerle süslü hayatlarıyla tanıtılır ama ilgili olmadıkları birçok soruyla karşılaşırlar
ve kamunun gözünde “E niye o
kadar okudun o zaman?” mesabesindeki bir amiyane soruyla
alaşağı edilirler. Onların sahip
olduğu kariyerlerle asla ilişkisi
olmamış kimselerin bu yarışmalardaki performanslarıysa “deha”
formundaki lakırdılarda yol alır.
Kimsenin bilemeyeceği bir
şey var mıdır, yok mudur? “Vardır” demenin de, “Yoktur” karşılığını vermenin de hangi süreçlerle ilgili olduğunu düşünmenin,
beyindeki soru işaretlerini teker
teker noktalara dönüştürmenin
imkânı ölçülebilir mi?
Ajanda Grubu Genel Yayın
Yönetmeni Doç. Dr. Sinan Canan,
Tuti Kitap’tan çıkan “Kimsenin
Bilemeyeceği Şeyler” ile yine
karşımızda. Bilmek istemek
veya bilmeyi istemek üzerine
bütün merak oklarını zihnî bir
poligonda sırayla yayından
çıkaran bu kitapla bilmek isteyeceğiniz ve tefekkür vadilerinde
dolaşacağınız bir şükür gezisine
çıkacaksınız.
Son olarak Sinan Hoca’nın
“Kimsenin Bilmeyeceği Şeyler”
başlıklı bir makalesinden bir
alıntı yaparak bitirelim yorumumuzu…
“Çeyrek asırdan fazla oldu
ama ben daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Yedi yahut sekiz yaşlarındayım, erkek kardeşim ise iki
yaş daha küçük benden. Halının
üzerinde oturmuş, meraklı
gözlerle bakıyor ve dinliyoruz.
Dedem anlatıyor her zamanki
gibi. Sakalları, nur yüzü, vakur
ama sevecen tavrı hep gözümün
önünde…
Belki daha evvel on kere anlattığı şeyleri yine heyecanla dinliyoruz. Hz. Musa’nın hikâyesi,
Firavun’un zulümleri, Hz. Hızır
ve akıl almaz maceraları ve daha
neler neler...
Bir yandan bu kadar şeyi
nereden öğrendiğini düşünürken, bir yandan da adeta sinema
filmi seyreder gibi anlattığı hadiselerin gözümde canlandığını
ve heyecanlandığımı hatırlarım
yıllardır.
Yine anlatıyor dedem, sonra,
muhtemelen ilgimizin dorukta
olduğu noktayı takip ederek
gözlerini gözlerimize dikip konudan konuya atlıyor ve bize temel
olarak gördüğü bazı bilgileri de
vermeyi ihmal etmiyor, ‘Beş şeyi
insanlar bilemez!’ diyor otoriter
ama sevecen bir ses tonuyla:
‘Kıyametin ne zaman kopacağını,
yağmurun ne zaman yağacağını,
doğacak çocuğun erkek mi, dişi
mi, said mi, şaki mi (yani iyi huylu
mu, kötü huylu mu) olacağını, kişinin yarınki kazancını ve nerede
öleceğini Allah’tan başka kimse
bilemez!’
Hayretle ve ürpererek dinliyoruz. Kardeşim çok şey anlamıyor, biliyorum, ama o da bu adamın anlatırkenki heyecanıyla
aynı frekansa geçiyor ve çıt bile
çıkartmadan dinliyor. Allah’ın
ne kadar kudretli, ne kadar bilgili
olduğunu kendimizce öğreniyor
ve şaşıp kalıyoruz...”
Sündüz Konuralp
[email protected]
Ermenistan’daki
kayıp emanet
MEHMET FATİH ÖZTARSU
D
IŞİŞLERİ Bakanlığı
görevlisi Şevket Sami,
ajan olarak bulunduğu
Taşkent ve Bakü’den sonra
Erivan’da Ermenistan siyasetini
takip etmekle görevlendirilir.
Erivan’a geliş amacı, hem devlet görevini yerine getirmek,
hem de geçmişine ait izleri
araştırmaktır.
Erivan’da bulunduğu sırada asker
kökenli yönetimi
devirmek için kurulan Fedailer Örgütü
ile yolu kesişen
Şevket Sami, ister
istemez devrim
sürecine öncülük
eder, Azerbaycan’ın
Karabağ’ı ele geçirmesine şahit olur
ve bu süreçte kayıp
akrabalarına ulaşır.
Şevket Sami’nin Erivan’da âşık olduğu
Asya’ya olan yakınlığı, soykırım konusunda
büyük bir iç muhasebe yaşamasına sebep
olur. Devrim sürecinde yeniden kurulan
ASALA oluşumuyla ilgili ipuçlarına da ulaşan
Şevket Sami, bu örgütün Erivan’da gerçekleştirdiği bir terör saldırısından sonra konuyla
ilgili çalışmak üzere yeniden bu şehirde
görevlendirilir.
Ermenistan’daki toplumsal dengelere ek
olarak soykırım ve Karabağ meselelerinin
farklı bir muhasebeyle ele alındığı roman,
Türkiye, Rusya ve Azerbaycan’ın Kafkasya’daki siyasî ağırlığına yeni bakış açıları getirecek
ve Ermenistan’ı konu alan ilk Türk romanı.
Doç. Dr. Sinan Canan
Kıymetli yazarımız Mehmet Fatih
Öztarsu’nun kaleminin ürünü “Fedailer Devrimi”, Öteki Adam Yayınları’ndan çıktı. Tehcirin
100. yılında böyle bir romanı bir Kafkasya
uzmanından okumak, kendi kendimize oturttuğumuz bazı köşe taşlarının yerlerini değiştirmemize vesile olacaktır.
özel sayı 101 2015
189
haberajanda
Kitaplık
Özgürlük, Adalet ve
Sosyal Evrim
D
ERGİMİZİN kıymetli kalemlerinden akademisyen-yazar Ayşe Yaşar Umutlu’nun eseri
“Özgürlük, Adalet ve Sosyal Evrim”, Mana
Yayınları’ndan çıktı.
sıyla her düşünür, bu kavramları
ele alırken doğal olarak kendi
medeniyet ve kültürü içerisindeki
birikimin doğrultusunda, yaşadığı
dönemin şartları bağlamında yorumlayarak kendi felsefî sistemi
içerisinde değerlendirmiştir.
Elinizdeki eser de 19. yüzyılın
çağdaş iki önemli filozofu olan
John Stuart Mill ve Herbert
Spencer’in adalet anlayışlarını
-yine onların özgürlük ve hürriyet
bağlamında- kendi eserlerine
müracaat edilerek karşılaştırmalı
olarak ortaya koymaktadır.
>> Siyaset felsefesi alanındaki
yazılarıyla önemli noktalar arz
eden Umutlu, akademi hayatına
eklediği bu yapıtla söz konusu
üç kavram üzerine önemli notlar
düşüyor. Umutlu’ya bu süreçte
yol gösteren değerli akademisyen
Prof. Dr. Bilal Kuşpınar Hoca, kitabın takdiminde şöyle diyor:
“Siyaset ve ahlak düşüncesini
yakından ilgilendiren konuların
ve problemlerin başında şüphesiz
hürriyet, özgürlük ve adalet kavramları gelir. Tarih boyunca bu
konular üzerine fikirler, teoriler ve
doktrinler üretilmiş ve özellikle
kendine özgü bir sistemi olan
düşünürler ve filozoflar, bunlar
üzerine ayrı ayrı makaleler ve
eserler kaleme almışlardır.
Bu kavramların ideal anlamda
ortak ve genel geçer-evrensel
tanımlarının mümkün olmadığı
da bilinen bir gerçektir. Dolayı-
190
özel sayı 101 2015
Yazar Ayşe Yaşar Umutlu’nun
da gayet açık ve net olarak ifade
ettiği gibi, ülkemizde John Stuart
Mill ve onun adalet kavramı üzerine önceden yapılmış çalışmalar
olmasına rağmen, Herbet Spencer
ve özellikle onun adalet ve özgürlük anlayışı üzerine bilimsel
nitelikte bir çalışma yapılmamıştır. Bu anlamda yazar, bu kapsamlı
çalışmasıyla önemli bir boşluğu
doldurmaktadır. En önemlisi de,
Herbert Spencer’in, Stuart Mill’in
gözlem ve emprik metotla yaklaşarak üzerine teoriler ürettiği
adalet anlayışının ötesinde nasıl
daha soyut ve irade bazında bu
kavramı yorumladığını örneklerle
irdeleyerek bizlere sunmaktadır.
Umutlu, genelde felsefe, özelde siyaset düşüncesine damga
vurmuş bu iki büyük filozofun
bu bağlamda ayrıldıkları ve
birleştikleri noktaları ve yönleri
sıralayarak eleştirel yorumunu da
özveriyle yapmaktadır. Bu nedenle kendisini kutluyor ve buna
benzer daha nice önemli çalışmaları ileride kendisinden görmeyi
ümit ediyoruz.”
Muhtasaru’l-Kudûrî
İ
MAM Kudûrî olarak bilinen İmam
Ebu’l-Hüseyn Ahmed el-Kudûrî’nin
(d.973-ö.1037) kaleme aldığı ve
“Muhtasaru’l-Kudûrî” adıyla bilinen bu
kitap, Hanefî mezhebinin en çok güvenilen temel metinlerinden biri olduğu gibi, kendisinden
sonraki eserlere de temel kaynaklık etmiştir.
>> Muhtasaru’l-Kudûrî,
zengin muhtevası ve sade
üslûbuyla Hanefî fıkıh tarihinde hem ders kitabı, hem de
temel başvuru kaynağı olarak
şöhret kazanmıştır. Eser için
birçok şerh yazılmış ve ilk
dönem medreseleri başta
olmak üzere Osmanlı medreselerinde de temel fıkıh kitabı
olarak okutulmuştur.
Eserde yaklaşık 12 bin
mesele ele alınmış, diğer
klasik fıkıh eserlerinde olduğu
gibi kitap ve bab sistemine
göre düzenlenmiştir. Birinci
kitap “taharet”, son kitap
“ferâiz” olup, genellikle taharet, namaz, oruç, zekât, hac,
alışveriş, boşama, cinayetler
ve dava gibi geniş muhtevalı
konular çeşitli alt başlıklara
(bab) ayrılmış, diğer bölümler
ise “kitab” başlığı altında
işlenmiştir.
Eserde konular özlü bir
şekilde ele alınmış, Hanefî
mezhebi dışındaki mezheplerin görüşlerine temas
edilmemiştir. Bununla birlikte
muhtasar metinlerin genel
özelliği “mezhebi diğer mezheplerden ayırt edecek temel
hususlara da temas etmek”
olduğundan, “Kudûrî’nin
Muhtasarı”nda da diğer mezheplerin görüşlerine dolaylı
göndermeler yapılmıştır.
Eserde yaklaşık 12 bin mesele
ele alınmış, diğer klasik fıkıh
eserlerinde olduğu gibi kitap ve
bab sistemine göre düzenlenmiştir. Birinci kitap “taharet”,
son kitap “ferâiz” olup, genellikle
taharet, namaz, oruç, zekât, hac,
alışveriş, boşama, cinayetler ve
dava gibi geniş muhtevalı konular çeşitli alt başlıklara (bab)
ayrılmış, diğer bölümler ise “kitab” başlığı altında işlenmiştir.
Kudûrî,
teşekkül
döneminin
diğer muhtasarlarında
olduğu gibi,
öncelikle
mezhebin
ilk imamı Ebû
Hanîfe’nin,
daha sonra
Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in
görüşlerine yer vermekle
birlikte, ihtilaf zikretmeyi
mümkün olduğu kadar asgariye indirmeye çalışmıştır.
Şöyle ki, Ebû Yusuf veya
İmam Muhammed’den birinin
Ebû Hanîfe’nin görüşünü
benimsediği bazı yerlerde,
Kudûrî, azınlıkta kalan görüşü
zikretmek yerine, meseleyi
ihtilaf yokmuş gibi aktarır,
bazı yerlerde de sadece Ebû
Hanîfe’nin görüşünü vermekle yetinir. Nadiren de olsa
Ebû Yusuf ve Şeybânî’nin
görüşünü alıp Ebû Hanîfe’nin
görüşüne hiç değinmeden
geçtiği de görülür.
Mezhebin kurucu imamları
arasındaki hiyerarşi gözetilerek Ebû Hanîfe’nin veya onun
bulunduğu tarafın görüşleri
birinci sırada ele alınmış, daha
sonra Ebû Yusuf ve İmam
Muhammed’in ittifak ettiği
hususlar, Ebû Yusuf’un veya
İmam Muhammed’in tek kaldığı görüşler zikredilmiştir.
Beka Yayınları tarafından
yayın dünyamıza katılan bu
çok değerli eseri Türkçemize
kazandıran Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Soner
Duman ve Doç. Dr. Osman Güman Hocalarımızı tebrik eder,
ilim ve kültür hayatımıza
katkıları yolunda başarılarının
devamını dileriz.
Sündüz Konuralp
“Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber”, YENİ ÇIKANLAR
yeni baskısıyla yeniden raflarda
D
EĞERLİ yazarımız Ahmet Turgut’un ilk eseri
olan Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber, 31. baskısıyla yeniden raflarda.
Karar Odası // Selman Kayabaşı
TEŞKİLAT, Muhafız, Hanedan ve
Operasyon kitaplarının yazarı Selman Kayabaşı’ndan
yeni bir eser daha...
Yüz yıldır Türkiye’yi
yöneten ve deşifre edilmeyen gizli yapı: “Karar Odası”…
Londra İktisat Okulu’ndan
İstanbul’a uzanan finansal ahtapotun Millî Mücadele’deki ve Cumhuriyet’in
kurulmasından sonraki operasyonları, Amerikan petrol
tröstlerinin Mustafa Kemal
Paşa ve Mehmet Akif’le
yaptığı gizli plan ve yüz yıl
sonra Sultanahmet’te işle-
nen garip bir suikast… Öldürülen Sırp general Stefan
Nikolic ve ardında bıraktığı
karanlık ilişkiler…
Soğuk Savaş’ın sona
ermesiyle evrim geçiren iktidar gruplarına karşı
Türkiye’nin başlattığı Sancak Operasyonu... Kripto siyasetçiler, sömürgeci işadamları, Irak ve Şam’da
kurulan yeni örgütler, ekonomik operasyonlar ve elbette Musul’u tekrar almak
için başlatılan süreçte şehit
düşen gizli kahramanlar…
Selman Kayabaşı, Mustafa Kemal’den bugüne Amerikan ve İngiliz sömürge
rekabetinin Türkiye’deki savaşını deşifre ediyor.
Balkan Siyasetinde Kosova’nın
Bağımsızlık ve Egemenlik Sorunu
Murat Ercan & Zafer Pektaş
>> Günümüz Türkiye’sinde
Türklerin kadim gelenek ve
hayat anlayışına dair soruları,
hakikatte her kavme mutlaka
ilahî çağrıyı hatırlatacak en az
bir nebinin geldiğini düşünürsek
muhtemel peygamberin kavmine o ilahî çağrıyı yaptığında nasıl
tepkiler verdiğini ve de nasıl pozisyonlar aldığını düşünmenin
en somut çıktısını gördüğümüz
Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber,
bizlere İslam öncesi ve İslam
sonrasıyla derin kalbî hislerin
aynı yörünge üzerinde işleyişini
anlatıyor ve muhtemel sorulara
alternatif cevapları müthiş bir
edebî teknikle sıralıyor.
“Üç bin yıl önce, Bozkırdaki
yarı göçerler henüz ‘Türk’ adıyla
bilinmezken doğdular… Erkek,
‘çadırı tutan ana direk’ olması için
‘Öktem’ diye çağrıldı. Yüz yirmi
dört bin peygamberden biriydi
o… İkizi, müjdelenen ‘Yoldaş’ın eşi
ve ‘sırrın anası’ idi. Tarihçiler onu
‘Aşena’ diye andı…”
Ahmet Turgut’un kaleme aldığı Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber, sağlam kurgusu, görkemli
hikâyesi ve dilsel keşifleriyle
bizleri Orta Asya bozkırlarına götürüyor ve törelerine sıkı sıkıya
bağlı ve kendine özgü bir yaşam
kurmuş Bozkır göçerlerinin her
kavim gibi bir peygamber eliyle
ilahî mesajla tanışmasını anlatıyor. Kapı Yayınları’ndan çıkan
yeni baskısıyla soluk soluğa
okuyacağınız, baştan sona “organik” bir hikâye...
BALKAN coğrafyası, gerek
coğrafî, siyasî ve
ekonomik açıdan,
gerekse kültürel ve
insanî bağlar bakımından uluslararası
sisteme yön veren
güçler tarafından
sürekli kontrol altında tutulmaya
çalışılmaktadır.
I. Dünya Savaşı sonrası oluşan şartlar
Yugoslavya’nın kurulmasına neden olduğu gibi, pek
çok ulusun da bir arada, tek
bir çatı altında yaşamasına
imkân sağlamıştır. Fakat bu
şartlar, 1990 yılının bitmesiyle değişiklik göstermiş,
bu sefer de bu ulusların ayrılmasına ve parçalanmasına neden olmuştur. 1990
sonrası uluslararası sistem,
Yugoslavya’yı etkisi altına alarak mikro milliyetçilik akımlarının da etkisiyle
bu topraklar üzerinde yeni
devletlerin kurulmasına
olanak sağlamıştır.
Kosova sorunu, bu sistemin ürünü olarak Balkanların çok boyutlu sorunu
niteliğini kazanmıştır. Sisteme yön veren küresel güçlerin Balkanlar üzerindeki
hesapları dikkate alındığında, bu sorun tüm Balkanları
etkilediği gibi, Kafkasya ve
Ortadoğu bölgesinin istikrarını etkileme özelliğine de
sahiptir. Çünkü Kosova’nın
bağımsızlığını ilan etmesi, Balkanlarda sorunu çözmediği gibi, diğer bölgelerdeki sorunlara örnek olmuş,
kısa vadede Gürcistan-Rusya ve Rusya-Ukrayna çatışmasına, akabinde de
Kırım’ın ilhakına giden süreçte adından bahsettirmiştir. Özellikle Kafkasya
ve Ortadoğu bölgelerindeki başka çatışmalara emsal
temsil edeceği endişesi de
uyandırmaktadır.
Nobel Yayınları’ndan çıkan kitap, Balkanlarda geliştirilecek stratejiler üzerine verimli bir tespitler
bütünü ortaya koyuyor.
özel sayı 101 2015
191
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
192
özel sayı 101 2015
I NTERNATIONAL U NIVERSITY OF S ARAJEVO
ULUSLARARASI SARAYBOSNA ÜN VERS TES
European University
of 2014 in Western Balkans
IUS
fass
g
European University Association üyesi,
ies üyesi,
International Association of Universit
ların en iyi Üniversitesi.
ve 2014 Yılı Avrupa Hareketi Batı Balkan
Faculty of Arts and
Social Sciences
Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi
FENS
Faculty of Engineering and
Natural Sciences
Mühendislik ve Doga Bilimleri Fakültesi
FBA
Görsel Sanatlar ve İletişim Tasarımı
Genetik ve Biyomühendislik
İktisat
Sosyal ve Siyasal Bilimler
Bilgisayar Bilimleri ve Mühendisliği
İşletme
Psikoloji
Endüstri Mühendisliği
İngiliz Dili ve Edebiyatı
Elektrik ve Elektronik Mühendisliği
Kültürel Çalışmalar
Makine Mühendisliği
Mimarlık
İstanbul İrtibat Ofisi
Feshane Cd. No 21 Eyüp / İstanbul
Tel: 0212 563 91 36; 563 91 56; 563 91 58; 563 91 59 Fax: 0212 563 91 79
[email protected]
International University of Sarajevo
Hrasnička cesta 15/ 71210 Sarajevo / Bosna i Hercegovina
Telefon: + 387 33 957 101/102 , Fax: + 387 33 957 105 / [email protected]
Faculty of Business and
Administration
Ekonomi ve Yönetim Bilimleri Fakültesi
Uluslararası İlişkiler
Uluslararası Ticaret ve Finans
ELS
English Language
School
iIngilizce Dil Okulu
A1 Beginner - Elementary
A2 Pre-Intermediate
B1 Intermediate
B2 Upper-Intermediate
www.ius.edu.ba

Benzer belgeler