PDF seçeneği için tıklayın

Transkript

PDF seçeneği için tıklayın
khalid hosseini
ve dağlar yankılandı
Zeki Z. Kırmızı
2015
Hosseini, Khaled; Ve Dağlar Yankılandı (And the Mountains Echoed,
2013), Çev. Püren Özgören
Everest Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2013, İstanbul, 410 s.
“Okurlarımın zekâsına güveniyorum. Ben roman okurken hayalgücümü zorlayan kitapları tercih
ederim. Okurlarımın da bir film izliyor gibi pasif kalmalarını değil, olayları gözlerinin önünde
canlandırmalarını, hayal güçlerini çalıştırmalarını istiyorum. Her bölümü farklı bir ışıkla, farklı bir
gözle görsünler. Yaşadıklarımla yazdıklarım arasında bağlantı kurmak istiyorlarsa, bu da onların
işi. Hayal etsinler ve bulsunlar.” (http://www.amerikaninsesi.com )
*
Afganistan kökenli ABD’li yazar Khaled Hosseini’nin üçüncü romanı bu. Yine
sıcağı sıcağına okuduk sayılır. Sağolsun yayınevlerimiz (Everest) ve çevirmenlerimiz
(Püren Özgören)…
50 yaşında Hosseini böyle bir kavram henüz oturmasa da ‘küresel yazar’lardan.
Bu kavramı bir iki sözle tartışmaya almalı tam yeri gelmişken. Bir sanatçının (yazar)
küreselleşmesiyle küresel sanatçı kavramları ayrı bence. Küreselleşme kavramı
oldukça tartışmalı da olsa (Harvey örneğin sınırlı içeriklerle kullanma yanlısı sanırım.)
yalın, duru ve biraz kaba anlamında belli bir yerden, coğrafyadan sanatçının dişiyle
tırnağıyla yazının onay (patent, vize) odakları olan küresel gümrüklerden geçmesi ve
oralardan dünyaya dağılması olarak anlaşılabilir. Büyük odakların onayı belirleyici
olmaktadır yerel sanatçının küre çapında geçerlileşmesi için. 19. ve özellikle 20.
yüzyılın sanatçısı yerel koşullarını ancak Paris, Londra, New York gibi birincil ekinsanat odaklarını arkasına alarak aşabildi. Geniş bir düşünsel yelpazede erk yanlısı ya
da karşıtı (değişmez) sanat üretimi aynı düzenekten yararlandı ve evrenselleşti. Son
yargı yeri olan odaklar, kuşkusuz yapıtı küreye yayarken ölçütlerini de (ödül, destek,
sıradışılık, teknik, vb.) oluşturdu. Ölçütlerin oluşmasında zaman içinde değişen
etkenler sözkonusu olsa da şunu sorabiliriz: Ortalama ve birikimli (yığışımlı,
kümülatif) bir değer geçerli oldu mu yine de. Daha altı sanat-altı (!) olacak bir eşik
pekiştirilip güçlendirildi mi? Bunu söylemek elbette zor ama eleştirinin işi tam da
budur. Eşik haritaları çizmek ve haritaları güncel uzamzamanlarda
yüzeybiçimlenmesine (topografi) abaklamak ve bunu sürekli yeniden yapmak.
1
Sonuçta o sömürgen var(sıl)lık odağı evrensel birikimi de yoğalttı, sağladı ister
istemez. Tüm yeryüzü ekinlerinin o ölçütlerin oluşmasında payı vardır. Gelgelelim
işler değişti. Sanatçı yerel, ulusal, kıtasal engelleri kırıla döküle, sayısız yitikler
pahasına her nasılsa aşıp da, dünyanın değişik coğrafyaları ile (dolayısıyla uzam ve
zamanlarıyla) buluşurken, ödünleşmeler içerisinde yine de eşik-üstü değerlere katılır,
oluşumlarına katkıda bulunur, oralardan sınanırken artık dünyanın yeni durumunda
sanat, yaratılmak bir yana, bulunmak bile bir yana, üretim sürecinin çıktısı olarak
önümüze gel(ebil)mektedir ve sanat sözcüğü bu durumda kaçınılmaz biçimde
tartışmalı bir göstergeye dönüşmüştür. Varolan gösteren/gösterilen ilişkisi şimdilik
(elbette geçici olarak) kopmak üzeredir. Birkaç kuşak sonra yine aynı kavram bu kez
başka bir gösteren/gösterilen ilişkisini imleyecek, çelişki yeni bir kopuşa değin
giderilmiş olacaktır. Ama çokuluslu şirketlerin biçimlendirdiği yeni küresel pazarda
rastlantısal, bireysel yaratma girişimleri kaynağın yanlış bir amaç için harcanması
anlamına gelecektir önümüzdeki dönemlerde. Öyleyse sanatın geleneksel
gidimlenmesi, yönetimi (hatta yönetişimi) için veda kutlaması yapmanın sırası belki
de. Coca-Cola içip McDonald hamburger yiyerek yapabiliriz böylesi bir kutlamayı.
Toplu sanat yapıcıları, küresel pazar beklentilerine uygun çerçeveler, ölçünler
içerisinde bir orduyu seferber edebilir, üretimden dağıtıma ve tüketime süreci
denetlemenin ötesinde, anamalcı (kapitalist) dolaşım sürecine de iliştirebilirler.
Aslında bunun örneklerini geçen yüzyıldan (20.yüzyıl) beri görüyoruz, sinemada,
müzikte vb. Yazında da kurumlar, yapılar, ilişkiler, kaynaktan son kullanıcıya (tüketici
demek gerekiyor artık) sürece eklemleniyor hızla, dikkatli bakınca yakalıyoruz
belirtilerini. Denebilir ki sanatçı bir kişi, insandır ve dizge nükleer silahlarıyla da gelse
ele geçiremeyeceği o son yer sanatçının yüreğindedir, ele geçirilemez o son yerde.
İyi de böyle bir sanatçı Don Quijote’dir. Soru şu: Bağlam nedir, sanat bağlamın içinde
mi, dışında mı? Bağlamın içindeki ne kadar sanat?
Konuyu oldukça berbat bu genel çerçeveleme girişiminden sonra Ve Dağlar
Yankılandı’ya dönebiliriz.
Khalid Hosseini küresel ölçeklerde sunulan (servis edilen) yazarlardan ve
sözlerimin yanlış yerlere gitmemesi için insan yazarla kişisel kaygular ekseninde aynı
doğrultular, yönsemeler, umular içerisinde olduğumu baştan belirteyim. Önceki iki
romanını belki aşırı bir tepkilenimle ululamış, yüceltmiş, çıtayı onun adına haksızca
yükseltmiş(t)im. Bilerek yaptım kuşkusuz. Herkesin buna hakkı vardır. Bir, iki, üç…
Yazarın, yaşantısal içeriğin gücüne imanı, tüm yazınsal geleneği içerikle
silkeleyebileceği türünden beklentiye yol açabilir. Tarihte büyük acılar yaşanmış,
inanılmaz öyküler gerçekleşmiştir ama böylesi olmadı, görülmedi. Kendi başına öyle
çarpıcı ve ürpertici ki dehşetin güzelliğini (!) gölgeleyecek biçimsel arayışlar dışarıda
kalsın hele şimdilik. Oysa onlar için de insanlık bedel ödemiştir, hem de ciddi bir
bedel. Buradan yola çıkarak tartışmanın Olaya, güncel Olaya, küreyi tozutan şiddete
(şoka), ardarda darbeler altında yaşadığımız yıkımlara, Olayın ezici silindiri altında
yassılan sanatçıya, en az Olay denli çarpıcı bir anlatıya başvurma zorunluluğuna, vb.
bağlanması kaçınılmaz. Günümüzde sanat, derdi olanın, içinde soluk alıp verdiği
dünyayla yüzleşmesinin arakesiti nasıl biçimleniyor ve sanatçı eskil düzgüler (kod),
göstergeler, biçim-içerik uzlaşım ve ayrışımları, yapılarla sorununun üstesinden nasıl
gelecek?
Sanatçı sanki bağımsızmış, dışarıdan bakıyormuş da tanrısal hesaplaşmalar
yürütüyormuş izlenimi veriyorsam bağışlayın beni. Sanatın özerkliği sanatçıya bu
duyguyu yaşatıyor olsa bile ters orantılı bir ilişkiden söz etmemiz haktanırlık olacaktır.
Evet, bir yandan da sanatı sanat yapan şey tam da budur. Sanatçı dünyalılıktan
elçekme düzeyinde sanatçılaşır. İması (göndermesi) öteleredir. Sanatçı öyle biridir ki
2
herkesten biri gibi dünyalılığı yadsır, ayak direr, boyun eğmez. Siyasetin ufku bile
beride kalır, öyle ötegeçelidir sanatçı. Savaşımcıdır ve sanatının asal içeriği
özgürleşmedir (varlıktan–varlığa yolculuk). Dönersek…
Büyük Olay katılan tüm öğeleri biçimlemektedir ve biçimleyen de
biçimlenmektedir. Bu baskın bir gün diner umarım ve yazarla yazdığı arasında tüm
dolayımlar yatışır, durulur. (Düş elbette.) Taliban, Buda yontularına hışımla
saldırdığında ya da IŞİD Babil’i tarümar ettiğinde, uygarlık (?) yerlerde sürünür
cançekişirken hangimiz Khalid Hosseini’ye olması gereken (!) duruşu önerebilir,
ölçütler, estetik incelikler dayatabiliriz ki?
Filmini de izlediğim (Marc Forster, 2007) Uçurtma Avcısı, Sovyet
elegeçirişinden sonra Afganistan’ın tarihini iki çocuğun öyküsüyle harmanlayarak
dokunaklı bir dille anlatıyordu. Çevirisi 2004’de (Everest) yayınlanan romanının
etkileme gücünün nereden geldiğini sormuşum kısacık yazımda. Doğucul dilden söz
etmişim ne demek istemişsem. Amin Malouf’un da (Lübnan kökenli Fransız yazar)
denediği, Doğu klasiklerinden gelen mesel diline özgü tini düşünmüş olmalıyım.
Kendimden alıntılıyorum (2004): “Etki, Batılı okura doğuyu anlatmasından,
Afganistan‟ın yakın tarihli öyküsünü kişisel bir öyküyle buluşturabilme gücünden,
dilinin yalınlığıyla çelişen ve insana özgü kavranılmazlık (belirsizlik) duygusunu
yaşatan gizemselliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Doğu anlatı geleneğiyle Batılı bir
duyarlık bileşimi gibi duran roman, bana kalırsa değerler düzeyinde okurun gözüne
sokmadan sıkı bir elestirel yaklaşımı da yanı sıra getiriyor.(…) Emir'le Hasan'ın
zengin örgülü arkadaşlıkları ve tüm anlatıya egemen olan dürüstlük her okur için
sayısız çağrışımlarla yüklü (…) Khaled Hosseini romanını unutmam olanaksız. Belki
estetik yapı olarak kusursuz değil Uçurtma Avcısı, ama gösterge olarak kendini
birkaç defa (logaritmik) aşıyor.” 2008 yılında yine Püren Özgören çevirisinden
Everest yayını olarak okuduğum ikinci roman Bin Muhteşem Güneş, İranlı ozan
Tebrizi’nin dizesinden alıyordu adını. Afgan toplumunda kadın sorununa
odaklanıyordu ve aynı şey, bir dönem ülkemizde Güneydoğu şiddetini yazına çeken
yaklaşımda olduğu gibi (Yıldız, Şahin, vb.), usdışı toplumsal, geleneksel, törel şiddet
okur olarak tüm duygularımızı ayaklandırıyordu. İran yakıntarihi de (İslam devrimi ve
sonuçları) gereç oldu böylesi bir yazı girişimine, geçerken belirteyim. O zaman ‘yazı
sanatının saptırma becerisinden’ bağışıklığını övmüşüm romanın (ben her kimsem)
ve aynen şunu diyebilmişim: “Biz okurlarını, yazınsal beklentilerinden vazgeçirecek
kerte büyülüyor.” Yazımın kalanı şöyle:
“Benim sorum bu yazınsallık düzeyinin altındaki metinde beni böylesine
derinden sarsacak, ikide bir gözyaşlarına boğacak şeyin ne olduğudur? Ben artık,
yalnızca, inceltilmiş yazınsal zevkimle, ancak anlatının yetkinliğinden ürpermez
miydim? İç denizimin yüzeyini trajik olaylar, gerçek karakterler, tarihsel tanıklık
dalgalandırabilir, hatta kırıştırabilir miydi? Nasıl böyle etkilenebildim?
„Hakikatin gücü‟ demek istiyorum. Yanıtım bu olacak. Bu romandan etkilendim,
çünkü içinde taşıdığı hakikat roman oluşundan taşıyordu. Hakikat kendi romanının
(anlatısının, söyleminin ) üzerinden aşıyordu. Metnin önünde gerekçesiz, savunmasız
kala kalıyorduk ve böyle bir yüzleşme bizi acıtıyor olsa da, acı çekebildiğimizi, hala
insan olduğumuzu, bu gizilgücü içimizde, derinlerimizde taşıyabildiğimizi görüyor,
duyumsuyorduk. Bizi böylesine allak bullak eden ve bir o denli umutlu kılan da bu
değil mi?
Kendi içimizde gömülü, gizli insan uç veriyor, açığa çıkıyor, gözlerimizin önünde
beliriyordu. Biz buymuşuz, böyleymişiz, neymişiz, deme gereği duyuyorduk.
Duyuyoruz.
3
Bu „gerçek‟ bir deneyimdi. Bu bir „yaşamak‟tı. Namlunun icinden fırlayan mermi,
tenimize, etimize güçle çarpıyor, bedenimizi itiyor; baskısını, bilincimizin kılcallarında
hissediyoruz. Biraz sonra öleceğiz ve bunu, bir ölü olduğumuzu bile bilemeyeceğiz.
Bir saniye sonra, böyle olacak ve bunu bilemeyeceğiz.
Meryem orada duruyor. Leyla orada taşıyor hayatını. Taşınmaya değip
değmeyeceğini bilmiyoruz. Onlar da bilemezdi, yine de taşıdılar.”
Her zaman olduğu ve olabileceği gibi abarttığımı söyleyebilirim. Bir çelişki var.
Buna im koyup Ve Dağlar Yankılandı’ya akmayı öneriyorum kısaca.
Artık suların geri çekilme, bol keseden harcananların kısılma zamanı. Herhangi
bir yazarın (sanatçının) en büyük açmazlarından biridir yarattığı istem. Okur çok
beğendiği şeyi haksızca yine ister, sanır ki yazarın en iyi verebileceği şeydir bu.
Başka şey değil, bunu versin yine. Aynı okur ikinci kez aynı şeyle karşılaştığında ama
kendisinin yolaçtığı sonuç nedeniyle yazarına ihanet etmekte gecikmez öte yandan.
Nedeni haklı ve yalındır üstelik. O zaten bunu, tam da böyle okumuştu. Okur kapanı
(tuzağı da denebilir) diyorum ben buna, birçok yazarın avlanmasına ve yıkımına yol
açmıştır, hele de birikimsiz, eğitimsiz bizim gibi ülkelerde. Çünkü bizim yörelerde
sanatçı az biraz kurtarıcı olmak zorundadır, bu nedenle düşkırıklığı daha acımasız
yerlere uzanır. Sanatçının işi dünyanını her yerinde okuruna bağlı kalarak ve saygı
duyarak, beklentisini karşılamamaktır. (Latife Tekin, 1984: Berci Kristin Çöp
Masalları’dan sonra böyle bir olay-araştırmanın konusu olabilir, doktora konusudur.)
Özellikle küresel ölçeklerde sunulan sanatçı için bile bile ladestir durum.
Hosseini için durum böyle. İkinci yapıtıyla yan çizen yazar anında kargışlanır,
süpürülür. Demek, ilk yapıtın dalgalarını, etkilerini taşımak zorunda ikincisi ve
üçüncüsü… Ama küresel pazarlama dizgesi için buncasının yeteceğini sanmayalım.
Yetmez, tüketici kitle etki gücü (efekt) daha arttırılmış, daha çarpıcı olanla
sersemletilebilir, avuç içinde tutulabilir. Dizge düzenekleri böyle yağlanmış,
yapılanmıştır. Durum ilk yapıtla kitlesel, popüler çıkış yapmış yazarın kendini bu
yazındışı etkilerden arındırarak, gizilgücünü doğru ölçütler, gelenekler üzerine
taşımasıyla aşılabilir ama direniş olanaklı mı? Bizde (Türkiye) geçmişte sinema böyle
bir şeyi denedi. Halkçı (dalkavuk) filmlerle toplanan, biriktirilen kaynak nitelikli filmlere
aktarılmıştır. Bu geçiş dönemine özgüdür. Yaratıcı katılımcılar öbeği kişisel olarak da
evrimleşmektedir bir yandan. Günümüzde yazınımız deniyor olabilir ama kuşkulu bir
yargıdır bu. Çünkü kitlesel ürünlerin sanat ürünlerine kaynak olarak düşünüldüğü
dönem ve tutum geride kaldı. (İlkelleşti.) Kitlesel ürün savunulmakta, sanat ürünüyle
yerdeğiştirilmektedir. Kitle dediğimiz zaten bunu sınayacak durumda, düzeyde değil.
Yeni küresel dayatma (postmodernizm) binlerce yılın emeğini çöpe atıverdi bir anda
ve çöp yazar, çöp sanatçı, çöp alıcı (tüketici daha doğru) yuvarlanıp birbirlerine
tencere kapak olmayı beceriyorlar dışarıdan (Ama ne dışarı!) yestehlenerek.
İkinci yapıtında izlek, sunum vb. açılardan Hosseini çıtayı aynı düzeyde tuttu.
Yine çarpıcı evrensel bir izlekti çünkü konu: Doğuda, Ortadoğu’da, Asya’da
(Müslüman) kadın. Bu türden öyküler Batıyı (erkeği, kadını) geniş bir yelpazede
etkiliyor. Bunun çözümlemesini çıkmaz ayın son pazartesine bırakıyorum. Pazara
albenisi sürecek, yeniden tüketilmeyi güvenceleyecek meta (mal, ürün) sürmek belki
de yaratıcı bir enerjiden çoğunu gerektirir. Tüketici bana kalırsa üçüncüye dikti
gözünü. Sanırım ben de içinde kimse Khaled Hosseini’nin yerinde olmak istemez.
Gözler, kurumlar, piyasalar, dünya dikilmiş bekleşiyor. Bir yazara (sanatçıya)
yadsımayı, isyanı, özgürlüğü önerirdim böylesi durumda. Zorluğunu, bedelini kestire
kestire kuşkusuz. (Aptal değilim. Umarım.)
İlk iki romanı etkili kılan şeyi şimdi söyleyeceğim. Hollywood’un en büyük
sıkıntısı nedir biliyor musunuz? Öykü(den anladığı). Öyküleri ıcığını cıcığını
4
çıkarırcasına döne döne tüketen Hollywood kendi seyirlik mantığına uygun öykü
(senaryo) sıkıntısı çekmektedir. Çünkü küresel pazar, bu dipsiz kuyu da eninde
sonunda do(l/y)uyormuş meğer. Hosseini’nin ilk iki romanını biçimleyen dışyapı,
çerçeve Hollywood’tur. Yazar Hollywood için yazdı demiyorum, o başka. Ama
kurgunun özü çakışıyor. İki yan birbirini gereçliyor (dolayısıyla biçimlendiriyor). Bu
çark nasıl kırılır? Bunu kim ister? Bir avuç azınlık çok mu önemli? Dinozor soyu
çoktan tükenmedi mi? Neyse, Khaled Hosseini bu istemi romanlarında karşıladı.
Önemli olan Hollywood eylem kurgularının teknik altyapıları, biçimlenme ilkeleri,
seyirciyi avuçiçine alan doğrudan ya da dolaylı sayısız uygulama incelikleri, gerekirse
sanatsal etkileri (efekt) bile kullanma becerileri (yerdeğiştirme, ikâme), içeriğin çarpıcı
biçimde olaya kilitlenmesi, çarpıcı (şoke edici) olayın arka arkaya, eleştirel bakışı
olanaksız kıracak kerte zaman ayarlı (uzamzamanın kurgulanması) dizilmesi, vb.nin
çözümlenmesi. Sinema dışı birçok sanat eylemi sinemasal yöntemleri yaygın olarak
kullanmakta, öne çıkarmaktadır. Anlatı (roman) da yakından izlemektedir bu
sinemasal yöntemleri. Kuşkusuz bu yöntemlerin uygulamasından da bütünlüklü
imgeler çıkmaktadır. Süreç içerisinde bu türden anlatımlar da süzülmüş, artıklarından
arınmış, billurlaşmışlardır. Sözün özü, Khaled Hosseini ilk iki yapıtında içerikten ve bu
içeriğe bağlı tetiklenebilecek olumlu ya da olumsuz bir dizi yargıdan, dolayısıyla
siyasal düşünsel sonuçlardan bağımsız olarak başarılı biçimde sözkonusu tekniği
romanlaştırmıştır. Ve Dağlar Yankılandı ise Hollywood tekniğinin altına düşmüş, birlik
(teklik) ilkesini tutturamamış görünüyor. İki türlü yorumlanabilir durum. Bizim gibi
sözkonusu tekniklere eleştirel bakanlar açısından bir kazanım sözkonusu olabilir. Ya
da yine tekniğe bağlı kalınmış ama değişik nedenlerle Hollywood ölçünü (standart)
yakalanamamış, roman birkaç izleğe (tema) dağılmış, duyguların, eleştirinin düzeyi
tutarsız biçimde yükselip alçalmıştır. Coğrafyasız, yurtsuz romanın sözde küresel
dünyamızda içler acısı durumuna da örnek olabilecek roman küresel örgütlenme ve
girişimlerin açmazına işaret etmektedir. Romanın dili geçmişten geliyor, ulusötesi
bağlamlara denkleştiriliyorsa sorun kaçınılmaz. Yani Hosseini’nin en büyük sorunu iki
tutmaz ucu birleştirmeye çalışması. Hem artık bilmek zorundayız ki, Hollywood bir
anlatı, sanat, sinema(dan hâlâ sanatı anlayacaksak) falan değil bir meta, marka ürün.
Doğduğu coğrafyalara ve yoksullarına borcunu ödemek istiyorsa eğer Khaled
Hosseini (ki böyle olduğunu içtenlikle düşünüyorum) kurbanı olduğu büyük oyunu
bozmak zorunda (diye de düşünüyorum kendimce). Bakalım Atiq Rahimi, vb.
nerelere gidecek? Dünya bu konuda yanılsamalar, yerdeğiştiren (dolayısıyla yalan)
hakikatler ile çalkalanıyor. Yerelin çözümü böyle küresel değil. Tersine, bu iki siyaset
(sözcüğün en geniş anlamında) birbirini besliyor, yoksulluğu daha pekiştirme
pahasına.
Ayrıntıya, romanın bağlamı içine bu aşamada girmeyi gereksiz buluyorum.
Khaled Hosseini’nin değerli bir kişi-insan olduğu düşüncesidir bu satırları
yazdıran bana.
Fürüğ Ferruhzad (‘hüzünlü peri‟) ve William Blake’e (‘Dadının Şarkısı’) yapılan
göndermeler hoştu ayrıca.
5