direnen filistin

Transkript

direnen filistin
FHKC gerici Arap rejimlerini kınadı
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) 22 Ocak’ta,
son haftalara damgasını vuran halk isyanları ile ilgili
bir açıklama yaparak “meydanlarda ve alanlarda toplanan ve ayaklanan, kendi meşru haklarını ve onurunu
geri almak isteyen Arap eylemcilere karşı kanlı saldırılar
düzenleyen, şuurunu, aklını ve onurunu kaybetmiş bulunan Arap rejimlerini şiddetle kınadığını” duyurdu. Açıklamada “Utanç verici bir sessizliğin sürdüğü bu ortamda,
basiretini kaybetmiş bu kör iktidarların işlediği, yüzlerce
kişinin öldürüldüğü, binlercesinin yaralandığı kanlı vahşet hemen durdurulmalıdır. Dünya kamuoyunu, Arap
özgürlük hareketlerini, hukuk kurumlarını, insan onurunu
savunan bütün tarafları işlenen bu katilamları durdurmak
için derhal harekete geçmeye davet ediyoruz” denildi.
FHKC, “Arap halklarının Tunus’ta ve Mısır’da olduğu
gibi, adalet için, onurlu ve özgürce bir yaşam için başlattıklar bu yürüyüşlerle, acımasız, katil iktidarlara rağmen
amaçlarına ulaşacaklarına inanıyoruz” dedi.
İsrail’i kınıyoruz
direnen filistin
Barış Derneği’nin katkılarıyla hazırlanan Filistin’le dayanışma bültenidir.
ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünden
bölge halklarına fayda yok!
Halk ayaklanmaları
bölgeyi kasıp kavururken
birileri de kendi çıkarının
peşinde koşuyor. Kimisi
güvenlik, kimisi enerji,
kimisi prestij peşinde.
Ayaklanan Arap halkları
ise bu arayışlara şimdilik
prim vermiyor.
Tüm Arap dünyasını saran halk ayaklanmaları ile birlikte dünyanın gözü oluşacak
yeni statükonun ipuçlarını aramaya odaklandı. İyi haber, henüz kimsenin böyle kesin
bir ipucuna ulaşamamış olması.
Filistin halkının özgürlük mücadelesinden, emperyalizmin enerji güvenliğine,
Arap emekçilerinin ekonomik mücadelesinden, İsrail’in “var olma” savaşına kadar
tüm başlıklar, Arap halklarının günlerdir
doldurduğu sokaklardan gelecek yeni sinyallere bağlı gözüküyor. Ve iyi haber, buradan henüz emperyalistler için bir umut ışığı
parlamış değil.
Şüphe ve korku
Katar’daki şeriat üniversitesinin rektörü ve
Müslüman Kardeşler’in fiili liderlerinden birisi sayılan Yusuf El Karadavi, 18 Şubat’ta
Tahrir Meydanı’nda yapılan kutlamalarda şöyle diyordu: “Tarihle kavga etmeyin.
Zamanı geldiğinde onu durduramazsınız.
Arap dünyası değişmekte.”
Bu gelişmelerin önce İsrail’i vuracağı
kesin, ama ABD’nin yeni statükoyu sevip
sevmeyeceği, hatta Türkiye’nin Osmanlı hayallerinin bu gelişmeler karşısında ne
hale geleceği hiç belli değil.
The Nation dergisinde Matthew Duss, İsrail hükümetinin bir üyesinin kendisine Mısır
olayları üzerine “zehirli hilal”in büyümesin-
den söz ettiğini söylüyor. Zehirli hilali İran,
Irak, Türkiye, Suriye ve Lübnan oluşturuyor.
Duss belirtmiyor ama; belli ki İsrail hükümeti ayaklanan Arap halklarının bu hilali
büyüteceğinden korkuyor. Gerçek bir korku
olduğunu kim inkâr edebilir?
Aynı yerde bir başka muhafazakâr İsraillinin, Shalem Center’dan Martin Kramer’in,
“sadece statükonun sürdürülebilir olduğuna
inanmıyoruz, ABD’nin işinin onu sürdürmek
olduğunu düşünüyoruz” dediği aktarılıyor.
New York Times’da Geoffrey Wheatcroft
tam da bundan şikayet ediyor. “Amerika’nın
Çözülen Gücü” başlıklı yazısında, İncil’e
gönderme yaparak, güç olmanın git denilince gidilmesini sağlamaktan geçtiğini
belirtiyor. Ve ne kendisinden Filistin topraklarında yeni yerleşimler kurmaktan vazgeçmesi için yalvardığında Netanyahu’nun,
ne de yönetimden hemen çekilmesini rica
ettiğinde Mübarek’in, Obama’nın sözünü
dinlemediğini aktarıyor.
Görünen o ki ABD, İsrailli muhafazakârları
da kendi ülkesindeki yazarları da bu gidişatı durdurabileceğine ikna edemiyor.
Ama Mübarek gidiyor, Obama söylediği zaman değil, halk evine dönmediği
zaman.
Bu durumda Filistin halkının ve İsrail’deki
barış yanlısı ilericilerin Arap ayaklanmasının
yolunu izlemekten başka çaresi kalmıyor.
 Devamý 4. sayfada
Şubat 2011
Bu sayıda...
Uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. Direnen
Filistin’in yeni sayısı, Ortadoğu’da heyecan yaratan ve
heyecan yaratmaya devam eden halk ayaklanmalarının ortasında çıkıyor. Ayaklanmaların ne yöne evrileceği, bu ayaklanmaları kendi lehine çevirmeye çalışan
birçok aktör ve emperyalizm tarafından da bilinmiyor.
Ancak herkes artık Ortadoğu’nun eskisi gibi olamayacağında hemfikir. Bu durum, Filistin meselesinde de
böyle. Filistin mücadelesinin İsrail savaş makinasına
karşı en büyük dayanağı olan Ortadoğu halklarının
kalkışması, Direnen Filistin’in sesinin de daha gür
çıkması anlamına gelecektir.
Yeni dönemde Direnen Filistin aylık periyotta, internet gazetesi olarak çıkacak. Her ayın yirmisinde yeni
sayısına ulaşabileceğiniz Direnen Filistin’in daha çok
kişiye ulaşması için bize, gazetemizi almak isteyen
dostlarımızın e-posta adreslerini yollayınız. Tabi ki,
eleştiri, öneri ve katkılarınızla beraber…
Bu sayımız, aynı zamanda Filistin ‘barış’ süreci
olarak adlandırılan görüşmeler açısından da kritik bir
dönüm noktasında çıkıyor. El Cezire’de yayınlanan Filistin belgeleri, El-Fetih’in ihanetini açığa çıkarırken,
barış görüşmeleri sürecini de kökten sorguluyor. Bu
konuyu biz de derinlemesine ele aldık ve Kudüs - Inpal
Hotel’de ABD, İsrail ve El-Fetih arasında yapılan üçlü
görüşmenin tutanağı olan ihanet belgesinin Türkçe
çevirisini gazetenin ekinde yayınlıyoruz.
Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının Mısır, Filistin, İsrail, Türkiye ve ABD açısından yansımaları,
Lübnan da Hariri hükümetinin devrilmesiyle başlayan
süreç, İsrail siyasetini oluşturan parti ve aktörler ve
İsrail’de işgale karşı çıkanlar yine bu sayının konuları
arasında.
Filistin’deki direniş edebiyatının en önemli yazarlarından, İsrail tarafından haince öldürülen Ghassan
Kanafani ile Filistin’in Çocuklarını ve İsrailli muhalif
yönetmen Eyal Sivan’ın kamerasından Yafa Portakalının hikâyesini de yeni sayımızda bulabilirsiniz.
Dostlukla,
Barış Derneği
direnen filistin
Filistin’de barış süreci sona mı eriyor?
Ocak ayının sonunda açıklanan Filistin belgeleri, El Fetih yönetiminin Filistinlileri temsil meşruiyetini ve 18 ya da 20
yıldır devam eden barış sürecinin anlamını sorgulatıyor.
Geçen ocak ayının sonlarına doğru El
Cezire’de yayınlanmaya başlayan Filistin
belgeleri, ABD’nin öncülüğüyle yürütülen,
İsrail ve Filistin barış görüşmeleri sürecinde, bilinen ama kapalı kapılar ardında kalan El Fetih ve Filistin Özerk Yönetimi’nin
(FÖY) ihanetini açığa çıkardı. El-Cezire,
1999-2010 yılları arasında oluşturulmuş
e-posta, harita, özel görüşme ve toplantılara ait tutanaklar, bilgi notları ve power
point sunumları gibi toplam 1700 belgenin
bir kısmını İngiliz Guardian gazetesiyle de
paylaşarak yayınladı. Yayınlanan belgeler,
gerçek olup olmamalarından çok, görüşmelerde Filistin’li temsilcilerin kullandıkları
üslup, El Fetih yönetiminin temsil meşruiyeti, iki devletli çözümün olabilirliği, mülteci
Filistinlilerin hakları ve 18 ya da 20 yıldır
devam eden barış sürecinin anlamı üzerinden tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor.
Belgeler, Filistin Özerk Yönetimi’nin ABD
ve İsrail’le işbirliği konusunda hiçbir sınır
tanımadığını gösteriyor. Öyle ki, Gazze
katliamında ve işgalinde, Fetih’in askeri
kanadı El-Aksa Şehitleri Tugayı liderlerinden Hasan El Medhun’un öldürülmesinde
bile El-Fetih’in İsrail’le işbirliği yaptığına ve
rakip direniş örgütlerine dönük İsrail operasyonlarına istihbarat sağladığına işaret
ediyor.
15 Haziran 2008’de Kudüs’teki Inbal
Hotel’de yapılan ABD-İsrail-Filistin Özerk
Yönetimi görüşme tutanağında, Filistin
tarafı İsrail’in Kudüs’teki neredeyse bütün yerleşimleri ilhak etmesini öneriyor ve
Mescid-i Aksa ve çevresini, yani Harem-i
Şerif’i uluslararası bir komitenin denetimine vermeyi de kabul ediyor. Batı Şeria’daki
yerleşimler konusunda daha sıkı pazarlığa
giren Filistin heyeti, en sonunda buradaki İsrail yerleşimlerinin gelecekteki Filistin Devleti içinde varlıklarını sürdürmesini
öneriyor.
Belgeler ayrıca FÖY’ün Filistinli yedi milyon mülteciyi de gözden çıkardığını gösteriyor. Bizzat Abbas’ın bu kadar mültecinin
geri dönmesinin mantıksız olduğunu söylediği ve İsrail ile 10 yıl süre boyunca sadece
100.000 mültecinin geri dönüşü konusunda anlaşıldığı belirtiliyor.
Bütün bunlar karşılığında İsrail’in hiç
taviz vermediği, hatta ‘İsrail sınırları’ içerisinde yer alan Arap köylerinin Filistin’e
devredilmesini bile önerdiği görülüyor. Bu
görüşmelerde önerilenler dışında, görüşmelere katılan Filistinli yöneticilerin kullandıkları dil ve üslup, görüşmelerin eşit
tarafların müzakeresi olmaktan çok, üst ast
ilişkisi şeklinde yürüdüğünü gösteriyor.
Barış sürecinin başlangıcı
İsrail ve Filistin tarafı arasındaki doğrudan
ilk görüşmeler 1991 Madrid konferansı ile
başlamıştır. 1993 yılında Beyaz Saray’da
İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ)
birbirini tanıması ve İsak Rabin ile Yaser
Arafat’ın “Geçici Özerk Hükümet İlkeleri
Bildirisi’ni imzalamasıyla barış süreci denilen süreç de başlamıştır. Aslında, ABD’nin
Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte,
Ortadoğu’da değişen dengeleri yeniden
tasarlamak için başlattığı müdahalenin
ilk adımı olmuştur Filistin’deki barış süreci. İsrail devletinin Ortadoğu’da tanınması
ve meşrulaşmasına yol açan görüşmelerin
Filistinliler açısından olumlu bir yanının olduğundan bahsetmek ise mümkün gözükmemektedir. 1948’de başlayan işgalin yarattığı temel meseleler -yahudi yerleşimleri,
Filistinli mülteciler, sınırlar, Filistin Devleti
ve Kudüs’ün durumu gibi- çözülmek bir
yana İsrail’in oldu bittileriyle ilerlemektedir.
Bunlar, barış görüşmeleri boyunca İsrail’in
işgal siyasetinin etkin bir enstrümanı olarak
kullanılmaktadır.
Obama ile yeniden
ABD’de
yönetime
geldikten
sonra
Obama’nın öncelikli konularından biri
de, İsrail ile Filistin arasındaki barış görüşmelerini yeniden başlatılması olmuştur.
Uzun bir görüşme trafiğinin sonucunda ve
İsrail’in Kasım 2009’da yerleşim inşaatlarına ilişkin kısmi bir dondurma kararı alması
üzerine, Mahmut Abbas Haziran 2010’da
yeniden görüşme masasına oturdu. Ancak,
İsrail’in yerleşim yerlerine ilişkin kısıtlamaları Eylül’de kaldırması üzerine, süreç yeniden durdu. Abbas bu dönemde, İsrail ile
barış görüşmelerinin yeniden başlamaması
durumunda dünya devletlerine yönelip Filistin devletinin tanınması girişiminde bulanacaklarını açıkladı. Yine bu dönemde,
Güney Amerika’dan birçok devlet, Rusya
ve Güney Kıbrıs 1967 sınırlarıyla ve Doğu
Kudüs’ün başkenti olması üzerinden Filistin
devletini tanırken, Ocak ayının sonunda
Abbas, İsrail’in işbirliği olmadan Filistin
devletinin ilanı gibi bir seçenek olmadığını söyleyip çark etmiş ve yeniden görüşme
masasını işaret etmişti. İşte, El Cezire’de
yayınlanan Filistin belgeleri de bu esnada
ortaya saçıldı.
Belgelerdeki gerçekler Filistinlilerden çok
dünyayı şaşırtmış gözüküyor. El-Fetih’in ve
görüşmelere katılan yöneticilerinin Filistinlileri temsil yetkisine sahip olmadığı, mültecilerin geri dönüş hakkı üzerine kendileri
hariç kimsenin söz söyleme hakkının olmadığı ve bu görüşmeler müddetince FKÖ’ye
dâhil olan diğer örgütlere bilgi verilmediği, Filistinli mültecilerin örgütleri, İsrail’de
yaşayan Filistinlilerin örgütleri ve diğer
direniş örgütlerince dile getirildi. Mahmut
Abbas ve El Fetih’in artık varlıklarını, ABD
ve İsrail’le işbirliğine girmeden ve istenildiğinde barış görüşmeleri masası denilen
o masaya oturup kalkmadan anlamlandıramayacağı görülmektedir. ‘18 yıllık barış
süreci sona mı eriyor?’ türünden tartışmaların artık hiçbir anlamı kalmamıştır. ‘Barış
süreci’ diye adlandırılan Filistin Direnişini
tasfiye sürecininse sona ermesi gerektiği
artık aşikâr hale gelmiştir. n
Belgelerden...
El Fetih’den Livni’ye
büyük destek
2008 yılında yapılan görüşmelere İsrail Dışişleri
Bakanı olarak katılan, bugün muhalefetteki Kadima
partisine mensup Tzipi Livni’nin görüşmeler sırasında
hiçbir konuda taviz vermediği görülmektedir. Belgelere göre Şubat 2009’daki seçimlerden sonra Livni’nin
partisi Kadima hükümet dışında kalınca, FÖY yetkilileri defalarca Washington’a giderek Lieberman yerine Livni’yi desteklemeleri çağrısı yapmışlar. Hatta
görüşmelerde Filistin heyetinin başkanı olan Ahmed
Kurey, oy kullanabilecek olsa, oyunu Livni’ye vereceğini söylemiş.
El Medhun suikasti
1 Ekim 2005’te o zamanki İsrail Savunma Bakanı
Şaul Mofaz ve Filistin Özerk Yönetimi İçişleri Bakanı
Nasır Yusuf arasında geçen görüşmenin, Gazze’de
yaşayan ve hâlâ İsrail’e karşı direniş saflarında
olan El Fetih’in askeri kanat liderlerinden Hasan El
2
Medhun’un öldürülmesiyle ilgili kısmının dökümü
şöyle:
Mofaz: [...] Hasan Medhun, biz onun adresini biliyoruz. Raşid ebu Şabak [Gazze Önleyici Güvenlik Örgütü
şefi] da biliyor. Niye onu öldürmüyorsunuz? Hamas
seçimler nedeniyle [Kassam füzeleri] attı ve bu size
bir tehdit ve Ebu Mazen’e [Mahmud Abbas] bir uyarı.
Yusuf: Raşid’e talimatları verdik, bakalım.
Mofaz: Konuştuğumuzdan beri bir operasyon planlıyor ve bu dört hafta önceydi ve Karni ya da Erez’i
[Gazze-İsrail sınır geçiş noktaları] vurmayı planladığını biliyoruz. O Hamas değil, onu öldürebilirsiniz.
Yusuf: Çalışıyoruz, bu kolay bir ülke değil, kapasitemiz sınırlı ve siz hiçbir şey önermediniz.
Mofaz: Gazze Şeridi’nde hiçbir şey başarılamamış
olmasını anlıyorum.
Bu görüşmeden bir ay sonra Medhun, Gazze’de arabasında giderken bir İsrail helikopterinden atılan
roketle öldürüldü.
direnen filistin
İsrail’in gözü Mısır’da
çözüme’ zorlamak ve ABD’nin bölgedeki
sıkışmışlığını aşmak için İsrail iç siyasetini
‘tasarlamaya’ yönelik adımlar atıldı. ‘Baş
tehdit’ olan şii İran’a karşı, emperyalizmin
kontrolünde bir sünni islamcı odak yaratılması fikri, İsrail iç siyasetinde de karşılığını
yarattı.
Fakat elbette ABD çıkarları ile İsrail çıkarları arasındaki açıları göz ardı etmemek
gerekiyor. Çünkü “istikrarlı ve güçlü islamcı
müttefikler”in ABD açısından zaman zaman
İsrail’i de Filistin sorununda kimi adımlar
atmaya zorlamak gibi bir ‘kullanım değeri’
var ve İsrail de bunun gayet farkında.
Mısır’daki gelişmelerden İsrail
adına “fırsatlar yakalama” çabası,
birden fazla ağızdan dile getiriliyor.
Bu “fırsatların” başında, Filistin
sorununu kilitleyen ve böylece
tüm bölgede emperyalizmin işini
zorlaştıran İsrail iç siyasetindeki
“pürüzleri” temizlemek geliyor.
Mısır’daki halk ayaklanması sadece bölge halklarının coşkusuyla değil, ABD’nin
tereddütleri ve İsrail’in yoğun kaygılarıyla da karşılandı. İsrail’in Filistin işgalinde
ve ABD’nin Ortadoğu politikalarında en
önemli bölgesel müttefiklerinden biri, Suudi Arabistan ile birlikte Mısır’dı. İsrail-Arap
savaşının ardından İsrail ile barış anlaşması
imzalayan ve onu tanıyan ilk Arap devleti,
Mısır oldu (1979). Bölgenin en önemli ve
büyük devletlerinden biri olan Mısır’ın İsrail
ile işbirliği, bölgede İsrail’in ve ABD’nin elini
güçlendiren başlıca faktörlerden biri. Bu nedenle de Mısır’daki gelişmeler, İsrail-Filistin
sorununu birebir etkileyecek dinamikler
içeriyor.
İsrail’in Mısır konusundaki tavrını ABD’nin
yaklaşımını göz önüne almadan değerlendirmek mümkün değil. Mısır’daki halk ayaklanması konusunda hazırlıksız yakalanan ve
dengelerin kendi aleyhine değişmesinden
endişelenen ABD, bilindiği gibi ilk günlerde
Mübarek’e desteğini geri çekmedi. Niha-
yet, sürecin geri döndürülemez olduğunu
anlayınca Mübareksiz bir Mısır’a ikna oldu.
Aslında ABD politikasındaki bu tereddüdün
arka planı, Mısır meselesini aşıyor. Bir yanda, Ortadoğu’da daha istikrarlı işbirlikçi
rejimler kurmak ve şii İran’ın artan bölgesel nüfuzunu dengelemek için sünni islamcı
örgütleri iktidara ortak etme politikası, öte
yanda bunun kontrol dışı bir ‘radikal islamcılığa’ yol açacağı kaygıları var. İkinci ve rezervli yaklaşım önemini korusa da, ABD’nin
Ortadoğu politikasında ilk eksen öne çıkmış
durumda. Nitekim ilk andaki kararsızlığın
ardından, Mübarek’in “yedeklenmesi” çabaları ve Müslüman Kardeşler’le masaya
oturulması tercihi bunu gösterdi.
Genelde İsrail siyasetinin bir bütün olarak ‘islamcıları devre dışı bırakmak’ üzerine
kurulu olduğu düşünülüyor. Oysa ABD’nin
stratejik tercihleri, İsrail iç siyasetinde de
karşılığını bulmuş durumda. Bu bağlamda,
sadece Obama yönetiminde değil, henüz
Bush döneminde de İsrail’i ‘iki devletli bir
Yerleşim yerleri meselesi
Bugün tartışılan İsrail’in yerleşim bölgeleri, İsrail’in Birleşmiş Milletler’in (BM) 1967 yılında kabul ettiği sınırları
ihlal ederek kurduğu mahalleler ve yerleşimlerdir. Ancak, İsrail yerleşimleri Filistin’e yahudi göçünden itibaren
İsrail’in işgal siyasetinin önemli bir parçası olagelmiştir. 1948’de İsrail devletinin kurulması ve işgalin başlaması
ile iki yıl içinde yaklaşık 700 bin Filistinli yerinden yurdundan edilmiştir. Bu sebeple yerleşim yerleri meselesi
aslında 1948 ile başlamıştır. İsrail yerleşimleri, stratejik bölgeleri ve su kaynaklarını tutmak, işgale zemin hazırlamak, Filistinli nüfusu bölmek ve Filistin devletinin kurulabilme ihtimalini ortadan kaldırmak için kullanılmıştır ve
kullanılmaktadır. FÖY’ün son görüşmelerde sadece Doğu Kudüs’te bulunan ve 120 bin kişinin yaşadığı yerleşim
bölgelerini kabul ettiği görülmektedir.
Filistinli mülteciler
Filistinli mülteciler, İsrail Devletinin kurulduğu 1948 yılından itibaren, İsrail tarafından yurtlarından, evlerinden
ve toprağından sürülen Filistinlilerdir. Filistin İkamet ve Mülteci Hakları Kaynak Merkezi BADIL’ın verileriyle 2008
sonu itibariyle dünya genelindeki 10,6 milyon Filistinlinin 7,1 milyonu zorla yerinden edilen kişilerdir. Bunların 6,6
milyonu Filistinli mülteci ve 427 bini ülke içinde yerinden edilen kişilerdir.
Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı uluslararası hukuk ve tarihsel içtihatta tanınmıştır ve BM tarafından defalarca
teyit edilmiştir. 1948 yılının Aralık ayında İsrail’i “son çatışmalardan dolayı yerinden edilenlerin” yurtlarına geri
dönmelerini sağlayıp zararlarını tazmin etmeye çağıran 194 No’lu karar BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmiştir. 1948 Evresel İnsan Hakları Beyannamesi, her ne sebeple olursa olsun evlerinden ayrılanların evlerine mutlak
geri dönme hakkının olduğunu söyler.
kaynak: www.boykotisrail.org
3
“Her şey kontrol altında”!
Bu uzunca girişin ardından, ayaklanmanın
ilk günlerinden itibaren İsrail’in yorumlarına
baktığımızda, islami bir iktidardan duyulan
kaygı ile Ortadoğu siyasetinin emperyalist
çıkarlar ekseninde yeniden düzenlenmesi
ikileminin izlerini görmek mümkün. İlk günlerde, ABD gibi İsrail’in de bu ayaklanmanın bu ölçüde büyüyeceğini öngörmedikleri
anlaşılıyor. İsrail siyasetinde ‘Mısır uzmanı’
olarak bilinen, Knesset üyesi İşçi Partili eski
bakanlardan Ben Eliezer, üst düzey bir Mısırlı yetkiliyle telefonda görüştüğünü ve “her
şeyin kontrol altında olduğunu” söyledi.
Kahire Tunus’a benzemezdi, Mübarek’in
eli güçlüydü. Fakat bu açıklamadan sadece birkaç gün sonra, Mısır’da geri dönüşü
olmayan bir sürecin başladığı anlaşıldı.
ABD’nin de Mübarek’e desteğini geri çekme işaretleri vermesiyle birlikte, ABD’deki
güçlü İsrail yanlısı örgütler/lobiler, Kongre üyelerini Mübarek’e destek için Beyaz
Saray’a baskı uygulamaları konusunda harekete geçirdi.
Harekete geçen isimlerden biri de,
İsrail’in Müslüman Kardeşler konusundaki
kaygılarına oynayarak ABD üzerinde basınç
oluşturmak isteyen Mübarek’ti. Ben Eliezer’i
arayan Mübarek, ABD’nin “demokrasi baskısının” radikal İslamcıların iktidara gelmesiyle sonuçlanacağı konusunda uyardı.
Ben Eliezer’in aktardığına göre Mübarek,
ABD’nin “demokrasi” politikasını eleştirdi
ve bu politikanın, İran’da işe yaramadığı
gibi, Filistin’de de Hamas’ı iktidara getirdiğini söyledi.
İsrail’in Mübarek sonrasına dair kaygılarının hafifletebilecek gelişmelerden biri,
Mübarek’in yerine, Wikileaks’te açığa çıkan
belgelerde “İsrail’in adamı” olduğu tescillenen, Mübarek’in de sağ kollarından Ömer
Süleyman’ın iktidarı devralmasıydı. Fakat
Mısır’daki ayaklanmayı “Mübareksiz Mübarek dönemi”yle kadükleştirme girişimi, Tahrir Meydanı’nı terk etmeyen halkın direnciyle
başarısızlığa uğradı.
İsrail’in İslamcılarla dansı
Mısır’daki süreç, bilindiği gibi, ordunun
yönetime el koymasıyla sonuçlandı. Önümüzdeki aylarda yapılacak başkanlık seçimlerinde ve sonrasında, Mısır’da taşları
yeniden yerine oturtmaya dönük olarak
direnen filistin
 1. Sayfanın devamý
Ya Türkiye
Tüm olan biten içinde en komik pozisyonda olanın Türkiye olduğu kesin. Türkiye
kendisine bu süreçte de yer arıyor. Önce
ABD’nin yolundan giderek Mübarek’e karşı
tavır koyarken, sonra Gül’ün ağzından İran
halkının haklarından söz ederken sadece
rol arıyor.
Bu rol Türkiye’ye yine ABD sözcüleri ya
da bölgenin Amerikancıları tarafından veriliyor: Model olmak.
Ancak ne alelacele Türkiye’ye koşup kendini anlatmak isteyen Müslüman Kardeşler’in
sözcüsünün ağzından ne de hemen her gün
başka bir gazete ya da televizyonda zuhur
eden “uzmanlar”ın açıklamalarından bu
“model”in ne olduğu anlaşılamıyor.
Kimisi için model AKP’dir. İslâmcı geçmişi
ve şimdiki söylemiyle, sonuna kadar kapitalist serbest pazarcılığıyla ve elbette ABD’nin
adamı olma vasfıyla AKP. Bu vasıf zaman
zaman “one minute” ya da “acemi elçi”
çıkışlarıyla pekiştiği için ayaklanan halkları idare edeceği düşünülüyor. Bilinmeyen,
Türkiye’de AKP modelinin şimdiye kadar
işlemesinin asıl nedeninin ayaklanan halkın
eksikliği olduğudur.
Kimileri de, yönetimi, ele geçirince kısa
zamanda sivillere geri veren faşist 12 Eylül
diktasını, Mısır ordusuna model olarak gösteriyor. 12 Eylül’ün halka, aydınlara saldırısını önemsemeyen ve verili durumdaki Arap
ayaklanmasının böyle bir şiddet karşısında
nasıl tavır geliştireceğini hiç düşünmeyen
bu önermenin de ayaklarının yere basmadığı kesin.
Geriye Davutoğlu’nun Avrupa Konseyi
Başkanı şapkasıyla, diktatörünü deviren Tunus halkına akıl vermeye gitmesi kalıyor. Bu
konuda Lübnan hükümet krizindeki aracılık
“başarısı”nı hatırlamak yeterli.
Sonuçta Türkiye’nin AKP iktidarı eliyle
ayaklanan Arap halkına vereceği hiçbir pozitif katkının bulunmadığının altının çizilmesi
gerekiyor.
Ya tehlike
Asıl önemli tehlike son gelişmelerle dağılan
bölge statükosunun ardından, önceki dönemde bozulan ABD-İsrail-Türkiye üçgeni
içindeki ilişkilerin düzelmesi ihtimalinden
kaynaklanıyor.
İslamcı yayınların çok beğenerek aktardıkları konferansında Profesör Michael
Desch bu üç ülkenin ilişkisini “karmaşık
üçgen” olarak tanımlamıştı. Ama çeşitli
uzmanların beklentileri hayata geçer ve bazılarınca İkinci Arap Uyanışı olarak nitelenmeye başlayan süreç bu üçlüyü bölgedeki
hayati çıkarları gereği birbirine bağlarsa
ortaya çıkacak üçgenin bir “şeytan üçgeni”
olacağı şimdiden söylenmelidir.
İyi haber, şimdilik ABD-İsrail-Türkiye ilişkilerinin pazarlık havasında devam ediyor
olmasıdır. Bölge halklarına düşense bu
pazarlık çıkışlarından kolay kahramanlar
yaratmaktan kaçınması olacaktır.
Sahi, ayaklanan kitlelerin elinde hiç Tayyip resmi gördünüz mü? n
tarafların pazarlıkları sürüyor. Bu pazarlıklarda önemli taraflardan biri de, Müslüman
Kardeşler olacak. İsrail açısından en önemli
tartışma başlıklarından biri de bu: İslamcıların iktidara ortak edilmesi, Filistin sorununda başlıca müttefiki olan Mısır’ın kaybedilmesine yol açacak mı? Mısır’daki toplumsal
hareketin anti-emperyalist ve halkçı uçlarını
törpüleyerek ‘istikrarı’ yeniden kurma çabasındaki Mısır ordusu, en başta ABD’nin ve
İsrail’in kaygılarını hafifletmeye dönük açıklamalar yapıyor. Nitekim ordu yayınladığı 4
numaralı bildiride, eski anlaşmalara bağlı
kalacağını duyurdu. Burada kastedilenin,
en başta İsrail ile imzalanan anlaşmalar olduğu herkesçe biliniyor.
Buna rağmen, İsrail’de endişe sona ermiş değil. İsrail’in eski Mısır büyükelçilerinden Zvi Mazel’e göre, İsrail için sıkıntılı
bir dönem başladı. Mısır’ın artık ‘dost’ kalamayacağını söyleyen Mazel, Müslüman
Kardeşler’in etkisinin artmasının İsrail için
düşmanca olaylara sebep olabileceğini
söyledi.
Öte yandan İsrail Savunma Bakanı Ehud
Barak hem Mısır’daki değişime yönelik
‘endişeler’ini ifade ederken, hem de umutlu
olduğunu söyledi: “Tüm sorunlara rağmen
yeni fırsatlar yakalamaya çalışmalıyız” dedi.
Mısır’daki gelişmelerden İsrail adına ‘fırsatlar yakalama’ çabası, birden fazla ağızdan dile getiriliyor. Bu fırsatların başında,
Filistin sorununu kilitleyen ve böylece tüm
bölgede emperyalizmin işini zorlaştıran İsrail iç siyasetindeki ‘pürüzleri’ temizlemek
geliyor. Son seçimlerden çıkan, aşırı sağcı
Likud önderliğindeki hükümetin kazanının
kaynadığı herkesçe biliniyor. Mübarek rejiminin çöküşü, aynı zamanda İsrail’deki ‘çözümsüzlük siyasetinin’ de tıkanması ve emperyalist yol haritasında mesafe katedilmesi
anlamına gelecek.
Müslüman Kardeşler’in ayaklanma boyunca izlediği ‘itidalli’ ve dengeli tavra ek
olarak, Hamas’ın Mısır’daki toplumsal hareketin ardından verdiği, “Sünni islamcı bir
iktidardan korkmayın, biz şiilere benzemeyiz” mesajını da düşündüğümüzde, İsrail’e
dönük Hamas ile masaya oturma ve bölgede İran karşısında -Mısır dahil- sünni
islamcı bir odağı kabullenme basıncının
artacağını tahmin etmek mümkün. Nitekim
İsrail basınındaki pek çok ‘merkez sağ ve
sol’ gazetede, İsrail’in bu tek çözüm yolunu
kabullenmekten başka şansının kalmadığı
vurgulanıyor. n
Mısır, İsrail için neden önemli?
müttefiki haline gelmesinin de
başlangıcıydı. Filistin Kurtuluş
Örgütü (FKÖ), barış görüşmelerine davet edilmemişti.
Ortadoğu “Barış Süreci”
başladığında, Mısır en önemli
Arap aktör ve arabulucu olarak öne çıktı. İsrail’in Filistin
aleyhine pek çok adımında
ekonomik, siyasi ya da askeri
olarak ona destek oldu. 2006
yılında Hamas’ın Gazze’de iktidara gelmesi üzerine İsrail’in
Gazze Şeridi’ne ambargo giMısır’daki halk ayaklanması sadece bölge halklarının coşkusuyla değil, ABD’nin
rişimine destek oldu. Gazze
tereddütleri ve İsrail’in yoğun kaygılarıyla da karşılandı.
ile Mısır arasındaki Refah sınır
kapısını geçişlere kapayarak,
Gazze’ye insan ve mal giriş
1979’da Mısır ile İsrail arasındaki savaşa son veren anlaşmanın imzalanması çıkışını neredeyse tamamen engelledi.
ve Mısır’ın Soğuk Savaş’ın son on yılın- Gazze nüfusu büyük ölçüde BM yardımda bağlantısız tavrını terk ederek açıkça larına bağımlı hale geldi. 2008-2009
ABD yanlısı bir eksene kaymasıyla birlikte, yıllarında Gazze’yi yerle bir eden İsrail
Mısır, bölgede İsrail ve ABD’nin en yakın saldırısının ardından, Mısır Refah üzemüttefiki oldu. Filistin Özerk Yönetimi ile rinden geçişleri engellemeye devam etti.
İsrail arasındaki görüşmelerde arabulu- Gazze’nin yeniden inşası, büyük ölçüde
imkansızlaştı.
culuğu üstlendi.
Gazzeliler bunun üzerine Mısır ile
1967 yılında İsrail ile Mısır-ÜrdünSuriye arasında çıkan 6 Gün Savaşları, Gazze arasında yer altı tünelleri açtılar.
İsrail’in o dönemde Mısır toprağı olan Gazze’nin nefes boruları olarak adlandıGazze’yi ve Sina’yı işgaliyle sonuçlan- rılan bu tünellerden, gündelik tüketim için
dı. 1978 yılında ABD Başkanı Jimmy gerekli gıdalar, ilaçlar, inşaat malzemeleCarter’ın davetiyle Mısır ve İsrail Camp ri taşınıyor. Mısır, bu tünelleri kapamaya,
David görüşmelerine başladı. Görüşmeler yeraltına çelikten duvarlar örmeye devam
ardından imzalanan anlaşma, ilk kez bir ediyor.
Kısacası Mısır, İsrail’in Filistin’i kuşatma
Arap devletinin İsrail’i tanıması anlamına
geldi. Bu dönem, aynı zamanda Mısır’ın politikasına verdiği aktif destek nedeniyle
bölgede İsrail ve ABD’nin başlıca Arap İsrail için önemli bir müttefik.
4
direnen filistin
Mısır’daki halk ayaklanmasının Filistin’deki yankıları
Filistin Özerk Yönetimi’nden
dayanışmaya yasak!
Mısır’da Hüsnü
Mübarek’in
devrilmesiyle
sonuçlanan halk
ayaklanması, tüm bölge
halklarının gözünü Arap
dünyasının merkezi kabul
edilen Mısır’a çevirdi.
Filistin de bunlardan biri.
Üstelik Filistin halkında
öfke uyandıran, Mübarek
yönetiminin İsrail ve
ABD ile ittifakı
düşünüldüğünde,
Mısır’da yaşananlar
Filistin halkı açısından
sadece bir dayanışma
konusu olmanın ötesine
geçiyor. Mısır’daki her tür
politik gelişmenin, Filistin
davası açısından önemli
sonuçlar vermesi olası.
Mısır’daki halk ayaklanmasının hemen öncesinde, İsrail ve ABD ile yapılan ihanet müzakereleri basına sızan Filistin yönetimi, köşeye sıkışmış durumdaydı. Bu meşruiyet krizi, Mısır’daki
halk ayaklanmasıyla beraber Filistin yönetiminin kaygılarını tırmandırdı. Filistin halkının Mısırlı kardeşleriyle dayanışma eylemleri, Filistin
yönetiminin engelleme girişimleriyle karşılaştı.
3 Şubat günü Ramallah’taki bir dayanışma
eylemine, Filistin Yönetimine bağlı güvenlik
güçleri müdahale etti. Bu müdahalenin yanı
sıra, dayanışma komiteleri kurulmasını önleme
amaçlı tutuklamalar gerçekleştirildi. Bu baskılara rağmen 5 Şubat günü Ramallah’ta kitlesel
bir dayanışma eylemi düzenlendi.
Bu dayanışma eylemlerinin yanı sıra, başta da dediğimiz gibi, Mısır’daki gelişmelerin
bölgedeki dengeleri ve Filistin meselesini nasıl etkileyeceği, önemli gündemlerden biri. Bu
konuda Filistinli örgütlerin değerlendirme ve
beklentilerinde kimi farklılıklar söz konusu.
FHKC: Filistin halkı ve
ilericiler kazanacak
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Mısır’daki
halk ayaklanmasını, İsrail ve ABD’nin bölgedeki nüfuzunun zayıflatılması, Oslo anlaşmalarının ve Camp David sürecinin geçersiz ilan
edilmesi ve Filistin mücadelesinde ilerici ve
laik güçlerin öne çıkması için bir dönüm noktası olarak yorumladı.
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi 11 Şubat
günü yaptığı açıklamada, Hüsnü Mübarek’in
görevi terk etmesini, halk devriminin taleplerinin karşılanması ve Mısır ve tüm Arap halklarının özgürlük, demokrasi, toplumsal adalet ve
birlik yolunda ilerlemesi için önemli bir adım
olarak selamladı. FHKC Siyasi Büro üyesi Ebu
Ahmed Fuat ise yaptığı açıklamada, devrimin
aynı zamanda ABD ve İsrail egemenliğine karşı bir ayaklanma olduğuna işaret etti: “Mısır
halkı, ülkelerinin ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizminin küçük ortağı haline getirildiğini ve
Mısır’ı ve Arap ulusunu çökerten tüm musibetlerin ardında bu ortaklığın olduğunu biliyordu.
Bizler biliyoruz ki, Mısır devrimi, Filistin meselesini topyekun kurtuluş yoluna geri döndürme doğrultusunda büyük bir adımdır.” FHKC,
devrimci Mısır halkına, bu alçaltıcı ABD-İsrail
koalisyonundan çıkılması için Camp David dönemini sona erdirmesi ve Mısır’ın Arap halkları
nezdindeki tarihsel rolünü yeniden diriltmesi
çağrısında bulundu. Filistin halkına ve örgütlerine de seslenen FHKC, Mısır devrimine dayanarak, Oslo anlaşmalarını geçersiz ilan etmenin acil bir ulusal görev olduğunu söyledi.
FHKC’nin önemli ve dikkate değer değerlendirmelerinden biri de, Mısır devriminin
Filistin’deki ilerici kesimleri güçlendireceği
ve sağcı eğilimleri zayıflatacağı oldu. Siyasi Büro üyesi Jamil Majdalavi 8 Şubat günü
yaptığı bir değerlendirmede, Mısır devriminin
Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadelede
halkın ve devrimlerin rolünü bir kez daha hatırlattığını vurguladı. Bunun, Filistin iç siyase-
5
tinde dengeyi, El Fetih ya da Hamas gibi sağcı
hareketlerin aleyhine ve ilerici güçlerin lehine
değiştireceğini savundu.
Hamas’tan
“ılımlı İslam” açılımı
Mübarek’in görevden ayrılması üzerine yaptığı açıklamada Hamas, Mısır’ın yeni liderlerine derhal Gazze ambargosunu kaldırmaları
ve Refah sınırını açarak Gazze’nin yeniden
inşası için insanların giriş çıkışlarına izin vermeleri çağrısında bulundu. İsrail ve Mısır’la
sınırı olan Gazze’ye giriş çıkışlarda, Hamas’ın
iktidara gelişinden itibaren katı sınırlamalar
koyulmuştu.
Hamas, Mısır halkının Mübarek tiranlığına
karşı eylemlerine destek açıklamaları yaparken, Mısır’daki halk ayaklanmasına ilişkin siyasi yorumlarında ilginç vurgular dikkati çekti.
Mısır’da islamcı bir iktidara dönük kaygılara
yanıt verme arayışında olan Hamas, sünni islamcılığın Batı ile ilişkilerinin “düşmanca” olmadığını vurguladı.
Hamas’a bağlı internet sitesi Palestinian Information Center’da çıkan iki yorum, Mısır’da
ve tüm Ortadoğu’da İslamcı hareketlerin iktidarı paylaşmasının emperyalizm açısından getirilerinin tartışıldığı bir dönemde oldukça dikkati
çekti. 5 Şubat tarihli, “Haydut Arap Rejimleri”
başlıklı bir yorumda, Batının islamcıları iktidardan uzak tutmak adına diktatörlük rejimlerini
desteklediği; fakat bu mantığın müslümanlar
arasında nefreti derinleştirmek dışında bir işe
yaramadığı söylendi. Bu dar görüşlülüğün ise,
daha fazla istikrarsızlık, daha fazla aşırılık ve
Batı açısından bu önemli bölgede daha fazla stratejik kayıp anlamına geldiği vurgulandı.
Yazıdaki en önemli vurgulardan biri de, sünni
islamcıların Arap ülkelerinde iktidara gelmesiyle ekonomik ya da politik alanlardaki meşru
Batı çıkarlarına karşı çözümsüz bir düşmanlığın tırmanacağını gösterir hiçbir kanıtın olmadığıydı! Şii İran ile sünni islamcılık arasındaki
farka gönderme yapan yazıda, islamcıların tek
istediğinin “iade-i itibar” ve saygı çerçevesinde
muhatap alınmak olduğu savunuldu.
Hamas’ın bu yorumu, sadece Mısır iç siyasetine yönelik değil, Filistin ve tüm Ortadoğu’da
meşruiyet krizindeki rejimlerin islamcıların
iktidara ortak edilerek çözülmesi önerilerine
oynadığını gösteriyor. Bu tür dönüşümün sadece Arap rejimlerini istikrara kavuşturmak
açısından değil, aynı zamanda şii İran’ı dengeleyecek bir karşı sünni odak yaratılması açısından da önemli bir stratejik kazanım olacağı
savunuluyor. Mısır’daki ayaklanmayla birlikte
Hamas dahil islamcı hareketler ABD ve hatta
İsrail’e verdikleri mesajlarda, bu kartları masaya sürüyor.
ABD ve İsrail ile bu tür bir iktidar pazarlığının islamcı hareketler açısından, iktidara ortak
olmanın yanı sıra halk nezdinde bir meşruiyet
kaybına yol açıp açmayacağını zaman gösterecek. Fakat Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin
“sağın güç kaybedeceğine” yönelik yorumunun ardında, bu tür bir öngörünün de yattığı
anlaşılıyor. n
direnen filistin
Lübnan Lahey’i bekliyor
ABD’nin arkasında durmaya devam
ettiği Lahey’deki mahkemenin
alacağı kararın, Lübnan’ın siyasi
geleceği için kritik önemde olduğu
herkesin üzerinde uzlaştığı bir nokta.
Ancak Hizbullah’ın belirlediği bir
başbakan ve birlik hükümetinin
ABD ile ilişkileri nasıl yürüteceği
konusunda kafalar hala karışık.
Yeni Lübnan hükümetinin
ABD ile ilişkileri.
Lübnan siyaseti, Hizbullah’ın adayı ülkenin en zengin işadamlarından biri olan
Sünni politikacı Necip Mikati’nin başbakan
olmasıyla yeni bir evreye girdi. Mikati, Hizbullah dışındaki çevrelerin desteğini almış
olsa da, başbakanlığını başını Hizbullah’ın
çektiği 8 Mart hareketine borçlu.
2005 yılında bir patlamada öldürülen
Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri’nin başbakanlığının sonunu getiren, Hariri suikastını
soruşturan Uluslararası Mahkeme oldu.
Hizbullah’ı Hariri’nin başında bulunduğu
birlik hükümetini düşürmeye iten gelişme,
Lahey’deki mahkemenin Hariri suikastinin
arkasında Hizbullah’ın olduğunu açıklamaya hazırlanması. Gizli olması gereken
bu bilgi bir süre önce basına sızdırılmış ve
Hizbullah tarafından bir İsrail-ABD komplosu olarak nitelenmişti. Hizbullah, bu haberlerden sonra Lübnan hükümetinin mahkemeye verdiği Lübnanlı üyeleri geri çekmesini
istedi. Hariri buna yanaşmayınca Hizbullah
kendi adımını attı ve kabineye verdiği 10
bakanı çekerek hükümeti düşürdü.
Yeni Başbakan Mikati’nin önündeki en
zorlu görevlerden biri, Hizbullah’ın desteği
ile ABD’nin isteklerini buluşturmak olacak.
Hariri sukastinden sorumlu tutulacağı söylenen Hizbullah’ın, Mikati hükümetinde bakanlarıyla yer alırken, mahkemede Lübnanlı
üyelerin bulunmasına izin vermesi beklenmiyor. Öte yandan Lübnan hükümetinin,
ABD ve Fransa başta olmak üzere uluslararası mahkemeyi destekleyen Batılılara sırtını
dönmesi de zor görünüyor.
Mahkemenin kararının açıklanmasının
beklendiği bugünlerde hükümet krizi atlatılmış gibi görünse de, siyaset Lahey’e kilitlendiği için ülkede siyasi tansiyon hala yüksek.
Hariri’yi Suriye öldürdü
iddiası nasıl çürüdü?
Lahey’deki mahkeme ile ilgili bir başka
önemli nokta, mahkemenin Lübnan halkı
nezdinde ilk aşamada sahip olduğu itibarı hızla yitirmiş olması. Her ne kadar Hariri
yanlıları, mahkemenin meşruiyetini sonuna
kadar savunuyor olsa da, daha önce kararsız kalan ya da mahkemeye güvenme eğiliminde olan kesimlerin eski güvenleri süreç
içinde eridi.
Hatırlanacağı üzere suikastin gerçekleştiği 2005 yılında, sıcağı sıcağına Hariri’yi
öldürenlerin Suriye’ye bağlı güvenlik güçleri
olduğu iddiası ortaya atılmış ve ABD başta
olmak üzere emperyalist ülkeler ile uluslararası medya bu iddiayı uzun süre işlemişti.
Bugünden geriye bakıldığında, Suriye’nin
Lübnan’daki askeri varlığını sonlandırmaya
dönük bir propaganda yürütüldüğü daha
açık anlaşılıyor. Bu ortamda kurulan mahkeme de Suriye’ye yüklenmek için bir araç
olarak kullanılmıştı.
Kısa süre sonra, olay yerinden elde edilen deliller ve Suriye ile Lübnan’da bulunan
Suriyeli istihbaratçıların telefon konuşmalarının suikasti Suriye’nin üzerine yıkmaya yetmeyeceği anlaşılınca, devreye gizli tanıklar
sokuldu. İki gizli tanık Hüsam Tahir Hüsam
ve Muhammed Zuhayir Sıddık mahkemenin
imdadına yetiştiler.
Ancak daha sonra gizli tanıkların ortaya çıkarak verdikleri kendi
ifadeleri ve ortaya dökülen bazı bağlantıları
“yalancı tanık” olarak, olayı Suriye’ye bağlamak için kullanıldıklarını gösterdi.
Suriye’nin ardından bu kez İsrail karşısında Lübnan’daki en önemli direniş odağı
olduğu düşünülen Hizbullah, Uluslararası
Özel Mahkeme’nin hedef tahtasına yerleştirildi. İsrail kaynakları suikaste karışanlardan birinin Hizbullah istihbarat yetkilisi
İmad Mugniye’nin akrabası olduğunu öne
sürdü. Hizbullah’a karşı gösterilen kanıtların başında, örgütü suikaste bağladığı iddia
edilen bir dizi telefon görüşmesi yer alıyor.
Hizbullah ise İsrail’in olay gününe ait telefon kayıtlarıyla oynadığını ve bunun planlı
bir komplo olduğunu öne sürüyor.
6
ABD’nin arkasında durmaya devam ettiği
Lahey’deki mahkemenin alacağı kararın,
Lübnan’ın siyasi geleceği için kritik önemde
olduğu herkesin üzerinde uzlaştığı bir nokta.
Ancak Hizbullah’ın belirlediği bir başbakan
ve birlik hükümetinin ABD ile ilişkileri nasıl
yürüteceği konusunda kafalar hala karışık.
Hizbullah’la ABD’nin Lübnan’daki çıkarları arasındaki karşıtlıklar aşikar. Ancak
buna rağmen, Hizbullah bir süredir Batı
ile ilişkilerini dikkatli bir biçimde yürütmeye özen gösteriyor. Örneğin ABD’nin sadık
müttefiklerinden Türkiye’nin Hizbullah’la
ilişkilerini iyi tutma yönündeki çabaları,
yaptığı bölge ziyaretleri bu ilişkinin hangi
kanallarla yürütülüyor olabileceğine ilişkin
bazı ipuçları veriyor.
Öte yandan Mikati, uluslararası bağlantıları güçlü olan zengin bir işadamı. Birçoklarına göre başbakanlık koltuğuna Hariri’den
daha çok yakışan bir isim. Mikati’den büyük
bir baskı altında olmadığı sürece ABD karşıtı politikalar izlemesi beklenmiyor.
Bu çerçevede ABD’nin Lübnan’daki
“adamlarından” Velid Canpolat’ın hükümet
krizi sürerken Hizbullah’a destek vermiş olması büyük önem taşıyor. Meclis aritmetiğinde Hariri’yi destekleyen milletvekilleri ile
Hizbullah’ın işaret edeceği başbakan adayını destekleyecek milletvekillerinin sayısı
kafa kafaya iken, Canpolat’ın tarafını belirlemesiyle ağırlık Hizbullah’a doğru kaydı.
Canpolat bu kararın Lübnan’ın istikrarı için
verilmiş bir karar olduğunu söylese de, bu
açıklama inandırıcı bulunmadı.
ABD, Hizbullah’ı terör örgütü olarak nitelendirse de, Hizbullah’ın desteklediği yeni
hükümetle ABD arasında köprüler henüz
atılmış değil.
Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen ilk açıklamalarda, Hizbullah ülkede bir
“yıldırma politikası” uygulanmakla suçlansa
da, ilişkilerin geleceği açısından geri dönülemez bir noktaya girildiği yönünde herhangi bir mesaj verilmemeye çalışılması dikkat
çekti. n
direnen filistin
İsrail siyasetinde ibre sağı gösteriyor
İsrail’de 10 Şubat 2009’da yapılan en son seçimlerden merkez parti Kadima, birinci çıkmasına
rağmen, seçimlerden oylarını arttırarak çıkan sağ
partiler, İsrail parlamentosu Knesset’te çoğunluğu
ele geçirerek, Benjamin Netanyahu liderliğindeki
aşırı sağcı Likud ile koalisyon hükümetini kurdular.
Shas (Şas), Habeyit Hayehudi (Yahudi Evi), United Torah Judaism (Birleşik Tevrat Yahudiliği) gibi
birtakım dinci partilere bakanlıklar verilmiş olsa
da, kabinenin çoğunluğu temel olarak üç ana
partiden oluşuyor: Sayısal çoğunluğa göre Başbakan Benjamin Netanyahu liderliğindeki Likud,
partisinden istifa ederek Ha’Atzmut (Bağımsızlık)
adı altında yeni bir parti kuran Ehud Barak’ın eski
liderliğindeki İşçi Partisi ve savaş çığırtkanlığını
“vatanseverlik” zanneden Avigdor Lieberman’ın
Yisrael Beitenu (İsrail Evimiz) partisi.
On beş bakanlık ile koalisyonun başını çeken
Likud, İsrail parlamentosunda ilk kez 1977’den
1981’e kadar hükümette yer aldı. Bu tarihten
itibaren on beş sene boyunca koalisyon hükümetlerinde kalacak Likud’un o dönemki lideri
Menachem Begin’in seçimlerden sonra “işgal
altında toprak yoktur, o topraklar kurtarılmış
topraklardır” şeklindeki sözleri, Likud’un Filistin
işgalini devam ettirecek bir anlayışla bugünlere
geleceğini gösteriyordu. Likud yönetimindeki İsrail, Batı Şeria’da bağımsız bir Filistin devletinin
kurulması fikrine tamamen karşı çıkmış, işgalci
ve yayılmacı politikaların arkasında durarak topraklarından edilen Filistinli mültecilerin geri dönüşlerini engellemişti. Batı Şeria, Gazze, Lübnan
ve diğer bölge ülkelerine yapılan birçok saldırı ile
Sabra ve Şatilla katliamı da Likud dönemlerinde
gerçekleşmişti.
Likud lideri ve İsrail Başbakanı Netanyahu,
Akdeniz’den Ürdün’e kadar olan topraklarda
tarihi ve dinsel bir kavram olan Eretz İsrail’in
(Büyük İsrail) kurulmasını öngörmüş, İsrail’in
varlığını tehdit edeceğini ileri sürerek bağımsız
Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkmış, Doğu
Kudüs’ü Filistinlilere vermeye niyetinin olmadığını
açıklayarak Kudüs’ün İsrail’in bölünmez başkenti
olacağının altını çizmişti. Netanyahu İsrail’in güvenliğinin toprak vermekle değil, toprakları elde
tutmakla sağlanabileceğini savunmuş, İsrailli
sağcılar ve dinciler için tarihsel ve dinsel bir önem
taşıyan Batı Şeria’da yeni yerleşim bölgeleri kuracağını, gerekirse İsrail askerlerini göndereceğini
belirtmişti.1
Askeri kariyerine on yedi yaşında başlayan,
İsrail ordusunun üst düzey birimlerinde görevler
üstlenerek en çok madalya alan asker olmakla
övünen Ehud Barak, siyasete Yitzhak Rabin döneminde içişleri bakanlığı yaparak başlamıştı.
Bugünkü İsrail hükümetinde savunma bakanı
olarak görev yapan Barak, Rabin suikastı sonrası
parti içi muhalefetin lideri olarak parti liderliğini
ele geçirmişti.
1968’de kurulan İşçi partisinin program ve
bazı bildirilerine göre, barış müzakereleri üç
prensibe dayanmalıydı: Batı Şeria’nın geniş ve
yoğun yerleşim yerleri İsrail’in bir parçası olacak;
Kudüs, içinde bulunan tüm Yahudi yerleşimleriyle beraber İsrail’in vazgeçilmez başkenti olacak;
Kudüs’te bulunan ve kutsal sayılan dini sit alanları İsrail’in bir parçası olacak; İşçi partisi Batı
Şeria’daki yerleşim inşaatlarını durduracak ve
izinsiz yerleşim yerleri boşaltılacaktı.
Ehud Barak, Haziran 2007’de halen devam
eden Gazze kuşatmasını başlatmış, kuşatma
halkın yiyecek, su gibi en temel ihtiyaçlarını dahi
karşılayamamasına sebep olan toplu bir ceza
sistemine dönüşmüş, yüzlerce ton bomba Gazze
sokaklarına bırakılmıştı. Saldırılarda çocuklar dahil 1300’e yakın insan ölmüş 5300’ü de yaralanmıştı. Saldırılarda okullar, hastaneler, BM tesisleri
ve tıbbi ekipler hedef alınmıştı.
Son günlerde Barak’la birlikte Tarım Bakanı
Shalom Simhon, Savunma Bakanı Yardımcısı
Matan Vilnai, Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakan
Yardımcısı Orit Noket ve milletvekili Einat Wilf’in
İşçi Partisi’nden istifa ederek Ha’Atzmut (Bağımsızlık) adı altında bir parti kurması, Barak’ın ismini çokça duymamızın sebeplerinden biri olsa da,
bu istifaların nelere yol açacağı üzerine yapılan
yorumlar daha çok dikkat çekiyor. Zaman zaman
koalisyondan çekilmekle Likud’u tehdit eden İşçi
Partisi’nden ayrılan Barak’ın hamlesinin Likud
önderliğindeki koalisyonu güçlendireceği ve İsrail
siyasi haritasını daha da sağa çekeceği iddia ediliyor. Gazeteci Gideon Levy, kurulacak yeni partinin de şu an kabinede bulunan dinci milliyetçi
partiler kervanına katılacağını söylüyor. Barak’ın
bu hamleyi Likud’a katılarak koltuğunu sağlamlaştırmak için yaptığı diğer yorumlar arasında.
Adını son dönemlerde Türkiye’den özür dilenmeyeceği yönünde demeçler vererek duyduğumuz Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’in
Yisrael Beitenu Partisi, 2009 seçimlerinden sonra
üçüncü büyük parti olarak Knesset’te yer aldı.
1978’de Moldova’dan İsrail’e göç eden Lieberman ilk olarak bütün Arapların Filistin topraklarından sürülmesini isteyen ve daha sonra ırkçılık
yaptığı gerekçesiyle kapanan Kach adlı partide
görev yaptı.
1988’de Netanyahu ile birlikte Likud’a katılan
Lieberman, Netanyahu’nun parti başına geçmesi
ve 1996 seçimlerini kazanmasına yardımcı oldu.
1997’de bir yolsuzluk soruşturmasından sonra
gözden düşerek 1999’da bugünkü ırkçı partisini kurdu. Her İsraillinin sadakat yemini etmesi,
Hamas’la görüşen milletvekillerinin ihanetle yargılanması gibi dâhiyane önerileri bulunan Lieberman, İsrail Parlamentosu’nun Filistinlilere yönelik
siyonist baskı ve katliamları teşhir eden insan
hakları örgütleri hakkında soruşturma açılmasını
öngören yasa tasarısının onaylanmasını bir kazanım olarak nitelendiriyor.
2009 öncesi koalisyon hükümetinde de yer
alan Yisrael Beytenu, Filistinlilerle yapılan müzakereler sonrası hükümetten istifa etmişti. Yisrael
Beitenu’nun parti programı içinde, İsrail’e Yahudi
göçünü devam ettirmek, toprak ilhak edip yerleşim yerleri kurmak gibi Siyonizmin temel prensipleri yer alıyor. Parti, ayrıca, Filistin idaresi altında
yaşamak isteyenlerin İsrail vatandaşlığının iptal
edilmesini, adına “toprak takası” dediği, Arap çoğunluğunun bulunduğu birtakım küçük yerleşim
yerlerini Filistin yetkisine veren, karşılığında Yahudi bölgeleri ile Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü İsrail tarafından ilhak eden bir “barış” projesi
öneriyor. n
1
Koç Malike Bileydi, İsrail Devletinin Kuruluşu ve Bölgesel Etkileri, Günizi Yayıncılık, İstanbul 2006.
Tel Aviv’de onbinler McCarthycilik’e, ırkçılığa ve faşizme karşı yürüdü
Yahudilerden ve Araplardan oluşan binlerce kişi 15
Ocak’ta Tel Aviv’de sokaklardaydı. Aralarında siyasi partilerin ve insan hakları örgütleri üyelerinin olduğu topluluk,
Knesset’in yeni bir komisyon kurarak insan hakları için
mücadele eden örgütlerin gelirlerini soruşturmaya çalışmasını protesto etti.
“Demokrasi için (henüz mümkünken) gösteri” adını
taşıyan protestoda, Tel Aviv’in Meir Parkı yakınlarında
bulunan Likud Genel Merkezi’nden Tel Aviv Sanat Müzesi
bölgesine kadar bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşe Hadaş, Kadima ve Meretz’in parlamento üyelerinin yanı sıra
Barış Şimdi (Peace Now) adlı örgütle, diğer insan hakları
örgütleri katıldı. Gruplar burada konuşma yaptılar.
Protestocular demokrasi ve konuşma özgürlüğünü destekleyen, ırkçılık ve faşizmi lanetleyen sloganlar attılar.
Eylemde “Yahudiler ve Araplar Faşizme Karşı Birlikte”,
“Tehlike-Demokrasinin Sonu Yakın!” ifadelerinin yer al-
dığı pankartlarla birlikte yer yer kızıl bayraklar taşıdılar.
Eyleme katılan parlamento mensupları şunlardı: Dov
Khenin (Hadaş), Afo Agbarie (Hadaş) Meir Sheetrit (Kadima), Hanna Swaid (Hadaş), Nitzan Horowitz (Meretz),
Muhammed Barakeh (Hadaş, Barış ve Eşitlik için Demokratik Cephe-İsrail Komünist Partisi genel başkanı).
Horowitz, Başbakan Netanyahu ile o günlerde Dışişleri Bakanlığı yapan Ehud Barak’a yüklenerek, onları
“Lieberman’ın tahriklerini desteklemek ve Knesset’teki
ırkçı yasayı cesaretlendirmekle” suçladı. Horowitz, “Bugün İşçi Partisi’ne İsrail tarihinin en ırkçı hükümetinin
partneri olduklarını ve derhal hükümeti terketmeleri gerektiğini söylüyoruz” diye konuştu.
Barış Şimdi Genel Sekreteri Yariy Oppenheimer
ise “İsrali sadece İran tehdidinden değil, ‘Lieberman
tehdidi’nden de muzdarip” dedi.
Hadaş Genel Sekreteri Barakeh ise şöyle konuştu:
7
“Demokrasi açısından tehlikeli bir dört yol kavşağındayız.
Demokrasi çöküyor ancak Lieberman’dan dolayı değil
onun başbakandan aldığı destekten dolayı. Demokrasi
için kaygılanan Yahudiler ve Araplar, bu kez başarısız
olamazlar. Halkın gücünü görmek isteyenler Tunus’a
baksın.”
Sheetrit de Liberman’ın insan hakları örgütlerinin mali
kaynaklarının soruşturulması önerisini kınadı.
Khenin ise, burada yaptığı konuşmada, şunları söyledi: “Buradaki binlerce insan olarak biz, demokrasinin
onu yıkanlardan sakınılması gerektiğini düşünüyoruz.
İnsan hakları ve demokrasiye destek için; ırkçılık, faşizm,
McCarthycilik ve demokratik değerlerinin gelecekte zedelenmesine karşı açıkça sözümüzü söylüyoruz. Demokratik haklar, ifade özgürlüğü, Yahudiler ve Arapların eşit
haklara sahip olması, işgalin son bulması için mücadele
etmeye devam edeceğiz.” n
direnen filistin
Geçen aydan kısa haberler...
Ehud Barak İşçi Partisi’nden
istifa etti
İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak 17
Ocak’ta, İşçi Partisi’nin içindeki iç çekişmelerin dayanılmaz hale geldiğini belirterek,
lideri bulunduğu partiden istifa etti. İsrail
Parlamentosu “Knessette”de “Özgürlük”
adı verilen yeni bir grup kuran Barak, yeni
oluşumun merkezde duracağını, siyonist ve
demokratik olacağını belirtti.
Vanessa Paradis
İsrail konserini iptal etti
Fransız Şarkıcı Vanesa Paradis, eşi ünlü
sinema oyuncusu Johnny Depp ile birlikte
gelmesinin beklendiği 10 Şubat’ta düzenlenmesi planlanan İsrail’deki konserini “kişisel nedenlerden” ötürü iptal etti. Ancak,
Paradis’in İsrail’e boykot çağrısı yapan örgütlerin çağrısıyla böyle bir karar aldığı iddia ediliyor.
Fransız Dışişleri Bakanına
Gazze’de yumurtalı saldırı
Gazze’yi ziyaret eden Fransa Dışişleri Bakanı
Michele Alliot-Marie 21 Ocak’ta Gazze’nin
kuzeyinde bulunan Eritz kontrol kapısının
çıkışında ve Kudüs Hastanesi çıkışında yumurtalı ve ayakkabılı protestoya uğradı.
Protestoların nedeni, Hamas tarafından kaçırılan ve esir tutulan İsrail askeri Gilat Shalit
ile ilgili olarak Fransız Bakanın savaş suçu
işlendiğini söylemesi.
Kıbrıs’ta Filistin sorunu ile
ilgili uluslararası bir toplantı
düzenlendi.
Kıbrıs’ta AKEL’in çağrısıyla 25-26 Şubat tarihlerinde “Filistin sorunu ve Sol Hareketin
Kahraman Filistin Halkının Mücadelesi ile
Dayanışması” konulu uluslararası bir toplantı düzenlendi.
Filistin Komünist Partisi, Filistin Halk Partisi, Demokratik Cephe, Filistin Kurtuluş Örgütü, Yunanistan Komünist Partisi, Lübnan
Komünist Partisi, Türkiye Komünist Partisi,
Küba Komünist Partisi, Dünya Barış Konseyi,
Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu ve
Dünya Sendikalar Federasyonunun da katılımcı olduğu toplantıda, son dönemde ayaklanmalara sahne olan Mısır, Tunus, Sudan
ve Fas’dan temsilciler de sunum yaptılar.
İsrail’in Mavi Marmara
raporu açıklandı
2010 yılında yaşanan Mavi Marmara baskını ile ilgili olarak İsrail tarafından oluşturulan Turkel Komisyonu Ocak ayının sonunda
raporunu yayınladı. Komisyon, hem baskının hem de Gazze’ye uygulanan ambargonun uluslararası yasalara uygun olduğunu
açıkladı. Komisyon, İsrail ile Hamas ve diğer
Gazze merkezli örgütler arasında yaşanan
mücadeleyi ‘uluslararası çapta silahlı çatış-
ma’ olarak tanımladı ve yardım gruplarının,
uygulanan deniz ablukasını Gazzeli yerleşimcilere karşı yasadışı bir cezalandırma
olduğunu savunan görüşünü reddetti.
Raporun açıklanmasının ardından konu
ile ilgili olarak Türkiye tarafından oluşturulan Ulusal Araştırma ve İnceleme Komisyonu da bir açıklama yaptı. Açıklama da,
İsrail’in Gazze ablukasının yasal dayanaktan
ve meşruiyetten yoksun olduğu, bu nedenle
İsrail saldırısının da aynı şekilde hukuka aykırı olduğu belirtildi. İsrail deniz ablukasının
yasal kabul edilmesi için gerekli olan çeşitli
koşulları yerine getirmediği, uluslararası hukukun “orantılılık”, “gereklilik” ve “makul
olma” koşullarını karşılamadığı, ablukanın
güvenlik ihtiyacının ötesinde askeri amaçla
kullanılması mümkün olmayan günlük tüketim maddelerini dahi yasakladığı söylendi.
İsrail’in raporu, komisyonun iki yabancı
gözlemcisi Kanadalı Tuğgeneral Ken Watkin ve Kuzey İrlandalı Lord David Trimble
tarafından da imzalandı. İsrail hükümetinin
oluşturduğu iç soruşturma komisyonunun,
Mayıs 2010’da Gazze Özgürlük Filosu’na
İsrail komandolarınca yapılan baskınla
ilgili hazırladığı 300 sayfalık araştırma raporunun İngilizce kopyası, baskını inceleyen Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları
Konseyi’nin bilirkişi heyetine de gönderilecek. BM’nin oluşturduğu ve Yeni Zelanda
Başbakanı Geoffrey Palmer’in başkanlığını
yaptığı heyette, İsrail ve Türkiye’den temsilciler yer alıyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Philip
Crowley ise konu ile ilgili olarak “İsrail’in
bu çabasına destek vermekteyiz. Bunun bağımsız bir rapor olduğunu, İsrail tarafından
yapılan soruşturmanın inandırıcı, tarafsız
ve şeffaf olduğunu ve BM Genel Sekreteri
üzerinden devam eden daha geniş sürece katkı sağlayacağını düşünüyoruz” dedi.
Türkiye’den ABD’nin açıklamalarına karşılık
bir açıklama yapılmadı.
El Fetih seçim kararı aldı,
Filistin Kabinesi istifa etti
El Cezire’nin açıkladığı Filistin Belgeleri’nin
yalan olduğunu iddia eden Saeb Erekat
sonradan bu belgelerin kendi ofisinden
çıktığını itiraf etmek zorunda kaldı. Ve istifa
etti. Bunun üzerine Filistin Özerk Yönetimi
(FÖY) de Eylülden önce seçimlere gidileceğini açıkladı. Ortadoğu’daki isyan havası ve İsraille görüşmelerin açığa çıkması
FÖY’ün durumu kurtarmaya dönük adımlar
attığını, reform çağrılarına yanıt veren bir
görüntü vermeye çalıştığını gösteriyor. Bu
çerçevede, Başbakan Selam Feyyad başkanlığındaki Filistin kabinesi de istifa etti.
Ancak Feyyad, Mahmud Abbas tarafından
yeni hükümetin kurulması için yeniden görevlendirildi. Feyyad’ın diğer partilerle de
görüşerek, daha geniş tabanlı bir hükümet
kurması bekleniyor. Selam Feyyad 2007 yılından bu yana Batı Şeria’daki Filistin Özerk
Yönetimi’nin başbakanı.
8
Hamas, ulusal bir uzlaşı sağlanmadan
yapılan seçimlerin hiçbir değerinin olmayacağını, tek yanlı alınan bir kararla yapılacak
seçimin sonuçlarını da geçersiz sayacaklarını belirtti. FHKC ise, krizden ve ayrışmadan ulusal ve demokratik bir şekilde çıkmak için, barış görüşmeleri sürecinin Oslo
Antlaşması’ndan itibaren bütünüyle yeniden
gözden geçirilmesi gerektiğini, yeni bir ulusal diyalog süreci ile, diaspora ve sürgündekileri de kapsayan yeni seçimlerle, yeni
bir ulusal meclis çağrısı yaptı. Mısır halkının
mücadelesine işaret eden FHKC, Filistinlileri
umudunu kaybetmemeye çağırdı.
Mısır, İran savaş gemilerine
Süveyş kanalından
geçiş izni verdi
Mısır resmi haber ajansı MENA’da yer alan
haberlere göre Hüsnü Mübarek’in istifaya
zorlanmasının ardından ülkede yönetimini üstlenmiş olan Silahlı Kuvvetler Yüksek
Konseyi, iki İran savaş gemisinin Süveyş
Kanalı’ndan Akdeniz’e geçişine izin verdi. Mısır Dışişleri Bakanlığı’na dayanılarak
verilen haberde “İran gemilerinin geçen
Perşembe günü izin için başvurdukları ve
Konsey’in Tahran’la yapılmış anlaşmalar
doğrultusunda başvuruya onay verdiği” ifade edildi.
İran’ın yarı resmi Fars haber ajansı, gemilerin geçişiyle ilgili 26 Ocak tarihli haberinde, “donanma öğrencilerinin 1 yıllık eğitim
seferine çıktıklarını, Aden Körfezi ve Kızıl
Deniz üzerinden Süveyş Kanalı’nı geçerek
Akdeniz’e çıkacaklarını” bildirmişti.
İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman,
Kudüs’te düzenlenen Büyük Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanlar Konferansı’nda
yaptığı konuşmada, İran savaş gemilerinin
yönünün Suriye olduğunu ifade ederek bunu
“provokasyon” olarak nitelendirdi. Lieberman yıllardır böyle bir olayın olmadığını da
belirterek, “Bu provokasyon, İranlıların kendilerine güvenlerinin ve artan küstahlıklarının bir göstergesidir. Uluslararası toplumun,
İsrail’in bölgede durumu dalgalandırmayı
amaçlayan bu provokasyonlara karşı sürekli
sessiz kalmayacağını anlaması gerekir” ifadelerini kullandı.
Konuyla ilgili yaptığı açıklamada “uluslararası yasalara göre, savaş gemilerinin
diğer ülkelere gezi düzenleyebileceğini”
belirten İran’ın Şam Büyükelçisi Ahmet Musevi, “İsrail tarafı uluslararası yasaları kendi
çıkarlarına göre yorumlamakta ve gerçeği
saptırmaktadır’’ diye konuştu. Musevi, savaş
gemilerinin Suriye’ye geleceğini ve birkaç
gün demir atacağını da söyledi.
İran donanmasına ait gemiler, geçen yıl
ekim ayından bu yana Hint Okyanusu ve
Kızıldeniz’de çeşitli limanları ziyaret etmişler
ancak Şah rejiminin devrildiği 1979’dan bu
yana İran, Akdeniz’e herhangi bir savaş gemisi yollamamıştı.
direnen filistin
Filistin’in çocukları
O Filistin’in hikâyesini yazdı, sonra da kendisi bu hikâye tarafından yazıldı.
…Ben gerçek Filistin’i arıyorum; anılardan, tavus kuşu tüylerinden, bir evlattan,
kurşunların merdivenlere bıraktığı izlerden
fazlası olan Filistin’i. Sadece kendi kendime
diyordum ki: Halit için Filistin nedir? O, vazoyu veya resmi, merdivenleri, Halisa’yı ya
da Haldun’u bilmiyor. Ama yine de onun
için Filistin, bir insanın uğruna silah kuşanıp
ölmesine değer bir şey. Bizim için, senin ve
benim için Filistin sadece, anıların tozların
altına gömülmüş bir şeyi aramak demek…
Halit için vatan, gelecek demek… 1
Yıl 1967. Ghassan Kanafani, Arapların
İsrail’e yenilmesinden sonra yazdı Hayfa’ya
Dönüş ve 1948’de yurtları işgal edilen, yurtlarından sürülüp sürgünde yaşamaya mecbur kalan Filistinli çocukların hikâyelerini.
Halit de onlardan biri. 1964’te Filistin
Kurtuluş Örgütü’nü, 1967’de Filistin Halk
Kurtuluş Cephesi’ni kuran ve işgalci İsrail’e
karşı direniş mücadelesini alevlendiren çocuklardan biri. 31 yaşında bu öyküyü yazan
ve FHKC’nin kurucularından olan Ghassan
Kanafani de onlardan biri.
1972 yılında İsrail tarafından aracına bomba konularak öldürülen Ghassan
Kanafani’nin öykülerinden oluşan Filistin’in
Çocukları adlı kitap 2010 yılında Otonom
Yayıncılık tarafından yayınlandı. Hikâyeleri
1936-1967 yılları arasında geçen öyküler,
direnişin büyümesinden önceki dönemde
Filistinlilerin yaşamını, acımasızca ve bütün
şiddetiyle anlatıyor. Bu şiddeti sağlayan ise
gerçeğin yalın bir şekilde ortaya serilmesi
veyahut gerçekle yüzleşebilme cesareti.
20. yüzyılda başlayan Filistin’e Yahudi
göçü, 1948’de İngilizlerin çekilmesi, Arap
İsrail savaşı ve İsrail devletinin önünün açılmasıyla sonuçlanmıştı. 1948, Filistinlilerin
evlerinden, yurtlarından çıkarılmasıyla başlayan bir işgalin de tarihi oldu. 700 bin kadar Filistinli yaşadıkları evlerini, topraklarını
bırakmak zorunda kaldı ve mülteci haline
geldi. 1948 yılının Filistinliler için yarattığı
tahribat ve yıkım, etkilerini uzun yıllar hissettirmiştir. Filistin’in Çocukları, bu sürecin
oluşturduğu hayal kırıklığı ve umutsuzluğa
karşı esaslı bir mücadele veren, bir yandan da geçmişin acılarının etkisinden kurtulamamış bir kuşağın yerine geçen ve geleceğe bakan bir kuşağı selamlamaktadır.
Çocuklarını savaştan uzak tutmaya çalışan anne, baba ya da diğer aile büyükleri öykülerde acımasızca eleştirilmektedir.
Daha önce İngiliz sömürgeciliğine karşı
ciddi bir direniş gösteren bu kuşak, tüfeği
çocuğun eline vermek istememektedir. ...
Ah, talihsiz Ebu’l-Abd, şimdi eskiden olduğu gibi savaşa girebileceğini mi sanıyorsun? Bugün seninle dövüşenleri, on iki yıl
önce dövüştüğün İngilizler mi sanıyorsun…
Zavallı Ebu’l-Abd, durmadan yeni nesilleri
gönderdiklerini ve yaşlıların evlerine geri
döndüklerini bilmez misin? Yaşlanan sadece biziz… Ancak çocuk vazgeçmez,
savaşa tüfeksiz de olsa katılır. Çocuk, babası ve tüfek, Ceddin’deki kaleye giderler.
Çatışmanın sonunda tüfek çocuğun eline
geçer geçmesine ama… …Mansur ağacın
dibine yığılmış babasına baktı. Midesine
bastırdığı çamurlu elinin parmakları arasından kan fışkırıyordu. Gözleri kapalıydı ve
tüfeğe kenetlenmiş öteki eli odun gibi cansız
görünüyordu. …öfkeli yağmurun karanlığının ardında ve gözyaşlarının arasında ağaç,
adam ve tüfek. Ancak Mansur’a göre bunlar
birlikte değildi. Sadece sessiz ceset vardı…
Zaten çocuğun savaşın dışında kalması
pek mümkün değildir. Çünkü savaş cephede karşı karşıya vuruşmanın ötesindedir,
savaş zamanıdır, düşmanlıklar zamanıdır
ve çocuk kampta yaşamaktadır. …bir evde
yaşayan, farklı nesillerden on sekiz kişiydik
ve bu, hangi dönemde olursa olsun gere-
Ghassan Kanafani
ğinden fazlaydı. Hiçbirimiz iş bulamıyorduk
ve belki duymuşsunuzdur, açlık her günkü
kaygımızdı. İşte düşmanlıklar zamanı diye
adlandırdığımız şey bu. Bilirsiniz, arada kesinlikle fark yoktur. Önce ekmeğimiz için savaşıyor, sonra da aramızda nasıl bölüşeceğiz diye birbirimizle savaşıyorduk. Ardından
tekrar savaşıyorduk…
Filistin’in Çocukları’nın öyküleri, gerçeğin, mülteci kampında çocuklara oyuncak
dağıtılarak gizlenmesine izin vermez. İsrailli
komutan, bütün bir köyü eline makineli tüfek verdiği şortlu bir Yahudi kız çocuğuna
öldürtürken ve o köyden bir tane Filistinli
çocuğu olanları anlatsın diye sağ bırakırken, o gün, onlar daha çocuktur. n
1
İtalik alıntılar kitaptaki öykülerden alınmıştır.
da en yoğun olduğu zaman dilimi
olmuştur. 1969’da Hayfa’ya Dönüş kitabı yayınlanmıştır. Siyasi ve
silahlı mücadelenin şiddetlendiği,
8 Temmuz 1972 yılında İsrail tarafından yeğeni ile bindiği arabasına konan bombanın patlamasıyla haince öldürülmüştür.
O Filistin’in hikâyesini yazdı, sonra da kendisi bu hikâye
tarafından yazıldı.1 Kanafani,
Filistin’in yeniden özgürleşmesini sağlayacak yeni kuşağın
hikâyesini yazarken, bu kuşağın
bir mensubu olarak mücadelenin
en önsaflarında yer aldı ve hayatını feda etti. Onun için siyaset ve
edebiyat, hayatının iç içe geçmiş
parçalarıydı. Kanafani, kimi zaman söyleyeceklerini öyküden başka
bir yolla söyleyemediği için yazdığını dile getirmekteydi. Bu konudaki
ustalığı, öykülerini Filistin direnişinin en etkili silahlarından biri haline
getirmiştir.
Ghassan Kanafani, 1948 yılında 12 yaşındayken büyüdüğü ve yaşadığı kent Akka, siyonistlerin eline geçince ailesi ile Şam’a kaçmak
zorunda kaldı. Hayatının bundan sonraki kısmını kamplarda ve sürgünde geçiren Kanafani 16 yaşında mülteci kampında BM Yardım
Okulu’nda öğretmenlik yapmaya başladı. Öğretmenlik ve Şam Üniversitesi Arap Edebiyatı bölümündeki öğrencilik yılları onun politikayla daha yoğun bir şekilde ilgilenmesinin yolunu açtı. O yıllarda kısa
hikâyeler de yazmaya başladı. Öğrencilik yıllarında siyasette aktif rol
alması, onun Dr. George Habaş’la yakınlaşmasına ve Arap Ulusal
Hareketi’nin içinde yer almasına yol açtı. Üniversiteden sonra Kuveyt’e
ailesinin yanına giden Kanafani, 1960 yılında George Habaş’ın çağrısıyla Beyrut’a geldi ve al-Hurriyya (Bağımsızlık) adında yeni bir siyasi
dergi çıkartmaya başladılar. 1961 yılında, o yıllarda Filistinli mültecilerin durumunu incelemek için Beyrut’ta bulunan Danimarkalı öğretmen Anni Hoover ile tanıştı ve evlendi. 1962 yılında, Güneşteki
Adamlar kitabını yazdı ve bu kitap yayınlandıktan sonra Arap edebiyat
dünyasında büyük bir ün kazandı. Bu kitap 1986 yılında Alan Yayıncılık tarafından Türkiye’de de yayınlanmıştır. FKÖ ve FHKC’nin kurulduğu, Filistin’in ele geçirilmesi için silahlı mücadelenin yeniden başladığı
dönem, Kanafani’nin siyasi faaliyetlerinin ve edebiyat çalışmalarının
1
9
Yazar arkadaşı Fadıl el-Nakıp, Kanafani için söylemiştir.
direnen filistin
Portakalın hikâyesi, Filistin’in hikâyesi
İsrail tüm Filistin değerlerini kendine mal ederek Filistin topraklarının tarihini yeniden yazmaya çalışıyor.
“Yafa: Portakalın Otomatiği” belgeseli, topraklarından koparılıp uzaklaştırılan Filistinlilerin tarihin sayfalarından da sökülüp atıldığını anlatıyor. Filistin topraklarının ve Filistinlilerin 1948 öncesi tarihini yok sayan
İsrailliler, bir zamanlar Filistinlilere ait olan portakal bahçeleriyle ünlü
Tel Aviv yakınlarındaki liman kenti Yafa’nın portakallarını sahiplenerek
bu portakalları bir İsrail markası olarak dünyaya tanıtıyor. Belgeselde
yer alan birçok ismin tarihin arka sayfalarında kalan belgelerle gün
ışığına çıkardığı Yafa portakalının dünyada İsrail markası olarak tanınmasının hikâyesi, belgesel boyunca İsrail’in işgal tarihiyle paralel
gidiyor.
Filistinlilerin bahçecilik yaparak hayatını kazandığı Yafa’da portakal
neredeyse o bölgenin biricik geçim kaynağı. İsraillilerin yavaş yavaş
topraklarına konduğu kentlerden biri olan Yafa’dan dışlanan Filistinliler önce İsraillilerin kamulaştırdığı portakal bahçelerinde işçi olarak çalışıyorlar. Daha sonra artan İsrailli nüfus Filistinlilerin çalışma
alanlarından da çekilmesine neden oluyor. Bir anda yaşadıkları kente
yabancı olan ve geçimlerini sağladıkları portakal bahçelerinden uzaklaşan Filistinlilerin tarihin sayfalarından silinmesi de aynı işgal dönemine denk gelir. İsrail devleti, onlar gelene kadar boş ve işlenmemiş
toprakların kendileriyle birlikte hayat bulduğu propagandasını yaparak
oryantalist İsrail toprakları mitini güçlendirir ve portakalı da bu mitinin
parçası haline getirir.
İsrail’in Yafa portakalını propaganda aracı olarak kullandığı bir afiş. Afişin arka
fonundaki develer oryantalist İsrail mitini güçlendirmek için kullanılıyor.
“Yafa: Portakalın Otomatiği” belgeseli Documentarist ve DEPO işbirliğiyle düzenlenen Saturdox/Belgesel Buluşmaları kapsamında 22 Ocak
2011 tarihinde gösterildi. 2009 Doc Film Festivali, Milano, En İyi Belgeselci Birincilik Ödülü ve 2010, Solelune, Palermo, Kurgu Dalında
Birincilik Ödülü alan belgesel, İsrail, Fransa, Belçika, Almanya ortak
yapımı. Geçen yıl 22-27 Haziran’da düzenlenen İstanbul Belgesel
Günleri’nin onur konuğu olarak Türkiye’ye gelen yönetmen Eyal Sivan
İsrail devleti politikalarına karşı çıkan muhalif bir isim. Hayfa’da doğan
Sivan, 1983 yılında Paris’e yerleşti ve “Geçerken”, “Izkor: Belleğin Köleleri”, “Rota 181: Filistin İsrail’de Bir Yolculuktan Fragmanlar” isimli
belgeseller çekti.
Naci El-Ali Uluslararası Filistin konulu karikatür yarışması düzenlendi
Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği ve
mizah dergisi Homur tarafından düzenlenen 2010 Naci El-Ali Uluslararası Filistin konulu karikatür yarışması
27 Kasım 2010 tarihinde sonuçlandı.
41 ülkeden 458 katılımın olduğu karikatür yarışmasının sonuçları FHKC
Polit Büro üyesi Leyla Halid’ın katıldığı
basın toplantısıyla açıklandı. Leyla Halid “Naci El-Ali adına karikatür yarışmasının düzenlenmesi Filistin halkına
büyük bir destektir. Ben bunu direniş
olarak görüyorum. Filistin’i işgal eden
güçlere karşı direniş değişik şekillerde
sürüyor: Karikatür, şiir, hikaye ve silah.
Böyle bir yarışmanın düzenlenmesi
Filistin direnişine yeni bir halka oldu”
dedi. Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği yöneticileri, verilecek ödüllerin
maddi değeri olmadığını ancak Filistin
özgürlük mücadelesine katkı sunanlar
bakımından oldukça büyük manevi
değeri olduğunu söyledi. FHDD yöneticileri ödüllerden birinin “Kudüs
toprağı” olduğunu belirtti. Yarışmada
Naci el-Ali Büyük Ödülü, Gazze’den
Omayya Joha’ya, Hanzala İntifada
Ödülü, Ürdün’den Omar Abdallat’a,
Hanzala Özgürlük Ödülü Türkiye’den
Necmettin Asma’ya, Hanzala Toprak
Ödülü, Ürdün’den Muhammed Ebu
Afefa’ya, Hanzala İnsan Hakları Ödülü, Endonezya’dan Jitet Koestana’ya
verildi. Yarışmada 18 çocuk katılımcı da karikatür yarışmasına katıldı.
Türkiye’den Burhan Demircan ve Volkan Aydoğan’a da Hanzala Taş General ödülü verildi.
İstiklal Cad. Gazeteci Erol Dernek Sok. Hanif Han. No:11 Kat:4 Da:5 Beyoğlu - İSTANBUL
(İstanbul Yeni Melek Gösteri Merkezi Yanı) Tel: +90 (212) 252 13 76
www.barisdernegi.org [email protected]

Benzer belgeler

Yahudi Yerleşimleri: Postmodern Bir İşgal

Yahudi Yerleşimleri: Postmodern Bir İşgal birbirini tanıması ve İsak Rabin ile Yaser Arafat’ın “Geçici Özerk Hükümet İlkeleri Bildirisi’ni imzalamasıyla barış süreci denilen süreç de başlamıştır. Aslında, ABD’nin Sovyetler Birliği’nin çözü...

Detaylı

direnen filistin

direnen filistin Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının Mısır, Filistin, İsrail, Türkiye ve ABD açısından yansımaları, Lübnan da Hariri hükümetinin devrilmesiyle başlayan süreç, İsrail siyasetini oluşturan parti ve ak...

Detaylı

İsrail-Filistin Sorununa Yönelik AB Politikaları

İsrail-Filistin Sorununa Yönelik AB Politikaları ardından, Mübarek’in “yedeklenmesi” çabaları ve Müslüman Kardeşler’le masaya oturulması tercihi bunu gösterdi. Genelde İsrail siyasetinin bir bütün olarak ‘islamcıları devre dışı bırakmak’ üzerine ...

Detaylı

Milenyum Sonrası Türkiye-İsrail İlişkilerinin Değişen Görünümü

Milenyum Sonrası Türkiye-İsrail İlişkilerinin Değişen Görünümü siyasal/toplumsal çatışma unsuru, Türkiye-İsrail İlişkileri’nin tarihine yabancı bir husus da değildir. Nitekim Türkiye’nin 29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’nda yapılan ve Filistin topraklar...

Detaylı